Haberler logo Aralık '11 Arşivi

25 - 31 Aralık 2011

OSMANİYE'DE TOPLU MEZAR BULUNDU

 

 

Osmaniye’nin Kadirli İlçesi'nde Roma Dönemi’ne ait olduğu düşünülen toplu mezar bulundu.

 

Kadirli-Yoğunoluk Köyü arasındaki yol çalışmasında kullanılmak üzere toprak almak için Kaş mevkisinde çalışma yapan kepçe operatörü, kazı sırasında bir mağara buldu. Çalışmaları durduran işçiler, hemen jandarmaya haber verdi. Olay yerine gelen jandarma ekipleri mağarada çok sayıda insan iskeleti ve tarihi testilerle karşılaşınca Osmaniye İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nden uzman istendi. Bunun üzerine İl Kültür ve Turizm Müdürü Ahmet Tabur ve beraberindeki arkeologlar tarafından toplu mezarda çalışma başlatıldı.

 

Roma Dönemi’ne ait olduğu düşünülen toplu mezardan yaklaşık 50 kafatası ve 50 kişiye ait olduğu sanılan insan iskeleti, çeşitli büyüklükte 58 adet tarihi kiremit testi ve yaklaşık 60 kadar Roma Dönemi’ne ait para bulundu. Osmaniye İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü arkeologlarının yaptığı çalışmalar neticesinde toplu mezardan çıkarılan testi ve paralar, Adana Arkeoloji Müzesi’ne teslim edilmek üzere jandarma ekiplerine teslim edildi.

Sabah, 29.12.2011

SALVADOR DALİ ANKARA YOLCUSU

 

Geçen hafta Tophane-i Amire binasında açılan Salvador Dali sergisinin bir kısmı Ankara'ya gitmeye hazırlanıyor.

 

20. yüzyıla damgasını vuran sürrealist sanatçının 120 eserinin bulunduğu, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ev sahipliğindeki etkinliği düzenleyen Kült Art'ın sanat yönetmeni Uğursal Şark, sergiye sanatseverlerin yoğun ilgi gösterdiğini söyledi. Şark, 'Sergideki 3 serinin (İlahi Komedya, Gala ile Akşam Yemeği, Sürrealizm İzleri) hepsi Dali'nin kendi seçkileri. Bu, Dali'nin 3 senede 2. sergisi. Nüfus ve ilginin bu kadar yoğun olduğu şehirlerde böyle sergiler daha çok tekrarlanır. Londra'ya ne zaman gitseniz bir Picasso sergisi vardır. Müze kurulları oturmadığı için biz bu sürekliliği sağlayamıyoruz. Şu an  İlahi Komedya'yı Ankara'ya götürme planımız var' dedi.

Akşam, 30.12.2011

DA VİNCİ TABLOSUNU 'AŞIRI' TEMİZLEDİLER

 

 

Sanat eleştirmenleri, Rönesans'ın efsane ressamı Leonardo Da Vinci'nin Paris'teki Louvre Müzesi'nde sergilenen ünlü "Bakire ve Çocuk" (The Virgin and Child with Saint Anne) tablosunun restorasyon çalışmaları sırasında gereğinden fazla temizlendiğini ve özgün halini yitirdiğini öne sürdü.


Fransa'nın önde gelen sanat uzmanlarından Ségolène Bergeon Langle ve Jean-Pierre Cuzin'e göre, 500 yıllık tablo, restorasyonun ardından orijinal renklerini yitirdi ve Da Vinci'nin eseri ortaya çıkarırken hiç amaçlamadığı bir "parlaklığa" kavuştu.

Guardian gazetesi, iki uzmanın, tablonun restorasyon sonrasındaki durumunu görmelerinin ardından Louvre'un Uluslararası Danışma Kurulu'ndaki görevlerinden istifa ettiklerini bildirdi.

Fransa'da sanat eserlerinin restorasyonu konusunda otorite kabul edilen Bergeon Langle, istifasına ilişkin yaptığı açıklamada, Danışma Kurulu'ndan ayrıldığını doğrularken, istifasının nedenlerini Louvre Müzesi Direktörü Henri Loyrette'le yapacağı görüşmede açıklamayı tercih ettiğini söyledi.

Müzenin Resim Bölümü eski Başkanı olan Cuzin ise, istifasını doğruladı, ancak başka bir açıklamada bulunmadı.

Louvre kaynakları, iki uzmanın da restorasyonun "amacını fazlasıyla aştığını" düşündüğünü ve görevlerinden bu nedenle ayrıldığını kaydetti.

Öte yandan, restorasyon tartışmalarının Danışma Kurulu üyeleri arasında da fikir ayrılığına yol açtığı, kimi üyelerin tablonun yeni halini "çok parlak" bulmasına karşın, kimilerinin ise temizleme çalışmasının "makul" olduğuna inandığı bildirildi.

Kurul üyeleri arasında, tablonun restorasyon sırasında "çıkarılabilir boya" olduğu gerekçesiyle göz ardı edilen bir bölümünün Da Vinci'nin bilinçli olarak uyguladığı bir "cilalama tekniği" olabileceği yönünde de tartışmalar olduğu belirtildi.

Louvre, restorasyonun "mükemmel" sonuç verdiğini savunurken, resmin, temizleme çalışmasının etkilerinin tam olarak anlaşılabilmesi için 3 Ocak'ta bir grup uzman tarafından inceleneceği açıklandı.

"Bakire ve Çocuk"un restorasyonu bundan 17 yıl önce de gündeme gelmiş, ancak Louvre, çalışma sırasında kullanılacak çözücü maddelerin, Da Vinci'nin sıklıkla kullandığı renkler ve tonlar arasında yumuşak geçişler sağlayan gölgeleme yöntemi "sfumato"nun etkilerini ortadan kaldıracağı endişesiyle rafa kaldırmıştı.

Cnn Türk, 29.12.2011

KOLEZYUM ÇÖKÜYOR

 

İtalya’nın başkenti Roma’nın dünyaca ünlü tarihi yapısı “Kolezyum”un ön cephesindan parçalar kopuyor.

 

Salı günü açıklanan bir raporda, tarihi yapıdan bir sünger taşının daha düştüğü belirtildi. Son bir haftada kaydedilen ikinci kopma vakası üzerine yetkililer geniş güvenlik önlemleri aldı. Yaklaşık 2 bin yaşındaki tarihi arenanın, egzoz gazı ve yoğun trafikteki araçların titreşiminden zarar gördüğü öne sürüldü. Yapı, mart ayında 33 milyon dolarlık bir restorasyona girerek güçlendirilecek.

Milliyet, 29.12.2011

GÖRKEMLİ AÇILIM

 

 

Türkiye son olarak 100 yıl önce yapılan bir ni daha ibadete açtı. İstanbul'un semtindeki , 2010 İstanbul Kültür Başkenti Projesi kapsamında dün kapılarını açtı. İstanbul'da yeni bir kiliseye daha kavuştuklarını belirten çok sayıda Ermeni vatandaş, kiliseye akın ederek mumlar yaktı, dualar etti.

İstanbul'un Kumkapı semtinde dün farklı bir heyecan vardı. 1911'de son kez ayin yapılan ve I. Dünya Savaşı sırasında halat fabrikası olarak kullanılan bir Ermeni kilisesi, yeniden ibadete açıldı. Kiliseyi ibadete Gümrük ve Ticaret Bakanı , Ermeni Patrikliği Başvekili Aram Ateşyan ile birlikte açtı.

Kilisenin açılışında konuşan Bakan Yazıcı, "Fransa geçen hafta ifade özgürlüğünü yasaklayan bir karar aldı. Bizim ise bu topraklarda Ermenilerle kardeşliğimiz bin yıldır sürüyor. Onlar yasak koyar, biz Ermeniler'i bağrımıza basarız. Fransa öyle yapar biz ise böyle yapıyoruz. Bu kilisenin açılması hesaplanmış bir proje değildi. Bu topraklarda yaşayan herkesin inançlarına ve sosyal yaşamlarına hassasiyetin gösterildiği bir projedir. İnanç hürriyeti bizim mayamızda var" dedi. Bakan Yazıcı, "Fatih İstanbul'u fethettiğinde ibadete saygı ile ilgili fermanlar yayınladı. Bu toplumumuzun zenginliğinin bir ifadesidir" diye konuştu.

1998-2002 yılları arasında Türkiye genelinde 46 restorasyonun gerçekleştiğini belirten Bakan Yazıcı, "2003'ten bugüne 6 bine ulaştık. Bu büyük bir fark. Bu topraklarda bütün renkleri görüyoruz" dedi. Bakan Yazıcı kilise restorasyonunun önemini ise şu ifadelerle dile getirdi: "Cumhuriyet tarihinde ilk kez kamu kaynağıyla vakfa ait bir mülkiyet restore edilmiştir. Akdamar Kilisesi ise cemaate aittir. Onarım için gereken kaynağın yüzde 70'i İstanbul Kültür Ajansı, yüzde 30'u ise vakıf tarafından karşılanmıştır."

Cemaat Vakıfları Başkanı Laki Vingas ise kilisenin açılmasının, cemaatlerin kültürlerinin bilinmesi bakımından çok önemli olduğunu dile getirdi. Vaningas, "Bu binaların İstanbul'a kazandırılması gelecek açısından çok önemlidir" derken, Ermeni cemaatinin siyaset dışında da gündeme gelmesi gerektiğinin altını çizdi. Vaningas, "Biraz irdelense, Ermeni kültürünün bu topraklara uzun yıllardan beri zenginleştirici bir özellik kazandırdığını görürüz. Gençlerin Ermeni kültürünü siyaset dışında da tanıması faydalı olur" diye konuştu.

Kilisenin açılışına katılan Ermeni vatandaşlar büyük bir mutluluk duyduklarını dile getirdiler. Kilisenin mimari restorasyonunu gerçekleştiren Kevork Özkaragöz'ün annesi Kadriye Özgkaragöz, "Oğlumla gurur duyuyorum. Bir harabeyi yepyeni hale getirdi. Çok mutluyum" ifadelerini kulandı. Kilisenin içinde bulunduğu Meryem Ana Kilisesi Vakfi Başkanı Hrant Maskafyan, restorasyonla birlikte yüzyıl sonra ilk kez kilisede ayin yapıldığını dile getirdi. 1828'de inşa edilen Vortvots Vorodman Kilisesi'nin I. Dünya Savaşı döneminde halat fabrikası olarak kullanıldığını söyleyen Vakıf Başkanı Maskafyan, "O günden bugüne burada hiçbir ayin düzenlenmemişti. Bugün ilk olacak. Yılda 6-7 kez özel günlerde ayinler için kiliseyi açacağız. Ancak aslen bir kültür merkezi olarak görevini yerine getirecektir" dedi. Kilise yüzyıl sonraki yapılan ayine "kutsanarak" açıldı. Ermeni rahipler kilisenin duvarlarını "yenilenmesi ve temizlenmesi için" okunmuş şarap ve suyla yıkadı. Kilisenin açılışına Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir de katıldı. Kilise bugün sabah yeni bir ayine hazırlanırken, akşam da ilk konserine ev sahipliği yapacak.

Sabah, Haber: Bilge Eser, 29.12.2011

BİR TARİH DAHA GÜN YÜZÜNE ÇIKTI

 

 

Manisa'nın Kula İlçesi'nde bulunan tarihi çukur çeşmeler, teker teker restore edilmeye başlandı. Kullanılmadığı gerekçesiyle 1970'li yıllarda üzerleri kapatılan 12 tarihi çukur çeşmeden ikincisi olan Beş Ulalı Çeşme gün yüzüne çıkartıldı.

 

Belediye Başkanı Selim Aşkın, ilçenin tarihi dokusunu tamamlayan karekteristik özelliklerinden olan çukur çeşmelerin restorasyonlarına başlandığını belirtti.

 

Kültür mirasına sahip çıkmanın sadece yerel yönetimlerin sorumluluğunda olmadığını vurgulayan Aşkın, "Kulalılar olarak hep birlikte köklü tarihimize sahip çıkmak zorundayız. Bu bir vatandaşlık görevidir” dedi.

Yenigün, 28.12.2011

ARKEOLOJİ MÜZESİ'NİN AÇILIŞI ARALIK 2012'YE KALDI

 

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın 2010 yılındaki Turizm Haftası’nda yıl sonuna kadar açılacağını söylediği Bursa Arkeoloji Müzesi, aradan 20 ay geçmesine rağmen hizmete girmedi. Bütün restorasyon işleri tamamlanan müzenin açılması için Ankara’dan teşhir ekibinin gelmesi bekleniyor.

 

Bursa’da 2009 yılının sonlarında bakım ve onarım çalışmaları sebebiyle ziyarete kapatılan Bursa Arkeoloji Müzesi, aradan yaklaşık 2 yıl geçmesine rağmen açılmadı. 2010 yılı Nisan ayı içerisinde Turizm Haftası dolayısıyla Bursa Valiliğini ziyaretinde Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’a konuyla ilgili soru yönelten basın mensupları, “Bursa’daki bütün çalışmalarımızı yeniden gözden geçireceğiz. Arkeoloji Müzesi’nde 2010 yılı içerisinde onarım devam edecek. Tamiratı yıl sonuna kadar bitirmeye gayret edeceğiz” yanıtını almıştı.

 

Bursa Arkeoloji Müzesi Müdürü Enver Sağır, müzenin 2012 yılının Aralık ayına doğru açılmasına kesin gözüyle baktıklarını ifade ederek, “Bir süredir ödenek sıkıntımız vardı ancak biz de açılması için elimizden geleni yapıyoruz. 2012 yılında mutlaka müzeyi hizmete sokacağız. Projeler uygulanmaya devam ediyor” diye konuştu.

 

Müzenin açılması için teşhir ve tanzim ekibinin Ankara’dan gelip inceleme yapması beklenirken, Dünya Müzeler Birliğine üye Kent Müzesi’ndeki teşhir ve tanzim ekibinin talep olması halinde Arkeolojik Müzesi’ne teknik destek verebileceği belirtildi.

Bursa Olay, 28.12.2011

KAHRAMANMARAŞ KAPALIÇARŞISI RESTORE EDİLECEK

 

 

Kahramanmaraş'ta 15. yüzyılda inşa edilen ve döneminin üç büyük çarşısı arasında gösterilen tarihi Kapalı Çarşı'nda restorasyon çalışmalarına başlanacağı bildirildi. Kahramanmaraş Belediye Başkanı Mustafa Poyraz, amaçlarının 500 yıllık geçmişi bulunan tarihi mekanı gelecek kuşaklara aktarmak olduğunu söyledi.
    
Tarihi ve geçmişteki önemiyle Kapalı Çarşı'nın korunmasının önemli olduğunu belirten Poyraz, ''İlimizdeki Kapalı Çarşı ülkemizde sayılı çarşılar arasında bulunmakta. Buna bağlı olarak mazman, saraçhane, bakırcılar ve semerciler çarşılarımızda da restorasyon çalışmaları yapılacak'' diye konuştu. Dulkadiroğlu Beyliği döneminde Alaüddevle Bey tarafından yapılan tarihi çarşıda 147 iş yerinin bulunduğunu belirten Poyraz, bu işyerlerinden 81'nin Adana Koruma Bölge Kurulu tarafından tescillendiğini ifade etti.
    
Şehirdeki kültürel mirasa sahip çıkmanın ana gayeleri olduğunu vurgulayan Poyraz, sözlerini şöyle sürdürdü:
''Eski adıyla Maraş Çarşısı yeni adıyla Belediye Çarşısı olarak adlandırılan çarşı, kentin en eski çarşısı. Eski resimlerden anlaşıldığına göre bütün özellikleriyle beylik dönemi mimarisini yansıtan çarşı, Anadolu'da beylikler döneminde inşa edilmiş çarşıların en büyüğüdür. Çarşı kentimizin en eski ticaret mekanlarından birisi. Burası bizim kendi zenginliğimiz, tarihi mirasımız. Ülkemizin geneline baktığımız zaman bu tür mekanlar atıl kalmış, koruyamamışız. Biz de bu tarih kokan yapıyı gelecek kuşaklara aktarma adına bir restorasyon çalışması başlattık. Buraların önce tescili yaptırdık şimdide restorasyonuna başlayacağız.''
    
Kahramanmaraş Koruma Uygulama ve Denetim Bürosu (KUDEP) sorumlusu Fatih Adanır ise bezirgan, ayakkabıcılar, kuyumcular, bakırcılar, semerciler, bedesten ve Taş Han'ın bulunduğu tarihi çarşının proje çalışmasının tamamlandığını ve restorasyona en kısa sürede başlanacağını söyledi.

Yapı, 28.12.2011

BELEDİYE BİR KAMUSAL SANAT KURULU OLUŞTURMALI

 


Gürdal Duyar ın Ah Güzel İstanbul heykeli Yıldız Parkı nın kuytu bir köşesinde.

 

Kars’taki heykelleri, biraz fazla yaslanan gençler mi yıktı, heykel ve sanat düşmanları mı? Heykel meselesinde yeni tartışma konumuz bu. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı ise memleketin heykel meselesine ya da daha entelektüel bir deyimle ‘kamusal alanda sanat’ tartışmasına dün somut bir projeyle dahil oldu. Vakıf, İstanbul için Amsterdam’da olduğu gibi bir Kamusal Alanda Sanat Kurulu oluşturulmasını öneriyor.


Ulusal anlam taşıyan anıtlar dışında bütün heykel teşebbüsleri her defasında bir tartışma ve hüsranla sonuçlanıyor. Biraz da bu sebeple olsa gerek bırakın Türkiye’nin tamamını, İstanbul’da bile çağdaş eserler neredeyse hiç yok. İstanbul’u heykele kavuşturmak için 1973’te ve 1992’de yapılmış iki atak da bugün biraz buruk hatırlanıyor.


Mesele, bir yerel yöneticinin kendi beğenisine göre koyduğu heykeli, bir sonrakinin beğenmemesi hatta eski yönetimin eseri olarak görmesi. Daha da önemlisi kentlilerin bu heykelleri sevip benimsememesi.


İKSV’nin dün basına yolladığı ‘Kamusal alanda sanat uygulamaları için öneriler’ başlıklı rapor, heykel meselesini başka kentlerin nasıl çözdüğünü araştırıyor. Burada da anlatıldığı gibi heykel, sanatı kamusal alana çıkartıp hayatın içine kattığı, kentte yeni kamusal alanlar yaratılmasını sağladığı için önemli. Heykel bulunduğu yere değer katıp ilgi çekmesini sağlıyor.


Günümüzde kamusal alana konulacak heykellerin bulundukları çevreyle ilişki kurması, ona göre tasarlanması gerekiyor. Hangi sokak, park, bahçe ya da meydan olursa olsun oranın sosyal, tarihsel anlam ve birikimleriyle bir ilişki kurmalı. Bu nedenle de mesela Avrupa’da genellikle bir kişinin göz kararıyla değil, sanat uzmanları ve şehircilerden oluşan kurullar aracılığıyla karar veriliyor. Böylece, hiç de ucuza mal olmayan bu heykeller için harcanan paraların da yerini bulması, üç gün sonra moloz ve hurdaya dönüşmemesi de sağlanıyor.


Türkiye’de bu konuda bir gelenek de yasal düzenleme de yok. Mesela İstanbul’da Kentsel Tasarım Şube Müdürlüğü var, ama onun da içinde bir sanat uzmanı yok. Ve belli ki bu nedenle o çiçekten kediler ve gemiler son birkaç yılda kentin meydanlarında kendini gösterebiliyor... 

Toplumsal yönü eksik
Son bir yıl içinde memleketin kültürel meseleleri konusunda daha somut tavır almaya karar veren İKSV, geçenlerde Emek Sineması için bir çıkış yapmıştı. Bu kez de kamusal alanda sanat meselesi için yapıcı bir öneride bulunuyor. Yaklaşık bir yıldır üzerinde çalıştıkları raporda doğrudan Büyükşehir Belediye Başkanı’na bağlı bir kurul öneriyorlar. Raporda ‘yüksek sanatsal nitelik’ ve konuyla ilgili çevrelerin mutabakatının sağlanması için güzel öneriler var. Ne var ki, meselenin toplumsal yönü üzerinde sanki yeterince durulmamış gibi. Yaşantıya, kültürel algıya uygunluk, orada yaşayanların bu sanat eserleriyle kurdukları ya da kuramadıkları ilişki hakkında daha fazla veriye ve öneriye ihtiyaç var.

Nasıl bir kurul öneriliyor?
Benzerleri Amsterdam ve Londra gibi kentlerde de olan Kamusal Alanda Sanat Kurulu, yedi kişiden oluşacak. Belediye, üniversiteler ve ilgili meslek örgütlerinden seçilecek uzmanlar yer alacak. Kurul belediyenin kamusal alanda sanat politikasını belirleyecek, diğer kuruluşlar tarafından geliştirilen projeleri de değerlendirip denetleyecek. Kamusal alanda sanat çalışmalarını destekleyip yarışmalar açacak. Mevcut heykellerin durumunu takip edip koruyacak. Gerekli maddi kaynakları oluşturacak. Yarışmalar için seçiciler kurulları oluşturacak...

Radikal, Haber: Cem Erciyes, 28.12.2011

BEYOĞLU'NDA EMEK DERKEN MAJİK DE GİTTİ

 

 

Türkiye haftalardır Emek Sineması’nın yıkılmasını tartışırken İstanbul 2 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’ndan sessiz sedasız yeni bir proje daha geçti. 1914 yılında, kentte sinema salonu olarak inşa edilen ilk bina olan Majik ile arkasındaki Maksim Gazinosu yıkılıp birleştirilerek otel ve ticaret merkezi yapılacak. 

Beyoğlu Belediyesi’nin de onayladığı avan proje 8 katı bodrum, zemin artı 8 normal olmak üzere toplam 17 katlı. Avan projeye göre 2 yıl öncesine kadar Devlet Tiyatroları’nca kullanılan tescilli binanın sadece ön cephe duvarları korunacak. Proje, Koruma Kurulu’ndan ‘restorasyon’ adı altında geçti. Tıpkı Emek Sineması, Beyoğlu Demirören AVM, Beşiktaş’ta 14 katlı otele çevrilen Tütün Deposu projeleri gibi.


Ofis mobilyaları sektörünün önde gelen ismi ‘Tuna Çelik’ tarafından satın alınan 4 bin 305 metrakarelik araziye yapılacak proje, uzun yıllardır tartışma konusuydu. Daha önce AVM yapılması gündeme gelmişti.


Koruma Kurulu defalarca reddettiği projeyi 21 Temmuz’da onayladı. Beyoğlu Belediyesi de imar planında ‘Sıraselviler Caddesi cephesinde 27.50 metre yükseklik, cami ve Osmanlı sokak cephesinde yükseklik 15.50 metreyi aşmamak kaydıyla’ avan projeyi uygun buldu. Belediye Radikal’e konuyla ilgili bir yanıt vermezken Tuna Çelik’in sahiplerinden Nuri Tuna’dan da herhangi bir karşılık gelmedi.

Mimarlar Odası İstanbul Anakent Şubesi’nin hazırladığı ÇED raporunda, alttan geçen Taksim Metrosu’nu da tehdit ettiği belirtilen projenin iptali istendi.


Raporda Majik Sineması’nın ‘Beyoğlu’ndaki tarihi ve kültürel simgelerden biri’ olduğuna dikkat çekilirken Park Otel, Gökkafes, Saray ve Emek sinemaları gibi örneklerin hızla artmasının geri dönüşü olmayan zararlara neden olduğu da vurgulandı. Raporda şöyle denildi: “Ulusal koruma ilkelerine ve daha evvelce alınmış kurul kararlarına aykırı olarak söz konu alandaki mimari ve kültürel mirasımız hakkındaki kararını sadece ön cephe koruma (restorasyon) projesinin uygunluğu kapsamına indirgeyerek yıkımına; 4305,54 m2’lik parselin tümünün yapılaşmasını öngören 8 bodrum kat, zemin kat ve 8 normal katlı, toplam 448028.83m2’lik çevre ve metro güvenliğini de tehlike altına alacak bir yapı kompleksinin ortaya çıkmasına onay veren kararının da yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir.’’

Orkestra eşliğinde sessiz film izlenirdi
Majik Sineması 1914’te açıldı. İstanbul’da sinema binası olarak kullanılmak üzere inşa edilmiş ilk yapıydı. Mimarı İtalyan Giulio Mongeri, ilk sahibi ise Sarıcazade Ragıp Paşa’ydı. İlk olarak Majik Sineması adıyla Halil Kamil tarafından işletildi. O dönemde, küçük bir senfonik orkestra eşliğinde sessiz filmler gösterilmekteydi. Birkaç defa sahibi ve işletmecisi değişen bina, 1944’te Türk Sineması, 1946’da Yeni Taksim Sineması ve 1964’te Venüs Sineması olarak hizmet verdi.
Ardından Devlet Tiyatroları’nca kiralandı. Salon, Şubat 1971’de IV. Murat oyunuyla açıldı. 1975’e kadar tiyatro salonu olarak kullanıldı, sonra yeniden Venüs Sineması oldu. 1979’da kurulan İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun sahne ihtiyacı için 1983-1984 sezonunda yeniden kiralandı. 28 Ekim 1983’te Musahipzade Celal’in İstanbul Efendisi oyunuyla açıldı ve 2009’a kadar da tiyatro sahnesi olarak kullanıldı.

Sinema tarihçisi Burçak Evren: Bu sinema salonu, sinema tarihi açısından çok önemli. İstanbul’un sinema salonu olarak yapılan ilk binası. Türkiye’nin düş şatoları bunlar. Alkazar, Elhamra, Saray, Emek derken son sinema da elden gidiyor. Beyoğlu’nun çehresi değiştiriliyor. Maksim Gazinosu da bugün anladığımız gazino kültüründe değildi. Repertuvarı olan müzik şölenlerinin yapıldığı yerdi. Yıkılacağına restore edilip yeniden sinema olarak açılsa. Dünyada 1500-2 bin kişilik salonlar yeniden hayata geçiriliyor. AVM sinemalarından kurtuluş aranıyor. Biz yıkıyoruz.’’


Sinema eleştirmeni Atilla Dorsay: Türkiye’de inşa edilen ilk sinema salonu. Burada ‘Vurun Kahpeye’ filmi için uzun kuyruklar oluştuğunu biliyoruz. Şehrin belleği bu yapılar. Maksim de öyle. Gazino geçmişimizin izleri var o yapıda. Gazino kültürünün en büyük mimarisi. Restore edip gazino müzesi yapılsaydı. Tarihi yapılarımızı daha sonra çok arayacağız. Kültürel hayatımıza etki eden iki önemli yapı, ikisini de kaybetmek çok acı.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 28.12.2011

 

******


"KURULUMUZ EN AZ YANLIŞ OLANI YAPTI"

 

 

Beyoğlu’ndaki Majik Sineması’nın yıkılarak yerine otel ve ticaret merkezi yapılacağını dün Radikal 'Bu Nasıl Koruma’ başlığı ile manşetten duyurdu. 1914’te İtalyan Mimar Mongeri tarafından yapılan binayla ilgili yeni projeye izin veren İstanbul 2 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararı savundu: ‘‘Bina çürük, AVM de olsa, otel de olsa içine sahne yapılacak. Metroya zarar verme durumu Büyükşehir Belediyesi’nce yeniden incelenecek.’’


8 katı bodrum, 17 katlı projeyi onaylayan Kurul Başkanı Prof.Dr. Mete Tapan sorularımızı cevapladı: 

Bu nasıl koruma?
Bizden evvelki 1 No’lu Koruma Kurulu şöyle bir karar almış “Yalnız binanın cephesi korunur” demiş. Biz de “Bu cepheyle olmaz” dedik. Bina sanki yıkılmayacakmış gibi rölevesini, restüsyonunu çıkardık. Burası sinemadır esas olarak, sonradan tiyatroya çevrilmiştir. Ve buradaki bu salonu aynı yerinde muhafaza ettirdik. 

Aldığımız karar çok açık ve net. Bu tiyatro aynen korunacaktır.
Kurul kararı önümde hocam, sadece ön cephe korunacak diyor.Ama uygulama projesi öyle değil. Ön taraftaki orijinal kısım kalıyor. 

Otel arkadan mı başlayacak?
Tabii. Bina içindeki tiyatroyu da koruyoruz. 

Maksim de tarihi eser değil mi?
Orada hiçbir şey yok! Ne çatısı ne duvarı sağlam. Asıl Maksim’in olduğu yer tiyatronun olduğu yer, korunacak olan o. 

ÇED raporu da sadece dış duvarlar korunacak diyor, avan projede ticaret alanı içinde bir tiyatro sahnesi yapılmış.Bina yıkıldıktan sonra ne anlamı var ki?
Çok açık söyleyim alınmış karar var yalnız duvar korunacaktır. Tüm derdim cephenin aynen yıkılmadan kalmasıdır. Artı bulunduğu yerde bir tiyatronun yapılmasıdır. 

Demirören AVM, Beşiktaş Tütün deposu örneklerini biliyoruz...
Saray Sineması’ndakinin kurulumuzla alakası yok. Emek de Yenileme Kurulu’nun marifeti o. Yenileme olayında Demirören’de asıl mesele orada yapılan binaların tevhidi dahi yapılmamış. AVM yapmak yanlış. 

Yanlışı düzeltmek için yanlışa devam etmek doğru mu?
Bir binanın yalnız cephesinin kalması demek, tiyatro dekoru gibi olur. Eski binanın da var olan fonksiyonu ya aynı olmalı ya da benzer olmalı. Her şey yanlış. Biz yanlışın üzerine nasıl daha az yanlış yaparız diye bakıyoruz.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 29.12.2011

BİR ÜLKEYLE BİRLİKTE DEĞİŞEN RESİMLER

 

 

Sakıp Sabancı Müzesi'nde 'Bir Ülke Değişirken-Tanzimattan Cumhuriyete Türk Resmi' başlığıyla açılan sergi, modernleşme sürecinde resim sanatının değişen veçhelerini farklı dönemlerden seçilmiş 100 eserle gösteriyor. Sergiye yıl boyunca eğitim programları da eşlik edecek.

 

Resimlerin değişmez sanılan ruhundaki hareketi görebilmek için o durağan anın öncesini, sonrasını tahayyül etmeye çalışırız. Ressamlar için o anın bir başlangıç noktası vardır ama o imgenin 'sonsuzluğunu' çizen somut bir çerçevesi yoktur muhtemelen. Asırlar boyunca seyahat edebilen resimler varlık sebeplerini ve sürelerini biraz da bakanın değişen algısına borçludur. Yazar, eleştirmen John Berger, "Yüz ya da beş yüz yaşında olsun bütün bitmiş resimler izleyicinin şu an tuvalde görmekte olduğu şey hakkında yapılmış, geçmişten devralınan kehanetlerdir." der. Öyledir zira resim sanatı izleyenin hayal gücüyle yaşar.

 

Geleneksel teşhir tercihiyle geçmişin Paris salonlarını anımsatan sergi salonunda, resimlerin derinliklerindeki hikayelerle kaybolduğumda, o kehanetleri muhayyilemde canlandırmaya çalışıyordum. Cazip olan, onları hayranlıkla izleyenlerle birlikte zamansız bir hayat sürmeleriydi. Hüseyin Zekai Paşa'nın 1897 tarihli 'Yıldız Parkı' resminde gördüğüm boğaz, orman ışığı, gölgeleri ve kontrastlarıyla döneminin ruhunu yansıtıyordu. Halil Paşa'nın 1898 tarihli 'Şakayıklar ve Kadın' isimli çalışmasındaki kadının, şakayıkların mahzun canlılığı, 'Pembeli Kadın' portresinin ürperten bakışları, izleyeni o resimlerin yapıldığı ana götürüyordu. Hoca Ali Rıza'nın çam fıstıklarının altında soluklanmak, geleceğe o andan bakmayı da mümkün kılıyordu. Nazmi Ziya Güran'ın 'Şezlongda Pembeli Kadın'ı, İbrahim Çallı'nın 'Hamak'ta Uzanmış Kadın'ı, meşhur 'Manolyalı Natürmort'u, Şevket Dağ'ın 'Meyveler ve Çiçekler'i, 'Ayasofya'sı, Süleyman Seyyid'in 'Elmalı Natürmort'u, hepsi, her an onlara hayranlıkla, merakla bakanlarla birlikte çoğalıyor, adeta yenileniyordu. Sonra zaman usulca kendi yatağında akmaya başladı ve bizler de onların değişen ruhuna hayal gücümüzle eşlik ettik.

 

Sakıp Sabancı Müzesi'nde 'Bir Ülke Değişirken-Tanzimattan Cumhuriyete Türk Resmi' başlığıyla açılan sergi, modernleşme sürecinde resim sanatının değişen veçhelerini farklı dönemlerden seçilmiş 100 eserle gösteriyor. Aslında hedeflediği yıl boyunca sergiye eşlik eden eğitim programları, atölye çalışmaları ve rehberlik turlarıyla bu toprakların geç keşfedip hemen iştiyakla sahiplendiği resim sanatı üzerinden, bir ülkenin toplumsal, sosyal ve ekonomik dönüşümünü de anlatmak.

 

Harita Çiziminden Resim Sanatına

En başından itibaren sırayla farklı salonlarda izlediğim bu yolculukta, beni en çok resmin henüz halkla buluşmadığı dönemde, sadece saray çevresinden yüksek sınıfa mensup insanların evinde sergilenen kadın portreleri, vaktiyle yemiş denilen natürmortlar, manzaralar etkiledi. Ne de olsa 'Müstakiller' diye adlandırılan Cumhuriyet'in ilk sanatçı grubunun ve sonraki kuşağın resimlerine aşinaydık. Halbuki Osmanlı'da resim sanatının ilk kez askeri eğitim veren okullarda harita çizimi gibi amaçlar doğrultusunda başladığını ve bu sanata ilgi duyan asker gençlerin yeteneklerini keşfediş öyküsünü, dikenli maceralarını o kadar iyi bilmiyorduk. Sarayın sanattaki gelişmeleri itinayla desteklediğini, Osman Hamdi Bey'in, Şeker Ahmet Paşa'nın ve Süleyman Seyyid Bey'in devlet olanaklarıyla Paris'e eğitime gönderildiğini, 1883'te Sanayi-i Nefise Mektebi açıldıktan sonra İbrahim Çallı ve Hikmet Onat gibi gençlerin Avrupa'da eğitim alma şansına sahip olduğunu ayrıntılarıyla öğrenmek 'Batılılaşma' sürecinde neler yaşadıklarını anlamak, bakışı da etkiliyor.

 

Türk izlenimcileri olarak da adlandırılan 1914 isimli grupta, Paris'te Juilan Akademisi'nde burslarla ve kendi imkanlarıyla okuyan gençlerin Türk resminde kadın portresi, manzara ve natürmort gibi türlerin yaygınlaşmasında oynadıkları rolü idrak etmek önemli. Her daim bize söylendiği gibi, resim sanatında -en azından yetenek ve yorum hususunda- Batı'dan o kadar da geri kalmış olmadığımızı da söylüyor bu resimler çünkü. 18. yy'dan itibaren minyatür sanatının resim sanatına doğru kayışını tarihsel gerçekleri ve iyi örnekleriyle izlemek geçmişi merak eden yeni kuşakların ilgisini çekecektir. Mesela Sultan Abdülmecid'in İstanbul'un muhtelif camilerinde levhaları bulunan bir hattat olduğu bilgisini, Ferik Ahmet Paşa'ya Batılı anlamda portresini yaptıran devlet adamı kimliğini, Halife Abdülmecid Efendi'nin 'Hanzade Sultan Portresi'yle buluşturarak izlemek dönemin sanatıyla yeni tanışacak olanlara farklı bir boyut ve derinlik kazandıracaktır.

 

Türkiye'de ilk kez sergilenecek olan Osman Hamdi Bey imzalı 'Naile Hanım' portresi, Halil Paşa'nın 1889'da sergilenen ve Bronz madalya ile ödüllendirilen 'Madam X' adlı eserin ödül belgesiyle sunulması önemli ve çarpıcı lakin ben en çok İzzet Ziya'nın 1917 tarihli 'Deniz Kıyısındaki Kız' tablosunun önünde kaldım. Ziya, Sanayi-i Nefise'yi birincilikte bitirmiş 1903'te. Paris'teki eğitiminden bitirip Zonaro'dan sonra saray ressamı olarak da çalışmış. Giderseniz, dirseklerini kayaya yaslamış kırmızı şemsiyeli, beyaz elbiseli kadının melankolik bakışlarının dalgalarla nasıl buluştuğuna bakın isterseniz. O anın öncesini, sonrasını, yapılış hikayesini bir düşünün. Ya da oradan usulca Hüseyin Avni Lifij'in masmavi 'Türbe'sine doğru çevirin yönünüzü. Resim sanatının hayatınızdaki karşılığını en çıplak haliyle göreceksiniz.

Zaman, Haber: A. Esra Yalazan, 28.12.2011

SANAT DÜNYASI BUBİ'NİN ARKASINDA

 

 

Son olarak “İstanbul Modern’in ‘Oturak’ adlı eserine sansür uygulamaya çalıştığı” iddialarıyla gündeme gelen sanatçı Bubi, bu olayda arkasında durmadığını düşündüğü Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği (UPSD) Türkiye Merkezi’ndeki üyeliğinden istifa etti. Bubi yaptığı basın açıklamasında, espirili bir dil kullanarak UPSD’yi ve başkanı Bedri Baykam’ı daha fazla zor durumda bırakmamak için istifa ettiğini belirtti.


Bu arada sanat dünyasının önde gelen isimleri, sanatçı Hakan Akçura’nın kaleme aldığı “Sansürün koşullusuna da, doğası ticari yaşama uyanına da hayır!” başlıklı bir bildiriye imza atarak hem İstanbul Modern’i hem UPSD ve Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği (AICA) hem de olay karşısında sessiz kalan sanatçıları kınadı. Bildiriye imza atanlar arasında Ali Akay, Hakan Akçura, Burak Arıkan, Bahadır Baruter, Burak Delier, Hüsnü Dokak, Övül Durmuşoğlu, Fulya Erdemci, Deniz Gül, Genco Gülan, Hakan Gürsoytrak, Vasıf Kortun, Beral Madra, İrfan Okan, Ferhat Özgür, Necla Rüzgar, Başak Şenova, Orhan Taylan, Yeşim Ustaoğlu, Adnan Yıldız gibi isimler yer aldı.


Bubi, İstanbul Modern’in müzeye gelir amacılı düzenlenen Gala Gecesi’nde satışa sunulmak için sipariş üzerine yaptığı ‘Oturak’ adlı eserin müze tarafından sansürlenerek satışa sunulmak istendiğini açıklamıştı.

Radikal, 27.12.2011

 

******


İSTANBUL MODERN'E SANSÜR PROTESTOSU

 

 

İstanbul Modern’in sanatçı Bubi’nin eserini geri çevirmesine tepkiler büyüyor. Önceki gün bir açıklama yapıp müzeyi ‘sansürcü’ olmakla suçlayan sanatçılardan bir grup, protestolarını dün müzenin içinde sürdürdü. ‘Hayal ve Hakikat’ sergisi kapsamında düzenlenen söyleşi dizisinin dünkü oturumu her zamankinden daha kalabalıktı. Konuşmacılardan Mürüvet Türkyılmaz, konuşmasına sergi hakkında değil, Bubi’nin müzenin tutumuyla ilgili konuşmak istediğini söyleyerek başladı. Salonu dolduran sanatçılar ve eleştirmenler Bubi’nin eseri konusunda İstanbul Modern’in tutumunu tartışmaya başladı. Oturum kısa sürede bir protestoya dönüştü. Müzenin tutumunu ‘sansür’ olarak görmeyen Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği AICA’yı da kınayan sanatçılara karşı eleştirmenler kendilerini savundu.


Sanatçılar müze küratörü Levent Çalıkoğlu’nun gelip bir açıklama yapmasını da istedi. Daha sonra sergi alanına giren Mürüvvet Türkyılmaz, Neriman Polat, Leyla Gediz, Ceren Oykut gibi bir çok kadın sanatçı, bizzat kendi eserlerinin de asılı olduğu salona ‘İstanbul Modern sansürcüdür’ yazılı afişler astı. Protestoya katılan sanatçılardan Neriman Polat, İstanbul Modern’den bir özür talebinde bulunduklarını ve bu müdahalenin sansür olduğunu söyledi. Polat, “Bu toplantıda İstanbul Modern’in yöneticilerini göremedik. Biz oradaydık ama onlar yoktu. Bu, olayı daha da sansür boyutuna getiriyor” dedi.


İstanbul Modern, Gala Modern gecesi için Bubi’ye sipariş ettiği eseri koleksiyonerlere sunmama kararı almış, sanatçının iddiasına göre işin sergilenebilmesi için oturağın lazımlığa benzeyen bölümünün kaldırılması ya da üzerinin örtülmesi gibi şartlar getirmişti. Daha sonra bu olayda arkasında durmadığını düşündüğü Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği’nin (UPSD) Türkiye Merkezi’ndeki üyeliğinden istifa eden Bubi’ye, Hakan Akçura’nın kaleme aldığı ‘Sansürün koşullusuna da, doğası ticari yaşama uyanına da hayır!’ başlıklı bir bildiriyle destek verilmişti. Bu bildiri aralarında Ali Akay, Burak Arıkan, Bahadır Baruter, Hüsnü Dokak, Övül Durmuşoğlu, Hakan Gürsoytrak, Vasıf Kortun, Beral Madra’nın da bulunduğu sanat dünyasının önde gelen isimleri tarafından imzalanmıştı.

Radikal, 28.12.2011

 

******


SANSÜR NEREDE BAŞLAR?

 

İstanbul Modern’in 10 Aralık’taki ‘Gala Modern’ gecesi için sipariş ettiği Bubi’nin ‘Oturak’ adlı işini sergilememe kararı almasından bu yana sansür tartışmaları büyüyerek devam ediyor. Acak bu tartışmanın önemi, Türkiye’de ilk kez sanatçıları, sanat örgütlerini, kurumları ve eleştirmenleri sansürün ne olduğu, ne olmadığı konusunda farklı taraflara sürüklemesi. Bubi’ye ve Mürüvvet Türkyılmaz, Ceren Oykut, Neriman Polat’ın da aralarında bulunduğu sanatçılara göre ‘bu sansür, değilse ne!’ UPSD (Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği) ve AICA’nın (Uluslararası Eleştirmenler Birliği) Türkiye merkezine göre ‘hoş bir gelişme değil’ ama ‘sansür de değil’ sadece ‘bir anlaşmazlık’. İstanbul Modern’in şef küratörü Levent Çalıkoğlu’na göre durum işin ‘konsept dışı’ bulunmasından ibaret. Bu fikir ayrılığının temelinde ise “bir kurumun kendi sipariş ettiği eseri sergilememe kararı alması sansür mü sayılmalı, yoksa küratörün inisiyatifi kapsamında mı değerlendirilmeli?” sorusu var.


Bubi’nin, üyesi olduğu UPSD’den istifa gerekçesinde de bu anlaşmazlık yatıyor. Sanatçı, İstanbul Modern’deki olay sonrası UPSD’nin arkasında durmadığını söylemiş ve dernekten istifa ettiğini duyurmuştu. Dernek istifanın ardından yaptığı ikinci bir açıklamayla sanatçının işinin müzayede tarafından reddedilmesinin üzüntü verici olduğunu ama İstanbul Modern’in de sergi adına beklentilerini ve hedeflerini ortaya koyma hakkına sahip olduğunu savundu. AICA da olayı UPSD’yle benzer bir yönden değerlendiriyor. AICA Yönetim Kurulu’nun açıklaması organizasyonun ‘kamuya açık bir sergiden uzak, davet usulü düzenlenen bir müzayede olduğu’ için olayın sansür boyutunda değerlendirilemeyeceği yönünde. Ancak sanatçı Hakan Akçura’nın kaleme aldığı ve hem UPSD’nin hem de AICA’nın aldığı tavrı eleştiren ‘Sansürün koşullusuna da, doğası ticari yaşama uyanına da hayır!’ başlıklı bildiriye imza atanlar arasında Beral Madra ve Ali Akay gibi AICA’nın kurucu üyelerinin de bulunması durumu daha farklı bir boyuta taşıyor.
27 Aralık’ta İstanbul Modern’deki ‘Hayal ve Hakikat’ sergisi kapsamındaki söyleşinin, bizzat sergide işleri yer alan bazı kadın sanatçılar öncülüğünde protestoya dönüşmesi, tartışmanın en alevlendiği an oldu. Mürüvvet Türkyılmaz, Ceren Oykut, Leyla Gediz. Neriman Polat gibi sanatçılar sergi alanına girip kendi işlerinin üzerine ‘sansürü gördük’ yazılı afişler asmıştı. Atıl Kunst, Mürüvvet Türkyılmaz, Ceren Oykut, Gözde İlkin ve Güneş Terkol konuyla ilgili yaptıkları açıklamada Bubi’yi de eleştiriyor ve “Bubi Hayon’un ikircikli sanatçı duruşunu desteklemediklerini” söylüyorlar. Yani, tartışma Bubi’yi de aşmış vaziyette. Aynı sanatçılar ‘Hayal ve Hakikat’ sergisinden çekilmeye karar verdiklerini belirttiler. Leyla Gediz de ‘Hayal ve Hakikat’ sergisinden çekildiğini bildirdi.

Bu emeğe saygısızlık
Osman Erden (AICA Türkiye Başkanı): Bunun sansür sayılmamasının, olayın bir sergide değil de müzayedede gerçekleşmiş olması gibi nedenleri olabilir. AICA’nın bütün üyeleri, bildiriyle hemfikir değil. Bildirinin altında AICA Yönetim Kurulu’nun imzası var. AICA içinde de tartışmalar oldu, diğer bildiriye imza atan AICA üyeleri de var. O yüzden şahsi görüşüm olarak söyleyeyim, bunun sanatçının emeğine haksızlık olduğunu düşünüyorum. Ortada İstanbul Modern’in daha profesyonel çalışması gerekliliği söz konusu. Bu tür olaylarda daha önceden karşılıklı mutabakatın olması gerektiği, bunun yazılı belgelere, imzalı belgelere dayanması gerektiğini düşünüyorum.

Denetimden sanatçı sorumlu
Ceren Oykut: Müzayede, para kazanmaya odaklı bir iş olduğu için sanatçının işlerini denetleyebileceklerini sanıyorlar. Buna katılmıyorum. Çünkü ortaya bir tasarım ürünü, biblo ya da hediyelik eşya değil de bir sanat eseri çıkıyorsa bunun denetiminden de, kısıtlanmasından da sadece sanatçı sorumludur. Kurum ya da müze herhangi bir denetim yapamaz. Müzayede olması sebep olamaz.

Küratörün seçmeme hakkı var
Bedri Baykam (UPSD Başkanı): İstanbul Modern’e yılda kaç iş teklifi geliyordur ya da yılda kaç kişinin işini satın alın tetklifi ya da iması geliyordur. Ve bu kurum bunların ancak kaçını alabiliyordur. Dolayısıyla her noktası seçim olayın. Yani bir küratörün işinizi seçip seçmeme hakkı vardır. Seçildiğinizde nasıl seviniyor, hoşunuza gidiyor, egonuz tatmin oluyorsa reddedildiğinizde de bu olayın bir parçası. Ama mesela Sayın İçişleri Bakanı’nın açıklamaları hükümet sansürü, sanata sansür, üçüncü erkin, devletin müdahalesi tehlikesi. Devletin sanatı terörle eş görmesi tehlikesi, Bubi’ninki kadar konuşulmuyor. Biz Bubi’nin derneği olarak bu yapıtın neden alınmadığını anlamadık, alınmadığına üzüldük. Ama İstanbul Modern’in bunu almama hakkı yoktur, konulan her şeyi sergilemeye mecburdur gibi bir şey de olamaz.

Yaptıkları sansürün daniskası
Bubi: Sansür tanımı çok açık: Herhangi bir insan üretiminin ya bir bölümünün ya da tümünün engellenmesi. Öncelikle belirteyim, bu işi yapma teklifi öncelikle İstanbul Modern’den bana geldi. Bu teklifi getirirlerken de hiçbir sınırlama koymadılar, neyi nasıl yapacağıma dair hiçbir istekte bulunmadılar. Zaten böyle bir istekte bulunsalardı ben böyle bir işi yapmayacaktım. Tamamıyla ben ve diğer tüm sanatçılar özgür bırakıldılar. Daha sonra bu işin oturak olduğu için sergilenmesi sakıncalı bulundu. Bu sansür değil de nedir? Buna çeşitli açıklamalar getirmek bana kolay geliyor. Her şeyden önce ben herhangi bir iş yapıp bir müzeye ya da bir galeriye götürmedim. Onların karıştırdıkları noktaların başında bu geliyor. Ben böyle bir şey götürseydim, bunu sergilemek istemiyoruz demek en doğal haklarıydı. Ama onlar bana hiçbir koşul sunmadan benden bir iş üretmemi isteyip çalışma sürecinde beni tamamıyla özgür bıraktılar. Bu sansürün dikalasıdır.

UPSD’den Günay’a mektup
Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği (UPSD) Başkanı Bedri Baykam, yönetim kurulu adına Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’a bir mektup yazarak Resim Heykel Müzesi’nin Tophane Antrepo 5 binasına taşınmasından duydukları kaygıları dile getirdi. Mektupta, Resim ve Heykel Müzesi’nin ana işlevinden kopartılıp, başka kullanımlara açılacağı yönündeki olasılıklardan son derece rahatsız ve üzgün oldukları ifade edildi. Mektupta endişe edilmesi gereken bir diğer konunun da eserlerin güvenliği olduğu ifadelerine yer verildi.

Radikal, Haber: Erman Ata Uncu, 29.12.2011

YETİ'NİN PARMAĞI MI?

 

 

Yalnızca Himalayaların üzerinde bir Budist manastırındaki rahiplerin seromonilerini dinledikten sonra kar fırtınası altında görülebileceği iddia edilen Yetilerin varlığı ispat edilmeye çok yakın.  Söz konusu manastırın rahipleri, uzun yıllardır manastırda sergilemekte oldukları kurumuş elin onlara şans getireceğini düşünüyorlardı.  Aynı şekilde Londra'daki bir müzede sergilenen "Yeti parmağı" uzmanların ilgisini çekince, bu efsanevi yaratıkların üzerindeki sır perdesinin kaldırılmasına bir adım daha yaklaşıldı.

1950'lerde İrlanda-Amerika asıllı Peter Byrne, Budist rahiplerin manastırındaki bu "yeti elini" gördü ve rahipleri ikna ederek elin bir parmağını 100 sterlin karşılığında satın alıp, ülke dışına çıkardı.  Daha sonra unutulan bu parmak, Matthew Hill tarafından tekrar ortaya çıkarıldı ve yapılan tetkiklerin ardından uzmanlar parmaktan bir kesit alıp, DNA taraması uygulanmasına karar verdiler.  Şimdi dünyanın dört bir yanındaki "yeti uzmanları", İngiltere'de yapılacak DNA testinin sonuçlarının açıklanmasını bekliyor.

Radikal, 27.12.2011

TAŞ EVLERİ TURİZME AÇACAK PROJE

 

 

Antalya'nın Demre İlçesi'ne bağlı Beymelek beldesindeki taş evlerin turizme kazandırılması için proje hazırlandığı bildirildi.

 

Beymelek Belediye Başkanı Osman Güngör, gazeteciler yaptığı açıklamada, dönemin sivil mimari örneklerini taşıyan ve 1800'lü yıllarda yapıldığı belirtilen 45 taş evin turizme kazandırılması için proje hazırlandığını söyledi.

 

Nabizade Nazım'ın 1880 yılında Türk edebiyatının ilk realist köy romanı olan Karabibik'i burada yazdığını anlatan Güngör, ''Romanda anlatılanlar, romanda geçen evler bu taş evler. Tarihi Likya Yolu üzerindeki bu evler, MÖ 2. yüzyıldan kalan İson Kalesi yakınında bulunuyorlar. Belediye olarak bu evlerin restorasyonu için bir proje hazırladık. İlk etapta 10 evin restorasyonunu kapsayan projeyi Batı Akdeniz Kalkınma Ajansı'na (BAKA) sunacağız'' dedi.

 

Restore edilen evleri pansiyon olarak değerlendirip, alternatif turizmin hizmetine sunmayı planladıklarını ifade eden Güngör, taş evlerin özellikle Likya Yolu'nda yürüyüş yapan doğa severler için alternatif bir konaklama alanı olacağını ümit ettiklerini belirtti.

 

Yukarı Beymelek'teki taş evleri inceleyen Antalya Tanıtma Vakfı Başkanı Nizametin Şen de, taş evlerin alternatif turizme kazandırılması düşüncesinin çok güzel olduğunu dile getirdi.

Taş evlerin bulundukları alanın, alternatif turizme çok uygun olduğunun altını çizen Şen, taş evlerin restorasyonu için vakıf olarak üzerlerine düşen katkıyı sağlayacaklarını bildirdi.

 

Beymelek Belediyesi'nin girişimleriyle yaptırılan taş evlerin restorasyon projesi, Yıldız Teknik Üniversitesi'nden şehir plancısı Prof.Dr. Bülent Özdil tarafından hazırlandı. Proje bedelinin Beymelek Belediyesi'nin de üye olduğu Tarihi Kentler Birliği tarafından karşılandığı öğrenildi.

Akşam, 27.12.2011

GAZHANE RESTORASYON İHALESİ SENEYE KALDI

 

Tarihi Hasanpaşa gazhane binasının restorasyonu için çıkılan ihale, yaklaşık maliyetlerin üzerinde teklif verilmesi nedeniyle iptal edildi. Dün açık ihale usulüyle yapılan ihaleye 6 firma katıldı. Büyükşehir Belediyesi'nin yeni ihalesinin 2012'de tekrar yapılacağı öğrenildi. Tarihi bina enerji müzesi, bilgi tüneli ve Sanayi Yapıları Enstitüsü, Çok Amaçlı Gösteri Merkezi gibi geniş fonksiyonlar verilerek kullanıma açılması planlanıyordu. Tarihi yapının 3 yıl içerisinde yapım işleminin tamamlanarak açılışa hazır hale getirilmesi hedefleniyor.

Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 27.12.211

OSMANLI ARŞİVİ 6 AY SONRA KAĞITHANE'DE

 

 

Osmanlı arşivlerinin bir araya getirilmesi için inşa edilen Kağıthane Milli Arşiv Sitesi inşaatı 2012'nin Mayıs ayında tamamlanacak.

 

Binanın tamamlanmasının ardından 4 farklı noktadaki Osmanlı arşiv belgeleri, yeni binaya taşınacak. 2012 yılının sonunda ise Osmanlı arşivleri kapılarını açacak. Kütüphane, kongre merkezi, sergi salonları ve arşiv depoları gibi bölümlerden oluşan Arşiv Sitesi, Osmanlı mimarisi tarzında tasarlanmasının yanı sıra belgelerin iyi bir şekilde muhafaza edilebilmesi ve en az düzeyde zarar görmesi için yangına ve neme dayanıklı şekilde inşa ediliyor. 16 adet bloktan oluşan projenin tahmini maliyeti ise 200 milyon lira. Dün arşiv inşaatını ziyaret eden AKP Genel Başkan Yardımcısı Ekrem Erdem'e inşaatın önümüzdeki mayıs ayında biteceği müjdesi verildi. Ziyarette kendisinin de 5 yıl boyunca arşivcilik yaptığını söyleyen Erdem, arşivciliğin bir milletin hafızası anlamına geldiğini ifade etti.

Zaman, Haber: Arzu Kılıç, 27.12.2011

MİSİS ANTİK KENTİ KURTARILACAK

 

Adana'nın merkez Yüreğir İlçe Kent Konseyi, "Misis Antik Şehrini Kurtarma Projesini" tartışmaya açtı.

 

Hilton Oteli'nde düzenlenen toplantının açılış konuşmasını yapan Yüreğir Belediye Başkanı Mahmut Çelikcan, yaklaşık 8 bin yıllık geçmişe sahip Misis'in bölgenin önemli antik kentlerinden birisi olduğunu söyledi. Son 20 yılda büyük bir göç alan Misis'te kaçak yapılarla tarihi dokunun tahrip edildiğinin altını çizen Çelikcan, belediye ve orada yaşayan vatandaşlar açısından iç açıcı bir durumun olmadığını kaydetti. 1.derece sit alanı antik şehirde yapılaşmaya izinin olmadığını hatırlatan Çelikcan, Misis Projesinin hayata geçmesi halinde dünya kültürel mirasının büyük kazanç elde edeceğini anlattı. Çelikcan, "Misis'i Adana ve Türkiye için turizme açmamız gerekir. İlimiz turizm gelirlerinde güneyde Antalya ile kıyaslandığında turizm gelirlerinde oldukça geride. İşsizlik ve yatırımın yapılmadığından şikayet ediyoruz. Antalya'ya bacasız sanayi diye tanımlanan turizm gelirlerinde önde gidiyor. Antalya'da otellerdeki yatak kapasitesi yetmezken, Adana'da yeterli sayıda beş yıldızlı otel yok." dedi. Çelikcan, Kent Konseyinde tartışmaya açılan Misis Projesini paydaş kurumlar olan valilik, büyükşehir, Kültür-Turizm Bakanlığı ve TOKİ ile birlikte yürütmeyi düşündüklerini sözlerine ekledi.

 

Adana Vali Yardımcısı Fikret Deniz, Adana'nın potansiyeline rağmen çevre illere göre turizm gelirlerinden yeterli payı almadığını ifade etti.

 

Yüreğir Belediyesi Başkan Yardımcısı- Arkeolog Zülfü Çelik, Adana'nın 27 km. doğusunda ve Ceyhan Nehri kenarında yer alan Misis'in tarihi ve söz konusu proje hakkında bilgi verdi. Üzerinde şarkı ve türkülerin yazıldığı Misis'in bölgenin simge merkezlerinden birisi olduğunu söyleyen Çelik, antik kentle ilgili ilk araştırmaların 1956-59 yılları arasında Prof.Dr. Helmut Teodor Bossert başkanlığındaki kazılarda yapıldığını açıkladı. Misis'te toprağın ve üzerindeki izinsiz yapıların perdelemesine rağmen geçmişin ihtişamını çeşitli kalıntılarla gösterdiğini anlatan Çelik, "Misis Antik Kenti kendine özgü yapısıyla benzerlerine göre bir adım önde olmakla birlikte en fazla işgale uğrayan bir yerdir." ifadelerini kullandı. Yüreğir Belediyesi'nin 2011'de yaptığı harita çalışmalarında bölgedeki 1. derece sit alanında 806 kaçak konut ve burada 5 bin nüfusun yaşadığını tespit ettiğine işaret eden Çelik, "Oysaki 1990 yılında 50 civarında kaçak yapı vardı. SİT sınırları içerisinde yapılan izinsiz uygulamalara yönelik Adana Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu toplam 306 kişi hakkında suç duyurusunda bulunmuştur. Buna rağmen bu değerli hazine hızla yok ediliyor. Misis'te 320 adet taşınmaz parsel yer alıyor. Yasal engellerden dolayı Yüreğir Belediyesi Misis'te yol, çevre düzenlemesi, sosyal ve kültürel tesis hizmetleri yapamamakta." dedi. İtalya'daki Pisa Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Giovanni Salmeri ise Misis'in ender bir arkeolojik alan olduğunu ifade etti.

Zaman, Haber: Mehmet Şahin, 27.12.2011

KIZILİN MAĞARASI GÜN IŞIĞINA ÇIKARILIYOR

 

Burdur Arkeoloji Müzesi ile Boğaziçi Uluslararası Mağara Araştırma Derneği tarafından “Gün Işığında Kızılin Mağarası ve Buluntuları” konulu sergi düzenlendi. Burdur Müze Müdürlüğü’nde düzenlenen serginin açılışına Vali Yardımcısı Hamdullah Suphi Özgödek, Belediye Başkanı Sebahattin Akkaya, daire müdürleri ve davetliler katıldı.

 

Serginin açılış konuşmasını yapan Müze Müdürü Hacı Ali Ekinci, İnsuyu Mağarası’nın 2 kilometre Kuzeydoğusunda yer alan Kızılin Mağarasının sarkıt, dikit ve canlıları ile özel bir yer olduğunu söyledi.

 

Ekinci, “Kültürel dinamiği sizlere aktarmak, insanlığın ortak ürünü olan kültürel değerleri gelecek nesillere bırakabilmek, kültürel bilinçlenmeyi sağlayabilmek için bu sergiler güzel bir fırsat. Kültürel yapımızın herkes tarafından bilinmesi ve bilgi paylaşımı için bu sergiler çok önemli. Boğaziçi Uluslararası Mağara Araştırma Derneği üyelerinin 2007 yılında mağara içinde karşılaştıkları arkeolojik bulgular nedeniyle bu çalışmayı başlattık. Bu çalışmamız alan çalışmasıyla sürdü. Mağarada tunç dönemi kap, kaçak yanında iskeletlerin bilimsel araştırmalar yapmak üzere çıkarılmasıyla devam etti” diye konuştu.

 

Mağaradan çıkarılan iskeletlerde MAKÜ Fen Edebiyat Fakültesi Antropoloji bölümünce inceleme yapıldığını belirten Ekinci, “MAKÜ tarafından iskelette dişte kanal tedavisi yapıldığı rapor edildi. Kanal tedavisinin yakın tarihe dayandığı bilindiğinden mağaradan çıkarılan arkeolojik buluntular Atom Enerjisi Sarayköy Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezince Optik Uyarmalı Lüminesans tekniği kullanarak buluntuların Geç Tunç dönemi olan 2000- 1200 tarihleri arasında bir yeri bize işaret etmiştir” dedi.

Çağdaş Burdur Gazetesi, 27.12.2011

ANTİKA KİTAPLAR HASTANESİ

 

 

Sekizinci yüzyıldan kalma Kuran'dan, kanla yazılan Lut Gölü parşömenlerine kadar birçok antika el kitabı restore eden İtalya'nın başkenti Roma'daki Kitap Patolojisi Enstitüsü, kitaplara adeta bir hasta muamelesiyle 'tedavi' uyguluyor. Enstitü, antika kitapların restore edilmesi konusunda farklı dallardan birçok uzmanı bir araya getiriyor.1938'de kurulan ve kitap restorasyonu konusunda dünyada bir numara kabul edilen enstitünün kimya bölümü sorumlusu Marina Bicchieri, "Bu disiplinler arası enstitü, dünyaya tek" diye konuştu. Enstitüye getirilen kitaplar arasında böcekler tarafından yenmiş, yanmış, hatta kurşunlar tarafından delik deşik edilmiş olanlar var. Geçenlerde enstitüye Yemen'den gelen 8'inci yüzyıla ait en eski Kuranlardan biri restore edilmiş. Enstitü çalışanları işlerini o kadar ciddiye alıyor ki, kanla yazılmış Lut Gölü parşömenleri için bazıları kan bağışlamış. Kandaki demir kalıcılığı artırdığı için antik çağlarda mürekkep gibi kullanılıyormuş. Fen bilimleri uzmanları dışında enstitüde edebiyatçılar, kitap kaplama uzmanları, parşömen uzmanları ve Ortaçağ süsleme sanatçıları da var. Araştırmacılar son teknoloji ürünü mikroskoplar ve bilgisayarlar kadar antika baskı makineleri, eski kağıt ve mürekkep yapma tekniklerinde de uzmanlaşmak durumunda. Pinzari, "Bazı renkler ve mürekkepleri üretmek için eski teknikleri kullanmak zorundayız" dedi.

Sabah, 27.12.2011

KÜLTÜREL MİRAS KAVRAMINDAN NE ANLIYORUZ?

 

 

Ayfer Bartu Candan SALT 90 konuşmaları kapsamında 23 Aralık’ta “kültürel miras” konusunu tartıştı.


Beyoğlu'nun dönüşüm projelerinde uzun yıllar görev almış olan Candan "kültürel miras" kavramının daha dinamik ve çatışmalı bir alan olduğunu varsayan ve bu yaklaşımdan korkmayan bir model olması gerektiğini düşündüğünü dile getirerek konuşmasına başladı. Öncelikle Beyoğlu örneği üzerinden kültürel miras kavramını irdeleyen konuşmacı, bölgenin tarihsel yapısını, maddi kültürel mirasını, kilit bir zaman dilimi olan 1980 sonrası geçirdiği değişiklikleri dile getirdi. Bu doğrultuda 1980 sonrası başlayan değişimde İstanbul'un bir sanayi kentinden turizm ve finans kentine geçiş yaptığını ve bu tarih itibariyle İstanbul'un tekrar keşfedilip "Doğu ve Batı arasında köprü" söyleminin yeniden ortaya çıktığını belirten konuşmacı, Dalan dönemi dönüşüm projeleri üzerinden dönemdeki belediye, sol görüşlü çevreler ve siyasi İslam çevrelerinin bakış açısı kapsamında bölgedeki kültürel miras ve kentsel dönüşüme değindi. Beyoğlu için son on yılların en önemli tartışma konusu olan Taksim'e cami yapılması projesinden de söz eden Candan, Taksim Meydanı ve Beyoğlu'nun farklı kesimler için neyi sembolize ettiğini tartıştı.

 

Kültürel mirasın “İnsanların yaşadıkları çevre ve mekanla kurdukları ilişki” olduğunu ifade eden Candan, 2000’ler sonrası yeni kentsel yönetişim biçimleri ve bu doğrultuda gelişen kentsel dönüşüm projelerinde kültürel miras kavramının ön plana çıktığını, ve kentsel dönüşüm kavramının farklı söylemlerle meşrulaştırıldığını Ayazma-Tepeüstü örneği üzerinden tartıştı ve buradaki dönüşüm sonrası Küçükçekmece’de yer alan Bezirganbahçe Toplu Konutları’na yerleştirilen Ayazma sakinlerinin kültürel miras çerçevesinde yaşadıkları sorunları aktardı. 

Arkitera, 27.12.2011

SANAT PİYASASI NE KADAR PİYASA?

 

İstanbul ve Türkiye’nin yaşadığı ekonomik dönüşümden elbette plastik sanatlar piyasası da nasibini alıyor olmalı. Olmalı ama ne kadar alıyor?

Plastik sanatlar piyasası, aslında mevcut dağınıklıktan ötürü tam olarak derinliğini ve büyüklüğünü bilemediğimiz bir piyasa. Elbette resimler ve heykeller galerilerde sergileniyor, alıcısıyla bir biçimde buluşuyor. Satılıyor.
Ancak ne toplam kaç galeri olduğunu biliyoruz, ne de bu galerilerin yıllık cirolarını. O yüzden de piyasanın tamamı için rakamlara ulaşmakta zorluk çekiyoruz.
Kaldı ki piyasanın hangi ressam ve heykelcilerden oluştuğunu da bilmiyoruz; kimleri ‘sanat piyasası’na dahil edeceğiz, kimleri hangi kritere göre dışta bırakacağız, onu hiç bilmiyoruz.
Contemporary Istanbul’un altıncısı birkaç ay önce yapıldı. Giderek büyüyen ve artık hatırı sayılır rakamlara ulaşmış bir sanat fuarı bu. Galerici ve sanatçının alıcısıyla doğrudan buluştuğu bir ortam.
Bu yıl Contempopary Istanbul’a 90 galerinin temsil ettiği 526 sanatçı 3 bin eseriyle katıldı.
Contemporary Istanbul yönetimi, satışa sunulan bu 3 bin eserin ‘muhammen bedeli’ni, yani satışa sunulma bedelini biliyor. Bu da 80 milyon lira.
Peki bu eserlerin ne kadarı satıldı ve kaç paraya satıldı?
Fuar yönetimi, eserlerin yüzde 75’inin satıldığını, yani 60 milyon liralık muhammen bedele eşit işlemin yapıldığını biliyor.
Bilmediği, gerçekte satışın kaç paradan gerçekleştiği? Çünkü unutmayın, sanat piyasasında pazarlık geçerli bir usul. O yüzden gerçekte 4 gün süren fuar boyunca yapılan satışlardan elde edilen gerçek ciro 60 milyon liranın altında olabilir; ama ne kadar altında bunu tam olarak bilmiyoruz.
Aslına bakacak olursanız, düne kadar doğru dürüst bir piyasası olmayan, muhasebe hesabı yapılamayan bir sektörün sadece dört gün içinde bu miktarda satışa ulaşmış olması çok önemli bir gelişme.
Ancak kuşkusuz Türkiye gibi 1 trilyon liralık bir ekonomi için bu rakam herşeye rağmen çok küçük bir rakam. Bu piyasanın daha gidecek çok yolu var anlayacağınız.

 

Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Ödülleri

Belki bir yılı aşkın bir aradan sonra Ankara’ya gittim. Sebebi, dün Çankaya Köşkü’nde yapılan bir ödül töreniydi. Adıyla söyleyeyim, Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Ödülleri töreni.
Ödülleri bu yıl Sanat Tarihi dalında  Prof.Dr. Semavi Eyice, Edebiyat dalında Sezai Karakoç, Eleştiri alanında Doğan Hızlan, Geleneksel Sanatlar dalında Hasan Çelebi kazandı.
Kuşkusuz ki her dört isim de, Türkiye’nin kendi alanlarında yetiştirdiği en önemli isimler. Törenin büyük bilmecesi, şair Sezai Karakoç’un gelip gelmeyeceğiydi.
Hatta Kanat Atkaya bu gazetede bir yazı yazarak Karakoç’un gelmeyeceğine neredeyse bahse girdi. Açıkçası tören öncesi birkaç kişinin daha aynı konuda bahis oynadığını gördüm.
Bana göre de gelmeyecekti. Nitekim gelmedi, bir yakını aldı ödülü.
Doğan Hızlan bu ödülü alan ve benim de şahsen tanıdığım isimdi. Ben sadece Karakoç’u uzaktan da olsa görme ihtimali için değil, biraz da Doğan Bey’e bu onurlu gününde eşlik edenler arasında olmak için Çankaya’ya gittim.
Ödül alanları kutlamak boynumuzun borcu.

 

‘Sanat’ denince paradan konuşmak...

Bizim gibi okullarında ‘Sanat sanat için midir, sanat halk için midir’ gibi münazaraların yapıldığı ülkelerde yadırgatıcı bir bakış açısı olabilir, sanat deyince paradan konuşmak.
Evet, ‘sanat’ kelimesinin beraberinde getirdiği ‘yüce’ anlamlar içinde paranın yeri olmamak gerekir belki ama var. Üstelik, özellikle resim ve heykel gibi plastik sanatlar için söylüyorum, bu sanat dalları varolduğundan beri para bir biçimde bir faktör.
Doğrudur, hayatları fakirlik içinde sürünerek geçmiş sanatçılar var, başyapıtlar üretmiş. Ama tersi de doğru: Leonardo da Vinci’ye resimleri ve freskleri ‘patron’ları tarafından sipariş ediliyordu. Mikelanjelo’nun Davut Heykeli’ne hayran hayran bakıyoruz ama onu sipariş eden, ona para yatıran Papa’yı unutuyoruz.
Sanıyorum, resim-heykelle para arasındaki ilişkinin en net olmaya başladığı dönem yine de 20. yüzyıl oldu. Dali gibi, Picasso gibi ressamlar, kendi hayat süreleri içinde yarattıklarından elde ettikleri servetle büyük bir refaha ulaşmayı başaran ilk isimler.
Ama plastik sanatları kapitalizmin klasik kar mekanizmasından ayıran önemli farklardan biri, üretimin kar için yapılmaması.
Sanatçı üretiyor. Üretilen eserin fiyatı tamamen başka bir mekanizma tarafından, bir ucunda eleştirmenlerin, bir ucunda sanat simsarı diyebileceğimiz galerilerin ve nihayetinde müzelerin ve kamuoyunun bir bölümünün de bulunduğu bir mekanizma tarafından belirleniyor.
Gelişmiş dünyada bankalar sanat yatırımları için de özel uzmanlar bulunduruyor, müşterilerini bu alanda da yönlendiriyor. Yani resimler heykeller hisse senedi gibi değerinin artması beklentisiyle de satın alınıyor.
Bu eğilim Türkiye’de de yavaş yavaş yeşermeye başladığı için zaten, Contemporary Istanbul gibi fuarlar yapılıyor, iş dünyasından isimler sanat galerileri satın alıyor vs.

Hürriyet, Yazı: İsmet Berkan, 27.12.2011

EROS BAŞINA KAVUŞUYOR

 

 1700 yıllık Sidamara Lahdi'nden koparılarak kaçırılan ve İngiltere'deki Victoria-Albert Müzesi'nin deposunda tutulan Eros'un başı, Türkiye'ye dönüyor. İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde bulunan 25 tonluk lahit, aşk tanrısı Eros'a ait olduğu düşünülen kıvırcık saçlı çocuk başı eksik halde sergileniyordu. Zamanın İngiltere Konsolosu, arkeolog Sir Charles Wilson'un 1882'de lahitten söküp beraberinde götürdüğü saptanan Eros'un başı, 130 yıl sonra ait olduğu lahte yerleştirilecek. Çalındığı ilk defa 2009'da Dr. Şehrazat Karagöz tarafından tespit edilen kıvırcık saçlı çocuk başı için Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2.5 yıldır savaş veriyor. Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nün, Londra'daki Victoria&Albert Müzesi ile yaptığı görüşme ve yazışmalar olumlu bir seyirde ilerliyor. Yetkililer, mermerden oyma çocuk başı için müze yönetimi ile prensipte anlaştıklarını, iade usulleri üzerinde görüşmelerin sürdürüldüğünü aktarırken, eserin önümüzdeki günlerde Türkiye topraklarına gireceğini bildirdi.

Görüşmelerde, iade usulleri konusunda çekince konulduğu ortaya çıktı. Müze yönetimi, 130 yıl önce İngiltere'ye kaçırılan eserin iadesi sırasında "yasa dışı yollarla gitmiştir" denilmesini istemiyor. Türkiye ise bu konuda asla taviz verilmeyeceğini vurguluyor.

Dünyanın en büyüklerinden biri olan Sidamara Lahdi, 1879'da konsolos Wilson tarafından Konya-Ereğli'de yapılan kazılarda bulunmuştu. Wilson lahtin üzerindeki erkek çocuğu figürünün başını 1882'de söküp Londra'ya götürmüştü.

Sabah, Haber: Burcu Çalık, 27.12.2011

İMAR İZNİ HÖYÜK ALTINDA KALDI

 

İstanbul'da Kadıköy Fikirtepe bölgesi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından geçen yıl ocak ayında yapılan düzenlemeyle kentsel dönüşüm alanı ilan edildi. Yüksek imar izni verildi ve ev sahiplerine "parsel birleştirin yüksek kuleler yapın" denildi. Ancak bölgedeki bazı parsellerin Fikirtepe Höyüğü üzerinde olduğu ve İstanbul 5 Numaralı Koruma Kurulu tarafından 2010 yılında SİT alanı ilan edildiği ortaya çıktı. Bunun üzerine Höyük üzerinde bulunan 16 parselden yüksek imar hakkı alındı. Öyle ki sokağın bir tarafı yüksek imardan faydalanıyor, diğer tarafı faydalanamıyor. Hakları giden ev sahipleri şimdi "Yaktın bizi Höyük" diyorlar... Fikirtepe'ye yönelik Ocak 2011 tarihli kentsel dönüşüm projesi devam ederken, Şehir Planlama Müdürlüğü, Belediye Meclisi'ni bir yazıyla uyardı. O uyarıda "Siz buraya kentsel dönüşümle yüksek imar izni verdiniz ama burası hakkında İstanbul 5 numaralı Koruma Kurulu tarafından Aralık 2010 tarihinde verilen SİT alanıdır kararı var" dedi. Aynı uyarıda, Fikirtepe Höyüğü ve çevresinin plan düzenlemesinin yeniden yapılması gerektiği belirtilerek Höyük alanının plan dışına çıkarılması gerektiği vurgulandı. Söz konusu uyarı, İmar ve Bayındırlık Komisyonu tarafından değerlendirildi ve bir rapor hazırlandı. Raporda, Fikirtepe Höyüğü ve çevresinin Koruma Kurulu kararıyla SİT alanı olarak ilan edilmesi nedeniyle mevcut plan dışına çıkarılması gerektiği kaydedildi. Böylece, Kadıköy Eğitim Mahallesi 3063 numaralı adanın 20, 21, 22, 23, 24, 25, 26, 27, 28, 29, 30 ve 31'nci parselleri ile 3062 numaralı adanın 1, 2, 3, 4, ve 6'ncı parselleri yüksek imar izni kapsamından çıkarıldı. İzinden mahrum kalan vatandaşların hayalleri de suya düştü.

* SEBAHATTİN GÜVEN (Eğitim Mahallesi Muhtarı): Karar bölgede şok etkisi yarattı. Kentsel dönüşüm planları geçene kadar böyle bir arkeolojik alandan haberimiz yoktu. Burasının SİT alanı olduğunu yeni öğrendik. İnsanlar müteahhitle ön protokol yapmıştı. Bu kararla hayaller yıkıldı. Ben de muhtar olarak demoralize oldum. O insanların mağduriyetinin diğer adalarda emsal verecek şekilde çözülmesi gerekir.
* TUNCAY ERSOY (Mahalle sakini): İnsanlara önce 3-4 emsal imar olacak diye söylendi. Daha sonra burada höyük var yapamazsınız denildi. Önceden höyük olduğu bilinseydi ona göre beklenti oluşmazdı. Belediye bize ciddi imar verdi. Birçok engelle karşılaştık. Şimdi de höyük çıktı.
* TEMEL ŞAHİN (Mahalle sakini): Benim evim yandı. Müteahhide vermek istedim. Bir anda "burası sit alanı" dediler. Hiçbir şey yapamıyoruz.
 

İstanbul'un ilk yerleşim yeri olarak bilinen Fikirtepe höyüğünde MÖ 7 bin yılına ait izlere rastlandı. İnsanlık tarihinin ilk yaşamına dair yapılan tespitler neticesinde bulunan kırık çömlekler İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürlüğü'nde saklanıyor.
Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 26.12.2011

ANADOLU'DA TARİH ÖNCESİ YAŞAM İZLERİ

 

 

Ankara Üniversitesi, Pamukkale Üniversitesi, İzmir Doğa Tarihi Müzesi, Paris İnsanlık Tarihi Enstitüsü, Fransa’dan CNRS ve Türkiye’den TÜBİTAK ve Pernod-Ricard şirketinin işbirliğiyle Anadolu’daki insan yaşamının izlerinin sürüldüğü çalışmalar Anadolu’nun tarih öncesiyle ilgili daha fazla bilgiye ulaşması için hızlandı.Türk ve Fransız bilim adamlarının birlikte çalıştığı araştırmanın planı Antalya’nın kuzeyindeki Karain mağarasının E gözündeki kazı çalışmalarının sürdürülmesi ve Denizli yöresinde Kocabaş’ta bulunan kafatası parçasının izinde araştırmaların bu bölgede de yoğunlaştırılması olarak açıklandı.


Araştırma ekibinin basına yaptığı açıklamaya göre, Karain mağarası E gözü 1980 yılından bu yana kazılıyor. Kazılar sonrası, Neandertal insanına ait kalıntılar elde edildi, 40’lı yıllarda Prof.Dr. Kılıç Kökten tarafından keşfedilen ve 1980’li yıllardan bu yana kazılan Karain mağarası E gözü Neanderthal insana ait kalıntıların elde edildiği bir buluntu alanı olarak mercek altına alındı. Ve bir başka araştıram izleri, Denizli yöresinde ise Homo Erectus kafatası bulundu. Bu keşif, 1.8 milyon yıl önce Afrika’da ve 1 milyon yıl önce Asya’da yaşadığı bilinen Homo Erectus insanının anatomisine ait karakteristik özellikler gösteriyor.

Prehistorya alanındaki Türk-Fransız işbirliği hakkında bilgi veren Paris İnsanlık Tarihi Enstitüsü Başkanı Prof.Dr. Henry de Lumley, ekibinin Türkiye'deki önemli insanlık kültürünün yaşadığını mağaraları bulunduğu ve buralarda kazıların yapılması için Fransız- Türk ekibini oluşturan elçilikte yapılan anlaşmalar doğrultusunda devam edebileceğini söyledi.Ekipte yer alan bir diğer isim ise 80’li yıllarda mağara kazıları üzerine modern teknikler eğitimi almak amacıyla Fransa’ya giden ve uzun yıllar Karain mağarası kazılarını yürüten Prof.Dr. Işın Yalçınkaya. Yalçınkaya'nın yetiştirdiği bilim adamı Prof.Dr. Harun Taşkıran alandaki kazıların, laboratuar ve öğrencilerin eğitiminin gelişimini sağlıyor. Bu ekiple Paris İnsanlık Tarihi Enstitüsü ve Ankara Üniversitesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın da desteğiyle 2008 yılında “Anadolu’nun İlk İnsanları” adlı sergiyi açmış, sergi Türkiye’de birçok şehri dolaştı.

Sergi kapsamında Karain mağarasındaki çalışmaları anlatan ve Anadolu’nun taşdevri yaşamını herkesin anlayabileceği sade bir dille öğreten, yönetmenliğini Yrd. Doç.Dr. Cenk Demirkıran’ın, genel koordinatörlüğünü Prof.Dr. Suat Gezgin’in yaptığı “Karain” adlı belgesel film de gösterilmişti.

Habertürk 26.12.2011

DEV OSMANLI ARMASININ SIRRI

 

 

Dünyada turizmin en cazip merkezlerinden, Güney Asya ülkesi Tayland, kendine has tarihi, kültürü ve yaygın Budist inancının dışında büyük bir Müslüman nüfusa evsahipliği de yapıyor. 
Tayland'ın başkenti Bangkok'ta 55 civarında cami olduğu kaydediliyor. Kentteki camilerin birinde ise bir Osmanlı izi var. 
Bangkok'un varoşlarının bulunduğu Caran Kurun bölgesinde ara bir sokakta bulunan cami 1916 senesinde inşa edilmiş. 
Tarihi kayıtlara göre doğrudan bir Osmanlı etkisi görülmese de başkent Bangkok'taki neredeyse yüz yıllık Bang Uthit Camisinin girişinde dev bir Osmanlı Arması işlenmiş. 


Camide bulunan Osmanlı arması dikkatli incelendiğinde armanın üzerinde Sultan II. Abdülhamid'in tuğrası dikkati çekiyor. 
Osmanlı'nın yıkılış dönemine denk gelen ve Sultan II. Abdülhamid'in hal'inden 7 sene sonra inşa edilen camideki Devleti Aliyye armasının ilginç bir hikayesi bulunuyor. 
Osmanlı Devletinin son hükümdarlarından Sultan II. Abdülhamid Osmanlı'nın uyguladığı İttihad-ı İslam siyaseti çerçevesinde (dünya Müslümanlarını Hilafet çatısı altında birleştirme, Pan-İslamizm) tüm dünyadaki Müslümanlara ya ilim adamları göndermiş, ya da kurduğu Hafiye Teşkilatının mensuplarını göndererek Osmanlıyı ve Hilafeti anlatmıştı. Bu siyaset sayesinde dünya Müslümanları Osmanlı halifesine biat etmiş, Çin'den Afrika'nın birçok noktasına kadar camilerde hutbeler Osmanlı halifesine okunmaya başlamıştı. 
Cami cemaati ve çevredeki Müslümanlar o dönem, bugünkü Tayland olan Siam Krallığında yaşayan Müslümanlar olarak İslam'a ve hilafete bağlılıklarını yinelemek için 20. yüzyılın başlarında Sultan ve Halife II. Abdülhamid'den bir nişane talep edildiğini ve bu taleplerinin kabul gördüğünü ifade ediyor. 
  
Bu talebin ardından Osmanlı'nın Siam krallığı Müslümanlarına kendilerine numune olacak bir Osmanlı arması gönderdiği kaydediliyor. 
Armanın ellerine ulaşmasının ardından ülkedeki Müslümanların yeni yapılan camilerinin giriş kapılarının üzerine bu armanın aynısını yapmaya başlayarak Hilafete olan bağlılıklarını ifade etmeye çalıştıkları ifade ediliyor. 
Osmanlı'nın yıkılışı ve hilafetin ilgasının ardından ise Taylandlı Müslümanların bu uygulamaya son verdiği kaydediliyor. 
Bangkok'ta Müslümanların yoğun olarak yaşadığı bölgede bulunan cami bugüne kadar yıkılmadan ve önemli bir tahribat görmeden sade mimarisi ve girişte bulunan Osmanlı Arması ile hala ayakta. 
Caminin avlusunda bulunan külliyesinde bulunan okulda halen eğitim verilirken, okulda armanın tarihçesi ve anlamını da anlatan bir pano bulunuyor. 
 

Uzmanlar Tayland'da İslamiyetin 700 yıllık geçmişi olduğunu kaydediyor. 
İslamiyetin ülkede Sukothai Krallığı döneminde yayılmaya başladığı ve günümüze kadar artarak devam ettiği belirtiliyor. 
Ülkede Müslümanların sayıları hakkında net bir bilgi verilmiyor. 2009'da Tayland'da bulunan Pew Araştırma Merkezi adlı bağımsız bir kuruluş araştırmasında ülkede 4 milyon Müslüman bulunduğu belirtilirken, bazı bilim adamları da bu sayının 8 ila 10 milyon arasında olduğunu iddia ediyor. 
Ülkede yaşayan Müslümanların yüzde 90'ının Sünni olduğu belirtilirken, halkın inancını özgür bir şekilde yaşadığı söyleniyor. 
Bangkok ve Tayland'da bütün camilerden kralın tanıdığı yetkiyle ezanlar cehri (sesli) olarak okunuyor. 
Tayland'da helal gıdanın yaygın olduğu gözlenirken, bölgede bulunan Müslüman tüccarlar ve yerel Müslümanlar sayesinde helal gıdaya ulaşmanın kolay olduğu belirtiliyor. 
Tayland'da ağırlıklı olarak çevresindeki ülkelerden ve Arap tüccarlar sayesinde İslamiyetin yayıldığı kaydedilirken, ülkede müslümanların büyük çoğunluğunun güneyde yaşadığı kaydediliyor. 
Ülkenin güneyindeki Yala, Pattani and Narathiwat bölgelerinde Müslüman nüfusun yoğun olarak yaşadığı belirtilirken, o bölgelerdeki nüfusun merkezi hükümetle birçok konudaki anlaşmazlıkları istikrarı olumsuz etkiliyor. 

Türkiye Gazetesi, 26.12.2011

SİDE'DE KÜLTÜR TURİZMİ İÇİN 5 KENT MÜZESİ KURULACAK

 

Antalya'nın Side Belediyesi, kültür ve arkeoloji turizmini yaygınlaştırmak için 5 kent müzesi kuracak.

 

Belediye Başkanı Abdulkadir Uçar, yaptığı açıklamada turizm beldesinde kuracakları kent müzesi çalışmalarına başladıklarını söyledi. Kent müzesi kurulacak tarihi yerlerin Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından belediyeye tahsisinin yapıldığını belirten Uçar, yeni yapılan belediye hizmet binasının belirli alanının kültür turizmine hizmet edeceğini ifade etti.

 

Side'nin arkeolojik zenginliği bakımından dünyanın sayılı antik kentlerinden biri olduğunu belirten Uçar, Osmanlı döneminden kalma 96 cumbalı evi restore ettirerek, 117 yıllık sivil mimari örnekleri koruma altına aldıklarını kaydetti. Kuracakları kent müzesinin birinin de Side Öğretmenevi lokalinde olacağını belirten Uçar, öğretmenevi lokalinin yer tahsisini İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü'nden aldıklarını söyledi.

 

Uçar, kent müzesi çalışmaları ile ilgili şunları söyledi: "Kent müzesi ile Side'yi dünyada kültür, tarih ve arkeoloji turizminde marka yapacağız. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın desteği ile Side'de kültür ve arkeoloji turizminin yaygınlaşması için 5 kent müzesi kuracağız. Kent müzesi kurulması çalışması ile ilgili yetkili kurumlardan tahsisleri yaptık. Bilindiği üzere kent müzeleri bir şehrin markası ve tarihe açılan kapısı. Dünya kültür turizminde marka olan şehirlerin hepsinin de çok sayıda kent müzesi var. Side'ye 5 değil, 50 kent müzesi yapılsa az gelir."

Turizm Gazetesi, 26.12.2011

2. HEYKEL VAKASI

 

 

İnsanlık Anıtı’ heykelinin yıktırıldığı Kars’ta bu kez de Gazi Ahmet Muhtar Paşa Konağı önündeki havuzun çevresine konulan “Dört Mevsim” heykellerinden yazı simgeleyen heykel kırıldı. İddiaya göre heykel, bir vatandaşın fotoğraf çektirirken aşırı yüklenmesinden dolayı kırıldı. Kültür ve Turizm İl Müdürü Hakan Doğanay, kendilerinin Güzel Sanatlar Galerisi olarak kullandıkları konağın bahçesinin Kars Belediyesi’ne ait olduğunu belirterek, “Dört Mevsim Heykeli”nden de Kars Belediyesi’nin sorumlu olduğunu söyledi.

 

Dört Mevsim’ heykelinin kırılmasından bir gün sonra da halk ozanı heykelleri arasında bulunan Şeref Taşlıova heykelinin sazı kimliği belirsiz kişi ya da kişiler tarafından kırıldı. Eski Kars Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu, Valilik binası karşısına halk ozanları Aşık Şenlik, Murat Çobanoğlu ve Şeref Taşlıova’nın heykellerini yaptırmıştı. Bu heykellerden Şeref Taşlıova’nın heykelinin sazı geçtiğimiz cuma gecesi kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce kırıldı. Vatandaşlar, heykele yapılan saldırıya tepki gösterdi.

Eski Kars Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu, görevde olduğu 2003 yılında Belçika’dan getirip süs havuzunun dört bir tarafına koydurduğu heykellerden birinin yıkıldığını öğrenince çok üzüldüğünü söyledi. Kendi döneminde yapılan İnsanlık Anıtı’nın yıkıldığını, Haydar Aliyev Parkı’ndaki çok sayıda kadın ve kaz heykelinin depolara kaldırıldığını belirten Alibeyoğlu, “Heykellere soykırım yapıyorlar” dedi. Başkanlığı döneminde 2003 yılında Belçika’dan getirdiği heykellerin her birinin en az 100 yıllık olduğunu kaydeden Alibeyoğlu, “Onlar dört mevsimi sembolize ediyordu. Yazı sembolize edeni yıktılar. Bu insanlık dışı. Çıplak olsalar derdik ondan yıktılar. Öyle bir şey de yok” diye konuştu.


Türklerin, Ermeni soykırımı yapmadığını, ancak Kars’ta kendi insanımızın heykellere soykırım yaptığını söyleyen Naif Alibeyoğlu, “Eğer İnsanlık Anıtı yıkılmasaydı, tam şu dönemde dünyayam esaj verecektik. Bakın biz soykırım yapmadık, savaştan  yana değiliz, insanlıktan yanayız” dedi.

İddiaya göre fotoğraf çektiren bir vatandaşın aşırı yüklenmesi sonucu kırılan “yaz” mevsimini sembolize eden heykelin, 2003 yılında da o dönemde bulunduğu Cumhuriyet Meydanı’nda saldırıya uğrayıp kırıldığı belirtildi. Heykelin, eski Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu tarafından onartılıp şu anda bulunduğu yere konulduğu öğrenildi.

Habertürk, Haber: Tacettin Durmuş, 26.12.2011

 

******


HEYKEL DÜŞMANI 3 GENÇ YAKALANDI

 

Kars’ta Gazi Ahmet Muhtar Paşa Konağı önündeki süs havuzunun kenarında bulunan dört mevsim heykelinden birinin devrilme, İnönü Caddesi üzerinde ki Şeref Taşlıova Heykelinin sazının sapının kırılması olayları ile ilgili olarak mobese görüntülerinden yararlanılarak Doğukan Tuta, Harun Özkoçak, Gencay Kuçlu yakalandı. 3 genç, cumhuriyet savcılığı tarafından serbest bırakıldı.

 

Kars’ta yaşanan heykel krizi ile ilgili olarak bir açıklama yapan Vali Ahmet Kara, “Basında sanki Kars heykel düşmanı bir şehirmiş gibi gösteriliyor ama öyle bir şey yok. Kars’ı böyle ufak meselelerle karalamak doğru değildir. Başbakanımızın da ucube dediği heykel, kaba saba henüz bitmemiş bir heykeldi. Başbakanımız bu ucubeyi buradan kaldırın dediği zaman zaten yıkım kararı çıkmıştı. Şimdi sazın sapının kırılması ve dört mevsim heykelin yıkılmasıyla belediyenin bir ilgisi yoktur. Eğer belediye yapmazsa bu işleri yarın ben yapıp yerine monte edeceğim. Ben bugün o gençlerle konuştum. ’O heykeli eski haline getirin, aksi halde bu şehirde rahat yaşayamazsınız’ dedim. Çocuklar ’şakalaşıyorduk istemeyerek oldu’ dediler. Babalarını da çağırttım. Karakol başkomiserine görev verdim. Babalarıyla konuşulup o heykeller yerine monte edilecek.”

Milliyet, Haber: Dinçer Aktemur, 27.12.2011

BAKANLIK BU ESERLERİ ARIYOR

 

 

2007'de bir vatandaşın Ankara Medeniyetler Müzesi'ne getirdiği iki eser uzmanların 'orijinal' raporuna rağmen iade edildi. Durum anlaşıldığın- da vatandaş da eserler de kayıplara karışmıştı.

Ensar Çınar isimli bir vatandaş, 2007’de MÖ 4-5. yüzyıla ait olduğu sanılan 2 tane altın tarihi eseri satmak üzere Ankara Medeniyetler Müzesi’ne getirdi. Ancak müze yetkilileri, eserlerin sahte olduğundan şüphelendi. Bunun üzerine Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü, bir üst komisyonun eseri incelemesini istedi. Tekirdağ Müze Müdürü Mehmet Akif Işın, Çanakkale Müzesi’nden Arkeolog Ömer Özden, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nden altın takı uzmanı Gülbahar Baran Çelik’ten oluşan komisyon Ankara’ya çağrıldı. Komisyon eserleri yerinde inceledi ve orijinal olduğuna karar verdi. Buraya kadar her şey normal. Ancak bundan sonra yaşananlar tam bir komedi. Satın alınması gereken eser iade edildi. Sonra tekrar geri istendi. Ancak eserler çoktan kayıplara karışmıştı. Komisyonda görev alan Tekirdağ Müze Müdürü Mehet Akif Işın 2010’da emekliye ayrıldı. Bir Ankara ziyareti sırasında da Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde eserleri görmek istediğini söyledi. Çünkü orjinal diye rapor verdikleri eser prosedür gereği vatandaştan parası ödenerek alınmış olması gerekiyordu. Ancak eserler müzede yoktu. Bunun üzerine eserlerin peşine düşen Işın, Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan eserlerin akıbetini sordu ve ‘orijinal’ diye rapor verdikleri eserlerin Ensar Kılıç’a iade edildiği cevabını aldı. 

İşte o cevap: “Eserlerin orijinal olup olmadıkları hususunda ilgili müze müdürlüğü uzmanları arasında fikir ayrılığı çıkması nedeniyle Tekirdağ Müze Müdürlüğü, İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürlüğü ve Çanakkale Arkeoloji Müzesi Müdürlüğü uzmanlarından oluşan bir komisyonun kurulduğu ve anılan komisyonun eserlerin orijinal olduğuna karar verdiği bildirilmiştir. Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi Müdürlüğü uzmanlarınca düzenlenen 31.03.2008 tarihli raporda amphoriskos biçimli takı elemanının sahte olduğu, taşlı sarkacın ise Doğu kökenli olabileceği, çeşitli takı eşyalarına ait parçaların birleştirilmesiyle yeni bir objenin meydana getirildiğinin laboratuvar incelemesinde açıkça görülen lehim ve yapıştırıcı kalıntılarından anlaşıldığı belirtilmiştir. Konunun yeniden değerlendirilmesi amacıyla bir üst komisyon daha kurulması düşünüldüğünden Ensar Kılıç’a iade edilen eser geri istenmiştir.” 

Bakanlığın bu cevabına çok şaşıran Işın şöyle konuştu: “Eğer biz komisyon olarak uzman değilsek neden çağırdınız. Madem müze bunun orijinal olup olmadığına karar verebilecek bilgi ve tecrübeye sahipti, bizi Ankara’ya neden götürdüler? Eseri inceledik ve 3 uzman olarak bunun orijinal olduğuna karar verdik. İstanbul’dan gelen Gülbahar HXanım altın eserler üzerine uzman. Çanakkale’den gelen Ömer Özden de bu konunun uzmanı. Hatta Ömer bey amphoriskos biçimli eserin bir benzerinin Çanakkale Müzesi’nde olduğunu da söyledi. MÖ 4-5. yüzyıla tarihlendirmiştik. Muhtemelen kaçak bir kazıdan çıkarılmışlardı. Milas’ta soyulan tümülüs bile olma ihtimali vardı. Hangi gerekçeyle eseri iade ettiklerini merak ediyorum. Üstelik iade ettikleri eseri Ensar Kılıç’tan yeniden geri istemeleri de bu karmaşık durumun amacını ortaya koyuyor. Eser kesinlikle orijnaldi ve birilerine pazarlanmak üzere geri verildi. Bakanlık bu olayın peşini bırakmamalı. İpin ucu bakalım kime kadar gidecek.”

Emekli Müze Müdürü Mehmet Akif Işın’ın iddiaları üzerine biz de kayıp olduğu söylenen eserlerin peşine düştük. Anadolu Medeniyetleri Müzesi yetkilileri konuyla ilgili konuşmak istemedi. Ama Kültür Bakanlığı kaynaklarından şaşırtıcı bilgilere ulaştık. Uzmanların verdiği ‘eserler orijinal’ raporundan sonra Anadolu Medeniyetleri Müzesi bir ‘değer tespit komisyonu’ oluşturmuş, bu komisyon ise eserin sahte olduğuna karar vererek eseri iade etmişti. Ancak sonradan ne olduysa müze yönetimi eseri yeniden incelemek için geri istemiş ve bu kez de hem Ensar Kılıç hem de tarihi eserlerin çoktan kayıplara karıştığı anlaşılmış. Ancak bu eserler her nedense bakanlıkça aranan ve kayıp eserler arasında görünmüyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan bu tür olayların sık yaşanmasından dolayı, eserlerin tespiti noktasında ciddi sıkıntılar olduğu ve bu konuda uzmanlık komisyonları oluşturmak için çalışma başlatıldığı söylendi.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 25.12.2011

BAŞKA ATA YADİGARI ESERLER YIKILMASIN

 

 

Muğla'nın Marmaris İlçesi'nin karşısındaki turistik ve zengin Rodos Adası'nda, Osmanlı döneminden yadigar Recep Paşa Camisi'nin önemli bir bölümü aniden çöküverdi. 423 yıl önce yapılan Recep Paşa Camisi'nin yıkılması, "Yunanistan'daki ekonomik krize dayanamadı" yorumlarına neden oldu. 20 yıldır 5 milyon euro (12 milyon 400 bin TL) bütçeli "onarım ve koruma projesi" şemsiyesi altında bulunmasına rağmen maddi nedenlerden dolayı Recep Paşa Camisi'nin onarımı bir türlü gerçekleştirilememişti. 423 yıllık caminin, iki kubbesinin ana binadan ayrılmasıyla önemli bir bölümü çöktü. Yunan Turizm ve Kültür Bakanlığı, 20 yıl önce Rodos'taki Recep Paşa Camisi'nin onarımı ve bakımı için gerekli çalışmaların yapılmasına karar vermiş ancak inşaat merdivenleri konmasına rağmen binanın ayakta durabilmesi için bugüne kadar herhangi bir önlem alınamadı.

Rodos'un tarihi eserlerinden sorumlu mühendis Kiryakos Magos ise caminin çöküş nedenlerini açıklarken, onarım ve müzeye dönüştürülmesi için 2004'ten bu yana tam 9 kez finans arayışına giriştiklerini ancak gereken 5 milyon euronun toplanamadığını belirtti. 12 adaların en iyi camisi olarak nitelenen Recep Paşa Camisi'nin kaderine terk edilmeyeceğini söyleyen Magos, "Rodos'un süslerinden biri olarak kabul edilen bu camiyi kurtaracağız" dedi. Rodosgazeteleri de, Rodos'taki Türkiye Başkonsolosu Aydın İlhan Durusoy'un Yunan makamlarına ilettiği şikayet mektubunu yayınladı. Caminin yıkılmasıyla gözler, Türkiye ile Yunanistan arasında tarihi eserlerin korunmasını öngören protokollere çevrildi. İki ülkede de birçok eser koruma altına alınmasına karşın, hala birçok eser ilgisizlikten yıkılmaya yüz tutmuş durumda. Türk Dışişleri Bakanlığı'nın açıklamasında, "Bu gibi üzücü olayların tekrar yanşamaması amacıyla iki ülke arasındaki tarihi eserlerin korunmasını öngören çalışmalara hız kazandırılması" istenirken, Yunan Turizm Bakanlığı da Recep Paşa Camisi'nin çöküşünden duyduğu üzüntüyü ve caminin bakım ve onarımı için gerekli önlemlerin alınacağını duyurdu.

Sabah, Haber: Stelyo Berberakis, 25.12.2011

AHİ ÇELEBİ CAMİİ'NİN SU BASKINI ÇİLESİ SONA ERDİ

 

 

Yıllarca harap vaziyette kalan, geçirdiği restorasyon sonrasında ise su baskınları yaşayan tarihi Ahi Çelebi Camii, artık kurtuluyor. Kot farkı yüzünden aşırı yağışlarda sular içinde kalan caminin avlusuna 5 tonluk su hazneli kuyu yapıldı. Kuyulara dalgıç pompalar da yerleştirildi.

 

Her yağmurda sular altında kalan Ahi Çelebi Camii, yapılan çevre düzenlemesi ile rahata kavuştu. Mayıs ayında başlayan çalışmalar tamamlanmak üzere. 6 ay süren çalışmalarla camiyi bir daha su basmaması için bir dizi önlem alındı. Evliya Çelebi'nin meşhur rüyasında kendisini içinde gördüğü cami olarak bilinen Ahi Çelebi Camii'nin çevre düzenlemesi tamamlanıyor. Eminönü'ndeki cami restore edilmesine rağmen deniz seviyesinden 20 santimetre aşağıda olması nedeniyle birçok kez sular altında kalmıştı. Caminin çevre düzenlemesini üstlenen İstanbul Büyükşehir Belediyesi, çalışmalarını 6 ayda tamamladı. Ahi Çelebi'nin çevre düzenlemesi 1 milyon 967 bin liraya mal oldu. 25 bin metrekarelik inşaat alanının öncelikle 14 bin 335 metrekaresi düzenlendi. Kalan kısmın projelendirmesi önümüzdeki aylarda yapılacak. Çalışmalar kapsamında 11 bin 500 metrekare yeşil alanın yanı sıra bin 160 metrekarelik yürüme yolu yapıldı. Kıyıda bin 250 metre yürüme yolu düzenlendi. Çevre düzenlemesinin 425 metrekaresini ise İstanbul Ticaret Üniversitesi yaptı. Düzenlemeler kapsamında caminin iç bakımları, sert zeminleri, çevre duvarları, drenaj sistemleri komple yenilendi. Caminin şadırvan kısmı yenilenerek ve camiye tuvalet de yapıldı.

Yeşillendirme çalışmaları devam eden caminin çevre korkuluk imalatı ve önünde yer alan 100 metrelik kısmın kaldırımları da yıl sonuna kadar tamamlanacak. Drenaj sistemi kurulan caminin çevre kotları düzenlenerek cami çevresindeki su birikintilerinin toplanacağı özel bir düzenek yapıldı. Çevre sularının toplanması için 5 tonluk bir kuyunun imalatı yapılarak caminin önünde sert zemin kaplama altına yerleştirildi. Kuyu içinde de parçalama özellikleri de bulunan 2 dalgıç pompa bulunuyor. Böylece sel sularıyla gelen katı atıklar da kolaylıkla parçalanacak. Çevre düzenlemesi kapsamında altyapı problemleri olan caminin kanalizasyon sistemi de döşendi.

Eminönü'nde Yoğurtçular Sokağı ile Değirmen Sokağı'nın birleştiği köşede bulunan Ahi Çelebi Camii'nin 1480-1500 yılları arasında yapıldığı tahmin ediliyor. Dikdörtgen plan üzerine, ikişer kemerle desteklenen tek kubbeli Ahi Çelebi Camii; Tabip Kemal Ahi Can Tebrizi tarafından yaptırılmış. Ahi Çelebi Camii, 17. yüzyılda yaşayan seyyah-ı alem Evliya Çelebi'nin Peygamber Efendimiz'in elini öpüp heyecandan "şefaat" yerine "seyahat Ya Rasulallah" dediği, seyahatlerine ve meşhur Seyahatname'sini yazmasına sebep olan rüyasında kendisini gördüğü mekan olarak biliniyor. Kanlı Fırın Mescidi ve Yemişçiler Camii olarak da bilinen Ahi Çelebi Camii, 2 Temmuz 1539 ve 18 Mayıs 1653 yıllarında iki kez yanmış ve 1892 depreminde de hasar görmüş. Uzun yıllar metruk kalan cami restorasyon sonunda 2006'da tekrar ibadete açılmıştı. 2010 yılında iki kez sular altında kalan caminin yapılan çalışmalarla kot farkı kaldırıldı.

Zaman, Haber: Sevgi Korkut, 25.12.2011

TARİHİ EVİN DUVARI ÇÖKTÜ

 

Gemlik’te tarihi bir evin duvarı yağmur sebebiyle sokağa yıkıldı.

 

Edinilen bilgiye göre olay, Yedievler Sokak’ta meydana geldi. Eski ve kullanılmayan binanın duvarı yol üzerine çöktü. Olay sırasında yoldan kimsenin geçmemesi ise sevindirdi. Belediye ekipleri tarafından daha önce emniyet şeridi içine alınan sokakta temizlik çalışması başlatılırken, esnaf ise trafiğe kapalı olmasından dolayı mağdur olduklarını belirterek, binanın her an çökme tehlikesi altında olduğunu söylediler.

Bursa Olay, 25.12.2011

BU TABLO 5600 EURO ÇÜNKÜ...

 

 

İrlanda kökenli Amerikalı dansçı Michael Flatley'nin tuval üzerinde dans ederek yaptığı tablo, İrlanda'da bir açık artırmada 5600 avroya alıcı buldu.

Ekibiyle birlikte sahnelediği "Riverdance", "Lord of the Dans", "Feet of Flames" ve "Celtic Tiger" gösterileriyle efsaneleşen Flatley, hızıyla rekorlar kıran ayaklarını bu kez tuval üzerinde konuşturdu.

Flatley ilginç eserini, tabanları boyalı dans ayakkabılarıyla, bir tuval üzerinde "Celtic Tiger" gösterisindeki "Al Capone" solosunun küçük bir bölümünü sergileyerek oluşturdu.

Tablo, Dublin'deki Christ Church katedralinin restorasyonu için para toplamak amacıyla, Co Louis'te geçen hafta düzenlenen bir müzayedede satışa sundu. Eseri, Dublin'den adı açıklanmayan bir kişinin satın aldığı belirtildi.

Satışın kendisine cesaret verdiğini söyleyen Flatley, aynı yöntemle yaptığı başka tabloların da bulunduğunu ve bu alandaki çalışmalarını sürdüreceğini söyledi.

Ailesinin 1947'de Chicago'ya göç etmesiyle İrlanda'dan uzakta doğup büyüyen Michael Flatley (53), bağını hiç koparmadığı anavatanının kültürünü, ayak uçları ve topukların yere vurularak yapıldığı "tap dansı"yla ve onlarca dansçının eşlik ettiği görkemli gösteriyle dünyanın dört bir yanına taşımayı sürdürüyor.

Habertürk, 25.12.2011

YAHYA EFENDİ'DE TADİLAT SÜRÜYOR

 

 

Beşiktaş Çırağan Caddesi üzerinde bulunan Yahya Efendi Camii ve Dergahı'nda sürdürülen restorasyon çalışmaları sırasında tarihi mezarlık zarar görüyor.

 

14 Haziran 2009'da başlayan ve sözleşmeye göre 15 Kasım 2010 tarihinde bitirilmesi gereken restorasyon işi aradan 13 ay geçmesine rağmen hala devam ediyor. Cami ve mezarlık son 3 aydır da ziyarete ve ibadete kapatılmış durumda. Camiye bitişik nizam yapılan Boğaz manzaralı ve tamamı ahşaptan oluşan 2 katlı binanın ise imam ve müezzin için lojman olarak kullanılacağı öğrenildi. Kanuni Sultan Süleyman'ın süt kardeşi Şeyh Yahya Efendi'nin ölümünden sonra Sultan 2. Selim tarafından Mimar Sinan'a yaptırılan ve bugün cami ve dergah olarak kullanılan tarihi mekan, içler acısı halde bulunuyor. Yaklaşık 2 yıldır devam eden ve 'restorasyon' adı altında yürütülen çalışmalar sırasında çok sayıda mezar taşı zarar gördü. Dergahın bahçesindeki Kanuni Sultan Süleyman'ın kızı Raziye Sultan ve 2. Abdulhamit'in kızı Hatice Sultan'ın da aralarında bulunduğu çok sayıda tarihi şahsiyetin kabirleri yer alıyor. Mezarlıklar, bakımsızlık ve restorasyon çalışmalarındaki dikkatsizlikler sebebiyle harap olma tehlikesi altında. Son üç aydır tamamen ibadete ve ziyarete kapatılan mekanda, restorasyon çalışmalarını üstlenen firma basın mensuplarını içeri almazken, içeriden çekilen fotoğraflarda mezarlığın ve caminin şantiyeye döndüğü gözleniyor. İstanbul'un en güzel manzaralı tepesinde Boğaz'a nazır yapılan lojman inşaatı sırasında da bazı mezarların zarar gördüğü öne sürüldü.

Zaman, Haber: Uğur Öztürk, 25.12.2011

HOMER SIMPSONS 800 YAŞINDAYMIŞ!

 

TV'nin en popüler çizgi filmlerinden ABD yapımı "Simpsonlar"ın aile reisi Homer Simpson'ın 800 yaşındaki bir heykeli bulundu! İskoçya'nın Fife bölgesinde yaşayan Rosalind ve Donald McIntyre çifti, evlerinin arka bahçesini temizlerken sıra dışı bir heykel buldu. Uzmanların 800 yıllık olduğunu söylediği heykelin, Homer Simpson'a aşırı derecede benzemesi kimsenin dikkatinden kaçmadı. Heykelin özellikle de göz, dudak ve kafa yapısının Homer Simpson'ın aynısı olması görenleri şaşkına çevirdi.

Sabah, 24.12.2011

EDİRNE ESKİ CAMİ'NİN KUBBESİNDEN SU DAMLIYOR

 

 

Edirne'nin önemli tarihi eserlerinden biri olan Eski Cami'nin kubbesi damlamaya başladı.

 

1414 yılında Çelebi Mehmet döneminde tamamlanarak ibadete açılan camii yüzyıllar boyu insanlara hizmet verdi. Zaman içerisinde yıpranan cami belirli dönemlerde restorasyondan geçirildi. Son yapılan restorasyon çalışmaları birkaç yıl önce tamamlandı. Elden geçirilen caminin orta giriş kapısının üzerindeki kubbenin camekanlı bölümü yağmur nedeniyle su sızdırmaya başladı. Onarım çalışmaları tamamlandıktan sonra yağmur suyunu sızdıran kubbeden yeniden su damladı. Bunun üzerine cami görevlileri damlaların düştüğü yere kovalar koyarak halıların ıslanmasını önlemeye çalıştı.

Zaman, Haber: Kadri Kılıç, 24.12.2011

TADİLATA GİREN BATMAN MÜZESİ 2013'DE YENİDEN FAAL OLACAK

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nce tadilat, teşhir ve tanzim projeleri hazırlanıp onaylanan ve 2012 yılında proje uygulamasına başlanan Batman Müzesi'nin 2013’te açılması hedefleniyor.

 

Batman’a kurucu müze müdürü olarak, Milas İlçesi'nden yaklaşık 2 yıl önce atanan Tenzile Uysal Benter, modern donanımlı bir müze kurmanın çabası içinde olduklarını belirterek, 2013’te açılması hedeflenen müzenin 3 salondan oluştuğunu söyledi.

 

Birinci salonda; Hallan Çemi, ikinci salonda Ilısu Barajı ve HES Projesi kapsamında devam eden Beşiri İlçesi'nde bulunan Sumaki Höyük ve Cemialo kazısı, Gre Amer kazısı, Merkez, Oymataş Köyü’ndeki Kuriki Höyük ile Siirt’te devam eden Başür Höyük, Çattepe ve Güsir Höyük kazılarından çıkan eserler sergilenecek.

 

Üçüncü salonda ise Hasankeyf ‘e ait eserlerin sergileneceğini belirten Uysal Benter, “Hasankeyf salonunu gezen ziyaretçiler Hasankeyf eserleri ile birlikte, oluşturulacak kompozisyonla adeta kendilerini Hasankeyf’te hissedeceklerdir. Ayrıca, müzede tanıtım odasında kısa filmlerle Batman ve Hasankeyf tarihi anlatılacak” dedi.

 

Uysal Benter, halkın özlemini duyduğu, Batman’a yakışır modern donanımlı bir müze kurmanın çabası içinde olduklarını ifade etti. Benter, müzeyi ziyaret eden her kesimin keyif alacağını, burasının bilgi ve eğitim yuvası olmasını hedeflediklerini söyledi. 

Turizm Gazetesi, 24.2.2011

ÜSTELİK DE TÜRKİYE'DE!

 

 

Her ne kadar insanlık tarihinin en eski oyuncağının çamurdan yapılmış toplar ya da kartopu olduğunu iddia eden araştırmacılar olsa da; oyuncak alanında araştırma yapan arkeolog, sosyolog ve tarihçilerin elde ettiği bilgilere göre, tarihin en eski oyuncağının MÖ 5. yüzyılda Mısır'da yapılan tahta atlar olduğu sanılıyor.

Son zamanlara kadar müzelerde yer alan verilere göre en eski oyunca İskoçya'da bulunmuş 4.000 yıldan daha eski taştan yapılmış toplar olduğu sanılıyordu.

Oysa dünyanın günümüze ulaşan en eski oyuncağı Mardin Müzesinde sergileniyor. Kalkolitik Döneme ait olan bu tarihi oyuncak takriben MÖ 5500'lü yıllara ait. Dünyanın en eski oyuncak arabası olma ünvanını taşıyan bu arkeolojik bulgu belki de aynı zamanda dünyanın en eski oyuncağı ünvanına da sahip.

Bir kaç yıl önce bir vatandaş bahçesinde çalışma yaparken bulduğu bu tarihi parçanın dünyanın en eski oyuncağı olduğunu bilemezdi. Vatandaşın getirdiği parçayı inceleyen Mardin Müzesi arkeologları, oyuncağın 7 bin 500 yıllık olduğunu tespit ettiler.

Oyuncak şu an Mardin Müzesinde "Oyuncak Araba Kalkolitik Dönem - MÖ 5500 - 3000" etiketiyle sergileniyor.

Sabah, 24.12.2011

 

******


DÜNYANIN EN ESKİ OYUNCAĞI İLE TAPU SENEDİ MARDİN'DE BULUNDU

 

 

Kızıltepe İlçesi’nde 2 ay önce höyüklerde yüzey taraması yapan arkeologlar, pişmiş çamurdan yapılmış oyuncak araba buldu. Arkeologların yaptığı çalışma sonunda oyuncak arabanın 7 bin 500 yıl öncesine ait olduğu ortaya çıktı. Aynı bölgede yapılan yüzey taraması kazılarında dünyanın ilk tapu senedi olduğu belirtilen 2 bin 800 yıllık çivi yazılı tablet de bulundu. Dünyanın ilk oyuncak arabası ve ilk tapu senedi olduğu belirtilen tablet, Mardin Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmeye başlandı.

Mardin Müzesi Müdürü Arkeolog Nihat Erdoğan, dünyanın ilk oyuncağı konusundaki tarihin yeniden yazılması gerektiğini savundu. Daha önce dünyanın ilk oyuncağının Mısır’da olduğunun belirtildiğini hatırlatan Erdoğan, şöyle dedi:

"Her ne kadar insanlık tarihinin en eski oyuncağının çamurdan yapılmış toplar ya da kartopu olduğunu iddia eden araştırmacılar olsa da; oyuncak alanında araştırma yapan arkeolog, sosyolog ve tarihçilerin elde ettiği bilgilere göre, tarihin en eski oyuncağının MÖ 5’nci yüzyılda Mısır’da yapılan tahta atlar olduğu sanılıyordu. Son zamanlara kadar müzelerde yer alan verilere göre en eski oyuncak İskoçya’da bulunmuş 4 bin yıldan daha eski taştan yapılmış toplar olarak kayıtlara geçmişti. Oysa dünyanın günümüze ulaşan en eski oyuncağı bir ay önce Kızıltepe İlçesi’nde bir höyükte yapılan kazılarda bulundu. 7 bin 500 yıllık oyuncak arabanın Kalkolitik Döneme ait olduğunu tespit ettik. Bu tarihi oyuncak yapılan analizlerden sonra takriben MÖ 5500-3000’li yıllara ait. Dünyanın en eski oyuncak arabası olma unvanını taşıyan bu arkeolojik bulgu aynı zamanda dünyanın en eski oyuncağı unvanına da sahip oldu."

DÜNYANIN İLK TAPU SENEDİ DE NUSAYBİN’DE BULUNDU
Oyuncak arabadan sonra dünyanın ilk yazılı arazi tapu senedinin de Nusaybin İlçesi’ne 4 kilometre uzaklıktaki Gırnavas Höyüğü’nde yapılan kazı çalışmalarında bulunduğu belirtildi. Asur Dönemi’ne ait çivi yazısı ile yazılan tableti çözen Mardin Müzesi arkeologları, tabletin bir arazi tapusu ve satış sözleşmesi olduğunu ortaya çıkardı.

Müzede sergilenen dünyanın ilk oyuncak araba, tapu senedi ve sözleşme tableti hakkında bilgi veren Kültür ve Turizm Müdürü Davut Beliktay, 7500-5000 yıl önce pimiş topraktan yapılmış oyuncak arabanın günümüz araba şekillerine çok benzediğini ve bir traktör görüntüsü verdiğini söyledi. Beliktay, oyuncak arabanın yanında farklı kazılarda aynı dönemlere ait bebek figürleri ve ses çıkaran kuş görünümlü düdüklerin de ortaya çıkarıldığı bilgisini verdi. Gırnavas Höyüğü’nde bulunan tapu senedi tabletinin toprak altında çok iyi korunduğu için üzerindeki yazının bozulmadığını anlatan Beliktay, çamur üzerine çivi yazısı ile yazı yazıldıktan sonra o döneme ait özel bir fırında pişirildiğini kaydetti.

Müzede Mardin’in yanısıra, Siirt, Batman ve Şırnak’ta bulunan eserlerin de sergilendiğini hatırlatan Beliktey, son dönemde yapılan kazılarda bulunan oyuncak araba ve tapu senedinin dünyada bir ilk olmalarının ayrı önemi olduğunu söyledi. Mardin’in tarihi geçmişinin yapılan kazılarda bulunan eserlerle gün geçtikçe daha da eskiye gittiğini ifade eden Beliktay, "Üniversite kampusunde yaptığımız arkeolojik kazılarda Mardin tarihinin ilkel dönemlerde bile yaşam olduğunu ortaya çıkarıldı. Burada yapılan kazılarla ilgili olarak önümüzdeki günlerde geniş kapsamlı bir açıklama yapacağız" diye konuştu.

Arkeolog Mesut Alp ise, son kazılarda ortaya çıkarılan dünyanın en eski oyuncağı ve tapu senedinin bölgedeki yaşamın ne kadar eskiye dayandığının işareti olduğunu savunarak, şöyle devam etti:
"Mardin, çok şanslı bir kent. Anadolu ve Mezopotamya insanlığın beşiği. Mardin işte bu bölgede yani insanlığın doğduğu ve büyüdüğü merkezde yer alıyor. Bunun için birçok kültürlere ev sahipliği yapmıştır. Örneğin burada sergilenen oyuncak araba 7 bin 500 yıllık bir tarihi var ve dünyanın en eski oyuncağı konumunda. Burada ayrıca küçük çocuklar için pişmiş topraktan yapılan bebek ve düdükler var. Bunlar da 5-6 bin yıllık dönemlere ait."

Nusaybin’deki kazılarda ortaya çıkan dünyanın ilk tapu senedi ve satış sözleşmesi hakkında detaylı bilgi veren Alp, şöyle konuştu:
"Bu çivi yazılı tabletin bizim için önemi şuradan geliyor; MÖ 7-8’inci Yüzyıl yani ’Asur Dönemi’ diye tabir ettiğimiz dönemde bir meyve bahçesinin satış senedidir. Yani günümüz Türkçesi ile söylemek gerekirse 3 bin yıl önce bir satış sözleşmesi yapılmış. Bu; Mezopotamya bölgesinde bulduğumuz dünyanın en eski tapu senedidir. Bu, Sarri ismindeki baba ve 3 oğluna ait, Nabulu adlı şehrin kuzeyindeki nehirin kenarında bulunan meyve ağaçları ve içindeki meyvelerle beraber, İstarnadin isimli bir adama yapılan satışa ait sözleşmedir. Burada 4 başka adamın mühürleri ile şahitlik yapmaları söz konusudur. Zaten 2 bin 800 yıl öncesine gittiğimizde Nusaybin’in eski isminin Nabulu olduğunu da biliyoruz."

Asur Dönemi’ne ait çivi yazısı ile yazılan tablette bir arazi tapusu ve satış sözleşmesinin tercümesi şöyle:
"Hampute (?) mührü urad-g ula oğlu abu-salam mührü, Mannuki- Arbail mührü, Hanşi Mührü-kitt ir i - Sarri’nin tüm 3 oğlunda, saltan meyve bahçesinin sahibi 8 Şihala, ana nehir asiller yoluna bitişik olan ve Nabulu şehrinde bulunan, bu kişilere ait olan meyve bahçesi üzüm ve meyvelerle, İstarnadin-ahhe satın aldı. 1 mina 20 she kels gümüş (kalan kısmı kayıp) karşılığında (ters 2)hellip; kral olmaksızın (?)."

İki yıl önce de Kızıltepe İlçesi’nde yapılan bir kanalizasyon kazısında ’Kırk Haramiler’e ait paha biçilmez altın kemer, bilezik, kolye ve altın sikkelerin bulunduğu 3 küp dolu hazine de Mardin Müzesi’nde sergileniyor.

Radikal, Haber: Nezir Güneş, 27.12.2011

İGM BAŞKANI'NDAN DEFİNECİLERE TEPKİ

 

 

Bursa İl Genel Meclis Başkanı Nedim Akdemir, İznik’te definecilerin tahrip ettiği tarihi yer altı mezarlarını inceledi.

 

İGM Başkanı Nedim Akdemir, Elbeyli Belediye Başkanı Şakir Yıldız ile beraber Elbeyli beldesinde Dörttepeler tümülüsü olarak bilinen belediye kabristanının doğusundaki yer altı mezarlarını inceledi. MÖ 300 yıllarına ait olduğu sanılan yer altı mezarlarında defineciler tarafından yapılan tahribata tepki gösteren Akdemir, “Bu vatan hainliğinden başka bir şey değil. Bu tarihi mekanların durumunu görüyorsunuz. Definecilik kanunlar çerçevesinde yapıldığında tarihi bir hizmet olarak görebilir, ama kanun dışı yapılan bu tür kazılar vatana ihanetten farksız. Hele turizmin öneminin arttığı bugünlerde bu manzara İznik ve Bursa’ya yakışmıyor. İlgili makamlara acilen fotoğraf ve görüntülerini ileteceğim. Bu tarihi yapıların çevre düzenlemesi ve koruma altına alınması için müracaatlarda bulanacağım” dedi.

 

İlki 1967’de ana yol inşaatı sırasında, ikincisi 1984’te, üçüncüsü 2001 yıllarında çiftçiler tarafından tesadüfen bulunan Roma döneminden kalma yer altı mezarlarının onarılması yetkisinin kendilerinde olmadığını vurgulayan Akdemir, “Yetki Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda. Sayın valimizin bakanlık ile yapacağı resmi talep doğrultusunda bu konuya biz el atabiliriz” diye konuştu.

 

Elbeyli Hesbekli mevkiinde bulunan Roma mezarındaki fresklerin onarımı için 50 bin lira kaynak çıkarıldığını hatırlatan Akdemir, “Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından hazırlanan proje, Anıtlar Kurulunca onaylandı. Definecilerce tahrip edilen, cenneti temsil ettiği bilinen iki tavus kuşu freski aslına uygun olarak onarılacak” diye bilgi verdi.

Bursa Olay, 24.12.2011

TARİHİ MERYEM ANA KİLİSESİ'NİN RESTORASYONUNDA SONA YAKLAŞILDI

 

 

Manisa'nın Kula İlçesi'nde bulunan, Osmanlı Devleti döneminden kalma Meryem Ana Kilisesi'nin restorasyonunda sona yaklaşıldı.

 

Çalışmalar hakkında bilgi veren SNR Restorasyon şirketinin restoratörü Sara Özçelik, 1831 yılında yapılan kiliseyi, o dönemde Kula'da yaşayan yerli Rum cemaatinin kullandığını söyledi. Restorasyon çalışmalarının yaklaşık bir yıldır devam ettiğini belirterek, "Restorasyon sırasındaki teknik çalışmalar sonucu, mimari projede yer almayan duvar resimlerine, tonozda da kalem işlerine rastlanmıştır. Mimari projeye adaptasyon sağlanan kalem işi projesinin uygulanmasına başlandı.

 

Duvar resimleri yağlı, kuru ve toz boya gibi farklı malzemeler kullanılarak yapılmış. Kiliseyle çağdaş olup olmadığı, farklı dönemler yansıtıp yansıtmadığı, başka dönemlerde de onarım veya restorasyon geçirip geçirmediğini belirleyecek herhangi bir yazıt veya dönem kaynağı bulunmamaktadır." dedi. Kula Belediye Başkanı Selim Aşkın da kültür miraslarının evrensel değer olduğunu ve sahip çıkılması gerektiğini ifade etti.

 

Başkan Aşkın, "Bu binanın restorasyonu projesiyle geçen yıl Tarihi Kentler Birliği'nden ödül kazanmıştık. 880 metrekare alanda başlayan restorasyonda sona yaklaşıldı. Kilise, bundan sonra kültür merkezi olarak hizmet verecek." şeklinde konuştu.

Habertürk, 23.12.2011

EMEK SİNEMASI YIKILACAK MI?

 
Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, Emek AVM’ye dönüştürülmeyecek derken; Mimarlar Odası projeye göre Emek'in yıkılacağını belirtti.

 

Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, Emek Sineması projesinin sürüncemeye bırakılamayacak kadar acil bir konu olduğunu belirterek “Projeyi yapanlar ve itirazı olan uzmanlar bir araya gelmeli” dedi. Demircan, Emek’in AVM’ye dönüştürüleceği iddialarının doğru olmadığını söyledi.

 

Emek Sineması yıkılıyor - yıkılmıyor” tartışmaları, İstanbul 9. İdare Mahkemesi’nin restorasyon projesiyle ilgili yürütmeyi durdurma kararını iptal etmesi üzerine yeniden alevlendi. Emek Sineması konusunda “Bir gerçek üç de doğru var” diyen Beyoğlu Belediye Başkanı AhmetMisbah Demircan Habertürk’e şunları söyledi: “Gerçek olan şu ki; Emek Sineması ve çevresindeki 5 bina bakımsızlıktan yıkılmak üzere... Deprem, yangın ve benzeri risklere karşı savunmasız bir durumda ve restorasyona ihtiyacı var. Burası sürüncemeye bırakılmayacak kadar acil bir konu. Diğer taraftanmimari bir proje ve bunun yapımcısı bir firma var. Bu proje Anıtlar Kurulu tarafından tasdiklenmiş. Mahkeme de yürütmeyi durdurma kararını iptal etmiş.Mimarlar Odası ise bu projenin karşısında duruyor.”

 

Demircan, Emek Sineması’nın yıkılacağını düşünen duyarlı vatandaşların yaptığı eylemlerin ve projeye itirazların olmasının normal olduğunu belirterek, “Ben başından beri ‘Tartışma ve uzlaşma ortamı yaratalım’ diyorum. Projeyi tartışalımki; kamuoyu doğru veya eksik taraflarını bilsin, anlasın.Masaya oturanlar projenin tarafında veya karşısında olmadan, objektif bir şekilde tartışsın. İnsanlar bir araya gelip, projenin üstündemutabakat sağlasın” dedi. Bu tartışmayı siyasetçilerin veya sokaktaki vatandaşların yapmasının süreci kilitlediğini savunan Demircan, “Böyle olunca tartışma ‘Yıkılıyor - Yıkılmıyor’ kavramları üzerinde kilitleniyor. Onun ötesine açılamıyor.Mutlaka bizimkanaatlerimiz olabilir ama bunlar bilimsel bir veriye dayanmalı. Sonuçta bunları uzman mimarlar tartışmalı. Uygulamayı yapmış, bu işin felsefesini bilen insanlarmasaya oturmalı. Ütopik düşüncelere sahipmimar da olmaz burada” yorumunu yaptı.

 

Eski Beyoğlu’yla ilgili kendisinin de hatıraları bulunduğunu söyleyen Ahmet Misbah Demircan, “Geçmişin yansımaları bu binalarda. Geçmişte buralara gelmiş, güzel filmler izlemiş insanlar; hemgeçmişteki gibi o koltuğa gelip oturmak istiyor, hemde bugünün konforunu arıyor. Sorun tamda burada başlıyor.Mimarlar dahi tambu noktada bölünüyor. Kimileri bire bir aynen koruma istiyor. Kimileri geçmişin izlerini sabit tutup yeni konforları içine katarak yaşatmanın doğru olduğunu savunuyor” diye konuştu. PeraMüzesi’ni örnek veren Demircan, “PeraMüzesi’nin içi tamamen yeniden yapılmıştır. Ama dışarıdan baktığınızda eski binayı görürsünüz. Bugün eski ve yeniyi bir arada kullanıyoruz ve yaşatıyoruz orayı. Emek Sineması, salon tescilli bir yapı olduğu için PeraMüzesi’yle aynı durumda değil. Ancak projeye göre sonuçta burada ne olursa olsun o salon bire bir orada olacak. Salonun içindeki önemli bölümler söküldü, saklanıyor, bire bir kullanılacak” dedi. Demircan, Anıtlar Kurulu’nun Emek Sineması’nın da içinde bulunduğu 5 binada sadece kültür sanat endüstrisi ve faaliyetlerine izin verdiğini hatırlatarak, binanın bir AVM’ye dönüştürüleceği iddialarının doğru olmadığını söyledi.

 

TMMOB Mimarlar Odası’nın yaptığı açıklamada, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın “Emek Sineması yıkılmayacak, aynen korunacak. Bu olayla ilgili raporları herkes dikkatlice okusun. Emek Sineması’nın yıkılmasına ve yok edilmesine hepimiz karşıyız” şeklindeki sözleri hatırlatıldı ve şöyle denildi: “Ne yazık ki sayın bakanımızın incelenmesini istediği bütün rapor, kurul kararları ve yürütmenin durdurulması hakkındaki kararın kaldırılması ile uygulama aşamasına geçebilme tehdidini taşıyan yargı konusu avan proje; Emek Sineması’nın aynen korunmasını değil, sadece tavan ve duvar süslerinin sökülerek inşa edilecek bir ticaret merkezinin üst katına yapılacak kopya bir mekana taşınmasını ön görmektedir. Üstelik bu avan projede Emek Sineması ile birlikte Beyoğlu ve İstanbul’un kentsel kimliğini oluşturan Rüya Sineması ve İnci Pastanesi de yok edilmektedir.” Mimarlar Odası, tüm yetkililere bir çağrı yaparak projenin geri çekilmesini ve yeniden ele alınmasını istedi.

Habertürk, Haber: Serkan Akkoç, 23.12.2011

 

******


EMEK'İN SADECE SÜSLERİ KORUNACAK

 

Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Emek sinemasının, iddia edildiği gibi korunmayacağını, yalnız tavan ve duvan süslerinin yeni mekana taşınacağını dile getirerek yıkımın Emek binasıyla sınırlı kalmayacağını savundu.

 

TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Beyoğlu'ndaki Emek ve Saray sinemalarının bulunduğu Cercle D'orient binasının yıkılıp yerine büyük bir alışveriş merkezi yapılması ve Tarlabaşı'nın yeniden yapılanmasını bir kez daha eleştirdi.


Mimarlar Odası'nın Karaköy'deki binasında gerçekleştirilen açıklamada, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay'ın "Emek sineması yıkılmayacak, aynen korunacak. Bu olayla ilgili raporları herkes dikkatlice okusun" sözleri hatırlatıldı, ancak projenin farklı olduğu belirtildi. Projenin
Emek sinemasının aynen korunmasını değil, sadece tavan ve duvar süslerinin sökülüp yeni inşa edilecek ticaret merkezinin üst katına yapılacak kopya mekana taşınmasının planlandığı anlatıldı.

 

"Bu projeler Anayasa ve uluslararası normlara aykırı dayanak gösterilerek gerçekleştirilmektedir" ifadeleriyle tepkisini dile getiren Mimarlar Odası adına açıklamayı yapan Çevre Etki Değerlendirme Kurulu üyesi Mücella Yapıcı, yıkımların hukuk dışı şekilde yapılarak insanların sindirilmek istendiğini söyledi. "5366 Sayılı, Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun kapsamında tarihi binalar yok ediliyor. Bunun en önemli ayaklarından bir tanesi de Cercle D'orient binasının yıkılması ve yerine büyük ticari gelirler sağlanacak alışveriş merkezlerinin kurulması." 5366. sayılı yasanın Başbakan tarafından Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan'a sipariş edilerek çıkarıldığını iddia eden Yapıcı, bu projelerin sadece Tarlabaşı, Saray ve Emek Sinemaları ile kısıtlı kalmayacağını savundu.

 

Mimarlar Odası Başkanı Prof.Dr. Deniz İncedayı ise bilirkişi raporlarına rağmen Emek Sineması hakkında yürütülen durdurma kararının kaldırılmasına vurgu yaparak kültürel değerlerin korunması gerektiğini söyledi. "Tarlabaşı çevresinde yürütülen proje çağdaş bir proje değildir, çağdaşlaşma durmadan halkı tüketime yönelten yapıların yapılması ile olmaz."

 

Devam eden dava ve bilirkişi raporlarıyla ilgili görüşlerini açıklayan Avukat Can Atalay ise, "Emek ve Tarlabaşı hakkında Beyoğlu Belediyesi karar almadım diyor, karar alınmamışsa bu süreç nasıl başladı" diye sordu. Atalay Emek Sineması'nın bulunduğu Cercle D'orient binasının 1993 yılında Kamer İnşaat'a 25 yıllığına kiralanmış bir yapı olduğu belirtti ve Kamer İnşaat'ın dört yıl sonra kira anlaşmasının biteceği ve bu arada başka projelerin buna dahil olacağını iddia etti.

 

Emek sinemasının geleceğine dair bir başka gelişme de İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın dünkü değerlendirme toplantısında ortay çıktı. İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı yıkılması planlanan Emek sinemasıyla ilgili yeni bir öneri getirdi. Eczacıbaşı tarafların altı ay süre tanıması halinde bir öneri geliştirebileceklerini ifade etti: "Bu süreçte Emek Sineması'nın kültür sanat dünyamıza katkıda bulunabilecek, Beyoğlu'nun dokusuna uyum sağlayacak biçimde nasıl ele alınabileceğini, nasıl bir finansman planıyla yeni bir projenin hayata geçirilebileceğini araştırıp ortaya bir öneri koymaya çalışalım. Belki biz daha olumlu bir proje hazırlarız. Belki tercih o yönde yapılır."
 

Emek sinemasının yıkımını engellemek ve kamuoyunun sesini duyurabilmek için 24 Aralık Cumartesi günü bir dizi eylem yapılacak. Akşam saat 4'de Taksim Meydanı'nda toplanacak sanatseverler ve sivil toplum örgütleri Emek sinemasına yürüyecek ve sinema önünde bir basın açıklaması yapacak. Emek sinemasının sokağına kurulacak çadırların ardından etkinlikler başlayacak. Konser, forum, sessiz sinema oyununun yanı sıra film gösterimi de yapılacak olan eylem sabaha kadar sürecek.

Arkitera, 23.12.2011



******


EMEK YIKIMINI ANLAMA KILAVUZU

 

Tarihi ve kültürel değeri düşünüldüğünde, sadece Türkiye'nin değil, dünyanın en önemli birkaç sinema salonundan biri Emek Sineması. Ama malum, bir süredir can çekişiyor! 2009'da restore edilecek diye kapatıldı. Ama kapanmasıyla birlikte, yıkılacağına dair iddialar dillendirilmeye başlandı. Bu iddialardan rahatsız olan SABAH yazarı Atilla Dorsay, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay'la konuştuğunu, Günay'ın kendisine güvence verip "Emek Sineması'na asla dokunulmayacak ve bu salon, nisan ayındaki festivale (İstanbul Film Festivali) yetişecek," dediğini yazdı. Ama yetişmedi... Hatta Emek Sineması'nın yıkılacağı ortaya çıktı. Bunun üzerine 'Emeksever' sinemacılar, yazarlar, seyirciler sokağa çıktı. Hukuk mücadelesi başlatıldı. Mimarlar Odası, Kültür ve Turizm Bakanlığı'na dava açtı. Mahkeme süreci bu ayın başında sonuçlandı. Karar: Emek'in yıkılmasına onay verildi. Peki neler oluyordu? 'Korunması gereken kültür varlığı olarak' tescilli bir kamu malı yapı için nasıl yıkım kararı alınabiliniyordu? Gerçek neydi? Açıklamalar, tartışmalar, raporlar, davalar, meclisteki soru önergeleri nedeniyle ve kamuoyu şeffaf bir şekilde aydınlatılmadığı için konu işin içinden çıkılmaz bir hal aldı. Kafalar karıştı! Biz de konunun taraflarına sorular sorarak, dava dosyalarını okuyarak, gazete arşivlerini tarayarak, 20 yıllık süreci özetleyen bir kılavuz hazırladık.


Emek Sineması'nın sahibi kim?
Emek Sineması ile içinde bulunduğu Serkildoryan Kompleksi'nin mülk sahibi Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK). Yani bu yapılar kamunun, halkın malı.


Emek Sineması koruma altında değil miydi?
Evet, hem de sıkı sıkıya. Emek Sineması ve Serkildoryan Kompleksi, 1976'da, Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu'nun kararı ile korunması gereken kültür varlığı olarak tescil ediliyor. 1991'de, Kültür Bakanlığı'na bağlı İstanbul 1. No'lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu, Serkildoryan Kompleksi ve Emek Sineması'na, ancak iç ve dış görünümlerini bozmamak kaydıyla müdahale edilebileceğini hükme bağlıyor. Yine aynı kurul, bu alanın da içinde bulunduğu bölgeyi 1993'te Kentsel Sit Alanı ilan ediyor.


Korumaya rağmen, bu yapılara nasıl müdahale ediliyor?
2006'da Bakanlar Kurulu kararıyla, Beyoğlu ve çevresi Yenileme Alanı ilan edildi. 5366 Sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılması adlı yasa kapsamında Beyoğlu Belediyesi, Emek ve Serkildoryan Kompleksi'nin yenilenmesi için Yeşilçam Sokak Sürdürülebilir Kentsel Gelişim ve Yenileme Projesi hazırladı. Yani proje sahibi Beyoğlu Belediyesi. Projenin ortakları arasında SGK ve Kültür ve Turizm Bakanlığı var. Bu proje çerçevesinde Kamer İnşaat'ın hazırladığı avan (ön) projesi, Kültür Bakanlığı'na bağlı İstanbul Yenileme Alanları Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından, 10 Ekim 2009'da onaylandı. Böylece korunan bir yapı, yine koruma kurulunun kararıyla müdahale edilebilir hale geldi.

 

Bu projeyi kim, hangi anlaşma ile uyguluyor?
Bu projenin yürütücüsü, özel bir şirket olan Kamer İnşaat. 1993'te Emekli Sandığı (bugünkü adı SGK) ile Kamer İnşaat arasında bir protokol imzalanıyor. Protokol sayesinde Kamer İnşaat, bu alanı restore etme ve Emekli Sandığı'na kira ödemesi şartıyla, 25 yıllığına alanı ve tarihi yapıları kiralamış oluyor. Bu protokol, dönemin milletvekillerinden Bülent Akarcalı'nın soru önergesi vermesine neden oluyor. Çünkü Akarcalı'ya göre bu protokol bir 'peşkeş çekme girişimi.' Kamer İnşaat, bir proje hazırlıyor. Projesine göre, Serkildoryan otel olacak, Emek'in altına da otopark yapılacak. Pek tabii koruma kurulları bu projeyi onaylanmıyor. Hatta 1999'da, İstanbul 2. İdare Mahkemesi, projeyi 'kamu yararı ve koruma ilkelerine uygun görülmediği' için iptal ediyor. Aradan yıllar geçtikten sonra Kamer İnşaat, yeni bir projeyle ortaya çıkıyor. Kamer İnşaat, hangi anlaşma ile bu yeni projenin yürütücülüğünü üstleniyor, bu bilinmiyor. Kamer İnşaat'a da, mülk sabihi SGK'ya da sorduk ama cevap alamadık.


Proje neyi öngörüyor?
Kamer İnşaat, uygulama projesini tam olarak halka açıklamadı ama kamuoyuna yansıyan avan projeden bildiğimiz ve şirketin yaptığı açıklamaya göre, Emek Sineması yapılacak yeni alışveriş merkezinin üst katlarına taşınacak. Şirket, İstanbul Teknik Üniversitesi'nden alınan bir rapora göre Emek'in harap halinden ötürü yıkılmak üzere olduğunu söylüyor. Projelerinde, Emek'i üst katlara taşıyarak koruyacaklarını iddia ediyorlar. Bu ise Emek'in yıkılması anlamına geliyor. Ama Kamer İnşaat bu eylemin ısrarla yıkım olmadığını açıklıyor.


Kamer İnşaat, neden yaklaşık 10 yılda bir Emek'i yıkma girişiminde bulunuyor?
Bununla ilgili net bir şey söyleyemiyoruz. Ama 90'lardaki gazeteleri karıştırıca, o yıllarda Kamer İnşaat'ın sahibi Veysel Tosun'un yaptığı bir açıklama fikir verebilir: "Tabi ki bu projeden para kazanacağız. Kimse babasının hayrına böyle bir işe kalkışmaz." Şimdilerde Kamer İnşaat'ın sahibi değişti. Şirket yetkilileri kamuoyu önüne çıkmıyor.

Sabah Cumartesi, Haber: Olkan Özyurt, 24.12.2011



******


EMEK SİNEMASI BASIN AÇIKLAMASI

 

Emek Sineması'nın yıkılmasını protesto eden sivil toplum kuruluşları 24 Aralık tarihinde ortak bir basın açıklaması yaptı.

 

Açıklamanın tam metni şu şekilde:

"Emek Sineması'nın içerisinde yer aldığı adanın yıkılıp yerine bir AVM yapılacağını, Emek'in bu AVM'nin en üst katına her nasılsa 'yıkılmadan, sökülerek taşınacağını' duymayan kalmadı. Hatırlanacak olursa geçtiğimiz Mayıs ayında 9. İstanbul İdare Mahkemesi öngörülen projenin durdurulmasına karar vermişti. Ancak, bilirkişi raporunda projenin kültür dokusuna uygun olmadığının belirtilmesine rağmen mahkeme 1 Aralık'ta raporu hiçe sayarak durdurma kararını iptal etmiş bulunmakta.

 

Bir kaç gündür Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan ve Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay gözümüzün içine bakarak Emek'i yıkmayacaklarını söylüyor. Öte yandan Demircan dün yaptığı açıklamada 'salonun içindeki önemli bölümler söküldü, saklanıyor, bire bir kullanılacak' diyor. Bu yıkımın ta kendisidir! Öncelikle ve acilen, henüz hukuki süreç devam ederken, henüz yıkım kararı çıkmamışken, Emek Sineması'nın içinin sökülmeye başlanmış olmasının kimler tarafından, hangi hukuki gerekçelere dayandırılarak ve ne zaman gerçekleştirilmiş olduğunun, sökülen parçaların nerede korunduğunun ve bunun denetiminin kimin tarafından yapıldığının kamuoyuna açıklanmasını talep ediyoruz.

 

Demircan, aynı açıklamasında 'bu tartışmayı siyasetçilerin veya sokaktaki vatandaşların yapmasının süreci kilitlediğini, konunun uzmanlarına bırakılması gerektiğini' söylüyor. Belli ki, bir buçuk yıldır devam eden mücadele, binlerce İstanbullunun tek bir ağızdan yükselen sesi duymazdan gelinmiş ve Emek içeriden sökülmeye başlanmış.


Şimdi soruyoruz, üzerinde yürüdüğümüz sokak, gittiğimiz okul, hastane, sinema, sesimizi duyurmak için çıktığımız meydan, nefes aldığımız park... Bütün bunlar hakkında uzman olan kişiler kimlerdir? Biz bugün burada toplanmış olan binler, eğer iktidarın nezdindeki tek vasfımız sokaktaki vatandaşlık ise, sokaktaki vatandaşlar olarak soruyoruz: Fener-Balat-Ayvansaray'da, Sulukule'de, Dikmen'de, Senoz'da, Tortum'da, Gerze'de, Solaklı'da yaşam alanları yok edilenler bu konuları hangi uzmanlara bırakmalı?

 

Bizler Emek Sineması projesinin Beyoğlu'nda uygulamaya konulması öngörülen kentsel dönüşüm planından bağımsız olmadığını çok iyi biliyoruz. Masa sandalye operasyonlarıyla boşaltılan ve büyük sermayeye açılması kolaylaştırılan İstikal Caddesi, yayalaştırma adı altında elitleştirilecek Taksim Meydanı, satışa çıkartılan okul ve hastaneler, çürümeye terk edilen AKM, boşaltılan Tarlabaşı ve yıkım tehdidi altındaki Bedrettin Mahallesi, kaçak katlarıyla kazulet gibi yükselen Demirören AVM; hepsi aynı planın parçası! Bu topyekun saldırıya karşı topyekun bir cevap vermek için bugün buradayız. Çünkü sokaklar, mahalleler, meydanlar, parklar bizim! Beyoğlu bizim, İstanbul bizim!

 

Başından beri vurguladığımız gibi, Emek Sineması tarihi ve kültürel bir miras olarak yerinde ve olduğu gibi korunmalıdır. Bugüne kadar korunmadıysa, bunun hesabını bizim vergilerimizle semirilen, tarihi yapıları korumakla yükümlü kurumlardan soruyoruz. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Yenileme ve Anıtlar Kurulu, Sosyal Güvenlik Kurumu, Beyoğlu Belediyesi, Büyükşehir Belediyesi! Hesap Verin!

 

Bir kez daha tekrar ediyoruz, haksız ve hukuksuz bir şekilde sermayeye devredilen Emek Sineması ve Serkildoryan binası Sosyal Güvenlik Kurumu'na, yani kamuya, yani bizlere aittir! Bu alan üzerindeki her türlü kullanım hakkı kamunundur ve kolektiftir. Bu nedenle nazarımızda meşru ve esas olan devlet kurumlarının ve şirketlerin çıkarları değil, kamunun yararı ve kararıdır.

 

Emek kolektif hafızamızın mekanıdır. Orada seyredilen filmler, kurulan hayaller, gidilen festivaller kadar adına yakışır şekilde 80 darbesi sonrası gerçekleştirilen ilk 1 Mayıs kutlamasının da mekanıdır Emek. Tüm bu nedenlerle Emek Sineması yıkımına karşı çıkmak geçmişimize sahip çıkmak kadar bugünümüzü kurmak ve farklı bir gelecek tahayyül edebilmek için verilen bir mücadeledir. AVM'ler içerisine sıkıştırılan sinema salonlarına, ticarileşen ve metalaşan sanatsal ve kültürel üretime karşı durmak, kenti ve kentsel mekanları sermayenin ve iktidarın elinden geri almaya yeltenmek, kamusallığı yeniden telaffuz etmeye ve kurmaya dair bir çabadır.

 

Bu nedenlerle, öncelikle Kamer İnşaat'ın sunduğu projenin ivedilikle iptal edilmesi gerekli! Devlet burayı yerinde ve olduğu gibi korumakla ve restore etmekle yükümlüdür. Bizler Emek Sineması ve Serkildoryan binası gibi kamuya ait mekanların sermaye ve siyasi iktidarın kararına ve çıkarına göre yeniden işlevlendirilmesini reddediyoruz. Dolayısıyla, kapalı kapılar arkasında, tartışılmadan, şeffaf süreçler yaşanmadan geliştirilen her türlü 'projeciliğe' itiraz ediyoruz. Sosyal sorumluluk veya kültür-sanat hamiliği çerçevesinde, sermayenin kamu mekanlarını yeni yatırım ve prestij alanlarına çevirmesine göz yummuyoruz. Bu mekanların geleceğinin ancak ve ancak kamusal bir tartışma süreci içerisinde belirleneceğini savunuyoruz. Sendika, meslek örgütleri, sinemacılar, kültür sanat üreticileri, kent aktivistleri, sivil toplum kuruluşları ve demokratik kitle örgütlerini demokratik ve katılımcı bir karar alma mekanizması inşa etmeye çağrıyoruz. Sonuç olarak iki yıldır süren bu mücadelenin bize yeniden ve daha güçlü bir biçimde sordurtması gereken temel soru şudur: Yaşadığımız kent üzerindeki söz hakkı kimin? Biz, hepimizin diyoruz!

 

24 Aralık 2011, Emek Sineması Hala Burada. Yıkmak istiyorlar. Yıktırmıyoruz! - Emek Bizim İstanbul Bizim! - İstanbul Kültür Sanat Varyetesi - Beyoğlu için Mücadele İnisiyatifi - Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) - Sinema Emekçileri Sendikası (SİNESEN) - İşçi Filmleri Festivali - Yeni Sinema Hareketi - İMECE-Toplumun Şehircilik Hareketi - Kamusal Sanat Laboratuvarı"

Arkitera, 25.12.2011

 

******


EMEK'İ NE YAPSAK DA SAKLASAK?

 

Mahkemelerin Emek Sineması’nın akıbetine ilişkin birbiri ardına aldığı kararlar can sıksa da, yürütülen mücadele ve gösterilen tepkiler umut veriyor. Şimdilik ‘hukuksal’ olmasa da ortada son derece ‘meşru’ bir durum var. inemanın yıkılacağının ortaya çıkışından itibaren geçen sürede bu yıkıma karşı mücadele eden güçlerin yeniden organize olup, yeniden sokaklara çıkması kamuoyunun dikkatini bir kez daha bu tarihi yapıya çekti. Tabii yalnızca Emek değil, sinemanın da içinde yer aldığı Serkildoryan kompleksinin tamamının kurtarılması ve zaten ‘kamu’ya ait olan bu özel mekanın yine ‘kamu’ için kullanıma açılması tartışmaları yeniden başladı. 

‘Emek yıkılmasın’ demek yetmiyor
Şurası açık ki, ‘Emek Sineması’nın yıkımını engellemeye karşı yürütülen mücadelede önemli bir mesafe kat edilmiş durumda. Her ne kadar Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan sinemanın tavanlarındaki işlemelerin bir kısmının söküldüğünü söylese de bildiğimiz kadarıyla içeride henüz ‘geri dönüşü olmayacak’ kadar büyük bir yıkım söz konusu değil. (Eğer aksi bir durum söz konusuysa, yani kamuoyundan gizli bir yıkım gerçekleştirilmişse ortada bir hukuksuzluk var demektir.)


Gelinen noktada Serkildoryan kompleksi ile ilgili mücadeleyi bir adım daha ileriye taşımak şart gibi görünüyor. İki yıl önce ‘Emek Yıkılmasın’ demek önemli bir duraktı. Ama artık bu slogan biraz da “Bu haliyle kalsın” anlamına geliyor. Evet, Emek Sineması yıkılmasın. Ama ne olsun?
İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Başkanı Bülent Eczacıbaşı geçen günlerde bir açıklama yaparak, sinemanın da içinde bulunduğu Serkildoryan binasının bir ‘kültür-sanat merkezi’ne dönüştürülmesi gerektiğini, yeni bir projeyi de altı ay içinde hazırlayabileceklerini söyledi. 

İKSV’nin talebi önemli
Emek Sineması’nın restore edilip yeniden İstanbul’a kazandırıldığı, binanın yenilenip içinde konser salonları, galeriler, kültür sanat alanında faaliyet yürüten sivil toplum kuruluşlarının ofislerinin bulunduğu bir proje bugün en mantıklı ve ‘kamu’ için de en yararlı projeymiş gibi görünüyor. Ama bir noktaya dikkat çekmek gerek. Böylesi bir oluşuma öncülük etmek için fırsat isteyen İKSV yönetimi, eğer bu fırsatı elde ederse, son iki yıl boyunca Emek Sineması’nın yıkımına karşı mücadele edenleri de kapsayıcı bir çalışma yürütmek zorunda. Bu mücadelenin taraflarını dinlemek, onların da önerilerini almak ve ‘ortak bir akıl’ ile yeni projeyi ortaya çıkarmak gerekiyor. Altı ay sonra yeni projenin de protesto edilmesi en çok Emek Sineması’na zarar verir çünkü.

Radikal, Haber: Şenay Aydemir, 29.12.2011

 

******


EMEK'İN YIKIMI KONUSUNDA BİR ENGEL DAHA KALKTI

 

Emek Sineması’nda yıkım anlamına gelen projenin iptali için Mimarlar Odası Büyükkent Şubesi’nin Kültür Bakanlığı’na açtığı davada dün bir gelişme daha yaşandı.

 

9. İdari Mahkeme, projenin yürütmesini 24 Mayıs 2010’da durdurunca, Emek Sineması’nı yaşatmak isteyenler rahat bir nefes almıştı. Ardından başvurulan bilirkişilerin üçünden ikisinin projeyi uygun görmemesine rağmen 1 Aralık 2011’de mahkeme projenin yürütmesini durdurma kararını iptal etmiş ve kamoyunda büyük tepki oluşmuştu.


Bu son karara da itiraz eden Mimarlar Odası’nın itirazı dün yargıda jet hızıyla reddedildi. Emek Sineması projesine açılan dava sürüyor ancak proje her an uygulamaya konulabilir. Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’ın sinemanın duvarlarının sökülmeye başladığına dair sözleri endişeleri artırıyor. Cumartesi günü projeyi protesto eden binlerce kişi yürümüş ve sinemanın önünde saatlerce nöbet tutmuştu. 

Milliyet, 29.12.2011

ESKİŞEHİR'DE 1. YÜZYILA AİT 2 MASK BULUNDU

 
Eskişehir'deki Şarhöyük Dorylaion Nekropol Alanı'nda yapılan kazılarda MS 1. yüzyıla ait bir mezarda 2 mask bulundu.

 

Anadolu Üniversitesi (AÜ) Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Taciser Sivas, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 2011 yılında Şarhöyük Dorylaion Nekropol Alanı'nda yapılan kazılarda bir mezarın içinde iki maska ulaştıklarını belirterek, bu buluntunun yılın en güzel tarihi kalıntıları arasında yer aldığını kaydetti.

Nekropolde 2005 yılından bugüne kazı çalışmalarının yapıldığını anımsatan Prof.Dr. Sivas, şöyle konuştu:
''Bu yıl kazı alanını genişlettiğimizde bir mezarın içinde iki mask bulduk. Kazılarda bulunan masklar kırık olarak ele geçti. Kazının ardından parçaları birleştirdik. Masklar daha iyi bir görüntüye kavuştu. Bu masklardan birisinden boynuzlar var. Bu mitolojik bir figüre ait. Bu mask özellikle Dionysos şenliklerinde eski Yunan mitolojisine ait yarı keçi yarı insan olan satirleri simgeliyor. Diğerinin daha büyük ve beyaza boyandığını, saçlarının da siyah ve kırmızı renkte olduğunu gördük. Eskişehirspor'un renklerini de anımsatıyor.''

Prof.Dr. Sivas, maskların Antik Çağ boyunca bağ bozumu ve hasatla bağlantılı törenlerde yapılan dinsel şölenlerde bolluk ve bereketi simgelemek için takıldığının bilindiğini belirterek, bu törenlerde maskları takan kişilerin izleyicileri eğlendirdiğini ifade etti.

Maskların Roma döneminin sonralarına kadar yapıldığını anlatan Prof.Dr. Sivas, şöyle devam etti:
''Masklar, dinsel yönü ağırlıklı törenlerde kullanılıyordu. Aktörler taktıkları masklarla farklı figürlere bürünüyordu. Şarhöyük'te maskın ele geçmesi çok önemli. Eskişehir, 2013 yılında Türk Dünya Kültür Başkenti olacak. Kültür başkentine yakışır buluntular. Masklar Eskişehir'de kültürün izlerinin geçmişten günümüze nasıl uzandığını gösteriyor. MS 1'inci yüzyıla ait bu mezar bir aktörün veya tiyatrocunun olabilir. Masklar Eskişehirli ilk aktöre ait olabilir. Mezarın üstü bir tuğlayla kapalı. Tuğla kapağın üzerinde de yazıt yer alıyor. O yazıtı çözmeye çalışıyoruz. Bu masklar kentin kültür tarihine ışık tutacak.''

Prof.Dr. Sivas, masklarını bulunduğu bölgenin Roma döneminde önemli bir yer olduğunu kaydederek, ''Masklar, bu bölgede Roma döneminde bir tiyatronun varlığı konusunda ip ucu veriyor. Gelecek yıl nekropol alanında devam eden kazılarda böyle buluntuları bulacağımıza inanıyoruz. Masklar kısa süre sonra Eskişehir Eti Arkeoloji Müzesi'nin vitrinde sergilenecek'' dedi.

Habertürk, 23.12.2011

EN ESKİ OBSİDİYEN BİLEZİK

 

En eski obsidyen bilezik MÖ 7500lerin zanaatkarlarının şaşırtıcı tekniklerini açığa çıkarıyor.

 

İstanbul’da yer alan Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü araştırmacıları ve Triboloji ve Sistem Dinamikleri Laboratuvarı 1995 yılında Aşıklı Höyük’te ele geçen obsidyen bileziği incelediler.

 

Bileziğin yüzeyini ve mikro rölyeflerini gelişmiş yüksek teknolojik metotlarla inceleyen araştırmacılar Aşıklı Höyük’te yaşayan MÖ 7500l’erin zanaatkarlarının günümüze yaraşır derecede şaşırtıcı perdahlama tekniklerini keşfettiler.

Obsidyenden yapılmış olan bilezik Neolitik toplumların gizemli dünyalarına yeni bir ışık tutuyor.

Daily Mail, 23.12.2011

AZNAVURTEPE KALESİ VE GİRİTTEPE HÖYÜĞÜ'NDE ÖN ÇALIŞMA BAŞLATILDI

 

Ağrı’nın Patnos İlçesi'nde Urartular döneminden kalma Aznavurtepe Kalesi ile Giriktepe Höyüğü’nde kazı çalışması yapılması için ön çalışma başlatıldı.

 

Ağrı Kültür ve Turizm Müdürü Muhsin Bulut, İbrahim Çeçen Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç.Dr. Yusuf Çetin ile Atatürk Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç.Dr. Mehmet Işık, Urartular döneminden kalma yaklaşık 2 bin 800 yıllık Aznavurtepe Kalesi ile Giriktepe Höyüğü’nde incelemelerde bulundu.

 

Bulut, Aa muhabirine yaptığı açıklamada, Urartu uygarlığının merkezlerinden birisi olan 2 bin 800 yıllık Aznavurtepe ile Giriktepe Höyüğü’nün bölge turizmi açısından çok önemli olduğunu söyledi.

 

Halk arasında Kot Tepe olarak da bilinen Aznavurtepe’nin Patnos ilçe merkezinin yaklaşık 2 kilometre kuzeydoğusunda, Van-Ağrı karayolunun kuzeyinde bulunduğunu anlatan Bulut, şunları söyledi:

“Ağrı’daki tarihi kalıntıların en eskisi Patnos’taki Aznavur ve Girik tepeleridir. Koni biçiminde bir yapıya sahip olan kale önünde uzanan Patnos Ovası’ndan 300 metre kadar yüksekliğe sahiptir. Urartu kralı Menua döneminden kalan kaleyi çepeçevre saran ve kulelerle takviye edilen ilginç bir sur sistemi görülür. Tepenin güney eteğinde ve sur duvarının iç kesiminde küçük bir gölet yapılmıştır. Aznavurtepe Kalesi tapınağında kaçak kazılarla bulunmuş İsrail Jaruselam Müzesi’ne götürülen üç ayaklı bronz şamdan bu anlamda önemli bir eserdir. Üzerinde Urartuca ‘Kral Menua’nın Tanrı Haldi’ye armağanı’ ibaresinin bulunduğu şamdana ait bir aslan heykelciği de Van müzesinde sergilenmektedir. Askeri saha içinde bulunan kalede, 1961-1963 yılları arasında kazı yapmış, çıkan buluntuların büyük bir bölümü Erzurum ve Van Müzelerine götürülmüştür. Kazı sırasında tapınak ve avlusu ile birlikte birçok oda açığa çıkarılmıştır. Ancak kazı yarım kaldığı için bu odaların mahiyetleri anlaşılamamıştır.”

 

-Giriktepe Höyüğü-

Bulut, Patnos ilçe merkezinin yaklaşık 1 kilometre güneyinde Dere Mahallesi’nde bulunan Giriktepe’nin, halk arasında Değirmentepe olarak da bilindiğini ifade etti.

 

Giriktepe Höyüğü’nün Bağdişan Deresi’nin bir kolu olan Üçbulak suyunun kenarında kurulduğunu belirten Bulut, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Höyük, Patnos Ovası’ndan 10 metre kadar yüksekliğe sahiptir. Giriktepe Höyüğü’nde 1961-1962 yılları arasında kazılar yapılmıştır. Yapılan iki dönemlik kazıda bir saray ile eklentileri ortaya çıkarılmıştır. MÖ 8. yüzyıl sonlarına doğru ani bir düşman saldırısı sonucunda saray ve eklentilerinin yanarak çöktüğü ve içindekilerin kurtulamadığı anlaşılmaktadır. Zengin takıların yanı sıra demirden ve tunçtan çok sayıda alet de ele geçirilmiştir. Bu buluntuların büyük bir kısmı Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenmektedir. Höyüğünün yüzeyi geçmiş kazılardan kalma çukur ve toprak tümseklerle kaplıdır. Günümüzde höyük yüzeyinde birkaç düzgün kesilmiş iri taş blok dışında herhangi bir mimari kalıntı izi görülmemektedir. Dere Mahallesi’nde bulunan evlerin arasında kalan höyük, sit alanı olmasına karşın özellikle son dönemlerde yoğunlaşan kaçak kazılarla büyük tahribatlara uğramıştır.”

haberler.com, 23.12.2011

SİDE ANTİK KENTİNİN SEMBOLÜ ROMA ASLAN HEYKELLERİ ONARILDI

 

 

Antalya Side Müzesi, Side antik kentinin sembolü olan 2 Roma aslanı heykelinin onarım ve restorasyon çalışmasını tamamladı.

 

Değişik yerlerinden kırılan heykelin restorasyonu, Side Müzesi restoratörü Beyzade Yaycıoğlu tarafından yapıldı.Aslanların, 1947 yılında Side antk kentinde kazı çalışması yapan merhum Ordinaryüs Prof.Dr. Arif Müfid Mansel tarafından bulunduğu belirtildi. Side Müzesi Müdürü Güner Kozdere, 2 heykelin restorasyon çalışmasının tamamlandığını, onarımı biten ikinci heykeli önümüzdeki günlerde müze bahçesinde sergileyeceklerini söyledi. Heykelleri yeniden ayağa restoratör Beyazade Yaycıoğlu’nun 2 yıllık uğraşısı sonucu özel bir teknikle yaptığı belirten Kozdere, Türkiye’de tarihi eser onarımı, restorasyonu ve sikke konservasyonu yapan tek müzesinin Side olduğunu kaydetti. Kozdere, “Roma aslanı heykellerinin ayağa kaldırma çalışmasını tamamladık. Heykelleri ayağa kaldırma çalışması özel teknikle yapıldı. Ayağa kaldırılan 2′nci heykeli önümüzdeki günlerde müze bahçesinde sergileyeceğiz.” dedi.

Mynet Haber, 23.12.2011

VALİZİNDEN TUNÇ ÇAĞI'NA AİT TARİHİ ESERLER ÇIKTI

 

 

Tokat’ın Erbaa İlçesi'nde bir yolcunun satmak üzere Ağrı’dan İstanbul’a götürdüğü tarihi eserler, jandarmanın yol kontrolü sırasında ele geçirildi. Eserler yapılan işlemlerin ardından Tokat Müze Müdürlüğü yetkililerine teslim edildi.

 

Erbaa İlçe Jandarma Komutanlığı ekipleri tarafından D-100 karayolunda yapılan denetimlerde Ağrı’dan İstanbul’a giden bir yolcu otobüsü durduruldu. Otobüsteki yolculardan Fatih Santor (28)’un valizinde arama yapan ekipler, kıyafetler içerisine sarılı halde 4 parça tarihi eser buldu.

 

Zanlının İstanbul’a götürdüğü 4 parça tarihi eserin MÖ 3 bin ile 2 binli yıllara ait olduğu ve paha biçilemediği öğrenildi.

 

Jandarma ekipleri tarafından gözaltına alınan zanlı işlemlerinin ardından tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.

 

Uzman ekiplerin yaptığı incelemede tarihi eserlerin Tunç Çağı’ndan kalma oldukları ve paha biçilemediği öğrenildi. Eserler Tokat Müze Müdürlüğü yetkililerine teslim edildi.

Mynet Haber, 23.12.2011

TÜRKİYE'DE ÇAĞDAŞ CAMİ MİMARİSİNDE EĞİLİMLER

 

 

“Türkiye'de Çağdaş Cami Mimarisinde Eğilimler” başlıklı konferans 22 Aralık'ta İstanbul Araştırmaları Enstitüsü'nde gerçekleştirildi.

 

Devlet Eliyle veya Elitlerce Üretilen Camiler

Prof.Dr. Baha Tanman'ın açılış konuşmasıyla başlayan konferansın konuşmacısı Doç.Dr. Kayahan Türkantoz Cumhuriyet dönemi camilerinin çok araştırılmadığını söyleyerek bu dönem içerisinde yapılan camilerin "geleneksel" ve "özgün" tasarımlı camiler olarak ikiye ayrılabileceğini belirtti. "Geleneksel" başlığını da "Devlet Eliyle veya Elitlerce Üretilen" ve "Halk Tarafından Üretilen" olmak üzere iki kategoriye ayıran Türkantoz, öncelikle devlet eliyle yapılan camileri aktardı. Buna göre konuşmacı 1935 senesinde mimar Hakkı Ayverdi tarafından tasarlanan Heybeliada Camisi'nin mahalle mescidi görünümünü koruduğunu, iç mekanda ise Birinci Ulusal Mimari akımın etkilerinin görüldüğünü belirtirken, Vafi Egeli'nin tasarımı olan İstanbul Şişli Camisi'nin ise üç yarım kubbe ve merkezi kubbesiyle klasik plan şemasını kullandığını ifade etti. Türkantoz ayrıca 1953 senesinde inşa edilen, Burhanettin Arif Ongun'un tasarımı olan Burgazada Camisi'nin daha çok türbelerde kullanılmış olan bir forma sahip olduğunu, Sultanahmet Camisi'nin formunu tekrar eden, Ankara'nın en büyük camisi Kocatepe Camisi'nin Hüsrev Tayla tarafından tasarlandığını ifade ederek, 1954-59 senelerinde inşa edilen, Recai Akçay'ın tasarımı Ankara Maltepe Camisi'ni tanıttı. Günümüze yakın yapılardan ise hibrid bir tasarıma sahip, formunu Selimiye Camisi'nden alarak oluşturulan ve Sultanahmet Camisi gibi altı minareli olan 1998 senesinde inşa edilmiş, Necip Dinç tasarımı Adana Sabancı Camisi'nin mimari özelliklerini açıkladı.

 


İstanbul Şişli Camisi ve Heybeliada Camisi

 


Ankara Maltepe Camisi

 


Ankara Kocatepe Camisi

 


Adana Sabancı Camisi

 

Halk Tarafından Üretilen Camiler

Halk tarafından üretilen camilerin 1950'lerde gerçekleşen göç sonrası ortaya çıktığını belirten konuşmacı, bu camilerin mimarlarının olmadığını, kalfalar tarafından yapıldığını, cephe ve formlarda yüksek düzeyde düzensizliklerin olduğunu fakat önemli bir dil birliği olarak kubbe kullanımının olduğunu sözlerine ekledi. Yapılan camilerde göç edenlerin geldikleri yerlerdeki Selçuklu eserlerine öykünme olmadığını, Osmanlı Klasik dönemine, en çok da Sultanahmet Camisi'ne bir öykünmenin söz konusu olduğunu belirten Türkantoz, bu kişiler tarafından yaptırılan camilerde yöreselliğin olmadığını, saltanat camilerinin bir benzerinin beğeni topladığını, bunun ise göç edenin köylülüğünü reddedip, kentli olmak istemesi sonucu olduğu yorumunu getirdi.

 

Özgün Tasarımlı Camiler

Özgün tasarımlı camiler başlığı altında ilk yapılan caminin büyükşehirlerde değil Malatya'da Mimar Şerif Ali Akkurt tarafından gerçekleştirilen Abdurrahman Erzincani Camisi (1960) olduğunu belirten Türkantoz, yapının beşgen bir plana sahip olduğunu, formun yabancı fakat malzemenin yerel olmasından dolayı çevresiyle bütünleştiğini, minarenin üst kısmı masif olmasına karşın oldukça şeffaf olduğunu ifade etti. Türkantoz bu caminin yanı sıra 1964'te inşa edilen Başar Acarlı ve Turhan Uyaroğlu tarafından tasarlanan Kınalıada Camisi, M. Ali Barman'ın tasarımı olup 1964 senesinde inşa edilen Tarabya Merkez Camisi, klasik yapı öğelerinin yer almadığı Cengiz Bektaş tasarımı Etimesgut Camisi (1965), Vedat Dalokay'ın Kocatepe Camisi için önerdiği projenin değiştirilerek uygulandığı Pakistan'daki İslamabad Kral Faysal Camisi (1978), Behruz ve Can Çinici'nin cami tasarımında önemli bir yeri olan Ankara TBMM Camisi (1992) ve son olarak 2009 senesinde inşa edilen hibrid bir tasarıma sahip olan Karacaahmet Şakirin Camisi'nin mimari özelliklerini dinleyicilere aktardı.

 


Kınalıada Camisi

 


Etimesgut Camisi

 


Dalokay'ın Kocatepe Camisi için Önerisi ve İslamabad Kral Faysal Camisi

 


Ankara TBMM Camisi

 


Karacaahmet Şakirin Camisi

Arkitera, 23.12.2011



18 - 24 Aralık 2011

SÜRREALİZMİN TA KENDİSİ İSTANBUL'DA

 

 

Gerçekle gerçek üstünün birleştiği yere adını yazdırmış bir ressam... Sürrealizmin üstadı, hayatın sarkastik tarafının farkında, sembollerini zekice kullanmış bir deha... Büyük İspanyol ressam Salvador Dali, bugünden itibaren Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Tophane-i Amire’de ‘İlahi Komedya’, ‘Gala ile Akşam Yemeği’, ‘Sürrealizm İzleri’ serileriyle ağırlanacak.


İtalyan şair Dante’nin ‘İlahi Komedya’sı şüphesiz pek çok sanatçıya ilham kaynağı oldu. İtalyan hükümetinin Dante’nin 700. doğum günü şerefine Dali’den ‘İlahi Komedya’yı resmetmesini istemesi üzerine Katalan ressam da Dante’den ilham alanlar kervanına katıldı. Ancak Dali, Dante’nin ‘İlahi Komedyası’ndaki tasvirlerinden beslenmiş olsa da bu tasviri kendine özgü bir imgelemle anlatmayı seçti. Tıpkı Dante gibi Dali’nin ‘öteki dünya’sı da kendine has semboller barındırır. ‘İlahi Komedya’nın Dali yorumu, sembolizmin ve sürrealizmin ince işçiliği olarak ortaya çıkmış, pek çok eleştiriye rağmen sonlandırılmış ve Dali’nin sanatsal gelişiminin bir çeşit özeti olarak kabul görüyor.


Dali, ‘İlahi Komedya’da tıpkı Dante’nin biricik aşkı Beatrice’in şaire yol göstermesi gibi kendine bir kılavuz seçti. Dali, Gala’yı 'hayat' ışığı’ olarak bu seriyi hazırlamasında ilham kaynağı olarak aldı. Pek çokları için ‘skandal’ niteliği taşıyan bu evlilik Dali’nin eserlerinde etkili oldu. Tophane-i Amire’de sergilenecek olan ‘Gala ile Akşam Yemeği’ serisi de ismi itibariyle akıllara bir kez daha bu evliliği getireceğe benziyor. 1971’de resmedilen Gala ile Akşam Yemeği 12 adet renkli litografiden oluşuyor.


Çocukluktan beri aşçı olmayı isteyen Salvador Dali, restoran ve aşçıların mönülerinden oluşturduğu ‘sürrealist gastro-estetik’ hikayelerini bu seride bir araya getiriyor. Dali, yemek parası olmadığı için açlıktan ölmek üzere olan sanatçıyı değil, sanat tutkusuyla yanıp tutuşan sanatçıyı, sanatın hazzını yemek gibi gören sanatçıyı resmediyor.


Serginin son serisi ‘Sürrealizm İzleri’ Dali’nin 9 tane renkli basım litografisinden oluşuyor. Bu seride yer alan eserler gerçekle hayalin ayrımının mümkün olmadığı bir dünyaya işaret ediyor. Gündelik hayatın gerçeklik anlayışını, Dali bu serisinde, sarkastik bir tavırla ele alıyor. Dali sembolizminin ve sürrealizminin örnek niteliğinde çalışmalarını barındıran seri, Dali, Gala, saatler gibi önemli sembolleri içeriyor. Salvador Dali 26 Şubat 2012’ye kadar, daha önce Andy Warhol ve Rene Magriette gibi dünyaca ünlü ressamların eserlerini barındıran InArtis ve Kült işbirliği ve Radikal gazetesinin basın sponsorluğunda Tophane-i Amire’de ağırlanacak.

 

 

‘Bilinçaltının sanata yansıması’
Almanya’da baş gösteren Dadaizm akımından da etkilenerek Fransa’da 1920’li yılların ortasında beliren Sürrealizm akımı, yalnızca görsel sanat alanında kalmayarak edebiyata da sıçradı. Manifestosunu Andre Breton’un yazdığı akım ‘bilinçaltının sanata yansıması’ndan aldı. Hayali imgeleri ve halüsinasyonu andıran fenomenleri eserlerine taşıyan sürrealist ressamlar ‘bilinçli’ olandan uzaklaşarak kendi gerçekliklerini aktardılar. Salvador Dali de ‘hayallerinin fotoğrafı’nı aktaran eserler verdi.

 

 

Salvador Dali hakkında kısa kısa...
1904 Katalonya doğumlu sürrealist ressam Salvador Dali yaşamı boyunca eserleriyle ve ‘ilginç’ yaşam tarzıyla dikkat çekti.


Tanıştığı anda etkilendiği Paul Eluard’ın eşi Gala ile olan birlikteliği sonraki yıllarda evliliğe dönüşünce hayatının en büyük skandalına imza atmış oldu. 1936’da Londra Uluslararası Sürrealist Sergisi’nde konuşmak üzere sahneye dalgıç tulumuyla çıkan Dali, bununla da yetinmeyerek tulumun beline mücevher işlemeli bir kama taktı. Bir elinde bir bilardo ıstakası tutarken diğeriyle de bir çift kurtköpeğini çekiştiriyordu. Konuşma sırasında nefes almakta zorluk çekince, dalgıç kıyafetinin başlığı çıkarıldı. Sanatçının skandalları ününe ün katarken, eserleri daha geniş kitlelere yayılmaya başladı.


1931’de tamamladığı, Dali’nin kimliğinde önemli yeri olan ‘Belleğin Azmi’ büyük bir dönüm noktası oldu. Dali’nin zaman kavramıyla olan sorununun örneklerinden olan bu eser zamana karşı bir başkaldırı olarak yorumlanır. Dali ise bundan bir süre sonra, resmi yaparken ilhamı Fransız peyniri Camembert’in erimesinden aldığını söyledi.


Dali’nin sanatında en önemli olaylardan biri de Sigmund Freud’la tanışması. Birkaç portresini de yaptığı Freud’un bilinçdışı kavramına yaklaşımından epey etkilenen Dali, psikanlistin ‘Düşlerin Yorumu’nda da değindiği gibi bilinçdışı kavramına eserlerinde geniş yer verdi. Tıpkı Dali gibi pek çok sürrealist ressam buzdağının görünmeyen kısmına yoğunlaşarak, görünen gerçeğe değil, bilincindeki gerçeğe yöneldi.

Radikal, Haber: Ayşegül Gürsel, 23.12.2011

RODOS'TAKİ 385 YILLIK TÜRK CAMİSİ BAKIMSIZLIKTAN ÇÖKTÜ

 

Yunanistan'ın Rodos Adası'nda bulunan tarihî Recep Paşa Camii bakımsızlıktan yıkıldı.

 

Rodos Belediyesi'nin tarihî eserler sorumlusu mimar-mühendis Kiryakos Magos, uzun yıllar destekle ayakta kalabilen caminin yapısal özelliğinin hassas olması nedeniyle dayanamayarak yıkıldığını söyledi. Belediyenin tarihî caminin restore edilerek sağlamlaştırılması için 2004'ten beri çalışmalarda bulunduğunu kaydeden Magos, ancak bu konuda hazırlanan projenin finans sağlanamaması üzerine gerçekleştirilemediğini belirtti. 1626 yılında inşa edilen ve iç kısmı İran çinileriyle kaplı olan Recep Paşa Camii, Ada'daki en önemli Türk eserlerinden biri sayılıyor.

Zaman, 23.12.2011

YAHYA EFENDİ'DE KIYIM VAR

 

 

Tarihçi Necdet İşli, belge özelliği taşıyan tarihi mezar taşlarının yok olmaması için çalışıyor. İstanbuldaki birçok mezarlığın taşlarını tek tek fotoğraflamış. 65 bin fotoğraflık büyük bir arşivi olan İşli, "Mezarlıklarda taş kıpırdasa anlarım." diyor.

 

Ürkütücü yerlerdir mezarlıklar. İçinde tek başına dolaşmaya korkar, mecburiyet olmadan yolumuzu düşürmeyiz. Fakat Üsküdar Belediyesi eski eser şefi Necdet İşli için durum bizimki gibi değil. Onun için mezarlıklar; hayatın mana kazandığı yerler. Hele bir de içinde tarih ve sanat varsa...

 

Tarihçi Erhan Afyoncu'nun, "Hangi tarihi şahsiyetin mezarını sorsanız, takılmadan tarif eder." dediği Necdet İşli, hayatını mezar taşlarına adamış bir tarihçi... Ömrünün çoğunu Osmanlı'nın başkentleri; Bursa, Edirne ve İstanbul'daki mezarlıkları dolaşıp tarihi mezar taşlarını fotoğraflayarak geçirmiş. Bu şehirlerde girip çıkmadığı mezarlık kalmamış! Bu yüzden tarihçiler, bir akademisyen olmamasına rağmen, onu mezar taşları konusunda bir ekol olarak görüyor. İşli'nin, gelecekte tarih yazıcılarının belge olarak kullanabileceği, mezar taşı fotoğraflarından oluşan muhteşem bir arşivi var... Tam 65 bin mezar taşının fotoğraflanmasıyla oluşturulmuş bir arşiv... Bu fotoğrafların kimi siyah beyaz kimi renkli, kimi de dijital ortamda. Fakat sayı 65 binle kalmayacak gibi görünüyor; zira İşli, hala mezarlıklarda dolaşmaya ve fotoğraf çekmeye devam ediyor.

 

Üstelik bir de, belediyedeki işi gereği, bu taşlarla ilgili stanpaj çalışması yürütüyor; yani parşömen kağıtlarına kitabelerin üzerindeki yazıları, kopya ediyor. Böylece, Üsküdar sınırlarındaki eski mezar taşlarından birinin çalınması, kırılması yahut kaybolması durumunda yerine yenisi yapılabilecek ve en azından öyle bir taşın var olduğu bilinebilecek. İşli için belediyedeki bu çalışmanın ayrı bir yeri var, zira bu sayede her gün mezarlıklara uğrama, hatta en az iki saatini oralarda geçirme fırsatı buluyor.

 

Mezar taşlarıyla ilgili dört kitabı var

Mezarlıklarla arkadaşlık İşli'ye çok şey kazandırmış. Mesela, oluşturduğu fotoğraf arşivinden bugüne kadar 4 kitap çıkmış: 'İstanbul'un Ortası Aksaray', 'İstanbul'da Sahabe Kabir ve Makamları', 'Yeniçeri Mezar Taşları', 'Osmanlı Serpuşları'... Kitapları kıymetli... Çünkü, konular üzerinde daha evvel bilimsel anlamda bir çalışma bile yapılmamış. İşli'nin halihazırda yayımlanmayı bekleyen 15 kitabı daha var. Bir yandan mezarlıkları gezerken mezarlıklar hakkında okumalar yapmayı ihmal etmemiş ve konuya dair çok özel bir kütüphane oluşturmuş. Fakat, evinin kapısını bu özel kütüphane ve koleksiyonu göstermek için açmıyor kimseye. Söylediğine göre, ev arşivden dolayı misafir ağırlayacak durumdan çıkmış. "Evim küçük. Yaşam alanı pek kalmadı." diyor.

 

Mezar taşları yüzünden okulu uzattı

İşli'nin mezar taşlarıyla arkadaşlığı ortaokul yıllarına dayanıyor: "1951'de Cerrahpaşa'da, eski İstanbul dokusunun hissedildiği harika bir mahallede, ahşap iki katlı bir evde doğdum. Sokağımız tarihi yapılarla doluydu. Bunlardan biri Cerrahpaşa Camii, diğeri de Cerrahpaşa Mezarlığı... Cerrahpaşa Mezarlığı'nın taşları hoş ve etkileyici gelirdi. Nasıl yapıldığını anlamaya çalışır, onlara bakar dururdum. Bir gün fotoğraf makinesi hediye etti ailem bana. Ben de o makineyle hayranlıkla izlediğim taşları fotoğraflamaya başladım."

 

Fotoğraf makinesine sahip olduktan sonra, her boş vaktinde Cerrahpaşa Mezarlığı'na gidiyor, taşları inceliyor, fotoğraflıyor. Hatta, vakit bulamazsa derslerden kaçarak vakit oluşturuyor ve mezarlık gezmeye kaldığı yerden devam ediyor. Bu yüzden 6 yıllık ortaokul ve lise eğitimini 13 yılda bitiriyor. "Sabah 9'da İstanbul'u gezmeye giderdim. Boğaz'ı, tarihi yarımadayı gezer; fotoğraflardım. Her gün muhakkak bir mezarlığa uğrardım." şeklinde anlatıyor o yılları.

İşli, Aksaray'daki meşhur Pertevniyal Lisesi'nden mezun. Onun okul hayatı başarısız gibi görünse de aslında öyle değil. Çünkü o, teorik eğitimi pratik için zamana yaymak gözüyle bakıyor meseleye. "O yıllarda İstanbul'u öylesine gezmeseydim, mezarlıklarda öyle dolaşmasaydım Necdet İşli arşivi biraz zor çıkardı." şeklinde izah ediyor nedenini de.

 

Yahya Efendi Mezarlığı'nda şu anda restorasyon yok, kıyım var!

Necdet İşli, 1970'ten sonra İstanbul, Edirne ve Bursa'daki mezarlıkları profesyonelce fotoğraflıyor. Değişimlerine şahit oluyor. En çok, Haliç Köprüsü için Edirnekapı'daki tarihi mezarların kaldırılmasına yanıyor: "Fetih askerleri yatıyordu. Hiç düşünmeden dozerle kazıdılar." İşli'ye göre aynı kıyım bugün Yahya Efendi Mezarlığı'nda da yapılıyor: "İki yıldır, Türbe restorasyonda. Ama restorasyon yok, kıyım var. İnşaat şirketi dozer sokmuş, mezar taşlarını resmen toprakla birlikte kazıyor. İstanbul'un en güzel yerlerinden birini yok ediyorlar."

 

Necdet İşli profesyonel anlamda mezar taşı fotoğrafları çekmeye ilk Yahya Efendi Haziresinde başlıyor. Ancak bugün, türbedeki tahribatı ortaya çıkardığı için içeri alınmıyor; hem de annesinin kabri orada olduğu halde! "Yakında Osmanlı'ya ait mezar kalmayacak!" diyor Necdet Bey. Bu görevi öyle benimsemiş ki, "İstanbul'daki mezarlıklarda taş kıpırdasa anlarım." diyor.

 

İşli, mezarı kayıp kişileri de bulmayı kendine dert edinmiş. Hatta, birinin mezarını ararken sabah girip yatsıda çıktığı çok olmuş. "Orada, birini bulmaya çalışırken insan kendini kaybediyor; vaktin nasıl geçtiğini anlamıyorum." diyor. Bunu en çok, Sicil-i Osmani'nin yazarı Mehmet Süreyya'nın kabrini ararken yaşamış. Bir arkadaşıyla birlikte sabah 08.00'de girdikleri Karacaahmet Mezarlığı'ndan hava kararınca çıkmışlar. "Mezarlıkları seviyorum, orada huzur buluyorum." diye anlatıyor durumunu. "Korkmuyor musunuz?" diyoruz. Cevabı: "Neden korkayım, ölülerin içinde geçirmişim hayatımı..." Fakat mezarlarla bu kadar içli dışlı olmasına rağmen, "Beni ölünce şuraya gömün." şeklinde bir vasiyeti yok. "Ama baba tarafı Eyüp Mezarlığı'nda olduğu için belki geride kalanlar benim için orayı uygun görürler." diyor ve ekliyor: "Benim bir korkum var benden sonra arşivimin akıbetinin ne olacağı. Bu sebeple onları şimdiden kullanmak istiyorum, zihnimdeki bilgilerle."

 

O çocuğu bana getirin!

Necdet İşli'yi mezar taşları ile ilgilenmeye ortaokuldayken tanıştığı Fazıl Ayanoğlu yönlendirmiş. Ayanoğlu 50'li yıllarda mezar taşı üzerine çalışan nadir isimlerden. Bir aile dostu, Ayanoğlu'na Necdet Bey'den bahsediyor: "Yaşıtları top peşinde koşarken o civardaki mezarlıklarda kitabe fotoğrafı çekiyor. Daha ortaokulda üstelik." Ayanoğlu, "Bana getirin o çocuğu." diyor. Ve mezarlık serüveni böylece şekilleniyor.

 

Necdet Bey, bir daha hiç bırakmıyor mezar taşları ile ilgilenmeyi. Ayanoğlu vefat edince, Vakıflar Genel Müdürlüğü onun yerine Necdet Bey'i alıyor işe. Orada da emekli olana kadar mezar taşlarıyla ilgili çalışmalara şeflik yapıyor. Üniversiteyi İstanbul Üniversitesi Tarih bölümünde okuyor. Uzmanlığı arkadaşlarına fark atmasını sağlıyor. Mücteba İlgürel hocanın dersinde vuku bulan bir hadiseyi anlatıyor tebessüm ederek: "Hoca, derse girdi Osmanlı'da önemli bir devlet adamını anlattı. Anlatırken de mezarının nerede olduğunu söyledi. Ben de, 'Hocam yanlışınız var. O mezar orada değil şurada.' diye cevap verdim."

Zaman, Haber: Sevim Şentürk, 23.12.2011

TARİHİ TABLETTEN AZİZ BABYLAS'IN LANETİ ÇIKTI

 

Antakya’da 1930’lu yıllarda yapılan arkeolojik kazılarda bulunan tabletin, MS 250 yılında ölen manav Aziz Babylas’ı lanetleyen ifadeler içerdiği ortaya çıkması şaşırttı

 

Tabletin çözümlemelerini ABD’nin Washington Üniversitesi’nden Prof. Alexander Hollman yaptı. Tabletin bir tarafında “Lao (Tanrı) manav Babylas’ı gök gürültüsü - yıldırım - kasırgayla çarpıyor. Firavun’un arabasını çarptığı gibi, Babylas’ın kötülüklerini de çarpsın” yazıyor. Hollman, o dönemde yalnızca kral, gladyatör gibi önemli kişiler için hazırlanan lanet büyülerinin, basit bir manav olan Aziz Babylas için de yazılmış olmasının ilginç olduğunu söyledi. Yazılış amacı belirlenemeyen büyü tabletinin, rakip bir esnaf tarafından yazılmış olabileceği düşünülüyor.

Milliyet, 23.12.2011

OSMANLI YAŞANTISINDA DEĞİŞİMİN RESMİ

 


Nazmi Ziya Güran ın Taksim Meydanı nın da yer aldığı sergide Osman Hamdi Bey in eşi Naile Hanım ın portresi ilk kez sergilenecek.

 

‘Tanzimattan Cumhuriyete Türk Resmi’ 1839’da Tanzimat Fermanı’nın okunuşu ve Cumhuriyet’in ilanı arasında yaşanan toplumsal değişimi klasik Türk ressamlarının gözünden anlatıyor. Sakıp Sabancı Müzesi’nin ilk kalıcı resim sergisi olacak koleksiyonda Osman Hamdi Bey, Hoca Ali Rıza, İbrahim Çallı, Şeker Ahmed Ali Paşa ve Fikret Mualla gibi birçok ünlü ressamın 90 eseri sergileniyor.


Danışmanlığını Prof. Semra Germaner ve Doç. Ahu Antmen’in üstlendiği sergide yalnızca tek bir kadın ressamın, Hale Asaf’ın eserleri yer alıyor. Buna rağmen sergi, kadın figürünü öne çıkararak Cumhuriyet dönemindeki ‘değişim’ söyleminin kadın bedeni üzerindeki yansımasını ve kadının ‘modernleşme’ simgesi haline getirilişini belgeliyor.


Sergi, tematik olarak üç salona bölünmüş. İlk salonda saray mensuplarının, asker ailelerinin ve üst sınıfın evlerinde sergilenen natürmort (eski adıyla ‘yemiş resimleri’), portre (‘suret’) ve manzaralar (‘menazır’) sergilenmiş. Halil Paşa’nın Paris Fuarı’nda 1889’da Bronz Madalya ödülü alan Madam X’i ödül belgesiyle salonda, Osman Hamdi Bey’in resmettiği; eşi Naile Hanım’ın portresi de Türkiye’de ilk kez sergileniyor.


İkinci salonda, nü kadın resimleri öne çıkıyor. Batı’ya eğitime giden asker ressamların nü’yle ilk kez Paris’teki atölyelerde tanıştıklarını anlatıyor Ahu Antmen. Halil Paşa’nın anatomik figür çalışmaları, Çallı’nın ‘erotik’ çıplaklarıyla aynı duvarda, çıplaklığın zamanla etüt nesnesinin ötesine geçişini anlatıyor.


Üçüncü salondaysa, Paris’teki Julian Akademisi’nde yetişen ve Birinci Dünya Savaşı çıkınca yurda döndükleri için ‘1914 kuşağı’ adını alan genç sanatçılar ve Cumhuriyet’in ilk sanatçı grubu olan Müstakiller görücüde. İlk ve ikinci salonda İstanbul’u konu alan resimlerin aksine, buradaki manzaralar Edirne, Bursa ve Trabzon’dan. Bu da Müstakiller’in ‘Anadolu’ya resmi anlatma ve yayma’ politikasının sonucu. Fikret Mualla’nın herkesten önce Paris’te varolma çabasını, bohem hayatı, sokakları, cafe’leri ve modern yaşama yabancılaşma duygusunu anlatan resimleri de üçüncü salonda.


Nazmi Ziya Güran’ın Taksim Meydanı, ressamların Cumhuriyet için kadına biçilen rolü eksiksiz tasvir ediyor: Ortada Cumhuriyet Anıtı, meydanı saran apartmanlar ve arabalar arasında topukluları, kolları açık bahar elbiseleri ve şık şapkalarıyla kadınlar geziniyor. Antmen, serginin Türk ressamların Batı’da halihazırda var olan akımları geriden takip ediyormuş algısına antitez olabileceğini anlatıyor, “Bu koleksiyonda, Türk resminin içsel gelişimi çok yoğun hissediliyor” diyor.

Radikal, Haber: Elif İnce, 23.12.2011

 

 

ANTARKİKA'DA OTOBUR DİNOZOR FOSİLİ BULUNDU

 

Arjantinli bilim adamları, Titonosaur türü dinozora ait kuyruk kemiğinin James Ross Ada-sı'nda bulunduğunu açıkladı.

 

Geç Kalkolitik Döneme ait olduğu sanılan kuyruk omuru, 20 santimetre uzunluğunda. 90-65 milyon yıl önce yaşayan Titonosaurlar, 30 metre uzunluğunda ve 100 ton ağırlığındaydı. Titonosaurlar, kendilerini korumak için uzun kuyruklarını kırbaç gibi kullanıyordu.

Radikal, 23.12.2011

MISIR, EL-EZHER'DEKİ TÜRK KEMERİNİN ADINI DEĞİŞTİRECEK

 


Ezher Camii'nde yer alan 30'a yakın revak arasında en büyüğü olarak bilinen Revak el Etrak (Türk Kemeri), 1990'lı yıllar ve öncesinde Türk öğrenciler için yurt olarak kullanılıyordu.

 

İslam dünyasının en itibarlı eğitim kurumlarından olan Mısır'daki El-Ezher Üniversitesi'ndeki Türk izleri siliniyor. Üniversitenin camisinde bulunan tarihi Revak el Etrak'ın (Türk Kemeri) isminin Revak İmad olarak değiştirileceği duyuruldu. Üniversitede eğitim gören Türk öğrenciler, duruma tepkili.

 

Mısır Müftüsü Ali Cuma, El Ezher Camii'ndeki tarihi 'Revak el Etrak (Türk Kemeri) isminin 'Revak İmad' olarak değiştirileceğini açıkladı. Ezher Şeyhi Ahmet Tayyib'in bu tür bir adıma sıcak bakmadığı belirtilirken, Ezher Üniversitesi'nde eğitim gören Türk öğrenciler bu yöndeki bir kararın kendilerini üzeceğini söylüyor. Ali Cuma, ismin değiştirilmesi yönünde karar aldıklarını Yüksek Askeri Konsey'e karşı devam eden gösteriler sırasında öldürülen Ezher'in önde gelen isimlerinden Şeyh İmad İffet'in cenaze töreninde söylemişti. Mısır basınında da geniş yer alan konuyla ilgili, Ezher'de eğitim gören Türk öğrencileri bir araya getiren Türk Talebe Cemiyeti Başkanı Eyüp Ali Emik, bu tür bir karar karşısında çok üzüldüklerini, kararın resmen yürürlüğe girmemesini umduklarını ifade ediyor. Karara tepki gösteren Türk öğrenciler, neden özellikle Revak el Etrak'ın seçildiğini anlamadıklarını, Şehid İmad İffet'in isminin Ezher'e ait bir konferans salonuna ya da Ezher Üniversitesi'ndeki bir kampüse ya da sınıfa verilebileceğini dile getiriyor. El Cumhuriye Gazetesi dini sayfalar sorumlusu Ferit İbrahim de bu yerlerin isimlerinin tarihi olduğunu, değiştirilmelerinin hata olacağını belirtiyor.

 

Memlüklerin büyük hükümdarlarından Sultan Kayıtbay tarafından inşa edilen ve Kahire'yi baştan sona imar etmesiyle bilinen Osmanlı paşalarından Abdurrahman Kethuda tarafından da restore edilen Revak el Etrak (Türk Kemeri), Ezher Camii'nde yer alan 30'a yakın revak arasında en büyüğü olarak biliniyor. 1990'lı yıllar ve öncesinde Türkler için yurt olarak kullanılan revak Türk öğrenciler arasında ayrı bir öneme sahip. 16 mermer sütundan oluşan Revak el Etrak'ın 12 odası ve bir kütüphanesi de bulunuyor. Revak el Etrak'ın altında bir kuyu olduğu da ifade ediliyor.

Zaman, Haber: Cumali Önal, Fotoğraf: Amr Abdallah Dalsh/Reuters, 23.12.2011

GÜMÜŞLÜK'TE 13 KAYA MEZARI BULUNDU

 
Muğla’nın Bodrum İlçesi’ne bağlı Gümüşlük Beldesi’nde bir haftadır süren kurtarma çalışmaları sırasında Helenistik Döneme ait 13 kaya mezarı ortaya çıkarıldı. Mezarlarda bulunan 2 bin 300 yıllık çok sayıda gözyaşı şişesi, kandil, toprak kap, yüzük taşları, kandil ve bakır sikkeler Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’nde koruma altına alındı.

 

Gümüşlük Beldesi Yalı mevkiinde Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’nin bir hafta önce ortaklaşa başlattığı kurtarma kazılarında MÖ 3′üncü yüzyıl ve Hellenistik döneme ait 13 kaya mezarı gün ışığına çıkarıldı. Arkeolog Hande Savaş yönetiminde sürdürülen çalışmalarda mezarlarda çok sayıda gözyaşı şişesi, kandil, toprak kap, yüzük taşları, kandil ve bakır sikkeler bulundu. Bulunan eserler Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’nde koruma altına alındı.

 

Müze Müdürü Yaşar Yıldız yaptığı açıklamada, mezarların yerini tespit ettikten hemen sonra bakanlık ile kurtarma çalışmasına başlandığını söyledi. Yıldız, “Yüzeye çok yakın ve Gümüşlük-Turgutreis karayolunun hemen yanı başında olan bölgede mezarların yerini tespit eder etmez yağmalanmasını önlemek amacıyla hemen kurtarma çalışmalarına başladık. Geçtiğimiz yıl da aynı bölgede 2 kaya mezar bulup koruma altına almıştık. Şu ana kadar bulduğumuz eserleri de müzeye getirip koruma altına aldık. Çalışmaların ardından bölgeyi koruma altına alarak ziyarete açabiliriz” dedi.

haberler.com, 22.12.2011

XANTHOS ANTİK KENTİ, UNESCO'YA ALINACAK YERLER İÇİN MODEL OLDU

 

 

Antalya’nın Kaş İlçesi Kınık beldesinde bulunan Xanthos antik kenti, tarihi ören yerlerinin Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO)’na alınmasına model oldu.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 2009 yılından bu yana UNESCO İnsanlık Kültür Mirası’na alınması için başvuruda bulunduğu 19 tarihi eser ve ören yerinden 16′sı Antalya’da bulunuyor. Xanthos Antik Kent’i 9 Aralık 1988 yılında bu yana Unesco koruması altında bulunuyor. Likya Devleti’nin dini ve idari merkezi olan Xanthos antik kentinin kazılarını 2 yıl öncesine kadar 60 yıl süresince Fransız arkeologların yaptığı belirtildi.

 

Antalya Tanıtım ve Turizm Geliştirme Ticaret AŞ Müdürü ve arkeoloji turizmi uzmanı Yusuf Örnek, Antalya bölgesinde 23 yıl önce Unesco koruması altına alınan ilk tarihi ören Xanthos antik kenti olduğunu söyledi. Xanthos’un İnsanlık Kültür Mirası Listesi’ne alınmasında en önemli etkenin Alan Yönetim Planı’nın olduğunu ifade eden Örnek, Perge, Olimpos, Termessos, Selge, Seleukia ve Side Antik Kent’nin Unesco’ya alınması için acilen bu planın çıkarılması gerektiğini kaydetti. Unesco listesinde olan tarihi eser ve ören yerlerinin o ülkenin tarih, kültür ve arkeolojik zenginliğini göstereceğini vurgulayan Örnek, Manavgat’ta bulunan Selge ve Seleukia antik kentlerinin de acilen kültür turizmine açılmasını söyledi. Örnek, “Bölgemiz tarih, kültür ve arkeoloji turizmi bakımından çok zengin. Bunun kıymetini çok iyi bilelim. Xanthos Antik Kent, Antalya bölgesinde Unesco listesine alınacak tarihi şehirler bakımdan model. 23 yıl önce Unesco’ya alınan bu kıymetin değerini iyi bilelim. Antalya bölgesinde bulunan tarihi ören yerlerine güzel bir model.” diye konuştu.

Mynet Haber, 22.12.2011

TARİHİ HAMAM ONARILIYOR

 



Giresun Belediye Başkanı Kerim Aksu, tarihi Hacı Hüseyin Hamamı’ndaki çalışmaları yerinde inceledi.

 

İlk olarak Fen İşleri Müdürlüğü ekipleri bina çevresinde kazı işlemleri gerçekleştirerek binanın gerçek hatlarıyla açığa çıkardı. Ardından Temizlik İşleri Müdürlüğü ekipleri tarafından bina çevresinde ve içerisindeki çöpler toplandı. Sonrasında çalışmalar İtfaiye Müdürlüğü ekipleri tarafından bina içerisindeki suların çekilmesiyle ve karbon monoksit gazının tahliye edilmesiyle devam etti. Mülkiyeti Zehra Beyazıtoğlu tarafından Belediyeye bağışlanan tarihi hamam, restorasyon için hazır duruma getirildi. Belediye Başkanı Kerim Aksu gerçekleştirdiği ziyarette önce yetkililerden bilgi aldı, vatandaşlarla sohbet etti, ardından hamamın içerisine girerek incelemelerde bulundu. Başkan Aksu burada yaptığı açıklamada;

 

 “Giresun Belediyesi olarak başlattığımız bu çalışma ile kentimize tarihi bir hamamı kazandırmış olacağız. Mahalledeki yolu daraltma suretiyle alanı genişleterek vatandaşlarımıza park alanı oluşturacağız. Bu da mahallenin yeni bir görünüme kavuşması demek olacaktır. Civarda bulunan birkaç kullanılmayan harabe evi de kamulaştırmak suretiyle mahallenin ulaşımı açısından alan kazanmış olacağız. Ben projemizin mahallemize hayırlı olmasını diliyorum” dedi.

Giresun Işık, 22.12.2011

TORİNO KEFENİ HAKKINDA YENİ BİR İDDİA ORTAYA ATILDI

 

 

Hz. İsa’nın çarmıhtan indirildikten sonra bedenine sarıldığı iddia edilen ve her iki tarafında siluet bulunduran Torino Kefeni yeniden tartışma konusu oldu. İtalyan bilim insanları, kefenin İsa döneminden kalmadığı ve üzerindeki siluetlerin sahte olduğunu savunan görüşü çürüttüklerini öne sürdü.

 

İtalya’nın Ulusal Yeni Teknolojiler, Enerji ve Sürdürülebilir Ekonomi Kurumu’na bağlı bilim insanları, kefenin üzerindeki sakallı erkek yüzü siluetinin, olağanüstü “ışık patlamasından” kaynaklandığını iddia etti.

 

Kefenin Hz. İsa’nın toprağa verildiği giysi olduğuna inanmayanlar, üzerindeki siluetlerin bir Ortaçağ sahteciliği olduğunu savunuyor. 

 




Bilim insanları ise bu siluetlerin Ortaçağ teknolojisiyle yapılamayacağını ve “mor ötesi lazer” benzeri bir teknoloji gerektiğini belirtti.

 

Bu iddia, 4.2 ile 3.9 metre ölçülerinde olan kefenin, Hz. İsa’nın yeniden dirilişinde ortaya çıkan büyük enerji patlamasıyla oluştuğu inanışını destekledi.

 

İtalyan bilim insanları, “Yapılan testler, kısa ve yoğun mor ötesi yönlendirilmiş radyasyonun keten kumaşa renk verebildiğini gösterdi. Torino Kefeni’ndeki gibi ilginç görüntüler bu şekilde oluşabilir” açıklamasını yaptı.

 

Çalışmada yer alan Paolo Di Lazzaro, “Sakallı adam silueti, bir tür elektromanyetik enerjiyle oluşmuş olmalı… Işık parlamasının keten kumaşa renk kazandırabilme özelliği, Torino Kefeni’ndeki gibi mucizeleri akla getiriyor” dedi.


Lazzaro ve ekibi, siluetin bilimsel olmayan yollarla nasıl ortaya çıkmış olabileceğine dair bir açıklama sunmadı. Bilim insanları hazırladıkları raporda, “Bizler sadece kanıtlanabilir bilimsel süreçlerle ilgileniyoruz. Umuyoruz ki elde ettiğimiz sonuçlar felsefi ve teolojik tartışmaları tetikleyebilir” ifadesini kullandı.





Vatikan, sahip olduğu Torino Kefeni’nin keşfini, “kaderin en karanlık esrarı” olarak yorumluyor. Ancak Katolik Kilisesi bugüne kadar kefenin gerçek olduğunu kanıtlamak adına bir araştırma yapmış değil.

 

Kefenin, 14’üncü yüzyılda haçlı bir şövalye tarafından Fransa’ya getirilene kadar birçok kez el değiştirdiği düşünülüyor. Yıllarca Fransa’daki bir manastırda tutulan kefen, burada çıkan yangında hasar görünce, rahibeler tarafından onarıldı.

 

Torino Başipiskoposu’na 1578 yılında teslim edilen kefen, o tarihten bu yana Torino Katedrali'nde tutuluyor.

 

Kefenin üzerinde 1988 yılında yapılan karbon testi, kumaşın 1260 ile 1390 yılları arasındaki döneme ait olduğunu gösterince, birçokları kefenin sahte olduğunu savundu.

Hürriyet, 22.12.2011

MİRZABEY KONAĞI ONARIMA ALINACAK

 

Şarkışla Belediyesi, ilçe merkezindeki Mirzabey Konağını restore ettirecek.
Şarkışla Belediye Başkanı Kasım Gültekin, ''İlçemizdeki tarihi miraslara sahip çıkmaya devam ediyoruz. Yeni Mahalle Beşpınar Sokakta bulunan Mirzabey Konağını da bu çerçevede restore edeceğiz'' dedi.


Gültekin, ''Yapılan incelemeler neticesinde gerek mimari açıdan, gerekse aradan geçen uzun yıllara rağmen ayakta kalmayı başarmış olan Mirzabey Konağı, belediyemiz tarafından istimlak edilerek gelecek nesillere bir hatıra olarak aktarılması sağlanacaktır. Hatıralarla dolu, tarih kokan bu mekanın gelecek nesillere aktarılarak tarihin yaşatılması amaçlanmaktadır'' diye konuştu.


Gültekin, Şarkışla'da bu tür çalışmaların devam edeceğini belirtti.

Sivas Hürdoğan, 22.12.2011

YERALTI OTOPARK KAZISINDA ROMA DÖNEMİNE AİT MEZARLAR BULUNDU

 

Bolu Belediye Başkanlığı’nın ’Kentsel Arkeolojik Sit Alanı’ içinde kalan alanda yer altı otoparkı yapmak için başlattığı kazı çalışmasında Roma Dönemine ait 3 mezarla iskeletler bulundu.

 

Bolu Belediye Başkanlığı, Büyükcami Mahallesi’nde bulunan ve ’Kentsel Arkeolojik Sit Alanı’ içinde kalan Kültürpark’a yer altı otoparkı yapmak için geçen yıl kazı çalışması başlattı. Park içerisinde yapılan sondaj ve kurtarma kazılarında bazı yapı ve mozaik kalıntılarına rastlandı. Daha sonra yer altı otoparkı inşaatında proje değişikliğine gidilerek inşaat alanı genişletildi. Proje değişikliğinin ardından Ankara Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu yeni alanda tekrar sondaj kazısı yapılmasına karar verdi. Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün kontrolünde başlatılan yeni kazılarda 103 sondaj kuyusu açılırken MS 4’üncü yüzyıl Roma Dönemine ait 3 mezar ile iskeletler bulundu.

 

Kültürpark’ta yer altı otoparkı yapılması için sondaj kazılarının yapıldığını belirten Bolu Müze Müdürü Mustafa Güneş, "Bu bölge Kentsel Arkeolojik Sit Alanı içerisinde yer alıyor. İlk kazılarda yapı ve mozaikleri açığa çıkarttık ve ardından proje değişikliğine gidildi. Yeni belirlenen alanda da Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün ruhsatı ile kazı çalışmalarına başlanıldı. Yapılan kazı çalışmasında Roma Dönemine ait üç mezara rastlandı. Mezarların iki adedi blok taşların yan yana getirilmesiyle oluşturulmuş ve üzerleri blok taşla kapatılmış. Diğer mezar ise moloz taş ve tuğladan inşa edilmiş. Mezarlarda yapılan kazı çalışmalarında tamamen dağılmış durumdaki iskeletlere ait kemik parçaları ve cam sürahi açığı çıkarıldı. Kazı sonuçları değerlendirilmek üzere Ankara Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na iletilecek ve yer altı otoparkı yapımı konusu değerlendirilecek" dedi.

Milliyet, Haber: Mutlu Yuca - Koray Ylmazdemir, 21.12.2011

TARİHİ İSHAK PAŞA SARAYI'NA REKOR ZİYARETÇİ

 

 

Ağrı'nın Doğubayazıt İlçesi'nde bulunan tarihi İshak Paşa Sarayı, bu yıl 216 bin yerli ve yabancı turist tarafından ziyaret edildi.

 

Doğubayazıt İlçesi'ne 7 kilometre uzaklıktaki sarp kayalıklar üzerine kurulu ve adeta bir kartal yuvasını andıran İshak Paşa Sarayı, dünyada kalorifer tesisatının kullandığı ilk yapılardan olduğu biliniyor.

 

Doğubayazıt Sancak Beyi Çolak Abdi tarafından 1685'te 7 bin 600 metrekarelik alana inşa edilen ve yapımı 99 yıl süren 116 odalı saray, Topkapı Sarayı'ndan sonra Türkiye coğrafyasının en ünlü saraylarından biri olarak değerlendiriliyor. Görkemli özel mimari yapısı, anıtsal taç kapıları, haremi, selamlığı, cami ve yüzlerce odasıyla görülmeye değer bir şaheser olarak tanımlanan saray, Türkistan, Selçuklu ve Osmanlı mimari özelliklerini birleştiriyor.

 

Kültür ve Turizm İl Müdürü Muhsin Bulut, AA muhabirine yaptığı açıklamada, sarayı bu yıl 216 bin yerli ve yabancı turistin ziyaret ettiğini söyledi.

 

Bulut, İshak Paşa Sarayı'nın, 2009 yılında 7 bin metre çapında yapılan temperli (camdan yapılan koruyucu örtü) örtüyle kışın kardan, yazın da güneşten korunduğunu söyledi.

 

Ülkenin ve bölgenin en önemli eserlerinden biri olan İshak Paşa Sarayı'nın yakın çevresinin gün geçtikçe daha da güzelleştiğini ifade eden Bulut, ''Saraydaki temel sıkıntılar çözüme kavuşturuldu. Sarayın güvenlik, aydınlatma ve dış drenaj çalışmaları 2012 yılında yapılacaktır. Saray ve çevresine yapılan yatırımlar, haliyle ziyaretçi sayısını da artırdı. Bu yıl yapılan restorasyon çalışmalarına rağmen sarayı ziyaretlere açık tuttuk. 2010 yılında İshak Paşa Sarayı'nı 200 bin, bu yıl da 216 bin kişi ziyaret etti. Amacımız, sarayı gelecek kuşaklara en güzel bir şekilde aktarmaktır'' diye konuştu.
              
Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı (UNESCO) tarafından 2000 yılında ''Dünya Kültür Mirası Geçici Listesi''ne alınan sarayda yürütülen restorasyon çalışmaları büyük bir titizlikle sürdürülüyor.

 

Bulut, UNESCO tarafından ''Dünya Kültür Mirası Geçici Listesi''ne alınan İshak Paşa Sarayı'nın, asıl listeye girebilecek bütün özelliklere sahip olduğunu, bu konuda çalışmaların devam ettiğini kaydetti.

 

Sarayın tüm dünyanın ortak eseri olduğunu ifade eden Bulut, ''Bu saray tüm dünyanın ortak eseridir. Hepimiz için önemli bir kazançtır. Biz de bunu göz önünde bulundurarak sarayın işlevselliğinin artması ve yaşanabilir bir mekan haline gelmesi için çalışıyoruz. Sarayın gelecek kuşaklara sağlıklı bir şekilde aktarılması için ciddi restorasyonlar yaptık'' dedi.

Akşam, 21.12.2011

BURSA'DA TARİHİ ESERLER AYAĞA KALDIRILIYOR

 

 

Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından kentin tarihi değerlerini gün yüzüne çıkaran çalışmalar kapsamında projelendirilen İncirli Hamamı'nda restorasyona başlandı.

 

Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, Bursa'da tarihi mirasın yaşatıldığını belirterek, restorasyonunun tamamlanmasıyla Yıldırım İlçesinin kalbinde her türlü aktivite yapılmasına uygun bir ortamın sağlanmış olacağını söyledi.

 

Emirsultan dergahı, Yeşil külliyesi, Yıldırım'daki 11 ayrı yerdeki hazireler, Çukurmescit gibi pek çok eserin ayağa kaldırıldığını dile getiren  Altepe, şöyle devam etti:

''Yıldırım da tarih anlamında ayağa kaldırılıyor. Burası da aktivite merkezi olacak. Molla Fenari'nin torunu Alaaddin Ali Bey tarafından yaptırılan 520 yaşındaki eser, yeniden gün yüzüne çıkarılıyor. Tek hamam sınıfından olan yapı, belli zamanlarda yangınlar görüp, tekrar tekrar onarımlar yaşamış. Son olarak tütün deposu olarak kullanılmış. 1985 yılından bu yana da hiç dokunulmayan ve sivil mimaride olan yapı 2010 yılında büyükşehir belediyesi tarafından kamulaştırıldı. Rekonstrüksiyon çalışmalarının tamamlanmasıyla ayağa kaldırılacak olan mekan, 415 metrekare taban alanına sahip. İki katlı ve üst kısmı iç bahçe olacak ve çevre yapılarla güzel bir proje yapılmış olacak''.

 

İncirli Hamamı'nın, çalışmaların tamamlanmasının ardından kültür merkezi olarak bölgeye hizmet vereceğine değinen Altepe, ''Bu mekan Bursa turizmine, sosyal ve kültürel hayatına değer katacak, Yıldırım'da yaşayan insanların buluşma noktası olacak'' ifadesini kullandı.

 

Yıldırım Belediye Başkanı Özgen Keskin de bu dönemde tüm tarihi eserlerin ayağa kaldırıldığına dikkati çekerek, ''Büyükşehir ile ilçe belediyemiz el ele, halkımız ve teşkilatımızla gönül birliğiyle hizmetlerimizi gerçekleştirmeye devam edeceğiz.''dedi.

 

Konuşmaların ardından, İncirli Hamamı'nın restorasyon çalışmalarına başlandı.

Akşam, 21.12.2011

BESTELERİNİN ŞİFRESİ ÇÖZÜLDÜ

 

 

İlerleyen işitme sorununun Ludwig van Beethoven'ın besteleri üzerinde büyük oranda etkili olduğu ve besteciyi düşük frekanslı notaları seçmek zorunda bıraktığı ortaya çıktı.

 

Hollanda'nın Leiden kentindeki Metabolomik Merkezi araştırmacıları, bestecinin yaylı çalgılar için bestelediği eserleri inceledi.

"British Medical Journal" adlı dergide yayımlanan çalışmada araştırmacılar, Beethoven'in eserlerini dört farklı döneme ayırdı.

Araştırmacılar, yaylı çalgılar dörtlülerinin ilk keman bölümünde 1568 hertzden yüksek notaları sayıp bu notaların tüm notalara oranını yüzde olarak hesapladı.

Bestecinin işitme sorunun ilerlemesine paralel olarak yüksek frekanslı nota sayısında önemli oranda düşüş olduğu ortaya çıktı.

Yüksek frekanslı nota sayısı, bestecinin işitme duyusunu tamamen yitirdiği dönemde tekrar yükseliyor.

1809 yılında bestelenen Op.74 yaylı çalgılar dörtlüsü, yüzde 2'den az oranda yüksek frekanslı nota içerirken 1825 yılında bestelenen Op. 127 ve Op. 135 dörtlülerinde bu oran yüzde 4'e çıkıyor.

30 yaşında işitme duyusunu kaybetmeye başlayan Beethoven, yakınlarına yüksek frekanslı notaları duymakta güçlük çektiğini söylemişti. Besteci, büyük rahatsızlık veren uğultuları önlemek için kulağına pamuk tıkaçlar takıyordu.

1818 yılında çevresindekilerle yazarak iletişim kurmak zorunda kalan Beethoven, daha sonra işitme duyusunu tamamen yitirmişti.

Hürriyet, 21.12.2011

AZINLIK VAKIFLARI DA İŞİ AĞIRDAN ALIYOR

 

Azınlık vakıflarının taşınmaz mallarının iadesini öngören KHK'nın yürürlüğü girmesinin üzerinden 4 ay geçti. Ancak dün itibarıyla Vakıflar Bölge müdürlüklerine sadece 10 cemaat vakfı, 28 gayrimenkul için başvurdu. Başbakan Erdoğan, Ramazanda cemaat vakıfları tarafından verilen iftarda müjdeyi vermişti. İade için gerekli KHK 27 Ağustos'ta yürürlüğe girmiş ve 12 aylık süre başlamıştı. Ancak şu ana kadar çok az başvuru var.

 

Vakıflar Genel Müdürü Dr. Adnan Ertem şunları söyledi: 'Yasa çıkalı 4 ay geçti. Bu insanlar bizim insanımız. Gayrimüslim de olsalar hepsi de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Türk insanı son dakikayı bekler. Bu bağlamda müracaatlar son dakikaya kalabilir' diye konuştu.


Ertem en fazla 500 civarında mülk için talep geleceğini tahmin ettiğini belirterek, 'Müracaatlar tamamlanınca değerlendirme yapılacak. Taleplerin yasa kapsamında olup olmadıkları incelenecek. Bundan önce çıkan yasa kapsamındaki müracaatlarda 347 gayri mülk yasa kapsamında olmadığından reddedilmişti. Yeni düzenleme bu talepleri de değerlendirmeye yönelik olarak hazırlandı. İlave olarak mezarlıklar ve çeşmeler de bu bağlamda kapsama alındı' diye konuştu.


HANGİ VAKIFLAR BAŞVURDU?
İlk başvuru Karaköy'deki 126 yıllık okul binasının iadesi için Galata Rum İlkokulu Vakfı'ndan geldi Başvuran diğer vakıflar ve mülk listesi şöyle: 


- Galata Rum İlkokulu Vakfı:1  
- Yüksek Kaldırım Eşkenazi Musevi Sinagogu Vakfı: 2 -Beyoğlu Rum Ortodoks Kiliseleri ve Mektebi Vakfı: 2 
- Arnavutköy Aya Strati Taksiarhi Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı:1  
- Bulgar Ekzarhlığı Ortodoks Kilisesi Vakfı:11 
- Halıcıoğlu Meryem Ana Surp Astvazazin Ermeni Kilisesi ve Yetimhanesi Vakfı:1 
- Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi ve Mektebi Vakfı: 1  
- Kadıköy Hemdat İsrael Sinagogu Vakfı: 1  
- Mardin Süryani Katolik Kilisesi Vakfı: 6 
- Kuzguncuk Betyakov Musevi Sinagogu Vakfı:2

Akşam, Haber: Bülent Şanlıkan, 21.12.2011

İZMİR AGORASINDA YENİ SU KANALLARI BULUNDU

 

İzmir Büyükşehir Belediyesinden yapılan yazılı açıklamaya göre, Büyükşehir Belediyesinin “arkeoloji ve tarih parkı” olarak düzenlemeye hazırlandığı agora ve çevresinde Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Arkeoloji Bölümünce sürdürülen çalışmalarda elde edilen arkeolojik bulgular İzmir için önem taşıyor.

 

Kazı başkanı Yrd. Doç.Dr. Akın Ersoy, alanda daha önce bir kısmı ortaya çıkarılan Roma hamamı göz önüne alındığında, bulunan kanalların antik hamamın gymnasiumuna su verme olasılığı bulunduğuna dikkati çekti.

 

Ersoy, şunları kaydetti:
“Geçen sene burada antik bir Roma hamamını tespit etmiştik. Bu sene yine daha önce tespit ettiğimiz mozaikli bir yapı vardı. Bu mozaikli yapının boyutlarını öğrenmek için yılbaşından beri kazı çalışmasını sürdürüyoruz. Zemin seviyesinden itibaren aşağıya doğru yaklaşık 5 metrelik alan kazdık. Bu çerçevede yeni ipuçları bulduk. Bunlardan en önemlisi, daha önce tespit ettiğimiz mozaikli yapının altında bulunan kanallar. Bu bizim için heyecan vericiydi. Hiç beklemediğimiz bir buluntuydu. Şimdi aynı kanalın 2 parçası üzerinde kazı çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Bu kanallar Roma hamamının gymnasiumuna mı su servisi yapıyordu yoksa mozaikli yapının altında yer alan bir çeşme buluntusuna mı su taşıyordu henüz bilemiyoruz. Şimdi kanalın iki parçası üzerinde çalışmaları sürdürüyoruz.”

 

Bulguların İzmir için çok önemli olduğunu bildiren Ersoy, şöyle konuştu:
“Çalışmalarda hamam buluntusunun da olmasından dolayı latrina denilen bir tuvalet yapısı bekliyoruz. Çünkü çalıştığımız yerde çok su var ve o dönemde pis suyun akıtıldığını biliyoruz. Yine agoraya ilişkin tapınak beklentimiz var. Gelecek günler bize bunların durumu hakkında net bilgi verecek. Ayrıca son kazılarda mozaikli yapının temel duvarları bulundu. Bunlar yaklaşık 5 metre yükseklikte ve bu duvarların bir sokağa çıkması gerekiyor. Kazılar devam ettikçe bu sokağa ulaşmamız gerekiyor. Ama arkeoloji bilinmezliklerle ve sürprizlerle dolu. Yıl sonuna kadar ara vermeden çalışmalarımızı sürdüreceğiz.”

 

İzmir Büyükşehir Belediyesi, kamulaştırmalarına 1997'de başlanan, ilk yıkımı 2005'te yapılan tarihi alanda, Agora ve Çevresi Koruma, Geliştirme ve Yaşatma Projesi çerçevesinde bugüne kadar 26 milyon 808 bin 987 liralık kamulaştırma bedeli ödedi. Toplam 21 bin 987 metrekarelik alanın 18 bin 337 metrekaresini kamulaştırarak tapusunu alan Büyükşehir Belediyesi, geri kalan bölümleri kamulaştırmak için çalışmalarını sürdürüyor.


Agorada daha önceki kazılarda kent meclisi, mozaiklerden oluşan salon, tarihi Roma Hamamı ve grafitiler ortaya çıkarılmıştı.

Hürriyet, 20.12.2011

ŞANINA YARAŞIR OLACAK

 

 

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, Şanlıurfa'yı kültür ve turizmde marka şehir yapacaklarını söyledi. Haleplibahçe'de kurulacak Arkeoloji Müzesi, Edessa Mozaik Müzesi, Arkeopark ve anfi tiyatro için 7 milyon liralık ödenek ayrıldığı belirtildi.

 

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, Şanlıurfa'da basın mensupları ile bir araya geldi. 4 yılda yapmayı taahhüt ettikleri 400 proje ile ilgili açıklamalarda bulunan Çelik, yapılacak olan Arkeoloji müzesi, Edessa Mozaik Müzesi, Arkeo park ve anfi tiyatro projelerini hatırlattı. Bunlar için 7 milyon lira ödenek ayırdıklarını anlatan Çelik, Şanlıurfa'nın diğer önemli tarihi mekanlarının onarımı için de 10 milyon ödenek ayırdıklarını kaydetti.

Çelik, Ayrıca Harran-Şuayip- Soğmatar-Viranşehir turizm yolunun da karayollarının da 2012 yatırım programına alındığını açıkladı.

Öte yandan Şanlıurfa'da yapılması planlanan ve Güneydoğu'nun en büyük kültür merkezi olacağı söylenen proje için 2 milyon 500 bin lira ödeneğin ayrıldığını hatırlatan Çelik, ancak bu kültür merkezini kongre merkezine çevirme planları üzerin de de çalıştıklarını ifade etti.

Habertürk, 20.12.2011

KORULUĞUNA DESTEK OLSUN DİYE KOYDUĞU TAŞ LAHİT KAPAĞI ÇIKTI

 

Tosya’ya bağlı Karabey Köyü'nde, bir kişinin koruluğuna destek olsun diye koyduğu taş, lahit kapağı çıktı.

 

Tosya’ya bağlı Karabey Köyü'nde Mehmet Yazıcı’ya (78) ait korulukta bulunan düzgün kesimleri olan büyük kaya parçası, jandarma ekiplerinin dikkatini çekti.

Ekiplerin Kastamonu Müze Müdürlüğü'ne konuyla ilgili bilgi vermesi üzerine,Karabey Köyüne gelen yetkililer, incelemeler sonucunda kaya parçasının lahit kapağı olduğunu belirledi.

Kastamonu İl Özel İdaresi ve Tosya Belediye ekiplerince bulunduğu yerden alınan tarihi lahit kapağı Kastamonu Müzesine götürüldü.

Milliyet, 20.12.2011

"2011 KÜLTÜR TURİZMİ ZİRVESİ" BAŞKENTTE YAPILACAK

 

Türkiye'nin en büyük turizm zirvesi ''2011 Kültür Turizm Zirvesi'', 23-24 Aralık tarihlerinde Başkentte yapılacak.

Ankara Büyükşehir Belediyesinden yapılan yazılı açıklamaya göre, Türkiye'nin en büyük turizm zirvesi olan ''2011 Kültür Turizmi Zirvesi'', ''Açık Hava Müzesi Türkiye'' temasıyla Başkentte yapılacak.

23-24 Aralık tarihlerinde Sheraton Otel'de gerçekleştirilecek zirvenin açılış konuşması Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek tarafından yapılacak.

Zirveye, Kültür ve Turizm Bakanlığı, il kültür ve turizm müdürlükleri, il ve ilçe belediye başkanları, seyahat acenteleri, tatil köyleri ve oteller, turizm yatırımcıları, kültür turizmi yapan şirketler, turistik hava ve kara taşımacılığı yapan işletmeler, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve sektörel medyadan yetkili ve temsilciler de katılacak.

Açılışının 23 Aralık Cuma günü yapılacağı zirvede, ''Türkiye'de Turizm Politikaları ve Kültür Turizmi'', ''Ülkemizde Kültür Turizmine Yönelik Başarılı Uygulama Örnekleri'', ''Kültür Yolları ve Rotaları'', ''Taşınmaz Kültür Varlıklarının Korunması'', ''Turizm Stratejisi 2023 Dokümanında Kültür Turizmi'', ''Kültür Turizm Alanlarının Tanıtılması ve Pazarlanması'' konuları ele alınacak.

Zirvenin katılımcıları, Hacı Bayram-ı Veli Camisi ve civarında düzenlenecek gezinin ardından Ankara Kalesi'nde ağırlanacak.

Habertürk, 20.12.2011

KİLİSE İÇİNDE 20 MEZAR BULUNDU

 

 

Kapad okya bölgesine gelen turistlerin son yıllarda büyük ilgi gösterdiği Saratlı beldesinde, Aziz Mercurius Yeraltı Şehri'ni turizme kazandırmak için yapılan çalışmalarda bir kilise içinde 20 mezar bulunurken, bir kadın ve erkeğin ise aynı mezar içine üst üste konulduğu belirtildi.
 

Aksaray'ın Gülağaç İlçesi'ne bağlı Saratlı beldesindeki Aziz Mercurius Yeraltı Şehri'ni turizme kazandırmak için çalışmalar devam ediyor.

 

Gülağaç Kaymakamı Harun Yücel, Aksaray Kültür ve Turizm Müdür Vekili Mustafa Doğan, Aksaray Müze Müdürü ve Aziz Mercurius Yeraltı Şehri Kazı Başkanı Yüksek Sanat Tarihçisi Yusuf Altın ile Saratlı Belediye Başkanı Nedim Uğuz çalışmaları yerinde inceledi.

 

Gülağaç Kaymakamı Harun Yücel, AA muhabirine yaptığı açıklamada,Gülağaç'ın Kapadokya'nın saklı kalmış hazinesi olduğunu belirterek, ''Yeraltı şehirleri, Sofular Vadisi, Demirci evleri, Roma yolu, Güvercinkayası ören yeri, Kapadokya'nın ilk köyü olan Aşıklı Höyük ve Kapadokya'nın kalbinin ortaya çıktığı krater gölü Narlıgöl gibi eşsiz güzellikleriyle Gülağaç, Kapadokya'nın saklı kalmış hazinelerine ev sahipliği yapmaktadır. Bu zenginliklere Kapadokya'daki diğer yeraltı şehirlerinden farklı özelliklere sahip yeni bir yeraltı şehri daha ekleniyor'' dedi.

 

Aksaray Kültür ve Turizm Müdür Vekili Mustafa Doğan ise Aksaray'ın kültür ve turizm şehri olduğunu belirterek, 20'nin üzerinde yeraltı şehrine sahip olduklarını kaydetti.

 

Kapadokya bölgesinde Hıristiyanlık döneminin en gizemli bölgesinin Aksaray olduğunu ifade eden Doğan, ''Saratlı'daki bu yeraltı şehriyle birlikte turist sayımızda artacak. Yerli ve yabancı turistlerin çok rağbet ettiği bir yer olan Saratlı, Gülağaç ve Güzelyurt'la birlikte önemli bir destinasyona ev sahipliği yapmakta. Aksaray, doğa, tarih, kültür ve termalle birlikte turizmde önemli yerlere gelecektir'' diye konuştu.

 

Aksaray Müze Müdürü ve Aziz Mercurius Yeraltı Şehri Kazı Başkanı Yüksek Sanat Tarihçisi Yusuf Altın da, Aziz Mercurius Yeraltı Şehri'ndeki çalışmaların yaklaşık bir aydır devam ettiğini anlatarak, şunları kaydetti:
''Aziz Mercurius Milattan sonra 225 - 250 yılları arasında yaşamış bir komutandır. Kendisi Roma İmparatorluğu zamanında Kapadokya bölgesinde doğmuş, Hıristiyan olduğunu açıklaması üzerine de kral tarafından Kapadokya'ya sürgüne gönderilmiştir. Bu bölgede kafası kesilerek cesedi de Mısır'a gönderilmiştir. Bizde Aziz Mercurius Yeraltı Şehri'nde kazılara başladık. Kazılarda ilk önce alt kısımdaki 'Develik' olarak tabir edilen Anadolu Selçuklu ve Osmanlı döneminde kervanların konakladığı bir mekandan temizlik çalışmalarına başladık. Ve geçiş yollarını takip ederek şu anda bulunduğumuz kiliseye geldik. Bir aydır süren çalışmalar 5 uzman 25 işçiyle yoğun olarak devam ediyor.''

 

Aziz Mercurius Yeraltı Şehri'nin çıkışında bir kilise bulduklarını vurgulayan Altın, şöyle devam etti: ''Kilise geç dönemlere kadar kilise olarak kullanılmış. Kiliseyi bulduğumuzda kaba pislikle dolmuştu ve temiz değildi. Burayı temizlediğimizde kilisenin tabanındaki mezarlıkla karşılaştık. Çocuk ve yetişkinlerden oluşan 20 mezarı açarken, çoğunda iskeletle karşılaştık. Bununla ilgili olarak bakanlığımızdan antropologları istedik ve gerekli güvenlik, koruma tertibatını aldık. Kilise içindeki mezarlardan birinde bir erkek ve kadın aynı lahit içine konulmuş. Kemik yapılarından bunu anlamaktayız. İlginç olanı ise ikisinin de üst üste konulmasıdır. Bunu antropologlar inceleyecek. Ölüm şekillerini ve özelliklerini ortaya çıkaracaklar.''

 

Saratlı Belde Başkanı Nedim Uğuz ise Aziz Mercurius Yeraltı Şehri'nin önümüzdeki yıl turizme açılacağını vurguladı.

Sabah, 20.12.2011

44 BİN YILLIK EV

 

Ukrayna'nın doğusunda arkeologlar, Neanderthallere ait mamut kemiğinden yapılmış bir evin kalıntılarını buldu. 44 bin yıl öncesine ait 8 metre çapındaki evin, kemikten yapılması dikkat çekiyor. Molodova kenti yakınlarında bulunan ev, aralarında kafatasları, çene kemikleri, dişler ve bacak kemiklerinin bulunduğu 116 kemikten oluşuyor. Evin içinde ise içleri külle doldurulmuş en az 25 mamut kalbi bulundu. Araştırmacılar, Neanderthallerin ev yapmak için avlayıp yedikleri ve doğada ölü buldukları mamutların kemiklerini topladığını söyledi.

Sabah, 20.12.2011

TARİHİ HAMAM RESTORE EDİLECEK

 

 

Orhangazi ilçe merkezindeki tek tarihi yapı olan hamam kalıntısına restorasyon onayı çıktı.

Osmanlı padişahı Orhan Bey zamanında yaptırılmış hamam kalıntısının restorasyon onayı,  Bursa Tabiat ve Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu ile Anıtlar Yüksek Kurulu’ndan verildi. Verilen izin ile ilçe belediyesi tarihi hamam kalıntısını tarihi dokusunu muhafaza ederek onaracak.


Daha önce yıkılan eski hükümet konağının bulunduğu alana da belediyece hazırlanacak proje uygulanacak. Projede zemin altında otopark, üzerinde de kültür merkezi benzeri bir uygulama düşünülüyor. Diğer taraftan ilçe merkezinde ve tarihi hamamın hemen yanıbaşındaki Cumhuriyet Alanı içinde ayrı bir düzenleme yapılacağı, alanın kuzeybatı köşesindeki toprak altında temel kalıntıları bulunan, hamam ile aynı tarihlerde inşa edilmiş olan Orhan Bey Camii kalıntılarının da koruma alanı içinde olması nedeniyle zarar görmeden muhafaza edileceği öğrenildi.

 

1996 yılında tarihi hamamın restorasyonu için talepte bulunan dönemin Kaymakam Vekili olan Belediye Başkanı İsmail Tartar, tarihi yapının ilçeye yeniden kazandırılacak olmasının gurur verici olduğunu söyledi.

Bursa Olay, 20.12.2011

ARKEOLOJİK KAZIDA ARANAN 'ROMA YOLU' BULUNDU

 

Hatay Erzin'de, MÖ 545 yılında önemli bir ticaret merkezi olan İsos Antik Kenti'nde devam eden arkeolojik kazılarda yeraltının fotoğrafını çeken ekip, Roma yoluna ulaştı. Makedon Kralı Büyük İskender ile Pers Kralı Darius arasında geçen tarihi İsos savaşının yapıldığı alandaki aramalarda, üzeri pişmiş toprak tuğlalarla kaplı Roma dönemine ait tarihi yol ortaya çıkarıldı.

 

Tarihte Bizans, Geç Hitit, Osmanlı, Pers ve çok sayıda medeniyete ev sahipliği yapan İsos Antik Kenti'nden tarih fışkırmaya devam ediyor. Son dönemde elde edilen bulgularla yıldızı her geçen gün biraz daha parlayan İsos, tarihi zenginliğiyle bölgede cazibe çekmeye devam ediyor.

 

'Küçük Efes' olarak anılan İsos'ta, İstanbul Üniversitesi'nde görevli bir öğretim görevlisinin başkanlık yaptığı dört kişilik ekibin, bir hafta süren yer altı fotoğraflama çalışmasında, bölgede uzun bir süredir aranan tarihi Roma yoluna ulaşıldı.

 

Makedonya Kralı Büyük İskender döneminin savaşlarını yaşayan ve dönemin ticaret merkezi olan İsos Antik Kenti, 5 bin yıllık geçmişe sahip. Bizans, Geç Hitit, Pers ve Osmanlı İmparatorluğu'na ev sahipliği yapan İsos, bölgesel anlamda yüzyıllarca önemli bir yerleşim yeri oldu. Şimdi ise yapılan çalışmalarla turizm sektörüne kazandırılmaya çalışılıyor.

 

İsos'ta yapılan her kazıda, tarihi yerleşimlerin gün yüzüne çıktığını söyleyen Erzin Kaymakamı İskender Yönden, yer altı fotoğrafının çekildiğini ve yapılan çalışmalar sonucu tarih profesörlerinin uzun süredir aradıkları Roma Yolu'na ulaştıklarını anlattı.

 

''İsos Akdeniz bölgesinin 'Efes'idir'' diyen Kaymakam Yönden, ''Büyük İskender'in savaştığı bir toprakta yaşıyoruz. Erzin, tarihi anlamda önemli yere sahip. Su kemerleri, hamamları bulunan, yer altında yatan bir şehir. Kazdıkça yeni yeni yapıtlara ulaşılıyor. Biz bu kazıların zamana yayılmasını değil, bir an önce hızlandırılmasını ve İsos şehrinin gün yüzüne çıkarılmasını istiyoruz.'' şeklinde konuştu.

 

Erzin'in kültür turizmini canlandıracağına vurgu yapan Yönden, ''İsos şehri gün yüzüne çıkarsa hem Erzin ekonomisi canlanacak, hem Hatay hem de Türkiye ekonomisi canlanacak. Biz yetkililere bir kez daha sesleniyoruz. İsos mutlaka gün yüzüne çıkmalıdır. Toprak altında bir ticaret merkezi yatıyor. Yapılacak kazılar ve tanıtımlar İsos'a yurt içi ve yurt dışından yüzlerce turistin gelmesini sağlayacak. Bu fırsat iyi değerlendirilmeli.'' ifadelerini kullandı.

Zaman, 19.12.2011

TARİH ÜZERİNDEN KAMYONLAR GEÇECEK

 

 

Göbeklitepe’nin ikizi denilebilecek arkeolojik kazı bölgesi olan Şanlıurfa Gürcütepe’den geçen Akçakale Mardin çevre yolu krize neden oldu.

 

Yıllardır kamulaştırma sorunundan dolayı yapımına başlanmayan Akçakale Mardin arasındaki çevre yolu bu kez de arkeolojik kazı alanın üzerinden geçtiği için tepkilere neden oluyor. Şanlıurfa merkez Gürcü Tepe Köyü içersindeki höyükte yer alan kazı çalışmalarına dönemin Müze Müdürü Adnan Mısır başkanlığında ve İstanbul Arkeoloji Enstitüsü Müdürü Prof.Dr. Harald Hauptmann’ın bilimsel danışmanlığında bir ekiple 1995 yılında başlanılmış on yıl sürmesi planlanan kazılara 1997 yılında son verilmişti.

 

Bizans Roma İlk Tunç ve Neolitik Akeramik Çağı tabakalarının yer aldığı höyükte Bizans ve Roma devirlerine ait yapı kalıntıları ve bu yapılara ait pişmiş topraktan yapılmış büyük boy döşeme tuğlaları bulunmuştu.

 

İlk Tunç Çağı tabakasında bol miktarda pişmiş toprak boyalı seramik kaplar Neolitik Çağ'ın Akeramik evresine ait tabakada ise yapı temelleri ile çakmak taşından yapılmış kesici delici aletler ile ok uçları çıkartılmıştı.

 

Gürcütepe’te yapılan kazılarda ortaya çıkartılan neotelik döneme ait eserlerin büyük bir bölümü şuan Şanlıurfa Müzesi'nde sergileniyor. Kazı alanı yani sit alanı olarak ilan edilen Gürcütepe’den geçen yolun arkelojik kazı yapılacak alanın tam üstünden geçmesi arkeloklara göre; kamyonlar tarihin üzerinden geçecek yorumlarına neden oluyor. Öyle ki dünyanın ilk tapınakları olarak bilinen ve tarihi 12 bin yıl öncesine dayanan Göbeklitepe’deki kazılara başkanlık yapan Alman Arkeolog Doç.Dr. Klaus Schmidt bile Gürcütepe’den geçen Akçakale Mardin arasında şuan yapımı devam eden yola karşı çıkıyor. Şanlıurfa Müze Müdürlüğü'ne ve Koruma Kurulu'na yazdığı bir görüşünde çevre yolunun Gürcütepe’deki hangi tepeler arasında geçmesi gerektiğini önermiş. Hatta yol çalışmasının arkeolog gözetiminde yapılaması tavsiyesinde bulunmuş. Ancak buna rağmen bu görüş ve öneri dikate alınmayarak çevre yolu büyük bir hızla devam ediyor.

Şanlıurfa Gazetesi, 19.12.2011

AYASOFYA'NIN MÜZE KARARINDA TAKLİT ATATÜRK İMZASI İDDİASI

 

 

Milli Gazete yazarı Mustafa Kurdaş, Ayasofya Camii’nin müzeye dönüştürülmesiyle ilgili 1934 yılında imzalanan kararnamedeki Atatürk’e ait imzanın ‘taklit’ olabileceği iddia etti. Kurdaş, konuyla ilgili VATAN’a yaptığı açıklamada, “Ayasofya Camii’nin müze yapılma süreci gizemlerle dolu. Devlet arşivlerini inceledim. Ayasofya’nın müze yapılmasına atılan Atatürk imzasına başka bir yerde rastlamadım. Teknoloji çok ilerledi. Belgenin aslının bulunarak incelenmesi gerekir” dedi. Kurdaş’ın bu iddiasına tarihçiler şöyle:

 

- Araştırmacı yazar Aytunç Altındal, “Atatürk’ün herkesçe bilinen ve her yerde kullandığı imzası bir Ermeni usta tarafından yapılmış, Gazi her yerde bu imzayı kullanmıştır. Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi meselesinde kararname yayınlandı. Atatürk, Ayasofya’nın restorasyona alınmasını söylüyor. Sonrası şaibeler içeriyor. İmzanın Mustafa Kemal’e ait olmaması yüsek ihtimal.”

- Prof.Dr. İlber Ortaylı: “Atatürk, kararnamenin imzalandığı gün kabineye başkanlık ediyor. Ayrıca Atatürk’ün Cumhurbaşkanı olarak imzası olmasa ne farkeder ki? Neticede hükümet bir karar alıyor ve imzalıyor. Ayasofya’nın müze olmasında Atatürk’ün de imzası bulunuyor.”

- Prof.Dr.Said Öztürk, “İmzanın Atatürk’e ait olmadığını söylemek son derece gülünç. Belki imza Atatürk’ün bilindik imzasına benzemiyor olabilir. Ancak Atatürk gibi o dönemin en güçlü isminin bilgisi olmadan Ayasofya’nın müze yapılmasına ihtimal var mı? Ayasofya ile ilgili Aziz Ogan’ın olduğu 6 kişilik bir heyet oluşturuluyor. Heyetteki 5 kişi ‘müze olsun’ diyor. Devlet politikası olarak Ayasofya Müze’ye dönüşüyor.”

- Prof.Dr.Metin Hülagü: “Daha önce de kararnamedeki imza için Atatürk’e ait olmadığı iddia edilmişti. İmzanın Atatürk’e ait olup olmadığı kriminal olarak incelenebilir. Ancak pratikte o dönem için Atatürk’ün bilgisi olmadan Ayasofya’nın müze yapılması ve imzasının taklidi çok makul görünmüyor. Belki de ters elle veya yorgun bir anında imzaladı. Kriminal olarak incelenip gerçek ortaya çıkartılabilir.”

Vatan, Haber: Mert İnan, 19.12.2011

TAHRİR'DE TARİH YANDI

 

 

Mısır'ın başkenti Kahire'de 19 Kasım'dan itibaren tamamen sivil yönetim istemiyle düzenlenen gösteriler, dün de Tahrir Meydanı çevresindeki sokaklarda devam etti. Protestocuların attığı molotof kokteyli nedeniyle 213 yıllık Bilimsel Araştırma Enstitüsü'nde onlarca paha biçilmez el yazması eser, belge ve tarihi harita yanarak kül oldu. Napolyon Bonaparte'ın Mısır'ı yönettiği dönemde kurulan dünyaca ünlü enstitünün yanmasına tepki gösteren Kültür Bakanı Shaker Abdül Hamid, "Bu, bilim açısından bir felaket" dedi. Geçen cuma günü askerlerin Tahrir'deki gösterilere müdahalesiyle çıkan çatışmalardan bu yana ölü sayısının 10'a yükseldiği açıklanırken, Yüksek Askeri Konsey yönetimden çekilmelerini isteyen protestoculara karşılık bir açıklama yaptı. Hayatını kaybedenler için duyulan üzüntüyü dile getiren Konsey, bu kişiler için tazminat ödeneceğini bildirdi. Diğer yandan İsrail ve Ürdün'e doğalgaz taşıyan boru hattı bombalandı. Uzaktan kumandalı bombanın yol açtığı patlamanın Akdeniz kıyısındaki El Ariş şehrinde gerçekleştiği kaydedildi.

Sabah, 19.12.2011

GİZLİ KALMIŞ TİYATRO HAYATA DÖNDÜ

 


Salonun yenilenmesine vesile olan isim, şef Emre Aracı.

 

Osmanlı devletinin süslemelerinden nasibini almış, Sultan II. Abdülhamit’in müzik tutkusunun her köşesine işlediği bu mütevazı salon, 1889’da mimar D’Aronco ve Yanko Bey’e sultanın bizzat kendisi tarafından inşa ettirilmiş. O günlerde Sarab Bernbardt, Coquelin Cadet, F. Chaliapin gibi pek çok ünlü ismi ağırlamış olan salon Çaykovski’nin, Brahms’ın melodileriyle dolmuştu. Önceki akşam Emre Aracı’nın sunuculuğunda gerçekleşen program, Aracı’nın deyişiyle ‘Visconti filmlerini andıran, karanlık ve soğuk’ havasından kurtulmuş, Gülden Teztel’in piyanosu ve Cihat Aşkın’ın kemanıyla etkileyici bir havaya bürünmüştü.


Besteci, orkestra şefi ve müzik tarihçisi Emre Aracı: Burası Sultan II. Abdülhamit’in özel tiyatrosu. Herkes köprü giriş çıkışında önünden geçer ama içinde küçük bir tiyatro olduğunu bilmez. Burası 19. yüzyılın sonlarında pek çok önemli sanatçı ağırlamış bir yer. Birkaç yıl önce burada bir konferans verdim. Elektrik sisteminde sorun vardı, salon aydınlatılamıyordu. Maslak Rotary Kulübü’ne bahsedince, konuyla ilgilendiler. Bu akşam seneler sonra burası konserlere açılıyor.


Keman virtüözü Cihat Aşkın: Benim için çok duygusal bir olay. 1987’de küçük yaştayken burada konser vermiştim. O günden beri burada birkaç konser yapılmış. Buranın tekrar sanatseverlerin ilgisine açılması gerekiyor ama mekanın önemine göre konserler olmalı.


Maslak Rotaryen Kulübü Başkanı Aydın Salur: Yıldız Sarayı maceramız Emre Aracı’nın kulüpteki konuşmasıyla başladı. Buranın kullanılamadığını, ses ve ışık düzeninin yeterli olmadığını söylemişti. Ses ve ışık sistemiyle onu besleyen elektrik sistemini yeniledik. Bunun dışında hakikaten çivi bile çakmadık. Kapıda tesadüf bir çivi bulduk, tabelamızı da ona astık. Sadece sahnenin üzerindeki üç projektörü, salondaki dört hoparlörü, kontrol odasındaki mikserleri, kontrol ünitelerini ve elektrik tesisatını baştan yaptık.


Rotary Kulübü Proje Başkanı Zeynep Yücel: Burasının tarihi bir konser salonu olduğunu Emre Aracı’dan öğrendik. Kültür Bakanlığı himayesinde yapılıyor bu gece. Gerekli izinleri alarak, ses, ışık ve elektrik sistemini düzenleyerek burayı hayata geçirdik. Bundan sonra güzel konserler yapılacak.

Radikal, Haber: Ayşegül Gürsel, 19.12.2011

MABEYN, DEVLET KONUKEVİ OLUYOR

 

 

Yıldız Sarayı'ndaki Mabeyn Köşkü, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün konuklarını ağırlaması ve ofis olarak kullanabilmesi için devlet konuk evi olarak hazırlanacak. Yeni düzenlemeyle yurtdışından gelen yabancı devlet başkanları ve misafirler Mabeyn Köşkünde ağırlanacak. Köşkle ilgili karar, İstanbul'da yapılan liderler zirvesi ve üst düzey yabancı devlet adamlarının katıldığı programlarda otellerin kullanımından kaynaklanan sıkıntıları aşmak için Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yapılan hazırlıklar çerçevesinde alındı. 2008 yılında tamamlanan restorasyon neticesinde baştan sona yenilenen sarayın konukevi kullanımına uygun hale getirilmesi için İstanbul İl Özel İdaresi yetkilendirildi. İl özel idaresi de 26 Aralık'ta açık teklif usulüyle ihaleye gidecek. 2012'nin ilk ayında başlaması öngörülen çalışma takviminin 600 gün sonunda tamamlanması hedefleniyor. Sultan Abdülaziz tarafından 1865'te dinlenme köşkü olarak yaptırılan Büyük Mabeyn Köşkü, sarayın en ihtişamlı ve büyük binası oldu. Köşk 2. Abdülhamid ve Vahdettin gibi padişahlara da ev sahipliği yaptı.

Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 19.12.2011

ASKERİ ARAZİYE ERMENİ MANASTIRI

 

 

Bakanlık, Amsterdam’daki Rijksmuseum’da bulunan “Ankara” tablosunda görülen ve 252 yıl önce Ermeniler tarafından yapılan Vank Manastırı’nın yapılmasını şart koştu. TOKİ şimdi orijinaline uygun şekilde Ermeni Manastırı yapacak.

Ermaniler tarafından kutsal kabul edilen ve 252 yıl önce yaptırılan VankManastırı’nın Amsterdam’daki Rijksmuseum’da bulunan “Ankara” tablosunda göründüğü gibi aslına uygun olarak yeniden inşa edileceği ortaya çıktı. Başkentte alınan bu karar ilginç bir sürece de imza attı. Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’ndan (TOKİ) verilen bilgiye göre, Ankara’da Etlik ile Dışkapı semtleri arasındaki askeri arazi, GATA’ya hastane yapması karşılığında TOKİ’ye tahsis edildi. TOKİ’nin inşa edeceği Dahili Tıp Bilimleri Hastanesi, yıkılan HemşirelikMeslek Yüksekokulu’nun yerine yapılacak. Toplam93 bin 500metrekare alanda yapılacak binanın uzunluğu 300metreyi bulacak. Dahili Tıp Bilimleri Hastanesi karşılığındaMilli Savunma Bakanlığı’na tahsisli Etlik’te konut ve işmerkezi yapımına uygun arazi protokolle TOKİ’ye devredildi.

Arazinin devredilmesi aşamasında Kültür ve TurizmBakanlığı devreye girdi. Bakanlık, Amsterdam’daki Rijksmuseum’da bulunan Ankara tablosunda, bölgede Kırmızı Manastır ya da Vank Manastırı olarak bilinen bir dini mekana dikkat çekti. Bakanlık bürokratları, arazinin “kültür ve tabiat varlığı” olarak tescil edildiğini bildirdi. Ancak bölgedemanastıra ait tek bir taş bile bulunamadı. Görüşmeler sonunda 1759 tarihinde Ankaralı Ermeni cemaati tarafından yapılan VankManastırı’nın rekonstrüksiyonun (aslına benzer inşaatı) TOKİ tarafından yapılması kararlaştırıldı.

GATA’ya yapılacak hastanenin mimari projesini hazırlayanMimarMehmet Emin Çevik, Rijksmuseum’daki Ankara tablosu ve diğer tarihi belgeleri inceleyerek, 252 yıl önce yaptırılan VankManastırı’nın da projesini çizdi.Mimar Çevik,manastırın yerinde şu an tek bir taş olmamasına rağmen yüzde 99 oranındamanastırın orijinaline uygun inşa edileceğini söyledi. GÜNAY: BİLGİM YOK Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ise konuya ilişkin bilgisi olmadığını kaydetti.

MANASTIR TABLONUN SOL ALT KÖŞESİNDE
1759’da Ermeni cemaati tarafından yaptırılan Vank Manastırı, 1900’lü yıllara kadar Ankara, Kırşehir, Sivrihisar ve köylerinin tek ruhani önderlik merkezi işlevi görmüş. Etlik semtinde Çubuk Nehri kenarında yapılan Garmik Wank olarak da adlandırılan manastır, Rijksmuseum’da bulunan Ankara tablosunun sol alt köşesinde ağaçlar arasında görülüyor. Ankara’ya gelen seyyahların belgelerinde, kesme taşla yapılmış manastırın içinin, Kütahya çinileriyle süslü olduğu anlatılıyor. Bizans döneminde de yerleşim yeri olan mimari kalıntılar bulunan manastırın etrafındaki Hıristiyan mezarlığındaki kitabeli bazı mezar taşları şimdi Roma Hamamı’nda sergileniyor.
Habertürk, Haber: Ahmet Kıvanç, 19.12.2011

EMEK NEDEN BİZİM?

 

Emek Sineması’nın içerisinde yer aldığı adanın yıkılıp yerine bir AVM yapılacağını, projenin mimarı Fatih Kesgün’ün fantastik ifadesiyle söylersek, Emek’in bu AVM’nin en üst katına “yıkılmadan taşınacağını” duymayan kalmadı. Hatırlanacak olursa, geçtiğimiz Mayıs ayında 9. İstanbul İdare Mahkemesi öngörülen projenin “uygulanması halinde telafisi güç ya da imkansız zarar doğuracak nitelikte olduğu” gerekçesiyle yürütmenin durdurulmasına karar vermişti. Ardından atanan bilirkişi heyetinin, karanlıkta ve proje mümessilinin mihmandarlığında gerçekleştirdiği keşif sonrası yazdığı raporda, iki uzman, dava konusu projenin kültür dokusuna uygun olmadığını belirterek yürütmeyi durdurma yönünde karar verdi. Bundan neredeyse 6 ay sonra, 1 Aralık’ta, aynı mahkeme bilirkişi raporunu hiçe sayarak yürütmenin durdurulması kararını iptal etti. 

Emek’i geri almak
Fener-Balat-Ayvansaray’da, Bedrettin Mahallesi’nde, Dikmen’de kentsel dönüşüme karşı mücadele edenler, Senoz’da, Tortum’da, Gerze’de, Solaklı’da yaşam alanlarının yok edilmesine karşı çıkanlar çok iyi bilirler ki yürütmeyi durdurma kararları sermayeyi nadiren durdurur. Bu nedenle mahkeme kararına şaşırdık desek, yalan olur. Fakat 9. İstanbul İdare Mahkemesi’nin verdiği bu iptal kararı, zamanlaması itibarıyla bize açıkça gösterdi ki, Emek Sineması projesini, masa sandalye operasyonlarıyla insansızlaştırılan ve büyük sermayeye açılması kolaylaştırılan Beyoğlu’ndan, yayalaştırılması planlanan Taksim Meydanı’ndan, satışa çıkartılacak okul ve hastanelerden, çürümeye bırakılan AKM’den, boşaltılan Tarlabaşı ve kentsel dönüşüm tehdidi altındaki Bedrettin Mahallesi’nden, kaçak katlarıyla İstiklal Caddesi’nde heyula gibi yükselen Demirören AVM’den bağımsız düşünmek mümkün değil.


12. İstanbul Uluslararası Film Festivali’nin 2 Nisan 2010’da gerçekleştirilen açılışında Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın konuşmasını kesintiye uğratan borazan sesleri (nam-ı diğer “zaaart eylemi”) ve ertesi gün Yeşilçam Sokak’ta düzenlenen simgesel festival açılış töreni ve film gösterimi Emek Sineması mücadelesinin miladı sayılabilir. O tarihten bu yana yaklaşık 1.5 yıldır hep beraber defalarca “Emek Bizim, İstanbul Bizim! Yıktırmıyoruz!” dedik ve dediğimizi yaptık. Fakat gördük ki, asıl mesele yıktırmamak değil, Emek’i sahiplenmek, Emek Sineması’nın ve Yeşilçam Sokağı’nın bizlere ait olduğunu, bu yerlerin bizlerin yaşam alanlarımız ve kamusal mekanlarımız olduğunu haykırmak ve bu mekanları sermayeden ve iktidardan geri alabilmek. Altın Lale Ödül töreni, “Hepimiz Bilirkişiyiz” yürüyüşünü takiben gerçekleşen ‘1. Geleneksel Emek Şenliği’, sayısız film gösterimi ve geçen Mayıs ayı boyunca yapılan ‘Emek’i geri alma şenlikleri’, kendiliğinden gelişen Demirören AVM işgali bizlere tüketim odaklı olmayan, dayanışmacı ve yaratıcı bir toplumsallığın var olabileceğini gösterdi en çok.


Mimarlar Odası’nın da sıkça vurguladığı gibi Emek Sineması tarihi ve kültürel bir miras olarak yerinde ve olduğu gibi korunmalı. Taraf olunan uluslararası sözleşmeler devlete bu yükümlülüğü verir. Bunun yanı sıra Emek kolektif hafızamızın mekanıdır. Orada seyredilen filmler, kurulan hayaller, gidilen festivaller kadar adına yakışır şekilde 80 darbesi sonrası gerçekleştirilen ilk 1 Mayıs kutlamasının da mekanıdır Emek. Dahası, haksız ve hukuksuz bir şekilde sermayeye devredilen Emek Sineması ve Serkildoryan binası Sosyal Güvenlik Kurumu’na, yani kamuya, yani bizlere aittir! Bu alan üzerindeki her türlü kullanım hakkı kamunundur ve kolektiftir. Bu nedenle nazarımızda meşru ve esas olan Beyoğlu Belediye Başkanı, Kültür ve Turizm Bakanı, Yenileme Kurulu Üyeleri ve Kamer İnşaat gibi kurumların ve şirketlerin çıkarları değil, kamunun yararı ve kararıdır. 

‘Rantabl’ alan
Tüm bu nedenlerle Emek Sineması yıkımına karşı çıkmak geçmişimize sahip çıkmak kadar bugünümüzü kurmak ve farklı bir gelecek tahayyül edebilmek için verilen bir mücadeledir. Bir nostalji nesnesi olarak Emek’i korumaktan ziyade AVM’ler içerisine sıkıştırılan sinema salonlarına, ticarileşen ve metalaşan sanatsal ve kültürel üretime karşı durmak, kenti ve kentsel mekanları sermayenin ve iktidarın elinden geri almaya yeltenmek, daha da önemlisi kamusallığı yeniden telaffuz etmeye ve kurmaya dair bir çabadır.


9. İstanbul İdare Mahkemesi’nin yürütmeyi durdurma kararını iptal etmesi bizlere bir kez daha hukuki mücadelenin gerekli ama çoğu zaman yetersiz olduğunu gösterdi. Mimarlar Odası’nın itiraz başvurusuna rağmen her an yıkımına başlanabilecek Emek için kitlesel itirazımızı yükseltmek, sokakta mücadele etmek ve en önemlisi umutsuzluğa düşmemek gerekli. Türkiye’de yargının demokrasiyi, insanları ve kentleri yapayalnız bıraktığı bugünlerde dayanışmaktan başka bir çaremiz, sokaktan başka bir mücadele alanımız yok! Parsel parsel yitirdiğimiz yaşam alanlarımıza bir yenisini eklememek, her türlü mücadelenin kamusal alanı olan Beyoğlu’nu parça parça elimizden alınmasına izin vermemek için Emek’in yıkımına ya da ‘rantabl’ bir alan olarak ek işlevlerle yeniden değerlendirilmesine karşı durmalıyız.


Varyete’nin arzusu Emek Sineması’nın yerinde ve olduğu gibi restore edilmesi, kamusal yarar gereği ticari olmayan, bağımsız bir sinematek /kültür merkezi olarak düzenlenerek aynı ilkeleri paylaşan sinemacılar ve kurumların kullanıma açılmasıdır. 
Radikal, Yazı: Begüm Özden Fırat / İstanbul Kültür Sanat Varyetesi, 18.12.2011



******


EMEK SİNEMASI YIKILMAMALI

 

İstanbul kültür ve temaşa tarihini simgeleyen binalar onarılmalı ama yıkılmamalı.

AVM’lerle ilgili yazımda, eski Şehir Tiyatroları’nın da yeniden yapılmasını önermiştim.
Mesele Emek Sineması’nın yıkılması değil, mesele bu binaların yaşatılması.
Bu yaşatılma deyimini nostaljik bir anlamda kullanmıyorum, o yapının işlevsel hale gelmesini bekliyorum.
Radikal’de binanın kurtarılması konusundaki çalışmaların önderi Atilla Dorsay, sinemalardan söz ediyor, ben onlara tiyatroları da ekliyorum.
Aslında bizim kültürel adalara ihtiyacımız var, bir insan bu adanın sınırları içine adım attı mı, sinemadan tiyatroya, müzik mağazasına, kitapçıya kadar her kültürel gereksinimini karşılayabilmeli. Hiç kuşkusuz galeriler, sergi salonları da dahil.
İstanbul Film Festival Direktörü Azize Tan, “Burası İstanbul’un merkezinde bir kültür adasına dönüştürülebilir” diyor.
Gerçekten de Beyoğlu, sadece bir eğlence, bir vakit geçirme merkezi olmamalı!
Eğer bu binaları, Emek Sineması gibi yerleri yıkarsanız, kişiliğini, özelliğini, tarihi önemini kaybeder bu muhit.

Çalışmalar, protestolar, toplantılar ne kadar etkili olacak?
STK’ler ne derecede etkili olacak?
Bu girişimlerin ben sonucunu değerlendiririm. Çünkü bazı çalışmalar, örgütlenmeler, ilerideki mimari kırılmanın önlenmesine de örnek olur.
Yavaş yavaş Beyoğlu’na eğlence, kültür mekanlarından bir örnek kalmayacak.
Eski yapıları sadece fotoğraflarda göstereceğiz.
Elbette bazı hanları, apartmanları yıkamayacağız! Yıkmayacağız demiyorum, yıkamayacağız. Ama biliyorum ki ilk fırsatını bulduklarında onlar üzerine de planlar yapılmaya başlanacak!
İnşaatı üstlenen şirket, salonu yukarı kaldıracaklarını söylüyor, mimar olmadığım için bunun nasıl gerçekleşeceğini, inandırıcılığını bilemiyorum, mimar olduğu için gerçeklik derecesini ancak Atilla Dorsay anlayabilir.
Bir arkadaşım Barcelona’daki tarihi boğa güreşi arenası için böyle bir yükseltme yapıldığını söyledi. Aynı başarıyla uygulanabilmesi mümkün mü, sanmıyorum.
Açıklanmasını bekliyorum.
Kültür adaları deyiminin gerçekleşmesi için İstanbul Büyük Şehir Belediyesi ile ilçe belediyelerinin bir araya gelip geniş bir plan yapması gerekiyor.
Sultanahmet kültür adası kimliğini koruyor. Turistik bir alan olma özelliği yanı sıra.
Beyoğlu’nda bunca otel yapılıyor, bunca ikametgah yükseliyor, bunların kültürel gereksinimleri nasıl karşılanacak?
Sadece kitapçılar ve kafelerle mi?
Gelenlerden kimse merak etmeyecek mi, Beyoğlu’nda nasıl, nerelerde eğlenilirdi, tiyatro, sinema binası hangileriydi?
Bu sorulara yanıt verilmeyince, kültür başkenti sözü lafta kalır.

Emek Sineması bir simgedir, onun için yıkılmamalı ve yeniden kullanıma açılmalıdır.

Hürriyet, Yazı: Doğan Hızlan, 19.12.2011

 

******


BAKAN GÜNAY'DAN EMEK SİNEMASI AÇIKLAMASI

 

Beyoğlu'nun ve Türk sinemasının simgelerinden Emek Sineması hakkındaki yıkılma tehlikesi bir süredir kamuoyunun gündeminde yer alıyordu. Gündeme gelen iddialara göre, Emek Sineması’nın da bulunduğu binanın yıkılıp yerine alışveriş merkezi yapılması planlanıyor.

Projeye göre Emek Sineması'nın aynen korunup yeni binanın en üst katına taşınması planlanıyor. Ancak sinemaseverler projeye karşı çıkıyor. Mahkeme, yıkıma engel olan kararı kaldırdığı için her an yıkım başlayabilir.

Sivil toplum örgütleri ise 24 Aralık Cumaretesi günü Taksim Meydanı'ndan Emek Sineması’na yürüyeceklerini açıkladılar. Sinema eleştirmenleri de karardan duydukları hayal kırıklığını dile getirdi.

Bu arada konu ile ilgili son açıklama ise Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'dan geldi. Bakan Günay, "Emek Sineması yıkılmayacak, aynen korunacak. Bu olay ile ilgili raporları herkes dikkatlice okusun" diye konuştu.

Habertürk, 19.12.2011

 

******


"EMEK, SİZİN OLDUĞU KADAR BİZİMDİR DE"

 

Emek Sineması’nı yıkacak proje, kamuoyunda tepkiyle karşılandı. Emek Sineması’yla ilgili projeyi İstanbul Film Festivali dolayısıyla burada film izlemiş sinema dünyasının önde gelen isimleriyle paylaştık.
Hintli yönetmen Madhu Eravankara’nın ‘Emek sizin olduğu kadar benim de sinemam’ sözleri duyulan tepkiyi özetliyor. İşte sinema dünyasını yönlendiren isimlerin Emek sinemasıyla ilgili söyledikleri...

 

MONA LISA’YI PLASTİK ÇERÇEVEDE GÖRMEK GİBİ
Jean Roy (Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği -FIPRESCI- Başkanı, L’Humanitè Film Eleştirmeni ) - FRANSA
İstanbul Film Festivali sırasında Emek Sineması’nda pek çok film izledim. Bu filmlerin çoğu çok güzeldi; tıpkı Emek Sineması gibi... Büyük filmler büyük mabedlere layıktır. Nihayetinde, Mona Lisa’yı plastik bir çerçevede görmeyi kabul eder misiniz? Emek Sineması’nı olduğu şekliyle ve olması gerektiği haliyle koruyalım.

BEYOĞLU’NUN BENZERSİZ DOKUSU KAYBOLUYOR
Nick James (İngiliz Film Enstitüsü, Sight & Sound dergisi Genel Yayın Yönetmeni) - İNGİLTERE
Benim için Emek Sineması İstanbul’un büyüsünün en esaslı parçalarından biri. Defalarca katıldığım İstanbul Film Festivali’ne yaptığım son ziyaretlerde, Beyoğlu bölgesinin benzersiz dokusunun, ATM makineleri ve Amerikan zincirlerinin yaygınlaşmasıyla kaybolmaya başladığını fark etmiştim. Orijinal sinema salonlarının en cezbedicisi olan Emek’in yıkım tehdidi altında olması ise şehrin kültürel geleceğine dair endişelerimi kat kat artırdı. Emek Sineması’nı olduğu haliyle korumanın bir yolu bulunmalı.

YIKMAK ULUSAL KÜLTÜR TARİHİNİN İNKARI DEMEK
Dr. Daniela Sannwald (Sinema tarihçisi, Tagesspiegel Film Eleştirmeni) - ALMANYA
Emek Sineması’nı ilk görüşüm Nisan 1999’da İstanbul Film Festivali’nde FIPRESCI jüri üyesi olduğum sıradaydı. Gösterimlerin ardından film ekipleri, sahneye çıkıp izleyicileri selamlıyordu. Onları arkasındaki kırmızı kadife perde, oturma yerleri, arka plandaki kutular, iki geniş koridor, kırmızı ceketli güler yüzlü yer göstericiler... Bütün bunlar Türk sinema kültürünün uzun yıllarına işaret ediyordu. Nitekim sonradan buranın Yeşilçam sokağı olduğunu; sadece sanatsal açıdan değil, ekonomik açıdan da Türk sinemasının en bereketli dönemine mekan olduğunu öğrendim.
10 yıldır Emek Sineması’nda gösterimlere katılıyorum. Son 15 yılda Türk sineması uluslararası ün kazandı. Başarılı yönetmenler, köklerine, tarihe ve ulusal film mirasına bağlılar. Ama sadece sanatsal olarak değil, mekansal olarak da. Emek Sineması’nı yıkmak, ulusal kültür tarihinin inkarı demektir.  Emek’in yıkımı anlamına gelen kararı ve Emek Sineması’nın ulusal ve uluslararası destekçilerine uygulanan taktiklerini öfkeyle protesto ediyorum.

 

 

DEĞERİ İNSANLARDA UYANDIRDIĞI HİSTE...
Philip Cheah (Netpack Onursal Sekreteri, Dubai Film Festivali Danışmanı, Asya Pasifik Sinema Ödülleri Ön Jüri Üyesi) -SİNGAPUR
Singapur gibi Ulusal Kütüphanesi’ne kadar yıkılan bir ülkeden geldiğim için kamuoyunun bu ‘ilerleme’ye katlanmasının ne demek olduğunu çok iyi biliyorum. ‘İlerleme’, iyi / kötü ayrımı yapılmadan savunuluyor. Yaşadığımız çağda kötü ‘ilerleme’ üzerine kafa yorulmuyor. Emek’in değeri sadece mimarisi veya dışı değildir, insanlarda uyandırdığı hislerle de ilgilidir. Ancak bu şekilde korunduğunda, insanlara huzur kaynağı olmayı sürdürebilir. Şehri ziyaret eden bir yabancı içinse her zaman hayranlık uyandırıcı olacaktır.

EMEK SİNEMALARIN AYASOFYA’SIDIR...
Madhu Eravankara (Yönetmen, Kerala Belgesel ve Kısa Film Yapımcıları Derneği Kurucusu, Vernacular Press Yazarı, Kerala Film Festivali seçici kurul üyesi) - HİNDİSTAN
Emek Sineması’na yıkım yolu açan proje beni şoke etti. 2008 yılında İstanbul Film Festivali’nde FIPRESCI jürisindeydim. İstanbul’un en eski salonlarından birinde film izlemek inanılmaz bir deneyimdi. Toronto’daki Elgin Sineması’nda film izlerken Emek Sineması’nı hatırladım. Bunun üzerine Emek Sineması’nın başına gelenleri duymak beni derin bir üzüntüye sürükledi. Yargının kararına da çok şaşırdım. Kültürel miras olarak korunması gerekiyor. ‘Yeni bir Emek Sineması’ inşa edebilirsiniz. Bunda sorun yok. Ama bunu yaparken, geçmişin hazinelerini ve hatıralarını mahvedersiniz. Benim için Emek, sinemaların Ayasofyası’dır. Gelecek nesiller için saklanması gerekir. Emek’i korumaya çalışan kamuoyunun yanındaydım. İstanbul’a olan ziyaretimin anıları hala çok taze. Bunların en başında da Emek Sineması’nda geçirdiğim anlar geliyor. Lütfen beni Emek Sineması’yla ilgili gelişmelerden haberdar edin. Emek sizin olduğu kadar benim de sinemam. 

EMEK DÜNYA İÇİN KÜLT DEĞERE SAHİP BİR YER
Prof. György Baron (Macaristan Film Eleştirmenleri Derneği Başkanı ve FIPRESCI temsilcisi) - MACARİSTAN
İstanbul Film Festivali’ne defalarca gelmiş bir ziyaretçi, gazeteci ve jüri üyesi olarak, İstanbul’da en fazla zaman geçirdiğim yer Emek Sineması oldu. Emek sadece basit bir sinema değil; dünyanın dört bir yanından sinema meraklıları ve sinema endüstrisinin profesyonelleri için kült değere sahip bir yer. Tarihi sinema salonları bizim ortak kültür mirasımızın bir parçası. Eğer onları yıkarsak, çok önemli bir şeyi sonsuza kadar kaybederiz. Umut ve dayanışmayla Emek Sineması’nın dostlarına desteklerimi gönderiyorum.

KAMU MALI OLMASI HAYRETİMİ ARTIRIYOR
Alexis Grivas (Screen International yazarı, El Sol de Mexico Gazetesi Film Eleştirmeni,  Berlin, FIPA ve Guadalajara Film Festivalleri temsilcisi) - YUNANİSTAN
Yargının kararını değiştirerek, tarihi Emek Sineması’nın yıkımına yeşil ışık yakması karşısında şaşkına döndüm. Yunanistan’daki meslektaşlarımın da aynı şaşkınlığı paylaştığını düşünüyorum. Binanın kamu malı olması şaşkınlığımı artırıyor; bu tam bir rezalet. İstanbul’un kültürel kimliğinin bu kadar parçası olan bir yerin otoriteler tarafından onurlandırılması ve saygı duyulması beklenir. İnsanların da bunu istemeye sonuna kadar hakları vardır. Türkiye’den ve dünyadan meslektaşlarıma bu haklı protestolarında sonuna kadar katılıyor; Emek’in yıkım kararının konuyla ilgili en üst düzey devlet otoriteleri tarafından uygulanmamasını talep ediyorum.

SİNEMA AÇISINDAN BİR MİHENK TAŞI
Dimitri Eipides (Selanik Film Festivali  ve Selanik Belgesel Festivali direktörü ve programcısı, Toronto Film Festivali seçici kurul üyesi, film eleştirmeni) - YUNANİSTAN
Sinema sanatına tarihi ve kültürel değeriyle katkıda bulunan Emek Sineması’nı olduğu şekliyle kurtarma çabalarını tüm gücümle destekliyorum. Emek Sineması bana göre bugüne kadar sinemanın gelişimi ve sinemasal kimliklerin kuruluşu açılarından bir mihenk taşıdır. İstanbul Film Festivali’ne 30 yıl boyunca merkezlik yapan Emek Sineması’nın ani yıkım kararı eşi benzeri görülmemiş bir harekettir ve İstanbul’un kültürel zenginliğine katkılarının bilinmediğine dair endişe yaratmaktadır. Emek Sineması’nı yıkacak projeyi reddediyorum.


EKONOMİK GÜÇLER KÜLTÜRÜ ÖNEMSEMİYOR
Nando Salva (El Periodico de Catalunya Film Eleştirmeni) -İSPANYA
Ben de sinema salonlarının hızla yok olduğu bir ülkede yaşıyorum. Ne yazık ki, ekonomik ve politik güçler kültürü hiç umursamıyor. Oysa kültür eğitimin vazgeçilmez bir unsuru ve eğitimsiz bir toplumun ilerlemesi mümkün değil. Ekonomik karı ne kadar önemserse önemsesin... O yüzden Emek sinemasının yıkılmasına karşı verilen mücadeleyi çok haklı ve önemli buluyorum.

EMEK SİNEMANIZIN DÜNYADAKİ YÜZÜ
Rüdiger Suchsland (Frankfurter Allgemeine Zeitung Film Eleştirmeni, Mannheim Film Festivali seçici kurul üyesi) - ALMANYA
Emek Sineması sadece İstanbul’daki en güzel sinema değil, aynı zamanda sinemanın doğduğu dönemden kalan son tapınaklardan biri. Aynı zamanda da İstanbul Film Festivali’nin kalbi ve Türkiye sinemasının dünyadaki yüzü. Bunun da ötesinde bu tür kültür mekanlarının kaybolması bir utançtır. Umarım Türkiye farklılığın ve çeşitliliğin insan hayatı için önemini anlar. Ve global kapitalizmin Türkiye kültürünün kalplerinden birini daha işgal etmesine izin vermez.  
Milliyet, Haber: Nil Kural, 20.12.2011

 

******


İKSV, EMEK SİNEMASI İÇİN KOLLARI SIVADI

 

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) Başkanı Bülent Eczacıbaşı, geçen yıl başlattığı değerlendirme toplantısının ikincisini dün sabah yaptı. Kültür sanat dünyasının en önemli sivil toplum kuruluşu İKSV, son yıllarda faaliyetleri çoğaldığı, vakıf hızla büyüdüğü için büyük bir mali yük altına girmişti. Eczacıbaşı, 2011’de başta Borusan olmak üzere sponsorların desteğiyle sorunların aşıldığı, kredi yapısının finans kurumlarıyla ortak çalışmalar sonucu daha rasyonel hale dönüştüğü, fon yaratılarak kredilerin geriye ödenebileceğini kanıtladıkları müjdesini verdi. Kısacası artık vakıf daha zengin ve sağlam ayakta duruyor.


Toplantının odağında ise yıkılması gündemde olan tarihi Emek Sineması vardı. Bülent Eczacıbaşı, Emek Sineması’yla ilgili tartışmaların baştan beri İKSV’yi çok ilgilendirdiğini ama ne yaptılarsa ‘Emek neden yıkılmak isteniyor?’, ‘Yerine ne yapılacak?’ sorularına net cevap alamadıklarını, proje hakkında bir şey bilmedikleri için de şeffaf bir sürecin oluşmasına destek sağlayamadıklarını ve projenin bu haliyle kültür sanat dünyasına katkısı olacağına inanmadıklarını söylüyor. 

Emek yerinde kalıyor
Böylesine pek de iç açıcı olmayan bir tabloda Bülent Eczacıbaşı’nın kamuya bir önerisi var. İKSV olarak çözümün bir parçası olmak istiyorlar. Eğer kendilerine altı ay gibi bir süre verilirse, Emek Sineması ve Serkildoryan’ı içine alan bölgeyi bir kültür adasına dönüştürecek, Beyoğlu’nun dokusuna uygun yeni bir proje hazırlamaya talipler. İKSV’nin projesinde, Kamer İnşaat’ın tepki çeken projesinin aksine Emek Sineması bulunduğu yerde olduğu gibi korunacak. Yıllar önce yanan İpek Sineması yeniden ayağa kaldırılacak.


Uygulanabilir bir çözüm ortaya koyacaklarına inandıklarını belirten Eczacıbaşı, hem kamuoyunda hem de basında bu konuda olan duyarlılığa ve bu süreçte yanlarında olan Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’a güveniyor.


Bülent Eczacıbaşı’na göre kültür sanat altyapısında kamu katkısı olmadan hiçbir şey yapılamaz. Çünkü Emek projesi yeni önerilecek haliyle bir alışveriş merkezi gibi karlı bir ticari yatırım olmayacaktır. Bu sorumluluğun altına elini koyacak başta mal sahibi ( ki o da kamu) herkesin özverisi söz konusu olabilir. Kamu, sivil toplum ve özel sektör işbirliğiyle kurulacak bir konsorsiyum gibi yeni bir model ortaya konabilir. Anladığımız kadarıyla İKSV, projeyi devralmaya, inşaatı gerçekleştirmeye ve sonra da işletmeye aday görünüyor.


Bülent Eczacıbaşı İKSV gibi vakıflara kamu katkısının dünyada pek görülmediği kadar küçük olduğunu söylüyor. Avrupa ülkelerinde bu oran yüzde 60 civarındayken, bizde yüzde 5’i geçmiyor. 

En büyük sorun mekan
2012, İKSV’nin 40. kuruluş yılı. 40. yıla özel birçok özel etkinlik düzenleniyor. Etkinlik programı 10 Ocak’ta yapılacak basın toplantısında açıklanacakmış ama aldığımız duyumlara göre Fazıl Say’a 40 yıla özel bir beste ısmarlanmış. Fakat her zamanki gibi konser salonu sorunu devam ediyor. En önemli konserler AKM kapalı olduğu başka bir konser salonumuz da olmadığı için de kongre merkezleri salonlarında yapılabiliyor. Eczacıbaşı “Kültür sanat altyapısı kamu tarafından oluşturulmalıdır, mekan sorununu ancak kamu çözebilir. Yakınmıyoruz ama ilgi bekliyoruz” diyor.
Toplantıya katılan Borusan Holding Yönetim Kurulu Başkanı, aynı zamanda İKSV’nin Yönetim Kurulu Üyesi ve en büyük sponsoru Ahmet Kocabıyık ise kültür sanat altyapısına kamu desteği taleplerini daha açık dile getiriyor.


Gerçek şu ki, bilgi akışındaki yanlışlıklar, projeyi gerçekleştirecek olanların bırakın sorulara cevap vermeyi ortadan adeta yok olmaları projeye olan güvensizliği körüklüyor. Basın yayın organları da taraflardan net bir bilgi alamadığı için kamuoyunu aydınlatamıyor.


Benim 25 yıldır kültür sanatla iç içe bir gazeteci olarak bu konuda yetkili olan Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’dan bir isteğim var. Biz gazetecileri bir araya getirip merak ettiğimiz sorulara cevap vermesi, hatta daha da ötesi yeni yıl armağanı olarak İstanbul’un kültürel miraslarından biri olan Emek’in yıkılmayacağı, İKSV’nin şemsiyesi altında gerçek bir restorasyon yapılacağı müjdesini vermesi…

Radikal, Haber: Müge Akgün, 22.12.2011

 

******


ADIM ADIM EMEK KÖRDÜĞÜMÜ

 

 

Kültür Bakanı Günay’ın “Emek Sineması yıkılmayacak, aynen korunacak. Raporları inceleyin” demecinden sonra projeyi dava eden Mimarlar Odası Büyükşehir Şubesi dün basın toplantısı düzenledi. Mimarlar Odası’nın açıklamalarından yola çıkarak tarihi sinemayı yıkılma noktasına getiren süreci inceledik...

 

Emek Sineması için tehlike çanları ne zaman çalmaya başladı?
Kamu malı olan Emek Sineması ve Cercle D’orient (Serkildoryan ) bloğu Emekli Sandığı tarafından 1993 yılında 25 yıllığına Kamer İnşaat’a hibe ediliyor. Kamer İnşaat, Emek Sineması’nın altının otopark , Serkildoryan’ın ise otel olacağı bir proje hazırlıyor. Bu projeye yargı “dur” diyor. Mimarlar Odası o dönemde  bloğun korunması gerektiğini, binaların sağlam durumda olduğunu, restorasyon için harcanacak tutarın binanın bir yıllık kirasını geçmeyeceğini belirten bir rapor hazırlıyor.


Emek Sineması’nın bulunduğu blok tekrar gündeme nasıl geldi?
2005 yılında çıkan Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun, Emek benzeri yapılar için yıkım yolunu açtı. 2006’da Beyoğlu ve çevresi, yenileme alanı ilan edildi. Ekim 2009’da altında Sosyal Sigortalar Kurumu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstanbul Belediyesi, Kültür Bakanlığı ve İstanbul 2010 Kültür Başkenti’nin logoları olan bir proje, Yeşilçam Sokak Sürdürülebilir Kentsel Gelişim ve Yenileme Projesi adıyla Anıtlar Kurulu’na geliyor.

 

Projede ne var?
Serkildoryan’ın restorasyonun yanı sıra Emek Sineması’nın yapılacak bir alışveriş merkezinin en üst katına taşınması projede yer alıyor. Yapılması planlanan projede 23 bin 500 metre karenin 16 bin 500 metrekaresi ticari işlere ayrılmış durumda. Anıtlar Kurulu’nda gözlemci olarak bulunan Mimarlar Odası’ndan Mücella Yapıcı’nın tanıklığına göre Kamer İnşaat’ın bu kurumların logolarıyla kullanılan projesi, Anıtlar Kurulu’nda “Ey Emek Sineması, yüksel ki yerin bu yer değildir” cümleleriyle alaya alındı.  


Proje Anıtlar Kurulu’ndan nasıl onay aldı?
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin döner sermayesinden kullanılarak hazırlanan bir rapor, onayın yolunu açtı. Bu rapor, sadece Kamer İnşaat’ın avan projesini inceleyen bir çalışma olmasına rağmen Anıtlar Kurulu avan projeyi bu rapor dolayısıyla kabul etti.  Mücella Yapıcı’ya göre bu, ‘yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan’ durumu olarak özetlendi. Raporda imzası bulunan isimlerden İTÜ’den Prof. Kutgün Eyüpgiller’in projenin danışma kurulunda bulunması da kafaları karıştıran bir başka detay.

 

1 Aralık’ta son gelişmelerin yaşandığı dava süreci nasıl ilerledi?
12 Mart 2010’da Mimarlar Odası, Kültür Bakanlığı’na projenin iptalini talep eden bir dava açtı. 24 Mayıs 2010’da mahkeme, projenin yürütmesini durdurdu ve bilirkişi raporu istedi. Bilirkişilerin teftiş incelemesi sırasında Kamer İnşaat yetkilileri güçlük çıkardı. Bilirkişiler Serkildoryan ve Emek Sineması’nı karanlıkta inceleyebildi. Bu incelemede üç bilirkişiden ikisi Emek Sineması’nın kültür mirası olduğunu belirterek, projenin uygun olmadığı yönünde rapor verdi. Üçüncü bilirkişi Suat Çakır ise İTÜ’nün raporuna dayanarak projenin mahsuru olmadığını belirtti. Mahkeme yürütmeyi durdurma kararını kaldırdı. Mimarlar Odası bu karara itiraz etti.


Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın sürece tepkisi nasıl oldu?
Aralık 2009’da Atilla Dorsay’a yaptığı açıklamalarda Günay, Emek Sineması’nın Nisan ayındaki İstanbul Film Festivali’ne yetişeceğini ve yıkımın söz konusu olmadığını söyledi. Ardından 2010 yılında yaptığı diğer bir açıklamada “Bu yıl festivalin açılışını Beyoğlu’nda yapamadık ama ben bu kirli, oturulmaz koltuklarda o yağlı ortamda oturmaktansa bir-iki yıl sonra yenilenmiş salonda oturmayı tercih ederim. Dua edelim de, yargısal bir girişimde bulunulmasın; bir an önce bitirelim” dedi. Günay son açıklamasında ise raporların incelenmesini salık verdi ve bu projenin yıkım olmadığını tekrarladı.

 

Proje yıkım mı demek?
Mimarlar Odası’na ve projeye tepki veren binlerce insana göre proje, yıkım anlamına geliyor. Emek Sineması’nın sökülerek, yapılacak yeni bir binanın üst katına bir kopyasının inşa edileceği proje, Emek Sineması’nın korunması ve yıkılmaması demek değil. Mimarlar Odası dünkü toplantısında da projenin Venedik’in de dahil olduğu protokollere aykırı olduğunu ve bunun dünyanın dört bir yanında ‘yıkım’ olarak kabul edileceğini vurguladı.


Sivil toplum kuruluşları olaylara nasıl tepki verdi?
Projenin ortaya çıkmasından itibaren Emek Sineması yıkılmasın konulu çok sayıda yürüyüşe aralarında yönetmenler ve oyuncuların da bulunduğu binlerce insan katıldı. Emek Sineması’nın olduğu yerde korunmasını ve bir film merkezine dönüştürülmesini isteyen mektubu 7 bin kişi imzaladı.SİYAD Onursal Başkanı Atilla Dorsay, Emek Sineması’na kazma vurulduğu gün gazeteciliği bırakacağını açıkladı.


Kültür Sanat kurumlarından nasıl tepkiler geldi?
Önceki gün yaptığı açıklamada İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, Emek Sineması’yla ilgili bir proje hazırlamak için taraflardan süre istedi. Mimarlar Odası’ndaki toplantıda İstanbul Film Festivali direktörü Azize Tan’ın da tekrarladığı bu öneriyi Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Başkanı Deniz İncedayı “Çok memnun oluruz” cümlesiyle karşıladı.

 

Emek için büyük yürüyüş yarın!
Emek Sineması’nı yıkacak projeye karşı çıkanlar, yarın Emek’i olduğu yerde yaşatmak için bir kez daha yürüyecek.   Emek Sineması’nın geleceğinin kamuoyunun direnme gücüne bağlı olduğunun belirtildiği çağrıya göre, yürüyüş saat 16.00’da Taksim Meydanı’nda başlayacak ve Emek Sineması’nın önüne kadar devam edecek. 17.30’da yapılacak basın açıklamasının ardından müzik dinleyerek, sohbet  ederek, sessiz sinema oynayarak Emek Sineması’nın önünde sabahlanılacak.

Milliyet, 22.12.2011

 

******


EMEK SÜRECİ ÇELİŞKİLERLE DOLU

 

Mimarlar Odası İstanbul Şubesi, dün düzenlediği bir toplantıyla yıkılması gündemde olan Emek Sineması’yla ilgili sürecin çelişkilerle dolu olduğuna dikkat çekti.


Basın sözcüsü Mücella Yapıcı, Emek’le ilgili sürecin kanuna aykırı birçok faaliyet içerdiğini belirtip ekledi: “Emek Sineması’nın mülkiyeti Emekli Sandığı’na ait. 1993’te 25 yıllığına Kamer İnşaat’a devredildi. Mahkemeye sunulan protokol bu. Hikaye de burada başlıyor. Sözleşme süresi 2018’de doluyor. Hiçbir şirket beş-altı yıllığına böyle bir yükün altına girmez. Eğer başka bir sözleşme imzalandıysa bilmiyoruz. Mahkemeye sunulmadı” diye konuştu.


Bir diğer çelişki ise Anıtlar Kurulu’nun projeyi onaylarken dayandığı söylenen İTÜ raporu. Yapıcı’nın verdiği bilgiye göre kurulun projeyi onay tarihi 10 Ekim 2009, İTÜ raporunun tarihi ise 8 Mart 2010. Yani teknik rapordan yaklaşık 5 ay önce projeye onay verilmiş. Ayrıca raporda öncelikli olarak Emek’in olduğu gibi korunması gerektiği vurgulanıyor. ‘Yürütmeyi durdurmanın iptali’ kararının kaldırılması için mahkemeye başvurduklarını söyleyen Yapıcı, herkesi 24 Aralık saat 16.00’daki Emek eylemine davet etti.

Radikal, 23.12.2011



******


İKSV'NİN MAKUL ÖNERİSİ

 

İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, yönetim kurulu başkan yardımcısı Ahmet Kocabıyık ve genel müdür Görgün Taner’in çarşamba günü düzenledikleri basın toplantısında Emek Sineması’nın da bulunduğu bina için yaptıkları öneriyi destekliyorum, binanın bir kültür adası içinde yer almasını savunan herkesin, STK’ların, basının da bu öneriyi desteklemesini öneriyorum.

Ne dendi basın toplantısında?
Önce bir durum saptaması yapalım.
İKSV’nin yaptığı birinci öneri, projeler konusunda bir şeffaflık talep ediyorlar.
Şeffaflık olmasa, bu konuda öneri yapmak mümkün değil.
Ben Bülent Eczacıbaşı’nın düşüncesine elbette katılıyorum. Gerçekleştirileceği söylenen projenin, sanata, sanat mekanlarına bir katkısı olacağına inanmıyorum.
Büyük salonun korunacağına dair teknik bilgilerin de gerçekleşeceğine inanmak mümkün değil, küçük küçük salonların nasıl olacağı da meçhul.
Ayrıca Beyoğlu’nda salon yokluğunun bilincinde olan herkes, Emek Meselesi’ne bu doğrultuda yaklaşacaktır.
Beyoğlu’nda bu öneri kabul edilirse, evvela bölge ve sonra şehir yeni bir kültür merkezi kazanacaktır. Yalnız sinema, tiyatro salonu değil, o kültür adasında başka sanatlara da yer verilmesi gerekir.
* * *
NE öneriliyor?
“Emek Sineması’nın yeniden halka kazandırılması için, altı aylık bir süre talep” ediyorlar.
Bu süreyi vermemiz gerekiyor.
Yıllarca kapalı kalmış bir mekana kurtuluş önerisi yapanların bu süre içinde çözümleyici öneriler getireceği kanısındayım.
Eczacıbaşı’nın, ‘Özel sektör ve kamunun mali yükü paylaştıracağı bir proje rahatça gerçekleştirilebilir’ önerisini her zaman savunuyorum.
Tarihi binalar kurtarılmalı, onarılmalı, sanat mekanları işlevleri sürmeli.
Beyoğlu’nda zaten birçok eski yapı yıkıldı.
Eski Şehir Tiyatroları binaları nerede?
Birkaç yıl sonra da Emek Sineması nerede diye yakınacağız, ama yerine koyduğumuz bina sırıtacak.
Bu altı aylık süreyi verelim.
* * *
10 OCAK’taki toplantıyı, açıklamaları heyecanla bekliyorum.
İKSV’nin Türk kültür hayatındaki yerinin artarak güçleneceğine inanıyorum. Ayrıca İKSV gibi Türkiye ve İstanbul’un kültür hayatında önemli yeri olan bir kurumun, Emek Sineması gibi yine aynı öneme sahip bir mekanın kurtarılması için yarattığı kamuoyunu da destekliyorum.
İkinci kuşak işadamlarının sanata, kültüre kendilerini adamalarını, işbirliği yapmalarını da hoş bir sanat dostluğu olarak görüyorum.
Bülent Eczacıbaşı ile Ahmet Kocabıyık’ın ortak projelerini de ben bu anlayış içinde yorumluyorum.

Hürriyet, Yazı: Doğan Hızlan, 23.12.2011

 

Mudurnu Belediye Başkanı Mehmet İnegöl ilçenin tarihini yaşatabilmek ve gelecek nesillere bırakabilmek adına restorasyon çalışmalarına ağırlık verdiklerini söyledi.

 

Mudurnu Belediye Başkanı Mehmet İnegöl, ilçede bulunan 50 binanın profesyonelce, 150 binanın ise amatörce onarıldığını belirterek, 150 binanın daha onarılmayı beklediğini söyledi. 

 

İnegöl, Mudurnu'nun tarihi ve kültürel açıdan zengin bir ilçe olduğunu belirterek, ilçenin tarihini yaşatabilmek ve gelecek nesillere bırakabilmek için restorasyon çalışmaları yaptıklarını ifade etti. Mudurnu'da 231 tescilli binanın olduğunu söyleyen İnegöl, ''Plana konacaklarla birlikte toplam 381 bina bulunuyor. Teknik personel sıkıntısı yaşıyoruz. Bu sıkıntı nedeniyle rölöve ve restorasyon projelerinin çizimleri uzun sürüyor. İlçedeki komple sit alanı rölöve ve restorasyon projeleri çizilmiş olsa Avrupa Birliği'nde bu işlerin uygulaması için verilen bir ödenek var, ondan yararlanma şansımız olacak. O zaman da bizim Kültür ve Turizm Bakanlığı'na yükümüz olmayacak'' şeklinde konuştu.


İnegöl, ilçede evi bulunan fakat başka şehirlerde yaşayan vatandaşlardan dolayı restorasyon çalışmalarını hızlı bir şekilde yapamadıklarını aktardı. Restorasyon çalışmalarıyla ilçenin standartlarının yükseleceğinin altını çizen İnegöl, ''Şimdiye kadar 50 bina profesyonelce onarıldı, 150 bina amatörce onarıldı ve 150 bina ise onarılmayı bekliyor. Vatandaşlarımızın Mudurnu'da evi var ama kendisi başka şehirde yaşıyor. Bu vatandaşlarımız Mudurnu'da ikamet etseler, evlerinin bakım ve onarımlarını yaptırmış olsa Mudurnu'nun standartlarını yükseltirler'' diye konuştu.

Bolu Olay, 18.12.2011

HAMZABEY CAMİİ ESKİ İHTİŞAMINA KAVUŞACAK

 
Bursa’nın tarihi külliyelerinden Hamzabey’de başlatılan restorasyon çalışmasında orjinal kalem işi ve hat yazıları bulundu. Bursa Valisi Şahabettin Harput’un özel ilgisi ile Özel İdare Tarihi Eser fonundan ayrılan 700 bin lira ile restorasyonuna başlanan Hamzabey Külliyesi orjinal haline döndürülüyor.

 

Vakıflar Bursa Bölge Müdürlüğü’nün kontrolörlüğünde yapılan restorasyon çalışmalarında yaklaşık 500 yıllık caminin minaresindeki orjinal İznik Çinileri tamamlanıyor. Ayrıca Fatih Sultan Mehmet Han’ın İstanbul’u fethi sırasında karadan yürütülen gemilerin komutasını yapan Hamzabey’in türbesi de drenajları açılarak rutubetten kurtarılacak. Caminin son cemaat bölümüne konulan demir korkuluklar ve camlar kaldırılacak. Cami bahçesindeki şadırvan ve civarı düzenlenerek dış cephedeki derzler yenilenecek. Ayrıca kurşun kubbe tamamen yenilenerek, caminin üstten aldığı su sızıntıları önlenecek. Bu arada cami içerisinde sonradan yapılan yağlı ve plastik boyalar temizleniyor. Bu temizlemeler sırasında caminin kubbelerinde orjinal kalem işleri ile duvarlarında kalem işi hat yazıları olduğu anlaşıldı. Silik izleri ile tamamı ortaya çıkartılabilecek durumdaki kalem işlerinin, yenilenmesi halinde cami eski ihtişamına kavuşacak. Caminin son cemaat mahallinin de açılması ile bina orjinaline dönecek.

 

Bu arada caminin bahçesindeki orjianal mermer şadırvanında granitle kaplandığı anlaşıldı. Granit taşlarını söken restoratör firma, altta çok daha eski, beyaz marmara mermerinden güzel bir şadırvan buldu. Şadırvanın kondisyonunun yüksek olduğu, birkaç tamir ve temizleme ile kullanılmasının daha uygun olacağı görüşü oluştu. Bahçe düzenlemeleri ile birlikte yaz aylarında tamamlanması planlanan restorasyon ile Hamzabey Külliyesi muhteşem bir görünüme kavuşacak. Diğer taraftan 1 yıl önce Büyükşehir Belediyesi’de, caminin dış bahçe duvarlarının küfeki taşı ile orjinaline uygun şekilde yenilemişti.

Bursa Olay, 18.12.2011

KARUN HAZİNELERİ DÜNYAYA AÇILIYOR

 

 

Uşak Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen Karun hazineleri, “Karun, Barış ve İşbirliği Yolu” projesi ile dünyaya açılacak.

 

Uşak Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen Karun hazineleri, AB-Türkiye Kültürlerarası Diyolog Bileşeni programı için hazırlanan “Karun, Barış ve İşbirliği Yolu” projesi ile dünyaya açılacak. İtalya Prato Tekstil Müzesi ve Yunanistan Tragilos Müzesi’nin ortak olarak yer aldığı proje kapsamında Karun hazinelerinin en önemli 50 parçasının fotoğrafları dünya genelinde ziyaret edilen müzelerde sergilenecek.

 

Uşak Arkeoloji Müzesi, 41 bin 600 parçadan ancak iki bininin sergilenebildiği Karun hazinelerinin adını dünyaya duyurmak için harekete geçti. Bu çerçevede müze tarafından hazırlanan proje hibe desteği kazandı. Uşak Arkeoloji Müdürü Sabiha Pazarcı, AB Türkiye İş Geliştirme Merkezi’nin (ABİGEM) desteğiyle hazırladıkları “Karun Barış ve İşbirliği Yolu” projesinin AB’den 116 bin 874 euro hibe desteği kazandığını söyledi. Projede uygulamanın bir yıl süreceğini belirten Pazarcı, “İtalya Prato Tekstil Müzesi ve Yunanistan Tragilos Müzesi proje ortaklarımız arasında yer alıyor. Projede hedefimiz müzemizin kurumsal kapasitesini artırarak işlevselliğini geliştirmek, AB’de ki uygulamaları öğrenerek ülkelerarası diyalogu ve uzun vadeli işbirliğini sağlamak” dedi.

 

“Karun, Barış ve İşbirliği Yolu’ projesinin yerli ve yabancı uzmanlarla, halkın ve öğrencilerin katılımı ile tanıtılacağını ifade eden Pazarcı, “Karun Hazinesi’nin en değerli 50 parçasının 45×55 ebadında hazırlanacak fotoğrafları İtalya Prato Müzesi’nde 2012 Ağustos ayında, Yunanistan Tragilos Müzesi’nde de 2012 yılı Kasım ayında beşer gün sergilenecek. Yine proje kapsamında müzemize ziyarete gelen yerli ve yabancı öğrenciler Oyun hamurları ile Karun Hazinesi’nin birbirinden eşsiz parçalarının modellerini yapacak. Böylelikle dünya genelinde her eve Karun Hazinesi’nin bir parçası model olarak girmiş ve dolayısıyla tanıtılmış olacak. Proje kapsamında modern müzeciliği geliştirerek, ülkelerarası müzelerin işbirliğini geliştirerek, kültürlerin kaynaşmasını sağlayacağız” diye konuştu.

 

KARUN HAZİNELERİ

Karun Hazinesi, MÖ 560-546 yılları arasında Lidya ülkesini yöneten Krezüs (Karun) dönemine ait olan, Uşak’ın 25 kilometre batısında ve İzmir Karayolu üzerinde bulunan Güre Beldesi yakınlarındaki tümülüslerden 1960′lı yıllarda çıkartıldı. Bazı kaynaklarda Lidya Hazinesi veya Lidya Hazineleri olarak da anılıyor.

 

Lidya döneminin en görkemli eserleri arasında yer alan bu hazine 1965 ve 1968 yıllarında üç yıllık süreçte Uşak’tan kaçırıldı. İlk soygun 1965 yılında Toptepe Tümülüsü’nde gerçekleşti. 5 kişilik grup, tünel kazarak mezar odasına ulaştı ve burada buldukları eserleri dönemin parasıyla 65 bin liraya sattı. Daha sonra, 1966′da İkiztepe Tümülüsü 11 kişi tarafından soyuldu ve oda içerisindeki 150 parça önce saklanıp daha sonra 160 bin liraya satıldı. Güre Beldesi’nde üçüncü soygun 1968 yılında Aktepe Tümülüsü’nde gerçekleşti. Bulunan resim ve kabartmalar 40 bin liraya satıldı.

Hazinenin tamamı, New York’taki Metropoliten Müzesi’nde 1985 yılında gazeteci Özgen Acar tarafından bulundu. Dönemin Kültür Bakanlığı’nın uyarıları sonucu müzenin depolarında saklanan eserleri almak için 1987′de dava açıldı ve yaklaşık 40 milyon dolarlık masrafa yol açan hukuki süreçler sonunda eserler 1993 yılında Türkiye’ye geri getirildi.

haberler.com, 18.12.2011

TARİH, RANTA DEKOR OLACAK

 

 

Türkiye, Çin’den sonra büyüme rekoru kıran ikinci ülke. Büyümenin lokomotif sektörlerinden biri ise inşaat. Türkiye yüzde 8 büyürken inşaat sektörü bu yıl yüzde 15’i geçecek.


2012 yılı ise Avrupa’da derinleşen kriz nedeniyle Türkiye için de büyük bir kabus. Büyüme oranı yüzde 8’den en iyimser rakamlarla yüzde 4’e gerileyecek. Yani yüzde 50 azalma bekleniyor.
İnşaat sektöründe bu daralmanın işaretleri gelmeye başladı. Sektörün liderlerinden Ali Ağaoğlu piyasada durgunluğun başladığını söylüyor.


Sektör temsilcilerinin umudu ise kentsel dönüşüm politikalarının bir an önce başlaması.
İstanbul bu dönüşüm politikalarının merkezi. Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı Derneği (GYODER) Başkanı Işık Gökkaya’ya göre İstanbul gibi deprem bekleyen büyük bir metropolde 3.5 milyon konut stokunun 2.5 milyonunun yenilenmesi ve depreme dayanıklı hale getirilmesinin maliyeti 400 milyar dolar...


Yani İstanbul’un artık taşı toprağı altın... 

Gecekondudan bozma apartmanların, yüzde 60’ı kaçak binaların, yıkılmak üzere olan tarihi yapıların yenilenmesi gerçekten desteklenmesi gereken bir durum. Ancak son birkaç yıldır kentsel dönüşüm diye yaşanan uygulamalara bakıldığında büyük bir tehlike var.
Kentsel dönüşüm rantsal dönüşüme başladı bile.


İstanbul dünya mirası bir şehir. Tarihi bir kent. Buna uygun politikalar var mı derseniz, tartışmalara bakıldığında görünmüyor.


İstanbul’da tarihi korumak için bugüne kadar biraz da fazla titiz davranan Anıtlar Kurulu etkinliğini tamamen yitirdi. Restorasyon adı altında yıkımlar başladı. Mahkeme kararlarının değeri kalmadı.
Çıkarılan yasalar ise haksızlıklarla dolu kamulaştırma uygulamalarına geçit veriyor. 

İstanbul artık sadece bu projeleri yapan inşaat firmalarının, projeleri çizen mimarların insafına kalmış durumda.


Metrekaresi 1500 lira olan bir bölgenin üç yıl içinde 8 bin dolara çıktığı bir ortamda bir İstanbullu olarak kendimi ‘çaresiz’ hissediyorum.


Tarlabaşı Bedrettin Dalan döneminde giren dozerlerle ilk yıkımını yaşamıştı. ‘Dalan talan’ sloganı o günlere ait.


İnşaat Resulullah ise bu dönemin sloganı oldu. Bu sayfada sadece birkaç proje ile İstanbul’un yeni kimliğini göstermek istedik. Görünen o ki yeni Tarlabaşı’nda tarih sadece dekor olacak. Champ Elysess ise bir hayal... En az ikiyüz yıllık tarihi binaların geleceği işte böyle olacak. Tek umut var. Bu projeler henüz avan proje...

Tarlabaşı’nda yeni eskiyle yarışmayacak!
Tarlabaşı’nda birinci etap yenileme projesi GAP İnşaat tarafından başladıldı. Proje 300’e yakın binayı kapsıyor. Yüzde 52 konut, yüzde 12 ticari alan, yüzde 17’si turizm amaçlı, yüzde 14 ise ofis olacak. GAP İnşaat internet sitesinde projeye ilişkin ayrıntılı bilgi vermese de açıkladığı yaklaşımla yapılacak binaların kimliğinin ipuçlarını veriyor. “Bir hafıza karışıklığı yaratmamak içirn eski ve yeni tasarımları birbirinden ayıran, eski dokuyla yarışmayan, 21.yüzyıl teknolojisi ve anlayışını yaşatan, bu günün kullanım ve estetik değerlerini taşıyan, geleceğin değerleri arasında yer alacak olan yeni tasarımlara yer verilmiştir...” Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan , “Tarlabaşı Champ Elysse olacak” demişti. Galiba mimari yaklaşımı kastetmemiş...

Emek, AVM mi olacak kültür sarayı mı?
İstiklal Caddesi üzerinde Serkldoryan olarak bilinen Cercle d’Orient binası kompkleksinde yer alan Emek Sineması bu günlerde tartışmaların baş köşesinde. Beyoğlu’nun kimliği haline gelen Emek Sineması yıllarca müdürü Hikmet Beyle sanatseverlere hizmet etti. Şimdi kapalı. Mahkemeden çıkan kararla artık yıkılması an meselesi. Bina caddedeki en eski yapı. Tarihi 1884’e dayanıyor. 5 binadan oluşuyor. Proje koordinatörü mimar Fatih Kesgün bir röportajında kompleksin alışveriş merkezi değil kültür merkezi olacağını söylüyor. Kesgün projeyi anlatamadıkları için üzgün olduğunu söylüyor, Birkaç görsel üzerinden yorum yapıldığını söylüyor. Kesgün’ün bu üzüntüsünü gidermek için bir haftadır önce Kamer İnşaat’ın sonra Mim İnşaat’ın yapacağı söylenen proje için firmaları arıyorum. Ama ne yazık ki iki şirkete de ulaşmak mümkün olmadı. Mim İnşaat Limited Şirketi’nin telefonları ise hiç açılmadı. 400 araçlık otoparkıyla, 4100 metrekare taban alana sahip yapı adasına 8600 metrekarelik yapı sığdırılacağı belirtilen proje aslında fotoğraflarında kendini anlatıyor.


NE DEDİLER?


TARLABAŞI MÜLK SAHİPLERİ DERNEĞİ BAŞKANI AHMET GÜN
Tarlabaşı’nda mülk sahiplerini bir araya getirerek dernek kuran Ahmet Gün, yasanın haksızca uygulandığını savunuyor ve şunları söylüyor:
“5366 sayılı yasa ile mülklerimiz elimizden zorla alınıyor. Yasa, binasını kendi restore etmek isteyen mülk sahibine imkan veriyordu. Belediye kabul etmedi. Bu nedenle davamız sürüyor. Danıştay’dan olumsuz sonuç gelirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gideceğiz. 200 üyemiz var. Tarlabaşı’ndaki dönüşüm dokuya uygun değil.
Beyoğlu’nda Yıldırım Demirören’in binası için benim beş binamı aldılar. Dört yıldızlı otel yapacaktım izin vermediler. Zorla gasp yapıyorlar. Bu nasıl demokrasi?”

MİMAR ZAKARYA MİLDANOĞLU
Van’daki tarihi Ahtamar Kilisesi’ni restore eden mimar Zakarya Mildanoğlu da kentin dokusunun tehlikede olduğuna dikkat çekiyor ve şu önerileri yapıyor: “Mimaride restorasyon da, yıkılarak yeniden yapım da söz konusu. Ancak önemli olan tarihi bölgelerde bu restorasyonları sağlam verilerle, uzmanlar yapmalıdır. Binaların cephelerinde tarihsel izler vardır. Bölgenin cephe dokusu, kimliği bozulmamalıdır. Eski motifleri alıp yeni binaya yerleştirmek olmaz. Yoğunluk aşırı arttırılmamalıdır. Sivil toplum kuruluşları işin içinde olmalıdır. Yoksa tarihi yokedip, hilkat garibesi bir durum yaratılır. Bugün bazı bölgelerde bu yaşanmaya başlamış durumda.”

TMMOB MİMARLAR ODASI İSTANBUL ŞUBESİ BAŞKANI EYÜP MIHÇI
İstanbul’da kentsel dönüşüm mahkeme kararlarını bile hiçe sayarak vahşice yapılıyor. Yaşayan insanlar göz ardı ediliyor, tehdit olarak gösteriliyor. Tescilli yapılar yıkılıyor. Tarihi binalar göstermelik olarak korunurken projelerin müştemilatı haline geliyor. Yapılacak projeler kamuoyu ile paylaşılmıyor. Dünyada böyle bir yenilenme projesi yok. Rant uğruna tektipleştirme ve kültür yapılarına karşı bir tutum izleniyor.

Radikal, Haber: Jale Özgentürk, 18.12.2011

VAKIF KİRACILARI YÜKSEK ZAMLARDAN ŞİKAYETÇİ

 

Bursa'da Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nün kiracıları, işyerlerinde rayiç bedelle oturmalarına karşılık her yıl enflasyon oranından fazla zam yapılmaya devam ettiğini belirterek, mülklerini boşaltmayı düşündüklerini söylediler.

Bursa'da bin civarında vakıf mülkünün yıllık zam oranları kiracılara teblie edildi. Yılbaşında enflasyon oranından az olmamak üzere zam yapan Vakıflar, kiracılarından teminat bedeli ve yıllık mülklerin sigortalarını da kiracılarının yapmasını istiyor. Bu çerçevede daha önce kiraları rayiç bedelin altında kaldığı için çok yüksek zamlarla etraftaki komşularına göre kira ödemeye başlayan Vakıf kiracıları, yıllık artışlarında enflasyon oranı ve üzerinde olması sebebiyle özel mülklerdeki kiracılardan daha yüksek kira veriyorlar.

Haşim İşcan Caddesi Tuğsa İş Merkezi'ndeki vakıf kiracıları son enflasyon oranındaki zamların kendilerine teblig edilmesi ile zor durumda kaldılar. Şehir merkezinde Gazcılar caddesi başta olmak üzere birçok işyerinin boş ve kiralık olduğunu, şahısların kiracılarının çıkmaması için bazı yıllarda fiyatları düşürdüğünü bildiren vakıf kiracıları, "Eskiden Vakıflar'a kiracı olduğunuz zaman rahattınız. Zamlar mazbut olurdu, devlet halden anlardı. Ancak son yıllarda vakıf kiraları, etraftaki özel mülklerin üzerine çıkmaya başladı. İşhanımızda yeni bir vakıf bürosuna yerleşen arkadaşımız üst katında yeni boşalan aynı büyüklükteki bürodan daha fazla kira ödüyor. Özel mülklerden kirasını makul hale getirilenler tutuluyor. Yüksek kira isteyenlerin yerleri kiraya verilemiyor. Tuğsa İş Merkezi'nde de halen Vakıflar'a ait 2 yıldır fiyatı yüksek belirlendiği için kiraya tutulmuyan bürolar var. Vakıfların böyle boş duran büroları bulunurken, bunların 2 yıldır aidatlarını kurum öderken, mevcut kiracılara da her yıl aksatmadan enflasyon oranı üzerinde zamlar geliyor. Biz kendi mülkümüzdeki kiracıların bedellerini bazen çıkmamaları için düşürüyoruz. Ancak vakıflarda hiç ucuzlama olmuyor. Hükümetimiz enflasyonla mücadele çerçevesinde inşaat sektörünü canlandırıp, TOKİ marifetiyle yaptığı binalarla Türkiye'de kiraları düşürüyor. Kira artışı özel sektörde durdu, ancak vakıflarda durmuyor. Stopaj avantajı söyleniyor. Ancak yıllık teminatlar ve sigorta bedellerini gözönünde bulundurunca onun da bir avantajı kalmıyor" dediler.

Vakıf yetkilileri ise, kira oranlarının rayiçler seviyesinde olduğuna dikkat çekerek, "Bizim kiracılarımız ayrıca stopaj ödemekten muaf oldukları için yüzde 25 avantajlı durumdalar. Bu avantajı da göz önünde bulundurduklarında, civarındaki yerlerden yüksek kira ödeyen bulunmuyor. Zaten yüksek ödediklerine inananlar ise mahkemeye müracat edebilirler. Mahkemelerde gerekli kararı veriyor, onların kararlarına uyuyoruz. Boş yerimizde normal sirkülasyonun dışında fazla bulunmuyor" dediler.

Bursa Hakimiyet, 18.12.2011

"SON OSMANLI" SOKAKLARDA

 

 

Ellerde Osmanlı padişah tuğralarının izlerini taşıyan yüzükler; kadınların boyunlarında, kulaklarında sultan kolyeleri, küpeleri… Şallara, giyim eşyalarına varana dek Osmanlı dönemine göndermesi olan semboller, imajlar… Esnafla, şal olup boynumuza dolanan bu yeni hareketin nasıl doğduğunu, nereye doğru evrildiğini konuştuk. Hortlatılmaya çalışılan Osmanlıcı zihniyetin kendisi mi, yoksa politik bir alt metne ihtiyaç duyulmayacak bir mesele mi sözünü ettiğimiz? Şu ‘Son Osmanlı’ olma hevesi nasıl sirayet etti genç bünyelere?

KAYA KANDEMİR (Kapalıçarşı esnafı)

Üzerinde Osmanlı’ya ait motiflerin bulunduğu objeler satan bir esnaf olarak, müşterilerinizde bu ürünleri almaya yönelik eğilimi nasıl yorumlarsınız? Osmanlıcılık hareketinin hortlamasından söz edebilir miyiz sizce?


Öyle bir geriye dönüş isteğinden bahsedebilir miyiz, bilemiyorum. Zaten buradaki esnafın müşteri potansiyelinin yüzde 99’u turist. İstanbul’da yaşayan ve buradan bu ürünleri satın alan kişi neredeyse yok, diyebilirim. En azından burada. Şimdi bakın, Osmanlı motifi derken benim sattığım ürünlerin üzerinde sembol olarak tuğra yer alıyor. Üzerinde Fatih Sultan Mehmet yazan ürünlerim yok. Çünkü benim kanaatimce bu ülkenin tarihine ait olan ‘tuğra’ turistlerin ilgisini çekmekte. Dolayısıyla ben de gelen ilgiye göre satacağım ürünü belirlemeliyim bir esnaf olarak.

Peki, son yıllarda Osmanlı dönemine ait kültür unsurlarının sızıntılarını gördüğümüz objeler, sözgelimi cami figürü taşıyan ya da üzerinde ‘Fatih Sultan Mehmet’ yazısı bulunan bir obje sizce yerli halk tarafından ne kadar talep görmekte?
Kapalıçarşı’da ben hiç böyle bir şeye rastlamadım. Kapalıçarşı turist mekanı. Fakat dediğiniz ürünler, yerli halktan burada değil yerli piyasada talep görür daha çok. Örneğin, Mahmutpaşa. Orada satıldığını, hatta turistler dışında da talebin olduğunu biliyorum. Bir de bu ürünlere olan ilginin son yıllarda arttığını ilk defa sizden duydum. İnanın yirmi yıldır bu işi yapıyorum ve benim sattığım ürünler adına talep hep aynı kaldı.
 
MURAT ERSÖZ (Çemberlitaş esnafı)
Son dönemde sanki Osmanlı kültürüne ait motifler, çeşitli objelerin, kıyafetlerin üzerinde çoğaldı. Siz de bu tip ürünler satan bir esnaf olarak, Osmanlı kültürüne ait motiflere duyulan ilgi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Tabii burası turistik bir bölge olduğu için, turistler, üzerinde Osmanlı’ya yönelik motiflerin olduğu ürünleri tercih ediyor. Nedenini kestiremiyorum. Ben yedi senedir esnafım ve son beş yıldır bu tip ürünlerin diğer ürünlere nazaran daha fazla tercih edildiğini söyleyebilirim.

Turistler dışında bu tip ürünleri satın alan müşterilerinizi düşündüğünüzde bize nasıl bir profil çizersiniz?
Mesela, bu ürünlere burada yaşayan yerli halk değil de daha çok gurbetçiler talep göstermekte. Gurbetçiler geldiklerinde doğrudan bu motiflerin yer aldığı ürünlere yönelirler. Örneğin, üzerinde ‘The Last Ottoman’ yazılı bir t-shirt ya da ‘Fatih Sultan Mehmet’in tuğrasının bulunduğu bir t-shirt var. Gurbetçiler bunlara bir hayli ilgi gösteriyor. Tercihleri daha çok bu iki t-shirtten yana oluyor. Ben bu yönelimi şöyle yorumluyorum: Yaşadıkları yere döndüklerinde kendilerini daha güçlü hissetmeleri açısından, tabiri uygunsa ‘göğsünü gere gere’ bu t-shirtleri giyiyorlar ve buradaki kültür unsurlarına bağlılıklarını gösteriyorlar. ‘Arabesk’ tavırlarla yöneliyorlar belki de. Burada yaşayan halkın bu t-shirtlere pek yöneldiğini söyleyemem. Daha doğrusu benim henüz böyle bir müşterim olmadı. Fakat feslere duyulan ilgi hep aynı kaldı. Genelde gırgır olsun diye alıyorlar. Mesela, kavuk da çok satmaya başladım. Kavuklara olan ilgi de ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisinden sonra arttı. Kavukları satın alan müşterilerim çocuklarının isteği doğrultusunda satın aldıklarını söylüyorlar. Malum biliyorsunuz Türkiye’de insanlar televizyon dizileri tarafından yönetiliyor.
 
MEHMET SENCER (Kapalıçarşı esnafı)
Son yıllarda Osmanlı kültürüne ait motifleri çeşitli objeler üzerinde daha çok gördüğümüz görüşüne katılır mısınız?
Son bir yıldır ben de arttığını düşünüyorum. Daha çok ‘tuğra’ baskılı t-shirtlerde böyle bir artış söz konusu diyebilirim. Mesela üzerinde ‘tuğra’ baskılı şalları da çok satıyorum. Üzerinde ‘tuğra’ baskılı ürünlerin bu kadar çok satılmasında biz esnafların da katkısı çok büyük diyebilirim. Niye diyeceksiniz? Turistlere diyoruz ki; “sen Türkiye’ye geldin, bu da Osmanlı’nın tuğrası, gelmişken buraya ait bir şeyler götür”. Hem bizim için satması daha kolay. Onlar da böyle bir yönlendirme olunca tereddütte kalmayıp alıyorlar.

Peki, mesele İstanbul ile özdeşleşen kültür motiflerinin kabul görür olması ise, sözgelimi üzerinde ‘Kız Kulesi’ ya da ‘Boğaz Köprüsü’ baskısı olanlar da satılabilir.  Neden üzerinde ‘tuğra’ baskısı olan t-shirtleri satmayı tercih ediyorsunuz?
Çünkü ‘tuğra’nın satılması daha kolay oluyor. Dediğim gibi hem alıcı açısından hem de bizim açımızdan. Yani bir de şu da var, ‘tuğra’ son dönemde moda oldu. Nasıl bir zamanlar Mustafa Kemal’in imzası moda olduysa, şimdilerde de aynı şey Osmanlı kültürü için geçerli. Aynı şekilde ‘tuğra’ da şimdinin modası. Mesela cami baskılı t-shirtlerimiz de var ve bu t-shirtlere daha çok gurbetçiler yöneliyor.
 
KENAN KAPUCİ (Mahmutpaşa esnafı)
Üzerinde Osmanlı motiflerinin olduğu t-shirtler satıyorsunuz. Şu sıra bu tip şeylere olan talepte bir artış söz konusu mu? Öyleyse, politik bir arka planı var mıdır bu durumun?
Ben 16 senedir bu işi yapıyorum. Elbette ‘tuğra’ baskılı t-shirtlerim diğer t-shirtlere oranla daha çok satıyor. Bana kalırsa ne kadar dışarıdan politik bir duruş kendini belli etmese de, bunların alıcıları, içlerinde bu duruştan yola çıkarak ‘tuğra’ya yönelim gerçekleştiriyor. Belki de o çağa bir geri dönüş talebi var. Elbette ki bunlar sadece benim gördüklerim, gözlemlediklerim.

Alıcı çokluğunu hesaba kattığımızda esnafın ‘tuğra’ baskılı t-shirtleri satmaya yöneldiğini düşünüyor musunuz?
Hayır. Biz her zaman müşterinin kendisine bırakırız. Kendisi hangisini almak isterse onu sunarız. Biz sadece müşterilerin satın aldıkları üzerinden hangi ürünün çok satıldığına dair fikir üretebiliriz, o kadar.
 
KAZIM KARABATAK (Kapalıçarşı esnafı)
Satışta olan ve talep gören eşyalar üzerinden değerlendirecek olursak, Osmanlı dönemine yönelik bir ilgi söz konusu mu? Eğer öyleyse, bu ilgiye bağlı olarak satışlarınızda bir artış var mı?
Şöyle bir düşündüğümde, yaklaşık sekiz yıldır Osmanlı motiflerinin yer aldığı obje ve t-shirtlere eskisinden daha yoğun bir ilgi olduğunu söyleyebilirim. Tabii ki bu değerlendirmeyi sattığım ürünleri baz alarak yapıyorum. Ama ilgi bundan ibaret değil. Sattığım ürünlerin dışında, Türkiye’de eskiye dair bir özlem olduğu kanaatindeyim. Bu durumun ortaya çıkmasını elbette AKP’nin iktidara gelmesi ve iktidarının devam etmesiyle açıklayabilirim. Bence ‘Osmanlıcılık’ düşüncesini davet ettiren AKP’nin iktidardaki varlığı.

ŞADAN ARGUN (Taksim esnafı)
Üzerinde Osmanlı motiflerinin ve sembollerinin yer aldığı ürünlerin satışta olduğunu görüyoruz burada da. Bu ürünleri satmanızı alıcıdan gelen taleple ilişkilendirebilir miyiz? Sizce bu ürünlere yönelen müşteriler nasıl bir imaja sahip?
Turistler doğal olarak satın alıyorlar bunları. Fakat yerli halkı değerlendirdiğimde, daha çok Osmanlı kimliğine kendini yakın hisseden, o dönemin peşine düşen, Osmanlı’yı ardında bırakamamış kişilerden talep görüyor bu tür şeyler, onlar satın alıyor. Mesela, tesettürlü kadınlar… Kadınlarda ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisinden sonra, oradaki dizi kahramanlarının kullandığı süs eşyalarına, kıyafetlere, ‘tuğra’lı küpelere, kolyelere bir artış var. Erkeklerde ise, ‘Kurtlar Vadisi’ dizisinden sonra böyle bir sahiplenme oldu.

Peki, siz, bu durumun televizyon dizilerinden bağımsız olarak politik bir alt metni olduğunu düşünüyor musunuz?
Düşünüyorum. Hatta AKP’nin iktidardan gitmesiyle birlikte tüm bunların da son bulacağı inancındayım. Bu ilgi ortadan kalkacaktır. Eskiden; yani 2000’lerin öncesini düşündüğümde, o türden yüzükler, kolyeler ya da küpeler satmıyordum. 2000’lerde böyle bir ilgi baş gösterdi ve artarak devam etti.
 
ONUR AYHAN (Taksim esnafı)
Tezgahlarda Osmanlı tuğrası taşıyan yüzükler, küpeler dikkatimizi çekti. Son yıllarda bu objelere talep artışı var mı?

Şu sıralar daha fazla sattığımı söyleyebilirim. Sebebi de bence dizilerin fazla egemen oluşu. Böylelikle bu sembollere olan ilgi artıyor, doğal olarak bizim satışımızda da artış oluyor.

Alıcısına dair bir profil çizebilir misiniz bize?
Belli bir profilleri yok aslında. Tarz olsun diye alanlar da var, ideolojisi doğrultusunda, tamamlayıcı olduğundan alanlar da. Yeni bir şey değil. Fakat üç hilal tarzı yüzükleri ve kolyeleri satın alanlar, genellikle siyasi bir ideolojiye mensup olduklarından alıyorlar. Mesela ben de tuğralı ve ay yıldızlı bir yüzük takıyorum. Siyasi bir gruba üye değilim; ama milliyetçi bir bakış açım var. Çünkü Osmanlı’yı seviyorum. Büyük bir medeniyet olduğu düşüncesindeyim. Sadece erkeklere özgü bir tavır değil bu takıların kullanılması. Kadınlarda da ‘tuğra’lı küpeler talep görüyor diyebilirim.

Birgün, Haber: İlknur Delice - Didem Gülçin Erdem, 18.12.2011

ALLİANOİ'DE SAVCIDAN KURUL ÜYELERİNE SORUŞTURMA TALEBİ

 

İzmir’in Bergama İlçesi'ndeki Allianoi antik kentinin üzerinin kumla kaplanıp, su tutulmasının önünü açan kararı veren İzmir 2 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Başkanı ve üyeleri hakkında, savcılık, Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan soruşturma izni istedi. Eşitlik ve Demokrasi Partisi İzmir İl Başkanı Avukat Arif Ali Cangı, Allianoi Kurtarma Kazı Başkanı Ahmet Yaraş, geçen yıl eylül ayında, Bergama Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu.

 

 

Şikayetçiler, İzmir 2 Numaralı Koruma Kurulu Başkanı Buğra Gökçe, üyeler Sıdıka Tunga, Refika Erkızan, Burhanettin Yurdagül, Berrin Tezgen, Harun Ürer, Mert Çubukçu, Turan Takaoğlu, aynı zamanda Bergama Müze Müdürü Adnan Sarıoğlu’nun, aldıkları kararla, Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kanunu’na muhalefet ettiklerini ve görevini kötüye kullandıklarını ileri sürüp ceza dava açılmasını talep etti.


Bergama Cumhuriyet Savcısı Umut Sadak, Kurul’un toplanıp karar aldığı yerin İzmir olması nedeniyle ‘görevsizlik’ verdi. Ancak kusura dikkat çeken Sadak, “Kurul üyelerinin, Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kanunu’nun 65. maddesindeki açık düzenlemeye rağmen korunması gereken taşınmaz, kültür ve tabiat varlıklarının yıkılmasına, bozulmasına,yok olmasına veya her ne suretle olursa olsun zarara uğramalarına, aldıkları kararla sebebiyet verdikleri, toplanan deliller, yapılan keşif, konusunda uzman bilirkişi raporları, uluslararası sözleşmeler ve tüm dosya kapsamında anlaşılmış ise de olayın cereyan ettiği yerin yargı çevremizin dışında bulunduğu anlaşılmıştır” dedi.

Milliyet, Haber: Turaç Top, 18.12.2011

"MÜZE AÇMAK KOLAY İŞ DEĞİL, MİSYONU BÜYÜK"

 

Medyada açılış haberlerine sık sık rastlıyoruz; bir süredir 'modaya' dönüşmüş durumda müze açmak. Önümüzdeki dönemde açılacağını duyduğumuz müzeler bu 'modanın' yaygınlaşacağını gösteriyor. Müzecilik anlayışındaki değişimi konunun uzmanı Mine Küçük'le konuştuk.

 

Yeni açılan müzelerin haberleriyle sık sık karşılaşıyoruz. Aynı sıklıkta karşılaşmaya devam edeceğimiz de görünüyor. İş insanları Cengiz Çetindoğan'ın Haliç'te büyük bir resim ve hat müzesi kuracağı, Mustafa Taviloğlu'nun yine bir resim müzesi kurmayı istediği duyumlarımızdan birkaçı. Jeff Hakko'nun amfora müzesi açmak istediğini, Orhan Pamuk'un Çukurcuma'daki müzesini açmak için gün saydığını haberlerde görüyoruz. Ressam Ahmet Güneştekin, Beyoğlu Tepebaşı'ndaki atölyesini genişletip müzeye dönüştürmek için bahar aylarının gelmesini bekliyor... Müzeciliğe adım atmak isteyenlerin sayısı böyle uzayıp gidiyor.


Bir süredir yaygınlaşan bu 'modayı' işin uzmanlarından Mine Küçük'le konuşmak istedik. Kendisi İstanbul Üniversitesi'nde arkeoloji okumuş, Minnesota Üniversitesi'nde yine arkeoloji ve müzecilik alanında eğitim görmüş, Minnesota Bilim Müzesi'nde sergileme uzmanı olarak çalışmış, 2001'de Türkiye'ye gelmiş bir isim. İlkokullara yönelik, programını kendisinin hazırladığı bir müze dersi var, AB projelerine danışmanlık yapıyor, eğitim programları hazırlıyor ve Işık Üniversitesi ile Yeditepe Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak çalışıyor... 


- 10-15 yıl öncesiyle karşılaştırdığınızda, müzelerin bugünkü popülerliğini şaşırtıcı buluyor musunuz?
2001'de Türkiye'ye geldiğimde gerekli olduğuna inandığım için ilkokul seviyesinde müzecilik dersleri vermek istiyordum. Bir okul müdürü 'Hocam bu ders moda değil' demişti. Ama kısa zamanda, o sıralarda akla gelmeyecek biçimde popülerlik kazandı. Biliyorsunuz Türkiye'de çoğu zaman modalara göre hareket ediliyor. Bazı durumlarda bu pek de iyi bir şey olmayabilir ama 'müzecilik modasının' yaygınlaşmasını, mesela iş dünyasından birinin müze açmasına bakan başka bir iş insanının da müze açmak istemesini olumsuz bulmuyorum elbette. 


- Size danışanlar çok oluyor mu müze açma konusunda? Motivasyon genellikle ne oluyor?
Birbirinden ilginç, başarılı koleksiyona sahip insanlar var. Bazen toplantılara katılıyorum, en sık dile getirilen durum koleksiyonun artık çok fazla genişlemesi, eve sığmamasıyla ilgili. Tarihe baktığınızda da görüyorsunuz ki müzelere ihtiyaç duyulmasının ilk nedenlerinden biri de bu zaten.  


- İlginç bulduğunuz koleksiyonlar var mı?
Koleksiyonlardan çok, insanların koleksiyonlarına tutkuyla bağlanması dikkat çekici. Bir koleksiyonerle tanıştım geçen günlerde, bütün Anadolu'yu dolaşıp mutfak eşyaları toplamış, büyük çaba harcamış. Başka bir isim amfora koleksiyonu çok genişlediği için Maslak taraflarında büyük bir depo kiralamıştı. İlginç koleksiyon konusunda sıkıntı çekilen bir ülke değil burası; deniz kabuklarından oluşmuş başarılı koleksiyonlara da Riva'daki evinde fayton koleksiyonu yapan meraklılara da rastlayabilirsiniz.
 

- Koleksiyona sahip herkesin aklından geçiyor mu müze açmak?
İnsanın müze açmak istemesi de, koleksiyonunu kendisine saklaması da anlaşılır bir durum. Fakat müze açmak kolay bir iş değil. Koleksiyonunuzu halka sunup mekanınıza müze adını verdikten sonra orası sadece size ait olmaktan çıkıyor. Müzenin, koleksiyonu korumaktan, sergilemekten daha geniş misyonları vardır; o koleksiyonu araştırmalara açmanız, mekanınızda eğitim çalışmaları düzenlemeniz gerekir. Ama birçok müze bunu yapamıyor çünkü bütçesi yok. İşin diğer zorluğu da burası zaten; müze açtığınızda adeta bir şirket açıyor gibi müze işletmesini de düşünmek lazım. 


- Bu pek alışkın olmadığımız bir anlayış gibi görünüyor...
Amerika'da okudum müzeciliği. Hocamız 'Müzeleri alışveriş merkezi gibi düşüneceksiniz' derdi. Ziyaretçiyi çekmek zorundasın. Klasik müze anlayışında müzelerin tavrı 'İsteyen ziyaret etsin, isteyen etmesin' gibidir. 

 
- Amerikan ekolü baskın hale mi geliyor?
Amerika'ya kıyasla Avrupa genel olarak daha geleneksel anlayışa sahiptir. Amerika'nın Avrupa gibi köklü bir tarihi olmadığı için müzecilik anlayışının farklı olduğu, zengin Avrupa kültürünü barındıran Avrupa müzelerine karşın ilk modern müzelerin burada çıktığı bilinir. Amerika'da ayrıca genel olarak daha ticari bir anlayışın hakim olduğu söylenir. Örneğin, Harvard'a gidersiniz, üniversiteyle hiç ilginiz yoktur ama t-shirt alırsınız ya da bir müzede hediyelik eşya alırsınız. Bunların faydalı olduğunu ve müzeleri hayatın bir parçasına dönüştürdüğünü düşünüyorum. 


- Bunu becermenin yöntemleri de var mıdır?
Örnekleri çok. Müzeyi doğum günü partilerine açmayı garip bulabilirsiniz mesela ama neden olmasın? Vaktiyle siyahlarla beyazların aynı ortamda bulunamadığı bir Afrika ülkesinde, siyahlar müzelere arka kapıdan girebiliyordu; temizlik gibi işlerde çalışmak için, gezmeleri yasaktı. Günün birinde ırkçı uygulamalar kalktığında bile siyahlar müzelere girmekten çekindiler. Müze müdürleri şöyle bir çözüm geliştirdi; her müzenin önüne kırmızı halı serip kenarlarına siyahlara ait klanların flamalarını diktiler, bir tür onurlandırma...

 
- Bizde bu konuda başarılı uygulamalar var mı?
Müze Kart iyi düşünülmüş bir fikir. Şimdi daha fazla geliştirilmeye çalışılıyor bildiğim kadarıyla. Özel müzeler de eğitim programlarıyla, lokantalarıyla, ücretsiz ziyaret günleriyle insanlara ulaşıyor. Çocuklar kadar yetişkinlerin de önemsemesi gerektiğini söyleyebilirim; bana sorduklarında hafta sonları çocukların aileleriyle birlikte katılabilecekleri etkinlikler öneriyorum. Eğer özel bir müze bu tür etkinlikler düzenleyemiyorsa, bunun için bütçe bulamıyorsa yaşama şansı bulması da güç.

 

- Müzeler kar edebilirler mi?
Kolay değil elbette ama müzeyi açan kişinin motivasyonu bu olabilir. Bunu başaran müzeler de var. İspanya'nın Bilbao şehri çirkin bir sanayi kentiydi. Mimar Frank Gehry'nin imza attığı Guggenheim Müzesi açılınca bütün şehrin kaderi değişti. Müze kendi para kazanmakla kalmıyor, şehre de para kazandırıyor. Hatta bu örneğe bakıp İstanbul'da böyle simgesel bir müzenin neden kurulamadığı konuşulur. Bence biraz haksızlık yapılıyor, Topkapı Sarayı böyle bir müze zaten.
 

- Biraz iddialı bir yaklaşım değil mi?
Yurtdışından sık sık misafirlerim gelir, nereye gitmek istediklerini sorduğumda en fazla duyduğum isim Topkapı Sarayı ve Ayasofya oluyor. Bu bakımdan karşılığı olan bir iddia. Fakat eksiklikleri var tabii. Gezdikten sonra nasıl bulduklarını sorduğumda bu kez çoğunlukla aldığım cevap, 'Çok güzel bir yer ama fazla bir şey anlamadık' oluyor. Mesela devlet büyüklerinin toplanıp önemli kararlar aldıkları Divan-ı Hümayun odasını, bulunduğunuz yerin önemini fark edemeden, sıradan bir yermiş gibi görüp geçiyorsunuz. Topkapı Sarayı Müzesi'nin en önemli eksikliği ise eğitim programlarının bulunmayışı. Bu tür programların eklenmesi başarılırsa büyük bir sıçrama yaşanır. 


- Bugünlerde basına yansıyan bir haber var; Sanatçı Bubi'nin İstanbul Modern için ürettiği bir eser müze tarafından kabul görmedi ve konu hakkında sansüre uzanan yorumlar yapıldı... Müzelerin politikaları hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Başlangıçta söylediğim gibi, burada çok ince bir çizgi var. Sizin bir koleksiyonunuz varsa onunla ilgili her şey üzerinde hak sahibisinizdir, yalnızca sizin sözünüz geçer. Fakat bu koleksiyonu halka açık biçimde sergileyip adına müze dediğiniz anda işlerin biraz değişmesi gerekir.

Akşam Pazar, Haber: Eyüp Tatlıpınar, 18.12.2011

SANATA YILDA 20 MİLYAR DOLAR

 

 

"İstanbul' daki kültür-sanat ekonomisinin yıllık hacmi 20 milyar lirayı. Bu rakamşehirde düzenlenen konserleri, sinema filmlerini, entelektüel toplantıları ve sergileri kapsıyor." Bu veriyi elinde bulunduran kişi İstanbul Bilgi Üniversitesi Kültür Yönetimi Bölümü'nden Asu Aksoy. 2010 yılında yaptıkları araştırmaya göre İstanbul, gelişen ekonomiye paralel olarak dünyanın en önemli sanat merkezilerinden birine dönüştü. Hatta üniversitelerde de artık kültür yönetimi gibi branşlar açıldı. Kült Art da 2003'ten beri kültür-sanat yönetimi konusunda faaliyet gösteren bir şirket. Müzecilik yapıyor, yurtdışından önemli entelektüelleri toplantılar için getiriyor. Ve uluslararası sergiler açıyor. Son olarak isimleri 23 Aralık'ta Tophane-i Amire'de başlayacak olan ve 8 hafta sürecek Salvador Dali sergisiyle gündemde. Ben de bu hafta Kült Art'ın yöneticisi Dündar Hızal'la bir araya geldim. Hızal, İstanbul'daki 20 milyar liralık sanat hacmini onaylayarak söze giriyor. "Türkiye dünyanın en fazla büyüyen ekonomilerinden. Sanatın gelişmesi de tamamen ekonomik iyileşmeyle doğru orantılı. Şimdi kişi başı milli gelir arttı. Artık şirketler ve zenginler sanata yatırım yapıyor ki varlıklarını ispat edebilsinler" sözleriyle Türkiye'de gelişen sanat yatırımını açıklıyor.

8 hafta sürecek olan Dali sergisi Rus bir şirketin koleksiyonu. Serginin maliyeti yaklaşık 1 milyon lira. Bu bedelin içinde serginin telif hakları, sigorta bedeli, taşıma ücreti gibi masraflar var. Hızal bu tarz sergilerin minimum üç aylığına kiralanabildiğine değiniyor. 100 bin kişinin gezmesini bekledikleri serginin 3 milyon lira ekonomi yaratmasını bekliyor Hızal.

Sabah, Haber: Burcu Çalık, 18.12.2011

"ALICILARIN % 90'I ALICI DEĞİL"

 

 

Sanat piyasasında efsunlu bir pazarlama olayı” olarak tanımladığı müzayedelerle ilgili Rh+ Art Sanat Dergisi’nde bir makale kaleme alan Rh+ Art Sanat Galerisi’nin sahibi Tevfik İhtiyar, bu efsunlu dünyanın perde arkasını anlatırken çarpıcı iddialarda bulunuyor.Müzayedeye katılanların yüzde 90’ının alıcı olmadığını, bu kişilerin daha çok müzayedeye verdikleri eserin satışını takip edenler,meraklılar ve telefon alıcılarının temsilcilerinden oluştuğunu söylüyor.

 

Peki müzayede esnasında fiyatlar nasıl tırmanıyor? İhtiyar, “Naylon alıcılar ve konumankenleri müzayede anında devreye girer. Bir veya birden fazladırlar. Kendilerine müzayede başlamadan önce verilen talimatlar doğrultusunda müzayede anındamüzayede sunucusuyla koordineli hareket edip birlikte fiyatları yukarı çekerler” diyor.

 

“Türkiye’dekimüzayede firmaları eskiden daha çok antik obje,mobilya, halı, hat sanatı örneklerini satardı. Osmanlı dönemi ya da Cumhuriyet kuşağından ressamlara ait işler de olurdu bu müzayedelerde. Ancak zamanla eser sayısı azaldı. Bu durumda sahtecilerin ekmeğine yağ sürdü” diye anlatıyor bugün gelinen noktayı İhtiyar. Özellikle 2000’li yılların başından itibaren müzayede firmalarının çağdaş sanat eserlerini de müzayedeye kabul etmeye başladığını belirten İhtiyar “Öyle ki bu kadar zamanmüzayedeye konulmayan eserler, kapak olmaya başladı. Hatta biraz spekülatif de olsa son dönem müzayedelerde başyapıt yani en pahalı satılan eser haline geldi ya da getirildiler” diyor.

 

İhtiyar, şu günlerde ise müzayedemodasında hat sanatı örneklerinin öne çıktığını belirtiyor. “Son dönemde siyasi konjonktüre paralel olarak hat sanatına ilgi arttı. Bu Osmanlı’ya geçici bir heves gibi de değerlendiriliyor. Uzun vadede çağdaş sanatmüzayede ortamında ağırlığını daha da hissettirecek” diye özetliyor durumu.

 

Son dönemde firmalar, çağdaş sanat eserlerinimüzayedeye koymaya başlayınca bazı ressamların işlerini bizzat kendilerinin satışa çıkardıklarına dikkat çeken İhtiyar, “Bu çok büyük bir yanlış. Bunun doğrusu sanatçının kendisinin değil, çalıştığı galericininmüzayedeye eser vermesidir. Sanatçıların aracı olmadan eser vermemesi, tüccar terzi haline gelmemesi gerekir” diyor.

 

Müyazedecinin kriterleri olmadan, spekülatif olarak sanatçıları şişirmesinin de yanlış olduğunu ifade eden İhtiyar, “Bakıyorsunuz 6 ay önce bir işi 1000 TL’ye satılan sanatçının eseri 2 ay sonra 10 bin TL’ye çıkmış. Bu durumsanatçıya da alıcıya da piyasaya da zarar veriyor. Firmaların müzayedeciliğin kurallarına dikkat etmesi gerekir” diye uyarıyor tarafları.

 

MÜZAYEDE NEDİR?

Müzayede Arapça bir sözcük. Türkçe sözlükteki karşılığı açık artırma. Bir malın veya hizmetin, belirlenen taban fiyatından başlayıp belli kurallar ve koşullar içinde fiyat artırma teklifi alınarak, en yüksek fiyatı verene satışının yapıldığı organizasyon, olarak açıklanabilir. Özel kişi ve kuruluşların düzenlediği müzayede, düzenleyenin koyduğu kural ve koşullarla kendine özgü etik değerler çerçevesinde yapılıyor.

 

O kurallar da müzayede öncesi ilan ediliyor. Müzayedeye mal koyan da müzayededen mal alan da konulan kuralları kabul etmiş sayılıyor.

Habertürk, Haber: Tülay Şubatlı, 17.12.2011

KUTSAL EMANETLERİ TEHDİT EDEN DEV SANAYİ TÜPLERİ ARTIK YOK

 

 

Topkapı Sarayı'ndaki Kutsal Emanetler Dairesi, bu yıla kadar yanı başlarında dev sanayi tüpleri ve alkolün tüketildiği bir restoranla yan yana bulunuyordu. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Topkapı'da yaptığı büyük yeniliklerle, Kutsal Emanetler'i hem tüplerin açık tehlikesinden hem de alkollü bir ortamın oluşturduğu olumsuz durumdan kurtarmış oldu.

 

Bugünlerde Kurtlar Vadisi dizisinin bazı sahnelerinin çekimi ile gündeme gelen Kutsal Emanetler ve Topkapı Sarayı için son yıllarda önemli çalışmalar yürütülüyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı, saraydan dev sanayi tüplerini çıkardı ve Konya Lokantası'nın alkol satışını yasakladı. Geçen perşembe ekrana gelen Kurtlar Vadisi'nin ilgili sahnelerinde, oyuncular 4 halifenin kılıcının Türkiye'de yan yana bulunduğunu belirtti. Bunun tüm İslam coğrafyası için önemli bir mesaj olduğuna vurgu yapıldı. Söz konusu sahneler için Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü ile Müze Başkanı İlber Ortaylı'nın olumlu görüş vererek çekimi yaptırmaları sonrasında tartışmalar yaşanmıştı. Bu tartışmalar, Topkapı'da bulunan Kutsal Emanetler'le ilgili yapılan çalışmaları da akıllara getirdi.

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın göreve gelmesi ile ilk olarak Topkapı alanı içindeki kaçak yapılar ile TSK'nın levazım deposu olarak kullanılan yapılar gündeme geldi. TSK'nın kullanımında bulunan yapılar boşalttırılarak bakanlığa tahsisi gerçekleştirilirken, cankurtaran spor okulu, Drej Ali'ye ait olduğu iddia edilen çay bahçesi ve Konyalı Lokantası'na ait kaçak yapılar yıktırıldı. Revan Köşkü, Bağdat Köşkü, mutfaklar bölümü, Sofa Camii, sünnet odası restore edildi.

 

Bu arada 30 yıldan fazla bir süredir beri, Topkapı alanı içinde bulunan Konyalı Lokantası'nda, bu yılın başından itibaren yemek pişirilmesi yasaklandı. Yemek pişirilmesinin engellenmesi, Kutsal Emanetler'in bulunduğu alana yakın dev sanayi tüplerinin de uzaklaştırılmasını sağladı. Lokantada bugüne kadar alkollü içki tüketimine de izin veriliyordu ancak son çalışmalarla alkollü içki satışı da yasaklandı. Konyalı Lokantası, Kutsal Emanetler bölümünün yanı sıra alandaki Sofa Camii'ne de çok yakın hizmet veriyor. Değişikliklerle, bu kutsal mekanlara daha uygun bir ortam oluşturulmuş oldu. 2013 yılında sözleşmesi bitecek olan Konya Lokantası'nda sadece hazır yiyeceklerin satışı serbest bırakıldı. TSK'dan geri alınarak boşaltılan yapılar da bundan böyle, depolarda bulunan eserlerin sergilenmesinde kullanılacak. Topkapı'da sergilenen eserler, toplam eserlerin ancak yüzde 10'unu oluşturuyor. Yeni alanlar, geriye kalan eserlerin de depodan çıkarılmasını sağlayacak.

Zaman, Haber. Aslıhan Aydın, 17.12.2011

BAGAJDAN HEYKEL ÇIKTI

 

 

Şişli'de polisin şüphe üzerine durdurduğu bir otomobilin bagajında heykel bulundu.

Otomobilde bulunan Ramazan Ç., Yakup K. ve Hasan D. gözaltına alınırken, heykelin tarihi değer taşıyıp taşımadığı ise yapılan incelemenin ardından belli olacak.

Edinilen bilgiye göre Şişli Feriköy'de uygulama yapan motorize yunus ekipleri, akşam saat 22.00 sıralarında şüphelendikleri bir aracı durdurarak arama yaptı. İçinde Ramazan Ç. (30), Yakup K. (31) ile Hasan D.'nin (31) bulunduğu 16 E 5535 plakalı BMW marka otomobilin bagajını arayan polisler, giysilere sarılmış halde bir heykel buldu. Otomobilde bulunan 3 kişi, heykelin tarihi değeri olabileceği şüphesi ile gözaltına alındı. Feriköy Polis Merkezi'ne götürülen şahısların üstünde yapılan aramada sahte 900 Dolar bulundu. Gözaltına alınan şüphelilerin, heykeli Kütahya'da bir kişiden 25 bin TL karşılığında aldıklarını ve İstanbul'da satacaklarını söyledikleri öğrenildi. Ramazan Ç., Yakup K. ve Hasan D., polis merkezindeki işlemlerinin tamamlanmasının ardından savcılığa sevk edilecek.

Polisin, sağ elinde kartal ve yılan figürlü bir asa tutan heykeli, tarihi eser özelliği taşıyıp taşımadığının belirlenmesi için Topkapı Sarayı Müze Müdürlüğü'ne teslim edeceği de öğrenildi.

DHA, Haber: Hasan Yıldırım, 16.12.2011

FRITH TABLOSUNA REKOR FİYAT

 

William Powell Frith’in uzun zamandır kayıp olan tablosu, İngiltere’de yapılan açık artırmayla 782.680 dolara (yaklaşık 1.5 milyon TL) satıldı. Victoria dönemine ait eser, Frith’in ünlü ‘The Derby Day’ tablosunun ilk eskizi. Açık artırmanın düzenlendiği Christie’s Müzayede Evi’nden yapılan açıklamada, tablonun Frith resimleri için rekor fiyattan satıldığı belirtildi. Döneminin en başarılı ressamlarından olan Frith, resimlerinde gündelik yaşamı ele alır ve plajda gezenlerden, demir yolu istasyonları ve kraliyet düğünlerine kadar değişik konuları işlerdi.

Radikal, 17.12.011

BEDRİ RAHMİ SEMPOZYUMU SONA ERDİ

 

Bedri Rahmi Eyüboğlu 100. doğum yılında çeşitli etkinliklerle anılıyor. Bu kapsamda Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fındıklı Yerleşkesindeki Sedat Hakkı Eldem Oditoryumu’nda iki gün süren “Bedri Rahmi Eyüboğlu 100 Yaşında” sempozyumu  düzenlendi. Sempozyumda “Ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu”,  “Hoca Olarak Bedri Rahmi Eyüboğlu” , “Şair ve Yazar Olarak Bedri Rahmi Eyüboğlu” ve “Anılar ve Belgesellerle Bedri Rahmi Eyüboğlu” başlıklarında söyleşiler düzenlendi. Sempozyumda Bedri Rahmi’nin sanatçı ve aydın kimliğinin yaşantısına yansıması üzerinde duruldu. Dönemin en önemli atölyelerinden olan Bedri Rahmi Atölyesinde yetişen öğrencilerin hocaları Bedri Rahmi’yi anlattıkları söyleşi keyifle izlendi.

 

Gelini Hugette Eyüboğlu ve torunu Rahmi Eyüboğlu’nun yer aldığı söyleşide yakınları ve öğrencileri Bedri Rahmi’nin keyifli kişiliğini, günlük yaşantısını ve sanat çalışmalarını anlattı. Kimi zaman gülüşmelerin yaşandığı sempozyumda zaman zaman da duygusal anlar yaşandı. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun 1958 Brüksel Dünya Fuarı’nda yer almış, ödüllü mozaik duvarı hakkındaki kapsamlı araştırma yapan Doç.Dr. Johann Pillai Sidestreets Kayıp Mozaik Duvar: Bedri Rahmi Eyüboğlu çalışmasının belgesel gösterimiyle sempozyum sona erdi. Ayrıca iki gün boyunca yapılan sempozyumda anlatılan anılar ve sunulan bildiriler kitap olarak toplanacak.

 

Sempozyumun ilk gününde Prof. Ali Akay’ın başkanlığını yaptığı “Hoca Olarak Bedri Rahmi Eyüboğlu” paneline ilk asistanlarından Devrim Erbil, 66-72 yıllarında atölyesinde bulunan Hanefi Yeter ve son dönem öğrencilerinden Aydın Ayan konuşmacı olarak katıldı. İlk asistanı Devrim Erbil, konuşmasında “O dönem diğer atölyelerde sadece Paris ekolü anlatılırken Bedri Rahmi’nin atölyesinde Çin, Mısır, Aztek ve Anadolu uygarlıklarının da konuşulduğunu belirtti. Bedri Rahmi, atölyesinde ders alan öğrencilere “Hoca Dedi ki defteri” tutturduğuna değinen Erbil, bahar aylarında Kabataş ve Eminönü’ye gittiklerini Bedri Rahmi’nin resmi oralarda halkın içinde yapmalarını istediğini anlattı. Öğrencilerinden Hanefi Yeter ise daha çok hocası Bedri Rahmi’yle yaşadıkları anılarını değindi. Hocasının gittiğinde, evin kolonlarına asılı şiirleri gördüğünde çok etkilendiğini ifade etti. Hanefi Yeter, Bedri Rahmi’nin “Senden ressam olmaz bari bir tamircide çalış da evine ekmek götürürsün” demesine o zamanlar çok kırıldığını anlattı.

 

Sempozyumun ikinci gününde oturum başkanlığını Prof. Aydın Ayan’ın yaptığı “Anılar ve Belgesellerle Bedri Rahmi Eyüboğlu” panelde yakın dostlarından Mimar, Şair Cengiz Bektaş, Prof. Mustafa Pilevneli, gelini Hugette Eyüboğlu ve torunu Rahmi Eyüboğlu konuşmacı olarak katıldı. Hayatı çocuk hayranlığı ve merakıyla yaşadığını söyleyen Bektaş, Rahmi’yle yaptığı seyahatlerden bahsetti. Aslen Kanadalı olan gelini Hugette Eyüboğlu, Bedri Rahmi’nin ona “Gelinaki” diye seslendiğini belirtti. Bedri Rahmi’yle yaptıkları plansız gezileri unutamadığını söyleyen Gelinaki, birgün habersizce atölyesinden mezun olan bir öğrencinin Ilgaz Dağlarındaki evine gittiklerini ve öğrencisinin ansızın Bedri Rahmi’yi gördüğündeki yüz ifadesini unutamadığını anlattı. Torunu Rahmi Eyüboğlu ise ressam, edebiyatçı ya da hoca Bedri Rahmi’yi değil dede Bedri Rahmi’yi anlatacağını belirtti. Kendisine “torunaki” diye hitap ettiğini anlatan Rahmi Eyüboğlu, dedemi kaybettiğimde 11 yaşındaydım. Hasta yatağında elinde fırçası ve boyalarıyla öğüre öğüre resim yapardı bu görüntü aklımdan çıkmaz dedi. Rektör Yardımcısı Prof. Caner Karavit’in yaptığı kapanış konuşmasıyla sempozyum sona erdi.

Birgün, 16.12.211

"HEYECAN VERİCİ SONUÇLAR VAR"

 

 

Malatya’nın kültürel dokusunun ortaya çıkarılması çalışması kapsamında Battalgazi İlçesi Kırklar Mezarlığı’nda başlatılan kazılarda heyecan verici sonuçlara ulaşıldığı bildirildi.

 

Kırklar Mezarlığı’nın yanı sıra Usta Şegirt Kümbeti’nin de restorasyonu amacıyla sürdürülen kazıların bu yılki bölümünün tamamlandığı belirtilirken, Valilikten çalışmalara ilişkin şu açıklama yapıldı:

“Malatya Valisi Doç.Dr. Ulvi Saran’ın Malatya’nın Kültürel dokusunun ve kimliğinin ortaya çıkarılması doğrultusunda başlattığı çalışmaların bir ayağı olarak Battalgazi İlçesi'nde 18 Ağustos 2011 tarihinde Kırklar Mezarlığı olarak bilinen alanda başlatılan ve 14 Aralık tarihinde bu yılki çalışmaları sona eren mezarlık düzenlemesi ve Usta Şegirt Kümbetinin Restorasyonu amaçlı temizlik kazılarının bu yılki çalışmalarında heyecan verici sonuçlara ulaşıldı.

 

İl Özel İdaresi imkanlarıyla Prof.Dr. Halit Çal’ın Bilimsel Başkanlığında, Malatya KUDEB tarafından yapılan “Kırklar Mezarlığı Alanı Kazı Çalışmalarıyla yeni bilgilerin ortaya çıkması sağlandı.

 

Anadolu’da bulunan en eski, sayılı Türk – İslam dönemi mezarlıklarından birisi olan kırklar mezarlığı alanında gerçekleştirilen kazı çalışmalarında bilinen kayıtlardan daha eski dönemlere ait mezar taşlarına rastlanıldı. Selçuklu dönemine ait Malatya’ya has lahit tipi mezar tezyinatının bulunduğu bilinen alanda; Selçuklu dönemi öncesi, Hicri 200 yılına ait (Miladi 815) yani 1196 yıllık ve Hicri 205 (Miladi 821) 1190 yıllık olan, Malatya’nın Abbasi Hakimiyeti altında bulunduğu döneme tarihlenen mezar taşları yapılan kazı çalışmaları sırasında ortaya çıkarıldı.

 

Yaklaşık 4 ay boyunca sürdürülen kazı çalışmalarında değişik dönemlere ait İslam ve Türk –İslam dönemi mezar taşları ile dönemi yansıtan buluntulara rastlanıldı.

 

Malatya’nın Emeviler döneminden itibaren önemi bilinmekle birlikte ünlü İslam Komutanı Seyyid Battalgazi’nin Malatya’da doğup yaşamış olması ve bilhassa Abbasiler döneminde Horasan’dan önemli miktarda Türk ve Ehl- i Beyt ailesinin yerleşmiş olduğu önemli bir merkez haline gelmiş olduğu düşünüldüğünde; 120 dönüm Mezarlık alanı olan Kırklar mezarlığı alanı içerisinde başta Şehitlik kısmında ve Usta Şegirt Kümbetinde gelecek yılda sürdürülmesi planlanan düzenleme – Restorasyon çalışmaların yanı sıra kazı çalışmaları ile de bölge tarihi bakımından önemli sonuçların ortaya çıkması beklenmektedir.”

Malatya Haber, 15.12.2011

ENEZ'DE 2 BİN 600 YILLIK ÖLÜ KÜL KABI BULUNDU

 

Edirne’nin Enez İlçesi'nde yapılan arkeolojik kazılarda bir mezarda 2 bin 600 yıllık kül kabı bulundu.

 

İstanbul Üniversitesi Taşınabilir Kültür Varlıklarını Koruma ve Onarım Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Sait Başaran, antik çağda ekonomik durumu iyi olan ailelerin ölülerini yaktıktan sonra çıkan küllerinin taş muhafaza kapları içine konularak saklandığını söyledi.

 

Başaran, Enez’de yapılan kazılarda taş muhafaza kapları içine bronzdan yapılan kül kaplarının çıktığını ve bunların 2 bin 600 yıllık olduğunu anlattı. Başaran: ”Bulunan kül kabı çok yıpranmış durumda. Kaldıracağız ama zamana ihtiyacımız var. Restore edeceğiz. Ayağa kaldıracağız tekrar.” dedi.

 

Taşa yuva açıldığını ve bunun içine kül kabının yerleştirilerek kapatıldığını vurgulayan Başaran, antik çağda ölüleri 2 ayrı gömme şekli olduğunu, bunlardan birinin yakılarak, diğerinin ise mezar içine yatırarak yapıldığını aktardı.

Bugün, 14.12.211

KAPADOKYA'NIN 10 BİN 500 YILLIK KÖYÜ ÇATI SİSTEMİ ALTINDAN GEZİLECEK

 

Kapadokya’nın ilk köy yerleşmesi olan Aşıklı Höyük’te çatı sisteminin inşaatının tamamlanmasının ardından yapılacak çalışmalarla turistlerin kazı alanını yıl boyunca gezebilecekleri bildirildi.

 

Aşıklı Höyük Kazı Başkanı Prof.Dr. Mihriban Özbaşaran, Aa muhabirine yaptığı açıklamada, Aşıklı Höyük’ün Kapadokya’nın bilinen ilk köy yerleşmesi olduğunu söyledi.

 

Aşıklı Höyük’te 1989 yılında başlayan kazı çalışmasının kazı sezonunda devam ettiğini ve henüz höyüğün tabanına ulaşılmadığını belirten Özbaşaran, “Höyükteki derinlik sondajında 11 metreye ulaşırken, 2011 tarihlememize göre Aşıklı Höyük 10 bin 500 yıllık bir yerleşmedir” dedi.

 

Aşıklı Höyük’ün dünya ve Anadolu tarihine ışık tutan bir kazı alanı olduğunu kaydeden Özbaşaran, şunları kaydetti:

“10 bin 500 yıllık geçmişiyle Aşıklı Höyük, birçok ilklere ev sahipliği yapıyor. Anadolu medeniyet tarihine ışık tutan höyük, bölgedeki ilk yerleşme, ilk tarım, ilk madencilik, dünyada bilinen ilk beyin ameliyatı gibi teknolojik ve bilişsel gelişmelere öncülük ediyor. Kapadokya’nın bu ilk Köyü'ndeki kazılarda ortaya çıkardığımız iki özel yapı var. Bu yapılar Aşıklı Höyük topluluğunun inançları ile ilgili faaliyetlerde kullandıkları yapılar. Orta Anadolu’da bu kadar eski, halkın ortak kullanımına açık bir özel yapı bilinmiyor. Bu iki yapının üzerine koruma ve sergileme amaçlı bir çatı sistemi yapıyoruz.

 

Höyük üzerinde inşaatı devam çatı sisteminin iskeletinin tamamlandığını ve üst kaplamasının 2012 yılında tamamlanacağını vurgulayan Özbaşaran, şöyle devam etti:

“Çatı sisteminin iskeleti tamamlandı. Üst kaplamasına ise Mayıs ayında başlanacak ve kazı dönemine hazır hale getirilecek. Kazı döneminde ise sergilemeye yönelik kazılar ve restorasyonlar yapacağız. Ardından yürüme yolları ve bilgilendirme panolarını yaparak turistlerin ziyaretine hazır hale getireceğiz. Tüm bu işlemlerin ardından Aşıklı Höyük kazı alanı dünyanın dört bir yanından Kapadokya’ya gelen turistlerin ziyaretine açılacak.”

 

Aşıklı Höyük’teki turizme açık olan Arkeo-parktaki 12 kerpiç evin binlerce turist tarafından gezildiğini anlatan Özbaşaran, “Arkeo-parktaki 12 kerpiç evle turistler 10 bin 500 yıl öncesine gidiyorlar. Çatıdan eve giriyorlar ve evlerdeki yaşamı görebiliyorlar” diye konuştu.

 

Özbaşaran, Aşıklı Höyük’ün Arkeo-park ve çatı sistemi altındaki kazı alanıyla birlikte Kapadokya turizmine zenginlik katacağını sözlerine ekledi.

haberler.com, 10.12.2011



11 - 17 Aralık 2011

KÜLTÜR BAŞKENTİ VERGİSİ KALKIYOR

 

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, İstanbul 2010 Kültür Başkenti Ajansı'nın giderlerini finanse etmek üzere İstanbul'daki motorin ve benzin üzerine ilave bir ÖTV getirildiğini hatırlatarak, söz konusu uygulamanın artık kaldırılması gerektiğini ifade etti. TBMM Genel Kurulu'nda, 2012 Bütçe Kanunu Tasarısı'nda 4'üncü madde üzerinde milletvekillerinin sorularını yanıtlayan Mehmet Şimşek, "Ben bu ÖTV'nin devam etmesini doğru bulmuyorum. Bunun kaldırılması gerektiğine inanıyorum. Bu çerçevede arkadaşlarımızla görüştük. Gerekli düzenlemeyi inşallah Meclis'e getireceğiz" diye konuştu.

Sabah, Habe: Hazal Ateş, 16.12.2011

HATAY'IN MOZAİKLERİ BİR TIKLA DÜNYADA

 

Hatay Arkeoloji Müzesi sanal müze uygulamasıyla dünyaya açıldı. IBM Türk'ün desteğiyle açılan Hatay Sanal Arkeoloji Müzesi'ne bilgisayar, cep telefonu ve her türlü cihazlarla ulaşılabilecek. Müzedeki 72 mozaik ve 18 adet heykelin fotoğrafları ve videoları çekilerek sanal ortama aktarıldı. www.hatayarkeolojimuzesi. gov.tr adresinden ulaşılabilecek sanal müze IBM Türk, Index Grup, Özyeğin Üniversitesi, Marjinal Porter Novelli, Kanguru Sanat, 32 Bit Bilgisayar ile fotoğraf sanatçıları Fatih Demirhan ve Sadık Üçok'un destekleri ve Kültür Bakanlığı, Hatay Valiliği, Antakya Belediyesi, Hatay Arkeoloji Müzesi, Antakya Ticaret Odası işbirliğiyle gerçekleştirildi.

Sabah, Haber: Timur Sırt, 16.12.2011

TARİHİ BİNAYI İSTİLA ETTİLER

 

 

İstanbul’un göbeğinde tarihi eser kapsamına girdiği için yıkılamayan bina, hurdacıların istilasına uğradı.

 

Şişli Abide-i Hürriyet Caddesi’nde 20 yıl önce terk edildiği belirtilen harabe haldeki bina, tarihi eser olduğu gerekçesiyle yıkılamıyor.

Şişli Belediyesi, 3 ay önce bir bölümü kendiliğinden yıkılan binanın tamamı çökmesin diye demir bloklarla güçlendirmeye çalıştı. Ancak bina hurdacıların hedefi haline geldi.Hurdacılar, binanın içine girerek sağlam kalan duvarların demirlerini alabilmek için yıkmaya başladı. İlçe ve Büyükşehir Belediyesi ile Anıtlar Yüksek Kurulu topu birbirine atarken, vatandaşlar her an yıkılabilecek binadan dolayı büyük endişe duyuyor. Mahalle esnafından Erol Ergüder binanın zar zor ayakta durduğunu belirterek “Bazı hurdacılar da demirleri söküp götürüyor. Ramazan Bayramı’nda bir kısmı yıkılıp arabaların üzerine düştü.Önlem alınmazsa bu bina birilerininmezarı olabilir” dedi.

Bugün, Haber: Mustafa Gülseren, 16.12.2011

KIZILDENİZ'DE OSMANLI GEMİSİ ENKAZI

 

 

Suudi Arabistan'ın Cidde kentinin 400 kilometre güneyinde Gunfudah limanında 1909 yılında batırılan bir Osmanlı gemisinin enkazının çıkartıldığı bildirildi.

Günlük Arapça yayın yapan El Medine gazetesinin haberine göre, Gunfudah limanında yapılan araştırmalar sonucu 1909 yılında İtalyan savaş gemileri tarafından batırılan gemiye, limanda diğer gemilerin girişine engel oluşturduğu gerekçesiyle yapılan denizaltı kazı çalışmaları sırasında ulaşıldığı haber verildi.

800 bin dolara mal olan kazı çalışmalarıyla çıkartılan Osmanlı gemisi, tarihçi Gazi Bin Ahmed El Fakih'e göre Osmanlı Paşası Süleyman Şefik Ali Kemal yönetimindeki bölgede batırıldı. O dönem Gunfudah'ın Osmanlı'nın idaresi altında bulunduğu ve Süleyman Şefik Ali Kemal Paşa'nın bu bölgeyi idare ettiği kaydedildi.

Geminin Gunfudah limanına çekildiği, koruma altına alınacağını bildiren tarihçiler, geminin müze haline getirilmesi çağrısında bulundu.

Habertürk, 15.12.2011

İNGİLİZ RESSAMIN KAYIP ESERLERİ BULUNDU

 

 

Ünlü İngiliz ressam Gwen John'un kayıp eserleri, ABD'deki Princeton Üniversitesi'nde ortaya çıktı.

Sanat tarihi uzmanları, şair Arthur Symons tarafından Princeton Üniversitesi'ne hediye edilen kağıtlar arasında şans eseri bulunan 23 imzasız suluboya resmin John'a ait olduğu saptadı.

Resimlerin değerinin yaklaşık 800 bin dolar olduğu tahmin ediliyor.

1876-1939 yılları arasında yaşayan Gwen John, sanat eğitimi için gittiği Fransa'ya yerleşmiş ve ünlü heykeltraş Auguste Rodin'in sevgilisi olarak tanınmıştı.

John, kadın ve çocuk portrelerinden oluşan eserleri ile tanınıyor.

Princeton Üniversitesi'nde bulunan resimler, John'un yaklaşık 30 yılını geçirdiği Paris'in Meudon bölgesinde yer alan Katolik Kilise'deki rahibeleri ve yetim kız çocuklarını betimliyor.

Resimler, 31 Aralık'a kadar Princeton Üniversitesi Kütüphanesi'nde sergilenecek.
Cnn Türk, 15.12.2011

"HEYECAN VERİCİ SONUÇLAR VAR"

 

 

Malatya’nın kültürel dokusunun ortaya çıkarılması çalışması kapsamında Battalgazi İlçesi Kırklar Mezarlığı’nda başlatılan kazılarda heyecan verici sonuçlara ulaşıldığı bildirildi.
 
Kırklar Mezarlığı’nın yanı sıra Usta Şegirt Kümbeti’nin de restorasyonu amacıyla sürdürülen kazıların bu yılki bölümünün tamamlandığı belirtilirken, Valilikten çalışmalara ilişkin şu açıklama yapıldı:
 
"Malatya Valisi Doç.Dr. Ulvi Saran’ın Malatya’nın Kültürel dokusunun ve kimliğinin ortaya çıkarılması doğrultusunda başlattığı çalışmaların bir ayağı olarak Battalgazi İlçesinde 18 Ağustos 2011 tarihinde Kırklar Mezarlığı olarak bilinen alanda başlatılan ve 14 Aralık tarihinde bu yılki çalışmaları sona eren mezarlık düzenlemesi ve Usta Şegirt Kümbetinin Restorasyonu amaçlı temizlik kazılarının bu yılki çalışmalarında heyecan verici sonuçlara ulaşıldı.
 
İl Özel İdaresi imkanlarıyla Prof.Dr. Halit Çal’ın Bilimsel Başkanlığında, Malatya KUDEB tarafından yapılan “Kırklar Mezarlığı Alanı Kazı Çalışmalarıyla yeni bilgilerin ortaya çıkması sağlandı.
 
Anadolu’da bulunan en eski, sayılı Türk – İslam dönemi mezarlıklarından birisi olan kırklar mezarlığı alanında gerçekleştirilen kazı çalışmalarında bilinen kayıtlardan daha eski dönemlere ait mezar taşlarına rastlanıldı. Selçuklu dönemine ait Malatya’ya has lahit tipi mezar tezyinatının bulunduğu bilinen alanda; Selçuklu dönemi öncesi, Hicri 200 yılına ait (Miladi 815) yani 1196 yıllık ve Hicri 205 (Miladi 821) 1190 yıllık olan, Malatya’nın Abbasi Hakimiyeti altında bulunduğu döneme tarihlenen mezar taşları yapılan kazı çalışmaları sırasında ortaya çıkarıldı.
 
Yaklaşık 4 ay boyunca sürdürülen kazı çalışmalarında değişik dönemlere ait İslam ve Türk –İslam dönemi mezar taşları ile dönemi yansıtan buluntulara rastlanıldı.
 
Malatya’nın Emeviler döneminden itibaren önemi bilinmekle birlikte ünlü İslam Komutanı Seyyid Battalgazi’nin Malatya’da doğup yaşamış olması ve bilhassa Abbasiler döneminde Horasan’dan önemli miktarda Türk ve Ehl- i Beyt ailesinin yerleşmiş olduğu önemli bir merkez haline gelmiş olduğu düşünüldüğünde; 120 dönüm Mezarlık alanı olan Kırklar mezarlığı alanı içerisinde başta Şehitlik kısmında ve Usta Şegirt Kümbetinde gelecek yılda sürdürülmesi planlanan düzenleme - Restorasyon çalışmaların yanı sıra kazı çalışmaları ile de bölge tarihi bakımından önemli sonuçların ortaya çıkması beklenmektedir."

Malatya Haber, 15.12.011

YENİ CAMİ'YE YENİ MEYDAN

 

 

Yeni Cami, Mısır Çarşısı, Çiçek Pazarı arasında kalan alan Fatih Belediyesi tarafından yeniden düzenleniyor.
 

Fatih Belediyesi'nin internet sitesinde projenin detayları şu şekilde anlatılıyor:

"Yeni Cami Parkı ve Çevre Düzenlemesi, Rüstem Paşa Mahallesi'nde yer alan ve Tarihi Yarımada'nın yoğun bölgelerinden olan alanda sert zemin ağırlıklı bir düzenleme yapılacak. Park, Yeni Cami panoramasına sahip, Mısır Çarşısı'nın ön bahçesi niteliğinde ve Çiçek Pazarı ile komşu olacak şekilde belirlenen konsept tasarım kriterleri ile projelendirilmiş projede yaklaşık 350 m²'lik yeşil alan var."

Yapı, 15.12.2011

ESKİŞEHİR'DE TARİHİ ESER OPERASYONU

 

 

Eskişehir’in Alpu İlçesi'nde 100 adet tarihi eser ele geçirildi.

 

Edinilen bilgiye göre, Eskişehir Jandarma Komutanlığı Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şubesi ekipleri, Bozan beldesi Atatürk Mahallesi’ndeki bir evde kaçak kazı yapıldığı yönünde ihbar aldı. Eve operasyon düzenleyen ekipler, A.T. (44) ve T.E’yi (50) gözaltına aldı.Ekipler, evin bahçesinde ve ahırda yaptıkları incelemede, kazı yapılan üç çukur tespit etti.Arama sonucu, aralarında mühürler, kandiller, testiler, mezar ve adak stelleri, gözyaşı şişelerinin de bulunduğu yaklaşık 100 adet tarihi eser ele geçirildi.

 

Zanlıların çıkardıkları eserlerin hangi döneme ait olduğunu tespit etmek için tarihi eserlerle ilgili bazı kitapları temin ettikleri belirlendi.Eskişehir Eti Arkeoloji Müzesi yetkilileri olay yerinde inceleme yaparak eserleri muhafaza altına aldı.

Akşam, 15.12.2011

ENEZ'DE 2 BİN 600 YILLIK KÜL KABI BULUNDU

 

 

Edirne’nin Enez İlçesi'nde yapılan arkeolojik kazılarda bir mezarda 2 bin 600 yıllık kül kabı bulundu.

 

İstanbul Üniversitesi Taşınabilir Kültür Varlıklarını Koruma ve Onarım Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Sait Başaran, antik çağda ekonomik durumu iyi olan ailelerin ölülerini yaktıktan sonra çıkan küllerinin taş muhafaza kapları içine konularak saklandığını söyledi.

 

Başaran, Enez’de yapılan kazılarda taş muhafaza kapları içine bronzdan yapılan kül kaplarının çıktığını ve bunların 2 bin 600 yıllık olduğunu anlattı. Başaran: ”Bulunan kül kabı çok yıpranmış durumda. Kaldıracağız ama zamana ihtiyacımız var. Restore edeceğiz. Ayağa kaldıracağız tekrar.” dedi.

 

Taşa yuva açıldığını ve bunun içine kül kabının yerleştirilerek kapatıldığını vurgulayan Başaran, Antik çağda ölüleri 2 ayrı gömme şekli olduğunu, bunlardan birinin yakılarak, diğerinin ise mezar içine yatırarak yapıldığını aktardı.

Bugün, 15.12.2011

TARİH BÖYLE DÖNÜŞTÜRÜLÜR

 

 

Sinop Tarihi Cezaevi’nin içindeki Çocuk Islah Evi’nin otel olacağı konuşulup durdu. Amsterdam’da aynen bu model bir otel var: Lloyd. Sinop’a çivi çakmadan evvel tavsiyem, proje sahiplerinin gidip Lloyd’a bir göz atmaları.

 

Amsterdam’ın liman bölgesinde 1918’de mimar Evert Breman tarafından inşasına başlanan eklektik tarzda bir bina yükseliyor. Bina 1921’de tamamlandığında, hesaplanan fiyatın sekiz katına mal oluyor. Öyle ki hemen ardından binayı yaptıran gemicilik şirketi De Koninklijke Hollandsche Lloyd batıyor.


1921-1936 yılları arasında bina, çoğunluğu Doğu Avrupa Yahudileri olan göçmenler için geçici konaklama yeri olarak kullanılıyor.


1936’da binayı Amsterdam Belediyesi satın alıyor. Akabinde, 1938’de bina Almanya’dan kaçan Yahudiler için sığınma evi görevi görüyor. II. Dünya Savaşı sırasında ise hapishane olarak kullanılıyor. Savaştan sonra hapishane olarak kullanılmaya devam etse de, 1963’te ıslahevine dönüştürülüyor.


1989’da dönemin Yugoslav-ya’sından sanatçılar burayı atölye olarak kullanmaya başlıyor. Nihayetinde 1996’da binanın en iyi ne için kullanılabileceğini tespit etmek amacıyla bir yarışma düzenleniyor. Tasarımcı Suzanne Oxenaar ve tarihçi Otto Nan, otel ve kültürel elçilik niyetli tasarımlarını proje olarak yarışmaya sunuyor.Projeleri mimarlık firması MVRDV tarafından ciddi bir restorasyon süreci sonunda hayata geçiriliyor.


Sonuçta bina 2004’ten beri Lloyd Hotel adıyla hizmet veriyor.Otelin 117 odası var ama bu odalar büyüklüklerine göre 1 ila 5 yıldız arasında değerlendiriliyor ve fiyat da ona göre değişiklik gösteriyor.


En iyi odada kuyruklu piyano ve sekiz kişinin yatabildiği yatağa çıkan kırmızı bir merdiven var mesela. Bir yıldızlı odalar ise epey orijinal ve tasarım harikası olmasına rağmen bazı tek yıldızlı odalarla duşu ve tuvaleti ortak.


Lloyd’un yeniden otele dönüştürülmesinin ardındaki fikir basit. Projenin sahibi ekibin amacı burada dünyanın dört bir yanından gelen sanatçı, yazar, tasarımcı ve müzisyen gibi yaratıcı tayfa için bir alan kurgulamak. Burada bir araya gelip tanışmaları, etkileşimde bulunmaları, fikir üretmeleri...


Tabii projenin hayata geçirilmesi o kadar kolay olmamış. Hapishane hücrelerini modern seyyahların tatillerinde vakit geçirmek isteyeceği otel odalarına dönüştürmek iç mimari açısından zorlu bir görev olsa da, burada kaldığım birkaç günü harika geçirmem sebebiyle de, son derece başarılı bir işe imza attıklarını söyleyebilirim.


Binanın karanlık geçmişinden unsurlar otelde yeniden kullanılmış veya yeniden tasarlanmış.
Yerler plastik kaplanmış, hala orijinal boruları, fayansları ve tuhaf ekosu yerli yerinde duran eski duş odası otelin barı Sloom olmuş; resepsiyonu giriş holünden kalın bir güvenlik camı ayırıyor.
Otelin en küçük odası bile orijinal duvar fayansları gibi gözü okşayan vintage detaylara ve stil sahibi bir ışıklandırmaya sahip. Koridorlardaki dolaplar, hapishane hücrelerinin demirlerinden yapılmış. Diğer bir ahşap odanın ortasında limon yeşili bir banyoyla karşılaşabiliyorsunuz. Çatı katındaki odalardan birinde salıncak var, “Yedi Cüceler” adlı başka bir odada 15 kişilik bir yatak... 
Otelin restoranı Snel’in mönüsü Hollanda, Fransız ve İtalyan mutfağı karması, fiyatlar da fena değil. Restorandan başınızı yukarı kaldırdığınızda 100 metre tepedeki Kültürel Elçilik’i görüyorsunuz. Kültürel Elçilik, Lloyd Otel’le ortak organizasyonlara imza atıyor: Performanslar, küçük sergiler ve sunumlar. 


Tarih, seyahat, tasarım ve mimariyi aynı potada eriten Lloyd’da, yolunuz Amsterdam’a düşerse mutlaka konaklayın. Hiç olmadı, gidip müze gezer gibi gezin.

Hürriyet, Yazı: Melis Alphan, 15.12.2011

ALİ RIZA EFENDİ'NİN EVİNİ BULDUK

 

 

Bakan Günay, Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi’nin Makedonya Kocacık’taki evini tespit ettiklerini ve bu yıl restorasyonuna başlayacaklarını açıkladı.

 

Önceki gün TBMM Genel Kurulu’nda Bakanlığının 2012 bütçesi görüşmeleri sırasında milletvekillerinin sorularını yanıtlayan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay şunları söyledi: “Makedonya Kocacık’taki Atatürk’ün babasına ait olan evle ilgili olarak TİKA’yla çalışıyoruz. Ev tespit edildi, ihale aşamasında. Makedonya’yla mutabakatımız var. Bir yandan Üsküp’teki Kurşunlu Han’ı Yunus Emre Kültür Merkezi yapmak için çalışıyoruz, bir yandan da Kocacık’taki evin bu yıl içinde restorasyon çalışması başlamış olacak.”

Mehmet Akif Ersoy’un İstanbul Mısır Apartmanı’ndaki dairesini zor tespit ettiklerini, bu nedenle restorasyonun geciktiğini söyleyen Bakan Günay şunları anlattı: “Daireyi tespit ettik, kamulaştırma çalışmaları sürüyor. Ayrıca 27 Aralık’ta, Ersoy’un vefat gününde çok özel bir kitap çalışmamız var.”

Hürriyet, Haber: Umut Erdem, 15.12.2011

 

******


İŞTE ATA EVİ PROJESİ

 




Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın, Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi’nin Makedonya Kocacık’taki evini tespit ettiklerini ve bu yıl restorasyonuna başlayacaklarını açıklamasının ardından Hürriyet projenin detaylarına ulaştı.

Başbakan Tayyip Erdoğan, eylül ayında gerçekleştirdiği Makedonya ziyareti sırasında Ali Rıza Efendi’nin evinin yıkılmış olduğunu ve sadece temelinin bulunduğunu öğrendi. Bunun üzerine Erdoğan, yanındakilere, “Derhal gerekli girişimleri yapın. Ev aslına uygun olarak yeniden yapılsın ve müze haline getirilsin” talimatı verdi.

Talimat üzerine, Ali Rıza Efendi’nin doğduğu evle ilgili inceleme başlatıldı. Köyde bulunan evin temeli uzmanlar tarafından incelendi, gerekli araştırmalar yapıldı ve Ali Rıza Efendi’nin büyüdüğü ev olduğu kesinleşince müze inşaatı projelendirildi.


Makedonya Cumhurbaşkanlığı ve Kültür Bakanlığı işbirliğinde hayat geçirilen proje için Osmanlı arşivinden ve çevre köylerden 19. yüzyıla ait fotoğraf belgeler incelendi. Daha sonra evin aslına uygun olarak projesi çizildi. Projede aynı bahçe içinde bulunan Ali Rıza Efendi’nin akrabalarının yaşadığı aile evi de yeniden yapılacak ve müze haline getirilecek.

Makedonya makamlarıyla yapılan görüşmeyle, şehir merkezine uzak olan Kocacık Köyü’ne turistlerin ulaşımının sağlanması için de anlaşmaya varıldı. Başbakanlıkta hazırlanan ve ihale aşamasına gelen projede müze haline getirilecek iki binada nelerin sergileneceği de ayrıntısıyla yer aldı. Müzede Atatürk’ün Makedonya, Selanik ve Manastır hayatıyla, ordu ve devlet adamlığı hayatından kesitler sunulacak.

Hürriyet, Haber: Ümit Çetin, 16.12.2011

İZMİR MUSEVİLERİ VAKFINA KAVUŞTU


 

Vakıflar Meclisi, önceki gün yaptığı toplantıda, Cumhuriyet tarihi boyunca “Tüzel kişiliği” bulunmayan İzmir Musevi Cemaati’nin “Tüzel kişilik” talebine “evet” dedi.

 

İzmir Musevi Cemaati, “İzmir Musevi Cemaati Vakfı” adıyla tescillendi. Böylece cemaatin, 100 yıllık bir geçmişe dayanan sorunu da çözülmüş oldu. Cemaatin “vakıf” adı altında tescillenmesinin ardından sırada 22 taşınmazın vakfa kaydedilmesi var. İzmir Havra Sokak’ta bulunan Şalom, Giveret, Elgazi, Bikurholim, Beth İsrael ve Roşarr sinagoglarıyla birlikte kullanılmayan 12 sinagog ve 4 dükkan, bürokratik işlemlerin tamamlanmasının ardından vakfa verilecek.

Tarihi kararın mimarlarından Vakıflar Meclisi’nin cemaat vakıfları temsilcisi Laki Vingas şunları söyledi: “Cemaatin cumhuriyet tarihi boyunca tüzel kişiliği yoktu. Fakat geçmişten gelen dini ve kültürel bir birikimi de bulunuyor. Bu tarihi kararla birlikte cemaate tüzel kişilik kazandırdık. Dolayısıyla dün yani yüzlerce yıldır var olan bugün de devam eden kentin en eski cemaatlerinden de biri olan Musevi cemaatinin hukuksal kimliğini yarattık ve taşınmazların tescilinin yolunu açtık. Çünkü, günümüze kadar oradaki mülkler, ibadethaneler ya hahambaşılığa ya da cemaat adına kayıtlıydı. Bir disiplinsizlik vardı. Biz kararımızla bütün bunları vakıf çerçevesi içine alıyoruz.“

İzmir Musevi Cemaati Başkanı Jak Kaya da “İzmir Cemaati’nin en önemli eksikliği, tüzel kişiliği olmamasıydı. Cemaatimiz 1936 yılındaki vakıf yasasındaki değişiklik kapsamında beyanname veremediği için vakıflaşamamıştı. Bu tarihten itibaren de vakıf oluşturulamadığı için sinagoglarımızın mülkiyet sorunu devam ediyordu. Bu sayede sinagoglarımız ile dükkanlarımızı vakfımıza tescil edeceğiz” dedi.

Vakıflar Meclisi’nin aldığı karar doğrultusunda hazırladığı bilgi notunda yer alan dikkat çekici değerlendirmeler ise özetle şöyle: “İzmir’in muhtelif semtlerinde İzmir Musevi Cemaati adına kayıtlı taşınmazlar bulunmakta olup bu taşınmazların havra, sinagog ve mezarlık vasfında olduğu ve İzmir’de yaşayan yerleşik Musevi Cemaati tarafından kullanıldığı bilinmektedir. İzmir Musevi Cemaatinin tasarrufundaki taşınmazların fermanla tahsis edildiği ve bu fermanın ise 1841’ deki büyük yangında kaybolduğu bilinmektedir. Sonuç olarak, İzmir Musevi Cemaatinin Osmanlı döneminde devletçe kabul edilen bir hayır müessesesi olduğu sonucuna varılmıştır.”

Hürriyet, 15.12.2011

TARİHİ YARIMADANIN TARİHİ GÜNÜ

 

Kültür ve Tabiat varlıklarını Koruma Kurulu tarafından 1995'te sit alanı ilan edilen Tarihi Yarımada'nın 16 yıllık plan hayali gerçekleşti. Büyükşehir Belediyesi Şehir Planlama Müdürlüğü'nün çalışmaları neticesinde tamamlanan 1/5000 ölçekli Koruma Amaçlı İmar Planı, Belediye Meclisi'nde oybirliğiyle kabul edildi. 2005 yılında tamamlanan imar planları mahkeme tarafından iptal edilince yeniden hazırlanan Tarihi Yarımada Koruma Planı 2010'da onaylanmak üzere Koruma Kurulu'na gönderildi. Yeni plana ilişkin değerlendirmelerini tamamlayan Koruma Kurulu, planı onaylayarak düzeltmeleriyle birlikte Belediye Meclisi'ne gönderdi. Koruma Kurulu, birinci derece tarihi eser niteliği taşıyan bazı yapıların yakınındaki otopark projelerini iptal etti. Yerebatan sarnıcının çevresindeki yapılaşmanın kısıtlandığı göze çarparken, tarihi yapılar etrafındaki yeşil alanların planlara işlenerek tescilli yapıların da korunduğu gözlendi.

Büyükşehir Belediyesi İmar ve Bayındırlık Komisyonu tarafından yapılan ve Belediye Meclisi'ne sunulan yeni imar planı oybirliğiyle kabul edildi. Oylama sırasında söz alan CHP'li Meclis Üyesi Mehmet Yıldız, "Bugün tarihi bir gün" dedi. İmar ve Bayındırlık Komisyonu Başkanı Sefer Kocabaş ise Tarihi Yarımada'daki eserlerin tamamının korunacağını belirterek "Surların içerisindeki kaçak yapıların hiçbiri kalmayacak" diye konuştu.

Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 13.12.2011

 

******


YARIMADA PLANI MUAMMA

 

'Tarihi yarımada'yı koruyacak yeni nâzım imar planı İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi'nden oybirliğiyle geçti. Planın içeriği, iptale yol açan olumsuzlukların giderilip giderilmediği meçhul.

 

İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi, tarihi yarımadayı koruyacak nâzım imar planını oybirliğiyle kabul etti, ancak planın ayrıntıları açıklanmıyor. 2005 yılında Belediye Meclisi’nde kabul edilen, daha sonra mahkeme kararıyla iptal edilen plandan farkı ve itirazların göz önüne alınıp alınmadığı bilinmiyor. Mimarlar Odası İstanbul Şubesi daha önce 10 ayrı plan kararı, 30 ayrı plan uygulama hükmüne ayrı ayrı dava açmıştı. İstanbul İdare Mahkemesi de önce yürütmeyi durdurma kararı vermiş, sonra 1 / 5000’lik Koruma Amaçlı Nâzım İmar Planı’nı iptal etmişti. Yeni planın 10 gün içinde askıya çıkması beklenirken, bir ay itiraz süresi tanınacak.


Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nca 1995 yılında sit alanı ilan edilen tarihi yarımadanın korunmasına ilişkin hazırlanan nâzım imar planı, 3.11.2011 tarihinde İstanbul Yenileme Alanları Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nca onaylandı.


İsminin verilmesini istemeyen Koruma Kurulu üyesi, yeni planla ilgili şöyle konuştu:
“Tescilli binalar korunduğu gibi, yeni tescilli binalar da plana eklendi. Tarihi yapıların etrafında yeni yapılaşmalara izin vermeyecek önlemler alındı. Bu planın en önemli tarafı da ulaşımdır. Lastik tekerlekli araçların tarihi yarımadaya girmesine engel olunuyor. Caydırma amaçlı önlemler alındı. Bu hem bölgenin trafiğini azaltırken lastik tekerlekli araçların tarihi binalara verdiği zararın da önüne geçecek. Mutlaka itirazlar olacaktır. Ancak koruma amaçlı imar planlarının asıl amacı zaten tarihi mimariye sahip yapıları korumaktır. Bu noktadan bakıldığında plansız bir tarihi yarımada’dan ziyade en kötü bile olsa planlı olması çok daha iyidir.” 

Mimarlar Odası, yeni planın da kendilerinden gizlenmiş olmasının endişeleri arttırdığına dikkat çekiyor. Oda Genel Başkanı Eyüp Muhçu şöyle konuştu: “2005 yılında iptal edilen nâzım imar planından daha da kötü olduğuna yönelik duyumlarımız var. Çapa, Cerrahpaşa gibi büyük hastaneler ile okullar ile ilgili yeni kararlar alındığını duyduk.”


Surların içerisindeki kaçak yapıların yıkılacağı, tarihi yapıların etrafına yapılacak yeni yapıların silueti bozmayacak ve tarihi bina ile yarışmayacak şekilde planlandığı; kayıp, yanmış, yıkılmış, yok olmuş çok sayıda eserin plana işlendiği belirtiliyor. Diğer yandan Belediye Meclisi’nde CHP ve AKP’li üyelerin oybirliğiyle planın çıkması şaşırtıcı. Ancak bu konuda CHP ve AKP’li üyelerin kendi partilerinin ilçe belediyelerindeki imar planları için pazarlık yaptıkları ve bu nedenle imar planlarının çoğunun oybirliği ile çıktığı ileri sürülüyor.

Planla ilgili soru işaretleri
* Önceki planda otoparklar için çok sayıda alan ayrılmıştı. Yeni planda kaç otopark iptal edildi?
* 2005 yılındaki iptal sebepleri arasında 1041 anıt eser, 1869 sivil mimarlık örneğinin tescil edilmediği ve bu nedenle plana işlendiği raporlanmıştı. Yeni planda tescili yapılmayan kaç bina vardır? Tarihi yarımadanın tescil işlemi bitmiş midir?
* Yenikapı metro transfer hatlarındaki yerlerde yapılacak binalar tarihi çevreye uyumlu yapılacak mıdır?
* Süleymaniye siluetini etkilediği düşünülen Haliç köprüsü planda nasıl işlenmiştir?

 Radikal, Haber: Ömer Erbil, 16.12.2011

1890'LARIN DEVAUX APARTMANLARI İLE DEMİRÖREN AVM AYNI BİNA MI?

 

 

Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan geçen günlerde Twitter'da paylaştığı fotoğraf ile Demirören AVM'nin, Deveaux Apartmanları ile aynı bina olduğunu iddia etmişti.
 

Demircan Twitter üzerinden yaptığı açıklamalarda, Demirören AVM dışında ayrıca Pera Müzesi, Haliç Kongre Merkezi ve İKSV binalarının da cephelerinin korunup, iç mekanlarının değiştirildiğini, kullanılamaz durumdaki tüm yapıları onarıp tekrar kullanıma açmayı hedeflediklerini, böylece Beyoğlu'nun tarihteki gerçek misyonu ve hakettiği yeri alacağını yazmıştı.

 

1890 senesinde Osmanlı Bankası yöneticisi Emile Deveaux ile Deveaux Apartmanları ismini alan Eski Sin-Em Han, 1930'larda Lüks Sinema ve Saray Sineması'na ev sahipliği yapmıştı. Sin-Em Han'da 1950'lerde çıkan büyük bir yangın sonucu yapı bir pasaj ve ofis kompleksine çevrilmiş ve geleneksel Saray Muhallebicisi'ne de ev sahipliği yapmıştı. Tüm yapı 1980 senesinde Demiören Grup tarafından satın alınmış, çoğu dükkan, ofis ve Saray Sineması 1996 senesinde kapandıktan sonra eski Sin-Em Han oldukça atıl bir durumda kalmıştı. Nihayetinde çok tartışmalı Demiören AVM 2011 senesinde açıldı.

 

 

İstanbul Yenileme Kurulu 21 Aralık 2008'de "Gemişten Günümüze Beyoğlu" kitabının 2. cildinde yayınlanmış olan binanın eski fotoğraflarından yararlanılarak Yıldız Teknik Üniversitesi'nin raporu doğrultusunda hazırlanan cephe düzenlemesinin kimi düzeltmelerle uygun olduğuna karar verip, 20 Eylül 2010'da da yapılan cephe revizyonunu onaylamıştı.

 

Bütün tartışmaların dışına çıkıp sadece paylaşılan fotoğraf üzerinden yapıları değerlendirmek gerekirse en büyük soru bu kadar kesin bir yorum getirebilmek için elde eski yapıya dair ne kadar veri olduğu. Ahmet Misbah Demircan'ın paylaştığı ilk Deveaux Apartmanları fotoğrafı ile güncel fotoğrafın karşılaştırılmasında aynı perspektif ve uzaklığın kullanılmadığı görülüyor. Bu sebeple Demirören AVM'nin Cercle d'Orient binasıyla aynı doğrultuda olup olmadığı tam olarak anlaşılmıyor. İkinci fotoğrafta ise her ne kadar iki yapı da modern eklemeler dışında aynı bezeme programına sahip olarak görünse de Demirören AVM'nin eski yapı ile arasındaki yükseklik farkı tartışmaları binanın orijinalindeki oranların değişmiş olabileceğini akıllara getiriyor.

Yapı, 14.12.2011

SMYRNA BAYRAKLI HÖYÜĞÜ AÇIK HAVA MÜZESİ OLUYOR

 

 

Ege Üniversitesi(EÜ) 4.Uluslararası EgeArt Sanat Günleri kapsamında Smyrna Bayraklı Höyüğü Kazı Alanı Gezisi yapıldı. Smyrna Bayraklı Höyüğü Kazı Başkanı Prof.Dr. Meral Akurgal çalışmalar hakkında bilgi verdi.

 

Ege Üniversitesi 4.Uluslararası EgeArt Sanat Günleri kapsamında gerçekleştirilen Smyrna Bayraklı Höyüğü Konferansını Prof.Dr. Meral Akurgal gerçekleştirdi. Konferansa EÜ Rektörü Prof.Dr. Candeğer Yılmaz ve farklı ülkelerden gelen sanatçılar yoğun ilgi gösterdi.

 

Smyrna Bayraklı Höyüğünden bahseden Prof.Dr. Meral Akurgal ’’Smyrna İzmir’in ilk kurulduğu yer. Anadolu’daki en eski Atena Tapınağı buradadır. Prof.Dr. Ekrem Akurgal’ın başlattığı çalışmaları ben sürdürüyorum. Bayraklı Belediyesi’nin katkılarıyla burayı açık hava müzesi haline getireceğiz’’ dedi.

 

Smyrna Bayraklı Höyüğün kazısında katkıları bulunan Prof.Dr. Meral Akurgal ve Bayraklı Belediyesi Başkan Vekili Fahrettin Oran’a EÜ Rektörü Prof.Dr. Candeğer Yılmaz plaket verdi.

Yenigün, 14.12.2011

TİCARETİN KALESİ SANATIN MERKEZİ OLACAK

 

 

Roma İmparatorluğu döneminde inşa edilen ve savaşlara tanıklık ettikten sonra ticaret merkezi olarak kullanılan 1750 yıllık Kayseri Kalesi, kültür ve sanat etkinliklerine kapılarını açmaya hazırlanıyor.

 

AA muhabirinin derlediği bilgilere göre, Roma İmparatoru 3. Gordion döneminde, 238 yılında yapımına başlanan tarihi kale, ilk şekliyle inşa edildikten sonra Bizans İmparatoru Justinyen döneminde (527-565) genişletildi. Bugünkü şeklini Selçuklu Hükümdarı 1. Alaaddin Keykubat döneminde (1220-1237) alan kale surları, 1431'de Dulkadirliler, 1465'te Karamanlılar tarafından onarım gördü.

 

Tarihi 6 bin yıl öncesine kadar uzanan Kayseri'nin ticaretteki ünü de, milattan önce 2000'li yıllara ait Kültepe Höyüğü'nde 50 yılı aşkın süredir devam eden kazılarda ortaya çıkarılan çivi yazılı tabletlerde gizli.

 

Asur Ticaret Kolonilerinin Anadolu'daki en önemli merkezleri arasında yer alan höyükteki kazılarda gün yüzüne çıkarılan tabletlerde, ticari anlaşmalar, vergi, çek ve senet, gümrük gibi konulara yer verilmesi, kentin ticari geleneğinin 4000 yıl öncesine uzandığını belgeliyor.

 

Cumhuriyet Meydanı'nda bulunan ve kentin köklü tarihi geçmişini simgeleyen yapılardan olan Kayseri Kalesi de ticari hayata ev sahipliği yapan mekanların başında geliyor.

 

Kaleyi çevreleyen surların iç kısmına, tarihi dokuya uygun mimariyle inşa edilen alışveriş merkezleri ile sur diplerindeki barakalar, yakın tarihe kadar kentin ticari hayatına canlılık kazandırdı.

 

Tarihi kaleyi kültür ve sanat merkezine dönüştürmek için kolları sıvayan Büyükşehir Belediyesi, sur diplerindeki barakaları kaldırarak, buradaki esnafı Hunat Mahallesi'nde yaptırdığı pasaja taşıdı. Kale içindeki işyerlerini de başka bir mekana taşıma kararı alan belediyenin bu konudaki çalışması sürüyor.

 

Kayseri Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Kemalettin Cengiz Tekinsoy, AA muhabirine, Cumhuriyet Meydanı'nın yeniden düzenlenmesiyle birlikte tarihi kalenin, şehrin sosyal hayatında önemli bir konuma geldiğini söyledi.

 

Kaleyi, şehrin tarihine ve sosyal hayatına daha uyumlu hale getirmek amacıyla belediyenin ulusal ölçekte mimari proje yarışması düzenlediğini, yarışmaya katılan 75 eser arasından Prof.Dr. Zafer Ertürk ve arkadaşlarının çalışmasını birinci seçtiklerini anlatan Tekinsoy, şu bilgileri verdi:

''Hazırlanan projeyle Kayseri Kalesi'nin öngörülen işlevlerle tarihi niteliğine uygun olarak canlı bir odak noktası haline getirilmesi amaçlanıyor. Kazanan proje, Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Bölge Kurulu'ndan onaylandı. Kale surları içerisindeki 279 baraka taşındı. Uygulama projeleri de hazırlandı. Önümüzdeki aylarda bu projelerin de kurul tarafından onaylanmasıyla birlikte önemli bir merhaleyi daha katetmiş olacağız. Bu arada kalenin içerisinde 1980'li yıllarda yapılmış olan taş yapılar var. Projenin gerçekleştirilmesi için bu yapıların da kaldırılması gerekiyor. Her ne kadar kalenin dokusuna uygun olarak yapılması öngörülmüş ise de kalenin içeriden görünümünü önemli ölçüde zedeleyen bir yapıya sahipler. Onun için taş yapılar yıkılıp, ortadan kaldırılacak ve kazanan proje burada uygulanacak. Oradaki esnafın mağdur olmaması açısından Hatıroğlu Mahallesi'nde bir işyeri verilmesi için belirli bir noktaya gelindi. Bu konuda da önemli mesafeler alındı.''        
    
Kaleyi kültür ve sanat merkezine dönüştüreceklerini belirten Tekinsoy, şunları kaydetti:
 
''Hazırlanan proje çerçevesinde zeminin altında, özellikle Kültepe Höyüğü'nde Kayseri ile alakalı bulunan arkeolojik eserlerin sergileneceği arkeoloji müzesi hazırlanacak. İnsanların oturup, birşeyler yiyebileceği, hoşça vakit geçirebilecekleri sosyal mekanlar bulunacak. Zeminde birçok sanatsal faaliyetlerin yürütüleceği ortamlar hazırlanacak. Resim, müzik aktivitelerinin gerçekleştirilebileceği, ebru gibi el sanatları ve bunu yapabilen insanların bir araya gelebilecekleri, insanların çıkıp, çevredekilere anlatmak istediklerini anlatabilecekleri mekanlar oluşturulması düşünüyor. Açık hava sineması ve kafeler de söz konusu.''

 

Kayseri Kalesi içinin kültür ve sanat ortamına dönüştürüleceğini vurgulayan Tekinsoy, ''Bununla ilgili çalışmalarda çok önemli merhaleler kat edildi ve uygulama safhasına adım adım yaklaşılıyor'' dedi.

Akşam, 14.12.2011

ZAĞANOS VADİSİ RESTORASYONU

 

 

Trabzon Belediyesi ile TOKİ'nin ortaklaşa gerçekleştirdikleri Zağnos Vadisi Kentsel Dönüşüm Projesi çerçevesinde çalışmaları devam ederken Zağnos Köprüsü tarihi dokusuna uygun restorasyonu başladı. Köprü içerisinde açılacak bir kemerle birlikte Zağnos Vadisi arasındaki bağlantı da sağlanmış olacak.


Zağnos köprüsü ile Maraş Caddesi arasını kapsayan, kamulaştırma ve yıkım çalışmaları tamamlanan alanın rekreasyon düzenleme çalışmaları devam ederken tarihi Zağnos Köprüsü restorasyonuna başlandı. Zağnos köprüsünün restorasyon çalışmalarının başlandığını kaydeden Trabzon Belediye Başkanı Dr. Orhan Fevzi Gümrükçüoğlu, "Zağnos Vadisi Kentsel Dönüşüm Projesi üçüncü etabı devam ediyor. Diğer taraftan tarihi Zağnos Köprüsü dokusuna uygun bir şekil, çevredeki tarihi surlarımıza uyumlu bir şekilde restore ediyoruz. Tarih ve turizmim kenti olan Trabzon'daki tarihi mirasımıza sahip çıkarak aslına uygun bir görüntü kazandıracağız. Tarihi surlarımızla bütünlük içerinde Zağnos Vadisi ve köprüsü kısa bir zamanda tarihi bir kent olan Trabzon'umuza güzel bir görüntüye kavuşacaktır'' dedi.

Habertürk, 14.12.2011

TOKAT'TAKİ MEVLEVİHANE MİMARİ YAPISIYLA BEĞENİ TOPLUYOR

 

 
Hazreti Mevlana hayattayken Mevleviliğin ulaştığı nadir merkezlerden birisi olduğu bildirilen ve yapılan restorasyon çalışmasının ardından günümüzde müze olarak kullanılan Tokat Mevlevihanesi, mimari yapısı ve ahşap oymalarıyla dikkati çekiyor.
 

Bey Sokağındaki Tokat Mevlevihanesi'nin Müdürü Ekrem Anaç, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Mevlevilikle ilgili en eski kaynağı Ahmet Eflaki'nin ''Ariflerin Menkıbeleri'' isimli kitapta Tokat'ın Mevlevilik ile Mevlana henüz hayattayken tanıştığının yazılı olduğunu bildirdi.

 

Mevlevihane'nin yapılışını anlatan Anaç, ''Mevlana, dönemin önemli devlet adamlarından olan Muiniddin Süleyman Pervane'nin isteği üzerine Fahreddin-i Iraki isimli halifesini Tokat'a göndermiş ve adına büyük bir dergah yapılmıştır'' dedi.

 

Hazreti Mevlana'nın Tokat'a gelip gelmediğinin çok açık olarak bilinmediğini belirten Anaç, ''Ama şöyle bir sözü var 'Fih-i Ma fih' adlı eserinde: 'Tokat'a gitmek gerek, Çünkü Tokat'ta insanlar ve iklim mutedil' Yani mutedil aşırı olmayan, ılımlı insanlar ve iklim yapısı var Tokat'ta diyor. Hazreti Mevlana'nın bu sözüne baktığımız zaman Tokat'ın insanlarını ve iklimini biliyorsa gelmiş olabileceğini düşünebiliriz. Çünkü Sivas'a, Malatya'ya gelip buralardan Konya'ya döndüğünü biliyoruz. Muhtemelen Tokat'a da uğramış olabilir böyle bir iltifatta bulunduğu göz önünde bulundurulursa'' diye konuştu.

 

Tokat'a Mevleviliğin Hazreti Mevlana hayattayken geldiğini ifade eden Anaç, ''Diğer merkezlere ise genellikle Hazreti Mevlana'nın torunu Ulu Arif Çelebi döneminde gitmiştir. Zaten onun döneminde Mevlevilik büyük oranda teşkilatlanmaya başlamıştır'' dedi.

 

Evliya Çelebi'nin Mevlevihane için çok güzel iltifatları olduğunu vurgulayan Anaç, şöyle devam etti: ''İstanbul Beşiktaş Mevlevihanesi'nden daha güzel olduğunu söylüyor Tokat'ta bulunan Mevlevihane'nin. Tabii bugün Beşiktaş Mevlevihanesi de ayakta olmadığı için bir karşılaştırma mümkün değil. Tokat'ta bulunan Mevlevihane'de daha çok ahşap oymacılık ve ahşap kullanılması sebebiyle Anadolu'da daha görkemli Mevlevihaneler olmasına rağmen, Tokat'ta bulunan Mevlevihane estetik ve ahşap oymalar, ahşap yapı sebebiyle sıcak bir ortama sahip olmasından dolayı Anadolu'nun en güzel Mevlevihanesi olma özelliğini kazanmaktadır. Hazreti Mevlana hayattayken Mevleviliğin ulaştığı nadir merkezlerden birisi Tokat'tır ve mimari yapı olarak Türkiye'deki Mevlevihaneler içerisinde en güzeli Tokat Mevlevihanesi'dir. Genellikle diğer merkezlerde tek katlıdır Mevlevihaneler. Fakat Tokat'ta bulunan Mevlevihane iki katlı bir yapıya sahip.''

 

Tokat Mevlevihanesi'nin tarihi
Tokat Mevlevihanesi'nin tarihi hakkında da bilgi veren Anaç, şunları kaydetti: ''Şu anda kullanılan Mevlevihane Tokat'a yapılan üçüncü Mevlevihane'dir. Tarihi kaynaklarda ilk Mevlevihane olarak kullanıldığı tahmin edilen Pervane zaviyesi adında bir zaviyenin var olduğu kayıtlı olmakla birlikte Tokat'ta 18. yüzyıldan günümüze yedi adet zaviyenin ulaşmasına rağmen bugün bu isimle anılan bir zaviye bulunmamaktadır. İlk Mevlevihane'nin 1471 yılında Uzun Hasan'ın Tokat'ı tahrip etmesi sırasında yok olduğu sanılmaktadır. Daha sonra Sultan Ahmet'in vezirlerinden Sülün Muslu Paşa tarafından 1638 yılında bugünkü yerine yaptırılan Mevlevihane vardır. Bu yapı tarihi kayıtlarda 1703 yılında yapıldığı anlaşılan onarıma rağmen varlığını günümüze kadar sürdürememiştir. Günümüze ulaşan ve halen ayakta olan Mevlevihane, Osmanlı arşivinde bulunan bir belgeden anlaşıldığına göre 1845-1875 yılları arasında Sultan Abdülmecid tarafından aynı arsa üzerine yaptırılarak şeyhlik makamında bulunan Ali Rıza Dede'ye hediye edilmiştir.''

 

Mevlevihane'nin tekke ve zaviyelerin kapatılmasına kadar dergah olarak kullanıldığını söyleyen Anaç, ''Tokat'ta inşa edilen son Mevlevihane, tekke ve zaviyelerin kapatılmasına kadar Mevlevi Dergahı olarak kullanılmıştır. Daha sonra ise Kadınlar Hapishanesi ve Kur'an Kursu yapılmış ve bütün bu süre içerisinde hiçbir bakım ve onarım görmemiştir. Yapı yılların yorgunluğundan Vakıflar Genel Müdürlüğünce 2000-2004 yılları arasında gerçekleştirilen başarılı bir restorasyonla kurtarılmıştır. Bugün ise Mevlevihane Vakıf Müzesi olarak kullanılmaktadır'' açıklamasında bulundu.

Arkitera, 14.12.2011

TÜRKİYE'NİN UNESCO KORUMASINDAKİ ESERLERİ 26'YA YÜKSELDİ

Kültür ve Turizm Bakanı Yardımcısı Dr. Abdurrahman Arıcı, 4 yıl içinde Türkiye'de dünya kültür mirası listesine dahil edilen kültürel varlıklar sayısının 18'den 26'ya yükseldiğini söyledi. En son UNESCO tarafından Edirne Selimiye Camii'nin dünya kültür mirasına dahil edildiğini hatırlatan Arıcı, 2012 turizm fuarlarında kültür ve arkeoloji turizmini de ön plana çıkaracaklarını kaydetti.


Dr. Abdurrahman Arıcı, konuyla ilgili açıklamasında, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın dünyanın değişik ülkelerinde Türkiye'nin kültür turizmine yönelik geniş çaplı tanıtım çalışması yaptığını dile getirdi. Dünyanın değişik ülkelerinde Türk kültürünü tanımaya yönelik 18 Yunus Emre Kültür Merkezi bulunduğunu aktaran Arıcı, çok kısa zamanda bu rakamları yükselteceklerini vurguladı.


Bakanlıkları dönemlerinde Türk edebi eserlerini yabancı dillere çevirmede de büyük mesafe kat ettiklerini belirten Arıcı, bakanlığın 700 eseri 40 ayrı dile çevirerek önemli bir rekora imza attığını ifade etti. Arıcı, şöyle dedi:

"Ülkemizde ilk mozaik müzesi bakanlığımız devrinde Gaziantep'te açıldı. Kültür ve arkeolojik zenginliklerimizi bir bir gün yüzüne çıkarmaya devam ediyoruz. Bakanlığımız kültür ve arkeoloji turizmine yönelik değişik illerde çok yönlü çalışma yapıyor. Zengin kültür ve arkeolojik varlıklarımızı turizme kazandırmaya kararlıyız."

Habertürk, 14.12.2011

5 BİN YILLIK KENTİN YERALTI FOTOĞRAFI ÇEKİLİYOR

 

Hatay’ın Erzin İlçesindeki 5 bin yılık tarihi İsos antik kentinin yer altı filmi çekiliyor. İstanbul üniversitesinde görevli bir öğretim görevlisinin başkanlık yaptığı dört kişilik ekip bir hafta sürecek çalışmada, geçmişi MÖ 545 yılına dayanan ve bu süreçte Bizans, Genç Hitit, Pers ve Osmanlı İmparatorluğuna ev sahipliği yapan İsos antik kentinin yüzlerce yıl toprak altında kalan gizli tarihini gün yüzüne çıkaracak.

 

5 bin yıllık geçmişe sahip İsos antik kenti, Makedonya Kralı Büyük İskender döneminin savaşlarını yaşayan ve dönemin ticaret merkezi olan önemli bir kent. Bizans, Geç Hitit, Pers ve Osmanlı İmparatorluğuna ev sahipliği yapan İsos, bölgesel anlamda önemli bir yerleşim yeri olmasına rağmen günümüzde işlevsiz günler yaşıyordu.

 

Yakın tarihe kadar hiçbir çalışma yapılmamasına rağmen Bizans, Genç Hitit, Pers ve Osmanlı İmparatorluğuna ev sahipliği yapan İsos antik kentinde yer alan liman, kale, su kemeri, tapınak, hamam ve su deposu kalıntıları günümüze kadar ulaşmayı başardı.

 

Yaklaşık beş yıl önce yapılan çalışmalarda ortaya çıkan hamam kalıntıları ve Artemis mozaiği ile tüm dikkatleri üzerine çeken tarihi şehirde, gelişmeleri yakından takip eden Hatay Valisi Celalettin Lekesiz’in talimatıyla çalışmalara hız verildi.

 

Kazı çalışmalarını yürüten arkeolog Ömer Çelik’in isteği üzerine valilik bütçesinden kazı çalışmalarına 50 bin TL kaynak veren Vali Lekesiz İsos’ta var olduğu tahmin edilen diğer tarihi eserlerin gün yüzüne çıkarılması için tarihi kentin yer altı fotoğrafının çekilmesi için talimat verdi.

 

Talimat üzerine harekete geçen kaymakamlık yetkilileri yer altı fotoğraflarının ve çekilmesi için çalışma başlattı. İsos antik kentine giderek çalışmalar hakkında gazetecilere bilgi veren İlçe Kaymakamı İskender Yönden,İstanbul’dan gelen ve başkanlığını İstanbul Üniversitesinde görevli bir öğretim görevlisinin yaptığı dört kişilik ekipin özel bir cihazla beş gün boyunca tarihi kentin yer altı fotoğrafını çekeceklerini belirtti.

Zaman, 13.12.211

ANTİK LAHİT BULUNDU

 

 

İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından Kadifekale'de yürütülen kentsel dönüşüm projesi kapsamında yapılan yıkım çalışmalarında bulunan antik lahit, Agora ören yerine kaldırılarak korumaya alındı.


Antik lahit, Kadifekale'de bulunan heyelan bölgesindeki binaların yıkım çalışmaları sırasında molozlar kaldırılırken ortaya çıkarılmış ve Büyükşehir Belediyesi tarafından Agora'daki kazı ekibi ile İzmir Arkeoloji Müzesi yetkililerine bildirilerek kaldırılması sağlanmıştı. Antik lahitin Kadifekale surlarının dışında, Yeşildere'ye bakan yamaçta bulunduğunu bildiren Antik Smyrna Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Akın Ersoy, içerisinde kemikler ve kumaşlar bulunan, 2 metre 15 santim uzunluğunda ve 1 metre 93 santim genişliğindeki lahitin Agora'ya kaldırıldığını ve burada koruma altına alındığını söyledi.


Büyükşehir Belediyesi tarafından yıkım çalışmaları sırasında bulunan lahitin önemine değinen Yrd. Doç.Dr. Akın Ersoy, "Bu alandaki lahit, bizlere Romalılar'ın mezarlarını yol üzerlerine kurduklarını göstermesi açısından önemli. Kadifekale surlarının dışında bulduğumuz lahit, Antik Efes yoluna bakan Yeşildere'den Kızılçullu su kemerlerine kadar uzanan bölgede Roma mezarlarının bulunduğu gösteriyor" diye konuştu.

Habertürk, 13.12.2011

BETONİSTANBUL

 

 

İstanbul’un kalbi Tarihi Yarımada’da şehir katliamı sürüyor; bir skandal da Sultanahmet Meydanı’nda patlak verdi. Meydanda kalan son yeşil alanın da belediye eliyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu ortaya çıktı. Radikal Gazetesi'nden Fatih Yağmur'un haberine göre, düzenleme çalışması kapsamında bölgedeki çok sayıda ağaç ve çalı kaldırılıp zemin betonla kaplanırken belediye projenin anıtlar ve koruma kurullarının onayıyla yürütüldüğünü, anıt ağaçların korunduğunu, tarihi silueti kapatan ağaçların ise sökülüp başka yere dikildiğini açıkladı.

Sultanahmet Camii ile Topkapı Sarayı arasında bulunan havuzlu parkta düzenleme yapan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Park ve Bahçeler Müdürlüğü, parktaki yeşil alanın üzerine beton yaya yolları inşa etmeye başladı. Sultanahmet Meydanı’nın betona bürünmesine yol açan uygulama kapsamında, bölge ağaç diplerine varıncaya kadar kazıldı ve toprak üzerine beton dökülerek parke taşı döşendi. Havuz etrafındaki yaya alanı da genişletilerek üzeri betonla kaplandı. Meydandaki tek yeşil alan olan parka beton ve parke taşlarının döşenmesinin ardından Sultanahmet Meydanı’nda yeşil alan neredeyse kalmadı.

Parkta yapılan düzenleme sırasında yaya yolunun önüne çıkan ağaçlar da söküldü. Büyükşehir Belediyesi yetkilileri ise yaya yollarının tarihi ağaçların konumuna göre planlandığını belirterek “Mevcut ağaçların olduğu kısımlar, yaya geçişlerine denk gelse bile yaya geçişleri ağaçların kalabileceği şekilde düzenlenmiştir. Tarihi (anıt ağaç) niteliği arz etmeyen ve tarihi silueti kapatan çalı ve ağaçlarsa Fatih Belediye Başkanlığı’nca deplase edilerek Fatih bölge parklarına dikilmiştir” dedi.

Büyükşehir Belediyesi yetkilileri düzenlemeler için gerekli izinlerin alındığını da ifade etti. Alanda düzenlenen çalışmaların Tarihi Yarımada’nın mimarisine uygun olarak gerçekleştirildiğini belirten Büyükşehir Belediyesi yetkilileri “Yapılan düzenlemelerde İstanbul 4 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun 10.02.2010 tarih 3582 sayılı kararı ile onaylanmış, rekreasyon çalışmaları da Anıtlar Kurulu’nun onayladığı proje doğrultusunda yapılmıştır” dedi.

Yapı, 13.12.2011

DOKUZ TÜRK SANATÇI, İLK 500 İÇİNDE

 

 

Geçtiğimiz yıl eserleri en fazla ilgi görüp satılan 500 sanatçı sıralamasında Türkiye’den dokuz ressam da yer aldı. Kemal Önsoy ile Haluk Akakçe, Türk ressamları arasında en fazla ilgi gören isimler. Çin ise sanat alanında da bütün dengeleri altüst ederek dünyanın en büyük güzel sanatlar pazarı haline geldi.

 

Kemal Önsoy, Haluk Akakçe, Mustafa Ata, Ahmet Güneştekin, Bedri Baykam, Zekai Ormancı, Ahmet Oran, Canan Tolon ve Bubi. Dünya sanat çevrelerinin isimlerini en iyi bildiği ve eserlerine para yatırdığı sekiz Türk sanatçısı böyle sıralanıyor. Bu isimler, 2010-2011 sanat sezonunda en fazla eseri satılan 500 sanatçı arasında yer alıyor. Böylece geçtiğimiz yıl toplam satış hacmi 500 milyon Euro olan pazardan 3 milyon Euro bu sekiz Türk sanatçının payına düşmüş oluyor.

 

 

Dünyadaki sanat hareketlerini ve sanat piyasasını yansıtan Artprice (http://bit.ly/cgA4AR) isimli internet sitesinde yer alan 2010-2011 raporuna göre, Batı’da yaşanan ekonomik kriz dolayısıyla sanat piyasası Doğu ve Ortadoğu’ya doğru kayıyor. Burada da ilk dikkati çeken elbette ki Çin. Bu ülke, hemen her alanda olduğu gibi sanat üretimi ve tüketimi alanında da büyük bir hamle yaparak, ABD, İngiltere ve Fransa’yı geride bıraktı. Çin geçtiğimiz yıl evrensel sanat piyasasında pazar payını yüzde 33’e yükselterek, yüzde 30’da kalan ABD ile yüzde 19’da sürünen İngiltere’nin önüne geçmiş oldu.
 

Artprice verilerine göre geçtiğimiz yıl en fazla öne çıkan ve kazanan isim ise ‘Ballon Flower Blue’ ve ‘Pink Panther’ isimli eserleriyle 1955 doğumlu Amerikalı sanatçı Jeff Koons oldu. Sanatçının her iki eseri de 10’ar milyon Euro’ya alıcı buldu. Üçüncü sırada ise 7 milyon Euro ödenen ‘Wind of Mountain Village’ isimle eseriyle Çinli sanatçı Cehen Yifei yer alıyor.

Hürriyet, Haber: Sefa Kaplan, 13.12.2011

BU ANTİK KENT SALDIRILARA MEYDAN OKUDU

 

Libya'nın başkenti Trablus'a 80 kilometre mesafede bulunan Leptis Magna antik kenti Roma döneminden kalma ve o dönemin en güzel şehir planlaması örneklerinden biri olarak gösteriliyor.

Leptis Magna, Libya'da aylar süren iç çatışma ve NATO'nun Kaddafi güçlerine yönelik hava saldırılarından zarar görmeden kurtulmayı başardı.

Cnn Türk, 13.12.2011

DA VİNCİ'NİN KAYIP ESERİ, TARİHÇİLERİ BİRBİRİNE DÜŞÜRDÜ

 

Sanat tarihçileri, İtalya'nın Floransa kentindeki Belediye Sarayı'nda (Palazzo Vecchio) gizli bir Leonardo Da Vinci eserini bulmak için sürdürülen delme işleminin durdurulması için harekete geçti.

 

Farklı ülkelerden 150 sanat tarihçisi, delme işleminin bir başka Rönesans sanatçısı olan Giorgio Vasari'nin 1563 yapımı paha biçilemez "Marciano Savaşı'' adlı duvar resmine zarar verdiğini öne sürerek, bir an önce durdurulması için dilekçe imzaladı. Birkaç yıl önce İtalyan sanatı uzmanı Maurizio Seracini, Leonardo Da Vinci'nin akıbeti meçhul "Anghiari Savaşı'' adındaki duvar resminin Vasari'nin eserinin altındaki ikinci bir duvarda olduğunu iddia etmişti.

Zaman, 13.12.2011

EN ESKİ MEVLEVİHANE RESTORASYONU BİTİYOR

 

İstanbul'un en eski Mevlevi tekkesi olan 520 yıllık Galata Mevlevihanesi'nin kalan kısımları da yenilendi.

İl Özel İdaresi tarafından Mevlevihanenin hazireleri, şadırvanı, kuyuları ve sarnıcında başlatılan restorasyon bitmek üzere. Şu ana kadar mezarların şakulünden kaymış kaideleri ve mezar taşları, Adile Sultan Şadırvanı'nın kubbesi, su tesisatı gibi işlemler tamamlandı.

Çalışmaların Şubat 2012'de tümüyle bitmesi bekleniyor.

Sabah, 13.12.2011

MEHMET AKİF MÜZESİ BU YIL DEĞİLSE NE ZAMAN?

 


Mısır Hidivi Abbas Halim Paşa tarafından 1905 yılında yaptırılan Mısır Apartmanı, pek çok tanınmış isme ev sahipliği yaptı. Apartman, Mehmet Akif Ersoy'u da ömrünün son günlerinde ağırladı.

 

Mehmet Akif Yılı'nın bitmesine sayılı günler kala Mısır Apartmanı'nda açılacak Mehmet Akif Müzesi'nden eser yok. Kültür Bakanlığı'nın geçtiğimiz mart ayında müjdesini verdiği müze konusunda bugün gelinen noktada somut tek adım "Akif'in hangi dairede kaldığını araştırıyoruz" açıklaması.

 

2011 geldi geçiyor. Çok değil, iki hafta sonra yeni bir yıla daha nice ümit ve temennilerle girilecek. Adet olduğu üzere her daldan ve telden yılın 'en'leri listesi etrafta uçuşmaya başladı bile. Yılın 'unutulanları' listesinde ise Mehmet Akif Müzesi birinciliği kimseye kaptırmayacak gibi. Üzerinden neredeyse bir yıl geçtiği için hatırlamak zor olabilir. Önce hafızamızı tazeleyelim.

 

Haber ajanslara düşeli bir yıl oluyor. 2010'un Aralık ayında Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, 'önümüzdeki yıl' (2011) için Mehmet Akif Müzesi'nin müjdesini vermişti. Günay'ın beyanına göre Akif'in son günlerini geçirdiği Mısır Apartmanı'ndaki daire kamulaştırıp şairin adıyla müze olarak ziyarete açılacaktı. Bu beyandan yaklaşık dört ay sonra, bu yılın mart ayında bu kez 'resmi' açıklama düştü ajanslara. Bakanlıktan yapılan açıklama şöyleydi: "Mehmet Akif Yılı'nda şairin içinde vefat ettiği daire ile yanındaki daire kamulaştırılarak birleştirilecek. Birleştirilen daireler, 'Mehmet Akif Anı Evi' olarak yeniden düzenlenecek. Ömrünün son anlarını burada geçiren Mehmet Akif'in anısına iki daire, şairin eserleri ve özel eşyaları ile donatılacak. Mehmet Akif'i daha yakından tanımak isteyen ziyaretçiler, bu tarihi mekanı gezebilecek."

 

Gelelim bugüne... Yılın bitmesine iki hafta var. 100 yıllık Mısır Apartmanı yerinde duruyor, ama Mehmet Akif Müzesi'nden eser yok. Malum, 2011, Mehmet Akif Ersoy'un vefatının 75. yılı. Aynı zamanda Milli Şair'in 90. ölüm yıldönümü. Bu vesileyle 2011 Mehmet Akif Yılı olarak ilan edilmiş; onun anısına bir de logo yapılmış ve resmi yazışmalarda kullanılmıştı. Mehmet Akif Müzesi de bu vesileyle bu yıl içinde tamamlanıp en geç şairin ölüm yıldönümü olan 27 Aralık'a kadar açılacaktı. Ancak görünen o ki, müze başka bahara kaldı. Mehmet Akif Yılı'nda değilse, ne zaman? Ümit edelim de 100. yıldan önce açılsın. Mısır Apartmanı'nda 'kamulaştırma' sorunu yaşanıyorsa, Mehmet Akif Müzesi için başka alternatifler de değerlendirilebilir: Fatih Sarıgüzel'de şairin doğduğu ev, Halkalı Ziraat Okulu, Neyzen Tevfik ve Eşref Edip'le sık sık buluştuğu Şekerci Han...

 

Beşir Ayvazoğlu:
Vefat ettiği dairenin Mehmet Akif'in yanı sıra, aziz dostları Abbas Halim Paşa, Said Halim Paşa ve Fuad Şemsi İnan'ın da hatıralarını yaşatacak bir müzeye dönüştürülmesinde fayda vardır. Apartmanın ilk sahibi, Akif'in hamisi olan Abbas Halim Paşa'ydı. Said Halim Paşa ise Abbas Halim'in ağabeyi büyük bir devlet ve fikir adamıdır. Akif, Said Halim Paşa'nın eserlerini Türkçeye tercüme etmiştir. Akif'in Asım adlı eserini ithaf ettiği Fuad Şemsi ise aynı zamanda Mısır Apartmanı'nın yöneticisiydi.

 

Mehmet Doğan (TYB Şeref Başkanı):
Mehmet Akif Yılı, iyi niyetle ilan edildi. Yıl sonunda düşüncemiz, bu yılın içinin iyi doldurulmadığıdır. Mısır Apartmanı, bir dönem Ziraat Bankası'na geçmişti. O zaman bankaya ve diğer ilgililere Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) olarak müracaat ettik, müze evi olarak bağışlanmasını istedik. Banka daha sonra sattı binayı. Satıldıktan sonra konu ile Beyoğlu Belediyesi ilgilendi, ancak bina üçüncü şahısların eline geçtiği için fiyatı arttı. Şimdi Bakanlık ilgileniyor, ama kamulaştırma bedeli bakanlık ilgilendiği için iyice artmıştır.

 

Ahmet Yenilmez (Tiyatrocu):
Müze olması için siyasilerle görüştüğümüzde tahsisatın ayrıldığını, müze kararının alındığını, doğum ya da ölüm tarihine yetişeceğini söylemişlerdi. Milli Şair'imizin öldüğü binanın tepesinde bir eğlence merkezinin açılmasını iyi niyetli olarak görmüyorum. Acaba o barı kapattırmamak için mi müze yapılmıyor gibi de aklıma bir soru geliyor. Öyleyse, bu ihanettir. O yüzden bilemiyorum, 27 Aralık'ı bekliyoruz. Geçen yıl oradaydık, bu yıl da yine öğrencilerle birlikte 27 Aralık'ta Safahat okuyacağız.

 

Bakanlık: Hangi dairede kaldığını araştırıyoruz

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Akif'in son günlerini Mısır Apartmanı'nın 17. veya 18. dairesinde geçirdiğini, ancak tam olarak hangi daire olduğunun bilinmediğini belirtiyor. Bakanlık, Akif'in son günlerini hangi dairede geçirdiğini tespit etmek için komisyon kurdu. Komisyon Akif'in tam olarak hangi dairede vefat ettiğini tespit edecek, çıkacak sonuca göre de ilgili dairenin kamulaştırılması için çalışmalara başlanacak. Daha önce 17 ve 18'in ikisinin birden kamulaştırılması planlanıyordu ancak son duruma göre bakanlık tek bir daireyi kamulaştıracak. Daha sonra da müze haline getirilmesini sağlayacak.

Zaman, Haber: Aslıhan Aydın, Fotoğraf: Kürşat Bayhan, 13.12.2011

224 YILLIK ALTIN SİKKEYE
7,4 MİLYON DOLAR

 

Açık artırmada 7,4 milyon dolara alıcı bulan 1787 yılına ait sikke, şimdiye kadar satılan en pahalı sikke olarak tarihe geçti.

 

Sikke ticaretini yapan Blanchard and Co, sikkeyi bir yatırım firmasının satın aldığını belirtti.

ABD'nin eski Başkanı George Washington'un komşusu kuyumcu Ephraim Brasher'ın bastığı 26,66 gram altından oluşan sikkenin değeri, o dönemde 15 dolardı.

Zaman, 13.12.211

KUTSAL REZALET!

 

 

Hz. Muhammed’in hırkası, kılıçları, Sancak-ı Şerif gibi kutsal emanetlerin muhafaza edildiği Topkapı Sarayı Kutsal Emanetler Dairesi, müze yönetiminin onayı olmamasına rağmen Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün izniyle Kurtlar Vadisi Pusu dizisine set oldu.

 

Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Mısır’ı fethinin ardından halifeliği devralması üzerine, Mekke Şerifi ile Mısır’daki Abbasi halifeleri nezdinde ve İskenderiye Hazinesi’nden İstanbul’a getirilen kutsal emanetler, Kurtlar Vadisi Pusu dizisinde set olarak kullanıldı. Topkapı Sarayı Müzesi’nin ziyarete kapalı olduğu geçen salı günü gerçekleşen çekimlerde dizide Polat Alemdar karakterini oynayan Necati Şaşmaz, derin devletin derin adamlarını temsil eden İhtiyarlar Heyeti’nden biriyle yapacağı buluşmaya Kutsal Emanetler Dairesi’ni adres gösterdi. Buluşmada Polat ile derin devlet adamının konuşmalarında Kutsal Emanetler Dairesi görüntüleri fon oluşturdu. Dizinin yapımcı firmasının izin başvurusuna Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü yönetimi onay verdi. Kurtlar Vadisi Pusu dizisinin yapımcı firması Pana Film tarafından basın kuruluşlarına dağıtılan bültenlerde Topkapı Sarayı’ndaki Kutsal Emanetler Dairesi’nin kapılarının ilk defa bir diziye açıldığı duyuruldu. 400 yıl boyunca bizzat padişahın taht odasında muhafaza edilen kutsal emanetlerin bir TV dizisine plato olmasına tarihçiler tepki gösterdi.

Kutsal Emanetler Dairesi ziyarete açık ama flaşlı çekim yasak. Senaryo gereği Polat, bu daireye girip İhtiyarlar Heyeti’nden biriyle buluştu.

Doç.Dr. HÜLYA TEZCAN (SANAT TARİHÇİSİ):
Ben Topkapı Sarayı Müzesi’nde 35 yıl görev yaptım. Hiçbir zaman Kutsal Emanetler Dairesi’nde böyle bir şey olmadı. Böyle bir talep de gelmedi. Şimdi artık her konuda sınırlar zorlanıyor. Kutsal Emanetler Dairesi halkın nezdinde özel olan ve saygı duyduğu bir mekandır. 24 saat Kuran-ı Kerim’in okunduğu, sükunetin hakim olduğu bir mekandır. Çekim karmaşası ve koşturmacası mekanın ruhuyla da tezat oluşturuyor.

MURAT BARDAKÇI (GAZETECİ):
Dünyanın hiçbir ülkesinde dini bakımdan önemli hatıra kabul edilen mekanlarda bu şekilde çekim izni verilmesi mümkün değildir. İzin verilmesini bir yana bırakın filmciler böyle bir mekanda çekim yapabileceklerini akıllarına bile getirmezler. Bu zavallılık Türkiye’de ilk defa oluyor. Hristiyan dünyası için Torino’daki kilisede muhafaza edilen ve Hz. İsa’ya ait olduğu söylenen kefen neyse Hz. Muhammed’in hırkası başta olmak üzere diğer kutsal emanetleri de bizim için odur. Kefenin muhafaza edildiği mekanda film çekmeyi düşünene bile ‘Çatlak’ derler. Ciddi yapım şirketleri böyle bir mekana ihtiyaç duydukları anda mekanın aynını yaparlar ve çekimi orada gerçekleştirirler. Ama bizde o ciddiyet nerede?

Doç.Dr. ERHAN AFYONCU:
Tarihi mekanlar Türkiye’de film çekimlerinde kullanılamıyor. Yani Avrupa’da bu çok iyi kullanılıyor. Tabii bizde bu tip mekanlar daha az. Tedbir almak ve koruması yapılmak şartıyla kullanılabilir. Kullanılması lazım. Çünkü ne kadar dekor yapsanız da tarihi mekanın orijinal özelliklerine uyduramıyorsunuz. Bana göre burada hassas olunması gereken nokta her türlü koruma tedbirlerinin yeterli olup olmadığı. Kutsal emanetlerin tarihi mekanlar arasında özel bir yeri vardır elbette ama bilindiği gibi camiler de film ve benzeri çekimlerde kullanılan mekanlardır.

Habertürk, Haber: Serkan Akkoç, 13.12.2011

 

******


KURTLAR VADİSİ MEĞER ŞARTLI İZİN ALMIŞ!

Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan edinilen bilgilere göre, Kurtlar Vadisi'ne izin, İstanbul Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü ile Topkapı Sarayı Müdürlüğü tarafından ortaklaşa ancak bazı şartlarla verildi. Akşam Gazetesi'nin haberine göre; Dizi çekimleri sırasında hiçbir kutsal emanete ışık yöneltilmemesi şartı koşuldu. Diziye bir de senaryo getirildi: "Tarihi eserlerin korunmasıyla tarihi eser kaçakçılığının önlenmesi konularında diyaloglara yer verilecek."

Bakanlık yetkilileri, Kutsal Emanetler Dairesi'nde daha önce de Ramazan programı çekildiğinin altını çizdi.

Yavuz Sultan Selim'in 1517'de Mısır'ı fethinin ardından halifeliği devralması üzerine, Mekke Şerifi ile Mısır'daki Abbasi halifeleri nezdinde, İskenderiye Hazinesi'nden İstanbul'a getirilen kutsal emanetler, Topkapı Sarayı'nda sergileniyor.

MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural, konuyla ilgili 'Muhteşem bir rezalet' yorumunu yaptı. Mecliste basın toplantısı düzenleyen Vural, 'Orada flaşla çekim yapmak yasaktır. Verilen izin emanetlerin korunması açısından risk oluşturuyor. Kabul edilebilmesi mümkün değil. Bu tür mekanlar manevi değerlerine uygun bir şekilde muhafaza edilmeli. Mukaddes emanetlerimiz birtakım dizilerin unsuru haline getirilmemelidir' diye konuştu.

Habertürk, 14.12.2011

ESKİ SOKAKTA YENİ GÖRÜNTÜ

 

 

Malatya Valiliği tarafından Gündüzbey kasabasındaki eski tip evlerin restore edilmesi kapsamında 44 evin yeniden düzenlenmeye başlandığı bildirildi. 
 
Malatya Valiliği'nden yapılan açıklamada, birçok farklı uygarlığın merkezi ve binlerce yıllık kültürel mirasın sahibi olan Malatya'nın tarihi ve kültürel dokusunun korunmasına özel önem verildiği belirtilerek, "Bu bağlamda tarihi değer taşıyan mekanların özgün yapısını değiştirmeden yeniden düzenlemek suretiyle mekan-insan münasebetini güçlendirme çalışmalarını sürdürmektedir. Bu dikkate değer çalışmalardan birisi de Gündüzbey Caferoğlu Sokakta bulunan 44 evin yeniden düzenlenmesi ve tasarımlanmasıdır. Yeşilyurt İlçesi Gündüzbey Beldesi tabii güzelliklerinin yanında kültürel ve mimari zenginliği ile de öne çıkan bir yerleşim yeridir. Bu proje ile kültürel ve mimari zenginliğimiz koruma altına alınarak bu mekanların modern çağın ezici binalarına teslim edilmesi önlenmiş olacaktır" denildi. 
 
Malatya Valiliği'nin açıklamasında şu bilgiler yer aldı, "İl merkezine 12 kilometre uzaklıktaki Gündüzbey Beldesi Caferoğlu Sokak'ta bulunan 44 ev, yaklaşık 500 metre uzunluğunda bitişik nizam şeklinde inşa edilmiştir. Evlerin geneli iki katlı cumbalı kerpiç sivil mimari örneklerinden oluşmaktadır. Caferoğlu Sokak, Gündüzbey Beldesinin merkez güzergahından doğu-batı yönünde Beylerderesi'ne doğru uzanan bir sokaktır. Sokağın genişliği bazı noktalarda beş altı metreye kadar daralmaktadır. Sokakta bulunan evlerden önemli bir kısmının restorasyonu tamamlanarak sahiplerine teslim edilmiştir. Proje ile sokak otantik bir görünüm kazanmış olup, çalışmalar yerli yabancı her kesimin takdirini toplamıştır." 

Malatya Haber, 12.12.2011

ARKEOLOJİDE TÜRK-FRANSIZ İŞBİRLİĞİ

 

 

Paris İnsanlık Tarihi Enstitüsü tarafından Ankara ve Pamukkale Üniversitesi, İzmir Doğa Tarihi Müzesi’nden araştırmacı, öğrenci, bilim adamıı, Fransa Büyükelçiliği, Fransa’dan CNRS ve Türkiye’den TÜBİTAK ve Pernod-Ricard şirketinin katılımıyla yüzyıllar önce yaşamın izlerini arayan yeni bilgilere ulaşmak için başlatılan çalışmalar hız kazandı.
 

Türk-Fransız tarihçilerin de işbirliğiyle yapılan çalışmanın planı basını açıklandı. Buna göre; Antalya yakınlarındaki Karain mağarası E gözünün kazı çalışmalarına devam etmek ve Denizli yöresindeki ravertenlerde yapılan çalışma sırasında bulunan Kocabaş'ta bulunan kafatası parçasının keşfi çerçevesinde daha fazla bilgiye ulaşılması hedefleniyor. 

 

Fransız-Türk araştırma ekibinin basına yaptığı açıklamaya göre, Karain mağarası E gözü 1980 yılından bu yana kazılıyor. Kazılar sonrası, Neandertal insanına ait kalıntılar elde edildir, Denizli yöresinde Home Erectus (Kocabaş insanı) kafatası bulundur. Bu keşif, 1.8 milyon yıl önce Afrika’da ve 1 milyon yıl önce Asya’da yaşadığı bilinen Homo Erectus insanının anatomisine ait karakteristik özellikler gösteriyor.Aynı zamanda, o dönemin insanları tarafından terk edilmiş zengin bir taş metaş da bulundu.


Türk-Fransız işbirliği hakkında bilgi veren Prof.Dr. Henry Lumley, Paris İnsanlık Tarihi Enstitüsü Ekibinin Türkiye'deki önemli insanlık kültürünün yaşadığını mağalaraları bulunduğu ve buralarda kazıların yapılması için Fransız- Türk ekibini oluşturan elçilikte yapılan anlaşmalar doğrultusunda devam edebileceğini söyledi”.
 

Ekipte yer alan bir diğer isim ise Işın Yalçınkaya. 80’li yıllarda Işın Yalçınkaya mağaralarda modern teknikler üzerine eğitim almak için Fransa’ya gitti. Türkiye’ye dönüşünde bir ekip oluşturarak, Karain E gözünün kazılarına başladı. Şimdi onun yetiştirdiği bilim adamı Harun Taşkıran alandaki kazıların, laboratuar ve öğrencilerin eğitiminin gelişimini sağlıyor. Bu ekiple İnsanlık Tarihi Enstitüsü, 2008 yılında Ankara Fransız Kültür Merkezi ve Fransa’nın Türkiye Büyükelçiliği’nin desteğiyle “Anadolu’nun İlk İnsanları” adlı sergiyi açtı.
Habertürk, 12.12.2011

LEONARDO DA VİNCİ'NİN ESERİNİ VASARİ Mİ SAKLADI

 

 

Sanat tarihçileri, İtalya'nın Floransa kentindeki Belediye Sarayı'nda (Palazzo Vecchio) gizli bir Leonardo da Vinci eserini bulmak için sürdürülen delme işlemenin durdurulması için harekete geçti.

 

Farklı ülkelerden 150 sanat tarihçisi, delme işleminin bir başka Rönesans sanatçısı olan Giorgio Vasari'nin 1563 yapımı 'Marciano Savaşı' adlı duvar resmine zarar verdiğini öne sürerek, bir an önce durdurulması için dilekçe imzaladı. Birkaç yıl önce İtalyan sanatı uzmanı Maurizio Seracini, Leonardo da Vinci'nin akıbeti meçhul 'Anghiari Savaşı' adındaki duvar resminin Vasari'nin eserinin altındaki ikinci bir duvarda olduğunu iddia etmişti.  da Vinci, kimi sanat tarihçilerine göre en güzel çalışması olarak yorumlanan 'Anghiari Savaşı' adlı duvar resmini yapmaya 1504 yılında başlamış ancak kullandığı deneysel yağlı boya tekniğinden kaynaklanan sorunlar nedeniyle eserini tamamlamadan bırakmıştı.

 

Duvar resminin yer aldığı oda, daha sonra yenilenmiş ve Vasari, 'Marciano Savaşı' adlı eserini 1563 yılında tamamlamıştı. Vasari'nin da Vinci'nin eserine zarar vermemek amacıyla yeni bir duvar ördüğünü ve resmini bu duvarın üzerine yaptığını iddia eden Seracini, resmin altında, üzerinde 'Arayan bulur' anlamına gelen 'Cerca Trova' yazılı bir bayrak taşıyan asker figürünü de kanıt olarak gösteriyor.

Akşam, 12.12.2011

4 TABLO UÇTU!

 

Nizam Abdulrahman Nisayif, Stockholm’de çalışmalarını ve yaşamını sürdüren Iraklı bir sanatçı. 12 yıl Kuzey Kıbrıs’ta yaşadı; orada sanatla uğraştı, sergilere imza attı. 2007’de Kıbrıs’tan ayrılma kararı aldı. Ayrılmadan önce de oradaki son sergisini açtı. 2007’de Stockholm’e giderken büyük tablolarını yanında götüremediği için Kıbrıs’ta bıraktı. Yıllar sonra yani geçen Ağustos ayında Kıbrıs’a dönerek, sözünü ettiği 4 büyük tablosunu Stockholm’e götürmek istedi. Her şey tam da bu anda başladı...

23 Ağustos’ta Türk Hava Yolları ile Kıbrıs’tan İstanbul’a uçan Nisayif, 100 cm x 80 cm  boyutlarındaki tablolarını bagaja verdiğini ve ‘Bunlar tablolarım, sanat eseridir’ dediğini anlattı. ‘Tamam, bir şey olmaz’ yanıtını aldığını söyleyen sanatçı, tabloların üzerine kırılabilir, hassas etiketleri yapıştırıldığını ancak kendisine bir belge verilmediğini kaydetti. Ancak sanatçı Atatürk Havalimanı’na indiğinde tablolarının kaybolduğunu, uçakta bulunmadığını öğrendi. Bunun üzerine rapor yazdığını belirten ve yetkililere ileten Nisayif, ayın 28’inde Stockholm’e döndü.


Aylarca tablolarını arayan, Stockholm’deki THY ofisine defalarca mail atan, ofisin müdürüyle görüşen hatta tablolarının bilgilerini, resimlerini gönderen Nisayif bir türlü net bir cevap alamadı. Daha sonra kendisine tabloları için ne kadar para istediğinin sorulduğunu ve  4 tablonun değerinin toplam 16 bin dolar olduğunu yetkililere bildiren Nisayif şunları anlattı:
“Fiyat bilgisi verdikten sonra da 2 ay bekledim. Sürekli telefon ettim. ‘Ve nihayet bu hafta bana 300 dolar artı bilet verebiliriz sadece’ dediler tablolarımın karşılığında. Ben dilenci değilim, sanatçıyım. Eserlerim kaybolmuş. Hakkımı arıyorum ama hiç ciddiye almadılar beni. Tabloları bagaja verdiğimde bana belge vermediler. Gerektiğini bilseydim isterdim. Zaten kaybolursa biz karışmayız, sigortası yok deseler bagaja da vermezdim.”


THY yetkilileri ise böyle bir kayıp olayı yaşandığını doğrulayarak şu açıklamayı yaptı: “Nisayif’in kayıp tabloları için, uluslararası taşıyıcılığın sorumluluk ve yükümlülüğüne dair 1929 tarihli Varşova Sözleşmesi hükümleri uyarınca kaybın her bir kilosuna 20 dolar ödenmesi hususu göz önüne alındı. Yolcumuza bildirilmiş olan tazminat miktarı, biletinde de belirtilen serbest taşıma hakkı olan 15 kg üzerinden 15kg x 20 dolar=300 dolar olarak azami hesaplandı. Yolcumuzun kaybının bilet üzerinde belirtilmiş olan serbest taşıma hakkından düşük olması nedeniyle, yolcu menfaati düşünülerek serbest taşıma hakkı (15 kg) baz alınarak değerlendirme yapıldı.”

Prof. Hüsamettin Koçan, bu konuda izlenen prosedürü şöyle anlattı: “Bir eser sigortalıysa veya sanat yapıtı beyanı varsa sanat yapıtı muamelesi görür. Sanat eseri olduğuna dair bir evrak verilmesi gerekiyordu kişiye. Eğer o evrak yoksa sıradan bir bagaj muamelesi görür.”

Avukat Cengiz Akıncı, sanatçının bagaja eser verirken resmi belgesini düzenleyip sigortasını yaptırması gerektiğini söyledi: “Resmi kayda geçirilirse, kayıp durumunda eserin bedelini alırsınız. Biletinizi aldığınızda uluslararası sözleşmelere göre verilen tazminat bedelini kabul etmiş oluyorsunuz.”
Milliyet, Haber: Yasemin Bay, 12.12.2011

TARİHİ KİLİSEYİ 9 MİLYON LİRAYA RESTORE EDİP, 3. MÜZEYİ CUNDA'DA AÇIYOR

 

 

Rahmi Koç Vakfı, İstanbul'daki Koç Müzesi ve Ankara'daki Çengel Han'ın ardından üçüncü müze için rotayı Cunda'ya çevirdi. 9 milyon liraya restore edilecek Taksiyarhis Kilisesi, aylık 400 lira kira bedeli ödenip müzeye dönüştürülecek.

 

TÜSİAD'ın Ankara'daki Yüksek İstişare Konseyi toplantısı öncesinde iş ve siyaset dünyasını biraraya getiren geleneksel kokteylde Rahmi Koç da vardı. Koç'un Avrupa'nın içinde bulunduğu çıkmazla ilgili görüşlerini öğrenmek istiyorduk... Ancak konu bambaşka bir mecraya; tarih ve sanata kaydı.


Biliyorsunuz Rahmi Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı, İstanbul'daki Rahmi Koç Sanayi Müzesi'nin dışında Ankara'da da bir müzeye sahip. Ankara Kalesi'ndeki Çengel Han'ı restore ettiren Rahmi Koç, baba ocağına da bir sanayi müzesi kazandırdı. Vakfa ait bir diğer eser de Ayvalık'taki Cunda Adası'nda. Ada'daki harap bir şapeli ve değirmeni restore ettiren Rahmi Koç, 2007'de Coca-Cola'nın dünya başkanı Muhtar Kent'in anne-babasının adını verdiği bu kütüphaneyi hizmete açtı. Ankaralıların Çengelhan'a gösterdiği ilgiden memnun olduğunu belirten Koç, 'Üçüncü müzeyi Cunda'ya açacağız. Tarihi bir kiliseyi restore ediyoruz' dedi.
 

Koç'un sözünü ettiği kilise, Cunda'nın en önemli kiliselerinden Taksiyarhis... Koç, 'Restorasyon başladı, bitince orayı da müze yapacağız, İstanbul ve Ankara'daki müzelerin devamı olacak' bilgisini paylaştı. Her iki şehirdeki müzenin de sanayi müzesi olduğunu gözönüne aldığımızda bu müzenin de o bölgenin geçmişine ışık tutuacak eserleri sergileyeceğini söylemek mümkün...
 

Kilisenin, geçmişte Ortodoks kiliselerinin zeytin, zeytinyağı ve sabun ihtiyacını karşıladığı söyleniyor. Kilisenin restorasyonu için yaz aylarında imzalar atıldı. Anlaşma ile kilise 20 yıllığına, restorasyon bedeli olarak 9 milyon lira harcaması ve aylık 400 lira kira ödemesi koşuluyla Vakıf'a verildi.

 

Taksiyarhis, Cunda'nın en büyük ve önemli kiliselerinden biri. Kilisenin yapım yılının 1873 olduğu tavandaki bir mühürde yazıyor. Mermer işçiğili, tavan süslemeleri, ikonları, balık derisi üzerine yapılmış azize portreleri ile döneminin en önemli kiliselerinden biri olan Taksiyarhis, uzun zamandır define avcılarının istilası altındaydı. Kilisenin çanıyla ilgili ilginç bir hikaye de var. Çanın 2. Dünya Savaşı yaklaşırken 1936 yılında yerinden çıkarılarak savaş çıkması durumunda halka haber vermesi için Ayvalık'ın Kurşun Tepesi'ne götürülmüş. Bazı kaynaklar bu çanın bugün Berlin'deki Bergama Müzesi'nde sergilendiği söylüyor ancak bazı akademisyenler de çanın yerinden söküldükten sonra Midilli'ye götürüldüğünü yazıyor.

 

Suzan Sabancı Dinçer de Ayışığı Manastırı'nı restore ettiriyor
İş dünyasının Ayvalık'a olan ilgisi aslında yeni değil. Ayvalık’ı ilk Cem ve Ümit Boyner çifti keşfetti. Tatillerini buradaki evlerinde geçiren Boynerlerin zeytin bahçeleri de var. Güler Sabancı da Ayvalık'ın Patrişya koyunda bir köyü satın aldı. Buradaki ev Rum evlerini restore ettiren Sabancı, üniversitenin bazı bölümlerini buraya taşıyacak. Sabancı Ailesi'nin diğer üyesi Suzan Sabancı Dinçer de Ayvalık tutkunlarından. Sabancı'nın burada bir evi var. Sabancı birkaç yıl önce de yüzde 80’i yıkık olan Aya Dimitri ta Selina diğer adıyla Ayışığı Manastırı'nı restore ettirmeye başladı. Cunda'nın bir diğer simgesi olan Despot Sarayı'da TÜRSAB tarafından restore ediliyor. 2010 yılında başlayan çalışmalar bittiğinde bir dönem öksüzler evi olarak da kullanılan saray halk kütüphanesi olarak hizmet verecek.

Akşam, Haber: Esin Gedk, 12.12.2011

ÇİNİ USTALARININ USTASI GÖÇ ETTİ

 

 

İznik çini ve seramiklerinin 20. yüzyıldaki en önemli isimlerinden olan ustaların ustası Faik Kırımlı toprağa verildi. Kırımlı, 350-400 yıl önceki çini sanatını yeniden canlandıran ve orijinal tekniği uygulayabilen kişi olarak biliniyor.

 

Ustaların ustası olarak kabul edilen Faik Kırımlı ömrünü çiniye adamış bir sanatçı oldu. Topkapı Sarayı başta olmak üzere pek çok tarihi eserdeki çiniyi inceleyen Kırımlı 16.yy'da sırra gömülen İznik kırmızısını yeniden keşfeden ve eserlerinde kullanan usta olarak biliniyor. Kırımlı'nın öğrencisi çini ustası Güvenç Güven, hocasının 1960'lardan sonra yaptığı uzun çalışmalar sonucu İznik tekniğini sanat ve kültür dünyasına yeniden kazandırdığını ifade etti. Güven, ' Hocam, yaklaşık 350-400 yıl sonra bu orijinal tekniği bulan kişidir' dedi.

 

Kırımlı'nın bu konuda dünya çapında da bir isme sahip olduğunu belirten Güven, 'Hatta yaptığı bazı eserler yabancı müzelerde sergilenmektedir. Hocam, İznik'te 1980'li yıllarda, çiniciliğin yüzyıllar sonra temelini yeniden atmıştır ve bazı kişilere bunu öğretmiştir. Günümüzde yapılan İznik çinisiyle uğraşanlara büyük bir ilham kaynağı olmuştur."dedi.

 

Faik Kırımlı kimdir

Faik Kırımlı, 1935 yılında İstanbul'da doğdu. Sanata gravürle başlayan Kırımlı, 1960'larda çini sanatına yönelerek Topkapı Sarayı ve Osmanlı arşivlerinden çininin 16. yüzyıldaki orijinal tekniğini araştırdı. Yaklaşık 10 yıl atölyesinde bu çalışmaları yürüten Kırımlı, 350-400 yıl sonra çini sanatını yeniden canlandıran ve orijinal tekniği uygulayabilen tek kişidir. 1980'li yıllarda İznik'te bir atölye kuran Kırımlı, çini ustaları Eşref Eroğlu ve Güvenç Güven'in de hocasıdır.

Yen Şafak, 12.12.2011

SALVADOR DALİ İSTANBUL'DA

 

 

Sürrealist resmin en önemli ressamlarından birisi olarak kabul edilen Salvador Dali, 3 yıl aradan sonra yeniden İstanbul’da. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ev sahipliğinde, InArtis ile Kült işbirliğinde gerçekleştirilen Salvador Dali Sergisi’nde 23 Aralık 2011- 26 Şubat 2012 tarihleri arasında Tophane-i Amire’de gerçekleştirilecek. Sergide Salvador Dali’nin, ‘İlahi Komedya’, ‘Sürrealizm İzleri’, ‘Gala ile Akşam Yemeği’ adlı 3 ayrı başlıktaki 121 eseri yer alacak.


Dante’nin bu uzun soluklu ‘İlahi Komedya’ şiirinin güzelliği Botticelli, Flaxman, Blake, Delacroix ve Rodin gibi isimlerin yanı sıra Dali’ye de ilham kaynağı oldu. Sergideki ‘İlahi Komedya’ bölümü 1950’li yılların başlarında dönemin İtalyan hükümetinin, Dante’nin 700. doğum günü şerefine Dali’den İlahi Komedya’yı resimlemesini istemesi üzeriye yapılan çalışmalardan oluşuyor.


Dali’nin çizimleri İlahi Komedya metninin illüstrasyonlarından çok, onun sürrealist yöntemiyle uyguladığı yorumlar. ‘İlahi Komedya’ sanat otoritelerince Dali’nin sanatsal gelişiminin bir çeşit özeti olarak da algılanıyor. 1971 yılında resmedilen ‘Gala ile Akşam Yemeği’ ise 12 adet renkli litografiden oluşuyor. Çocukluğundan beri aşçı olmayı hedefleyen Dali, bu hayalini 68 yaşında, efsane restoranların ve aşçılarının mönü ve tariflerinden oluşturduğu, sürrealist gastro-estetik hikayelerini bir araya getirdiği bu seride gerçekleşmişti. ‘Sürrealizm İzleri’ bölümünde ise Dali’nin 1971 yılında Paris’te yaptığı 9 adet renkli basım litografileri yer alıyor.

Radikal, 12.12.2011

TARİHİ ÇARŞI VE HANLARI GELECEĞE TAŞIMAK

 

 

Türkiye'de Osmanlı döneminden kalma tarihi çarşı ve hanlar için kanun hazırlanıyor. Bursa Tarihi Çarşı ve Hanlar Birliği öncülüğünde başlatılan kanun tasarısı taslağı Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç'a sunuldu. Tasarının 32 madde ve 85 bentten oluştuğunu belirten Bursa Tarihi Çarşı ve Hanlar Birliği Başkan Yardımcısı Mehdi Kamruz, "Yıllardır beklediğimiz kanunun meclis tarafından kısa zamanda hayata geçirilmesini istiyoruz" dedi.


Türkiye'de bulunan 50 tarihi çarşı ve han için kanun tasarısı taslağı hazırlandı. İstanbul ve Bursa Tarihi Çarşı ve Hanlar Birliği'nin öncülüğünde başlatılan çalışma taslağa dönüştü. Kanun sayesinde Türkiye'deki çok sayıda han ve çarşının yönetim biçimi ve korunarak gelecek kuşaklara taşınması için resmiyet kazanacak. Çarşı esnafı bu taslağın bir an önce Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) onaylanarak kanunlaşmasını istiyor.


Çoğu Osmanlı döneminden kalma tarihi yapılar için hazırlanan kanun taslağı 32 madde ve 85 bentten oluşuyor. Uzun uğraşlar sonucu hazırlanan taslağın meclis tarafından görüşülmesini istediklerini belirten Bursa Tarihi Çarşı ve Hanlar Birliği Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Mehdi Kamruz, taslağı Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç'a sunduklarını söyledi.


Bursa ziyareti çerçevesinde birlik üyeleri ile görüşen Arınç, taslağı çok beğendiğini ve tarihi çarşı ile hanlar için kanunun yasalaşması gerektiğini söyledi. Taslak ile ilgili Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı ile görüşeceğini söyleyen Arınç, "Bu işin takipçisi olacağım" dedi.


Kamruz, çarşı ve hanlar için kanuni bir düzenlemenin şart olduğunu ifade ederek sözlerini şöyle sürdürdü:

"Bakanımıza bu konuyu teferruatlı bir şekilde sunduk. Kendisi bu tasarıya destek verdi. Vali Yardımcısı Mustafa Karslıoğlu'nun bu tasarının hazırlanmasında büyük emeği geçti. Biz bu tasarının mecliste görüşüldükten sonra kanunlaşacağına inanıyorum. Kanunda tarihi çarşı ve hanların idaresi, tanımı, sınırları, yönetim kurulu seçimi ile ilgili detaylı bilgi yer alıyor. Kanun yasalaşırsa, bütün Türkiye'de bu kanun yürürlüğe girecek. Kanun özünde esnaf ile kamu ortaklaşa yerinde bir yönetim modeli olarak ön plana çıkıyor. Kanunda 100 kişilik bir meclis öngörülüyor. Bunların yüzde 70'i esnaf, yüzde 30'u sivil toplum örgütlerinden üyeler de katılacak."


Kanun sayesinde tarihi çarşı ve hanların gelecek nesillere taşınacağı ifade eden Kamruz, sözlerine şöyle devam etti: "Her şeyden önce kanunun esas hedefi çarşı ve hanları korumak. Gelecek kuşaklara bu çarşıları taşımalıyız. En önemli prensibimiz bu yapıların sürdürülebilir olmasıdır. Bu kanun sayesinde belediye ile herhangi bir sıkıntı olmayacak. Türkiye'de 50 tarihi çarşı ve han var. Bu yasanın ne zaman çıkacağı konusunu bilemiyorum. Ama mutlaka çıkacaktır. Bursa, yakında Arap Turizm Teşkilatı tarafından turizm başkenti olacak. Yani Bursa'da turizm artık daha ön plana çıkıyor. Bu şehrin turizmini daha da yükseltmek istiyorsak, ecdattan kalan bu tarihi yapıları ayakta tutmalıyız. Yıllardır kanuni bir düzenleme bekleyen çarşı ve hanlar için yeni bir program yapmalıyız."


Türkiye'de ilk defa esnafın öncülüğünde hazırlanan tasarının ülke için çok önemli olduğunu kaydeden Kamruz, Bursa Valiliği'nin koordinatörlüğünde yürütülen tarihi çarşılar kanun tasarısı taslağının dikkate alınması gerektiğini vurguladı. En büyük değişimin zihin dünyamızda yaşanması gerektiğini anlatan Kamruz, şunları söyledi:

"Artık Bursa'mızda ve çarşılarımızda turizmin önemi büyük ölçüde kavranmıştır. Bu, küçümsenmeyecek bir başarıdır. Turizm konulu toplantılar, seminerler, konferanslar, dış ülkelerle temas ve yatırımlardaki hızlı gelişme başlı başına bu zihniyet değişiminin canlı örnekleridir. Birlik olarak biz, 3 yıldan beri bölgemizin sosyoekonomik gelişmesi, rekabet gücünün artırılması ve özetle ciddi bir cazibe merkezi haline gelmesi için özveri ile uğraş veriyoruz."


Bu zamana kadar bir yasaya bağlı olmadan işletilen tarihi çarşı ve hanlar kanunu çıkarsa, İstanbul, Bursa, Edirne ve Kayseri gibi il ve çok sayıda ilçede geçerli olabilecek.

Habertürk, 11.12.2011

ALMAN BASININDAN HAYDARPAŞA GARI UYARISI

 

 

Alman gazeteleri "Welt am Sonntag" ve "Berliner Morgenpost", İstanbul'daki Haydarpaşa garını tanıttı. Gazeteler, Marmaray projesiyle garın geleceğinin tehlikeye girmesinden endişe duyulduğunu yazdı.

 

Bu gazetelerde "İmparator Wilhelm'in İstanbul'daki garı" başlığıyla yayımlanan aynı yazıda, Haydarpaşa'nın 1906-1909 yılları arasında Alman mimarlar, İtalyan taş ustaları ve Türk işçiler tarafından İstanbul-Bağdat demiryolu hattının ilk durağı olarak inşa edildiği anlatıldı.

Temelinin sağlam olması için her biri 21 metre uzunluğunda 1100 adet su geçirmeyen kazıklar üzerine inşa edildiği belirtilen Haydarpaşa garının, 1917 yılında sabotaj, 1979 yılında tanker, 2010 yılında da yangın tehlikesi atlattığı hatırlatıldı.

Tren garından çok, sarayı andıran ve 2500 metrekare büyüklüğünde olduğu ifade edilen Haydarpaşa garının Türklerin gururu olduğu, bu nedenle korunması için de büyük çaba harcandığı kaydedildi.

2010 yılı rakamlarına göre, bu gardan her gün hareket eden 11 adet şehirler arası trenle 22 adet banliyö trenini yaklaşık 7 milyon kişinin kullandığı belirtilen yazıda, 2013 yılı sonunda tamamlanması planlanan Marmaray projesiyle Haydarpaşa garının geleceğinin tehlikeye girmesinden endişe duyanların olduğu görüşüne yer verildi. Marmaray hattının son durağının Haydarpaşa değil de Gebze olmasının, bu tarihi garın şehirler arası seferler açısından sonunu hazırlayabileceği savunuldu.

Cnn Türk, 11.12.2011

EMEK YIKILIRSA KALEMİNİ KIRACAK

 

SİYAD’ın Onursal Başkanı Atilla Dorsay dün Sabah gazetesinin Cumartesi ekinde yayımlanan yazısında Emek Sineması’na kazma vurulduğu gün gazeteciliği bırakacağını açıkladı.

 

Geçen hafta Emek Sineması’nın yıkılma yolunu açan mahkeme kararının ardından Sinema Yazarları Derneği (SİYAD), “Emek Sineması’nı yıktırmayacağız” başlıklı, kültür sanat dünyasını protestoya çağıran bir mektup yayımladı. 

Mahkemenin kararının ardından Emek Sineması’nın her an yıkılabileceğini söyleyen Dorsay, “O günden beri uykularım bölünüyor, içim gerçek anlamıyla acıyor. Ve üzüntülerini belirtseler de onunla kalan ve daha radikal bir tavır koymayan yazarların tersine, ben öfkemi daha sert biçimde haykırmak istiyorum” diyor yazısında. “İlk günden itibaren, demek ki 30 yıldır, İstanbul Film Festivali denen güzelliğin en şahane filmleri orada karşımıza gelmedi mi? En ünlü yönetmenler o mekanda bizlere seslenmediler mi: Kazan’dan Kieslowski’ye, Antonioni’den Bertolucci’ye, Saura’dan Şahin’e?” diye yazan Dorsay, Emek Sineması’nın dünyanın ayakta kalmış en güzel salonlarından biri olduğunu belirtiyor.

Cnn Türk, 11.12.2011



******


İŞTE BEYOĞLU SİNEMA MEZARLIĞI!

 

Emek’in yıkılmasına karşı en cesur çıkışı yapan duayen sinema yazarı Atilla Dorsay, Beyoğlu’nun tarihe karışmış sinemalarının öyküsünü anlattı...

 

30 yıl boyunca İstanbul Film Festivali’ne ev sahipliği yapan, Avrupa’nın en güzel sinema salonlarından Emek Sineması’na yıkım yolu açan karar, geçtiğimiz hafta İdari Mahkeme tarafından verildi. Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) Onursal Başkanı ve duayen sinema yazarı Atilla Dorsay, cumartesi günü Sabah Gazetesi’nde yayımlanan yazısında, “Emek yoksa ben de yokum” demiş, Emek’e kazma vurulduğu gün gazeteciliği bırakacağını açıklamıştı. SİYAD ise geçen hafta yaptığı Emek Sineması açıklamasında,  “Beyoğlu Sinema Mezarlığı’nın Emek’i de yutmasına izin vermeyecek, Emek’i yıktırmayacağız!” demişti.


Peki bu sözü edilen Beyoğlu Sinema Mezarlığı’nda kimler yatıyor (!) ?
Sorunun cevabı için, dün  Atilla Dorsay ile Beyoğlu Sinema Mezarlığı’nı gezdik. Kapalı salonları gösterip hikayelerini anlattı Dorsay; bomboş duranları, vaktiyle yıkıldığı için bir ‘mezar yeri’ bile olmayanları, yaşadığı yangın sonucu bugün sadece iskeleti kalanları...


 Emek Sineması başta olmak üzere, henüz ayakta kalanların film göstereceği günleri görmeyi bütün kalbimizle umut ederek.  Yarım asırdır sinema yazarlığı yapan, çeşitli salonlarda binlerce film izlemiş Atilla Dorsay’a ilk sorum “Bu sinemalar ayakta kalsaydı, nasıl bir İstikal Caddesi görecektik?” oldu.   “Harika bir İstiklal görecektik. Tarihi, kültürü ve kişiliği olan bütün bu salonlar, buraya belki de dünyanın en büyük sinema caddesi unvanını kazandıracaktı.” dedi Dorsay. Ardından simge olarak seçilmiş salonlara dikkat çekti: “Başta Emek olmak üzere Alkazar, Elhamra ve Yeni Melek’in mutlaka açık tutulması gerekir. En önemlisi ise Emek, hiçbiriyle kıyas kabul etmeyecek kadar güzel bir salon”.

 

“Diğer sinemaların durumu bir dramsa, burası bir trajedi. Çünkü en eski salon. 1870’li yıllarda açılmış, 1920’lerde sinemaya dönüştürülmüş. Dünyanın en güzel salonlarından biri. Güzelliği duvarlar, tavan, perdenin etrafındaki korniş veya kemer ve tabii ki daha yeni olan ama harikulade perdesi. Böyle bir salonu yıkmak, kolay akla gelebilecek bir şey değil. Gerçekten bir barbarlık göstergesi bence. Bunu korumak da bir uygarlık göstergesi olur. Şu anda barbarlık mı sergileyeceğiz, uygarlık mı sergileyeceğiz, bunun tartışmasını yapıyoruz. Yıkılabilir de tabii insanlar bile fani ama emin olun, bu binanın yıkılmasına neden olanlar veya göz yumanlar kültür tarihimiz açısından lanetle anılacak. Ezkaza kurtarılırsa da, kurtaranlar onurla minnetle anılacak. Seçim onların.”

Milliyet, Haber: Nil Kural, 13.12.2011

 

******


EMEK'TE HERŞEY 'KANUNİ' FAKAT SORUMLU YOK

 

AVM sinema zincirleriyle sinema her geçen gün tüketim kültürünün bir parçası haline gelirken, bağımsız salonların sembol mekanlarından Beyoğlu Emek Sineması'nın yıkılması an meselesi. Olay bugün 'Emek nostaljisi' olarak gözükse de gerisinde 20 yıllık karışık bir hikaye var. Üstelik her şey 'kanuni' olmasına rağmen sorumluluğu üstlenen bir kişi ya da kurum yok.

 

Emek Sineması ve beraberindeki Cercle D'orient binasının yıkılması için kanuni hiçbir 'engel' kalmadı. Yerine yapılacak yenileme projesi hazırda bekliyor zaten. Mimarlar Odası'nın 'Türk milleti adına' birkaç yıldır sürdürdüğü hukuk mücadelesi, 9. İdare Mahkemesi'nin 16 Kasım'daki yürütmeyi durdurma isteminin reddi kararıyla sona erdi. Bugün gelinen noktada, Emek Sineması'nın yıkılması an meselesi. Yolu bir şekilde Emek'e uğramış sinemaseverler ise umudunu hala koruyor. 'Emekbizim' platformunda bir araya gelen gönüllüler, Emek'in önünde nöbete başladı. Mesele, bir grup sinemaseverin 'Emek nostaljisi' gibi algılanmaya da müsait.

 

Ancak sürece göz atınca mevzunun bu kadar basit olmadığı ortaya çıkıyor. Süreci 1991 yılına kadar götürebiliriz. İstanbul 1 No'lu Koruma Kurulu 29.08.1991 tarihli kararı ile Cercle D'orient binası ile Emek Sineması'nın "iç ve dış görünümlerini, karakter ve görünen malzeme ile süslemelerin ve plan özelliğini bozmayacak müdahalelerin yapılabileceği yapılardan olduğuna" hükmetti. Söz konusu iki bina Emekli Sandığı tarafından 1993 yılında Kamer İnşaat'a kiralandı.

Ancak 1995'te yine kurul kararıyla ada, Beyoğlu İlçesi 'Kentsel ve Tarihi Sit Alanı'nda kaldı. 1991'de Emek'in karakterini bozmayacak şekilde müdahalenin gerçekleştirilebileceği kararıyla hazırlanan proje ise 1999'da İstanbul 2. İdare Mahkemesi tarafından 'kamu yararı ve koruma ilkelerine uygunluk görülmediği' için iptal edildi. 2006'da bu kez Bakanlar Kurulu kararı ile söz konusu ada yenileme alanı' olarak belirlendi. 27.06.2007'de, İstanbul 2 No'lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Müdürlüğü, adanın satışıyla ilgili bilgi bulunmadığını bildirdi.

 

2009'a gelindiğinde ise Cercle D'orient hariç, içinde Emek Sineması'nın da olduğu binaların yıkılarak bir alışveriş merkezi yapılmasını öngören proje, Beyoğlu Belediyesi tarafından Yenileme Kurulu'na sunulur. Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Yenileme Alanları Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'nun 9.10.2009 tarihli kararı ile yenileme projesi prensipte uygun bulunur. 12 Mart 2010 tarihinde Mimarlar Odası İstanbul Beykent Şubesi, Bakanlığa dava açar. İki ay sonra da yürütmeyi durdurma kararı verilir. 27 Mayıs'ta ise adayı 25 yıllığına kiraladığı belirtilen Kamer İnşaat Ticaret ve Limited Şirketi, davalı Kültür Bakanlığı'nın yanında davaya katılmak için mahkemeye başvurur. Bu süreçte Haliç Üniversitesi'nden Yard. Doç.Dr. Suat Çakır, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nden Dr. Ömer Şükrü Deniz ve Doç.Dr. Özlem Eren'den oluşan bilirkişi heyeti mahkemeye raporunu sunar. Deniz ve Eren, yenileme projesinin tarihi dokuya uygun olmadığı; Çakır ise yenileme projesinin uygun olduğu yönünde görüş bildirir. Yenileme kurulunun dayanaklarından biri de İstanbul Teknik Üniversitesi'nden alınan 'teknik rapor'. Ancak raporun kimler tarafından ve hangi gerekçelerle hazırlandığı bilinmiyor. Üstelik, rapor, İTÜ tarafından "... üniversitece bu tür işlemlerde hizmetin içeriğini denetleme yetkisi olmadığı gibi hizmet ile ilgili hukuki bir sorumluluğu da bulunmamaktadır." sözleriyle savunuluyor.

 

Yaklaşık 20 yıllık bir sürecin özetlendiği bu kısımdan sonra gelinen noktada 'kanuni' yönden hiçbir sorun yok. Mesele de burada düğümleniyor. Her şeyin kanunlara uygun, mahkemeler eliyle işlediği bu süreçte, Kamer İnşaat Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi'ne ulaşmaya çalıştık.

Mahkeme dosyasında da adı geçen şirketin davadaki avukatı Tayfun Aktaş'a telefonla ulaşıp şirketten birileriyle görüşmek istediğimizi belirttik. Ancak 'şirketin iletişim bilgilerinin kendisinde olmadığını' söyledi. Ardından da, "Telefonunuzu verin, şirket yöneticilerine sizi aratayım." ifadesini kullandı. Evet, bugün gelinen noktada aşikar olan; her şey 'kanuni' olmasına rağmen, sürecin sorumluluğunu alacak kimsenin bulunmaması. Tabii bir de Emek'siz günlerin 'kalıcı' olacağı korkusu.

Zaman, Haber: Ali Koca, 15.12.2011

 

******


'EMEK' İÇİN BİR KEZ DAHA!

 

 

Emek Sineması’nın yıkılmasını öngören projeye karşı mahkemece alınan ‘Yürütmeyi durdurma kararı’nın 9. İdare Mahkemesi tarafından iptal edilmesi gözleri bir kez daha bu önemli mekâna çevirdi.


Geçen yıl verilen yürütmeyi durdurma kararının ardından Emek Sineması’nın yıkımına karşı yürütülen mücadele de ‘dinlenmeye’ çekilmişti. Ama yeni karar üzerine bir kez daha sokaklara çıkıp Emek Sineması’na sahip çıkılacak. Sinemanın yıkım sürecinin başından itibaren aktif bir mücadele yürüten İstanbul Kültür Sanat Varyetesi, 24 Aralık Cumartesi günü saat 16.00’da herkesi Taksim Meydanı’nda buluşmaya çağırıyor. Emek’e sahip çıkanlar buradan sinemanın önüne kadar yürüyecek ve bir basın açıklaması gerçekleştirecek. Ardından da sinemanın önünde sabahlanacak. Çağrı şöyle sona eriyor: “Çadırınızı, uyku tulumunuzu, battaniyenizi, çayınızı, kahvenizi ve isyanınızı alın, gelin!” 

Son mahkeme kararının ardından Emek Sineması’nın yıkılmasına karşı herhangi bir ‘hukuksal’ engel kalmamış görünüyor. Ama Emek Sineması, İstanbul’u yeniden biçimlendiren kentsel dönüşüm projesine karşı önemli bir sembolik değer taşıyor. Şimdilik ‘hukuksal’ olmasa da sonuna kadar ‘meşru’ bu mücadelede elde edilecek kazanım kentsel dönüşümün gadrine uğrayan diğer alanlar için de moral kaynağı olacak. İvedilikle gerçekleştirilmesi gereken sokak eylemleri dışında Emek Sineması için daha kapsamlı ve uzun soluklu bir projenin de ayaklarının oluşturulması gündemde. Geçen günlerde gerçekleştirilen toplantıda da bunun acil bir ihtiyaç olduğu dile getirildi.


Biz konuştuk, mahkeme yürütmeyi durdurma kararı verdi. Biz sustuk, bu karar geri alındı. Şimdi bir kez daha konuşma zamanı. Daha güçlü bir sesle üstelik. Çünkü İstanbul’u savunmak, Emek’ten başlıyor!

Radikal, Haber: Şenay Aydemir, 16.12.2011

SAHTE RESİMLERİN GİZLİ KALMIŞ DÜNYASI

 

 

Aynı tablonun üç kere satışa çıkarılması, aynı resmin farklı imzalarla farklı müzayedelerde görünmesi, ressamı hayatta olan bir resmin kopyasının açık arttırma kataloğuna girmesi... Daha çok kulislerde konuşulan sahte tablo hikayeleri uzayıp gidiyor. Güncelliğini hiç kaybetmeyen konu, son zamanlarda hat sanatına da sirayet etmiş.

 

Önceki hafta sanat eleştirmeni Yalçın Sadak'la, popüler ressamlarımızdan Osman Hamdi Bey hakkında bir söyleşi için buluştuğumuzda laf lafı açmış ve söz bir ara sahte tablolara gelmişti. Takdir edersiniz ki epey 'eğlenceli' bir konu. Kendisinden duyduklarımız üzerine uzun yıllardır galericilik yapan, bu alanın en tanınmış isimlerinden Yahşi Baraz'ın kapısını çaldık. Yakında çıkacak üç ciltlik bir kitap üzerinde çalışıyordu. Resim tarihimiz hakkında yapılmış en kapsamlı kitap olacağını söyledi. Sahte tablolara karşı aldığı güvenlik önlemlerinden bu işi kimlerin yaptığına kadar uzanan çoğu sorumuza açık cevaplar verdi. Sansasyonel cevapları olabilecek bir ikisini karşılıksız bıraktı.


Bu konuda konuşmanın zorluğu tahmin edilebilir. Zira şöyle bir bakınalım dediğinizde, bu eğlenceli konuyla ilgili yazılmış tek bir kitabın olduğunu görüyorsunuz. 2001'de gazeteci Tuncay Opçin gerçek bir cesaret göstererek kaleme almış. 'Değmesin Yağlıboya' adlı kitapta neler yok ki; Avni Arbaş'ın, kendisi bizzat hayattayken müzayede kataloğuna konulan kopyaları; Namık İsmail'in üç kere imzalı satılan, daha sonra orijinalinin imzasız olduğu anlaşılan tablosu; Muallim Şevket imzalı bir resmin daha sonra Osman Hamdi Bey imzasıyla galerileri dolaşması...

 

Yahşi Baraz (Galerici)  
- Sahte resim her zaman yaygın mıydı?

1975'te açtım galeriyi, 1980'e kadar belirsiz bir dönemdir; politik kutuplaşmalar, çatışmalar vardı, biz de önemli avangard ressamlara sergiler açıp koleksiyonerliği teşvik etmeye çalışıyorduk. 1980'den sonra, Özal başbakan olunca sermaye kesiminde güven duygusu oluştu. O değişime ayak uydurmaya çalıştık, resimde hareketlenme başladı. Sahte resimler de o sıralarda arttı. Dünyanın her yerinde değeri artan bir şeyin taklitleri çıkar. Aslında koleksiyoncu naif değildir, zengin insan naif olmaz ama bu alanda aldanabilir tabii. 

- Aldanmamak için ne yapmak lazım?
Kurumlaşmamış hiçbir yerden sanat eseri alınmaz. Kurumun adresi bellidir, sattığı şeyden sorumludur. Ama aynı zamanda o kuruma da güvenmeyeceksiniz, bir danışmanınız olacak. Fransa'da bir laf vardır; 'Uzman en az yanılan kişidir.' Aldığınız yere eserin provenansını soracaksınız. Yani daha önceki sahiplerini bilmeniz lazım. Bu iyi bir güvencedir. 

- Türkiye'deki danışmanlar iyi midir?
İşin o kısmında da problem çıkıyor. Danışman ne kadar iyi olsa da Türkiye'de sanat tarihi konusunda arşivcilik yapılmamıştır çünkü. Ben galerimi açtığımda resimde heykelde hiçbir arşiv yoktu, bunu iddia edebilirim. Bir ressamın kaç resim yaptığı, kime ne kadara sattığı belli değil. Müzeler de bunun için çalışmamış devlet de... Batı'da 100-200 yıllık geçmişi vardır bu işin. Amerikalılara resim sattım, resmin fotoğrafını çekiyor, galerinin içinde çekiyor ve yanında ben varken çekiyor arşivine koymak için. Bizde bir resim satılıyor, alan kişi arayıp o resmi yolla diyor, hiçbir şeyi belli değil. Bizde arşiv çalışması yapılmadığı için bir yerde bir resim ortaya çıkıyor mesela, gerçek mi değil mi tereddütte kalıyorsunuz bazen.

- Kurumların arşivi yok mu?
Bazı bankalar katalog yaptı ama yetersiz. Müzelerin çok acil arşiv bölümü açması lazım. Yalnız kendilerindeki değil bütün bir Türkiye sanat tarihinin envanterinin çıkarılması lazım.  Biliyorsunuz Osmanlı dünyada sefaret kuran ilk devletlerdendir, devletin konsolosluklardaki eserleri gösteren kitaplar yayınlaması lazım.  

- Sahte tablo oranı ne kadardır?
Bunu net bir rakamla açıklamak imkansız ama ciddi bir araştırma yapılırsa yüzde 5 - 10 civarında çıkabilir. Bazı ciddi koleksiyonlarda da çıkabilir. Ama büyük koleksiyoncular bunu eksi puan olarak görmüyorlar. Büyük bir yatırım yapılmış ve yüzde 1-2 açık normal karşılanıyor. 

- Kimler yapıyor bu sahte tabloları?
Türkiye'de atölye kurup sahte tablo yapan birilerini görmedim. Bizde zaten taklit yapabilecek ressamlar pek yoktur. Başkasının üslubunu kullanmak için özel eğitim almak gerekir. Yurtdışında büyük restorasyon atölyeleri vardır, çalışanları arasında Rönesans resmini taklit edebilecek kişiler bile vardır. Aralarından bazen kötü niyetliler çıkabiliyor; o dönemin tuvalini, çivilerini, tahtalarını bulup yapıyorlar. Büyük müzeler bile aldanabiliyor. 1989'da Sovyetler dağıldıktan sonra işsizlikten Rusya ve Türki cumhuriyetlerdeki restoratörler Avrupa'ya gitti. Bize de geldiği ve resim yaptıkları söylenir, fakat kanıtlanmış bir şey yok.  

- Bir resmi alırken ne yaparsınız, kendi güvenlik mekanizmalarınız var mıdır?
Önce kendimi imtihan ederim, imzasına bakmadan kimin olduğunu anlamaya çalışırım. Danışman tutmadım hiç. Provenansına, tuvaline, boyasına bakarım. Tabii yanılma payım olmuştur belki de, onu bilemem ama 36 yıl sabah akşam bu işle uğraştık, arşiv yaptık... Türkiye'nin en büyük kişisel arşivi bendedir, her ressamın dosyası vardır. Burhan Doğançay mesela 3 bin 500 civarında resim yapmış, hepsinin fotoğrafı var bende. Bana sahte Doğançay satamaz kimse.

- Riski yüksek ressamlar var mıdır?
Evet riskli ressamlar var. Mesela Nuri İyem'i, Nedim Günsür'ü, Fikret Mualla'yı, Burhan Uygur'u çok taklit ettiler. İleride sahtesi çıkma ihtimali yüksek sanatçılar da var. 

- Kimdir onlar?
Asistan kullanan sanatçılar özellikle. Bu bazen üsar. Büyük tablolar için fiziki yardım isterler mesela. Amerika'da ünlü bir ressamın asistanı olmak büyük bir olaydır. Yaşayan en pahalı sanatçılardan Jeff Koons'un 125 asistanı var. Ama orada yapılan her şey kayıt altına alınır. Bizde de yeni dönemde bazı ressamlar kayıt yapar ama geçmişi biraz geriye gidince kayıt bulmak zorlaşır. 

- Sizden danışmanlık istenir mi?
Profesyonel biçimde, para karşılığında bu işi yapmıyorum. Bazen 'Şüphen var mı?' diye soran çıkabiliyor, fikrimi söylüyorum. 

- Müzayedelerin güvenlik sistemi nasıldır?
Açık artırma kataloğuna girmeden önce eksper eserlere bakar ve uygun buldukları için bunları satabilirsiniz der. Ama eksper de atlayabilir. Orada, 'x adlı resim incelenmiş ve orijinal olduğu kanaatine varılmıştır' gibi bir madde var. Bu çok yuvarlak bir laf ve hiçbir hukuki karşılığı, sorumluluğu yok. Yanlış bir durumda acısını o esere para veren kişi çeker. 

- Bu normal bir durum mudur yoksa giderilmesi gereken bir problem mi?
Normal değil. Gelişmiş ülkelerde laboratuar vardır; hangi resim olduğunu, ne zaman yapıldığını ayrıntısına kadar belirler. Bizdeki en büyük eksikliklerden biridir. Müzeler, devlet kurumları yapabilir bunu. Yoksa çıplak gözle bakan birinin kanaatine göre milyon dolarlık bir eser satılamaz. Bunu Avrupalı bir uzmana söylerseniz güler, sizi küçümser. 

- Neden laboratuar kurulmuyor?
Kurmak isteyenler vardı ama galiba pahalı olduğu için vazgeçildi.

 

Tuncay Opçin (Gazeteci)
- Türkiye'de sahte tablolarla ilgili tek kitabın yazarısınız. Zor mudur bilgi toplamak ve bunları yayınlamak?
2001'de iki bin civarında basılmıştı. O sıralarda galericilerle sanatçılar arasında bazı problemler yaşanıyordu ve biraz da bu nedenle epey bilgiye ulaşabiliyordum. Kitabı yayınlamam için girişimlerde bulunuldu ama sonuçta yayınlandı. Bir müzayede şirketi sattığı esere kitapta yer verdiğim için dava açtı ama kaybetti davayı. Önümüzdeki dönemde kitabı güncelleştirip tekrar yayınlamayı düşünüyorum. 

- Piyasayı takip etmeyi sürdürüyorsunuz o zaman, hala yaygın mıdır sahte tablolar?
Kitabı yazdığım sırada çoktu, ekonomik kriz yaşandıktan sonra yeniden çıkışa geçtiğinde kurumlar daha dikkatli davranmaya başladı. Büyük koleksiyonlardan bazılarının, tartışmalı tabloları müzelerinde sergilemediğini görüyorum mesela. Şu sıralarda özellikle hat sanatındaki sahtecilik çok daha büyük boyutlarda... 

- Hat sanatı parlak dönemini mi yaşıyor? 
2000'li yıllara kadar dünyadaki fiyatlarla karşılaştırıldığında bizde çok ucuzdu hat eserleri. AK Parti'nin iktidara gelmesinin de etkisiyle normal fiyatlara yaklaştı. Şimdi Mehmet Esat Yesari, Yesarizade, Bakkal Arif, Hattat Sami gibi sanatçıların eserleri yüksek fiyatlara satılabiliyor. 60- 70 binden başlayıp 250 bin liraya kadar çıkabiliyor. 

- Dolayısıyla sahteleri de arttı...
Evet. Geçen yıl bir koleksiyoner arkadaşım 10 tane hat eseri aldı ve 9 tanesi sahte çıktı. 

- Taklidi kolay mıdır?
Evet. Bunu iş edinirseniz sahafları bir yıl gezerek epey bir eski kağıt toplayabilirsiniz. El yapımı mürekkep bulmak zor değil zaten, yüzlerce yıl önce nasıl yapılıyorsa şimdi de aynı malzemelerle, aynı yöntemle yapılıyor. Fakat ne kadar ustaca taklit edilirse edilsin kopya olduğunu anlamak çok zor değil. Sanatçısını tanıyorsanız, onun tarzını biliyorsanız anlarsınız zaten. Bunu anlayacak usta hattat bizde çok. 

- Usta kopyacılar da çok mudur bizde?
Usta olmak iyi bir kopya yapmak için yeterli değil. Bu biraz yetenek işi, eğitim gerektirir. Daha çok İran'lı hattatların iyi yaptığı bir iş. Bizdekilerin çoğu da onların elinden çıkma.

 

Yalçın Sadak (Sanat tarihçisi)
- Kolay mıdır sahte resim yapıp piyasaya sürmek?

Kolay olduğu söylenebilir. Herhangi bir aşamasında cezai yaptırımı yok. Bu alandaki takibat ihbar üzerine yapılıyor. Mesela bir ihbar alındı, 'bir atölyede bir ressam kopya ediliyor' diye. Kopya edilen Picasso olsa bile o aşamada bir şey yapılamaz. Ressam 'ben kendimi geliştirmek için yapıyorum' diyor mesela. Ama müzayede aşamasında bir cezai yaptırımı olması lazım... 

- Satış aşamasında cezai yaptırımı yok mu?
Şöyle söyleyeyim, bazı büyük müzayede firmaları, galeriler var, onlar bu tür yollara girmek istemez çünkü itibarları zedelenir. Ama pazardan pay almak isteyen daha küçük firmalar, galeriler var, oralardan eser alırken daha fazla dikkatli olmak gerekir. Sahte eser görüp uyardığınız zaman 'Sağ olun haber verdiğiniz için hemen incelemeye alıyoruz, çok özür dileriz, danışma kurulumuzun dikkatinden kaçmış olabilir' diyorlar. Alıcı kesim fazla bilinçsiz bizde. Bu galeriler piyasanın önemli isimlerini hem de avantajlı bir fiyata sunduğunu söylüyor. Alıcı da ucuza aldığını sanıyor.  

- Riskli sanatçılar var mıdır, kimleri alırken daha fazla dikkatli olmak lazım?
Fikret Mualla'nın taklidi zordur ama yine de çok sahtesi yapılmıştır. Fikret Mualla'nın piyasasını bloke etmişlerdir neredeyse. Sabri Berkel'in taklidi de çoktur. Son zamanlarda da Adnan Çoker'in artmıştır. Alırken çok dikkatli olmak gerekir. 

- Taklidi kolay ressamlar var mıdır?
Adnan Çoker'in üslubunun elemanları çok yalındır, başarılı bir gözlemci taklit edebilir. Sabri Berkel'in de kolaydır. Satıh resmidir, figür kullanmaz. Bir takım renklerle, biçimlerle soyut kompozisyonlar yapar. Ama taklitler her zaman başarılı olamaz, bir takım incelikleri vardır ressamın. Mesela Sabri Berkel renkleri eşit oranda beyazla karıştırıp tuvale sürer. Bunun kökeni minyatüre dayanır. Kopyalarını yapanlar buna dikkat etmeyecek kadar gözü kara. Nasılsa alıcı anlamıyor, birine danışmıyor diyorlar. 

- Bu tür olaylara sıklıkla rastlar mısınız?
Evet piyasa karlı bir hale gelince kötü niyetliler de artıyor. Yine Sabri Berkel'den örnek vereyim. Onun çoğu resmi Resim Heykel Müzesi'ndedir, çok az resim satmıştır, 25 - 30 tane var mı yok mu kestirmek zor. Fakat 4 -5 yıl önce bir bankanın yöneticilerinden birine 40 tane Sabri Berkel getirilmişti. Kimden getirildiğini sordum söylemediler. Tablonun arkasında 1970 tarihi yazılı ama tuvalin keteni yeni. O kadar cüretkar ki eskitme gereği bile duymamış. Üç ay kadar önce Ankaralı önemli bir koleksiyoncunun Sabri Berkel aldığını görmüş bir arkadaşım, şüpheli bulmuş, resimleri buraya gönderdiler, yani görür görmez resimler size 'ben sahteyim' diyordu.

Akşam, Haber: Eyüp Tatlıpınar, 11.12.2011

PARFÜMÜ DE ONLAR BULMUŞ!

 

 

Tarihte parayı icat eden ve basan uygarlık olarak bilinen Lidyalıların tek icadı bu değilmiş!

Tarihte parayı icat eden, basan ve ilk kez değer karşılığı ödeme aracı olarak kullanan uygarlık olarak bilinen Lidya uygarlığının başkenti olan Manisa’nın Salihli İlçesi sınırlarındaki Sardes antik kentinde yürütülen kazılar, Lidyalılar’ın parfümeri, masaj, ticaret gibi başka alanlarda da öncü olduğunu ortaya çıkardı.

 

Tarihte 150 yıl gibi kısa sayılabilecek bir dönem hüküm süren uygarlığın başkentindeki kazılar üzerine çeşitli araştırmalar yürüten ve rehberlik de yapan Salihli Turizm Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Uçar, araştırma sonuçlarını ”Paranın Doğduğu Kent: Sardes” adlı kitabında topladı.

 

Uçar, yaptığı değerlendirmede, tarihe damga vuran en önemli uygarlık olarak nitelediği Lidya Krallığının bilim, sanat, mimari, tekstil ve madencilik gibi alanlarda pek çok ilki hayata geçirdiğini kaydederek, zirvedeyken yıkılan uygarlığın mirasına, aynı toprakları paylaştığı eski Helenler ile kendisini tarihten silen Persler’in sahip çıktığını anlattı.

 

Bugün zenginliği anlatmak için kullanılan ”Karun kadar zengin” tabirinin aslında son Lidya Kralı Croesos’un (Krezüs-Karun) isminden geldiğini hatırlatan Uçar, tüm bunlara rağmen Lidyalılar’ın tarihte hak ettiği yeri alamadığını düşündüğünü, bu nedenle yaptığı araştırmaların sonuçlarını bir kitapta toplama gereği duyduğunu söyledi.

 

Uçar, ”Lidyalılar, para dışında tarihteki pek çok ilke imza atarak, akıllarından bile geçirmedikleri halde icat ettikleri paranın getirdiği kapitalizmle, iç ve dış satımı başlatmış, ekonomik ve mali sistemlerin doğuşunu da gerçekleştirmiş” dedi.

 

İlk termal tedavi

”Paranın Doğduğu Kent: Sardes” adlı kitapta yer alan bilgilere göre, kazılar sırasında gün yüzüne çıkarılan termal havuz, Sardes antik kentindeki en önemli Lidya kalıntılarından biri.

 

İlk jeotermal ısıtma sisteminin, Romalılar döneminde bu bölgede kullanıldığını ortaya koyan havuzun uzunluğu 33, genişliği 7 ve derinliği 1,5 metre civarında.

 

O dönemde, kuş uçuşu 5 kilometre uzaklıkta bulunan çamur hamamından, boru olarak kullanılan pişmiş künklerle su aktarılarak doldurulan havuz, drenaj sistemini de barındırıyor. Kaplıca suyunun kullanıldığı termal havuzun etrafında, SPA masajının yapılması ve dinlenme için küçük bölümler de bulunuyor.

 

Bu haliyle, günümüzdeki termal tedaviden pek de farklı olmayan antik havuz, yüzyıllar öncesinde Lidyalılar’ın sağlık ve keyfe verdiği önemi gözler önüne seriyor.

 

Lidyalılar, adeta ”hamam sefası”nı andıran termal havuzdan çıkıp, bir süre dinlendikten sonra, antrenman alanında çalışan gladyatörlerin dövüşlerini izleyerek günü tamamladıkları kitapta yer alan bilgiler arasında bulunuyor.

 

Lidya’nın ilkleri

Kitaba göre, kazı çalışmalarında ortaya çıkarılan eserler, parayı ilk kullanan uygarlık olan Lidyalıların, ilk bankacılık işlemini de Sardes antik kentinde gerçekleştirdiğini gösteriyor.

 

Sardes antik kenti içinde yer alan Artemis Tapınağı’nın kuzeybatı iç duvarındaki bir yazı, Tanrıça’nın, Mnesimades isimli bir kişiye ipotek karşılığı faizle para verdiğini, borcu karşılığında bu kişinin arazilerinin ipoteklendiğini, borcunu zamanında ödemediği takdirde arazilerine el konulacağını anlatıyor.

 

İlk uzun mesafeli ticaretin de burada başladığı, Lidyalılar döneminde karayoluyla Mısır’a kadar ulaşıldığı kaydediliyor.

 

”Orient Bazaar” diye adlandırılan pazar yeri olgusunun izlerini, Paktalos (Sart) Çayı kıyılarında kurulan sabit dükkan kalıntılarında bulmak mümkün.

 

Kendi yetiştirdikleri bitki ve çiçeklerin koku ve yağlarını kullanarak elde ettikleri ürünlerle parfümerinin de temellerini atan Lidyalılar, ilk kozmetik sanayini ise zehirli civa sülfürden elde ettikleri dudak boyası ile başlatıyor.

 

Tarihteki, ilk tekstil merkezi de buradaki halı, battaniye, palto, altın ve gümüş işlemeli çeşitli kumaş dokumacılığı ve özellikle ketenden yapılan balık ağları üreten evlerden doğuyor.

 

Keşfedilen kök boyalarla koyun yünleri çeşitli renklere boyanıyor, böylece dokumacılığa da çok renklilik geliyor.

 

”Kıtlık, oyun icat ettirdi”

Kitapta yer alan bilgilere göre, Lidyalılar, ilk pişirilmiş tuğla ve kiremitleri yaparak, mimariye de yeni bir bakış getirdiler.

 

Civayı, bakır levhalarla sıvayarak aynayı elde ettiler.

 

İlk madencilik ve metalürji çalışmalarını bu bölgede başlatan Lidyalılar, Tmolos’tan (Bozdağ) çıkardıkları altın, gümüş, bakır, arsenik ve ilaç sanayinde kullanılan antimuan gibi madenleri kimya bilgileriyle işlemeyi başardılar.

 

İlk kez dünyada kendi ismiyle anılan koyu kırmızı bir çeşit Lidya quarz taşı burada bulundu, Lidyalılar yüksüklerine taktıkları bu taşı, uzun süre mühür olarak kullandılar.

 

Tarihteki ilk kuyumculuk da burada ortaya çıktı.

 

Oyunun her türlüsüne düşkün olan Lidya halkı, önceleri bir taş etrafına kumaş sararak elde ettikleri top ile çeşitli top oyunlarını, aşık kemiğiyle başlayan oyunları ve zamanla bu kemiğin işlenerek zar şekline dönüşmesiyle zarla oynanan kumar oyunlarını keşfetti.

 

Günlük yaşamın tekdüzeliğinden sıkılan Lidyalılar, günümüze kadar gelen beştaş, dokuztaş gibi oyunların da mucidi oldular.

 

Tavlanın da Lidya icadı olduğu belirtilen kitapta, ”Ancak kendilerini yenen Persler bu oyunu beğenip ülkelerine götürmüşlerdir. Bu nedenle de tavlanın çıkış yeri olarak İran gösterilmektedir” görüşüne yer verildi.

 

Tarihçi Herodot, bu oyunların asıl çıkış noktasını, 18 yıl süren kıtlık döneminde günaşırı yemek yiyebilen halkın açlığını unutturmak için icat ettiğini ifade ediyor.

Sabah, 10.12.2011

TARİHİ CAMİ ALANINDA ARAŞTIRMA KAZISI YAPILIYOR

 

Edirne Selimiye Camii civarında bulunan Hacı Hasan Ağa Camii'nde araştırma kazıları başlatıldı. Bulunduğu sokağa ismini veren cami 15. yüzyılda yapılmış. Ahşap örtülü ve tek minareli olan mescit Balkan Savaşları'nda büyük zarar gördü.

 

1920 yılına kadar harap vaziyette duran mescit, zamanla toprak altında kalarak kayboldu. Edirne Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu kararı ve Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nün talebi doğrultusunda söz konusu alanda araştırma kazıları başlatıldı. Kazılar, Edirne Müze Müdürlüğü tarafından yapılıyor. Müze, daha önce minaresi günümüze ulaşan Medrese Alibey Camii ile Kazaz Salih camilerinde de araştırma kazıları yaptı. Yapılan kazılar sonucunda Vakıflar Bölge Müdürlüğü, Medrese Alibey Camii'nin projelendirme çalışmalarını yaptırarak onaylatmıştı.

Zaman, Haber: Kadri Kılıç, 10.12.2011



4 - 10 Aralık 2011


HÖYÜĞE NAZIR VİLLA





Cilalı taş devrine ışık tutan Urfa'daki Göbeklitepe Höyüğü kadar büyük bir öneme sahip Eskişehir'deki Çiftlik Höyük villalar tarafından kuşatıldı. 12 bin yıl geriye yani paleotik döneme ait yaşam kültürü barındırdığı tahmin edilen Çiftlik Höyük 20 villadan oluşan sitenin parçası haline geldi. Eskişehir Müzesi'ne 5 dakika mesafedeki 'Ilgaz Villaları'nın ortasında sıkışıp kalan höyük ne tarihe ışık tutabiliyor ne de turizme hizmet ediyor. Höyük ancak sitenin sahibi İsmail Ilgaz'dan izinli ziyaret edilebiliyor.

1980'de sit alanı ilan edildi
Höyükler uygarlıkların araştırılmasında önemli birer referans. Anadolu'da yaklaşık 20 bin höyük olduğu tahmin ediliyor. Eskişehir'de ise 400'e yakın höyük olduğu söyleniyor. Çiftlik Höyük de bu höyüklerin en önemlilerinden biri. Etiler, Frigler gibi Anadolu'nun önemli medeniyetlerinin izlerini taşıyan höyük Eskişehir'in merkezinde bulunuyor. Höyüğün bulunduğu arazi 1980 yılında Konya Koruma Kurulu tarafından sit alanı ilan edilmiş.

Höyüğün bulunduğu yerde sitenin yapılması 2863 sayılı 'Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası'na aykırı. Kültür ve Turizm Bakanlığı'na yapılan ihbarda "Höyüğün etrafı sit alanı içinde olmasına rağmen villa yapılarak tahrip edildi. Aynı zamanda tarihi höyük arsa sahiplerince yağmalandı. Sit alanı içinde kalan villalar yapılırken çok sayıda eski eser yurtdışına kaçırıldı" deniyor.

Atık tepesi sanıyorduk
Höyüğü görmek için çaldığımız ilk kapı Eti Eskişehir Arkeoloji Müzesi Müdürü Dursun Çağlar. İhbarlar üzerine yerinde araştırma yaptıklarını ve höyükte kaçak kazı olmadığını söyledi. Höyüğe gitmek istediğimizi söylediğimizde Çağlar, "Kurul kararı var, isteyen gidip görebilir, bilimsel araştırma yapabilir" dedi. Ancak sitenin sahibi İsmail Ilgaz, müzeye gelmeden makamından çıkmadı. Ilgaz, Müze Müdürü Dursun Çağlar, Eskişehir Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Müdürü Hülya Çopuroğlu'yla birlikte müzeye 5 dakika mesafedeki Çiftlik Höyük'e gittik. İhbarda söz edilen 2002'de çekildiği ileri sürülen fotoğrafta höyükte müdahale olduğu görülüyordu. Yerine gittiğimizde tahribatın izlerini gördük. Höyüğün tepesine yol açılmıştı. Ancak uzun süredir bir müdahalenin olmadığı da belliydi. Ilgaz yapılan tahribatı "Höyük olduğunu bilmiyorduk. Sümerbank fabrikası yapılırken atıklar buraya atılmış sanıyorduk. Villalar yapılırken de höyüğün tepesine gözetleme kulesi yapmak istedik. Sonra höyük olduğu ortaya çıkınca bir daha dokunmadık" diye açıkladı.

Aba altından sopa!
Eskişehir'den döndükten sonra İsmail Ilgaz, içinde Akkuş'un akıl sağlığının yerinde olmadığına dair raporlar da dahil bir klasör evrak gönderdi. Hepsi mahkemelere sunulmuş belgelerdi. Ilgaz klasörün üzerine şu notu düşmüştü: 'Akkuş için mahkemece vasi tayin edilmiş ve bu karar Yargıtayca onanmıştır. Bu husus tarafınızca dikkatle değerlendirilmelidir. Şirketimiz ve şirket ortaklarımızı ilgilendiren bu konu ile ilgili yayınınızı dikkatle takip edeceğimizi bilmenizi isterim. Aksi durumda yasal haklarımızı aramak zorunda kalacağımızı bildiririz.''

'Kimse inanmasın diye deli raporu bile çıkarttırdılar'
Ilgaz Ailesi'ne yönelik iddiaları ortaya atan ve höyükteki tahribatı Kültür ve Turizm Bakanlığı'na ihbar eden kişi Eskişehirli Kenan Akkuş... İsmail Ilgaz'ın "Bir deli kuyuya taş atıyor, 40 bin akıllı çıkaramıyor" diye tanımladığı Kenan Akkuş, açtığı internet siteleri üzerinden Ilgaz Ailesi'ne savaş açmış durumda. Hakkında Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nin verdiği rapor var. ''Hezeyanlı Bozukluk - Hak arama tipi'' tanısı konulan Akkuş için vasi tayin edilmesi de isteniyor. Kimine göre duyarlı bir vatandaş, kimine göre ise bir meczup olan Akkuş, şu iddialarda bulundu:

"Lise mezunuyum. Bilgisayarı özel merakımla öğrendim. Ilgaz Ailesi'nin yanında depoda çalışıyordum. Eski eserleri getirip depoda yıkıyorlardı. Sonra da yurtdışına kaçırıyorlardı. Gözlerimle gördüm. Korktum, çıkmak istedim. Tehdit ettiler. Beni Organize Sanayi Bölgesinin müdürü kurtardı. Ilgaz Ailesi'nin yaptıklarını anlatmaya başladım. İnternet sitesinden yayımladım. Sitelerimi kapattırdılar. Ben de ABD'den site aldım. Oradan yayın yapıyorum, kapatamıyorlar. Bir canım var neden korkacağım. Gıyabımda karar aldırmışlar, beni iki polis apar topar alıp Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ne götürdü. Dört ay deliler arasında kaldım. Geçen haziran ayında oradan kaçtım. Zorla deli muamelesi yapıyorlar. Deli olsam o siteleri yapamam."

Bazı villalar sit alanında kalıyor
Eskişehir Arkeoloji Müzesi'nin Müdürü Dursun Çağlar höyükle ilgili şu açıklamaları yapıyor: "Eskişehir civarında 400'e yakın höyük var. Hangi birini kazalım. Bugüne kadar 4 höyük kazıldı ve oradan çıkan eserler müzemizde sergileniyor. Höyüklerden çıkan buluntular 10–12 bin yıl eskiye kadar gidiyor. Çiftlik Höyük de bunlardan biri. Sit alanı genişleyince bazı villalar sit alanında kaldı."

'Biz bakanlığa höyüğü müze yapmayı teklif ettik'
Sitenin sahibi olan İsmail Ilgaz, iddiaları ortaya atan Kenan Akkuş'un eski bir çalışanları olduğunu, işten uzaklaştırıldığı için kendilerine yönelik saldırıya giriştiğini söyledi. Akkuş'un internet üzerinden yaptığı suçlamalarına karşı 60'a yakın dava açtıklarını dile getiren Ilgaz şunları anlattı: "Yanımızda çalışıyordu. İşten çıkarılınca düşman oldu. Akıl almaz yalanlar attı. Bunları internet sitesinden yazdı. 60'a yakın dava açtık. Adresi bile belli değil. Önüne gelen herkese anlatıyor, savcılığa şikâyette bulunduğum 2 bin mesajı var. Artık bıktım, o bıkmadı. Suçlamaları öyle boyutlara vardı ki, Eskişehir Orduevi güçlendirme inşaatı yapıyoruz. Biz birini öldürüp onun temeline gömmüşüz. Şikayette bulundu. Ankara'dan ekipler geldi. Temellerin röntgeni çekilip ceset arandı. Yani biz Akkuş'tan çok çektik. Akıl sağlığı yerinde olmadığına dair raporu var. Açtığımız davalar da düştü. Vasi tayin edildi ama o bildiğini yapmaya devam ediyor." Baba Şenol Ilgaz da "Burada madem bir tarih varsa gelip kazsınlar. Ben bakanlığa gidip iki yıl önce dosya verdim. Sponsoru ben olayım, kazın ya da biz kazalım. Buraya bir de müze yapayım. 'Adamımız yok, bu yılki programda yer almıyor' dendi. Bir daha da ne uğrayan var ne arayıp soran. O deli de bizi eski eser kaçırmakla suçlayıp her yere yayıyor" açıklamasını yaptı.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 11.12.11

110 YILLIK CAMİ CAYIR CAYIR YANDI

 

 

Eskişehir merkeze bağlı Kuyucak köyü camisi, çıkan yangın sonucu kullanılamaz hale geldi.

AA muhabirinin aldığı bilgiye göre, kömür sobasıyla ısıtılan caminin bacası henüz belirlenemeyen nedenle tutuştu. Kısa sürede büyüyen yangın 110 yıllık caminin her yanını sardı.

Vatandaşlar ve itfaiye ekiplerinin müdahalesi sonucu söndürülen yangında cami kullanılamaz hale geldi.

Habertürk, 09.12.2011

77 BİN YILLIK YATAK BULUNDU

 

Bilim adamları, Güney Afrika Cumhuriyeti'nin Durban kentinde bir mağarada, üzerinde insanların yattığı 77 bin yıllık ilkel yatak buldu.

 

Science dergisindeki makaleye göre, Durban'ın 40 kilometre kuzeyindeki Sibudu mağarasında bulunan yatak, bir ile üç metrekare büyüklüğünde, 15 ayrı kat bitki artığından oluşan bir şilteye sahip.

 

Bilim adamları, şiltede sazın yanı sıra defnegillerden olan yerel Cryptocarya woodi bitkisinin kullanılmış olmasının önemine işaret ederek, insanların o dönemde bu bitkinin sinek ve böcekleri uzak tutan özelliğini bildiklerini düşündüklerini kaydetti.

 

Mağara tabanında yapılan mikroskobik incelemelerde ayrıca, insanların, 73 bin yıl öncesinden başlayarak, büyük ihtimalle hijyen sağlamak amacıyla belirli aralıklarla yataklarını yakıp, yerine yenisini koyduklarını gösterdi.

Akşam, 09.12.2011

HAREM'İN YAZARI, YAZMADIKLARINI ANLATTI

 

 

Osmanlı Devleti'nin 380 yıl idare merkezi ve resmi ikametgahı olarak kullandığı Topkapı Sarayı'nda 56 yıl araştırma yapan tarihçi Nurhan Atasoy, kutsallığın ve mahremiyetin simgesi, hala gizemini koruyan ''harem daireleri''nin kitaplara bile girmeyen ''gizli'' detaylarını Anadolu Ajansı'na anlattı.

 

Haremin en çok kullanılan Araba Kapısı'ndan başlayan ve Karaağalar Dairesi, Şehzadeler Okulu, has odalar, hamam, Hünkar Sofrası, Valide Sultan Dairesi, 3. Murat Köşkü, Şehzadeler Dairesi ile devam eden yolculuk, haremde 380 yıl devam eden ve doğruluğundan emin olunan bilgilerin bile dolaylı edinildiği entrika, cinayet, kıskançlık, aşk, ihtirasın da yer aldığı yaşamı, bir parça da olsa gözler önüne serdi.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Güzel Sanatlar ve Sanat Tarihi Bölümündeki eğitimi ile birlikte 21 yaşında başladığı Topkapı Sarayı'ndaki araştırmalarını hala sürdüren 77 yaşındaki Nurhan Atasoy, Bilkent Kültür Girişimi Yayınlarından çıkan ''Harem'' adlı kitabı eşliğinde harem dairelerini AA'ya gezdirdi.

Sarayın ana giriş kapısının 50 metre solundan girilen ve en çok kullanılan Araba Kapısı önünde haremi anlatmaya başlayan Nurhan Atasoy, ''Haremin birkaç kapısı var. En önemli ve en çok kullanılan kapısı; Araba Kapısı. Haremde yaşayan kadınlar, harem dışına çıktıkları zaman at arabası ile çıkıyorlar. Kadınların kapıdan çıkıp arabaya bininceye kadar dışarıdan görülmelerini önlemek için önlerine 'zokak' denilen kumaştan yapılan bir duvar çekiliyor. Böylece kadınlar kimseye görünmeden arabalara binebiliyor. Kadınlar, pikniğe veya başka saraylara gitmek için haremden çıkıyor. Mesela, 40 araba dolusu kadın, 1582 yılında 3. Murat'ın oğlu Şehzade Mehmet'in sünnet düğünü için Hipodrom'daki İbrahim Paşa Sarayı'na gidiyor'' diye konuştu.

''Ziyarete açılması söz konusu olamayacak''
Haremin girişinin hemen yanında yer alan, haremin ağır işlerini yapan ve ''Zülüflü Baltacılar'' olarak adlandırılan işçilerin kaldığı bölüm var. Bozulmadan günümüze kadar gelebilen, içinde mescidi, hamamı, yatakhanesi, salonu ve çubuk odası bulunan bölüm, bugüne kadar ziyarete açılmadı.

Nurhan Atasoy, ''Burası çok hoş bir oda. Ziyarete açılması söz konusu olamayacak kadar zor girişi olan bir oda. Kimse maalesef göremiyor, ama tarihi açıdan çok enteresan. Belgesellerle tanıtmak lazım'' dedi.

Harem girişinin sol tarafında, tahta çıkan, Eyüp Sultan'ı ziyaret ederek kılıç kuşanan padişahların hareme giriş yaptığı 15. yüzyılda yapılan meşhur ''perde kapısı'' bütün görkemiyle ziyaretçileri selamlıyor.

Yeni tahta çıkan padişahın, saraya geldiği zaman at merdiveni ile yapılan perde kapısının aşağı yolundan çıkmaya başladığını anlatan Atasoy, bu ritüeli, ''Yeni padişah at üzerinde gelir. Yolun iki tarafında saray görevlileri dizilir. Atın ayakları altına da değerli kumaşlar konur. Bu yoldan gelen padişah, kapıdan içeri girer. Padişah, kapının hemen yanındaki binek taşını kullanarak, attan iner, Adalet Kulesi'ne çıkar'' sözleriyle ifade etti.

Hareme girebilen tek yabancı erkek
İmparatorluklara hükmetmiş hükümdarların saraylarında nasıl bir yaşam sürdüklerinin hep merak konusu olduğunu, bu merakın, hareminde yüzlerce kadın bulunan Osmanlı sarayları söz konusu olduğunda doruğa eriştiğini anlatan Atasoy, hareme erkeklerin girmesinin yasak olduğunu anımsattı.

Atasoy, hareme gerçekten girebilen nadir erkeklerden birinin İngiltere Kraliçesi Elizabeth'in 1599'da Sultan 2. Mehmet'e hediye olarak gönderdiği orgu, haremin bir köşesine kuran, orgun ustası Thomas Dallam olduğunu, onun da ancak haremağalarının sıkı nezaretinde, hiçbir kadının ortada görünmediği bir yoldan geçerek girebildiğini aktardı.

Sıradan bir Osmanlı ailesinin bile özel yaşamının, ''kutsal bir sır'' gibi olduğuna dikkati çeken Atasoy, ''Yabancı erkeklerin girmesine izin verilmeyen, kadınların yaşadığı harem her ailenin namusu, kutsal bir köşedir. Zevce anlamını da taşıyan ve aslı Arapça'ya dayanan 'harem' kutsallığın ve mahremiyetin simgesidir'' dedi.

Atasoy, haremdeki yaşamla ilgili doğruluğundan emin olunun bilgilerin bile dolaylı edinildiğini ifade ederek, bunun, gizli mekanın gizemini daha da artırdığını vurguladı.

''İskeletlerin sırrı hala çözülemedi''
''Gençliğimi burada geçirdim'' diyen tarihçi Nurhan Atasoy'un, son yıllarda pek gelmediği Topkapı Sarayı'nın hayatında en sık gelip gittiği ve çok sevdiği bir yer olduğunu ifade ederken de gözleri doldu.

Saraya her gelişinde bir şey öğrendiğini anlatan Atasoy, haremde çıkarılan ve hala sırrı çözülemeyen iskeletler hakkında şu bilgileri verdi:
''Hangi yıl olduğunu hatırlamıyorum, ama 'Haremde bir kazı oldu ve iskeletler çıktı' dediler. Şehzadeler Okulunun hemen önündeki bölüm kazılmıştı ve birkaç iskelet çıkarılmıştı. Bu iskeletler, kutulara konuldu ve okulun bir parçası olan binada muhafaza edildi. İnsanlar besbelli öldürülmüş ve buraya gömülmüştü. Bu sır hala çözülmedi. Ben bunun cevabını hala bilmiyorum. Topkapı Sarayı çok güzel ve gizemli bir yer.''

Topkapı Sarayı'nın harem dairelerinin belgeselinin çekilmesini isteyen Atasoy, ''Bu küçük detaylar unutulacaktır, belgesele ben de memnuniyetle katkıda bulunurum'' dedi.

Cariyelerle nikah, neden yasaklandı?
Mimari yapısı eklemelerle büyüyen haremin güzelliklerinin, genel yapısında değil, ayrıntılarda saklı olduğunu vurgulayan Atasoy, haremlerde cariyelere hadım ağalarının hizmet etme geleneğinin benimsendiğini, haremde kadınlar tarafından çekici bulunmayacakları düşüncesiyle kara ağaların görevlendirildiğini anlattı.

Osmanlı döneminin erken dönemlerinde padişahların, önemli ailelerin kızları veya siyasi amaçlarla bey kızlarıyla evlendiklerini belirten Atasoy, Fatih Sultan Mehmet'ten sonra düğün şenliklerinin yapılmadığını, birçok tarihçinin, cariyelerle evlenme adetinin Sultan 1. Bayezıd'ın Sırp prensesi olan karısı ile birlikte Timur'a esir düşmesinden ve Timur'un, 1. Bayezıd'ın karısına içki dağıttırması olayından sonra kaldırıldığını iddia ettiğini, gerçekten de Osmanlı padişahlarının 1. Beyazıd'tan sonra cariyelerle nikahlanmadığını söyledi.

Bu yeni geleneğe uymayan Kanuni Sultan Süleyman'ın, Hürrem Sultan'la, Genç Osman'ın da Akile Hanım'la, Sultan İbrahim'in de Hümaşah ile nikah kıyarak evlendiğini belirten Atasoy, Osmanlı hükümdarlarının haremde geliştirilen usuller içinde kadınlarını seçtiğini, bunların doğruluğunu kanıtlayan belgeler olmadığını vurguladı.

Atasoy, haremde hemen hemen her padişahın kendine has bir oda yaptırdığını ifade ederek, haremin en geniş mekanı olan ''hünkar sofası''nın restorasyonunun hala sürdüğünü belirtti.

53 basamağın sonunda ne var?
Cariyeler taşlığı, buradan 53 basamakla inilen merdiven ve merdivenin sonundaki cariyeler hastanesi hakkında da bilgi veren Atasoy, ''Merdivenden inişte, sağlı-sollu birkaç kapı ve mekanlara giriş var. Bugün de bunların bir kısmı depo olarak kullanılıyor. Merdivenin altında cariyeler hastanesi var. Hastane neden merdivenden inen bir yere konuluyor? Bulaşıcı hastalıklardan korunmak için, bir nevi tecrit... Orada ölen cariyeler olursa hastanenin ucunda da bir gasilhane var'' dedi.

400 odalı harem
Binalar eklene eklene mantar gibi büyüyen haremin, Adalet Kulesi'nden bakıldığında daha iyi anlaşılacağını belirten Atasoy, şöyle konuştu:

''Harem, meyilli bir arazi üzerinde gelişti. 15. yüzyıldan 19. yüzyıl sonuna kadar her devirde eklemeler yapılarak, binalar eklenerek genişledi. Haremde 400'dan fazla oda var. Bu eklemeler yapılınca arkada kalan kısımlar pencerelerini kaybetmiş ve karanlıkta kalmış, mahzen haline gelmiştir.

Aydınlık için aynı hamamlarda olduğu gibi tepe pencereleri açılmıştır. Bu kadar karmaşa, labirent görüntü gizemi de artırıyor. Hareme girip de yolunu kolayca bulmak da marifet. İnsan kolayca kaybolur, böyle vakalar da var. Geceleri haremde bekçiler nöbet tutar, dolaşır.

Nöbetlerinde hiç tek başına gezmezler, çünkü korkarlar. Duyduğuma göre, burada büyük sansarlar gezermiş ve birden bire sansar karşınıza çıkarsa korkarsınız. Ruhlar, hayaller de giriyor işin içine. O bakımdan yalnız değil, çift çift gezerler. Aslında bu sansarlar fevkalade faydalıdır, çünkü fareleri yiyorlar. Haremi farelerden koruyorlar.''

Duvarları Kabe çinileri ile kaplı ibadet odası
AA ekibine Valide Sultan Dairesini de gezdiren Nurhan Atasoy, ''İçinde duvarları Kabe çinileriyle kaplı ibadet odasının bulunduğu küçücük bir oda; haremin patronu olan valide sultanın yatak odası. Valide sultanın, böyle küçük bir odada yatmasına insan inanamıyor. Çünkü, büyük bir yatak odası o kadar cazip değil, daha rahat ısınabilecek, kendisini rahat hissedebileceği bir yerde olması daha önemli. Dairelerin hepsi küçük boyutludur. Batılı saraylar gibi büyük boyutlu değildir. Bunlar, insani boyutlarını hiç kaybetmemişler. Türk evi tipindedir'' diye konuştu.

''Sarayda çökme var''
3. Murat Köşkü'nün girişinde, kitaplara pek girmeyen küçük bir ayrıntı bulunduğuna dikkati çeken Atasoy, şu bilgileri verdi:

''Köşkün kapısının iki yanında daha sonra binanın statik bakımdan sağlıklı olup olmadığını kontrol için yapılan iki sütun var. Bunların bir tanesi gençliğimde fırıl fırıl dönerdi. Bu ne demektir? 'Binanın statik durumu sağlam, bir basınç yok, oturmamış' demektir. Bina, toprak hafifçe kaydığı anda bu dönmez. Şimdi ikisi de taş gibi duruyor, yerlerinden kımıldamıyor. Demek ki o zamandan bu zamana bariz binada oturma var. Bu neye işaret ediyor? İyi değil. Statik bakımdan yapıldığı zamandan bugüne bir çökme, oturma var.''

3. Murat Köşkü'nde İznik çinilerinin en kaliteli devrinden ürünlerin kullanıldığına dikkati çeken Atasoy, 2. Mahmut'tan sonra Osmanlı padişahlarının yaşamadığı Topkapı Sarayı'nın ''gecekondu''ya çevrildiğini söyledi.

Atasoy, ''3. Murat Köşkü'nde bir tavan vardı. İşçiler tavanı tamir ederken bir pırıltı görmüşler. O tavan kaldırıldı ve 17. yüzyıl Osmanlı sanatının en güzel örnekleriyle bezeli bu muhteşem kubbe çıktı ortaya'' diye konuştu.

''Sandalla gezilen havuz''
Tarihçi Nurhan Atasoy, 3. Murat Köşkü'nün altında 3 tarafı kapalı havuzun mimari tarihi açısından çok önemli olduğunu belirterek, bazı tarihi kaynaklarda, havuzun içinde sandalların gezdiğinin anlatıldığını, sarayda bundan daha büyük bir havuz bulunmadığını kaydetti.

Gençliğinde böyle bir havuzun varlığından şüphe edildiğini ifade eden Atasoy, ''Buradaki bitki örtüsü temizlenince, kenarlarda düzgün taşlar olduğu görüldü, biraz daha kazınca bunun bir havuz olduğu anlaşıldı. Boşaltıldı ve su dolduruldu. Bu, sandalla içinde gezilen, eğlencelerin yapıldığı bir havuzdur'' dedi.

Haremde sınıflar bulunurdu
Haremdeki cariyelerin çoğunun, tarihi çok eskilere dayanan geleneğe uygun olarak esirlerden oluştuğunu, padişahların kız kardeşleri veya annelerinin eğitip yetiştirdikleri cariyelerin, padişaha hediye edildiğini anlatan Atasoy, çeşitli kademelerdeki devlet adamlarının da padişaha cariye sunduğunu anlattı.

Daha çok Balkan ülkelerinden veya Gürcü, Çerkez ya da Rus kökenli, savaşlarda kazanılan veya satın alınan eserlerin, saraya alındıklarında güzellik, kabiliyet ve zekalarına göre ayrıldığını belirten Atasoy, haremdeki yaşam hakkında şu bilgileri verdi:
''Haremde askeri bir düzen içinde yaşanırdı, sınıflar bulunurdu. Eğitim çok önemlidir. Hareme giren herkes sıkı bir eğitimden geçer ve kabiliyetine göre eğitilirdi. Cariyeler, müzik, dans, edebiyat, akla gelebilecek her şeyi eğitim sürecinde öğrenirdi.

Çoğu zaman Hristiyan kökenli oldukları için öncelikle İslam dini ve Kur'an-ı Kerim öğretilirdi. Cariyeler, saray adetleriyle, akıllıca, derli-toplu konuşmayı öğreniyorlar, çünkü ucunda padişahın huzuruna gitmek var. Cariyelerin, padişahın huzurunda sohbet etmeyi bilecek kadar bilgili de olmaları gerekiyor. Bilgili olmayan insanın sohbeti, çok basit bir sohbet olur. Onun için ne kadar iyi eğitilmişse o kişi çok daha başarılı olacaktır.

Nitekim çok güzel olmayan, ama bilgisi ve eğitimi çok iyi olan birçok kadın, diğer boş kafalı güzellerden daha başarılı olmuştur. İşleme, temizlik, ev içinde ne işler yapılıyorsa, haremde de bunlar yapılıyor. Ama belli sınıf ve derecelere göre yapılıyor ve yaşanılıyor.''

''Cariyelerin hepsi has odalık değildi''
Başlarında valide sultanın bulunduğu cariyelerin padişaha yakınlık dereceleri olduğunu vurgulayan Atasoy, ''Entrika... Kadınların, bir araya geldiği her yerde entrika olmaz mı? Hele de haremde, kapalı bir yerde'' dedi.

Haremdeki cariyelerin sayısının, harem halkının toplam sayısı gibi her devirde değiştiğini belirten Atasoy, haremde Sultan 1. Mahmut devrinde 456, Abdülmecit döneminde 688, Abdülaziz döneminde 809 cariye bulunduğunu söyledi.

Bunların tümünün has odalık olmadığını, gayet yüksek gündelik alan ve giyecekleri hazineden karşılanan cariyelere çeşitli vesilelerle hediyeler verildiğini anlatan Atasoy, ''Öte yandan, zamanı dolanlara artık özgür olduklarını gösteren azat kağıtları verilirdi, isteyen haremden ve saraydan çıkıp gidebilirdi. Eşyalarını da beraberinde götürdüklerinden sarayda onlara ait fazla bir şey kalmamıştır'' diye konuştu.

''Padişahların has odalıkları nasıl seçilir?''
Padişahların has odalıklarını nasıl seçtikleri ve ne şekilde hizmete çağırdıkları hakkında yerli kaynaklarda bilgi bulunmadığını vurgulayan Atasoy, şöyle konuştu:

''Ne kadar güvenilir olduğu tartışmalı yabancı kaynaklarda ise farklı bilgiler verilmiştir. Kimi kaynaklara göre, kadınlar arasında kıskançlık ve kavgaları önlemek için kızlar, padişahın yanına belirli bir sıraya göre alınmışlardır. İzlenen başka bir yol da kahveci ile birlikte padişahın huzuruna giren cariyelerin padişahın beğenisine sunulmasıdır.

Bir başka kaynağa göre, kahya kadın cariyeleri, dans ve müzik bahanesi ile padişaha sunulurdu. Padişahın seçtiği kız, o gün külhancı usta tarafından hamamda yıkanır, kokular sürülürdü. Saçları taranıp örülür, süslenir, sonra da padişahın kapısında siyahi kadınların nöbet tuttukları yatak odasında geceyi onunla birlikte geçirirdi.

Sabah namazı için kalkan padişah, artık odalık olan cariyeye memnuniyetine göre para, mücevher veya elbise gibi hediyeler gönderirdi. Padişahın o gece beğenmediği cariye veya cariyelerden huysuzluk edenler, çocuğu olmayan veya padişah tarafından istenmeyenler, biriyle evlendirilir ve çırak çıkarılırdı.

Padişahla münasebette bulunup, gebe kalan ve çırak edilmeyenlere 'ikbal' denirdi ve bu kadınlara 'hanım' veya 'hanımefendi' diye hitap edilirdi. Kadınlar, 'birinci kadın', 'baş kadın', 'ikinci kadın' ve 'üçüncü kadın' olarak sıralanır ve mevkilerine göre maaş ve tayinat alırlardı. Kadınların aralarında yaşanan ve sonu cinayete kadar varan büyük kıskançlıklar, çekişmeler ve mücadelelerden bazıları tarihe geçmiştir.''

Hürrem Sultan, geleneği bozdu
Saray kadınlarından tarihe geçmiş en önemlilerinin başında Türklerin, Ukrayna ve Galiçya seferleri sırasında esir edildiği sanılan ve kaynaklarda Roxelana veya Rosa gibi isimlerle anılan Hürrem Sultan'ın geldiğini belirten Atasoy, Kanuni Sultan Süleyman'ın, Mehmet, Selim, Beyazıd, Abdullah, Cihangir ve Mihrimah'ı doğuran Hürrem'e karşı duyduğu aşk yüzünden geleneği bozarak onunla nikahlandığını anlattı.

Atasoy, ''Hürrem, padişahı yalnız güzelliği ile değil, zekası, cazibesi ve işvesi ile adeta avucunun içine almıştır'' dedi.

Nurhan Atasoy, Sultan Ahmet'ten sonra şehzadelerin, sancağa çıkması adetine son verildiğini, şehzadelerin ve tahttan indirilen padişahların, Topkapı Sarayı'nda, saray ağzı ile ''Kafes'' denilen dairelerinde hapis hayatı yaşadığını anlattı.

Saray terbiyesinde, saygısızlığa yer olmadığını vurgulayan Atasoy, ''Söz konusu, anne-çocuk ilişkisi olduğunda bile bu kurallardan sapılmazdı. Anneler, şehzade olan oğullarını, ne kadar genç olurlarsa olsunlar daima ayakta karşılar ve onlara, 'aslanım' diye hitap ederlerdi'' diye konuştu.

''Dizide yanlışlar var''
Nurhan Atasoy, Kanuni Sultan Süleyman döneminin anlatıldığı ''Muhteşem Yüzyıl'' dizisinde canlandırılan harem tasvirini eleştirerek, şöyle konuştu:

''1977 yılında, sarayda yaşayan birçok insanla görüştüm. O zaman bir kısmı 90 yaşının üzerindeydi. Onların hepsinin bir ortak söylemi vardı. Sarayda, 'saray terbiyesi' diye bir şey var. Fevkalade nazikler, konuşmalarına çok dikkat ediyorlar, kötü kelimeler kullanmıyorlar. O dönemin davranışları, selamlamaları dizilerde yer almıyor. Halbuki saray yaşamının en önemli parçalarından biri; nezaket, karşılıklı saygı ve terbiye.

Dizide, ayrıca paldır-küldür bir sürü adam görüyorsunuz. Haremin içine erkeklerin girmesi mümkün değil. Onlar da çok yanlış. Dizide, çok yanlışlar var. 'Bunlar film, belgesel değil ki' diyeceksiniz. Belgesel olmayan, ama tarihi konuları işleyen filmlerde, bazı şeylerin doğru olmasına çok dikkat edilmesi gerekir. Kıyafetler, konuşmalar, yaşam tarzı, hareketler doğru yapılır. Bunun içine hayal ürünü şeyler de konur, bunu da anlıyoruz. Ama bazı şeyler var ki onların gerçeklere uygun yapılması çok önemlidir.''

''Topkapı Sarayı, 100 yıl çalışılsa bitmez''
Nurhan Atasoy, ''Topkapı Sarayı'nı yeterince tanıtabiliyor muyuz?'' sorusunu ise şöyle yanıtladı:

''Maalesef hayır. Ben bir kitap yaptım, bir de Sedad Hakkı Eldem'in, Feridun Akozan ile birlikte yazdığı bir eser var. Bunlar, mimari tarih için önemli. Onun dışında burada anlatılabilecek veya yapılabilecek o kadar çok şey var ki... Topkapı Sarayı ve içindeki eserler inanılmaz bir derya. Topkapı Sarayı, 100 sene daha çalışılsa bitmez. Mümkün olduğu kadar ciddi araştırmacıların saraya ilgisini çekmek, onları desteklemek lazım. Çünkü bu çalışmaları yapmak da çok zahmetli işler.''

Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın, Topkapı Sarayı'na ayrı bir statü tanıması gerektiğini vurgulayan Atasoy, çalışan elemen sayısının artırılması gerektiğini söyledi.

Atasoy, sarayda araştırmacıların çalışabileceği mekanlar bulunmadığını ifade ederek, araştırmacılara, çalışacak imkanlar hazırlanmasının önemine işaret etti.

Nurhan Atasoy, ''Topkapı Sarayı, bizim en önemli hafızamız, milli hafızamız, kültürümüzün hafızası. Bütün bunların niçin şimdiye kadar yapılmadığını anlamak mümkün değil. Allah böyle bir şeyi bize nasip etmiş, biz bunu yeterince değerlendiremiyoruz. Eksikliklerin, ancak devlet eliyle çözülebileceğine inanıyorum'' diye konuştu.

Cnn Türk, 09.12.2011

İŞTE İSTANBUL'UN DEPREM ÖNLEMLERİ

 

CHP’li Erdoğan Toprak’ın, olası İstanbul depremi konusunda alınan tedbirlerle ilgili soru önergesi, bugüne kadar yapılan çalışmalarla ilgili detaylı bilgi alınmasını da sağladı.

 

Soru önergesini yanıtlayan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın açıklamalarına göre, toplam 11 bin personelle yürütülen çalışmalar özetle şöyle:

 

26 tarihi ve kültürel varlığın (176 adet bina) çoklu afet ve deprem performans değerlendirmesi tamamlandı. Topkapı Sarayı 4’üncü Avlu, Mecidiye Köşkü, Arkeoloji Müzesi Ek ve Klasik Bina ve Ayasofya Müzesi Müdürlüğü ve Aya İrini’nin deprem performansı değerlendirilerek, yapısal güçlendirme projelerinin hazırlanması çalışmalarına hız verildi.

Hürriyet (Kısaltarak), Haber: Umut Erdem, 09.12.2011

17. YÜZYILDA YAPI TİPLERİ NASIL ADLANDIRILIYORDU?

 

 

Sultanahmet Camisi'nin mimarı Sedefkar Mehmed Ağa’nın yaşamı ve eserleri üzerine kaleme alınan bir 17. yüzyıl eseri olan Risale-i Mimariyye’de Cafer Ağa, yapı tiplerini bir sözlük şeklinde incelemiştir.
 

Arapça, Farsça ve Türkçe karşılıkları verilen terimler dönemin yapı tipolojileri, dildeki değişim ve zamanla farklılaşan kullanımlar sonucu terimlerdeki kullanım değişikliği açısından bize fikir vermektedir.

 

Döneminin yapı tiplerinin hemen hemen hepsine değinen yazar, aynı zamanda alt birimlerini de sözlüğüne dahil etmiş, sözlük Arapça, Farsça ve Türkçe açıklamalar şeklinde ele alınmıştır. Günümüze kıyasla bazı yapı tiplerinde farklılaşma olmakla birlikte genel olarak kullanılan terimler aynı şekliyle kalmış görünmektedir.

 

Risale-i Mimariyye'nin 11. bölümünde yer alan yapı tipleri

Jami (cemaatsel ibadetin yapıldığı büyük müslüman mabedi), Farsça mazgit-i azina, Türkçe cami-i şerif'tir.

Masjid (cemaatsel ibadetin yapılmadığı çoğu minaresiz küçük cami), Farsça sajdagah (secde edilen yer), Türkçe mescid'dir. Yazar daha önceden Türklerin mezgit terimini kullandığını belirtmektedir.

 

Camide yer alan birimler:
Manara, Farsça jay-i bang-i namaz, Türkçe ezan okunacak yer'dir. Günümüzde terimin Arapçasından gelen minare kullanılmaktadır.

Shurafa, Farsça kungura, Türkçe şerefe olarak adlandırılmıştır.

Minbar, Farsça ve Türkçede ortak terim olarak minber kullanılmaktadır.

Mihrab, Farsça jay-i imam, Türkçede imam yeri teriminin kullanıldığını fakat döneminde artık "mihrab" kelimesinin kullanımda olduğunu belirtmektedir.

Mahfil, Farsça jay-i anjuman-i hafizan, Türkçe hafızların derneği yeri diye geçmektedir. Mahfiiler için "hünkar" ya da "müeezzin mahfili" gibi ayrıştırmalar yapılmaması dikkat çekicidir. Mahfil aynı zamanda Farsça jay-i marden, Türkçe erler derneği yeri (erkeklerin buluşma yeri) olarak başka bir terim olarak kullanılmıştır. Bu terimin kadınlar için olan karşılığı ise Arapça matam, Farsça jay-i anjuman-i zanan ve Türkçe avretler yeri'dir.

 

Bunun yanısıra kubba, Farsça gunbad, Türkçe kubbe; Arapça alem, Farsça sanjak, Türkçe alem terimlerine yer verilmiştir.

 

Cafer Efendi, Arapça harim, Farsça çevre, Türkçe havlı olarak tanımladığı "avlu" terimini duvarlı yer, iç havlı ve taşra havlı (dış avlu) şeklinde üç farklı çeşidiyle de incelemiştir.

 

Musalla, Farsça namazgah ve Türkçe namaz kılınacak yer olarak geçmektedir. Yazar ayrıca Türkçe'de bayram musallası ve çeşme musallası gibi birleşik kullanımların olduğunu belirtmektedir.

 

Madrasa, Farsça jay-i dars guftan, Türkçe ders diyecek yer olarak ifade edilmiştir. Günümüzde Arapça'dan gelmiş olan "medrese" kullanımdadır.

 

Zawiya, Farsça khanakah, Türkçe, zaviye ve tekke olarak tanımlanmıştır. Hasol'a göre "zaviye"; dervişlerin ikamet etmediği küçük tekkedir. "Hankah/hanekah" ise eskiden gezginlerin ve yoksul yolcuların barındıkları, misafirhane niteliğindeki tekkeye verilen isimdir . "Tekke" ise birçoğunun sürekli olarak ikamet ettikleri tarikat adamlarının toplanıp ayin yaptıkları yer olarak geçmektedir (Hasol, 2005: 201, 451, 503). Bu durumda Cafer Efendi'nin dönemi itibariyle yapı tipleri farklı kullanımlardan dolayı, aynı işleve sahip yapı olmaktan çıkmışlardır.

 

Şawma'a, Farsça jay-i parsayan, Türkçe zahid ve abidler yeri (Sofu ve müminler için manastır işlevi gören mekan) olarak incelenmiştir.

 

Cafer Efendi'nin "konut" ve türevlerine yaklaşımı günümüze kıyasla oldukça ilgi çekicidir. Çok çeşitli konut tanımlamalarının yanısıra, ev ve saray arasında bir fark gözetmemiş ve evin alt birimleri olan odaları detaylı bir şekilde incelemiştir.

 

Dar, Farsça saray ve sara, Türkçe ise ev ve saray'dır.

 

Dar al-sa'ada (yüksek statüdeki kişiler için konut), Farsça saray-i arj, Türkçe alkış evi olarak geçmektedir.

 

Darun Mamünniya, Farsça saray-i dü pushish, Türkçe iki kat sakflu oda (iki çatılı ev) olarak tanımlanmıştır. Darun kawra'u, Farsça saray-i farakhin, Türkçe bol ve geniş ev'dir. Tarima, Farsça khana-i dhügün va kunbadin, Türkçe çatma kubbeli ev'dir. Nafak, Farsça khana-i düdarin, Türkçe iki kapulu ev olarak tanımlanmıştır. Bu tarz ev tanımlamaları dikkat çekicidir.

 

Kasr (saray, yazlık ev), Farsça kushk ve char-tak ve Türkçe'de çardak olarak adlandırılmşıtır.

 

Yazar Arapça bayt, Farsça khana, Türkçe oda olarak tanımladığı evin birimlerini detaylı olarak incelemiştir. Bunların Türkçelerine yer verilecektir: Fevkeni çardak (üst kattaki oda), küçük oda, konuk odası veya selamlık, mal ve meta yeri odası (depo), gözlü oda veya kiler, su soudacak oda, izbe ve zir-i zemin (yeraltında bulunan oda, bodrum), direk odası (balkon, çatı terası), bacası yok oda (yazlık konut, bacasız oda, pencereleri olmayan oda, barınak), üst oda, alt oda, çorba pişürecek yer ve aş odası (mutfak), yaz odası, kış odası, tavanlu oda, örgüclü oda (tonozlu oda), kubbeli oda. Bunların yanısıra geleneksel Türk konutunun öğelerinden Arapça ıywan, Farsça soya-ban, tashir ve chartak, Türkçe ise soya-ban, sofa ve çar-dak; ayrıca Arapça hiyata, Farsça balan, Türkçe hıyat olan terimlere de yer vermiştir.

 

Sözlükte ayrıca kamu binalarına da yer verilmiştir:


Diwan, Farsça jay-i yargü ve nik nama, Türkçe dava yeri ve eyü beti yeri (mahkeme) olarak adlandırılmıştır.

 

Daru al-darb, Farsça saray-i diram zan, Türkçe altun ve akçe kesen yer ve darbhane'dir.

 

Daru al maraz, Farsça bimar-khana ve maristan, Türkçe hastalar odası olarak ifade edilmiştir. Hasol'a göre ise bimarhane "Osmanlılarda akıl hastanesi" olarak yer almaktadır (Hasol, 2005: 89).

Dar al shifa, Farsça timar-khana, Türkçe timar-hane ve ilaç odası olarak tanımlanmıştır.

 

Daru al amal, Farsça kar-khana, Türkçe ise iş evi ve kar-hane'dir.

 

Hammam, Farsça karmaba, Türkçe hamam'dır. Cafer Efendi hamamın alt birimlerini, geysi çıkarılacak yer ve camekan (soyunma odası), çardak hala (çatı katındaki tuvalet), abdest alacak yer ve gusl idecek yer olmak üzere incelemiştir.

 

Khan, Farsça khana, Türkçe han; Arapça ribat, Farsça karban-saray, Türkçe kervansaray olarak tanımlanmıştır. Kuban, kervansaray ve han arasında kelime olarak eskiden fark gözetilmediğini belirtmektedir. Risale-i Mimariyye'de "han" sözcüğünün Farsça "hane" sözcüğünden Arapça bozma olduğunu ve "kervansaray" ile aynı anlamda kullanıldığını yazar. Eski belgelerde kervansaray teriminin daha çok geçtiğini fakat İstanbul dahilinde daha çok bağımsız iç avlulu ve ticarete tahsis edilmiş yapılara han dendiğini belirtmektedir (Kuban, 1998: 65). Hasol ise "han"ı, "eskiden yollar üzerinde ve kasabalarda yolcuların konaklamalarına yarayan, avluları, ahırları ve ambarları bulunan ve günümüzde ise iş hanı manasında bina" olarak adlandırmıştır (Hasol, 2005: 201).

 

Cafer Efendi, döneminde kullanımı devam eden "çadır"lara da değinmiştir. Khayma, Farsça chatr ve chadar, Türkçe ise çader'dir. Fustat, Farsça chadar-i buzurg, Türkçe büyük çader'dir.

Kharkaha, Farsça khirkah, Türkçe otak (büyük ve daha lüks çadır) olarak tanımlanmıştır.

 

Bunların yanı sıra yazar "yer" tanımlamalarına değinmiştir. Majlis, Farsça jay-i anjuman, Türkçe dernek yeri (buluşma yeri, oturacak yer) olarak tanımlanmıştır. Manzil, Farsça jay-i furuamaden, Türkçe ise inecek yer'dir. Maskan, Farsça jay-i istadan, Türkçe oturacak yer olarak ifade edilmiş; Buk'a, Farsça yik para-i jay, Türkçe ise bir pare yer diye adlandırılmıştır.

 

Ayrıca; Arapça akar (kişiye ait arazi), Farsça sarayu zamin u dirakht, Türkçe ev ve yer ve bağçe ve çiflik ve tarla olarak tanımlanmıştır. Arapça ve Türkçede ortak kullanılan anbar sözcüğü ise Farsçada jay-i galla'dır. Arapçada istabl veya matban olarak geçen Türkçesi ahur olan terim ise Farsçada akhur olarak geçmektedir.

 

Hanut, Farsça'da kar-gah, Türkçede dükkan; Arapça razdak, Farsçada rasta, Türkçede kullanımı günümüzde de devam eden araste'dır.

 

Bunların dışında "bedesten" kelimesi sözlükte geçmemekle birlikte, yazar kitabın beşinci bölümünde Kabe'nin zengin kaplamaları üzerinde dururken bezzaz-sitan'da bulunan değerli eşyaların aynı görkem ve parlaklığı veremeyeceğini belirtmektedir. Yine onbeşinci bölümde Mimar Sinan'ın eserlerine değinen yazar, burada "bedesten" ve "imaret" terimlerini kullanmıştır.

Dördüncü bölümde ise Sedefkar Mehmed Ağa'nın kişiliğinde bahsederken imaret terimi yer almakta, mimarın evinin bir imarete döndüğünü, özgür, köle, gezgin gibi kişiler için yemek verildiğini belirtmektedir.

 

Sadece müslüman dini yapıları üzerinde duran Cafer Efendi, sinagog ve kilise terimlerini I. Ahmet'e seslenirken "cami ve medreseleri yapan, kilise ve sinagogları yıktıran" ifadesiyle birer kelime şeklinde kaleme almıştır.

 

Kaynaklar

Cafer Efendi, 1987. Risale-i Mimariyye, ç. Howard Crane, A J Brill, New York.

Hasol, D., 2005. Ansiklopedik Mimarlık Sözlüğü, YEM Yayınları, İstanbul.

Kuban, D., 1998. İstanbul Yazıları, YEM Yayınları, İstanbul.

Arkitera, Derleme: Betül Atasoy, 09.12.2011

LAGİNA KAZI EVİNDEK SORUŞTURMA SONUNDA BAZI ESERLER BULUNAMADI

 

Muğla'nın Yatağan İlçesi'ndeki Lagina antik kentinden çıkarılan eserlerin bir bölümünün tutulduğu kazı evinden hırsızlık yapıldığı iddiasıyla ilgili soruşturma tamamlandı.

 

Kazı evindeki bazı eserlerin eşleştirmede bulunamaması üzerine Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca müfettiş görevlendirileceği bildirildi. Yatağan'ın Turgut beldesinde bulunan Lagina antik kentinden çıkarılan eserlerin bir bölümünün tutulduğu Lagina kazı evi ile oda ve depoların kilitlerinin kimliği henüz belirlenemeyen kişi veya kişilerce kırılmasının ardından başlatılan soruşturma kapsamında oluşturulan komisyon incelemesini tamamladı. Muğla ve Milas müze müdürleri, 2 arkeolog ve Lagina Kazı Başkanı'ndan oluşan komisyonun kazı evindeki bazı eserlerin eksik olduğunu tespit etmesi ve bazı eserlerin tutulan kayıtlardaki eşleştirmede bulunamaması üzerine Kültür ve Turizm Bakanlığının olayı araştırmak üzere müfettiş görevlendirdiği öğrenildi.

 

Muğla Kültür ve Turizm Müdürü Kamil Özer, komisyonun Muğla Kültür ve Turizm Müdürlüğü'nce başlatılan soruşturma kapsamında incelemelerini tamamladığını belirterek, "Oluşturulan komisyon bir rapor hazırladı. Bu raporda tespit edilemeyen bazı eserler olduğuna yer verilmiş. Bunların kayıt numaraları düşmüş veya arazide olabilirler. Bakanlığımız bu konuyu çok önemsiyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı, raporda tespit edilemeyen eserlerle ilgili inceleme yapmak üzere müfettiş görevlendirecek. Bu inceleme kapsamında kazı eviyle ilgili her konu ele alınacak" dedi. Özer, hırsızlık iddiası doğrultusunda güvenlik güçlerince başlatılan soruşturmayla ilgili herhangi bir bulgunun kendilerine ulaşmadığını kaydederek, "Bakanlık soruşturması sürdüğü için tespit edilemeyen eserlerin sayısı konusunda bilgi vermemiz doğru olmaz. Konu teftişe gideceği için yaklaşık bir sayı vermek bile doğru olmaz" diye konuştu.

Zaman, 08.12.2011

TARİHİ YARIMADA'YA GÜVENLİK ÇEMBERİ

 

Libyalı saldırgan Samir Salem Ali Elmadhavri'nin Topkapı Sarayı'nda çevreye rastgele ateş açarak nöbet tutan asker ile bir güvenlik görevlisini yaraladıktan sonra çıkan çatışmada polis tarafından ölü olarak ele geçirildiği olayla ilgili Emniyet Genel Müdürlüğü harekete geçti. Topkapı Sarayı, Ayasofya Camii ve Sultanahmet Camiilerinin de içinde bulunduğu tarihi yarımadadaki güvenlik önlemleri gözden geçirilecek. Libyalı saldırgan Samir Salem Ali Elmadhawri, elinde tüfek ve sırtında fişeklik ile Topkapı Sarayı'na gelerek çevreye rastgele ateş açtığı ve nöbet tutan asker ile bir güvenlik görevlisini yaralamıştı. 1,5 saat süren çatışmada Elmadhavri öldürülmüştü.
 

Sivil ve resmi emniyet güçleri tarafından 24 saat koruma altında tutulan Topkapı Sarayı, Ayasofya ve Sultanahmet Camii'nin de içinde bulunduğu İstanbul'un tarihi yarımadasında yaşanan silahlı saldırı sonrasında bir güvenlik zafiyeti olup olmadığı masaya yatırılacak. Tarihi eserlerin güvenlik durumu gözden geçirilicek. Olayla ilgili olarak Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığı'nın polis başmüfettişlerini harekete geçirerek çok yönlü bir idari soruşturma başlattığı İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nün ise adli soruşturma başlattığı öğrenildi. 1.5 saat süren çatışma anları çevrede bulunan MOBESE ve esnaf kamera görüntülerinden inceleniyor.

Akşam, Haber: Önder Şuşoğlu, 08.12.2011

HAZZO KALESİ RESTORE OLMAYI BEKLİYOR

 

Kozluk İlçesi'ndeki tarihi Hazzo Kalesi restore edilmeyi bekliyor. Tarihi bir yapıya ve inşaata sahip olan Kozluk ilçe merkezindeki kale kaderine terk edilmiş vaziyette. Kozluklu vatandaşlar “hem Kültür Bakanlığının hem de yerel yöneticilerin ilgisizliği bu tarihi yapının göz göre göre elden gitmesine neden oluyor” dediler. MSıddık Arı “Hazzo Kalesi, bizim tarihi dokularımızdan en eskisidir. Bizler Hazzo Kalesinin restore edilip halka açılmasını yetkililerden talep ediyoruz” diyerek kalenin en kısa zamanda elden geçirilmesi gerektiğini kaydetti.

Batman Gazetesi, 08.12.2011

TARİHİ BİNA YANDI, 204 BİN LİRALIK YARDIM KÜL OLDU

 

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı, ülke çapındaki tarihi bina ve evleri restore ederek tarihin yeniden ayağa kalkmasına katkıda bulunuyor.

 

Ne var ki bakanlığın 204 bin lira para vererek satın aldığı Eskişehir'in tarihi Odunpazarı semtindeki 150 yıllık tarihi bina, ilgisizliğin kurbanı oldu. 9 sokak çocuğunun tarihi binada sobayı tutuşturması sonucu çıktığı belirlenen yangında, içerisinde Hazreti İsa Çeşmesi'nin de bulunduğu bina kullanılmaz hale geldi. Binayı tinercilerin adeta mesken edindiği, korumak amaçlı kurulan kameranın da çalışmadığı ileri sürüldü. Bir bölümü ile tavanı çöken binadaki yangının kimliği belirsiz kişilerin, korunmayan bina içine girerek soba yakmaları sonucunda çıktığı belirlendi. Yangın sırasında, binanın hemen yanında bulunan Malhatun İlköğretim Okulu'nun da bazı camları kırıldı. Önümüzdeki yaz mevsiminde restorasyonu düşünülen bina, büyük hasar aldı. Çevre sakinleri, binanın iyi korunmadığını, kapısına kilit vurulduktan sonra bakanlık yetkililerin, uğramadığını, bu nedenle binanın tinercilerin, alkoliklerin uğrak mekanı haline geldiğini ifade etti. Yangından sonra olayı araştıran polis ekipleri, okul kamera kayıtlarını inceleme altına aldı. İnceleme sonucunda, yangının hemen sonrasında tarihi binadan 9 çocuğun çıktığı tespit edildi. Yaşları küçük olan çocuklar, çocuk polisi tarafından yakalandı. İfadeleri alınan çocuklar, ailelerine teslim edilirken, olaya karışan çocuklardan 4'ü için ailelerin polise kayıp başvurusunda bulunduğu öğrenildi.

Zaman, Haber: Mehmet Kuru, 08.12.2011

TARİHE SAYGISIZLIK

 

 

Tokat'ta Selçuklu eseri 700 yıllık tarihi köprünün taş duvarlarını görenler yapılan çirkinliğe tepki gösteriyor.

 

Tokat'ı batıda Amasya ve Turhal'dan gelen yolları doğuya, Karadeniz'den gelen yolları da Orta Anadolu'ya bağlayan bir kavşak konumundaki 151 metre uzunluğunda, 7 metre genişliğindeki kesme taştan yapılan Hıdırlık Köprüsü'nün durumunu görenler büyük üzüntü yaşıyor.

 

Yeşilırmak üzerinde yıllara meydan okuyan Hıdırlık Köprüsü'nün 700 yaşında görmediği çirkinliğe maruz kalmasına anlam veremeyenler bu tür tarihi yerlere yazı yazanların tespit edilip cezalandırılmasını istedi.

 

Her gün yüzlerce insanın gelip geçtiği köprünün duvarlarına sprey boya ile çeşitli yazı yazan magandaları kimsenin görmemesinin mümkün olmayacağını ifade eden vatandaşlar, olaya duyarsız kalındığını ileri sürdü.

 

Vatandaşlar, tarihi köprüdeki görüntü kirliliğinin silinmesini istedi.

Tokat Kent Haber, 08.12.2011

TARİH ÖNCESİNDEN İLK DEMİR ÇAĞI'NA MANİSA ADLI KİTABIN TANITIMI YAPILDI

 

2007 ile 2009 yılları arasında Manisa çevresinde yapılan yüzey araştırmaları bir kitapta toplandı.

Adnan Menderes Üniversitesi (ADÜ) Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç.Dr. Engin Akdeniz tarafından yazılan kitabın tanıtım programı Akhisar Belediyesi Encümen Salonunda yapıldı.

 

Manisa çevresinde 120 merkezde ölçümler yaptıklarını belirten Doç.Dr. Engin Akdeniz “Manisa ve çevresinde yüzey araştırmasına başlamıştık bu da Kültür ve Turizm Bakanlığının izni ile gerçekleşmiştir. Ardından TÜBİTAK’a başvurduk, TÜBİTAK’da Sosyal ve Beşeri Bilimler Araştırma diye bir birim var. Bu birim de bizim yüzey araştırmalarımızın proje olarak desteklenmesini uygun gördü ve 5 yıl boyunca bütün Manisa ili arazisinde yüzey araştırmaları yaptık. Bu süre zarfı içerisinde yaklaşık 120 tane buluntu merkezi tespit ettik. Fakat bizim araştırmamız için verilen izin Antik yunan dönemi öncesini araştırdık. Kitabın ismini de o yüzden Tarih Öncesinden İlk Demir Çağına Manisa şeklinde değerlendirdik. Tarih öncesi diye değerlendirdiğimiz bilim dalı da Prehistoria’dır.

 

120 merkezin her birinde değişik ölçümler yaptık, her birinin topografyasını çizdik, buluntuları fotoğrafladık, çizimler yapıldı. Fakat bu tip teknik konuları mümkün olduğu kadar kitaba dahil etmedik, halkla yönelik bir çalışma olduğu için ören yerlerin resimleri ve diğer çizimleri bu çalışma içerisinde koymadık. Onları ise uluslararası bildirilerde ve çeşitli dergilerde değerlendirmeye çalışıyoruz. Bu 120 merkezin hemen hemen tamamında sit önerilierimiz oldu gelecek kuşaklara aktarılmak için. Kültürel miras kapsamında arkeolojik sit ilan edilmesi için her biri için ayrı dosya hazırladık ve bakanlığa sunduk. Bu çalışmalar devam ederken Thyteira kazası da güneme geldi. Akhisar Belediye Başkanı Sayın Salih Hızlı’nın gayretleri ile 2011 yılında kazı için gerekli ruhsatı bakanlıktan sağladık ve Tepe Mezarlığı dediğimiz mevkiide çalışmalara başladık. En büyük arzumuz, eski devlet hastanesinin höyüğü alanında da bu kazılara devam etmektir. Çünkü eski devlet hastanesinin bulunduğu alan bir höyüktür. Yaklaşık 5 Bin yıllık bir geçmişe sahip ve doğrudan bizim kitabımızın konusu olan dönemlere ait bir yeleşim merkezidir. Bu alanda da kazı yapılabildiği taktirde bizim Milattan önce Bin 200 yıllarından itibaren yerleşime sahne olduğunda belgelemiş olacağız Akhisar’ı.

 

Bu kitabın hazırlanması esnasında pek çok kurum ve kişilerden yardım gördük. Başta Akhisar Belediyesi ve sayın Başkanımız olmak üzere, Kula, Sarıgöl, Karakurt, Kayacık, Güneşli ve Zeytinliova belediyeleri bizlere yardımlarda bulundular. Dönemin Manisa Valisi Sayın Refik Arslan Öztürk’ün bize çok büyük destekleri oldu. Bundan dolayı bulduğumuz bir höyüğün ismini ise Refik Arslan Öztürk höyüğü olarak tescillemiş bulunuyoruz. Bunun dışında İl Genel Meclis Üyesi Kefayettin Öz, İl Kültür ve Turizm Müdürü Erdinç Karakös, Manisa Müzesi Eski Müdüresi Müesser Tosunbaş bize yardımlarda bulundular. Manisa genelinin tamamında sürdürdüğümüz yüzey araştırmaları sonucunda oluşan yoğun bilginin biraz daha anlaşılır, biraz daha basit hale getirilerek toplumumuz ile paylaşılması amaçlayan bu kitabın basılmasını sağlayan bunu hayalden gerçeğe dönüştüren Akhisar Belediyesi Başkanı Sayın Salih Hızlı ile Akhisar Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Sayın Nadir Güven’e, diğer belediyeler için örnek oluşturacak bu nitelikteki hizmetlerinden dolayı ne kadar teşekkür etsem azdır” dedi.

 

Tarihin insanlık için bir miras olduğuna vurgu yapan Akhisar Belediye Başkanı Salih Hızlı “öncelikle ben Akhisar Belediyemizin Kültür yayınlarına bir eser daha kattığımız için mutluluğumu ifade etmek istiyorum. Bu çalışma yaşadıdığımız kentin tarihi derinliğini daha iyi anlayabilmek için önemli bir çalışmadır. Yaşadığımız kent ve bölge insanlık açısından önemli bir bölgedir. Dolayısıyla burada insanlar, çok miras bırakmışlardır. Bizler de bu mirasların sahiplenilmesi noktasında gayret etmeye çalışıyoruz. Bu şehirde anlatılan hikayelerin daha doğru daha bilimsel olması, daha doğru verilere dayanması ancak böyle çalışmalar ile mümkün olmaktadır. Engin hocamız bu anlamda bizim için önemli bir şahıs, yaşadığımız şehrin ve bölgenin tarihi derinliklerine ilişkin gerçekleri bizler için ortaya çıkarıyor. Dolayısıyla bizde bu gerçeklere bağlı olarak yaşadığımız kentin derinliğini anlamaya çalışıyoruz. Bugün yaşadığımız sosyal hayatın nasıl bir noktaya geldiğine ilişkin ipuçlarını çözmeye çalışıyoruz. Bunların hepsi insanlık mirasıdır” dedi.

Akhisar Haber, 07.12.2011

SAAT KULESİ ARIZALANDI

 

 

Çorum'un Sungurlu İlçesi'nde 19. yüzyıla ait sivil yapıların en güzellerinden biri olan 120 yıllık tarihi saat kulesinin saati arızalanınca vatandaşlar kendi saatlerini kontrol etmeye başladı.

 

Türkiye'deki 52 tarihi saat kulesinden biri olan ve Kaymakam Edip Bey tarafından 1892 yılında inşa ettirilen saat kulesinin zamanı gösteren yelkovan ve akrep'in çalışmadığı gören vatandaşlar, zamana şaşırarak, kendi saatlerini kontrol etmeye başladığı görüldü.

 

Kulenin dört bir yana bakan saat göstergeleri 09.50'i göstererek durmuş halde görülürken, kimi vatandaşlar ise bu görüntünün ilçeye hiç yakışmadığını belirterek yetkilileri göreve çağırdı.

Çorum Kent Haber, 07.12.2011

TÜRK SANATI FLORANSA'DA

 

 

İtalya’nın kültür ve sanatla özdeşleşen kenti Floransa’da 1997 yılından bu yana düzenli olarak her iki senede bir yapılan ve bu yıl 8’incisi gerçekleştirilen bienale katılan Türk sanatçıların çokluğu dikkat çekiyor.

 

70 ülkeden 600 sanatçının katıldığı bienalde Türkiye, 35’i aşkın sanatçının resim, heykel, minyatür türündeki eserleriyle temsil ediliyor. Kapılarını 3 Aralık’ta açan Uluslararası Floransa Çağdaş Sanat Bienali, 11 Aralık Pazar günü yapılacak ödül töreniyle sona erecek.

 

Muğla Üniversitesi Bodrum Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölüm Başkanı Doç.Dr. Derviş Ergün, bienale sesi çıkmayan bir çanla katıldı ve bu çanla artık sesi çıkmayan toplumları eleştirdiğini belirtti. Eserlerinin üçlü bir seriden oluştuğunu bildiren ressam Aydın Arkun ise “Politikacı kırmızısı” adlı serisi için “Yeryüzündeki politikacıların dünyayı kana ve karaya bulamalarını sembolize eden bir çalışma. Bunun içine her politikacı dahil değil” dedi.

 

Sanatın pek çok alanından eserin bulunduğu 8. Uluslararası Floransa Bienali’nde Türk sanatına özgü minyatür ve Osmanlı’da sık kullanılan çintemani motifli eserler de yer alıyor. Eserlerinde çintemani motiflerini kullanmayı sevdiğini dile getiren minyatür sanatçısı Esin Kazazoğlu, kendisi de dahil olmak üzere bienale katılan tüm sanatçıların davetle buraya geldiğini belirterek, “En güzel tarafı talebin size gelmesi. O gurur verici” dedi.

Habertürk, 07.12.2011

GALATA MEVLEVİHANESİ'NE AİT HAZİRE VE SU KUYULARI ONARILIYOR

 

İstanbul'un en eski Mevlevi tekkesi olan 520 yıllık Galata Mevlevihanesi'nde restorasyon çalışmaları devam ediyor. Faaliyetler kapsamında Mevlevihane'nin haziresindeki mezar taşları, şadırvanı, su kuyuları ve sarnıcındaki problemler giderildi. 2012 yılı Şubat ayına kadar bitirilmesi planlanan projeyle tarihi mekan baştan aşağıya yenilenmiş olacak.

 

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı tarafından restore edilen ve ziyarete açılan İstanbul'un en eski Mevlevi tekkesi olan 520 yıllık Galata Mevlevihanesi'nin kalan kısımları da yenileniyor. Yenileme kapsamında şu ana kadar Galip Dede Türbesi'nin yanındaki hazirelerin içindeki mezarların şakülünden kaymış kaideleri ve mezar taşları sökülerek terazisine uygun olarak yerleştirildi. Proje kapsamında hazire etrafının düzenlenmesi de yapıldı. Adile Sultan Şadırvanı'nın kubbesinde delinmiş olan kurşunlar yenilendi. Eksik olan abdest alma taşı mermerleri tamamlandı ve su tesisatı çekildi. Yangın kapısı dış duvarlarının bir kısmı yenilenerek, bahçede ahşap oturma elemanları, avluda bulunan kuyuya bilezik yapıldı. Garaj çevresine beton döküldü, bahçe duvarı üzerine don ve yağış etkilerinden korumak için harpuşta ve tel çit yapılması, bahçede engelli rampalarının düzenlenmesi işlemleri gerçekleştirildi. Şubat 2012 tarihinde tamamlanması planlanan restorasyon çalışmalarına 547 bin TL'lik bütçe ayrıldı. İstiklal Caddesi'nin Tünel tarafında Galip Dede Caddesi'nin başında bulunan Galata Mevlevihanesi, 2. Beyazıt döneminde Afyon Mevlevihanesi Şeyhi Divane Mehmet Dede tarafından İskender Paşa'nın Galata sırtlarındaki arazisi üzerine kuruldu. Osmanlı İmparatorluğu'nun İstanbul'u fethinden 38 yıl sonra yaptırdığı ilk binalardan olan Galata Mevlevihanesi, İstanbul'un da ilk ve orijinal haliyle günümüze ulaşabilen tek Mevlevihanesi olma özelliği taşıyor. "Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Birtakım Unvanların Men' ve İlgasına Dair Kanun" gereğince Mevlevihane'nin fonksiyonu sona erdi ve aynı yıl okul olarak kullanılmaya başlandı. Semahane binası uzun süre ilkokul olarak kullanıldıktan sonra 2 Ekim 1946 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla müze olarak kullanılmak üzere Maarif Vekaleti'ne devredildi. Mevlevihane 27 Aralık 1975 günü "Divan Edebiyatı Müzesi" olarak ziyarete açıldı.

Zaman, Haber: Cemalettin Çandır, 07.12.2011

NOEL BABA'YA DEMRE AYİNİ

 

 

“Noel Baba” adıyla bilinen Aziz Nikolas için, ölüm yıldönümünde Antalya’nın Demre İlçesi'nde ayin düzenlendi.

 

Ayin, MS 4’üncü yüzyılda inşa edilen ve bugün müze olarak kullanılan Noel Baba Müzesi’nde yapıldı. 6 Aralık günü öldüğü kabul edilen Aziz Nikolas için düzenlenen ayini, İstanbul Fener Rum Patrikhanesi’nden gelen Piskopos Hrisostomos Kalaycı yönetti. Ayini Yunanistan’ın Ankara Büyükelçisi Fotis Xydas, İzmir Başkonsolosu Theodoros Tsakiris’in yanı sıra İstanbul, Yunanistan ve Rusya’dan gelen yaklaşık 500 kişi izledi. Ayinde savaşların sona ermesi için dua edildi, ilahiler söylendi. Hrisostomos Kalaycı, ayin sonunda Türkçe ve Yunanca konuşmasında “Aziz Nikolas, insani vasıflarıyla yalnız Hristiyanların değil, tüm insanlığın örnek alması gereken bir şahsiyettir. Çocukları maddi ve manevi her iki alanda da güçlendirmek, günümüzün tüm sıkıntı ve kötülüklerinden korumak, iyinin ve doğrunun yolunda yetiştirmek 21’inci yüzyıl başında önem kazanmaktadır” dedi. Ayin sonunda katılanlara kutsanmış ekmek ikram edildi.

Hürriyet, Haber: Ahmet Acar, 07.12.2011

DA VİNCİ'NİN ŞİFRESİNDEN HAYVANLAR ÇIKTI

 

Leonardo Da Vinci’nin en ünlü eserlerinden olan Mona Lisa tablosunda hayvanların olduğu öne sürüldü.

 

Ressam Ron Piccirillo’ya göre, tabloda gizlenmiş hayvan figürleri Mona Lisa’nın bir düşmanı temsil ettiğini gösteriyor.

Tabloya 45 derecelik bir açıyla eğilerek bakıldığında, aslan, buffalo ve maymun kafası yer alıyor.

Mona Lisa’nın sol kolu hizasında da timsah bulunuyor.

Milliyet, 07.12.2011

EFES'E TEKNEYLE MAVİ YOLCULUK

 

 

Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, Çırağan Sarayı’nda düzenlenen Uluslararası 2. Kış Kruvaziyer Forumu’na katıldı.

 

Burada bir konuşma yapan Bakan Yıldırım, İzmir’in kruvaziyer turizmde önemli bir noktaya geldiğini belirtti. Yıldırım, “Esasında bakarsak İstanbul, İzmir, Kuşadası kruvaziyer turizmin ağırlıklı destinasyonları arasında yer aldığını görürüz. Bu bakımdan İzmir Limanı’nın bir kısmını tamamen büyük operasyondan ayırarak ve arka sahasını da genişleterek 3 milyon kapasiteli yeni bir liman yapma kararı aldık” dedi.


İzmir’e bağlı antik kent Efes ile ilgili liman çalışmalarından da bahseden Yıldırım, “Şimdi Efes antik kentini de eski orijinal haline getirecek bir projeyi hayata geçireceğiz. Bir anlamda denizi Efes’e taşımış olacağız. Bu projenin de çok yakında yapımına başlanacak.

 

Yaklaşık 6 mil mesafede denizden küçük teknelerle Efes’e gidilebilecek. Oradaki antik mekan ve kutsal mekanlar tekrar aslına uygun olarak elden geçirilmiş olacaktır” diye konuştu.

Milliyet Ege, 07.12.2011

OSMANLI ARKEOLOJİSİNİN İZLERİ

 

 

Galata Salt'ın açılış sergilerinden "Geçmişe Hücum, Osmanlı İmparatorluğu'nda Arkeolojinin Öyküsü", 1753-1914 yıllarınıda kapsayan dönemi Mısır, Yunanistan, Troya, İstanbul, Efes, Baalbek, Nemrut, Mezopotamya'daki arkeolojik bölgeler üzerinden gösteriyor. Sergide arkeolojik girişimler arasındaki kültürel, sosyal, politik faaliyetleri izlemek de mümkün.

 

Geçen sene Laodikya kazısını arkeologlarla gezerken iki soru zihnimi kurcalıyordu. Birisi geçmiş bilgisinin geleceğin kaderini etkilediğine inanan hemen herkesin merak ettiği ayrıntılar meselesiydi. Mesela çay kaşığı gibi basit bir nesne nasıl oluyor da o döneme dair bilinmeyenleri aydınlatabiliyordu? Diğeri de nedense bu coğrafyada pek dillendirilmeyen bir soruydu. Antik kentleri, o döneme dair bulguları, keşifleri çok önemseyen bizler, neden yakın tarihimizin arkeolojik kazılarını ve onlara nasıl sahip çıktığımızı hatta daha ziyade çıkamadığımızı merak etmiyorduk.

 

Müzeciliğin ve arkeolojinin buralarda 19. yüzyılın ikinci yarısında gelişmeye başlamasının da bu puslu görüntüye katkısı olmuştur kuşkusuz. O dönemde geçerli olan Roma'nın, Antik Yunan'ın ve Bizans'ın kalıntılarını çıkarmak ve bu medeniyetler üzerinden geçmişi kavramaya çalışmaktı. Batılı arkeologların Osmanlılarla birlikte çalışmalarının detaylarını bilmek isteyen olmaması doğaldı. Cumhuriyet sonrasında da hep böyle devam etti. Bunları düşünürken Roma'nın en önemli antik kentlerinden birinin agorasında durmuş, arkeolojinin kazı yapmaktan öte muazzam bir birikim olduğunu Yourcenar'ın ünlü romanı 'Hadrianus'un Anıları'yla hatırladım. İmparatorun Marcus Aurelius'a yazdığı mektup, geçmiş ve gelecek tasavvurunu taşların ve edebiyatın diliyle anlatıyordu: "Onarmak, geçmiş halindeki zamanla işbirliği yapmak, onu kavramak ya da değiştirmek, gelecekteki sürecine destek olmak demektir. Hayat kısadır; durmaksızın, tümden bize yabancıymışçasına, bizden önceki ya da bizden sonraki yüzyıllara değiniriz... Pekiştirdiğim bu duvarlar, yok olmuş bedenlerin sıcaklığını hala sürdürüyor; daha doğmamış eller bu dikili taşları okşayacak. Kendi ölümümü ve başkalarının ölümlerini her düşünüşümde yıkılmaz uzantılar ekledim hayatlarımıza."

 

Arkeolojiyi sanat olarak algılayanlar için yıkılanı yeniden hikayeleriyle inşa etmek 'yıkılmaz uzantılar' eklemektir hayata. Böyle bakıldığında, Osmanlı toprakları dışında kalan arkeologların çalışmalarının kayıtlara nasıl geçtiğini öğrenmek, sadece kadim bir kültüre ayna tutmuyor, çok katmanlı bir yapının içinde dolaşma imkanı da sağlıyor.

 

BRITISH, EVKAF-I İSLAMİYE BAĞLANTISI

Galata Salt'ın açılış sergilerinden "Geçmişe Hücum, Osmanlı İmparatorluğu'nda Arkeolojinin Öyküsü", 1753-1914 yıllarını kapsayan dönemi Mısır, Yunanistan, Troya, İstanbul, Efes, Baalbek, Nemrut, Mezopotamya'daki arkeolojik bölgeler üzerinden kronolojik bir anlatımla gösteriyor. Modern anlamda ilk müze olan 'British Museum ile Osmanlı Evkaf-ı İslamiye Müzesi (bugünkü adıyla Türk ve İslam Eserleri Müzesi) arasındaki bağlantıları anlamak, geniş bir coğrafyaya yayılan arkeolojik girişimler arasındaki kültürel, sosyal, politik faaliyetleri izlemek mümkün.

Sergilenenler arasında, Batılı ve Osmanlı kaşiflerin raporları ve kitapları, bölgelerin planları, Müze-i Hümayun'un (İstanbul Arkeoloji Müzesi) kuruluşu itibarıyla eski eserlerin kurtarılma mücadelesini sunan belge ve fotoğraflar, o dönemde müzeye teslim edilmiş objeler yer alıyor.

 

Benim gibi harflerin bükümlü görüntüsüyle, el yazmalarıyla meselesi olanlar için Osman Hamdi Bey'in seyahat notlarını içeren defterleri görmek ilginç bir tecrübeydi. Onun toprak altından çıkan her şeyi bir sanat aşığı gibi kabullenmesi, bulunan her parçanın müzeye teslim edilmesini içeren genelge hazırlatması ve büyük bir sanatçı olması beni bir kez daha çarptı. Osman Hamdi Bey'in 1883'te Nemrut Dağı'nda yürüttüğü keşif çalışmasını anlatan görüntülere bakakaldım ve neden bu arkeolojik keşfin siyasi bir eylem olduğunu daha iyi idrak ettim. Dağın tepesinde kabartma kopyaları alan Osman Hamdi Bey'in fotoğraflarına bakarken kültürel değerler üzerinde hak iddia etmenin arkasındaki zorlu mücadeleyi gördüm çünkü.

 

Baalbek'teki tapınaklarla ilgili video çalışmasını izlediğimde Osmanlı arkeolojisine dair ne kadar az bilgi sahibi olduğumu da fark ettim doğrusu. 1900 tarihli bir salnamede 19. yüzyılda Batılı turistlerin gözdesi olan 'Baalbek'ten 'cihana bedel' diye bahsedildiğini ve burasını Efes'le birlikte açık hava müzesine dönüştürdüklerini öğrendim.

 

Serginin hikayesini dinlemek isteyenler için (www.saltonline.org) sitesinde sesli Türkçe ve İngilizce rehber kayıtları' mevcut. Bu yeni uygulamanın yanı sıra sergiyi hazırlayan Zainab Bahrani, Zeynep Çelik ve Edhem Eldem'in editörlüğünü yaptığı ve çeşitli disiplinlerden 15 yazarı bir araya getiren kapsamlı kitap, İngilizce yayımlandı. Önümüzdeki günlerde Türkçesi de satışa sunulacakmış. Sadece bu kitap bile yakın tarihimizi doğru anlamak ve değerlendirmek açısından fevkalade önemli.

Zaman, Haber: A. Esra Yalazan, 07.12.2011

SİT HARİTALARI YENİDEN ÇİZİLİYOR

 

 

Özel Çevre Koruma Kurumu (ÖÇKK) tarafından 1988 yılından bugüne kadar ilan edilen bin 273 adet doğal SİT alanı, bu yıl kurulan ve ÖÇKK’yı da bünyesine alan Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’nce iptal edildi. Eylül ayından bu yana yapılan çalışmalar sonunda belirlenen 22 ayrı komisyon, ülke genelinde yeni doğal sit alanlarını tespit edecek.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, 17 Ağustos’ta Kanun Hükmünde Kararname ile ÖÇKK’yı kapattı ve görevlerini bakanlığı bünyesinde kurulan Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’ne devretti. Bu kararla milli parklar,  tabiat varlıkları, tabiat anıtları, doğal sit alanları, sulak alanlar ve özel koruma bölgelerinin tespit, tescil ve ilanının tek yerden yapılması sağlandı. Yeni yapılanma çalışmalarının hala devam ettiği, hatta daire başkanları ile genel müdür yardımcılarının bile atanmadığı Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü, doğal sit alanlarının yeniden oluşturulması için 22 ayrı komisyon kurdu. İstanbul’da beş, Ankara ve İzmir’de iki, Adana, Antalya, Bursa, Denizli, Erzurum, Eskişehir, Kayseri, Konya, Muğla, Samsun, Urfa, Trabzon ve Van’da birer olmak üzere hukukçu, çevre mühendisi, şehir plancısı, mimar, peyzaj mimarı, orman ve ziraat mühendislerinin bulunduğu 22 komisyon çalışır hale geldi.

Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdür Vekili Osman İyimaya, tescil edilmiş 9 bin 712 arkeolojik, bin 273 doğal, 245 kentsel, 151 tarihi, 31 kentsel arkeolojik, 428 de diğer sit alanları bulunduğunu söyledi. İyimaya, “Doğal sit alanlarında süregelen sıkıntıları ortadan kaldırmak ve korunması gereken gerçek alanları tespit etmek amacıyla başlatılan çalışmaların sonuna geldik. ” dedi.

 

Büyük bölümü Ege Bölgesi’nde yer alan doğal sit alanları, yeni yapılanmadan sonra atanacak komisyon tarafından yeniden belirlenecek. Haritaların çizimi sonrasında sınırlar yeni baştan çizilecek.

Milliyet Ege, Haber: Mustafa Sarıipek, 07.12.2011

TARİHİNDE İLK KEZ!

 

 

Giresun'un Şebinkarahisar İlçesi'nde Kayadibi Köyü'nde bulunan tarihi Meryemana Manastırı inanç turizmine hazırlanıyor.

 

Tarihinde ilk kez restorasyon çalışması yapılan manastırın bölge ekonomisine katkı sağlayacağı belirtildi.Giresun Valiliği Özel İdare Müdürlüğü tarafından 4 yılda bitirilmesi planlanan restorasyon çerçevesinde manastıra 350 basamaklı merdiven yapımına başlandı. Manastırın içersindeki taşlar da temizlenirken manastırın ilçe merkezine 5 kilometre mesafede bulunuyor.

 

Giresun Valisi Dursun Ali Şahin, manastırın inanç turizmi bakımından bölge ekonomisine canlılık getireceğini belirterek, "Manastır restorasyon çalışması tamamlanması durumunda inanç turizmi bakımında bölgeye ekonomik anlamda girdi sağlayacak. Yılda buraya 50 bin kişinin gelmesini hedefliyoruz. Dolayısıyla bölge göç veren değil, göç alan yer olacak. Manastıra ilk aşamada 350 basamağın yapımına başlandı. Restorasyon çalışmaları yaklaşık 4 yıl sürecek" dedi.

 

Vali Şahin, bölgede ayrıca iki kilise ile bir caminin de restore edileceğini belirterek Şebinkarahisar Kalesi’nin aydınlatılacağını sözlerine ekledi.

Giresun Kent Haber, 07.12.2011

BOUVARD'IN ÜTOPİK TARİHİ YARIMADA PROJELERİ

 

 

Tanzimat Fermanı ve II. Meşrutiyet’in ilanı arasında geçen süre içerisinde İstanbul için yabancı mimarlar tarafından üç adet iddialı proje tasarlanmıştır.
 

Bu projelerin ilki Sultan Abdülmecid döneminde Helmut von Moltke'ye, diğer iki proje ise Sultan II. Abdülhamit döneminde sırasıyla I. Arnodin ve Joseph Antoine Bouvard'a ısmarlanmıştır.

Bu üç büyük projenin amacı ulaşım ağını modernleştirmek ve Batı kültürü ve teknolojisini esas alan bir kent imajı yaratmaktı. Fakat bu modernleşme çabaları Osmanlı kentinin geleneksel sokak dokusu ve kültürü ile çatışmıştır.

 

Bouvard'a Teklif Yapılması

19. yüzyılın başından itibaren Paris, Osmanlı elitinin gözünde Batı kültürünün zirvesi olarak görülüyordu. Bu sebeple başkente modern bir görünüm kazandırmak için Sultan II. Abdülhamit tarafından uygun bir mimar bulması amacıyla Paris elçisi olan Salih Münir Paşa görevlendirilmiş ve bunun üzerine 1878-1889 Dünya Fuarlarında Fransa'da inşa ettiği Sanayi Sarayı ile büyük övgü toplayan, Beaux-Arts eğitimli Paris mimari bölümü genel müfettişi Bouvard, İstanbul'un çağdışı kalmış kent imajını değiştirmesi için çağrılmıştır. Bouvard, görevleri sebebiyle gelemeyeceğini belirtmiş fakat teklifi reddetmemiştir. Bunun üzerine İstanbul'un çekilen fotoğrafları kendisine gönderilmiş ve tasarım süreci böyle şekillenmiştir. Sonrasında hazırlanan avan proje Fransız hükümeti tarafından Osmanlı İmparatorluğu'na hediye edilecektir.

 

 

Suriçi Projeleri (1902) - Beyazıt Meydanı

Bouvard ilk düzenlemenin 1867-70 yıllarında yapıldığı Beyazıt Meydanı önerisinde, Osmanlı mahalle kültürüyle uyuşmayan yüzyıllardır İmparatorluk şehrinde hiç gerçekleşmemiş bir "şehir merkezi" öngörüyordu. Mevcut meydanın sınırlarını büyük ölçüde genişleten Bouvard, Harbiye Nezareti'nin bulunduğu aks üzerinde kulesinin Beyazıt Camisi'nin minarelerini gölgede bırakacak kadar anıtsal olan bir belediye sarayı binası (Hotel de Ville) tasarlamıştır.

 

Meydan dört eşit dörtgene bölünecek ve her dörtgenin merkez noktalarında tek tip fıskiyeler yer alacaktı. Meydanın batı tarafında kalan Sultan Beyazıt Medresesi ise yıkılıp yerine avlulu ve kubbeli ikiz binalar inşa edilecekti. Bu iki bina modernleşmenin simgeleri olan "Sanayi ve Ziraat Müzesi" ve "Devlet Kütüphanesi" işlevlerine sahip olacaktı. Bu yapılar dışında aksları tamamlayan işlevi ve adı belirtilmemiş binalar bulunmaktadır.

 

Beyazıt Camisi Bouvard'ın tasarımında öngörülen akslara oturmamakta ve simetriyi bozmaktadır. Bu sebeple meydanın doğu ucunda oluşan problemi gidermek için tasarımcı, cami kütlesini yoğun bir yeşil kütleyle gizlemeyi öngörmüştür.

 


Bouvard'ın Beyazıt Meydanı için Öneri Çizimi

 


Tasarımın Uydu Fotoğrafına Yerleştirilmiş Durumu

 

Bouvard'ın Tasarımındaki Sorunlar

Beyazıt bölgesi Bouvard'ın çizimlerindeki gibi düz olmamakla birlikte, sadece tasarımdan çok daha küçük boyutlarda olan Beyazıt Meydanı bile Harbiye Nezareti en yüksek nokta olmak itibariyle yedi metrelik bir eğime sahiptir.

 

Bunun dışında, Beyazıt Camisi'nin batı kanadının ve avlusunun kısmen yıkılması, Sultan Beyazıt'ın türbesinin ise tamamen yıkılacak olması dönemi için kabul edilemeyecek bir durum teşkil etmektedir.

 

Kapalıçarşı'nın bir bölümünün yerini iki büyük binaya bırakacak olması Kapalıçarşı'nın geriye kalan bölümünün düzenlenmesinin soru işareti olarak kalmasına sebep olmaktadır.

 

Beyazıt Cami'nin önünden geçen caddenin nereye uzandığı bilinmemektedir, çizimler sadece bölgeyle sınırlı kalmış olup, Bouvard kendi tarzına ters düşerek Hipodrom'u Beyazıt Meydanı'na bağlamamıştır. Önerdiği arterlerin yönelişi bir muamma olarak kalmıştır.

 

Hipodrom

Hipodrom Osmanlı döneminde Bizans döneminde kullanıldığı gibi törensel amaçlı olmasa da, hep açık bir alan olarak varlığını sürdürmüştür.

 

Bouvard'ın projesine göre Hipodrom İngiliz arkeologların 1856'daki kazılarında buldukları orijinal seviyesine indirilecek ve birkaç merdivenle cadde seviyesine ulaşacaktı. Tasarımcı meydana Concorde Meydanı yani Paris havası veren Dikilitaş, Yılanlı Sütun ve Örme Sütun'un sıralandığı spinanın simetriyi sağladığı bir park önerisinde bulunmaktadır. Bu simetriyle beraber Divanyolu'na ulaşan uçta anıtsal bir giriş düşünen Bouvard, spinanın kuzey ucuna yerleştirilmiş olan 1899'da Alman İmparatoru tarafından hediye edilen çeşmeyi göz ardı etmektedir. Ayrıca meydanın iki tarafı boyunca ağaçlandırılması öngörülmektedir.

 

Hipodrom çevresi imar edilmiş bir bölge olmasından dolayı oldukça özen gösterilmesi gereken bir alandı. Alanda 1616'da inşa edilmiş olan Sultanahmet Camisi bulunuyordu ve hiçbir şekilde değiştirilemezdi ama Bouvard tasarımında Hipodrom'un uzun cephesini dik kesen hattın vurgulanmasını sağlamak için Sultanahmet Külliyesi'nin medresesinin yıkılmasını, kuzeyde kalan bahçesinin ve bahçe duvarının yok edilmesini öngörmüştü.

 

Ayrıca meydanın batısında kalan 16. yüzyıl yapısı İbrahim Paşa Sarayı yıkılacak yerine E harfinde bir plan şemasına sahip Polis Müdürlüğü inşa edilecekti. Bu bina ölçek ve plan itibariyle Bouvard'ın ününü borçlu olduğu 1889 senesindeki Paris Dünya Fuarı için inşa edilen Sanayi Sarayı'na benzeyecekti.

 


1889 Paris Dünya Fuarı-Sanayi Sarayı

 

Bunların yanı sıra caminin avlusunda küçük bir Fransız bahçesi düzenlemesi yapılacak ve avludaki şadırvan kaldırılıp, yerine üstü açık, heykelimsi bir yapı ile değiştirilecekti. Ayasofya Camisi Meydanı'nda bulunan mahallenin de kaldırılması ve yerine bir Fransız bahçesi tasarımı öngörülmüştür.

 


Tasarımın Uydu Fotoğrafına Yerleştirilmiş Durumu

 

Bouvard'ın Tasarımındaki Sorunlar

Güney kısmında bulunan ve ölçeğiyle bir ana arter olma özelliği taşıyan caddenin nereye çıkacağı, nereyle birleşeceği belirsiz kalmıştır.

 

Bir diğer sorun ise bu aksın topoğrafik olarak inşa edilmesinin mümkün olmayışıdır. Sultanahmet Camisi ve Hipodrom yapay bir platform üzerinde yer almaktadır ve bitimlerinde yer alan Bouvard'ın öngördüğü aksın olduğu bölüm meyillidir.

 


Yeni Cami Meydanı ve Galata Köprüsü

 

Bouvard bu alanda yine kendi tasarım anlayışı doğrultusunda Yeni Cami'nin Haliç'e bakan cephesinde geniş bir meydan ve meydanın ana aksında ise bir köprü öngörmüştür. 1878 Dünya Fuarı'nda inşa edilmiş olan Trecadero Sarayı'nı andıran tasarımdaki meydanın sınırlarını iki çeyrek daire belirllemektedir.

 


Trecadero Sarayı

 

Ancak Yeni Cami Bouvard'ın hayalindeki simetrinin hakkını veremiyordu. Minareler her ne kadar Trecadero Sarayı'nın kulelerine benzese de simetrik olarak köprüye bakmıyorlardı, ayrıca caminin avlusu da simetriyi bozmaktaydı. Bouvard simetrideki bu kusuru gidermek için köprünün iki taşıyıcı ayağını köprünün uç kısımlarına yerleştirmeyi öngörmüştü. Köprüye şark havası vermek için ise bu taşıyıcı ayakları yükseltip, üzerlerine kubbeler oturtmuş, en üst kısımlarına da hilaller yerleştirmişti.

 


Bouvard'ın Galata Köprüsü için Öneri Çizimi

 

Bouvard Galata Köprüsü önerisi için ise 1900 Paris Dünya Sergisi için inşa edilmiş olan III. Alexandre Köprüsü'nden esinlenmiştir. Uzunluğu hariç tasarladığı köprü III. Alexandre Köprüsü'nü çok andırmaktadır (Bu köprüdeki kemerleri tekrarlamış ve iki ucuna da yarım kubbeler eklemiştir). III. Alexandre Köprüsü'nün odak noktası Napolyon'un anıt mezarıdır, bu meydan tasarımında da aynı amaca Yeni Cami hizmet etmektedir. Ayrıca sahildeki gezinti yolları da yapının anıtsal boyutunu vurgulamada yardımcıdır.

 


III. Alexandre Köprüsü

 


Tasarımın Uydu Fotoğrafına Yerleştirilmiş Durumu

 

Çizimlerde görünen Galata Köprüsü çok görkemli betimlenmiştir. Çizimdeki Haliç, gerçek Haliç'ten daha geniş betimlendiği için köprü çok daha uzun görünmektedir.

 

Ayrıca Bouvard'ın çizimlerindeki düzenli, şık Paris atmosferinin tersine dönemdeki mevcut köprü hızlı bir hayatı ve her çeşit gelir seviyesinden, meslekten ve etnikten kozmopolit bir güruhu ağırlamaktadır.

 


Bouvard'ın Tarihi Yarımada Kentsel Tasarımları ve Ana Arterler

 

Bouvard'ın bir nazım plandan uzak olan tasarımında topoğrafya, mevcut arterler ve dönemin kültürel değerleri hesaba katılmadığı için proje bir ütopyadan öteye geçememiştir. Fotoğraflar üzerinden yapılan tasarımlarda Parisvari bulvarlar hiçbir yere ulaşmamaktatır çünkü her biri kendi alanları çerçevesinde, tekil olarak tasarlanmışlardır.

 

Projenin bu denli soyut kalmasına karşın, tasarımlar Osmanlı yüksek bürokrasisi tarafından çok beğenilmiş ve gerçekleşmesi için ödenek ayrılmasına dair irade-i seniyye çıkarılmıştır. Fakat proje çok yüksek meblağlara malolacağı için rafa kaldırılmak durumunda kalmıştır.

 

Osmanlı eliti tarafından bu avan projenin beğenilmesi şaşırtıcı değildir, çünkü Bouvard'ın çizimlerinde harap ve düzensiz Şarklı İstanbul gitmiş, yerine Paris'in havasına sahip bir İstanbul gelmişti. Bütün bunlara rağmen bu projenin dönemin halkı tarafından kabul görmesi çok mümkün görünmemektedir.

 

Kaynaklar

Çelik, Z., 1984. Bouvard's Boulevards Beaux-Art Planing in Istanbul, Journal of the Society of Architectural Historians, Vol. 43, No. 4.

Çelik, Z., 1993. The Remaking of Istanbul: Portrait of an Ottoman City in the Nineteenth Century, University of California Press, Los Angeles.

Arkitera, Derleme: Betül Atasoy, 06.12.2011

54 YILLIK HİERAPOLİS KAZISININ KADERİ BAKAN GÜNAY'A BAĞLI

 

 

Denizli’nin en büyük antik kentlerinden Hierapolis’te, 1957 yılından bu yana İtalyan ekip tarafından yürütülen kazı çalışmaları hakkında son kararı Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay verecek. İtalyan Prof. Francesco D’Andria başkanlığında yürütülen kazı çalışmalarının yılda 2-3 ayla sınırlı tutulması, İtalyan ekibin restorasyonla ilgili projelerini hayata geçirememesi, son 2 yılda kazıların Pamukkale Üniversitesi’ne verilmesi yönündeki yoğun talep üzerine Kültür ve Turizm Bakanlığı da Hierapolis kazılarını mercek altına aldı.

 

Türkiye ve İtalya arasındaki anlaşma kapsamında Politecnico Torino Üniversitesi ile başlayan daha sonra Lecce Üniversitesi (Bugünkü adı Salento Üniversitesi) ile devam eden antik Hierapolis kazıları eylül ayında 54′üncü yılını doldurdu. Hierapolis kazılarına 1974 yılında asistan olarak katılan ve 2000 yılında Kazı Heyeti Başkanı olan Prof.Dr. Francesco D’Andria, ‘Ordinaryüs’ unvanı aldı. Kazıların her yıl 2-3 ayla sınırlı tutulması nedeniyle çok fazla ilerleme sağlanamaması, restorasyon projelerinin hayata geçirilememesi, Denizli’nin en büyük antik kenti olan Laodikya’da Pamukkale Üniversitesi tarafından yürütülen kazı çalışmalarının 365 güne çıkarılarak, kısa sürede önemli aşama kaydedilmesi gözleri Hierapolis kazılarına çevrildi.

 

Hieropolis antik kentindeki amfi tiyatrosunun sahne restorasyonu Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 1 milyon 700 bin lira ödenek tahsis edilmesine rağmen, İtalyan ekip tarafından proje hayata geçirilmeyince, restorasyon E.G. Mimarlık’a verildi. Kazı Başkanı Prof.Dr. Francesco D’Andria tarafından 2008 yılında 400 bin liraya mal olacak ve “Tarihi yapılardaki çatlak aralıkları, fay hatlarındaki kırıklarda açılmalar, depremler sonucu yüzeye çıkan Termal suyla oluşan travertenler, Termal suyun fiziksel ve kimyasal değişimlerin” de araştırılacağı Deprem Müzesi Parkı Projesi de hayata geçirilemedi.

 

Denizli’ye her geldiğinde Laodikya antik kentindeki kazı çalışmalarından övgüyle bahseden ve Türkiye’ye örnek gösteren Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Hierapolis kazılarıyla ilgili rahatsızlığını ilk olarak 30 Ocak’taki Denizli ziyaretinde dile getirdi ve “Burada bir gecikme var. Telafi edemezlerse gereğini düşünürüz. Onların durumu bu yaz belli olur” dedi. Bakan Ertuğrul Günay, ekim ayında Laodikya antik kentinde Tapınak A’nın açılışında yaptığı konuşmada kazı ekiplerine gözdağı vererek, “Antik kentlerde kazıyormuş, koruyormuş gibi yapanları biz de mış gibi yapacağız” diyerek gözdağı verdi. Hieropolis antik kenti ziyaretinde Kazı Başkanı Prof.Dr. Francesco D’Andria’nın kazı sezonunun bitmesi nedeniyle orada olmamasına tepki gösteren Bakan Günay, İtalyan heyetle ilgili sorularına yanıt vermedi.

 

Denizli Valisi Abdülkadir Demir, Hieropolis kazılarında durumun ortada olduğunu belirterek, kararı Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın vereceğini söyledi. Demir, Denizli kamuoyunda kazıların Pamukkale Üniversitesi’ne verilmesi yönünde beklenti olduğunu dile getirdi. Denizli Turistik Otelciler ve İşletmeciler Derneği Başkanı (DENTUROD) Şeref Karakan ise, Pamukkale’de yapılan düzenlemelerin turizme can verdiğini, kentin turizm canlılığı açısından Hieropolis’teki kazı çalışmalarının iki ayla sınırlı tutulmayıp, daha geniş bir zaman dilimine yayılması gerektiğini söyledi. Karakan, “Yıl boyunca burada çalışma yapılarak yılda 2 milyon kişinin görmeye geldiği beyaz cennete ayrı bir güzellik katılabilir. Hierapolis kazıları da Laodikya gibi hızlandırılmalı, gerekirse ekip güçlendirilmeli” dedi.

 

Bergama Kralı 2′nci Eumenes tarafından MÖ 190 yılında kurulan, adını Amazonlar Kraliçesi Hiera’dan alan Hierapolis, aynı zamanda kutsal kent olarak anılıyor. Hz. İsa’nın havarilerinden St. Philip’in burada öldürülmesi ve onun adına anıt mezar yaptırılması, Hierapolis’in inanç turizmi açısından öne çıkmasını sağlıyor. Roma döneminde çok gelişen kent, MS 17 yılında Tiberius döneminde büyük bir depremle yıkılmış ve MS 2 ve 3′üncü yüzyıllarda yeniden inşa edilmiştir. Hierapolis’te ilk kazı 1898 yılında Almanlar tarafından yapılmıştı.

haberler.com, 06.12.2011

"HASANKEYF'TE DAVAMIZ BİTMEDİ"

 

Doğa Derneği’nin, Hasankeyf’i sular altında bırakacak Ilısu Barajı’na yeşil ışık yakan bilirkişi raporuyla ilgili yaptığı açıklamada, “Şaibeli bilirkişi raporuyla kamuoyuna yanlış bilgi veriliyor. Hasankeyf için hukuki süreç bitmedi” denildi. Doğa Derneği, Diyarbakır İdare Mahkemesi’nin belirlediği bilirkişi heyetinin hazırladığı rapora hem tarafsız olmaması hem de bilirkişilerin uzmanlıkları dışında görüş vermeleri nedeniyle temmuzda itiraz etmişti.
 

Bilirkişi raporuna yapılan itiraz kabul edilirse, yeni bir bilirkişi heyeti rapor hazırlayacak. Bilirkişi raporunun değerlendirmesiyle Diyarbakır İdare Mahkemesi’ne açılan davanın sonucu beklenecek. Danıştay’da bekleyen diğer dava görülecek. Bu 2 davayı takiben de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açılan dava devreye girecek.

 

Hasankeyf ve Dicle Vadisi’nin, dünyada UNESCO’nun 10 kriterinden 9’unu sağlayan tek yer olduğuna dikkat çeken, Doğa Derneği Hasankeyf Kampanya Koordinatörü Dicle Tuba Kılıç, “Ilısu Barajı Projesi’nin iptal edilerek bölgenin ivedilikle hak ettiği şekilde UNESCO Dünya Mirası ilan edilmesi gerekiyor” dedi. Kılıç, “Davalar sürüyor ancak yavaş ilerliyor. Bilirkişi raporu birçok çelişki içeriyor. Buradaki tarihi eserlerin envanteri dahi yok. Hem Hasankeyf’i taşıyacaklarını söylüyorlar hem de neyi taşıyacaklarını bilmiyorlar” diye konuştu.

Hürriyet, Haber: Erdinç Çelikkan,06.12.2011

SARDES ANTİK KENTİNİN TANITIMI

 

Dünyada ilk altın paranın basıldığı kent olarak bilinen Sardes antik kentinin tanıtılması için çalışma başlatıldı.

 

Sart Belediye Başkanı Ali Güngör ile Salihli Turizm Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Uçar, Sardes Antik Kentinin, gazetecilere tanıtımı için düzenlenen gezide, bölgenin tanıtımına yönelik çalışmalar hakkında bilgi verdi.

 

Belediye Başkanı Güngör, Sart’ın nüfusu 5 bini geçen 7 bin belde arasında bulunduğunu, beldenin çağdaş görünümüne kavuşturulması için gerekli çalışmaları yaptıklarını söyledi.

 

Medeniyetlere ev sahipliği yapmasına karşın Sart’ın tanıtımının yeterince yapılamadığını ifade eden Güngör, şu görüşleri dile getirdi:

“Burada 1958 yılından itibaren kazı çalışmaları yapılıyor. Ancak kazı çalışmalarında o görkemli başşehrin kalıntılarının sadece yüzde 10′u ortaya çıkarılmış. Çalışmalar çok ağır gittiği için Sart’ı hiç kimse tanımıyor. Yoldan geçenler burasının belde mi, şehir mi, ne olduğunu dahi bilmiyor. Bu yüzden yerel yönetimler olarak, dünyada ilk altın paranın basıldığı kent olarak bilinen Sardes’in en iyi şekilde tanıtılması için çalışma başlattık.”

 

Salihli Turizm Derneği Başkanı Mustafa Uçar da Sardes antik kentindeki Gymnasium bölümünün yerli ve yabancı turistlerin uğrak yeri olan İstanbul’daki Matürk’te sergilenmesi için çalışma başlattıklarını bildirdi.

 

Uçar, “Türkiye genelindeki tarihi ve turistik eserlerin maketlerinin sergilendiği minyatür parkına Salihli’den de bir eser konması konusunda başvuruda bulunan Salihli Ticaret ve Sanayi Odası yönetim kuruluna, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından olumlu yanıt geldi” dedi.

 

Pek çok kaynakta, antik çağ hikayecisi Ezop’un da Sardes’te kentte yaşadığını işaret ettiğini belirten Uçar, halen toprak altında bulunan Lidya kayıtlarının gün yüzüne çıkarıldığında Ezop hakkında daha çok bilgi, belki de öykülere ulaşılabileceğini vurguladı.

haberler.com, 06.12.2011

ULU CAMİ ESKİ GÜNLERİNE DÖNECEK

 

 

Bitlis'teki tarihi 5 minareden birini simgeleyen 800 yıllık 'Ulu Cami', Vakıflar Bölge Müdürlüğünce, dokusuna uygun şekilde restore ediliyor. Restorasyon çalışmalarını inceleyen Bitlis Valisi Nurettin Yılmaz, caminin iç kısmında, daha önceki dönemlerde sıva ve fayanslarla kapatılan taş duvarların üzerindeki kalıntıların temizlendiğini söyledi.

 

Şu anda caminin dış cephesinde işlemin bittiğini anlatan Vali Yılmaz., Minarenin ise bakım ve onarımı tamamlandı. Hava kirliliği nedeniyle isle kaplı olan minare temizlendi. Minarede daha önceden görünmeyen şerit halindeki tuğlalar ve Arapça yazılar ortaya çıktı. Kubbe kısmının bakım ve onarımı da tamamlandı.'

 

Duvarların fayans kaplı olmasından dolayı, nemin dışarıya atamadığını ve taşlarda bozulmaların meydana geldiğini kaydeden Yılmaz, taşların yerlerine yenilerinin konulduğunu belirtti. Vali Yılmaz, "Caminin yer döşemesinde yaklaşık 40 santimetrelik dolgu bulunuyor. Çalışmalarla orijinal yer döşemesinin ortaya çıkarıldı. Bu nedenle dolgu malzemesi de sökülecek" diye konuştu. Öte yandan Şerefiye Camisi'nde de restorasyon çalışmalarının devam ettiğini bildiren Yılmaz, caminin çatı ve taban döşemesiyle ilgili proje değişilikliği yapıldığını dile getirdi.

 

Geçmişte yaşanan işgal sırasında minareye isabet eden kurşun izleri halen görülebiliyor. Restorasyonda bu izlere dokunmayacaklarını belirten Vali Yılmaz, "Bu izleri, geçmiş sıkıntılar tazelensin diye değil, hafızamız kaybolmasın diye bozmuyoruz. Bunlar, geçmişte yaşadığımız olayların izi. Bugün komşularımız arasında dış ilişkileri en iyi olan ülkeyiz" şeklinde konuştu.

Yeni Şafak, 06.12.2011

MALATYA'DA 50 YILDIR SÜREN KAZILAR

 

 

Malatya-Arslantepe kazılarının 50. yıl dönümü dolayısıyla İtalyan La Sapienza Üniversitesi’nde etkinlik düzenlendi.

 

Malatya’nın Orduzu kasabasının sınırları içerisinde yer alan Arslantepe Höyüğü’nde İtalya’nın La Sapienza Üniversitesi’ne bağlı ekiplerin yürüttüğü kazıların 50. yıl dönümü dolayısıyla üniversitede, iki gün boyunca sürecek konferans bugün başladı.

 

La Sapienza Üniversitesi Odeion Salonu’nda yapılan açılış konuşmalarında ilk sözü alan üniversite rektörü Prof. Luigi Frati, yaptığı kısa konuşmada, iki ülke ilişkilerinin önemine değindi.

 

Türkiye’nin Roma Büyükelçisi Hakkı Akil ise 50 yıllık bir başarı öyküsünü kutlamak için bir araya geldiklerini belirterek, ”Öncellikle dünya tarihine ışık tutacak eşsiz arkeolojik yapılar ve eserler kazandıran (kazı başkanı) Sayın Prof. Marcella Frangipane’ye ve ekibine, bu anlamlı konferansa ev sahipliği yapan Sapienza Üniversitesi’ne ve Missione Archeologica in Anatolia Orientale’ye, kazılarda emeği geçen herkese, özellikle Malatyalılara sonsuz teşekkürlerimi iletiyorum” dedi.

 

Anadolu’nun, dünyada eşi benzeri görülmemiş tarihi ve kültürel zenginliklere sahip olduğundan bahseden büyükelçi Akil, Türkiye’nin, dünya kültür mirasına verdiği önem nedeniyle, Anadolu topraklarında bulunan kültür varlıklarının gün ışığına çıkarılmasına özen gösterdiğini ifade etti.

 

Akil, konularında uzman uluslararası kazı heyetlerine bu sebeple, Türkiye’nin kapılarını açtıklarını dile getirerek, ”Sapienza Üniversitesi mensuplarından oluşan ekibin 50 yıldır Arslantepe Höyüğü’nde çalışmalarını sürdürmesi, İtalya ve Türkiye arasındaki işbirliğinin birçok alanda olduğu gibi, kültürel konularda da mükemmel seviyede olduğunun bir göstergesidir” diye konuştu.

 

Tarihi eserlerin bulundukları topraklarda korunması ve sergilenmesi gerektiğinin altını çizen Hakkı Akil, ”Çünkü, antik buluntular ait oldukları toprakla bir bütün oluşturur. Bu çerçevede, tarihi eserlerin iadesi konusunda Türkiye-İtalya arasındaki işbirliğinin geliştirilmesini diliyorum” dedi.

 

La Sapienza Üniversitesi Tarih Öncesi Bilimleri Bölümü Başkanı Prof. Gian Luca Gregori de kazıların geçmişi ve geldiği son nokta hakkında katılımcılara bilgi verdi.

 

İtalya Dışişleri Bakanlığı Arkeoloji Bölümü yetkililerinden Prof. Ettore Janulardo da İtalya’nın geçirdiği ekonomik ve mali krizin farkında olduklarını ancak yurt dışında devam eden İtalyan araştırmalarını, kazılarını, korumanın yollarını aramayı sürdürdüklerini ifade etti.

 

MÖ 5 binli yıllara dayanan Arslantepe Höyüğü’nde, La Sapienza Üniversitesi arkeologları, 1951 yılından bu yana kazılarını sürdürüyor.

Dünya Bülteni, 06.12.2011

ÇİN'İN ÖLÜMSÜZ ORDUSU TÜRKİYE'YE GELİYOR

 

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, 2012'nin Türkiye'de Çin Kültür Yılı, 2013'ün de Çin'de Türkiye Kültür Yılı olarak kutlanacağını bildirdi. Etkinlikler kapsamında Çin'deki meşhur Terracotta Askerleri eserlerinin sergilenmesi amacıyla Türkiye'ye getirileceğini bildirdi.

 

Günay, Topkapı Sarayı Müzesi Mecidiye Köşkü'nde düzenlenen "2012 Türkiye'de Çin Kültür Yılı" basın toplantısında yaptığı konuşmada, 2010'da Şangay'da gördüklerinin kendisini çok etkilediğini, Çin'in, son derece etkileyici, muhteşem ve heyecan verici bir ülke olduğunu söyledi.

 

2012'nin Türkiye'de Çin Kültürü Yılı, 2013'ün de Çin'de Türkiye Kültür Yılı olması kararını o gezide verdiklerini aktaran Günay, Türkiye'de Çin Kültür Yılının çok heyecan verici bir yıl olacağını belirtti.

 

Günay, Çin'in bu kültür yılında, tarihi zenginliğiyle, müzik, dans, opera alanlarında tarihi köklerine dayalı, ancak bugünkü dünyanın da beğeniyle izlediği performansıyla çok etkili temsillerle Türkler'i buluşturacağını aktardı.

 

2012 Türkiye'de Çin Kültür Yılının 12 Aralık'ta Ankara'da başlayacağını, Cer Modern'de bir resim sergisiyle yapılacak bu açılışın ardından yine Ankara'da bir müzik ve dans sergisinin düzenleneceğini dile getiren Günay, İstanbul'da da çok sayıda etkinliğin yapılacağını, ayrıca İzmir'de de önemli bir etkinliğin yer alacağını belirtti.

 

Günay, Kültür Yılı boyunca edebiyat, sanat, kültürel miras, akrobasi, kukla sanatı gibi alanlarda İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Antalya, Mersin ve Trabzon'un da aralarında bulunduğu çok sayıda şehirde Çin sanatının çok değerli temsilcilerini izleme, ağırlama ve alkışlama fırsatı bulunacağını kaydetti.

 

Çin'in gerçekten dünyanın çok eski uygarlıklarından biri olduğunu dile getiren Günay, sözlerini şöyle sürdürdü:

"20. yüzyılın ikinci yarısı, dünyanın bütün dikkatlerinin Amerika'ya yoğunlaştığı bir dönem oldu. 21. yüzyılın birinci yarısı da galiba bütün dünyanın dikkatlerinin Çin'e yoğunlaştığı yeni bir döneme sayfa açıyor. Çin, gerçekten gelişmesiyle, kalkınmasıyla, ticarette, sanatta, sanayide yarattığı büyük performansıyla ve farklı bir ekonomi modeli üzerinden dünyayla yarışabilen yeni bir ekonomi yaratmakla özel bir örnek oluşturuyor."

 

Türkiye ile Çin'in çok engin ilişkileri bulunduğunu aktaran Günay, konuşmasına şöyle devam etti:

"Çin'in dünya sahnesine başarılı ve güzel bir örnek olarak yeniden çıktığı bu dönemde biz de benzer örneği bulunduğumuz coğrafyada gerçekleştiriyoruz. Çin bütün dünya için bir ilgi merkezi haline gelmeye başladı. Türkiye de Avrupa, Ön Asya coğrafyasında Çin'e benzer bir kalkınmayı, bir gelişmeyi şu anda simgeliyor. Böylece yeni baştan dünyanın uygarlık sahnesinde iki eski medeniyet, ortak bir zamanda yeniden yükseliyor. Galiba bu meşhur 'Işık doğudan yükselir' sözünü Çin ve Türkiye yeniden kanıtlıyor."

 

Ertuğrul Günay, Çin'den sonra dünyadaki en zengin Çin porseleni koleksiyonunun Topkapı Sarayı'nda bulunduğunu ve yeniden düzenlenecek özel mekanlarda bunları sergilemeyi düşündüklerini anlattı. Gelecek ve sonraki yıl da Türkiye'nin porselenlerini sergilenmesi amacıyla Çin'e götüreceklerini dile getiren Günay, ayrıca Çin'deki meşhur Terrakota Askerleri eserlerinin de yine sergilenmesi amacıyla Türkiye'ye getirileceğini bildirdi.

 

Türkiye topraklarından Avrupa müzelerine gitmiş birçok eser bulunduğunu, bunların önemli bir kısmının çeşitli yasa dışı yollar ve yağma yoluyla götürüldüğünü vurgulayan Günay, ancak Çin'den Türkiye'ye gelen Çin eserlerinin tamamen ticari veya armağan ilişkileri çerçevesinde geldiğini kaydetti.

 

Bakan Günay, Çin ve Türk girişimcilerinin girişimcilik sektöründe dünyada en önlerde yer aldığına işaret ederek, kalkınma, büyüme ve ekonomik gelişmenin son derece önem arz ettiğini, ancak insanlar arasındaki en önemli köprünün kültür köprüsü olduğunu belirtti.

 

Günay, artık İpek Yollarından eskiden olduğu gibi kervanlarla gidilmediğini, hızlı tren ve uçakların kullanıldığını aktardı.

 

Çin'den gelen turist sayısının giderek arttığını dile getiren Günay, Türklere de Çin'i görmelerini şiddetle tavsiye ettiğini söyledi.

 

ÇİN'İN ÖLÜMSÜZ ORDUSU; TERRACOTTA ASKERLERİ

Birinci Çin imparatoru Qin Shi Huang'ın mezarında bulunan heykeller, MÖ 210 tarihinde yapılmış, 1974'te Çin Halk Cumhuriyeti'nin Shaanxi eyaletine bağlı Xi'an yakınlarında bir çiftçi tarafından bulundu.

 

Çin'deki tüm beylikleri yenip Savaşan Devletler dönemine son veren Qin Shi Huang, Qin Hanedanı'nı kurarak kendini imparator ilan etmiştir. Tarihçi Si Maqian'in kaydettiğine göre, Qin Shi Huang henüz hayattayken MÖ 246 yılında başlanan mezarının inşası 30 küsür yıl sürmüş, inşaatta 700 bin kişi çalıştırılmıştır.

 

Çin'in Shaanxi eyaletinin Xi'an kenti civarındaki Lishan bölgesinde bulunan mezarın temeli dörtgen şeklinde, güneyden kuzeye 350 metre uzunluğunda, doğudan batıya 345 metre genişliğindedir; 76 metre yüksekliğinde toprak bir piramit şeklindedir.

 

Boyları 183-195 santimetre arasında değişen heykel askerlerin her birinin yüz ifadesi farklı. Kazı alanından çıkarılacaklarla beraber 8000 asker, 520 atıyla birlikte 130 savaş arabası, 150 süvari atı bulunduğu tahmin ediliyor.


Dönemin imparatoru Çin Şı Huang'ın Mezarı ve Terra Cotta Ordusu, 1987 yılında UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirasları Listesi'ne alınmıştı

Milliyet, 05.12.2011

SAHTE RESMİ 17 MİLYON DOLARA SATTI

 

 

ABD’nin New York kentinde bir sanat galerisi olan Pierre Lagrange, bir müşterisine sahte Jackson Pollock resmini 17 milyon dolara sattığı gerekçesiyle mahkemeye verildi.

 

165 yıllık bir tarihi olan sanat galerisinin sahibi, Pollock’a ait “Untitled, 1950” eserinin sahtesini sattıktan sonra, eser yeni sahibi tarafından tahlil edildi. Ancak yapılan incelemelerde eserin ünlü soyut ekspresyonist ressamın elinden çıkmadığı anlaşıldı. Lagrange’ın sahtekarlıkla yargılanması isteniyor.

 

20. yüzyılın en önemli sanatçılarından olan Pollock, aksiyon/hareket resmi adı verilen tablolar yapmış ama daha sonra alkolizmin pençesine düşerek 44 yaşında trafik kazasında ölmüştü.

Habertürk, 05.12.2011

PORTAKAL MÜZAYEDESİ'NDE HATLARA İLGİ

 

Portakal Kültür ve Sanatevi tarafından dün Conrad Oteli’nde gerçekleştirilen müzayedede 2 milyon 900 bin TL’den satışa çıkan Nazmi Ziya’nın ‘Göksu’da Gün Başlarken’ isimli tablosu ile Felix Ziem’in ‘Haliç’ adlı tablolarına alıcı çıkmadı.

Müzayedede hat eserlerine ise ilgi yoğun oldu. Bu bölümde Mehmed Fehmi’nin 200 bin TL’den satışa çıkartılan Hilye-i Şerif isimli eseri 420 bin TL’den alıcı buldu.

Radikal, 05.12.2011

SANATIN EN GÜÇLÜ 10 İSMİ

 

 

Amerika’da yayımlanan ‘Art+Auction’ dergisi ‘Güç 2011’ başlıklı yıllık rehberinde İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı’nı ilk on isim arasına soktu.

 

Dergi, küratörlerden koleksiyonerlere, gelenekçilerden trend yaratanlara, oyunculardan tasarımcılara her zaman göz önünde olanlardan arka planda kalan aracılara dek çeşitli gruplardan “sanat dünyasında gücü elinde tutan kişilerini” belirledi. Editörlerinin “Eğer güç dengelerindeki değişimi takip etmek istiyorsanız, doğuya bakmalısınız” görüşünü vurguladıkları dergide, İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı da sanatı ve sanatçıyı koruyan güçlü kişiler arasında yer aldı. Eczacıbaşı için şu görüşlere yer verildi: “Türkiye’de çağdaş sanat sponsorluğunun duayeni olan Eczacıbaşı, şehrin 20. yüzyıla adanmış olan ilk özel müzesi ve Kutluğ Ataman’dan Ryan Trecartin’e birçok yükselen yıldızı ağırlayan İstanbul Modern’in kurucusu. New York’taki MOMA’nın Uluslararası Konseyi’nde yer alan Oya Eczacıbaşı’nın Yönetim Kurulu Başkanı olduğu müze, genç sanatçıları desteklemek için Centre Pompidou ile işbirliği yapıyor.”

10 kişilik listede Eczacıbaşı’nın yanı sıra; Forbes tarafından 2011 yılının en zengini seçilen ve Meksika’daki Saumaya Müzesi’nde bulunan en az 700 milyon dolar değerinde 60 bin parçalık bir koleksiyona sahip olan Carlos Slim Helu; Prada’nın CEO’su Miucca Prada; Walmart’ların varisi Alice Walton; Almanya’nın önde gelen işadamlarından Reinhold Wurth ile Iris Vakfı ve Moskova’daki çağdaş sanat müzesi Garage’ın kurucusu Dasha Zhukova, Annenberg vakıf başkanı Wallis Annenberg; LVMH (Moët Hennessy Louis Vuitton) ve Christian Dior SA. Arnault şirketlerin başkanı ve CEO’su Bernard Arnault; Los Angeles Çağdaş Sanat Müzesi kurucularından Eli Broad; Çin’in ilk özel sigorta şirketi Taikang Life’ın kurucusu Chen Dongsheng yer aldı.

Hürriyet, 05.12.2011

REVAKLARIN YIKIMI İÇİN GERİ SAYIM

 

 

Kabe'nin genişletilmesi ile ilgili çalışmaların son hacının da Mekke topraklarından gitmesinin hemen ardından başlayacağı bildirildi. Genişletme ile ilgili Kabe'nin her yerinde olduğu gibi revaklarda da numaralandırma ve topoğrafik çalışmalar yapıldı. Saudigazette gazetesinde yer alan habere göre, Mescid-i Nebevi Ve Kabe İşleri Genel Başkanlığı Asistanı Dr.Yusuf Al Wabil, son hacının ayrılması ile birlikte genişletme çalışmalarının başlayacağını söyledi. Al Wabil, genişletme çalışmalarının 3 yıl içerisinde tamamlanacağını kaydetti.

 

Çalışmaların en yüksek kalite seviyesinde yürütüleceğinin altını çizen Al Wabil, öncelikle genişletme ile ilgili hangi yolların izleneceğinin belirleneceğini ve ana giriş çıkışların böylece ortaya çıkacağını söyledi. Bu çalışmalar sırasında Kabe ziyaretinin, tavafın ve ibadetlerin aksamayacağını da dile getiren Al Wabil, "Bu çalışmalar kimseyi rahatsız etmeyecek ve ibadetler için yeterli yer olacak" dedi. Al Wabil, Hacerül Esved ve Hz. İbrahim makamının bu çalışmalardan etkilenmeyeceğini de dile getirirken, "Eski Harem (Kabe) fotoğraflandı ve bölgeler numaralandırıldı. Proje çoğunluk olarak Suudi şirketler tarafından yürütülecek. 2 Alman şirketi çıkan tozların Kabe dışına ulaştırılmasından sorumlu olacak" ifadelerini kaydetti.

 

Kabe'nin etrafının genişletilmesi için yıkılması planlanan revaklar için son hacıların gitmesi bekleniyor. Yıkılacak revaklar için nimaralandırma ve tomografik çalışmalar yapıldı. Genişletme çalışmaları sonrası tavaf eden insan sayısı saatte 50 bin kişiden 130 bin kişiye yükselecek.

Yeni Şafak, 04.12.2011

DUVARDAKİ TABLO HAZİNE ÇIKTI

 

 

İngiliz Cath Sims, yıllardır evinin duvarında asılı olan kadın portresinin "sıradan bir tablo" olduğunu sanıyordu; ancak tablonun Avustralyalı müzisyen ve ressam Rolf Harris tarafından yapıldığını, modelin de ünlü pop şarkıcısı Bonnie Tyler olduğunu öğrenince, şaşkınlıktan ne yapacağını bilemedi. Babasının 500 sterline (1450 TL) bir açık arttırmada alıp kendisine armağan ettiği tablonun bugünkü değerinin 50 bin sterlin (145 bin TL) olduğunu, BBC'de yayınlanan ve evlerdeki antika eşylara değer biçilen "Antiques Roadshow" adlı programda duyan Cath Sims, tablonun babası tarafından kendisine 6 yaşındayken verildiğini belirtti. Bugün 42 yaşında olan ve Norfolk'ta yaşayan Sims, "Tablonun babamın aldığı fiyatın 100 katı değerde olması beni hayrete düşürdü. İnanamıyorum. Şimdiye kadar bu tabloyu hiç satmayı düşünmedim, ama değerini öğrendikten sonra satmak zorunda kalacağım, çünkü sigorta ücretini ödeyemem" dedi.

Habertürk, 05.12.2011

TARİHİ ESERLERE TEKNOLOJİ GÖLGESİ

 

 

Bursa Eski Eserleri Sevenler Kurumu Üyesi ve Bursa Kent Konseyi Tarihi Kültürel Miras Grubu Başkan Yardımcısı Ali Turan, Osmanlı sultanlarının 4 ile 6 asır önce büyük bir sanat eseri olarak inşa ettirdikleri camiler, türbeler, hamamlar ve imaretlerin günümüzde büyük depremlere rağmen hala hizmet verdiğini söyledi.

 

Turan, "Son dönemlerde vakıflar ve belediyelerin restorasyonları ile de harabe halde eski eserimiz çok az sayıda kaldı. Özel mülkiyete geçen ve atıl durumda kalan eserler yerel yönetimlerin restorasyon çalışmalarıyla tekrar kullanıma sunuluyor. Ancak tarihi bağlarımızın sembolü olan bu nadide eserlere günümüzde teknolojik bazı sistemlerin takılması ecdaddan kalan tarihi eserlerimize olumsuz bir görüntü veriyor. Klimalar bugün tarihi belediye binasından sökülmek yerine, ahşap perdelerle gizlenmeye çalışıldı. Ancak birçok tarihi yapıya konulan güçlü lambalar, büyük hoparlörler, çini mihrap üzerine konulan ışıldaklar, sinyal kesiciler, hatta Ulucami’ye konulan dijital ekranlar bu binaların ihtişamını kaybettiriyorlar. Restorasyon kadar vatandaşların yardımları ile alınıp, rastgele konulan bu teknolojik cihazlara da Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma kurulu raportörleri kontrol ve denetleme yapmalı. Bu tarihi eserlerin rastgele konulan cihazlarla gölgelenmesine ’dur’ denilmeli" dedi.
 

Turan, Vakıflar Bölge Müdürlüğü elektrik teknisyenlerinin ışıklandırma ve hoparlör takma konusunda cami ve tarihi eser yetkililerine doğru yol göstermesi gerektiğini de sözlerine ekledi.

Bursa Olay, 04.12.2011

ROMA MEZAR TAŞINI AĞAÇLARLA GİZLEMİŞLER

 

 

Antalya'nın Korkuteli İlçe Emniyet Müdürlüğü, bir ihbar sonucu düzenlenen operasyonda Roma dönemine ait mezar taşı ele geçirdi.


Edinilen bilgiye göre, Korkuteli İlçe Emniyet Müdürlüğü ekipleri, Dallas mevkiinde ormanlık alanda tarihi bir taşın ağaçlar ile örtülerek gizlendiği ihbarı üzerine olay yerine gitti. Polis, ağaçlarla örtülmüş mezar taşını kurtarıcı ile kaldırarak polis merkezine getirdi. Antalya Müze Müdürlüğü görevlilerinin incelemesinde; eserin Roma dönemine ait bir mezar taşı olduğu, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu kapsamında tasnif ve tescile tabi eser niteliği taşıdığı belirlendi.

Türkiye Gazetesi, Haber: Adem Durmaz, 04.12.2011

ÖRNEK RESTORASYON

 

 

Salt Beyoğlu’nun büyük kardeşi Salt Galata, Karaköy’deki eski Osmanlı Bankası binasında sonunda açıldı. Beyoğlu’ndaki yapıda olduğu gibi bu binada da genel tasarım kararları Han Tümertekin tarafından alındı ve mimar Zehra Uçar’ın titiz koordinasyonuyla hayata geçirildi. Han Tümertekin’in ‘ne eksik ne de fazla’ tasarım anlayışı bu yapıda da izlerini gösteriyor. 

Bu tip tarihi öneme sahip büyük yapılarda zamanın ruhunu korurken yeni işlevleri görsel olarak ayrı tutabilmek ve aynı anda fonksiyonel ihtiyaçlara cevap verecek şekilde mimari planlama yapmak sanılandan daha zor bir çaba. Salt ekibi ile Tümertekin tarafından seçilen ve iç mekanların her birinin tasarımını üstlenen tasarımcıların bu çabadaki katkıları bu açıdan mühim. 

Tüm bu güzelliklerin yanında şahsi kanaatimce biraz fazla oyuncaklı olan ortak ve ıslak mekanlardaki tasarım kararları, üstünkörü tamamlanmış hissi veren bodrumdaki sergi mekanı ve çatı katındaki çok amaçlı salon Salt Galata’nın göze batan küçük nazar boncukları. Ama bu küçük kusurlar bile binadaki aydınlatma tasarımında yapılan hataların yanında masum kalıyor. Güzelim mermer korkuluklara takılmış, bir de mermer desenine boyanarak saklanmaya çalışılan, artık kebapçıların bile kullandığı sıra ledler sadece gözünüzü değil elinizi de tırmalıyor. Kütüphanenin ve sergi salonunun hatalı aydınlatması ise size baktığınız nesnelerle aranıza giren kendi gölgenizle oyunlar sunuyor. 

Bu tip tarihi yapıların yeniden işlevlendirilmesinde zaten mekansal tasarım kararları konusunda fazla özgür olamadığınız için çoğu sağduyulu mimarın yaptığı gibi her şey kendi kendine yerine yerleşmiş gibi durur. Bu durumda mekansal yerleşim kararlarından çok mimarların malzeme seçimi ve detaylardaki üretim hassasiyeti dikkat çeker. Salt’ın her iki yapısında da mimarlığın yumuşak karnı detaylardaki uygulama titizliği ve aydınlatma oldu.


Bir yapı mimari olarak ne kadar kusursuz olursa olsun ancak onu kullananlarla tamamlanmış sayılır. Ufak tefek kusurları dışında Türkiye’deki restorasyon ve yeniden işlevlendirme projeleri için önemli bir kırılma noktası oluşturan hem Salt Beyoğlu hem de Salt Galata yapıları size alışık olduğunuzdan farklı bir müze, sergi, araştırma ve çalışma ortamları sunuyor. Her iki yapı da ücretsiz olarak tüm İstanbullulara açık, bu imkanı kullanın derim.

Radikal, Haber: Ömer Kanıpak, 04.12.2011

40 BİN YILLIK İYİ KORUNMUŞ MAMUT BULUNDU

 

Rus Bilimler Akademisi 40 bin yıllık, iyi korunmuş durumda bir mamut bulunduğunu açıkladı. Sibirya'nın kuzeyindeki Yakutistan'da bir mağarada bulunan mamutun deri ve kemikleriyle birlikte kas ve bazı iç organlarının dahi soğuk nedeniyle iyi korunmuş olduğu bildirildi. 2 metre ve 200- 250 kilo ağırlığındaki, 10 yaşında olduğu sanılan mamutla ilgili ayrıntılı inceleme Şubat 2012'de başlayacak.

Sabah, 03.12.2011

EMEK SİNEMASI İÇİN YIKIMIN YOLU AÇILDI

 

 

Eski büyük sinemaların ayakta kalan ender örneklerinden tarihi Emek Sineması her an yıkılabilir. Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nin Emek Sineması’nın yıkılmasını öngören projeyle ilgili açtığı davada alınan yürütmeyi durdurma kararı, yaklaşık iki yıl sonra yine aynı İdare Mahkemesi tarafından kaldırıldı.


9. İdare Mahkemesi, 12 Mayıs 2010 tarihinde işlemin uygulanması halinde telafisi güç ya da imkansız zarar doğuracak nitelikte olduğu gerekçesiyle yürütmenin durdurulmasına karar vermişti. Aynı mahkeme, dosyanın incelenmesi sonucu, yürütmenin durdurulması isteminin reddine itiraz yolu açık olmak üzere karar verdi. 

Mahkemenin kararı karşısında Emek’in yıkılmasına karşı çıkan sinemaseverler gibi Mimarlar Odası da şaşkın. Davanın henüz bitmediğini hatırlatan Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Basın Sözcüsü Mücella Yapıcı, “Şaşkınız açıkçası. İlginç olan şu: Biz bilirkişi raporunu aylarca bekledik. Bu rapor üç uzman hocamız tarafından düzenlendi. İki hocamız dava konusu projenin kültür dokusuna uygun olmadığını belirtirken, bir hocamız uygun olduğu kararına varmış. Anlaşılır bir şey değil bu. Bizim Mimarlar Odası olarak yedi gün içerisinde itiraz hakkımız var. İtirazımızı da mutlaka yapacağız. Biraz umut kırıcı bir durum ve bu hatadan acilen dönülmesi gerekiyor. Ayrıca kamuoyunun hassasiyetinin sürdürülmesini diliyoruz.”


Emek Sineması’nın yıkılmasını öngören proje iki yıl önce gündeme gelmiş, özellikle sinema kamuoyu tarafından tepkiyle karşılanmış, Semih Kaplanoğlu, Tuncel Kurtiz, Mert Fırat gibi ünlü sinemacıların da katılımıyla protesto yürüyüşleri düzenlenmişti.

Radikal,03.12.2011

 

******


SİYAD, EMEK'İ YIKTIRMAYACAK

 

Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) Yönetim Kurulu, Emek Sineması’nın yıkım kararı hakkında açıklama yaptı. Yapılan açıklamada, idare mahkemesinin Emek Sineması’nın yıkılmasını öngören projeyle ilgili açılan davada alınan yürütmeyi durdurma kararını kaldırmasıyla birlikte “Saatin kaçınılmaz sona doğru ilerlediği söylense de Emek Sineması sevenleri tarafından terk edilmeyecek, yalnız bırakılmayacaktır” cümleleri yer aldı. Sinemacıları, aydınları ve insanları Emek Sineması konusunda bir kez daha harekete geçmeye ve duyarlılık göstermeye çağıran SİYAD Yönetim Kurulu, yıkım çalışmaları başladığı anda Emek’in yanında yer alacaklarını belirtti.

Radikal, 07.12.2011

"YIKMAYALIM AMA FRENE BASALIM"

 
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Lütfi Kırdar Kongre Sarayı’nda İstanbul’un silueti için gerçekleştirdiği zirvede ağır sözler etti. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın katılmadığı zirveye Vali Hüseyin Avni Mutlu, ilçe belediye başkanları ve kurul müdürleri katıldı. Bakan Günay, ‘‘Yıkalım demiyorum ama frene basalım’’ dedi. 

Basına kapalı gerçekleşen zirveden somut bir sonuç çıkmadı. Bakan Günay fotoğraflarla silueti bozan görüntüleri gösterdi. Günay’ın Radikal’in ortaya çıkardığı Zeytinburnu’ndaki gökdelen ile Dolmabahçe Sarayı’nın çatlamasına neden olan inşaatın da fotoğraflarını göstererek, şöyle dediği öğrenildi: ‘‘Gökkafes İstanbul’a zarar veriyor. Conrad Otel, Yıldız Sarayı’nın tam ortasına yapıldı. Bu görüntüleri görünce canım yanıyor. İstanbul’un çatılarında ayrıca bir başka kaçak şehir var. Boğaz Köprüsü’nden geçerken bile yüreğim acıyor. Yapılanları yıkalım demiyorum ama artık yeter, frene basalım, siluete etki eden yüksek binalara izin vermeyelim.” 

Zirvede en çok tartışılan konu ise Zeytinburnu’nda yapılan ‘onaltı dokuz’ isimli 3 gökdelen inşaatı oldu. Bu konuda Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat Aydın ile Kültür ve Turizm Bakanı Günay arasında gergin bir konuşma yaşandı. Başkan Aydın, ‘izinlerin Büyükşehir Belediyesi’nin imar planlarına göre verildiğini, inşaat alanı ile bitişik parselin turizm alanı olduğunu ve yüksek kat izni bulunduğunu’ söyledi. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan vekili Ahmet Selamet de Murat Aydın’ı destekledi.


Bunun üzerine Bakan Günay “Bu bizim sorumluluk alanımızda değil” diyerek karşı çıkınca zirvede gerginlik yaşandı. Vali Hüseyin Avni Mutlu araya girerek gerginliği yumuşattı.


Toplantı ile ilgili somut bir sonuç çıkmadı. Genel ifadelerle bir sonraki toplantıya tüm birimlerin daha hazırlıklı gelmesi istendi. Diğer yandan birimler arası kopukluk olduğuna dikkat çekilerek, bir komisyon oluşturulması gerektiğine ve bu komisyonun sorunları toplayarak, çözüm için bir zemin hazırlığı yapmasına karar verildi.


Zirve saat 17.00’de bitti. Bakan Günay toplantı çıkışında zirveyle ilgili yorum yapmayarak, “Güzel bir toplantı oldu’’ demekle yetindi.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 03.12.2011

ANTİK DÜNYANIN ŞARABI EGE'DEN

 

Ege Üniversitesi Arkeoloji Bölümü ve Almanya'nın Marburg Üniversitesi arkeologlarından oluşan ekip Marmarise'teki Bybassos antik kentinin dünyanın en büyük şarap üreticisi olduğunu ortaya çıkardı.

 

İzmirli ve Alman 40 arkeolog, uydu ve zemin kazısı yöntemleriyle yaptıkları 4 yıllık çalışmada, Muğla'nın Marmaris İlçesi'nde antik çağdaki Dünya'nın en büyük şarap üretim merkezini ortaya çıkarttı. Üzüm bağları, şarapların hazırlandığı ve taşındığı iki kulplu toprak testileri (amfora) günyüzüne çıkaran arkeologlar, merkezde yılda 2 milyon 256 bin litre şarap üretildiğini ve kaliteli şarapların deniz yolu ile tüm dünyaya ihraç edildiğini ortaya koydu.


Ege Üniversitesi Arkeoloji Bölümü ve Almanya'nın Marburg Üniversitesi arkeologlarından oluşan 40 kişilik kazı ekibi Marmarise'e bağlı Hisartepe'de bulunan Bybassos antik kentinin dünyanın en büyük şarap üreticisi olduğunu ortaya çıkardı. Ege Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Kaan Şenol, elde ettikleri bilgilerin Bybassos'a ait en kesin veriler olduğunu dile getirerek, çalışmalara Almanya'nın Marburg Üniversitesi'nden bilim adamlarının katıldığını söyledi. Verilerin uydu aracılığıyla yapılan kontrollerle doğrulandığını kaydeden Doç. Kaan Şenol, "Marmaris'in Bozburun beldesinde bulunan Bybassos antik kentinde 2007 yılında Alman arkeologlarla birlikte yüzey araştırmalarına başladık. Bozburun yarımadasının siyasi ve ekonomik olarak altyapısını araştırmaya yönelik bir çalışmaydı. Kazılara jeodezi mühendisleri, restoratörler, mimarlar ve seramik uzmanları katıldı. Elde ettiğimiz yüzey araştırmaları sonucunda, 2 bin 300 yıllık Bybassos'un antik dönemin en büyük şarap üreticisi olduğunu ortaya çıkardık" dedi.

Arkeolog Kaan Şenol, bölgede 2007 yılından sonra TÜBİTAK ile birlikte proje yürüttüklerini kaydederek, "Bölgenin ekonomik altyapısının günümüze olan yansımasını bulmaya çalıştık. 40 kişilik ekibimizle uzun ve zahmetli bir yüzey taraması yaptık. Bizden önceki dönemlerde yaşayan insanların yaptığı çalışmalar çok dikkat çekiciydi. Bybassos, Hellenistik dönemin etkisiyle tüm dünyaya şarap satan bir kent haline geldi. Bybassos Akdeniz'in her yerine, Karadeniz'e ve antik dünyanın ulaşacağı her yere deniz yoluyla şarap ihraç etti. Bölgenin limanları bu kapasiteye sahip. Ticari bağlantılar bölgenin üstünlüğünü ortaya koyuyor. Bybassos'ta milattan önce 300 yıllarında başlayan bağcılık faaliyetleri, milattan önce 100'e kadar sürmüştür. Doğal afetler nedeniyle bir dönem yapılmayan üzüm yetiştiriciliği Roma döneminde yeniden bir ivme kazanmıştır" diye konuştu.


Doç.Dr. Kaan Şenol, "Roma dönemiyle birlikte globalleşme söz konusu oluyor. Bybassos yeniden restore ediliyor ve bölge orta sınıfa hitap eden şarap üreterek Avrupa'ya gönderme görevi veriliyor. Bölgede bulunan amforalardan şarapların deniz suyu ve tatlı su ile yapılan çeşitlerinin olduğunu görüyoruz" dedi.

Üzüm üretiminin 3 kez durduğunu dile getiren Doç.Dr. Kaan Şenol, "Bybassos'ta çok büyük üretim yapılmış. Arazide yapılan yüzey araştırmaları ve uydu tespitleri sonucu bölgenin yıllık şarap rekoltesinin 22 bin 565 hektolitre olduğunu saptadık. Bu rakam antik dönem koşullarında 87 bin amforaya denk geliyordu. Tüketim merkezlerindeki buluntular da bu rakamları doğruluyor. Şarabın ihraç edilmesi için amfora (iki kulplu, dibi sivri, dar boyunlu, karnı geniş testi) üretildi. amforanın üretimi için yüksek derecede sıcaklık gerekiyordu. Bu nedenle bölgedeki tüm ağaçlar kesildi. Ormanların tahrip edilmesiyle erozyon, doğal afetler ve kuraklık başladı. Bölge terk edildi. 70 yıl sonra doğa kendini yeniden onardı ve bölgede yeniden üzüm üretimi başladı" dedi.

Yeni Asır, Haber: Fatih Abacıoğlu, 03.12.2011

SUZİ ÇELEBİ'NİN TÜRBESİNİ KİM İHYA EDECEK?

 

 

Divan şiirimizin önemli isimlerinden Suzi Çelebi'nin Prizren'de bulunan türbesi metruk bir halde. Adeta bir çöplüğü andıran türbe ve çevresindeki mezarlık, görenleri üzüyor. Edebiyatımıza Gazavatname gibi önemli bir eser bırakan şairin türbesi ilgi bekliyor.

 

Şair ve tezkire yazarı Aşık Çelebi, ünlü eseri 'Meşairü'ş-Şuara'da üç şehir hakkında şunları söyler: "Prizren'de bir oğlan doğsa, adına mahlas eklerler. Yenice'de oğlan doğsa, çocuk Farsça konuşmaya başlar. Priştine'de ise belinde divitle doğar. Dolayısıyla Prizren şairler kaynağı, Yenice Farsça ocağı, Priştine ise katip yatağıdır." Aşık Çelebi hem şair hem de Prizrenli olduğu için bunları söylediğini sanmayın. Kosova'daki bu şirin Türk şehri geçmişte birçok büyük şairi yetiştirdi. Aşık Çelebi, Bahari, Mümin, Nehari, Sa'yi, Sucudi, Aşık Ferki... Listeyi günümüze kadar uzatmak mümkün. Ancak konumuz Prizrenli şairler değil. Onların en meşhurlarından olan ve Suzi Çelebi.

 

"Durup dururken Suzi Çelebi de nereden çıktı?" diyebilirsiniz. Anlatalım. Türkiye Yazarlar Birliği'nin (TYB) iki yılda bir düzenlediği "Türkçenin Uluslararası Şiir Şölenleri"nin 9.su 2011'in Mehmet Akif yılı olması sebebiyle geçtiğimiz günlerde onun baba ocağı Kosova'da yapıldı. Şölenin etkinlik programında Suzi Çelebi türbesinin ziyaret edilmesi de vardı. Ancak o ana kadar adı gibi şölen havasında geçen etkinlik, çehresini hüzne çevirdi. Çünkü şairler 16. yüzyılda yaşayan ve meşhur Mihail oğlu Ali Bey Gazavatnamesi'nin yazarı bu büyük şairin türbesini metruk bir halde buldu.

 

Şairin sağlığında yaptırdığı caminin arkasında bulunan türbe ve çevresindeki mezarlık adeta bir çöplüğü andırıyor. Çatısı yıkılmış, kapısı ve camları kırılmış olan türbenin içinin hali de içler acısı. Suzi Çelebi ve kardeşi Nehari mahlaslı Ramazan'ın birlikte yattığı türbenin içinde, yabancı otlar büyümüş. İçindeki duman ve yanmış odun kalıntılarından buranın zaman zaman kimsesizler tarafından kullanıldığı anlaşılıyor. Ayrıca Sırp tarihçisi Olesnicki'nin bahsettiği türbe kitabesi de bulunmuyor. Sadece türbe değil, çevresindeki mezarlığın hali de içler acısı. Caminin de bakıma ihtiyacı var.

Şairler, TİKA'nın ilgisini bekliyor

Şölene katılan şairler, gördüğü bu manzaraya çok üzüldü. Bir şairin ebedi istirahatgahının içler acısı durumu, onları derinden etkiledi. Hatta bazı şairler duygularına engel olamayıp gözyaşı bile döktü. Kafile'de bulunan TYB Şeref Başkanı D. Mehmet Doğan, Suzi Çelebi'nin türbesinin halinin kendilerini çok üzdüğünü ve konuyu Türkiye'deki yetkililere ileteceğini söyledi. Kafilede bulunan şairler de Doğan'a Kosova'daki birçok eseri ihya eden Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı'na (TİKA) iletmesini rica etti.

 

Kültür Bakanlığı'nın sitesinde Suzi Çelebi'yle ilgili şu bilgiler yer alıyor: Prizren'de doğdu. Doğum ve ölüm tarihleri belli değil. Sırp tarihçisi Olesnicki'nin Prizren'deki Suzi Çelebi'ye ait türbe kitabesine dayanarak verdiği bilgilere göre asıl adı Mehmed'dir. Mahmud adlı birinin oğludur. Dedesinin adı Abdullah'tır. Ölüm tarihi de 931/1524'tür.

 

Suzi Çelebi, ilk öğrenimini Prizren'de yaptı. Tahsilini yarım bırakıp Nakşibendi tarikatine girdi. Nakşibendi Suzi diye tanındı. Sonra Rumeli'ne gitti. Mihaloğlu Ali Bey'in yanında uzun zaman kaldı. Onun savaşlarını manzum olarak kaleme aldı.

 

Ölümünden sonra bir müddet oğlu Mehmed Bey'in yanında bulundu. Sonra Prizren'e döndü. Burada İlyas Hoca Mahallesi'nde Bistrica suyu kenarında bir mescit ile medrese yaptırdı.

Ömrünün sonuna kadar kendi mescidinde imamlık ve müezzinlik, medresesinde de öğretmenlik yaptı. Suzi Çelebi, Yavuz Sultan Selim tarafından 1512-1520 tarihli "temlikname" ile kendisine verilen Prizren yakınlarındaki Grajdanik Çiftliği'ni, bu mescit ile medresesinin yönetimi için vakfetti. Söylentiye göre, Suzi Çelebi'nin Nehari mahlaslı Ramazan adında bir de kardeşi vardır. Her ikisinin mezarı, mescidin yakınındaki bahçededir.

Zaman, Haber: Ali Pektaş, 03.12.2011

 

 

 

SUZİ ÇELEBİ'NİN TÜRBESİ'Nİ TİKA İHYA EDECEK

 

Divan şiirimizin önemli isimlerinden Suzi Çelebi'nin Kosova'nın Prizren şehrinde bulunan metruk haldeki türbesi, Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) tarafından ihya edilecek.

 

TİKA Başkanı Dr. Serdar Çam, konuyla ilgili çalışma başlattıklarını ve gerekli fizibilite çalışmalarının ardından türbenin restorasyon işlemlerini yapacaklarını söyledi.

 

Zaman Gazetesi CumaErtesi ekinde 3 Aralık'ta yayımlanan haber, ünlü Mihailoğlu Gazavatnamesi'nin yazarı Suzi Çelebi'nin türbesinin içler acısı halini gündeme getirmişti. 16. yüzyılda yaşayan şairin kardeşiyle birlikte yattığı türbesini geçtiğimiz hafta Türkiye Yazarlar Birliği'nin düzenlediği Türkçenin 9. Uluslararası Şiir Şöleni'ne katılan şairler ziyaret etmişti. Metruk halde bulunan türbe ve çevresindeki mezarlara duygulanan şairler, yetkililerin konuyla ilgilenmesini istemişti. Konuyla ilgili haberin yayınlanmasının ardından harekete geçen TİKA, Suzi Çelebi türbesinin restorasyonu için çalışma başlatıyor. Türbeyle ilgili Kosova Koordinatörlüğü'ne talimat verdiğini belirten TİKA Başkanı Dr. Serdar Çam, gerekli fizibilite çalışmasının ardından konunun 2012 programına dahil edilmesinin sağlanacağını ifade etti. Gerekli görüldüğü takdirde türbe ile Suzi Çelebi Camii'nin bakım ve onarımdan geçirilebileceğinin de müjdesini veren Çam, Türkiye'yle tarihi ve kültürel bağları bulunan Orta Asya, Kafkasya, Karadeniz ve Balkan ülkelerindeki çalışmaların hız kesmeden devam ettiğini sözlerine ekledi. TİKA, Kosova'da Fatih ve Sinan Paşa camileri, Sultan Murat Hüdavendigar Türbesi gibi onlarca Türk eserinin restorasyonunu tamamlamıştı.

Zaman, Haber: Ali Pektaş, ab06.12.2011

KİTAPTAKİ HAZİNEYİ ARIYORLARDI!

 

 

Bursa’da, Merkez Osmangazi İlçesi Uludağ eteklerinde bulunan Yiğitali Köyü Gölcük mevkiinde devriye gezen jandarma ekipleri, bir ağacın dibinin beş kişi tarafından kazıldığını gördü. Jandarmayı görünce yanlarında getirdikleri kazma, kürek ve halatları bırakıp kaçmak isteyen M.E. (75), M.B. (63), Y.D. (30), A.İ.A.(48) ve E.Y. (41) kovalamaca sonucunda yakalandı. Gözaltına alınan 5 kişi, sorgulanmak üzere Osmangazi Jandarma Bölük Komutanlığı’na götürüldü.

Şüpheliler kendini şöyle savundu: Bir kitapta Uludağ eteklerinde yaşamış Yunanlı Yorgo isimli bir kişinin bu bölgeye 3 ton hazine gömdükten sonra üzerine çam ağacı diktiğini okuduk. Daha önceden herhangi bir suç kayıtları bulunmayan şüphelilerin, “Eğer altınları bulsaydık yetkilileri durumdan haberdar edecektik. Bir şey bulmadan kimseyi rahatsız edip meşgul etmek istemedik” dedikleri öğrenildi.


Şüphelilerin savcılığa getirilmesi sırasında 75 yaşındaki M.E.’nin, elinde baston ile bir askerin koluna girerek geldiği görüldü. Kaçak kazı yapmak suçlamasıyla Cumhuriyet Savcılığı’na sevk edilen 5 şüpheli tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.

Milliyet, 03.12.2011

TARİHİ ESKİŞEHİR HAN OTEL OLARAK HİZMET VERECEK

 

Bursa'da, Davut Paşa tarafından 1517 yılında yaptırılan, Eskişehir Han, 5 asır sonra yeniden restore edilecek. Tarihi hanın üst katı butik otel olarak hizmet verecek.

 

Mülk sahiplerinden kat karşılığı olarak alınan Eskişehir Han’da restore edilirken
üst katlar Büyükşehir Belediyesi tarafından butik otel olarak kullanılacak


Tarihi İpek Yolu üzerinde bulunan arabacı hanlarından biri olan han Davut Paşa tarafından 1517 yılında yaptırıldı. 1530 ve 1765 yıllarında meydana gelen yangınlar sonucu büyük zararlar gören çarşı 1608 yılında Kalenderoğlu isyanlarında yakılıp yıkılmış, zaman içerisinde bugünkü görünümüne bürünmüştü

Turizm Gazetesi, 02.12.2011

REMBRANDT'IN KAYIP OTOPORTRESİ BULUNDU

 

 

Sanat tarihçisi Ernst Van de Wetering, yüz kısmında herhangi bir ayrıntının bulunmadığı portrenin Rembrant'ın "Sakallı Yaşlı Adam" adlı tablosunun altında keşfedildiğini açıkladı. Rembrandt Araştırma Projesi'ni yürüten Van de Wetering, portre ile Rembrandt'ın diğer eserleri arasında boyama tarzı açısından teknik benzerliklerin bulunduğunu kaydetti. New York'taki Brookhaven Ulusal Laboratuvarı ve Fransa'daki ESRF ışık kaynağında ileri bilimsel teknikler kullanılarak taramadan geçirilen tablo, Rembrandt tarafından 1630 yılında yapılmıştı. 

Boya katmanlarının altındaki renk maddelerini bulmak için x ışını kullandıklarını kaydeden Van de Wetering, portrenin Rembrandt'ın çıraklık dönemine ait olduğunu ve ünlü ressamın ustalığını nasıl geliştirdiğini göstermesi açısından büyük önem taşıdığını söyledi. X Işını Floresan Spektrometre tekniği, boyadaki farklı kimyasal unsurların tespit edilmesine olanak tanıyarak gizli görüntünün ortaya çıkarılmasını sağladı. Özel bir koleksiyoncuya ait olduğu açıklanan tablo, gelecek yıl Amsterdam'daki Rembrandt Müzesi'nde sergilenecek.

Radikal, 02.12.2011

SAKARYA MÜZESİ YENİLENECEK

 

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı, müzeleri çağdaş müzecilik anlayışıyla yenileme projesi kapsamında 2012 yılında Sakarya Müzesini yeniden düzenleyecek.

 

Kültür ve tarihi birarada sunarak turizmi çeşitlendirmeyi amaçlayan Kültür ve Turizm Bakanlığı, müzeleri çağdaş müzecilik anlayışıyla yenilemeye devam ediyor. Bu yıl 16 müzenin yenilenerek açılışı gerçekleştirilirken Sakarya Müzesi için çalışma 2012’de yapılacak. Yeniden düzenlenecek olan Müze, çalışmalar bitene kadar ziyarete kapalı olacak. 2012’de yeni haliyle hizmete girecek olan Sakarya Müzesi’nin nasıl bir görünüme kavuşacağı merakla bekleniyor.

 

Bakanlık, son yıllarda belli bir program çerçevesinde mevcut müzeleri çağdaş müzecilik anlayışıyla yenileme, yenilerini yapma çalışmalarını yoğun şekilde sürdürüyor. Bu çalışmalar, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nce yürütülüyor.

 

Yürütülen çalışmalar kapsamında önümüzdeki yıl Osmaniye ve Kilis'te iki yeni müze açılması planlanırken Sakarya Müzesi de çağdaş müzecilik anlayışıyla yeniden düzenlenecek ve yeni haliyle açılışı gerçekleştirilecek.

 

2012'de yenilenerek açılışı planlanan diğer müzeler şunlar: “Antalya Alanya Müzesi, Adana Arkeoloji Müzesi, Aksaray Müzesi (sergi salonları), Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi (sergileme sistemi), Aydın Arkeoloji Müzesi (yeni bina), Tokat Arkeoloji ve Etnografya Müzesi, Topkapı Sarayı Müzesi (mutfaklar bölümü), Kahramanmaraş Müzesi, Edirne Türk ve İslam Eserleri Müzesi, Diyarbakır Cahit Sıtkı Tarancı Evi Kültür Müzesi, Diyarbakır Ziya Gökalp Müzesi, Edirne Arkeoloji Müzesi.''

 

Öte yandan, Kültür ve Turizm Bakanlığı çalışmalarını çağdaş müzecilik anlayışıyla sürdürüyor. Bakanlık, tüm kültürlere ait eserlerin modern teşhir anlayışıyla sergilendiği, Anadolu uygarlıklarının sanal ortamda tanıtımlarının yapıldığı, başta geçici ve kalıcı sergiler olmak üzere çeşitli eğitici ve öğretici kültürel etkinliklerin gerçekleştirildiği müzeciliği yaygınlaştırmaya çalışıyor.

Sakarya Kent Haber, 02.12.2011




.. TAY Projesi . Kuruçeşme Cad. 67/B
34345 Kuruçeşme İstanbul
Tel: 0 (212) 265 7858 - Faks: 0 (212) 287 1298
e.posta: info@tayproject.org

Copyright©1998 TAY Projesi