Haberler logo Nisan '12 Arşivi


29 Nisan - 05 Mayıs 2012

DÜNYANIN EN GÜZEL BİNASI AYASOFYA

 

ABD’de basılan Forbes dergisinin Quora soru-cevap sitesi ile yaptığı anket sonucunda Ayasofya dünyanın en güzel binası seçildi.

 

Listenin ilk 5 sırasında şu binalar yer aldı:


1-Ayasofya

2-Tac Mahal - Hindistan

3-Sidney Opera Evi - Avustralya

4-Sagrada Familia - İspanya

5-Hazine(Al-Kazneh)- Ürdün

Milliyet, 04.05.2012

YEŞİL CAMİ AÇILIYOR, MURADİYE RESTORASYONA GİRİYOR

 

 

Vakıflar Haftası önümüzdeki hafta bir dizi faaliyetle kutlanacak. Bursa Vakıflar Bölge Müdürlüğü, 2011 yılı çalışma raporları ile 2012 faaliyetlerini kamuoyuna açıkladı.

 

Bursa, Bilecik ve Yalova vilayetlerinde hizmet veren Bursa Bölge Müdürlüğü'nde 654'ü akar, 521'i hayrat olmak üzere bin 158 gayrimenkulü bulunuyor. 2011 yılında 755 kiracıdan toplam 7 milyon 560 bin lira tahsilat yapan Vakıflar Bursa Bölge Müdürlüğü 7 eseri toplam 3 milyon 700 bin liralık harcama ile ayağa kaldırdı. 2011 yılının en önemli restorasyonu olan Yeşil Camii'ne 1.6 milyon lira sponsor katkısı sağlayan Bursa Bölge Müdürlüğü genel bütçeye destek olmayı da başardı.

Vakıflar Bursa Bölge Müdürü Mürsel Sarı, 2012 yılında da 4.5 milyon liralık harcama ile 9 önemli eserin ihya edileceğini belirtti. Geçen yıl Gürsu Orta Cami'ye 653 bin lira, Mudanya Hasanbey Camii'ne 317 bin lira, Osmangazi Hacılar Camii'ne 83 bin lira, Molla Fenari Camii'ne 209 bin lira, İznik 2. Murad Hamamı'na 562 bin lira, Yıldırım Hüsamettin Tekke Camii'ne 231 bin lira harcandı. Harput Holding'in 1.6 milyon liralık sponsorlukla ilk günkü haline getirilen Yeşil Camii de 11 Mayıs Cuma günü Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın da iştiraki ile yeniden ibadete açılacak.


MURADİYE CAMİİ'NDE BÜYÜK RESTORASYON BAŞLIYOR
Restorasyon projeleri Kültür Varlıkları Koruma Kurulu tarafından onaylanıp ihalesi yapılan 9 çalışma da devam ediyor. Bursa Hamza Bey Camii ve türbeleri, 1 milyon liraya eski ihtişamına kavuşturulacak. Selatin camilerden Muradiye de önümüzdeki günlerde ibadete kapatılarak restorasyona alınacak. Muradiye için 833 bin liralık ihale yapıldı. Muradiye'de vakıf müzesi yapılması düşünülen medresenin de Sağlık Müdürlüğü tarafından boşaltılması halinde hemen kurşun işlerinin yapılarak basit onarımının gerçekleştirileceği bildirildi.

Mustafakemalpaşa İlçesi'ndeki Şeyh Müftü Camii'nin tamiratı içinde 974 bin lira ayrıldı. Bilecik'in Osmaneli İlçesi'ndeki Rüstempaşa Camii 447 bin liraya, yangın geçiren ancak duvarları sağlam olan Karacabey Ulucamii 563 bin liraya, Şehreküstü'de şahıstan alınıp yeniden cami yapılmaya başlanan Zagfiranlık Mescidi 355 bin liraya, Bilecik'teki Edebali Türbesi 259 bin liraya, Gölyazı surları ise 66 bin liraya yenileniyor. Bu çalışmalara karşılık Vakıflar Bölge Müdürlüğü 2012 yılında kiracılarından 8 milyon 250 bin lira almayı planlıyor. İlk 3 aylık sürede 2 milyon lirayı da tahsil etti.

Bursalılar Vakıflar'dan daha fazla hizmet beklediklerini belirterek, CHP döneminde özel şahsa satılan Tavukçuoğlu Mescidi'nin de alınarak ibadete açılmasını istiyolar. Muradiye'de yerinde olmayan Elvan Bey Camii'nin yeniden inşaasını talep eden vatandaşlar, camilerdeki tarihi hat levhalar ve tombaklar ile malzemelerin sergileneceği bir müzenin de şehre değer katacağını belirtti. Kayhan'daki Selçuk Hatun Camii de restorasyon bekliyor.

Vakıflar bölgede 244 muhtaç vatandaşa aylık 354 lira öderken, 714 ilk ve orta öğretim öğrencisine aylık 60 lira burs veriyor. Bu bursların 100 liraya çıkartılması isteniyor.

Bursa Hakimiyet, 03.05.2012

DÜNYANIN EN PAHALI TABLOLARI

 

Büyük sanat eserleri genellikle yüksek fiyatlara satılıyor fakat bazılarının fiyatları gerçekten dudak uçuklatıyor.


Yapıldıkları dönemlerde satılamayan, unutulmuş ya da önemsenmeyen eserler gün geçtikçe değer kazanıyor.


İşte Pablo Picasso’dan Van Gogh’a kadar bir ünlü ressamın yaptığı dünyanın en pahalı 10 tablosu.

 


No. 5, 1948: Amerikalı ekspresyonist ressam Jackson Pollock tarafından yapılan No.5, 1948, 140 milyon dolara satıldı. Tablo dünyanın en pahalı tablosu ünvanını koruyor.

 


Woman III : Ekspresyonist ressam Willem de Kooning tarafından 1953 yılında tamamlanan tablo, 2006 yılında tam 137.5 milyon dolara satıldı.

 


Portrait of Adele Bloch-Bauer I : Gustav Klimt tarafından 1907 yılında yapılan tablo, 2006 yılında New York’da 135 milyon dolara satıldı.

 


Portrait of Dr. Gachet : Vincent van Gogh’un ömrünün son günlerini yaşadığı 1890′ın Haziran ayında meydana getirdiği bu sanat eseri, 1990 yılında 82,5 milyon dolara satıldı. Fakat eserin bugünkü değeri 129 milyon dolar

 


Bal au moulin de la Galette, Montmartre:Fransız ressam, Pierre-Auguste Renoir tarafından 1876 yılında tamamlandı. 1990 yılında 78 milyon dolara satılan tablonun bugünkü değeri 122.8 milyon dolar.

 


Garçon à la pipe : Pablo Picasso, bu tabloyu henüz 24 yaşındayken bitirdi. Picasso’nun bu eseri 2004 yılında Pablo 104 milyon dolara satıldı.

 


Irises: Vincent van Gogh’un Portrait of Dr. Gachet tablosu gibi önrünün son günlerinde tamamladığı tablonun değeri 97.5 milyon dolar.

 


Dora Maar au Chat: Pablo Picasso’nun 1942 yılında yaptığı ünlü tablosu Dora Maar au Chat yani Dora Maar ve Kedi, 2006 yılında 95 milyon dolara satıldı.

 


Portrait de l’artiste sans barbe: Ressam Vincent van Gogh’un otoportresi olan tablonun değeri, 90 milyon dolar.

 



Portrait of Adele Bloch-Bauer II: Gustav Klimt’in 1912 yılında tamamladığı tablo, 2006 yılında 88 milyon dolara alıcı buldu.

Habertürk, 03.05.2012

VAN GOGH ALIVE 15 MAYIS'A KADAR AÇIK

Abdi İbrahim'in 100. yıl kutlamaları kapsamında Türk sanatseverlerle buluşan 'Van Gogh Alive Dijital Sanat Sergisi'ni gezmek için son gün 15 Mayıs.

Abdi İbrahim'den yapılan açıklamaya göre, 10 Şubat'ta açılan sergi, yaklaşık 150 bin ziyaretçi tarafından gezildi.

Sanatseverler tarafından büyük ilgi gören sergi, pazartesi günleri kapalı olmasına rağmen, kapanışından bir gün önceye özel olarak ziyarete açık olacak.

15 Mayıs'a kadar İstanbul'da görülebilecek serginin bir sonraki durağı Ankara olacak. Sergi, 15 Ekim-30 Aralık tarihleri arasında da Ankara Cer Modern'de gezilebilecek.

Habertürk, 03.05.2012

BİR MEKTUP


 

29 Nisan Pazar günü eşimle birlikte Ayvalık'a gittik. Bu geziyi hemen hemen tüm gazetelerde Sabancı-Dinçer ailesi tarafından restore edildiği haberleri yapılan Ay Işığı Manastırını görmek için planlamıştık.

 

Cunda adasına geldiğimizde Pateriça köyleri ve Ay Işığı Manastırı yolunu gösteren yönlendirici tabela doğrultusunda ilerledik. Yol boyunca üç tabela daha bizi manastıra yönlendirdi. Yol çok bozuk olduğu için saatte on km. hız ile ilerleyebildik ve manastıra varmamız bir saati buldu.

Ancak kapıya vardığımızda bir güvenlik görevlisi buranın bir "özel mülk" olduğunu ve gezilemeyeceğini bildirdi. Böyle zorlu bir yoldan geldikten sonra tarihi yapıyı gezebilmek için biraz ısrarkar olduk ancak genç görevli buranın halka kapalı olduğunu, bizim gibi pek çok ziyaretçinin geri çevrildiğini üzgün bir ifade ile adete utana sıkıla anlattı.

 

Bu genç görevlinin yüzündeki sıkıntının, mahcubiyetin acaba onda birini bu tarihi eseri restore ettiklerini adeta davul zurna ile kamuya duyuran, sonra da bu kültür mirasını halka kapatan ailenin bireyleri hissetmişler midir?

 

Bizi tek mutlu eden şey ise bu mirası görebilmek için gelen beş arabayı yoldan çevirmemiz idi, hiç olmazsa bu insanlar bizim gibi bu zorlu yolda eziyet çekmediler.

 

Pateriça Köyü'nden geçerken başımıza gelenleri köylülerle paylaştık ve köy ahalisinin de burayı alan kişilerden hoşlanmadığını anladık, hepsi insanların geri çevrilmesinden çok rahatsızdılar. Köylüler bize bir şeyler ikram ederek üzüntümüzü kendilerince hafifletmeye çalıştılar.

 

Aynı gün öğleden sonra Aşıklar Tepesinde Koç ailesi tarafından restore edilen tarihi değirmene çıktık. Yapıyı mükemmel bir minik kütüphane haline getirmişler, her biri insanı mutlu eden zarif detaylar, Koç ailesi tarafından adı kütüphaneye verilen diplomat Necdet Kent ve ailesini tanıtan broşürler, Cunda'yı tepeden seyredeceğiniz nefis bir teras, ufak tefek atıştırmalıkların makul fiyata sunulduğu bir kafeterya ve mis gibi tuvaletler. Kent kütüphanesi her ziyaretçinin son derece mutlu ve Koç ailesine müteşekkir kalarak ayrıldığı bir tarih/kültür yapısı olmuş. Koç'ların gönüllerine sağlık, Allah razı olsun.

 

Şimdi bizim anlamadığımız konular şunlardır;

1. Ay Işığı Manastırı özel ve kapalı bir mülk ise yol boyunca ne için tabelalar konmuştur? Bu tabelalar eski ise neden kaldırılmamıştır?

2. Burası halka açık değil ise hangi sebeple Sabancı-Dinçer ailesinin alicenaplığını gözümüze sokan çarşaf çarşaf restorasyon haberleri yapılmıştır? Üstelik bu haberler yanıltıcıdır, okuyan kişilere buranın bir müze-ev olarak kullanılacağı mesajı verilmiştir. Bu haberlerde buranın özel mülk olduğu ve halka açık olmadığı uyarısı neden yapılmamıştır?

3. Buckingham sarayı bile belli bir parkur çerçevesinde gezdirilirken manastırı restore ederek güya tarih ve kültür mirasımıza sahip çıkan bu ailenin tutumu nasıl açıklanır?

 

Beyefendi, yaz sezonunun gelmesi ile bizler ve bizim yoldan çevirdiğimiz vatandaşlar gibi pek çok tarih sevdalısı burayı ziyaret etmek için manastırın bozuk yoluna düşecek ve eziyet çekeceklerdir. Sabancı mülkünün kapısından gönlü kırık insanların dönmemesi, daha fazla vatandaşın mağdur olmaması için bu yapının ziyarete kapalı olduğu haberini yapabilirseniz çok yararlı olacağı kanaatindeyim. 

 

Akşam Taş Kahvede yan masada manastırın kapısından çevrilen iki aile aynı konuyu konuşuyorlardı, "zenginlik ne kadar kazandığınla değil kazandığını nasıl harcadığın ile ilgili bir şey" dedi beylerden biri. Sanırım Sabancı-Dinçer ailesi bu anlamda henüz yeterince zengin değil.

 

Saygılarımla

Dr. Ender Selçuk, 03.05.2012

TARİHİN EN ESKİ KAN ÖRNEĞİ OTZİ'DEN

 

 

Bilim insanları buz adam Otzi üzerinde yaptıkları araştırmada alyuvar hücresi buldu. Kan hücreleri çok kolay bozulduğu için eski örneklerden kan örneği bulmak mümkün olmuyordu. 1991 yılında İtalyan Alpleri’nde bulunan 5300 yıllık mağara adamı Otzi’nin üzerinde yapılan ilk incelemelerde de kan kalıntısına rastlanmamıştı. Ancak Royal Society Interface adlı dergide yayımlanan son araştımaya göre Otzi’nin yaralarında alyuvar hücreleri tespit edildi. Dergi Otzi’yi mükemmel bir biçimde muhafaza eden koşullar sayesinde ölümünden kısa bir süre önce akan kanının da korunmuş olduğunu söylüyor.


Otzi’nin kanı şimdiye dek elde edilmiş en eski kan örneği. Otzi bir grup doğa yürüyüşçüsü tarafından sırtına bir ok saplı şekilde bulunduğundan beri araştırmacılar mağara adamının ölümünün detaylarını ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bu yeni bulgu dünyanın en eski cinayeti olarak adlandırılan hikayede yeni bir ipucu olarak yorumlanıyor.

Radikal, 03.05.2012

YUNANİSTAN'DA SİYASİLERDEN BİZANS OYUNU

 

Yunanistan'ın önde gelen siyasi partilerden biri olan muhafazakar Yeni Demokrasi Partisi (YDP), seçim kampanyasında kullandığı televizyon spotları eleştiri konusu oluyor. Antik Yunan'ın büyük filozoflarının, Olimpiyat ateşinin, ünlü Yunan siyasetçilerinin yer aldığı bir spotunda Ayasofya Müzesi'nin 1453 öncesini anımsatan bir gravür de bulunuyor. Minaresiz Aya Sofya'nın kubbesinde ise bir haç görünüyor. YDP'nin Ayasofya'yı bu şekilde seçim malzemesi olarak kullanması Yunan basınında da eleştirilere yol açtı. Yapılacak seçimlerde tek başına iktidara gelebilmek için her türlü yolu deneyen YDP'nin, buna rağmen, seçimlerde birinci parti gelse bile tek başına iktidara gelecek kadar oy alamayacağı tahmin ediliyor. YDP'nin milliyetçilik söylemleriyle son zamanlarda yükselişe geçen irili ufaklı aşırı milliyetçi partilerden oy çalmayı amaçladığı gözleniyor. Milliyetçi söylemleriyle tanınan YDP lideri Andonis Samaras, seçim kampanyalarında ayrıca Türkiye'yle sürtüşmelere yol açan Münhasır Ekonomi Bölgeler (MEB) ilan edeceğini açıklamaktan da k açınmıyor.

Sabah, Haber: Stelyo Berberakis, 03.05.2012

MİMARLIK TARİHİ SÖYLEŞİLERİ: UĞUR TANYELİ

 

 

Uğur Tanyeli ile mimarlık ve sanat tarihi disiplinlerinin kendi özellerinde ve güncel mimarlık pratiğindeki yeri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Betül Atasoy: Öncelikle mimarlık ve sanat tarihine ilginizin nasıl başladığından söz edebilir misiniz?

 

Uğur Tanyeli: Neredeyse kendimi bildim bileli mimar ve mimarlık tarihçisi olmak istiyordum dersem yanlış olmaz. Kabaca, yanlış hatırlamıyorsam ilkokul üçüncü sınıfta mimar olmaya karar verdim. Mimarlık fakültesine girmeden önce de mimarlık tarihine hep ilgim vardı. Annemin dayısının, evinde mimarlık kitapları ve dergileri vardı. Dolayısıyla onları görüp, mimarlığın şahane birşey olduğuna karar verdim. Ancak hemen mimarlık fakültesine girmedim. Bir sene Teknik Üniversite'de inşaat mühendisliği okudum. İnşaat mühendisi olursam, Nervi'ler, Candela'lar gibi, ki o dönem çok önemliydiler, Türkiye'de hem mühendis hem tasarımcı olmak gibi ikili bir rolün mümkün olduğunu zannediyordum. Bir sene okuduktan sonra, fakültede tasarıma uzaktan yakından benzeyen hiçbir şey olmadığını gördüm. O kadar yoktu ki, tasarı geometri dersinde bile, bir tasarım yapıp onu çizmek tuhaf karşılanıyordu. Tadım kaçmıştı bir sene sonra.

 

BA: Böylece Akademi'ye geçiş yaptınız.

UT: O da şu şekilde gerçekleşti. Yoldan geçerken bir pankartta "Güzel Sanatlar Akademisi'ne giriş kursları" yazdığını gördüm. Hala o dönemde Akademi'nin ayrı sınavı vardı. Sınavına müracat ettim ve bir sene gecikmeli olarak mimarlığa başladım. Akıllılık da etmişim. Kendimi çok iyi hissettiğimi itiraf etmeliyim. Önceki sene kabus gibi geçmişti. Düşünmeye başlamıştım "Ne yapacağım bu mühendislik mesleğiyle?" diye. Hiçbir şekilde aklıma yatmayan bir meslek alanına girdiğimi düşünüyordum. Aklım sıra uyanıklık yaptım, ama o uyanıklığın geri tepti ve tam tersi bir sonuç verdi. Mimarlığa giriş bağlamında böyle bir maceram var. Mimarlık tarihi de aynı şekilde. Mimarlık tarihçisi olma meselesi bu kadar erken değil, ama bir ara gerçekten üniversiteye girerken sanat tarihine girip girmemeyi düşünmedim diyemem. Ancak böyle bir riski de göze alamadım. Seçseydim, itiraf etmeliyim ki kendimi kötü hissedecektim. Sanat tarihi çok hızlı bir şekilde seçeneklerin arasından sildiğim bir başlık oldu. Daha sonrasında eğitimim içerisindeyse kaçınılmaz hale geldi.

 

BA: Mimarlık tarihi yazımı deyince ilk akla gelen mimari üsluplar olur diye düşünüyorum. Ancak siz geçen haftalarda gerçekleştirdiğiniz "Habis Bir Mimarlık Kavramı Olarak Yer" başlıklı konuşmada geleneksel tarih yazımının yer ve stilin aynı bağlamda ele aldığını ve bunun da problemli bir bakış açısı olduğunu söylemiştiniz. Bu doğrultuda kısaca mimarlık tarihini tanımlayabilir misiniz?

UT: Mimarlık tarihini doğrudan doğruya tanımlamak istemem. Benim "mimarlık tarihi pozisyonum tarihçi pozisyonudur" dediğimde kastettiğim şeyi aktarayım size. Benim için genel olarak toplumsal tarih diye bir alan var ve onun içerisinde bazılarımız mimarlık olgularıyla ilgileniriz. Ancak toplumsal tarih şurada biter, mimarlık tarihi ya da sanat tarihi şurada başlar gibi bir anlatımın problemli bir anlatım olduğu kanısındayım. Dolayısıyla o sınırı çizmemek benim temel seçeneklerimden biridir. Böyle olunca da, "yer" konferansında dile getirdiğim gibi, sosyal bilimler literatürüne ilgim, mimarlık tarihinin özgül literatürüne olan ilgimden daha fazladır diyebilirim. Bu bana ve benim gibi bir grup insana özgü bir seçenek. Mimarlık tarihçilerinin önemli bir bölümü ayrı, bağımsız, hiç değilse özerk bir mimarlık tarihi olduğu, dolayısıyla da nerede duracaklarına bildiklerine inanırlar. Ben böyle bir yerin olmadığı ve bunu bilmenin de mümkün olmadığı kanısındayım. Çokca tekrarladığım Georg Simmel'in kent için dile getirdiği bir sözü var. Bunun mimarlık için de doğru olduğuna inanıyorum ve vurgulamak istiyorum. Diyor ki "Kent toplumsal sonuçları da olan bir fiziksellik değildir, tam tersine zaman zaman fiziksel bir görüntüsü de olan bir toplumsallıktır". Mimarlık da aslında böyledir. Gerçekte toplumsallıktır, zaman zaman da fiziksel sonuçlar alır. Kaldı ki, fizikselliği de toplumsallıktan başka birşey değildir. Böyle baktığınızda, kaçınılmaz olarak "Mimarlık tarihi toplumsallıkla uğraşmaktır" diyoruz. Hele mimarlığın önemli bir ölçüde söylemsel hale geldiği bir dünyada sadece fiziksellikle uğraşmaya odaklı bir düşünceye veya bu tür bir mimarlık tarihine inanmam mümkün değil. Başlangıçtan itibaren de "Mimarlık tarihi toplumsal tarihtir" şeklinde özetlenebilecek bir pozisyonum var. Kendisine özgü, kapalı bir alan oluşturamaz, oluşturulmamalıdır da.

 

Sorunuzun başında gündeme getirdiğiniz "yer"le üslup örtüşmesinin sorunlu olduğu biçimindeki görüşümse, çok kısaca anlatırsam şöyle: Mimarlıkta belirli bir biçimlendirme yaklaşımının belirli, hatta sabit bir zamansallık-mekansallık içinde kodlanmış olduğunu düşünmek gerçekçi değildir. Morfolojiler hep zaman-mekanı aşma istidadındadırlar. Ait olmadıkları yerlere ulaşabilir, ait olmadıkları zamanlarda, aradan yüzyıllar geçtikten sonra belirebilirler. O sözünü ettiğiniz konuşmamda örneklerini vermiştim. Sözgelimi, Filistin'de, Akka'da bir Gotik katedral, Pekin'de bir Barok saray inşa edilebilir, edilmiştir de. O zaman sorunlaştırmamız gereken şey, belirli bir zaman-mekana, "yer"e ait olma durumunun ve inancının ta kendisidir. Konumlandıkları zaman-mekan sabit olmadığı gibi, mimari morfolojiler de bildik üslup tanımının işaret ettiğinin aksine sabit değildir. Ben mimarlık tarihçisi olarak böyle bir bilinçle işimi yapmaya çabalarım. Bu konu bu kadar özetlenirse pek anlaşılmayacak, ama yine de cevap vermek istedim.

 

BA: Mimarlık "kültür"ün içerisinde bir olgu. Bu doğrultuda mimarlık tarihinin okuma sınırlarının çok geniş olduğunu söyleyebiliriz. Peki bu durumda mimarlık tarihi üzerine çalışmak açısından mimar olmanın getirisi var mıdır?

UT: Dediğiniz gerçekten de tartışmaya açık bir konu. Kimisine göre mimarlık tarihçisi olmak için mimar olmak gerekmez. Bence de gerekmez, ama bir getirisi olabilir, çünkü en azından bu, alanın çoğulluğunu görme imkanı verir. "Sadece" mimarlık tarihi, sanat tarihi öğrenimi görürseniz, alanın kendi içerisinde başlayıp, kendi içerisinde bittiğine olan eğiliminiz daha güçlü oluyor. Bir sınır çizilebilir zannediyorsunuz. Meslek deformasyonu size onu veriyor, ancak mimarlıktan geldiğiniz zaman görüyorsunuz ki bu disiplinlerin aralarında bariyerler, sınırlar, engeller mevcut değil. Zaten siz de başka bir alandan kolayca bu alana transfer olmuşsunuz. Benim durumumda mühendislikten mimarlığa, mimarlıktan mimarlık tarihçiliğine giden güzergahı düşünecek olursanız, sınır nerede? Ben aynı adamım. Hiçbirinde de sırtımda yumurta küfesi yoktu. Kolayca değiştirebildim ve bunun çok büyük bir avantajı olduğuna inanıyorum. Bir sürü perspektiften çoğul gerçekliği görme şansınız var. Çoğu insan sadece meslek alanının sınırı yüzünden bu çoğul dünyayı kavramakta zorlanır, ama mimarların en azından deyim yerindeyse "displaced" olmaktan kaynaklı bir avantajları var tarihçilikte. Dünyayı kavramak ve bir anlamda özgürleşmek bağlamında her türlü "displacement" zaten avantajlı bir durumdur. İnsanın hep kendi ait olduğu, kendisini ait hissettiği "yer" bağlamında düşünmesi, başka "yer"leri, başka varoluşları görmesini zorlaştırır. Kendi açımdan ben böyle bir "displacement" durumundan memnunum.

 

BA: Arredamento Mimarlık'ın Şubat 2012 sayısında "Mimarlıkta Tarih Yazımı" başlıklı bir dosyaya yer verdiniz. Tayfun Gürkaş ise "Mimarlık gündemi mimarlık tarihi ile gerilimli bir ilişki içindedir. Mimarlık tarihi ya çok 'sevilir', sıklıkla öneminden bahsedilir ya da gereksiz bir ayak bağı, bazense koltuk değneği olarak görülür" diyor. Sanki mimarlık tarihinin tanımlanmamış bir konumu var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

UT: Tam olarak tanımlanmamış bir konum değil, ama "Tasarım Stüdyosu ve Mimarlık Tarihi" gibi kitapların yayınlandığı bir dünyada mimarlık tarihinin çarpık bir kavrayışa sahne olduğunu söyleyebilirim. Tayfun'un da işaret etmek istediği bu. Böyle bir kitabın anlamını kestirmek zor değil. Mimarlık tarihi tasarım stüdyosunda ne işe yarar? Böyle bir bakış açısıyla mimarlık tarihi ya da tarihe yaklaşılamaz. Bu "Siyaset ve Siyaset Tarihi" başlıklı bir kitabın yayınlanmasına benziyor. Dünyada siyaset tarihi ve kuramı metinlerini okuyarak siyaset yapan bir adam olduğunu mu zannediyoruz? Ya da siyasi pratiğin siyaset kuram ve tarihinin bir fonksiyonu olduğunu mu düşünüyoruz? Bu problemli bir bakış açısı. Tasarımcı ile siyasetçiyi karşılaştıracak olursak, siyasetçinin siyaset yapabilmek için siyaset tarihine mi ihtiyacı var? Siyaset tarihinin böyle bir araçsallığı yok. Mimarlık tarihinin de aynı şekilde olmamalı. Tayfun "Koltuk değneği olarak kullanılmak" dediğinde, "Tasarım yapacağız, bakalım mimarlık tarihi bize doğru yola işaret etme bağlamında ne söyleyecek?" sorusunun sık sık sorulduğunu belirtmek istiyor. Bu anlamda tarih hiçbir şey söylemeyecek. Tasarım yapmamıza ilişkin mimarlık tarihi ne yol gösterir, ne doğruyu yanlıştan ayırt etmeyi sağlar. Bütün tarihler gibi, anlamayı ve düşünmeyi sağlar. Tarih, geçmiş üzerine düşünmemizdir. Geçmişi yeniden üretiriz. Dolayısıyla sürekli olarak geçmiş üzerine düşünce üretebilme imkanımız olur. Tarihin en geniş anlamda ideolojik olduğunu ele alırsak, tarih bugünü anlamaya yöneliktir deriz. Bugünü anlamak için de sürekli geçmişten, deyim yerindeyse yararlanmaya çalışırız. Bu da mimarlık tarihinin durumunu mimarlık içerisinde tabii ki problemli bir duruma getirir. Ancak mimarlık tarihinin rahat bırakılması gerekir. Mimarlık tarihinin doğru yolu gösterme beklentisi, mimarlık tarihçisinin hem kendini fazla önemsemesi olur, hem de öteki alanlarda çalışanları da enayi yerine koyması olur. İkisine de hakkı yok, çünkü tasarım yapabilmek için insanlar her an mimarlık tarihi bilmek zorunda değiller. Ama bugünün dünyasında her birimiz, kendi mevcut pozisyonumuzu, mimarlar, özneler olarak ister tasarım yapalım, ister tasarım yapmayalım, anlamlandırmak istiyoruz diyorsak, tarihe ihtiyaç duyarız. Dünyada bugün kendimize bir konum, konumlar tanımlamak istiyorsak, başka pek bir aracımız yok. Kendinize ya dinsel veya siyasal görüşleriniz ya da tarihsel pozisyonlarınız üzerinden konumlar tanımlayabilirsiniz. Varoluşunuza bir anlam katmak istiyorsanız, içinde bulunduğunuz toplumsallık sadece sizinle başlayıp bitmiyorsa, kaçınılmaz olarak tarihe başvurursunuz. O zaman bir konumunuz olur. Tam aksine, o toplumsallıktan, o zaman-mekansallıktan, o anlamlılık hallerinden özerkleşmek, kurtulmak, yeni fırsatlar, varoluşlar yaratmak için de aynı biçimde tarihe başvurmak dışında bir imkan yoktur.

 

BA: O halde pratik içerisindeki bir mimarın, mimarlık ve sanat tarihi ürünlerini nasıl okumasını ve deneyimlemesini öngörüyoruz?

UT: Modern dünyada mimarlığın bir anlamda diğer disiplinlerden özerkleştiğini söylediğimiz zaman, her disiplin ve bilgi üretim alanı bir biçimde kendi tarihi içerisinde tanımlanmaya başlar. Geçmişin dünyasında böyle bir durum söz konusu değil. Premodern dünyada hiç kimse kendi tarihsel konumu üzerinden ne yapacağını düşünmeye başlamaz, ama bugün mimarlıkta sürekli olarak kendimize tarihsel bir konum tanımlayıp, orada tasarım yapmak, mimari varoluşumuzu tartışmak isteriz. Eğer mutlak öznel olmayan bir dayanak noktası arıyorsak, bu tarihsel yerimizi tanımlamakla olur. Her mimari yönelim kendisine tarihsel bir rol biçerek işe başlar. Bütün avangartları oluşturan budur. Avangartı avangart yapan, kendisini ardıl saydığı, yıkmakla yükümlü saydığı bir tarihsel dönem bulmasıdır. "Ben şuna karşıyım" dediğimiz bir dünyada yaşıyoruz ve bu tanımı da ancak tarihle gerçekleştiririz. Hepimiz dolayısıyla, bir anlamda mimarlık tarihi yazmak zorunda kalırız. Tasarım yaptığımızda da mimarlık tarihinden yararlanmak zorunda değil, yazmak zorunda kalırız. Yani, mimarlık tarihi alanımıza dışsal değildir. Pozisyonumuzu belirlemek, hayır ya da evet diyebilmek için mimarlık tarihinin içindeyiz. Eskiden kimsenin tarihsel bir pozisyon bilinci ile hareket etmesi gerekmiyordu, ama bugün bu bilinç yoksa, durduğumuz bir konum da yok demektir. Demek istediğim, yaptığımız ürünlerle değil, mimarlık konuşmamızla hepimiz mimarlık tarihinin içindeyiz ve her an ona katkıda bulunuruz. Mimarlık kuramı konuştuğumuzda da mimarlık tarihi konuşuruz. Kuram da tarihten bağımsız bir alan değil, belki de onun için dünyanın her yerinde "mimarlık tarihi ve kuramı"dır bütün lisansüstü programlarının adları. Sadece Türkiye'de çoğunlukla mimarlık tarihi olarak adlandırılıyor. Mutlak bir kuram olmadığı gibi mutlak bir mimarlık tarihi de mevcut değil. İkisi örtüşüktür.

 

BA: Tarih yazımında tarafsızlıktan söz etmek pek mümkün değil. Ancak bir tarihçi araştırmasında nasıl bir yöntem izlemelidir? Belki kendi araştırma sürecinizden biraz söz edebilirsiniz.

UT: Yöntem sorununu çok abarttığımı söyleyemem. Benim için çok ciddi bir sorun oluşturmuyor. Bunu duyunca bazıları "zaten belliydi" diyebilirler (gülüyor). Şunu söyleyeyim, tarih disiplini o kadar hızlı gelişen ve büyüyen bir alan ki, yöntemsel bir sınır çizmek zaten onu bir yere hapsetmek anlamına geldiği için, kendime bir yöntem belirlemekten yana değilim. Dün konumuz olmayan birçok şey bugün tarih disiplini içerisinde bizim için hayati bir anlam taşır. Sözgelimi bundan 50 sene önce neredeyse sadece üslupların tarihi olan, onaylanmış, büyük harflerle yazılan mimarlığın tarihi olan bir alanda, bugün bundan söz etmek artık çok eskimiş bir pozisyon. Artık en sefil bulduğumuz gecekondunun da bir mimarlık ürünü olduğunu, onun üzerinde konuşmanın Süleymaniye Camisi üzerinde konuşmakla aynı derecede önemli olduğunu bugün biliyoruz. Böylece yöntemsel bir sınır çizmek bana çok kolay gelmiyor. Benim kendime çizdiğim yöntemsel sınır ise toplumsallığın bir parçası olarak fizikselliği anlamaya çalışmaktır. Hatta fizikselliğin içinde çok önemsiz gözüken küçücük bir parça bile bazen yazdığım konuda yer alır. Peki o sözünü ettiğiniz toplantıda "yer" meselesi üzerine konuşurken mimarlık tarihi üzerine mi konuşuyordum? Evet. Ancak onun içerisinde ne üsluplar, ne akımlar, tasarlanmış veya tasarlanmamış nesneler yer almıyordu. Bunun tarihçinin konusu olabilmesi için yöntemsel olanın sürekli hırpalanabilir, bozulabilir birşey olduğunu görmemiz gerekiyor. Kısacası yöntemin çok belirgin bir biçimde abartılmamasını düşünüyorum. Yöntemsel olarak yapabileceklerimiz bence akademik yazımın kurallarına uymak, dipnot vermek, birisinden veya bir kaynaktan birşey aktarıyorsak referansımızı doğru yapmaktır, ama bunun bile giderek sürekli çiğnenen bir akademik adap kuralı olduğunu görmek zorundayız. Dijital mecraların, internetin çıktığı bir çağda referans verme sistemleri bile eskisi gibi devam etmiyor. Dijital mecra aslında orijinalite, referans gibi meseleleri de ciddi biçimde hırpalıyor. Alıştığımız, Rönesans'tan başlayıp 20. yüzyıl ortasına kadar kesinlikle doğru olduğunu düşündüğümüz yazma biçimleri bile artık tehlikede ya da ortadan kalkıyor. Yani, akademik yazıma ilişkin kuralları bile sağlam bir biçimde savunmanın kolayca mümkün olduğunu sanmıyorum. Yazma biçimlerimizi sürekli kırıyoruz, yıkıp yeniden yapıyoruz. Bundan 50 yıl önce yazılsaydı mimarlık tarihi metni olarak "Bu ne biçim metin?" diyebileceğimiz metinler yazılıyor. Hepsinden önemlisi, sözümüzü sadece gramatik kurallar bağlamında söylemeyiz, yazma biçimimizle de söz söyleriz. Bunu farkettikten sonra, her türlü yöntem daha yapıldığı anda yıkılmaya mahkum gözüküyor. Bu sebeple mimarlık tarihi yazımında yöntemi başrole oturtamayız, olabildiğince esnetiriz. Hatta çiğnediğimiz zaman yeni açılımlar doğduğu durumlar bile vardır. Yeni birşey söylüyorsak aynı zamanda da yöntemsel bir tahrifat ya da tahribat yapıyoruzdur. Eski yöntemler yeni sözler söylemek için çok da uygun zeminler tanımlamıyorlar.

 

BA: "Tarihi yassılaştırmak" terimini Türkiye'deki mimarlık tarihi yazımı açısından değerlendirebilir misiniz?

UT: Türkiye'de en sevilen tarih pratiklerinden birisi tarihi yassılaştırmaktır. Yok, haksızlık etmemeyim, dünyanın her yerinde yapılan birşey tarihi yassılaştırmak. Öyle bir tarihsel tutamak noktası bulacaksınız ki, bütün çağları o dönemin kriterleri ve yöntemleriyle değerlendireceksiniz. Bu bile tarihi yassılaştırmak, çünkü belirli bir tarihsellik içerisinde var ettiğiniz yaklaşım, başka tarihsellikler içinde varedilmişleri açıklamakta aciz kalır. Kendisi için yapılmadıklarını açıklayamaz, bu bile bir anakronizmdir ve tarihi yassılaştırmaktır, ama Türkiye bağlamında, bundan çok daha vahim türler olduğu için bence onların üzerinde durulması gerekiyor. Türkiye'de insanların önemli bir bölümü bütün çağlarda mimarlık adına yapılmış olan herşeyi aynı mimarlık kriterleriyle üretilmiş gibi düşünmek ister. Dolayısıyla da sürekli olarak geçmişten fütursuz referanslar verilir. "Sinan olsaydı böyle yapmazdı"... Sinan'ın nasıl davranacağını ancak Sinan çağında bilebilirdiniz. Sinan öldükten, üzerinden de 450 yıl geçtikten sonra "Sinan olsaydı..."yı konuşmak sadece gündelik konuşma dilinde bir eğlence olabilir, bir Cem Yılmaz komedisi yapıldığı zaman ilginç olabilir. Ancak tarih disipline bu tutum uymaz, çünkü tarih disiplininin bir tek kuralı varsa o da yassılaştırmamaktır. Herkes zaten her çağda mimardı, herşey zaten mimarlık ürünüydü diye düşünüyorsak yanlış yaptık demektir. Bugün mimar dediğimiz şey başka birşey, 300 yıl önce başka birşey, 1000 yıl önce başka birşeydi. İmhotep de milattan 2500 sene önce mimardı, ancak bizim yaptığımıza uzaktan yakından benzeyen bir biçimde mimarlık yapıyor muydu? Bütün mimarlar böyledir deyip, örneğin "dünyanın en eski ikinci mesleği bizimki" deyip işin içerisinden çıkamayacağımız besbelli.

 

BA: Peki örnek vermek gerekirse, Geç Dönem Osmanlı Mimarlığı uzun bir süre bir kenara bırakılmış gibi. Bu tip durumlar tarihi yassılaştırma açısından ve ideolojik açıdan nerede yer alıyor?

UT: Çok fazla biçimde tarihi yassılaştırırız, hepsi de ideolojiktir. Neden Mimar Sinan üzerinde gerçekdışı bir vurgu oluşturuduk? Mimar Sinan hiç kuşkusuz önemli. Ancak bugünle Mimar Sinan arasında sıkı bir bağ kurmak, dolayısıyla kendimize neredeyse yüce, yanılmaz bir ata tayin etmek istiyoruz. Öyle biri olsun ki, bizim yanlış yaptığımızı zamanında doğru yapmış olsun. Bu beklentinin kendisi problemli bir beklenti. Kimsenin, bizim de böyle atalarımız yok. Her çağda herkes yanlış yapıyordu. Kendi çağında yanlış yapıyordu, bugünden bakıldığında haydi haydi yanlış yapıyordu. Hiç statik hatalar yapmayan bir Sinan. Böyle birşey olsaydı, sayısız statik disiplin, inşaat mühendisliği, yapı teknolojileri neden oluşturuldu? Hiç yanlış yapmayan bir atamız olsaydı, aynı yolda devam ederdik. Belli ki öyle olmadığı için sürekli olarak başka şekilde inşa ediyoruz, başka kuramsal imkanlar arıyoruz. Bunu görmemiz gerekir, ancak Türkiye'de çok yaygın olarak bunu görmüyoruz. Halk mimarisi örneklerine bakıyoruz ve depreme karşı en dayanıklı ürünler bunlar diyoruz. Bu yanlış ve onun ötesinde yalan. Halk mimarlığı ürünleri emin olabiliriz ki bugünkü yapılardan daha kolay yıkılıyorlar. Bugünkü bildiğimiz sayısız şeyi bilmiyorlardı. Tecrübeleriyle öğrendiler biçiminde bir efsane var. Sadece tecrübeyle öğrenilseydi, bugün neden deprem mühendisliği diye bir alan var? Sürekli araştırma yapılıyor, yeni şeyler ortaya atıyoruz, eskileri terkediyoruz. Bunlar Türkiye'de sadece mimarlarla sınırlı olmayan ölçüde yaygın düşünme biçimleri.

 

Başka yerlerin aksine, Türkiye'de mimarlık tarihçisinin bu durumla esaslı bir biçimde uğraşması gerektiğini düşünüyorum. Örneğin ABD'de tarihi yassılaştırmayla uğraşan bir mimarlık tarihçisi duymadım. Ancak bu Türkiye'de gündelik yaşamın içerisine sızmış. Hala Mimar Sinan'ın aşkları icat ediliyor. Belli ki buna yönelik çok ciddi bir talep var. Bu konuda olsun olsun bir roman yazılabilir, insanlar da bunu bir roman olarak okurlar. Türkiye'de bunları gerçek anektodlar gibi okumak istiyorlar. Mimar Sinan aşkları, Sinan'la ilgili gündelik hikayeler... Hangi camiye gitseniz yanınıza birisinin gelip "Mimar Sinan burada böyle yapmış" diye, ondan arkadaşıymış gibi bahsetmeye başlaması... Böyle bir dilden konuşulması bu kadar yaygınsa, mimarlık tarihçisi bununla uğraşmak zorundadır. Kaldı ki, tarihçi "Niye Türkiye'de bu kadar yaygın biçimde çağdaşımız Sinan diye düşünmek isteyen bir damar var?" sorusuyla uğraşmak zorundadır. Niye tarihle ilgimizi böylesine gülünç bir şekilde, tarihin içinde yaşıyormuşuz gibi düşünüyoruz? Bitmiş bir çağı anlamaya çalışmıyoruz, sanki içinde yaşıyoruz. Dolayısıyla kızıyoruz, eleştiriyoruz. Haksızlıklara uğradıklarını düşünüp onlar adına kavgalar veriyoruz. Bitmiş bir çağı, bizimle ilişkisi ancak ideolojik-historiyografik anlamda kurmaca olan insanları sanki ta kendimizmiş gibi düşünmek istiyoruz. Mimarlık tarihi sadece mimarlık tarihi yapıtlarının nasıl üretildiği sorunuyla değil, bu kadar ısrarla tarihin içinde yaşadığına inanan bir toplumun kavranması meselesiyle de uğraşmalıdır. Toplum neden başka türlü tarihler düşünemiyor? Neden hiçbir konuda "Bana ne, yanlış yapmışlarsa yanlış yapmışlardır" diyemiyor? Bunun anlaşılması gerekiyor. Tarihçinin uğraşacağı meselelerden birisi de bu olmalıdır.

 

BA: Bu da mimarlık tarihçisinin görevlerinden birisi mi demeliyiz?

UT: Tereddütsüz görevi. Dünyanın başka bazı yerlerinde belki aynı derecede görevi olmayabilir, ama örtük olarak her yerde görevidir. Yani her yerde tarihçi bir biçimde hedef kitlesini değiştirmek için eylemde bulunur. Tabii ki tarih metni yazarsınız, fakat neden yazarsınız? Küçücük bir değişiklik düşünmeden üretmiyorsanız, toplumsal ortamda, sizi okuyanların zihinlerinde küçük bir hareket, bir farklı kavrayış üretmiyorsanız niye yazarsınız ki? Türkiye'de bu daha fazla altı çizilerek yapılmak zorundadır.

 

BA: SALT'ta Modern Denemeler 4: Salon başlıklı bir sergi açıldı. Bu sergi kapsamında 1960'larda faaliyet gösteren Butik A tasarımı mobilyalar sergileniyor. Bu tip mimarlık tarihini herkese gösterebilen, deneyimleme şansı sunan uygulamalar hakkında neler düşünüyorsunuz?

UT: Aslına bakarsanız bütün mimarlık mecraları sadece mimarlara yönelik değiller. Ancak toplumun bütün üyeleri bununla ilgilensin gibi bir beklentiniz varsa, hiçbir ülkede ve toplumsal ortamda böyle birşey olamaz. Mimarlığın gittikçe popülerize olduğunu ve kamusallaştığını söyleyebilirim. Mimarlık daha fazla sayıda insanın konuşabildiği bir alan haline geliyor. Sadece bir grup insanın konuştuğu ve kuramsal tartışmasını yaptığı bir alan değil. Deyim yerindeyse, sokaktaki insan tarafından da tartışılan bir meseleye dönüşüyor. Gelişmiş Avrupa ülkelerinde ya da Amerika'da gazetelerin mimarlık sütunlarının ciddi bir yer tuttuğunu, hatta artık Türkiye'de de tuttuğunu söyleyebiliriz. Bu da mimarlığın meslek alanının ötesinde de yaygınlaştığını gösteriyor. "Bu yayılımın aracı nedir?" diyorsak, gittikçe daha fazla insan tarafından okunabilen mecralar üretmektir. Arkitera'nın böyle bir mecra olduğunu söylemem herhalde tuhaf değil. Arkitera'yı tıklayan, Arredamento'yu alan herkesin mimar olmadığını biliyorum. Ama tabii ki en çok mimarlar tıklıyordur ya da alıyordur. Sergiye de emin olabilirsiniz ki, en çok mimarlar gidiyordur, ama sadece mimarlar için kimse sergi yapmıyor. Hatta müzelerin büyük sergi organizasyonlarını düşünecek olursak, örneğin Guggenheim'da Gehry sergisi yapıyor olursanız, sadece mimarların kuyruk oluşturmadığını kestirebiliriz. Zaha Hadid sergisi yapıldığı zaman kuyruk neredeyse 3 blok öteye kadar uzanıyor. Bu sergilere yoksulların gitmediğine emin olabiliriz, burjuvalar gidiyor, fakat mimar olmaları gerekmiyor. Amaç da bu zaten. Mimarlar için olsaydı bu sergi Guggenheim'da yapılmazdı. 1950, 60 ve 70'lerde Guggenheim'da mimarlık sergisi olmuyordu. Belli ki dünyada da bu doğrultuda ciddi bir değişim oluyor. Örneğin RIBA çizim koleksiyonu, 1970'lerde kendisine ait, küçük bir galeride sergilenirdi. Dünyanın en büyük mimarlık çizim koleksiyonudur bu. Şimdi Victoria&Albert Müzesi'ne devredildi ve koca bir galerileri var. Bu bile amaçlarının daha büyük bir hedef kitlesine yönelmek olduğunu gösteriyor. Hiçbir mecra mimarlığı yeniden üretmekten uzak tutulamaz. Bu daha da tırmanacak. Zaten dijital mecra bunu tasavvur edilemeyecek derece ileriye taşıdı, çünkü anında kendiniz kendi mecranızı açıp mimarlık tartışmaya başlıyorsunuz.

 

Çeşit çeşit biçimde genişletiyoruz alanı, dedikodu yapıyoruz, kızdıklarımıza hakaret yağdırıyoruz. Bunu asla olumsuz bulmuyorum. Bu da doğrudan doğruya mimarlığın kamusallaşması. Daha da genişleyecektir, en azından dijital mecranın genişleyebildiği kadarıyla. Periyodik çıkarmanın bir sınırı var, dijital mecranın da sınırına kadar yayılmaya devam edilecek. Öte taraftan, bu alana yatırım varsa sergilerin miktarı artacaktır. Sürekli artıyor, ancak bu da dalgalı bir alan. Ekonomik kriz olduğunda mimarlık sergilerinin hepsi zemine çakılırlar. Örneğin bugün Amerika'da 1990'lara oranlara daha az mimarlık sergisi var. Ancak dijital mecralar aynı oranda yere çakılmıyor. Gidebilecekleri yere kadar gideceklerdir. Bu genişleme mimarlığın tarifini de değiştiriyor. Bir zamanlar mimarlık tartışması saymadığınız şeyler bugün bir mimarlık tartışması olabiliyor. "Ben bilmem kimin bürosunda çalışıyorum, nefret ettim" diye yazma imkanı eskiden mimarlık tartışması değildi. Her çağda bunu arkadaşınızın kulağına söyleyebilirdiniz. Bunu blogunuza yazdığınızda bir mimarlık tartışması halini alıyor. Bunlara gerek var ya da yok, hiç önemli değil; bunları birileri yazıyor ve birileri de okuyorsa demek ki bir anlamı var. Sonuç olarak sorunuza yanıt olarak, ortamda neredeyse sonsuz imkanın varolduğunu söyleyebilirim. En azından dijital mecranın tanımladığı alanın son haddine ulaşmış değiliz bence.

Arkitera, 02.05.2012

CEZANNE'IN TABLOSU 19 MİLYON DOLARA SATILDI

 

 

New York'taki Christie's müzayede evinde düzenlenen açık arttırmada, Fransız ressam Paul Cezanne'ın "İskambil oyuncuları" adlı suluboya eseri 19,12 milyon dolara satıldı.

 

Müzayede evinin izlenimci ve modern sanatçılara ait eserleri satışa çıkardığı bahar açık arttırmasında, ünlü ressamın 1890 ve 1896 yılları arasında 5 ayrı versiyonunu yaptığı 46,7 cm'ye 30,5 cm boyutundaki "İskambil oyuncuları" hazırlık çalışmasına 15 ila 20 milyon dolar değer biçiliyordu.

1930'lu yıllarda tabloya sahip olan Teksaslı koleksiyoncu Heinz F. Eichenwald'ın 1953'te ölümünden beri kayıp olan eser, açık arttırmanın en değerli parçalarından birisi olarak takdim edildi.

Bir saatte 31 resim ve heykelin satışa çıkarıldığı müzayedede, Henri Matisse'in 8 ila 12 milyon dolar değer biçilen 1907 tarihli "Şakayıklar" adlı tablosu 19,2 milyon dolara, Picasso'nun 8 ila 12 milyon dolara satılması beklenen 1968 tarihli "İki nü" adlı tablosu 8,8 milyon dolara alıcı buldu.

100 milyon dolar toplamayı hedefleyen Christie's, müzayededen 117 milyon dolar gelir sağladı.

Cnn Türk, 02.05.2012

DA VİNCİ'NİN ANATOMİ TUTKUSU

 

 

Rönesans’ın en önemli isimlerinden ressam Leonardo da Vinci’nin, “anatomi” tutkusuyla yaptığı incelemelerle bilim dünyasını bir yüzyıl geride bıraktığı ortaya çıktı.

 

Da Vinci’nin kadavralar üzerinde yaptığı deneyleri kaydettiği not defterinden şimdiye kadar sergilenmemiş 24 insan anatomisi portresi İngiltere’deki Buckingham Sarayı’nda görücüye çıkarıldı. 

 

Kraliçe 2. Elizabeth tarafından muhafaza edilen taslaklar, da Vinci’nin sanatçı kişiliğinin ötesinde önemli bir bilim insanı olduğunu gözler önüne seriyor. Zira, kan dolaşımı sistemini inceleyen da Vinci’nin elde ettiği devrim niteliğindeki bulgular, ancak ölümünden 100 yıl sonra bulunabilmişti. Ayrıca da Vinci’nin kalp kası ve kapakçıklarının işlevi ve devinimine ilişkin bazı tespitleri, ancak gelişmiş beyin görüntüleme sisteminin (MRI) 30 yıl kadar önce icat edilmesiyle kanıtlanabilmişti.

Milliyet, 02.05.2012

AKHİSAR MÜZESİ'NDE ÇALIŞMALAR HIZLANDI

 

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın bizzat ziyareti ardından çalışmaları hızlanan Akhisar Müzesinde çalışmalarda sona gelindi. Arkeoloji ve Etnografya olarak iki bölümden oluşan müzede sadece Akhisar’ın kültür ve tarihi yansıtılacak.

 

Manisa İl Genel Meclis Üyesi ve Kültür Turizm’den sorumlu Kefayettin Öz ile müze de yapılan çalışmalar esnasında yaptığımız özel röportajda Akhisar Müze’sinin çevredeki diğer müzelerden çok farklı olacağını ve ziyarette bulunanların daha fazla haz alacağını kaydetti. Öz yaptığı açıklamada Mayıs ayının sonuna kadar Akhisar Müzesinin açılacağını vurguladı.

 

Manisa İl Genel Meclisi Kefayettin Öz ile yaptığı özel röportajda “Akhisar müzemiz yapımı ve teşhir için son haline gelmiştir. 1 hafta içerisinde bütün teşhir bölümleri, arkeoloji ve etnografya bölümü bitecektir. Şuanda Ankara ve Manisa’ dan müzeler genel müdürlüğü ve diğer müze uzmanları bu teşhirleri hazırlıyorlar. Arkeoloji bölümünde de tamamen Akhisar’ın 5 bin yıllık tarihine hitap eden eserlerden oluşuyor. Etnografya bölümünde de Akhisar’ın bütün bölgesinde yaklaşık 2 bin yıllığa kadar eserler olacak. Akhisar müzesi civar müzeler içerisinde şimdili obje ve malzemelerden dolayı spesifik olacaktır. Çünkü diğer müzelerde birbirinin aynısı bir çok esere sahiptir. Ama Akhisar müzesi tamamen Akhisar’ın kültürü ve tarihini içerdiği için farklı bir müze olacaktır. Eminim ki ziyaret edenler diğer müzelere göre çok daha fazla haz alacaktır.” dedi.

Akhisar Haber, 01.05.2012

"ÖLÜLERİNİ GÜNEŞE GÖMÜYORLARDI"

 

 

Göbeklitepe'de yapılan kazılarda, 12 bin yıl öncesinde mezar geleneğinin bulunmadığı, açıkta bırakılan ölülerin yırtıcı kuşlar tarafından yendiği, böylece ölünün ruhunun göğe erdiğine inanıldığı ortaya çıktı.

 

Harran Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Görevlisi ve Göbeklitepe Kazıları İkinci Başkanı Yrd. Doç.Dr. Cihat Kürkçüoğlu, kazı çalışmalarına 1995 yılında başlanan bölgenin, Neolitik çağın tapınak merkezi olduğunu söyledi.

 

Yılda iki dönem halinde kazı çalışmalarının yapıldığı Göbeklitepe'nin arkeoloji bilimini yakından ilgilendirdiğini vurgulayan Kürkçüoğlu, 17 yıldan bu yana kazıya başkanlık eden Alman Arkeoloji Enstitüsü'nden Prof.Dr. Klaus Schmidt'in bu yılki çalışmalar için de Kültür ve Turizm Bakanlığı'na müracaat ettiğini belirtti.

 

Göbeklitepe'de, şu ana kadar yapılan çalışmalarda ilginç buluntulara rastlandığını aktaran Yrd. Doç.Dr. Kürkçüoğlu, şunları kaydetti:
''Bugüne kadar yapılan kazılardan elde edilen sonuçlara göre ölü gömme geleneğinin, daha doğrusu bir mezar geleneğinin Göbeklitepe'de olmadığını anlıyoruz. Mesela taşların üzerindeki kabartmalarda akbaba gibi yırtıcı kuşların insanları yediğini görüyoruz ve buradan anlıyoruz ki Göbeklitepe'de mezar geleneği yoktu. Çatalhöyük'te olduğu gibi, güneşe gömme gibi bir gelenek var neolitik çağda. Ölüler açık havaya bırakılıyor, yırtıcı kuşlar gelip bunları yiyordu. Belki şöyle bir inanış vardı; göğe yükselince bu kuşlar, ölülerin ruhlarının da göğe yükseleceğine inanılıyordu. Bu ilginç bir şey tabi. Bu yöntem Tibet'in bazı bölgelerinde yakın zamana kadar uygulanıyordu.''

 

'Göbeklitepe'de anıtsal tapınak'

Neolotik çağda farklı cenaze gömme geleneklerinin bulunduğuna değinen Yrd. Doç.Dr. Cihat Kürkçüoğlu, Diyarbakır - Batman arasındaki Kortiktepe ören yerinin de günümüzden 12 bin yıl öncesine ait yerleşim merkezlerinden biri olduğunu, ancak söz konusu bölgede Göbeklitepe gibi anıtsal tapınakların bulunmadığını ifade etti.

 

Buna karşılık Kortiktepe'de, neolitik döneme ait evlerin yer aldığını aktaran Yrd. Doç.Dr. Kürkçüoğlu, oradaki insanların yaşam biçimleriyle ilgili bilgilerin de kazılar devam ettikçe ortaya çıktığını belirtti.

 

Aynı döneme ait Göbeklitepe ile Kortiktepe yerleşimleri arasında 200 kilometre mesafe bulunduğuna işaret eden Cihat Kürkçüoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:
''Bunlardan Göbeklitepe'de ölüler, güneşe gömülüyor, yırtıcı kuşlara yediriliyor. Diğerinde mezara gömülüyor. Göbeklitepe'de, ölüler tapınak çevresine, açık havaya bırakılıyor... Kazılarda, çeşitli yerlerde insan kemiklerine rastlıyoruz.

 

Bol miktarda hayvan kemikleri de var. Kurban, adak amaçlı veya beslenme amaçlı kesilmiş hayvanların bol miktarda kemikleri var. Özellikle domuz kemiği çok ama bunun yanında da insan kemiklerine de rastlıyoruz. Yani toplu mezar içerisinde değil de dağınık durumda insan kemiklerine rastlanılması güneşe gömme geleneğinin olduğunu bize gösteriyor.''

 

'3 tane daha Göbeklitepe var'

Yrd. Doç.Dr. Cihat Kürkçüoğlu, Şanlıurfa'nın Neolitik çağın ''İnanç ve hac merkezi'' olduğunu dile getirdi.

 

Şanlıurfa'nın sınırları içerisinde Göbeklitepe ile aynı dönem yerleşimleri arasında yer alan Karahantepe, Sefertepe ve Hamzantepe gibi tarihi öneme sahip alanların bulunduğuna değinen Kürkçüoğlu, söz konusu alanlarda henüz kazı çalışması yapılmadığını anlattı.

 

Bu alanlarda yapılacak arkeolojik kazı çalışmalarının neolitik çağa dair önemli ipucları vereceğini düşündüklerini aktaran Kürkçüoğlu, ''Teşbihte hata olmaz, Urfa neolotik çağda bir inanç ve hac merkeziydi. Senenin belli aylarında ve günlerinde bütün bölge insanları buraya gelip dinsel törenleri ve bazı ritüelleri gerçekleştiriyordu. Öbür tepelerde de kazılar yapıldığında önümüzdeki yıllarda bu 4 tapınakta elde edilen buluntular değerlendirildiğinde daha sağlıklı bir yorum imkanımız olacak diye düşünüyorum'' şeklinde konuştu.


Göbeklitepe:

Neolitik döneme ait yerleşim yeri Göbeklitepe, Şanlıurfa'nın 18 kilometre kuzeydoğusundaki Örencik Köyü yakınlarında bulunuyor.


İlk kez 1963 yılında İstanbul ve Chicago üniversitelerinden görevlilerinin yüzey araştırmaları sırasında fark edilen Göbeklitepe'deki kazı çalışmalarını, 1995 yılından bu yana Şanlıurfa Müzesi ve Berlin Alman Arkeoloji Enstitüsü ortaklaşa yürütüyor.

 

Kazı çalışmalarında şimdiye kadar Neolitik döneme ait yabani hayvan figürlü ''T'' biçimli dikili taşlar, 8-30 metre çapında dairesel ve dikdörtgen şekilli dünyanın en eski tapınak kalıntıları, çok sayıda yabani hayvan figürü, insan heykeli, dikili taşlar ve yaklaşık 12 bin yıl öncesine ait olduğu belirtilen 65 santimetre uzunluğunda insan heykeli gibi tarihi eserler bulunmuştu.


Dünyanın en eski ''tapınak merkezi'' olduğu belirtilen Göbeklitepe, bir süre önce UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'ne alınmıştı.

Akşam, 01.05.2012

2 BİN 700 YILLIK SAPAN TAŞI BULUNDU

 

 

Çanakkale'nin Ayvacık İlçesi'ndeki Assos antik kentinde 2 bin 700 yıllık sapan taşları bulundu.

 

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Arkeoloji Bölüm Başkanı ve Assos Antik Kenti Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Nurettin Arslan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, şunları kaydetti:

 

''MÖ 2 bininci yıla ait bazı buluntular elimizde vardı Akropolis'te. Bazı baltalar ve ok uçları bulunmuştu. Ondan sonra bir boşluk var. MÖ 650'ye kadar olan kısmı bilmiyorduk. Tapınağın doğu tarafında yapılan çalışmalarda çıkan seramikler sayesinde o ara boşluğu doldurabileceğiz.

 

Bronz ok uçları MÖ 7'nci yüzyılın sonuyla 6'ıncı yüzyıl arasına tarihleniyor. 2 bin 700 yıllık. Bunun dışında Frig fibulaları (çatal iğne) da bulduk. Bunlar da 2 bin 700 yıllık ve bronz. Fibulaları elbiselerini tutturmak için kullanmışlar. Taşlar ise ya ırmaklardan toplanmış ya da üzerlerinde yontma yapılmış.

 

Assosluların iyi nişancı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu konuda eğitim alıyorlardı. Atış antrenmanları yapıyorlardı. Taş vücuda gelip ciddi yaralanmalara neden olabiliyordu.''

Akşam, 01.05.2012

MYRA ANTİK KENTİNDE KAZI ÇALIŞMALARI BAŞLADI

 

 

Demre'deki Likya Birliği'nin en önemli kentlerinden biri olan Myra antik kentinde kazı çalışmaları başladı.

 

Kazı Başkanı Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Nevzat Çevik, gazetecilere yaptığı açıklamada, kazılarda 2 arkeolog ile 20 işçinin görev yaptığını söyledi.

 

Myra antik kentindeki ilk dönem kazıları Myra antik tiyatrosu sahne binasında gerçekleştirileceğini anlatan Çevik, ''Haziran dönemine kadar MS 2. yüzyıldan kalma, Myra antik tiyatrosunun sahne binası kazılacak. Likya Bölgesi'nin en görkemli tiyatrosu, 11 bin 500 kişilik'' dedi.

 

Yapılan kazılarla tiyatronun güney cephesinde süslenmiş kabartmaların ortaya çıkmaya başladığını kaydeden Çevik, kazısı yapılan sahne binasının uzunluğunun 60 metre, genişliğinin ise 22 metre olduğunu bildirdi.
 
Sahne binasının ön yüzünün geçici restorasyonunun tamamlandığını anlatan Çevik, ''Ayrıca her biri yaklaşık 14 ton ağırlığındaki 20 tane dev sütunun restorasyonu tamamlandı. Vinçlerle yaklaşık 4 bin 250 taş da kazı alanına taşınarak restorasyona hazır hale getirildi'' diye konuştu.

 

Tiyatrodaki kazıları eylüle kadar tamamlayarak, restorasyona başlamak istediklerini belirten Çevik, ''Amacımız bu bölgenin en büyük ve en görkemli tiyatrosunu kültür dünyamıza kazandırmak ve yapıyı da gereğince ortaya çıkarıp, korumak'' dedi.

Akşam, 01.05.2012

60 MİLYON EURO'LUK 'ÇIĞLIK'

 

 

Dünyanın en ünlü tablolarından biri olan Edvard Munch imzalı 'Çığlık' rekor bir fiyatla açık artırmaya çıkıyor.

 

Norveçli Ressam Edvard Munch'ın neredeyse 120 yıl önce çizdiği 'Çığlık' herkes tarafından bilinen bir efsane. Dört versiyonu bulunan tablolardan üçü Norveç devlet korunurken dördüncü tablo yarın açık artırmaya çıkıyor.

Müzayedenin yapılacağı New York'taki Sotheby açık artırma için 60 milyon euro (yaklaşık 140 milyon lira) başlangıç fiyatı açıkladı. Uzmanlar şimdiden bir dünya rekoru bekliyor.

Picasso'nun bir tablosu iki yıl önce 106,5 milyon dolara Jackson Pollock'ın "No. 5" adlı toblosu ise beş yıl önce 140 milyon dolara alıcı bulmuştu. Ancak bu tablolar çık artırmaya çıkmadan satılmıştı.

Munch'ın 'Çığlık'ı 1895 yılında yaptı. Resmin şu anki sahibi Peter Olsen'ın babası Thomas Olsen, Munch'ın komşusuydu ve tabloyu 1937'de ondan satın aldı.

Ntvmsnbc'nin haberine göre; tabloyu açık artırmaya çıkaran Peter Olsen'ın hedefi Edvard Munch adına bir müze kurmak. Müzayede evinin iddiasına göre 'Çığlık', 'Mona Lisa'dan sonra dünyanın en ünlü tablosu.

Ekspreyonizmin en güçlü eserlerinden biri olarak kabul edilen 'Çığlık'ta ressam, bağıran ve ellerini başına götüren bir figürü resmediyor. Arka planda yürüyüş yapanlar ve tekneler yer alıyor.

Norveç'teki müzelerde tutulan 'Çığlık' tablolarından ikisi çalınmış ancak tablolar bulunduklarında büyük hasar görmüştü. Yarın açık artımaya çıkacak olan tablo ise oldukça iyi durumda.

Habertürk, 01.05.2012

 

******


MUNCH'UN 'ÇIĞLIK'INA SERVET ÖDEDİ!

 

 

Norveçli ressam Edvard Munch'un "Çığlık" tablosu, New York'ta yapılan müzayedede rekor fiyata satıldı.

"Çığlık" 119 milyon 922 bin 500 dolara (yaklaşık 212 milyon TL) alıcı buldu.

Sotheby's Müzayede Evi'nde yapılan satışta, insanın duyduğu kaygının modern sembolü olarak nitelendirilen 1895 tarihli eseri kimin aldığı açıklanmadı.

Açık artırma 40 milyon dolarla başladı.

Bir önceki rekor Picasso'nun 106,5 milyon dolara (yaklaşık 188 milyon TL) satılan "Çıplak, Yeşil Yapraklar ve Büst" adlı eseri olmuştu.

Aynı müzayedede Picasso'nun 1941 yılında yaptığı "Sandalyede Oturan Kadın" tablosu ise 26 milyon dolara (yaklaşık 46 milyon TL) alıcı buldu.

Cnn Türk, 03.05.2012

KÜLTÜR YOLU PROJESİ BAŞLIYOR

 

 

Erzurum Büyükşehir Belediyesi, “Kültür Yolu” projesine start veriyor. Toplam maliyeti 500 milyon lira olan proje kapsamında Yakutiye Medresesi’nden başlayıp kalenin doğu yakasına kadar ulaşan bölgede kamulaştırma yapılacak. Bölgede tescilli binalar hariç bütün binaların yıkılmasının öngörüldüğü ‘Kültür Yolu’ projesi çerçevesinde mülk sahipleriyle görüşmelere ise Çarşamba günü başlanacak.

Erzurum Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Küçükler, “Kültür Yolu Projesi ile Erzurum’ un kalbine neşter vuruyoruz. 16 Büyükşehirden biri olan kentimize dev bir meydan hediye ediyoruz. Yapılması planlanan meydanın Türkiye’de bir eşi yok. Projeyi hayata geçirdiğimizde o bölgede tarihi eserler hariç hiçbir bina kalmayacak” dedi.

Erzurum Büyükşehir Belediyesi ile Kalkınma Bakanlığı’nın ortaklaşa yürüttüğü Kültür Yolu Projesi tamamlandı. Bir yıldan buyana altyapı çalışmaları devam eden proje Erzurum’un kalbi niteliğindeki Cumhuriyet Caddesi’ne yeni bir yüz kazandıracak. Proje kapsamında yürütülecek olan çalışmayla Adnan Menderes ve Cumhuriyet caddeleri ile Tebrizkapı ve Taşambarlar dahil olmak üzere bu caddeler üzerindeki tüm binaların yıkılması planlanırken, bu bölgede yeşil alan ve büyük bir kent meydanı yapılacak.

Kalkınma Bakanlığının Cazibe Merkezileri projesi arasında değerlendirilen “Erzurum Kültür Yolu” projesi için kamulaştırma çalışmaları başladı. Proje yaklaşık olarak 33 hektar alanı kapsayacak. Tescilli Binalar haricinde, tüm binaları kamulaştırılacak ve yıkımlar önümüzdeki yaz sezonunda tamamlanacak. Proje 3 etap halinde hayata geçirilecek. Bu bölgelerde yapılaşmaya izin verilmeyecek ve sit alanları oluşturulacak proje kamulaştırma dahil toplam 500 milyon liraya mal olacak.

Proje için bir yıl hiç durmadan çalıştıklarını belirten Erzurum Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Küçükler şunları anlattı: “Kültür Yolu Projesi ile Erzurum’ un kalbine neşter vuruyoruz. 16 Büyükşehirden biri olan kentimize dev bir meydan hediye ediyoruz. Kent meydanı Yakutiye Medresesi’nde başlayıp, kalenin doğu yakasında bitecek. Yapılması planlanan meydanın Türkiye’de bir eşi yok. O bölgede tarihi eserler hariç hiçbir bina olmayacak. Erzurumlular parka ve yeşil alana doyacak. Kent merkezi o kötü görünümünden kurtulacak. Bazı bölgelerde ise modern işyerleri inşa edilecek. 2 yıl sonra Erzurum modern kimliğine kavuşacak” dedi.

Başkan Küçükler, Erzurum’un, zengin tarihi bir geçmişinin yanında kültürel birikiminin de büyük bir öneme sahip olduğuna vurgu yaparak, “Bu birikimi ön planda tutarak, aslında içinde yaşadığımız şehrin hakkını da teslim etmiş olacağız. Erzurum’un, tarihini, kültürünü, kimliğini ve sanat birikimini ifade etmeye ihtiyacı var. Bunun yolu da, bu zenginliklerin görsel olarak ön planda tutulacağı bir kent meydanıyla mümkündür” diye konuştu.

Erzurum Kalesi, Çifte Minareli Medrese, Ulu Camii ve buraya çok yakın durumdaki Üç Kümbetler’in, bu bölgeye adeta tarih kampusu niteliği kazandırdığını dile getiren Başkan Küçükler, “Bu bölgede tarih birbiriyle buluşuyor. Burada kuracağımız kent meydanı ise, tarihle şehri buluşturacak. Kimliğini, ruhunu ve kültürünü ifade etme noktasında Erzurum’un böyle bir meydana ihtiyacı var” şeklinde konuştu.

Erzurum Gazetesi, 01.05.2012

ZEUGMA'DA KAZI ÇALIŞMALARI

 

 

'in İlçesi'ndeki antik kentinde 2012 yılı kazı ve kurtarma çalışmalarına mayıs ayı sonunda başlanacak.

 

Kazı Başkanı Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim üyesi Doç.Dr. Kutalmış Görkay, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 4 ay sürecek kazı çalışmalarında 70 kişilik bir ekibin görev yapacağını belirtti.

Geçen yıl haziran yılında başlayıp eylül ayında sona eren kazı ve kurtarma çalışmalarında, özellikle 2007 yılında ortaya çıkartılan ''Muzolar Evi''ndeki çalışmalara devam edildiğini aktaran Görkay, bu çalışmalar kapsamında ''Dionysos ve Danae'' evlerini koruyacak restorasyon ve konservasyon çalışmalarının yapıldığını hatırlattı.

Bu yıl yapılacak kazı ve kurtarma çalışmalarının mayıs ayı sonunda başlayacağını bildiren Görkay, şunları kaydetti:
''2012 yılında yapılacak kazı ve kurtarma çalışmalarımız 4 ay sürecek ve 70 kişilik bir ekip görev yapacak. Çalışmalar kapsamında çatı altında bulunan tarihi yapıları son aşamalarına getirip sergilemeye başlayacağız. Bunun dışında yine Muzolar Evi'ndeki çalışmalar devam edecek. Geçen yıl başlamış olduğumuz agorada da çalışmalar sürecek.

Bir diğer çalışma ise kentin en büyük 'kutsal alanı' olan Belkıs Tepe'deki tapınak alanında olacak. 2012 yılı kazı ve kurtarma çalışmalarında yurt içinden çeşitli üniversitelerden katılacak olan öğretim üyeleri ve öğrencilerinin yanı sıra yurt dışından ise Almanya ve İngiltere'den de çeşitli araştırmacılar yer alacak.''


antik kentinde, 2005 yılından beri yapılan kazı ve kurtarma çalışmalarının büyük bir titizlikle yapıldığına işaret eden Görkay, şöyle konuştu:
''Zeugma alanında yapılan her yeni çalışma, bölgenin e kazandırılmasında etkin bir rol oynuyor. Yapılan kazı ve kurtarma çalışmalarına büyük bir titizlikle devam edilecek. Önceliğimiz ise gün yüzüne çıkarılan tarihi alanlarda restorasyon ve konservasyon çalışmalarına ağırlık vermek olacak. Yapılan çalışmalarda bize her konuda destek veren Kültür ve Turizm Bakanlığı'na ve Valiliği İl Özel İdaresi'ne teşekkür ediyorum.''

ZEUGMA ANTİK KENTİ
Zeugma Antik Kenti, MÖ 300'de Büyük İskender tarafından ''Selevkia Euphrates'' adıyla kuruldu. Romalı komutan Pompeius, MÖ 64'te kendine yaptığı yardımlar karşılığında kenti 1. Antiachos'a verdi. Kommagene Krallığı'nın 4 büyük şehrinden biri olan kent, MÖ 31'den itibaren tamamıyla Roma İmparatorluğu'na bağlanıp, ''köprü'' ve ''geçit'' anlamına gelen ''Zeugma'' adını aldı.

Roma Dönemi'nde büyük bir zenginlik ve ihtişam yaşayan Zeugma, MS 256'da Sasani Kralı 1. Şapur tarafından ele geçirilerek yakılıp yıkıldı.

GAP kapsamında inşa edilen Birecik Barajı'nda su tutulmaya başlanmasıyla Türk ve yabancılardan oluşan ekipler tarafından antik kentin sular altında kalacak bölümlerinde yoğun kurtarma kazıları yapıldı. Bu kazılarda gün ışığına çıkarılan ve her birinin bir şaheser olduğu ifade edilen mozaikler, duvar resimleri, Mars Heykeli ve Kil Mühür Baskı Koleksiyonu, Gaziantep Arkeoloji Müzesi'ne taşındı. Eserler daha sonra inşa edilen Zeugma Mozaik Müzesi'nde sergilenmeye başlandı.


Açık hava müzesine dönüştürülmesi hedeflenen Zeugma antik kentinde, Bakanlar Kurulu'nun 2005 yılında aldığı kararla Doç.Dr. Kutalmış Görkay başkanlığında kazı çalışmaları yapılıyor.

Sabah, 30.04.2012

TUNÇ'A 'TAŞ DEVRİ' KAFASI PES ETTİRDİ

 

 

16 yıl önce hayatını kaybeden Onno Tunç'un kemiklerini sızlıyor... 1996 yılında kullandığı özel uçağının Yalova yakınlarındaki Selimiye Köyü civarına düşmesi sonucu hayatını kaybeden usta müzisyenin anısına 10 yıl önce yaptırılan ve defalarca saldırıya uğrayan anıta yapılan saldırılar, Yalova Belediyesi'ni pes ettirdi. Son olarak 15 gün önce üstündeki harfler kimliği belirsiz kişilerce sökülen anıt tamamen yıkıldı. Yalova Belediye Başkanı Yakup Bilgin Koçal, anıtın çok tahrip olduğu için yıkımına karar verdiklerini belirterek, 'Onno Tunç'un ailesi ve heykeltıraşlarla fikir alışverişinde bulunarak iki ay içinde daha güzel ve modern bir anıt yapacağız' dedi. 'Rumuz Goncagül' ve 'Ah Belinda' adlı filmlerin müziklerinin yanı sıra 'Sen Ağlama', 'Beni Unutma', 'Geri Dön', 'Haydi Gel Benimle Ol' gibi besteleriyle tanınan Ermeni asıllı müzisyen 48 yaşında hayatını kaybetmişti.

Akşam, Haber: Osman Hökemen, 30.04.2012

TARİHİ CAMİ İBADETE AÇILDI

 

Mudanya’da restorasyonu biten tarihi Mirliva-i Mısri Hasan Bey Camii tekrar ibadete açıldı.

 

Hasanbey Mahallesi’nde1644 yılında Mirliva-i Mısri Hasan Bey tarafından yaptırılan tarihi cami 1975 yılında vakıflar tarafından onarılmıştı. Aradan geçen sürede yıpranan minare, cami, türbe ve müştemilatında 2010 yılı Ağustos ayında restorasyona başlandı. Cami bahçesine şadırvan yapılırken, Mirliva-i Mısri Hasan Bey’in türbesi de elden geçirildi. Caminin içi ve dışı tamamen elden geçirilerek orijinaline sadık kalınarak onarıldı, Tadilatın tamamlanmasıyla birlikte tarihi cami 21 ay sonra tekrar ibadete açıldı. Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından onarılan caminin yeni hali cemaati de memnun etti.

Bursa Olay, 30.04.2012

TÜRBE RESTORASYONLARI İKİ SIRRI ORTAYA ÇIKARDI

 

 

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti çalışmaları kapsamında Kanuni Sultan Süleyman'ın oğlu Şehzade Mehmet için Mimar Sinan'a inşa ettirdiği Şehzadebaşı Camisi'ndeki türbelerde yapılan restorasyonda iki sır gün yüzüne çıktı. Ziyarete kapalı olan Şehzade Mehmed, Rüstempaşa, Hatice Sultan, Fatma Sultan, Bosnalı İbrahim Paşa, Şehzade Mahmud ve Destari Mustafa Paşa türbeleri ile 600 mezardan oluşan hazire alanı restore edildi. Türbelerin kurşun kaplı üst örtüleri, ahşap doğramaları, çini, kalemişi kaplı duvar ve tavan yüzeyleri, sandukaları, alçı revzenleri, kündekari kapakları, ahşap, taş, tuğla kaplı zeminleri gibi yapısal onarımları yapıldı. Türbelere ayrıca yangına, hırsızlığa karşı güvenlik sistemi konuldu, aydınlatmaları yapıldı.

İÇERİĞİ ÇÖZÜLEMEDİ
Restorasyon sırasında bugüne kadar bilinmeyen iki objeye de ulaşıldı. Kanuni Sultan Süleyman'ın 1543'te ölen oğlu Şehzade Mehmet için yaptırdığı Şehzade Mehmet Türbesi'nin kubbe kasnağındaki kedi yolunda temizlik yapılırken taşların arasında bir Arapça bir metnin yazıldığı bir kağıda ulaşıldı. Kağıt parçası, hemen Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi'ne gönderildi. Yıpranmış halde bulunan duanın içeriği henüz çözülemedi. Metnin, türbeyle ilgili bir koruma duası olduğu üzerinde duruluyor. Restorasyondaki ikinci sır ise Bosnalı İbrahim Paşa Türbesi'nde ortaya çıkartıldı. Sultan 3. Murad devri sadrazamlarından Bosnalı İbrahim Paşa, 1601'de Belgrat Seferi'nde şehit düştü ve 1603'te Dalgıç Ahmet Ağa tarafından yapılan türbedeki mezara gömüldü. Restorasyon yapan uzmanlar, kubbe kısmına geldiklerinde avize kapağının altında bir objeyle karşılaştı. Üzerinde kan izleri olan bez parçasının İbrahim Paşa'ya ait olduğu tahmin edilen bir pazıbent olduğu üzerinde duruluyor.

ZİYARETE AÇILIYOR
Türbelerde Cumhuriyet dönemindeki en kapsamlı restorasyonun yapıldığını söyleyen İstanbul Rölöve ve Anıtlar Müdürü Salman Ünlügedik, çevre düzenlemesi çalışmasının bitmesinin ardından türbelerin mayıs ayında ziyarete açılmasını planladıklarını bildirdi. İstanbul Türbeler Müzeler Müdürü Hayrullah Cengiz, Şehzade Mehmet Türbesi'nin Mimar Sinan'ın Osmanlı Hanedanı için inşa ettiği ilk türbe olduğunu, son Bursa işi çinilerin burada kullanıldığını söyledi.

Sabah, Haber: Hasan Ay, 30.04.2012

AKSEKİ MAĞARALARI TURİZME KAZANDIRILIYOR

 

Antalya'da Akseki Kaymakamlığı, bölgedeki mağaraların envanterinin çıkarılması, belgesellerinin çekilerek uluslararası çapta tanıtılması için Anadolu Speleoloji Grubu (ASPEG) ile protokol imzaladı.

Akseki Kaymakamlığı ve Akseki Eğitim Hayratı Derneği, bölgedeki mevcut mağaraların envanterinin çıkarılması, yeni mağaraların keşfedilmesi ve turizme kazandırılması için ortak çalışma başlattı. Bu amaçla geçen yıl Akseki'de Türkiye'nin 'en uzun inişi olan mağarası' Bucakalan Mağarası'na inerek keşif yapan ASPEG'le protokol imzalandı. Protokolle ASPEG, bölgedeki mağaraları keşfedecek ve burada belgeseller çekerek hem ulusal hem de uluslararası alanda tanıtacak.

Akseki Belediye Kültür Salonu'nda düzenlenen imza törenine, Akseki Kaymakamı Mekan Çeviren, Akseki Belediye Başkan Vekili CHP'li Necip Alparslan, Akseki Eğitim Hayratı Başkanı Mürşit Pişkin, ASPEG adına Ender Usuloğlu, Hakan Eğilmez, Sait Toylun ve İlker Gürbüz katıldı.

İmza töreninin ardından bilgi veren Kaymakam Çeviren, protokolle ASPEG ekibinin Mayıs 2012'den başlayarak Ekim 2014'e kadar 'Akseki Mağaraları Araştırma Keşif ve Belgeleme Projesi' kapsamında mağaralarla ilgili belgeseller çekeceğini ve tanıtacağını söyledi. Çalışmanın Akseki Kaymakamlığı, ASPEG ve Akseki Eğitim Hayratı Derneği'nin işbirliğiyle yürütüleceğini anlatan Kaymakam Çeviren, projenin amacının yörede keşfedilmemiş mağaraları gün ışığına çıkararak, alternatif turizmin gelişmesine katkı sağlamak olduğunu kaydetti.

Çeviren, özellikle yurt dışındaki üniversitelerin mağaracılık bölümlerindeki öğrenciler ile bu işi hobi olarak yapan turistleri bölgeye çekmeyi hedeflediklerini belirtti. Kaymakam Çeviren, yaklaşık 30 ay sürecek çalışmalar kapsamında mağaralarla ilgili eğitim seminerleri, mağara araştırma gezileri düzenleneceğini, mağara envanterinin kitap haline getirileceğini ve belgeseller hazırlanacağını vurguladı.

ASPEG mağara dalış uzmanı Hakan Eğilmez ise Akseki mağaralarında 1966 yılından günümüze kadar birçok yerli ve yabancı ekip tarafından inceleme yapıldığını belirtti. Timuçin Aygen ile başlayan araştırmaların İngiliz, Fransız, Çek ve İspanyol araştırmacılarla devam ettiğine dikkat çeken Eğilmez, "Ancak Akseki mağaralarının tümünün ele alındığı bir envanter veya kitap çalışması yapılmadı. Akseki ve çevresinde daha keşfedilmemiş birçok mağara bulunuyor. Bunları gün ışığına çıkararak alternatif turizmin gelişimine katkı sağlamak için elimizden gelen tüm imkanları kullanacağız" dedi.

Bucakalan Köyü yakınlarındaki 345 metre derinliğe sahip Bucakalan Mağarası'na geçen yıl inen ASPEG ekip lideri Ender Usuloğlu ise mağaranın Türkiye'nin 'en uzun inişi olan mağarası' olduğunu söyledi. 1992 yılında Fransa'dan gelen bir ekibin 305 metreye kadar indiğini kaydeden Usuloğlu, "Türk ekibi olarak 345 metreye kadar indik. Akseki'de daha birçok mağarada araştırma yaparak mağara envanterinin kitap haline getirilerek Akseki mağaraları ile ilgili belgesel hazırlayacağız" diye konuştu.

Son Dakika, 30.04.2012

DİONYSOS ŞENLİKLERİNDEN 2012 TÜRKİYESİ'NE

 

 

Sanat çağlar boyu ıslah hiç olmadı. Sarayda da, kilisede de, köy meydanında da olsa, "oyunun" hep muhalif, kızdıran, eğiten vs. bir yanı mutlaka vardı.

 

Tiyatronun bilinen tarihi yaklaşık 3 bin yıl. Bilinen, Eski Yunan ve Mısır’dan başlatılır ancak “oyun sanatını” yaratan mit/büyü dünyası herhalde çok daha eskiye götürülebilir. Oyun, insanın doğayla ve diğer insanlarla kurduğu ilişkinin öyküsüdür. Haliyle bu ilişkinin başlaması insan kadar eskidir. Ezcümle, “oyun” varken, ortada bildiğimiz dinler ve siyaset yoktu henüz! Çin, Japon, Hint gelenekleri bir yana, batı tiyatrosu çoklukla Mısır ve Eski Yunan ile başlatılır. Bu yazı, haddi aşmamak kaydıyla Dionysos ile başlasa herhalde çok da yanlış olmaz.


Ürünün, şarabın Tanrısı olan Dionysos adına düzenlenen şenliklerle, ilkel insan eylemleri olan büyü/dans/taklidi bir araya getirip yazıyı/oyuncuyu/dekoru ve seyredeni ekleyerek yaratılmış olan tiyatronun nasıl bir bağı var? Bu bağı açıklayan yanıt, hem tiyatronun evrimine hem de bugün Türkiye’de yaşananlara dair bir söz olur. Dionysos şenliklerinden bir sanat dalı yaratan, Eski Yunan’da o dönem yaşanan sınıf/siyaset çatışmasının sonucu. 

Eski çağlarda
Çağdaş anlamıyla “sınıf” değil, sırtını gökyüzüne dayamış Atinalı soylular ile onlarla güç mücadelesine girişmiş olan tüccarların mücadelesi söz konusu olan. 


Dionysos, köylünün sevdiğiydi ve çok çabuk yaygınlaşıp kısa süre sonra her yerde kutlanan şenliğe dönüştü. Antik tiyatro bir zaman sonra, soylunun inancına karşı yaratılan bu şenliklerden doğdu. Ve tarihi boyunca (Kahramanlık Çağı’nın toplumsal zeminini bulduğumuz Homeros destanlarını da katalım) ne tiyatro siyasetten uzak oldu ne de siyaset oyun sanatından. Polis (kent devleti)’te karşılaştığımız trajedi, komedi ve satir oyunları, kaynağını orada yaşanan çelişki ve siyasal mücadelede buluyordu. Yani tiyatronun Polis’teki işlevi her zaman ideolojikti. Mülkiyet ilişkilerinin dönüşümü, insan yapısı yasalar, kadının toplumsal konumu, iktidar mücadelesi ve savaşlar; yaşamın oyunlaştırılmasını sağladı. Dolayısıyla “politik tiyatro”nun bir tür olarak ortaya çıkışı için 19. yüzyılın sonuna dek beklemek gerekti ancak tiyatro, tarihi boyunca zaten politikti. Polis ideolojisini, yasalarını, yaşam biçimini, yurttaşa kendi ideal suretlerini gösterme yoluyla aşılıyordu tragedya. Bir soylu ve iyi yurttaş olan Aiskhylos’un derdi buydu. Keza Sophokles de benzer bir zihin dünyasından yazıp Polis’i sahiplendi ama daha tedirgindi çünkü o sırada Polis yıpranmaya başlamıştı. Bu nedenle Ozan, erdemli kalmaktan söz edip durdu. Çocukluğunu Pers savaşlarında geçiren Eüripides, o kargaşada Atina’nın toplumsal düzenine kuşkuyla baktı ister istemez ve bireyin trajedisine yöneldi. Bir süre sonra, komedya yazan Aristophanes’in yıldızının parlaması boşuna değildi. Askeri yenilgiler, yozlaşan demokrasi, demokrasi karşıtlarının seslerini duyurması; yerginin sanatı olan komedya ile dillendirilmişti. 

Avrupa ve Türkiye
Ardından Roma, Ortaçağ ve Rönesans tiyatroları da filizlendikleri dönemleri yansıttılar. Roma’da yapılar büyüdükçe tiyatronun politik işlevi küçüldü. Ortaçağ’da kilise, pazar yeri, gezici tiyatro süreçleri yaşandı. Hepsi, yaşadıkları çağı yansıtıyordu ve tüm bunlar, 15-16. yüzyıldan itibaren modern tiyatronun yapı taşları oldu. Shakespeare, Tudorlar döneminde başladığı yazarlığını Stuartlar döneminde sonlandırırken, her iki hanedan döneminde, hep olan ve olacak iktidar hırsını, insanı, mücadeleyi bu denli yalın ve çarpıcı anlattığı için asırlardır gündemde. Aynen, hemen sonrasında yazan ve sınıfsal aidiyetlerle dalgasını geçen Moliere gibi. Ya da yaklaşık üç asır sonra içinde yaşadığı toplumun sorunlarını, bunalımlarını olağanüstü bir dil ve olay örgüsü içinde anlatan Tolstoy, Çehov ve Gorki gibi. Kısa süre sonra Meyerhold, Piscator ve devamında Brecht, yaşanan dönüşüm ve sol akımların etkisiyle toplumcu/politik tiyatronun başyapıtlarını verdiler. Dünya, ülkeler, toplumlar değişirken yeni evrenleri anlatan ve onlarla cebelleşen yepyeni tiyatrolar, yazar ve oyun biçimleri doğdu.


Topraklarımızda tiyatronun çeşitli biçimlerinin görüldüğü biliniyor. Batılı bir tiyatro ise büyük ölçüde (19.yüzyıl ile) Müslüman olmayan tebaanın ürünü. Örneğin ilk batılı oyunu Namık Kemal (Vatan) yazdı ve bu oyun Gedikpaşa’da Osmanlı tiyatrosu için çok önemli bir isim olan Güllü Agop kumpanyasınca oynandı. Nitekim 1873’te sergilenen oyunun ardından heyecan duyan halk sokağa çıkınca, yazar sürgün edildi. Cumhuriyet dönemini bir iki satırla anlatmak olanaksız ancak politik olan ve olmayan pek çok grup/oyun, dönemin ruhuna uygun olarak sahnede yer aldı. Ülke değişirken oyun ve oyuncular da evrildi. Solun yükseldiği dönemde AST ve Dostlar Tiyatrosu’nun ortaya çıkışı da, Haldun Taner’in o nefis ve epik oyunlarının sahnelenmesi de rastlantı değil. Bir başka önemli isim de Muhsin Ertuğrul’dur ve bugün canına okunmaya çalışılan eski Darülbedayi, yani Şehir Tiyatrosu’nun en büyük ismidir. Gerek Ertuğrul gerekse İstanbul Şehir Tiyatroları, Cumhuriyet dönemi tiyatroculuğunun simge kurumlarıdır. Tiyatro sanatının Türkiye açısından en değerli kurumlarından biri, 2012’de açıkça yozlaşma tehlikesiyle karşı karşıya. 

Hangi halk, hangi hassasiyet?
Repertuar belirleme işini yapan kurula iki bürokrat atanmasına dair yönetmelik değişikliği haklı olarak protesto ediliyor. Ve tam bu ortamda kültürümüzden sorumlu bakan, “sanata müdahale edilemeyeceğini ancak oyuncuların halkın hassasiyetlerini göz önünde bulundurmaları gerektiğini” buyuruyor. Bazı oyunlarda metnin dışına çıkılıp siyasi espriler yapılıyor, iktidar eleştiriliyormuş. Bak sen! Eh, yurttaşın hiç eksilmeyen ve tanımlanamayan hassasiyetleri de düşünülürse, vay başımıza gelenler! Bakan, belediye, sempatik bürokratları vs. hiç kusura bakmasınlar ama önce bir “halk” ve “hassasiyet” tanımı yapıp ardından medeni ülkelerde tiyatro nasıl yapılıyor, sanatçının ifade hürriyetinin sınırı nedir, tiyatronun işlevi nedir vs. sorularına yanıt vermek zorundalar. Bilim ve sanat, istisnai sınırlar bir yana bırakılırsa, varlıkları sınırlanmamalarına bağlı alanlardır. Sanatın işlevlerinden biri, muhterem halkın hassasiyet çıtasını yükseltmektir. Üstelik kimse zorla davet edilmediğinden, fazla hassas vatandaşın oyun izlememe özgürlüğü de var. İktidarlar akademiyi “uslu/ön ilikleyen” insanlar güruhuna çevirdi çok şükür. Ancak sanat o kadar kolay değil; çağlar boyu ıslah olmadı çünkü. Sarayda da, kilisede de, köy meydanında da olsa, “oyunun” hep muhalif, kızdıran, eğiten vs. bir yanı mutlaka oldu. Tiyatro herhalde (ve umarız!) akademi kadar efendi, lacivert takım elbiseli olmayacak! Bülent Ecevit zamanında “laiklik Cumhuriyet’in aşil topuğudur” demişti. Türkiye pek laik olmadığına göre, onun yerine “sanatı” koymalı artık. 
Radikal, Yazı: Murat Sevinç/Ankara Üni. SBF, 29.04.2012

TARİHE BETON DÖKTÜLER

 

 

Oltu’daki tarihi eserlerinin ilk sıralarında bulunan Aslanpaşa Camisinin arka tarafında yer alan ve şehitlik olarak bilinen mezarlıktaki tarihi mezar taşının üzerine beton attılar. Tarihi mezar taşının kırılan bölümünü tamir etme gayesiyle yapıldığı gözlenen beton sıva, taşın büyük bölümünü tahrip etti. Taş üzerinde bulunan tarihi yazının tahrip olmasına neden olan beton sıva, tarihi mezar taşını tamir etmek bir yana mezar taşının estetik ve görünümünü de bozdu.

Şehitliğin bulunduğu yerde yer alan ve kimsenin görmediği bu tadilat rezaletine ses çıkarılmadığını dile getiren mahalle sakinleri, “Camii yaptıran Aslanpaşa’nın ailesinin yattığı söylenen ve şehitlik olarak ta kullanılan bu mekanın tahrip edilmesine kimsenin sesi çıkmıyor. Taşın üzerine atılan beton baştan sağma yapıldığı için hem taşı ve üzerindeki yazıları tahrip etmiş hem de atılan beton güneşin etkisiyle taştan ayrı bir halde üzerinde duruyor. Bunu yapanların tarihe olan saygıları ortada. Bu rezalet biran önce temizlenmeli.” şeklinde tepkilerini dile getirdiler.

ARSLAN PAŞA CAMİİ VE KÜLLİYESİ
Çıldır Atabeklerinden yirmi birincisi olan Arslan Paşa, Oltu'da 1664'de muhteşem bir cami (bugünkü Arslan Paşa Camii), etrafına yetmiş odalı medrese, bir fetvahane, bir hamam ve bir de saray yaptırdı. Hükümet tarafından kendisine verilen toprakları halka vakfetti. İlçe merkezinde yapılmış olan külliyenin en sağlam yapısı olan Camii, Osmanlı mimarisinde çok sayıda kullanılan kare mekanlı, tek kubbeli ve üç gözlü son cemaat yerine sahip plan tipinin güzel bir örneğidir. Tamamen kesme taş malzemenin kullanıldığı cami, mimari yönden dengeli ve ölçülü bir yapıya sahiptir. Buna karşılık süslemede, geometrik motifler dışında pek başarılı olunamamıştır. Mihrap ve son cemaat yerinde bulunan mihrabiyelerin mukarnasları, çağdaş diğer yapılardaki kadar klasik olmayıp basit bir üslupla ele alınmıştır. En önemli özelliği mahfil, vaiz kürsüsü ve minareye duvar içinden açılan merdivenle çıkılmasıdır. Caminin kubbe kasnağına açılan pencere alınlıklarındaki Esma’ül Hüsna yazıları başka yerlerde pek olmayan özel bir süslemedir. Caminin pencere alınlıklarında Allah, Muhammed ve Dört Halifenin adları taş üzerine kabartma harflerle yazılıdır. Kuzeybatı köşesinde yer alan minare kaidesi iki metre yükseklikten sonra pahlanarak sekizgen bir forma dönüşmüştür. Pabuçluk kısmını müteakiben on altı gene tamamlanan kısa geçiş ve iki kuşak silmeden sonra kısa ve kalın silindirik gövde yükselmiştir.

Camii külliyesi alanı içerisinde camii yaptıran Arslanpaşa ve ailesinin olduğu düşünülen mezarlar bulunmaktadır.

Erzurum Gazetesi, Haber: Dursun Murat Aydın, 29.04.2012

PATARA ANTİK KENTİNDE KAZILAR BAŞLADI

 

 

'nın Kaş İlçesi yakınlarındaki dünyanın ilk meclis binasını içinde bulunduran Patara antik kentinde arkeolojik lar başladı.

 

Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Havva Işkan Işık başkanlığında başlatılan da bu dönem, Likya Birliği Meclisi binası ile Patara antik tiyatrosu arasındaki alanda gerçekleştirilecek.
 

Prof.Dr. Işık, gazetecilere yaptığı açıklamada, 24 yıldır devam eden kazı çalışmaları kapsamında asıl büyük kazının 18 Haziran'da başlayacağını söyledi.

 

Kazılarda 25 işçi ve 4 arkeologun görev alacağını kaydeden Işık, bu yılki kazılarda Liman Hamamı Palaestrası, Tepecik Bey Sarayı, Ana Cadde, Kaynak Kilise, Agora ve Ana Cadde'de çalışılacağını bildirdi. Patara Neron Deniz Feneri'nin podyum restorasyonun bu yıl tamamlanacağı da dile getiren Işık, ödenek bulunması halinde deniz fenerinin kulesinin de restore edileceğini belirtti.

 

Bu yılki çalışmalarda Patara antik kentinin simgesi Mettius Modestus Takı'nın restorasyonun yapılacağını da anlatan Işık, ''2012 yılı çalışmaları arasında geçen yıl Anıtlar Kurulu'nca onaylanan Patara Antik Kenti Çevre Düzenlemesi Planı yaşama geçirilecek. Proje kapsamında ören yeri yürüyüş yolları, otoparklı karşılama merkezleri yapılacak. Ayrıca Antik kent bilgilendirme levhaları ile donatılacak'' dedi.

 

Işık, kazıların eylül ayına kadar devam edeceğini bildirdi.

Sabah, 29.04.2012

MUĞLA'DA 12 AY BOYUNCA ARKEOLOJİK KAZI YAPILACAK

 

 

Muğla’nın Yatağan İlçesi'ndeki 2 bin 500 yıllık Stratonikeia ve Denizli’deki Laodikeia antik kentlerinde 2012 yılı kazı çalışmalarına başlandı.

 

Kazı çalışmaları dolayısıyla Stratonikeia Antik Kenti’nin bulunduğu Eskihisar Köyü girişinde tören düzenlendi. Denizli Valisi Abdülkadir Demir, törende yaptığı konuşmada, Türkiye genelinde sahip olunan tarihi değerlerin gün yüzüne çıkartılması için yoğun çalışma yapıldığını söyledi. Antik kentlerdeki kazı çalışmalarını Denizli ile Muğla valiliklerinin ve üniversitelerin birlikte yürüteceğini kaydeden Demir, bütçe konusunda sıkıntı yaşanmadığını ve bu doğrultuda çalışmaları hızlı şekilde sonuçlandırmak gerektiğini belirtti.

 

Türkiye’nin farklı bölgelerindeki antik kentlerde geçmişte yılda 1 ay gibi kısa süre kazı çalışması yapıldığını dile getiren Demir, ”Stratonikeia ve Laodikeia antik kentlerinde 12 ay boyunca kazı çalışması yapılacak. Bu ülkenin değerlerinin bir an önce gün yüzüne çıkartılması lazım. Artık, 12 yılda ulaşılan tarihi zenginliklere 1 yılda ulaşacağız. Kazı sürecinde yine bilimsel çalışmalar ön planda olacak. Sürecin hızlanmasıyla, bu ülkenin değerleri de bir an önce gün yüzüne çıkartılmış olacak” dedi.

 

Muğla Vali Vekili Faruk Necmi Kurt ise Stratonikeia antik kentinde yaşamın asırlardır canlı bir şekilde sürdüğünü belirtti. Kurt, Muğla ve Denizli’nin ortaklaşa hayata geçirecekleri projelerle antik kentin çevresinin değişeceğini ve turizmde önemli bir merkez haline geleceğini anlattı.

 

Muğla Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Mansur Harmandar ile Pamukkale Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Hüseyin Bağcı ise üniversiteler arasında yapılan işbirliği kapsamında yapılan çalışmalar hakkında bilgi verdiler.

 

İlk kazmayı birlikte vurdular

Stratonikeia antik kentindeki 2012 yılı kazı çalışmaları, Denizli Valisi Abdülkadir Demir, Muğla Vali Vekili Faruk Necmi Kurt ile beraberindekilerin kazı alanına ilk kazmayı birlikte vurmaları ile başlatıldı.

 

Antik kentte bulunan ve 2 bin 200 yıllık olduğu açıklanan kanalizasyon şebekesi ziyaretçileri şaşırttı.

 

Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Stratonikeia Antik Kenti Kazı Başkanı Doç.Dr. Bilal Söğüt, kanalizasyonun o dönemlerde bile bölgede modern bir yaşamın sürdüğünün göstergesi olduğuna işaret etti. Kazı çalışmalarında ilk aşamada 2 bin 300 yıllık tarihi geçmişe sahip sur duvarlarının onarımı ile başlayacaklarını söyleyen Söğüt, ”Daha sonra ise 15 bin kişilik antik tiyatroda bir dizi çalışma yürüteceğiz. 12 ay boyunca sürecek kazı çalışmasında yaklaşık 50 kişilik bir ekip görev yapacak” diye konuştu.

 

Törene, Avrupa Birliği Projesi kapsamında Stratonikeia antik kentinde kazı yapan 5 kişilik İtalyan kazı ekibi de katıldı. Tören alanında antik kentteki kazıların tarihsel sürecini anlatan bir fotoğraf sergisi de açıldı.

Haber 7, 29.04.2012

LALELERİ YAŞATIYOR, TARİHİ BİTİRİYORUZ

 

 

Memleketin her köşesinden tarih fışkırıyor da biz o tarihi ne kadar biliyoruz. Burnumuzun dibinde olup da değerini bilmediğimiz için ziyaret etmediğimiz onlarca yer var.

 

Çoğumuz, yaşadığımız kentte yabancı turistler gibiyiz. Özellikle yedi tepeli İstanbul’da. Bilmediğimiz, gitmediğimiz, görmediğimiz daha o kadar çok tarihi yer, güzellik ve hoşluk var ki... “Elin adamının”, dünya para harcayarak koşa koşa geldiği, burnumuzun dibindeki güzellikleri biz görmüyoruz bile...

 

Tarihi mirasa sahip çıkmak sadece bir turizm unsuru olarak düşünülemez elbette... Geçmişle gelecek arasında köprü kurmanın kaçınılmaz unsurudur tarihsel mirasımız. Geçmiş olmadan bir gelecek kurulumaz çünkü... Ama bize tarihe sadece buzlu camlardan bakmak öğretilmiş!

Buzlu camların ardından seyrede seyrede gözlerimiz bozulmuş olmalı ki, burnumuzun dibindeki bu engin ve zengin tarihi küçültüle küçültüle kıyılmasını görmemiş, kabullenmişiz! Az da olsa buzlu camları dağıtanlarımız da var olmuş her zaman.

 

Buzlu camlara çekiçle vuranlardan biri de Kağıthane Belediyesi Basın Danışmanı Hüseyin Irmak... Irmak, Lale Devri denilen dönemin merkezinde yer alan ve eski İstanbul’un en önemli mesire yeri olan Kağıthane’nin geçmişini Kağıthane Tarih Envanteri isimli kitapta topladı. Bölge tarihini adeta sıcak takibe alarak inceleyen kitap, yerin altında veya üstünde bulunan, günümüze gelmiş ya da gelememiş 62 yapı noktasının tüm hikayesini anlattı. Keyifle okunacak, çok şey öğrenilecek hikayeler...

 

NE OLDU DA DEMİR YOLU YOK OLDU?

Kağıthane ve Alibey derelerinin Haliç’e döküldüğü üçgende 1912 yılında Macar firması tarafından Silahtar Elektrik Santrali kurulur. 1914 itibariyle şehre elektirik vermeye başlayan santral, kömür ile çalışmaktadır. 1. Dünya savaşı koşullarında, savaş halinde olunan İngiltereden santral için ithal edilen kömürün sevkiyatı durur. Karadeniz Ereğlisi’nden kömür taşıyan Şirket-i Hayriye gemileri ise Rus donanması tarafından batırılmaktadır.

 

Santralin, gemilerin ve diğer fabrikaların kömürsüz, şehrin elektriksiz kalma riski çözüm tartışmalarını beraberinde getirir. Araştırılır ve Bizans zamanından itibaren varlığı bilinen ama endüstüriyel olarak hiç kullanılmamış olan Ağaçlı ve Çiftalan havzası linyit kömürünün Santralde kullanılabilinir olduğu açığa çıkar. Taş kömürü ile üçte bir oranında karıştırılarak yakıldığında verim alındığı görülür. Ardından orman içinden Karadeniz’e Haliç’ten bir dekovil hattı kurulması kararlaştırılır.

 

Resmi adı “Haliç Karadeniz Sahra Hattı”nda kullanılan prefabrik raylar, lokomotif ve vagonlar Tuna Nehri yoluyla Kağıthaneye getirilir. 62 kilometre uzunluğunda bir hat kurulur.

Şimdi ‘Ne oldu bu demiryoluna?’ diye sormak lazımdır. Sormalıyız ki, ulaşım politikamızı sorgulayabilelim. Bugün yapılan yanlışların karşısına dikilebelim...

 

KAĞITHANE BARUTHANESİ

Osmanlı’nın İstanbul’daki ikinci baruthanesi, II. Beyazıt tarafından Kağıthane’ye kurdurulur. Baruthane ilk kurulduğunda ahşaptır. Fakat yangın ve patlama tehlikelerinin gösterdiği bazı riskler nedeniyle Kanuni Sultan Süleyman zamanında kargire çevrilip, çatısı da kurşunla kaplanır. Baruthane Sultan İbrahim’in devri sona erdiği 1648 yılına kadar faaldir.

 

Baruthane, Kurtuluş savaşı’nda önemli roller üstlenir. Çünkü şehirdeki  en büyük cephane ve silah depolarından biridir. Buradan çok mühimmat taşınmıştır gizlice, Kağıthane demiryolu üzerinden... Demiryolunun ( Haliç-Karadeniz Sahra Hattı) Başlangıç istasyonu Silahtarağa’da Kağıthane Deresi’nin Haliç ile birlleştiği noktadadır ve Baruthane’ye çok yakındır. Demiryolu ile gece sevkiyatı yapılacağı zamanlarda Kağıthane ve Ayazağa karakollarında görevli olan İngiliz ve İtalyan askerleri atlatılmalıydı. Bu sorun da köylerin ileri gelenleri tarafından köyün uygun bir yerinde tertiplenen ve karakol askerlerinin davet edildiği eğlencelerle halledilirdi. Çalgılı çengili eğlencelerde askerler sarhoş edilir, gecenin ilerleyen saatlerinde oluşan denetim boşluğunda tren, Kağıthane Baruthanesi’nden yüklediği mühimmatı Ağaçlı ve Karaburun köylerindeki iskelelere ulaştırırdı. Buradan da mühimmat teknelerle İnebolu’ya gönderilirdi.

 

1930’ larda geçirdiği büyük bir yangın ile önemli oranda yok olan baruthaneden geriye kalan binalar ise kaderlerine terk edildi. Günümüzde o baruthanenin olduğu yer Beyoğlu Belediyesi idaresine bağlı Örnektepe mahallesinin içinde yer alıyor. Yakın tarihe kadar da TEKEL tarafından depo olarak kullanılan  binanın sağlam kalan bir bölümü dışındaki arazi ise yine yakın zamana kadar adaklık kurban barınma ve satış yeri olarak kullanıldı. Bu ‘hayırlı’ işlevin ötesinde, ülkenin özgürlüğü için ödenen bedelleri bilebilmek için orada o tarihi yaşatmak çok daha anlamlı olmaz mıydı?

 

LİSTE ÇALIŞMASININ ÇOK ÖTESİNDE

Haliç’ten kuzeye doğru, vadi boyunca adım adım ilerleyen, ele aldığı her örneğin haritadaki yerini, ada-pafta ve adres bilgilerini, eski ve yeni fotoğraflarla beraber yaşadığı macerayı aktaran kitap, kuru bir tarih anlatımının yerine canlı bir sürecin takibini yapıyor.

 

Gerek binin üzerindeki görsel malzeme üzerinden, gerekse arazi üzerinden gerçekleştirdiği takip hikayesini, resmi yazışma örnekleriyle zenginleştirerek sayfalarına alan Kağıthane Tarih Envanteri, bir listeleme çalışmasından çok kapsamlı bir tarih kitabı niteliğinde...

 

Vaktiyle Kağıthane’de yer alan Osmanlı yazlık saraylarını, su mimarisinin özgün örneklerini, köşk ve kasırları, köprüleri, çeşmeleri, ayazmaları, köy hayatını, mesire alanının ekolojik ve sosyal özelliklerini, anıtsal ağaçları ve doğal yaşamı, Bizans dönemi eserlerini, su yolları üzerinde bulunan sanat yapılarının acıklı öyküsünü sunan kitap; son yirmi yılın canlı tanıklığını da yapıyor.

İlçe tarihine bilimsel titizlikle ışık tutan Kağıthane Tarih Envanteri, son bölümünde vadinin 2010 halini panoramik fotoğraflar ve bilgilerle sunarken, zengin bir bibliyografya listesi vermeyi de ihmal etmemiş.


Peki neden bunca emek sorusunun cevabını ise yazarından dinleyelim: İstanbul’da belki de izleri en acımasızca silinen bir ilçenin tarihini derlerken, ne kadar büyük bir aymazlıkla, nasıl kötü bir perspektifsizlikle davranıldığını göstermek, bundan ders alınmasını sağlamak, en azından denemekti. Neredeyse tamamen silinmiş bir tarihin ortaya çıkarılmasının da diğer yerel kurumlara, bilim kuruluşlarına örnek oluşturmasını da istedik. Neler yapılabileceğini göstermek de istedik...”
Umarız görülür.

 

BİR ZAMANLAR YEŞİLÇAM’IN PLATOSUYDU!

Kağıthane’de bir tane bile sinema yok. Oysa 1974’lerde Kağıthane’nin 12 mahallesinde toplam 17 sineması varmış. Bunların 9’u kapalı, 8’i açık sinemaymış.


Bugün ise Kağıthane’nin 19 mahallesi var ama bir tane bile sineması yok. Eski sinemalar 1980-85 yılları arasında yok olmuş. Sinemaların binaları, iş merkezi, büro binası, otopark ve pasajlara dönüşmüş. Oysa Kağıthane bir zamanlar Yeşilçam’ın platosu gibiymiş. Filmlerin birçoğu Kağıthane’de çekilmiş.


Muhsin Ertuğrul’un yönettiği Leblebici Horhor Ağa (1923), Lütfü Akad’ın yönettiği, başrollerini Ayhan Işık ve Gülistan Güzey’in paylaştığı İngiliz Kemal Lawrence’e Karşı (1952), yönetmenliğini Atıf Yılmaz’ın yaptığı, Türkan Şoray’ın oynadığı Yedi Kocalı Hürmüz (1971), yönetmenliğini Ergin Orbey’in yaptığı, Kemal Sunal’ın oynadığı Meraklı Köfteci (1976), Atıf Yılmaz’ın yönettiği ve başrollerini Kadir İnanır ile Hale Soygazi’nin paylaştığı Bir Yudum Sevgi (1984) bu filmlerden bazıları.

 

BİR SAFİYE AYLA GEÇTİ BURADAN

Açılışından itibaren İstanbul Radyosu olmak üzere Türkiye radyolarında sayısız konser veren, beş yüzden fazla plak dolduran, büyük beğeni toplayan sesiyle ünü yurt sınırlarını aşan Safiya Ayla da Kağıthane’nin tarihinde yer alıyor.


Mısırlı Hicazizade Hafız Abdullah Bey’in kızı olan Safiye Ayla, henüz doğmadan babası hayatını kaybetmiş. Annesini de üç yaşındayken kaybeden sanatçı daha sonra yetimhaneye verilir. Çocukluğu Kağıthane’deki Çağlayan Yetimhanesinde geçmiş Safiye Ayla’nın Sadabad Camii’ndeki fotoğraflarından iki tanesini Kağıthane Tarih Envanteri’nde bulmak mümkün.

 

TÜRKAN SAYLAN’IN ÇOCUKLARININ İSİM KAYNAĞI...

Vaktiyle Sadabad Sarayı’nın önünde bulunan çağlayanlar, ilk evliliğinde Kağıthane’ye gelin gelen Türkan Saylan’ın çocuklarına verdiği isimlerin ilham kaynağıdır.


Saylan’ın iki çocuğunun adları Çağlayan ve Çınar’dır. Hüseyin Irmak’ın, Kağıthane hakkında Saylan’la yaptığı görüşmede kendisi; çocuklarından birine Cendere Vadisi’nin ucunda bulunan anıt çınar ağacından dolayı “Çınar” ismini verdiğini söyler. O çınar, Cendere Su Terfi İstas-yonu’nun arka bahçesinde bulunuyor ve yaklaşık 700 yıllık olduğu rivayet ediliyor. Sayan ayrıca diğer çocuğuna da Sadabad Sarayı önünde bulunan (Ve günümüze ancak kalıntıları gelebilen) çağlayanlardan ötürü “Çağlayan” ismini verdiğini anlatmış.

 

BİR KALINTISI BİLE OLMAYAN SARAY!

Polgon Sarayı, Almanya’dan satın alınan Mavzer tüfeklerinin denemesi için yapılan atış poligonunun baş tarafına, padişahın talimleri seyredebilmesi, atışı yapabilmesi ve gerektiğinde dinlenebilmesi için 1888-89’da kuruldu.


İttaki Terakki’nin ünlü tetikçisi Yakup Cemil 11 Eylül 1916 Pazartesi günü 14 Tüfekli bir idam mangası tarafından burada kuşuna dizilir. 1950’lerde binalar ve arazisinin mülkiyeti İstanbul Elektrik Tramvay Tünel İdaresine (İETT) devredilir.


1954’ün başında burada “Karaağaç Havagazı İdaresi” Gazhane inşaatı başlatılır. İnşaat sırasında yapımcı firma tarafından çekilen fotoğraflarda 1955’e kadar saraya bağlı binaların yerinde durduğu görülmekte. İnşaatın bitiminde (veya  hemen sonrasında) saray ortadan kaldırılır. Alan uzun yıllar havagazı ve kömür İşletmesi olarak bacasından pis dumanlar yayarak 1990’lara kadar gelir. Daha sonra kaldırılan tesisin yeri İETT otobüslerinin garajı olarak kullanılır.  


Günümüze kalan hiçbir mimari izi olmayan sarayın bazı fotoğraf ve kartpostallarının yanı sıra İstanbul Resim Heykel Müzesi’nde iki adet tablosu bulunuyor.

 

SIRA DIŞI BİR BASIN DANIŞMANI

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon Bölümü mezunu olan ve Halkla İlişkiler dalındaki yüksek lisansını da aynı okulda yapan Hüseyin Irmak, Tercüman ve Güneş gazetelerindeki muhabirlik dönemlerinin ardından başladığı Kağıthane Belediyesi Basın Danışmanlığı görevini halen sürdürmektedir.


Yazarın daha önce yayınlanmış Yaşadığım Kurtuluş ve Dinler Arası Sevda Türküleri adlı iki kitabı bulunmakta...


Yazar Hüseyin Irmak Kağıthane belediyesin de Çalıştığı süre boyunca Kağıthane Tarihi Envanteri ile birlikte bir çok önemli çalışmaya da imza attı. İstanbul’a gelen iki Tren hattı dışında üçüncü hattın varlığını keşfetti. Hattın yeniden inşası için yapılan çalışmada dayanağı haline geldi.
Tarihi Kağıthane Köyüne ait ilkokul (Yazar Adnan Özyalçıner’in de okuduğu) (Sıbyan Mektebi) binasının, yerine paralı tuvalet yapmak üzere yıktırılmasını son anda önledi.


İçinde Kağıthane veya Sadabad kelimeleri geçen tüm eski şarkıları derledi ve Kalan Müzik’e “Kağıthane Şarkıları” ismiyle CD-kitap ve kaset olarak yaptırdı.

Evrensel, Haber: Bülent Falakaoğlu - Şenay Kumuz, 29.04.2012

İNÖNÜ STADI İÇİN ENGEL KALMADI

 

SABAH Ankara Temsilciliği'nin geleneksel kahvaltısına konuk olan Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç, sporun gündem maddelerine yönelik önemli açıklamalar yaptı. Türk sporunun gelişimi ve başarısı için fiziki altyapı seferberliği başlattıklarını söyleyen Kılıç, özellikle Beşiktaş taraftarlarının merakla beklediği İnönü Stadı'nın yeniden yapımı hakkında bilgi verdi. İşte Bakan Kılıç'ın açıklamaları:

Dolmabahçe'de yeni stadın yapımı için Kültür ve Turizm Bakanlığı ile ortak görüşmeler yaptık. Biz, stadın mevcut yerinde yenilenmesi fikrine olumlu bakıyoruz. Son olarak Sayın Ertuğrul Günay da tarihi dokunun korunması, bir otel ve AVM inşaatının bölgeye yoğunlaştırılmaması kaydıyla projeye katkı sunacaklarını ifade etti. İnönü Stadı'nın mevcut yerinde yenilenmesinin önünde bir engel olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Sabah (Kısaltarak), 29.04.2012

TEMEL KAZISINDA BİZANS KALINTISI

 

Amasra’da temel kazısı sırasında Bizans Dönemi’ne ait erzak odası olduğu tahmin edilen yapıya rastlanınca inşaat durduruldu.

Kum Mahallesi Dizinler Sokak’ta iş makinesiyle yapılan temel kazısı sırasında yaklaşık 2 metre derinlikte iki adet toprak küp ile bir yapıya rastlanması üzerine Amasra Müze Müdürlüğü yetkililerine haber verildi.

Müze yetkilileri yaptıkları incelemede Bizans Dönemi’ne ait olduğu tahmin edilen yapı ve küpler nedeniyle inşaatın durdurulmasını kararlaştırdı.

Amasra Müze Müdür Vekili Sultan Tutar, AA muhabirine yaptığı açıklamada, inşaat sırasında çıkan yapının Bizans Dönemi’ne ait erzak odası olduğunu düşündüklerini söyledi.

Temel kazısında 2 adet toprak küp de bulunduğunu anlatan Tutar, ”Durumun haber verilmesiyle ilk incelememizin ardından inşaat çalışmasını durdurduk. Yapının niteliği gerçekleştirilecek kazı çalışmasıyla ortaya çıkarılacak” dedi.

İnşaat sahibi Turhan Gökmen de Müze Müdürlüğü’nün vereceği rapor doğrultusuna apartman inşaatına devam edilip edilmeyeceğinin kararlaştırılacağını kaydetti.

Milliyet, 29.04.2012

OSMAN HAMDİ İNİŞE Mİ GEÇTİ?

 

 

En pahalı Türk ressamı Osman Hamdi Bey'in İstanbul ve Londra'da düzenlenen müzayedelerde açık artırmaya çıkan tabloları satılamayınca akla 'Eserlere ilgi azaldı mı?' sorusu geldi. Uzmanlara göre bunun nedeni astronomik fiyatlar, eserlerin kalitesi ve sanatçının dünya piyasasında değerli görülmemesi.

 

12 Aralık 2004 Türk resmi için bir dönüm noktasıydı. İlk kez bir Türk ressamın tablosu, dünyanın en büyük müzayede evlerinde rastlanan bir fiyattan alıcı buldu. Osman Hamdi Bey'in Kaplumbağa Terbiyecisi adlı eseri tam 42 kez bayrak görerek 5 milyon liraya satıldı. Eserin fiyatının bu denli artmasında Eczacıbaşı ve Kıraç Vakfı arasında kıran kırana yanşan rekabet etkili olmuştu. Sunaİnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi tarafından alınan resim henüz müze açılmadan en çok merak edilen eser olmuştu. Aylarca medyanın gündeminden düşmeyen tablo Pera Müzesi'nin de simgesi haline dönüştü. Osman Hamdi'nin Kaplumbağa Terbiyecisi ile başlayan yükselişi 2008 yılında Londra'da Sotheby's tarafından düzenlenen müzayede de devam etti. 'İstanbul Hanımefendisi' isimli eseri 3 milyon 380 bin 500 sterlinden (yaklaşık 8 milyon lira) satılarak 'en pahalı Türk tablosu' unvanını ele geçirdi.

8 milyon liralık satıştan sonra herkes Osman Hamdi Bey'in bir başka rekor kırmasını bekliyordu. Türkiye'nin önde gelen koleksiyonlarında da yer alan Osman Hamdi Bey'in Kasım 2011 yılında satışa çıkan 'Huzur' adlı tablosu ise piyasada hayal kırıklığına uğrattı. 9 milyon dolar muhammen bedelle satışa çıkan tablonun kim tarafından satın alınacağı merak konusuyken, istenen fiyat yüksek geldi ve tablo satılamadı. Bu hafta ise Londra'da satışa çıkan bir başka eseri daha alıcı bulamadı. 1878 yılına ait Okuyan Genç Emir adlı tablo 3 milyon sterlinden (8.5 milyon lira) satışa çıktı ancak tabloya verilen en son fiyat 2 milyon 600 bin sterlin oldu. Rekor kırması beklenen eser sanat piyasasında çalkantılara yol açtı. Ressamdan çok bir bilim adamı ve diplomat olan Hamdi Bey'in eserleri dünya sanat piyasasında ne kadar önemli bir yere sahipti? İlk güzel sanatlar fakültesinin kurucusu olan Hamdi Bey'in eserlerinin fiyatı gereğinden fazla mı yükselmişti? Ben de bu hafta bu sorunun cevabını araştırdım.
 


Özalp Birol Pera Müzesi Genel Müdürü
Önce koleksiyonerlerin Osman Hamdi'nin resimlerini niçin aldıklarına bir bakalım? Resimleri gerçekten çok estetik buldukları için mi? Bir statü sembolü olarak gördükleri için mi? Bu çerçevede Kaplumbağa Terbiyecisi ve İstanbul Hanımefendisi'yle rekorlar kırdı. Ancak son zamanlardaki büyük satışlarda, satıcılar, koleksiyonerlerin satın alma kararını etkileyen parametreleri pek dikkate almadılar. Örneğin, pazarlama taktiklerinin bir parçası olarak 'başyapıt' sözcüğünü o kadar sık kullandılar ki, ülkemizde zaten sorunlu olan 'başyapıt' olgusu anlamını kaybetmeye başladı. Diğer taraftan, Osman Hamdi Bey'in son zamanlarda satışa sunulan resimlerden bazılarının koleksiyonerlerin estetik beklentilerini karşılamadığını, ayrıca, ulusal ve uluslararası satıcıların, sanatçının yapıtlarına abartılı fiyatlar koymaya başladıklarını görüyorum."

Yalçın Sadak Sanat tarihçisi
"Arkeolog, eğitimci ve diplomat olarak Osman Hamdi Bey, yakın tarihimizin en seçkin aktörlerinden biridir. Fakat ressam olarak dikkate değer bir başarısı olduğundan söz edilemez. Bunu söyleme ihtiyacını duyuyorum; çünkü, Hamdi Bey'i eleştirmek neredeyse bir ulusal alınganlığa yol açıyor. Ben yargımı şöyle gerekçelendiriyorum: Hamdi Bey'in dili oryantalisttir ve natüralist sanatın tarihinde oryantalizm diye bir üslup yok. Sanatta oryantalizm, Batı sömürgeciliğinin meşruiyet aracı olarak iş görmüş, sanatın ifade araçlarını, ideolojinin hizmetinde kullanmış gayri meşru bir tutumun adıdır. Bu açıdan, tarihsel birer vesikadan ibarettir oryantalist resimlerin değeri. Hamdi Bey'in, Kaplumbağa Terbiyecisi adlı resmi kişisel bir kaprisin sonucu astronomik bir fiyata ulaşmıştı ama işte arkası gelmiyor."

 


'81 ilde 81 sergi' projesi kapsamında çağdaş sanatı Anadolu'nun en ücra köşelerine kadar taşıyan ressam Ahmet Güneştekin, memleketi Batman'da sık sık çağdaş sanat adına etkinliklerde bulunuyor. Geçtiğimiz hafta da Turizm Etkinlikleri kapsamında Ahmet Güneştekin'in resmi ve hayatı Batmanlı sanatseverlerle buluştu. Yaptığı panellerde giriş ücreti alamayan Ahmet Güneştekin, Türkiye'de çağdaş sanatın yayılmasında misyon üstlenmiş durumda. Sadece eser üretmek ve satmakla sanatçı olunmaz. Güneştekin bu noktada önemli bir örnek teşkil ediyor.

Yahşi Baraz Galeri sahibi "Osman Hamdi oryantalist resimde hep geri planda kalmıştır. Bu yüzden de dünyadaki büyük koleksiyonerler tarafından ilgi görmüyor. Ayrıca burada yanlış konan fiyatlardan da söz etmek gerekir. Huzur'a istenen 9 milyon dolar ve Londra'daki tabloya konan 3 milyon sterlinlik fiyat astronomiktir. Bu yanlış fiyatlandırmalar ressamın kendisine de zarar verir.

Sabah, Haber: Burcu Aldinç, 29.04.2012

DEMOKRAT PARTİ DE CAMİ YIKTI

 

 

Geçen hafta yeniden alevlenen cami kavgasında son perde CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun “CHP cami ka-patmadı” iddiasına karşı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Diyanet İşleri Başkanı’ndan özür dile” talebi oldu. Tartışmanın genel olarak konusu ise CHP’nin tek parti döneminde birçok camiyi satması, bazılarının da ahır ve depo olarak kullanılmasıyla ilgiliydi. Başbakan, Kılıçdaroğlu’na belgelerle yüklendi ve CHP’nin sattığı camileri saydı. Tartışma ertesi gün köşe yazarları tarafından da sürdürüldü. 

Aslında tartışmaların kaynağında Mehmet Şevket Eygi’nin 2003 tarihli ‘Yakın Tarihimizde Cami Kıyımı’ adlı kitabıyla A. Kıvanç Esen tarafından hazırlanan ‘Tek Parti Döneminde Gerçekleştirilen Cami Kapatma/Satma Uygulamaları’ başlıklı bir yüksek lisans tezi bulunuyor. Eygi, kitabını, “Kapatılan, satılan, yıkılan, kiraya verilen, CHP Ocağı, içki evi, spor kulübü lokaline çevrilen, müzeye dönüştürülen İslam eserlerinin hazin hikayesi” olarak özetliyor. Esen ise tezin hazırlanma amacını ‘Özet’ bölümünde şöyle açıklıyor: II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e bir süreklilik arz eden, temel olarak cami görevlilerinin hayat şartlarının iyileştirilmesi amacıyla yapılmak istenen camilerin tasnif edilme fikrinde, 8 Ocak 1928’de kabul edilen 6061 sayılı talimatname ile birlikte başka bir aşamaya geçilmiştir. Bundan sonra tasnif, tek parti iktidarı tarafından camilerin kadro haricine çıkarılıp kapatılması için bir araç olarak kullanılacaktır.” 

Tartışmanın odağındaki bu iki çalışmayı takip ederek İstanbul sokaklarında satılan, kapatılan ve başka amaçlar için kullanılan İslam yapılarını araştırdık. İzlerin bir bölümü gerçekten CHP’yi işaret ediyordu. Satış ve amaç dışı kullanımların yalnız camiler değil pek çok tarihi ve dini eseri kapsadığı da görülüyor. Ancak dini önemi haiz yapı ve mekanları yok eden yalnızca CHP değil, Demokrat Parti hatta 1976’daki Demirel hükümeti de İslami eser ve yapıları yok etmiş. Örneğin, Fındıklı’daki Hatuniye Mescidi ve Karaköy’deki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii DP döneminde sırasıyla 1956 ve 1958’de yıktırıldı. Mehmet Şevket Eygi’ye göre DP döneminde 18 cami yol yapımına kurban gitti. Yine Eygi’nin kitabına göre 60’lı ve 70’li yıllarda da İslami eser ve yapılara yönelik kıyım sürdü. 

‘Buhar olan’ camiler
Servili Mescit: Cağaloğlu’nda halen Servili Mescit adında bir sokak var. Ancak sokağa adını veren mescidin yerinde bir işhanı yükseliyor. Eygi, Radikal’e yaptığı açıklamada çocukluğunda bu mescidi pek çok kez gördüğünü anlatırken kitabında da şöyle yazıyor: “Fatih devrinden kalma bir İslam abidesiydi bu. CHP Başvekili İsmet Paşa zamanında Vakıflar bu camiyi Ahmed Halid Kitabevi’ne 16 bin liraya sattı. Bu müessese de 120 bin liraya Remzi Kitabevi’ne sattı. Remzi Kitabevi camiyi yıktı ve yerine han yaptı.” 

Muhiddin İlyas Çelebi Cami: Kıvanç Esen’in tezinde yer alan bir belgeye göre İstanbul Yedikule’de bu isimde bir cami vardı ve yakınında bir başka ibadethane olduğu için atışına karar verilmişti. Karar metninin altında hem Atatürk hem İnönü’nün imzası bulunuyordu. Ancak bugün bu caminin yerini bilen dahi yok. Hatta Fatih ve Zeytinburnu müftülükleri de böyle bir yapıdan habersiz görünüyor. 

Göksu ve Küçüksu Mescidi: Eygi’nin kitabında Göksu ve Küçüksu’da iki mescidin CHP tarafından parti ocağı yapıldığına dair fotoğraf ve bilgiler bulunuyor. Ancak her iki semtte de bu binaları bugün hatırlayan yok. Beykoz Müftülüğü de bu iki yapıdan habersiz. CHP Beykoz yönetimi ise Beykoz tarihinde böyle bir vakanın yaşanmadığında ısrarcı. İlçe yöneticilerinden Selami Özçelik, CHP böyle bir şey yapmaya kalksa bile Beykozlunun izin vermeyeceğini söylüyor. Ancak Eygi özellikle Küçüksu Mescidi’ni çocukken üzerinde CHP amblemiyle hatırladığını söylüyor.

İslam mirası yok edildi
Mehmet Şevket Eygi-Yazar: İslam vakfı taşınmazları yağmalanmıştır. Ülkedeki İslam mirasının bir kısmı yok edilmiştir. Bu kıyım ve vandallık kasıtlı olarak yapılmıştır. DP zamanında, İstanbul’da geniş yollar açılırken maalesef (benim bildiğim kadarıyla 18 cami) yıkılmıştır. Ama cami kıyımı konusunda CHP ile DP’yi bir tutmak adalete, insafa uymaz. Stalin de İsmet Paşa da planlı, programlı, kasıtlı olarak İslami bina ve kabristanları tahrip ve yok etmişlerdir. Bunlar münferit değil, genel ve kasıtlı din hürriyeti ihlalleridir. Başbakan bu konuda haklı.

Savaşta bile korundu
Nezih Başgelen-Arkeolog / Editör: Kurtuluş Savaşı sırasında bile tarihi eserlerin tahribattan ve yağmadan korunması için Gazi Mustafa Kemal’in genelge çıkardığı bilinmektedir. Cumhuriyet sonrası süreçte Osmanlı’nın çöküş sürecinde harabeye dönmüş, özgün mimarileri tahrip edilmiş Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı’ya ait ata yadigarlarının korunması için önemli bir çaba harcanmıştır. Konya’da harap durumdaki, başta Karatay Medresesi, Alaaddin Camii, Sahipata Medresesi, Sırçalı Mescit ve İnce Minareli Cami’nin onarımlarını başlatmıştır.

 

Bir cami nasıl yıkıldı?
Karaköy’de bugün yeraltı geçidinin iskele tarafındaki ağzına yakın bir bölümde 1958 yılına kadar Art Nouveu stilinde yapılmış bir cami bulunuyordu. Ancak DP döneminde bu cami yeraltı çarşısı inşaatı sırasında yıkıldı. İddiaya göre cami Burgazada’ya taşındı. Ancak Mehmet Şevket Eygi’ye göre bugün o camiden hiçbir iz kalmadı.

Radikal, Haber: Enis Tayman, 29.04.2012

 

******


'YIKIK BİNA' GÖRÜNÜMLÜ CAMİ SATIŞI

 

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın tek parti dönemine yönelik “CHP cami sattı” iddiasını resmi belgeler doğruluyor. Kanunun 1935’te çıkmasına rağmen ilk cami ve mescit satışı 1927’de yapılıyor. İzmir’deki Lütfi Bey Mescidi 800 TL’ye Verem Mücadele Cemiyeti’ne, Sivas İzzettin Camii ise 623.90 TL’ye satılıyor. Satışlar 1935-1945 yılları arasında yoğunlaşıyor. Halktan tepki gelince satılan yerlerin cami olduğu gizleniyor. Satış listesinde cami yerine “harap bina, arsa” olarak gösteriliyor. Cumhuriyet döneminde satılan kilise, manastır sayısı ise 6.


Dr. Nazif Öztürk’ün kaleme aldığı ve Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları’ndan çıkan, “Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi” isimli eserde cami ve mescitlerin hangi tarihte nasıl satıldığına dair detaylı bilgiler yer alıyor. Kitaba göre, ibadethane ve hayratların satışı 1926’dan 1972’ye kadar devam etti. Bu sürede 3 bin 900 hayrat satıldı. Bu satışların 3 bin 279’u 1926-1949 yılları arasında gerçekleşti. 63 ilde arsalarıyla birlikte satılan cami ve mescit sayısı 2809. Tek parti sonrası ise daha çok imar hareketlerinden dolayı satışlara rastlanıyor. 

Öğretmenler karar veriyor 
Camiler 1927’de tasnif edilmeye başlanıyor ve satışlar da, yasa 1935’te çıkmasına rağmen bu tarihte başlıyor. İlk olarak Sivas’taki Mazbut Mescidi ve İzmir Lütfi Bey Mescidi satılıyor. 1935’e kadar bu satışlar Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün teklifiyle olabiliyor. Bu tarihten sonra ise dönemin Bakanlar Kurulu olan ‘İcra Vekilleri Heyeti’nin kararı aranıyor. Yasa gereği “mimari veya tarihi değeri olan eserler satılamaz”; ama camilerin tarihi eser olup olmadığıyla ilgili kararları çoğu zaman ilkokul öğretmenleri, mimarlar ve memurlar alıyor. Antalya Elmalı’da 4 cami ve 8 mescidin satış kararını Harput İlkokulu Başöğretmeni veriyor.


28 Ocak 1937’de Vakıflar Genel Müdürü’nün Başvekalet’e (Başbakanlık’a) yazdığına göre ibadethaneler yüzde 50 azalıyor. Halktan tepki gelmeye başlayınca, satış listelerinde cami ve mescit ibaresinin yerine “harap bina veya arsa” denilmesi isteniyor. Camilerdeki değerli eşyalar ise müzelere kaldırılıyor. Bu dönem birçok ilin müzesine kitabe, ahşap tavan göbeği, kapı takımları gibi değerli parçalar geliyor. 

‘Birini sat, öbürünü onar’ 
Tek parti döneminde “Birini sat, diğerini onar” kuralı da uygulanıyor. Bazı camiler restorasyona alınıyor. Onarım için gerekli para ise cami satışından karşılanıyor. Bunun için 1925 sonrasında 1 milyon TL borç alınıyor. Borcun ödenebilmesi için de satışların ‘hızlı’ yapılması isteniyor. O yıllarda doğuya sevk edilen askerler de birliklerine gönderilinceye kadar Diyarbakır camilerinde iskan ediliyor.


Dönemin Manisa Valisi Lütfi Kırdar, Başbakanlık’tan ilginç bir talepte bulunuyor. Daha sonra İstanbul Valiliği, Belediye Başkanlığı ve Menderes hükümetinde bakanlık da yapacak olan Kırdar, cami yerine, “Elit grubun gideceği bir kulüp, tiyatrocuların temsil vereceği 600 kişilik bir sinema ve otel yapılsın” istiyor.

CHP 1000 TL’ye hangi camiyi aldı
Cami ve mescitleri kimlerin aldığı tam olarak bilinmiyor. Ancak bazı belgelerde dönemin tek partisi olan CHP’nin de cami satın aldığı görülüyor. İstanbul Şehremini Arpa Emini Şahin Camii ve tekke arsası, 1936’da dönemin CHP il başkanının isteği üzerine 1.000 TL bedel ile alınıyor. Yine Gaziantep Selim Efendi Camii, Parti Genel Sekreterliği’nin isteği üzerine partinin kullanımına verilmek üzere 600 TL’si peşin, geri kalan 1060 TL’si 1941 bütçesinden kullanılmak kaydıyla 1660 TL’ye belediyeye satılıyor.

Radikal, Haber: Ömer Şahin, 29.04.2012



******


CAMİ OLMAKTAN ÇIKAN CAMİLER

 


1937 yılında açıklanan satılacak camiler listesinde yer alan Kastamonu’ndaki Küpçügez Camii

 

Türkiye iki cihan harbinin birincisine savaşan güç olarak katıldı. Denebilir ki, Britanya İmparatorluğu bütün savaş boyunca esas olarak Türk imparatorluğu ile Süveyş’ten başlayarak Ortadoğu’nun her yerinde çarpıştı; müttefiklerimizden hiçbiriyle bu derece yoğun çarpışmamıştır. Çanakkale ise (Gallipoli) Britanya hükümetini de halkını da fevkalade sarsan bir savunmaydı. Bu nedenle savaşın suçlusu, onu başlatan Almanya ve Avusturya değil de adeta Türkiye olarak görüldü.


İmparatorluk bu savaşta ilk defa umumi seferberlik ilan etti. Askerlikten muaf tutulan medreseliler ve gayrimüslimler bile silah altına alındı. 1.5 milyon asker bu devletin gördüğü bir kalabalık değildi. Toplanan askere ne silah, ne kalacak yer, ne de tayın verilebildi. Medreseler, camiler, zaten harap halde olan vakıf eserler ve İstanbul halkı askeri barındırıp beslemekle görevlendirildi. Zaten 1912-13 kışında Balkan felaketini yaşayan Türkiye’nin İstanbul, Bursa ve Edirne gibi şehirleri perişan muhacir dalgalarını barındırmak zorunda kalmıştı. Camiler cami olmaktan çıktı. Başka ne yapılabilirdi ki?

Sinan’ın mescitlerinden bahseden Müslüman yok
1939’da Türkiye cihan harbine girme hatasını işlemedi. Ama savunma tedbirlerini aldı, almak zorundaydı. Gene 18 milyon tahmin edilen nüfusun 1 milyonu silah altına alındı. Askere alınan bu gençlerin iktisadi hayatta yarattığı eksiklik ve çöküntü malum. Dağları ve şehirleri asker kaçaklarının doldurmaması ve bunların karınlarını doyurmak için soygun yapmamaları insanlarımız için büyük fazilet, idare açısından da büyük başarıdır. Tabii ki birtakım camiler gene kışla olarak kullanıldı. Köylünün mili savunma için katırı öküzü toplandı, barındırılacak yer yoktu, nereyi buldularsa koydular. Bürokrasi o gün de bugün de ucuzcu, kolaycıdır.


Camiler haraptı ve vakıfları onun bunun elindeydi. Gülünç kiralarla orada oturanları kimse diline dolamıyor ve hatırlamak istemiyor. Oysa camiler ve eserler vakıflarının geliriyle yaşar. Tabii ki bütün vakıf eserler asırlık tahribatıyla hayatlarına devam etti. “Devlet camilere bakmıyor” dendi; caminin vakfına çöreklenip bugün dahi yaptıkları gibi Osmanlı’nın ördüğü kalın duvarı yer kazanmak için oyana kimse bir şey demedi, demiyor da... Türkiye zenginleşti, bazı hayırseverler ve hemşehriler bu eserlere el atmaya başladı. Ama vakıflar önemli bir genel müdürünü hatırlamak zorunda. Göreve orta halli geldi, orta halli gitti. Yusuf Beyazıt’ın zamanında vakıf mallara envanterle el atıldı, kiralar yükseltildi, artan gelirle restorasyon da artı. Az iş değildir.
Bizim Türk milleti sessizce ama kesin tavırla inandığını ve prensiplerini uygulamayı bilmez. Bütün Akdeniz toplumları gibi laf kabalığını, çene düşüklüğünü ve gösterişi tercih ederiz. Namaz kılmayan öğretmen namaz kılanı sevmiyorsa küçümseyici tavır sergileyip laf atar, öbürleri de aynı şeyi yapar ve memurla amir arasında da böyle çekişmeler olur. Tek parti devrinde tek partinin icabından olarak bu tip slogancılık çok makbuldü. Ama demokraside de öyle oldu, 1970-1980 arasında insanlar sokaklarda birbirini vurdu. Kasabanın laf atma kültürü önce gelir.


70 ila 50 sene evvelinin camiyi ambar yapma, kışla yapma olaylarını tekrarlamak ne tarihi açıklamaya yeter ne de politika yapmaya, üstelik yeterince delil de ileri sürülmüyor. Falan mahallelerdeki camilerin depo yapıldığı söyleniyor ama Menderes’in imar çalışmaları sırasında rölöveleri ve albümleri bile çıkarılmadan tarihe gömülen Mimar Sinan mescitlerinden, Beyazıt’ta yıkılan Kemankeş Kara Mustafa Paşa Camii ve medresesinden, Topkapı’daki Kara Ahmet Paşa’nın Mimar Sinan eseri zarif sebilinden (ki bence istisnai bir Rönesans tipi fontanaydı, inşaat makinelerini dayayıp yıkılışını gözümle gördüm) bahseden Müslüman yok. Bu memleketin tahribi şu veya bu grubun işi değildir. Toptan yaptığımız bir kepazeliktir.


Bu gibi envanterlerin çok ciddi olarak tespiti gerekir, ondan sonra tahrip edilen eserlerin araştırılması, fotoğraf ve belgelerin çıkartılması ve pek kimsenin yanaşacağını zannetmiyorum ama gerekli istimlak ve restitüsyon yani ihya safhasına geçilmesi lazımdır. Orada tabii bazılarının cebi yanabilir. Ama en çok maliyenin tazminatı gerekiyor, bunu programa alacak adamı alkışlamak isteriz.

Süleymaniye’nin etrafı hala ulusal kepazelik halinde
Muhteşem Süleymaniye’nin etrafı hala ulusal kepazelik halinde. 1930’larda Biyoloji Enstitüsü’nün yapılışını tenkit ettilerdi, etmekle kaldılar. Neyse ki mimar merhum Ekrem Hakkı Ayverdi bir fazilet örneği gösterip Başbakan Adnan Menderes’e bu eserinden dolayı sıkıntı duyduğunu söyledi, üst kısımlarının tıraş edilmesini istedi ve yaptırdı. Peki, camiin ön tarafındaki çoğu kaçak olduğu anlaşılan çirkin briket binalar ve Haliç’e kadar uzanan bütün dokuyu berbat eden dokulaşma ne olacak?


Piyale Paşa Camii’nin etrafındaki kötü binaları yıkmaya kalktığında Başbakan’a yapılan tenkit ve hücumları hatırlıyoruz, yıktırmak istediğinde aldırmadı ve yıktırdı.


Bu kadar belediyenin ve vatandaşın da aynı cesareti göstermesi gerekmez mi? Bunlardan pek söz eden yok. Kampanya açacaksanız daha ciddi olun.

Milliyet Pazar, Yazı: İlber Ortaylı, 29.04.2012



******


MENDERES DE CAMİ YIKTI

 

“Tek Parti” yönetiminin, tarihi camileri kışla yapmasını, ambar yapmasını ya da satışa çıkarmasını dillerine dolayanlar, nedense konuyu bir türlü Menderes döneminde yıkılan güzelim tarihi camiler meselesine getirmiyorlar.

Tarihi camiler Menderes döneminde bırakın satışa çıkarılmayı, kışla yapılmayı, resmen buldozerle yıkıldı.


İzi bile bırakılmadı.


* * *


En iyisi ben susayım, tarihçi İlber Ortaylı konuşsun.
Şöyle diyor Ortaylı:
“Falan mahallelerdeki camilerin depo yapıldığı söyleniyor ama Menderes’in imar çalışmaları sırasında rölöveleri ve albümleri bile çıkarılmadan tarihe gömülen Mimar Sinan mescitlerinden, Beyazıt’ta yıkılan Kemankeş Kara Mustafa Paşa Camii ve Medresesi’nden bahseden Müslüman yok. Topkapı’daki Kara Ahmet Paşa’nın Mimar Sinan eseri zarif sebilinden (ki bence istisnai bir Rönesans tipi fontanaydı, inşaat makineleriyle yıkılışını gözümle gördüm) bahseden Müslüman da yok. Bu memleketin tahribi şu veya bu grubun işi değildir. Yaptığımız toptan bir kepazeliktir”. (Milliyet Pazar Eki  “Cami olmaktan çıkan camiler” başlıklı yazı).


* * *


“Tek Parti” döneminin camiye, mescide, tarihe, vakıf mallarına karşı hoyratlıklarını dillerine dolayanlar, devamı olduklarıyla iftihar ettikleri Demokrat Parti’nin benzer hoyratlıkları karşısında tek bir kelime bile etmiyorlar.


Belki de toplumun bir bölümünün içtenlikleri hakkında kuşku duyması, içine düştükleri bu çifte standart nedeniyledir.

Hürriyet, Yazı, Ahmet Hakan, 30.04.2012

 

******


CAMİLERDE İBADET DIŞI KULANIMLAR VE YIKIMLAR

 

Son günlerin ilginç konularından biri de tek partili dönem CHP’sinin, camileri kışla, ambar, hatta ahır olarak kullandığı ve pek çok camiyi yıktığı şeklindeki iddiaların politika malzemesi yapılması ve kamuoyuna sunulması olmuştur. Somut belgeye dayanmadığı anlaşılan camiyi ahıra çevirme iddiasının, Ege’de Yunan işgali sırasında yapılan bir eylem olduğu, caminin kurtuluştan sonra uzun yıllar boş kaldığı, 1935 yılında yapılan onarımla tekrar camiye dönüştürüldüğü açıklığa kavuşmuştur.

 

İnönü’nün camileri kışla, depo yaptığı iddiasına gelince. Evet, doğrudur. Ama bu işler hangi şartlarda yapılmıştır? Bir metnin başını - sonunu kesip, ortasındaki işinize gelen yerini alırsanız elbette ki anlamı değiştirmiş olursunuz. Türkiye, 2. Dünya Savaşına girmemekle beraber, olabilecek bir saldırıya karşı müteyakkız bulunması gerekiyor, bu nedenle de bir milyon askeri silah altında tutuyordu. Demek ki, o zamanki Türkiye nüfusunun 18’de biri asker ocağında bulunuyordu. Birçok kimsenin ağzına sakız olan ekmeğin karneye bağlanması, zirai üretim yapacak köylünün askere alınması sonucu oluşan üretim düşüklüğünden kaynaklanıyordu. Böylesine sıkıntılı ve yüksek sayıda askerin istihdam edildiği dönemde bazı camilerin zorunlu olarak kışla ve silah deposu yapılmasından daha doğal ne olabilirdi ki?

 

2. Dünya Savaşının en şiddetli döneminde, 1942 yılında, İsmet İnönü isabetli bir kararla, Topkapı Sarayında bulunan ve olası bir bombardımandan etkilenebilecek değerli eşyaları, örneğin inci kakmalı altın tahtları, mücevherleri, kutsal emanetleri, Hz. Muhammed’in sancağını, Hırka-i Saadeti, Hz. Osman’ın kanlı Kur’an-ı Kerimini ve daha pekçok eşyayı trene, 48 vagona yükleterek Niğde’ye nakletti. Eserler, Niğde’deki üç camiye yerleştirildi; başlarına silahlı nöbetçi askerler dikildi. İşte camileri depo yaptı sözünün diğer bir nedeni de budur.

 

Şimdi biraz daha geriye gidelim, camileri ibadet dışında ve başka amaçla kullanan sadece İnönü mü, yoksa şimdi sözü edilmeyen başkaları da var mı, bir bakalım: 93 Harbi olarak anılan 1877 Osmanlı - Rus Savaşı sonunda, Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan yüz binlerce göçmen anayurda geldi. Sefalet içindeki bu insanların çok büyük bir kısmı da İstanbul’a yığıldı. Buraya dikkat edin, Sultan II. Abdülhamid’in emriyle göçmenler, aylarca Sultanahmet, Ayasofya, Beyazıt ve Süleymaniye Camilerinde kaldı, yedirildi, içirildi, yatırıldı. Şimdi Sultan Hamid’e ‘’Vay Efendim, şu Sultan’a bakın, koskoca selatin camilerini otel ve restoran gibi kullanmış’’ mı diyeceğiz. Aynı olay, 1912 Balkan Savaşında da yaşandı. Kışlaların yeterli olmadığı bu dönemde cami ve medreseler askerlere mesken oldu. 1913 mağlûbiyetiyle kış aylarında gelen göçmenler de yine camilerde iskan edildiler. Sadece İstanbul’da değil, Edirne Selimiye’de, Bursa Ulu Cami’de.

Şimdi, temcit pilavı gibi ikide bir önümüze sürülen, yeni deyimle servis edilen, İnönü’nün ve henüz ismini telaffuz edemedikleri kahraman dahînin döneminde yıktırıldığı iddia edilen cami ve diğer eski eser yıkımlarının evveliyatına, tarihçesine bir göz atalım:

 

Ve de şehri imar ettiklerini zanneden, imarı yıkımcılıkla özdeşleştiren yöneticileri teşhis ve teşhir edelim. İstanbul’daki yıkımcı imarcılar, son Osmanlı’da Cemil (Topuzlu) Paşa’dan başlar, Cumhuriyet’te Dr. Lütfi Kırdar’la devam eder, Adnan Menderes’le doruğa ulaşır, taklitçileri Bedreddin Dalan’dan sonra eski hızını kaybeder. Şehirci Prof. Henri Prost’la çalışan Dr. Lütfi Kırdar dışındakiler, yanlarındaki uzmanların fikirlerini dikkate almayan, kendi inisiyatifleri ile veya dalkavuk uzmanlarla çalışan yöneticilerdir.

 

İstanbul’un ilk planlı imarını Sultan II. Abdülhamit başlatmak istemişse de Paris’te yaptırttığı planları uygulatmak nasip olmamıştır.

 

Osmanlı’nın son dönemlerine gidelim. Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Cemil (Topuzlu) Paşa’nın Caddebostan’da kendisine yaptırttığı leb-i derya köşkü pek beğenir ve ‘’Kendi evini bu kadargüzel yapan adam Dersaadet’i de adam eder’’ mülahazasıyla Cemil Paşa’yı İstanbul’a Şehremini (Belediye Başkanı) yaptırır. Yeni şehremini, yabancı olduğu imar ve belediyecilik konularını öğrenmek üzere, Bükreş’ten başlar, Viyana, Lyon ve Paris’i adım adım dolaşır. Paris’ten çok etkilenir ve İstanbul’a Türk Haussman’ı olarak döner. Yeni yollar açmak, eski yolları genişletmek amacıyla önüne ne çıkarsa yıktırır. Bu imar hamlesi, birçok Osmanlı cami, mescit, tekke, medrese, çeşme yıkımları ile devam eder. Bakın anılarında ne diyor: ‘’Sultanahmet’teki büyük hamamı (Mimar Sinan’ın Haseki Hürrem Hamamı) yıkmak için çok uğraştım. Ama Sadrazam Küçük Sait Paşa müsaade etmedi. Halbuki ben Sultanahmed’i Paris’teki Concorde Meydanı gibi yapacaktım’’ diyor. Yani şecaat arz ederken merd-i kıptî sirkatin söyler. Nur içinde yat Küçük Sait Paşa.

 

İstanbul Vali ve Belediye Başkanı Dr. Lütfi Kırdar, Fransız şehircilik uzmanı Henri Prost’a saygılı bir kişi idi. Prost, İstanbul imarında 1936 - 1951 yılları arasında çalıştı. Ne var ki Prost da Haussman’ın yıkımcı imar ekolünden yetişmiş bir uzmandı. Üstelik de Bizans eserlerine önem veren, Osmanlı eserleri ise hiç umurunda olmayan bir uzman! Taksim’deki Topçu Kışlasını yıktığı gibi, Atatürk Bulvarını açarken yüzlerle ifade edilecek sayıda Osmanlı eserini gözünü kırpmadan ortadan kaldırdı. Bilir misiniz hazret, Unkapanı – Aksaray, Atatürk Bulvarı güzergahını nasıl tespit etti? Bulvarı, özellikle Pantokrator’un yanından ve Valens su kemerlerinin altından geçmek üzere planladı. Bulvarın açılması için yıkılan pek çok eserden bir kaçını sıralayalım: Çandarlı İbrahim Paşa Hamamı, Hoca Teberrük Mescidi (İMÇ altında), Revani ve Azepler Mescitleri (Fatih dönemi, Hoca Sinan eseri), Firuzağa Mescidi (II. Bayezid dönemi), Tüfekhane Mescidi (Kanuni dönemi), Süleyman Halife Sıbyan Mektebi, Altuncuzade Tekkesi ve daha pek çok eser.

 

Muhafazakar hükümetlerin, varisi olduklarını iddia ettikleri, Demokrat Parti hükümetinin Başbakanı Adnan Menderes, son yıllarındaki imar merakıyla İstanbul’un üzerinden bir kasırga gibi esti geçti. Geçtiği yerlerde taş taş üstünde bırakmadı. Çünkü onun da amacı, İstanbul’u, otoban-kent yapmaktı.

 

Sur dışında, Beşiktaş’ta Mimar Sinan Hamamı, Tophane’de Sanayi Mektebi, Karaköy’de mimar d’Aranco’nun art nuvo eseri Cami, ilk yıkılanlardan sadece birkaçı idi. Güya cami, başka bir yere monte edilecekti. Caminin numaralanarak sökülen taşları kayboldu. Trafiğe mani bir durumu da yoktu. Yeri hala boş duruyor.

 

 

Esas tahribat Sur içinde yaşandı. Başbakan, işe caddelerin orta refüjlerindeki ulu çınar ağaçlarını kesmekle başladı. Beyazıt Meydanı hallaç pamuğu gibi atıldı. Aksaray’a inen cadde üzerindeki tarihi Simkeşhane Hanı yıkılırken rica minnet ancak yarısı kurtarılabildi.

 

Fatih ile Şehremini-Fındıkzade tepeleri arasında kalan vadi, İstanbul’un en güzel ve tarihi bir bölgesi olmaya adaydı. Prost planına göre, bu vadinin iki yamacı ağaçlandırılacak, Bizans’ın Likos, Osmanlı’nın Bayrampaşa deresinin iki yanında alabildiğince uzanan düzlük, park olarak düzenlenecek, eski eserler park içinde kalacak ve restore edilecek, zooloji ve botanik müzeleri kurulacaktı. Gel gelelim, Adnan Menderes’in kafasında, bu bölge için değişik bir plan vardı. Ona göre burası, İstanbul Sur içinin Şanzelize’si olacaktı. 70 metre enindeki Vatan Caddesinin açılmasına ve inşasına girişildi. Cadde, tahrip edilen Bizans Kara Surlarından dışarı çıkacak ve 100 bin kişilik statla son bulacaktı.

Kent Haber, Yazı: Yılmaz Ergüvenç, 02.05.2012

LONDRA'DAKİ O MÜZAYEDEDE NELER OLDU?

 

Türk çağdaş sanat eserleri, 26 Nisan'da Londra'daki ünlü Sotheby's müzayede evinde satışa çıkarıldı, ancak 90 eserin neredeyse yarısı satılmadı. Biz de Türk sanatının bu yılki Londra macerasını mercek altına aldık.

 

Türk sanatı, son yıllarda yurtdışında büyük ilgi görüyor, sanat eserlerinin piyasadaki değerleri de artıyor. Bu durumun en büyük göstergelerinden biri de, Londra'daki ünlü Sotheby's müzayede evinin 2009'dan bu yana Türk çağdaş sanatına yer vermeye başlaması ve bu eserlerin yüksek fiyatlara alıcı bulması. Nitekim bu yıl da Sotheby's'in Türk ve İslam Eserleri Haftası kapsamında düzenlediği Türk Çağdaş Sanatı Müzayedesi'nde, Nejad Melih Devrim'in 1952 tarihli Soyut Kompozisyon eseri, 735 bin 650 sterline (yaklaşık 2 milyon 90 bin TL) satıldı ve sanatçının kendi rekorunu kırdı. 26 Nisan'daki Taner Ceylan'ın müzayedenin en gözde parçalarından Ten Kafesi eseri, 121 bin 250 sterline (yaklaşık 341 bin TL) satıldı. Diğer yandan satışa çıkan 90 lot eserin yalnızca 36 tanesinin satışı gerçekleşti. Yani eserlerin yarısından fazlası satılmadı. Satılmayan eserler arasında Yüksel Arslan ve Haluk Akakçe gibi sanatçıların da eserleri yer aldı. Peki bu durumun sebebi ne? Bu soruyu sanat camiamızın önde gelen isimlerine sorduk. Beyaz Müzayede Yönetim Kurulu Başkanı Aziz Karadeniz, "Sotheby's, Türk çağdaş sanatçıların eserlerini satmaya başladığında, amaç uluslararası bir müzayedede eserlerin dünya koleksiyonerlerine satılmasıydı. Ancak Londra'daki müzayedeler bugüne kadar Türk galerici ve koleksiyonerlerden destek aldı. Bu yıl, söz konusu desteğin geri çekildiğini düşünüyorum. Çünkü Türk koleksiyoner ve galericiler, Sotheby's'in kendi alıcılarını yaratmasını bekliyor. Bu durum, uzun vadede olumsuz bir durum yaratmayacaktır," diyerek bu durumun sebeplerini açıklıyor.

MÜZAYEDE İSTANBUL'DA YAPILSIN
Pilevneli Project'ten Murat Pilevneli, "Türk çağdaş ve modern sanatını uluslararası platforma taşıyan iki kurum var, Christie's ve Sotheby's. Bu iki kurum baştan itibaren iki ayrı strateji uyguladı. Sotheby's Batı'ya dönük Türk çağdaş sanatını Batı'da, Londra'da tek bir müzayedede satmaya çalışırken; Christie's, Dubai'de Türk sanatını 'Ortadoğu Sanatı' başlığı altında Birleşik Arap Emirlikleri, İran, Suriye gibi ülkelerin sanatlarıyla satışa sundu ve sunuyor. Türk çağdaş ve modern sanatını, global krizi sert biçimde yaşayan Batı dünyasına pazarlayabilmek kuşkusuz daha zor bir durum. Yapılması gerekenlerin başında, müzayedeye dahil edilecek eserlerin daha dikkatli seçilmesi, müzayedenin İstanbul'da ve Londra'da verilen birer tanıtım davetinin ötesinde tanıtılması geliyor. Bir strateji değişikliği yapılmadığı takdirde, seneye daha büyük bir başarısızlık yaşanacak. Satıcıların müzayedeye eser verme isteği, alıcı ilgisinin azalaca; satışa sunulacak eserlerin kalitesi düşecek. Ayrıca Türk sanatının batıya açılımı da ciddi şekilde sekteye uğrayacaktır," diyor. C.A.M Galeri'den Sevil Binat da görüşünü şu sözlerle anlatıyor: "Bu durum Türkiye'deki sanat piyasasını fazla etkilemeyecektir. Bugüne dek Türkler Sotheby's'e destek verdi ama artık bu destek geriledi. Bence Sotheby's Türkiye'de bir müzayede düzenlese, bunun sonuçları çok daha enteresan olur. Hem koleksiyonerler de daha fazla vergi ödememiş olur". Portakal Sanat ve Kültür Evi'nin kurucusu Raffi Portakal ise "Böyle bir müzayededen beklediğimiz, sanat eserlerimizin enternasyonel bir platforma çıkarması. Ancak bu zamanla olacak bir şey; sergilerle, farklı etkinliklerle beslenecek bir şey. Çıkarılacak ders belki şu olabilir: Moda olduğu için, bir şeyin arkasından koşmamak lazım. Sanatın altında gerçek sevgi vardır. Bu iş para için yapılmaz," diyerek durumu özetliyor.

Sabah, Haber: Fisun Yalçınkaya, 29.04.2012

DENİZLİ'DE BİN 500 YILLIK MERMER ATÖLYESİ BULUNDU

 

 

Türkiye mermer ihracatının yüzde 14'ünü tek başına karşılayan Denizli'deki Laodikya antik kentinde yürütülen kazı çalışmalarında, 5-6. yüzyıldan kalma olduğu tahmin edilen ve içinde kesilmiş bloklar, sütunlar ve su kanalları bulunan bir mermer atölyesi ortaya çıkarıldı.

 

Gazetecilere açıklamada bulunan Laodikya antik kenti Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek, 2012 yılından itibaren odaklandıkları ana mekanlardan birinin 'kutsal alan' olarak adlandırdıkları yer olduğunu dile getirerek, dört tarafı sütunlarla çevrili ve başta Zeus Tapınağı olmak üzere çeşitli tapınakları barındıran bu alanda yürüttükleri çalışmada, önemli bir bulguya ulaştıklarını ifade etti.

 

'Kutsal alanın' kuzeyinde yürütülen çalışmalarda, Erken Bizans Dönemine ait 5-6. yüzyıllardan kalma mermer kaplama ve kesme atölyesinin ortaya çıkarıldığını kaydeden Şimşek, bugüne kadar daha önce sadece Efes'te ve Ürdün yakınlarındaki Gerasa antik kentinde aynı döneme ait benzer atölyeler bulunduğunu anlattı.


Antik çağ ve sonrasındaki dönemlerde Laodikya gibi bugünün mega kentlerine eş değer yerleşimlerde, yapıların süslenmesi için mermer kaplamalara büyük ihtiyaç duyulduğunu ve bunun çok zor ve zahmetli bir iş olduğunu ifade eden Şimşek, şunları söyledi:
    
''Mermerciliğe ilişkin ortaya çıkarılan en eski bulgu, yine Denizli'deki Hiearapolis antik kenti kuzey nekropolünde bulunan bir mezar kapağı. Bu kapak üzerindeki tasvirde, bir mermer fabrikasının nasıl çalıştığını görebiliyoruz. Özellikle insanoğlunun bu dönemde de su gücünden yararlandığı görülüyor. Ortaya çıkardığımız mermer atölyesinde de kesilmiş mermer blokları, kesilmeye hazırlanmış mermer sütunları ve su kanalları bulunuyor. Buradaki sitemde de su gücüyle bir çark çalıştırılmış, çark millere bağlanmış, miller sürtünme yoluyla mermer kaplamaları kesmiş. Bu vadi insanları, binlerce yıl öncesinden mermere şekiller verdiler, güzel tapınaklar, evler yaptılar.''

Yapı, Fotoğraf: Mustafa Çiftçi/AA, 28.04.2012

İŞTE 'AHIR YAPILAN' O CAMİ!

 

 

CHP Seferihisar İlçe Başkanı Hüseyin Ercan, "İşgal sırasında işgal kuvvetlerinin vahşiliği nedeniyle ahır haline gelen bu camiyi, 1936 yılında Cumhuriyet Gazetesi'ndeki yayın üzerine onarıp temizleyerek tekrar ibadete açan bizzat CHP'dir" dedi.

 

Ercan, Seferihisar'a bağlı Düzce Köyü'nde bulunan Kasım Çelebi Cami önünde yaptığı basın açıklamasında, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, CHP iktidarı döneminde Seferihisar'da ahır yapıldığını iddia ettiği caminin Kasım Çelebi Camisi olduğunu savundu. İddiaların gerçek dışı olduğunu öne süren Ercan, caminin CHP döneminde ahır yapılmadığını, tam aksine CHP yönetimi döneminde yeniden ibadete açıldığını ifade ederek, şunları söyledi: 

“İşgal sırasında işgal kuvvetlerinin vahşiliği nedeniyle ahır haline gelen bu camiyi, 1936 yılında, Cumhuriyet Gazetesi'ndeki yayın üzerine onarıp temizleyerek tekrar ibadete açan bizzat Cumhuriyet Halk Partisi'dir. Yine bu caminin medresesini restore etmek için proje hazırlatan, anıtlar kuruluna sunan ve kaynak tahsis edilmesi için il özel idaresine başvuran CHP'li Belediye Başkanı Tunç Soyer'dir.”

Radikal, 28.04.2012

450 MİLYON YAŞINDAKİ ESRARENGİZ CANLI

 

 

ABD’li arkeologlar, yüz milyonlarca yıl önce yaşamış olan esrarengiz bir canlının yeni fosillerine ulaştı. “Godzillus” adı verilen canlının neye benzediği, hala anlaşılabilmiş değil...

 

Kentucky eyaletinin kuzeyinde, geçtiğimiz yıl bulunan 68 kg ağırlığındaki fosil, yaklaşık iki metre uzunluğunda ve bir metre genişliğinde. Eğitimsiz gözlere sıradan kaya parçaları olarak görünen fosilleri inceleyen arkeologlar, fosilin bir canlının yanı sıra, mineral veya bir bitki türü de olabileceğini düşünüyor.

Amerika Jeoloji Derneği'nden bilim insanlarının bir araya gelerek incelediği fosil, 450 milyon öncesine, Cincinnati bölgesinin sular altında olduğu bir dönemden kalma. Indiana Üniversitesi'nde jeoloji profesörü olan Bern Dattilo, "Bu fosilin ne olduğunu bize söyleyebilecek birini arıyoruz" ifadesini kullandı.

Fosili geçtiğimiz yıl bulan amatör paleontolog Ron Fine ise "Bu fosil içinden çıkılması en zor şey... Godzilla gibi, eski çağlarda yaşamış bir yaratığa ait olabilir" dedi. Bugün 43 yaşında olan Fine, dört yaşından beri fosil topluyor ve Godzillus'un bulgularına ilk kez 17 yıl önce Kentucky'deki bir tepede ulaşmış.

Fine, "Genelde bulduğumuz fosiller baş parmağınız büyüklüğünde... En son bulduğun ise dev bir parça... Bir deniz yosununa ait olabilir" dedi.

Sabah, 28.04.2012

ENDER BULUNAN HAREM KİLİDİ 11 BİN LİRA

 

 

Beş anahtarlı Osmanlı harem kilidi, internette yaklaşık 11 bin liraya satıldı.

Ebay isimli internet sitesinde İstanbul'dan ismi bilinmeyen bir kişi tarafından satışa sunulan harem kilidi, 6 bin 350 dolara (yaklaşık 11 bin lira) Singapur'dan alıcı buldu.

Satış sayfasında, 20. yüzyıla ait pirinç harem kilidinin, türünün ender bulunan örneklerinden biri olduğu belirtildi.

10, 20 ve 23 santimetre ölçülerinde 5 farklı anahtara sahip kilidin yüksekliği 68, genişliği 55 ve derinliği 10,5 santimetre.

Kilidin, dekoratif amaçlı kullanılabileceği ifade edildi.

İnternet sitesinde, şirket prosedürü gereğince, kullanıcılar açık isimleri yerine, kendi belirledikleri kullanıcı isimleriyle alışveriş yapabiliyor.

Habertürk, 28.04.2012

İSTANBUL YENİDEN DOĞDU

 

Medeniyetlerin başkenti İstanbul'da, Büyükşehir Belediyesi tarafından 2004-2012 yılları arasında 1 milyar 997 milyon TL'lik kültür ve yatırımı yapıldı.

 

Asırlar boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapan ve bu medeniyetlerin izlerini geçmişten günümüze taşıyan İstanbul, çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından yürütülen ihya çalışmalarıyla adeta yeniden doğdu.

Tarihi kentin yeniden doğuşuna imkan sağlayan, medeniyetlerin mirasının gelecek kuşaklara aktarılmasında önemli rol oynayan kurumların başında gelen İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 2004-2012 yılları arasında 1 milyar 997 milyon TL'lik kültür ve yatırımı gerçekleştirdi.

AA muhabirinin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın Danışmanlığı tarafından yayımlanan ''İstanbul Tarihi Kentte Yeniden Doğuş'' adlı kitaptan derlediği bilgiye göre, Büyükşehir Belediyesi tarafından İstanbul'da 2004-2012 yılları arasında yürütülen restorasyon çalışmaları kapsamında 262 milyon TL harcandı. 98 adet tarihi eserin restorasyonu tamamlandı, 21 adet eserin restorasyonu ise sürüyor.


Tarihi eser envanter çalışması yapılan Beyoğlu kentsel sit alanında 364'ü tescilli kayıp eser olmak üzere, 4 bin 948 eser tescil edildi.

Toplam 8 bin 377 adet tescilli kültür varlığı bulunan Tarihi Yarımada'da yapılan plan çalışması ile bugüne kadar kayıt altına alınmamış ve yok olmuş 197 adet eser tespit edildi ve ihyası önerildi.

9 TARİHİ CAMİ, RESTORE EDİLDİ
Büyükşehir Belediyesi'nce kentteki 9 tarihi cami 32 milyon TL maliyetle restore edildi. Tamamlandığında 17,6 milyon TL'ye mal olacak 4 tarihi caminin ihyası ise devam ediyor.

İstanbul'un en eski Bizans dönemi yapısı olan Küçük Ayasofya Camisi, 17 milyon TL maliyetle restore edildi. Tarihi cami, çevresindeki kaçak yapılardan arındırıldı.

İstanbul'un en eski camilerinden olan (1482) Altı Poğaça Camisi, bir sene gibi kısa bir sürede ihya edilerek İstanbul'a yeniden kazandırıldı.

Mimar Sinan'ın en önemli eserlerinden olan Büyük Piyalepaşa Camisi, çevresindeki kaçak yapılardan arındırıldı. 1573 yılında inşa edilen tarihi cami, geçmişteki ihtişamlı görüntüsüne tekrar kavuştu.


Eminönü'de bulunan tarihi Ahi Çelebi Camisi'nin ''Çevre ve Kıyı Düzenleme Projesi'' devam ediyor. Düzenleme sayesinde tarihi cami artık sel sularına maruz kalmayacak.

Bizans döneminden günümüze kadar gelen Molla Zeyrek Camisi'nin (Pantokrator Kilisesi) restorasyonu sürüyor. Cami çevresindeki arkeolojik kazılarda bulunan 18. yüzyıl sokak döşemeleri korunuyor.

TARİHİ SARNIÇLAR UNUTULMADI
Kent turizminde önemli bir yere sahip olan sarnıçlar da kültürel mirasın ihyası kapsamında unutulmadı. Kentteki 3 adet tarihi su sarnıcı 5,1 milyon TL'ye restore edildi.

Bizans Dönemi (MS 542) yapılarından olan Yerebatan Sarnıcı restore ediliyor. Tarihi sarnıcın çevresi araç trafiğine kapatıldı. Sarnıca baskı yapan İl Özel Eski İdare Binası kaldırıldı.

MS 408 yılında yapılan Şerefiye Sarnıcı restore ediliyor. Tarihi sarnıcın üzerindeki eski Eminönü Belediye binası 2010 yılında kaldırıldı. Sarnıç çevresinin yeşil alan olarak kullanılması amaçlanıyor.

Yoğun ziyaretçi çeken yerlerin başında gelen türbeler de restorasyon çalışmaları kapsamında elden geçirildi. İstanbul'daki 19 tarihi türbenin restorasyonu 5,5 milyon TL'ye tamamlandı. 1,9 milyon maliyetle 3 adet tarihi türbenin restorasyonu sürüyor.

Öte yandan kentteki 7 saray, köşk ve kasır 33,4 milyon TL'ye restore edildi. 23,8 milyon TL harcama yapılan 3 sarayın restorasyonu ise sürüyor.

İstanbul'da 19,6 milyon TL'ye 15 sosyal, dini ve askeri yapı restore edildi. 11,6 milyon TL'ye 2 tarihi yapının restorasyon çalışmalarına hızla devam ediliyor.

Tarihi Bahariye Mevlevihanesi ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından 10 milyon TL maliyetle restore edildi.

SULTANAHMET MEYDANI YENİ GÖRÜNÜMÜNE KAVUŞTU
Sultanahmet Meydanı yeniden düzenlendi. Meydan, 9,3 milyon TL'ye mal olan çalışma kapsamında yeni bir görünüme kavuştu. Meydana bağlanan 10 cadde ve sokak yayalaştırıldı.

Topkapı Sarayı'nın önü ve çevresi, yeniden düzenlenerek saray girişi ve birinci avlu araç trafiğinden arındırıldı. Saray önü ve çevresindeki 10 milyon TL maliyetli zemin kaplama çalışmaları devam ediyor.
Topkapı Sarayı surlarına bitişik 13 kaçak yapı yıkılarak tarihi surlar ortaya çıkarıldı.

Bizans Dönemi yapılarından olan Tekfur Sarayı, restore edilerek İstanbul'a kazandırılıyor. Tarihi saray, konser ve kültür merkezi olarak hizmet verecek.

Edirnekapı'da bulunan tarihi Anemas Zindanları restore edilerek Sanat Galerisi haline getiriliyor.
Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1543–1548 tarihleri arasında yaptırılan Şehzade İmarethanesi'nin restorasyonu 2011 yılında tamamlandı.

İstanbul'da, 2004-2012 yılları arasında toplam 79 adet tarihi çeşmenin restorasyonu tamamlandı.

İSTANBUL'UN 8 BİN 500 YIL ÖNCESİNE IŞIK TUTUYOR
Yenikapı Metro İstasyonu kazılarında, İstanbul'u 8 bin 500 yıl öncesine götüren arkeolojik kalıntılar bulundu. Yenikapı transfer noktası, çıkarılan tüm eserlerin sergileneceği bir müze olacak.

Haliç Metro Köprü Projesi sayesinde gün yüzüne çıkartılan tarihi Ceneviz surları restore edilecek. Surların kuzeyde kalan bölümü, metro titreşimlerinden etkilenmemesi için ''çelik makaslı destek sistemi'' ile koruma altına alındı.

Süleymaniye'de Türk sivil mimarisinin seçkin örneği olan ve 7 mahalleyi kapsayan Osmanlı Mahallesi de İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından ihya ediliyor.

''Yenileme Alanı'' ilan edilen Fatih Perşembe Pazarı'ndaki tarihi eserler restore edilerek İstanbul'a kazandırılacak.

Yaklaşık 6 yıl önce kentsel ve tarihi sit alanı ilan edilerek koruma altına alınan Haydarpaşa Garı'nın ''kültürel tesis, turizm, konaklama ve gar alanı'' olması planlanıyor.

UNESCO tarafından Dünya Miras Alanı olarak kabul edilerek koruma altına alınan ''Tarihi Zeyrek Mahallesi''ndeki 37 adet eser, yine İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edilecek.

KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZLERİNDEKİ ARTIŞ
İstanbul'da 2004 yılında 4 olan kültür ve kongre merkezi sayısı, 2008 yılında 28'e yükseldi ve kapasitesinde yüzde 600 artış sağlandı. Kültür ve kongre merkezlerinin kapasiteleri 2004 yılında 1420 kişiyken, yüzde 1546 artışla bu sayı 22 bin 200'e yükseldi.

Tiyatroların koltuk kapasitelerinde de 7 yılda yüzde 42, tiyatro sahnelerinde ise yüzde 50 artış oldu.

YENİ PROJELERE BÜYÜK İLGİ
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, tarihi eserleri ihyasının yanı sıra, yeni kültür ve turizm yatırımlarını da hayata geçirdi.

Gülhane Parkı'ndaki eski at ahırları binası restore edilerek, ''İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi'' haline getirildi. Toplam 7,5 milyon TL'ye mal olan müzede, İslam bilim tarihinin en önemli çalışmaları sergileniyor.

İstanbul'un fethinin anlatıldığı Panorama 1453 Tarih Müzesi, 2009 yılında ziyarete açıldı. Bugüne kadar yaklaşık 2,5 milyon kişinin ziyaret ettiği müzenin inşası 8 milyon TL'ye mal oldu.

Dünyanın en büyük tematik akvaryumu olan ''İstanbul Akvaryum'' geçen yıl ziyarete açıldı. Yaklaşık 15 bin deniz ve kara canlısının bulunduğu akvaryum, 268 milyon TL'ye mal oldu.

Öte yandan, İstanbul ''Planetaryum'' ve ''Dekovil Hattı'' olmak üzere iki yeni proje için gün sayıyor.
''Gökyüzü Tiyatrosu'' olarak adlandırılan ''Planetaryum''un, Topkapı Şehir Parkı'na kurulması planlanıyor. Planetaryum'da, gök cisimlerinin uzaydaki hareketleri ziyaretçiler tarafından takip edilebilecek.


Haliç çevresinde ''Dekovil Hattı'' projesi ile de 100 yıllık Haliç Karadeniz Sahra Demiryolu Hattı, yeniden hayata geçirilecek.

Sabah, 28.04.2012

İCRALIK SANAT ESERLERİ

 

 

İlk ihale tarihi 3 Mayıs olan açık arttırmada fiyatlar %60'ın altından başlayacak...

 

İşte İcralik.com'dan alınan bilgiye göre, açık arttırma ile satılacak o eserler:

-110X76 cm Gauj tablo Burhan Doğançay imzalı 20 bin TL değerinde,

-103X76 cm kadın başı betimlemeli tablo Burhan Doğançay imzalı 1.250 TL değerinde

-Süleyman Saim Tekcan Atlar serisinden kabartma at resmi 600 TL değerinde

-Güngor Taner imzalı serigrafi tablo 87X78 cm 600 TL değerinde

-Mehmet Muazzez Üzduygu imzalı Kuş betimlemeli gravür 150TL değerinde

- Arp Çalan Kadın betimlemeli gravür Zahar Kamanov imzalı 150 TL değerinde

-Zahuri ve Gözlüklü Sami Gravürü Turhan Selçuk imzalı 250 TL değerinde

-Ali İsmail Türemen imzalı serigrafi tablo 84X67 cm 600 TL değerinde

Habertürk, 27.04.2012

550 BİN TL'LİK 'TARİHİ' KAZA

 

ABD’de bir sanat dergisi için haber hazırlayan ekip 2600 yıllık Afrika heykelini çekmek isterken yanlışlıkla düşürdü. Koleksiyonun sahibi dergiye 300 bin dolarlık (yaklaşık 550 bin TL) tazminat davası açtı.

Ntvmsnbc'de yer alan habere göre, New Yorklu koleksiyoncu Corice Arman eserlerini inceleyen ekipteki fotoğrafçı Eric Guillemain’ın Afrika heykelini izin almadan yerinden kaldırdığını ve kırdığını iddia etti.

Arman kırılan parçayı önümüzdeki günlerde New York Afrika Sanatları Müzesi’nde sergilemeyi düşündüğünü fakat artık böyle bir şansı olmadığını söyledi. Arman şöyle konuştu: “Bu, sanat dünyası için bir kayıp.

Habertürk, 27.04.2012

AUGUSTUS TAPINAĞI'NIN MAKETİ YAPILACAK

 

Yalvaç Belediyesi, Pisidia Antiocheia antik kentinde bulunan Frig döneminde Kybele ile Ay Tanrısı Men’e tapınılan kutsal alan olarak nitelendirilen Augustus Tapınağı’nın 40-60 metrekare boyutunda maketini yaptıracak.

 

Yalvaç Belediye Başkanı Tekin Bayram, gazetecilere yaptığı açıklamada, Yalvaç’ın turizm kenti olması için “1 günde 5 bin yıl” sloganı kapsamında tanıtım atağı başlattıklarını söyledi. Turizm alanında yapılan her fuara katılacaklarını belirten Bayram, Batı Akdeniz Kalkınma Ajansı’nın da destekleriyle Antiocheia Antik Kenti’nin en önemli kutsal alanlarından biri olarak nitelendirilen Augustus Tapınağı’nın maketini hazırlatacaklarını bildirdi.

 

40 ile 60 metrekare arasında hazırlanacak maket ile fuarlara katılıp, bölge hakkında yerli ve yabancı turistlere bilgi vereceklerini anlatan Bayram, “Yalvaç, tarihi, kültürü ve doğal değerleri ile bir mirastır. Ancak biraz içeride kalmamız nedeniyle bugüne kadar pek fazla tanıtım yapamadık. Sahip olduğumuz değerleri insanlara tanıtamadık” dedi.

 

Bu doğrultuda tanıtım çalışmalarına hız verdiklerini dile getiren Bayram, Yalvaç’ı fuarlarda tanıtarak, ilçedeki turizm potansiyelini artırmak istediklerini kaydetti.

 

Tanıtım için 233 bin 832 lira bütçe ayrıldığını ifade eden Bayram, Augustus Tapınağı’nın maket çalışması dışında, Yalvaç’ı tanıtıcı film çekileceğini, kitap, broşür, afiş oluşturulacağını, web sayfalarında reklamlar yapılacağını bildirdi.

haberler.com, 29.04.2012

DÜDÜKLERİN ATASI BULUNDU

 

 

Eskişehir’deki Şarhöyük Dorylaion kazılarında MS 4-6. yüzyıla ait pişmiş topraktan yapılmış düdük bulundu.

 

Kazı Başkanı ve Anadolu Üniversitesi (AÜ) Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Taciser Sivas, AA muhabirine, Şarhöyük kazılarında pişmiş topraktan yapılmış ördek başı şeklinde bir düdük bulduklarını belirterek, bu düdüğün Eskişehir ve çevresinde yapılan kazılarda gün yüzüne çıkarılan ilk örnek olduğunu kaydetti.

 

Prof.Dr. Sivas, AÜ Devlet Konservatuvarı Müdürü ve Müzikolog Prof.Dr. Ahmet Bülent Alaner’in de düdükten çıkan sesleri kaydettiğini bildirdi.

 

Prof.Dr. Alaner de Prof.Dr. Sivas’ın böyle bir buluntudan bahsettiğinde heyecanlandığını ve hemen kazı bölgesini gittiğini anlattı.

 

Düdüğün tek parça olmasının kendisini sevindirdiğini ifade eden Prof.Dr. Alaner, şunları söyledi:

”Bu düdüğün detaylı incelemesini yaptım. Bu düdüğü farklı kılan, dilli kavallarda olduğu gibi pişmiş topraktan yapılmış bir dilinin bulunmasıydı. Bu dil, sesi çarpıtıp daha uzak mesafelerden duyulmasını sağlıyor. Düdüğün yanında bulunan iki delik de sesin üç farklı tonda çıkmasını sağlıyor. Düdüğün frekanslarının tiz olduğunu ve uzak mesafelerden duyulduğunu keşfettik. Bu da düdüğün haberleşme amacıyla kullanıldığını destekliyor. Böyle bir dilin pişmiş toprak düdükte yapılması müzik dünyası için heyecan verici. Pişmiş topraktan yapılma dili ilk kez gördüm.”

haberler.com, 26.04.2012



22 - 28 Nisan 2012

OTANTİK KÖY EVLERİ İLGİ BEKLİYOR

 

Giresun'un Espiye İlçesi'ne bağlı Çepni Köyünde otantik köy evleri ayakta kalma mücadelesi veriyor.  Bölgedeki imkanlar ölçüsünde ahşap ve taş malzemelerden inşa edilen ve Giresun’un mimari kültüründe önemli bir yeri olan otantik köy evleri, ayakta kalma mücadelesi verirken yerlerini betonarme evlere bıraktı. Bundan yaklaşık 25-30 yıl öncesine kadar Giresun yöresinde özellikle kırsal kesimde yaygın olan ahşap ve taştan yapılmış köy evlerinin sayısı bu gün azalmış durumda. Sayıları her geçen gün azalan otantik köy evleri daha modern tekniklerle inşa edilen evlerin kendi yerlerini alacağı güne kadar ayakta kalma mücadelesi veriyor.

Giresun Işık Gazetesi, 27.04.2012

ARKEOLOGLAR DERNEĞİ İSTANBUL ŞUBESİ 1 MAYIS'A KATILIYOR!

Arkeologlar Derneği İstanbul Şubesi, "çalışan ya da işsiz tüm meslektaşlarını", 1 Mayıs'ta, Taksim'de buluşmaya çağırıyor. Dernekten yapılan açıklamada, 1 Mayıs Salı günü saat 09:00'da Şişli Camii önünde buluşulacağı ve Kent Hareketleri korteji ile birlikte yürüneceği bildirilmiştir.
TAYHaber, 28.04.12

TARİHİ BİNALARA BAKANLIK ELİ DEĞECEK

 



Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, İzmir'de İZBAN sonrası atıl durumda kalan ve hizbe hale gelen gar binaları ile ilgili TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman'a “ilgilenin” talimatı verdi. Bakan, İzmir'de aynı sıkıntıyı yaşayan Pasaport İskelesi ile Kantar Karakolu'nun içinde yer aldığı Tarihi Pasaport Binası için “Pasaport Marinası yapımına başlandığında tarihi bina da elden geçirilecek” diye konuştu.

 

Tüm Türkiye'de kanayan yara haline gelen hizbe görünümdeki tarihi binalara İzmir'de bakanlık eli değecek. İZBAN sonrası atıl duruma gelen Buca, Şirinyer, Gaziemir, Çiğli ve Karşıyaka gibi garlar ve tren istasyonları tekrar elden geçirilerek, atıl durumda kaldığı günlerde oluşan tahribatlar giderilecek.

 

İZBAN sonrası atıl durumda kalan ve duvarları, kapıları meczup kişilerce tahrip edilmiş Buca Garı'nda diğer garlardaki yenilemeleri yapamadıklarını, Buca'ya giden bin 800 metrelik demiryolu hattının kullanılmaması ile binanın hizmet dışı kaldığını söyleyen TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman “Buca'daki garda bir tahribat söz konusu. Diğer binalarda bir takım koruma çalışmaları yapıldı. Buca Garı için ne yapabiliriz, buna karar veremedik. Kiralayacak mıyız, yenileyecek miyiz yoksa biz mi işleteceğiz? Bunun kararını verince burada bir takım çalışmalar yapmak istiyoruz. Binanın başı boş bırakılmış olması söz konusu değil. İşletilmesi ile ilgili kararı verince yenilemeyi yapacağız” diye konuştu.

 

TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman'ın sözlerini değerlendiren Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım ise Buca Garı'ndaki durumu tam olarak bilmediğni söyleyerek “Tarihi yapılara özel bir önem veriyoruz. İzmir'de hükümetin yapmayı planladığı 35 projenin artıları da olacak. Yasal izinler çerçevesinde sorumluluğu bizde olan binaları özellikle de tarihi yapıların harabe duruma gelmesi bizi üzer. Buca'daki durumla da hemen ilgileneceğiz. Sahipsiz kalması söz konusu olamaz” diyerek Genel Müdür Karaman'a “Derhal ilgilenin” talimatını verdi.

 

Pasaport Vapur İskelesi ile Kantar Polis Karakolu'nu içinde barındıran Tarihi Pasaport İskelesi'nde de benzer bir durumun olduğunu sözlerine ekleyen Bakan Yıldırım, Konak Alışveriş Merkezi ile Pasaport İskelesi arasında kalan bölgede İzmir'e kurulacak 10 marinadan ilkini yapmayı planladıklarını söyledi. Buradaki etüt çalışmaları sonrası harekete geçeceklerini söyleyen Yıldırım “Marinaya başladığımızda Pasaport Binası'nda neler yapabiliriz ona bakacağız. Dediğim gibi tarihi binalara önem veriyoruz. Burada da gerekeni yaparız” diye konuştu.

Yenigün Ege, 27.04.2012

SÜLEYMANİYE'DE DEV PROJE BAŞLADI

 

 

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Fatih Belediyesi ve KİPTAŞ işbirliğiyle, 2006'da yenileme alanı ilan edilen Süleymaniye'de dev bir proje hayata geçiriliyor. Toplam 131 bin metrekare alanı kapsayan Süleymaniye yenileme alanında 319'u tescilli tarihi eser, 26'sı anıt eser olmak üzere toplam 732 bina bulunuyor. Konut, işyerleri, tekstil atölyeleri ve iş hanları yoğunluklu bölgenin yaklaşık yüzde 50'si tarihi eser ve bölge metruk durumda. Fatih Belediyesi ile mülk sahipleri arasındaki müzakereler sonucunda neredeyse tamamına yakınıyla anlaşma sağlanarak ilk taksit tutarı olan bedel hak sahipleri adına Vakıfbank Fatih Şubesi hesabına yatırıldı. Kiracılar için ise evlere bin lira, işyerlerine ise 2 bin lira taşınma bütçesi ayrıldı. Yasal prosedüre uyularak, hak sahiplerine mahkeme kararları bildirildi, tebligatlar yapıldı ve 2 defa ek süre verildi. Nisan sonunda başlayacak restorasyon çalışmasının 2 yıl sürmesi öngörülüyor.

Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir "Tarihi Yarımada Fatih, 8500 yıllık geçmişiyle çok özel bir coğrafya. Sakinlerimizin yaşam koşullarını iyileştirmek ve olası İstanbul depremine karşı insanlarımızı riskten uzaklaştırmak öncelikli görevlerimiz. Bunun için en akıllı çözüm ise yenilemedir" dedi.

Sabah, Haber: Ali Balcı, 27.04.2012

NURUOSMANİYE'NİN ALTINDA SU TERAZİSİ

 

İstanbul'un 264 yıllık su terazisi, Nuruosmaniye Camisi'nin altından çıktı.

 

Vakıflar Genel Müdürlüğü, Nuruosmaniye Camisi'nin restorasyonu sırasında, cami ile temeli arasına su terazisi ve yağmur sularının drenajını sağlamak amacıyla inşa edilen 18 metre yükseklikteki muhteşem galeriyi gün yüzüne çıkardı. Vakıflar İstanbul Bölge Müdürü İbrahim Özekinci, süren restorasyonda caminin tamamının elden geçirildiğini, kubbelerde orijinal kalem işlerinin de bulunduğunu belirtti. Özekinci, galeri hakkında ise şunları söyledi: "Müthiş bir kuyu sistemi. Hem atık sular dışarıya gönderilmiş, hem de su taksimatları sırasında su terazisi görevi görmüş."

Sabah, 27.04.2012

DEVRİM'E REKOR FİYAT

 

 

Dünyaca ünlü müzayede evlerinden biri olan Sotheby’s’in dün Londra’da düzenlediği Çağdaş Türk Sanatı müzayedesine Nejad Melih Devrim damgasını vurdu.

 

90 eserin satışa sunulduğu müzayedede Devrim’in “Soyut Kompozisyon” adlı eseri 250 bin - 350 bin pound tahmini fiyat aralığında satışa çıktı. Sanatçının eseri 735 bin 650 pounda (1 milyon 191 bin dolar) satılarak bir rekora imza attı. Tablo, Devrim’in bugüne kadar müzayedelerde satılan en yüksek fiyatlı eseri oldu.  Müzayedenin bir diğer dikkat çeken ismi ise Taner Ceylan oldu.

Sanatçının “Ten Kafesi” adlı eseri 121 bin 250 pound’a alıcı buldu. Müzayedede ayrıca Mehmet Güleryüz’ün “İki Yaka” adlı eseri 97 bin 250 pound’a, Canan Tolon’un “Glitch III”ü 79 bin 250 pound’a, Ramazan Bayrakoğlu’nun “Motorsiklet”i 63 bin 650 pound’a, Azade Köker’in “Bathsheba”sı 55 bin 250 pound’a, Burhan Doğançay’ın “Triangular Shadow on Canvas”ı 37 bin 250 pound’a alıcı buldu.

Milliyet, 27.04.2012

'AHIR YAPILAN CAMİ' EFSANESİNİ KÖYLÜLER ANLATTI

 

 

Başbakan Erdoğan'ın 'CHP döneminde ahır yapıldı' diyerek gündeme getirdiği İzmir'in Seferihisar İlçesi'ne bağlı Düzce Köyü'nün yaşlıları, hayvan bağlanan yerin cami değil, medrese bölümü olduğunu söyledi.

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın partisinin grup toplantısında "Camiyi ahır yaptılar" diyerek 20 Nisan 1936 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin kupürünü kanıt olarak gösterip CHP’yi suçlaması, ana muhalefet partisi ile yeni tartışma başlattı.

Başbakan Erdoğan’ın çıkışı ardından, gözler örnek olarak verdiği Kasım Çelebi Camii’nin bulunduğu Seferihisar İlçesi’ndeki Düzce Köyü’ne çevirdi. Yaklaşık 150 haneli köyün tek camisinin geçmişte ahır olarak kullanıldığı iddiası, köy sakinlerini de şaşırttı. Köyün 3 yıldan bu yana muhtarlığını yapan, 28 yaşındaki Halil Sever, şöyle dedi:

"Kasım Çelebi Camii ve medresesi, yaklaşık 2 bin 500 metrekarelik alan içerisindedir. Aynı paftada, aynı bahçede bulunur. Köyde yaşayan büyüklerimden öğrendiğime göre, camiye hayvan bağlanmamış, ahır olarak da kullanılmamıştır. O dönemin şartlarına göre aynı pafta içerisinde yer alan, şu an bile ayakta durmakta güçlük çeken hemen yanındaki medreseye soğuk kış günlerinde zaman zaman hayvan bağlanmıştır. Bunun yanında o dönemlerde, ürünlere zarar veren hayvanlar, bekçi tarafından alıkonulup buraya bağlanırmış. Sahibi de cezasını ödeyince hayvanını teslim alırmış. Camide ibadet sürekli devam etmiş ve aksamamıştır."

Muhtar Sever, cami ve medresenin restorasyonu için Seferihisar Belediye Başkanı CHP’li Tunç Soyer ile ortak hareket ettiklerini başvurularını yaptıklarını, İl Özel İdaresi’nden ödenek beklediklerini söyledi. Sever, "Daha önce köyümüzde bu tip bir tartışma hiçbir zaman olmadı. Herhalde yanlış bilgilendirmeler oldu. Ortada yanlış anlama var. Ayırt etmek lazım" dedi.

KÖYÜN YAŞLILARI NE DİYOR
Köyün yaşlılarından 78 yaşındaki Şakir Çay, o tarihlerde bazen çok soğuk geçen kış günlerinde hayvanları yağmur ve çamurdan korunması amacıyla medreseye bağlandığını, köyde doğru düzgün ahır da olmadığını söyledi.

Köylülerden 87 yaşındaki Yaşar Süner de camilerinin hiçbir dönem kapanmadığını anlatırken, "1950’li yıllardan önce aramızda para toplayıp camiye imam getirirdik. Daha sonra Diyanet’e bağlandı. O dönemlerde insanlar yoksulluktan bitini bile temizleyemezdi. Para- pulları olmadığı için hayvanların korunması amaçlı kullanılmayan medreseye bağlanırlardı. Ama medresenin hayvanların konulduğu o kısmının kapıları bile caminin tarafına açılmazdı. Zamanla o kısım da ayakta kalamayıp yıkıldı" dedi.

Radikal, 26.04.2012

KİBRİT KUTUSUNDAN ÇIKAN TARİH

 

 

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı döneminde yaşadıklarını yazarak kibrit kutusunda saklayan Osmanlı askerlerinden Mehmet Fuad Tokad'ın anılarını Türkçe'ye çevirip yayımlanmasını sağlayan Türkolog Jack Snowden, Sarıkamış'ta şehitlikleri ve Rus dönemindeki esir alanlarını gezdi.

 

Mehmet Fuad Tokad'ın anılarını Osmanlıca'dan Türkçe'ye çevirerek, ''Kibrit Kutusundaki Sarıkamış-Sibirya Günlükleri'' adıyla yayımlanmasını sağlayan ABD'li Türkolog Jack Snowden, Kars'ın Sarıkamış İlçesi'ndeki şehitlikleri ve Ruslar dönemindeki esir kamplarını ziyaret etti.

Sarıkamış'ın Hamamlı Köyündeki Ruslar döneminde esir kampı olarak kullanılan alan hakkında köy muhtarı Yunus Gökcan'dan bilgi alan Snowden, Allahuekber Şehitleri Anıtı ile Yukarı Sarıkamış Şehitliğini de ziyaret etti.

Binlerce askerin donarak şehit düştüğü Sarıkamış'ın kendisini heyecanlandırdığını ifade eden Snowden, gelecek yıl Sarıkamış Şehitlerini Anma Etkinlikleri'ne eşiyle katılacağını belirtti.

Mehmet Fuad Tokad'ın torunu Müge ile evli olan Jack Snowden,  iki yıl önce eşi ve kayınbiraderiyle ortaklaşa yürüttükleri çalışma sonunda 96 yıl öncesinde esir düşen Mehmet Fuad Tokad'ın kibrit kutusunda sakladığı Osmanlıca yazılı iki küçük defterden oluşan günlüklerini Türkçe'ye çevirerek kitaplaştırdığını hatırlattı.

Günlükte anlatılan mekanları görmek için önce Erzurum'a, ardından ilk kez Sarıkamış'a geldiğini ifade eden Snowden, ''İki yıl önce 'Kibrit Kutusundaki Sarıkamış-Sibirya Günlükleri' ismiyle yayımladığımız kitap, Harbiyeli Mehmet Fuad Tokad'ın 8 Ocak 1915'te İstanbul'dan hareket etmesiyle başlıyor ve 19 Mart 1917'ya kadar günlüğüne yazdığı anıları içeriyor'' dedi.

Tokad'ın 1916 yılının şubat ayında Erzurum'un Gezköy yakınlarında Kazaklar tarafından esir alınarak Sarıkamış'a götürüldüğünü kaydeden Snowden, ''Burada esir kampında 2 ay kaldıktan sonra Ruslar tarafından trenle Sibirya'nın Vetluga şehrine gönderilir. Vetluga'daki esir kampında 2,5 yıl kaldıktan sonra serbest bırakılır'' diye konuştu.

ABD'nin Ankara Büyükelçiliği'nde bürokrat olarak görev yaptıktan sonra emekli olduğunu ifade eden Snowden, 2005'te merak ettiği Osmanlıca'yı öğrenmek için kursa katıldığını, burada tanıştığı Müge Tokad'la evlenerek Türkiye'ye yerleştiğini belirtti.

Müge Tokad ile evlendikten sonra dedesi Mehmet Fuad Tokad'ın Osmanlı-Rus Savaşı sırasında tuttuğu, kibrit kutusunda sakladığı günlükleri gördüğünü kaydeden Snowden, ''Eşimin dedesi Mehmet Fuat Tokad esir olarak 2 ay Sarıkamış'ta, 2,5 yıl Sibirya'da esir kampında kalmış. O zamanlar küçük deftere anılarını, yaşadıklarını yazmış. Ruslar'dan saklamak için de yazdığı küçük defterleri kibrit kutusuna koymuş. Hatasız, pürüzsüz, çok güzel yazmış'' dedi.

Mehmet Fuad Tokad'ın esaret bittikten sonra İstanbul'a döndüğünü ifade eden Snowden, şöyle konuştu:
''Eşimin dedesi başmühendis olarak 35 yıl PTT'de çalışmış. Bütün anılar bu küçük kibrit kutusunda kaldı. Kimse bunu Türkçe'ye çevirmemiş. Mehmet Fuad Tokad, daha sonra kibrit kutusunu oğlu Prof.Dr. Yılmaz Tokad'a vermiş. Kayınpederim Yılmaz Tokad da 2001'de vefat etmiş. En büyük arzusu bu defterlerin günümüz Türkçe'sine çevrilmesiydi. Biz de bunları çevirip kitap olarak yayımladık. Şimdi de kitapta yer alan mekanları görmek için Sarıkamış'a geldik.''

Habertürk, 26.04.2012

ST. ANTUAN'IN CEZASI SİLİNDİ

 

 

İstanbul’un en büyük ve cemaati en geniş Katolik kilisesi Saint Antuan’a, tapuda arsa olarak görünen avlusu için kesilen yaklaşık 1 milyon liralık emlak vergisi ve cezası silindi.

 

Beyoğlu Belediyesi yetkililerinin Maliye Bakanlığı ile yaptığı görüşmeler sonucu, kilisenin 641 metrekarelik avlusunu kapsayan söz konusu emlak vergisi ve cezalarının iptal edilmesi yönünde görüş birliğine varıldı. Ceza bakanlığın veri sistemden silinirken, Beyoğlu Belediyesi kilise yönetimine müjdeli haberi vererek, sadece kira geliri elde edilen dükkanlara ait vergilerin ödeneceğini bildirdi. Kilise papazı Lulian Pişta, alınan karadan memnuniyet duyduklarını belirterek şunları söyledi: “Vatikan’a, İtalya Büyükelçiliği’ne ve cemaatimize cezanın silindiğini ve bir yanlışlık yapıldığını aktardık. Onlar da soruna çözüm üretilmesinden dolayı memnun olduklarını söyledi. 26 yılı kapsayan bu sorununun çözümünde bakanlıkla gerekli görüşmeleri yapan Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’a cemaatimiz adına teşekkür ediyoruz. Bizde kilisenin tapuda arsa olarak görünen bölümlerinin yeniden düzenlenmesi için gerekli çalışmalara başladık. Sayın Demircan bu konuda da bizlere yardımcı olacak. Sanıyorum birkaç ay içinde sonuca ulaşacağız. Şimdi sadece dükkanlara ait vergileri ödeyeceğiz.”

Hürriyet, 26.04.2012

ÜNLÜ RESSAM HAYATINI KAYBETTİ

 

 

İrlanda'nın uluslarası ün kazanmış ressamlarından Louis Le Brocquy, hayatını kaybetti

Bir süredir rahatsız olduğu bilinen Dublin doğumlu sanatçının 95 yaşında öldüğü bildirildi.

Sanatçının ölümünden büyük üzüntü duyduklarını belirten İrlanda Cumhurbaşkanı Michael D. Higgins, Le Brocquy'u ülkenin en önemli kültürel değerlerinden biri diye niteledi.

Yaratıcı dehası ve eserleriyle uluslararası sanat çevrelerinde de kabul gören Louis Le Brocquy, 70 yıllık sanat hayatı boyunca dünyanın pek çok ülkesinde sergi açtı.

Ünlü sanatçı, William Butler Yeats, James Joyce, Samuel Beckett, Francis Bacon, Seamus Heaney ve Bono gibi tanınmış İrlandalıların yüzlerini, kendine özgü üslubuyla tuvale aktarmış ve bu resimler büyük ilgi görmüştü.

Habertürk, 26.04.2012

PATARA ANTİK KENTİNİN KİTABINI YAZDI

 

Prof.Dr. Fahri Işık, 24 yıl önce kazı çalışmalarına başladığı Patara antik kentinin kitabını yazdı.

 

Akdeniz Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptığı yıllarda Kaş yakınlarındaki Likya Birliği’nin başkenti Patara Antik Kenti’nde kazı çalışmalarını yürüten Prof.Dr. Fahri Işık, ekibiyle yaptığı çalışmaları kitaba dönüştürdü. İngilizce ve Türkçe olarak hazırlanan ve 154 sayfadan oluşan “Patara Lykia Soyunun Başkenti” adlı kitap, 2 bin adet basıldı.

 

Kitapta bugüne kadarki kazıların sonuçlarının bilimsel değerlendirmesinin yapıldığı, ayrıca Patara antik kentinin fotoğraflarına da yer verildiği kaydedildi. Kitabın, Patara kazılarıyla ilgili önemli bir kaynak olacağı belirtildi.

haberler.com, 25.04.2012

RESTORASYON PROJELERİNDE TİTANYUM VE BAKIR ALAŞIMLI ÇİNKO

 

 

Çinko, bakır ve kurşun gibi yüzyıllardır mimarlığa hizmet etmekte. Klasik Türk mimarisinde bilinen en yaygın uygulama ise 2. Mahmut döneminde gelenek haline gelen cephelerdeki ahşap cumbaların çinko ile kaplanması. 19.yy Osmanlı Dönemi’nde ilk örnekleri görülen bu mimari kavram estetikten ziyade işlevsel bir amaç taşıyor: bir evde çıkan yangının hemen yanına inşa edilmiş diğer evlere hızlıca sıçramasını engellemek... Çinko evi yağmura, paslanmaya karşı korurken aynı zamanda yangınların yayılmasını da engelliyor.

 

 

Bugün bu gelenek Türkiye genelinde tamamen unutulmuş durumda, şimdi Gaziantep Belediyesi bu geleneğe tekrar can vererek, KUDEB yönetiminde kale içinde bulunan eski Türk evlerini titanyum çinko ile birer birer restore ediyor. Daha 20 seneye kadar, Karadeniz’de ve Doğu Anadolu’da aşırı yağışı ya da karı karşılayan eğimli çatılarda, tüm dere, oluk ve saçaklarda, korniş ve etek örtülerinin çinko bulunuyordu.

 

 

Bugün VMZINC, teknolojinin de sunduğu imkanları kullanarak saf çinkoyu minimum oranlarda titanyum ve bakır ile birleştirebiliyor ve bu üstün özellikli alaşım tüm doğal malzemeler ile mükemmel bir uyum göstererek çatı renovasyon ve restorasyonlarında kullanılabiliyor. Doğada çinko ve kurşun beraber çıkmakta, dolayısıyla kurşunun orijinal gri rengine en yakın ve çevre dostu bu gri tonu hep aynı kalan füme gri patinalı QUARTZ yüzey restorasyon mimarisi için ideal çözümler getiriyor. Çok uzun ömrüve doğal estetiği sayesinde tarihi eserler ilk günkü gibi doğal ve gösterişli kalabiliyor.

 


Yapı, 25.04.2012

AYVAZOVSKİ'YE REKOR FİYAT: 9 MİLYON LİRA

 

 

Uzun yıllar İstanbul’da yaşayan ve özellikle Dolmabahçe Sarayı’nda çok sayıda resmi bulunan büyük Rus ressam Ivan Ayvazovski’nin ‘İstanbul ve Boğaz’ adlı yağlı boya tablosu Londra’da düzenlenen Sotheby’s müzayedesinde 3 milyon 233 bin sterlin (yaklaşık 9 milyon TL) rekor fiyata satıldı. 19. yüzyıldaki İstanbul Boğazı’nı betimleyen tablo, ünlü deniz ressamının İstanbul’u ziyaret ettiği 1845-1890 yılları arasında tamamlandı. Türk ve İslam Sanatı Haftası çerçevesinde satılan tablo, 1 milyon sterlin’den açık arttırmaya sunulmuştu. Müzayedenin en gözde parçası olan Osman Hamdi Bey’in 3 milyon sterlinden satışa sunulan 1878 tarihli ‘Okuyan Genç Emir’ adlı tablosuna ise alıcı çıkmadı. Sotheby’s’in 2008’de düzenlediği müzayedede, Osman Hamdi’nin ’İstanbul Hanımefendisi’ adlı eseri 3 milyon 380 bin 500 sterline satılarak rekor kırmıştı.

Radikal, 25.04.2012

TARİHE GENÇLİK AŞISI

 

Gediz Üniversitesi, Foça’nın Kozbeyli Köyü’nün restore edilmesi için kolları sıvadı. Restorasyonlar bittiğinde tarihi köy turistik bir merkeze dönüşecek.

 

Foça’nın her karışı tarih kokan Kozbeyli Köyü’ndeki binalar, Gediz Üniversitesi tarafından yürütülen projeyle yenilenip turizme kazandırılacak. Mimarlık Bölümü’nün akademisyenleri ve öğrencileri sahaya indiği  Kozbeyli bir anda renklendi, köylüler büyük sevinç yaşadı. Çalışmalar sonucunda kısa sürede 21 taş binanın rölevesi hazırlandı.
 

Önümüzdeki günlerde protokol imzalanıp, restorasyon sürecine geçilecek. Evler ve köyün en eski yapılarından cami yenilenirken, yeni bir meydan yapılacak, konuklar için sosyal tesisler kurulacak. Kozbeyli’de tarihin ayağa kalkmasıyla, Birgi ve Safranbolu gibi turistik bir yere daha kavuşulacak. 

Milliyet Ege, 24.04.2012

3 BİN YILLIK AYDINTEPE YERALTI ŞEHRİ KEŞFEDİLMEYİ BEKLİYOR

 

Bayburt’taki erken Hıristiyanlık dönemine ait yeni bir yeraltı şehri birkaç yıl önce tesadüfen bulundu. Ortaya çıkarılan 3 bin yıllık tarih hazinesi artık ziyarete açık.
 

Bayburt şehri başlı başına bir tarih, kültür hazinesi. En önemli zenginliklerin biri Bayburt’un kuzey batısında, merkeze 25 kilometre uzaklıktaki mütevazı Aydıntepe (Hart) İlçesi'nin Aydıntepe Yeraltı Şehri’dir.


Aydıntepe Belediye Başkanı Orhan Eraslan’la yeraltı şehrini gezerken onun sanat, tarih ve arkeoloji bilgisine hayran kaldım. Bu işe o kadar çok gönül ve mesai vermiş ki bu konularda adeta uzmanlaşmış. Bana anlattıklarına göre; Aydıntepe Yeraltı şehri, kent yerleşkesinin hemen altında. Dehliz şeklindeki mekanların varlığını halk daha önce de biliyordu, fakat içine girilmemişti. 1988’de inşaat kazısı sırasında tesadüfen gün yüzüne çıkarılan yeraltı yerleşimi Kültür ve Tabiat Varlıkları Kurulu’nca koruma altına alınmış.

 

2008’den sonra Koruma Kurulu’nun onayıyla ilçe belediyesi tarafından, Müze Müdürlüğü’nün denetiminde yapılan çalışmalarla gezilebilir alan 850 metreye çıkarılmış. Karadeniz Teknik Üniversitesi ile yapılan sismik taramalar neticesinde, şehrin güneydoğu kesiminde de başka dehlizlerin olduğu tespit edilmiş. Bu kısımlar da daha sonra yapılacak çalışmalarla ortaya çıkarılacak.


Yeraltı şehri hiçbir yapı malzemesi kullanılmadan tüften oluşan tek ana kayaya oyulmuş. Koridorlar, sağ ve solunda odalar, yer yer geniş alanlar, aydınlatma için lamba yerleri, havalandırma delikleri bulunmakta. Hemen üstündeki tepede bir yerüstü kalesi var. Kale eteklerindeki arkeolojik kazılarda yaklaşık 4 bin yıllık mezarlar tespit edilmiş. Bu da Aydıntepe’nin eski adıyla Hart’ın ne kadar eski bir yerleşim olduğunu göstermekte.

 

Yeraltı şehri içindeki duvar figürleri 3 bin yıllık bir tarihi işaret etmekte. Bu mekanlar zamana bağlı olarak, Hıristiyanlar ve Müslümanlar tarafından da kullanılmış. Kullanım amacının genel olarak sığınmaya yönelik olduğu düşünülüyor. Yani halk tehlike durumunda buraya sığınılıp, sonra dışarıda yaşamına devam ediyormuş.


Mekan içinde odalar, toplantı salonları, mutfak ve su ihtiyaçlarını görecek kaynak ve havuz da bulunmakta. Şu ana kadar açılan bölümlerin havalandırma işlemi için de sekiz adet havalandırma bacası tespit edilmiş. Aydıntepe Yeraltı Şehri, bölgemizin çok önemli turizm mekanlarından biri olmasına rağmen hak ettiği ilgiyi henüz görmemekte, bunun için daha çok yatırım yapılması ve tanıtım eksikliğinin de giderilmesi gerekmekte.


Yeraltı şehrini Belediye Başkanı gibi bilgili bir kişinin rehberliğinde gezebilirseniz tarihin müthiş sırlarına vakıf olursunuz. Ayrıca yeraltı şehrinin inşasında kullanılan 3 bin yıl önceki mühendislik bilgisine de hayran olacaksınız. Bu konularda garanti veriyorum!

Hürriyet Seyahat, Yazı: Prof.Dr. Mikdat Kadıoğlu, 23.04.2012

YENİ UMUT ESKİ GÖBEKLİTEPE

 



Harran Üniversitesi (HRÜ) Şanlıurfa Sosyal Bilimler Meslek Yüksek Okulu Turizm ve Otel İşletmeciliği Programı Öğretim Görevlisi Hasan Kırmızı, Göbeklitepe'nin dünyaya yeterince tanıtılması halinde Türkiye'ye gelen turist sayısının yılda 100 milyona çıkarılabileceğini belirtti.

 



Kırmızı, yaptığı yazılı açılamada, işsizliğin diğer bölgelere oranla daha yoğun yaşandığı Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde ''40 sektörün ortak lokomotifi görevini üstlenmiş olan'' turizmin istihdam arttırıcı bir sektör olarak, Türkiye'nin ekonomisinin daha iyi durumlara gelmesinde önemli rol oynayabileceğini ifade etti.






Yüksek turizm potansiyeli taşıyan bölgenin tarihi ve turistik değerlerine yönelik, verimli ve yenilikçi projelere ihtiyaç duyulduğunu dile getiren Kırmızı, turizm konusunda yeni arayışlar, girişimler ve üretkenliğin arttırılmasıyla, bölge turizminin gelişebileceğini, bu çalışmaların genelde Türkiye'nin, özelde bölgenin kalkınmasını hızlandırabileceğine değindi.






Bu nedenle kamuoyunun dikkatini, bölgenin önemli bir turistik değeri olan Göbeklitepe'ye çekmeye çalıştıklarını anlatan Hasan Kırmızı, açıklamasında şunları kaydetti:
''Göbeklitepe'yi dünyaya tanıtma sorumluluğumuzu yerine getirirsek, her yıl Türkiye'ye gelen turist sayısını yılda 100 milyona, Şanlıurfa'ya gelen turist sayısını da 10 milyona çıkarabiliriz. Türkiye, 1980'li yıllardan başlayarak, dünya turizminde önemli yer edinmeye başlamıştır. 20 -  30 yıllık süre zarfında dünya turizm liginde, turizm geliri ve turist sayısı açısından 20. sıralardan ilk 10'a tırmanabilmiştir. 2011 yılında 30 milyondan fazla turistle dünya turizm sıralamasında 7, turizm geliriyle de 9. sırada yer almıştır.''



 



Türkiye'nin doğal, tarihi ve kültürel değerler açısından dünyanın hiçbir ülkesiyle kıyaslanamayacak potansiyele sahip olduğunu belirten Hasan Kırmızı, bu potansiyelle dünya turizm liginde ilk sırada yer alabildiğine işaret etti.


Türkiye'nin, sahip olduğu turizm değerlerinden insanların ilgisini çekebilecek olanlarını sunma sorumluluğunu taşımak gerektiğini ifade eden Kırmızı, açıklamasında şu ifadelere yer verdi:
''Dünyanın ilgisini çekebilecek eserlerin en başında şüphesiz Göbeklitepe gelmektedir. Eski dünyada, bilim adamları tarafından medeniyetlerin beşiği olarak kabul edilen Fırat ve Dicle nehirleri arasında yer alan Göbeklitepe, verimli toprakların olduğu yukarı Mezopotamya'da, Şanlıurfa sınırları içinde yer alan, erken Neolotik döneme ait yaklaşık 11 bin 500 yıl öncesi insanların atalarının anıtsal eseridir. Burası insanların ritüel (ayin) amacıyla toplandıkları, insanlık tarihi açısından çok önemli bir inanç merkezidir. Türkiye, sadece Göbeklitepe'yle dünya genelinden turistlerin ilgisini çekebilir. Tanıtım için çok fazla zaman kaybetmeden uluslar arası düzeyde projeler hazırlanmalıdır. Aksi taktirde bu dünya hazinesi paha biçilmez değerdeki eser, ülke ve bölge için katma değer üretmeden, kıymetsiz bir şekilde varlığını sürdürecektir.''





GÖBEKLİTEPE HAKKINDA
Neolitik döneme ait yerleşim yeri Göbeklitepe, Şanlıurfa'nın 18 kilometre kuzeydoğusundaki Örencik Köyü yakınlarında bulunuyor.


İlk kez 1963 yılında İstanbul ve Chicago üniversitelerinden görevlilerinin yüzey araştırmaları sırasında fark edilen Göbeklitepe'deki kazı çalışmalarını, 1995 yılından bu yana Şanlıurfa Müzesi ve Berlin Alman Arkeoloji Enstitüsü ortaklaşa yürütüyor.


Kazı çalışmalarında şimdiye kadar Neolitik döneme ait yabani hayvan figürlü ''T'' biçimli dikili taşlar, 8-30 metre çapında dairesel ve dikdörtgen şekilli dünyanın en eski tapınak kalıntıları, çok sayıda yabani hayvan figürü, insan heykeli, dikili taşlar ve yaklaşık 12 bin yıl öncesine ait olduğu belirtilen 65 santimetre uzunluğunda insan heykeli gibi tarihi eserler bulunmuştu.


Dünyanın en eski ''tapınak merkezi'' olduğu belirtilen Göbeklitepe, bir süre önce UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'ne alınmıştı.

Habertürk, 23.04.2012

DA VINCI'NİN VÜCUTLARI SERGİLENECEK

 

Leonardo da Vinci’nin insan vücudu çizimleri, Londra’da Buckingham Sarayı’ndaki Queen’s Gallery’de sergilenecek.

 

Leonardo da Vinci: Anatomist” adlı sergi, 4 Mayıs- 7 Ekim tarihleri arasında açık kalacak. Da Vinci’nin, kalp, beyin, iç organlar ve kemikleri ayrıntılı şekilde resmettiği çizimleri içeren yapıtlarını bıraktığı asistanı Francesco Melzi’nin oğlu, onları heykeltıraş Pompeo Leoni’ye satmıştı. Leoni de çizimleri, üzerine altın harflerle “Leonardo da Vinci’nin Çizimleri, Pompeo Leoni Tarafından Saklandı” yazdırdığı bir ciltte toplamıştı.

Habertürk, 23.04.2012

KAÇIRILAN TARİHİN İZİNDE

 

 

Berlin'deki Bergama Müzesi, Türkiye topraklarından sökülerek götürülmüş tarihi eserlerle dolu. Biz sahip çıkmayınca, bir sahip çıkan bulunuyor elbet. Knidos, Tlos gibi antik kentlerimizdeki kazı alanları ise yetkililerden özel ilgi bekliyor.

 

Bir şehre ilk gelişinizde ne yaparsınız? Ben mutlaka görmem gereken bir yer belirler, en merak ettiğim yerden başlarım gezmeye. Bu da genellikle tarihi bir alan olur. Bu yazımı ise İZ TV’nin bir başka belgesel serisi için ilk kez geldiğim Berlin’den yazıyorum.


İlk istikamet ‘Berlin Bergama Müzesi’. Yıllardır görmek istiyordum burayı. Uzun zamandır tarih hobime arkeoloji belgeselleri yapımını da ekleyerek, hobimle işimi birleştirmiştim. Ve bu, Türkiye’de birçok arkeolojik alanı ve müzeleri görmüş biri olarak benim, kendi topraklarımızdan alınıp götürülen tarihi eserlerle buluşma anımdı. Sonuç ise büyük bir hüzün... Koskoca müzenin neredeyse tamamı, Türkiye’den getirilen eserlerle dolu. Arkeoloji müzelerinde, heykellerin, değerli takıların, çeşitli araç ve gereçlerin sergilenmesini destekliyorum. Hatta bu bir zaruret! Çünkü aradan geçen yıllar, bu nadir eserlerin yıpranmasına yol açıyor. Müzelerin hijyenik ortamları ise eserleri, doğanın yıpratıcı etkisinden koruyor. Ancak burada koskoca bir şehir sergileniyor.
Antik kentin devasa anıtları, Türkiye’deki yerlerinden sökülerek getirilmiş buralara. Gözlerimi kapatıp bu anıtların Bergama’nın güneşi ve doğası altında ne kadar da güzel görüneceğini hayal ettim. Muhteşemdi! Kısa süren bu hayal seansından, floresan ışığının soğuk ve mesafeli etkisiyle uyandım. Ve ilk kez bir arkeoloji müzesinden koşarak uzaklaştım.


Son dönemde Kültür ve Turizm Bakanlığı, yurtdışına götürülen eserleri geri getirmek için büyük çaba sarf ediyor. Bakan Ertuğrul Günay’ın özel ilgisiyle yürütülen çalışmalarda önemli başarılar sağlandı. Fakat büyük çoğunluğu Anadolu’nun dört bir yanından çalınarak kolayca götürülen bu eserleri anayurduna döndürmek, oldukça meşakkatli bir süreç. 

Geri dönen eserlerin akıbeti 
Türkiye’ye getirildiklerinde bu eserlerin akıbeti ne oluyor?” sorusu, herkesin aklını kurcalıyor. Geçmişte yaşanan birçok hata da bu sorunun sorulmasını haklı kılıyor. Özellikle yıllar süren bir çabanın sonunda geri alınan ‘Karun Hazineleri’nin Uşak Müzesi’nden çalınması ve bu işin içinde müze müdürünün de bulunduğu iddiası, müzelerin güvenliğiyle ilgili ciddi şüpheler doğurdu. Bu durumdan rahatsız olduğunu bildiğim Bakan Günay’ın ‘Büyük Anadolu Müzesi’ fikrini, küçük müzelerin güvenlik zafiyeti sebebiyle desteklemiştik ama hala bir adım atılmış değil. Bu arada Sinop, Side, Fethiye Müzesi gibi küçük ama başarılı müzeleri tenzih ediyorum.

Kazıların durumu içler acısı
Müzelerin durumu hala belirsizliğini korurken, kazı alanları ve antik kentlerde durum nasıl? Öncelikle şunu belirtelim; Türkiye’de iki türlü kazı var:


1) Türk üniversitelerinin, bizim hocalarımızın liderliğinde yaptığı kazılar;
2) Yabancı üniversite ve fonların desteğiyle, yabancı hocaların liderliğinde gerçekleştirilen kazılar.


Fakat ülkemizdeki kazıların durumu pek de iç açıcı değil. Birkaç büyük kazı dışında neredeyse tüm kazılar, hocalarımızın ve öğrencilerin insanüstü çabalarıyla gerçekleştiriliyor. Akdeniz Üniversitesi’nden Prof.Dr. Taner Korkut’un başında bulunduğu ve şu an Anadolu’daki en önemli kazılardan biri olan ‘Tlos kazısı’ buna en güzel örnek. Likya tarihini 3000 yıldan 7000-8000 yıl öncesine götüren bulgulara ulaşan kazı ekibindeki hoca-öğrenci ilişkisi, ders kitaplarında okutulacak cinsten. Disiplin, saygı ve sevgi, bu ekibin elindeki tek zenginlik. Doğru dürüst bir kazı evine bile sahip olmayan ve ‘safari turizmi’ adı altında su savaşı yapan turistlerin tacizlerine rağmen ciddiyetle çalışan bu ekibin büyük özveriyle ortaya çıkarttığı eserler, yaşadıkları derme çatma alanlarda, sağlıksız koşullarda saklanmaya çalışılıyor. 

Knidos’un başına gelenler 
Bir diğer kazı örneği de Datça Yarımadası’ndaki Knidos antik kentinden. Mavi yolculuğun vazgeçilmez rotası Knidos, Türkiye’nin belki de en güzel manzarasına sahip. Fakat bir yanında Likya, diğer yanında Halikarnas ve Rodos’u barındıran Knidos’ta ne yazık ki 2006’dan beri kazı yapılmıyor. Antik dönemin belki de en fazla reprodüksiyonu yapılan ‘Çıplak Venüs Heykeli’nin hala bulunamadığı bu kazı alanında, önceki kazılarda yaşanan sorunlar mahkemeye taşınmış. Malum, bizim mahkemelerin dünyaca ünlü hızı sayesinde (!) burada yıllardır çalışma yapılamıyor. Marmaris Müzesi çalışanlarının çabalarıyla korunmaya çalışılan kent, yetkililerden ilgi bekliyor. Bilhassa Marmaris, Bodrum ve Datça belediye başkanlarının bu konuda daha aktif olması gerekiyor. Çünkü bu antik kentin zenginlikleri, en çok bu beldelerin işine yarayacak. Bir başka sorunumuz da bu tarihi alanların korunması ve restorasyonu. ‘UNESCO Kültür Mirası’ listesinde yer alan İstanbul’un tarihi yarımadası, berbat restorasyon çalışmalarından ötürü listeden çıkarılma tehlikesiyle karşı karşıya. Yapımcım Evren Toparlak anlatmıştı: Hollandalı gezgin Wilco Van Herpen’le Manisa’da bir Osmanlı mevlevihanesine gitmişler. Onları karşılayan görevli, uzun zamandır süren restorasyon çalışmasından bahsetmiş. İçeri girdiklerinde şoke olmuşlar. Meğer o çalışma, 500 yıllık eserin tabanının mermerle kaplanması, duvarlarının ise saten boyayla boyanmasıymış! 2023’te 60 milyon turist hedefleyen Türkiye, bu hedefe ancak tarihi alanlarının korunması ve evrensel üslupla sunulmasıyla ulaşabilir. Öte yandan yurtdışına kaçırılan Anadolu eserlerinin geri alınması için çalışmalar da sürmeli. Belki de Türkiye’deki en güzel günbatımı manzarasına sahip olan Side’deki Apollon Tapınağı’nın müzeye kaldırıldığını düşünsenize... Ne büyük kayıp olurdu! Zira bu antik eserler, doğal şartlar düşünülerek inşaa edilmişti.

Halikarnas yerini yadırgamasın diye!
Son olarak küçük bir anı... ‘Halikarnas Balıkçısı’ olarak tanıdığımız Cevat Şakir Kabaağaçlı, İngiltere’deki British Museum’a götürülen ve dünyanın yedi harikasından biri olan Halikarnas Mozolesi’nin Türkiye’ye iadesi için müze yetkililerine bir mektup yazmıştı. Öyle ya, ülke yöneticileri bu konuyla ilgilenmedikleri için bu görev Halikarnas Balıkçısı’na düşmüştü. İngilizler, ‘bir yazarın yazdıklarına saygı duyar’ diye saf bir duyguyla kaleme almış mektubunu ve mozolenin, değerini ancak Bodrum’un masmavi gökyüzünde bulacağını söylemiş. İngilizler, yazara hemen cevap vermiş: “Sizin gibi değerli bir yazarın önerisi bizi çok etkiledi. Müze yetkilileri toplandık ve sizin önerinizi kabul ettik. Mozolenin, Bodrum mavisinde sergilenmesi için çalışmalara hemen başladık. Tüm sergi salonunu Bodrum mavisine boyadık.”

Radika, Haber: Vedat Atasoy, 22.04.2012

REVAKLAR İÇİN ERDOĞAN DEVREDE

 

 

Türkiye ile Suudi Arabistan arasında diplomatik gerilime de neden olan Kabe’deki Osmanlı ları konusunda bu kez devreye girdi.

 

Geçen hafta Suudi Arabistan ziyaretinde konuyu Kral Abdullah'a açan , ların yıkılmaması konusunda söz aldı. Ancak Kral, revakların Türkiye'ye getirilmesine ilişkin herhangi bir söz vermedi. Başbakan Tayyip Erdoğan, geçen haftaki Suudi Arabistan ziyaretinde kendisini oldukça misafirperver bir şekilde karşılayan Kral Abdullah bin Abdulaziz'e, Kabe'nin avlusunu çevreleyen Osmanlı revakları konusunda ricada bulundu. Erdoğan'ın ricası üzerine revakların yıkılmayacağını belirten Kral Abdullah, bu konuda çalışma yapmak üzere bir komisyon kurduğunu ve komisyon üyelerini kendisinin atadığını söyledi.

Kral Abdullah, revakların asıl şekillerinin korunarak avluda yer açmak için geriye çekilebileceğini, bu yönde hazırlıklar yürütüldüğünü belirtti. Revakların Türkiye'ye getirilmesi konusundaki teklif daha önce Suudi makamlara iletilmişti. Bu teklifi Başbakan Erdoğan da Kral Abdullah'a iletti. Ancak Kral Abdullah'ın bu konuda bir söz vermediği öğrenildi.

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, revakların Türkiye'ye getiril mesi konusunda Habertürk'e şunları söyledi: "Suudi makamlar, revakları yıkmaya niyetlerinin olmadığını söylemişlerdi. Restorasyon projeleri için Türkiye'den uzman heyet gönderelim dedik; buna izin çıkmadı. Sayın Başbakan'ın, 'Revakları, Türkiye'de uygun bir mekanda değerlendirelim' düşüncesi var. İstanbul'da Anadolu yakasında görkemli bir cami yapılabilir, bunun etrafına konulabilir. Ankara'da Hacı Bayram çevresinde olsun önerisi de vardı."

Sabah, 22.04.2012

TARİH İŞPORTAYA MI DÜŞÜYOR?

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 19 Şubat tarihli yönetmeliği arkeoloji dünyasını karıştırdı. Arkeolojik kazılarda ‘etütlük eser’ tanımı yapılan eserlerin özel müze ve koleksiyonerlere satışının önünü açan maddeye isyan eden arkeolog çok, ama sıkı bir denetim ve takiple kısmen satışını onaylayan da var. Bir müzeci, “Bunun adı hastayı kasaba emanet etmek” derken, bir arkeolog “Tarihi işportaya düşürür” diyor. Yasaya destek veren bir arkeolog ise Roma dönemi fabrikasyon seramiklerin satılabileceği düşüncesinde. Arkeologlar, müzeciler ve koleksiyonerler derneği başkanıyla ‘satılık tarih’ tartışmasını konuştuk.


Müzeci Şeniz Atik: KASABA HASTA EMANET ETMEK OLUR

Kazıda bulunan kırık parçaların bir kısmı tümlenir, diğer parçalar ileride çalışılmak üzere müze depolarında saklanır. Bu yönetmeliğe göre müzenin koleksiyonlarına almasına gerek görülmeyen ‘tasnif ve tescile tabi’ eserler ile yönetmelikte yeterli tanımı yapılmayan ‘etütlük eserleri’ satılabilecek. Bu haliyle sadece kaçakçılığı yasallaştırmaya yarar. Daha önce özellikle koleksiyoncular tarafından gündeme getirildiği için böylesine yoruma açık bir ince ayar neden yapılır? Koleksiyonerler açık kapı buldukları anda zorluyor. Bunu istemelerinin nedeni eserlerin yurtdışında yüksek fiyatla satışı. Koleksiyonerlerin hepsinin adamı var, kaçak kazı yapıp getiriyor. Bu yetmedi, etütlük eserleri satın alıp ne yapacaklar? Koleksiyonerler ellerindeki eserleri bir ay içinde bildirip kaydetmek zorunda. Elinde 3 bin eser var, sadece 80 eser kayıtlı, baskın olunca; yeni aldım, kaydedecektim diyor. Bazıları kayıp ya da çalındı diyor. Bu açık kapının kapatılması için yönetmeliğin değişmesi şart. Arkeoloji bir bilim, tutup bir kasaba doktorluk yaptırır mısınız? Onların yeri müzeler, toplumun ortak malı onlar.


Prof.Dr. Haluk Abbasoğlu (İ.Ü. Klasik Arkeoloji eski Bölüm Başkanı): ASLA SATILAMAZ, KOLEKSİYONERLER DEPO İÇİN BAĞIŞ YAPSIN

Nitelemeler çok göreceli. Eserler ‘etütlük’ kelimesinden de anlaşılacağı gibi bilimsel çalışmalar için çok değerli. Ufak bir çömlek parçası veya kondisyonu bozuk zor tanımlanan bir sikke çok önemli bilimsel sonuçlara ulaşmayı sağlar. Bugüne dek etütlük olarak ayrılan kültür varlıkları pek çok yüksek lisans, doktora tezi ve makalenin konusuydu. Hiçbir şekilde satılmamalı ve müzelerden başka yerde korunmamalı. Değişiklik müze depolarının kapasitesinin yeterli olmamasından kaynaklanmış olabilir. Bu vesileyle koleksiyonerlerin müzelerdeki depolama koşullarını bağışlarıyla iyileştirmeye davet ediyorum.


Yrd.Doç. Ahmet Yaraş (Trakya Üniversitesi Arkeoloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi): DEVLET HAFİYELİK YAPMAK ZORUNDA KALIR

Ören yerinden herhangi bir malzemenin değişik nedenlerle müze tarafından etütlük değerde bulunup satılması veya başka bir yere gönderilmesi, konteksi bozması açısından büyük handikap olur. Örneğin bir seramik, cam, hatta heykel grubu bir kazıda parçalar halinde bulunabilir. Klasik kazıda, açmalarda (sondaj) bulunan bir heykel parçası, 3-4 yıl sonra başka açmada bulunabilir. En son ‘Yorgun Herakles’ heykeli buna somut bir örnek. Satış sonrası eserin kimlerin özel koleksiyonuna gittiğini bulmak hafiyelik gerektirecek.


Doç.Dr. Aslı Erim Özdoğan (Çanakkale 18 Mart Üni. Arkeoloji Ana Bilim Dalı Başkanı): ETÜTLÜK ESERE İŞPORTA MALI GİBİ BAKILIYOR

Bilimsel kazılarla çıkarılan her nesne kendi içinde değer taşır. Çanak parçasından alınan örnekle dünyanın en eski şarap üretimini öğrenmek mümkün olur. Yeni yönetmelik, ‘etütlük’ nesneleri 2. sınıf görüyor, kültür varlığı niteliğinden, işporta malı niteliğine indirgiyor. Halbuki bir kazıdan çıkartılan her nesne o kültürün bütününün bir parçası. Müzede korunmasını garanti ettiğimiz parçayı üç gün sonra herhangi bir özel koleksiyonda mı arayacağız? Eski eserlerin ulusal ve uluslararası kültür mirasının bir parçası olduğunun bilincinde olmayan çok kişi var maalesef. Bunun için teşhirlik/müzelikler dışındakilerin değeri yok. Yurtdışına götürülmüş eski eserlerimizi alma haklığımızı yitirmemize yol açar, kendi eserlerimizi piyasa açmamız eski eser kaçakçılığına yasal kılıf bulmakla eş değer. Kesinlikle bu maddenin kaldırılıp, yönetmeliğin çağdaş kültür mirası ve uluslararası sözleşme yükümlülüklerine göre baştan ele alınması gerek.


Yrd.Doç. Semih Güneri (Dokuz Eylül Üni. Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi): MÜZELER ANTİKA PAZARLAYAN TİCARETHANE DEĞİL

Müzecilik alanında ciddi birikim ve deneyime sahip Çin, Rusya vb. gelişmiş Asya ülkelerinde ciddi yasal düzenlemeler var. Buluntuların etütlük olup olmadığını müze uzmanları belirler ve etütlük eserlerin de sergilemelik eserler gibi mutlaka geçici envanter kayıtları yapılır. Bu eserler, çalışmak isteyen akademisyenlerin üzerine en çok 3 yıllık bir sözleşmeyle zimmetlenir, gerekirse bu süre 3’er yıl uzatılır. Bilimsel çalışmaları tamamlanınca müzede tutulur veya belli koşullarda yok edilir ama asla satılmaz. Müzeler eski eseri sadece korumak ve sergilemek için kurulmuş güvenli alanlardır. Her ne şekilde olursa olsun, müzelere antika pazarlayan ticarethane niteliği kazandırılması doğru değil. Düzenleme, eski eser alım-satımını yasal çerçevede gerçekleştirme emeline uygun zemin hazırlar.


Prof.Dr. Levent Zoroğlu (Konya Selçuk Üni. Arkeoloi Ana Bilim Dalı): FABRİKASYONSA SATILABİLİR

Burada kastedilen taşınır kültür varlıkları, özellikle etnoğrafik malzemenin satışının yapılmasıdır ki, bunda bir sakınca görmüyorum. Özgün ve özelliği olan arkeolojik eserlerin bu yönetmelik çerçevesinde satışının mümkün olabileceğini sanmıyorum. Buna karşılık, örneğin Helenistik ve Roma çağında fabrikasyon olarak üretilen bazı seramik guruplarının, koşulları iyi belirlendikten sonra satılabilir. Dürüst koleksiyonculuk desteklenmeli, teşvik edilmeli. Etüdlük ya da envanterlik, devlet müzelerinin yanında özel müzeler ve koleksiyonerler olduğunda daha çok eser yurtiçinde kalabilir. Eserlerin ille devlet müzesinde sergilenmesi dönemi artık geride kaldı. Bu yüzden bana kalırsa devlet müzeleri de bu tür özel müzelerle yarışabilmeli. Burada önemli bir nokta, bu yönetmeliğin kaçak kazıları teşvik edecek bir araç olmaması. Bunun için de dürüst koleksiyonerler kendilerine getirilen menşei belirsiz arkeolojik malzemeyi almayarak, önce müzelere intikal ettirmeli.


Haluk Perk (KOLDER Başkanı): KOLEKSİYONCUYA SUÇLU MUAMELESİ YAPILIYOR, HEYECAN KALMADI

Devletin bırakın kendi adına kaydettiği eseri satmayı, almadığı, başkasına ait eseri satması devlet olma sıfatıyla bağdaşmaz. Diğer ülkelerde koleksiyonculara çok değer veriliyor. Büyük müzelerin oluşmasında onların payı var. Bağışladıkları eserler için özel bölümler yapılıp isimleri veriliyor. Bizde koleksiyoncuya suçlu, kaçakçı muamelesi yapılıyor. Halbuki koleksiyoncu tarafından envanter defterine kaydedilen eserin maddi değeri çok düşer. Bir eserin kaydı da, korunması da maddi külfet. Koleksiyoncular eserleri satabildiklerinde sattıklarının yarısını geri alamaz. Yanlış uygulamalar sebebiyle koleksiyonculuk heyecanı kalmadı. Şu anda arkeolojik eser koleksiyoncuları gördükleri baskı sebebiyle koleksiyonlarını dondurmuş ve elden çıkartma gayreti içersinde.

Hürriyet, Haber Ali Dağlar, 22.04.2012

DİZİ İÇİN TARİHİ EVİ TARİHE GÖMDÜLER

 

 

Diyarbakır’da ‘Ayrılık Olmasaydı’nın çekimlerinini gerçekleştirildiği etnografik müze özelliği taşıyan Esma Ocak Evi ‘Apocu Gençlik İnisiyatifi’ adlı bir grup tarafından basıldı.

 

Grubun ‘Molotof Kokteylli’ ve ses bombalı saldırısının uğrayan ev hasar görmüştü. Esma Ocak Evi iddiaya göre ikinci bir darbeyi de İstanbul Mas Medya (İMM) isimli yapım şirketinden aldı. 2011’de yaşamını yitiren Diyarbakırlı yazar Esma Ocak’ın adını taşıyan ve 1996’dan beri müze olarak kullanılan evde yapılan çekimlerde iddiaya göre tarihi yapının orijinal dokusu zarar gördü. Evden çıkarılan dizi ekibi çekimleri Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi’nde devam ederken, Perran Toksöz yapım şirketi hakkında şikayetçi oldu.

Diyarbakır 3. Sulh Hukuk Mahkemesi, Esma Ocak Müze Evi’ndeki tahribatı tespit için Sanat Tarihçisi Zafer Han ve mimar Fatma Meral Halifeoğlu’yu bilirkişi olarak görevlendirdi. Geçtiğimiz ay tarihi Sur İlçesi'nde bulanan müzede inceleme yapan Fatma Meral Halifeoğlu raporunda, evde tahribat olduğuna yer verdi. Zararı 27 bin 500 TL olarak belirleyen uzman ekip evin daha önce çekilmiş fotoğraflarını ve tahrip edilmiş fotoğrafları da dosyaya ekleyerek tarihi bir yapıya zararın daha çom manevi olduğunu belirtti. Film ekibi hakkında tazminat davası açan yazar Esma Ocak’ın kızı Prof.Dr. Perran Toksöz, “Annem evi harap vaziyette alıp, yaşanacak hale getirdi. Annemin en büyük arzusu Diyarbakır’ın kültürünü tanıtmaktı. Bizde bu isteğini yerine getirmek için dizi ekibinden gelen teklifi hiçbir ücret almadan kabul ettik. Ancak çekimler sırasında evin orijinaline büyük zarar verildi. İnsan düşmanına bile bunu yapmaz “ dedi.

Vatan, Haber: Arif Taşkın, 22.04.2012

NUH'UN GEMİSİ CUDİ'DE

 

 

Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç.Dr. Bünyamin Açıkalın, tefsir kaynaklarında Hazreti Nuh'un gemisinin karaya oturduğu yer olarak öncelikle Cudi Dağı'nın işaret edildiğini söyledi.

Hazreti Nuh'un gemisinin büyük tufandan sonra Cudi Dağı'na mı yoksa Ağrı Dağı'na mı oturduğu yönünde araştırmalar sürerken Doç.Dr. Açıkalın, hazırladığı "Tefsir Literatüründe Nuh Aleyhisselam Kıssası" adlı araştırmasında, Cudi Dağı'nın coğrafi yapısının geminin oturmasına müsait olduğuna, Kur'an-ı Kerim'de belirtilen yerin de Cudi Dağı olma ihtimalinin yüksek olduğuna yer verdi.

Açıkalın, Nuh Tufanı ile ilgili araştırmalarına ilişkin yaptığı açıklamada, hem ilk dönem hem de çağdaş tefsirleri incelediğini, hepsinde de geminin karaya oturduğu yerin Cudi Dağı'nı işaret ettiğini belirtti.

Kur'an-ı Kerim'deki ayetlerde "gemi oturdu" ifadesinin yer aldığını, bu ayetlerin tefsirlerinin çoğunda İbni Ömer Ceziresi denilen bölgede bulunan Cudi Dağı'nın işaret edildiğini ifade eden Açıkalın, şöyle dedi: "Kur'an-ı Kerim'de geminin oturduğu yer Cudi, Tevrat'ta ise Ararat dağı olarak geçiyor. Günümüzde de Ararat dağı Ağrı olarak meşhur olmuş, ama eski dönemlerde coğrafi isimlendirmeler günümüzdeki gibi olmayabilir. Tefsirlerden birinde 'Ararat' denilen yer, eskiden Şırnak ve çevresini de içine alan geniş bir Urartu Uygarlığı'nın sınırları içerisindeydi. Tevrat'ta geçen 'Ararat dağına oturdu' ifadesi bu nedenle Cudi Dağı'nı da içine alan bir coğrafya olabilir.

Diyanet İşleri Başkanlığı'nca yayımlanan ve büyük bir emeğin mahsulü olan 'Kur'an Yolu' tefsirinde de geminin karaya oturduğu yer olarak Cudi Dağı işaret edilerek, 'Şırnak'ın Cizre İlçesi'ne 17 kilometre mesafede bulunan Cudi Dağı'dır' ifadesi yer alır. Yine Diyanet İşleri Başkanlığı'nca yayımlanan İslam Ansiklopedisi'nde de olayın Cudi Dağı'nda geçtiğine dair bilgi var. Olay çok eski tarihlerde olduğu için hiç kimse bu konuda, kesinlikle 'bu budur' diyemiyor. Ancak tefsir kaynakları bunu doğruluyor. Tefsir literatürü kaynaklarında Nuh'un gemisinin karaya oturduğu yer olarak öncelikle Cudi Dağı işaret ediliyor. İlmi hakikatlerin değişmediği gibi, tefsirlerde öncelikle Cudi Dağı'nın işaret edilmesi hakikatini de kimse değiştiremez." -"Delil" denilebilecek emareler- Açıkalın, tefsirlerde en kuvvetli görüşlerin öncelikle zikredildiğini, sonrasında ise ilk görüşten sonra en kuvvetli görülen görüşe, "şöyle rivayetler de vardır", "şöyle de denilir" gibi ifadelerle yer verildiğini belirterek, tefsir kaynaklarında başlangıçta Cudi Dağı'ndan bahsedilse de ikinci üçüncü rivayetlerde başka seçeneklerden de söz edilebildiğine değindi.

Ancak Kur'an-ı Kerim'de delil denilebilecek emareler bulunduğuna dikkati çeken Açıkalın, "Mesela hazreti Nuh, geminin karaya oturmasından önce duasında, 'Yarabbi beni bereketli topraklara indir' demiş. Allahuteala'nın da Nuh peygamberin duasını kabul ederek gemiyi toprakları bereketli bir yere indirmesi beklenir. Cudi Dağı'nın tarıma ve hayvancılığa elverişli olması 'bereketli yere indir' kavramı ile örtüşüyor. 'Cudi'nin kelime anlamı incelendiğinde bereket manası bulunuyor. Tefsirlerde anlatıldığına göre, hazreti Nuh ile gemiden 80 kişi kurtuldu. Dolayısıyla Cudi Dağı'ndaki Heştan Köyü de tefsirdeki bilgilerle örtüşüyor" diye konuştu.

Kur'an ve Tevrat'taki bilgiler
Doç.Dr. Açıkalın, Kur'an ve Tevrat'ta geminin indiği yer isminin farklı geçmesi nedeniyle soru işaretleri oluştuğunu ancak amaçlarının Kur'an-ı Kerim'de yer alan bilgileri söylemek olduğunu vurgulayarak şunları söyledi:

"Çağdaş müfessirlerden Süleyman Ateş de Kur'an-ı Kerim'in Medine'de peygamber efendimizin olduğu dönemde indiğini, o dönemde de Medine'de Yahudilerin elinde Tevrat metinleri bulunduğunu hatırlatarak, 'eğer Tevrat'ta 'Ararat' yazıyor olsaydı, Yahudiler peygamber efendimize itiraz eder, (sizin Kuran'ınız doğru söylemiyor, bizim elimizdeki Tevrat metinlerinde Nuh'un gemisinin Ararat'a oturduğu yazıyor) derlerdi' diye düşüncesini açıklıyor. Bu açıdan bakıldığında Kur'an-ı Kerim ile Tevrat'ın birbiri ile örtüştüğünü de söyleyebiliriz." -"Geminin oturduğu yerin ziyarete açılması Allah'ın emridir"- Açıkalın, tefsirlerde hazreti Nuh'un tufandan önceki ve sonraki hayatı ile ilgili de bilgi verildiğini, Kur'an-ı Kerim'deki bir ayette "Biz Nuh'un gemisini geride kalanlar için bir delil olarak terk ettik" şeklinde ifadenin yer aldığını söyledi. Bu ayetin tefsirinde bazı sahabelerin, 'biz gittik, o geminin kalıntılarını gördük' ifadelerinin yer aldığını anlatan Açıkalın, şöyle konuştu: "Geminin oturduğu yerin ziyarete açılması Allah'ın emridir. O geminin kalıntıları varsa açığa çıkarılması ve geride kalanların ibret alıp Allah'ın büyüklüğünü anlamaları için oranın ziyarete açılması gerektiğine dair tefsir kaynakları var. Allahuteala, 'Biz Nuh Aleyhisselamın gemisinin kalıntılarını geride kalanlar için bizi gösteren bir işaret olarak bıraktık' diye buyuruyor. Bu ifade ile Allah oranın gezilip görülmesini tavsiye ediyor. Bu tavsiye aslında Allahuteala'nın dolaylı da olsa bir emridir" dedi.

Sabah, 22.04.2012

TARİHİ BİNANIN ÇATISI KISA YAPILDI

 

 

Yalova'da aslına uygun olarak yeniden yaptırılan binanın çatısını oluşturan tahtalar kısa çıkınca açılış 2 ay ertelendi.

 

Yalova'da 1968 yılında yıkılan tarihi hükümet konağının yerine Kent Müzesi olması için aslına uygun yeni bir bina yapıldı.

 

Valilik ve Belediye tarafından yaptırılan ve 23 Nisan'da açılışı yapılması beklenen binanın üst cephe bölümünü kaplayan tahtalarda sorun çıktı.

 

Orijinal halinde binanın üst cephe bölümünü kaplayan tahtaların 14 santimetre genişliğinde olduğu buna karşın, şu anda kaplanan tahtaların 11 santimetre olduğu belirlendi. Kocaeli Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından onay verilmedi.

 

Kurulun kararı sonrası üst cephe kaplamalarının yeniden yapılacağı ve bunun da yaklaşık 2 ay süreceği belirtilirken, bu nedenle yeni açılış tarihi olarak 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı belirlendiği kaydedildi.

Yalova Kent Haber, 22.04.2012

CİHAN MİMARİ SİNAN'IN MUHTEŞEM ESERİ

 

Azapkapı Sokollu Mehmet Paşa Camisi 2 milyon 515 bin TL bedelle restore ettiriliyor. İstanbul İl Özel İdaresi tarafından yaptırılan restorasyon çalışmalarının Ekim 2012’de bitirilmesi hedefleniyor.

 

Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa tarafından 1578 yılında Mimar Sinan’a yaptırılan Azapkapı Sokollu Mehmet Paşa Camisi, İstanbul İl Özel İdaresi’nce restore ediliyor. Rölöve, restitüsyon, restorasyon projeleri 2008 yılında Bölge Koruma Kurulu’nda onaylanan caminin restorasyon uygulaması İstanbul İl Özel İdaresi ve Vakıflar II. Bölge Müdürlüğü kontrollüğünde ve oluşturulan Bilim Kurulu rehberliğinde yürütülecek. Restorasyon kapsamında taş hasarlarının onarılması, yüzey temizliği yapılması, ahşap kapı ve kapakların restore edilmesi, kurşunların yenilenmesi, çimento esaslı harçların temizlenmesi, çatlakların onarımı, çürüyen ahşap pencerelerin değiştirilmesi, minare şerefesi altındaki taş bozulmalarının giderilmesi gibi müdahaleler yapılacak. Caminin etrafında yükselen zemin seviyesinin özgün durumuna getirilmesi, statik ve zemin analizleri, çatlak ve kot ölçümleri yapılarak güçlendirme ihtiyacı olup olmadığı da tespit edilecek. Ayrıca minare altındaki çeşmenin onarılması çalışmaları da yapılacak.

Türkiye Gazetesi, 21.04.2012

UNESCO'DAN TARİHİ ESERLER İÇİN DESTEK

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, UNESCO Genel Direktörü Irina Bokova ile bir araya geldi. Türkiye'den farklı yollarla yurtdışına çıkarılan tarihi eserlerin geri alınması için sürdürdükleri mücadeleyi değerlendiren Günay "Bugün bir müjde olarak son haberi verebilirim. 12 alanımız daha dünya mirası aday listesinde. 2007 sonunda 18 olan dünya mirası aday listesindeki alanımız bugün itibariyle 38 oldu" dedi. Günay'ın ardından bir konuşma yapan UNESCO Genel Direktörü Irina Bokova da, Türkiye'nin tarihi eserlerin iadesi konusundaki hassasiyetine destek verdi.

Sabah, Haber: Mustafa Kaya, 21.04.2012

TAŞ ESERLER TAŞINIYOR

 

 

Tokat Müzesi’nin bahçesinde bulunan tonlarca ağırlıktaki binlerce yıllık taş eserler yeni müze binasına taşınıyor.

 

Gaziosmanpaşa Bulvarı üzerinde 86 yıldır Tarihi Gökmederese'de faaliyet gösteren Tokat Müzesi, Sulu Sokak Çarşısı'ndaki tarihi Arastalı Bedesten'e taşınıyor.

 

Sıkı güvenlik önlemleri altına yapılan sikke, süs eşyası ve altınların taşınmasının ardından Gök Medrese’nin dış bahçe ve iç bahçesinde yer alan çok sayıdaki steller, kitabeler, çeşitli İslami dönemlere ait mezar taşları, kabartma bezemeli taş eserlerin taşınması işlemi başlatıldı.

 

Roma, Bizans, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait tonlarca ağırlıktaki taş eserleri taşıyan ekip ise zor anlar yaşadı. Vinç yardımı ile kamyona yüklenen taş eserler, Arastalı Bedesten’de teşhir edileceği yeni mekana götürüldü. Tokat Müze Müdür Vekili Halis Şahin, çalışmaların yüklenici firma marifeti ile yapıldığını söyledi.

 

Taşıma işlemlerinin Çorum, Amasya Müze Müdürleri ile uzmanların yanı sıra İstanbul Restorasyon ve Konservasyon Merkez Laboratuar’ından gelen uzman nezaretinde yürütüldüğünü belirten Şahin, yeni müzenin teşhir tanzim yönünden dikkat çekici olduğunu söyledi.

 

Türkiye’de ilk defa Tokat Müzesi’nde otomatik olarak vitrinin kumanda ile açılması sisteminin uygulandığına dikkat çeken Şahin, müzenin kısa sürede açılması için çalışmaların yoğun olarak devam ettiğini sözlerine ekledi.

Tokat Kent Haber, 21.04.2012

LİSTEDE ONİKİ YENİ ADAY VAR

 

 

Özel bir üniversitenin davetlisi olarak İstanbul'da bulunan UNESCO Genel Direktörü Irina Bokova'yla Feriye Lokantası’nda bir araya gelen Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, UNESCO'nun Dünya Kültür Mirası aday listesine Türkiye'den 12 yeni merkezin girdiğini söyledi.

2007 yılında Türkiye'nin 9 kültür mirası alanının UNESCO'nun Dünya Kültür Mirası listesinde yer aldığını, 18 merkezin de aday listesinde bulunduğunu hatırlatan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, son olarak Edirne Selimiye Camisi’nin kalıcı listeye girerek UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde Türkiye'den bulunan yerlerin sayısının 10'a çıktığını söyledi. Günay aday listesi sayısının da aynı dönemde 26 olduğunu belirterek, aday listesine Türkiye'den 12 merkezin daha girdiği müjdesini verdi.

İşte Bakan Günay'ın açıkladığı merkezler:


- Kütahya Aizonai Antik Kenti
- Kars Ani Ören Yeri
- Muğla Milas Beçin Kalesi ve Menteşoğulları Beyliği Ortaçağ Kenti
- İzmir Birgi Tarihi Kenti
- Ankara Gordiyon Tarihi Kenti Yerleşimi
- Nevşehir Hacı Bektaş Veli Külliyesi
- Muğla Hekatomnos Kahli ve Çevresi,
- Niğde Kalesi ve Tarihi Kent Merkezi,
- Mersin Mamure Kalesi,
- Eskişehir Odun Pazarı Tarihi Kent Merkezi,
- Gaziantep Yesemek Taş Ocağı ve Antik Heykel Atölyesi,
- Gaziantep Zeugma Arkelojik Sit Merkezi

Radikal, 20.04.2012

 

******


GAZİANTEP'E BÜYÜK MÜJDE

 

Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Asım Güzelbey, Gaziantep'in ''UNESCO'nun Dünya Kültür Mirası Aday Listesi''ne girdiğini bildirdi.

Güzelbey, belediye encümen salonunda düzenlenen basın toplantısında, UNESCO'nun internet sitesinde ''2012 yılı UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi''nin açıklandığını belirterek, listeye Gaziantep'ten ''Yesemek Açık Hava Müzesi ve Zeugma ören yeri''nin girdiğini ifade etti.

Bugüne kadar Türkiye'den 38 yerin ''UNESCO'nun Dünya Kültür Mirası Listesi''ne girmeyi başardığını belirten Güzelbey, listedeki iki noktanın Gaziantep'e ait olmasının kendilerini mutlu ettiğini dile getirdi.

Güzelbey, ''Yıllardan beri Gaziantep'in dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biri olduğunu ve sadece lahmacun ve kebapla anılan bir şehir olmamamız gerektiğini söylüyoruz. Kültürel mirasımızla ön plana çıkmamız gerektiğini dile getiriyoruz. Gaziantep Büyükşehir Belediyesi olarak 2 yıldan beri UNESCO Listesi'ne girmek için büyük çalışmalar yaptık. Yıllardır lahmacun ve kebapla anılan şehrimizin bundan sonra UNESCO Dünya Kültür Mirası ile anılacak olması bizi çok mutlu etti'' diye konuştu.

Güzelbey, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi'ne girerek çağ atladıklarını ifade ederek, ''5 yıl önce Gaziantep'in UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi'nde yer alacağını söyleseydik, kimse inanmazdı. 2 yıl süren yoğun çalışmalar sonunda hedefimize ulaştık'' dedi.

Listede Gaziantep'le birlikte Türkiye'den 12 alanın daha listeye girdiğini bildiren Güzelbey, şunları kaydetti:
''Hacıbektaş, Mahmure Kalesi, Yesemek, Zeugma, Niğde Kalesi bu sene listeye girdi. Belediye olarak bu konuyu önemle temsil eden ender kurumlardan biriyiz. UNESCO Listesinde yer almak şehrimiz için çağ atlamadır, artık Gaziantep UNESCO'nun Listesi'nde yer alan bir şehirdir. Bundan sonra birçok fonların buraya gelmesi daha kolay olacak. Ekonomik olarak bize büyük bir katkısı olacak, bir prestij olarak UNESCO Listesi'nde yer alan bir kent olacağız.''

Güzelbey, çalışmalarında kendilerine destek veren Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, Gaziantep Valisi Erdal Ata ve ÇEKÜL Vakfı Başkanı Prof.Dr. Metin Sözen, Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkilileri ile listeye giren kazı başkanlarına teşekkür etti.

Zeugma Kazı Başkanı Prof.Dr. Kutalmış Görkay da ''Bu bir ekip işi, medeniyetler beşiği Gaziantep'te el ele verince böylesine güzel sonuçlar ortaya çıkıyor. Emeği geçen herkese teşekkür ediyorum'' dedi.

Habertürk, 20.04.2012

GOYA'NIN GARİP VE KARANLIK DÜNYASI

 


Birdirbir ya da Sokakgezen Oynayan Çocuklar

 

‘Modernlerin ilki, büyük ustaların sonuncusu”... 1746 - 1828 arasında yaşayan İspanyol ressam Francisco de Goya y Lucientes’e dair kaynaklarda en çok rastlanan ibare bu. Saray ressamlığından bilinçli bir deliliğe giden yolda bir taraftan zamanının ruhuna ayna tutup onu aşmanın yollarını arayarak, diğer taraftan insanoğlunun karanlık tarafına yönelerek avangard sanatın öncüsü olan Goya’nın çalışmaları, ilk defa geniş kapsamlı bir sergiyle Türkiye’ye geliyor.

Bugün Pera Müzesi’nde açılan ‘Goya: Zamanın Tanığı’ sergisi, Marisa Oropesa ve Maria Toral’ın küratörlüğünde ressamın, sanat tarihinde avangarda ilk kapıyı açtığı Kapriçyolar dahil önemli gravür serilerini ve aralarında asilzadelerin portrelerinin bulunduğu yağlıboya tablolarını bir araya getiriyor. 29 Temmuz’a kadar devam edecek serginin amacı, Goya’nın sanatsal yolunun izlerini sürmek, kendisine kadar gelen resim geleneğini özümseyip onu yeni bir rotaya yönelten ressamın külliyatına kapsamlı bir bakış sunabilmek.


Bu bakışı mümkün kılacak eserleri birinci gözden görebilecek olmak şimdiden heyecanlara vesile. Goya’nın kraliyet ailesinden IV. Carlos’u ve Maria Luisa de Parma’nın ifadelerini çığır açıcı bir gerçekçilikle resimleyerek saray ressamlığından beklentilerin altını oyduğu kraliyet portreleri, ressamın saray başressamlığı dönemini örnekleyen işler. Ayşegül Sönmez’den aktaralım, ressamın yakın arkadaşı ve hamisi Martin Zapater’in portresiyle kraliyet ailesi portreleri arasındaki farkı birebir görebilecek olmak, onun gerçeklik üzerinde kendi egemenliğini nasıl kurduğunu ve böylece sanat tarihinin mihenk taşlarından biri olduğunu da gösterir nitelikte.


Ancak ‘Goya: Zamanın Tanığı’ yağlıboyalarından çok, onun sanatında yine büyük önem sahibi olan ve kendi icadı aside batırma tekniğiyle yaptığı gravür serilerine yer veriyor. İnsanoğluna dair karamsarlığın cadı meclisleriyle, doğaüstü yaratıklarla, halüsinatif canavarlarla yansıtıldığı ‘Kapriçyolar’, sanatçının gündelik bilinci deşip evrensel ve zamanlar üstü ruh hallerine ulaştığı, hem romantizmin hem de avangardın öncüsü sayılan bir seri. Serginin küratörlerinden Marisa Oropesa’nın deyişiyle ‘sanatsal coşkunun önünü açacak bir şok’ arayışının ürünü gravür serilerinden bir diğeri ‘Savaşın Felaketleri’ de Goya’yla özdeşleşmiş ikonik manzaralar barındırıyor (Süngülü tüfekli Fransız askerler tarafından öldürülmeyi bekleyen perişan halde iki İspanyol gibi). Goya’nın ‘Savaşın Felaketleri’ serisinde, sanat tarihinde bir ressam ilk defa savaş vakanüvisliğinin ötesinde bir görev üstleniyor, şanlı zaferleri değil; dehşeti ve mağlubiyeti resmediyor. Tam olarak ne zaman çizildiği bilinmeyen ve ressamın kendi boğa güreşi tutkusundan beslenen ‘Boğa Güreşi’ ve hakkında sayısız yorumlar yapılan ‘Zırvalar ya da Atasözleri’ serileri, sanat tarihinde mihenk taşı konumu belirginse de o mihenkten sonra gelenlere etkisi bakımından halen zengin bir maden sunan Goya’nın gizemini daha da pekiştirecek eserler.


1746’da Zaragoza’da tezhipçi Jose Goya’yla Gracia Lucientes’in oğlu olarak doğan Goya’nın tarihin dönüştüğü 18. yüzyılda yolunu açtığı anlam dünyası bugün de bir şekilde güncelliğini korumaya devam ediyor.


Goya’nın, savaş travmaları ve sağırlığından kaynaklı içebakışının da etkisiyle sanat tarihinde açtığı çatallı yol, akademik sanat tarihinden kopuşu, sanatçının dünyayla ilişkisine getirdiği yenilik, yeni bir dönemin habercisi. Pera’daki ‘Zamanın Tanığı’ sergisi de bu miladı kapsamlı bir seçki rehberliğinde görme fırsatı sunuyor.

Radikal, Haber: Erman Ata Uncu, 20.04.2012

SİT ALANINA İNŞAAT YAPANA HAPİS CEZASI İPTAL EDİLDİ

 

Anayasa Mahkemesi, “Kanunda nerenin sit alanı, neyin kültür varlığı olduğu belirsiz” diyerek 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası’nda yer alan hapis cezasını iptal etti. Mahkeme, 1 yıl içinde bu konuda yeni düzenleme yapılmasını isterken arkeoloji dünyası şokta.
Hukukçulara göre de karar, konuyla ilgili mahkemelerin ertelenmesine ve kargaşaya neden olacak.


Doç.Dr. Necmİ Karul (Arkeolog): Anlamak mümkün değil. Sadece yerüstü değil tüm höyükler yeraltı arkeolojik eserlerin tahribata açılması anlamını taşır. Bu haber duyulmadan düzeltilmeli, aksi halde olası tahribatların boyutlarını düşünmek bile istemiyorum. Bunu fırsat bilenler bile olabilir.


Prof.Dr. Mehmet Özdoğan (Arkeolog): Tescilli binaların ve sit alanlarının neresi olduğu belli. Koruma kurulları sit alanlarını belirler. Tescilli binaların kararını alır ve bunu tapuya işler. Belirsiz olması mümkün değil. Ancak bilim adamı olarak “Ben burası arkeolojik sit” derim, kurul karar almadıkça belirsiz olur. Acıklı bir senaryo kurmak istemiyorum. Acilen Kültür Bakanlığı önlem almak zorundadır. Yeni bir ceza maddesi konmalıdır. Umarım haberin kendisi hatalıdır. 

İptal nereden çıktı?
Kilis 2. Asliye Ceza Mahkemesi ve Germencik Asliye Ceza Mahkemesi, baktıkları davalarda, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun bazı hükümlerinin anayasaya aykırı olduğu kanısına vararak, Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. İki mahkemenin başvurusunu birleştiren Yüksek Mahkeme, davayı esastan görüştü.


Ve heyet, “Kanunda, neyin kültür varlığı, nerenin sit alanı olduğunun belli olmadığını, bu durumda vatandaşın da bunu bilmesinin mümkün olamayacağını” belirterek cezalarla hükmü iptal etti, yasa koyucunun bu belirsizlikle ilgili yeni bir düzenleme yapmasını istedi. İptal hükmü, kararın Resmi Gazete’de yayımlanmasından başlayarak bir yıl sonra yürürlüğe girecek. Kanunda kültür varlıklarına zarar veren ve sit alanlarına inşaat yapanlara 2-5 yıl hapis cezası öngörülüyordu. 

Eski Anayasa Mahkemesi Üyesi Prof.Dr. Ali Ülkü Azrak da kararın ‘karışıklık’ yaratacağı görüşünü savundu. "İki mahkeme (Kilis 2. Asliye Ceza Mahkemesi ve Germencik Asliye Ceza Mahkemesi), bu davayı erteleyecek ve yeni hükmün yürürlüğe girmesini bekleyecek. Eğer iptal edilen hükümleri uygularlarsa ileride tamir edilemez bir zarar doğacak. Bu karışık bir durum ortaya çıkarıyor... Mahkemenin yapacağı tek şey, davayı 1 yıl sonraya ertelemek ve tedbir kararı almaktır. Anayasa Mahkemesi’nin 1 yıllık bir süre tanımaması ve hemen yürürlükten kaldıracak şekilde iptal etmesi daha doğru olurdu. Sonuçları bakımından yanlıştır. Bir de şu mesele var: Şimdi yürürlükten kalktıktan sonra ne olacak? Herkes korunması gereken varlıklar üzerine bina mı inşa edecek? Bu karar karışıklık yaratacak."

Yasa neydi?
2863 Sayılı Yasa’nın iptal edilen (b) bendi ‘Sit alanlarında geçiş dönemi koruma esasları ve kullanma şartlarına, koruma amaçlı imar planlarına ve koruma bölge kurullarınca belirlenen koruma alanlarında öngörülen şartlara aykırı izinsiz inşai ve fiziki müdahale yapanlar veya yaptıranların, iki yıldan beş yıla kadar hapis ve beş bin güne kadar adli para cezasıyla cezalandırılmasını’ öngörüyor. İptal hükmü, kararın Resmi Gazete’de yayımlanmasından başlayarak 1 yıl sonra yürürlüğe girecek.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 20.04.2012

DİYARBAKIR SURLARI İÇİN ULUSLARARASI RESTORASYON

 

 

Dicle Üniversitesi Kongre Merkezi'nde düzenlenen 'Uluslararası Diyarbakır Surları Sempozyumu', dün gerçekleştirildi. Sempozyumun açılışında konuşan Diyarbakır Valisi Mustafa Toprak, Diyarbakır Surları'nın tam olarak ne zaman ve kimler tarafından yapıldığının bilinmediğini, üzerinde, kentte yaşamış bütün medeniyetlerin imzasını taşıdığını anımsatarak, gelip geçen her medeniyetin kendinden bir iz bıraktığını kaydetti. Vali Toprak, göçün iyi bir şekilde yönlendirilemediğini belirterek, ''Göçleri yönetemeyen bir toplumun şüphesiz ki onun doğuracağı sonuçlara da katlanması kaçınılmazdır. Maalesef surlarımız da bundan nasibini almış, çarpık kentleşme neticesinde görselliğini kısmen kaybetmiştir'' dedi.

Diyarbakır Surları'nın yeniden görkemli günlerine geri dönmesi için önemli çalışmalar başlatıldığını anımsatan Toprak, başta Cumhurbaşkanı Gül ve Kültür Bakanlığı katkılarıyla yürütülen çalışmaların yavaş yavaş yerel yönetimlerin de katkısıyla meyvelerini vermeye başladığını dile getirdi. Vali Mustafa Toprak, uygulanan projeler sayesinde Diyarbakır'ın bir turizm şantiyesine dönüştüğünü ve yapılan işlerin tamamlanmasıyla kentin adeta bir müze şehri olma statüsüne kavuşacağını belirterek, DÜ tarafından düzenlenen birçok etkinlik sayesinde kent ve özellikle surlara dair önemli bir farkındalık oluştuğunu bildirdi. 
    
Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir: Çok şükür bugün Diyarbakır'da 1930'ların algısı yok
Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir de, Diyarbakır surlarının her şeyden önce bir korunma bendi değil, bir medeniyet yarattığını ancak bu medeniyetin sur içerisinde koruduğu insanlar tarafından zarar gördüğünü söyledi. ''Nasıl bir paradoks- siz medeniyeti, insanları, insanlığı koruyorsunuz ama bir müddet sonra koruduklarınız size zarar veriyor'' diyen Baydemir, şöyle devam etti:
    
''1930'larda sur, burçlar yıkılmaya çalışılıyor. Neden- Diyarbakır hava alsın diye. Fransız Albert Gabriel'i burada anmak istiyorum. Onun girişimleri ile Ankara'dan bu yıkım işleri durduruluyor. İşte perspektif ve işte vizyon. Neyi niçin yaptığımızı bilebilmek. Sadece bugünü değil, yüzyıl sonrasını zikredebilmek, fikriyatını kurabilmek. Bunun için çok önemli bir noktadır vizyon dediğimiz mesele. Çok şükür bugün Diyarbakır'da 1930'ların algısı yok. Vilayeti, belediyeleri, üniversitesi, STK'ları ve halkı ile birlikte bunun önemine, bunun değerine vakıf durumda.
Bundan sonra sonra yapılması gereken bu ortak akılla, ortak eyleme geçebilmektir. Bana göre artık bu sempozyum eylemi başlatmaktır.''
        
Baydemir, Dağkapı Meydanı, Gazi Caddesi, Yeni Kapı Sokak, Melikahmet Caddesi ve Mardin Kapı'da, Surp Giragos Kilisesi'nin onarımı, Cemil Paşa Konağı ile İzzet Paşa Caddesi'nde restorasyon ve çalışmalar yaptıklarını anlattı. Bugün, dünden çok daha ileri bir mesafede olduklarına dikkati çeken Baydemir, sözlerini şöyle sürdürdü:
    
''1990'lardaki yoğun göçte insanlar yerlerini terk ettiler. Sadece sonuca bakarsanız mekanik akıl yanlışa sevk edebilir. Neden ve sonucu birlikte yani vicdan ve aklı ortaklaştırarak, yaklaşım geliştirmeliyiz. Bu insanlar gelip surlara sığındılar. Bin, 2 bin yıl önce, 4 bin yıl önce insanlığın yaptığını yaptılar. Kendilerini güvenliğe almak istediler onun için sırtlarını sura verdiler. Orada barakalar yaptılar ve bir müddet yaşamlarını öyle idame ettirdiler. Bir kez daha mağdur etmeden o barakaları başlarına yıkmadan alternatifler üretme çabası içerisindeyiz. Ortak akıl ve ortak çabayla şu anda yapıların yüzde 50'si yıkıldı, kamulaştırma oranı yaklaşık yüzde 70'e ulaştı. 6 ay daha devam edebilir ama kimsenin kafası kırılmadan, burnu kanamadan o bölgenin tamamı boşaltılacak. Dolayısıyla üretiğimiz bütün politikalarda, insan-mekan, mekan-insan ikilisini ve ilişkisini asla birbirinden ayrık ele alamayız.''
    
ÇEKÜL Vakfı Başkanı Prof.Dr. Metin Sözen: Düşmanı yıldıran surları biraz halletmiş gözüküyoruz
Sempozyumda konuşan ÇEKÜL Vakfı Başkanı Prof.Dr. Metin Sözen ise toplumsal tarih ve ilişkilere bakmadan onun ucundaki sonuçlara bakmanın kendilerini sağlıklı bir yere götüremeyeceğinin altını çizdi. Prof.Dr. Sözen, şunları söyledi:

''Tarihsel bilinç konusunda dünyadaki ve bizdeki zamanla gelişmenin, teknolojik, bilimsel büyümenin, toprakların, aklın ve kültürel mirasın da birlikte büyümesi anlamına gelmediğini gördük. Bu değerler farklı bakmamızı, farklı davranmamızı, farklı beraberlikleri bir araya getirmemizi gerektiriyor. Bugün toplantı konumuz bir sur değil; bir aklın, egemenliğin, bir karşı görüşün, yan görüşün, bir düşmanın, içindeki dostun, beraberce hayran kaldığı insanlık tarihini, mimarlık tarihinin ve aklın tarihinin simgelerini taşıdığı bir kültürel varlıkla ilgili karşı karşıya geliyoruz. Burayı yaratan insanlar zaten içindeki büyüklüğü, uygarlığı, bilinci ve bilimi yarattıkları için bu surlar var. O bakımdan surları yalnız ayakta tutma, geleceğe taşıma, bir kültürel varlık, korumamız gereken diyerek baktığınız zaman yanlış yapıyorsunuz demektir. Savunma yapıları, iki şeyin karşılıklı savunulduğu bir yerdir. Biri düşmanın girmemesi, ikinci düşmanın girmesi anlamının ortasında bittiği yerde başlayan yeni bir uygarlık, yeni bir beraberlik, yeni bir dönüm noktasının unsurlarıdır.''     
    
Prof.Dr. Sözen, dünyada ve Türkiye'de uygarlık mirasının korunması olmazsa olmaz gibi görünmesine rağmen üçüncü bir bakış, uzmanlığın ötesine çıkan toplumsal bir büyüklük iç içe geçmedikçe, üniversitelerin restorasyon kürsüleri dahil bütün bunların hepsi, Kültür Bakanlığının da bir araya gelmesiyle kültürel mirasın korunamayacağını savundu. Kesimleri bir araya getirmeden, toplumsal tarihi tarafsız yazmadan, onun uygarlık ürünlerini, onunla bağdaştırarak somut sonuç olarak göstermedikçe tarih kitaplarının yazılamayacağını anlatan Sözen, şöyle devam etti:
    
''Dünya artık uygarlık tarihini, kendi tarihini öne çıkaran bir tarih anlayışıyla asla yazmamalıdır. AB, birlikte olmaya çalıştığı halde hala kendine dönük taraflarıyla öne çıkma isteğiyle birlik olamamaktadır. Birlik olmak; uygarlık birleşmesidir, bilinçtir, üniversitedeki çocuklarımızı geldiği gibi gitmeyen, dünyayı açık yetiştirme eylemidir. Bu surlar çekişmeyle, bilim insanlarının karşılıklı 300 alternatif geliştirmesiyle korunamayacaktır. Bir noktada birleşmek, o noktanın doğrularını çek ettikten sonra, somut örneğini de önce Diyarbakır, Türkiye ve dünya halkına gösterdikten sonra korunacaktır. Önce yaptığımızı kendimiz ve ülkemiz için yapmalıyız. O yüzden Diyarbakır başta olmak üzere, merkezi hükümet, bütün kurum ve kuruluşlar Diyarbakır surları ve içindeki sanatsal merkezleri, artık dünya kültürünün parçası olduğunu kanıtlayacak bir yolun ortak paydasında buluşmak zorunda. Bu bir bütçe ve kaynak sorunu değildir. Kaynağını kötü kullanan çok yer olduğunu biliyorum. Biz kaynaksız, akla dayanarak çok yer kurtardık Türkiye'de. Ama paraları ile rezil olan kurumları da gördük.''
    
Prof.Dr. Sözen, Türkiye'nin dönüşüme girdiğini, geleceğinin aydınlık ve güzel olması için kalelerin yüzünün aydınlık, içinin temiz, içindeki kullanıcının da o varlığa saygılı olmasını gerektiren bir bilinç eğitimi istediğini sözlerine ekledi.

Dicle Üniversitesi Rektörü Ayşegül Jale Saraç da, üniversite olarak üzerlerine düşeni her zaman yaptıklarını kaydederek, surlarla ve kültürel mirasla ilgili çalışmalarda destek olduklarını söyledi. Saraç, üniversite olarak bu tür çalışmaların artmasını umut ettiklerini, tüm dinamiklerin Diyarbakır'daki tarih ve kültüre sahip çıkması gerektiğini dile getirdi.

Prof.Dr. Zülküf Güneli: Diyarbakır Suriçi dokusunun, onu çevreleyen surlarla bir bütün olarak ele alınması gerekiyor
Dicle Üniversitesi (DÜ) Mimarlık Mühendislik Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Zülküf Güneli, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, Diyarbakır Surları'nın korunması ve onarımını himayesine aldıktan sonra ilk somut icraat olarak bir araya geldiklerini belirtti. Dünya Kültür Mirası sınıfına alınmayı hak edecek özelliklere sahip olan Diyarbakır Surları'nın önemini ortaya çıkaracak bu tür girişimlerin, surların yüklendiği gizem ve mesajlarının aktarılmasına da olanak sağlayacağını belirten Güneli, şunları söyledi:
    
''Antik dönemlerden beri bir çok medeniyete beşiklik etmiş olan Diyarbakır Suriçi dokusu, onu çevreleyen surlarla bir bütün olarak ele alınması gerekiyor. Çünkü 5 bin yıl geçmişe sahip olan ve çeşitli aşamalardan geçerek günümüze gelen Suriçi, eski kent dokusunu çevreleyen muhteşem surlarla birlikte, her dönemde dış etkenlerden korunarak bugüne kadar gelebilmiştir. Surlar, her türlü doğa şartlarına ve insan eliyle tahribatın acımasız etkisi altında kalmasına rağmen, yaklaşık yüzde 70 oranında ayakta kalmıştır.''
    
Necdet Sakaoğlu: Belki Diyarbakır fetih tarihini düzeltmemiz gerekiyor     
ÇEKÜL Yüksek Danışma Kurulu Üyesi tarihçi-yazar Necdet Sakaoğlu da, Vakidi adlı Arap tarihçisine ait bin 200 sayfalık bir yazma eserden Diyarbakır'ın fethini çıkardığını belirtti. Vakidi'nin 747 ile 823 yılları arasında yaşadığını ve Kitab'ül Futuh adlı eserinde 20 sayfayı Diyarbakır'ın fethine ayırdığı bilgisini veren Sakaoğlu, Diyarbakır'ın fethinin 639 olarak bilinmesine rağmen kitapta farklı geçtiğine değinerek şunları söyledi:
    
''Kitapta Diyarbakır'ın fethi 649 olarak geçiyor. Belki Diyarbakır fetih tarihini düzeltmemiz gerekiyor. Kent hicretten 27 yıl sonra kuşatılmış ve 5 aylık bir kuşatma sonunda alınmış. Halit Bin Velid'in 80 mücahitle bir su deliğinden şehre girip içeride bir panik yaratmak suretiyle kapılardan birini açmak ve dışardaki İyaz Bin Ganem'in süvari ordusunu içeri alarak kentin fethini sağlamıştır.''

Prof.Dr. Canan Parla: Diyarbakır Surları'nı anlamak ve dinlemek gerekiyor    
Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Canan Parla da, Diyarbakır Surları'nın gerçekten bir şeyler söylediğini, bu nedenle anlamak ve dinlemek gerektiğini dile getirdi.


Anlayabilmek için bugünkü verilerin ve kitabelerin yeterli olmadığını ifade eden Parla, ilk şehrin milattan önce 2 bin yıllarına tarihlendiğini kaydetti. Aslında, bölgedeki yerleşim tarihinin milattan önce 7 binli yıllara kadar gittiğini, milattan önce 2 binli yıllarda İçkale'de Hurri kentinin olduğunun kabul gördüğünü anlatan Parla, ''Daha sonra Diyarbakır hakkındaki bilgileri Romalılarla öğreniyoruz. Milattan önce 69'da Romalılar Diyarbakır'a hakim olunca, kente gelmeye başlıyorlar'' dedi.
        
İstanbul Teknik Üniversitesi'nden Prof.Dr. Metin Ahunbay da Diyarbakır Surları'nın erken dönemine değindi. Erken dönemin 4. yüzyıldan 6. yüzyıla kadar geçen zamanı kapsadığını ifade eden Ahunbay, antik dönemde Diyarbakır'ın 'Amida' olarak anıldığını söyledi.

Yapı, Fotoğraf: Meral Özdemir/AA, 20.04.2012

KAÇAK KAZIYA SUÇÜSTÜ

 

 

Burdur'a bağlı Yeşilova İlçesi'nde kaçak kazı yaparken jandarma ekipleri tarafından yakalanan 5 kişi tutuklandı.

 

Yeşilova İlçesi Kayadibi Köyü Karaveli Höyüğü'ndeki arkeolojik Sit alanında kaçak kazı yapılacağı ihbarını alan Burdur İl Jandarma ekipleri, H.Ş., E.A., H.İ., H.G. ve M.P. isimli şahısları gözaltına aldı.

 

Kazıda kullanılan 4 kürek, 2 kazma, 2 metal kova, 9 metre ip, 1 adet beş tonluk demir kriko, 5 adet demir murç, 1 çekiç ve 1 balyoz olmak üzere toplam 17 adet muhtelif kazı malzemesi ele geçirildi. Zanlılar ifadeleri alındıktan sonra Yeşilova Cumhuriyet Savcılığına sevk edildi.

 

Beş kişi, çıkarıldıkları mahkemece tutuklanarak Burdur E Tipi Kapalı Cezaevine gönderildi.

Burdur Kent Haber, 17.04.2012

TARİH GÜN IŞIĞINA ÇIKTI

 

 

Kütahya'da, yaklaşık 3 yıl önce köylülerin ihbarıyla varlığı anlaşılan 5 bin yıllık höyükteki kurtarma kazısında, sabun taşı ve metalden yapılmış objelerle çocuk iskeletlerine rastlandı.

 

Kütahya Müze Müdürü ve Çiledir Höyüğü Kazısı Başkanı Metin Türktüzün, AA muhabirine yaptığı açıklamada, il merkezine 28 kilometre uzaklıktaki Arslanlı Köyü yakınında vatandaşların fark edip bildirmesinin ardından ortaya çıkarılan Seyitömer Linyit İşletmesi (SLİ) Müessesesi arazisindeki höyüğü kazmaya, 2009 yılının eylül ayında başladıklarını bildirdi.

 

Çiledir Deresi mevkisinde bulunmasından dolayı bu alanı ''Çiledir Höyüğü'' diye adlandırdıklarını belirten Türktüzün, höyüğün altındaki kömürün çıkarılabilmesi için Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nün izni, Kütahya Valiliği'nin onayıyla kurtarma kazısı yaptıklarını söyledi.

 

Geçen yıl 6 Haziran-4 Aralık'ta yürüttükleri kazının, bu yıl yaz mevsiminde devam edeceği bilgisini veren Türktüzün, ''Geçen yılki çalışmalara müze uzmanları, öğrenciler ve SLİ Müessesesi işçileri olmak üzere yaklaşık 100 kişilik ekip katıldı. Kazının finansmanı SLİ Müessesesi tarafından karşılandı. Kazı çalışmalarına, Dumlupınar Üniversitesi (DPÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü ve Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi katkı sağladı'' dedi.

 

Türktüzün, höyüğün Roma dönemi tabakalarının bir bölümünün kaldırıldığını ve İlk Tunç Çağı tabakasında çalışma yapıldığını anlattı.

 

Kazıda şimdiye kadar önemli bulgular ele geçtiğine dikkati çeken Türktüzün, şöyle devam etti: ''Höyüğün tespit edilen en eski evresi, MÖ 3000-2000 yıllarına tarihlenen İlk Tunç Çağı evresidir. Çiledir Höyüğü'ndeki İlk Tunç Çağı mimarisi incelendiğinde birbirini takip eden ve birbirini destekler konumda yapılmış, 3-4 metre yüksekliklere kadar korunmuş sur teras duvarları bulunuyor. Sur teras duvarları, ortada bulunan bir yapının etrafını yay şeklinde sarıyor. Parçalar halinde inşa edilen duvarların temel taşları arasında kot farkı var. Sur teras duvarlarının kısmen çevrelediği yapının tüm duvarları, güçlendirmek veya bilmediğimiz farklı bir nedenden dolayı birbiri ardına örülmüş duvarlarla çevrelenmiş. Ayrıca bu mekanın batı kesiminde mekana bitişik inşa edilmiş bir oda yer alıyor.''

 

Türktüzün, kazılarda İlk Tunç Çağı'na ait çok sayıda seramik parçası ve dönemin özelliklerini yansıtan ana tanrıça figürleri bulunduğunu belirtti.

 

Höyükte sabun taşı işçiliği yapıldığını belirlediklerini söyleyen Türktüzün, şunları kaydetti: ''Sabun taşı ve metalden boncuk, piramidal şekilli objeler ve mühürler açığa çıkarıldı. Roma dönemine ait ve ikincil kullanım görmüş mimari yapılara da rastlandı. Bu yapılar incelendiğinde, birbirine bağlı odalardan oluşan bir mimari kompleks olduğu düşünüldü. Odaların genel olarak taş döşeli olduğu görüldü. Taş döşemelerin altında ise atık su giderleri inşa edildiği ve bu sistemin farklı yapılar için yapılmış atık su sistemleriyle birleştiği saptandı. Üzerinde kazıma yazı bulunan pişmiş toprak iki kiremit parçası ele geçti. Bunlardan birinin üzerinde, Erken Hristiyanlık dönemine ait 'Burada Euelpis yatıyor' yazan kitabe var.''

 

Türktüzün, höyükteki mezarlarda, 9-15 yaşlarında 4 çocuğa ait iskeletlerin yanı sıra domuz kafatası, köpek iskeleti, at, domuz, kemirgen hayvan ve keçi iskelet parçaları bulunduğunu sözlerine ekledi.

Kütahya Kent Haber, 02.04.2012



15 - 21 Nisan 2012

HASANKEYF'TE ÖNCE EL RIZK CAMİSİ'NİN MİNARESİ TAŞINACAK

 

Batman’ın Ilısu Baraj gölü altında kalacak tarihi Hasankeyf İlçesi'nde taşınacak ilk tarihi eserin El Rızk Camisi’nin iki yollu minaresi olduğu açıklandı.

 

Batman Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Abdüsselam Uluçam, halen ibadete açık olan caminin minaresinin taşınmasının bilimsel kurul tarafından kararlaştırıldığını belirterek, Zeynel Bey Türbesi’nin taşınması için ise henüz bir kararın söz konusu olmadığını söyledi.

Hürriyet, Haber: Arif Arslan, 20.04.2012

NERESİ KÜLTÜR, NERESİ SİT ALANI BELLİ DEĞİL

 

Kilis 2. Asliye Ceza Mahkemesi ve Germencik Asliye Ceza Mahkemesi, baktıları davalarda Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun bazı hükümlerinin anayasaya aykırı olduğu kanısına vararak, Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu.

 

Mahkeme, kanunda nerenin sit alanı neyin kültür varlığı olduğunun belirsizliği gerekçesiyle kültür ve tabiat varlıklarına zarar verenler ile sit alanlarında izinsiz inşaat yapanlara yönelik hapis cezasını iptal etti. Mahkeme, TBMM’den bu konudaki belirsizliğin giderilmesini istedi.


Kanunun “cezalar” başlıklı maddesinin (a) bendi, “Korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının yıkılmasına, tahribine, yok olmasına veya zarara uğramalarına kasten sebebiyet verenler iki yıldan beş yıla kadar hapis ve beş bin güne kadar adli para cezasıyla cezalandırılır. Bu fiiller, tabiat varlığını yurtdışına kaçırmak maksadıyla işlenmiş ise verilecek cezalar bir kat artırılır” hükmünü içeriyor.

 

İptal edilen (b) bendi “sit alanlarında geçiş dönemi koruma esasları ve kullanma şartlarına, koruma amaçlı imar planlarına ve koruma bölge kurullarınca belirlenen koruma alanlarında öngörülen şartlara aykırı izinsiz inşai ve fiziki müdahale yapanlar veya yaptıranların, iki yıldan beş yıla kadar hapis ve beş bin güne kadar adli para cezasıyla cezalandırılmasını” öngörüyor.

Milliyet, 20.04.2012

SANAT İÇİN EN ATEŞLİ PROTESTO

 

 

İtalya'da etkisini her geçen gün daha fazla gösteren ekonomik kriz sosyal patlamaları beraberinde getiriyor. İtalyan hükümetinin uyguladığı kemer sıkma politikası kültür kurumlarına da bütçe kısıtlaması getirince Napoli'de 7 yıl önce kendi çabalarıyla kurduğu Çağdaş Sanat Müzesi zor günler geçiren Antonio Manfredi, ilginç bir protesto eylemi başlattı. Manfredi 'Sanat Savaşı' adını verdiği eylemle her gün müzedeki bir eseri sahibi olan sanatçıdan izin alarak protesto için yakacağını söyledi.

Eylemlere ilk gün Fransız Sanatçı Severine Bourguignon'nun 10 bin euro değerindeki akrilik üzerine çizilmiş bir çiçekten oluşan Promenade adlı eseri yakılarak başlandı. Bourguignon onay verdiği eylemi skype'den canlı izledi. Dün de Napolili heykeltıraş Rosaria Mataressa'nın bizzat kendisinin ateşe verdiği eserinin yakılmasıyla devam edildi. Manfredi müzesinde bulunan yaklaşık bin çağdaş sanat eserini korumak için bölgede haraç toplayan, yağma yapan mafya örgütlerine karşı tek başına ayakta kalmasıyla adını duyurdu. Ancak bugüne kadar hükümetten hiç destek almayan Manfredi müzesinin güvenliğini özel kamera sistemleri ile sağlayamayı bile üstlenmeyen İtalyan hükümetine sonunda isyan etti. Manfredi, Kültür Eserleri Bakanı Lorenzo Ornaghi müzeyi ziyaret edene kadar protestolara devam edeceğini söyledi. Manfredi, Kültür Eserleri Bakanı için, "Gelsin de Camorra'nın işgalinde, çöplerle dolu bu sokaklarda kültür üretmeye çalışan bir müze ne demek görsün" dedi. İtalyan Kültür Eserleri Bakanı Ornaghi ise "müze bakanlığa bağlı değil" deyip konuyu kestirip attı. Öte yandan Manfredi'nin eylemine dünyanın dört bir yanından da destek gelmeye başladı. Gallerli heykeltraş John Brown bir eserini İtalyan müze müdürünün eylemine destek için yakarak videosunu internette yayımladı. Manfredi, geçen yıl Almanya Başbakanı Angela Merkel'e bir mektup göndererek Alman vatandaşı olmak istediğini belirtmişti.

Sabah, Haber: Yasemin Taşkın, 20.04.2012

MÜZELERDE YAZ SAATİ UYGULAMASI

 

İstanbul Valiliği'nden yapılan yazılı açıklamaya göre, Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı, Tarihi Yarımada bölgesinde bulunan Topkapı Sarayı Müzesi, Ayasofya Müzesi, Arkeoloji Müzesi ile Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nde yaz saati uygulaması kapsamında kapanış saatleri uzatıldı.

Günlerin uzamasıyla birlikte yerli ve yabancı turistlerin daha yoğun olarak müzeleri ziyaret ettiği yaz döneminde gerçekleştirilen uygulamayla, kente gelen ziyaretçilerin müzeleri gezmek için daha fazla imkan bulabilmeleri amaçlanıyor.

Açılış ve kapanış saatleri 09.00-19.00 olarak belirlenen uygulama, ekim ayına kadar devam edecek.

Radikal, 19.04.2012

KÜLTÜR VARLIKLARINI KOIRUMA YÜKSEK KURULU YÖNETMELİĞİ RESMİ GAZETE'DE YAYINLANDI

 

Kültür Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu ve Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulları Yönetmeliği, Resmi Gazete'de yayımlandı. Yönetmelik, yurt içinde bulunan korunması gerekli taşınmaz kültür varlıklarıyla ilgili görevlerin, bilimsel esaslara göre yürütülmesini sağlamak üzere kurulmuş Kültür Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu ile koruma bölge kurullarının oluşumu, çalışma usul ve esasları ile koruma bölge kurulu kararlarına karşı Koruma Yüksek Kurulu'na yapılacak itirazlarla ilgili usul ve esasları düzenliyor.
    
Yönetmelik kapsamında, Koruma Yüksek Kurulu ve koruma bölge kurullarının çalışma usul ve esasları ile Koruma Yüksek Kurulu'na yapılacak itirazlar da bulunuyor. Yönetmelikle, 12 Ocak 2005 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu ve Koruma Bölge Kurulları Çalışmaları ile Koruma Yüksek Kuruluna Yapılacak İtirazlara Dair Yönetmelik yürürlükten kaldırıldı.
    
Yönetmeliğin yayımlandığı tarihten önce alınmış koruma bölge kurulu kararlarına karşı bu Yönetmeliğin yayımlandığı tarihten itibaren 60 gün içinde, yönetmelikteki koruma yüksek kuruluna yapılacak itirazlara ilişkin usul ve esasları düzenleyen madde hükümleri çerçevesinde itiraz edilebilecek.

Yapı, 19.04.2012

İSTANBUL MODERN'DE BURHAN DOĞANÇAY SERGİSİ

 

 

Çağdaş Türk sanatının önde gelen isimlerinden Burhan Doğançay'ın 50 yıllık çalışmalarından oluşan "Kent Duvarlarının Yarım Yüzyılı: Burhan Doğançay Retrospektifi" sergi, 23 Mayıs'ta İstanbul Modern'de açılacak.

 

İstanbul Modern'den yapılan açıklamaya göre, "Kent Duvarlarının Yarım Yüzyılı: Burhan Doğançay Retrospektifi" sergisinin, Burhan Doğançay'ın 14 ayrı dönemini ve dünyanın önde gelen müzelerinin koleksiyonlarında bulunan çalışmalarını sanatseverlerle buluşturacak.

Yıldız Holding'in sponsorluğunda, 23 Mayıs-23 Eylül tarihleri arasında İstanbul Modern Süreli Sergiler Salonu'nda açılacak sergi, Doğançay'ın yarım yüzyıllık sanatsal birikimini aktaracak. Serginin küratörlüğünü, Levent Çalıkoğlu yapacak.

Bir kent gezgini olarak yarım yüzyıldır dünyanın farklı şehirlerindeki duvarların izini süren Doğançay, 1960'lardan bugüne duvarlar aracılığıyla modern ve çağdaş kent kültürünün toplumsal, kültürel ve politik dönüşümünü araştırıyor.

Zamanın her türlü müdahalesine açık bu yüzeyleri bir antropolog gibi inceleyen Doğançay, kamusal alandaki duvarların kişisel anlatı ve mesajlarla biçimlenmesini resmediyor, kent hayatındaki toplumsal dönüşümlere sosyal ve politik imgelerle işaret ediyor.

Doğançay'ın çalışmalarındaki çeşitlilik, farklı üslup ve tekniklerle işlediği serilerden meydana geliyor.

Cnn Türk, 19.04.2012

SURP HAÇ TIBREVANK İADE EDİLDİ

 

 

Tarihi Surp Haç Ermeni Vakfı uzun yıllar süren mücadeleden sonra Ermeni cemaatine resmen teslim ediliyor. Karar dün Vakıflar Genel Meclisi'nde yapılan toplantının hemen ardından alındı.

 

Vakıflar Genel Müdürlüğü Azınlık Vakıfları Sorumlusu Genel Meclis Üyesi Laki Vingas, toplantının hemen ardından Hürriyet Daily News'a yaptığı açıklamada "Çok uzun bir mücadele sonucunda vakfın geri iadesini sağladık çok mutluyuz" dedi.

 

"Karar, Ermeni cemaatine hayırlı olsun" diyen Vingas şöyle devam etti: "Tıbrevank artık kaldığı yerden özgür bir şekilde yola devam edecek."

 

Surp Haç Lisesi Okul Müdürü Hayk Nişan ise "Başbakanımız'a ve Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne kararlarından dolayı müteşekkiriz" diye konuştu.

 

Okulun kapatılan ruhban okulu bölümünün açılmasının Patrikhane'nin gündeminde olmadığını söyleyen Nişan, "Tek hedefimiz bu okulda gerektiği gibi öğrencilerimize eğitim vermek, bu okul MEB'in kurallarına bu yıla kadar sadakatle riayet etti" dedi.

 

İstanbul'un Asya yakasında Üsküdar'da bulunan Surp Haç Tıbrevank, ruhban okulu olarak hizmet veriyor ve Anadolu'dan gelen yetim çocuklara eğitim olanağı sağlıyordu.

 

Okulun ruhban okulu bölümü 1940 yılında kapatıldı, 1985 yılından bu yana vakıf olarak kabul edilmiyor, tüzel kişiliği tanınmıyor ve yönetim kurulu seçilemiyordu.

Hürriyet, Haber: Vercihan Ziflioğlu, 19.04.2012

EN ESKİ FATİH PORTRESİ REKOR FİYATA SATILIYOR

 

 

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethinden hemen sonra İtalyan sanatçı Pietro de Milano tarafından yapılmış portresi bulunan bir madalyon İngiltere’de müzayedeye çıkıyor. Madalyonun 1 milyon sterline satılması bekleniyor.

 

Fatih Sultan Mehmet’in yapılmış en eski portresi 25 Nisan’da Baldwin’s Müzayede firması tarafından satılıyor. 24 Nisan’dan itibaren Sothyeby’s gibi ünlü müzayede salonlarının Londra’da satışa koyacakları İslam eserleri arasında dikkat çeken bronz madalyonun tanıtımını yapan Baldwin bilirkişisi Graham Byfield, portrenin 1 milyon sterline (yaklaşık 2 milyon 900 bin lira) satılmasını beklediklerini söyledi. Byfield, Hürriyet’e şu açıklamayı yaptı:

 

“Bronz madalyonun üzerindeki portrenin Fatih Sultan Mehmet’e ait olduğunu yeni keşfettik. İsmini açıklayamayacağımız bir özel koleksiyoncuya ait 92 mm’lik madalyonun satışı için 300-400 bin sterlin fiyat kondu, ama rahat 1 milyon sterline müşteri bulacağını umuyoruz. İstanbul’un fethinden hemen sonra İtalyan sanatçı Pietro de Milano tarafından yapılmıştır. Topkapı Sarayı’nda sergilenen portreler Fatih Sultan Mehmet’in yaşamının son yıllarında yapıldığı için bu bronz portre padişahın en eski portresidir ve çok değerlidir. Bu madalya Topkapı Sarayı’nda olmalıydı. Türkiye’den müzayedeler için çok alıcı geliyor. Belki bir Türk işadamı alır Topkapı Sarayı’na hediye eder.”

 

Bu bronz madalyon bulunmadan önce Fatih Sultan Mehmet’in yaşamı sırasında yapılmış iki portresi dikkat çekiyor. Biri 1470’lerde Constanzo de Ferrara tarafından yapılmış madalyon, diğeri Fatih 1481 yılında ölmeden hemen önce Gentile Bellini tarafından yapılan resmi. 1460 yılında yapıldığı ileri sürülen bronz madalyonun Westburry Oteli’nde yapılan tanıtımında büyük ilgi gördü.

Hürriyet, Haber: Faruk Zabcı, 19.04.2012

BU YUMURTALAR 60 MİLYON YILLIK

 

Çeçenistan'da Gürcistan sınırındaki Kafkas Dağları'nda yol yapım inşaatında bulunan 60 milyon yıllık dinozor yumurtaları bilim dünyasını heyecanlandırdı.

Yol yapım yetkililerinin uyarıları üzerine harekete geçen Çeçenistan Devlet Üniversitesi jeologları, 40 yumurta kalıntısına ulaştı.

Bölgede daha fazla yumurta olduğuna inanan uzmanlar, fosillerin hangi dinozor türüne ait oldukları ve bu zamana kadar nasıl zarar görmediklerini araştıracak. Uzmanlar yumurtaların çapının 24 - 100 santim arasında değiştiğini söyledi.

Sabah, 19.04.2012

SULTAN REŞAT TUĞRALI FERMAN SATIŞA ÇIKTI

 

3 Mayıs Perşembe günü yapılacak açık artırmayla fermanın yeni sahibi belli olacak.

Beykoz İcra Müdürlüğü, bir borçtan dolayı hacizli olan Sultan Reşat tuğralı fermanı satışa çıkardı.

İcralık.com'dan alınan bilgiye göre, 78-50 santimetre boyutlarında 1 adet Sultan Reşat tuğralı ferman, 600 TL muhammen bedelle 3 Mayıs Perşembe günü satışa sunulacak.

Ferman ile birlikte aralarında çeşitli tablolar, koltuk, sehpa, televizyonun bulunduğu 90'a yakın taşınır toplam 68 bin 245 TL muhammen bedelle satışa sunulacak.

İlk ihalede alıcı çıkmaması durumunda taşınırlar için ikinci artırma, 8 Mayıs Salı günü yapılacak.

 

V. Mehmet Reşat (d. 2 Kasım 1844, İstanbul – ö. 3 Temmuz 1918, İstanbul), Osmanlı İmparatorluğu'nun 35. padişahı ve 114. İslam halifesi. Sultan Reşat olarak da bilinir.

Habertürk, 19.04.2012

100 YILLIK ÇIRÇIR FABRİKASI ARAŞTIRMA MERKEZİ OLUYOR

 

 

Tarsus’ta Saint Paul Anıt Müzesi (Kilisesi) yanında bulunan yaklaşık 100 yıllık çırçır fabrikası, "Gözlükule Höyüğü Araştırma Merkezi" olarak kullanılacak.

 

Tarsus Kaymakamı Orhan Şefik Güldibi, konuyla ilgili olarak yaptığı açıklamada, Saint Paul Müzesi çevre düzenlemesi kapsamında 2002 yılında, Abdi İpekçi Caddesi'ndeki eski çırçır fabrikasının Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından kamulaştırıldığını kaydetti.

 

Fabrikanın hangarlarından birinin, Bakanlık tarafından Gözlükule Höyüğü'nde 2007 yılında başlatılan bilimsel kazı çalışmalarında değerlendirilmesi amacıyla kazı çalışmalarını yürüten Boğaziçi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'ne tahsis edildiğini kaydeden Güldibi, şöyle devam etti:  

"Kazı heyeti tarafından bir süredir Gözlükule kazı ve araştırma deposu olarak kullanılan çırçır fabrikasında bulunan diğer 4 hangarın da Boğaziçi Üniversitesi'ne tahsis edilmesinden sonra, tarihi çırçır fabrikasında restorasyon çalışmalarına başlandı.  

 

Bina restore edildikten sonra, Gözlülkule Kazı ve Araştırma Merkezi olarak kullanılacak ve restorasyon çalışmalarının 3 yıllık bir plan dahilinde bitirilmesi öngörülüyor."  

Tarsus Haber, 18.04.2012

EFES GİRİŞ ÜCRETLERİ ZAMLANDI

 

Yılda milyonlarca yerli ve yabancı turiste ev sahipliği yapan dünyaca ünlü Efes ören yerlerine giriş ücretlerine zam geldi. 20 TL olan giriş ücretleri 25 TL’ye yükseltildi.

 

Zam maratonundan Efes antik kenti de nasibini aldı. Yılda milyonlarca, her gün ise binlerce turisti ağırlayan Efes Ören yerlerinin giriş ücretleri 15 Nisan tarihinden itibaren zamlı olarak uygulandı. Tam biletin 20 TL’den 25 TL’ye çıkarıldığı zamdan Müze kart da nasibini aldı. 20 TL olan Müze Kartın fiyatı 30 TL oldu. Öğrenci giriş ücretlerinin de değiştiği uygulamada; 10 TL olan ücreti 15 TL’ye yükseltildi.

 

Yapılan bu zam uygulaması, yabancı turistle çok fazla etkilemezken, yerli turistlerin dikkatini ektiği öğrenildi.

Selçuk Bölge Haberlri, 18.04.2012

LİMAN HAN PROJESİ İÇİN ÇED RAPORU YAYINLANDI

 

 

TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi, Liman Han(Mes’adet Han) projesi için hazırlanan ÇED Raporu'nu yayınladı.

"İstanbul, Fatih İlçesi, Hobyar Mahallesi Yalı Köşkü Caddesi,18 pafta,406 ada 3 parselde yer alan Vedat Tek'in Mes'adet (Liman Han) olarak anılan yapısına ilişkin restorasyon projenizin 25 ocak 2012 gün ve 359 sayılı karar ile Kültür Ve Turizm Bakanlığı İstanbul IV Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından; Kültür Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulunun 22 ocak 2001 gün 680 sayılı ilke kararı gereğince uygulamanın kurul kararlarına uygun olarak yapılması için, mesleki denetim sorumluluğun müellif mimar tarafından üstlenilmesi koşulu ve yapılan düzeltmeler ile uygun olduğuna karar verilmiştir.

 

Mimarlık tarihimizin ve 1. Ulusal Mimarlık üslubunun önde gelen temsilcilerinden olan M. Vedat Tek'in 1907 tarihli Mes'adet veya günümüzdeki adıyla liman han adlı yapısı, sadece mimari değerleri ile değil, gelişkin bir betonarme strüktür kurgusu, iç mekan zenginliği ve donanımı ile dönemine tanıklık etmekte ve Sirkeci gibi kentsel ve tarihi bir ticaret merkezinin tarihsel ve kentsel kimliğini oluşturan en önemli yapılarından biri olarak ayakta durmaktadır.

 

Anılan kurul kararı eki olarak tarafımıza iletilen restorasyon projelerinde ise; yapının, zemin koşulları nedeniyle oluşan oturmalar sonucunda şakulünden yaklaşık 3 derece (çeşitli raporlarda bu konuda farklı değerler bulunmaktadır.) kuzeye doğru yapmış olduğu eğim nedeniyle sadece cephesinin orijinal halde korunması, diğer kısımlarının ise yıkılıp orijinaline sadık kalınarak yeniden inşası ön görülmüştür.

 

Ancak; söz konusu yapının gerek mimarlık tarihi içindeki önemi, gerekse mimarlık tarihinin önemli bir temsilcinsin yapısı olması, mimari ve strüktür özelliklerinin yanı sıra döneminin sosyal ve iktisadi tarihine dair taşıdığı ipuçları açısından; tüm dünyada kabul edilen çağdaş koruma anlayışları doğrultusunda tarihi ve kültürel miras niteliği taşıyan yapıların yıkılmadan korunması temel ilkesine göre Mes'adet (Liman Han ) Han'ın mevcut haliyle güçlendirilerek korunması gerekliliği nedeniyle;

 

İlgili kurul tarafından da; 4 nisan 2011 tarih ve 4511 sayılı kurul kararı ile de; yapıya ilişkin olarak hazırlanan restorasyon projesinin, yapının mevcut hali ile kullanımın mümkün olup olamadığının ve bu konudaki yöntemleri de belirleyerek tarihi yapı strüktürü konusunda uzman olan ve biri İstanbul ve diğeri Ankara teknik üniversitelerinden olmak üzere zemin mekaniği ve inşaat mühendisi olan dört uzman tarafından hazırlanacak ortak raporun iletilmesinden sonra kurul tarafından değerlendirilebileceği karara bağlanmıştır.

 

Nitekim, 25 ocak 2012 gün ve 359 sayılı kurul kararı eki restorasyon projeleri üzerinde de İstanbul Üniversitesi-Boğaziçi Üniversitesi Geoteknik Grubu ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi yapı grubu tarafından hazırlanan 13.12.2011 tarih ve 782 numara ile koruma bölge kuruluna teslim edilen rapor doğrultusunda düzenlendiği notu bulunmaktadır.

 

Ancak; bu notta adı geçen İstanbul Üniversitesi ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi yapı grubu tarafından hazırlanan yapı durum tespit raporunda ise liman hanın orijinal taşıyıcı sisteminin ve detaylarının korunarak binanın şakülüne getirilip güçlendirilmesi ve onarılmasının mümkün olduğu ve yöntemleri hakkında bilgi verildiği görülmektedir. Ayrıca aynı raporda bu mühendislik çalışmalarının yapılabilmesi için binanın taşıyıcı sisteminin en küçük detayına kadar bilinmesi gerektiği ancak binanın mimari rölöve projelerinin hazırlanmış olmasına rağmen strüktür ile ilgili herhangi bir çalışmanın yapılmamış olduğunun görüldüğü ve bu durumun büyük bir eksiklik olduğu belirtilmiştir.

 

Bu rapor hazırlanırken tarafımıza sunulmuş olan önceki Yıldız Teknik Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi tarafından hazırlanan raporlarında referans alındığı görülmektedir.

 

Yukarıda aktarılan rapora, kurulun 4 nisan 2011 tarih ve 4511 sayılı kararına ve binanın taşıdığı öneme rağmen; hiçbir gerekçe ve görüş belirtmeden binanın sadece cephesinin orijinal halde korunması, diğer kısımlarının ise yıkılıp orijinaline sadık kalınarak yeniden inşasını öngören restorasyon projesi üzerine "yapılan düzeltmelerle uygundur" notu düşülerek almış olduğu 25 Ocak 2012 gün ve 359 sayılı kararı anlaşılabilir olmaktan ve mimarlık mirasımızın korunması konusunda gösterilmesi gereken özen ve bilimsellikten uzak bulunmaktadır.

 

Mimarlar Odası olarak Mimarlık tarihimizin ve 1. Ulusal Mimarlık üslubunun önde gelen temsilcilerinden olan M. Vedat Tek'in önemli yapılarından olan Mes'adet (Liman Han) Han'ın orijinal taşıyıcı sistemi ve detayları da korunarak güçlendirilmesi ve onarılması konusunda özellikle koruma konusunda görevli kamu kurumlarınca gerekli özenin gösterilmesi ve acilen İstanbul Üniversitesi ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi yapı grubu tarafından hazırlanan yapı durum tespit raporunda belirtildiği üzere gereken bütün bilimsel ve teknik çalışmaların yapılması gerekliği konusunda karar alınması gerektiği düşüncesindeyiz.

 

Aksi durumda, 25 Ocak 2012 gün ve 359 sayılı kararı ile onaylanan restorasyon projesine göre yapılacak uygulama; Mimarlık mirasımızı evrensel, çağdaş ilkeler ve teknolojinin günümüzde ulaştığı seviye göz önüne alınarak korunması konusunda gerek mimarlık gerekse ilgili bilim ve teknik çevreleri tatmin etmeyecek ve geri dönüşü mümkün olmayacak zararlara neden olacaktır. Bu nedenle anılan kararın yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir.

 

Tüm bu nedenler ile Mimarlar Odası Mesleki Denetim Uygulamasının genel amaç ve beklentileri doğrultusunda, Oda'nın kamu yararına çalışan bir meslek kuruluşu olması ve bu nedenle 6235 sayılı yasa ile yükümlendiği "kamuyu ilgilendiren mesleki konularda ilgili idarelere görüş ve önerilerde bulunma" görevinin yerine getirilmesi amacı ve sorumluluğu doğrultusunda bilgi alınmasını ve gereğini dileriz."

Arkitera, 18.04.2012

'AŞK YAĞMURU' MAHKEME KARARI İLE ESKİ YERİNDE

 

 

Kemer'in MHP'li Belediye Başkanı Mustafa Gül, 2009'da kaldırttığı 'Aşk Yağmuru' heykeli, 3 yıl sonra mahkeme kararıyla yeniden yerine dikildi.

 

Heykeltıraş Zafer Sarı'nın eseri olan Aşk Yağmuru heykeli, Antalya 2. İdare Mahkemesi'nde açtığı iki davayı kaybeden Kemer Belediyesi'nin itirazını inceleyen Danıştay 8. Dairesi’nin, belediyenin yürütmeyi durdurma talebini reddetmesi sonrasında Antalya’nın Kemer İlçesi'nde eski yerine dikildi. 

 

 

Eserin iş makineleri ile kaldırıldığı 2009 yılında sanatseverlerin büyük tepkisini çeken Kemer Belediye Başkanı Mustafa Gül, Aşk Yağmuru’nun yeni yerinde Kuğulu Parkta sergileneceğini söylerken bu kez farklı söylemlerde bulundu.

Antalya'nın Kemer İlçesi'nde eski belediye başkanı Hasan Şeker tarafından heykeltıraş Zafer Sarı'ya yaptırılan çıplak bir kadını belinden tutup havaya kaldıran erkek figürünün tasvir edildiği metal heykel, yeni başkan MHP'li Mustafa Gül tarafından seçimi kazandığı ilk günlerde apar topar iş makineleri ile kaldırılırken, Başkan  Gül, "Heykel vatandaşlar tarafından kabul görmedi.

İstenileni yaptık" demiş ve eklemişti: ''Çok mutluyuz. Heykeli hiçbir yere koymayacağız. Heykeli yapan eğer bir yerde kullanacaksa gelsin götürsün.''

 

Başkan Gül’ün dün yaptığı basın açıklamasında ise geçmişte yaptığı açıklamalarının tam tersine bir söylem içerisinde olduğu dikkat çekti. Başkan Gül, bu sözleriyle de sanatseverlerin daha da büyük tepkisini çekmeyi başardı.

 

Gül, bir zamanlar, heykeli iş makineleri ile kaldırırken mutlu olduğunu söylerken, şimdi ise şu açıklamayı yaptı: "Sayın heykeltıraşımız Zafer Bey’e ve çıplak kadını kaldıran bir erkeğin tasvir edildiği, erkeğin eşini yüceltmesi gerektiğinin vurgulandığı esere saygımız sonsuzdur. Kadınlar her zaman baş tacımızdır. Bu nedenle en çok yakışacağı ve olması gereken yerde hepinizin ziyaretine açmaktan kıvanç duyuyorum” dedi.


Sanatseverler ise açıklamalardaki çelişkilere bir anlam veremeyerek, Başkan Gül'ün tutarsız davranışlarını kınadıklarını ilettiler.

 

MHP'li Kemer Belediye Başkanı Mustafa Gül'ün, 2009'da yerel seçimleri kazanıp koltuğuna oturduğu gün belediyeye ait iş makineleri ile Çınarlı Kavşak'taki yerinden sökülüp depoya atılan, yurt içi ve dışından alınan tepki sonucunda bu kez orijinal tasarımını bozarak Kuğulu Park'taki havuz içine diktirdiği Aşk Yağmuru Heykeli davası geçen yıl sonuçlanmıştı.

 

Heykeltıraş Zafer Sarı'nın Antalya 2. İdare Mahkemesi'nde açtığı iki davayı kaybeden Kemer Belediyesi'nin itirazını inceleyen Danıştay 8. Dairesi, belediyenin yürütmeyi durdurma talebini reddetmişti.

Turizm Gazetesi, 17.04.2012

BELEDİYE BAŞKANI KAÇAK KAZI YAPARKEN YAKALANDI

 

 

Denizli’nin Acıpayam İlçesi Akalan Belde Belediye Başkanı DP’li Hakan Şahal, Burdur’da sit alanında kaçak kazı yaparken suçüstü yakalandı. Başkan Şahal ve yanındaki 4 kişi tutuklandı.

Olay, dün öğle sıralarında Yeşilova İlçesi’nde meydana geldi. Kaçak kazı yapıldığı ihbarını alan Burdur ve Yeşilova İlçe Jandarma Komutanlığı ekipleri, operasyon düzenledi. Operasyonda, birinci derece arkeolojik sit alanı olan Kayadibi Köyü Karaveli Tümülüs’ünde izinsiz kazı yapan Akalan Belediye Başkanı Hakan Şahal ile 4 kişi gözaltına alındı. Olay yerinde 4 kürek, 2 kazma, 2 metal kova, 9 ip, 5 tonluk demir kriko, 5 demir murç, 1 çekiç ve 1 balyoz ele geçirildi.

Yeşilova İlçe Jandarma Karakol Komutanlığı’ndaki sorgularının ardından adliyeye sevk edilen şüpheliler, çıkarıldıkları mahkemece tutuklanarak Burdur E Tipi Kapalı Cezaevi’ne gönderildi. 

Hürriyet, 17.04.2012

ÇİN'DE 1800 YILLIK HAZİNE BULUNDU

 

Çin'in güneyindeki Ciangşi eyaletinde yapılan kazılarda 1800 sene öncesine ait altın, gümüş, seramik ve yeşil porselenden yapılmış çok sayıda değerli eşya çıkarıldı.

 

Ciangşi eyaletinin Sışi şehrindeki bir imar çalışmasında bulunan 150 metre derinlikteki toplu mezarda, ilgili makamların onay vermesinden sonra çalışmaya başlayan Çinli arkeologlar, yaklaşık bir aylık çalışma sonucu 100'den fazla tarihi esere ulaştı.

Eşyalar arasında çömlek, makas ve fincan gibi gereçlerin olduğu ifade edilirken, eşyalardan 50'sinin zarar görmediği belirtildi.

Uzmanlar, çıkarılan eşyaların dönem hakkında kapsamlı bilgi sahibi olunması açısından önemli olduğunu vurgularken, Doğu Han hanedanlığı dönemine ait eşyaların eşine az rastlanır cinsten olduğunu kaydetti.

Cnn Türk, 17.04.2012

MİHRİMAH TAMAM, SIRA AYA YORGİ'DE

 

 

Mimar Sinan'ın yaptığı Edirnekapı Mihrimah Sultan Camisi'ni 2 yıl önce restore eden, çevre düzenlemesi çalışmalarını sürdüren Vakıflar Genel Müdürlüğü, caminin karşısındaki kiliseyi de restore edecek. Kilisenin rölöve, restitüsyon ve restorasyon projelerinin hazırlanması için ihale yapıldı. Rölöve ve restitüsyon projeleri hazırlanarak İstanbul 4 Numaralı Koruma Kurulu Müdürlüğü'nce onaylandı. Kurul, restorasyon projesi için revizyon ve danışman istedi. Kiliseyle aynı avlunun içinde eski okul binası da yer alıyor. Önümüzdeki yıl başlaması planlanan restorasyon kapsamında okul binasının da elden geçirileceği öğrenildi.

Tarihi 8. yüzyıla uzanan kilise, 1562-1565 yıllarında Mihrimah Sultan Camisi'nin inşası üzerine yıkıldı ve günümüzdeki yerinde yeniden inşa edildi. 1726'da restore edilen kilise, kayıtlara göre 1836'da mimar Hacı Nikolaos nezaretinde yeniden inşa edildi.

Sabah, Haber: Hasan Ay, 17.04.2012

SAAT KULESİ DÖKÜLÜYOR

 

 

İzmir'in sembolü olan Konak Meydanı'ndaki İzmir Saat Kulesi, tarihi değerine yakışmayan bir görüntü içinde.

 

Sultan II. Abdülhamid Han'ın tahta çıkışının 25. yıldönümü nedeniyle 1901 yılında yaptırılan Saat Kulesi'nin bugün çeşmeleri sökülmüş, mermerleri kırılmış, duvarlarına yazılar yazılmış, etrafı çöplerle dolu bir şekilde görenleri üzen bir manzara sergiliyor.

 

İzmir Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı olan ve belediye binasına sadece 100 metre uzaklıktaki İzmir Saat Kulesi, aynı zamanda İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin logosu olarak kullanılıyor. İzmir'in en işlek ve en kalabalık mekanlarından Konak Meydanı'nda kentin simgesel yapılarından biri sayılan Saat Kulesi, Osmanlı saat kuleleri içinde en estetik görünüşlü ve en zarifi olarak kabul ediliyor. Büyükşehir Belediye Başkanlığı binasına 100 metre mesafedeki Saat Kulesi, 1974 yılındaki depremde hasar gördü. Son olarak Şubat ayında saat bölümü restore edilen kulenin sökülen muslukları, kırılan mermerleri bu durumu gören tarih sevdalılarını şaşırtıyor.

 

Sadrazam Mehmed Said Paşa tarafından Raymond Charles Pere'ye yaptırılan kulenin saati, Alman İmparatoru II. Wilhelm tarafından hediye edildi. Pere'nin hazırladığı plan ve çizimlere sadık kalınarak 90 cm yüksekliğinde som gümüşten yapılan maketin ustalığı ise İstanbullu kuyumcu Zingulli'ye ait. Pera Caddesi'ndeki atölyede imal edilen maketin kule kısmındaki 4 cephesine küçük boyda İsviçre saatleri monte edildi. Yine burada bir Osmanlı arması ile Abdülhamid Han'ın tuğrası da bulunuyordu.

Yeni Şafak, Haber: Şamil Kucur, 17.04.2012

ANTİKACIYI SOYDULAR

 

Bursa’da eski eser satan bir işyerine girer hırsızlar antikaları çaldı.

 

Olay, Kurtoğlu Mahallesi Meriç Caddesi üzerinde bulunan Murat C.’ye ait işyerinde meydana geldi. Gece 23.00 sıralarında antikacı dükkanına giren kişi veya kişiler içeride bulunan 7 adet yağlı boya tablo, 4 adet hat, 1 adet ahşap beşik ile 1 adet ahşap eski radyoyu alarak kayıplara karıştı. Polis, olayla ilgili soruşturma başlattı.

Bursa Olay, 16.04.2012

GENÇLER KRALİÇE PUDUHEPA'NIN İZİNDE

 

 

Çukurova Üniversitesi arkeoloji bölümü ögrencileri Hitit anıtları dersini Develi İlçesi’ndeki ‘Fraktın’ olarak bilinen Gümüşören Köyü’nde yerinde gördü. Öğrenciler, Hitit Kralı 3′üncü Hattuşil ile evlendikten 16 yıl sonra yapılan Kadeş Antlaşması’na, eşiyle birlikte aynı yetkide mühür basan kralice Puduhepe’nin izlerini aradı.

 

“Yaklaşık 3 bin 300 yıl önce Çukurova bölgesinde yaşayan ve döneminde, hukuk, siyasi ve sosyal konularda önemli çalışmalar yaptığı belirtilen Hitit Kralı 3′üncü Hattuşil’in eşi olan Kraliçe Puduhepa, eski adı ‘Kizzuwatna’ olan Adana’da yaşayan rahip Kummanni’nin kızı olarak bilinmektedir. Puduhepa’nın ülkesindeki toplumsal olaylara yaklaşımı, kadın erkek eşitliğindeki çabaları ve ülkelerarası barışın korunması konusunda aktif rol aldı. Puduhepa’nın, Hitit Kralı 3′üncü Hattuşil ile evlendikten 16 yıl sonra yapılan Kadeş Antlaşması’na, eşiyle birlikte aynı yetkide mühür basmış olması Puduhepa’ya hem bir devlet anlaşmasına mühür basan ilk kadın olma özelliğini vermiştir Puduhepa, MÖ 13. yüzyılda yaşamış Hitit hükümdarı III. Hattuşili’nin karısı ve Hitit İmparatorluğu’nun kraliçesidir.”

 

Girginer, Develi İlçesi Gümüşören Köyü’nde bulunan Hitit kaya anıtının Kayseri turizmi bakımından önemine dikkat çekerek anıtın korunması geretiğine dikkati çekti. Gezbel Geçidi’nde bulunan Hitit Hanyeri Anıtı, İmamkullu Köyü’nde bulunan Hitit Kaya Anıtı, Taşçı Köyü’nde bulunan Taşçı-1 ve 2 kaya anıtları ile Fıraktın Hitit kaya anıtında incelemelerde bulunan Çukurova Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğrencileri, fotograf ve video çekti.

haberler.com 16.04.2012

PATARA ANTİK KENTİNDE DÜZENLEME ÇALIŞMALARI

 

Kaş İlçesi'ndeki Patara Antik Kenti’nde çevre düzenleme çalışmaları sürüyor.

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın girişimleri ile Patara antik kentinin çevre düzenlemesi için Antalya İl Özel İdaresi’nden ödenek sağlandı. İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından Patara antik kenti Çevre Düzenlemesi Projesi de ihale edildi. İhaleyi alan Cengi İnşaat’ın, çalışmaları Ağustos ayı sonuna kadar tamamlayacağı bildirildi.

 

İl Kültür ve Turizm Müdürü İbrahim Acar, gazetecilere yaptığı açıklamada, Patara’nın Likya Birliği’nin en önemli kentlerinden olduğuna işaret etti. Likya Birliği meclisi binasının restorasyonunun tamamlandığını belirten Acar, antik kentteki bir çok yapının da kazılar sonrasında ortaya çıktığına değindi.

 

Acar, uygulanacak proje ile antik kentin daha rahat gezilebileceğini belirterek, şöyle konuştu:

“Proje ile Yayalar için ahşap yürüme yolları yapılacak. Antik kentin her yerine büyük boyda, geniş tanıtım bilgilerinin yer aldığı panolar, yön levhaları konulacak. Antik kente tuvaletler ve 20 otobüslük otopark inşa edilecek. Ayrıca kentte otomobillerle gezilebilecek yollar yapılacak. Kısacası Patara Antik Kenti, rahatlıkla ziyaret edilebilecek, gezilebilecek bir konuma getirilecek. Antik kente gelenler, Patara’nın tozundan kurtulacak.”

haberler.com, 16.04.2012

35 METRELİK DİNOZOR FOSİLİ BULUNDU

 

 

Çin'in kuzeybatısındaki Sincan Uygur Özerk Bölgesinde 35 metre uzunluğunda ülkenin en büyük dinozor fosili bulundu.

 

Ulusal basındaki haberlere göre, 35 metre uzunluğundaki otçul dinozor fosilinin 30 ton ağırlığında olduğu kaydedildi. Çin Paleontoloji Araştırma Topluluğu Genel Müdür Yardımcısı Sun Gı, fosilin ortalama 165 milyon yıl öncesine ait bir tabakada bulunduğunu belirtti. Sun, Paleontologların halen kazıya devam ettiğini ve dinozorun tüm iskeletini bulmayı ümit ettiklerini ifade etti. Yeni keşfedilen otçul sauropod türü dinozor fosilinin yanında karnozor türü (etçil bir tür) dinozor türünün de diş fosilinin bulunduğu kaydedildi. 

Şınyang Normanl Üniversitesi, Cilin Üniversitesi ve Sincab Jeolojik Araştırmalar Enstitüsü'nün uzmanları Şanşan bölgesinde yaptıkları çalışmalara geçen ekim ayında başlamıştı. Bölgede ilk olarak 2008 yılında Çin ve Alman bilimadamları kümelenmiş şekilde dinozor ayakizi keşfetmişti. Ekip bölgedeki çalışmaları sırasında son bulunan dev dinozor fosilinin yanı sıra 20 tane daha fosil alanı ve 100 tane tatlısu kaplumbağası fosili buldu.

Radikal, 16.04.2012

KIBRIS RUM KESİMİNDE CAMİ KUNDAKLANDI

 

 

KKTC Din İşleri Başkanlığı'nın Kıbrıs Rum kesimi Sorumlusu ve Hala Sultan Camii İmamı Şakir Alemdar, AA muhabirine yaptığı açıklamada, geçen Cuma gecesi Rum gençler tarafından kundaklandığı belirtilen caminin çatısının çökmek üzere olduğunu bildirdi.

Caminin girişinin, ahşap veranda kısmındaki dış mertekler, kapı ve bir pencerenin yandığını belirten Alemdar, cami içindeki halıların da is ve çıkan yangından zarar gördüğünü kaydetti.

Alemdar, ibadete açık olan caminin, Osmanlı döneminden kalma kitabeliğinin de düşerek kırıldığını anlattı. Alemdar, Cumayı Cumartesine bağlayan gece meydana gelen olaydan, Rum tarafında Paskalya tatili olması nedeniyle geç haberdar olduklarını söyledi.

Bugün Rum polisiyle görüştüğünü ve polisin, "kundaklamayı gençlerin yaptığı" yönünde açıklama yaptığını aktaran Alemdar, olayla ilgili gözaltına alınan olmadığını kaydetti.

Söz konusu camiye yönelik saldırının ilk olmadığına işaret eden Alemdar, caminin yakınında yaşayanların en son 15 gün kadar önce de saldırı olduğunu söylediğini belirterek, "Bu saldırı ilk değil" dedi.

KKTC Din İşleri Başkanı Doç.Dr. Talip Atalay, Kutlu Doğum Haftası ve Paskalya'nın yoğun olarak kutlandığı bir zamanda, Kıbrıs Rum kesiminin Limasol kentinde bulunan Köprülü Hacı İbrahim Ağa Camii'nin benzin dökülerek yakılması girişimini üzüntüyle karşıladıklarını belirterek, Rum Ortodoks Kilisesi'nden saldırıyı kınamasını beklediklerini söyledi.

Atalay, olayla ilgili olarak yaptığı açıklamada, ibadethanelerin güvenli yerler olduğunu, oraya sığınan insanlara dokunulmayacağını ifade ederek, Rum tarafında herhangi bir Türk yetkilinin olmadığını, Rum makamlarının kendilerine emanet edilen ibadete açık bir camiyi kundaklamaya açık bir pozisyonda bırakmasının son derece esef verici ve üzücü olduğunu vurguladı.

Bölgedeki Müslüman cemaatten aldıkları bilgiye göre, aynı caminin beşinci kez kundaklandığını, bu durumun daha da üzüntü verici olduğunu ifade eden Atalay, caminin Cuma akşamı kundaklandığını, cami cemaatinin haber vermesi ile dün akşam bilgileri olduğunu, tam teyit etmeden de basına bilgi vermek istemediklerini kaydetti.

Bölgedeki Din İşleri Dairesi'nin temsilcisinden aldığı bilgiye göre, Kıbrıs'taki Köprülü ailesine ait vakfın yaptırdığı, tarihi Türk camisinin girişindeki 40 kadar merteğin yanarak kömür olduğunu, girişin her an çökebileceğini, caminin tamir edilinceye kadar ibadete kapatılacağını kaydeden Atalay, Rumların, yangını kimseye haber vermeden camiye badana yaptığını, olayın bu şekilde kapatılamayacağını, benzinle kundaklamanın söz konusu olduğunu söyledi.

Saldırının zamanlamasının da üzücü olduğunu dile getiren Atalay, Müslümanların Kutlu Doğum Haftası'nı, Rumların da Paskalya'yı kutladığına işaret ederek, bu saldırının beşinci olduğunu, 15 gün kadar önce de yakılan ve içine tüp gaz konan araç lastiğinin minarenin altına atıldığını anlatarak, "Lastik patlasın ve minare yıkılsın diye. Fakat lastik çok alev almadığı için patlamadan kalmış. Saldırıların sistematik bir şekilde yapıldığı gözüküyor. Benzinle tutuşturulduğu anlaşılıyor. Panjurlar yanmış, giriş kısmı tümden yanmış, girişte 40 kadar mertek yanmış, çatı çökmek üzere ve cami kullanılamaz halde. Giriş çatısı her an çökebilir korkusu yaşanıyor" diye konuştu.

Rum Kilisesi'nin bu olaya sevineceğini düşünmediğini ifade eden Atalay, zaman zaman görüştüğü Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu 2. Hrisostomos'a, "Bizim inancımız ve geleneğimiz hiç bir ibadethaneye saldırıyı hoş görmez, ibadethanelerin emin yerler olduğunu düşünür ve ona göre muamele etmek isteriz ve buna göre de muamele beklemeyi arzu ederiz" sözlerini aktardığını söyledi.

Atalay, "Sayın Hrisostomos'dan konuyla ilgili bir kınama ve kendi toplumunu uyarma konusunda duyarlılık ve açıklama bekliyorum. Destek açıklaması. Duyarlı davranacağını düşünüyor ve birşeyler yapacağına inanıyorum" dedi.

Kıbrıs Rum kesimindeki saldırının, Avrupa'da artış gösteren ırkçılıktan etkilenmiş olabileceğini, ancak Rum tarafının bu konuda Avrupa'ya ihtiyacı olmadığına işaret eden Atalay, Kıbrıs'ta 1963'ten bu yana yaşanan pek çok sorun olduğunu kaydetti.

Geçmişte Baf Camii'nin tümden havaya uçurulduğunu, güney Lefkoşa'daki Bayraktar Camii'nin de yakın zaman da bile saldırıya uğradığını anımsatan Atalay, Rum tarafında böyle bir gelenek bulunduğunu söyledi.

Rum tarafındaki camilerin Rumların, kuzeydeki kiliselerin de Türk tarafının kültürel mirası olduğunun altını çizen Talip Atalay, şöyle konuştu:
"Biz ibadethanelerin tartışma konusu olmaktan kesinlikte çıkmasını istiyoruz ve camilerimizin korunmasını istiyoruz. Ne bir camiye ne bir kiliseye bu adada herhangi bir sadırı olmasın. Avrupa ve dünyada yükselen ırkçılık dalgası bunu tetikliyor olabilir mi? Tabi ki olabilir ama adadaki tarihi gelenek açısından bakarsanız, özellikle 1960 sonrası olaylar açısından, zaten Avrupa'da böyle şeyler yokken ya da kalkmışken, burada böyle şeyler vardı. Biz bunların tekrar edilmesini, hortlamasını istemiyoruz."

Atalay, güvenlik açısından bir sorun yoksa insanların kendi inançlarına ait kutsal mekanlara girip çıkışlarında bir zorlanmanın olmaması ve kutsal mekanların korunması gerektiğini kaydetti.

Kıbrıs'ın fethinde bayrak dikilmesi nedeniyle tarihi önemi bulunan, güney Lefkoşa'daki Bayraktar Camii'nin de zaman zaman saldırıya uğradığını anlatan Atalay, yakın bir zamanda caminin kilidi kırılarak soyulduğunu, bu olayın bir kaç kez tekrarlandığını, Rum makamlarının bu konuda daha duyarlı olması gerektiğini söyledi. Atalay şunları kaydetti:
"Bir şekilde toplumlar arasındaki tansiyonu düşürücü bir ol oynamamız lazım bizim. Siyasetin de ateşini düşürücü bir ol oynamamız lazım. Bu konularda hem kilisenin hem de Rum yetkilerin duyarlı davranacağını, özellikle barış görüşmelerinin sürdüğü şu süreçte, zannederim ilişkileri tamir eder. Ama bu tarz olaylar ilişkilerimizi kolay onarılamayacak şekilde zedeler. Biz zedeleyici bir ilişki biçimine katkı sunmak istemeyiz. Din İşleri Başkanlığı olarak barış ve kardeşliğe katkı sunacak eylemelerde ve söylemlerde bulunmakta fayda görürüz."

Radikal, 16.04.2012

KAPALIÇARŞI'DA JAMES BOND KAZASI

 

 

James Bond serisinin 25’incisi olan "Skyfall"un İstanbul’daki çekimleri kazayla başladı. Kapalıçarşı’da gerçekleştirilen çekimler sırasında hızını alamayan motosiklet, 330 yıllık tarihi yapının vitrinine zarar verdi.

 

Kapalıçarşı’nın Mahmutpaşa Kapısı’nda dün akşam gerçekleştirilen aksiyon sahnesinde motosiklet kazası yaşandı. İddialara göre, kapıya kurulan tak şeklindeki platformun üzerinden hızla Kapalıçarşı’ya giren motosikleti kullanan dublör, çekim için açık tutulan dükkanların önünde bekleyen figüranlara çarpmamak için manevra yaptı. Bu sırada savrulan motosiklet, Aynacılar Sokak üzerindeki 330 yıllık iki katlı ahşap binaya çarptı. Kazada kuyumcu dükkanı olarak kullanılan binanın girişindeki vitrin camları kırıldı. Camların özel yapım kristal olduğu öğrenildi.

Resmi belgelere göre 330 yıllık bir tarihi geçmişe sahip olan, Osmanlı döneminde saray mensuplarının gelip ürünlere baktığı ve denediği yaptığı haremlik-selamlık, karakol, muhallebici olarak kullanılan ve 35 yıldır da Chukur Boybeyi adıyla kuyumcu dükkanı olarak faaliyet gösteren binanın sahibi Mete Boybeyi, kazanın kendileri için büyük bir maddi hasara neden olduğunu söyledi.

James Bond serisinin son filminin Kapalıçarşı’da çekilmesinin Türkiye’nin tanıtımı açısından önemli olduğunu kabul ettiklerini ifade eden Boybeyi "Böyle bir filmin çekimleri için Kapalıçaşı’nın mekan olarak seçilmesi tabi? ki güzel. Eskiden çarşı temizlenirken, yollar yıkanırken bile bize bilgi veren Kapalıçarşı yönetimi çekimin bu şekilde olacağını bildirmedi. Bilseydik biz de kendimize göre tedbir alırdık. Tehlikeli bir çekim yapıyorlar, tedbir olarak da dükkanımızın önüne sadece halı koymuşlar. Burada çekim yapılacaksa çok iyi şekilde koruma yapılması gerekirdi" dedi.

Maddi zararlarının boyutunu tam olarak bilemediklerini belirten Boybeyi, şunları söyledi: "Burası Anıtlar Kurulu’nun denetimi altında. Onların izni olmadan vitrinimizi dahi değiştiremeyiz. Yazışmalar falan derken uzun bir süre satış da yapamayacağız. Şu ana kadar çekim ekibinden gelip de ’Zararınız nedir?’ diye soran olmadı. Polis merkezine suç duyurusunda bulunduk."

Hürriyet, 16.04.2012

 

******


İSTANBUL JAMES BOND'A FEDA OLDU

 

     

 

007 James Bond serisinin son filmi “Skyfall”un İstanbul Eminönü ve Beyazıt’ta gerçekleşen çekimleri için, önce ağaçlar kesildi, yollar kapatıldı. Sonra bir motosikletli, kovalamaca sırasında tarihi bir binada yer alan mücevher dükkanının vitrinini paramparça etti. Aralarında Hürrem yüzüğünün de bulunduğu birçok özel mücevherat yerlere saçıldı. İşyerine gelip tutanak tutturan Mete Boyberi, “Dükkanım olan bina 1461 ila 1489 yılları arasında yapılmış. Omotor alev alıp dükkanımı yaksa bunun hesabını kim verecekti? Şikayetçiyim” dedi. Daha sonraki gün olan pazartesi ise özellikle 550 yıllık tarihi Kapalıçarşı’nın, 1785’te yapılan, 227 senelik çatısına çıkarılan motosikletler, kiremitlerin üstünde cirit atıp, bazılarının kırılmasına neden oldu. Habertürk muhabiri, Kapalıçarşı’nın çatısında gerçekleşen motosikletli kovalamaca sahnesini görüntülemeyi başardı.

3 motorsikletin bulunduğu çatıda yaklaşık 20 görevli hummalı bir çalışma yapıyordu. Beton zeminde kovalamaca sahnesinin provalarını yapan motosikletlerden biri, 550 yıllık tarihi olan Kapalıçarşı’nın çatısındaydı. Kiremitlerin üzerinde son hızla seyrediyordu. Tarihi eser kapsamında olduğu için tamiratı izne bağlı çatıda onlarca kırık kiremit göze çarptı. Dün yeniden Kapalıçarşı’ya giden muhabirimiz, bu sefer bir paravanla karşılaştı. Çekimekibinin, çatının görüntülenmemesi için alanı ahşap paravanlarla kapladığı görüldü.





Kapalıçarşı Esnafları Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Faruk Bektaş, film ekibinin Kapalıçarşı’da herhangi bir zarar vermediğini belirterek, çatıdaki çekimlerde motosikletlerin üstünden geçtiği kiremitlerin sahte kiremitler olduğunu söyledi. Çatının üstündeki kiremitlerin en son 1983 yılında yenilendiğini ve hepsinin zaten harap halde olduğunu belirten Bektaş, “Film ekibi, sadece çekim yapacakları 100 metrekarelik bir alanda kiremitleri söktü. Onların yerine İngiltere’den getirdikleri kiremit görünümündeki plastik malzemeleri yerleştirdiler. Yapıya zarar vermemesi ve yükü azaltmak için de altlarını silikonla desteklediler. İstanbul Valiliği, Kültür Bakanlığı ve Büyükşehir Belediyesi yetkilileri de çekimleri sürekli olarak denetliyor” dedi. Kapalıçarşı’da çatı üstündeki çekimlerin sona erdiğini, sadece pazar günü iç mekanda aksiyon sahnelerinin çekileceğini kaydeden Bektaş, çarşı esnafının film çekimleri yüzünden bir şikayeti bulunmadığını belirterek, “Biz varlığımızı turizmle sürdürüyoruz. Filmin yapacağı tanıtım sayesinde bizim işlerimize de faydalı olacağını düşünüyoruz” diye konuştu.



 



Kapalıçarşı'nın çatısında yaşanan görüntüler, uzmanların da tepkisine neden oldu. James Bond filmi sahnelerinin çekilmesini değerlendiren sanat tarihçisi Prof.Dr. Gönül Cantay, yasalara göre kazı alanlarında dahi alet kullanılmasının yasak olduğunu hatırlatarak, “İstanbul, özellikle de Tarihi Yarımada film ya da belgeseller için bulunmaz bir plato gibi. Eğer izin verilecekse de bütün çekimlerin, Kültür Bakanlığı veya Kapalıçarşı özelinde mal sahibi görünen Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün denetimi altında yürütülmesi gerekir. Uygun yapımlarla filmlerin ülke tanıtımına katkısı elbette ki olumlu olacaktır. Ancak reklam katkısı olacak diye anıt eserlerimizin zarar görmesi kabul edilebilir mi? Anıt eserlerimiz reklama feda edilebilir mi?” diye konuştu. Prof. Cantay, Kapalıçarşı’nın problemlerinin aslında çekimlerle başlamadığını, binanın uzun bir süredir onarım beklediğini söyledi.

James Bond, İstanbul sokakları ve tarihi eserlerinin plato olarak kullanıldığı ilk yabancı film değil. Daha önce de çok sayıda Hollywood yapımı ve büyük bütçeli filme ev sahipliği yapan İstanbul’da çekilen önemli filmlerden bazıları şunlar:

TOPKAPI: 1964
İSTANBUL: 1957
ULUSLARARASI: 2009
PARALI ASKERLER (YOU CAN’T WIN’EM ALL): 1970
RUSYA’DAN SEVGİLERLE (FROM RUSSIA WITH LOVE): 1974
ALTIN YUMRUK İSTANBUL’DA (THE ACCIDENTAL): 2001
DOĞU EKSPRESİ’NDE CİNAYET
(MURDER ON THE ORIENT EXPRESS): 1974

 

Bond filminin Kapalıçarşı çekimlerinde yaşanan kaza, ABD’nin en saygın dergilerinden Vanity Fair’e konu oldu. Haberde, çekimler sırasında tarihi mekanlara zarar verildiği belirtilerek, “Motosikletli dublör virajı alamayınca 3 asırlık kuyumcu dükkanına girdi. Bunu ancak gerçek James Bond veya bir düşmanı yapabilirdi” ifadesi kullanıldı.

EMİNÖNÜN'DE İKİSİ ASIRLIK ÇINAR, 12 AĞACI KESTİLER
Adana’da başlayan Bond filminin İstanbul çekimlerinin yankıları, film ekibi gelmeden günler öncesinden başladı. Eminönü Meydanı’nın 5 Mayıs’a kadar aralıklarla trafiğe kapatılacak olması ilk günden tartışmalara neden oldu. Fatih Belediyesi, günler öncesinden bölgede hazırlıklara başladı. Öncelikle bölgedeki bazı ağaçlar kesildi ve budandı. Kesilen ağaçlar arasında kavak ve incirin yanı sıra, yaşı asırlara varan çınar ağaçları da bulunuyordu. Fatih Belediyesi ise kesim ve budamanın filmle ilgili olmadığını açıklarken, ağaçlara mevsimsel budama yapıldığı açıklandı. Kesilen ağaçların yerine ıhlamur ve dişbudak gibi ekonomik ömrü olan ağaçların dikildiği belirtildi. Ancak bölgede ikamet eden bazı görgü tanıkları senelerdir böyle bir uygulama yapılmadığını 2’si asırlık çınar 12 ağacın film için kesildiğini iddia etti.


Nuruosmaniye, Mercan ve Beyazıt arasında yer alan Kapalıçarşı 64 cadde ve sokağı, 2 bedesteni, 16 hanı, 22 kapısı ve yaklaşık 3600 dükkanıyla dünyanın en eski ve en büyük alışveriş merkezi olarak biliniyor. Fatih Sultan Mehmed tarafından 1461 yılında yapımına başlanan Kapalıçarşı, 45 bin metrekare kapalı alana sahip. Asıl büyük çarşı ise Kanuni Sultan Süleyman tarafından ahşap olarak inşa ettirilmiş. Osmanlı ekonomisinin kalbi olarak tanımlanan Kapalıçarşı, 19. yüzyıl başlarında banka ve bankerlerin Galata bölgesinde toplanmasıyla bu özelliğini kaybetmeye başlamış. Bedesten ve çarşı, 4. Mehmed zamanında 20 Kasım 1651 tarihli yangından başlayarak, 26 Kasım 1954 tarihindeki yangına kadar 20’yi aşkın deprem ve yangın felaketine maruz kalmış, 1894 depreminden sonra yapılan tadilatlarla bugünkü halini almış.

Habertürk, 18.04.2012

 

******


BAKAN GÜNAY'A 'JAMES BOND' SORUSU

CHP İstanbul Milletvekili Ali Özgündüz, TBMM Başkanlığı’na, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın yanıtlaması istemiyle soru önergesi verdi.

 

Çekimlerinin bir kısmı Adana’da tamamlanan James Bond serisi bir filmin çekimlerine İstanbul’da devam edilmekte olduğunu ifade eden Özgündüz, “Çekimlerden tarihi Kapalıçarşı’da yapılanlar esnasında yaşananlar, tartışmalara neden olmuştur. Kapalıçarşı’da gerekli önlemler alınmadan yapılan çekimler esnasında kazalar yaşanmış ve bu kazalardan birinde 330 yıllık geçmişe sahip tarihi binada hasar meydana gelmiştir” dedi.

 

“Filmin çekimleri öncesinde, film yapımcıları tarafından, Kapalıçarşı’da çekimler için izin alınmış mıdır?” diye merak eden Özgündüz, şu sorulara yanıt aradı:

 

“Eğer izin alınmışsa hangi kurum ve kuruluşlardan izin alınmış ve bahsi geçen izin için yapımcı şirket tarafından ödeme yapılmış mıdır? Ödeme yapılması söz konusuysa ne kadarlık bir ödeme, hangi kurumlara yapılmıştır? Çekimler için Anıtlar Kurulu izni mevcut mudur? Gerekli izinler alınmadıysa bunun nedenleri nelerdir?

 

Filmin çekimleri esnasında gerekli önlemlerin alınmadığı iddiaları doğru mudur? Tarihi eserlerin zarar görmemesi için alınması gereken önlemler alınmadıysa bunun nedenleri nelerdir? Önlem alındıysa kaza neden yaşanmıştır? Bu konuda Bakanlığınızca bir araştırma veya soruşturma yapılmakta mıdır?

 

Kapalıçarşı, Beyazıt ve Eminönü’nde, özellikle tarihi eserlerin gördüğü zararlar nelerdir? Bu zararların maliyeti nelerdir? Bu maliyet nasıl finans edilecektir?”

 

Öte yandan, “James Bond” serisinin yeni filmi ‘Skyfall’un İstanbul Kapalıçarşı’da kazayla başlayan çekimi için Kültür ve Turizm Bakanlığı inceleme başlattı.

Pazar günü yapılan çekimlerde motosikletli dublör kayarak çarşı içindeki 330 yıllık tarihi binada bulunan kuyumcu dükkanının vitrinini kırmıştı. Tarihi binayı kuyumcu dükkanı olarak kullanan Boybeyi Mücevher, dün filmin prodüksiyonunu yapan Pinewood Studios ve Anka Film hakkında savcılığa suç duyurusunda bulundu.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan alınan bilgiye göre, pazar günü Kapalıçarşı da tarihi binaya verilen zararla ilgili bakanlık yetkilileri kaza yerini inceleyerek bir rapor hazırladı.

Hazırlanan rapor İstanbul 1 Numaralı Yenileme Alanı Koruma Kurulu’na iletildi. Kurul raporu bu hafta içinde görüşerek kazada kasıt ya da ihmal var mı sorusuna cevap arayacak. Skyfall’un çekimleriyle ilgili yapılan protokolde Kapalıçarşı’ya herhangi bir zarar verilmemesi önemle vurgulandı.

Turizm Gazetesi, 18.04.2012

 

******


KÜLTÜR BAKANLIĞI: RAPOR BU HAFTA KARARA BAĞLANACAK

 

Kapalıçarşı'da çekimleri devam eden James Bond filminde yaşanan kazayla ilgili, Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan bir açıklama geldi. Yapılan açıklamada şu görüşlere yer verildi: "Film için izin verilirken 'Kapalıçarşı'nın bütününe herhangi bir zarar verilmeyecek. Taşıyıcı duvarlara dokunulmadan, kalıcı bir tesis yapılmaksızın film çekimi yapılabilir. Aksi davranış halinde 2863 sayılı koruma yasasının 66. maddesi gereği işlem yapılacaktır' denildi. Önceki gün yapılan çekimde yaşanan motosiklet kazasının ardından bakanlığa bağlı ekipler anında olay yerine intikal edip inceleme yapmışlardır. Yapılan inceleme sonucunda tutulan rapor İstanbul 1 Numaralı Yenileme Alanı Koruma Kurulu'nda bu hafta karara bağlanacaktır..."

Sabah, 18.04.2012

'SINIRSIZ TARİH, SINIRSIZ BARIŞ'

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türkiye'nin 2012 yılı tanıtım reklamlarını belirledi. Bakanlık Amerika, Orta ve Güney Avrupa, Kuzey Avrupa, Balkanlar, Uzakdoğu ve Ortadoğu gibi hedef pazarlarda yapılacak tanıtımlara 45 milyon dolar ayırdı.Temel slogan Türkiye'ye "Sınırsız Tarih, Sınırsız Barış" olarak belirlendi. Ülke ülke değişiklik gösteren sloganlarda İsveç, Norveç, Danimarka ve Finlandiya için İstanbul ve Kapadokya anlatılacak. İstanbul için "Bu şehir hiç uyur mu?" sloganı ön plana çıkarken, Kapadokya'da uçan balonlarda evlenme teklifi etme fikri sunularak, "Benimle evlenir misin?" sloganı kullanılıyor. Marmaris ise "Bak bir akvaryumun içerisindeyim" diyerek tanıtılıyor. ABD ve Rusya'ya yönelik Sümela Manastırı ve Göbeklitepe'nin bulunduğu reklam afişleri kullanılıyor.

Sabah, Haber: Burcu Çalık, 16.04.2012

DA VINCI TÜRKİYE'YE GELİYOR

 

 

16. yüzyıl İtalya’sının en ünlü üç ustasının, Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Raphael’in bilim ve sanatta nasıl izler bıraktıklarını anlatan “The Great Masters” sergisi, İsveç’ten ilk kez Türkiye’de sergilenecek.

 

İnteraktif sergi, 1 Haziran - 31 Temmuz’da Arter Tasarım ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi işbirliği ile Tophane-i Amire Büyük Salon’da gerçekleşecek. İsveçli sergi tasarım şirketi Excellent Exhibitions AB tarafından tasarlanan “The Great Masters” sergisi dünyaca ünlü İtalyan küratörler Alessandro Vezzosi ve Francesco Buranelli tarafından hayata geçirildi. “The Great Masters”, 2010 yılında Göteborg, İsveç’te açılan ve 130 bin kişi tarafından ziyaret edilen “:And There Was Light” sergisinin geliştirilmiş bir versiyonu. 

 

Sergide ziyaretçiler dokunmatik ekranlar vasıtasıyla Raphael’in yapmış olduğu resimler ve eski Roma kalıntılarını ölçme ve düzenleme çalışmalarını görebilir, Leonardo’nun icatlarının mekanik özelliklerini deneyimleyebilir, Sistine Şapeli’nin tavanını boyamanın zorluğunu anlayabilirler. Sergi, 3 ünlü usta üzerinden yola çıkarak, keşifler çağı olarak bilinen 16. yüzyıl İtalya’sını ve Rönesans’ı anlatıyor. 

 

Serginin Giriş bölümünde yer alan medya odasında sunulacak 3 dakikalık bir film gösterimi, Rönesans döneminin yaratıcı 3 ustası hakkında genel bir bilgilendirme yapacak ve ziyaretçileri sergiye hazırlayacak. Bir başka bölüm olan Adli İnceleme’de “Mona Lisa” başta olmak üzere ünlü eserler detaylı olarak incelenecek. Ardından dünyanın en ünlü resimlerinden olan “Son Yemek” gerçek ölçüsünde ziyaretçi ile buluşacak. Ziyaretçilerin Leonardo da Vinci’nin kullandığı tekniklerle tanışacağı bu bölümde perspektif, renk, postür ve oranın uyumu konu edilecek. Sergi mimariye de yer veriyor ve Raphael ile Michalengelo tarafından yapılan St. Peters Bazilikası’nın yanı sıra dönemin yapıları için kaç kişinin çalıştığı, ne kadar zamanda inşa edildiği anlatılacak. Dokunmatik ekranlar sayesinde Sistine Şapeli’ni ziyaretçiler detaylı bir şekilde inceleyebilecek. 

Milliyet, 16.04.2012

FATİH MEDRESESİ 'SINIRSIZ TARİH' İHALESİ TAMAM

 

Fatih Camisi avlusundaki tarihi medresenin yenilenmesi için yapılan ihale sonuçlandı. İl Özel İdaresi tarafından yapılan ihaleyle Fatih Külliyesi'nin Akdeniz medresesi olarak bilinen kısmı yenilenecek. İhalesi 6 Şubat 2012 tarihinde yapılan restorasyon işi 17 milyon 520 bin TL'ye malolacak.

 

Medrese Fatih Sultan Mehmet İstanbul'un fethinin ardından 1463-1470 yılları arasında yapıldı. Fatih Külliyesi'ni oluşturan medreseler 1766 depreminde cami ve diğer yapılarla birlikte zarar görmüşse de kısa süre içerisinde yeniden onarıldı.

Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 16.04.2012

REMBRANDT SANATINA DAİR

 

 

“İnan bana, sanat söz konusu olduğunda o eski deyiş hep geçerli: Dürüstlük, en iyi yoldur. Ciddi bir etüt üstünde çok uğraşmak, halkın hoşuna gidecek birtakım şıklıklar yapmaktan çok daha iyi. Kimi kez, çok kaygılandığım anlarda, o şıklığı gerçekleştirecek kolaylığa varmayı istemedim değil, ama üstünde biraz düşününce, hayır, diyorum, kendi kendime bağlı kalmalıyım kaba-saba bir yolla, sert, kaba ama gerçek şeyler anlatmalıyım. Resim-severlerin, aracı-satıcıların peşinden koşmayacağım, isteyen varsa bana gelsin. Mevsim erince ektiğimizi biçeceğiz, ölmemişsek eğer!” Van Gogh, kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplarda talep edilen estetik kaygılara hizmet etmek yerine zor olan yol olsa da ‘dürüstlük’ diye tanımladığı ‘gerçek şeyler anlatmayı’ tercih ettiğini ve hep edeceğini ifade ediyor. En etkilendiği ressamlardan olan Millet’nin ‘Mevsim erince ektiğimizi biçeceğiz, ölmemişsek eğer!’ sözünü de mektubuna yazarak açlık ve ölüm pahasına bile kendi duruşundan taviz vermeyeceğini anlatıyor. Nitekim insanların beğenisini kazanacağını bildiği eserler üretmeyi ‘kolaylık’ olarak ifade etse dahi, bunu yapmayarak hayatı boyunca Theo’dan aldığı maddi destek sayesinde yaşadı. Van Gogh bir diğer esinlendiği ressam olan Rembrandt’a hayranlığını şu cümleler içerisinde aktarıyor kardeşine: “Eğer bir adamı, resimleri inceden inceye incelediği için bağışlayabiliyorsan, kitap sevgisinin de Rembrandt’ı sevmek kadar kutsal olduğunu kabul etmek zorundasın; hatta ikisinin birbirini tamamladığı kanısındayım ben.” 

Işığın resme kattığı ifade
Van Gogh’un yaşamı boyunca kendini geliştirmek adına eserlerinin pek çok varyasyonunu yaptığı Rembrandt, Van Gogh’tan yaklaşık 200 yıl önce yaşamış olan memleketlisi, yalnız Van Gogh’un değil günümüzde sanat tarihçilerinin de dahi kabul ettiği ressamlardan. Rembrandt’ın dehası eserlerine ilk bakıldığında göze çarpan ışığı kompozisyon içinde bir varlık olarak yerleştirmesiyle somutlaşır. Sanatçının ışığın resme kattığı ifadeye verdiği önem son derece aşikardır. Rembrandt ışığı, kompozisyonda ön plana çıkarmak istediklerini vurgulamak için kullanarak izleyiciyi vermek istediği etkiye yönlendirir. Asıl önemli olan ise, resmin gölgede kalan kısımlarında gizlemeye çalıştığı detayların olmaması. Ustalığın verdiği net ve son derece ayrıntılı ifade gücü resmin bir yanını örtbas etme ihtiyacı içermez, aksine -çağının ötesine uzanarak- resmin içinde katmanlaşma yaratır. Bu katmanlaşma izleyenin algısında öncelik yaratarak resmin konusuna odaklanmayı sağlar. 19. yüzyılda Van Gogh’la aynı dönemde yaşamış olan yazar Çernişevski, “Bir sanat işi fikrin ve görüntünün uyumu için uğraşır” der ve “bir sanatçının işinin bir ayakkabıcının, bir kuyumcunun zanaatinden, kaligraftan yahut mühendisten ne daha az, ne de daha fazla olduğunu” söyleyerek sözünü destekler. İşte Rembrandt’ın ışığı kompozisyon içinde kullanış tekniği resmin konusunu, resimde vermek istediklerini yani ‘fikri’ vurgulamasını sağlar. Resmin konusu ve kompozisyonu arasındaki uyum mükemmeliyeti getirir. 

Rasyonellik
Rembrandt’ın resimlerini incelerken soyut bir resmi inceliyormuşçasına çeşitli sayıda anlam çıkaramazsınız. Yahut bir sohbet esnasında paylaşacağınız fikirleriniz resmin konusu ve içerdiği öğeler açısından farklılaşamaz. Çünkü Rembrandt’ın resmi Çernişevski’nin sanatla gerçeklik arasındaki ilişkilere dair düşüncelerini yansıtır niteliktedir. Çernişevski’nin “... sanat bir fikri soyut konseptlerle değil, yaşayan, bağımsız unsurlarla ifade eder. Sanatın, tabiatın ve yaşamın yeniden üretimi olduğunu söylerken aynı şeyden bahsediyoruz, tabiatta ve yaşamda soyut varlıklar olmaz, onlarda her şey somuttur. Bir reprodüksiyon yeniden üretimi yapılan nesnenin mümkün olduğunca özünü muhafaza etmelidir, bu nedenle bir sanat eserinde olabildiğince az soyut içermeli, içindeki her öğe yaşayan sahnelerde ve bireysel görüntülerde somut olarak ifade edilmelidir” sözleriyle Rembrandt’ın resimlerinden birden fazla mana çıkarmayışımızın nedenini açıklamış olur.


Bence Rembrandt’ın başarısı gerçeği resme yansıtmadan önce onu üstün algılama becerisinden kaynaklanır. Örneğin bir portrede, ressam karşısındaki modelin yüzündeki kırışıklıklarda biriken gölgeden, üzerindeki kumaşın dökümüne her detayı varlığının saf, somut ve yalın haliyle algılar. Daha da ötesi, resme işleyeceği duygunun ifadelerini kendi bünyesinde hissediyormuşçasına doğallıkla yansıtması bu duyguyu yaşamdan okuyarak etraflıca tanıması sayesindedir. Duyguyu hissedenin jestlerini, anlık yüz ifadelerini o kadar iyi tanır ki, resme bakarken resimdeki karakterin duruşundaki samimiyetten şüphe duymayız. Sözün özü Rembrandt’ın fırçasının kuvveti onun hayatı algılayışındaki rasyonellikten ileri gelir.


Rembrandt’ın eserlerinden bazıları Rembrandt’ın muasırı Vermeer, Hals, Bakhuizen gibi ressamların eserleriyle beraber Hollanda’nın en önemli müzelerinden olan Rijksmuseum koleksiyonundan derlenmiş olarak Sakıp Sabancı Müzesi’nde 10 Haziran’a dek görülebilir. 

Kaynakça: [1] Van Gogh, Vincent (1996). Theo’ya Mektuplar (Pınar Kür, Çev.) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. [2] Çernişevski, N.G. (2012, Şubat-Mart). Sanatla Gerçeklik Arasında Estetik İlişkiler (Pınar Dinlemez, Çev.) Gündoğusu Dergisi, Sayı: 1. < http://gundogusu.net/>.

Radikal İki, Yazı: Gamze Aygünal - Mimar, 15.04.2012

TRİPOLİS ANTİK KENTİNDEKİ KAZI ÇALIŞMALARI YENİDEN BAŞLAYACAK

 

Denizli’nin önemli tarihi kentlerinden biri olan ve 2010 yılında kazı çalışmalarına ara verilen Buldan’a bağlı Yenicekent beldesindeki Tripolis antik kentine 496 bin lira ödenek ayrıldığı belirtilerek, kazı ve restorasyon çalışmalarına yeniden başlanacağı bildirildi.

 

Denizli Valiliği’nden yapılan yazılı açıklamada, antik kentin kazı ve restorasyon çalışmalarının yeniden başlatılması için ciddi ve ısrarlı çabaların geçen yıl sonunda başlatıldığı ve bu girişim sonucunda Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın kazı iznini verdiği belirtildi.

 

Çalışmalar için Denizli Özel İdaresi’nin 400 bin lira, İŞKUR’un da Toplum Yararına Çalışma Programı çerçevesinde 96 bin lira ödenek ayırdığı kaydedildi.

 

Açıklamada, Bergama Kralı II. Attalos tarafından Tripolis ismiyle kurulan şehrin Laodikya’ya 30, Hierapolis’e 20 kilometre mesafede olduğu ifade edildi.

 

Pamukkale Üniversitesi’nce yapılacak kazının başkanlığını PAÜ Arkeoloji Bölümü Başkanlığı’ndan Yrd. Doç.Dr. Bahadır DumanIn yapacağı belirtildi.

Mynet Haber, 15.04.2012

ARKA BAHÇEDEN SERVET ÇIKTI

 
Kanada'nın Vancouver kentinde adı açıklanmayan bir sanatseverin hayatı, 100 Kanada Doları (180 TL) aldığı iki tablo ile değişti.

Kanadalıların evlerinin bahçelerinde her yıl bahar aylarında geleneksel olarak düzenledikleri arka bahçe satışlarında iki tabloyu satın alan Kanadalı sanatsever, tabloları Vancouver'daki Maynard's Müzayede Evi'ne götürdü. Tabloları uzmanlara inceleten müzayede evi yöneticileri, eserlerin Kanada'nın ünlü ressamlarından Thomas John Thomson'a ait olduğunu açıkladı.

Maynard's Müzayede Evi yetkilileri, sanatçının eserlerinin Avrupa'daki müzayedelerde 300 bin dolar civarında alıcı bulduğunu hatırlatarak, 16 Mayıs'ta yapılacak olan açık artırmada 150 ila 250 bin dolar arasında bir fiyata ulaşabileceklerini kaydettiler.

Kanada'nın Ontario eyaletine bağlı Claremont kentinde 1877 yılında dünyaya gelen Thomas John Thomson, 1907'de Toronto merkezli Grup 7 şirketinde grafik dizayn yapmaya başladı. Algonquin Ulusal Parkı'ndaki resim çalışmaları ile adını duyurmaya başlayan sanatçı, burada kurduğu atölyesini, birçok ressam ile de paylaştı.

Algonquin Parkı'ndaki Canoe Gölünde 1917'de kaybolan sanatçının cesedi, 8 gün sonra bulundu. Ölümü üzerindeki sır perdesi hiçbir zaman aralanamayan Thomson'un hayatı ve ölümü The Far Shore filmi ile beyazperdeye de aktarıldı.

Post-empresyonist resimler yapan Thomas John Thomson, Kanada'nın Van Gogh'u olarak tanınıyor.

Habertürk, 15.04.2012

7 YÜZYILLIK TARİHİ ÇÖPE ATTILAR

 

Konya'da çöp konteynerinde bulunan 11 cilt el yazması kitap, Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi'nde koruma altına alındı.

 

Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi Müdürü Bekir Şahin, eserlerin merkez Meram İlçesi Lale Bahçe Mahallesi'nde çöp konteynerinde bulunduğunu belirtti. Şahin, "Geçtiğimiz gün duyarlı vatandaşımız yolda geçerken konteynerde kitap olduğunu fark etmiş. Kitapları incelediğinde tarihi bir kitap olduğuna kanaat getirerek bize bildirdi" dedi.

 

Yapılan incelemede 11 cilt kitabın yazma eser olduğunun ortaya çıktığını kaydeden Bekir Şahin, şunları söyledi: "Bulunan eserlerden bazılarını kimlere ait olduğunu tespit ettik. Eserlerden biri Abdülhavid Es-Sivasi tarafından yazılmış 'Şerhu Fethu’l-Kadir' adlı eserdir. Bu kitap 1315 tarihinde basılmıştır. Kur’an'ın tefsiri konusunda hazırlanmış günümüz tefsir kitaplarına ışık tutan bir eserdir. 'Şerhu Mülteka’l-Ebhur' adlı eserde Mehmet Gelibolulu tarafından 1273 tarihinde basılmıştır. Denizlerin birleşmesi, buluşması anlamına gelen bu kitabın içerisinde Kuduri, Muhtar, Kenz, el-Vikaye, Mecma ve hidaye adlı fıkıh kitaplarındaki meselelerden toplanmıştır. Bu eser, fıkhi meselelerde sorunlarınıza cevap bulubileceğiniz en güvenilir kaynaklardandır. Diğer eserde Kamus-u Okyanus'dur. Türk kültürünün güçlü bilim adamlarından mütercim Asım Efendi’nin eseridir. Eser Firuzabadi’nin yazmış olduğu meşhur Arapça Kamusu’l-Muhit Sözlüğünün osmanlıca tercümesidir. Önemli ansiklopedik bir lügattir. Diğer eserde Muhammet Esad el-Hüseyni’nin Şerhu Tevcid kitabıdır."

Milliyet, Haber: Hakan Kaya, 15.04.2012

BOĞAZDAKİ ARAZİ ERMENİ VAKFININ OLDU

 

Beykoz Surp Nigoğayos Ermeni Kilisesi Vakfı, içinde Ermeni Mezarlığı'nın da bulunduğu 37 bin 500 metrekarelik arazi için İstanbul Büyükşehir Belediyesi aleyhine açtığı davayı kazandı. Hükümetin azınlık mallarının iadesiyle ilgili kanun hükmünde kararnamesiyle birlikte mülkler, Vakıflar Genel Müdürlüğü ile azınlık vakıfları arasındaki protokollerle iade ediliyor. Bunun son örneği olan İBB ile Beykoz Surp Nigoğayos Ermeni Kilisesi Vakfı arasındaki davanın sonucunda mahkeme tapunun da vakıf adına tesciline karar verdi. Vakıf Başkanı Varujan Mağatyan, "Yıllardır beklediğimiz bir karardı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi mahkeme kararını temyiz edecek. Ancak temyiz sürecinin de lehimize sonuçlanacağını düşünüyoruz" diye konuştu. İmar izni olmayan arazi, mesire alanı olarak kullanılıyor.

Sabah, Haber: Erhan Öztürk, 15.04.2012

İŞ DÜNYASI AYIŞIĞI'NI AÇTI

 

 

Balıkesir'in Ayvalık İlçesi'nde Suzan Sabancı Dinçer'in himayesinde 3 yıldır sürdürülen restorasyonla yenilenen Ayışığı Manastırı törenle açıldı. Açılışa, iş dünyasının önde gelen isimlerinden Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı, Koç Holding Onursal Başkanı Rahmi Koç, TÜSİ- AD Başkanı Ümit Boyner'in yanı sıra Cem Boyner, Halis Komili, Yaman Törüner gibi sanayici ve işadamları, manastırın eski sahipleri Fazıl ve Nilgün Katrinli, Teoman Mardan, Hayri Çulhacı, Sabancı Üniversitesi Müzesi Müdürü Nazan Ölçer, Ayvalık ATO Başkanı Rahmi Gençer ve yönetim kurulu üyeleri, Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi Başkanı Prof. Filiz Ali de katıldı. Konuklar, tekneyle manastıra götürüldü. Akbank Yönetim Kurulu Başkanı ve Murahhas Üyesi Suzan Sabancı Dinçer, 170 dönümlük arazi üzerindeki Ayışığı manastırının Ayvalık bölgesi ve uluslararası alanlarda düzenlenecek toplantılara ev sahipliği yapacağını söyleyerek, "Biz bu manastırı köhne ve yıkılmış bir haldeyken alarak kullanılabilir hale getirdik" dedi.





Rahmi Koç ise manastırı 30 yıl kadar önce satın almak istediğini ancak daha sonra vazgeçtiğini anlattı. Bu arada törenden önce Ayışığı Manastırı'nın tarihçesini anlatan ve Yrd. Doç. İpek Yada Akpınar'ın editörlüğünü üstlendiği kitabın tanıtımı ve imza günü yapıldı.

Sabah, Haber: Suat Salgın, 14.04.2012

 

******


AYIŞIĞI MANASTIRI'NIN İKİNCİ HAYATI

 

Suzan Sabancı Dinçer, 2009'un baharında gelip aşık olduğu Ayvalık’ın sembol mekanlarından Ayışığı Manastırı’nı satın aldı. Son derece zahmetli bir restorasyon işine girişti. Bu tarihi manastır artık konserlere, sergilere ev sahipliği yapan bir müze-ev olacak.
 

Ayvalık Türkiye’nin en şanslı köşelerinden biri. Müthiş doğasını, yeme-içme kültürünü, tarihi mirasını bir yana bırakın ona tutkuyla bağlanan ünlü iş insanlarının sayıları her gün artıyor.

 

Ayvalıklı ailelerden gelen Muhtar Kent, Ümit Boyner, Halis Komili nedeniyle Ayvalık’ı tanıyan, seven ve burada mülk edinenlerden söz ediyorum: Rahmi Koç, Güler Sabancı, Sevil Sabancı ve en son Akbank Yönetim Kurulu Başkanı Suzan Sabancı Dinçer.

 

Suzan Sabancı Dinçer, 2009'un baharında gelip aşık olduğu Ayvalık’ın sembol mekanlarından biri Ayışığı Manastırı’nı mübadeleyle gelen Katrinli ailesinden satın almış. Son derece zahmetli bir restorasyon işine girişmiş.

 

Cunda Adası’nın kuzey ucundaki Pateriça 2 köyünden hemen sonra, sırtını zeytinliklere dayamış bir yamaçta yer alan Ayışığı Manastırı’nın ya da Rumca adıyla Agios Dimitrios ta Salina’nın ikinci hayatı da böylece başlamış. Farklı ama anlamlı bir ikinci hayat.

 

Suzan Sabancı Dinçer, restorasyonu neredeyse üç yıl süren manastırın bundan böyle sadece bir aile evi olarak değil, konserlerle, uluslararası akademik toplantılara ev sahipliği yapan, Cunda ve Ayvalık’ı keşfe çıkan ziyaretçilere açık bir 'müze-yapı' olarak yaşamasını arzu ediyor. 17. yüzyılda Aynaroz keşişleri tarafından kurulmuş Ayışığı Manastırı’nın minik şapelinden keman sesleri yükselecek...

 

Ayvalık şanslı derken haksız mıyım? Tabii işin bir de Suzan Sabancı Dinçer’in sözleriyle şöyle bir tarafı var: “Ege’nin karşı sahillerinde yaşayanlara bir dostluk eli uzatmayı, mübadeleden neredeyse 90 yıl sonra Ayışığı Manastırı’nı bir barış sembolü olarak yeniden canlandırmayı istedik.” Ekonomik kriz kıskacındaki Yunanistan’a bundan daha anlamlı bir mesaj olabilir mi?

İki gün önce, Ayışığı Manastırı’nın açılışı için Cunda’da bir araya geldiğimiz Suzan Sabancı-Haluk Dinçer çifti son derece heyecanlıydı.

 

Ayışığı Manastırı’na davet edecekleri yabancı misafirlere, Türkiye’nin farklı bir yüzünü tanıtmak da işin içine girmiş durumda çünkü.

 

Suzan Sabancı Dinçer Chatham House Mütevelli Heyeti Üyesi. Aynı zamanda Prens Charles’ın başında olduğu, eğitim, sağlık, kültür gibi konularda dünyanın her yerinden faaliyet gösteren 'The Prince’s Charities' grubuna da dahil. “Bu ilişkilerim sayesinde Ayışığı Manastırı uluslararası toplantılara, konserlere de ev sahipliği yapabilir” diyor.

 

Ayığışı Manastırı’nın ikinci hayatına adımını atmasıyla birlikte çevredeki zeytinlikler de kurtulmuş. Manastır metruk halinden çıkıp bambaşka bir şeye dönüşürken, bakımları tek tek yapılan 2 bin 700 zeytin ağacı yeniden yeşermeye, meyve vermeye başlamış. Onların da ikinci hayatı başlamış.

 

Ayışığı Manastırı’nın ikinci hayatı hem manastırı, hem Ayvalık ve Cunda’yı anlatan muhteşem bir kitaba da vesile olmuş.

 

Cunda’nın meşhur Taş Kahvesi’nde tanıtımı yapılan 'Ayışığı Manastırı' kitabının yazarı İstanbul Teknik Üniversitesi öğretim görevlisi Doçent Dr. İpek Yada Akpınar. Akpınar ile yan yana düşünce İzmir’den Ayvalık’a otobüs yolculuğunun nasıl geçtiğini anlamadım. Akpınar, Ayışığı Manastırı kitabını yazamak için Osmanlı arşivlerine başvurmuş. Meşhur titizliğiyle, elindeki 1907 tarihli kartpostaldan yola çıkarak benzersiz bir restorasyon gerçekleştiren mimar Ersen Gürsel’den, eski Ayvalık ve Cundalılarla sayısız söyleşi yapmış. Hem mimar gözüyle, hem gazeteci merakıyla Ayvalık ve Cunda için önemli bir kaynağa imza atmış.

Hürriyet, Haber: Gila Benmayor, 15.04.2012

NARLAR KENTİ: SİDE

 

 

Antik Pamphylia’nın liman ve ticaret kenti olan, Yunan, Roma, Bizans döneminin özelliklerini bugüne taşıyan Side eskiçağ hikayelerini, modern çağın dinamizminde eritiyor.

 

Lidyalılardan Perslere, Büyük İskender’den Helen krallıklarına ve Romalılara kadar pek çok uygarlığın gelip geçtiği; Yunan, Roma, Bizans dönemlerinin yapı özelliklerini, modern çağın tüm gerekleriyle birlikte bugüne taşıyan Side, hala kıpkırmızı narların kenti... Hesychius’un sözlüğünde Side’nin anlamı, “nar” olarak geçiyor. Nar simgesi, zamanın paralarının, mermer yontuların üzerinde de yer almış. Yunanca’da narın adlarından biri olarak kullanılan Side sözcüğü, aynı zamanda pek çok kadın kahramana da ad olmuş.

Baharın tatlı serinliği eşliğinde antik bir yolculuk başlasın: Albenili kent kapısı ve Roma hamamı. Az ilerideki mermer yolu takip ederek ulaşacağınız limanda yer alan Athena ve Apollon tapınakları, şimdilerde balıkçıların ağlarına ve akşamları da rakı sofralarına mekan olmuş durumda. Ağlarını tamir eden, küçük çakılarla midye ayıklayan balıkçılara selam verip sütunlu yola geri dönmeli. Side’de kara surları varlığını hala sürdürürken deniz surları neredeyse hiç görünmüyor. Kara surlarının kimi yerlerinde 10 metre yüksekliğinde kuleler yer alıyor ki bunlar “konglomera” adı verilen taşlardan yapılmış.

Büyük bölümü dikdörtgen, kalan bölümü yuvarlak ve yarım yuvarlak olan kara surları ve aralarındaki kapılar, İS. II ve III. yüzyıllarda şeref avlusu olarak kullanılmış, sonraki yüzyıllarda ise savunma hizmeti sunmuş. Side’de toprak altında kalmış pek çok tarihi eserin açığa çıkmasında emeği geçen Prof. Arif Müfid Mansel tarafından 1947’de başlatılan kazı ve incelemeler, surların Hellenistik döneme ait olduğunu ortaya koymuş. Sütunlu caddede, araçlar ve insanlar kemerli bir kapının altından geçerek giriyor antik kente.

Kapının hemen dibinden başlayan, agoraya ve tiyatronun önüne kadar giden bu cadde, eskiden korint sütunları bulunan güzel caddelerden biriymiş. Şimdi eski görkemini yitirmiş. Otlarla kaplı olan diğer caddenin solunda Bizans bazilikasının kalıntıları görülüyor. Eski hamam kalıntıları ise restore edilerek müzeye dönüştürülmüş. 1940’lardan beri süren kazılardan çıkarılan buluntuların sergilendiği müzede asıl ilgi Nike, Herakles, Hermes ve Üç Güzeller Heykeli ile Zeus’un doğuşunun ve İksion’un cezalandırılışının anlatıldığı kabartmalara oluyor.

Müze öncesi bırakmış olduğumuz agoraya yeniden dönelim. Sadece temelleri kalmış kalıntılar, eskiden dükkanlarla çevrili, sütunlarla sınırlandırılmış muazzam bir yapıya aitmiş. Antik dönemde; korsanlar, esirlerini açık artırmayla agoranın avlusunda satışa çıkarırmış. Antik kentin en görkemli yapısı kuşkusuz ki tiyatro. Girişinde anıtsal kapı ve restore edilmiş bir çeşme bulunan tiyatro, MS 2. yüzyıla tarihleniyor. Mimarlık tarihi açısından önemi, diğer antik kentlerde olduğu gibi bir dağ yamacına yaslanmayıp kemerli mekanlar üzerinde kurulmuş olmasıymış. Geç Roma döneminde gladyatör gösterileri için kullanılan 15 bin kişilik tiyatronun sahnesi harap durumda. Tiyatro, MS V ve VI. yüzyıllarda açık hava kilisesine dönüştürüldüğü için sanırım, iki küçük şapel ve yanındaki yolun kenarında bir Dionyssos tapınağı bulunuyor. Önündeki sütunlar ise Mısır’dan getirtilmiş.

Habertürk (Kısaltarak), 14.04.2012

88 YILLIK TREN GARI KORUMA ALTINA ALINDI

 

 

Türkiye'nin doğusunu Ankara'ya bağlayan ana demiryolu hattı üzerinde 1924 yılında yaptırılan Yahşihan Tren Garı, günümüze dek hizmet verdi. Tarihi gar binası, Yahşihan Kaymakamlığı'nın girişimleri sonucu koruma altına alındı. Gar binası ile gara ait ambar ve yapılar da taşınmaz kültür varlığı olarak tescil edildi.

Yahşihan Kaymakam'ı Ahmet Ferhat Özen, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ilçenin tarihi yapılarına sahip çıktıklarını, 2. Abdulhamid dönemine ait demir köprüden sonra tren garının da koruma altına alınmasının sevindirici olduğunu söyledi.

Eski eser ve yapıları orijinal dokularıyla koruma altına almayı amaçladıklarını belirten Özen, ''Bu tarihi yapıların tarihi dokularıyla korunması, çevre düzenlemesiyle bakımlarının yapılması ve vatandaşın hizmetine sunulmasını amaçlıyoruz'' dedi.

Kaymakam Özen, gar binasının düzenleme çalışmaları için talepte bulunduklarını, Tabiat ve Kültür Varlılarını Koruma Kurulu tarafından taşınmaz kültür varlığı olarak tescil edilen garda inceleme yapıldığını belirtti. Özen, ''Gar, eski orijinal yapısı korunarak restore edilecek. Tarihi dokuları her zaman hatırlamak ve korumak adına buradaki tarihi garı Yahşihan'a ve Kırıkkale'ye kazandırmak istedik'' diye konuştu.

Yapı, Fotoğraf: Ahmet Yaman/AA, 13.04.2012

KUŞA BENZEYEN DİNOZOR FOSİLİ BULUNDU

 

BBC'nin haberine göre, İsveç ve Arjantinli bilim adamları, yaklaşık 70 milyon yıl önce yaşadığı sanılan kuş benzeri dinozorun fosilleşmiş kalıntılarını buldu.

Küçük, uzun bacaklı, iki ayaklı ve hızlı hareket eden, “Alvarezsaurid” familyasından gelen dinozora, kazı yapılan alanda bulunan omurga kemikleri nedeniyle, Bonapartenykus ultimus” adı verildi.

“Alvarezsaurid” familyasından dinozor fosilleri, daha önce de Güney Amerika ve Moğolistan'da bulunmuştu.

Radikal, 13.04.2012

SULTANAHMET CAMİİ DEPREME DAYANIR

 

 

Olası deprem tartışmalarıyla sallanan İstanbul için iyi haber... Sultanahmet Camii'nin yeraltı haritası çıkarıldı, 5 binden fazla profil incelendi. Çıkan sonuç uzmanlara rahat bir nefes aldırdı: Fay, kırık, çatlak ve kayma düzlemi gibi deprem riski yaratacak jeolojik süreksizliklere rastlanmadı.

 

İstanbul olası bir depremin sonuçlarıyla yatıp kalkarken, Vakıflar Genel Müdürlüğü İstanbul Bölge Müdürlüğü başarılı bir çalışmaya imza attı. Arkeolog, jeoloji mühendisi ve çevre mühendislerinden oluşan ekip Sultanahmet Camii'nin MR'ını çekti. Yapının oturum alanı jeoradar cihazlarıyla taranarak yeraltı haritası çıkarıldı; altındaki tesisat ve kanalizasyon hatlarının konum ve güzergahları da belirlendi. 396 yaşındaki yapının, depreme dayanıklı olduğu ortaya çıktı. Caminin 30 metre altı taranarak çıkarılan profillerin yorumlanması sonucu elde edilen 'Yapının oturum alanında fay, kırık, çatlak ve kayma düzlemi gibi deprem riski yaratacak jeolojik süreksizliklere rastlanmadı' ve 'Güneybatı tarafının 15 metre derinlikten sonrasında, zemini oluşturan kum ile kil tabakaları yeraltı suyu bakımından oldukça doygun' verileri, uzmanlara rahat bir nefes aldırdı.
 

İstanbul Teknik Üniversitesi Maden Fakültesi Jeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Naci Görür, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün yaptığı çalışmanın sonuçlarını şöyle değerlendirdi: Tarihi yarımada olası depremde şiddetli bir şekilde sarsılacak. Tarihi yapıların altından deprem dalgaları geçecek. Yapılan iş faydalı bir çalışma. Ancak burada esas olan sarsılmanın boyutları ve zeminin özelliğidir. Oradaki zemin killi, yeraltı suları bakımından zengin. Dolayısıyla burada temel ile zemin ilişkisini kurmak daha doğru olur. Yapının taşıyıcı unsurlarının da detaylı bir şekilde incelenmesi gerekir.

Akşam, Haber: Bülent Şanlıkan, 14.04.2012

TAPINAKLAR BÖLGESİ KORUMA ALTINDA

 

Side Belediyesi, tapınaklar bölgesi olarak adlandırılan Athena, Güney Bazilika ve Apollon Tapınağı çevresini koruma altına alarak alkoliklerin mekanı olmaktan kurtardı.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan tapınaklar bölgesinin tahsisini alan Side Belediyesi, Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nün 2012 yılında tapınaklar bölgesinde yapacağı ayağa kaldırma çalışmalarına da destek olacağını bildirdi. Side Belediye Başkanı Abdulkadir Uçar, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın tapınaklar bölgesi, Güney Bazilika, Liman ve Roma Hamamı tahsisini Side Belediyesi’ne yaptığını söyledi. ‘Side’de Tarih Gün Yüzüne Çıkıyor’ projesi kapsamında bu sene turizm beldesine 5 kent müzesi kuracaklarını belirten Uçar, Manavgat Milli Eğitim Müdürlüğü’nden tahsisini aldıkları Side Öğretmenevi’ni de müze yapacaklarını kaydetti.

 

Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü ve Side Kazı Başkanı arkeolog Doç.Dr. Hüseyin Alanyalı ve eşi Doç.Dr. Feriştah Alanyalı’nın tapınaklar bölgesinde ön hazırlık çalışması yaptığını belirten Uçar, Athena ve Apollon Tapınağı’nda en son restorasyon çalışmasının güney ve batı cephesinde restorasyon çalışmasının 1980 yılında yapıldığını hatırlattı. Uçar, Anadolu Üniversitesi’nin bu sene tapınaklar bölgesini ayağa kaldırma çalışması yanı sıra Side antik tiyatro yanında ticari agora içinde bulunan Tüke Tapınağı’nı da ayağa kaldıracağını kaydetti.

 

Belediye Başkanı Uçar, “Bakanlığın tapınaklar bölgesi, Liman, Roma Hamamı ve Güney Bazilika’nın tahsisini belediyemize yapmasına çok sevindik. Belediye olarak Side’yi Side yapan ana unsur tarih, kültür ve arkeolojik zenginliğimizi gün yüzüne çıkarmak istiyoruz. Tahsisin Side Belediyesi’ne yapılması aynı zamanda tapınaklar bölgesinin koruma altına alınması demek. Bölgeyi koruma altına aldık ve alkoliklerin mekanı olmaktan kurtardık. Bölgenin ışıklandırmasını dünya standartlarında yaptık. Bölgedeki çok sayıdaki güvenlik kameraları ile günün 24 saati görüntü alıyoruz. Özel güvenlik ekipleri bölgede sürekli kontrol ediyor.” dedi. 55 yıldır Side’de yaşayan Alman heykeltıraş Dietmar Friese, Apollon Tapınağı’nda restorasyon çalışmasının 1980 yılında yapıldığı ayağa kaldırma çalışmalarında kendisinin de yer aldığını kaydetti.

Yeni Alanya, 12.04.2012

EMEKLİ PROFESÖRÜN ANTİK KENT ÇIĞLIĞI

 

Anadolu başta olmak üzere Kuzeybatı İran, Mezopotamya ve Kafkasya arkeolojileri üzerine birçok araştırması ve kitabı bulunan Prof.Dr. Veli Sevin, İzmir’in Ödemiş İlçesi’ndeki Türkönü ve Kurucuova köyleri arasındaki Yelaldı mevkiine yapılacak Düzenli Katı Atık Depolama Tesisi’nin, Neikaia antik kentine ait sit alanına bitişik bir noktada kurulması halinde önemli bir tarihsel değerin zarar göreceğini söyledi.

 

Eşi Prof.Dr. Necla Sevin’nin de kendisi gibi emekli arkeolog olduğunu belirten Prof.Dr. Sevin, önümüzdeki günlerde yapılması planlanan Kurucaova’nın kuzeyindeki çöp deponi alanının ihalesinin iptal edilmesi gerektiğini, aksi takdirde telafisi imkansız sonuçların ortaya çıkabileceğini söylediler.

 

Aslen Ödemişli olan ve Anadolu arkeolojileri üzerine yaptığı araştırmalarla adından çokça söz ettiren Prof.Dr. Veli Sevin, Neikaia antik kentinin tarihi eserlerinin günümüze dek iyi şekilde korunduğunu aktararak, bu antik kentin yakınında bir çöp deponi alanı yapılmasının, yanlış arazi tercihi olacağını kaydetti.

 

Bu duruma karşı çıkmanın toplumsal bir sorumluluk olduğunu ifade eden Sevin, şöyle konuştu: “Yeni katı atık döküm sahası Neikaia adını taşıyan antik kentin sit alanı sınırlarına bitişik bir yerde kurulacak. Kuruluşu MÖ 7. yüzyıla, Lydia Krallığı dönemine değin uzanan kent Roma İmparatorluğu döneminde yeni baştan ihya edilmiş. Kentte basılmış en eski paralar MÖ 1. yüzyıl tarihlidir ve kentteki sikke darbı MS 3. yüzyılın başlarına kadar sürmüş. Bazı paralarının arka yüzünde Sağlık Tanrısı Asklepios’un ve çoğu kez de oğlu kabul edilen cüce Telesphoros ile Sağlık ve Temizlik Tanrıçası kızı Hygieia’nın resimleri bulunuyor. Hastalıktan kurtulma, nekahet, sağlık ve temizliği simgeleyen tanrı ve tanrıça betimlemeleri kentin bir tür sağlık merkezi olarak kabul edildiğine işaret ediyor.”

 

Neikaia antik kentinin geniş bir sahaya yayıldığını ve kazılarla daha çok tarihi eserin gün yüzüne çıkabileceğini belirten Sevin, “Harabelerin güneybatı eteklerinde bugün kullanılmayan bir civa maden tesisi bulunuyor. Eskiçağlarda Yukarı Kilbiani denen bu yöre, dünyanın en kaliteli zencefre (civa sülfür) madenleriyle tanınıyordu.

 

Bu maden eskiden boya yapımı, ilaç ve kozmetik sanayinde kullanılan bir maddeydi ve Ephesos limanı aracılığıyla tüm dünyaya ihraç ediliyor. Paralarının arka yüzünde rastlanan sağlıkla ilgili figürlerin bu madenle ilgili olduğunu düşünüyoruz.

 

19. yüzyıldan beri birçok Batılı bilim adamının araştırmalarına sahne olmuş Neikeia kentinin akropolü, tiyatrosu, sarnıçları, önemli kamusal yapıları ve mezarlığına ilişkin kalıntılar geniş bir sahaya yayılmış durumdadır. Çöplük ise maalesef yüzeyden görülebilen kent merkezinin 300-500 metre kadar güneydoğusunda yer alacak” dedi.

 

Düzenli Katı Atık Depolama Tesisi’nin Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’nin yöresel kahramanlarından Gökçen Hüseyin Efe’nin Yunanlarla çarpışarak şehit olduğu arazinin üzerine kurulacağını belirten Sevin, şöyle devam etti: “Türkönü ve Kurucaova köyleri arasındaki bu çöplük sahası ulusal tarihimiz açısından da ayrı bir önem taşıyor. 21 Kasım 1919 tarihinde yöre kahramanlarından Gökçen Hüseyin Efe Yunanlılar’a karşı tam da bu tepelerde mevzi kurmuş ve Kaymakçı’nın işgaline karşı koymak üzere mücadele ederken bu alanda şehit düşmüştür. Mezarı 1971 yılında Kaymakçı’ya nakledilene dek bu tepede kaldı. O kahraman müdafilerin Gökçen Efe’nin vurulduğu yere oyduğu ay yıldız işaretleri çöplük alanındaki kayalarda bugün hala görülebilir.”

 

Çöp depolanması ile bölgenin turizm potansiyelinin yok olacağına dikkati çeken Sevin, “Söz konusu çöplük kurulduğu takdirde, günümüzde insanlığın en çok ilgisini çeken konulardan bir durumundaki kültürel mirasın korunması ilkesinin büyük bir yara alacağı kuşkusuz.

 

Ayrıca böylelikle bölgenin gelecekteki cazibe merkezlerinden biri adeta yok olacak. Arkeolojik kazılar yapılmaya elverişli bir ören yerinin çöplerle kirletilmesi yöreye olan ilginin azalmasını da beraberinde getirecek, bölge turistik bir ilgi alanı olma adaylığını daha en başından yitirip gidecek” diye konuştu.

haberler.com, 12.04.2012

SAHİP ÇIKTI KABAHATLİ OLDU

 

Türkiye’nin kaçırılan tarihi eserlerin geri getirilmesiyle ilgili mücadelesi uluslararası alanda yankı buluyor.

 

ABD’nin önde gelen haber dergilerinden Newsweek, son sayısında Türkiye’nin Batılı müzelerle giriştiği, kendi sınırlarından kaçırılmış tarihi eserlerin geri döndürülmesi mücadelesini “milliyetçilik” olarak yorumlayarak, Türk yetkilileri eleştirdi.

 

Dergiye göre, Türk hükümeti, yabancı müzelerdeki eski Anadolu eserlerini geri kazanmak için yürüttüğü sözlü kampanya ile milliyetçi puan toplamaya çalışıyor. Geçen sene Türkiye Kültür ve Turizm Bakanlığı, yabancı arkeoloji ekiplerinin kazı izinlerini askıya alabileceği tehdidinden, müzelere sergiler için eser gönderimini bloke edebileceğine kadar “agresif” önlemlere başvurdu. Son olarak geçen ay, New York’taki Metropolitan Müzesi, Londra’daki British ve Victoria and Albert Müzeleri’ne sergiler için eser gönderme lisansı vermeyeceğini açıkladı. Bunun ardından müzeler Bizans ve İslam, Hac gibi önemli sergilerini ertelemek ya da Türk olmayan eserlere başvurmak zorunda kaldılar. Dergiye, adını vermeden konuşan Batılı bir müze yöneticisi Türkiye’nin yaklaşımını, “Buna şantajdan başka bir şey demek zor. Tartışmalı eserleri geri almak için uluslararası arkeolojik çabaları tehdit etmek etik dışı” diye değerlendirdi. Dergi yazıda Türkler için “arsız” ifadesini de kullandı.

 

Sfenks nasıl geri geldi?

Türkiye’nin ülkesinden yasadışı yollarla çıkartılan tarihi eserleri geri kazanmaya hakkı olduğunu kabul ettiğini vurgulayan dergi, son olarak bu çabaların bir sonucu olarak Yorgun Herkül heykelinin Türkiye’ye geri getirildiğini, 1998’den bugüne kadar Türkiye’ye 4 bin 519 kaçırılan eser geri getirildiğini hatırlattı. Yazıda Alman arkeologların Boğazköy’de çıkartıp, 1917’de restorasyon için Berlin’e gönderdikleri 3 bin 500 yıllık iki sfenksin öküsü de yer aldı. Geçen sene Türkiye’nin Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün (DAI) arkeoloji lisansını askıya alma tehdidi ile olayı hızlandırmaya çalışmıştığını yazan dergiye göre bu tehdit çok ciddiydi ve Alman hükümeti teslim oldu, sfenks kasım ayında geri alındı. Yine derginin yorumuna göre, Türkiye’nin DAI’nin altı kazı alanını kapatması, “şoke edici kültürel bir barbarlık olurdu”.

 

İddia: Baskı yapılıyor

Fakat derginin haberine göre, Almanların Bergama’daki neredeyse yüzyıllık yatırımına karşın yerel yetkililer Almanlara hala şüpheyle yaklaşıyor. DAI, turizm yetkililerinden, yıkılan tapınakları yeniden inşa ederek ziyaretçiler için daha fotojenik bir hale getirmesi için baskı görüyor. Dergi yazısına şöyle devam ediyor: “Fakat kendi miraslarını hırsızlar ya da şehir planlamacılarına karşı koruma konusuna gelince Türk yetkililer daha az heyecanlılar. DAI’nin Türkiye projesi direktörü Doktor Felix Pirson sık sık yerel polis tarafından çağrılarak, Bergama civarında yerli hazine avcıları tarafından parçalanmış antik mezarlarda “kurtarma kazıları” yapmalarını istiyor.

 

Mezar hırsızları organize, sistemli ve büyük ihtimalle yerel halka entegre olmuş durumda ve çok azı yakalanıyor.

 

Türk hükümeti aynı zamanda Allianoi’deki multimilyonlarca dolarlık baraj projesine izin verirken etrafındaki çok önemli arkeolojik alanların yıkılmasından hiç endişe duymadı. Yorgun Herkül heykelini isterken çok gayretli olan Başbakan Erdoğan, geçen sene İstanbul Yenikapı’daki Bizans arkeolojik kazılarına, Boğaz’dan geçecek tünel projesi için sonlandırılmasını emretti, tüm alan sonsuza dek yok oldu.”

 

Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun uzak sınırlarından getirilen eserleri müzelerinde tutması da eleştiri konusu oldu. Dergiye konuşan Avrupalı bir bürokrat, “Bir kere eserlerin orijinal yerlerine geir döndürülmesini istediğinizde absürd sonuçlara ulaşırsınız” diyor.

 

The Times gazetesi British Museum’dan tarihi eserlerini geri isteyen Türkiye’nin taş levha Samsat Steli talebini sayfalarına taşıdı. Habere göre Türkiye, ocakta stelin iadesini isteyerek, ‘Yunanistan’dan sonra müzedeki bir obje üzerinde hak iddia eden ikinci ülke oldu’. Gazete, Türkiye’nin son iki yılda müzelerdeki hak iddialarına hız verdiğini belirterek, müzenin iade yerine, süresiz ödünç teklifini de geri çevirdiğini yazdı. Yunanistan’ın talep ettiği Elgin Mermerleri ise 30 yılı aşkın süredir anlaşmazlık konusu. İngilizler önce bu mermerleri Yunanistan’ın sergileyecek yeri olmadığı için vermeyi reddetti, Yunanlılar özel müze inşa etti. Bunun üzerine, Yunanistan’ın havasının eserlere zarar verebileceği iddia edildi.

Vatan, 10.04.2012



8 - 14 Nisan 2012

HZ. İSA'NIN MEZARI MI?

 

Kudüs'ün kenar mahallelerinden birinde bulunan mezardan çıkan ve Hz. İsa'ya ait olduğu iddia edilen kemikler, yeni bir tartışma başlattı. Simcha Jacobivici ve James Tabor adlı iki araştırmacının uzaktan kumandalı robotlar yardımıyla yaptıkları keşfe göre söz konusu mezar, çarmıha gerildikten sonra buraya gömülen Hz. İsa ve ailesine ait! İkilinin yaptığı açıklama, Hz. İsa'nın mezarının Kudüs'ün merkezindeki Kıyamet Kilisesi'nde bulunduğuna inanan Hıristiyanların tepkisini çekti. 2007 yılında çektiği "İsa'nın Kayıp Mezarı" adlı belgeselle Hıristiyan dünyasında büyük bir tartışmaya yol açan Kanadalı yönetmen Simcha Jacobivici, Hz. İsa'nın mezarıyla ilgili yeni bulguları içeren belgeselin ikinci bölümünün önümüzdeki haftalarda yayınlanacağını söyledi.

Sabah, 13.04.2012

BAKAN GÜNAY: VAN MÜZESİ TAŞINACAK

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Van Müzesi’nin kullanımının deprem sonrasında can ve mal güvenliği açısından sakıncalı olduğunun belirlendiğini anlattı ve “Bu nedenle müzede yapılacak çalışmalar süresince eserlerin uygun bir mekana taşınması planlanmaktadır” dedi.

BDP Van Milletvekili Nazmi Gür’ün, Van’da deprem sonrasında hasar gören tarihi yapılarla ilgili yönelttiği soru önergesini yanıtlayan Günay şu bilgileri verdi:
 

“Deprem nedeniyle, orta dereceli hasar gören Van Müzesi, fiziki açıdan uygun şartlar sağlanıncaya kadar ziyarete kapatıldı. Müze eserlerinin eski Van’daki Hüsrev Paşa Camisi içinde yer alan külliyeye taşınmasına yönelik incelemeler devam etmektedir. Van müze binasında deprem sonrası güçlendirme ihtiyacı olup olmadığına yönelik deprem dayanıklılık testleri ve analizleri de yaptırılmaktadır. Analiz sonuçlarına göre mevcut müze binasının kullanılıp kullanılmayacağına karar verilecektir.”

Hürriyet, Haber: Umut Erdem, 13.04.2012

TÜRK ÇAĞDAŞ SANATI ARCO 2013'DE TANITILACAK

 

 

Dünyanın önemli çağdaş sanat fuarlarından İspanya'nın başkenti Madrid'deki ARCO'ya 2013 yılında konuk ülke olarak katılacak Türkiye'nin küratörlüğünü yapan Vasıf Kortun, ''Türkiye, ARCO için doğru bir yıl seçti'' dedi.

 

Türkiye'nin ARCO 2013'e konuk ülke olarak katılacağının resmileşmesinden yaklaşık bir ay sonra Madrid'e gelen küratör Vasıf Kortun, IFEMA fuar alanı yöneticileri, ARCO direktörleri ve İspanyol sanat yazarlarıyla bir araya geldi. Türkiye Büyükelçiliği'nin Madrid'deki rezidansında verilen resepsiyonda kısa bir konuşma yapan Kortun, son 12 yılda farklı sebeplerden dolayı birçok kez ARCO'ya geldiğini belirterek, ''ARCO'ya konuk olan ülkeleri hep kıskanmışımdır ve 'Ne zaman Türkiye olacak' sorusunu çok sormuşumdur'' diyen Kortun, Türkiye'nin doğru bir yılda ARCO'ya katılmasına ve küratör olarak kendisine verilen güvenden dolayı çok mutlu olduğunu söyledi.

Türkiye'de sanatsal açısından çok çeşitli enerjilerin bir araya geldiğini vurgulayan Kortun, sözlerine şöyle devam etti:
''10-20 yıl öncesine oranla sanat ortamının ciddi anlamda olgunlaşması, çok daha güçlü bir sanat ortamı ve sanatçılar bulunması; sanata desteğin çok ciddi bir yapıya kavuşmuş olması; ve son olarak Türkiye için yeni bir ortam diyebileceğimiz her anlamda devlet desteği verilmesi çok önemli gelişmeler. Dolayısıyla proje kötü olursa beni kıyasıya eleştirebilirsiniz.''

Vasıf Kortun ayrıca, Türkiye'deki güzel sanatlar ve yeni kültür üretiminin özellikle son 15 yılda çok ciddi bir hareketlilik içinde olduğunu belirtti.

Resepsiyonda konuşan Türkiye'nin Madrid Büyükelçisi Ayşe Sinirlioğlu da Vasıf Kortun'un ''mükemmel bir profesyonel geçmişe sahip olduğunu, Türkiye'de ve yurt dışında çok sayıda prestijli çalışmaya imza attığı'' kaydederek, ''Bu projede ona sahip olmak bizim için bir şans. Onun tecrübesi ve yönetimi ARCO'da Türkiye'nin başarısını garanti edecek önemli faktörler olacak. Çok pozitif bir sonuç elde edeceğimize inanıyorum'' ifadesini kullandı.

Madrid'deki temasları sırasında küratör Kortun, iyi bir proje hazırlanması halinde Türk çağdaş sanatının ARCO'da evsahibi İspanyollara ve diğer uluslararası katılımcılara tanıtılmasının zor olmayacağını söyleyerek, ''Türkiye'de gerçekten çok güçlü sanatçılar var. Eskisinden çok daha güçlü ve yaygın bir ortamdan bahsediyoruz. Kurumsal anlamda da destek var. Dolayısıyla gözardı edilemeyecek bir şey oluyor'' diye konuştu.

Türkiye'nin ARCO'ya katılımında İstanbul'daki galerilerin ağırlıklı olacağını gizlemeyen Kortun, buna rağmen ''Ben de İstanbulluyum, ama her şey İstanbul demek değil. Galeri olarak başka kentlere de bakıyorum. Olur mu olmaz mı bilmem, ama o niyetim var'' dedi.

''Bu zamana kadar Türkiye'den ARCO'ya katılım yok denebilecek kadar az düzeydeydi. Türk çağdaş sanatı da İspanyollar için bir kapalı kutu gibi, ne verirsek onu alacaklar. Bunun size göre riskli bir yanı var mı?'' sorusuna Türk küratör, ''Yok. Gözü ve gönlü açık bir şekilde sergiye bakmaya gelen insanlar için bir sıkıntı olduğunu sanmıyorum. Ama tabii bazı şeylere illa ki dikkat etmek gerekiyor. Uluslararası bir proje yapıyorsanız onun arkasını sağlam tutmanız gerekiyor. Her şey kolayca anlaşılır olmayabilir, her şey sıradan ve basit olmayabilir, her şey tanıdıkları bir kültürden gelmediği için daha zor okunabilir. Ama onun altyapısını hazırlarsanız, belli bir eğitim ve bilgilendirme programı içinde sunarsanız o zaman yollar daha kolay açılır'' cevabını verdi.

Kortun, Türkiye'nin ARCO'daki küratörü olarak ilk önce Madrid'e gelip temaslarda bulunmak istediğini, henüz çok fazla dillendirmese de Türkiye'de heyecan olduğunu gördüğünü belirterek, ARCO'daki Türkiye pavyonunun temasız olabileceğini ifade etti.

Habertürk, 12.04.2012

İNÖNÜ STADINA 'BERLİN MODELİ'

 

  

 

Beşiktaş'ın Stadı, Beşiktaş'ta yapılacak. Bu söylem son günlerde tehlikede idi. Özellikle Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın 'İnönü'yü yıkamazsınız. Beşiktaş Stadı'nı başka yere yapsın' sözleri ile durum iyice kritik noktaya gelmişti.

Krizden çıkmak gerekiyordu. Tehlikeyi fark etmek gerekiyordu... Beşiktaş'ın çiçeği burnundaki Başkanı Fikret Orman, hemen 'acil eylem planı' yaptı. Başbakan'ın Urimçi-Pekin seyahati onun için büyük bir fırsattı.

Özellİkle Ertuğrul Günay'ın 10 saatlik yolculukta bulunması çok önemliydi. Bu asisti kaçırmadı Orman... Hemen seyahate Beşiktaş Başkanı olarak dahil oldu. Uçakta İnönü Stadı projesini çözecekti.

Şam krizinin damga vurduğu yolculukta İnönü'yü gündeme getirdi Orman. Başbakan Erdoğan hem Günay'ı hem Orman'ı önce ayrı ayrı, sonra birlikte dinledi.

Yolculuk uzundu ve Erdoğan kafasına takıldıkça iki tarafı özel bölüme çağırdı, sorularını sordu... Bakan Günay, 'Orası yeşil alan olmalı... Olmaz' derken Orman 'Stat olmazsa olmaz' diyordu. Başbakan 'rantsız çözüm'e 'evet' dedi. Yani otel ve alışveriş merkezi yapılmayacaktı.





Ancak Günay'ın 'Tarihi doku zarar görmesin' ısrarı da devam ediyordu... Pes etmiyordu Bakan... Fikret Orman'sa stadı yıkıp yeniden yapmak istiyor, 45 bin kişilik yeni bir Arena planlıyordu...
BaŞbakan Erdoğan'ın hakemliğinde iş 'tarihi doku'yu çözmeye kalmıştı. Günay'ı ikna etmek gerekiyordu. Peki bu nasıl oldu? İşte Orman'ın ikna planı:

'Sayın Başbakanım, Sayın Bakanım... Berlin Olimpiyat Stadı buna çok iyi bir örnek. Almanlar tarihi dokuya zarar vermeden olimpiyat stadını günün şartlarına uygun şekilde yenilediler. Biz de aynı şekilde, tarihi dokuyu bozmadan yapabiliriz.'

İşte bu sözler üzerine ikna olan hem Başbakan Erdoğan hem de Bakan Ertuğrul Günay onay verdi.

Özetle Orman, İnönü ile ilgili uçakta iki zafer kazanmıştı. Stat başka yere taşınmayacaktı. Beşiktaşlılar'ın istedği olmuştu. Stat yıkılıp yeniden yapılabilecekti. Böylece verimli hale getirilecekti.

Şimdİ taraflar çalışmalara başlayacak. Başbakan'ın 'olur' iradesine 'tamam' diyen Bakan Günay ile Fikret Orman, İnönü'nün yeniden yapılması için model çalışacak. Orman, stadı Beşiktaşlılar'ın yapmasını istiyor. Bakan Günay ve Spor Bakanı Suat Kılıç da 'devlet' desteğinden yana. Bu konuda da taraflar anlaşmaya yakın.

İşte İnönü zaferinin hikayesi böyle. Konuyu Polis Teşkilatı'nın 167. yıl kutlamalarında Beşiktaş Başkanı Fikret Orman'a sordum.. 'İnönü için o yolculuğa gitmek gerekiyordu' dedi. Sonra da 'Berlin Stadı' modelini uygulayacaklarını söyledi.

Özetle İnönü Berlin gibi olacak. Deniz tarafındaki tarihi tribün kalacak, diğer bölümler yıkılıp dışı 'taş yapı' görüntüsünde, içi ise 5 yıldız görkeminde bir stat yapılacak. Beşiktaş yeni projesiyle hem çağdaş bir stada kavuşacak hem 'tatlı gelir'le özellikle futbol ekenomisini düzenleyecek.

Radikal, 12.04.2012

 

******


İNÖNÜ MÜJDESİ!

 

Ertuğrul Günay, Beşiktaş İnönü Stadı'nın yeniden yapımıyla ilgili açıklamalarda bulundu.

Günay İnönü stadyumu konusundaki anlaşmayı " Önümüzdeki günlerde, stadın tarihi özelliğini koruyacak şekilde, denizden biraz daha içeri çekilmiş şekilde, boyutlarını büyütmeksizin ve altına AVM sokmaksızın, tarihsel ve sanatsal değeri olan bir spor kompleksi olarak yeniden inşaatı konusunda bir ortak projede çalışacağız" şeklinde dile getirdi.

FİKRET ORMAN BENİMLE VE SAYIN BAŞBAKANLA GÖRÜŞTÜ
Başbakan Erdoğan'la birlikte Çin'e gerçekleştirdikleri ziyarete Beşiktaş Kulübü Başkanı Fikret Orman'ın da katıldığını belirten Kültür Bakanı Günay," Sayın Orman nezaket gösterdi, bizimle Çin'e kadar geldi. Sayın başbakan ve benimle görüştü. Karşılıklı fikir alışverişinde bulunduk. Ben baştan itibaren İnönü Stadı yerine bir AVM yapılmasını, bir rant merkezi yapılmasını doğru bulmadığımı, esasen tarih içinde İnönü stadının yerinin gelecek için sıkıntı verebileceğini söylüyordum. En azından stadın İstanbul'un ilk spor kompleksi olarak, mevcut yerinde iyileştirilerek korulabiliceğini söylüyordum ki, şimdi yeni yönetimle bu noktaya geldik" dedi.

DEPREM TEHLİKESİNDEN KURTULACAK
Eski yapıya uygun bir yapı yapılması gerektiğinin altını çizen Günay,"Boyutları büyütülemez, altına bir yapı yapılamaz. İBB'nin yaklaşımı ve sayın başbakanın yaklaşımı bu. İstanbul böylece, hem bir spor yapısının deprem tehlikesinden kurtulmasını sağlayacak, hem de o vahaya yakışır bir mimari eseri İstanbul'a kazandırmış olacağız" şeklinde konuştu.

MİLLİYETÇİLİK SUÇLAMASINA YANIT
Uluslararası bir dergide çıkan ve Türkiye'yi tarihi eserlerin iadesi konusunda Milliyetçi davranmakla suçlayan bir habere de tepki gösteren Kültür Bakanı Günay, " Kültür varlıklarımızı korumak, Milliyetçilikle suçlanacak bir yaklaşım tarzı değildir. Bu kendinize saygının dünyaya saygının doğal sonucudur. Bizden geçerliliği tartışılmaz belgeyle gitmiş eseri tartışmıyoruz. Bizden herhangi bir belgeyle gitmeyen eserleri, çalıntı tarzında götürülmüş eserleri bir müzelerinde bulunduruyorsa,o müze bizimle işbirliği talebinde buluyorsa, önce bir işbirliği talebinde bulunuyoruz. Batının birçok müzesinin rahatsız ediyor. Yakışıksız ifadeler kullanmışlar kendilerine hak ettikleri cevapları önümüzdeki günlerde vereceğiz" şeklinde konuştu.

İSTANBUL MODERN'İN KAPATILMASI TARTIŞMALARI
Günay, Galataport içinde yer alan İstanbul Modern'in kapatılacağı şeklindeki haberleri hatırlatan bir gazeteciye, "İstanbul Modern, 8 yılını doldurdu. İstanbul'un kültür yaşamına önemli katkılar yaptı. Daha iyi bir formül bulmadıkca, mevcut yapıya kimsenin el sürmesine bakanlık olarak imkan vermeyiz" yanıtını verdi.

Vatan, haber: Özgür Altuncu, 12.04.2012

ASIRLIK ÇINARLAR TEDAVİ EDİLİYOR

 

Kadıköy Belediyesi, Erenköy Kantarcı Rıza, Nurettin Ali Berkol ile Suadiye Pembegül Sokak'ta bulunan, hastalık nedeniyle çürümeye başlayan 100 çınar ağacına hayat veriyor. Geçen yıl tedavi işlemiyle 90 asırlık çınar ağacına hayat veren Park Bahçeler Müdürlüğü ekipleri, çınarların çürüyen yaralarını temizleyip, ilaçlıyor, hastalıklı bölümleri bakterilerden uzaklaştırarak betonla doldurup, yaşama sürelerini uzatıyor. Belediye Başkanı Selami Öztürk, ağaçların uygulanan tedavi ile ölümden kurtarılıp, ömürlerinin uzatıldığını belirtti.

Sabah, 12.04.2012

TARİHİ ESERLER İÇİN KIYASIYA SAVAŞ

 

 

Türkiye'nin yurtdışına kaçırılan Anadolu kökenli tarihi eserler için son dönemde izlediği ısrarlı takip, Batı medyasına konu oldu.

 

İngiliz Times Gazetesi ve ABD'nin Newsweek dergisi, Türkiye'nin bu çabasını, 'arsızlık ve şantaj' olarak nitelendirirken, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Murat Süslü, değerlendirmelere tepki gösterdi. Süslü, 'Geri istemek ne zaman yüzsüzlük arsızlık oldu. Biz haklı olduğumuz için sesimiz daha fazla çıkıyor' dedi. ABD'den Başbakan'ın uçağında getirilen Yorgun Herkül ve Almanya'dan iadesi sağlanan Boğazköy Sfenksi ile Türkiye'nin Anadolu'ya dönüş operasyonu adını duyurdu. Yurtdışından 1998-2002 arasında 492 eser, 2002-2007 arasında 756 eser, 2007 sonundan günümüze kadar da 3 bin 272 eser getirildi. Toplamda getirilen eser sayısı, ağırlık olarak sikke olmak üzere 4 bin 520'ye yükseldi. Türkiye'nin yurtdışından iade çalışmalarına devam ettiği 28 eser bulunuyor. 

Akşam, Haber: Volkan Yanardağ, 12.04.2012

CEZANNE'IN ÇALINAN TABLOSU
BULUNDU MU?

 

Sırp polisi, 2008 yılında İsviçre'deki bir müzeden çalınan Fransız izlenimci ressam Paul Cezanne'ın "Kırmızı Yelekli Çocuk" adlı tablosu olduğu sanılan bir eseri ele geçirdi.

Tablonun 100 milyon İsviçre Frangı (110 milyon doar) değerinde olduğu belirtildi. Polis soygun ile ilgili 3 kişiyi tutukladı.


Eserin doğruluğunu onaylamak için yurt dışından uzmanların geleceği bildirildi.

Habertürk, 12.04.2012

UŞUN TÜKEL'LE "HOLLANDA GRUP PORTRECİLİĞİ" SÖYLEŞİSİ

 

 

Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi (SSM), "Rembrandt ve Çağdaşları-Hollanda Sanatının Altın Çağı" sergisi kapsamında düzenlediği konferans dizisinde, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölüm Başkanı Prof.Dr. Uşun Tükel'i konuk edecek.

 

Prof.Dr. Uşun Tükel’in “Hollanda Grup Portreciliği ve Rembrandt’ın Syndics’i” başlıklı şöyleşisi, 21 Nisan Cumartesi günü saat 14:00’te, Galeri Konferans Salonu’nda gerçekleştirilecek. Tükel konuşmasında, Rembrandt’ın portrelerini mercek altına alacak.
 
10 Haziran’a kadar açık kalacak “Rembrandt ve Çağdaşları” sergisi kapsamında, uzman konukların konuşmacı olacağı konferanslar devam edecek
 
Prof.Dr. Uşun Tükel
1960 yılında İstanbul’da doğdu. 1982 yılında İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Estetik ve Sanat Tarihi Kürsüsü’nden “Modern Heykel Sanatında Brancusi’nin Yeri” başlıklı lisans tezini vererek mezun oldu. 1984 yılında “Avrupa Sanatında Rengin Yeri ve Önemi” adlı teziyle yüksek lisans derecesini; 1990 yılında “Beyan-ı Menazil’in Resim Dili. Bir Yapısal Çözümleme” başlıklı tezini vererek aynı bölümdeki doktora çalışmasını tamamladı. 2006’dan bu yana İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nde görev yapan, “AICA (Association Internationale des Critiques d’Art) Türkiye” üyesi olan Tükel, araştırma ve yayınlarını çağdaş sanat, ikonografi ve görsel göstergebilim alanlarında sürdürüyor.

Habertürk, 11.04.2012

SAINT ANTOINE KİLİSESİ'NE 1 MİLYON TL VERGİ ÇIKTI

 

 

İstanbul'un Beyoğlu İlçesi'nde bulunan Saint Antoine Kilisesi, yaklaşık 1 milyon TL'lik vergi borcu nedeniyle zor günler yaşıyor. Beyoğlu Belediyesi, kiliseye girişi sağlayan dört avlunun 1986'dan beri vergilerinin ödenmediğini belirterek kiliseye toplam 935 bin 295 TL'lik borç çıkardı. Kilisenin Başrahibi Iulian Pişta, "Kötü niyetimiz yoktu. Avluları arsa kaydı olarak tescil ettirmek zorunda olduğumuz kimsenin aklına gelmemiş. Bu parayı nasıl öderiz?" dedi. Kilisenin Başrahibi Iulian Pişta'nın verdiği bilgilere göre, olaylar kilisenin mülkiyetteki taşınmazların Emlak Vergisi muafiyetinden yararlanıp yararlanamayacağına ilişkin bilgi talebinin ardından başladı. Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul II Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, 18 Ocak 2012 tarihli yanıtında parsellerde bulunan taşınmazların muaf tutulması gerektiğine hükmetti ve yazıyı Beyoğlu Belediyesi'ne gönderdi. Kilise yetkilileri, 19 Mart'ta bir dilekçe yazarak Saint Antuan'a giren 4 avlunun bulunduğu 14,16,17 ve 19 sayılı arsalar için muafiyet talebinde bulundu. Belediye ise, bu 4 arsa için daha önce bir 'arsa beyan' kaydı olmadığını belirledi. Belediye, 2012 için vergi muafiyeti uygularken; beyanın bildirilmediği andan geriye dönük olarak 1986'ya kadar ceza uygulama kararı aldı. Beyoğlu Belediyesi Mali Hizmetler Müdürlüğü kararını 3 Nisan 2012'de Maliye Bakanlığı İstanbul Vergi Dairesi Başkanlığı'na gönderirken "ibadethanelere ait arsalar için vergi muafiyeti uygulanıp uygulanmayacağını" sordu.

Beyoğlu Belediyesi'nin 4 arsa için çıkardığı vergi borcu ise 935 bin 295 TL. Sadece kiliseye girişi sağlayan 641 metrekarelik alanın vergi borcu 863 bin TL. Pişta, arsalar için muafiyet sorduklarını, herhangi bir şekilde vergi kaçırmadıklarını dile getirerek "1986'da çıkan özel yasayla beyan edilen arsalar için muafiyet geldi. Kilise bu arsaları beyan ettirmemiş ancak herhangi bir kötü niyet yok. Olsa biz gidip kendimiz sormazdık ki" dedi. Gelir getiren mülklerin vergilerini düzenli ödediklerini anlatan Pişta, "Kilise ve manastır ibadethane oldukları için vergiden muaf. Avlu kiliseye giriş. Arsa olacağı kimsenin aklına gelmemiş" derken parayı 1 ay içinde bulmalarının mümkün olmadığını kaydetti. Durumu Vatikan'a ilettiklerini de kaydeden Pişta, "Cezadan muaf tutmalarını istiyoruz. Yoksa avluya lokanta açıp gelir bulma yoluna gideceğiz" dedi. Belediye, paranın 18 Nisan'a kadar ödenmesini istedi. Pişta, gelişmeler nedeniyle cumartesi gecesi kilisedeki ayinde bayram rengi olan beyaz yerine yas rengi olan mor giymişti.

Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan dün kilise yetkililerini kabul etti. Pişta, Demircan'ın "elinden geleni yapma" sözü verdiğini söyleyerek, "Parayı bizden almak istemediklerini ancak kanunlar çerçevesinde hareket edeceklerini belirtti. Her şeyin tatlıya bağlanacağını düşünüyoruz" diye konuştu. Vergi Müfettişleri Derneği Başkanı Aykut Güleç ise "Belediye kilisenin beyanda bulunduğu tarihi esas alarak vergi talebinde bulunmuş. Belediye Maliye Bakanlığı'na başvurarak doğru hareketi yapmıştır. Son sözü Bakanlık söyleyecektir. Olumsuz kararda kilise dava açabilir" dedi.

Sabah, Haber: Bilge Eser, 11.04.2012

 

******


"SAINT ANTOINE İÇİN ÇALIŞIYORUM"

İstanbul Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, Beyoğlu'ndaki Saint Antoine Kilisesi'ne yaklaşık 1 milyon TL'lik vergi borcu çıkarılmasıyla ilgili konuştu. Demircan, "Olay tamamen kilise yönetimindeki arkadaşların emlak vergisi beyanları verilirken elindeki evrakı eksik bilgilerle vermesinden kaynaklanıyor. Bu eksik bilgilerle otomatik tahakkuk çıkıyor. Bu borç eksik ve yanlış beyandan tahakkuk etmiş. Bu meselenin kurumlar nezninde çözülmesi için ben de çalışıyorum" dedi. Kilisenin Başrahibi Iulian Pişta da dün Başkan Demircan ile bir saate yakın görüşme yaptıklarını söyleyerek, "Yeniden beyanda bulunduk. Tapularla ilgili çalışmalar yeniden yapılıyor. Başkan da 'Siz merak etmeyin. Biz bu meseleyi çözeceğiz. Yanlış beyan ve eksik bilgi verilmesinden kaynaklanmış. Para vermeyeceksiniz' dedi. İçimiz rahatladı" diye konuştu.

Sabah, 12.04.2012

PERA MÜZESİ DE GOOGLE ART'A DAHİL OLDU

 

Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, dünyanın önemli müzelerini internet üzerinden gezme olanağı sunan Google Art Project’e dahil edildi. Google’ın 40 ülkeden 151 önemli sanat kurumuyla yaptığı işbirliğiyle oluşan Google Art Project sayesinde müzedeki ‘Oryantalist Resim Koleksiyonu’, ‘Kütahya Çini ve Seramikleri’, ‘Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri’ ile ‘Eski İstanbul Fotoğrafları’ koleksiyonları interneti olan her evden görülebilecek.


Kullanıcılar bu geniş koleksiyonlardaki eserleri en ince detaylarına kadar inceleme fırsatı bulurken, kendi koleksiyonlarını oluşturma ve paylaşma şansını da yakalayacak. ‘Benim Galerim’ özelliğiyle kullanıcılar Google Art Project’teki 30 bin sanat eseri arasından istediklerini seçip kişisel galerilerini oluşturabiliyor. Google Art Project ile kullanıcılar dönem, sanatçı ya da eser kategorisine göre arama yapma ve dünyanın dört bir yanındaki müzelerdeki sanat eserlerine erişme imkanına sahip oluyor. Sabancı Müzesi’nin de dahil olduğu Google Art Project’te Tate Modern, MoMA, Musée d’Orsay, Metropolitan, Victoria&Albert, The National Gallery, Beyaz Saray, Rijksmuseum, Versay Sarayı, Van Gogh Museum gibi müze ve sanat kurumları yer alıyor.

Radikal, 11.04.2012

İSTANBUL MODERN'E TATSIZ SÜRPRİZ

 

 

İstanbul 2 Numaralı Koruma Kurulu tarafından geçen hafta onaylanan Galataport projesi planları çerçevesinde Karaköy sahilinde bulunan İstanbul Modern Sanat Müzesi"nin de kaldırılması kararı verildiği ortaya çıktı. İstanbul Modern'in üzerinde bulunduğu sahanın halka açık yeşil alan olarak düzenlenmesi planlanıyor. Kurul bugünkü toplantısında bu konuyu tekrar görüşecek Türkiye Denizcilik İşletmeleri'ne ait İstanbul Salıpazarı Liman Alanı'nda hayata geçirilmesi düşünülen Galataport isimli Salıpazarı Kruvaziyer Liman projesi için 1/5000 ve 1/1000 ölçekli koruma planlarını hazırlayan Özelleştire İdaresi'nin 4 numaralı Antrepo'da bulunan İstanbul Modern'in akıbeti ile özel olarak ilgilendiği öğrenildi. Özelleştirme İdaresi'nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Kültür Bakanlığı'na yapının kaldırılıp kaldırılmaması yönünde görüş sorduğu söz konusu iki kamu kurumundan iki farklı görüş geldiği belirlendi.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi'den Galataport planları ile ilgili Özelleştirme İdaresi'ne gönderilen yazıda İstanbul Modern'in kaldırılması teklif edildi. Kültür Bakanlığı'ndan gönderilen yazıda ise müzenin korunması istendi. Özelleştirme İdaresi Galataport ile ilgili hazırladığı planda müzenin mevcut halde korunmasına yer verdi. Fakat İstanbul 2 Numaralı Kültür Varlıkları Koruma Kurulu plan üzerinde yaptığı tadilatta Büyükşehir Belediyesi'nin görüşü doğrultusunda değişiklik yaptı. Yapılan tadilatla Nusretiye Saat Kulesi'nin çevresinde yeralan projenin yüzde 14'lük bölümüne denk gelen alanın kamuya açık yeşil alan olarak düzenlenmesi kararlaştırıldı. Bu kapsamında 4 numaralı Antrepo'da yer alan İstanbul Modern Sanat Müzesi'nin kaldırılması kararlaştırıldı. İstanbul Modern'in bulunduğu 8 bin metrekarelik sahanın Galataport projesi kapsamında düşünülen meydanın bir parçası olacağı ve kamuya açık yeşil alan olarak düzenlenmesinin planlandığı belirtildi.

Sabah, Haber: Nazif Karaman, 11.04.2012

 

******


İSTANBUL MODERN İÇİN GÜNAY DEVREDE

 

Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, İstanbul 2 Numaralı Kültür Varlıkları Koruma Kurulu'nun geçtiğimiz hafta onayladığı Galataport projesi planları çerçevesinde Karaköy'de bulunan Eczacıbaşı Grubu'na ait İstanbul Modern Sanat Müzesi binasının kaldırılması yönündeki kararını beklemeye aldırdı. Müzenin yerinde kalması yönünde bir çözüm üretilmesi bekleniyor.

SABAH'ın haberi üzerine harekete geçen Bakan Günay, kurul kararının üyelere dağıtılmaması talimatı verdi. İstanbul 2 Numaralı Koruma Kurulu Müdürlüğü, Galataport ile ilgili alınan kurul kararının üyelere dağıtımını beklemeye aldı. Kurul, dün toplanarak Galataport projesini yeniden masaya yatırdı. Kurul üyeleri, İstanbul Modern'in kaldırılması yönündeki düzenlemeyi de gözden geçirdi. Kuruldan müzakerelerin bir süre daha devam etmesi kararı çıktı. Kurul toplantısına Özelleştirme İdaresi Başkanlığı yetkilileri de iştirak etti. Mete Tapan başkanlığındaki kurulun Galataport planlarına İstanbul Modern'in yerinde kalması yönünde bir çözüm üretmesi bekleniyor.

 

SABAH, dünkü nüshasında İstanbul 2 Numaralı Koruma Kurulu tarafından geçtiğimiz hafta onaylanan Galataport projesi planları çerçevesinde İstanbul Modern Sanat Müzesi'nin de kaldırılması kararı verildiğini yazmıştı. İstanbul Modern'in üzerinde bulunduğu 8 bin metrekarelik alanın, halka açık yeşil alan olarak düzenlenmesi planlanıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin desteklediği bu düzenlemeye Kültür Bakanlığı karşı çıkıyor. Büyükşehir Belediyesi'den Galataport planları ile ilgili Özelleştirme İdaresi'ne gönderilen yazıda İstanbul Modern'in kaldırılması teklif edildi. Büyükşehir Belediyesi, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı'na Nusretiye Camisi ile Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Misafirhanesi'nin denize kadar olan kısmının tarihi kimliğini ortaya çıkaracak kamuya açık alan olarak düzenlenmesini istedi. İstanbul Modern binasının kaldırılması teklif edildi. Özelleştirme İdaresi'ne Kültür ve Turizm Bakanlığı Yatırım ve İşletmeler Genel Müdürlüğü tarafından İstanbul Modern'in durumu ile ilgili gönderilen görüşte ise, "Mevcutta İstanbul Modern Sanat'ın bulunduğu, ancak teklif planda park ve meydan olarak planlanmış alanın planlama kararı bakanlığımızca uygun görüşmemiştir. Söz konusu alana ilişkin İstanbul Modern Sanat'ın korunmasına yönelik planlama kararı getirilmesi gerekmektedir" ifadesine yer verildi. Öte yandan İstanbul Modern, dün konuyla ilgili bir açıklama yaptı. Açıklamada, "İstanbul Modern'in Türkiye Denizcilik İşletmeleri ile 28 yıllık uzun dönemli kira sözleşmesi bulunmaktadır. Galataport projesi kapsamında, İstanbul Modern'in yerinin aynen korunacağı belirtilmişti. Bunun dışında bir bilgimiz bulunmamaktadır" ifadeleri kullanıldı.

Sabah, Haber: Nazif Karaman, 12.04.2012

 

******


İSTANBUL MODERN'DEN AÇIKLAMA

 

İstanbul Modern'in yeşil alana dönüştürüleceği konusundaki haberiyle ilgili İstanbul Modern'den açıklama geldi. İstanbul 2 Numaralı Koruma Kurulu'nun konuyla ilgili toplantısı devam ederken gelen açıklamada "İstanbul Modern’in Türkiye Denizcilik İşletmeleri ile 28 yıllık uzun dönemli kira sözleşmesi bulunmaktadır. Kamuoyundan takip ettiğimiz üzere Galataport projesi kapsamında, İstanbul Modern’in yerinin aynen korunacağı belirtilmişti. Bunun dışında bir bilgimiz bulunmamaktadır" denildi.

 

Sabah Gazetesi'nden Nazif Karaman'ın bugün yaptığı haberde, İstanbul 2 Numaralı Kültür Varlıkları Koruma Kurulu, onayladığı Galataport projesi çerçevesinde İstanbul Modern Sanat Müzesi binasının kaldırılmasına ve yeşil alan yapılmasına karar verildiği söylenmişti. Salıpazarı Liman Alanı'nda hayata geçirilmesi düşünülen Galataport'un 1/5000 ve 1/1000 ölçekli koruma planlarının hazırlandığı belirtilen haberde, Özelleştire İdaresi'nin 4 numaralı Antrepo'da bulunan İstanbul Modern'in akıbeti ile özel olarak ilgilendiği de belirtilmişti.

 

İstanbul 2 Numaralı Koruma Kurulu konuyu tekrar görüşmek üzere şu an bir toplantı yapıyor.

Radikal, 12.04.2012

 

******


GALATAPORT KURULDAN GEÇTİ, HALİÇ'TE YAĞMA BAŞLIYOR

 

 

Haliç kıyısını turizme açacak ve Karaköy’ün tarihi siluetini değiştirecek olan Galataport projesi, son haliyle geçtiğimiz hafta 2 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’ndan geçti. Galataport kapsamında yıkılacak binalardan birinin ise, Karaköy’deki İstanbul Modern olduğu ortaya çıktı.

 

2005 yılında ihaleye açılan ve Danıştay’ın imar planlarına ilişkin kararı sonucu Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tarafından askıya alınan Galataport projesi, imar planında yapılan değişikliklerle geçtiğimiz Salı günü 2 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu’ndan geçti.

 

Karaköy’den Tophane’ye dek, İstanbul Salıpazarı Liman Alanı'nda 1,2 km’lik bir hat boyunca uzanacak olan Galataport projesi, “İstanbul’un tek kruvaziyer limanı” olacağı iddialarıyla servis ediliyor. Ancak alışveriş merkezleri, oteller, apart oteller, hediyelik eşya mağazaları, gümrüksüz alışveriş alanları, fast food restoranları, ofisler gibi turizm ve ticaret alanları ile sergi ve fuar alanlarının ve bir yolcu terminalinin yer alacağı Galataport projesi, kamuya ait yaklaşık 100 bin metrekarelik bir bölgeyi kapsayan kıyı alanlarını sermayenin talanına açacak. Tabanlıoğlu Mimarlık'ın hazırladığı projenin açıklamasında, Galataport’un liman faaliyetini artırarak bir “turist çekim merkezi” olacağı ve dönüştürülen bölgenin turizm odaklı yeni ticari işlevlerinin büyük kar getireceği belirtiliyor.

 

Beyoğlu’nda dönüşüm tamamlanıyor
Beyoğlu civarındaki sermaye odaklı dönüşümün temelleri geçtiğimiz yıl Ocak ayında tamamlanan Beyoğlu Kentsel SİT Alanı Koruma Amaçlı İmar Planı ile atılmıştı. Trafiğin yer altına alınması ile Taksim Meydanı’nın yayalaştırılması, Galata ve Tophane gibi yoğun olarak konut barındıran yerleşimlerin turizme ve ticarete açılması bu planda öngörülmüştü. Taksim Gezi Parkı’nda Topçu Kışlası’nın yeniden inşasının zemini ise, gene bu planın, mevcut olmayan ya da eski ve metruk haldeki binaların aslına uygun olarak yeniden yapılmasını öngören ilgili maddesi ile atılmıştı.

Beyoğlu Kentsel SİT Alanı’nda bulunan Galataport’un ise, proje açıklamasında da belirtildiği üzere Galata ile turistik bağlamda ilişkilenmesi öngörülüyor. Galataport’un inşası, Tarlabaşı, Şişhane gibi kentsel yenileme alanlarındaki turizm ve ticaret odaklı dönüşümü tamamlayacak.

 

2010’da Kıyı Kanunu’nda yapılan, kıyılarda doldurma ve kurutma suretiyle elde edilen arazilerde 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu'nun koruma amaçlı imar planına ilişkin hükümlerin uygulanamayacağına ilişkin değişikliklerle de, kıyı dolgu alanlarından olan Karaköy ve Tophane’de tescilli olmayan yapıların yıkımının ve kıyı çizgisinde yeni inşaatların önü açılmıştı.

 

İstanbul Modern yıkılacak mı?
Nazif Karaman’ın dün Sabah gazetesinde yayımlanan haberine göre, Özelleştirme İdaresi’nin hazırladığı 1/5000 ve 1/1000 ölçekli yeni imar planları uyarınca Karaköy sahilinde Türkiye Denizcilik İşletmeleri'ne ait 4 numaralı antrepoda yer alan İstanbul Modern’in yıkılmasına karar verildi.

 

Buna göre, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden Özelleştirme İdaresi’ne gönderilen bir yazıda, İstanbul Modern’in yeni imar planlarında mevcut halde korunacağı belirtildiği halde kaldırılması istendi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan gönderilen bir yazıda ise müzenin yerinde korunmasının belirtildiği öne sürülüyor. Ancak son olarak 2 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun, Özelleştirme İdaresi’nin hazırladığı imar planlarını İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin isteği doğrultusunda yeniden düzenlediği ve İstanbul Modern’in yıkılmasına karar verdiği anlaşıldı. 8 bin metre karelik bir alan kaplayan İstanbul Modern’in yerine, Nusretiye Saat Kulesi’ni de içeren proje arazisinin yüzde 14’lük bir bölümünde bir meydan ve yeşil alan düzenleneceği iddia ediliyor.

 

İstanbul Modern: “28 yıllığına kiraladık”
İstanbul Modern’in kullandığı 4 numaralı antreponun Türkiye Denizcilik İşletmeleri’nden 28 yıllığına kiralandığını açıklayan İstanbul Modern tarafından, Galataport projesinde müzenin yerinin aynen korunacağından başka konuyla ilgili bilgi sahibi olunmadığı ifade edildi.

 

1990’lı yıllara kadar Türkiye Denizcilik İşletmeleri’nin kuru yük antreposu olarak kullandığı binanın, alandaki diğer antrepolar gibi Tayyip Erdoğan’ın izniyle kullanıma açılmasının ve Tabanlıoğlu Mimarlık tarafından yenilenmesinin ardından Eczacıbaşı Holding tarafından 11 Aralık 2004’te açılan İstanbul Modern, Türkiye’de çağdaş sanat sergileri düzenleyen özel bir müze.

 

13. yüzyılda Cenevizlilerin yerleştiği Tophane ile beraber yüzyıllardır liman olarak kullanılan Karaköy Rıhtımı üzerinde yer alan ve önceden kamuya ait olan çok sayıdaki antrepo, Türkiye Denizcilik İşletmeleri’nin parça parça özelleştirilmesiyle beraber, İstanbul Modern örneğinde olduğu gibi kiraya verilmeye başlandı.

 

Kamu değil, sermaye odaklı yapı faaliyeti hakim
Ekim 2011’de Cumhuriyet’e konuşan Murat Tabanlıoğlu, İstanbul Modern ile 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı tarafından müzeleştirilen ve İstanbul Modern’e komşu olan Antrepo 5’in Galataport kapsamında ne olacağı ile ilgili sorulara, “devlet özelleştirip para kazanmayı bekliyorsa sanat - ticaret dengesi iyi kurulmalı” diye yanıt vermişti. Galataport’un inşası önündeki engellere ilişkin olarak ise, “Süreç AKM gibi işliyor. Hükümetin kararını bekliyoruz” demişti.

 

Galataport kapsamında yıkılmasına karar verilen İstanbul Modern’i, 1950’li yıllarda Sedad Hakkı Eldem’in ambar olarak inşa ettiği 4 numaralı antrepodan sanat müzesine dönüştüren Tabanlıoğlu, aynı zamanda Taksim Meydanı'ndaki anıt kültür yapısı AKM’nin "yenileme" söylemiyle sermaye odaklı dönüşüm projesinin de mimarı.

Haber Sol, 12.04.2012

 

******


MODERN KALACAK

 

Galataport Kruvazör Limanı, önceki gün İstanbul 2 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nda tartışıldı. Özelleştirme İdaresi tarafından geliştirilen Koruma Amaçlı Nazım İmar Planları 2 No’lu Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na sunuldu. Kurul 1/ 1000 ölçekli planın teknik olarak sorunlu olduğuna karar vererek daha detaylı bir planlama yapılmasını istedi. Koruma Kurulu üyeleri planı bu haliyle kabul etmezken müzakerelerin devamı yönünde karar aldı.
‘‘Yollar, yeşil alanlar, kamu binaları yada özel binalar... Hiç biri planda yer almıyor. Detaylı plan hazırlayıp getirin onun üzerinden tartışalım dedik’’ diyen Koruma Kurulu Başkanı Prof.Dr. Mete Tapan, planla birlikte İstanbul Modern Müzesi’nin kaldırılıp yeşil alan yapılacağı yolundaki haberleri de yalanladı. 

‘Yüksekliklere bakalım’
2 No’lu Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Başkanı Prof.Dr. Mete Tapan, ‘‘Planda hiçbir şey belli değil. İstanbul Modern’in yıkılacağını nereden çıkarıyorlar anlamış değilim. Planda sadece bir leke olarak işaretli. O da kruvazör limanı diye işaretlenmiş. Ne yolları belli, ne yapılacak ya da yıkılacak binalar belli ne de kamuya açık alanlar. Ayrıntılı bir plan gelecek, yükseklikler belli olacak ondan sonra karar vereceğiz. Yeşil alan olarak Amerikan pazarı adıyla bilinen yerden başlayarak Kılıç Ali Paşa Camii arasındaki o alanı önermiştik. Ayrıca plan hazırlayanlara; Nusretiye Camii ve saat kulesi, Kılıç Ali Paşa Camii, İstanbul’un siluetine girmiş mimari eserlerdir. Burada yapılacak planda buna dikkat edilmesini istiyoruz. Yani daha yüksek bir yapı, bu tarihi yapıların önünü kesecek yapılaşmaya, siluete etki edecek bir yapılanmaya izin vermeyiz.’’ 

‘Dünya bize güler’
Galataport için bu alanın uygun olmadığına da dikkat çeken Prof. Tapan, ‘‘Şahsi fikrim buraya ‘yüzen Hilton’ dedikleri büyüklükte gemilerin gelmesi doğru değil. Bu büyüklükte kruvazörler için ayrı yerde liman yapılmalı. Buraya küçük gemiler gelmeli. İstanbul ile bu büyüklükte bir liman uyuşmaz. Dünya bize güler. Plan yapma yetkisi Özelleştirme İdaresi’nin de var. Ama bakın buda doğru değil. Plan yapma yetkisi sadece Büyükşehir Belediyesi’nde olmalı. Aksi durumda karmaşa yaşanıyor. Biz yine de değerlendirmemizi İstanbul’un tarihi dokusuna uygunluğuna bakarak yapacağız.’’ 

Haberimiz yok!
İstanbul Modern 2004 yılında 4 numaralı antrepoda açıldı. Geçen ay İstanbul Resim Heykel Müzesi de bitişikteki antrepoya taşındı. Türkiye Denizcilik İşletmeleri ile 28 yıllık kira sözleşmesi bulunan İstanbul Modern için kuruma henüz bir tebligat yapılmış değil. Kurumdan önceki gün yapılan açıklamada, ‘‘Galataport Projesi kapsamında İstanbul Modern’in yerinin aynen korunacağı belirtilmiştir. Bunun dışında bir bilgimiz yoktur” denilmişti.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 13.04.2012

OSMANLI'NIN ÇILGIN PROJESİ 'GAP'MIŞ!

 

 

Ülkemizin uzun yıllardır bitirmeyi planladığı Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) ile ilgili çalışmalar Sultan Abdülhamid Han zamanında başlatılmış.

 

Turan Şahin'in kaleme aldığı "Osmanlı'nın Çılgın Projeleri" adlı kitapta yer alan belgeye göre; Osmanlı vezirlerinden Hasan Fehmi Paşa, 24 Nisan 1880 yılında "Anadolu'nun Bayındırlık İşlerine Dair" hazırladığı dilekçede, bölgedeki bataklıkların kurutulmasını, Fırat ve Dicle nehirlerinden istifade edilmesini öneriyor. Bayındırlık ve ulaşım hizmetlerinin yerine getirilmesi sayesinde fevkalade bir üretim artışının olacağından bahseden hatta Paşa'ya göre; tek başına bu proje bile Devlet-i Aliye'nin görünümünü değiştirecek kadar önemli. Sultan Abdülhamid Han da söz konusu proje ile ilgili olarak şunları kaydetmiş: "Dicle ile Fırat nehirlerinden önüne setler kurulması yoluyla istifade suretiyle akıllıca bir sulama tertibatı kurabilirsek, şimdi çok kurak olan yerleri bundan binlerce sene evvel olduğu gibi cennet haline dönüştürebiliriz." Abdülhamid Han zamanında uygulamaya konulan proje kapsamında binlerce kilometre şose ve demir yolu inşa edilmiş. Konya Ovası Sulama Projesi gibi benzeri birçok sulama tasarısı hayata geçirilmiş. Hasan Fehmi Paşa, yazdığı dilekçenin detaylarında ise Osmanlı sınırları dahilinde belirli merkezler arasında şose ve demiryolları yapmayı, iskele ve limanlar inşa etmeyi, bazı bataklıkları kurutup elde edilen araziyi tarıma açmayı, nehirler önüne setler kurarak sulama kanalları vasıtasıyla binlerce dönüm toprağı yeniden canlandırmayı teklif ediyor. Söz konusu dilekçe, imparatorluk yöneticileri arasında büyük ilgi görmüş ve uygulanması yönünde ciddi adımlar atılmış. Turan Şahin, dilekçenin Osmanlı zamanında GAP projesi fikrinin ortaya atıldığına dikkat çekiyor. Projenin imparatorluk yöneticileri arasında büyük ilgi gördüğünü aktaran Şahin, ancak ne yazık ki GAP projesinin o dönemde hayata geçirilemediğini belirtiyor.

Zaman, Haber: Samet Altıntaş, 11.04.2012

YENİKAPI METRO MÜZESİ İÇİN 300 MİLYONLİRA GEREKİYOR

 

 

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Yenikapı Transfer Noktası ve Arkeopark alanı için 42 projenin başvurduğunu ve Yenikapı’da yapılacak müze istasyonun 300 milyon liraya mal olacağını söyledi.

 

Topbaş, 9 projenin içinden en uygulanabilir olanın seçileceğini belirtti. Yenikapı’daki kazıların İstanbul’un tarihini 8 bin 500 yıl önceye götürdüğünü anlatan Topbaş “Bu istasyonu sadece metro düğüm noktası olarak değil aynı zamanda bir müze istasyonu olmasını arzu ettik.
Projeler oldukça mükemmel. 9 projeden 3’ü seçilecek ve belediyemiz uygulanabilirliğini dikkate alarak karar verecek” dedi.





Jürinin karar vermekte zorlandığını ifade eden Topbaş hangi projenin uygulanacağı ilerleyen zamanlarda belli olacağını söylerken, projenin hayata geçmesinin yaklaşık 300 milyon liralık bir yatırım gerektireceğini belirtti.

 

Hürriyet, Haber: Fatma Aksu, 10.04.2012

MÜZEDE HIRSIZLIK

 

İngiltere'deki Durham Üniversitesi'nin Doğu Müzesi'nden 3 milyon dolar değerinde iki eser çalındı. Perşembe gecesi müzenin Malcolm MacDonald Galerisi'ne giren hırsızlar, 18. yüzyıla ait yeşim bir kase ile porselen bir heykeli çaldı. Polis, West Midlands'da biri kadın 3 kişiyi tutukladı. Çalınan eserler, henüz bulunamadı. Çalınan eserlerin, Çin'in Qing Hanedanlığı'na ait olduğu bildirildi.

Sabah, 10.04.2012

TARİHİ TAŞKÖPRÜ TRAFİĞE KAPATILDI

 

 

Kastamonu'nun Taşköprü İlçesi'ndeki tarihi Taşköprü'nün yakınlarındaki 50 metrelik istinat duvarı, suyun debisindeki artış sebebiyle çöktü.

 

Yaya köprüsünde de çatlaklar oluştu. Güvenlik gerekçesiyle iki köprü de ulaşıma kapatıldı.

Kızılırmak'ın en büyük kolu olan Gökırmak'ta su seviyesinin yükselmesi sonucu, ilçe girişinde bulunan ve buraya adını veren 646 yıllık köprünün yakınındaki 50 metrelik istinat duvarında çökme yaşandı. Buraya yakın yayaların geçişinde kullanılan köprüde de çatlaklar oluştu. Taşköprü ve yaya köprüsü, güvenlik amacıyla ulaşıma kapandı. Taşköprü Belediyesi ve DSİ ekipleri, köprü ve çevresinde inceleme yaptı. Bu bölgede bulunan Hilmi Dura Parkı'ndaki kamelyalar da taşındı. İlçe Kaymakamı Ali Yılmaz, "İncelemelerden sonra ne yapılacağına karar vereceğiz. İstinat duvarı yeniden yapılacak." dedi. Taşköprü, Yağmur Bey'in oğlu Ali Bey tarafından 1366 yılında Celalettin Beyazıt adına yaptırılmıştı. Uzunluğu 68,58 metre olan 7 gözlü köprü, estetik dalga kıranlarıyla tanınıyor.

Zaman, 09.04.2012

DEFİNE AVCILARININ DİNAMİTLERİ 800 YILLIK KALEYİ YIKIYOR

 

Hatay'ın Dörtyol İlçesi'nde bulunan tarihi Mancınık Kalesi define avcıları tarafından yok ediliyor. 800 yıllık geçmişi bulunan ve bir kısmı ayakta kalan kale, dinamit patlatılması yüzünden harabeye dönmeye başladı.

 

Yetkililerin kaleye sahip çıkmadığını söyleyen Amanoslar Çevre Koruma ve Dayanışma Derneği (AÇED) yöneticisi Sabri Özkan, ''Tarih diye birşey bilmeyenler yıllardır ayakta kalan kalemize dinamitle zarar veriyor. Kalede dev çukurlar oluştu. Buna bir an önce tedbir alınmasını istiyoruz." ifadelerini kullandı. 1290 yılında Dörtyol-Payas arasında büyük bir manastır olan Mancınık tarih kitaplarında, Ermenilerin yaşadıkları bir yer olarak anlatılıyor. Aynı yıllarda manastıra yapılan Mancınık kalesinde, Dörtyol limanı hakim tepelerden gözetlenebiliyordu. Yıllarca bir tarihi içinde barındıran ve çok sayıda olaya tanıklık eden Mancınık Kalesi, bugün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Kalenin kalan bölümünü ise defineciler hedef almış. Patlayan dinamit, asırlardır ayakta kalmayı başaran kalede ağır tahribata neden oluyor. Tarihi kesme taşların yer aldığı kalenin dört bir yanı da define avcıları tarafından köstebek misali kazılmış. Kalenin giriş kısmında yer alan ve dönemin önemli bilgilerini içinde barındıran yazıtların bulunduğu taşlara da zarar verilmiş.

 

Kalenin dinamitle patlatılarak zarara uğratılması karşısında herhangi bir tedbir alınmadığını söyleyen Amanoslar Çevre Koruma ve Dayanışma Derneği (AÇED) yöneticisi Sabri Özkan, bir tarihin göz göre göre yok edilmesine kimsenin sahip çıkmadığına işaret etti. Gördükleri manzaranın kendilerini rahatsız ettiğine dikkat çeken Özkan, "Ükemizde her gün yeni bir tarihi eser yok ediliyor. Bir toplumun, bir uygarlığın parçası olan bu kültür miraslarımız bir dinamitle yok ediliyor. Dörtyol'daki Mancınık Kalesi de onlardan biri. Gözlerini para bürüyen şahıslar yüzünden bir tarih burada yok oluyor. Bu kale, limanı gözlemek için kurulan bir kaledir. Ama gelin görün ki, dinamitlerle patlatılmış, tarihi taş ve yazıtlar teker teker kırılmış, çürümeye terk edilmiş durumda. Bu bizi vicdanen rahatsız ediyor. Bu eserlerin Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından değerlendirilmesi lazım. Tarihini seven herkesi bu kaleye sahip çıkmaya davet ediyorum." diye konuştu.

Zaman, 09.04.2012

MİMARLAR ODASI'NDAN 'MİMAR SİNAN' BİLDİRİSİ

 

 

Mimar Sinan'ın 424. ölüm yıl dönümü nedeniyle bir bildiri yayınlayan TMMOB Mimarlar Odası, 'Sinan’a saygısızlık' olarak nitelendirdiği mimarlık ve kentleşme çılgınlıklarından bir an önce vazgeçilmesi için çabalarını sürdüreceği mesajını verdi.
 
Odanın, bildirisi şöyle:

"Mimarlar Odası olarak, Sinan’ın kendi çağından günümüze dek yapıtlarıyla sunduğu mesajı doğru anlayarak bundan dersler çıkarmanın, O’na, toplumumuza ve mimarlığa olan borcumuzun bir gereği olduğu inancıyla mesleki çalışmalarımızı sürdürme çabası içerisindeyiz.

Bu kapsamda öncelikle Koca Sinan’ın tarihsel süreçte ve günümüzün mimarlık ve şehircilik ortamı içerisinde ifade ettiği değerleri bir kez daha anımsıyoruz: “Duru, yalın, dolgun kitleler üzerinde dengelenen ana kubbe ve kubbecikler dizgesini kuran, mühendislik yeteneği ile mimarlık zarafetini bütünleştiren büyük ustanın eserleri, bulunduğu kentlere silüet, estetik, sanat ve kimlik değerleri katmıştır. Yarattığı eserleri çevresiyle, doğayla ve insanla barışık bir yapılaşmanın görkemli anıtsal örnekleri olarak mimarlığın evrensel değerleriyle buluşmuştur. Günümüzde dahi bu yapıtlar, bulundukları kentleri biçimlendirmekte, yaşamımızı etkilemekte ve mimari nitelikleri nedeniyle bilimsel araştırmaların ilgi odağında yer almaktadırlar.”

Büyük Usta’nın bu nitelikleriyle birlikte özgün yaratıcılığının da kamu yönetimleri tarafından gözardı edilerek “içi boş, hamasi nutuklarla”, mimarlık ve şehircilik açısından “çılgın” kararların alındığı bir ortamda anılması, tarih boyunca bu topraklarda yaratılan birikim ve değerlerle bağdaşmamakta ve O’na saygısızlık anlamına gelmektedir. Öyle ki, tarihi yapıtların 'kötü kopyaları'nın ve batıdan alınan demode 'postmodern' uygulamaların kamu tarafından kentlere 'mimarlık' olarak pazarlandığı koşullarda, mimarlık, kültür ve doğa değerleri yok edilmekte, hatalı yatırım kararları ve niteliksiz uygulamalar ile şehirlerimiz 'betonarme çöplüğüne' dönüştürülmektedir.

Aynı anlayış doğrultusunda 'Cumhuriyet' dönemi yapıtlarına karşı başlatılan yıkım süreçlerinin sistemli bir şekilde işletilmesi, “uygarlık karşıtı” bu davranışların “ideolojik” niteliğini de açıkça ortaya koymaktadır. Bu kapsamda, özellikle kültür mekanları ile Cumhuriyetin simgesi olan yapı ve meydanların hedef alınması çok anlamlıdır.

Yönetimlerin, kent kimliklerini ve silüet görüntülerini yok eden, estetikten yoksun, sosyal, ekonomik ve kamusal kayıplara neden olan, “kent suçları” niteliğindeki uygulamaları karşısında, mimarlığımızın ve kentlerimizin planlı ve sağlıklı gelişmesini sağlamak amacıyla yürütülen hukuki süreçler ve çabalar zayıflatılmak istenmektedir. Buna bağlı olarak, koruma kurulları, bilirkişilik düzeni, üniversiteler ve yargı iktidara bağımlı hale getirilerek, kurumsal güvenceler “bertaraf” edilmekte; Meslek Odalarına yönelik “çağdaş hukuk normları”na yakışmayan “işlevsizleştirme” operasyonları sürdürülmektedir.

Son olarak, tarihi kent merkezlerinde mimarlık değerlerinin, kent dokusunun ve kültür varlıklarının yok edilmesine neden olan 5366 sayılı Yasa ile dayatılan “yenileme” adı altındaki çalışmalardan sonra nihayet bütün ülke topraklarında, TOKİ ve Başbakanlığı “tek imar otoritesi” haline getiren “Dönüşüm Yasası” ile bütün tarihi ve doğal varlıklar ile kentlerimizin sağlıklı geleceğinin “idam fermanı” verilmiştir!

Bu kentleşme politikaları ve uygulamaları nedeniyle Koca Sinan’ı andığımız bugünlerde ne yazık ki toplumumuza “uygarlığımızın esenlikli bir geleceği” adına güzel şeylerden söz edemiyoruz.

Mimarlar Odası olarak, Koca Sinan’ı ölüm yıldönümü nedeniyle saygıyla anarken, “Sinan’a saygısızlık” olarak nitelediğimiz tüm bu mimarlık ve kentleşme çılgınlıklarından bir an önce vazgeçilmesi için çabalarımızı sürdürmeye kararlı olduğumuzu değerli kamuoyumuza sunarız. Bu çerçevede ülke yöneticilerini, yerel yönetimleri, yatırımcıları ve ilgili tüm kesimleri kentlerimize, Koca Sinan’a ve yarattığı eşsiz değerlere bir kez daha sahip çıkmaya çağırıyoruz".

Yapı, 09.04.2012

 

******


SİNAN

 

Mimarlar Odası, ölümünün 424. yılında Koca Sinan'ı saygıyla anıyormuş. Sinan'ın mirası hakkında övgü dolu ifadeler var basın bildirilerinde. Mesela 'Yarattığı eserleri çevresiyle, doğayla ve insanla barışık bir yapılaşmanın görkemli anıtsal örnekleri olarak mimarlığın evrensel değerleriyle buluşmuştur.' diyorlar. İfadelerdeki hamaseti bir kenara not edin, az ileride lazım olacak.
Sonra 'Günümüzde dahi bu yapıtlar, bulundukları kentleri biçimlendirmekte, yaşamımızı etkilemekte ve mimari nitelikleri nedeniyle bilimsel araştırmaların ilgi odağında yer almaktadırlar' diye devam ediyorlar. Ne güzel, Sinan'ın eserleri ile şehir ve hayat arasındaki bağlantıları hatırlatıyorlar.


'Mimarlık ve şehircilik açısından çılgın kararların alındığı bir ortam'da Sinan'ı anmak, mimarlarımızın ağırına gidiyor anlaşılan. Büyük Usta'nın özgün yaratıcılığının kamu yönetimleri tarafından gözardı edildiğini söylüyorlar. İçi boş, hamasi nutuklardan şikayet ediyorlar.
Haklılar mı? Alınan kararların çılgınca olduğu konusunda, bence, hiç şüphe yok ki sonuna kadar haklılar. Ama işte hepsi o kadar. Kamu yönetimi bu, gözardı da eder, hamasi nutuklar da atar. 'Tarih” yapıtların kötü kopyalarını ve Batı'dan alınan demode postmodern' (hem demode hem postmodern nasıl olunuyorsa) uygulamaları kentlere mimarlık olarak da pazarlar.
İyi de siz Mimarlar Odası olarak ne iş yaparsınız? Hamasetten gayrı ne iş yaparsınız yani? Sinan'ın onca övdüğünüz özgün yaratıcılığından nasiplenmemek konusunda neden bu kadar ısrarlı ve kararlısınız? Siz niye o mirasa Batı'dan alınmayan, mimarlığın evrensel değerleriyle buluşan, kentleri biçimlendiren, yaşamımızı etkileyen ve mimari nitelikleri nedeniyle bilimsel araştırmaların ilgi odağında yer alan örnekler eklemediniz bunca zamandır?


***


Yönetimlerin, evet, 'kent kimliklerini ve silüet görüntülerini yok eden, estetikten yoksun, sosyal, ekonomik ve kamusal kayıplara neden olan, kent suçları niteliğindeki uygulamaları' var. Son alınan çılgınca kararlarla, anlaşılan o ki, 'mimarlığımızın ve kentlerimizin planlı ve sağlıklı gelişmesini sağlamak amacıyla yürütülen hukuk” süreçleri ve çabaları da zayıflatmak' da istiyorlar.


Demek ki, daha önce hukuk” süreçler o kadar da zayıf değilmiş. O halde şehir kimlikleri ve silüetleri nasıl ve neden yok oldu? Estetikten yoksun, sosyal ekonomik ve kamusal kayıplara neden olan kent suçları nasıl işlendi? Şehirlerimiz nasıl oldu da betonarme çöplüğüne dönüştü? Elinizde zayıflatılmamış hukuk” süreçler vardı da, neden bunca cinayete seyirci kaldınız, mani olmadınız? 'Koruma kurulları, bilirkişilik düzeni, üniversiteler ve yargı iktidara bağımlı hale getirilmeden, kurumsal güvenceler bertaraf edilmeden, Meslek Odaları'na yönelik çağdaş hukuk normlarına yakışmayan işlevsizleştirme operasyonları başlatılmadan' önce neredeydiniz? Neyle meşguldünüz?


'Uygarlığımızın esenlikli bir geleceği adına güzel şeyler'den biz de söz edemiyorduk. Çünkü şehirlerimiz 'Sinan'a saygısızlık' olarak nitelediğimiz mimarlık ve kentleşme cinayetlerine kurban gidiyordu ve siz uygarlığımızın esenlikli bir geleceği filan gibi zırvalıklar yumurtlamaktan fırsat bulup mevzua vakit ayıramıyordunuz.


***


Neticeten...


5366 sayılı kanundan önce de şehirlerimiz öldürülüyordu. Türkiye'de şehir ve şehir dokusu öldürmek zaten serbestti. Bir diploma alan cinayet imtiyazı elde edebiliyordu. Şimdi modern bir kitle üretimi mantığıyla, cinayet kıyım haline getiriliyor. Sağda solda münferit cinayetler işleyen TOKİ, bundan böyle bir mezbaha olarak iş görecek.


TOKİ rahat çalışabilsin, rekabetle vakit kaybetmesin diye de, sağda solda kendi başlarına cinayet işleyen katillerin elleri kolları bağlanıyor kanunla. Şehir dokusu öldürme imtiyazları iptal ediliyor birilerinin. Mimarlar Odası bildirisindeki feryadın sebebi bu.


Organize bir katliam elbette cinayetten çok daha kötü. Ama cinayet imtiyazını korumak için katliama karşı çıkmak nasıl müdafaa edilebilir?

Akşam, Yazı: Cemalettin Taşçı, 10.04.2012

DALİ'NİN TABLOSU
SATIŞA ÇIKIYOR

 

Sürrealist ressam Salvador Dali'nin 1936 tarihli başyapıtlarından Printemps Necrophilique tablosu satışa çıkıyor.

 

Reuters'ın haberine göre, Eserin 2 Mayıs'ta New York'ta Sotheby's müzayede evinde düzenlenecek müzayedede 10 milyon dolara (yaklaşık 18 milyon TL) alıcı bulması bekleniyor.

Habertürk, 09.04.2012

JÜRİ YENİKAPI İÇİN 3 PROJE SEÇTİ

 

 

Jüri, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin (İBB) davet sistemi ile düzenlediği ulusal ve uluslararası katılıma açık Yenikapı Transfer Noktası ve Arkeopark Alanı projesinde uygulanabilirliği en uygun olan 3 projeyi belirledi. Aralarında Prof.Dr. Süha Özkan, Sinan Genim, Prof.Dr. Enzo Siveiero ve Prof.Dr. Michael Sorkin'in de bulunduğu seçici kurulun İstanbul Metropolitan Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi'nde düzenlediği değerlendirme toplantısının ardından İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, basın mensuplarına açıklama yaptı.

42 grubun davete katıldığını ve bunlardan 9'unun değerlendirildiğini kaydeden Başkan Topbaş, ''Metro istasyonun yapılacağı bölge İstanbul'un 8 bin 500 yıllık geçmişi olduğu belirtilen ve önemli arkeolojik bulguların ulaştığımı önemli bir merkez. Bu nedenle bölgeyi sadece bir metro düğüm noktası olarak değil aynı zamanda bir müze olarak düşündük. Projeye davetle katılan çalışmalarda gördüğümüz kadarıyla bu yönde hazırlıklar yapılmış'' şeklinde konuştu.

Belediye üç projeden birini uygulayacak
Başkan Topbaş, çalışmaların mükemmel derecede hazırlandığını ifade ederek, ''Uluslararası alanda söz sahibi olmuş insanların eserleri şu anda sergilenmekte. 3 proje elimizde kalacak. Bu 3 proje ele alınarak, belediyemiz uygulanabilirliği üzerinde karar verecek bir çalışma yapacak. İstanbul için çok önemli bir nokta, Marmaray ve Maslak projelerini de dikkate alırsak, bir an önce yapılması gereken bir istasyon'' dedi.

İstasyon ve müzenin yaklaşık 2 milyon civarında yerel ve yabancı turistin geleceği bir alan olacağını belirten Başkan Topbaş, şöyle devam etti:
''Trafik ve ulaşım açısından bir düğüm noktası. Deniz ve metro açısından önemli bir alan olmasının yanı sıra tarihi bir liman olması da değerini arttırıyor. Bugün 3 proje uygulanabilirliğe en uygun olanı belirlenecek. Daha sonra aralarında bir seçimde yapılabilir ya da bir miks yapılabilir. Birinci, ikinci, üçüncü diye bir ayrım yok önemli olan ugulanabilirliliğidir. Jüri bugün üç projeyi belirleyecek ve bilgi verecek. 300 milyon civarında bir proje yatırımı olacak. Ayrıca bir biyolojik artıma tesisi kurma arzumuz var. Şu anda ön arıtma sistemi yerini 2,5 milyon insanın atık sularını temizleyecek bir tesisi açmak istiyoruz. Bir de Yalı mahallesi ile ilgili halkı mağdur etmeden turizmi destekleyecek bir çalışmayı Fatih Belediyesiyle birlikte çalışacağız.''

Jürinin eşit puanla Büyükşehir Belediyesi'ne önerdiği 3 projenin tasarımcıları

CAFER BOZKURT MİMARLIK +MECANOO ARCHITECTS,
CELLINI FRANCESCO
EISENMAN ARCHITECTS + AYTAÇ ARCHITECTS

Yapı, 09.04.2012

ÇİN İŞİ SOYGUNU

 

İngiltere’de Durham Üniversitesi’ne ait Doğu Müzesi’nden yaklaşık değeri 2 milyon sterlin (6 milyon lira) olan iki tarihi Çin sanat eseri çalındı.

 

Olayla ilgili iki erkek ve bir kadın tutuklandı ancak eserler henüz bulunamadı. Çalınan eserlerden büyük yeşim kase 1769 tarihli. Diğeri ise Dehua porseleni heykel. Her ikisi de Quing hanedanı döneminden kalma eserler için geniş bir arama çalışması başladı. Polis hala birkaç şüphelinin daha yerini belirlemeye çalışıyor. Müze ise bir süreliğine kapatıldı.

Hürriyet, 09.04.2012

'KARTOPU ÇİÇEKLERİ' 660 BİN LİRAYA ALICI BULDU

 

 

Sami Yetik’in Kartopu Çiçekleri 660 bin liraya, Nazmi Ziya’nın Bülbül Deresi adlı eseri de 630 bin liraya satıldı.

 

Antik A.Ş.’nin Osmanlı eserleri ile Türk resminin usta isimlerinin eserlerini bir araya getiren 272. müzayedesi dün Swissotel’de yapıldı. Toplam 250 eserin satışa sunulduğu müzayedenin dikkat çeken iki ismi Sami Yetik ve Nazmi Ziya oldu. Antik A.Ş.’nin Yönetim Kurulu Başkanı Turgay Artam’ın yönettiği müzayedede Sami Yetik’in “Kartopu Çiçekleri” adlı eseri 525 bin liraya satıldı. Eserin vergilerle birlikte satış fiyatı 660 bin lira. Nazmi Ziya’nın “Bülbül Deresi” adlı eserinin vergiler dahil satış fiyatı ise 630 bin lira oldu. Her iki eser de müzayedeye 400 bin lira açılış fiyatıyla çıktı.
 
Müzayedede ayrıca Copello’nun “Haliç’te Sandal Sefa”sı 440 bin, İbrahim Çallı’nın “Manolyalar”ı 160 bin ve Hikmet Onat’ın “Üsküdar Sahili” 190 bin liraya alıcıya ulaştı. Yaklaşık 500 sanatsever ve koleksiyonerin izlediği müzayedede Osmanlı eserlerinden hatlar, fermanlar, el yazması Kur’an-ı Kerimler, tuğralı gümüşler ve mineli cep saatleri de büyük ilgi gördü.
 
Kazasker Mustafa İzzet’in “Hilye-i Şerife”si 165 bin liraya, tuğralı gümüş aşurelik 190 bin liraya, II. Mahmud tuğralı kağtı levha da 140 bin liraya alıcı buldu. Turgay Artam, müzayede sonrasında yaptığı açıklamada “Bugün müzayede salonunda ulaştığımız rekor fiyatlar, klasik Türk resminin ve Osmanlı eserlerinin de yükselişte olduğunu gösterdi. Hat sanatlarından klasik tablolara kadar Türk sanat eserlerine büyük bir talep olduğunu gördük” dedi.

Habertürk, 09.04.2012

ONUN DA 'YAPILACAKLAR LİSTESİ' VARMIŞ

 

 

Ntvmsnbc'nin haberine göre, İtalyan dahi Leonardo da Vinci'nin 1510-11 yıllarında tuttuğu notlar İngiltere'de Buckhingham Sarayı'nda sergilenecek.Da Vinci’nin günlük yapılacaklar listesinde yer alan maddeler, günümüz insanının, “çöpü dışarı çıkar, evden çıkarken ocağı kontrol et, kuru temizlemeden elbiseleri al ve köpeği gezdir” gibi rutin işlerinden çok farklı. Hatta, alışılmışın çok dışında.

İtalyan bilim insanı, ressam ve heykeltıraşın, 1510 yılına ait günlüğünde yer alan yapılacaklar listesinde, “bir kafatası bulmak, anatomi kitaplarını almak, beyin zarının incelenmesi ve timsahın çene yapısının tanımlanması” yer alıyor.

Listede yer alan daha normal maddelerde, da Vinci kendisine, “tebeşir, kara kalem ve kağıt alması gerektiğini” hatırlatıyor.

Leonardo da Vinci’nin notlarına ait 80’den fazla sayfa, 4 Mayıs’tan itibaren İngiltere’nin başkenti Londra’daki Buckingham Sarayı'nda açılacak Queen’s Gallery sergisinde gösterilecek.

Serginin organizatörü Martin Clayton, “Seyahate çıkacak kişilerin yaptığı gibi, da Vinci’de yanında alması gerekenlerin bir listesini hazırlıyordu... Ancak onun günlük eşyaları arasında giysi ve havlu gibi eşyalar değil, anatomik araştırmalarında kullandığı pense, neşter ve kemik kesmeye yarayan testere bulunuyordu” dedi.

Clayton, “Da Vinci’nin Milano’nun güneyinde kalan Pavia Üniversitesi’nde kadavralar üzerinde çalıştığını biliyoruz. Belki de bu unutulmaması gerekenler listesi Pavia’ya düzenlediği bir yolculuk öncesinde hazırlanmıştı” ifadesini kullandı.

 

 

İtalyan dahinin 16’ıncı yüzyıldan kalan notlarında, kendi elleriyle çizdiği son derece detaylı anatomik çizimler de yer alıyor. Clay, “Bu sayfalar, İtalyan bilim insanının düşünce yapısı hakkında da fikir sahibi olmamızı sağlıyor” dedi.

İngiliz yetkililer, Rönenansa öncülük eden isimlerden biri olan da Vinci’ye ait notların, Kral İkinci Charles tarafından alındığını ve Kraliyet Koleksiyonu’na 1690’da eklendiğini düşünüyor.

Radikal, 09.04.2012

TÜRKİYE'NİN GÖZÜ BRITISH MUSEUM'DA

 

 

İngiliz basınına göre Samsat Steli üzerinden yeni bir siyasi mücadele başlıyor. Türkiye, Anadolu'dan alınarak Avrupa'ya götürülen kültürel miras konusunda bu kez gözünü İngiltere'ye çevirdi.

İngiliz Times gazetesinin başlığı "Elgin mermerlerini unutun, kültür üzerinden siyasetin yeni cephesi bu taş levha."

Ntvmsnbc'nin haberine göre; Türkiye, ocak ayında British Museum'dan Samsat Steli'nin iadesini isteyerek, 'Yunanistan'dan sonra müzedeki bir obje üzerinde hak iddia eden ikinci ülke oldu'.

Komagene Kralı Antiochus'un Herakles'i selamlarken tasvir edildiği stelin, zeytin ezmek için değirmen taşı olarak kullanılmak üzere ortasından delindiğini anlatan gazete, 1882'de bulunan eserin, 1927'de müze koleksiyonuna girdiğini belirtiyor ve şöyle devam ediyor:

"Türkiye son iki yılda dünyanın dört bir yanındaki müzelerde hak iddiasına hız verdi; Bunlar arasında Paris'te Louvre, Berlin'de devlet müzesi, New York'ta Metropolitan, Los Angeles'ta Paul Getty müzeleri var. Türkiye ayrıca tartışmalı objelerin bulunduğu müzelerin başka eserleri ödünç alıp sergileme taleplerini de geri çevirmeye başladı."

Sidamara lahdinden alınan bir Eros başının iadesi için başvurulan Londra'daki Victoria and Albert Müzesi bu nedenle Osmanlı sanatı konusunda planladığı bir sergiyi ertelemek zorunda kaldı. Müze, iade yerine, eseri süresiz olarak ödünç vermeyi önerdi.

Habertürk, 09.04.2012

SİDE ANTİK KENTİNİN UNESCO'YA ALINMASI İÇİN ÇALIŞMA BAŞLADI

 

 

Side antik kentinde 2,5 yıldır yaptıkları yenileme çalışmalarında hep tarihi kentin tarihi dokusunu korumaya yönelik olduğunun altını çizen Uçar, bugüne kadar tarihi ören yerinde planlama yapılmadığı için Side antik kentinin korunmasına yönelik UNESCO'ya başvuruda bulunulmadığını kaydetti.

 

Bakanlığın planı onaylaması ile Side antik kentinin UNESCO tarafından koruma altına alınması için başvuruda bulunacaklarının altını çizen Uçar, Antalya'da Kaş'ın Kınık beldesinde bulunan Xanthos-Letoon antik kentinden sonra ikinci koruma altında olan şehrin Side olması için uğraş vereceklerini söyledi.

 

Side'de yeni turizm sezonunda hanutçuluğa kesinlikle geçit vermeyeceklerini belirten Uçar, bu konuda çok kararlı olduklarını ve geçen yıl hanutçuluk yapan, turisti rahatsız eden ve zorla dükkan içine müşteri çekmeye çalışan 50 dükkana bir ve iki gün kapatma cezası verdiklerini sözlerine ekledi.

Turizm Gazetesi, 09.04.2012

DİNOZORLARIN SIRRINI
FOSİL YUMURTALAR
ÇÖZECEK

 

Güney Amerika kıtasının Patagonya bölgesine keşif yapan bilim adamları, 70 milyon yıllık dinozor yumurtaları buldu.


Yumurtaların bir dinozora ait olduğunu söyleyen araştırmacılar, onlara dair birçok sırrın ortaya çıkabileceğini belirtti.

Zaman, 09.04.2012

TARİHE ÇİRKİN GÖRÜNTÜ

 

 

Bursa’da hayırseverler tarafından yaptırılan tarihi çukur mescit’in çatısına yerleştirilen hoparlör sistemi vatandaşın tepkisini çekiyor.

 

Yıldırım İlçesi sınırlarında Yıldırım Külliyesi’nin güneyinde Çukur Mahalle’de yer alan Çukur Mescit hayırseverler tarafından restore edilerek orijinal görüntüsüne kavuştu. Hizmete açılan Çukur Mescit’in çatısındaki hoparlör sistemi vatandaşların tepkisini çekti. Tarihi yapının gün yüzüne çıkartılmasına sevindiklerini belirten mahalle sakinleri, hoparlör sisteminin yapıya gölge düşürdüğünü ifade etti. Vatandaşlar, hoparlör sisteminin kaldırılması gerektiğini belirterek, yetkililere çağrıda bulundu.


Çukur Mescit, 15. yüzyılın ikinci yarısında Ahmet Bey tarafından yaptırıldı. Zaman zaman yapılan onarımlarla ve bir ara dokuma fabrikası olarak kullanılan mekan, bu sebeple orijinalliğinden uzaklaştı. İbadet mekanı 7.60x7.57 m. ölçüsünde kareye yakın dikdörtgen planlı olup, moloz taştan duvarları 0.80 m. kalınlığındadır. Üzeri çatı ile örtülü olan ibadet mekanı altı pencere ile aydınlatılmıştır. Hayırseverler tarafından restore edilen Tarihi Çukur Mescit, 2011 eylül ayında başlayan restore çalışmalarının ardından günümüze kazandırıldı.

Bursa Olay, 08.04.2012

"İYİ İŞ DE YAPTIK, HATA DA"

 

 

Fatih Belediyesi son dönemde Radikal’in pek çok haberine konu oldu. Sultanahmet’te tarihi Bizans Saray kalıntıları üzerine kaçak yapılan 5 katlı otel inşaatı, Ayvansaray’da sit alanı içinde müzeden izinsiz hafriyat çalışmaları bunlardan birkaçıydı. Gündem yaratan haberler üzerine Belediye Başkanı Mustafa Demir, telefonla arayarak ilçede tarihi eserleri korumak için neler yaptıklarını anlatmak istediğini söyledi. Kabul edip gittik. Başkan Demir, belediye binasındaki makamında yaptıklarını anlattı ve ‘‘Haksızlık ediyorsunuz, vaktimin büyük kısmını ilçedeki tarihi yapıların korunmasına harcıyorum. Bir kaç hata tüm yaptığımız hizmetleri silip süpürüyor. Sultanahmet’te inşaatı mühürledik, mühür feyk edilmiş. Ayvansaray’da mezbelelik olan bir mahalleyi gezilebilir, yaşanabilir hale getirmeye çalışıyoruz’’ dedi. Sonra da imardan sorumlu Başkan Yardımcısı Talip Temiz’i yanımıza vererek, ‘‘Çalışmalarımızı bir de yerinde görmenizi isterim’’ dedi. 

Başkan Yardımcısı Temiz ile neredeyse bir gün boyunca ilçeyi dolaştık. 2008’de Eminönü İlçesiyle birleşince 57 mahalleden oluşan Fatih, altında binlerce yıllık geçmişi barındıran Tarihi Yarımada’ya da hakim durumda. Bir uçtan bir uca hemen her yerde çeşme, hamam, medrese, konak, mescit, külliyeye rastlamak mümkün. Çok sayıda harabe haldeki tarihi yapı restore edilerek ayağa kaldırılmış. Ciddi paralar da ödenmiş. 2005 - 2011 yılları arasında toplam 94 milyon lira restorasyona harcanmış. Bunun 36 milyonu belediye, 57 milyon lirasını İl Özel İdaresi karşılamış. Bazı projeler ise hala devam ediyor. 

Harabe haldeydiler! 
İlk durağımız Kocamustafapaşa’da Sümbül Sinan Tekkesi. Harap halde uzun yıllar restorasyon bekleyen tekkede çalışmalar 2007 yılında başlamış. 1 milyon 633 bin liraya restore edilen tekke şimdi el sanatları üzerine hizmet veren bir vakfa devredilmiş. Ebru, hat gibi geleneksel sanatların öğretildiği tekkede bir de konferans salonu oluşturulmuş. Buradan çıkıp Davutpaşa Mahallesi’ndeki Beşikçizade Tekkesi’ne gidiyoruz. Bahçeden içeriye girdiğimde harabe haldeki bina gözümde canlanıyor. Yıllar önce bu binanın kurtarılması için haberini yaptığımı hatırlıyorum. O zaman ayyaşların, tinercilerin mekanıydı. 1 milyon 474 bin liraya yenilenen tarihi binanın hazinesi de onarılmış. Temiz, burayı da bir sanat derneğine vermeyi düşündüklerini belirtiyor. Hatip Musluhittin Mahallesi’nde bulunan Sultan Abdülmecid Evi de uzun yıllar harabe halde kalan tarihi binalardan biri. 2009 yılında restorasyonuna başlanan yapı yaklaşık 500 bin liraya mal olmuş. Sosyal ve kültürel etkinliklerde kullanılmak üzere Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredilen yapı o içler acısı halden kurtarılmış. 

Büyük mücadele veriyoruz 
Yönümüzü Ayvansaray’a çeviriyoruz. Emir Buhari Mescidi ve Harem Konağı’nda restorasyon çalışmaları sürüyor. Sadece temelleri kalan mescit, fotoğraflarından bulunarak aslına uygun inşa edilmiş. Aynı şekilde yanı başındaki harem konağı da restore edilerek bir kültür merkezi haline gelmiş. Temiz, ‘‘En çok kamulaştırma yapmakta zorlanıyoruz. Birçok tarihi eserin bulunduğu alan yıllar içinde gecekondulaşmış. Hatta bazılarına tapu bile verilmiş. Vatandaşı da mağdur etmeden titiz ve ince çalışarak eski eserleri gün ışığına çıkarıyoruz” diyor. Temiz ile tartışmaların odağındaki Ayvansaray yenileme alanına giriyoruz. ‘‘Çalışmalarda neden arkeolog yok?’’ sorumuza Temiz’in cevabı şöyle oluyor: ‘‘Buranın tamamını jeoradarla taradık. Altta ne var ne yok biliyoruz. Derin bir hafriyat olmayacağı için Arkeoloji Müzesi’ne haber verme gereği duymadık. Hata yaptığımız kabul ettik. Ancak siz de gördünüz. Tarihi eserlerimizi korumak için belediye olarak çok büyük mücadele veriyoruz. Ancak bir hata yapıyoruz, tüm yaptığımız iyi işler bir anda görünmez oluyor. Herkes bize Ayvansaray ya da Sultanahmet’teki otel inşaatını soruyor. Tarihi yarımada çok büyük. Binlerce yıllık medeniyetlerin üzerinde oturuyoruz. Gözden kaçanlar, elimizin ulaşamadıkları da oluyor.’’ 

Arkeolog ekibi kurulmalı! 
Fatih Belediyesi’nin eski eserlerin korunmasına destek verdiği bir gerçek. Ancak inşaat denetiminin daha da sıkı yapılması gerek. Toprak altı eserlerin korunmasında belediyenin çalışmaları yetersiz. Belediye arkeologlarla bir ekip oluşturmalı ve kaçak kazıları müzeye bildirmeli.

Saray üstüne otel tarihi sit alanına iş makinesi
Radikal, 5 Şubat’ta ‘Sarayı yıkan kılıfını uydurdu’ başlıklı haberinde, Sultanahmet’te Bizans Büyük Saray’a ait olduğu düşünülen tarihi yapının yerle bir edilip, yerine beş katlı otel dikilmesini gündeme getirmişti. Haber üzerine otel inşaatı yıkıldı. Radikal’in gündem yaratan bir başka haberi de 26 Mart’ta yayımlandı. ‘Sur dibinde kepçelerle operasyon’ başlıklı haberde Ayvansaray’da kentsel yenileme adı altında inşaat çalışmalarına başlandığı ve ‘müze uzmanları olmadan kesinlikle girilemez’ denilen alanda iş makineleriyle çalışmalar yapıldığı yazıldı.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 0.04.2012

RESİM NEREDEN ALINIR? GALERİ Mİ, MÜZAYEDE Mİ?

 

 

Sanat eserinin alıcısına ulaşmasına aracılık eden galeri mi daha doğru adrestir, yoksa müzayede mi? Çağdaş sanatla ilgilenmeye başlayan okurlar bana en çok "Resmi müzayededen mi galeriden mi almalıyız?" sorusunu soruyorlar. Bu aslında okurlar kadar profesyonellerin de sorguladığı bir durum. Ve gerçekçi olursak net bir cevabı da yok. Ben yine de bu hafta bu soruyu Türkiye'de çağdaş sanat konusunda otorite olarak kabul edilen bazı isimlere yönelttim. Sanat dünyasının uzmanları da bu soruya ezberden kemikleşmiş bir cevap veremiyor. Yanıtlar "duruma göre" oluyor. İkisinin de kendine göre avantaj ve dezavantajları var. Müzayedeler keşfetme yeri değil. Çünkü müzayedelerde rüştünü ispatlamış, belirli bir tanınırlığa ulaşmış sanatçıların eserleri satılıyor. Yani müzayededen Monte Cristo'nun hazinesini bulmak pek de rastlanır bir durum değil. Bu nedenle değer avcılığı yapacaksanız galeriden keşfedeceksiniz. Ama galeriden alınan her eserin de illa doğru seçim olduğunun ve ileride daha da değerleneceğinin garantisi yok.

Yalçın Sadak-Sanat Tarihçisi:
Müzayedeler sanat piyasasının önemli dinamiklerindendir. İlkeli ve ehil oldukları sürece sanatın kalkınmasına güç katacaklarından kuşkum yok. Nitekim, Mavi Senfoni'yle başlayan yükseliş süreci onların eseridir. Fakat, son iki yıldır, galerilerin misyonunu da üstlenme hırsına kapıldılar. Oysa galeriler sanat piyasasının atar damarlarıdır. Onlar sanatçı adaylarını keşfeder, yaşayan sanatçılara istikrar içinde seyreden bir piyasa oluşturur. Müzayedelerin görevi, yaşayan sanatçıların elde edilmesi zor, nadir bulunur işlerini sirkülasyona sokmakken, boyası kurumamış yapıtları sanatçıdan alarak, açık arttırmaya koyuyorlar. Alıcılar da galeriden 10'a alacağı bir yapıtı, müzayede ortamında 20 lira başlangıçtan alacak kadar saf değiller.

Olgaç Artam-Antik A.Ş. Müzayede Yöneticisi:
Avrupa ve Amerika'da tüm müzayede kuruluşları genç sanatçıların eserlerini satışa sunuyor. Ülkemizde çok sayıda genç sanatçı müzayedelerimizde yer almak için başvursa da biz bu konuda titiz bir çalışma yapıyoruz. Sanat gelişimi henüz olgunlaşmamış genç sanatçıların eserlerinin müzayedeye çıkmasını doğru bulmuyoruz. Bu tür başvurular için her zaman galerileri öneriyoruz. Başvuran sanatçının performansını uzun bir süre sergilerinden takip ediyor, çalıştığı galerisi ile olan ciddiyeti ve ilişkisine çok önem veriyoruz. Galeriler sanatçıyı keşfeden ve destekleyen sanat dünyasının temel taşlarıdır. Bir sanatçının kariyerindeki yükselişin ancak galerisiyle geliştirdiği profesyonel ilişkisi sayesinde olduğuna inanıyoruz. Müzayede tanıtımları ile çok geniş alıcı kitlelerine ulaşmak isteyen sanatçıların eserlerini değerlendirirken öncelikle hangi galeri ile çalıştıkları, hangi koleksiyonlarda yer aldıkları, bilgi bankamızdaki geçmiş piyasa raporları, işlerindeki özen ve içeriği kapsayan araştırmalar yapıyoruz.

Öner Kocabeyoğlu-Koleksiyoner:
Günümüz çağdaşlarının eserlerini daha çok galerilerden alıyorum. Galerilerin ve genç sanatçıların desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu da genç sanatçıların işlerini galerilerden satın alarak olacaktır. Ama müzayededen alınmasına karşı değilim. Hatta bunun sanatçı için bir PR sağladığını düşünüyorum. Çünkü bu müzayede kataloglarının 1000-1500 sanatsevere ulaştığını tahmin ediyorum. Her sanatsever aynı zaman serbestliğine sahip olamayabiliyor. Bu nedenle galerileri tek tek ziyaret ederek eserleri yakından inceleme fırsatı olmuyor. Gençlerin işlerini müzayededen beğenip alma yoluna gidebiliyor. Kendi adıma konuşacak olursam müzayedelerden daha çok ulaşılması zor olan modern ressamlarımızın (1945- 1975) eserleriyle ilgileniyorum.

Oktay Duran-Koleksiyoner- Galeri Sahibi:
Bana göre iki kurum da gerekli ve sağladığı faydalar birbirinden farklı. Şöyle ki, galerilerin temsil ettiği sanatçılar vardır. Dolayısıyla bir alıcı galeriye gittiğinde hangi sanatçının eserlerini göreceğini bilir. Müzayede de ise satışa sunum anı geldiğinde, alıcının karşısında sanatçıya ait tek eser, ancak o eserin potansiyel birçok alıcısı vardır. Orada hakiki pazar şartları oluşur. Dolayısıyla müzayedelere, doğru fiyatlı pazarın oluşmasında önemli bir satış aracısıdır diyebiliriz.

Aziz Karadeniz-Beyaz Müzayede Yön. Kur. Başkanı:
2006'da müzayedeciliğe başladığımızda bazı galeri sahipleri yaşayan sanatçıların özellikle gençlerin eserlerini müzayedede satışa sunduğumuz için bizi çok eleştirdiler. Eleştirilerin bir başka boyutu ise genç veya yaşayan sanatçıların yeni eserlerinin ve aynı sanatçıya ait birden fazla eserin satışa sunulması idi. Bu eleştiriler zamanla azalmış olsa da hala devam ediyor. Müzayedelerin sadece eski eser veya antika değeri olan yapıt ve objelerle sınırlı kalması gerektiği ileri sürülüyor. Oysa genç sanatçıların eserlerinin müzayedelerde satılması Türkiye'ye özgü bir durum değil.

Yahşi Baraz-Galeri Sahibi:
Galeri ve müzayedeler birbirlerine bağlı bir sistemdir. Ama yeni koleksiyonerlerin ilk alımlarını galerilerden atması lazım. Hem galeriden alım yapıldığında sanatçı daha fazla kazanır. Müzayedede satılan eser sanatçıya ait olmadığı için bir gelir elde etmez. Ama müzayedenin getirisi çok daha fazladır. Çünkü orada satılan fiyat halk tarafından onaylanmış demektir. Sanatçı da bu fiyatı ölçüt alır ve galerideki eserlerini de bu fiyattan ayarlayabilir.

Burhan Doğançay-Ressam:
Galeriler, genç ressamların tanınmaları, sanat piyasasında var olabilmeleri için çok önemlidir. Ama sanat eseri alacak kişi, beğendiği eseri, istediği yerden alabilir. Bunun bir kısıtlaması yoktur. Galeriler, istedikleri esere, istedikleri fiyatı koyabilirler, belirledikleri bu fiyata göre satış yapabilirler. Eğer bir müzayede şirketi, genç bir sanatçının eserini, müzayedesine koymuşsa, bu o sanatçının yükselmiş bir değeri olduğunun göstergesidir. Galeriler, yenilikleri sunar, gençleri takdim eder. Müzayedeler ise belli bir yerden sonra bu sanatçıları devralır.

Sabah, Haber: Burcu Aldinç, 08.04.2012

KALDIRIM KAZISINDAN TARİH ÇIKTI

 

 

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Fen İşleri Dairesi Yapı İşleri Müdürlüğü'nün, geçtiğimiz temmuz ayında Sultanahmet Meydanı'nda yaptığı çevre düzenlemesi çalışmasında tarihi bir yapı ortaya çıkarıldı. Ayasofya Müzesi'ne 25 metre mesafede, Mimar Sinan tarafından yapılan 'çukur çeşme' yaklaşık 5 metre derinlikte bulundu. 4. Nolu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'na sunulan rölöve çalışması uygun bulundu. 22 Şubat'ta da "Restitüsyon, restorasyon projelerinin ve sanat tarihi raporunun Kurul'a iletilmesine" karar verildi. Tarihi yapıda 7 adet klasik kemerli çeşme bulunuyor. 4.23 metre yüksekliğinde bir tonozla örtülü olan yapının alanı ise 14.39'a 1.94 metre boyutlarında. Çukur çeşmeleri, 16. yüzyılda Mimar Sinan inşa etti. Diğer çukur çeşmeler gibi Sultanahmet Çukur Çeşmesi de Kanuni Sultan Süleyman döneminde inşa edilen 'Kırk Çeşme' su tesislerinin bir parçası. Koruma Kurulu ve Arkeoloji Müzesi'nin denetiminde yapılacak kazı çalışmalarında, tarihi yapının yeri henüz tespit edilemeyen sarnıç ve su deposu ile rampa ve merdivenlerin kalıntılarının açığa çıkartılabileceği düşünülüyor.

Sabah, Haber: Recai Kömür, 08.04.2012

SARAYDA ERKEN REZERVASYON DÖNEMİ

 


Topkapı Sarayı Müzesi’nde dün adeta izdiham yaşandı. Sarayın önünde yaklaşık 200 metrelik ziyaretçi kuyruğu oluştu. Ziyaretçi kuyruğu sarayın bahçesine taştı.

 

Habertürk Gazetesi’nin ev sahipliğinde dördüncü kez bir araya gelen Türk turizminin önde gelen temsilcilerine seslenen Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği (TÜRSAB) Başkanı Başaran Ulusoy, müze ve ören yerlerindeki ziyaretçi sayısının bu yıl 35 milyon kişiye koştuğunu söyledi.

 

Özellikle İstanbul'da Topkapı Sarayı ve Ayasofya müzelerinde haftanın belirli günlerinde yığılmalar olduğunu ifade eden Ulusoy, Turizm Bakanlığı ile önce Topkapı ardından da Ayasofya için erken rezervasyon ve kademeli fiyat sistemine geçmek için hazırlık yaptıklarını açıkladı.


Bu yıl Topkapı Sarayı Müzesi'ni 4 milyon kişinin ziyaret etmesini beklediklerini ifade eden Ulusoy, “Topkapı herkesin aklına estiği zaman gezebileceği bir yer olamayacak. Çünkü oldukça yoğun bir talep var. Burası için randevulu sisteme geçiliyor. Bu Dolmabahçe Sarayı'nda başarıyla uygulanan bir sistem” dedi. Bilet fiyatlarının uçaklarda  olduğu gibi kademeli olabileceğini anlatan Ulusoy, mesai saatleri dışında Topkapı Sarayı'nı ziyaret etmek isteyen büyük grupların da bir miktar daha fazla bedel karşılığı bu ziyareti yapabileceklerini anlattı.

 

2010 yılında müzelerden elde edilen toplam gelirin 80 milyon TL olduğunu anımsatan Ulusoy, 2011'de bu rakamın 156 milyon liraya ulaştığını bu yıl ise beklentinin 175 milyon lira olduğunu ifade etti. Bu arada ilk olarak İstanbul'daki yoğun ilgi gören müzelerde başlaması beklenen sistem dünyada bazı ülkelerde de uygulanıyor.  Örneğin Dubai'de dünyanın en büyük binası Burj Khalifa'ya girişte erken rezervasyon büyük avantaj sağlıyor. Binanın tepesinde bulunan At The Top isimli gözlem alanına girmek için internettten tarih ve saat belirterek bilet alırsanız 27 dolar, kapıda bilet almak isterseniz 108 dolar ödeniyor. 30 gün öncesine kadar yapılabilen erken rezervasyonla kredi kartı başına en fazla 10 bilet alınabiliyor.

Habertürk (Kısaltarak), Haber: Ünsal Ereke, 08.04.2012

TARİH KOKAN ANTİK KENT DARA İLGİ BEKLİYOR

 

 

Mardin’de bulunan ve görünümü ile Efes’i anımsatan tarihi antik kent Dara keşfedilmeyi bekliyor.

 

Mardin-Nusaybin karayolu üzerinde bulunan ve ne zaman kurulduğu hakkında kesin bir bilgiye ulaşılamayan antik kent Dara’da Mardin Müzesi tarafından başlatılan arkeolojik kazı çalışmaları devam ediyor. Mardin’in 30 kilometre güneydoğusunda, Mardin-Nusaybin karayolu üzerinde kalıntıları bulunan antik Dara kenti isminin Darius’un başkenti anlamına gelen ‘Dağara’dan aldığı belirtiliyor. Kaynaklarda Mezopotamya’nın Efes’i olarak tanınmakta olan Dara, İpek Yolu üzerindeki önemli bir yerleşimdir. Burada yapılan arkeolojik kazılarda ortaya çıkan kalıntıların dünyanın ilk su barajına ait olduğu sanılmaktadır. Dara antik kenti Prof.Dr. Metin Ahunbay tarafından araştırılmış ve ‘Mardin, Taşın Belleği’ isimli kitabında da yayınlanmıştır. Prof.Dr. Metin Ahunbay kitabında bu kentin Roma imparatoru Anastasius tarafından kurulduğunu ileri sürmüştür.

 

Mezopotamya’nın önemli antik yerleşimlerinden olan Dara’nın ne zaman kurulduğu hakkında net bir bilgiye ulaşılamamaktadır. Bununla beraber arkeolojik Kaynaklar Ahamanişlerin Kralı Darxis tarafından MÖ. 530-570 yıllarında kurulduğundan söz etmektedir. Bu antik yerleşim İranlılar ile Romalılar arasında sürekli el değiştirmiş, MS. 7. yüzyılda Arap istilasına uğramış, daha sonra da yerel beylikler tarafından yönetilmiştir. Dara, 15 ve 16. yüzyıllarda çevresindeki diğer yerleşim alanları ile birlikte Osmanlıların eline geçmiştir. Dara antik kentinden günümüze kale kilise, köprü, su kanalları, depo, su sarnıçları, arasta, kaya mezarları ve sivil yerleşim binalarına ait kalıntılar ulaşmıştır. Bu kalıntılara dayanılarak kuruluşundan itibaren Ahamanişlerin tanrısı Ahura Mazda’ya inanıldığı ve bunun için de birtakım ateş kuleleri yapıldığı belirtilmektedir. Antik kentten günümüze kalıntıları gelebilen, moloz taş, tuğla ve kesme taştan yapılmış olan surlara dayanılarak çok iyi korunmuş bir kent olduğu anlaşılmaktadır. Kenti çevreleyen surlar kuzey kapısının doğu ucundan başlayarak Zellace mevkiini de kapsayarak yöredeki mağaraları da içerisine alır ve Tophane’ye ulaşır. Bundan sonra Bertevi Sarayı’nın yanındaki güneye yönelik kapı ile birleşir. Şehri kuşatan bu surlar eski mezarlık olan Mahsara’yı da içerisine alarak Kesik Kaya üzerinden Hakni mevkiine çıkar. Böylece bu sur duvarları içerisindeki iç kale ile birlikte Osmanlı döneminde yapılmış Kale Camisi’nin doğusunda birleşir. Günümüzde bu surların içerisinde kentin önemli yapıları olan kilise, saray, cami, arasta, köprü ve sarnıçların izleri görülmektedir. Surların içerisinde bulunan İç Kale ise şehrin kuzeyinde 50 metre yüksekliğindeki tepe üzerinde tüm yöreye hakim biçimde kurulmuştur. Bu tepenin yamaçlarında ve çevresinde de sivil yaşama ait evlerin kalıntılarına yer yer rastlanmaktadır.

 

Antik kent Dara’da yaşayan vatandaşlar, bölgenin sahipsizliğinden yakınıyor. Dara’nın yerleşim yerinde ikamet eden Mehmet Ateş, bölgeye sahiplenilmesi durumunda Dara’ya turistlerin yoğun ilgi göstereceğini belirtti. Ateş, “Dara’da bulunan bu antik kent Efes’i anımsatıyor. Ama bugüne kadar istenilen seviyede tanıtımı yapılmadığı için kimse burayı bilmiyor. Tarih kokan bu bölgeye turist akını olabilir. Buraya her gelen gördükleri karşısında şaşkına dönüyor. Sahiplenilmesi ve iyi bir tanıtım yapılması durumunda Dara turistlerin vazgeçilmez mekanı olacaktır” dedi.

haberler.com, 08.04.2012

KADINA ŞİDDET, 3 BİN 500 YIL ÖNCEKİ BELGELERE YANSIMIŞ

 

Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Mehmet Karaosmanoğlu, kadına şiddetin antik dönemde de var olduğunu ve bunun 3 bin 500 yıl öncesinin belgelerine yansıdığını söyledi.

 

Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Karaosmanoğlu, Tarihte ve antik dönemde kadın konusunda birçok kaynak bulunduğunu, Hitit döneminde şiddet gören kadınların bunu metinlere, yani taş tabletlere yansıttıklarını anlattı. Prof.Dr. Karaosmanoğlu şu bilgileri verdi:

“O döneme ait ele geçen ve kitaplaştırılan fal metinlerinde, MÖ 1375- 1345 yılları arasında, yani zamanımızdan 3 bin 500 yıl önce krallar tarafından eşlerine şiddet uygulandığı belirtiliyor. Hitit Kralı İkinci Murşili’nin eşine şiddet uyguladığını metinlerde görüyoruz. İkinci Murşili’nin eşini gece ve gündüz tanrı ve tanrıçlara şikayet ettiği, lanetlediği ve beddualar sonucunda da gelinin öldüğü bildirilmektedir. Yine kraliçenin dilinin tutuk, yani kekeme olmasının nedeni de yine annesi tarafından yapılan beddulardan kaynaklandığı yazılmaktadır. Gelin- kaynana geçimsizliği nedeniyle geline şiddet uygulandığı o dönemde görülüyor. Sarayda yaşanan bu gelin- kaynana kavgası, halk arasında da yaşanmış olabilir.”

haberler.com, 08.04.2012

EN BÜYÜK ZEUS KUTSAL ALANI

 

 

Denizli’deki Laodikya antik kentinde yapılan kazı çalışmalarında, 2 bin yıl önce Zeus’a adanmış dünyanın en büyük kutsal alanı ortaya çıkarıldı. Depremlerde yerle bir olan kutsal alandaki 11 metre uzunluğunda 15 ton ağırlığındaki sütunlar, Türkiye’de ilk kez, antik dönemde kullanılan sistemle restore ediliyor. Laodikya Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek, Amerikalıların sistemi incelemek için antik kente geldiklerini söyledi.


Denizli Belediyesi ve Pamukkale Üniversitesi’nin desteğiyle 2 bin yıllık antik kent Laodikya’daki kazı çalışmaları 12 ay boyunca devam ediyor. Tanrıların şehri ve kutsal kent olarak bilinen Laodikya’nın ayağa kaldırılması için de restorasyon çalışmalarına hız verildi. Geçen aylarda yer radarıyla tespit edilen alanda yapılan kazı çalışmalarında antik dönemde Zeus’a adanmış dünyanın en büyük kutsal alanı ortaya çıkarıldı. Yaklaşık 25 bin metrekarelik alanda yapılan çalışmalarda depremler nedeniyle parçalanmış devasa büyüklükte sütunlar ve başlıkları bulundu. Toprak altından gün yüzüne çıkarılan sütunlar, vinçlerle kaldırılıyor ve Türkiye’de ilk kez uygulanan bir sistemle yerlerine antik dönemdeki gibi dikiliyor. 

Laodikya Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek, antik dönemde uygulanan sistemle sütunları birleştirdiklerini, bunun da Türkiye’de ilk kez Laodikya’da yapıldığını söyledi. Salihli’deki Artemis Tapınağı’nda kazı çalışmalarını yürüten Amerikalıların sistemi incelemeye geldiğini belirten Prof.Dr. Şimşek, şu bilgileri verdi:
“Antik dönemdeki insanlar, sütunları demir ve kurşun kullanarak birleştiriyordu. Biz de kurşun ve çeliği kullanarak aynı sistemle, parçalanan sütunları birleştiriyoruz. Bu sistemle yapılanlar binlerce yıl dayanıklı oluyor. Artemis Tapınağı’nda kazı yapan Amerikalılar da sistemi merak etmiş. Laodikya’ya gelerek bizden bilgi aldılar ve nasıl yapılacağını öğrendiler. Şimdi onlar da aynı sistemi yapıyor. Bu Türk arkeolojisi için çok önemli.” 

Baştanrı Zeus’a adanarak yapılan kutsal alanda çalışmalar bittiğinde Laodikya’nın dünyanın en gözde mekanı haline geleceğini ifade eden Prof.Dr. Celal Şimşek, şöyle devam etti:
“Bizim düşüncemize göre kutsal alanda tapınaklar var. En büyük tapınak ise baştanrı Zeus’un tapınağı olarak görünüyor. Alanda 11 metre yüksekliğinde 15 ton ağırlığında dev sütun galerileri var. Kutsal alanı büyük bir titizlikle kazıyor ve eserleri antik dönemdeki gibi restore ediyoruz. 2012 yılı kazı çalışmaları sonunda 20 sütunun hepsini dikeceğiz. Kutsal alan bittiğinde Türkiye’de en önemli gezilecek alan haline gelecek.”

Radikal, Yazı ve Fotoğraf: Ramazan Çetin, 07.04.2012

MİHRİMAH SULTAN CAMİSİ'NİN MÜLKİYETİ BİZE AİT"

 

 

Mihrimah Sultan Camisi'nin mülkiyeti ile ilgili Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden açıklama yapıldı.

Mülkiyeti Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne ait olan vakıf eski eseri Üsküdar Mihrimah Sultan Camisi'nin restorasyonu için projelerin hazırlanmasından, ilgili Koruma Kurulunca onaylanmasına ve fiilen restorasyon çalışmalarına başlanmasına kadar her tür iş ve işlemin, İstanbul Vakıflar 2. Bölge Müdürlüğü'nce yürütüldüğü bildirildi.

 

Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden yapılan yazılı açıklamada, bir Mimar Sinan eseri olan Mihrimah Sultan Camisi'nin, Kanuni Sultan Süleyman tarafından kızı Mihrimah Sultan adına Mimar Sinan'a inşa ettirilerek vakfedildiği belirtildi.

 

Açıklamada, caminin restorasyonu ile ilgili tüm giderlerin Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçesinden karşılandığı belirtilerek, şu ifadelere yer verildi: "18.01.2012 tarihinde sözleşmesi imzalanan restorasyon işinin yer teslimi 20.01.2012 tarihinde yapılmış ve iş aynı tarihte başlatılmıştır. Sözleşme bedeli, 5 milyon 896 bin 333 TL olan Mihrimah Sultan Camisi'nin restorasyon çalışmalarının hiçbir aşamasında Üsküdar Belediyesi ya da başka bir kurumun herhangi bir katkısı veya desteği olmamıştır."

Dünya, 07.04.2012

RESSAM THOMAS KINKADE 54 YAŞINDA ÖLDÜ

 

Amerikalı ressam Thomas Kinkade 54 yaşında öldü.

 

Basın sözcüsü David Satterfield, çizdiği pastoral resimler, kır evleri ve kiliseleriyle tabloları pek çok Amerikalının evini süsleyen Kinkade'nin, San
Francisco'daki evinde doğal sebeplerden yaşamını yitirdiğini açıkladı.

ABD'de eserleri en çok satılan ressam olarak tanınan Kinkade'in tablolarının, ülke genelindeki 10 milyon evin duvarını süslediği sanılıyor.

Cnn Türk, 07.04.2012

KUBADABAD SARAYI KALINTILARI YIKILIYOR

 

 

Beyşehir Gölü bünyesinde yer alan Kızkalesi Adası’ndaki Selçuklulardan kalan tarihi Kubadabad Sarayı’nın kalıntılarının, ağır kış şartları nedeniyle yıkılmaya başladığı belirtildi. Prof.Dr. Öztürk, ‘Ada üzerindeki kalıntılar, Konya’daki Alaaddin Tepesi’nde olduğu gibi üstten bir şemsiyeyle de korumaya alınabilir’ dedi.

 

Beyşehir Gölü’nde bulunan tarihi Kızkalesi Adası’ndaki saray kalıntılarının ağır kış şartlarının ardından yıkılıp yok olmaya başladığı, bu nedenle mekanın koruma altına alınması gerektiği bildirildi. Anadolu Eko Turizm ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği Başkanı Prof.Dr. Abdullah Öztürk, bir dizi proje çalışması kapsamında geldiği Beyşehir’de, gazetecilere yaptığı açıklamada, Göl bünyesinde yer alan tarihi Kızkalesi Adası’ndaki saray kalıntılarının, çetin kış şartları sonrasında tahribata uğradığını söyledi. Prof.Dr. Öztürk, şu bilgileri verdi: ‘Kızkalesi Adası’na çıktığımızda maalesef üzücü bir tablo ile karşılaştık. Geçirdiği ağır kış şartları sonrasında yükselen sularla birlikte kıyıları tamamen sularla kaplanan tarihi adada yıkımlar olmuş. Burada mutlaka bir korumanın yapılması lazım. ‘Milli Park’ diye kimse bir şey yapamıyor, korunamıyor ancak ‘milli park’ diyerek biz oranın kendi kendine yok olmasına müsaade edemeyiz. Buradaki durum aciliyet arz ediyor. Çevrecilerin, ilgili kişi ve kuruluşların, belki bölgemizde çalışmalar yapan Prof.Dr. Rüçhan Arık ve ekibinin, Çevre ve Orman Bakanlığının, buradaki saray kalıntılarının korunması ve daha da fazla yıkıma uğramaması için bir inceleme yapması gerekiyor. Ada üzerindeki kalıntılar, Konya’daki Alaaddin Tepesi’nde olduğu gibi üstten bir şemsiyeyle de korumaya alınabilir.

 

Kızkalesi Adası çevresinin aynı zamanda Türkiye’nin önemli bir kuş cenneti olduğunu, birçok kuş türüne ev sahipliği yaptığını anlatan Öztürk, koruma konusunda daha fazla zaman kaybı yaşanmaması gerektiğini sözlerine ekledi. 5 dekarlık bir alana sahip olan Kızkalesi Adası, Türkiye’nin en büyük tatlı su gölü olan Beyşehir Gölü kıyısındaki tarihi Kubadabad Sarayı’nın 3,5 kilometre kuzey doğusunda yer alıyor. Anadolu Selçukluları sultanlarının yazlık sarayı olan Kubadabad Sarayı’nın haremliği ve tersaneliği olan Kızkalesi Adası’ndan günümüze, duvar yıkıntıları, sur ve saray kalıntıları ulaşmış durumda.

Yeni Şafak, 07.04.2012

MEZOPOTAMYA UYGARLIĞININ ORTAYA ÇIKIŞI

 

Mardin Artuklu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü tarafından düzenlenen ve Türkiye arkeolojisinin önde gelen isimlerinden biri olan Prof.Dr. Hayat Erkanal’ın sunduğu “Mezopotamya Uygarlığının Ortaya Çıkışı” başlıklı konferans çok yoğun ilgi gördü.

 

Üniversitenin konferans salonunda düzenlenen ve adeta bir arkeolojik şölenin yaşatıldığı konferansa; il protokolünden birçok ismin yanı sıra, akademisyenler, öğrenciler, basın mensupları ve STK temsilcileri katıldı.

 

Mardin Artuklu Üniversitesi adına açılış konuşmasını yapan Arkeoloji Bölümü Başkanı, Yrd. Doç.Dr. Güner Coşkunsu, arkeolojinin basit bir tanımlamayla “geçmişin dili” olarak ifade edileceğini belirterek,” Geçmişte yaşamış insanları, o insanların kültürlerini, uygarlıklarını her yönüyle anlayabilmek için; günümüze kadar ulaşmış olan maddi kalıntılarını bulmak, incelemek, değerlendirmek, bilgiye dönüştürmek ve bize bırakılan evrensel kültürel mirası koruyarak gelecek kuşaklara aktarmanın, bilimsel ve özverili uğraşısı” olduğunu belirtti.

 

Arkeoloji bilimi vasıtasıyla, Mardin’de yaşayan insanların köklerinin binlerce yıl öncesine kadar, kanıtlarıyla ortaya çıkartıldığını hatırlatan Coşkunsu; arkeolojinin insanlık tarihinin evrensel köklerini aradığını, toplumların tarihleriyle ve kökleriyle olan bağlarının kopmamasına yardımcı olduğunu söyledi.

 

“Köksüzlük… Kökleri ile bağları kopartılmış nesiller… Ne kadar da ürpertici…” diyen Güner Coşkunsu, “Tahrip edilen ve edilmesine göz yumduğumuz her tarihi eser ve yerleşme yeri, hem sizin hem benim köklerimi zayıflatmak ve kesmek demektir. Neden Bağdat’ta ve Tahrir Meydanı’nda önce müzelere, arkeolojik ve tarihi eserlere, Bayman’da Buda heykellerine saldırılıp yok edildiğini hiç düşündünüz mü? Nedenini size ben söylemeyeceğim… Lütfen sizler de bunun üzerinde biraz düşünün. ” şeklinde konuştu.

 

Arkeologların ne ‘mezar kazıcısı’, ne ‘define arayıcısı’ ne de yanlış telaffuz edilen ‘alkolikler’ olmadığını vurgulayan Yrd.Doç.Dr Coşkunsu konuşmasını şöyle sürdürdü:

“Bizler hazine peşinde koşan Indiana Jones’lar değiliz! Çünkü biz arkeologlar, bilimsel metod ve teknikleri kullanarak, pek çok kişiye sıradan gelen her bir taş aleti, kerpiç parçasını, kemik ve tohumu tıpkı altın ya da gümüşten ender bir sikke, görkemli bir heykel, anıtsal bir saray gibi hazine değerinde ve evrensel kültürel mirasımızın bir parçası olarak gören bilim insanlarıyız.”

Unesco Dünya Kültür Miras’ına girmesi gereken Mardin’de şimdiye kadar ciddi bir arkeolojik araştırma yapılmadığını kaydederek şimdiye kadar az sayıda yapılan kurtarma kazılarından elde edilen verilerin Mardin’in genel arkeolojik, tarihi, zengin ve köklü kültürel geçmişini aydınlatmak için yeterli olmadığını belirtti.

 

Güner Coşkunsu, “Mardin’de özellikle prehistorik yani tarih öncesi çağlarda yaşamış olan insanlara dair bilgimiz çok zayıf, bu döneme ait bilimsel kazılarla ele geçen malzeme çok azdır. Henüz toprak altında keşfedilmeyi bekleyen ya da hızla ilerleyen inşaat çalışmaları ile ortaya çıkan belgeler uzmanları tarafından araştırılmak için beklemektedir. Bir kısmı ne yazık ki hızla yok olma tehlikesi altındadır. Kentlerin tarihini yatay olarak değil enine ve boyuna kesitlerle okumak mümkün olduğundan arkeolojik kazılara mutlaka ihtiyaç vardır.” diyerek konuşmasını şöyle tamamladı:

 

“Dünyada, kampüsünde yüzbinlerce yıllık bir tarih, hem prehistorik hem de Orta Çağ kalıntılarını içeren bir Üniversite kaç şehre, bilim insanına ve öğrenciye nasip olur? Bu eşsiz miras bize, Mardin’e, Mardin Artuklu Üniversitesi’ne nasip oldu. Kampüsteki arkeolojik alanlar öğrencilerimiz için bir uygulama alanı ve tez araştırmaları için bir kaynak olacak ve bir açık hava müzesine dönüştürülebilecek niteliktedir.”

 

Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.Serdar Bedii Omay’a her alanda verdiği desteklerden dolayı teşekkür ederek konuşmasına son veren Coşkunsu’nun ardından, kürsüye gelen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Mustafa Oflaz’ın kısa selamlama konuşmasından sonra konferansa geçildi.

 

Tanıtıcı slayt eşliğinde yapılan konferansta ‘Kral Yolu’ olarak tanımlanan ‘İpek Yolu’ üzerinde Mezopotamya kültürlerini içeren çok sayıda merkez niteliğinde yerleşim yerinin bulunduğunu anlatan Prof.Dr. Hayat Erkanal, Tur Abidin üzerinde bulunan yerleşim ünitelerinin ise daha çok istasyon niteliğinde olup bu merkezlerin önemli kısmının lokalize edildiğini belirtti.

 

Erkanal, Asur’un çeşitli yazılı kaynaklarında da yer alan bu merkezler sayesinde, Mardin’in Mezopotamya’nın en önemli bölgelerinden biri olarak tanımlandığını ve araştırmalarda ele geçen yüzey buluntularının da bu sonucu desteklediğini ifade etti.

haberler.com, 06.04.2012

ARKEOLOGLAR GIRNAVAZ HÖYÜK'TE İNCELEMELERDE BULUNDU

 

Prof.Dr. Hayat Erkanal ile Mardin Artuklu Üniversitesi arkeologları Mardin’in Nusaybin İlçesi'ndeki Gırnavaz Höyüğü’nde incelemelerde bulundu.

 

Artuklu Üniversitesi Yapı İşleri Daire Başkanı Fahrettin Çiçek, Prof.Dr. Hayat Erkanal, Yrd. Doç.Dr. Güner Çoskunsu, Yrd. Doç.Dr. Eric Jean ve Yazar Şerefkan Ciziri, Gırnavaz Höyüğü’nde incelemelerde bulundu.

 

Mardin Artuklu Üniversitesi arkeologlarına höyük hakkında bilgi veren Prof.Dr. Erkanal, 1982 ile 1991 yılları arasında höyükte yapılan kazılara başkanlık ettiğini söyledi.

 

Höyüğün etnografik açıdan çok önemli bir yerde olduğunu kaydeden Erkanal, “Halk arasında cinlerin miri Mir Osman’ın burada yattığına inanılır. Yaptığımız kazılarda Mitanni, yeni ve eski Asur kalıntılarına rastladık. Geç Uruk çağına ait malzemeler çıktı. Höyükten çıkan bir çok tarihi kalıntı Mardin Müzesi’nde sergileniyor” dedi.

 

Çiçek de kazıların tekrar başlaması istediklerini anlatarak, höyükten çıkan kalıntıların, bölgenin tarihi açısından önemli olduğunu bildirdi.

Mynet Haber, 05.04.2012



1 - 7 Nisan 2012

DÜNYA GOOGLE ART'LA SSM'Yİ GEZECEK

 

 

Sakıp Sabancı Müzesi, dünyanın önemli müzelerini internet ortamında gezme imkanı sunan Google Art Projesi’ne dahil oldu. Proje sayesinde, aralarında Sakıp Sabancı Müzesi, New York Metropolitan, Berlin Alte Nationalgalerie, Amsterdam Rijksmuseum, Floransa Uffizi, St. Petersburg The State Hermitage, Madrid Museo Reina Sofia, Londra Tate Britain’in de bulunduğu 17 müzeye sanal erişim imkanı elde ediliyor. Şu anda, projeye yeni dahil olan Sakıp Sabancı Müzesi’nin Hat Koleksiyonu’na ait eserler görülebiliyor. Farklı tasarım ve teknolojik uygulamalarla mayıs ayında yeniden ziyarete açılacak koleksiyon, sitede de yeni sunumuyla yer alacak.

www.googleartproject.com adresi üzerinden ziyarete açılan sitede, dünyanın önde gelen müzelerindeki 30 binden fazla eser yüksek çözünürlükte görüntülenebiliyor ve bazı eserler hakkında detaylı bilgiler veriliyor. Ayrıca sitenin veritabanında; sanatçı, eser, müze ve koleksiyon adı ile şehir ve ülke kategorilerine göre arama yapılabiliyor. Proje kapsamında, ziyaretçilere kendi koleksiyonlarını oluşturma imkanı da sağlanıyor.

Radikal, 06.04.2012

TARİHİ YARIMADA'DA JAMES BOND YASAĞI

 

James Bond serisinin son filmi Bond 23'ün bazı sahnelerinin İstanbul'da çekilmesi için Kültür ve Turizm Bakanlığı'na başvuru yapan yapımcıların talebinin kabul edilmesinin ardından, Büyükşehir Belediyesi filmin çekileceği mekanlar için kararlar aldı. 7-30 Nisan tarihleri arasında 14 gün yapılacak çekimler için Sirkeci ve Balat'ta belirlenen noktalar saat 06:00-18:00 arası araç ve yaya trafiğine kapatılacak. İstanbul'un en yoğun cadde ve sokaklarının yer aldığı listeye göre, Eminönü'nde sahil yolu trafiğinin önemli akış noktası olar Ragıp Gümüşpala Caddesi 8 Nisan Pazar günü tek şerit olarak kapatılacak. Eminönü'nde pazar günü trafiğin ciddi anlamda etkilenmesi bekleniyor. Ayrıca film çekimleri için 7 gün Eminönü Meydanı araç ve yayalara kapatılacak. Çekimleri Tahtakale, Mısır Çarşısı, Eminönü Meydanı, Sirkeci Postanesi, Eminönü İskeleleri ile birlikte özellikle Balat'taki Kiremit Caddesi'nde yer alan sokaklarda yürütülecek.

Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 06.04.2012

MEZARLIKLARI DA AZINLIK CEMAATİNE İADE EDİLİYOR

 

 

Cemaat vakıflarının 75 yıl önce el konulan taşınmazlarının iadesiyle ilgili süreçte mezarlıklar da sahiplerini buluyor. Galata Rum İlkokulu'nun vakfa iadesinin ardından, salı günkü Vakıflar Meclisi toplantısında, Ermeni, Rum ve Musevi vakıflarına ait mezarlıklarında iade edilmesine karar verildi. Uzun zamandır mezarlıklarını geri almak için mücadele veren azınlıkların bu talepleri ağustos ayında Başbakan Erdoğan'ın talimatıyla çıkan kararnameyle karşılığını buldu.

Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün 3 Nisan toplantısında aldığı karar kapsamında Galata Yüksekkaldırım Eşkenazi Musevi Sinagogu Vakfı'na "Ulus Eşkenaz Mezarlığı"nın da bulunduğu iki mezarlık, Beyoğlu Rum Ortodoks Kiliseleri ve Mektebi Vakfı ile Balat Surp Hreştagabet Ermeni Kilisesi Mektebi ve Mezarlığı Vakfı'na birer mezarlık iade edildi. Ayrıca Kadıköy Hemdat İsrael Sinagogu Vakfına ait "Acıbadem Mezarlığı", Kuzguncuk Bet-Yaokov Musevi Sinagogu Vakfı'na ait "Bağlarbaşı Mezarlığı" da iade edildi.

İade edilenler arasında Şişli Cevahir Alışveriş Merkezi'nin karşısındaki ünlü Rum Ortodoks Mezarlığı da yer alıyor. Beyoğlu Rum Ortodoks Kiliseleri ve Mektebi Vakfı'na iade edilen mezarlık, Türkiye'nin en geniş Rum Ortodoks Mezarlığı olma unvanını taşıyor. Hem Osmanlı hem de Cumhuriyet döneminde yaşayan zengin Rumların yattığı bilinen mezarlıktaki taşların her biri ince sanat işçilikleri ile dikkat çekiyor.

Sabah, Haber: Burcu Çalık, 06.04.2012

ALACAHÖYÜK TURİZM YOLU REHABİLİTASYON PROJESİ BAŞLADI

 

Çorum İl Özel İdaresi tarafından hazırlanan ve Orta Karadeniz Ajansı tarafından desteklenen 'Alacahöyük Turizm Yolu Rehabilitasyon Projesi' kapsamında yol çalışmalarının başlatıldığı bildirildi.

 

Çorum İl Özel İdaresi'nden yapılan açıklamaya göre, Çorum-Ankara karayolu bağlantısının, 30 Haziran Cumartesi gününe kadar ulaşıma kapatılacağı belirtildi. Ulaşımda sorun yaşanmaması için alternatif yol olarak Alacahöyük beldesinden Çorum'un Alaca İlçesi'ne ulaşımın için çevreli İbrahim Göleti yolunun kullanılacağı kaydedildi.

Turizm Gazetesi, 06.04.2012

HAYDARPAŞA GARI İTÜ DANIŞMA KURULU'NDAN ÖNEMLİ UYARI

 

Haydarpaşa Garı'nın yenilenmesi sürecinde İTÜ Danışma Kurulu olarak görev yapan Afife Batur, Ahmet Arısoy, Oğuz Cem Çelik, Yegan Kahya, Aslıhan Tavil, Hüseyin Kahvecioğlu ve Nuri Serteser'in görev süresi geçtiğimiz yaz bitmişti.

Bu 7 isim, danışmanlık yaptıkları Rölöve-Restitüsyon-Restorasyon projesinin görev sürelerinin dolmasının ardından kontrolleri dışında gelişmelere konu olma ihtimali, hem de bağımsız liman bölgesindeki projelerle ilgili gelişmelerin kamuoyu tarafından onlarla ilişkilendirilme riskinden ötürü bir duyuru hazırladılar.

 

Duyuru metni şu şekilde:

İTÜ Rektörlüğü'nün görevlendirmesiyle oluşturulan ve üyesi bulunduğumuz Danışma Kurulu, Tarihi Haydarpaşa Gar Binasının "Rölöve- Restitüsyon-Restorasyon" Projelerinin elde edilmesi sürecindeki denetim ve danışmanlık görevini, "tarihsel, kentsel ve işlevsel süreklilik" kriterlerine uygun olarak, yapının "tren garı işlevini sürdürmesi" ilke kararı doğrultusunda yerine getirmiştir. Görevlendirmenin sınırları, ana hatları ile yalnızca Tarihi Gar Binasını ve eklentilerini kapsamaktadır.

 

Projeler, yüklenici bir firma tarafından hazırlanmıştır. Bu projeler için gerekli program ve tasarım çerçevesi Tarihi Haydarpaşa Gar Binasının çağdaş bir tren garı olarak işlevini sürdürmesi ilke ve amacına uygun olarak, Kurulumuzca tanımlanmış; proje hizmetlerinin takip ve denetimi bu ilke ve amaç doğrultusunda sürdürülmüştür. Ancak AĞUSTOS-2011 sonunda, yüklenici firma tarafından üzerinde çalışılmakta olan Rölöve – Restitüsyon – Restorasyon projelerinin; "Rölöve ve Restitüsyon" kısımlarının tamamlanma aşamasına gelindiğinde, görev süremiz bittiği için, Kurulumuzun çalışması da sona ermiştir.

 

Son günlerde, Haydarpaşa Gar Binası ve yakın çevresinin, farklı kullanımlara konu olacağı yönünde çeşitli tartışmalar sürmektedir. Bu tartışmalara konu olan öneri veya çalışmaların, Danışma Kurulumuzun görev aldığı süreçle ve belirlenmiş çalışma alanımızla ve de bu süreçte üzerinde çalışılan projelerle hiçbir ilişkisi yoktur. Görev süremizin tamamlandığı tarihten itibaren sürdürülmekte olan restorasyon projesi de danışma kurulumuzun bilgi ve denetimi altında devam eden bir çalışma değildir. Kurulumuz, akademik ve bilimsel yaklaşımlar çerçevesinde Tarihi Haydarpaşa Gar Binasının esas işlevinin değiştirilmeksizin kente hizmet etmeye devam etmesi gerektiği görüşünü taşımaktadır.

 

Kamuoyuna saygıyla duyurulur.

Prof.Dr. Afife Batur - Prof.Dr. Ahmet Arısoy - Prof.Dr. Oğuz Cem Çelik - Doç.Dr. Yegan Kahya - Doç.Dr. Aslıhan Tavil - Y.Doç.Dr. Hüseyin Kahvecioğlu - Dr. Nuri Serteser

Arkitera, 05.04.2012

YÖRÜK ÇADIRI YANDI 5 BİN ESER HASAR GÖRDÜ

 

 

Çalış Plajı'nda bulunan İsmail Uzunoğlu'na ait içinde yörük kültürüne ait eserlerin sergilendiği çadırda sabaha karşı yangın çıktı. Çadırın güvenliğinden sorumlu görevliler, itfaiye ekiplerine haber verdi. Fethiye Belediyesi İtfaiye Müdürlüğü ekipleri, yaklaşık 2 saatlik çalışmayla yangını söndürdü.

Bu arada, çadır görevlileri, yangını çıkardıktan sonra kaçmaya çalıştığını iddia ettikleri Ö.F.Ç'yi (30), Foça Mahallesi'ndeki bir villanın bahçesinde yakaladı. Görevliler tarafından darp edildiği öne sürülen Ö.F.Ç. daha sonra polise teslim edildi. Hastaneye götürülerek tedavisi yaptırılan zanlı, gözaltına alındı.

Yangında, çadırda bulunan yörük kültürüne ait yaklaşık 5 bin eserin bazıları tamamen yandı, bazıları da hasar gördü.

Habertürk, 05.04.2012

BAKAN'I KIZDIRAN UYGULAMA

 

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Mevlana Müzesi ziyareti sırasında yeni restore edilen Derviş Hücreleri adı verilen odaları gezdiği sırada 'LED' ekran monitöre simülasyon amaçlı yansıtılan dervişin gözleriyle önünden geçen kişiyi takip etmesine tepki gösterdi. Bakan Günay, yanındaki yetkililere, ''Ben burdan çıkana kadar kaldırın'' talimatını verdi.


Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Konya'ya giderek, Garanti Bankası ve TÜRSAK Vakfı'nın işbirliğiyle çocuklar için gerçekleştirilen 'Garanti Mini Bank 9'uncu Çocuk Filmleri Festivali'nin açılışı törenine katıldı.

Mevlana Kültür Merkezi'nde gerçekleştirilen açılış öncesi, festivale gelen çocuklar palyaçolar ve çizgi film karakterlerinin eşliğinde oynayarak eğlendi. Çocukların arasına giren Bakan Günay hatıra fotoğrafı çektirdi. Oyuncu Sinem Kobal'ın sunuculuğunu yaptığı programda kısa bir konuşma yapan Bakan Günay, çocukların sanatla buluşturulmasının son derece önemli olduğunu söyledi.

Mevlana Kültür Merkezi'ndeki, bakanlığına bağlı Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu'nun ses kayıt stüdyosunda inceleme yapan Bakan Günay, daha sonra Mevlana Müzesi'ni ziyaret etti.
Bakan Günay, ziyaret sırasında yeni restore edilen Derviş Hücreleri adı verilen odaları gezdiği sırada 'LED' ekran monitöre simülasyon amaçlı yansıtılan bir dervişin gözleriyle, ekranın önünden geçerken kendisini takip ettiğini fark etti. Bunun üzerine Bakan Günay, 'Bu ne?' diye sordu. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Osman Murat Süslü de, "ziyaretçileri kafasını öne eğerek selamlıyor. Ama programı tamamlanmadığı için sadece göz takibi yapıyor'' diye cevap vermesi üzerine tepki gösteren Bakan Günay, "Çalışmayan şeyi niye bana gösteriyorsunuz. Ben müzeden çıkana kadar kaldırın'' talimatını verdi. Bakan Günay, diğer derviş hücrelerini gezerken, müze görevlileri önce monitöru kaldırmak istedi. Fakat duvara montajlı olduğu için çıkartamayınca, çareyi ekranı kapatmakta buldu.

Bakan Günay, müze ziyaretinin ardından Konya'nın Beyşehir İlçesi'nde bulunan Kubadabat Sarayı ve Mevlana Müzesi'ndeki restorasyon çalışmalarına sponsor olan Akkanat Holding'in sahibi Ali Akkanat ile protokol imzaladı. Bakan Günay, Anadolu'da Roma, Lidya, Urartı, Hitit eserlerini ayırım gözetmeksizin korumaya çalıştıklarını ama Selçuklu ve Osmanlı'ya ait eserlere daha önem verdiklerini kaydetti. Bakan Ertuğrul Günay daha sonra Konya Büyükşehir Belediyesi tarafından Kültür Park'ta yaptırılan İl Halk Kütüphanesi'nde incelemede bulundu.

Habertürk, 05.04.2012

AYASOFYA'DA HİLYE-İ ŞERİF SERGİSİ

 

 

Diyanet İşleri Başkanlığı, Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri kapsamında Ayasofya’da hilye-i şerif sergisi düzenliyor.

 

“Lisan-ı Hat ile Aşk-ı Nebi : Hilye-i Şerif” adını taşıyan serginin açılışı, 13 Nisan’da Diyanet İşleri Başkanı Prof.Dr. Mehmet Görmez ve Bakanlar tarafından gerçekleştirilecek.

 

Açılışa, Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin ve Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın yanı sıra Batı Trakya Müftüleri Ahmet Mete ve İbrahim Şerif, Karadağ Cumhuriyeti İslam Meşihatı Başkanı Rifat Fejziç ve Bulgaristan Müslümanları Başmüftüsü Dr. Mustafa Hacı Aliş de katılacak.

 

Peygamberimizin fiziksel özelliklerinin anlatıldığı metinlerin hat sanatıyla birleştirildiği eserlerin yer aldığı Hilye-i Şerif Sergisi, Ayasofya’da düzenlenen ilk Hilye Sergisi olması yönüyle ayrı bir önem taşıyor.

 

15 Mayısa kadar açık kalacak sergide, hattat Mehmet Çebi koleksiyonundan 99 seçme eser yer alıyor.

Turizm Habercisi, 05.04.2012

MİHRİMAH SULTAN CAMİSİ RESTORE EDİLİYOR

 

 

Birbirinden eşsiz tarihi eserleriyle açık hava müzesini andıran İstanbul'da Osmanlı Devleti'nin Mimar Sinan dönemini yansıtan camilerinden olan ve Üsküdar ile adı adeta özdeşleşen Mihrimah Sultan Camisi, Üsküdar Belediyesi'nin desteğiyle Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore ediliyor.

 

Üsküdar Belediyesi'nden aldığı bilgiye göre, Kanuni Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan'ın tek kızı olan Mihrimah Sultan tarafından Mimar Sinan'a yaptırılan ve 1548 yılında tamamlanan camide yapılacak yenileme çalışmaları 2 yıl sürecek.

Restorasyon kapsamında ilk olarak cami dış cephesi taş doku üzerinde itinalı temizlik çalışması yapılacak. Camide söveler, demir parmaklıklar, kapılar ve pencerelerin bakımı yapılırken, saçaklar, kubbeler ve kurşun örtüleri ile alemler onarılacak ve bunlara koruma malzemesi uygulanacak.

Avlu döşemeleri, kemer ve sütunlar ile merdivenlere bakım yapılırken, mermer kitabelere altın varak ile yazı yazılacak. Külliyenin hazire alanı ve şadırvanı aslı bozulmadan elden geçirilirken, zemin sağlamlaştırılması da yapılacak.

Restorasyon süresince cami iç mekan duvarlarında bulunan kelemişlerinin (cami ve türbe gibi yapılarda görülen sıva zeminine sürülen kireç üzerine yapılan teknik) bakımı, korunması, tamamlanması ile mermer mihrap ve minberin temizlik ve bakımları gerçekleştirilecek.

Mihrap ve minber kitabeleri üzerine altın varak ile yazı yazılacak caminin, iç mekanın ahşap aksam ve kaplamaları ile merdiven korkulukları da aslına uygun olarak restore edilecek.

Caminin minare taş dokusu, korkulukları, alemleri, külahları ve kurşun örtü kaplamaları yenilenirken şerefelerin temizlik ve bakımı da sağlanacak. Yapılan çalışma kapsamında son olarak cami süslemeleri aslına uygun olarak yenilenecek.
Habertürk (Kısaltarak), 05.04.2012

KIZKALESİ ADASI'NDAKİ TARİH SARAY KALINTILARI YIKILIYOR

 

 

Beyşehir Gölü’nde bulunan tarihi Kızkalesi adasındaki saray kalıntılarının bu yıl ağır geçen kış şartlarının ardından giderek yıkılıp yok olmaya başladığı, bu yüzden mekanın koruma altına alınması gerektiği bildirildi.

 

Anadolu Eko Turizm ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği Başkanı Prof.Dr. Abdullah Öztürk, bir dizi proje çalışması kapsamında geldiği Beyşehir’de, göl bünyesinde yer alan tarihi Kızkalesi adasındaki saray kalıntılarının geride kalan çetin kış şartları sonrasında iyice tahribata uğradığını, yıkılıp yok olmaya yüz tuttuğunu söyledi. Öztürk, yaptığı açıklamada, Beyşehir Gölü’nde bu yıl ağır geçen kış şartlarının ardından göl sularının çocukluğunda gördüğü seviyelere eriştiğine de dikkati çekerek, “Akademisyen arkadaşlarla birlikte geldiğimiz Beyşehir Gölyaka beldesindeki tarihi Kubadabad Sarayları’ndan kayıkla geçtiğimiz Kızkalesi Adası’nda gördüğümüz manzara bizleri derin endişelere sürükledi” dedi. Beyşehir Gölü su seviyesinin yükselmesinin bölgede birçok güzelliği beraberinde getirdiğini, bazı adalarda yaptıkları incelemelerde de çok ilginç kıyılar ve kumsallar oluştuğunu gördüklerini anlatan Prof.Dr. Öztürk, “Kızkalesi Adası’na çıktığımızda maalesef üzücü bir tablo ile karşılaştık. Geçirdiği ağır kış şartları sonrasında yükselen sularla birlikte kıyıları tamamen sularla kaplanan tarihi adada yıkımlar olmuş.

Burada mutlaka bir korumanın yapılması lazım. ‘Milli park’ diye kimse bir şey yapamıyor, korunamıyor ama milli park diyerek biz oranın kendi kendine yok olmasına müsaade edemeyiz. Buradaki durum aciliyet arz ediyor. Çevrecilerin, ilgili kişi ve kuruluşların, bölgemizde çalışmalar yapan belki Prof.Dr. Rüçhan Arık ve ekibinin, bakanlığın buradaki saray kalıntılarının korunması ve daha da fazla yıkıma uğramaması için bir inceleme yapması gerekiyor. Bilim adamlarının burada süratle inceleme yapıp, eko turizme uygun şekilde koruma altına alması gerekiyor. Yoksa durduğu yerde ölüme terk etmek, korumak değil. Bence bu çok önemli. Burada belki, arkeologlar bunu daha iyi bilir ama Konya’daki Alaaddin Tepesi’nde olduğu gibi üstten de bir koruma şemsiyesi ile korumaya da alınabilir” şeklinde konuştu. Kızkalesi Adası’nın aynı zamanda Türkiye’nin önemli bir kuş cenneti olduğunu, birçok kuş türüne ev sahipliği yaptığını anlatan Prof.Dr. Öztürk, koruma konusunda daha fazla zaman kaybı yaşanmaması gerektiğini de sözlerine ekledi.





Beş dekarlık bir alana sahip olan Kızkalesi Adası, Beyşehir Gölü kıyısındaki Kubadabad Sarayı’nın 3,5 kilometre kuzey doğusunda yer alıyor. Anadolu Selçukluları’nın yazlık başkenti olan Kubadabad Sarayı’nın haremliği ve tersaneliği olan Kızkalesi Adası’ndan günümüzde geriye harçlı duvar yıkıntıları, sur ve saray kalıntıları kaldı. Kubadabad Saraylarında uzun yıllardır kazı çalışmalarını yürüten Prof.Dr. Rüçhan Arık ve beraberindeki ekibi, bir süre önce burada da bir çalışma yürütmüş, ancak adaya olan ulaşım zorlukları nedeniyle çalışmaların yarım kaldığı belirtilmişti.

 Konya Hakimiyet, 05.04.2012

LAHEY'DE OSMANLI ALARMI!

 

 

Türkiye-Hollanda ilişkilerinin 400. yılı nedeniyle Amsterdam'da açılan Osmanlı sergisi, Kur'an-ı Kerim'e hakaret gerekçesiyle tepkilere neden oldu. Cumhurbaşkanı Gül'ün, Hollanda ziyareti öncesi yaşanan krizle ilgili Lahey'deki Türk Büyükelçiği alarma geçti. Müze yetkilileriyle görüşmeler yapıldı.

 

Türkiye ve Hollanda arasındaki diplomatik ilişkilerin 400'üncü yıldönümü, her iki ülkede düzenlenen etkinliklerle kutlanıyor. Bunlardan birisi de 7 Mart'ta Amsterdam'daki Risjks Müzesi'nde açılan 'Batılı gözüyle Osmanlı' konulu resim sergisi oldu. Yüzyıllar önce Avrupalı ressamlar tarafından resmedilen tabloların bulunduğu sergide, onlarca eser yer alıyor. Ancak Filibert Bouttats tarafından 1683'te çizilen bir tablo, sergiyi gezen gurbetçilerin tepkisine neden oldu.
 

Söz konusu resimde, Osmanlı Padişahı yatakta görünüyor. Yatağın önünde yer alan tuvaletin altında ise bir fes duruyor. Tabloda, dikkat çeken bir diğer detay da parçalanmış tuvalet kağıdı şeklinde resmedilmiş Kur'an-ı Kerim. Tablonun yanında yer alan açıklamada, Osmanlı ordusununun Viyana'dan ayrılmasından sonra birçok ressamın Kur'an-ı Kerim'i tuvalet kağıdı şeklinde resmettiği ifade ediliyor. Gurbetçilerin tepkisi üzerine Lahey'deki Türk Büyükelçiliği devreye girdi. Büyükelçilik Müsteşarı, Risjks Müzesi'ndeki serginin küratörü ile görüştü. 7 Mayıs'a kadar açık olacak sergiyi, 17-19 Nisan tarihleri arasında Kraliçe Beatrix'in davetlisi olarak Hollanda'ya gidecek olan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün de gezmesi bekleniyor.

Akşam, Haber: Gürkan Ata, 05.04.2012

TARİHİ ATATÜRK LİSESİ MÜZESİYLE ÖLÜMSÜZLEŞİYOR

 

Atatürk Lisesi'nin bahçesindeki 130 yıllık tarihi konak Türkiye'de bir ilk gerçekleştirilerek müze olarak hizmet verecek
 

İzmir'in simgelerinden olan Atatürk Lisesi'nin bahçesindeki 130 yıllık tarihi konak, 4 yıllık restorasyonun ardından 'Atatürk Lisesi Müzesi' olarak hizmet verecek. Türkiye'nin ilk okul müzesi olma ünvanını kazanacak müzede, Atatürk Lisesi'nin geçmişini yansıtan eşya ve okul malzemeleri sergilenecek. Okulun mezuniyet bilgileri ve tarihçesi dijital kayıt sistemiyle ziyaretçilere açılacak.

 

İzmir'de 124 yıl önce kurulan ve 1925 yılından itibaren Lozan Meydanı'ndaki binasında Atatürk Lisesi ismiyle eğitim-öğretim hayatına devam eden okulun tarihi, bahçesinde bulunan asırlık konağın müzeye dönüştürülmesiyle ölümsüzleşecek. Atatürk Lisesi Eğitim Vakfı, okulun mezunlarından ve vakıf üyelerinden sağladığı 500 bin lira destekle okul müdürlerine lojman hizmeti veren tarihi konağın restore edilmesini sağladı. 'Atatürk Lisesi Müzesi' olarak hizmet verecek olan konakta onarım çalışmaları son aşamaya geldi. Yıkılmaya yüz tutan konağın yapı malzemeleri bilimsel çalışmalarla analiz edildi ve aslına uygun şekilde baştan sona yenilendi.

 

Atatürk Lisesi Eğitim Vakfı Başkanı Prof.Dr. Rafet Kılınç, okulun içerisinde bulunan 130 yıllık tarihi konağın harap halini gördükten sonra, restorasyona karar verdiklerini söyledi. Bu amaçla okul mezunlarından ve hayırseverlerden 500 bin lira destek sağlandığını kaydeden Vakıf Başkanı Prof.Dr. Rafet Kılınç, "Atatürk Lisesi bahçesinde bulunan ve 1992 yılına kadar müdür lojmanı olarak hizmet veren tarihi konak, aradan geçen 20 yılda yıkılmaya yüz tutmuştu. 2006'da göreve geldiğimde tarihi konağın durumunu gördüm. Vakıf yönetimi olarak konağı Atatürk Lisesi'nin şanına uygun şekilde restore ederek müze haline dönüştürmeye karar verdik. Bunun için 3 aşamalı bir plan yaptık" dedi.

 

Vakıf Başkanı Kılınç, müzede okulla ilgili her türlü malzemenin sergileneceğini belirterek, müze içerisinde 'Atatürk Kütüphanesi' kurulacağını da dile getirdi. Vakıf Başkanı Kılınç, "Atatürk Lisesi'nin 130 yıllık geçmişini bu müzede sergileyeceğiz. Okulun Osmanlıca kayıtları bile elimizde bulunuyor. Mezunlardan bir isteğimiz var. Atatürk Lisesi ile ilgili ellerinde bulunan her türlü eşya ve malzemeyi bağışlamaları, müzenin zenginliğini artıracaktır. Bu müze genç nesillere Atatürk Lisesi'nin tarihini anlatacak. İzmir kültürüne önemli bir miras kazandırılmış olacak" diye konuştu.

Yeni Asır, 04.04.2012

GALATAPORT YENİDEN GÜNDEMDE

 

 

Altı yıl önce ihalesi iptal edilen Galataport yeniden gündemde. Projenin imar planları geçen hafta Kültür Varlıkları Kurulu'ndan geçti.

Galataport projesinin önündeki koruma kurulu engeli kalktı. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, Türkiye'nin en önemli ve İstanbul'un tek kruvaziyer limanı olan Galataport için yeni bir proje hazırlattı. Kültür Varlıkları Koruma Kurulu proje planları geçtiğimiz Salı günü oybirliği ile kuruldan geçti.

 

Plan belgelerine göre 100 bin metrekarelik alan üzerinde turizm tesisleri, ticaret alanları, kültürel tesisler ve terminal yer alacak. Turizm tesisleri kapsamında konaklama ve dinlenme tesisleri yapılacak.

 

Sabah Gazetesi'nden Nazif Karaman'ın haberine göre; ticaret alanında, alışveriş merkezleri, yeme içme alanları, ofisler, ticaret üniteleri ve turizm amaçlı yapılar olacak. Kültürel tesis alanında ise müze, sergi sarayı, fuar alanları, tiyatro ve sinema salonları ile toplantı salonlarının yer alması planlanıyor. Terminal alanında ise yolcu bekleme salonu, gümrüksüz alışveriş alanları birçok ünite bulunacak.

 

Plana göre, tescilli binalar yıkılmadan restore edilecek. Tescilli olmayanlar ise depreme dayanıklı olmadıkları için yıkılıp yerlerine modern yapılar dikilecek. Yeni yapıların yüksekliği proje bölgesinde bulunan tarihi Mimar Sinan Üniversitesi binasının yüksekliğini, yani 21,5 metreyi aşmayacak. Yüzde 14'lük kısım ise yeşil alan olarak düzenlenecek ve halka açık olacak.

Ntvmsnbc, 04.04.2012

OSMANLI TÜRKÇESİYE BASILAN İLK ARKEOLOJİK GEZİ REHBERİ

 

 

Osmanlı Türkçesiyle basılan ilk arkeolojik gezi rehberinin, Bergama Ören Yeri için hazırlanan ''Rehber-i Harabe-i Bergama Nüsha-i Türkiye'' adlı eser olduğu olduğu bildirildi.

 

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Ali Sönmez, AA muhabirine yaptığı açıklamada, eski Anadolu'nun en önde gelen yerleşim alanlarından birisi olarak prehistorik dönemlere kadar uzanan köklü bir geçmişe sahip olan Bergama'nın Yunan ve Roma medeniyetlerinden kalma zengin kalıntılarıyla gezginlerin, arkeologların ve  yabancı devletlerin özellikle de Almanya'nın ilgi odağı haline geldiğini söyledi.

Alman Carl Humann'ın 1871'de başladığı kazıların 1878'de resmiyet kazandığını ve o tarihten itibaren Bergama'da yapılan kazılardan elde edilen pek çok arkeolojik buluntunun izinli ya da izinsiz olarak Almanya'ya götürüldüğünü ifade eden Sönmez, bunun yanı sıra arkeolojik kazılara ilişkin rapor, müze rehberleri gibi çeşitli yayınların Alman ve dünya kamuoyuyla paylaşıldığını bildirdi.

 

Sönmez, bu çerçevede zikredilmesi gereken çalışmalardan birisinin de ''Rehber-i Harabe-i Bergama Nüsha-i Türkiye'' ismiyle yayımlanan eser olduğuna işaret ederek, ''Berlin Müzesi'nce 1902 yılında yayımlanan eser, Osmanlı Türkçesiyle basılan ilk arkeolojik gezi rehberi olmak özelliği taşımaktadır. Toplam 39 sayfa ve 4 bölümden oluşan eser, sadece kazı alanları değil aynı zamanda ulaşım, fiyatlar, şehrin nüfusu, kalınacak yerler gibi Bergama şehrinin sosyo-kültürel ve demografik yapısına ilişkin bilgiler içermesi açısından da dikkate değerdir'' diye konuştu.

Osmanlı coğrafyası üzerinde arkeolojik araştırmalar yapan devletlerin en başında Almanya'nın geldiğini anlatan Sönmez, ''1870'lerin sonlarından itibaren Osmanlı Devleti'nin müttefiki haline gelen Almanya, Bergama başta olmak üzere pek çok bölgede kazı ve bu kazılara ilişkin yayın faaliyetlerinde bulunmuştur'' dedi.

 

Sönmez, Almanların Bergama'da yaptıkları arkeolojik çalışmaların sadece kazılarla sınırlı kalmadığını belirterek, şunları kaydetti:

''Bergama'dan izinli ya da izinsiz olarak götürülen arkeolojik eserlerle kurulan Pergamon Müzesi için müze rehberleri ile Bergama'yı ve kazı alanlarını tanıtan gezi rehberleri hazırlandı. Bergama'ya ait ilk arkeolojik gezi rehberi 1887'de 'Führer Durch Die Ruinen Von Pergamon' ismiyle yayımlandı. Berlin Müzesi tarafından hazırlanarak satışa sunulan 27 sayfalık eser, 1899 yılında aynı isimle ikinci kez basıldı. Eser, 1902'de ise güncelleştirmeler yapılarak 'Rehber-i Harabe-i Bergama Nüsha-i Türkiye' adıyla Türkçeye tercüme edildi. Kitabın kapağında, eserin Berlin Müzesi tarafından yayımlanan nüshanın tercümesi olduğu belirtilmekle birlikte, eseri Osmanlı Türkçesine çevirenin kimliğine dair herhangi bilgi mevcut değildir. Göze çarpan bir diğer özellik ise daha önce basılan rehberlerin aksine eserin kapağında satış fiyatına ilişkin bir ibarenin yer almamış olmasıdır. Bu husus, kitabın satış amacıyla değil, Bergama kazılarını devlet kademesinde bulunanlara tanıtmak için hazırlanmış olabileceği izlenimini yaratmaktadır.''
               
Yrd. Doç.Dr. Ali Sönmez, eserin, Seyahat, Bergama Şehri, Malumat-ı Tarihiye ve Suret-i Ziyaret olmak üzere 4 bölümden oluştuğunu bildirdi.

 

İlk 3 bölümde Bergama şehri hakkında genel bilgiler verildiğini, son kısmın ise kazılar sonucunda ortaya çıkarılan harabelerin tanıtımına ayrıldığını anlatan Sönmez, şöyle konuştu: 
''Eserde Bergama'daki kazı alanlarında görev yapanlara ilişkin bilgilere sıklıkla yer verilmiştir. Bunlar arasında göze çarpan en önemli isim, Bergama Müze-i Hümayun Memuru Dimitri Çolakidi Efendi'dir. Bu kişiden Bergama Hükümet Konağı önünde sergilenen eski eserleri büyük gayret göstererek toplayan insan olarak bahsedilmektedir. Nitekim Almanya tarafından Dimitri Çolakidi Efendi'ye yaptığı tüm bu hizmetler nedeniyle dördüncü dereceden Kron Dö Prus (Prusya Tacı) Nişanı verilmiştir. Dimitri Çolakidi Efendi müze memurluğu görevini 1910 yılına kadar sürdürmüştür.

 

Kitapta ağırlıklı olarak bahsedilen konu hiç şüphesiz kazı alanlarına ilişkin verilen bilgilerdir. Suret-i Ziyaret başlığı altında ve 'Vadiler Dahilinde Cevelan', 'Şehrin Aşağı Kısmı Harabeleri ve Civarı' ve 'Kale Üzerindeki Harabeler' adıyla 3 alt başlık olarak düzenlenen 4'üncü bölümün giriş kısmında, ziyaretçilerin Bergama şehrinde 3 gün kalmaları gerektiği ve bu nedenle de gezilmesi gereken yerlerin 3 kısma ayrıldığı belirtilmekte ve az vakti olanların ise sadece kale üzerindeki harabeleri ziyaret edebileceklerivurgulanmaktadır.''

 

Yrd. Doç.Dr. Ali Sönmez, eserde kazı alanlarının sadece ismi ve özelliklerinden söz edilmediğini, aynı zamanda bu alanlara nasıl gidileceği, konaklamanın nerelerde yapılacağı ve gezilirken dikkat edilmesi gereken hususlara ilişkin tavsiyelere de yer verildiğini ifade etti.

 

Rehberde ören yerindeki kalıntıların durumlarının ayrıntılı olarak anlatıldığını dile getiren Sönmez, bu konuda hazırladığı çalışmanın kısa bir sürede kitap olarak basılacağını kaydetti.

Akşam, 04.04.2012

DAMIEN HIRST'UN SINIRI NE?

 

 

Britanya sanatının gelmiş geçmiş en sansasyonel isimlerinden Damien Hirst, 25 yıllık sanat hayatında sadece yarattığı furyayla mı kaldı, yoksa iş adamlığına, 'tüccar sanatçılığına', yan işlerine rağmen hala söyleyecek bir şeyleri var mı? Londra Tate Modern'de bugün açılan ve 9 Eylül'e kadar devam edecek sergi, tam da bu sorular üzerine düşünme fırsatı sunuyor.

 

‘Furya mı sanat mı?’ The Times’dan Rachel - Campbell Johnston’ın Londra Tate’de bugün açılacak şimdiye kadarki en kapsamlı Hirst sergisi eleştirisine attığı bu başlık, uzun zamandır sanatçıyla ilgili kafaları en çok karıştıran soru halihazırda. 1988’de Thames kıyılarında kullanılmayan bir limanda Goldsmiths’ten arkadaşlarıyla açtığı (küratörlüğünü de üstlendiği) ve büyük heyecan yaratan ‘Freeze’ sergisinden bu yana çağdaş sanatın en hararetle tartışılan isimlerinden Hirst.


Tabii ki bu hararetin şiddeti, biraz da Hirst’le ilgili tartışmaların sadece sanat alemiyle kısıtlı kalmaması, sanatçının her yeni işiyle, haberiyle, çıkıntılığıyla gazetelerin birinci sayfalarına taşınmasıyla da bağlantılı. İnsan, şimdiye kadarki eleştirilere bakınca, malzemede hiçbir aşırılık engeline takılmaması (ölü bir kaplan köpekbalığını formaldehit dolu bir tanka yerleştirdiği ‘Yaşayan Birinin Zihninde Ölümün İmkansızlığı’ akla geliyor hemen), pop/rock piyasasından güncel sanat alemine transfer ettiği ‘şovmenlik’ becerileri gibi özelliklerine atıfta bulunmadan Damien Hirst’ü değerlendirmenin imkansız olduğunu düşünebilir rahatlıkla. Hirst’ün ve önde gelen figürlerinden biri olduğu 1990’lar Genç Britanyalı Sanatçılar (yBa) akımının işlerini hem eleştirel hem de estetik olarak ‘hafif’ bulan New Left Review yazarları Julian Stallabrass ve Kitty Hauser gibi isimlerin eleştirilerinin ortak noktası da bu... Aslında söz konusu genç Britanyalıların zamanında ‘kopardıkları fırtınayı hak edecek doygunlukta işler yapmaması’, ‘sanatçıdan çok birer şöhret figürü olmaları’, ‘sanatlarının kamuya mal olmuş kişiliklerinde yan unsurdan ibaret olması’ favori eleştirilerden bazıları. Tabii ki Hirst de, diğer genç Britanyalıların bir kısmı da, sinema, müzik, sanat fark etmez Britanya’dan çıkan her şeyin merak uyandırdığı 1990’lar ‘cool Britannia’ çağındaki kadar ilgi odağında değil artık. Geçen binyılı deli dolu bir karamsarlıkla kapatıp, bir sonraki binyılda da ‘ipe sapa gelmez’ bir kıyamet öngördükleri, cinsel imalarla, şoke etmeye odaklı hikayelerle şekillenen işleri artık 1990’lar fenomeninin bir parçası.


Ama Damien Hirst, elmaslarla bezeli bir kurukafadan ibaret ‘For The Love of God’ adındaki işini, kendi galerisi White Cube için satın alarak sanat pazarının kurallarını yeniden yazmasıyla, 11 Eylül saldırılarını ‘bir sanat eylemi’ olarak tanımlamasıyla (sonradan özür diledi), işin zanaat kısmını tamamen asistan ordusuna devretmesiyle, yaşayan en zengin Britanyalı sanatçı unvanıyla hala aynı sorunun muhatabı: “Bu bir furya mı, yoksa sanat mı?”


Tate’in Hirst retrospektifinden beklenen de on yıllardır sansasyonundan bir şey kaybetmeyen bu ‘hype’ın ardındaki sanatı yeniden keşfetmek, sivri diliyle ünlü küratör, eleştirmen Julian Spalding’in “Hirst’ün balonu yakında sönecek, Hirst işleri olanlar ellerinden çıkarsın, çünkü değersizliği yakında anlaşılacak” türünden eleştirilerinde haklı olup olmadığını görmek.


Müze, izleyicilere bu sorunun cevabını bulmaları için Damien Hirst’ün Goldsmiths Üniversitesi’nde eğitim gördüğü yıllardan bugüne, zaten fazlasıyla tanıdık işlerini bir araya getiriyor. 1991 tarihli ‘Yaşayan Birinin Zihninde Ölümsüzlüğün İmkansızlığı’ tabii ki sergide. Sanatçının ölüm temasını ölü hayvanları kullanarak sinik bir üslupta işlediği ‘Doğal Tarih’ serisinden bu iş, artık sadece Hirst’ün değil, Britart’ın tamamının da ikonik işlerinden. Zaten tüm eleştirilere, ‘bu sanat değil’ huysuzlanmalarına karşın Hirst külliyatında ikondan geçilmiyor: Bir inekle buzağıyı ortadan ikiye bölüp farklı vitrinlerde sergilediği ve Venedik Bienali’nde yer alan ‘Mother and Child Divided’, bir kuzuyu formalhedit dolu bir tanka yerleştirdiği ‘Away from the Flock / Sürüden Ayrı’ (Hirst, galeriye gelip tankın içine mürekkep katarak eylem yapan bir başka sanatçı, Mark Bridger aleyhine dava açtırmıştı), New York’ta sağlık yetkililerince sergilenmesine izin verilmeyen ve çürümekte olan bir inekle boğadan ibaret ‘Two Fucking and Two Watching’... Hirst’ün 25 senelik sanat hayatından sansasyon yaratmamış, gazetelerin sanat sayfalarından dışarı taşmamış bir eser bulmak zor. Yine Tate’in sergisinde yer alacak, ‘sanat doğaya arkasını dönerse nasıl bir hal alacağını’ gösterme amaçlı, asistanlarına 1500 adet yaptırdığı nokta resimleri, gerçek kelebek kanatlarından yaptığı devasa tablolar ve tabii ki elmaslı kurukafa, Damien Hirst’ün geçmişine bakıştan birkaç manzara daha.


1990’larda ne “yapıyorsan arkandayım” sözünü aldığı Saatchi’nin hamiliğinde iyice palazlanıp kendisinin de bir sanat patronu haline gelmesine rağmen, Hirst’ün şok yaratma ve ilgi çekme potansiyelinde bir eksilme olmadığı da gerçek. Tabii bu potansiyelin ne kadarı işlerden, ne kadarı sanatçının kendi elleriyle yarattığı ‘kötü çocuk’ imajından, onu da anlamak için bu retrospektif bile yeterli olmayabilir. Zira Damien Hirst’ü Damien Hirst yapan, işleri kadar Blur’e çektiği videosu, Red Hot Chili Peppers’a tasarladığı albüm kapağı ve basının ‘dünyanın en zengin sanatçısı bugün ne yaptı’ merakı... Bir taraftan 1990’larda Britanyalı gençlerin kendini ifade etmelerinin önünü açmasıyla hatırlarda olan ama diğer taraftan öncülerinden sayıldığı ‘tüccar-sanatçı’ kavramıyla etkisi buralara kadar sirayet eden bir figür söz konusu. Küçük hırsızlıklar gibi vakaların da eksik olmadığı belalı bir çocukluğun ardından annesinin ısrarıyla sanata yönelen 1965 doğumlu sanatçı / girişimci / restoran zinciri sahibi / ‘celebrity’ Damien Hirst’te sınırların nerede bitip nerede başladığını kestirmek artık o kadar da kolay değil.

Radikal, 04.04.2012

YENİKAPI PROJESİ'NDE
SONA YAKLAŞILIYOR

 

"Yenikapı Transfer Noktası ve Arkeopark Alanı Uluslararası Mimari Avan Projesi" Davetli Hizmet Alımı'nda yavaş yavaş sona yaklaşılıyor.

Finale kalan 9 ekip 7-8 Nisan 2012 tarihlerinde İMP'de final sunumlarını gerçekleştirecekler.


Sunumlar herkesin katılımına açık olacak. Hafta sonu boyunca gerçekleşecek olan sunumların ardından değerlendirmeler 9 Nisan Pazartesi günü yapılacak ve sonrasında sonuçlar kamuoyuna duyurulacak.

Sunum programı aşağıda yer alıyor.


Sonuçların açıklanması ile birlikte 10 Nisan - 10 Mayıs 2012 tarihleri arasında tüm projeler İMP'de sergilenecek.

Yapı, 04.04.2012

SABANCI'NIN MANASTIRI 13 NİSAN'DA AÇILIYOR

 

 

Balıkesir’in Ayvalık İlçesi Cunda Adası’ndaki Ay Işığı Manastırı’nda Akbank Yönetim Kurulu Başkanı ve Murahhas Üyesi Suzan Sabancı Dinçer tarafından yaptırılan restorasyon çalışmaları tamamlandı.

Cunda Adası’nda bekar kızların manastırı olarak bilinen, asıl adı ’Aydimitri ta Selina’ olan ve halk arasında Ayışığı Manastırı olarak tanınan yapıda 3 yıl önce restorasyon çalışmaları başlatıldı. Akbank Yönetim Kurulu Başkanı ve Murahhas Üyesi Suzan Sabancı Dinçer sponsorluğunda yaptırılan restorasyon çalışmalarında yüzde 80’i yıkık halde bulunan manastır ayağa kaldırıldı.

 

Manastırın açılışı 13 Nisan’da yapılacak. 12.00-13.00 arasında tanınmış işadamları, ilçe protokolü ve bazı gazeteciler bir tekne ile manastıra götürülecek. Burada 13.00-15.00 arasında Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi’nin ana sponsorluğunda Suzan Sabancı Dinçer ve eşi Haluk Dinçer’in ev sahipliğinde konuklara öğle yemeği verilecek. Aynı gün 10.30’da ise Ay Işığı Manastırı’nın tarihini anlatan kitabın tanıtımı, yine Cunda Adası’nda bulunan Taş Kahve’de yapılacak.

Manastırın ne olarak kullanılacağına daha sonra karar verileceği belirtildi.

Radikal, 04.04.2012

AŞK TANRISI EROS'U JANDARMA KURTARDI

 

 

Denizli'de operasyon düzenleyen jandarma, Yunan mitolojisinde 'aşk tanrısı' olarak bilinen Eros'un 2300 yıllık paha biçilemeyen bir heykelini ele geçirdi.

 

Kale İlçesi’ne bağlı Narlı Köyü’nde tarihi eser satılacağı ihbarı alan jandarma, dün çiftçi 48 yaşındaki D.C.’nin evine operasyon düzenledi. D.C. gözaltına alınırken, jandarma tarafından evinde yapılan aramada, MÖ 4’üncü Yüzyıl’a ait, 54 santimetreye 26 santimetre boyutunda mermerden yapılmış aslan postu üzerinde uyuyan ve Yunan mitolojisinde aşk tanrısı olarak bilinen Eros heykelini ele geçirdi.

El konulan heykeli incelemek için jandarmaya davet edilen Denizli Üniversitesi öğretim görevlileri bütünlüğünü koruyan heykeli gördüklerinde şaşkına döndü. Paha biçilemeyen ve incelemede bulunan arkeologların hayran kaldığı heykel Denizli Müze Müdürlüğü’ne teslim edildi.

 

Jandarmadaki ifadesinde heykelin değerini bilmediğini ve yaklaşık bir hafta önce köyün yakınında yaptığı bir kazıda bulduğunu söylediği öğrenilen D.C., işlemlerinin ardından sevk edildiği adliyede çıkarıldığı mahkemece tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.

Radikal, 04.04.2012

TARİHİ MEYDANIN ÇEHRESİ DEĞİŞİYOR

 

 

Tarihi Yarımada'nın en uğrak yerlerinden biri olan Sultanahmet'teki meydan yenileme çalışmaları devam ediyor.

 

Geçtiğimiz yıl ocak ayında başlayan zemin yenileme çalışmalarında Topkapı Sarayı'nın önü ve çevresinin düzenlemesine geçildi. Meydandaki havuz mayıs ayında saray önündeki zemin döşemesi ise eylül ayında tamamlanacak. 2011 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) tarafından tamamlanan Sultanahmet Meydanı'nın ardından Topkapı Sarayı önü ve çevresi düzenlenecek. Asfalt zeminden oluşan yol Osmanlı tarzı granit taşlarla döşenecek. Mart ayında başlanan Topkapı Sarayı'nın önündeki çalışmalar Eylül ayında tamamlanacak. Meydan yenileme çalışmalarında Hürrem Sultan'ın yaptırdığı tarihi hamamın yanındaki havuz da yeniden yapılacak. Havuzlu parkın yenilenmesi kapsamında korunmaya değer olmayan ağaçlar Fatih'in başka noktalarına taşındı. Çim zemin sökülerek temizlendi. İBB yetkililerinin verdiği bilgiye göre halihazırda 5 bin 500 metrekare olan yeşil alan miktarı çalışma sonrasında da aynen korunacak. Havuzlu kısımın inşaatı 2.5 ayda tamamlanacak. İBB Park Bahçeler Müdürlüğü tarafından yapılan havuz düzenleme çalışmaları nedeniyle tarihi meydan şantiye alanına döndü. Tarihi yarımadayı gezmek için gruplar halinde gelen turistler inşaat çalışmalarının içerisinden geçerek meydanı dolaşıyor.

 

Büyükşehir Belediyesinden alınan bilgilere göre, Topkapı Sarayönü ve çevresi düzenleme çalışmaları ise Eylül 2012 tarihinde tamamlanacak. Çalışma kapsamında Topkapı Sarayı önü ve Topkapı Sarayına giden bağlantı yolları Kabasakal Caddesi, Bab-ı Hümayun Caddesi, İshakpaşa Caddesi, Dalbastı Sokak yağmur suyu, atık su, aydınlatma ve sert zeminlerini yeniden düzenlenecek.

Zaman, Haber: Sevgi Korkut, 04.04.2012

 48 MİLYONLUK KASE



  



Song hanedanı döneminden kalma 900 yıllık seramik yıkama kasesi Hong Kong'da yapılan müzayedede 208 milyon Hong Kong dolarına (yaklaşık 47 milyon 790 bin TL) satıldı.

Sotheby's müzayede şirketinden yapılan açıklamada 8 alıcının katıldığı müzayedede 15 dakikada satılan Ruyao yıkama kasesi adı verilen parçanın şimdiye kadar Çin'in Song hanedanı döneminden kalma seramikler arasında en çok fiyattan alıcı bulan parça olarak bir rekor kırdığı bildirildi.





Açıklamada bu rekorun daha önceki sahibinin Nisan 2008 yılında 67,5 milyon Hong Kong dolarından(yaklaşık 15 milyon 516 bin TL) alıcı bulan Song hanedanı döneminden kalma bir vazo olduğuna dikkati çekildi.

Müzayede evinden yapılan açıklamada, bir Japon koleksiyonundan alınan çiçek biçimli kasenin ''özel mülkiyetin elinde kalan muhtemelen en çok arzu edilen Ruyao eşyası olduğu'' bildirildi.

Uzmanlar, müzayedenin elde ettiği sonucun, yeni zengin Çinli koleksiyonculardan gelen büyük talebin sürüklediği Hong Kong'un, dünyanın en büyük 3. müzayede merkezi olma konumunu daha da belirgin hale getirdiğine işaret etti.

Habertürk, 04.04.2012

BAKANLIK: BÖLÜNME ÇALIŞMASI YOK

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada bazı basın yayın organlarında bakanlığın “Kültür” ve “Turizm” olarak ikiye ayrılacağı yönünde haberler olduğu anımsatılarak, bu yönde bir düşünce ya da çalışmanın mevcut olmadığı bildirildi.

 

Bakanlık’tan yapılan yazılı açıklamada şu bilgilere yer verildi:

”Bahse konu haberde hükümetin Kültür ve Turizm Bakanlığı’nı ikiye bölme planı olduğu ve oluşturulması düşünülen ‘Turizm ve Tanıtma Bakanlığı’nın halihazırda üzerinde çalışılmakta olan 1618 sayılı Seyahat Acentaları Birliği Kanunu’nda değişlikler yapılması öngören kanun tasarısı taslağında da ismen zikredildiği yönünde ifadeler yer almaktadır. 1618 sayılı kanunda değişiklik öngören ve daha henüz çok başlarda olan çalışmanın lafzının yanlış yorumlandığı düşünülmektedir.

 

Bundan 40 yıl önce, 1972 yılında çıkartılan 1618 sayılı kanunun geçici 2. maddesinde Kültür ve Turizm Bakanlığı haliyle o günkü adıyla Turizm ve Tanıtma Bakanlığı olarak zikredilmektedir. Kanun hala yürürlükte olduğundan doğal olarak ilgili geçici madde de her ne kadar TÜRSAB’ın kurulması ile işlevini tamamlamamışsa da kanun metni içerisinde yer almaktadır.

 

Öte yandan 16 Nisan 2003 tarih ve 4848 sayılı Kültür ve Turizm Bakanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki Kanun’un geçici 6. maddesinde ”Diğer mevzuatta Kültür veya Turizm Bakanlığı’na yapılmış olan atıflar, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na yapılmış sayılır” hükmü yer almaktadır ki bu da yasal mevzuatlarda bakanlığa ilişkin olarak yapılmış tüm tanımlamaların Kültür ve Turizm Bakanlığı olarak anlaşılması gerektiği anlamına gelmektedir.”

 

Açıklamada, ”Halihazırda haberde iddia edildiği gibi Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ikiye ayrılması yönünde bir düşünce ya da çalışma mevcut değildir” denildi.

Turizm Habercisi, 04.04.2012

MÜZELİK TABLOLAR MÜZAYEDEYE ÇIKIYOR

 

 

Usta ressam Nazmi Ziya’nın farklı dönemlerinden 7 tablosu ilk kez müzayedede satışa sunulacak.

 

Artam Antik A.Ş. müzayede evinin 8 Nisan 2012 Pazar günü swissotel the Bosphorus’da gerçekleştireceği 272. müzayedesinde koleksiyoner ve sanatseverleri heyecanlandıracak birbirinden değerli tablolar ve antikaları satışa sunuyor.

Türk resim sanatının en değerli imzalarının yer aldığı müzayedede sergilenen eserler sanatseverlere bir müze ortamı sağlıyor. Usta ressam Nazmi Ziya’nın farklı dönemlerinden 7 tablosu ilk kez müzayedede satışa sunulacak. Ziya’nın “Bülbül Deresi” konulu peyzaj eseri 400,000 TL ile müzayedeye çıkarken Sami Yetik’in müzelik bir çalışması “Kartopu Çiçekleri” konulu natürmort çalışması da 400.000 TL açılış fiyatı ile satışa sunuluyor. Müzayedede ayrıca Halil Paşa imzalı bir “İstanbul Peyzajı”, Şevket Dağ’dan “Ayasofya”, İbrahim Çallı’nın en çok aranılan “Manolyalar”ı, Hikmet Onat’ın “Tekneler” konulu eseri de koleksiyonluk tablolar arasında geliyor. Feyhaman Duran, Namık İsmail, Naci Kalmukoğlu ve Cemal Tollu gibi birçok önemli sanatçının tabloları da sanatseverlerin beğenisine sunulacak değerli eserler arasında..

8 Nisan Pazar günü saat 14:00de gerçekleşecek Artam Antik A.Ş. müzayesinde Edirnekari kati işçiliği ile yapılmış II. Mahmut tuğra da bulunuyor. Müzayedede ayrıca Kazasker Mustafa İzzet, Hasan Rıza, Mahmut Celalettin, Bakkal Arif gibi önde gelen hattatlarımızın Hilye-i Şerife, Hat levhaları ve Kuran-ı Kerim’ler de yer alıyor.. Kazasker Mustafa İzzet ketebeli Hilye-i Şerife 100.000 TL açılış rakamı ile satışa sunuluyor.

Son yıllarda sanat piyasasının yükselen değeri olan “Oryantalist” sanatçılara ait başyapıt eserler de bu müzayedede satışa sunuluyor. İstanbul’u belgesel niteliğinde resimleyen Copello, Leonardo De Mango, Fabius Brest ve birçok Avrupalı sanatçının eserleri sergileniyor.

Koleksiyoncuları heyecanlandıracak nadir rastlanan eserlerin başında pırlantalı Fransız liyakat nişanı, Osmanlı pazarı için özel olarak üretilmiş mineli altın cep saatleri, mücevherler, kılıçlar ve mobilyalar geliyor.

Aşurelik, gece sürahisi, leğen ibrik ve tatlı takımlarından oluşan tuğralı gümüşler, Yıldız porselen fabrikasının ilk dönem üretimlerinden oluşan porselen koleksiyonu, Tophane işçiliğinin aykırı örnekleri Osmanlı pazarı için özel yapım birçok eser 8 Nisan’da satışa sunulacak eserler arasında yer alıyor.

Toplam 250 eserin satışa sunulacağı müzayedeyi Artam Antik A.Ş. Yönetim Kurulu başkanı Turgay Artam yönetecek. Keyif alınacak çok değerli eserlerin bir araya geldiğini söyleyen Artam, bu seçkiyi yakından görmenin bile bir kazanç olduğunu hatırlatarak sanatseverlere kaçırılmaması gereken bir müzayede hazırladıklarını belirtiyor.

Habertürk, 04.04.2012

TARİHİ ESERLERİ ARI KOVANINA SAKLADILAR

 

 

Muğla İl Jandarma Alay Komutanlığı tarafından Muğla’nın Marmaris ve Datça ilçeleriyle Denizli’de gerçekleştirilen ‘Knidos Aslanı’ isimli tarihi eser operasyonunda 22 kişi gözaltına alındı

 

Zanlıların Datça’da bulunan Knidos antik kentinde kaçak kazı yaparak elde ettikleri çok sayıda tarihi eser ele geçirildi. 32 noktada yapılan aramada Roma dönemine ait süs eşyaları, toprak kaplar, sikkeler, dedektörler ve kazımalzemeleri bulundu. Ele geçirilen eserler arasında Roma dönemine ait 26 adet somaltın takı setinin olduğu da belirtildi. Zanlıların tarihi eserleri yakalanmamak için arı kovanlarının içinde sakladıkları ortaya çıktı.

Habertürk, Haber: Kadir Tamer, 04.04.2012

ÜNLÜ HEYKELTRAŞ ÖLDÜ

 

 

Amerikalı ünlü heykeltıraş ve grafiker Elizabeth Catlett, Meksika'da 96 yaşında hayata veda etti

Elizabeth Catlett'in gelini Maria Antonieta Alvarez, sanatçının 1976'dan bu yana yaşamını sürdürdüğü Cuernavaca kentindeki evinde öldüğünü açıkladı.

1915'te ABD'nin başkenti Washington'da doğan Catlett, Iowa Üniversitesi'nden mezun olduktan sonra 1946 yılında Meksika'ya taşınmış ve Meksikalı ressam Francisco Mora ile evlenmişti.

ABD ve Meksika'da siyahiler, kadınlar ve işçilerin hakları için mücadele eden Catlett, 1958'de Meksika'da demiryolu işçileri için düzenlenen gösteriler sırasında tutuklanmıştı. Siyasi görüşleri nedeniyle Catlett'in 1962 yılından 1972 yılına kadar ABD'ye girişi yasaklanmıştı.

Tahta, taş ve diğer doğal malzemeleri kullanarak kadın, çocuk ve işçi heykelleri yapan Catlett, aynı zamanda Meksikalı ve Afrika kökenli Amerikalı kadınların portrelerini çizmişti.

Catlett, ırk kimliği, aile dinamikleri, toplumsal ve siyasi mücadele konularını işlediği eserleriyle uluslararası ün kazanmıştı.

3 oğlu, 10 torunu ve 6 torun çocuğu olan Catlett için, Meksika'da cenaze töreni yapılacak.

Habertürk, 04.04.2012

ÜNLÜ RESSAMI MALTA ŞÖVALYELERİ ÖLDÜRMÜŞ

 

Zamanının düzen karşıtı ressamı Caravaggio, gerçek adı ile Michelangelo Merisi'nin sanıldığı gibi ağır bir hastalıktan dolayı ölmediği öne sürüldü.

Napoli Üniversitesi'nde, Caravaggio uzmanı olan Profesör Vincenzo Pacelli, sanatçının ölümü üzerine yaptığı uzun araştırmalardan sonra ünlü ressamın hastalıktan ölmediğini, ancak Vatikan'ın da onayı ile Malta Şövalyeleri tarafından ortadan kaldırıldığını öne sürdü.

Toskana bölgesinde Porto Ercole'de temmuz 1610'da öldüğü öne sürülen ressamla ilgili devlet ve Vatikan arşivlerinde çalışma yapan Pacelli, ressamın ölümünün de o dönemde Roma'nın limanı olan Civitavecchia yakınlarında Palo'da gerçekleştiğini açıkladı. Pacelli, cinayetin nedeninin ise ressamın üst düzey bir Malta şövalyesine hakaret etmek olduğunu savundu.

Sabah, Haber: Yasemin Taşkın, 04.04.2012

14 DOLARA PICASSO

 

ABD’nin Ohio Eyaleti’ndeki Columbus kentinde yaşayan 43 yaşındaki Zach Bodish’in yerel bir hayır kurumu mağazasından 14 dolara aldığı Picasso kopyası orijinal çıktı.

 

1958 yılında Fransa’nın Vallauris kentindeki seramik sergisi için yapılan linolyum baskı posterin arkasına Picasso’nun kırmızı kalemle attığı imza, posterin bulunmasını sağladı.

İmzanın zamanla silinmesi tanınmasını zorlaştırmasına rağmen aynı kalemin Picasso’nun aynı serideki diğer posterlerindeki imzalarda da kullanıldığı ortaya çıktı.

New York Swann Müzayede Salonu eserin değerinin 6 bin dolar civarında olduğunu belirtti. Bodish eseri satmayı düşünüyor.

Habertürk, 04.04.2012

TARİHİ EMİNÖNÜ BELEDİYE BİNASI YANDI

 

   

 

Fatih Çemberlitaş'ta bulunan eski Eminönü Belediyesi binası olarak da kullanılan tarihi yapı yandı. Binanın 4. katından yükselen alevler kısa sürede çatıya ulaştı. İtfaiyenin yoğun çalışması sonucu yangın söndürüldü.

 

Binbirdirek Mahallesi, Piyerloti Caddesi 15 numarada bulunan ve 3 yıl önce boşaltılan eski Eminönü Belediyesi binasında akşam saat 20.00 sıralarında yangın çıktı. Vatandaşlar durumu hemen itfaiyeye bildirdi. Tarihi binanın 4. katından yükselen alevler kısa sürede çatıya sıçradı. İtfaiye ekiplerinin bir saat süren çalışması sonucu alevler etkisiz hale getirilerek söndürüldü. Söndürme çalışmalarını vatandaşlar ve turistler de ilgiyle izledi. İtfaiye yetkilileri yangının çıkış sebebinin yapılacak incelemenin ardından belirleneceğini açıkladı.

 

Fatih Belediyesi ile birleştirilince kapatılan Eminönü Belediyesi'nin binası tarihi Şerefiye Sarnıcı'nın ortaya çıkarılması amacıyla yıkılmak üzere 3 yıl önce boşaltılmıştı. Binanın yıkım çalışması geçen yıl başlatılmış ancak yıkım gerçekleşmemişti. İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Kadir Topbaş sarnıcın restore edilerek turizmin hizmetine sunulacağını ifade etmişti. Tarihi binanın tescillenmesi ile birlikte yıkımından vazgeçilerek İBB'ye ait gençlik merkezi kurulacağı öğrenildi.

Zaman, 03.04.2012




SIBYAN MEKTEBİ YENİDEN HAYAT BULDU

 

Osmanlı Dönemi'nde 'Sıbyan Mektebi' olarak kullanılan Sultanahmet bahçesindeki tarihi yapı turistlerin uğrak mekanı oldu. Kültürlerarası İletişim Merkezi ile hayat bulan eski mektepte turistler Türk İslam mimarisi ve kültürü hakkında bilgilendiriliyor. Görevliler, turistlerin 'Sultanahmet neden 6 minareli?, Camide yazılı ayet ve hadislerin anlamı nedir? gibi sorularına da cevap veriyor.

 

İstanbul'un en önemli tarihi merkezlerinden biri olan Sultanahmet Meydanı'ndaki eski sıbyan mektebi, şimdi turistlere Türk-İslam eserlerinin ve Türk kültürünün anlatıldığı bir merkez olarak hizmet veriyor. Kültürlerarası İletişim Merkezi Derneği'nin kullanımına verilen eski mektepte, meydan ve camiler hakkında turistlere sunumlar yapılıyor. Merkezde 'camilerin mimarileri yanında ruhları' da anlatılıyor. Eski sıbyan mektebini bugüne kadar Brezilya'dan Avustralya'ya, Güney Afrika'dan Amerika'ya kadar yaklaşık 5 bin kişi ziyaret etmiş. Sultanahmet Camii avlusunun köşesindeki yapı, yıllarca küçük çocukların eğitildikleri ve geleceğe hazırlandıkları bir okul olarak hizmet verdi. Zamanla bu yapı kullanılmaz hale geldi ve bir süre boş kaldı. Dernek uzmanları arasında yer alan aktif 15 kişilik gönüllü grubu, kimi zaman "Sultanahmet neden 6 minareli?", kimi zaman ise "Burada ne yazıyor?" gibi sorulara cevap veriyor.

 

Kurulduğu 2010 yılı Nisan ayından bu yana yaklaşık 5 bin turiste hizmet veren dernek, misafirlerini sıcak bir ortamda karşılayarak ikramlarda bulunuyor. Yaklaşık 20 dakikalık sunumda tarihi ve kültürel unsurlar anlatılıyor. Üstelik sunumu yapan da konusunda bir uzman. Dernek Genel Sekreteri Önder Üçüncü, aynı zamanda İngilizce öğretmeni. Akıcı İngilizcesiyle misafirlerinin dikkatini çekmeyi başaran Üçüncü, 30 kişilik Danimarkalı öğrenci grubuna da benzer bir sunum hazırladı. Danimarkalı öğrenciler ikram ve sunumdan duyduğu memnuniyeti dernekten ayrılırken sıcak tavırlarıyla sergiledi. Herhangi bir ücret ödemeyeceklerini öğrenmeleri ise şaşkınlıklarını daha da artırdı. Sultanahmet Camii Derneği ile de ortak çalışmalar yürüten dernek, Medeniyetler İttifakı Enstitüsü ile Japon Kültür ve Medeniyeti isimli bir program yapmış.

KİM Genel Koordinatörü Ahmet Fatih Başaran, "Camilerin mimari özelliklerinden bahsederken onların ruhundan da bahsediyoruz. Mihrabın üzerindeki yazılarda Hz. Meryem ya da Hz. Zekeriya'dan bahsedildiğini duyunca çok şaşırıyorlar." dedi. KİM yetkilileri misafirlerle daha sonra e-maille irtibatlarının devam ettiğini kaydediyor.

Zaman, Haber: Orhan Fırat, 03.04.2012

MABEDDE ÇOCUK İSKELETLERİ BULUNDU

 

 

Antalya Kaş'ta, Hellenistik mabedde 4 çocuğa ait iskeletlerle ve bir madalyon gün ışığına çıkarıldı.

Kaş'taki Hellenistik Mabet'te Prof.Dr. Fahri Işık'ın bilimsel başkanlığında kurtarma kazıları devam ediyor. Antalya Müze Müdürlüğü'nde görevli arkeologlar Jülide Kayahan, Mustafa Şimşek ve Hakan Kızıltaş ile 6 işçinin görev yaptığı kazılarda mabedin geç dönem Doğu Roma katmanlarında çocuk iskeletlerine rastlandı. Açılan mezarlardan birinde 3 çocuk, başka bir mezarda bir olmak üzere toplam 4 çocuk iskeletine rastlandı. Çocuklardan birinin boynunda asılı halde bir de madalyon gün ışığına çıkarıldı.;

Kaş Hellenistik Mabet Kazıları Bilimsel Başkanı Prof.Dr. Fahri Işık, yapının Hellenistik döneme ait olduğunu ve MÖ 3 ile 1'inci yüzyıl arasında yapılmış bir yapı olduğunu bildirdi. Yapının çok özgün bir plana sahip olduğunu vurgulayan Işık, ''Çok özel bir yapıyla karşı karşıya kaldığımız kesin. Tapınak da olabilir, yerel bir meclis de olabilir. Ancak o dönem yapıtları arasında da benzeri yok. Her ne olursa olsun kesinlikle çok özgün bir planı var ve henüz ne olduğu net olarak belli değil'' diye konuştu.

Yürütülen kazı çalışmaları kapsamında yapının geç dönem Doğu Roma katmanlarında MS 6. yüzyıla ait mezarlara ve bu mezarlarda çocuk iskeletlerine rastladıklarını anlatan Prof.Dr. Işık, dağınık şekilde defnedilmeleri nedeniyle çocukların mezarlara gelişi güzel gömüldüğü izlenimine kapıldıklarını bildirdi. Işık, ''Mezarlardan birinde 3 çocuğa ait iskeletlere rastladık. İskeletlerden birinin üzerinde, sikke büyüklüğünde, çocuğun boynuna asılmış, iplik deliği görülebilen bir madalyon da çıkarttık'' dedi.

Bulunan bir başka mezardaki çocuk iskeletinin yanında da bir küpeye rastladıklarını belirten Işık, çocukların yaşlarına ilişkin henüz kesinleşmiş bir bilgi olmadığını söyledi.

Kaş Belediye Başkanı Abdullah Gültekin de belediye olarak kazılar için 6 bin lira harcama yaptıklarını, kazıların hafriyatının taşınmasında belediye olarak yardımcı olduklarını bildirdi.

Gültekin, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'dan kazıların devam edebilmesi için destek beklediklerini kaydetti.
Habertürk, 03.04.2012

HAFSA SULTAN KERVANSARAYI MÜZE OLACAK

 

 

Kanuni Sultan Süleyman'ın Rodos seferi sırasında annesi Ayşe Hafsa Sultan (Valide Sultan) adına Marmaris'te yaptırdığı ve bir kısmı English pub (İngiliz Birahanesi) olarak kullanılan kervansaray, müzeye dönüştürülmek isteniyor.

AA muhabirinin edindiği bilgiye göre, 1545 yılında yapımı tamamlanan ve şimdi Tepe Mahallesi olarak adlandırılan yerde, tarihi kale evleri ile Marmaris Kalesi'nin yakınında bulunan Hafsa Sultan Kervansarayı'nın müzeye dönüştürülmesi için belediye tarafından çalışma yapılacak.

Marmaris Belediye Başkanı Ali Acar, yaptığı açıklamada, Marmaris'in önemli bir turizm merkezi olmasının yanı sıra doğal, kültürel ve tarihsel öneminin de büyük olduğunu söyledi.

Başkan Acar, belediyenin, Marmaris Müzesi'nin yeniden ziyarete açılması, İyilik Kayalığı'nın arkeolojik parka dönüştürülmesi ve Nimara Mağarası'nın ziyarete açılmasını sağladığına dikkati çekti.

Bölgenin tarihsel zenginliklerinin sergilendiği bir müze bulunduğunu, ancak yeterli olmadığına işaret eden Acar, şöyle konuştu:
''Müzede yeterli salon olmaması nedeniyle birçok eser sergilenemiyor. Marmaris Belediyesi olarak ilçemize yakışacak bir müze için girişimlerde bulunmayı planlıyoruz. Bunun için Hafsa Sultan Kervansarayı'nın bir an önce kamulaştırılıp Marmaris'e yakışır bir müzeye dönüştürmek için Muğla Valiliği ve Müze Müdürlüğümüz ile çalışmak istiyoruz. Amacımız depolarda bekleyen kültür varlığımızı gelen yerli ve yabancı turistlerimizin beğenisine sunmak.''

Marmaris Müze Müdürü Esengül Yıldız Öztekin ise kervansarayın müzeye dönüştürülmesi projesini desteklediklerini söyledi.

Kervansarayın müzeye dönüştürülmesi durumunda Marmaris Kalesi ile bir bütünlük oluşturacağını belirten Öztekin, projenin ayrıntılarını Marmaris Belediyesi ile görüşerek ellerinden gelen yardımı yapacaklarını bildirdi.

Marmaris Kalesi'nin içinde bulunan müzede yer darlığı nedeniyle ellerinde bulunan 12 bin tarihi eserin sadece 500'ünü sergileyebildiklerini anlatan Öztekin, kervansarayın müzeye dönüştürülmesiyle müzeye olan ilginin de artacağını ifade etti.

Yasalardaki eksiklikler nedeniyle Hafsa Sultan Kervansarayı'nın zamanla özel mülk haline geldiğine değinen Öztekin, şunları söyledi:

''Cumhuriyet öncesinden başlayarak yakın tarihe kadar içi Marmarisliler tarafından iskan edilen Marmaris Kalesi'nde de 18 konut bulunuyordu. Marmaris Kalesi, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu'nun 1983 yılında aldığı kararla korunması gereken taşınmaz kültür varlığı olarak tescil edildi. Daha sonra kale içindeki yapılarak kamulaştırıldı. Kervansarayda bu şekilde kamulaştırılarak Türk kültür ve turizminin hizmetine sunulabilir.''

Kanuni Sultan Süleyman'ın Rodos seferi sırasında Marmaris Kalesi ile yapımını emrettiği ve zamanla özel mülke dönüşen kervansarayın ön kısmındaki kemerler arasında kurulmuş dükkanlar, ''English Pub'' olarak adlandırılan eğlence yeri olarak faaliyet gösteriyor.
Menzilhane olarak da adlandırılan kervansarayın giriş kapısında ise ''Bu menzilhaneyi, Sultan Selim Han'ın oğlu karalar ve denizler sultanı, Arap ve Acem krallarının efendisi Sultan Süleyman Han 1545 yılında yaptırmıştır'' ifadesi yer alıyor.

Yapı, Fotoğraf: Levent Kişi/AA, 03.04.2012

OSMAN HAMDİ BEY’İN TABLOSUNA
REKOR FİYAT

 

Dünyaca ünlü Sotheby’s Müzayedeevi, Osman Hamdi Bey’in “Okuyan Genç Emir” isimli tablosunu açık artırmayla satacak.

 

İngiltere’nin başkenti Londra’da bulunan müzayedeevi, ünlü Türk ressam Osman Hamdi Bey’in 1878 yılında yaptığı yağlı boya tabloyu 24 Nisan’da satışa sunacak.

Tablonun 3-5 milyon sterlin arasında alıcı bulması bekleniyor. Açık artırmada, bir dönem İstanbul’da yaşayan İtalyan ressam Fausto Zonaro’nun Boğaz’ı resmettiği tabloların da yer aldığı 33 eser satılacak.

45.5’e 90 santimetre boyutlarındaki tablonun, 33 eser arasında en yüksek fiyata satılması öngörülüyor.

Sotheby’s Müzayedeevi’nde, 4 yıl önce de Osman Hamdi Bey’in “İstanbul Hanımefendisi” adlı tablosu 3 milyon 380 bin sterline (yaklaşık 10 milyon TL) alıcı bulmuştu.

“Okuyan Genç Emir” adlı tablo, Liverpool’daki Walker Art Gallery’de sergileniyordu.

Habertürk, 03.04.2012

İNSANIN ATALARI ATEŞ YAKMAYI 1 MİLYON YIL ÖNCE ÖĞRENMİŞ

 

 

 

Güney Afrika'da bir mağaradaki muhtemel ateş ocağının izlerini inceleyen antropologlar, insanın atalarının ateş yakmayı şimdiye kadar tahmin edilenden 300 bin yıl daha eski, yaklaşık 1 milyon yıl önce öğrenmiş olabileceklerini bildirdi.

 

Araştırmaları Amerikan Proceedings of the National Academy of Sciences (PNAS) dergisinde yer alan uluslararası antropolog ekibi, Güney Afrika'nın merkez-doğusunda, daha önce de kazılar yapılan ve eski insanın varlığına dair önemli bulgular içeren Wonderwerk mağarasının içindeki katmanlarda yanmış hayvan kemiği kalıntıları ve öncekilerden daha eski taş aletlerin izlerini buldu.

 

Katmanlar içinde iyi muhafaza edilmiş bitkisel madde ve kemik parçalarının küllerini bulmalarının kendilerine mağaranın girişinde bir küçük ateş ocaklarının varlığını düşündürdüğünü belirten bilim adamları, bazı parçaların yüzeyde renk değişikliğine neden olduklarını, bunun da kontrollü bir ateş yakıldığını gösterdiğini belirtti.

 

Toronto Üniversitesi'nden antropolog Michael Chazan, analizlerin ateşin insan tarafından kullanılmasını 300 bin yıl geriye götürdüğünü kaydetti.

 

Antropologlar şimdiye kadar insanın tarih öncesi atalarının besinleri ısıtmak ve soğuktan korunmak için ateş yakmak amacıyla kıvılcım üretme yöntemini hangi dönemde keşfettikleri konusunda anlaşmaya varamıyorlardı.

 

Afrika, Asya ve Avrupa'da bu tip faaliyetlere ilişkin izler keşfedilirken İsrail'de bulunan 700 bin ila 800 bin yıl öncesine ait kömürleşmiş kap parçaları ilk kanıtlar olarak kabul ediliyordu.

Radikal, 03.04.2012

10 YILDA KAÇIRILAN 4 BİN 25 TARİHİ ESER GERİ DÖNDÜ 

 

Müzeler Genel Müdürü Osman Murat Süslü,son 10 yılda illegal yollarla yurt dışına çıkan 4 bin 25 eserin ülkeye dönüşünün sağlandığını belirtti.

 

Son 10 yılda illegal yollarla yurt dışına çıkan 4 bin 25 eserin ülkeye dönüşünün sağlandığı bildirildi.

 

Müzeler Genel Müdürü Osman Murat Süslü, son 10 yılda illegal yollarla yurt dışına çıkan 4 bin 25 eserin ülkemize dönüşünün sağlandığını ifade ederek, “Bizle işbirliği yapmak isteyen ülkelerde illegal yollarla yurt dışına çıktığını düşündüğümüz eserler varsa hakkında yazışmalarımızı yapıyoruz, olumlu bir cevap alamazsak kusura bakmayın sizle işbirliği yapamayız diyoruz.

Özellikle Bakanımız Ertuğrul Günay döneminde, yani 2007 yılından sonra 3 bin eserin ülkemize dönüşü bu dik duruşumuz sayesinde oldu” dedi.

Turizm Gazetesi, 03.04.2012

MYRA-ANDRİAKE KAZILARINA TRAKTÖR BAĞIŞI

 

Demre Myra-Andriake Arkeoloji Gönüllüleri Derneği, Myra-Andriake kazılarına iki traktör bağışladı.

 

Demre Myra-Andriake Arkeoloji Gönülleri Derneği Başkanı Mehmet Bayraktaroğlu, biri kepçeli, diğeri römorklu iki traktörü, Myra-Andriake Kazıları Başkanı Akdeniz Üniversitesi Edebiyat fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Nevzat Çevik ve kazı ekibine teslim etti.

 

Mehmet Bayraktaroğlu, yaptığı açıklamada, dördüncü yılına girecek kazılara dernek olarak destek vermeyi istediklerini söyledi. Bayraktaroğlu, “Yeni kazı döneminde dernek olarak, kazıya destek vermek, kazının altyapısını oluşturmak için çalışmalar yapıyoruz. Amacımız kazıların verimliğinin artmasına katkıda bulunmak. Bu bir başlangıç” dedi.

 

Araçları Demre Belediyesi, dernek üyeleri ve Demre halkının katkılarıyla aldıklarına değinen Bayraktaroğlu, kazılarda tarihi kalıntılar çıktıkça, Demre halkının arkeolojiye olan ilgisinin de arttığını vurguladı. Bayraktaroğlu, ”Artık Demreliler, geleceklerini turizmde ve arkeolojide olduğunu görüyorlar. Bu nedenle kazıların verimli gelmesi için katkı sağlıyorlar. Bu iki araç için toplam 60 bin lira harcama yaptık” diye konuştu.

haberler.com, 02.04.2012

BODRUM'DA İCRALIK HEYKEL

 

 

'Çökertme' türküsünün öyküsüne konu olan aşk kahramanları Halil ve Gülsüm'ün Muğla'nın Bodrum İlçesi Bitez Beldesi'ndeki heykelini yapan heykeltraş Veli Özkul'un, faiziyle 21 bin 700 liraya ulaşan alacağı ödenmediği gerekçesiyle, İstanbul 14'üncü İcra Müdürlüğü tarafından, Bitez Belediyesi'ne ihtarname çekildi. Bitez Belediye Başkanı CHP'li İbrahim Çömez, 21 bin 700 liranın, heykeli yaptıran Yapı Endüstrisi İnşaat ve Elektronik Sanayi Ticaret Limited Şirketi tarafından ödenmesi gerektiğini belirterek, "Ancak şirket iflas etmiş durumda. O nedenle de ihtarname belediyeye çekilmiş. İhtarnamede paranın ödenmemesi durumunda heykelin haczedileceği bildiriliyor" dedi.

 

Bitez'de 2006 yılında Yapı Endüstrisi İnşaat ve Elektronik Sanayi Ticaret Limited Şirketi tarafından, Çökertme türküsüne konu olan aşk kahramanları Halil ve Gülsüm'ün heykeli için yarışma düzenlendi. Yarışmaya başvuran 13 eser arasından heykeltraş Veli Özkul'un yaptığı heykelin maketi halk oylamasında birinci seçildi. Daha sonra orijinali yapılan üç metre yüksekliğindeki mermer heykel, düzenlenen törenle 2007 yılında Bitez Belediyesi'ne hediye edilerek, Bitez Yalısı'ndaki İskele Kafeterya yanına dikildi.

 

Aradan geçen süre içinde de heykeltraş Veli Özkul'a, heykelin yapımı için imzalanan sözleşmedeki 12 bin 500 lira ödenmedi. Veli Özkul da faiziyle birlikte 21 bin 700 lirayı bulan alacağının tahsili için İstanbul 14'üncü İcra Müdürlüğü'ne başvurdu. İstanbul 14'üncü İcra Müdürlüğü de, paranın ödenmesi için Bitez Belediyesi'ne ihtarname çekti.

 

'Çökertme' türküsünün öyküsüne konu olan aşk kahramanları Halil ve Gülsüm'ün Muğla'nın Bodrum İlçesi Bitez Beldesi'ndeki heykelini yapan heykeltraş Veli Özkul'un, faiziyle 21 bin 700 liraya ulaşan alacağı ödenmediği gerekçesiyle, İstanbul 14'üncü İcra Müdürlüğü tarafından, Bitez Belediyesi'ne ihtarname çekildi. Bitez Belediye Başkanı CHP'li İbrahim Çömez, 21 bin 700 liranın, heykeli yaptıran Yapı Endüstrisi İnşaat ve Elektronik Sanayi Ticaret Limited Şirketi tarafından ödenmesi gerektiğini belirterek, "Ancak şirket iflas etmiş durumda. O nedenle de ihtarname belediyeye çekilmiş. İhtarnamede paranın ödenmemesi durumunda heykelin haczedileceği bildiriliyor" dedi.

 

Bitez'de 2006 yılında Yapı Endüstrisi İnşaat ve Elektronik Sanayi Ticaret Limited Şirketi tarafından, Çökertme türküsüne konu olan aşk kahramanları Halil ve Gülsüm'ün heykeli için yarışma düzenlendi. Yarışmaya başvuran 13 eser arasından heykeltraş Veli Özkul'un yaptığı heykelin maketi halk oylamasında birinci seçildi. Daha sonra orijinali yapılan üç metre yüksekliğindeki mermer heykel, düzenlenen törenle 2007 yılında Bitez Belediyesi'ne hediye edilerek, Bitez Yalısı'ndaki İskele Kafeterya yanına dikildi.

 

Aradan geçen süre içinde de heykeltraş Veli Özkul'a, heykelin yapımı için imzalanan sözleşmedeki 12 bin 500 lira ödenmedi. Veli Özkul da faiziyle birlikte 21 bin 700 lirayı bulan alacağının tahsili için İstanbul 14'üncü İcra Müdürlüğü'ne başvurdu. İstanbul 14'üncü İcra Müdürlüğü de, paranın ödenmesi için Bitez Belediyesi'ne ihtarname çekti.

Habertürk, 02.04.2012

ARAP CAMİİ FIRSATI KAÇIRDI

 

 

Karaköy Azapkapı'daki tarihi Arap Camii'nde bulunan Bizans dönemi fresklerinin sıvayla üzerinin kapatılmasına karar verildi.

 

1999 depreminde dökülen sıvaların altından çıkan Bizans freskleri nedeniyle camiyle ilgili yeni bir tartışma gündeme gelmiş, 2010 yılında başlayan restorasyon çalışmaları bir türlü tamamlanmayınca İstanbul'da "Arap Camii'ni tıpkı Ayasofya gibi müzeye çevirecekler" dedikoduları başlamıştı.

 

Bulunan fresklerin en önemli özelliği bugüne dek 15. yüzyılda başladığı düşünülen Rönesans hareketinin İstanbul'daki izlerini yaklaşık bir yüzyıl geriye taşıması. Arap Camii'nin duvarlarında bulunan ve 14. yüzyıla tarihlenen fresklerin ne yapılacağı restorasyon çalışmalarının en önemli konusuydu.

 

Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün en son 1913 yılında restorasyon gören camide başlattığı çalışmalar sonucunda bilim kurulları bulunan fresklerinin üzerinin örtülmesi konusunda fikir birliğine vardı. Kurul mekanın halihazırda cami olarak kullanıldığı ve fresklerin korunmasının bu haliyle zor olacağı gerekçeleriyle fresklerin tekrar kapatılmalarını kararlaştırdı. Bakımı yapılan freskler, üzerleri koruyucuyla kaplandıktan sonra geçen ay tamamlanan son restorasyonda alçıpanla örtülerek sıvandı. Böylece 700 küsur yıl sonra yeniden günışığı gören freskler, belirsiz bir tarihe kadar tekrar sıva altına gömüldü.

 

Oysa NTV Tarih dergisinin aktardığına göre, Arap Camii'nin sadece belirli bir bölümde bulunan freskleri paravanla ayırarak koruma altına almak mümkündü. Böylece İstanbul'un tarihindeki en büyük keşiflerden biri olan bu freskler dünyanın kültürel mirasına kazandırılabilirdi. Nitekim 1999 depreminde dökülen sıvaların altından çıkan freskler caminin cemaati tarafından yaklaşık 11 yıl boyunca perdeyle örtülerek ibadet yapılabilmişti.

 

Vakıflar Genel Müdürlüğü yetkilileri, tarihi camideki restorasyon hakkında açıklama yapmamak için "ilke kararı" aldıklarını açıklamıştı. Fresklerin üzerinin örtüldüğünü NTV Tarih dergisinin haberi sayesinde öğrendik ancak camideki restorasyonun tam olarak ne zaman biteceği, mekanın ibadete ne zaman açılacağı hala belirsizliğini koruyor.

 

Arap Camii'nde bulunan fresklerin fotoğrafları ilk kez bu köşede yayımlanmıştı. Koruma Kurulu çevrelerinden öğrendiğimize göre freskler minberin yer aldığı duvarlarla bugün minare olarak kullanılan çan kulesinin içinde yer alıyordu. Muhtemelen alçıpanla kapatılan freskler de bu bölgede. Uzmanlara göre, İstanbul'da Bizans dönemine ait dini eserlerden koruma altına alınanların sayısı beş-altıyı geçmiyor. Arap Camii'nde bulunan freskler de günümüze ulaşabilen nadir eserlerden biri. Fresklerde tasvir edilen konular doğrudan doğruya Katolik inancını yansıtıyor. Burada Bizans sanatında yer almayan yalnızca Katoliklere özgü olaylar ve aziz tasvirleri bulunuyor. Uzmanlar bu durumun hem İstanbul hem de Katolik dünyası için bir ilk olduğu görüşünde birleşiyor.

 

Fresklerin üzerinin kapatılmasıyla Arap Camii ve İstanbul tarihi bir fırsatı kaçırmış oldu. Dünyaca ünlü Bizantolog Semavi Eyice'ye göre, Arap Camii'nde bulunan freskler her ne kadar önemli de olsa Kariye Müzesi'ndekiler kadar değil. Bu haliyle mekanın müze yapılmasına gerek yok. Ancak belki de dünyada yeniden bir ilk olacak şekilde Arap Camii hem Müslümanların mabedi, hem de müze olabilirdi. Fresklerin üzerini tamamen kapatmadan yalnızca ibadet zamanlarında perdeleyerek, ibadet dışında meraklılarına sergileneceği bir sistem oluşturulabilirdi.

 

Fresklerin üzerinin örtülmesi kararı kamuoyuna kapalı bir şekilde alındı. Umarım fresklerin sıvanın altındaki esareti kısa sürer ve İstanbul dünyanın ilk cami-müzesine kavuşur.

Taraf, Yazı: Ertan Altan, 02.04.2012

AZAPKAPI SOKOLLU MEHMET PAŞA CAMİSİ RESTORE EDİLİYOR

 

 

Azapkapı Sokollu Mehmet Paşa Camisi 2 milyon 515 bin TL bedelle restore ettiriliyor. İstanbul İl Özel İdaresi tarafından yaptırılan restorasyon çalışmalarının Ekim 2012'de bitirilmesi hedefleniyor.

Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa tarafından 1578 yılında Mimar Sinan'a yaptırılan Azapkapı Sokollu Mehmet Paşa Camisi, İstanbul İl Özel İdaresi'nce restore ediliyor.

 

Rölöve, restitüsyon, restorasyon projeleri 2008 yılında Bölge Koruma Kurulu'nda onaylanan caminin restorasyon uygulaması İstanbul İl Özel İdaresi ve Vakıflar II. Bölge Müdürlüğü kontrollüğünde ve oluşturulan Bilim Kurulu rehberliğinde yürütülecek.

 

2 milyon 515 bin TL bedelle restore edilecek camide çalışmaların Ekim 2012'de bitirilmesi hedefleniyor.

 

Restorasyon kapsamında taş hasarlarının onarılması, yüzey temizliği yapılması, ahşap kapı ve kapakların restore edilmesi, kurşunların yenilenmesi, çimento esaslı harçların temizlenmesi, çatlakların onarımı, çürüyen ahşap pencerelerin değiştirilmesi, minare şerefesi altındaki taş bozulmalarının giderilmesi gibi müdahaleler yapılacak.

 

Caminin etrafında yükselen zemin seviyesinin özgün durumuna getirilmesi, statik ve zemin analizleri, çatlak ve kot ölçümleri yapılarak güçlendirme ihtiyacı olup olmadığı da tespit edilecek.

Ayrıca minare altındaki çeşmenin onarılması, drenaj yapılması, bahçenin düzenlenmesi, tuvalet hacimlerinin yenilenmesi de uygulama kapsamında yaptırılacak.

 

Caminin mimari özellikleri

Haliç kıyısında, tonozlarla yapılmış bir bodrum kat üzerinde yükselen caminin iki yandan merdivenle ulaşılan son cemaat yerinden girilen harim bölümü, hemen hemen kare şeklinde.

Mihrap kıble tarafında dışarı taşkın biçimde yapılmıştır. Mimar Sinan bu camide Edirne Selimiye Cami'ndeki sistemi daha küçük ölçekli olarak uygulamış, orta kubbeyi sekiz payenin taşıdığı kemerler üzerine oturtmuştur. Cepheler kesme taşla kaplanmıştır. Son cemaat yerinin esas cephesinin Mimar Sinan tasarımındaki biçimi bugün net olarak anlaşılamamaktadır. Bu bölümün aslında galeri biçiminde sütunlu ve açık olduğu da düşünülüyor.

 

Caminin bir özelliği de minaresinin yerleştirilişi. Minareye son cemaat yerinin kuzeyinde yükselen bir mekandan, sivri kemerli ve yüksek bir köprüye oturan kapalı bir geçitle ulaşılması.

Arkitera, 02.04.2012

8500 YILLIK TÖREN İZLERİ

 

 

İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin başkanlığında yürütülen Yenikapı kazıları sırasında, yaklaşık sekiz ay önce ilki bulunan Neolitik dönem (MÖ 5500 - 8000) insan ayak izlerinin sayısı bugün, 390’ı bulmuş durumda. Yenikapı’daki kazılarda çalışan arkeologların, ilk İstanbullulara ait olduğu düşünülen izler için yorumu, ‘‘Törensel bir toplanmayı andırıyor’’ oldu.


8500 yıllık insan ayak izlerini tespit etmek çok da kolay olmadı. Dere yatağında killi toprak tabakada bulunan ayak izlerinin oluşumunu arkeologlar şöyle tanımlıyor: ‘‘Dere yatağı olduğu için zemin çamurlu. Ayak izleri bu şekilde oluşmuş. Daha sonra kuruyup kalıp şeklinde kalmış. Kısa bir süre sonra da derenin taşması yada birden bastıran selin getirdiği mille, dere kumuyla üzerleri kapanmış. Şimdi o izlerin içinden hep kumları fırçayla tek tek temizleyerek çıkarıyoruz.’’ Ayak izlerinde en büyük ayak ölçüsü 42 numara. 35 numaradan başlayarak 42’ye kadar her numaradan ayak izi bulunuyor.


Antropologlar ayak izleriyle Yenikapı’da bulunan insan iskeletleri arasında bağlantı kurmaya çalışıyor.


Diğer yandan ayak izlerinin birbirinin üzerinde olmaması da arkeologların yorumuna göre ‘törensel bir toplanma yeri duygusu’ veriyor. Ayaklarında sandalet ya da deriden yapılma ayakkabı olduğu tahmin ediliyor. 

Yerinde koruma olmaz
Hatta bazı izlerde topuk yerinin daha baskın olduğu da görülüyor. İzlerin yerinde korunması imkansız. Çünkü metro istasyonunun tam ortasında. Silikon kalıpları alınan izler daha sonra özel yöntemle topraktaki hali bozulmadan müzeye kaldırılacak. İstasyon içinde yapılacak müzede sergilenmesi planlanıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi BİMTAŞ’ın desteği ile ayrıca lazer scanner ile taratılarak izler bilgisayar ortamına da alındı. Dünyada bu tür izlerden aynı tarihlerde yok. Fransa ve İngiltere’de MÖ 4000 yıllarına ait izler bulunmuştu.

Yenikapı’da tarihi değiştiren kazı
Dünyanın da yakından takip ettiği, sekiz yıl önce başlanan Yenikapı arkeolojik kazılarında sona doğru geliniyor. Kazılmayan çok küçük bir alan kaldı. Osmanlı döneminden başlayarak Bizans erken ve geç Roma dönemleri derken Neolitik tabakaya kadar inildi. İstanbul’un ilk sakinlerine ait urne tipi mezarlar, 36 batık ve çok sayıda müzelik ve etütlük eser bulundu. Bulgular arkeolojik ve tarihsel anlamda yeni bilgileri ortaya koydu. İstanbul’un 2700 yıl önce yani MÖ 7. yüzyılda kurulduğu sanılıyordu. Yenikapı neolitik tabaka bulguları tarihi yarımada ve suriçi bölgesinde yaşamın 2700 yıl değil, 8500 yıl öncesine dayandığını ortaya çıkardı.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 02.04.2012

FATİH MEDRESESİ YENİLENİYOR

 

Fatih Camisi avlusundaki tarihi medrese restore edilecek. Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan tarihi medresenin yenilenmesi için yapılan ihale sonuçlandı. İl Özel İdaresi tarafından yapılan ihaleyle Fatih külliyesinin Akdeniz medresesi olarak bilinen kısmı yenilenecek. Restorasyon işi 17 milyon 520 bin TL'ye mal olacak. Sekiz medreseden oluşan külliyenin batıdaki medreseler topluluğu Akdeniz, doğudaki topluluğu ise Karadeniz olarak anıliyor.

Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 02.04.2012

'BÜLBÜL ÇEŞMESİ' MÜZAYEDEDE

 

Artam Antik A.Ş. müzayede evinin 8 Nisan'da Swissotel the Bosphorus'da gerçekleştireceği 272.

Müzayedesi'nde Nazmi Ziya'nın ünlü eseri Bülbül Çeşmesi ve Sami Yetik'in Kartopu Çiçekleri eseri 400 bin TL'den satışa çıkacak.

 

Osmanlı eserleri ve değerli tabloların yer alacağı müzayedede Halil Paşa imzalı bir İstanbul Peyzajı, Şevket Dağ'dan Ayasofya, İbrahim Çallı'nın Manolyalar, Hikmet Onat'ın Tekneler eserleri de yer alıyor.

Ayrıca Kazasker Mustafa İzzet ketebeli Hilye-i Şerife 100.000 TL açılış rakamı ile satışa sunuluyor.

Habertürk, 02.04.2012

EMEK'E KARŞI RANT

 

Emek Sineması'nın yok edilmesi bu şehirde büyümüş, bu şehirde yaşamış olanların anılarına apaçık saldırıdır.

 

Emek Sineması’nı yıkıp ticaret merkezi haline getirecek olan firmanın yöneticileri geçen hafta basına ve konuya müdahil olanlara yönelik bir basın toplantısı yaptı. Fevkalade uygar, paylaşımcı, müzakereye açık olduklarından değil elbet. Kentsel toplumsal muhalefeti yatıştırmak için.
Meclis’ten tereyağından kıl çeker gibi çıkarılıveren 4x3 modeli Islahat Fermanı, devletin yeni nesiller üstüne geliştirdiği kurguyu yansıtıyordu: Taş atan çocuklar yerine Kuran’ı hatmeden çocuklar. Tinerci çocuklar yerine genç ameleler. Başbakan’ın gözlerini yaşartan bu zaferi dillendirme tarzı, bütün topluma, “Şunları daha çocukken tezgaha oturtacaksın, bak büyüyünce seslerini çıkartabiliyorlar mı” diye baktığını gösteriyor. Var olan sistem pek iyiydi, ona dokunmayın demek istemiyoruz elbet. Ama bu büyük ‘devrimin’ ardındaki niyeti de görmezden gelemeyiz.


Emek Sineması’nın pazarlanmasının ardında da aynı yaklaşımın ketsel dönüşüm tasavvuru açıkça okunabilir.


Var olanı koruyup yenileyeceğine kentin hafızasını ticaretin kirli süngeriyle siliverirsin.
Bu işbitirici muhafazakarların muhafaza etmeye değer bulmadıklarından, Emek Sineması.
Roman nüfusu gibi. 

Emek nedir?
Türkiyeli sinemaseverlerin hemen her birinde mutlaka derin izler bırakmış bir mekandır. İnsanı hayali bir geçmiş resminde ağırlar. Her şeyin daha hafif ve uçucu, renklerin sepyayla hareli, insanların ille de hülyalı olduğu bir geçmiş resmine. Perdenin iki yanındaki Art Nouveau meleklerden almıştır ilk adını: Melek.
Emek, sinemadır. Birçok sinema delisi için sinema denince akla gelendir.
1924 yılında başlıyor serüveni. 1958 yılında Emekli Sandığı’nın mülkiyetine geçtiğinde adı Emek oluyor.
Emek Sineması da umursamaz otorite karşısında hep diken üstünde bir varoluş sürdürmüş mekanlardandır.


Rant ve sadece rant üstüne kurulu şehircilik serüvenimizde ikide bir üstüne hesaplar yapılır, Beyoğlu’nun bu koskocaman adasında yapılabilecek karlı yatırımlara engel olarak görülür.
Mülkiyet bekçileri gözünde beş paralık değeri yoktur. Oysa kapsadığı alan (onlar ‘işgal ettiği’ demeyi tercih eder) çok değerlidir. Orada büyük yatırımlarla büyük kazançlara gebe ‘shopping mall’lar, yepyeni ticaret mabetleri açmak varken kazancıyla zar zor ayakta durabilen bir sinemaya arka çıkmak elbette şımarıklık olarak değerlendirilecektir.


Ben beni bildim bileli her on yılda bir Emek Sineması’nın yıkılacağı haberiyle sarsılırız. Sonra yenilenir, karşımıza yeni ses düzeni, değiştirilmiş koltuklarıyla çıkıverir.
Emek Sineması’yla sinemasever arasındaki ilişki, bu nedenle hep gerilimlidir.
Evet, artık 875 koltuklu sinemaların ayakta kalması çok güç.
Evet, ultra-süper-mega ticaret merkezlerindeki 100-200 kişilik yatar koltuklu sinemaların yanında hantal, loş ve uğultulu kaçıyor.
Ama Emek Sineması, bu şehirde yaşayanların, bu şehirden geçenlerin, bu şehir hakkında düş kuranların anılarında bambaşka bir yer tutar.
Ben, o koltuklarda seyretmiş olduğum yüzlerce film arasında gezinerek yazıyorum sözgelimi bu yazıyı. Orada seyretmiş olduğum Passolini’leri, Cassavetes’leri dün gibi hatırlarım. Tarkovski’yle tanışmamın hangi koltuğunda gerçekleştiğini de. ‘Andrei Rublev’i başka hangi sinemada aynı büyüyle seyredebilirdim?
‘Dantelci Kız’ filminin sonunda ağlamaktan kalkıp da çıkamadığım sinema da Emek’tir.
Bütün sevdiklerimle kol kola film seyretmişliğim vardır orada. Bütün sevdiklerimi daha çok sevmiş olduğum bir yerdir.
Emek Sineması’nın yok edilmesi bu şehirde büyümüş, bu şehirde yaşamış olanların anılarına apaçık saldırıdır. 

Direnelim!
Demirören kepazeliğiyle birlikte belediyenin Beyoğlu tasavvuru aşikar olmuştur. Açgözlü ticaret erbabıyla masaya oturup şekillendirilecek, temizlenip ıslah edilecek bir bataklık, onlara kalırsa Beyoğlu.
Bir örneğini de Sulukule’nin ‘ıslahı’ projesinde gördüğümüz, kamu yararını tamamiyle kendi faydacı rant anlayışına göre tanımlayan belediyecilik, hayatımıza düşmandır.
Belediyelerin temel görevlerinden biri, insanların ortak anılarını korumak ve sakınmak olmalıdır.
Şehir, öncelikle ortak anılardan oluşan bir bütündür.
Yılmadan, bezmeden tekrar etmek zorundayız!
Hayatımızı, geçmişimizi yağlı kar bezleriyle silivermenin yollarını arayanlar.
Emek Sineması’ndan elinizi çekin!
Bu şehirdeki geçmişi silinebilir bulunan, belediyenin umursamadıkları, bir araya gelmek zorundayız.
Bundan başka Emek Sineması yok.

Radikal, Yazı: Yıldırım Türker, 02.04.2012

BİN YILLIK BATIK AÇIK ARTIRMADA

 

Endonezya'da bir balıkçı tarafından bulunan batıktan çıkarılan bin yıllık 50 milyon sterlin değerindeki (143 milyon TL) 250 bin parça tarihi eser, açık artırmaya çıkarılacak. Cava Adası açıklarında bin yıl önce battığı sanılan gemi, 2004'te bir balıkçı tarafından tesadüfen keşfedildi.

 

10 binden fazla gemi batığının olduğu bölgedeki batığı, Belçikalı Kozmik Sualtı Araştırmaları Şirketi incelemeye aldı. Şirket Müdürü Luc Heymans, çıkarılan eserlerin kalite ve sayı bakımından Asya'da şimdiye kadar bulunan en zengin hazine olduğunu söyledi. 2010'da yapılan açık artırmada satılamayan eserler, Singapur'da tekrar satışa sunulacak.

Sabah, 02.04.2012

"TAŞLARI SERGİLEYİP KORUYACAĞIZ"

 

 

Malatya'nın Battalgazi İlçesi'ndeki tarihi mezar taşlarının bulunduğu Kırklar Mezarlığı'nın, devam eden kazı çalışmasının ardından açık hava müzesi ya da mezar taşları koleksiyonu olarak değerlendirilmesi planlanıyor. 
     
Malatya Valisi Ulvi Saran, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Selçuklu döneminde önemli bir yerleşim yeri olan Battalgazi İlçesi'ndeki, 120 dönüm alana yayılan Kırklar Mezarlığı'nda Selçuklu ve daha önceki dönemlere ait mezar taşlarının bulunduğunu söyledi. 
     
Geçen yaz aylarında, burada bir kazı çalışması yaptıklarını hatırlatan Saran, 10 dönüm alanı kazdıklarını, bu kazılar sonucunda çok değerli mezar taşları bulduklarını belirtti. 
     
Bu mezar taşlarının Hicri 700'lü yıllara kadar indiğini anlatan Saran, burada Abbasi Devleti dönemine ait mezar taşları bulunduğunu kaydetti. Yine mezarlıkta daha sonraki dönemlere ait mezar taşları da olduğunu ifade eden Saran, Bitlis'in Ahlat İlçesi'ndeki Selçuklu döneminden kalan mezarlıktaki mezar taşlarının dik olarak yerleştirildiğini, Kırklar Mezarlığı'nda ise mezar taşlarının lahit biçiminde olduğunu bildirdi. 
     
Bu mezar taşlarının çok önemli tarihi değer taşıdığını ifade eden Saran, bu taşlardan ait olduğu dönemin nüfusuna, sosyal yaşantısına ilişkin çok önemli veriler elde edildiğini, aynı zamanda kazılarda sikkeler de bulduklarını belirtti. 
     
Kazıları sürdüreceklerini bildiren Saran, ''Şu anda mezar taşlarını uzmanlara okutuyoruz. Bunları rapor haline getireceğiz. Belki Abbasi dönemine ilişkin önemli bir kısım insanın orada yaşadığı, gelip gittiği, belki önemli komutanlar, devlet adamları, seyyahların mezarları orada olacaktır. Mezar taşları okundukça önemli kişilerin burada yattığı belli olacaktır'' dedi. 
     
Mezar taşlarının kazı ve okunması bittikten sonra bir koruma sistemi içerisine alınacağını kaydeden Saran, ''Bir açık hava müzesi ya da bir mezar taşları koleksiyonu gibi değerlendirmek suretiyle bu eserleri hem koruyacağız, hem de gelecek nesillerin görmesini sağlayacağız'' diye konuştu. 

Malatya Haber, 02.04.2012

MÜZE GELİRLERİNDE İSTANBUL'UN PAYI YÜZDE 45


 

İstanbul müzelerine, 2011’de 6 milyon ziyaretçi ücretli, 2 milyonu da ücretsiz giriş yaptı. İstanbul müzeleri 114 milyon TL’lik hasılat gerçekleştirerek Türkiye’deki toplam müze gelirlerinde yüzde 45 pay sahibi oldu.

 

Kum-deniz-güneş turizmine yaslanan  “Müzesiz turizmimiz”in teselli kaynağı İstanbul. Toplam müze ziyareti ve gelirleri ile ilgili istatistikler, İstanbul müzelerinin durumu biraz olsun kurtardığını gösteriyor. Kayıtlar, müzelerden elde edilen gelirin yüzde 45’i tek başına İstanbul müzelerinden sağlandığını ortaya koyuyor.

 

Görünen o ki, 2011’de İstanbul müzelerini 2 milyonu ücretsiz, 6 milyonunu da ücretli, 8 milyon ziyaretçi gezmiş. Buradan müze gişelerine 114 milyon TL gelir akmış. Bu, yılın toplamında 254 milyon TL’yi ancak bulan Türkiye müze gelirlerinin yüzde 45’inin İstanbul’a ait olması  demek.

 

Kayıtlardan anlaşılıyor ki, İstanbul’un 1 numarası Ayasofya Müzesi. 2011’de toplam ziyaretçi sayısı 3 milyonu biraz geçmiş ve bunların 2,4 milyonu ücretli giriş yapmış, hasılat ise 48,5 milyon TL.

 

İkinci sırada, bekleneceği gibi, Topkapı Sarayı var. Onu da 3 milyon kişi ziyaret etmiş, oranın gişelerine de yaklaşık Ayasofya’nınki  kadar para girmiş. Sarayın Harem dairesi 10,5 milyon TL’lik hasılat sağlamış.

 

Böylece 3 büyük  müze, İstanbul müze geliri toplamında yüzde 60’a yakın bir yer tutmuşlar. Başka bir deyişle, İstanbul’da Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı 14 müze olmasına karşılık 3 müze, toplamda yüzde 60’lık bir gelir büyüklüğü ile açık ara önde gidiyorlar.

 

Bu 3 gözde müzeyi takiben Kariye,  Arkeoloji , Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nin en çok ziyaretçi çektiği anlaşılıyor.

 

İSTANBUL MÜZE ZİYARETÇİLERİ VE GELİRLER (2011, TL)

Turizm Habercisi, Yazı: Mustafa Sönmez, 01.04.2012

TÜRK SANATI PARİS'TEN DÖNÜYOR MU?

 

Paris’in Türk sanat tarihindeki önemi hemen herkesin malumu. Osman Hamdi’den beri Türk sanatçısının da bir ayağı hep Paris’te oldu. Orada ürettiler, sergiler açtılar. Pek çok koleksiyona resim verdiler. Bu koleksiyonerler arasında Türkler de vardı hiç kuşkusuz.

 

İşte onlardan biri de Paris’te Anadolu Kültür Derneği’nin başkanlığını yapan Dr. Demir Onger. Yıllardır Paris’te yaşayan Onger’in koleksiyonundan seçme eserler bu ay İstanbul’da sergilenecekmiş. Türk resim sanatının bilinmeyen eserleriyle karşılaşabiliriz bu sergide.

 

Dr. Onger gibi, Türk sanatçıların eserlerini biriktiren başka isimler de var Paris’te: Bunlardan biri de dünyanın önde gelen fotoğraf ajanslarından SİPA’nın kurucusu Gökşin Sipahioğlu’ydu. Geçen ekim ayında kaybettiğimiz Sipahioğlu ölümünden önce SIPA’yı satmak zorunda kalmıştı. Ama önemli bir resim koleksiyonu vardı ve onları elden çıkartmamıştı.

 

Ölümünden bir süre önce elindeki değerli tabloları Türkiye’ye gönderip satmak isteyen Gökşin Sipahioğlu, Fransa’da yaşadığı yıllar boyunca topladığı eserlerin tamamını Paris’te çok sevdiği bir arkadaşının evindeki deposunda emanet olarak tutuyormuş. Fransa veraset kanununa göre tablolar dahil Sipahioğlu’nun tüm varlıkları Amerika asıllı eşi Phylisse Springer-Sipahioğlu’na kalınca, o da SIPA’da çalışan arkadaşları aracılığıyla tabloları emanet olarak bırakıldığı yerden alarak bir kısmını oturduğu evine asmış. Diğerlerini de Sipahioğlu’nun kişisel eşyalarıyla birlikte bir depoya kaldırmış.

 

Gençlik yıllarından beri ömrünü Fransa’da geçiren Sipahioğlu Fransız vatandaşlığı almadı; hep Türk kimliği ve pasaportuyla yaşadı. Türk veraset kanununda ölen kişinin mallarının yüzde 50’si eşine yüzde 50’si birinci derecedeki yakınlarına kalır düşüncesiyle Türkiye'deki bazı akrabaları bunu göz önüne alarak şimdi ‘acaba tablolardan bize de bir şey düşer mi’ arayışına girmiş bile.

Hürriyet Pazar, 01.04.2012

700 YILLIK TARİHİ CAMİ KÜL OLDU

 

 

Kastamonu'nun Taşköprü İlçesi'ne bağlı Doymuş Köyü'nde Selçuklu döneminden kalma 700 yıllık ahşap cami, elektrik kontağından çıkan yangında kül oldu.

 

Taşköprü'ye bağlı Doymuş Köyü Abdulgazi Mahallesi'nde bulunan, bölgenin en eski yapılarından biri olan Selçuklu döneminden kalma ahşap camiide, bugün öğlen saatlerinde, itfaiye raporuna göre elektrik kontağından yangın çıktı. Kısa sürede caminin tamamını kaplayan alevlere, önce köylüler müdahale etti, itfaiyeye ihbarda bulunuldu.

 

Ancak köyün ilçe merkezine 30 kilometre mesafede olması nedeniyle ekipler gelene kadar alevler ahşap yapıyı iyice sardı. 1325 yılında yapıldığı bildirilen cami, çıkan yangında tamamen yanarak kül oldu.Köy Muhtarı Osman Özcan, caminin yandığı sırada ilçe merkezinde olduğunu, haberi alır almaz köye geldiğini söyledi.

 

Köyün bir sembolü olan tarihi caminin yanmasına çok üzüldüğünü belirten Muhtar Özcan, acı haberi alır almaz köyüme koştum, ancak tarihi camimiz yanmıştı. Bir evladımı kaybetmiş gibi üzüldüm. Ben kaç defa kendi imkanlarımla camiye tadilat yaptırdım. 100 yıl daha kullanılabilirdi, çok sağlam bir yapıydı, çok üzgünüm dedi.

Habertürk, 01.04.2012

"ANKARA, ROMA'DAN DAHA SALDIRGAN"

 

 

Türkiye'nin, ülkeden kaçırılan lerin iadesi için yaptığı çalışmalar yabancı basında geniş bir şekilde yer almaya devam ediyor. Los Angeles Times gazetesi, Türk hükümetinin, ABD müzelerinden "arkeolojik alanlardan kaçırıldı" iddiasıyla düzinelerce tarihi eserin iade edilmesini istediğini belirterek, Türkiye'nin, yaklaşık 100 eserin iade edildiği İtalya ve Yunanistan'ın başarısından ilham aldığını ancak iddialarında daha "saldırgan" bir tutum içerisinde olduğunu öne sürdü.

Los Angeles Times gazetesi, Türk hükümetinin, ABD müzelerinden "arkeolojik alanlardan kaçırıldı" iddiasıyla düzinelerce tarihi eserin Türkiye'ye iade edilmesini istediğini belirterek, Türkiye'nin, tabiat ve kültür varlıkları ile ilgili olarak korumaya ilişkin 1906'da kabul edilen bir yasadan sonra tarihi eserlerin ülkeden yasa dışı bir şekilde kaçırıldığına inandığını kaydetti.

Gazete, yaklaşık 100 eserin iade edildiği Akdeniz'deki komşuları İtalya ve Yunanistan'ın başarısından "ilham alan" Türkiye'nin iddialarına yönelik daha "saldırgan" bir tutum içerisinde olduğunu iddia ederken, Türkiye'nin ise bir kavga başlatmaya çalışmadığını söylediğini yazdı.

Los Angeles Times, Türk yetkililerin iletişim kurduğu müzeler arasında, The J.Paul Getty Müzesi, New York Metropolitan Müzesi, the Cleveland Müzesi, Harvard Üniversitesi Oaks Araştırma Kütüphanesi ve Koleksiyonu'nun bulunduğunu belirterek, Türkiye'nin, bu müzelerin hiç birine istediği eserleri listeleyerek bir talepte bulunmadığını ileri sürdü.

New York Metropolitan Müzesi sözcüsü Harold Holzer'ın, önce müzenin özel objeler için bir istek aldığını reddettiğini sonra da Türkiye'nin Ekim ayında 18 eser hakkında bilgi talebinde bulunduğunu kabul ettiğini belirten gazete, Türk yetkililerin ise New York Metropolitan Müzesi'nin tek yanıtının Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a yazdıkları mektup olduğunu söylediğini ileri sürdü.

Sabah, 01.04.2012

TARİHİ ESERLERE TAKİP

 

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, yurt dışına kaçırılan eserlerin Türkiye'ye dönmesi için çalışmaların sürdüğünü belirterek, ''Son birkaç yıl içinde 4 binden fazla eser getirdik. Bunlardan 3 bin küsürü son 3-4 yıl içinde geldi'' dedi.

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Antalya'nın Demre İlçesi'ndeki Myra Antik Kenti'nde devam eden restorasyon çalışmalarını inceledi. Myra-Andriake Kazıları Başkanı Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Nevzat Çevik'ten çalışmalar hakkında bildi alan Günay, antik tiyatronun sahne bölümünde restore edilen yeri gezdi. Bir aslan figürünün fotoğraflarını çeken Günay'a gezisi sırasında Demre Kaymakamı Yusuf İzzet Karaman, Demre Belediye Başkanı Süleyman Topçu, Beymelek Belediye Başkanı Osman Güngör de eşlik etti.

Bakan Günay, incelemelerinin ardından gazeteciler yaptığı açıklamada, her yılın başında dünyanın neredeyse bütün ülkelerinde tanıtım çalışmalarına başladıklarını kaydetti. Ünlü turizm fuarlarında Türkiye'yi tanıttıklarını belirten Günay, nisan ayı itibariyle fuarların sonuçlanacağına işaret etti. Fuarlarda şu ana kadar görülen ilgiden memnun kaldıklarını anlatan Bakan Günay, şöyle konuştu:

''Erken rezervasyonlar var. Belki bazı ülkelerde son dakikaya kalacak görüntüler ortaya çıkıyor. Geçen yıl dünya ortalamasının iki katı bir seyir izlemiştik. Bu yıl da tahmin ediyorum ki yine aynı şekilde 30 milyonların üzerinde bir seyir elde edeceğiz. Hedef kitlemizi biraz geliştirmeye çalışıyoruz. Kültür turizmi, termal turizm, sağlık turizmi, kongre turizmi gibi, yeni alanları fuarlarda öne çıkarmaya çalışıyoruz. Türkiye'yi sadece bir sıcak iklim ülkesi, kum, deniz, güneş ülkesi olmanın yanı sıra başka özellikleriyle tanıtmaya ve daha prestijli bir turizm ülkesi haline getirmeye çalışıyoruz.''

YURT DIŞINA KAÇIRILAN ESERLER
Bakan Ertuğrul Günay, bir gazetecinin başka ülkelere kaçırılan tarihi eserlerin geri getirilmesine yönelik çalışmaları sorması üzerine, geçen yıl Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın uçağıyla Türkiye'ye getirilen ''Yorgun Herakles'' heykeli ve 90 yıl aradan sonra Almanya'dan getirilen sfenksin kamuoyunun dikkatini çektiğini anlattı.

Günay, sözlerini şöyle sürdürdü:
''Son birkaç yıl içinde 4 binden fazla eser getirdik. Bunlardan 3 bin küsürü son 3-4 yıl içinde geldi. Şu anda dünyanın hangi müzesinde, hangi başka ülkesinde, bizden, herhangi bir belgeye dayanmadan giden eser varsa hepsini takip ediyoruz. Bizimle işbirliği yapmak isteyen bir müzeye, bir arkeoloji kuruluşuna aldıkları, belgeye dayanmayan eserin iadesini talep ederek, işbirliği projesine cevap veriyoruz. Bizim tutumumuz artık dünyada bilinmeye başladı. En azından Türkiye'den artık yasa dışı eser almama konusunda daha dikkatli herkes. Yasa dışı alınmış eserleri Türkiye'ye getirme konusunda çeşitli ülkelerle müzakere yapıyoruz. Sanıyorum 2012, 2013, 2014 yıllarında çok sayıda önemli, Türkiye'nin ciddi biçimde son yıllarda takip ettiği eserleri, sadece Roma eserleri, sadece antik dönem eserleri değil, belki Selçuklu, Osmanlı eserlerini de Türkiye'ye getirme konusunda önemli gelişmeleri inşallah gerçekleştireceğiz.''

Bakan Günay, bir gazetecinin, ''Bu eserler arasında Noel Baba'nın kemikleri de var mı?' sorusuna da, ''Noel Baba'nın kemikleri biraz uzunca bir hikaye. O, çok bin yıla kadar dayanıyor. O da gündeme gelecek. Daha önce hem ben hem de Kazı Başkanı sayın Çevik bir ara gündeme getirdik. İtalya'da büyük yansımaları oldu. En azından o yansımaların bile, Noel Baba'nın mezarının ve doğum yerinin Türkiye olduğunu öğretmesi bakımından faydası oldu. O da tartışılacak'' diye yanıt verdi.

Ertuğrul Günay, ören yerlerine, kazılara ve müzeler büyük önem verdiklerini de belirterek, şöyle konuştu:
''Eski yıllarda yabancı bilim adamları, yüzümüze bakarak, 'Bu eserleri ne yapacaksınız? Siz Türkiye'dekileri ne yaptınız ki şimdiye kadar ya kirece çevirdiniz heykelleri ya da değerli eserleri piyasaya sundunuz' diyorlardı. Şimdi Gaziantep'te yapılan müze örneği, Eskişehir'de yapılan müze örneğimiz, İstanbul'da, Ankara'da, İzmir'de, Antalya'da kazılara, ören yerlerine, restorasyona, müzelere verdiğimiz yeni önem, artık bu iddiaları çürüttü. Türkiye tarihi eserlerine, tarihi mekanlarına sahip çıkan, bunları en güzel biçimde dünya standartlarına uygun halde sergileyen ülkelerden biri olmaya başladı. Bu da bizim taleplerimize daha büyük haklılık kazandırıyor. Gelen yabancı, Zeugma Müzesi'ni görmüşse ya da İstanbul'daki arkeolojik çalışmaları görmüşse ya da Antalya'daki, İzmir'deki kazıları görmüşse, artık Türkiye'nin, tarihine bir batılı ülkenin verdiğinden daha fazla önem verdiğini görebiliyor. O da bizim taleplerimizi daha haklı, daha güçlü hale getiriyor.''

Habertürk, 01.04.2012

4. MEHMED İLE PAPA 7. ALESSANDRO AKRABAYMIŞ

 

 

Son 15 yıldır Vatikan Gizli Arşivi’ne Türkiye’den girebilen tek kişi olan Türkiye Katolik Ruhani Reisler Kurulu’nun resmi tarihçisi Dr. Rinaldo Marmara, 350 yıllık 4 sayfadan oluşan çok çarpıcı bir belgeyi Habertürk’le paylaştı.

 

Türkiye Katolik Ruhani Reisler Kurulu'nun resmi tarihçisi, kültür ataşesi ve aynı zamanda basın sözcüsü olan Dr. Rinaldo Marmara'nın geçtiğimiz günlerde, "Vatikan Gizli Arşiv Belgeleri Işığında Türkiye ile Vatikan Diplomatik İlişkilerine Doğru" adlı kitabı Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları'ndan çıktı. Özellikle son 15 yıldır Vatikan'ın gizli arşivlerine Türkiye'den girebilen tek isim olan Dr. Marmara'nın kitabı Türkiye'yi yakından ilgilendiren çarpıcı belgelerden oluşuyordu. Biz de Dr. Marmara'yla hem kitabı, hem de Vatikan gizli arşivleriyle ilgili konuşmak için Harbiye'deki Vatikan Temsilciliği'nde bir araya geldik. Dr. Marmara sözlerine Habertürk Gazetesi Yayın Danışmanı Murat Bardakçı'ya teşekkür ederek başladı: "Yıllardır verdiğim uğraş Türkiye'yi yakından ilgilendiren, Türk tarihi açısından son derece önemli olan Vatikan arşivlerini gün yüzüne çıkarmak. Çünkü Vatikan arşivleri açıklanmadan Türk tarihi eksik kalır. Bu gizli belgelere ulaşabilmek için ise katalog hazırlanması şart. Bu konuyu köşesinde dile getiren ve 'Katalog hazırlanması gerek' diyen kişi ise Murat Bardakçı oldu. Bu konuya dikkat çektiği için kendisine teşekkür ediyorum.''

 

Dr. Rinaldo Marmara sözlerini bitirdikten sonra yanı başında duran siyah deri çantasını açtı ve içinden bazı belgeler çıkartarak, "Bu elimde tuttuğum el yazması belgeler Vatikan Gizli Arşivi'ne ait'' dedi. 4 sayfadan oluşan belge İtalyanca kaleme alınmıştı ve üzerinde "Vatikan Gizli Arşivi" mührü vardı. "Bu belgede ne yazıyor?" diye sorduğumuzda, Dr. Marmara belgenin en üstünde yazan cümlenin önce orijinalini okudu. Tercümesini yaptığında ise gözlerimiz fal taşı gibi açılmıştı: "Efendimiz Papa Alessandro VII ile Türklerin büyük efendisi Sultan Mehmed arasındaki hısımlık ilişkisini gösteren doğru anlatımdır.'' Merak içinde sorduk: "Katolik dünyasının ruhani lideri Papa 7. Alessandro ile Osmanlı Sultanı 4. Mehmed, nam-ı diğer Avcı Mehmed akraba mıydı?'' "Bu belgeye göre öyle'' dedi.

Belgede çıkartılan soyağacının en tepesinde Hürrem Sultan'ın annesi olduğu iddia edilen İtalyan asilzadesi Hanne Marsigli'nin adı bulunuyor. Hanne Marsigli'nin çocukları Leonardo Marsigli ve Margherita Marsigli isimleri yazıldıktan sonra her iki kardeşin soyunun devamı tek tek belirtiliyor. Leonardo'nun ardından Cesara Marsigli, Alessandro Marsigli, Laura Marsigli ve Fabio Chigi isimleri yazılı. Dr. Marmara bu soyağacıyla ilgili kısa bir not düştü: "Laura Marsigli'den sonra soyadı Chigi'ye dönüşüyor. Görülen o ki Laura Marsigli, Vatikan'ın en önemli ailelerinden olan Chigi ailesine mensup biriyle evlenmiş ve bu evlilikten de Fabio Chigi yani Papa 7. Alessandro dünyaya gelmiş.''

Soyağacının diğer dalında ise tanıdık iki isim var. Sultan Süleyman ve La Rossa (Kızıl) lakaplı Margherita Marsigli. Bu iki ismin hemen altında Selim, İbrahim ve Mehmed isimleri yazılı. Dr. Marmara yine kısa bir açıklama yapıyor: "Sultan Sü ley-man ve Hürrem Sultan'ı n oğl u Se l im, 11. Osman l ı padişahı olarak tahta çıktı. Soyağacında Sel im'den sonraki diğer padi -şah l arın adı be l irtilmemiş ve 18. Osman l ı padişahı I. İbrahim ile 19. Osman l ı padişahı 4. Mehmed' l n adı yazılmış. 4. Mehmed'i n adının altına da 'Hükmeden padişah' notu düşülmüş. Demek ki bu belge hazırlandığında Osmanlı tahtında 4. Mehmed oturuyordu.''

Bulessandro 1599 yı l ında Siena'da dünyaya geldi. (Belgede Hürrem Sultan' l n da Siena'da yaşadığı iddia edi l iyordu.) 1655 yı l ında Papa olan Fabio Chigi, 7. Alessandro adını aldı ve 1667 yılında öldü. Soyağacının diğer tarafındaki 4. Mehmed ise 1648 yılında tahta geçti ve 1687 yılında vefat etti. Diğer bir deyişle belgede iddia edildiği gibi Papa 7. Alessandro ile Osmanlı padişahı 4. Mehmed aynı dönemde yaşamıştı. Dr. Rinaldo Marmara, 4 sayfal ık belgenin son sayfasında bazı bilgi l erin si l ik olduğunu söyledi: "Ancak belgenin son cüm le-sinde bu belgenin Papa tarafından Monsenyör Barlemont adında birine verildiği ve aynı zamanda kendisine bazı nasihatlerde bulunduğu belirtiliyor."

Dr. Rinaldo Marmara'nın belgenin devamında okudukları ise adeta, "Bugüne kadar Hürrem Sultan'la ilgili doğru bildiğiniz ne varsa unutun'' diyordu. Çünkü belge Muhteşem Yüzyıl dizisi sonrası kitapçı raflarını süsleyen ve birbirini tekrar eden Hürrem Sultan hakkında yazılmış romanları da, tarih kitaplarını da elinin tersiyle bir kenara itip çok farklı bir Hürrem Sultan hikayesi anlatıyordu. Dr. Marmara tane tane anlatmaya devam etti: "Belgenin 350 yıllık olduğunu tahmin ediyorum. Burada yazılanlara göre Türk korsanları İtalya'nın Siena bölgesindeki Collecehio Şatosu'na saldırdı, şatoyu yakıp yıktı. Şato, Hanne Marsigli adındaki bir İtalyan asilzadeye aitti. Bu kadının iki de çocuğu vardı. Leonardo ve Margherita. Türk korsanları Leonardo'yu geride bırakıp güzel kızıl saçları olan bu genç kızı Osmanlı Sarayı'na vermek için İstanbul'a götürdü. Hareme konulan Margherita'yı, Sultan Süleyman çok beğendi ve Margherita'nm Sultan Süleyman'dan çocukları oldu. Bu çocuklardan Selim, Sultan Süleyman öldükten sonra padişah oldu." Araya giriyoruz: "Ancak biz Hürrem Sultan'ı, Ukraynalı fakir bir ailenin kızı olarak biliyoruz." Dr. Rinaldo kafasını iki yana sallayarak, "Bu belgeye göre Hürrem Sultan hem İtalyan hem de çok zengin bir ailenin kızı. Hatta ailesinin şatosu var" dedi, sonra da şöyle devam etti: "Ancak bu belge Hürrem Sultan'la ilgili hazırlanmamış. Bu belgenin 3. sayfasında bir soyağacı çıkartılıyor. Bu soyağacma göre ise Hürrem Sultan'ın soyundan gelen padişah 4. Mehmed ile erkek kardeşi Leonardo'nun soyundan gelen Papa 7. Alessandro akraba."

Dr. Rinaldo Marmara, İstanbul'un fethinden önce İstanbul'a yerleşen Cenovalı köklü bir aileden geliyor. Fransa'da Montpellier Paul Valery Üniversitesi'nde doktor unvanı alan Dr. Marmara, yılda 810 kez Vatikan'ın gizli arşivlerine girdiğini söyledi: "Son 15 yıldır hemen her ay Vatikan'daki arşivdeyim. Vatikan Arşivi dediğinizde toplam raf uzunluğu 85 kilometreyi bulan bir yerden bahsediyoruz. Evet, Vatikan Gizli Arşivi'ne girmek zordur. Ama girdikten sonra ne yapacağını bilmek gerek. Çünkü Türkiye'yi ilgilendiren belgelerle ilgili katalog hazırlanmadı. Bu nedenle aradığınız belgeyi bulmak büyük çaba gerektiriyor. Vatikan Gizli Arşivi'ne günde 40 kişinin girmesine izin veriliyor. Bunların yarısı rahip ve rahibe. Diğer yarısı da tarihçi ve araştırmacılar. Arşive girebilmek için önce gerekli yazışmaları yapmanız, referans mektupları sunmanız, arşivde ne aradığınızı belirtmeniz gerekiyor. Vatikan da sizin hakkınızda tahkikat yapıyor, kimsiniz diye." Dr. Marmara, Bahçeşehir Yayınları'ndan çıkan son kitabı için Bahçeşehir Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Enver Yücel'e de özellikle teşekkür etti.

Habertürk, Haber: Bülent Günal, 01.04.2012

"II. ABDÜLHAMİD İLK ELEKTRİKLİ ARAÇLA KAZA YAPMIŞTI"

 

Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı, çevre dostu otomobil üretiminin dünyanın gündeminde olduğunu belirterek, ''Ülkemizde çevre dostu elektrikli otomobiller 123 yıl önce Yıldız Sarayı'nda ilk kez kullanılmıştı. Osmanlı belgeleri ilk elektrikli arabayı ülkemize getirenin II. Abdülhamid Han olduğunu ortaya koymaktadır. 1888 yılında II. Abdülhamid, İngiltere'den ilk elektrikli arabayı sipariş etti'' dedi.

Yazıcı, Otomotiv Distribütörleri Derneği'nin (ODD) 26'ncı Olağan Genel Kurulu'nda, otomotiv sektörünün dünyanın her yerinde yüksek katma değer oluşturan bir sektör olduğunu kaydetti.

Türkiye'nin yerli otomobili üretebilecek fiziki ve beşeri sermayeye sahip olduğunu bildiren Yazıcı, sözlerini şöyle sürdürdü:
''Bugün çevre dostu otomobil üretimi de dünyanın gündemindedir. Ülkemizde çevre dostu elektrikli otomobiller bundan 123 yıl önce Yıldız Sarayı'nda ilk kez kullanılmıştı. Osmanlı belgeleri ilk elektrikli arabayı ülkemize getirenin II. Abdülhamid Han olduğunu ortaya koymaktadır. 1888 yılında II. Abdülhamid, İngiltere'den ilk elektrikli arabayı sipariş etti.

Deniz yoluyla İstanbul'a getirilen ilk aracın deneme sürüşünü de dönemin Maliye Bakanı yaptı. Abdülhamid Han da arabayı Yıldız Sarayı'nda bizzat kendisi denedi. Sultan'ın elektrikli arabayla küçük bir kaza yaptığı da rivayetler arasındadır.''

Habertürk (Kısaltarak), 31.03.2012

EĞİTİM GEZİSİNE GİDEN ÖĞRENCİLER KAZA YAPTI

 

Konya Seydişehir'de Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü öğretim görevlisi Yurdagül Özdemir, 4 öğrencisiyle birlikte Antalya'nın Alanya İlçesi'ndeki Alara bölgesi kazı alanında çalışma yapmaya karar verdi. Öğrencilerden 22 yaşındaki Ömer Ertan'ın kullandığı otomobil Seydişehir-Konya karayolunda sürücü Ertan'ın direksiyon hakimiyetini kaybetmesi sonucu yol kenarındaki sulama kanalına düştü. Kazada Ertan hayatını kaybederken 31 yaşındaki öğretim görevlisi Yurdagül Özdemir ile öğrenciler Dilek Serbes (25), Gülçin Toktaş (26) ve Anıl Özdemir (22) yaralandı.Yaralılar, Seydişehir Devlet Hastanesi'nde tedavi altına alındı.

Sabah, 31.03.2012

EMEK SİNEMASI PROJESİNİN YENİ ADI GRAND PERA

 

Emek Sineması'nın da içinde bulunduğu yenileme projesi dün 'Grand Pera' adıyla bir kez daha basına tanıtıldı.

 

Daha önce projenin mimarı Fatih Kesgün, basın mensuplarıyla 'olay mahallindeki' inceleme gezisinde projeyi anlatmış fakat iş Emek Sineması'nın 'moving yöntemi' ile taşınmasına gelince basını 'ikna' edememişti. Dün, İstanbul Film Festivali'nin açılış gününde, yenilenen Divan Oteli'nde bu kez projenin sahibi Kamer İnşaat'ın ortaklarından, en büyük hissedar Levent Eyüboğlu projeyi tekrar anlattı.

 

Dünkü toplantı, Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) üyelerine yönelikti. Ancak, toplantıya katılan SİYAD Yönetim Kurulu üyesi Senem Aytaç, toplantı başlamadan SİYAD'ın bu toplantıya katılmayı reddettiğini açıkladı. Ardından İstanbul Kültür Sanat Varyetesi'nin iki üyesi "Emek Bizim İstanbul Bizim" pankartı açarak toplantıyı protesto etti. Bir süre sessiz kalan Eyüboğlu, tekrar kürsüye çıktı ve projeyi anlatmaya başladı. Bu kez, 'stratejik' bir değişiklikle proje Beyoğlu'nda kaybolan sinemalar ve Emek Sineması üzerinden anlatıldı. En önemli değişiklik de, projenin adının Grand Pera olmasıydı. Bir de, 'proje geliştirme' çalışmaları sonucunda 4. kata taşınması düşünülen Emek Sineması'nın yanına bir adet tiyatro sahnesi ve aynı kattaki terasta yer alacak 'yazlık sinema' projeye dahil edilmişti. Eyüboğlu video sunumları desteğiyle projeyi anlattı ve aynı sorulara muhatap olup aynı cevapları verdi. Kritik soru yine aynıydı: "Emek Sineması neden yerinde korunmuyor da yukarı taşınıyor." Eyüboğlu, bunu 'sürdürülebilirlik' kavramıyla açıklıyor. Emek Sineması'nın yaşaması için bunun gerekli olduğunu savunan Eyüboğlu, sinemanın kapanmadan önceki sahibi Süheyla Kurtuluş'la yapılan bir görüntülü röportajı da tanıtıma dahil etti. Röportajda Kurtuluş, sinemanın rekabet etmekte zorlandığı için kapandığını ifade ediyordu.

 

Sonuç olarak, "Projede değişiklik yapılmayacak." cümlesi bizzat Eyüboğlu tarafından seslendirildi. Henüz ruhsat başvurusu yapılmış değil. Yasal süreçte gelinen nokta ise şöyle: Söz konusu alanda kiracı konumunda olan İnci Pastanesi'nin projeye karşı açtığı dava sonuçlanıp dava sonucuna göre tahliye işlemi başlarsa ruhsat başvurusu da yapılacak.

Zaman, Haber: Ali Koca, 31.03.2012

 

******


KAMER İKNA EDECEK SİNEMA YAZARI BULAMADI

 

Süreci takip edenler hatırlayacaktır. Serkildoryan binası ve Emek Sineması’nı içine alan projenin sahibi Kamer İnşaat’ın büyük ortağı Levent Eyüboğlu bir süre önce aralarında Radikal’in de bulundu gazeteleri ziyaret etmiş; daha sonra iki binayı kapsayan bir basın turu düzenlemişti. Bu iki toplantıdan çıkan sonuç firmanın Emek Sineması’nı dördüncü kata taşımakta kararlı olduğu şeklindeydi.


Kamer İnşaat, birkaç gün önce ise yalnızca Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) üyelerine yönelik bir basın toplantısı çağrısı yaptı. SİYAD Başkanı Tunca Arslan da kendileriyle bir görüşme yapılmadığını belirterek üyelerini bu toplantıya katılmamaya çağırdı. Dün gerçekleştirilen toplantıda Arslan’ın çağrısının karşılık bulduğunu söylemek gerek. Toplantıda aralarında benim de bulunduğum SİYAD üyesi olan ama aynı zamanda günlük gazetelerde çalışan üç kişi dışında, iki üye daha vardı. Kamer İnşaat yetkililerinin toplantının SİYAD üyelerini bilgilendirmeye yönelik olduğunu, ilerleyen günlerde Tv kanalları ve kültür sanat servisleri için de benzer toplantılar yapacaklarını belirtmesi üzerine söz alan SİYAD Yönetim Kurulu Üyesi Senem Aytaç, toplantıyı meşru bulmadıklarını ve birlikte gerçekleştirilmiş gibi sunulmasını istemediklerini belirtti. 

Yeni bir şey yok
Daha sonra kürsüye çıkan Kamer İnşaat yöneticisi Levent Eyüboğlu projeyi aktardı. Eyüboğlu’nun anlattıkları arasında yeni bir şey olduğunu söylemek zor. Yani Emek Sineması yine olduğu gibi dördüncü kata taşınıyor ve 10 salonun daha olduğu bir kompleksin parçası haline getiriliyor. Yeni olan tek şey, bu on salondan birisinin tiyatroya dönüştürülmesi. Emek Sineması için bir vakıf kurulması ve teras katında ‘yazlık sinema’ yapılması da yeni gelişmeler arasında.


Basın toplantısının en hareketli anları ise Eyüboğlu’nun projenin Emek Sineması’nı koruyacağını söylemesinden sonra yaşandı. İsyanbul Kültür Sanat Varyetesi, Eyüboğlu’nu protesto ederek ‘Emek Bizim, Yıktırmayacağız’ yazılı bir pankart açtı. Eyüboğlu ile Varyete üyeleri arasında yaşanan karşılıklı atışma toplantıya damgasını vurdu.


SİYAD meşru bulup bu toplantıya katılmasa da görünen o ki; Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın “Kamuoyunu ikna edin” çıkışı, firmanın bir kez daha çalışmalara başlamasına neden olmuş. Bunu yaparken de Levent Eyüboğlu’nun konuşmasının omurgasını oluşturan “Bu projeyi hayata geçirmemize izin vermeseniz Serkildoryan ve Emek yok olur” tezi ön plana çıkartılacak gibi görünüyor. Yani bir tür ‘Sıtmayı gösterip, ölüme razı etme’ durumu. Bu strateji işe yarar mı, bilinmez. Ama böyle bir toplantı için Film Festivali’nin başladığı günü seçmek bile hata...

Radikal, Haber: Şenay Aydemir, 31.03.2012

DİYARBAKIR SURLARINA 40 MİLYON TL ÖDENEK

 

 

Yapılış tarihi kesin olarak bilinmemesine rağmen, milattan sonra 349 yılında Roma imparatorlarından 2. Constantinus zamanında kentin etrafının surlarla çevrilerek kalenin güçlendirildiği bilinen yaklaşık 6 kilometre uzunluğundaki Diyarbakır Surları kentin en önemli turistik değerlerinden birini oluşturuyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün surları himayesine almasından sonra Diyarbakır'da valilik öncülüğünde ilgili kurumların katılımıyla surların onarım ve restorasyon çalışmaları sürüyor.

 

Üzerindeki kabartma ve yazıtlarıyla döneminin sanatsal özelliklerini yansıtan surlar, üstten görünümüyle “kalkan” balığını andırıyor. Görkemiyle, yakınından geçenlere üzerindeki figürlerle adeta tarihin sırlarını fısıldayan surlar için Cazibe Merkezleri Projesi'nden bu yıl 20 milyon, Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan da 20 milyon lira ödenek gönderildi.


Diyarbakır Valisi Mustafa Toprak, yaptığı açıklamada, Cumhurbaşkanı Gül'ün surları ve İçkale'yi kendi himayelerine almasının çok önemli olduğunu, bunun getirdiği sinerjiyi yaşadıklarını söyledi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın çalışmalarını hızlandırarak bu yıl öncelikle İçkale olmak üzere yıkık surların restorasyon ihalesinin yapılacağını kaydeden Toprak, İçkale'deki surların onarılmasıyla ilgili çalışmalarda sona gelindiğini bildirdi.

 

Cazibe Merkezleri Projesi'nden gelecek 20 milyon liralık kaynağın projeleri hazır olan burçlar için; Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan gelen 20 milyon liranın ise surlar ve burçların kalan kısımları için harcanacağı bilgisini veren Toprak, şöyle dedi:
“Projesi hazır olan burçların onarım yapım ihalesine çıkıyoruz. Ayrıca, eksik olan ve projesi olmayanların proje ihalelerini yapacağız. Kültür ve Turizm Bakanlığı da 20 milyon lira ödenek gönderdi. Bu kaynaklarla surların geri kalan kısmı ve burçlar onarılacak. 1 yıl içerisinde bu çalışmaların bitirilmesi mümkün değil. Ama en acil dokunulması gereken yerlere de dokunacağız. 4 burcun projesi hazır. Onların yapım ihalesine çıkacağız. 10'a yakın burcun da projelerini hazırlıyoruz. 2012 yılı içinde bu çalışmaları tamamlayacağız. İçkale ve burçlarla ilgili çalışmaları 2013 yılında tamamlamayı planlıyoruz. Bu kaynakla önemli bir yol kat edeceğiz. Ödenek konusunda sıkıntı yok.”

Turizm Gazetesi, 30.03.2012

"CUMALIKIZIK TURİZM STRATEJİLERİ PANE VE ÇALIŞTAYI"NIN SONUÇ BİLDİRGESİ YAYINLANDI

 

 

Osmanlı sivil mimarisinin görkemli köy yerleşimini günümüze ulaştıran, UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne alınması için çalışmaların yürütüldüğü 700 yıllık Cumalıkızık'ta, Yıldırım Belediyesi tarafından düzenlenen ''Cumalıkızık Turizm Stratejileri Panel ve Çalıştayı''nın sonuç bildirgesi yayımlandı.

Yıldırım Belediyesi'nin, ''Zaman Tünelinde Kaybolmayan Tarih Bekçileri Projesi'' kapsamında, Bursa-Eskişehir-Bilecik Kalkınma Ajansı'ndan (BEBKA) aldığı hibe ile hafta sonu Cumalıkızık'ta gerçekleştirilen panel ve çalıştayın sonuç bildirgesinde özgün ürünlerin kestane, ahududu, çileğin üretim, tanıtım ve markalaştırılmasının önemine dikkat çekildi.

Bildirgede, yerel halkın, Cumalıkızık'ın tarihi, turizmi ve ekonomisi konusunda bilinçlendirilmesi, Cumalıkızık Kooperatifi oluşturularak yeni bir işletme modelinin geliştirilmesini, Cumalıkızık Kent Konseyinin oluşturularak ilişkiler zinciri yaratılması, tarım alanlarının korunması ve geliştirilmesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı katkısının sürekliliğinin sağlanması konularında görüş birliğine varıldı.

Cumalıkızık'ta akademisyenler, çeşitli meslek gruplarına ait sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri, Köy muhtarı ve Cumalıkızlık sakinlerinin katılımıyla gerçekleşen çalıştay, Prof.Dr. Nilüfer Akıncıtürk ve Prof.Dr. Handan Türkoğlu, Prof.Dr. Zeynep Ahunbay ve Prof.Dr. Neslihan Dostoğlu başkanlığında yapılmıştı.

Çalıştayda Cumalıkızık'ın turizminin canlandırılmasına yönelik fiziki, toplumsal, ekonomik, yönetimsel ve politik boyutta yeni fikirler geliştirilmişti.

Bu arada, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, bir süre önce Hanlar Bölgesi ve Sultan Külliyeleri ile Cumalıkızık'ın, ''UNESCO Dünya Mirası Listesi''ne alınması amacıyla çalışma yürütüldüğünü açıklamıştı.

Uludağ eteklerindeki 7 kızık köyünden biri olan Cumalıkızık, tarihi dokusunu koruyabilen tek yer konumunda. Köyün, Osmanlılar'ın Bursa civarına yerleşmeye başladıkları yıllarda kurulduğu ve 700 yıllık bir vakıf Köyü olduğu belirtiliyor. Köydeki 270 evin yaklaşık yarısı halen kullanılıyor.

Yapı, 30.03.2012

DİYARBAKIR'DAKİ RESTORASYON ÇALIŞMASINDA 5.5 MİLYON TL KAYIP

 

 

Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekiplerinin yaptığı operasyonda, Ulu Camii, İskenderpaşa Konağı ve Hazreti Süleyman Camii yapım, onarım ve restorasyon işi ihaleleri kapsamında 5 milyon 500 bin TL'nin fazla ödendiği ortaya çıktı. Gözaltına alınan 16 kişiden 5'inin polis tarafından, 11'inin ise çıkarıldıkları mahkemece serbest bırakılması dikkat çekti.

 

Diyarbakır Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri, dört gün önce Ankara, Amasya ve Bursa'da düzenlediği operasyonda 16 kişiyi 'İhaleye Fesat Karıştırmak, Edimin İfasına Fesat Karıştırmak' suçlarından gözaltına almıştı. Gözaltına alınan 10'u devlet memuru olmak üzere toplam 16 kişi'den 5'i Emniyet Müdürlüğü'ndeki sorgulamalarının ardından salıverildi. Mahkemeye çıkarılan 11 kişi ise tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.

 

Devletin 4 milyon 200 bin TL'sinin kaybolduğu bilirkişi raporlarıyla ortaya çıkarılmasına rağmen zanlıların serbest bırakılması dikkat çekti. Soruşturmada, Diyarbakır Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nde ve Ankara Vakıflar Genel Müdürlüğü'nde çalışan zanlıların, Diyarbakır'daki Ulu Camii, İskenderpaşa Konağı ve Hazreti Süleyman Camii yapım, onarım ve restorasyon işi ihalelerinde usulsüzlük yaptıkları, ihale sonrasında çeşitli nedenlerle ihaleyi kazanan firmalara fazla ödeme yaptıkları ve bilirkişice ihale dosyalarının incelenmesi neticesinde kurumun KDV hariç 4 milyon 419 bin 420 lira 23 kuruş zarara uğratıldığının tespit edildiği belirlendi.

 

Alınan bilgiye göre; Diyarbakır Ulu Camii'nin restorasyonu için yapılan birinci ihalede 4 milyon 200 bin TL'den başlayan tekliflerle sonuçlanmasına rağmen ihale hiçbir gerekçe gösterilmeden iptal edilmiş. Aynı iş için yapılan ikinci ihalede ise daha düşük teklifler olmasına rağmen 6 milyon 250 bin TL'ye başka firmaya verilmiş. Ulu Camii'nin avlusunda bulunan Mesudiye Medresesi'nde 2010, 2011 ve 2012 yıllarında yapılan onarım işi ve ihalesinde ise enjeksiyon işinin 60 günde tamamlanmasına rağmen bu çalışmanın 1076 gün yapılmış gibi gösterilerek devletten para alındığı ortaya çıktı. Bilirkişi ve polisin yaptığı araştırmada kaplama için firmaya 4 ton kurşun teslim edildiği ancak bu kurşunların kullanılmadığı yeniden kurşun alınarak kaplamanın yapıldığı, 4 ton kurşunun akıbetinin tespit edilemediği kaydedildi.

 

Diyarbakır Ulu Camii Hanefiler bölümünde tavan arası kuş gübresi temizliğinde de ilginç bir yöntem izlenmiş. Restorasyondan önce çekiler resimlerden 2-3 kişinin elektrik süpürgesi yaptığı gübre temizliğini firma 10 kamyon dolusu gübreye denk gelecek temizlik yapılmış gibi gösterip para aldığı belirlendi. Bilirkişi bu tavanda 10 kamyon dolusu gübrenin çıkmasının da mümkün olmadığı notunu yazdı. İskender Paşa Konağı'nda ise firmanın kireç esaslı çimento içermeyen tiksotrapik harç ile örtü yapılma çalışmasını metre küp olarak Vakıflar Bölge Müdürlüğü'ne bildirdiği ancak kurumun firmaya hak ediliş ödemesini metreküp yerine metrekare şeklinde ödeme yaparak, normal ödemesi gereken paranın 10 kat fazlasını ödediği ortaya çıktı.

 

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın geçtiğimiz ay açılışını yaptığı Hz. Süleyman Camii ve müştemilatında ise enjeksiyon işinin 6 günde tamamlandığı ancak bu işte kullanılan kompresörün 362 gün çalışmış gibi gösterilerek fermaya ücret ödendiğini ortaya çıkarıldı. Ayrıca duvarların çatlak temizliğinde kompresörün hiç kullanılmadığı tespit edildi.

 

Soruşturma kapsamında ihale evraklarını inceleyen bilirkişi, vakıflarda çalışan kişiler ile firmaların devleti 5,5 milyon TL zarara uğrattığı kaydedildi.

Zaman, 30.03.2012

İNŞAAT KAZISINDAN ANTİK ZEYTİNYAĞI İŞLİĞİ ÇIKTI

 

 

Antalya’nın Kaş İlçesi'nde, ilçe merkezinde bulunan MÖ 1. yy ait Hellenistik tapınak çevresinde yapımına başlanan inşaatın temel kazıları sırasında tarihi kalıntılar ortaya çıktı.

 

Antik döneme ait olduğu belirtilen kalıntıların zeytinyağı işlemede kullanılan yapılar olduğu sanılırken inşaat çalışmalarına ara verildi. Kaşlı sivil toplum örgütleri bölgede kurtarma kazısı yapılarak alanın kamulaştırılmasını talep ediyor.

 

Kaş ilçe merkezindeki Antiphellos antik kentinden bugüne ulaşabilen nadir yapılardan biri olduğu belirtilen Hellenistik Tapınakla, yine antik dönemden kalma sarnıcın yanı başında yapılması planlanan inşaatın kazı çalışmaları sırasında tarihi kalıntılar ortaya çıktı. Bunun üzerine Kaş Belediyesi yetkilileri durumu Antalya Müzesi yetkililerine haber verdiler. Ardından Antalya Müzesi tarafından görevlendirilen iki uzmanın denetiminde inşaat sahasında arkeolojik sondaj çalışması yapıldı. Antalya Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu’na durumu bildiren Kaş Belediyesi yetkilileri, inşaat çalışmalarının şimdilik durdurulduğunu ancak çalışmaların devam edip etmeyeceğine kuruldan gelecek görüş doğrultusunda karar verileceğini belirttiler.

 

Gelişme karşısında harekete geçen Kaşlı sivil toplum örgütleri, bölgede daha kapsamlı bir kurtarma kazısı yapılarak eserlerin Kaş’a kazandırılmasını ve kafeterya yapılacağı öne sürülen inşaat alanının kamulaştırılmasını talep ediyor. İnşaat çalışmalarının devam etmesinden endişe eden sivil toplum örgütü temsilcileri, ortaya çıkan eserlerin nasıl korunacağının ayrı bir soru işareti olduğunu belirtiyorlar.

 

Bu amaçla yetkililere yönelik ortak bir çağrı yapan sivil toplum örgütleri, 1. Derece Arkeolojik Sit Alanı olan bölgede ortaya çıkan kalıntıların belgelenerek tescil edilmesini talep ettiler. MÖ 1. yy tarihlenen tapınağın bulunduğu alan aynı zamanda kentsel sit alanı statüsüne sahip.

Açık Gazete, 30.03.2012

OTOPARK ARAZİSİNDEN TARİHİ ESER ÇIKTI

 

 

Otoparkı yapılması planan Bolu Kültür Parkı arazisinde yapılan kazılar sonucu 70 Mezar ve çok sayıda kandil, kase, kantar, şamdan, çan, zincir, aplik, sikke, sürahi vb. küçük objeler bulundu.

 

Bolu’da “Kentsel Arkeolojik Sit Alanı” içinde kalan ve mülkiyeti Bolu Belediye Başkanlığı’na ait olan Kültür Parkı’nda, yeraltı otoparkı için yapılan kazı çalışmaları sırasında 70 tarihi mezar bulundu.

 

Büyükcami Mahallesi’nde bulunan Kültür Park’ında, Bolu Belediye Başkanlığı’nca yeraltı otoparkı yapımı planlandı. Otopark yapılacak sahanın sit alanı içinde kalması nedeniyle Kültür Parkı ve çevresinde Ankara Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu kararları gereğince, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nden alınan ruhsatlarla 2010 ve 2011 yıllarında masrafları Bolu Belediyesi’nce karşılanmak üzere Müze Müdürlüğü’nce sondaj ve kurtarma kazıları yapılmaya başladı.

 

Konuyla ilgili açıklamalarda bulunan Bolu Müze Müdürü Arkeolog Mustafa Güneş, “2010 ve 2011 yıllarında gerçekleştirilen söz konusu çalışmalarda Roma dönemine ait olan ve bir mekanında mozaik taban döşemesi bulunan tahrip olmuş durumdaki yapı kalıntıları çıktı. Geç Roma dönemine ait olan üç adet mezar ile Roma, Geç Roma ve Bizans dönemine tarihlenen eserler (figür, kandil, kase, kantar, şamdan, çan, zincir, aplik, sikke, sürahi vb. küçük objeler) açığa çıkarılmıştır” dedi.

 

Kazı sonuçlarının Ankara Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu’nda değerlendirildiğini söyleyen Güneş, “Başlangıçta Kültür Parkı’nın doğu bölümünde yapımı planlanan yeraltı otoparkı projesinde Bolu Belediye Başkanlığı’nca değişikliğe gidilmiş ve proje Kültür Parkı’nın tamamı ve çevresini kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Kültür Parkı’nın doğu bölümündeki çalışmalar 2010 ve 2011 yıllarında tamamlanmıştır. Yeraltı otoparkı için genişletilmiş olan batı bölümünde ise 2011 yılı sonunda sondaj kazısı yapılmış ve kazı sonuçları Ankara Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunda değerlendirilmiştir” diye konuştu.

 

Karlı havaların yerini bahar aylarına bırakmasıyla kazı çalışmalarının kaldığı yerden devam ettiğini ifade eden Mustafa Güneş, “Çalışmalar halen Kültür Parkı’nın içinde Bolu Belediye Başkanlığı’nca sağlanan 40 işçi ile yürütülmektedir. Kültür Park’ta toplam 8 adet açma planlanmıştır. Dört açmadaki çalışmalar tamamlanmıştır. İki açmadaki kazı çalışmalarına ise devam edilmektedir. Kurtarma kazısı çalışmalarında 26.02.2012 tarihi itibarı ile Geç Roma dönemine ait 11 adet blok taş mezar ile Bizans dönemine ait 59 adet kiremit mezar olmak üzere toplam 70 adet mezar açığa çıkarılmıştır. Kiremit mezarlar büyük ölçüde tahrip olmuş durumdadır. Belirlenen 8 açmanın kazısı tamamlandıktan sonra parkın güneyindeki yol ve yolun güneyindeki yamaç kısımların kazısı yapılacak ve tüm alanda ham toprak seviyesine inilecektir. Kazı çalışmaları tamamlandıktan sonra konu değerlendirilmek üzere Bakanlığımız, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü ile Ankara Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na iletilecek.

 

Sahada Bolu Belediye Başkanlığı’nca yeraltı otoparkı yapımına ilişkin nihai karar daha sona verilecektir” ifadelerini kullandı.

Haber 7, 30.03.2012

KÖYLÜLERİN FARKETTİĞİ HÖYÜKTEN BİR TARİH GÜN IŞIĞINA ÇIKTI

 

 

Kütahya’da, yaklaşık 3 yıl önce köylüler tarafından fark edilen 5 bin yıllık höyükteki kurtarma kazısında, Roma döneminden kalma sabun taşı ve metalden objelerle çocuk iskeletleri bulundu.

 

Kütahya Müze Müdürü ve Çiledir Höyüğü Kazısı Başkanı Metin Türktüzün, AA muhabirine yaptığı açıklamada, il merkezine 28 kilometre uzaklıktaki Arslanlı Köyü yakınında vatandaşların fark edip bildirmesinin ardından ortaya çıkarılan Seyitömer Linyit İşletmesi (SLİ) Müessesesi arazisindeki höyüğü kazmaya, 2009 yılının eylül ayında başladıklarını bildirdi.

Çiledir Deresi mevkisinde bulunmasından dolayı bu alanı ”Çiledir Höyüğü” diye adlandırdıklarını belirten Türktüzün, höyüğün altındaki kömürün çıkarılabilmesi için Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün izni, Kütahya Valiliği’nin onayıyla kurtarma kazısı yaptıklarını söyledi.

Geçen yıl 6 Haziran-4 Aralık’ta yürüttükleri kazının, bu yıl yaz mevsiminde devam edeceği bilgisini veren Türktüzün, ”Geçen yılki çalışmalara müze uzmanları, öğrenciler ve SLİ Müessesesi işçileri olmak üzere yaklaşık 100 kişilik ekip katıldı. Kazının finansmanı SLİ Müessesesi tarafından karşılandı. Kazı çalışmalarına, Dumlupınar Üniversitesi (DPÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü ve Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi katkı sağladı” dedi.

-Höyüğün geçmişi 5 bin yıl öncesine kadar uzanıyor-

Türktüzün, höyüğün Roma dönemi tabakalarının bir bölümünün kaldırıldığını ve Eski Tunç Çağı tabakasında çalışma yapıldığını anlattı.

Kazıda şimdiye kadar önemli bulgular ele geçtiğine dikkati çeken Türktüzün, şöyle devam etti: ”Höyüğün tespit edilen en eski evresi, MÖ 3000-2000 yıllarına tarihlenen İlk Tunç Çağı evresidir. Çiledir Höyüğü’ndeki İlk Tunç Çağı mimarisi incelendiğinde birbirini takip eden ve birbirini destekler konumda yapılmış, 3-4 metre yüksekliklere kadar korunmuş sur teras duvarları bulunuyor. Sur teras duvarları, ortada bulunan bir yapının etrafını yay şeklinde sarıyor. Parçalar halinde inşa edilen duvarların temel taşları arasında kot farkı var. Sur teras duvarlarının kısmen çevrelediği yapının tüm duvarları, güçlendirmek veya bilmediğimiz farklı bir nedenden dolayı birbiri ardına örülmüş duvarlarla çevrelenmiş. Ayrıca bu mekanın batı kesiminde mekana bitişik inşa edilmiş bir oda yer alıyor.”

 

Türktüzün, kazılarda İlk Tunç Çağı’na ait çok sayıda seramik parçası ve dönemin özelliklerini yansıtan ana tanrıça figürleri bulunduğunu belirtti.

Höyükte sabun taşı işçiliği yapıldığını belirlediklerini söyleyen Türktüzün, şunları kaydetti: ”Sabun taşı ve metalden boncuk, piramidal şekilli objeler ve mühürler açığa çıkarıldı. Roma dönemine ait ve ikincil kullanım görmüş mimari yapılara da rastlandı. Bu yapılar incelendiğinde, birbirine bağlı odalardan oluşan bir mimari kompleks olduğu düşünüldü. Odaların genel olarak taş döşeli olduğu görüldü. Taş döşemelerin altında ise atık su giderleri inşa edildiği ve bu sistemin farklı yapılar için yapılmış atık su sistemleriyle birleştiği saptandı. Üzerinde kazıma yazı bulunan pişmiş toprak iki kiremit parçası ele geçti. Bunlardan birinin üzerinde, Erken Hristiyanlık dönemine ait ’Burada Euelpis yatıyor’ yazan kitabe var.” Türktüzün, höyükteki mezarlarda, 9-15 yaşlarında 4 çocuğa ait iskeletlerin yanı sıra domuz kafatası, köpek iskeleti, at, domuz, kemirgen hayvan ve keçi iskelet parçaları bulunduğunu sözlerine ekledi.

Milliyet, 30.03.2012

İNŞAAT İŞÇİLERİ HAZİNE BULDU

 

Rusya'nın kentinde 19. yüzyıldan kalma bir malikaneyi restore eden işçiler, gizli bölmede saklanmış bir buldu.

Intarsia inşaat firması tarafından yapılan açıklamada, işçilerin malikanenin iki katı arasındaki gizli bir bölmede binden fazla gümüş parça ile mücevher bulduğu belirtildi.

Rus soylularından Naryshkin ailesine ait malikanede bulunan hazinede nadide gümüş ve porselen tabakların da bulunduğu, tabakların 1917'deki Bolşevik Devrimi'nden birkaç ay öncesine ait gazete parçalarına sarıldığı belirlendi.

Firma, Bolşevikler'den saklamak için gizlendiği sanılan hazinenin St. Petersburg Müzesi'ne gönderileceğini açıkladı.

Sabah, 30.03.2012

 

******


HERKES BU HAZİNENİN PEŞİNDE

 

 

Rusya'nın St Petersburg şehrinde 18’inci yüzyıldan kalma bir malikanede cuma günü bulunan 1000 parçalık hazinenin paylaşımı tartışma çıkardı. Çar Alexis’in eşinin ailesine ait olduğu bilinen ve alt katı kafe olarak kullanılan malikanedeki hazineyi restorasyon çalışmaları sırasında inşaat işçileri buldu. Milliyet'in haberine göre İki kat arasındaki gizli bir bölmede gazete kağıtlarına kaplı halde bulunan hazine, gümüş ve porselen takımlardan değerli mücevherlere kadar pek çok gözalıcı parçayı kapsıyor. Fakat, henüz değeri dahi hesaplanmayan hazine üzerinde paylaşım kavgası hemen başladı.





Yapının en son 1875’te Çar Alexis’in eşi ve 1. Petro’nun annesi annesi Nataliya Naryshkina’nın ailesi tarafından satın alındığı, 1917’de Bolşevik Devrimi’yle millileştirildiği biliniyor. Bu yüzden, Devrim’de malikanenin devletin eline geçmesini sağlayan bir Komünist örgüt, hak talep ediyor. Restorasyonu yapan şirket hazinenin şehrin müzesine teslim edilmesi gerektiğini söylüyor. Devlete bağlı haber ajansı ise, Naryshkina ailesinden hayatta kalan tek kişinin hazinenin varisi olabileceğini açıklayarak olaya yeni bir boyut kazandırdı. Hazine, şimdilik koruma komitesi tarafından koruma altına alındı.





Hazinenin sarılı olduğu gazetelerin 1917 yılına ait olması, Bolşevik Devrimi sırasında devletin eline geçmemesi için saklandığını gösteriyor.

Habertürk, 01.04.2012

"İNSANI GİTTİ, BIRAKIN TARİHİ KALSIN"

 

 

Fener Balat Ayvansaray Derneği, kentsel dönüşüm alanı ilan edilen ancak henüz avan projesi dahi onaylanmamış Tokludede Mahallesi'ndeki arkeolojik kazıntılara zarar verecek şekilde yapılan denetimsiz kazı çalışmalarını protesto ederek Belediye ve inşaat firmasına suç duyurusunda bulunacak.

 

Fatih'e bağlı 8 bin 500 yıllık tarihi olan 70 haneli Tokludede Mahallesi, 2005'te kentsel dönüşüm alanı ilan edildi.

 

Şener Holding'e bağlı Altınboynuz inşaatının mahalleliyle görüşmeleri sonucunda, mahalleli yeni projeye dahil olmadı; çünkü projenin ne olacağı ve kendisine nereden ne verileceği belli değildi. Bu yüzden evlerini satmak zorunda kaldı.

 

Evini satmakta direnen yedi aile var; ancak onlar da sürekli şirketin ve Belediye'nin "satın da satın" baskısıyla karşı karşıya; zaman zaman elektirkleri bile kesildi. Hatta bir mahalleli bu baskılara dayanamayarak intihara teşebbüs etmişti; şimdi Belediye'ye tazminat davası açtı.

 

Müze uzmanları olmadan kazı

Sit alanı olan "Tarihi Yarımada" içinde kalan mahallede Meryem Ana Ayazması ve kayıp eski eserlerden Toklu İbrahim Dede Mescidi ve birçok yer altı zenginliği ile arkeolojik kalıntı var.

 

Bu yüzden müze uzmanları olmadan hafriyat yapılamaz; ancak inşaat şirketi, haftasonu Koruma Kurulu ve İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürlüğü'nün izni olmadan tarihi alanda hafriyat çalışmaları yaptı.

 

Basında çıkan haberler üzerine, İstanbul Arkeoloji Müzesi, bölgeye gidip tarihi sit alanı içinde izinsiz müdahalede bulunulup iş makineleri ile alanın tahrip edildiğine dair tutanak tuttu; kazı şimdilik durdu.

 

Mahallede bir araya gelen Fener Balat Ayvansaray Derneği (FEBAYDER), Mimarlar Odası, Şehir Plancıları Odası ve çeşitli mahalle dernekleri, denetimsiz kazıları protesto etti. Eylemde birçok polis vardı.

 

"Yıllarca tek çivi çakamadık"

Fatih Belediyesi ve Şener Holding hakkında suç duyurusunda bulunacak FEBAYDER adına konuşan Çiğdem Şahin, Tokludede Mahallesi'ndeki uzun mücadelelerine rağmen kentsel dönüşümü engelleyemediklerini ancak en azından arkeolojik kalıntıların zarar görmesine izin vermeyeceklerini belirtti.

 

Şahin, yıllarca koruma amaçlı 2683 nolu yasa ve Anıtlar Kurulu'nun sıkı denetiminden dolayı evlerine bir çivi çaktıklarında para cezasına çarptırıldıklarını hatırlatarak şöyle dedi:

"Şimdi bize, 'evlerinize bakmamışsınız, biz geleceğiz ve gerekeni yapacağız' diyorlar, tıpkı Tarlabaşı ve Sulukule'deki gibi yapacakları yıkım."

 

Arkeolojik zenginlik hiçe sayılıyor

Şahin, "Tarihi yaşatma adına bu nasıl bir çelişkidir" diyor ve ekliyor:

"Dün sımsıkı korunan tarihi bölgelerde şimdi hiçbir denetim olmaksızın, yerin kat be kat altına inen kazılar yapılarak arkeolojik zenginliğe telafisi mümkün olmayan zararlar verilebiliyor. Üstelik ne ironidir ki bu 'tarihi koruma ve yaşatma' adına yapılıyor."

 

Arkeoloji hırsızlığı riskine de dikkat çeken Çiğdem, gece yarısı ve kimsenin haberi olmadan yapılan kazılarda bulunacak tarihi eserlerin kimin denetiminde olduğunu sordu.

 

Geçen temmuz ayında, herkesin sokaklarda oturduğu mahalle artık bomboş. Mahalleli evlerin restore edileceğini düşünmüyor; genel kanı otel inşa edileceği yönünde.

 

"Kira yardımı sözünü tutmadılar"

73 yaşındaki Mehmet Çınar ise 53 yıl boyunca mahallede kiracıymış. Şener Holding yetkilileri, taşınma parası vermiş ve "kiranın üstünü tamamlarız" demiş.

 

"Başka çarem yoktu, kabul etmesem de atacaklardı. O zaman 230 lira kira ödüyordum şimdi 400 lira. Maaşım zaten 800 lira. Şirket yetkilisine sözünü hatırlattığımda bana hakaret etti. Yaşlı, hasta adamım, nasıl geçineyim; maaşın yarısı kiraya gidiyor."

bianet.org, 29.03.2012




.. TAY Projesi . Kuruçeşme Cad. 67/B
34345 Kuruçeşme İstanbul
Tel: 0 (212) 265 7858 - Faks: 0 (212) 287 1298
e.posta: info@tayproject.org

Copyright©1998 TAY Projesi