![]() |
DOSYA İctima-i Akibet-i Hafriyat Cemazeyilahir - 1329* Hazırlayan: Ali Yamaç |
![]() |
1911 Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan herkes için sakin geçen en son yıldı. Gerçi her tarafta ayaklanmalar ve çatışmalar başlamıştı ama, bunlar gelecek yıllardaki olayların yanında oldukça önemsiz sayılabilirdi.Öte yandan, 700 yıldır hüküm süren bir devlet de artık son yıllarını yaşıyordu. Osmanlı tahtında tam 33 yıl oturmuş olan 2. Abdülhamid 3 yıl önce indirilmiş, yerine küçük kardeşi Mehmed Reşad padişah olmuştu.
Arnavutların 1910 yılında başlattıkları ayaklanma bu yılın başlarında binbir zorlukla bastırılmış, yıl başında Yemende başlayan diğer ayaklanma ise ciddi sıkıntılar yaratmıştı. Orta Doğu kaynıyordu. Öte yandan, Ermeniler silahlanmakta ve Bitlis ile Muşda karşılıklı ufak tefek çatışmalar yaşanmaktaydı. İtalya ise sonbaharda Trablusgarp ve Bingaziye asker çıkartmış, bu topraklarda savaş başlamıştı. Osmanlı İmparatorluğunda on yıl kadar önce, 2. Abdülhamid döneminde başlayan Alman nüfuzu etkisini arttırarak sürmekteydi ve devletin tüm kurumlarını kuşatmıştı. Avrupanın diğer tüm ülkeleri tarafından izole edilen Almanya, gözünü Orta Doğu ve Asyaya dikmiş, buralarda yeni etki alanları ve sömürgeler yaratabilmek için Osmanlı Devleti ile işbirliğine girmişti. Bu durum ise, Avrupalılar tarafında izole edilmiş diğer bir imparatorluk olan Osmanlı için bulunmaz nimetti. Önceki padişah 2. Abdülhamidin, Alman İmparatoru Kayzer Wilhelm II ile dostluğunu pekiştirmesinin ardından Bağdat Demiryolu inşaatı başlamıştı. Osman Hamdi Bey bir yıl önce vefat etmiş, yerine Halil Edhem Bey müzeler müdürü olmuştu. 1911 yılında Osmanlı İmparatorluğu topraklarında 8 arkeolojik kazı vardı. Çarpıcı keşifler ve sansasyonel kazılar dönemi artık geride kalmıştı. Eldeki malzeme toparlanıyor, restorasyonlar yapılıyor, göreceli olarak daha bilimsel çalışılıyor, yeni ve farklı konular araştırılıyordu. Bu yazı, 1911 yılında Anadoluda yapılan bu 8 arkeolojik kazının ve bu kazıları gerçekleştiren insanların hikayesidir. * Kazı Sonuçları Toplantısı, Mayıs 1911 |
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
Sakçagözü Bu yılın en verimli kazısı belki de Sakçagözü'ydü. 1883 yılında yeri saptanan bu yerleşmede 1907 yılında başlayan kazıların bu yıl son sezonuydu. Daha önceki kazılarda Prof. John Garstang klasik dönem kalıntılarının altında MÖ 1. bin yıllarına tarihlenen bir kent kalıntısı bulmuş ve kentin Geç Hitit döneminde kurulduğunu tahmin etmişti. Kenti çevreleyen surlar, saray kalıntısı ve yapıları süsleyen kabartmalı ortostatlar ilk kazılar sırasında ortaya çıkarılmış, Garstangın araştırmaları sonucu burasının Kalkolitik Çağ'dan Bizans Dönemine kadar uzanan bir yerleşim yeri olduğu belirlenmişti. Buluntular arasında Halaf ve Obeyd türü çanak çömlekler vardı. Geç Hitit Dönemine ait Büyük Saray kalıntısı ise tepeyi neredeyse tümüyle kaplamaktaydı ve yapı, güçlü bir surla çevriliydi. 1911 kazısından önce tamamen açığa çıkartılan ön avlu, neo-Hitit üslubunda heykellerle süslü ve kabartmalı ortostatlar Arami-Hitit üslubundaydı. Son sezon olan 1911 yılında inilen en alt tabakalar ile Anadoluda ilk defa Kalkolitik Çağ'a ait bir kazı gerçekleştirliyordu.
John Garstang 1911 yılında 35 yaşındaydı ama tam dört yıldır profesör ünvanına sahipti. Oxford mezunu bu genç profesör daha önce Petrie ile birlikte Mısırda kazı yapmış, ardından ilgisi Anadoluya, o yıllarda yeni keşfedilmiş ve yavaş yavaş anlaşılmaya başlanmış Hititlere dönmüştü. Gerçi henüz Hititlerin yazısı çözülememişti ama bu konuda da verimli çalışmalar vardı. Garstangın, oldukça etkileyici ve uzun yıllar bu konuda en yetkin kaynak olacak eseri The Land of Hittites ise bir yıl önce basılmıştı. Didyma Didymada kazılara 1904 yılında Theodor Wiegand tarafından başlanmıştı ve bu yedinci sezonu idi. Wiegand, 189599 yılları arasında Prienede kazılar yapmış, 1899dan bu yana da Berlin Kraliyet Müzeleri temsilcisi sıfatı ile Milet ve Didymada kazılarını sürdürmekteydi. 47 yaşındaki bu sanat tarihçisi dünya çapında şöhrete sahip bir arkeolog olma yolunda hızla ilerliyordu. 1900 yılında Prieneyi gezmeye gelen Alman sanayi ve finans devi Georg Siemensin kızı Marie von Siemens ile tanışıp evlenmişti. Çift, on yıldır İstanbulda, Arnavutköyde yaşıyordu. Yaşadıkları ev, kütüphanesi ve arşivi ile birlikte zaman içinde Berlin Kraliyet Müzelerinin kazı istasyonu haline gelmişti. Wiegand bu yılın başında, uzun zamandır beklediği müjdeyi almış, Berlin Müzesi Eski Eserler Bölümü Müdürü olmuştu. Dolayısıyla, bu Anadoluda son kazı sezonuydu, sonbaharda eşi ve iki oğlu ile birlikte Berline taşınacaktı.
Öte yandan, Didyma Apollon Tapınağı kazılarında ciddi sorunlar yaşanıyordu. Charles Thomas Newtonun 1857-58 de yaptığı ufak kazıyı saymazsak bile, 1873de Olivier Rayet ve Albert Thomas, ardından 1895de Bernard Haussoullier ve Emmanuel Pontremoli ile sürdürülen arkeolojik kazılar tapınağa faydadan çok zarar vermişti. Gerçi tapınağın üzerinde bulunan tepede inşa edilmiş birkaç ev satın alınıp yıkılmıştı. Fakat burada açılan 60 m uzunluğunda, 8 m derinliğindeki çukur, köylülere işlenmiş hazır taşlar bulabilecekleri bir taş ocağı işlevi sağlamaktan öteye gidememişti.
Cephenin açılmasından sonra gerçek ölçüler ortaya çıkmış ve tapınağın 60x120 mlik inanılmaz boyutları karşısında herkes ümitsizliğe kapılmıştı. Fransız kazılarının ardından kazıyı devralan Wiegandın 1905 yılında başlattığı çalışmalar, her yıl altı ile dokuz ay arasında sürdü. Aslında yapılan bu işe tam anlamıyla bir arkeolojik kazı demek yanlıştır, bu son derece büyük bir inşaat faaliyetiydi. Aylar ve yıllar boyunca tonlarca ağırlıkta mermer bloklar bir yerden başka bir yere taşınıp yerlerine yerleştirildi. Bu yüzden ekipte Armin von Gerkan, Friedrich Krauss, Oskar Ziegenaus gibi yapı uzmanları da görev aldı. 1911 yılına gelindiğinde tapınağın üstündeki köy evlerinin tümü satın alınmış, yıkılmış ve tapınağın avlusu ile cella ve proanos tümüyle açığa çıkmıştı. 1911 sezonunda ise, hafriyat kaldırma ve taş blokların taşıma işlemi tapınağın doğu cephesinde devam etti. Merdivenlerin tümü ortaya çıkarıldı ve ante duvarlarının bir kısmında restorasyonlar yapıldı. Milet Theodor Wiegandın 1911 yazında Didyma ile beraber kazdığı diğer antik yerleşme ise Milet'ti. Burası, yükselen su tablası ve bataklığa dönen zeminiyle Anadolunun çalışılması ve kazılması en zor antik yerleşmelerinden birisiydi. 1900'lü yılların başında Milet kazılmaya başladığında ağırlık Klasik Dönem yapılarına verilmişti. Agora kazıları sırasında neredeyse tümüyle korunmuş durumda ele geçen Agora Kapısı izinler alınarak sökülmüş ve Berline taşınmıştı.Tiyatrodaki kazı ve restorasyon neredeyse kazının başladığı ilk sezondan beri sürmekte idi.
Wiegand tarafından 1907de Athena Tapınağında başlayan kazılar sırasında hem temizlik ve restorasyon yapılmış, hem de tapınağın güneyindeki derin bir açmada Son Tunç Çağı buluntuları tespit edilmişti.Wiegandın temel amaçlarından birisi bu yerleşimin Minos ile bağlantısını tespit etmekti. Bu derin açmada herhangi bir Minos buluntusuna rastlanmaması üzerine eski yerleşmenin aranmasına başlandı. Aynı yıl, klasik şehrin 800 m güneyinde, 63 m yüksekliğindeki Kalabak Tepede arkaik Milet kalıntıları bulunmuştu. MÖ 494 de tahrip olduğu tahmin edilen bu en eski yerleşmede bazı cadde parçaları, bir kısmı surlara ait duvarlar ve küçük bir mabedin mermer temelleri bulundu. Benzer şekilde, Kazartepe ve Zeytintepede de kazılara başlanmış, Kazartepede birkaç yıl önce bulunan Aslanlı Mezar kazılarak açılmıştı. 1911 kazılarında Wiegand, Kalabak Tepeye ayrı bir ekip tahsis etti. Umduğu gibi Minos buluntusu gelmese de, buradaki yerleşmede yoğun miktarda arkaik malzeme açığa çıktı. Boğazköy 1906 yılına kadar Hititler ile ilgili bilinenler şunlardı: Başta Texier olmak üzere birçok gezgin Anadolunun birçok yerinde ve Kuzey Suriyede o güne dek görülmemiş tarzda yapı, rölyef ve yazıtlar hakkında bilgi vermişlerdi. Ardından, A.H. Sayce bunların İncilde adı geçen Hitit uygarlığına ait olabileceğini söylemişti. Mısır ve Asur kaynaklarından da doğrulanan bu bilgiler ışığında Hititlerin anayurdunun Anadolu olduğu anlaşılmıştı. Zincirlide yapılan ilk kazılarda ise, bu yerleşimin büyük bir olasılıkla Geç Hitit Dönemi olabileceği düşünülmüştü. Bu süre zarfında Sayce birkaç Hitit hiyeroglif sembolünün anlamını çevirmiş ama bu çevirilerinin doğruluğunu da ispatlayamamıştı.
Ardından, 1906 yılında Hugo Winckler, Theodor Makridy Bey ile birlikte Boğazköyü kazmaya başladı. Bu, daha önce Sidonda kazı yapmış, Asur uzmanı bir arkeolog için fazlasıyla beceriksiz bir kazıydı. Buna rağmen, ertesi yıl tek bir açmada 2500 kil tablet birden bulundu. Zaten, hem Wincklerin, hem Theodor Makridynin yegane amacı Hitit tabletleriydi. Kalıntıları ve mimari eserleri dert eden sadece Wincklerin yardımcısı Otto Puchstein'di, onu da kimsenin ciddiye aldığı yoktu. Boğazköy kazıları, tarz ve üslup olarak fazla değişmeden, bu şekilde 5 yıl devam etmiş ve 1911 yılına gelinmişti. Üst üste 5 yıldır burayı kazan Hugo Winckler artık çok hastaydı. Yanında sürekli hemşiresiyle dolaşıyor, daha doğrusu dolaşmıyor, kazı evinde kalıyor, kazı alanlarına bile gidemiyordu. Kazı tamamen Theodor Makridynin yönetimindeydi, o da bu yetkiyi, daha önce yaptığı gibi, ustabaşlarına bırakmıştı. Açmalardan çıkan buluntular ustabaşı tarafından Makridy Beye getiriliyor, o da beğendiği buluntuları Wincklere gösteriyordu. Bu yıl da, diğer yıllarda olduğu gibi Büyük Kalede kazıya devam edildi, yanısıra Büyük Tapınak (Tapınak I) ve etrafı da açıldı. Fazla bir buluntu yoktu ve kazıda açığa çıkan mimari buluntulara hala önem verilmiyordu. Kargamış Anadolu arkeoloji tarihinde hemen hiçbir kazı, 1911 yılında başlayan Kargamış kazısı kadar çok yazı, araştırma ve günlüğe konu olmamıştır. İlginç olan ise, bu yazıların büyük bir kısmının arkeoloji ile ilgili olmamasıdır. Bu kazıda görev alan istisnasız tüm arkeologlar ve hatta bazı ziyaretçiler bile İngiliz casusuydu. Öte yandan, herhalde hakkında bu kadar çok yazılmış başka hiçbir kazı da, arkeolojik açıdan bu kadar verimsiz olmamıştır. Kazının planlanan amacına ulaşmamış olması bir yana, buluntuların azlığı ve önemsizliği bile yeteri kadar dikkat çekicidir. British Museum, 1911 yılında Güneydoğu Anadoluda, Fırat Nehrinin kıyısında yer alan Geç Hitit şehri Kargamışta kazı yapmaya karar verir. İncilde adı geçen bu şehir George Smith tarafından 1876da bulunmuş ve 1881de British Museum tarafından kazılmıştır. Onları otuz yıl sonra aynı yerde tekrar kazı yapmaya iten birkaç sebep vardı; ilki ve en önemlisi Hititler'in bilim sahnesinde tekrar gündeme gelmeleri ve bu yeni akıma İngilizlerin değil, Almanlar'ın öncülük ediyor olmalarıydı. David Hogarth, Hitit hiyerogliflerinin çözümüne ilişkin ipuçlarını Kargamışta bulmayı ve bu şekilde Almanlarla rekabette bir adım öne geçmeyi ümit ediyordu. Bu kazının konuşulmayan ve yazılmayan sebeplerinden birisi de, Almanların Bağdat Demiryolu inşaatını ve yöredeki Alman hareketliliğini gözlemekti. İngilizlerin, Kuzey Suriye ve Kuzey Iraka yönelik ilgisi ile, Alman İmparatoru Kayzer Wilhelm IInin Osmanlı Devleti ile işbirliğine girerek doğuya uzanma politikası tam da bu yörede belirgin bir güç çatışması haline dönmek üzereydi.
T.E. Lawrence 1911 baharında araya tüm tanıdıklarını sokarak kazı başkanı Hogarthı razı etmiş ve o yıl başlayacak olan Kargamış kazı heyetine dahil edilmişti. Hogarth, Thompson ve Lawrence 11 Mart 1911 günü, berbat bir havada Kargamışa ulaştılar. Antik şehir, üç büyük höyük üzerine yayılmış durumda, iki su yolunun kesiştiği noktada ve dümdüz uzanan ovaya hakim, 40 m yüksekliğinde bir tepenin üzerindeydi. İlk yapılan kazılarda Aşağı Sarayın önündeki merdivenler açığa çıkmış, birkaç stel ve yazıt bulunmuştu. Şimdi, otuz yıl sonra aynı yerde yeniden kazıya başlayacaklardı. Thompson şehrin ölçüm ve planlarını hazırlarken Lawrence da kendine işçileri idare etme görevini biçmişti. 100 işçi ile başlanan kazının daha ilk günü sur duvarının yanında uzanan büyük merdivenli yolun devamı ortaya çıkarıldı. Yolun Roma Dönemi'ne ait olduğu anlaşıldığında tamamen kaldırıp altına inilmeye başlandı. Hogarthın Kargamışta olmadığı 21 Mayıs 1911 günü, Gertrude Bell kazıyı ziyarete gelir. Bell, daha o yıllarda bile hem İngilterede hem de Arap dünyasında tanınmış, düşüncelerine önem verilen bir insandı. Çok zengin ve soylu bir aileye mensup olması ona Viktorya döneminde kadınların giremediği birçok kapıyı açmıştı, Oxford mezunu idi ve hem tüm İngiliz politikacıları ile, hem de Arap şeyhleri ile yakın dosttu. Öte yandan, orta sınıfa mensup, yaşamı boyunca birçok isteğini ancak büyük mücadelelerle elde etmiş ve önümüzdeki yıllarda da Orta Doğuda bulunabilmesi ancak bu kazının devamına bağlı olan Lawrence için, Bellin buradaki varlığı ciddi bir tehditti. İki ayı aşkın bir süredir devam eden Kargamış kazısında hemen hiçbir şey bulunamadığı gibi Roma Dönemi'ne ait birçok mimari buluntu, çizimleri bile yapılmadan kaldırılmıştı. Gertrude Bell ise Kargamışı kazıdan önce, Şubat 1909 da görmüştü ve dolayısıyla kendi gözlemleriyle bile kazının gidişatı hakkında yorum yapabilirdi. Lawrence ve Thompson bir anda paniğe kapılır, her ikisi de Bellin buradaki gerçek durum hakkında British Museuma yazacağı kısa bir notla bile kazıyı durdurabilme gücünün olduğunu biliyordur. Bu ziyareti her iki tarafın günlüklerinden ayrı ayrı okumak ilginçtir; Lawrence, eve yazdığı mektupta Bellin oldukça zarif olduğunu, fakat ancak bir peçe ile güzel sayılabileceğini yazar. Bell, kazının gidişatı ile ilgili kaygılarını dile getirdiğinde ikisi birden onu laf yağmuruna tutmuş ve ellerinden geldiğince iyi ağırlamaya çalışmışlardı. Lawrence, Bellin hem kendisinden, hem de bilgi birikimlerinden ne denli etkilendiğini yazsa da, Bellin aynı gün eve yazdığı mektupta ve günlüğünde bu etkiyi hiçbir şekilde göremeyiz. Pergamon 1911 yılında Pergamonu kazan ekibin başkanı olan Wilhelm Dörpfeld hem çok sevilen, hem de aynı ölçüde nefret edilen bir kişilikti. Kendisi ile aynı fikirde olmayan meslektaşları ile öylesine kırıcı bir tartışma üslubu vardı ki, bu tarzı zaman içinde meslektaşlarının tümünü etrafından uzaklaştırmıştı. Bunu gençliğinde almış olduğu eğitime bağlamak fazla yanlış olmaz. 1853 yılında Wuppertal Eyaletinin Barmen şehrinde doğan Dörpfeld, 1873-76 yılları arasında Berlin Bauakademiede mimarlık okudu. Hocası, daha sonra kızı ile evleneceği, Friedrich Adler'di. Adler, döneminin en ödün vermez mimarlarından birisi olarak kabul ediliyordu, arkeoloji konusunda da oldukça önemli çalışmaları vardı. 1877 yılında Adler, artık bir mimar olarak mezun olmuş olan Dörpfeldin Yunanistandaki Olympia Kazılarında, kendisine asistan olarak çalışmasını istedi. Bu kazı sırasında Dörpfeld, o günlerde yeni bulunmuş ve henüz çok kaba bir şekilde kullanılan tabakalanma yöntemini geliştirdi.
Olympia kazısını yöneten ekibi etkilemiş olmalı ki, kendisini ertesi yıl yapılacak Pergamon kazısına davet ettiler. 1878 yılı Dörpfeldin Anadoluya ilk ayak bastığı yıldı. 25 yaşındaydı ve daha meslek hayatının başında son derece ilginç bir kazıda görev alacaktı; Alexander Conze ve Carl Humann ile birlikte Pergamonda, akropolde bulunan Zeus Altarı yerinden sökülerek Berline taşınacaktı. Dörpfeldin kazı sırasında uyguladığı bilimsel metodolojiyi gören ve bu incelikli çalışmasından çok etkilenen bir isim de, Pergamon kazısını ziyarete gelen Heinrich Schliemann'dı. Sürekli olarak Troyadaki kazıların bilimsellikten uzak oluşu nedeniyle eleştirilen Schliemann, Dörpfeldin Troya kazısında kendisine yardımcı olmasını istemişti. Beraber kazıya başladıkları ilk yıl Dörpfeld, daha önceki kazılarda yapılmış yanlış yorumların bir kısmını ve kazı tekniğini tamamen düzeltti. Wilhelm Dörpfeld, 1886 yılında Alman Arkeoloji Enstitüsünün Atina Şubesini kurdu.1911 yılına gelindiğinde hala bu kuruluşun müdürü olarak görev yapıyordu.
Dörpfeld, Pergamon kazısını tam on yıldır yönetmekteydi. Kendisinden önce bu kazıyı yürüten Conzenin de yönlendirmesiyle, şehirde bilimsel ve titiz bir çalışma sürdürülmekteydi. Uzun bir zaman önce kazı akropolden dağın yamacındaki aşağı kente yönelmiş, üç basamaklı bir teras halinde yükselen gymnasion kazılmaya başlanmıştı. Bu son kazı sezonunda da amaç gymnasionda kalan işlerin tamamlanması, bu yapının hemen üstünde yer alan Hera ve Demeter tapınaklarının açığa çıkartılmasıydı. Aşağı Agoranın kazısına ise üç yıl önce başlanmış, nerede ise tümü açığa çıkartılmıştı. Ephesos Anadolunun, kazısı kesintisiz olarak en uzun süre devam eden antik şehri Ephesos'tu. 1864'de British Museumun destek verdiği John Turtle Wood tarafından başlatılan kazılar bu yıl 47. sezonuna girmişti ve 1897'den beri Avusturya Arkeoloji Enstitüsü tarafından sürdürülüyordu. Öte yandan, uzun yıllar boyunca sadece Artemision kazıldığı için antik şehrin büyük bir kısmı kendi halinde kalmıştı. Ancak Artemisionda daha fazla bulunacak bir şey kalmadığı düşünüldüğünde Ephesos ile ilgilenilmiş ve şehirdeki kazılara agora ile tiyatrodan başlanmıştı. Avusturya Arkeoloji Enstitüsünün yürüttüğü kazıların son üç yılında kazı başkanları Rudolf Heberdey ile Otto Bendorf'du. 1911 sezonu da bir önceki yıl kaldığı yerden, Agora ve Celsus Kütüphanesi ve liman çevresinde başlamıştı. İki yıl kadar önce bazı parçaları ve kitabesinin bir kısmı bulunan Celsus Kütüphanesi ile agoranın üzerindeki hafriyat kısmen kaldırılmıştı ama şehrin bu kısmı hala bir taş ve toprak yığını halindeydi. Tiyatronun kazısı ise oldukça yavaş olmakla birlikte devam ediyordu. Limana uzanan Arcadianein henüz çok ufak bir parçası açılabilmişti. Sardis 1910 yılında ABDnde, Princeton Üniversitesine bağlı bir enstitü olarak kurulan ve Metropolitan Müzesi tarafından desteklenen Sardis Kazıları Cemiyeti, aynı yıl Osmanlı Devletinden izin alarak bu antik yerleşmede kazılara başlamıştı. Cemiyetin başkanı, daha önce Suriyede üç uzun kampanya sürdüren Howard Crosby Butler'dı.
Butler başkanlığındaki ekip Sardise ulaştığında, şehrin genel durumu ile ilgili bir yüzey araştırması yapılmış, kaba bir harita da hazırlanmıştı. Asıl kazı tümüyle Artemis Tapınağında sürdürülecekti. Ama burada karşılaştıkları sorun, 50 yıl önce Fransızların Didyma ApollonTapınağında karşılaştıklarının aynısıydı; tapınak, ayakta olan iki sütunu hariç tamamen toprak altında kalmış ve üzerine bir köy inşa edilmişti. İlk sezon boyunca bu köy evlerinin bir kısmı satın alınarak yıkıldı. 1911 yılında yapılan çalışmaya kazı demek dahi çok zordur. Sardis kazıları bu yıl Anadoluda gerçekleşen en garip ve beceriksiz kazı olmaya daha başlangıçtan adaydı. Kazıya erken başlayarak zaman kazanmak ve sıcak yaz aylarına kalmak istemeyen Butler, Suriye çalışmalarından kalma bir alışkanlıkla ekibi Ocak ayında İzmire getirmişti. İnanılmaz soğuk bir havada ve kısmen kar yağışı altında başlayan kazı ise ancak bir ay sürdürülebilmiş, 16 Şubatta da sona ermişti. Buna rağmen tapınağın güney kısımda yıkım işleri tamamlanmış ve hafriyat kaldırılmaya başlanmıştı. Bu kısımda tapınağın zeminine inilmesi için yaklaşık 6 m derinliğinde kazılması gerekmişti. Görünüşe göre Artemis Tapınağının tümüyle açılması için daha uzun yıllar geçecekti. |