29 Nisan - 05 Mayıs 2012
|
DÜNYANIN EN GÜZEL BİNASI AYASOFYA
ABD’de basılan
Forbes dergisinin Quora soru-cevap sitesi ile
yaptığı anket sonucunda Ayasofya dünyanın en güzel
binası seçildi.
Listenin ilk 5 sırasında şu binalar yer aldı:
1-Ayasofya
2-Tac Mahal -
Hindistan
3-Sidney Opera Evi -
Avustralya
4-Sagrada Familia -
İspanya
5-Hazine(Al-Kazneh)-
Ürdün
Milliyet, 04.05.2012
|
|
YEŞİL CAMİ AÇILIYOR, MURADİYE RESTORASYONA GİRİYOR

Vakıflar Haftası önümüzdeki hafta bir dizi
faaliyetle kutlanacak. Bursa Vakıflar Bölge
Müdürlüğü, 2011 yılı çalışma raporları ile 2012
faaliyetlerini kamuoyuna açıkladı.
Bursa, Bilecik ve Yalova vilayetlerinde hizmet
veren Bursa Bölge Müdürlüğü'nde 654'ü akar, 521'i
hayrat olmak üzere bin 158 gayrimenkulü bulunuyor.
2011 yılında 755 kiracıdan toplam 7 milyon 560 bin
lira tahsilat yapan Vakıflar Bursa Bölge Müdürlüğü 7
eseri toplam 3 milyon 700 bin liralık harcama ile
ayağa kaldırdı. 2011 yılının en önemli restorasyonu
olan Yeşil Camii'ne 1.6 milyon lira sponsor katkısı
sağlayan Bursa Bölge Müdürlüğü genel bütçeye destek
olmayı da başardı.
Vakıflar Bursa Bölge Müdürü Mürsel Sarı, 2012
yılında da 4.5 milyon liralık harcama ile 9 önemli
eserin ihya edileceğini belirtti. Geçen yıl Gürsu
Orta Cami'ye 653 bin lira, Mudanya Hasanbey Camii'ne
317 bin lira, Osmangazi Hacılar Camii'ne 83 bin
lira, Molla Fenari Camii'ne 209 bin lira, İznik 2.
Murad Hamamı'na 562 bin lira, Yıldırım Hüsamettin
Tekke Camii'ne 231 bin lira harcandı. Harput
Holding'in 1.6 milyon liralık sponsorlukla ilk günkü
haline getirilen Yeşil Camii de 11 Mayıs Cuma günü
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın da iştiraki ile
yeniden ibadete açılacak.
MURADİYE CAMİİ'NDE BÜYÜK RESTORASYON BAŞLIYOR
Restorasyon projeleri Kültür Varlıkları Koruma
Kurulu tarafından onaylanıp ihalesi yapılan 9
çalışma da devam ediyor. Bursa Hamza Bey Camii ve
türbeleri, 1 milyon liraya eski ihtişamına
kavuşturulacak. Selatin camilerden Muradiye de
önümüzdeki günlerde ibadete kapatılarak restorasyona
alınacak. Muradiye için 833 bin liralık ihale
yapıldı. Muradiye'de vakıf müzesi yapılması
düşünülen medresenin de Sağlık Müdürlüğü tarafından
boşaltılması halinde hemen kurşun işlerinin
yapılarak basit onarımının gerçekleştirileceği
bildirildi.
Mustafakemalpaşa İlçesi'ndeki Şeyh Müftü Camii'nin
tamiratı içinde 974 bin lira ayrıldı. Bilecik'in
Osmaneli İlçesi'ndeki Rüstempaşa Camii 447 bin
liraya, yangın geçiren ancak duvarları sağlam olan
Karacabey Ulucamii 563 bin liraya, Şehreküstü'de
şahıstan alınıp yeniden cami yapılmaya başlanan
Zagfiranlık Mescidi 355 bin liraya, Bilecik'teki
Edebali Türbesi 259 bin liraya, Gölyazı surları ise
66 bin liraya yenileniyor. Bu çalışmalara karşılık
Vakıflar Bölge Müdürlüğü 2012 yılında kiracılarından
8 milyon 250 bin lira almayı planlıyor. İlk 3 aylık
sürede 2 milyon lirayı da tahsil etti.
Bursalılar Vakıflar'dan daha fazla hizmet
beklediklerini belirterek, CHP döneminde özel şahsa
satılan Tavukçuoğlu Mescidi'nin de alınarak ibadete
açılmasını istiyolar. Muradiye'de yerinde olmayan
Elvan Bey Camii'nin yeniden inşaasını talep eden
vatandaşlar, camilerdeki tarihi hat levhalar ve
tombaklar ile malzemelerin sergileneceği bir müzenin
de şehre değer katacağını belirtti. Kayhan'daki
Selçuk Hatun Camii de restorasyon bekliyor.
Vakıflar bölgede 244 muhtaç vatandaşa aylık 354 lira
öderken, 714 ilk ve orta öğretim öğrencisine aylık
60 lira burs veriyor. Bu bursların 100 liraya
çıkartılması isteniyor.
Bursa Hakimiyet, 03.05.2012
|
DÜNYANIN EN PAHALI TABLOLARI
Büyük sanat eserleri
genellikle yüksek fiyatlara satılıyor fakat
bazılarının fiyatları gerçekten dudak uçuklatıyor.
Yapıldıkları dönemlerde satılamayan, unutulmuş ya da
önemsenmeyen eserler gün geçtikçe değer kazanıyor.
İşte
Pablo Picasso’dan
Van Gogh’a kadar bir ünlü ressamın yaptığı
dünyanın en pahalı 10 tablosu.

No. 5, 1948: Amerikalı ekspresyonist ressam
Jackson Pollock tarafından yapılan No.5, 1948, 140
milyon dolara satıldı. Tablo dünyanın en pahalı
tablosu ünvanını koruyor.

Woman III : Ekspresyonist ressam Willem de
Kooning tarafından 1953 yılında tamamlanan tablo,
2006 yılında tam 137.5 milyon dolara satıldı.

Portrait of Adele Bloch-Bauer I : Gustav Klimt
tarafından 1907 yılında yapılan tablo, 2006 yılında
New York’da 135 milyon dolara satıldı.

Portrait of Dr. Gachet : Vincent van Gogh’un
ömrünün son günlerini yaşadığı 1890′ın Haziran
ayında meydana getirdiği bu sanat eseri, 1990
yılında 82,5 milyon dolara satıldı. Fakat eserin
bugünkü değeri 129 milyon dolar

Bal au moulin de la Galette, Montmartre:Fransız
ressam, Pierre-Auguste Renoir tarafından 1876
yılında tamamlandı. 1990 yılında 78 milyon dolara
satılan tablonun bugünkü değeri 122.8 milyon dolar.

Garçon à la pipe : Pablo Picasso, bu tabloyu
henüz 24 yaşındayken bitirdi. Picasso’nun bu eseri
2004 yılında Pablo 104 milyon dolara satıldı.

Irises: Vincent van Gogh’un Portrait of Dr.
Gachet tablosu gibi önrünün son günlerinde
tamamladığı tablonun değeri 97.5 milyon dolar.

Dora Maar au Chat: Pablo Picasso’nun 1942 yılında
yaptığı ünlü tablosu Dora Maar au Chat yani Dora
Maar ve Kedi, 2006 yılında 95 milyon dolara satıldı.

Portrait de l’artiste sans barbe: Ressam Vincent
van Gogh’un otoportresi olan tablonun değeri, 90
milyon dolar.

Portrait of Adele Bloch-Bauer II: Gustav Klimt’in
1912 yılında tamamladığı tablo, 2006 yılında 88
milyon dolara alıcı buldu.
Habertürk, 03.05.2012
|
 |
VAN GOGH ALIVE 15 MAYIS'A KADAR AÇIK
Abdi İbrahim'in 100. yıl kutlamaları kapsamında Türk sanatseverlerle buluşan 'Van Gogh Alive Dijital Sanat Sergisi'ni gezmek için son gün 15 Mayıs.
Abdi İbrahim'den yapılan açıklamaya göre, 10 Şubat'ta açılan sergi, yaklaşık 150 bin ziyaretçi tarafından gezildi.
Sanatseverler tarafından büyük ilgi gören sergi, pazartesi günleri kapalı olmasına rağmen, kapanışından bir gün önceye özel olarak ziyarete açık olacak.
15 Mayıs'a kadar İstanbul'da görülebilecek serginin bir sonraki durağı Ankara olacak. Sergi, 15 Ekim-30 Aralık tarihleri arasında da Ankara Cer Modern'de gezilebilecek.
Habertürk, 03.05.2012
|
BİR MEKTUP
29 Nisan
Pazar günü
eşimle
birlikte
Ayvalık'a
gittik. Bu
geziyi hemen
hemen tüm
gazetelerde
Sabancı-Dinçer
ailesi
tarafından
restore
edildiği
haberleri
yapılan Ay
Işığı
Manastırını
görmek için
planlamıştık.
Cunda
adasına
geldiğimizde
Pateriça
köyleri ve
Ay Işığı
Manastırı
yolunu
gösteren
yönlendirici
tabela
doğrultusunda
ilerledik.
Yol
boyunca üç
tabela daha
bizi
manastıra
yönlendirdi.
Yol çok
bozuk olduğu
için saatte
on km. hız
ile
ilerleyebildik
ve manastıra
varmamız bir
saati buldu.
Ancak kapıya
vardığımızda
bir güvenlik
görevlisi
buranın bir
"özel mülk"
olduğunu ve
gezilemeyeceğini
bildirdi.
Böyle zorlu
bir yoldan
geldikten
sonra tarihi
yapıyı
gezebilmek
için biraz
ısrarkar
olduk ancak
genç görevli
buranın
halka kapalı
olduğunu,
bizim gibi
pek çok
ziyaretçinin
geri
çevrildiğini
üzgün bir
ifade ile
adete utana
sıkıla
anlattı.
Bu genç
görevlinin
yüzündeki
sıkıntının,
mahcubiyetin
acaba onda
birini bu
tarihi eseri
restore
ettiklerini
adeta davul
zurna ile
kamuya
duyuran,
sonra da bu
kültür
mirasını
halka
kapatan
ailenin
bireyleri
hissetmişler
midir?
Bizi tek
mutlu eden
şey ise bu
mirası
görebilmek
için gelen
beş arabayı
yoldan
çevirmemiz
idi, hiç
olmazsa bu
insanlar
bizim gibi
bu zorlu
yolda eziyet
çekmediler.
Pateriça
Köyü'nden
geçerken
başımıza
gelenleri
köylülerle
paylaştık ve
köy
ahalisinin
de burayı
alan
kişilerden
hoşlanmadığını
anladık,
hepsi
insanların
geri
çevrilmesinden
çok
rahatsızdılar.
Köylüler
bize bir
şeyler ikram
ederek
üzüntümüzü
kendilerince
hafifletmeye
çalıştılar.
Aynı gün
öğleden
sonra
Aşıklar
Tepesinde
Koç ailesi
tarafından
restore
edilen
tarihi
değirmene
çıktık.
Yapıyı
mükemmel bir
minik
kütüphane
haline
getirmişler,
her biri
insanı mutlu
eden zarif
detaylar,
Koç ailesi
tarafından
adı
kütüphaneye
verilen
diplomat
Necdet Kent
ve ailesini
tanıtan
broşürler,
Cunda'yı
tepeden
seyredeceğiniz
nefis bir
teras, ufak
tefek
atıştırmalıkların
makul fiyata
sunulduğu
bir
kafeterya ve
mis gibi
tuvaletler.
Kent
kütüphanesi
her
ziyaretçinin
son derece
mutlu ve Koç
ailesine
müteşekkir
kalarak
ayrıldığı
bir
tarih/kültür
yapısı
olmuş.
Koç'ların
gönüllerine
sağlık,
Allah razı
olsun.
Şimdi bizim
anlamadığımız
konular
şunlardır;
1. Ay Işığı
Manastırı
özel ve
kapalı bir
mülk ise yol
boyunca ne
için
tabelalar
konmuştur?
Bu tabelalar
eski ise
neden
kaldırılmamıştır?
2. Burası
halka açık
değil ise
hangi
sebeple
Sabancı-Dinçer
ailesinin
alicenaplığını
gözümüze
sokan çarşaf
çarşaf
restorasyon
haberleri
yapılmıştır?
Üstelik bu
haberler
yanıltıcıdır,
okuyan
kişilere
buranın bir
müze-ev
olarak
kullanılacağı
mesajı
verilmiştir.
Bu
haberlerde
buranın özel
mülk olduğu
ve halka
açık
olmadığı
uyarısı
neden
yapılmamıştır?
3.
Buckingham
sarayı bile
belli bir
parkur
çerçevesinde
gezdirilirken
manastırı
restore
ederek güya
tarih ve
kültür
mirasımıza
sahip çıkan
bu ailenin
tutumu nasıl
açıklanır?
Beyefendi,
yaz
sezonunun
gelmesi ile
bizler ve
bizim yoldan
çevirdiğimiz
vatandaşlar
gibi pek çok
tarih
sevdalısı
burayı
ziyaret
etmek için
manastırın
bozuk yoluna
düşecek ve
eziyet
çekeceklerdir.
Sabancı
mülkünün
kapısından
gönlü kırık
insanların
dönmemesi,
daha fazla
vatandaşın
mağdur
olmaması
için bu
yapının
ziyarete
kapalı
olduğu
haberini
yapabilirseniz
çok yararlı
olacağı
kanaatindeyim.
Akşam Taş Kahvede yan masada manastırın kapısından çevrilen iki aile aynı konuyu konuşuyorlardı, "zenginlik ne kadar kazandığınla değil kazandığını nasıl harcadığın ile ilgili bir şey" dedi beylerden biri. Sanırım Sabancı-Dinçer ailesi bu anlamda henüz yeterince zengin değil.
Dr. Ender
Selçuk,
03.05.2012
|
TARİHİN EN ESKİ KAN ÖRNEĞİ OTZİ'DEN
Bilim insanları buz adam Otzi üzerinde yaptıkları araştırmada alyuvar hücresi buldu. Kan hücreleri çok kolay bozulduğu için eski örneklerden kan örneği bulmak mümkün olmuyordu. 1991 yılında İtalyan Alpleri’nde bulunan 5300 yıllık mağara adamı Otzi’nin üzerinde yapılan ilk incelemelerde de kan kalıntısına rastlanmamıştı. Ancak Royal Society Interface adlı dergide yayımlanan son araştımaya göre Otzi’nin yaralarında alyuvar hücreleri tespit edildi. Dergi Otzi’yi mükemmel bir biçimde muhafaza eden koşullar sayesinde ölümünden kısa bir süre önce akan kanının da korunmuş olduğunu söylüyor.
Otzi’nin kanı şimdiye dek elde edilmiş en eski kan örneği. Otzi bir grup doğa yürüyüşçüsü tarafından sırtına bir ok saplı şekilde bulunduğundan beri araştırmacılar mağara adamının ölümünün detaylarını ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bu yeni bulgu dünyanın en eski cinayeti olarak adlandırılan hikayede yeni bir ipucu olarak yorumlanıyor.
Radikal, 03.05.2012
|
 |
YUNANİSTAN'DA SİYASİLERDEN BİZANS OYUNU
Yunanistan'ın önde gelen
siyasi partilerden biri olan muhafazakar Yeni
Demokrasi Partisi (YDP), seçim kampanyasında
kullandığı televizyon spotları eleştiri konusu
oluyor. Antik Yunan'ın büyük filozoflarının,
Olimpiyat ateşinin, ünlü Yunan siyasetçilerinin yer
aldığı bir spotunda Ayasofya Müzesi'nin 1453
öncesini anımsatan bir gravür de bulunuyor.
Minaresiz Aya Sofya'nın kubbesinde ise bir haç
görünüyor. YDP'nin Ayasofya'yı bu şekilde seçim
malzemesi olarak kullanması Yunan basınında da
eleştirilere yol açtı. Yapılacak seçimlerde tek
başına iktidara gelebilmek için her türlü yolu
deneyen YDP'nin, buna rağmen, seçimlerde birinci
parti gelse bile tek başına iktidara gelecek kadar
oy alamayacağı tahmin ediliyor. YDP'nin
milliyetçilik söylemleriyle son zamanlarda yükselişe
geçen irili ufaklı aşırı milliyetçi partilerden oy
çalmayı amaçladığı gözleniyor. Milliyetçi
söylemleriyle tanınan YDP lideri Andonis Samaras,
seçim kampanyalarında ayrıca Türkiye'yle
sürtüşmelere yol açan Münhasır Ekonomi Bölgeler
(MEB) ilan edeceğini açıklamaktan da k açınmıyor.
Sabah, Haber: Stelyo Berberakis, 03.05.2012
|
MİMARLIK TARİHİ SÖYLEŞİLERİ: UĞUR TANYELİ

Uğur Tanyeli ile mimarlık ve sanat tarihi
disiplinlerinin kendi özellerinde ve güncel mimarlık
pratiğindeki yeri üzerine bir söyleşi
gerçekleştirdik.
Betül Atasoy: Öncelikle mimarlık ve sanat tarihine
ilginizin nasıl başladığından söz edebilir misiniz?
Uğur Tanyeli: Neredeyse kendimi
bildim bileli mimar ve mimarlık tarihçisi olmak
istiyordum dersem yanlış olmaz. Kabaca, yanlış
hatırlamıyorsam ilkokul üçüncü sınıfta mimar olmaya
karar verdim. Mimarlık fakültesine girmeden önce de
mimarlık tarihine hep ilgim vardı. Annemin
dayısının, evinde mimarlık kitapları ve dergileri
vardı. Dolayısıyla onları görüp, mimarlığın şahane
birşey olduğuna karar verdim. Ancak hemen mimarlık
fakültesine girmedim. Bir sene Teknik Üniversite'de
inşaat mühendisliği okudum. İnşaat mühendisi
olursam, Nervi'ler, Candela'lar gibi, ki o dönem çok
önemliydiler, Türkiye'de hem mühendis hem tasarımcı
olmak gibi ikili bir rolün mümkün olduğunu
zannediyordum. Bir sene okuduktan sonra, fakültede
tasarıma uzaktan yakından benzeyen hiçbir şey
olmadığını gördüm. O kadar yoktu ki, tasarı geometri
dersinde bile, bir tasarım yapıp onu çizmek tuhaf
karşılanıyordu. Tadım kaçmıştı bir sene sonra.
BA: Böylece Akademi'ye geçiş yaptınız.
UT: O da şu şekilde gerçekleşti.
Yoldan geçerken bir pankartta "Güzel Sanatlar
Akademisi'ne giriş kursları" yazdığını gördüm. Hala
o dönemde Akademi'nin ayrı sınavı vardı. Sınavına
müracat ettim ve bir sene gecikmeli olarak mimarlığa
başladım. Akıllılık da etmişim. Kendimi çok iyi
hissettiğimi itiraf etmeliyim. Önceki sene kabus
gibi geçmişti. Düşünmeye başlamıştım "Ne yapacağım
bu mühendislik mesleğiyle?" diye. Hiçbir şekilde
aklıma yatmayan bir meslek alanına girdiğimi
düşünüyordum. Aklım sıra uyanıklık yaptım, ama o
uyanıklığın geri tepti ve tam tersi bir sonuç verdi.
Mimarlığa giriş bağlamında böyle bir maceram var.
Mimarlık tarihi de aynı şekilde. Mimarlık tarihçisi
olma meselesi bu kadar erken değil, ama bir ara
gerçekten üniversiteye girerken sanat tarihine girip
girmemeyi düşünmedim diyemem. Ancak böyle bir riski
de göze alamadım. Seçseydim, itiraf etmeliyim ki
kendimi kötü hissedecektim. Sanat tarihi çok hızlı
bir şekilde seçeneklerin arasından sildiğim bir
başlık oldu. Daha sonrasında eğitimim içerisindeyse
kaçınılmaz hale geldi.
BA: Mimarlık tarihi yazımı deyince ilk akla
gelen mimari üsluplar olur diye düşünüyorum. Ancak
siz geçen haftalarda gerçekleştirdiğiniz "Habis Bir
Mimarlık Kavramı Olarak Yer" başlıklı konuşmada
geleneksel tarih yazımının yer ve stilin aynı
bağlamda ele aldığını ve bunun da problemli bir
bakış açısı olduğunu söylemiştiniz. Bu doğrultuda
kısaca mimarlık tarihini tanımlayabilir misiniz?
UT: Mimarlık tarihini doğrudan
doğruya tanımlamak istemem. Benim "mimarlık tarihi
pozisyonum tarihçi pozisyonudur" dediğimde
kastettiğim şeyi aktarayım size. Benim için genel
olarak toplumsal tarih diye bir alan var ve onun
içerisinde bazılarımız mimarlık olgularıyla
ilgileniriz. Ancak toplumsal tarih şurada biter,
mimarlık tarihi ya da sanat tarihi şurada başlar
gibi bir anlatımın problemli bir anlatım olduğu
kanısındayım. Dolayısıyla o sınırı çizmemek benim
temel seçeneklerimden biridir. Böyle olunca da,
"yer" konferansında dile getirdiğim gibi, sosyal
bilimler literatürüne ilgim, mimarlık tarihinin
özgül literatürüne olan ilgimden daha fazladır
diyebilirim. Bu bana ve benim gibi bir grup insana
özgü bir seçenek. Mimarlık tarihçilerinin önemli bir
bölümü ayrı, bağımsız, hiç değilse özerk bir
mimarlık tarihi olduğu, dolayısıyla da nerede
duracaklarına bildiklerine inanırlar. Ben böyle bir
yerin olmadığı ve bunu bilmenin de mümkün olmadığı
kanısındayım. Çokca tekrarladığım Georg Simmel'in
kent için dile getirdiği bir sözü var. Bunun
mimarlık için de doğru olduğuna inanıyorum ve
vurgulamak istiyorum. Diyor ki "Kent toplumsal
sonuçları da olan bir fiziksellik değildir, tam
tersine zaman zaman fiziksel bir görüntüsü de olan
bir toplumsallıktır". Mimarlık da aslında böyledir.
Gerçekte toplumsallıktır, zaman zaman da fiziksel
sonuçlar alır. Kaldı ki, fizikselliği de
toplumsallıktan başka birşey değildir. Böyle
baktığınızda, kaçınılmaz olarak "Mimarlık tarihi
toplumsallıkla uğraşmaktır" diyoruz. Hele mimarlığın
önemli bir ölçüde söylemsel hale geldiği bir dünyada
sadece fiziksellikle uğraşmaya odaklı bir düşünceye
veya bu tür bir mimarlık tarihine inanmam mümkün
değil. Başlangıçtan itibaren de "Mimarlık tarihi
toplumsal tarihtir" şeklinde özetlenebilecek bir
pozisyonum var. Kendisine özgü, kapalı bir alan
oluşturamaz, oluşturulmamalıdır da.
Sorunuzun başında gündeme getirdiğiniz "yer"le
üslup örtüşmesinin sorunlu olduğu biçimindeki
görüşümse, çok kısaca anlatırsam şöyle: Mimarlıkta
belirli bir biçimlendirme yaklaşımının belirli,
hatta sabit bir zamansallık-mekansallık içinde
kodlanmış olduğunu düşünmek gerçekçi değildir.
Morfolojiler hep zaman-mekanı aşma
istidadındadırlar. Ait olmadıkları yerlere
ulaşabilir, ait olmadıkları zamanlarda, aradan
yüzyıllar geçtikten sonra belirebilirler. O sözünü
ettiğiniz konuşmamda örneklerini vermiştim.
Sözgelimi, Filistin'de, Akka'da bir Gotik katedral,
Pekin'de bir Barok saray inşa edilebilir, edilmiştir
de. O zaman sorunlaştırmamız gereken şey, belirli
bir zaman-mekana, "yer"e ait olma durumunun ve
inancının ta kendisidir. Konumlandıkları zaman-mekan
sabit olmadığı gibi, mimari morfolojiler de bildik
üslup tanımının işaret ettiğinin aksine sabit
değildir. Ben mimarlık tarihçisi olarak böyle bir
bilinçle işimi yapmaya çabalarım. Bu konu bu kadar
özetlenirse pek anlaşılmayacak, ama yine de cevap
vermek istedim.
BA: Mimarlık "kültür"ün içerisinde bir olgu. Bu
doğrultuda mimarlık tarihinin okuma sınırlarının çok
geniş olduğunu söyleyebiliriz. Peki bu durumda
mimarlık tarihi üzerine çalışmak açısından mimar
olmanın getirisi var mıdır?
UT: Dediğiniz gerçekten de
tartışmaya açık bir konu. Kimisine göre mimarlık
tarihçisi olmak için mimar olmak gerekmez. Bence de
gerekmez, ama bir getirisi olabilir, çünkü en
azından bu, alanın çoğulluğunu görme imkanı verir.
"Sadece" mimarlık tarihi, sanat tarihi öğrenimi
görürseniz, alanın kendi içerisinde başlayıp, kendi
içerisinde bittiğine olan eğiliminiz daha güçlü
oluyor. Bir sınır çizilebilir zannediyorsunuz.
Meslek deformasyonu size onu veriyor, ancak
mimarlıktan geldiğiniz zaman görüyorsunuz ki bu
disiplinlerin aralarında bariyerler, sınırlar,
engeller mevcut değil. Zaten siz de başka bir
alandan kolayca bu alana transfer olmuşsunuz. Benim
durumumda mühendislikten mimarlığa, mimarlıktan
mimarlık tarihçiliğine giden güzergahı düşünecek
olursanız, sınır nerede? Ben aynı adamım. Hiçbirinde
de sırtımda yumurta küfesi yoktu. Kolayca
değiştirebildim ve bunun çok büyük bir avantajı
olduğuna inanıyorum. Bir sürü perspektiften çoğul
gerçekliği görme şansınız var. Çoğu insan sadece
meslek alanının sınırı yüzünden bu çoğul dünyayı
kavramakta zorlanır, ama mimarların en azından deyim
yerindeyse "displaced" olmaktan kaynaklı bir
avantajları var tarihçilikte. Dünyayı kavramak ve
bir anlamda özgürleşmek bağlamında her türlü
"displacement" zaten avantajlı bir durumdur. İnsanın
hep kendi ait olduğu, kendisini ait hissettiği "yer"
bağlamında düşünmesi, başka "yer"leri, başka
varoluşları görmesini zorlaştırır. Kendi açımdan ben
böyle bir "displacement" durumundan memnunum.
BA: Arredamento Mimarlık'ın Şubat 2012 sayısında
"Mimarlıkta Tarih Yazımı" başlıklı bir dosyaya yer
verdiniz. Tayfun Gürkaş ise "Mimarlık gündemi
mimarlık tarihi ile gerilimli bir ilişki içindedir.
Mimarlık tarihi ya çok 'sevilir', sıklıkla öneminden
bahsedilir ya da gereksiz bir ayak bağı, bazense
koltuk değneği olarak görülür" diyor. Sanki mimarlık
tarihinin tanımlanmamış bir konumu var. Bu konuda ne
düşünüyorsunuz?
UT: Tam olarak tanımlanmamış bir
konum değil, ama "Tasarım Stüdyosu ve Mimarlık
Tarihi" gibi kitapların yayınlandığı bir dünyada
mimarlık tarihinin çarpık bir kavrayışa sahne
olduğunu söyleyebilirim. Tayfun'un da işaret etmek
istediği bu. Böyle bir kitabın anlamını kestirmek
zor değil. Mimarlık tarihi tasarım stüdyosunda ne
işe yarar? Böyle bir bakış açısıyla mimarlık tarihi
ya da tarihe yaklaşılamaz. Bu "Siyaset ve Siyaset
Tarihi" başlıklı bir kitabın yayınlanmasına
benziyor. Dünyada siyaset tarihi ve kuramı
metinlerini okuyarak siyaset yapan bir adam olduğunu
mu zannediyoruz? Ya da siyasi pratiğin siyaset kuram
ve tarihinin bir fonksiyonu olduğunu mu düşünüyoruz?
Bu problemli bir bakış açısı. Tasarımcı ile
siyasetçiyi karşılaştıracak olursak, siyasetçinin
siyaset yapabilmek için siyaset tarihine mi ihtiyacı
var? Siyaset tarihinin böyle bir araçsallığı yok.
Mimarlık tarihinin de aynı şekilde olmamalı. Tayfun
"Koltuk değneği olarak kullanılmak" dediğinde,
"Tasarım yapacağız, bakalım mimarlık tarihi bize
doğru yola işaret etme bağlamında ne söyleyecek?"
sorusunun sık sık sorulduğunu belirtmek istiyor. Bu
anlamda tarih hiçbir şey söylemeyecek. Tasarım
yapmamıza ilişkin mimarlık tarihi ne yol gösterir,
ne doğruyu yanlıştan ayırt etmeyi sağlar. Bütün
tarihler gibi, anlamayı ve düşünmeyi sağlar. Tarih,
geçmiş üzerine düşünmemizdir. Geçmişi yeniden
üretiriz. Dolayısıyla sürekli olarak geçmiş üzerine
düşünce üretebilme imkanımız olur. Tarihin en geniş
anlamda ideolojik olduğunu ele alırsak, tarih bugünü
anlamaya yöneliktir deriz. Bugünü anlamak için de
sürekli geçmişten, deyim yerindeyse yararlanmaya
çalışırız. Bu da mimarlık tarihinin durumunu
mimarlık içerisinde tabii ki problemli bir duruma
getirir. Ancak mimarlık tarihinin rahat bırakılması
gerekir. Mimarlık tarihinin doğru yolu gösterme
beklentisi, mimarlık tarihçisinin hem kendini fazla
önemsemesi olur, hem de öteki alanlarda çalışanları
da enayi yerine koyması olur. İkisine de hakkı yok,
çünkü tasarım yapabilmek için insanlar her an
mimarlık tarihi bilmek zorunda değiller. Ama bugünün
dünyasında her birimiz, kendi mevcut pozisyonumuzu,
mimarlar, özneler olarak ister tasarım yapalım,
ister tasarım yapmayalım, anlamlandırmak istiyoruz
diyorsak, tarihe ihtiyaç duyarız. Dünyada bugün
kendimize bir konum, konumlar tanımlamak istiyorsak,
başka pek bir aracımız yok. Kendinize ya dinsel veya
siyasal görüşleriniz ya da tarihsel pozisyonlarınız
üzerinden konumlar tanımlayabilirsiniz. Varoluşunuza
bir anlam katmak istiyorsanız, içinde bulunduğunuz
toplumsallık sadece sizinle başlayıp bitmiyorsa,
kaçınılmaz olarak tarihe başvurursunuz. O zaman bir
konumunuz olur. Tam aksine, o toplumsallıktan, o
zaman-mekansallıktan, o anlamlılık hallerinden
özerkleşmek, kurtulmak, yeni fırsatlar, varoluşlar
yaratmak için de aynı biçimde tarihe başvurmak
dışında bir imkan yoktur.
BA: O halde pratik içerisindeki bir mimarın,
mimarlık ve sanat tarihi ürünlerini nasıl okumasını
ve deneyimlemesini öngörüyoruz?
UT: Modern dünyada mimarlığın
bir anlamda diğer disiplinlerden özerkleştiğini
söylediğimiz zaman, her disiplin ve bilgi üretim
alanı bir biçimde kendi tarihi içerisinde
tanımlanmaya başlar. Geçmişin dünyasında böyle bir
durum söz konusu değil. Premodern dünyada hiç kimse
kendi tarihsel konumu üzerinden ne yapacağını
düşünmeye başlamaz, ama bugün mimarlıkta sürekli
olarak kendimize tarihsel bir konum tanımlayıp,
orada tasarım yapmak, mimari varoluşumuzu tartışmak
isteriz. Eğer mutlak öznel olmayan bir dayanak
noktası arıyorsak, bu tarihsel yerimizi tanımlamakla
olur. Her mimari yönelim kendisine tarihsel bir rol
biçerek işe başlar. Bütün avangartları oluşturan
budur. Avangartı avangart yapan, kendisini ardıl
saydığı, yıkmakla yükümlü saydığı bir tarihsel dönem
bulmasıdır. "Ben şuna karşıyım" dediğimiz bir
dünyada yaşıyoruz ve bu tanımı da ancak tarihle
gerçekleştiririz. Hepimiz dolayısıyla, bir anlamda
mimarlık tarihi yazmak zorunda kalırız. Tasarım
yaptığımızda da mimarlık tarihinden yararlanmak
zorunda değil, yazmak zorunda kalırız. Yani,
mimarlık tarihi alanımıza dışsal değildir.
Pozisyonumuzu belirlemek, hayır ya da evet
diyebilmek için mimarlık tarihinin içindeyiz.
Eskiden kimsenin tarihsel bir pozisyon bilinci ile
hareket etmesi gerekmiyordu, ama bugün bu bilinç
yoksa, durduğumuz bir konum da yok demektir. Demek
istediğim, yaptığımız ürünlerle değil, mimarlık
konuşmamızla hepimiz mimarlık tarihinin içindeyiz ve
her an ona katkıda bulunuruz. Mimarlık kuramı
konuştuğumuzda da mimarlık tarihi konuşuruz. Kuram
da tarihten bağımsız bir alan değil, belki de onun
için dünyanın her yerinde "mimarlık tarihi ve
kuramı"dır bütün lisansüstü programlarının adları.
Sadece Türkiye'de çoğunlukla mimarlık tarihi olarak
adlandırılıyor. Mutlak bir kuram olmadığı gibi
mutlak bir mimarlık tarihi de mevcut değil. İkisi
örtüşüktür.
BA: Tarih yazımında tarafsızlıktan söz etmek pek
mümkün değil. Ancak bir tarihçi araştırmasında nasıl
bir yöntem izlemelidir? Belki kendi araştırma
sürecinizden biraz söz edebilirsiniz.
UT: Yöntem sorununu çok
abarttığımı söyleyemem. Benim için çok ciddi bir
sorun oluşturmuyor. Bunu duyunca bazıları "zaten
belliydi" diyebilirler (gülüyor). Şunu söyleyeyim,
tarih disiplini o kadar hızlı gelişen ve büyüyen bir
alan ki, yöntemsel bir sınır çizmek zaten onu bir
yere hapsetmek anlamına geldiği için, kendime bir
yöntem belirlemekten yana değilim. Dün konumuz
olmayan birçok şey bugün tarih disiplini içerisinde
bizim için hayati bir anlam taşır. Sözgelimi bundan
50 sene önce neredeyse sadece üslupların tarihi
olan, onaylanmış, büyük harflerle yazılan mimarlığın
tarihi olan bir alanda, bugün bundan söz etmek artık
çok eskimiş bir pozisyon. Artık en sefil bulduğumuz
gecekondunun da bir mimarlık ürünü olduğunu, onun
üzerinde konuşmanın Süleymaniye Camisi üzerinde
konuşmakla aynı derecede önemli olduğunu bugün
biliyoruz. Böylece yöntemsel bir sınır çizmek bana
çok kolay gelmiyor. Benim kendime çizdiğim yöntemsel
sınır ise toplumsallığın bir parçası olarak
fizikselliği anlamaya çalışmaktır. Hatta
fizikselliğin içinde çok önemsiz gözüken küçücük bir
parça bile bazen yazdığım konuda yer alır. Peki o
sözünü ettiğiniz toplantıda "yer" meselesi üzerine
konuşurken mimarlık tarihi üzerine mi konuşuyordum?
Evet. Ancak onun içerisinde ne üsluplar, ne akımlar,
tasarlanmış veya tasarlanmamış nesneler yer
almıyordu. Bunun tarihçinin konusu olabilmesi için
yöntemsel olanın sürekli hırpalanabilir, bozulabilir
birşey olduğunu görmemiz gerekiyor. Kısacası
yöntemin çok belirgin bir biçimde abartılmamasını
düşünüyorum. Yöntemsel olarak yapabileceklerimiz
bence akademik yazımın kurallarına uymak, dipnot
vermek, birisinden veya bir kaynaktan birşey
aktarıyorsak referansımızı doğru yapmaktır, ama
bunun bile giderek sürekli çiğnenen bir akademik
adap kuralı olduğunu görmek zorundayız. Dijital
mecraların, internetin çıktığı bir çağda referans
verme sistemleri bile eskisi gibi devam etmiyor.
Dijital mecra aslında orijinalite, referans gibi
meseleleri de ciddi biçimde hırpalıyor. Alıştığımız,
Rönesans'tan başlayıp 20. yüzyıl ortasına kadar
kesinlikle doğru olduğunu düşündüğümüz yazma
biçimleri bile artık tehlikede ya da ortadan
kalkıyor. Yani, akademik yazıma ilişkin kuralları
bile sağlam bir biçimde savunmanın kolayca mümkün
olduğunu sanmıyorum. Yazma biçimlerimizi sürekli
kırıyoruz, yıkıp yeniden yapıyoruz. Bundan 50 yıl
önce yazılsaydı mimarlık tarihi metni olarak "Bu ne
biçim metin?" diyebileceğimiz metinler yazılıyor.
Hepsinden önemlisi, sözümüzü sadece gramatik
kurallar bağlamında söylemeyiz, yazma biçimimizle de
söz söyleriz. Bunu farkettikten sonra, her türlü
yöntem daha yapıldığı anda yıkılmaya mahkum
gözüküyor. Bu sebeple mimarlık tarihi yazımında
yöntemi başrole oturtamayız, olabildiğince
esnetiriz. Hatta çiğnediğimiz zaman yeni açılımlar
doğduğu durumlar bile vardır. Yeni birşey
söylüyorsak aynı zamanda da yöntemsel bir tahrifat
ya da tahribat yapıyoruzdur. Eski yöntemler yeni
sözler söylemek için çok da uygun zeminler
tanımlamıyorlar.
BA: "Tarihi yassılaştırmak" terimini
Türkiye'deki mimarlık tarihi yazımı açısından
değerlendirebilir misiniz?
UT: Türkiye'de en sevilen tarih
pratiklerinden birisi tarihi yassılaştırmaktır. Yok,
haksızlık etmemeyim, dünyanın her yerinde yapılan
birşey tarihi yassılaştırmak. Öyle bir tarihsel
tutamak noktası bulacaksınız ki, bütün çağları o
dönemin kriterleri ve yöntemleriyle
değerlendireceksiniz. Bu bile tarihi yassılaştırmak,
çünkü belirli bir tarihsellik içerisinde var
ettiğiniz yaklaşım, başka tarihsellikler içinde
varedilmişleri açıklamakta aciz kalır. Kendisi için
yapılmadıklarını açıklayamaz, bu bile bir
anakronizmdir ve tarihi yassılaştırmaktır, ama
Türkiye bağlamında, bundan çok daha vahim türler
olduğu için bence onların üzerinde durulması
gerekiyor. Türkiye'de insanların önemli bir bölümü
bütün çağlarda mimarlık adına yapılmış olan herşeyi
aynı mimarlık kriterleriyle üretilmiş gibi düşünmek
ister. Dolayısıyla da sürekli olarak geçmişten
fütursuz referanslar verilir. "Sinan olsaydı böyle
yapmazdı"... Sinan'ın nasıl davranacağını ancak
Sinan çağında bilebilirdiniz. Sinan öldükten,
üzerinden de 450 yıl geçtikten sonra "Sinan
olsaydı..."yı konuşmak sadece gündelik konuşma
dilinde bir eğlence olabilir, bir Cem Yılmaz
komedisi yapıldığı zaman ilginç olabilir. Ancak
tarih disipline bu tutum uymaz, çünkü tarih
disiplininin bir tek kuralı varsa o da
yassılaştırmamaktır. Herkes zaten her çağda mimardı,
herşey zaten mimarlık ürünüydü diye düşünüyorsak
yanlış yaptık demektir. Bugün mimar dediğimiz şey
başka birşey, 300 yıl önce başka birşey, 1000 yıl
önce başka birşeydi. İmhotep de milattan 2500 sene
önce mimardı, ancak bizim yaptığımıza uzaktan
yakından benzeyen bir biçimde mimarlık yapıyor
muydu? Bütün mimarlar böyledir deyip, örneğin
"dünyanın en eski ikinci mesleği bizimki" deyip işin
içerisinden çıkamayacağımız besbelli.
BA: Peki örnek vermek gerekirse, Geç Dönem
Osmanlı Mimarlığı uzun bir süre bir kenara
bırakılmış gibi. Bu tip durumlar tarihi
yassılaştırma açısından ve ideolojik açıdan nerede
yer alıyor?
UT: Çok fazla biçimde tarihi
yassılaştırırız, hepsi de ideolojiktir. Neden Mimar
Sinan üzerinde gerçekdışı bir vurgu oluşturuduk?
Mimar Sinan hiç kuşkusuz önemli. Ancak bugünle Mimar
Sinan arasında sıkı bir bağ kurmak, dolayısıyla
kendimize neredeyse yüce, yanılmaz bir ata tayin
etmek istiyoruz. Öyle biri olsun ki, bizim yanlış
yaptığımızı zamanında doğru yapmış olsun. Bu
beklentinin kendisi problemli bir beklenti.
Kimsenin, bizim de böyle atalarımız yok. Her çağda
herkes yanlış yapıyordu. Kendi çağında yanlış
yapıyordu, bugünden bakıldığında haydi haydi yanlış
yapıyordu. Hiç statik hatalar yapmayan bir Sinan.
Böyle birşey olsaydı, sayısız statik disiplin,
inşaat mühendisliği, yapı teknolojileri neden
oluşturuldu? Hiç yanlış yapmayan bir atamız olsaydı,
aynı yolda devam ederdik. Belli ki öyle olmadığı
için sürekli olarak başka şekilde inşa ediyoruz,
başka kuramsal imkanlar arıyoruz. Bunu görmemiz
gerekir, ancak Türkiye'de çok yaygın olarak bunu
görmüyoruz. Halk mimarisi örneklerine bakıyoruz ve
depreme karşı en dayanıklı ürünler bunlar diyoruz.
Bu yanlış ve onun ötesinde yalan. Halk mimarlığı
ürünleri emin olabiliriz ki bugünkü yapılardan daha
kolay yıkılıyorlar. Bugünkü bildiğimiz sayısız şeyi
bilmiyorlardı. Tecrübeleriyle öğrendiler biçiminde
bir efsane var. Sadece tecrübeyle öğrenilseydi,
bugün neden deprem mühendisliği diye bir alan var?
Sürekli araştırma yapılıyor, yeni şeyler ortaya
atıyoruz, eskileri terkediyoruz. Bunlar Türkiye'de
sadece mimarlarla sınırlı olmayan ölçüde yaygın
düşünme biçimleri.
Başka yerlerin aksine, Türkiye'de mimarlık
tarihçisinin bu durumla esaslı bir biçimde uğraşması
gerektiğini düşünüyorum. Örneğin ABD'de tarihi
yassılaştırmayla uğraşan bir mimarlık tarihçisi
duymadım. Ancak bu Türkiye'de gündelik yaşamın
içerisine sızmış. Hala Mimar Sinan'ın aşkları icat
ediliyor. Belli ki buna yönelik çok ciddi bir talep
var. Bu konuda olsun olsun bir roman yazılabilir,
insanlar da bunu bir roman olarak okurlar.
Türkiye'de bunları gerçek anektodlar gibi okumak
istiyorlar. Mimar Sinan aşkları, Sinan'la ilgili
gündelik hikayeler... Hangi camiye gitseniz yanınıza
birisinin gelip "Mimar Sinan burada böyle yapmış"
diye, ondan arkadaşıymış gibi bahsetmeye
başlaması... Böyle bir dilden konuşulması bu kadar
yaygınsa, mimarlık tarihçisi bununla uğraşmak
zorundadır. Kaldı ki, tarihçi "Niye Türkiye'de bu
kadar yaygın biçimde çağdaşımız Sinan diye düşünmek
isteyen bir damar var?" sorusuyla uğraşmak
zorundadır. Niye tarihle ilgimizi böylesine gülünç
bir şekilde, tarihin içinde yaşıyormuşuz gibi
düşünüyoruz? Bitmiş bir çağı anlamaya çalışmıyoruz,
sanki içinde yaşıyoruz. Dolayısıyla kızıyoruz,
eleştiriyoruz. Haksızlıklara uğradıklarını düşünüp
onlar adına kavgalar veriyoruz. Bitmiş bir çağı,
bizimle ilişkisi ancak ideolojik-historiyografik
anlamda kurmaca olan insanları sanki ta kendimizmiş
gibi düşünmek istiyoruz. Mimarlık tarihi sadece
mimarlık tarihi yapıtlarının nasıl üretildiği
sorunuyla değil, bu kadar ısrarla tarihin içinde
yaşadığına inanan bir toplumun kavranması
meselesiyle de uğraşmalıdır. Toplum neden başka
türlü tarihler düşünemiyor? Neden hiçbir konuda
"Bana ne, yanlış yapmışlarsa yanlış yapmışlardır"
diyemiyor? Bunun anlaşılması gerekiyor. Tarihçinin
uğraşacağı meselelerden birisi de bu olmalıdır.
BA: Bu da mimarlık tarihçisinin görevlerinden
birisi mi demeliyiz?
UT: Tereddütsüz görevi. Dünyanın
başka bazı yerlerinde belki aynı derecede görevi
olmayabilir, ama örtük olarak her yerde görevidir.
Yani her yerde tarihçi bir biçimde hedef kitlesini
değiştirmek için eylemde bulunur. Tabii ki tarih
metni yazarsınız, fakat neden yazarsınız? Küçücük
bir değişiklik düşünmeden üretmiyorsanız, toplumsal
ortamda, sizi okuyanların zihinlerinde küçük bir
hareket, bir farklı kavrayış üretmiyorsanız niye
yazarsınız ki? Türkiye'de bu daha fazla altı
çizilerek yapılmak zorundadır.
BA: SALT'ta Modern Denemeler 4: Salon başlıklı
bir sergi açıldı. Bu sergi kapsamında 1960'larda
faaliyet gösteren Butik A tasarımı mobilyalar
sergileniyor. Bu tip mimarlık tarihini herkese
gösterebilen, deneyimleme şansı sunan uygulamalar
hakkında neler düşünüyorsunuz?
UT: Aslına bakarsanız bütün
mimarlık mecraları sadece mimarlara yönelik
değiller. Ancak toplumun bütün üyeleri bununla
ilgilensin gibi bir beklentiniz varsa, hiçbir ülkede
ve toplumsal ortamda böyle birşey olamaz. Mimarlığın
gittikçe popülerize olduğunu ve kamusallaştığını
söyleyebilirim. Mimarlık daha fazla sayıda insanın
konuşabildiği bir alan haline geliyor. Sadece bir
grup insanın konuştuğu ve kuramsal tartışmasını
yaptığı bir alan değil. Deyim yerindeyse, sokaktaki
insan tarafından da tartışılan bir meseleye
dönüşüyor. Gelişmiş Avrupa ülkelerinde ya da
Amerika'da gazetelerin mimarlık sütunlarının ciddi
bir yer tuttuğunu, hatta artık Türkiye'de de
tuttuğunu söyleyebiliriz. Bu da mimarlığın meslek
alanının ötesinde de yaygınlaştığını gösteriyor. "Bu
yayılımın aracı nedir?" diyorsak, gittikçe daha
fazla insan tarafından okunabilen mecralar
üretmektir. Arkitera'nın böyle bir mecra olduğunu
söylemem herhalde tuhaf değil. Arkitera'yı tıklayan,
Arredamento'yu alan herkesin mimar olmadığını
biliyorum. Ama tabii ki en çok mimarlar tıklıyordur
ya da alıyordur. Sergiye de emin olabilirsiniz ki,
en çok mimarlar gidiyordur, ama sadece mimarlar için
kimse sergi yapmıyor. Hatta müzelerin büyük sergi
organizasyonlarını düşünecek olursak, örneğin
Guggenheim'da Gehry sergisi yapıyor olursanız,
sadece mimarların kuyruk oluşturmadığını
kestirebiliriz. Zaha Hadid sergisi yapıldığı zaman
kuyruk neredeyse 3 blok öteye kadar uzanıyor. Bu
sergilere yoksulların gitmediğine emin olabiliriz,
burjuvalar gidiyor, fakat mimar olmaları gerekmiyor.
Amaç da bu zaten. Mimarlar için olsaydı bu sergi
Guggenheim'da yapılmazdı. 1950, 60 ve 70'lerde
Guggenheim'da mimarlık sergisi olmuyordu. Belli ki
dünyada da bu doğrultuda ciddi bir değişim oluyor.
Örneğin RIBA çizim koleksiyonu, 1970'lerde kendisine
ait, küçük bir galeride sergilenirdi. Dünyanın en
büyük mimarlık çizim koleksiyonudur bu. Şimdi
Victoria&Albert Müzesi'ne devredildi ve koca bir
galerileri var. Bu bile amaçlarının daha büyük bir
hedef kitlesine yönelmek olduğunu gösteriyor. Hiçbir
mecra mimarlığı yeniden üretmekten uzak tutulamaz.
Bu daha da tırmanacak. Zaten dijital mecra bunu
tasavvur edilemeyecek derece ileriye taşıdı, çünkü
anında kendiniz kendi mecranızı açıp mimarlık
tartışmaya başlıyorsunuz.
Çeşit çeşit biçimde genişletiyoruz alanı,
dedikodu yapıyoruz, kızdıklarımıza hakaret
yağdırıyoruz. Bunu asla olumsuz bulmuyorum. Bu da
doğrudan doğruya mimarlığın kamusallaşması. Daha da
genişleyecektir, en azından dijital mecranın
genişleyebildiği kadarıyla. Periyodik çıkarmanın bir
sınırı var, dijital mecranın da sınırına kadar
yayılmaya devam edilecek. Öte taraftan, bu alana
yatırım varsa sergilerin miktarı artacaktır. Sürekli
artıyor, ancak bu da dalgalı bir alan. Ekonomik kriz
olduğunda mimarlık sergilerinin hepsi zemine
çakılırlar. Örneğin bugün Amerika'da 1990'lara
oranlara daha az mimarlık sergisi var. Ancak dijital
mecralar aynı oranda yere çakılmıyor.
Gidebilecekleri yere kadar gideceklerdir. Bu
genişleme mimarlığın tarifini de değiştiriyor. Bir
zamanlar mimarlık tartışması saymadığınız şeyler
bugün bir mimarlık tartışması olabiliyor. "Ben
bilmem kimin bürosunda çalışıyorum, nefret ettim"
diye yazma imkanı eskiden mimarlık tartışması
değildi. Her çağda bunu arkadaşınızın kulağına
söyleyebilirdiniz. Bunu blogunuza yazdığınızda bir
mimarlık tartışması halini alıyor. Bunlara gerek var
ya da yok, hiç önemli değil; bunları birileri
yazıyor ve birileri de okuyorsa demek ki bir anlamı
var. Sonuç olarak sorunuza yanıt olarak, ortamda
neredeyse sonsuz imkanın varolduğunu söyleyebilirim.
En azından dijital mecranın tanımladığı alanın son
haddine ulaşmış değiliz bence.
Arkitera, 02.05.2012
|
 |
CEZANNE'IN TABLOSU 19 MİLYON DOLARA SATILDI
New York'taki Christie's müzayede evinde düzenlenen açık arttırmada, Fransız ressam Paul Cezanne'ın "İskambil oyuncuları" adlı suluboya eseri 19,12 milyon dolara satıldı.
Müzayede evinin izlenimci ve modern sanatçılara ait eserleri satışa çıkardığı bahar açık arttırmasında, ünlü ressamın 1890 ve 1896 yılları arasında 5 ayrı versiyonunu yaptığı 46,7 cm'ye 30,5 cm boyutundaki "İskambil oyuncuları" hazırlık çalışmasına 15 ila 20 milyon dolar değer biçiliyordu.
1930'lu yıllarda tabloya sahip olan Teksaslı koleksiyoncu Heinz F. Eichenwald'ın 1953'te ölümünden beri kayıp olan eser, açık arttırmanın en değerli parçalarından birisi olarak takdim edildi.
Bir saatte 31 resim ve heykelin satışa çıkarıldığı müzayedede, Henri Matisse'in 8 ila 12 milyon dolar değer biçilen 1907 tarihli "Şakayıklar" adlı tablosu 19,2 milyon dolara, Picasso'nun 8 ila 12 milyon dolara satılması beklenen 1968 tarihli "İki nü" adlı tablosu 8,8 milyon dolara alıcı buldu.
100 milyon dolar toplamayı hedefleyen Christie's, müzayededen 117 milyon dolar gelir sağladı.
Cnn Türk, 02.05.2012
|
DA VİNCİ'NİN ANATOMİ TUTKUSU
Rönesans’ın en önemli isimlerinden ressam Leonardo da Vinci’nin, “anatomi” tutkusuyla yaptığı incelemelerle bilim dünyasını bir yüzyıl geride bıraktığı ortaya çıktı.
Da Vinci’nin kadavralar üzerinde yaptığı deneyleri kaydettiği not defterinden şimdiye kadar sergilenmemiş 24 insan anatomisi portresi İngiltere’deki Buckingham Sarayı’nda görücüye çıkarıldı.
Kraliçe 2. Elizabeth tarafından muhafaza edilen taslaklar, da Vinci’nin sanatçı kişiliğinin ötesinde önemli bir bilim insanı olduğunu gözler önüne seriyor. Zira, kan dolaşımı sistemini inceleyen da Vinci’nin elde ettiği devrim niteliğindeki bulgular, ancak ölümünden 100 yıl sonra bulunabilmişti. Ayrıca da Vinci’nin kalp kası ve kapakçıklarının işlevi ve devinimine ilişkin bazı tespitleri, ancak gelişmiş beyin görüntüleme sisteminin (MRI) 30 yıl kadar önce icat edilmesiyle kanıtlanabilmişti.
Milliyet, 02.05.2012
|
 |

|
AKHİSAR MÜZESİ'NDE ÇALIŞMALAR HIZLANDI
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın bizzat ziyareti ardından çalışmaları hızlanan Akhisar Müzesinde çalışmalarda sona gelindi. Arkeoloji ve Etnografya olarak iki bölümden oluşan müzede sadece Akhisar’ın kültür ve tarihi yansıtılacak.
Manisa İl Genel Meclis Üyesi ve Kültür Turizm’den sorumlu Kefayettin Öz ile müze de yapılan çalışmalar esnasında yaptığımız özel röportajda Akhisar Müze’sinin çevredeki diğer müzelerden çok farklı olacağını ve ziyarette bulunanların daha fazla haz alacağını kaydetti. Öz yaptığı açıklamada Mayıs ayının sonuna kadar Akhisar Müzesinin açılacağını vurguladı.
Manisa İl Genel Meclisi Kefayettin Öz ile yaptığı özel röportajda “Akhisar müzemiz yapımı ve teşhir için son haline gelmiştir. 1 hafta içerisinde bütün teşhir bölümleri, arkeoloji ve etnografya bölümü bitecektir. Şuanda Ankara ve Manisa’ dan müzeler genel müdürlüğü ve diğer müze uzmanları bu teşhirleri hazırlıyorlar. Arkeoloji bölümünde de tamamen Akhisar’ın 5 bin yıllık tarihine hitap eden eserlerden oluşuyor. Etnografya bölümünde de Akhisar’ın bütün bölgesinde yaklaşık 2 bin yıllığa kadar eserler olacak. Akhisar müzesi civar müzeler içerisinde şimdili obje ve malzemelerden dolayı spesifik olacaktır. Çünkü diğer müzelerde birbirinin aynısı bir çok esere sahiptir. Ama Akhisar müzesi tamamen Akhisar’ın kültürü ve tarihini içerdiği için farklı bir müze olacaktır. Eminim ki ziyaret edenler diğer müzelere göre çok daha fazla haz alacaktır.” dedi.
Akhisar Haber, 01.05.2012
|
"ÖLÜLERİNİ GÜNEŞE GÖMÜYORLARDI"

Göbeklitepe'de yapılan kazılarda, 12 bin yıl
öncesinde mezar geleneğinin bulunmadığı, açıkta
bırakılan ölülerin yırtıcı kuşlar tarafından
yendiği, böylece ölünün ruhunun göğe erdiğine
inanıldığı ortaya çıktı.
Harran Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sanat
Tarihi Bölümü Öğretim Görevlisi ve Göbeklitepe
Kazıları İkinci Başkanı Yrd. Doç.Dr. Cihat
Kürkçüoğlu, kazı çalışmalarına 1995 yılında başlanan
bölgenin, Neolitik çağın tapınak merkezi olduğunu
söyledi.
Yılda iki dönem halinde kazı çalışmalarının
yapıldığı Göbeklitepe'nin arkeoloji bilimini
yakından ilgilendirdiğini vurgulayan Kürkçüoğlu, 17
yıldan bu yana kazıya başkanlık eden Alman Arkeoloji
Enstitüsü'nden Prof.Dr. Klaus Schmidt'in bu yılki
çalışmalar için de Kültür ve Turizm Bakanlığı'na
müracaat ettiğini belirtti.
Göbeklitepe'de, şu ana kadar yapılan çalışmalarda
ilginç buluntulara rastlandığını aktaran Yrd.
Doç.Dr. Kürkçüoğlu, şunları kaydetti:
''Bugüne kadar yapılan kazılardan elde edilen
sonuçlara göre ölü gömme geleneğinin, daha doğrusu
bir mezar geleneğinin Göbeklitepe'de olmadığını
anlıyoruz. Mesela taşların üzerindeki kabartmalarda
akbaba gibi yırtıcı kuşların insanları yediğini
görüyoruz ve buradan anlıyoruz ki Göbeklitepe'de
mezar geleneği yoktu. Çatalhöyük'te olduğu gibi,
güneşe gömme gibi bir gelenek var neolitik çağda.
Ölüler açık havaya bırakılıyor, yırtıcı kuşlar gelip
bunları yiyordu. Belki şöyle bir inanış vardı; göğe
yükselince bu kuşlar, ölülerin ruhlarının da göğe
yükseleceğine inanılıyordu. Bu ilginç bir şey tabi.
Bu yöntem Tibet'in bazı bölgelerinde yakın zamana
kadar uygulanıyordu.''
'Göbeklitepe'de anıtsal tapınak'
Neolotik çağda farklı cenaze gömme geleneklerinin
bulunduğuna değinen Yrd. Doç.Dr. Cihat Kürkçüoğlu,
Diyarbakır - Batman arasındaki Kortiktepe ören
yerinin de günümüzden 12 bin yıl öncesine ait
yerleşim merkezlerinden biri olduğunu, ancak söz
konusu bölgede Göbeklitepe gibi anıtsal tapınakların
bulunmadığını ifade etti.
Buna karşılık Kortiktepe'de, neolitik döneme ait
evlerin yer aldığını aktaran Yrd. Doç.Dr.
Kürkçüoğlu, oradaki insanların yaşam biçimleriyle
ilgili bilgilerin de kazılar devam ettikçe ortaya
çıktığını belirtti.
Aynı döneme ait Göbeklitepe ile Kortiktepe
yerleşimleri arasında 200 kilometre mesafe
bulunduğuna işaret eden Cihat Kürkçüoğlu, sözlerini
şöyle sürdürdü:
''Bunlardan Göbeklitepe'de ölüler, güneşe gömülüyor,
yırtıcı kuşlara yediriliyor. Diğerinde mezara
gömülüyor. Göbeklitepe'de, ölüler tapınak çevresine,
açık havaya bırakılıyor... Kazılarda, çeşitli
yerlerde insan kemiklerine rastlıyoruz.
Bol miktarda hayvan kemikleri de var. Kurban,
adak amaçlı veya beslenme amaçlı kesilmiş
hayvanların bol miktarda kemikleri var. Özellikle
domuz kemiği çok ama bunun yanında da insan
kemiklerine de rastlıyoruz. Yani toplu mezar
içerisinde değil de dağınık durumda insan
kemiklerine rastlanılması güneşe gömme geleneğinin
olduğunu bize gösteriyor.''
'3 tane daha Göbeklitepe var'
Yrd. Doç.Dr. Cihat Kürkçüoğlu, Şanlıurfa'nın
Neolitik çağın ''İnanç ve hac merkezi'' olduğunu
dile getirdi.
Şanlıurfa'nın sınırları içerisinde Göbeklitepe
ile aynı dönem yerleşimleri arasında yer alan
Karahantepe, Sefertepe ve Hamzantepe gibi tarihi
öneme sahip alanların bulunduğuna değinen
Kürkçüoğlu, söz konusu alanlarda henüz kazı
çalışması yapılmadığını anlattı.
Bu alanlarda yapılacak arkeolojik kazı
çalışmalarının neolitik çağa dair önemli ipucları
vereceğini düşündüklerini aktaran Kürkçüoğlu,
''Teşbihte hata olmaz, Urfa neolotik çağda bir inanç
ve hac merkeziydi. Senenin belli aylarında ve
günlerinde bütün bölge insanları buraya gelip dinsel
törenleri ve bazı ritüelleri gerçekleştiriyordu.
Öbür tepelerde de kazılar yapıldığında önümüzdeki
yıllarda bu 4 tapınakta elde edilen buluntular
değerlendirildiğinde daha sağlıklı bir yorum
imkanımız olacak diye düşünüyorum'' şeklinde
konuştu.
Göbeklitepe:
Neolitik döneme ait yerleşim yeri Göbeklitepe,
Şanlıurfa'nın 18 kilometre kuzeydoğusundaki Örencik
Köyü yakınlarında bulunuyor.
İlk kez 1963 yılında İstanbul ve Chicago
üniversitelerinden görevlilerinin yüzey
araştırmaları sırasında fark edilen Göbeklitepe'deki
kazı çalışmalarını, 1995 yılından bu yana Şanlıurfa
Müzesi ve Berlin Alman Arkeoloji Enstitüsü ortaklaşa
yürütüyor.
Kazı çalışmalarında şimdiye kadar Neolitik döneme
ait yabani hayvan figürlü ''T'' biçimli dikili
taşlar, 8-30 metre çapında dairesel ve dikdörtgen
şekilli dünyanın en eski tapınak kalıntıları, çok
sayıda yabani hayvan figürü, insan heykeli, dikili
taşlar ve yaklaşık 12 bin yıl öncesine ait olduğu
belirtilen 65 santimetre uzunluğunda insan heykeli
gibi tarihi eserler bulunmuştu.
Dünyanın en eski ''tapınak merkezi'' olduğu
belirtilen Göbeklitepe, bir süre önce UNESCO Dünya
Mirası Geçici Listesi'ne alınmıştı.
Akşam, 01.05.2012
|
2 BİN 700 YILLIK SAPAN TAŞI BULUNDU
Çanakkale'nin Ayvacık İlçesi'ndeki Assos antik kentinde 2 bin 700 yıllık sapan taşları bulundu.
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Arkeoloji Bölüm Başkanı ve Assos Antik Kenti Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Nurettin Arslan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, şunları kaydetti:
''MÖ 2 bininci yıla ait bazı buluntular elimizde vardı Akropolis'te. Bazı baltalar ve ok uçları bulunmuştu. Ondan sonra bir boşluk var. MÖ 650'ye kadar olan kısmı bilmiyorduk. Tapınağın doğu tarafında yapılan çalışmalarda çıkan seramikler sayesinde o ara boşluğu doldurabileceğiz.
Bronz ok uçları MÖ 7'nci yüzyılın sonuyla 6'ıncı yüzyıl arasına tarihleniyor. 2 bin 700 yıllık. Bunun dışında Frig fibulaları (çatal iğne) da bulduk. Bunlar da 2 bin 700 yıllık ve bronz. Fibulaları elbiselerini tutturmak için kullanmışlar. Taşlar ise ya ırmaklardan toplanmış ya da üzerlerinde yontma yapılmış.
Assosluların iyi nişancı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu konuda eğitim alıyorlardı. Atış antrenmanları yapıyorlardı. Taş vücuda gelip ciddi yaralanmalara neden olabiliyordu.''
Akşam, 01.05.2012
|
 |
MYRA ANTİK KENTİNDE KAZI ÇALIŞMALARI BAŞLADI

Demre'deki Likya Birliği'nin en önemli
kentlerinden biri olan Myra antik kentinde kazı
çalışmaları başladı.
Kazı Başkanı Akdeniz Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr.
Nevzat Çevik, gazetecilere yaptığı açıklamada,
kazılarda 2 arkeolog ile 20 işçinin görev yaptığını
söyledi.
Myra antik kentindeki ilk dönem kazıları Myra
antik tiyatrosu sahne binasında
gerçekleştirileceğini anlatan Çevik, ''Haziran
dönemine kadar MS 2. yüzyıldan kalma, Myra antik
tiyatrosunun sahne binası kazılacak. Likya
Bölgesi'nin en görkemli tiyatrosu, 11 bin 500
kişilik'' dedi.
Yapılan kazılarla tiyatronun güney
cephesinde
süslenmiş kabartmaların ortaya çıkmaya başladığını
kaydeden Çevik, kazısı yapılan sahne binasının
uzunluğunun 60 metre, genişliğinin ise 22 metre
olduğunu bildirdi.
Sahne binasının ön yüzünün geçici restorasyonunun
tamamlandığını anlatan Çevik, ''Ayrıca her biri
yaklaşık 14 ton ağırlığındaki 20 tane dev sütunun
restorasyonu tamamlandı. Vinçlerle yaklaşık 4 bin
250 taş da kazı alanına taşınarak restorasyona hazır
hale getirildi'' diye konuştu.
Tiyatrodaki kazıları eylüle kadar tamamlayarak,
restorasyona başlamak istediklerini belirten Çevik,
''Amacımız bu bölgenin en büyük ve en görkemli
tiyatrosunu kültür dünyamıza kazandırmak ve yapıyı
da gereğince ortaya çıkarıp, korumak'' dedi.
Akşam, 01.05.2012
|
60 MİLYON EURO'LUK 'ÇIĞLIK'

Dünyanın en ünlü tablolarından biri
olan Edvard Munch imzalı 'Çığlık' rekor bir fiyatla
açık artırmaya çıkıyor.
Norveçli Ressam
Edvard Munch'ın neredeyse 120 yıl önce çizdiği 'Çığlık'
herkes tarafından bilinen bir efsane. Dört versiyonu
bulunan tablolardan üçü Norveç devlet korunurken
dördüncü tablo yarın açık artırmaya çıkıyor.
Müzayedenin yapılacağı New York'taki Sotheby açık
artırma için 60 milyon euro (yaklaşık 140 milyon
lira) başlangıç fiyatı açıkladı. Uzmanlar şimdiden
bir dünya rekoru bekliyor.
Picasso'nun bir tablosu iki yıl önce 106,5 milyon
dolara Jackson Pollock'ın "No. 5" adlı toblosu ise
beş yıl önce 140 milyon dolara alıcı bulmuştu. Ancak
bu tablolar çık artırmaya çıkmadan satılmıştı.
Munch'ın 'Çığlık'ı
1895 yılında yaptı. Resmin şu anki sahibi
Peter Olsen'ın babası
Thomas Olsen, Munch'ın komşusuydu ve tabloyu
1937'de ondan satın aldı.
Ntvmsnbc'nin haberine göre; tabloyu açık artırmaya
çıkaran
Peter Olsen'ın hedefi
Edvard Munch adına bir müze kurmak. Müzayede
evinin iddiasına göre 'Çığlık',
'Mona Lisa'dan sonra dünyanın en ünlü tablosu.
Ekspreyonizmin en güçlü eserlerinden biri olarak
kabul edilen 'Çığlık'ta ressam, bağıran ve ellerini
başına götüren bir figürü resmediyor. Arka planda
yürüyüş yapanlar ve tekneler yer alıyor.
Norveç'teki müzelerde tutulan 'Çığlık' tablolarından
ikisi çalınmış ancak tablolar bulunduklarında büyük
hasar görmüştü. Yarın açık artımaya çıkacak olan
tablo ise oldukça iyi durumda.
Habertürk, 01.05.2012
******
MUNCH'UN 'ÇIĞLIK'INA SERVET ÖDEDİ!

Norveçli ressam Edvard Munch'un "Çığlık" tablosu,
New York'ta yapılan müzayedede rekor fiyata satıldı.
"Çığlık" 119 milyon 922 bin 500 dolara (yaklaşık 212
milyon TL) alıcı buldu.
Sotheby's
Müzayede Evi'nde yapılan satışta, insanın
duyduğu kaygının modern sembolü olarak
nitelendirilen 1895 tarihli eseri kimin aldığı
açıklanmadı.
Açık artırma 40 milyon dolarla başladı.
Bir önceki rekor Picasso'nun 106,5 milyon dolara
(yaklaşık 188 milyon TL) satılan "Çıplak, Yeşil
Yapraklar ve Büst" adlı eseri olmuştu.
Aynı müzayedede Picasso'nun 1941 yılında yaptığı
"Sandalyede Oturan Kadın" tablosu ise 26 milyon
dolara (yaklaşık 46 milyon TL) alıcı buldu.
Cnn Türk, 03.05.2012
|
KÜLTÜR YOLU PROJESİ BAŞLIYOR

Erzurum Büyükşehir Belediyesi, “Kültür Yolu”
projesine start veriyor. Toplam maliyeti 500 milyon
lira olan proje kapsamında Yakutiye Medresesi’nden
başlayıp kalenin doğu yakasına kadar ulaşan bölgede
kamulaştırma yapılacak. Bölgede tescilli binalar
hariç bütün binaların yıkılmasının öngörüldüğü
‘Kültür Yolu’ projesi çerçevesinde mülk sahipleriyle
görüşmelere ise Çarşamba günü başlanacak.
Erzurum Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Küçükler,
“Kültür Yolu Projesi ile Erzurum’ un kalbine neşter
vuruyoruz. 16 Büyükşehirden biri olan kentimize dev
bir meydan hediye ediyoruz. Yapılması planlanan
meydanın Türkiye’de bir eşi yok. Projeyi hayata
geçirdiğimizde o bölgede tarihi eserler hariç hiçbir
bina kalmayacak” dedi.
Erzurum Büyükşehir Belediyesi ile Kalkınma
Bakanlığı’nın ortaklaşa yürüttüğü Kültür Yolu
Projesi tamamlandı. Bir yıldan buyana altyapı
çalışmaları devam eden proje Erzurum’un kalbi
niteliğindeki Cumhuriyet Caddesi’ne yeni bir yüz
kazandıracak. Proje kapsamında yürütülecek olan
çalışmayla Adnan Menderes ve Cumhuriyet caddeleri
ile Tebrizkapı ve Taşambarlar dahil olmak üzere bu
caddeler üzerindeki tüm binaların yıkılması
planlanırken, bu bölgede yeşil alan ve büyük bir
kent meydanı yapılacak.
Kalkınma Bakanlığının Cazibe Merkezileri projesi
arasında değerlendirilen “Erzurum Kültür Yolu”
projesi için kamulaştırma çalışmaları başladı. Proje
yaklaşık olarak 33 hektar alanı kapsayacak. Tescilli
Binalar haricinde, tüm binaları kamulaştırılacak ve
yıkımlar önümüzdeki yaz sezonunda tamamlanacak.
Proje 3 etap halinde hayata geçirilecek. Bu
bölgelerde yapılaşmaya izin verilmeyecek ve sit
alanları oluşturulacak proje kamulaştırma dahil
toplam 500 milyon liraya mal olacak.
Proje için bir yıl hiç durmadan çalıştıklarını
belirten Erzurum Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet
Küçükler şunları anlattı: “Kültür Yolu Projesi ile
Erzurum’ un kalbine neşter vuruyoruz. 16
Büyükşehirden biri olan kentimize dev bir meydan
hediye ediyoruz. Kent meydanı Yakutiye Medresesi’nde
başlayıp, kalenin doğu yakasında bitecek. Yapılması
planlanan meydanın Türkiye’de bir eşi yok. O bölgede
tarihi eserler hariç hiçbir bina olmayacak.
Erzurumlular parka ve yeşil alana doyacak. Kent
merkezi o kötü görünümünden kurtulacak. Bazı
bölgelerde ise modern işyerleri inşa edilecek. 2 yıl
sonra Erzurum modern kimliğine kavuşacak” dedi.
Başkan Küçükler, Erzurum’un, zengin tarihi bir
geçmişinin yanında kültürel birikiminin de büyük bir
öneme sahip olduğuna vurgu yaparak, “Bu birikimi ön
planda tutarak, aslında içinde yaşadığımız şehrin
hakkını da teslim etmiş olacağız. Erzurum’un,
tarihini, kültürünü, kimliğini ve sanat birikimini
ifade etmeye ihtiyacı var. Bunun yolu da, bu
zenginliklerin görsel olarak ön planda tutulacağı
bir kent meydanıyla mümkündür” diye konuştu.
Erzurum Kalesi, Çifte Minareli Medrese, Ulu Camii ve
buraya çok yakın durumdaki Üç Kümbetler’in, bu
bölgeye adeta tarih kampusu niteliği kazandırdığını
dile getiren Başkan Küçükler, “Bu bölgede tarih
birbiriyle buluşuyor. Burada kuracağımız kent
meydanı ise, tarihle şehri buluşturacak. Kimliğini,
ruhunu ve kültürünü ifade etme noktasında Erzurum’un
böyle bir meydana ihtiyacı var” şeklinde konuştu.
Erzurum Gazetesi, 01.05.2012
|
ZEUGMA'DA KAZI ÇALIŞMALARI

Gaziantep'in
Nizip İlçesi'ndeki
Zeugma antik
kentinde 2012 yılı kazı ve
kurtarma çalışmalarına mayıs ayı sonunda başlanacak.
Kazı Başkanı Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
Arkeoloji Bölümü Öğretim üyesi Doç.Dr. Kutalmış
Görkay, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 4 ay
sürecek kazı çalışmalarında 70 kişilik bir ekibin
görev yapacağını belirtti.
Geçen yıl haziran yılında başlayıp eylül ayında sona
eren kazı ve kurtarma çalışmalarında, özellikle 2007
yılında ortaya çıkartılan ''Muzolar Evi''ndeki
çalışmalara devam edildiğini aktaran Görkay, bu
çalışmalar kapsamında ''Dionysos ve Danae'' evlerini
koruyacak restorasyon ve konservasyon çalışmalarının
yapıldığını hatırlattı.
Bu yıl yapılacak kazı ve kurtarma çalışmalarının
mayıs ayı sonunda başlayacağını bildiren Görkay,
şunları kaydetti:
''2012 yılında yapılacak kazı ve kurtarma
çalışmalarımız 4 ay sürecek ve 70 kişilik bir ekip
görev yapacak. Çalışmalar kapsamında çatı altında
bulunan tarihi yapıları son aşamalarına getirip
sergilemeye başlayacağız. Bunun dışında yine Muzolar
Evi'ndeki çalışmalar devam edecek. Geçen yıl
başlamış olduğumuz agorada da çalışmalar sürecek.
Bir diğer çalışma ise kentin en büyük 'kutsal alanı'
olan Belkıs Tepe'deki tapınak alanında olacak. 2012
yılı kazı ve kurtarma çalışmalarında yurt içinden
çeşitli üniversitelerden katılacak olan öğretim
üyeleri ve öğrencilerinin yanı sıra yurt dışından
ise Almanya ve İngiltere'den de çeşitli
araştırmacılar yer alacak.''
Zeugma antik
kentinde, 2005 yılından beri
yapılan kazı ve kurtarma çalışmalarının büyük bir
titizlikle yapıldığına işaret eden Görkay, şöyle
konuştu:
''Zeugma alanında yapılan her yeni çalışma, bölgenin
turizme kazandırılmasında etkin bir rol oynuyor.
Yapılan kazı ve kurtarma çalışmalarına büyük bir
titizlikle devam edilecek. Önceliğimiz ise gün
yüzüne çıkarılan tarihi alanlarda restorasyon ve
konservasyon çalışmalarına ağırlık vermek olacak.
Yapılan çalışmalarda bize her konuda destek veren
Kültür ve Turizm Bakanlığı'na ve
Gaziantep Valiliği İl Özel İdaresi'ne teşekkür
ediyorum.''
ZEUGMA ANTİK KENTİ
Zeugma Antik Kenti, MÖ 300'de Büyük
İskender tarafından ''Selevkia Euphrates'' adıyla
kuruldu. Romalı komutan Pompeius, MÖ 64'te kendine
yaptığı yardımlar karşılığında kenti 1. Antiachos'a
verdi. Kommagene Krallığı'nın 4 büyük şehrinden biri
olan kent, MÖ 31'den itibaren tamamıyla Roma
İmparatorluğu'na bağlanıp, ''köprü'' ve ''geçit''
anlamına gelen ''Zeugma'' adını aldı.
Roma Dönemi'nde büyük bir zenginlik ve ihtişam
yaşayan Zeugma, MS 256'da Sasani Kralı 1. Şapur
tarafından ele geçirilerek yakılıp yıkıldı.
GAP kapsamında inşa edilen Birecik Barajı'nda su
tutulmaya başlanmasıyla Türk ve yabancılardan oluşan
ekipler tarafından antik kentin sular altında
kalacak bölümlerinde yoğun kurtarma kazıları
yapıldı. Bu kazılarda gün ışığına çıkarılan ve her
birinin bir şaheser olduğu ifade edilen mozaikler,
duvar resimleri, Mars Heykeli ve Kil Mühür Baskı
Koleksiyonu, Gaziantep Arkeoloji Müzesi'ne taşındı.
Eserler daha sonra inşa edilen Zeugma Mozaik
Müzesi'nde sergilenmeye başlandı.
Açık hava müzesine dönüştürülmesi hedeflenen Zeugma
antik kentinde, Bakanlar Kurulu'nun 2005 yılında
aldığı kararla Doç.Dr. Kutalmış Görkay
başkanlığında kazı çalışmaları yapılıyor.
Sabah, 30.04.2012
|
 |
TUNÇ'A 'TAŞ DEVRİ' KAFASI PES ETTİRDİ
16 yıl önce hayatını kaybeden Onno Tunç'un kemiklerini sızlıyor... 1996 yılında kullandığı özel uçağının Yalova yakınlarındaki Selimiye Köyü civarına düşmesi sonucu hayatını kaybeden usta müzisyenin anısına 10 yıl önce yaptırılan ve defalarca saldırıya uğrayan anıta yapılan saldırılar, Yalova Belediyesi'ni pes ettirdi. Son olarak 15 gün önce üstündeki harfler kimliği belirsiz kişilerce sökülen anıt tamamen yıkıldı. Yalova Belediye Başkanı Yakup Bilgin Koçal, anıtın çok tahrip olduğu için yıkımına karar verdiklerini belirterek, 'Onno Tunç'un ailesi ve heykeltıraşlarla fikir alışverişinde bulunarak iki ay içinde daha güzel ve modern bir anıt yapacağız' dedi. 'Rumuz Goncagül' ve 'Ah Belinda' adlı filmlerin müziklerinin yanı sıra 'Sen Ağlama', 'Beni Unutma', 'Geri Dön', 'Haydi Gel Benimle Ol' gibi besteleriyle tanınan Ermeni asıllı müzisyen 48 yaşında hayatını kaybetmişti.
Akşam, Haber: Osman Hökemen, 30.04.2012
|
TARİHİ CAMİ İBADETE AÇILDI
Mudanya’da restorasyonu
biten tarihi Mirliva-i Mısri Hasan Bey Camii tekrar
ibadete açıldı.
Hasanbey Mahallesi’nde1644 yılında Mirliva-i
Mısri Hasan Bey tarafından yaptırılan tarihi cami
1975 yılında vakıflar tarafından onarılmıştı. Aradan
geçen sürede yıpranan minare, cami, türbe ve
müştemilatında 2010 yılı Ağustos ayında restorasyona
başlandı. Cami bahçesine şadırvan yapılırken,
Mirliva-i Mısri Hasan Bey’in türbesi de elden
geçirildi. Caminin içi ve dışı tamamen elden
geçirilerek orijinaline sadık kalınarak onarıldı,
Tadilatın tamamlanmasıyla birlikte tarihi cami 21 ay
sonra tekrar ibadete açıldı. Vakıflar Genel
Müdürlüğü tarafından onarılan caminin yeni hali
cemaati de memnun etti.
Bursa Olay, 30.04.2012
|
|
TÜRBE RESTORASYONLARI İKİ SIRRI ORTAYA ÇIKARDI

İstanbul 2010 Avrupa
Kültür Başkenti çalışmaları kapsamında Kanuni Sultan
Süleyman'ın oğlu Şehzade Mehmet için Mimar Sinan'a
inşa ettirdiği Şehzadebaşı Camisi'ndeki türbelerde
yapılan restorasyonda iki sır gün yüzüne çıktı.
Ziyarete kapalı olan Şehzade Mehmed, Rüstempaşa,
Hatice Sultan, Fatma Sultan, Bosnalı İbrahim Paşa,
Şehzade Mahmud ve Destari Mustafa Paşa türbeleri ile
600 mezardan oluşan hazire alanı restore edildi.
Türbelerin kurşun kaplı üst örtüleri, ahşap
doğramaları, çini, kalemişi kaplı duvar ve tavan
yüzeyleri, sandukaları, alçı revzenleri, kündekari
kapakları, ahşap, taş, tuğla kaplı zeminleri gibi
yapısal onarımları yapıldı. Türbelere ayrıca
yangına, hırsızlığa karşı güvenlik sistemi konuldu,
aydınlatmaları yapıldı.
İÇERİĞİ ÇÖZÜLEMEDİ
Restorasyon sırasında bugüne kadar bilinmeyen iki
objeye de ulaşıldı. Kanuni Sultan Süleyman'ın
1543'te ölen oğlu Şehzade Mehmet için yaptırdığı
Şehzade Mehmet Türbesi'nin kubbe kasnağındaki kedi
yolunda temizlik yapılırken taşların arasında bir
Arapça bir metnin yazıldığı bir kağıda ulaşıldı.
Kağıt parçası, hemen Süleymaniye Yazma Eserler
Kütüphanesi'ne gönderildi. Yıpranmış halde bulunan
duanın içeriği henüz çözülemedi. Metnin, türbeyle
ilgili bir koruma duası olduğu üzerinde duruluyor.
Restorasyondaki ikinci sır ise Bosnalı İbrahim Paşa
Türbesi'nde ortaya çıkartıldı. Sultan 3. Murad devri
sadrazamlarından Bosnalı İbrahim Paşa, 1601'de
Belgrat Seferi'nde şehit düştü ve 1603'te Dalgıç
Ahmet Ağa tarafından yapılan türbedeki mezara
gömüldü. Restorasyon yapan uzmanlar, kubbe kısmına
geldiklerinde avize kapağının altında bir objeyle
karşılaştı. Üzerinde kan izleri olan bez parçasının
İbrahim Paşa'ya ait olduğu tahmin edilen bir
pazıbent olduğu üzerinde duruluyor.
ZİYARETE AÇILIYOR
Türbelerde Cumhuriyet dönemindeki en kapsamlı
restorasyonun yapıldığını söyleyen İstanbul Rölöve
ve Anıtlar Müdürü Salman Ünlügedik, çevre
düzenlemesi çalışmasının bitmesinin ardından
türbelerin mayıs ayında ziyarete açılmasını
planladıklarını bildirdi. İstanbul Türbeler Müzeler
Müdürü Hayrullah Cengiz, Şehzade Mehmet Türbesi'nin
Mimar Sinan'ın Osmanlı Hanedanı için inşa ettiği ilk
türbe olduğunu, son Bursa işi çinilerin burada
kullanıldığını söyledi.
Sabah, Haber: Hasan Ay, 30.04.2012
|
AKSEKİ MAĞARALARI TURİZME KAZANDIRILIYOR
Antalya'da Akseki Kaymakamlığı, bölgedeki
mağaraların envanterinin çıkarılması,
belgesellerinin çekilerek uluslararası çapta
tanıtılması için Anadolu Speleoloji Grubu (ASPEG)
ile protokol imzaladı.
Akseki Kaymakamlığı ve Akseki Eğitim Hayratı
Derneği, bölgedeki mevcut mağaraların envanterinin
çıkarılması, yeni mağaraların keşfedilmesi ve
turizme kazandırılması için ortak çalışma başlattı.
Bu amaçla geçen yıl Akseki'de Türkiye'nin 'en uzun
inişi olan mağarası' Bucakalan Mağarası'na inerek
keşif yapan ASPEG'le protokol imzalandı. Protokolle
ASPEG, bölgedeki mağaraları keşfedecek ve burada
belgeseller çekerek hem ulusal hem de uluslararası
alanda tanıtacak.
Akseki Belediye Kültür Salonu'nda düzenlenen imza
törenine, Akseki Kaymakamı Mekan Çeviren, Akseki
Belediye Başkan Vekili CHP'li Necip Alparslan,
Akseki Eğitim Hayratı Başkanı Mürşit Pişkin, ASPEG
adına Ender Usuloğlu, Hakan Eğilmez, Sait Toylun ve
İlker Gürbüz katıldı.
İmza töreninin ardından bilgi veren Kaymakam
Çeviren, protokolle ASPEG ekibinin Mayıs 2012'den
başlayarak Ekim 2014'e kadar 'Akseki Mağaraları
Araştırma Keşif ve Belgeleme Projesi' kapsamında
mağaralarla ilgili belgeseller çekeceğini ve
tanıtacağını söyledi. Çalışmanın Akseki
Kaymakamlığı, ASPEG ve Akseki Eğitim Hayratı
Derneği'nin işbirliğiyle yürütüleceğini anlatan
Kaymakam Çeviren, projenin amacının yörede
keşfedilmemiş mağaraları gün ışığına çıkararak,
alternatif turizmin gelişmesine katkı sağlamak
olduğunu kaydetti.
Çeviren, özellikle yurt dışındaki üniversitelerin
mağaracılık bölümlerindeki öğrenciler ile bu işi
hobi olarak yapan turistleri bölgeye çekmeyi
hedeflediklerini belirtti. Kaymakam Çeviren,
yaklaşık 30 ay sürecek çalışmalar kapsamında
mağaralarla ilgili eğitim seminerleri, mağara
araştırma gezileri düzenleneceğini, mağara
envanterinin kitap haline getirileceğini ve
belgeseller hazırlanacağını vurguladı.
ASPEG mağara dalış uzmanı Hakan Eğilmez ise Akseki
mağaralarında 1966 yılından günümüze kadar birçok
yerli ve yabancı ekip tarafından inceleme
yapıldığını belirtti. Timuçin Aygen ile başlayan
araştırmaların İngiliz, Fransız, Çek ve İspanyol
araştırmacılarla devam ettiğine dikkat çeken
Eğilmez, "Ancak Akseki mağaralarının tümünün ele
alındığı bir envanter veya kitap çalışması
yapılmadı. Akseki ve çevresinde daha keşfedilmemiş
birçok mağara bulunuyor. Bunları gün ışığına
çıkararak alternatif turizmin gelişimine katkı
sağlamak için elimizden gelen tüm imkanları
kullanacağız" dedi.
Bucakalan Köyü yakınlarındaki 345 metre derinliğe
sahip Bucakalan Mağarası'na geçen yıl inen ASPEG
ekip lideri Ender Usuloğlu ise mağaranın Türkiye'nin
'en uzun inişi olan mağarası' olduğunu söyledi. 1992
yılında Fransa'dan gelen bir ekibin 305 metreye
kadar indiğini kaydeden Usuloğlu, "Türk ekibi olarak
345 metreye kadar indik. Akseki'de daha birçok
mağarada araştırma yaparak mağara envanterinin kitap
haline getirilerek Akseki mağaraları ile ilgili
belgesel hazırlayacağız" diye konuştu.
Son Dakika, 30.04.2012
|
DİONYSOS ŞENLİKLERİNDEN 2012 TÜRKİYESİ'NE

Sanat çağlar boyu ıslah hiç olmadı. Sarayda da,
kilisede de, köy meydanında da olsa, "oyunun" hep
muhalif, kızdıran, eğiten vs. bir yanı mutlaka
vardı.
Tiyatronun bilinen tarihi yaklaşık 3 bin yıl.
Bilinen, Eski Yunan ve
Mısır’dan başlatılır ancak “oyun sanatını”
yaratan mit/büyü dünyası herhalde çok daha eskiye
götürülebilir. Oyun, insanın doğayla ve diğer
insanlarla kurduğu ilişkinin öyküsüdür. Haliyle bu
ilişkinin başlaması insan kadar eskidir. Ezcümle,
“oyun” varken, ortada bildiğimiz dinler ve siyaset
yoktu henüz! Çin, Japon, Hint gelenekleri bir yana,
batı tiyatrosu çoklukla
Mısır ve Eski Yunan ile başlatılır. Bu yazı,
haddi aşmamak kaydıyla Dionysos ile başlasa herhalde
çok da yanlış olmaz.
Ürünün, şarabın Tanrısı olan Dionysos adına
düzenlenen şenliklerle, ilkel insan eylemleri olan
büyü/dans/taklidi bir araya getirip
yazıyı/oyuncuyu/dekoru ve seyredeni ekleyerek
yaratılmış olan tiyatronun nasıl bir bağı var? Bu
bağı açıklayan yanıt, hem tiyatronun evrimine hem de
bugün
Türkiye’de yaşananlara dair bir söz olur.
Dionysos şenliklerinden bir sanat dalı yaratan, Eski
Yunan’da o dönem yaşanan sınıf/siyaset çatışmasının
sonucu.
Eski çağlarda
Çağdaş anlamıyla “sınıf” değil, sırtını gökyüzüne
dayamış Atinalı soylular ile onlarla güç
mücadelesine girişmiş olan tüccarların mücadelesi
söz konusu olan.
Dionysos, köylünün sevdiğiydi ve çok çabuk
yaygınlaşıp kısa süre sonra her yerde kutlanan
şenliğe dönüştü. Antik tiyatro bir zaman sonra,
soylunun inancına karşı yaratılan bu şenliklerden
doğdu. Ve tarihi boyunca (Kahramanlık Çağı’nın
toplumsal zeminini bulduğumuz Homeros destanlarını
da katalım) ne tiyatro siyasetten uzak oldu ne de
siyaset oyun sanatından. Polis (kent devleti)’te
karşılaştığımız trajedi, komedi ve satir oyunları,
kaynağını orada yaşanan çelişki ve siyasal
mücadelede buluyordu. Yani tiyatronun Polis’teki
işlevi her zaman ideolojikti. Mülkiyet ilişkilerinin
dönüşümü, insan yapısı yasalar, kadının toplumsal
konumu, iktidar mücadelesi ve savaşlar; yaşamın
oyunlaştırılmasını sağladı. Dolayısıyla “politik
tiyatro”nun bir tür olarak ortaya çıkışı için 19.
yüzyılın sonuna dek beklemek gerekti ancak tiyatro,
tarihi boyunca zaten politikti. Polis ideolojisini,
yasalarını, yaşam biçimini, yurttaşa kendi ideal
suretlerini gösterme yoluyla aşılıyordu tragedya.
Bir soylu ve iyi yurttaş olan Aiskhylos’un derdi
buydu. Keza Sophokles de benzer bir zihin
dünyasından yazıp Polis’i sahiplendi ama daha
tedirgindi çünkü o sırada Polis yıpranmaya
başlamıştı. Bu nedenle Ozan, erdemli kalmaktan söz
edip durdu. Çocukluğunu Pers savaşlarında geçiren
Eüripides, o kargaşada Atina’nın toplumsal düzenine
kuşkuyla baktı ister istemez ve bireyin trajedisine
yöneldi. Bir süre sonra, komedya yazan
Aristophanes’in yıldızının parlaması boşuna değildi.
Askeri yenilgiler, yozlaşan demokrasi, demokrasi
karşıtlarının seslerini duyurması; yerginin sanatı
olan komedya ile dillendirilmişti.
Avrupa ve
Türkiye
Ardından
Roma, Ortaçağ ve Rönesans tiyatroları da
filizlendikleri dönemleri yansıttılar.
Roma’da yapılar büyüdükçe tiyatronun politik
işlevi küçüldü. Ortaçağ’da kilise, pazar yeri,
gezici tiyatro süreçleri yaşandı. Hepsi, yaşadıkları
çağı yansıtıyordu ve tüm bunlar, 15-16. yüzyıldan
itibaren modern tiyatronun yapı taşları oldu.
Shakespeare, Tudorlar döneminde başladığı
yazarlığını Stuartlar döneminde sonlandırırken, her
iki hanedan döneminde, hep olan ve olacak iktidar
hırsını, insanı, mücadeleyi bu denli yalın ve
çarpıcı anlattığı için asırlardır gündemde. Aynen,
hemen sonrasında yazan ve sınıfsal aidiyetlerle
dalgasını geçen Moliere gibi. Ya da yaklaşık üç asır
sonra içinde yaşadığı toplumun sorunlarını,
bunalımlarını olağanüstü bir dil ve olay örgüsü
içinde anlatan Tolstoy, Çehov ve Gorki gibi. Kısa
süre sonra Meyerhold, Piscator ve devamında Brecht,
yaşanan dönüşüm ve sol akımların etkisiyle
toplumcu/politik tiyatronun başyapıtlarını verdiler.
Dünya, ülkeler, toplumlar değişirken yeni evrenleri
anlatan ve onlarla cebelleşen yepyeni tiyatrolar,
yazar ve oyun biçimleri doğdu.
Topraklarımızda tiyatronun çeşitli biçimlerinin
görüldüğü biliniyor. Batılı bir tiyatro ise büyük
ölçüde (19.yüzyıl ile) Müslüman olmayan tebaanın
ürünü. Örneğin ilk batılı oyunu Namık Kemal (Vatan)
yazdı ve bu oyun Gedikpaşa’da Osmanlı tiyatrosu için
çok önemli bir isim olan Güllü Agop kumpanyasınca
oynandı. Nitekim 1873’te sergilenen oyunun ardından
heyecan duyan halk sokağa çıkınca, yazar sürgün
edildi. Cumhuriyet dönemini bir iki satırla anlatmak
olanaksız ancak politik olan ve olmayan pek çok
grup/oyun, dönemin ruhuna uygun olarak sahnede yer
aldı. Ülke değişirken oyun ve oyuncular da evrildi.
Solun yükseldiği dönemde AST ve Dostlar
Tiyatrosu’nun ortaya çıkışı da, Haldun Taner’in o
nefis ve epik oyunlarının sahnelenmesi de rastlantı
değil. Bir başka önemli isim de Muhsin Ertuğrul’dur
ve bugün canına okunmaya çalışılan eski Darülbedayi,
yani Şehir Tiyatrosu’nun en büyük ismidir. Gerek
Ertuğrul gerekse
İstanbul Şehir Tiyatroları, Cumhuriyet dönemi
tiyatroculuğunun simge kurumlarıdır. Tiyatro
sanatının
Türkiye açısından en değerli kurumlarından biri,
2012’de açıkça yozlaşma tehlikesiyle karşı karşıya.
Hangi halk, hangi hassasiyet?
Repertuar belirleme işini yapan kurula iki bürokrat
atanmasına dair yönetmelik değişikliği haklı olarak
protesto ediliyor. Ve tam bu ortamda kültürümüzden
sorumlu bakan, “sanata müdahale edilemeyeceğini
ancak oyuncuların halkın hassasiyetlerini göz önünde
bulundurmaları gerektiğini” buyuruyor. Bazı
oyunlarda metnin dışına çıkılıp siyasi espriler
yapılıyor, iktidar eleştiriliyormuş. Bak sen! Eh,
yurttaşın hiç eksilmeyen ve tanımlanamayan
hassasiyetleri de düşünülürse, vay başımıza
gelenler! Bakan, belediye, sempatik bürokratları vs.
hiç kusura bakmasınlar ama önce bir “halk” ve
“hassasiyet” tanımı yapıp ardından medeni ülkelerde
tiyatro nasıl yapılıyor, sanatçının ifade
hürriyetinin sınırı nedir, tiyatronun işlevi nedir
vs. sorularına yanıt vermek zorundalar. Bilim ve
sanat, istisnai sınırlar bir yana bırakılırsa,
varlıkları sınırlanmamalarına bağlı alanlardır.
Sanatın işlevlerinden biri, muhterem halkın
hassasiyet çıtasını yükseltmektir. Üstelik kimse
zorla davet edilmediğinden, fazla hassas vatandaşın
oyun izlememe özgürlüğü de var. İktidarlar akademiyi
“uslu/ön ilikleyen” insanlar güruhuna çevirdi çok
şükür. Ancak sanat o kadar kolay değil; çağlar boyu
ıslah olmadı çünkü. Sarayda da, kilisede de, köy
meydanında da olsa, “oyunun” hep muhalif, kızdıran,
eğiten vs. bir yanı mutlaka oldu. Tiyatro herhalde
(ve umarız!) akademi kadar efendi, lacivert takım
elbiseli olmayacak!
Bülent Ecevit zamanında “laiklik Cumhuriyet’in
aşil topuğudur” demişti.
Türkiye pek laik olmadığına göre, onun yerine
“sanatı” koymalı artık.
Radikal, Yazı: Murat Sevinç/Ankara
Üni. SBF, 29.04.2012
|
TARİHE BETON DÖKTÜLER

Oltu’daki tarihi eserlerinin ilk sıralarında bulunan
Aslanpaşa Camisinin arka tarafında yer alan ve
şehitlik olarak bilinen mezarlıktaki tarihi mezar
taşının üzerine beton attılar. Tarihi mezar taşının
kırılan bölümünü tamir etme gayesiyle yapıldığı
gözlenen beton sıva, taşın büyük bölümünü tahrip
etti. Taş üzerinde bulunan tarihi yazının tahrip
olmasına neden olan beton sıva, tarihi mezar taşını
tamir etmek bir yana mezar taşının estetik ve
görünümünü de bozdu.
Şehitliğin bulunduğu yerde yer alan ve kimsenin
görmediği bu tadilat rezaletine ses çıkarılmadığını
dile getiren mahalle sakinleri, “Camii yaptıran
Aslanpaşa’nın ailesinin yattığı söylenen ve şehitlik
olarak ta kullanılan bu mekanın tahrip edilmesine
kimsenin sesi çıkmıyor. Taşın üzerine atılan beton
baştan sağma yapıldığı için hem taşı ve üzerindeki
yazıları tahrip etmiş hem de atılan beton güneşin
etkisiyle taştan ayrı bir halde üzerinde duruyor.
Bunu yapanların tarihe olan saygıları ortada. Bu
rezalet biran önce temizlenmeli.” şeklinde
tepkilerini dile getirdiler.
ARSLAN PAŞA CAMİİ VE KÜLLİYESİ
Çıldır Atabeklerinden yirmi birincisi olan Arslan
Paşa, Oltu'da 1664'de muhteşem bir cami (bugünkü
Arslan Paşa Camii), etrafına yetmiş odalı medrese,
bir fetvahane, bir hamam ve bir de saray yaptırdı.
Hükümet tarafından kendisine verilen toprakları
halka vakfetti. İlçe merkezinde yapılmış olan
külliyenin en sağlam yapısı olan Camii, Osmanlı
mimarisinde çok sayıda kullanılan kare mekanlı, tek
kubbeli ve üç gözlü son cemaat yerine sahip plan
tipinin güzel bir örneğidir. Tamamen kesme taş
malzemenin kullanıldığı cami, mimari yönden dengeli
ve ölçülü bir yapıya sahiptir. Buna karşılık
süslemede, geometrik motifler dışında pek başarılı
olunamamıştır. Mihrap ve son cemaat yerinde bulunan
mihrabiyelerin mukarnasları, çağdaş diğer
yapılardaki kadar klasik olmayıp basit bir üslupla
ele alınmıştır. En önemli özelliği mahfil, vaiz
kürsüsü ve minareye duvar içinden açılan merdivenle
çıkılmasıdır. Caminin kubbe kasnağına açılan pencere
alınlıklarındaki Esma’ül Hüsna yazıları başka
yerlerde pek olmayan özel bir süslemedir. Caminin
pencere alınlıklarında Allah, Muhammed ve Dört
Halifenin adları taş üzerine kabartma harflerle
yazılıdır. Kuzeybatı köşesinde yer alan minare
kaidesi iki metre yükseklikten sonra pahlanarak
sekizgen bir forma dönüşmüştür. Pabuçluk kısmını
müteakiben on altı gene tamamlanan kısa geçiş ve iki
kuşak silmeden sonra kısa ve kalın silindirik gövde
yükselmiştir.
Camii külliyesi alanı içerisinde camii yaptıran
Arslanpaşa ve ailesinin olduğu düşünülen mezarlar
bulunmaktadır.
Erzurum Gazetesi, Haber: Dursun Murat Aydın,
29.04.2012
|
PATARA ANTİK KENTİNDE KAZILAR BAŞLADI

Antalya'nın Kaş
İlçesi yakınlarındaki dünyanın
ilk meclis binasını içinde bulunduran Patara antik
kentinde arkeolojik
kazılar başladı.
Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji
Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Havva Işkan Işık
başkanlığında başlatılan
kazıda bu dönem, Likya Birliği Meclisi binası
ile Patara antik tiyatrosu arasındaki alanda
gerçekleştirilecek.
Prof.Dr. Işık, gazetecilere yaptığı açıklamada,
24 yıldır devam eden kazı çalışmaları kapsamında
asıl büyük kazının 18 Haziran'da başlayacağını
söyledi.
Kazılarda 25 işçi ve 4 arkeologun görev alacağını
kaydeden Işık, bu yılki kazılarda Liman Hamamı
Palaestrası, Tepecik Bey Sarayı, Ana Cadde, Kaynak
Kilise, Agora ve Ana Cadde'de çalışılacağını
bildirdi. Patara Neron Deniz Feneri'nin podyum
restorasyonun bu yıl tamamlanacağı da dile getiren
Işık, ödenek bulunması halinde deniz fenerinin
kulesinin de restore edileceğini belirtti.
Bu yılki çalışmalarda Patara
antik kentinin
simgesi Mettius Modestus Takı'nın restorasyonun
yapılacağını da anlatan Işık, ''2012 yılı
çalışmaları arasında geçen yıl
Antalya Anıtlar Kurulu'nca onaylanan Patara
Antik Kenti Çevre Düzenlemesi Planı yaşama
geçirilecek. Proje kapsamında ören yeri yürüyüş
yolları, otoparklı karşılama merkezleri yapılacak.
Ayrıca Antik kent bilgilendirme levhaları ile
donatılacak'' dedi.
Işık, kazıların eylül ayına kadar devam edeceğini
bildirdi.
Sabah, 29.04.2012
|
MUĞLA'DA 12 AY BOYUNCA ARKEOLOJİK KAZI YAPILACAK

Muğla’nın Yatağan
İlçesi'ndeki 2 bin 500 yıllık
Stratonikeia ve Denizli’deki Laodikeia antik
kentlerinde 2012 yılı kazı çalışmalarına başlandı.
Kazı çalışmaları dolayısıyla Stratonikeia Antik Kenti’nin bulunduğu Eskihisar Köyü girişinde tören düzenlendi. Denizli Valisi Abdülkadir Demir, törende yaptığı konuşmada, Türkiye genelinde sahip olunan tarihi değerlerin gün yüzüne çıkartılması için yoğun çalışma yapıldığını söyledi. Antik kentlerdeki kazı çalışmalarını Denizli ile Muğla valiliklerinin ve üniversitelerin birlikte yürüteceğini kaydeden Demir, bütçe konusunda sıkıntı yaşanmadığını ve bu doğrultuda çalışmaları hızlı şekilde sonuçlandırmak gerektiğini belirtti.
Türkiye’nin farklı bölgelerindeki antik kentlerde
geçmişte yılda 1 ay gibi kısa süre kazı çalışması
yapıldığını dile getiren Demir, ”Stratonikeia ve
Laodikeia antik kentlerinde 12 ay boyunca kazı
çalışması yapılacak. Bu ülkenin değerlerinin bir an
önce gün yüzüne çıkartılması lazım. Artık, 12 yılda
ulaşılan tarihi zenginliklere 1 yılda ulaşacağız.
Kazı sürecinde yine bilimsel çalışmalar ön planda
olacak. Sürecin hızlanmasıyla, bu ülkenin değerleri
de bir an önce gün yüzüne çıkartılmış olacak” dedi.
Muğla Vali Vekili Faruk Necmi Kurt ise
Stratonikeia antik kentinde yaşamın asırlardır
canlı bir şekilde sürdüğünü belirtti. Kurt, Muğla ve
Denizli’nin ortaklaşa hayata geçirecekleri
projelerle antik kentin çevresinin değişeceğini ve
turizmde önemli bir merkez haline geleceğini
anlattı.
Muğla Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr. Mansur
Harmandar ile Pamukkale Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr. Hüseyin Bağcı ise üniversiteler arasında yapılan
işbirliği kapsamında yapılan çalışmalar hakkında
bilgi verdiler.
İlk kazmayı birlikte vurdular
Stratonikeia antik
kentindeki 2012 yılı kazı
çalışmaları, Denizli Valisi Abdülkadir Demir, Muğla
Vali Vekili Faruk Necmi Kurt ile beraberindekilerin
kazı alanına ilk kazmayı birlikte vurmaları ile
başlatıldı.
Antik kentte bulunan ve 2 bin 200 yıllık olduğu
açıklanan kanalizasyon şebekesi ziyaretçileri
şaşırttı.
Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Stratonikeia Antik
Kenti Kazı Başkanı Doç.Dr. Bilal Söğüt,
kanalizasyonun o dönemlerde bile bölgede modern bir
yaşamın sürdüğünün göstergesi olduğuna işaret etti.
Kazı çalışmalarında ilk aşamada 2 bin 300 yıllık
tarihi geçmişe sahip sur duvarlarının onarımı ile
başlayacaklarını söyleyen Söğüt, ”Daha sonra ise 15
bin kişilik antik tiyatroda bir dizi çalışma
yürüteceğiz. 12 ay boyunca sürecek kazı çalışmasında
yaklaşık 50 kişilik bir ekip görev yapacak” diye
konuştu.
Törene, Avrupa Birliği Projesi kapsamında
Stratonikeia antik kentinde kazı yapan 5 kişilik
İtalyan kazı ekibi de katıldı. Tören alanında antik
kentteki kazıların tarihsel sürecini anlatan bir
fotoğraf sergisi de açıldı.
Haber 7, 29.04.2012
|
LALELERİ YAŞATIYOR, TARİHİ BİTİRİYORUZ

Memleketin her köşesinden tarih fışkırıyor da biz
o tarihi ne kadar biliyoruz. Burnumuzun dibinde olup
da değerini bilmediğimiz için ziyaret etmediğimiz
onlarca yer var.
Çoğumuz, yaşadığımız kentte yabancı turistler
gibiyiz. Özellikle yedi tepeli İstanbul’da.
Bilmediğimiz, gitmediğimiz, görmediğimiz daha o
kadar çok tarihi yer, güzellik ve hoşluk var ki...
“Elin adamının”, dünya para harcayarak koşa koşa
geldiği, burnumuzun dibindeki güzellikleri biz
görmüyoruz bile...
Tarihi mirasa sahip çıkmak sadece bir turizm
unsuru olarak düşünülemez elbette... Geçmişle
gelecek arasında köprü kurmanın kaçınılmaz unsurudur
tarihsel mirasımız. Geçmiş olmadan bir gelecek
kurulumaz çünkü... Ama bize tarihe sadece buzlu
camlardan bakmak öğretilmiş!
Buzlu camların ardından seyrede seyrede
gözlerimiz bozulmuş olmalı ki, burnumuzun dibindeki
bu engin ve zengin tarihi küçültüle küçültüle
kıyılmasını görmemiş, kabullenmişiz! Az da olsa
buzlu camları dağıtanlarımız da var olmuş her zaman.
Buzlu camlara çekiçle vuranlardan biri de
Kağıthane Belediyesi Basın Danışmanı Hüseyin
Irmak... Irmak, Lale Devri denilen dönemin
merkezinde yer alan ve eski İstanbul’un en önemli
mesire yeri olan Kağıthane’nin geçmişini Kağıthane
Tarih Envanteri isimli kitapta topladı. Bölge
tarihini adeta sıcak takibe alarak inceleyen kitap,
yerin altında veya üstünde bulunan, günümüze gelmiş
ya da gelememiş 62 yapı noktasının tüm hikayesini
anlattı. Keyifle okunacak, çok şey öğrenilecek
hikayeler...
NE OLDU DA DEMİR YOLU YOK OLDU?
Kağıthane ve Alibey derelerinin Haliç’e döküldüğü
üçgende 1912 yılında Macar firması tarafından
Silahtar Elektrik Santrali kurulur. 1914 itibariyle
şehre elektirik vermeye başlayan santral, kömür ile
çalışmaktadır. 1. Dünya savaşı koşullarında, savaş
halinde olunan İngiltereden santral için ithal
edilen kömürün sevkiyatı durur. Karadeniz
Ereğlisi’nden kömür taşıyan Şirket-i Hayriye
gemileri ise Rus donanması tarafından
batırılmaktadır.
Santralin, gemilerin ve diğer fabrikaların
kömürsüz, şehrin elektriksiz kalma riski çözüm
tartışmalarını beraberinde getirir. Araştırılır ve
Bizans zamanından itibaren varlığı bilinen ama
endüstüriyel olarak hiç kullanılmamış olan Ağaçlı ve
Çiftalan havzası linyit kömürünün Santralde
kullanılabilinir olduğu açığa çıkar. Taş kömürü ile
üçte bir oranında karıştırılarak yakıldığında verim
alındığı görülür. Ardından orman içinden Karadeniz’e
Haliç’ten bir dekovil hattı kurulması
kararlaştırılır.
Resmi adı “Haliç Karadeniz Sahra Hattı”nda
kullanılan prefabrik raylar, lokomotif ve vagonlar
Tuna Nehri yoluyla Kağıthaneye getirilir. 62
kilometre uzunluğunda bir hat kurulur.
Şimdi ‘Ne oldu bu demiryoluna?’ diye sormak
lazımdır. Sormalıyız ki, ulaşım politikamızı
sorgulayabilelim. Bugün yapılan yanlışların
karşısına dikilebelim...
KAĞITHANE BARUTHANESİ
Osmanlı’nın İstanbul’daki ikinci baruthanesi, II.
Beyazıt tarafından Kağıthane’ye kurdurulur.
Baruthane ilk kurulduğunda ahşaptır. Fakat yangın ve
patlama tehlikelerinin gösterdiği bazı riskler
nedeniyle Kanuni Sultan Süleyman zamanında kargire
çevrilip, çatısı da kurşunla kaplanır. Baruthane
Sultan İbrahim’in devri sona erdiği 1648 yılına
kadar faaldir.
Baruthane, Kurtuluş savaşı’nda önemli roller
üstlenir. Çünkü şehirdeki en büyük cephane ve silah
depolarından biridir. Buradan çok mühimmat
taşınmıştır gizlice, Kağıthane demiryolu
üzerinden... Demiryolunun ( Haliç-Karadeniz Sahra
Hattı) Başlangıç istasyonu Silahtarağa’da Kağıthane
Deresi’nin Haliç ile birlleştiği noktadadır ve
Baruthane’ye çok yakındır. Demiryolu ile gece
sevkiyatı yapılacağı zamanlarda Kağıthane ve Ayazağa
karakollarında görevli olan İngiliz ve İtalyan
askerleri atlatılmalıydı. Bu sorun da köylerin ileri
gelenleri tarafından köyün uygun bir yerinde
tertiplenen ve karakol askerlerinin davet edildiği
eğlencelerle halledilirdi. Çalgılı çengili
eğlencelerde askerler sarhoş edilir, gecenin
ilerleyen saatlerinde oluşan denetim boşluğunda
tren, Kağıthane Baruthanesi’nden yüklediği mühimmatı
Ağaçlı ve Karaburun köylerindeki iskelelere
ulaştırırdı. Buradan da mühimmat teknelerle
İnebolu’ya gönderilirdi.
1930’ larda geçirdiği büyük bir yangın ile önemli
oranda yok olan baruthaneden geriye kalan binalar
ise kaderlerine terk edildi. Günümüzde o
baruthanenin olduğu yer Beyoğlu Belediyesi idaresine
bağlı Örnektepe mahallesinin içinde yer alıyor.
Yakın tarihe kadar da TEKEL tarafından depo olarak
kullanılan binanın sağlam kalan bir bölümü
dışındaki arazi ise yine yakın zamana kadar adaklık
kurban barınma ve satış yeri olarak kullanıldı. Bu
‘hayırlı’ işlevin ötesinde, ülkenin özgürlüğü için
ödenen bedelleri bilebilmek için orada o tarihi
yaşatmak çok daha anlamlı olmaz mıydı?
LİSTE ÇALIŞMASININ ÇOK ÖTESİNDE
Haliç’ten kuzeye doğru, vadi boyunca adım adım
ilerleyen, ele aldığı her örneğin haritadaki yerini,
ada-pafta ve adres bilgilerini, eski ve yeni
fotoğraflarla beraber yaşadığı macerayı aktaran
kitap, kuru bir tarih anlatımının yerine canlı bir
sürecin takibini yapıyor.
Gerek binin üzerindeki görsel malzeme üzerinden,
gerekse arazi üzerinden gerçekleştirdiği takip
hikayesini, resmi yazışma örnekleriyle
zenginleştirerek sayfalarına alan Kağıthane Tarih
Envanteri, bir listeleme çalışmasından çok kapsamlı
bir tarih kitabı niteliğinde...
Vaktiyle Kağıthane’de yer alan Osmanlı yazlık
saraylarını, su mimarisinin özgün örneklerini, köşk
ve kasırları, köprüleri, çeşmeleri, ayazmaları, köy
hayatını, mesire alanının ekolojik ve sosyal
özelliklerini, anıtsal ağaçları ve doğal yaşamı,
Bizans dönemi eserlerini, su yolları üzerinde
bulunan sanat yapılarının acıklı öyküsünü sunan
kitap; son yirmi yılın canlı tanıklığını da yapıyor.
İlçe tarihine bilimsel titizlikle ışık tutan
Kağıthane Tarih Envanteri, son bölümünde vadinin
2010 halini panoramik fotoğraflar ve bilgilerle
sunarken, zengin bir bibliyografya listesi vermeyi
de ihmal etmemiş.
Peki neden bunca emek sorusunun cevabını ise
yazarından dinleyelim: İstanbul’da belki de izleri
en acımasızca silinen bir ilçenin tarihini
derlerken, ne kadar büyük bir aymazlıkla, nasıl kötü
bir perspektifsizlikle davranıldığını göstermek,
bundan ders alınmasını sağlamak, en azından
denemekti. Neredeyse tamamen silinmiş bir tarihin
ortaya çıkarılmasının da diğer yerel kurumlara,
bilim kuruluşlarına örnek oluşturmasını da istedik.
Neler yapılabileceğini göstermek de istedik...”
Umarız görülür.
BİR ZAMANLAR YEŞİLÇAM’IN PLATOSUYDU!
Kağıthane’de bir tane bile sinema yok. Oysa
1974’lerde Kağıthane’nin 12 mahallesinde toplam 17
sineması varmış. Bunların 9’u kapalı, 8’i açık
sinemaymış.
Bugün ise Kağıthane’nin 19 mahallesi var ama bir
tane bile sineması yok. Eski sinemalar 1980-85
yılları arasında yok olmuş. Sinemaların binaları, iş
merkezi, büro binası, otopark ve pasajlara dönüşmüş.
Oysa Kağıthane bir zamanlar Yeşilçam’ın platosu
gibiymiş. Filmlerin birçoğu Kağıthane’de çekilmiş.
Muhsin Ertuğrul’un yönettiği Leblebici Horhor Ağa
(1923), Lütfü Akad’ın yönettiği, başrollerini Ayhan
Işık ve Gülistan Güzey’in paylaştığı İngiliz Kemal
Lawrence’e Karşı (1952), yönetmenliğini Atıf
Yılmaz’ın yaptığı, Türkan Şoray’ın oynadığı Yedi
Kocalı Hürmüz (1971), yönetmenliğini Ergin Orbey’in
yaptığı, Kemal Sunal’ın oynadığı Meraklı Köfteci
(1976), Atıf Yılmaz’ın yönettiği ve başrollerini
Kadir İnanır ile Hale Soygazi’nin paylaştığı Bir
Yudum Sevgi (1984) bu filmlerden bazıları.
BİR SAFİYE AYLA GEÇTİ BURADAN
Açılışından itibaren İstanbul Radyosu olmak üzere
Türkiye radyolarında sayısız konser veren, beş
yüzden fazla plak dolduran, büyük beğeni toplayan
sesiyle ünü yurt sınırlarını aşan Safiya Ayla da
Kağıthane’nin tarihinde yer alıyor.
Mısırlı Hicazizade Hafız Abdullah Bey’in kızı olan
Safiye Ayla, henüz doğmadan babası hayatını
kaybetmiş. Annesini de üç yaşındayken kaybeden
sanatçı daha sonra yetimhaneye verilir. Çocukluğu
Kağıthane’deki Çağlayan Yetimhanesinde geçmiş Safiye
Ayla’nın Sadabad Camii’ndeki fotoğraflarından iki
tanesini Kağıthane Tarih Envanteri’nde bulmak
mümkün.
TÜRKAN SAYLAN’IN ÇOCUKLARININ İSİM
KAYNAĞI...
Vaktiyle Sadabad Sarayı’nın önünde bulunan
çağlayanlar, ilk evliliğinde Kağıthane’ye gelin
gelen Türkan Saylan’ın çocuklarına verdiği isimlerin
ilham kaynağıdır.
Saylan’ın iki çocuğunun adları Çağlayan ve
Çınar’dır. Hüseyin Irmak’ın, Kağıthane hakkında
Saylan’la yaptığı görüşmede kendisi; çocuklarından
birine Cendere Vadisi’nin ucunda bulunan anıt çınar
ağacından dolayı “Çınar” ismini verdiğini söyler. O
çınar, Cendere Su Terfi İstas-yonu’nun arka
bahçesinde bulunuyor ve yaklaşık 700 yıllık olduğu
rivayet ediliyor. Sayan ayrıca diğer çocuğuna da
Sadabad Sarayı önünde bulunan (Ve günümüze ancak
kalıntıları gelebilen) çağlayanlardan ötürü
“Çağlayan” ismini verdiğini anlatmış.
BİR KALINTISI BİLE OLMAYAN SARAY!
Polgon Sarayı, Almanya’dan satın alınan Mavzer
tüfeklerinin denemesi için yapılan atış poligonunun
baş tarafına, padişahın talimleri seyredebilmesi,
atışı yapabilmesi ve gerektiğinde dinlenebilmesi
için 1888-89’da kuruldu.
İttaki Terakki’nin ünlü tetikçisi Yakup Cemil 11
Eylül 1916 Pazartesi günü 14 Tüfekli bir idam
mangası tarafından burada kuşuna dizilir. 1950’lerde
binalar ve arazisinin mülkiyeti İstanbul Elektrik
Tramvay Tünel İdaresine (İETT) devredilir.
1954’ün başında burada “Karaağaç Havagazı İdaresi”
Gazhane inşaatı başlatılır. İnşaat sırasında yapımcı
firma tarafından çekilen fotoğraflarda 1955’e kadar
saraya bağlı binaların yerinde durduğu görülmekte.
İnşaatın bitiminde (veya hemen sonrasında) saray
ortadan kaldırılır. Alan uzun yıllar havagazı ve
kömür İşletmesi olarak bacasından pis dumanlar
yayarak 1990’lara kadar gelir. Daha sonra kaldırılan
tesisin yeri İETT otobüslerinin garajı olarak
kullanılır.
Günümüze kalan hiçbir mimari izi olmayan sarayın
bazı fotoğraf ve kartpostallarının yanı sıra
İstanbul Resim Heykel Müzesi’nde iki adet tablosu
bulunuyor.
SIRA DIŞI BİR BASIN DANIŞMANI
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi
Radyo-Televizyon Bölümü mezunu olan ve Halkla
İlişkiler dalındaki yüksek lisansını da aynı okulda
yapan Hüseyin Irmak, Tercüman ve Güneş
gazetelerindeki muhabirlik dönemlerinin ardından
başladığı Kağıthane Belediyesi Basın Danışmanlığı
görevini halen sürdürmektedir.
Yazarın daha önce yayınlanmış Yaşadığım Kurtuluş ve
Dinler Arası Sevda Türküleri adlı iki kitabı
bulunmakta...
Yazar Hüseyin Irmak Kağıthane belediyesin de
Çalıştığı süre boyunca Kağıthane Tarihi Envanteri
ile birlikte bir çok önemli çalışmaya da imza attı.
İstanbul’a gelen iki Tren hattı dışında üçüncü
hattın varlığını keşfetti. Hattın yeniden inşası
için yapılan çalışmada dayanağı haline geldi.
Tarihi Kağıthane Köyüne ait ilkokul (Yazar Adnan
Özyalçıner’in de okuduğu) (Sıbyan Mektebi)
binasının, yerine paralı tuvalet yapmak üzere
yıktırılmasını son anda önledi.
İçinde Kağıthane veya Sadabad kelimeleri geçen tüm
eski şarkıları derledi ve Kalan Müzik’e “Kağıthane
Şarkıları” ismiyle CD-kitap ve kaset olarak
yaptırdı.
Evrensel, Haber: Bülent Falakaoğlu - Şenay Kumuz,
29.04.2012
|
İNÖNÜ STADI İÇİN ENGEL KALMADI
SABAH Ankara
Temsilciliği'nin geleneksel kahvaltısına konuk olan
Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç, sporun gündem
maddelerine yönelik önemli açıklamalar yaptı. Türk
sporunun gelişimi ve başarısı için fiziki altyapı
seferberliği başlattıklarını söyleyen Kılıç,
özellikle Beşiktaş taraftarlarının merakla beklediği
İnönü Stadı'nın yeniden yapımı hakkında bilgi verdi.
İşte Bakan Kılıç'ın açıklamaları:
Dolmabahçe'de yeni stadın yapımı
için Kültür ve Turizm Bakanlığı ile ortak görüşmeler
yaptık. Biz, stadın mevcut yerinde yenilenmesi
fikrine olumlu bakıyoruz. Son olarak Sayın
Ertuğrul Günay da tarihi dokunun korunması, bir otel
ve AVM inşaatının bölgeye yoğunlaştırılmaması
kaydıyla projeye katkı sunacaklarını ifade etti.
İnönü Stadı'nın mevcut yerinde yenilenmesinin önünde
bir engel olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Sabah (Kısaltarak), 29.04.2012
|
TEMEL KAZISINDA BİZANS KALINTISI
Amasra’da temel
kazısı sırasında
Bizans Dönemi’ne ait erzak odası olduğu tahmin
edilen yapıya rastlanınca inşaat durduruldu.
Kum Mahallesi Dizinler Sokak’ta iş makinesiyle
yapılan temel kazısı sırasında yaklaşık 2 metre
derinlikte iki adet toprak küp ile bir yapıya
rastlanması üzerine Amasra Müze Müdürlüğü
yetkililerine haber verildi.
Müze yetkilileri yaptıkları incelemede Bizans
Dönemi’ne ait olduğu tahmin edilen yapı ve küpler
nedeniyle inşaatın durdurulmasını kararlaştırdı.
Amasra Müze Müdür Vekili Sultan Tutar, AA muhabirine
yaptığı açıklamada, inşaat sırasında çıkan yapının
Bizans Dönemi’ne ait erzak odası olduğunu
düşündüklerini söyledi.
Temel kazısında 2 adet toprak küp de bulunduğunu
anlatan Tutar, ”Durumun haber verilmesiyle ilk
incelememizin ardından inşaat çalışmasını durdurduk.
Yapının niteliği gerçekleştirilecek kazı
çalışmasıyla ortaya çıkarılacak” dedi.
İnşaat sahibi Turhan Gökmen de Müze Müdürlüğü’nün
vereceği rapor doğrultusuna apartman inşaatına devam
edilip edilmeyeceğinin kararlaştırılacağını
kaydetti.
Milliyet, 29.04.2012
|
OSMAN HAMDİ İNİŞE Mİ GEÇTİ?

En pahalı Türk ressamı Osman Hamdi Bey'in
İstanbul ve Londra'da düzenlenen müzayedelerde açık
artırmaya çıkan tabloları satılamayınca akla
'Eserlere ilgi azaldı mı?' sorusu geldi. Uzmanlara
göre bunun nedeni astronomik fiyatlar, eserlerin
kalitesi ve sanatçının dünya piyasasında değerli
görülmemesi.
12 Aralık 2004 Türk resmi
için bir dönüm noktasıydı. İlk kez bir Türk ressamın
tablosu, dünyanın en büyük müzayede evlerinde
rastlanan bir fiyattan alıcı buldu. Osman Hamdi
Bey'in Kaplumbağa Terbiyecisi adlı eseri tam 42 kez
bayrak görerek 5 milyon liraya satıldı. Eserin
fiyatının bu denli artmasında Eczacıbaşı ve Kıraç
Vakfı arasında kıran kırana yanşan rekabet etkili
olmuştu. Sunaİnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi tarafından
alınan resim henüz müze açılmadan en çok merak
edilen eser olmuştu. Aylarca medyanın gündeminden
düşmeyen tablo Pera Müzesi'nin de simgesi haline
dönüştü. Osman Hamdi'nin Kaplumbağa Terbiyecisi ile
başlayan yükselişi 2008 yılında Londra'da Sotheby's
tarafından düzenlenen müzayede de devam etti.
'İstanbul Hanımefendisi' isimli eseri 3 milyon 380
bin 500 sterlinden (yaklaşık 8 milyon lira)
satılarak 'en pahalı Türk tablosu' unvanını ele
geçirdi.
8 milyon liralık satıştan sonra herkes Osman
Hamdi Bey'in bir başka rekor kırmasını bekliyordu.
Türkiye'nin önde gelen koleksiyonlarında da yer alan
Osman Hamdi Bey'in Kasım 2011 yılında satışa çıkan
'Huzur' adlı tablosu ise piyasada hayal kırıklığına
uğrattı. 9 milyon dolar muhammen bedelle satışa
çıkan tablonun kim tarafından satın alınacağı merak
konusuyken, istenen fiyat yüksek geldi ve tablo
satılamadı. Bu hafta ise Londra'da satışa çıkan bir
başka eseri daha alıcı bulamadı. 1878 yılına ait
Okuyan Genç Emir adlı tablo 3 milyon sterlinden (8.5
milyon lira) satışa çıktı ancak tabloya verilen en
son fiyat 2 milyon 600 bin sterlin oldu. Rekor
kırması beklenen eser sanat piyasasında çalkantılara
yol açtı. Ressamdan çok bir bilim adamı ve diplomat
olan Hamdi Bey'in eserleri dünya sanat piyasasında
ne kadar önemli bir yere sahipti? İlk güzel sanatlar
fakültesinin kurucusu olan Hamdi Bey'in eserlerinin
fiyatı gereğinden fazla mı yükselmişti? Ben de bu
hafta bu sorunun cevabını araştırdım.
Özalp
Birol Pera Müzesi Genel Müdürü
Önce koleksiyonerlerin Osman Hamdi'nin resimlerini
niçin aldıklarına bir bakalım? Resimleri gerçekten
çok estetik buldukları için mi? Bir statü sembolü
olarak gördükleri için mi? Bu çerçevede Kaplumbağa
Terbiyecisi ve İstanbul Hanımefendisi'yle rekorlar
kırdı. Ancak son zamanlardaki büyük satışlarda,
satıcılar, koleksiyonerlerin satın alma kararını
etkileyen parametreleri pek dikkate almadılar.
Örneğin, pazarlama taktiklerinin bir parçası olarak
'başyapıt' sözcüğünü o kadar sık kullandılar ki,
ülkemizde zaten sorunlu olan 'başyapıt' olgusu
anlamını kaybetmeye başladı. Diğer taraftan, Osman
Hamdi Bey'in son zamanlarda satışa sunulan
resimlerden bazılarının koleksiyonerlerin estetik
beklentilerini karşılamadığını, ayrıca, ulusal ve
uluslararası satıcıların, sanatçının yapıtlarına
abartılı fiyatlar koymaya başladıklarını görüyorum."
Yalçın
Sadak Sanat tarihçisi
"Arkeolog, eğitimci ve diplomat olarak Osman Hamdi
Bey, yakın tarihimizin en seçkin aktörlerinden
biridir. Fakat ressam olarak dikkate değer bir
başarısı olduğundan söz edilemez. Bunu söyleme
ihtiyacını duyuyorum; çünkü, Hamdi Bey'i eleştirmek
neredeyse bir ulusal alınganlığa yol açıyor. Ben
yargımı şöyle gerekçelendiriyorum: Hamdi Bey'in dili
oryantalisttir ve natüralist sanatın tarihinde
oryantalizm diye bir üslup yok. Sanatta oryantalizm,
Batı sömürgeciliğinin meşruiyet aracı olarak iş
görmüş, sanatın ifade araçlarını, ideolojinin
hizmetinde kullanmış gayri meşru bir tutumun adıdır.
Bu açıdan, tarihsel birer vesikadan ibarettir
oryantalist resimlerin değeri. Hamdi Bey'in,
Kaplumbağa Terbiyecisi adlı resmi kişisel bir
kaprisin sonucu astronomik bir fiyata ulaşmıştı ama
işte arkası gelmiyor."
'81
ilde 81 sergi' projesi kapsamında çağdaş sanatı
Anadolu'nun en ücra köşelerine kadar taşıyan ressam
Ahmet Güneştekin, memleketi Batman'da sık sık çağdaş
sanat adına etkinliklerde bulunuyor. Geçtiğimiz
hafta da Turizm Etkinlikleri kapsamında Ahmet
Güneştekin'in resmi ve hayatı Batmanlı
sanatseverlerle buluştu. Yaptığı panellerde giriş
ücreti alamayan Ahmet Güneştekin, Türkiye'de çağdaş
sanatın yayılmasında misyon üstlenmiş durumda.
Sadece eser üretmek ve satmakla sanatçı olunmaz.
Güneştekin bu noktada önemli bir örnek teşkil
ediyor.
Yahşi
Baraz Galeri sahibi "Osman Hamdi oryantalist
resimde hep geri planda kalmıştır. Bu yüzden de
dünyadaki büyük koleksiyonerler tarafından ilgi
görmüyor. Ayrıca burada yanlış konan fiyatlardan da
söz etmek gerekir. Huzur'a istenen 9 milyon dolar ve
Londra'daki tabloya konan 3 milyon sterlinlik fiyat
astronomiktir. Bu yanlış fiyatlandırmalar ressamın
kendisine de zarar verir.
Sabah, Haber: Burcu Aldinç, 29.04.2012
|
DEMOKRAT PARTİ DE CAMİ YIKTI

Geçen hafta yeniden alevlenen cami kavgasında son
perde
CHP lideri
Kemal Kılıçdaroğlu’nun “CHP
cami ka-patmadı” iddiasına karşı
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Diyanet İşleri
Başkanı’ndan özür dile” talebi oldu. Tartışmanın
genel olarak konusu ise
CHP’nin tek parti döneminde birçok camiyi
satması, bazılarının da ahır ve depo olarak
kullanılmasıyla ilgiliydi. Başbakan,
Kılıçdaroğlu’na belgelerle yüklendi ve
CHP’nin sattığı camileri saydı. Tartışma ertesi
gün köşe yazarları tarafından da sürdürüldü.
Aslında tartışmaların kaynağında Mehmet Şevket
Eygi’nin 2003 tarihli ‘Yakın Tarihimizde Cami
Kıyımı’ adlı kitabıyla A. Kıvanç Esen tarafından
hazırlanan ‘Tek Parti Döneminde Gerçekleştirilen
Cami Kapatma/Satma Uygulamaları’ başlıklı bir yüksek
lisans tezi bulunuyor. Eygi, kitabını, “Kapatılan,
satılan, yıkılan, kiraya verilen,
CHP Ocağı, içki evi, spor kulübü lokaline
çevrilen, müzeye dönüştürülen
İslam eserlerinin hazin hikayesi” olarak
özetliyor. Esen ise tezin hazırlanma amacını ‘Özet’
bölümünde şöyle açıklıyor: II. Meşrutiyet’ten
Cumhuriyet’e bir süreklilik arz eden, temel olarak
cami görevlilerinin hayat şartlarının
iyileştirilmesi amacıyla yapılmak istenen camilerin
tasnif edilme fikrinde, 8 Ocak 1928’de kabul edilen
6061 sayılı talimatname ile birlikte başka bir
aşamaya geçilmiştir. Bundan sonra tasnif, tek parti
iktidarı tarafından camilerin kadro haricine
çıkarılıp kapatılması için bir araç olarak
kullanılacaktır.”
Tartışmanın odağındaki bu iki çalışmayı takip ederek
İstanbul sokaklarında satılan, kapatılan ve
başka amaçlar için kullanılan
İslam yapılarını araştırdık. İzlerin bir bölümü
gerçekten
CHP’yi işaret ediyordu. Satış ve amaç dışı
kullanımların yalnız camiler değil pek çok tarihi ve
dini eseri kapsadığı da görülüyor. Ancak dini önemi
haiz yapı ve mekanları yok eden yalnızca
CHP değil, Demokrat Parti hatta 1976’daki
Demirel hükümeti de İslami eser ve yapıları yok
etmiş. Örneğin, Fındıklı’daki Hatuniye Mescidi ve
Karaköy’deki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii DP
döneminde sırasıyla 1956 ve 1958’de yıktırıldı.
Mehmet Şevket Eygi’ye göre DP döneminde 18 cami yol
yapımına kurban gitti. Yine Eygi’nin kitabına göre
60’lı ve 70’li yıllarda da İslami eser ve yapılara
yönelik kıyım sürdü.
‘Buhar olan’ camiler
Servili Mescit: Cağaloğlu’nda halen
Servili Mescit adında bir sokak var. Ancak sokağa
adını veren mescidin yerinde bir işhanı yükseliyor.
Eygi,
Radikal’e yaptığı açıklamada çocukluğunda bu
mescidi pek çok kez gördüğünü anlatırken kitabında
da şöyle yazıyor: “Fatih devrinden kalma bir
İslam abidesiydi bu.
CHP Başvekili İsmet Paşa zamanında Vakıflar bu
camiyi Ahmed Halid Kitabevi’ne 16 bin liraya sattı.
Bu müessese de 120 bin liraya Remzi Kitabevi’ne
sattı. Remzi Kitabevi camiyi yıktı ve yerine han
yaptı.”
Muhiddin İlyas Çelebi Cami: Kıvanç Esen’in tezinde
yer alan bir belgeye göre
İstanbul Yedikule’de bu isimde bir cami vardı ve
yakınında bir başka ibadethane olduğu için atışına
karar verilmişti. Karar metninin altında hem
Atatürk hem İnönü’nün imzası bulunuyordu. Ancak
bugün bu caminin yerini bilen dahi yok. Hatta Fatih
ve Zeytinburnu müftülükleri de böyle bir yapıdan
habersiz görünüyor.
Göksu ve Küçüksu Mescidi: Eygi’nin kitabında Göksu
ve Küçüksu’da iki mescidin
CHP tarafından parti ocağı yapıldığına dair
fotoğraf ve bilgiler bulunuyor. Ancak her iki semtte
de bu binaları bugün hatırlayan yok. Beykoz
Müftülüğü de bu iki yapıdan habersiz.
CHP Beykoz yönetimi ise Beykoz tarihinde böyle
bir vakanın yaşanmadığında ısrarcı. İlçe
yöneticilerinden Selami Özçelik,
CHP böyle bir şey yapmaya kalksa bile
Beykozlunun izin vermeyeceğini söylüyor. Ancak Eygi
özellikle Küçüksu Mescidi’ni çocukken üzerinde
CHP amblemiyle hatırladığını söylüyor.
İslam mirası yok edildi
Mehmet Şevket Eygi-Yazar:
İslam vakfı taşınmazları yağmalanmıştır.
Ülkedeki
İslam mirasının bir kısmı yok edilmiştir. Bu
kıyım ve vandallık kasıtlı olarak yapılmıştır. DP
zamanında,
İstanbul’da geniş yollar açılırken maalesef
(benim bildiğim kadarıyla 18 cami) yıkılmıştır. Ama
cami kıyımı konusunda
CHP ile DP’yi bir tutmak adalete, insafa uymaz.
Stalin de İsmet Paşa da planlı, programlı, kasıtlı
olarak İslami bina ve kabristanları tahrip ve yok
etmişlerdir. Bunlar münferit değil, genel ve kasıtlı
din hürriyeti ihlalleridir. Başbakan bu konuda
haklı.
Savaşta bile korundu
Nezih Başgelen-Arkeolog / Editör: Kurtuluş Savaşı
sırasında bile tarihi eserlerin tahribattan ve
yağmadan korunması için Gazi Mustafa Kemal’in
genelge çıkardığı bilinmektedir. Cumhuriyet sonrası
süreçte Osmanlı’nın çöküş sürecinde harabeye dönmüş,
özgün mimarileri tahrip edilmiş Selçuklu, Beylikler
ve Osmanlı’ya ait ata yadigarlarının korunması için
önemli bir çaba harcanmıştır. Konya’da harap
durumdaki, başta Karatay Medresesi, Alaaddin Camii,
Sahipata Medresesi, Sırçalı Mescit ve İnce Minareli
Cami’nin onarımlarını başlatmıştır.
Bir cami nasıl yıkıldı?
Karaköy’de bugün yeraltı geçidinin iskele
tarafındaki ağzına yakın bir bölümde 1958 yılına
kadar Art Nouveu stilinde yapılmış bir cami
bulunuyordu. Ancak DP döneminde bu cami yeraltı
çarşısı inşaatı sırasında yıkıldı. İddiaya göre cami
Burgazada’ya taşındı. Ancak Mehmet Şevket
Eygi’ye göre bugün o camiden hiçbir iz kalmadı.
Radikal, Haber: Enis Tayman, 29.04.2012
******
'YIKIK BİNA' GÖRÜNÜMLÜ CAMİ SATIŞI

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın tek parti
dönemine yönelik “CHP
cami sattı” iddiasını resmi belgeler doğruluyor.
Kanunun 1935’te çıkmasına rağmen ilk cami ve mescit
satışı 1927’de yapılıyor.
İzmir’deki Lütfi Bey Mescidi 800 TL’ye Verem
Mücadele Cemiyeti’ne, Sivas İzzettin Camii ise
623.90 TL’ye satılıyor. Satışlar 1935-1945 yılları
arasında yoğunlaşıyor. Halktan tepki gelince satılan
yerlerin cami olduğu gizleniyor. Satış listesinde
cami yerine “harap bina, arsa” olarak gösteriliyor.
Cumhuriyet döneminde satılan kilise, manastır sayısı
ise 6.
Dr. Nazif Öztürk’ün kaleme aldığı ve
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları’ndan çıkan,
“Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf
Müessesesi” isimli eserde cami ve mescitlerin hangi
tarihte nasıl satıldığına dair detaylı bilgiler yer
alıyor. Kitaba göre, ibadethane ve hayratların
satışı 1926’dan 1972’ye kadar devam etti. Bu sürede
3 bin 900 hayrat satıldı. Bu satışların 3 bin 279’u
1926-1949 yılları arasında gerçekleşti. 63 ilde
arsalarıyla birlikte satılan cami ve mescit sayısı
2809. Tek parti sonrası ise daha çok imar
hareketlerinden dolayı satışlara rastlanıyor.
Öğretmenler karar veriyor
Camiler 1927’de tasnif edilmeye başlanıyor ve
satışlar da, yasa 1935’te çıkmasına rağmen bu
tarihte başlıyor. İlk olarak Sivas’taki Mazbut
Mescidi ve
İzmir Lütfi Bey Mescidi satılıyor. 1935’e kadar
bu satışlar Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün teklifiyle
olabiliyor. Bu tarihten sonra ise dönemin Bakanlar
Kurulu olan ‘İcra Vekilleri Heyeti’nin kararı
aranıyor. Yasa gereği “mimari veya tarihi değeri
olan eserler satılamaz”; ama camilerin tarihi eser
olup olmadığıyla ilgili kararları çoğu zaman ilkokul
öğretmenleri, mimarlar ve memurlar alıyor.
Antalya Elmalı’da 4 cami ve 8 mescidin satış
kararını Harput İlkokulu Başöğretmeni veriyor.
28 Ocak 1937’de Vakıflar Genel Müdürü’nün
Başvekalet’e (Başbakanlık’a) yazdığına göre
ibadethaneler yüzde 50 azalıyor. Halktan tepki
gelmeye başlayınca, satış listelerinde cami ve
mescit ibaresinin yerine “harap bina veya arsa”
denilmesi isteniyor. Camilerdeki değerli eşyalar ise
müzelere kaldırılıyor. Bu dönem birçok ilin müzesine
kitabe, ahşap tavan göbeği, kapı takımları gibi
değerli parçalar geliyor.
‘Birini sat, öbürünü onar’
Tek parti döneminde “Birini sat, diğerini onar”
kuralı da uygulanıyor. Bazı camiler restorasyona
alınıyor. Onarım için gerekli para ise cami
satışından karşılanıyor. Bunun için 1925 sonrasında
1 milyon TL borç alınıyor. Borcun ödenebilmesi için
de satışların ‘hızlı’ yapılması isteniyor. O
yıllarda doğuya sevk edilen askerler de birliklerine
gönderilinceye kadar
Diyarbakır camilerinde iskan ediliyor.
Dönemin Manisa Valisi Lütfi Kırdar, Başbakanlık’tan
ilginç bir talepte bulunuyor. Daha sonra
İstanbul Valiliği, Belediye Başkanlığı ve
Menderes hükümetinde bakanlık da yapacak olan
Kırdar, cami yerine, “Elit grubun gideceği bir
kulüp, tiyatrocuların temsil vereceği 600 kişilik
bir sinema ve otel yapılsın” istiyor.
CHP 1000 TL’ye hangi camiyi aldı
Cami ve mescitleri kimlerin aldığı tam olarak
bilinmiyor. Ancak bazı belgelerde dönemin tek
partisi olan
CHP’nin de cami satın aldığı görülüyor.
İstanbul Şehremini Arpa Emini Şahin Camii ve
tekke arsası, 1936’da dönemin
CHP il başkanının isteği üzerine 1.000 TL bedel
ile alınıyor. Yine
Gaziantep Selim Efendi Camii, Parti Genel
Sekreterliği’nin isteği üzerine partinin kullanımına
verilmek üzere 600 TL’si peşin, geri kalan 1060
TL’si 1941 bütçesinden kullanılmak kaydıyla 1660
TL’ye belediyeye satılıyor.
Radikal, Haber: Ömer Şahin, 29.04.2012
******
CAMİ OLMAKTAN ÇIKAN CAMİLER

1937 yılında açıklanan
satılacak camiler listesinde yer alan
Kastamonu’ndaki Küpçügez Camii
Türkiye iki cihan harbinin birincisine savaşan
güç olarak katıldı. Denebilir ki, Britanya
İmparatorluğu bütün savaş boyunca esas olarak Türk
imparatorluğu ile Süveyş’ten
başlayarak
Ortadoğu’nun her yerinde çarpıştı;
müttefiklerimizden hiçbiriyle bu derece yoğun
çarpışmamıştır.
Çanakkale ise (Gallipoli) Britanya hükümetini de
halkını da fevkalade sarsan bir savunmaydı. Bu
nedenle savaşın suçlusu, onu başlatan
Almanya ve
Avusturya değil de adeta Türkiye olarak görüldü.
İmparatorluk bu savaşta ilk defa umumi seferberlik
ilan etti. Askerlikten muaf tutulan medreseliler ve
gayrimüslimler bile silah altına alındı. 1.5 milyon
asker bu devletin gördüğü bir kalabalık değildi.
Toplanan askere ne silah, ne kalacak yer, ne de
tayın verilebildi. Medreseler, camiler, zaten harap
halde olan vakıf eserler ve
İstanbul halkı askeri barındırıp beslemekle
görevlendirildi. Zaten 1912-13 kışında Balkan
felaketini yaşayan Türkiye’nin İstanbul,
Bursa ve
Edirne gibi şehirleri perişan muhacir
dalgalarını barındırmak zorunda kalmıştı. Camiler
cami olmaktan çıktı. Başka ne yapılabilirdi ki?
Sinan’ın mescitlerinden bahseden
Müslüman yok
1939’da Türkiye cihan harbine girme hatasını
işlemedi. Ama savunma tedbirlerini aldı, almak
zorundaydı. Gene 18 milyon tahmin edilen nüfusun 1
milyonu silah altına alındı. Askere alınan bu
gençlerin iktisadi hayatta yarattığı eksiklik ve
çöküntü malum. Dağları ve şehirleri asker
kaçaklarının doldurmaması ve bunların karınlarını
doyurmak için
soygun yapmamaları insanlarımız için büyük
fazilet, idare açısından da büyük başarıdır. Tabii
ki birtakım camiler gene kışla olarak kullanıldı.
Köylünün mili savunma için katırı öküzü toplandı,
barındırılacak yer yoktu, nereyi buldularsa
koydular.
Bürokrasi o gün de bugün de ucuzcu, kolaycıdır.
Camiler haraptı ve vakıfları onun bunun elindeydi.
Gülünç kiralarla orada oturanları kimse diline
dolamıyor ve hatırlamak istemiyor. Oysa camiler ve
eserler vakıflarının geliriyle yaşar. Tabii ki bütün
vakıf eserler asırlık tahribatıyla hayatlarına devam
etti. “Devlet camilere bakmıyor” dendi; caminin
vakfına çöreklenip bugün dahi yaptıkları gibi
Osmanlı’nın ördüğü kalın duvarı yer kazanmak için
oyana kimse bir şey demedi, demiyor da... Türkiye
zenginleşti, bazı hayırseverler ve hemşehriler bu
eserlere el atmaya başladı. Ama vakıflar önemli bir
genel müdürünü hatırlamak zorunda. Göreve orta halli
geldi, orta halli gitti. Yusuf
Beyazıt’ın zamanında vakıf mallara envanterle el
atıldı, kiralar yükseltildi, artan gelirle
restorasyon da artı. Az iş değildir.
Bizim Türk milleti sessizce ama kesin tavırla
inandığını ve prensiplerini uygulamayı bilmez. Bütün
Akdeniz toplumları gibi laf kabalığını, çene
düşüklüğünü ve gösterişi tercih ederiz. Namaz
kılmayan öğretmen namaz kılanı sevmiyorsa
küçümseyici tavır sergileyip laf atar, öbürleri de
aynı şeyi yapar ve memurla amir arasında da böyle
çekişmeler olur. Tek
parti devrinde tek partinin icabından olarak bu
tip slogancılık çok makbuldü. Ama demokraside de
öyle oldu, 1970-1980 arasında
insanlar sokaklarda birbirini vurdu. Kasabanın
laf atma kültürü önce gelir.
70 ila 50 sene evvelinin camiyi ambar yapma, kışla
yapma olaylarını tekrarlamak ne tarihi açıklamaya
yeter ne de politika yapmaya, üstelik yeterince
delil de ileri sürülmüyor. Falan mahallelerdeki
camilerin depo yapıldığı söyleniyor ama Menderes’in
imar çalışmaları sırasında rölöveleri ve albümleri
bile çıkarılmadan tarihe gömülen
Mimar Sinan mescitlerinden, Beyazıt’ta yıkılan
Kemankeş Kara Mustafa Paşa Camii ve medresesinden,
Topkapı’daki Kara Ahmet Paşa’nın Mimar Sinan eseri
zarif sebilinden (ki bence istisnai bir Rönesans
tipi fontanaydı, inşaat makinelerini dayayıp
yıkılışını gözümle gördüm) bahseden Müslüman yok. Bu
memleketin tahribi şu veya bu grubun işi değildir.
Toptan yaptığımız bir kepazeliktir.
Bu gibi envanterlerin çok ciddi olarak tespiti
gerekir, ondan sonra tahrip edilen eserlerin
araştırılması, fotoğraf ve belgelerin çıkartılması
ve pek kimsenin yanaşacağını zannetmiyorum ama
gerekli istimlak ve restitüsyon yani ihya safhasına
geçilmesi lazımdır. Orada tabii bazılarının cebi
yanabilir. Ama en çok maliyenin tazminatı gerekiyor,
bunu programa alacak adamı alkışlamak isteriz.
Süleymaniye’nin etrafı hala ulusal kepazelik
halinde
Muhteşem Süleymaniye’nin etrafı hala ulusal
kepazelik halinde. 1930’larda
Biyoloji Enstitüsü’nün yapılışını tenkit
ettilerdi, etmekle kaldılar. Neyse ki mimar merhum
Ekrem Hakkı Ayverdi bir fazilet örneği gösterip
Başbakan
Adnan Menderes’e bu eserinden dolayı sıkıntı
duyduğunu söyledi, üst kısımlarının tıraş edilmesini
istedi ve yaptırdı. Peki, camiin ön tarafındaki çoğu
kaçak olduğu anlaşılan çirkin briket binalar ve
Haliç’e kadar uzanan bütün dokuyu berbat eden
dokulaşma ne olacak?
Piyale Paşa Camii’nin etrafındaki kötü binaları
yıkmaya kalktığında Başbakan’a yapılan tenkit ve
hücumları hatırlıyoruz, yıktırmak istediğinde
aldırmadı ve yıktırdı.
Bu kadar belediyenin ve vatandaşın da aynı cesareti
göstermesi gerekmez mi? Bunlardan pek söz eden yok.
Kampanya açacaksanız daha ciddi olun.
Milliyet Pazar, Yazı: İlber Ortaylı, 29.04.2012
******
MENDERES DE CAMİ YIKTI
“Tek Parti” yönetiminin,
tarihi camileri kışla yapmasını, ambar yapmasını ya
da satışa çıkarmasını dillerine dolayanlar, nedense
konuyu bir türlü Menderes döneminde yıkılan güzelim
tarihi camiler meselesine getirmiyorlar.
Tarihi camiler Menderes döneminde bırakın satışa
çıkarılmayı, kışla yapılmayı, resmen buldozerle
yıkıldı.
İzi bile bırakılmadı.
* * *
En iyisi ben susayım, tarihçi İlber Ortaylı
konuşsun.
Şöyle diyor Ortaylı:
“Falan mahallelerdeki camilerin depo yapıldığı
söyleniyor ama Menderes’in imar çalışmaları
sırasında rölöveleri ve albümleri bile çıkarılmadan
tarihe gömülen Mimar Sinan mescitlerinden,
Beyazıt’ta yıkılan Kemankeş Kara Mustafa Paşa Camii
ve Medresesi’nden bahseden Müslüman yok.
Topkapı’daki Kara Ahmet Paşa’nın Mimar Sinan eseri
zarif sebilinden (ki bence istisnai bir Rönesans
tipi fontanaydı, inşaat makineleriyle yıkılışını
gözümle gördüm) bahseden Müslüman da yok. Bu
memleketin tahribi şu veya bu grubun işi değildir.
Yaptığımız toptan bir kepazeliktir”. (Milliyet Pazar
Eki “Cami olmaktan çıkan camiler” başlıklı yazı).
* * *
“Tek Parti” döneminin camiye, mescide, tarihe, vakıf
mallarına karşı hoyratlıklarını dillerine
dolayanlar, devamı olduklarıyla iftihar ettikleri
Demokrat Parti’nin benzer hoyratlıkları karşısında
tek bir kelime bile etmiyorlar.
Belki de toplumun bir bölümünün içtenlikleri
hakkında kuşku duyması, içine düştükleri bu çifte
standart nedeniyledir.
Hürriyet, Yazı, Ahmet Hakan, 30.04.2012
******
CAMİLERDE İBADET DIŞI
KULANIMLAR VE YIKIMLAR
Son
günlerin ilginç konularından biri de tek partili
dönem CHP’sinin, camileri kışla, ambar, hatta ahır
olarak kullandığı ve pek çok camiyi yıktığı
şeklindeki iddiaların politika malzemesi yapılması
ve kamuoyuna sunulması olmuştur. Somut belgeye
dayanmadığı anlaşılan camiyi ahıra çevirme
iddiasının, Ege’de Yunan işgali sırasında yapılan
bir eylem olduğu, caminin kurtuluştan sonra uzun
yıllar boş kaldığı, 1935 yılında yapılan onarımla
tekrar camiye dönüştürüldüğü açıklığa kavuşmuştur.
İnönü’nün camileri kışla, depo yaptığı iddiasına
gelince. Evet, doğrudur. Ama bu işler hangi
şartlarda yapılmıştır? Bir metnin başını - sonunu
kesip, ortasındaki işinize gelen yerini alırsanız
elbette ki anlamı değiştirmiş olursunuz. Türkiye, 2.
Dünya Savaşına girmemekle beraber, olabilecek bir
saldırıya karşı müteyakkız bulunması gerekiyor, bu
nedenle de bir milyon askeri silah altında
tutuyordu. Demek ki, o zamanki Türkiye nüfusunun
18’de biri asker ocağında bulunuyordu. Birçok
kimsenin ağzına sakız olan ekmeğin karneye
bağlanması, zirai üretim yapacak köylünün askere
alınması sonucu oluşan üretim düşüklüğünden
kaynaklanıyordu. Böylesine sıkıntılı ve yüksek
sayıda askerin istihdam edildiği dönemde bazı
camilerin zorunlu olarak kışla ve silah deposu
yapılmasından daha doğal ne olabilirdi ki?
2.
Dünya Savaşının en şiddetli döneminde, 1942 yılında,
İsmet İnönü isabetli bir kararla, Topkapı Sarayında
bulunan ve olası bir bombardımandan etkilenebilecek
değerli eşyaları, örneğin inci kakmalı altın
tahtları, mücevherleri, kutsal emanetleri, Hz.
Muhammed’in sancağını, Hırka-i Saadeti, Hz. Osman’ın
kanlı Kur’an-ı Kerimini ve daha pekçok eşyayı trene,
48 vagona yükleterek Niğde’ye nakletti. Eserler,
Niğde’deki üç camiye yerleştirildi; başlarına
silahlı nöbetçi askerler dikildi. İşte camileri depo
yaptı sözünün diğer bir nedeni de budur.
Şimdi biraz daha geriye gidelim, camileri ibadet
dışında ve başka amaçla kullanan sadece İnönü mü,
yoksa şimdi sözü edilmeyen başkaları da var mı, bir
bakalım: 93 Harbi olarak anılan 1877 Osmanlı - Rus
Savaşı sonunda, Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan yüz
binlerce göçmen anayurda geldi. Sefalet içindeki bu
insanların çok büyük bir kısmı da İstanbul’a
yığıldı. Buraya dikkat edin, Sultan II.
Abdülhamid’in emriyle göçmenler, aylarca
Sultanahmet, Ayasofya, Beyazıt ve Süleymaniye
Camilerinde kaldı, yedirildi, içirildi, yatırıldı.
Şimdi Sultan Hamid’e ‘’Vay Efendim, şu Sultan’a
bakın, koskoca selatin camilerini otel ve restoran
gibi kullanmış’’ mı diyeceğiz. Aynı olay, 1912
Balkan Savaşında da yaşandı. Kışlaların yeterli
olmadığı bu dönemde cami ve medreseler askerlere
mesken oldu. 1913 mağlûbiyetiyle kış aylarında gelen
göçmenler de yine camilerde iskan edildiler. Sadece
İstanbul’da değil, Edirne Selimiye’de, Bursa Ulu
Cami’de.
Şimdi, temcit pilavı gibi ikide bir önümüze sürülen,
yeni deyimle servis edilen, İnönü’nün ve henüz
ismini telaffuz edemedikleri kahraman dahînin
döneminde yıktırıldığı iddia edilen cami ve diğer
eski eser yıkımlarının evveliyatına, tarihçesine bir
göz atalım:
Ve
de şehri imar ettiklerini zanneden, imarı
yıkımcılıkla özdeşleştiren yöneticileri teşhis ve
teşhir edelim. İstanbul’daki yıkımcı imarcılar,
son Osmanlı’da Cemil (Topuzlu) Paşa’dan başlar,
Cumhuriyet’te Dr. Lütfi Kırdar’la devam eder, Adnan
Menderes’le doruğa ulaşır, taklitçileri Bedreddin
Dalan’dan sonra eski hızını kaybeder. Şehirci Prof.
Henri Prost’la çalışan Dr. Lütfi Kırdar
dışındakiler, yanlarındaki uzmanların fikirlerini
dikkate almayan, kendi inisiyatifleri ile veya
dalkavuk uzmanlarla çalışan yöneticilerdir.
İstanbul’un ilk planlı imarını Sultan II. Abdülhamit
başlatmak istemişse de Paris’te yaptırttığı planları
uygulatmak nasip olmamıştır.
Osmanlı’nın son dönemlerine gidelim. Gazi Ahmet
Muhtar Paşa, Cemil (Topuzlu) Paşa’nın Caddebostan’da
kendisine yaptırttığı leb-i derya köşkü pek beğenir
ve ‘’Kendi evini bu kadargüzel yapan adam
Dersaadet’i de adam eder’’ mülahazasıyla
Cemil Paşa’yı İstanbul’a Şehremini (Belediye
Başkanı) yaptırır. Yeni şehremini, yabancı olduğu
imar ve belediyecilik konularını öğrenmek üzere,
Bükreş’ten başlar, Viyana, Lyon ve Paris’i adım adım
dolaşır. Paris’ten çok etkilenir ve İstanbul’a
Türk Haussman’ı olarak döner. Yeni yollar açmak,
eski yolları genişletmek amacıyla önüne ne çıkarsa
yıktırır. Bu imar hamlesi, birçok Osmanlı cami,
mescit, tekke, medrese, çeşme yıkımları ile devam
eder. Bakın anılarında ne diyor: ‘’Sultanahmet’teki
büyük hamamı (Mimar Sinan’ın Haseki Hürrem Hamamı)
yıkmak için çok uğraştım. Ama Sadrazam Küçük Sait
Paşa müsaade etmedi. Halbuki ben Sultanahmed’i
Paris’teki Concorde Meydanı gibi yapacaktım’’
diyor. Yani şecaat arz ederken merd-i kıptî
sirkatin söyler. Nur içinde yat Küçük Sait Paşa.
İstanbul Vali ve Belediye Başkanı Dr. Lütfi
Kırdar, Fransız şehircilik uzmanı Henri Prost’a
saygılı bir kişi idi. Prost, İstanbul imarında 1936
- 1951 yılları arasında çalıştı. Ne var ki Prost da
Haussman’ın yıkımcı imar ekolünden yetişmiş
bir uzmandı. Üstelik de Bizans eserlerine önem
veren, Osmanlı eserleri ise hiç umurunda olmayan bir
uzman! Taksim’deki Topçu Kışlasını yıktığı gibi,
Atatürk Bulvarını açarken yüzlerle ifade edilecek
sayıda Osmanlı eserini gözünü kırpmadan ortadan
kaldırdı. Bilir misiniz hazret, Unkapanı – Aksaray,
Atatürk Bulvarı güzergahını nasıl tespit etti?
Bulvarı, özellikle Pantokrator’un yanından ve Valens
su kemerlerinin altından geçmek üzere planladı.
Bulvarın açılması için yıkılan pek çok eserden bir
kaçını sıralayalım: Çandarlı İbrahim Paşa Hamamı,
Hoca Teberrük Mescidi (İMÇ altında), Revani ve
Azepler Mescitleri (Fatih dönemi, Hoca Sinan eseri),
Firuzağa Mescidi (II. Bayezid dönemi), Tüfekhane
Mescidi (Kanuni dönemi), Süleyman Halife Sıbyan
Mektebi, Altuncuzade Tekkesi ve daha pek çok eser.
Muhafazakar hükümetlerin, varisi olduklarını iddia
ettikleri, Demokrat Parti hükümetinin Başbakanı
Adnan Menderes, son yıllarındaki imar merakıyla
İstanbul’un üzerinden bir kasırga gibi esti geçti.
Geçtiği yerlerde taş taş üstünde bırakmadı. Çünkü
onun da amacı, İstanbul’u, otoban-kent
yapmaktı.
Sur
dışında, Beşiktaş’ta Mimar Sinan Hamamı, Tophane’de
Sanayi Mektebi, Karaköy’de mimar d’Aranco’nun art
nuvo eseri Cami, ilk yıkılanlardan sadece birkaçı
idi. Güya cami, başka bir yere monte edilecekti.
Caminin numaralanarak sökülen taşları kayboldu.
Trafiğe mani bir durumu da yoktu. Yeri hala boş
duruyor.

Esas
tahribat Sur içinde yaşandı. Başbakan, işe
caddelerin orta refüjlerindeki ulu çınar ağaçlarını
kesmekle başladı. Beyazıt Meydanı hallaç pamuğu gibi
atıldı. Aksaray’a inen cadde üzerindeki tarihi
Simkeşhane Hanı yıkılırken rica minnet ancak yarısı
kurtarılabildi.
Fatih ile Şehremini-Fındıkzade tepeleri arasında
kalan vadi, İstanbul’un en güzel ve tarihi bir
bölgesi olmaya adaydı. Prost planına göre, bu
vadinin iki yamacı ağaçlandırılacak, Bizans’ın
Likos, Osmanlı’nın Bayrampaşa deresinin iki yanında
alabildiğince uzanan düzlük, park olarak
düzenlenecek, eski eserler park içinde kalacak ve
restore edilecek, zooloji ve botanik müzeleri
kurulacaktı. Gel gelelim, Adnan Menderes’in
kafasında, bu bölge için değişik bir plan vardı. Ona
göre burası, İstanbul Sur içinin Şanzelize’si
olacaktı. 70 metre enindeki Vatan Caddesinin
açılmasına ve inşasına girişildi. Cadde, tahrip
edilen Bizans Kara Surlarından dışarı çıkacak ve 100
bin kişilik statla son bulacaktı.
Kent
Haber, Yazı: Yılmaz Ergüvenç, 02.05.2012
|
LONDRA'DAKİ O MÜZAYEDEDE NELER OLDU?
Türk çağdaş
sanat eserleri, 26 Nisan'da Londra'daki ünlü
Sotheby's müzayede evinde satışa çıkarıldı, ancak 90
eserin neredeyse yarısı satılmadı. Biz de Türk
sanatının bu yılki Londra macerasını mercek altına
aldık.
Türk sanatı, son yıllarda
yurtdışında büyük ilgi görüyor, sanat eserlerinin
piyasadaki değerleri de artıyor. Bu durumun en büyük
göstergelerinden biri de, Londra'daki ünlü Sotheby's
müzayede evinin 2009'dan bu yana Türk çağdaş
sanatına yer vermeye başlaması ve bu eserlerin
yüksek fiyatlara alıcı bulması. Nitekim bu yıl da
Sotheby's'in Türk ve İslam Eserleri Haftası
kapsamında düzenlediği Türk Çağdaş Sanatı
Müzayedesi'nde, Nejad Melih Devrim'in 1952 tarihli
Soyut Kompozisyon eseri, 735 bin 650 sterline
(yaklaşık 2 milyon 90 bin TL) satıldı ve sanatçının
kendi rekorunu kırdı. 26 Nisan'daki Taner Ceylan'ın
müzayedenin en gözde parçalarından Ten Kafesi
eseri, 121 bin 250 sterline (yaklaşık 341 bin TL)
satıldı. Diğer yandan satışa çıkan 90 lot eserin
yalnızca 36 tanesinin satışı gerçekleşti. Yani
eserlerin yarısından fazlası satılmadı. Satılmayan
eserler arasında Yüksel Arslan ve Haluk Akakçe gibi
sanatçıların da eserleri yer aldı. Peki bu durumun
sebebi ne? Bu soruyu sanat camiamızın önde gelen
isimlerine sorduk. Beyaz Müzayede Yönetim Kurulu
Başkanı Aziz Karadeniz, "Sotheby's, Türk çağdaş
sanatçıların eserlerini satmaya başladığında, amaç
uluslararası bir müzayedede eserlerin dünya
koleksiyonerlerine satılmasıydı. Ancak Londra'daki
müzayedeler bugüne kadar Türk galerici ve
koleksiyonerlerden destek aldı. Bu yıl, söz konusu
desteğin geri çekildiğini düşünüyorum. Çünkü Türk
koleksiyoner ve galericiler, Sotheby's'in kendi
alıcılarını yaratmasını bekliyor. Bu durum, uzun
vadede olumsuz bir durum yaratmayacaktır," diyerek
bu durumun sebeplerini açıklıyor.
MÜZAYEDE İSTANBUL'DA YAPILSIN
Pilevneli Project'ten Murat Pilevneli,
"Türk çağdaş ve modern sanatını uluslararası
platforma taşıyan iki kurum var, Christie's ve
Sotheby's. Bu iki kurum baştan itibaren iki ayrı
strateji uyguladı. Sotheby's Batı'ya dönük Türk
çağdaş sanatını Batı'da, Londra'da tek bir
müzayedede satmaya çalışırken; Christie's, Dubai'de
Türk sanatını 'Ortadoğu Sanatı' başlığı altında
Birleşik Arap Emirlikleri, İran, Suriye gibi
ülkelerin sanatlarıyla satışa sundu ve sunuyor. Türk
çağdaş ve modern sanatını, global krizi sert biçimde
yaşayan Batı dünyasına pazarlayabilmek kuşkusuz daha
zor bir durum. Yapılması gerekenlerin başında,
müzayedeye dahil edilecek eserlerin daha dikkatli
seçilmesi, müzayedenin İstanbul'da ve Londra'da
verilen birer tanıtım davetinin ötesinde tanıtılması
geliyor. Bir strateji değişikliği yapılmadığı
takdirde, seneye daha büyük bir başarısızlık
yaşanacak. Satıcıların müzayedeye eser verme isteği,
alıcı ilgisinin azalaca; satışa sunulacak eserlerin
kalitesi düşecek. Ayrıca Türk sanatının batıya
açılımı da ciddi şekilde sekteye uğrayacaktır,"
diyor. C.A.M Galeri'den Sevil Binat da görüşünü şu
sözlerle anlatıyor: "Bu durum Türkiye'deki sanat
piyasasını fazla etkilemeyecektir. Bugüne dek
Türkler Sotheby's'e destek verdi ama artık bu destek
geriledi. Bence Sotheby's Türkiye'de bir müzayede
düzenlese, bunun sonuçları çok daha enteresan olur.
Hem koleksiyonerler de daha fazla vergi ödememiş
olur". Portakal Sanat ve Kültür Evi'nin kurucusu
Raffi Portakal ise "Böyle bir müzayededen
beklediğimiz, sanat eserlerimizin enternasyonel bir
platforma çıkarması. Ancak bu zamanla olacak bir
şey; sergilerle, farklı etkinliklerle beslenecek bir
şey. Çıkarılacak ders belki şu olabilir: Moda olduğu
için, bir şeyin arkasından koşmamak lazım. Sanatın
altında gerçek sevgi vardır. Bu iş para için
yapılmaz," diyerek durumu özetliyor.
Sabah, Haber: Fisun Yalçınkaya, 29.04.2012
|
DENİZLİ'DE BİN 500 YILLIK MERMER ATÖLYESİ BULUNDU

Türkiye mermer
ihracatının yüzde 14'ünü tek başına karşılayan
Denizli'deki
Laodikya antik kentinde yürütülen kazı çalışmalarında,
5-6. yüzyıldan kalma olduğu tahmin edilen ve içinde
kesilmiş bloklar, sütunlar ve su kanalları bulunan
bir mermer atölyesi ortaya çıkarıldı.
Gazetecilere
açıklamada bulunan Laodikya antik kenti Kazı Heyeti
Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek,
2012 yılından itibaren odaklandıkları ana
mekanlardan birinin 'kutsal alan' olarak
adlandırdıkları yer olduğunu dile getirerek, dört
tarafı sütunlarla çevrili ve başta Zeus Tapınağı
olmak üzere çeşitli tapınakları barındıran bu alanda
yürüttükleri çalışmada, önemli bir bulguya
ulaştıklarını ifade etti.
'Kutsal
alanın' kuzeyinde yürütülen çalışmalarda, Erken
Bizans Dönemine ait 5-6. yüzyıllardan kalma mermer
kaplama ve kesme atölyesinin ortaya çıkarıldığını
kaydeden Şimşek, bugüne kadar daha önce sadece
Efes'te ve Ürdün yakınlarındaki Gerasa antik
kentinde aynı döneme ait benzer atölyeler
bulunduğunu anlattı.
Antik çağ ve sonrasındaki dönemlerde Laodikya gibi
bugünün mega kentlerine eş değer yerleşimlerde,
yapıların süslenmesi için mermer kaplamalara büyük
ihtiyaç duyulduğunu ve bunun çok zor ve zahmetli bir
iş olduğunu ifade eden Şimşek, şunları söyledi:
''Mermerciliğe ilişkin ortaya çıkarılan en eski
bulgu, yine Denizli'deki Hiearapolis antik kenti
kuzey nekropolünde bulunan bir mezar kapağı. Bu
kapak üzerindeki tasvirde, bir mermer fabrikasının
nasıl çalıştığını görebiliyoruz. Özellikle
insanoğlunun bu dönemde de su gücünden yararlandığı
görülüyor. Ortaya çıkardığımız mermer atölyesinde de
kesilmiş mermer blokları, kesilmeye hazırlanmış
mermer sütunları ve su kanalları bulunuyor. Buradaki
sitemde de su gücüyle bir çark çalıştırılmış, çark
millere bağlanmış, miller sürtünme yoluyla mermer
kaplamaları kesmiş. Bu vadi insanları, binlerce yıl
öncesinden mermere şekiller verdiler, güzel
tapınaklar, evler yaptılar.''
Yapı, Fotoğraf: Mustafa Çiftçi/AA, 28.04.2012
|
 |
İŞTE 'AHIR YAPILAN' O CAMİ!
CHP Seferihisar İlçe Başkanı Hüseyin Ercan, "İşgal sırasında işgal kuvvetlerinin vahşiliği nedeniyle ahır haline gelen bu camiyi, 1936 yılında Cumhuriyet Gazetesi'ndeki yayın üzerine onarıp temizleyerek tekrar ibadete açan bizzat CHP'dir" dedi.
Ercan, Seferihisar'a bağlı Düzce Köyü'nde bulunan Kasım Çelebi Cami önünde yaptığı basın açıklamasında, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, CHP iktidarı döneminde Seferihisar'da ahır yapıldığını iddia ettiği caminin Kasım Çelebi Camisi olduğunu savundu. İddiaların gerçek dışı olduğunu öne süren Ercan, caminin CHP döneminde ahır yapılmadığını, tam aksine CHP yönetimi döneminde yeniden ibadete açıldığını ifade ederek, şunları söyledi:
“İşgal sırasında işgal kuvvetlerinin vahşiliği nedeniyle ahır haline gelen bu camiyi, 1936 yılında, Cumhuriyet Gazetesi'ndeki yayın üzerine onarıp temizleyerek tekrar ibadete açan bizzat Cumhuriyet Halk Partisi'dir. Yine bu caminin medresesini restore etmek için proje hazırlatan, anıtlar kuruluna sunan ve kaynak tahsis edilmesi için il özel idaresine başvuran CHP'li Belediye Başkanı Tunç Soyer'dir.”
Radikal, 28.04.2012
|
450 MİLYON YAŞINDAKİ ESRARENGİZ CANLI

ABD’li arkeologlar, yüz milyonlarca yıl önce
yaşamış olan esrarengiz bir canlının yeni
fosillerine ulaştı. “Godzillus” adı verilen canlının
neye benzediği, hala anlaşılabilmiş değil...
Kentucky eyaletinin
kuzeyinde, geçtiğimiz yıl bulunan 68 kg
ağırlığındaki fosil, yaklaşık iki metre uzunluğunda
ve bir metre genişliğinde. Eğitimsiz gözlere sıradan
kaya parçaları olarak görünen fosilleri inceleyen
arkeologlar, fosilin bir canlının yanı sıra, mineral
veya bir bitki türü de olabileceğini düşünüyor.
Amerika Jeoloji Derneği'nden bilim insanlarının bir
araya gelerek incelediği fosil, 450 milyon öncesine,
Cincinnati bölgesinin sular altında olduğu bir
dönemden kalma. Indiana Üniversitesi'nde jeoloji
profesörü olan Bern Dattilo, "Bu fosilin ne olduğunu
bize söyleyebilecek birini arıyoruz" ifadesini
kullandı.
Fosili geçtiğimiz yıl bulan amatör paleontolog Ron
Fine ise "Bu fosil içinden çıkılması en zor şey...
Godzilla gibi, eski çağlarda yaşamış bir yaratığa
ait olabilir" dedi. Bugün 43 yaşında olan Fine, dört
yaşından beri fosil topluyor ve Godzillus'un
bulgularına ilk kez 17 yıl önce Kentucky'deki bir
tepede ulaşmış.
Fine, "Genelde bulduğumuz fosiller baş parmağınız
büyüklüğünde... En son bulduğun ise dev bir parça...
Bir deniz yosununa ait olabilir" dedi.
Sabah, 28.04.2012
|
ENDER BULUNAN HAREM KİLİDİ 11 BİN LİRA
Beş anahtarlı Osmanlı harem kilidi, internette yaklaşık 11 bin liraya satıldı.
Ebay isimli internet sitesinde İstanbul'dan ismi bilinmeyen bir kişi tarafından satışa sunulan harem kilidi, 6 bin 350 dolara (yaklaşık 11 bin lira) Singapur'dan alıcı buldu.
Satış sayfasında, 20. yüzyıla ait pirinç harem kilidinin, türünün ender bulunan örneklerinden biri olduğu belirtildi.
10, 20 ve 23 santimetre ölçülerinde 5 farklı anahtara sahip kilidin yüksekliği 68, genişliği 55 ve derinliği 10,5 santimetre.
Kilidin, dekoratif amaçlı kullanılabileceği ifade edildi.
İnternet sitesinde, şirket prosedürü gereğince, kullanıcılar açık isimleri yerine, kendi belirledikleri kullanıcı isimleriyle alışveriş yapabiliyor.
Habertürk, 28.04.2012
|
 |
İSTANBUL YENİDEN DOĞDU
Medeniyetlerin başkenti
İstanbul'da, Büyükşehir Belediyesi tarafından
2004-2012 yılları arasında 1 milyar 997 milyon
TL'lik kültür ve
turizm yatırımı yapıldı.
Asırlar boyunca birçok
medeniyete ev sahipliği yapan ve bu medeniyetlerin
izlerini geçmişten günümüze taşıyan İstanbul,
çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından yürütülen
ihya çalışmalarıyla adeta yeniden doğdu.
Tarihi kentin yeniden doğuşuna imkan sağlayan,
medeniyetlerin mirasının gelecek kuşaklara
aktarılmasında önemli rol oynayan kurumların başında
gelen İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 2004-2012
yılları arasında 1 milyar 997 milyon TL'lik kültür
ve
turizm yatırımı gerçekleştirdi.
AA muhabirinin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın
Danışmanlığı tarafından yayımlanan ''İstanbul Tarihi
Kentte Yeniden Doğuş'' adlı kitaptan derlediği
bilgiye göre, Büyükşehir Belediyesi tarafından
İstanbul'da 2004-2012 yılları arasında yürütülen
restorasyon çalışmaları kapsamında 262 milyon TL
harcandı. 98 adet tarihi eserin restorasyonu
tamamlandı, 21 adet eserin restorasyonu ise sürüyor.
Tarihi eser envanter çalışması yapılan Beyoğlu
kentsel sit alanında 364'ü tescilli kayıp eser olmak
üzere, 4 bin 948 eser tescil edildi.
Toplam 8 bin 377 adet tescilli kültür varlığı
bulunan Tarihi Yarımada'da yapılan plan çalışması
ile bugüne kadar kayıt altına alınmamış ve yok olmuş
197 adet eser tespit edildi ve ihyası önerildi.
9 TARİHİ CAMİ, RESTORE EDİLDİ
Büyükşehir Belediyesi'nce kentteki 9 tarihi
cami 32 milyon TL maliyetle restore edildi.
Tamamlandığında 17,6 milyon TL'ye mal olacak 4
tarihi caminin ihyası ise devam ediyor.
İstanbul'un en eski Bizans dönemi yapısı olan Küçük
Ayasofya Camisi, 17 milyon TL maliyetle restore
edildi. Tarihi cami, çevresindeki kaçak yapılardan
arındırıldı.
İstanbul'un en eski camilerinden olan (1482) Altı
Poğaça Camisi, bir sene gibi kısa bir sürede ihya
edilerek İstanbul'a yeniden kazandırıldı.
Mimar Sinan'ın en önemli eserlerinden olan Büyük
Piyalepaşa Camisi, çevresindeki kaçak yapılardan
arındırıldı. 1573 yılında inşa edilen tarihi cami,
geçmişteki ihtişamlı görüntüsüne tekrar kavuştu.
Eminönü'de bulunan tarihi Ahi Çelebi Camisi'nin
''Çevre ve Kıyı Düzenleme Projesi'' devam ediyor.
Düzenleme sayesinde tarihi cami artık sel sularına
maruz kalmayacak.
Bizans döneminden günümüze kadar gelen Molla Zeyrek
Camisi'nin (Pantokrator Kilisesi) restorasyonu
sürüyor. Cami çevresindeki arkeolojik kazılarda
bulunan 18. yüzyıl sokak döşemeleri korunuyor.
TARİHİ SARNIÇLAR UNUTULMADI
Kent turizminde önemli bir yere sahip olan
sarnıçlar da kültürel mirasın ihyası kapsamında
unutulmadı. Kentteki 3 adet tarihi su sarnıcı 5,1
milyon TL'ye restore edildi.
Bizans Dönemi (MS 542) yapılarından olan Yerebatan
Sarnıcı restore ediliyor. Tarihi sarnıcın çevresi
araç trafiğine kapatıldı. Sarnıca baskı yapan İl
Özel Eski İdare Binası kaldırıldı.
MS 408 yılında yapılan Şerefiye Sarnıcı restore
ediliyor. Tarihi sarnıcın üzerindeki eski Eminönü
Belediye binası 2010 yılında kaldırıldı. Sarnıç
çevresinin yeşil alan olarak kullanılması
amaçlanıyor.
Yoğun ziyaretçi çeken yerlerin başında gelen
türbeler de restorasyon çalışmaları kapsamında elden
geçirildi. İstanbul'daki 19 tarihi türbenin
restorasyonu 5,5 milyon TL'ye tamamlandı. 1,9 milyon
maliyetle 3 adet tarihi türbenin restorasyonu
sürüyor.
Öte yandan kentteki 7 saray, köşk ve kasır 33,4
milyon TL'ye restore edildi. 23,8 milyon TL harcama
yapılan 3 sarayın restorasyonu ise sürüyor.
İstanbul'da 19,6 milyon TL'ye 15 sosyal, dini ve
askeri yapı restore edildi. 11,6 milyon TL'ye 2
tarihi yapının restorasyon çalışmalarına hızla devam
ediliyor.
Tarihi Bahariye Mevlevihanesi ise İstanbul
Büyükşehir Belediyesi tarafından 10 milyon TL
maliyetle restore edildi.
SULTANAHMET MEYDANI YENİ GÖRÜNÜMÜNE KAVUŞTU
Sultanahmet Meydanı yeniden düzenlendi.
Meydan, 9,3 milyon TL'ye mal olan çalışma kapsamında
yeni bir görünüme kavuştu. Meydana bağlanan 10 cadde
ve sokak yayalaştırıldı.
Topkapı Sarayı'nın önü ve çevresi, yeniden
düzenlenerek saray girişi ve birinci avlu araç
trafiğinden arındırıldı. Saray önü ve çevresindeki
10 milyon TL maliyetli zemin kaplama çalışmaları
devam ediyor.
Topkapı Sarayı surlarına bitişik 13 kaçak yapı
yıkılarak tarihi surlar ortaya çıkarıldı.
Bizans Dönemi yapılarından olan Tekfur Sarayı,
restore edilerek İstanbul'a kazandırılıyor. Tarihi
saray, konser ve kültür merkezi olarak hizmet
verecek.
Edirnekapı'da bulunan tarihi Anemas Zindanları
restore edilerek Sanat Galerisi haline getiriliyor.
Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1543–1548
tarihleri arasında yaptırılan Şehzade
İmarethanesi'nin restorasyonu 2011 yılında
tamamlandı.
İstanbul'da, 2004-2012 yılları arasında toplam 79
adet tarihi çeşmenin restorasyonu tamamlandı.
İSTANBUL'UN 8 BİN 500 YIL ÖNCESİNE IŞIK TUTUYOR
Yenikapı Metro İstasyonu kazılarında,
İstanbul'u 8 bin 500 yıl öncesine götüren arkeolojik
kalıntılar bulundu. Yenikapı transfer noktası,
çıkarılan tüm eserlerin sergileneceği bir müze
olacak.
Haliç Metro Köprü Projesi sayesinde gün yüzüne
çıkartılan tarihi Ceneviz surları restore edilecek.
Surların kuzeyde kalan bölümü, metro
titreşimlerinden etkilenmemesi için ''çelik makaslı
destek sistemi'' ile koruma altına alındı.
Süleymaniye'de Türk sivil mimarisinin seçkin örneği
olan ve 7 mahalleyi kapsayan Osmanlı Mahallesi de
İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından ihya
ediliyor.
''Yenileme Alanı'' ilan edilen Fatih Perşembe
Pazarı'ndaki tarihi eserler restore edilerek
İstanbul'a kazandırılacak.
Yaklaşık 6 yıl önce kentsel ve tarihi sit alanı ilan
edilerek koruma altına alınan Haydarpaşa Garı'nın
''kültürel tesis, turizm, konaklama ve gar alanı''
olması planlanıyor.
UNESCO tarafından Dünya Miras Alanı olarak kabul
edilerek koruma altına alınan ''Tarihi Zeyrek
Mahallesi''ndeki 37 adet eser, yine İstanbul
Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edilecek.
KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZLERİNDEKİ ARTIŞ
İstanbul'da 2004 yılında 4 olan kültür ve
kongre merkezi sayısı, 2008 yılında 28'e yükseldi ve
kapasitesinde yüzde 600 artış sağlandı. Kültür ve
kongre merkezlerinin kapasiteleri 2004 yılında 1420
kişiyken, yüzde 1546 artışla bu sayı 22 bin 200'e
yükseldi.
Tiyatroların koltuk kapasitelerinde de 7 yılda yüzde
42, tiyatro sahnelerinde ise yüzde 50 artış oldu.
YENİ PROJELERE BÜYÜK İLGİ
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, tarihi
eserleri ihyasının yanı sıra, yeni kültür ve turizm
yatırımlarını da hayata geçirdi.
Gülhane Parkı'ndaki eski at ahırları binası restore
edilerek, ''İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi''
haline getirildi. Toplam 7,5 milyon TL'ye mal olan
müzede, İslam bilim tarihinin en önemli çalışmaları
sergileniyor.
İstanbul'un fethinin anlatıldığı Panorama 1453 Tarih
Müzesi, 2009 yılında ziyarete açıldı. Bugüne kadar
yaklaşık 2,5 milyon kişinin ziyaret ettiği müzenin
inşası 8 milyon TL'ye mal oldu.
Dünyanın en büyük tematik akvaryumu olan ''İstanbul
Akvaryum'' geçen yıl ziyarete açıldı. Yaklaşık 15
bin deniz ve kara canlısının bulunduğu akvaryum, 268
milyon TL'ye mal oldu.
Öte yandan, İstanbul ''Planetaryum'' ve ''Dekovil
Hattı'' olmak üzere iki yeni proje için gün sayıyor.
''Gökyüzü Tiyatrosu'' olarak adlandırılan
''Planetaryum''un, Topkapı Şehir Parkı'na kurulması
planlanıyor. Planetaryum'da, gök cisimlerinin
uzaydaki hareketleri ziyaretçiler tarafından takip
edilebilecek.
Haliç çevresinde ''Dekovil Hattı'' projesi ile de
100 yıllık Haliç Karadeniz Sahra Demiryolu Hattı,
yeniden hayata geçirilecek.
Sabah, 28.04.2012
|
 |
İCRALIK SANAT ESERLERİ
İlk ihale tarihi 3 Mayıs olan açık arttırmada fiyatlar %60'ın altından başlayacak...
İşte İcralik.com'dan alınan bilgiye göre, açık arttırma ile satılacak o eserler:
-110X76 cm Gauj tablo Burhan Doğançay imzalı 20 bin TL değerinde,
-103X76 cm kadın başı betimlemeli tablo Burhan Doğançay imzalı 1.250 TL değerinde
-Süleyman Saim Tekcan Atlar serisinden kabartma at resmi 600 TL değerinde
-Güngor Taner imzalı serigrafi tablo 87X78 cm 600 TL değerinde
-Mehmet Muazzez Üzduygu imzalı Kuş betimlemeli gravür 150TL değerinde
- Arp Çalan Kadın betimlemeli gravür Zahar Kamanov imzalı 150 TL değerinde
-Zahuri ve Gözlüklü Sami Gravürü Turhan Selçuk imzalı 250 TL değerinde
-Ali İsmail Türemen imzalı serigrafi tablo 84X67 cm 600 TL değerinde
Habertürk, 27.04.2012
|
550 BİN TL'LİK 'TARİHİ' KAZA
ABD’de bir sanat
dergisi için haber hazırlayan ekip 2600 yıllık
Afrika heykelini çekmek isterken yanlışlıkla
düşürdü. Koleksiyonun sahibi dergiye 300 bin
dolarlık (yaklaşık 550 bin TL) tazminat davası açtı.
Ntvmsnbc'de yer alan habere göre, New Yorklu
koleksiyoncu
Corice Arman eserlerini inceleyen ekipteki
fotoğrafçı
Eric Guillemain’ın Afrika heykelini izin almadan
yerinden kaldırdığını ve kırdığını iddia etti.
Arman kırılan parçayı önümüzdeki günlerde New York
Afrika Sanatları Müzesi’nde sergilemeyi düşündüğünü
fakat artık böyle bir şansı olmadığını söyledi.
Arman şöyle konuştu: “Bu, sanat dünyası için bir
kayıp.
Habertürk, 27.04.2012
|
|
AUGUSTUS TAPINAĞI'NIN MAKETİ YAPILACAK
Yalvaç
Belediyesi, Pisidia Antiocheia antik kentinde
bulunan Frig döneminde Kybele ile Ay Tanrısı Men’e
tapınılan kutsal alan olarak nitelendirilen Augustus
Tapınağı’nın 40-60 metrekare boyutunda maketini
yaptıracak.
Yalvaç Belediye Başkanı Tekin Bayram,
gazetecilere yaptığı açıklamada, Yalvaç’ın turizm
kenti olması için “1 günde 5 bin yıl” sloganı
kapsamında tanıtım atağı başlattıklarını söyledi.
Turizm alanında yapılan her fuara katılacaklarını
belirten Bayram, Batı Akdeniz Kalkınma Ajansı’nın da
destekleriyle Antiocheia Antik Kenti’nin en önemli
kutsal alanlarından biri olarak nitelendirilen
Augustus Tapınağı’nın maketini hazırlatacaklarını
bildirdi.
40 ile 60 metrekare arasında hazırlanacak maket
ile fuarlara katılıp, bölge hakkında yerli ve
yabancı turistlere bilgi vereceklerini anlatan
Bayram, “Yalvaç, tarihi, kültürü ve doğal değerleri ile
bir mirastır. Ancak biraz içeride kalmamız nedeniyle
bugüne kadar pek fazla tanıtım yapamadık. Sahip
olduğumuz değerleri insanlara tanıtamadık” dedi.
Bu doğrultuda tanıtım çalışmalarına hız
verdiklerini dile getiren Bayram, Yalvaç’ı fuarlarda
tanıtarak, ilçedeki turizm potansiyelini artırmak
istediklerini kaydetti.
Tanıtım için 233 bin 832 lira bütçe ayrıldığını
ifade eden Bayram, Augustus Tapınağı’nın maket
çalışması dışında, Yalvaç’ı tanıtıcı film
çekileceğini, kitap, broşür, afiş oluşturulacağını,
web sayfalarında reklamlar yapılacağını bildirdi.
haberler.com, 29.04.2012
|
DÜDÜKLERİN ATASI BULUNDU

Eskişehir’deki Şarhöyük Dorylaion kazılarında MS
4-6. yüzyıla ait pişmiş topraktan yapılmış düdük
bulundu.
Kazı Başkanı ve Anadolu Üniversitesi (AÜ)
Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi
Prof.Dr. Taciser Sivas, AA muhabirine, Şarhöyük
kazılarında pişmiş topraktan yapılmış ördek başı
şeklinde bir düdük bulduklarını belirterek, bu
düdüğün Eskişehir ve çevresinde yapılan kazılarda
gün yüzüne çıkarılan ilk örnek olduğunu kaydetti.
Prof.Dr. Sivas, AÜ Devlet Konservatuvarı Müdürü
ve Müzikolog Prof.Dr. Ahmet Bülent Alaner’in de
düdükten çıkan sesleri kaydettiğini bildirdi.
Prof.Dr. Alaner de
Prof.Dr. Sivas’ın böyle bir
buluntudan bahsettiğinde heyecanlandığını ve hemen
kazı bölgesini gittiğini anlattı.
Düdüğün tek parça olmasının kendisini
sevindirdiğini ifade eden Prof.Dr. Alaner, şunları
söyledi:
”Bu düdüğün detaylı incelemesini yaptım. Bu
düdüğü farklı kılan, dilli kavallarda olduğu gibi
pişmiş topraktan yapılmış bir dilinin bulunmasıydı.
Bu dil, sesi çarpıtıp daha uzak mesafelerden
duyulmasını sağlıyor. Düdüğün yanında bulunan iki
delik de sesin üç farklı tonda çıkmasını sağlıyor.
Düdüğün frekanslarının tiz olduğunu ve uzak
mesafelerden duyulduğunu keşfettik. Bu da düdüğün
haberleşme amacıyla kullanıldığını destekliyor.
Böyle bir dilin pişmiş toprak düdükte yapılması
müzik dünyası için heyecan verici. Pişmiş topraktan
yapılma dili ilk kez gördüm.”
haberler.com, 26.04.2012
|
22 - 28 Nisan 2012
|
OTANTİK KÖY EVLERİ İLGİ
BEKLİYOR
Giresun'un Espiye
İlçesi'ne bağlı Çepni Köyünde otantik köy evleri
ayakta kalma mücadelesi veriyor. Bölgedeki
imkanlar ölçüsünde ahşap ve taş malzemelerden inşa
edilen ve Giresun’un mimari kültüründe önemli bir
yeri olan otantik köy evleri, ayakta kalma
mücadelesi verirken yerlerini betonarme evlere
bıraktı. Bundan yaklaşık 25-30 yıl öncesine kadar
Giresun yöresinde özellikle kırsal kesimde yaygın
olan ahşap ve taştan yapılmış köy evlerinin sayısı
bu gün azalmış durumda. Sayıları her geçen gün
azalan otantik köy evleri daha modern tekniklerle
inşa edilen evlerin kendi yerlerini alacağı güne
kadar ayakta kalma mücadelesi veriyor.
Giresun Işık Gazetesi,
27.04.2012
|
|
ARKEOLOGLAR DERNEĞİ İSTANBUL ŞUBESİ 1 MAYIS'A KATILIYOR!
Arkeologlar Derneği İstanbul Şubesi, "çalışan ya da işsiz tüm meslektaşlarını", 1 Mayıs'ta, Taksim'de buluşmaya çağırıyor. Dernekten yapılan açıklamada, 1 Mayıs Salı günü saat 09:00'da Şişli Camii önünde buluşulacağı ve Kent Hareketleri korteji ile birlikte yürüneceği bildirilmiştir.
TAYHaber, 28.04.12
|
TARİHİ BİNALARA BAKANLIK
ELİ DEĞECEK

Ulaştırma, Denizcilik ve
Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, İzmir'de İZBAN
sonrası atıl durumda kalan ve hizbe hale gelen gar
binaları ile ilgili TCDD Genel Müdürü Süleyman
Karaman'a “ilgilenin” talimatı verdi. Bakan,
İzmir'de aynı sıkıntıyı yaşayan Pasaport İskelesi
ile Kantar Karakolu'nun içinde yer aldığı Tarihi
Pasaport Binası için “Pasaport Marinası yapımına
başlandığında tarihi bina da elden geçirilecek” diye
konuştu.
Tüm Türkiye'de kanayan
yara haline gelen hizbe görünümdeki tarihi binalara
İzmir'de bakanlık eli değecek. İZBAN sonrası atıl
duruma gelen Buca, Şirinyer, Gaziemir, Çiğli ve
Karşıyaka gibi garlar ve tren istasyonları tekrar
elden geçirilerek, atıl durumda kaldığı günlerde
oluşan tahribatlar giderilecek.
İZBAN sonrası atıl
durumda kalan ve duvarları, kapıları meczup
kişilerce tahrip edilmiş Buca Garı'nda diğer
garlardaki yenilemeleri yapamadıklarını, Buca'ya
giden bin 800 metrelik demiryolu hattının
kullanılmaması ile binanın hizmet dışı kaldığını
söyleyen TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman
“Buca'daki garda bir tahribat söz konusu. Diğer
binalarda bir takım koruma çalışmaları yapıldı. Buca
Garı için ne yapabiliriz, buna karar veremedik.
Kiralayacak mıyız, yenileyecek miyiz yoksa biz mi
işleteceğiz? Bunun kararını verince burada bir takım
çalışmalar yapmak istiyoruz. Binanın başı boş
bırakılmış olması söz konusu değil. İşletilmesi ile
ilgili kararı verince yenilemeyi yapacağız” diye
konuştu.
TCDD Genel Müdürü
Süleyman Karaman'ın sözlerini değerlendiren
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali
Yıldırım ise Buca Garı'ndaki durumu tam olarak
bilmediğni söyleyerek “Tarihi yapılara özel bir önem
veriyoruz. İzmir'de hükümetin yapmayı planladığı 35
projenin artıları da olacak. Yasal izinler
çerçevesinde sorumluluğu bizde olan binaları
özellikle de tarihi yapıların harabe duruma gelmesi
bizi üzer. Buca'daki durumla da hemen ilgileneceğiz.
Sahipsiz kalması söz konusu olamaz” diyerek Genel
Müdür Karaman'a “Derhal ilgilenin” talimatını verdi.
Pasaport Vapur İskelesi
ile Kantar Polis Karakolu'nu içinde barındıran
Tarihi Pasaport İskelesi'nde de benzer bir durumun
olduğunu sözlerine ekleyen Bakan Yıldırım, Konak
Alışveriş Merkezi ile Pasaport İskelesi arasında
kalan bölgede İzmir'e kurulacak 10 marinadan ilkini
yapmayı planladıklarını söyledi. Buradaki etüt
çalışmaları sonrası harekete geçeceklerini söyleyen
Yıldırım “Marinaya başladığımızda Pasaport
Binası'nda neler yapabiliriz ona bakacağız. Dediğim
gibi tarihi binalara önem veriyoruz. Burada da
gerekeni yaparız” diye konuştu.
Yenigün Ege, 27.04.2012
|
 |
SÜLEYMANİYE'DE DEV PROJE BAŞLADI
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Fatih Belediyesi ve KİPTAŞ işbirliğiyle, 2006'da yenileme alanı ilan edilen Süleymaniye'de dev bir proje hayata geçiriliyor. Toplam 131 bin metrekare alanı kapsayan Süleymaniye yenileme alanında 319'u tescilli tarihi eser, 26'sı anıt eser olmak üzere toplam 732 bina bulunuyor. Konut, işyerleri, tekstil atölyeleri ve iş hanları yoğunluklu bölgenin yaklaşık yüzde 50'si tarihi eser ve bölge metruk durumda. Fatih Belediyesi ile mülk sahipleri arasındaki müzakereler sonucunda neredeyse tamamına yakınıyla anlaşma sağlanarak ilk taksit tutarı olan bedel hak sahipleri adına Vakıfbank Fatih Şubesi hesabına yatırıldı. Kiracılar için ise evlere bin lira, işyerlerine ise 2 bin lira taşınma bütçesi ayrıldı. Yasal prosedüre uyularak, hak sahiplerine mahkeme kararları bildirildi, tebligatlar yapıldı ve 2 defa ek süre verildi. Nisan sonunda başlayacak restorasyon çalışmasının 2 yıl sürmesi öngörülüyor.
Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir "Tarihi Yarımada Fatih, 8500 yıllık geçmişiyle çok özel bir coğrafya. Sakinlerimizin yaşam koşullarını iyileştirmek ve olası İstanbul depremine karşı insanlarımızı riskten uzaklaştırmak öncelikli görevlerimiz. Bunun için en akıllı çözüm ise yenilemedir" dedi.
Sabah, Haber: Ali Balcı, 27.04.2012
|
NURUOSMANİYE'NİN ALTINDA
SU TERAZİSİ
İstanbul'un 264 yıllık su terazisi, Nuruosmaniye
Camisi'nin altından çıktı.
Vakıflar Genel Müdürlüğü, Nuruosmaniye Camisi'nin
restorasyonu sırasında, cami ile temeli arasına su
terazisi ve yağmur sularının drenajını sağlamak
amacıyla inşa edilen 18 metre yükseklikteki muhteşem
galeriyi gün yüzüne çıkardı. Vakıflar İstanbul Bölge
Müdürü İbrahim Özekinci, süren restorasyonda caminin
tamamının elden geçirildiğini, kubbelerde orijinal
kalem işlerinin de bulunduğunu belirtti. Özekinci,
galeri hakkında ise şunları söyledi: "Müthiş bir
kuyu sistemi. Hem atık sular dışarıya gönderilmiş,
hem de su taksimatları sırasında su terazisi görevi
görmüş."
Sabah, 27.04.2012
|
|
 |
DEVRİM'E REKOR FİYAT
Dünyaca ünlü müzayede evlerinden biri olan Sotheby’s’in dün Londra’da düzenlediği Çağdaş Türk Sanatı müzayedesine Nejad Melih Devrim damgasını vurdu.
90 eserin satışa sunulduğu müzayedede Devrim’in “Soyut Kompozisyon” adlı eseri 250 bin - 350 bin pound tahmini fiyat aralığında satışa çıktı. Sanatçının eseri 735 bin 650 pounda (1 milyon 191 bin dolar) satılarak bir rekora imza attı. Tablo, Devrim’in bugüne kadar müzayedelerde satılan en yüksek fiyatlı eseri oldu. Müzayedenin bir diğer dikkat çeken ismi ise Taner Ceylan oldu.
Sanatçının “Ten Kafesi” adlı eseri 121 bin 250 pound’a alıcı buldu. Müzayedede ayrıca Mehmet Güleryüz’ün “İki Yaka” adlı eseri 97 bin 250 pound’a, Canan Tolon’un “Glitch III”ü 79 bin 250 pound’a, Ramazan Bayrakoğlu’nun “Motorsiklet”i 63 bin 650 pound’a, Azade Köker’in “Bathsheba”sı 55 bin 250 pound’a, Burhan Doğançay’ın “Triangular Shadow on Canvas”ı 37 bin 250 pound’a alıcı buldu.
Milliyet, 27.04.2012
|
'AHIR YAPILAN CAMİ'
EFSANESİNİ KÖYLÜLER ANLATTI

Başbakan Erdoğan'ın
'CHP döneminde ahır yapıldı' diyerek gündeme
getirdiği İzmir'in Seferihisar İlçesi'ne bağlı Düzce
Köyü'nün yaşlıları, hayvan bağlanan yerin cami
değil, medrese bölümü olduğunu söyledi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın
partisinin grup toplantısında "Camiyi ahır yaptılar"
diyerek 20 Nisan 1936 tarihli Cumhuriyet
Gazetesi’nin kupürünü kanıt olarak gösterip
CHP’yi suçlaması,
ana muhalefet partisi ile yeni tartışma başlattı.
Başbakan Erdoğan’ın
çıkışı ardından, gözler örnek olarak verdiği Kasım
Çelebi Camii’nin bulunduğu Seferihisar İlçesi’ndeki
Düzce Köyü’ne çevirdi. Yaklaşık 150 haneli köyün tek
camisinin geçmişte ahır olarak kullanıldığı iddiası,
köy sakinlerini de şaşırttı. Köyün 3 yıldan bu yana
muhtarlığını yapan, 28 yaşındaki Halil Sever, şöyle
dedi:
"Kasım Çelebi Camii ve medresesi, yaklaşık 2 bin 500
metrekarelik alan içerisindedir. Aynı paftada, aynı
bahçede bulunur. Köyde yaşayan büyüklerimden
öğrendiğime göre, camiye hayvan bağlanmamış, ahır
olarak da kullanılmamıştır. O dönemin şartlarına
göre aynı pafta içerisinde yer alan, şu an bile
ayakta durmakta güçlük çeken hemen yanındaki
medreseye soğuk kış günlerinde zaman zaman hayvan
bağlanmıştır. Bunun yanında o dönemlerde, ürünlere
zarar veren hayvanlar, bekçi tarafından alıkonulup
buraya bağlanırmış. Sahibi de cezasını ödeyince
hayvanını teslim alırmış. Camide ibadet sürekli
devam etmiş ve aksamamıştır."
Muhtar Sever, cami ve medresenin restorasyonu için
Seferihisar Belediye Başkanı
CHP’li Tunç Soyer
ile ortak hareket ettiklerini başvurularını
yaptıklarını, İl Özel İdaresi’nden ödenek
beklediklerini söyledi. Sever, "Daha önce köyümüzde
bu tip bir tartışma hiçbir zaman olmadı. Herhalde
yanlış bilgilendirmeler oldu. Ortada yanlış anlama
var. Ayırt etmek lazım" dedi.
KÖYÜN YAŞLILARI NE DİYOR
Köyün yaşlılarından 78 yaşındaki Şakir Çay, o
tarihlerde bazen çok soğuk geçen kış günlerinde
hayvanları yağmur ve çamurdan korunması amacıyla
medreseye bağlandığını, köyde doğru düzgün ahır da
olmadığını söyledi.
Köylülerden 87 yaşındaki Yaşar Süner de camilerinin
hiçbir dönem kapanmadığını anlatırken, "1950’li
yıllardan önce aramızda para toplayıp camiye imam
getirirdik. Daha sonra Diyanet’e bağlandı. O
dönemlerde insanlar yoksulluktan bitini bile
temizleyemezdi. Para- pulları olmadığı için
hayvanların korunması amaçlı kullanılmayan medreseye
bağlanırlardı. Ama medresenin hayvanların konulduğu
o kısmının kapıları bile caminin tarafına açılmazdı.
Zamanla o kısım da ayakta kalamayıp yıkıldı" dedi.
Radikal, 26.04.2012
|
KİBRİT KUTUSUNDAN ÇIKAN
TARİH

1877-1878 Osmanlı-Rus
Savaşı döneminde yaşadıklarını yazarak kibrit
kutusunda saklayan Osmanlı askerlerinden Mehmet Fuad
Tokad'ın anılarını Türkçe'ye çevirip yayımlanmasını
sağlayan Türkolog Jack Snowden, Sarıkamış'ta
şehitlikleri ve Rus dönemindeki esir alanlarını
gezdi.
Mehmet Fuad Tokad'ın
anılarını
Osmanlıca'dan
Türkçe'ye çevirerek, ''Kibrit Kutusundaki
Sarıkamış-Sibirya Günlükleri'' adıyla yayımlanmasını
sağlayan ABD'li Türkolog
Jack Snowden,
Kars'ın Sarıkamış İlçesi'ndeki şehitlikleri ve
Ruslar dönemindeki esir kamplarını ziyaret etti.
Sarıkamış'ın Hamamlı Köyündeki Ruslar döneminde esir
kampı olarak kullanılan alan hakkında köy muhtarı
Yunus Gökcan'dan bilgi alan Snowden, Allahuekber
Şehitleri Anıtı ile Yukarı Sarıkamış Şehitliğini de
ziyaret etti.
Binlerce askerin donarak şehit düştüğü Sarıkamış'ın
kendisini heyecanlandırdığını ifade eden Snowden,
gelecek yıl Sarıkamış Şehitlerini Anma
Etkinlikleri'ne eşiyle katılacağını belirtti.
Mehmet Fuad Tokad'ın
torunu Müge ile evli olan
Jack Snowden, iki
yıl önce eşi ve kayınbiraderiyle ortaklaşa
yürüttükleri çalışma sonunda 96 yıl öncesinde esir
düşen
Mehmet Fuad Tokad'ın
kibrit kutusunda sakladığı
Osmanlıca yazılı
iki küçük defterden oluşan günlüklerini Türkçe'ye
çevirerek kitaplaştırdığını hatırlattı.
Günlükte anlatılan mekanları görmek için önce
Erzurum'a, ardından ilk kez Sarıkamış'a geldiğini
ifade eden Snowden, ''İki yıl önce 'Kibrit
Kutusundaki Sarıkamış-Sibirya Günlükleri' ismiyle
yayımladığımız kitap, Harbiyeli
Mehmet Fuad Tokad'ın
8 Ocak 1915'te İstanbul'dan hareket etmesiyle
başlıyor ve 19 Mart 1917'ya kadar günlüğüne yazdığı
anıları içeriyor'' dedi.
Tokad'ın 1916 yılının şubat ayında Erzurum'un Gezköy
yakınlarında Kazaklar tarafından esir alınarak
Sarıkamış'a götürüldüğünü kaydeden Snowden, ''Burada
esir kampında 2 ay kaldıktan sonra Ruslar tarafından
trenle Sibirya'nın Vetluga şehrine gönderilir.
Vetluga'daki esir kampında 2,5 yıl kaldıktan sonra
serbest bırakılır'' diye konuştu.
ABD'nin Ankara Büyükelçiliği'nde bürokrat olarak
görev yaptıktan sonra emekli olduğunu ifade eden
Snowden, 2005'te merak ettiği
Osmanlıca'yı
öğrenmek için kursa katıldığını, burada tanıştığı
Müge Tokad'la evlenerek Türkiye'ye yerleştiğini
belirtti.
Müge Tokad ile evlendikten sonra dedesi Mehmet Fuad
Tokad'ın Osmanlı-Rus Savaşı sırasında tuttuğu,
kibrit kutusunda sakladığı günlükleri gördüğünü
kaydeden Snowden, ''Eşimin dedesi Mehmet Fuat Tokad
esir olarak 2 ay Sarıkamış'ta, 2,5 yıl Sibirya'da
esir kampında kalmış. O zamanlar küçük deftere
anılarını, yaşadıklarını yazmış. Ruslar'dan saklamak
için de yazdığı küçük defterleri kibrit kutusuna
koymuş. Hatasız, pürüzsüz, çok güzel yazmış'' dedi.
Mehmet Fuad Tokad'ın esaret bittikten sonra
İstanbul'a döndüğünü ifade eden Snowden, şöyle
konuştu:
''Eşimin dedesi başmühendis olarak 35 yıl PTT'de
çalışmış. Bütün anılar bu küçük kibrit kutusunda
kaldı. Kimse bunu Türkçe'ye çevirmemiş. Mehmet Fuad
Tokad, daha sonra kibrit kutusunu oğlu Prof.Dr.
Yılmaz Tokad'a vermiş. Kayınpederim Yılmaz Tokad da
2001'de vefat etmiş. En büyük arzusu bu defterlerin
günümüz Türkçe'sine çevrilmesiydi. Biz de bunları
çevirip kitap olarak yayımladık. Şimdi de kitapta
yer alan mekanları görmek için Sarıkamış'a geldik.''
Habertürk, 26.04.2012
|
ST. ANTUAN'IN CEZASI SİLİNDİ
İstanbul’un en büyük ve cemaati en geniş Katolik kilisesi Saint Antuan’a, tapuda arsa olarak görünen avlusu için kesilen yaklaşık 1 milyon liralık emlak vergisi ve cezası silindi.
Beyoğlu Belediyesi yetkililerinin Maliye Bakanlığı ile yaptığı görüşmeler sonucu, kilisenin 641 metrekarelik avlusunu kapsayan söz konusu emlak vergisi ve cezalarının iptal edilmesi yönünde görüş birliğine varıldı. Ceza bakanlığın veri sistemden silinirken, Beyoğlu Belediyesi kilise yönetimine müjdeli haberi vererek, sadece kira geliri elde edilen dükkanlara ait vergilerin ödeneceğini bildirdi. Kilise papazı Lulian Pişta, alınan karadan memnuniyet duyduklarını belirterek şunları söyledi: “Vatikan’a, İtalya Büyükelçiliği’ne ve cemaatimize cezanın silindiğini ve bir yanlışlık yapıldığını aktardık. Onlar da soruna çözüm üretilmesinden dolayı memnun olduklarını söyledi. 26 yılı kapsayan bu sorununun çözümünde bakanlıkla gerekli görüşmeleri yapan Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’a cemaatimiz adına teşekkür ediyoruz. Bizde kilisenin tapuda arsa olarak görünen bölümlerinin yeniden düzenlenmesi için gerekli çalışmalara başladık. Sayın Demircan bu konuda da bizlere yardımcı olacak. Sanıyorum birkaç ay içinde sonuca ulaşacağız. Şimdi sadece dükkanlara ait vergileri ödeyeceğiz.”
Hürriyet, 26.04.2012
|
 |

|
ÜNLÜ RESSAM HAYATINI KAYBETTİ
İrlanda'nın uluslarası ün kazanmış ressamlarından Louis Le Brocquy, hayatını kaybetti
Bir süredir rahatsız olduğu bilinen Dublin doğumlu sanatçının 95 yaşında öldüğü bildirildi.
Sanatçının ölümünden büyük üzüntü duyduklarını belirten İrlanda Cumhurbaşkanı Michael D. Higgins, Le Brocquy'u ülkenin en önemli kültürel değerlerinden biri diye niteledi.
Yaratıcı dehası ve eserleriyle uluslararası sanat çevrelerinde de kabul gören Louis Le Brocquy, 70 yıllık sanat hayatı boyunca dünyanın pek çok ülkesinde sergi açtı.
Ünlü sanatçı, William Butler Yeats, James Joyce, Samuel Beckett, Francis Bacon, Seamus Heaney ve Bono gibi tanınmış İrlandalıların yüzlerini, kendine özgü üslubuyla tuvale aktarmış ve bu resimler büyük ilgi görmüştü.
Habertürk, 26.04.2012
|
PATARA ANTİK KENTİNİN KİTABINI YAZDI
Prof.Dr.
Fahri Işık, 24 yıl önce kazı çalışmalarına başladığı
Patara antik kentinin kitabını yazdı.
Akdeniz Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptığı
yıllarda Kaş yakınlarındaki Likya Birliği’nin
başkenti Patara Antik Kenti’nde kazı çalışmalarını
yürüten Prof.Dr. Fahri Işık, ekibiyle yaptığı
çalışmaları kitaba dönüştürdü. İngilizce ve Türkçe
olarak hazırlanan ve 154 sayfadan oluşan “Patara
Lykia Soyunun Başkenti” adlı kitap, 2 bin adet
basıldı.
Kitapta bugüne kadarki kazıların sonuçlarının
bilimsel değerlendirmesinin yapıldığı, ayrıca Patara
antik kentinin fotoğraflarına da yer verildiği
kaydedildi. Kitabın, Patara kazılarıyla ilgili
önemli bir kaynak olacağı belirtildi.
haberler.com, 25.04.2012
|
RESTORASYON PROJELERİNDE TİTANYUM VE BAKIR ALAŞIMLI
ÇİNKO
Çinko, bakır ve kurşun gibi yüzyıllardır mimarlığa
hizmet etmekte. Klasik Türk mimarisinde
bilinen en yaygın uygulama ise
2. Mahmut
döneminde gelenek haline gelen cephelerdeki ahşap
cumbaların çinko ile kaplanması. 19.yy
Osmanlı Dönemi’nde ilk örnekleri görülen bu mimari
kavram estetikten ziyade işlevsel bir amaç taşıyor:
bir evde çıkan yangının hemen yanına inşa
edilmiş diğer evlere hızlıca sıçramasını
engellemek... Çinko evi yağmura, paslanmaya
karşı korurken aynı zamanda yangınların yayılmasını
da engelliyor.

Bugün bu
gelenek Türkiye genelinde tamamen unutulmuş durumda,
şimdi Gaziantep Belediyesi bu geleneğe tekrar can
vererek, KUDEB yönetiminde kale içinde bulunan eski
Türk evlerini titanyum çinko ile birer birer restore
ediyor. Daha 20 seneye kadar, Karadeniz’de ve Doğu
Anadolu’da aşırı yağışı ya da karı karşılayan eğimli
çatılarda, tüm dere, oluk ve saçaklarda, korniş ve
etek örtülerinin çinko bulunuyordu.

Bugün VMZINC,
teknolojinin de sunduğu imkanları kullanarak saf
çinkoyu minimum oranlarda titanyum ve bakır ile
birleştirebiliyor ve bu üstün özellikli alaşım tüm
doğal malzemeler ile mükemmel bir uyum göstererek
çatı renovasyon ve restorasyonlarında
kullanılabiliyor. Doğada çinko ve kurşun beraber
çıkmakta, dolayısıyla kurşunun orijinal gri rengine
en yakın ve çevre dostu bu gri tonu hep aynı kalan
füme gri patinalı QUARTZ yüzey restorasyon mimarisi
için ideal çözümler getiriyor. Çok uzun ömrüve doğal
estetiği sayesinde tarihi eserler ilk günkü gibi
doğal ve gösterişli kalabiliyor.
Yapı, 25.04.2012
|
AYVAZOVSKİ'YE REKOR FİYAT: 9 MİLYON LİRA
Uzun yıllar İstanbul’da yaşayan ve özellikle Dolmabahçe Sarayı’nda çok sayıda resmi bulunan büyük Rus ressam Ivan Ayvazovski’nin ‘İstanbul ve Boğaz’ adlı yağlı boya tablosu Londra’da düzenlenen Sotheby’s müzayedesinde 3 milyon 233 bin sterlin (yaklaşık 9 milyon TL) rekor fiyata satıldı. 19. yüzyıldaki İstanbul Boğazı’nı betimleyen tablo, ünlü deniz ressamının İstanbul’u ziyaret ettiği 1845-1890 yılları arasında tamamlandı. Türk ve İslam Sanatı Haftası çerçevesinde satılan tablo, 1 milyon sterlin’den açık arttırmaya sunulmuştu. Müzayedenin en gözde parçası olan Osman Hamdi Bey’in 3 milyon sterlinden satışa sunulan 1878 tarihli ‘Okuyan Genç Emir’ adlı tablosuna ise alıcı çıkmadı. Sotheby’s’in 2008’de düzenlediği müzayedede, Osman Hamdi’nin ’İstanbul Hanımefendisi’ adlı eseri 3 milyon 380 bin 500 sterline satılarak rekor kırmıştı.
Radikal, 25.04.2012
|
 |
TARİHE GENÇLİK AŞISI
Gediz Üniversitesi, Foça’nın
Kozbeyli Köyü’nün restore edilmesi için kolları
sıvadı. Restorasyonlar bittiğinde tarihi köy
turistik bir merkeze dönüşecek.
Foça’nın her karışı tarih kokan Kozbeyli
Köyü’ndeki binalar, Gediz Üniversitesi
tarafından yürütülen projeyle yenilenip turizme
kazandırılacak. Mimarlık Bölümü’nün
akademisyenleri ve öğrencileri sahaya indiği
Kozbeyli bir anda renklendi, köylüler büyük
sevinç yaşadı. Çalışmalar sonucunda kısa sürede
21 taş binanın rölevesi hazırlandı.
Önümüzdeki günlerde protokol imzalanıp,
restorasyon sürecine geçilecek. Evler ve
köyün en eski yapılarından cami
yenilenirken, yeni bir meydan yapılacak,
konuklar için sosyal tesisler kurulacak.
Kozbeyli’de tarihin ayağa kalkmasıyla, Birgi
ve
Safranbolu gibi turistik bir yere daha
kavuşulacak.
Milliyet Ege, 24.04.2012
|
3 BİN YILLIK AYDINTEPE YERALTI ŞEHRİ KEŞFEDİLMEYİ
BEKLİYOR
Bayburt’taki erken Hıristiyanlık dönemine
ait yeni bir yeraltı şehri birkaç yıl önce tesadüfen
bulundu. Ortaya çıkarılan 3 bin yıllık tarih
hazinesi artık ziyarete açık.
Bayburt şehri başlı başına bir tarih, kültür
hazinesi. En önemli zenginliklerin biri Bayburt’un
kuzey batısında, merkeze 25 kilometre uzaklıktaki
mütevazı Aydıntepe (Hart) İlçesi'nin Aydıntepe
Yeraltı Şehri’dir.
Aydıntepe Belediye Başkanı Orhan Eraslan’la yeraltı
şehrini gezerken onun sanat, tarih ve arkeoloji
bilgisine hayran kaldım. Bu işe o kadar çok gönül ve
mesai vermiş ki bu konularda adeta uzmanlaşmış. Bana
anlattıklarına göre; Aydıntepe Yeraltı şehri, kent
yerleşkesinin hemen altında. Dehliz şeklindeki
mekanların varlığını halk daha önce de biliyordu,
fakat içine girilmemişti. 1988’de inşaat kazısı
sırasında tesadüfen gün yüzüne çıkarılan yeraltı
yerleşimi Kültür ve Tabiat Varlıkları Kurulu’nca
koruma altına alınmış.
2008’den sonra Koruma Kurulu’nun onayıyla ilçe
belediyesi tarafından, Müze Müdürlüğü’nün
denetiminde yapılan çalışmalarla gezilebilir alan
850 metreye çıkarılmış. Karadeniz Teknik
Üniversitesi ile yapılan sismik taramalar
neticesinde, şehrin güneydoğu kesiminde de başka
dehlizlerin olduğu tespit edilmiş. Bu kısımlar da
daha sonra yapılacak çalışmalarla ortaya
çıkarılacak.
Yeraltı şehri hiçbir yapı malzemesi kullanılmadan
tüften oluşan tek ana kayaya oyulmuş. Koridorlar,
sağ ve solunda odalar, yer yer geniş alanlar,
aydınlatma için lamba yerleri, havalandırma
delikleri bulunmakta. Hemen üstündeki tepede bir
yerüstü kalesi var. Kale eteklerindeki arkeolojik
kazılarda yaklaşık 4 bin yıllık mezarlar tespit
edilmiş. Bu da Aydıntepe’nin eski adıyla Hart’ın ne
kadar eski bir yerleşim olduğunu göstermekte.
Yeraltı şehri içindeki duvar figürleri 3 bin
yıllık bir tarihi işaret etmekte. Bu mekanlar zamana
bağlı olarak, Hıristiyanlar ve Müslümanlar
tarafından da kullanılmış. Kullanım amacının genel
olarak sığınmaya yönelik olduğu düşünülüyor. Yani
halk tehlike durumunda buraya sığınılıp, sonra
dışarıda yaşamına devam ediyormuş.
Mekan içinde odalar, toplantı salonları, mutfak ve
su ihtiyaçlarını görecek kaynak ve havuz da
bulunmakta. Şu ana kadar açılan bölümlerin
havalandırma işlemi için de sekiz adet havalandırma
bacası tespit edilmiş. Aydıntepe Yeraltı Şehri,
bölgemizin çok önemli turizm mekanlarından biri
olmasına rağmen hak ettiği ilgiyi henüz görmemekte,
bunun için daha çok yatırım yapılması ve tanıtım
eksikliğinin de giderilmesi gerekmekte.
Yeraltı şehrini Belediye Başkanı gibi bilgili bir
kişinin rehberliğinde gezebilirseniz tarihin müthiş
sırlarına vakıf olursunuz. Ayrıca yeraltı şehrinin
inşasında kullanılan 3 bin yıl önceki mühendislik
bilgisine de hayran olacaksınız. Bu konularda
garanti veriyorum!
Hürriyet Seyahat, Yazı: Prof.Dr. Mikdat Kadıoğlu,
23.04.2012
|
YENİ UMUT ESKİ GÖBEKLİTEPE

Harran Üniversitesi (HRÜ) Şanlıurfa Sosyal
Bilimler Meslek Yüksek Okulu Turizm ve Otel
İşletmeciliği Programı Öğretim Görevlisi Hasan
Kırmızı,
Göbeklitepe'nin dünyaya yeterince tanıtılması
halinde Türkiye'ye gelen turist sayısının yılda 100
milyona çıkarılabileceğini belirtti.

Kırmızı, yaptığı yazılı açılamada, işsizliğin
diğer bölgelere oranla daha yoğun yaşandığı
Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde ''40 sektörün ortak
lokomotifi görevini üstlenmiş olan'' turizmin
istihdam arttırıcı bir sektör olarak, Türkiye'nin
ekonomisinin daha iyi durumlara gelmesinde önemli
rol oynayabileceğini ifade etti.

Yüksek turizm potansiyeli taşıyan bölgenin tarihi ve
turistik değerlerine yönelik, verimli ve yenilikçi
projelere ihtiyaç duyulduğunu dile getiren Kırmızı,
turizm konusunda yeni arayışlar, girişimler ve
üretkenliğin arttırılmasıyla, bölge turizminin
gelişebileceğini, bu çalışmaların genelde
Türkiye'nin, özelde bölgenin kalkınmasını
hızlandırabileceğine değindi.

Bu nedenle kamuoyunun dikkatini, bölgenin önemli bir
turistik değeri olan
Göbeklitepe'ye çekmeye çalıştıklarını anlatan
Hasan Kırmızı, açıklamasında şunları kaydetti:
''Göbeklitepe'yi
dünyaya tanıtma sorumluluğumuzu yerine getirirsek,
her yıl Türkiye'ye gelen turist sayısını yılda 100
milyona, Şanlıurfa'ya gelen turist sayısını da 10
milyona çıkarabiliriz. Türkiye, 1980'li yıllardan
başlayarak, dünya turizminde önemli yer edinmeye
başlamıştır. 20 - 30 yıllık süre zarfında dünya
turizm liginde, turizm geliri ve turist sayısı
açısından 20. sıralardan ilk 10'a tırmanabilmiştir.
2011 yılında 30 milyondan fazla turistle dünya
turizm sıralamasında 7, turizm geliriyle de 9.
sırada yer almıştır.''

Türkiye'nin doğal, tarihi ve kültürel değerler
açısından dünyanın hiçbir ülkesiyle kıyaslanamayacak
potansiyele sahip olduğunu belirten Hasan Kırmızı,
bu potansiyelle dünya turizm liginde ilk sırada yer
alabildiğine işaret etti.
Türkiye'nin, sahip olduğu turizm değerlerinden
insanların ilgisini çekebilecek olanlarını sunma
sorumluluğunu taşımak gerektiğini ifade eden
Kırmızı, açıklamasında şu ifadelere yer verdi:
''Dünyanın ilgisini çekebilecek eserlerin en başında
şüphesiz
Göbeklitepe gelmektedir. Eski dünyada, bilim
adamları tarafından medeniyetlerin beşiği olarak
kabul edilen Fırat ve Dicle nehirleri arasında yer
alan
Göbeklitepe, verimli toprakların olduğu yukarı
Mezopotamya'da, Şanlıurfa sınırları içinde yer alan,
erken Neolotik döneme ait yaklaşık 11 bin 500 yıl
öncesi insanların atalarının anıtsal eseridir.
Burası insanların ritüel (ayin) amacıyla
toplandıkları, insanlık tarihi açısından çok önemli
bir inanç merkezidir. Türkiye, sadece
Göbeklitepe'yle dünya genelinden turistlerin
ilgisini çekebilir. Tanıtım için çok fazla zaman
kaybetmeden uluslar arası düzeyde projeler
hazırlanmalıdır. Aksi taktirde bu dünya hazinesi
paha biçilmez değerdeki eser, ülke ve bölge için
katma değer üretmeden, kıymetsiz bir şekilde
varlığını sürdürecektir.''

GÖBEKLİTEPE HAKKINDA
Neolitik döneme ait yerleşim yeri Göbeklitepe,
Şanlıurfa'nın 18 kilometre kuzeydoğusundaki Örencik
Köyü yakınlarında bulunuyor.
İlk kez 1963 yılında İstanbul ve Chicago
üniversitelerinden görevlilerinin yüzey
araştırmaları sırasında fark edilen Göbeklitepe'deki
kazı çalışmalarını, 1995 yılından bu yana Şanlıurfa
Müzesi ve Berlin Alman Arkeoloji Enstitüsü ortaklaşa
yürütüyor.
Kazı çalışmalarında şimdiye kadar Neolitik döneme
ait yabani hayvan figürlü ''T'' biçimli dikili
taşlar, 8-30 metre çapında dairesel ve dikdörtgen
şekilli dünyanın en eski tapınak kalıntıları, çok
sayıda yabani hayvan figürü, insan heykeli, dikili
taşlar ve yaklaşık 12 bin yıl öncesine ait olduğu
belirtilen 65 santimetre uzunluğunda insan heykeli
gibi tarihi eserler bulunmuştu.
Dünyanın en eski ''tapınak merkezi'' olduğu
belirtilen Göbeklitepe, bir süre önce UNESCO Dünya
Mirası Geçici Listesi'ne alınmıştı.
Habertürk, 23.04.2012
|

|
DA VINCI'NİN VÜCUTLARI SERGİLENECEK
Leonardo da Vinci’nin insan vücudu çizimleri, Londra’da Buckingham Sarayı’ndaki Queen’s Gallery’de sergilenecek.
“Leonardo da Vinci: Anatomist” adlı sergi, 4 Mayıs- 7 Ekim tarihleri arasında açık kalacak. Da Vinci’nin, kalp, beyin, iç organlar ve kemikleri ayrıntılı şekilde resmettiği çizimleri içeren yapıtlarını bıraktığı asistanı Francesco Melzi’nin oğlu, onları heykeltıraş Pompeo Leoni’ye satmıştı. Leoni de çizimleri, üzerine altın harflerle “Leonardo da Vinci’nin Çizimleri, Pompeo Leoni Tarafından Saklandı” yazdırdığı bir ciltte toplamıştı.
Habertürk, 23.04.2012
|
KAÇIRILAN TARİHİN İZİNDE

Berlin'deki Bergama Müzesi, Türkiye
topraklarından sökülerek götürülmüş tarihi eserlerle
dolu. Biz sahip çıkmayınca, bir sahip çıkan
bulunuyor elbet. Knidos, Tlos gibi antik
kentlerimizdeki kazı alanları ise yetkililerden özel
ilgi bekliyor.
Bir şehre ilk gelişinizde ne yaparsınız? Ben
mutlaka görmem gereken bir yer belirler, en merak
ettiğim yerden başlarım gezmeye. Bu da genellikle
tarihi bir alan olur. Bu yazımı ise İZ
TV’nin bir başka belgesel serisi için ilk kez
geldiğim Berlin’den yazıyorum.
İlk istikamet ‘Berlin Bergama Müzesi’. Yıllardır
görmek istiyordum burayı. Uzun zamandır tarih hobime
arkeoloji belgeselleri yapımını da ekleyerek,
hobimle işimi birleştirmiştim. Ve bu,
Türkiye’de birçok arkeolojik alanı ve müzeleri
görmüş biri olarak benim, kendi topraklarımızdan
alınıp götürülen tarihi eserlerle buluşma anımdı.
Sonuç ise büyük bir hüzün... Koskoca müzenin
neredeyse tamamı,
Türkiye’den getirilen eserlerle dolu. Arkeoloji
müzelerinde, heykellerin, değerli takıların, çeşitli
araç ve gereçlerin sergilenmesini destekliyorum.
Hatta bu bir zaruret! Çünkü aradan geçen yıllar, bu
nadir eserlerin yıpranmasına yol açıyor. Müzelerin
hijyenik ortamları ise eserleri, doğanın yıpratıcı
etkisinden koruyor. Ancak burada koskoca bir şehir
sergileniyor.
Antik kentin devasa anıtları,
Türkiye’deki yerlerinden sökülerek getirilmiş
buralara. Gözlerimi kapatıp bu anıtların Bergama’nın
güneşi ve doğası altında ne kadar da güzel
görüneceğini hayal ettim. Muhteşemdi! Kısa süren bu
hayal seansından, floresan ışığının soğuk ve
mesafeli etkisiyle uyandım. Ve ilk kez bir arkeoloji
müzesinden koşarak uzaklaştım.
Son dönemde
Kültür ve Turizm Bakanlığı, yurtdışına götürülen
eserleri geri getirmek için büyük çaba sarf ediyor.
Bakan
Ertuğrul Günay’ın özel ilgisiyle yürütülen
çalışmalarda önemli başarılar sağlandı. Fakat büyük
çoğunluğu
Anadolu’nun dört bir yanından çalınarak kolayca
götürülen bu eserleri anayurduna döndürmek, oldukça
meşakkatli bir süreç.
Geri dönen eserlerin akıbeti
“Türkiye’ye
getirildiklerinde bu eserlerin akıbeti ne oluyor?”
sorusu, herkesin aklını kurcalıyor. Geçmişte yaşanan
birçok hata da bu sorunun sorulmasını haklı kılıyor.
Özellikle yıllar süren bir çabanın sonunda geri
alınan ‘Karun Hazineleri’nin Uşak Müzesi’nden
çalınması ve bu işin içinde müze müdürünün de
bulunduğu iddiası, müzelerin güvenliğiyle ilgili
ciddi şüpheler doğurdu. Bu durumdan rahatsız
olduğunu bildiğim Bakan Günay’ın ‘Büyük
Anadolu Müzesi’ fikrini, küçük müzelerin
güvenlik zafiyeti sebebiyle desteklemiştik ama hala
bir adım atılmış değil. Bu arada Sinop, Side,
Fethiye Müzesi gibi küçük ama başarılı müzeleri
tenzih ediyorum.
Kazıların durumu içler acısı
Müzelerin durumu hala belirsizliğini
korurken, kazı alanları ve antik kentlerde durum
nasıl? Öncelikle şunu belirtelim;
Türkiye’de iki türlü kazı var:
1) Türk üniversitelerinin, bizim hocalarımızın
liderliğinde yaptığı kazılar;
2) Yabancı üniversite ve fonların desteğiyle,
yabancı hocaların liderliğinde gerçekleştirilen
kazılar.
Fakat ülkemizdeki kazıların durumu pek de iç açıcı
değil. Birkaç büyük kazı dışında neredeyse tüm
kazılar, hocalarımızın ve öğrencilerin insanüstü
çabalarıyla gerçekleştiriliyor.
Akdeniz Üniversitesi’nden
Prof.Dr. Taner
Korkut’un başında bulunduğu ve şu an
Anadolu’daki en önemli kazılardan biri olan
‘Tlos kazısı’ buna en güzel örnek. Likya tarihini
3000 yıldan 7000-8000 yıl öncesine götüren bulgulara
ulaşan kazı ekibindeki hoca-öğrenci ilişkisi, ders
kitaplarında okutulacak cinsten. Disiplin, saygı ve
sevgi, bu ekibin elindeki tek zenginlik. Doğru
dürüst bir kazı evine bile sahip olmayan ve ‘safari
turizmi’ adı altında su savaşı yapan turistlerin
tacizlerine rağmen ciddiyetle çalışan bu ekibin
büyük özveriyle ortaya çıkarttığı eserler,
yaşadıkları derme çatma alanlarda, sağlıksız
koşullarda saklanmaya çalışılıyor.
Knidos’un başına gelenler
Bir diğer kazı örneği de Datça Yarımadası’ndaki
Knidos antik kentinden. Mavi yolculuğun vazgeçilmez
rotası Knidos,
Türkiye’nin belki de en güzel manzarasına sahip.
Fakat bir yanında Likya, diğer yanında Halikarnas ve
Rodos’u barındıran Knidos’ta ne yazık ki 2006’dan
beri kazı yapılmıyor. Antik dönemin belki de en
fazla reprodüksiyonu yapılan ‘Çıplak Venüs
Heykeli’nin hala bulunamadığı bu kazı alanında,
önceki kazılarda yaşanan sorunlar mahkemeye
taşınmış. Malum, bizim mahkemelerin dünyaca ünlü
hızı sayesinde (!) burada yıllardır çalışma
yapılamıyor. Marmaris Müzesi çalışanlarının
çabalarıyla korunmaya çalışılan kent, yetkililerden
ilgi bekliyor. Bilhassa Marmaris, Bodrum ve Datça
belediye başkanlarının bu konuda daha aktif olması
gerekiyor. Çünkü bu antik kentin zenginlikleri, en
çok bu beldelerin işine yarayacak. Bir başka
sorunumuz da bu tarihi alanların korunması ve
restorasyonu. ‘UNESCO Kültür Mirası’ listesinde yer
alan
İstanbul’un tarihi yarımadası, berbat
restorasyon çalışmalarından ötürü listeden çıkarılma
tehlikesiyle karşı karşıya. Yapımcım Evren Toparlak
anlatmıştı: Hollandalı gezgin Wilco
Van Herpen’le Manisa’da bir Osmanlı
mevlevihanesine gitmişler. Onları karşılayan
görevli, uzun zamandır süren restorasyon
çalışmasından bahsetmiş. İçeri girdiklerinde şoke
olmuşlar. Meğer o çalışma, 500 yıllık eserin
tabanının mermerle kaplanması, duvarlarının ise
saten boyayla boyanmasıymış! 2023’te 60 milyon
turist hedefleyen
Türkiye, bu hedefe ancak tarihi alanlarının
korunması ve evrensel üslupla sunulmasıyla
ulaşabilir. Öte yandan yurtdışına kaçırılan
Anadolu eserlerinin geri alınması için
çalışmalar da sürmeli. Belki de
Türkiye’deki en güzel günbatımı manzarasına
sahip olan Side’deki Apollon Tapınağı’nın müzeye
kaldırıldığını düşünsenize... Ne büyük kayıp olurdu!
Zira bu antik eserler, doğal şartlar düşünülerek
inşaa edilmişti.
Halikarnas yerini yadırgamasın diye!
Son olarak küçük bir anı... ‘Halikarnas Balıkçısı’
olarak tanıdığımız Cevat Şakir Kabaağaçlı,
İngiltere’deki British Museum’a götürülen ve
dünyanın yedi harikasından biri olan Halikarnas
Mozolesi’nin
Türkiye’ye iadesi için müze yetkililerine bir
mektup yazmıştı. Öyle ya, ülke yöneticileri bu
konuyla ilgilenmedikleri için bu görev Halikarnas
Balıkçısı’na düşmüştü. İngilizler, ‘bir yazarın
yazdıklarına saygı duyar’ diye saf bir duyguyla
kaleme almış mektubunu ve mozolenin, değerini ancak
Bodrum’un masmavi gökyüzünde bulacağını söylemiş.
İngilizler, yazara hemen cevap vermiş: “Sizin gibi
değerli bir yazarın önerisi bizi çok etkiledi. Müze
yetkilileri toplandık ve sizin önerinizi kabul
ettik. Mozolenin, Bodrum mavisinde sergilenmesi için
çalışmalara hemen başladık. Tüm sergi salonunu
Bodrum mavisine boyadık.”
Radika, Haber: Vedat Atasoy, 22.04.2012
|
REVAKLAR İÇİN ERDOĞAN DEVREDE

Türkiye ile Suudi Arabistan arasında diplomatik
gerilime de neden olan Kabe’deki Osmanlı
revakları konusunda bu kez
Başbakan Erdoğan devreye girdi.
Geçen hafta Suudi Arabistan
ziyaretinde konuyu Kral Abdullah'a açan
Başbakan Erdoğan,
revakların yıkılmaması konusunda söz aldı. Ancak
Kral, revakların Türkiye'ye getirilmesine ilişkin
herhangi bir söz vermedi. Başbakan Tayyip Erdoğan,
geçen haftaki Suudi Arabistan ziyaretinde kendisini
oldukça misafirperver bir şekilde karşılayan Kral
Abdullah bin Abdulaziz'e, Kabe'nin avlusunu
çevreleyen Osmanlı revakları konusunda ricada
bulundu. Erdoğan'ın ricası üzerine revakların
yıkılmayacağını belirten Kral Abdullah, bu konuda
çalışma yapmak üzere bir komisyon kurduğunu ve
komisyon üyelerini kendisinin atadığını söyledi.
Kral Abdullah, revakların asıl şekillerinin
korunarak avluda yer açmak için geriye
çekilebileceğini, bu yönde hazırlıklar yürütüldüğünü
belirtti. Revakların Türkiye'ye getirilmesi
konusundaki teklif daha önce Suudi makamlara
iletilmişti. Bu teklifi Başbakan Erdoğan da Kral
Abdullah'a iletti. Ancak Kral Abdullah'ın bu konuda
bir söz vermediği öğrenildi.
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, revakların Türkiye'ye
getiril mesi konusunda Habertürk'e şunları söyledi:
"Suudi makamlar, revakları yıkmaya niyetlerinin
olmadığını söylemişlerdi. Restorasyon projeleri için
Türkiye'den uzman heyet gönderelim dedik; buna izin
çıkmadı. Sayın Başbakan'ın, 'Revakları, Türkiye'de
uygun bir mekanda değerlendirelim' düşüncesi var.
İstanbul'da Anadolu yakasında görkemli bir cami
yapılabilir, bunun etrafına konulabilir. Ankara'da
Hacı Bayram çevresinde olsun önerisi de vardı."
Sabah, 22.04.2012
|
TARİH İŞPORTAYA MI DÜŞÜYOR?
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 19 Şubat tarihli yönetmeliği arkeoloji dünyasını karıştırdı. Arkeolojik kazılarda ‘etütlük eser’ tanımı yapılan eserlerin özel müze ve koleksiyonerlere satışının önünü açan maddeye isyan eden arkeolog çok, ama sıkı bir denetim ve takiple kısmen satışını onaylayan da var. Bir müzeci, “Bunun adı hastayı kasaba emanet etmek” derken, bir arkeolog “Tarihi işportaya düşürür” diyor. Yasaya destek veren bir arkeolog ise Roma dönemi fabrikasyon seramiklerin satılabileceği düşüncesinde. Arkeologlar, müzeciler ve koleksiyonerler derneği başkanıyla ‘satılık tarih’ tartışmasını konuştuk.
Müzeci Şeniz Atik: KASABA HASTA EMANET ETMEK OLUR
Kazıda bulunan kırık parçaların bir kısmı tümlenir, diğer parçalar ileride çalışılmak üzere müze depolarında saklanır. Bu yönetmeliğe göre müzenin koleksiyonlarına almasına gerek görülmeyen ‘tasnif ve tescile tabi’ eserler ile yönetmelikte yeterli tanımı yapılmayan ‘etütlük eserleri’ satılabilecek. Bu haliyle sadece kaçakçılığı yasallaştırmaya yarar. Daha önce özellikle koleksiyoncular tarafından gündeme getirildiği için böylesine yoruma açık bir ince ayar neden yapılır? Koleksiyonerler açık kapı buldukları anda zorluyor. Bunu istemelerinin nedeni eserlerin yurtdışında yüksek fiyatla satışı. Koleksiyonerlerin hepsinin adamı var, kaçak kazı yapıp getiriyor. Bu yetmedi, etütlük eserleri satın alıp ne yapacaklar? Koleksiyonerler ellerindeki eserleri bir ay içinde bildirip kaydetmek zorunda. Elinde 3 bin eser var, sadece 80 eser kayıtlı, baskın olunca; yeni aldım, kaydedecektim diyor. Bazıları kayıp ya da çalındı diyor. Bu açık kapının kapatılması için yönetmeliğin değişmesi şart. Arkeoloji bir bilim, tutup bir kasaba doktorluk yaptırır mısınız? Onların yeri müzeler, toplumun ortak malı onlar.
Prof.Dr. Haluk Abbasoğlu (İ.Ü. Klasik Arkeoloji eski Bölüm Başkanı): ASLA SATILAMAZ, KOLEKSİYONERLER DEPO İÇİN BAĞIŞ YAPSIN
Nitelemeler çok göreceli. Eserler ‘etütlük’ kelimesinden de anlaşılacağı gibi bilimsel çalışmalar için çok değerli. Ufak bir çömlek parçası veya kondisyonu bozuk zor tanımlanan bir sikke çok önemli bilimsel sonuçlara ulaşmayı sağlar. Bugüne dek etütlük olarak ayrılan kültür varlıkları pek çok yüksek lisans, doktora tezi ve makalenin konusuydu. Hiçbir şekilde satılmamalı ve müzelerden başka yerde korunmamalı. Değişiklik müze depolarının kapasitesinin yeterli olmamasından kaynaklanmış olabilir. Bu vesileyle koleksiyonerlerin müzelerdeki depolama koşullarını bağışlarıyla iyileştirmeye davet ediyorum.
Yrd.Doç. Ahmet Yaraş (Trakya Üniversitesi Arkeoloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi): DEVLET HAFİYELİK YAPMAK ZORUNDA KALIR
Ören yerinden herhangi bir malzemenin değişik nedenlerle müze tarafından etütlük değerde bulunup satılması veya başka bir yere gönderilmesi, konteksi bozması açısından büyük handikap olur. Örneğin bir seramik, cam, hatta heykel grubu bir kazıda parçalar halinde bulunabilir. Klasik kazıda, açmalarda (sondaj) bulunan bir heykel parçası, 3-4 yıl sonra başka açmada bulunabilir. En son ‘Yorgun Herakles’ heykeli buna somut bir örnek. Satış sonrası eserin kimlerin özel koleksiyonuna gittiğini bulmak hafiyelik gerektirecek.
Doç.Dr. Aslı Erim Özdoğan (Çanakkale 18 Mart Üni. Arkeoloji Ana Bilim Dalı Başkanı): ETÜTLÜK ESERE İŞPORTA MALI GİBİ BAKILIYOR
Bilimsel kazılarla çıkarılan her nesne kendi içinde değer taşır. Çanak parçasından alınan örnekle dünyanın en eski şarap üretimini öğrenmek mümkün olur. Yeni yönetmelik, ‘etütlük’ nesneleri 2. sınıf görüyor, kültür varlığı niteliğinden, işporta malı niteliğine indirgiyor. Halbuki bir kazıdan çıkartılan her nesne o kültürün bütününün bir parçası. Müzede korunmasını garanti ettiğimiz parçayı üç gün sonra herhangi bir özel koleksiyonda mı arayacağız? Eski eserlerin ulusal ve uluslararası kültür mirasının bir parçası olduğunun bilincinde olmayan çok kişi var maalesef. Bunun için teşhirlik/müzelikler dışındakilerin değeri yok. Yurtdışına götürülmüş eski eserlerimizi alma haklığımızı yitirmemize yol açar, kendi eserlerimizi piyasa açmamız eski eser kaçakçılığına yasal kılıf bulmakla eş değer. Kesinlikle bu maddenin kaldırılıp, yönetmeliğin çağdaş kültür mirası ve uluslararası sözleşme yükümlülüklerine göre baştan ele alınması gerek.
Yrd.Doç. Semih Güneri (Dokuz Eylül Üni. Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi): MÜZELER ANTİKA PAZARLAYAN TİCARETHANE DEĞİL
Müzecilik alanında ciddi birikim ve deneyime sahip Çin, Rusya vb. gelişmiş Asya ülkelerinde ciddi yasal düzenlemeler var. Buluntuların etütlük olup olmadığını müze uzmanları belirler ve etütlük eserlerin de sergilemelik eserler gibi mutlaka geçici envanter kayıtları yapılır. Bu eserler, çalışmak isteyen akademisyenlerin üzerine en çok 3 yıllık bir sözleşmeyle zimmetlenir, gerekirse bu süre 3’er yıl uzatılır. Bilimsel çalışmaları tamamlanınca müzede tutulur veya belli koşullarda yok edilir ama asla satılmaz. Müzeler eski eseri sadece korumak ve sergilemek için kurulmuş güvenli alanlardır. Her ne şekilde olursa olsun, müzelere antika pazarlayan ticarethane niteliği kazandırılması doğru değil. Düzenleme, eski eser alım-satımını yasal çerçevede gerçekleştirme emeline uygun zemin hazırlar.
Prof.Dr. Levent Zoroğlu (Konya Selçuk Üni. Arkeoloi Ana Bilim Dalı): FABRİKASYONSA SATILABİLİR
Burada kastedilen taşınır kültür varlıkları, özellikle etnoğrafik malzemenin satışının yapılmasıdır ki, bunda bir sakınca görmüyorum. Özgün ve özelliği olan arkeolojik eserlerin bu yönetmelik çerçevesinde satışının mümkün olabileceğini sanmıyorum. Buna karşılık, örneğin Helenistik ve Roma çağında fabrikasyon olarak üretilen bazı seramik guruplarının, koşulları iyi belirlendikten sonra satılabilir. Dürüst koleksiyonculuk desteklenmeli, teşvik edilmeli. Etüdlük ya da envanterlik, devlet müzelerinin yanında özel müzeler ve koleksiyonerler olduğunda daha çok eser yurtiçinde kalabilir. Eserlerin ille devlet müzesinde sergilenmesi dönemi artık geride kaldı. Bu yüzden bana kalırsa devlet müzeleri de bu tür özel müzelerle yarışabilmeli. Burada önemli bir nokta, bu yönetmeliğin kaçak kazıları teşvik edecek bir araç olmaması. Bunun için de dürüst koleksiyonerler kendilerine getirilen menşei belirsiz arkeolojik malzemeyi almayarak, önce müzelere intikal ettirmeli.
Haluk Perk (KOLDER Başkanı): KOLEKSİYONCUYA SUÇLU MUAMELESİ YAPILIYOR, HEYECAN KALMADI
Devletin bırakın kendi adına kaydettiği eseri satmayı, almadığı, başkasına ait eseri satması devlet olma sıfatıyla bağdaşmaz. Diğer ülkelerde koleksiyonculara çok değer veriliyor. Büyük müzelerin oluşmasında onların payı var. Bağışladıkları eserler için özel bölümler yapılıp isimleri veriliyor. Bizde koleksiyoncuya suçlu, kaçakçı muamelesi yapılıyor. Halbuki koleksiyoncu tarafından envanter defterine kaydedilen eserin maddi değeri çok düşer. Bir eserin kaydı da, korunması da maddi külfet. Koleksiyoncular eserleri satabildiklerinde sattıklarının yarısını geri alamaz. Yanlış uygulamalar sebebiyle koleksiyonculuk heyecanı kalmadı. Şu anda arkeolojik eser koleksiyoncuları gördükleri baskı sebebiyle koleksiyonlarını dondurmuş ve elden çıkartma gayreti içersinde.
Hürriyet, Haber Ali Dağlar, 22.04.2012
|
DİZİ İÇİN TARİHİ EVİ TARİHE GÖMDÜLER

Diyarbakır’da ‘Ayrılık
Olmasaydı’nın çekimlerinini gerçekleştirildiği
etnografik müze özelliği taşıyan Esma Ocak Evi
‘Apocu Gençlik İnisiyatifi’ adlı bir grup tarafından
basıldı.
Grubun ‘Molotof Kokteylli’ ve ses bombalı
saldırısının uğrayan ev hasar görmüştü. Esma Ocak
Evi iddiaya göre ikinci bir darbeyi de İstanbul Mas
Medya (İMM) isimli yapım şirketinden aldı. 2011’de
yaşamını yitiren Diyarbakırlı yazar Esma Ocak’ın
adını taşıyan ve 1996’dan beri müze olarak
kullanılan evde yapılan çekimlerde iddiaya göre
tarihi yapının orijinal dokusu zarar gördü. Evden
çıkarılan dizi ekibi çekimleri Cahit Sıtkı Tarancı
Müzesi’nde devam ederken, Perran Toksöz yapım
şirketi hakkında şikayetçi oldu.
Diyarbakır 3. Sulh Hukuk Mahkemesi, Esma Ocak Müze
Evi’ndeki tahribatı tespit için Sanat Tarihçisi
Zafer Han ve mimar Fatma Meral Halifeoğlu’yu
bilirkişi olarak görevlendirdi. Geçtiğimiz ay tarihi
Sur İlçesi'nde bulanan müzede inceleme yapan Fatma
Meral Halifeoğlu raporunda, evde tahribat olduğuna
yer verdi. Zararı 27 bin 500 TL olarak belirleyen
uzman ekip evin daha önce çekilmiş fotoğraflarını ve
tahrip edilmiş fotoğrafları da dosyaya ekleyerek
tarihi bir yapıya zararın daha çom manevi olduğunu
belirtti. Film ekibi hakkında tazminat davası açan
yazar Esma Ocak’ın kızı Prof.Dr. Perran Toksöz,
“Annem evi harap vaziyette alıp, yaşanacak hale
getirdi. Annemin en büyük arzusu Diyarbakır’ın
kültürünü tanıtmaktı. Bizde bu isteğini yerine
getirmek için dizi ekibinden gelen teklifi hiçbir
ücret almadan kabul ettik. Ancak çekimler sırasında
evin orijinaline büyük zarar verildi. İnsan
düşmanına bile bunu yapmaz “ dedi.
Vatan, Haber: Arif Taşkın, 22.04.2012
|
NUH'UN GEMİSİ CUDİ'DE

Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç.Dr. Bünyamin
Açıkalın, tefsir kaynaklarında Hazreti Nuh'un
gemisinin karaya oturduğu yer olarak öncelikle Cudi
Dağı'nın işaret edildiğini söyledi.
Hazreti Nuh'un gemisinin büyük tufandan sonra Cudi
Dağı'na mı yoksa Ağrı Dağı'na mı oturduğu yönünde
araştırmalar sürerken Doç.Dr. Açıkalın, hazırladığı
"Tefsir Literatüründe Nuh Aleyhisselam Kıssası" adlı
araştırmasında, Cudi Dağı'nın coğrafi yapısının
geminin oturmasına müsait olduğuna, Kur'an-ı
Kerim'de belirtilen yerin de Cudi Dağı olma
ihtimalinin yüksek olduğuna yer verdi.
Açıkalın, Nuh Tufanı ile ilgili araştırmalarına
ilişkin yaptığı açıklamada, hem ilk dönem hem de
çağdaş tefsirleri incelediğini, hepsinde de geminin
karaya oturduğu yerin Cudi Dağı'nı işaret ettiğini
belirtti.
Kur'an-ı Kerim'deki ayetlerde "gemi oturdu"
ifadesinin yer aldığını, bu ayetlerin tefsirlerinin
çoğunda İbni Ömer Ceziresi denilen bölgede bulunan
Cudi Dağı'nın işaret edildiğini ifade eden Açıkalın,
şöyle dedi: "Kur'an-ı Kerim'de geminin oturduğu yer
Cudi, Tevrat'ta ise Ararat dağı olarak geçiyor.
Günümüzde de Ararat dağı Ağrı olarak meşhur olmuş,
ama eski dönemlerde coğrafi isimlendirmeler
günümüzdeki gibi olmayabilir. Tefsirlerden birinde
'Ararat' denilen yer, eskiden Şırnak ve çevresini de
içine alan geniş bir Urartu Uygarlığı'nın sınırları
içerisindeydi. Tevrat'ta geçen 'Ararat dağına
oturdu' ifadesi bu nedenle Cudi Dağı'nı da içine
alan bir coğrafya olabilir.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nca yayımlanan ve büyük
bir emeğin mahsulü olan 'Kur'an Yolu' tefsirinde de
geminin karaya oturduğu yer olarak Cudi Dağı işaret
edilerek, 'Şırnak'ın Cizre İlçesi'ne 17 kilometre
mesafede bulunan Cudi Dağı'dır' ifadesi yer alır.
Yine Diyanet İşleri Başkanlığı'nca yayımlanan İslam
Ansiklopedisi'nde de olayın Cudi Dağı'nda geçtiğine
dair bilgi var. Olay çok eski tarihlerde olduğu için
hiç kimse bu konuda, kesinlikle 'bu budur'
diyemiyor. Ancak tefsir kaynakları bunu doğruluyor.
Tefsir literatürü kaynaklarında Nuh'un gemisinin
karaya oturduğu yer olarak öncelikle Cudi Dağı
işaret ediliyor. İlmi hakikatlerin değişmediği gibi,
tefsirlerde öncelikle Cudi Dağı'nın işaret edilmesi
hakikatini de kimse değiştiremez." -"Delil"
denilebilecek emareler- Açıkalın, tefsirlerde en
kuvvetli görüşlerin öncelikle zikredildiğini,
sonrasında ise ilk görüşten sonra en kuvvetli
görülen görüşe, "şöyle rivayetler de vardır", "şöyle
de denilir" gibi ifadelerle yer verildiğini
belirterek, tefsir kaynaklarında başlangıçta Cudi
Dağı'ndan bahsedilse de ikinci üçüncü rivayetlerde
başka seçeneklerden de söz edilebildiğine değindi.
Ancak Kur'an-ı Kerim'de delil denilebilecek emareler
bulunduğuna dikkati çeken Açıkalın, "Mesela hazreti
Nuh, geminin karaya oturmasından önce duasında,
'Yarabbi beni bereketli topraklara indir' demiş.
Allahuteala'nın da Nuh peygamberin duasını kabul
ederek gemiyi toprakları bereketli bir yere
indirmesi beklenir. Cudi Dağı'nın tarıma ve
hayvancılığa elverişli olması 'bereketli yere indir'
kavramı ile örtüşüyor. 'Cudi'nin kelime anlamı
incelendiğinde bereket manası bulunuyor. Tefsirlerde
anlatıldığına göre, hazreti Nuh ile gemiden 80 kişi
kurtuldu. Dolayısıyla Cudi Dağı'ndaki Heştan Köyü de
tefsirdeki bilgilerle örtüşüyor" diye konuştu.
Kur'an ve Tevrat'taki bilgiler
Doç.Dr. Açıkalın, Kur'an ve Tevrat'ta
geminin indiği yer isminin farklı geçmesi nedeniyle
soru işaretleri oluştuğunu ancak amaçlarının
Kur'an-ı Kerim'de yer alan bilgileri söylemek
olduğunu vurgulayarak şunları söyledi:
"Çağdaş müfessirlerden Süleyman Ateş de Kur'an-ı
Kerim'in Medine'de peygamber efendimizin olduğu
dönemde indiğini, o dönemde de Medine'de Yahudilerin
elinde Tevrat metinleri bulunduğunu hatırlatarak,
'eğer Tevrat'ta 'Ararat' yazıyor olsaydı, Yahudiler
peygamber efendimize itiraz eder, (sizin Kuran'ınız
doğru söylemiyor, bizim elimizdeki Tevrat
metinlerinde Nuh'un gemisinin Ararat'a oturduğu
yazıyor) derlerdi' diye düşüncesini açıklıyor. Bu
açıdan bakıldığında Kur'an-ı Kerim ile Tevrat'ın
birbiri ile örtüştüğünü de söyleyebiliriz."
-"Geminin oturduğu yerin ziyarete açılması Allah'ın
emridir"- Açıkalın, tefsirlerde hazreti Nuh'un
tufandan önceki ve sonraki hayatı ile ilgili de
bilgi verildiğini, Kur'an-ı Kerim'deki bir ayette
"Biz Nuh'un gemisini geride kalanlar için bir delil
olarak terk ettik" şeklinde ifadenin yer aldığını
söyledi. Bu ayetin tefsirinde bazı sahabelerin, 'biz
gittik, o geminin kalıntılarını gördük' ifadelerinin
yer aldığını anlatan Açıkalın, şöyle konuştu:
"Geminin oturduğu yerin ziyarete açılması Allah'ın
emridir. O geminin kalıntıları varsa açığa
çıkarılması ve geride kalanların ibret alıp Allah'ın
büyüklüğünü anlamaları için oranın ziyarete açılması
gerektiğine dair tefsir kaynakları var. Allahuteala,
'Biz Nuh Aleyhisselamın gemisinin kalıntılarını
geride kalanlar için bizi gösteren bir işaret olarak
bıraktık' diye buyuruyor. Bu ifade ile Allah oranın
gezilip görülmesini tavsiye ediyor. Bu tavsiye
aslında Allahuteala'nın dolaylı da olsa bir emridir"
dedi.
Sabah, 22.04.2012
|
TARİHİ BİNANIN ÇATISI KISA YAPILDI
Yalova'da aslına uygun olarak yeniden yaptırılan binanın çatısını oluşturan tahtalar kısa çıkınca açılış 2 ay ertelendi.
Yalova'da 1968 yılında yıkılan tarihi hükümet konağının yerine Kent Müzesi olması için aslına uygun yeni bir bina yapıldı.
Valilik ve Belediye tarafından yaptırılan ve 23 Nisan'da açılışı yapılması beklenen binanın üst cephe bölümünü kaplayan tahtalarda sorun çıktı.
Orijinal halinde binanın üst cephe bölümünü kaplayan tahtaların 14 santimetre genişliğinde olduğu buna karşın, şu anda kaplanan tahtaların 11 santimetre olduğu belirlendi. Kocaeli Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından onay verilmedi.
Kurulun kararı sonrası üst cephe kaplamalarının yeniden yapılacağı ve bunun da yaklaşık 2 ay süreceği belirtilirken, bu nedenle yeni açılış tarihi olarak 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı belirlendiği kaydedildi.
Yalova Kent Haber, 22.04.2012
|
 |
CİHAN MİMARİ SİNAN'IN MUHTEŞEM ESERİ
Azapkapı Sokollu Mehmet Paşa Camisi 2 milyon 515 bin
TL bedelle restore ettiriliyor. İstanbul İl Özel
İdaresi tarafından yaptırılan restorasyon
çalışmalarının Ekim 2012’de bitirilmesi
hedefleniyor.
Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa
tarafından 1578 yılında Mimar Sinan’a yaptırılan
Azapkapı Sokollu Mehmet Paşa Camisi, İstanbul İl
Özel İdaresi’nce restore ediliyor. Rölöve,
restitüsyon, restorasyon projeleri 2008 yılında
Bölge Koruma Kurulu’nda onaylanan caminin
restorasyon uygulaması İstanbul İl Özel İdaresi ve
Vakıflar II. Bölge Müdürlüğü kontrollüğünde ve
oluşturulan Bilim Kurulu rehberliğinde yürütülecek.
Restorasyon kapsamında taş hasarlarının onarılması,
yüzey temizliği yapılması, ahşap kapı ve kapakların
restore edilmesi, kurşunların yenilenmesi, çimento
esaslı harçların temizlenmesi, çatlakların onarımı,
çürüyen ahşap pencerelerin değiştirilmesi, minare
şerefesi altındaki taş bozulmalarının giderilmesi
gibi müdahaleler yapılacak. Caminin etrafında
yükselen zemin seviyesinin özgün durumuna
getirilmesi, statik ve zemin analizleri, çatlak ve
kot ölçümleri yapılarak güçlendirme ihtiyacı olup
olmadığı da tespit edilecek. Ayrıca minare altındaki
çeşmenin onarılması çalışmaları da yapılacak.
Türkiye Gazetesi, 21.04.2012
|
UNESCO'DAN TARİHİ ESERLER İÇİN DESTEK
Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay, UNESCO Genel Direktörü Irina Bokova
ile bir araya geldi. Türkiye'den farklı yollarla
yurtdışına çıkarılan tarihi eserlerin geri alınması
için sürdürdükleri mücadeleyi değerlendiren Günay
"Bugün bir müjde olarak son haberi verebilirim. 12
alanımız daha dünya mirası aday listesinde. 2007
sonunda 18 olan dünya mirası aday listesindeki
alanımız bugün itibariyle 38 oldu" dedi. Günay'ın
ardından bir konuşma yapan UNESCO Genel Direktörü
Irina Bokova da, Türkiye'nin tarihi eserlerin iadesi
konusundaki hassasiyetine destek verdi.
Sabah, Haber: Mustafa Kaya, 21.04.2012
|
TAŞ ESERLER TAŞINIYOR

Tokat Müzesi’nin
bahçesinde bulunan tonlarca ağırlıktaki binlerce
yıllık taş eserler yeni müze binasına taşınıyor.
Gaziosmanpaşa Bulvarı
üzerinde 86 yıldır Tarihi Gökmederese'de faaliyet
gösteren Tokat Müzesi, Sulu Sokak Çarşısı'ndaki
tarihi Arastalı Bedesten'e taşınıyor.
Sıkı güvenlik önlemleri
altına yapılan sikke, süs eşyası ve altınların
taşınmasının ardından Gök Medrese’nin dış bahçe ve
iç bahçesinde yer alan çok sayıdaki steller,
kitabeler, çeşitli İslami dönemlere ait mezar
taşları, kabartma bezemeli taş eserlerin taşınması
işlemi başlatıldı.
Roma, Bizans, Anadolu
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait tonlarca
ağırlıktaki taş eserleri taşıyan ekip ise zor anlar
yaşadı. Vinç yardımı ile kamyona yüklenen taş
eserler, Arastalı Bedesten’de teşhir edileceği yeni
mekana götürüldü. Tokat Müze Müdür Vekili Halis
Şahin, çalışmaların yüklenici firma marifeti ile
yapıldığını söyledi.
Taşıma işlemlerinin
Çorum, Amasya Müze Müdürleri ile uzmanların yanı
sıra İstanbul Restorasyon ve Konservasyon Merkez
Laboratuar’ından gelen uzman nezaretinde
yürütüldüğünü belirten Şahin, yeni müzenin teşhir
tanzim yönünden dikkat çekici olduğunu söyledi.
Türkiye’de ilk defa
Tokat Müzesi’nde otomatik olarak vitrinin kumanda
ile açılması sisteminin uygulandığına dikkat çeken
Şahin, müzenin kısa sürede açılması için
çalışmaların yoğun olarak devam ettiğini sözlerine
ekledi.
Tokat Kent Haber,
21.04.2012
|
LİSTEDE ONİKİ YENİ ADAY VAR

Özel bir üniversitenin davetlisi olarak
İstanbul'da bulunan UNESCO Genel Direktörü Irina
Bokova'yla Feriye Lokantası’nda bir araya gelen
Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay, UNESCO'nun Dünya Kültür Mirası
aday listesine
Türkiye'den 12 yeni merkezin girdiğini söyledi.
2007 yılında
Türkiye'nin 9 kültür mirası alanının UNESCO'nun
Dünya Kültür Mirası listesinde yer aldığını, 18
merkezin de aday listesinde bulunduğunu hatırlatan
Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay, son olarak Edirne Selimiye
Camisi’nin kalıcı listeye girerek UNESCO Dünya
Kültür Mirası listesinde
Türkiye'den bulunan yerlerin sayısının 10'a
çıktığını söyledi. Günay aday listesi sayısının da
aynı dönemde 26 olduğunu belirterek, aday listesine
Türkiye'den 12 merkezin daha girdiği müjdesini
verdi.
İşte Bakan Günay'ın açıkladığı merkezler:
- Kütahya Aizonai Antik Kenti
- Kars Ani Ören Yeri
- Muğla Milas Beçin Kalesi ve Menteşoğulları Beyliği
Ortaçağ Kenti
-
İzmir Birgi Tarihi Kenti
-
Ankara Gordiyon Tarihi Kenti Yerleşimi
- Nevşehir Hacı Bektaş Veli Külliyesi
- Muğla Hekatomnos Kahli ve Çevresi,
- Niğde Kalesi ve Tarihi Kent Merkezi,
-
Mersin Mamure Kalesi,
- Eskişehir Odun Pazarı Tarihi Kent Merkezi,
-
Gaziantep Yesemek Taş Ocağı ve Antik Heykel
Atölyesi,
-
Gaziantep Zeugma Arkelojik Sit Merkezi
Radikal, 20.04.2012
******
GAZİANTEP'E BÜYÜK MÜJDE
Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı
Asım Güzelbey, Gaziantep'in ''UNESCO'nun Dünya Kültür
Mirası Aday Listesi''ne girdiğini bildirdi.
Güzelbey, belediye encümen salonunda düzenlenen
basın toplantısında, UNESCO'nun internet sitesinde
''2012 yılı UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi''nin
açıklandığını belirterek, listeye
Gaziantep'ten ''Yesemek Açık Hava Müzesi
ve Zeugma ören yeri''nin girdiğini ifade etti.
Bugüne kadar Türkiye'den 38 yerin ''UNESCO'nun Dünya
Kültür Mirası Listesi''ne girmeyi başardığını
belirten Güzelbey, listedeki iki noktanın
Gaziantep'e ait olmasının kendilerini
mutlu ettiğini dile getirdi.
Güzelbey, ''Yıllardan beri Gaziantep'in dünyanın en eski yerleşim
yerlerinden biri olduğunu ve sadece lahmacun ve
kebapla anılan bir şehir olmamamız gerektiğini
söylüyoruz. Kültürel mirasımızla ön plana çıkmamız
gerektiğini dile getiriyoruz.
Gaziantep Büyükşehir Belediyesi olarak 2
yıldan beri UNESCO Listesi'ne girmek için büyük
çalışmalar yaptık. Yıllardır lahmacun ve kebapla
anılan şehrimizin bundan sonra UNESCO Dünya Kültür
Mirası ile anılacak olması bizi çok mutlu etti''
diye konuştu.
Güzelbey, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi'ne
girerek çağ atladıklarını ifade ederek, ''5 yıl önce
Gaziantep'in UNESCO Dünya Kültür Mirası
Listesi'nde yer alacağını söyleseydik, kimse
inanmazdı. 2 yıl süren yoğun çalışmalar sonunda
hedefimize ulaştık'' dedi.
Listede Gaziantep'le birlikte Türkiye'den 12
alanın daha listeye girdiğini bildiren Güzelbey,
şunları kaydetti:
''Hacıbektaş, Mahmure Kalesi, Yesemek, Zeugma, Niğde
Kalesi bu sene listeye girdi. Belediye olarak bu
konuyu önemle temsil eden ender kurumlardan biriyiz.
UNESCO Listesinde yer almak şehrimiz için çağ
atlamadır, artık Gaziantep
UNESCO'nun Listesi'nde yer alan bir şehirdir. Bundan
sonra birçok fonların buraya gelmesi daha kolay
olacak. Ekonomik olarak bize büyük bir katkısı
olacak, bir prestij olarak UNESCO Listesi'nde yer
alan bir kent olacağız.''
Güzelbey, çalışmalarında kendilerine destek veren
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin,
Gaziantep Valisi
Erdal Ata ve ÇEKÜL Vakfı Başkanı Prof.Dr. Metin
Sözen, Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkilileri ile
listeye giren kazı başkanlarına teşekkür etti.
Zeugma Kazı Başkanı Prof.Dr. Kutalmış Görkay da
''Bu bir ekip işi, medeniyetler beşiği
Gaziantep'te el ele
verince böylesine güzel sonuçlar ortaya çıkıyor.
Emeği geçen herkese teşekkür ediyorum'' dedi.
Habertürk, 20.04.2012
|
GOYA'NIN GARİP VE KARANLIK DÜNYASI

Birdirbir ya da Sokakgezen Oynayan Çocuklar
‘Modernlerin ilki, büyük ustaların sonuncusu”... 1746 - 1828 arasında yaşayan İspanyol ressam Francisco de Goya y Lucientes’e
dair kaynaklarda en çok rastlanan ibare bu. Saray
ressamlığından bilinçli bir deliliğe giden yolda bir
taraftan zamanının ruhuna ayna tutup onu aşmanın
yollarını arayarak, diğer taraftan insanoğlunun
karanlık tarafına yönelerek avangard sanatın öncüsü
olan Goya’nın çalışmaları, ilk defa geniş kapsamlı
bir sergiyle
Türkiye’ye geliyor.
Bugün Pera Müzesi’nde açılan
‘Goya: Zamanın Tanığı’ sergisi, Marisa Oropesa ve
Maria Toral’ın küratörlüğünde ressamın, sanat
tarihinde avangarda ilk kapıyı açtığı Kapriçyolar
dahil önemli gravür serilerini ve aralarında
asilzadelerin portrelerinin bulunduğu yağlıboya
tablolarını bir araya getiriyor. 29 Temmuz’a kadar
devam edecek serginin amacı, Goya’nın sanatsal
yolunun izlerini sürmek, kendisine kadar gelen resim
geleneğini özümseyip onu yeni bir rotaya yönelten
ressamın külliyatına kapsamlı bir bakış sunabilmek.
Bu bakışı mümkün kılacak eserleri birinci gözden
görebilecek olmak şimdiden heyecanlara vesile.
Goya’nın kraliyet ailesinden IV. Carlos’u ve Maria
Luisa de Parma’nın ifadelerini çığır açıcı bir
gerçekçilikle resimleyerek saray ressamlığından
beklentilerin altını oyduğu kraliyet portreleri,
ressamın saray başressamlığı dönemini örnekleyen
işler.
Ayşegül Sönmez’den aktaralım, ressamın yakın
arkadaşı ve hamisi Martin Zapater’in portresiyle
kraliyet ailesi portreleri arasındaki farkı birebir
görebilecek olmak, onun gerçeklik üzerinde kendi
egemenliğini nasıl kurduğunu ve böylece sanat
tarihinin mihenk taşlarından biri olduğunu da
gösterir nitelikte.
Ancak ‘Goya: Zamanın Tanığı’ yağlıboyalarından çok,
onun sanatında yine büyük önem sahibi olan ve kendi
icadı aside batırma tekniğiyle yaptığı gravür
serilerine yer veriyor. İnsanoğluna dair
karamsarlığın cadı meclisleriyle, doğaüstü
yaratıklarla, halüsinatif canavarlarla yansıtıldığı
‘Kapriçyolar’, sanatçının gündelik bilinci deşip
evrensel ve zamanlar üstü ruh hallerine ulaştığı,
hem romantizmin hem de avangardın öncüsü sayılan bir
seri. Serginin küratörlerinden Marisa Oropesa’nın
deyişiyle ‘sanatsal coşkunun önünü açacak bir şok’
arayışının ürünü gravür serilerinden bir diğeri
‘Savaşın Felaketleri’ de Goya’yla özdeşleşmiş ikonik
manzaralar barındırıyor (Süngülü tüfekli Fransız
askerler tarafından öldürülmeyi bekleyen perişan
halde iki
İspanyol gibi). Goya’nın ‘Savaşın Felaketleri’
serisinde, sanat tarihinde bir ressam ilk defa savaş
vakanüvisliğinin ötesinde bir görev üstleniyor,
şanlı zaferleri değil; dehşeti ve mağlubiyeti
resmediyor. Tam olarak ne zaman çizildiği bilinmeyen
ve ressamın kendi boğa güreşi tutkusundan beslenen
‘Boğa Güreşi’ ve hakkında sayısız yorumlar yapılan
‘Zırvalar ya da Atasözleri’ serileri, sanat
tarihinde mihenk taşı konumu belirginse de o
mihenkten sonra gelenlere etkisi bakımından halen
zengin bir maden sunan Goya’nın gizemini daha da
pekiştirecek eserler.
1746’da Zaragoza’da tezhipçi Jose Goya’yla Gracia
Lucientes’in oğlu olarak doğan Goya’nın tarihin
dönüştüğü 18. yüzyılda yolunu açtığı anlam dünyası
bugün de bir şekilde güncelliğini korumaya devam
ediyor.
Goya’nın, savaş travmaları ve sağırlığından kaynaklı
içebakışının da etkisiyle sanat tarihinde açtığı
çatallı yol, akademik sanat tarihinden kopuşu,
sanatçının dünyayla ilişkisine getirdiği yenilik,
yeni bir dönemin habercisi. Pera’daki ‘Zamanın
Tanığı’ sergisi de bu miladı kapsamlı bir seçki
rehberliğinde görme fırsatı sunuyor.
Radikal, Haber: Erman Ata Uncu, 20.04.2012
|
SİT ALANINA İNŞAAT YAPANA HAPİS CEZASI İPTAL EDİLDİ
Anayasa Mahkemesi, “Kanunda nerenin sit alanı,
neyin kültür varlığı olduğu belirsiz” diyerek 2863
sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma
Yasası’nda yer alan hapis cezasını iptal etti.
Mahkeme, 1 yıl içinde bu konuda yeni düzenleme
yapılmasını isterken arkeoloji dünyası şokta.
Hukukçulara göre de karar, konuyla ilgili
mahkemelerin ertelenmesine ve kargaşaya neden
olacak.
Doç.Dr. Necmİ Karul (Arkeolog): Anlamak mümkün
değil. Sadece yerüstü değil tüm höyükler yeraltı
arkeolojik eserlerin tahribata açılması anlamını
taşır. Bu haber duyulmadan düzeltilmeli, aksi halde
olası tahribatların boyutlarını düşünmek bile
istemiyorum. Bunu fırsat bilenler bile olabilir.
Prof.Dr. Mehmet Özdoğan (Arkeolog): Tescilli
binaların ve sit alanlarının neresi olduğu belli.
Koruma kurulları sit alanlarını belirler. Tescilli
binaların kararını alır ve bunu tapuya işler.
Belirsiz olması mümkün değil. Ancak bilim adamı
olarak “Ben burası arkeolojik sit” derim, kurul
karar almadıkça belirsiz olur. Acıklı bir senaryo
kurmak istemiyorum. Acilen Kültür Bakanlığı önlem
almak zorundadır. Yeni bir ceza maddesi konmalıdır.
Umarım haberin kendisi hatalıdır.
İptal nereden çıktı?
Kilis 2. Asliye Ceza Mahkemesi ve Germencik Asliye
Ceza Mahkemesi, baktıkları davalarda, Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun bazı
hükümlerinin anayasaya aykırı olduğu kanısına
vararak,
Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. İki mahkemenin
başvurusunu birleştiren Yüksek Mahkeme, davayı
esastan görüştü.
Ve heyet, “Kanunda, neyin kültür varlığı, nerenin
sit alanı olduğunun belli olmadığını, bu durumda
vatandaşın da bunu bilmesinin mümkün olamayacağını”
belirterek cezalarla hükmü iptal etti, yasa
koyucunun bu belirsizlikle ilgili yeni bir düzenleme
yapmasını istedi. İptal hükmü, kararın Resmi
Gazete’de yayımlanmasından başlayarak bir yıl sonra
yürürlüğe girecek. Kanunda kültür varlıklarına zarar
veren ve sit alanlarına inşaat yapanlara 2-5 yıl
hapis cezası öngörülüyordu.
Eski
Anayasa Mahkemesi Üyesi
Prof.Dr. Ali Ülkü Azrak
da kararın ‘karışıklık’ yaratacağı görüşünü savundu.
"İki mahkeme (Kilis 2. Asliye Ceza Mahkemesi ve
Germencik Asliye Ceza Mahkemesi), bu davayı
erteleyecek ve yeni hükmün yürürlüğe girmesini
bekleyecek. Eğer iptal edilen hükümleri uygularlarsa
ileride tamir edilemez bir zarar doğacak. Bu karışık
bir durum ortaya çıkarıyor... Mahkemenin yapacağı
tek şey, davayı 1 yıl sonraya ertelemek ve tedbir
kararı almaktır.
Anayasa Mahkemesi’nin 1 yıllık bir süre
tanımaması ve hemen yürürlükten kaldıracak şekilde
iptal etmesi daha doğru olurdu. Sonuçları bakımından
yanlıştır. Bir de şu mesele var: Şimdi yürürlükten
kalktıktan sonra ne olacak? Herkes korunması gereken
varlıklar üzerine bina mı inşa edecek? Bu karar
karışıklık yaratacak."
Yasa neydi?
2863 Sayılı Yasa’nın iptal edilen (b) bendi ‘Sit
alanlarında geçiş dönemi koruma esasları ve kullanma
şartlarına, koruma amaçlı imar planlarına ve koruma
bölge kurullarınca belirlenen koruma alanlarında
öngörülen şartlara aykırı izinsiz inşai ve fiziki
müdahale yapanlar veya yaptıranların, iki yıldan beş
yıla kadar hapis ve beş bin güne kadar adli para
cezasıyla cezalandırılmasını’ öngörüyor. İptal
hükmü, kararın Resmi Gazete’de yayımlanmasından
başlayarak 1 yıl sonra yürürlüğe girecek.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 20.04.2012
|
DİYARBAKIR SURLARI İÇİN ULUSLARARASI RESTORASYON

Dicle
Üniversitesi Kongre Merkezi'nde düzenlenen
'Uluslararası Diyarbakır Surları Sempozyumu',
dün gerçekleştirildi. Sempozyumun açılışında konuşan
Diyarbakır Valisi Mustafa Toprak,
Diyarbakır Surları'nın tam olarak ne zaman ve kimler
tarafından yapıldığının bilinmediğini, üzerinde,
kentte yaşamış bütün medeniyetlerin imzasını
taşıdığını anımsatarak, gelip geçen her medeniyetin
kendinden bir iz bıraktığını kaydetti. Vali Toprak,
göçün iyi bir şekilde yönlendirilemediğini
belirterek, ''Göçleri yönetemeyen bir toplumun
şüphesiz ki onun doğuracağı sonuçlara da katlanması
kaçınılmazdır. Maalesef surlarımız da bundan
nasibini almış, çarpık kentleşme neticesinde
görselliğini kısmen kaybetmiştir'' dedi.
Diyarbakır Surları'nın yeniden görkemli günlerine
geri dönmesi için önemli çalışmalar başlatıldığını
anımsatan Toprak, başta Cumhurbaşkanı Gül ve Kültür
Bakanlığı katkılarıyla yürütülen çalışmaların yavaş
yavaş yerel yönetimlerin de katkısıyla meyvelerini
vermeye başladığını dile getirdi. Vali Mustafa
Toprak, uygulanan projeler sayesinde Diyarbakır'ın
bir turizm şantiyesine dönüştüğünü ve yapılan
işlerin tamamlanmasıyla kentin adeta bir müze şehri
olma statüsüne kavuşacağını belirterek, DÜ
tarafından düzenlenen birçok etkinlik sayesinde kent
ve özellikle surlara dair önemli bir farkındalık
oluştuğunu bildirdi.
Büyükşehir Belediye
Başkanı Osman Baydemir: Çok şükür bugün
Diyarbakır'da 1930'ların algısı yok
Büyükşehir Belediye Başkanı
Osman Baydemir
de, Diyarbakır surlarının her şeyden önce bir
korunma bendi değil, bir medeniyet yarattığını ancak
bu medeniyetin sur içerisinde koruduğu insanlar
tarafından zarar gördüğünü söyledi. ''Nasıl bir
paradoks- siz medeniyeti, insanları, insanlığı
koruyorsunuz ama bir müddet sonra koruduklarınız
size zarar veriyor'' diyen Baydemir, şöyle devam
etti:
''1930'larda sur, burçlar yıkılmaya çalışılıyor.
Neden- Diyarbakır hava alsın diye. Fransız Albert
Gabriel'i burada anmak istiyorum. Onun girişimleri
ile Ankara'dan bu yıkım işleri durduruluyor. İşte
perspektif ve işte vizyon. Neyi niçin yaptığımızı
bilebilmek. Sadece bugünü değil, yüzyıl sonrasını
zikredebilmek, fikriyatını kurabilmek. Bunun için
çok önemli bir noktadır vizyon dediğimiz mesele. Çok
şükür bugün Diyarbakır'da 1930'ların algısı yok.
Vilayeti, belediyeleri, üniversitesi, STK'ları ve
halkı ile birlikte bunun önemine, bunun değerine
vakıf durumda.
Bundan sonra sonra yapılması gereken bu ortak
akılla, ortak eyleme geçebilmektir. Bana göre artık
bu sempozyum eylemi başlatmaktır.''
Baydemir, Dağkapı Meydanı, Gazi Caddesi, Yeni Kapı
Sokak, Melikahmet Caddesi ve Mardin Kapı'da, Surp
Giragos Kilisesi'nin onarımı, Cemil Paşa Konağı ile
İzzet Paşa Caddesi'nde restorasyon ve çalışmalar
yaptıklarını anlattı. Bugün, dünden çok daha ileri
bir mesafede olduklarına dikkati çeken Baydemir,
sözlerini şöyle sürdürdü:
''1990'lardaki yoğun göçte insanlar yerlerini terk
ettiler. Sadece sonuca bakarsanız mekanik akıl
yanlışa sevk edebilir. Neden ve sonucu birlikte yani
vicdan ve aklı ortaklaştırarak, yaklaşım
geliştirmeliyiz. Bu insanlar gelip surlara
sığındılar. Bin, 2 bin yıl önce, 4 bin yıl önce
insanlığın yaptığını yaptılar. Kendilerini güvenliğe
almak istediler onun için sırtlarını sura verdiler.
Orada barakalar yaptılar ve bir müddet yaşamlarını
öyle idame ettirdiler. Bir kez daha mağdur etmeden o
barakaları başlarına yıkmadan alternatifler üretme
çabası içerisindeyiz. Ortak akıl ve ortak çabayla şu
anda yapıların yüzde 50'si yıkıldı, kamulaştırma
oranı yaklaşık yüzde 70'e ulaştı. 6 ay daha devam
edebilir ama kimsenin kafası kırılmadan, burnu
kanamadan o bölgenin tamamı boşaltılacak.
Dolayısıyla üretiğimiz bütün politikalarda,
insan-mekan, mekan-insan ikilisini ve ilişkisini
asla birbirinden ayrık ele alamayız.''
ÇEKÜL Vakfı Başkanı
Prof.Dr. Metin Sözen: Düşmanı yıldıran surları biraz
halletmiş gözüküyoruz
Sempozyumda konuşan ÇEKÜL Vakfı Başkanı
Prof.Dr. Metin Sözen ise toplumsal tarih
ve ilişkilere bakmadan onun ucundaki sonuçlara
bakmanın kendilerini sağlıklı bir yere
götüremeyeceğinin altını çizdi. Prof.Dr. Sözen,
şunları söyledi:
''Tarihsel
bilinç konusunda dünyadaki ve bizdeki zamanla
gelişmenin, teknolojik, bilimsel büyümenin,
toprakların, aklın ve kültürel mirasın da birlikte
büyümesi anlamına gelmediğini gördük. Bu değerler
farklı bakmamızı, farklı davranmamızı, farklı
beraberlikleri bir araya getirmemizi gerektiriyor.
Bugün toplantı konumuz bir sur değil; bir aklın,
egemenliğin, bir karşı görüşün, yan görüşün, bir
düşmanın, içindeki dostun, beraberce hayran kaldığı
insanlık tarihini, mimarlık tarihinin ve aklın
tarihinin simgelerini taşıdığı bir kültürel varlıkla
ilgili karşı karşıya geliyoruz. Burayı yaratan
insanlar zaten içindeki büyüklüğü, uygarlığı,
bilinci ve bilimi yarattıkları için bu surlar var. O
bakımdan surları yalnız ayakta tutma, geleceğe
taşıma, bir kültürel varlık, korumamız gereken
diyerek baktığınız zaman yanlış yapıyorsunuz
demektir. Savunma yapıları, iki şeyin karşılıklı
savunulduğu bir yerdir. Biri düşmanın girmemesi,
ikinci düşmanın girmesi anlamının ortasında bittiği
yerde başlayan yeni bir uygarlık, yeni bir
beraberlik, yeni bir dönüm noktasının
unsurlarıdır.''
Prof.Dr. Sözen, dünyada ve Türkiye'de uygarlık
mirasının korunması olmazsa olmaz gibi görünmesine
rağmen üçüncü bir bakış, uzmanlığın ötesine çıkan
toplumsal bir büyüklük iç içe geçmedikçe,
üniversitelerin restorasyon kürsüleri dahil bütün
bunların hepsi, Kültür Bakanlığının da bir araya
gelmesiyle kültürel mirasın korunamayacağını
savundu. Kesimleri bir araya getirmeden, toplumsal
tarihi tarafsız yazmadan, onun uygarlık ürünlerini,
onunla bağdaştırarak somut sonuç olarak
göstermedikçe tarih kitaplarının yazılamayacağını
anlatan Sözen, şöyle devam etti:
''Dünya artık uygarlık tarihini, kendi tarihini öne
çıkaran bir tarih anlayışıyla asla yazmamalıdır. AB,
birlikte olmaya çalıştığı halde hala kendine dönük
taraflarıyla öne çıkma isteğiyle birlik
olamamaktadır. Birlik olmak; uygarlık birleşmesidir,
bilinçtir, üniversitedeki çocuklarımızı geldiği gibi
gitmeyen, dünyayı açık yetiştirme eylemidir. Bu
surlar çekişmeyle, bilim insanlarının karşılıklı 300
alternatif geliştirmesiyle korunamayacaktır. Bir
noktada birleşmek, o noktanın doğrularını çek
ettikten sonra, somut örneğini de önce Diyarbakır,
Türkiye ve dünya halkına gösterdikten sonra
korunacaktır. Önce yaptığımızı kendimiz ve ülkemiz
için yapmalıyız. O yüzden Diyarbakır başta olmak
üzere, merkezi hükümet, bütün kurum ve kuruluşlar
Diyarbakır surları ve içindeki sanatsal merkezleri,
artık dünya kültürünün parçası olduğunu kanıtlayacak
bir yolun ortak paydasında buluşmak zorunda. Bu bir
bütçe ve kaynak sorunu değildir. Kaynağını kötü
kullanan çok yer olduğunu biliyorum. Biz kaynaksız,
akla dayanarak çok yer kurtardık Türkiye'de. Ama
paraları ile rezil olan kurumları da gördük.''
Prof.Dr. Sözen, Türkiye'nin dönüşüme girdiğini,
geleceğinin aydınlık ve güzel olması için kalelerin
yüzünün aydınlık, içinin temiz, içindeki
kullanıcının da o varlığa saygılı olmasını
gerektiren bir bilinç eğitimi istediğini sözlerine
ekledi.
Dicle Üniversitesi Rektörü Ayşegül
Jale
Saraç da, üniversite olarak üzerlerine
düşeni her zaman yaptıklarını kaydederek, surlarla
ve kültürel mirasla ilgili çalışmalarda destek
olduklarını söyledi. Saraç, üniversite olarak bu tür
çalışmaların artmasını umut ettiklerini, tüm
dinamiklerin Diyarbakır'daki tarih ve kültüre sahip
çıkması gerektiğini dile getirdi.
Prof.Dr. Zülküf
Güneli: Diyarbakır Suriçi dokusunun, onu çevreleyen
surlarla bir bütün olarak ele alınması gerekiyor
Dicle Üniversitesi (DÜ) Mimarlık Mühendislik
Fakültesi Dekanı
Prof.Dr. Zülküf Güneli,
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, Diyarbakır
Surları'nın korunması ve onarımını himayesine
aldıktan sonra ilk somut icraat olarak bir araya
geldiklerini belirtti. Dünya Kültür Mirası sınıfına
alınmayı hak edecek özelliklere sahip olan
Diyarbakır Surları'nın önemini ortaya çıkaracak bu
tür girişimlerin, surların yüklendiği gizem ve
mesajlarının aktarılmasına da olanak sağlayacağını
belirten Güneli, şunları söyledi:
''Antik dönemlerden beri bir çok medeniyete beşiklik
etmiş olan Diyarbakır Suriçi dokusu, onu çevreleyen
surlarla bir bütün olarak ele alınması gerekiyor.
Çünkü 5 bin yıl geçmişe sahip olan ve çeşitli
aşamalardan geçerek günümüze gelen Suriçi, eski kent
dokusunu çevreleyen muhteşem surlarla birlikte, her
dönemde dış etkenlerden korunarak bugüne kadar
gelebilmiştir. Surlar, her türlü doğa şartlarına ve
insan eliyle tahribatın acımasız etkisi altında
kalmasına rağmen, yaklaşık yüzde 70 oranında ayakta
kalmıştır.''
Necdet Sakaoğlu:
Belki Diyarbakır fetih tarihini düzeltmemiz
gerekiyor
ÇEKÜL Yüksek Danışma Kurulu Üyesi tarihçi-yazar
Necdet Sakaoğlu da, Vakidi adlı Arap tarihçisine ait
bin 200 sayfalık bir yazma eserden Diyarbakır'ın
fethini çıkardığını belirtti. Vakidi'nin 747 ile 823
yılları arasında yaşadığını ve Kitab'ül Futuh adlı
eserinde 20 sayfayı Diyarbakır'ın fethine ayırdığı
bilgisini veren Sakaoğlu, Diyarbakır'ın fethinin 639
olarak bilinmesine rağmen kitapta farklı geçtiğine
değinerek şunları söyledi:
''Kitapta Diyarbakır'ın fethi 649 olarak geçiyor.
Belki Diyarbakır fetih tarihini düzeltmemiz
gerekiyor. Kent hicretten 27 yıl sonra kuşatılmış ve
5 aylık bir kuşatma sonunda alınmış. Halit Bin
Velid'in 80 mücahitle bir su deliğinden şehre girip
içeride bir panik yaratmak suretiyle kapılardan
birini açmak ve dışardaki İyaz Bin Ganem'in süvari
ordusunu içeri alarak kentin fethini sağlamıştır.''
Prof.Dr. Canan Parla: Diyarbakır Surları'nı
anlamak ve dinlemek gerekiyor
Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi
Bölümü Öğretim Üyesi
Prof.Dr. Canan Parla
da, Diyarbakır Surları'nın gerçekten bir şeyler
söylediğini, bu nedenle anlamak ve dinlemek
gerektiğini dile getirdi.
Anlayabilmek için bugünkü verilerin ve kitabelerin
yeterli olmadığını ifade eden Parla, ilk şehrin
milattan önce 2 bin yıllarına tarihlendiğini
kaydetti. Aslında, bölgedeki yerleşim tarihinin
milattan önce 7 binli yıllara kadar gittiğini,
milattan önce 2 binli yıllarda İçkale'de Hurri
kentinin olduğunun kabul gördüğünü anlatan Parla,
''Daha sonra Diyarbakır hakkındaki bilgileri
Romalılarla öğreniyoruz. Milattan önce 69'da
Romalılar Diyarbakır'a hakim olunca, kente gelmeye
başlıyorlar'' dedi.
İstanbul Teknik Üniversitesi'nden
Prof.Dr.
Metin Ahunbay da Diyarbakır Surları'nın
erken dönemine değindi. Erken dönemin 4. yüzyıldan
6. yüzyıla kadar geçen zamanı kapsadığını ifade eden
Ahunbay, antik dönemde Diyarbakır'ın 'Amida' olarak
anıldığını söyledi.
Yapı, Fotoğraf: Meral Özdemir/AA, 20.04.2012
|
|
KAÇAK KAZIYA SUÇÜSTÜ
Burdur'a bağlı Yeşilova İlçesi'nde kaçak kazı yaparken jandarma ekipleri tarafından yakalanan 5 kişi tutuklandı.
Yeşilova İlçesi Kayadibi Köyü Karaveli Höyüğü'ndeki arkeolojik Sit alanında kaçak kazı yapılacağı ihbarını alan Burdur İl Jandarma ekipleri, H.Ş., E.A., H.İ., H.G. ve M.P. isimli şahısları gözaltına aldı.
Kazıda kullanılan 4 kürek, 2 kazma, 2 metal kova, 9 metre ip, 1 adet beş tonluk demir kriko, 5 adet demir murç, 1 çekiç ve 1 balyoz olmak üzere toplam 17 adet muhtelif kazı malzemesi ele geçirildi. Zanlılar ifadeleri alındıktan sonra Yeşilova Cumhuriyet Savcılığına sevk edildi.
Beş kişi, çıkarıldıkları mahkemece tutuklanarak Burdur E Tipi Kapalı Cezaevine gönderildi.
Burdur Kent Haber, 17.04.2012
|
TARİH GÜN IŞIĞINA
ÇIKTI

Kütahya'da, yaklaşık 3
yıl önce köylülerin ihbarıyla varlığı anlaşılan 5
bin yıllık höyükteki kurtarma kazısında, sabun taşı
ve metalden yapılmış objelerle çocuk iskeletlerine
rastlandı.
Kütahya Müze Müdürü ve
Çiledir Höyüğü Kazısı Başkanı Metin Türktüzün, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, il merkezine 28
kilometre uzaklıktaki Arslanlı Köyü yakınında
vatandaşların fark edip bildirmesinin ardından
ortaya çıkarılan Seyitömer Linyit İşletmesi (SLİ)
Müessesesi arazisindeki höyüğü kazmaya, 2009 yılının
eylül ayında başladıklarını bildirdi.
Çiledir Deresi
mevkisinde bulunmasından dolayı bu alanı ''Çiledir
Höyüğü'' diye adlandırdıklarını belirten Türktüzün,
höyüğün altındaki kömürün çıkarılabilmesi için
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve
Müzeler Genel Müdürlüğü'nün izni, Kütahya
Valiliği'nin onayıyla kurtarma kazısı yaptıklarını
söyledi.
Geçen yıl 6 Haziran-4
Aralık'ta yürüttükleri kazının, bu yıl yaz
mevsiminde devam edeceği bilgisini veren Türktüzün,
''Geçen yılki çalışmalara müze uzmanları, öğrenciler
ve SLİ Müessesesi işçileri olmak üzere yaklaşık 100
kişilik ekip katıldı. Kazının finansmanı SLİ
Müessesesi tarafından karşılandı. Kazı
çalışmalarına, Dumlupınar Üniversitesi (DPÜ) Fen
Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü ve Kırşehir Ahi
Evran Üniversitesi katkı sağladı'' dedi.
Türktüzün, höyüğün Roma
dönemi tabakalarının bir bölümünün kaldırıldığını ve
İlk Tunç Çağı tabakasında çalışma yapıldığını
anlattı.
Kazıda şimdiye kadar
önemli bulgular ele geçtiğine dikkati çeken
Türktüzün, şöyle devam etti: ''Höyüğün tespit edilen
en eski evresi, MÖ 3000-2000 yıllarına tarihlenen
İlk Tunç Çağı evresidir. Çiledir Höyüğü'ndeki İlk
Tunç Çağı mimarisi incelendiğinde birbirini takip
eden ve birbirini destekler konumda yapılmış, 3-4
metre yüksekliklere kadar korunmuş sur teras
duvarları bulunuyor. Sur teras duvarları, ortada
bulunan bir yapının etrafını yay şeklinde sarıyor.
Parçalar halinde inşa edilen duvarların temel
taşları arasında kot farkı var. Sur teras
duvarlarının kısmen çevrelediği yapının tüm
duvarları, güçlendirmek veya bilmediğimiz farklı bir
nedenden dolayı birbiri ardına örülmüş duvarlarla
çevrelenmiş. Ayrıca bu mekanın batı kesiminde mekana
bitişik inşa edilmiş bir oda yer alıyor.''
Türktüzün, kazılarda İlk
Tunç Çağı'na ait çok sayıda seramik parçası ve
dönemin özelliklerini yansıtan ana tanrıça figürleri
bulunduğunu belirtti.
Höyükte sabun taşı
işçiliği yapıldığını belirlediklerini söyleyen
Türktüzün, şunları kaydetti: ''Sabun taşı ve
metalden boncuk, piramidal şekilli objeler ve
mühürler açığa çıkarıldı. Roma dönemine ait ve
ikincil kullanım görmüş mimari yapılara da
rastlandı. Bu yapılar incelendiğinde, birbirine
bağlı odalardan oluşan bir mimari kompleks olduğu
düşünüldü. Odaların genel olarak taş döşeli olduğu
görüldü. Taş döşemelerin altında ise atık su
giderleri inşa edildiği ve bu sistemin farklı
yapılar için yapılmış atık su sistemleriyle
birleştiği saptandı. Üzerinde kazıma yazı bulunan
pişmiş toprak iki kiremit parçası ele geçti.
Bunlardan birinin üzerinde, Erken Hristiyanlık
dönemine ait 'Burada Euelpis yatıyor' yazan kitabe
var.''
Türktüzün, höyükteki
mezarlarda, 9-15 yaşlarında 4 çocuğa ait
iskeletlerin yanı sıra domuz kafatası, köpek
iskeleti, at, domuz, kemirgen hayvan ve keçi iskelet
parçaları bulunduğunu sözlerine ekledi.
Kütahya Kent Haber,
02.04.2012
|
15 - 21 Nisan 2012
|
HASANKEYF'TE ÖNCE EL
RIZK CAMİSİ'NİN MİNARESİ TAŞINACAK
Batman’ın Ilısu Baraj
gölü altında kalacak tarihi Hasankeyf İlçesi'nde
taşınacak ilk tarihi eserin El Rızk Camisi’nin iki
yollu minaresi olduğu açıklandı.
Batman
Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Abdüsselam
Uluçam, halen ibadete açık olan caminin
minaresinin taşınmasının bilimsel kurul
tarafından kararlaştırıldığını belirterek,
Zeynel Bey Türbesi’nin taşınması için ise
henüz bir kararın söz konusu olmadığını
söyledi.
Hürriyet, Haber: Arif
Arslan, 20.04.2012
|
NERESİ KÜLTÜR, NERESİ
SİT ALANI BELLİ DEĞİL
Kilis 2. Asliye Ceza
Mahkemesi ve Germencik Asliye Ceza Mahkemesi,
baktıları davalarda Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Kanunu’nun bazı hükümlerinin anayasaya aykırı
olduğu kanısına vararak, Anayasa Mahkemesi’ne
başvurdu.
Mahkeme, kanunda nerenin
sit alanı neyin
kültür varlığı olduğunun belirsizliği gerekçesiyle
kültür ve tabiat varlıklarına zarar verenler ile sit
alanlarında izinsiz inşaat yapanlara yönelik hapis
cezasını iptal etti. Mahkeme,
TBMM’den bu
konudaki belirsizliğin giderilmesini istedi.
Kanunun “cezalar” başlıklı maddesinin (a) bendi,
“Korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat
varlıklarının yıkılmasına, tahribine, yok olmasına
veya zarara uğramalarına kasten sebebiyet verenler
iki yıldan beş yıla kadar hapis ve beş bin güne
kadar adli para cezasıyla cezalandırılır. Bu
fiiller, tabiat varlığını yurtdışına kaçırmak
maksadıyla işlenmiş ise verilecek cezalar bir kat
artırılır” hükmünü içeriyor.
İptal edilen (b) bendi
“sit alanlarında geçiş dönemi koruma esasları ve
kullanma şartlarına, koruma amaçlı imar planlarına
ve koruma bölge kurullarınca belirlenen koruma
alanlarında öngörülen şartlara aykırı izinsiz inşai
ve fiziki müdahale yapanlar veya yaptıranların, iki
yıldan beş yıla kadar hapis ve beş bin güne kadar
adli para cezasıyla cezalandırılmasını” öngörüyor.
Milliyet, 20.04.2012
|
SANAT İÇİN EN ATEŞLİ
PROTESTO

İtalya'da etkisini her geçen gün daha fazla gösteren
ekonomik kriz sosyal patlamaları beraberinde
getiriyor. İtalyan hükümetinin uyguladığı kemer
sıkma politikası kültür kurumlarına da bütçe
kısıtlaması getirince Napoli'de 7 yıl önce kendi
çabalarıyla kurduğu Çağdaş Sanat Müzesi zor günler
geçiren Antonio Manfredi, ilginç bir protesto eylemi
başlattı. Manfredi 'Sanat Savaşı' adını verdiği
eylemle her gün müzedeki bir eseri sahibi olan
sanatçıdan izin alarak protesto için yakacağını
söyledi.
Eylemlere ilk gün Fransız Sanatçı Severine
Bourguignon'nun 10 bin euro değerindeki akrilik
üzerine çizilmiş bir çiçekten oluşan Promenade adlı
eseri yakılarak başlandı. Bourguignon onay verdiği
eylemi skype'den canlı izledi. Dün de Napolili
heykeltıraş Rosaria Mataressa'nın bizzat kendisinin
ateşe verdiği eserinin yakılmasıyla devam edildi.
Manfredi müzesinde bulunan yaklaşık bin çağdaş sanat
eserini korumak için bölgede haraç toplayan, yağma
yapan mafya örgütlerine karşı tek başına ayakta
kalmasıyla adını duyurdu. Ancak bugüne kadar
hükümetten hiç destek almayan Manfredi müzesinin
güvenliğini özel kamera sistemleri ile sağlayamayı
bile üstlenmeyen İtalyan hükümetine sonunda isyan
etti. Manfredi, Kültür Eserleri Bakanı Lorenzo
Ornaghi müzeyi ziyaret edene kadar protestolara
devam edeceğini söyledi. Manfredi, Kültür Eserleri
Bakanı için, "Gelsin de Camorra'nın işgalinde,
çöplerle dolu bu sokaklarda kültür üretmeye çalışan
bir müze ne demek görsün" dedi. İtalyan Kültür
Eserleri Bakanı Ornaghi ise "müze bakanlığa bağlı
değil" deyip konuyu kestirip attı. Öte yandan
Manfredi'nin eylemine dünyanın dört bir yanından da
destek gelmeye başladı. Gallerli heykeltraş John
Brown bir eserini İtalyan müze müdürünün eylemine
destek için yakarak videosunu internette yayımladı.
Manfredi, geçen yıl Almanya Başbakanı Angela
Merkel'e bir mektup göndererek Alman vatandaşı olmak
istediğini belirtmişti.
Sabah, Haber: Yasemin
Taşkın, 20.04.2012
|
MÜZELERDE YAZ SAATİ
UYGULAMASI
İstanbul
Valiliği'nden yapılan yazılı açıklamaya göre,
Kültür ve Turizm Bakanlığı'na
bağlı, Tarihi Yarımada bölgesinde bulunan Topkapı
Sarayı Müzesi, Ayasofya Müzesi, Arkeoloji Müzesi ile
Türk ve
İslam Eserleri
Müzesi'nde yaz saati uygulaması kapsamında kapanış
saatleri uzatıldı.
Günlerin uzamasıyla birlikte yerli ve yabancı
turistlerin daha yoğun olarak müzeleri ziyaret
ettiği yaz döneminde gerçekleştirilen uygulamayla,
kente gelen ziyaretçilerin müzeleri gezmek için daha
fazla imkan bulabilmeleri amaçlanıyor.
Açılış ve kapanış saatleri 09.00-19.00 olarak
belirlenen uygulama, ekim ayına kadar devam edecek.
Radikal, 19.04.2012
|
KÜLTÜR VARLIKLARINI
KOIRUMA YÜKSEK KURULU YÖNETMELİĞİ RESMİ GAZETE'DE
YAYINLANDI
Kültür Varlıklarını
Koruma Yüksek Kurulu ve Kültür Varlıklarını Koruma
Bölge Kurulları Yönetmeliği,
Resmi Gazete'de
yayımlandı. Yönetmelik, yurt içinde bulunan
korunması gerekli taşınmaz kültür varlıklarıyla
ilgili görevlerin, bilimsel esaslara göre
yürütülmesini sağlamak üzere kurulmuş Kültür
Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu ile koruma bölge
kurullarının oluşumu, çalışma usul ve esasları ile
koruma bölge kurulu kararlarına karşı Koruma Yüksek
Kurulu'na yapılacak itirazlarla ilgili usul ve
esasları düzenliyor.
Yönetmelik kapsamında, Koruma Yüksek Kurulu ve
koruma bölge kurullarının çalışma usul ve esasları
ile Koruma Yüksek Kurulu'na yapılacak itirazlar da
bulunuyor. Yönetmelikle, 12 Ocak 2005 tarihli Resmi
Gazete'de yayımlanan Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Yüksek Kurulu ve Koruma Bölge Kurulları
Çalışmaları ile Koruma Yüksek Kuruluna Yapılacak
İtirazlara Dair Yönetmelik yürürlükten kaldırıldı.
Yönetmeliğin yayımlandığı tarihten önce alınmış
koruma bölge kurulu kararlarına karşı bu
Yönetmeliğin yayımlandığı tarihten itibaren 60 gün
içinde, yönetmelikteki koruma yüksek kuruluna
yapılacak itirazlara ilişkin usul ve esasları
düzenleyen madde hükümleri çerçevesinde itiraz
edilebilecek.
Yapı, 19.04.2012
|
İSTANBUL MODERN'DE
BURHAN DOĞANÇAY SERGİSİ

Çağdaş Türk sanatının
önde gelen isimlerinden Burhan Doğançay'ın 50 yıllık
çalışmalarından oluşan "Kent Duvarlarının Yarım
Yüzyılı: Burhan Doğançay Retrospektifi" sergi, 23
Mayıs'ta
İstanbul Modern'de
açılacak.
İstanbul Modern'den
yapılan açıklamaya göre, "Kent Duvarlarının Yarım
Yüzyılı: Burhan Doğançay Retrospektifi" sergisinin,
Burhan Doğançay'ın 14 ayrı dönemini ve dünyanın önde
gelen müzelerinin koleksiyonlarında bulunan
çalışmalarını sanatseverlerle buluşturacak.
Yıldız Holding'in sponsorluğunda, 23 Mayıs-23 Eylül
tarihleri arasında
İstanbul Modern
Süreli
Sergiler Salonu'nda
açılacak sergi, Doğançay'ın yarım yüzyıllık sanatsal
birikimini aktaracak. Serginin küratörlüğünü, Levent
Çalıkoğlu yapacak.
Bir kent gezgini olarak yarım yüzyıldır dünyanın
farklı şehirlerindeki duvarların izini süren
Doğançay, 1960'lardan bugüne duvarlar aracılığıyla
modern ve çağdaş kent kültürünün toplumsal, kültürel
ve politik dönüşümünü araştırıyor.
Zamanın her türlü müdahalesine açık bu yüzeyleri bir
antropolog gibi inceleyen Doğançay, kamusal alandaki
duvarların kişisel anlatı ve mesajlarla
biçimlenmesini resmediyor, kent hayatındaki
toplumsal dönüşümlere sosyal ve politik imgelerle
işaret ediyor.
Doğançay'ın çalışmalarındaki çeşitlilik, farklı
üslup ve tekniklerle işlediği serilerden meydana
geliyor.
Cnn Türk, 19.04.2012
|
SURP HAÇ TIBREVANK İADE EDİLDİ

Tarihi Surp Haç Ermeni Vakfı uzun yıllar süren
mücadeleden sonra Ermeni cemaatine resmen teslim
ediliyor. Karar dün Vakıflar Genel Meclisi'nde
yapılan toplantının hemen ardından alındı.
Vakıflar Genel Müdürlüğü Azınlık Vakıfları
Sorumlusu Genel Meclis Üyesi Laki Vingas,
toplantının hemen ardından Hürriyet Daily News'a
yaptığı açıklamada "Çok uzun bir mücadele sonucunda
vakfın geri iadesini sağladık çok mutluyuz" dedi.
"Karar, Ermeni cemaatine hayırlı olsun" diyen
Vingas şöyle devam etti: "Tıbrevank artık kaldığı
yerden özgür bir şekilde yola devam edecek."
Surp Haç Lisesi Okul Müdürü Hayk Nişan ise
"Başbakanımız'a ve Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne
kararlarından dolayı müteşekkiriz" diye konuştu.
Okulun kapatılan ruhban okulu bölümünün
açılmasının Patrikhane'nin gündeminde olmadığını
söyleyen Nişan, "Tek hedefimiz bu okulda gerektiği
gibi öğrencilerimize eğitim vermek, bu okul MEB'in
kurallarına bu yıla kadar sadakatle riayet etti"
dedi.
İstanbul'un Asya yakasında Üsküdar'da bulunan
Surp Haç Tıbrevank, ruhban okulu olarak hizmet
veriyor ve Anadolu'dan gelen yetim çocuklara eğitim
olanağı sağlıyordu.
Okulun ruhban okulu bölümü 1940 yılında
kapatıldı, 1985 yılından bu yana vakıf olarak kabul
edilmiyor, tüzel kişiliği tanınmıyor ve yönetim
kurulu seçilemiyordu.
Hürriyet, Haber: Vercihan Ziflioğlu, 19.04.2012
|
EN ESKİ FATİH PORTRESİ REKOR FİYATA SATILIYOR

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethinden
hemen sonra İtalyan sanatçı Pietro de Milano
tarafından yapılmış portresi bulunan bir madalyon
İngiltere’de müzayedeye çıkıyor. Madalyonun 1 milyon
sterline satılması bekleniyor.
Fatih Sultan Mehmet’in yapılmış en eski portresi
25 Nisan’da Baldwin’s Müzayede firması
tarafından satılıyor. 24 Nisan’dan itibaren
Sothyeby’s gibi ünlü müzayede salonlarının
Londra’da satışa koyacakları İslam eserleri
arasında dikkat çeken bronz madalyonun
tanıtımını yapan Baldwin bilirkişisi Graham
Byfield, portrenin 1 milyon sterline (yaklaşık 2
milyon 900 bin lira) satılmasını beklediklerini
söyledi. Byfield, Hürriyet’e şu açıklamayı
yaptı:
“Bronz madalyonun üzerindeki portrenin
Fatih Sultan Mehmet’e ait olduğunu yeni
keşfettik. İsmini açıklayamayacağımız bir özel
koleksiyoncuya ait 92 mm’lik madalyonun satışı
için 300-400 bin sterlin fiyat kondu, ama rahat
1 milyon sterline müşteri bulacağını umuyoruz.
İstanbul’un fethinden hemen sonra İtalyan
sanatçı Pietro de Milano tarafından yapılmıştır.
Topkapı Sarayı’nda sergilenen portreler Fatih
Sultan Mehmet’in yaşamının son yıllarında
yapıldığı için bu bronz portre padişahın en eski
portresidir ve çok değerlidir. Bu madalya
Topkapı Sarayı’nda olmalıydı. Türkiye’den
müzayedeler için çok alıcı geliyor. Belki bir
Türk işadamı alır Topkapı Sarayı’na hediye
eder.”
Bu bronz madalyon bulunmadan önce Fatih
Sultan Mehmet’in yaşamı sırasında yapılmış iki
portresi dikkat çekiyor. Biri 1470’lerde
Constanzo de Ferrara tarafından yapılmış
madalyon, diğeri Fatih 1481 yılında ölmeden
hemen önce Gentile Bellini tarafından yapılan
resmi. 1460 yılında yapıldığı ileri sürülen
bronz madalyonun Westburry Oteli’nde yapılan
tanıtımında büyük ilgi gördü.
Hürriyet, Haber: Faruk Zabcı, 19.04.2012
|
BU YUMURTALAR 60 MİLYON YILLIK
Çeçenistan'da Gürcistan sınırındaki Kafkas Dağları'nda yol yapım inşaatında bulunan 60 milyon yıllık dinozor yumurtaları bilim dünyasını heyecanlandırdı.
Yol yapım yetkililerinin uyarıları üzerine harekete geçen Çeçenistan Devlet Üniversitesi jeologları, 40 yumurta kalıntısına ulaştı.
Bölgede daha fazla yumurta olduğuna inanan uzmanlar, fosillerin hangi dinozor türüne ait oldukları ve bu zamana kadar nasıl zarar görmediklerini araştıracak. Uzmanlar yumurtaların çapının 24 - 100 santim arasında değiştiğini söyledi.
Sabah, 19.04.2012
|
|
SULTAN REŞAT TUĞRALI FERMAN SATIŞA ÇIKTI
3 Mayıs
Perşembe günü yapılacak açık artırmayla fermanın
yeni sahibi belli olacak.
Beykoz İcra Müdürlüğü, bir borçtan dolayı hacizli
olan Sultan Reşat tuğralı
fermanı satışa çıkardı.
İcralık.com'dan alınan bilgiye göre, 78-50
santimetre boyutlarında 1 adet Sultan Reşat tuğralı
ferman, 600 TL
muhammen bedelle 3 Mayıs Perşembe günü satışa
sunulacak.
Ferman ile birlikte
aralarında çeşitli tablolar, koltuk, sehpa,
televizyonun bulunduğu 90'a yakın taşınır toplam 68
bin 245 TL muhammen bedelle satışa sunulacak.
İlk ihalede alıcı çıkmaması durumunda taşınırlar
için ikinci artırma, 8 Mayıs Salı günü yapılacak.
V. Mehmet Reşat (d. 2 Kasım 1844,
İstanbul – ö. 3 Temmuz 1918, İstanbul), Osmanlı
İmparatorluğu'nun 35. padişahı ve 114. İslam
halifesi. Sultan Reşat olarak da bilinir.
Habertürk, 19.04.2012
|
 |
100 YILLIK ÇIRÇIR FABRİKASI ARAŞTIRMA MERKEZİ OLUYOR
Tarsus’ta Saint Paul Anıt Müzesi (Kilisesi) yanında bulunan yaklaşık 100 yıllık çırçır fabrikası, "Gözlükule Höyüğü Araştırma Merkezi" olarak kullanılacak.
Tarsus Kaymakamı Orhan Şefik Güldibi, konuyla ilgili olarak yaptığı açıklamada, Saint Paul Müzesi çevre düzenlemesi kapsamında 2002 yılında, Abdi İpekçi Caddesi'ndeki eski çırçır fabrikasının Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından kamulaştırıldığını kaydetti.
Fabrikanın hangarlarından birinin, Bakanlık tarafından Gözlükule Höyüğü'nde 2007 yılında başlatılan bilimsel kazı çalışmalarında değerlendirilmesi amacıyla kazı çalışmalarını yürüten Boğaziçi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'ne tahsis edildiğini kaydeden Güldibi, şöyle devam etti:
"Kazı heyeti tarafından bir süredir Gözlükule kazı ve araştırma deposu olarak kullanılan çırçır fabrikasında bulunan diğer 4 hangarın da Boğaziçi Üniversitesi'ne tahsis edilmesinden sonra, tarihi çırçır fabrikasında restorasyon çalışmalarına başlandı.
Bina restore edildikten sonra, Gözlülkule Kazı ve Araştırma Merkezi olarak kullanılacak ve restorasyon çalışmalarının 3 yıllık bir plan dahilinde bitirilmesi öngörülüyor."
Tarsus Haber, 18.04.2012
|
EFES GİRİŞ ÜCRETLERİ
ZAMLANDI
Yılda milyonlarca yerli
ve yabancı turiste ev sahipliği yapan dünyaca ünlü
Efes ören yerlerine giriş ücretlerine zam geldi. 20
TL olan giriş ücretleri 25 TL’ye yükseltildi.
Zam maratonundan Efes
antik kenti de nasibini aldı. Yılda milyonlarca, her
gün ise binlerce turisti ağırlayan Efes Ören
yerlerinin giriş ücretleri 15 Nisan tarihinden
itibaren zamlı olarak uygulandı. Tam biletin 20
TL’den 25 TL’ye çıkarıldığı zamdan Müze kart da
nasibini aldı. 20 TL olan Müze Kartın fiyatı 30 TL
oldu. Öğrenci giriş ücretlerinin de değiştiği
uygulamada; 10 TL olan ücreti 15 TL’ye yükseltildi.
Yapılan bu zam
uygulaması, yabancı turistle çok fazla etkilemezken,
yerli turistlerin dikkatini ektiği öğrenildi.
Selçuk Bölge Haberlri,
18.04.2012
|
LİMAN HAN PROJESİ İÇİN ÇED RAPORU YAYINLANDI

TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi,
Liman Han(Mes’adet Han) projesi için hazırlanan ÇED
Raporu'nu yayınladı.
"İstanbul, Fatih İlçesi, Hobyar Mahallesi Yalı Köşkü
Caddesi,18 pafta,406 ada 3 parselde yer alan Vedat
Tek'in Mes'adet (Liman Han) olarak anılan yapısına
ilişkin restorasyon projenizin 25 ocak 2012 gün ve
359 sayılı karar ile Kültür Ve Turizm Bakanlığı
İstanbul IV Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma
Bölge Kurulu tarafından; Kültür Varlıklarını
Koruma Yüksek Kurulunun 22 ocak 2001 gün 680 sayılı
ilke kararı gereğince uygulamanın kurul kararlarına
uygun olarak yapılması için, mesleki denetim
sorumluluğun müellif mimar tarafından üstlenilmesi
koşulu ve yapılan düzeltmeler ile uygun olduğuna
karar verilmiştir.
Mimarlık tarihimizin ve 1.
Ulusal Mimarlık üslubunun önde gelen
temsilcilerinden olan M. Vedat Tek'in 1907 tarihli
Mes'adet veya günümüzdeki adıyla liman han adlı
yapısı, sadece mimari değerleri ile değil, gelişkin
bir betonarme strüktür kurgusu, iç mekan zenginliği
ve donanımı ile dönemine tanıklık etmekte ve Sirkeci
gibi kentsel ve tarihi bir ticaret
merkezinin tarihsel ve kentsel kimliğini oluşturan
en önemli yapılarından biri olarak ayakta
durmaktadır.
Anılan kurul kararı eki olarak tarafımıza
iletilen restorasyon projelerinde ise;
yapının, zemin koşulları nedeniyle oluşan oturmalar
sonucunda şakulünden yaklaşık 3 derece
(çeşitli raporlarda bu konuda farklı değerler
bulunmaktadır.) kuzeye doğru yapmış olduğu
eğim nedeniyle sadece cephesinin orijinal halde
korunması, diğer kısımlarının ise yıkılıp
orijinaline sadık kalınarak yeniden inşası ön
görülmüştür.
Ancak; söz konusu yapının gerek mimarlık tarihi
içindeki önemi, gerekse mimarlık tarihinin önemli
bir temsilcinsin yapısı olması, mimari ve strüktür
özelliklerinin yanı sıra döneminin sosyal ve
iktisadi tarihine dair taşıdığı ipuçları açısından;
tüm dünyada kabul edilen çağdaş
koruma anlayışları doğrultusunda tarihi ve kültürel
miras niteliği taşıyan yapıların
yıkılmadan korunması temel ilkesine göre Mes'adet
(Liman Han ) Han'ın mevcut haliyle
güçlendirilerek korunması gerekliliği nedeniyle;
İlgili kurul tarafından da; 4 nisan 2011 tarih ve
4511 sayılı kurul kararı ile de; yapıya
ilişkin olarak hazırlanan restorasyon projesinin,
yapının mevcut hali ile kullanımın mümkün
olup olamadığının ve bu konudaki yöntemleri de
belirleyerek tarihi yapı strüktürü konusunda uzman
olan ve biri İstanbul ve diğeri Ankara teknik
üniversitelerinden olmak üzere zemin mekaniği ve
inşaat mühendisi olan dört uzman tarafından
hazırlanacak ortak raporun
iletilmesinden sonra kurul tarafından
değerlendirilebileceği karara bağlanmıştır.
Nitekim, 25 ocak 2012 gün ve 359 sayılı kurul
kararı eki restorasyon projeleri üzerinde de
İstanbul Üniversitesi-Boğaziçi Üniversitesi
Geoteknik Grubu ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi yapı
grubu tarafından hazırlanan 13.12.2011 tarih ve 782
numara ile koruma bölge kuruluna teslim edilen rapor
doğrultusunda düzenlendiği notu bulunmaktadır.
Ancak; bu notta adı geçen İstanbul Üniversitesi
ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi yapı
grubu tarafından hazırlanan yapı durum tespit
raporunda ise liman hanın orijinal taşıyıcı
sisteminin ve detaylarının korunarak binanın
şakülüne getirilip güçlendirilmesi ve
onarılmasının mümkün olduğu ve yöntemleri hakkında
bilgi verildiği görülmektedir. Ayrıca aynı raporda
bu mühendislik çalışmalarının yapılabilmesi için
binanın taşıyıcı
sisteminin en küçük detayına kadar bilinmesi
gerektiği ancak binanın mimari rölöve projelerinin
hazırlanmış olmasına rağmen strüktür ile ilgili
herhangi bir çalışmanın yapılmamış olduğunun
görüldüğü ve bu durumun büyük bir eksiklik olduğu
belirtilmiştir.
Bu rapor hazırlanırken tarafımıza sunulmuş olan
önceki Yıldız Teknik Üniversitesi ve İstanbul Teknik
Üniversitesi tarafından hazırlanan raporlarında
referans alındığı görülmektedir.
Yukarıda aktarılan rapora, kurulun 4 nisan 2011
tarih ve 4511 sayılı kararına ve binanın taşıdığı
öneme rağmen; hiçbir gerekçe ve görüş belirtmeden
binanın sadece cephesinin orijinal halde korunması,
diğer kısımlarının ise yıkılıp orijinaline sadık
kalınarak yeniden inşasını öngören restorasyon
projesi üzerine "yapılan düzeltmelerle uygundur"
notu düşülerek almış olduğu 25 Ocak 2012 gün ve 359
sayılı kararı anlaşılabilir olmaktan ve
mimarlık mirasımızın korunması konusunda
gösterilmesi gereken özen ve bilimsellikten
uzak bulunmaktadır.
Mimarlar Odası olarak Mimarlık tarihimizin ve 1.
Ulusal Mimarlık üslubunun önde
gelen temsilcilerinden olan M. Vedat Tek'in önemli
yapılarından olan Mes'adet (Liman Han) Han'ın
orijinal taşıyıcı sistemi ve detayları da korunarak
güçlendirilmesi ve onarılması konusunda özellikle
koruma konusunda görevli kamu kurumlarınca gerekli
özenin gösterilmesi ve acilen İstanbul Üniversitesi
ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi yapı grubu
tarafından hazırlanan yapı durum tespit raporunda
belirtildiği üzere gereken bütün bilimsel ve teknik
çalışmaların yapılması gerekliği konusunda karar
alınması gerektiği düşüncesindeyiz.
Aksi durumda, 25 Ocak 2012 gün ve 359 sayılı
kararı ile onaylanan restorasyon projesine göre
yapılacak uygulama; Mimarlık mirasımızı evrensel,
çağdaş ilkeler ve teknolojinin günümüzde ulaştığı
seviye göz önüne alınarak korunması konusunda gerek
mimarlık gerekse ilgili bilim ve teknik çevreleri
tatmin etmeyecek ve geri dönüşü mümkün olmayacak
zararlara neden olacaktır. Bu nedenle anılan kararın
yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir.
Tüm bu nedenler ile Mimarlar Odası Mesleki
Denetim Uygulamasının genel amaç ve beklentileri
doğrultusunda, Oda'nın kamu yararına çalışan bir
meslek kuruluşu olması ve bu nedenle 6235 sayılı
yasa ile yükümlendiği "kamuyu ilgilendiren mesleki
konularda ilgili idarelere görüş ve önerilerde
bulunma" görevinin yerine getirilmesi amacı ve
sorumluluğu doğrultusunda bilgi alınmasını ve
gereğini dileriz."
Arkitera, 18.04.2012
|
'AŞK YAĞMURU' MAHKEME KARARI İLE ESKİ YERİNDE

Kemer'in MHP'li Belediye Başkanı Mustafa Gül,
2009'da kaldırttığı 'Aşk Yağmuru' heykeli, 3 yıl
sonra mahkeme kararıyla yeniden yerine dikildi.
Heykeltıraş Zafer Sarı'nın eseri olan Aşk Yağmuru
heykeli, Antalya 2. İdare Mahkemesi'nde açtığı iki
davayı kaybeden Kemer Belediyesi'nin itirazını
inceleyen Danıştay 8. Dairesi’nin, belediyenin
yürütmeyi durdurma talebini reddetmesi sonrasında
Antalya’nın Kemer İlçesi'nde eski yerine dikildi.

Eserin iş makineleri ile kaldırıldığı 2009 yılında
sanatseverlerin büyük tepkisini çeken Kemer Belediye
Başkanı Mustafa Gül, Aşk Yağmuru’nun yeni yerinde
Kuğulu Parkta sergileneceğini söylerken bu kez
farklı söylemlerde bulundu.
Antalya'nın Kemer İlçesi'nde eski belediye başkanı
Hasan Şeker tarafından heykeltıraş Zafer Sarı'ya
yaptırılan çıplak bir kadını belinden tutup havaya
kaldıran erkek figürünün tasvir edildiği metal
heykel, yeni başkan MHP'li Mustafa Gül tarafından
seçimi kazandığı ilk günlerde apar topar iş
makineleri ile kaldırılırken, Başkan Gül, "Heykel
vatandaşlar tarafından kabul görmedi.
İstenileni
yaptık" demiş ve eklemişti: ''Çok mutluyuz. Heykeli
hiçbir yere koymayacağız. Heykeli yapan eğer bir
yerde kullanacaksa gelsin götürsün.''
Başkan Gül’ün dün yaptığı basın açıklamasında ise
geçmişte yaptığı açıklamalarının tam tersine bir
söylem içerisinde olduğu dikkat çekti. Başkan Gül,
bu sözleriyle de sanatseverlerin daha da büyük
tepkisini çekmeyi başardı.
Gül, bir zamanlar, heykeli iş makineleri ile
kaldırırken mutlu olduğunu söylerken, şimdi ise şu
açıklamayı yaptı: "Sayın heykeltıraşımız Zafer Bey’e
ve çıplak kadını kaldıran bir erkeğin tasvir
edildiği, erkeğin eşini yüceltmesi gerektiğinin
vurgulandığı esere saygımız sonsuzdur. Kadınlar her
zaman baş tacımızdır. Bu nedenle en çok yakışacağı
ve olması gereken yerde hepinizin ziyaretine
açmaktan kıvanç duyuyorum” dedi.
Sanatseverler ise açıklamalardaki çelişkilere bir
anlam veremeyerek, Başkan Gül'ün tutarsız
davranışlarını kınadıklarını ilettiler.
MHP'li Kemer Belediye Başkanı Mustafa Gül'ün,
2009'da yerel seçimleri kazanıp koltuğuna oturduğu
gün belediyeye ait iş makineleri ile Çınarlı
Kavşak'taki yerinden sökülüp depoya atılan, yurt içi
ve dışından alınan tepki sonucunda bu kez orijinal
tasarımını bozarak Kuğulu Park'taki havuz içine
diktirdiği Aşk Yağmuru Heykeli davası geçen yıl
sonuçlanmıştı.
Heykeltıraş Zafer Sarı'nın Antalya 2. İdare
Mahkemesi'nde açtığı iki davayı kaybeden Kemer
Belediyesi'nin itirazını inceleyen Danıştay 8.
Dairesi, belediyenin yürütmeyi durdurma talebini
reddetmişti.
Turizm Gazetesi, 17.04.2012
|
BELEDİYE BAŞKANI KAÇAK KAZI YAPARKEN YAKALANDI
Denizli’nin Acıpayam İlçesi Akalan Belde Belediye Başkanı DP’li Hakan Şahal, Burdur’da sit alanında kaçak kazı yaparken suçüstü yakalandı. Başkan Şahal ve yanındaki 4 kişi tutuklandı.
Olay, dün öğle sıralarında Yeşilova İlçesi’nde meydana geldi. Kaçak kazı yapıldığı ihbarını alan Burdur ve Yeşilova İlçe Jandarma Komutanlığı ekipleri, operasyon düzenledi. Operasyonda, birinci derece arkeolojik sit alanı olan Kayadibi Köyü Karaveli Tümülüs’ünde izinsiz kazı yapan Akalan Belediye Başkanı Hakan Şahal ile 4 kişi gözaltına alındı. Olay yerinde 4 kürek, 2 kazma, 2 metal kova, 9 ip, 5 tonluk demir kriko, 5 demir murç, 1 çekiç ve 1 balyoz ele geçirildi.
Yeşilova İlçe Jandarma Karakol Komutanlığı’ndaki sorgularının ardından adliyeye sevk edilen şüpheliler, çıkarıldıkları mahkemece tutuklanarak Burdur E Tipi Kapalı Cezaevi’ne gönderildi.
Hürriyet, 17.04.2012
|
 |
|
ÇİN'DE 1800 YILLIK
HAZİNE BULUNDU
Çin'in güneyindeki
Ciangşi eyaletinde yapılan kazılarda 1800 sene
öncesine ait
altın, gümüş,
seramik ve yeşil porselenden yapılmış çok sayıda
değerli eşya çıkarıldı.
Ciangşi eyaletinin Sışi
şehrindeki bir imar çalışmasında bulunan 150 metre
derinlikteki toplu mezarda, ilgili makamların onay
vermesinden sonra çalışmaya başlayan Çinli
arkeologlar, yaklaşık bir aylık çalışma sonucu
100'den fazla tarihi esere ulaştı.
Eşyalar arasında çömlek, makas ve fincan gibi
gereçlerin olduğu ifade edilirken, eşyalardan
50'sinin zarar görmediği belirtildi.
Uzmanlar, çıkarılan eşyaların dönem hakkında
kapsamlı bilgi sahibi olunması açısından önemli
olduğunu vurgularken, Doğu Han hanedanlığı dönemine
ait eşyaların eşine az rastlanır cinsten olduğunu
kaydetti.
Cnn Türk, 17.04.2012
|
MİHRİMAH TAMAM, SIRA AYA YORGİ'DE
Mimar Sinan'ın yaptığı Edirnekapı Mihrimah Sultan Camisi'ni 2 yıl önce restore eden, çevre düzenlemesi çalışmalarını sürdüren Vakıflar Genel Müdürlüğü, caminin karşısındaki kiliseyi de restore edecek. Kilisenin rölöve, restitüsyon ve restorasyon projelerinin hazırlanması için ihale yapıldı. Rölöve ve restitüsyon projeleri hazırlanarak İstanbul 4 Numaralı Koruma Kurulu Müdürlüğü'nce onaylandı. Kurul, restorasyon projesi için revizyon ve danışman istedi. Kiliseyle aynı avlunun içinde eski okul binası da yer alıyor. Önümüzdeki yıl başlaması planlanan restorasyon kapsamında okul binasının da elden geçirileceği öğrenildi.
Tarihi 8. yüzyıla uzanan kilise, 1562-1565 yıllarında Mihrimah Sultan Camisi'nin inşası üzerine yıkıldı ve günümüzdeki yerinde yeniden inşa edildi. 1726'da restore edilen kilise, kayıtlara göre 1836'da mimar Hacı Nikolaos nezaretinde yeniden inşa edildi.
Sabah, Haber: Hasan Ay, 17.04.2012
|
 |
 |
SAAT KULESİ DÖKÜLÜYOR
İzmir'in sembolü olan Konak Meydanı'ndaki İzmir Saat Kulesi, tarihi değerine yakışmayan bir görüntü içinde.
Sultan II. Abdülhamid Han'ın tahta çıkışının 25. yıldönümü nedeniyle 1901 yılında yaptırılan Saat Kulesi'nin bugün çeşmeleri sökülmüş, mermerleri kırılmış, duvarlarına yazılar yazılmış, etrafı çöplerle dolu bir şekilde görenleri üzen bir manzara sergiliyor.
İzmir Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı olan ve belediye binasına sadece 100 metre uzaklıktaki İzmir Saat Kulesi, aynı zamanda İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin logosu olarak kullanılıyor. İzmir'in en işlek ve en kalabalık mekanlarından Konak Meydanı'nda kentin simgesel yapılarından biri sayılan Saat Kulesi, Osmanlı saat kuleleri içinde en estetik görünüşlü ve en zarifi olarak kabul ediliyor. Büyükşehir Belediye Başkanlığı binasına 100 metre mesafedeki Saat Kulesi, 1974 yılındaki depremde hasar gördü. Son olarak Şubat ayında saat bölümü restore edilen kulenin sökülen muslukları, kırılan mermerleri bu durumu gören tarih sevdalılarını şaşırtıyor.
Sadrazam Mehmed Said Paşa tarafından Raymond Charles Pere'ye yaptırılan kulenin saati, Alman İmparatoru II. Wilhelm tarafından hediye edildi. Pere'nin hazırladığı plan ve çizimlere sadık kalınarak 90 cm yüksekliğinde som gümüşten yapılan maketin ustalığı ise İstanbullu kuyumcu Zingulli'ye ait. Pera Caddesi'ndeki atölyede imal edilen maketin kule kısmındaki 4 cephesine küçük boyda İsviçre saatleri monte edildi. Yine burada bir Osmanlı arması ile Abdülhamid Han'ın tuğrası da bulunuyordu.
Yeni Şafak, Haber: Şamil Kucur, 17.04.2012
|
ANTİKACIYI SOYDULAR
Bursa’da eski eser satan bir
işyerine girer hırsızlar antikaları çaldı.
Olay, Kurtoğlu Mahallesi Meriç Caddesi üzerinde
bulunan Murat C.’ye ait işyerinde meydana geldi.
Gece 23.00 sıralarında antikacı dükkanına giren kişi
veya kişiler içeride bulunan 7 adet yağlı boya
tablo, 4 adet hat, 1 adet ahşap beşik ile 1 adet
ahşap eski radyoyu alarak kayıplara karıştı. Polis,
olayla ilgili soruşturma başlattı.
Bursa Olay, 16.04.2012
|
GENÇLER KRALİÇE PUDUHEPA'NIN İZİNDE

Çukurova Üniversitesi arkeoloji bölümü
ögrencileri Hitit anıtları dersini Develi
İlçesi’ndeki ‘Fraktın’ olarak bilinen Gümüşören
Köyü’nde yerinde gördü. Öğrenciler, Hitit Kralı
3′üncü Hattuşil ile evlendikten 16 yıl sonra yapılan
Kadeş Antlaşması’na, eşiyle birlikte aynı yetkide
mühür basan kralice Puduhepe’nin izlerini aradı.
“Yaklaşık 3 bin 300 yıl önce Çukurova bölgesinde
yaşayan ve döneminde, hukuk, siyasi ve sosyal
konularda önemli çalışmalar yaptığı belirtilen Hitit
Kralı 3′üncü Hattuşil’in eşi olan Kraliçe Puduhepa, eski adı ‘Kizzuwatna’ olan Adana’da yaşayan rahip Kummanni’nin kızı olarak bilinmektedir. Puduhepa’nın ülkesindeki toplumsal olaylara yaklaşımı, kadın erkek eşitliğindeki çabaları ve ülkelerarası barışın korunması konusunda aktif rol aldı. Puduhepa’nın, Hitit Kralı 3′üncü Hattuşil ile evlendikten 16 yıl
sonra yapılan Kadeş Antlaşması’na, eşiyle birlikte
aynı yetkide mühür basmış olması Puduhepa’ya hem bir
devlet anlaşmasına mühür basan ilk kadın olma
özelliğini vermiştir Puduhepa, MÖ 13. yüzyılda
yaşamış Hitit hükümdarı III. Hattuşili’nin karısı ve
Hitit İmparatorluğu’nun kraliçesidir.”
Girginer, Develi İlçesi Gümüşören Köyü’nde
bulunan Hitit kaya anıtının Kayseri turizmi
bakımından önemine dikkat çekerek anıtın korunması
geretiğine dikkati çekti. Gezbel Geçidi’nde bulunan
Hitit Hanyeri Anıtı, İmamkullu Köyü’nde bulunan
Hitit Kaya Anıtı, Taşçı Köyü’nde bulunan Taşçı-1 ve
2 kaya anıtları ile Fıraktın Hitit kaya anıtında
incelemelerde bulunan Çukurova Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü öğrencileri, fotograf ve video
çekti.
haberler.com 16.04.2012
|
PATARA ANTİK KENTİNDE DÜZENLEME ÇALIŞMALARI
Kaş
İlçesi'ndeki Patara Antik Kenti’nde çevre düzenleme
çalışmaları sürüyor.
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın
girişimleri ile Patara antik kentinin çevre
düzenlemesi için Antalya İl Özel İdaresi’nden ödenek
sağlandı. İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından
Patara antik kenti Çevre Düzenlemesi Projesi de
ihale edildi. İhaleyi alan Cengi İnşaat’ın,
çalışmaları Ağustos ayı sonuna kadar tamamlayacağı
bildirildi.
İl Kültür ve Turizm Müdürü İbrahim Acar, gazetecilere yaptığı açıklamada, Patara’nın Likya Birliği’nin en önemli kentlerinden olduğuna işaret etti. Likya Birliği meclisi binasının restorasyonunun tamamlandığını belirten Acar, antik kentteki bir çok yapının da kazılar sonrasında ortaya çıktığına değindi.
Acar, uygulanacak proje ile antik kentin daha
rahat gezilebileceğini belirterek, şöyle konuştu:
“Proje ile Yayalar için ahşap yürüme yolları
yapılacak. Antik kentin her yerine büyük boyda,
geniş tanıtım bilgilerinin yer aldığı panolar, yön
levhaları konulacak. Antik kente tuvaletler ve 20
otobüslük otopark inşa edilecek. Ayrıca kentte
otomobillerle gezilebilecek yollar yapılacak.
Kısacası Patara Antik Kenti, rahatlıkla ziyaret
edilebilecek, gezilebilecek bir konuma getirilecek.
Antik kente gelenler, Patara’nın tozundan
kurtulacak.”
haberler.com, 16.04.2012
|
35 METRELİK DİNOZOR FOSİLİ BULUNDU
Ulusal basındaki haberlere göre, 35 metre uzunluğundaki otçul dinozor fosilinin 30 ton ağırlığında olduğu kaydedildi. Çin Paleontoloji Araştırma Topluluğu Genel Müdür Yardımcısı Sun Gı, fosilin ortalama 165 milyon yıl öncesine ait bir tabakada bulunduğunu belirtti. Sun, Paleontologların halen kazıya devam ettiğini ve dinozorun tüm iskeletini bulmayı ümit ettiklerini ifade etti. Yeni keşfedilen otçul sauropod türü dinozor fosilinin yanında karnozor türü (etçil bir tür) dinozor türünün de diş fosilinin bulunduğu kaydedildi.
Şınyang Normanl Üniversitesi, Cilin Üniversitesi ve Sincab Jeolojik Araştırmalar Enstitüsü'nün uzmanları Şanşan bölgesinde yaptıkları çalışmalara geçen ekim ayında başlamıştı. Bölgede ilk olarak 2008 yılında Çin ve Alman bilimadamları kümelenmiş şekilde dinozor ayakizi keşfetmişti. Ekip bölgedeki çalışmaları sırasında son bulunan dev dinozor fosilinin yanı sıra 20 tane daha fosil alanı ve 100 tane tatlısu kaplumbağası fosili buldu.
Radikal, 16.04.2012
|
 |
KIBRIS RUM KESİMİNDE CAMİ KUNDAKLANDI

KKTC Din İşleri Başkanlığı'nın Kıbrıs Rum kesimi
Sorumlusu ve Hala Sultan Camii İmamı Şakir Alemdar,
AA muhabirine yaptığı açıklamada, geçen Cuma gecesi
Rum gençler tarafından kundaklandığı belirtilen
caminin çatısının çökmek üzere olduğunu bildirdi.
Caminin girişinin, ahşap veranda kısmındaki dış
mertekler, kapı ve bir pencerenin yandığını belirten
Alemdar, cami içindeki halıların da is ve çıkan
yangından zarar gördüğünü kaydetti.
Alemdar, ibadete açık olan caminin, Osmanlı
döneminden kalma kitabeliğinin de düşerek
kırıldığını anlattı. Alemdar, Cumayı Cumartesine
bağlayan gece meydana gelen olaydan, Rum tarafında
Paskalya tatili olması nedeniyle geç haberdar
olduklarını söyledi.
Bugün Rum polisiyle görüştüğünü ve polisin,
"kundaklamayı gençlerin yaptığı" yönünde açıklama
yaptığını aktaran Alemdar, olayla ilgili gözaltına
alınan olmadığını kaydetti.
Söz konusu camiye yönelik saldırının ilk olmadığına
işaret eden Alemdar, caminin yakınında yaşayanların
en son 15 gün kadar önce de saldırı olduğunu
söylediğini belirterek, "Bu saldırı ilk değil" dedi.
KKTC Din İşleri Başkanı
Doç.Dr. Talip Atalay,
Kutlu Doğum Haftası ve Paskalya'nın yoğun olarak
kutlandığı bir zamanda, Kıbrıs Rum kesiminin Limasol
kentinde bulunan Köprülü Hacı İbrahim Ağa Camii'nin
benzin dökülerek yakılması girişimini üzüntüyle
karşıladıklarını belirterek, Rum Ortodoks
Kilisesi'nden saldırıyı kınamasını beklediklerini
söyledi.
Atalay, olayla ilgili olarak yaptığı açıklamada,
ibadethanelerin güvenli yerler olduğunu, oraya
sığınan insanlara dokunulmayacağını ifade ederek,
Rum tarafında herhangi bir Türk yetkilinin
olmadığını, Rum makamlarının kendilerine emanet
edilen ibadete açık bir camiyi kundaklamaya açık bir
pozisyonda bırakmasının son derece esef verici ve
üzücü olduğunu vurguladı.
Bölgedeki Müslüman cemaatten aldıkları bilgiye göre,
aynı caminin beşinci kez kundaklandığını, bu durumun
daha da üzüntü verici olduğunu ifade eden Atalay,
caminin Cuma akşamı kundaklandığını, cami cemaatinin
haber vermesi ile dün akşam bilgileri olduğunu, tam
teyit etmeden de basına bilgi vermek istemediklerini
kaydetti.
Bölgedeki Din İşleri Dairesi'nin temsilcisinden
aldığı bilgiye göre, Kıbrıs'taki Köprülü ailesine
ait vakfın yaptırdığı, tarihi Türk camisinin
girişindeki 40 kadar merteğin yanarak kömür
olduğunu, girişin her an çökebileceğini, caminin
tamir edilinceye kadar ibadete kapatılacağını
kaydeden Atalay, Rumların, yangını kimseye haber
vermeden camiye badana yaptığını, olayın bu şekilde
kapatılamayacağını, benzinle kundaklamanın söz
konusu olduğunu söyledi.
Saldırının zamanlamasının da üzücü olduğunu dile
getiren Atalay, Müslümanların Kutlu Doğum
Haftası'nı, Rumların da Paskalya'yı kutladığına
işaret ederek, bu saldırının beşinci olduğunu, 15
gün kadar önce de yakılan ve içine tüp gaz konan
araç lastiğinin minarenin altına atıldığını
anlatarak, "Lastik patlasın ve minare yıkılsın diye.
Fakat lastik çok alev almadığı için patlamadan
kalmış. Saldırıların sistematik bir şekilde
yapıldığı gözüküyor. Benzinle tutuşturulduğu
anlaşılıyor. Panjurlar yanmış, giriş kısmı tümden
yanmış, girişte 40 kadar mertek yanmış, çatı çökmek
üzere ve cami kullanılamaz halde. Giriş çatısı her
an çökebilir korkusu yaşanıyor" diye konuştu.
Rum Kilisesi'nin bu olaya sevineceğini düşünmediğini
ifade eden Atalay, zaman zaman görüştüğü Rum
Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu 2. Hrisostomos'a,
"Bizim inancımız ve geleneğimiz hiç bir ibadethaneye
saldırıyı hoş görmez, ibadethanelerin emin yerler
olduğunu düşünür ve ona göre muamele etmek isteriz
ve buna göre de muamele beklemeyi arzu ederiz"
sözlerini aktardığını söyledi.
Atalay, "Sayın Hrisostomos'dan konuyla ilgili bir
kınama ve kendi toplumunu uyarma konusunda
duyarlılık ve açıklama bekliyorum. Destek
açıklaması. Duyarlı davranacağını düşünüyor ve
birşeyler yapacağına inanıyorum" dedi.
Kıbrıs Rum kesimindeki saldırının, Avrupa'da artış
gösteren ırkçılıktan etkilenmiş olabileceğini, ancak
Rum tarafının bu konuda Avrupa'ya ihtiyacı
olmadığına işaret eden Atalay, Kıbrıs'ta 1963'ten bu
yana yaşanan pek çok sorun olduğunu kaydetti.
Geçmişte Baf Camii'nin tümden havaya uçurulduğunu,
güney Lefkoşa'daki Bayraktar Camii'nin de yakın
zaman da bile saldırıya uğradığını anımsatan Atalay,
Rum tarafında böyle bir gelenek bulunduğunu söyledi.
Rum tarafındaki camilerin Rumların, kuzeydeki
kiliselerin de Türk tarafının kültürel mirası
olduğunun altını çizen Talip Atalay, şöyle konuştu:
"Biz ibadethanelerin tartışma konusu olmaktan
kesinlikte çıkmasını istiyoruz ve camilerimizin
korunmasını istiyoruz. Ne bir camiye ne bir kiliseye
bu adada herhangi bir sadırı olmasın. Avrupa ve
dünyada yükselen ırkçılık dalgası bunu tetikliyor
olabilir mi? Tabi ki olabilir ama adadaki tarihi
gelenek açısından bakarsanız, özellikle 1960 sonrası
olaylar açısından, zaten Avrupa'da böyle şeyler
yokken ya da kalkmışken, burada böyle şeyler vardı.
Biz bunların tekrar edilmesini, hortlamasını
istemiyoruz."
Atalay, güvenlik açısından bir sorun yoksa
insanların kendi inançlarına ait kutsal mekanlara
girip çıkışlarında bir zorlanmanın olmaması ve
kutsal mekanların korunması gerektiğini kaydetti.
Kıbrıs'ın fethinde bayrak dikilmesi nedeniyle tarihi
önemi bulunan, güney Lefkoşa'daki Bayraktar
Camii'nin de zaman zaman saldırıya uğradığını
anlatan Atalay, yakın bir zamanda caminin kilidi
kırılarak soyulduğunu, bu olayın bir kaç kez
tekrarlandığını, Rum makamlarının bu konuda daha
duyarlı olması gerektiğini söyledi. Atalay şunları
kaydetti:
"Bir şekilde toplumlar arasındaki tansiyonu düşürücü
bir ol oynamamız lazım bizim. Siyasetin de ateşini
düşürücü bir ol oynamamız lazım. Bu konularda hem
kilisenin hem de Rum yetkilerin duyarlı
davranacağını, özellikle barış görüşmelerinin
sürdüğü şu süreçte, zannederim ilişkileri tamir
eder. Ama bu tarz olaylar ilişkilerimizi kolay
onarılamayacak şekilde zedeler. Biz zedeleyici bir
ilişki biçimine katkı sunmak istemeyiz. Din İşleri
Başkanlığı olarak barış ve kardeşliğe katkı sunacak
eylemelerde ve söylemlerde bulunmakta fayda
görürüz."
Radikal, 16.04.2012
|
KAPALIÇARŞI'DA JAMES BOND KAZASI

James Bond
serisinin 25’incisi olan "Skyfall"un İstanbul’daki
çekimleri kazayla başladı. Kapalıçarşı’da
gerçekleştirilen çekimler sırasında hızını alamayan
motosiklet, 330 yıllık tarihi yapının vitrinine
zarar verdi.
Kapalıçarşı’nın Mahmutpaşa Kapısı’nda dün akşam
gerçekleştirilen aksiyon sahnesinde motosiklet
kazası yaşandı. İddialara göre, kapıya kurulan tak
şeklindeki platformun üzerinden hızla Kapalıçarşı’ya
giren motosikleti kullanan dublör, çekim için açık
tutulan dükkanların önünde bekleyen figüranlara
çarpmamak için manevra yaptı. Bu sırada savrulan
motosiklet, Aynacılar Sokak üzerindeki 330 yıllık
iki katlı ahşap binaya çarptı. Kazada kuyumcu
dükkanı olarak kullanılan binanın girişindeki vitrin
camları kırıldı. Camların özel yapım kristal olduğu
öğrenildi.
Resmi belgelere göre 330 yıllık bir tarihi
geçmişe sahip olan, Osmanlı döneminde saray
mensuplarının gelip ürünlere baktığı ve denediği
yaptığı haremlik-selamlık, karakol, muhallebici
olarak kullanılan ve 35 yıldır da Chukur Boybeyi
adıyla kuyumcu dükkanı olarak faaliyet gösteren
binanın sahibi Mete Boybeyi, kazanın kendileri için
büyük bir maddi hasara neden olduğunu söyledi.
James Bond serisinin son filminin Kapalıçarşı’da
çekilmesinin Türkiye’nin tanıtımı açısından önemli
olduğunu kabul ettiklerini ifade eden Boybeyi "Böyle
bir filmin çekimleri için Kapalıçaşı’nın mekan
olarak seçilmesi tabi? ki güzel. Eskiden çarşı
temizlenirken, yollar yıkanırken bile bize bilgi
veren Kapalıçarşı yönetimi çekimin bu şekilde
olacağını bildirmedi. Bilseydik biz de kendimize
göre tedbir alırdık. Tehlikeli bir çekim yapıyorlar,
tedbir olarak da dükkanımızın önüne sadece halı
koymuşlar. Burada çekim yapılacaksa çok iyi şekilde
koruma yapılması gerekirdi" dedi.
Maddi zararlarının boyutunu tam olarak
bilemediklerini belirten Boybeyi, şunları söyledi:
"Burası Anıtlar Kurulu’nun denetimi altında. Onların
izni olmadan vitrinimizi dahi değiştiremeyiz.
Yazışmalar falan derken uzun bir süre satış da
yapamayacağız. Şu ana kadar çekim ekibinden gelip de
’Zararınız nedir?’ diye soran olmadı. Polis
merkezine suç duyurusunda bulunduk."
Hürriyet, 16.04.2012
******
İSTANBUL JAMES
BOND'A FEDA OLDU
007 James Bond serisinin son filmi “Skyfall”un
İstanbul Eminönü ve Beyazıt’ta gerçekleşen çekimleri
için, önce ağaçlar kesildi, yollar kapatıldı. Sonra
bir motosikletli, kovalamaca sırasında tarihi bir
binada yer alan mücevher dükkanının vitrinini
paramparça etti. Aralarında Hürrem yüzüğünün de
bulunduğu birçok özel mücevherat yerlere saçıldı.
İşyerine gelip tutanak tutturan Mete Boyberi,
“Dükkanım olan bina 1461 ila 1489 yılları arasında
yapılmış. Omotor alev alıp dükkanımı yaksa bunun
hesabını kim verecekti? Şikayetçiyim” dedi. Daha
sonraki gün olan pazartesi ise özellikle 550 yıllık
tarihi
Kapalıçarşı’nın, 1785’te yapılan, 227 senelik
çatısına çıkarılan motosikletler, kiremitlerin
üstünde cirit atıp, bazılarının kırılmasına neden
oldu. Habertürk muhabiri,
Kapalıçarşı’nın çatısında gerçekleşen
motosikletli kovalamaca sahnesini görüntülemeyi
başardı.
3 motorsikletin bulunduğu çatıda yaklaşık 20 görevli
hummalı bir çalışma yapıyordu. Beton zeminde
kovalamaca sahnesinin provalarını yapan
motosikletlerden biri, 550 yıllık tarihi olan
Kapalıçarşı’nın çatısındaydı. Kiremitlerin
üzerinde son hızla seyrediyordu. Tarihi eser
kapsamında olduğu için tamiratı izne bağlı çatıda
onlarca kırık kiremit göze çarptı. Dün yeniden
Kapalıçarşı’ya giden muhabirimiz, bu sefer bir
paravanla karşılaştı. Çekimekibinin, çatının
görüntülenmemesi için alanı ahşap paravanlarla
kapladığı görüldü.
Kapalıçarşı Esnafları Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Faruk
Bektaş, film ekibinin
Kapalıçarşı’da herhangi bir zarar vermediğini
belirterek, çatıdaki çekimlerde motosikletlerin
üstünden geçtiği kiremitlerin sahte kiremitler
olduğunu söyledi. Çatının üstündeki kiremitlerin en
son 1983 yılında yenilendiğini ve hepsinin zaten
harap halde olduğunu belirten Bektaş, “Film ekibi,
sadece çekim yapacakları 100 metrekarelik bir alanda
kiremitleri söktü. Onların yerine İngiltere’den
getirdikleri kiremit görünümündeki plastik
malzemeleri yerleştirdiler. Yapıya zarar vermemesi
ve yükü azaltmak için de altlarını silikonla
desteklediler. İstanbul Valiliği, Kültür Bakanlığı
ve Büyükşehir Belediyesi yetkilileri de çekimleri
sürekli olarak denetliyor” dedi.
Kapalıçarşı’da çatı üstündeki çekimlerin sona
erdiğini, sadece pazar günü iç mekanda aksiyon
sahnelerinin çekileceğini kaydeden Bektaş, çarşı
esnafının film çekimleri yüzünden bir şikayeti
bulunmadığını belirterek, “Biz varlığımızı turizmle
sürdürüyoruz. Filmin yapacağı tanıtım sayesinde
bizim işlerimize de faydalı olacağını düşünüyoruz”
diye konuştu.

Kapalıçarşı'nın çatısında yaşanan görüntüler,
uzmanların da tepkisine neden oldu. James Bond filmi
sahnelerinin çekilmesini değerlendiren sanat
tarihçisi Prof.Dr. Gönül Cantay, yasalara göre kazı
alanlarında dahi alet kullanılmasının yasak olduğunu
hatırlatarak, “İstanbul, özellikle de Tarihi
Yarımada film ya da belgeseller için bulunmaz bir
plato gibi. Eğer izin verilecekse de bütün
çekimlerin, Kültür Bakanlığı veya
Kapalıçarşı özelinde mal sahibi görünen Vakıflar
Genel Müdürlüğü’nün denetimi altında yürütülmesi
gerekir. Uygun yapımlarla filmlerin ülke tanıtımına
katkısı elbette ki olumlu olacaktır. Ancak reklam
katkısı olacak diye anıt eserlerimizin zarar görmesi
kabul edilebilir mi? Anıt eserlerimiz reklama feda
edilebilir mi?” diye konuştu. Prof. Cantay,
Kapalıçarşı’nın problemlerinin aslında
çekimlerle başlamadığını, binanın uzun bir süredir
onarım beklediğini söyledi.
James Bond, İstanbul sokakları ve tarihi eserlerinin
plato olarak kullanıldığı ilk yabancı film değil.
Daha önce de çok sayıda Hollywood yapımı ve büyük
bütçeli filme ev sahipliği yapan İstanbul’da çekilen
önemli filmlerden bazıları şunlar:
TOPKAPI: 1964
İSTANBUL: 1957
ULUSLARARASI: 2009
PARALI ASKERLER (YOU CAN’T WIN’EM ALL): 1970
RUSYA’DAN SEVGİLERLE (FROM RUSSIA WITH LOVE): 1974
ALTIN YUMRUK İSTANBUL’DA (THE ACCIDENTAL): 2001
DOĞU EKSPRESİ’NDE CİNAYET
(MURDER ON THE ORIENT EXPRESS): 1974
Bond filminin Kapalıçarşı çekimlerinde yaşanan kaza,
ABD’nin en saygın dergilerinden
Vanity Fair’e konu oldu. Haberde, çekimler
sırasında tarihi mekanlara zarar verildiği
belirtilerek, “Motosikletli dublör virajı alamayınca
3 asırlık kuyumcu dükkanına girdi. Bunu ancak gerçek
James Bond veya bir düşmanı yapabilirdi” ifadesi
kullanıldı.
EMİNÖNÜN'DE İKİSİ ASIRLIK ÇINAR, 12 AĞACI
KESTİLER
Adana’da başlayan Bond filminin İstanbul
çekimlerinin yankıları, film ekibi gelmeden günler
öncesinden başladı. Eminönü Meydanı’nın 5 Mayıs’a
kadar aralıklarla trafiğe kapatılacak olması ilk
günden tartışmalara neden oldu. Fatih Belediyesi,
günler öncesinden bölgede hazırlıklara başladı.
Öncelikle bölgedeki bazı ağaçlar kesildi ve budandı.
Kesilen ağaçlar arasında kavak ve incirin yanı sıra,
yaşı asırlara varan çınar ağaçları da bulunuyordu.
Fatih Belediyesi ise kesim ve budamanın filmle
ilgili olmadığını açıklarken, ağaçlara mevsimsel
budama yapıldığı açıklandı. Kesilen ağaçların yerine
ıhlamur ve dişbudak gibi ekonomik ömrü olan
ağaçların dikildiği belirtildi. Ancak bölgede ikamet
eden bazı görgü tanıkları senelerdir böyle bir
uygulama yapılmadığını 2’si asırlık çınar 12 ağacın
film için kesildiğini iddia etti.
Nuruosmaniye, Mercan ve Beyazıt arasında yer alan
Kapalıçarşı 64 cadde ve sokağı, 2 bedesteni, 16
hanı, 22 kapısı ve yaklaşık 3600 dükkanıyla dünyanın
en eski ve en büyük alışveriş merkezi olarak
biliniyor. Fatih Sultan Mehmed tarafından 1461
yılında yapımına başlanan Kapalıçarşı, 45 bin
metrekare kapalı alana sahip. Asıl büyük çarşı ise
Kanuni Sultan Süleyman tarafından ahşap olarak inşa
ettirilmiş. Osmanlı ekonomisinin kalbi olarak
tanımlanan Kapalıçarşı, 19. yüzyıl başlarında banka
ve bankerlerin Galata bölgesinde toplanmasıyla bu
özelliğini kaybetmeye başlamış. Bedesten ve çarşı,
4. Mehmed zamanında 20 Kasım 1651 tarihli yangından
başlayarak, 26 Kasım 1954 tarihindeki yangına kadar
20’yi aşkın deprem ve yangın felaketine maruz
kalmış, 1894 depreminden sonra yapılan tadilatlarla
bugünkü halini almış.
Habertürk, 18.04.2012
******
BAKAN GÜNAY'A
'JAMES BOND' SORUSU
CHP İstanbul Milletvekili Ali Özgündüz, TBMM
Başkanlığı’na, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul
Günay’ın yanıtlaması istemiyle soru önergesi verdi.
Çekimlerinin bir kısmı Adana’da tamamlanan James
Bond serisi bir filmin çekimlerine İstanbul’da devam
edilmekte olduğunu ifade eden Özgündüz, “Çekimlerden
tarihi Kapalıçarşı’da yapılanlar esnasında
yaşananlar, tartışmalara neden olmuştur.
Kapalıçarşı’da gerekli önlemler alınmadan yapılan
çekimler esnasında kazalar yaşanmış ve bu kazalardan
birinde 330 yıllık geçmişe sahip tarihi binada hasar
meydana gelmiştir” dedi.
“Filmin çekimleri öncesinde, film yapımcıları
tarafından, Kapalıçarşı’da çekimler için izin
alınmış mıdır?” diye merak eden Özgündüz, şu
sorulara yanıt aradı:
“Eğer izin alınmışsa hangi kurum ve kuruluşlardan
izin alınmış ve bahsi geçen izin için yapımcı şirket
tarafından ödeme yapılmış mıdır? Ödeme yapılması söz
konusuysa ne kadarlık bir ödeme, hangi kurumlara
yapılmıştır? Çekimler için Anıtlar Kurulu izni
mevcut mudur? Gerekli izinler alınmadıysa bunun
nedenleri nelerdir?
Filmin çekimleri esnasında gerekli önlemlerin
alınmadığı iddiaları doğru mudur? Tarihi eserlerin
zarar görmemesi için alınması gereken önlemler
alınmadıysa bunun nedenleri nelerdir? Önlem
alındıysa kaza neden yaşanmıştır? Bu konuda
Bakanlığınızca bir araştırma veya soruşturma
yapılmakta mıdır?
Kapalıçarşı, Beyazıt ve Eminönü’nde, özellikle
tarihi eserlerin gördüğü zararlar nelerdir? Bu
zararların maliyeti nelerdir? Bu maliyet nasıl
finans edilecektir?”
Öte yandan, “James Bond” serisinin yeni filmi
‘Skyfall’un İstanbul Kapalıçarşı’da kazayla başlayan
çekimi için Kültür ve Turizm Bakanlığı inceleme
başlattı.
Pazar günü yapılan çekimlerde motosikletli dublör
kayarak çarşı içindeki 330 yıllık tarihi binada
bulunan kuyumcu dükkanının vitrinini kırmıştı.
Tarihi binayı kuyumcu dükkanı olarak kullanan
Boybeyi Mücevher, dün filmin prodüksiyonunu yapan
Pinewood Studios ve Anka Film hakkında savcılığa suç
duyurusunda bulundu.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan alınan bilgiye göre,
pazar günü Kapalıçarşı da tarihi binaya verilen
zararla ilgili bakanlık yetkilileri kaza yerini
inceleyerek bir rapor hazırladı.
Hazırlanan rapor İstanbul 1 Numaralı Yenileme Alanı
Koruma Kurulu’na iletildi. Kurul raporu bu hafta
içinde görüşerek kazada kasıt ya da ihmal var mı
sorusuna cevap arayacak. Skyfall’un çekimleriyle
ilgili yapılan protokolde Kapalıçarşı’ya herhangi
bir zarar verilmemesi önemle vurgulandı.
Turizm Gazetesi, 18.04.2012
******
KÜLTÜR
BAKANLIĞI: RAPOR BU HAFTA KARARA BAĞLANACAK
Kapalıçarşı'da çekimleri
devam eden James Bond filminde yaşanan kazayla
ilgili, Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan bir açıklama
geldi. Yapılan açıklamada şu görüşlere yer verildi:
"Film için izin verilirken 'Kapalıçarşı'nın bütününe
herhangi bir zarar verilmeyecek. Taşıyıcı duvarlara
dokunulmadan, kalıcı bir tesis yapılmaksızın film
çekimi yapılabilir. Aksi davranış halinde 2863
sayılı koruma yasasının 66. maddesi gereği işlem
yapılacaktır' denildi. Önceki gün yapılan çekimde
yaşanan motosiklet kazasının ardından bakanlığa
bağlı ekipler anında olay yerine intikal edip
inceleme yapmışlardır. Yapılan inceleme sonucunda
tutulan rapor İstanbul 1 Numaralı Yenileme Alanı
Koruma Kurulu'nda bu hafta karara bağlanacaktır..."
Sabah, 18.04.2012
|
|
'SINIRSIZ TARİH, SINIRSIZ BARIŞ'
Kültür ve Turizm
Bakanlığı, Türkiye'nin 2012 yılı tanıtım
reklamlarını belirledi. Bakanlık Amerika, Orta ve
Güney Avrupa, Kuzey Avrupa, Balkanlar, Uzakdoğu ve
Ortadoğu gibi hedef pazarlarda yapılacak tanıtımlara
45 milyon dolar ayırdı.Temel slogan Türkiye'ye
"Sınırsız Tarih, Sınırsız Barış" olarak belirlendi.
Ülke ülke değişiklik gösteren sloganlarda İsveç,
Norveç, Danimarka ve Finlandiya için İstanbul ve
Kapadokya anlatılacak. İstanbul için "Bu şehir hiç
uyur mu?" sloganı ön plana çıkarken, Kapadokya'da
uçan balonlarda evlenme teklifi etme fikri
sunularak, "Benimle evlenir misin?" sloganı
kullanılıyor. Marmaris ise "Bak bir akvaryumun
içerisindeyim" diyerek tanıtılıyor. ABD ve Rusya'ya
yönelik Sümela Manastırı ve Göbeklitepe'nin
bulunduğu reklam afişleri kullanılıyor.
Sabah, Haber: Burcu Çalık, 16.04.2012
|
DA VINCI TÜRKİYE'YE GELİYOR

16. yüzyıl İtalya’sının en ünlü üç ustasının,
Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Raphael’in bilim
ve sanatta nasıl izler bıraktıklarını anlatan “The
Great Masters” sergisi, İsveç’ten ilk kez Türkiye’de
sergilenecek.
İnteraktif
sergi, 1
Haziran - 31 Temmuz’da Arter
Tasarım ve
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
işbirliği ile
Tophane-i Amire Büyük Salon’da
gerçekleşecek. İsveçli sergi tasarım şirketi
Excellent Exhibitions AB tarafından tasarlanan
“The Great Masters” sergisi dünyaca ünlü
İtalyan küratörler Alessandro Vezzosi ve
Francesco Buranelli tarafından hayata geçirildi.
“The Great Masters”,
2010 yılında Göteborg,
İsveç’te açılan ve 130 bin kişi tarafından
ziyaret edilen “:And There Was Light” sergisinin
geliştirilmiş bir versiyonu.
Sergide ziyaretçiler dokunmatik ekranlar
vasıtasıyla Raphael’in yapmış olduğu resimler ve
eski
Roma
kalıntılarını ölçme ve düzenleme çalışmalarını
görebilir, Leonardo’nun icatlarının mekanik
özelliklerini deneyimleyebilir, Sistine
Şapeli’nin tavanını boyamanın zorluğunu
anlayabilirler. Sergi, 3 ünlü usta üzerinden
yola çıkarak, keşifler çağı olarak bilinen 16.
yüzyıl
İtalya’sını ve Rönesans’ı anlatıyor.
Serginin Giriş bölümünde yer alan
medya odasında sunulacak 3 dakikalık bir
film gösterimi, Rönesans döneminin yaratıcı
3 ustası hakkında genel bir bilgilendirme
yapacak ve ziyaretçileri sergiye hazırlayacak.
Bir başka bölüm olan Adli İnceleme’de “Mona
Lisa” başta olmak üzere ünlü eserler detaylı
olarak incelenecek. Ardından dünyanın en ünlü
resimlerinden olan “Son Yemek” gerçek ölçüsünde
ziyaretçi ile buluşacak. Ziyaretçilerin Leonardo
da Vinci’nin kullandığı tekniklerle
tanışacağı bu bölümde perspektif, renk, postür
ve oranın uyumu konu edilecek. Sergi mimariye de
yer veriyor ve Raphael ile Michalengelo
tarafından yapılan St. Peters Bazilikası’nın
yanı sıra dönemin yapıları için kaç kişinin
çalıştığı, ne kadar zamanda inşa edildiği
anlatılacak. Dokunmatik ekranlar sayesinde
Sistine Şapeli’ni ziyaretçiler detaylı bir
şekilde inceleyebilecek.
Milliyet, 16.04.2012
|
FATİH MEDRESESİ 'SINIRSIZ TARİH' İHALESİ TAMAM
Fatih Camisi
avlusundaki tarihi medresenin yenilenmesi için
yapılan ihale sonuçlandı. İl Özel İdaresi tarafından
yapılan ihaleyle Fatih Külliyesi'nin Akdeniz
medresesi olarak bilinen kısmı yenilenecek. İhalesi
6 Şubat 2012 tarihinde yapılan restorasyon işi 17
milyon 520 bin TL'ye malolacak.
Medrese Fatih Sultan
Mehmet İstanbul'un fethinin ardından 1463-1470
yılları arasında yapıldı. Fatih Külliyesi'ni
oluşturan medreseler 1766 depreminde cami ve diğer
yapılarla birlikte zarar görmüşse de kısa süre
içerisinde yeniden onarıldı.
Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 16.04.2012
|
|
REMBRANDT SANATINA DAİR

“İnan bana, sanat söz konusu olduğunda o eski
deyiş hep geçerli: Dürüstlük, en iyi yoldur. Ciddi
bir etüt üstünde çok uğraşmak, halkın hoşuna gidecek
birtakım şıklıklar yapmaktan çok daha iyi. Kimi kez,
çok kaygılandığım anlarda, o şıklığı
gerçekleştirecek kolaylığa varmayı istemedim değil,
ama üstünde biraz düşününce, hayır, diyorum, kendi
kendime bağlı kalmalıyım kaba-saba bir yolla, sert,
kaba ama gerçek şeyler anlatmalıyım.
Resim-severlerin, aracı-satıcıların peşinden
koşmayacağım, isteyen varsa bana gelsin. Mevsim
erince ektiğimizi biçeceğiz, ölmemişsek eğer!”
Van Gogh, kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplarda
talep edilen estetik kaygılara hizmet etmek yerine
zor olan yol olsa da ‘dürüstlük’ diye tanımladığı
‘gerçek şeyler anlatmayı’ tercih ettiğini ve hep
edeceğini ifade ediyor. En etkilendiği ressamlardan
olan Millet’nin ‘Mevsim erince ektiğimizi biçeceğiz,
ölmemişsek eğer!’ sözünü de mektubuna yazarak açlık
ve ölüm pahasına bile kendi duruşundan taviz
vermeyeceğini anlatıyor. Nitekim insanların
beğenisini kazanacağını bildiği eserler üretmeyi
‘kolaylık’ olarak ifade etse dahi, bunu yapmayarak
hayatı boyunca Theo’dan aldığı maddi destek
sayesinde yaşadı.
Van Gogh bir diğer esinlendiği ressam olan
Rembrandt’a hayranlığını şu cümleler içerisinde
aktarıyor kardeşine: “Eğer bir adamı, resimleri
inceden inceye incelediği için bağışlayabiliyorsan,
kitap sevgisinin de Rembrandt’ı sevmek kadar kutsal
olduğunu kabul etmek zorundasın; hatta ikisinin
birbirini tamamladığı kanısındayım ben.”
Işığın resme kattığı ifade
Van Gogh’un yaşamı boyunca kendini geliştirmek
adına eserlerinin pek çok varyasyonunu yaptığı
Rembrandt,
Van Gogh’tan yaklaşık 200 yıl önce yaşamış olan
memleketlisi, yalnız
Van Gogh’un değil günümüzde sanat tarihçilerinin
de dahi kabul ettiği ressamlardan. Rembrandt’ın
dehası eserlerine ilk bakıldığında göze çarpan ışığı
kompozisyon içinde bir varlık olarak
yerleştirmesiyle somutlaşır. Sanatçının ışığın resme
kattığı ifadeye verdiği önem son derece aşikardır.
Rembrandt ışığı, kompozisyonda ön plana çıkarmak
istediklerini vurgulamak için kullanarak izleyiciyi
vermek istediği etkiye yönlendirir. Asıl önemli olan
ise, resmin gölgede kalan kısımlarında gizlemeye
çalıştığı detayların olmaması. Ustalığın verdiği net
ve son derece ayrıntılı ifade gücü resmin bir yanını
örtbas etme ihtiyacı içermez, aksine -çağının
ötesine uzanarak- resmin içinde katmanlaşma yaratır.
Bu katmanlaşma izleyenin algısında öncelik yaratarak
resmin konusuna odaklanmayı sağlar. 19. yüzyılda
Van Gogh’la aynı dönemde yaşamış olan yazar
Çernişevski, “Bir sanat işi fikrin ve görüntünün
uyumu için uğraşır” der ve “bir sanatçının işinin
bir ayakkabıcının, bir kuyumcunun zanaatinden,
kaligraftan yahut mühendisten ne daha az, ne de daha
fazla olduğunu” söyleyerek sözünü destekler. İşte
Rembrandt’ın ışığı kompozisyon içinde kullanış
tekniği resmin konusunu, resimde vermek
istediklerini yani ‘fikri’ vurgulamasını sağlar.
Resmin konusu ve kompozisyonu arasındaki uyum
mükemmeliyeti getirir.
Rasyonellik
Rembrandt’ın resimlerini incelerken soyut bir resmi
inceliyormuşçasına çeşitli sayıda anlam
çıkaramazsınız. Yahut bir sohbet esnasında
paylaşacağınız fikirleriniz resmin konusu ve
içerdiği öğeler açısından farklılaşamaz. Çünkü
Rembrandt’ın resmi Çernişevski’nin sanatla gerçeklik
arasındaki ilişkilere dair düşüncelerini yansıtır
niteliktedir. Çernişevski’nin “... sanat bir fikri
soyut konseptlerle değil, yaşayan, bağımsız
unsurlarla ifade eder. Sanatın, tabiatın ve yaşamın
yeniden üretimi olduğunu söylerken aynı şeyden
bahsediyoruz, tabiatta ve yaşamda soyut varlıklar
olmaz, onlarda her şey somuttur. Bir reprodüksiyon
yeniden üretimi yapılan nesnenin mümkün olduğunca
özünü muhafaza etmelidir, bu nedenle bir sanat
eserinde olabildiğince az soyut içermeli, içindeki
her öğe yaşayan sahnelerde ve bireysel görüntülerde
somut olarak ifade edilmelidir” sözleriyle
Rembrandt’ın resimlerinden birden fazla mana
çıkarmayışımızın nedenini açıklamış olur.
Bence Rembrandt’ın başarısı gerçeği resme
yansıtmadan önce onu üstün algılama becerisinden
kaynaklanır. Örneğin bir portrede, ressam
karşısındaki modelin yüzündeki kırışıklıklarda
biriken gölgeden, üzerindeki kumaşın dökümüne her
detayı varlığının saf, somut ve yalın haliyle
algılar. Daha da ötesi, resme işleyeceği duygunun
ifadelerini kendi bünyesinde hissediyormuşçasına
doğallıkla yansıtması bu duyguyu yaşamdan okuyarak
etraflıca tanıması sayesindedir. Duyguyu hissedenin
jestlerini, anlık yüz ifadelerini o kadar iyi tanır
ki, resme bakarken resimdeki karakterin duruşundaki
samimiyetten şüphe duymayız. Sözün özü Rembrandt’ın
fırçasının kuvveti onun hayatı algılayışındaki
rasyonellikten ileri gelir.
Rembrandt’ın eserlerinden bazıları Rembrandt’ın
muasırı Vermeer, Hals, Bakhuizen gibi ressamların
eserleriyle beraber
Hollanda’nın en önemli müzelerinden olan
Rijksmuseum koleksiyonundan derlenmiş olarak Sakıp
Sabancı Müzesi’nde 10 Haziran’a dek görülebilir.
Kaynakça: [1]
Van Gogh, Vincent (1996). Theo’ya Mektuplar
(Pınar Kür, Çev.)
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. [2] Çernişevski,
N.G. (2012, Şubat-Mart). Sanatla Gerçeklik Arasında
Estetik İlişkiler (Pınar Dinlemez, Çev.) Gündoğusu
Dergisi, Sayı: 1. <
http://gundogusu.net/>.
Radikal İki, Yazı: Gamze Aygünal - Mimar,
15.04.2012
|
TRİPOLİS ANTİK KENTİNDEKİ KAZI ÇALIŞMALARI YENİDEN
BAŞLAYACAK
Denizli’nin önemli tarihi kentlerinden
biri olan ve 2010 yılında kazı çalışmalarına ara
verilen Buldan’a bağlı Yenicekent beldesindeki
Tripolis antik kentine 496 bin lira ödenek
ayrıldığı belirtilerek, kazı ve restorasyon
çalışmalarına yeniden başlanacağı bildirildi.
Denizli Valiliği’nden yapılan yazılı açıklamada,
antik kentin kazı ve restorasyon çalışmalarının
yeniden başlatılması için ciddi ve ısrarlı çabaların
geçen yıl sonunda başlatıldığı ve bu girişim
sonucunda Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın kazı iznini
verdiği belirtildi.
Çalışmalar için Denizli Özel İdaresi’nin 400 bin
lira, İŞKUR’un da Toplum Yararına Çalışma Programı
çerçevesinde 96 bin lira ödenek ayırdığı kaydedildi.
Açıklamada, Bergama Kralı II. Attalos tarafından
Tripolis ismiyle kurulan şehrin Laodikya’ya 30,
Hierapolis’e 20 kilometre mesafede olduğu ifade
edildi.
Pamukkale Üniversitesi’nce yapılacak kazının
başkanlığını PAÜ Arkeoloji Bölümü Başkanlığı’ndan
Yrd. Doç.Dr. Bahadır DumanIn yapacağı belirtildi.
Mynet Haber, 15.04.2012
|
 |
ARKA BAHÇEDEN SERVET ÇIKTI
Kanada'nın Vancouver kentinde adı açıklanmayan bir sanatseverin hayatı, 100 Kanada Doları (180 TL) aldığı iki tablo ile değişti.
Kanadalıların evlerinin bahçelerinde her yıl bahar aylarında geleneksel olarak düzenledikleri arka bahçe satışlarında iki tabloyu satın alan Kanadalı sanatsever, tabloları Vancouver'daki Maynard's Müzayede Evi'ne götürdü. Tabloları uzmanlara inceleten müzayede evi yöneticileri, eserlerin Kanada'nın ünlü ressamlarından Thomas John Thomson'a ait olduğunu açıkladı.
Maynard's Müzayede Evi yetkilileri, sanatçının eserlerinin Avrupa'daki müzayedelerde 300 bin dolar civarında alıcı bulduğunu hatırlatarak, 16 Mayıs'ta yapılacak olan açık artırmada 150 ila 250 bin dolar arasında bir fiyata ulaşabileceklerini kaydettiler.
Kanada'nın Ontario eyaletine bağlı Claremont kentinde 1877 yılında dünyaya gelen Thomas John Thomson, 1907'de Toronto merkezli Grup 7 şirketinde grafik dizayn yapmaya başladı. Algonquin Ulusal Parkı'ndaki resim çalışmaları ile adını duyurmaya başlayan sanatçı, burada kurduğu atölyesini, birçok ressam ile de paylaştı.
Algonquin Parkı'ndaki Canoe Gölünde 1917'de kaybolan sanatçının cesedi, 8 gün sonra bulundu. Ölümü üzerindeki sır perdesi hiçbir zaman aralanamayan Thomson'un hayatı ve ölümü The Far Shore filmi ile beyazperdeye de aktarıldı.
Post-empresyonist resimler yapan Thomas John Thomson, Kanada'nın Van Gogh'u olarak tanınıyor.
Habertürk, 15.04.2012
|
7 YÜZYILLIK TARİHİ ÇÖPE ATTILAR
Konya'da çöp
konteynerinde bulunan 11 cilt el yazması kitap,
Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi'nde koruma altına
alındı.
Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi Müdürü Bekir
Şahin, eserlerin merkez Meram İlçesi Lale Bahçe
Mahallesi'nde çöp konteynerinde bulunduğunu
belirtti. Şahin, "Geçtiğimiz gün duyarlı
vatandaşımız yolda geçerken konteynerde
kitap olduğunu fark etmiş. Kitapları
incelediğinde tarihi bir kitap olduğuna kanaat
getirerek bize bildirdi" dedi.
Yapılan incelemede 11 cilt kitabın yazma eser
olduğunun ortaya çıktığını kaydeden Bekir Şahin,
şunları söyledi: "Bulunan eserlerden bazılarını
kimlere ait olduğunu tespit ettik. Eserlerden biri
Abdülhavid Es-Sivasi tarafından yazılmış 'Şerhu
Fethu’l-Kadir' adlı eserdir. Bu kitap 1315 tarihinde
basılmıştır. Kur’an'ın tefsiri konusunda hazırlanmış
günümüz tefsir kitaplarına ışık tutan bir eserdir.
'Şerhu Mülteka’l-Ebhur' adlı eserde Mehmet
Gelibolulu tarafından 1273 tarihinde basılmıştır.
Denizlerin birleşmesi, buluşması anlamına gelen bu
kitabın içerisinde Kuduri, Muhtar, Kenz, el-Vikaye,
Mecma ve hidaye adlı fıkıh kitaplarındaki
meselelerden toplanmıştır. Bu eser, fıkhi
meselelerde sorunlarınıza cevap bulubileceğiniz en
güvenilir kaynaklardandır. Diğer eserde Kamus-u
Okyanus'dur. Türk kültürünün güçlü bilim
adamlarından mütercim Asım Efendi’nin eseridir. Eser
Firuzabadi’nin yazmış olduğu meşhur
Arapça Kamusu’l-Muhit Sözlüğünün osmanlıca
tercümesidir. Önemli ansiklopedik bir lügattir.
Diğer eserde Muhammet Esad el-Hüseyni’nin Şerhu
Tevcid kitabıdır."
Milliyet, Haber: Hakan Kaya, 15.04.2012
|
BOĞAZDAKİ ARAZİ ERMENİ VAKFININ OLDU
Beykoz Surp Nigoğayos
Ermeni Kilisesi Vakfı, içinde Ermeni Mezarlığı'nın
da bulunduğu 37 bin 500 metrekarelik arazi için
İstanbul Büyükşehir Belediyesi aleyhine açtığı
davayı kazandı. Hükümetin azınlık mallarının
iadesiyle ilgili kanun hükmünde kararnamesiyle
birlikte mülkler, Vakıflar Genel Müdürlüğü ile
azınlık vakıfları arasındaki protokollerle iade
ediliyor. Bunun son örneği olan İBB ile Beykoz Surp
Nigoğayos Ermeni Kilisesi Vakfı arasındaki davanın
sonucunda mahkeme tapunun da vakıf adına tesciline
karar verdi. Vakıf Başkanı Varujan Mağatyan,
"Yıllardır beklediğimiz bir karardı. İstanbul
Büyükşehir Belediyesi mahkeme kararını temyiz
edecek. Ancak temyiz sürecinin de lehimize
sonuçlanacağını düşünüyoruz" diye konuştu. İmar izni
olmayan arazi, mesire alanı olarak kullanılıyor.
Sabah, Haber: Erhan Öztürk, 15.04.2012
|
|
İŞ DÜNYASI AYIŞIĞI'NI AÇTI
 
Balıkesir'in Ayvalık
İlçesi'nde Suzan Sabancı Dinçer'in himayesinde 3
yıldır sürdürülen restorasyonla yenilenen Ayışığı
Manastırı törenle açıldı. Açılışa, iş dünyasının
önde gelen isimlerinden Sabancı Holding Yönetim
Kurulu Başkanı Güler Sabancı, Koç Holding Onursal
Başkanı Rahmi Koç, TÜSİ- AD Başkanı Ümit Boyner'in
yanı sıra Cem Boyner, Halis Komili, Yaman Törüner
gibi sanayici ve işadamları, manastırın eski
sahipleri Fazıl ve Nilgün Katrinli, Teoman Mardan,
Hayri Çulhacı, Sabancı Üniversitesi Müzesi Müdürü
Nazan Ölçer, Ayvalık ATO Başkanı Rahmi Gençer ve
yönetim kurulu üyeleri, Ayvalık Uluslararası Müzik
Akademisi Başkanı Prof. Filiz Ali de katıldı.
Konuklar, tekneyle manastıra götürüldü. Akbank
Yönetim Kurulu Başkanı ve Murahhas Üyesi Suzan
Sabancı Dinçer, 170 dönümlük arazi üzerindeki
Ayışığı manastırının Ayvalık bölgesi ve uluslararası
alanlarda düzenlenecek toplantılara ev sahipliği
yapacağını söyleyerek, "Biz bu manastırı köhne ve
yıkılmış bir haldeyken alarak kullanılabilir hale
getirdik" dedi.

Rahmi Koç ise manastırı 30 yıl kadar önce satın
almak istediğini ancak daha sonra vazgeçtiğini
anlattı. Bu arada törenden önce Ayışığı
Manastırı'nın tarihçesini anlatan ve Yrd. Doç. İpek
Yada Akpınar'ın editörlüğünü üstlendiği kitabın
tanıtımı ve imza günü yapıldı.
Sabah, Haber: Suat Salgın, 14.04.2012
******
AYIŞIĞI MANASTIRI'NIN İKİNCİ HAYATI
Suzan Sabancı
Dinçer, 2009'un baharında gelip aşık olduğu
Ayvalık’ın sembol mekanlarından Ayışığı Manastırı’nı
satın aldı. Son derece zahmetli bir restorasyon
işine girişti. Bu tarihi manastır artık konserlere,
sergilere ev sahipliği yapan bir müze-ev olacak.
Ayvalık Türkiye’nin en şanslı köşelerinden biri.
Müthiş doğasını, yeme-içme kültürünü, tarihi
mirasını bir yana bırakın ona tutkuyla bağlanan ünlü
iş insanlarının sayıları her gün artıyor.
Ayvalıklı ailelerden gelen Muhtar Kent, Ümit
Boyner, Halis Komili nedeniyle Ayvalık’ı tanıyan,
seven ve burada mülk edinenlerden söz ediyorum:
Rahmi Koç, Güler Sabancı, Sevil Sabancı ve en son
Akbank Yönetim Kurulu Başkanı Suzan Sabancı Dinçer.
Suzan Sabancı Dinçer, 2009'un baharında gelip
aşık olduğu Ayvalık’ın sembol mekanlarından biri
Ayışığı Manastırı’nı mübadeleyle gelen Katrinli
ailesinden satın almış. Son derece zahmetli bir
restorasyon işine girişmiş.
Cunda Adası’nın kuzey ucundaki Pateriça 2
köyünden hemen sonra, sırtını zeytinliklere dayamış
bir yamaçta yer alan Ayışığı Manastırı’nın ya da
Rumca adıyla Agios Dimitrios ta Salina’nın ikinci
hayatı da böylece başlamış. Farklı ama anlamlı bir
ikinci hayat.
Suzan Sabancı Dinçer, restorasyonu neredeyse üç
yıl süren manastırın bundan böyle sadece bir aile
evi olarak değil, konserlerle, uluslararası akademik
toplantılara ev sahipliği yapan, Cunda ve Ayvalık’ı
keşfe çıkan ziyaretçilere açık bir 'müze-yapı'
olarak yaşamasını arzu ediyor. 17. yüzyılda Aynaroz
keşişleri tarafından kurulmuş Ayışığı Manastırı’nın
minik şapelinden keman sesleri yükselecek...
Ayvalık şanslı derken haksız mıyım? Tabii işin
bir de Suzan Sabancı Dinçer’in sözleriyle şöyle bir
tarafı var: “Ege’nin karşı sahillerinde yaşayanlara
bir dostluk eli uzatmayı, mübadeleden neredeyse 90
yıl sonra Ayışığı Manastırı’nı bir barış sembolü
olarak yeniden canlandırmayı istedik.” Ekonomik kriz
kıskacındaki Yunanistan’a bundan daha anlamlı bir
mesaj olabilir mi?
İki gün önce, Ayışığı Manastırı’nın açılışı için
Cunda’da bir araya geldiğimiz Suzan Sabancı-Haluk
Dinçer çifti son derece heyecanlıydı.
Ayışığı Manastırı’na davet edecekleri yabancı
misafirlere, Türkiye’nin farklı bir yüzünü tanıtmak
da işin içine girmiş durumda çünkü.
Suzan Sabancı Dinçer Chatham House Mütevelli
Heyeti Üyesi. Aynı zamanda Prens Charles’ın başında
olduğu, eğitim, sağlık, kültür gibi konularda
dünyanın her yerinden faaliyet gösteren 'The
Prince’s Charities' grubuna da dahil. “Bu
ilişkilerim sayesinde Ayışığı Manastırı uluslararası
toplantılara, konserlere de ev sahipliği yapabilir”
diyor.
Ayığışı Manastırı’nın ikinci hayatına adımını
atmasıyla birlikte çevredeki zeytinlikler de
kurtulmuş. Manastır metruk halinden çıkıp bambaşka
bir şeye dönüşürken, bakımları tek tek yapılan 2 bin
700 zeytin ağacı yeniden yeşermeye, meyve vermeye
başlamış. Onların da ikinci hayatı başlamış.
Ayışığı Manastırı’nın ikinci hayatı hem
manastırı, hem Ayvalık ve Cunda’yı anlatan muhteşem
bir kitaba da vesile olmuş.
Cunda’nın meşhur Taş Kahvesi’nde tanıtımı yapılan
'Ayışığı Manastırı' kitabının yazarı İstanbul Teknik
Üniversitesi öğretim görevlisi Doçent Dr. İpek Yada
Akpınar. Akpınar ile yan yana düşünce İzmir’den
Ayvalık’a otobüs yolculuğunun nasıl geçtiğini
anlamadım. Akpınar, Ayışığı Manastırı kitabını
yazamak için Osmanlı arşivlerine başvurmuş. Meşhur
titizliğiyle, elindeki 1907 tarihli kartpostaldan
yola çıkarak benzersiz bir restorasyon
gerçekleştiren mimar Ersen Gürsel’den, eski Ayvalık
ve Cundalılarla sayısız söyleşi yapmış. Hem mimar
gözüyle, hem gazeteci merakıyla Ayvalık ve Cunda
için önemli bir kaynağa imza atmış.
Hürriyet, Haber: Gila Benmayor, 15.04.2012
|
NARLAR KENTİ: SİDE

Antik Pamphylia’nın liman ve ticaret kenti olan,
Yunan, Roma, Bizans döneminin özelliklerini bugüne
taşıyan Side eskiçağ hikayelerini, modern çağın
dinamizminde eritiyor.
Lidyalılardan Perslere, Büyük İskender’den Helen
krallıklarına ve Romalılara kadar pek çok uygarlığın
gelip geçtiği; Yunan, Roma, Bizans dönemlerinin yapı
özelliklerini, modern çağın tüm gerekleriyle
birlikte bugüne taşıyan
Side, hala kıpkırmızı narların kenti...
Hesychius’un sözlüğünde
Side’nin anlamı, “nar” olarak geçiyor. Nar
simgesi, zamanın paralarının, mermer yontuların
üzerinde de yer almış. Yunanca’da narın adlarından
biri olarak kullanılan
Side sözcüğü, aynı zamanda pek çok kadın
kahramana da ad olmuş.
Baharın tatlı serinliği eşliğinde
antik bir yolculuk başlasın: Albenili kent
kapısı ve Roma hamamı. Az ilerideki mermer yolu
takip ederek ulaşacağınız limanda yer alan Athena ve
Apollon tapınakları, şimdilerde balıkçıların
ağlarına ve akşamları da rakı sofralarına mekan
olmuş durumda. Ağlarını tamir eden, küçük çakılarla
midye ayıklayan balıkçılara selam verip sütunlu yola
geri dönmeli.
Side’de kara surları varlığını hala sürdürürken
deniz surları neredeyse hiç görünmüyor. Kara
surlarının kimi yerlerinde 10 metre yüksekliğinde
kuleler yer alıyor ki bunlar “konglomera” adı
verilen taşlardan yapılmış.
Büyük bölümü dikdörtgen, kalan bölümü yuvarlak ve
yarım yuvarlak olan kara surları ve aralarındaki
kapılar, İS. II ve III. yüzyıllarda şeref avlusu
olarak kullanılmış, sonraki yüzyıllarda ise savunma
hizmeti sunmuş.
Side’de toprak altında kalmış pek çok tarihi
eserin açığa çıkmasında emeği geçen Prof. Arif Müfid
Mansel tarafından 1947’de başlatılan kazı ve
incelemeler, surların Hellenistik döneme ait olduğunu
ortaya koymuş. Sütunlu caddede, araçlar ve insanlar
kemerli bir kapının altından geçerek giriyor
antik kente.
Kapının hemen dibinden başlayan, agoraya ve
tiyatronun önüne kadar giden bu cadde, eskiden
korint sütunları bulunan güzel caddelerden biriymiş.
Şimdi eski görkemini yitirmiş. Otlarla kaplı olan
diğer caddenin solunda Bizans bazilikasının
kalıntıları görülüyor. Eski hamam kalıntıları ise
restore edilerek müzeye dönüştürülmüş. 1940’lardan
beri süren kazılardan çıkarılan buluntuların
sergilendiği müzede asıl ilgi Nike, Herakles, Hermes
ve Üç Güzeller Heykeli ile Zeus’un doğuşunun ve
İksion’un cezalandırılışının anlatıldığı
kabartmalara oluyor.
Müze öncesi bırakmış olduğumuz agoraya yeniden
dönelim. Sadece temelleri kalmış kalıntılar, eskiden
dükkanlarla çevrili, sütunlarla sınırlandırılmış
muazzam bir yapıya aitmiş.
Antik dönemde; korsanlar, esirlerini açık
artırmayla agoranın avlusunda satışa çıkarırmış.
Antik kentin en görkemli yapısı kuşkusuz ki
tiyatro. Girişinde anıtsal kapı ve restore edilmiş
bir çeşme bulunan tiyatro, MS 2. yüzyıla
tarihleniyor. Mimarlık tarihi açısından önemi, diğer
antik kentlerde olduğu gibi bir dağ yamacına
yaslanmayıp kemerli mekanlar üzerinde kurulmuş
olmasıymış. Geç Roma döneminde gladyatör gösterileri
için kullanılan 15 bin kişilik tiyatronun sahnesi
harap durumda. Tiyatro, MS V ve VI. yüzyıllarda
açık hava kilisesine dönüştürüldüğü için sanırım,
iki küçük şapel ve yanındaki yolun kenarında bir
Dionyssos tapınağı bulunuyor. Önündeki sütunlar ise
Mısır’dan getirtilmiş.
Habertürk (Kısaltarak), 14.04.2012
|
 |
88 YILLIK TREN GARI KORUMA ALTINA ALINDI
Türkiye'nin doğusunu Ankara'ya bağlayan ana demiryolu hattı üzerinde 1924 yılında yaptırılan Yahşihan Tren Garı, günümüze dek hizmet verdi. Tarihi gar binası, Yahşihan Kaymakamlığı'nın girişimleri sonucu koruma altına alındı. Gar binası ile gara ait ambar ve yapılar da taşınmaz kültür varlığı olarak tescil edildi.
Yahşihan Kaymakam'ı Ahmet Ferhat Özen, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ilçenin tarihi yapılarına sahip çıktıklarını, 2. Abdulhamid dönemine ait demir köprüden sonra tren garının da koruma altına alınmasının sevindirici olduğunu söyledi.
Eski eser ve yapıları orijinal dokularıyla koruma altına almayı amaçladıklarını belirten Özen, ''Bu tarihi yapıların tarihi dokularıyla korunması, çevre düzenlemesiyle bakımlarının yapılması ve vatandaşın hizmetine sunulmasını amaçlıyoruz'' dedi.
Kaymakam Özen, gar binasının düzenleme çalışmaları için talepte bulunduklarını, Tabiat ve Kültür Varlılarını Koruma Kurulu tarafından taşınmaz kültür varlığı olarak tescil edilen garda inceleme yapıldığını belirtti. Özen, ''Gar, eski orijinal yapısı korunarak restore edilecek. Tarihi dokuları her zaman hatırlamak ve korumak adına buradaki tarihi garı Yahşihan'a ve Kırıkkale'ye kazandırmak istedik'' diye konuştu.
Yapı, Fotoğraf: Ahmet Yaman/AA, 13.04.2012
|
KUŞA BENZEYEN DİNOZOR FOSİLİ BULUNDU
BBC'nin haberine göre,
İsveç ve Arjantinli bilim adamları, yaklaşık 70
milyon yıl önce yaşadığı sanılan kuş benzeri
dinozorun fosilleşmiş kalıntılarını buldu.
Küçük, uzun bacaklı, iki ayaklı ve hızlı hareket
eden, “Alvarezsaurid” familyasından gelen dinozora,
kazı yapılan alanda bulunan omurga kemikleri
nedeniyle, Bonapartenykus ultimus” adı verildi.
“Alvarezsaurid” familyasından dinozor fosilleri,
daha önce de Güney
Amerika ve Moğolistan'da bulunmuştu.
Radikal, 13.04.2012
|
|
SULTANAHMET CAMİİ DEPREME DAYANIR

Olası deprem tartışmalarıyla sallanan İstanbul
için iyi haber... Sultanahmet Camii'nin yeraltı
haritası çıkarıldı, 5 binden fazla profil incelendi.
Çıkan sonuç uzmanlara rahat bir nefes aldırdı: Fay,
kırık, çatlak ve kayma düzlemi gibi deprem riski
yaratacak jeolojik süreksizliklere rastlanmadı.
İstanbul olası bir depremin sonuçlarıyla yatıp
kalkarken, Vakıflar Genel Müdürlüğü İstanbul Bölge
Müdürlüğü başarılı bir çalışmaya imza attı.
Arkeolog, jeoloji mühendisi ve çevre
mühendislerinden oluşan ekip Sultanahmet Camii'nin
MR'ını çekti. Yapının oturum alanı jeoradar
cihazlarıyla taranarak yeraltı haritası çıkarıldı;
altındaki tesisat ve kanalizasyon hatlarının konum
ve güzergahları da belirlendi. 396 yaşındaki
yapının, depreme dayanıklı olduğu ortaya çıktı.
Caminin 30 metre altı taranarak çıkarılan
profillerin yorumlanması sonucu elde edilen 'Yapının
oturum alanında fay, kırık, çatlak ve kayma düzlemi
gibi deprem riski yaratacak jeolojik süreksizliklere
rastlanmadı' ve 'Güneybatı tarafının 15 metre
derinlikten sonrasında, zemini oluşturan kum ile kil
tabakaları yeraltı suyu bakımından oldukça doygun'
verileri, uzmanlara rahat bir nefes aldırdı.
İstanbul Teknik Üniversitesi Maden Fakültesi Jeoloji
Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Naci Görür, Vakıflar
Genel Müdürlüğü'nün yaptığı çalışmanın sonuçlarını
şöyle değerlendirdi: Tarihi yarımada olası depremde
şiddetli bir şekilde sarsılacak. Tarihi yapıların
altından deprem dalgaları geçecek. Yapılan iş
faydalı bir çalışma. Ancak burada esas olan
sarsılmanın boyutları ve zeminin özelliğidir.
Oradaki zemin killi, yeraltı suları bakımından
zengin. Dolayısıyla burada temel ile zemin
ilişkisini kurmak daha doğru olur. Yapının taşıyıcı
unsurlarının da detaylı bir şekilde incelenmesi
gerekir.
Akşam, Haber: Bülent Şanlıkan, 14.04.2012
|
TAPINAKLAR BÖLGESİ KORUMA ALTINDA
Side Belediyesi,
tapınaklar bölgesi olarak adlandırılan Athena, Güney
Bazilika ve Apollon Tapınağı çevresini koruma altına
alarak alkoliklerin mekanı olmaktan kurtardı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan tapınaklar bölgesinin tahsisini alan Side Belediyesi, Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nün 2012 yılında tapınaklar bölgesinde yapacağı ayağa kaldırma çalışmalarına da destek olacağını bildirdi. Side Belediye Başkanı Abdulkadir Uçar, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın tapınaklar bölgesi, Güney Bazilika, Liman ve Roma Hamamı tahsisini Side Belediyesi’ne yaptığını söyledi. ‘Side’de Tarih Gün Yüzüne Çıkıyor’ projesi kapsamında bu sene turizm beldesine 5 kent müzesi kuracaklarını belirten Uçar, Manavgat Milli Eğitim Müdürlüğü’nden tahsisini aldıkları Side Öğretmenevi’ni de müze yapacaklarını kaydetti.
Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü ve Side
Kazı Başkanı arkeolog Doç.Dr. Hüseyin Alanyalı ve
eşi Doç.Dr. Feriştah Alanyalı’nın tapınaklar
bölgesinde ön hazırlık çalışması yaptığını belirten
Uçar, Athena ve Apollon Tapınağı’nda en son
restorasyon çalışmasının güney ve batı cephesinde
restorasyon çalışmasının 1980 yılında yapıldığını
hatırlattı. Uçar, Anadolu Üniversitesi’nin bu sene
tapınaklar bölgesini ayağa kaldırma çalışması yanı
sıra Side antik tiyatro yanında ticari agora içinde
bulunan Tüke Tapınağı’nı da ayağa kaldıracağını
kaydetti.
Belediye Başkanı Uçar, “Bakanlığın tapınaklar
bölgesi, Liman, Roma Hamamı ve Güney Bazilika’nın
tahsisini belediyemize yapmasına çok sevindik.
Belediye olarak Side’yi Side yapan ana unsur tarih,
kültür ve arkeolojik zenginliğimizi gün yüzüne
çıkarmak istiyoruz. Tahsisin Side Belediyesi’ne
yapılması aynı zamanda tapınaklar bölgesinin koruma
altına alınması demek. Bölgeyi koruma altına aldık
ve alkoliklerin mekanı olmaktan kurtardık. Bölgenin
ışıklandırmasını dünya standartlarında yaptık.
Bölgedeki çok sayıdaki güvenlik kameraları ile günün
24 saati görüntü alıyoruz. Özel güvenlik ekipleri
bölgede sürekli kontrol ediyor.” dedi. 55 yıldır
Side’de yaşayan Alman heykeltıraş Dietmar Friese,
Apollon Tapınağı’nda restorasyon çalışmasının 1980
yılında yapıldığı ayağa kaldırma çalışmalarında
kendisinin de yer aldığını kaydetti.
Yeni Alanya, 12.04.2012
|
EMEKLİ PROFESÖRÜN ANTİK KENT ÇIĞLIĞI
Anadolu başta
olmak üzere Kuzeybatı İran, Mezopotamya ve Kafkasya
arkeolojileri üzerine birçok araştırması ve kitabı
bulunan Prof.Dr. Veli Sevin, İzmir’in Ödemiş
İlçesi’ndeki Türkönü ve Kurucuova köyleri arasındaki
Yelaldı mevkiine yapılacak Düzenli Katı Atık
Depolama Tesisi’nin, Neikaia antik kentine ait sit
alanına bitişik bir noktada kurulması halinde önemli
bir tarihsel değerin zarar göreceğini söyledi.
Eşi Prof.Dr. Necla Sevin’nin de kendisi gibi
emekli arkeolog olduğunu belirten Prof.Dr. Sevin,
önümüzdeki günlerde yapılması planlanan
Kurucaova’nın kuzeyindeki çöp deponi alanının
ihalesinin iptal edilmesi gerektiğini, aksi takdirde
telafisi imkansız sonuçların ortaya çıkabileceğini
söylediler.
Aslen Ödemişli olan ve Anadolu arkeolojileri
üzerine yaptığı araştırmalarla adından çokça söz
ettiren Prof.Dr. Veli Sevin, Neikaia antik kentinin
tarihi eserlerinin günümüze dek iyi şekilde
korunduğunu aktararak, bu antik kentin yakınında bir
çöp deponi alanı yapılmasının, yanlış arazi tercihi
olacağını kaydetti.
Bu duruma karşı çıkmanın toplumsal bir sorumluluk
olduğunu ifade eden Sevin, şöyle konuştu: “Yeni katı
atık döküm sahası Neikaia adını taşıyan antik kentin
sit alanı sınırlarına bitişik bir yerde kurulacak.
Kuruluşu MÖ 7. yüzyıla, Lydia Krallığı dönemine
değin uzanan kent Roma İmparatorluğu döneminde yeni
baştan ihya edilmiş. Kentte basılmış en eski paralar
MÖ 1. yüzyıl tarihlidir ve kentteki sikke darbı
MS 3. yüzyılın başlarına kadar sürmüş. Bazı
paralarının arka yüzünde Sağlık Tanrısı Asklepios’un
ve çoğu kez de oğlu kabul edilen cüce Telesphoros
ile Sağlık ve Temizlik Tanrıçası kızı Hygieia’nın
resimleri bulunuyor. Hastalıktan kurtulma, nekahet,
sağlık ve temizliği simgeleyen tanrı ve tanrıça
betimlemeleri kentin bir tür sağlık merkezi olarak
kabul edildiğine işaret ediyor.”
Neikaia antik kentinin geniş bir sahaya
yayıldığını ve kazılarla daha çok tarihi eserin gün
yüzüne çıkabileceğini belirten Sevin, “Harabelerin
güneybatı eteklerinde bugün kullanılmayan bir civa
maden tesisi bulunuyor. Eskiçağlarda Yukarı Kilbiani
denen bu yöre, dünyanın en kaliteli zencefre (civa
sülfür) madenleriyle tanınıyordu.
Bu maden eskiden boya yapımı, ilaç ve kozmetik
sanayinde kullanılan bir maddeydi ve Ephesos limanı
aracılığıyla tüm dünyaya ihraç ediliyor. Paralarının
arka yüzünde rastlanan sağlıkla ilgili figürlerin bu
madenle ilgili olduğunu düşünüyoruz.
19. yüzyıldan beri birçok Batılı bilim adamının
araştırmalarına sahne olmuş Neikeia kentinin
akropolü, tiyatrosu, sarnıçları, önemli kamusal
yapıları ve mezarlığına ilişkin kalıntılar geniş bir
sahaya yayılmış durumdadır. Çöplük ise maalesef
yüzeyden görülebilen kent merkezinin 300-500 metre
kadar güneydoğusunda yer alacak” dedi.
Düzenli Katı Atık Depolama Tesisi’nin Ulusal
Kurtuluş Mücadelesi’nin yöresel kahramanlarından
Gökçen Hüseyin Efe’nin Yunanlarla çarpışarak şehit
olduğu arazinin üzerine kurulacağını belirten Sevin,
şöyle devam etti: “Türkönü ve Kurucaova köyleri
arasındaki bu çöplük sahası ulusal tarihimiz
açısından da ayrı bir önem taşıyor. 21 Kasım 1919
tarihinde yöre kahramanlarından Gökçen Hüseyin Efe
Yunanlılar’a karşı tam da bu tepelerde mevzi kurmuş
ve Kaymakçı’nın işgaline karşı koymak üzere mücadele
ederken bu alanda şehit düşmüştür. Mezarı 1971
yılında Kaymakçı’ya nakledilene dek bu tepede kaldı.
O kahraman müdafilerin Gökçen Efe’nin vurulduğu yere
oyduğu ay yıldız işaretleri çöplük alanındaki
kayalarda bugün hala görülebilir.”
Çöp depolanması ile bölgenin turizm
potansiyelinin yok olacağına dikkati çeken Sevin,
“Söz konusu çöplük kurulduğu takdirde, günümüzde
insanlığın en çok ilgisini çeken konulardan bir
durumundaki kültürel mirasın korunması ilkesinin
büyük bir yara alacağı kuşkusuz.
Ayrıca böylelikle bölgenin gelecekteki cazibe
merkezlerinden biri adeta yok olacak. Arkeolojik
kazılar yapılmaya elverişli bir ören yerinin
çöplerle kirletilmesi yöreye olan ilginin azalmasını
da beraberinde getirecek, bölge turistik bir ilgi
alanı olma adaylığını daha en başından yitirip
gidecek” diye konuştu.
haberler.com, 12.04.2012
|
SAHİP ÇIKTI KABAHATLİ OLDU
Türkiye’nin kaçırılan
tarihi eserlerin geri getirilmesiyle ilgili
mücadelesi uluslararası alanda yankı buluyor.
ABD’nin önde gelen
haber dergilerinden Newsweek, son sayısında
Türkiye’nin Batılı müzelerle giriştiği, kendi
sınırlarından kaçırılmış tarihi eserlerin geri
döndürülmesi mücadelesini “milliyetçilik” olarak
yorumlayarak, Türk yetkilileri eleştirdi.
Dergiye göre, Türk hükümeti, yabancı müzelerdeki
eski Anadolu eserlerini geri kazanmak için yürüttüğü
sözlü kampanya ile milliyetçi puan toplamaya
çalışıyor. Geçen sene Türkiye Kültür ve Turizm
Bakanlığı, yabancı arkeoloji ekiplerinin kazı
izinlerini askıya alabileceği tehdidinden, müzelere
sergiler için eser gönderimini bloke edebileceğine
kadar “agresif” önlemlere başvurdu. Son olarak geçen
ay, New York’taki Metropolitan Müzesi, Londra’daki
British ve Victoria and Albert Müzeleri’ne sergiler
için eser gönderme lisansı vermeyeceğini açıkladı.
Bunun ardından müzeler Bizans ve İslam, Hac gibi
önemli sergilerini ertelemek ya da Türk olmayan
eserlere başvurmak zorunda kaldılar. Dergiye, adını
vermeden konuşan Batılı bir müze yöneticisi
Türkiye’nin yaklaşımını, “Buna şantajdan başka bir
şey demek zor. Tartışmalı eserleri geri almak için
uluslararası arkeolojik çabaları tehdit etmek etik
dışı” diye değerlendirdi. Dergi yazıda Türkler için
“arsız” ifadesini de kullandı.
Sfenks nasıl geri geldi?
Türkiye’nin ülkesinden yasadışı yollarla
çıkartılan tarihi eserleri geri kazanmaya hakkı
olduğunu kabul ettiğini vurgulayan dergi, son olarak
bu çabaların bir sonucu olarak Yorgun Herkül
heykelinin Türkiye’ye geri getirildiğini, 1998’den
bugüne kadar Türkiye’ye 4 bin 519 kaçırılan eser
geri getirildiğini hatırlattı. Yazıda Alman
arkeologların Boğazköy’de çıkartıp, 1917’de
restorasyon için Berlin’e gönderdikleri 3 bin 500
yıllık iki sfenksin öküsü de yer aldı. Geçen sene
Türkiye’nin Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün (DAI)
arkeoloji lisansını askıya alma tehdidi ile olayı
hızlandırmaya çalışmıştığını yazan dergiye göre bu
tehdit çok ciddiydi ve Alman hükümeti teslim oldu,
sfenks kasım ayında geri alındı. Yine derginin
yorumuna göre, Türkiye’nin DAI’nin altı kazı alanını
kapatması, “şoke edici kültürel bir barbarlık
olurdu”.
İddia: Baskı yapılıyor
Fakat derginin haberine göre, Almanların
Bergama’daki neredeyse yüzyıllık yatırımına karşın
yerel yetkililer Almanlara hala şüpheyle yaklaşıyor.
DAI, turizm yetkililerinden, yıkılan tapınakları
yeniden inşa ederek ziyaretçiler için daha fotojenik
bir hale getirmesi için baskı görüyor. Dergi
yazısına şöyle devam ediyor: “Fakat kendi
miraslarını hırsızlar ya da şehir planlamacılarına
karşı koruma konusuna gelince Türk yetkililer daha
az heyecanlılar. DAI’nin Türkiye projesi direktörü
Doktor Felix Pirson sık sık yerel polis tarafından
çağrılarak, Bergama civarında yerli hazine avcıları
tarafından parçalanmış antik mezarlarda “kurtarma
kazıları” yapmalarını istiyor.
Mezar hırsızları organize, sistemli ve büyük
ihtimalle yerel halka entegre olmuş durumda ve çok
azı yakalanıyor.
Türk hükümeti aynı zamanda Allianoi’deki
multimilyonlarca dolarlık baraj projesine izin
verirken etrafındaki çok önemli arkeolojik alanların
yıkılmasından hiç endişe duymadı. Yorgun Herkül
heykelini isterken çok gayretli olan Başbakan
Erdoğan, geçen sene İstanbul Yenikapı’daki Bizans
arkeolojik kazılarına, Boğaz’dan geçecek tünel
projesi için sonlandırılmasını emretti, tüm alan
sonsuza dek yok oldu.”
Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun uzak
sınırlarından getirilen eserleri müzelerinde tutması
da eleştiri konusu oldu. Dergiye konuşan Avrupalı
bir bürokrat, “Bir kere eserlerin orijinal yerlerine
geir döndürülmesini istediğinizde absürd sonuçlara
ulaşırsınız” diyor.
The Times gazetesi British Museum’dan tarihi
eserlerini geri isteyen Türkiye’nin taş levha Samsat
Steli talebini sayfalarına taşıdı. Habere göre
Türkiye, ocakta stelin iadesini isteyerek,
‘Yunanistan’dan sonra müzedeki bir obje üzerinde hak
iddia eden ikinci ülke oldu’. Gazete, Türkiye’nin
son iki yılda müzelerdeki hak iddialarına hız
verdiğini belirterek, müzenin iade yerine, süresiz
ödünç teklifini de geri çevirdiğini yazdı.
Yunanistan’ın talep ettiği Elgin Mermerleri ise 30
yılı aşkın süredir anlaşmazlık konusu. İngilizler
önce bu mermerleri Yunanistan’ın sergileyecek yeri
olmadığı için vermeyi reddetti, Yunanlılar özel müze
inşa etti. Bunun üzerine, Yunanistan’ın havasının
eserlere zarar verebileceği iddia edildi.
Vatan, 10.04.2012
|
8 - 14 Nisan 2012
|
|
HZ. İSA'NIN MEZARI MI?
Kudüs'ün kenar
mahallelerinden birinde bulunan mezardan çıkan ve
Hz. İsa'ya ait olduğu iddia edilen kemikler, yeni
bir tartışma başlattı. Simcha Jacobivici ve James
Tabor adlı iki araştırmacının uzaktan kumandalı
robotlar yardımıyla yaptıkları keşfe göre söz konusu
mezar, çarmıha gerildikten sonra buraya gömülen Hz.
İsa ve ailesine ait! İkilinin yaptığı açıklama, Hz.
İsa'nın mezarının Kudüs'ün merkezindeki Kıyamet
Kilisesi'nde bulunduğuna inanan Hıristiyanların
tepkisini çekti. 2007 yılında çektiği "İsa'nın Kayıp
Mezarı" adlı belgeselle Hıristiyan dünyasında büyük
bir tartışmaya yol açan Kanadalı yönetmen Simcha
Jacobivici, Hz. İsa'nın mezarıyla ilgili yeni
bulguları içeren belgeselin ikinci bölümünün
önümüzdeki haftalarda yayınlanacağını söyledi.
Sabah, 13.04.2012
|
BAKAN GÜNAY: VAN MÜZESİ
TAŞINACAK
Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay, Van Müzesi’nin kullanımının deprem
sonrasında can ve mal güvenliği açısından sakıncalı
olduğunun belirlendiğini anlattı ve “Bu nedenle
müzede yapılacak çalışmalar süresince eserlerin
uygun bir mekana taşınması planlanmaktadır” dedi.
BDP Van Milletvekili
Nazmi Gür’ün, Van’da deprem sonrasında hasar gören
tarihi yapılarla ilgili yönelttiği soru önergesini
yanıtlayan Günay şu bilgileri verdi:
“Deprem nedeniyle,
orta dereceli hasar gören Van Müzesi, fiziki açıdan
uygun şartlar sağlanıncaya kadar ziyarete kapatıldı.
Müze eserlerinin eski Van’daki Hüsrev Paşa Camisi
içinde yer alan külliyeye taşınmasına yönelik
incelemeler devam etmektedir. Van müze binasında
deprem sonrası güçlendirme ihtiyacı olup olmadığına
yönelik deprem dayanıklılık testleri ve analizleri
de yaptırılmaktadır. Analiz sonuçlarına göre mevcut
müze binasının kullanılıp kullanılmayacağına karar
verilecektir.”
Hürriyet, Haber: Umut
Erdem, 13.04.2012
|
TÜRK ÇAĞDAŞ SANATI ARCO
2013'DE TANITILACAK
Dünyanın önemli çağdaş
sanat fuarlarından İspanya'nın başkenti Madrid'deki
ARCO'ya 2013 yılında konuk ülke olarak katılacak
Türkiye'nin küratörlüğünü yapan Vasıf Kortun,
''Türkiye, ARCO için doğru bir yıl seçti'' dedi.
Türkiye'nin
ARCO 2013'e konuk
ülke olarak katılacağının resmileşmesinden yaklaşık
bir ay sonra Madrid'e gelen küratör
Vasıf Kortun, IFEMA
fuar alanı yöneticileri,
ARCO direktörleri
ve İspanyol sanat yazarlarıyla bir araya geldi.
Türkiye Büyükelçiliği'nin Madrid'deki rezidansında
verilen resepsiyonda kısa bir konuşma yapan Kortun,
son 12 yılda farklı sebeplerden dolayı birçok kez
ARCO'ya geldiğini
belirterek, ''ARCO'ya
konuk olan ülkeleri hep kıskanmışımdır ve 'Ne zaman
Türkiye olacak' sorusunu çok sormuşumdur'' diyen
Kortun, Türkiye'nin doğru bir yılda
ARCO'ya katılmasına
ve küratör olarak kendisine verilen güvenden dolayı
çok mutlu olduğunu söyledi.
Türkiye'de sanatsal açısından çok çeşitli
enerjilerin bir araya geldiğini vurgulayan Kortun,
sözlerine şöyle devam etti:
''10-20 yıl öncesine oranla sanat ortamının ciddi
anlamda olgunlaşması, çok daha güçlü bir sanat
ortamı ve sanatçılar bulunması; sanata desteğin çok
ciddi bir yapıya kavuşmuş olması; ve son olarak
Türkiye için yeni bir ortam diyebileceğimiz her
anlamda devlet desteği verilmesi çok önemli
gelişmeler. Dolayısıyla proje kötü olursa beni
kıyasıya eleştirebilirsiniz.''
Vasıf Kortun
ayrıca, Türkiye'deki güzel sanatlar ve yeni kültür
üretiminin özellikle son 15 yılda çok ciddi bir
hareketlilik içinde olduğunu belirtti.
Resepsiyonda konuşan Türkiye'nin Madrid Büyükelçisi
Ayşe Sinirlioğlu da
Vasıf Kortun'un
''mükemmel bir profesyonel geçmişe sahip olduğunu,
Türkiye'de ve yurt dışında çok sayıda prestijli
çalışmaya imza attığı'' kaydederek, ''Bu projede ona
sahip olmak bizim için bir şans. Onun tecrübesi ve
yönetimi
ARCO'da Türkiye'nin
başarısını garanti edecek önemli faktörler olacak.
Çok pozitif bir sonuç elde edeceğimize inanıyorum''
ifadesini kullandı.
Madrid'deki temasları sırasında küratör Kortun, iyi
bir proje hazırlanması halinde Türk çağdaş sanatının
ARCO'da evsahibi İspanyollara ve diğer uluslararası
katılımcılara tanıtılmasının zor olmayacağını
söyleyerek, ''Türkiye'de gerçekten çok güçlü
sanatçılar var. Eskisinden çok daha güçlü ve yaygın
bir ortamdan bahsediyoruz. Kurumsal anlamda da
destek var. Dolayısıyla gözardı edilemeyecek bir şey
oluyor'' diye konuştu.
Türkiye'nin ARCO'ya katılımında İstanbul'daki
galerilerin ağırlıklı olacağını gizlemeyen Kortun,
buna rağmen ''Ben de İstanbulluyum, ama her şey
İstanbul demek değil. Galeri olarak başka kentlere
de bakıyorum. Olur mu olmaz mı bilmem, ama o niyetim
var'' dedi.
''Bu zamana kadar Türkiye'den ARCO'ya katılım yok
denebilecek kadar az düzeydeydi. Türk çağdaş sanatı
da İspanyollar için bir kapalı kutu gibi, ne
verirsek onu alacaklar. Bunun size göre riskli bir
yanı var mı?'' sorusuna Türk küratör, ''Yok. Gözü ve
gönlü açık bir şekilde sergiye bakmaya gelen
insanlar için bir sıkıntı olduğunu sanmıyorum. Ama
tabii bazı şeylere illa ki dikkat etmek gerekiyor.
Uluslararası bir proje yapıyorsanız onun arkasını
sağlam tutmanız gerekiyor. Her şey kolayca anlaşılır
olmayabilir, her şey sıradan ve basit olmayabilir,
her şey tanıdıkları bir kültürden gelmediği için
daha zor okunabilir. Ama onun altyapısını
hazırlarsanız, belli bir eğitim ve bilgilendirme
programı içinde sunarsanız o zaman yollar daha kolay
açılır'' cevabını verdi.
Kortun, Türkiye'nin ARCO'daki küratörü olarak ilk
önce Madrid'e gelip temaslarda bulunmak istediğini,
henüz çok fazla dillendirmese de Türkiye'de heyecan
olduğunu gördüğünü belirterek, ARCO'daki Türkiye
pavyonunun temasız olabileceğini ifade etti.
Habertürk, 12.04.2012
|
İNÖNÜ STADINA 'BERLİN
MODELİ'
Beşiktaş'ın Stadı,
Beşiktaş'ta
yapılacak. Bu söylem son günlerde tehlikede idi.
Özellikle Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay'ın
'İnönü'yü yıkamazsınız.
Beşiktaş Stadı'nı
başka yere yapsın' sözleri ile durum iyice kritik
noktaya gelmişti.
Krizden çıkmak gerekiyordu. Tehlikeyi fark etmek
gerekiyordu...
Beşiktaş'ın çiçeği
burnundaki Başkanı Fikret Orman, hemen 'acil eylem
planı' yaptı. Başbakan'ın Urimçi-Pekin seyahati onun
için büyük bir fırsattı.
Özellİkle
Ertuğrul Günay'ın
10 saatlik yolculukta bulunması çok önemliydi. Bu
asisti kaçırmadı Orman... Hemen seyahate
Beşiktaş Başkanı
olarak dahil oldu. Uçakta İnönü Stadı projesini
çözecekti.
Şam krizinin damga vurduğu yolculukta İnönü'yü
gündeme getirdi Orman.
Başbakan Erdoğan
hem Günay'ı hem Orman'ı önce ayrı ayrı, sonra
birlikte dinledi.
Yolculuk uzundu ve Erdoğan kafasına takıldıkça iki
tarafı özel bölüme çağırdı, sorularını sordu...
Bakan Günay, 'Orası yeşil alan olmalı... Olmaz'
derken Orman 'Stat olmazsa olmaz' diyordu. Başbakan
'rantsız çözüm'e 'evet' dedi. Yani otel ve alışveriş
merkezi yapılmayacaktı.

Ancak Günay'ın 'Tarihi doku zarar görmesin' ısrarı
da devam ediyordu... Pes etmiyordu Bakan... Fikret
Orman'sa stadı yıkıp yeniden yapmak istiyor, 45 bin
kişilik yeni bir Arena planlıyordu...
BaŞbakan Erdoğan'ın
hakemliğinde iş 'tarihi doku'yu çözmeye kalmıştı.
Günay'ı ikna etmek gerekiyordu. Peki bu nasıl oldu?
İşte Orman'ın ikna planı:
'Sayın Başbakanım, Sayın Bakanım... Berlin Olimpiyat
Stadı buna çok iyi bir örnek. Almanlar tarihi dokuya
zarar vermeden olimpiyat stadını günün şartlarına
uygun şekilde yenilediler. Biz de aynı şekilde,
tarihi dokuyu bozmadan yapabiliriz.'
İşte bu sözler üzerine ikna olan hem
Başbakan Erdoğan
hem de Bakan
Ertuğrul Günay onay
verdi.
Özetle Orman, İnönü ile ilgili uçakta iki zafer
kazanmıştı. Stat başka yere taşınmayacaktı.
Beşiktaşlılar'ın istedği olmuştu. Stat yıkılıp
yeniden yapılabilecekti. Böylece verimli hale
getirilecekti.
Şimdİ taraflar çalışmalara başlayacak. Başbakan'ın
'olur' iradesine 'tamam' diyen Bakan Günay ile
Fikret Orman, İnönü'nün yeniden yapılması için model
çalışacak. Orman, stadı Beşiktaşlılar'ın yapmasını
istiyor. Bakan Günay ve Spor Bakanı Suat Kılıç da
'devlet' desteğinden yana. Bu konuda da taraflar
anlaşmaya yakın.
İşte İnönü zaferinin hikayesi böyle. Konuyu Polis
Teşkilatı'nın 167. yıl kutlamalarında
Beşiktaş Başkanı
Fikret Orman'a sordum.. 'İnönü için o yolculuğa
gitmek gerekiyordu' dedi. Sonra da 'Berlin Stadı'
modelini uygulayacaklarını söyledi.
Özetle İnönü Berlin gibi olacak. Deniz tarafındaki
tarihi tribün kalacak, diğer bölümler yıkılıp dışı
'taş yapı' görüntüsünde, içi ise 5 yıldız görkeminde
bir stat yapılacak.
Beşiktaş yeni
projesiyle hem çağdaş bir stada kavuşacak hem 'tatlı
gelir'le özellikle
futbol ekenomisini
düzenleyecek.
Radikal, 12.04.2012
******
İNÖNÜ MÜJDESİ!
Ertuğrul Günay, Beşiktaş İnönü Stadı'nın yeniden
yapımıyla ilgili açıklamalarda bulundu.
Günay İnönü stadyumu
konusundaki anlaşmayı " Önümüzdeki günlerde, stadın
tarihi özelliğini koruyacak şekilde, denizden biraz
daha içeri çekilmiş şekilde, boyutlarını
büyütmeksizin ve altına AVM sokmaksızın, tarihsel ve
sanatsal değeri olan bir spor kompleksi olarak
yeniden inşaatı konusunda bir ortak projede
çalışacağız" şeklinde dile getirdi.
FİKRET ORMAN BENİMLE VE SAYIN BAŞBAKANLA GÖRÜŞTÜ
Başbakan Erdoğan'la birlikte Çin'e
gerçekleştirdikleri ziyarete Beşiktaş Kulübü Başkanı
Fikret Orman'ın da katıldığını belirten Kültür
Bakanı Günay," Sayın Orman nezaket gösterdi, bizimle
Çin'e kadar geldi. Sayın başbakan ve benimle
görüştü. Karşılıklı fikir alışverişinde bulunduk.
Ben baştan itibaren İnönü Stadı yerine bir AVM
yapılmasını, bir rant merkezi yapılmasını doğru
bulmadığımı, esasen tarih içinde İnönü stadının
yerinin gelecek için sıkıntı verebileceğini
söylüyordum. En azından stadın İstanbul'un ilk spor
kompleksi olarak, mevcut yerinde iyileştirilerek
korulabiliceğini söylüyordum ki, şimdi yeni
yönetimle bu noktaya geldik" dedi.
DEPREM TEHLİKESİNDEN KURTULACAK
Eski yapıya uygun bir yapı yapılması gerektiğinin
altını çizen Günay,"Boyutları büyütülemez, altına
bir yapı yapılamaz. İBB'nin yaklaşımı ve sayın
başbakanın yaklaşımı bu. İstanbul böylece, hem bir
spor yapısının deprem tehlikesinden kurtulmasını
sağlayacak, hem de o vahaya yakışır bir mimari eseri
İstanbul'a kazandırmış olacağız" şeklinde konuştu.
MİLLİYETÇİLİK SUÇLAMASINA YANIT
Uluslararası bir dergide çıkan ve Türkiye'yi tarihi
eserlerin iadesi konusunda Milliyetçi davranmakla
suçlayan bir habere de tepki gösteren Kültür Bakanı
Günay, " Kültür varlıklarımızı korumak,
Milliyetçilikle suçlanacak bir yaklaşım tarzı
değildir. Bu kendinize saygının dünyaya saygının
doğal sonucudur. Bizden geçerliliği tartışılmaz
belgeyle gitmiş eseri tartışmıyoruz. Bizden herhangi
bir belgeyle gitmeyen eserleri, çalıntı tarzında
götürülmüş eserleri bir müzelerinde bulunduruyorsa,o
müze bizimle işbirliği talebinde buluyorsa, önce bir
işbirliği talebinde bulunuyoruz. Batının birçok
müzesinin rahatsız ediyor. Yakışıksız ifadeler
kullanmışlar kendilerine hak ettikleri cevapları
önümüzdeki günlerde vereceğiz" şeklinde konuştu.
İSTANBUL MODERN'İN KAPATILMASI TARTIŞMALARI
Günay, Galataport içinde yer alan İstanbul Modern'in
kapatılacağı şeklindeki haberleri hatırlatan bir
gazeteciye, "İstanbul Modern, 8 yılını doldurdu.
İstanbul'un kültür yaşamına önemli katkılar yaptı.
Daha iyi bir formül bulmadıkca, mevcut yapıya
kimsenin el sürmesine bakanlık olarak imkan
vermeyiz" yanıtını verdi.
Vatan, haber: Özgür
Altuncu, 12.04.2012
|
ASIRLIK ÇINARLAR TEDAVİ
EDİLİYOR
Kadıköy Belediyesi, Erenköy Kantarcı Rıza, Nurettin
Ali Berkol ile Suadiye Pembegül Sokak'ta bulunan,
hastalık nedeniyle çürümeye başlayan 100 çınar
ağacına hayat veriyor. Geçen yıl tedavi işlemiyle 90
asırlık çınar ağacına hayat veren Park Bahçeler
Müdürlüğü ekipleri, çınarların çürüyen yaralarını
temizleyip, ilaçlıyor, hastalıklı bölümleri
bakterilerden uzaklaştırarak betonla doldurup,
yaşama sürelerini uzatıyor. Belediye Başkanı Selami
Öztürk, ağaçların uygulanan tedavi ile ölümden
kurtarılıp, ömürlerinin uzatıldığını belirtti.
Sabah, 12.04.2012
|
|
 |
TARİHİ ESERLER İÇİN KIYASIYA SAVAŞ
Türkiye'nin yurtdışına kaçırılan Anadolu kökenli tarihi eserler için son dönemde izlediği ısrarlı takip, Batı medyasına konu oldu.
İngiliz Times Gazetesi ve ABD'nin Newsweek dergisi, Türkiye'nin bu çabasını, 'arsızlık ve şantaj' olarak nitelendirirken, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Murat Süslü, değerlendirmelere tepki gösterdi. Süslü, 'Geri istemek ne zaman yüzsüzlük arsızlık oldu. Biz haklı olduğumuz için sesimiz daha fazla çıkıyor' dedi. ABD'den Başbakan'ın uçağında getirilen Yorgun Herkül ve Almanya'dan iadesi sağlanan Boğazköy Sfenksi ile Türkiye'nin Anadolu'ya dönüş operasyonu adını duyurdu. Yurtdışından 1998-2002 arasında 492 eser, 2002-2007 arasında 756 eser, 2007 sonundan günümüze kadar da 3 bin 272 eser getirildi. Toplamda getirilen eser sayısı, ağırlık olarak sikke olmak üzere 4 bin 520'ye yükseldi. Türkiye'nin yurtdışından iade çalışmalarına devam ettiği 28 eser bulunuyor.
Akşam, Haber: Volkan Yanardağ, 12.04.2012
|
CEZANNE'IN ÇALINAN TABLOSU
BULUNDU MU?
Sırp
polisi, 2008 yılında İsviçre'deki bir müzeden
çalınan Fransız izlenimci ressam Paul Cezanne'ın
"Kırmızı Yelekli Çocuk" adlı tablosu olduğu sanılan
bir eseri ele geçirdi.
Tablonun 100 milyon İsviçre Frangı (110 milyon doar) değerinde olduğu belirtildi. Polis soygun ile ilgili 3 kişiyi tutukladı.
Eserin doğruluğunu onaylamak için yurt dışından uzmanların geleceği bildirildi.
Habertürk, 12.04.2012
|
 |
 |
UŞUN TÜKEL'LE "HOLLANDA GRUP PORTRECİLİĞİ" SÖYLEŞİSİ
Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi (SSM), "Rembrandt ve Çağdaşları-Hollanda Sanatının Altın Çağı" sergisi kapsamında düzenlediği konferans dizisinde, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölüm Başkanı Prof.Dr. Uşun Tükel'i konuk edecek.
Prof.Dr. Uşun Tükel’in “Hollanda Grup Portreciliği ve Rembrandt’ın Syndics’i” başlıklı şöyleşisi, 21 Nisan Cumartesi günü saat 14:00’te, Galeri Konferans Salonu’nda gerçekleştirilecek. Tükel konuşmasında, Rembrandt’ın portrelerini mercek altına alacak.
10 Haziran’a kadar açık kalacak “Rembrandt ve Çağdaşları” sergisi kapsamında, uzman konukların konuşmacı olacağı konferanslar devam edecek
Prof.Dr. Uşun Tükel
1960 yılında İstanbul’da doğdu. 1982 yılında İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Estetik ve Sanat Tarihi Kürsüsü’nden “Modern Heykel Sanatında Brancusi’nin Yeri” başlıklı lisans tezini vererek mezun oldu. 1984 yılında “Avrupa Sanatında Rengin Yeri ve Önemi” adlı teziyle yüksek lisans derecesini; 1990 yılında “Beyan-ı Menazil’in Resim Dili. Bir Yapısal Çözümleme” başlıklı tezini vererek aynı bölümdeki doktora çalışmasını tamamladı. 2006’dan bu yana İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nde görev yapan, “AICA (Association Internationale des Critiques d’Art) Türkiye” üyesi olan Tükel, araştırma ve yayınlarını çağdaş sanat, ikonografi ve görsel göstergebilim alanlarında sürdürüyor.
Habertürk, 11.04.2012
|
SAINT ANTOINE KİLİSESİ'NE 1 MİLYON TL VERGİ ÇIKTI

İstanbul'un Beyoğlu
İlçesi'nde bulunan Saint Antoine Kilisesi, yaklaşık 1
milyon TL'lik vergi borcu nedeniyle zor günler
yaşıyor. Beyoğlu Belediyesi, kiliseye girişi
sağlayan dört avlunun 1986'dan beri vergilerinin
ödenmediğini belirterek kiliseye toplam 935 bin 295
TL'lik borç çıkardı. Kilisenin Başrahibi Iulian
Pişta, "Kötü niyetimiz yoktu. Avluları arsa kaydı
olarak tescil ettirmek zorunda olduğumuz kimsenin
aklına gelmemiş. Bu parayı nasıl öderiz?" dedi.
Kilisenin Başrahibi Iulian Pişta'nın verdiği
bilgilere göre, olaylar kilisenin mülkiyetteki
taşınmazların Emlak Vergisi muafiyetinden yararlanıp
yararlanamayacağına ilişkin bilgi talebinin ardından
başladı. Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul II
Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, 18
Ocak 2012 tarihli yanıtında parsellerde bulunan
taşınmazların muaf tutulması gerektiğine hükmetti ve
yazıyı Beyoğlu Belediyesi'ne gönderdi. Kilise
yetkilileri, 19 Mart'ta bir dilekçe yazarak Saint
Antuan'a giren 4 avlunun bulunduğu 14,16,17 ve 19
sayılı arsalar için muafiyet talebinde bulundu.
Belediye ise, bu 4 arsa için daha önce bir 'arsa
beyan' kaydı olmadığını belirledi. Belediye, 2012
için vergi muafiyeti uygularken; beyanın
bildirilmediği andan geriye dönük olarak 1986'ya
kadar ceza uygulama kararı aldı. Beyoğlu Belediyesi
Mali Hizmetler Müdürlüğü kararını 3 Nisan 2012'de
Maliye Bakanlığı İstanbul Vergi Dairesi
Başkanlığı'na gönderirken "ibadethanelere ait
arsalar için vergi muafiyeti uygulanıp
uygulanmayacağını" sordu.
Beyoğlu Belediyesi'nin 4 arsa için çıkardığı vergi
borcu ise 935 bin 295 TL. Sadece kiliseye girişi
sağlayan 641 metrekarelik alanın vergi borcu 863 bin
TL. Pişta, arsalar için muafiyet sorduklarını,
herhangi bir şekilde vergi kaçırmadıklarını dile
getirerek "1986'da çıkan özel yasayla beyan edilen
arsalar için muafiyet geldi. Kilise bu arsaları
beyan ettirmemiş ancak herhangi bir kötü niyet yok.
Olsa biz gidip kendimiz sormazdık ki" dedi. Gelir
getiren mülklerin vergilerini düzenli ödediklerini
anlatan Pişta, "Kilise ve manastır ibadethane
oldukları için vergiden muaf. Avlu kiliseye giriş.
Arsa olacağı kimsenin aklına gelmemiş" derken parayı
1 ay içinde bulmalarının mümkün olmadığını kaydetti.
Durumu Vatikan'a ilettiklerini de kaydeden Pişta,
"Cezadan muaf tutmalarını istiyoruz. Yoksa avluya
lokanta açıp gelir bulma yoluna gideceğiz" dedi.
Belediye, paranın 18 Nisan'a kadar ödenmesini
istedi. Pişta, gelişmeler nedeniyle cumartesi gecesi
kilisedeki ayinde bayram rengi olan beyaz yerine yas
rengi olan mor giymişti.
Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah
Demircan dün kilise yetkililerini kabul etti. Pişta,
Demircan'ın "elinden geleni yapma" sözü verdiğini
söyleyerek, "Parayı bizden almak istemediklerini
ancak kanunlar çerçevesinde hareket edeceklerini
belirtti. Her şeyin tatlıya bağlanacağını
düşünüyoruz" diye konuştu. Vergi Müfettişleri
Derneği Başkanı Aykut Güleç ise "Belediye kilisenin
beyanda bulunduğu tarihi esas alarak vergi talebinde
bulunmuş. Belediye Maliye Bakanlığı'na başvurarak
doğru hareketi yapmıştır. Son sözü Bakanlık
söyleyecektir. Olumsuz kararda kilise dava açabilir"
dedi.
Sabah, Haber: Bilge Eser, 11.04.2012
******
"SAINT ANTOINE İÇİN
ÇALIŞIYORUM"
İstanbul Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah
Demircan, Beyoğlu'ndaki Saint Antoine Kilisesi'ne
yaklaşık 1 milyon TL'lik vergi borcu çıkarılmasıyla
ilgili konuştu. Demircan, "Olay tamamen kilise
yönetimindeki arkadaşların emlak vergisi beyanları
verilirken elindeki evrakı eksik bilgilerle
vermesinden kaynaklanıyor. Bu eksik bilgilerle
otomatik tahakkuk çıkıyor. Bu borç eksik ve yanlış
beyandan tahakkuk etmiş. Bu meselenin kurumlar
nezninde çözülmesi için ben de çalışıyorum" dedi.
Kilisenin Başrahibi Iulian Pişta da dün Başkan
Demircan ile bir saate yakın görüşme yaptıklarını
söyleyerek, "Yeniden beyanda bulunduk. Tapularla
ilgili çalışmalar yeniden yapılıyor. Başkan da 'Siz
merak etmeyin. Biz bu meseleyi çözeceğiz. Yanlış
beyan ve eksik bilgi verilmesinden kaynaklanmış.
Para vermeyeceksiniz' dedi. İçimiz rahatladı" diye
konuştu.
Sabah, 12.04.2012
|
PERA MÜZESİ DE GOOGLE ART'A DAHİL OLDU
Suna ve
İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, dünyanın önemli
müzelerini
internet üzerinden gezme olanağı sunan
Google Art Project’e dahil edildi.
Google’ın 40 ülkeden 151 önemli sanat kurumuyla
yaptığı işbirliğiyle oluşan
Google Art Project sayesinde müzedeki
‘Oryantalist Resim Koleksiyonu’, ‘Kütahya Çini ve
Seramikleri’, ‘Anadolu
Ağırlık ve Ölçüleri’ ile ‘Eski
İstanbul Fotoğrafları’ koleksiyonları interneti
olan her evden görülebilecek.
Kullanıcılar bu geniş koleksiyonlardaki eserleri en
ince detaylarına kadar inceleme fırsatı bulurken,
kendi koleksiyonlarını oluşturma ve paylaşma şansını
da yakalayacak. ‘Benim Galerim’ özelliğiyle
kullanıcılar
Google Art Project’teki 30 bin sanat eseri
arasından istediklerini seçip kişisel galerilerini
oluşturabiliyor.
Google Art Project ile kullanıcılar dönem,
sanatçı ya da eser kategorisine göre arama yapma ve
dünyanın dört bir yanındaki müzelerdeki sanat
eserlerine erişme imkanına sahip oluyor. Sabancı
Müzesi’nin de dahil olduğu
Google Art Project’te Tate Modern, MoMA, Musée
d’Orsay, Metropolitan, Victoria&Albert, The National
Gallery, Beyaz Saray, Rijksmuseum, Versay Sarayı,
Van Gogh Museum gibi müze ve sanat kurumları yer
alıyor.
Radikal, 11.04.2012
|
İSTANBUL MODERN'E TATSIZ SÜRPRİZ

İstanbul 2 Numaralı Koruma
Kurulu tarafından geçen hafta onaylanan Galataport
projesi planları çerçevesinde Karaköy sahilinde
bulunan İstanbul Modern Sanat Müzesi"nin de
kaldırılması kararı verildiği ortaya çıktı. İstanbul
Modern'in üzerinde bulunduğu sahanın halka açık
yeşil alan olarak düzenlenmesi planlanıyor. Kurul
bugünkü toplantısında bu konuyu tekrar görüşecek
Türkiye Denizcilik İşletmeleri'ne ait İstanbul
Salıpazarı Liman Alanı'nda hayata geçirilmesi
düşünülen Galataport isimli Salıpazarı Kruvaziyer
Liman projesi için 1/5000 ve 1/1000 ölçekli koruma
planlarını hazırlayan Özelleştire İdaresi'nin 4
numaralı Antrepo'da bulunan İstanbul Modern'in
akıbeti ile özel olarak ilgilendiği öğrenildi.
Özelleştirme İdaresi'nin İstanbul Büyükşehir
Belediyesi ve Kültür Bakanlığı'na yapının kaldırılıp
kaldırılmaması yönünde görüş sorduğu söz konusu iki
kamu kurumundan iki farklı görüş geldiği belirlendi.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi'den Galataport
planları ile ilgili Özelleştirme İdaresi'ne
gönderilen yazıda İstanbul Modern'in kaldırılması
teklif edildi. Kültür Bakanlığı'ndan gönderilen
yazıda ise müzenin korunması istendi. Özelleştirme
İdaresi Galataport ile ilgili hazırladığı planda
müzenin mevcut halde korunmasına yer verdi. Fakat
İstanbul 2 Numaralı Kültür Varlıkları Koruma Kurulu
plan üzerinde yaptığı tadilatta Büyükşehir
Belediyesi'nin görüşü doğrultusunda değişiklik
yaptı. Yapılan tadilatla Nusretiye Saat Kulesi'nin
çevresinde yeralan projenin yüzde 14'lük bölümüne
denk gelen alanın kamuya açık yeşil alan olarak
düzenlenmesi kararlaştırıldı. Bu kapsamında 4
numaralı Antrepo'da yer alan İstanbul Modern Sanat
Müzesi'nin kaldırılması kararlaştırıldı. İstanbul
Modern'in bulunduğu 8 bin metrekarelik sahanın
Galataport projesi kapsamında düşünülen meydanın bir
parçası olacağı ve kamuya açık yeşil alan olarak
düzenlenmesinin planlandığı belirtildi.
Sabah, Haber: Nazif Karaman, 11.04.2012
******
İSTANBUL MODERN İÇİN
GÜNAY DEVREDE
Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, İstanbul 2 Numaralı
Kültür Varlıkları Koruma Kurulu'nun geçtiğimiz hafta
onayladığı Galataport projesi planları çerçevesinde
Karaköy'de bulunan Eczacıbaşı Grubu'na ait İstanbul
Modern Sanat Müzesi binasının kaldırılması yönündeki
kararını beklemeye aldırdı. Müzenin yerinde kalması
yönünde bir çözüm üretilmesi bekleniyor.
SABAH'ın haberi üzerine harekete geçen Bakan Günay,
kurul kararının üyelere dağıtılmaması talimatı
verdi. İstanbul 2 Numaralı Koruma Kurulu Müdürlüğü,
Galataport ile ilgili alınan kurul kararının üyelere
dağıtımını beklemeye aldı. Kurul, dün toplanarak
Galataport projesini yeniden masaya yatırdı. Kurul
üyeleri, İstanbul Modern'in kaldırılması yönündeki
düzenlemeyi de gözden geçirdi. Kuruldan
müzakerelerin bir süre daha devam etmesi kararı
çıktı. Kurul toplantısına Özelleştirme İdaresi
Başkanlığı yetkilileri de iştirak etti. Mete Tapan
başkanlığındaki kurulun Galataport planlarına
İstanbul Modern'in yerinde kalması yönünde bir çözüm
üretmesi bekleniyor.
SABAH, dünkü nüshasında İstanbul 2 Numaralı Koruma
Kurulu tarafından geçtiğimiz hafta onaylanan
Galataport projesi planları çerçevesinde İstanbul
Modern Sanat Müzesi'nin de kaldırılması kararı
verildiğini yazmıştı. İstanbul Modern'in üzerinde
bulunduğu 8 bin metrekarelik alanın, halka açık
yeşil alan olarak düzenlenmesi planlanıyor. İstanbul
Büyükşehir Belediyesi'nin desteklediği bu
düzenlemeye Kültür Bakanlığı karşı çıkıyor.
Büyükşehir Belediyesi'den Galataport planları ile
ilgili Özelleştirme İdaresi'ne gönderilen yazıda
İstanbul Modern'in kaldırılması teklif edildi.
Büyükşehir Belediyesi, Özelleştirme İdaresi
Başkanlığı'na Nusretiye Camisi ile Mimar Sinan Güzel
Sanatlar Üniversitesi Misafirhanesi'nin denize kadar
olan kısmının tarihi kimliğini ortaya çıkaracak
kamuya açık alan olarak düzenlenmesini istedi.
İstanbul Modern binasının kaldırılması teklif
edildi. Özelleştirme İdaresi'ne Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yatırım ve İşletmeler Genel Müdürlüğü
tarafından İstanbul Modern'in durumu ile ilgili
gönderilen görüşte ise, "Mevcutta İstanbul Modern
Sanat'ın bulunduğu, ancak teklif planda park ve
meydan olarak planlanmış alanın planlama kararı
bakanlığımızca uygun görüşmemiştir. Söz konusu alana
ilişkin İstanbul Modern Sanat'ın korunmasına yönelik
planlama kararı getirilmesi gerekmektedir" ifadesine
yer verildi. Öte yandan İstanbul Modern, dün konuyla
ilgili bir açıklama yaptı. Açıklamada, "İstanbul
Modern'in Türkiye Denizcilik İşletmeleri ile 28
yıllık uzun dönemli kira sözleşmesi bulunmaktadır.
Galataport projesi kapsamında, İstanbul Modern'in
yerinin aynen korunacağı belirtilmişti. Bunun
dışında bir bilgimiz bulunmamaktadır" ifadeleri
kullanıldı.
Sabah, Haber: Nazif
Karaman, 12.04.2012
******
İSTANBUL MODERN'DEN
AÇIKLAMA
İstanbul Modern'in
yeşil alana dönüştürüleceği konusundaki haberiyle
ilgili
İstanbul Modern'den
açıklama geldi.
İstanbul 2 Numaralı
Koruma Kurulu'nun konuyla ilgili toplantısı devam
ederken gelen açıklamada "İstanbul
Modern’in
Türkiye Denizcilik
İşletmeleri ile 28 yıllık uzun dönemli kira
sözleşmesi bulunmaktadır. Kamuoyundan takip
ettiğimiz üzere Galataport projesi kapsamında,
İstanbul Modern’in
yerinin aynen korunacağı belirtilmişti. Bunun
dışında bir bilgimiz bulunmamaktadır" denildi.
Sabah Gazetesi'nden
Nazif Karaman'ın bugün yaptığı haberde,
İstanbul 2 Numaralı
Kültür Varlıkları Koruma Kurulu, onayladığı
Galataport projesi çerçevesinde
İstanbul Modern
Sanat Müzesi binasının kaldırılmasına ve yeşil alan
yapılmasına karar verildiği söylenmişti. Salıpazarı
Liman Alanı'nda hayata geçirilmesi düşünülen
Galataport'un 1/5000 ve 1/1000 ölçekli koruma
planlarının hazırlandığı belirtilen
haberde, Özelleştire İdaresi'nin 4 numaralı
Antrepo'da bulunan
İstanbul Modern'in
akıbeti ile özel olarak ilgilendiği de
belirtilmişti.
İstanbul 2 Numaralı
Koruma Kurulu konuyu tekrar görüşmek üzere şu an bir
toplantı yapıyor.
Radikal, 12.04.2012
******
GALATAPORT KURULDAN
GEÇTİ, HALİÇ'TE YAĞMA BAŞLIYOR
Haliç kıyısını
turizme açacak ve Karaköy’ün tarihi siluetini
değiştirecek olan Galataport projesi, son haliyle
geçtiğimiz hafta 2 Numaralı Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kurulu’ndan geçti. Galataport
kapsamında yıkılacak binalardan birinin ise,
Karaköy’deki İstanbul Modern olduğu ortaya çıktı.
2005 yılında ihaleye
açılan ve Danıştay’ın imar planlarına ilişkin kararı
sonucu Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tarafından
askıya alınan Galataport projesi, imar planında
yapılan değişikliklerle geçtiğimiz Salı günü 2
Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma
Kurulu’ndan geçti.
Karaköy’den Tophane’ye
dek, İstanbul Salıpazarı Liman Alanı'nda 1,2 km’lik
bir hat boyunca uzanacak olan Galataport projesi,
“İstanbul’un tek kruvaziyer limanı” olacağı
iddialarıyla servis ediliyor. Ancak alışveriş
merkezleri, oteller, apart oteller, hediyelik eşya
mağazaları, gümrüksüz alışveriş alanları, fast food
restoranları, ofisler gibi turizm ve ticaret
alanları ile sergi ve fuar alanlarının ve bir yolcu
terminalinin yer alacağı Galataport projesi, kamuya
ait yaklaşık 100 bin metrekarelik bir bölgeyi
kapsayan kıyı alanlarını sermayenin talanına açacak.
Tabanlıoğlu Mimarlık'ın hazırladığı projenin
açıklamasında, Galataport’un liman faaliyetini
artırarak bir “turist çekim merkezi” olacağı ve
dönüştürülen bölgenin turizm odaklı yeni ticari
işlevlerinin büyük kar getireceği belirtiliyor.
Beyoğlu’nda dönüşüm
tamamlanıyor
Beyoğlu civarındaki sermaye odaklı dönüşümün
temelleri geçtiğimiz yıl Ocak ayında tamamlanan
Beyoğlu Kentsel SİT Alanı Koruma Amaçlı İmar Planı
ile atılmıştı. Trafiğin yer altına alınması ile
Taksim Meydanı’nın yayalaştırılması, Galata ve
Tophane gibi yoğun olarak konut barındıran
yerleşimlerin turizme ve ticarete açılması bu planda
öngörülmüştü. Taksim Gezi Parkı’nda Topçu
Kışlası’nın yeniden inşasının zemini ise, gene bu
planın, mevcut olmayan ya da eski ve metruk haldeki
binaların aslına uygun olarak yeniden yapılmasını
öngören ilgili maddesi ile atılmıştı.
Beyoğlu Kentsel SİT
Alanı’nda bulunan Galataport’un ise, proje
açıklamasında da belirtildiği üzere Galata ile
turistik bağlamda ilişkilenmesi öngörülüyor.
Galataport’un inşası, Tarlabaşı, Şişhane gibi
kentsel yenileme alanlarındaki turizm ve ticaret
odaklı dönüşümü tamamlayacak.
2010’da Kıyı Kanunu’nda
yapılan, kıyılarda doldurma ve kurutma suretiyle
elde edilen arazilerde 2863 sayılı Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kanunu'nun koruma amaçlı imar
planına ilişkin hükümlerin uygulanamayacağına
ilişkin değişikliklerle de, kıyı dolgu alanlarından
olan Karaköy ve Tophane’de tescilli olmayan
yapıların yıkımının ve kıyı çizgisinde yeni
inşaatların önü açılmıştı.
İstanbul Modern
yıkılacak mı?
Nazif Karaman’ın dün Sabah gazetesinde
yayımlanan haberine göre, Özelleştirme İdaresi’nin
hazırladığı 1/5000 ve 1/1000 ölçekli yeni imar
planları uyarınca Karaköy sahilinde Türkiye
Denizcilik İşletmeleri'ne ait 4 numaralı antrepoda
yer alan İstanbul Modern’in yıkılmasına karar
verildi.
Buna göre, İstanbul
Büyükşehir Belediyesi’nden Özelleştirme İdaresi’ne
gönderilen bir yazıda, İstanbul Modern’in yeni imar
planlarında mevcut halde korunacağı belirtildiği
halde kaldırılması istendi. Kültür ve Turizm
Bakanlığı’ndan gönderilen bir yazıda ise müzenin
yerinde korunmasının belirtildiği öne sürülüyor.
Ancak son olarak 2 Numaralı Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kurulu’nun, Özelleştirme
İdaresi’nin hazırladığı imar planlarını İstanbul
Büyükşehir Belediyesi’nin isteği doğrultusunda
yeniden düzenlediği ve İstanbul Modern’in
yıkılmasına karar verdiği anlaşıldı. 8 bin metre
karelik bir alan kaplayan İstanbul Modern’in yerine,
Nusretiye Saat Kulesi’ni de içeren proje arazisinin
yüzde 14’lük bir bölümünde bir meydan ve yeşil alan
düzenleneceği iddia ediliyor.
İstanbul Modern: “28
yıllığına kiraladık”
İstanbul Modern’in kullandığı 4 numaralı
antreponun Türkiye Denizcilik İşletmeleri’nden 28
yıllığına kiralandığını açıklayan İstanbul Modern
tarafından, Galataport projesinde müzenin yerinin
aynen korunacağından başka konuyla ilgili bilgi
sahibi olunmadığı ifade edildi.
1990’lı yıllara kadar
Türkiye Denizcilik İşletmeleri’nin kuru yük
antreposu olarak kullandığı binanın, alandaki diğer
antrepolar gibi Tayyip Erdoğan’ın izniyle kullanıma
açılmasının ve Tabanlıoğlu Mimarlık tarafından
yenilenmesinin ardından Eczacıbaşı Holding
tarafından 11 Aralık 2004’te açılan İstanbul Modern,
Türkiye’de çağdaş sanat sergileri düzenleyen özel
bir müze.
13. yüzyılda
Cenevizlilerin yerleştiği Tophane ile beraber
yüzyıllardır liman olarak kullanılan Karaköy Rıhtımı
üzerinde yer alan ve önceden kamuya ait olan çok
sayıdaki antrepo, Türkiye Denizcilik İşletmeleri’nin
parça parça özelleştirilmesiyle beraber, İstanbul
Modern örneğinde olduğu gibi kiraya verilmeye
başlandı.
Kamu değil, sermaye
odaklı yapı faaliyeti hakim
Ekim 2011’de Cumhuriyet’e konuşan Murat
Tabanlıoğlu, İstanbul Modern ile 2010 Avrupa Kültür
Başkenti Ajansı tarafından müzeleştirilen ve
İstanbul Modern’e komşu olan Antrepo 5’in Galataport
kapsamında ne olacağı ile ilgili sorulara, “devlet
özelleştirip para kazanmayı bekliyorsa sanat -
ticaret dengesi iyi kurulmalı” diye yanıt vermişti.
Galataport’un inşası önündeki engellere ilişkin
olarak ise, “Süreç AKM gibi işliyor. Hükümetin
kararını bekliyoruz” demişti.
Galataport kapsamında
yıkılmasına karar verilen İstanbul Modern’i, 1950’li
yıllarda Sedad Hakkı Eldem’in ambar olarak inşa
ettiği 4 numaralı antrepodan sanat müzesine
dönüştüren Tabanlıoğlu, aynı zamanda Taksim
Meydanı'ndaki anıt kültür yapısı AKM’nin "yenileme"
söylemiyle sermaye odaklı dönüşüm projesinin de
mimarı.
Haber Sol, 12.04.2012
******
MODERN KALACAK
Galataport Kruvazör
Limanı, önceki gün
İstanbul 2 No’lu
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge
Kurulu’nda tartışıldı. Özelleştirme İdaresi
tarafından geliştirilen Koruma Amaçlı Nazım İmar
Planları 2 No’lu Kültür Varlıklarını Koruma Bölge
Kurulu’na sunuldu. Kurul 1/ 1000 ölçekli planın
teknik olarak sorunlu olduğuna karar vererek daha
detaylı bir planlama yapılmasını istedi. Koruma
Kurulu üyeleri planı bu haliyle kabul etmezken
müzakerelerin devamı yönünde karar aldı.
‘‘Yollar, yeşil alanlar, kamu binaları yada özel
binalar... Hiç biri planda yer almıyor. Detaylı plan
hazırlayıp getirin onun üzerinden tartışalım dedik’’
diyen Koruma Kurulu Başkanı Prof.Dr. Mete Tapan,
planla birlikte
İstanbul Modern
Müzesi’nin kaldırılıp yeşil alan yapılacağı
yolundaki haberleri de yalanladı.
‘Yüksekliklere bakalım’
2 No’lu Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu
Başkanı Prof.Dr. Mete Tapan, ‘‘Planda hiçbir şey
belli değil.
İstanbul Modern’in
yıkılacağını nereden çıkarıyorlar anlamış değilim.
Planda sadece bir leke olarak işaretli. O da
kruvazör limanı diye işaretlenmiş. Ne yolları belli,
ne yapılacak ya da yıkılacak binalar belli ne de
kamuya açık alanlar. Ayrıntılı bir plan gelecek,
yükseklikler belli olacak ondan sonra karar
vereceğiz. Yeşil alan olarak Amerikan pazarı adıyla
bilinen yerden başlayarak Kılıç Ali Paşa Camii
arasındaki o alanı önermiştik. Ayrıca plan
hazırlayanlara; Nusretiye Camii ve saat kulesi,
Kılıç Ali Paşa Camii,
İstanbul’un
siluetine girmiş mimari eserlerdir. Burada yapılacak
planda buna dikkat edilmesini istiyoruz. Yani daha
yüksek bir yapı, bu tarihi yapıların önünü kesecek
yapılaşmaya, siluete etki edecek bir yapılanmaya
izin vermeyiz.’’
‘Dünya bize güler’
Galataport için bu alanın uygun olmadığına da
dikkat çeken Prof. Tapan, ‘‘Şahsi fikrim buraya
‘yüzen Hilton’ dedikleri büyüklükte gemilerin
gelmesi doğru değil. Bu büyüklükte kruvazörler için
ayrı yerde liman yapılmalı. Buraya küçük gemiler
gelmeli.
İstanbul ile bu
büyüklükte bir liman uyuşmaz. Dünya bize güler. Plan
yapma yetkisi Özelleştirme İdaresi’nin de var. Ama
bakın buda doğru değil. Plan yapma yetkisi sadece
Büyükşehir Belediyesi’nde olmalı. Aksi durumda
karmaşa yaşanıyor. Biz yine de değerlendirmemizi
İstanbul’un tarihi
dokusuna uygunluğuna bakarak yapacağız.’’
Haberimiz yok!
İstanbul Modern
2004 yılında 4 numaralı antrepoda açıldı. Geçen ay
İstanbul Resim
Heykel Müzesi de bitişikteki antrepoya taşındı.
Türkiye Denizcilik
İşletmeleri ile 28 yıllık kira sözleşmesi bulunan
İstanbul Modern
için kuruma henüz bir tebligat yapılmış değil.
Kurumdan önceki gün yapılan açıklamada, ‘‘Galataport
Projesi kapsamında
İstanbul Modern’in
yerinin aynen korunacağı belirtilmiştir. Bunun
dışında bir bilgimiz yoktur” denilmişti.
Radikal, Haber: Ömer
Erbil, 13.04.2012
|
OSMANLI'NIN ÇILGIN PROJESİ 'GAP'MIŞ!

Ülkemizin uzun yıllardır bitirmeyi planladığı
Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) ile ilgili
çalışmalar Sultan Abdülhamid Han zamanında
başlatılmış.
Turan Şahin'in kaleme aldığı "Osmanlı'nın
Çılgın Projeleri" adlı kitapta yer alan
belgeye göre; Osmanlı vezirlerinden Hasan
Fehmi Paşa, 24 Nisan 1880 yılında
"Anadolu'nun Bayındırlık İşlerine Dair"
hazırladığı dilekçede, bölgedeki
bataklıkların kurutulmasını, Fırat ve Dicle
nehirlerinden istifade edilmesini öneriyor.
Bayındırlık ve ulaşım hizmetlerinin yerine
getirilmesi sayesinde fevkalade bir üretim
artışının olacağından bahseden hatta Paşa'ya
göre; tek başına bu proje bile Devlet-i
Aliye'nin görünümünü değiştirecek kadar
önemli. Sultan Abdülhamid Han da söz konusu
proje ile ilgili olarak şunları kaydetmiş:
"Dicle ile Fırat nehirlerinden önüne setler
kurulması yoluyla istifade suretiyle
akıllıca bir sulama tertibatı kurabilirsek,
şimdi çok kurak olan yerleri bundan binlerce
sene evvel olduğu gibi cennet haline
dönüştürebiliriz." Abdülhamid Han zamanında
uygulamaya konulan proje kapsamında binlerce
kilometre şose ve demir yolu inşa edilmiş.
Konya Ovası Sulama Projesi gibi benzeri
birçok sulama tasarısı hayata geçirilmiş.
Hasan Fehmi Paşa, yazdığı dilekçenin
detaylarında ise Osmanlı sınırları dahilinde
belirli merkezler arasında şose ve
demiryolları yapmayı, iskele ve limanlar
inşa etmeyi, bazı bataklıkları kurutup elde
edilen araziyi tarıma açmayı, nehirler önüne
setler kurarak sulama kanalları vasıtasıyla
binlerce dönüm toprağı yeniden canlandırmayı
teklif ediyor. Söz konusu dilekçe,
imparatorluk yöneticileri arasında büyük
ilgi görmüş ve uygulanması yönünde ciddi
adımlar atılmış. Turan Şahin, dilekçenin
Osmanlı zamanında GAP projesi fikrinin
ortaya atıldığına dikkat çekiyor. Projenin
imparatorluk yöneticileri arasında büyük
ilgi gördüğünü aktaran Şahin, ancak ne yazık
ki GAP projesinin o dönemde hayata
geçirilemediğini belirtiyor.
Zaman, Haber: Samet Altıntaş, 11.04.2012
|
YENİKAPI METRO MÜZESİ İÇİN 300 MİLYONLİRA GEREKİYOR

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir
Topbaş, Yenikapı Transfer Noktası ve Arkeopark alanı
için 42 projenin başvurduğunu ve Yenikapı’da
yapılacak müze istasyonun 300 milyon liraya mal
olacağını söyledi.
Topbaş, 9 projenin içinden en uygulanabilir
olanın seçileceğini belirtti. Yenikapı’daki
kazıların
İstanbul’un tarihini 8 bin 500 yıl önceye
götürdüğünü anlatan Topbaş “Bu istasyonu sadece
metro düğüm noktası olarak değil aynı zamanda bir
müze istasyonu olmasını arzu ettik.
Projeler oldukça mükemmel. 9 projeden 3’ü seçilecek
ve belediyemiz uygulanabilirliğini dikkate alarak
karar verecek” dedi.

Jürinin karar vermekte zorlandığını ifade eden
Topbaş hangi projenin uygulanacağı ilerleyen
zamanlarda belli olacağını söylerken, projenin
hayata geçmesinin yaklaşık 300 milyon liralık bir
yatırım gerektireceğini belirtti.
Hürriyet, Haber: Fatma Aksu, 10.04.2012
|
MÜZEDE HIRSIZLIK
İngiltere'deki Durham Üniversitesi'nin Doğu
Müzesi'nden 3 milyon dolar değerinde iki eser
çalındı. Perşembe gecesi müzenin Malcolm MacDonald
Galerisi'ne giren hırsızlar, 18. yüzyıla ait yeşim
bir kase ile porselen bir heykeli çaldı. Polis, West
Midlands'da biri kadın 3 kişiyi tutukladı. Çalınan
eserler, henüz bulunamadı. Çalınan eserlerin, Çin'in
Qing Hanedanlığı'na ait olduğu bildirildi.
Sabah, 10.04.2012
|
TARİHİ TAŞKÖPRÜ TRAFİĞE KAPATILDI
Kastamonu'nun Taşköprü İlçesi'ndeki tarihi Taşköprü'nün yakınlarındaki 50 metrelik istinat duvarı, suyun debisindeki artış sebebiyle çöktü.
Yaya köprüsünde de çatlaklar oluştu. Güvenlik gerekçesiyle iki köprü de ulaşıma kapatıldı.
Kızılırmak'ın en büyük kolu olan Gökırmak'ta su seviyesinin yükselmesi sonucu, ilçe girişinde bulunan ve buraya adını veren 646 yıllık köprünün yakınındaki 50 metrelik istinat duvarında çökme yaşandı. Buraya yakın yayaların geçişinde kullanılan köprüde de çatlaklar oluştu. Taşköprü ve yaya köprüsü, güvenlik amacıyla ulaşıma kapandı. Taşköprü Belediyesi ve DSİ ekipleri, köprü ve çevresinde inceleme yaptı. Bu bölgede bulunan Hilmi Dura Parkı'ndaki kamelyalar da taşındı. İlçe Kaymakamı Ali Yılmaz, "İncelemelerden sonra ne yapılacağına karar vereceğiz. İstinat duvarı yeniden yapılacak." dedi. Taşköprü, Yağmur Bey'in oğlu Ali Bey tarafından 1366 yılında Celalettin Beyazıt adına yaptırılmıştı. Uzunluğu 68,58 metre olan 7 gözlü köprü, estetik dalga kıranlarıyla tanınıyor.
Zaman, 09.04.2012
|
 |
DEFİNE AVCILARININ DİNAMİTLERİ 800 YILLIK KALEYİ
YIKIYOR
Hatay'ın Dörtyol
İlçesi'nde bulunan tarihi
Mancınık Kalesi define avcıları tarafından yok
ediliyor. 800 yıllık geçmişi bulunan ve bir
kısmı ayakta kalan kale, dinamit patlatılması
yüzünden harabeye dönmeye başladı.
Yetkililerin kaleye sahip çıkmadığını
söyleyen Amanoslar Çevre Koruma ve Dayanışma
Derneği (AÇED) yöneticisi Sabri Özkan,
''Tarih diye birşey bilmeyenler yıllardır
ayakta kalan kalemize dinamitle zarar
veriyor. Kalede dev çukurlar oluştu. Buna
bir an önce tedbir alınmasını istiyoruz."
ifadelerini kullandı. 1290 yılında
Dörtyol-Payas arasında büyük bir manastır
olan Mancınık tarih kitaplarında,
Ermenilerin yaşadıkları bir yer olarak
anlatılıyor. Aynı yıllarda manastıra yapılan
Mancınık kalesinde, Dörtyol limanı hakim
tepelerden gözetlenebiliyordu. Yıllarca bir
tarihi içinde barındıran ve çok sayıda olaya
tanıklık eden Mancınık Kalesi, bugün yok
olma tehlikesiyle karşı karşıya. Kalenin
kalan bölümünü ise defineciler hedef almış.
Patlayan dinamit, asırlardır ayakta kalmayı
başaran kalede ağır tahribata neden oluyor.
Tarihi kesme taşların yer aldığı kalenin
dört bir yanı da define avcıları tarafından
köstebek misali kazılmış. Kalenin giriş
kısmında yer alan ve dönemin önemli
bilgilerini içinde barındıran yazıtların
bulunduğu taşlara da zarar verilmiş.
Kalenin dinamitle patlatılarak zarara
uğratılması karşısında herhangi bir tedbir
alınmadığını söyleyen Amanoslar Çevre Koruma
ve Dayanışma Derneği (AÇED) yöneticisi Sabri
Özkan, bir tarihin göz göre göre yok
edilmesine kimsenin sahip çıkmadığına işaret
etti. Gördükleri manzaranın kendilerini
rahatsız ettiğine dikkat çeken Özkan,
"Ükemizde her gün yeni bir tarihi eser yok
ediliyor. Bir toplumun, bir uygarlığın
parçası olan bu kültür miraslarımız bir
dinamitle yok ediliyor. Dörtyol'daki
Mancınık Kalesi de onlardan biri. Gözlerini
para bürüyen şahıslar yüzünden bir tarih
burada yok oluyor. Bu kale, limanı gözlemek
için kurulan bir kaledir. Ama gelin görün
ki, dinamitlerle patlatılmış, tarihi taş ve
yazıtlar teker teker kırılmış, çürümeye terk
edilmiş durumda. Bu bizi vicdanen rahatsız
ediyor. Bu eserlerin Kültür ve Turizm
Bakanlığı tarafından değerlendirilmesi
lazım. Tarihini seven herkesi bu kaleye
sahip çıkmaya davet ediyorum." diye konuştu.
Zaman, 09.04.2012
|
MİMARLAR ODASI'NDAN 'MİMAR SİNAN' BİLDİRİSİ

Mimar
Sinan'ın 424. ölüm yıl dönümü
nedeniyle bir bildiri yayınlayan
TMMOB
Mimarlar Odası, 'Sinan’a saygısızlık'
olarak nitelendirdiği mimarlık ve kentleşme
çılgınlıklarından bir an önce vazgeçilmesi için
çabalarını sürdüreceği mesajını verdi.
Odanın, bildirisi şöyle:
"Mimarlar Odası olarak, Sinan’ın kendi çağından
günümüze dek yapıtlarıyla sunduğu mesajı doğru
anlayarak bundan dersler çıkarmanın, O’na,
toplumumuza ve mimarlığa olan borcumuzun bir gereği
olduğu inancıyla mesleki çalışmalarımızı sürdürme
çabası içerisindeyiz.
Bu kapsamda öncelikle Koca Sinan’ın tarihsel süreçte
ve günümüzün mimarlık ve şehircilik ortamı
içerisinde ifade ettiği değerleri bir kez daha
anımsıyoruz: “Duru, yalın, dolgun kitleler üzerinde
dengelenen ana kubbe ve kubbecikler dizgesini kuran,
mühendislik yeteneği ile mimarlık zarafetini
bütünleştiren büyük ustanın eserleri, bulunduğu
kentlere silüet, estetik, sanat ve kimlik değerleri
katmıştır. Yarattığı eserleri çevresiyle, doğayla ve
insanla barışık bir yapılaşmanın görkemli anıtsal
örnekleri olarak mimarlığın evrensel değerleriyle
buluşmuştur. Günümüzde dahi bu yapıtlar,
bulundukları kentleri biçimlendirmekte, yaşamımızı
etkilemekte ve mimari nitelikleri nedeniyle bilimsel
araştırmaların ilgi odağında yer almaktadırlar.”
Büyük Usta’nın bu nitelikleriyle birlikte özgün
yaratıcılığının da kamu yönetimleri tarafından
gözardı edilerek “içi boş, hamasi nutuklarla”,
mimarlık ve şehircilik açısından “çılgın” kararların
alındığı bir ortamda anılması, tarih boyunca bu
topraklarda yaratılan birikim ve değerlerle
bağdaşmamakta ve O’na saygısızlık anlamına
gelmektedir. Öyle ki, tarihi yapıtların 'kötü
kopyaları'nın ve batıdan alınan demode 'postmodern'
uygulamaların kamu tarafından kentlere 'mimarlık'
olarak pazarlandığı koşullarda, mimarlık, kültür ve
doğa değerleri yok edilmekte, hatalı yatırım
kararları ve niteliksiz uygulamalar ile şehirlerimiz
'betonarme çöplüğüne' dönüştürülmektedir.
Aynı anlayış doğrultusunda 'Cumhuriyet' dönemi
yapıtlarına karşı başlatılan yıkım süreçlerinin
sistemli bir şekilde işletilmesi, “uygarlık karşıtı”
bu davranışların “ideolojik” niteliğini de açıkça
ortaya koymaktadır. Bu kapsamda, özellikle kültür
mekanları ile Cumhuriyetin simgesi olan yapı ve
meydanların hedef alınması çok anlamlıdır.
Yönetimlerin, kent kimliklerini ve silüet
görüntülerini yok eden, estetikten yoksun, sosyal,
ekonomik ve kamusal kayıplara neden olan, “kent
suçları” niteliğindeki uygulamaları karşısında,
mimarlığımızın ve kentlerimizin planlı ve sağlıklı
gelişmesini sağlamak amacıyla yürütülen hukuki
süreçler ve çabalar zayıflatılmak istenmektedir.
Buna bağlı olarak, koruma kurulları, bilirkişilik
düzeni, üniversiteler ve yargı iktidara bağımlı hale
getirilerek, kurumsal güvenceler “bertaraf”
edilmekte; Meslek Odalarına yönelik “çağdaş hukuk
normları”na yakışmayan “işlevsizleştirme”
operasyonları sürdürülmektedir.
Son olarak, tarihi kent merkezlerinde mimarlık
değerlerinin, kent dokusunun ve kültür varlıklarının
yok edilmesine neden olan 5366 sayılı Yasa ile
dayatılan “yenileme” adı altındaki çalışmalardan
sonra nihayet bütün ülke topraklarında, TOKİ ve
Başbakanlığı “tek imar otoritesi” haline getiren
“Dönüşüm Yasası” ile bütün tarihi ve doğal varlıklar
ile kentlerimizin sağlıklı geleceğinin “idam
fermanı” verilmiştir!
Bu kentleşme politikaları ve uygulamaları nedeniyle
Koca Sinan’ı andığımız bugünlerde ne yazık ki
toplumumuza “uygarlığımızın esenlikli bir geleceği”
adına güzel şeylerden söz edemiyoruz.
Mimarlar Odası olarak, Koca Sinan’ı ölüm yıldönümü
nedeniyle saygıyla anarken, “Sinan’a saygısızlık”
olarak nitelediğimiz tüm bu mimarlık ve kentleşme
çılgınlıklarından bir an önce vazgeçilmesi için
çabalarımızı sürdürmeye kararlı olduğumuzu değerli
kamuoyumuza sunarız. Bu çerçevede ülke
yöneticilerini, yerel yönetimleri, yatırımcıları ve
ilgili tüm kesimleri kentlerimize, Koca Sinan’a ve
yarattığı eşsiz değerlere bir kez daha sahip çıkmaya
çağırıyoruz".
Yapı, 09.04.2012
******
SİNAN
Mimarlar Odası, ölümünün 424. yılında Koca
Sinan'ı saygıyla anıyormuş. Sinan'ın mirası hakkında
övgü dolu ifadeler var basın bildirilerinde. Mesela
'Yarattığı eserleri çevresiyle, doğayla ve insanla
barışık bir yapılaşmanın görkemli anıtsal örnekleri
olarak mimarlığın evrensel değerleriyle
buluşmuştur.' diyorlar. İfadelerdeki hamaseti bir
kenara not edin, az ileride lazım olacak.
Sonra 'Günümüzde dahi bu yapıtlar, bulundukları
kentleri biçimlendirmekte, yaşamımızı etkilemekte ve
mimari nitelikleri nedeniyle bilimsel araştırmaların
ilgi odağında yer almaktadırlar' diye devam
ediyorlar. Ne güzel, Sinan'ın eserleri ile şehir ve
hayat arasındaki bağlantıları hatırlatıyorlar.
'Mimarlık ve şehircilik açısından çılgın kararların
alındığı bir ortam'da Sinan'ı anmak, mimarlarımızın
ağırına gidiyor anlaşılan. Büyük Usta'nın özgün
yaratıcılığının kamu yönetimleri tarafından gözardı
edildiğini söylüyorlar. İçi boş, hamasi nutuklardan
şikayet ediyorlar.
Haklılar mı? Alınan kararların çılgınca olduğu
konusunda, bence, hiç şüphe yok ki sonuna kadar
haklılar. Ama işte hepsi o kadar. Kamu yönetimi bu,
gözardı da eder, hamasi nutuklar da atar. 'Tarih”
yapıtların kötü kopyalarını ve Batı'dan alınan
demode postmodern' (hem demode hem postmodern nasıl
olunuyorsa) uygulamaları kentlere mimarlık olarak da
pazarlar.
İyi de siz Mimarlar Odası olarak ne iş yaparsınız?
Hamasetten gayrı ne iş yaparsınız yani? Sinan'ın
onca övdüğünüz özgün yaratıcılığından nasiplenmemek
konusunda neden bu kadar ısrarlı ve kararlısınız?
Siz niye o mirasa Batı'dan alınmayan, mimarlığın
evrensel değerleriyle buluşan, kentleri
biçimlendiren, yaşamımızı etkileyen ve mimari
nitelikleri nedeniyle bilimsel araştırmaların ilgi
odağında yer alan örnekler eklemediniz bunca
zamandır?
***
Yönetimlerin, evet, 'kent kimliklerini ve silüet
görüntülerini yok eden, estetikten yoksun, sosyal,
ekonomik ve kamusal kayıplara neden olan, kent
suçları niteliğindeki uygulamaları' var. Son alınan
çılgınca kararlarla, anlaşılan o ki, 'mimarlığımızın
ve kentlerimizin planlı ve sağlıklı gelişmesini
sağlamak amacıyla yürütülen hukuk” süreçleri ve
çabaları da zayıflatmak' da istiyorlar.
Demek ki, daha önce hukuk” süreçler o kadar da zayıf
değilmiş. O halde şehir kimlikleri ve silüetleri
nasıl ve neden yok oldu? Estetikten yoksun, sosyal
ekonomik ve kamusal kayıplara neden olan kent
suçları nasıl işlendi? Şehirlerimiz nasıl oldu da
betonarme çöplüğüne dönüştü? Elinizde
zayıflatılmamış hukuk” süreçler vardı da, neden
bunca cinayete seyirci kaldınız, mani olmadınız?
'Koruma kurulları, bilirkişilik düzeni,
üniversiteler ve yargı iktidara bağımlı hale
getirilmeden, kurumsal güvenceler bertaraf
edilmeden, Meslek Odaları'na yönelik çağdaş hukuk
normlarına yakışmayan işlevsizleştirme operasyonları
başlatılmadan' önce neredeydiniz? Neyle meşguldünüz?
'Uygarlığımızın esenlikli bir geleceği adına güzel
şeyler'den biz de söz edemiyorduk. Çünkü
şehirlerimiz 'Sinan'a saygısızlık' olarak
nitelediğimiz mimarlık ve kentleşme cinayetlerine
kurban gidiyordu ve siz uygarlığımızın esenlikli bir
geleceği filan gibi zırvalıklar yumurtlamaktan
fırsat bulup mevzua vakit ayıramıyordunuz.
***
Neticeten...
5366 sayılı kanundan önce de şehirlerimiz
öldürülüyordu. Türkiye'de şehir ve şehir dokusu
öldürmek zaten serbestti. Bir diploma alan cinayet
imtiyazı elde edebiliyordu. Şimdi modern bir kitle
üretimi mantığıyla, cinayet kıyım haline
getiriliyor. Sağda solda münferit cinayetler işleyen
TOKİ, bundan böyle bir mezbaha olarak iş görecek.
TOKİ rahat çalışabilsin, rekabetle vakit kaybetmesin
diye de, sağda solda kendi başlarına cinayet işleyen
katillerin elleri kolları bağlanıyor kanunla. Şehir
dokusu öldürme imtiyazları iptal ediliyor
birilerinin. Mimarlar Odası bildirisindeki feryadın
sebebi bu.
Organize bir katliam elbette cinayetten çok daha
kötü. Ama cinayet imtiyazını korumak için katliama
karşı çıkmak nasıl müdafaa edilebilir?
Akşam, Yazı: Cemalettin Taşçı, 10.04.2012
|
|
DALİ'NİN TABLOSU
SATIŞA ÇIKIYOR
Sürrealist ressam Salvador Dali'nin 1936 tarihli
başyapıtlarından Printemps Necrophilique tablosu
satışa çıkıyor.
Reuters'ın haberine
göre, Eserin 2 Mayıs'ta New York'ta Sotheby's
müzayede evinde düzenlenecek müzayedede 10 milyon
dolara (yaklaşık 18 milyon TL) alıcı bulması
bekleniyor.
Habertürk, 09.04.2012
|
JÜRİ YENİKAPI İÇİN 3 PROJE SEÇTİ

Jüri,
İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin (İBB)
davet sistemi ile düzenlediği ulusal ve uluslararası
katılıma açık Yenikapı Transfer Noktası ve
Arkeopark Alanı projesinde
uygulanabilirliği en uygun olan 3 projeyi
belirledi. Aralarında
Prof.Dr. Süha Özkan,
Sinan Genim,
Prof.Dr. Enzo
Siveiero ve
Prof.Dr. Michael
Sorkin'in de bulunduğu seçici kurulun
İstanbul Metropolitan Planlama ve Kentsel
Tasarım Merkezi'nde düzenlediği
değerlendirme toplantısının ardından İstanbul
Büyükşehir Belediye Başkanı
Kadir Topbaş,
basın mensuplarına açıklama yaptı.
42 grubun davete katıldığını ve bunlardan 9'unun
değerlendirildiğini kaydeden Başkan Topbaş, ''Metro
istasyonun yapılacağı bölge İstanbul'un 8 bin 500
yıllık geçmişi olduğu belirtilen ve önemli
arkeolojik bulguların ulaştığımı önemli bir merkez.
Bu nedenle bölgeyi sadece bir metro düğüm noktası
olarak değil aynı zamanda bir müze olarak düşündük.
Projeye davetle katılan çalışmalarda gördüğümüz
kadarıyla bu yönde hazırlıklar yapılmış'' şeklinde
konuştu.
Belediye üç projeden birini uygulayacak
Başkan Topbaş, çalışmaların mükemmel derecede
hazırlandığını ifade ederek, ''Uluslararası alanda
söz sahibi olmuş insanların eserleri şu anda
sergilenmekte. 3 proje elimizde kalacak. Bu 3 proje
ele alınarak, belediyemiz uygulanabilirliği üzerinde
karar verecek bir çalışma yapacak. İstanbul için çok
önemli bir nokta, Marmaray ve Maslak projelerini de
dikkate alırsak, bir an önce yapılması gereken bir
istasyon'' dedi.
İstasyon ve müzenin yaklaşık 2 milyon civarında
yerel ve yabancı turistin geleceği bir alan
olacağını belirten Başkan Topbaş, şöyle devam etti:
''Trafik ve ulaşım açısından bir düğüm noktası.
Deniz ve metro açısından önemli bir alan olmasının
yanı sıra tarihi bir liman olması da değerini
arttırıyor. Bugün 3 proje uygulanabilirliğe en uygun
olanı belirlenecek. Daha sonra aralarında bir
seçimde yapılabilir ya da bir miks yapılabilir.
Birinci, ikinci, üçüncü diye bir ayrım yok önemli
olan ugulanabilirliliğidir. Jüri bugün üç projeyi
belirleyecek ve bilgi verecek. 300 milyon civarında
bir proje yatırımı olacak. Ayrıca bir biyolojik
artıma tesisi kurma arzumuz var. Şu anda ön arıtma
sistemi yerini 2,5 milyon insanın atık sularını
temizleyecek bir tesisi açmak istiyoruz. Bir de Yalı
mahallesi ile ilgili halkı mağdur etmeden turizmi
destekleyecek bir çalışmayı Fatih Belediyesiyle
birlikte çalışacağız.''
Jürinin eşit puanla Büyükşehir Belediyesi'ne
önerdiği 3 projenin tasarımcıları
CAFER BOZKURT MİMARLIK +MECANOO ARCHITECTS,
CELLINI FRANCESCO
EISENMAN ARCHITECTS + AYTAÇ ARCHITECTS
Yapı, 09.04.2012
|
ÇİN İŞİ SOYGUNU
İngiltere’de Durham
Üniversitesi’ne ait Doğu Müzesi’nden yaklaşık değeri
2 milyon sterlin (6 milyon lira) olan iki tarihi Çin
sanat eseri çalındı.
Olayla ilgili iki erkek ve bir kadın tutuklandı
ancak eserler henüz bulunamadı. Çalınan eserlerden
büyük yeşim kase 1769 tarihli. Diğeri ise Dehua
porseleni heykel. Her ikisi de Quing hanedanı
döneminden kalma eserler için geniş bir arama
çalışması başladı. Polis hala birkaç şüphelinin daha
yerini belirlemeye çalışıyor. Müze ise bir
süreliğine kapatıldı.
Hürriyet, 09.04.2012
|
|
'KARTOPU ÇİÇEKLERİ' 660 BİN LİRAYA ALICI BULDU

Sami Yetik’in Kartopu Çiçekleri 660
bin liraya, Nazmi Ziya’nın Bülbül Deresi adlı eseri
de 630 bin liraya satıldı.
Antik A.Ş.’nin
Osmanlı eserleri ile Türk resminin usta isimlerinin
eserlerini bir araya getiren 272. müzayedesi dün
Swissotel’de yapıldı. Toplam 250 eserin satışa
sunulduğu müzayedenin dikkat çeken iki ismi
Sami Yetik ve
Nazmi Ziya oldu. Antik A.Ş.’nin Yönetim Kurulu
Başkanı Turgay Artam’ın yönettiği müzayedede
Sami Yetik’in “Kartopu
Çiçekleri” adlı eseri 525 bin liraya satıldı.
Eserin vergilerle birlikte satış fiyatı 660 bin
lira.
Nazmi Ziya’nın “Bülbül Deresi” adlı eserinin
vergiler dahil satış fiyatı ise 630 bin lira oldu.
Her iki eser de müzayedeye 400 bin lira açılış
fiyatıyla çıktı.
Müzayedede ayrıca Copello’nun “Haliç’te Sandal
Sefa”sı 440 bin, İbrahim Çallı’nın “Manolyalar”ı 160
bin ve Hikmet Onat’ın “Üsküdar Sahili” 190 bin
liraya alıcıya ulaştı. Yaklaşık 500 sanatsever ve
koleksiyonerin izlediği müzayedede Osmanlı
eserlerinden hatlar, fermanlar, el yazması Kur’an-ı
Kerimler, tuğralı gümüşler ve mineli cep saatleri de
büyük ilgi gördü.
Kazasker Mustafa İzzet’in “Hilye-i Şerife”si 165 bin
liraya, tuğralı gümüş aşurelik 190 bin liraya, II.
Mahmud tuğralı kağtı levha da 140 bin liraya alıcı
buldu. Turgay Artam, müzayede sonrasında yaptığı
açıklamada “Bugün müzayede salonunda ulaştığımız
rekor fiyatlar, klasik Türk resminin ve Osmanlı
eserlerinin de yükselişte olduğunu gösterdi. Hat
sanatlarından klasik tablolara kadar Türk sanat
eserlerine büyük bir talep olduğunu gördük” dedi.
Habertürk, 09.04.2012
|
ONUN DA 'YAPILACAKLAR LİSTESİ' VARMIŞ

Ntvmsnbc'nin haberine göre, İtalyan dahi Leonardo
da Vinci'nin 1510-11 yıllarında tuttuğu notlar
İngiltere'de Buckhingham Sarayı'nda
sergilenecek.Da Vinci’nin günlük yapılacaklar
listesinde yer alan maddeler, günümüz insanının,
“çöpü dışarı çıkar, evden çıkarken ocağı kontrol et,
kuru temizlemeden elbiseleri al ve köpeği gezdir”
gibi rutin işlerinden çok farklı. Hatta, alışılmışın
çok dışında.
İtalyan bilim insanı, ressam ve heykeltıraşın, 1510
yılına ait günlüğünde yer alan yapılacaklar
listesinde, “bir kafatası bulmak, anatomi
kitaplarını almak, beyin zarının incelenmesi ve
timsahın çene yapısının tanımlanması” yer alıyor.
Listede yer alan daha normal maddelerde, da Vinci
kendisine, “tebeşir, kara kalem ve kağıt alması
gerektiğini” hatırlatıyor.
Leonardo da Vinci’nin notlarına ait 80’den fazla
sayfa, 4 Mayıs’tan itibaren
İngiltere’nin başkenti Londra’daki Buckingham
Sarayı'nda açılacak
Queen’s Gallery sergisinde gösterilecek.
Serginin organizatörü Martin Clayton, “Seyahate
çıkacak kişilerin yaptığı gibi, da Vinci’de yanında
alması gerekenlerin bir listesini hazırlıyordu...
Ancak onun günlük eşyaları arasında giysi ve havlu
gibi eşyalar değil, anatomik araştırmalarında
kullandığı pense, neşter ve kemik kesmeye yarayan
testere bulunuyordu” dedi.
Clayton, “Da Vinci’nin Milano’nun güneyinde kalan
Pavia Üniversitesi’nde kadavralar üzerinde
çalıştığını biliyoruz. Belki de bu unutulmaması
gerekenler listesi Pavia’ya düzenlediği bir yolculuk
öncesinde hazırlanmıştı” ifadesini kullandı.

İtalyan dahinin 16’ıncı yüzyıldan kalan
notlarında, kendi elleriyle çizdiği son derece
detaylı anatomik çizimler de yer alıyor. Clay, “Bu
sayfalar, İtalyan bilim insanının düşünce yapısı
hakkında da fikir sahibi olmamızı sağlıyor” dedi.
İngiliz yetkililer, Rönenansa öncülük eden
isimlerden biri olan da Vinci’ye ait notların, Kral
İkinci Charles tarafından alındığını ve Kraliyet
Koleksiyonu’na 1690’da eklendiğini düşünüyor.
Radikal, 09.04.2012
|
TÜRKİYE'NİN GÖZÜ BRITISH MUSEUM'DA

İngiliz basınına göre
Samsat Steli üzerinden yeni bir siyasi mücadele
başlıyor. Türkiye, Anadolu'dan alınarak Avrupa'ya
götürülen kültürel miras konusunda bu kez gözünü
İngiltere'ye çevirdi.
İngiliz Times gazetesinin başlığı "Elgin
mermerlerini unutun, kültür üzerinden siyasetin yeni
cephesi bu taş levha."
Ntvmsnbc'nin haberine göre; Türkiye, ocak ayında
British Museum'dan Samsat Steli'nin iadesini
isteyerek, 'Yunanistan'dan sonra müzedeki bir obje
üzerinde hak iddia eden ikinci ülke oldu'.
Komagene Kralı Antiochus'un Herakles'i
selamlarken tasvir edildiği stelin, zeytin ezmek
için değirmen taşı olarak kullanılmak üzere
ortasından delindiğini anlatan gazete, 1882'de
bulunan eserin, 1927'de müze koleksiyonuna girdiğini
belirtiyor ve şöyle devam ediyor:
"Türkiye son iki yılda dünyanın dört bir yanındaki
müzelerde hak iddiasına hız verdi; Bunlar arasında
Paris'te Louvre, Berlin'de devlet müzesi, New
York'ta Metropolitan, Los Angeles'ta Paul Getty
müzeleri var. Türkiye ayrıca tartışmalı objelerin
bulunduğu müzelerin başka eserleri ödünç alıp
sergileme taleplerini de geri çevirmeye başladı."
Sidamara lahdinden alınan bir
Eros başının iadesi için başvurulan Londra'daki
Victoria and Albert Müzesi bu nedenle Osmanlı
sanatı konusunda planladığı bir sergiyi ertelemek
zorunda kaldı. Müze, iade yerine, eseri süresiz
olarak ödünç vermeyi önerdi.
Habertürk, 09.04.2012
|
 |
SİDE ANTİK KENTİNİN UNESCO'YA ALINMASI İÇİN ÇALIŞMA BAŞLADI
Side antik kentinde 2,5 yıldır yaptıkları yenileme çalışmalarında hep tarihi kentin tarihi dokusunu korumaya yönelik olduğunun altını çizen Uçar, bugüne kadar tarihi ören yerinde planlama yapılmadığı için Side antik kentinin korunmasına yönelik UNESCO'ya başvuruda bulunulmadığını kaydetti.
Bakanlığın planı onaylaması ile Side antik kentinin UNESCO tarafından koruma altına alınması için başvuruda bulunacaklarının altını çizen Uçar, Antalya'da Kaş'ın Kınık beldesinde bulunan Xanthos-Letoon antik kentinden sonra ikinci koruma altında olan şehrin Side olması için uğraş vereceklerini söyledi.
Side'de yeni turizm sezonunda hanutçuluğa kesinlikle geçit vermeyeceklerini belirten Uçar, bu konuda çok kararlı olduklarını ve geçen yıl hanutçuluk yapan, turisti rahatsız eden ve zorla dükkan içine müşteri çekmeye çalışan 50 dükkana bir ve iki gün kapatma cezası verdiklerini sözlerine ekledi.
Turizm Gazetesi, 09.04.2012
|
DİNOZORLARIN SIRRINI
FOSİL YUMURTALAR
ÇÖZECEK
Güney Amerika kıtasının Patagonya bölgesine
keşif yapan bilim adamları, 70 milyon yıllık
dinozor yumurtaları buldu.
Yumurtaların bir dinozora ait olduğunu
söyleyen araştırmacılar, onlara dair birçok
sırrın ortaya çıkabileceğini belirtti.
Zaman, 09.04.2012
|
|

|
TARİHE ÇİRKİN GÖRÜNTÜ
Bursa’da hayırseverler tarafından yaptırılan tarihi çukur mescit’in çatısına yerleştirilen hoparlör sistemi vatandaşın tepkisini çekiyor.
Yıldırım İlçesi sınırlarında Yıldırım Külliyesi’nin güneyinde Çukur Mahalle’de yer alan Çukur Mescit hayırseverler tarafından restore edilerek orijinal görüntüsüne kavuştu. Hizmete açılan Çukur Mescit’in çatısındaki hoparlör sistemi vatandaşların tepkisini çekti. Tarihi yapının gün yüzüne çıkartılmasına sevindiklerini belirten mahalle sakinleri, hoparlör sisteminin yapıya gölge düşürdüğünü ifade etti. Vatandaşlar, hoparlör sisteminin kaldırılması gerektiğini belirterek, yetkililere çağrıda bulundu.
Çukur Mescit, 15. yüzyılın ikinci yarısında Ahmet Bey tarafından yaptırıldı. Zaman zaman yapılan onarımlarla ve bir ara dokuma fabrikası olarak kullanılan mekan, bu sebeple orijinalliğinden uzaklaştı. İbadet mekanı 7.60x7.57 m. ölçüsünde kareye yakın dikdörtgen planlı olup, moloz taştan duvarları 0.80 m. kalınlığındadır. Üzeri çatı ile örtülü olan ibadet mekanı altı pencere ile aydınlatılmıştır. Hayırseverler tarafından restore edilen Tarihi Çukur Mescit, 2011 eylül ayında başlayan restore çalışmalarının ardından günümüze kazandırıldı.
Bursa Olay, 08.04.2012
|
"İYİ İŞ DE YAPTIK, HATA DA"

Fatih Belediyesi son dönemde
Radikal’in pek çok haberine konu oldu.
Sultanahmet’te tarihi Bizans Saray kalıntıları
üzerine kaçak yapılan 5 katlı otel inşaatı,
Ayvansaray’da sit alanı içinde müzeden izinsiz
hafriyat çalışmaları bunlardan birkaçıydı. Gündem
yaratan haberler üzerine Belediye Başkanı Mustafa
Demir, telefonla arayarak ilçede tarihi eserleri
korumak için neler yaptıklarını anlatmak istediğini
söyledi. Kabul edip gittik. Başkan Demir, belediye
binasındaki makamında yaptıklarını anlattı ve
‘‘Haksızlık ediyorsunuz, vaktimin büyük kısmını
ilçedeki tarihi yapıların korunmasına harcıyorum.
Bir kaç hata tüm yaptığımız hizmetleri silip
süpürüyor. Sultanahmet’te inşaatı mühürledik, mühür
feyk edilmiş. Ayvansaray’da mezbelelik olan bir
mahalleyi gezilebilir, yaşanabilir hale getirmeye
çalışıyoruz’’ dedi. Sonra da imardan sorumlu Başkan
Yardımcısı Talip Temiz’i yanımıza vererek,
‘‘Çalışmalarımızı bir de yerinde görmenizi isterim’’
dedi.
Başkan Yardımcısı Temiz ile neredeyse bir gün
boyunca ilçeyi dolaştık. 2008’de Eminönü İlçesiyle
birleşince 57 mahalleden oluşan Fatih, altında
binlerce yıllık geçmişi barındıran Tarihi
Yarımada’ya da hakim durumda. Bir uçtan bir uca
hemen her yerde çeşme, hamam, medrese, konak,
mescit, külliyeye rastlamak mümkün. Çok sayıda
harabe haldeki tarihi yapı restore edilerek ayağa
kaldırılmış. Ciddi paralar da ödenmiş. 2005 - 2011
yılları arasında toplam 94 milyon lira restorasyona
harcanmış. Bunun 36 milyonu belediye, 57 milyon
lirasını İl Özel İdaresi karşılamış. Bazı projeler
ise hala devam ediyor.
Harabe haldeydiler!
İlk durağımız Kocamustafapaşa’da Sümbül Sinan
Tekkesi. Harap halde uzun yıllar restorasyon
bekleyen tekkede çalışmalar 2007 yılında başlamış. 1
milyon 633 bin liraya restore edilen tekke şimdi el
sanatları üzerine hizmet veren bir vakfa
devredilmiş. Ebru, hat gibi geleneksel sanatların
öğretildiği tekkede bir de konferans salonu
oluşturulmuş. Buradan çıkıp Davutpaşa
Mahallesi’ndeki Beşikçizade Tekkesi’ne gidiyoruz.
Bahçeden içeriye girdiğimde harabe haldeki bina
gözümde canlanıyor. Yıllar önce bu binanın
kurtarılması için haberini yaptığımı hatırlıyorum. O
zaman ayyaşların, tinercilerin mekanıydı. 1 milyon
474 bin liraya yenilenen tarihi binanın hazinesi de
onarılmış. Temiz, burayı da bir sanat derneğine
vermeyi düşündüklerini belirtiyor. Hatip Musluhittin
Mahallesi’nde bulunan Sultan Abdülmecid Evi de uzun
yıllar harabe halde kalan tarihi binalardan biri.
2009 yılında restorasyonuna başlanan yapı yaklaşık
500 bin liraya mal olmuş. Sosyal ve kültürel
etkinliklerde kullanılmak üzere Vakıflar Genel
Müdürlüğü’ne devredilen yapı o içler acısı halden
kurtarılmış.
Büyük mücadele veriyoruz
Yönümüzü Ayvansaray’a çeviriyoruz. Emir Buhari
Mescidi ve Harem Konağı’nda restorasyon çalışmaları
sürüyor. Sadece temelleri kalan mescit,
fotoğraflarından bulunarak aslına uygun inşa
edilmiş. Aynı şekilde yanı başındaki harem konağı da
restore edilerek bir kültür merkezi haline gelmiş.
Temiz, ‘‘En çok kamulaştırma yapmakta zorlanıyoruz.
Birçok tarihi eserin bulunduğu alan yıllar içinde
gecekondulaşmış. Hatta bazılarına tapu bile
verilmiş. Vatandaşı da mağdur etmeden titiz ve ince
çalışarak eski eserleri gün ışığına çıkarıyoruz”
diyor. Temiz ile tartışmaların odağındaki Ayvansaray
yenileme alanına giriyoruz. ‘‘Çalışmalarda neden
arkeolog yok?’’ sorumuza Temiz’in cevabı şöyle
oluyor: ‘‘Buranın tamamını jeoradarla taradık. Altta
ne var ne yok biliyoruz. Derin bir hafriyat
olmayacağı için Arkeoloji Müzesi’ne haber verme
gereği duymadık. Hata yaptığımız kabul ettik. Ancak
siz de gördünüz. Tarihi eserlerimizi korumak için
belediye olarak çok büyük mücadele veriyoruz. Ancak
bir hata yapıyoruz, tüm yaptığımız iyi işler bir
anda görünmez oluyor. Herkes bize Ayvansaray ya da
Sultanahmet’teki otel inşaatını soruyor. Tarihi
yarımada çok büyük. Binlerce yıllık medeniyetlerin
üzerinde oturuyoruz. Gözden kaçanlar, elimizin
ulaşamadıkları da oluyor.’’
Arkeolog ekibi kurulmalı!
Fatih Belediyesi’nin eski eserlerin korunmasına
destek verdiği bir gerçek. Ancak inşaat denetiminin
daha da sıkı yapılması gerek. Toprak altı eserlerin
korunmasında belediyenin çalışmaları yetersiz.
Belediye arkeologlarla bir ekip oluşturmalı ve kaçak
kazıları müzeye bildirmeli.
Saray üstüne otel tarihi sit alanına iş
makinesi
Radikal, 5 Şubat’ta ‘Sarayı yıkan kılıfını
uydurdu’ başlıklı haberinde, Sultanahmet’te Bizans
Büyük Saray’a ait olduğu düşünülen tarihi yapının
yerle bir edilip, yerine beş katlı otel dikilmesini
gündeme getirmişti. Haber üzerine otel inşaatı
yıkıldı.
Radikal’in gündem yaratan bir başka haberi de 26
Mart’ta yayımlandı. ‘Sur dibinde kepçelerle
operasyon’ başlıklı haberde Ayvansaray’da kentsel
yenileme adı altında inşaat çalışmalarına başlandığı
ve ‘müze uzmanları olmadan kesinlikle girilemez’
denilen alanda iş makineleriyle çalışmalar yapıldığı
yazıldı.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 0.04.2012
|
RESİM NEREDEN ALINIR? GALERİ Mİ, MÜZAYEDE Mİ?

Sanat eserinin alıcısına
ulaşmasına aracılık eden galeri mi daha doğru
adrestir, yoksa müzayede mi? Çağdaş sanatla
ilgilenmeye başlayan okurlar bana en çok "Resmi
müzayededen mi galeriden mi almalıyız?" sorusunu
soruyorlar. Bu aslında okurlar kadar
profesyonellerin de sorguladığı bir durum. Ve
gerçekçi olursak net bir cevabı da yok. Ben yine de
bu hafta bu soruyu Türkiye'de çağdaş sanat konusunda
otorite olarak kabul edilen bazı isimlere yönelttim.
Sanat dünyasının uzmanları da bu soruya ezberden
kemikleşmiş bir cevap veremiyor. Yanıtlar "duruma
göre" oluyor. İkisinin de kendine göre avantaj ve
dezavantajları var. Müzayedeler keşfetme yeri değil.
Çünkü müzayedelerde rüştünü ispatlamış, belirli bir
tanınırlığa ulaşmış sanatçıların eserleri satılıyor.
Yani müzayededen Monte Cristo'nun hazinesini bulmak
pek de rastlanır bir durum değil. Bu nedenle değer
avcılığı yapacaksanız galeriden keşfedeceksiniz. Ama
galeriden alınan her eserin de illa doğru seçim
olduğunun ve ileride daha da değerleneceğinin
garantisi yok.
Yalçın Sadak-Sanat Tarihçisi:
Müzayedeler sanat piyasasının önemli
dinamiklerindendir. İlkeli ve ehil oldukları sürece
sanatın kalkınmasına güç katacaklarından kuşkum yok.
Nitekim, Mavi Senfoni'yle başlayan yükseliş süreci
onların eseridir. Fakat, son iki yıldır, galerilerin
misyonunu da üstlenme hırsına kapıldılar. Oysa
galeriler sanat piyasasının atar damarlarıdır. Onlar
sanatçı adaylarını keşfeder, yaşayan sanatçılara
istikrar içinde seyreden bir piyasa oluşturur.
Müzayedelerin görevi, yaşayan sanatçıların elde
edilmesi zor, nadir bulunur işlerini sirkülasyona
sokmakken, boyası kurumamış yapıtları sanatçıdan
alarak, açık arttırmaya koyuyorlar. Alıcılar da
galeriden 10'a alacağı bir yapıtı, müzayede
ortamında 20 lira başlangıçtan alacak kadar saf
değiller.
Olgaç Artam-Antik A.Ş. Müzayede Yöneticisi:
Avrupa ve Amerika'da tüm müzayede kuruluşları genç
sanatçıların eserlerini satışa sunuyor. Ülkemizde
çok sayıda genç sanatçı müzayedelerimizde yer almak
için başvursa da biz bu konuda titiz bir çalışma
yapıyoruz. Sanat gelişimi henüz olgunlaşmamış genç
sanatçıların eserlerinin müzayedeye çıkmasını doğru
bulmuyoruz. Bu tür başvurular için her zaman
galerileri öneriyoruz. Başvuran sanatçının
performansını uzun bir süre sergilerinden takip
ediyor, çalıştığı galerisi ile olan ciddiyeti ve
ilişkisine çok önem veriyoruz. Galeriler sanatçıyı
keşfeden ve destekleyen sanat dünyasının temel
taşlarıdır. Bir sanatçının kariyerindeki yükselişin
ancak galerisiyle geliştirdiği profesyonel ilişkisi
sayesinde olduğuna inanıyoruz. Müzayede tanıtımları
ile çok geniş alıcı kitlelerine ulaşmak isteyen
sanatçıların eserlerini değerlendirirken öncelikle
hangi galeri ile çalıştıkları, hangi koleksiyonlarda
yer aldıkları, bilgi bankamızdaki geçmiş piyasa
raporları, işlerindeki özen ve içeriği kapsayan
araştırmalar yapıyoruz.
Öner Kocabeyoğlu-Koleksiyoner:
Günümüz çağdaşlarının eserlerini daha çok
galerilerden alıyorum. Galerilerin ve genç
sanatçıların desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bu da genç sanatçıların işlerini galerilerden satın
alarak olacaktır. Ama müzayededen alınmasına karşı
değilim. Hatta bunun sanatçı için bir PR sağladığını
düşünüyorum. Çünkü bu müzayede kataloglarının
1000-1500 sanatsevere ulaştığını tahmin ediyorum.
Her sanatsever aynı zaman serbestliğine sahip
olamayabiliyor. Bu nedenle galerileri tek tek
ziyaret ederek eserleri yakından inceleme fırsatı
olmuyor. Gençlerin işlerini müzayededen beğenip alma
yoluna gidebiliyor. Kendi adıma konuşacak olursam
müzayedelerden daha çok ulaşılması zor olan modern
ressamlarımızın (1945- 1975) eserleriyle
ilgileniyorum.
Oktay Duran-Koleksiyoner- Galeri Sahibi:
Bana göre iki kurum da gerekli ve sağladığı faydalar
birbirinden farklı. Şöyle ki, galerilerin temsil
ettiği sanatçılar vardır. Dolayısıyla bir alıcı
galeriye gittiğinde hangi sanatçının eserlerini
göreceğini bilir. Müzayede de ise satışa sunum anı
geldiğinde, alıcının karşısında sanatçıya ait tek
eser, ancak o eserin potansiyel birçok alıcısı
vardır. Orada hakiki pazar şartları oluşur.
Dolayısıyla müzayedelere, doğru fiyatlı pazarın
oluşmasında önemli bir satış aracısıdır diyebiliriz.
Aziz Karadeniz-Beyaz Müzayede Yön. Kur.
Başkanı:
2006'da müzayedeciliğe başladığımızda bazı
galeri sahipleri yaşayan sanatçıların özellikle
gençlerin eserlerini müzayedede satışa sunduğumuz
için bizi çok eleştirdiler. Eleştirilerin bir başka
boyutu ise genç veya yaşayan sanatçıların yeni
eserlerinin ve aynı sanatçıya ait birden fazla
eserin satışa sunulması idi. Bu eleştiriler zamanla
azalmış olsa da hala devam ediyor. Müzayedelerin
sadece eski eser veya antika değeri olan yapıt ve
objelerle sınırlı kalması gerektiği ileri sürülüyor.
Oysa genç sanatçıların eserlerinin müzayedelerde
satılması Türkiye'ye özgü bir durum değil.
Yahşi Baraz-Galeri Sahibi:
Galeri ve müzayedeler birbirlerine bağlı bir
sistemdir. Ama yeni koleksiyonerlerin ilk alımlarını
galerilerden atması lazım. Hem galeriden alım
yapıldığında sanatçı daha fazla kazanır. Müzayedede
satılan eser sanatçıya ait olmadığı için bir gelir
elde etmez. Ama müzayedenin getirisi çok daha
fazladır. Çünkü orada satılan fiyat halk tarafından
onaylanmış demektir. Sanatçı da bu fiyatı ölçüt alır
ve galerideki eserlerini de bu fiyattan
ayarlayabilir.
Burhan Doğançay-Ressam:
Galeriler, genç ressamların tanınmaları, sanat
piyasasında var olabilmeleri için çok önemlidir. Ama
sanat eseri alacak kişi, beğendiği eseri, istediği
yerden alabilir. Bunun bir kısıtlaması yoktur.
Galeriler, istedikleri esere, istedikleri fiyatı
koyabilirler, belirledikleri bu fiyata göre satış
yapabilirler. Eğer bir müzayede şirketi, genç bir
sanatçının eserini, müzayedesine koymuşsa, bu o
sanatçının yükselmiş bir değeri olduğunun
göstergesidir. Galeriler, yenilikleri sunar,
gençleri takdim eder. Müzayedeler ise belli bir
yerden sonra bu sanatçıları devralır.
Sabah, Haber: Burcu Aldinç, 08.04.2012
|
KALDIRIM KAZISINDAN TARİH ÇIKTI
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Fen İşleri Dairesi Yapı İşleri Müdürlüğü'nün, geçtiğimiz temmuz ayında Sultanahmet Meydanı'nda yaptığı çevre düzenlemesi çalışmasında tarihi bir yapı ortaya çıkarıldı. Ayasofya Müzesi'ne 25 metre mesafede, Mimar Sinan tarafından yapılan 'çukur çeşme' yaklaşık 5 metre derinlikte bulundu. 4. Nolu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'na sunulan rölöve çalışması uygun bulundu. 22 Şubat'ta da "Restitüsyon, restorasyon projelerinin ve sanat tarihi raporunun Kurul'a iletilmesine" karar verildi. Tarihi yapıda 7 adet klasik kemerli çeşme bulunuyor. 4.23 metre yüksekliğinde bir tonozla örtülü olan yapının alanı ise 14.39'a 1.94 metre boyutlarında. Çukur çeşmeleri, 16. yüzyılda Mimar Sinan inşa etti. Diğer çukur çeşmeler gibi Sultanahmet Çukur Çeşmesi de Kanuni Sultan Süleyman döneminde inşa edilen 'Kırk Çeşme' su tesislerinin bir parçası. Koruma Kurulu ve Arkeoloji Müzesi'nin denetiminde yapılacak kazı çalışmalarında, tarihi yapının yeri henüz tespit edilemeyen sarnıç ve su deposu ile rampa ve merdivenlerin kalıntılarının açığa çıkartılabileceği düşünülüyor.
Sabah, Haber: Recai Kömür, 08.04.2012
|
 |
SARAYDA ERKEN REZERVASYON DÖNEMİ

Topkapı
Sarayı
Müzesi’nde dün adeta izdiham yaşandı.
Sarayın önünde yaklaşık 200 metrelik ziyaretçi
kuyruğu oluştu. Ziyaretçi kuyruğu
sarayın bahçesine taştı.
Habertürk Gazetesi’nin ev sahipliğinde dördüncü
kez bir araya gelen Türk turizminin önde gelen
temsilcilerine seslenen Türkiye Seyahat Acenteleri
Birliği (TÜRSAB)
Başkanı
Başaran Ulusoy,
müze ve ören yerlerindeki ziyaretçi sayısının bu
yıl 35 milyon kişiye koştuğunu söyledi.
Özellikle İstanbul'da
Topkapı
Sarayı ve
Ayasofya
müzelerinde haftanın belirli günlerinde
yığılmalar olduğunu ifade eden Ulusoy, Turizm
Bakanlığı ile önce
Topkapı ardından da
Ayasofya için
erken rezervasyon ve kademeli fiyat sistemine
geçmek için hazırlık yaptıklarını açıkladı.
Bu yıl
Topkapı
Sarayı
Müzesi'ni 4 milyon kişinin ziyaret etmesini
beklediklerini ifade eden Ulusoy, “Topkapı
herkesin aklına estiği zaman gezebileceği bir yer
olamayacak. Çünkü oldukça yoğun bir talep var.
Burası için randevulu sisteme geçiliyor. Bu
Dolmabahçe
Sarayı'nda başarıyla uygulanan bir sistem” dedi.
Bilet fiyatlarının uçaklarda olduğu gibi kademeli
olabileceğini anlatan Ulusoy, mesai saatleri dışında
Topkapı
Sarayı'nı ziyaret etmek isteyen büyük grupların
da bir miktar daha fazla bedel karşılığı bu ziyareti
yapabileceklerini anlattı.
2010 yılında
müzelerden elde edilen toplam gelirin 80 milyon
TL olduğunu anımsatan Ulusoy, 2011'de bu rakamın 156
milyon liraya ulaştığını bu yıl ise beklentinin 175
milyon lira olduğunu ifade etti. Bu arada ilk olarak
İstanbul'daki yoğun ilgi gören
müzelerde başlaması beklenen sistem dünyada bazı
ülkelerde de uygulanıyor. Örneğin Dubai'de dünyanın
en büyük binası Burj Khalifa'ya girişte
erken rezervasyon büyük avantaj sağlıyor.
Binanın tepesinde bulunan At The Top isimli gözlem
alanına girmek için internettten tarih ve saat
belirterek bilet alırsanız 27 dolar, kapıda bilet
almak isterseniz 108 dolar ödeniyor. 30 gün öncesine
kadar yapılabilen
erken rezervasyonla kredi kartı başına en fazla
10 bilet alınabiliyor.
Habertürk (Kısaltarak), Haber: Ünsal Ereke, 08.04.2012
|
TARİH KOKAN ANTİK KENT DARA İLGİ BEKLİYOR

Mardin’de bulunan ve görünümü ile Efes’i
anımsatan tarihi antik kent Dara keşfedilmeyi
bekliyor.
Mardin-Nusaybin karayolu üzerinde bulunan ve ne zaman kurulduğu hakkında kesin bir bilgiye ulaşılamayan antik kent Dara’da Mardin Müzesi tarafından başlatılan arkeolojik kazı çalışmaları devam ediyor. Mardin’in 30 kilometre güneydoğusunda, Mardin-Nusaybin karayolu üzerinde kalıntıları bulunan antik Dara kenti isminin Darius’un başkenti anlamına gelen ‘Dağara’dan aldığı belirtiliyor. Kaynaklarda Mezopotamya’nın Efes’i olarak tanınmakta olan Dara, İpek Yolu üzerindeki önemli bir yerleşimdir. Burada yapılan arkeolojik kazılarda ortaya çıkan kalıntıların dünyanın ilk su barajına ait olduğu sanılmaktadır. Dara antik kenti Prof.Dr. Metin Ahunbay tarafından araştırılmış ve ‘Mardin, Taşın Belleği’ isimli kitabında da yayınlanmıştır. Prof.Dr. Metin Ahunbay kitabında bu kentin Roma imparatoru Anastasius tarafından kurulduğunu ileri sürmüştür.
Mezopotamya’nın önemli antik
yerleşimlerinden olan Dara’nın ne zaman kurulduğu
hakkında net bir bilgiye ulaşılamamaktadır. Bununla
beraber arkeolojik Kaynaklar Ahamanişlerin Kralı
Darxis tarafından MÖ. 530-570 yıllarında
kurulduğundan söz etmektedir. Bu antik yerleşim
İranlılar ile Romalılar arasında sürekli el
değiştirmiş, MS. 7. yüzyılda Arap istilasına
uğramış, daha sonra da yerel beylikler tarafından
yönetilmiştir. Dara, 15 ve 16. yüzyıllarda
çevresindeki diğer yerleşim alanları ile birlikte
Osmanlıların eline geçmiştir. Dara antik kentinden
günümüze kale kilise, köprü, su kanalları, depo, su
sarnıçları, arasta, kaya mezarları ve sivil yerleşim
binalarına ait kalıntılar ulaşmıştır. Bu kalıntılara
dayanılarak kuruluşundan itibaren Ahamanişlerin
tanrısı Ahura Mazda’ya inanıldığı ve bunun için de
birtakım ateş kuleleri yapıldığı belirtilmektedir.
Antik kentten günümüze kalıntıları gelebilen, moloz
taş, tuğla ve kesme taştan yapılmış olan surlara
dayanılarak çok iyi korunmuş bir kent olduğu
anlaşılmaktadır. Kenti çevreleyen surlar kuzey
kapısının doğu ucundan başlayarak Zellace mevkiini
de kapsayarak yöredeki mağaraları da içerisine alır
ve Tophane’ye ulaşır. Bundan sonra Bertevi
Sarayı’nın yanındaki güneye yönelik kapı ile
birleşir. Şehri kuşatan bu surlar eski mezarlık olan
Mahsara’yı da içerisine alarak Kesik Kaya üzerinden
Hakni mevkiine çıkar. Böylece bu sur duvarları
içerisindeki iç kale ile birlikte Osmanlı döneminde
yapılmış Kale Camisi’nin doğusunda birleşir.
Günümüzde bu surların içerisinde kentin önemli
yapıları olan kilise, saray, cami, arasta, köprü ve
sarnıçların izleri görülmektedir. Surların
içerisinde bulunan İç Kale ise şehrin kuzeyinde 50
metre yüksekliğindeki tepe üzerinde tüm yöreye hakim
biçimde kurulmuştur. Bu tepenin yamaçlarında ve
çevresinde de sivil yaşama ait evlerin kalıntılarına
yer yer rastlanmaktadır.
Antik kent Dara’da yaşayan vatandaşlar, bölgenin
sahipsizliğinden yakınıyor. Dara’nın yerleşim
yerinde ikamet eden Mehmet Ateş, bölgeye
sahiplenilmesi durumunda Dara’ya turistlerin yoğun
ilgi göstereceğini belirtti. Ateş, “Dara’da bulunan
bu antik kent Efes’i anımsatıyor. Ama bugüne kadar
istenilen seviyede tanıtımı yapılmadığı için kimse
burayı bilmiyor. Tarih kokan bu bölgeye turist akını
olabilir. Buraya her gelen gördükleri karşısında
şaşkına dönüyor. Sahiplenilmesi ve iyi bir tanıtım
yapılması durumunda Dara turistlerin vazgeçilmez
mekanı olacaktır” dedi.
haberler.com, 08.04.2012
|
KADINA ŞİDDET, 3 BİN 500 YIL ÖNCEKİ BELGELERE
YANSIMIŞ
Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Mehmet
Karaosmanoğlu, kadına şiddetin antik dönemde de var
olduğunu ve bunun 3 bin 500 yıl öncesinin
belgelerine yansıdığını söyledi.
Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Karaosmanoğlu, Tarihte ve antik dönemde kadın konusunda birçok kaynak bulunduğunu, Hitit döneminde şiddet gören kadınların bunu metinlere, yani taş tabletlere yansıttıklarını anlattı. Prof.Dr. Karaosmanoğlu şu bilgileri verdi:
“O döneme ait ele geçen ve kitaplaştırılan fal
metinlerinde, MÖ 1375- 1345 yılları arasında, yani
zamanımızdan 3 bin 500 yıl önce krallar tarafından
eşlerine şiddet uygulandığı belirtiliyor. Hitit
Kralı İkinci Murşili’nin eşine şiddet uyguladığını
metinlerde görüyoruz. İkinci Murşili’nin eşini gece
ve gündüz tanrı ve tanrıçlara şikayet ettiği,
lanetlediği ve beddualar sonucunda da gelinin öldüğü
bildirilmektedir. Yine kraliçenin dilinin tutuk,
yani kekeme olmasının nedeni de yine annesi
tarafından yapılan beddulardan kaynaklandığı
yazılmaktadır. Gelin- kaynana geçimsizliği nedeniyle
geline şiddet uygulandığı o dönemde görülüyor.
Sarayda yaşanan bu gelin- kaynana kavgası, halk
arasında da yaşanmış olabilir.”
haberler.com, 08.04.2012
|
EN BÜYÜK ZEUS KUTSAL ALANI

Denizli’deki Laodikya
antik kentinde yapılan
kazı çalışmalarında, 2 bin yıl önce Zeus’a adanmış
dünyanın en büyük kutsal alanı ortaya çıkarıldı.
Depremlerde yerle bir olan kutsal alandaki 11 metre
uzunluğunda 15 ton ağırlığındaki sütunlar,
Türkiye’de ilk kez,
antik dönemde kullanılan
sistemle restore ediliyor. Laodikya Kazı Heyeti
Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek, Amerikalıların
sistemi incelemek için antik kente geldiklerini
söyledi.
Denizli Belediyesi ve Pamukkale Üniversitesi’nin
desteğiyle 2 bin yıllık antik kent Laodikya’daki
kazı çalışmaları 12 ay boyunca devam ediyor.
Tanrıların şehri ve kutsal kent olarak bilinen
Laodikya’nın ayağa kaldırılması için de restorasyon
çalışmalarına hız verildi. Geçen aylarda yer
radarıyla tespit edilen alanda yapılan kazı
çalışmalarında antik dönemde Zeus’a adanmış
dünyanın en büyük kutsal alanı ortaya çıkarıldı.
Yaklaşık 25 bin metrekarelik alanda yapılan
çalışmalarda depremler nedeniyle parçalanmış devasa
büyüklükte sütunlar ve başlıkları bulundu. Toprak
altından gün yüzüne çıkarılan sütunlar, vinçlerle
kaldırılıyor ve
Türkiye’de ilk kez uygulanan bir sistemle
yerlerine antik dönemdeki gibi dikiliyor.
Laodikya Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek,
antik dönemde uygulanan sistemle sütunları
birleştirdiklerini, bunun da
Türkiye’de ilk kez Laodikya’da yapıldığını
söyledi. Salihli’deki Artemis Tapınağı’nda kazı
çalışmalarını yürüten Amerikalıların sistemi
incelemeye geldiğini belirten Prof.Dr. Şimşek, şu
bilgileri verdi:
“Antik dönemdeki insanlar, sütunları demir ve
kurşun kullanarak birleştiriyordu. Biz de kurşun ve
çeliği kullanarak aynı sistemle, parçalanan
sütunları birleştiriyoruz. Bu sistemle yapılanlar
binlerce yıl dayanıklı oluyor. Artemis Tapınağı’nda
kazı yapan Amerikalılar da sistemi merak etmiş.
Laodikya’ya gelerek bizden bilgi aldılar ve nasıl
yapılacağını öğrendiler. Şimdi onlar da aynı sistemi
yapıyor. Bu Türk arkeolojisi için çok önemli.”
Baştanrı Zeus’a adanarak yapılan kutsal alanda
çalışmalar bittiğinde Laodikya’nın dünyanın en gözde
mekanı haline geleceğini ifade eden Prof.Dr. Celal
Şimşek, şöyle devam etti:
“Bizim düşüncemize göre kutsal alanda tapınaklar
var. En büyük tapınak ise baştanrı Zeus’un tapınağı
olarak görünüyor. Alanda 11 metre yüksekliğinde 15
ton ağırlığında dev sütun galerileri var. Kutsal
alanı büyük bir titizlikle kazıyor ve eserleri antik
dönemdeki gibi restore ediyoruz. 2012 yılı kazı
çalışmaları sonunda 20 sütunun hepsini dikeceğiz.
Kutsal alan bittiğinde
Türkiye’de en önemli gezilecek alan haline
gelecek.”
Radikal, Yazı ve Fotoğraf: Ramazan Çetin,
07.04.2012
|
 |
MİHRİMAH SULTAN CAMİSİ'NİN MÜLKİYETİ BİZE AİT"
Mihrimah Sultan Camisi'nin mülkiyeti ile ilgili Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden açıklama yapıldı.
Mülkiyeti Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne ait olan vakıf eski eseri Üsküdar Mihrimah Sultan Camisi'nin restorasyonu için projelerin hazırlanmasından, ilgili Koruma Kurulunca onaylanmasına ve fiilen restorasyon çalışmalarına başlanmasına kadar her tür iş ve işlemin, İstanbul Vakıflar 2. Bölge Müdürlüğü'nce yürütüldüğü bildirildi.
Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden yapılan yazılı açıklamada, bir Mimar Sinan eseri olan Mihrimah Sultan Camisi'nin, Kanuni Sultan Süleyman tarafından kızı Mihrimah Sultan adına Mimar Sinan'a inşa ettirilerek vakfedildiği belirtildi.
Açıklamada, caminin restorasyonu ile ilgili tüm giderlerin Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçesinden karşılandığı belirtilerek, şu ifadelere yer verildi: "18.01.2012 tarihinde sözleşmesi imzalanan restorasyon işinin yer teslimi 20.01.2012 tarihinde yapılmış ve iş aynı tarihte başlatılmıştır. Sözleşme bedeli, 5 milyon 896 bin 333 TL olan Mihrimah Sultan Camisi'nin restorasyon çalışmalarının hiçbir aşamasında Üsküdar Belediyesi ya da başka bir kurumun herhangi bir katkısı veya desteği olmamıştır."
Dünya, 07.04.2012
|
RESSAM THOMAS KINKADE 54 YAŞINDA ÖLDÜ
Amerikalı
ressam Thomas Kinkade 54 yaşında öldü.
Basın sözcüsü David Satterfield, çizdiği pastoral
resimler, kır evleri ve kiliseleriyle tabloları pek
çok Amerikalının evini süsleyen Kinkade'nin, San
Francisco'daki evinde doğal sebeplerden yaşamını
yitirdiğini açıkladı.
ABD'de eserleri en çok satılan ressam olarak
tanınan Kinkade'in tablolarının, ülke genelindeki 10
milyon evin duvarını süslediği sanılıyor.
Cnn Türk, 07.04.2012
|
|
KUBADABAD SARAYI KALINTILARI YIKILIYOR

Beyşehir Gölü bünyesinde yer alan Kızkalesi
Adası’ndaki Selçuklulardan kalan tarihi Kubadabad
Sarayı’nın kalıntılarının, ağır kış şartları
nedeniyle yıkılmaya başladığı belirtildi. Prof.Dr.
Öztürk, ‘Ada üzerindeki kalıntılar, Konya’daki
Alaaddin Tepesi’nde olduğu gibi üstten bir
şemsiyeyle de korumaya alınabilir’ dedi.
Beyşehir Gölü’nde bulunan tarihi Kızkalesi Adası’ndaki saray kalıntılarının ağır kış şartlarının ardından yıkılıp yok olmaya başladığı, bu nedenle mekanın koruma altına alınması gerektiği bildirildi. Anadolu Eko Turizm ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği Başkanı Prof.Dr. Abdullah Öztürk, bir dizi proje çalışması kapsamında geldiği Beyşehir’de, gazetecilere yaptığı açıklamada, Göl bünyesinde yer alan tarihi Kızkalesi Adası’ndaki saray kalıntılarının, çetin kış şartları sonrasında tahribata uğradığını söyledi. Prof.Dr. Öztürk, şu bilgileri verdi: ‘Kızkalesi Adası’na çıktığımızda maalesef üzücü bir tablo ile karşılaştık. Geçirdiği ağır kış şartları sonrasında yükselen sularla birlikte kıyıları tamamen sularla kaplanan tarihi adada yıkımlar olmuş. Burada mutlaka bir korumanın yapılması lazım. ‘Milli Park’ diye kimse bir şey yapamıyor, korunamıyor ancak ‘milli park’ diyerek biz oranın kendi kendine yok olmasına müsaade edemeyiz. Buradaki durum aciliyet arz ediyor. Çevrecilerin, ilgili kişi ve kuruluşların, belki bölgemizde çalışmalar yapan Prof.Dr. Rüçhan Arık ve ekibinin, Çevre ve Orman Bakanlığının, buradaki saray kalıntılarının korunması ve daha da fazla yıkıma uğramaması için bir inceleme yapması gerekiyor. Ada üzerindeki kalıntılar, Konya’daki Alaaddin Tepesi’nde olduğu gibi üstten bir şemsiyeyle de korumaya alınabilir.
Kızkalesi Adası çevresinin aynı zamanda
Türkiye’nin önemli bir kuş cenneti olduğunu, birçok
kuş türüne ev sahipliği yaptığını anlatan Öztürk,
koruma konusunda daha fazla zaman kaybı yaşanmaması
gerektiğini sözlerine ekledi. 5 dekarlık bir alana
sahip olan Kızkalesi Adası, Türkiye’nin en büyük
tatlı su gölü olan Beyşehir Gölü kıyısındaki tarihi
Kubadabad Sarayı’nın 3,5 kilometre kuzey doğusunda
yer alıyor. Anadolu Selçukluları sultanlarının
yazlık sarayı olan Kubadabad Sarayı’nın haremliği ve
tersaneliği olan Kızkalesi Adası’ndan günümüze,
duvar yıkıntıları, sur ve saray kalıntıları ulaşmış
durumda.
Yeni Şafak, 07.04.2012
|
MEZOPOTAMYA UYGARLIĞININ ORTAYA ÇIKIŞI
Mardin
Artuklu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji
Bölümü tarafından düzenlenen ve Türkiye
arkeolojisinin önde gelen isimlerinden biri olan
Prof.Dr. Hayat Erkanal’ın sunduğu “Mezopotamya
Uygarlığının Ortaya Çıkışı” başlıklı konferans çok
yoğun ilgi gördü.
Üniversitenin konferans salonunda düzenlenen ve
adeta bir arkeolojik şölenin yaşatıldığı konferansa;
il protokolünden birçok ismin yanı sıra,
akademisyenler, öğrenciler, basın mensupları ve STK
temsilcileri katıldı.
Mardin Artuklu Üniversitesi adına açılış
konuşmasını yapan Arkeoloji Bölümü Başkanı, Yrd.
Doç.Dr. Güner Coşkunsu, arkeolojinin basit bir
tanımlamayla “geçmişin dili” olarak ifade
edileceğini belirterek,” Geçmişte yaşamış insanları,
o insanların kültürlerini, uygarlıklarını her
yönüyle anlayabilmek için; günümüze kadar ulaşmış
olan maddi kalıntılarını bulmak, incelemek,
değerlendirmek, bilgiye dönüştürmek ve bize
bırakılan evrensel kültürel mirası koruyarak gelecek
kuşaklara aktarmanın, bilimsel ve özverili uğraşısı”
olduğunu belirtti.
Arkeoloji bilimi vasıtasıyla, Mardin’de yaşayan
insanların köklerinin binlerce yıl öncesine kadar,
kanıtlarıyla ortaya çıkartıldığını hatırlatan
Coşkunsu; arkeolojinin insanlık tarihinin evrensel
köklerini aradığını, toplumların tarihleriyle ve
kökleriyle olan bağlarının kopmamasına yardımcı
olduğunu söyledi.
“Köksüzlük… Kökleri ile bağları kopartılmış
nesiller… Ne kadar da ürpertici…” diyen Güner
Coşkunsu, “Tahrip edilen ve edilmesine göz
yumduğumuz her tarihi eser ve yerleşme yeri, hem
sizin hem benim köklerimi zayıflatmak ve kesmek
demektir. Neden Bağdat’ta ve Tahrir Meydanı’nda önce
müzelere, arkeolojik ve tarihi eserlere, Bayman’da
Buda heykellerine saldırılıp yok edildiğini hiç
düşündünüz mü? Nedenini size ben söylemeyeceğim…
Lütfen sizler de bunun üzerinde biraz düşünün. ”
şeklinde konuştu.
Arkeologların ne ‘mezar kazıcısı’, ne ‘define
arayıcısı’ ne de yanlış telaffuz edilen ‘alkolikler’
olmadığını vurgulayan Yrd.Doç.Dr Coşkunsu
konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Bizler hazine peşinde koşan Indiana Jones’lar
değiliz! Çünkü biz arkeologlar, bilimsel metod ve
teknikleri kullanarak, pek çok kişiye sıradan gelen
her bir taş aleti, kerpiç parçasını, kemik ve tohumu
tıpkı altın ya da gümüşten ender bir sikke, görkemli
bir heykel, anıtsal bir saray gibi hazine değerinde
ve evrensel kültürel mirasımızın bir parçası olarak
gören bilim insanlarıyız.”
Unesco Dünya Kültür Miras’ına girmesi gereken
Mardin’de şimdiye kadar ciddi bir arkeolojik
araştırma yapılmadığını kaydederek şimdiye kadar az
sayıda yapılan kurtarma kazılarından elde edilen
verilerin Mardin’in genel arkeolojik, tarihi, zengin
ve köklü kültürel geçmişini aydınlatmak için yeterli
olmadığını belirtti.
Güner Coşkunsu, “Mardin’de özellikle prehistorik
yani tarih öncesi çağlarda yaşamış olan insanlara
dair bilgimiz çok zayıf, bu döneme ait bilimsel
kazılarla ele geçen malzeme çok azdır. Henüz toprak
altında keşfedilmeyi bekleyen ya da hızla ilerleyen
inşaat çalışmaları ile ortaya çıkan belgeler
uzmanları tarafından araştırılmak için
beklemektedir. Bir kısmı ne yazık ki hızla yok olma
tehlikesi altındadır. Kentlerin tarihini yatay
olarak değil enine ve boyuna kesitlerle okumak
mümkün olduğundan arkeolojik kazılara mutlaka
ihtiyaç vardır.” diyerek konuşmasını şöyle
tamamladı:
“Dünyada, kampüsünde yüzbinlerce yıllık bir
tarih, hem prehistorik hem de Orta Çağ kalıntılarını
içeren bir Üniversite kaç şehre, bilim insanına ve
öğrenciye nasip olur? Bu eşsiz miras bize, Mardin’e,
Mardin Artuklu Üniversitesi’ne nasip oldu.
Kampüsteki arkeolojik alanlar öğrencilerimiz için
bir uygulama alanı ve tez araştırmaları için bir
kaynak olacak ve bir açık hava müzesine
dönüştürülebilecek niteliktedir.”
Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr.Serdar Bedii Omay’a her alanda verdiği
desteklerden dolayı teşekkür ederek konuşmasına son
veren Coşkunsu’nun ardından, kürsüye gelen Edebiyat
Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Mustafa Oflaz’ın kısa
selamlama konuşmasından sonra konferansa geçildi.
Tanıtıcı slayt eşliğinde yapılan konferansta
‘Kral Yolu’ olarak tanımlanan ‘İpek Yolu’ üzerinde
Mezopotamya kültürlerini içeren çok sayıda merkez
niteliğinde yerleşim yerinin bulunduğunu anlatan
Prof.Dr. Hayat Erkanal, Tur Abidin üzerinde bulunan
yerleşim ünitelerinin ise daha çok istasyon
niteliğinde olup bu merkezlerin önemli kısmının
lokalize edildiğini belirtti.
Erkanal, Asur’un çeşitli yazılı kaynaklarında da
yer alan bu merkezler sayesinde, Mardin’in
Mezopotamya’nın en önemli bölgelerinden biri olarak
tanımlandığını ve araştırmalarda ele geçen yüzey
buluntularının da bu sonucu desteklediğini ifade
etti.
haberler.com, 06.04.2012
|
ARKEOLOGLAR GIRNAVAZ HÖYÜK'TE İNCELEMELERDE BULUNDU
Prof.Dr. Hayat Erkanal ile Mardin Artuklu
Üniversitesi arkeologları Mardin’in Nusaybin
İlçesi'ndeki Gırnavaz Höyüğü’nde incelemelerde
bulundu.
Artuklu Üniversitesi Yapı İşleri Daire Başkanı
Fahrettin Çiçek, Prof.Dr. Hayat Erkanal, Yrd.
Doç.Dr. Güner Çoskunsu, Yrd. Doç.Dr. Eric Jean ve Yazar
Şerefkan Ciziri, Gırnavaz Höyüğü’nde incelemelerde
bulundu.
Mardin Artuklu Üniversitesi arkeologlarına höyük
hakkında bilgi veren Prof.Dr. Erkanal, 1982 ile
1991 yılları arasında höyükte yapılan kazılara
başkanlık ettiğini söyledi.
Höyüğün etnografik açıdan çok önemli bir yerde
olduğunu kaydeden Erkanal, “Halk arasında cinlerin
miri Mir Osman’ın burada yattığına inanılır.
Yaptığımız kazılarda Mitanni, yeni ve eski Asur
kalıntılarına rastladık. Geç Uruk çağına ait
malzemeler çıktı. Höyükten çıkan bir çok tarihi
kalıntı Mardin Müzesi’nde sergileniyor” dedi.
Çiçek de kazıların tekrar başlaması istediklerini
anlatarak, höyükten çıkan kalıntıların, bölgenin
tarihi açısından önemli olduğunu bildirdi.
Mynet Haber, 05.04.2012
|
1 - 7 Nisan 2012
|
DÜNYA GOOGLE ART'LA SSM'Yİ GEZECEK
Sakıp Sabancı Müzesi, dünyanın önemli müzelerini internet ortamında gezme imkanı sunan Google Art Projesi’ne dahil oldu. Proje sayesinde, aralarında Sakıp Sabancı Müzesi, New York Metropolitan, Berlin Alte Nationalgalerie, Amsterdam Rijksmuseum, Floransa Uffizi, St. Petersburg The State Hermitage, Madrid Museo Reina Sofia, Londra Tate Britain’in de bulunduğu 17 müzeye sanal erişim imkanı elde ediliyor. Şu anda, projeye yeni dahil olan Sakıp Sabancı Müzesi’nin Hat Koleksiyonu’na ait eserler görülebiliyor. Farklı tasarım ve teknolojik uygulamalarla mayıs ayında yeniden ziyarete açılacak koleksiyon, sitede de yeni sunumuyla yer alacak.
www.googleartproject.com adresi üzerinden ziyarete açılan sitede, dünyanın önde gelen müzelerindeki 30 binden fazla eser yüksek çözünürlükte görüntülenebiliyor ve bazı eserler hakkında detaylı bilgiler veriliyor. Ayrıca sitenin veritabanında; sanatçı, eser, müze ve koleksiyon adı ile şehir ve ülke kategorilerine göre arama yapılabiliyor. Proje kapsamında, ziyaretçilere kendi koleksiyonlarını oluşturma imkanı da sağlanıyor.
Radikal, 06.04.2012
|
 |
TARİHİ YARIMADA'DA JAMES
BOND YASAĞI
James Bond serisinin son filmi Bond 23'ün bazı
sahnelerinin İstanbul'da çekilmesi için Kültür ve
Turizm Bakanlığı'na başvuru yapan yapımcıların
talebinin kabul edilmesinin ardından, Büyükşehir
Belediyesi filmin çekileceği mekanlar için kararlar
aldı. 7-30 Nisan tarihleri arasında 14 gün yapılacak
çekimler için Sirkeci ve Balat'ta belirlenen
noktalar saat 06:00-18:00 arası araç ve yaya
trafiğine kapatılacak. İstanbul'un en yoğun cadde ve
sokaklarının yer aldığı listeye göre, Eminönü'nde
sahil yolu trafiğinin önemli akış noktası olar Ragıp
Gümüşpala Caddesi 8 Nisan Pazar günü tek şerit
olarak kapatılacak. Eminönü'nde pazar günü trafiğin
ciddi anlamda etkilenmesi bekleniyor. Ayrıca film
çekimleri için 7 gün Eminönü Meydanı araç ve
yayalara kapatılacak. Çekimleri Tahtakale, Mısır
Çarşısı, Eminönü Meydanı, Sirkeci Postanesi, Eminönü
İskeleleri ile birlikte özellikle Balat'taki Kiremit
Caddesi'nde yer alan sokaklarda yürütülecek.
Sabah, Haber: Zeynel
Yaman, 06.04.2012
|
MEZARLIKLARI DA AZINLIK
CEMAATİNE İADE EDİLİYOR

Cemaat vakıflarının 75 yıl önce el konulan
taşınmazlarının iadesiyle ilgili süreçte mezarlıklar
da sahiplerini buluyor. Galata Rum İlkokulu'nun
vakfa iadesinin ardından, salı günkü Vakıflar
Meclisi toplantısında, Ermeni, Rum ve Musevi
vakıflarına ait mezarlıklarında iade edilmesine
karar verildi. Uzun zamandır mezarlıklarını geri
almak için mücadele veren azınlıkların bu talepleri
ağustos ayında Başbakan Erdoğan'ın talimatıyla çıkan
kararnameyle karşılığını buldu.
Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün 3 Nisan toplantısında
aldığı karar kapsamında Galata Yüksekkaldırım
Eşkenazi Musevi Sinagogu Vakfı'na "Ulus Eşkenaz
Mezarlığı"nın da bulunduğu iki mezarlık, Beyoğlu Rum
Ortodoks Kiliseleri ve Mektebi Vakfı ile Balat Surp
Hreştagabet Ermeni Kilisesi Mektebi ve Mezarlığı
Vakfı'na birer mezarlık iade edildi. Ayrıca Kadıköy
Hemdat İsrael Sinagogu Vakfına ait "Acıbadem
Mezarlığı", Kuzguncuk Bet-Yaokov Musevi Sinagogu
Vakfı'na ait "Bağlarbaşı Mezarlığı" da iade edildi.
İade edilenler arasında Şişli Cevahir Alışveriş
Merkezi'nin karşısındaki ünlü Rum Ortodoks Mezarlığı
da yer alıyor. Beyoğlu Rum Ortodoks Kiliseleri ve
Mektebi Vakfı'na iade edilen mezarlık, Türkiye'nin
en geniş Rum Ortodoks Mezarlığı olma unvanını
taşıyor. Hem Osmanlı hem de Cumhuriyet döneminde
yaşayan zengin Rumların yattığı bilinen mezarlıktaki
taşların her biri ince sanat işçilikleri ile dikkat
çekiyor.
Sabah, Haber: Burcu
Çalık, 06.04.2012
|
|
ALACAHÖYÜK TURİZM YOLU
REHABİLİTASYON PROJESİ BAŞLADI
Çorum İl Özel İdaresi tarafından hazırlanan ve Orta
Karadeniz Ajansı tarafından desteklenen 'Alacahöyük
Turizm Yolu Rehabilitasyon Projesi' kapsamında yol
çalışmalarının başlatıldığı bildirildi.
Çorum
İl Özel İdaresi'nden yapılan açıklamaya göre,
Çorum-Ankara karayolu bağlantısının, 30 Haziran
Cumartesi gününe kadar ulaşıma kapatılacağı
belirtildi. Ulaşımda sorun yaşanmaması için
alternatif yol olarak Alacahöyük beldesinden
Çorum'un Alaca İlçesi'ne ulaşımın için çevreli
İbrahim Göleti yolunun kullanılacağı kaydedildi.
Turizm Gazetesi,
06.04.2012
|
HAYDARPAŞA GARI İTÜ
DANIŞMA KURULU'NDAN ÖNEMLİ UYARI
Haydarpaşa Garı'nın
yenilenmesi sürecinde İTÜ Danışma Kurulu olarak
görev yapan Afife Batur, Ahmet Arısoy, Oğuz Cem
Çelik, Yegan Kahya, Aslıhan Tavil, Hüseyin
Kahvecioğlu ve Nuri Serteser'in görev süresi
geçtiğimiz yaz bitmişti.
Bu 7 isim, danışmanlık yaptıkları
Rölöve-Restitüsyon-Restorasyon projesinin görev
sürelerinin dolmasının ardından kontrolleri dışında
gelişmelere konu olma ihtimali, hem de bağımsız
liman bölgesindeki projelerle ilgili gelişmelerin
kamuoyu tarafından onlarla ilişkilendirilme
riskinden ötürü bir duyuru hazırladılar.
Duyuru metni şu
şekilde:
İTÜ Rektörlüğü'nün
görevlendirmesiyle oluşturulan ve üyesi bulunduğumuz
Danışma Kurulu, Tarihi Haydarpaşa Gar Binasının
"Rölöve- Restitüsyon-Restorasyon" Projelerinin elde
edilmesi sürecindeki denetim ve danışmanlık
görevini, "tarihsel, kentsel ve işlevsel süreklilik"
kriterlerine uygun olarak, yapının "tren garı
işlevini sürdürmesi" ilke kararı doğrultusunda
yerine getirmiştir. Görevlendirmenin sınırları, ana
hatları ile yalnızca Tarihi Gar Binasını ve
eklentilerini kapsamaktadır.
Projeler, yüklenici bir
firma tarafından hazırlanmıştır. Bu projeler için
gerekli program ve tasarım çerçevesi Tarihi
Haydarpaşa Gar Binasının çağdaş bir tren garı olarak
işlevini sürdürmesi ilke ve amacına uygun olarak,
Kurulumuzca tanımlanmış; proje hizmetlerinin takip
ve denetimi bu ilke ve amaç doğrultusunda
sürdürülmüştür. Ancak AĞUSTOS-2011 sonunda,
yüklenici firma tarafından üzerinde çalışılmakta
olan Rölöve – Restitüsyon – Restorasyon
projelerinin; "Rölöve ve Restitüsyon" kısımlarının
tamamlanma aşamasına gelindiğinde, görev süremiz
bittiği için, Kurulumuzun çalışması da sona
ermiştir.
Son günlerde, Haydarpaşa
Gar Binası ve yakın çevresinin, farklı kullanımlara
konu olacağı yönünde çeşitli tartışmalar
sürmektedir. Bu tartışmalara konu olan öneri veya
çalışmaların, Danışma Kurulumuzun görev aldığı
süreçle ve belirlenmiş çalışma alanımızla ve de bu
süreçte üzerinde çalışılan projelerle hiçbir
ilişkisi yoktur. Görev süremizin tamamlandığı
tarihten itibaren sürdürülmekte olan restorasyon
projesi de danışma kurulumuzun bilgi ve denetimi
altında devam eden bir çalışma değildir. Kurulumuz,
akademik ve bilimsel yaklaşımlar çerçevesinde Tarihi
Haydarpaşa Gar Binasının esas işlevinin
değiştirilmeksizin kente hizmet etmeye devam etmesi
gerektiği görüşünü taşımaktadır.
Kamuoyuna saygıyla
duyurulur.
Prof.Dr. Afife Batur
- Prof.Dr. Ahmet Arısoy - Prof.Dr. Oğuz Cem Çelik -
Doç.Dr. Yegan Kahya - Doç.Dr. Aslıhan Tavil -
Y.Doç.Dr. Hüseyin Kahvecioğlu - Dr. Nuri Serteser
Arkitera, 05.04.2012
|
YÖRÜK ÇADIRI YANDI 5 BİN ESER HASAR GÖRDÜ
Çalış Plajı'nda bulunan İsmail Uzunoğlu'na ait içinde yörük kültürüne ait eserlerin sergilendiği çadırda sabaha karşı yangın çıktı. Çadırın güvenliğinden sorumlu görevliler, itfaiye ekiplerine haber verdi. Fethiye Belediyesi İtfaiye Müdürlüğü ekipleri, yaklaşık 2 saatlik çalışmayla yangını söndürdü.
Bu arada, çadır görevlileri, yangını çıkardıktan sonra kaçmaya çalıştığını iddia ettikleri Ö.F.Ç'yi (30), Foça Mahallesi'ndeki bir villanın bahçesinde yakaladı. Görevliler tarafından darp edildiği öne sürülen Ö.F.Ç. daha sonra polise teslim edildi. Hastaneye götürülerek tedavisi yaptırılan zanlı, gözaltına alındı.
Yangında, çadırda bulunan yörük kültürüne ait yaklaşık 5 bin eserin bazıları tamamen yandı, bazıları da hasar gördü.
Habertürk, 05.04.2012
|
 |
BAKAN'I KIZDIRAN
UYGULAMA

Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay,
Mevlana Müzesi
ziyareti sırasında yeni restore edilen
Derviş Hücreleri
adı verilen odaları gezdiği sırada 'LED'
ekran monitöre simülasyon amaçlı yansıtılan dervişin
gözleriyle önünden geçen kişiyi takip etmesine tepki
gösterdi. Bakan Günay, yanındaki yetkililere, ''Ben
burdan çıkana kadar kaldırın'' talimatını verdi.
Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay, Konya'ya giderek, Garanti
Bankası ve
TÜRSAK Vakfı'nın
işbirliğiyle çocuklar için gerçekleştirilen 'Garanti
Mini Bank 9'uncu Çocuk Filmleri Festivali'nin
açılışı törenine katıldı.
Mevlana Kültür Merkezi'nde gerçekleştirilen açılış
öncesi, festivale gelen çocuklar palyaçolar ve çizgi
film karakterlerinin eşliğinde oynayarak eğlendi.
Çocukların arasına giren Bakan Günay hatıra
fotoğrafı çektirdi. Oyuncu Sinem Kobal'ın
sunuculuğunu yaptığı programda kısa bir konuşma
yapan Bakan Günay, çocukların sanatla
buluşturulmasının son derece önemli olduğunu
söyledi.
Mevlana Kültür Merkezi'ndeki, bakanlığına bağlı
Konya Türk Tasavvuf Müziği
Topluluğu'nun ses kayıt stüdyosunda
inceleme yapan Bakan Günay, daha sonra
Mevlana Müzesi'ni
ziyaret etti.
Bakan Günay,
ziyaret sırasında yeni restore edilen
Derviş Hücreleri
adı verilen odaları gezdiği sırada 'LED'
ekran monitöre simülasyon amaçlı yansıtılan bir
dervişin gözleriyle, ekranın önünden geçerken
kendisini takip ettiğini fark etti. Bunun üzerine
Bakan Günay, 'Bu ne?' diye sordu. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü
Osman Murat Süslü de, "ziyaretçileri kafasını öne
eğerek selamlıyor. Ama programı tamamlanmadığı için
sadece göz takibi yapıyor'' diye cevap vermesi
üzerine tepki gösteren Bakan Günay, "Çalışmayan şeyi
niye bana gösteriyorsunuz. Ben müzeden çıkana kadar
kaldırın'' talimatını verdi. Bakan Günay, diğer
derviş hücrelerini
gezerken, müze görevlileri önce monitöru kaldırmak
istedi. Fakat duvara montajlı olduğu için
çıkartamayınca, çareyi ekranı kapatmakta buldu.
Bakan Günay, müze ziyaretinin ardından Konya'nın
Beyşehir İlçesi'nde bulunan Kubadabat Sarayı ve
Mevlana Müzesi'ndeki
restorasyon çalışmalarına sponsor olan Akkanat
Holding'in sahibi Ali Akkanat ile protokol imzaladı.
Bakan Günay, Anadolu'da Roma, Lidya, Urartı, Hitit
eserlerini ayırım gözetmeksizin korumaya
çalıştıklarını ama Selçuklu ve Osmanlı'ya ait
eserlere daha önem verdiklerini kaydetti. Bakan
Ertuğrul Günay daha sonra Konya Büyükşehir
Belediyesi tarafından Kültür Park'ta yaptırılan İl
Halk Kütüphanesi'nde incelemede bulundu.
Habertürk, 05.04.2012
|
 |
AYASOFYA'DA HİLYE-İ ŞERİF SERGİSİ
Diyanet İşleri Başkanlığı, Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri kapsamında Ayasofya’da hilye-i şerif sergisi düzenliyor.
“Lisan-ı Hat ile Aşk-ı Nebi : Hilye-i Şerif” adını taşıyan serginin açılışı, 13 Nisan’da Diyanet İşleri Başkanı Prof.Dr. Mehmet Görmez ve Bakanlar tarafından gerçekleştirilecek.
Açılışa, Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin ve Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın yanı sıra Batı Trakya Müftüleri Ahmet Mete ve İbrahim Şerif, Karadağ Cumhuriyeti İslam Meşihatı Başkanı Rifat Fejziç ve Bulgaristan Müslümanları Başmüftüsü Dr. Mustafa Hacı Aliş de katılacak.
Peygamberimizin fiziksel özelliklerinin anlatıldığı metinlerin hat sanatıyla birleştirildiği eserlerin yer aldığı Hilye-i Şerif Sergisi, Ayasofya’da düzenlenen ilk Hilye Sergisi olması yönüyle ayrı bir önem taşıyor.
15 Mayısa kadar açık kalacak sergide, hattat Mehmet Çebi koleksiyonundan 99 seçme eser yer alıyor.
Turizm Habercisi, 05.04.2012
|
MİHRİMAH SULTAN CAMİSİ
RESTORE EDİLİYOR

Birbirinden eşsiz
tarihi eserleriyle açık hava müzesini andıran
İstanbul'da Osmanlı Devleti'nin Mimar Sinan dönemini
yansıtan camilerinden olan ve Üsküdar ile adı adeta
özdeşleşen Mihrimah Sultan Camisi, Üsküdar
Belediyesi'nin desteğiyle Vakıflar Genel Müdürlüğü
tarafından restore ediliyor.
Üsküdar Belediyesi'nden
aldığı bilgiye göre, Kanuni Sultan Süleyman ile
Hürrem Sultan'ın tek kızı olan
Mihrimah Sultan
tarafından
Mimar Sinan'a
yaptırılan ve 1548 yılında tamamlanan camide
yapılacak yenileme çalışmaları 2 yıl sürecek.
Restorasyon kapsamında ilk olarak cami dış cephesi
taş doku üzerinde itinalı temizlik çalışması
yapılacak. Camide söveler, demir parmaklıklar,
kapılar ve pencerelerin bakımı yapılırken, saçaklar,
kubbeler ve kurşun örtüleri ile alemler onarılacak
ve bunlara koruma malzemesi uygulanacak.
Avlu döşemeleri, kemer ve sütunlar ile merdivenlere
bakım yapılırken, mermer kitabelere altın varak ile
yazı yazılacak. Külliyenin hazire alanı ve şadırvanı
aslı bozulmadan elden geçirilirken, zemin
sağlamlaştırılması da yapılacak.
Restorasyon süresince cami iç mekan duvarlarında
bulunan kelemişlerinin (cami ve türbe gibi yapılarda
görülen sıva zeminine sürülen kireç üzerine yapılan
teknik) bakımı, korunması, tamamlanması ile mermer
mihrap ve minberin temizlik ve bakımları
gerçekleştirilecek.
Mihrap ve minber kitabeleri üzerine altın varak ile
yazı yazılacak caminin, iç mekanın ahşap aksam ve
kaplamaları ile merdiven korkulukları da aslına
uygun olarak restore edilecek.
Caminin minare taş dokusu, korkulukları, alemleri,
külahları ve kurşun örtü kaplamaları yenilenirken
şerefelerin temizlik ve bakımı da sağlanacak.
Yapılan çalışma kapsamında son olarak cami
süslemeleri aslına uygun olarak yenilenecek.
Habertürk (Kısaltarak), 05.04.2012
|
KIZKALESİ ADASI'NDAKİ
TARİH SARAY KALINTILARI YIKILIYOR

Beyşehir Gölü’nde
bulunan tarihi Kızkalesi adasındaki saray
kalıntılarının bu yıl ağır geçen kış şartlarının
ardından giderek yıkılıp yok olmaya başladığı, bu
yüzden mekanın koruma altına alınması gerektiği
bildirildi.
Anadolu Eko Turizm ve
Sürdürülebilir Kalkınma Derneği Başkanı Prof.Dr.
Abdullah Öztürk, bir dizi proje çalışması kapsamında
geldiği Beyşehir’de, göl bünyesinde yer alan tarihi
Kızkalesi adasındaki saray kalıntılarının geride
kalan çetin kış şartları sonrasında iyice tahribata
uğradığını, yıkılıp yok olmaya yüz tuttuğunu
söyledi. Öztürk, yaptığı açıklamada, Beyşehir
Gölü’nde bu yıl ağır geçen kış şartlarının ardından
göl sularının çocukluğunda gördüğü seviyelere
eriştiğine de dikkati çekerek, “Akademisyen
arkadaşlarla birlikte geldiğimiz Beyşehir Gölyaka
beldesindeki tarihi Kubadabad Sarayları’ndan kayıkla
geçtiğimiz Kızkalesi Adası’nda gördüğümüz manzara
bizleri derin endişelere sürükledi” dedi. Beyşehir
Gölü su seviyesinin yükselmesinin bölgede birçok
güzelliği beraberinde getirdiğini, bazı adalarda
yaptıkları incelemelerde de çok ilginç kıyılar ve
kumsallar oluştuğunu gördüklerini anlatan Prof.Dr.
Öztürk, “Kızkalesi Adası’na çıktığımızda maalesef
üzücü bir tablo ile karşılaştık. Geçirdiği ağır kış
şartları sonrasında yükselen sularla birlikte
kıyıları tamamen sularla kaplanan tarihi adada
yıkımlar olmuş.
Burada mutlaka bir korumanın yapılması lazım. ‘Milli
park’ diye kimse bir şey yapamıyor, korunamıyor ama
milli park diyerek biz oranın kendi kendine yok
olmasına müsaade edemeyiz. Buradaki durum aciliyet
arz ediyor. Çevrecilerin, ilgili kişi ve
kuruluşların, bölgemizde çalışmalar yapan belki
Prof.Dr. Rüçhan Arık ve ekibinin, bakanlığın
buradaki saray kalıntılarının korunması ve daha da
fazla yıkıma uğramaması için bir inceleme yapması
gerekiyor. Bilim adamlarının burada süratle inceleme
yapıp, eko turizme uygun şekilde koruma altına
alması gerekiyor. Yoksa durduğu yerde ölüme terk
etmek, korumak değil. Bence bu çok önemli. Burada
belki, arkeologlar bunu daha iyi bilir ama
Konya’daki Alaaddin Tepesi’nde olduğu gibi üstten de
bir koruma şemsiyesi ile korumaya da alınabilir”
şeklinde konuştu. Kızkalesi Adası’nın aynı zamanda
Türkiye’nin önemli bir kuş cenneti olduğunu, birçok
kuş türüne ev sahipliği yaptığını anlatan Prof.Dr.
Öztürk, koruma konusunda daha fazla zaman kaybı
yaşanmaması gerektiğini de sözlerine ekledi.

Beş dekarlık bir
alana sahip olan Kızkalesi Adası, Beyşehir Gölü
kıyısındaki Kubadabad Sarayı’nın 3,5 kilometre
kuzey doğusunda yer alıyor. Anadolu
Selçukluları’nın yazlık başkenti olan Kubadabad
Sarayı’nın haremliği ve tersaneliği olan
Kızkalesi Adası’ndan günümüzde geriye harçlı
duvar yıkıntıları, sur ve saray kalıntıları
kaldı. Kubadabad Saraylarında uzun yıllardır
kazı çalışmalarını yürüten Prof.Dr. Rüçhan Arık
ve beraberindeki ekibi, bir süre önce burada da
bir çalışma yürütmüş, ancak adaya olan ulaşım
zorlukları nedeniyle çalışmaların yarım kaldığı
belirtilmişti.
Konya Hakimiyet,
05.04.2012
|
LAHEY'DE OSMANLI ALARMI!

Türkiye-Hollanda ilişkilerinin 400. yılı
nedeniyle Amsterdam'da açılan Osmanlı sergisi,
Kur'an-ı Kerim'e hakaret gerekçesiyle tepkilere
neden oldu. Cumhurbaşkanı Gül'ün, Hollanda ziyareti
öncesi yaşanan krizle ilgili Lahey'deki Türk
Büyükelçiği alarma geçti. Müze yetkilileriyle
görüşmeler yapıldı.
Türkiye ve Hollanda arasındaki diplomatik
ilişkilerin 400'üncü yıldönümü, her iki ülkede
düzenlenen etkinliklerle kutlanıyor. Bunlardan
birisi de 7 Mart'ta Amsterdam'daki Risjks Müzesi'nde
açılan 'Batılı gözüyle Osmanlı' konulu resim sergisi
oldu. Yüzyıllar önce Avrupalı ressamlar tarafından
resmedilen tabloların bulunduğu sergide, onlarca
eser yer alıyor. Ancak Filibert Bouttats tarafından
1683'te çizilen bir tablo, sergiyi gezen
gurbetçilerin tepkisine neden oldu.
Söz konusu resimde, Osmanlı Padişahı yatakta
görünüyor. Yatağın önünde yer alan tuvaletin altında
ise bir fes duruyor. Tabloda, dikkat çeken bir diğer
detay da parçalanmış tuvalet kağıdı şeklinde
resmedilmiş Kur'an-ı Kerim. Tablonun yanında yer
alan açıklamada, Osmanlı ordusununun Viyana'dan
ayrılmasından sonra birçok ressamın Kur'an-ı Kerim'i
tuvalet kağıdı şeklinde resmettiği ifade ediliyor.
Gurbetçilerin tepkisi üzerine Lahey'deki Türk
Büyükelçiliği devreye girdi. Büyükelçilik Müsteşarı,
Risjks Müzesi'ndeki serginin küratörü ile görüştü. 7
Mayıs'a kadar açık olacak sergiyi, 17-19 Nisan
tarihleri arasında Kraliçe Beatrix'in davetlisi
olarak Hollanda'ya
gidecek olan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün de
gezmesi bekleniyor.
Akşam, Haber: Gürkan Ata, 05.04.2012
|
TARİHİ ATATÜRK LİSESİ
MÜZESİYLE ÖLÜMSÜZLEŞİYOR
Atatürk Lisesi'nin
bahçesindeki 130 yıllık tarihi konak Türkiye'de bir
ilk gerçekleştirilerek müze olarak hizmet verecek
İzmir'in simgelerinden
olan Atatürk Lisesi'nin bahçesindeki 130 yıllık
tarihi konak, 4 yıllık restorasyonun ardından
'Atatürk Lisesi Müzesi' olarak hizmet verecek.
Türkiye'nin ilk okul müzesi olma ünvanını kazanacak
müzede, Atatürk Lisesi'nin geçmişini yansıtan eşya
ve okul malzemeleri sergilenecek. Okulun mezuniyet
bilgileri ve tarihçesi dijital kayıt sistemiyle
ziyaretçilere açılacak.
İzmir'de 124 yıl önce
kurulan ve 1925 yılından itibaren Lozan
Meydanı'ndaki binasında Atatürk Lisesi ismiyle
eğitim-öğretim hayatına devam eden okulun tarihi,
bahçesinde bulunan asırlık konağın müzeye
dönüştürülmesiyle ölümsüzleşecek. Atatürk Lisesi
Eğitim Vakfı, okulun mezunlarından ve vakıf
üyelerinden sağladığı 500 bin lira destekle okul
müdürlerine lojman hizmeti veren tarihi konağın
restore edilmesini sağladı. 'Atatürk Lisesi Müzesi'
olarak hizmet verecek olan konakta onarım
çalışmaları son aşamaya geldi. Yıkılmaya yüz tutan
konağın yapı malzemeleri bilimsel çalışmalarla
analiz edildi ve aslına uygun şekilde baştan sona
yenilendi.
Atatürk Lisesi Eğitim
Vakfı Başkanı Prof.Dr. Rafet Kılınç, okulun
içerisinde bulunan 130 yıllık tarihi konağın harap
halini gördükten sonra, restorasyona karar
verdiklerini söyledi. Bu amaçla okul mezunlarından
ve hayırseverlerden 500 bin lira destek sağlandığını
kaydeden Vakıf Başkanı Prof.Dr. Rafet Kılınç,
"Atatürk Lisesi bahçesinde bulunan ve 1992 yılına
kadar müdür lojmanı olarak hizmet veren tarihi
konak, aradan geçen 20 yılda yıkılmaya yüz tutmuştu.
2006'da göreve geldiğimde tarihi konağın durumunu
gördüm. Vakıf yönetimi olarak konağı Atatürk
Lisesi'nin şanına uygun şekilde restore ederek müze
haline dönüştürmeye karar verdik. Bunun için 3
aşamalı bir plan yaptık" dedi.
Vakıf Başkanı Kılınç,
müzede okulla ilgili her türlü malzemenin
sergileneceğini belirterek, müze içerisinde 'Atatürk
Kütüphanesi' kurulacağını da dile getirdi. Vakıf
Başkanı Kılınç, "Atatürk Lisesi'nin 130 yıllık
geçmişini bu müzede sergileyeceğiz. Okulun Osmanlıca
kayıtları bile elimizde bulunuyor. Mezunlardan bir
isteğimiz var. Atatürk Lisesi ile ilgili ellerinde
bulunan her türlü eşya ve malzemeyi bağışlamaları,
müzenin zenginliğini artıracaktır. Bu müze genç
nesillere Atatürk Lisesi'nin tarihini anlatacak.
İzmir kültürüne önemli bir miras kazandırılmış
olacak" diye konuştu.
Yeni Asır, 04.04.2012
|
GALATAPORT YENİDEN
GÜNDEMDE

Altı yıl önce ihalesi
iptal edilen Galataport yeniden gündemde. Projenin
imar planları geçen hafta Kültür Varlıkları
Kurulu'ndan geçti.
Galataport projesinin önündeki koruma kurulu engeli
kalktı. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, Türkiye'nin
en önemli ve İstanbul'un tek kruvaziyer limanı olan
Galataport için yeni bir proje hazırlattı. Kültür
Varlıkları Koruma Kurulu proje planları geçtiğimiz
Salı günü oybirliği ile kuruldan geçti.
Plan belgelerine göre
100 bin metrekarelik alan üzerinde turizm tesisleri,
ticaret alanları, kültürel tesisler ve terminal yer
alacak. Turizm tesisleri kapsamında konaklama ve
dinlenme tesisleri yapılacak.
Sabah Gazetesi'nden
Nazif Karaman'ın haberine göre; ticaret alanında,
alışveriş merkezleri, yeme içme alanları, ofisler,
ticaret üniteleri ve turizm amaçlı yapılar olacak.
Kültürel tesis alanında ise müze, sergi sarayı, fuar
alanları, tiyatro ve sinema salonları ile toplantı
salonlarının yer alması planlanıyor. Terminal
alanında ise yolcu bekleme salonu, gümrüksüz
alışveriş alanları birçok ünite bulunacak.
Plana göre, tescilli
binalar yıkılmadan restore edilecek. Tescilli
olmayanlar ise depreme dayanıklı olmadıkları için
yıkılıp yerlerine modern yapılar dikilecek. Yeni
yapıların yüksekliği proje bölgesinde bulunan tarihi
Mimar Sinan Üniversitesi binasının yüksekliğini,
yani 21,5 metreyi aşmayacak. Yüzde 14'lük kısım ise
yeşil alan olarak düzenlenecek ve halka açık olacak.
Ntvmsnbc, 04.04.2012
|
OSMANLI TÜRKÇESİYE BASILAN İLK ARKEOLOJİK GEZİ
REHBERİ

Osmanlı Türkçesiyle basılan ilk arkeolojik gezi
rehberinin, Bergama Ören Yeri için hazırlanan
''Rehber-i Harabe-i Bergama Nüsha-i Türkiye'' adlı
eser olduğu olduğu bildirildi.
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ)
Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
Yrd. Doç.Dr. Ali Sönmez, AA muhabirine yaptığı
açıklamada, eski Anadolu'nun en önde gelen yerleşim
alanlarından birisi olarak prehistorik dönemlere
kadar uzanan köklü bir geçmişe sahip olan
Bergama'nın Yunan ve Roma medeniyetlerinden kalma
zengin kalıntılarıyla gezginlerin, arkeologların ve
yabancı devletlerin özellikle de Almanya'nın ilgi
odağı haline geldiğini söyledi.
Alman Carl Humann'ın 1871'de başladığı kazıların
1878'de resmiyet kazandığını ve o tarihten itibaren
Bergama'da yapılan kazılardan elde edilen pek çok
arkeolojik buluntunun izinli ya da izinsiz olarak
Almanya'ya götürüldüğünü ifade eden Sönmez, bunun
yanı sıra arkeolojik kazılara ilişkin rapor, müze
rehberleri gibi çeşitli yayınların Alman ve dünya
kamuoyuyla paylaşıldığını bildirdi.
Sönmez, bu çerçevede zikredilmesi gereken
çalışmalardan birisinin de ''Rehber-i Harabe-i
Bergama Nüsha-i Türkiye'' ismiyle yayımlanan eser
olduğuna işaret ederek, ''Berlin Müzesi'nce 1902
yılında yayımlanan eser, Osmanlı Türkçesiyle basılan
ilk arkeolojik gezi rehberi olmak özelliği
taşımaktadır. Toplam 39 sayfa ve 4 bölümden oluşan
eser, sadece kazı alanları değil aynı zamanda
ulaşım, fiyatlar, şehrin nüfusu, kalınacak yerler
gibi Bergama şehrinin sosyo-kültürel ve demografik
yapısına ilişkin bilgiler içermesi açısından da
dikkate değerdir'' diye konuştu.
Osmanlı coğrafyası üzerinde arkeolojik
araştırmalar yapan devletlerin en başında
Almanya'nın geldiğini anlatan Sönmez, ''1870'lerin
sonlarından itibaren Osmanlı Devleti'nin müttefiki
haline gelen Almanya, Bergama başta olmak üzere pek
çok bölgede kazı ve bu kazılara ilişkin yayın
faaliyetlerinde bulunmuştur'' dedi.
Sönmez, Almanların Bergama'da yaptıkları
arkeolojik çalışmaların sadece kazılarla sınırlı
kalmadığını belirterek, şunları kaydetti:
''Bergama'dan izinli ya da izinsiz olarak
götürülen arkeolojik eserlerle kurulan Pergamon
Müzesi için müze rehberleri ile Bergama'yı ve kazı
alanlarını tanıtan gezi rehberleri hazırlandı.
Bergama'ya ait ilk arkeolojik gezi rehberi 1887'de
'Führer Durch Die Ruinen Von Pergamon' ismiyle
yayımlandı. Berlin Müzesi tarafından hazırlanarak
satışa sunulan 27 sayfalık eser, 1899 yılında aynı
isimle ikinci kez basıldı. Eser, 1902'de ise
güncelleştirmeler yapılarak 'Rehber-i Harabe-i
Bergama Nüsha-i Türkiye' adıyla Türkçeye tercüme
edildi. Kitabın kapağında, eserin Berlin Müzesi
tarafından yayımlanan nüshanın tercümesi olduğu
belirtilmekle birlikte, eseri Osmanlı Türkçesine
çevirenin kimliğine dair herhangi bilgi mevcut
değildir. Göze çarpan bir diğer özellik ise daha
önce basılan rehberlerin aksine eserin kapağında
satış fiyatına ilişkin bir ibarenin yer almamış
olmasıdır. Bu husus, kitabın satış amacıyla değil,
Bergama kazılarını devlet kademesinde bulunanlara
tanıtmak için hazırlanmış olabileceği izlenimini
yaratmaktadır.''
Yrd. Doç.Dr. Ali Sönmez, eserin, Seyahat,
Bergama Şehri, Malumat-ı Tarihiye ve Suret-i Ziyaret
olmak üzere 4 bölümden oluştuğunu bildirdi.
İlk 3 bölümde Bergama şehri hakkında genel
bilgiler verildiğini, son kısmın ise kazılar
sonucunda ortaya çıkarılan harabelerin tanıtımına
ayrıldığını anlatan Sönmez, şöyle konuştu:
''Eserde Bergama'daki kazı alanlarında görev
yapanlara ilişkin bilgilere sıklıkla yer
verilmiştir. Bunlar arasında göze çarpan en önemli
isim, Bergama Müze-i Hümayun Memuru Dimitri Çolakidi
Efendi'dir. Bu kişiden Bergama Hükümet Konağı önünde
sergilenen eski eserleri büyük gayret göstererek
toplayan insan olarak bahsedilmektedir. Nitekim
Almanya tarafından Dimitri Çolakidi Efendi'ye
yaptığı tüm bu hizmetler nedeniyle dördüncü
dereceden Kron Dö Prus (Prusya Tacı) Nişanı
verilmiştir. Dimitri Çolakidi Efendi müze memurluğu
görevini 1910 yılına kadar sürdürmüştür.
Kitapta ağırlıklı olarak bahsedilen konu hiç
şüphesiz kazı alanlarına ilişkin verilen
bilgilerdir. Suret-i Ziyaret başlığı altında ve
'Vadiler Dahilinde Cevelan', 'Şehrin Aşağı Kısmı
Harabeleri ve Civarı' ve 'Kale Üzerindeki Harabeler'
adıyla 3 alt başlık olarak düzenlenen 4'üncü bölümün
giriş kısmında, ziyaretçilerin Bergama şehrinde 3
gün kalmaları gerektiği ve bu nedenle de gezilmesi
gereken yerlerin 3 kısma ayrıldığı belirtilmekte ve
az vakti olanların ise sadece kale üzerindeki
harabeleri ziyaret edebileceklerivurgulanmaktadır.''
Yrd. Doç.Dr. Ali Sönmez, eserde kazı alanlarının
sadece ismi ve özelliklerinden söz edilmediğini,
aynı zamanda bu alanlara nasıl gidileceği,
konaklamanın nerelerde yapılacağı ve gezilirken
dikkat edilmesi gereken hususlara ilişkin
tavsiyelere de yer verildiğini ifade etti.
Rehberde ören yerindeki kalıntıların durumlarının
ayrıntılı olarak anlatıldığını dile getiren Sönmez,
bu konuda hazırladığı çalışmanın kısa bir sürede
kitap olarak basılacağını kaydetti.
Akşam, 04.04.2012
|
DAMIEN HIRST'UN SINIRI NE?

Britanya sanatının gelmiş geçmiş en sansasyonel
isimlerinden Damien Hirst, 25 yıllık sanat hayatında
sadece yarattığı furyayla mı kaldı, yoksa iş
adamlığına, 'tüccar sanatçılığına', yan işlerine
rağmen hala söyleyecek bir şeyleri var mı? Londra
Tate Modern'de bugün açılan ve 9 Eylül'e kadar devam
edecek sergi, tam da bu sorular üzerine düşünme
fırsatı sunuyor.
‘Furya mı sanat mı?’ The Times’dan Rachel -
Campbell Johnston’ın Londra Tate’de bugün açılacak
şimdiye kadarki en kapsamlı Hirst sergisi
eleştirisine attığı bu başlık, uzun zamandır
sanatçıyla ilgili kafaları en çok karıştıran soru
halihazırda. 1988’de Thames kıyılarında
kullanılmayan bir limanda Goldsmiths’ten
arkadaşlarıyla açtığı (küratörlüğünü de üstlendiği)
ve büyük heyecan yaratan ‘Freeze’ sergisinden bu
yana çağdaş sanatın en hararetle tartışılan
isimlerinden Hirst.
Tabii ki bu hararetin şiddeti, biraz da Hirst’le
ilgili tartışmaların sadece sanat alemiyle kısıtlı
kalmaması, sanatçının her yeni işiyle, haberiyle,
çıkıntılığıyla gazetelerin birinci sayfalarına
taşınmasıyla da bağlantılı. İnsan, şimdiye kadarki
eleştirilere bakınca, malzemede hiçbir aşırılık
engeline takılmaması (ölü bir kaplan köpekbalığını
formaldehit dolu bir tanka yerleştirdiği ‘Yaşayan
Birinin Zihninde Ölümün İmkansızlığı’ akla geliyor
hemen), pop/rock piyasasından güncel sanat alemine
transfer ettiği ‘şovmenlik’ becerileri gibi
özelliklerine atıfta bulunmadan Damien Hirst’ü
değerlendirmenin imkansız olduğunu düşünebilir
rahatlıkla. Hirst’ün ve önde gelen figürlerinden
biri olduğu 1990’lar Genç Britanyalı Sanatçılar
(yBa) akımının işlerini hem eleştirel hem de estetik
olarak ‘hafif’ bulan New Left Review yazarları
Julian Stallabrass ve Kitty Hauser gibi isimlerin
eleştirilerinin ortak noktası da bu... Aslında söz
konusu genç Britanyalıların zamanında ‘kopardıkları
fırtınayı hak edecek doygunlukta işler yapmaması’,
‘sanatçıdan çok birer şöhret figürü olmaları’,
‘sanatlarının kamuya mal olmuş kişiliklerinde yan
unsurdan ibaret olması’ favori eleştirilerden
bazıları. Tabii ki Hirst de, diğer genç
Britanyalıların bir kısmı da, sinema, müzik, sanat
fark etmez Britanya’dan çıkan her şeyin merak
uyandırdığı 1990’lar ‘cool Britannia’ çağındaki
kadar ilgi odağında değil artık. Geçen binyılı deli
dolu bir karamsarlıkla kapatıp, bir sonraki binyılda
da ‘ipe sapa gelmez’ bir kıyamet öngördükleri,
cinsel imalarla, şoke etmeye odaklı hikayelerle
şekillenen işleri artık 1990’lar fenomeninin bir
parçası.
Ama Damien Hirst, elmaslarla bezeli bir kurukafadan
ibaret ‘For The Love of God’ adındaki işini, kendi
galerisi White Cube için satın alarak sanat
pazarının kurallarını yeniden yazmasıyla,
11 Eylül saldırılarını ‘bir sanat eylemi’ olarak
tanımlamasıyla (sonradan özür diledi), işin zanaat
kısmını tamamen asistan ordusuna devretmesiyle,
yaşayan en zengin Britanyalı sanatçı unvanıyla hala
aynı sorunun muhatabı: “Bu bir furya mı, yoksa sanat
mı?”
Tate’in Hirst retrospektifinden beklenen de on
yıllardır sansasyonundan bir şey kaybetmeyen bu
‘hype’ın ardındaki sanatı yeniden keşfetmek, sivri
diliyle ünlü küratör, eleştirmen Julian Spalding’in
“Hirst’ün balonu yakında sönecek, Hirst işleri
olanlar ellerinden çıkarsın, çünkü değersizliği
yakında anlaşılacak” türünden eleştirilerinde haklı
olup olmadığını görmek.
Müze, izleyicilere bu sorunun cevabını bulmaları
için Damien Hirst’ün Goldsmiths Üniversitesi’nde
eğitim gördüğü yıllardan bugüne, zaten fazlasıyla
tanıdık işlerini bir araya getiriyor. 1991 tarihli
‘Yaşayan Birinin Zihninde Ölümsüzlüğün İmkansızlığı’
tabii ki sergide. Sanatçının ölüm temasını ölü
hayvanları kullanarak sinik bir üslupta işlediği
‘Doğal Tarih’ serisinden bu iş, artık sadece
Hirst’ün değil, Britart’ın tamamının da ikonik
işlerinden. Zaten tüm eleştirilere, ‘bu sanat değil’
huysuzlanmalarına karşın Hirst külliyatında ikondan
geçilmiyor: Bir inekle buzağıyı ortadan ikiye bölüp
farklı vitrinlerde sergilediği ve Venedik
Bienali’nde yer alan ‘Mother and Child Divided’, bir
kuzuyu formalhedit dolu bir tanka yerleştirdiği
‘Away from the Flock / Sürüden Ayrı’ (Hirst,
galeriye gelip tankın içine mürekkep katarak eylem
yapan bir başka sanatçı, Mark Bridger aleyhine dava
açtırmıştı), New York’ta sağlık yetkililerince
sergilenmesine izin verilmeyen ve çürümekte olan bir
inekle boğadan ibaret ‘Two Fucking and Two
Watching’... Hirst’ün 25 senelik sanat hayatından
sansasyon yaratmamış, gazetelerin sanat
sayfalarından dışarı taşmamış bir eser bulmak zor.
Yine Tate’in sergisinde yer alacak, ‘sanat doğaya
arkasını dönerse nasıl bir hal alacağını’ gösterme
amaçlı, asistanlarına 1500 adet yaptırdığı nokta
resimleri, gerçek kelebek kanatlarından yaptığı
devasa tablolar ve tabii ki elmaslı kurukafa, Damien
Hirst’ün geçmişine bakıştan birkaç manzara daha.
1990’larda ne “yapıyorsan arkandayım” sözünü aldığı
Saatchi’nin hamiliğinde iyice palazlanıp kendisinin
de bir sanat patronu haline gelmesine rağmen,
Hirst’ün şok yaratma ve ilgi çekme potansiyelinde
bir eksilme olmadığı da gerçek. Tabii bu
potansiyelin ne kadarı işlerden, ne kadarı
sanatçının kendi elleriyle yarattığı ‘kötü çocuk’
imajından, onu da anlamak için bu retrospektif bile
yeterli olmayabilir. Zira Damien Hirst’ü Damien
Hirst yapan, işleri kadar Blur’e çektiği videosu,
Red Hot Chili Peppers’a tasarladığı albüm kapağı ve
basının ‘dünyanın en zengin sanatçısı bugün ne
yaptı’ merakı... Bir taraftan 1990’larda Britanyalı
gençlerin kendini ifade etmelerinin önünü açmasıyla
hatırlarda olan ama diğer taraftan öncülerinden
sayıldığı ‘tüccar-sanatçı’ kavramıyla etkisi
buralara kadar sirayet eden bir figür söz konusu.
Küçük hırsızlıklar gibi vakaların da eksik olmadığı
belalı bir çocukluğun ardından annesinin ısrarıyla
sanata yönelen 1965 doğumlu sanatçı / girişimci /
restoran zinciri sahibi / ‘celebrity’ Damien
Hirst’te sınırların nerede bitip nerede başladığını
kestirmek artık o kadar da kolay değil.
Radikal, 04.04.2012
|
YENİKAPI PROJESİ'NDE
SONA YAKLAŞILIYOR
"Yenikapı Transfer Noktası ve Arkeopark Alanı
Uluslararası Mimari Avan Projesi" Davetli Hizmet
Alımı'nda yavaş yavaş sona yaklaşılıyor.
Finale kalan 9 ekip 7-8 Nisan 2012 tarihlerinde İMP'de final sunumlarını gerçekleştirecekler.
Sunumlar herkesin katılımına açık olacak. Hafta sonu boyunca gerçekleşecek olan sunumların ardından değerlendirmeler 9 Nisan Pazartesi günü yapılacak ve sonrasında sonuçlar kamuoyuna duyurulacak.
Sunum programı aşağıda yer alıyor.
Sonuçların açıklanması ile birlikte 10 Nisan - 10 Mayıs 2012 tarihleri arasında tüm projeler İMP'de sergilenecek.
Yapı, 04.04.2012
|
|
 |
SABANCI'NIN MANASTIRI 13 NİSAN'DA AÇILIYOR
Balıkesir’in Ayvalık İlçesi Cunda Adası’ndaki Ay Işığı Manastırı’nda Akbank Yönetim Kurulu Başkanı ve Murahhas Üyesi Suzan Sabancı Dinçer tarafından yaptırılan restorasyon çalışmaları tamamlandı.
Cunda Adası’nda bekar kızların manastırı olarak bilinen, asıl adı ’Aydimitri ta Selina’ olan ve halk arasında Ayışığı Manastırı olarak tanınan yapıda 3 yıl önce restorasyon çalışmaları başlatıldı. Akbank Yönetim Kurulu Başkanı ve Murahhas Üyesi Suzan Sabancı Dinçer sponsorluğunda yaptırılan restorasyon çalışmalarında yüzde 80’i yıkık halde bulunan manastır ayağa kaldırıldı.
Manastırın açılışı 13 Nisan’da yapılacak. 12.00-13.00 arasında tanınmış işadamları, ilçe protokolü ve bazı gazeteciler bir tekne ile manastıra götürülecek. Burada 13.00-15.00 arasında Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi’nin ana sponsorluğunda Suzan Sabancı Dinçer ve eşi Haluk Dinçer’in ev sahipliğinde konuklara öğle yemeği verilecek. Aynı gün 10.30’da ise Ay Işığı Manastırı’nın tarihini anlatan kitabın tanıtımı, yine Cunda Adası’nda bulunan Taş Kahve’de yapılacak.
Manastırın ne olarak kullanılacağına daha sonra karar verileceği belirtildi.
Radikal, 04.04.2012
|
AŞK TANRISI EROS'U JANDARMA KURTARDI
Denizli'de operasyon düzenleyen jandarma, Yunan mitolojisinde 'aşk tanrısı' olarak bilinen Eros'un 2300 yıllık paha biçilemeyen bir heykelini ele geçirdi.
Kale İlçesi’ne bağlı Narlı Köyü’nde tarihi eser satılacağı ihbarı alan jandarma, dün çiftçi 48 yaşındaki D.C.’nin evine operasyon düzenledi. D.C. gözaltına alınırken, jandarma tarafından evinde yapılan aramada, MÖ 4’üncü Yüzyıl’a ait, 54 santimetreye 26 santimetre boyutunda mermerden yapılmış aslan postu üzerinde uyuyan ve Yunan mitolojisinde aşk tanrısı olarak bilinen Eros heykelini ele geçirdi.
El konulan heykeli incelemek için jandarmaya davet edilen Denizli Üniversitesi öğretim görevlileri bütünlüğünü koruyan heykeli gördüklerinde şaşkına döndü. Paha biçilemeyen ve incelemede bulunan arkeologların hayran kaldığı heykel Denizli Müze Müdürlüğü’ne teslim edildi.
Jandarmadaki ifadesinde heykelin değerini bilmediğini ve yaklaşık bir hafta önce köyün yakınında yaptığı bir kazıda bulduğunu söylediği öğrenilen D.C., işlemlerinin ardından sevk edildiği adliyede çıkarıldığı mahkemece tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.
Radikal, 04.04.2012
|
 |
TARİHİ MEYDANIN ÇEHRESİ DEĞİŞİYOR

Tarihi Yarımada'nın en uğrak yerlerinden biri
olan Sultanahmet'teki meydan yenileme
çalışmaları devam ediyor.
Geçtiğimiz yıl ocak ayında başlayan zemin
yenileme çalışmalarında Topkapı Sarayı'nın
önü ve çevresinin düzenlemesine geçildi.
Meydandaki havuz mayıs ayında saray önündeki
zemin döşemesi ise eylül ayında
tamamlanacak. 2011 yılında İstanbul
Büyükşehir Belediyesi (İBB) tarafından
tamamlanan Sultanahmet Meydanı'nın ardından
Topkapı Sarayı önü ve çevresi düzenlenecek.
Asfalt zeminden oluşan yol Osmanlı tarzı
granit taşlarla döşenecek. Mart ayında
başlanan Topkapı Sarayı'nın önündeki
çalışmalar Eylül ayında tamamlanacak. Meydan
yenileme çalışmalarında Hürrem Sultan'ın
yaptırdığı tarihi hamamın yanındaki havuz da
yeniden yapılacak. Havuzlu parkın
yenilenmesi kapsamında korunmaya değer
olmayan ağaçlar Fatih'in başka noktalarına
taşındı. Çim zemin sökülerek temizlendi. İBB
yetkililerinin verdiği bilgiye göre
halihazırda 5 bin 500 metrekare olan yeşil
alan miktarı çalışma sonrasında da aynen
korunacak. Havuzlu kısımın inşaatı 2.5 ayda
tamamlanacak. İBB Park Bahçeler Müdürlüğü
tarafından yapılan havuz düzenleme
çalışmaları nedeniyle tarihi meydan şantiye
alanına döndü. Tarihi yarımadayı gezmek için
gruplar halinde gelen turistler inşaat
çalışmalarının içerisinden geçerek meydanı
dolaşıyor.
Büyükşehir Belediyesinden alınan
bilgilere göre, Topkapı Sarayönü ve çevresi
düzenleme çalışmaları ise Eylül 2012
tarihinde tamamlanacak. Çalışma kapsamında
Topkapı Sarayı önü ve Topkapı Sarayına giden
bağlantı yolları Kabasakal Caddesi, Bab-ı
Hümayun Caddesi, İshakpaşa Caddesi, Dalbastı
Sokak yağmur suyu, atık su, aydınlatma ve
sert zeminlerini yeniden düzenlenecek.
Zaman, Haber: Sevgi Korkut, 04.04.2012
|
48
MİLYONLUK KASE
Song hanedanı döneminden kalma 900 yıllık
seramik yıkama
kasesi
Hong Kong'da yapılan müzayedede 208 milyon
Hong Kong dolarına (yaklaşık 47 milyon 790 bin
TL) satıldı.
Sotheby's müzayede şirketinden yapılan açıklamada
8 alıcının katıldığı müzayedede 15 dakikada satılan
Ruyao yıkama kasesi adı verilen parçanın şimdiye
kadar Çin'in
Song hanedanı döneminden kalma
seramikler arasında
en çok fiyattan alıcı bulan parça olarak bir rekor
kırdığı bildirildi.

Açıklamada bu rekorun daha önceki sahibinin Nisan
2008 yılında 67,5 milyon
Hong Kong dolarından(yaklaşık 15 milyon 516 bin
TL) alıcı bulan
Song hanedanı döneminden kalma bir vazo olduğuna
dikkati çekildi.
Müzayede evinden yapılan açıklamada, bir Japon
koleksiyonundan alınan çiçek biçimli kasenin ''özel
mülkiyetin elinde kalan muhtemelen en çok arzu
edilen Ruyao eşyası olduğu'' bildirildi.
Uzmanlar, müzayedenin elde ettiği sonucun, yeni
zengin Çinli koleksiyonculardan gelen büyük talebin
sürüklediği Hong Kong'un, dünyanın en büyük 3.
müzayede merkezi olma konumunu daha da belirgin hale
getirdiğine işaret etti.
Habertürk, 04.04.2012
|
BAKANLIK: BÖLÜNME
ÇALIŞMASI YOK
Kültür ve Turizm
Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada bazı basın
yayın organlarında bakanlığın “Kültür” ve
“Turizm” olarak ikiye ayrılacağı yönünde
haberler olduğu anımsatılarak, bu yönde bir
düşünce ya da çalışmanın mevcut olmadığı
bildirildi.
Bakanlık’tan
yapılan yazılı açıklamada şu bilgilere yer
verildi:
”Bahse konu
haberde hükümetin Kültür ve Turizm
Bakanlığı’nı ikiye bölme planı olduğu ve
oluşturulması düşünülen ‘Turizm ve Tanıtma
Bakanlığı’nın halihazırda üzerinde
çalışılmakta olan 1618 sayılı Seyahat
Acentaları Birliği Kanunu’nda değişlikler
yapılması öngören kanun tasarısı taslağında
da ismen zikredildiği yönünde ifadeler yer
almaktadır. 1618 sayılı kanunda değişiklik
öngören ve daha henüz çok başlarda olan
çalışmanın lafzının yanlış yorumlandığı
düşünülmektedir.
Bundan 40 yıl
önce, 1972 yılında çıkartılan 1618 sayılı
kanunun geçici 2. maddesinde Kültür ve
Turizm Bakanlığı haliyle o günkü adıyla
Turizm ve Tanıtma Bakanlığı olarak
zikredilmektedir. Kanun hala yürürlükte
olduğundan doğal olarak ilgili geçici madde
de her ne kadar TÜRSAB’ın kurulması ile
işlevini tamamlamamışsa da kanun metni
içerisinde yer almaktadır.
Öte yandan 16
Nisan 2003 tarih ve 4848 sayılı Kültür ve
Turizm Bakanlığı Teşkilat ve Görevleri
Hakkındaki Kanun’un geçici 6. maddesinde
”Diğer mevzuatta Kültür veya Turizm
Bakanlığı’na yapılmış olan atıflar, Kültür
ve Turizm Bakanlığı’na yapılmış sayılır”
hükmü yer almaktadır ki bu da yasal
mevzuatlarda bakanlığa ilişkin olarak
yapılmış tüm tanımlamaların Kültür ve Turizm
Bakanlığı olarak anlaşılması gerektiği
anlamına gelmektedir.”
Açıklamada,
”Halihazırda haberde iddia edildiği gibi
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ikiye
ayrılması yönünde bir düşünce ya da çalışma
mevcut değildir” denildi.
Turizm Habercisi,
04.04.2012
|
MÜZELİK TABLOLAR MÜZAYEDEYE ÇIKIYOR

Usta ressam Nazmi Ziya’nın farklı
dönemlerinden 7 tablosu ilk kez müzayedede satışa
sunulacak.
Artam Antik A.Ş.
müzayede evinin 8 Nisan 2012 Pazar günü swissotel
the Bosphorus’da gerçekleştireceği 272.
müzayedesinde koleksiyoner ve sanatseverleri
heyecanlandıracak birbirinden değerli tablolar ve
antikaları satışa sunuyor.
Türk resim sanatının en değerli imzalarının yer
aldığı müzayedede sergilenen eserler sanatseverlere
bir müze ortamı sağlıyor. Usta ressam Nazmi Ziya’nın
farklı dönemlerinden 7 tablosu ilk kez müzayedede
satışa sunulacak. Ziya’nın “Bülbül Deresi” konulu
peyzaj eseri 400,000 TL ile müzayedeye çıkarken Sami
Yetik’in müzelik bir çalışması “Kartopu Çiçekleri”
konulu natürmort çalışması da 400.000 TL açılış
fiyatı ile satışa sunuluyor. Müzayedede ayrıca Halil
Paşa imzalı bir “İstanbul Peyzajı”, Şevket Dağ’dan
“Ayasofya”, İbrahim Çallı’nın en çok aranılan
“Manolyalar”ı, Hikmet Onat’ın “Tekneler” konulu
eseri de koleksiyonluk tablolar arasında geliyor.
Feyhaman Duran, Namık İsmail, Naci Kalmukoğlu ve
Cemal Tollu gibi birçok önemli sanatçının tabloları
da sanatseverlerin beğenisine sunulacak değerli
eserler arasında..
8 Nisan Pazar günü saat 14:00de gerçekleşecek Artam
Antik A.Ş. müzayesinde Edirnekari kati işçiliği ile
yapılmış II. Mahmut tuğra da bulunuyor. Müzayedede
ayrıca Kazasker Mustafa İzzet, Hasan Rıza, Mahmut
Celalettin, Bakkal Arif gibi önde gelen
hattatlarımızın Hilye-i Şerife, Hat levhaları ve
Kuran-ı Kerim’ler de yer alıyor.. Kazasker Mustafa
İzzet ketebeli Hilye-i Şerife 100.000 TL açılış
rakamı ile satışa sunuluyor.
Son yıllarda sanat piyasasının yükselen değeri olan
“Oryantalist” sanatçılara ait başyapıt eserler de bu
müzayedede satışa sunuluyor. İstanbul’u belgesel
niteliğinde resimleyen Copello, Leonardo De Mango,
Fabius Brest ve birçok Avrupalı sanatçının eserleri
sergileniyor.
Koleksiyoncuları heyecanlandıracak nadir rastlanan
eserlerin başında pırlantalı Fransız liyakat nişanı,
Osmanlı pazarı için özel olarak üretilmiş mineli
altın cep saatleri, mücevherler, kılıçlar ve
mobilyalar geliyor.
Aşurelik, gece sürahisi, leğen ibrik ve tatlı
takımlarından oluşan tuğralı gümüşler, Yıldız
porselen fabrikasının ilk dönem üretimlerinden
oluşan porselen koleksiyonu, Tophane işçiliğinin
aykırı örnekleri Osmanlı pazarı için özel yapım
birçok eser 8 Nisan’da satışa sunulacak eserler
arasında yer alıyor.
Toplam 250 eserin satışa sunulacağı müzayedeyi Artam
Antik A.Ş. Yönetim Kurulu başkanı Turgay Artam
yönetecek. Keyif alınacak çok değerli eserlerin bir
araya geldiğini söyleyen Artam, bu seçkiyi yakından
görmenin bile bir kazanç olduğunu hatırlatarak
sanatseverlere kaçırılmaması gereken bir müzayede
hazırladıklarını belirtiyor.
Habertürk, 04.04.2012
|
 |
TARİHİ ESERLERİ ARI KOVANINA SAKLADILAR
Muğla İl Jandarma Alay Komutanlığı tarafından Muğla’nın Marmaris ve Datça ilçeleriyle Denizli’de gerçekleştirilen ‘Knidos Aslanı’ isimli tarihi eser operasyonunda 22 kişi gözaltına alındı
Zanlıların Datça’da bulunan Knidos antik kentinde kaçak kazı yaparak elde ettikleri çok sayıda tarihi eser ele geçirildi. 32 noktada yapılan aramada Roma dönemine ait süs eşyaları, toprak kaplar, sikkeler, dedektörler ve kazımalzemeleri bulundu. Ele geçirilen eserler arasında Roma dönemine ait 26 adet somaltın takı setinin olduğu da belirtildi. Zanlıların tarihi eserleri yakalanmamak için arı kovanlarının içinde sakladıkları ortaya çıktı.
Habertürk, Haber: Kadir Tamer, 04.04.2012
|
ÜNLÜ HEYKELTRAŞ ÖLDÜ

Amerikalı ünlü heykeltıraş ve
grafiker Elizabeth Catlett, Meksika'da 96 yaşında
hayata veda etti
Elizabeth Catlett'in gelini Maria Antonieta
Alvarez, sanatçının 1976'dan bu yana yaşamını
sürdürdüğü Cuernavaca kentindeki evinde öldüğünü
açıkladı.
1915'te ABD'nin başkenti Washington'da doğan
Catlett, Iowa Üniversitesi'nden mezun olduktan sonra
1946 yılında Meksika'ya taşınmış ve Meksikalı ressam
Francisco Mora ile evlenmişti.
ABD ve Meksika'da siyahiler, kadınlar ve işçilerin
hakları için mücadele eden Catlett, 1958'de
Meksika'da demiryolu işçileri için düzenlenen
gösteriler sırasında tutuklanmıştı. Siyasi görüşleri
nedeniyle Catlett'in 1962 yılından 1972 yılına kadar
ABD'ye girişi yasaklanmıştı.
Tahta, taş ve diğer doğal malzemeleri kullanarak
kadın, çocuk ve işçi heykelleri yapan Catlett, aynı
zamanda Meksikalı ve Afrika kökenli Amerikalı
kadınların portrelerini çizmişti.
Catlett, ırk kimliği, aile dinamikleri, toplumsal ve
siyasi mücadele konularını işlediği eserleriyle
uluslararası ün kazanmıştı.
3 oğlu, 10 torunu ve 6 torun çocuğu olan Catlett
için, Meksika'da cenaze töreni yapılacak.
Habertürk, 04.04.2012
|
ÜNLÜ RESSAMI MALTA ŞÖVALYELERİ ÖLDÜRMÜŞ
Zamanının düzen karşıtı ressamı Caravaggio, gerçek adı ile Michelangelo Merisi'nin sanıldığı gibi ağır bir hastalıktan dolayı ölmediği öne sürüldü.
Napoli Üniversitesi'nde, Caravaggio uzmanı olan Profesör Vincenzo Pacelli, sanatçının ölümü üzerine yaptığı uzun araştırmalardan sonra ünlü ressamın hastalıktan ölmediğini, ancak Vatikan'ın da onayı ile Malta Şövalyeleri tarafından ortadan kaldırıldığını öne sürdü.
Toskana bölgesinde Porto Ercole'de temmuz 1610'da öldüğü öne sürülen ressamla ilgili devlet ve Vatikan arşivlerinde çalışma yapan Pacelli, ressamın ölümünün de o dönemde Roma'nın limanı olan Civitavecchia yakınlarında Palo'da gerçekleştiğini açıkladı. Pacelli, cinayetin nedeninin ise ressamın üst düzey bir Malta şövalyesine hakaret etmek olduğunu savundu.
Sabah, Haber: Yasemin Taşkın, 04.04.2012
|
|
|
14 DOLARA PICASSO
ABD’nin Ohio
Eyaleti’ndeki Columbus kentinde yaşayan 43 yaşındaki
Zach Bodish’in yerel bir hayır kurumu mağazasından
14 dolara aldığı Picasso kopyası orijinal çıktı.
1958 yılında
Fransa’nın Vallauris kentindeki seramik sergisi için
yapılan linolyum baskı posterin arkasına
Picasso’nun kırmızı kalemle attığı imza, posterin bulunmasını sağladı.
İmzanın zamanla silinmesi tanınmasını zorlaştırmasına rağmen aynı kalemin Picasso’nun aynı serideki diğer posterlerindeki imzalarda da kullanıldığı ortaya çıktı.
New York Swann Müzayede Salonu eserin değerinin 6 bin dolar civarında olduğunu belirtti. Bodish eseri satmayı düşünüyor.
Habertürk, 04.04.2012
|
TARİHİ EMİNÖNÜ BELEDİYE BİNASI YANDI
Fatih Çemberlitaş'ta bulunan eski Eminönü Belediyesi binası olarak da kullanılan tarihi yapı yandı. Binanın 4. katından yükselen alevler kısa sürede çatıya ulaştı. İtfaiyenin yoğun çalışması sonucu yangın söndürüldü.
Binbirdirek Mahallesi, Piyerloti Caddesi 15 numarada bulunan ve 3 yıl önce boşaltılan eski Eminönü Belediyesi binasında akşam saat 20.00 sıralarında yangın çıktı. Vatandaşlar durumu hemen itfaiyeye bildirdi. Tarihi binanın 4. katından yükselen alevler kısa sürede çatıya sıçradı. İtfaiye ekiplerinin bir saat süren çalışması sonucu alevler etkisiz hale getirilerek söndürüldü. Söndürme çalışmalarını vatandaşlar ve turistler de ilgiyle izledi. İtfaiye yetkilileri yangının çıkış sebebinin yapılacak incelemenin ardından belirleneceğini açıkladı.
Fatih Belediyesi ile birleştirilince kapatılan Eminönü Belediyesi'nin binası tarihi Şerefiye Sarnıcı'nın ortaya çıkarılması amacıyla yıkılmak üzere 3 yıl önce boşaltılmıştı. Binanın yıkım çalışması geçen yıl başlatılmış ancak yıkım gerçekleşmemişti. İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Kadir Topbaş sarnıcın restore edilerek turizmin hizmetine sunulacağını ifade etmişti. Tarihi binanın tescillenmesi ile birlikte yıkımından vazgeçilerek İBB'ye ait gençlik merkezi kurulacağı öğrenildi.
Zaman, 03.04.2012
|

 |
SIBYAN MEKTEBİ YENİDEN HAYAT BULDU
Osmanlı Dönemi'nde 'Sıbyan Mektebi' olarak
kullanılan Sultanahmet bahçesindeki tarihi yapı
turistlerin uğrak mekanı oldu. Kültürlerarası
İletişim Merkezi ile hayat bulan eski mektepte
turistler Türk İslam mimarisi ve kültürü
hakkında bilgilendiriliyor. Görevliler,
turistlerin 'Sultanahmet neden 6 minareli?,
Camide yazılı ayet ve hadislerin anlamı nedir?
gibi sorularına da cevap veriyor.
İstanbul'un en önemli tarihi merkezlerinden
biri olan Sultanahmet Meydanı'ndaki eski
sıbyan mektebi, şimdi turistlere Türk-İslam
eserlerinin ve Türk kültürünün anlatıldığı
bir merkez olarak hizmet veriyor.
Kültürlerarası İletişim Merkezi Derneği'nin
kullanımına verilen eski mektepte, meydan ve
camiler hakkında turistlere sunumlar
yapılıyor. Merkezde 'camilerin mimarileri
yanında ruhları' da anlatılıyor. Eski sıbyan
mektebini bugüne kadar Brezilya'dan
Avustralya'ya, Güney Afrika'dan Amerika'ya
kadar yaklaşık 5 bin kişi ziyaret etmiş.
Sultanahmet Camii avlusunun köşesindeki
yapı, yıllarca küçük çocukların
eğitildikleri ve geleceğe hazırlandıkları
bir okul olarak hizmet verdi. Zamanla bu
yapı kullanılmaz hale geldi ve bir süre boş
kaldı. Dernek uzmanları arasında yer alan
aktif 15 kişilik gönüllü grubu, kimi zaman
"Sultanahmet neden 6 minareli?", kimi zaman
ise "Burada ne yazıyor?" gibi sorulara cevap
veriyor.
Kurulduğu 2010 yılı Nisan ayından bu yana
yaklaşık 5 bin turiste hizmet veren dernek,
misafirlerini sıcak bir ortamda karşılayarak
ikramlarda bulunuyor. Yaklaşık 20 dakikalık
sunumda tarihi ve kültürel unsurlar
anlatılıyor. Üstelik sunumu yapan da
konusunda bir uzman. Dernek Genel Sekreteri
Önder Üçüncü, aynı zamanda İngilizce
öğretmeni. Akıcı İngilizcesiyle
misafirlerinin dikkatini çekmeyi başaran
Üçüncü, 30 kişilik Danimarkalı öğrenci
grubuna da benzer bir sunum hazırladı.
Danimarkalı öğrenciler ikram ve sunumdan
duyduğu memnuniyeti dernekten ayrılırken
sıcak tavırlarıyla sergiledi. Herhangi bir
ücret ödemeyeceklerini öğrenmeleri ise
şaşkınlıklarını daha da artırdı. Sultanahmet
Camii Derneği ile de ortak çalışmalar
yürüten dernek, Medeniyetler İttifakı
Enstitüsü ile Japon Kültür ve Medeniyeti
isimli bir program yapmış.
KİM Genel
Koordinatörü Ahmet Fatih Başaran, "Camilerin
mimari özelliklerinden bahsederken onların
ruhundan da bahsediyoruz. Mihrabın
üzerindeki yazılarda Hz. Meryem ya da Hz.
Zekeriya'dan bahsedildiğini duyunca çok
şaşırıyorlar." dedi. KİM yetkilileri
misafirlerle daha sonra e-maille
irtibatlarının devam ettiğini kaydediyor.
Zaman, Haber: Orhan Fırat, 03.04.2012
|
MABEDDE ÇOCUK İSKELETLERİ BULUNDU

Antalya Kaş'ta,
Hellenistik mabedde 4 çocuğa ait iskeletlerle ve bir
madalyon gün ışığına çıkarıldı.
Kaş'taki
Hellenistik Mabet'te
Prof.Dr.
Fahri Işık'ın bilimsel başkanlığında kurtarma
kazıları devam ediyor. Antalya Müze Müdürlüğü'nde
görevli arkeologlar Jülide Kayahan, Mustafa Şimşek
ve Hakan Kızıltaş ile 6 işçinin görev yaptığı
kazılarda mabedin geç dönem Doğu Roma katmanlarında
çocuk iskeletlerine rastlandı. Açılan mezarlardan
birinde 3 çocuk, başka bir mezarda bir olmak üzere
toplam 4 çocuk iskeletine rastlandı. Çocuklardan
birinin boynunda asılı halde bir de madalyon gün
ışığına çıkarıldı.;
Kaş
Hellenistik Mabet
Kazıları Bilimsel Başkanı Prof.Dr.
Fahri Işık, yapının
Hellenistik döneme ait
olduğunu ve MÖ 3 ile 1'inci yüzyıl arasında yapılmış
bir yapı olduğunu bildirdi. Yapının çok özgün bir
plana sahip olduğunu vurgulayan Işık, ''Çok özel bir
yapıyla karşı karşıya kaldığımız kesin. Tapınak da
olabilir, yerel bir meclis de olabilir. Ancak o
dönem yapıtları arasında da benzeri yok. Her ne
olursa olsun kesinlikle çok özgün bir planı var ve
henüz ne olduğu net olarak belli değil'' diye
konuştu.
Yürütülen kazı çalışmaları kapsamında yapının geç
dönem Doğu Roma katmanlarında MS 6. yüzyıla ait
mezarlara ve bu mezarlarda çocuk iskeletlerine
rastladıklarını anlatan Prof.Dr. Işık, dağınık
şekilde defnedilmeleri nedeniyle çocukların
mezarlara gelişi güzel gömüldüğü izlenimine
kapıldıklarını bildirdi. Işık, ''Mezarlardan birinde
3 çocuğa ait iskeletlere rastladık. İskeletlerden
birinin üzerinde, sikke büyüklüğünde, çocuğun
boynuna asılmış, iplik deliği görülebilen bir
madalyon da çıkarttık'' dedi.
Bulunan bir başka mezardaki çocuk iskeletinin
yanında da bir küpeye rastladıklarını belirten Işık,
çocukların yaşlarına ilişkin henüz kesinleşmiş bir
bilgi olmadığını söyledi.
Kaş Belediye Başkanı
Abdullah Gültekin de belediye olarak kazılar
için 6 bin lira harcama yaptıklarını, kazıların
hafriyatının taşınmasında belediye olarak yardımcı
olduklarını bildirdi.
Gültekin, Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay'dan kazıların devam edebilmesi
için destek beklediklerini kaydetti.
Habertürk, 03.04.2012
|
HAFSA SULTAN KERVANSARAYI MÜZE OLACAK

Kanuni Sultan Süleyman'ın Rodos seferi sırasında
annesi Ayşe Hafsa Sultan (Valide Sultan) adına
Marmaris'te yaptırdığı ve bir kısmı English pub
(İngiliz Birahanesi) olarak kullanılan kervansaray,
müzeye dönüştürülmek isteniyor.
AA muhabirinin edindiği bilgiye göre, 1545 yılında
yapımı tamamlanan ve şimdi Tepe Mahallesi olarak
adlandırılan yerde, tarihi kale evleri ile Marmaris
Kalesi'nin yakınında bulunan Hafsa Sultan
Kervansarayı'nın müzeye dönüştürülmesi için belediye
tarafından çalışma yapılacak.
Marmaris Belediye Başkanı Ali Acar, yaptığı
açıklamada, Marmaris'in önemli bir turizm merkezi
olmasının yanı sıra doğal, kültürel ve tarihsel
öneminin de büyük olduğunu söyledi.
Başkan Acar, belediyenin, Marmaris Müzesi'nin
yeniden ziyarete açılması, İyilik Kayalığı'nın
arkeolojik parka dönüştürülmesi ve Nimara
Mağarası'nın ziyarete açılmasını sağladığına dikkati
çekti.
Bölgenin tarihsel zenginliklerinin sergilendiği bir
müze bulunduğunu, ancak yeterli olmadığına işaret
eden Acar, şöyle konuştu:
''Müzede yeterli salon olmaması nedeniyle birçok
eser sergilenemiyor. Marmaris Belediyesi olarak
ilçemize yakışacak bir müze için girişimlerde
bulunmayı planlıyoruz. Bunun için Hafsa Sultan
Kervansarayı'nın bir an önce kamulaştırılıp
Marmaris'e yakışır bir müzeye dönüştürmek için Muğla
Valiliği ve Müze Müdürlüğümüz ile çalışmak
istiyoruz. Amacımız depolarda bekleyen kültür
varlığımızı gelen yerli ve yabancı turistlerimizin
beğenisine sunmak.''
Marmaris Müze Müdürü Esengül Yıldız Öztekin ise
kervansarayın müzeye dönüştürülmesi projesini
desteklediklerini söyledi.
Kervansarayın müzeye dönüştürülmesi durumunda
Marmaris Kalesi ile bir bütünlük oluşturacağını
belirten Öztekin, projenin ayrıntılarını Marmaris
Belediyesi ile görüşerek ellerinden gelen yardımı
yapacaklarını bildirdi.
Marmaris Kalesi'nin içinde bulunan müzede yer
darlığı nedeniyle ellerinde bulunan 12 bin tarihi
eserin sadece 500'ünü sergileyebildiklerini anlatan
Öztekin, kervansarayın müzeye dönüştürülmesiyle
müzeye olan ilginin de artacağını ifade etti.
Yasalardaki eksiklikler nedeniyle Hafsa Sultan
Kervansarayı'nın zamanla özel mülk haline geldiğine
değinen Öztekin, şunları söyledi:
''Cumhuriyet öncesinden başlayarak yakın tarihe
kadar içi Marmarisliler tarafından iskan edilen
Marmaris Kalesi'nde de 18 konut bulunuyordu.
Marmaris Kalesi, Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Yüksek Kurulu'nun 1983 yılında aldığı kararla
korunması gereken taşınmaz kültür varlığı olarak
tescil edildi. Daha sonra kale içindeki yapılarak
kamulaştırıldı. Kervansarayda bu şekilde
kamulaştırılarak Türk kültür ve turizminin hizmetine
sunulabilir.''
Kanuni Sultan Süleyman'ın Rodos seferi sırasında
Marmaris Kalesi ile yapımını emrettiği ve zamanla
özel mülke dönüşen kervansarayın ön kısmındaki
kemerler arasında kurulmuş dükkanlar, ''English
Pub'' olarak adlandırılan eğlence yeri olarak
faaliyet gösteriyor.
Menzilhane olarak da adlandırılan kervansarayın
giriş kapısında ise ''Bu menzilhaneyi, Sultan Selim
Han'ın oğlu karalar ve denizler sultanı, Arap ve
Acem krallarının efendisi Sultan Süleyman Han 1545
yılında yaptırmıştır'' ifadesi yer alıyor.
Yapı, Fotoğraf: Levent Kişi/AA, 03.04.2012
|
 |
OSMAN HAMDİ BEY’İN TABLOSUNA
REKOR FİYAT
Dünyaca ünlü Sotheby’s Müzayedeevi, Osman Hamdi Bey’in “Okuyan Genç Emir” isimli tablosunu açık artırmayla satacak.
İngiltere’nin başkenti Londra’da bulunan müzayedeevi, ünlü Türk ressam Osman Hamdi Bey’in 1878 yılında yaptığı yağlı boya tabloyu 24 Nisan’da satışa sunacak.
Tablonun 3-5 milyon sterlin arasında alıcı bulması bekleniyor. Açık artırmada, bir dönem İstanbul’da yaşayan İtalyan ressam Fausto Zonaro’nun Boğaz’ı resmettiği tabloların da yer aldığı 33 eser satılacak.
45.5’e 90 santimetre boyutlarındaki tablonun, 33 eser arasında en yüksek fiyata satılması öngörülüyor.
Sotheby’s Müzayedeevi’nde, 4 yıl önce de Osman Hamdi Bey’in “İstanbul Hanımefendisi” adlı tablosu 3 milyon 380 bin sterline (yaklaşık 10 milyon TL) alıcı bulmuştu.
“Okuyan Genç Emir” adlı tablo, Liverpool’daki Walker Art Gallery’de sergileniyordu.
Habertürk, 03.04.2012
|
İNSANIN ATALARI ATEŞ YAKMAYI 1
MİLYON YIL ÖNCE ÖĞRENMİŞ

Güney Afrika'da bir mağaradaki
muhtemel ateş ocağının izlerini inceleyen
antropologlar, insanın atalarının ateş yakmayı
şimdiye kadar tahmin edilenden 300 bin yıl daha
eski, yaklaşık 1 milyon yıl önce öğrenmiş
olabileceklerini bildirdi.
Araştırmaları Amerikan
Proceedings of the National Academy of Sciences
(PNAS) dergisinde yer alan uluslararası antropolog
ekibi, Güney Afrika'nın merkez-doğusunda, daha önce
de kazılar yapılan ve eski insanın varlığına dair
önemli bulgular içeren Wonderwerk mağarasının
içindeki katmanlarda yanmış hayvan kemiği
kalıntıları ve öncekilerden daha eski taş aletlerin
izlerini buldu.
Katmanlar içinde iyi muhafaza
edilmiş bitkisel madde ve kemik parçalarının
küllerini bulmalarının kendilerine mağaranın
girişinde bir küçük ateş ocaklarının varlığını
düşündürdüğünü belirten bilim adamları, bazı
parçaların yüzeyde renk değişikliğine neden
olduklarını, bunun da kontrollü bir ateş yakıldığını
gösterdiğini belirtti.
Toronto Üniversitesi'nden
antropolog Michael Chazan, analizlerin ateşin insan
tarafından kullanılmasını 300 bin yıl geriye
götürdüğünü kaydetti.
Antropologlar şimdiye kadar
insanın tarih öncesi atalarının besinleri ısıtmak ve
soğuktan korunmak için ateş yakmak amacıyla kıvılcım
üretme yöntemini hangi dönemde keşfettikleri
konusunda anlaşmaya varamıyorlardı.
Afrika, Asya ve Avrupa'da bu
tip faaliyetlere ilişkin izler keşfedilirken
İsrail'de bulunan 700 bin ila 800 bin yıl öncesine
ait kömürleşmiş kap parçaları ilk kanıtlar olarak
kabul ediliyordu.
Radikal, 03.04.2012
|
10 YILDA KAÇIRILAN 4 BİN 25
TARİHİ ESER GERİ DÖNDÜ
Müzeler Genel Müdürü Osman
Murat Süslü,son 10 yılda illegal yollarla yurt
dışına çıkan 4 bin 25 eserin ülkeye dönüşünün
sağlandığını belirtti.
Son 10 yılda illegal yollarla
yurt dışına çıkan 4 bin 25 eserin ülkeye dönüşünün
sağlandığı bildirildi.
Müzeler Genel Müdürü Osman
Murat Süslü, son 10 yılda illegal yollarla yurt
dışına çıkan 4 bin 25 eserin ülkemize dönüşünün
sağlandığını ifade ederek, “Bizle işbirliği yapmak
isteyen ülkelerde illegal yollarla yurt dışına
çıktığını düşündüğümüz eserler varsa hakkında
yazışmalarımızı yapıyoruz, olumlu bir cevap
alamazsak kusura bakmayın sizle işbirliği yapamayız
diyoruz.
Özellikle Bakanımız Ertuğrul Günay
döneminde, yani 2007 yılından sonra 3 bin eserin
ülkemize dönüşü bu dik duruşumuz sayesinde oldu”
dedi.
Turizm Gazetesi, 03.04.2012
|
MYRA-ANDRİAKE KAZILARINA TRAKTÖR BAĞIŞI
Demre
Myra-Andriake Arkeoloji Gönüllüleri Derneği,
Myra-Andriake kazılarına iki traktör bağışladı.
Demre Myra-Andriake Arkeoloji Gönülleri Derneği
Başkanı Mehmet Bayraktaroğlu, biri kepçeli, diğeri
römorklu iki traktörü, Myra-Andriake Kazıları
Başkanı Akdeniz Üniversitesi Edebiyat fakültesi
Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Nevzat
Çevik ve kazı ekibine teslim etti.
Mehmet Bayraktaroğlu, yaptığı açıklamada, dördüncü yılına girecek kazılara dernek olarak destek vermeyi istediklerini söyledi. Bayraktaroğlu, “Yeni kazı döneminde dernek olarak, kazıya destek vermek, kazının altyapısını oluşturmak için çalışmalar yapıyoruz. Amacımız kazıların verimliğinin artmasına katkıda bulunmak. Bu bir başlangıç” dedi.
Araçları Demre Belediyesi, dernek üyeleri ve
Demre halkının katkılarıyla aldıklarına değinen
Bayraktaroğlu, kazılarda tarihi kalıntılar çıktıkça,
Demre halkının arkeolojiye olan ilgisinin de
arttığını vurguladı. Bayraktaroğlu, ”Artık
Demreliler, geleceklerini turizmde ve arkeolojide
olduğunu görüyorlar. Bu nedenle kazıların verimli
gelmesi için katkı sağlıyorlar. Bu iki araç için
toplam 60 bin lira harcama yaptık” diye konuştu.
haberler.com, 02.04.2012
|
BODRUM'DA İCRALIK HEYKEL

'Çökertme' türküsünün öyküsüne
konu olan aşk kahramanları Halil ve Gülsüm'ün
Muğla'nın Bodrum İlçesi Bitez Beldesi'ndeki
heykelini yapan heykeltraş Veli Özkul'un, faiziyle
21 bin 700 liraya ulaşan alacağı ödenmediği
gerekçesiyle, İstanbul 14'üncü İcra Müdürlüğü
tarafından, Bitez Belediyesi'ne ihtarname çekildi.
Bitez Belediye Başkanı CHP'li İbrahim Çömez, 21 bin
700 liranın, heykeli yaptıran Yapı Endüstrisi İnşaat
ve Elektronik Sanayi Ticaret Limited Şirketi
tarafından ödenmesi gerektiğini belirterek, "Ancak
şirket iflas etmiş durumda. O nedenle de ihtarname
belediyeye çekilmiş. İhtarnamede paranın ödenmemesi
durumunda heykelin haczedileceği bildiriliyor" dedi.
Bitez'de 2006 yılında Yapı
Endüstrisi İnşaat ve Elektronik Sanayi Ticaret
Limited Şirketi tarafından, Çökertme türküsüne konu
olan aşk kahramanları Halil ve Gülsüm'ün heykeli
için yarışma düzenlendi. Yarışmaya başvuran 13 eser
arasından heykeltraş Veli Özkul'un yaptığı heykelin
maketi halk oylamasında birinci seçildi. Daha sonra
orijinali yapılan üç metre yüksekliğindeki mermer
heykel, düzenlenen törenle 2007 yılında Bitez
Belediyesi'ne hediye edilerek, Bitez Yalısı'ndaki
İskele Kafeterya yanına dikildi.
Aradan geçen süre içinde de
heykeltraş Veli Özkul'a, heykelin yapımı için
imzalanan sözleşmedeki 12 bin 500 lira ödenmedi.
Veli Özkul da faiziyle birlikte 21 bin 700 lirayı
bulan alacağının tahsili için İstanbul 14'üncü İcra
Müdürlüğü'ne başvurdu. İstanbul 14'üncü İcra
Müdürlüğü de, paranın ödenmesi için Bitez
Belediyesi'ne ihtarname çekti.
'Çökertme' türküsünün öyküsüne
konu olan aşk kahramanları Halil ve Gülsüm'ün
Muğla'nın Bodrum İlçesi Bitez Beldesi'ndeki
heykelini yapan heykeltraş Veli Özkul'un, faiziyle
21 bin 700 liraya ulaşan alacağı ödenmediği
gerekçesiyle, İstanbul 14'üncü İcra Müdürlüğü
tarafından, Bitez Belediyesi'ne ihtarname çekildi.
Bitez Belediye Başkanı CHP'li İbrahim Çömez, 21 bin
700 liranın, heykeli yaptıran Yapı Endüstrisi İnşaat
ve Elektronik Sanayi Ticaret Limited Şirketi
tarafından ödenmesi gerektiğini belirterek, "Ancak
şirket iflas etmiş durumda. O nedenle de ihtarname
belediyeye çekilmiş. İhtarnamede paranın ödenmemesi
durumunda heykelin haczedileceği bildiriliyor" dedi.
Bitez'de 2006 yılında Yapı
Endüstrisi İnşaat ve Elektronik Sanayi Ticaret
Limited Şirketi tarafından, Çökertme türküsüne konu
olan aşk kahramanları Halil ve Gülsüm'ün heykeli
için yarışma düzenlendi. Yarışmaya başvuran 13 eser
arasından heykeltraş Veli Özkul'un yaptığı heykelin
maketi halk oylamasında birinci seçildi. Daha sonra
orijinali yapılan üç metre yüksekliğindeki mermer
heykel, düzenlenen törenle 2007 yılında Bitez
Belediyesi'ne hediye edilerek, Bitez Yalısı'ndaki
İskele Kafeterya yanına dikildi.
Aradan geçen süre içinde de
heykeltraş Veli Özkul'a, heykelin yapımı için
imzalanan sözleşmedeki 12 bin 500 lira ödenmedi.
Veli Özkul da faiziyle birlikte 21 bin 700 lirayı
bulan alacağının tahsili için İstanbul 14'üncü İcra
Müdürlüğü'ne başvurdu. İstanbul 14'üncü İcra
Müdürlüğü de, paranın ödenmesi için Bitez
Belediyesi'ne ihtarname çekti.
Habertürk, 02.04.2012
|
ARAP CAMİİ FIRSATI KAÇIRDI

Karaköy Azapkapı'daki tarihi Arap Camii'nde
bulunan Bizans dönemi fresklerinin sıvayla üzerinin
kapatılmasına karar verildi.
1999 depreminde dökülen sıvaların altından çıkan Bizans freskleri
nedeniyle camiyle ilgili yeni bir tartışma gündeme
gelmiş, 2010 yılında başlayan restorasyon
çalışmaları bir türlü tamamlanmayınca İstanbul'da
"Arap Camii'ni tıpkı Ayasofya gibi müzeye
çevirecekler" dedikoduları başlamıştı.
Bulunan fresklerin en önemli özelliği bugüne dek
15. yüzyılda başladığı düşünülen Rönesans
hareketinin İstanbul'daki izlerini yaklaşık bir
yüzyıl geriye taşıması. Arap Camii'nin duvarlarında
bulunan ve 14. yüzyıla tarihlenen fresklerin ne
yapılacağı restorasyon çalışmalarının en önemli
konusuydu.
Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün en son 1913 yılında
restorasyon gören camide başlattığı çalışmalar
sonucunda bilim kurulları bulunan fresklerinin
üzerinin örtülmesi konusunda fikir birliğine vardı.
Kurul mekanın halihazırda cami olarak kullanıldığı
ve fresklerin korunmasının bu haliyle zor olacağı
gerekçeleriyle fresklerin tekrar kapatılmalarını
kararlaştırdı. Bakımı yapılan freskler, üzerleri
koruyucuyla kaplandıktan sonra geçen ay tamamlanan
son restorasyonda alçıpanla örtülerek sıvandı.
Böylece 700 küsur yıl sonra yeniden günışığı gören
freskler, belirsiz bir tarihe kadar tekrar sıva
altına gömüldü.
Oysa NTV Tarih dergisinin aktardığına göre, Arap
Camii'nin sadece belirli bir bölümde bulunan
freskleri paravanla ayırarak koruma altına almak
mümkündü. Böylece İstanbul'un tarihindeki en büyük
keşiflerden biri olan bu freskler dünyanın kültürel
mirasına kazandırılabilirdi. Nitekim 1999 depreminde
dökülen sıvaların altından çıkan freskler caminin
cemaati tarafından yaklaşık 11 yıl boyunca perdeyle
örtülerek ibadet yapılabilmişti.
Vakıflar Genel Müdürlüğü yetkilileri, tarihi
camideki restorasyon hakkında açıklama yapmamak için
"ilke kararı" aldıklarını açıklamıştı. Fresklerin
üzerinin örtüldüğünü NTV Tarih dergisinin haberi
sayesinde öğrendik ancak camideki restorasyonun tam
olarak ne zaman biteceği, mekanın ibadete ne zaman
açılacağı hala belirsizliğini koruyor.
Arap Camii'nde bulunan fresklerin fotoğrafları
ilk kez bu köşede yayımlanmıştı. Koruma Kurulu
çevrelerinden öğrendiğimize göre freskler minberin
yer aldığı duvarlarla bugün minare olarak kullanılan
çan kulesinin içinde yer alıyordu. Muhtemelen
alçıpanla kapatılan freskler de bu bölgede.
Uzmanlara göre, İstanbul'da Bizans dönemine ait dini
eserlerden koruma altına alınanların sayısı
beş-altıyı geçmiyor. Arap Camii'nde bulunan freskler
de günümüze ulaşabilen nadir eserlerden biri.
Fresklerde tasvir edilen konular doğrudan doğruya
Katolik inancını yansıtıyor. Burada Bizans sanatında
yer almayan yalnızca Katoliklere özgü olaylar ve
aziz tasvirleri bulunuyor. Uzmanlar bu durumun hem
İstanbul hem de Katolik dünyası için bir ilk olduğu
görüşünde birleşiyor.
Fresklerin üzerinin kapatılmasıyla Arap Camii ve
İstanbul tarihi bir fırsatı kaçırmış oldu. Dünyaca
ünlü Bizantolog Semavi Eyice'ye göre, Arap Camii'nde
bulunan freskler her ne kadar önemli de olsa Kariye
Müzesi'ndekiler kadar değil. Bu haliyle mekanın müze
yapılmasına gerek yok. Ancak belki de dünyada
yeniden bir ilk olacak şekilde Arap Camii hem
Müslümanların mabedi, hem de müze olabilirdi.
Fresklerin üzerini tamamen kapatmadan yalnızca
ibadet zamanlarında perdeleyerek, ibadet dışında
meraklılarına sergileneceği bir sistem
oluşturulabilirdi.
Fresklerin üzerinin örtülmesi kararı kamuoyuna
kapalı bir şekilde alındı. Umarım fresklerin sıvanın
altındaki esareti kısa sürer ve İstanbul dünyanın
ilk cami-müzesine kavuşur.
Taraf, Yazı: Ertan Altan, 02.04.2012
|
AZAPKAPI SOKOLLU MEHMET PAŞA CAMİSİ RESTORE EDİLİYOR

Azapkapı Sokollu Mehmet Paşa Camisi 2 milyon 515
bin TL bedelle restore ettiriliyor. İstanbul İl Özel
İdaresi tarafından yaptırılan restorasyon
çalışmalarının Ekim 2012'de bitirilmesi
hedefleniyor.
Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa tarafından 1578 yılında
Mimar Sinan'a yaptırılan Azapkapı Sokollu Mehmet
Paşa Camisi, İstanbul İl Özel İdaresi'nce restore
ediliyor.
Rölöve, restitüsyon, restorasyon
projeleri 2008 yılında Bölge Koruma Kurulu'nda
onaylanan caminin restorasyon uygulaması İstanbul İl
Özel İdaresi ve Vakıflar II. Bölge Müdürlüğü
kontrollüğünde ve oluşturulan Bilim Kurulu
rehberliğinde yürütülecek.
2 milyon 515 bin TL bedelle restore edilecek
camide çalışmaların Ekim 2012'de bitirilmesi
hedefleniyor.
Restorasyon kapsamında taş hasarlarının
onarılması, yüzey temizliği yapılması, ahşap kapı ve
kapakların restore edilmesi, kurşunların
yenilenmesi, çimento esaslı harçların temizlenmesi,
çatlakların onarımı, çürüyen ahşap pencerelerin
değiştirilmesi, minare şerefesi altındaki taş
bozulmalarının giderilmesi gibi müdahaleler
yapılacak.
Caminin etrafında yükselen zemin seviyesinin
özgün durumuna getirilmesi, statik ve zemin
analizleri, çatlak ve kot ölçümleri yapılarak
güçlendirme ihtiyacı olup olmadığı da tespit
edilecek.
Ayrıca minare altındaki çeşmenin onarılması,
drenaj yapılması, bahçenin düzenlenmesi, tuvalet
hacimlerinin yenilenmesi de uygulama kapsamında
yaptırılacak.
Caminin mimari özellikleri
Haliç kıyısında, tonozlarla yapılmış bir bodrum
kat üzerinde yükselen caminin iki yandan merdivenle
ulaşılan son cemaat yerinden girilen harim bölümü,
hemen hemen kare şeklinde.
Mihrap kıble tarafında dışarı taşkın biçimde
yapılmıştır. Mimar Sinan bu camide Edirne Selimiye
Cami'ndeki sistemi daha küçük ölçekli olarak
uygulamış, orta kubbeyi sekiz payenin taşıdığı
kemerler üzerine oturtmuştur. Cepheler kesme taşla
kaplanmıştır. Son cemaat yerinin esas cephesinin
Mimar Sinan tasarımındaki biçimi bugün net olarak
anlaşılamamaktadır. Bu bölümün aslında galeri
biçiminde sütunlu ve açık olduğu da düşünülüyor.
Caminin bir özelliği de minaresinin
yerleştirilişi. Minareye son cemaat yerinin
kuzeyinde yükselen bir mekandan, sivri kemerli ve
yüksek bir köprüye oturan kapalı bir geçitle
ulaşılması.
Arkitera, 02.04.2012
|
8500 YILLIK TÖREN İZLERİ

İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin başkanlığında
yürütülen Yenikapı kazıları sırasında, yaklaşık
sekiz ay önce ilki bulunan Neolitik dönem (MÖ 5500 -
8000) insan ayak izlerinin sayısı bugün, 390’ı
bulmuş durumda. Yenikapı’daki kazılarda çalışan
arkeologların, ilk İstanbullulara ait olduğu
düşünülen izler için yorumu, ‘‘Törensel bir
toplanmayı andırıyor’’ oldu.
8500 yıllık insan ayak izlerini tespit etmek çok da
kolay olmadı. Dere yatağında killi toprak tabakada
bulunan ayak izlerinin oluşumunu arkeologlar şöyle
tanımlıyor: ‘‘Dere yatağı olduğu için zemin çamurlu.
Ayak izleri bu şekilde oluşmuş. Daha sonra kuruyup
kalıp şeklinde kalmış. Kısa bir süre sonra da
derenin taşması yada birden bastıran selin getirdiği
mille, dere kumuyla üzerleri kapanmış. Şimdi o
izlerin içinden hep kumları fırçayla tek tek
temizleyerek çıkarıyoruz.’’ Ayak izlerinde en büyük
ayak ölçüsü 42 numara. 35 numaradan başlayarak 42’ye
kadar her numaradan ayak izi bulunuyor.
Antropologlar ayak izleriyle Yenikapı’da bulunan
insan iskeletleri arasında bağlantı kurmaya
çalışıyor.
Diğer yandan ayak izlerinin birbirinin üzerinde
olmaması da arkeologların yorumuna göre ‘törensel
bir toplanma yeri duygusu’ veriyor. Ayaklarında
sandalet ya da deriden yapılma ayakkabı olduğu
tahmin ediliyor.
Yerinde koruma olmaz
Hatta bazı izlerde topuk yerinin daha baskın olduğu
da görülüyor. İzlerin yerinde korunması imkansız.
Çünkü metro istasyonunun tam ortasında. Silikon
kalıpları alınan izler daha sonra özel yöntemle
topraktaki hali bozulmadan müzeye kaldırılacak.
İstasyon içinde yapılacak müzede sergilenmesi
planlanıyor.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi BİMTAŞ’ın desteği
ile ayrıca lazer scanner ile taratılarak izler
bilgisayar ortamına da alındı. Dünyada bu tür
izlerden aynı tarihlerde yok.
Fransa ve
İngiltere’de MÖ 4000
yıllarına ait izler bulunmuştu.
Yenikapı’da tarihi değiştiren kazı
Dünyanın da yakından takip ettiği, sekiz yıl önce
başlanan Yenikapı arkeolojik kazılarında sona doğru
geliniyor. Kazılmayan çok küçük bir alan kaldı.
Osmanlı döneminden başlayarak Bizans erken ve geç
Roma dönemleri derken Neolitik tabakaya kadar
inildi.
İstanbul’un ilk sakinlerine ait urne tipi
mezarlar, 36 batık ve çok sayıda müzelik ve etütlük
eser bulundu. Bulgular arkeolojik ve tarihsel
anlamda yeni bilgileri ortaya koydu.
İstanbul’un 2700 yıl önce yani MÖ 7. yüzyılda
kurulduğu sanılıyordu. Yenikapı neolitik tabaka
bulguları tarihi yarımada ve suriçi bölgesinde
yaşamın 2700 yıl değil, 8500 yıl öncesine
dayandığını ortaya çıkardı.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 02.04.2012
|
FATİH MEDRESESİ YENİLENİYOR
Fatih Camisi avlusundaki
tarihi medrese restore edilecek. Fatih Sultan Mehmet
tarafından yaptırılan tarihi medresenin yenilenmesi
için yapılan ihale sonuçlandı. İl Özel İdaresi
tarafından yapılan ihaleyle Fatih külliyesinin
Akdeniz medresesi olarak bilinen kısmı yenilenecek.
Restorasyon işi 17 milyon 520 bin TL'ye mal olacak.
Sekiz medreseden oluşan külliyenin batıdaki
medreseler topluluğu Akdeniz, doğudaki topluluğu ise
Karadeniz olarak anıliyor.
Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 02.04.2012
|
'BÜLBÜL ÇEŞMESİ' MÜZAYEDEDE
Artam Antik A.Ş. müzayede evinin 8 Nisan'da Swissotel the Bosphorus'da gerçekleştireceği 272.
Müzayedesi'nde Nazmi Ziya'nın ünlü eseri Bülbül Çeşmesi ve Sami Yetik'in Kartopu Çiçekleri eseri 400 bin TL'den satışa çıkacak.
Osmanlı eserleri ve
değerli tabloların yer alacağı müzayedede
Halil Paşa imzalı bir İstanbul Peyzajı, Şevket Dağ'dan Ayasofya, İbrahim Çallı'nın Manolyalar, Hikmet Onat'ın Tekneler eserleri de yer alıyor.
Ayrıca Kazasker Mustafa İzzet ketebeli Hilye-i Şerife 100.000 TL açılış rakamı ile satışa sunuluyor.
Habertürk, 02.04.2012
|
|
EMEK'E KARŞI RANT
Emek Sineması'nın yok edilmesi
bu şehirde büyümüş, bu şehirde yaşamış olanların
anılarına apaçık saldırıdır.
Emek Sineması’nı yıkıp ticaret merkezi haline
getirecek olan firmanın yöneticileri geçen hafta
basına ve konuya müdahil olanlara yönelik bir basın
toplantısı yaptı. Fevkalade uygar, paylaşımcı,
müzakereye açık olduklarından değil elbet. Kentsel
toplumsal muhalefeti yatıştırmak için.
Meclis’ten tereyağından kıl çeker gibi çıkarılıveren
4x3 modeli Islahat Fermanı, devletin yeni nesiller
üstüne geliştirdiği kurguyu yansıtıyordu: Taş atan
çocuklar yerine Kuran’ı hatmeden çocuklar. Tinerci
çocuklar yerine genç ameleler. Başbakan’ın gözlerini
yaşartan bu zaferi dillendirme tarzı, bütün topluma,
“Şunları daha çocukken tezgaha oturtacaksın, bak
büyüyünce seslerini çıkartabiliyorlar mı” diye
baktığını gösteriyor. Var olan sistem pek iyiydi,
ona dokunmayın demek istemiyoruz elbet. Ama bu büyük
‘devrimin’ ardındaki niyeti de görmezden gelemeyiz.
Emek Sineması’nın pazarlanmasının ardında da aynı
yaklaşımın ketsel dönüşüm tasavvuru açıkça
okunabilir.
Var olanı koruyup yenileyeceğine kentin hafızasını
ticaretin kirli süngeriyle siliverirsin.
Bu işbitirici muhafazakarların muhafaza etmeye değer
bulmadıklarından, Emek Sineması.
Roman nüfusu gibi.
Emek nedir?
Türkiyeli sinemaseverlerin hemen her birinde mutlaka
derin izler bırakmış bir mekandır. İnsanı hayali bir
geçmiş resminde ağırlar. Her şeyin daha hafif ve
uçucu, renklerin sepyayla hareli, insanların ille de
hülyalı olduğu bir geçmiş resmine. Perdenin iki
yanındaki Art Nouveau meleklerden almıştır ilk
adını: Melek.
Emek, sinemadır. Birçok sinema delisi için sinema
denince akla gelendir.
1924 yılında başlıyor serüveni. 1958 yılında Emekli
Sandığı’nın mülkiyetine geçtiğinde adı Emek oluyor.
Emek Sineması da umursamaz otorite karşısında hep
diken üstünde bir varoluş sürdürmüş mekanlardandır.
Rant ve sadece rant üstüne kurulu şehircilik
serüvenimizde ikide bir üstüne hesaplar yapılır,
Beyoğlu’nun bu koskocaman adasında yapılabilecek
karlı yatırımlara engel olarak görülür.
Mülkiyet bekçileri gözünde beş paralık değeri
yoktur. Oysa kapsadığı alan (onlar ‘işgal ettiği’
demeyi tercih eder) çok değerlidir. Orada büyük
yatırımlarla büyük kazançlara gebe ‘shopping
mall’lar, yepyeni ticaret mabetleri açmak varken
kazancıyla zar zor ayakta durabilen bir sinemaya
arka çıkmak elbette şımarıklık olarak
değerlendirilecektir.
Ben beni bildim bileli her on yılda bir Emek
Sineması’nın yıkılacağı haberiyle sarsılırız. Sonra
yenilenir, karşımıza yeni ses düzeni, değiştirilmiş
koltuklarıyla çıkıverir.
Emek Sineması’yla sinemasever arasındaki ilişki, bu
nedenle hep gerilimlidir.
Evet, artık 875 koltuklu sinemaların ayakta kalması
çok güç.
Evet, ultra-süper-mega ticaret merkezlerindeki
100-200 kişilik yatar koltuklu sinemaların yanında
hantal, loş ve uğultulu kaçıyor.
Ama Emek Sineması, bu şehirde yaşayanların, bu
şehirden geçenlerin, bu şehir hakkında düş
kuranların anılarında bambaşka bir yer tutar.
Ben, o koltuklarda seyretmiş olduğum yüzlerce film
arasında gezinerek yazıyorum sözgelimi bu yazıyı.
Orada seyretmiş olduğum Passolini’leri,
Cassavetes’leri dün gibi hatırlarım. Tarkovski’yle
tanışmamın hangi koltuğunda gerçekleştiğini de.
‘Andrei Rublev’i başka hangi sinemada aynı büyüyle
seyredebilirdim?
‘Dantelci Kız’ filminin sonunda ağlamaktan kalkıp da
çıkamadığım sinema da Emek’tir.
Bütün sevdiklerimle kol kola film seyretmişliğim
vardır orada. Bütün sevdiklerimi daha çok sevmiş
olduğum bir yerdir.
Emek Sineması’nın yok edilmesi bu şehirde büyümüş,
bu şehirde yaşamış olanların anılarına apaçık
saldırıdır.
Direnelim!
Demirören kepazeliğiyle birlikte belediyenin Beyoğlu
tasavvuru aşikar olmuştur. Açgözlü ticaret erbabıyla
masaya oturup şekillendirilecek, temizlenip ıslah
edilecek bir bataklık, onlara kalırsa Beyoğlu.
Bir örneğini de Sulukule’nin ‘ıslahı’ projesinde
gördüğümüz, kamu yararını tamamiyle kendi faydacı
rant anlayışına göre tanımlayan belediyecilik,
hayatımıza düşmandır.
Belediyelerin temel görevlerinden biri, insanların
ortak anılarını korumak ve sakınmak olmalıdır.
Şehir, öncelikle ortak anılardan oluşan bir
bütündür.
Yılmadan, bezmeden tekrar etmek zorundayız!
Hayatımızı, geçmişimizi yağlı kar bezleriyle
silivermenin yollarını arayanlar.
Emek Sineması’ndan elinizi çekin!
Bu şehirdeki geçmişi silinebilir bulunan,
belediyenin umursamadıkları, bir araya gelmek
zorundayız.
Bundan başka Emek Sineması yok.
Radikal, Yazı: Yıldırım Türker, 02.04.2012
|
|
BİN YILLIK BATIK AÇIK ARTIRMADA
Endonezya'da bir balıkçı
tarafından bulunan batıktan çıkarılan bin yıllık 50
milyon sterlin değerindeki (143 milyon TL) 250 bin
parça tarihi eser, açık artırmaya çıkarılacak. Cava
Adası açıklarında bin yıl önce battığı sanılan gemi,
2004'te bir balıkçı tarafından tesadüfen keşfedildi.
10 binden fazla gemi batığının olduğu bölgedeki
batığı, Belçikalı Kozmik Sualtı Araştırmaları
Şirketi incelemeye aldı. Şirket Müdürü Luc Heymans,
çıkarılan eserlerin kalite ve sayı bakımından
Asya'da şimdiye kadar bulunan en zengin hazine
olduğunu söyledi. 2010'da yapılan açık artırmada
satılamayan eserler, Singapur'da tekrar satışa
sunulacak.
Sabah, 02.04.2012
|
"TAŞLARI SERGİLEYİP
KORUYACAĞIZ"

Malatya'nın Battalgazi
İlçesi'ndeki tarihi mezar taşlarının bulunduğu
Kırklar Mezarlığı'nın, devam eden kazı çalışmasının
ardından açık hava müzesi ya da mezar taşları
koleksiyonu olarak değerlendirilmesi planlanıyor.
Malatya Valisi Ulvi Saran, AA muhabirine yaptığı
açıklamada, Selçuklu döneminde önemli bir yerleşim
yeri olan Battalgazi İlçesi'ndeki, 120 dönüm alana
yayılan Kırklar Mezarlığı'nda Selçuklu ve daha
önceki dönemlere ait mezar taşlarının bulunduğunu
söyledi.
Geçen yaz aylarında, burada bir kazı çalışması
yaptıklarını hatırlatan Saran, 10 dönüm alanı
kazdıklarını, bu kazılar sonucunda çok değerli mezar
taşları bulduklarını belirtti.
Bu mezar taşlarının Hicri 700'lü yıllara kadar
indiğini anlatan Saran, burada Abbasi Devleti
dönemine ait mezar taşları bulunduğunu kaydetti.
Yine mezarlıkta daha sonraki dönemlere ait mezar
taşları da olduğunu ifade eden Saran, Bitlis'in
Ahlat İlçesi'ndeki Selçuklu döneminden kalan
mezarlıktaki mezar taşlarının dik olarak
yerleştirildiğini, Kırklar Mezarlığı'nda ise mezar
taşlarının lahit biçiminde olduğunu bildirdi.
Bu mezar taşlarının çok önemli tarihi değer
taşıdığını ifade eden Saran, bu taşlardan ait olduğu
dönemin nüfusuna, sosyal yaşantısına ilişkin çok
önemli veriler elde edildiğini, aynı zamanda
kazılarda sikkeler de bulduklarını belirtti.
Kazıları sürdüreceklerini bildiren Saran, ''Şu anda
mezar taşlarını uzmanlara okutuyoruz. Bunları rapor
haline getireceğiz. Belki Abbasi dönemine ilişkin
önemli bir kısım insanın orada yaşadığı, gelip
gittiği, belki önemli komutanlar, devlet adamları,
seyyahların mezarları orada olacaktır. Mezar taşları
okundukça önemli kişilerin burada yattığı belli
olacaktır'' dedi.
Mezar taşlarının kazı ve okunması bittikten sonra
bir koruma sistemi içerisine alınacağını kaydeden
Saran, ''Bir açık hava müzesi ya da bir mezar
taşları koleksiyonu gibi değerlendirmek suretiyle bu
eserleri hem koruyacağız, hem de gelecek nesillerin
görmesini sağlayacağız'' diye konuştu.
Malatya Haber,
02.04.2012
|
MÜZE GELİRLERİNDE
İSTANBUL'UN PAYI YÜZDE 45

İstanbul müzelerine,
2011’de 6 milyon ziyaretçi ücretli, 2 milyonu da
ücretsiz giriş yaptı. İstanbul müzeleri 114 milyon
TL’lik hasılat gerçekleştirerek Türkiye’deki toplam
müze gelirlerinde yüzde 45 pay sahibi oldu.
Kum-deniz-güneş
turizmine yaslanan “Müzesiz turizmimiz”in teselli
kaynağı İstanbul. Toplam müze ziyareti ve gelirleri
ile ilgili istatistikler, İstanbul müzelerinin
durumu biraz olsun kurtardığını gösteriyor.
Kayıtlar, müzelerden elde edilen gelirin yüzde 45’i
tek başına İstanbul müzelerinden sağlandığını ortaya
koyuyor.
Görünen o ki, 2011’de
İstanbul müzelerini 2 milyonu ücretsiz, 6 milyonunu
da ücretli, 8 milyon ziyaretçi gezmiş. Buradan müze
gişelerine 114 milyon TL gelir akmış. Bu, yılın
toplamında 254 milyon TL’yi ancak bulan Türkiye müze
gelirlerinin yüzde 45’inin İstanbul’a ait olması
demek.
Kayıtlardan anlaşılıyor
ki, İstanbul’un 1 numarası Ayasofya Müzesi. 2011’de
toplam ziyaretçi sayısı 3 milyonu biraz geçmiş ve
bunların 2,4 milyonu ücretli giriş yapmış, hasılat
ise 48,5 milyon TL.
İkinci sırada,
bekleneceği gibi, Topkapı Sarayı var. Onu da 3
milyon kişi ziyaret etmiş, oranın gişelerine de
yaklaşık Ayasofya’nınki kadar para girmiş. Sarayın
Harem dairesi 10,5 milyon TL’lik hasılat sağlamış.
Böylece 3 büyük müze,
İstanbul müze geliri toplamında yüzde 60’a yakın bir
yer tutmuşlar. Başka bir deyişle, İstanbul’da Kültür
ve Turizm Bakanlığı’na bağlı 14 müze olmasına
karşılık 3 müze, toplamda yüzde 60’lık bir gelir
büyüklüğü ile açık ara önde gidiyorlar.
Bu 3 gözde müzeyi
takiben Kariye, Arkeoloji , Türk ve İslam Eserleri
Müzesi’nin en çok ziyaretçi çektiği anlaşılıyor.
İSTANBUL MÜZE
ZİYARETÇİLERİ VE GELİRLER (2011, TL)
Turizm Habercisi, Yazı:
Mustafa Sönmez, 01.04.2012
|
TÜRK SANATI PARİS'TEN DÖNÜYOR MU?
Paris’in Türk sanat tarihindeki önemi hemen
herkesin malumu. Osman Hamdi’den beri Türk
sanatçısının da bir ayağı hep Paris’te oldu.
Orada ürettiler, sergiler açtılar. Pek çok
koleksiyona resim verdiler. Bu
koleksiyonerler arasında Türkler de vardı
hiç kuşkusuz.
İşte onlardan biri de
Paris’te Anadolu Kültür Derneği’nin
başkanlığını yapan Dr. Demir Onger.
Yıllardır Paris’te yaşayan Onger’in
koleksiyonundan seçme eserler bu ay
İstanbul’da sergilenecekmiş. Türk resim
sanatının bilinmeyen eserleriyle
karşılaşabiliriz bu sergide.
Dr. Onger gibi, Türk sanatçıların
eserlerini biriktiren başka isimler de var
Paris’te: Bunlardan biri de dünyanın önde
gelen fotoğraf ajanslarından SİPA’nın
kurucusu Gökşin Sipahioğlu’ydu. Geçen ekim
ayında kaybettiğimiz Sipahioğlu ölümünden
önce SIPA’yı satmak zorunda kalmıştı. Ama
önemli bir resim koleksiyonu vardı ve onları
elden çıkartmamıştı.
Ölümünden bir süre önce elindeki değerli
tabloları Türkiye’ye gönderip satmak isteyen
Gökşin Sipahioğlu,
Fransa’da yaşadığı yıllar boyunca
topladığı eserlerin tamamını Paris’te çok
sevdiği bir arkadaşının evindeki deposunda
emanet olarak tutuyormuş.
Fransa veraset kanununa göre tablolar
dahil Sipahioğlu’nun tüm varlıkları Amerika
asıllı eşi Phylisse Springer-Sipahioğlu’na
kalınca, o da SIPA’da çalışan arkadaşları
aracılığıyla tabloları emanet olarak
bırakıldığı yerden alarak bir kısmını
oturduğu evine asmış. Diğerlerini de
Sipahioğlu’nun kişisel eşyalarıyla birlikte
bir depoya kaldırmış.
Gençlik yıllarından beri ömrünü
Fransa’da geçiren Sipahioğlu Fransız
vatandaşlığı almadı; hep Türk kimliği ve
pasaportuyla yaşadı. Türk veraset kanununda
ölen kişinin mallarının yüzde 50’si eşine
yüzde 50’si birinci derecedeki yakınlarına
kalır düşüncesiyle Türkiye'deki bazı
akrabaları bunu göz önüne alarak şimdi
‘acaba tablolardan bize de bir şey düşer mi’
arayışına girmiş bile.
Hürriyet Pazar, 01.04.2012
|
700 YILLIK TARİHİ CAMİ KÜL OLDU

Kastamonu'nun
Taşköprü İlçesi'ne bağlı
Doymuş Köyü'nde
Selçuklu döneminden kalma
700 yıllık ahşap cami, elektrik kontağından
çıkan
yangında kül oldu.
Taşköprü'ye bağlı
Doymuş Köyü Abdulgazi Mahallesi'nde bulunan,
bölgenin en eski yapılarından biri olan
Selçuklu döneminden kalma ahşap camiide, bugün
öğlen saatlerinde, itfaiye raporuna göre elektrik
kontağından
yangın çıktı. Kısa sürede caminin tamamını
kaplayan alevlere, önce köylüler müdahale etti,
itfaiyeye ihbarda bulunuldu.
Ancak köyün ilçe merkezine 30 kilometre mesafede
olması nedeniyle ekipler gelene kadar alevler ahşap
yapıyı iyice sardı. 1325 yılında yapıldığı
bildirilen cami, çıkan
yangında tamamen yanarak kül oldu.Köy Muhtarı
Osman Özcan, caminin yandığı sırada ilçe merkezinde
olduğunu, haberi alır almaz köye geldiğini söyledi.
Köyün bir sembolü olan tarihi caminin yanmasına
çok üzüldüğünü belirten Muhtar Özcan, acı haberi
alır almaz köyüme koştum, ancak tarihi camimiz
yanmıştı. Bir evladımı kaybetmiş gibi üzüldüm. Ben
kaç defa kendi imkanlarımla camiye tadilat
yaptırdım. 100 yıl daha kullanılabilirdi, çok sağlam
bir yapıydı, çok üzgünüm dedi.
Habertürk, 01.04.2012
|
"ANKARA, ROMA'DAN DAHA SALDIRGAN"

Türkiye'nin, ülkeden
kaçırılan
tarihi eserlerin iadesi için yaptığı çalışmalar
yabancı basında geniş bir şekilde yer almaya devam
ediyor. Los Angeles Times gazetesi, Türk
hükümetinin, ABD müzelerinden "arkeolojik alanlardan
kaçırıldı" iddiasıyla düzinelerce tarihi eserin iade
edilmesini istediğini belirterek, Türkiye'nin,
yaklaşık 100 eserin iade edildiği İtalya ve
Yunanistan'ın başarısından ilham aldığını ancak
iddialarında daha "saldırgan" bir tutum içerisinde
olduğunu öne sürdü.
Los Angeles Times gazetesi, Türk hükümetinin, ABD
müzelerinden "arkeolojik alanlardan kaçırıldı"
iddiasıyla düzinelerce tarihi eserin Türkiye'ye iade
edilmesini istediğini belirterek, Türkiye'nin,
tabiat ve kültür varlıkları ile ilgili olarak
korumaya ilişkin 1906'da kabul edilen bir yasadan
sonra tarihi eserlerin ülkeden yasa dışı bir şekilde
kaçırıldığına inandığını kaydetti.
Gazete, yaklaşık 100 eserin iade edildiği
Akdeniz'deki komşuları İtalya ve Yunanistan'ın
başarısından "ilham alan" Türkiye'nin iddialarına
yönelik daha "saldırgan" bir tutum içerisinde
olduğunu iddia ederken, Türkiye'nin ise bir kavga
başlatmaya çalışmadığını söylediğini yazdı.
Los Angeles Times, Türk yetkililerin iletişim
kurduğu müzeler arasında, The J.Paul Getty Müzesi,
New York Metropolitan Müzesi, the Cleveland Müzesi,
Harvard Üniversitesi Oaks Araştırma Kütüphanesi ve
Koleksiyonu'nun bulunduğunu belirterek, Türkiye'nin,
bu müzelerin hiç birine istediği eserleri
listeleyerek bir talepte bulunmadığını ileri sürdü.
New York Metropolitan Müzesi sözcüsü Harold
Holzer'ın, önce müzenin özel objeler için bir istek
aldığını reddettiğini sonra da Türkiye'nin Ekim
ayında 18 eser hakkında bilgi talebinde bulunduğunu
kabul ettiğini belirten gazete, Türk yetkililerin
ise New York Metropolitan Müzesi'nin tek yanıtının
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a yazdıkları mektup
olduğunu söylediğini ileri sürdü.
Sabah, 01.04.2012
|
TARİHİ ESERLERE TAKİP

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, yurt
dışına kaçırılan eserlerin
Türkiye'ye dönmesi için çalışmaların sürdüğünü
belirterek, ''Son birkaç yıl içinde 4 binden fazla
eser getirdik.
Bunlardan 3 bin küsürü son 3-4 yıl içinde geldi''
dedi.
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay,
Antalya'nın Demre İlçesi'ndeki Myra Antik Kenti'nde
devam eden restorasyon çalışmalarını inceledi.
Myra-Andriake Kazıları Başkanı Akdeniz Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi
Prof.Dr. Nevzat Çevik'ten çalışmalar hakkında bildi
alan Günay, antik tiyatronun sahne bölümünde restore
edilen yeri gezdi. Bir aslan figürünün
fotoğraflarını çeken Günay'a gezisi sırasında Demre
Kaymakamı Yusuf İzzet Karaman, Demre Belediye
Başkanı Süleyman Topçu, Beymelek Belediye Başkanı
Osman Güngör de eşlik etti.
Bakan Günay, incelemelerinin ardından gazeteciler
yaptığı açıklamada, her yılın başında dünyanın
neredeyse bütün ülkelerinde tanıtım çalışmalarına
başladıklarını kaydetti. Ünlü turizm fuarlarında
Türkiye'yi tanıttıklarını belirten Günay, nisan ayı
itibariyle fuarların sonuçlanacağına işaret etti.
Fuarlarda şu ana kadar görülen ilgiden memnun
kaldıklarını anlatan Bakan Günay, şöyle konuştu:
''Erken rezervasyonlar var. Belki bazı ülkelerde son
dakikaya kalacak görüntüler ortaya çıkıyor. Geçen
yıl dünya ortalamasının iki katı bir seyir
izlemiştik. Bu yıl da tahmin ediyorum ki yine aynı
şekilde 30 milyonların üzerinde bir seyir elde
edeceğiz. Hedef kitlemizi biraz geliştirmeye
çalışıyoruz. Kültür turizmi, termal turizm, sağlık
turizmi, kongre turizmi gibi, yeni alanları
fuarlarda öne çıkarmaya çalışıyoruz. Türkiye'yi
sadece bir sıcak iklim ülkesi, kum, deniz, güneş
ülkesi olmanın yanı sıra başka özellikleriyle
tanıtmaya ve daha prestijli bir turizm ülkesi haline
getirmeye çalışıyoruz.''
YURT DIŞINA
KAÇIRILAN ESERLER
Bakan Ertuğrul Günay, bir gazetecinin başka ülkelere
kaçırılan tarihi
eserlerin geri
getirilmesine yönelik çalışmaları sorması üzerine,
geçen yıl Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın uçağıyla
Türkiye'ye getirilen ''Yorgun
Herakles'' heykeli ve 90 yıl aradan sonra
Almanya'dan getirilen sfenksin kamuoyunun dikkatini
çektiğini anlattı.
Günay, sözlerini şöyle sürdürdü:
''Son birkaç yıl içinde 4 binden fazla
eser getirdik.
Bunlardan 3 bin küsürü son 3-4 yıl içinde geldi. Şu
anda dünyanın hangi müzesinde, hangi başka
ülkesinde, bizden, herhangi bir belgeye dayanmadan
giden eser varsa
hepsini takip ediyoruz. Bizimle işbirliği yapmak
isteyen bir müzeye, bir arkeoloji kuruluşuna
aldıkları, belgeye dayanmayan
eserin iadesini
talep ederek, işbirliği projesine cevap veriyoruz.
Bizim tutumumuz artık dünyada bilinmeye başladı. En
azından Türkiye'den artık yasa dışı
eser almama
konusunda daha dikkatli herkes. Yasa dışı alınmış
eserleri Türkiye'ye
getirme konusunda çeşitli ülkelerle müzakere
yapıyoruz. Sanıyorum 2012, 2013, 2014 yıllarında çok
sayıda önemli, Türkiye'nin ciddi biçimde son
yıllarda takip ettiği eserleri,
sadece Roma eserleri,
sadece antik dönem eserleri
değil, belki Selçuklu, Osmanlı
eserlerini de
Türkiye'ye getirme konusunda önemli gelişmeleri
inşallah gerçekleştireceğiz.''
Bakan Günay, bir gazetecinin, ''Bu
eserler arasında
Noel Baba'nın kemikleri de var mı?' sorusuna da,
''Noel Baba'nın kemikleri biraz uzunca bir hikaye.
O, çok bin yıla kadar dayanıyor. O da gündeme
gelecek. Daha önce hem ben hem de Kazı Başkanı sayın
Çevik bir ara gündeme getirdik. İtalya'da büyük
yansımaları oldu. En azından o yansımaların bile,
Noel Baba'nın mezarının ve doğum yerinin Türkiye
olduğunu öğretmesi bakımından faydası oldu. O da
tartışılacak'' diye yanıt verdi.
Ertuğrul Günay, ören yerlerine, kazılara ve müzeler
büyük önem verdiklerini de belirterek, şöyle
konuştu:
''Eski yıllarda yabancı bilim adamları, yüzümüze
bakarak, 'Bu eserleri
ne yapacaksınız? Siz Türkiye'dekileri ne yaptınız ki
şimdiye kadar ya kirece çevirdiniz heykelleri ya da
değerli eserleri
piyasaya sundunuz' diyorlardı. Şimdi Gaziantep'te
yapılan müze örneği, Eskişehir'de yapılan müze
örneğimiz, İstanbul'da, Ankara'da, İzmir'de,
Antalya'da kazılara, ören yerlerine, restorasyona,
müzelere verdiğimiz yeni önem, artık bu iddiaları
çürüttü. Türkiye tarihi
eserlerine,
tarihi mekanlarına
sahip çıkan, bunları en güzel biçimde dünya
standartlarına uygun halde sergileyen ülkelerden
biri olmaya başladı. Bu da bizim taleplerimize daha
büyük haklılık kazandırıyor. Gelen yabancı, Zeugma
Müzesi'ni görmüşse ya da İstanbul'daki arkeolojik
çalışmaları görmüşse ya da Antalya'daki, İzmir'deki
kazıları görmüşse, artık Türkiye'nin,
tarihine bir batılı
ülkenin verdiğinden daha fazla önem verdiğini
görebiliyor. O da bizim taleplerimizi daha haklı,
daha güçlü hale getiriyor.''
Habertürk, 01.04.2012
|
4. MEHMED İLE PAPA 7. ALESSANDRO AKRABAYMIŞ

Son 15 yıldır
Vatikan Gizli Arşivi’ne Türkiye’den girebilen
tek kişi olan Türkiye Katolik Ruhani Reisler
Kurulu’nun resmi tarihçisi
Dr. Rinaldo Marmara, 350 yıllık 4 sayfadan
oluşan çok çarpıcı bir belgeyi Habertürk’le
paylaştı.
Türkiye Katolik
Ruhani Reisler Kurulu'nun resmi tarihçisi, kültür
ataşesi ve aynı zamanda basın sözcüsü olan
Dr. Rinaldo Marmara'nın geçtiğimiz günlerde,
"Vatikan Gizli Arşiv Belgeleri Işığında Türkiye ile
Vatikan Diplomatik İlişkilerine Doğru" adlı kitabı
Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları'ndan çıktı.
Özellikle son 15 yıldır Vatikan'ın gizli arşivlerine
Türkiye'den girebilen tek isim olan Dr. Marmara'nın
kitabı Türkiye'yi yakından ilgilendiren çarpıcı
belgelerden oluşuyordu. Biz de Dr. Marmara'yla hem
kitabı, hem de Vatikan gizli arşivleriyle ilgili
konuşmak için Harbiye'deki Vatikan Temsilciliği'nde
bir araya geldik. Dr. Marmara sözlerine Habertürk
Gazetesi Yayın Danışmanı
Murat Bardakçı'ya teşekkür ederek başladı:
"Yıllardır verdiğim uğraş Türkiye'yi yakından
ilgilendiren, Türk tarihi açısından son derece
önemli olan Vatikan arşivlerini gün yüzüne çıkarmak.
Çünkü Vatikan arşivleri açıklanmadan Türk tarihi
eksik kalır. Bu gizli belgelere ulaşabilmek için ise
katalog hazırlanması şart. Bu konuyu köşesinde dile
getiren ve 'Katalog hazırlanması gerek' diyen kişi
ise
Murat Bardakçı oldu. Bu konuya dikkat çektiği
için kendisine teşekkür ediyorum.''
Dr. Rinaldo Marmara sözlerini bitirdikten sonra
yanı başında duran siyah deri çantasını açtı ve
içinden bazı belgeler çıkartarak, "Bu elimde
tuttuğum el yazması belgeler
Vatikan Gizli Arşivi'ne ait'' dedi. 4 sayfadan
oluşan belge İtalyanca kaleme alınmıştı ve üzerinde
"Vatikan
Gizli Arşivi" mührü vardı. "Bu belgede ne
yazıyor?" diye sorduğumuzda, Dr. Marmara belgenin en
üstünde yazan cümlenin önce orijinalini okudu.
Tercümesini yaptığında ise gözlerimiz fal taşı gibi
açılmıştı: "Efendimiz
Papa Alessandro VII ile Türklerin büyük efendisi
Sultan Mehmed arasındaki hısımlık ilişkisini
gösteren doğru anlatımdır.'' Merak içinde sorduk:
"Katolik dünyasının ruhani lideri Papa 7. Alessandro
ile Osmanlı Sultanı
4. Mehmed, nam-ı diğer Avcı Mehmed akraba
mıydı?'' "Bu belgeye göre öyle'' dedi.
Belgede çıkartılan soyağacının en tepesinde
Hürrem Sultan'ın annesi olduğu iddia edilen
İtalyan asilzadesi Hanne Marsigli'nin adı bulunuyor.
Hanne Marsigli'nin çocukları Leonardo Marsigli ve
Margherita Marsigli isimleri yazıldıktan sonra her
iki kardeşin soyunun devamı tek tek belirtiliyor.
Leonardo'nun ardından Cesara Marsigli, Alessandro
Marsigli, Laura Marsigli ve Fabio Chigi isimleri
yazılı. Dr. Marmara bu soyağacıyla ilgili kısa bir
not düştü: "Laura Marsigli'den sonra soyadı Chigi'ye
dönüşüyor. Görülen o ki Laura Marsigli, Vatikan'ın
en önemli ailelerinden olan Chigi ailesine mensup
biriyle evlenmiş ve bu evlilikten de Fabio Chigi
yani Papa 7. Alessandro dünyaya gelmiş.''
Soyağacının diğer dalında ise tanıdık iki isim var.
Sultan Süleyman ve La Rossa (Kızıl) lakaplı
Margherita Marsigli. Bu iki ismin hemen altında
Selim, İbrahim ve Mehmed isimleri yazılı. Dr.
Marmara yine kısa bir açıklama yapıyor: "Sultan Sü
ley-man ve
Hürrem Sultan'ı n oğl u Se l im, 11. Osman l ı
padişahı olarak tahta çıktı. Soyağacında Sel im'den
sonraki diğer padi -şah l arın adı be l irtilmemiş
ve 18. Osman l ı padişahı I. İbrahim ile 19. Osman l
ı padişahı
4. Mehmed' l n adı yazılmış.
4. Mehmed'i n adının altına da 'Hükmeden
padişah' notu düşülmüş. Demek ki bu belge
hazırlandığında Osmanlı tahtında
4. Mehmed oturuyordu.''
Bulessandro
1599 yı l ında Siena'da dünyaya geldi. (Belgede
Hürrem Sultan' l n da Siena'da yaşadığı iddia
edi l iyordu.) 1655 yı l ında Papa olan Fabio Chigi,
7. Alessandro adını aldı ve 1667 yılında öldü.
Soyağacının diğer tarafındaki
4. Mehmed ise 1648 yılında tahta geçti ve 1687
yılında vefat etti. Diğer bir deyişle belgede iddia
edildiği gibi Papa 7. Alessandro ile Osmanlı
padişahı
4. Mehmed aynı dönemde yaşamıştı.
Dr. Rinaldo Marmara, 4 sayfal ık belgenin son
sayfasında bazı bilgi l erin si l ik olduğunu
söyledi: "Ancak belgenin son cüm le-sinde bu
belgenin Papa tarafından Monsenyör Barlemont adında
birine verildiği ve aynı zamanda kendisine bazı
nasihatlerde bulunduğu belirtiliyor."
Dr. Rinaldo Marmara'nın belgenin devamında
okudukları ise adeta, "Bugüne kadar
Hürrem Sultan'la ilgili doğru bildiğiniz ne
varsa unutun'' diyordu. Çünkü belge Muhteşem Yüzyıl
dizisi sonrası kitapçı raflarını süsleyen ve
birbirini tekrar eden
Hürrem Sultan hakkında yazılmış romanları da,
tarih kitaplarını da elinin tersiyle bir kenara itip
çok farklı bir
Hürrem Sultan hikayesi anlatıyordu. Dr. Marmara
tane tane anlatmaya devam etti: "Belgenin 350 yıllık
olduğunu tahmin ediyorum. Burada yazılanlara göre
Türk korsanları İtalya'nın Siena bölgesindeki
Collecehio Şatosu'na saldırdı, şatoyu yakıp yıktı.
Şato, Hanne Marsigli adındaki bir İtalyan asilzadeye
aitti. Bu kadının iki de çocuğu vardı. Leonardo ve
Margherita. Türk korsanları Leonardo'yu geride
bırakıp güzel kızıl saçları olan bu genç kızı
Osmanlı Sarayı'na vermek için İstanbul'a götürdü.
Hareme konulan Margherita'yı, Sultan Süleyman çok
beğendi ve Margherita'nm Sultan Süleyman'dan
çocukları oldu. Bu çocuklardan Selim, Sultan
Süleyman öldükten sonra padişah oldu." Araya
giriyoruz: "Ancak biz
Hürrem Sultan'ı, Ukraynalı fakir bir ailenin
kızı olarak biliyoruz." Dr. Rinaldo kafasını iki
yana sallayarak, "Bu belgeye göre
Hürrem Sultan hem İtalyan hem de çok zengin bir
ailenin kızı. Hatta ailesinin şatosu var" dedi,
sonra da şöyle devam etti: "Ancak bu belge
Hürrem Sultan'la ilgili hazırlanmamış. Bu
belgenin 3. sayfasında bir soyağacı çıkartılıyor. Bu
soyağacma göre ise
Hürrem Sultan'ın soyundan gelen padişah 4.
Mehmed ile erkek kardeşi Leonardo'nun soyundan gelen
Papa 7. Alessandro akraba."
Dr. Rinaldo Marmara, İstanbul'un fethinden önce
İstanbul'a yerleşen Cenovalı köklü bir aileden
geliyor. Fransa'da Montpellier Paul Valery
Üniversitesi'nde doktor unvanı alan Dr. Marmara,
yılda 810 kez Vatikan'ın gizli arşivlerine girdiğini
söyledi: "Son 15 yıldır hemen her ay Vatikan'daki
arşivdeyim. Vatikan Arşivi dediğinizde toplam raf
uzunluğu 85 kilometreyi bulan bir yerden
bahsediyoruz. Evet, Vatikan Gizli Arşivi'ne girmek
zordur. Ama girdikten sonra ne yapacağını bilmek
gerek. Çünkü Türkiye'yi ilgilendiren belgelerle
ilgili katalog hazırlanmadı. Bu nedenle aradığınız
belgeyi bulmak büyük çaba gerektiriyor. Vatikan
Gizli Arşivi'ne günde 40 kişinin girmesine izin
veriliyor. Bunların yarısı rahip ve rahibe. Diğer
yarısı da tarihçi ve araştırmacılar. Arşive
girebilmek için önce gerekli yazışmaları yapmanız,
referans mektupları sunmanız, arşivde ne aradığınızı
belirtmeniz gerekiyor. Vatikan da sizin hakkınızda
tahkikat yapıyor, kimsiniz diye." Dr. Marmara,
Bahçeşehir Yayınları'ndan çıkan son kitabı için
Bahçeşehir Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı
Enver Yücel'e de özellikle teşekkür etti.
Habertürk, Haber: Bülent Günal, 01.04.2012
|
"II. ABDÜLHAMİD İLK ELEKTRİKLİ ARAÇLA KAZA YAPMIŞTI"
Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı, çevre dostu
otomobil üretiminin dünyanın gündeminde olduğunu
belirterek, ''Ülkemizde çevre dostu elektrikli
otomobiller 123 yıl önce
Yıldız Sarayı'nda ilk kez kullanılmıştı. Osmanlı
belgeleri ilk
elektrikli arabayı ülkemize getirenin
II. Abdülhamid Han olduğunu ortaya koymaktadır.
1888 yılında
II. Abdülhamid, İngiltere'den ilk
elektrikli arabayı sipariş etti'' dedi.
Yazıcı,
Otomotiv Distribütörleri Derneği'nin (ODD)
26'ncı Olağan Genel Kurulu'nda,
otomotiv sektörünün dünyanın her yerinde yüksek
katma değer oluşturan bir sektör olduğunu kaydetti.
Türkiye'nin yerli otomobili üretebilecek fiziki ve
beşeri sermayeye sahip olduğunu bildiren Yazıcı,
sözlerini şöyle sürdürdü:
''Bugün çevre dostu otomobil üretimi de dünyanın
gündemindedir. Ülkemizde çevre dostu elektrikli
otomobiller bundan 123 yıl önce
Yıldız Sarayı'nda ilk kez kullanılmıştı. Osmanlı
belgeleri ilk
elektrikli arabayı ülkemize getirenin
II. Abdülhamid Han olduğunu ortaya koymaktadır.
1888 yılında
II. Abdülhamid, İngiltere'den ilk
elektrikli arabayı sipariş etti.
Deniz yoluyla İstanbul'a getirilen ilk aracın deneme
sürüşünü de dönemin Maliye Bakanı yaptı. Abdülhamid
Han da arabayı
Yıldız Sarayı'nda bizzat kendisi denedi.
Sultan'ın
elektrikli arabayla küçük bir kaza yaptığı da
rivayetler arasındadır.''
Habertürk (Kısaltarak), 31.03.2012
|
EĞİTİM GEZİSİNE GİDEN ÖĞRENCİLER KAZA YAPTI
Konya Seydişehir'de
Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi
Bölümü öğretim görevlisi Yurdagül Özdemir, 4
öğrencisiyle birlikte Antalya'nın Alanya İlçesi'ndeki
Alara bölgesi kazı alanında çalışma yapmaya karar
verdi. Öğrencilerden 22 yaşındaki Ömer Ertan'ın
kullandığı otomobil Seydişehir-Konya karayolunda
sürücü Ertan'ın direksiyon hakimiyetini kaybetmesi
sonucu yol kenarındaki sulama kanalına düştü. Kazada
Ertan hayatını kaybederken 31 yaşındaki öğretim
görevlisi Yurdagül Özdemir ile öğrenciler Dilek
Serbes (25), Gülçin Toktaş (26) ve Anıl Özdemir (22)
yaralandı.Yaralılar, Seydişehir Devlet Hastanesi'nde
tedavi altına alındı.
Sabah, 31.03.2012
|
EMEK SİNEMASI PROJESİNİN YENİ ADI GRAND PERA
Emek Sineması'nın da içinde bulunduğu yenileme
projesi dün 'Grand Pera' adıyla bir kez daha
basına tanıtıldı.
Daha önce projenin mimarı Fatih Kesgün,
basın mensuplarıyla 'olay mahallindeki'
inceleme gezisinde projeyi anlatmış fakat iş
Emek Sineması'nın 'moving yöntemi' ile
taşınmasına gelince basını 'ikna'
edememişti. Dün, İstanbul Film Festivali'nin
açılış gününde, yenilenen Divan Oteli'nde bu
kez projenin sahibi Kamer İnşaat'ın
ortaklarından, en büyük hissedar Levent
Eyüboğlu projeyi tekrar anlattı.
Dünkü toplantı, Sinema Yazarları Derneği
(SİYAD) üyelerine yönelikti. Ancak,
toplantıya katılan SİYAD Yönetim Kurulu
üyesi Senem Aytaç, toplantı başlamadan
SİYAD'ın bu toplantıya katılmayı
reddettiğini açıkladı. Ardından İstanbul
Kültür Sanat Varyetesi'nin iki üyesi "Emek
Bizim İstanbul Bizim" pankartı açarak
toplantıyı protesto etti. Bir süre sessiz
kalan Eyüboğlu, tekrar kürsüye çıktı ve
projeyi anlatmaya başladı. Bu kez,
'stratejik' bir değişiklikle proje
Beyoğlu'nda kaybolan sinemalar ve Emek
Sineması üzerinden anlatıldı. En önemli
değişiklik de, projenin adının Grand Pera
olmasıydı. Bir de, 'proje geliştirme'
çalışmaları sonucunda 4. kata taşınması
düşünülen Emek Sineması'nın yanına bir adet
tiyatro sahnesi ve aynı kattaki terasta yer
alacak 'yazlık sinema' projeye dahil
edilmişti. Eyüboğlu video sunumları
desteğiyle projeyi anlattı ve aynı sorulara
muhatap olup aynı cevapları verdi. Kritik
soru yine aynıydı: "Emek Sineması neden
yerinde korunmuyor da yukarı taşınıyor."
Eyüboğlu, bunu 'sürdürülebilirlik'
kavramıyla açıklıyor. Emek Sineması'nın
yaşaması için bunun gerekli olduğunu savunan
Eyüboğlu, sinemanın kapanmadan önceki sahibi
Süheyla Kurtuluş'la yapılan bir görüntülü
röportajı da tanıtıma dahil etti. Röportajda
Kurtuluş, sinemanın rekabet etmekte
zorlandığı için kapandığını ifade ediyordu.
Sonuç olarak, "Projede değişiklik
yapılmayacak." cümlesi bizzat Eyüboğlu
tarafından seslendirildi. Henüz ruhsat
başvurusu yapılmış değil. Yasal süreçte
gelinen nokta ise şöyle: Söz konusu alanda
kiracı konumunda olan İnci Pastanesi'nin
projeye karşı açtığı dava sonuçlanıp dava
sonucuna göre tahliye işlemi başlarsa ruhsat
başvurusu da yapılacak.
Zaman, Haber: Ali Koca, 31.03.2012
******
KAMER İKNA EDECEK SİNEMA YAZARI BULAMADI
Süreci takip edenler hatırlayacaktır.
Serkildoryan binası ve Emek Sineması’nı içine alan
projenin sahibi Kamer İnşaat’ın büyük ortağı Levent
Eyüboğlu bir süre önce aralarında
Radikal’in de bulundu gazeteleri ziyaret etmiş;
daha sonra iki binayı kapsayan bir basın turu
düzenlemişti. Bu iki toplantıdan çıkan sonuç
firmanın Emek Sineması’nı dördüncü kata taşımakta
kararlı olduğu şeklindeydi.
Kamer İnşaat, birkaç gün önce ise yalnızca
Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) üyelerine
yönelik bir basın toplantısı çağrısı yaptı. SİYAD
Başkanı Tunca Arslan da kendileriyle bir görüşme
yapılmadığını belirterek üyelerini bu toplantıya
katılmamaya çağırdı. Dün gerçekleştirilen toplantıda
Arslan’ın çağrısının karşılık bulduğunu söylemek
gerek. Toplantıda aralarında benim de bulunduğum
SİYAD üyesi olan ama aynı zamanda günlük gazetelerde
çalışan üç kişi dışında, iki üye daha vardı. Kamer
İnşaat yetkililerinin toplantının SİYAD üyelerini
bilgilendirmeye yönelik olduğunu, ilerleyen günlerde
Tv kanalları ve kültür sanat servisleri için de
benzer toplantılar yapacaklarını belirtmesi üzerine
söz alan SİYAD Yönetim Kurulu Üyesi Senem Aytaç,
toplantıyı meşru bulmadıklarını ve birlikte
gerçekleştirilmiş gibi sunulmasını istemediklerini
belirtti.
Yeni bir şey yok
Daha sonra kürsüye çıkan Kamer İnşaat yöneticisi
Levent Eyüboğlu projeyi aktardı. Eyüboğlu’nun
anlattıkları arasında yeni bir şey olduğunu söylemek
zor. Yani Emek Sineması yine olduğu gibi dördüncü
kata taşınıyor ve 10 salonun daha olduğu bir
kompleksin parçası haline getiriliyor. Yeni olan tek
şey, bu on salondan birisinin tiyatroya
dönüştürülmesi. Emek Sineması için bir vakıf
kurulması ve teras katında ‘yazlık sinema’ yapılması
da yeni gelişmeler arasında.
Basın toplantısının en hareketli anları ise
Eyüboğlu’nun projenin Emek Sineması’nı koruyacağını
söylemesinden sonra yaşandı. İsyanbul Kültür Sanat
Varyetesi, Eyüboğlu’nu protesto ederek ‘Emek Bizim,
Yıktırmayacağız’ yazılı bir pankart açtı. Eyüboğlu
ile Varyete üyeleri arasında yaşanan karşılıklı
atışma toplantıya damgasını vurdu.
SİYAD meşru bulup bu toplantıya katılmasa da görünen
o ki; Kültür Bakanı
Ertuğrul Günay’ın “Kamuoyunu ikna edin” çıkışı,
firmanın bir kez daha çalışmalara başlamasına neden
olmuş. Bunu yaparken de Levent Eyüboğlu’nun
konuşmasının omurgasını oluşturan “Bu projeyi hayata
geçirmemize izin vermeseniz Serkildoryan ve Emek yok
olur” tezi ön plana çıkartılacak gibi görünüyor.
Yani bir tür ‘Sıtmayı gösterip, ölüme razı etme’
durumu. Bu strateji işe yarar mı, bilinmez. Ama
böyle bir toplantı için Film Festivali’nin başladığı
günü seçmek bile hata...
Radikal, Haber: Şenay Aydemir, 31.03.2012
|
DİYARBAKIR SURLARINA 40 MİLYON TL ÖDENEK

Yapılış tarihi kesin olarak bilinmemesine rağmen,
milattan sonra 349 yılında Roma imparatorlarından 2.
Constantinus zamanında kentin etrafının surlarla
çevrilerek kalenin güçlendirildiği bilinen yaklaşık
6 kilometre uzunluğundaki Diyarbakır Surları kentin
en önemli turistik değerlerinden birini oluşturuyor.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün surları himayesine
almasından sonra Diyarbakır'da valilik öncülüğünde
ilgili kurumların katılımıyla surların onarım ve
restorasyon çalışmaları sürüyor.
Üzerindeki kabartma ve yazıtlarıyla döneminin
sanatsal özelliklerini yansıtan surlar, üstten
görünümüyle “kalkan” balığını andırıyor. Görkemiyle,
yakınından geçenlere üzerindeki figürlerle adeta
tarihin sırlarını fısıldayan surlar için Cazibe
Merkezleri Projesi'nden bu yıl 20 milyon, Kültür ve
Turizm Bakanlığı'ndan da 20 milyon lira ödenek
gönderildi.
Diyarbakır Valisi Mustafa Toprak, yaptığı
açıklamada, Cumhurbaşkanı Gül'ün surları ve
İçkale'yi kendi himayelerine almasının çok önemli
olduğunu, bunun getirdiği sinerjiyi yaşadıklarını
söyledi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın çalışmalarını
hızlandırarak bu yıl öncelikle İçkale olmak üzere
yıkık surların restorasyon ihalesinin yapılacağını
kaydeden Toprak, İçkale'deki surların onarılmasıyla
ilgili çalışmalarda sona gelindiğini bildirdi.
Cazibe Merkezleri Projesi'nden gelecek 20 milyon
liralık kaynağın projeleri hazır olan burçlar için;
Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan gelen 20 milyon
liranın ise surlar ve burçların kalan kısımları için
harcanacağı bilgisini veren Toprak, şöyle dedi:
“Projesi hazır olan burçların onarım yapım ihalesine
çıkıyoruz. Ayrıca, eksik olan ve projesi
olmayanların proje ihalelerini yapacağız. Kültür ve
Turizm Bakanlığı da 20 milyon lira ödenek gönderdi.
Bu kaynaklarla surların geri kalan kısmı ve burçlar
onarılacak. 1 yıl içerisinde bu çalışmaların
bitirilmesi mümkün değil. Ama en acil dokunulması
gereken yerlere de dokunacağız. 4 burcun projesi
hazır. Onların yapım ihalesine çıkacağız. 10'a yakın
burcun da projelerini hazırlıyoruz. 2012 yılı içinde
bu çalışmaları tamamlayacağız. İçkale ve burçlarla
ilgili çalışmaları 2013 yılında tamamlamayı
planlıyoruz. Bu kaynakla önemli bir yol kat
edeceğiz. Ödenek konusunda sıkıntı yok.”
Turizm Gazetesi, 30.03.2012
|
"CUMALIKIZIK TURİZM STRATEJİLERİ PANE VE
ÇALIŞTAYI"NIN SONUÇ BİLDİRGESİ YAYINLANDI

Osmanlı sivil mimarisinin görkemli köy yerleşimini
günümüze ulaştıran, UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne
alınması için çalışmaların yürütüldüğü 700 yıllık
Cumalıkızık'ta, Yıldırım Belediyesi tarafından
düzenlenen ''Cumalıkızık Turizm Stratejileri Panel
ve Çalıştayı''nın sonuç bildirgesi yayımlandı.
Yıldırım Belediyesi'nin, ''Zaman Tünelinde
Kaybolmayan Tarih Bekçileri Projesi'' kapsamında,
Bursa-Eskişehir-Bilecik Kalkınma Ajansı'ndan (BEBKA)
aldığı hibe ile hafta sonu Cumalıkızık'ta
gerçekleştirilen panel ve çalıştayın sonuç
bildirgesinde özgün ürünlerin kestane, ahududu,
çileğin üretim, tanıtım ve markalaştırılmasının
önemine dikkat çekildi.
Bildirgede, yerel halkın, Cumalıkızık'ın tarihi,
turizmi ve ekonomisi konusunda bilinçlendirilmesi,
Cumalıkızık Kooperatifi oluşturularak yeni bir
işletme modelinin geliştirilmesini, Cumalıkızık Kent
Konseyinin oluşturularak ilişkiler zinciri
yaratılması, tarım alanlarının korunması ve
geliştirilmesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı
katkısının sürekliliğinin sağlanması konularında
görüş birliğine varıldı.
Cumalıkızık'ta akademisyenler, çeşitli meslek
gruplarına ait sivil toplum kuruluşlarının
temsilcileri, Köy muhtarı ve Cumalıkızlık
sakinlerinin katılımıyla gerçekleşen çalıştay,
Prof.Dr. Nilüfer Akıncıtürk ve Prof.Dr. Handan Türkoğlu,
Prof.Dr. Zeynep Ahunbay ve Prof.Dr. Neslihan
Dostoğlu başkanlığında yapılmıştı.
Çalıştayda Cumalıkızık'ın turizminin
canlandırılmasına yönelik fiziki, toplumsal,
ekonomik, yönetimsel ve politik boyutta yeni
fikirler geliştirilmişti.
Bu arada, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep
Altepe, bir süre önce Hanlar Bölgesi ve Sultan
Külliyeleri ile Cumalıkızık'ın, ''UNESCO Dünya
Mirası Listesi''ne alınması amacıyla çalışma
yürütüldüğünü açıklamıştı.
Uludağ eteklerindeki 7 kızık köyünden biri olan
Cumalıkızık, tarihi dokusunu koruyabilen tek yer
konumunda. Köyün, Osmanlılar'ın Bursa civarına
yerleşmeye başladıkları yıllarda kurulduğu ve 700
yıllık bir vakıf Köyü olduğu belirtiliyor. Köydeki
270 evin yaklaşık yarısı halen kullanılıyor.
Yapı, 30.03.2012
|
DİYARBAKIR'DAKİ RESTORASYON ÇALIŞMASINDA 5.5 MİLYON
TL KAYIP

Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve
Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü
ekiplerinin yaptığı operasyonda, Ulu Camii,
İskenderpaşa Konağı ve Hazreti Süleyman Camii
yapım, onarım ve restorasyon işi ihaleleri
kapsamında 5 milyon 500 bin TL'nin fazla
ödendiği ortaya çıktı. Gözaltına alınan 16
kişiden 5'inin polis tarafından, 11'inin ise
çıkarıldıkları mahkemece serbest bırakılması
dikkat çekti.
Diyarbakır Kaçakçılık ve Organize Suçlarla
Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri, dört gün
önce Ankara, Amasya ve Bursa'da düzenlediği
operasyonda 16 kişiyi 'İhaleye Fesat
Karıştırmak, Edimin İfasına Fesat
Karıştırmak' suçlarından gözaltına almıştı.
Gözaltına alınan 10'u devlet memuru olmak
üzere toplam 16 kişi'den 5'i Emniyet
Müdürlüğü'ndeki sorgulamalarının ardından
salıverildi. Mahkemeye çıkarılan 11 kişi ise
tutuksuz yargılanmak üzere serbest
bırakıldı.
Devletin 4 milyon 200 bin TL'sinin
kaybolduğu bilirkişi raporlarıyla ortaya
çıkarılmasına rağmen zanlıların serbest
bırakılması dikkat çekti. Soruşturmada,
Diyarbakır Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nde ve
Ankara Vakıflar Genel Müdürlüğü'nde çalışan
zanlıların, Diyarbakır'daki Ulu Camii,
İskenderpaşa Konağı ve Hazreti Süleyman
Camii yapım, onarım ve restorasyon işi
ihalelerinde usulsüzlük yaptıkları, ihale
sonrasında çeşitli nedenlerle ihaleyi
kazanan firmalara fazla ödeme yaptıkları ve
bilirkişice ihale dosyalarının incelenmesi
neticesinde kurumun KDV hariç 4 milyon 419
bin 420 lira 23 kuruş zarara uğratıldığının
tespit edildiği belirlendi.
Alınan bilgiye göre; Diyarbakır Ulu
Camii'nin restorasyonu için yapılan birinci
ihalede 4 milyon 200 bin TL'den başlayan
tekliflerle sonuçlanmasına rağmen ihale
hiçbir gerekçe gösterilmeden iptal edilmiş.
Aynı iş için yapılan ikinci ihalede ise daha
düşük teklifler olmasına rağmen 6 milyon 250
bin TL'ye başka firmaya verilmiş. Ulu
Camii'nin avlusunda bulunan Mesudiye
Medresesi'nde 2010, 2011 ve 2012 yıllarında
yapılan onarım işi ve ihalesinde ise
enjeksiyon işinin 60 günde tamamlanmasına
rağmen bu çalışmanın 1076 gün yapılmış gibi
gösterilerek devletten para alındığı ortaya
çıktı. Bilirkişi ve polisin yaptığı
araştırmada kaplama için firmaya 4 ton
kurşun teslim edildiği ancak bu kurşunların
kullanılmadığı yeniden kurşun alınarak
kaplamanın yapıldığı, 4 ton kurşunun
akıbetinin tespit edilemediği kaydedildi.
Diyarbakır Ulu Camii Hanefiler bölümünde
tavan arası kuş gübresi temizliğinde de
ilginç bir yöntem izlenmiş. Restorasyondan
önce çekiler resimlerden 2-3 kişinin
elektrik süpürgesi yaptığı gübre temizliğini
firma 10 kamyon dolusu gübreye denk gelecek
temizlik yapılmış gibi gösterip para aldığı
belirlendi. Bilirkişi bu tavanda 10 kamyon
dolusu gübrenin çıkmasının da mümkün
olmadığı notunu yazdı. İskender Paşa
Konağı'nda ise firmanın kireç esaslı çimento
içermeyen tiksotrapik harç ile örtü yapılma
çalışmasını metre küp olarak Vakıflar Bölge
Müdürlüğü'ne bildirdiği ancak kurumun
firmaya hak ediliş ödemesini metreküp yerine
metrekare şeklinde ödeme yaparak, normal
ödemesi gereken paranın 10 kat fazlasını
ödediği ortaya çıktı.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın
geçtiğimiz ay açılışını yaptığı Hz. Süleyman
Camii ve müştemilatında ise enjeksiyon
işinin 6 günde tamamlandığı ancak bu işte
kullanılan kompresörün 362 gün çalışmış gibi
gösterilerek fermaya ücret ödendiğini ortaya
çıkarıldı. Ayrıca duvarların çatlak
temizliğinde kompresörün hiç kullanılmadığı
tespit edildi.
Soruşturma kapsamında ihale evraklarını
inceleyen bilirkişi, vakıflarda çalışan
kişiler ile firmaların devleti 5,5 milyon TL
zarara uğrattığı kaydedildi.
Zaman, 30.03.2012
|
İNŞAAT KAZISINDAN ANTİK ZEYTİNYAĞI İŞLİĞİ ÇIKTI

Antalya’nın Kaş
İlçesi'nde, ilçe merkezinde
bulunan MÖ 1. yy ait Hellenistik tapınak çevresinde
yapımına başlanan inşaatın temel kazıları sırasında
tarihi kalıntılar ortaya çıktı.
Antik döneme ait olduğu belirtilen kalıntıların
zeytinyağı işlemede kullanılan yapılar olduğu
sanılırken inşaat çalışmalarına ara verildi. Kaşlı
sivil toplum örgütleri bölgede kurtarma kazısı
yapılarak alanın kamulaştırılmasını talep ediyor.
Kaş ilçe merkezindeki Antiphellos antik kentinden
bugüne ulaşabilen nadir yapılardan biri olduğu
belirtilen Hellenistik Tapınakla, yine antik dönemden
kalma sarnıcın yanı başında yapılması planlanan
inşaatın kazı çalışmaları sırasında tarihi
kalıntılar ortaya çıktı. Bunun üzerine Kaş
Belediyesi yetkilileri durumu Antalya Müzesi
yetkililerine haber verdiler. Ardından Antalya
Müzesi tarafından görevlendirilen iki uzmanın
denetiminde inşaat sahasında arkeolojik sondaj
çalışması yapıldı. Antalya Kültür Varlıkları Koruma
Bölge Kurulu’na durumu bildiren Kaş Belediyesi
yetkilileri, inşaat çalışmalarının şimdilik
durdurulduğunu ancak çalışmaların devam edip
etmeyeceğine kuruldan gelecek görüş doğrultusunda
karar verileceğini belirttiler.
Gelişme karşısında harekete geçen Kaşlı sivil
toplum örgütleri, bölgede daha kapsamlı bir kurtarma
kazısı yapılarak eserlerin Kaş’a kazandırılmasını ve
kafeterya yapılacağı öne sürülen inşaat alanının
kamulaştırılmasını talep ediyor. İnşaat
çalışmalarının devam etmesinden endişe eden sivil
toplum örgütü temsilcileri, ortaya çıkan eserlerin
nasıl korunacağının ayrı bir soru işareti olduğunu
belirtiyorlar.
Bu amaçla yetkililere yönelik ortak bir çağrı
yapan sivil toplum örgütleri, 1. Derece Arkeolojik
Sit Alanı olan bölgede ortaya çıkan kalıntıların
belgelenerek tescil edilmesini talep ettiler. MÖ 1.
yy tarihlenen tapınağın bulunduğu alan aynı zamanda
kentsel sit alanı statüsüne sahip.
Açık Gazete, 30.03.2012
|
OTOPARK ARAZİSİNDEN TARİHİ ESER ÇIKTI

Otoparkı yapılması planan Bolu Kültür Parkı
arazisinde yapılan kazılar sonucu 70 Mezar ve çok
sayıda kandil, kase, kantar, şamdan, çan, zincir,
aplik, sikke, sürahi vb. küçük objeler bulundu.
Bolu’da “Kentsel Arkeolojik Sit Alanı” içinde
kalan ve mülkiyeti Bolu Belediye Başkanlığı’na ait
olan Kültür Parkı’nda, yeraltı otoparkı için yapılan
kazı çalışmaları sırasında 70 tarihi mezar bulundu.
Büyükcami Mahallesi’nde bulunan Kültür Park’ında,
Bolu Belediye Başkanlığı’nca yeraltı otoparkı yapımı
planlandı. Otopark yapılacak sahanın sit alanı
içinde kalması nedeniyle Kültür Parkı ve çevresinde
Ankara Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu
kararları gereğince, Kültür Varlıkları ve Müzeler
Genel Müdürlüğü’nden alınan ruhsatlarla 2010 ve 2011
yıllarında masrafları Bolu Belediyesi’nce
karşılanmak üzere Müze Müdürlüğü’nce sondaj ve
kurtarma kazıları yapılmaya başladı.
Konuyla ilgili açıklamalarda bulunan Bolu Müze
Müdürü Arkeolog Mustafa Güneş, “2010 ve 2011
yıllarında gerçekleştirilen söz konusu çalışmalarda
Roma dönemine ait olan ve bir mekanında mozaik taban
döşemesi bulunan tahrip olmuş durumdaki yapı
kalıntıları çıktı. Geç Roma dönemine ait olan üç
adet mezar ile Roma, Geç Roma ve Bizans dönemine
tarihlenen eserler (figür, kandil, kase, kantar,
şamdan, çan, zincir, aplik, sikke, sürahi vb. küçük
objeler) açığa çıkarılmıştır” dedi.
Kazı sonuçlarının Ankara Kültür Varlıkları Koruma
Bölge Kurulu’nda değerlendirildiğini söyleyen Güneş,
“Başlangıçta Kültür Parkı’nın doğu bölümünde yapımı
planlanan yeraltı otoparkı projesinde Bolu Belediye
Başkanlığı’nca değişikliğe gidilmiş ve proje Kültür
Parkı’nın tamamı ve çevresini kapsayacak şekilde
genişletilmiştir. Kültür Parkı’nın doğu bölümündeki
çalışmalar 2010 ve 2011 yıllarında tamamlanmıştır.
Yeraltı otoparkı için genişletilmiş olan batı
bölümünde ise 2011 yılı sonunda sondaj kazısı
yapılmış ve kazı sonuçları Ankara Kültür
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunda
değerlendirilmiştir” diye konuştu.
Karlı havaların yerini bahar aylarına
bırakmasıyla kazı çalışmalarının kaldığı yerden
devam ettiğini ifade eden Mustafa Güneş, “Çalışmalar
halen Kültür Parkı’nın içinde Bolu Belediye
Başkanlığı’nca sağlanan 40 işçi ile yürütülmektedir.
Kültür Park’ta toplam 8 adet açma planlanmıştır.
Dört açmadaki çalışmalar tamamlanmıştır. İki
açmadaki kazı çalışmalarına ise devam edilmektedir.
Kurtarma kazısı çalışmalarında 26.02.2012 tarihi
itibarı ile Geç Roma dönemine ait 11 adet blok taş
mezar ile Bizans dönemine ait 59 adet kiremit mezar
olmak üzere toplam 70 adet mezar açığa
çıkarılmıştır. Kiremit mezarlar büyük ölçüde tahrip
olmuş durumdadır. Belirlenen 8 açmanın kazısı
tamamlandıktan sonra parkın güneyindeki yol ve yolun
güneyindeki yamaç kısımların kazısı yapılacak ve tüm
alanda ham toprak seviyesine inilecektir. Kazı
çalışmaları tamamlandıktan sonra konu
değerlendirilmek üzere Bakanlığımız, Kültür
Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü ile Ankara
Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na
iletilecek.
Sahada Bolu Belediye Başkanlığı’nca yeraltı
otoparkı yapımına ilişkin nihai karar daha sona
verilecektir” ifadelerini kullandı.
Haber 7, 30.03.2012
|
KÖYLÜLERİN FARKETTİĞİ HÖYÜKTEN BİR TARİH GÜN IŞIĞINA
ÇIKTI

Kütahya’da, yaklaşık 3 yıl önce
köylüler
tarafından fark edilen 5 bin yıllık höyükteki
kurtarma kazısında, Roma döneminden kalma sabun taşı
ve metalden objelerle çocuk iskeletleri bulundu.
Kütahya Müze Müdürü ve Çiledir Höyüğü Kazısı
Başkanı Metin Türktüzün, AA muhabirine yaptığı
açıklamada, il merkezine 28 kilometre uzaklıktaki
Arslanlı Köyü yakınında vatandaşların fark edip
bildirmesinin ardından ortaya çıkarılan Seyitömer
Linyit İşletmesi (SLİ) Müessesesi arazisindeki
höyüğü kazmaya, 2009 yılının eylül ayında
başladıklarını bildirdi.
Çiledir Deresi mevkisinde bulunmasından dolayı bu
alanı ”Çiledir Höyüğü” diye adlandırdıklarını
belirten Türktüzün, höyüğün altındaki kömürün
çıkarılabilmesi için
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve
Müzeler Genel Müdürlüğü’nün izni, Kütahya
Valiliği’nin onayıyla kurtarma kazısı yaptıklarını
söyledi.
Geçen yıl 6
Haziran-4 Aralık’ta yürüttükleri kazının, bu yıl
yaz mevsiminde devam edeceği bilgisini veren
Türktüzün, ”Geçen yılki çalışmalara müze uzmanları,
öğrenciler ve SLİ Müessesesi işçileri olmak üzere
yaklaşık 100 kişilik ekip katıldı. Kazının
finansmanı SLİ Müessesesi tarafından karşılandı.
Kazı çalışmalarına,
Dumlupınar Üniversitesi (DPÜ) Fen Edebiyat
Fakültesi
Arkeoloji Bölümü ve
Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi katkı sağladı”
dedi.
-Höyüğün geçmişi 5 bin yıl öncesine kadar uzanıyor-
Türktüzün, höyüğün
Roma dönemi tabakalarının bir bölümünün
kaldırıldığını ve Eski Tunç Çağı tabakasında çalışma
yapıldığını anlattı.
Kazıda şimdiye kadar önemli bulgular ele geçtiğine
dikkati çeken Türktüzün, şöyle devam etti: ”Höyüğün
tespit edilen en eski evresi, MÖ 3000-2000 yıllarına
tarihlenen İlk Tunç Çağı evresidir. Çiledir
Höyüğü’ndeki İlk Tunç Çağı mimarisi incelendiğinde
birbirini takip eden ve birbirini destekler konumda
yapılmış, 3-4 metre yüksekliklere kadar korunmuş sur
teras duvarları bulunuyor. Sur teras duvarları,
ortada bulunan bir yapının etrafını yay şeklinde
sarıyor. Parçalar halinde inşa edilen duvarların
temel taşları arasında kot farkı var. Sur teras
duvarlarının kısmen çevrelediği yapının tüm
duvarları, güçlendirmek veya bilmediğimiz farklı bir
nedenden dolayı birbiri ardına örülmüş duvarlarla
çevrelenmiş. Ayrıca bu mekanın batı kesiminde mekana
bitişik inşa edilmiş bir oda yer alıyor.”
Türktüzün, kazılarda İlk Tunç Çağı’na ait çok
sayıda seramik parçası ve dönemin özelliklerini
yansıtan ana tanrıça figürleri bulunduğunu belirtti.
Höyükte sabun taşı işçiliği yapıldığını
belirlediklerini söyleyen Türktüzün, şunları
kaydetti: ”Sabun taşı ve metalden boncuk, piramidal
şekilli objeler ve mühürler açığa çıkarıldı. Roma
dönemine ait ve ikincil kullanım görmüş
mimari yapılara da rastlandı. Bu yapılar
incelendiğinde, birbirine bağlı odalardan oluşan bir
mimari kompleks olduğu düşünüldü. Odaların genel
olarak taş döşeli olduğu görüldü. Taş döşemelerin
altında ise atık su giderleri inşa edildiği ve bu
sistemin farklı yapılar için yapılmış atık su
sistemleriyle birleştiği saptandı. Üzerinde kazıma
yazı bulunan pişmiş toprak iki kiremit parçası ele
geçti. Bunlardan birinin üzerinde, Erken
Hristiyanlık dönemine ait ’Burada Euelpis
yatıyor’ yazan kitabe var.” Türktüzün, höyükteki
mezarlarda, 9-15 yaşlarında 4 çocuğa ait
iskeletlerin yanı sıra domuz
kafatası, köpek iskeleti, at, domuz, kemirgen
hayvan ve keçi iskelet parçaları bulunduğunu
sözlerine ekledi.
Milliyet, 30.03.2012
|
İNŞAAT İŞÇİLERİ HAZİNE BULDU
Rusya'nın
St. Petersburg kentinde 19. yüzyıldan kalma bir
malikaneyi restore eden işçiler, gizli bölmede
saklanmış bir
hazine buldu.
Intarsia inşaat firması tarafından yapılan
açıklamada, işçilerin malikanenin iki katı
arasındaki gizli bir bölmede binden fazla gümüş
parça ile mücevher bulduğu belirtildi.
Rus soylularından Naryshkin ailesine ait malikanede
bulunan hazinede nadide gümüş ve porselen tabakların
da bulunduğu, tabakların 1917'deki Bolşevik
Devrimi'nden birkaç ay öncesine ait gazete
parçalarına sarıldığı belirlendi.
Firma, Bolşevikler'den saklamak için gizlendiği
sanılan hazinenin St. Petersburg Müzesi'ne
gönderileceğini açıkladı.
Sabah, 30.03.2012
******
HERKES BU HAZİNENİN PEŞİNDE

Rusya'nın St Petersburg şehrinde 18’inci
yüzyıldan kalma bir malikanede cuma günü bulunan
1000 parçalık
hazinenin paylaşımı tartışma çıkardı.
Çar Alexis’in eşinin ailesine ait olduğu bilinen
ve alt katı kafe olarak kullanılan malikanedeki
hazineyi restorasyon çalışmaları sırasında
inşaat işçileri buldu. Milliyet'in haberine göre İki
kat arasındaki gizli bir bölmede gazete kağıtlarına
kaplı halde bulunan
hazine, gümüş ve porselen takımlardan değerli
mücevherlere kadar pek çok gözalıcı parçayı
kapsıyor. Fakat, henüz değeri dahi hesaplanmayan
hazine üzerinde paylaşım kavgası hemen başladı.

Yapının en son 1875’te
Çar Alexis’in eşi ve 1. Petro’nun annesi annesi
Nataliya Naryshkina’nın ailesi tarafından satın
alındığı, 1917’de
Bolşevik Devrimi’yle millileştirildiği
biliniyor. Bu yüzden, Devrim’de malikanenin devletin
eline geçmesini sağlayan bir Komünist örgüt, hak
talep ediyor. Restorasyonu yapan şirket
hazinenin şehrin müzesine teslim edilmesi
gerektiğini söylüyor. Devlete bağlı haber ajansı
ise, Naryshkina ailesinden hayatta kalan tek kişinin
hazinenin varisi olabileceğini açıklayarak olaya
yeni bir boyut kazandırdı.
Hazine, şimdilik koruma komitesi tarafından
koruma altına alındı.

Hazinenin sarılı olduğu gazetelerin 1917 yılına ait
olması,
Bolşevik Devrimi sırasında devletin eline
geçmemesi için saklandığını gösteriyor.
Habertürk, 01.04.2012
|
"İNSANI GİTTİ, BIRAKIN TARİHİ KALSIN"

Fener Balat Ayvansaray Derneği, kentsel dönüşüm
alanı ilan edilen ancak henüz avan projesi dahi
onaylanmamış Tokludede Mahallesi'ndeki
arkeolojik kazıntılara zarar verecek şekilde yapılan
denetimsiz kazı çalışmalarını protesto ederek
Belediye ve inşaat firmasına suç duyurusunda
bulunacak.
Fatih'e bağlı 8 bin 500 yıllık tarihi olan 70
haneli Tokludede Mahallesi, 2005'te kentsel dönüşüm
alanı ilan edildi.
Şener Holding'e bağlı Altınboynuz inşaatının
mahalleliyle görüşmeleri sonucunda, mahalleli yeni
projeye dahil olmadı; çünkü projenin ne olacağı ve
kendisine nereden ne verileceği belli değildi. Bu
yüzden evlerini satmak
zorunda kaldı.
Evini satmakta direnen yedi aile var; ancak onlar
da sürekli şirketin ve Belediye'nin "satın da satın"
baskısıyla karşı karşıya; zaman zaman elektirkleri
bile kesildi. Hatta bir mahalleli bu baskılara
dayanamayarak intihara
teşebbüs etmişti; şimdi Belediye'ye tazminat
davası açtı.
Müze uzmanları olmadan kazı
Sit alanı olan "Tarihi Yarımada" içinde kalan
mahallede Meryem Ana Ayazması ve kayıp eski
eserlerden Toklu İbrahim Dede Mescidi ve birçok yer
altı zenginliği ile arkeolojik kalıntı var.
Bu yüzden müze uzmanları olmadan hafriyat
yapılamaz; ancak inşaat şirketi, haftasonu Koruma
Kurulu ve İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürlüğü'nün
izni olmadan tarihi alanda hafriyat çalışmaları
yaptı.
Basında çıkan haberler üzerine, İstanbul
Arkeoloji Müzesi, bölgeye gidip tarihi sit alanı
içinde izinsiz müdahalede bulunulup iş makineleri
ile alanın tahrip edildiğine dair tutanak tuttu;
kazı şimdilik durdu.
Mahallede bir araya gelen Fener Balat Ayvansaray
Derneği (FEBAYDER), Mimarlar Odası,
Şehir Plancıları Odası ve çeşitli mahalle
dernekleri, denetimsiz kazıları protesto etti.
Eylemde birçok polis vardı.
"Yıllarca tek çivi çakamadık"
Fatih Belediyesi ve Şener Holding hakkında suç
duyurusunda bulunacak FEBAYDER adına konuşan
Çiğdem Şahin, Tokludede Mahallesi'ndeki
uzun mücadelelerine rağmen kentsel dönüşümü
engelleyemediklerini ancak en azından arkeolojik
kalıntıların zarar görmesine izin vermeyeceklerini
belirtti.
Şahin, yıllarca koruma amaçlı 2683 nolu yasa ve
Anıtlar Kurulu'nun sıkı denetiminden dolayı evlerine
bir çivi çaktıklarında para cezasına
çarptırıldıklarını hatırlatarak şöyle dedi:
"Şimdi bize, 'evlerinize bakmamışsınız, biz
geleceğiz ve gerekeni yapacağız' diyorlar, tıpkı
Tarlabaşı ve Sulukule'deki gibi yapacakları yıkım."
Arkeolojik zenginlik hiçe sayılıyor
Şahin, "Tarihi yaşatma adına bu nasıl bir
çelişkidir" diyor ve ekliyor:
"Dün sımsıkı korunan tarihi bölgelerde şimdi
hiçbir denetim olmaksızın, yerin kat be kat altına
inen kazılar yapılarak arkeolojik zenginliğe
telafisi mümkün olmayan zararlar verilebiliyor.
Üstelik ne ironidir ki bu 'tarihi koruma ve yaşatma'
adına yapılıyor."
Arkeoloji hırsızlığı riskine de dikkat çeken
Çiğdem, gece yarısı ve kimsenin haberi olmadan
yapılan kazılarda bulunacak tarihi eserlerin kimin
denetiminde olduğunu sordu.
Geçen temmuz ayında, herkesin sokaklarda oturduğu
mahalle artık bomboş. Mahalleli evlerin restore
edileceğini düşünmüyor; genel kanı otel inşa
edileceği yönünde.
"Kira yardımı sözünü tutmadılar"
73 yaşındaki Mehmet Çınar ise 53 yıl boyunca
mahallede kiracıymış. Şener Holding yetkilileri,
taşınma parası vermiş ve "kiranın üstünü tamamlarız"
demiş.
"Başka çarem yoktu, kabul etmesem de atacaklardı.
O zaman 230 lira kira ödüyordum şimdi 400 lira.
Maaşım zaten 800 lira. Şirket yetkilisine sözünü
hatırlattığımda bana hakaret etti. Yaşlı, hasta
adamım, nasıl geçineyim; maaşın yarısı kiraya
gidiyor."
bianet.org, 29.03.2012
|