24 - 30 Haziran 2012
|
7 ESERDEN DEVLETE TAM 2
MİLYON TL
Geçtiğimiz sezonlarda
Antik A.Ş.’nin sattığı 7 Çağdaş Türk
sanat eseri,
devlete 2 milyon TL kazandırdı.
Antik A.Ş. ve
Londra
Sotheby’s
şirketlerinin geçtiğimiz aylarda düzenlediği
müzayedelerde Çağdaş Türk Sanatının başyapıt
rekorlarına yenileri eklendi. 2.7 ve 2.1
milyon TL satış rakamları ile Erol
Akyavaş ve Nejad Melih Devrim imzalı eserler Türk
sanat piyasasının yeni rekorları olarak kayıtlara
geçti.
Sotheby’s
müzayede evinin
geçtiğimiz nisan ayında Londra’da düzenlediği Çağdaş
Türk Sanatı müzayedesinde Nejad Melih Devrim’in 1952
yılına tarihlenen “Soyut Kompozisyon” çalışması
735.650 sterline yani yaklaşık 2 milyon 133 bin 385
TL’ye satılarak sanatçının rekoruna imza atarken,
Artam Antik A.Ş.’nin Mart
2012 müzayedesinde
Erol Akyavaş’ın “En-el Hak” isimli eseri Çağdaş Türk
sanatı rekoru kırarak 2 milyon 777 bin 700 TL’ye
alıcı buldu. Orhan Peker’in “Ayçiçeği Tarlasında”
konulu çalışması 695 bin TL’ye satılarak sanatçının
en değerli eseri rekorunu kırarken, birçok Türk
sanatçısı en yüksek satış değerlerine 2012 yılında
ulaştı.
Sanat eserlerine uygulanan %18
KDV ile
Türkiye’de satılan
Burhan Doğançay, Erol Akyavaş, Fahrel Nissa Zeid ve
Mübin Orhon başyapıtlarından 2 milyon lira KDV elde
edildi.
Müzayedelerin ilk 10 eseri
1- Erol Akyavaş “En-el Hak” 2.7 milyon TL
(Sanatçının dünya satış rekoru) / Artam Antik A.Ş.
271. Müzayede (2012)
2- Burhan Doğançay “Mavi
Senfoni” 2.7 milyon TL (Sanatçının dünya satış
rekoru) / Artam Antik A.Ş. 258. Müzayede (2009)
3- Erol Akyavaş “Kuşatma” 2.6 milyon TL / Artam
Antik A.Ş. 260. Müzayede (2010)
4- Nejat Melih Devrim “Soyut” 2.1 milyon TL /
(Sanatçının dünya satış rekoru) / Sotheby’s Müzayede
(2012)
5- Erol Akyavaş “End of Encounter” 1.5 Milyon TL /
Bonham’s Müzayede No: 19267 (2011)
6- Fahrel Nisa Zeid “Soyut” 1.5 milyon TL
(Sanatçının dünya satış rekoru) / Sotheby’s Müzayede
(2010)
7- Fahrel Nisa Zeid “Londra” 1.3 milyon TL / Artam
Antik A.Ş. 258. Müzayede (2009)
8- Mübin Orhon “Soyut” 1.3 milyon TL / (Sanatçının
dünya satış rekoru) / Artam Antik A.Ş. 263. Müzayede
(2010)
9- Erol Akyavaş “VAV” 1.3 Milyon TL / Artam Antik
A.Ş. 266. Müzayede (2011)
10- Fahrel Nisa Zeid “Soyut” 1.2 Milyon TL / Artam
Antik A.Ş. 263. Müzayede (2010)
Milliyet, 29.06.2012
|
KARS'TA ANTİK BUĞDAYA TERSİNE GÖÇ
Bereketli Anadolu topraklarının tarım mirasçısı olarak kabul edilen Kars'ta altı yıldır antik tohumların kurtarılmasıyla ilgili çok önemli bir proje yürütülüyor. Proje şimdiden 450 Kars köylüsünün hayatına yeni bir yön verdi ve yok olmaya yüz tutmuş 'antik' olarak kabul edilen Kars'a özel kavılca ve zeyrek tohumlarının geleceğini kurtardı. Yerel Tohumların Sürdürülebilir Köy Projeleriyle Korunması ve Kullanımı adını taşıyan çalışmanın altında Sorborne mezunu bir İstanbullu olan Beti Minkin'in imzası var. Kars Valiliği, belediye ve üniversitelerin desteği de dikkat çekiyor. Beti Minkin, Kars'ın yedi köyünde çiftçileri organize ederek tohumları organik olarak çoğaltmış. 2007'de 150 köylünün organik sertifikası almak için ihtiyaç duyduğu toplam 10 bin doları fonlamış. Proje başladıktan sonra organik kavılca tohumu üretmek için köylüler önce gübreden vazgeçmiş. Minkin, sadece gübre kullanmayarak köylülerin cebinde 1.5 milyon TL'lik para kaldığını anlatıyor. Çiftçiler organik tarım yaptıkları için devletten de toplam 2 milyon liralık destek almış. Kavılca buğdayının sert kabuklu ve modern işlemeye uygun olmadığını anlatan Minkin, "Bu buğdayı Kars dışında hatta Avrupa'da satmak istiyoruz. Lif oranı yüksek olduğundan bağırsak kanseri başta olmak üzere birçok hastalığı önlüyor" diyor. 450 köylünün bu yılki hasat hedefi 4 bin ton. 5 yılda 3.5 milyon TL kazanç hedefleniyor.
Sabah, Haber: Yasemin Salih, 29.06.2012
|
 |
|
7 BİN 500 YILLIK DÜNYANIN EN ESKİ
İNCİSİ BULUNDU
Fransız bilim insanları MÖ 5 bin 500 yılına, yani Cilalı Taş Dönemi'ne ait inci buldu.
Dünyanın en eski incisi olduğu tahmin edilen bu değeri taşı Birleşik Arap Emirlikleri'nde bir mezarın içinde bulan uzmanlar, en az 7 bin 500 yıllık olduğunu düşünüyor.
İki milimetre uzunluğunda ve 0.001 santim yarıçapında olan inci, cesedin üst dudağının içine yerleştirilmiş şekilde bulundu.
Bilim insanları, bu keşifle birlikte sadece dünyanın en eski incisini değil, aynı zamanda incili istiridye avının bilindiği üzere Japonya'da değil Arabistan'da başladığını da keşfetmiş oldu.
Sabah, 29.06.2012
|
MEVLANA'YA ŞİMDİ DE
AFGANLAR SAHİP ÇIKTI

İran ile Türkiye’nin bir
türlü paylaşamadığı ünlü düşünür Mevlana’yı
Afganistan da sahiplendi. Afgan Kültür Bakanlığı,
“Mevlana, bizim edebi figürümüzdür” dedi.
İslam dünyasının en önemli düşünce adamlarından ve
şairlerinden biri olan Mevlana Celaleddin-i Belhi
Rumi, ölümünün üzerinden 740 yıl geçmesine rağmen
hala paylaşılamıyor. Yaşamının önemli bir bölümünü
Anadolu’da geçirdiği ve mezarı da Konya’da bulunduğu
için Türkiye, Mevlana’yı kültürünün önemli bir
parçası sayıyor. Aynı şekilde İran da, eserlerini
Farsça yazmasından ve o dönemde Fars
İmparatorluğu’nun bir parçası olan Belh kentinde
doğmasından dolayı Mevlana’yı Fars kültürünün bir
parçası olarak sahipleniyor. Bu çekişmeye şimdi de
Belh kentinin sınırları içinde bulunduğu Afganistan
da eklendi.
‘Türkiye ve İran çaldı’
Yıllardır devam eden uzun savaş ve işgallerin
ardından kısmen de olsa yeniden nefes almaya
başlayan ülke, Kabil Üniversitesi’nin öncülüğünde
Afgan Kültürünü Koruma ve Sahiplenme Hareketi
başlattı. Bu kampanyanın en önemli kısmı ise
Mevlana’nın Afgan kültürünün bir parçası olduğunu
dünyaya kabullendirmek.
Kampanyanın liderlerinden Afgan Enformasyon ve
Kültür Bakanlığı danışmanı Celal Nurani de “İran,
dünyaya şanlı bir tarihi olduğunu göstermeye
çalışıyor. Bunun için yıllardır bizim edebi
figürlerimizi kendilerininmiş gibi gösteriyorlar.
Buna artık sessiz kalamayız” diyerek Tahran
yönetimine meydan okudu. Kabil Üniversitesi’nin Fars
Edebiyatı Bölüm Başkanı Muhammed Hüseyin Yamin de
Mevlana’nın Afgan köklerinin “reddedilemeyecek bir
gerçek olduğu” görüşünde. Yamin “Bu bütün belgelerle
kanıtlanmış durumdadır. İranlılarla defalarca aynı
masaya oturup bu konuyu tartıştık. Hiçbir kanıt
ortaya koyamıyorlar” diye konuştu. Pakistan’da
yayınlanan Daily Times gazetesinin yazarı Muhammed
Taki ise, “Afganlar bu konuda çok geç kaldı. İran ve
Türkiye çoktan çaldı bile” yorumunu yaptı.
Mevlana, bugünkü Afganistan sınırları içerisinde yer
alan, Horasan bölgesindeki Belh şehrinde 1207
yılında dünyaya gelmiştir. Henüz 9 yaşındayken
ailesiyle Konya’ya taşındı. Tasavvuf dalında önemli
eserler verdi, Mesnevi’yi yazdı. 1273’te Konya’da
öldü. Mezarı Konya’daki Mevlana Müzesi’ndedir.
Vatan, 28.06.2012
|
TOPKAPI'YA BAŞKAN OLUYOR
Yedi yıldır Topkapı
Sarayı Müzesi Başkanlığı yapan Prof.Dr. İlber
Ortaylı, görevinden ayrılıyor. Ortaylı’dan boşalacak
koltuğa Ayasofya Müzesi Başkanı Doç.Dr. Haluk
Dursun’un getirileceği iddia ediliyor.
Topkapı Sarayı Müzesi’nde müdürlük görevini yürüten
Prof.Dr. İlber Ortaylı, 7 yıllık hizmetinin ardından
yaş haddinden dolayı görevinden ayrılıyor. Görev
süresi boyunca oldukça aktif bir çalışma programı
izleyen ve tarihi sarayın dünyaya tanıtımında büyük
öncülük eden Ortaylı için, Pazar akşamı Kültür
Bakanı Ertuğrul Günay’ın da katılcağı bir veda
yemeği düzenleneceği öğrenildi. Topkapı sarayında
verilecek olan veda yemeğine iş ve sanat dünyasından
çok sayıda davetlinin yanı sıra, hanedan
mensuplarının da katılması bekleniyor. Ortaylı’nın
ardından ise müzenin müdürlüğü görevine geçecek isim
arayışları ise devam ediyor. Pazar günü düzenlenecek
olan İlber Ortaylı’ya veda programında yeni müdürün
Bakan Günay tarafından açıklanacağı öğrenildi.
Günay onu istiyor
Ancak kulislerde Ortaylı’nın yerine geçecek ismin,
Ayasofya Müzesi Başkanlığı görevini yürüten Doç.Dr.
Haluk Dursun olduğu iddia edildi. Günay’ın Dursun
ismi üzerinde durduğu, ancak Dursun’un bu görevi
kabul edip etmeme konusunda kararsız kaldığı ileri
sürüldü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Sonçağ ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Bölümü mezunu
olan Dursun, İBB Kültür A.Ş. Genel Müdür Danışmanı
olarak da görev almıştı. Miniatürk Projesi’nin
hazırlanmasına katkıda bulunan Dursun, Kültür ve
Turizm Bakanlığı’nın talebiyle Ayasofya Müzesi
Başkanlığı görevini yürüttü. Dursun Amerikan Başkanı
Obama’nın Türkiye ziyaretinde, Obama’ya Ayasofya
Müzesi’ni gezdirmişti.
Vatan, Haber: Mustafa U.
Altıntaş, 28.06.2012
|
1800 YILLIK HAVUZ
TURİZME AÇILIYOR
Niğde'nin Bor
İlçesi'ne bağlı Bahçeli beldesinde bulunan ve 1800
yıl önce
Romalılar
tarafından yapıldığı bilinen antik yüzme
havuzu,
turizme
kazandırılacak.
Kültür ve
Turizm Bakanlığı
ile
Niğde Valiliği'nce,
66 metre uzunluk, 23 metre genişlik ve 2,5 metre
derinliğe sahip antik
Roma
Havuzu ile bu
bölgede bulunan diğer kültürel değerleri de kapsayan
master planı hazırlanacak. Planla birlikte tarihi
Roma
Havuzu'nun aslına
uygun şekilde hizmet vermesi sağlanacak.
Niğde İl Kültür ve
Turizm Müdürü
Mehmet Öncel Koç yaptığı açıklamada, şunları
kaydetti:
''Dünyanın ilk açık olimpik yüzme havuzu özelliğine
sahip olan 18 asırlık Roma Havuzu, yerli ve yabancı
turistlerin en çok ilgisini çeken taşınmaz kültür
varlıkları arasında yer alıyor. Master planın
hazırlanmasına bu yıl içerisinde başlayacağız. Bu
sayede tarihi Roma Havuzu, turizmden daha aktif bir
şekilde yararlanabilecek. 1800 yıl önce bu havuzda
yüzme yarışlarının yapıldığını tahmin ediyoruz.
Amacımız eski vizyonuna kavuşturmak. Turizm
haftasında yüzme yarışı yaptık. İnsanlar burada
yüzme yapılacağına inanmıyordu. Hem de kış
şartlarında yüzme yarışı yaptık. Haziran, temmuz ve
ağustos aylarında yüzme yarışlarına açılabilecek
konumdadır."
Habertürk, 28.06.2012
|
LEONARDO KÜFLENDİ
Leonardo Da Vinci'nin 1500'li yıllarda çizdiği otoportresi 20. yüzyılda maruz kaldığı güneş ışınları yüzünden zarar gördü.
Leonardo Da Vinci'nin 16. yüzyılda çizdiği otoportresi zamana yenildi. Küf ve kir lekeleriyle dolu resim koruma altına alınırken, restorasyonunun mümkün olmadığı açıklandı.
Reteurs'un haberine göre, 33,5'a 21,6 cm boyutundaki küçük portre kağıt üzerine kırmızı tebeşirle çizilmiş. Zaman içinde kağıdın küflenmesi ve tebeşirin oksitlenmesi resmin zarar görmesine neden olmuş.
Portre bundan sonra ancak çok nadir sergilerde ve kısa süreliğine sergilenebilecek.
Hürriyet, 28.06.2012
|
 |
SEZAR'DAN KAÇIRILAN EN
BÜYÜK HAZİNE

İki İngiliz, bir
duyumdan yola çıkarak 30 yıl boyunca bir araziyi
kazdılar ve 1. yüzyılda Keltlilerin Roma İmparatoru
Sezar'dan kaçırdıkları bugüne kadar en büyük
hazineyi buldular.
İngiliz defineciler Reg
Mead ve Richard Miles, 30 yıl önce Fransa'nın
kuzeybatısında kalan Jersey adasında bir çiftçinin
arazisinde antik sikkeler bulduğunu öğrendi. Jersey,
İngiltere'ye ait Kanal Adaları'ndan biriydi ve
özellikle Roma döneminde imparatorluğun işgalinden
kaçan kabilelerin İngiltere'ye kaçmak için
kullandığı güzergahlardandı.
Mead ve Miles, yılmadan
tam 30 yıl boyunca kazdı kazdı ve 1. Yüzyıl'a kadar
indi ve en sonunda 30-50 bin sikkelik bir Kelt
hazinesi buldular. Bilim adamları, definenin 1.
Yüzyıl'a MS 50 yıllarına ait olduğunu söylüyor.
Gümüş ve altın sikkeler, büyük bir balçık setin
altında etrafı sarılmış bir şekilde bulundu.
Define avcıları ilk kez
Şubat 2012'de 60 sikke bulmuştu. Definenin
çıkarılmasında görev alan Jersey Tarih Müzesi'nde
çalışan Neil Mahrer, 'Bugüne kadar bulunan en büyük
Kelt hazinesi karşımızda duruyor. Bu çok heyecan
verici' dedi. Hazinenin kime ait olduğu henüz
belirsiz.
Hazine, büyük olasılıkla
Jül Sezar'ın lejyonlarından kaçan yerel halk
tarafından, işgalcilerin eline geçmemesi için
gömüldü. Sezar'ın orduları, o yıllarda Fransa'nın
kuzey-kuzeybatısına doğru ilerliyordu. Yerel halk
kıyılara kaçıyor, bazıları da Kanal Adaları
üzerinden İngiltere'ye göç ediyordu.
Yeni Şafak, 28.06.2012
|
MARDİN'İN 7 BİN YILLIK
TARİHİ EVLERİNİ TEHDİT EDEN RUTUBETE SON VERİLDİ

Mardin 7 bin yıllık
tarihi geçmişi bulunan taş yapı evleri yıllardır
tehdit eden rutubet, sit alanında sürdürülen altyapı
çalışmasının tamamlandığı bölgelerde tamamen sona
erdi.
Çürüyen altyapı şebekesindeki sızıntılardan
kaynaklanan ve tarihi yapılara zarar veren zemin
suları, belediyenin alt yapı çalışması ile nem ve
rutubet gibi tehlikeler de dahil olmak üzere ortadan
kalktı.

Kaynağı tespit
edilemediği için rutubetin Mardin tarihi yapılarının
en büyük düşmanı olduğunu belirten Mardin Belediye
Başkanı Mehmet Beşir Ayanoğlu, Mardin'de bulunan
tarihi yapıların çoğunun, 20 -30 yıldır kaynağı
belirlenemeyen rutubet tehlikesine maruz kaldığını
söyledi.
Ayanoğlu, "Sit alanındaki şebeke tamamen çürüdüğü
için rutubete neden olan suyun nereden sızdığı da
tespit edilemiyordu. Ama altyapısını tamamladığımız
bölgelerde bulunan yapılarda rutubet tamamen
kesildi. Vatandaşlar bizleri arayıp teşekkür ediyor.
Çalışmalar kapsamında 100 kilometre uzunluğunda, su,
kanalizasyon ve yağmur drenaj hatları döşeyeceğiz.
Asbest ve pik borular yerine daha sağlıklı ve daha
dayanıklı olan koruge boru kullanıyoruz. Artık su
sızıntıları olmayacağı için rutubet de olmayacak.
Tarihi yapılarımızın ömrü uzayacak.” dedi.
Türkiye Turizm,
27.06.2012
|
YÜRÜYEN KÖŞK'E 3.
RESTORASYON
Atatürk'ün çınar ağacı
dalının kesilmemesi için temelinden kaydırttığı, bu
yüzden 'Yürüyen Köşk' adı verilen tarihi yapıda,
yeniden restorasyon çalışması yapılacak.
Yalova Belediye Başkanı
Yakup Koçal, yaptığı açıklamada, tarihi köşkün bazı
bölümlerinde yer yer bozulma ve çürümeler meydana
geldiğini söyledi.
Köşkün deniz kenarında
yer alması, tuzlu su ve neme maruz kalması nedeniyle
zarar gördüğünü kaydeden Koçal, bugüne kadar iki kez
restorasyondan geçen köşkün yeniden restoresi için
Kocaeli Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge
Müdürlüğü'nden gerekli iznin çıktığını anlattı:
''Yürüyen Köşk en az 3,
4 senede bir restore edilmesi gereken bir yer. Deniz
kenarı olmasından dolayı buna ihtiyaç duyuluyor.
Yaklaşık 5 ay önce kurula köşkün durumunu bir rapor
halinde bildirdik. Onun izni de 1 ay önce geldi.
Keşfi çıkartıldı. İlk etapta keşif bana yüksek
geldi. Arkadaşlara yeniden bir keşif çıkartmaları
talimatını verdik. Bu çalışma sürüyor. İhaleye
çıkacağız.''
Koçal, yaklaşık 140 bin
liralık bir restorasyon bedeli çıkacağını da
sözlerine ekledi.
Köşk, son olarak 2006
yılında restorasyondan geçmişti.
4 METRE KAYDIRILDI
Atatürk'ün bir yat gezisi esnasında gördüğü
ve gölgesinde kahve içerek dinlendiği çınar ağacının
yanı başında yapılan köşk, 1929'da tamamlandı.
Zamanla büyüyen çınar ağacının dallarının köşke
zarar vermesi üzerine bahçıvan dalların kesilmesini
önerdi.
Atatürk, dalların
kesilmesi yerine köşkün kaydırılması talimatını
verdi. Bunun üzerine köşk, temeline raylar döşenerek
4 metre doğuya kaydırıldı. Bu nedenle köşke 'Yürüyen
Köşk' adı verildi. Halen müze olarak kullanılan
köşkte Atatürk'e ait şahsi eşyalar ve balmumu heykel
yer alıyor.
Arkitera, Haber: Aslı
Tüfekçi Sevinç, 27.06.2012
|
111 TARİHİ YAPI TURİZME
AÇILIYOR

Tarihi Kentler
Birliği'nin, '7 Bölge 7 Kent' projesinde Orta
Anadolu'yu simgeleyen Kayseri'nin Talas İlçesi,
turizm hedefleri doğrultusunda 111 tarihi yapısını
koruma altına aldı.
Kayseri'nin Talas
İlçesi'nde yerel belediye tarihsel doku ve kültürel
zenginliklerin korunarak, gelecek kuşaklara sağlıklı
bir şekilde aktarılması amacıyla seferberlik
başlattı. Talas Belediyesi'nin bu çalışmalarına önce
Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi,
ardından Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan maddi
destek geldi. Bakanlık tarafından gönderilen
ödeneklerle, ilçedeki tarihi Okutan Konağı restore
ettirilerek çok amaçlı kültür merkezine
dönüştürüldü.
Talas'ta proje kapsamında koruma altına alınan 111
tarihi yapı bulunuyor. Çoğu konut, konak ve köşk
olan bu yapılar arasında, Talaslılar'ın yaptırarak
Atatürk'e armağan ettikleri Atatürk Köşkü, eski
askerlik şubesi; Zincidere eski polis okulu, eski
rüştiye mektebi ile 4 cami, 2 kilise; 4 hamam, 1
kervansaray, 1 han, 1 fırın, 8 çeşme, 1 ticarethane,
Kuru Köprü su kemerleri, 1 türbe, 1 kuyu, 1 çardak
bir de kapı var. Talas'ta korunacak doğal ve
kültürel dokuiçinde falezler de var. Ali Dağı
eteklerinde ilçeye "aşağı" ve "yukarı" tanımlamalı
yerleşim zorunluluğu getiren falezlerin iki yakası,
mağara tipi eski devir barınakları, yer altı dinsel
yapıları ve su sarnıçlarıyla dolu. Talas Belediye
Başkanı Rıfat Yıldırım, geçmişteuygulanan hatalı
imar politikaları yüzünden çok sayıda tarihi ve
kültürel değerini yitiren ilçede, kalan değerlerin
korunması, yaşatılması ve gelecek kuşaklara
aktarılabilmesi için herkese, her kuruluşa önemli
görevler düştüğünü belirterek, "Kayseri'nin incisi
olarak bilinen Talas, Ali Dağı eteklerinde falezler
ile ayrılan ve iki bölümden oluşan Anadolu'nun en
eski yerleşim merkezlerinden biri. Tarihi Kentler
Birliği'nin, "7 Bölge 7 Kent" projesinde Orta
Anadolu'yu simgeliyor.
Bölgeden Talas'ın seçilerek proje kapsamına
alınması, kentin kültürel kimliğinin farklı
boyutlarda ele alınarak değerlendirilmesi anlamına
geliyor. Çoğunun yitirilmiş olmasına karşın Talas
yine de anlamlı bir tarihsel doku ve kültürel
zenginliğe sahip. Biz belediye olarak, geçmişi
yaşatan, ancak bir süre öncesine kadar kaderine terk
edilme talihsizliği ile yüz yüze kalan mahalle ve
semtleri, içindeki köşkleri, konakları, mimari
özelliklere sahip eski yapılarıyla, gelecek
kuşaklara aktarmak için yoğun çaba harcıyoruz.
Tarihi Kentler Birliği'ne alınan Talas, şimdi tarihi
geçmişine yerel kültürüne sahip çıkıyor. Geçmişin
tarihsel dokusunu yeniden canlandırmanın heyecanını
yaşıyor" açıklamasını yaptı.
Dünya (Kısaltarak), 27.06.2012
|
METROPOLİS ANTİK
KENTİNDEKİ KAZI ÇALIŞMALARI
Torbalı İlçesi'ndeki
Metropolis antik kentindeki kazılara başkanlık eden
Trakya Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi
Doç.Dr. Serdar Aybek, “İzmir 2 numaralı Kültür
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’ndan onay alındı.
Böylece bölgenin ören yeri olma çalışmalarında son
adım da atıldı” dedi.
Kazı çalışmalarının
sponsorluğunu yürüten Sabancı Vakfı’ndan yapılan
yazılı açıklamada, Metropolis antik kentinde kazı
çalışmalarının Kültür ve Turizm Bakanlığı, Trakya
Üniversitesi, Sabancı Vakfı, Metropolis Sevenler
Derneği ve Torbalı Belediyesi’nin desteğiyle 21
yıldır sürdürüldüğü, bu yıl da devam edeceği
belirtildi.
Trakya Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Serdar Aybek
başkanlığında, Türk ve Alman akademisyenler ve
geçici kazı işçileriyle birlikte yaklaşık 60 kişilik
ekibin yürüttüğü kazı çalışmalarında bu yıl 3 bin
yıllık tarihe ışık tutacak yeni kalıntı ve
buluntuların ortaya çıkarılmasının hedeflendiği
ifade edildi.
Kazı Başkanı Doç.Dr.
Serdar Aybek, bu yılki kazı çalışmalarını palaestra
mozaikleri ve hamam alanında sürdüreceklerini
bildirdi.
Aybek, açıklamada şu
görüşlere yer verdi:
“Geçtiğimiz yıllarda
kazı çalışmalarında önemli yapıları ve eserleri gün
ışığına çıkardık. Kent ve çevresine ait kültürel ve
sosyal hayata ilişkin önemli bulgular elde ettik.
Metropolis’in gizemini bu yıl da çözmeye devam
edeceğiz. İzmir 2 numaralı Kültür Varlıklarını
Koruma Bölge Kurulu’ndan onay alındı. Böylece
bölgenin ören yeri olma çalışmalarında son adım da
atıldı. Çevre düzenleme, ziyaretçi karşılama merkezi
gibi ören yeri çalışmalarının tamamlanmasıyla
Metropolis önemli kültür ve turizm
destinasyonlarından biri olacak.”
Sabancı Vakfı Genel
Müdürü Zerrin Koyunsağan ise 3 bin yıllık tarihi
kentin bu noktaya gelmesinde vakıflarının önemli
desteği bulunduğunu kaydetti.
Koyunsağan, “Metropolis
antik kenti geleceğe taşımamız gereken bir miras.
Vakıf olarak tarihsel mirasımızın gelecek nesillere
aktarılmasına destek vermeyi önemsiyoruz.
Metropolis’in ören yeri onayının alınması önemli bir
gelişme” dedi.
haberler.com, 27.06.2012
|

|
AFRİKA'DAKİ OSMANLI ESERLERİ YENİLENECEK
Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA, Afrika'da Osmanlı Devleti döneminde yaptırılan tarihi yapıların restorasyonu için çalışma başlattı.
Doğu Afrika ülkelerinden Etiyopya ve Somaliland'da Osmanlı Devleti döneminde yaptırılan onlarca tarihi yapı bulunuyor.
Yapılar bakımsızlık nedeniyle harabeye dönüşürken, hala bölge halkının hizmetindeki bazı binalar tarihi Türk yapıtları arasında yer alıyor.
Sabah, 27.06.2012
|
AMASYA'DA ANTİK HAMAM
BULUNDU

Amasya'da Terziköy
kaplıcasının olduğu alanda başlatılan kazı
çalışmalarında 3. yüzyıl Roma ve 6. yüzyıl Bizans
dönemlerinde kullanılan hamam ve yerleşim yeri
kalıntıları ortaya çıktı.
Yaklaşık 3 hafta önce başlatılan çalışma kapsamında
toplam 3 adet kazı açmasında Roma ve Bizans
dönemlerine ait hamam mimarisi izlerine
rastlanırken, Roma dönemine ait hamamın cehennemlik
kısımları, hamamın yıkanma bölümleri, Roma dönemine
ait kemer, sütun ve tuğladan örülmüş sıcak hava
tünel sütuncelerin yer aldığı sıcaklık bölümü,
yapılara temiz suyun verildiği pişmiş tuğlalardan
künkler ve hamama ait zengin arkeolojik buluntular
saptandı.
İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Mustafa Bolat ve
Kültür Turizm İl Müdürü Ahmet Kaya ile birlikte
yaklaşık 4 dönümlük alandaki kazı çalışmalarını
inceleyen Amasya Valisi A. Celil Öz, bilgiler aldı.
Öz, açığa çıkan arkeolojik tarihi kalıntı ve
buluntuların yerinde korunarak, gelecek kuşaklara
aktarılmaları için korunması amacına yönelik
çalışmalarında birlikte yürütülmesi gerektiğini
gerektiğini kaydetti.
Hitit Üniversitesi, Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi
Yrd. Doç.Dr. Esra Keskin'in bilimsel danışmanlığını
yaptığı ve Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan sağlanan
ödenekle uygulanan kazıda Amasya Müzesi Müdürlüğü
arkeolog ve sanat tarihçilerinden ile işçilerden
oluşan ekibin yaklaşık 1,5 ay daha görev yapmasının
planlandığı bildirildi.
Sabah, 27.06.2012
|
"GÖSTERİŞ İÇİN CAMİ YAPILMAZ"

Son dönemde gündemin en üst sıralarında yer alan
konulardan biri cami tartışmaları. Yıllardır süren
Taksim’e cami tartışmasına şimdi bir de ‘Çamlıca
Camii’ eklendi... Kentin simge noktalarına görkemli
yeni camiler yapılması planlanıyor. Öte yandan
Türkiye ’nin belki de en eski tartışmalarından
biri de cami mimarisi. Konuyu bir bilene soralım
dedik ve Zirve Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım
Fakültesi Dekan Yardımcısı Ahmet Turan Köksal’ın
kapısını çaldık.
Abdullah Gül Üniversitesi’nde rektör
danışmanlığını da yürüten Köksal, ‘Cami Gör!’ adlı
blogunda binlerce farklı cami görselini bir araya
getiriyor. Köksal, “Taksim’e ya da Çamlıca Tepesi’ne
Selimiye ya da Süleymaniye’nin kopyası yapılırsa
gösterişe girer” diyor.
Neden camiler üzerine çalıştığınızı sorarak
başlayayım…
Camiler üzerine çalışıyorum çünkü en kötü binalar
onlardı. Okuldayken bize bir türlü cami projesi
vermezlerdi çünkü cami projesi çizmek seküler bir
mimar için çok istenen bir şey değildi. Ben tam
tersi ona yönelmek istedim.
İyi de insanlar laik olamaz ki devletler
olur…
Tabii ki kişiler laik olmaz, bu bir yönetim şeklidir
ama bahsettiğim mimarlar hayatı din üzerine yaşamak
şeklinde kurgulamadıkları için bu işten uzak
durdular. Öyle olunca, halk kendi kendine bir şeyler
yapmaya çalıştı. Sonra mesela camileri eleştirmek,
“Birden fazla minare ya da şerefe niye var?” diye
sorgulamak dinsizlik gibi algılandı. ‘Cami Gör!’
diye bir blog açtığım için aldığım tepkileri ben
bilirim. Kimisi ‘Dinsiz imansız!’ dedi, kimi de tam
tersi talimat üzerine yaptığımı iddia etti. Halbuki
bu bir farkındalık projesiydi. Bloga iyi örnekleri
de koydum, kötü örnekleri de... Bir hikayesi olan
camiler var o sitede. Yakın zamanda
Anadolu ’da bir cami kalıbı çöktü, içinde
çalışan bir işçi vefat etti. O mevzuun üstü örtüldü,
o konuda da bir şeyler yazdım. Diyanet de gördü o
siteyi ve ortaya çıktı ki onlar da camilerin kötü
olmasından şikayetçi. Bir de 1998’de çıkan kanundan
şikayeçiler.
Nedir o kanun?
O kanunla Diyanet’te olan cami yaptırma yetkisi
belediyeye veriliyor. İsteyen herkes cami
yaptırabiliyor. Biter bitmez de Diyanet’e başvurup
hoca-imam kadrosu isteniyor. Diyanet yetkiyi geri
istiyor. Tabii yetki onlardayken de tip projeler
vardı.
Malatya’da da,
İstanbul’da da, Antep’te de aynı camiler
yapılıyordu.
Sizin öneriniz nedir?
Türkiye ’de mimari proje elde etmenin iki yolu
var, birincisi Kamu İhale Kanunu. Ucuza yapan
projeyi alıyor. Mimari olarak bütün kamu binalarının
yarışmayla elde edilmesi gerekiyorken kasaya göre
yapılıyor.
Peki, her cami için yarışma mümkün mü?
Yarışmanın yapılamayacağı ufak camiler için bir
havuz oluşturulabilir. Genç mimarlardan caminin
gerektirdiği tüm etkileri ortaya koyacak 20-30 proje
bir havuzda toplanabilir.
Taksim’e yapılması planlanan camiyle ilgili
ne düşünüyorsunuz?
Bu aslında sosyal bir konu. Diyelim ki Taksim’e
günde bir milyon kişi gidiyor. O bir milyon kişinin
ne kadarının camiye ihtiyacı var, ona bakılmalı.
Mesela her gün orada ne kadar esnaf var? Eğer
gerçekten ihtiyaç varsa, Taksim esnafı “Biz cami
olmadan yaşayamıyoruz” diyorsa, ki olabilir, cami
yapılması gerekir. Taksim’e ya da Çamlıca Tepesi’ne
Selimiye ya da Süleymaniye’nin kopyası yapılırsa
yanlış olur ama… Çünkü bu gösterişe girer. Caminin
özelliği bir cemaati yakalamasıdır, gösteriş yapmak
değil. Benim için cami mimarisi demek göz önünde
bulunmamak ve sadece cemaatle ilgili bir fonksiyonu
ortaya koymaktır.
Çamlıca Tepesi’nde yapılması istenen
İstanbul ’un en büyük camii için 8 Haziran’da
düğmeye basıldığı ortaya çıktı. Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı’nın hazırladığı planda 250 bin
metrekarelik alana düzenleme getirilmiş.
250 bin metrekare üzerinden konuşalım.... Bir kere
oranın cemaati yok, orada ev bile yok. TOKİ’nin
Seyrantepe’de yaptığı stadı düşünün. Orası maç
varken nasıl oluyor, maç yokken nasıl oluyor? Cami
bir stadyum değildir ki, sadece maç zamanı insan
çeksin. Çamlıca Tepesi’ne sanki bir olimpiyat stadı
gibi bir cami yapıp, dosta düşmana bir şey
göstermekse amaç, buna karşıyım. Çünkü bu, işin
temeline de aykırı. Siz nasıl bir gösteriş için
böyle bir bina yapar ve onun adına cami dersiniz?
Düğmeye basılmıştır çünkü bu ülkede Başbakan çok
güçlü olduğundan tek kişilik kararlar alınıyor.
Çamlıca’ya veya Taksim’e cami yapılması sadece
mimarın ya da belediyenin işi de değildir,
sosyologların da devreye girmesi gerekir. Bütün
hesaplar kitaplar yapılır, hatta icabında küçük bir
referandum yapılır, ona göre ortaya bir sonuç
çıkar.
Dünyada en çok camisi olan ülke
Türkiye …
Betonarme çıktı, mertlik bozuldu. Kalıbı döktün,
içine demiri koydun, üstüne de beton, al sana bina.
Bu kolaylık bir anda kişilerin cemaat kavramını
ortaya koyan bir meta haline gelmeye başladı.
Elazığ’da bir mahallenin cemaati ikiye ayrıldı.
Mahallede koca bir cami var ama cemaat ayrıldı diye
yenisi yapılıyor. Caminin amacı zaten cemaati
birleştirmek! Yani bu kadar çok caminin yapılmasının
sebebi cemaatin cami yapmaktan hoşlanması.
Bir de “Cami yapan cennete gider” düşüncesi
etken olabilir mi buna?
Tabii ki cami yapanın cennete gittiği düşünülüyor.
Kişilerin inançlarını sorgulayamayız, ama madem cami
yaptırmak büyük sevap, camiyi iyi yaptırmanın daha
önemli olduğunu anlatmalıyız. Taklit, oransız ve her
tarafında süsten hem de beyaz çimentodan, hatta
köpükten, barok öğelerden ve bazen Antik Yunan
sütunlarından oluşan cephelerle, Dolmabahçe Camii
taklitleri yapmak, yaptırmaktan bahsediyoruz. Onun
yerine bir bilene danışmak yerine “Cami şöyle
olacak, şu kadar minaresi, şerefesi olacak”
zorlamaları, çok bencilce değil mi? Ya da şöyle
böyle olsun gibi kişisel ve bazen de kitsch
seçimler, cennete gitmeyi daha da sağlamlaştıracak
mı? Böyle sorsak hayırseverler kızar ama aynı
tarafta olduğumuzu bilmeleri gerekir.
Modern camilere bakışınız nasıl? Cami ruhuna
aykırı mıdır modern mimari?
‘Modern’ denince aklımıza ‘yeni’ ya da ‘çağdaş’
geliyor. Modern demek klasik camiden farklı bir şey
yapmak ve hatta minaresini, kubbesini farklı
yorumlayıp da evirip çevirmek değil. Modern çok
farklı bir olgudur, sadelik ve saf tasarımı
barındırır. Yakın zamanda New York’taki kiliselerde
de aynı sorun var. Gotik taklitler de var,
yaratıcılıktan yoksun tekrarlar da… Modern ve büyük
bir bina yapıldığında, bir sürü tasarım kararının
önceden alınması gerekir. Modernlik biraz da budur.
O yüzden modern cami pekala olur hem de çok güzel
olur.
Çamlıca ve Taksim’e cami fikrine diğer mimarlar ne
diyor?
Mimar Ömer Kanıpak: Bu iktidarın mimarlık icraatları, ihtiyaçtan çok
gösterişli, azametli projeler oldu. O yüzden ne
Taksim ne de Çamlıca’ya cami tartışmasında ihtiyaç
argümanını kullanmak doğru olmaz. Bugün kopyalanan
Osmanlı camileri de zamanında salt ihtiyaçtan
yapılmadı ne de olsa, çoğu bir şekilde yaptıranın
iktidarının taşlaşmış göstergesi. Sorun şu ki
bugünkü iktidarlar kendi güçlerini mimariyle
göstermek isterken bugünün mimarlik bilgisini
kullanamıyor, hatta bundan kaçınıyor. Bu yüzden
klasik Osmanlı camileri hala hayranlıkla izlenirken,
onların
Türkiye ’ye saçılmış kopyaları, Ataşehir’deki
inşaatı süren ya da Taksim’e önerilen tuhaf camiler
alay konusu oluyor.
Mİmar Emre Arolat:
Genel olarak en büyük, en gösterişli ve en çok
görünen camiyi yapmaya niyetlenmenin, İslamiyet’in
ana şiarlarından olan tevazu ve tevekkül
yönelimleriyle çeliştiğini düşünüyorum. Kuşkusuz
ihtiyacın olması halinde herhangi bir ibadet
mekanının inşa edilmesi kadar doğal bir durum
olamaz. Bu bağlamda eğer Taksim’de ya da Çamlıca’da
böyle bir ihtiyaç varsa bunu sorgulamanın anlamı
yok. Ancak bunu gösteri dünyasının bir enstrümanı
olarak kullanmak, nitelik yerine büyüklük üzerinden
karar üretmek benim bildiğim ya da anladığımı
sandığım
İslam düşüncesiyle bağdaşmıyor. İlk anda
şaşırtıcı gelebilir, ancak burada benim birinci
meselem yapılacak caminin mimari anlayışı ya da
niteliği değil. Önemsediğim ana unsur, bu yapıların
inşa edimlerinin ardındaki tahayyül. Tabii ki bir
sonrasında devreye mimari yönelimler, sözgelimi bu
yapıların kullandıkları dil, mekansal kalite, çevre
duyarlılığı gibi yüzlerce ölçüt girmeli. Ancak gerek
Taksim gerekse Çamlıca projeleri ilkin arka
planlarıyla birlikte sorgulanmalı.
Radikal, Haber: İpek İzci, 27.06.2012
|
200 YILLIK ECZA KUTUSUNDA ELAZIĞ IŞGINI
İngiltere'nin Derbyshire kentinde bir evde hemen hemen hiç kullanılmamış halde bulunan 1817 yapımı bir ilaç kutusu, o dönemde insanların çeşitli hastalıklardan kurtulmak için kullandığı 29 çeşit bitki ve karışımı göz önüne seriyor.
Cumartesi günü bir müzayedede satılacak olan ilaç kutusunun 3 bin pounda alıcı bulması bekleniyor.
Şişelenmiş 29 "ilacın" arasında Elazığ bölgesine ait ışgın bitkisi, nane suyu, tartar kremi ve lavanta da var. Işgının bağırsak sorunlarına karşı tavsiye edildiği de kutunun yanında verilen kitapçıkta belirtiliyor. Müzayedeci Charles Hanson, ilaç kutusunu zengin bir ailenin tatil sırasında yanında taşıdığını düşündüğünü söyledi ve satıldıktan sonra sadece bir veya iki defa kullanıldığını belirtti.
Sabah, 27.06.2012
|

|
ANTİOCHEİA AYAĞA
KALDIRILIYOR

Isparta'nın Yalvaç
İlçesi'nde bulunan Pisidia Antiocheia antik kentinde
yürütülen kazı çalışmalarının bu yılki bölümü
başladı.
Süleyman Demirel
Üniversitesi (SDÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji
Bölümü Başkanı ve Antiocheia Antik Kenti Kazı
Başkanı Doç.Dr. Mehmet Özhanlı, Pisidia Antiocheia
antik kentindeki kazı çalışmalarının 2008 yılında
Bakanlar Kurulu kararıyla Süleyman Demirel
Üniversitesi'ne verildiğini, bu yıldan itibaren
çalışmaların aralıksız yürütüldüğünü söyledi.
Antik kentte daha önceki yıllarda sadece kurtarma
kazıları yapıldığını, ancak son 4 yıldır yürütülen
çalışmalarda önemli bulgulara ulaştıklarını anlatan
Özhanlı, ''Kazı çalışmalarında ana Tanrıça figürü
ile yeni bir kiliseye ulaştık. Pisidia
Antiocheia'nın diğer antik kentler gibi depremden
sonra aniden terk edilmediğini, kent merkezinin
yavaş yavaş bugünkü Yalvaç'a doğru kaydığını
belirledik'' dedi.
Bu nedenle çoğu malzemenin ya aşağıya taşındığını ya
da eritildiğini kaydeden Özhanlı, ''Toprak üstünde
fazla malzeme yok. Günümüzde insanlar kalıntıların
çoğunu binalarda yapı malzemesi olarak kullanmış.
Yapılan kazı çalışmalarında daha çok heykel, seramik
ve metal parçalarına rastlıyoruz'' diye konuştu.
Özhanlı, Pisidia Antiocheia'nın Anadolu'daki en
önemli antik yerleşim alanlarından biri olan ve
büyük bir alana sahip olduğunu vurgulayarak, kazı
ekibinde kendisiyle birlikte 25 arkeolog ve öğrenci
ile 10 işçinin yer aldığını, bu yılki çalışmalarının
11 Aralık'ta sona ereceğini söyledi.
BAZI BÖLÜMLERİN RESTORASYONU BU YIL TAMAMLANACAK
Bu yıl, önceki yıllarda başlatılan Maximus
Caddesi'ndeki çalışmalara devam ederek caddeyi gün
yüzüne çıkarmak istediklerini anlatan Özhanlı, şöyle
dedi:
''Cadde, 30 metre genişliğiyle Anadolu'daki en geniş
meydan özelliğini taşıyor. Çalışmaları
tamamladığımız zaman özellikle ziyaretçilerin büyük
ilgi göstereceğini düşünüyoruz. Bu yıl Aedilicus
Tepesi ve bir piskopos sarayının olduğu alanda da
çalışma yapacağız. Kentin Helenistik dönem
özelliklerini öğrenmek için tapınağa yakın bir
alanda sürdürülen sondaj çalışmasını genişleteceğiz.
Bu yıl Roma Hamamı'nın kazı ve konservasyon
çalışmalarını sonlandırıp restorasyon projesini
tamamlamak istiyoruz. Ayrıca tiyatro alanındaki
taşların kaldırılması ve su alanın restorasyon
projesinin tamamlanmasını, başka bir restorasyon
projesi ile önümüzdeki yıl kentin batı kapısını
ayağa kaldırmayı planlıyoruz.''
ANTİOCHEİA HIRİSTİYANLIK HAC MERKEZİ OLARAK İLAN
EDİLEN BİR KENT
Özhanlı, kentin haritalama işlemlerini tamamladıktan
sonra Pisidia Antiocheia antik kentinin bilimsel bir
şantiyeye dönüştürüleceğini vurgulayarak, ''İnanç
turizminin önemli değerlerinden Antiocheia, aynı
zamanda Anadolu'nun da en önemli kentlerinden
birisi. Bu abartılmış bir cümle değil. Çünkü burada
MÖ 5. yüzyıldan itibaren dini bir merkez olarak
kullanılan Men Tapınağı var. Men kültürünün en
önemli merkezleri arasında yer alan Antiocheia antik
kenti, Tanrı Men'e sunulmuş pek çok eserle
donatılmış'' diye konuştu.
Özhanlı, Hz. İsa'nın 12 havarisinden St. Paul'un
dini yayma çalışması yaptığına inanılmasından dolayı
Antiocheia'nın Hristiyanlık hac merkezi olarak ilan
edilen bir kent olduğunu kaydetti.
Doç.Dr. Mehmet Özhanlı, yaptıkları kazılarda 9 ve
11. yüzyıllarda Arap akınlarıyla kentin küçülmesi,
daha sonra Miryekefelon Savaşı ve Türklerin bölgeye
gelmesiyle burada yaptıkları değişikliğin neler
olduğunu arkeolojik verilerle belirlediklerini
anlatarak, ''Kentte kullanılan bazı yapıların farklı
işlevleri olduğunu, hamam olarak bilinen yapının bir
karargah binası olarak kullanıldığını arkeolojik
verilerle ortaya koyuyoruz. Çalışmalar ilerledikçe
kentin görkemini ve tarihine yakışır verileri elde
etmeye devam ediyoruz'' diye konuştu.
Isparta Kültür ve Turizm Müdürü Abdullah Kılıç da
Antiocheia antik kentinin, St. Paul'un kutsal
yolculuğunda ilk vaazını verdiği kilisenin
kalıntıları ve Roma döneminin şehir kalıntıları
bulunmasından dolayı inanç turizmi açısından önemli
bir konumda olduğunu söyledi.
Antik kentte son 4 yılda gerçekleştirilen çalışmalar
için 450 bin lira ödenek kullanıldığını, bu yıl için
de 180 bin lira ödenek ayrıldığını belirten Kılıç,
sadece antik kentteki Roma Hamamı'nın kazı ve
restorasyon çalışmaları içinse bugüne kadar 600 lira
ödenek gönderildiğini kaydetti.
Psidia Antiochia Antik Kenti'ni geçen yıl 20 bin
kişinin ziyaret ettiğini bildiren Kılıç, ziyaretçi
sayının önümüzdeki yıllarda çok daha fazla artmasını
beklediklerini ifade etti.
Kılıç, kazı çalışmaları sırasında çıkarılan önemli
eserlerin Yalvaç Müzesi'nde ziyaretçilerin
beğenisine sunulduğunu sözlerine ekledi.
Time Türk, 26.06.2012
|
ELİF ANIT MEZARININ
RESTORASYONU BAŞLIYOR

Antik dönemlerde Kuzey Mezopotamya olarak bilinen dünyanın en önemli bölgesinde yer alan Gaziantep’in antik kentler, ören yerleri, kaleleri, höyük ve farklı kültürleri yansıtan çeşitli özellikleri gün ışığına çıkarılmaya ve turizme kazandırılmaya devam ediliyor. Sahip olduğu kültürel değerler arasında anıt mezarlarıyla da dikkat çeken Gaziantep’te Elif, Hisar ve Hasanoğlu isimleriyle bilinen üç ayrı anıt mezarın restorasyonu için beş yıldır yoğun bir çalışma yürütün Milletvekili Mehmet Erdoğan’ın girişimleri sonuç verdi. Rolöve çalışmaları tamamlanan anıt mezarlardan öncelikle Elif Anıt Mezarının restorasyon çalışmalarına başlanacak.
Gerekli her türlü
çalışmanın tamamlandığını ve projenin ihale
aşamasına geldiğini ifade eden Erdoğan, “Gaziantep
ve Anadolu kültür tarihinin en önemli eserleri
arasında yer alan anıt mezarlarımızla ilgili beş
yıldır yoğun bir çalışma süreci geçirdik ve
çalışmalarımız sonuçlandı. Her üç mezarla ilgili
röleve çalışmaları tamamlandı. İlk olarak Elif Anıt
Mezarı'nın restorasyon çalışmaları başlatılacak olup
bu konuyla ilgili 926 bin TL ödenek ayrıldı. Bu
ödeneğin 500 bin TL’lik bölümü serbest bırakıldı.
Konuyla ilgili ihale çalışmalarına başlandı ve kısa
bir süre içerisinde ihale çalışmaları tamamlanarak
ihalesi yapılacak. Ardından çevre düzenlemesi ve
restorasyonu başlatılacak. Binlerce yıllık kültür
abidesi olan ve bölge turizmi için önem taşıyan anıt
mezarlarımızdan Elif Anıt Mezarının restorasyonunun
tamamlanmasının ardından Hasanoğlu ve Hisar anıt
mezarlarının da restorasyonları
gerçekleştirilecektir” dedi.
Tarihi zenginlikleriyle
bakıldığında Gaziantep’in dünya kentlerini
kıskandıracak önemli özelliklere sahip olduğuna
dikkat çeken Milletvekili Erdoğan Gaziantep’in bu
özelliğinin değerlendirildiğini ve önümüzdeki
dönemlerde kazı çalışmaları yapılmayan höyük ve ören
yerlerinin de programa alınması için çalışmalar
yapacağını söyledi.
Erdoğan Gaziantep’in her
karışı farklı kültürlerin geçmişten günümüze
bıraktığı önemli eserlerle dolu olduğunu belirterek,
“Gaziantep kaleleri, antik kentleri, ören yerleri ve
höyüklerinin çokluğu ve zenginliği bu bölgenin antik
dönemlerdeki önemini gözler önüne sermektedir. Bu
zincirin bütün halkalarını değerlendirmek ve bunları
gün ışığına çıkarmak zorundayız. Fırat havzası başlı
başına bir arkeoloji parkıdır. Önümüzdeki dönemlerde
Gaziantep’te yürütülen kazıların desteklenmesi ve
kazısı yapılmamış höyüklerimizde bilimsel
çalışmaların yapılabilmesi için gerekli her türlü
girişimi yapacağız” dedi.
haberler.com, 26.06.2012
|
MARDİN KALESİ'NİN İÇİNDEN NATO RADARI ÇIKTI,
RESTORASYON DURDU

Mardin’de yıllardır restore
edilip açılacağı belirtilen Mardin Kalesi’nin Kültür
Bakanlığı’na devri NATO’ya takıldı.
AKP Mardin Milletvekili Gönül Bekin
Şahkulubey, kalede NATO radarının olduğunu
belirterek, “Bu yüzden kriterler ağır işliyor” dedi.
Mardin’de AKP İl Başkanlığı’nda düzenlenen
basın toplantısına partinin Mardin milletvekilleri
Muammer Güler, Gönül Bekin Şahkulubey, Abdurrahim
Akdağ, İl Başkanı İbrahim Fide katıldı. Yıllardır
restore edilerek halka açılacağı belirtilen Mardin
Kalesi’nin gündeme geldiği toplantıda, gazeteciler
kaleyle ilgili son gelişmeleri sordu. Soru üzerine
Milletvekili Şahkulubey, “Şimdi kaleyle ilgili,
NATO’nun da içinde bulduğu bir hava radar var. Ama
işin içinde NATO olduğu için, NATO kriterleri ağır
işliyor. En son Milli Savunma Bakanı’na sorduğumuzda
da bu işin kendisinin bizzat takip ettiğini söyledi.
10 trilyon diye net bir bütçe yok. Onların hepsi
duyum. Sadece elektrik aksamı ile bir çalışma
yapılmış onunda yaklaşık 1 trilyon olduğu. Ama
radarı taşımak yerine yeni bir radar yapmanın daha
makul olacağı görüşü de var.
Bu kolay bir sistem değil, işin içinde NATO olduğu
için. Çünkü oranın esas sahibi NATO. Biz talep
ettiğimizde de bilmiyorduk. Yani NATO kriterlerine
göre de istememiz gerektiğini bilmiyorduk” dedi.
Milletvekili Şahkulubey, ilk kez 2008 yılında Mardin
Kalesi’nin resmi olarak turizme açılmasını talep
ettiklerin belirtti. Şahkulubey şöyle devam etti:
“Şimdiye kadar yıllarca kale kale diye ağlamıştık.
Ama hiçbir şekilde resmi olarak talep edilmemişti.
İlk defa 2008 yılında resmi olarak talep ettik.
Kültür Bakanlığı’nın radarı yapma gibi şansı, bir
bütçesi yok. Bu milli savunmanın. Ama işin içinde
NATO da var. Takdir edersiniz ki hızlı gündem
yoğunluğu ve işin içinde Milli Savunma Bakanlığı’nın
olması gereken ekstra toplantılar, bu işi biraz
yavaşlattı. Zaten bu işi taşıyıp Kültür Bakanlığı’na
devredecekler. Bu zaten Başbakanımızın ağzından
çıkmış. Her söz kesinlikle gerçekleşecek. Bununla
ilgili bir sıkıntı yok. Biraz prosedür var. Mardin
sit alanı olduğu için özel bir yeri var, bunun
farkındayız. Bir taş bile oynatırken kolay olmuyor.
Biz de çok çekiyoruz yani kaç tane kapı çalıyoruz.
İnşallah özlediğimiz kaleye kavuşacağız. Ama önce
güçlendirme projesi var. Onun için para var. O ayrı
bir çalışma olarak devam ediyor.”
Tarihi Mardin Kalesi’nin tepesindeki yusyuvarlak ve
bir futbol topunu andıran cismin NATO radarı olduğu,
bu nedenle restorasyon çalışmalarının yapılamadığı
belirtildi.
Vatan, 26.06.2012
|
2 BİN 500 YILLIK ÇİZİMLERE SANSÜR

20 yılı aşkın süredir yayınlanan Mimesis
Tiyatro Çeviri Araştırma dergisinin 19'uncu
sayısı, Elazığ İl Halk Kütüphanesi tarafından
"müstehcen" bulunduğu iddiasıyla iade edildi.
Müstehcen denen görseller MÖ 5'inci yüzyıla ait.
Elazığ İl Halk
Kütüphanesi, Mimesis
Tiyatro Çeviri Araştırma dergisinin 19'uncu
sayısını müstehcen içerikli olduğu iddiasıyla iade
etti.
Dergiyi yayımlayan Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi'ne
Elazığ İl Halk Kütüphanesi Müdürü Ahmet Pirinççi
tarafından gönderilen resmi yazıda söz konusu
şikayet söyle ifade edildi:
"Müstehcen resim ve çizgilerin bulunduğu
okuyucularımız tarafından tespit edilmiştir."
Yazının devamında üç ailenin "bu tür yayınların
okuyucuların ve çocuklarının ahlaki değerlerini
bozduğu" iddiası ile Elazığ Halk Kütüphanesi'ne
şikayet dilekçesi ile müracat ettikleri belirtildi.
Elazığ Halk Kütüphanesi, yaptığı inceleme
neticesinde müstehcen içerikli bulduğu derginin
Elazığ Halk Kütüphanesi ve Elazığ İlçe Halk
Kütüphaneleri'ne bağış yolu ile olsa dahi
gönderilmemesini talep etti.
Makale 2004 tarihli
Müstehcen olduğu iddia edilen makale antik Yunan
komedyası hakkında bir çeviri-araştırma dosyası olan
"Aristophanes Üzerine" adlı dosyada yer alıyor.
"Kadının Tasviri: Aristophanes'in Lysistrata'sı ve
Yunan Eşlerinin Hetairalaştırılması" adlı makale
Washington Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan Sarah
Culpepper Stroup tarafından 2004 yılında kaleme
alınmış.
Makale, antik Yunan toplumunda kadınların toplumsal
işbölümü içerisindeki konumları ve bunun
Aristophanes'in Lysistrata oyununda nasıl bir
karşılığı olduğunu inceliyor.
Derginin sitesinde yer alan haber ise durumu şöyle
özetliyor: "Bu kararla Elazığ İl Halk Kütüphanesi
Müdürü MÖ 5'inci yüzyıla ait görselleri fiilen
sansürlemiş oldu."
Mimesis: "Tek kelimeyle absürd"
"Müstehcenlik, muhafazakar duyarlılık adına yayın ve
tiyatro dünyasının düzenli olarak maruz kaldığı
ithamlardan birisi.
Mimesis dergisine dönük müstehcenlik ithamını da
aynı sansürcü zihniyetin bir çeşitlemesi ve
yasaklaması olarak görüyoruz.
Kültür Bakanlığı tarafından onlarca il ve ilçe
kütüphanesi raflarına yerleştirilen
akademik-bilimsel bir derginin, yine ona bağlı bir
kuruluş tarafından raftan kaldırılmasını ise tek
kelimeyle 'absürd' buluyoruz."
Cnn Türk, 26.06.2012
|
50 YILDIR KAYIP CAMİ BULUNDU

Karaköy'deki Merzifonlu Camii, 1960'ta 'Rutubete
dayanıksız' gerekçesiyle Kınalıada'ya taşınmak üzere
söküldü. Tuğlalarıyla Kınalıada İskelesi'ne dolgu
yapıldığı ortaya çıkan caminin minberi ise
Kasımpaşa'da bir camide buldu.
Kınalıada'da tekrar inşa edilmesi iddiasıyla 1960'ta
söküldükten sonra kaybolan
Merzifonlu Camii'nin minberi yıllar sonra
bulundu.
Fatih Sultan Mehmet'in mescit olarak yaptırdığı,
ünlü İtalyan Mimar
Raimondo D'Aronco tarafından da camiye çevrilen
yapının tuğla malzemesinin ise Kınalıada'nın vapur
iskelesinde dolgu malzemesi olarak kullanıldığı
öğrenildi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın gündeme getirdiği
tek parti döneminde satılan, kapatılan, ahıra veya
depoya çevrilen camilerle ilgili ilginç bir ayrıntı
ortaya çıktı. Kınalıada'ya yapılmak üzere
Karaköy'deki yerinden sökülen ancak sonradan
kaybolan
Merzifonlu Camii'nin minberi yıllar sonra
bulundu. Minber, Kasımpaşa'daki Karaimam Camisi'ne
monte edildi. Caminin sökülen tuğla malzemesinin ise
adanın iskelesinin dolgusunda kullanıldığı
öğrenildi.
RUTUBETTEN
ETKİLENİYORMUŞ!
1995'ten beri İstanbul'da kaybolan yapıların izini
süren İstanbul Şehri Kültür Tarihi Araştırmaları
Merkezi Başkanı Süleyman Faruk Göncüoğlu, binanın
depreme dayanıklı olmadığı ve rutubetten etkilendiği
gerekçesiyle söküldüğünü söyledi.
Göncüoğlu, "Bu gerekçeyle sökülerek tekrar inşasına
karar verildi ve Kınalıada'da yapılması ön
görülüyordu. Ancak sonradan anlaşıldı ki bu cami de
27 Mayıs 1960 darbesinden nasibini almış" diye
konuştu.
1960 ihtilalinden sonra sökülen caminin tuğla
malzemesinin Kınalıada'nın vapur iskelesi inşaatında
dolgu malzemesi olarak kullanıldığını ifade eden
Göncüoğlu, "Mescit 1935'te kadro dışı bırakılıp
ibadete kapatılmıştı. Sonra da uzun bir süre ardiye
olarak kullanılmıştı. İhtilalin akabinde de söküldü.
Bugün o bölüm hala boş duruyor. Caminin önündeki
Ziraat Bankası binası olarak kullanılan yapı
Türkiye'nin ilk resmi mason locasıydı. Bu nedenle
yapı katakulliye getirildi. Nitekim yapının yolla
veya harap düşmesiyle ilgisi yoktu" dedi.
"OKYANUSTA BİR
DAMLA"
Göncüoğlu, camilerle ilgili olumsuz yaklaşımın
sadece
Merzifonlu Camii'yle sınırlı olmadığını
belirterek sözlerine şöyle devam etti: "Bu,
okyanusta bir damla. Kaybolan ve heba edilen daha ne
yapılar var. Bu tür yapılar bir mantığın tahribiyle
alakalı. Sistematik bir tahribat söz konusuydu.
Çünkü Beşiktaş'a gittiğinde Barbaros Hayrettin Paşa
Türbesi ve Sinan Paşa Cami'nin dışında kadim bir
Osmanlı medeniyetinin var olduğunu ifade edemezsin.
Aynı şekildeKaraköy'deki omescidi kaldırdığında
tamamen kimliksiz bir lokal bölge ortaya çıkar. Amaç
da buydu zaten."
FATİH DÖNEMİNDE İNŞA
EDİLDİ
Karaköy'deki
Merzifonlu Camii, meydanın doğusunda Halil Ağa
ve Kemankeş Sokağı arasında bulunan fevkani bir
küçük camiydi. İlk olarak Fatih Sultan Mehmed
döneminde (1451-1481) mescit olarak inşa edildi.
Daha sonraları camiye çevrilip Merzifonlu Vakfı'na
bağlandı. Deprem nedeniyle hayli harap bir duruma
gelen mescit Sultan 2. Abdülhamid tarafından, 20.
yüzyıl başı mimarlığının saygın isimlerinden İtalyan
Raimondo D'Aronco'ya yeniden inşa ettirilerek
cami olarak ibadete tekrar açılmıştı.
Türkiye Gazetesi, 26.06.2012
|
İŞTE BİG BEN SAAT KULESİNİN YENİ ADI

İngiltere'nin başkenti
Londra'nın simgelerinden, ''Big
Ben'' olarak da bilinen tarihi saat kulesinin
adının ''Westminster Sarayı Elizabeth Kulesi''
olmasına karar verildi.
İngiliz parlamenterler, İngiltere Kraliçesi 2.
Elizabeth'in tahttaki 60. yılı onuruna kulenin
adının ''Elizabeth Kulesi'' olmasına onay verdi.
Thames Nehri kenarında bulunan tarihi İngiliz
Parlamentosu'nun parçası olan kuleye Kraliçe'nin
adının verilmesini, Muhafazakar Partili milletvekili
Tobias Ellwood önermişti.
Öneri, aralarında İngiltere Başbakanı David Cameron,
Başbakan Yardımcısı Nick Clegg ve muhalefetteki İşçi
Partisi'nin lideri Ed Miliband'in de bulunduğu
milletvekillerinin yarısından fazlasının onayını
aldı.
''Westminster Sarayı'' olarak da bilinen
parlamentonun bir bölümünün yeniden adlandırılması
İngiltere'de ilk kez yapılmıyor. Saray 1860 yılında
yeniden inşa edildiğinde, batısındaki kuleye ülkenin
63 yılla tahtta kalan en uzun süreli monarkı olan
Kraliçe Victoria'nın adı verilmişti.
Saat kulesi dünya genelinde ''Big Ben'' adıyla
bilinse de aslında bu isim kuledeki 13,5 tonluk
çanın takma adı.
86 yaşındaki Kraliçe 2. Elizabeth'in tahttaki 60.
yılı, bu ay başında ülke genelinde yapılan çeşitli
etkinliklerle kutlanmıştı.
Sabah, 26.06.2012
|
BAKANI AĞLATAN MÜZE
Bayburt doğumlu ressam
Profesör Dr. Hüsamettin Koçan’ın “geri döndüğüm
bavulumdur” dediği Baksı Müzesi, Çoruh Vadisi’ne
bakan ıssız, vahşi bir tepenin üzerine kurulu.
Bu ıssızlığın ortasında mimarisiyle hemen göze
çarpan müze, çağdaş sanatla yörenin el sanatlarını
aynı çatı altında barındırıyor.
İki yıl önce açılmış olan müzeyi gezerken insan
“Böylesi İstanbul’da yok” diye düşünmekten kendini
alamıyor.
Müze, sergi salonlarının yanı sıra, konferans
salonu, kütüphane ve Baksı Köyü’ndeki kadınların
halı ve “ehram” diye bilinen çok özel bir kumaşı
dokudukları atölyelere sahip
Profesör Koçan gerçekten çılgınca bir işe girişmiş.
Varını yoğunu ortaya koyarak doğduğu Baksı Köyü’nün
tam karşısına 30 dönümlük bir araziye bu müzeyi
kurmak niye?
“Baksı’da ortak yaşam mekanları gibi eski taş
işçiliği, seramik, halı üretimi de tarihe
karışmıştı. İnsanlar burada üretmeyi bırakıp
ekonomik nedenlerle gurbette iş peşine düşmüş.
Müzeyle Baksı’nın terk edilen bir yer değil dönülen
bir yer olmasını istedim” diyor Koçan.
KADIN İSTİHDAMI
En fazla Baksılı kadınların “istihdamı” üzerinde
duruyor.
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay dahil yüzden
fazla kişinin Erzurum, Aşkale, Bayburt üzerinden
Baksı’ya ulaşmalarının nedeni “Mesafe ve Temas”
temalı serginin açılışı.
Bu arada yanlış anlama olmasın sakın.
Baksı Müzesi açıldığı günden beri meraklıların uğrak
yeri olmuş.
Kısa bir ziyaret için uğradığımız Baksı Köyü’nün
sakinleri çok mutlu.
Özellikle de kadınlar zira müzenin atölyelerinde en
çok vakit geçirenler erkeklerden ziyade onlar.
“Mesafe ve Temas” sergisinin temasına dönersek.
Profesör Hüsamettin Koçan temayı söyle açıklıyor.
“Mesafe Baskı Müzesi’nin uzaklığını, Temas ise
çağdaş ile gelenekselliğin sanatla endüstrinin
buluşmasını anlatıyor”.
Serginin sanat, moda, tasarım ve lezzet bölümleri
var.
Fırat Arapoğlu, Mürteza Fidan ve Kurucu Koçanoğlu
sanat bölümünün küratörleri.
Sergiye katılan genç sanatçılar Bayburt ve Baksı’ya
önceden gelip eserleri için buradan beslenmişler.
Eserlerinde gurbet, ayrılık, yalnızlık var.
ŞAHMARAN FİNCANIYLA ÇORUH IŞIĞI
Tasarım bölümünün küratörü Koleksiyon Mobilya’nın
kurucusu mimar Faruk Malhan çeşitli üniversitelerde
okuyan genç tasarımcılarla birlikte çalışmış.
Yine daha önce buralara gelip yerel malzemeleri,
yerel formları inceleyen gençlerin tasarımlarını
üretime dönüştürmek pekala mümkün.
Şahmaran adındaki kahve fincanının ya da Çoruh Işığı
adındaki mumluğun alıcısı olacaktır.
Modacı Arzu Kaprol, Baksı Müzesi’ndeki atölyede
dokunan “ehram” kumaşıyla harikalar yaratmış.
“Yemek ve kültür” deyince akla gelen ilk isimlerden
Engin Akın, Bayburt yöresinden unutulmuş yemek
tariflerini, kurutulmuş olarak kullanılan yerel
malzemeleri gün ışığına çıkartmış.
Hüsamettin Koçan bu sergide ortaya çıkan
tasarımların üretilip pazarlanması durumunda Bayburt
ekonomisine katkı yapacağını düşünüyor.
Aynı zamanda Baksı Kültür Sanat Vakfı’na da.
Yanında Turizm Yatırımcıları Derneği Başkanı Turgut
Gür ve işadamı Erol Aksoy olduğu halde Baksı
Müzesi’ne gelen Kültür ve Turizm Bakanı Günay için
bu mekan çok özel.
Dokunaklı konuşmasında bakın ne diyor?
“Buraya ilk geldiğimde Hüsamettin Koçan’ın gurbette
giden babasının her gün yolunu gözlediği bu tepeye
müze yaptığını duyunca gözyaşlarımı tutamadım”.
Baksı Müzesi hakikatten gözyaşlarınızı
tutamayacağınız bir yer.
Prof. Koçan müzeyi yaparken sanatçı
dostlarından büyük destek görmüş.
125 sanatçının bağışladığı eserlerden yaklaşık
25’ini müzenin inşaatını tamamlamak üzere satmak
zorunda kalmış.
Müzenin ayakta kalması içi kurulan Baksı Kültür
Sanat Vakfı’nın düzenli gelire ihtiyacı var.
“Mesafe ve Temas” Sergisi’nin sunuculuğunu “gönüllü”
olarak üstlenen Rana Erkan Tabanca’nın çağrısına
kulak verelim.
Yılda 200 lira ile Baksı Dostu olalım.
Ayrıntılı bilgiye
www.baksi.org adresinden ulaşmak mümkün.
Hürriyet (Kısaltarak), Yazı: Gila Benmayor, 26.06.2012
|
İLK KIBRISLILAR BULUNDU

KKTC 'deki Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi
(UKÜ) Arkeoloji, Kültürel Miras ve Konservasyon
Merkezi,
TÜBİTAK destekli yürüttüğü Tatlısu Çiftlikdüzü
kazılarında Kıbrıs’ta yaşayan ilk insanlara ait
kemik kalıntılarına ulaşıldığını açıkladı.
UKÜ'den yapılan açıklamada, ilk Kıbrıslılardan iki
farklı kişiye ait kemiklerin birinin 20 yaşlarında
150 cm boyunda bir kadına, diğerinin ise 30’lu
yaşlarda bir erkeğe ait olduğunun tespit edildiği
belirtildi.
UKÜ Arkeoloji, Kültürel Miras ve Konservasyon
Merkezi Müdürü Yrd. Doç.Dr. Müge Şevketoğlu,
Tatlısu’da yaptıkları kazılar sonucu Kuzey Kıbrıs’ta
eskiye ait "ilk kez" insan kemiklerine ulaşıldığını
ifade etti.
Tatlısu - Çiftlikdüzü'nde bulunan MÖ 8.400
yıllarına ait insan iskeleti kalıntıları ile ilgili
bilgi veren Şevketoğlu, şunları söyledi:
"Tatlısu’da bulunan dağınık kemik parçaları
arasında, çene kemiği, kafatası parçaları, el ve
ayak parmakları, vertebralar ve diğer kemiklerden
yola çıkarak incelemeler yaptık. İlk Kıbrıslılar’dan
iki farklı kişiye ait kemikler üzerinde yaptığımız
incelemeler sonucu dişlerin sağlıklı olması, daha
önce yapılan botanik çalışmalardan bilinen
tahılların yumuşak yiyeceklerden oluşan bir
diyetleri olduğunu ortaya koymuştur."
“Tatlısu Çiftlikdüzü’nün, Kuzey Kıbrıs’ın şu ana
kadar keşfedilmiş on bin yıl öncesine tarihlenen en
eski yerleşim yeri olduğunu” belirten Yrd. Doç.Dr.
Müge Şevketoğlu, Tatlısu Belediyesi sınırları
içerisinde yer alan, denize yakın konuşlandırılmış
yerleşim yerinde şimdiye kadar yapılan kazılarda,
taş ve kerpiçten yapılmış yuvarlak planlı evler ve
alçı sıvalı tekneler bulunduğunu söyledi.
Şevketoğlu buluntular arasında ayrıca balıkçı
oltaları, taş ve deniz kabuğundan kolye ve benzeri
takılar ile Orta
Anadolu menşeli binlerce volkanik cam olan
"obsidyenden" kesici aletler bulunduğunu aktardı.
İnsanların yaptığı aktiviteleri geride bıraktıkları
eserlerden anlamanın mümkün olabileceğini belirten
Müge Şevketoğlu, yaşamın insanlar üzerinde bıraktığı
etkileri, fizyolojisini ise sadece insan
kemiklerinden öğrenilebildiklerini kaydetti.
Şevketoğlu arkeolojik eserler üzerine birçok kaynak
ve yazı olmasına rağmen arkeolojik kazılarda bulunan
insan kemikleri ve kemiklerin incelenmesinden
yorumlanan hastalıklar hakkında çok az bilgileri
olduğunu belirtti.
Kıbrıs kazılarında, kemiklerin, doğal şartlar ve
iklim faktörlerinden dolayı günümüze kadar
korunamadığını ya da çok kötü durumda bulunduğunu
ifade eden Yrd. Doç.Dr. Müge Şevketoğlu, bunun
başlıca sebebinin asitli toprak altında organik
kemiklerin korunamamaları olduğunu söyledi.
Şevketoğlu, kazılarda çok az miktarda bulunan
kemiklerden de o dönemin ölü gömme veya gömmeme
adetlerinin, kültürün yansımasından olabileceğini ve
bunun da kemiklerin günümüze kadar korunamamasının
bir diğer sebebi olduğunu belirtti.
Radikal, 26.06.2012
|
 |
HÜKÜMET KONAĞI'NIN KİTABESİ BULUNDU
Erzurum'da 1989 yılına kadar Valilik daha sonra da Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) olarak kullanılan tarihi Hükümet Konağı'nın restorasyonunda kitabesi bulundu.
Cumhuriyet tarihinin Erzurum'daki ilk ve en önemli yapıları arasında yer alan tarihi Hükümet Konağı'nın kitabesi yıllar sonra yapılan restorasyon ile gün yüzüne çıktı. Yıllarca sıva altında kalan kitabenin temizlenmesiyle tarihi mekanın kim tarafından ve ne zaman yaptırıldığı netleşti. Yıllar önce yapılan sıva ile üzeri kapatılan kitabede "Vali Sabit Bey'in zaman-ı memuriyetinde ikinci defa inşaası. 1339 - 1341" yazdığı öğrenildi. Kitabenin büyük önemi olduğunu söyleyen Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Hüseyin Yurttaş, tarihi kaynakların Vali Sabit Bey'in 4 Mayıs 1338 - 22 Temmuz 1339 tarihleri arasında Erzurum'da görev yaptığını aktardığını belirtti. Tarihi yapılardaki kitabelerin önemine dikkat çeken Prof.Dr. Yurttaş, "Hükümet Konağı'nın giriş kapısı üzerine işlenen kitabe yıllarca sıvanın altında kalmış. Restorasyonda fark edilmesi ile tarihi mekanın ne zaman ve kim tarafından yapıldığını daha net bir şekilde öğrenmiş olduk" dedi. Aslına uygun bir şekilde restore ettirilen ve Bölge İdare Mahkemesi olarak kullanılacak olan Hükümet Konağı önümüzdeki aylarda hizmete açılacak.
Erzurum Gazetesi, 26.06.2012
|
TARİHİ GEYLANİ MEDRESESİ YANDI
Hindistan, Pakistan ve Çin'in sınırlarında bir dağlık bölge olan Keşmir'in Hindistan yönetiminde bulunan bölgesinde 200 yıllık sufi medresesi alev alev yandı. Srinagar kentinde bulunan ve tasavvuf medresesinin kurucusu olarak kabul edilen İslam düşünürü Abdülkadir Geylani'nin medresesi olarak bilinen tarihi bina sabah namazından sonra çatısından yanmaya başladı. İlk belirlemelere göre hiçbir kimsenin yaralanmadığı yangın tarihi binaya ise büyük zarar verdi. Olay yerine gelen itfaiye ekipleri yangını söndürse de öfkeli Müslümanlar sokağa döküldü. Resmi olarak yangının çıkış nedeni hakkında bir açıklama yapılmazken olayın kundaklama olduğunu düşünen Müslümanlar polisle çatıştı. Çıkan olaylarda 6 kişi yaralandı. Yıllardır özellikle Pakistan ve Hindistan arasındaki siyasi anlaşmazlık nedeniyle huzurun gelmediği Keşmir'de Müslümanların büyük bir kısmı Hindistan yönetimi altında kalmak istemiyor.
Sabah, 26.06.2012
|
 |
SARNICIN BÖĞRÜNDEKİ
ANADOLU KAPLANI
Kimi Orta Asya
topluluklarında kutsal olduğuna inanılan suya tapım
görülür. Kimekler İrtiş Irmağı'nı büyük sayarlar.
Çağdaş şamanist Altay ve Yenisey Türklerinin yer-su
kültünü ve ayinlerinide yer-su'ya hitaben okudukları
ilahiler tasvir ve tespit edilmiştir. Altayların
inanışlarına göre, yer-su ruhları insanların
yaşadığı muhitte yaşarlar; ehli hayvanları yaratan
ve onlara bereket veren yer-su'dur. Yeniseylilerin
dağlara ve sulara hitaben söyledikleri ilahilerde,
Tom ve Kem (Yenisey) ırmakları 'merhametli hakan'
manasına gelen 'kayrakan' diye tavsif edilmektedir.
Başkurtlar bir gölde
veya ırmakta ilk defa yıkanmak isterlerse,
elbiselerinden veya kuşaklarından bir iplik koparıp
suya atarlardı. Bir köye yeni gelen geline "hu
köründürü" (su gösterme) denilen ve kadınlar
tarafından tarafından bir merasim yapılırdı. Bu
merasim gelin geldiği günün ertesi sabah yapılırdı.
Köyün kadınları ve kızları toplanıp gelini köyün
yakınındkai ırmağa veya göle götürürlerdi. İhtiyar
bir kadın gelini suya, suyu geline gösterdikten
sonra, "ataylardan gelen hu, ineylerden kalgan hu" (
babalardan kalan su, analardan kalan su) diyerek bir
şeyler söyler ve gelinin süslerinden bir gümüş para
koparıp suya atardı... Kazak adetine göre de bir
ırmağı ilk kez geçen suya bir şey atmalı imiş...
Bugün bile atıfta
bulunulan Cengiz Han yasalarında suyun kullanımına
ilişkin kesin hükümler ve katı kurallar olduğu
söylenir. Anadolu uygarlıklarının bir çoğunda suyun
yaratıcı özelliğine ilişikin mitler, inanışlar
vardır. Likyalı Apollon, kardeşi Artemis'le birlikte
Eşen (Ksantos) ırmağının kıyısında doğmuştur. Ana
tanrıça Leto'nun doğumuna tanıklık eden ırmağın
kıyısında kurulan Letoon kenti Likya'nın önemli
tapım merkezlerinden biriydi.
Hayvancı toplumlarda yıl, yaylak ve kışlak zamanı
olarak ikiye bölünüyordu. Kış mevsimi girmeden
sürüye koçlar katılıyor, bu zamana 'koç katımı' veya
'biçin ayı', Arapçada da Kasım yani 'bölen',
aralayan ay deniliyordu. Bu dönemin en önemli
hazırlıklarından biri de Anadolu'nun su kaynakları
açısından yoksul bölgelerinde su sarnıçların
hazırlanmasıydı.
Onarılıp temizlenen sarnıçlar, yağmurun bol olduğu
kış ve bahar mevsiminde yağmur sularıyla
dolduruluyor, yaz boyunca da insanların ve
hayvanların ihtiyacı olan su karşılanıyordu.
Antalya ve çevresindeki yaylak ve kışlak arasında
süren döngü, su sarnıçlarını yüzlerce yıldır
yaşamsal öneme sahip kılmıştır. Yaylak bölgelerde su
kaynakları açısından fazla sorun yaşanmazken, sahile
yakın olan kışlaklarda su ihtiyacı çoğunlukla
sarnıçlardan karşılanmıştır.
BEZİRGAN SARNICINI
BEKLEYEN ANADOLU KAPLANI
Yaylak ile kışlak
arasında geçiş noktası sayılan Kaş'ın Bezirgan Köyü
de bölgedeki yüzlerce sarnıçtan bir kaçını
barındırıyor. Bezirgan'ın Sarnıçbaşı mevkiinde
bulunan tarihi sarnıçlardan birinin gövdesinde
işlenmiş olan Anadolu parsı (kaplan) figürü, suyun
ne denli önemli olduğunun işareti olarak hala
varlığını koruyor.
Hayrat olarak yapılan Bezirgan sarnıcında bulunan
yazıtı okuyarak günümüz diline çeviren araştırmacı
Mustafa Cansız, 1821- 1822 tarihlerini taşıyan
yazıtta "Bu hayrata sebep olan hayırlı ve güzel iş
sahibi Hacı Mahmut ve kadın erkek diğer inananlar ve
bu hayrı gözeten Mahmut oğlu Osman bütün bu hayır
sahiplerinin ruhu için fatiha..." ifadelerinin
yeraldığını söylüyor.
Sarnıcın gövdesindeki
kaplan motifinin tarihsel ve kültürel olarak oldukça
anlamlı olduğunu söyleyen Cansız, bunun suyun
kirletilmemesi için kaplanın ruhunun suyu
beklediğine yönelik inanışın işareti olduğunu
belirtiyor. Türkiye'de kaplanın yalnızca adının
kaldığına değinen Cansız'a göre Bezirgan
sarnıcındaki motifin yanında Kaş'ta bulunan
Kaplanbükü mevkii bu açıdan tarihsel bir adlandırma,
kültürel bir anı olarak ilgiyi hakediyor.
Sarnıçların yanında genellikle mezarlıkların
bulunduğunu vurgulayan Cansız, bu alanlardaki
yazıtlım taşların kültürel açıdan önemine dikkat
çekiyor: "Tamam, günübirlik para getiren uğraşlara
kendimizi kaptırmış olabiliriz. Fakat değerlerimize,
ata mirası kendi taşlarımıza da sahip çıkalım."
Mustafa Cansız'ın
okumasını yaptığı Bezirgan sarnıcı Kaş ve
çevresindeki yüzlerce sarnıçtan yalnızca biri.
Likya, Bizans ve Osmanlı dönemlerinden günümüze
kadar ulaşan çok sayıda sarnıç tarihsel bir değer
olarak bile görülmezken hemen hiç birisi (arkeolojik
sit alanlarındakileri saymazsak) kültür mirası
kapsamında koruma altına alınmış değil. Üstelik
dileyen dilediğince yoketme özgürlüğüne sahip. Son
yıllarda bölgede yüzlercesi açılan taşocaklarının
yokettiği sarnıçların sayısını bilen yok.
Suyun kadim inanışlardan gelen derin toplumsal
bağları, bugün yerini ne yazık ki parayla ölçülen
ekonomik bir değere bırakmış durumda. Bezirgan
köyünde yaklaşık iki yüz yıl önce sarnıca işlenen
Anadolu kaplanı, ekmeğin aslanın ağzında olduğu
sözünden hareketle suyun kaplanın ağzınında bulunan
çok önemli bir değer olduğunu anlatıyor. Anlamak
isteyen varsa tabii...
Kaynakça: Abdülkadir
İnan, Makaleler ve İncelemeler. (Türk Tarih Kurumu
Yayını)
Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi. (Dost
Kitabevi)
Açık Gazete, Haber:
Yusuf Yavuz, 25.06.2012
|
CENDERE KÖPRÜSÜ'NDEKİ
KAFETERYACI MAHKEMELİK OLDU

Sit alanında olması
nedeniyle kapatılan ve yıkılan Cendere Köprüsü’ndeki
tesislerin yerine yeniden gölgelikler yapılması eski
işletmecinin dava açmasına neden oldu.
1977–2003 yılları arasında Cendere Köprüsünde
işletmecilik yapan Mehmet Karadoğan, işletmesini 9
yıl önce kapatan yetkililerin bu yıl aynı yerde
başkaları tarafından gölgelikler yapılarak işletmeye
açılmasına göz yumduklarını iddia ederek İstanbul
Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı ile Kahta
Cumhuriyet Başsavcılığına dava açtı. Bazı Devlet
yetkililerinin çifte standart uyguladıklarını
söyleyen Karadoğan adaletin tecelli etmesini
beklediğini dile getirdi.
Mehmet Karadoğan’ın şikayet dilekçesinin özeti
şöyle: “Adıyaman İli Kahta İlçesi Burmapınar Köyü
101 ada 20 parsel taşınmaz üzerinde 1977 yılından
beri turistik işletmemiz vardı. Bu yer 1996 yılında
kadastro çalışmaları sırasında ağabeyim Osman
Karadoğan adına tescil edilmiş ve tapusu abime
verilmişti. Kahta Asliye Hukuk mahkemesi Osman Kuşcu
adındaki vatandaşın şikayeti üzerine 2003/146 esas
2003/293 esas karar sayılı kararı ile abim adına
kayıtlı bu yerimiz orman vasfı ile Milli Park olarak
hazine adına tapuya kayıt ve tesciline karar
verildi. Bu parsel üzerindeki işyerimiz yıkılarak
inşaat bedeli dahi verilmedi. Daha önce Milli Park
alanında işletmecilik yapıyorlar diye bizi şikayet
eden Osman Kuşçu ve Ramazan Yıldırım adındaki
vatandaşlar şimdi Milli Parktan Cendere Köprüsü
yakınındaki Kafeteryayı ihale ile kafeteryanın
işletme ihalesini almışlar. Kafeterya İşletme
ihalesini alan bu şahıslar buranın da dışına çıkarak
Milli Park alanı ve hatta sit alanına gölgelikler
yaparak işgal etmişlerdir. Biz işlettiğimiz zaman
burası hazine malı, burası Milli Park sahası, burası
sit alanı diyenler, aynı yerin Osman Kuşçu ve
Ramazan Yıldırım tarafından işgal edilmesine göz
yummuşlardır. Çok büyük bir haksızlıkla karşı
karşıyayız. Bu kişilerin ne gibi bir özelliği var
ki; bize yasak olan bu arazinin bu şahıslara serbest
edilmesine bir anlam veremiyoruz. Bizim tapumuzu
elimizden alıp, işyerimizi yıkıp para ve hapis
cezası veren yetkililer neden aynı işgal, aynı
şekilde işletme çalıştıran bu şahıslara ses
çıkarmıyorlar. Neden bunlara göz yumuyorlar. Böyle
bir adalet olamaz. Bu eşitsizliğin ve bu
adaletsizliğin düzeltilmesini istiyorum. Hazine
arazisini dışına taşarak Milli park alanı ve sit
alanını işgal eden işgal eden bu kişiler ile bu
kişilere göz yumanlar hakkında gerekli işlemin
yapılmasını istiyorum. Sanıklar hakkında ceza davası
açılarak hapis cezası ile cezalandırılmasına karar
verilmesini arz ve talep ederim.”
Adıyaman Haber,
25.06.2012
|
KÜTÜPHANEYE ÇEVRİLEN CAMİ ASLINA DÖNÜYOR

Bursa Vakıflar Bölge Müdürlüğü, kütüphaneye
çevrilen cami için harekete geçti. Bölge Müdürü
Mürsel Sarı, belediyeden devraldıkları camiyi
müftülüğe verip ibadete açacaklarını söyledi.
Bursa'nın Demirci
Köyü'nde bulunan 700 yıllık
Demirci Camii, Nilüfer Belediyesi tarafından
geçtiğimiz yıl restore edilip çocuk
kütüphanesi olarak hizmete açılmıştı. Osman
Gazi'nin küçük oğlu Alaaddin Bey tarafından
yaptırılan caminin aslına dönmesi için Bursa
Vakıflar Bölge Müdürlüğü harekete geçti.
Demirci Köyünün Nilüfer Belediyesi'ne
bağlandığı 1989 yılına kadar caminin köy
tüzel kişiliğine kayıtlı olduğunu belirten
Vakıflar Bölge Müdürü Mürsel Sarı, kanun
gereği Kasım 2011'de belediyeden
devraldıkları camiyi müftülüğe verip ibadete
açacaklarını söyledi.
Demirci köyü 1989
yılında Nilüfer Belediyesi'ne katılıp köy
statüsünden çıkarıldı. Demirci Camii de
köyün tüzel varlıklarıyla birlikte
belediyeye devredildi. Bakımsızlık sebebiyle
harabeye dönen cami
CHP'li Nilüfer Belediyesi tarafından
restore edilerek çocuk kütüphanesine
dönüştürüldü. Köylülerin itirazı üzerine
Bursa Vakıflar Bölge Müdürlüğü inceleme
başlattı. 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun
30. maddesine göre belediyeye ait olan
tarihi binanın geri alındığını belirten
Bölge Müdürü Sarı, şu bilgileri verdi:
"Vakıflar Kanunu'nun 30. maddesi, 'Vakıf
yoluyla meydana gelip de her ne surette
olursa olsun, hazine, belediye, özel
idarelerin veya köy tüzel kişiliğinin
mülkiyetine geçmiş vakıf kültür varlıkları
mazbut vakfına devrolunur' demektedir."
Vakıflar Bölge Müdürlüğü olarak tapuyu resmi
olarak devraldıktan sonra belediyeden
binanın boşaltılmasını istediklerini ifade
eden Sarı, "Belediye aynı köyde bulunan
Demirci Hamamı'nın restore edilmekte
olduğunu belirterek, tamamlanmasının
ardından oraya taşınıp binayı
boşaltacaklarını bildirdi. Binayı
devraldıktan sonra cami olarak kullanımı
için il müftülüğüne devredeceğiz." dedi.
Vakıf eserleri başka amaçlar için
kullanılamaz
Bursa Müftüsü Mahmut Gündüz ise, vakfiye
olarak bağışlanan malların başka amaçlarla
kullanılamayacağına dikkat çekti. Gündüz,
"Vakıf malları vakfiye olarak kullanılacaksa
vakıf malları neye göre hangi amaç için
vakfedilmişse o alanda kullanılabilir. Güzel
de olsa başka amaçlarla kullanılamaz, caiz
değildir." diye konuştu. Nilüfer Belediyesi
ise tarihi caminin kütüphane olarak
kullanılmasından yana olduğunu bildirdi.
Belediyeden yapılan açıklamada, "Biz buranın
yine kütüphane olarak kullanılmasını
istiyoruz, gönlümüz bundan yana. Çünkü
burası çok harabe halde iken biz restore
edip kütüphane yaptık. Ayrıca yakınında yeni
yapılan bir cami var." denildi. Vakıflar ile
yazışmaların devam ettiğinin kaydedildiği
açıklamada, "Eğer buranın bize verilmesi
kabul edilmezse biz de yine bu köyde restore
ettiğimiz Demirci Hamamı'nı bitirdikten
sonra oraya taşınıp binayı boşaltacağız."
ifadeleri kullanıldı.
Bursa Haber, 25.06.2012
|
METRO KAZISINDAN TARİH ÇIKTI

Yunanistan’ın Selanik kentinde yapılan metro
kazı çalışmaları sırasında, yerin 7 metre altında,
Roma döneminden kalma 1800 yıllık tarihi bir yol gün
ışığına çıkarıldı.
Kazı sahasını halka açan yetkililer, tarihi
yoldaki bazı mermer taşların çocuklara ait
oyun tahtalarıyla aşındırılmış durumda olduğunu,
diğerlerinde ise atlı arabalara ait tekerlek
izlerinin bulunduğunu gösterdi. Kazı yerinde ortaya
çıkarılanlar arasında bazı alet ve lambalara ait
kalıntılarla mermer kolon kaideleri de bulunuyor.
Romalıların ana seyahat yolu olarak inşa ettikleri
belirlenen tarihi yol hakkında açıklamada bulunan
projede görevli arkeolog Viki Tzanakouli, yolun
yaklaşık 1800 yaşında olduğunun belirlendiğini
söyledi.
Bulunan yolun altında, Eski Yunanlılara ait, bu
yoldan 500 yıl kadar eski başka bir yola ait
kalıntılara da rastlandığına işaret eden Tzanakouli,
"Kentin yüzyılları aşkın tarihini ortaya çıkaran
birbirinin üstüne binmiş yollar bulduk. Tarihi yol
ve bunu dik kesen ara yollar, Selanik’teki modern
yolları andırıyor" diye konuştu.
Yetkililer, Selanik’e inşa edilecek yeni metro
sistemi çalışmaları sırasında ortaya çıkarılan
mermer yolun, metronun 2016 yılında hizmete
açıldığında sürekli olarak turistlere sergilenmesine
olanak vermek amacıyla yükseltileceğini bildirdi.
Selanik’te 2006’da başlayan metro çalışmaları, bir
yandan bu yoğun nüfuslu kentin altını keşfetmek
konusunda arkeologlara kolay ele geçmeyecek
fırsatlar sunarken, öte yandan da metro yapım
çalışmalarında yıllara varan gecikmelere yol açıyor.
Kentteki metro kazı çalışmaları sırasında 2008’de de
binden fazla tarihi mezar bulunmuştu. Değişik boyut
ve şekillerde bulunan mezarların bazılarında ziynet
eşyaları, sikkeler ve diğer
sanat eserlerine rastlanmıştı.
Milliyet, 26.06.2012
|
GÜDÜL'DE KAZI ÇALIŞMALARI BAŞLATILDI
Güdül
İlçesinin Çağ beldesinde Anadolu Medeniyetleri
Müzesi Müdürü Melih Arslan başkanlığında kazı
çalışmaları başlatıldı.
Güneyce mahallesinde başlatılan kazı
çalışmalarında kısa sürede MS 5 ve 6. yüzyıllarda
kullanılan önemli eserlere rastlandı. Genç Roma
dönemi, minizos-piskoposluk merkezi, o dönemlerde
bölgenin hacı yolu olarak kullanıldığı ve önemli
uğrak merkezi konumunda bulunan kasabada sürdürülen
kazılarda tarihi kalıntılara ulaşıldığı bildirildi.
Beldede sürdürülen kazılarda erken Bizans
döneminde kullanılan dini yapıt olduğunu
düşündüklerini söyleyen Arslan: “Erken Roma
döneminde kullanılmış bina, daha kazının başındayız
ama gelecek yıllarda binanın tamamını ortaya
çıkaracağız. Bulunduğumuz yer binanın son katı, yani
aşağıda iki kat daha bulunuyor” dedi.
Arslan sözlerini şöyle sürdürdü: “Kazı çalışması sonrasında ortaya çıkacak binanın
mimari çalışmalarının da tamamlanmasıyla buranın ne
için kullanıldığını ortaya koyacağız. Kazı
çalışmalarının tamamlanmasının ardından burasının
bir cazibe merkezi haline, insanların ziyaret
edebilecekleri bir yer haline getirilmesi için de
çalışma içinde olacağız. Burasının bir yerleşim yeri
ve ‘minizos’ adıyla anıldığını söyleyebiliriz.”
TBMM başkanı Cemil Çiçek’e desteklerinden dolayı
teşekkür eden Çağ Belediye Başkanı Muzaffer Yalçın,
kazılara da belediye olarak destek verdiklerini
ifade etti
haberler.com, 25.06.2012
|
MÜZE MÜDÜRÜNE 'MESAİ DIŞINDA GELME' UYARISI

Batman'da, Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Müze
Müdürü Tenzile Uysal'a, mesai saatleri dışında
müzede çalıştığı gerekçesiyle uyarı yazısı gönderdi.
Yazıda, "Mesaiden sonra idarenin bilgisi dışında
sürekli geç saatlere kadar müzenin açık tutulduğu
tespit edilmiştir. Mesai saatlerinin dışında müzenin
açılmaması, aksi takdirde Valilik oluru olmadan
mesai dışında (gece) müzenin açık tutulması halinde
gerekli yasal işlem yapılacaktır" denildi.
Batman Müzesi’nde müdür olarak 2.5 yıldır görev
yapan Tenzile Uysal’a, Kültür ve Turizm
Müdürlüğü’nden farklı bir uyarı geldi. Kültür ve
Turizm Müdürü Selahattin Ortaboy, tarafından Müze
Müdürlüğü’ne gönderilen yazıda, "Mesai saatinden
sonra Müze Müdürlüğümüzün binasının kapatılması ve
mesaiden sonra müzenin açık bulundurulması, acil ve
zorunlu hallerde önceden idareye bilgi verilerek
mesaiden sonra müzenin açılabileceği denilmesine
rağmen buna uyulmadığı ve mesaiden sonra idarenin
bilgisi dışında sürekli geç saatlere kadar müzenin
açık tutulduğu tespit edilmiştir. Mesai saatlerinin
dışında müzenin açılmaması, aksi takdirde Valilik
oluru olmadan mesai dışında (gece) müzenin açık
tutulması halinde gerekli yasal işlem yapılacaktır"
denildi.
Batman Müze Müdürü Tenzile Uysal, yetişmiş büro
personelinin yetersizliğinden yakınarak, işleri
yetiştirmek için bazen mesai saatleri sonrasında da
çalışmalarını binada sürdürdüklerini söyledi. Uysal,
"Yaptığımız işler sadece ofis çalışmasıdır. İhtiyaç
halinde müdürlüğümüzün bilgisi dahilinde
personelimiz mesai saatleri dışında müzede çalışması
için uygun görülmesi durumunda Valilik oluru
alınması talebinde bulunabileceğiz. Mevzuatta mesai
saatleri dışında böyle bir kural yoktur. Depoya
girmemek kaydı ile her saat müze binasında
bulunabilir. Görevli personel dışında kimse müzeye
giremez. Fakat müzenin deposunda herhangi kayıtlı
bir eser de yok" dedi.
Batman ’da kayıtlı tek bir eserin dahi
bulunmadığı
Batman Müzesi 3 yıl önce açıldı. Buraya 2.5 yıl
atanan Tenzile Uysal, "Daha önce bölgede bulunan
tarihi eserler Mardin ve
Diyarbakır ’daki müzelere gönderilmiş. Binamızda
ve depomuzdaki tadilat çalışmaları devam ediyor.
Gönderilen eserlerin listesini hazırlıyoruz.
Bölgemizde bulunan eserler, düzenlenmenin bitmesinin
Batman Müzesi’ne getirilip sergilenecek" dedi.
Radikal, Haber: Arif Arslan, 25.06.2012
|
|
PICASSO'YU BOYADI, KAÇTI
ABD’de
bir adam, girdiği müzede Picasso’nun milyonlarca
dolar değerindeki tablosuna resim çizdi.
Vandallık yaparken cep telefonuyla saldırıyı
kaydeden adam videoyu daha sonra YouTube’a yükledi.
Polis izlenme rekorları kıran videodaki adamın Uriel
Landeros olduğu tespit etti. Videonun bir fenomen
haline dönüşmesinden sonra Landeros ortadan
kayboldu. Polis, Landeros’u yakalayana 5 bin dolar
para ödülü vadetti. 22 yaşındaki Landeros’un tablo
üzerine boğa resmi çizip, “Zafer” anlamına gelen
“Conquista” yazdığı belirtildi.
Vatan, 25.06.2012
|
RODIN'İN 13 YIL ÖNCE ÇALINAN BÜSTÜ BULUNDU

Fransız heykeltıraş Auguste Rodin'in 13 yıl
önce müzeden çalınan büstü, bir antikacının
kamyonunda bulundu.
Yetkililer,
Lyon bölgesinde yapılan soygunlarla ilgili
olarak polisin izlemeye aldığı antikacının Loire
bölgesindeki Montbrison kentinde gözaltına
alındığını açıkladı.
Rodin'in sevgilisi Camille Claudel tarafından
yapılan 58,5 santimetre yüksekliğinde ve yaklaşık 8
kilogram ağırlığındaki büst, antikacının kamyonunda
yapılan aramada bulundu.
Claudel'in imzasını taşıyan ve 1,3 milyon dolar
değerinde olduğu tahmin edilen büst, 1999 yılında
Gueret Sanat ve
Arkeoloji Müzesi'nden çalınmıştı.
Gueret Sanat ve
Arkeoloji Müzesi Müdürü Catherine Wachs-Genest,
büstün 13 yıl sonra bulunmasını mucize olarak
niteledi.
Rodin'in öğrencisi, esin kaynağı ve modeli olan
Claudel, 50'den fazla eser vermiş, ancak çok azına
imza atmıştı.
Claudel, 30 yıl akıl hastanesinde kaldıktan sonra 19
Ekim 1943'te yaşamını yitirmişti.
Cnn Türk, 25.06.2012
|
STONEHEGE'İN SIRRI ÇÖZÜLDÜ
İngiltere'deki Salisbury Düzlüğü'nde bulunan
büyük taşlardan oluşan Stonehenge Anıtı'nın sırrı
çözüldü. Daha önce tapınak olduğu söylenen anıtın
aslında adada yaşayan kabileler tarafından barış
anısına yapıldığı belirtildi. Sheffield
Üniversitesi'nden Profesör Mike Parker, MÖ 300 ile 2 bin 500 arasında yapılan anıtın uzun
süre birbirleri ile savaşan kabilelerin
birleşmelerinin ardından yapıldığını söyledi. 10 yıl
süren bir araştırmanın sonunda anıtta bulunan her
kayanın İngiltere'nin farklı bir bölgesinden geldiği
ve ayrı bir kabileyi temsil ettiği kaydedildi.
Sabah, 25.06.2012
|
|
PARION ANTİK'TE KAZILAR BAŞLADI

Çanakkale'nin Biga
İlçesi'ne bağlı Kemer Köyü'nde
yer alan antik
Parion kentinde arkeolojik kazıların bu yılki
etabı başladı.
Atatürk Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Cevat
Başaran'ın başkanlığındaki kazılara 9 akademisyen, 9
arkeolog, 4 antropolog, 1 mimar, 4
restoratör-konservatör, 4 arkeo jeofizikçi, 1
fotoğrafçı, 2 sanat tarihçisi ile 1 seramik uzmanı
ve çeşitli üniversitelerin arkeoloji bölümlerinde
öğrenim gören 75 öğrenci katılıyor. Kazıların
yaklaşık 2 ay sürdürülmesi planlanıyor. Kazıda,
Çanakkale Arkeoloji Müzesi uzmanlarından Keziban
Durmuş bakanlık temsilcisi olarak görev yapıyor.
Geçen yılki kazı çalışmalarında özellikle nekropol,
odeion ve tiyatro bölgelerinden önemli buluntuların
ele geçtiği ve günümüze kadar gelen kalıntıları
yaklaşık MÖ 8. yüzyıla kadar geri giden
Parion, antik çağda deniz ticaret yolu üzerinde
yer alıyor. Arkaik ve klasik dönemde bastığı ön
yüzünde boğa ve Gorgo başı bulunan sikkeleriyle
tanınmış Parion'un, iki limana sahip bir balıkçı
kenti olduğu biliniyor. Geçen sezon nekropoldeki
mezarlardan elde edilen bilgilere göre, özellikle
Hellenistik dönemde yeniden parlamaya başlayan
Parion, Roma devrinde tiyatro, hamam ve tapınaklar
olmak üzere çeşitli sosyal yapılarla donatılıyor.
Kemer Köyü'nde Sedat-Naciye Nurova Parion Kazı
Evi'nde barınan ve 105 kişiden oluşan kazı teknik
ekibinin bu yılki çalışmaları antik kentin
nekropolis, tiyatro, Roma hamamı, yamaç yapısı,
odeion ve sondajlar olmak üzere altı ayrı bölgesinde
ve yoğun bir çalışma temposu içerisinde yürütmesi
planlanıyor. Geçen yılki çalışmalar sırasında Termik
bölgesinde ortaya çıkarılan 'sevgililer mezarı'
sebebiyle adı 'sevgililer kenti'ne çıkan Parion'da,
bu yıl da önemli ve ilginç buluntular bekleniyor.
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın 100 bin TL
ödenek verdiği kazı çalışmalarına, kazı resmi
sponsoru ve bölgenin önde gelen sanayi
kuruluşlarından olan İÇDAŞ A.Ş. de sağladığı
lojistik yardımlarla katkıda bulunuyor.
Sabah, 25.06.2012
******
PARION ANTİK
KENTİNDE ÇOCUK LAHDİ BULUNDU
Çanakkale’nin Biga İlçesi’ne bağlı Kemer Köyü’ndeki
Parion antik kentinde kazı çalışmalarının ilk
gününde MÖ 6′ncı yüzyıla ait bir çocuk
lahdi bulundu.
Parion antik kentinde 8′inci dönem kazı
çalışmaları Bereketli başladı. Erzurum Atatürk
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Cevat Başaran’ın başkanlığında 105 kişilik bir
ekiple dün startı verilen kazılarda, nekropol
bölümünde bir kız çocuğuna ait lahide rastlandı.
Kemer Köyü girişinde
yer alan mezarlığın orta kesiminde, Arkaik Dönem’e
ait kireçtaşı omurgalı çocuk lahidi bulunması, kazı
ekibinde de sevinç yarattı. 135 santimetre boyunda,
56 santimetre enindeki lahidin açılması sonrasında
antropolojik verilere göre, 10 ile 12 yaşları
arasında bir kız çocuğuna ait iskelet ortaya
çıkartıldı. Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Cevat
Başaran, buluntuyla ilgili şu bilgileri verdi:
“Doğu-batı yönünde düzenlenmiş lahidin içinde
sırt üstü yatırılmış, bronz kolye taşı ve parmağında
bakır yüzüğü, sağ tarafında bir mermer koku kabı yer
alan kemikleri erimiş bir iskeletle karşılaştık.
MÖ 6′ncı yüzyıla ait çocuk lahidini ekip
olarak, Parion ilk gün bereketi olarak yorumladık.
Bu buluntu bizim için önem taşıyor. Özellikle ilk
günde böyle bir sonuç almak heyecanımızı daha da
arttırdı. Kazılarımız 15 Ağustos’a kadar antik
kentin nekropol, tiyatro, Roma Hamamı, yamaç yapısı,
odeion ve sondajlar olmak üzere altı ayrı bölgesinde
yürütülecek.”
haberler.com, 26.06.2012
|
EVİNDE ROMA DÖNEMİNE AİT LAHİT ÇIKTI
Kırşehir’de
yapılan istihbarat çalışmaları sonuç verdi. M.G adlı
şahsın evinde Roma dönemine ait lahit mezar çıktı.
Kırşehir İl Jandarma Komutanlığı'nca yapılan
istihbarat çalışmaları sonucunda Kırşehir il
merkezinde ikamet eden M.G. isimli şahsın evinde,
Doğu Roma dönemine ait kapaklı bir adet lahit (Çocuk
mezarı) olduğu tespit edilen tarihi eser ele
geçirildi.
M.G. isimli şahsın verdiği ifade doğrultusunda
yapılan aramada Roma dönemine ait (243) adet bronz
sikke ve (21) adet çeşitli tarihi objeler ele
geçirildi.
Kırşehir Müze Müdürlüğü’nce tarihi eser olduğu
tespiti yapılan malzemelere el konularak, olayla
ilgisi olduğu tespit edilen (5) şüpheli şahıs
yakalanarak adli makamlara sevk edildi.K.G. ve N.G.
alınan ifadelerini müteakip serbest bırakılırken,
M.G., D.A. ve A.Ç. isimli şüpheliler ise
tutuklanarak Kırşehir E Tipi Kapalı Ceza Evine
kondu. Tarihi eser kaçakçılığı ile ilgili
soruşturmanın devam ettiği öğrenildi.
haberler.com, 25.06.2012
|
PINARBAŞI HAMAMI ASLINA DÖNECEK

İzmir Büyükşehir Belediyesi, metruk
durumdaki tarihi Pınarbaşı Hamamı’nı Vakıflar Bölge
Müdürlüğü’nden 30 yıllığına kiralayarak restorasyon
çalışmalarına başladı. 500 yıllık yapı, orijinal
işlevine uygun şekilde kullanılacak.
İzmir Büyükşehir Belediyesi, yıllardır atıl
durumda olan, yıkılmaya yüz tutmuş Pınarbaşı
Hamamı’nı kente kazandırıyor. Vakıflar Bölge
Müdürlüğü ile 30 yıllığına “restorasyon karşılığı
kiralama” sözleşmesi imzalayan Büyükşehir
Belediyesi, 443 metrekarelik arazi içinde yer alan
tarihi hamamın restorasyon çalışmalarında sonra
geldi. “Eski işlevine uygun olarak” hizmete açılacak
olan tarihi Hamam, çalışmaların başladığı Ocak
2011’den bu yana büyük ölçüde yenilendi.
15. Yüzyıl’dan kalan tarihi yapıyı orijinal işlevi
olan hamam kullanımına uygun şekilde restore eden
Büyükşehir Belediyesi, Hamam’ı eski haline döndürmek
için gerekli sağlamlaştırma ve düzenleme
çalışmalarını gerçekleştirdi. Tarihi yapıdaki mevcut
eski sistem temizlenip korunarak yeni ısıtma
sistemiyle kullanılır hale getirilmesi
çalışmalarında ise sona gelindi.
Pınarbaşı Hamamı, Anadolu’da bulunan Osmanlı
hamamları içinde değerlendirildiğinde, tek mekanlı
hamamlar grubunda yer alıyor. Tarihi hamamda yapılan
sondaj çalışmalarında, o dönemde uygulanan özel yapı
malzemelerine rastlanılan tarihi hamam,
“soyunmalık”, “ılıklık”, “usturalık”, “sıcaklık”,
“su deposu”, “külhan” ve “odunluk” mekanlarından
oluşuyor.
Çalışmalar kapsamında Hamam’ın Doğu cephesine, zaman
içinde yıkılan “soyunmalık” bölümü projeler
çerçevesinde tekrar yapıldı. Pınarbaşı Hamamı’ndaki
çalışmaların önümüzdeki ay tamamlanması
hedefleniyor.
Karşıyaka Life, 25.06.2012
|
ALANYA KALESİ'NDE RESTORASYON

2400 yıllık sürekli bir yerleşime tanıklık eden
1. Derece Doğal, Arkeolojik, Tarihi ve Kentsel bir
sit alanı ve UNESCO Dünya Miras Listesine aday
Alanya Kalesi’nde restorasyon yapılıyor. Önemli
kültürel değerlerden olan Tünel Mevkii Ana Giriş
Kapısı ile Sur ve Burçları ve Hisariçi Mahallesi'nde
bulunan Denizci Mescidi'nin restorasyon çalışmaları
Alanya Belediyesi tarafından başlatıldı.

Alanya Kalesi, kültürel miras bağlamında belli bir
dönemin kentsel ve mimari özelliklerini, yapım
tekniklerini ve sosyal yaşamını açıklayan bir belge
niteliğinde kabul ediliyor.
Kale alanı dahilinde bulunan yapıların restorasyonu
ile yeniden canlandırılması ve korunması ve sit
alanı özelliklerine göre yeniden işlevlendirilmesi
projeleri kamu ve sivil kuruluşların işbirliği ve
katkılarıyla hayata geçiriliyor..
Alanya Kalesi’nde 480 ada 1 parsel tünel mevkii’nde
bulunan sur ve burçlar, hazine mülkiyetinde olup
Alanya Belediyesi’ne 2008 yılında tahsis edildi.
Kale’nin anıtsal kapılarından birinin bulunduğu bu
bölüm, Alanya Kalesi’nin göze çarpan değerlerinden
biri olan 6.5 km uzunluğundaki surların bir parçası
olup anıtsal kapı ile birlikte Kale’nin önemli
noktalarından birini meydana getiriyor.
Tarihi, doğal ve kültürel mirasın korunması,
yaşatılması ve gelecek kuşaklara aktarılması yönünde
önemli ve kalıcı girişimlerde bulunuluyor. Bu
amaçla Tarihi Kentler Birliği; üye şehirlerin
teşvik ve cesaret edilmesine yönelik korumaya
ilişkin proje çalışmalarında maddi destekte
bulunuyor. 2005 yılından itibaren Tarihi Kentler
Birliği'nin başlattığı “200 Ortak 200 Eser” projesi
kapsamında, Alanya Kalesi dahilinde bulunan 480 ada
1 parsel Tünel Mevkii’nde bulunan Sur ve Burçlarının
rölöve, restitüsyon ve restorasyon projelendirilme
çalışmaları için 2009 yılında ödenek sağlayarak
katkıda bulunuldu.
1999 yılı Antalya Koruma Kurulu tarafından onaylanan
Alanya Kalesi Koruma Amaçlı İmar Planı kararı
uyarınca "Ziyaretçi danışma ve kale bilgilendirme
merkezi ve bakı terası (Manzara terası)” amaçlı
olarak kullanılacak, Alanın ihalesi 30.04.2012 de
yapıldı. İl Özel İdare tarafından tahsis edilen
%10'luk katkı payından sağlanan 156.600 liralık
kaynak ile restorasyon çalışması 25.05.2012’de
başlayarak 20.11.2012’de tamamlanacaktır.
480 ada 1 parsel tünel mevkii’nde yer alan sur ve
burçların, hemen ön bölümünde yer alan anıtsal kapı
ile birlikte koruma çalışmalarının tamamlanarak
kullanıma açılması planlandı. Böylece yapı hem
Alanya Kalesi için turistik açıdan önemli bir
bağlantı noktası konumuna getirecek, hem de sürekli
bakım yapılması ile yapısal bozulmalar engellenecek.
DENİZCİ MESCİDİ
301 ada 8 parselde bulunan denizci mescidi için
30.12.2010 tarihinde Vakıflar Bölge Müdürlüğü ve
Alanya Belediyesi arasında bir protokol imzalandı.
Bu mescit yapısında Alanya Kalesi’nin önemli ve
eşsiz değerlerinden olan duvarlara kazınmış binlerce
graffitiden yüzlercesi bulunuyor.
07.05.2012’de
ihale edilen mescidin restorasyon çalışması, İl Özel
İdaresi tarafından tahsis edilen %10'luk katkı
payından sağlanan 47.042,50 liralık kaynak ile
25.05.2012’de başlamıştır. Çalışma 22.10.2012’de
tamamlanacak.
Türkiye Turizm, 24.06.2012
|
MOR GABRİEL DOSYASINDAN KAYBOLAN EVRAK

Mor Gabriel'in topraklarının bir kısmının
Hazine'ye devredilmesinin sebebi, Manastır
yetkilileri tarafından ibraz edilmiş bazı temel
belgelerin dosyadan esrarengiz biçimde "kaybolmuş"
olmasına dayanıyormuş!
Biraz önce çok acayip bir bilgi geldi. Yazıp
yolladığım yazımı yeni baştan ele almam gerek.
16.06.2012 tarihli
Radikal ’in kapağında, Mor Gabriel’in kadim
topraklarından bir kısmının Yargıtay Hukuk Genel
Kurulu (“YHGK”) kararıyla ve artık kesin olarak
Hazine’ye devredildiği bildiriliyordu.
Meğer, bu kesin karar, Manastır yetkilileri
tarafından ibraz edilmiş bazı temel belgelerin
dosyadan esrarengiz biçimde “kaybolmuş” olmasına
dayanıyormuş! Bu inanılmaz olayı anlatacağım ama
önce meselenin geçmişini özetleyeyim. Kontrol
edilebilsin diye her türlü tarih/sayıyı ekleyerek.
Yargıtay bu kararı nasıl verir?
T.C. Hazine, 29.01.2009’da Midyat Kadastro
Mahkemesi’nde (bundan sonra: “Midyat”) Mor Gabriel
Vakfı’na dava açıyor. Kadastro geçerken Vakfa tescil
edilen toplam 244 dönüm arazinin kendisine
devredilmesini istiyor. Midyat evrakı inceliyor,
yerinde keşif yapıyor ve 24.06.2009’da fevkalade
ayrıntılı bir kararla Hazine’nin davasını reddediyor
(esas no: 2009/11, karar no. 2009/28).
Hazine temyize gidiyor. Yargıtay 20. Hukuk Dairesi
(“HD”) 07.12.2010’da kararı bozuyor ve arazilerin
Hazine adına tapulanmasını istiyor (esas no.
2010/13416, karar no.15347). Temel gerekçesi:
“Kadastro Kanunu Md. 14’e göre, tapuda kayıtlı
olmayan bir arazinin, en az 20 yıldır zilyedi
[fiilen sahibi] olduğunu ispat yoluyla tescilini
isteme durumunda, bu arazinin miktarı kuru toprakta
100 dönümü aşamaz. Oysa burada 244 dönüm arazi
tescil edilmiştir”.
Çok ilginç, çünkü nasıl Nisa Suresi 43. Ayetteki
“Namaza yaklaşmayınız”ın devamı varsa, Md. 14’te de
“100 dönümü aşamaz”ın devamı var: “Aşağıdaki
belgelerden birinin ibrazı halinde, bu miktardan
[yani, 100 dönümden] fazlası da tescil edilebilir.”
Bu belgelere şu da dahil: “31.12.1981 tarihine veya
daha önceki tarihlere ait vergi kayıtları.” Manastır
bu vergileri Arazi Tahrir Kanunu uyarınca
01.09.1937’den beri muntazaman ödemiş. Çünkü bu
arazileri meşhur 1936 Beyannamesi’nde deklare etmiş.
Midyat da bu iki hususu tespit ettiği içindir ki
2009’da Manastır lehine karar vermiş (ve sonra da bu
kararında direnecek; bkz. aşağıya).
Ben sanmıştım ki, olacak iş değil ama, Yargıtay 20.
HD nedense Md. 14’ün devamını dikkate almamış. Oysa,
olay bambaşkaymış. 07.12.2010 tarihli bozma
kararında diyor ki: “1) 1937’den beri vergilerin
ödendiği iddia edilmektedir, oysa dava konusu
taşınmazlarla ilgili hiçbir vergi kaydı ibraz
edilmemiştir; 2) 1936 yılında Vakıflar Genel
Müdürlüğü’ne bildirim yapıldığı iddia edilmektedir,
oysa bununla ilgili evrak ibraz edilmemiştir.”
İşin içinde iş var…
Manastır yetkililerine ısrarla soruyorum, diyorlar
ki: “Biz vergi kayıtlarını en başta ibraz ettik. 36
Beyannamesi’ni de Mahkeme doğrudan Vakıflar Genel
Müdürlüğü’nden getirtti. Zaten Midyat bunlara
dayanarak haklı çıkardı bizi ve sonra da kararında
direndi. Ayrıca bunları keşif zaptına ve deliller
listesine de yazdık. Nasıl olduysa, dosyadan
kayboluyor.”
Soruyorum: “Siz bunun ne zaman farkına vardınız?”
Diyorlar: “Karar bozulup dosya Midyat’a dönünce.
Kararı okuyunca dosyaya baktık, içinde bizim
belgeler hakikaten yok.” Soruyorum: “Bunu hemen
bildirmediniz mi?” Diyorlar: “Yargıtay’a karar
düzeltme talebimizde büyük harflerle yazdık. Ayrıca,
bu iki belgeyi bu talebimize ek olarak yeniden
koyduk. Ama Yargıtay’da durum değişmedi.” Karar
düzeltme taleplerini istedim, hakikaten bu belgeleri
daha en başta ibraz ettiklerini buraya altı çizili
ve siyah büyük harflerle yazmışlar ve hakikaten bu
belgeleri bu karar düzeltme taleplerinin ekinde
tekrar sunmuşlar.
Peki, 20. HD, bu karar düzeltme talebine
28.06.2011’de ret cevabı verirken ne diyor? Sadece
iki satırla: “Karar düzeltme dilekçesinde değinilen
hususlar temyiz aşamasında da ileri sürülmüştür.
Dairemiz kararı bu konulara cevap teşkil edecek
nitelikte olduğu gibi, usul ve yasaya da uygundur”
(esas no. 2011/3720, karar no. 2011/8237).
Yukarıda da söyledim, Midyat kararında direniyor
(10.10.2011; esas no. 2011/38, karar no. 2011/87).
Hazine bunu da temyiz ediyor. Direnme kararı
nedeniyle dosya bu sefer YHGK’ya gidiyor. Son sözü
orası 13.06.2012’de söylüyor: Midyat’ın kararını
bozuyor. Henüz yazılıp yayınlanmamış olan bu bozma
kararı, artık bağlayıcı. Midyat mecburen uyacak. 244
dönüm arazi de Hazine’ye geçecek.
Mesele üzerine derin düşünceler
Bütün bunları benim aklım almadı. Birtakım sorulara
cevap bulmak lazım.
1) Söz konusu temel belgeleri Midyat değerlendirmiş
ve Mor Gabriel’e hak vermiş. Oysa Yargıtay
değerlendirmemiş ve Hazine’ye hak vermiş; çünkü
dosyada olmadığını söylüyor. Peki, bunlar dosyadan
ne zaman kayboldu? Nasıl kayboldu? Kim aldı?
2) Hadi, kayboldu. Ama Manastır yetkilileri karar
düzeltme dilekçelerinde bunları tekrar yollamışlar.
Onlar da mı kayboldu? Olacak iş değil.
3) Gayrimüslimler hakkında kimsenin yapmadığı
reformları yaparak bir sürü tutucuyu kendine düşman
eden AKP iktidarının, bu kadar açık bir hukuki
meselede Hazine’nin durmadan temyiz ettiğinden
haberi yok mudur? Hazine, hükümetin bir organı değil
midir?
4) Bu yargı süreci, Mor Gabriel’e senelerdir yapılan
işgal baskılarının üzerine tüy dikti. Olay,
yurtiçinden çok, yurtdışında büyük bir dikkatle
izleniyor. Çünkü dinsel baskı olarak algılanıyor. Bu
olaydan
Türkiye büyük yara aldı. İnternetten son haber:
“Alman Federal Parlamentosu’ndan Mor Gabriel
protestosu” (http://www.dw.de/dw/article/0,16028337,00.html).
5) Bu acayip durum sonucu Yargıtay fena yara aldı.
Çünkü mevcut sabıkası var: 08.05.1974 tarihinde aynı
YHGK şunu söylemişti ve o zaman da kimselerin aklı
almamıştı: “Görülüyor ki, Türk olmayanların meydana
getirdikleri tüzel kişiliklerin taşınmaz mal
edinmeleri yasaklanmıştır” (esas no. 1971/2-820,
karar no 1974/505). Kararın “Türk olmayan” dediği,
yabancılar filan değildi. Balıklı Rum Hastanesi
Vakfı’nın T.C. vatandaşı yöneticileri, Müslüman
olmadıkları için, YHGK tarafından “Türk”
sayılmamıştı…
1974’te o büyük ayıp kapanıp gitmişti çünkü Soğuk
Savaş dönemiydi. Ama sanıyorum bu kadar acayip bir
“dosyadan evrak kaybolma” işi şimdi burada kalmaz.
Ciddi sonuçları olacaktır.
Radikal İki, Yazı: Baskın Oran, 24.06.2012
|
ÇAĞDAŞ SANATIN KALBİNE ORTADOĞU DAMGASI

Sanat dünyasının nabzı, 14
- 17 Haziran arasında İsviçre'nin Basel kentinde
attı. Şehir dünyanın en önemli koleksiyonerleri,
sanatçıları, küratörleri ve sanatseverlerine ev
sahipliği yaptı. 65 bin kişinin katıldığı
ArtBasel'de, dünya sanat piyasasına yön veren
Avrupa, Amerika, Asya ve Afrika'dan yaklaşık 300
galeri 2 bin 500'den fazla sanatçının eserlerini
görücüye çıkardı. Heykeller, koleksiyonlar video ve
resimden oluşan farklı teknikle sergilendi. Bu
mithiş buluşmaya gidemedim ama Eko- Sanat olarak
ArtBasel'i okuyucuya anlatmak için mükemmel bir
fırsat buldum. Dünya çağdaş sanat piyasasının en
önemli etkinliğini Türkiye'nin en pahalı çağdaş
ressamı Ahmet Güneştekin EkoSanat okurları için
gezdi ve izlenimlerini aktardı. Sözü ona
bırakıyorum...
Arap, Hintli, Japon, Rus, Amerikalı, Avrupalı,
Brezilyalı... Altı kıtadan koşarak gelmiş gibi
insanlar. Bir harcama, tüketme çılgınlığı...
Yolların sağında solunda canlı yayın araçları
dünyanın dört bir yanına haber geçiyor. Beş yıldır
aynı manzarayı görüyorum, milyarder kalabağı giderek
artıyor. Neyse ki hepsi çağdaş sanat tutkunu. Daha
fuar meydanına adım atar atmaz, geçmişteki
çalışmalarını da çok başarılı bulduğum İsviçre'li
mimarlık şirketi Herzog&De Meuron'un "Schaulager
Uydu" projesi çarpıyor insanı. Anlıyorsunuz ki
Davos'undan tutun da lüks saat fuarına kadar, her
yıl dünya çapında onlarca etkinliğe ev sahipliği
yapan İsviçre hükümeti, haklı olarak Art- Basel'e
başka bir önem veriyor.
Rahat rahat dolaşıyoruz dünyanın en ünlü
galerilerinin standlarını. Milyonlarca dolarlık
eserlerin arasında dolaşırken bu yılki değişikliği
hemen hissedebiliyorsunuz ArtBasel'de... Paul
Cezanne'ın 'İskambil Oynayanları için 250 milyon
doları gözden çıkaran, Edvard Munch'un 'Çığlık' adlı
tablosuna 120 milyon dolar bastırıp sanat piyasasını
altüst eden, Avrupa'nın hazinelerini çöl ortasında
kurdukları görkemli sanat saraylarına taşıyan
multi-milyarder Araplar, ArtBasel'e de damga vurmuş.
Dubai'den gelen iki ayrı galeri fuarda son derece
iyi yerler almış. Böylece Ortadoğu'da, artık
yadsınamayacak bir olgunluğa erişmiş sanat ortamı
oluştuğu da onaylanmış oluyor. Mutlu oluyorum...
Çünkü dünya sanat piyasasına girdiği andan itibaren
kısa sürede dünya çapında söz sahibi olacağını
düşündüğüm ve inandığım bir coğrafya bu. Belki
ileride Miami ve Hongkong'dan sonra ArtBasel'in bir
kolunu Ortadoğu'da da görebiliriz...Kimbilir, çok
çalışırsak belki de İstanbul'da...
TÜRKİYE NEDEN YOK?
Tabii gezip gezip buruk ayrıldık ArtBasel'den!
Geçmiş yıllara karşın bu sene Türkiye'den tek galeri
yoktu çünkü... Murat Plevneli'nin kurucusu olduğu
Galerist uzun yıllardır fuara katılıyordu ancak
yakın zamandaki ortak değişiminin ardından bu kez
Basel çıkarmasını yapmamışlar. Oysa Türk çağdaş
sanat dünyası, uluslararası alanda konuşulup takip
edilecekse, artık binlerce kişiye istihdam yaratan
sanat sektörü büyümeye devam edecekse Art- Basel'de
bir değil; üç, dört galerinin yer alması gerekiyor.
Sabah (Kısaltarak), Haber: Burcu Aldinç, 24.06.2012
|
 |
HİTİTLERE AİT İNSAN KEMİKLERİ BULUNDU
Kırıkkale'nin Karakeçili İlçesi Büklükale mevkiinde, Japonlar tarafından başlatılan arkeoloji kazılarda, Hitit uygarlığına ait olduğu söylenen evler keşfedildi.
Büklükale mevkiinde başlayan kazıya, Kırşehir Üniversitesi Arkeoloji Öğretim Üyesi Japon Kimiyashi Matsumura başkanlık ediyor. Kazılara, Japonlarla birlikte Kültür Bakanlığı'ndan yetkililer de gözetim yapıyor. Elde edilen bulgular ve arkeoloji eşyalar Kültür Bakanlığı'na teslim edilecek. Sit alanı ilan edilen ve kazı yapılan bölgelerin, güvenlik görevlileri tarafından kontrollü sağlanıyor.
Kazıların gayet iyi gittiğini dile getiren yetkililer, "Çalışmalarımızda Hititlerden kalma mimari tespit ettik. Kazılarda insan kemikleri ve eşyalar çıkmaya başladı. Burası 600 metrelik bir alan ve bazı evlerin bazı kısımlarına ulaştık. Havalar çok iyi gidiyor. Çalışmalar devam ediyor. İşimiz bittikten sonra bölge koruma altında kalacak." dedi.
Habertürk, 24.06.2012
|
50 BİN BARAJA BEDEL!

Hasankeyfliler Ilısu Barajı'nı istemiyor: "Dünya
üzerinde eşi benzeri olmayan yeri 50 yıllık bir
baraja mahkum ediyorlar. Turizme açsalar 50 bin
baraj eder"
Hasankeyf’te yapılması planlanan ve inşaatına
başlanmış olan Ilısu Barajı’nın yaklaşık 12 bin
yıllık bir tarihi sular altında bırakacağı çok defa
yazılıp çizildi. En son
Batman İdare Mahkemesi tarihi Hasankeyf’i sular
altında bırakacak Ilısu Barajı’nın yapılmaması için
avukat Murat Cano tarafından açılan davayı da
reddetti. Peki evlerinden, bahçelerinden,
hayvanlarından olacak, doğayla iç içe yaşamlarından
koparılıp apartman dairelerine yerleştirilecek,
bunun için de TOKİ’ye yıllarca borçlandırılacak
binlerce insanın hayatlarına vurulacak olan darbenin
farkında mısınız?
40-50 yaşınızdan sonra yepyeni bir yere taşınıp
kendinize yeni bir geçim kaynağı yaratmak zorunda
kaldığınızı, bahçe içindeki tek katlı evinizin
birkaç bin liraya sayılıp apartman dairesine
yerleştiğinizi düşünebiliyor musunuz? Ya da
bahçenizde kendi emeğinizle yetiştirdiğiniz sebze ve
meyveleri yiyerek yaşarken bunları marketten satın
almak durumunda kaldığınızı? Anne-babanızın,
çocuklarınızın, büyüklerinizin mezarlarının sular
altında kaldığını, bir daha onları yattıkları yerde
ziyaret edemeyeceğinizi hayal edebiliyor musunuz?
Mağarada yaşanır mı?
Hasankeyfliler için içinde yaşadıkları antik kent,
hiçbir zaman “sadece tarih” olmamış. Çarşıdaki
dükkanında hediyelik eşya satan esnaf Mehmet Ali
Bey, bu yaşayan tarihle olan bağını böyle anlatıyor:
“Şimdi oraya çıkınca zannedeceksin ki bin yıl önce
terk edilmiş bir yer, ama öyle değil. Ben
hatırlıyorum o mağaraların hepsi sağlam, hepsinin
çok güzel şöminesi vardı, şimdiki lüks saraylarda
bile öylesi yok. Annem babam orda doğmuş,
düşünebiliyor musun?”
Ilısu Barajı projesi, ilk olarak 1950’li yıllarda
tartışılmaya başlandı. 1959-60 yıllarında ise
Hasankeyflilerin 50 yıldır devam eden taşınma,
yeniden yerleşme ve bir dahaki sürgünü bekleme
süreçleri başlıyor. Bu süreci Hasankeyf’teki Has
Bahçe pansiyonunun sahibi Fırat Argun anlatıyor:
“Burdaki ilk talihsizlik 59-60 yıllarında insanların
kaleden indirilip konutlara yerleştirilmesi oldu.
Bir gün Cumhurbaşkanı Hasankeyf tarafına geliyor,
‘Bu devirde mağarada yaşanır mı?’ diyor. O anda
karar veriyorlar, tarihi eserlerin üzerinden dozerle
geçip bir saha oluşturuyorlar, şimdiki konut alanı
dikiliyor.” 1960’lı yıllarda 15-20 bin, kimilerine
göre de 30 bin olan Hasankeyf nüfusu, bugün 2 bin
900 kişiye düşmüş.
Mağdur olacağız!
80 yaşlarındaki Feris amca, Hasankeyflilerin
geleneksel mesleği olan dokumacılıkla uğraşıyor.
Küçük dükkanındaki el tezgahında sabahın erken
saatlerinden akşama kadar kilimler, halılar dokuyor,
bunlar gelen turistlere satılıyor. Esnaf Mehmet
Ali’den de dinlediğimiz üzere: “Dokumacılık şu anda
düşmüş. Mesela benim dedem pamuk topluyordu, iplik
haline getiriyordu. O iplikler kumaş oluyordu,
kumaşı da kök boyasıyla boyuyordu, elbise oluyordu.
Bölgenin şimdiki Bursa’sıydı burası. Burda her evde
bir dokumacı vardı. Ondan sonra hazır giyim çıktı,
parçalandı bitti.”
Feris amca yeni yerleşim yerine gitmek istemediğini,
ama kimse kalmazsa mecburen gideceğini söylüyor.
Orada mesleğini devam ettirip ettiremeyeceğini
sorduğumuzda, “Kimse o tarafa gelmiyor” cevabını
alıyoruz. Hazır giyim sanayiyle beraber azalan
dokumacılık sanatı, yeni yerleşim yerine
geçilmesiyle beraber tarihe karışma tehlikesiyle
karşı karşıya kalacak.
Eskiden Hasankeyfliler dokumacılığın yanında tarım,
hayvancılık, balıkçılık ve Dicle üzerinden
keleklerle yapılan ticaretle geçiniyorlarmış. Şimdi
bölgenin en önemli geçim kaynağı turizm. Barajın
yapılması halinde bu da kalmayacak. Çarşıda bir
bakkal işleten esnaf Ömer Güzel, “Daireler bedava
dahi verilse biz orda mağdur olacağız. Buraya gelen
insanların yüzde 99’u buranın tarihi güzelliğini
görmek için geliyor” diyor.
Konuştuğumuz kimse gönüllü olarak yeni yerleşime
geçmeyeceğini söylüyor. Kimisi mecburen gitmek
zorunda kalacaklarını ifade ederken, kimisi de
buralardan tamamen göç edeceğini söylüyor.
Üniversite giriş sınavına hazırlanan Sabri Özbek,
“Hem oraya taşınacağız hem üzerine para vereceğiz,
Hasankeyf halkı buna tepkili” diyor. Taşınmanın
maliyeti konusunda henüz ortada kesin bir rakam yok
ama, içinde yaşadıkları evlerin 30-35 bin TL’ye
sayılacağı, TOKİ’ye 70-80 bin liradan borçlanılacağı
söylentileri dolaşıyor. Zaten Hasankeyf’te
konuştuğumuz herkes, kulak misafiri olduğumuz her
sohbet, huzursuz bir bekleyişin izlerini taşıyor.
Belirsizlik en kötüsü, “muallak”, “sabit değil” en
çok duyduğumuz kelimeler oldu.
İş alanları daralıyor
Hasankeyf’in tamamının sit alanı ilan edilmesinden
dolayı bölgede inşaat yasağı var. Ömer Güzel, bu
durumun yarattığı çelişkiyi ifade ediyor: “Biz burda
kendi memleketimize bir çivi çakamıyoruz sit alanı
olduğu için, ama devlet istediği yerde barajını
yapabiliyor.”
Birsen Argun, Hasankeyf’in yavaş yavaş taşınmaya
başladığını anlatıyor: “Bir hastanemiz vardı, onu
bile yavaş yavaş kaldırıyorlar. Şu an acile gidersen
kapının önünde kalırsın, haftasonları doktor yok,
acil yok. Ya özel arabanla
Batman ’a gideceksin ya da bir saat sonra
ambulans gelip seni götürecek. Bu iki-üç aydır
böyle. Burda akrep, yılan sokmaları oluyor. Akrep
sokan bir kişi nasıl iki saat bekleyecek orda?”
Sit alanı ilan edilen Hasankeyf’te bir yandan imar
yasağı devam eder, bir yandan da sağlık
hizmetlerinde kısıtlamaya gidilirken, bölgenin ana
geçim kaynağı olan turizm sektöründeki iş alanları
da daralıyor. Esnaf Mehmet Ali bey son yıllardaki
gelişmeleri anlatıyor: “Aşağı kısımda otuza yakın iş
yeri vardı, binlerce kişi çalışıyordu. Çardakların
üzerinde yiyecekler, içecekler seriliyordu, gelen
misafirler orda Dicle kenarında ağırlanıyordu.
Onları geçen yıl kapattırdılar. Şimdi millet işsiz,
güçsüz, aç.” İstihdam olanakları azaldıkça yazın
nüfusun azaldığından, genç erkeklerin çalışmak için
geçici olarak Bodrum’a, Marmaris’e,
Antalya ’ya gittiğinden bahsediyor ve ekliyor:
“Dünya üzerinde eşi benzeri olmayan bir yeri 50
yıllık bir baraja mahkum ediyorlar.
Burayı turizme açsalar 50 bin tane baraj eder.”
Batman Turizm Tanıtım Derneği kurucularından
Emin Bulut, barajın yapılmasının kalkınmayla,
sulamayla alakası olmadığını, 60 köy, bir ilçe ve
bunların etrafındaki birçok verimli tarım arazisinin
sular altında kalacağını, 60 bin insanın göçe
sürükleneceğini söylüyor.
Radikal İki, Haber: Cihan Tekay, 24.06.2012
|
APOLLON KORUMA ALTINA ALINDI

Antalya Side antik
kentinde tapınaklar bölgesinin
koruma altına alınmasıyla denizden rüzgarla taşınan
tuzun 2 bin yıllık Apollon Tapınağı’nın
yıpratmasının önüne geçileceği bildirildi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, tapınaklar bölgesinde
bulunan Apollon Tapınağı, Athena Tapınağı ve
arkasında yer alan Erken Bizans Dönemi’ne ait
bazilika planlı kiliseyi Side Belediyesi’ne tahsis
etti.
Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü ve Side Belediyesi, Apollon Tapınağı’nda denizden tuz uçuşunun önüne geçmek için proje hazırladı. Side Belediye Başkanı Abdulkadir Uçar, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın tapınaklar bölgesini belediyelerine tahsis etmesiyle Apollon, Athena, Erken Bizans Dönemi’ne ait kilise, liman ve Roma hamamlarında koruma çalışmalarına başladıklarını söyledi.
Apollon Tapınağı’nın deniz kenarında olması
nedeniyle rüzg’ra bağlı tuz uçuşunun 2 bin yıllık
tarihi yapıya zarar verdiğinin altını çizen Uçar,
tuz uçuşunun önüne özel bir yöntemle geçeceklerini
kaydetti.
Tahsisle birlikte Anadolu Üniversitesi Arkeoloji
Bölümü’nün Apollon Tapınağı Restorasyon Projesi
hazırladığını belirten Uçar, üniversitenin
tapınaklar bölgesinde güçlendirme ve restorasyon
çalışmasına 1 Temmuz’dan itibaren başlayacağını
kaydetti. Uçar, “Türk kültür turizminin sembolü olan
Apollon Tapınağı’na en fazla zararı rüzg’rın
denizden aldığı tuzun uçuşmasıyla veriyor. Deniz
tuzu tarihi tapınağın sütunlarını yıpratıyor.
Tapınaklar bölgesinde yaptığımız korumayla denizden
tuz uçuşunu keseceğiz. Eğer bölgeyi koruma altına
almasaydık, Apollon Tapınağı’nda önümüzdeki 20 yıl
içinde çökme bile olabilirdi.” diye konuştu.
Koruma altına aldıkları bölgenin ziyaretlerinin
paralı olacağını belirten Uçar, buradan elde edilen
gelirin tamamının Apollon Tapınağı’nın
restorasyonunda kullanılacağını ifade etti. Uçar,
ayrıca, Side’de kültür turizminin dünyada marka
olması için 2012 yılı için 5 kent müzesinin
açılışını yapacağını dile getirdi.
Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü ve Side
Antik Kent Kazı Başkanı Doç.Dr. Hüseyin Sabri
Alanyalı ise tapınaklar bölgesinde bulunan tarihi
eserlere zarar vermesini önlemek için proje
hazırladıklarını söyledi.
Denizde rüzgarla uçan iyodun Apollon Tapınağı’na
zarar verdiğini belirten Alanyalı, restorasyon
çalışmalarıyla bu zararı en aza indirmeye
çalışacaklarını kaydetti. Apollon Tapınağı’nın da
restorasyon çalışmalarına 1 Temmuz’dan itibaren hız
vereceklerini belirten Alanyalı, tapınağın Türk
turizminde sembol olduğunu ve Kültür ve Turizm
Bakanlığı’nın yurtdışı tanıtımlarında kullanıldığını
ifade etti.
Alanyalı, “Apollon Tapınağı’nın daha fazla
yıpranma olmaması için koruma planı hazırladık.
Restorasyon çalışmalarımızla tapınağı
güçlendireceğiz. Tuz uçuşu tapınağa zarar veriyor.
Restorasyon ve güçlendirme çalışmalarıyla bunu en
aza indirmeye çalışacağız. Tamamen önüne geçmek
mümkün değil.” dedi.
Kaymakam Emir Osman Bulgurlu, Apollon
Tapınağı’nın dünyada sadece Side’de olduğu için Türk
kültür turizminde özel bir yerinin olduğunu söyledi.
Apollon Tapınağı’nı koruma altına ve restorasyon
çalışmalarını desteklediklerini belirten Bulgurlu,
bölgede nem oranının yüksek olması ve denizden tuz
uçuşunun tapınak için risk oluşturduğunu kaydetti.
Antalya Kent Haber, 24.06.2012
|
KRAL HEKATOMNOS'UN MEZARI,
UNESCO DÜNYA KÜLTÜR
MİRASI GEÇİCİ LİSTESİ'NDE
Muğla Sıtkı Koçman
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü
Öğretim Üyesi ve Kral Hekatomnos Kazı Alanı
Koordinatörü Yrd. Doç Dr. Abuzer Kızıl, Kral
Hekatomnos’a ait mezarın UNESCO Dünya Kültür Mirası
Geçici Listesi’ne girdiğini bildirdi.
Milas’ta Hisarbaşı Mahallesi’nde tarihi eser
kaçakçıları tarafından tahrip edildikten sonra
yapılan operasyon kapsamında ortaya çıkartılan ve
son yüzyılın en önemli tarihi eserleri olarak
değerlendirilen Karia Kralı Hekatomnos’a ait mezar
ve çevresinde Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından
başlatılan kazı çalışmaları devam ediyor.
Mezarın UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne
dahil edilmesi için ise Kültür ve Turizm Bakanlığı
Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğünce
başvuru yapılmıştı.
Kazı Alanı Koordinatörü Yrd.
Doç.Dr. Abuzer
Kızıl, AA muhabirine yaptığı açıklamada, alanda
belgeleme çalışmalarına devam ettiklerini söyledi.
Bölgedeki çalışmalara yaklaşık 1,5 yıl önce
başladıklarını, öncelikle yakınlardaki binaların
kamulaştırılması ve yıkılması işlemlerinin
gerçekleştirildiğini anlatan Kızıl, kazılarla
yapının çevresinin açılarak mimari düzenin nasıl
olduğunun anlaşıldığını kaydetti.
Mezar içerisindeki iklimlendirme çalışmalarının
ilerleyen süreçte uluslararası bir ekip tarafından
sürdürülebileceğini ifade eden Kızıl, kazı alanında
müze ve çeşitli birimlerin yer almasının
planlandığını bildirdi.
Kızıl, faaliyetlerinin kurum ve kuruluşların
katkılarıyla verimli bir şekilde devam ettiğini dile
getirerek, “Yoğun belgeleme çalışmasıyla Hekatomnos
Mezarı ve Kutsal Alanı, UNESCO Dünya Kültür Mirası
Geçici Listesi’ne girdi. Bu bizim için büyük bir
sevinç ve onur kaynağı oldu” dedi.
Kazı alanında incelemede bulunan ve bilgi alan
Milas Kaymakamı Bahattin Atçı ise, kazıların hızlı
bir şekilde ilerlediğini görmenin kendisini
sevindirdiğini söyledi.
Alanın bir an önce tüm yönleriyle açığa çıkmasını
arzu ettiklerini dile getiren Atçı, “Milas için
önemli olan bu alanın UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası
Envanteri’ne giriyor olması. Yakın zamanda bölgede
jeolojik etütler yapılacak ve bölgede yeni
kalıntılar var mı, onlar tespit edilecek” diye
konuştu.
haberler.com, 23.06.2012
|
KAYIP HİTİT ŞEHRİNİN İZİ SÜRÜLÜYOR

Malatya Valiliği Koruma Uygulama ve Denetim
Bürosu (KUDEB) ile Malatya Arkeoloji Müzesi, kayıp
Hitit şehirlerinden biri olduğu tahmin edilen,
Darende İlçesi'ndeki tarihi Aslantaş Heykelleri’nin
çevresinde kazı çalışması başlatacak.
KUDEB Başkanı Levent İskenderoğlu, Vali Ulvi
Saran’ın talimatıyla bir çalışma başlatıklarını
söyledi.
Darende’ye bağlı Yenice
Köyü'ne 3 kilometre
uzaklıkta bulunan mevkide, Hitit döneminden kalan
Aslantaş Heykelleri’nin tescilli bir eser olduğunu
anımsatan İskenderoğlu, uzmanlarla yaptıkları
değerlendirme sonucunda, buranın kayıp Hitit
şehirlerinden birinin kapısı olduğu fikrine
vardıklarını kaydetti.
İskenderoğlu, Aslantaş Heykelleri’nin tarihi ve
kültürel özelliklerini şu sözlerle anlattı:
”Kaya taşı Aslan Heykelleri, Darende’nin Yenice
Köyü'nde kuzey güney yönünde ayakta durur vaziyette
bulunuyor. Aralarında yaklaşık 4 metre civarında
mesafeler bulunan heykeller, birbirlerine paralel
olarak, başları kuzeye bakar şekilde duruyor. Taştan
yapılan heykellerin her biri yaklaşık 4-5 ton
ağırlığında. Milattan önce 1500-2000′li yılların
başında yontulduğu tahmin edilen ve Hitit
İmparatorluğu dönemine ait olduğu sanılan
heykellerin bulunduğu yerde, Malatya Arkeoloji
Müzesi ile beraber bir sondaj kazısı planlıyoruz. Bu
sondaj kazısıyla kayıp Hitit şehrinin izlerine
rastlamayı bekliyoruz.”
Kazıya ağustos ayında başlayacaklarını ifade eden
İskenderoğlu, ”15-20 gün sürecek kazı kapsamında 3-4
noktada çalışma yapacağız. Heykellerin çevresinde
kalan bölümleri açacağız. Amaçladığımız şey oranın
kayıp Hitit şehirlerinden birisi olup olmadığına
dair veriler elde etmek. Pek çok kayıp Hitit şehri
var. Onlardan bir kaçının Malatya sınırları içinde
olabileceği kanaati bulunuyor” diye konuştu.
Daha önce Çorum’da da görüldüğü gibi Hititler’in
şehirlerinin girişine insan başlı, aslan gövdeli,
kartal kanatlı sfenks ya da girişin iki tarafına
aslan figürü koyduklarına işaret eden İskenderoğlu,
”Yenice’de 2 aslan figürü bir şehrin girişindeymiş
gibi yan yana duruyor. Aşağı yukarı 2 metre
yüksekliğinde heykeller bulunuyor” dedi.
İskenderoğlu, kazıya 3-4 profesör düzeyinde
akademisyenin de katılacağını ve kazının onlarla
beraber yürütüleceğini bildirdi.
Cumhuriyet, 23.06.2012
|
YENİKAPI'DA DOLDU-BİTTİ

NE YAPILACAK? Yenikapı İDO İskelesi nden Samatya Hastanesi nin önüne 578 bin metrekare alanda denizin doldurulacak.... 1 milyon 250 bin kişilik miting alanı, 2 dev otopark yapılacak. Deniz, karayolu, metro, hafif raylı sistem burada buluşacak. Meydanın altında 2.5 milyon nüfusun atıksuyu arıtılacak.
Yenikapı sahiline inşa edilmesi planlanan, miting
ve gösteri alanı olarak kullanılacak dev meydan için
1 Numaralı Yenileme Alanları Kültür Varlıklarını
Koruma Bölge Kurulu'nun olumsuz görüş bildirdiği
ortaya çıktı.
Radikal 'in ulaştığı bilgilere göre kurul,
yapılacak meydanın tarihi yarımadanın silüetini
bozacağı, topoğrafyaya olumsuz etki yapacağı ve
ICOMOS Arkeolojik Mirasın Korunması ve Yönetimi
Tüzüğü ve uluslararası sözleşmelere aykırı olduğu
gerekçesiyle proje hakkında olumsuz görüş bildirdiği
ortaya çıktı.
Meydan için Yenikapı İDO İskelesi'nden Samatya
Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nin önüne kadar olan,
yaklaşık 578 bin metrekarelik alanda denizin
doldurulması planlanıyor.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi 'nin yaptığı
açıklamaya göre belirlenen alana 1 milyon 250 bin
kişilik miting alanı, 2 bin 200 araç kapasiteli açık
otopark ile 760 otobüs kapasiteli açık otopark alanı
yapılacak. Meydanda denizyolu, karayolu, metro,
hafif raylı sistemler gibi farklı ulaşım
imkanlarının bağlantılarının sağlanacak. Meydanın
altında, 2.5 milyon nüfusun atıksuyunun arıtılacağı
İleri Biyolojik Arıtma Tesisi kurulacak.
Denizin içine 2 kilometrelik yol
Kurulun olumsuz görüşüne rağmen projenin ilk etap
ihalesi geçen yılın aralık ayında yapıldı. İhaleyi
Nas-Nuh-Uğraş İnşaat konsorsiyumu 31 milyon lira
bedelle kazandı. Projenin ilk aşamasında, denizin
içine 2 kilometrelik yol yapılacak. Çalışmaya
başlanmak için, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın
son onayı bekleniyor. Alanın hemen yanıbaşında
yaklaşık 150 metre mesafede yapılan arkeolojik
kazılarda tarihinin 8500 yıl öncesine uzandığı
ortaya çıkan, UNESCO'nun dünya mirası listesinde yer
alan, kentsel ve arkeolojik sit alanı olan
yarımadaya yapılan proje, Mimarlar ve Şehir
Plancıları odasından büyük tepki gördü.
'Yenikapı'ya ulaşımı açmak değil kısıtlamak
lazım'
Şehir Plancıları Odası
İstanbul Şube Başkanı Tayfun Kahraman "Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı'nın projeye onay vermemesini
talep ediyoruz"
diyerek izin alınmadan ihaleye çıkılmasını
'usulsüzlük' olarak değerlendirdi. Kahraman, şöyle
konuştu: "Proje kente bir kazanım olarak
gösteriliyor ama kazanım yok, tersine dünyaya
korumak üzere söz verdiğimiz bir bölgenin tahrip
edileceği ortada. Yenikapı, Tarihi Yarımada içinde,
kentsel sit alanı. Burada
İstanbul 'un tarihini 8 bin yıl öncesine götüren
arkeolojik kazılar yapılıyor. Yapılacak inşaatın ve
bölgeye çekilecek bir milyon insanın bu alanlar
üzerinde baskı yapacağı aşikar. Bölgenin
merkezileşmesiyle beraber kentsel doku üzerinde
tahribat olması kaçınılnmaz. Hep diyoruz ki burayı
ulaşılabilir kılmak değil, buraya ulaşımı kısıtlamak
gerekir. Burası otoyol alanı değil, lastik
tekerlekli araçları ve ulaşım akslarını buradan
uzaklaştırmamız lazım. 2011'de tarihi yarımadada
koruma amaçlı imar planı kabul edildi, bu proje
planda da yer almıyor. Plan disiplini tamamen yok
sayılıyor. Kıyı kanununa göre ancak zorunlu hallerde
dolum yapılabilir, burada hiçbir zorunluluk yok,
tamamen keyfi bir uygulama."
'Dünyaya anlatılamaz bir proje'
Mimarlar Odası'ndan Mücella Yapıcı, "Bu plan
bildiğimiz kadarıyla kurula gitti ve onaylanmadı.
Bundan sonra ne oldu da bu ihale çıktı?
Kurulun olumsuz kararı varken, ihalenin
dayandırıldığı bir plan kararı hiçbir yerde çıkmamış
ve yasallaşmamışken, Tarihi Yarımada imar
planlarında bu dolgu işlenmemişken nasıl ihaleye
çıkılyor?" diyerek suç duyurusunda bulunacaklarını
belirtti. Yapıcı, "Dünyanın en önemli batık alanı
burada. Denizin içine doğru devam eden bir
arkeolojik kültür hazinesi var. UNESCO'nun gözü
buranın üzerinde. Tarihi Yarımada'nın kıyılarında
böyle proje dünyaya anlatılamaz" dedi.
Yapıcı, Yenikapı'ya yapılması planlanan miting
alanının Taksim meydanının kullanım dışı
bırakılmasını meşrulaştırmak için
kullanılabileceğini savundu.
'Yenikapı dünya mirası listesinden
çıkartılır'
Mimar Korhan Gümüş, 2011'de düzenlenen 'Yenikapı
Transfer Noktası Ve Arkeo-Park Alanı Uluslararası
Yarışması'nı hatırlatarak projelerde böyle bir dolgu
alanı gözükmediğini, kazanan projelerin hiçbir
şekilde değerlendirilmediğini hatırlattı. Gümüş,
"Burada birçok kamu arazisi var, nasıl kullanılacağı
hakkında hiçbir fikir yok. Bölge programlanmadan
dolgu yapılıyor, 'deniz nasıl olsa bedava' diyerek
hareket ediliyor, son derece plansız bir yaklaşım.
Theodosius Surları'nın önünde böyle bir dolgu
yapılması komik. Eğer yapılırsa burası UNESCO Dünya
Kültür Mirası Listesi'nden miras listesinden
çıkartılacaktır"
Radikal, Haber: Elif İnce, 23.06.2012
|
VAKIFLAR: KİLİSE'NİN

İstanbul’un en değerli yerlerinden biri olan 98
dönümlük Göksu/Panaiya Ayazması, Vakıflar Genel
Müdürlüğü Vakıflar Meclisi tarafından Kandilli
Metemorfosis Hz. İsa Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı’na
iade edildi. Vakıflar Meclisi’nin kararıyla cemaat
mallarının iadesi sürecinin, yüzölçümü bakımından en
büyük iadesi gerçekleşmiş oldu.
İstanbul Rum Cemaati’nin sosyal ve kültürel
tarihinin en önemli alanlarından 98 dönümlük
Göksu/Panaiya Ayazması, Vakıflar Genel Müdürlüğü
Vakıflar Meclisi tarafından Kandilli Metemorfosis
Hz. İsa Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı’na iade edildi.
Ortodoks geleneğince ayazma olarak adlandırılan
kutsal su kaynaklarının İstanbul’daki en önemli
örneklerinden biri olan Göksu Ayazması, 1870 yılında
Bahçıvan Argirios tarafından keşfedilmişti.
Kalabalık panayır
O tarihten el konulduğu tarihe kadar her 8 Eylül’de
Rum Cemaati’nin en önemli panayırına ev sahipliği
yapan Göksu Ayazması Alanı’nın iade kararı salı günü
alındı. Vakıflar Meclisi’nin kararıyla cemaat
mallarının iadesi sürecinin yüzölçümü bakımından en
büyük iadesi gerçekleşmiş oldu. İstanbul Rum
Cemaati, iadenin gerçekleşmesi nedeniyle geçen yıl
sembolik düzeyde kalan panayırın bu yıl geniş
katılımlı olarak düzenlenmesi için düğmeye bastı.
Neden iade edildi?
Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem iade kararıyla
ilgili olarak, “Kandilli Metemorfosis Hz. İsa Rum
Ortodoks Kilisesi Vakfı, içinde kagir ayazma ve
ahşap kahvehanesi olan arazinin vakıfları adına
tescili için başvuruda bulunmuştu. 1936 Beyannamesi
kapsamında alan da özet olarak ‘Metemorfosisi
Kilisesi’ne ait Göksuyu’nda Rum Panayia Ayazması
etrafındaki hudut’ ibaresiyle kayıt altına alınmış.
Bu doğrultuda yapılan başvuru üzerine iade
gerçekleşti” bilgisini verdi.
Surp Pırgiç iadesi
Meclis’in iade kararları arasında Yedikule Surp
Pırgiç Hastanesi’nin karşısında bulunan 4 bin 632
metrekarelik arsa da yer aldı. Fatih bölgesinde 1576
metrekarelik bir imalathane ve Kapalıçarşı’nın
içinde bulunan Büyük Zafer Han’daki 17,5
metrekarelik bir dükkan Hastane Vakfı adına tescil
edildi.
Hükümetin kararlılığı
Vakıflar Meclisi’nin Azınlık Cemaati Vakıfları
temsilcisi Laki Vingas, iade ile ilgili olarak
şunları söyledi: “Vakıflar Genel Müdürlüğü Meclisi
son toplantılarında, cemaat vakıflarına kamuoyunun
da dikkatini çeken iadeler gerçekleştiriyor. Bu
iadeler, hükümetimizin göstermiş olduğu siyasi
iradenin uygulama aşamasındaki kararlılığının da
göstergesi. Umuyorum ki bu güzel gelişmeler her
alanda devam edecek ve cemaatlerimizin çok önemli ve
değerli kurumları olan vakıflarımızın hizmetleri
gelişecek, gelecekleri garanti altına alınmış
olacak. Göksu Ayazması ve tarihi panayırının
yapılmış olduğu bu alan Rum cemaatinin
geleneklerinde çok önemli bir yere sahip olduğu için
iadeden de ayrıca mutluyuz.”
Hürriyet, 23.06.2012
|
DALİ'NİN TABLOSU ÇALINDI
Ünlü İspanyol sürrealist ressam Salvador Dali'nin New York'taki bir sanat galerisinde sergilenen tablosu çalındı.
Venus Over Manhattan Sanat Galerisi yetkilileri, "Cartel des Don Juan Tenorio" adlı tablonun müşteri gibi davranan bir kişi tarafından çalındığını açıkladı. Güvenlik kameraları tarafından kaydedilen görüntülerde hırsız, güvenlik görevlisinden fotoğraf çekmek için izin istiyor, güvenlik görevlisi uzaklaşır uzaklaşmaz tabloyu duvardan indirip yanında getirdiği büyük siyah bir torbaya koyuyor. Dali'nin 1949 yılında tamamladığı tabloya yaklaşık 150 bin dolar değer biçiliyor. Koleksiyoncu Adam Lindemann'a ait Venus Over Manhattan Sanat Galerisi, Mayıs ayında açılmıştı. Galeride 19. yüzyıla ait eserler sergileniyordu.
Radikal, 23.06.2012
|
 |
TAKSİM VE CAMİ

Taksim konusunda çok yakında uzun sürecek bir
meydan savaşı, kıran kırana bir mücadele
yaşanacak...
İlk taciz atışını Şehir Plancıları Odası yaptı ve
Taksim'e
cami projesini iptal isteğiyle mahkemeye götürdü
ama
İstanbul Birinci İdare Mahkemesi, talebi
reddetti. Oda yetkilileri, bazı mimarlar ve aklına
esen başkaları birkaç günden buyana mahkemenin
kararını eleştiriyor ve "Taksim'e
inşa edilecek
caminin, meydanın görüntüsünü bozacağını"
söylüyor...
Şimdi, işin doğrusunu konuşalım: "Görüntüsünün
bozulacağından" endişe edilen
Taksim Meydanı sadece
İstanbul'un değil, dünyanın en çirkin
meydanlarından biridir! Cephesinde AKM dedikleri
terkedilmiş bir heyula, bir biçimsizlik abidesi
durur; bir köşesinde üçüncü dünya başkentlerinde
rastlanan sevimsiz bir otel binası vardır, diğer
köşesinde de mezbelelerin arasından roketle kazık
kırması tenekeden bir minare gözünüzün bebeğine
saplanır. Tarlabaşı tarafında ise daha da beter,
bakımsız, yıkıldı yıkılacak yapıların resmigeçidi
vardır... Bütün bu çirkinliklerin ortasında da bizim
değil, İtalyan bir mimarın, Pietro Canonica'nın
eseri olan bir anıt yükselir ve anıtın arka tarafı
polislerle, panzerlerle, parmaklıklarla doludur.
Bu meydanda geceleri dolaşmak ise erkeğin
tinercilerin, kadının da tacizcilerin dehşetine
uğraması ihtimali yüzünden başka bir derttir:...
TAKSİM VE CONCORDE
Cami inşa edildiği takdirde görüntüsünün
bozulacağından endişe edilen
Taksim Meydanı işte böyle bir yerdir. Diğer
memleketlerin güzellikleri ile nam salmış Concorde,
Trafalgar yahut Times gibi meydanları ile genişlik
veya estetik bakımından hiçbir şekilde mukayese
edilemez.
Taksim'in böylesine çirkin olmasının ise tek bir
sorumlusu vardır: Meydanı bu hale getiren, bütün o
şekilsiz binaları diken, mekan varoşlaşırken ağzını
açıp tek kelime etmeyen o zamanın mimarları ve şehir
planlamacıları!
İstanbul'un bir zamanlar çok güzel olan bir
başka meydanını, Bayezid'i de katledenler, ortadaki
güzelim havuzu yokedip meydanı merdivenli ve ucuz
bir mahalle pazarı haline getirenler de yine o
mimarlardır.
Ortaya konması hakikaten çok büyük çaba gösteren bu
çirkinlikleri görünür kılıp hayata geçirmeyi
mükemmelen becermiş olan o devir mimarlarının yeni
nesli, yani geçtiğimiz senelerde Beşiktaş'ın da
canına okuyup meydanı ucuz işporta cennetine
çevirenler, şimdi "dokunun bozulacağı"nı söyleyip
Taksim'e
cami inşasına karşı çıkıyorlar.
Görüntünün yahut dokunun bozulması endişesi sadece
bir bahanedir ve asıl mesele Taksim'e inşa edilmesi
düşünülen yapının "cami"
olmasıdır.
BİR EYLEM HABERİ
Taksim tartışması daha uzun müddet devam edeceği
için cami meselesine şimdiden temas etmeyecek ve
ajansların geçen hafta başında verdikleri ama
gazetelerimizde pek yer bulmayan bir haberi
nakletmekle yetineceğim:
15 Haziran tarihli haberde "...Meydanda düzenlenen
eyleme katılanlar ezanın yüksek volümde okunmasını
ve cuma günleri camiye sığmayan cemaatin namazlarını
cami dışında kılmasını protesto ettiler. Hükümeti
camiye izin verdiği ama ezan ile cuma namazı
konusunda girişimde bulunmadığı için kınayan
eylemciler, bir de imza kampanyası başlattılar"
deniyordu.
Eylemin küçük bir grup tarafından Taksim'de yahut
ezan sesinden rahatsızlık duymanın şimdilerde pek
bir moda olduğu İstanbul'un bir başka semtinde
yapılmış olduğunu düşündünüz değil mi?
Hayır! Haber bizim buralardan değil Bulgaristan'dan
geliyordu; ırkçı Ataka Partisi tarafından Sofya'da
Müslümanlar'a ait tek açık ibadethane olan
1560'lardan kalma Banyabaşı Camii'nin önünde
düzenlenmişti.
İki olay arasında farkı da siz bulun...
Habertürk, Yazı: Murat Bardakçı, 22.06.2012
******
TAKSİM İÇİN 240
GÜNLÜK GERİ SAYIM
İstanbul Büyükşehir
Belediyesi , Taksim’i
yayalaştırma projesiyle ilgili ön yeterlilik
ihalesinin dün tamamlandığını açıkladı. Bu aşamada
verilen teklifler değerlendirilecek, 40 gün sonra
asıl ihale yapılacak. 240 gün içinde Taksim’in
çehresini değiştirecek ihale sürecinde düğmeye
basılırken Taksim 24 saatlik bir eyleme de sahne
oldu.
‘Taksim Dayanışması’ adı altında bir araya gelen çok
sayıda meslek odası, mahalle derneği ve oluşum,
ihale ve projeyi protesto etti.
Taksim Meydanı’nda önceki gün saat 19.00’da bir
araya gelen grup, “Taksim siyasi iktidarların değil,
bizim ortak varlığımızdır” diyerek Taksim
Meydanı’nın sembolik tapusunu vatandaşlara dağıttı.
Mimarlar Odası’ndan Mücella Yapıcı, “Tapuyu alanlara
tek bir şart koşuyoruz: Usulsüz ilk kazma vurulunca
Taksim’e koşacaksınız’’ dedi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
’ın seçimlerden önce duyurduğu proje, kamuoyunun
tepkisine rağmen 12 Şubat’ta
İstanbul Büyükşehir Belediyesi
’nce onaylandı.
Dava açıldı
TMMOB Mimarlar Odası, Şehir Plancıları Odası ve
Peyzaj Mimarları Odası, projenin yürütmesinin
durdurulması ve iptali istemiyle dava açtı. Ancak
devam eden yasal sürece rağmen Taksim Meydanı
Düzenleme İnşaatı altyapı ve tünel yollarının yapımı
için ihale süreci dün başlatıldı. Ve çalışmaların
240 günde tamamlanacağı kamuoyuna ilan edildi.
Proje, özellikle Gezi Parkı’nın yerine Topçu Kışlası
adı altında yapılacak AVM; Sıraselviler, Mete ve
Gümüşsuyu caddelerine yapılacak yeraltı tünelleri,
insanların tek sıra halinde yürüyebileceği dar
kaldırımlar ve özellikle de şeffaf ve ‘katılımcı’
olmaması gibi gerekçelerle eleştirildi.
Büyükşehir Belediye Başkanı Topbaş, Topçu
Kışlası’nın AVM değil, kültür ve sanat merkezi
olacağını açıkladı. Yeraltı tünellerinden
vazgeçildiği ise hâlâ bir söylentiden ibaret. Şehir
Plancıları Odası’ndan Tayfun Kahraman, “Tünel
sayısının 4’ten 1’e indiği yolunda bir söylenti var
ama kesinleştirebileceğimiz bir bilgi değil, projeyi
görmedik. Projenin üretim sürecinde her aşamada
kamuoyunun haberdar edilmesi lazım ama ne yazık ki
böyle yürümüyor” dedi.
Radikal, Haber: Elif
İnce, 29.06.2012
|
JULİAPOLİS ANTİK KENTİNDEKİ KAZI ÇALIŞMALARI
Anadolu Medeniyetleri Müzesi Müdürü ve Kazı Başkanı
Arslan: "Bu yıl 1 Haziran'da başladığımız kazılarda
yaklaşık 30 mezar odasına ulaştık. Mezarların bir
kısmı oda mezar, bir kısmı sanduka mezarlardır. Oda
mezarları tahrip edilmiş".
Anadolu Medeniyetleri Müzesi Müdürü ve Juliopolis
Antik Kenti Kazı Başkanı Melih Arslan, bu yıl 1
Haziran'da Nallıhan'ın Çayırhan beldesi Gülşehri
bölgesindeki Juliopolis antik kentinde kazı
çalışmalarına başladıklarını, şu ana kadar
yaptıkları çalışmalarda yaklaşık 30 mezar odasına
ulaştıklarını söyledi.
Melih Arslan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 3
yıldır sürdürdükleri kazı çalışmalarında yaklaşık
800 antik esere ulaştıklarını, bu eserlerin
fotoğraflarının İstanbul'da sergilendiğini, bu yıl
da 1 Haziran'da başladıkları kazıları Anadolu
Medeniyetleri Müzesi elemanlarından oluşan 10 ekiple
90 gün boyunca sürdüreceklerini bildirdi.
Nekropoldeki kazıların bu yıl Ankara Kalkınma
Ajansı'nın desteğiyle gerçekleştirildiğini ifade
eden Arslan, Nallıhan Belediyesi ve Nallıhan Turizm
Gönüllüleri Derneği'nce hazırlanan Juliopolis'in
Turizme Kazandırılması Projesi'yle bölgenin turizme
açılacağının belirtti.
Bölgede bir yandan kazı çalışmalarının
sürdürüldüğünü bir yandan nekropol ve çevresinde
düzenlemeler yapıldığını söyleyen Arslan, şöyle
konuştu:
"Yollar yapıyoruz. Bülten hazırlayarak
vatandaşları kazılar hakkında bilgilendiriyoruz. Bu
yıl 1 Haziran'da başladığımız kazılarda yaklaşık 30
mezar odasına ulaştık. Mezarların bir kısmı oda
mezar, bir kısmı sanduka mezarlardır. Ancak bu oda
mezarları antik soygunla tahrip edilmiş. MS 6-7.
yüzyılda bu mezarlar tahrip edilmiş ve bir şekilde
doldurulmuş. Bunun yanında sanduka mezarlar var.
Basit, halk tipi dediğimiz mezarlar var. Bu mezar
odalarında bazı antik takılara ulaşıldı. Bunları,
ekiplerimiz itina ile bulundukları yerden çıkartarak
Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi Laboratuvarı'nda
incelemeye alıyor."
Arslan, kazı alanında birkaç mezar odasını aslına
uygun olarak döşeyerek sergileyeceklerini
belirterek, "90 gün sürecek kazılarda beklenenin
üzerinde mezar odasına ulaşmayı hedefliyoruz. Hem
doğu nekropolünde hem de batı nekropolünde önemli
mezarlara ulaştığımızda kentin örf ve adetlerini de
öğrenmiş olacağız" dedi.
Konya Haber, Haber: Hande Cankar, 22.06.2012
|
 |
İŞ BANKASI'NDAN ZEUGMA'YA DESTEK
Türkiye İş Bankası, dünyanın önde gelen açık hava müzelerinden Zeugma antik kentinde sürdürülen “Muzalar (Esin Perileri) Evi” kazı çalışmalarına 5 yıl sürecek desteğini başlattı. İş Bankası Yönetim Kurulu Başkanı Ersin Özince, “2000 yılında burada başlayan projeye o dönemde de destek vermiştik. Bu topraklara ait değerlerin kaybolmasına göz yummak istemedik” dedi. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ise, Turizm sektörünün hızla geliştiğini, ülke ekonomisine 26 milyar dolarlık katkı sağladığını belirterek, şunları söyledi: “İş Bankası’nın desteği çok önemli. Ülke ekonomisine bu kadar katkısı olan bir sektör, bütçeden sadece yüzde yarım pay alıyor. Kazılara ayrılan para, son 10 yılda 2 milyon TL’den 48 milyon TL’ye çıktı. Müzelerden elde edilen ciro 2009’da 70 milyon TL iken şu anda 110 milyon TL’ye çıktı.
Türkiye Gazetesi, 22.06.2012
|
DEFİNE ARARKEN MADEN BULDULAR
Yozgat'ın Sorgun
İlçesi'nde metrelerce kazı yapan definecilerin siyah
taş diye önemsemediği atıklardan yola çıkan bir
madenci 29 bin dönüm alanda 1 milyon tonun üzerinde
manganez madenini tespit etti.
Ordulu madenci Ufuk Güler, maden çeşitliliği
bakımından zengin olan Yozgat'ta, 2008 yılında 29
hektar alanda maden işletme ruhsatı aldıklarını
belirterek 150 bin dolar harcayıp maden altyapı
araştırmalarını tamamladıklarını belirtti.
Maden ararken, definecilerin açtığı kuyulardan
çıkardıkları taşlardan yola çıkarak bölgede çok
önemli manganez yatakları bulduklarını vurgulayan
Güler, 29 bin dönüm alanda, 1 milyon ton manganez
rezervi bulduklarını kaydetti. Bir aydır sahada kazı
çalışması yaptıklarını anlatan Güler, tonlarca
manganez çıkardıklarını anlattı.
Yozgat'ta aşırı derecede define meraklısı olduğuna
dikkati çeken Güler, ''Bizim derdimiz maden aramak.
Defineciler sağ olsun, define ararken bizim için
maden mostralarını (kaynaklarını) çıkarmış. Mostrayı
gördükten sonra araştırmalarımızı derinleştirdik.
Definecilerin kazdığı kuyuları takip ederek rahat
bir şekilde tür saptadık. Manganezleri siyah taş
diye alıp atmışlar'' dedi.
Definecilerin de maden aramak için açtıkları
kuyuları her akşam kontrole geldiklerini anlatan
Güler, ''Bir define çıkıp çıkmadığı konusunda
araştırma yapıyorlar. Tarlam, bahçem var, diyerek
çalışmalarımızı izliyorlar. Belki kepçelerin kazdığı
yerlerden altın çıkar diye bekliyorlar. Dertleri
kazılardan define çıkıp çıkmayacağı. Bu merakla
alandaki bir çok yer defineciler tarafından eşilmiş.
Bizim definemiz manganez'' diye konuştu.
Sabah (Kısaltarak), 22.06.2012
|
POMPEİOPOLİS KAZILARI 8 TEMMUZ'DA BAŞLIYOR

Kastamonu’nun Taşköprü
İlçesi'nde bulunan
Pompeipolis antik kentinde kazı çalışmalarının 8
Temmuz’da başlaması bekleniyor.
Bu yılda devam edecek olan kazı çalışmaları hakkında bilgi veren Taşköprü Belediye Başkanı Hüseyin Arslan, çalışmaların müze kazısı şeklinde devam edeceğini ifade etti. Kastamonu Üniversitesi bünyesinde açılan Arkeoloji Bölümü’nün de Taşköprü’de hizmet vereceğini belirten Başkan Arslan, “Almanya Münih Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Latife Summerer Nisan ayında bünyemize katıldı. Şu anda yurtdışı görevinde. 1 Temmuz’dan itibaren Kastamonu’da olacak. 7 Temmuz’da ise kendi bünyesindeki kazı heyeti ilimize gelecek. Muhtemelen de kazı çalışmaları 8 Temmuz tarihinde başlamış olur diye düşünüyorum. Taşköprü’ye, eser ve arkeoloji bölümleri de gelecek. Bunun onayının da çıktığını öğrendim. Önceki yıllarda yapılan kazılar yurt dışı kazıları şeklinde yapılıyordu. Bu yıl Prof.Dr. Summerer, yine aynı ekibiyle birlikte müze kazısı olarak belirtilen çalışmalarına devam edecek. Önümüzdeki yıldan itibaren açılacak olan Arkeoloji Bölümü’yle birlikte okulun öğrencileri ve öğretim kadrosuyla kazı sezonu üniversite bünyesinde devam edecek” dedi.
haberler.com, 21.06.2012
|
17 - 23 Haziran 2012
|
ROMA DÖNEMİNE AİT TARİHİ
ESERLERİ JANDARMAYA SATMAYA KALKINCA...
Burdur'da bir kişi, Roma dönemine ait 3 tarihi
eserle yakalandı. Bir istihbaratı değerlendiren
Bucak Jandarma Komutanlığı ekipleri, alıcı gibi
davranarak N.D. ile buluştu. Jandarma ekipleri,
kendilerine 3 parça tarihi eseri satmak istediği öne
sürülen N.D.'yi gözaltına aldı. Zanlıyla milattan
sonra 3 ya da 4. yüzyıllara ait olduğu sanılan, Roma
dönemine ait iki adak taşı ve başında örtü bulunan
kadın kabartması işlenmiş mezar taşı ele geçirildi.
Eserler, incelemelerin ardından Burdur Müze
Müdürlüğü yetkililerine teslim edildi. Mahkemeye
sevk edilen N.D., tutuksuz yargılanmak üzere serbest
bırakıldı.
Sabah, 22.06.2012
|
ANAYURDA DÖNÜŞ
ABD, geçen ay New York'ta açık artırmada 1 milyon
dolara satılan dinozor iskeletine el koydu.
Heritage Müzayede Evi Eşbaşkanı Jim Halperin, nadir görülen Tyrannosaurus Bataar türü dinozora ait iskeletin, yetkililer tarafından alınıp sigortalanarak iklim kontrollü bir depoya götürüleceğini söyledi.
Fosilin ABD hükumeti tarafından iadesini isteyen Moğolistan'a gönderileceği belirtildi.
2.4 metre yüksekliğindeki ve 7.3 metre uzunluğundaki iskelet Gobi Çölü'nde bulunmuştu.
Yeni Şafak, 22.06.2012
|
 |
 |
BOLU'DA KORUMA KURULU KARARI İLE TARİH YOK EDİLİYOR
Ankara Kültür Varlıkları Koruma Kurulu, Bolu merkezde 1888’de inşa edilen Kızılay Hamamı’nın tarihi eser statüsündeki tescilini kaldırdı. 1990’da koruma kurulu kararıyla tescilli tarihi eser statüsüne alınan hamamın yıkılmasının önündeki engel kalktı. Bolu Belediyesi tarafından yerine otel yapılmak istenen tarihi hamam için hem de koruma kurulu kararıyla yıkım kararı çıkması, Bolu Mimarlar Odası ve çevre örgütleri ayağa kaldırdı.
Karabük Üniversitesi tarafından görevlendirilen Prof.Dr.Aysun Özkese, tescil kararının kaldırılması ile ilgili bir bilirkişi incelemesi yaptı. Yapının tarihi eser olduğu konusunda şüphe bırakmayacak ayrıntıların yer aldığı inceleme sonucunda “Yapının restitüsyonu yapılarak özgün haline dönüştürülmeli ve özgün işlevini sürdürmeli veya özgün kısımları ortaya çıkartılarak korunmak suretiyle yeni işlev kazandırılarak yaşatılması gerekmektedir’’ denildi. Arkeolog Nezih Başgelen, “‘Bolu’da 2. Abdülhamid dönemi hamamının yıktırılmak istenmesi, koruma kurulu kararıyla düpedüz bir tarih cinayetidir’’ dedi.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 22.06.2012
|
DELİK DEŞİK ETTİLER
Erzurum'un Oltu İlçesi'nde, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ardından Ruslar tarafından yaptırılan Oltu Kilisesi'nin her tarafı, kaçak defineciler tarafından kazıldı.
Karabekir Mahallesi'nde '93 Harbi' olarak bilinen 1877 -78 Osmanlı- Rus Savaşı sırasında Oltu'nun işgal edilmesi ardından Ruslar kilise yaptırdı.
Oltu Kilisesi, define avcılarının ilgisini çekti. İç duvarları, tavan ve zemininde büyük hasar meydana gelen kilise, bakımsızlıktan viraneye döndü.
Tarihi kilise yanında çay bahçesi işleten Adem Önal, yapının restore edilmediği takdirde yıkılabileceğini söyledi.
Önal, şöyle dedi:
"Kiliseye her yıl çok sayıda turist geliyor. Dış yüzeyi sağlam olduğu için kiliseyi gören turistler sevinerek içeri giriyor.
Kilisenin içerisini harebe halde gördükten sonra ağlayarak gittiklerine şahit oluyorum. Tadilat yapılmasını ve kilisenin eski görünümüne kavuşmasını istiyorum. Define avcılarının özellikle geceleri buraya geldiğini sabah fark ediyoruz."
Erzurum Kent Haber, 21.06.2012
|

 |

|
TARİHİ EVLERE ONARIM
Iğdır İl Kültür ve Turizm Müdür Vekili Osman Engindeniz, şahıs mülkiyetinde bulunan tarihi yerlerin bakım ve onarımı için ilgili yönetmelik çerçevesinde yardım sağladıklarını söyledi.
Taşınmaz Kültür Varlıklarının Onarımına Yardım Sağlanması’na dair yönetmelik çerçevesinde il genelinde bulunan taşınmaz kültür varlıkları ile ilgili olarak binaları yerinde inceleyen İl Kültür ve Turizm Müdür Vekili Osman Engindeniz, söz konusu yönetmelik çerçevesinde yapılan incelemede, tarihi olarak tescillenerek kayıt altına alınan taşınmazlar içinde özellikle sivil mimari yapılardan Iğdır’ın tarihi evleri üzerinde durduklarını söyledi.
Engindeniz, “İlimizde şahıs mülkiyetinde bulunan tarihi yerlerin bakım ve onarımı için ilgili yönetmelik çerçevesinde yardım sağlanmaktadır. Bizde bu çerçevede eserlerimizi yerinde incelemek ve onarıma ihtiyaç duyanları belirlemek amacıyla incelemelerde bulunduk. Bu konuda bakanlığımızın onarım yardımında yararlanmak isteyen vatandaşlarımız, tapu kayıtları ile birlikte bir dilekçe ile müdürlüğümüze müracaat etmeleri yeterli olacaktır” dedi.
Iğdır Kent Haber, 21.06.2012
|
ÇAMLICA TEPESİ'NE CAMİ
İÇİN DÜĞMEYE BASILDI

Çevre
ve Şehircilik Bakanlığı’nca hazırlanan bölgesel imar
planında, 250 bin metrekarelik alana düzenleme
getirildi. 5 bölüme ayrılan planda dini tesis alanı,
turizm alanı, rekreasyon alanı, TRT alanı ve park
alanı bulunuyor. Her bölüm için farklı yükseklik
belirlenirken, turizm alanında yükseklik 11 metre
ile sınırlandırıldı.
Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın “Çamlıca Tepesi’ne cami projesi’
açıklamasından sonra ‘Çamlıca’ya cami’ tartışması
başlamış hatta Kültür ve Turzim Bakanı Ertuğrul
Günay ‘Böyle bir çalışmadan haberim yok’
açıklamasını yapmıştı. Tartışmalar neden olan
‘Çamlıca Tepesi’ne cami’ için Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı’nın 8 Haziran 2012 tarihinde düğmeye
bastığı ortaya çıktı. Doğal sit alanı olduğu için
tek plan yapma yetkisinin Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı’nda bulunduğu bölge için 1/5000’lik Nazım
İmar Planı ve 1/1000’lik Uygulama imar planları
hazırlandı ve askıya çıkartıldı. Çıkartılan
planlarda ise değişikliğin re’sen bakanlık
tarafından onandığı bilgisi yer aldı.
Turizm alanı da var
Peki bölgesel imar planı yaklaşık 250 bin
metrekareyi kapsıyor. Plana göre Çamlıca Tepesi 5
bölüme ayrılmış durumda. İlk bölüm tartışmalara
neden olan cami ile ilgili. Tepenin neredeyse en
yüksek yeri ‘dini tesis’ alanı olarak ayrılmış
durumda. Yaklaşık 15 bin metrekarenin dini tesis
olarak işlendiği planlara göre, dini tesis alanına
kültürel tesisler de yapılabilecek. Ayrıca bu alanda
ticaret hizmeti de verilebilicek. Denize bakan taraf
ise ‘turizm ve konaklama’ alanı olarak planlara
işlendi. Plan notlarına göre turizm alanında emsal
katsayısı 0,15 olacak. Yapılacak inşaat ise ayrılan
arazinin en fazla yüzde 30’unu kapsayacak. Yükseklik
ise 11 metre ile sınırlandırılmış durumda.
Portatif bina yapılacak
Planda üçüncü bölüm olarak da ‘rekreasyon alanı’ yer
alıyor. Bu alan yeşillendirilecek ancak üzerine
portatif tesis yapma imkanı tanınmış durumda. Bu
yöntem ile üzerine kafeterya ya da büfe
yapılabilecek. Bunun için de inşaat emsali 0,15
olarak belirlenmiş durumda. Yükseklik ise en fazla
5.5 metre olabilecek. Dördüncü bölüm olarak park
alanı tahsis edilmiş durumda. Burası Çamlıca
Tepesi’nin orta bölümü olarak gösteriliyor.
Vericiler için de TRT alanı tahsis edilmiş. Bu da
imar planında gösteriliyor. Plan notlarında
projelerin Boğaziçi silüeti ile uyumlu olma şartı da
getirilmiş durumda. Çevre ve Şehircilik bakanlığı
tarafından onaylanmayan projeler hayata
geçirilemeyecek.
Vatan, Haber: Nebahat
Koç, 21.06.2012
|
KİLİS İLK MÜZESİNE
KAVUŞTU
Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay, Türkiye’nin dünyanın önemli turizm
merkezlerinden biri haline geldiğini söyledi.
Günay, Kilis Müzesi’nin
açılışı dolayısıyla düzenlenen törende yaptığı
konuşmada, turizmde İstanbul ve Antalya’nın elde
ettiği imkandan Türkiye’nin her tarafının
yararlanmasını istediklerini ifade etti.
Kilis’e, Hatay’a,
Adana’ya, Mardin’e, Şanlıurfa’ya, Diyarbakır’a ve
Van’a bu gözle baktıklarını belirten Günay,
”Türkiye, dünyanın önemli turizm merkezlerinden biri
haline geldi. 2000′li yılların başında Türkiye’ye 10
milyon yabancı ziyaretçi gelirken, geçen yıl 30
milyondan fazla yabancı ziyaretçi geldi. Turizmden
10 milyar doların altında gelir elde ederken, geçen
yıl 25 milyar dolar gelir elde ettik” diye konuştu.
Kilis Kent Haber
(Kısaltarak),
21.06.2012
|
ÇİVİSİ BİLE YOK AMA...
Kastamonu Vakıflar Bölge
Müdürlüğü tarafından restore edilen Kasaba Köyündeki
Mahmutbey Camii, kendine has ahşap mimarisiyle
dikkat çekiyor.
14`üncü yüzyılda
Candaroğlu Beyliğinden Adil Bey`in oğlu Emir
Mahmut Bey tarafından yaptırılan dış cephesi
moloz yığma taştan içi ise ahşap el işçiliğiyle
yapılan tarihi cami, yerli ve yabancı
turistlerin ilgisini çekiyor.
Çivi kullanılmadan,
bindirme tekniğiyle yapılan tarihi camideki
ahşap oymalar, görenleri adeta büyülüyor.
Kastamonu ormanlarında yetişen bitkilerden elde
edilen kök boyaları kullanılarak caminin direk
ve tavanlarına yapılan motifler, tarihi yapıya
ayrı bir değer katıyor.
Tarihi camide, olası
bir yangına sebebiyet vermemek için elektrik
kullanılmıyor. 24 saat özel güvenlik
görevlileriyle korunan camide ısınma sistemi
bulunmuyor. Caminin aydınlatması, küçük 12
penceresinden sağlanıyor.
Dünyanın sayılı
ahşap işçiliği eserleri arasında gösterilen
Mahmut Bey Camii`nin ahşap işlemeli sanat eseri
kapısı, tarihi eser kaçakçıları tarafından 1997
yılında çalındı. İnterpol tarafından aranan
kapı, yurt dışına çıkarılamadan Manisa İstiklal
İlkokulu bahçesinde terk edilmiş halde bulundu.
Tarihi kapı, tekrar
çalınma riskine karşı Kastamonu Liva Paşa Konağı
Etnografya Müzesi`nde sergilenirken, şu an
camide kullanılan kapının Kastamonulu ünlü ahşap
oymacısı Hikmet Değirmenci tarafından aslına
uygun yeniden yapıldığı belirtildi. Caminin
inşaatı sırasında yapılan deprem kolonları ise
yıllar geçmesine rağmen 360 derece dönebiliyor.
Kastamonu Vakıflar
Bölge Müdürü Yavuz Yücebıyık, 1366 yılında
Candaroğulları Beyliği`nden Adil Bey`in oğlu
Mahmut Bey tarafından yaptırılan caminin
Türkiye`nin önemli tarihi eserlerinden biri olup
içinin ahşap bindirme tekniği kullanılarak
yapıldığını söyledi.
Kalem işleri
açısından caminin hem ilin hem de Türkiye`nin
önemli eserlerinden biri olduğunu anlatan
Yücebıyık, şöyle konuştu: "Hem emniyet tedbiri
olarak ve hem de yapının orijinalliğini korumak
adına bugüne kadar elektrik tesisatı yapılmadı.
Vakıf eseri olması nedeniyle 2006 yılında
Vakıflar Bölge Müdürlüğü`ne devredildi. 2006
yılında projesi yapıldı. 2007 yılında
restorasyonu yapıldı. Restorasyon çalışmaları
sırasında kalem işlerine hiç dokunulmadı. Mevcut
taş minarenin camiye zarar vermesi nedeniyle
caminin güvenliği için yıkılarak yerine ahşap
minare yapıldı``
Kastamonu Postası,
Haber: Tosya Açıksöz, 20.06.2012
|
SULUKULE'NİN ARDINDAN FENER-BALAT-AYVANSARAY
PROJESİNE DE İPTAL KARARI

Fener-Balat-Ayvansaray’da yürütülen
kentsel dönüşüm projesi mahkeme kararıyla iptal
edildi. Mahkemenin verdiği tarihi karar uzun süredir
bölgenin ihalelerle ranta açılmasına, tarihi dokunun
zarara uğratılmasına karşı kazanım niteliğinde
bulunuyor.
AKP’li Fatih Belediyesi eliyle
Fener-Balat-Ayvansaray’da başlatılan kentsel dönüşüm
projesi mahkeme kararıyla iptal edildi. Fener Balat
Ayvansaray Derneği 5366 sayılı yasa kapsamında
projenin iptal edilmesi istemiyle dava açmıştı.
Dava neden açıldı?
Fener-Balat-Ayvansaray hakkında avan
projesinin uygulanması için Yenileme Alanları Kültür
ve Tabiat Varlıları Koruma Bölge Kurulu kararı, bu
kararın kabulüne ilişkin Fatih Belediye Meclisi'nin
kararı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin işlemi
sonucunda kentsel sit alanı içerisinde olan bölgede
koruma amaçlı imar planının olmadığı, kültür mirası
niteliğinde tescilli yapıların yıktırılmak istendiği
ve kararın koruma yüksek kurulu, şehircilik
kurallarına, hukuka aykırı olduğu belirtilerek
projenin iptali talebiyle dava açıldı.
Dava İstanbul 5. İdare Mahkemesi'nde karara
bağlandı.
Mahkeme projenin iptaline karar verdi
2010 yılında açılan davada mahkeme, bölgede
yürütülen kentsel dönüşüm projesinin hukuka
aykırılığı yönünde iptal istemini haklı buldu ve
projenin iptali yönünde karar verdi.
Mahkeme, bölgenin çöküntü alanı ilan edilerek
mevcut kentsel dokunun dikkate alınmadığı, bölgenin
tarihi özelliğinin bütünüyle değiştirildiği avan
projenin şehircilik ilkesine, kamu yararına ve
hukuka uygunluğu bulunmadığı yönünde kararını
açıkladı. Kararda, Yenileme kurulu, Fatih Belediyesi
ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi kararlarının
koruma amaçlı imar planı olmadığı, tescilli
yapıların yıkılmak istendiği ve hukuka uygun
olmadığı da tespit edilerek projenin iptaline karar
verildi.
Böylece Fener-Balat-Ayvansaray’da hem kentsel
dönüşüm projesinin hem de şirketlerin edindikleri
ihalelerle yürüttükleri uygulamaların yasal
yükümlülüğü kalmamış oldu.
Proje 2009'dan bu yana sürüyordu
AKP’li Fatih Belediyesi’nin 2009’da
başlattığı Fener-Balat-Ayvansaray kentsel dönüşüm
projesine karşı bölge halkı yaşam alanlarını terk
etmeme mücadelesi verirken Mimarlar Odası’nın da
bölgede uygulanan projeye karşı açtıkları davalar
sürüyor.
Dozerlerle girdiler, tarihi kalıntılar
hasara uğradı
Sit alan olmasına rağmen tarihi dokuyu da
hiçe sayan projenin bilindiği üzere son hamlesi
Ayvansaray Tokludede Mahallesi’nde yaşanmıştı. Çalık
Holding’e devredilen ve Şener Holding'e bağlı
Altınboynuz İnşaat’ın rantına açılan bölgede Anıtlar
Kurulu kararıyla “çivi dahi çakılması uygun olmayan”
bölgeye dozerler girmiş, yeraltında bulunan tarihi
kalıntılar hasara uğramıştı.
Yıldırmak için evlerin elektrik, sularını
kestiler
Ayrıca bölge halkı mahallelerine kurulan
şantiyeye karşı mücadele vermiş, polislerin
müdahalesine maruz kalmıştı. Bölgede bulunan mülk
sahipleriyle belediye yetkilileri yaptıkları
görüşmelerde binbir hileyle evleri devralma
yöntemleri kullanırken evlerde oturan kiracıların
ise su, elektrikleri kesilerek yıldırma çabaları
sergilenmişti.
Kentsel dönüşüm rantına açılmış olan
Fener-Balat-Ayvansaray hakkında mahkemenin verdiği
iptal kararının özellikle projeyi yürüten şirketlere
ne denli yaptırımının olacağı merak ediliyor.
"Bu karar bölgeyi kurtarmıştır"
FEBAYDER Basın Sözcüsü Çiğdem Şahin, soL'a
yaptığı açıklamada, "Bu karar tarihidir. 5366 sayılı
yasa kapsamında tarihi alanlardaki projeler
İstanbul'un tarihini tehdit etmekteydi. Sulukule de
önemliydi, gecikmiş karar olması nedeniyle olumlu
etkisi olamadı, yıkılan binaları yaşanan mağduriyeti
geri getiremeyecekti. Ama Fener-Balat-Ayvansaray'da
böyle olmadı. Halk hala burada yaşamaktayken,
binalar yıkılmadan kararın verilmesi ciddi anlamda
bölgeyi kurtarmıştır. Halkın yerinden edilmesini
engellemiştir. Yargı, tarihi kurtarmıştır bu karar
bütün bölgelerimiz için, yerinden edilen halklar
için emsal niteliği bulunmaktadır" diye konuştu.
Haber Sol, 20.06.2012
******
MAHALLE YOKSA NE
KORUNACAK?
İstanbul 5. İdare
Mahkemesi Fener, Balat, Ayvansaray’daki yenileme
projesini 2863 sayılı yasa kapsamında “Hukuka
aykırı” bularak iptal etti. Gerekçeli kararda en
önemli dayanak ‘mahalle kültürünün yok edilmesi’.
Kararda mahalle kültürü yaşamadıktan sonra, fiziki
binaların yenilenmesinin şehircilik anlayışından
uzak olduğu vurgulandı.
İptal kararı, semtte bayram havası yarattı. Fener
Balat Ayvansaray Derneği (FEBAYDER) temsilcisi
Çiğdem Şahin, kararın, bölgede 280 bin metrekarede
900 bina ve 3 bin kişiyi ilgilendirdiğini, ancak
Türkiye’de kentsel dönüşüm alanı kapsamındaki bütün
bölgeleri ilgilendirdiğini savundu. Şahin, “Bu alan
büyük rant sağladığı için peşimizi bırakmayacaklar.
Binalarımızı güzelleştirmek ve depreme dayanıklı
hale getirmek için çalışmalarımız var. Mahalle halkı
olarak projeler üreteceğiz. Deprem Yasası gibi özel
yasalar var. Bu yasalar var olduğu sürece
mücadelelerimiz devam edecektir” dedi.
Fatih Belediyesi
‘rahat’
Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir ise Sulukule’de
de, Balat’ta da 5366 sayılı yasaya uyulduğunu
hatırlattı. Demir “‘İmar planları yok’ deniyor. Bu
yasada (5366) yenileme alanı ilan ettiğimiz
bölgelerin imar planları ile alakası yok. Olsa bile
yok sayılır. Bizim avan projelerimiz, imar planı
yerine geçiyor. ‘Tescilli eser yıkılıyor’ deniliyor.
Projeye başlarken tescilli bina sayısı 220’ydi. Biz
260’a çıkardık” dedi.
Radikal, Haber: İdris
Emen, 22.06.2012
|
ANTİK ÇAĞIN LÜKS ISITMA SİSTEMİNİ AÇIĞA ÇIKARDILAR

Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim
Üyesi ve Myra-Andriake Kazıları Başkanı Prof.Dr.
Nevzat Çevik, Andriake Liman Kenti'nde yürütülen
kazı çalışmalarında gün ışığına çıkarılan hamam
yapısında, yerinde korunmuş halde duvar içi ısıtma
sistemine rastladıklarını belirterek, ''Duvar
içinden ısıtma, bugün modern villalarda bile
kullanılmıyor'' dedi.
Demre'de Likya Uygarlığı'nın önemli limanlarından
Andriake ve çevresindeki yapıları toprak altından
çıkarmak üzere başlatılan kazı çalışmalarında üçüncü
yıla gelindi. Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü
öğretim üyeleri ve öğrencilerinin
katılımıyla yürütülen kazılarla bugüne kadar hububat
deposu, su sarnıcı, boya imalathaneleri ve hamam
gibi yapılar gün ışığına çıkarıldı.
Kazılarda son olarak çok iyi korunmuş duvar içi
ısıtma sistemine de rastladı.
Myra-Andriake Kazıları Başkanı
Prof.Dr. Nevzat
Çevik, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Andriake
Liman Kenti'ndeki kazıların yıl boyunca devam
ettiğini, ancak yaz sezonu kazılarının yoğun
dönemine geçen hafta girdiklerini anlattı.
Andriake'de bu yılki kazılara ''küçük hamam''ı da
eklediklerini anlatan Çevik, kazılara başladıktan
sonra bir hafta içinde hamamda çok iyi korunmuş bir
duvar içi ısıtma sistemine rastladıklarını bildirdi.
Bu tür ısıtma sistemlerinin bilim çevreleri
tarafından bilindiğini, ancak çoğunlukla bulunan
sistemlerin zarar görmüş halde gün ışığına
çıkarıldığını vurgulayan Çevik, ''Ancak bu sistemi
yerinde korunmuş halde bulduk. Artık çizim yaparak
'Bu esasında böyleydi' dememize gerek kalmayacak,
duvar içi ısıtma sistemini burada gösterebileceğiz''
dedi.
-Küçük hamamdan büyük veriler-
Prof.Dr. Çevik, MÖ 4 veya 2. yüzyılda
yapıldığı sanılan ısıtma sisteminde, ocakta yakılan
ateşten elde edilen gazın borular
aracılığıyla hamamın içine taşındığını
belirterek, şöyle konuştu:
''Bu sistem, antik çağda Roma'da kullanılan bir
duvar içi ısıtma sistemi. Roma tarihi boyunca
kullanılmış. Mekanlar, zemin ve duvarın içinde
oluşturulan yaklaşık 10 santimlik boşlukların sıcak
gazlarla doldurulmasıyla ısıtılıyor. Bu sistem bugün
bile lüks ve çok pahalı. Duvar içinden ısıtma, bugün
modern villalarda bile kullanılmıyor. Bu direkt lüks
uygulamanın bir sonucudur. Hem zeminden hem duvarın
içinden ısıtmak hem de harika
mermerlerin içinde banyo ortamı sağlamak tam bir
lüks uygulama sağlıyor. Bu sistemi bugün korunmuş
halde bulmamız bizi çok sevindirdi. Hamamın
küçüklüğüne bakıp aldanmışız, meğerse bize büyük
veriler verdi.''
Çevik, Roma dönemi hamamlarının
sadece temizlenmek için kullanılmadığını, bu
mekanların insanların rahatlayıp
sosyal paylaşımda
bulunabildikleri yerler olduğunu anlattı.
Roma İmparatorluğu döneminde 3 bin kişilik
hamamlar inşa edildiğine dikkati çeken Prof.Dr.
Çevik, Andriake Limanı'nda gün ışığına çıkarılan
yaklaşık 70 metrekare genişliğindeki küçük hamamın
da denizcilere yönelik yapıldığının tahmin
edildiğine değindi.
Andriake Limanı'nda aylarca karadan uzak kalmış
denizcilerin ihtiyaç duydukları her tür yapıya
rastladıklarını kaydeden Nevzat Çevik, Andriake'nin
gelecek yıllarda bölgenin en çok ziyaret edilen ören
yerlerinden birisi olacağını sözlerine ekledi.
Akşam, 20.06.2012
|
37 MİLYON DOLAR KAÇ TABLO EDER?
Ünlü İspanyol ressam Joan Miro'nun
"Peinture (Etoile Bleue)" [Resim (Mavi Yıldız)]"
adlı tablosu, İngiltere'nin başkenti Londra'da
düzenlenen açık artırmada rekor fiyata satıldı.
BBC'nin haberine göre Sotheby's müzayede evinde
yapılan açık artırmaya telefonla katılan bir kişi,
Miro'nun 1927 yılında tamamladığı tabloya 37 milyon
dolar ödedi.
Miro'nun "Painting-Poem" adlı eseri, Şubat ayında
yapılan açık artırmada 26 milyon dolara alıcı
bulmuştu.
Açık artırmada Pablo Picasso'nun "Homme Asis" adlı
tablosu 9,7 milyon dolara, İngiliz heykeltıraş Henry
Moore'un bir eseri ise 5,8 milyon dolara satıldı.
Radikal, 20.06.2012
|
 |
47 MİLYON YILDIR BİRLİKTELER

Almanya'nın Darmstadt kenti yakınlarındaki ünlü
Messel Çukuru'nda 47 milyon yıllık hayvan
kalıntıları ortaya çıkarıldı. kalıntılardan biri,
çiftleşirken
fosilleşen iki
kaplumbağaya ait.
Araştırmacılar,
kaplumbağaların daha önce alanda bulunan gölün
sularında çiftleşmeye başladıklarını, daha sonra ise
volkanik gazların yarattığı toksik katmanların içine
gömülerek yok olduklarını düşünüyor.
Cinsel ilişki halinde olan hayvanlar böylece göl
tabanına oturmuş ve jeolojik zaman içinde kaybolmuş.
Tübingen Üniversitesi'nden Dr Walter Joyce,
"Günümüzde bu durumu Doğu Afrika'daki bazı volkanik
göllerde görüyoruz" açıklamasını yaptı.
"Bu göller bir kaç yüz yılda bir gerçekleşen ani bir
karbondioksit patlaması yaşayıp etrafındaki her şeyi
zehirleyebiliyorlar."
Biology Letters'da bahsedilen kaplumbağalar, soyu
tükenmiş olan Allaeochelys crassesculpta türünden.
Dişileri erkeklerinden daha büyük olan bu tür
kaplumbağaların uzunluğu 20 cm civarında.
'Somut delil'Hayatta olan en yakın akrabaları ise
muhtemelen, sularının paleontolojik özellikleri
yüzünden Avustralya ve Papua Yeni Gine yakınlarında
bulunan ve biraz daha büyük olan, 'domuz-burunlu
kamplumbağa' (Carettochelys insculpta).
Crassesculpta, Messel Çukuru'nda keşfedilip koruma
altına alınan yüzlerce
fosilden sadece bi tanesi.
Messel Çukuru, paleontolojik önemi yüzünden Unesco
Dünya Mirası statüsüne sahip.
Çukurdan son 30 yıl içinde toplam 9 çift kaplumbağa
çıkarıldı.
Çoğu çift, birbiriyle iletişim içindeyken
keşfedildi.
İletişim içinde bulunmayan kaplumbağalar ise
birbirinden en fazla 30cm uzaklıktaydı.
Dr Joyce, "Bir çok kişi çiftleşirken öldüklerini
iddia ediyordu, ancak bunu
fosillerle kanıtlamak çok farklı bir durum"
dedi.
"Çiftlerin bir dişi ve bir erkekten oluştuğunu, ve
örneğin iki erkeğin savaşırken ölmediğini açıkça
göstermiş olduk".
"Buna ek olarak arka uçlarının her zaman eşlerine
yöneltilmiş olduğu gözlemi, ve kuyruklarının
çiftleşme pozisyonunda olması bizim için somut bir
delil".
Koruma altına alınan fosilin, omurgalıların
çiftleşme anının görüntülendiği tek kayıt olduğu
söyleniyor.
Omurgasız hayvanlar için ise bilimsel literatürde
çiftleşen böcekler veya fosilleşmiş ağaç reçinesi
gibi örnekler mevcut.
Sabah, 20.06.2012
|
TAKSİM DEĞİŞTİ CAMİ ŞART!

Uzun yıllardır tartışılan Taksim'e cami
projesinde önemli gelişme. İstanbul 1.inci İdare
Mahkemesi, Şehir Plancıları Odası'nın açtığı iptal
davasını reddetti. Kararda 'Bölgenin Müslüman nüfus
yapısı değişti. 100 yıldır cami yapılmadı, ihtiyaç
aşikar' denildi.
Taksim'e cami projesinde önemli gelişme yaşandı.
İstanbul 1'inci İdare Mahkemesi, Şehir Plancıları
Odası İstanbul Şubesi'nin, projenin meydanın
tarihsel kimliğine zarar vereceği iddiasıyla açtığı
iptal davasını reddetti. Mahkeme, kararında camiye
vize gerekçelerini şöyle sıraladı.
- Taksim cami alanının öngörülen alan büyüklüğü ve
parselin konumu büyük ölçekli bir mimari boyuta
ulaşmıyor.
- Cami yapılması öngörülen yerde bir mescit yer
alıyor. Tuvalet ile iç içe ve teneke minareli oluşu
nedeniyle görsel olumsuzluk oluşturuyor.
- Tüm önyargılardan uzak tarafsız bir gözlemle
bilimsel veriler olarak proje kamu yararı açısından
olumsuzluk oluşturmuyor.
- Müslüman nüfus yapısı Cumhuriyet döneminde önemli
şekilde değişen ve yaklaşık 100 yıldır herhangi bir
cami inşaa edilmediği gibi Taksim Kışlası içinde
bulunan cami de yıkıldı.
- Bölgede cami sayısı yetersiz, Cuma günleri cadde
ve sokaklarda ibadet ediliyor. Yörede cami ihtiyacı
aşikar.
- İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı, yakın
çevresindeki geleneksel mimari ve kentsel doku göz
önünde bulundurularak hazırlandığını ve caminin
meydandan ağımsız düşünülmesi gerektiğini ifade
ediyor.
- Büyükşehir Belediyesi mahkemede verdiği
savunmasında, 'Dava konusu imar planı bölgede
yaşayan halkın ve sivil toplum örgütlerinin yazılı
ve görsel görüşleri alınarak, bilimsel-teknik ve
hukuki alt yapısı ile birlikte meri koruma ve imar
mevzuatına, planlama teknikleriyle kamu yararına
uygundur' demişti.
- Kültür ve Turizm Bakanlığı 'su maksemine zarar
vermemek, civardaki mezbeleliği kaldırmak şartıyla
sakınca yok' demiştir.
- Tesis olunan işlem hukuka uygundur.
Öte yandan Davaya müdahil olarak katılan Taksim Cami
Kültür ve Sanat Vakfı, 'Yapılacak Taksim Camii
sadece bir ibadet mekanı değil, bir buluşma odağı
olarak algılanması gerekiyor' diyor.
Mimar Alp porojeyi hazırlamıştı
Taksim Camii Kültür ve Sanat Vakfı Mimar
Ahmet Vefik Alp'e 'Taksim Cumhuriyet Camii ve Dinler
Tarihi Müzesi Projesi' hazırlatmış ve bu proje
Uluslararası Mimarlar Birliği Ödülü' almıştı.
Akşam, Haber: Bülent Şanlıkan, 20.06.2012
|
KIZILTEPE'DE HÖYÜK YOK EDİLDİ

Arkeolog Nezih Başgelen,
Güneydoğu gezisi sırasında Mardin Kızıltepe’de
prehistorik döneme kadar giden tarihi höyüğün tahrip
edildiğini tespit etti. Gizli gizli fotoğraflar
çekti. Sonra da bunu bir yazı ile
Kültür ve Turizm Bakanlığı ’na bildirdi.
Güneydoğu Anadolu’nun en büyük höyük
yerleşimlerinden biri olarak bilimsel yayınlarda da
yer alan Telermen Höyük, beton istilası altına
girmiş.
İş makinalarıyla tahrip edilen
höyüğün her yanı inşaatlarla doldurulmuş. Nezih
Başgelen, “Fotoğrafları gizli çektim, korkunç
tahribat var. Kazdıkları toprakların içinden çanak
çömlekler çıkıyor. Bakanlık acilen müdahale etmeli’’
dedi. Mardin Kızıltepe’nin tarihte ilk bilinen
isimleri Dünaysır ve Telermen olarak bilinir.
Telermen Ermeni höyüğü anlamını da geliyor.
Telermen, höyüğün ve bu höyüğün eteklerinde
Ermenilerce meskun edilmiş olan köyün de adı.
Telermen’in bugünkü karşılığı Tepebaşı Mahallesi.
Bugünün Kızıltepe’sinin içinde Tepebaşı Mahallesi
ismiyle yeralan ve Heremhedad ile barebar muhtemelen
civardaki ilk yerleşim yeri olan Telermen Köyü,
tepenin
güneydoğu yönündeki eteklerde kurulmuştu.
Telermen ile Dunaysir birbirinden bağımsız yerleşim
yerleriydi. Bu iki yerleşimin aralarına sonradan
kurulan yeni mahalle birleştirildi. Höyüğün bir
kısmı askeri alan olarak koruma altındaydı. Ancak
mahalleye bitişik höyük çok katlı apartmanların
istilasına uğradı. Halen hafriyat ve inşaat
çalışmalarının sürdüğü höyük, ciddi bir yağmaya
uğradı. Hafriyat çukurlarının içinde anıtsal kerpiç
mimarinin yanısıra çok sayıda arkeolojik malzemenin
olduğu görülüyor.

Müze görevlileri korkuyor
Fotoğraf çekilmesine bile izin verilmeyen bölgede
Mardin Müzesi de işlem yapmıyor. Müze yetkilileri de
can güvenliğini bahane ederken, bugüne kadar höyükte
bilimsel bir arkeolojik çalışmada yapılmadı.
Arkeoloji ve Sanat Yayınları Genel Yayın Yönetmeni
Başgelen tahribatı fotoğraflarla belgelemeyi
başardı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı ’na durumu rapor eden
Başgelen şu ifadeleri kullandı:
‘‘Bu kadar önemli höyüğün araştırılmadan, bilimsel
yöntemlerle belgelenmeden böylesine hoyratça ve
denetimsizce tahrip olması çok üzücüdür. Kızıltepe
Telermen Höyüğü’nün koruma sınırlarının acilen
belirlenmesi, açılan kesitler de ortaya çıkan kerpiç
mimarinin hiç olmazsa temizlenerek katmanlaşma
açısından acilen bir prehistorya uzmanınca
belgelenmesi ve kanunsuz müdahalelerin önlenmesi
gerekir.’’
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 20.06.2012
Tell Ermen 2001 yılında TAY Projesi tarafından belgelenerek envantere alınmıştı: Tell Ermen
|
 |
PARÇALANAN TARİHİ ESER BALIK TUTKALIYLA BİRLEŞTİ
Süleymaniye Camisi'nin ana kubbesinde asılıyken zincirinin kopması sonucu düşerek kırılan ve 56 parçaya ayrılan yaklaşık 450 yıllık ahşap askı top, 6 ay süren çalışmayla birleştirildi.
Kırılan eserin yapıştırılmasında balık tutkalı ve mikron ölçeğinde elenmiş küfeki taşı tozu ile hazırlanan macun kullanıldı.
Temizliği, restorasyonu tamamlanan eser daha sonra yeniden Süleymaniye Camisi'ne asıldı.
Caminin restorasyonun ardından 16 Kasım 2010'da açılışından kısa süre sonra, ana kubbeye asılı armudi gövdeli ahşap askı topun zinciri kopmuş, 3 metre yükseklikten düşerek kırılmıştı.
Sabah, Haber: 20.06.2012
|
KRALİÇENİN TOKASI TUVALETTEN ÇIKTI
Fransa 'nın 16. yüzyılda yaşayan kraliçesi Catherine de Medici'ye ait saç tokası, başkent Paris yakınlarındaki bir sarayın tuvaletinde bulundu.
Yetkililer, tarihte ilk kez Rönesans döneminde yaşamış soyluya ait bir eşyanın Fontainebleau Sarayı'nda ortaya çıktığını söyledi.
Yaklaşık 9 santimetre uzunluğundaki tokanın Catherine de Medici'ye ait olduğu, üzerinde kraliçenin adının baş harfini taşımasından ve Catherine'nin renkleri olarak bilinen beyaz ve yeşil motiflerden anlaşıldı.
Toka, sarayda devam eden restorasyon çalışmaları sırasında tuvaletin atık haznesinde bulundu. Saray yetkilileri, kraliçeye ait tokanın umumi tuvalette bulunmasının son derece şaşırtıcı olduğunu belirtti.
1754-1559 yılları arasında hüküm süren Kral II. Henri'nin eşi olan Kraliçe Catherine de Medici, Henri'nin 1559 yılında bir kaza sonucu ölmesinin ardından tahta çıkan IX. Charles'ın 1560-1574 yılları arasında naipliğini üstlenmişti
Radikal, 19.06.2012
|
 |
İSTANBUL 12 MİLYAR DOLARLIK ÇAĞDAŞ SANAT PİYASASININ
NERESİNDE?
Küresel sanat piyasası ekonomik krizden
kesinlikle etkilenmedi.
Dört günde, 65 bin kişinin ziyaret ettiği
dünyanın en önemli çağdaş sanat fuarı Art Basel’i
ziyaret bunu anlamaya yetti.
Sanat neden krizde değil diye soranlara uzmanlar
kısa ve net bir cevap veriyorlar.
“Gelişmekte olan ülkeler çağdaş sanatın can simidi”.
Hong Kong üç yılda sanatın en önemli üçüncü pazarı
haline gelmiş.
2011 yılında Çin müzayede açısından ABD’nin önüne
geçmiş.
Asya’nın yanı sıra Körfez’den sanata büyük yatırım
görüyoruz.
Örnek vermek gerekirse Katar son iki yılda çağdaşın
en önemli alıcısı durumuna geldi
Katar Şeyhi’nin bu yılın başında ünlü Fransız ressam
Cezanne’ın bir tablosuna 250 milyon dolar verdiği
akıllarda.
Art Basel’i birlikte ziyaret ettiğimiz Contemporary
İstanbul’un Yönetim Kurulu Başkanı Ali Güreli ve
Türkiye’nin uluslararası en büyük çağdaş fuarını
2007’den beri destekleyen Akbank Özel Bankacılık
ekibiyle sohbet hep finans ve sanatın ilişkisi
etrafında dönüyor.
Ali Güreli elindeki rakamları veriyor.
YENİ İŞBİRLİKLERİ
Dünyada sanat piyasası 60 milyar dolar.
Bunun 11 ila 12 milyar doları çağdaş sanata gidiyor.
Önümüzdeki yıllarda çağdaş sanat payının 20 milyar
doları bulacağını tahmin ediliyor.
Dünyadan 300 galerinin 2 bin 500 sanatçıyla boy
gösterdiği Art Basel’de satılan sanat eseri tahminen
1.5 milyar dolar civarında.
Sanat piyasasının doğuya kaydığını fark eden Art
Basel son derece yerinde bir kararla son üç yıldır
devam eden Hong Kong Çağdaş Fuarı’nı satın aldı.
2013 yılı mayıs ayında, Hong Kong’da Art Basel -
Hong Kong yapılacak.
Diğer yanda, ABD’de Miami’de yapılan Art Basel-Miami
de 11’inci yılında.
Art Basel dünyada üç önemli merkeze konumlanırken,
Londra’daki Frieze Sanat Fuarı da kapağı New York’a
attı. Yani çağdaş sanatın finansal hacmi sürekli
artış gösterirken, yeni işbirlikleri kuruluyor.
Peki 7’nci yılını geride bırakan Contemporary
İstanbul bu büyük sanat hareketliliğinin neresinde?
Ali Güreli, Contemporary İstanbul’un Frieze, Berlin
Preview ile bazı işbirliklerini konuştuklarını
söylüyor.
BİR HAFTALIK ART İSTANBUL
Bu arada Güney Kore’nin en önemli çağdaş sanat
fuarı KİAF ile görüşmeler sürüyor.
Güreli “Çağdaş sanatın dünyayı dolaşma hızına
paralel olarak bizim İstanbul’a önemli galerileri,
önemli sanatçıları ve koleksiyonerleri çekmemiz
gerekiyor” diyor.
Contemporary İstanbul bununla ilgili geçtiğimiz
günlerde Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bir proje
sunmuş.
Proje Contemporary İstanbul’un kapsamını
genişletmek.
22-25 Kasım tarihleri arasında planlanan fuar
öncesinden başlayarak İstanbul’da Sabancı, Pera
müzeleri, İKSV, Ak Sanat, Arter, Salt gibi
kurumlarla işbirliğiyle çağdaş sanat faaliyetleri
bir haftaya yayılacak.
19-25 tarihleri arasındaki “Art İstanbul”a
galerilerin, yabancı kültür kurumlarının da
katılacağını belirten Güreli’ye göre, Kültür Bakanı
Ertuğrul Günay projeye sıcak bakıyor.
Tabii bu projeye İBB’nin de sahip çıkması gerek zira
kazanan İstanbul olacak.
Yine Güreli’nin verdiği rakama dönersek İsviçre’nin
Basel gibi küçük bir şehrinin Art Basel’den elde
ettiği gelir 300 milyon Euro.
Yaşam tarzıyla dünyada büyük bir çıkış yapmakta olan
İstanbul’un çağdaş sanatta yerini mutlaka alması
gerekiyor.
Galatalı: Toplam varlıkta Yüzde 5’i
sanata öneriyoruz
UBS 1994 yılından beri Art Basel’in sponsoru.
Akbank Özel Bankacılık ise 2007 yılından beri
Contemporary İstanbul’u destekliyor.
Contemporary İstanbul ilk başladığı 2006 yılında
Deutsche Bank ile yola çıkmıştı.
Bir yıl sonra Akbank Özel Bankacılık bayrağı
devraldı.
Finans ile sanatın iyi bir işbirliğini ortaya koyan
Akbank Özel Bankacılık, Contemporary İstanbul’un
2010 yılından beri Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde
düzenlediği “Çağdaş Sanat” buluşmalarının da
sponsoru.
Neticede çağdaş sanatın Türkiye’de tanınmasında,
sevilmesinde Akbank Özel Bankacılığın payı büyük.
Fırsatını bulmuşken Art Basel’de bize eşlik eden
Saltık Galatalı ile özel bankacılığı konuştuk.
Akbank Özel Bankacılık 25 milyar liralık bir varlık
yönetiyor.
5 bin 500 müşterisinin yanı sıra kurumlara,
vakıflara da hizmet veriyor.
Galatalı “İşimiz yatırımla ilgili yönlendirme ve
yeni ürün. Bizim birimden günde ortalama 5 yeni
yatırım fikri çıkar” diyor.
“Yatırım fabrikası gibiyiz” diye ekliyor.
Akbank Özel Bankacılığın sanata verdiği desteği ise
şöyle açıklıyor:
“Bizim müşteri kitlemizle uyuşuyor. Zira sanata
yatırım belli bir varlık birikimi gerektirir”.
Müşteriye portföyünde yüzde 5’lik bir oran sanat
eserleri için öneriliyor.
Zaten Galatalı’ya göre, çağdaş sanatın giderek
önemli bir finansal hacme ulaşmasının bir nedeni de
dünyadaki likidite bolluğu.
“Global likidite devam ettiği sürece sanata yatırım
devam edecek” diyor.
Dünyada ciddi bir artış gösteren sanat fonlarına ise
henüz SPK’dan izin yok.
Hürriyet, Yazı: Gila Benmayor, 19.06.2012
|
'MAVİ SENFONİ'YE BESTE

Usta ressam Burhan Doğançay’ın 2.2 milyon liraya
satılan ‘Mavi Senfoni’ adlı eseri için Kamran İnce
bir beste hazırladı. Eser, İstanbul Modern’de 28
Haziran’da dinlenebilecek.
Türk resminin usta isimlerinden Burhan
Doğançay’ın, yaşayan bir ressamın en yüksek fiyata
satılan eseri unvanını elinde bulunduran “Mavi
Senfoni”si şimdilerde yeniden gündemde. Çünkü “Mavi
Senfoni”nin artık bir bestesi de var.Antik A.Ş.’nin
15 Kasım 2009’da düzenlediği müzayedede 2.2 milyon
liraya Murat
Ülker tarafından satın alınan ve halen
Yıldız Holding koleksiyonunda bulunan eser, şu
sıralar
İstanbul Modern’de açılan “Kent Duvarlarının
Yarım Yüzyılı: Burhan Doğançay Retrospektifi”
başlıklı
sergi kapsamında izleyiciyle buluşuyor.
Serginin de sponsorluğunu üstlenen Yıldız Holding’in
projesiyle “Mavi Senfoni” için klasik müziğin ünlü
bestecilerinden Kamran İnce bir beste hazırladı.
İnce’nin tabloyu anlatan bestesi yine sergi
kapsamında 28
Haziran’da İstanbul Modern’de dinlenebilecek.
Besteyi icra edecek isim ise Hüseyin Sermet...
Kamran İnce, “Mavi Senfoni” hakkında şunları
söylüyor: “Hiç bitmeyen bir hareket, her şekil bir
sonrakine gebe... Amerikan, Türk,
New York, İstanbul... Fütüristik çokluk, obsesif
aynılık... Bir boyuttayken başka bir boyutun içinde
olduğunun hissedilmesi... Tüm bunları hissettim bu
resme bakarken, bestemde de bunları hissettim.”
İnce, daha önce de
Amerika’da bu
tarz bir iki projeye imza attığını söylüyor:
“Ama onlar bu kadar önemli ve büyük projeler
değildi. Ben çok yakınlık hissediyorum Burhan
Doğançay’ın resimlerine. Kendi sanatımla onun sanatı
arasında da bir yakınlık görüyorum. Ben de tıpkı
onun gibi hem Amerika’da hem
Türkiye’de yaşıyorum mesela.” İnce, eserin hemen
kaydının yapılacağını da belirtiyor.
Milliyet, 19.06.2012
|
YENİ DEVASA HEYKEL İNGİLİZLERİ KIZDIRDI

Londra - Londra Belediye
Başkanı Boris Johnson, ArcelorMittal Orbit'in, yani
Olimpiyat Parkı'nın tepesine dikilmiş 35 katlı bir
bina yüksekliğindeki kızıl çelikten yapılmış spiral
şekilli dev yapının, görselerdi, Gustave Eiffel'in
aklını başından alacağını ve eski Romalıları da
şaşkına çevireceğini söyledi. Oysa Londralıların
çoğu, olaya böyle bakmıyor. Onlar, Hint asıllı
heykeltıraş Anish Kapoor ve Sri Lankalı mimar Cecil
Balmond tarafından tasarlanan bu yapıya "Göze Batan
Kule"' ve "Palas Pandıras" gibi isimler verdi.
Kuleyi "iç organ yığınıyla" kıyaslayanlar dahi var.
Bu yaz düzenlenecek Olimpiyat Oyunları'nın
gerçekleştirileceği yerleşkenin detayları ortaya
çıkarken, Londra'nın sembolü olarak sunulan Orbit,
ziyaretçilerini ağırlamayı ve etrafı keşfetmelerine
imkan tanımayı bekliyor. Orbit, Big Ben'e ve London
Eye adlı yapıya rakip olacak bir kültür merkezi
olarak inşa edildi. Ancak şimdilik heykel,
İngilizlerin "olimpik ucube" eleştirisine hedef
olmuş durumda. 93 metre yüksekliğindeki Özgürlük
Heykeli'nden yaklaşık 20 metre daha yüksek olan
Orbit, sadece avangart tasarımı için değil,
İngilizlerin mali önlemler altında ezildikleri şu
dönemde, Olimpiyatlara devlet tarafından harcanan
milyarlarca sterlinin bir sembolü olduğu için de
eleştiri alıyor. Heykeli işlevsel bir yapıya
dönüştüren Londra merkezli Ushida Findlay'dan mimar
John Simpson, "İngiltere'deki kamusal sanat ile
ilgili tuhaf bir bakış açımız var. Biraz elitist
olarak görülüyor" dedi. Öte yandan Orbit sanat ve
mimarlık çevrelerinde olumlu bir izlenim bıraktı.
Olimpiyatların başlayacağı 27 Temmuz günü açılacak
kulenin giriş ücreti 23 dolar olacak. Buna 15
dolarlık otopark ücreti de eklenecek. Her iki fiyat
da "aşırılık" ve "elitizm" algılarını pekiştiriyor.
Kapoor, Orbit'in giriş ücretini "Çoğu insan için
büyük bir meblağ" diye niteliyor. Olimpiyatlar
sonrasında ise yine kendisinin ortaya koyduğu
"herkese açık demokratik bir anıt" vizyonuna uyacak
şekilde fiyatlanmasını arzu ettiğini ifade ediyor.
Başbakan David Cameron, oyunların ardından şehir
için başka planlarının bulunduğunu, bu döneme kadar
i hmal e dilmiş o lan S tratford b ölgesinin karma
kullanıma uygun şekilde gelişmesini sağlayacaklarını
ve Orbit'in de bu projede odak noktası olacağını
söyledi. Ne var ki Mart'ta yapılan bir araştırma,
bölgede ikamet eden İngilizlerin yüzde 51'i,
Cameron'ın "Olimpiyat'ların vergi mükelleflerince
sırtlanılan yüke değeceği" yönündeki görüşüne
katılmadıklarını gösterdi. Yetkililer, Olimpiyat
oyunlarının faturasının toplamda 17.2 milyar
sterline yükseldiğini, bu maliyetin önemli kısmının
da güvenlik harcamalarından kaynaklandığını
belirtti. Orbit projesinin temelleri, Belediye
Başkanı Johnson'un İsviçre'nin Davos kentinde
düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu'nda dünyanın en
zengin adamlarından biri olan, çelik üreticisi
ArcelorMittal'in Hint asıllı Yönetim Kurulu Başkanı
Lakshmi N. Mittal ile karşılaştığı 2009 yılında
atıldı. Belediye başkanı burada Olimpiyat Parkı'na
sanatsal bir canlılık katmak için bir şeyler yapma
fikriyle Mittal'i ikna etti. Mittal, esere kendi
şirketinin adının konması karşılığında kulenin
bütçesini neredeyse tamamen karşıladı ve 19.6 milyon
sterlin katkıda bulundu. 2010'da mimari tasarım
şirketi Arup'ta çalışmakta olan Kapoor ve Balmond,
Olimpiyat Parkı'nın beyaz stadyum ve binalarına renk
katacak yapının tasarlanması için başlatılan
yarışmayı kazandı. Arup, Paris'teki Centre Pompidou
ve Sidney Opera Binası'nı tasarlayan firma. İkili,
Babil Asma Bahçeleri'nden ve ayrıca demir-çelik-cam
birleşiminden oluşan ancak tamamlanamayan Rus
sanatçı ve mimar Vladimir Tatlin imzalı Tatlin
Kulesi'nden ilham aldıklarını ifade etti. Balmond,
"Londra'nın enerjisi yüksek bir esere ihtiyacı
vardı. Bu fikir bize göre hareketi ve değişimi
simgeliyor. Londra gerçekten değişimle dolup
taşıyor" diyor. Kapoor, Orbit'in ortak ve
etkileşimli bir deneyim olmasını istiyor.
Ziyaretçiler pas renkli, koni şeklindeki
geçitlerden, gözetleme aparatı bulunan bir asansör
kabinine binerek iki katlı gözlem platformuna
çıkıyor.
Mittal, Orbit'i Londra'nın Mirasını
Geliştirme Vakfı'na bağışladı. Vakıf, oyunların
ardından bir gayrimenkul geliştirme kurumuna
dönüştürülecek. Bu yeni kurum, Olimpiyat Oyunları
sonrasında parkları, alışveriş alanları ve havuz
bölümlerini tamamlayacak. Orbit ayrıca halka açık
bir etkinlik alanı olarak hizmet verecek. Kurumsal
organizasyonlara ev sahipliği yapacak, hatta
galerilerinde sergiler de açılacak. Bölgenin yılda 1
milyon ziyaretçi çekmesi bekleniyor. Bir arkadaşı
Orbit'in göz zevkini bozduğunu söyleyince, Londralı
Benjamin Tucker Twitter'da, "Londra'nın doğusunu
daha kötü yapmak imkansız. Stratford bir çöplük"
diye cevap verdi.
Sabah, Kaynak: New York Times, Haber: Amy
Chozick, 18.06.2012
|

|
SİLUETİ BOZAN BİNALAR YIKILACAK
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın uygulayacağı kentsel tasarım projeleriyle, tarihi ve turistik değeri olan yerleşim yerlerinde silüeti bozan binalar yıkılacak.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, tarihi ve turistik değeri olan yerleşim yerlerine 'Kentsel Tasarım' projeleri uygulayacak.
Projeyle çarpık yapılaşmanın içinde yok olmaya yüz tutmuş yapılar; restore edilecek, çevresindeki silüeti bozan binalar yıkılacak.
Takvim Gazetesi'nin haberine göre; ilk olarak İstanbul'da Galata, Tarihi Yarımada ve Haliç ile Bursa, Diyarbakır ve İzmir ele alınacak.
Milliyet, 18.06.2012
|
SİNAN DAVASI AİHM'LİK OLDU

Bilirkişi, 'Mimar Sinan torunuyuz' diyen ailenin,
Mimari Sultani Sinanuddin Atik Yusuf Bin Abdullah
Vakfı'na kayıtlı mallardan alacağını 2.2 milyar
olarak tespit etti. Torba yasa, vakıf fazlalarına
ait ödemelere 5 yıl sınırı getirince aile AİHM'e
başvurdu.
Büyük Usta Mimar Sinan, AİHM gündemine giriyor...
Mimari Sultani Sinanuddin Atik Yusuf Bin Abdullah
Vakfı'na kayıtlı gayrimenkuller üzerinden hak iddia
eden ve Sinan'ın torunları olduğunu savunan Yönel
Ailesi, Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne karşı yürüttüğü
hukuk mücadelesini AİHM'e taşıdı. İşte o ilginç
süreç:
SÜREÇ 1922'DE BAŞLADI
1922'de vakıf, vekaleti Mimari Sultani
Sinanuddin Atik Yusuf Bin Abdullah soyundan gelen
Fatma Baise Hanım'ın elinden geçici süreyle aldı.
Oğlu Derviş Mustafa Yönel, 1935'te vakfın idaresinin
aileye teslimi ve gelir fazlasının ödenmesini
sağlamak için girişimlere başladı. 1942'de İstanbul
Asliye 3. Hukuk Mahkemesi, Derviş Mustafa Yönel'in
nesilden gelen vakıf evladı olduğuna ilişkin karar
aldı.
2010'da Ankara 6. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde dava
açıldı. Bilirkişi, vakfa ait bazı dükkanlarda
davacının hak sahibi olduğunu belirtti ve 1961'den
dava tarihine kadar toplam 2.2 milyar TL gelir
fazlası hesapladı. Vakıflar Genel Müdürlüğü ise
savunmasında davacılara 2008 için 3 bin 500, 2009
için de 7 bin 400 TL gelir fazlası ödendiğini
bildirdi.
Dava sürerken, aileye kötü haber geldi. 2011'de
Vakıflar Kanunu'nda değişiklik yapılınca ödenecek
vakfın gelir fazlası, son beş yıl ile sınırlı
tutuldu. CHP, Anayasa Mahkemesi'ne gitti, henüz
karar çıkmadı. Yönel Ailesi'nin avukatı ise
'çıkarılan yasayla iç hukuk yollarının tükendiği'
gerekçesiyle AİHM'e başvurdu. Avukat Ayhan Tuncer,
Ankara 6'ncı Asliye Hukuk Mahkemesi'ne de bir
dilekçe vererek, Anayasa Mahkemesi ve AİHM'den sonuç
beklenmesini talep etti.
Sinan'ın torunu olduğunu ileri süren Mustafa
İlker Yönel Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e de bir
dilekçeyle başvurdu ve Devlet Denetleme Kurulunun
harekete geçirilmesini talep etti.
O SİNAN, BU SİNAN DEĞİL
Ankara'da açılan davada Yönel Ailesi'nin
iddialarına karşı çıkan Vakıflar Genel Müdürlüğü,
ünlü Mimar Sinan dışında, tarihte Azatlı Sinan
lakabıyla da bilinen 'Sinanı Atik' isimli bir başka
mimarın bulunduğunu belirtti. Ailenin Koca Sinan
Lakaplı Mimar Sinan'ın torunları olduklarına dair
mahkeme yoluyla doğrulanmış belge ve bilgi
bulunmadığını kaydetti. Meclis Dilekçe Komisyonu ise
'Sinanuddin Atik Yusuf Ağa Vakfı evladı Yönel,
gerçeğe uygun olmayan bilgilerle kamuoyu yaratarak,
Ağırnaslı, Koca Mimar Sinan Ağa Bin Abdurrahman
Vakfı'na sahip çıkmaya çalışıyor' demişti.
Akşam, Haber: Volkan Yanardağ, 18.06.2012
|
50 MİLYON TL'LİK KAÇAK KAZI YAPILDI

Kastamonu’nun Ağlı
İlçesi'nde maddi değeri 50
milyon TL’nin üzerinde olan antik eserler
defineciler tarafından çalındı.
Ağlı İlçesinin Selmanlı Mahallesi yakınlarında
bir gurup defineci tarafından kaçak kazı yapıldı.
Kazıda Roma dönemine ait çok değerli antik eserler
çalındı. Olayla ilgili 7 kişi yakalandı. Yakalananlardan
6′sı tutuklanırken tarla sahibi tutuksuz yargılanmak
üzere serbest bırakıldı.
Küre Cumhuriyet Savcılığı’nca bir ihbar
değerlendirilerek güvenlik güçlerinin
gerçekleştirdiği operasyonda, kaçak kazı yapılarak
girilen tümülüsteki mezar odası içinde Roma dönemine
ait çok değerli bir duvar resmine (fresk) ulaşıldı.
Ayrıca, maddi değeri çok yüksek takılar ele
geçirildi. Tümülüste yapılan kaçak kazı sonucu
girilen mezar odasındaki freskin, korunmuşluğu
bakımından o döneme ait şuana kadar bulunmuş en
değerli parça olduğu ve Kastamonu antik tarihi
açısından da önem taşıdığı, konunun uzmanları
tarafından belirtildi. Uzmanlar, antik eserlerin
kabartma şeklinde yapıldıktan sonra boyandığını ve
günümüze kadar o günkü özelliğini koruduğunu
bildirdi.
İl Jandarma Komutanlığı tarafından Ağlı
İlçesi'nde
yapılan kaçak kazı operasyonuyla ortaya çıkan fresk
ile ilgili Karabük Üniversitesi’nden gelen uzman
ekip, kazının yapıldığı alanda kurtarma çalışması
yapacak.
Karabük Üniversitesi’nden gelen Yrd.Doç.Dr.
Şahin Yıldırım ile birlikte gelen dört kişilik ekip,
Ağlı’da kazının yapıldığı tümülüsü ve freski
inceleyerek, geri kalan kısımlarla ilgili kurtarma
kazısı yapacak. Kazıda ortaya çıkan freskin Roma
döneminde MS 2 veya 3′üncü yüzyıla ait olduğu ve
bugüne kadar korunmuşluğu bakımından o döneme ait en
değerli arkeolojik parça olduğu tahmin ediliyor.
Uzman ekiplerce arazide başka bir eserin bulunup
bulunmadığı araştırılacak.
Olayla ilgili başlatılan soruşturma Küre
Cumhuriyet Savcılığı’nca yürütülürken, uzman ekipler
kaçak kazıda çalınarak satılan antik eserlerin maddi
değerinin 50 milyon TL’nin üzerinde olduğunu
vurguladı.
haberler.com, 18.06.2012
|
8 KİLOLUK FİYASKO
İzmir Kültür Müdürlüğü tarafınan hazırlanan 3 cilt, 1845 sayfalık ve 7 kilo 850 gram ağırlığındaki kent envanteri kitabı, uzmanlar tarafından yanlış ve eksik bilgiler içerdiği gerekçesiyle ağır eleştirilere uğradı
İzmir Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü tarafından hazırlanan “İzmir Kültür Varlıkları Envanteri” kitabı, basılır basılmaz, eksiklikler bulunduğu ve bilgi yanlışları olduğu gerekçesiyle tartışmalara neden oldu. Üç ciltten oluşan, 1845 sayfa, 7 kilo 850 gram ağırlığındaki yeni basılan “İzmir Kültür Varlıkları Envanteri” kitabında, Bayraklı Karşıyaka’ya, Karabağlar da Konak’a bağlı görünüyor.
Konak’taki Elhamra Sineması, Cumhuriyet dönemi yapısı ve 1926’da açılmasına rağmen 1850’li yıllarda yapılmış görünüyor. Üstelik envanter çalışması olan kitapta, sadece yapıların tescilli olduğuna yer verilirken, hiçbirinin envanter numarasının yazılmaması eleştirildi.
Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi Müdürü Oktay Gökdemir, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün çıkardığı “İzmir Kültür Varlıkları Envanteri”nin baştan aşağı bilgi yanlışlarıyla dolu olduğunu söyledi. Gökdemir, “1’inci ulusal mimari akımının 1912-13 yılları sonrası oluşturduğu binaları 1854 yılıyla tarihlemişler. Akademisyen ve uzmanlar tarafından oluşturulmamış. Görüşleri de alınmamış” dedi.
Mİlliyet Ege, Haber: Mustafa Oğuz, 18.06.2012
|
 |
EN ESKİ SANATÇILARIN İZLERİ
Avustralya 'da çalışma yapan bir arkeolog, Aborjinlere ait dünyanın en eski kaya üzerine yapılmış resim örneklerini bulduğunu söyledi.
Outback Mağarası'nda bulunan resimlerin 28 bin yıl önce yapıldığı bildirildi.
Mağaradaki binlerce resimden birinin Journal of Archaeological Science dergisinin gelecek sayısında yayımlanacağı duyuruldu.
Southern Queensland Üniversitesi'nden arkeolog Bryce Barker, kayalardaki resimlerin kömürle yapıldığını, dolayısıyla radyokarbondan yararlanılarak hangi yıl yapıldığının tahmin edilebileceğini söyledi. Barker, ancak mineral boyayla yapılanların yaşının tam olarak belirlenemeyeceğini belirtti.
Australian National Üniversitesi'nden arkeolog Sally May ise bu araştırmayı “inanılmaz önemli” olarak niteledi.
Radikal, 18.06.2012
|
UÇAK YOKLUĞU MANASTIR YAKIYORDU

Heybeliada’da At Ahırları mevkiinin üstündeki
alanda başlayan yangın, rüzgarın da etkisiyle kısa
sürede geniş alana yayıldı. Yangına ilk etapta Orman
Bölge Müdürlüğü’ne ait 4 yangın söndürme uçağı ve 1
helikopter ile müdahale edildi. Müdahalelerin
yetersiz kalması üzerine
Çanakkale , İzmir ve Edremit’ten 2 uçak
takviyesi istendi.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi ’nin ise son 2
yıldır yangın söndürme uçağı ve helikopteri
kiralamadığı ortaya çıktı.
Orman Bölge Müdürlüğü’ne ait helikopter ve uçaklar
yetersiz kalınca yangın kısa sürede büyüdü.
Radikal’in ulaştığı Adalar Belediye Başkanı Mustafa
Farsakoğlu, Orman Bölge Müdürlüğü’nün 4 yangın
söndürme uçağı ve 1 helikopterin yanı sıra İzmir ve
Çanakkale’den gelen 2 yangın söndürme uçağının
çalışmalarıyla yangının kontrol altına alındığını
söyledi.
Yangında yaklaşık 3 hektar ormanlık alanın zarar
gördüğünü açıklayan Farsakoğlu, yangının Terk-i
Dünya Manastırı olarak bilinen Aziz Spiridon Rum
Ortodoks Kilisesi Manastırı bahçesine de sirayet
ettiğini ve burada hafif çaplı hasara yol açtığını
söyledi.
Yangının kısa sürede yayılmasının nedenlerinden
birinin Büyükşehir Belediyesi’nin yangına havadan
müdahale edememesi olduğu iddia edildi. Bölgeye
İstanbul Büyükşehir Belediyesi ’nin yangın
söndürme helikopter ve uçaklarının gelmemesiyle de
Büyükşehir Belediyesi’nin son 2 yıldır yangın
söndürme helikopteri ve uçağı kiralamadığı ortaya
çıktı. Radikal’in ulaştığı Adalar Belediye Başkanı
Mustafa Farsakoğlu ise itfaiye ekipleri ile yangına
müdahale edildiğini ifade ederek şunları söyledi:
“Büyükşehir Belediyesi’nin yangın söndürme uçağı ya
da helikopterinin olmaması başka bir konu. Burada
Büyükşehir Belediyesi’nin itfaiye ekipleri ve Orman
Bakanlığı’nın yangın söndürme uçağı ve
helikopterleri yangına müdahale ediyor. Çevre
belediyelerden de takviye ekipler yangına müdahale
ediyor. Yangın hava şartlarına, etkili rüzgara bağlı
olarak kısa sürede yayıldı. Saat 17.00 itibariyle de
yangın kontrol altına alındı ve soğutma
çalışmalarına başlandı.”
Radikal, Haber: Fatih Yağmur, 18.06.2012
|
"SABRIMIZ DA NEFESİMİZ DE TÜKENDİ"
Heybeliada
Ruhban Okulu’nun kabul salonunda Patrik Bartholomeos
ile akademisyen ve gazetecilerden oluşan çok küçük
bir grup olarak buluştuk. Konumuz malum: 1844
yılında kurulan ve 40 yıldır kapalı olan Ruhban
Okulu’nun açılması. Daha doğrusu Patrik’in ve
avukatlarının tüm emeklerine rağmen açılamaması.
Patrik Bartholomeos canı sıkkın bir şekilde
anlatıyor:
“Ruhban Okulu’nun açılmaması, sadece Rum cemaatine
yapılan bir haksızlık değil, ‘En hakiki mürşit
ilimdir’ diyen Atatürk’ün ilkelerine de aykırıdır.
Hükümetimiz okulun açılacağına dair bize defalarca
ümit verdi. Zamanın Milli Eğitim Bakanı Hüseyin
Çelik sözler verdi. Şimdi Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu hukuki çeşitli sorunlar olduğunu, yeni
anayasada yapılacak düzenlemelerle bunların
aşılabileceğini söylüyor. Fakat biz artık yazılı bir
teminat almadan boş ümitlere kapılmamayı öğrendik.
İnanmak ve ümit etmek istiyoruz ama tecrübelerimiz
bizde bu hislerin oluşmasını engelliyor. Bu okul
1972’de kapatıldığından beri 40 yıl geçti. Artık hem
sabrımız hem de nefesimiz tükenmiş vaziyette.”
Ortodoks din adamları yetiştiren Ruhban Okulu’nun
kapalı olması bir insan hakkı ihlalidir. Bilinmesi
gereken en temel nokta bu. Fakat bunun ötesinde bazı
pratik ve negatif diplomatik sonuçları da oluyor ki,
belki bilinmiyor. Bırakayım Patrik Bartholomeos
anlatsın: ‘Bugün Avrupa’da bir çok metropolit,
örneğin Almanya’da, İtalya’da, Belçika’da, İsveç’te
bu okuldan mezun kişilerdir. Birçoğu sınıf
arkadaşım. Bazısı benim yaşımda, bazısı benden
yaşlı. Anlayın ki birkaç seneye kadar bu kişiler ya
istifa edecek ya da vefat edecek. O durumda
Patrikhane olarak bizim oraya yeni metropolitler
atamamız lazım. Çünkü o metropolitlerin hepsi bize
bağlıdır. Peki nereden atayacağım bu yeni
Metropolitleri? Belki Yunanistan’dan, belki başka
ülkelerdeki okullardan. Fakat bizim Patrikhanemizin
zihniyetine, ufkuna, eğitimine hakim olmayan
kişilerden olacak. Çünkü biz 40 yıldır din adamı
yetiştiremiyoruz. Bizim geleneğimizden mahrum kalmış
kişileri metropolit olarak atamak zorunda kalacağım.
Onlar belki Türk düşmanı olacak. Halbuki biliniz ki,
bizim Patrikhanemizin yetiştirdiği din adamları aynı
zamanda bu ülkenin havasını soluyan, buraları
tanıyan, gittikleri yerlerde bir bakıma Türkiye’nin
elçiliğini yapan kişilerdi.”
Patrik’e sorduk, sizce bu okul niçin açılmıyor,
temel sebep nedir? Şöyle yanıtladı: “Bilmiyorum.
Artık kamuoyu da bana göre buna hazır. Yani
sosyolojik bahaneler ortadan kalktı. Herhalde
Başbakan okulun açılmasının ona oy kaybettireceğini
düşünüyor. Halbuki böyle bir olayın dünya kamuoyunda
çok müspet yankısı olur, yurtdışındaki imajını
etkilerdi. Şimdi mütekabiliyet olsun, Yunanistan’da
cami yapılırsa, biz de Ruhban Okulu’nu açarız
diyorlar. Halbuki insan hakkı söz konusu olduğunda
böyle bir mütekabiliyet aranmaz. Ayrıca biz
Yunanistan’da cami yapılmasına karşı değiliz,
yapılsın. Ama bu oradaki hükümetin bileceği iş, bu
konuda biz Patrikhane olarak ne yapabiliriz ki?
Kıbrıs’ın faturasını çok ağır ödedik, şimdi bir de
yapılmayan caminin faturasını mı ödeyeceğiz? 120 bin
Rum cemaati bugün 3 bine indi. Bu mu demokrasi, bu
mu adalet? Size soruyorum.”
Patrik 3 hafta önce CHP Genel Başkanı Kemal
Kılıçdaroğlu’yla bir yemekte buluşmuş. Ruhban
Okulu’nun durumunu anlatmış. Kılıçdaroğlu da
hükümetin inisiyatif alması durumunda parti olarak
destekleyeceklerini söylemiş. “Keşke” diyor Patrik,
“inisiyatifi onlar alsa, onlar bu işi sahiplense.
Biliyorsunuz azınlıklara en büyük haksızlıklar CHP
hükümetleri döneminde yapıldı. O gece bunu
Kılıçdaroğlu’na da söyledim ve kendisi de kabul
etti. Fakat Ruhban Okulu’yla ilgili adımlar atın
dediğimde, kaçamak cevaplar aldım.”
Önümüzdeki günlerde Ruhban Okulu’yla ilgili çeşitli
gelişmeler olacağını, avukatların Patrikhane ile
kafa kafaya verip farklı bir strateji
geliştirebileceğini söylemek isterim. Çünkü artık bu
haksızlığın sürmesi için siyasetçiler açısından
mantıklı bir sebep de kalmadı. Ve Rum cemaatinin
sabrı gerçekten tükenmiş durumda. Önce Yunanistan’da
cami yapılsın… Yeni anayasayı bekleyelim… Hükümet
inisiyatif alsın… türünden siyasi ayak diremelerin
devri geçti.
Radikal, Yazı: Ezgi Başaran, 18.06.2012
******
RUHBAN OKULU NEDEN AÇILMALI
Üstünde kocaman bir
“Gizli!” damgası var.
Buyurgan, emir kipinde, “Hazır ooool” diye
bağıran bir damga...
Tarih, sayı, numara verilmiş.
Zamanın süzgecinden geçirilip bugüne tercüme
edildiğinde...
Ortaya bir tek anlam çıkıyor:
“Yasakçılığın utanç verici gizli belgesi!”
İl Milli Eğitim Müdürü göndermiş:
“Falanca yasa nedeniyle siz de o kapsama
girdiğinizden okulunuz kapatılmıştır.”
Yıl 1971...
Kapatılan okulun adı Heybeliada Ruhban Okulu.
Pazar günü orada Patrik Bartholomeos’u dinledik.
Dün onun sözlerini aktardım.
“Artık nefesimiz kesiliyor” demişti.
11 yıl hizmet ettiği okulun 40 yıldır kapalı kalması
sabırları çatlatmış belli ki...
Tavuklarını, eşeğini, kuşlarını, muazzam kitaplığını
bize anlatırken dedim ki...
“Ruhban okulu açılmalı.”
İki değerli hukukçu, Hüseyin ve Kezban Hatemi’ler
bütün yasal gerekçelerini detaylarıyla en ince
ayrıntısına kadar anlattılar.
Oradan da anlaşılıyor ki...
Okul yasal olarak açık.
Ama siyasi olarak kapalı.
Peki neden açılmalı diyorum:
BİRİNCİ GEREKÇE: Dünyanın birçok ülkesindeki
metropolitler, başpiskoposlar yaş nedeniyle
değişiyor. Birçoğu Heybeliada Ruhban Okulu’ndan
mezun. Ancak yerlerine yeni mezunlar gelmediği için
başka başka ülkelerden özellikle Yunanistan’dan
çıkacak yeni metropolitler acaba Türkiye ile ilgili
ne düşünecekler?
Kimin o göreve geleceğini ise Fener Patrikhanesi
belirleyecek.
Oysa Ruhban Okulu açık olsa ve Heybeliada’dan mezun
olanlar o görevlere gelse, Türkiye’yi tanıyan, bu
ülkeyi bilen, seven insanlar oralarda olacak. Bir
anlamda Türkiye’nin temsilcileri olacak o
metropolitler.
İKİNCİ GEREKÇE: İnsan haklarında mütekabiliyet şartı
olmaz. Yani bir yerde insan haklarının gözetilmesi
ya da sağlanması, bir başka yerdeki şarta
bağlanamaz. Bu durumda “Atina’da cami açılırsa ya da
Batı Trakya’da şu sağlanırsa. Ruhban Okulu açılır”
demek, böyle bir şart koymak yanlıştır.
ÜÇÜNCÜ GEREKÇE: Dinimizde dayatma yoktur.
DÖRDÜNCÜ GEREKÇE: Her türlü inanç ve aidiyet, dil,
farklı kültür, bu toprakların zenginliğidir. Türkiye
böyle bir zenginliğin adıdır. Ruhban Okulu’nun
kapalı kalması bu zenginliğe aykırıdır.
BEŞİNCİ GEREKÇE: Büyük devletler, baskıyla, yasakla,
korkuyla, endişe ve şüpheyle değil, özgüvenle,
özgürlükle, farklı olana, azınlıkta kalana saygı
duyarak dünya devleti olurlar.
ALTINCI GEREKÇE: Türkiye’de yaşayan Rum Ortodoks
cemaati, Türkiye’nin öz ve köklü bir kurumudur. Her
biri Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşıdır.
ELİNİZİ
VİCDANINIZA KOYUN
Dün bu konuda yazdığım yazı için bazı okurlardan
tepkiler geldi. Ama genel olarak gördüm ki kamuoyu
da okulun açılmasından yana. Yani özgürlükten yana.
Tepki verenler ise...
Kuşkularından, korkularından, ırkçı bakışlarından
kurtulamamış dar bir çevre.
Bu nedenle diyorum ki...
Mesele din farkı ve korkuların çok ötesindedir.
Mesele kalp mesafesinde, vicdan mertebesindedir.
Hürriyet, Yazı: Fatih Çekirge, 19.06.2012
|
CARAVAGGIO'NUN LAZARUS'U DİRİLDİ
Caravaggio’nun
‘Lazarus’un Dirilişi’ adlı tablosu yedi aylık
restorasyonun ardından 15 Temmuz’a kadar
Roma ’da Palazzo Braschi Müzesi’nde görülebilir.
Caravaggio’nun tabloyu 38 yaşında hayatını
kaybetmeden bir yıl önce 1609’da tamamladığı kabul
ediliyor. Restorasyon çalışmalarını yürüten Anna
Maria Marcone, Caravaggio’nun işi zamanında teslim
edebilmek için aceleden fonu siyaha boyadığını
açıkladı. Gerçekçiliğe önem veren Caravaggio’nun,
tablo için yardımcılarından yeni gömülmüş bir cesedi
mezardan çıkararak poz vermelerini istediği
biliniyor. Sanatçının “uygun model yaratmak için”
cesedi hançerle delik deşik ettiği, ancak
yardımcılarının kokudan bayılmaları üzerine seansın
yarım kaldığı da söyleniyor.
Radikal, 18.06.2012
|
 |
 |
200 YILLIK ERMENİ KONAĞI BUTİK OTEL HALİNE GELECEK
Osmanlı döneminde dünyanın en zengin Ermenileri arasında sayılan Kalust Gülbenkyan'ın Kayseri'deki 200 yıllık konağı butik oluyor. Talas'taki konağı 6 yıl önce satın alan Kayserili işadamı Necip Dinçer, "İlçenin ilk butik otelini açacağız. Koruma kurulundan raporun çıkmasıyla ilk çiviyi çakacağız" dedi. Ermeni cemaatinin önde gelen mimarlarından Kevork Özkaragöz ise, "Bölgede onlarca konak yıkıldı. Böyle bir yapı ayakta kalıyorsa bu tarihimiz için bir kazançtır" dedi. 1800'lerde yapılan ve iki katlı olan konağın üst katı yıkılmış durumda. Dinçer, "Konak Gülbenkyanlardan bu yana birçok kez el değiştirmiş. Ben İstanbul'da bir doktordan satın aldım. Son olarak da yazlık bağ evi olarak kullanılıyormuş" diyor. Şeffaf camları içeren ve aslını bozmadan bir otel hazırlayacaklarını belirten Dinçer, bir yıl önce 900 bin TL'lik bir maliyet çıkardıklarını belirtti. Talas'ta bu turistleri ağırlayacak bir otel olmadığını dile getiren Dinçer, "Konağın adını da Gülbenkyan olarak bırakacağız" dedi.
Sabah, Haber: Bilge Eser, 18.06.2012
|
PICASSO'YU 10'A KATLAYAN ROTKHO
Art Basel’da fiyat
sorma oyunu hoşuma gidince hızımı alamayıp çeşitli
ressamların fiyatını sormaya başladım. Bakın nasıl
fiyatlarla karşılaştım...
Sanat açısından şanslı yılımdayım. Dünyanın iki
önemli büyük sanat fuarını kaçırmadım. Sonbahar
aylarında Londra’daki Frieze ve 14 Haziran’da
başlayıp dün sona eren 43’üncü Art Basel. Arada
Contemporary İstanbul’u da unutmayalım.
36 ülkeden 300 galerinin 2 bin 500 sanatçıyla
katıldığı Art Basel’da üç gün boyunca fuar alanını
karış karış gezdim, Basel’daki diğer etkinlikleri de
kaçırmadım elbette.
Tek üzüntüm Art Basel Fuarı’na bu yıl Türkiye’den
hiçbir galerinin katılmamasıydı.
Yan etkinlik olarak düzenlenen Scope Fuarı’nda iki
Türk galerisi vardı: X-İst ile Nişantaşı’ndaki
çiçeği burnunda Linart.
Peki Art Basel’da bu yıl en çok ne konuşuldu?
İngilizlerin ünlü galerisi Marlborough’un satışa
çıkarttığı Rus asıllı Amerikalı sanatçı Mark
Rothko’nun sarı ve turuncu renkli ‘İsimsiz’ tablosu
en fazla konuşulan sanat eseriydi.
1970’da 66 yaşında intihar eden Rothko’nun
tablosunun fiyatı dudak uçuklatacak cinsten: 78
milyon dolar. Art Basel’ı gezerken yanında özel bir
güvenlikçi gördüğüm tek eserdi. Rothko’nun ‘Turuncu,
Kırmızı, Sarı’ isimli tablosu da geçen ay New York
Christie’s’de 87 milyon dolara satılmıştı.
PARAM OLSA OFILI’Yİ ALIRDIM
Yine Marlborough’a satılan bir Picasso’nun
fiyatını merak ettim. ‘Silahşör ve Kızı’ adındaki
tablonun fiyatı 7.8 milyon dolardı. Yani Rotkho
Picasso’yu tam 10’a katlamış. Fiyat sorma oyunu
hoşuma gidince hızımı alamayıp çeşitli ressamların
fiyatını sormaya başladım. Bakın nasıl fiyatlarla
karşılaştım...
Miro’nun hiç fena olmayan pembe renkli tablosu 350
bin Euro. Şişmanlarıyla ünlü Kolombiyalı ressam
Fernando Botero’nun aynı boyuttaki iki tablosu birer
milyon dolar.
Şanghay doğumlu ressam Ding Yi’nin ‘Kavşakların
Görüntüsü’ diye tercüme edebileceğim neşeli tablosu
160 bin Euro. Nijerya asıllı İngiliz ressam Chris
Ofili’nin ‘Charmant Four’ tablosu 300 bin Euro.
Param olsaydı Ofili’nin bu lacivert tablosunu
alırdım.
Ofili nedense işlerini izlediğim bir ressam. Birkaç
yıl önce ‘Siyah Madonna’ tablosuyla sanat dünyasında
epey konuşulmuştu. Art Basel’da aklım Ofili’de
kaldı.
KENDİN-YAP TRENDİ
Fiyatlardan sonra bu yıl Art Basel’daki önemli
bir trendle ilgili birkaç söz: Trendin İngilizce
kısa adı ‘DIY’ yani ‘Do it yourself’ sanatı.
Türkçesi ‘kendin yap sanatı’.
Bu akımın içindeki sanatçılar, sanatın her
türlüsünün günlük yaşama entegre edilmesi ve
izleyicinin ya da sanat eserini satın alanların buna
dahil edilmesi gerektiğine inanıyor.
Örneğin, New Yorklu Andrew Kreps galerisinde
Amerikalı sanatçı Darren Bader’in performansı var.
Performansı izleyenlere, gezenlere doğranmış meyve
ve sebzeler ikram ediliyor. Bader’in bu
performansının kullanım hakkını 25 bin dolara satın
aldığınız takdirde aynı performansı dilediğiniz
sebze ve meyvelerle ve dilediğiniz yerde tekrarlama
şansınız var.
Bir sanatçının direktifleriyle bir duvara bir şeyler
çizmenin fiyatı 19 bin Euro. Enstalasyon
sanatındaysa trend sanatçıların günlük hayatta yer
alan, asla pahalı olmayan eşyaları kullanmaları.
Ekonomik krizi nedeniyle zorunlu bir durum da
diyebiliriz.
Jeff Koons, Atlı Köşk’ün bahçesine ne de
güzel yakışır
Art Basel’in yan etkinlikleri arasında Fondation
Beyeler’daki Jeff Koons Sergisi epey gürültü
kopardı. 1997’de Basel’da Hildy ve Ernst Beyeler
adındaki koleksiyoner çift tarafından kurulmuş
Fondation Beyeler’in koleksiyonunda Van Gogh,
Cezanne, Monet. Picasso, Miro, Warhol, Rothko gibi
sanatçılar var. Yaşayan en ünlü sanatçılar arasında
gösterilen Amerikalı Jeff Koons’un sergisi 13
Mayıs-2 Eylül tarihleri arasında. Sergide sanatçının
porselen, tahta, plastik heykellerinin yanı sıra dev
yağlı boya tabloları da var. Talihsiz bir şekilde,
1990’lı yıllarda İtalyan porno yıldızı La Cicciolina
ile yapmış olduğu evlilikle hatırladığım Koons
sergisi sırasında Basel’daydı. Sergi sırasında
sanatçıyla tanışan Güler Sabancı ise kendisini
İstanbul’a davet etmiş. Jeff Koons’un Fondation
Beyeler’in şahane bahçesine serpiştirilmiş sanat
eserleri İstanbul’daki Atlı Köşk’ün bahçesine de
yakışır.
Hürriyet, Yazı: Gila Benmayor, 17.06.2012
|
"TOPKAPI BENİM İKİNCİ ASKERLİK HİZMETİMDİR"
Bu
hikayenin ana mekanı,
Harem-i Hümayun’un eşyaları şu sıralar
Topkapı Sarayı’nda “Padişahın Evi: Topkapı
Sarayı Harem-i Hümayunu” adıyla sergileniyor.
Sarayın başkanı Prof.Dr. İlber Ortaylı ısrarla
haremin sanıldığı gibi ye-iç-çoğal mekanı
olmadığını; burada ciddi bir disiplinin ve eğitimin
olduğunu anlatıyor. Ama kime?
Sergiyi konuşmak için buluştuk. Laf lafı açtı ve
Topkapı Sarayı’nın haremin algılanışından çok daha
öncelikli sorunları olduğu çıktı ortaya. Cihan
padişahının şaşaalı sarayı, bugün düşük bütçesi
nedeniyle risk altında...
Serginin girişindeki notta haremin iki
anlamı olduğu yazıyor: Biri padişahın kadınları,
diğeri padişahın evi. Neden hep birincisi olarak
algılanıyor?
Çünkü Harem deyince yatak odasının dışında düşünmek
bazılarına zor oluyor! O bakımdan haremi evle
garsoniyerin karışımı bir şey tahayyül ediyorlar.
Bazı tarih dallarının bakışı öyledir.
Roma tarihi de zamanımızın ayak takımı
tarafından
Avrupa’da öyle mütalea edilir.
Bundan kurtuluş var mı?
Evrakla kurtulunur. Seyahatname de demiyorum çünkü
çoğu fantezi, palavra. Arşivler evrak dolu. Yeter ki
okuyalım ve doğru yorumlamayı bilelim.
Sergideki eserlerin
böyle bir katkısı olacağını düşünüyor musunuz?
Bu bir başlangıç. İlk defa bu şekilde bir harem
sergisi yaptık. Mesela burada harem kızlarının meşk
levhaları, mektup örnekleri var. Demek ki
buradakiler yüksek okuryazardı. Osmanlı Sarayı
fevkalade güzel, fevkalade mütevazı, fevkalade
disiplinli hayat yaşanan bir yer. Burada
insanlar sabah ezanıyla kalkıyor, yatsı ezanıyla
yatıyor. Böyle yerde zaten o tasavvur ettikleri
hayat olmaz.
Osmanlı’yı konu alan dizilerin haremle
ilgili bu algıya katkısı yok mu sizce?
Dizinin ne katkısı olduğu beni hiç ilgilendirmez.
Bizim milletin
ne sağcıları ne solcuları tarihi
film çevirebilirler. Buna müsait bir irfanları
yoktur.
Peki padişahın evi deyince ne anlamamız
gerek?
Padişahın yaşadığı yer; ailesinin, çocuklarının,
anasının... Tabii bizde bir zevce yok, birkaç zevce
var. Versailles’da ne var? Kraliçe ve kralın
metresleri. Bizde de hasekiler olabiliyor. Ama
unutma, cihan padişahının, Kanuni’nin her zaman tek
karısı oldu. Bir kadına vurgun yaşayanlar oldu, I.
Abdülhamid gibi. I. Ahmed gibileri oldu, Kösem’le
geçirdi kısa ömrünü.
İki yıl önce haremi otel odası olarak
kiralamak isteyen Amerikalılar çıkmıştı. Böyle bir
talep tekrarlandı mı?
Öyleleri her daim çıkar. O zaman ters davrandık, ama
bir daha
gelirler. Bugün olmaz, yarın olur. Hödüklüğe
sınır yok.
“Padişahın Evi: Topkapı Sarayı Harem-i
Hümayunu” sergisinde 300’e yakın eser sergileniyor;
ama eminim çok daha fazlası var. Onları ne zaman
göreceğiz?
Sergiler açıldıkça... Sergisiz müze olmaz. Burada
yedi yıldır sergiyle tarih anlatmaya çalıştık. Tabii
bu sergilerin düzenlenişinde her zaman problem oldu.
Nasıl problemler?
Ya para bulamıyorsun ya da zor buluyorsun.
Neden?
Çok küçük bir bütçesi var müzenin çünkü. Bu küçük
bütçeyle 20 yıldır uzman alınmıyor saraya. Böyle bir
tahsisatı yok çünkü. Hiçbir kimse de bunu yenemez.
Geçenlerde eski genel müdürlerden biri gazeteye
demeç verdi, dedi ki, “Herkes emekli oluyor, yakında
çivi yazısı bilen uzman kalmayacak”.
“İyi de, zat-ı aliniz genel müdürken ne yaptınız?
Niye almadınız?” diye soracaksın. Bundan birkaç yıl
önce uzman getirin diye rica ettim.
Burada müzeciliğin ciddiye alınmadığını
mı düşünüyorsunuz?
12 Mart döneminde kuruldu Kültür Bakanlığı. İlk
bakanın işi, buradan IV. Murat’ın eşyalarını alıp
AKM’ye götürmek oldu. Çünkü orada “IV. Murat” oyunu
oynanıyordu, vitrine koydular eşyalarını. Efendim,
Avrupa’da böyle yapılıyormuş. Avrupa tiyatrolarında
vitrine konan eserler gayet makuldür,
sigorta değeri bile düşüktür. Kalkıp da 17.
yüzyılın büyük mareşalinin zırhını, kaftanını oraya
koyup ateşte kül edemezsin. Hepsi o AKM yangınında
yandı. Kaftanıyla Kuran tamamen gitti. Kılıç, zırh
top halinde duruyor şimdi, onu restore etmek gereği
de duyulmuyor.
Serginin açılış konuşmasında da harem
dairesinin acil restorasyon ihtiyacı olduğunu
söylediniz.
Ne acili? Acilden de öte. Bir kere 1960’larda buraya
beyaz çimento vurmuşlar. Düşünebiliyor musun,
Sinan’ın taşları üzerine! Ki Topkapı Sarayı’nda
Mimar Sinan’ın imzası olan tek yer harem dairesidir.
O çimento yüzünden hava alamayan taşlar terliyor ve
dökülmeye başlıyor. Hazinede de var o çimento,
mutfaklarda da. Önce o beyaz çimentonun kazınması
lazım, çok masraflı bir iş. Hazine dairesinde bütün
o çimento kubbelerin yıkılması, eskisi gibi ahşap
yapılması lazım. Bunun için gerekli ağacı
Kanada’da buluyorsun yalnız. Kanada’da ihraç
yasakmış ama Kanada Başbakanı söz verdi, bize
gönderecek. Ama bunlar için girişim lazım, kimse
düşünmüyor bile.
Sarayın Marmara’ya açılan duvarı
acilen restore edilmeli. Kampanya mı açılır,
bütçeden fasıl mı aktarılır bilmiyorum.
En kötü senaryo ne?
Duvarlar aşağı iner. Selefim Filiz Çağman bu konuda
çok korkardı. Hatta galiba burada kalıyordu, deprem
olursa diye evini bırakmıştı. Çünkü gelen
raporlar çok korkutucu.
Topkapı Sarayı’nın yıllık bütçesi ne
kadar?
O beni ilgilendirmiyor; çünkü ben o bütçeyi
görmüyorum. Bilet paraları merkeze gider; bizim
maaşlar verilir, zaruri masraflar çıkar. Ben
sergiler için hep bağışlarla iş görmüşümdür.
Topkapı Sarayı Başkanı olarak yedinci
yılınız. Hedefte ne var?
Burada işi mümkün mertebe tamamlayıp; işime,
üniversiteye döneceğim. Burası benim ömrümün yedi
yılını alan, mühim bir yer. Hiçbir müesseseye bunun
kadar bağlı olamam. Ben Siyasal Bilgiler’de okudum,
doktora yaptım, bir bağlılığım var. Maalesef o
müessese beni sukutu hayale uğrattı, ayrıldım.
Galatasaray ve Bilkent üniversitelerini sevdim;
inşallah hep kendilerini korurlar. Ve inşallah Türk
medeniyetinin merkezi olan bu saray da ayakta kalır,
en iyi şekilde korunur.
Burası sizin konumunuzda biri için
varılacak en üst nokta mı?
Benim için öyle. Ben burada bulunduğum sırada hizmet
ettim. Bizde böyle basit laflar vardır: “Topkapı
Sarayı’na sultan oldu” falan gibi abuk subuk
laflar... Birisi o yüzden taht taşımaya kalktı.
Buraya gelen hizmet eder. Neslişah Sultan’dan bir
nevi icazet alıp geldim buraya. “Efendim benim
tayinimi düşünüyor bakan Atilla Koç” dedim, “Ne
buyuruluyor?” “A çok iyi olur”
dedi. Buradan ayrılmak istediğim zaman oldu, “Lütfen
bırakmayın”
dedi. Onun için kaldım.
Şimdi?
Şimdi Neslişah Sultan gitti, zaten bana işaret
edecek kimse de yok. Ben her zaman yolumu tarihten
aldım, bana o yol gösterdi. Bu, benim ikinci
askerlik hizmetimdir diyebilirim. Tabii hem
yurttaş, hem
memur,
hem tarihçi olarak çok şeyi öğrendim. Dünya müzeleri
ve müzecileriyle
yakın dostluğum oldu.
Mlliyet Pazar, Haber: Miraç Zeynep Özkartal,
17.06.2012
******
TOPKAPI SARAYI'NDA YEDİ YIL
Yedi yıldır Topkapı Sarayı Müzesi’nin
yönetimindeyim. Bu yönetim sırasında
Türkiye bürokrasisini tanıma fırsatı elde ettim,
bunu en büyük kazanç olarak görüyorum çünkü biz
Türkiye’nin seçkin üniversitelerindeki öğretim
üyeleri Türkiye’yi tanıdığımızı zannediyoruz, oysa
raporlara ve nazariyata dayanan bir bilgi
birikimimiz var.
Topkapı Sarayı’nda şu anda devam eden restorasyonlar
sebebiyle, maalesef sergilenen eser sayısı çok
azdır. Yeni açılan
saat sergisi ile birlikte 700 civarında eser
sergilenmektedir. 2006 yılından bu yana temalı
geçici sergiler düzenlemek suretiyle, depolarımızda
korunan ve sergilenmeyen eserleri, müze uzmanlarımız
tarafından hazırlanan sergilerle gösterime
sunuyoruz. Bu amaçla göreve geldiğim 2005
Temmuz’undan itibaren 2006 yılında “Saray’ın
Laleleri” ve “Hamam: Osmanlıda Yıkanma Geleneği ve
Berberlik Zenaati” sergileri ile 2008 yılında
“Surre-i Hümayun” ile “Bir Reformcu Şair ve
Müzisyen: Sultan III. Selim Han” sergileri
düzenlendi; 2009 yılında İspanyol Kültür merkezi ile
“Aynı Denizin Uçlarında: Doğu’ya Yolculuk
Fotoğrafında El-Hamra ve Topkapı Sarayları” ve
İran’dan ilk kez ödünç alınan eserlerle “İran
Medeniyeti İki bin Yıllık Ortak Miras” sergilerini
açtık. İran sergisinin iki memlekette de etkileri
çok oldu.
2010 yılında yine ilk kez “Moskova
Kremlin Sarayı’nın Hazineleri Topkapı
Sarayı’nda”, “Topkapı Sarayı’nın hazineleri” ise
Kremlin Sarayı’nda sergilenmişti; ayrıca Saray
koleksiyonlarında yer alan Rus eserleri ile “Osmanlı
Sarayı’nda
Rusya” sergisi, 2010 Türkiye’de
Japon Yılı çerçevesinde “Japonya’nın
Beş bin Yıllık Güzellikleri” sergisi; Saray mekanik
saat koleksiyonunda yer alan eserler ve
İsviçre’den gelen eserlerle“ Dahi Breguet’nin
Osmanlı Şaheserleri” sergileri düzenlendi. Topkapı
Sarayı’nın saat koleksiyonu dünyaca meşhurdur ve bu
sergiden sonra mayıs ayında Saray’daki Divit odası
daimi saat seksiyonu olarak düzenlendi.
Dolmabahçe Sarayı’nın saat uzmanları Recep
Gürgen ve Şule Gürbüz’ün gönüllü çalışmaları ve
Milli saraylarla işbirliği Sarayı’mızda bu
seksiyonun dirilmesinde başlıca nedendir. Bu dönemde
Milli saraylarla Topkapı Sarayı arasında her alanda
bir işbirliği görüldü. Kültür bakanı Atilla Koç’un
zamanında Sur-u Hümayun içindeki otobüs parkı
kaldırıldı. Bakanımız
Ertuğrul Günay Aya İrini’nin yanındaki kaçak
lojmanları yıktırttı, saray arazisi içindeki
muhtelif kuruluşlara ait binaları geri aldı ve
Saraya dahil etti. Milli Eğitim bakanlığından alınan
binalarda bugün saray arabaları seksiyonu
hazırlanmaktadır.
2011 yılında
İtalyan Kültür Merkezi ile düzenlenen “Venedik
Dokuma Sanatına Osmanlı Desenlerinin Etkileri”
sergisinde koleksiyonumuzda bulunan Venedik
kumaşından eserler ve Bevilacqua firmasından
kumaşlar gösterime sunulmuştur.
Ayrıca geçici sergilerin yanı sıra Mukaddes
Emanetler Dairesi,
Bağdat Köşkü, Sofa Köşkü (Kara Mustafa Paşa
Köşkü), Sofa Camii, Dış Hazine (Silah Seksiyonu)’nun
restorasyon ve renovasyonları yapılarak ziyarete
açıldı ve Matbah-ı Amire (Saray Mutfakları)’nın
restorasyonu bitirilip, teşhir tanzim çalışmalarına
başlandı; yakında ziyaret edilebilecek.
Acil restorasyon ihtiyacı
Şu sıralar açılışı gerçekleştirilen “Harem”
sergisi, ilk kez 2006 yılında düşünüldü. Harem’i,
Saray’dan intikal eden ve müze envanterlerine kayıt
edilen eserlerle ziyarete açıyoruz. Bu sergiyle
ilginin artacağını umduğumuz Topkapı Sarayı Harem
Dairesi’nin acil restorasyon ihtiyacının
bulunduğunu, kapsamlı bir
proje ve bütçe ile tamir edilmesi gerektiğini
belirtmek isterim. Müzemizin en önemli ve zengin
koleksiyonlarından biri olan yaklaşık 12.000
parçalık
Çin ve Japon Porselenleri koleksiyonunun teşhir-
tanzim, depolama, uzman ve restoratör istihdamı için
ayrı bir bina gereklidir.
İstanbul’un tarihi binalarından birinde Çin ve
Japon,
Avrupa porselenleri için ayrı bir müze
kurulmalıdır. 2005’ten
beri Topkapı Sarayı, Batı’daki etkin çalışan
müzelerde görüldüğü üzere gerek kendi koleksiyonları
gerekse ödünç aldıklarıyla
sergi açmaya ve kataloglarını basmaya dikkat
etmiştir. Bu katalogların bazıları yabancı dile de
tercüme edilmiştir ve müzeci, koleksiyonerler
dünyasında aranmaktadır. Sergilerin hazırlanmasında
saray küratörlerinin başlangıçta ümitsiz konuşanları
mahcup edecek başarılı bir icraat gösterdiğini bilgi
ve birikimlerini ortaya koyduğunu söylememiz
gerekir. Topkapı Sarayı Müzesi uluslararası
şöhretini hak eden bir kuruluştur. Genç küratörlerin
arasında akademik çalışmalar yapan ve dereceler
alanların sayısı artmıştır. Dr. Filiz Çağman’dan
başlayan bir geleneği titizlikle sürdürdük ve
sürdürüyoruz. Ama ne yazık ki Türkiye’de bağış
geleneği henüz gelişmektedir hatta vaat ettiğinden
vazgeçen ve projelerin yarıda bırakanlar oldu.
Topkapı Sarayı’nın arşivleri, çini
koleksiyonları, yazma eserleri için ayrı binalar
gereklidir, bunların yakın Sultanahmet çevresindeki
son devir Osmanlı mimarisinin nadide örneklerini
teşkil eden binalarda kurulması isabetli olacaktır.
Sultanahmet meydanı ve çevresinin bir “müze adası”
olacağı kesin bir gelişme gibi görülüyor. Doğrusu da
budur. İstanbul gibi bir dünya metropolünün bir
merkezi bölgesinin bu anlamda düzenlenmesi, hususi
kanun ve yönetmeliklerle korunması mutlaka
gereklidir. Hatta bu alanın bütçesinin ve idaresinin
de ayrı olması gerekir.
Milliyet Pazar, Yazı: İlber Ortaylı, 17.06.2012
|
SANAT KRİZ DİNLEMİYOR
Krizlerden muaf çok sayıda alan var. Konuya bir
bankacı gözüyle bakan Albaraka Türk'ün Genel Müdürü
Fahrettin Yahşi, bunlardan birinin de sanat olduğu
görüşünde. Milyarlarca liralık parayı yöneten Yahşi
üst düzey bir finans profesyoneli olarak sanatın
krizlerde bile ayakta kalıp alıcısına kazandırmaya
devam ettiğini belirtiyor. Yahşi, sanatı yatırım
olarak önermekle kalmıyor, başında olduğu dev
katılım bankasının imajında ve tanıtımında da
kullanıyor.
Bu hafta size Türkiye'de finans sektörüyle sanat
arasındaki ilişkiye vurgu yapan önemli bir
yarışmadan bahsetmek istiyorum. Malum, Türkiye'de
bankalar sanatla ilgili, fakat verilen destek
genelde modern ve çağdaş sanatla sınırlı kalıyor.
Oysa kökenini bu topraklardan alan ve çağdaş
yapıtlarla dünyada adından hızla söz ettiren hat,
yani İslam yazı sanatı, son dönemde ilgililerine ve
kurumlara daha büyük fırsatlar sunuyor.
Hristiyanlığın kalesi Vatikan'da hat sergileri
düzenleniyor, Londra'da müzayedelerde ünlü Musevi
koleksiyonerler rekor fiyatlara eser topluyor.
Albaraka Türk de fırsatı görmüş olacak ki üç yılda
bir Türkiye'nin uluslararası sanatçılara da açık en
kapsamlı hat yarışmasını düzenliyor. Bu yarışmanın
üçüncüsü geçen hafta sonlandı.
Dünyanın dört bir yanından 129 kişinin 179
eserle katıldığı yarışmada toplamda 134 bin lira
para ödülü dağıtıldı. Hat camiasında ses getiren
yarışmanın ardından Albaraka Türk'ün Genel Müdürü
Fahrettin Yahşi ile sohbet etme şansı buldum.
Yahşi'nin sadece hat değil modern sanat konusundaki
görüşleri de etkileyici. Yahşi, "Sanat ekonomisi
kriz dinlemediği gibi, İslam eserlerine ilgi, yalnız
Doğu'da değil, Batı'da da artıyor" diyor ve ekliyor:
"Zaman geçtikçe, sanat ile sermaye arasındaki ilişki
Rönesans dönemi Avrupa'sındaki ilişkinin çok dışına
çıktı. Çünkü artık bir sanat ekonomisinden
bahsediliyor ve yalnızca Avrupa'da değil, tüm
dünyada bugün burjuvazi olarak adlandırabileceğimiz
kesim, daha çok yatırım amaçlı eser topluyor. Sanat
eserlerinin özellikle müzeler ya da galeriler
tarafından satın alındıklarında kamu malı olarak
değerlendirildiklerini görüyoruz. Sanat eserlerinin
kültürel sermaye olduğunu söyleyebiliriz."
Albaraka, bankacılık faaliyetlerinin yanı sıra
kültür sanat alanına da desteğini devam ettiren bir
banka. Yahşi'ye bu alandaki projelerini soruyorum.
Yayınevi projelerini hayata geçirmek üzere
olduklarını anlatıyor: "Biliyorsunuz, pek çok
bankanın aynı zamanda yayınevi de bulunuyor. Üstelik
bu yayıncılığı çok da güzel yapıyorlar. Biz de
Albaraka olarak bir yayınevi kurmayı düşünüyoruz.
Biliyorsunuz daha önce birçok vesileyle kitap
basmıştık. Yayınlarımızın sanatseverler tarafından
takip edildiğini ve kaynak kitap olarak
değerlendirildiğini memnuniyetle görüyoruz. Bu
faaliyetlerimizi bundan sonra kendi yayınevimiz
aracılığıyla yapmak istiyoruz. Ancak bu bir süreç,
tamamlandığında mutlaka siz de haberdar
olacaksınız."
Fahrettin Yahşi sadece bankaların değil, tüm büyük
kuruluşların sanatsal aktivitelerde yer alması
gerektiğini söylüyor. Bu düşüncesini de şu
sözleriyle açıklıyor: "Çünkü sanat, hayatımızı
renklendiren, ufkumuzu açan, hayatın güzelliklerini
fark etmemizi sağlayan en önemli unsurlar arasında.
Düşün dünyamızı da geliştiren böylesine önemli bir
aktivitenin kesinlikle desteklenmesi gerektiğini
düşünüyorum."
Sabah, Haber: Burcu Aldinç, 17.06.2012
|
FİLYOS IRMAĞI'NDA ROMA DÖNEMİNE AİT İKİ KURŞUN
AĞIRLIK BULUNDU

Zonguldak’ın Gökçebey ilçe sınırları içerisinde
Roma dönemine ait iki kurşun ağırlık bulunduğu
belirtildi.
Irmakta
bulunan iki tarihi eser, Çanakcılar Arkeoloji ve
Etnografya Özel Müzesi’nde sergileniyor. Roma
dönemine terazilerde kullanılan ağırlıkların
üzerinde ise Roma yazıları ve kral figürü yer
almakta olduğu kaydedildi. Gökçebey İlçesi'nde
yaşayan yerel tarih araştırmacısı Sadi Uyar, bulunan
kurşun ağırlıkların bölgede 2000 yıl önce
medeniyetlerin yaşandığını ve bu medeniyetlerin
ticaretle uğraştıklarının göstergesi olduğunu
belirtti.
Bölgede arkeolojik çalışmalar yapılırsa yeni
eserler ortaya çıkacağını dile getiren yerel tarih
araştırmacısı Sadi Uyar, yaptığı değerlendirmede;
“Bunlar Roma Dönemi kurşun ağırlıklar. Bu ağırlıklar
bizim Filyos ırmağının içindeki tarihi taş yapıların
içinde bulunmuştur. İsa’dan sonra 1. 2. yüzyıl
dönemine aittir ve orada bir ticaret merkezi
olduğunu gösterir. Bu gün Zonguldak’ta Filyos
Projesi diyorlar, aslında 2000 yıl önce orada bir
Filyos vadisi varmış, bir serbest bölge varmış.”
dedi. Çanakcılar Arkeoloji ve Etnografya Özel Müzesi
Müdürü Barbaros Aydemir ise Filyos çayından çıkan ve
müzede sergilenen eserler hakkında şu bilgileri
verdi; “Bunlar Devrek çayı, Filyos çayı, Karabük’ten
gelen çayın birleşmesi sonucunda meydana gelen
eskiden diğer ismiyle serbest ticaret merkezi olan
bir bölgede bulunmuş olup, biz de bunları müzemizde
değerlendirmek üzere satın almış bulunmaktayız.
Müzemizde görünen eserlerin hepsi yaklaşık 1200
tanedir. Hepsi envanter defterinde kayıtlı
eserlerdir. Müze eser bakımında üç bölümden
oluşabilir. Onları şöyle sıralayabiliriz. Sikkeler,
arkeolojik eserler ve etnografik eserler adı altında
toplayabiliriz. Biz Ereğli Müzesine bağlı
bulunmaktayız. Ereğli Müzesi bizim denetimimizi
yapıyor. Müzemizin yaklaşık on yıllık bir mazisi
var. 2003 yılında Yönetim Kurulu Başkanımız Mithat
Çanakçı’nın girişimleri doğrultusunda,
koleksiyonculuk belgesiyle birlikte ilk adımı atmış
bulunmaktayız.”
haberler.com, 15.06.2012
|
PROFESÖRÜN ÇIĞLIĞI ALMANYA'DAN DUYULDU
Ödemiş’e bağlı
Türkönü
Köyü yakınlarındaki Yelaldı
mevkiinde yapımı için çalışmalar başlayan çöp
deponi alanının bölgedeki Neikaie antik kenti
kalıntılarına yakın olması nedeniyle tartışmalar
devam ediyor. Alman Maden Müzesi’nden bir Türk
profesör de bölgeye gelerek eski çağlarda
işletildiği belirtilen madenlerde incelemelerde
bulunacak.
Özellikle son dönemde Arkeolog
Prof.Dr. Veli Sevin’in Neikaie antik kenti
yakınlarında yapımı planlanan çöp deponi alanı
ile ilgili açıklamaları basında
geniş şekilde yer bulurken, bölgede
araştırma yapılması çağrısına
ilk cevap
Almanya’daki Alman Maden Müzesi’nden geldi.
Alman Maden Müzesi’nde uzun süredir görev alan
Prof.Dr. Ünsal Yalçın, Neikaie antik kentinden
çıkarılarak Efes limanı aracılığıyla dünyaya
ihraç edilen civa madenlerinin günümüzde
kullanılmayan galerilerinde çeşitli araştırmalar
yapacak. 20 Temmuz’da Ödemiş’e gelerek
çalışmalara başlayacak olan Yalçın, daha sonra
Neikaie’daki madenle ilgili antik kentin
geçmişine de ışık tutan bir rapor hazırlayacak.
Neikaie antik kentinde çıkarılan civa
madeninin boya yapımı, ilaç ve kozmetikte
kullanıldığını belirten Prof.Dr. Veli Sevin,
şöyle konuştu: “Bir tıp ve kozmetik şehri olarak
adlandırılabilecek Neikaie’nın madenlerinde
araştırma yapacak Prof.Dr. Ünsal Yalçın
dünyanın en kaliteli
zencefresinin (civa sülfür) çıkarıldığı bu
toprakların geçmişine de ışık tutacak. Burada
önemli bir tarih yatıyor. Bu tarihi ören yerine
az bir uzaklıkta çöp deponi alanı kurularak
bölgedeki tarih araştırmalarına
darbe vurulmamalı”
Mynet Haber, 15.06.2012
|
MESCİD-İ AKSA'NIN KARŞISINA YAHUDİ MÜZESİ

Kudüs Belediyesi, içerisinde
Yahudi Müzesi'nin de bulunduğu Doğu
Kudüs'teki 3 dönümlük inşa planını onayladı.
Planda,
Eilat Yerleşim Derneği'nin girişim ve finansal
desteğiyle yapılması planlanan müze, yeraltı su
havuzları ve dini temizlik kaplarının sergileneceği
arkeoloji müzesi yer alıyor.
Kudüs Belediyesi'nin kararına tepki gösteren
Şeyh Raid Salah'ın lideri olduğu "1948 Filistin
İslami Hareketi"ne bağlı el-Aksa Vakıf ve Kültür
Mirası Kurumu, "Yaklaşık 3 ay önce üzerinde
anlaşmaya varılan planın onaylanması, 'Süleyman
Tapınağı' adlı büyük Yahudileştirme faaliyetinin
tamamlayıcı bir parçasıdır" ifadelerini kullandı.
Vakfın açıklamasında, söz konusu projeyle
Kudüs'ün bir Yahudi kenti olduğu iddiasının
meşrulaştırılmasının hedeflendiği belirtildi.
Açıklamada ayrıca, "Bu proje,
Mescid-i Aksa'yı güney ve batıdan yedi büyük
Yahudi binasıyla kuşatma planıdır. Söz konusu plan,
Mescid-i Aksa için oldukça tehlikeli sonuçlar
doğuracak" denildi.
Habertürk, 14.06.2012
|
10 - 16 Haziran 2012
|
DÜNYANIN EN ESKİ MAĞARA
RESMİ
Avrupa'da bulunan en
eski mağara sanatının kırmızı noktalar, el izleri ve
hayvan figürlerinden oluştuğu ortaya çıktı.
Aralarında Dünya Mirası
listesinde yer alan Altamira, El Castillo ve Tito
Bustillo'nun da bulunduğu İspanya'daki 11 mağarada
bulunan sembollerin zaten çok eski tarihlere
dayandıkları biliniyordu.
Ancak araştırmacılar
yeni ve daha gelişmiş tarihlendirme teknikleri
kullanarak bu çizimlerin gerçekte ne zaman
yapıldığını ortaya çıkardı. Bu yeni araştırmaya göre
bir kırmızı nokta motifi 40 bin yıldan daha uzun bir
süre önce çizilmiş.
Bristol
Üniversitesi'nden Dr. Alistair Pike "El Castillo'da
duvara dayanmış ellerin üzerine boya üflenmesi
yöntemi ile yaratılmış el izlerine rastladık. Bu el
motiflerinden birinin 37 bin 300 yıldan daha eski
olduğunu ortaya çıkardık. Benzer bir teknikle
yapılan kırmızı bir
disk motifinin ise
40 bin 800 yıl önce yapılmış olduğunu gördük" dedi.
Basın mensuplarına
konuşan Pike, "Bu kırmızı nokta şu anda 4 bin yıl
farkla Avrupa'nın en eski sanatı. Hatta dünyanın
bile en eski mağara resmi olabilir" dedi.
KALSİYUM
KARBONAT TABAKASI RESMİN YAŞINI ORTAYA ÇIKARDI
Bilim adamları
resimlerin yaşını öğrenmek için boyanın yüzeyinde
oluşan kalsiyum karbonat tabakasını inceledi.
Kalsiyum karbonat
tabakası oluşurken küçük oranda radyoaktif uranyum
atomlarının ortaya çıkmasına neden oluyor.
Bu atomlar zamanla
toryuma dönüşmeye başlıyorlar. Bu dönüşümün çok
düzenli bir hızla gerçekleşiyor oluşu her hangi bir
maddede bulunan uranyum ve toryum miktarının yaş
belirlemede kullanılabilmesine olanak sağlıyor.
Uranyum-toryum
oranlarını kullanarak maddelerin yaşını belirleme
tekniği yıllardır kullanılıyor ancak bu teknik ancak
son zamanlarda kesin sonuçlar verebilecek kadar
geliştirildi.
MODERN
İNSANLAR MI NEANDERTALLER Mİ
Mağara resimleri modern insanlar, yani homo sapiensler Avrupa kıtasına yeni geldikleri sırada yapılmış. 41 bin yıl önce Avrupa kıtasında insanların evrimsel kuzenleri Neandertaller hüküm sürüyordu. Dr. Pike ve ekibinin yaptığı araştırma bu nedenle mağara resimlerini kimlerin yaptığı ile ilgili sorulara neden oldu.
Eğer mağara resimlerini
modern insanlar yaptıysa bu Avrupa'ya gelir gelmez
kendilerini sanatla ifade etmeye başladıkları
anlamına geliyor. Ancak eğer resimleri yapanlar
Neandertaller ise bu türün yetenek ve kapasiteleri
ile ilgili bilinenlere bir katman daha eklenmiş
oluyor.
Araştırma grubunda yer
alan başka bir bilim adamı, Barcelona
Üniversitesi'nden Joao Zilhao resimleri
Neandertallerin yaptığı görüşünde. Eğer kırmızı
noktadan daha eski bir desen bulunursa bu inancının
kanıtlanmış olacağını düşünüyor.
"DAHA
FAZLA ÖRNEK TOPLAMALIYIZ"
Zilhao,"Vardığımız
sonuçlar bu resimleri Neandertallerin çizmiş
olabileceğini gösteriyor, ancak henüz bunu kesin
olarak söyleyemeyiz. Şimdi yapmamız gereken
mağaralara dönüp daha fazla örnek almak böylece
orada 42, 43, 44 bin yaşında desenler olup
olmadığını kesin olarak bilebileceğiz" dedi.
Bilim adamı sözlerine
"Zaten şu anda örnekler alınıyor. Elimizde İspanya,
Portekiz ve Batı Avrupa'nın diğer ülkelerindeki
mağaralardan örnekler var. Yani bir noktada
gerçeklere ulaşacağız" diyerek devam etti.
İnsanlarda soyut düşünce
ve davranışların ne zaman ortaya çıktığı ve ne hızla
geliştiğini anlamak insanın hikayesini anlamak için
oldukça önemli. Sembollerin kullanımı, yani zihinde
birşeyin başka birşeyi temsil edebilmesi insanı
hayvan aleminin geri kalanından ayıran önemli
özelliklerden biri. Bu sembol kullanma yeteneği
insanın sanat yapabilmesini ve diller
geliştirebilmesini sağladı.
Hürriyet, 16.06.2012
|
DEVLET BAŞKANI VALİZİNDE
MUMYAYLA DÖNDÜ
Peru Devlet Başkanı
Ollanta Humala, Avrupa seyahatinden paha biçilmez
bir hatıra ile döndü: 600 yıllık bir mumya.
Peru Dışişleri
Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, Alman
yetkililerin resmi bir ziyaret için Berlin’de
bulunan Humala’ya mumyayı resmen iade ettiğini
açıkladı.
Açıklamada Peru’nun
Ancash bölgesinde 1980’li yıllarda bir dağda
bulunan mumyanın, belirsiz koşullar altında
1986’da Peru’dan çıkarıldığını belirtildi.
Mumya daha sonra
Münih’te bir etnoloji müzesinde bulundu.
Buradaki uzmanlar mumyanın Peru’dan geldiğini
belirledi.
Hürriyet, 16.06.2012
|
|
MOR GABRİEL YARGITAY'A
GÖRE 'İŞGALCİ'

‘Süryanilerin ikinci
Kudüsü’ sayılan Mor Gabriel Manastırı’nın
arazilerine ilişkin davada Yargıtay son noktayı
koydu. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, ‘dava konusu
arazilerin kilisenin malı olduğu’ yönündeki Midyat
Kadastro Mahkemesi’nin kararını bozdu.
2008 yılında Mardin’in Midyat ilçesinde kadastro
çalışmaları yapılırken, Yayvantepe, Eğlence ve
Çandarlı köylerinin muhtarları Mor Gabriel
Manastırı’nın köylülere ait 276 dönümü işgal
ettiğini savunarak Hazine’ye başvurdu. Hazine
yapılan başvuru üzerine muhtarların, kendi köylerine
ait olduğunu iddia ettiği 276 dönüm arazinin
Hazine’ye tescil edilmesi için Midyat Kadastro
Mahkemesi’nde ‘tapu tescili’ davası açtı. Hazine
dava dilekçesinde, arazilerin taşlık ve kayalık
alanlar olduğunu, tarıma elverişli olmadığını bu
nedenle söz konusu arazilerin, devletin tasarrufu
altında bulunduğunu belirtti.
Kadimden beri
Manastır, yerel mahkemede yaptığı savunmada, Mor
Gabriel Manastırı’nın, M.S 397 yılında kurulduğuna,
Tahrir Kanunu’nun ardından 1937 yılından bu yana
araziye ilişkin vergilerini ödediklerine dikkat
çekerek “Dava konusu araziler kadimden beri
manastırın malıdır” dedi.
Yargılama sırasında
dinlenen yerel bilirkişiler de “dava konusu
arazileri kilisenin malı olarak bildiklerini”
anlattı. Mahkeme de Vakıflar Genel Müdürlüğü
kayıtlarını inceleyerek, Hazine’nin açtığı tapu
tescil davasını reddetti. Mahkeme gerekçeli
kararında “Dava konusu 276 dönüm de dahil, kilisenin
tüm arazilerinin kadimden beri kilisenin
mülkiyetinde olduğu, yasal olarak 1936’dan önce
arazilerin beyannamesini sunduğu, 1937’den sonra da
düzenli olarak vergilerini verdiği belirlenmiştir”
dedi.
Hazine söz konusu kararı temyiz etti. Kararın temyiz
incelemesi Yargıtay 20. Hukuk Dairesi tarafından
yapıldı. Daire, yerel mahkemenin verdiği kararı
bozarken şu değerlendirmeyi yaptı:
“Azınlık vakıfları, 100 dönümden fazla kuru araziyi
mal olarak edinemezler. Mor Gabriel Kilisesi’nin
kadimden beri kullandığını ileri sürdüğü arazilerin
bir bölümü, 1950’li yıllarda çevredeki kişiler
tarafından kiliseye hibe edilmiştir. Azınlık
vakıfları, hibe yoluyla mal edinemezler.”
Bozma sonrasında dava tekrar yerel mahkemeye
gönderildi. Yerel mahkeme ilk kararında direndi.
Kararında, daha önceki gerekçelerini tekrarlayan
mahkeme, ayrıca Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Ağustos
2009 tarihli yazısına atıf yaptı. Atıf yapılan
yazıda, ‘Mor Gabriel Manastırı’nın 1267 yılında
(1851) Abdülmecit Han’ın fermanına dayanılarak
kurulduğu, 1935 yılında tüzelkişilik kazandığı ve
1937 yılından bu yana vergilerini verdiği’
vurgulandı. Mahkeme, Yargıtay’ın bozma kararında
“Azınlık vakıfları bağış yoluyla mal edinmezler”
değerlendirmesine de “Arazilerin bir kısmının bağış
olduğu yönündeki kayıtlar yanlış yazılmıştır” diye
yanıt verdi.
Direnme kararı nedeniyle dava dosyası Yargıtay Hukuk
Genel Kurulu’nun gündemine geldi. Kurul, geçen
çarşamba günü yaptığı toplantıda yerel mahkemenin
kararını oybirliği bozdu. Böylece üç yıllık hukuk
mücadelesi Süryanilerin aleyhine sonuçlandı.
Tepki: İnanamıyorum
Mor Gabriel Manastırı Vakfı Başkanı Kuryakos Ergün,
Yargıtay’ın kararını büyük bir şaşkınlıkla
karşıladıklarını söyledi:
“Böyle bir şey olabileceğini inanamıyorum! Bu anti
demokratik, manastırın varlığını direk hedef alan
bir karardır.
Türkiye tarihinde
böyle bir hukuksuzluk yoktur. Peşini bırakmayacağız.
Böyle bir karar olduğuna inanamıyorum. Bu karar,
Türkiye yasalarını
çiğneyen, Suryanileri hedef alan anti demokratik bir
karardır. Bu manastır, 1615 senelik geçmişi olan bir
manastır.”
BDP’nin Süryani kökenli milletvekili Erol Dora
kararla ilgili olarak “Gerekçesini görmedim. Ancak
karar bu haliyle Süryani cemaatini tabii üzmüştür”
yorumu yaptı.
Radikal, Haber: Mesut
Hasan Benli, 16.06.2012
|
EVİN TEMELİNDEN EROS ÇIKTI
Adana'da bir ev inşaatının sondaj çalışması
sırasında bulunan Yunan mitolojisindeki 'Aşk Tanrısı
Eros'a ait olduğu belirlenen mozaik koruma altına
alındı.

Yumurtalık İlçesi'nde oturan Şerife Turhan, kısa
süre önce 3'üncü derece sit alanındaki arsasına ev
yaptırmak için
Adana Müze
Müdürlüğü'ne sondaj çalışması için başvuruda
bulundu. Görevlendirilen arkeologlar arsada 120
metre açma yaptıklarında mozaiğe rastlandı. Mozaiğin
yapılan incelemesinde Yunan mitolojisinde aşk
tanrısı olarak bilinen
Eros'un mozaiği
olduğu saptandı. Mozaikte
Eros'a ait 4 ayrı
figür bulunuyor. Genç Roma dönemine ait olduğu
sanılan mozaikte
Eros'un
gençliğinden yaşlılığına doğru tasvirler yer alıyor.
Bu figürlerin ikisinde oltayla, diğer ikisinde ise
ağla balık avlarken resmedildiği görüldü. Hasar
gören orta bölümündeki resmin ise yılanbaşlı
Medusa'nın resmi olduğu tahmin ediliyor.
36
metrekarelik mozaiği arkeologlarla birlikte yerinde
incelen Adana Müze Müdürü
Kazım Tosun,
mozaiğin zarar görmemesi için koruma altına
alındığını söyledi. Mozaiğin düzgün bir şekilde
sergilenip turizme kazandırılması için genel
müdürlük ile görüşmelerinin devam ettiğini ifade
eden Tosun, "Mozaiğin burada bir cam fanus içinde
turizme kazandırılmasını istiyoruz. Gaziantep'teki
Zeugma'nın sergilendiği gibi. Yoksa bu tarihi mozaik
bozulabilir. Mozaiği şimdilik deniz kumu ile
kapatarak koruma altına aldık. Müze Müdürü Tosun,
Yumurtalık İlçesi'nin tarihi Ortaçağ'a kadar uzanan
ve Antik Kilikya'nın en önemli liman kenti olan,
ünlü kaşif Marko Polo'nun da iki kez ziyaret ettiği
bir yer olduğunu söyledi.
Habertürk, Haber: Neşet Karadağ,
15.06.2012
|
|
YENİ BİR VAMPİR İSKELETİ
DAHA
Bulgaristan'da yaklaşık bir hafta önce Sozopol'da
demir çubukla çakılmış iki ceset bulan arkeologlar,
Veliko Tarnova kasabasında benzer bir iskelet daha
ortaya çıkardı. Arkeolog Nikolay Ovcharov, bulunan
iskeletin 4 demir çubukla yere sabitlendiğini ve
mezarının üstüne de yanan bir kehribar taşı
konulduğunu söyledi. İskelete bulunan kişinin 40'lı
yaşlarda ve birkaç yüzyıl önce gömüldüğünü anlatan
Ovcharov, kalıntıları bulunan kişinin vampir
olmadığını pagan kültürüne göre vampire dönüşmemesi
için önlem alındığını söyledi.
Sabah, 15.06.2012
|
ALASKA'YA OSMAN AKAN HEYKELİ
New York'ta yaşayan sanatçı Osman Akan'ın iki yılda tamamladığı heykeli, Alaska'nın kalıcı bir parçası olacak.
Çalışmalarını 16 yıldır New York’ta sürdüren ve kamusal alanlara özgü yapıtlarıyla tanınan sanatçı Osman Akan’ın, Anchorage şehri için tasarladığı ‘Fragmenta’nın yapım ve yerleştirilme süreci tamamlandı. 2010 yılında Alaska Eyaleti Sanat Konseyi tarafından siparişi verilen Akan’ın projesi için ayrılan bütçe 600 bin dolar olarak belirlenmişti. Yapımı yaklaşık iki yıl süren eser, şehrin sanat koleksiyonunun kalıcı bir parçası olacak.
Akan’ın bütün ile bütünü oluşturan parçalar arasındaki ilişkiden yola çıktığı heykelin altyapısı birkaç heliks (burgu) eğriden oluşuyor. Söz konusu eğrilerin üzerlerini dağınık bir biçimden toplu yapıya doğru bir araya gelen yüzeyler kaplıyor. Metal ve camdan oluşan bu yüzeyler, form yükseldikçe renkli ve geçirgen bir görüntü kazanıyor.
Osman Akan’ın diğer işlerinde de görmeye alıştığımız ışığa duyarlı yüzeyler bu eserde de ön plana çıkıyor ve yerleştirme gün içerisinde farklı renklere bürünüyor. Büyük bir bölümü paslanmaz çelik, cam, ışık filtreleri ve HID ışık kaynaklarından oluşan heykel yaklaşık olarak 1.000 metrekarelik bir alanı kaplıyor.
Radikal, 15.06.2012
|
 |
|
PICASSO'NUN ÇALINTI ESERİ PARKTA BULUNDU
Ünlü İspanyol ressam Pablo Picasso'nun iki hafta önce çalınan eseri, ABD'nin California eyaletindeki bir parkta çitlere dayanmış olarak bulundu.
"The Oakland Tribune" gazetesi, "Femme au Chignon" (Topuzlu Kadın) adlı karakalem eserin sabah yürüyüş yapan bir kişi tarafından bulunduğunu yazdı.
California'da hapiste bulunan eski Ukrayna Başbakanı Pavlo Lazarenko'ya ait olan eser, iki hafta önce Lazarenko'nun evinde yaklaşık 100 kişinin katılımıyla verilen bir parti sırasında kaybolmuştu.
Picasso'nun 1975 yılında tamamladığı eserin değerinin, 30-40 bin dolar olduğu tahmin ediliyor.
Ukrayna'da 1996-1997 yılları arasında başbakan olarak görev yaparken zimmetine 200 milyon dolar geçirmekle suçlanan Lazarenko, 2006 yılında ABD'de para aklama, dolandırıcılık ve gasptan suçlu bulunmuş ve 5 yıl hapse mahkum edilmişti. Lazarenko'nun Kasım ayında hapishaneden çıkması bekleniyor.
Sabah, 15.06.2012
|
BULGAR VAKFI'NA VERİLDİ!

Bulgaristan Ortodoks
Eksahlığı Vakfı, İstanbul’da 7 parça mülkü geri alma
hakkını kazandı.
Bu
araziler içinde Şişli’nin göbeğindeki, üzerinde iki
meslek lisesi ile bir yüksekokulun da yer aldığı 59
bin metrekarelik arazi de bulunuyor
Türkiye’nin en büyük sorunlarından olan ‘Azınlık
Vakıflarına ait taşınmazların iadesi’yle ilgili
28 Ağustos 2011 tarihinde Resmi Gazete’de
yayımlanan Kanun Hükmünde Kararname (KHK),
yürürlüğe girdi ve mülkler el değiştirmeye
başladı. Azınlık vakıfları içinde yer alan
Bulgaristan Ortodoks Eksahlığı Vakfı,
İstanbul’daki 11 taşınmaz için başvurmuştu ve
başvuru Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından
değerlendirildi. Bu değerlendirme sonucunda ise
toplam 7 taşınmazın Bulgaristan Ortodoks
Eksahlığı Vakfı’na geri verilmesine karar verdi.
Peki geri verilecek taşınmazlar arasında neler
yer alıyor? Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün
değerlendirmesine göre Beşiktaş’ta Portakal
Sokak’taki eski Eksahlık binası, Feriköy’deki
Bulgar Mezarlığı, Balat’taki Papazhane ve
Şişli’de 4 arazi. Burada dikkat çeken en önemli
nokta Şişli’de bulunan 4 farklı taşınmaz.
Hastane verilmedi
Bu taşınmaz incelendiğinde ortaya çok çarpıcı
bir nokta çıkıyor.Bu arazilerden birtanesi 59
bin metrekare ve tam da E-5’nin yanında. Şu anda
bu arsanın üstünde Şişli Endüstri Meslek Lisesi,
Şişli Anadolu Teknik Lisesi, Bahçeşehir
Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu bulunuyor.
Arazi Abide-i Hürriyet Caddesi, E-5, Çağlayan
Meydanı ve Darülaceze Caddesi arasında kalıyor.
Bulgar Vakfı’nın bir başka beklentisi ise Bulgar
Hastanesi ile ilgiliydi. Şu anda Türkiye
Gazetesi Hastanesi olarak faaliyet gösteren
arazinin ve binanın da vakıfa ait olduğu
gerekçesiyle Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne
başvuruda bulunulmuştu. Ancak Vakıflar Genel
Müdürlüğü’nün bu başvuruyu kabul etmediği ortaya
çıktı. İşte verilmeyen arazinin hikayesi: Bina
1894 yılında, Ragıp Paşa tarafından yaptırıldı.
Söz konusu hastane Sultan II. Beyazıt Han’ın
vakıf arazisi üzerine yapıldıktan sonra Sultan
II. Abdülhamit tarafından Bulgar tebaya verildi.
1936 beyannamesinde ise arsa Evlogi Georgiev
Vakfı adına işlendi. Ancak 1980’li yıllara
gelindiğinde vakıfta yönetim sorunu yaşandı.
1993-2007 yılları arasında Bulgaristan Ortodoks
Eksahlığı Vakfı’nda yönetim kurulu üyelisi olan
Bojidar Cipof bu sorunu şöyle anlatıyor, “Bulgar
Hastanesi binasının esas sahibi “Evlogi Georgiev
Vakfı” idi ve uzun yıllar mevzuata aykırı bir
biçimde ve mütevelli heyetsiz olarak çalıştı.
Hastaneyi elde tutan ve nemalanan birkaç Bulgar
Cemaati mensubu ile Bulgar Başkonsolosluğu ’nun
elemanlarınca yönetilmekteydi. Mütevelli heyeti
oluşturulması hakkında defalarca uyarılmalarına
rağmen aynı şekilde devam edildiği için “5
Temmuz 1988’de Saat 15.30“da tutulan bir
tutanakla Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından el
konuldu ve mazbutaya alındı. Belgelere göre bu
arsa “Evlogi Georgiev Vakfı”na ait. Bu vakfın
ise yönetimi yok. Dolayısıyla burada Bulgaristan
Ortodoks Eksahlığı Vakfı’na bir söz düşüp
düşmeyeceği belli değil.”
Vatan, Haber: Kenan
Butakın, 14.06.2012
|
TARİHİ SU DEPOSUNUN
İÇİNE TUVALET YAPILDI

Konya’da Büyükşehir
Belediyesi, birinci derece arkeolojik sit alanı olan
Alaeddin Tepesi’nde, Osmanlı döneminde Konya
Valiliği yapan Ferit Paşa’nın yaptırdığı su
deposuna, tuvalet ve abdesthane yapıyor.
Konya’da Büyükşehir
Belediyesi, birinci derece arkeolojik sit alanı olan
Alaeddin Tepesi’nde, Osmanlı döneminde Konya
Valiliği yapan Ferit Paşa’nın yaptırdığı su
deposuna, tuvalet ve abdesthane yapıyor. Büyükşehir
Belediyesi’nin tuvalet ve abdesthane inşaatını,
Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu’ndan
aldığı izinle yaptığı belirtildi.
Günümüzde mesire yeri
olarak kullanılan Alaeddin Tepesi’nde ilk yerleşim
MÖ 3000′lerde, Erken Tunç Çağında başladı.
Büyükşehir Belediyesi, Alaeddin Tepesi’ndeki tuvalet
sorunun gidermek için Kültür ve Tabiat Varlıkları
Koruma Kurulu’ndan aldığı izinle üzerinde Sultan
Abdülhamit’in tuğrasının bulunduğu su deposunun
Alaeddin Camisi’ne yakın bölümdeki üzeri toprakla
örtülü olan bölümüne kepçeyle giriş açıldı.
İçerisindeki boş alana, bölümler halinde tuvalet ve
abdesthane yapıldı. İnşaatına yaklaşık bir ay önce
başlanılan tuvalet bitme aşamasına geldi. Ferid Paşa
Su Deposu’nun üzerinde tuğra bulunan giriş kapısına
ise dokunulmadı.
Selçuk Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi
Prof.Dr. Haşim Karpuz, Ferid Paşa döneminde
yaptırılan asırlık su deposunun, su tarihi açısından
çok önemli olduğunu söyledi. Dönemin Valisi olan
Ferit Paşa’nın Çayırbağı’ndan çıkan suyu borularla
Alaeddin Tepesi’ne taşıdığını ve buradan da
şehirdeki tatlı su çeşmelerine verildiğini
vurguladı. Su deposunun giriş bölümünde Sultan
Abdülhamit’in tuğrasının yer aldığı bir kitabe
bulunduğuna dikkat çeken Prof.Dr. Karpuz, Ferit
Paşa’nın, Beyşehir Gölü’nden Çarşamba Kanalı ile
Konya ovasına su akıtarak kuraklıkla bir türlü baş
edemeyen Konya çiftçisinin arazilerini sulanması
sağladığını da vurguladı. Ferid Paşa’nın daha sonra
sadrazam olduğunu da belirtti.
TARİHE SAYGISIZLIK
Necmettin Erbakan
Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi Sosyal
Bilgiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Durmuş Yılmaz
da, “2 bin yıl şehre içme suyu sağlanan bir yere
tuvalet yapılması büyük bir saygısızlıktır” dedi.
Ferid Paşa döneminde de kullanılan su deposunun
tarih açısından çok önemli olduğunu ifade eden
Prof.Dr. Yılmaz, şöyle konuştu:
“Ferid Paşa döneminde
Çayırbağı’ndan çıkan su borularla Alaeddin
Tepesi’ndeki su deposuna taşınmış buradan da
şehirdeki tatlı su çeşmelerine verilmiştir. Son
dönemlerde suyun sızma yaparak Alaeddin Camisi’nin
temeline zarar verdiği tespit edilmiş ve buradaki su
boşaltılmıştır. Anıtlar Kurulu’nun buna nasıl müsade
ettiğini anlamak mümkün değil. Ayrıca sosyal açıdan
bakıldığı zaman 2 bin yıllık şehre içme suyu verilen
yere tuvalet yapılması çirkin bir durum. Başka yer
bulamamış gibi su deposunu tuvalete çevirmişler.”
KORUMA KURULU SESSİZ
Konya Kültür ve Tabiat
Varlıkları Koruma Bölge Kurulu Başkanı Doç.Dr. Ali
Boran, ise kurulun su deposunun tuvalete
dönüştürülmesi ile ilgili konuşma yetkisinin
bulunmadığını söyledi.
Kültür ve Tabiat
Varlıkları Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü yetkilileri
de, tuvalet inşaatıyla ilgili çalışmaların proje
kapsamında devam ettiğini ve bugüne kadar konu ile
ilgili kendilerine iletilen herhangi bir şikayet
olmadığını belirtti.
haberler.com, 14.06.2012
|
 |
VALİLİK KİLİSE İÇİN ARSA ALDI
Malatya Valiliği, restorasyon çalışmaları süren Ermeni Taşhoron Kilisesi'nin bulunduğu belediyeye ait arsa payını satın aldı.
Alınan bilgiye göre, Çavuşoğlu Mahallesi’nde bulanan Taşhoron Kilisesi'nin Malatya Belediyesi'ne ait 429 metrekarelik hissesine kamu yararı kararı alınarak, Malatya Belediyesi’nden 20 bin TL karşılığında İl Özel İdaresi’ne devredildi. Restore edilmesi ve kültürel amaçlı kullanıma açılması düşünülen kilisenin arsasındaki Belediyeye ait 429 metrekarelik bölüm için 20 bin TL ödeneğin, Taşınmaz Kültür Varlıkları katkı payı hesabından Malatya Belediyesi'nin ilgili hesabına ödendiği öğrenildi.
Malatya Haber, 13.06.2012
|
FRANSIZ RESSAM GEORGES MATHIEU ÖLDÜ
Lirik soyutlamanın ustası Fransız ressam Georges Mathieu, önceki gün öldü.
Ressamın ailesi dün yaptığı açıklamada, Georges Mathieu’nün, Paris yakınlarındaki Ambroise Pare de Boulogne-Billancourt hastanesinde 91 yaşında hayatını kaybettiğini belirtti. Tam adı Georges Victor Mathieu d’Escaudoeuvres olan ressam, 1960 ve 70’li yıllarda dünyadaki en ünlü Fransız sanatçılardan biriydi.
Geometrik soyutlamaya şiddetle tepki gösteren ilk Fransız sanatçı olan Georges Mathieu, 1947’den itibaren, her türlü zorlama ve klasik alışkanlıklardan kurtulmuş bir sanat için bazı etkinlikler düzenlemişti. Sanatçı, heyecan, jest ve harekete öncelik verilen bu resim anlayışına “lirik soyutlama” adını vermişti. Sanatçının tabloları, dünyanın en büyük müzelerinde sergilendi.
Habertürk, 13.06.2012
|
 |
"EYÜP SULTAN TEPESİ OLSA İTİRAZ ETMEZDİM"

AKP Bitlis Milletvekili Vahit Kiler,
babasıyla birlikte İdris-i Bitlisi'nin Piyer Loti
Tepesi'ndeki mezarını ziyaret etti. Tepenin adının
değiştirilmesi için gerekli başvuruyu yapacaklarını
tekrarlayan Kiler, 'Buranın adı Piyer Loti değil de
Eyüp Sultan Tepesi olsaydı bir değişiklik talebinde
bulunmazdım. Çünkü o Allah dostu büyük bir evliya'
dedi.
'Romantizmin kalesi' olarak kabul edilen, aşıkların
buluşma noktası Piyer Loti Tepesi'nin adının 1934
yılına kadar İdris-i Bitlis'i Tepesi olduğunu iddia
eden ve eski isminin geri verilmesi için girişim
başlattığını AKŞAM'a açıklayan AKPli Kiler
günlerdir gündemden düşmüyor. Tepenin eski adını
Bitlisli bir tarihçiden öğrendiğini ve hemen
harekete geçtiğini söyleyen Kiler, bölgede
incelemelerde bulundu. Kiler bu konuda izleyeceği
yol haritasını da AKŞAM'a anlattı.
Babası Hikmet Kiler'le birlikte İdris-i Bitlisi'nin
mahalle arasında kalan mezarını ziyaret edip dua
eden Kiler, babasının adını taşıyan 'Hikmet Kiler
Vakfı' aracılığı ile mezarın yenileceğini ve çevre
düzenlemesi yapılacağını açıkladı. Kiler 'İsim
tartışmaları sırasında mezarın durumunu öğrendik.
Gelip incelediğimizde mezarın İdris-i Bitlisi'ye
yakışacak şekilde olmadığını gördük. Bunun üzerine
işe mezarından başlamaya karar verdik. İnsanların
gelip dua edebilecekleri bir alan haline
getireceğiz. Bu yaptığımız teklifin en hayırlı
yönlerinden biri bu oldu. Mezarın burada olduğunu
bilen Bitlisli sayısı çok az. Bitlis'in bir
temsilcisi olarak tarihe mal olmuş çok yönlü bir
alim olan Bitlisi'ye yakışır bir mezar yapmamız
gerekir. Mezarın önce orijinal hali tespit edilecek,
aynı şekilde yapılacak' dedi.
Piyer Loti'nin ismine bir alerjisi olmadığını
söyleyen Kiler, isim kriterini şöyle dile getirdi:
'İnsanlar sanki Piyer Loti'ye bir tepkimiz olarak
algıladı. Biz sadece İdris-i Bitlisi isminin
kaldırılmasına tepki verdik. 'İdris-i Bitlisi'nin
ismini değiştirilmesi kanıma dokunuyor' dedim, halen
öyle diyorum. Burada isim Piyer Loti değil de Eyüp
Sultan Tepesi olsaydı bu değişiklik talebinde
bulunmazdım. Çünkü Eyüp Sultan hazretleri ile
İdris-i Bitlisi'iyi karşılaştırmayız. Eyüp Sultan
Allah dostu büyük bir evliya. Karşılaştırdığınız
zaman İdris'i Bitlisi mi ? Eyüp Sultan mı tabii ki
Eyüp Sultan. Peki İdris-i Bitlisi mi Piyer Loti
mi? Tabii ki İdris-i Bitlisi derim.Tepenin isminin
Eyüp Sultan İdris-i Bitlis'i Tepesi olmasını
isteyeceğiz. Kabul edilirse mutlu oluruz, edilmezse
de bunu kan davası yapacak halimiz yok.'
Hikmet Kiler de 'İdris-i Bitlisi'nin mezarının
Eyüp'te olduğunu oğlum sayesinde yeni öğrendik.
Gelip ziyaret ettik hem de yenilemek için fırsat
doğdu. Biz üzerimize ne düşüyorsa yapacağız' dedi.
Akşam, Haber: Ercan Sarıkaya, 13.06.2012
|
AYASOFYA ÜNİVERSİTE OLMALIDIR
Türkler, aşılmaz sularla
çevrilmiş, suriçi İstanbul'unu, Doğu Roma'dan 1453
yılında, harap küçük bir kent olarak aldılar.
Tarihçi Charles Diehl, Türklerden önceki İstanbul'un
nasıl bakımsız ve yoksul olduğunu, 57 yıllık Katolik
Latinler döneminde, kentin nasıl yağmalandığını
ayrıntılı olarak anlatır. Surların içindeki
İstanbul'u, Fatih surların dışına çıkarmıştır.
'Boğaziçi doğrudan doğruya Türklerin eseridir.'
*
'Aziz İstanbul'un
sevdalısı Yahya Kemal, Türklerin İstanbul ile
bağlarının, Hicret'ten yüzyıl önce, Ayasofya'yı inşa
ettiren İmparator Justinyanus'a kadar uzandığını
vurgular. İmparator Hint ve Çin'e giden ticaret
yollarını İranlılardan daha çok, Orta Asya'daki
türklerin açmalarını bekler ve Türkleri Roma'nın
mirasçıları olarak görür. İmparator yanılmamış ve
Türklerden beklentileri gerçekleşmiştir. Roma
döneminin simgesi Ayasofya, Türklerle bir bilgelik
mektebi olmuştur.
*
Bin yıla yakın kilise ve
beş yüzyıla yakın da cami olan Ayasofya,
Müslümanların olduğu kadar Hristiyanların da
kültüründe önemli bir yer tutar. Bu yüzden, Ayasofya
dünyada hem Müslümanlar, hem de Hristiyanlar
tarafından sevilir ve büyük saygı görür. Ayasofya,
İbrahim Peygamber'de birleşen, İbrahimi dinlerin,
ortak peygamberlerinin, ortak kitaplarının, çok
kültürlü, çok kimlikli ve çok değerli eşsiz bir ulu
mabetidir.
*
Türkler için Ayasofya,
'İki kıta ve İki Deniz'in Sultanı olarak bilinen
Fatih'in, bir armağanı ve bir emanetidir. Türkler
Fatih'in Ayasofyası'na türbeler, medreseler,
kütüphaneler, imaretler, muvakithaneler ve
şadırvanlar ekleyerek, günün şartları içinde eğitim
ile ibadeti bütünleştiren açık bir üniversiteye
dönüştürdüler. Ayasofya'dan geri kalmayan Fatih,
Süleymaniye ve Sultanahmet, İstanbul'un diğer açık
üniversiteleri oldular.
*
Türklerin altın çağları,
eğitim kurumlarına, bilim ve sanata büyük önem veren
Fatih ile başlar, adalet odaklı yönetimin öncüsü
Kanuni ile de doruk noktasına ulaşır. Fatih devlete
üst düzey yönetici yetiştiren Enderun'u
kurumlaştırmış ve kendi adına yaptırdığı cami
çevresindeki eğitim kurumlarıyla Türk
üniversitelerinin temellerini atmıştır. Fatih'te
Fatih, Evliya Çelebi'nin deyişiyle: 'Kurşun
kubbelerle kaplı koca bir şehir kurmuştur.'
*
Ayasofya Filistin'deki
Süleyman Peygamber'in Kutsal Mabeti ile İspanya'daki
Kurtuba Camisi arasındaki süreklilik ve bütünlüğünün
simgesidir. Ayasofya bütün İbrahimi dinleri
kucaklayan, çok zengin geçmişiyle dünya barışının
güvencesidir.
*
Dünyada Doğu ile Batı,
Asya ile Avrupa ve Hristiyanlar ile Müslümanlar
savaşırsa, dünyanın hiçbir ülkesinde barış olmaz.
*
Ayasofya, Kudüs,
Kurtuba, Atina ve Roma'da kampüsleri olan çok ülkeli
bir barış üniversitesi olmalıdır.
*
Bütün dünyanın yitirdiği
kutsal bilgeliğin, hiçbir zaman batmayan güneşi,
Ayasofya'dan doğacaktır.
*
Dünyada bilgelik kimlik
taşımaz.
Bilgeliğin vatanı
yoktur.
Yeni Şafak, Yazı: Nazif Gürdoğan, 13.06.2012
|
2000 YILLIK MEZAR BULUNDU

Anadolu Medeniyetleri Müzesi Müdürlüğü'nce
Kırıkkale'nin Balışeyh İlçesi yakınlarında yapılan
kazıda 2 bin yıllık mezar ortaya çıkarıldı.
Kapısı kırık mezarın antik
dönemde soyulduğu, günümüz definecilerinin de
tüneller kazarak mezara ulaşmaya çalıştıkları
öğrenildi.
Balışeyh ile Sulakyurt ilçeleri sınırında bulunan
Seydintepe Tümülüsü adı verilen bölgede Anadolu
Medeniyetleri Müzesi Müdürlüğü, Ankara Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nun kararı ile
kazı çalışmasına aralıksız devam ediliyor.
Mezarla ilgili bilgi veren Anadolu Medeniyetleri
Müzesi Müdürlüğü görevlisi Can Demir Zoru, mezarın
antik dönemde soyulmuş olduğunu söyledi. Zoru,
bulunan mezar içerisinde iskelet kalıntılarına
rastlandığını açıkladı. Mezarın erken Roma dönemine
ait olduğunun tahmin edildiğini ifade eden Zoru,
antik dönemde soyulduğunu, günümüz definecileri
tarafından da tüneller kazılarak soyulmaya
çalışıldığını ancak başarılı olunamadığını belirtti.
Zoru, mezarın Ankara Kültür Varlıklarını Koruma
Kurulu'nun vereceği karar doğrultusunda koruma
altına alınacağını bildirdi.
Zoru, mezar hakkında şu açıklamayı yaptı: "Yapılan
incelemeler sonucunda yapım tekniği ve niteliği
konusunda ulaşılan sonuçlara göre mezar odası, doğal
kaya tabanın oyulması ile tesviye edilen bir zemine
oturtulan blok taşlardan oluşturulmuş. Güney kuzey
yönlü mezar odası aşağıdan yukarıya doğru daralan
kubbeli bir forma sahiptir. Yaklaşık 3 metreye 1,5
metre ölçülerindedir. Mezar odasının hemen önünde
Dromos adı verilen bir ön oda bulunur. Maalesef
mezar odasının giriş kapısı kırılmış ve mezar antik
dönemde mezar hırsızlığına maruz kalmıştır. Mezar
odasında antik dönemde gerçekleşen hırsızlık
olayının izlerine rastlamak mümkündür. Antik dönemde
mezar içerisinde bulunan mezar armağanları çalınmış,
mezar sahibinin kemikleri mezarın kuzeydoğu
köşesinde dağınık vaziyette bırakılmıştır. Kırılmış
olan mezar odası kapısının bir parçası dolgu toprak
içerisinde bulunmuştur. Bu parçadan anlaşıldığı
kadarıyla mezar kapısı kırmızı ve siyah kökboyası
ile boyanmıştır."
Mezar odasının içerisinde de yer yer duvar resimleri
yapıldığının tespit edildiğini kaydeden Zoru, Mezar
içerisinde bulunan kırılmış seramik parçalarından
anlaşıldığı kadarıyla Seyidintepe Tümülüsü Geç
Hellenistik (MÖ 1. yüzyıl) veya Erken Roma döneminde
(MS 1-2. yüzyıllar) bölgede yaşayan varlıklı bir
şahsa ait olmalıdır. Mezar odasında kazı ve
dokümantasyon çalışmaları tamamlanmış olup, Tümülüs
Ankara Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu'nun
vereceği karar doğrultusunda koruma altına
alınacaktır." diye konuştu.
Sabah, 13.06.2012
|
"ÇAMLICA'YA YENİ CAMİ YOK!"

Başbakan Erdoğan, Çamlıca
Tepesi'ne dev bir cami yapılacağını söylemişti.
Turizm Bakanı Günay, Çamlıca'ya cami yapılması
konusunda herhangi bir projenin olmadığını açıkladı.
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, NTV canlı
yayınında soruları yanıtladı.
Bakan Günay, Çamlıca Tepesi'ne yapılması düşünülen
camiyle ilgili değerlendirme yaptı.
Günay, "Şu anda Çamlıca’ya cami projesi yok. Sadece
fikir tartışması yapıldı. Ama bize ve belediyeye
veya başka bir kuruma gelmiş bir proje yok.
Mütedeyyin çevreler dahil olmak üzere insansız bir
mekana cami yapmanın çok da ihtiyaca ve bizim
inancımıza uygun olmadığı konusunda eleştiriler
oldu. Sanıyorum bu eleştiriler ışığında yol
alınacak. Şu anda somut bir proje yok" dedi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan geçen ay yaptığı
açıklamada, Çamlıca Tepesi'ne dev bir cami
yapılacağını açıklamıştı. Erdoğan, "Bu dev cami,
İstanbul'un her yerinden görülecek şekilde dizayn
edildi. İnşallah Üsküdar'ın camlarında artık farklı
yansımalar olacak" demişti.
Vatan, 13.06.2012
******
ERTUĞRUL GÜNAY
ÇAMLICA'YA CAMİYE KARŞI ÇIKSA NE OLUR?
Kültür ve Turizm
Bakanı Ertuğrul Günay, partisi tarafından sayısız
kez yalanlanmasına rağmen bu sefer Çamlıca’ya cami
yapılmasına karşı çıktığını söyledi. En ilginç
açıklaması ise HES’ler ile ilgili olanıydı…
Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay, dün bir Tv programında yaptığı
açıklamalar ile gündemdeki konulara değindi. Günay
Çamlıca’ya cami yapılmasına karşı olduğunu
söylerken, HES’ler ile ilgili tespiti ise oldukça
dikkat çekiciydi...
Cami’ye karşıyım
diyor ama hükmü var mı?
Kültür ve Turizm Bakanı son zamanlarda çokça
tartışılan Çamlıca’ya cami yapılma önerisi hakkında
da konuştu. Bu konuda kendisine ulaşmış bir bilgi ya
da başvuru olmadığını belirten Günay, “Bu konuda
mütedeyyin basında da zaten insan olmayan yerde cami
yapılmasının bizim örfümüze uygun düşmediğini
okudum. Camiler bizde öyle büyük tepelere filan
yapılmaz. Çünkü cami kendisi bulunduğu yere değer
katar. Değerli bir tepeye cami yapalım diye bir
kaygımız tarih boyunca olmamıştır” dedi.
Erdoğan ise geçtiğimiz
günlerde Çamlıca tepesine dev bir cami yapılacağını
açıklamıştı. Proje çalışmasının tamamlandığını
belirten Erdoğan şöyle konuşmuştu: "İki ay içinde
falan dozerler çalışmaya başlar. Bir an önce
buraları bitirirken bunların altında aynı şekilde bu
hat, tezhip, ebru bütün çalışmalara yönelik imkanlar
da olacak. Buralara geçmişte nasıl kenarda medrese
odaları varsa. Bunun da bu günkü anlamda yine
çalışmalarını mimarlarımız inşallah yapıyorlar,
yapacaklar.Çamlıca'da da bu dev Camii İstanbul'un
her yerinden görülecek şekilde dizayn edildi.
İnşallah Üsküdar'ın camlarında artık farklı
yansımalar olacak."
Ertuğrul Günay daha önce
de partisinin icraatları ile çelişen açıklamalarda
bulunmasına rağmen bir çok kez kendisini tekzip
etmek zorunda kalmıştı. Ucube krizi, Haydarpaşa ile
ilgili yaptığı açıklamalar bunlardan birkaçı…
HES'ler konusunda gayriciddi açıklama
Günay AKP’nin başını ciddi şekilde ağrıtan HES
karşıtları ile ilgili de gayriciddi açıklamalarda
bulundu. Günay’a göre dereye 4-5 HES yapılsa köylü
itiraz etmez. “Dün termik santrallere karşı çıkarken
HES yapılsın diyenler şimdi tersini savunuyor” diyen
Günay, “yenilenebilir enerjiyi kullanmak gerekiyor.
Ancak hidroelektrik santraller yapılırken ölçü
kaçıyor, bir derenin üzerinde 20 tane santral
yapılmak isteniyor. Mesela 4-5 tane santral yapılsa
köylünün de çok fazla itirazı olmayacak.”
Ertuğrul Günay, HES’lere
karşı çıkan köylüleri “dört katlı ev” yapmakla
suçlayarak literatürüne bir “tuhaf” açıklama daha
eklemiş oldu:
“Ben de Karadenizliyim
ama Karadeniz’de inanılmaz çirkin yapılaşma var.
Bina yaparken kimse çatı yapmıyor, filiz bırakıyor,
yetmiyor yaylaya dört katlı ev yapıyor. Yaylalar
kötü birer kasabaya dönmüş facia durumda. Herkes
elini vicdanına koymuş, hangimiz evinin önünü
süpürüyor. Bu konuda herkes elini vicdanına koysun
ve ilk taşı da günahsız atsın.”
Haber Sol, 13.06.2012
|
LAODİKYA'DA ATHENA
TAPINAĞI ORTAYA ÇIKARILDI

Denizli’nin Eskihisar
Mahallesi yakınındaki antik kent Laodikya’da yapılan
kazı çalışmalarında, MS 2′nci yüzyıla ait dokuma
tanrıçası Athena’ya adanmış tapınak bulundu.
Laodikya Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek,
kazılarda bulunan eserlerle Denizli’de dokuma
tarihinin 4 bin yıl öncesine kadar dayandığını
söyledi.
Laodikya antik kentinde
2012 yılı kazı çalışmaları tüm hızıyla sürüyor.
Prof.Dr. Celal Şimşek başkanlığında yapılan kazı
çalışmaları kapsamında geçen aylarda antik dönemin
en büyük kutsal alanı bulundu. Kazı çalışmalarının
ağırlık verildiği kutsal alanda ağırlığı 12 tonu
bulan yaklaşık 15 metre yüksekliğinde dev sütunlar
birleştirilerek ayağa kaldırılmaya başlandı.
Kazılarda bulunan sikkelerin üzerinde kutsal alanın
kabartmasının bulunduğu ve üç ayrı tapınaktan
oluştuğu ortaya çıktı. Kutsal alanda bulunan üç ayrı
tapınaktan birinin antik dönemin baş tanrısı Zeus’a,
ikincisinin ise dokuma tanrıçası Athena’ya ait
olduğu belirlendi. Üçüncü tapınağın ise hangi tanrı
için yapıldığı kazı çalışmalarında bulunan
eserlerden ortaya çıkacak.
Laodikya Kazı Heyeti
Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek, antik kentte bulunan
eserlerle Denizli dokuma tarihinin 4 bin yıl
öncesine kadar dayandığını söyledi. Yapılan kazı
çalışmalarında dokuma tanrıçası Athena’ya adanmış
tapınak bulduklarını belirten Prof.Dr. Şimşek, “Daha
önce ortayla çıkardığımız 250′ye 100 metrelik kutsal
alanda, antik dönemde basılmış Laodikya
sikkelerinden öğrendiğimiz kadarıyla üç ayrı tapınak
bulunuyor. Biri baştanrı Zeus’a ait diğeri ise
dokuma tanrıçası Athena’ya ait, üçüncü tapınağın
hangi tanrıya ait olduğunu araştırıyoruz. MS 4.
Yüzyıl’da imparator Konstantin döneminde yapılan
düzenlemede, bölgede Hırıstiyanlık kabul edilince
tapınak yıkılmış ve eserler farklı amaçlar için
kullanılmış. Dünyada ilk kez belki de sütun yiv
arasında 6′ya 18 santimetre boyutlarında dokuma
tanrıçası Athena’nın büstünün yerleştirilmiş
olmasıdır. Yaklaşık olarak yerden 5.5 metre
yüksekliğinde sütuna yapılmış. Burada yer alan
tapınaklardan birinin dokuma tanrıçası Athena için
adanmış olduğunu kesin olarak söyleyebiliriz.
Yazıtlardan da öğrendiğimiz kadarıyla Athena için
festivaller düzenleniyormuş” dedi.
Laodikya’da 4 bin yıl
önce üretilen dokumaların antik dönemde ihraç
edildiğini ifade eden Prof.Dr. Şimşek, “Daha önce
boyahane ile o dönemde kullanılan 4 bin yıl öncesine
dayanan dokuma tezgah ağırlıkları bulmuştuk.
Kumaşların boyanmasında elde edilen sistemin nasıl
yapıldığını ortaya çıkardık. Burası dokuma kenti,
zenginliğinin büyük kısmını buradan elde ediyor ve
dokumaya borçlu. Antik kentte dokunan ürünlerin
antik dünyaya ihraç edildiğini arkeolojik verilerle
de doğrulanıyor. Bu Denizli için önemli bir buluş”
diye konuştu.
haberler.com, 12.06.2012
|
SULUKULE VİLLALARI YIKILABİLİR!

İstanbul Mimarlar Odası, Şehir Plancıları Odası
ve Sulukule Roman Derneği’nin 4 yıl önce Sulukule
yenileme projesi hakkında açtığı davalar sonuçlandı.
İstanbul 4. İdare Mahkemesi, Sulukule olarak bilinen
Neslişah ve Hatice Sultan Mahalleleri Yenileme
Alanı’nda yapılan projeye dair “Kamu yararına uygun
değil, iptal edilmeli” kararı verdi. İdari
mahkemenin verdiği karar, TOKİ ihalesiyle Özkar
İnşaat’ın yaptığı inşaatın durdurulmasını
gerektiriyor.
Mimarlar Odası’ndan Mücella Yapıcı, “Geciken adalet,
adalet değildir” derken kararla Sulukule’de yapılan
tüm işlemlerin hukuk dışı olduğunun ortaya çıktığını
belirtti. Yapıcı, kararın Danıştay’da onanarak
kesinleşmesi halinde ‘binaların yıkılması
gerekeceğini’ söyledi.
Yapıcı, “Kararı çok önemsiyor ve bir emsal teşkil
edeceğini düşünüyoruz, fakat bir yandan da içimiz
acıyor. Dava süreci tamamlanmadan Sulukule, çevik
kuvvet eşliğinde, yangından mal kaçırır gibi
yıkıldı, talan edildi. Yürütmeyi durdurma kararının
bir türlü alınamaması hukuksal trajediye yol açtı”
diye konuştu. Geçen az Meclis’ten geçen ‘afet
yasası’ ile yürütmeyi durdurma kararlarının tamamen
yasaklandığını hatırlatan Yapıcı “Şu an Tarlabaşı da
yönlendirilmiş bilirkişiler eşliğinde yıkılmakta”
dedi.
‘Kılıfına uydururlar!’
İstanbul Şehir Plancıları Odası Başkanı Tayfun
Kahraman da kararın ‘olumlu ama çok geç alınmış’
olduğunu söyledi. Kahraman, “İnşaatlar bitti.
Kentsel dönüşümün bir yerinden etme ve kent içi göç
hareketi olduğu ortada” diye konuştu.
Kahraman’a göre inşaatın yıkılması uzak bir ihtimal:
“Aynı avan proje yenilenmiş gibi onaylanacak ve
inşaata devam edecekler. İstanbul’daki tüm iptal
kararları benzer şekilde sonuçlandı.”
‘Bu inattan vazgeçin’
Sulukule Roman Derneği’nin avukatı Hilal Kuey ise
idari yargıda mahkeme kararının tebliğ edildiği anda
uygulanmak zorunda olduğunu belirterek “Projenin şu
an durması gerekli” dedi. Kuey, “Artık bu inattan
vazgeçilmesi ve hukukun gereğinin yerine getirilmesi
lazım. Yasaya ve kamu yararına uygun yeni bir proje
yapılmalı, zarar gören insanlara hakları teslim
edilmeli” diye konuştu.
AİHM, 2010’da mahallelinin yaptığı başvuruyu iç
hukuk yolları tükenmeden kabul etmişti.
Sulukulelilerin AİHM başvurusunda 41. madde uyarınca
tazminat talebi de bulunuyor.
Bilirkişi: Bunun neresi koruma?
Dava sürecinde üç bilirkişi kararı da projenin
‘tarihi dokunun günümüze aktarılması ve yenilenerek
kullanılmasını’ amaçlayan 5366 sayılı kanuna ve kamu
yararına uygun olmadığı yönündeydi. Bilirkişi
kararlarında, İstanbul’un herhangi bir yerinde
yapılabilecek türde inşaatların koruma adı altında
Sulukule’de yapılması uygun bulunmamıştı.
Radikal, Haber: Elif İnce, 13.06.2012
******
"SULUKULE'DE HER NE YAPILIYORSA DERHAL DURDURULMALI"
TMMOB
Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi, Şehir
Plancıları Odası ile Roman Kültürünü Geliştirme ve
Dayanışma Derneği tarafından, Neslişah ve Hatice
Sultan Mahalleleri Yenileme Alanı ile
ilgili olarak Şubat 2008’de açılan davada
İstanbul 4. İdare Mahkemesi tarafından;
avan projelerin kamu yararına uygun olmadığı
gerekçesiyle oybirliğiyle iptal
kararı verildi. Söz konusu karar ile ilgili
olarak; bugün (13 Haziran 2012) TMMOB Mimarlar Odası
İstanbul Büyükkent Şubesi, Karaköy Hizmet Binası’nda
bir basın toplantısı düzenledi.
Bu kapsamda açıklama yapan
Mimarlar Odası
Büyükkent Şubesi Genel Sekreteri Mücella Yapıcı,
“Bugün Sulukule’de yıkımların başladığı günden
bugüne kadar gerçekleştirilen bütün uygulamaların
hukuksuzluğu saptanmıştır” dedi. Yapıcı, dava süreci
boyunca Mimarlar Odası’nın defalarca yürütmeyi
durdurma talebi ile İdare Mahkemesine başvuruda
bulunduğunu ancak, bu taleplerine cevap
alamadıklarını anlattı. Bu kapsamda mevcut süreç
üzerinden de anlaşılacağı gibi yürütmeyi durdurma
kararlarının büyük öneme sahip olduğunu vurgulayan
Yapıcı, alanın yenileme ilan sürecinden iptal
kararının verildiği bugüne kadar kırılma noktalarını
paylaştı.
Yapıcı, “Ne yazık ki bu önemli karar gecikmiş bir
karar olarak hukuk tarihimize geçecek, umarız
Sulukule’de yaşanan durum örnek teşkil eder”
dedikten sonra, söz konusu gelişmenin çok önemli bir
kazanım olduğunu ifade ederek, Mimarlar Odası’nın
sürecin takipçisi olacağını vurguladı.
İptal kararı alındıktan sonra her idari işlemin
hukuksuzluğunun saptandığını anlatan Yapıcı, bu
hukuksuzluktan doğan zararların tazmin edilmesi
durumunun doğduğunu da aktardı. Sulukule’de inşaat
çalışmalarının devam etmekte olduğunu belirten
Yapıcı, alanda yeni hak sahibi olan kişilerinde
mağdur edildiğini aktararak; “İptal kararına rağmen
Sulukule’de işlemlerin devam etmesi açıkça suçtur”
dedi.
Yapıcı’dan sonra kısa bir açıklama yapan
TMMOB Mimarlar Odası avukatı Can Atalay
ise, kesinleşmemiş bir mahkeme kararı ile ilgili bir
şey söyleyemeyeceğini belirterek, “İdare
mahkemelerinin iptal kararının derhal uygulanması
gerekir. Uygulama için hazırlık gerekmesi hlinde ise
ancak 30 gün beklenir. Sulukule'de ne yapılıyorsa
derhal durdurulması gerekir” dedi.
Yapı, 13.06.2012
******
SULUKULE'YE PROJE
İPTALİ ŞOKU!
Fatih Belediye Başkanlığı ile Kültür ve Turizm
Bakanlığı aleyhine Sulukule projesinin iptaline
ilişkin açılan üç ayrı dava, aynı gerekçelerle kabul
edildi ve işlemin iptaline karar verildi.
İstanbul Mimarlar Odası, Şehir Plancıları Odası ile
Roman Kültürünü Geliştirme ve Dayanışma Derneği
tarafından açılan, İstanbul 4’üncü İdaresi’nde
görülen üç ayrı davada, Sulukule projesinin SİT
alanı üzerine, Koruma Bölge Kurulu kararlarına
aykırı olarak inşa edildiği, Romanlar’ın mülkiyet
hakkının ihlal edildiği savunuluyor ve projenin
iptali isteniyordu. Her üç dava da oybirliğiyle
kabul edilerek, projenin iptaline karar verildi.
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge
Kurulu’nun karşı kararına rağmen 2 yılda hızla
yükselen inşaatı ne bu süre içinde alınan 3
bilirkişi raporu, ne de dozerin önüne dikilen müze
uzmanı arkeolog Şeniz Atik durduramamıştı. Bitmek
üzere olan projede konutların yeni sakinler arasında
dağıtımı için Fatih Belediye Başkanlığı tarafından
26 Haziran günü kura çekimi yapılacağı
bildirilmişti.
Mahkemenin oybirliğiyle iptal ettiği Sulukule
projesiyle ilgili Mimarlar Odası İstanbul şubesinden
yapılan açıklamada, “Ne yazık ki bu önemli karar
gecikmiş bir karar olarak hukuk tarihimize geçecek
ve özellikle kent davaları için yürütmeyi durdurma
kararlarının ne denli önemli olduğunun altı bir kez
daha trajik biçimde çizilecektir” denildi.
Hürriyet Gazetesi'nin haberine göre; Sulukule olarak
bilinen Neslişah ve Hatice Sultan Mahalleleri
Yenileme Projesini kapsayan, Fatih’teki Sur Koruma
Bandı’nda yer alan 90 bin metrekarelik bölgede, 640
konutun inşası 2 yılda bitme noktasına geldi.
Bölgede yeni yapılan evler gelir düzeyi yüksek
aileler için tasarlandı.
Sulukule’nin eski sakinleri olan Romanlar, bölgeden
60 kilometre uzaklıktaki Kayabaşı TOKİ konutlarına
gönderilmişti.
NE OLACAK?
Roman Derneği adına açtığı davayı kazanan avukat
Hilal Küey, Mimarlar Odası’nın kararından hareketle,
“İdari davalarda karar, hüküm niteliğindedir. İşlem
iptal edilmiştir, proje derhal durdurulmalı, UNESCO
kriterlerine ve bölgenin tarihsel dokusuna uygun
olarak yeni bir proje ortaya çıkarılmalıdır. Aksi
halde AİHM davamızı zaten kabul etti ve bu
kararların uygulanmaması halinde Türkiye’yi çok
büyük tazminat kararları beklemektedir. Sadece biz
değil, yarın öbür gün mülkiyet haklarını yitirmiş
vatandaşlarımız da tek tek dava açtıklarında,
AİHM’nin keseceği tazminat cezalarının haddi hesabı
olmayacaktır. Hukuk devletinin gereği yerine
getirilsin” dedi.
6 YILLIK SÜREÇ
* Sulukule; 22 Nisan 2006 tarihli Bakanlar Kurulu
kararıyla 'Yenileme Alanı' ilan edildi.
* Bölge halkı, bilim insanları, hukukçular ve
uluslararası kuruluşların tüm ısrarlarına karşın
yenileme avan projeleri, ilgili kurulun 2 Kasım 2007
tarihli kararıyla onaylandı.
* UNESCO ICOMOS Dünya Mirası Komitesi projeyle
ilgili tarihi kimliğinden, kültüründen ve tüm
değerleriyle bir bütün olan yapısından soyutlayarak
basit bir yenileme mantığıyla yok eden bir sosyal
dışlama, kentsel ranta el koyma ve soylulaştırma
tespitlerinde bulundu.
* Şubat 2008’de Mimarlar Odası İstanbul Şubesi,
Sulukule ile ilgili yenileme avan projelerinin
yürütmesinin durdurulması ve iptali için dava açtı.
* Yargı süreci devam ederken Mayıs 2009’da
Sulukule’de yıkımlar başladı.
* İstanbul 4’üncü İdare Mahkemesi 2 Haziran 2009
günü yürütmeyi durdurma talebini gerekçesiz olarak
reddetti.
* TOKİ, 2009 yılının Eylül ayında yenileme avan
projeleri ile inşaat ihalesine çıktı ve 6 Ekim 2009
itibariyle Sulukule inşaat firmasına devredildi.
* 6 Mayıs 2010’da Fatih Belediye Başkanı Mustafa
Demir tarafından inşaatın temeli atıldı ve inşaat
başladı.
Habertürk Emlak,13.06.2012
******
ÇÖPE ATILAN SULUKULE

İstanbul 4. İdare
Mahkemesi’nin, Sulukule’deki ‘dönüşüm projesi’ni
iptal etmesinin yankıları sürerken Kültür ve Turizm
Bakanı
Ertuğrul Günay ,
iptali ‘çok gecikmiş bir karar’ diye nitelendirdi.
Günay, “Sulukule’nin şu anda eskisinden daha
yaşanılabilir konuma kavuştuğunu düşünüyorum. O
yüzden önümüzdeki süreçte projeyi arkalamaya devam
edeceğiz” dedi.
Bilirkişi ve mahkeme kararlarında ise Sulukule’de
yapılanların ‘tarihi ve kültürel dokuyu korumaya
yönelik’ 5366 sayılı yasaya dayanarak hazırlandığı,
ancak ortaya çıkan projenin 5366 sayılı yasaya da
kamu yararına da uygun olmadığı belirtildi.
Oysa, 2010 yılında, Sulukule için hem 5366 sayılı
yasa hem de kamu yararına uygun bir proje
hazırlanmıştı. Sulukule Atölyesi adı verilen grupta,
60 akademisyen, çeşitli disiplinlerden konusunun
uzmanı meslek insanı (şehir plancısı, mimar,
sosyolog, antropolog, hukukçu, yerel ekonomik
kalkınma uzmanı, psikolog vs.) sanatçı ve
Sulukule’yi dert edinenler yer aldı.
Ekip Sulukulelilerin katıldığı, çok aktörlü,
demokratik, şeffaf bir planlama süreciyle, zorla
yerinden edilmiş mahalle sakinlerinin geri dönmesini
amaçlayan ve Roman kültürüne saygılı bir proje
hazırladı.
Dönüşürken
korunabilirdi
‘Alternatif Sulukule projesi’ o dönemde TOKİ’ye,
Fatih Belediyesi’ne, koruma ve yenileme kurullarına
sunuldu. Ancak proje kağıt üzerinde kaldı. Atölye
gönüllülerinden, Şehir Plancısı Yrd. Doç.Dr. Erbatur
Çavuşoğlu “Saha çalışmasıyla bölgede 5 bin civarında
Roman vatandaş olduğunu tespit ettik. Yeni yatırım
yapan 600 aile vardı. 600 ailenin başka bir yere
yönlendirilmesini talep ettik, mümkün olmadığını
söyledikleri için farklı tipte konutlar üretildi:
yatırımcılar için ayrı, Roman vatandaşlar için ayrı”
diye konuştu.
Çavuşoğlu, bitmek üzere olan ‘Osmanlı Evleri’ için
ise “Mahallelinin bunların içinde yaşaması mümkün
değil. Onların planında 5 yıldızlı otel ve AVM var,
bizimkinde ortak lokanta ve Roman kültür merkezi”
dedi.
“BU SAATTEN SONRA ZOR”
Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay “Çok
gecikmiş bir yargı süreci. Yargının bunları, bu
saatten sonra durdurması çok zor. Herhalde duruma
uygun yeni plan çalışması, yeni bir karar süreci
yaşayacağız” dedi.
Bilirkişinin şu anda iptal edilen projeye
eleştirileri:
1- Özgün ada morfolojisi ve sokak dokusu korunmamış.
2- Mevcut sokak dokusu ve tescilli yapılara uygun
olmayan yapı tipolojisi oluşturulmuş.
3- Mevcut durumda kamuya ayrılmış alanlar projede
yapılaşmaya açılmış, sokak kesitleri büyütülmüş.
4- Yeşil alan ve parklara yer verilmemiş.
5- UNESCO’nun belirlediği Sur Koruma Bandı Avan
Proje’de yarıya inmiş.

Alternatif projede
şunlar vardı:
Mahalleye geri dönmesi hedeflenen Sulukule halkı
için 4 tip konut planlanmış, alt gelir grubuna
yönelik uygun ödeme koşulları oluşturulmuş.
Mevcut kamusal açık alanları korunup geliştirilmiş,
toplam 15 dönüm yeşil alan üretilmiş.
Sur koruma bandına uyulmuş, yapılaşma mevcut konut
dokusuna ve kat yapısına benzer boyutlarda
sınırlandırılmış.
Yapılaşma mevcut parsellerin üzerinden ilerlemiş,
morfolojiye bağlı kalınmış.
1813 tarihli Sulukule Haritası’ndan kalma 12 tarihi
ada ve yol dokusu korunmuş.
Mahallelilerin sağlıklı beslenmesi, yoksullara uygun
koşullarda hizmet verilmesi ve çocukların iyi
gelişmesini sağlamak amacıyla 244 m2’lik Mahalle
Lokantası planlanmış.
Yıkılan çocuk yuvası yerinde 500 metrekarelik yeni
kreş planlanmış. Romanların toprakla varolan
bağlantılarını devam ettirmek, ev ekonomilerine
katkıda bulunmak için tarım yapılabilecek ‘hobi
bahçesi’ planlanmış. Roman kültürünü yansıtan
etkilinliklerin düzenlenecği çok amaçlı etkinlik
alanları oluşturulmuş.
Mahallenin tarihi eğlence geleneğini sürdürebilmesi
için Kaleboyu Caddesi ‘kültür ve turizm aksı’
seçilmiş, buralar için müzik ve dans atölyeleri,
kültür merkezleri planlanmış.
Aile içi şiddet, doğum kontrolü gibi konularda
destek verecek bir kadın birimi, çocuk/gençlik
birimi, yetişkin/yaşlı birimi, ‘iş birimi’ ve
‘vatandaşlık hakları birimi’ oluşturulmuş.
Radikal, Haber: Elif
İnce, Fotoğraf: Aziz Uzun/AA, 14.06.2012
******
İKTİDARLARIN ANIT
UCUBESİ: SULUKULE
Hani Başbakanımız
“ucube” olduğunu ilan etmişti de, uluslararası
sanatçımız Mehmet Aksoy’un kardeşliği, barışı
simgeleyen Kars’taki anıt heykeli vinçlerle
parçalanmış, Türkiye Taliban gibi heykellerini
yıktıran ülke konumuna düşmüştü ya... Ta o zamanlar
yazamadığım için içimde kalmıştı: “Gelin İstanbul’un
tarihinin anıtlaşmış, dokunulmaz sit alanı olmuş
bölgesinde, iktidarlarının tarihi yok ederek,
estetiği katlederek, sayısız suçu birden işleyerek,
rant hırsıyla yarattığı gerçek ucubeyi görün!..”
çığlığı ile seslenemediğim için hemen her gün
kendime kızıp duruyordum. Evime girip çıkarken
görmezlikten gelme şansımın olmadığı bu gerçek
ucubeyi, büyük bir hızla, dar bir sokak mesafesinde
İstanbul’un Bizans surlarının üstüne üstüne, ilgili
tüm yasalarla dalga geçilircesine, TOKİ-Fatih
Belediyesi ortak projesi olarak sıkışık-bitişik
apartmanlar olarak bitirmişlerdi ki... İktidar
gücünün simgesi Sulukule projesinin dört yıl süren,
açılmış üç ayrı davada birden birçok bilirkişi
raporuna da dayalı olarak oybirliği ile iptal kararı
verilmesini zorunlu kılan gerçekler, iptal sonuçlu
yargı kararını getirince.. bir de hukuk devleti
düzeni ucubemiz doğmuş oldu...
Kaba inşaatları bitmiş,
tahta kaplamaları bile tamam Sulukule evlerinin,
pardon apartmanlarının kura çekimine gün kala
yargıdan oybirliği ile gelmiş iptal kararına gülmeli
mi ağlamalı mı bilemedim. Edirnekapı’dan Vatan
Caddesi’ne kadar, sit alanı üzerinde, sur dibinde
yükselen bitişik apartmanların tabii ki Romanların
kimlikleri ile özdeşleşmiş evleriyle benzerlikleri
yok. Yoksulluğun, yıpranmışlığın gerekçelendirdiği
“yenileme projesinin” en baştan yalan, ortaya bir
ucube çıkardığı biliniyordu... UNESCO, dünya
mirasını koruma kararları, doğal yapısından
soyutlanarak, rant yaratacak apartmanlara dönüşümü,
sahiplerinin kovulmalarını elbette
yasaklıyorlardı...
Roman komşularım, ağzı
sulanmış rantçıların iktidar cephesi desteğinde
evlerini, arsalarını ellerinden almak için
yaptıklarına isyan bayrağı kaldırıyorlardı.
Belleğinizi tazelerseniz, çok ciddi bir uluslararası
direniş, evsiz kalan Romanların çok sayıda
etkinlikle çığlıklarını kamuoyuna duyurma
çırpınışlarının sayısız, ancak caydırıcı olamamış
eylemlerini anımsayacaksınızdır...
***
Başbakan Erdoğan “ucube”
çıkışı ile yıktırdığı Aksoy’un Kars’taki anıtı için,
ancak kalıntılar olarak varlığından söz edilen kimi
tarihi eserleri savunma gerekçesi yapmıştı ya...
İktidarlarının güç simgesi TOKİ eliyle dikilen
bitişik apartmanlar Vatan Caddesi’nden
Edirnekapı’ya, dünya mirası Bizans surlarının üstüne
üstüne yükseliyorlar. “Dışardan bakışta bile dünyada
bu boyutta bir tarih katletme, ucube örneği
yoktur..” demekle iş bitmiyor. Sur kapıları,
Sulukule mahallesinin bütün ana, ara yolları,
inşaatları kapatacak biçimde metal barikatlarla
örtüldükten hemen sonra, önce ağaç katliamı yaşandı.
Romanların, Karagümrük’e doğru daha yoksul, daha
çaresiz, ilkel koşullarda, kiracı.. sığındıkları
günlerde, kesilmiş ağaçların kalın gövdeleri ile
yakılan ateşler sokak düğünlerinin tek güzelliği
oldu.
Romanlar ellerinden
alınmış evlerinin yerine yapılanlarla yakından
ilgiliydiler. Gelip geçerken yine yolumu keserek
temel kazılarında çok önemli ta- rihi bulguların
çıkışını heyecanla aktarıyorlardı. İktidarları
takmadılar, birkaç uygarlığın üst üste olduğu
bölgenin kaçınılmaz, kazmanın girdiği her yerden
fışkıran toprak altı tarihinin görülmemesi,
inşaatlara engel oluşturmamasını sağlamak üzere,
yapılması gereken kazıları okus-pokus ederek hızla
inşaatlara giriştiler. Bu arada ellerinde
haritaları, Vatan Caddesi’nden Kariye Müzesi’ne sur
dibinden gitmeye kalkışan gezginler şaşkın,
buharlaşmış sokaklara, metal tenekeler arkasından
yükselen inşaatlara bakıp duruyorlardı...
Sulukule’yi İstanbul’un
tarihinden silmek için asıl operasyon, Neslişah
Mahallesi’nin muhtarlığı ile birlikte toptan
kaldırılması olmuştu. Nüfus kağıtlarımızda yazılı
adreslerimizde hala duran Neslişah Mahallesi
kaldırılırken, nasıl olduğunu anlayamadan hepimiz
toptan Karagümrüklü olduk. Romanların eskisinden çok
daha yoksul, daha çaresiz, daha eciş-bücüş evlere
sıkışmış olarak topluca ara sokaklarda yaşamaya
çaıştıklarını, kimliklerinin simgesi düğünlerini çok
daha yoksul koşullarda bu dar sokaklarda, pislik,
çaresizlik içinde yaşatmaya çaıştıklarını bilmem
anlatmaya gerek var mı?
Şimdilerde başları bir
kez daha belada... Karagümrük’ün arka sokaklarında
aynı müteahhitlerin sakallı, cüppeli adamları kapı
kapı dolaşıyorlar. Eciş-bücüş apartmanların tek
tek dairelerini satın almak için öneri getiriyor,
satmak istemeyenleri, yeni deprem gerekçeli kentsel
dönüşüm yasası hükümleri işletilerek devlet eliyle
evlerine bedava el koyulması ile tehdit ediyorlar.
Onlar nereye gideceklerinin, nasıl
yaşayabileceklerinin derdinde, zaten çoğunluk
kiracı, diplerde yaşam koşullarında. İstanbul’un
tarih miraslarının göbeğinde, rant ucubeleri
yükseliyor..
Cumhuriyet, Yazı: Şükran
Soner, 14.06.2012
|
KASTABALA KAZI EVİNE
SPONSOR ARANIYOR

Osmaniye’deki Kastabala
antik kentinde 2009 yılından başlayan kazı
çalışmaları devam ediyor. Kastabala’nın ve
çevresinin bugüne kadar bilinen tarihçesini
değiştiren kazılarda her geçen gün yeni bulgulara
rastlanıyor. Ortaya çıkartılan eserlerin müzeye
tesliminden önce temizlenmesi, restorasyon ve
konservasyonu, belgelenmesi, etüdü vb. işlemlerin
yapılabileceği bir kazı evine ihtiyaç var. Kazı
Başkanı Prof.Dr. Turgut Hacı Zeyrek, Kültür ve
Turizm Bakanlığına tahsis edilen alana bir kazı evi
inşa etmek için sponsor aradıklarını kaydetti.
Zeyrek’in konuyla ilgili
şunları söyledi:
“Kastabala antik
kentinde Prof.Dr. Turgut Hacı Zeyrek başkanlığında
yapılan arkeolojik kazı çalışmaları kapsamında kazı
yapan heyetinin kalabileceği ve kazı çalışmalarında
elde edilecek olan arkeolojik buluntuların müzeye
tesliminden önce temizlenmesi, restorasyon ve
konservasyonu, belgelenmesi, etüdü vb. işlemlerin
yapılabileceği fiziki yeterlikte bir kazı evinin
yapılabilmesi amacıyla Osmaniye İli, Merkez,
Kesmeburun Köyü, Akyatak Mevkii, 11 Pafta, 715
parselde yer alan, mülkiyeti Hazineye ait olan ve T.
C. Maliye Bakanlığı Milli Emlak Genel Müdürlüğü’nün
24/01/2011 tarih ve
B.07.0.MEG.0.05.00.00/310/80(3303-181332)-2420
sayılı yazısı ile Kültür ve Turizm Bakanlığına
tahsis edilen ve Bakanlıkça teslim alınan 10.382,15
m2 yüzölçümlü taşınmazda kazı evi inşa edilecektir.
Kazı evi evinin inşa
edilmesine yardımcı olacak sponsora ihtiyaç vardır.
Söz konusu sponsor desteği 5228 Sayılı “Bazı
Kanunlarda ve 178 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” ve “Kültürel
Alandaki Destek (Sponsor) Faaliyetlerinin Teşvik
Edilmesi Hakkında Genelge (2005/13)” kapsamında
değerlendirilecektir.
Bu konuda tüm ilgilileri
desteğe davet etmekteyiz.”
Turizm Habercisi,
12.06.2012
|
GÖZLÜKULE HÖYÜĞÜ'NDE KAZI ÇALIŞMALARI BAŞLADI

Tarsus İlçesi'ndeki tarihi Gözlükule Höyüğü'nde
kazı çalışmaları başladı.
Kazı çalışmalarına katılan
Columbia Üniversitesi Sanat Tarihi ve Arkeoloji
doktora öğrencisi Türkan Pilavcı yaptığı açıklamada,
Gözlükule Höyüğü'nün arkeoloji dünyasında son derece
önemli yeri olduğunu belirtti.
Kazı çalışmalarının Boğaziçi Üniversitesi Fen
Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim üyesi
Prof.Dr. Aslı Özyar başkanlığında
gerçekleştirildiğini ifade eden Pilavcı, bu yıl ki
hedeflerinin klasik öncesi döneme inip bu dönemin
mimari ve yerleşim mekanlarını anlamak olduğu
söyledi.
Pilavcı, şunları kaydetti:
''500 metrekarelik alanda kazı yapmaktayız.
Gözlükule Neolitik Çağ'dan Orta Çağ'a kadar
kesintisiz bir yerleşim sunmaktadır. Bunun için
arkeoloji dünyasındaki yeri çok önemlidir. Bu sene
çeşitli açmalarda farklı dönemlere ait yerleri
kazmaktayız. Abbasi dönemi, Roma ve klasik çağlara
yönelik buluntularımız ve mimari kalıntılarımız
vardır.''
Pilavcı, 2007 yılından bu yana yapılan kazılarda
İslami dönem, Roma dönemi ve klasik dönem öncesine
tarihlenen katmanlara rastladıklarını ve bu
dönemlere ait tıbbi aletler, ok uçları, kandiller ve
figürler çıktığını bildirdi.
Kazı ekibinde 6'sı yabancı 26 kişinin bulunduğunu
aktaran Pilavcı, bu yıl ki kazı çalışmalarının 29
Haziran'a kadar devam edeceğini sözlerine ekledi.
Sabah, 12.06.2012
|
RHODİAPOLİS BİN YILLIK UYKUSUNDAN İKİNCİ KEZ
UYANDIRILDI

23 farklı ülkenin sanatçılarından oluşan Tekfen
Filarmoni Orkestrası’nın Hellenistik dönemin izlerini
taşıyan Rhodiapolis Tiyatrosu’nda düzenlediği
konser, Şef Saim Akçıl yönetiminde gerçekleştirildi.
Arkeolojik kazı çalışmalarıyla ortaya çıkarılan
Hellenistik döneme ait 1500 kişilik antik tiyatro,
Tekfen Filarmoni ile müziğin evrensel diline yeniden
ev sahipliği yaptı. Tekfen Vakfı desteğiyle, Kumluca
Belediyesi, Rhodiapolis Kazı Başkanlığı ve
Rhodiapolis Arkeolojik Girişim Grubu’nun ortak
çabalarıyla yürütülen çalışmalara dikkat çekmek,
yöre halkı ve misafirlerin maddi ve manevi desteğini
sağlamak için düzenlenen konserde sanatseverler
antik tiyatroya sığmadı.
Antalya’nın Kumluca İlçesi sınırları içindeki
Rhodiapolis antik kenti, 2006 yılında resmen
başlayan kazı çalışmalarının ardından ikinci kez
muhteşem bir konsere ev sahipliği yaptı. Denizden
yüksekliği 300 metre olan ve halen kazı
çalışmalarının devam ettiği kentte geçen yıl yine
Tefken Flarmoni orkestrası tarafından bir konser
verilmiş ve bin yıllık uykusundan uyandırılmıştı.
Konser öncesi Rhodiapolis antik kentinde 2006-2008
yılları arasında kazı ekibinde yer alan İrlandalı
sanat tarihçisi ressam Mikail Muggan’ın
çizimlerinden oluşan Rhodiapolis Resimleri Sergisi
açıldı.
Rhadapolis Arkeoloji girişim grubu ve kazı ekibi
başkanlığı tarafından bu yıl da antik Likya
kentlerinde kazı yapan, kitap-makale yayınlayan,
sponsor olarak katkı sağlayarak öne çıkan kişi ve
kuruluşlara verilen ve antik şehrin hamisi, tarihte
ilk kayıtlı sponsor Opromaos Ödülü, Arykanda kazısı
kurucu başkanı Prof.Dr. Cevdet Bayburtluoğlu’na
verildi.
Rahatsız olduğu için konsere gelemeyen
Bayburtluoğlu’nun ödülü, Belediye Başkanı Hüsamettin
Çetinkaya tarafından öğrencisi Beyhan Şekerci’ye
teslim edildi. Aynı ödül geçen yıl uzun süre Patara
kazılarına başkanlık eden Prof.Dr. Fahri Işık’a
verilmişti. Konserden önce ayrıca Tefken Vakfı
Onursal Başkanı Ali Nihat Gökyiğit ve Akdeniz
Üniversitesi adına Edebiyat Fakültesi Dekanı
Prof.Dr. Haldun Eroğlu’na da Başkan Hüsamettin
Çetinkaya tarafından bir plaket verildi.
Konser alanına saatler öncesinden gelmeye
başlayan sanatseverler, kazı alanına araçla
çıkılamayacağı için de zorlu bir yolculuktan
geçtiler. Patika yollardan antik tiyatroya ulaşan
sanatseverler, burada önce kazı alanlarını gezip
fotoğraf çekme imkanı buldular. Rhodiapolis antik
kenti Kazı Başkanı Yrd.Doç.Dr. İsa Kızgut konser
öncesi yaptığı açıklamada, Rhodiapolis’teki konserle
3 bin yıllık geçmişi olan antik kentin geçen yılki
konserle sessizliğini bozduğunu dile getirerek,
“Rhodiapolis sadece bir antik kent değil. Antik
kentte yaşayan insanlar yaşam şekilleri ve dünyaya
verdikleri mesajla da dikkat çekti” diye konuştu.
Tekfen Filarmoni Orkestrası Şefi Saim Akçıl ise
orkestrada 23 ülkeden sanatçı bulunduğunu belirtti.
Orkestradaki sanatçıların Karadeniz ve Doğu Akdeniz
ve Hazar Denizi, ülkelerinden olmalarından dolayı
orkestra için “Üç Denizin Sesi” ifadesini
kullandıklarını anlatan Akçıl, Rhodiapolis’te ikinci
etkinlik olmasından dolayı ayrıca mutluluk
yaşadıklarını söyledi.
Daha sonra şef Saim Akçıl idaresinde sahne alan
Tekfen Filarmoni Orkestrası konserine geçildi.
Konser, sanatseverlerin de sözlerine eşlik ettiği
“Üsküdar’a giderken” adlı eser ile sona erdi.
Konserin ardından açıklamalarda bulunan Kumluca
Belediye Başkanı Hüsamettin Çetinkaya, bu yıl geçen
yıla oranla iki kat daha fazla sanatseverin
Rnodiapolis antik kentinde buluştuğunu, gelecek yıl
bu sayının daha da artmasını beklediklerini söyledi.
Kültür Bakanlığı ve Akdeniz Üniversitesi tarafından
devam etmekte olan kazılara, Kumluca Belediyesi
olarak verdikleri desteğin devam edeceğinin altını
çizen Belediye Başkanı Çetinkaya, “Sanat, çok farklı
kültürden insanları bir arada toplayabiliyor. Bunun
en güzel örneği aralarında 23 farlı ülkeden farklı
dilleri konuşan farklı kültürleri
yaşayan sanatçıların oluşturduğu Tefken Flarmoni
Orkestrasıdır. Hepsi notalarda buluşup ortaya
muhteşem bir konser çıkartıyorlar” dedi.
Sahip olduğu repertuvarı ve eşlik ettiği yerel
çalgılarla özel bir konuma sahip olan Tekfen
Filarmoni Orkestrası, 1992 yılında şef Saim Akçıl
yönetiminde, Karadeniz Oda Orkestrası adı altında
kuruldu. Tekfen Filarmoni Orkestrası yıllar içinde,
farklı kültür ve ülkelerden çeşitli geleneksel
çalgılara ve onlar için yazılan bestelere
konserlerinde yer vererek orkestralar arasında
farklı bir konuma sahip oldu. Orkestra, zaman içinde
gelişerek büyüdü ve Karadeniz bölgesine ilave olarak
Hazar Denizi ve Doğu Akdeniz ülkelerinden
sanatçıları da bünyesine katarak bayrak sayısını
yirmi üçe çıkardı.
TARİHÇESİ
Likçe adının “Wedrei
(Wedrennehi/Wedrenni)” olduğu düşünülen kentin
tarihi, kazılarla ele geçen bulgulara göre şimdilik
MÖ 8. yüzyıla geri gidiyor.
Kent Klasik, Hellenistik, Roma ve Hıristiyanlık
dönemlerinde de yaşam izleri taşıyor. MS 11.
yüzyılda Arap akınlarının yoğun olduğu dönemlerde
terk edildiği biliniyor.
2000 yılında geçirdiği büyük yangın sonrasında
çok büyük bir tahribata uğramış fakat bu olay,
unutulmuş kentin tekrar gündeme gelmesini
sağlamıştı. 2006 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı
ile Akdeniz Üniversitesi adına ilk kez arkeolojik
kazılara başlandı. Beş yıllık kazı tarihinde kentin
kamu merkezi ile yapılarının açığa çıkarılması büyük
oranda tamamlanmıştır. Denizden yüksekliği üçyüz
metre olan sıra tepeler üzerine kurulu kentin en üst
kotunda yer alan teras üzerinde MS 5. yüzyıla
tarihlenen bir kilise, MÖ 2. yüzyıla ait bir
kenotaph (Anıt Mezar) ile kazılarına henüz
başlanmamış çeşitli mekanlar bulunuyor.
haberler.com, 12.06.2012
|
OSMANLI'NIN MİLYON DOLARLIK HEDİYELERİ

Bazı ülkeler, Osmanlı döneminde
hediye edilen
İstanbul Boğazı’ndaki yalıları,
başkonsolosluk veya yazlık
rezidans olarak kullanıyor.
Oprah Winfrey, Colin Powell, Madeleine Albright ve
Calvin Klein’ın da aralarında bulunduğu dünyaca
ünlü isimlere rehberlik yapan ”İstanbul Hakkında Her
Şey” ile ”Boğaz Hakkında Her Şey” kitaplarının
yazarı, Saffet Emre Tonguç, AA muhabirine, İstanbul
Boğazı’ndaki sefarethaneler hakkında bilgi verdi.
Tonguç’un verdiği bilgiye göre, Osmanlı
İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’da bulunan
büyükelçilik binaları, Cumhuriyet’in ilanından sonra
Ankara’ya taşındı. İstanbul’daki binalar da
konsolosluk haline geldi. Konsoloslukların
bazılarının Boğaz’da çok güzel ve tarihi binaları
bulunuyor.
-Mısır
Konsolosluğu-
Bebek sahilindeki Mısır’ın İstanbul
Başkonsolosluğu’nun bulunduğu yerde, Sultan
Abdülhamid’in şeyhülislamlarından Dürrizade Esseyyid
Mehmet Ataullah Efendi’nin yalısı bulunuyordu.
Dürrizadeler, Sultan 1. Mahmud’dan Sultan 2.
Mahmud’a kadar olan dönemde, 5 Osmanlı şeyhülislamı
yetiştirmiş bir aile. Dürrizadeler’den Abdullah
Efendi’nin ölümünden sonra yalı, Sadrazam Mehmet
Emin Rauf Paşa’ya, ardından da Sadrazam Ali Paşa’ya
geçti. (1815-1871).
Ali Paşa’nın, Hariciye Nazırlığı sırasında yalı,
önemli
konferans, ziyaret ve davetlere ev sahipliği
yaptı. Burada,
Karadağ Konferansı (1858) toplandı,
Girit İsyanı’nı bastırma hazırlıkları yapıldı,
ayrıca
İmparator Franz Joseph bu yalıda misafir edildi.
Ali Paşa’nın, 1871’de ölümünden sonra Sultan 2.
Abdülhamid yalıyı satın alarak, son Mısır Hıdivi
Abbas Halim Paşa’nın annesi ve eski Hıdiv Tevfik
Paşa’nın eşi Hıdiva Emine Paşa’ya hediye etti.
Art Nouveau üslubundaki bu saray yavrusu, 1902
yılında yapıldı. ”Hıdiva Sarayı” olarak da bilinen
saray, sıklıkla Raimondo d’Aronco’nun eserleri
arasında gösterilse de iki Avusturyalı mimar,
Fabricius ve Antonio Lasciac tarafından tasarlandığı
düşünülüyor.
Hıdiva Emine Hanım, Osmanlı tarihinde ”paşa” unvanı
alan tek kadın olarak tarihe geçti. 2.
Abdülhamid’den bu unvanı alan Valide Paşa, hayatının
son yıllarını, yalının arkasındaki av köşkünde
geçirdi. Valide Paşa, 1913 yılında öldü. Oğlu Abbas
Hilmi Paşa, 30 yıl hıdivlik yaptıktan sonra 1914
yılında Osmanlı yanlısı olduğu gerekçesiyle
İngilizler tarafından Mısır’ın yönetiminden
uzaklaştırıldı. Paşa, ömrünün kalan kısmını
çoğunlukla
Avrupa’da geçirdi ve 20 Aralık 1944 yılında
Cenevre’de hayata veda etti.
Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa, İngilizler tarafından
görevden alınana kadar burayı yazlık olarak
kullandı. Anlatılan şehir efsanesi doğruysa, Emine
Hanım binayı Türk devletine vermek istemiş ama resmi
bir yazışma, koskoca Hıdiva’ya ”Bebekli Emine Hanım”
diye yollanınca vazgeçmiş ve sarayı, büyükelçilik
olarak kullanılması koşuluyla Mısır Devleti’ne
vermiş.
Mısır Büyükelçiliği’nin 1923 yılından sonra
Ankara’ya taşınmasıyla, Bebek’in en etkileyici
yapısı başkonsolosluk oldu ve
2010 yılında baştan aşağı, çok başarılı bir
şekilde restore edildi.
-Avusturya
Konsolosluğu-
Yeniköy’ün kuzeyinde, Kalender ile birleştiği
yerde Said İbrahim Yalısı’nın yanında bulunan
Avusturya’nın İstanbul Başkonsolosluğu, geçmişte
Cezayirliyan Yalısı olarak biliniyordu.
Ermeni banker Mıgırdıç Cezayirliyan ailesine ait
olan yalı, geç klasik stilinde tahminen 19. Yüzyıl
ortalarında Balyanların ikinci kalfalığını yapan
Mıgırdıç Kalfa tarafından inşa edildi.
Yalı, 28 Eylül 1882 tarihli ferman ile politik
anlaşmaları sağlamlaştırmanın en iyi yolunun değerli
bir gayrimenkul hediye etmek olduğu zamanlarda
Sultan 2. Abdülhamid tarafından Avusturya-Macaristan
İmparatoru 1. Franz Joseph’e hediye edildi.
Yalının eşyasının çoğu, 1. Dünya Savaşı sonunda
satıldı. Kısa bir süre İngilizler’in mülkiyetine
geçen yalı, daha sonra tekrar Avusturyalılar’a
kaldı. 2. Dünya Savaşı sırasında Avusturya Almanlar
tarafından ilhak edilince yalı tekrar Almanlar’a
verildi. Tarihi süreçte yalı, yeniden
Avusturyalılar’ın eline geçti. Şu anda Avusturya’nın
İstanbul Başkonsolosluğu ve kültür merkezi olarak
kullanılıyor.
-Almanya
Konsolosluğu yazlığı-
2. Mahmud, 1829’da şu anda Almanya’nın İstanbul
Başkonsolosluğu yazlık rezidansının bulunduğu
Tarabya’daki arazide kurulan askeri bir kampta kaldı
ve Mareşal Helmut Von Moltke’den (1822-1888) Osmanlı
ordusunun yeniden yapılandırılması için yardım aldı.
Bunun üzerine 2. Abdülhamid, çocukluğunu geçirdiği
köşkü, 1880 yılında diplomatik kullanım amaçlı
olarak Alman İmparatoru Kayzer 2. Wilhelm’e hediye
etti.
Alman İmparatorluğu, Osmanlı-Rus Harbi sırasında
Osmanlı Ordu Karargahı olarak kullanılan köşkün
kalıntıların bulunduğu araziye, bir rezidans
yaptırmaya karar verdi. 1882 tarihli ilk imar
projesi Cingria isminde bir mimar tarafından
tasarlandı,
Atina’da arkeolog olarak görev yapan
Wilhelm Dörpfeld tarafından gözden geçirildi ve
üzerinde bazı değişiklikler yapıldı. Cingria’nın
çalışmalarına karşın Dörpfeld, Osmanlı mimarisini
dikkate aldı. Büyükelçilik rezidansının merkez
odasının sekizgen yapısı ve kullanılan ahşap
sütunlar, zamanında Boğaz’da bulunan yazlık evlerin
karakteristik özelliklerini yansıtıyor. Binanın 1885
yılında başlayan inşaatı, Armin Wegner tarafından
üstlenildi ve iki yıl sonra tamamlandı.
Rezidans, büyük bir koru içinde yer alıyor. Korunun
tepesinde
Çanakkale Savaşı’nda hayatını kaybeden 265 Alman
askerinin mezarları ve onların anısına yapılan bir
anıt bulunuyor.
-2. Abdülhamid’in
düğün hediyesi-
Tarabya’dan Kireçburnu’na giderken iki tane
yazlık köşk dikkati çekiyor.
İtalya’nın İstanbul Başkonsolosluğu yazlık
rezidansı olan ilk köşk, 1908 yılında Raimondo
d’Aronco tarafından yapıldı.
Sultan 2. Abdülhamid tarafından Karadağlı Prens
Elena’ya düğün hediyesi olarak verilen köşkteki
restorasyon devam ediyor.
Fransa’nın İstanbul’daki yazlık rezidansı, 18.
yüzyılda Eflak Boğdan Voyvodası Fenerli
Rum Prens Alexander İpsilanti tarafından
yaptırıldı. Voyvoda’nın ölümünden sonra devlet,
bütün mal varlığına el koydu. Fransızlar,
İngilizlerin İstanbul’a saldırmalarını engelleyince
Sultan
3. Selim binayı
Napolyon Bonapart’a hediye etti. Bina 1913
yılında büyük ölçüde yandı ve orijinal yapıdan
sadece çok az bir kısım günümüze ulaştı. Binada
Marmara Üniversitesi
Fransızca Kamu Yönetimi bölümü eğitim görüyor.
Tarabya gibi Büyükdere’de de başkonsolosluklara ait
yazlık binalar göze çarpıyor.
Sadberk Hanım Müzesi ile Büyükdere’nin merkezi
arasında yer alan neoklasik tarzda yapılan
İspanya’nın İstanbul Başkonsolosluğu yazlık
rezidansı veya diğer adıyla ”Ruan do Bulinyi
Sarayı”, Fransiskan keşişler tarafından yapıldı.
1783 yılındaki bir
kolera salgınından sonra İspanyollar’a verilen
sarayın, orijinal bahçesi sahil yolu yapımında
istimlak edildi.
Fransiskanlar’ın 1866 yılında inşa ettiği, Santa
Maria Manastırı’nın bir parçası olan Günahsız
Gebelik Kilisesi biraz ileride Tarabya’ya giden
sahil yolunun hemen arkasında bulunuyor.
Sadberk Hanım Müzesi’nden
Sarıyer’e gidildiğinde 1840 yılında
General Nikolay Ignatyev için inşa edilen ancak
daha sonra
Rusya’nın İstanbul Başkonsolosluğu yazlık
rezidansı olarak kullanılan bina dikkati çekiyor.
Milliyet, 12.06.2012
|
TROİA ANTİK KENTİ BBC'DE TANITILACAK

BBC'de yayınlanacak olan 19. Yüzyılın En Önemli
Arkeolojik Keşifleri konulu belgesel çekimi için
dünyanın değişik ülkelerindeki en önemli antik
kentler seçildi. Bunlar arasına
Troia antik kenti de dahil edildi.
BBC'de eylül ayında yayınlanacak olan belgeselin
çekimleri için
Troia antik kentine gelen üç kişilik
BBC ekibi iki gün
serecek olan çekimlere başladı. Yapımcı Chris
O'Dannel, yönetmen Anthony Barwell ve sunucu Richard
Miles, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen
Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi
Doç.Dr.
Rüstem Aslan ile
görüşüp bilgiler aldı. Ardından da antik kentin
önemli bölümlerinde çekimler yapan ekip, son olarak
Doç.Dr.
Rüstem Aslan ile röportaj yapacak.
Aynı zamanda bir arkeolog olan sunucu Richard Miles,
belgesele Mesksika, İtalya ve Almanya gibi ülkelerde
bulunan antik kentlerin konu edildiğini, Türkiye'den
ise sadece Troia'da çekim yapıldığını söyledi.
Miles, "Bu programı yapmaya karar verdiğimizde ilk
çekim yapmayı düşündüğümüz yer Troia oldu. Program,
arkeolojiye ilgi duymuş ilk insanları konu alıyor.
Troia'da da karşımıza, burada kazı yapan ve
hazineleri kaçıran Schliemann çıkıyor. Biz bu
program ile o dönemde kazı yapan arkeologların daha
önce yaşamış medeniyetleri araştırma isteğinin
nereden kaynaklandığını aktarmak istiyoruz" dedi.
Arkeolog Schliemann tarafından Troia'da bulunup
kaçırılan ve şu anda önemli bir bölümü Moskova'daki
Puşkin Müzesi'nde sergilenen Troia hazinelerinin
Türkiye'ye iadesi konusundaki düşüncesi sorulan
sunucu Richard Miles, "Bu soruya çok dikkatli cevap
vermem gerekiyor. Çünkü İngiltere'de de
Yunanistan'ın geri istediği eserler bulunuyor. Bence
tabii ki hazineler çıktığı yerde sergilenmeli. Ancak
bu politik ve zor bir soru. İki taraf oturup,
konuşup anlaşmalı. Bizim çektiğimiz programın
BBC'de yayınlanması, daha çok insanın bir şeyler
öğrenmesi Troia'nın tanıtımını destekler" dedi.
Troia kazı heyeti başkanı Doç.Dr.
Rüstem Aslan ise, Troia'ya olan ilgi ve
ziyaretçi sayısının her geçen gün arttığını söyledi.
Aslan, "BBC'nin böyle bir program yapma isteği
geldiğinde biz de akademisyen olarak ürettiğimiz
bilgileri kendilerine anlatıyoruz. Bu programda
19'uncu yüzyıldaki en önemli arkeolojik keşif
tarihleri ile ilgili. Troia da bunlardan en
önemlisi. Burada Schliemann ve hazinelerin
kaçırılması üzerine bir belgesel yapıyorlar.
Akademisyen olarak, sürekli bu konunun gündemde
kalmasının eserlerin geri dönmesi için bir kamuoyu
oluşturması bakımında faydalı olacağını düşünüyorum.
Çünkü son zamanlarda Troia müzesiyle ilgili somut
adımlar var. Ben hep söylüyorum. Eserlerin çıktığı
yerde sergilenmesi fikri desteklenmeli. Bu adımlar
Troia hazinelerinin aşama aşama geri dönmesini
sağlayacaktır" dedi.
Habertürk, 12.06.2012
|
 |
ÇİN'DEKİ KAZILARDA 110 KİL ASKER DAHA GÜNEŞİ GÖRDÜ
Çinli arkeologlar, yüzyıllardır yerin altında gömülü olan 110 kil asker (Terra cotta askerleri) heykelini Shaanxi eyaletinin Xian kentinde günyüzüne çıkardı. Çin'in ilk imparatoru Qin ShiHuang'un mezarını korumak için kurulan ordunun bir parçası olan terra cotta askerler, İmparator'un ülkenin kuzeyindeki Xian'in kentinde bulunan mozelesi yakınlarında bulundu. Kazılar kapsamında 12 at, at arabası parçaları, silahlar ve bazı savaş malzemeleri de gün yüzüne çıkarıldı.
Çinli köylülerin 1974'te kuyu kazarken kazayla keşfettiği ilk toprak askerden yola çıkılarak bölgede diğer terra cotta askerler ve silahları bulunmuştu. Daha sonra bölge kazı alanına dönüştürüldü ve zaman içinde 7 bin kadar asker yeraltından özenle çıkarıldı. Çin Seddi'nden sonra bulunan en büyük tarihi miras olarak bilinen terra cotta ordusu, UNESCO Dünya Mirasları arasında yer alıyor.
Sabah, 12.06.2012
|
ÇANAKKALE'DE 4 KİŞİ TARİHİ HEYKELİ JANDARMAYA SATARKEN YAKALANDI
Çanakkale'de İl Jandarma Komutanlığı Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube ekiplerinin gerçekleştirdiği operasyonda, tarihi bir heykeli satmak istedikleri iddiasıyla 4 kişi yakalandı.
Çanakkale'de İl Jandarma Komutanlığı Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube ekiplerinin gerçekleştirdiği operasyonda, tarihi bir heykeli satmak istedikleri iddiasıyla 4 kişi yakalandı.
Çanakkale İl Jandarma Komutanlığı'nca İstanbul ve Denizli'de yaşayan S.B., Y.A., M.A. ve S.M. isimli şahısların, organize suç örgütü kurarak ellerinde bulunan tarihi eserleri satmaya çalıştıkları ihbarı alındı. Çanakkale'nin Ayvacık İlçesine geldikleri belirlenen 4 kişinin yakalanması için çalışma başlatıldı. Jandarmanın KOM Şube ekipleri, şüphelilerle alıcı gibi bağlantı kurdu. 4 şüpheli, yanlarında getirdikleri bir heykeli Ayvacık İlçesine bağlı Küçükkuyu beldesinde Çanakkale İl Jandarma Komutanlığı KOM Şube Müdürlüğü ekiplerine satmaya çalıştıkları esnada suçüstü yakalandı.
S.B., Y.A., M.A. ve S.M. isimli şahıslar Cumhuriyet Savcısının talimatı ile gözaltına alındı. Mahkemeye çıkarılan şüpheliler, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılırken, ele geçirilen ve antik Roma dönemine ait olduğu sanılan mermer taş üzerine el işçiliği ile yapılmış 57 santim uzunluğunda 1 adet Herakles heykeli müzeye teslim edildi.
Türkiye Turizm 11.06.2012
|
 |
KALE İÇİNDE HAZİNELER YATIYOR

Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat
Fakültesi Arkeoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof.Dr.
Mustafa Şahin, Tophane sur kazıları sırasında ortaya
çıkmaya başlayan devasa buluntunun, Bizans
İmparatoru I. Justinian tarafından MS 6. yüzyılda
yaptırıldığı bilinen Aziz Mikail Kilisesi
olabileceğini, yapı işçiliğindeki gözlenen
özelliklerin bu tarihi ve tezi desteklediğini
söyledi.
Bursa son birkaç yıldır ‘turizm’ projeksiyonlu
büyüme planlarıyla yönetiliyor. Hem Büyükşehir
Belediyesi hem de Bursa Valiliği, kentin gelecek
yönetimi mesaisinde ağırlığı bu konuya veriyor. İşte
bu çabayı destekleyecek çok önemli bir gelişme oldu.
Yenieksen’den Rıza Ertekin’in Şehrengiz Dergisi için
hazırladığı haberde bu tarihi kalıntıya ilişkin
önemli bilgiler yer aldı.
Titiz bir çalışmayla hazırlanan ve kentin kültürel,
tarihi belleğine ışık tutan Şehrengiz Dergisi de bu
konuyu bu ayki sayısında ela aldı. UÜ Fen Edebiyat
Fakültesi Arkeoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof.Dr.
Mustafa Şahin, uzmanlığı nedeniyle kısa bir süre
önce İl Kültür Müdürü Ahmet Gedik ve Arkeoloji
Müzesi yetkililerinin daveti üzerine buluntu
alanında bir inceleme yaptı.
Prof.Dr. Mustafa Şahin, Büyükşehir Belediyesi
yetkililerinin gözetiminde alanı bir kez daha gezdi
yapının açığa çıkan bölümlerini inceledi. Bu
incelemelerden kısa bir süre sonra Büyükşehir
Belediyesi bu alanı girişe kapattı ve güvenlik
önlemi aldı.
Prof.Dr. Şahin, inceleme gezileri ve Şehrengiz’in
çektiği fotoğraflar üzerinden, Bursa’nın turizm
vizyonu için büyük önem taşıyan buluntuyla ilgili
olarak açıklamalarda bulundu. Prof.Dr. Şahin’in
açıklamaları, dergide şöyle yayınlandı:
“Kazıları süren yapı fotoğraflardan da anlaşılacağı
üzere gerçekten muhteşem… Son yıllarda Büyükşehir
Belediyesi marifeti ile şehirde çok güzel çalışmalar
yapılıyor. Çok sayıda tarihi eserimiz onarılarak
tekrar hizmete sokuluyor. Bunlardan birisi de halen
onarımı devam eden kent surları. Onarım
tamamlandığında kentin silüetine önemli katkıda
bulunacağı şüphesiz.
Bu kurtarma kazısı sur duvarlarını açığa çıkartmak
amacıyla Büyükşehir Belediyesi’nin isteği üzerine
Bursa Müze Müdürlüğü’nce yürütülüyor. Ancak
kazıların ilerleyen aşamalarında beklenmedik bir
şekilde anıtsal bir yapıya rastlandı. Ortaya çıkmaya
başlayan yapı üç nefli bir bazilika. Hali hazırda
görünen boyutları ile devasa büyüklükte olduğu
anlaşılıyor. Yapıda kullanılan düzgün kesme tas
malzeme de yapının önemini ve anıtsallığını açıkça
gösteriyor. Bu yapı daha önce çeşitli vesileler ile
cevrede yapılan sondaj kazılarınızda bulunan
buluntulara da anlam kazandırıyor. Örneğin; Sümbüllü
Bahçe Konağı’nın temelinde, Müze Müdürlüğü
tarafından daha önceki yıllarda yapılan sondaj
kazısında ortaya çıkan kalıntılar hatalı olarak bir
hamam yapısına ait külhan seklinde yorumlanmıştı.
Ancak mevcut kalıntılar, örnekleri birçok antik
kentte bulunan bir vaftiz havuzuna ait. Böylece
vaftiz havuzunun da normale göre neden çok daha
büyük inşa edildiği anlaşılmakta. Bu vaftiz
havuzunun da bazilikanın bir parçası olduğunu
düşünüyoruz. Bu tespit bile yapının ne kadar anıtsal
olduğunun bir diğer göstergesidir…”
Yeni Bursa, 11.06.2012
|
DİYARBAKIR, SİLVAN İLÇESİ HASUNİ MAĞARALARI TURİZME
KAZANDIRILIYOR

Diyarbakır"ın Silvan
İlçesi'ndeki Hasuni
Mağaraları'nın turizme kazandırılması ve tanıtılması
amacıyla başlatılan çalışmalar devam ediyor.
Diyarbakır’ın Silvan İlçesi'ndeki Hasuni
Mağaraları'nın turizme kazandırılması ve tanıtılması
amacıyla başlatılan çalışmalar devam ediyor.
Tarih
ve kültürel alanda Türkiye’nin en zengin
kentlerinden biri olan Diyarbakır’da turizmin
gelişmesi anlamında başlatılan çalışma sürüyor.
Silvan İlçesi'ndeki Hasuni Mağaraları, Kalkınma
Bakanlığı, Karacadağ Kalkınma Ajansı, Kültür ve
Turizm Bakanlığı, Diyarbakır Valiliği ile Silvan
Kaymakamlığı'nın ortak projesi ile turizme
kazandırılıyor. Mağaraların içerisi temizlenerek
tahrip olan bölümleri restore edildi,
ışıklandırılması tamamlandı. Restorasyon
çalışmalarının ardından mağaraların giriş bölümüne
kafeterya, 52 araçlık otopark, gelen yerli ve
yabancı turistler için kesme taşlarla sosyal ve
yaşam alanları yapıldı. Silvan İlçe Kaymakamı Yunus
Sezer, Hasuni Mağaraları'nı daha etkin ve ivedi
tanıtımını gerçekleştirmek amacıyla başlatılan
çalışmalar çerçevesinde Diyarbakır ve Batman’da
görev yapan yerel ve ulusal medya temsilcilerini
ilçede ağırlayarak çalışmalar hakkında bilgi verdi.
Kaymakam Yunus Sezer, Silvan
İlçesinin çok eski
tarihlere sahip bir kent olduğunu belirterek şöyle
konuştu: "Burası Diyarbakır’dan da daha eski bir
medeniyet şehridir. Bu mağaralarda bir kent yaşamı
için gerekli olan her şey var. Turizme kazandırılma
çalışmaları kapsamında Orta Çağ döneminden kalan
tarihi Hasuni Mağaraları için yaklaşık 1 yıldan beri
yürütülen proje, tamamlanarak hayata geçirildi.
Hasuni Mağaraları girişinde ziyarete gelecekler için
gerekli tüm düzenleme yapıldı. Bu aşamada, gerekli
tanıtım çalışmalarını yaparak, yerli ve yabancı
turistleri buraya çekmeyi hedefliyoruz.”
Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin eşine az rastlanır
doğal güzelliklere sahip olduğunu da dile getiren
Kaymakam Sezer, şunları söyledi: “Silvan İlçemizde,
devasa kaya parçaları oyularak apartman şeklinde
yapılmış mağaralar var. Bunlar 3, 5 ve 7 katlı
mağaralar. Görenleri hayrete düşürüyor. Hasuni
Mağaraları, doğunun birçok yeri gibi turizmde hak
ettiği ilgili görmeyi bekliyor”
Türkiye Turizm, 11.06.2012
|
"BİN 99 ESER KÜTAHYA ARKEOLOJİ MÜZESİ'NE TESLİM
EDİLDİ"
Dumlupınar Üniversitesi (DPÜ) Fen Edebiyat
Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Nejat
Bilgen başkanlığında 2006 yılından bu yana
sürdürülen Seyitömer Höyüğü’ndeki kazılarda geçen
yıl elde edilerek onarılan bin 99 eser, Kütahya
Arkeoloji Müzesi’ne teslim edildi.
Prof.Dr. Bilgen, Kütahya Arkeoloji Müzesi’nde
düzenlenen basın toplantısında, kazıların 6′ncı
sezonunu geçen yıl kasım ayında tamamladıklarını
anımsattı.
Geçen kış mevsimi öncesi fiili kazıya ara
vererek, höyüğün yer aldığı Türkiye Kömür
İşletmeleri (TKİ) Genel Müdürlüğü’ne bağlı Seyitömer
Linyitleri İşletmesi (SLİ) Müessesesi’nce sağlanan
imkanlar doğrultusunda 10 arkeoloji uzmanını
görevlendirdiklerini belirten Prof.Dr. Bilgen,
şunları kaydetti:
“Arkadaşlarımız, DPÜ Merkez Yerleşke’deki
laboratuvarlarımızda eski eserlerin tamiri ve
teşhire hazırlanması bakımından bir fabrika gibi
çalıştı. Restorasyon ve konservasyon dediğimiz bu
aşamaları çok yoğun ve hızlı bir şekilde yapabilme
imkanımız oldu. Herhalde Türkiye’de ilklerden
biridir; bin 99 envanterlik, sergilenebilecek
düzeyde eseri Kütahya Arkeoloji Müzesi’ne teslim
ettik. Yaklaşık yüzde 80′i, İlk Tunç Çağı’nda
üretilmiş seramik eserlerden oluşuyor. Bu onarılan
eserleri, höyükten geçen yıl bulmuştuk. Bu, sahada
iyi yetişen ve atölyede ustalıkları artan, bundan
dolayı hızlı üretim yapabilen arkadaşlarımızın
başarısıdır. Bu imkanları bize sağlayan tüm
yetkililere teşekkür ederim.”
Kütahya Müze Müdürü Metin Türktüzün de 6 yıldır
her yıl 6′şar ay olmak üzere sürdürülen kazılarda
çok sayıda eserin müzeye kazandırıldığını söyledi.
Seyitömer Höyüğü’nün, fazla sayıda eser verdiğini
ve çok zengin bir tarihsel yapıya sahip olduğunu
anlatan Türktüzün, “Bu yıl müzemize getirilen
eserlerin sayısı 2 bin 500′e ulaştı. Bu yıl
yapılacak kazılarda en az bu sayıda eserin daha
müzemize getirileceğini tahmin ediyorum. Kütahya
Arkeoloji Müzesi, tarihi bir medrese binasında 1965
yılından bu yana hizmet veriyor. Müzemizde 40 bin
500 envanterli eser var. Buna karşı Seyitömer
Höyüğü’ndeki eserlerin fazlalılığından dolayı çok
büyük bir kapasiteye sahibiz. Dolayısıyla Kütahya’da
yeni ve modern bir müze binasına ihtiyaç var.”
SLİ Müessesesi sınırları içinde yer alan
höyükteki kazı çalışmaları, altındaki 12 milyon ton
kömürün ekonomiye kazandırılması amacıyla 1989
yılında Eskişehir Müze Müdürlüğü’nce başlatıldı.
Afyonkarahisar Müze Müdürlüğü’nün 1990-1995
yıllarında yürüttüğü çalışmalar, 2006′dan itibaren
DPÜ Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü’nce ele
alındı.
TKİ Genel Müdürlüğü ve DPÜ Rektörlüğü arasında
imzalanan protokol gereğince her yıl 6′şar aylık
dönemler halinde yürütülen kazı çalışmalarının
tamamlanması ve höyüğün kaldırılmasının ardından
değeri yaklaşık 500 milyon lira olarak tahmin edilen
linyit kömürünün çıkarılmaya başlanması
hedefleniyor.
Geçen yıl höyükte, öğretim elemanları, öğrenciler
ve SLİ Müessesesi’nce görevlendirilen işçilerden
oluşan 250′den fazla kişi görev yaptı.
haberler.com, 11.06.2012
|
ÜFTADE DERGAHI RAMAZAN'DA ZİYARETE AÇILIYOR

Bursa’nın en önemli manevi şahsiyetlerinden
Üftade Hazretlerinin, talebelerine ders verdiği
Uludağ yamaçlarındaki dergahı, Büyükşehir
Belediyesi’nin restorasyon çalışmaları ile Ramazan
ayında hizmete giriyor.
Mülkiyeti Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nde olan
tarihi dergahta restorasyon çalışmalarına 5 yıl
önce sivil toplum kuruluşları başladı. Ancak
maddi zorluklar sebebiyle yarıda kalan
restorasyonu 6 ay önce devralan Büyükşehir
Belediyesi, özel ekipler kurarak dergahta eski
ahşap kapı ve tavan başta olmak üzere hassas bir
çalışma başlattı. Dergah içerisinde bulunan ve
Üftade Hazretlerine ait olduğu belirtilen tarihi
eşyaları da özel yöntemlerle elden geçiren Bursa
Büyükşehir Belediyesi, bu eşyaları da dergahtaki
odalarda ziyaretçilere göstermeyi planlıyor.
Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri gibi yüzlerce
talebenin ders gördüğü tarihi dergahın yanındaki
cami Ramazan ayı başında ibadete alınacak.
Orjinaline uygun olarak tavanları edirnekari
sisteminde boyanan caminin arka kısmındaki son
cemaat mahalli de hem namazlarda hem de yaz
tatilinde bölgedeki çocukların Kur’an ı Kerim
öğrenmelerinde kullanılacak. Üftade
hazretlerinin misafirlerini kabul ettiği
bölümlerdeki tarihi ahşap dolap ve tavanlarda
tek tek elden geçiriliyor. Bazı kısım ahşaplar
tamir edilirken, bazı dolap kapakları yeni
malzemeden eski şekli ile yapılıyor.
Üftade dergahında çalışmaları bizzat takip eden
Safiyüddin Erhan, ahşap tavan ve eski kapıların
Osmanlı Erken Dönemi eserleri olması bakımından
önem arz ettiğine dikkat çekti. Eski orjinal
tavan kubbesinin 2 kişilik özel bir ekip
tarafından elden geçirildiği dergahtaki
çalışmalarda, baş odanın muhteşem Bursa
manzarası ve ahşap duvar içi dolapları dikkat
çekiyor. Sedir konularak ziyaretçilerin misafir
edileceği alanın yanındaki odalarda da dergaha
ait eşyalar özel cemekanlarda sergilenecek.
Hattat Mahmut Şahin ve ekibi tarafından yazılan
duvar yazıları da talik tarzda yerlerine
konulacak.
Cami süslemesi ve nakış işlerine başlanan
ibadethanenin Ramazan ayına yetiştirilmesi
talimatını veren Başkan Recep Altepe,
çalışmaları yerinde inceledi.
Başkan Recep Altepe, Bursa’nın tüm kültürel ve
tarihi birikimi ortaya çıkarttıklarını
kaydederek, "Bursa’mız Osmanlı Devleti’ne
başkentlik yapan bir şehir. Osmanlı eserlerinin
bulunduğu bir kent. Bizler de bu örnekleri ayağa
kaldırıyoruz. Bu eserlerden birisi de ilk dönem
Osmanlı yapılarından olan Uludağ eteklerindeki
Molla Fenari Mahallesi’ndeki Üftade
Hazretleri’nin dergahıdır. Burada ibadet ettiği
ve zikirlerini yaptığı bir tekke. Burada çok
kişiler geçti. Bursa’nın büyük ululuları buradan
geçti. Bursa bir evliyalar şehri. Üftade
hazretleri de en çok talebesi olan bir zat. Aziz
Mahmud Hüdayi Hazretleri de burada eğitimden
geçti. Yaklaşık 500 yılılk bir mekan ihya
oluyor. Bu mekanda üftade hazretlerinin tekkesi
ve camisi Büyükşehir beledileyesi tarafından
restore ediliyor. Onların bir araya geldiği
semahane, değişik eşyaların bulunduğu odalar,
zikirlerini yaptığı odaların hepsi burada.
Bunlar birer birer tamamlanıyor. Bina
sağlamlaştırıldı. Tüm renkleri ve motifleri ile
her şey burada ayağa kaldırıldı. Hem müze ve
cami kısmıyla birlikte bu binaların tamamı elden
geçiriliyor. Burası sürekli ziyaret edilen
mekanlardan birisi Şimdi de
Ramazan ayına cami kısmını yetiştireceğiz.
Ramazan ayı içinde de tekke ve dergah kısmı
tamamlanmış olacak. Uzun yıllardır beklediğimiz
güzelliğe kavuşmuş olacağız" dedi.
Binanın özel mülkiyette bulunması sebebiyle uzun
zamandır bakım görmediğine dikkat çeken Başkan
Recep Altepe, "Bu binalar harabe vaziyetindeydi.
Dergah büyük bir çöküntü halindeydi. Binaların
tamamı sağlamlaştırıldı. Çevre düzeni ile
birlikte burası tamamen elden geçti. Burada
Üftade Hazretleri’nin kendi eşyaları
yıpranmıştı. Sandığın içine atılarak uzun yıllar
bekletilmiş. Yok olmaya yüz tutmuştu. Buradaki
eserler en ufak parçasına kadar tekrar gün
yüzüne çıkartıldı. Ele alındı. Vakıflar Bölge
Müdürlüğü ve uzmanlar tarafından bütün eserler
raporlandı. Daha sonra bunlar temizlenerek elden
geçirildi. Sergilenmeye hazır hale getirildi.
Burada cam vitrinlerde sergilenecek. Vitrinler
sayesinde eserler daha uzun ömürlü olacak ve
mikroorganizmaların müdahalelerinden de
korunacak. Cam vitrinler ultrviole ışınları
eserlere zarar vermemesi için film tabakalarla
kapatılıyor. Bursa manevi bir mekanını daha
kazanıyor. Bursalılar misafirlerine Üftade
Dergahı’nı da gezdirebilecekler" diye konuştu.
Dergahın etrafındaki 2 bina da kamulaştırıldı.
Dergahın altına kadar minibüsle gelebilecek
vatandaşlar, Bursa manzarasına hakim alanda hem
dergahı gezecekler, hem de bahçede çay
içebilecekler.
Bursa Olay, 11.06.2012
|
GENELKURMAY KANLI ZARFI KAYBETTİ

Çanakkale Savaşı sırasında kamyonlara lastik
almakla görevlendirilen ancak ödenek olmadığı için
tüccara 'Bedeli Çanakkale'de kanla ödenecektir'
yazılı sahte parayı veren Mehmet Muzaffer'in kendi
kanıyla yazdığı zarf yok oldu. Genelkurmay
"Taşınırken kaybolmuş olabilir" dedi.
Milliyet Gazetesi'nin haberine göre, Galatasaray
Lisesi öğrencisiyken 1914 yılında gönüllü olarak
Çanakkale Savaşı’na katılan Asteğmen Mehmet
Muzaffer’in hikayesi komutanlarının onu İstanbul’a
göndermesiyle başladı. Cephede asker ve silah
taşıyan kamyonların eskiyen lastiklerinin yerine
yenilerinin alınması için görevlendirilen Asteğmen
Mehmet, Harbiye Nazırlığı’ndan para alamayınca
çözümü sanatkarlığını konuşturmakta buldu.
Cepheye eli boş dönmemek için bir gecede çini
mürekkebiyle zamanın 100 lirasına benzer bir banknot
yapan Mehmet Asteğmen, bunlarla lastikleri alıp
cepheye döndü. Yahudi tüccarın gerçek sanarak aldığı
banknotta ilk bakışta farkedilmeyecek boyutta
“Bedeli Çanakkale’de kanla ödenecektir” yazıyordu.
Tarihe mal olan bu davranışıyla milli mücadelenin
önemli isimlerinden biri haline gelen Mehmet
Muzaffer, 2 yıl sonra yüzbaşı rütbesinde savaştığı
Irak Cephesi’nde şehit oldu. 9 Nisan 1916’da Kut’ül
Ammare’de boğazından vurulan Mehmet Muzaffer, ağır
yaralı halde cebinden çıkardığı bir zarfa kendi
kanıyla ‘Kıble ne tarafta’ ve ‘Bölük intikamımı
alsın’ yazdıktan sonra şehitlik mertebesine erişti.
Yüzbaşı Mehmet’in kanıyla yazdığı zarfı cephede
savaşan askerlere gösteren 6. Ordu Komutanı Halil
Paşa, bir ere teslim ettiği zarfın müzeye
götürülmesi emrini verdi.
Çekilen fotoğrafı Genelkurmay Başkanlığı’nın Harp
Menkibeleri Kitabı’nda da yayınlanan zarfın peşine
düşen araştırmacı yazar Metin Soylu hiç beklemediği
bir sonla karşılaştı. Başvurduğu Genelkurmay
Başkanlığı Soylu’ya tarihi mirasın kaybolduğu
yanıtını verdi. Genelkurmay Askeri Tarih ve
Stratejik Etüt Daire Başkanlığı, Çanakkale Savaşı’na
ait 55 bin görsel ve yazılı belgeyi 2 ay boyunca tek
tek inceledi ancak kanlı zarfın sadece Askeri
Müze’ye teslim edildiğine dair belgeye ulaşılabildi.
Başkanlıktan yapılan 13 eylül 2011 tarihli
açıklamada: “96 yıl önce Irak’tan İstanbul’a
gönderilen Yüzbaşı Mehmet Muzaffer’in kanlı zarfının
askeri müzemize teslim edildiğine dair bir belge
bulundu. Temelleri 1846’da atılan müzemizdeki
envanterler 1940 yılına kadar Aya İrini Kilisesi’nde
kaldı. II. Dünya Savaşı sırasında güvende olması
için Anadolu’ya nakledilen eserler 1949’da
İstanbul’a getirilerek Maçka silahhanesinde
depolandı. 1959’da harbiye jimnastikhanesinde kalan
eserler 1966’da askeri müzeye getirildi. 2 aydır tüm
arşivlerimizi tarayarak yaptığımız incele sonunda
kanlı zarfın kayıtlarımızda olmadığını gördük.
Uzmanlarımız tarihi belgeyi bulmak için büyük çaba
harcıyor. Kanlı zarf dönemin savaş koşullarında
teslim edilemeden kaybolmuş olabilir. Sadece teslim
tutanağı elimize ulaşmış. Yada askeri müzeye teslim
edildikten sonra taşınmalar sırasında da kaybolmuş
olabilir. Ne olursa olsun kopyalarının bulunduğu
kanlı zarfı ortaya çıkartmak için çalışmalarımızı
sürüyor” denildi.
Mehmet Muzaffer adlı kitabıyla kanlı zarfı
gündeme getiren Metin Soylu, “Tarihi bir roman
yazarak bu gerçek kahramanlığı kamuoyuna hatırlatmak
istedim. Romanı yazarken esas konu olan kanlı zarfın
kaybolduğunu öğrenince üzüldüm. Askeri arşivlerin
taranarak bulunacağını umuyorum. Resmi kurumlarla
yaptığım yazışmalarda kanlı zarfla ilgili ipuçlarına
ulaşmıştım. Kanlı zarfın bulunarak sergilenmesi
Mehmet Muzaffer’in kamuoyuna anlatılması açısından
çok önemli” dedi.
Radikal,11.06.2012
|
 |
"RÖNESANSIN BAŞLAMASINDA OSMANLININ KATKISI VAR
Tarihçi Prof.Dr. Halil İnalcık, Osmanlı topraklarından Floransa'ya giden Yunan filozof, alim ve filologlar sayesinde İtalya'da yeşeren serbest düşüncenin, Hıristiyanlığın hurafelerle bozulmuş şeklini ve papanın bütün otoritesini yıktığını söyledi. Papalık ve imparatorluğun, hurafelerle dolu bir Hıristiyanlığın hakim olduğu, kilisenin serbest düşünceyi ölümle cezalandırdığı Avrupa'nın yerini 15. yüzyılda zihin hürriyetinin hakim olduğu Rönesans Avrupası'nın aldığını hatırlatan Prof.Dr. İnalcık, "Hiç bilinmeyen bir şey, Osmanlı Türklerinin, Rönesans'ı başlatan fikir hareketine önemli katkı yapmalarıdır" dedi. İstanbul ve Bursa'daki birçok Yunan aliminin Floransa'ya gidip oradakilere Yunanca öğretmesiyle Eski Yunan felsefesinin tekrar canlandığını belirten İnalcık, şunları söyledi: "O zaman Osmanlı'da İbn'ül Arabi'den gelen Eflatun felsefesini takip eden bir fikir muhiti vardı. Gemistos Plethon, tahsilini Yahudi ve Müslümanların bir arada bulunduğu bu felsefe muhitinde aldı. Plethon Edirne'de Murad'ın sarayında da bulunduktan sonra bu felsefeyi temsil eden bir insan olarak Floransa'ya yerleşti ve öğrendiği felsefeyi en geniş bir şekilde temsil etti. Bu felsefe Floransa'dan Almanya'ya, İngiltere'ye intikal etti. Türkiye'den giden Yunanlı filozof, alim, filologlar sayesinde İtalya'da yeşeren serbest düşünce Hıristiyanlığın hurafelerle bozulmuş şeklini, papanın bütün otoritesini yıktı. Erasmus bu felsefeden faydalanarak İncil'i yeniden yazdı. Luther, Almanca'ya tercüme edilen bu İncil'i okudu. Böylelikle Batı'da, yeni tenkitçi dönem yer bulmaya başladı. Fransa'da bu felsefeyi okuyarak bir Descartes yetişti. Bugün bilim adına ne varsa bu fikirlerden kaynaklanır."
Sabah, 11.06.2012
|
FESTİVALİN 'ANTİK' HALİ

Kültür ve Turizm
Bakanlığı'nca bu yıl ilk kez düzenlenen
Antik Kentler Festivali, Kütahya'nın Çavdarhisar
İlçesi'ndeki
Aizanoi antik
kentinde yapılan etkinliklerle
başladı.
Pamukkale Üniversitesi (PAÜ) Fen Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü tarafından Antik kentteki kazıların
ikinci sezonuna başlanmasını da kapsayan festivale
katılanlar, ''Dünyanın İlk Borsası'' diye bilinen
Macellum binası önünde toplandı.
AKP Kütahya Milletvekilleri Hasan Fehmi Kinay
ve Vural Kavuncu, Çavdarhisar Kaymakamı Ömer Bilgin,
Belediye Başkanı Halil Başer, PAÜ Fen Edebiyat
Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Celal
Şimşek, Kazı Grubu Başkanı ve aynı bölümde görevli
öğretim üyesi Doç.Dr. Elif Özer, Anemon Otelleri
Genel Müdürü İsmail Akçura ile antik döneme ait
giysilerle kazı görevlilerinden oluşan kortej, Zeus
Tapınağı'na kadar yürüdü.
Kinay, yürüyüşün sona erdiği Zeus Tapınağı'nda
gerçekleştirilen etkinlikte, 1970-2010 yıllarında 41
yıl süresince kazıyı yürüten Alman ekiplerin
bilimsel anlamda ciddi katkılar yaptığını, ancak
bölgenin tarihinin ortaya çıkarılmasına fazla
katkıda bulunamadığını savundu.
Bundan dolayı kazının geçen yıl Doç.Dr. Elif Özer
başkanlığındaki ekibe devredildiğini ifade eden
Kinay, ''Bu ekip, kazı ve restorasyon çalışmalarıyla
bölgeyi tamamen ortaya çıkararak, önemli kazanımlar
sağlayacaktır'' dedi.
Kavuncu da Kütahya-Çavdarhisar bölünmüş karayolu
çalışmasının bu yılın programına alındığını dile
getirerek, Kütahya, Afyonkarahisar ve Uşak'ın
ihtiyacının karşılanması amacıyla Kütahya'nın
Altıntaş İlçesi'nde yapımına devam edilen Zafer
Bölgesel Havalimanı'nın hizmete alınmasının, bölgede
turizmle ilgili hareketliliği artıracağını anlattı.
Prof.Dr. Şimşek ise kazıyı, kentle bütünleşen ve
halkla ortak hareket edilen bir anlayışı
benimseyerek yürütmeye başladıklarını belirtti.
Kazıya sponsor olan Anemon Otelleri adına konuşan
Genel Müdür İsmail Akçura, Türkiye'de arkeologlar ve
bilim adamlarının, bilim ve tarihe önemli katkılar
sağlayacak heyecana sahip olduğunu dile getirerek,
ana sponsor olarak önemli bir tarihin ortaya
çıkmasına destek olmayı umduklarını kaydetti.
Etkinlik, tiyatro ve halk oyunu gösterilerinin
ardından, Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar
Genel Müdürlüğü bünyesinde başta müzik olmak üzere
güzel sanatların birçok dalını ülkenin her yerine
götürme amacıyla İzmir merkezli kurulan Anadolu
Filarmoni Orkestrası'nın verdiği konserle sona erdi.
Antik Kentler Festivali kapsamında Manisa'daki
Sart, Denizli Pamukkale'deki Hierapolis, Aydın'daki
Afrodisias, İzmir'deki Efes, Çanakkale'deki Assos
antik kentleri ile Muğla'daki Bodrum Antik
Tiyatro'da da etkinlikler düzenlenecek.
Habertürk, 11.06.2012
|
AYASOFYA VE TOPKAPI SARAYI'NIN ALT YAPISI
İkisini
de yılda 4 milyona yakın turist ziyaret ediyor.
Tamamen aynı kitle değil, bazen birine gelen öbürüne
vakit dahi ayırmıyor. Sayı yıldan yıla artıyor, en
büyük şikayet de buralardaki tuvaletlerin
yetersizliği. Ayasofya’ya 1500 yıldır
insanlar defi hacet için gelmiyor, bunlar yeni
adetler. Topkapı Sarayı’nın her tarafını tuvaletle
donatsak gene yetmeyecek. Hiç kimse hesap yapmıyor.
Adam başı yılda yarım litre idrar bıraksalar, bu
nereye gider diye Ayasofya’nın ve Topkapı Sarayı’nın
altındaki dehlizlerin ve su yollarının haritası
halen çıkarılmadı; bu işe girişmek de hiçbir kurumun
umurunda değil.
Tek istisna
İTÜ’den Doç.Dr. Çiğdem Özkan Aygün ve
arkadaşlarıdır. 2005’te Ayasofya’da işe başladılar,
doğrusu iş yavaş ilerliyordu; Ayasofya yönetiminin
bileceği iş. Yeraltı su yollarının ve rutubeti
toplayıp sevk edecek kanalların bizim müzenin
altında da uzantıları olacağı doğaldı. “Bizim
buradan başlayın ve halkın da ilgisini çekecek
şekilde günü gününe rapor verin” dedim. Neticeler
ilginç; ekipten bir
dalgıç kızımız Ayasofya tarafından su kanalına
giriyor, bizim orda
Harem’deki bir hela kuburundan çıkıyor. Sorun
ciddi, bir an evvel bilimsel yöntemlerle 1500 yıllık
Ayasofya’nın ve
Bizans kalıntılarını da içeren 550 yıllık
Topkapı Sarayı’nın alt yapı haritalarının
çıkarılması, tedbirlerin alınması gerekir. Öyle
herkesin her istediği yere tuvalet yapması gibi
hafifliklerden de vazgeçmek lazım. Tuvalet
mıntıkaları Sarayın ve Ayasofya’nın dışında
düşünülmelidir. Zira Çiğdem hanımın ve ekibinin
araştırma sonuçlarına göre, yer altı kanallarının
bazılarının tıkandığı anlaşılıyor.
Gelelim işin diğer yönüne Ayasofya ve Topkapı
Sarayı’nın alt dünyasının mimar ve mühendislerinin
şahane adamlar oldukları anlaşılıyor. Kullanılan
malzeme ve bilhassa Ayasofya lağımlarında şpolye
(devşirme) dediğimiz antik Yunan-Roma
parçalarının da bir dökümü yapılmış. Bunların hepsi
2010 yılında
İtalya’da çıkan “Bizantinistica” dergisinde
araştırma raporlarında yer alıyor. Mazide bir takım
seyyahların Ayasofya’nın altında (Clavijo ve Moreno
gibileri) “megale ekklesia” yani büyük Kilise
dedikleri çok geniş bir sarnıcın varlığı doğru
değil. Ama muhteşem bir kanal ağı var. Onun daha da
muhteşeminin
Süleymaniye’nin alt katmanında Sinan tarafından
gerçekleştirdiği anlaşılmaktadır. Ve bizler bütün bu
koruyucu harika yapıları göz önüne almadan canımızın
istediğini yapıyoruz. Rönesans’ta birisi, “Bir
kitabın kaderi, okuyucusunun havsalasına bağlıdır”
demiş. Abidelerin kaderi de onların mirasçısı
olanların irfan ve izan ve vicdanına kalmıştır.
İstanbul Teknik Üniversitesi ekibini kutlamak ve
çalışmalarına destek olmak ve ona göre davranmak
gerekir.
Milliyet Pazar, Yazı: İlber Ortaylı, 10.06.2012
|
3 BİN 250 YILLIK YOLU CANLANDIRACAKLAR
Yatağan
İlçesi'nde 3 bin 250 yıllık geçmişi olan tarihi
Kültür Yolu ve Kutsal Yol'un turizme kazandırılması
için Muğla Valiliği tarafından ''Kültür Yolu Tanıtım
Projesi'' kapsamında çalışma yürütülüyor.
Hitit askerleri ile Stratonikeia
antik kentinde
görev yapan yöneticilerin sürekli kullandığı yolu,
Kanuni Sultan Süleyman'ın da Rodos seferi sırasında
kullandığı belirtiliyor.
Stratonikeia antik kenti Kazı Başkanı ve Pamukkale
Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü
Öğretim Üyesi Doç.Dr. Bilal Söğüt, AA muhabirine
yaptığı açıklamada, Stratonikeia antik kenti ve
çevresinde binlerce yıllık tarihi geçmişin izlerini
bulmanın mümkün olduğunu söyledi.
Bunlardan birisinin Gevenes Köyü'ndeki Belen
Kahvesi'nden başlayıp Stratonikeia antik kentine
ulaşan 'Kültür Yolu' olduğunu belirten Söğüt, ''Bu
yolun devamı ise Stratonikeia ile Lagina arasında
bulunan ve antik dönemde dini törenlerde kullanılan
'Kutsal Yol' olarak bilinen güzergahtır. Bu yollarda
tarihi ve doğal güzelliğin inanılmaz uyumunu görmek
mümkün'' dedi.
Tarihi yolun tanıtımı için Muğla Valiliği tarafından
yaklaşık 6 ay önce ''Kültür Yolu Tanıtım
Projesi''nin başlatıldığını bildiren Söğüt, projeye
aralarında Pamukkale Üniversitesi'nin de bulunduğu
çok sayıda kurumun destek verdiğini kaydetti.
Söğüt, Stratonikeia kentine ulaşan bu yolda yaklaşık
3 bin 250 yıl önce Hitit askerlerinin yürüdüklerini
anlatarak, ''Yaklaşık 2 bin 360 yıl önce de Karya
Kralı Mausolos'un askerleri de bu yolu kullandılar.
Stratonikeia antik kentinde görev yapan yöneticiler
kente gelip giderken bu yoldan yürüdüler'' diye
konuştu.
Söğüt, günlük şeklindeki tarihi kayıtlara göre
Kanuni Sultan Süleyman'ın Rodos seferinde bu yolu
kullanıldığının belirlendiğini ifade ederek, şunları
söyledi:
''Evliya Çelebi de Stratonikeia kentine buradan
geçerek ulaşmış. Stratonikeia kentine ulaşan tüm
yollar önemli. Ama özellikle Belen Kahvesi'nden
Stratonikeia kentine ve Stratonikeia'dan Lagina'ya
giden yol çok daha farklı özellikler taşıyor. Her
dönem için merkez Stratonikeia idi.
Yaptığımız çalışmalar kapsamında toprak altında
kalan yolu temizleyip belirgin hale getirdik.
Mozaikleri ve sütunları gün ışığına çıkardık.
Yapılan çalışmanın ardından yolda yaya
yürünebileceği gibi fayton, at ve deve ile seyahat
edilebilecek. Yolun bir bölümünün açılması için
yürütülen projenin ilk bölümü bitti. Ama yolun
tamamının turizme kazandırılmasını hedefliyoruz.''
Yatağan Kaymakamı Hasan Tanrıseven de Stratonikeia
antik kentinden geçen ve ''Kültür Yolu'' olarak
isimlendirilen tarihi yol güzergahında bir dizi
çalışma yaptıklarını söyledi.
Yapılan çalışma ile yolun daha belirgin hale
geldiğini ifade eden Tanrıseven, ''Antik kentin
farklı noktalarına ve yol güzergahına İngilizce
tanıtım levhaları yerleştirdik. 30 kilometre
civarında olan tarihi yolun yaklaşık 10 kilometrelik
bölümünde çalışma yapıyoruz'' dedi.
Tanrıseven, tarihi yolu kullanarak turistleri
Stratonikeia antik kentine fayton ile ulaştırmayı
amaçlayan bir proje üzerinde çalıştıklarını dile
getirerek, şunları söyledi:
''Tarihi yolu ve antik kenti tanıtmak amacıyla
ilçedeki okullarda eğitim gören öğrencilerimiz için
kültür ağırlıklı geziler düzenledik. Stratonikeia
antik kentinden geçen ve Hitit askerleri ile Kanuni
Sultan Süleyman tarafından kullanılan tarihi yol,
farklı dönemlere ait kostümler giyen görevliler
tarafından tanıtılacak. Gelecek yıl Avrupa
ülkelerinde turizm acentelerine yönelik tanıtım
çalışmaları yapacağız.''
Pamukkale Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Hüseyin
Bağcı ise tarihi yolun tanıtımı için çalışma
başlatılmasına çok sevindiğini kaydetti.
Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü'nden mezun olan 10 arkeolog, antik
dönemlere ait kıyafetler giyerek 3 bin 250 yıllık
tarihi geçmişi olan yolda yürüdü.
Antik kentte yürütülen kazılarda da çalıştığını
belirten arkeolog İnci Başkaya, ''Binlerce yıl
öncesine, antik dönemlere ait kıyafetlerle dolaşmak
farklı bir duygu. Antik kentin sokaklarında bu
kıyafetlerle dolaşırken heyecanlanmamak imkansız.
Bölgede yaşayan uygarlıkları yakından tanıma fırsatı
bulduğum için kendimi şanslı hissediyorum'' dedi.
Ahi Sinan Folklor Araştırma Derneği üyeleri ise,
tarihi kentte ve yolda 'Efe' kıyafetleri ile poz
verdi.
Haber 7, 10.06.2012
|
NAPOLYON'UN MEKTUBUNA 405 BİN $

Fransa'nın asker
imparatoru
Napolyon Bonaparte'ın İngilizce kaleme aldığı
mektup, Paris'in güneyindeki Fontainebleau'da
düzenlenen açık artırmada 405 bin dolara satıldı.
Açık artırmayı düzenleyen Osenat Müzayede Evi,
mektubun öngörülen fiyatın beş katına alıcı
bulduğunu açıkladı.
Napolyon'un 1816'da İngilizce öğretmenine düzeltmesi
için gönderdiği ev ödevi, imparatorluğun kartal
figürlü balmumu mührünü taşıyor.
Osenat Müzayede Evi, açık artırmada satılan metnin
Napolyon'un yazdığı 3 İngilizce mektuptan biri
olduğunu belirtti.
Haziran 1815'te Waterloo'da İngilizlere yenik düşen
Napolyon, Güney Atlantik'teki Sainte-Helene adasına
sürgüne gönderilmişti. Kendisini Ağustos ve Ekim
1815 tarihleri arasında bu uzak adaya getiren
İngiliz gemisinde düşmanlarının dilini öğrenmeye ant
içen Napolyon, Fransız devriminde Londra'ya yerleşen
ve İngilizceyi iyi bilen Las Cases'den ilk
derslerini almaya başlamıştı.
Las Cases, 1823'te yayımlanan Sainte-Helen
Anıları'nda, Mayıs 1821'de 51 yaşında adada ölen
Napolyon'un İngilizce'yi okuyamamaktan utanç
duyduğunu ve İngilizce derslerine Ocak 1816'da daha
sıkı sarıldığını belirtmişti.
Sabah, 10.06.2012
|
AŞK TANRISINI BULDULAR
Adana’nın Yumurtalık
İlçesi’nde bir ev inşaatı
için yapılan
sondaj çalışması sırasında Yunan mitolojisinde
geçen ’Aşk Tanrısı Eros’a ait 36 metrekarelik mozaik
bulundu.
Tarihi Ortaçağ’a kadar uzanan ve Antik Kilikya’nın
en önemli liman kenti olan, ünlü kaşif Marko
Polo’nun da iki kez ziyaret ettiği bilinen
Yumurtalık’ta, Ayas Mahallesi’nde bir ev inşaatı
için sondaj çalışması yapılırken tarihi kalıntılara
ulaşıldı. Bunun üzerine, Adana
Arkeoloji Müzesi’nden gelen arkeolaglar
tarafından inşaat alanında çalışma başlatıldı.
Arkeolog Oya Arslan’ın yönetiminde yapılan kazılarda
Yunan mitolojisinde aşk, şehvet ve bereket tanrısı
olarak bilinen Eros’un mozaiği bulundu. 36
metrekarelik mozaikte Eros’a ait 4 ayrı figür
saptandı. Genç
Roma dönemine ait olduğu sanılan mozaikte
Eros’un gençliğinden yaşlılığına doğru tasvirler yer
alıyor. Hasar gören orta bölümünde ise yılan başlı
Medusa resmi olduğu sanılıyor.
Arkeolog Oya Arslan, mozaiğin tarihi açından büyük
önem taşıdığını söyledi. Genç Roma dönemine ait
olduğu sanılan mozaiğin 1500- 1600 yıllık olduğunu
düşündüklerini belirten Oya Arslan şöyle dedi:
"Mozaikte Aşk Tanrısı Eros’un dört adet figürü yer
alıyor. Eros, gençlikten yaşlılığa doğru tasvir
edildiği bu figürlerin ikisinde oltayla, diğer
ikisinde ise ağla balık avlarken resmedilmiş.
Mozaiğin orta bölümü hasar görmüş ancak bu kısımda
yılan başlı Medusa resmi olduğunu düşünüyoruz. Bu
mozaik çok önemli. Çünkü diğer mozaiklerden çok
farklı ve ayrıca işçiliği çok kaliteli."
Yumurtalık İlçesi’nin çok önemli antik bir kent
olduğunu vurgulayan Arslan sözlerini şöyle sürdürdü:
"Burası için sikkeler bastırılmış ve antik çağın en
önemli üç sağlık merkezinden birisi burada kurulmuş.
Burada daha önce bulunan Güreşçiler mozaiği var,
ancak bunun üstü kapatılmış. Ayrıca Ludwig Budde
adlı bir arkeolog tarafından kaleme alınan ’Antike
Mosaiken In Kilikien’ adlı kitapta, Yumurtalık’ta
bulunan pek çok mozaik fotoğrafı yer alıyor. Fakat
biz bu mozaiklerin
nerede olduğunu, ne zaman çıkarıldığını
bilmiyoruz. Gerekli kazı çalışmaları yapılması
durumunda Yumurtalık’ta çok önemli tarihi eserler
ortaya çıkacağına yürekten inanıyoruz. Yumurtalık
yeni bir Zeugma olmaya aday. Ayrıca burada antik bir
tiyatro olduğundan da
kesinlikle eminim."
Kazı çalışmalarında yer alan Arkeolog Tülay Ünlü
ise bu kazı çalışmasının kendisini çok
heyecanlandırdığını kaydederek şunları söyledi: "Bu
mozaikte Yumurtalık’ın deniz yaşamı ile ilgili pek
çok ayrıntıyı görebiliyoruz. Bugün de bu sularda
avlanan lagos, herkül yengeci, ahtapot, ıstakoz ve
diğer balıklar bu mozaikte resmedilmiş. Bir ekip
gelerek bu mozaiği restore edecek ve gerekli
bakım, onarım çalışmalarını yapacak. Umarım bu
mozaik bölgede yer alan diğer mozaiklerin ortaya
çıkmasını sağlayan bir kıvılcım olur."
MİTOLOJİDE EROS
İlkçağ’ın en eski metinlerinden itibaren
karşımıza çıkan, evrensel birleşme ve üremeyi
simgeleyen doğal güçtür. Bazı anlatımlarda tanrı
değil, ölümlü-ölümsüz arası bir varlık, yani cindir.
Bir başka efsaneye göre Eros,
Yoksulluk Tanrıçası Penia ile Bolluk tanrısının
Poros oğludur. Bazı önemli efsanelerde de Aphrodite
ile
Hermes’in oğlu olarak karşımıza çıkar. Anteros
(Karşılıklı aşk) adıyla anılan Eros efsaneleri,
Eros’un özündeki çok yönlülüğü dile getirmek için
sonradan uydurulmuş olarak da düşünülebilir. Eros
İlkçağdan itibaren hem şair, hem de
ressam ve heykeltraşların başlıca konularından
biri olmuştur.Yunan mitolojisindeki başlangıçtaki
evrensel güç ilkesinden giderek değişmiş, insanları
oklarıyla kovalayan ve yaralayan, alaycı yaramaz ve
hatta zaman zaman oldukça tehlikeli bir
çocuk kimliğine bürünmüştür. Tasvirlerin çoğunda
Eros ya küçük, tombul, yaramaz kanatlı bir bebek ya
da çok genç sırtında kanatları olan bir delikanlı
olarak görülür. Delikanlı olarak gösterildiğinde ya
da anlatıldığında, Eros’un tıpkı kelebek gibi
kanatlı, uçan çok güzel bir genç kız olarak tasvir
edilen Psykhe (ruh) adında bir sevgilisinden söz
edilir. Eros ile Psykhe’nin aşkını anlatan bir masal
dilden dile dolaşır.
Milliyet, 10.06.2012
|
OSMANLI'NIN MİRASI MÜZEYE GİRİYOR

Osmanlı'nın kalbi
Sultanahmet, 2012 Türkiye'sinde imparatorluk
dönemindeki halk ve derviş yaşantısını anlatan ilk
müzeye ev sahipliği yapacak. Müzenin tüm
aşamalarında emeği olan ve finansörlüğünü üstlenen
işadamı, Ortadoğu'nun hızlı tüketim kralı olarak da
bilinen FMCG Dış Ticaret'in patronu Bilal Sütçü.
Çamlıca'daki yönetim binasının hemen yanında hali
hazırda bir müzesi var aslında Sütçü'nün. Kendisi
burayı 'depo' olarak nitelendirse de 800
metrekarelik, üç katlı bina eserlerin sergilenme
alanlarından, ışıklandırma düzenlerine kadar bir
müzeden farksız. Sütçü'nün 4 bin 500 eseri var. 400
tane el yazması Kuranı Kerim'i, binlerce hat ve
hilye-i şerifi biriktirmiş bugüne kadar. Ama
koleksiyonunun en önemli kısmını binlerce yıllık
tarihi olan tekke ve Osmanlı'da halk yaşantısına
ışık tutan objeler oluşturuyor. Bu koleksiyonda
yaklaşık 2 bin 500 parça var. Tekkelerin
tabanlarındaki süslemeler, hattatların karalamaları,
tespihler, şeker kıracakları, tefler, tamburlar,
ekmek sepetleri, dervişlerin sakalını taradığı
fırçalar, şifa tasları, sigara ağızlıkları, asalar,
o dönem nazardan koruduğuna inananların taktığı
domuz dişi kolyeler, minyatürler... Bin yılı aşan
bir dönemde Anadolu'da, Ortadoğu'da hatta
Balkanlar'da yaşamış halkların ve tarikatların yaşam
şekillerini anlatan tüm araç gereçler var Bilal
Bey'in koleksiyonunda. Öyle ki tarikatların
kullandıkları şişleri de Anadolu insanının gündelik
hayatta kullandığı ekmek sepetinden tasa kadar olan
gündelik eşyaları da görmeniz mümkün. Çamlıca'da
Bilal Sütçü'nün dileyenlere gezdirdiği bu
koleksiyon, yakın zamanda Sultanahmet'te bir müzeye
dönüşmeyi ve herkesin ziyaretine açılmayı bekliyor.
Ama hali hazırda da koleksiyonu gezen birçok kişi
mevcut. Bunların arasında Hollandalı öğrenci
grupları ve Amerikalı yüksek yargıçlar da var.
Yüksek yargıçların binada tam dört saat
geçirdiklerini anlatan Bilal Sütçü, "Ama maalesef
aynı ilgiyi yerli halktan göremedim" diyor.
2002 yılında başlamış Bilal Bey bugünkü müzelik
koleksiyonunu oluşturmaya. Önce yeni hattatların
eserlerini satın almış ardından eskilere de ilgi
duymaya başlamış. "Eskiyle tanıştıktan sonra iş
bambaşka boyuta geçti, dipsiz bir kuyu diyelim"
sözleriyle anlatıyor koleksiyon tutkusunu. Sırf
bunun için de sahibi olduğu şirkette ayrı bir
departman kurdurmuş. Türkiye dışında Ortadoğu'nun
birçok ülkesinden, en çok da Suriye, Mısır, İran,
Irak'tan eserleri topladığını anlatıyor. Bir de
İngiltere'de gerçekleşen Sotheby's, Christie's gibi
müzayede evlerinden İslam eserleri topladığını
söylüyor.
Bilal Sütçü her yıl kendisine eser alımı için bir
bütçe koyduğunu ama asla buna sadık kalamadığını
söylüyor. Zaman zaman takas yoluna gittiğini
belirten Sütçü, "Gerekirse elinizdeki otomobilinizi
verip göndereceksiniz esnafı" şeklinde nasihat
veriyor. Ama doğru seçilen eserin getirisi olduğunu
da sözlerine ekliyor. "İvme her zaman yukarıyı
göstermese de iyi bir eser mutlaka fiyatını katlar"
diyor. Avrupa'da Türkiye'den daha fazla İslam
eserleri koleksiyoncusu olduğunu söyleyen Sütçü,
"Hatta İngiltere'de İslam eserleri koleksiyonundan
dolayı 'doktorluk' unvanı verilen insanlar var.
Teşvik edilmiş. Biz de sadece 'tebrikler' deniyor.
Oysa Arap dünyasında bile ciddi bir talep oluştu.
Özellikle Körfez ülkelerinde birçok zengin ticaret
ve devlet adamı koleksiyon yapıyor" diyor.
300 yıllık el yazması Kur'an 5 bin $'dan başlar
Bilal Sütçü'nün hat koleksiyonu da oldukça iddialı.
Muhtelif hattatların hilyeleri, murakkaları,
kıtaları, en'amları, delailul hayratları var
koleksiyonunda. "Kitap fiyatları çok cazip. 300
yıllık el yazması Kur'an'ın fiyatı 5-10 bin dolardan
başlıyor. Şimdi hattata yazdırmak isteniz en ucuzu
100 bin dolara mal olur. Kaldı ki eski usulde Kur'an
yazamıyor hattatlarımız" diyor.
"Amerika'da da İslam eseri bulabiliyorsunuz"
Güzel eserin nereden çıkacağı hiç belli
olmuyor. Tüm İslam coğrafyasından çıkabileceği gibi,
hiç olmadık yerde örneğin Amerika'da bir Kazasker
Mustafa İzzet Efendi'ye ait de bir hat çıkabiliyor"
diyor Bilal Sütçü. Bu işin tek bir adresten
halledilemeyeceğini ve koleksiyon yapmanın çok da
kolay olmadığını anlatıyor.
'Eserleri depoda saklamak bir yere kadar'
Bilal Sütçü, "Eserleri depoda saklamak,
korumak bir yere kadar. Bunları insanoğlunun
hizmetine açmayacaksanız, sadece eş dost istediğinde
görebilecekse çok manası kalmıyor" diyor. Buradan
yola çıkarak Sultanahmet civarında bir müze açma
kararı almış Sütçü. "Mekanı beğendim, yetkililerden
yanıt bekliyorum" diyor.
Sabah, Haber: Burcu Aldinç, 10.06.2012
|
EDESSA MOZAİĞİ ARTIK DÖNSÜN

Yasadışı yollarla yurtdışına kaçırılan Avrupa
müzelerini süsleyen eserlerin geri getirilmesi için
başlatılan kampanyalara yenisi eklendi. Aktüel
Arkeoloji dergisi, Edessa mozaiklerinin peşinde.
Yasal olmayan yollarla yurtdışına kaçırılan
eserlerin Avrupa müzelerinden geri getirilmesi için
başlatılan kampanyalara Aktüel Arkeoloji dergisinden
de destek geldi. Dergi, Urfa’dan 1950’li yıllarda
kaçırılan Edessa mozaiklerinin getirilmesi için
kampanya başlattı.
19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarında
Avrupa’da şekillenen müzecilik kavramı beraberinde
eser toplamayı da getirdi. 19. yüzyılda Batılı
toplumlar kendi siyasi ve kültürel propagandasını
yapmak için büyük başkentlerde müzeler kurdu.
Eserler birer birer gitti
Paris’te Louvre Müzesi, Londra’da British Museum,
Berlin’de Pergamon müzeleri bu amaca hizmet için
oluşturuldu. Ancak bu müzelerin içlerini
doldurabilmek için başta sömürge ülkeleri olmak
üzere, Mezopotamya, Mısır, Yunanistan, İran ve
Anadolu’dan eser toplatıldı. Bu ülkelere mimar,
sanat tarihçi, arkeolog yetiştirilip gezgin adı
altında yollandı. Yetişen bu elemanların yazdığı
yazılar, hatıratlar, çektikleri fotoğraflar Batılı
koleksiyonerlerin iştahını kabarttı. 1800’lü
yılların son çeyreği ile 1900’lü yılların ilk
yarısında da Osmanlı hakimiyetinde bulunan topraklar
da bu açgözlülükten nasibini aldı. Çok sayıda eser
Avrupa müzelerine taşındı. Bergama Zeus Sunağı,
Truva Hazineleri, Konya Beyhekim Mescidi mihrabı
gibi büyük çaplı mimari parçaları bile kaçırmaktan
çekinilmedi. İnsanı hayretler içinde bırakan
büyüklükteki eserlerin bir asır öncesinin
teknolojisi ile nasıl gittiği sorusunu bugün bile
cevaplamak oldukça zor.
Halk söylentilerinde karşımıza çıkan ‘‘O taşlardan
bizde çok zaten alın’’ ya da ‘‘Padişah önemsiz deyip
izin vermiş’’ türünden yaklaşımlar gerçekçi değil.
Bir gerçek var ki, ‘nasıl gitti’ sorusu bilimsel
olarak uzun yıllar hiç araştırılmadı. Tarihçiler
yeni yeni bu konuya ilgi göstermeye başladı.
Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nden Yrd. Doç.Dr.
Ali Sönmez, ‘Truva Hazineleri’nin götürülüş
hikayesini araştırdı.
Bir kaçırma hikayesi
Sönmez, ‘Padişahın izniyle götürüldü’ denilen hazine
için Osmanlı arşiv kayıtlarının tam tersini
söylediğini belgeledi. Sönmez’in belgelerine göre
Alman amatör arkeolog Schlieman hazineleri
Osmanlı’dan gizli kaçırmış, Osmanlı devleti bunu
öğrendiğinde Atina’da dava açmış. Osmanlı davayı
önce kaybetmiş ancak daha sonra başvurduğu temyizde
eserlerin Schlieman’dan geri alınma hakkını geri
kazanmış. Ancak Schlieman eserleri Yunanistan’dan
kaçırınca da hafiyeler tutarak eserlerin peşine
takılmış. Bunun üzerine de 1 milyon frank tazminat
davası açmış.
Geri dönsünler diye
Avrupa müzelerini süsleyen yaklaşık 200 yıl
Anadolu’da hakimiyet kuran Anadolu Selçuklu
devletine ait pek çok eserin geri getirilmesi için
adeta seferberlik başlatıldı. Kültür ve Turizm
Bakanlığı’nın başlattığı geri isteme atağı
Türkiye’de de pek çok kurumda yankı buldu. New York
Metropolitan Müzesi’nden geri alınan Herakles
Heykeli, Berlin Müzesi’nden iade edilen Boğazköy
Sfenksi bu cesareti arttırdı. Art arda kampanyalar
başlatıldı. Türkiye İşbirliği ve Kalkınma İdaresi
Başkanlığı (TİKA), Dışişleri Bakanlığı, Konya
Büyükşehir ve Selçuklu Belediyeleri’nin ortaklaşa
yürüttükleri ‘Büyük Selçuklu Medeniyeti’ projesinde
dünyadaki tüm müzelerdeki eserlerin tespiti
yapılıyor. 17 ülkeyi kapsayan araştırmada sadece
Özbekistan tespit çalışmaları için gerekli izni
vermedi.
Mihrabı geri istiyoruz
Avrupa müzelerine sadece Konya’dan giden ve tespit
edilebilen 400’e yakın eser bulunuyor. Proje
danışmanlarından Prof.Dr. Haşim Karpuz şunları
söylüyor: ‘‘British Museum’da sekize yakın ya da
dokuz vitrin Türkiye’den, İran’dan, Suriye’den
gitmiş Büyük Selçuklu seramikleri, duvar çinileri,
vazolar, kaseler doluydu. Yine Londra’da Victoria
Albert Museum’da yedi, sekiz vitrin dolusu eser
vardı.
Müzecilik tarihi bakımından çok önemli yani 17.
yüzyılda kurulmuş olan Oxford’daki yine yedi, sekiz
vitrin dolusu Büyük Selçuklu seramiği eserleri
var.’’
Konya’dan 1907 yılında götürülen Beyhekim Mescidi’ne
ait mihrabı geri getirmek için kampanya başlatan
Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek ise
şunları anlatıyor: ‘‘Beyhekim Mescidi’nde mihrabın
800 sene önceki gibi muhafaza edilmesini istiyoruz.
Çünkü o yaşayan bir tarih, o dönemin canlı bir
şahididir. Sultanlar, veliler, Selçuklu büyükleri o
mihrapda bulunmuşlar, görmüşler, namaz kılmışlar,
kıldırmışlar. Aynı zamanda o dönem Selçuklu çini
mirasının da şahidi konumundadır.
Kültür ithal edilmez, ihraç edilmez etkileşim olur
ama bunlar doğrudan bir ithaldir, bir kayıptır. Her
kültürün doğduğu coğrafyada canlı tutulması,
yaşatılması çok önemlidir. 1899 yılında götürülen ya
da kaçırılan Beyhekim Mihrabı bizim kanaatimize
göre, Konyalı insanımızın kanaatine göre 113 yıldır
gurbettedir.’’
Aktüel Arkeoloji dergisi de Urfa’dan 1950’li
yıllarda kaçırılan Edessa mozaiklerinin getirilmesi
için kampanya başlattı. Edessa mozaikleri dönemin
teknik özellikleri çerçevesinde şehrin mozaik
ustaları tarafından yerel bir dille yorumlanmıştı.
Edessa şehrine özgü, Estrangelo Süryanice denen
Aramicenin farklı bir diyalekt ile yazılmış yazıt
örneklerinin yer aldığı mozaikler, yerel kültür
öğelerinin ve aile ilişkilerinin anlatıldığı
eserlerdi ve bu eserlerin bir başka benzeri de
yoktu. Bugün Edessa’nın mezarlık alanları, büyük
oranda evlerin altında kaldı. Buna rağmen, kimi
noktalarda bu mezarlara ait örnekleri görmek mümkün.
‘Edessa Mozaikleri’nin yeni dönem hikayeleri 1950’li
yıllarda yeniden keşfedilmesiyle başladı. Bilim
dünyasına sunulan mozaikler büyük bir hızla
yağmanlanmaya başladı ve dünyanın her yerine
dağıldı. Bir kısım mozaiklere İstanbul’da kaçakçılar
tarafından satılmak üzereyken el konuldu ve Aya
İrini Müzesi’nde korumaya alındı. Edessa
mozaiklerinin bir bölümü yurtdışındaki müzelerde,
yabancı koleksiyonerlerin elinde bulunuyor.
Avustralya, Amerika Birleşik Devletleri, Fransa gibi
ülkelerin kimi seçkin müzelerinde Edessa
mozaiklerine ait örneklere rastlamak mümkün.
Aktüel Arkeoloji Edessa’yı istiyor
Aktüel Arkeoloji dergisi yeni sayısında Anadolu’nun
en önemli mozaikleri olan ‘Edessa Mozaikleri’nin
yağmalanma ve yurtdışına kaçırılmalarının hikayesini
anlatarak, eserlerin geri getirilmesi için yeni bir
kampanya başlattı.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 10.06.2012
|
İZMİR'DE ANTİK ROMA TİYATROSU GÜN YÜZÜNE ÇIKIYOR
8500 yıllık tarihi ile önemli medeniyetlere ev sahipliği yapan İzmir'de, antik mirasın gün yüzüne çıkarılması için yapılan çalışmalarda büyük bir adım daha atıldı. Kadifekale'de gecekondular arasına sıkışıp kalan Antik Roma Tiyatrosu'nun gün yüzüne çıkarılması için kamulaştırma çalışmaları başladı. Proje kapsamında, arkeolojik yüzey araştırması yapılarak tiyatroya ve sur duvarlarına ait antik arkeolojik mimari kalıntılar ile antik tiyatronun gerçek yeri tam olarak tespit edildi. İzmir 1 No'lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'na sunulan 'Antik Tiyatro ve Kadifekale 1.derece arkeolojik sit alanının genişlemesi' önerisi kurul tarafından kabul edildi. Tiyatro ile Kadifekale'nin 1. derece arkeolojik sit alanı genişledi. Sit sınırlarının değişmesi sonucunda, antik tiyatro alanında bilimsel kazı çalışmalarının yapılabilmesi, Kadifekale ve antik tiyatro'nun kente ve kentliye kazandırılması amacıyla imar planı hazırlandı.
Kadifekale'deki antik tiyatro ile ilgili en ayrıntılı bilgi, 1917 - 1918 yıllarında Otto Berg ve Otto Walter'ın araştırmalarında hazırladıkları plan ve kesitlerde bulunuyor. 16 bin kişi kapasiteli olduğu düşünülen tiyatronun kalıntılarının Roma dönemi özellikleri taşıdığı, pek çok araştırmacının ilettiği de bu bilgiler arasında yer alıyor. Eski kaynaklarda, Erken Hıristiyanlık döneminde İzmirli St. Polikarp'ın bu tiyatroda öldürüldüğü ve tiyatronun tarihin trajik sahnelerine şahitlik ettiği öne sürülüyor.
Yeni Şafak, Haber: Vahap Dabakan, 10.06.2012
|
 |
GERÇEK HAREM HALKA AÇILIYOR

Topkapı Sarayı'nda açılacak
Padişahın Evi sergisinde harem halkına ait eşyalar
ilk kez gün yüzüne çıkacak. Topkapı Sarayı Müzesi
Müdürü İlber Ortaylı anlatıyor...
Haremin hiç bilinmeyen yönleriyle gerçekçi bir
biçimde anlatılması amacıyla hazırlanan “Padişahın
Evi:
Topkapı Sarayı Harem-i Hümayunu” sergisi,
Topkapı Sarayı’nın II. avlusunda yer alan Has
Ahırlar’da ziyaretçilere açılacak ve 13 Haziran’dan
15 Ekim’e kadar görülebilecek.
Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü tarafından
hazırlanan, Bilintur-BKG ve TAV Havalimanları’nın
ana sponsorluğuyla desteklenen sergide,
Topkapı Sarayı koleksiyonundan 300 eser ve harem
halkının kullandığı eşyalar yer alıyor. “Padişahın
Evi:
Topkapı Sarayı Harem-i Hümayunu” ilk harem
sergisi olmasıyla da dikkat çekiyor.
Topkapı Sarayı
Müzesi Müdürü Prof.Dr.
İlber Ortaylı hareme hak ettiği saygının
gösterilmediği görüşünde. Sergi haremin göz ardı
edilen yönlerine vurgu yapıyor, padişahın evi
hakkında söylenilen asılsız ve yanlış bilgilerin
düzeltilmesi gibi bir amaca da dolaylı olarak hizmet
ediyor.
- Harem sarayın en kalabalık yeri değil
mi?
Reisi Valide Sultan. Ayrı memurları var.
Darüssaade ağasının kendi teşkilatı var. Mekke ve
Medine vakıflarına bakıyor. Hazinedar usta da Valide
Sultan’a bağlı bir memur. Kadınların arasından
seçiliyor. Haremde okuma yazma oranı yüksek.
Muhasebe işlerini öğrenen kadınlar da var. Harem
kadını, yan gel yat devril takımı değil. Çoğunun
okuması, yazması, memuriyeti iyi. Harem kadınları
1950’lerde
Topkapı Sarayı’nın memurlarıydı.
- Harem kadınları diğer şehirli
kadınlardan farklı mı?
Ne de olsa saraylı, bilgili, görgülü ve etiketli.
19’uncu asırdaki tanzimat ve reform çok önemlidir. O
zamandan itibaren üst sınıf paşaların, memurların
kadınları, kızları ya evde Fransızca öğreniyor ya da
Fransız okulunda okuyor. Cevdet Paşa
Darülmuallimat’ı, kız öğretmen okulunu kurmuş, oraya
gidiyorlar. O vakit sarayda da eğitim olmasına
rağmen harem dışarının gerisinde kalıyor. Bu 19’uncu
asrın büyük reformudur. Ondan sonra harem dışından
bir Fatma Aliye Hanım, II. Meşrutiyet yıllarından
biraz evvel Halide Edip Hanım çıkıyor. Haremin öncü
rolü kalmıyor. Ama harem her zaman için belirgin
derecede okuma-yazma, tarih, coğrafya, hesap, musiki
ve her şeyden evvel adab-ı muaşeretin çok iyi
bilindiği bir yer. Onun için evlenerek saraydan
çıkan kadınlar etrafındakiler için numunedir. Hatta
deli saraylı lafı da oradan kalmadır. Sert
mizaçlıdır. Kadınlara, kızlara terbiye öğretir. Onun
için millet onlara hürmet eder. Benim çocukluğumda
bile mahallede saraylı kadınlar vardı.
- Saray kültürünü dışarı taşırlardı yani.
Başörtülü bir hanım tanıdım. Bana “Hangi
okuldasın” dedi. “Saint George” dedim. “O zaman
Avusturya Lisesi’ndesin” dedi kadın. Kendi Fransız
okulunda okumuş. Saraylı bir hanımın kızıymış.
“Babam kız kardeşimle okuduğumuz Fransız okuluna 5
altın verirdi” diye anlattı. Şaştım, fakir, yarım
pabuç, başı örtülü bir kadın Fransızca biliyor. Emin
olun, Bursa, Edirne, İstanbul, Eskişehir, İzmir’de
mahallelerde bu tip insanlar yaşamıştır.
- Harem Türklere mi özgüdür?
Bütün eski medeniyetlerde harem diye bir müessese
var. Medeniyet o: Kadının ve evin zapturapt altında
olması.
- Hareme girmek arzu edilen bir şey
miydi?
Kimsenin taleple geldiği yok. Çerkezistan’da
falan satın alıyorlar, millet açlıktan ölüyor çünkü.
Ukrayna’nın steplerinden, Galiçya’dan yağmalamış
getirmişler. Veya Cezayir korsanları yolda bir gemi
çevirmiş. Bafo (Safiye Sultan) öyle geldi mesela. 9,
10, 15 yaşındaki kızlar burada yetişiyor. Bir müddet
sonra da evlenip gidiyor. Burada kalan ya çok
çirkindir, koca bulamaz ya da kendi istemez.
“Gitmem” derse kimse onu evlendirmez.
- Harem kapısında "Allah'ım bize de
hayırlı kapılar aç" yazıyor.
Oraya giren hayırlı bir kapıya erişecektir yani.
Çok durmuyorlar zaten, yetişip, okuyup öğrenip
birinin karısı olurlar.
- Haremdeki hiyerarşik düzen acımasız mı?
Çok acımasız ve sert bir sistem var. Kışla
burası.
Habertürk, Haber: Alihan Mestci, 10.06.2012
******
HAREM-İ HÜMAYUN SERGİSİ

Topkapı Sarayın'nda
bulunan ve daha önce sergilenmemiş eserlerden oluşan
"Harem-i Hümayun" adlı sergi sarayın Has Ahır
Salonu'nda açıldı. Serginin açılışında konuşan
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Harem'in
Osmanlı İmparatorluğu'nun özel bir alanı olduğuna
dikkat çekerek "İçinde bulunduğumuz mekan 400 yıldan
fazla bir cihan imparatorluğuna ev sahipliği yapmış
bulunan bir yönetim merkezinin, müstesna bir
imparatorluk merkezinin özel bir alanıdır. Burası
1500'lü yıllardan itibaren sadece yönetim merkezi
olmanın ötesinde imparatorluğun mahremi de olmuştur.
Harem ismi de oradan gelmektedir" dedi. "Harem-i
Hümayun" sergisi 4 bölümden oluşuyor ve
padişahların, eşlerinin ve çocuklarının 300'e yakın
eşyası sergileniyor.
Sabah, Haber: Ali Şahin, 13.06.2012
******
PADİŞAHIN EVİ 'HAREM' GÖRÜCÜYE ÇIKTI

Haremi Osmanlı sarayında ‘padişahın evi’ olarak
sunan ‘Padişahın Evi: Harem-i Hümayun’ sergisi
görücüye çıktı. Topkapı Sarayı Hasahırlar’da Kültür
Bakanı Ertuğrul Günay’ın katılımıyla açılan sergi,
ziyaretçilerini bekliyor. Haremin bilinmedik
yönlerini bir silsile içinde anlatan sergide Hürrem
Sultan’ın Kanuni Sultan Süleyman’a yazdığı mektubu,
Genç Osman’ın meşhur ‘süslü kız’ ya da ‘sisli kız’
isimli atının mezar taşı gibi 250’ye yakın eser
sergileniyor.
Topkapı Sarayı Müze Müdürlüğü tarafından hazırlanan
sergide, müze koleksiyonunda yer alan hareme ait
eserler bulunuyor. Dört ana bölümden oluşan sergi,
harem mimarisi, minyatürler, gravürler, harem
ağaları ve cariyelerin kıyafetleri, sultan anneleri
ve eşlerinin günlük kullanım eşyaları yer alıyor.
Sergide kulaktan dolma bilgilerin aksine çok farklı
bir harem yaşantısı göze çarpıyor. Cariyelerin
giydiği kıyafetlerin dekolte yerine estetik tarzda
süslemeli olması harem yaşantısının bir cinsel yaşam
yeri olmaktan çok bir eğitim kurumu, bir kışla
vurgusu yapılıyor. Osmanlı Sarayı’nda en çok merak
edilen bölüm olan harem, sergide padişahın evi
olarak sunuluyor. Harem yaşantısıyla ilgili açılan
en kapsamlı sergi, 15 Ekim tarihine kadar sürecek.
At için mezar taşı
Genç Osman olarak bilinen 2. Osman’ın hayatında en
değer verdiği varlığı ‘süslü kız’ ya da ‘sisli kız’
isimli atıydı. At öldüğü zaman Genç Osman çok
üzülmüş, onu Üsküdar’daki Kavak Sarayı’nın mezarına
gömdürtmüştü. Mezarının üstüne de manzum kitabesi
bulunan bir kabir taşı diktirmişti. Kitabede de
şöyle yazıyordu: “Zıllı Hat Hazretleri Osman
Hanı’na; Sisli Kız nam atı ölmüştür./ Emri
yezdaniyle mevt irişecek./ Bu makam içre o
gömülmüştür.”
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 13.06.2012
|
DÜNYANIN İLK YILDIZ MİMARI

ABD'nin saygın gazetelerinden
New York Times (NYT),
Mimar
Sinan'ın mimari eserlerine tam sayfa ayırdı.
Gazetenin haftasonu çıkan gezi ekinde, Andrew Ferren
tarafından kaleme alınan, "Türkiye'nin İlk Yıldız
Mimarının Peşinde" başlıklı yazıda, 300'ün üzerinde
mimari esere imza atan Mimar Sinan'ın, sadece
Türkiye'nin değil, belki de dünyanın ilk "Yıldız
Mimarı-Starchitect" olduğu belirtildi.
Yazıda İstanbul'u ziyaret eden ve Mimar Sinan'ı
tanımayan Batılı turistlere bilgi veren tur
rehberlerinin, Mimar Sinan'ı aynı dönemlerde yaşayan
İtalyan heykeltraş ve mimar Michelangelo ile
karşılaştırdıklarını, oysa bu tür bir
karşılaştırmanın aslında Mimar Sinan'a haksızlık
olduğu vurgulandı. Mimar Sinan'ın, Belgrad'dan
Mekke'ye kadar bugün hala ayakta olan ve hergün
kullanılan yüzlerce eserinin bulunduğunu belirten
gazete, "Sinan'a dünyanın ilk yıldız mimarı
diyebilirsiniz" ifadesine de yer verdi.
Mimar Sinan'ın başta Süleymaniye, Selimiye,
Mihrimah Sultan Camileri olmak üzere Edirne'deki ve
İstanbul'daki ünlü mimari eserleriyle ilgili detaylı
bilgiler ve fotoğrafların yer aldığı tam sayfalık
yazıda, İstanbul'u ziyaret eden turistlerin
İstanbul'da Mimar Sinan'ın camilerini turlara
katılarak yakından tanıyabilecekleri de bildirildi.
Sabah, 10.06.2012
|
YÖRÜK GÖÇ KÜLTÜRÜNÜN SİMGESİ TARİHİ SARNIÇLARA ÇEVRE
DÜZENLEMESİ

Antalya Kepez Belediyesi, 9 sarnıçta başlattığı
çevre düzenlemesi ve bakım çalışmasını tamamladı.
Park ve Bahçeler Müdürlüğü'nün hazırladığı, Antalya
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu
Müdürlüğü'nün onayladığı proje kapsamında, Yörük göç
kültürünün sembolü tarihi sarnıçlar yeniden gün
yüzüne çıkarıldı.
Konuyla ilgili Kepez Belediyesi'nden yapılan
açıklamaya göre, mart ayında başlatılan, Selçuklu ve
Osmanlı Devleti'nin mirası olan tarihi su saklama
yapılarının bakım ve çevre düzenlemeleri tamamlandı.
Bu kapsamda, sarnıçlardaki ve çevresindeki
çalılıklar ile çöpler temizlendi. Etrafı çit ile
çevrilen sarnıçların çevre düzenlemesi yapılırken,
bulunduğu konum dikkate alınarak malzeme seçildi.
Ana yolların orta refüjlerinde bulunan sarnıçların
zemininde çim alanlar oluşturulurken, merkeze daha
uzak sarnıçların zemininde ise hiçbir şekilde çamur
hale gelmeyen tüvenan malzeme (kırılmamış, elenmemiş
çakıl) kullanıldı. Gece görselliği sağlamak ve
güvenliği artırmak amacı ile sarnıçların çevreleri
projektörler ile aydınlatıldı. Yine sarnıçlara,
ahşaptan bilgilendirme levhaları konuldu.
Sarnıçların düzenleme alanında görsel bir şölen
oluşturmak amacıyla peyzaj çalışması
gerçekleştirildi. Akkuyu Sarnıcı ve Hacı Mestan
Sarnıcı arasında tarihi göç yolu yeniden
oluşturuldu.
Tamamlanan çalışma ile Yörüklerin, yakın bir
geleceğe kadar Antalya Ovası ile Toroslar arasındaki
kışlak yaylak göçleri sırasında hem kendilerinin hem
hayvanlarının su ihtiyaçlarını karşıladıkları
sarnıçlar, yok olma tehlikesinden kurtarıldı. Çevre
düzenlemesi, tarihi göç yolu üzerine inşa edilen
Akkuyu Sarnıcı, Meydan Kuyusu Sarnıcı, Hacı Mestan
Sarnıcı, Çift Sarnıçlar, Kırdı Sarnıcı, Odabaşıoğlu
Sarnıcı, Zeytinli Sarnıcı, Havz-ı Kebir Sarnıcı ve
Tek Sarnıç'ta yapıldı.
Türkiye Turizm, 10.06.2012
|
KAZI ÇALIŞMASINA 100 BİN LİRALIK DESTEK

Antalya'daki
turizm şirket
yöneticileri ile 110 profesyonel rehber,
''Myra Antik Tiyatrosu''nda süren kazı çalışmasına
100 bin liralık bağışta bulundu.
Myra Antik Tiyatrosu'nda
düzenlenen bağış törenine
Alman
turizm şirketi RSD Reisen
Yönetim Kurulu
Başkanı Christian Funk, Alman
tarihçi Dieter Kronzucker, ITM Travel
Yönetim Kurulu
Başkanı Can Öğütçü, ITM Travel Genel Müdürü Recep
Yavuz ve 110 profesyonel turist
rehberi ile Myra Andriake kazılarının başkanlığını
yürüten Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi Prof.Dr. Nevzat Çevik katıldı.
ITM Travel Genel Müdürü Recep Yavuz, törende yaptığı
konuşmada, profesyonel rehberlerin 5 ay önce
''kazı yoksa turist
yok'' sloganıyla kazı alanlarına
maddi destek
sağlamayı amaçlayan bir proje
başlattıklarını söyledi.
Projenin kendisine anlatıldığında büyük
heyecan duyduğunu belirten
Yavuz, ''Projeye 20 bin liralık katkı sağlıyoruz.
Rehber arkadaşlarımız 57
bin, Alman
turizm şirketi RSD Reisen ise 23 bin liralık
destek veriyor.
Likya Uygarlığı'nın bu iki antik kentinde, kazı
başkanımız Prof.Dr. Nevzat Çevik'e yaptığı
çalışmalardan dolayı teşekkür ediyoruz'' dedi.
Myra Andriake Kazıları Başkanı Prof.Dr. Nevzat
Çevik de Roma Çağı'nın
görkemli tiyatrosu için destek
projesi başlatan rehberlere teşekkür etti.
Alman bir
tur operatörünün
Türkiye'deki bir kazıya ilk kez
destek verdiğini
vurgulayan Çevik, şunları söyledi:
''Bu evrensel
kültür için çok önemli. Biz
tarihi toprak altından
gün yüzüne çıkarıyoruz. Ancak bunu anlatan
rehberlerdir. Bizler ve sizler
kültürün iki farklı diliyiz. Rehberlerin
kısıtlı bütçelerinden artırarak, Myra Antik
Tiyatrosu için yaptıkları bu katkı çok önemli.
Kültürel mirası geleceğe aktarma misyonunda
yaptığınız bu katkı için üç
kuruma da teşekkür ediyoruz.''
Konuşmaların ardından
Christian Funk, 100 bin liralık bağış çekini Çevik'e
verdi. Törende ayrıca ITM Travel tüm
rehberlere, katkılarından dolayı plaket
verildi.
Akşam, 09.06.2012
|
EMEKLİ İNGİLİZ MÜZEDE YERİNİ ALDI

İngiliz yapımı 119 yaşındaki
''Ysolt'' isimli buharlı tekne, 3 yıllık restorasyon
çalışmasının ardından Rahmi Koç Müzesi'nde
sergilenmeye başlandı.
Teknenin sergilenmesi
için
Rahmi Koç Müzesi'nde düzenlenen törene, Koç
Holding Şeref Başkanı Rahmi Koç, restorasyon
çalışmasının yapıldığı Tuzla'daki RMK Marine
Tersanesi'nden müzeye kadar ''Ysolt''
ile geldi. Müzede basın mensuplarına açıklama yapan
Rahmi Koç, “Son seferini gerçekleştirdiğimiz
teknenin altının bakır olması nedeniyle karada
sergileyeceğiz. Tekne, İngiliz iş adamı Russell
tarafından 1893'te yaptırılmış ve zaman zaman büro
olarak kullanmış.
İlerleyen dönemlerde tekne 35 yıl
dağınık bir halde nehir kenarında bırakılmış,
ardından bir İngiliz tarafından alınarak restore
edilmeye çalışıymış” dedi. Teknenin
Rahmi Koç Müzesi tarafından alınmasından sonra
uzmanlar tarafından yürütülen 3 yıllık restorasyon
çalışmansın ardından bugün itibarıyla sergilenmeye
başlanacağını söyleyen Koç, “ Etkileyici bir tarihe
sahip teknenin müzede sergilenecek olmasından dolayı
çok memnunum” diye konuştu. Bir basın mensubunun,
''Alaska'ya gitme projeniz vardı. Bununla ilgili
gelişme nedir, Alaska'ya gitmeyi halen düşünüyor
musunuz-'' sorusuna Koç, Japonya'daki patlama
nedeniyle Alaska'nın havasına ve suyuna radyasyon
bulaştı, bu nedenle bize gidilmemesi yönünde
tavsiyelerde bulunuldu. Ama başka yerlere gideceğiz”
ifadelerini kullandı.
119 yaşında olan ve 40 yıldır bakımı yapılmayan
tekne, İngiltere'de 1893'te inşa edildi. 17 metre
uzunluğunda, 3 metre genişliğindeki ''Ysolt''
isimli buharlı teknenin 1926-1942 yıllarındaki
sahibi olan William Campkin'in 2. Dünya Savaşı
nedeniyle tekneyi Heybridge Basin, Maldon ve
Essex'te bir kanala bırakmasının ardından, tekne
1952'de büyük selden kurtuldu.
Rahmi Koç Müzesi tarafından 2008'de deniz yoluyla
İzmir'e, ardından kara yoluyla İstanbul'a getirilen
tekne, uzmanlar tarafından yapılan restorasyon
çalışmasından sonra müzede sergilenmeye başlandı.
Habertürk, 09.06.2012
|
PİYER LOTİ İSMİNE TAKAN VEKİLE O SORU SORULDU
İstanbul’da Pierre Loti Tepesi’nin isminin
değiştirilmesine isteyen AKP Bitlis
Milletvekili Vahit Kiler'e, yaptırdığı gökdelene
neden Sapphire isimini koyduğu soruldu..
Kiler ”Her iki dilde de rahat anlaşılsın diye”
diyerek soruyu geçiştirdi.
AKP Bitlis Milletvekili
Vahit Kiler,
İstanbul’da Pierre Loti Tepesi’nin isminin
değiştirilmesi talebiyle ilgili ”Masumane, Bitlis’li
vatandaş olarak geçmişte gasp edilmiş, çalınmış bir
hakkı geri alma konusunda girişimde bulunduk” dedi.
Kiler, Pierre Loti Tepesi’nin isminin İdris-i
Bitlisi olarak değiştirilmesi önerisiyle ilgili
gazetecilerin sorularını yanıtladı.
Pierre Loti isminden rahatsız olmadıklarını belirten
Kiler, ”Tarihçilerimizden buranın 1934’e kadar
İdris-i Bitlisi Tepesi olarak geçtiğini öğrenince bu
anlamda rahatsız olduk” diye konuştu.
Osmanlı’ya çok büyük katkıları olan bir devlet
adamının isminin değiştirilmesinden rahatsız
olduklarını belirten Kiler, ”Başka isim olsaydı da
bu girişimde bulunacaktır” açıklamasından bulundu.
Bununla ilgili kanun teklifi vermeyeceklerini,
kararı
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin vereceğini,
bu konuda İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Eyüp
Belediyesi’ne başvuru yapacaklarını bildirdi.
”Bitlisli olarak İdris-i Bitlisi isminin
değiştirilmesi kanımıza dokundu” ifadesini kullanan
Kiler, İdris-i Bitlisi’ye
Alevi kesimden tepki olduğunun belirtilmesi
üzerine, ”Alevi kesime zarar verdiğine dair hiçbir
resmi belgede isnat bulamadım. Biz bunu bir yere
tepki olsun veya birilerinin farklı yerle çekmesi
amacıyla gündeme getirmedik. Masumane, Bitlis’li
vatandaş olarak, geçmişte gasbedilmiş, çalınmış bir
hakkı geri alma konusunda girişimde bulunduk” dedi.
Bir gazetecinin, ”İstanbul’da yaptırdığınız
gökdelene
Sapphire isimini koydunuz. Neden İngilizce isim
koydunuz?” sorusuna Kiler, ”Her iki dilde de rahat
anlaşılsın diye” karşılığını verdi.
”Bu gökdelene Türkçe isim ya da İdris-i Bitlisi
ismini koyabilir miydiniz?” sorusuna Kiler, ”1934’e
kadar ismi böyleyken bu isim niye değiştirildi? Niye
gasbedildi? Hizmetleri ortadayken bir üstadın ismi
niye alınır, niye yabancı bir isim verilir?”
karşılığını verdi.
Milliyet, 08.06.2012
|
BİLİMSEL DÜŞÜNCE VE TOPLUM ÖRGÜTLENMESİ
Nüfusun %70’i
kentlerde, %30’u köylerde yaşıyor. Bir köylü
toplumdan, niteliksel değil sayısal olsa da, bir
kent toplumuna dönüşen bir ülkede yaşıyoruz.
Cumhuriyetin birbirinden tümüyle farklı altı yedi
aşamasını geçirdik. Komik bir ikinci cumhuriyetçi
yerine altıncı cumhuriyetçi de olunabilir.
Menderesçi, Evrenci, Özalcı, Gülen Hocacı, faşist,
mandacı vb. Bunda da şaşılacak bir şey yok. Çünkü
bütün bu davranışların temelinde babadan kalmış
ödenmesi gereken bir borç gibi Osmanlı kültürünün
dünyayı 300 yıl geriden izlemesi gibi bir baba
mirasımız var.
1945’den bu yana
Amerika’nın yönlendirdiği bir dünyada yaşıyoruz.
(kimilerini düpedüz güdüyor.) Her gün gazete ve
televizyonların açık ya da perdeli haberlerinde
anti-demokratik bir seçim sistemi, din istismarı,
amacını yitirmiş bir öğretimin haberlerini
öğreniyoruz. Toprak spekülasyonuna kentsel dönüşüm
deniyor. Şimdiye kadar zaman içinde dönüşmemiş bir
kent mi var. Onlara ören yeri diyorlar.
Müslüman bile olsa,
geri kalmış ülkelerin ayakta kalmalarını, yaptıkları
onca askeri müdahalelerden sonra
engelleyemeyeceklerini öğrenen Batılıların çağdaş
sömürge politikası, İslam ülkelerinde yenileşme ve
dönüşümü, entelektüel içerikten yoksun ve sadece
parasal ölçütlere indirgemek ve onlara demokrasi
dünyasına ortak oldukları imgesini yaratmaktır.
Onun için demokrasi
adına ülkeleri tahrip etmek onlara çekici geliyor.
Ama ortak petrolcü Arapların rejimlerini nedense
unutuyorlar. Müslümanlar Batılılar tarafından
tavsiye edilen kurumlaşmanın ‘sömürülebilir bir
toplum yaratma’ politikası olduğunu anlayacak kültür
düzeyinde değiller. Demokrasi adına Irak’ı,
Afganistan’ı, Libya’yı nasıl yok ettiklerini bütün
dünya gördü.
Çağdaş dünyada köle
olmamanın formülü bilimin yönettiği üst düzey bir
teknoloji sahipliğinden geçiyor. Bu formül evrensel,
basit, anlaşılabilir ve yönlendiricidir.
Ülkemizin amacı
geleceğin doğru yorumu üzerine kurulmazsa, sömürge
olmaktan kurtulmak hayal olur. Batılılar için dindar
ya da laik ayrımı, sömürü mekanizması açısından fark
etmez. Cumhuriyetin bağımsızlık, halk egemenliği,
laiklik ilkeleri uluslararası uygarlığa ulaşma
amaçlı sosyal ve politik araçlardı.
Bağımsızlığı kazanmış
olsak bile onu korumak, uzun sürede giderek
zorlaşıyor. Örnekler sınırlarımızda. Cumhuriyet bir
özgürlük aracıdır. İkinci dünya savaşından sonra,
özellikle son on yılda bildiğimiz dünya değişti.
Bizim toplum geriye doğru uzanıyor. Biz bunu
anlamakta yine geciktik. Özgürlüğün korunması
öğrenmemiz gereken davranışlar gerektiriyor . Her
şeyini taklit ettiğimiz Amerika’nın, Avrupa’nın ve
Müslümanlar dışında, her ülkenin anayasası laiktir.
Bundan dolayı Amerikalılar, Meksikalılar,
Polonyalılar ya da İtalyanlar dinsiz değil.
Kaldı ki bugün
tartışılamayacak olan, geleceğin bilim ve teknoloji
üzerine kurulu olmasıdır. Amerika ve Avrupa’da,
Japonya ve Çin’de bilimsel öğretime ve araştırmaya
ayrılan parasal olanakları Türkiye ile
karşılaştırınca durum aydınlanıyor. ARGE’ye Ulusal
Gelirden ayrılan paranın %1.2’yi geçmediğini (2010)
devletten öğreniyoruz. Fakat kırsal kültür akıl
sınırlarını zorluyor. Bu iki yüz elli yıllık bir
geri kalmadır.
BİLİMSEL MİRAS YOK
Osmanlı’nın bilimsel
mirası yoktur. Ne Katip Çelebi’yi zorla filozof
yapabilirsiniz, ne de Hoca İshak Efendi’yi büyük
bilim adamı.
Rönesans’la eşzamanlı
bir kültür ortamında, Fatih’in çağının en ünlü
düşünürlerinden ve kendi hocası Sinan Paşa’ya
yaptıkları Osmanlıların en ileri ve Avrupa’ya
açıldığı söylenen sultanının entelektüel açılımını
anlatır. (Mertol’ün Tazarruname çevirisi ön sözünü
okumak aydınlatıcıdır.)
Osmanlı tarihi boyunca
bilim karşıtlığı değişmedi. Şeyhülislamın “Gökleri
rasat etmenin uğursuz ve her nerede buna teşebbüs
edilmişse devletin harap olduğunu” bildirmesi
üzerine 3. Murad’ın İstanbul’a çağırdığı Şamlı
matematikçi ve astronom Taküyyiddin’e Tophane’de
yaptırdığı rasathaneyi yıktırması tipik bir
davranıştır. Osmanlı tarihinde böyle hikaye çoktur.
Oysa Osmanlı’nın arkasında zengin bir ortaçağ İslam
astronomi geleneği vardı. Avrupa’da Kopernik, Kepler
gibi astronomların ve bilim adamlarının yetiştiği
dönemde Sinan Paşa hayatını kurtarmak için aklı
reddetmek gereğini duymuştu. Gerçi Kilise Galileo’ya
da aynı davranışta bulunmuştur. Fakat Avrupa 17.
yüzyıldan başlayarak bugüne ulaşmıştı. Biz de Sevr’e
ulaştık.
Tanzimat dönemi
matematiği ile ilgili bir makalesinde, Türkiye’nin
yetiştirdiği en önemli matematikçilerden biri olan
Kerim Erim 19. yüzyılda sadece üç Türk
matematikçisinden söz eder. Bunlardan biri,
Mühendishane’nin en ünlü hocası İshak Hoca‘dır.
Ulum-u Riyaziyat adlı dört ciltlik kitabının iki
cildi matematik, iki cildi diğer bilimlere
ilişkindir. Bu lise seviyesinde bir matematik ve
bilim kitabıdır. İkincisi yine bir Mühendishane
hocası olan Tevfik Paşa’dır. İki yıl Fransa, altı
yıl Amerika’da bulunmuş, devlet hizmeti yanında
gerçekten çağdaş gelişmelerden haberdar bir
matematikçi olarak yetişmiştir. Üçüncüsü bizim de
yaşamına yetiştiğimiz Salih Zeki’dir.
Kerim Erim onların
Avrupa’nın dev matematikçileri yanında özel bir
bilimsel özellikleri olmadığını söyler. 18. yüzyıl
sonunda Euler’le başlayan, Lagrange, Gauss,
Weierstrass, Boole gibi devleri içeren bir dönemden
söz ediyoruz.
Fizikte de hiçbir şey
olmadığını Fahir Yeniçay anlatır. ‘Tanzimat’ adlı
yayımlanan bir kitapta Cumhuriyetin en yetkin bilim
adamları, Osmanlı’da Fizik ve kimyanın var olmadığı
ve Kimyanın ancak tıp yolu ile biraz okutulduğunu
anlatırlar. Galile’den bu yana gözlemle matematiği
birleştiren Fizik bilimi ile, bina yapmak, su
getirmek gibi tarihin en eski çağlarından beri
bilinen mekanik pratikleri fizik bilimi ile aynı
şeyler sayan kimileri belki hala vardır.
GELECEĞE İNANMAK
Kitap basmaya
Avrupa’dan 250 yıl sonra başlayıp, 18. yüzyılda
sadece 100 tane kitap bile basamamanın nedenini hala
düşünmeyen bir toplumda yaşıyoruz.
Avrupa’dan hem bilgi
birikimi hem de örgütlenme olarak geri kalan Türk
toplumu Cumhuriyetle bugüne ulaştı. Cumhuriyetin
aşağı yukarı 20 yılı bilimsele doğru bir atılım ise,
sonraki 60 yılı, ondan uzaklaşmaya doğru bir geri
dönüştür.
Bu tutum bugüne
İslam’ın en ileri ülkesi olarak gelmemizi
engellemedi. Demek ki o 20 yıl doğru ilkelerin çağı
imiş. Fakat gelecek, bütün fakir ve tutucu ülkeler
için karanlıktır. Protestan İngiliz göçmenleri 17.
yüzyılın birinci yarısında Kuzey Amerika kıyılarına
ayak bastıkları zaman okuma yazma biliyorlardı.
Bizim halkımız Kurtuluş Savaşına başlarken henüz
okuma yazma öğrenememişti. Avrupa ile aramızdaki
birkaç yüz milyonluk kitap boşluğunu belki hiçbir
zaman dolduramayacağız.
Ama geleceği yakalama
olanağına inanmazsak sadece bize değil bütün İslam
dünyasına da yazık olur.
Bağımsızlığı kazanmış
olsak bile onu korumak, uzun sürede giderek
zorlaşıyor. Örnekler sınırlarımızda. Cumhuriyet bir
özgürlük aracıdır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra,
özellikle son on yılda bildiğimiz dünya değişti.
Bizim toplum geriye doğru uzanıyor. Biz bunu
anlamakta yine geciktik.
Hakimiyet-i
Milliye, Yazı: Doğan Kuban, 27.05.2012
|
3 - 9 Haziran 2012
|
İDRİS-İ BİTLİSİ HAREKATI

Piyer Loti Tepesi'nin
adının değiştirilmesi için girişim başlatıldı. AKP
Bitlis Milletvekili Kiler, 1934'e kadar tepenin
adının İdris-i Bitlisi olduğunu savunarak tekrar bu
adın verilmesi için belediyeye başvuracaklarını
söyledi. Kiler, 'Bu isim değişikliği kanımıza
dokundu' dedi.
İstanbul'da Haliç'i ve
tarihi yarımadayı kuşbakışı gören doyumsuz
manzarasıyla aşıkların buluşma yeri olarak bilinen
Piyer Loti'ye Bitlis ayarı geliyor. Tepenin ve
köşkün adının, 1934'e kadar 'İdris-i Bitlisi'
olduğunu savunan AKP Bitlis Milletvekili Vahit
Kiler, 'Bitlisli olarak, bu ismin değiştirilerek
Piyer Loti haline getirilmesi kanımıza dokunuyor.
Belgeleri hazırlayarak, belediyeye gerekli başvuruyu
yapacağız' dedi. Kiler, Piyer Loti'nin isminin
değiştirilmesini neden istediklerini AKŞAM'a
anlattı:
KANIMIZA DOKUNDU: Eyüp'teki o
meşhur köşkün adı 1934'e kadar İdris-i Bitlisi Köşkü
olarak biliniyormuş. Tepenin adı da kayıtlarda
'İdrisi Tepesi' diye geçiyor. Ne var ki, 1934
yılında, Fransız yazarı Pierre Loti'nin ismi
verilmiş. Biz bunu öğrendiğimiz zaman Bitlisliler
olarak kanımıza dokundu, ağrımıza gitti.
İDRİSİ ÖNEMLİ KİŞİLİK: İdris-i
Bitlisi, Bitlis'in önde gelen isimlerinden biri.
Ancak sadece Bitlis için değil, Türk tarihi
açısından da önemli bir kişilik. Akkoyunlu sarayında
hükümdar çocuklarına lalalık yapan, bundan dolayı
'Kutlu Müderris' olarak övülen bir isim. Hem 2.
Bayezid hem de Yavuz Sultan Selim döneminde
yaptıklarıyla büyük övgü almış. Osmanlı siyasetinde
aktif bir rol üstlenmiş. Çaldıran'da savaşıp, Doğu
ve Güneydoğu vilayetlerinin Osmanlı'ya katılmasında
gösterdiği başarısıyla merkezi Diyarbakır olan Arap
Kazaskerliği rütbesiyle ödüllendirilmiş. Yavuz'la
birlikte Ridaniye ve Mercidabık Savaşlarına
katılmış. Mısır'ın fethinden sonra bu ülkenin
yönetimi konusunda Yavuz Sultan Selim'e yardımcı
olan biri. Ayrıca aralarında Risale-i Hazaniyye'nin
de olduğu 28 eseri olan tarihi bir kişilik. Ülkeye
bu kadar yararları dokunmuş birinin ismi o tepeden
neden çıkarılıp, bir Fransız olan Piyer Loti'nin adı
verilir?
PİYER LOTİ
DE TÜRK DOSTU AMA...
Piyer Loti de Fransız roman yazarı olarak Türkiye
sevgisiyle bilinen bir yazar. En azından bize öyle
anlatılıyor. Ama, büyük hizmetleri geçmiş İdris-i
Bitlisi'nin adının çıkarılarak, o tepeye Piyer
Loti'nin adının konulmasını garipsedik. İdris-i
Bitlisi, Müştak Baba gibi, Saidi Nursi Bediüzzaman
gibi bizim için çok değerli bir insan. Tekrar o
tepeye ve köşke isminin geri verilmesi için çalışma
yapacağız.
BAŞVURU YAPIYORUZ: Gerekli
belgeleri topluyoruz. O tepenin ve köşkün isminin
daha önce İdris-i Bitlisi olduğunu gösteren
belgelerle birlikte İstanbul Büyükşehir Belediye
Başkanımız ve yetkililerle görüşeceğiz. Belediye
Meclisi kararıyla mı, yoksa bir kişinin kararıyla mı
değişmiş onu inceledikten sonra gerekli başvurumuzu
yapacağız. İdris-i Bitlisi'nin hem çeşmesi hem de
köşkü o bölgede bulunuyor. Eşiyle birlikte
kabristanları da orada.
Akşam, Haber: Hakkı
Kurban, 08.06.2012
|
DENİZLİ'YE KÜLTÜR VE
ARKEOLOJİ MÜZESİ YAPILACAK
Denizli Turistik Otelciler ve İşletmeciler Derneği
(DENTUROD) tarafından Denizli’de düzenlenen toplantı
ile Denzili’nin turizmdeki sorunları ele alındı.
AKP
Denizli milletvekilleri Nihat Zeybekci ve Mehmet
Yüksel’in de katıldığı toplantıda, Denizli’ye bir
kültür ve arkeoloji müzesinin yapılması gerektiğine
vurgu yapıldı.
Toplantıda söz alan milletvekili Nihat Zeybekci,
Türkiye'nin en büyük kültür ve arkeoloji müzesinin
Denizli'ye yapılacağını söyledi. Daha projesi
bitirilmeden ödeneğin gönderildiğini aktardı.
Zeybekci, "Hedefimiz Türkiye'nin en büyük kültür ve
arkeoloji müzesini yapmaktır. Yıl sonu gelmeden
temelini atacağız" dedi.
DENTUROD Başkanı Şeref Karakan ise 2007 yılında
yürürlüğe giren 5686 sayılı jeotermal kaynakların
kullanımı ile ilgili kanunda bir düzeltme yapılması
gerektiğini ifade etti.
Karakan, "Bu düzeltmelerle ilgili alt komisyonlara,
gerek Türkiye Otelciler Federasyonundan, gerek
Otelciler Birliği nden gerekli görüşler alındı.
Aralık ayında Yalova'da düzenlenen Jeotermal
Kaynaklar Belediyeler Birliği toplantısı sonucunda
da kanun taslağı halinde hazırlandı. Bu kanunun bir
an önce çıkmasını sektör olarak bekliyoruz." diye
konuştu.
Milletvekili Zeybekci ise, "Eskiden şehrimize gelen
misafirlere çarpık yapılaşmayı göstermemek için
'size doğa gösterelim' diyerek ovalardan getirirdik.
Bunun için önce giriş ve çıkışları düzenledik.
Bayramyeri'nde 30 milyona satabileceğimiz işyerleri
yerle bir ederek 'Bayramyeri'ni çıkardık." şeklinde
konuştu.
Turizm Gazetesi,
07.06.2012
|
MARDİN'DE TARİHİ
BULGU
Mardin’de MÖ 20 bin ile
500 bin yılları arasındaki döneme ait,
Taş Devri'nden
(Paleolitik Çağ) kalma yontma taşlar bulundu.
Mardin Müzesi
arkeologları tarafından
Artuklu Üniversitesi
yerleşke arazisi içinde yapılan kazılarda ortaya
çıkarılan taşların yontma taş devrine ait olduğu ve
en az 80 bin yıl tarihi geçmişi bulunduğu ortaya
çıktı. MÖ taş devrinde insanoğlunun savunma amaçlı
ve yemek ihtiyacını karşılamak için avcılıkta
kullandığı ilk silah olan yontulmuş taşlar dünya
tarihine yeniden ışık tutacağı belirtildi.
Kazılarda gün ışığına çıkarılan taşlar, Mardin
Müzesi'nde kendilerine ayrılan ve kimsenin girişine
izin verilmediği özel odada muhafaza altına alındı.
Yetkililer yerleşke alanında ortaya çıkarılan taş
devrine ait kalıntıların şu ana kadar ortaya
çıkarılan dünyanın en eski yerleşim alanı olduğunu
açıkladı.

80 BİN YILLIK YONTMA
TAŞ BULUNDU
Üniversite yerleşke alanında bulunan Harebe Halele
mevkiinde yapılan kazılarda ortaya çıkan taş devrine
ait kalıntılar ve yontma taşlar nedeniyle bir
açıklama yapan Mardin Kültür ve Turizm İl müdürü
Davut Beliktay, Mardin’de yapılan arkeolojik kazılar
kapsamında üniversite yerleşke alanında Milattan
Önce 20 bin ile 500 bin yılları dönemine ait taş
devrine ait yontma taşlar ve kalıntılar bulunduğunu
belirtti.
Dünya tarihine ışık tutacak yeni bir tarihi
kalıntılar bulduklarını belirten Kültür ve Turizm İl
Müdürü Davut Beliktay, "Şu ana kadar dünyada yapılan
kazılarda en eski çağ olan orta taş çağı bilinen
diğer isimleri yontma taş devrine ait kalıntılar
Mardin’de ortaya çıkarıldı. Ortaya çıkarılan
kalıntılar ve taşlar bölgenin ne kadar eski olduğunu
yani taş devrinde Mardin'de yerleşik bir düzene
sahip olduğunu gösteriyor. Bu da Mezopotamya ve
Mardin ovası denizle kaplı iken Mardin'de yaşamın
var olduğunu kanıtlıyor. Bu demektir ki bulunan
taşlar ve kalıntılar en az 20 bin ile 500 bin
yılları arasında bulunan döneme ait olduğunu
gösteriyor. Bu taşın şu an ki tarihi geçmişi 80 bin
yıl olduğunu tahmin ediyoruz.” dedi
Dünyanın en zengin en bereketli topraklara sahip
Mezopotamya ovasının denizden bin metre yükseklikte
bulunan Harebe Halele bölgesinde yapılan kazılar şu
an durdurulduğu belirten Beliktay, "Özellikle bu
taşı gördükten sonra Mardin’in yağış şekilleri
inceledikten sonra Mardin ovasında deniz olduğu
kesinlik kazandığını ifade etti. Ortaya çıkan
kalıntılar bölgenin taş devrine ait bir yer olduğunu
yapılan kazılarda ortaya çıktığını belirten
Beliktay, "Burada çakmak taşları yapıldığı ve
ticaretin yapıldığı yer olduğunu gösteriyor.
Dolayısıyla insanlar su kenarlarında yaşarken.
Yapmış olduğu yaşam alanlarında ve yaptıkları bu taş
çalışmalarından anlayabiliriz. Tabiiki bu taşın
bulunduğu yerde özellikle yaşam alanlarının olduğu
ve bu taşın değeri ve bu taşın hazırlandığı döneme
baktığımız zaman 80 bin yıllık geçmişe sahip.
Dolayısıyla Mardin’in geçmişi 80 bin yıldan daha
eski olduğunu söyleyebiliriz. Bu taş yırtıcı
hayvanlardan korunmak, kazı kazmak, ağaç kesmek
için, hayvan avlamak için o tarihte kullanılıyordu.
Taşın tutuş şekli sivri ucundan anlaşılıyor. Bu taş
bir fosil ve yontularak bu hale getirilmiştir. Şu
anda buluna yontma taşlar Mardin müzesinde özel bir
odada muhafaza altına alındı. Kendilerine özel bir
bölüm açtıktan sonra Müzede sergilenecektir.” diye
konuştu

TAŞ DEVRİ KALINTILARI
3. DERECE SİT ALANI OLARAK TESCİLLENDİ
Halk arasında Harabe Halele olarak adlandırılan
yerleşim alanı, çeşitli yapılara ait kalıntılar,
kuyu ve sarnıçlar ile arkeologların dikkatini
çektiğini kaydeden Beliktay konuşmasını şu şekilde
sürdürdü : "Yerleşim alanı içinde çeşitli dönemlere
ait kalıntılar, kuyu ve sarnıçlar ortaya çıkması
ardından Diyarbakır Kültür ve Tabiat Varlıkları
Bölge Kurulunca 3. Derece Sit alanı olarak tescil
etti. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın
konuyla yakından ilgilendiği ve buluntularla ilgili
gelişmeleri ilgiyle takip ediyor. "
DÜNYANIN İLK OYUNCAĞI
VE TAPUSU MARDİN’DE BULUNDU
Mardin’de 2 ay önce Kızıltepe ve Nusaybin’de yapılan
kazılarda bulunan, pişmiş çamurdan yapılmış 7 bin
500 yıl öncesine ait oyuncak araba ve dünyanın ilk
tapu senedi olduğu belirtilen 2 bin 800 yıllık çivi
yazılı tablet ortaya çıkarıldığını hatırlatan
Beliktay, "Mardin’in tarihi geçmişinin yapılan
kazılarda bulunan eserlerle gün geçtikçe daha da
eskiye gidiyor. Üniversite yerleşkesinde yapılan
arkeolojik kazılarda Mardin tarihinin ilkel
dönemlerde bile yaşam olduğunu ortaya çıkarıldık.
Bugün, 07.06.2012
|
ERZURUM TARİHİ EVLERİNİ
ARIYOR
Tarihi Erzurum evlerinin
sayıları her geçen gün biraz daha azalıyor. Modern
yapılaşmayla birlikte kaybolmaya yüz tutan ve
sayıları her geçen gün azalan Erzurum evlerindeki
yapı sanatı, kuşaktan kuşağa gelişerek sürdürülmüş,
iklim koşullarının olumsuzluklarına göre biçimlenişi
yöre mimarlığına ayrı bir özellik barındırıyordu.
Kentin kuruluş süreci içerisinde yer alan Erzurum
evleri iklim şartları, savaşlar ve afetlerden dolayı
harabeye dönmüş ve zaman içerisinde tek tek
yıkılmaya başladı. Günümüzde ayakta kalma mücadelesi
veren, en eskisi 18’inci yüzyıla kadar giden Erzurum
evleri, Selçuklu ve Osmanlı dönemi mimarisinin
zerafetini bu güne taşıyor.
ERZURUM EVLERİNİN ÖZELLİKLERİ
Büyük boyutlu olan evler, kalın kesme taş duvarlarla
inşa edilirken belli aralıklarla yatay ahşap
hatıllarla birbirine bağlanarak ağır taşların deprem
yüklerini karşılayabilmesi hedeflenmiştir.
Tarihi Erzurum evlerinin yapılarında çeşitli taş
cinsleri uygulanmış ve bunlardan koyu renkli bazalt
türü Karataş, temellerde ve su basmalarında, hafif
kalker cinsi olan Boztaş ise binanın dış yüzeylerini
oluşturan duvarlarda kullanılmıştır. Kırmızı ve
pembeye çalan kamber taşına bazı varlıklı ailelerin
evlerinde rastlanmaktadır. Evlerin ara duvarlarında
yararlanılan tuğlanın taş ve ahşap kadar kullanım
alanı yoktur. Ahşap ise taştan sonra en çok
kullanılan yapı malzemesidir. Erzurum evlerinde
söğüt, kavak ve çam türlerinden başka ağaç
cinslerine pek rastlanılmaz. Çıralı çam dayanıklı
olduğundan taşıyıcı kirişlemelerde, pencere ve
kapılarda, taş duvar içindeki ahşap hatıllarda
kullanılmıştır.
Erzurum evlerinde taş duvarlar, pencere ve kapı
yanları dahil tüm köşelerde kesme, orta kısımlarda
ise moloz yığma sistemiyle inşa edilmiştir. Bu genel
uygulama dışında ayrıca zengin evlerinde tüm
yüzeylerin kesme taşla oluşturulduğu örnekler
vardır. İç duvarlar tuğlayla örüldüğünden bağlayıcı
olarak kireç harç kullanılmış ve Bağdadi sistemle
ara bölmeler yapıldığında ise iki Bağdadi çıtaları
arasında izolasyonu sağlamak üzere ot ya da samanla
doldurulmuştur.
Genellikle düz olarak kurulan damlar, bu tür damlar
oda ve avlu üstündeki örtü için uygulanır. Tandırevi
üstü örtülürken, çatıda kare biçiminde bırakılan
boşluk üzerine diyogenal bindirmelerle üst üste
daralarak yerleştirilen ahşap kirişler yükseldikçe
daralarak bir sekizgen piramit oluşturur. Bu örtü
Erzurum evlerine özgü bir detaylamadır. Bir de Pasin
örtü denen ve alınların örtülmesinde kullanılan iki
yana eğimli basit bir örtü sistemi vardır. Bu
örtülerin tümünde geçerli olmak üzere önce kirişleme
üzerine söğüt dalları, sonra bunun üzerine toprak
serilerek çatı tamamlanmış olur.
Erzurum evlerinin cephelerinde en önemli öğe
çıkmalardır. Bazı örneklerde zemin kata tavan olan
üst kat döşemesi, 40 ile 90 santimetre kadar
dışarıya taşırarak verev çıkmalar yapılmıştır. Diğer
bazı örneklerde ise tüm kat değil odaların bazıları
sokağa taşırılmıştır. Plan şemasındaki Erzurum evi
karakterini zemin kattaki avluyu tandırevi çözümleri
belirler. Giriş kapısından içeri geçildiğinde önce
avluya ulaşılır. Buradan yandaki mekanlara, tandır
evine ve üst katta divanhaneye geçilir. Tandır
evinin plan şeması kare, dikdörtgen ya da uzun
dikdörtgen olabilir. Bu sonuncu tandır evinin arkada
olduğu durumlarda meydana gelir. Tandırevi, oturma,
dinlenme, yemek yeme gerekirse yatma gibi işlevlerin
sürdürüldüğü çok amaçlı kullanılan bir mekandır. En
küçükleri 5x6 metre boyutlarında olan bu mekanın
genellikle kare ya da kareye yakın dikdörtgen
olması, üzerine oluşturulacak kırlangıç çatı için
kolaylık sağlamaktadır. Odalar, dolap, sedir ve
ocaklarıyla Anadolu'nun diğer yörelerindeki
ilkelerin geçerli olduğu mekanlardır. Sofa ise
karasal iklim nedeniyle oldukça küçülmüş ve
işlevinin önemli bir bölümünü yitirmiş yalnızca
geçit mekanı haline dönüşmüştür. Sofadaki günlük
yaşamla ilgili işlev tandır evinde sürdürülmektedir.
Erzurum Gazetesi,
07.06.2012
|
MESCİD-İ AKSA HER AN
YIKILABİLİR
Filistin Kurtuluş Örgütü
Hristiyan ve Müslümanlara ait Kudüs Kutsal Yerleri
Koruma Komisyonu Başkanı Dr. Hanna Issa, “Mescid'i
Aksa altında Yahudilerin Hazreti Süleyman mabedini
arama bahanesiyle yaptıkları arkeolojik kazılar
nedeniyle, açtıkları tüneller bir buçuk kilometreye
ulaştı ve maalesef El-Aksa şu anda yıkılma riskiyle
karşı karşıya, hatta her an yıkılabilir" dedi.
Dr. Hanna Issa,
Ramallah'daki merkez binasında Anadolu Ajansı
muhabirine yaptığı açıklamada, El-Aksa'nın her an
yıkılma tehdidi altında olduğunu belirterek
Yahudilerin yedi farklı noktadan El-Aksa altında
bugüne kadar toplam bir buçuk kilometre tünel
açtıklarını, bu tünellerin 1967 yılından beri
kazılmaya devam edildiğini söyledi.
Issa, kazıların son 10 yılda ise inanılmaz bir hızla
artarak, El -Aksa'nın altının delik deşik edildiğini
ve iki metre yüksekliğinde onlarca oyukla dolduğunu
bu nedenle Mescid-i Aksa'nın her an yıkılabileceğini
söyledi.
Hanna ayrıca, son olarak “Kral Davud" şehri olarak
anılan El-Aksa'nın güneyindeki Silvan'da da son
olarak 600 metrelik yeni bir tünel açıldığına
dikkati çekti. Hanna Issa, “yıllardır Yahudi
arkeologlar yeraltında Hazreti Süleyman'ın mabedini
arıyorlar ama şu ana kadar buna yönelik hiçbir iz,
emareye ulaşamadılar çünkü böyle bir şey yok" dedi.
Uluslararası toplumu İsrail üzerinde baskı kurmaya
ve İsrail'i kazıları durdurmaya davet eden Issa,
İsrail'in geri dönülemez hatalara doğru gittiğini ve
bundan Hristiyan ve Müslüman Araplar olarak son
derece rahatsız olduklarının altını çizdi.
Kudüs'ün demografik yapısının da sürekli olarak
Yahudiler lehine değiştiğini belirten Hanna,
İsrail'den aldıkları son verilere göre, "Şu an Kudüs
nüfusunun yüzde 33,8'i Müslümanlardan, yüzde 63,1'i
Yahudilerden, yüzde 1,9'u Hristiyanlardan yüzde
1,2'si farklı ülkelerden gelen insanlardan
oluşmakta. Müslüman ve Hristiyan nüfusun
sayılarında, İsrail'in uyguladığı korkunç akıl almaz
baskılar nedeniyle son on yılda ciddi bir azalma
oldu" dedi.
Hanna Issa, daha önce de uzun yıllar
Filistin Kurtuluş
Örgütü'nün Moskova büro şefliği görevini yürütmüştü.
Hürriyet, 07.06.2012
|
ÇİN SEDDİ YAKLAŞIK 3 KAT UZADI: 21 BİN 196 KM
Dünyanın Yedi Harikası’dan biri olan Çin Seddi’nin daha önce 8.850 km olarak açıklanan resmi uzunluğu devlet tarafından yapılan son ölçümler sonrası 21 bin 196 kilometreye çıkarıldı.
ÇİN’in kuzey sınırlarını Türk ve Moğollardan korumak için yapıldığı anlatılan meşhur Çin Seddi’nin yeni uzunluğu Çin’in resmi haber ajansı Xinhua tarafından dünyaya ilan edildi. 2009’da yapılan bir araştırma sonucunda seddin uzunluğu 8 bin 850 metre olarak açıklanmıştı. Xinhua’ya göre Çin Seddi hakkında bu kez ilk olarak “kesin” bir rakam açıklandı: 21 bin 196 kilometre 18 santim.
Dünyanın insan yapımı olan en büyük yapısı hakkında son rakamı açıklayan Çin Kültürel Miras Kurumu daha önceki tahminlerin tarihi verilere dayandığını öne sürdü. Kurum başkan yardımcısı Tong Mingkang, Çin Seddi’nin uzantıları olan 43 bin 721 tarihi kalıntı bulduklarını açıkladı. Orijinal duvarın sadece yüzde 8.2’sinin günümüze kadar gelebildiği belirtildi.
Hürriyet, 07.06.2012
|
 |
|
DİNOZORLAR 80 DEĞİL 23
TONMUŞ
Haklarındaki
efsaneler bitmek bilmeyen tarih öncesi canlılar
dinozorların sanılandan hafif oldukları açıklandı.
Manchester Üniversitesi
uzmanları lazer teknlojisi kullanarak “Brachiosaur”
adlı bir dinozor türünün vücut kütlesini ölçtü. Deri
ve kemik yoğunluğunu ön plana alan yöntemle,
“Brachiosaur”un 80 değil, 23 ton geldiği belirlendi.
Araştırmayı yöneten Dr. Bill Sellers, “Ağır, fosil
hayvanların gerçek boyutlarını belirlemek çok zor.
Yöntemimiz dinozorların, sanılandan daha az ağırlığa
sahip olduğunu gösterdi” diye yazdı.
Hürriyet, 07.06.2012
|
İSRAİL'DE İKİ BİN YILLIK
HAZİNE BULUNDU

Arkeologlar,
İsrail'in Kiryat Gat kentinde iki bin yıl öncesine
ait bir hazine buldu.
Araştırmacılar,
İsrail ’in Yahudiye
bölgesinde 132-136 yılları arasında yaşanan ve yarım
milyon Yahudi’nin öldüğüne inanılan devrim dönemine
ait bir define keşfetti. 140 altın ve gümüş paranın
yanı sıra
altın mücevherlerin
bulunduğu define, Roma ile Bizans dönemini
çağrıştıran bir evin kalıntılarında bulundu. Define,
birkaç odası ortaya çıkarılan evin avlusunda,
giysilere sarılmış halde, bir çukura gömülmüş olarak
bulundu.
Definede, birçok göz
alıcı mücevher yer alıyor. Bunlar arasında çiçek
şeklinde küpe ve kanatlı bir tanrıçanın mührünü
taşıyan değerli bir taştan yapılma yüzük var.
Ayrıca, definede bulunan iki adet gümüş çubuğun, o
dönemde Arabistan ve Mısır’da kadınların
gözkapaklarının kenarlarını koyulaştırmak için
kullandığı “kohl” çubukları olduğu düşünülüyor.
Definede yer alan sikkelerin bir yüzünde, üç ayrı
imparatorun tasviri bulunuyor. Bunlar, M.S 54-117
yılları arasında hüküm sürmüş olan Nero, Nerva ve
Trajan.
Sikkelerin diğer yüzünde, savaşçıların sembolleri,
tahtın üzerinde oturan Jüpiter gibi mitolojik
tanrılar ve elinde yıldırım tutan Jüpiter gibi
tasvirler var. Araştırmayı yürüten
İsrail Antika
Otoritesi’nden Sa’ar Ganor, “Madeni paraların
içerdiği tasvirler ve para ile mücevherlerin
kalitesi, bu hazinenin Bar Kokhba Devrimi dönemine
ait olduğuna işaret ediyor” dedi.
Yahudiler, Bar Kokhba Devrimi’nde Roma’ya karşı en
büyük üçüncü ayaklanmalarını gerçekleştirmiş,
İmparator Trajan’ın gönderdiği altı
Roma lejyonu kanlı
ayaklanmayı zor da olsa bastırmıştı. Dört yıl süren
devrimde beş yüz bin Yahudi’nin öldüğü öne
sürülürken, çok sayıda köy de haritadan silindi.
Ganor, yaptığı açıklamada, “Zengin kadın, devrimin
başlamasından önce veya devrim esnasında hazinesini
elbiseleriyle sararak saklamak gereği duymuş
olabilir... Şurası açık ki, her kim bu hazineyi
gömdüyse onu tekrar gömdüğü yerden çıkaramadı” dedi.
Hazine, arkeologlar tarafından incelenmesinin
ardından analize edilmek için Tel Aviv’e gönderildi.
Radikal, 06.06.2012
|
ATATÜRK'ÜN EVİ YENİLENİYOR

Türkiye'nin
Selanik Başkonsolosluğu'nun verdiği bilgiye
göre, projenin yaklaşık beş ay içinde
sonuçlandırılması öngörülürken, Kültür ve Turizm
Bakanlığı'na bağlı olarak faaliyette bulunan
Atatürk Evi'ne, restorasyon çalışmaları
nedeniyle 18 Haziran 2012'den itibaren geçici
süreyle ziyaretçi kabul edilmeyecek.
Atatürk Evi'nin Yunanistan Kültür ve Turizm
Bakanlığı tarafından 22 Temmuz 2011'de modern anıt
olarak tescil edilmesinin ardından ilgili Yunan
makamlarının onayıyla hazırlanan kapsamlı
restorasyon projesi çerçevesinde, Türk halkı için
manevi önem taşıyan tarihi binanın aslına uygun
şekilde korunması ve
Atatürk'ün hatırasına yakışacak çağdaş müzecilik
anlayışıyla yenilenmesi için özenli bir çalışma
gerçekleştirilmesi amaçlanıyor.
Türkiye'nin Atina Büyükelçisi Kerim Uras'ın dün
Selanik'te
Selanik Belediye Başkanı Yannis Boutaris ile
görüşmesinde
Atatürk Evi'nin restorasyonu ve çevresinin
düzenlenmesi konuları ele alındı.
Uras,
Selanik ziyaretinin ardından AA muhabirine
yaptığı açıklamada,
Selanik Rotonda meydanından
Atatürk evine özel bir yürüyüş yolu yapılacağını
bildirdi.
Atatürk Evinin bulunduğu semtin iyileştirilmesi,
otoparkının güzelleştirilmesi ve dinlenme
alanlarının yapılmasının proje dahilinde olduğunu
dile getiren Uras, projeye Boutaris'in destek
verdiğini ve şehre Türk vatandaşlarının ziyaretini
beklediğini ifade etti.
Belediye Başkanı Boutaris, Kerim Uras'a ayrıca
şehrin Osmanlı-Müslüman tarihinin canlandırılmasına
yönelik çalışmalar hakkında bilgi verdi.
Arnea'de Osmanlı'ya ait izler
Ziyaretinde Yunanistan turizmi açısından çok önemli
olan Halkidiki yarımadasını da ziyaret eden Uras,
Halkidiki'den sorumlu Bölge Başkan Yardımcısı Yannis
Yorgos ile görüştü.
Uras, konuyla ilgili olarak özellikle Osmanlı
dönemine ait eski evlere sahip kuzeydeki Lukova
(Arnea) kasabasının turizm açısından büyük
potansiyel barındırdığını belirtti.
Habertürk (Kısaltarak), 06.06.2012
|
SİT ALANINA CAMİ YAPACAKLAR
1. Derece sit alanı olan Çamlıca Tepesi'ne cami inşa etmek mümkün mü?
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Çamlıca Tepesi'ne tüm İstanbul'dan görülecek bir cami yapmayı planladıklarını açıklamıştı.
Erdoğan, Çamlıca Tepesi'nde bulunan televizyon kulesinin yanındaki 15 bin metrekare alan üzerine yapılacak cami projesine iki ay içinde başlanacağını söyledi.
TMMOB'a bağlı Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Tayfun Kahraman, 1. derece doğal sit alanı olan Çamlıca Tepesi'ne cami yapmanın mümkün olmadığını bunun için sit özelliğini değiştirmek gerektiğini söyledi.
"Hukuki olarak doğal sit alanı herhangi bir yapı inşa edilemez. Eskiden böyle bir durumda Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı Koruma Kurulu karar veriyordu. Ancak çıkartılan kanun hükmünde kararname ile artık bu kararı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'na bağlı tabiat komisyonu veriyor.
"Şimdi bu komisyon Çamlıca'nın 1.doğal sit alanı olma özelliğini kaldıracak ki oraya cami yapılabilsin. Böyle durumlara daha önce de rastladık. Sit özellikleri yapılaşma için kaldırılıyor. Ayrıca ortada bir plan da yok. Kent merkezinde olmayan bir yerin camiye ne kadar ihtiyacı var?"
Kahraman, sadece cami yapmak için bir bölgenin sit alanı özelliğinin kaldırılmasının kabul edilemez olduğunu belirterek sit alanı özelliği kaybolduktan sonra Çamlıca Tepesi'nin farkı yapılaşmalara açılmasına meşruiyet sağlanacağını söyledi.
Bianet, 06.06.2012
|
 |
|
SHAKESPEARE TİYATROSUNUN
KALINTILARI BULUNDU
Dünyaca ünlü İngiliz
şair ve oyun yazarı William Shakespeare'in önemli
oyunlarını sahneye koyduğu "Curtain Tiyatrosu"nun
kalıntıları bulundu.
Londra Arkeoloji
Müzesi'nden (MOLA) arkeologların yaptığı kazı
çalışmaları sonucu bulunan tiyatro, Shakespeare'in
“Romeo ve Juliet”, “5. Henry” gibi oyunlarının ilk
kez sahnelendiği yer olduğu için önem taşıyor.
1577-1599 yıllarında kullanılan ve Thames Nehri'nin
kuzeyinde Shoreditch'de bulunan tiyatronun
duvarlarının kalıntılarına ulaşıldı. Tiyatronun
kalıntılarına ilişkin kazı çalışmaları devam edecek.
Radikal, 06.06.2012
|
HASANKEYF'İ YUTACAK ILISU BARAJI'NA TESCİL

Ilısu Barajı Projesi’yle sular altında kalacak
tarihi Hasankeyf için Batman İdare Mahkemesi’nden
dün kötü haber geldi. Hasankeyf’i kurtarmak için
yıllardır hukuk mücadelesi veren avukat Murat
Cano’nun açtığı dava, oy çokluğuyla reddedildi. Üç
üyeden birinin itiraz ettiği karar sonucu, Ilısu
Barajı projesi hukuken ‘tescil’ edilmiş oldu. Cano
ise pes etmeyeceğini ve Danıştay’a başvuracağını
hukuka aykırı olan kararı aynı zamanda Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) de taşıyacağını söyledi.
Ilısu Barajı uzun yıllardır gündemde. Tartışmalar
nedeniyle uluslararası finans kuruluşlarının
çekildiği proje, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın
2015’e yetişecek talimatıyla hızlandırılmış durumda.
Nurol-Cengiz firmalarının ortaklığıyla Akbank ve
Garanti Bankası’nın da finansman desteğiyle devam
eden baraj yüzünden Hasankeyf ve bölgedeki 550’ye
yakın tarihi eser sular altında kalacak. Projeyi
savunanlar ve iktidarlar yıllardır bu kültürel
mirasın buradan taşınarak yok edilmeyeceğini ileri
sürüyordu.
Murat Cano, Hasankeyf’in kurtulması için yıllardır
mücadele eden gönüllülerden biri. 2000 yılından beri
hukuk savaşı veriyor. Bu savaşını yakından izlediğim
Cano dün telefon etti. Beyoğlu’ndaki ofisinde
buluştuk ve büyük bir üzüntü ile çıkan kararı
değerlendirdi. Davayı Diyarbakır İdare Mahkemesi’ne
açtığını, bu mahkeme tarafından atanan bilirkişi
raporuna itiraz ettiği sırada, davanın Batman İdare
Mahkemesi’ne verildiğini söyleyen Cano, mahkemenin
açıkladığı kararın kendisinin hukuka aykırı olduğunu
belirtiyor.
Öncelikle dava boyunca da sık sık açıkladığı gibi
Ilısu Barajı Projesi’ne karşı olmadığını söyleyen
Cano, “Devlet bu projeyi tabii ki isteyebilir. Yılda
beş milyar kilovat enerji üretmeyi amaçlıyor ve yüz
yirmi hektarlık alanın sulanmasını hedefliyor. Buna
karşı olmadım. Ama milli değerleri yok etmemek,
tarihi eserleri yok etmemek şartıyla” diyor.
Cano’nun kararın neden hukuka aykırı olduğuna
ilişkin itirazları da şöyle:
* Mahkemenin verdiği davanın reddi kararı kültür
mirasının korunmasına karşı karar tamamen cek ve
caka dayanıyor. Üstelik karar makable şamil
uygulanıyor. Bu tür kararlar en son 12 Mart askeri
rejimi sırasında çıkmıştır.
* Kararın gerekçesinde 550 yerleşim alanının
bulunduğu tespit ediliyor ve sular altında kalacağı
kabul ediliyor. Bu saptamayı karara itiraz eden üye
de gerekçesinde açıklıyor. 6 sayfalık itirazında
gerekli projelerin hazır olmadığını kabul ediyor.
* Yapılan bilirkişi tutanağına göre gerek su altında
kalması, gerekse taşınması planlanan anıtların ve
anıtsal yapıların bilimsel, tarihi, mimari ve
estetik değerleri hakkında hiçbir inceleme
yapılmamış olduğu ortada. Bu yapıların nasıl
korunacağı, nasıl taşınacağı, su altında kalacak
bölümün zamanla zarar görmemesi için ne tür koruma
önlemleri alınması gerektiğine ilişkin hiçbir proje
yok.
* Hasankeyf İlçesi ve bölge birinci derece sit
alanı. Bu bölgedeki kültür varlıklarının bir
envanteri bile çıkarılmamış durumda. Birinci derece
sit alanında yapılacak bir yapı için önce Koruma
Kurulu onayı alınması gerekir. Burada böyle bir onay
yok. Uluslararası mevzuata göre de önce koruma
önlemi alınmalı sonra yatırım planlanmalıdır. Oysa
burada süreç tersten işlemiştir.
* Mahkeme bütün bunları kararında kabul etmekte
ancak daha sonra yapılacağını söylemektedir. Cek
caka dayalı hukuka uygunluk denetimi olmaz. Dava
açıldıktan sonra alınan kararlarla hukuk kuracaksak
adına yasa denilen birçok fermanla haklılık
yokedilir. Dolayısıyla ile ortada ne hak arama
imkanı ne de mahkemelerin bağımsızlığı kalır.
* Mahkemenin kararını tamamen ‘yüksek kamu yararına’
dayandırdığını da anlatan Cano, ‘Memleketin rezerv
değerlerine hasar veren yatırımlarda üstün kamu
yararı olamaz’ diyor.
Türkiye sahipsiz kaldı
Murat Cano, hukuk mücadelesine bundan sonra da devam
edeceğini söylüyor. Önce Danıştay’a başvuracağını
anlatan Cano, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de
çıkan kararı Fransızca’ya çevirterek hemen
göndereceğini belirtiyor. Üzüntüsünü ise şu sözlerle
dile getiriyor:
“Çok özel kanaatim şu: Türkiye artık sahipsiz kaldı.
Memleketimin bütün rezerv değerleri suyu, bitki
örtüsü, yaban hayatı, kültür mirası ya talan
ediliyor, ya suya gömülüyor, ya yok ediliyor. Bunlar
olmazsa memleket yoktur. Korumak için nöbet mi
tutalım. Hukuk mücadeleme devam edeceğim. AİHM’ye
hukuka aykırı kararı götüreceğim. Olmazsa
Strasbourg’a kadar derviş gibi bir yürüyeceğim.”
Açıklanan karar gerçekten çok önemli bir gerçeği
ortaya çıkarmış durumda. Hasankeyf gibi binlerce yıl
öncesine dayanan bir kültürel mirasın korunması için
hiçbir şey yapılmamış. Son yıllarda sık sık
rastladığımız gibi kalkınmaya feda edilen bir değer
daha!
Radikal, Yazı: Jale Özgentürk, 06.06.2012
|
RANDEVUYLA GEZİLECEK

Kültür ve Turizm
Bakanlığı Müsteşarı Özgür Özaslan, turist yoğunluğu
açısından ayrı bir öneme sahip
Efes Antik kenti,
Topkapı Sarayı ve
Ayasofya'da doğal erozyon olduğunu belirterek,
randevulu sisteme geçilmesi için çalışmalar
yapıldığını söyledi.
Özaslan yaptığı açıklamada, dünyanın önde gelen ören
yerlerinden biri olan ve bazı günlerde İzmir ile
Kuşadası'na gemilerle gelen turistler dahil 15 bin
ziyaretçinin aynı anda gezdiği Selçuk İlçesi'ndeki
Efes Antik Kenti'nin artık yorulduğunu belirtti.
Efes'te doğal erozyon yaşandığını kaydeden Özaslan,
antik kentin UNESCO Dünya Mirası listesine girmesi
için çaba harcadıklarını söyledi. Özaslan,
oluşturulacak alan yönetimi çerçevesinde randevulu
sisteme geçilmesi gerektiğini de belirtti.
Özaslan, UNESCO'nun Dünya Mirası yedek listesinde
olan Efes ile Bergama'nın asıl listeye alınması için
yoğun çabalar harcandığını söyledi. UNESCO'nun özel
kriterlerinin gerçekleşmesi için alan yönetimi
oluşturulması gerektiğini söyleyen Özaslan, "Gerek
Efes, Gerekse Bergama'nın geleceğe yönelik vizyoner
çalışmalarında bulunuyoruz. Alan yönetim planlarını
yapıyoruz. 1997-2007 yılları arasında durağan döneme
girilmiş. Türkiye'den UNESCO asil veya yedek
listesine hiçbir ören yeri girmemiş. Oysa ülkemiz
dünyanın en istisnai coğrafyasında yer alıyor.
İtalya'dan daha fazla antik kentimiz,
Yunanistan'dakilerden daha fazla Hellenistik
kentlerimiz var. Her yıl bunlardan birini UNESCO
listesine sokabilirsek kendimizi başarılı
sayabiliriz" dedi.
Türkiye'nin dünyaca ünlü tarihi miraslarından
özellikle üçünün yoğun ziyaretler nedeniyle
yorulduğunu ve doğal erozyon yaşadığını belirten
Bakanlık Müsteşarı Özaslan, "Efes başta olmak üzere
Ayasofya ve
Topkapı'da ziyaret yönetim planlaması yapılmalı.
Tüm dünyada bu tür yerlerde ziyaretler sistemli ve
randevulu yapılıyor. UNESCO için hazırlanan yönetim
planı çerçevesinde bu üç yerin ziyaretinde randevulu
sisteme geçilecek. Doğal erozyonun önüne geçmek için
özel dizayn edilmiş yürüyüş yolları belirlenmeli"
dedi.
Efes antik kenti başta olmak üzere tüm tarihi
mekanlar için geleceğe yönelik vizyoner çalışmalar
yapılması gerektiğini dile getiren Özaslan, "Ören
yerlerimiz için çok yönlü çalışma gerekiyor.
Bakanlığımız, bilim adamları, üniversiteler ve
ilgili kuruluşlar çok yönlü çalışmalar üretmeli.
Efes'te geçmişte yapılan kötü uygulamaların
kaldırılması gerekiyor. Geçmiş yıllardan farklı
olarak
Efes antik kentinde sadece kazı yapılmıyor,
korumaya yönelik çalışmalar da yönetiliyor" dedi.
Habertürk, 06.06.2012
|
DÜNYA BU VAMPİR İSKELETİ KONUŞUYOR

Bulgaristan'ın
Sozopol şehrinde bir kilisenin yakınlarında 800
yıl öncesine ait olduğu sanılan iki iskelet bulundu.
İskeletlerin göğüs bölgesinde keşfedilen demir
çubuklar akıllara o dönemki inançların günümüzdeki
modern "vampir"
mitini deste desteklediği düşüncesini getiriyor.
Bulgaristan Ulusal Tarih Müzesi Müdürü Bozhidar
Dimitrov konuyla ilgili olarak şunları söyledi:
"Göğüslerine demir çubuk saplanan bu iskeletler
Bulgaristan'daki köylerin bazılarında 20. Yüzyılın
başlarında uygulanan yaygın bir yöntemle gömülmüş.
Putperest inanca göre o dönemde yaşarken "kötü"
insan olarak görülen kişiler gömülmeden önce
göğüslerine bir demir çubuk saplanmadığı takdirde,
toprağın altına girdikten sonra vampire
dönüşebiliyorlardı.
Ayrıca başka bir inanca göre de bu çubuklar ölüleri
mezarlarına bağlayarak gece mezarlarından çıkıp
insanları rahatsız etmelerini engelliyordu."
Dimitrov bugüne kadar Bulgaristan'da 100'ün üzerinde
bu tip ceset bulunduğunu belirtti.
Dimitrov şöyle konuştu: "Sanırım aslında sıradan
olarak tanımlayacağımız bu tarz keşiflerin popüler
olmasının nedeni vampir kavramının gizemini
koruması."
Sabah, 06.06.2012
|
HAREM'İN KAPILARI AÇILIYOR

Haremin hiç bilinmeyen yönlerinin
gerçeğe uygun olarak anlatılacağı ''Padişahın Evi:
Topkapı Sarayı Harem-i Hümayunu Sergisi'', 13
Haziran'da Topkapı Sarayı Müzesi Has Ahırlar Sergi
Salonu'nda açılacak.
Sergide, eşsiz bir hiyerarşiyle yönetilen harem,
Topkapı Sarayı Müzesi koleksiyonlarında yer alan
270'in üzerinde eser ve belge aracılığıyla
anlatılacak.
Dört ana bölümden oluşacak serginin ilk bölümünde,
harem mimarisi minyatürler, gravürler ve planlar
eşliğinde, ikinci bölümde ise yine mimarideki
hiyerarşik düzene uygun olarak haremin koruyucuları
ve hizmetlileri olan harem ağaları ve cariyeler
teşkilatı anlatılacak.
Üçüncü bölümünde, hanedan üyelerinin haremdeki
yaşamları, eğitimleri, hiyerarşideki yerlerinin
tasvir edileceği serginin dördüncü bölümünde,
haremde günlük yaşam, eğlenceler ve gelenekler yine
baş yapıtlarla ve görsellerle görülebilecek.
Topkapı Sarayı
Müzesi Başkanı Prof.Dr.
İlber Ortaylı, yaptığı açıklamada, Osmanlı
haremi ile ilgili efsanelerin yaygın olduğunu
söyledi. Haremin bir ev olduğunu ifade eden Ortaylı,
şunları söyledi:''Bir evin kutsallığı vardır.
Padişah evidir. Müze, tarih eğitiminin çok önemli
bir parçasıdır. Müzelerde, konulu sergiler yapıyor.
Bu nedenle depolarımızda ve arşivlerimizdeki ilgili
belgeleri, eşyaları bir araya getirerek, bir harem
sergisi yapıyoruz. Bu sergi, 3 ay boyunca
gençlerimiz, öğrencilerimiz ve halkımız tarafından
ziyaret edilebilecek. Konuya biraz ilgi çekeceğiz.
Günümüzde haremle ilgili oluşan eksik ve hatalı
bilgi çok. Harem denilince bir sohbet konusu, bir
'geyik muhabbeti' akla geliyor. Konuya ilmi
bakılması için, bu sergiyi yapıyoruz. Sergide 270'in
üzerinde obje olacak.''
Ortaylı, Osmanlı'nın anlatıldığı dizilere de
değinerek, ''Dünyada hiçbir televizyon dizisi,
tarihi gerçekleri anlatma endişesi taşımaz. Daima
kitlelerin keyfine göre bilgiler verilir. Burada da
harem üzerinde ciddi bir bilgi noksanlığı ve bilgi
kirlenmesi var'' diye konuştu.
Bilintur Üst Yöneticisi (CEO) Orhan Hallik de bu
projede yer almaktan duydukları memnuniyeti dile
getirerek, ''Harem hep geziliyordu ama obje ve
eserlerle ilgili buluşma gerçekleşmiyordu. Haremde
padişahın, eşlerin, çocukların kullandığı eserler
ilk defa sergilenecek. Daha önce haremle ilgili
anlatılan birçok şeyi, insanlar bire bir objelerle
görmüş olacaklar. Bu konuyla ilgili yanlışlıların
düzeltilmesi anlamında da önemli'' şeklinde konuştu.
Sergiyle ilgili yaklaşık 5-6 aydır çalıştıklarını
aktaran Hallik, ''Sergi, 3 ay boyunca açık kalacak.
Sergi kapsamında seminerler de düzenlenecek. Ayrıca,
sergilenen alana depreme dayanıklı ve depreme karşı
hassas bir malzeme yerleştiriyoruz. Herhangi bir
sarsıntı olduğunda, eserlerin zarar görmemesi
anlamında bir önlem alıyoruz. Bu da önemli bir şey''
ifadelerini kullandı.
Habertürk, 06.06.2012
******
HAREM'İN HİÇ
BİLİNMEYEN YÖNLERİNİ KEŞFEDECEKSİNİZ
Haremin hiç bilinmeyen
yönlerinin gerçeğe uygun olarak anlatılacağı
“Padişahın Evi: Topkapı Sarayı Harem-i Hümayunu
Sergisi”, 13 Haziran'da Topkapı Sarayı Müzesi Has
Ahırlar Sergi Salonu'nda açılacak.
Haremin hiç bilinmeyen
yönleriyle gerçekçi bir biçimde anlatılmasından yola
çıkılarak hazırlanan sergide, eşsiz bir hiyerarşiyle
yönetilen harem, Topkapı Sarayı Müzesi
koleksiyonlarında yer alan 270'in üzerinde eser ve
belge aracılığıyla anlatılacak.
Bilintur/Bilkent Kültür Girişimi (BKG) ile Topkapı
Sarayı Müzesi Müdürlüğü tarafından TAV
Havalimanları'nın ana sponsorluğunda hazırlanan
“Padişahın Evi: Topkapı Sarayı Harem-i Hümayunu
Sergisi”, Türkiye'de ve dünyada harem konusunda
oluşan eksik ve hatalı bilgilerin düzeltilmesini
amaçlıyor.
Dört ana bölümden
oluşacak serginin ilk bölümünde, harem mimarisi
minyatürler, gravürler ve planlar eşliğinde, ikinci
bölümde ise yine mimarideki hiyerarşik düzene uygun
olarak haremin koruyucuları ve hizmetlileri olan
harem ağaları ve cariyeler teşkilatı anlatılacak.
Üçüncü bölümünde, hanedan üyelerinin haremdeki
yaşamları, eğitimleri, hiyerarşideki yerlerinin
tasvir edileceği serginin dördüncü bölümünde,
haremde günlük yaşam, eğlenceler ve gelenekler yine
baş yapıtlarla ve görsellerle görülebilecek.
"DİZİLER TARİHİ GERÇEKLERİNİ ANLATMA
ENDİŞESİ TAŞIMAZ"
Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı Prof. Dr.
İlber Ortaylı, yaptığı açıklamada, Osmanlı haremi
ile ilgili efsanelerin yaygın olduğunu söyledi.
Haremin bir ev olduğunu ifade eden Ortaylı, şunları
kaydetti:
“Bir evin kutsallığı vardır. Padişah evidir. Müze,
tarih eğitiminin çok önemli bir parçasıdır.
Müzelerde, konulu sergiler yapıyor. Bu nedenle
depolarımızda ve arşivlerimizdeki ilgili belgeleri,
eşyaları bir araya getirerek, bir harem sergisi
yapıyoruz. Bu sergi, 3 ay boyunca gençlerimiz,
öğrencilerimiz ve halkımız tarafından ziyaret
edilebilecek. Konuya biraz ilgi çekeceğiz. Günümüzde
haremle ilgili oluşan eksik ve hatalı bilgi çok.
Harem denilince bir sohbet konusu, bir 'geyik
muhabbeti' akla geliyor. Konuya ilmi bakılması için,
bu sergiyi yapıyoruz. Sergide 270'in üzerinde obje
olacak.”
Ortaylı, Osmanlı'nın anlatıldığı dizilere de
değinerek, “Dünyada hiçbir
televizyon dizisi,
tarihi gerçekleri anlatma endişesi taşımaz. Daima
kitlelerin keyfine göre bilgiler verilir. Burada da
harem üzerinde ciddi bir bilgi noksanlığı ve bilgi
kirlenmesi var” diye konuştu.
Bilintur Üst Yöneticisi (CEO) Orhan Hallik de bu
projede yer almaktan duydukları memnuniyeti dile
getirerek, “Harem hep geziliyordu ama obje ve
eserlerle ilgili buluşma gerçekleşmiyordu. Haremde
padişahın, eşlerin, çocukların kullandığı eserler
ilk defa sergilenecek. Daha önce haremle ilgili
anlatılan birçok şeyi, insanlar bire bir objelerle
görmüş olacaklar. Bu konuyla ilgili yanlışlıların
düzeltilmesi anlamında da önemli” şeklinde konuştu.
Sergiyle ilgili yaklaşık 5-6 aydır çalıştıklarını
aktaran Hallik, “Sergi, 3 ay boyunca açık kalacak.
Sergi kapsamında seminerler de düzenlenecek. Ayrıca,
sergilenen alana depreme dayanıklı ve depreme karşı
hassas bir malzeme yerleştiriyoruz. Herhangi bir
sarsıntı olduğunda, eserlerin zarar görmemesi
anlamında bir önlem alıyoruz. Bu da önemli bir şey”
ifadelerini kullandı.
Hürriyet, Haber: Şengül
Oymak, 06.06.2012
|
TOPKAPI SAATLERİ KIRMA
SERGİSİ
TBMM Başkanı Cemil
Çiçek'in 25 Mayıs'ta açılışını yaptığı Topkapı
Sarayı'ndaki saat koleksiyonunda yer alan 250 yıllık
saatlerden biri parçalandı, diğeri az hasarlı
kurtuldu. Üzücü kazaya ihmalin yol açtığı iddia
edildi.
Topkapı Sarayı’nda geçen
cumartesi günü saatler sergisinin bulunduğu odayı
açan müze görevlisi gördükleri karşısında şaşkına
döndü. İki tarihi saat yere düşmüştü. Biri
parçalanmış, diğeri az hasarlıydı. Sorumlu telaşla
müze yetkililerine haber verdi. Müze yetkilileri
olayın olduğu salonda durum tespiti yapan bir rapor
hazırlayarak dün
Kültür ve Turizm Bakanlığı
’na durumu bildirdi. Saatlerin duvarda asılı
durmalarını sağlayan zincirin koptuğu, iyi monte
edilmeyen saatlerin ağırlığa dayanamayarak yere
düştüğü anlaşıldı. Saatlerden birinde oluşan hasarın
tamir edileceği raporda ifade edildi.
Dünyanın sayılı mekanik saat koleksiyonlarından
sayılan Topkapı Sarayı Saat Koleksiyonu ilk kez gün
ışığına çıkmıştı. Yaklaşık 380 parça saatin yer
aldığı koleksiyon, Osmanlı Devleti’nin 400 yıllık
hükümranlığı süresince kullanılan ve hediye edilen
saatlerden oluşuyor. Koleksiyonda Ahmet Eflaki Dede,
Süleyman Leziz, Şeyh Dede, Mehmet Şükrü gibi en
önemli Türk saat ustalarının da eserleri yer
alıyordu. Diğer yandan saat dünyasının önemli ismi
Bruguet en önemli eseri olan ve aynı zamanda en
pahalı şahaseri 1813 yılında Sultan II. Mahmut’a
armağan olarak sunulan ‘Pendule Sympatheique’ de
koleksiyonun bir parçası.
Maalesef çok üzücü bir olay
Topkapı Sarayı Müze Başkanı Prof.Dr. İlber
Ortaylı olayı doğrulayarak, “Maalesef üzücü bir
olay. Oysa büyük bir titizlikle hazırlanmıştı. Kuş
kafesli 250 yıllık tarihi saatlerdi. Biri tuz buz
oldu. Diğerinde çok fazla hasar yok. Barok stili
dönemin çizgilerini yansıtan güzel bir saatti. Zaten
yeni tamir edilmişlerdi. Paramparça olan saat de
yeniden tamir edilecek. Çarkları kırıldı. Parçaları
teker teker toplanarak tamir için saat ustalarına
gönderildi. Onarılması uzun zaman alabilir dedi.”
‘Beni bile taşır’
Sergi yapılma aşamasında serginin
sorumlularından Serkan Gedik isimli memurun saatleri
taşıyan zincirlerin güvenli olmadığı yönünde
yetkilileri uyardığı belirtildi. Gedik’in, zincir
gerilirken “Bu zincirler taşımaz” diye uyardığı
ileri sürüldü. Ancak Röleve ve Anıtlar Müdürü Salman
Ünlügedik’in zincire tutunarak, “Bu beni bile taşır”
dediği ve bunun üzerine de saatlerin sergiye hazır
hale getirildiği iddia edildi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı
’nın hazırlanan tutanak çerçevesinde soruşturma
yapması bekleniyor.
Radikal, Haber: Ömer
Erbil, 05.06.2012
|
AŞKAR HÖYÜK
Biliyorsunuz, Karatay Belediyesi bu höyük üstüne
bir park yapıyor.
Konya’nın eski çağ tarihi hakkında sayılı
uzmanlardan olan Prof.Dr. Hasan Bahar (Hasan Hoca
halen Selçuk Üniversitesi Tarih bölüm Başkanı) sert
eleştiriler yöneltiyor bu “inşaat” işine.
Özetle dediği şu Hasan Bey’in: Konya bölgesinde
1994’ten beri bini aşkın höyük tespit ettik.
Bunların çoğunun yüzey araştırmalarında bulundum.
Aşkar Höyüğü’nde de yüzey araştırması yaptım. Burası
yaklaşık 5 bin yıl öncesine tarihlenen Tunç Çağı
yerleşim bölgesi. Şehrin ortasında kalmış höyüklerde
yeşillendirme olabilir, fakat tahribat yaratmayacak
şekilde, kökü olmayan, otsu bitkilerle bu
yapılabilir. Höyüğe ağaç dikiyorlar. Bir höyükte
kazı yaparken sonradan dikilen ağacın köklerinin 50
metre derindeki kerpici, Hitit duvarlarını yediğini
gördük. Köklü bitkiler höyükleri yiyip bitirir.
Ayrıca, Aşkar Höyüğü Osmanlı belgelerinde de geçer.
Mısır Ordusu ile Osmanlı Ordusu’nun savaştığı
alandır burası.
Karatay Belediyesi ise ilginç bir açıklama yaptı
konuyla ilgili.
Belediyenin hemen her gazetede benzer ifadelerle
yer alan açıklamasına göre, belediye Anıtlar
Kurulu’ndan aldığı izinle höyüğün birinci dereceden
sit alanına otsu bitki dikerken, sosyal donatıları
da 3. dereceden SİT alanına yerleştirmekteymiş.
Böylece, sevgili belediyemize göre, Aşkar Höyüğü’nde
yeni bir “medeniyet” yükseliyormuş. Sanırım,
belediyenin yükselttiği bu medeniyet de şu “tek dişi
kalmış” olanlardan. “Betondan tanrılara kulluğun
zırhı” nasıl da bunaltıyor zihinlerimiz böyle…
Bir çift laf da Anıtlar Kurulu’na söylemeli: Şu
1. derece, 3. derece sit ayrımını neye dayanarak
yaptınız? İşte Hasan Bey’in açıklaması ortada:
Bölgede herhangi bir arkeolojik kazı yapılmamış.
Sadece yüzey araştırması var. 3. derece SİT alanı
dediğiniz bölgenin altında 1. derece sit alanında
yer alan unsurların devamı olup olmadığını neye
dayanarak bize garanti edebilirsiniz? Kurul Başkanı
Ali Boran Bey’den konuyla ilgili detay alabiliriz
umarım…
Konya Postası, Yazı: Murat Güzel, 05.06.2012
|
BİTMEYEN FETİH KUTLAMALARI
Fetih Müzesi'nde
İstanbulluların önemli bir kaynağını keyfi bir
şekilde kullanıldığını düşünüyorum.
İstanbul'un Fethi kutlamalarında bu sene artık
gemilerin karadan yürütülmesi, mehter müziği
eşliğinde surlara hücum etme, sancak dikme gibi
görüntüler yer almadı. Bunlar yerine lazer, havai
fişek gösterileri vb. düzenlendi. Bazıları
soruyorlar: Bu görüntüler olmazsa o zaman biz ne
anlayacağız bu Fetih töreninden? Karadan yürütülerek
Haliç'e indirildiği rivayet edilen savaş
kadırgalarını temsil etmek için belediye
kamyonetlerine yüklenmiş taka hurdaları; caddelerde
bunları çekiyormuş gibi yapan beyaz mokasen
ayakkabılı, telsizli zabıtalar; burçların üstüne
bayrağı dikme seremonileri... Bu görüntüler
askerlerin, tankların, top arabalarının yürütüldüğü,
gökyüzünden kulak tırmalayarak savaş jetlerinin
geçtiği resmi bayramlardan İstanbullulara belki de
daha sempatik geliyordu. Şimdi devir değişti.
Büyükşehir Belediyesi kenti Fetih afişleriyle
donatmaya, gösterileri de büyük bütçelerle
profesyonel şirketlere ihale etmeye başladı.
Ama benim görüşümü sorarsanız Fetih
gösterilerinin kurumsallaşması fikir üretimi
düzeyinde bir gelişme sağlayamadı. Yalnızca kaynak
israfına yol açtı. Bir savaşın kendisi insanlar için
ürpertici de olsa, bir şenlik halini alarak
caddelerde kutlanması, gösterilere mizah boyutunun
katılmış olması belki de daha sivil bir gelenek
oluşturuyordu. Fetih törenlerinin milli bir bayram
statüsüne kavuşturulması arzulanırken kentin
tarihindeki bu önemli olayın neden sürekli gündelik
hayata taşınmaya çalışıldığı, meselenin ne olduğu
hiç tartışılmadı.
1953 yılından beri bir ritüel alanına
dönüştürülmeye çalışılan Topkapı'daki "Osmanlı
Parkı" bu kurumsallaştırma çabaları içinde en önemli
yeri tutuyor. Tayyip Erdoğan'ın başkanlığı zamanında
başlatılan, fasılalar ile ancak 2010 yılına doğru
tamamlanan bu proje İstanbul'da gerçekleştirilen en
kapsamlı kamusal alan düzenlemesi. Fetih Müzesi,
gezi alanları, camisi, geleneksel el sanatları
çarşısı ile 354 bin metrekarelik devasa bir alanda,
ana ulaşım arterlerinin üzerinde ve Theodosius
Surları'nın kenarında gerçekleştirilen bu projenin
inşaatına kamulaştırmalar hariç 150 milyon TL
harcanmış. Broşürlerde Fetih Müzesi'nin "müzeciliğin
geldiği son aşamayı gösterdiği" iddia ediliyor ve
misyonu şöyle tarif ediliyor: "Halk bugüne kadar
kendi tarihinden uzaklaştırıldı. Mazlum milletimizin
kimliği sürekli içimizdeki düşmanlar tarafından
bastırıldı. Buradaki müze çocuklarımıza kendi
tarihiyle övünmeyi öğretecek, ben neymişim
dedirtecek... Bu müzeyi biz halkın kendisine güven
duymasını sağlamak için yaptık. Biz aşağılık
kompleksi içinde yetişen gençlik istemiyoruz.
İnsanlık tarihi, İstanbul'un fethine eş değerde pek
az olaya şahit olmuştur. İçinde yaşadığımız zaman
dilimi içerisinde Türkiye'nin yeni bir fetih ruhuna
ihtiyacı var."
Bu sözler aklıma ilkokuldayken gezdiğim Trafalgar
savaşının canlandırıldığı Londra'daki bir müzeyi
hatırlattı. Annem ve babamla müzenin önünde uzanan
kuyrukta saatlerce bekledikten sonra iki yana doğru
yalpalanan bir savaş gemisinin karanlık bir
dehlizinde buluvermiştik kendimizi. Cesetler
ortalığa saçılmıştı. Patlama sesleri, barut
kokuları, inlemeler, çığlıklar duyuluyordu. İçine
dahil olduğumuz bu ürpertici savaş manzarası hiç
aklımdan çıkmadı. Bu müze ziyaretinden sonra
zaferlere, kahramanlık hikayelerine şüpheyle
baktığımı hatırlıyorum. İngiliz gençleri de
zannedersem bu müzeden "biz neymişiz" diyerek değil,
insani açıdan savaşın kötü bir şey olduğunu
düşünerek çıkıyorlardı. Amiral Nelson tarafından
kazanılan bu tarihi zafer, hiç de "olması gerektiği
gibi" övünülecek bir kahramanlık hikayesi gibi
anlatılmıyordu. Bu durumda savaşı bir insanlık
trajedisi olarak anlatmak İngiliz halkını aşağılamak
anlamına mı geliyor? Tarih dersi kitaplarında
savaşta ölenlerin, yaralananların, göç etmek zorunda
kalan, öldürülen insanların, yakınlarını
kaybedenlerin durumundan, savaşın insanlar için
nasıl bir yıkım olduğundan hiç söz edilmiyor. Fetih
Müzesi'nin de fethin gerçekliğini yansıttığı iddia
ediliyor. Böyle bir şey mümkün mü? Fetih olayı
yalnızca bu temsilin görüntüsünden ibaret olabilir
mi? Bu önemli tarihi olay başka açılardan ele
alınamaz mı? Böyle bir durumda kolaysa savaşlarda
insanların yaşadıkları yıkımları, trajedileri
sorgulamaya, anlamaya çalışın. Otoriter rejimlerde
yöneticiler, kışkırtılmış insanlar farklı
yaklaşımlara karşı saldırganlaşırlar ve onları
"düşman" kategorisinde görmek isterler. Oysa
anlaşmazlık görüş farklarında değil, düşünce ile
şiddet arasındadır.
Fetih Müzesi'ne bir de bu açıdan bakalım:
Göğüslerine saplanan oklarla, kesilmiş kol ve
kafalarla, top mermilerinin yıktığı duvarlar altında
ezilen ve parçalanan insanların görüntüsü ile
İstanbullulara anlatılmak istenen nedir?
Toplulukların özgüveni, düşünce dünyası bu tür
görüntülerle mi gelişir? Bu müzeyi ziyaret eden
çocuklara yazık olmuyor mu? Bu neyin pedagojisi?
Kentin önemli bir aktarma noktası sanki Soğuk Savaş
döneminden miras kalmış bir "beyin yıkama fabrikası"
gibi kullanılıyor. Kent halkı ideoloji ile
yoğrulmaya çalışılıyor. Fetih Müzesi'nde
İstanbulluların önemli bir kaynağını keyfi bir
şekilde kullanıldığını düşünüyorum. Kenti fikir
yönünden zenginleştireceğine fakirleştirdiğine, bu
önemli tarihi olayı sorgulamaya, düşünmeye,
araştırmaya kapatarak kente karşı bir işlev
gördüğüne inanıyorum.
Taraf, Yazı: Korhan Gümüş, 05.06.2012
|
YOL ÇALIŞMASI SIRASINDA LAHİT BULUNDU
Hendek İlçesi'nde belediye ekiplerinin yol çalışması sırasında geç Roma dönemine ait olduğu belirtilen lahit bulundu.
Hendek Belediyesi'nce Rasimpaşa Mahallesi'nde iş makineleriyle kazı yapıldığı sırada lahit bulundu. Hendek Cumhuriyet Savcısı Can Bayır ve Sakarya Müze Müdürü Murşit Yazıcı, polisin güvenlik kordonuna aldığı lahitte inceleme yaptı.
Müze müdürü Yazıcı, gazetecilere yaptığı açıklamada, lahitle ilgili kesin bir şey söylemek için çok erken olduğunu belirterek, "Gerekli incelemelerin ardından kamuoyuna gerekli açıklama yapılacaktır. Ancak mezarın şekli, yapısı geç Bizans dönemini andırıyor, Roma da olabilir. Şimdiden bir öngörüde bulunmak yanlış olur. Yol çalışmaları devam edecek, çalışmayı engelleyecek bir durumun söz konusu değil" dedi.
Lahitten çıkarılan insan kemikleri muhafaza edilmesi amacıyla belediye ekiplerine teslim edildi.
Mynet Haber, 05.06.2012
|
 |
MUĞLA VALİLİĞİ TARAFINDAN HAYATA GEÇİRİLEN 'KÜLTÜR
YOLU PROJESİ' TAMAMLANDI

Muğla
Valisi Fatih Şahin, Kültür Yolu'nun başladığı
Gevenes Köyünden, güzergahta bulunan piknik yerine
kadar beraberindekilerle yaklaşık 2,5 kilometre
yürüdü. Piknik alanında gazetecilere açıklama yapan
Şahin, projenin Hekate'nin evi, Lagina ve
Stratonikeia antik kentleri ile ünlü ''Ormancı''
türküsünün yazıldığı Gevenes'i kapsadığını anlattı.
Şahin, ''Proje kapsamında, 1 milyar yıllık geçmişi
olan taşların bulunduğu Gökbel Vadisi de
tanıtılacak. Bu alan, Muğla'nın kültürel
zenginliğinin tanıtımı bakımından önemli bir bölge''
diye konuştu. Kültür yolunun 30 kilometre uzunlukta
olduğuna, güzergahta çok sayıda tarihi ve doğal
zenginliklerin yer aldığına değinen Şahin, proje
kapsamında Belen Kahvesi ve Hacı Şükrü Evi
arasındaki 6,5 kilometrelik yolun kullanıma
açıldığını belirtti.
Şahin, proje kapsamında Bozüyük beldesi ile
Stratonikeia ve Lagina antik kentleri arasındaki 17
kilometrelik yolun açılması için çalışmaların
sürdüğüne işaret ederek, şunları söyledi:
''Kültür Yolu Projesi, Muğla Valiliği tarafından
geçmiş yıllarda restore ettirilen Belen Kahvesi'nden
başlıyor ve Yatağan'daki Lagina Antik Kenti'nde
bitiyor. Proje için bugüne kadar yaklaşık 100 bin
lira harcandı. Kültür Yolu Projesi'nin amacı,
Muğla'nın bugüne kadar tanıtılamamış kültürel
zenginliklerini tanıtmak. Bu tür projeler ile
turizmi çeşitlendirmeyi ve turizm sezonu da uzatmayı
hedefliyoruz.''
Yürüyüş yolları ile ilgili projelerin Türkiye'de son
dönemlerde gündeme gelmeye başladığına işaret eden
Şahin, projenin tatilcilerin, turistlerin ve
vatandaşların bu güzergahı bisiklet, fayton ve
yürüyüş yaparak keşfetmesini amaçladığını kaydetti.
Kültür Yolu'nun tanıtımı için bir dizi çalışma
yaptıklarına değinen Şahin, proje konusunda halkı ve
tur operatörlerini de bilgilendirdiklerini anlattı.
Projenin kültür turizmini çeşitlendirmeye olumlu
katkı sağlayacağını belirten Vali Şahin, bir soru
üzerine, Fethiye'deki Telmessos Antik Tiyatrosu'nun
da Muğla İl Özel İdaresi tarafından hazırlanacak
projeyle restore ettirileceğini açıkladı.
Projenin tanıtımı dolayısıyla düzenlenen etkinliğe,
Yatağan Belediye Başkanı Haşmet Işık, Stratonikeia
Antik Kenti Kazı Başkanı Bilal Söğüt, Kültür ve
Turizm Müdürü Kamil Özer, İl Özel İdaresi Genel
Sekreter Yardımcısı Veli Çelik, Bozüyük Belediye
Başkanı Yaşar Gencel ve çok sayıda davetli katıldı.
Yapı, 05.06.2012
|
İZMİR'İN KÜLTÜR VARLIKLARININ ENVANTERİ ÇIKARILDI
İzmir
Kültür ve Turizm Müdürlüğü'nün İl Özel İdaresi'nin
desteğiyle yürüttüğü çalışmalar sonucunda İzmir
merkez ve ilçelerindeki kültür varlıklarının
envanteri ile ilgili İl Kültür ve Turizm Müdürü
Abdülaziz Ediz bir basın toplantısı düzenleyerek,
kentin kültür varlıkları açısından 8 bin 500 yıllık
geçmişiyle oldukça avantajlı olduğunu belirtti.
Türkiye genelinde en fazla sit alanına sahip kentin
İzmir olduğunu kaydeden Ediz, kentin deniz, sağlık,
kongre ve fuar turizmine ek olarak kültür turizmi
açısından önemli potansiyele sahip olduğunu ifade
etti.
Kentteki kültür varlıklarının envanterinin
çıkarılması için 30 Nisan 2008'de çalışmaya
başlandığını belirten Ediz, ilk kez böyle bir
çalışma yapıldığını kaydetti.
Ediz, şöyle konuştu:
''İzmir'in Taşınmaz Kültür Varlıkları Envanteri,
çalışmalara kaynaklık edecek. Planlama ve koruma
çalışmalarında da kolaylık sağlayacak. 1850
sayfalık, 3 ciltlik bu çalışmayla İzmir'deki kültür
mirasının kayıt altına alınmasını sağladık.
Envanterde, İzmir ve ilçelerindeki taşınmaz kültür
varlıklarına ilişkin kısa bilgilerin yanı sıra
harita ve fotoğraflar yer alıyor. Envanterin dijital
ortama aktarılarak daha kolay kullanılabilir hale
getirilmesi yönündeki çalışmalarımız sürüyor.''
Ediz, bir soru üzerine, İzmir'in önemli tarihi
binaları arasında yer alan Konak Doğum Hastanesi'nin
Sağlık Bakanlığı'ndan Kültür ve Turizm Bakanlığı'na
devredilmesi konusunda mutabakata varıldığını, devir
işlemlerinin başladığını, restore edilecek binanın
kültürel amaçlı kullanılacağını söyledi.
Yapı, 18.06.2012
|
 |
BU KÖŞKE KİRACI ARANIYOR!
Kars'ın Sarıkamış İlçesi'nde, Rus işgalinde kaldığı 40 yıllık süre içinde Rus Çarı 2'nci Nikola tarafından yaptırılan ve halk arasında 'Katerina Köşkü' olarak bilinen, Kültür ve Turizm Bakanlığı'na ait 114 yıllık binaya kiracı aranıyor.
Baltık mimarisi tarzında yapılan ve uzun yıllar askeri bölge içerisinde kalan 'Katerina Köşkü', 1994 yılında Hazineye devredildi. Vali Ahmet Kara, Katerina Köşkü'nün tescilli kültür varlığı olduğunu belirterek, şu anda Kültür ve Turizm Bakanlığı'na ait olduğunu söyledi. Kara, korunmasında zorluk çekildiğini ifade ettiği köşkün tahrip olduğuna dikkat çekerek, bir an önce kiraya verilmesini önerdi.
Vali Kara, Katerina Köşkü'nün 3 yıldır Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın gündeminde olduğunu ifade ederek, "Bir kaç defa açık artırma ile ilana çıktı. Restorasyon yapan, orayı 49 yıl kullanıyor. Talibi çıkmayınca tahsisi de yapılamadı. Benim Turizm Bakanlığına önerim şu şekilde oldu: En azından turizm tahsisine çıkılırken Katerina Köşkü ile birlikte Cer atölyelerinin bulunduğu alanı da beraberce hatta biraz daha hazine arazisinden katarak tahsise çıkarsak belki talep olur. Aksi takdirde sadece köşk için talep geleceğini düşünmüyorum. Orada olsa ola 10-15 yataklı bir otel olabilir. Rantabl değil, kimse gelip o şekilde kullanmak için teklif vermeyebilir. Turizm Bakanlığı da bildiğim kadarıyla bu yönde bir çalışma içinde" dedi.
Habertürk, 04.06.2012
|
VENEDİK VAMPİRİ
İtalya’nın Venedik kentinde 16.
yüzyıla ait bir toplu mezarda ağzına bir kiremit
sokulmuş halde yatan bir iskelet bulundu.
Bilim adamları, bunun tarihte kayıtlı ilk “vampir defni” olup olmadığını tartışıyor.
Floransa Üniversitesi’nden uzman Matteo Borrini’ye göre Nuovo Lazzaretto adasında bulunan iskelet, şeytan çıkarma ayini yapılmış bir “vampire” ait olabilir.
Hürriyet, 04.06.2012
|
|
SANAT MAHKEME KAPISINA DÜŞTÜ

Sanat eserlerinin giderek uçan fiyatları ve
neyin ‘sanat eseri’ olarak tanımlanıp
tanımlanamayacaklarına ilişkin tartışma artık sanat
uzmanları ve tarihçilerini aştı; mahkeme salonlarına
taşındı.
ABD’de yaymnlanan
Wall Street Journal gazetesi yazarı Eric Felten
“Neredeyse her ay bir eserin otantikliğini ya da
mirasçılarının belirlenmesi için dava açıldığına
tanık oluyoruz.
Sanat tarihçileri ya da felsefecilerin yerine
hukuk adamları sanatı tartışıyor. Artık sanatın
doğası hakkında Aristoteles’in takipçileri değil
yargıçlar hüküm veriyor. Mahkeme estetiği
çağındayız” yorumunu yaptı. Felten örnek olarak
yakın zamanda sanat dünyasında konu oldukları
davalarla büyük tartışma yaratmış iki eseri örnek
verdi.
Sol Le Witt’in sözleşmeler aracılığıyla diğer
ressamlara çizdirdiği ‘Wall Drawings’ (Duvar
Boyamaları) serisine ait bir tablonun sözleşmesi
kaybolduğu için eseri satan galeriyle tabloyu satan
davalık oldu. Manevi zararları hesaplarken
mahkemenin sözleşmenin de sanatsal bir eser olup
olmadığını değerlendirmesi gerekecek. Cady Noland’ın
1990 tarihli Cowboys Milking eserini satan
Sotheby’s müzayedesine açılan 26 milyon dolarlık
dava da tartışmların odağında.
Teknolojinin yaygınlaşmasıyla insanların
odaklanma sürelerinin 12 dakikadan 5 dakikaya
düşmesinden yola çıkan ABD’nin prestijli tıp
fakülteleri ilginç bir uygulama başlattı. Yale
Üniversitesi öğrencileri ilk yıl zorunlu olarak
müzeye gidip 1800’li yıllara ait portreleri
inceliyor. Öğrencilere 15 dakika resmi inceledikten
sonra portredeki kişinin olası rahatsızlıklarını
sıralaması isteniyor. Bulgulara göre, katılan
öğrencilerin teşhis koyma yeteneği yüzde 10 arttı.
Milliyet, 04.06.2012
|
"KEŞKE KORUYUP ÖDÜL ALSAYDIK"

Portekiz’in başkentinde düzenlenen törende
‘Allianoi Girişimi’ adına ödül alan Dr. Ahmet Yaraş,
Allianaoi’nin 10 metre suyun altında olduğunu
söyleyerek, “Keşke gerçek anlamda korusaydık ve
dünya mirasına kazandırsaydık” dedi
Avrupa Komisyonu ve Europa Nostra’nın verdiği
2012
Avrupa Birliği Kültür Mirası/ Europa Nostra
Ödülleri,
Portekiz’in başkenti Lizbon’daki Jeronimos
Manastırı’nda düzenlenen törende sahiplerine
dağıtıldı.
Avrupa’daki 31 ülkeden gönderilen toplam 226
proje arasından seçilen 28 proje dört farklı
kategoride ödüle layık görülürken,
Türkiye, ”Koruma” dalında, Miletos İlyas Bey
Külliyesi ile, ”Özel Hizmet” dalında ise
Allianoi Girişimi ve Dr. Ahmet Yaraş ile
ödül aldı.
UNESCO tarafından Dünya Miras Listesi’nde
bulunan ve 2007 yılında yeni AB Anayasası’nın da
imzalandığı yer olan Jeronimos Manastırı’ndaki
törene Portekiz Cumhurbaşkanı Anibal Cavaco Silva,
İspanya veliahtı Prens Felipe, Europa Nostra
başkanı tenör Placido Domingo ve Türkiye’nin Lizbon
Büyükelçisi Ali Kaya Savut’ın da aralarında
bulunduğu çok sayıda davetli katıldı.
Suyun altında korunuyor
Bu arada Türkiye’ye verilen ödülleri Allianoi
Girişimi Dönem Sözcüsü Üstün Bilgen Reinart ve Dr.
Ahmet Yaraş ile Miletos İlyas Bey Külliyesi adına
projenin mimarı Cengiz Kabaoğlu aldı.
Allianoi’nin şu anda ”korunuyor mantığıyla 10 metre
su altında olduğunu ve katletildiğini” ifade eden
Yaraş, ”Ben
isterdim ki Allianoi gerçek anlamda korunsun ve
biz buraya çok daha farklı bir şekilde gelelim,
bütün dünyanın daha büyük bir övgüsünü kazanalım.
Benim için acı bir ödül. Böyle bir ödülü Avrupa
görüyor, onlar sesimizi duydular ve böyle bir ödülü
bize layık gördüler” dedi.
“Bu kadar nezih bir topluluk önünde ödül alınması
gerçekten ülkem açısından çok onur verici birşey
ancak Allianoi benim ikinci çocuğum gibiydi ve 12
yıl boyunca onun için mücadele ettim” diyen Yaraş,
sözlerine şöyle devam etti: ”Ne yazıkki Türkiye’de
sesimi istediğim gibi yeterince duyuramadım. Bize bu
mücadeleden dolayı ödül verdiler.
Keşke biz Allianoi’yi gerçek anlamda korusaydık ve
dünya mirasına kazandırsaydık. Ülkem açısından çok
daha büyük bir övünç kaynağı olurdu ve gelecekte
çocuklarımıza çook daha güzel bir hikaye bırakırdık.
Şu anda acı bir hikaye ile karşı karşıyayız. O
yüzden üzüntüm ve sevincim var, karışık bir duygu
yaşıyorum”.
2004 yılında kurulan Allianoi Girişimi, dünyanın en
iyi korunmuş
Roma sağlık kentlerinden biri olarak gösterilen
Allianoi’nin Yortanlı barajının suları altında
kalmaması için uzun yıllar hukuki ve sosyal bir
mücadele yürütmüştü.
Aydın’ın
Didim İlçesine bağlı Menteşe Beyliği’nin
başkentliğini yapmış Balat’taki Milet antik kenti
içinde yer alan ve 1404 yılında inşa edilen İlyas
Bey Külliyesi ise, ”dokümantasyonundaki yüksek
kalitenin ve yapı kalıntılarına yapılan hassas
müdahaleden” dolayı bu ödülü almaya hak kazanmıştı.
Milliyet, 03.06.2012
|
 |
HASANKEYF'E 'RÖNTGEN'
Batman’ın tarihi İlçesi Hasankeyf’teki kazılardan sorumlu Batman Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Abdusselam Uluçam, bu yıl 15 Haziran’da kazılara başlayacaklarını söyledi. Prof.Dr. Uluçam, farklı üniversitelerden bilimadamlarıyla ’jeoradar’ denilen sistemle Hasankeyf’in yer röntgeni çekimine başladıklarını söyledi.
Batman Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Abdusselam Uluçam, Ilısu Baraj Gölü tehdidi altındaki tarihi ilçe Hasankeyf’te 26 kişilik ekiple kazılar öncesinde yer röntgeni çekimine yönelik çalışmaları başlatıklarını belirtti. Prof.Dr. Uluçam, “Bilimadamlarının da içinde yer aldığı farklı üniversitelerde de görev yapan arkeologlarla birlikte Hasankeyf’in yer röntgen çekimlerine başladık. ’Jeoradar’ adını verdiğimiz bu çalışmalar, yıl sonuna kadar sürecek. Roma Dönemi’ne ait mozaikleri aramaya yönelik çalışmalar devam edecek” dedi.
Milliyet, 03.06.2012
|
KOLEKSİYONERLERDEN ANI DOLU SERGİ
Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık ve Yapı Kredi Private Banking, Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi işbirliğiyle, "Hisseli Harikalar Kumpanyası Meraklılarından Sıra Dışı Objeler Sergisi"nin ikincisini davetlilerle buluşturdu.
29 Mayıs - 24 Temmuz 2012 arasında Caddebostan Kültür Merkezi'nde ziyaret edilebilecek olan sergide, aralarında Private Banking müşterilerine ait eşyaların da bulunduğu 50 aile ve koleksiyonere ait 250 obje, belge ve siyah beyaz eski fotoğraf yer alıyor.
Bu sergi, katılımcıların aile tarihlerine ışık tutan, yıllarca koruyup özenle sakladıkları, anıları olan nesneleri sanatseverlerle paylaşma imkanı da sağlıyor.
Osmanlı askerine ait üniforma, işaret lambası, pusula ve ihtişamlı geçit törenlerinde çekilmiş fotoğraflar gibi birçok dikkat çekici parçanın bulunduğu bu sergi, geçmişteki günlük yaşamın detaylarına dokunurken, tarihimize ilişkin ilginç ipuçları ve hikayeler sunuyor.
Sabah, 03.06.2012
|
|
"PAPALIK ARŞİVLERİNE GİRMELİYİZ"

Tasavvuf bilen bir felsefe profesörüydü Kenan
Gürsoy. 2010’da hariciye dışından Papalık’ın merkezi
Vatikan’a büyükelçi olarak atandı. Ve iki yılda
Vatikan’ın en faal büyükelçilerinden biri olmayı
başardı. Gürsoy, Papa 16. Benedikt’in Vatikan
arşivlerinin Türk araştırmacılara açılması için de
talimat verdiğini söylüyor.
Laik ve çoğunluğu Müslüman bir ülkenin
temsilcisi olarak Vatikan’da görev yapmak nasıl bir
deneyim?
- Vatikan’daki Türk Büyükelçiliği 52 yıldan
bu yana faal. Bir kere Batı dünyasının, 2000 yıllık
bir geleneğe sahip temel kilisesiyle, kilise
teşkilatıyla karşı karşıyasınız, ona muhatapsınız.
Batı dünyasına, onun bütün evrelerinde şu veya bu
şekilde katkısı bulunan kültürel ve manevi
hayatından politik tavır alışlarına; edebiyatından
felsefesine kadar pek çok alanda belirleyici rol
oynayan çok önemli bir yerdesiniz. Yani Batı’nın,
din, kültür ve medeniyeti söz konusu olduğunda en
önemli kanaat önderi olarak Vatikan’ı görüyoruz.
Hariciye kökenli değilsiniz. Dünyada
kendisine bağlı yaklaşık 1.2 milyara yakın inananı
bulunan Katolikliğin merkezi Vatikan’da
görevlendirilmenizdeki etken ne olabilir?
- Sayın Bakan’ın teveccühü. Buraya gelmeden
evvel
Galatasaray Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Dekanı ve Felsefe Bölümü Başkanı’ydım. Burada
fazladan bir şey yapmış gibi görünebilirim ama
aslında bildiğim işi yaptım. Bir felsefe
profesörüyüm. Dinler arası etiğin gittikçe anlam
kazandığını görüyordum ve bu alanda çalışmalar
yapıyordum. Bir arada olduğumuzda nasıl müşterek ve
temel etik prensipler bütünü çerçevesinde
davranmalıyız, birbirimize nasıl saygı
göstermeliyiz. Farklı dinlerin salikleri olarak yek
diğerini anlamak ve onu tanımak adına nasıl bir
gayret göstermeliyiz... Bunlarla meşguldüm. Galiba
benim bu göreve seçilmemin arkasında bu tarz bir
meşguliyet yatıyor.
Vatikan’daki en aktif büyükelçilerden
birisiniz ve düzenlediğiniz her etkinlik, bu
çevreden yoğun ilgi görüyor...
- Tüm büyükelçilik çalışanlarımızın
fevkalade çabalarıyla, her biri Vatikan’a ait
Cancelleria Sarayı’nda olmak üzere bazıları
geleneksel sanatlarımıza ilişkin pek çok sergi
düzenledik. Keza müzik dinletileri, büyük tesir
uyandıran bir Mevlevi ayini söz konusu oldu. Türk
medeniyet tarihinde derin izler bırakmış Katip
Çelebi ve Evliya Çelebi’yi andık. Paneller ve
konferanslar yaptık. Kişisel olarak ben de dinler
arası barış, felsefe, etik gibi konularda,
üniversitede ve diğer kurumların bünyesinde birçok
konferans verdim. Burada ne yaparsanız misliyle size
geri dönüyor.
Batılı toplumlar üzerindeki etkisi malum
olan Vatikan’ın, Türkiye’nin AB üyeliği sürecindeki
etkisinden bahsedebilir miyiz?
- AB sürecinde, Türkiye’nin kendisini ifade
etmesinin, buradan doğru algılanmasının önemli
olduğunu düşünüyorum. Vatikan’daki gelişmelerin,
bunların dünya siyasetindeki rolünün ne olduğunun
bizim tarafımızdan anlaşılması fevkalade gerekli. Bu
bakımdan büyükelçiliğimizin önemli bir fonksiyonu
var. Bunu sadece kültürler, dinler arası diyalog
çerçevesinde değil ama siyasi anlamda gittikçe önem
kazanan din-siyaset ilişkisi, bunların uluslararası
pozisyondaki yansımaları bakımından da
değerlendirin.
Vatikan ile İslam dünyası arasındaki
ilişkide Türkiye nasıl bir rol üstleniyor?
- Bugüne kadar kendimizi olması icap ettiği
gibi temsil etmemişiz. Türkiye için değil İslam
dünyası için söylüyorum. Halbuki, İslam inancının
önemli gerekliliklerinden bir tanesi de, temsil ya
da kendini tanıtma söz konusu olduğunda kayıtsız
kalmamak zorunluluğudur. Yeryüzünde diğer insanlarda
oluşan bir İslam imajından siz de sorumlusunuz.
Dolayısıyla İslam dünyasının medeniyet hamlelerinin,
başarılarının, kültürlerinin, felsefelerinin, bugün
dünyayı algılayışlarının, Batı dünyasında doğru ve
tam anlatılmaya ihtiyacı var. Bu genel çerçevede
Türkiye’nin fevkalade önemli bir rolü mevcut.
Dünyada, özellikle Avrupa’da bir ‘İslamofobi’
gözlemliyor musunuz?
- Dünyada elbette var. Her şey bunu gösteriyor.
Üstelik bu tavır, Avrupa ve Hıristiyanlık bilincinde
bir rol oynuyor. Bu günlerde davası görülmekte olan
Breivik hadisesinde olduğu gibi çok tehlikeli bir
fanatizm. Siyasi anlamda, yeni oluşan bir takım
hareketlerin, daha da vahim sonuçlar
doğurabileceğini fark ediyoruz. İşte bu,
İslamofobinin giderilmesi adına da, doğru temsilin,
bizim ve genelde Müslüman dünyasının oluşturacağı
ilişkilerin fevkalade ehemmiyeti var.
Dünyadaki en önemli kütüphanelerden biri Vatikan
Kütüphanesi. Orada bine yakın Türkçe elyazması
eserimiz olduğu anlaşılıyor. Dünyada sadece iki
nüshası bulunan ‘Dede Korkut’ kitabı, Uzun
Firdevsi’nin ‘Satranç Kitabı’ ve Evliya Çelebi’nin
‘Nil Haritası’ bu eserlerden sadece birkaçı.
Arşivlere çok zor giriliyor. Halbuki, Osmanlı ve
Türk tarihini doğru yazmak istiyorsak, bunun Vatikan
arşivleri tetkik etmeden mümkün olmayacağını
bilmemiz lazım. Papa’ya güven mektubumu sunduğumda
arşivler konusunu da açmıştım ve orada çalışmalar
yapmak istediğimizi söylemiştim. Papa da, özel
talimat vererek, Türkiye Cumhuriyeti’nden gelecek
olan araştırmacılara burs verilmesini istedi. Öte
yandan Vatikan Gizli Arşivleri’nin Müdürü Monsenyör
Sergio Pagano bir açıklamasında, arşivlerde Ermeni
soykırımını açıkça gösteren belgeler olduğunu, Türk
askerlerinin yaptıkları karşısında kanının donduğunu
söylemişti. Bu çok talihsiz bir açıklamaydı. Vatikan
arşivlerinde konusu olan belgeler, bir zamanlar
ilgili yerlerde yaşayan din adamları tarafından
kaleme alınmış. Ve bunlar arasında bizimle alakalı
müspet diyebileceğimiz pek çok belge de var.
Bunlardan birkaçını gördüm. 1915 olaylarıyla ilgili
Vatikan arşivlerinde ne kadar belge var bilemiyoruz.
Papa 16, Benedikt, ‘dinler arası diyalog’dan
ziyade ‘dindarlar arası’ diyalog üzerinde duruyor.
Bu dindarlar arası diyalog, insanların bir araya
gelmesi, birbirlerine hoşça bakması ve müşterek
işler yapması gibi düşünülebilir. Dindarlar arası
diyalog için hem pratik bir bilgelik anlayışına hem
de felsefi bir etik söyleme ihtiyacımız olduğu açık.
Hürriyet Pazar, Haber: Esra Çakır, 03.06.2012
|
5 BİN YILLIK ANTİK KENT KADERİNE TERK EDİLDİ

Hatay'ın Erzin
İlçesi'ndeki İsos
antik kenti, sahipsiz kaldı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın öncelikli kazı
alanları listesine aldığı İsos'ta tarihi eserlerin
üzerinde vatandaşlar hayvanlarını otlatıyor.
MÖ 545 yılında önemli bir yerleşim
merkezi olan İsos (Epifenia),
Erzin sınırları içerisinde sahipsiz bir şekilde
ayakta kalmaya çalışıyor. 5 bin yıllık geçmişi
bulunan antik kentte tarihte Makedonya Kralı Büyük
İskender ile Pers Kralı Darius arasında geçen İsos
Savaşları yapılmış. Üzerinde bir devrin kaderini
belirleyen önemli savaşların yapıldığı ve döneminin
ticaret merkezi olarak görülen İsos, Bizans, Geç
Hitit, Pers ve Osmanlı İmparatorluğu'na ev sahipliği
yapan çok kültürlü bir kent. 5 bin yıl önceye kadar
bölgenin önemli bir yerleşim yeri olan
İsos Antik Kenti, işlevsiz günlerini yaşıyor.
Erzin-Dörtyol karayolunda bulunan antik kent,
Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 2012 yılı için
açıklanan öncelikli kazı alanları listesinde yer
alıyor. Buna rağmen İsos'ta bir yıldır kazı
çalışması yapılmıyor.
Geçen yıl İl Müze Müdürü Nalan Yastı ve
Erzin Kaymakamı İskender Yönden ile antik kentte
incelemelerde bulunan
Hatay Valisi M.Celalettin Lekesiz, "İsos'u açık
hava müzesi haline getireceğiz." diyerek Antik
Kentin bölgenin tanıtımında büyük rol oynayacağını
vurgulamıştı.
Yeniden eski günlerine döneceği günü bekleyen
İsos antik kenti, üzeri otlarla kaplı vaziyette
çaresizce bekliyor. Çevredeki vatandaşların
ineklerini otlattıkları yer haline gelen İsos'ta,
2007 yılında ortaya çıkarılan hamam kalıntıları da
bugün çamur içerisinde duruyor. Kazı alanında üzeri
kumla kapatılan ve bölge için büyük değeri bulunan
Artemic Mozaiği'ni korumak için hiçbir güvenlik
önleminin alınmıyor olması da tarihi eser
kaçakçıları için bir fırsata dönüyor.
İsos antik kentinde bugün su kemerleri
sağlamlığını koruyor. 1-2 kilometre uzunluğunda,
yüksekliği ise yer yer 7-8 metreye ulaşan su
kemerleri, Akdeniz'de bulunan Cenevizli gemicilere
Amanos dağları eteklerinden su iletme projesinin
ürünüydü. Bugün bir bölümü yıkılmış olan su
kemerleri de ayakta kalmaya çalışıyor.
İsos'a sahip çıkılması çağrısında bulunan Çevre
Koruma Derneği Başkanı Cemal Ertaç, ''İsos antik kenti Bizans döneminin kalıntılarını barındıran bir
yer. İsos'un canlandırılması için yetkilileri göreve
çağırıyoruz. 5 bin yıllık bir kentin hayvanların
otladığı bir yer haline gelmesi ne ile izah
edilebilir? Biz tarihimize böyle mi sahip çıkıyoruz?
Yetkilileri bir an evvel göreve çağırıyor ve toprak
altındaki saklı tarihi gün yüzüne çıkarmaya davet
ediyoruz. İsos'a ödenek bekliyoruz.'' ifadelerini
kullandı.
Habertürk, 02.06.2012
|
RÖNESANS'IN ÜÇ DEHASI İSTANBUL'DA

16. yüzyıl İtalyası’nın üç ustası Michelangelo,
Leonardo Da Vinci ve Raphael,
İstanbul ’un Rönesans ruhuna yaraşır
mekanlarından Tophane-i Amire’de, ‘The Great
Masters’ başlıklı sergide bir araya geliyor.
Rönesans’ın en önemli üç isminin başyapıtlarının
orijinallerini
İstanbul ’a getirmek mümkün olmasa da, eserlerin
röprodüksiyonları bu sergi vesilesiyle
görülebilecek. Serginin aslında ‘yapıtların
orijinallerini görmek isteyenler için bir İtalya
daveti’ niteliğinde olduğunu belirten küratörler
Francesco Buranelli ve Alessandro Vezzosi’nin
Rönesans üçlüsünü buluşturmak dışında bir başka
önemli katkısı da geleneksel olanla teknolojiyi bir
araya getirmeleri.
‘The Great Masters’, ‘interaktif’ bir sergi;
izleyiciler, Michelangelo’nun ‘Sistine Şapeli’ndeki
eserlerini ve Davud heykelini; Leonardo Da Vinci’nin
‘Son Yemek’ freskini ve ‘Vitruvius Adamı’nı,
Raphael’in ‘Atina Okulu’ freskinin detaylarını
interaktif bir sistem yardımıyla deneyimleme fırsatı
buluyor. Serginin giriş bölümünde gösterilen üç
dakikalık film, Rönesans döneminin üç dehası
hakkında genel bir bilgilendirme yaparak
ziyaretçileri sergiye hazırlıyor. İzleyiciler, sergi
girişinde dağıtılan ‘audio guide/ kulaklıklı tur’ ve
yapıtların yanına yerleştirilen okutucular
yardımıyla eserler hakkında detaylı bilgi
alabiliyor. Örneğin izleyici, sergi dahilinde gerçek
ölçülerinde bir röprodüksiyonu
İstanbul ’a getirilen, Rönesans’ın en popüler
eserlerinden ‘Son Yemek’i izlerken, eserin önüne
yerleştirilen göz izleme cihazıyla, genel izleyici
ile aynı noktalara bakıp bakmadığını öğrenebiliyor.
Ya da eserlerin yanına yerleştirilen dokunmatik
ekranlarda, Michelangelo’nun ‘Sistine Şapeli’
yapıtının tavanındaki figürleri detaylı bir şekilde
inceleme fırsatı bulabiliyor.
Bir başka örnekte ise ziyaretçiler, duvara
yerleştirilen ölçüm grafiğiyle kendi ölçülerini Da
Vinci’nin ‘Vitruvius Adamı’ ile karşılaştırma
fırsatı yakalıyor. Sergiyi projelendiren Arter
Tasarım Şirketi, sergiye yerel bir tat katmak adına
bir de yeni bölüm eklemiş. Michelangelo, Leonardo ve
Raphael’in çağdaşları olan Osmanlı sanatçıları ve
mimarlarından örneklere yer verilen bu bölüm, 16.
yüzyılda Batı’daki gelişmelere paralel olarak
Doğu’da neler yaşandığına dair ipuçları vermesi
açısından ilgi çekici. Rönesans’ın üç dehasının
bilim ve sanatta bıraktıkları izleri bir arada
görmek için, ‘The Great Masters’ı ajandanıza not
edin. Sergi, 31 Temmuz’a kadar açık.
Radikal, Haber: Elif Ekinci, 02.06.2012
******
SANATIN ÖZGÜRLÜĞE KAVUŞMA HİKAYESİ

Rönesansın üç büyük sanatçısı; Leonardo Da Vinci,
Michelangelo ve Raphael, 31 Temmuz'a kadar
Darphane-i Amire'de... Multimedyanın olanakları
kullanılarak; fotoğraflarla, maketlerle ve
görüntülerle sanatçıların yaşamı, dönemin atmosferi
ve eserler hakkında detaylı bilgiler veriliyor.
Sergi, sanatın ve bilimin 'özgürleşmesinin' bir
hikayesi biçiminde de okunabilir.
Avrupa'da 15. yüzyıla kadar, tartışmayı ve açık
fikirli olmayı dışlayan sembolik bir dünya görüşü
hakimiyetini sürdürüyordu. Semboller dini
referanslarla belirlenirken ve kilise tüm toplum
üzerinde belirleyici role sahipken bu durum sanat ve
bilim alanında da karşılığını buluyordu. İncil'deki
hikayeler şematik ve sembolik bir dille anlatılır,
yazılır ve resmedilir; sanat da bilim de fazlasıyla
ilahi bir alana ait kabul edilirdi. Gramerle,
retorikle, aritmetikle, geometriyle, astronomiyle
ilgilenmek asla sıradan insanların 'harcı' değildi
ve ancak 'ilahi güce' sahip rahipler bu alanlarda
çalışabilirdi. Zira bu alanlarla ilgilenmek için
soyutlama yeteneği, soyutlama yeteneği içinse
düşünme faaliyeti gerekiyordu. Bu da dinin
etkisindeki sembolik dünya görüşünü sorgulamaya
açmak demekti.
'Sıradan' bir insanın çok az sayıdaki kütüphanelere
gidip kitap alması akla hayale gelecek şey değildi
örneğin. Rahipler dışındaki insanların da
uğraşabileceği resim ve heykelse sanattan
sayılmıyor, zanaat olarak kabul ediliyordu.
'Soyutlama' meselesinin önemi hakkında bir fikir
vermesi için gözünüzün önüne getirin; el
parmaklarını kullanarak sayı saymak büyük bir
meziyetti ve bugün ilkokullarda kullanılan
abaküslerle en basit işlemleri yapabilmek, ancak
'yüksek' soyutlama yeteneğine sahip rahiplerin
altından kalkabileceği bir işti.
'SERBEST' KALAN SANAT
Günümüz Avrupa biliminin ve sanatının üzerinde
yükseldiği Rönesans'ın 15. ve 16. yüzyıllarda, böyle
bir ortamda İtalya'da çıkması tesadüf değildi.
Durumu yine abaküs simgesiyle açıklayacak olursak;
küçük şehir devletlerinin hüküm sürdüğü uygun
ortamda zenginleşen dukalıklar, tüccarlar ve ilk
bankerler, bizzat kendi çıkarları için abaküsleri
rahiplerin elinden almış, bunu yaparken de soyut
düşünme biçiminin yaygınlaşmasını sağlamışlardı.
Soyutlama yeteneği de düşünme faaliyeti de
böylelikle ilahi alandan ölümlü dünyaya geçmiş,
rahipler güçlerini yitirmişti.
Bilim de sanat da bu ortamda 'serbest' kaldı. İlk
çağlarda yaşamış filozofların eserlerinin çevrilmesi
hümanizm fikrinin canlanmasını sağladı. Kendisine
ilahi alanda yer bulamayan resim ve heykelin, bu
ilahi alan yıkıldığında ön plana çıkması artık hiç
de zor değildi. Ressamların ve heykeltıraşların,
diğer tüm sanatlara ve artık serbest kalan 'ilahi'
bilimlere ilgi gösterip meraklarını, açlıklarını
gidermeleri de...
ÜÇ BÜYÜK USTA
Bu yeni dönemde hızla ortaya çıkan, sayıları sürekli
artan yüzlerce sanatçı arasında üç ismi öne
çıkarmak, diğerlerine büyük bir haksızlık sayılmaz;
Leonardo Da Vinci, Michelangelo ve Raphael...
Rönesans dönemi ve bu üç önemli isim bugünlerde
açılan 'The Great Masters' (Büyük Ustalar)
sergisinin konusu. Tophane-i Amire'de 31 Temmuz'a
kadar gezilebilecek sergide söz konusu üç ismin
yaşamı, eserleri ve bu eserlerin ortaya çıktığı
İtalya'daki toplumsal, siyasi atmosfer anlatılıyor.
Multimedyanın olanakları kullanılarak fotoğraflarla,
maketlerle, bire bir kopyalarla, görüntülerle
anlatılan eserler hakkında en detaylı bilgileri
edinmek mümkün.
Leonardo'nun 'Mona Lisa' ve 'Son Akşam Yemeği'
tabloları; Michelangelo'nun Sistine Şapeli'ndeki
duvar resimleri ve Davud Heykeli; Raphael'in
Michelangelo'yla inşa ettiği St. Peters Bazilikası
sergide konu edinilen eserlerden birkaçı...
Michelangelo'nun yumuşak hatlı Davud heykelinin
yapıldığı sert mermere dokunup sanatçının yeteneğini
ve becerisini takdir etmek, Leonardo'nun
resimlerinden 'Son Akşam Yemeği'nin bire bir
kopyasına özel bir izleme cihazıyla bakmak ilgi
çekici bir deneyim olabilir.
Akşam, Haber: Eyüp Tatlı, 02.06.2012
|
AKM'DE RESTORASYON NİHAYET BAŞLADI

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul
Günay, yaklaşık 4 yıldır kapalı olan, bir dönem
yıkılması da gündeme gelen Atatürk Kültür
Merkezi’nin (AKM) restorasyonuna başlandığını
açıkladı.
Bakan Günay, Turistik
Otelciler, İşletmeciler ve Yatırımcılar Derneği’nin
(TUROB)
düzenlendiği “Dünyanın Yeni Sanat ve Kültür Turizm
Durağı: İstanbul’’ konulu toplantıda yaptığı
konuşmada Taksim’deki
AKM’nin restorasyonuna başlandığını ve
şantiyenin kurulduğunu söyledi. Dün başlayan
çalışmalarda binanın otopark tarafından yer alan
bölümünde işçiler çalışmaya başladı. İşçiler,
binanın dış cephesinden yaklaşık 2 metre mesafede
demir örtünün lehimlerini hazırlıyor. Tüm binanın
dışını kaplayacak olan örtünün üzerine branda
örtülerek çalışmaların görülmesi engellenecek.
Duvarla demir örtü arasındaki 2 metrelik boşluğa da
iskeleler kurulacak. İskelelerin tamamlanarak
çalışmaların başlaması 2 haftayı bulacak.
Yaklaşık 4 yıldır kapalı olan ve yıkılıp yeniden
yapılması da dahil hakkında birçok proje üretilen
AKM’nin aslına uygun olarak restore edileceği
açıklandı. Kurullar tarafından onaylanan projeye
Sabancı Grubu 30 milyon TL destek verdi. Yaklaşık
120 milyon TL’ye mal olması beklenen projenin kalanı
Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından finanse
edilecek. Güçlendirmesi yapılacak ve teknolojik
altyapısı tümüyle yenilenecek olan
AKM’de çalışmaların 29 Ekim 2013’te tamamlanması
öngörülüyor. ‘
TUROB’un düzenlediği “Dünyanın Yeni Kültür ve Sanat
Durağı: İstanbul” etkinliğinde İstanbul’un son
yıllarda dünya çağdaş sanat çevrelerince çekim
merkezi olduğu vurgulandı. Bakan Günay İstanbul’un
sanata, daha fazla müze ve konferans salonlarına
ihtiyacı olduğunu söyledi.
Habertürk, 02.06.2012
|
DOĞAYA, TARİHE, SANATA SAYGI...
Antik Milet’te 600 yıllık İlyas Bey Külliyesi hayata
döndü:
Ege uçsuz bucaksız uzanıyor önümde. Tarih de
öyle, coğrafya da… Havada zeytin kokusu, deniz
kokusu, İyonya kokusu… Efes’in komşusu Milet antik
kentine vardık bile… Dar toprak yol, kıvrıla
kıvrıla, zeytin ve menengiç ağaçlarının arasından
geçiyor… Yolun bitiminde bir mücevher!
Burası Söktaş’ın restore ettirdiği İlyas Bey
Külliyesi. Anadolu Beylikleri döneminden kalma.
1404’te Menteşoğulları’nın son hükümdarı İlyas Bey
yaptırmış.
Geçen hafta sonu Bakan Ertuğrul Günay’ın
katılımıyla İlyas Bey Külliyesi ziyarete açıldı. Ve
bu şaheser yeniden soluk alıp vermeye başladı!
Açılışa davetli gazetecilerden biri de bendim.
İtiraf edeyim ki, açılış töreni boyunca benim
gözlerim ve yüreğim, ışığı yansıtan mermer
işçiliğinden, yapı sanatından çok, açılış
konuşmasını yapan genç kadındaydı! Çünkü külliyenin
restorasyon çalışmalarıyla yakından ilgilenen ve
projeyle eşzamanlı hazırlanan dev kitabın iki
editöründen biri olan o genç kadın, benim elime
doğmuş olan yeğenim, Leyla Kayhan Elbirlik’ti. İki
editörden diğeri ise İstanbul Üniversitesi Türk
İslam Sanatı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Baha
Tanman…
Şimdi, Harvard Üniversitesi tarih bölümü doktora
öğrencisi Leyla’nın peşine takılıp İlyas Bey
Külliyesi’nin geçmişine dalıyorum:
Dünden bugüne
İlyas Bey Külliyesi, cami, medrese, çifte hamam,
çarşı gibi birimleri içeriyor… Dönemin mimarisinin
tüm özelliklerini yansıtıyor… 1890’larda Büyük
Menderes havzasındaki deprem buraya ciddi hasar
veriyor. Söke eşrafından Hacı Halil Paşa, 1900’lerin
başında külliyeyi o günün olanaklarıyla tamir
ettiriyor. Bu çalışması ve Milet kazılarına yaptığı
katkılar nedeniyle hem Padişah 2. Abdülhamit hem de
Kaiser 2. Wilhem kendisine nişanlar veriyor.
Gelelim Söktaş bağlantısına: Nişanlarla
ödüllendirilen Hacı Halil Paşa, Söktaş’ın kurucuları
Hilmi Kayhan ve Muharrem Kayhan’ın büyük dedesi… 5
yıl önce karar veriyorlar. Tekstilde, antibiyotiksiz
süt ve peynir üretimindeki iddialarına yeni bir
sosyal sorumluluk projesi ekliyorlar; restorasyon ve
340 sayfalık kitap Söktaş’ın 40 yıldönümünde
tamamlanıyor. Bu süreçte hem bilimsel veriler elde
ediliyor hem de harap durumdaki eser yeniden hayata
döndürülüyor.
Başarının sırrı
Son yıllarda “restorasyon” adı altında korkunç
düzenlemelere öyle çok tanık olduk ki…
Ama burada böyle bir tehlike söz konusu değil.
Çünkü onarım ve restorasyon mimar Cengiz
Kabaoğlu’nun başkanlığında işin uzmanlarına
bırakılmış. Koskoca bir ekip kurulmuş. ODTÜ, Ege
Üniversitesi, Ankara Üniversitesi’nden arkeolog,
jeolog, sanat tarihçisi, mimar, mühendis, farklı
alanlar, farklı disiplinler arasında bir işbirliği
sağlamışlar. Tartışarak, birbirlerini ikna ederek
çalışmışlar… Gertrude Bell’in 1910’larda çektiği
siyah beyaz fotoğraflardan yararlanmışlar…
Tamamlanmamış yapıları tamamlamaya kalkmamışlar…
Farklı kararların ürünlerine, belirsizliklere saygı
göstermişler…
Sonuçta sadece bir sanat ve mimari şaheser değil,
aynı zamanda bir kültür laboratuvarı ortaya çıkmış.
Aynı uzmanlık ve disiplinler arası çalışma Türkçe
ve İngilizce iki dilde yayımlanan kitapta da var.
Birçok yerli ve yabancı bilim insanının katılımıyla,
bu eser, araştırmacılar için bir hazine niteliğinde.
Şimdiden dünyanın belli başlı kütüphanelerinden
büyük talep ve kutlama mektupları geliyor.
Europa Nostra Ödülü
İlyas Bey Külliyesi’ni meslektaşım Gila Benmayor
“Tarihe saygı böyle olur” başlığıyla okurlarına
sundu. Ben daha da ileri gidip “Doğaya, tarihe,
sanata saygı böyle olur” diyeceğim.
Leyla Kayhan açılış töreninde yaptığı konuşmada
dikkatimizi çekmeseydi belki fark etmeyecektim.
Sadece yapıları, hamamı, camiyi ya da mezar
taşlarını korumamışlar; asırlık ağaçları, kimi 150
yıllık halk dilinde “çitlenbik” diye bilinen
menengiç ağaçlarını da korumaya almıştır.
Doğaya, tarihe, mimariye, sanata saygı bu projeye
geçen günlerde Eurapa Nostra Ödülünü kazandırdı. 31
ülkeden 226 proje katılmıştı yarışmaya; 28 proje
ödüle hak kazandı. “Koruma ve kültürel mirasın
değerlendirilmesi” kategorisinde Türkiye’den ödül
alan tek proje İlyas Bey Külliyesi oldu.
Açılış töreninde bakan da dahil olmak üzere
herkes külliyenin müze statüsü kazanması gerektiğini
vurguluyordu. Böylelikle buradan çıkan eserler
(muhteşem İslam mezar taşları, Dionysos heykelleri -
ne sandınız Milet bir bütün!) burada
sergilenebilecek, külliyenin kültürel ve turistik
değeri artacak, kültür labaratuvarı işlevi
güçlenecekti.
Katkıda bulunan, emeği geçen herkesi kutluyorum.
Cumhuriyet, Yazı: Zeynep Oral, 01.06.2012
|
İSTANBUL'A GÖZYAŞI
Mimar Mehmet Yıldız, eski
Büyükşehir İmar Müdürü’dür, halen de CHP Beşiktaş
Meclis üyesidir. İstanbul’u bilen bir mimar olarak
hüzünlendikçe yazmış. Tam boşalmış mı bilemeyiz, ama
gerçekleri sergilemiş. Özetlediğimiz yazısı şöyle:
AKP 70 yıl gerilere giderek, en yüksek perdeden
cami polemiği yapıyor. Yalan yanlış iddialarla
CHP’yi suçluyor. Camileri siyaset arenasının
malzemesi yapıyor. AKP ‘ecdadımız’ ve ‘değerlerimiz’
kavramlarını çok sık kullanıyor. Bu kavramları
sürekli vurguluyor. Geçmişimize ve halkın
değerlerine sahip çıkıyor görüntüsü veriyor.
Kamuoyunda bu algı yaratılırken, gerçekte ne oluyor?
AKP’nin uygulamaları, söyledikleri ile örtüşüyor mu?
İstanbul’un tarihi yarımada siluetini oluşturan
anıtsal yapılar ve muhteşem camilerimiz,
ecdadımızdan bize miras kalan en önemli
değerlerimizden birisidir.
‘Ecdadımızın’ gücünün geçmişten gelen görkemi ve
göstergesidir. İnancının simgesidir. Bu tarihi
değer; geçmişten geleceğe emanettir. Milletimizin
malıdır.
Ülkeyi yönetenler bu değerlerin bekçisi olmak
zorundadır. ‘Milletimizin’ emanetine ve
‘ecdadımızın’ değerlerine zarar vermek, hem millete
hem ecdadımıza ihanettir. AKP bu ihaneti yaptı ve bu
muhteşem hazineyi rant için kurban etti. Sultanahmet
Camii’nin muhteşem görüntüsü üzerine gölge
düşürüldü. Camileri diline dolayıp CHP’ye saldıran
AKP, bu tarihi değerleri yok ediyor. Sultanahmet’e
düşen gölge, İstanbul’daki imar yağmasının
simgesidir.
Sultanahmet’e inat Çamlıca
Taksim’e cami, Göztepe Parkı’na cami. Çamlıca
Tepesi’ne dev cami. Cami konusu siyasette iyi iş
yapıyor. İhtiyaç var mı? Olmasa da olur. Çünkü oy
getirir. Üstelik tartışan, karşı çıkan yanar. AKP’li
Üsküdar Belediye Başkanı basında, “Çamlıca’da dev
cami” için şöyle diyor:
“Caminin en büyük özelliği: Payitahta bakması, yani
Ayasofya ve Sultanahmet camileriyle karşı karşıya
olması.” “İstanbul’un adeta yeni bir sembolü
olacak.”
Sultan Ahmet, Sultan Süleyman, Fatih Sultan Mehmet,
iktidarlarının gücünü yaptırdıkları camilerle
simgelemişler. Sayın Başbakan’ın ne eksiği var. O da
gücünü Çamlıca’da simgelese ne olur. Simgeleri
tahrip edenin simgesi olamaz. Ancak ortada önemli
bir sorun var. AKP İstanbul’a yeni simge planlamadan
önce, tarihi yarımada silueti üzerine düşürdüğü
gölgeyi kaldırmak zorunda. Sayın Başbakan’ın deyimi
ile “Bu millet ve İstanbul halkı bunun hesabını
AKP’den soracaktır.”
‘Sahne dekoru’ olmamalı Topbaş
İstanbul’un simgesel ve tarihi değerlerlerini
tahrip eden, seçimlerde İstanbul halkının verdiği
emanetin ve yönetim yetkisinin Ankara’ya alınmasına
seyirci kalan, yönettiği kentte plan yapma yetkisi
bile elinden alınmış olan Sayın Kadir Topbaş konuyla
ilgili açıklama yapmış... Mimar olarak içinden
geçenleri dışarı vuramamış.
Söz konusu caminin planlamasında bile zerre kadar
yetkisi bırakılmamış bir Belediye Başkanı’nın, konu
ile ilgili fikir beyanı, ‘sahne dekoru’ olma
çabasından öte bir şey değildir.
Hürriyet, Yazı: Yalçın Bayer, 01.06.2012
|
ATA MİRASINDA SİT OYUNU
Başbakanlık’ın
Söğütözü’nde yapılacak yeni binası için skandal bir
sit değişikliğine gidildiği ortaya çıktı. Orman
Genel Müdürlüğü, 4 Ağustos 2011’de Ankara Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na yazı
yazarak Atatürk Orman Çiftliği 1. derece doğal ve
tarihi sit alanı içerisinde yer alan “Gazi
Tesisleri’nin” 3. derece sit alanı olarak
değiştirilmesini istedi. 1 hafta sonra genel
müdürlüğün istemi kabul edilerek alanda inşaatın önü
açıldı. Araziye sit ayarı yapılmasından 4 ay sonra
Başbakanlık, genel müdürlüğe
“gizli”
damgalı bir yazı göndererek yeni Başbakanlık binası
için yerleşkenin acilen boşaltılmasını istedi. Bu
emirden 2.5 ay sonra da kurumlar arasında protokol
imzalandı.
Cumhuriyet geçen günlerde Başbakanlık’ın
Söğütözü’ndeki Orman Genel Müdürlüğü’ne ait arazide
yapacağı yeni binanın açık ihale yerine güvenlik
gerekçesiyle “davetiye usulü” ile yapılacağını
duyurmuştu. Davet edilen firmaların bile gizli
tutulduğu bu gelişmenin ardından yeni binayla ilgili
ikinci skandal patlak verdi. Yeni Başbakanlık
binasının yapılabilmesi için 1. derece doğal ve
tarihi sit alanı olan bölgenin alelacele 3. derece
doğal sit alanı olarak düzenlendiği ortaya çıktı.
Cumhuriyet’e ulaşan belgelere göre sit oyunu şöyle
gelişti:
‘3. derece olsun’
Orman Genel Müdürü Mustafa Kurtulmuşlu, 4 Ağustos
2011’de Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma
Bölge Kurulu’na yazdığı yazıyla Atatürk Orman
Çiftliği 1. derece doğal ve tarihi sit alanı
içerisinde yer alan Gazi Tesisleri olarak bilinen 46
hektarlık bölgenin 3. derecede doğal sit alanı
olarak yeniden düzenlenmesini istedi. Kurtulmuşlu,
şunları kaydetti: “Mevcut durumu ile alan,
genel hatları ile iki bölge olarak ifade edilebilir.
Bu bölgelerden birincisinde kurumumuza ilişkin idari
tesisler, diğerinde ise kurumumuz çalışanlarının
lojmanları yer almaktadır. Her iki bölgede de
bitkilendirme sonradan yapılmıştır. Alanda bugün var
olan yapılanmalar sit alanı ilanından (2.6.1992
tarihinden) önceki yapılanmalardır. Ayrıca, alandaki
bazı yapıların yıkılma tehlikesi riski de söz
konusudur. Kurumumuzca alanın gerek uydu
görüntülerine, gerek fotoğraflarına ve gerekse
mevcut arazi kullanım kriterlerine bakıldığında, 1.
derece doğal ve tarihi sit alanı özellikleri
taşımadığı düşünülmektedir. Mevzuatı ve yüksek kurul
kararları kapsamında yapılaşmaya ya da imar planına
bağlı olmayan ancak sürekli ve zorunlu olarak
yapılması gereken; çevre düzenlemesi, bakım vb.
işlemler dahi yapılamamaktadır. Alanda yer alan
fiili kullanım kamu kullanımıdır. Kurulunuzca
değiştirilerek uygun görülen imar planında da kamu
kullanımı olarak görülmektedir. Bu işlevin devamında
da ‘kamu yararı’ olduğu düşünülmektedir. Alanda sit
alanı ilan edilmeden önce fiili olarak var olan,
yine gelecekte de imar planında öngörülen kamu
hizmeti işlevinin yürütülmesi ve bölgenin doğal
dokusunun korunması amacıyla, söz konusu alanın
irdelenerek sit derecesi ve statüsünün 3. derece
doğal sit alanı olarak düzenlenmesi hususunda
bilgilerinizi ve gereğini arz ederim.”
6 günde rüya gerçek oldu
Kurtulmuşlu’nun bu yazısına yaklaşık 1 hafta
sonra, 10 Ağustos’ta olumlu yanıt geldi. Ankara
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu,
bölgeyi 1. dereceden, 3. derece sit alanına indirdi.
Sit engelinin aşılmasından 4 ay sonra da 13
Aralık’ta Başbakanlık, Orman Genel Müdürlüğü’ne bir
yazı göndererek alanın boşaltılmasını istedi.
Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı Abdülkerim Emek’in
imzasıyla gönderilen “gizli” ibareli yazıda şunlar
kaydedildi: “Başbakanlık’a ait mevcut hizmet
binası yeterli olmadığından yeni bir hizmet binasına
ihtiyaç duyulmaktadır. Yapılan araştırmalarda en
uygun yerin Genel Müdürlüğünüz yerleşkesinin olduğu
tespit edilmiştir. Bu itibarla; mezkur yerleşkenin
acilen boşaltılarak, Başbakanlık Hizmet Binası
yapılmak üzere Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’na
devredilmesi ve yeni kampus yapılıncaya kadar Genel
Müdürlüğünüzün kiralık bir binaya taşınması
hususunda bilgilerinizi ve gereğini rica ederim.”
Başbakanlık’ın Orman Genel Müdürlüğü’ne
gönderdiği bu yazılı emrin üzerinden 2.5 ay
geçtikten sonra bu kez Başbakanlık Müsteşar
Yardımcısı Özer Kontoğlu, Orman Genel Müdürü
Kurtulmuşlu ve TOKİ Başkanı Ahmet Haluk
Karabel arasında yeni Başbakanlık binasının
bu bölgede inşa edilmesi için protokol imzalandı.
Protokole göre 151 bin 723 metrekare üzerinde TOKİ
tarafından Başbakanlık Hizmet Binası yapılacak.
‘60 yıllık sedirleri 20
yıllık diye sundular’
Cumhuriyet’in sorularını yanıtlayan TMMOB Orman
Mühendisleri Odası Başkanı Ali Küçükaydın,
sit alanının “danışıklı dövüşle”
Başbakanlık’a bırakıldığını belirterek şunları
söyledi: “Burası her şeyden önce Ankara’nın
tam ortasında botanik bahçesi gibi bir alan.
İçerisinde 133 bitki türü bulunuyor. 1992’de de bu
güzellik tescil edilmiş. Siz şimdi ne yapıyorsunuz?
Bir anda Başbakanlık binası yapacağız diye sit
derecesini değiştiriyorsunuz. Bunu gelişmiş bir Batı
ülkesinde yapmanız bu kadar doğal mı? Başbakanlık
prestijlidir, öyle de olması gerekir ama bunu
botanik bahçesi gibi bir sit alanı içerisinde yer
alması gerekmiyor. Sit alanının değiştirilmesini
isterken alandaki bitkilendirmenin 1992’den sonra
yapıldığını savunuyorlar. Oysa oradaki sedir
ağaçları 50-60 yıllık ağaçlardır. Bir şey
yapacaksanız, açık yüreklilikle yapın. Ama 60
yaşındaki ağaçları 20 yaşında gibi göstermeniz doğru
değil.”
Cumhuriyet, Haber: Fırat Kozok, 01.06.2012
|
 |
"MEZARLIKTAN YOL GEÇMEZ"
Türkiye ile Bulgaristan arasında mezarlık krizi kapıda. Edirne Belediye Başkanı Hamdi Sedefçi, Bulgaristan’ın, Edirne ve Filibe’deki mezarlıkların yeniden düzenlemesi için 5 yıl önce imzalanan protokole uymadığını söyledi. Belediye Başkanı Sedefçi, Bulgaristan’da iktidar partisi olan GERB Parlamento Grubu Başkan Yardımcısı Dimitar Glavçev, Sofya Milletvekili Svetlin Danveç, Kırcaali Milletvekili Sveta Karayençeva ve Haskova Milletvekili Rumen Danev ile görüştüğünü anlattı.
Bu görüşmede Filibe’deki Müslüman Mezarlığı konusunun da gündeme geldiğini belirten Sedefçi, 2007’de Filibe Valiliği ve Filibe Belediyesi ile her iki ildeki mezarlıkların yeniden düzenlenmesi için protokol imzaladıklarını anımsattı. Sedefçi şöyle devam etti: “Protokolle her iki ildeki Bulgar ve Türk mezarlıklarının yeniden düzenlenmesi sağlanacaktı. Biz Edirne Belediyesi olarak Bulgar Mezarlığı’nı düzenleyerek protokole uyduk. Fakat Filibe Belediyesi tam tersine, bırakın protokole uyup temizlik yapmayı mezarlığın içerisinden yol geçirmeyi düşünüyor. Bu yanlışlarını düzeltmeleri için kibar bir dille uyardık. Filibe Müftüsü ile görüştüm. Müftü beyle birlikte Filibe Valiliği ile Filibe Belediyesi’ne bu hafta resmi yazı yazarak protokolün uygulanmasını talebinde bulunacağız. ‘
Bulgar Mezarlığı’nın tapusu Edirne Belediyesi’nin elinde. Onlar ne yapmayı düşünüyorsa, biz de onu yapacağız. Onlar, Müslüman Mezarlığı’ndan yol geçirmeyi düşünüyorsa, biz de yol geçirmeyi düşüneceğiz. Benim ülkemin onuru, şerefi vardır. Ben ülkemin onurunu korumakla görevliyim.”
Habertürk, Haber: Mesut Han, 01.06.2012
|
AYASOFYA'YI SAHTE İMZAYLA MÜZE YAPTILAR

İslam'ın en büyük mabedlerinden İstanbul'un
fethinin sembolü Ayasofya, 1934 yılında Bakanlar
Kurulu kararıyla cami vasfından çıkarılarak müzeye
çevrildi. Ancak, Bakanlar Kurulu kararındaki
Atatürk'ün imzasının diğer imzalarından farklı
olması, kararın Resmi Gazete'de ve diğer gazetelerde
yayımlanmamış olması, o gün bugündür "Acaba Ayasofya
sahte imzayla mı müzeye çevrildi" sorusunu gündemden
düşürmedi.
Derin Tarih Dergisi'nin Haziran sayısındaki
"Ayasofya'yı Rehinden Kim Kurtaracak?" kapak konusu,
İstanbul'un fethinin sembolü ve İslam'ın en büyük
mabedlerinden biri olan Ayasofya'nın 78 yıllık
mahzun halini gözler önüne serdi. Fatih Sultan
Mehmet'in 1453'te İstanbul'u fethiyle camiye
dönüştürdüğü Ayasofya, Cumhuriyet'in ilanından sonra
24 Kasım 1934'te Bakanlar Kurulu Kararıyla müzeye
çevrildi. Ayasofya'nın ilelebet cami olmasını
isteyen Fatih Sultan Mehmet Han'ın vakfiyesine
aykırı olan kararnamenin Resmi Gazete ve diğer
gazetelerde yayınlanmaması, ayrıca Mustafa Kemal'e
Atatürk soyadının verildiği gün imzalandı.
Kararnamedeki Atatürk'ün imzasının diğer
imzalarından farklı olması, o gün bugündür "Acaba
Ayasofya sahte imza ile mi müzeye çevrildi?"
sorusunu gündemden düşürmedi. Derin Tarih Dergisi
Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Armağan Ayasofya'yı
müzeye dönüştüren kararnameye sıra numarası da
verilmediğini belirterek, "İçi pek çok soru
işaretiyle dolu iltihaplı bir yara olan Ayasofya
meselesinde imzalanan kararname Resmi Gazete'de
yayınlanmadı. Ayrıca kararnamelerin muhafaza
edildiği resmi dairede aslı mevcut olmadığı gibi
devletin kanun kitaplarında da basılmış değil" dedi.
YENİDEN CAMİYE ÇEVİREN MİLLETİN GÖNLÜNDE TAHT
KURAR
Bakanlar Kurulu kararının aslının mutlaka
bulunması gerektiğini ifade eden Fatih Sultan Mehmet
Vakfı Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
Prof.Dr. Abdülkadir Özcan ise "Sözü edilen kararnamenin
altında Atatürk imzası var. Halbuki Soyadı Kanunu da
24 Kasım 1934'de çıktı. Bunların açıklanıp gün
yüzüne çıkarılması lazım" dedi. Celal Bayar'ın
hatıralarında yer alan bir açıklamaya dikkati çeken
Özcan, Balkan Paktı'nın kurulma sürecinde Atatürk'ün
Yunanlılara 'cemile' olmak üzere "Ayasofya'yı müze
yapalım, ne çıkar?" ifadesinin yazıldığını ifade
etti. "Bugün Balkan Paktı diye bir kurum
bulunmadığına göre Atatürk'ün gerekçesi de ortadan
kalkmıştır" diyen Prof. Özcan, "En azından alt kısım
ibadethaneye çevrilirse ve bazı gelir kaynakları da
iade edilirse Ayasofya kurtulur. Demokrat Parti
Hükümeti 1950'de ezanı aslına çevirerek milletin
gönlüne taht kurdu. Gönül ister ki, bu hükümet de
Ayasofya'yı camiye çevirerek Müslümanların kalbini
kazansın. Böylece bu büyük şeref mevcut hükümete
nasip olsun" şeklinde konuştu.
BİR CİNNET, BOŞLUK VE KIRILMA DÖNEMİNİN ESERİ
Fatih Sultan Mehmet Han tarafından vakıf ve
vakfiyesi olmasına rağmen, Ayasofya'nın ibadete
kapatılarak müzeye dönüştürülmesini 'bir cinnet,
boşluk ve kırılma döneminin eseri' diye tanımlayan
Ayasofya Müzesi Başkanı Doç.Dr. Haluk Dursun da,
"Vakıfta ne yazılıyorsa o ifa edilmelidir ve bu
sıradan bir vakıf değildir. Zira Fatih'ten
bahsediyoruz. İstanbul'dayız ve bu memleketin
evladıyız. Evladı olduğumuz şuurundaysak, bu
bağlayıcı taraf olur. Ancak bu durum Ulü'l-emri
bağlar" ifadelerini kullandı.
Fatih Vakfı üzerine
tapulu
"Vakıfların korunması ve sorumluluğu bize
verildiğine göre 'Ayasofya müzedir' denmesinin bir
anlamı yok. Halen Ayasofya Camii'nin Ebulfeth Fatih
Sultan Mehmet Vakfı üzerine tapulu olduğu
unutulmamalıdır" diyen Vakıflar Genel Müdürü Adnan
Ertem da, Ayasofya'nın cami olduğunu ve vakfiyesi
yaşadığı sürece cami olarak kalacağını kaydetti.
Ayasofya Camii'nın Bakanlar Kurulu kararnamesi
çıkarılarak müzeye çevrildiğini belirten Ertem,
Ayasofya Camii'ne başka bir fonksiyon verilebilmesi
yada eski haline döndürülebilmesi için idari işlemin
kaldırılarak yeni bir Bakanlar Kurulu kararı
alınması gerekir" dedi. Yabancı ziyaretçilerin
Ayasofya'nın camii yapılmasından rahatsızlık
duyacağını düşünmediğini de dile getiren Ertem,
İznik Ayasofya'sı camiye çevrildikten sonra mekanın
ibadethane olduğu için ibadethane olarak devam
etmesini isteyen pek çok yabancı ziyaretçi görüşünün
basına yansıdığını ifade etti.
İlelebet cami olarak
kalsın
Fatih Sultan Mehmet, Ayasofya ile ilgili biri
Türkçe diğeri Arapça olmak üzere iki vakfiye
yazdırdı. Türkçe Vakfiye'de şu ifadeler yer aldı:
"Fetihten sonra Sultan-ı Azam, feth edilen beldede
bulunan çok sayıda kiliseyi, tevabi'i ile
birlikte... şer-i şerife uygun bir sahih bir tarzda
vakıf yapmıştır. Kim Müslüman kardeşinin vakfını
bozmaya, hayırlarını tahrip etmeye ve hasenatını
iptal eylemeye gayret gösterirse ve mü'minin hayır
müesseselerini işlevsiz hale getirmeye taarruz
ederse artık Allah gadabı ile dönmüş olur: son
durağı ve oturağı Cehennem'dir. Cehennem ne kötü bir
varılacak yerdir." Fatih, Arapça Vakfiye'ye de
şunları yazdırdı: "Kim ki batıl gerekçelerle bu
vakfın şartlarından birini değiştirirse veya vakfın
değiştirilmesi ve iptali için gayret gösterirse,
vakfın ortadan kalkmasına veya maksat ve gayesinden
başka bir gayeye çevrilmesine kast ederse Allah'ın,
meleklerin ve bütün insanların laneti üzerlerine
olsun. Ebediyen cehennemde kalsınlar; onların
azapları asla hafifletilmesin ve onlara ebediyen
merhamet olunmasın.
Fetihten dolayı özür mü
diliyoruz?
Ayasofya Camii'nin 1930'lu yıllarda dış baskılar
neticesinde ibadete kapatılarak müze haline
getirildiğinin kabul edilmesi gerektiğini kaydeden
Celal Bayar Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
Prof.Dr. Mehmet Çelik, "1953'ten bu yana fetih
yıldönümünün yarı resmi bir şekilde kutlandığını
biliyoruz. Ancak fethin sembolü olan Ayasofya'nın
cami olmaktan çıkarılması üzerine hiç düşünmüyoruz.
Fetihten dolayı birilerinden özür mü diliyoruz? Bu
tutarsızlığa son vererek Ayasofya'yı tapuda resmen
sahibi bulunan Fatih'in iradesi doğrultusunda
yeniden camiye çevirmek şarttır" şeklinde konuştu.
10 soruda Ayasofya
Derin Tarih dergisi Haziran sayısı armağanı olan
Ayasofya Camii Albümü "10 Soruda Ayasofya ve
Fossati" Prof.Dr. Semavi Eyice'nin kalaminden
okurların beğenisine sunuluyor. İtalyan Mimar
Gaspare Trajano Fossati'nin yaptığı çalışmalar
sonucu Ayasofya, 1265 yılının Ramazan ayının ilk
Cuma günü büyük bir törenle açıldı. Bu dev eserde
yapılan restorasyon çalışmaları zamanda yolculuk
tadında anlatılıyor. Ayasofya'nın iç ve dış
görünüşleriyle çevresini gösteren bir albüm
hazırlayan Fossati, 1852 yılında albümü Sultan
Abdülmecid'den sağladığı yardımla bastırır. İçinde
renkli 25 levha bulunan ve üstünde padişah tuğrası
olmak üzere sultan yardımlarıyla meydana getirilen
eser çok süslü bir başlık sayfası ile yayımlandı.
Derin Tarih dergisi, Ayasofya'yı anlatan bu önemli
eserle Ayasofya'da tarihsel gezinti yapmayı
amaçlıyor.
Yeni Şafak, Haber: Aybike Eroğlu, 30.05.2012
******
AYASOFYA CAMİ OLUR MU?

Başlığını görenlerin bir bölümü soruyu
yadırgayabilir ve “Orası zaten cami” diyebilir.
Tıpkı geçtiğimiz Cumartesi,
Anadolu Gençlik Derneği’nin (AGD)
organizasyonunda, “Zincirler kırılsın Ayasofya
açılsın” diyerek önünde secde duran binlerce kişi
gibi.
Ayasofya’nın onlar için ne ifade ettiğini soruyorum.
“Burası açılmadan
Türkiye ’deki Müslümanlar zillet içinde” diyor
60 yaşlarındaki biri. “Buna bir yapı mı neden
oluyor” diye soruyorum. “Maddesel bakma” diye
cevaplıyor bir diğeri araya girerek: “
İstanbul ’u Müslümanlığa armağan eden Fatih’in
vakfiyesi Ayasofya. Ben onun emaneti olarak
görüyorum.”
AGD Genel Başkanı Salih Turhan meydanı dolduranların
bu ortak hissiyatını kürsüden doğruluyor: “Ayasofya
ne taş, ne binadır” diye sesleniyor. Ve ekliyor:
“Ayasofya, üzerinde yaşadığımız bu diyarın İslam
beldesi olduğunun sembolüdür.”
Ne taş, ne de bina
Doğru; Ayasofya ne taş ne de binadır. Dini inancı
olsun ya da olmasın, yeryüzünde Ayasofya’nın
varlığından haberdar biri de bu eserin sembolik
anlamını görmezlikten gelmeyecektir. Ama “üzerinde
yaşadığımız bu diyarın geçmişi”nin 1453’ten çok daha
köklü olduğunu idrak eden biri, onu sadece “
İslam beldesi sembolü” olarak görmeyebilir.
Bunun için sizin kadar haklı nedenleri vardır.
Tarihin ilk Hıristiyan hanedanlığının,
imparatorlarının taç giyme merasimlerini ağırlayacak
kadar önemli kilisesini, Hıristiyanlığın sembolü
olarak görebilir. Bizans İmparatoru Justinyen 6.
yüzyılda bu eseri yaptırırken -tıpkı bugün
Başbakan Erdoğan ’ın “Çamlıca’nın tepesine
İstanbul’un her yerinden görünecek bir cami
yaptıracağız” dediği gibi- kentin yedi tepesini
Hıristiyanlığın gölgesi altına almak istemiş de
olabilir. Fakat eminim, dini yapıların sembolik
anlamını görmekle birlikte birbiriyle
yarıştırılmalarını, bizzat inancın kendisine ve
ortak yaşama kültürüne haksızlık olarak gören bir
kitle de vardır.
Binlere seslenen Salih Turhan “Ayasofya’nın kıyamete
kadar cami olarak kalması, büyük bir dua ve
beklentimizdir” diyor. Şu örnekleri veriyor: “Sümela
Manastırı’nda 88 yıl sonra ilk kez ayin yapılmasına
müsaade eden, 3 trilyonluk bütçeyle Van Akdamar
Kilisesi’ni restore eden hükümetimiz, 78 yıldır
Kur’an’a hasret bulunan Ayasofya’yı ibadete
açmalıdır. Bu ülkenin azınlıklarına gösterilen
hoşgörü ve özgürlük ülkemizin kahir ekseriyetini
oluşturan Müslümanlardan esirgenemez.” “Azınlıklar”,
bu isimlendirmeden başlayarak kendilerine ne kadar
hoşgörü gösterildiğini kendisi ifade edebilir. Ama
Turhan’ın verdiği örnekler de sorunlu. Çünkü Sümela
bir manastır değil, Kültür Bakanlığı’na bağlı ören
yeri. Ahtamar bir kilise değil, yine aynı bakanlığa
bağlı müze. Devlet bin yılı deviren bu yapıları dini
işlevini yerine getirsin diye değil, bir kültür
mirası olarak gördüğü için –geç de olsa- onarıyor.
Böyle olmasa sayısı iki elin parmağını geçmeyen
“azınlık” temsilcileri, doğdukları ve yaşadıkları
topraklarda ve aslen kendilerine ait mekanlarda 90
yıl sonra, senede bir gün ayin için devletin
kapısını yıllarca aşındırmazdı. Diğer taraftan
“müzede dini ritüel” özgürlüğünden Ayasofya
Müzesi’nin de faydalanmadığını söylemek mümkün
değil. Bakınız
İstanbul ’un Fethi’nin 559. yılı kutlamalarında
Ayasofya Müzesi’nde okunan ve TRT’nin canlı
yayınladığı ezan...
İbadethanede müze korkusu
Ayasofya’nın ibadete açılması talebi neredeyse
ibadete kapanmasıyla (1935) yaşıt. Peki bu talebin
karşılık bulma olasılığı arttı mı? İbadethane/müze
ikilemini nasıl yaşadığımıza dair yakın zamana ait
örneklere bakalım.
İznik Ayasofya Müzesi cami işlevi verilerek 6 Kasım
2011’de ibadete açıldı. Orijinal yapı, Hıristiyan
aleminin en önemli kiliselerinden biriydi. 325’te
İmparator Konstantin, Hıristiyanlığın ilkelerini
belirleyecek ilk konsili burada toplamıştı örneğin.
İznik’in 1331’de Orhan Gazi tarafından alınmasından
sonra camiye çevrildi. Cumhuriyet döneminde haraptı
ve dini işlevi yoktu. Vakıflar Genel Müdürlüğü, hem
vakfiyesinde hem de tapu kaydında camii olarak
görünmesi ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “tekrar
cami olarak ibadete açılması” talebini gerekçe
göstererek müzeyi ibadete açtı. Oysa Kültür
Bakanlığı’nın sitesinde hala anıt-müze olarak
görünüyordu. Bakanlığına bağlı müzenin nasıl camiye
dönüştürüldüğünü Ertuğrul Günay’a sorduğumda
“İnceleyemedim, bu konuda konuşmak istemiyorum”
cevabı aldım. Günay, bu konuda başka bir yerde de
konuşmadı.
İnceleyemedim!
İkinci örnek, 526’da inşa edilen ve 1497’de camiye
çevrilen
İstanbul ’daki Küçük Ayasofya (Sergios ve Bachos
Kilisesi). Cami, 2002’de restorasyona alındı.
Restorasyon Osmanlı döneminde doldurulan zemininde,
Geç Antik çağa ait yapının nasıl olup da 1500 yıldır
ayakta durduğuna dair, bilimin yıllardır peşinde
olduğu bulgular ortaya çıkardı. İhaleyi alan
müteahhit ve
İstanbul Belediyesi araştırmaya izin vermediği
gibi, yapının geleceğini tehlikeye atacak bir
uygulamada ısrar etti. Restoratör ve bilim kurulu,
2005’te işi bıraktı. Araştırmaya “ya Ayasofya gibi
müze yapılırsa” endişesinin engel olduğunu söyledi.
Üçüncü ve en güncel örnek Karaköy’deki Arap Camii.
1476’ya kadar Cenova kilisesi olan yapının iç
sıvaları 1999’daki depremde dökülünce ortaya duvar
resimleri çıktı. 2010’da başlayan restorasyonda bu
resimlerin, yedi metreye yayılan fresko ve mozaikler
olduğu anlaşıldı. Bilim insanlarına göre bu
betimlemeler, 15. yüzyılda başlayan Rönesans
hareketinin, bir yüzyıl önce
İstanbul ’da atılan ilk adımları olabilecek
kadar önemliydi. Ama üzerleri yine sıvayla
kapatıldı. NTV Tarih dergisine göre (Nisan 2012)
resimlerin sıvanmasında iki şey etkili oldu:
Orijinal yapının bir cami olduğu efsanesini sürdürme
isteği ve “cami müze yapılacak” söylentileri. Günay,
Mart ayında gazetecilerin bu konuyla ilgili sorusuna
“İnceleyemedim. Yakın bir gelecekte bölgeye
beraberce gideriz” cevabı verdi. O yakın gelecek
geçmişte kaldı çünkü Başkakan Erdoğan 30 Mayıs’ta,
“Arap Camii’ni önümüzdeki günlerde açıyoruz” dedi.
Ayasofya’nın ibadete açılması olasılığını
güçlendiren en önemli veri, temsilini Günay’da bulan
sessizlik. Kültür Bakanı’nın kendi sorumluluğu
altındaki bir müzeye tekrar dini işlev
kazandırılmasını ya da Rönesans’ı başlattığı iddia
edilen freskoların –depremle- keşfedilip sonra
kapatılmasını sessizlikle karşılamasını endişeyle
izliyorum.
Radikal İki, Haber: Gökhan Tan / Bilgi Üniv.,
03.06.2012
|
EFES ANTİK KENTİ KAZILARINDA YENİ DÖNEM

Selçuk İlçesi'nde bulunan Efes
antik kenti, Ayasuluk,
St. Jean Bazilikası ve iç kalede yapılan kazı
çalışmalarında 2012 sezonu başladı.
Doç.Dr. Sabine
Ladstatter'in başkanlık ettiği Efes Antik
Kenti'ndeki kazı çalışmaları, kenti en görkemli
yıllarında olduğu gibi denizle
buluşturacak ''Kanal Projesi''
kapsamında Liman Caddesi olarak adlandırılan
bölgede yoğunlaştırıldı. Ayasuluk ve
Kale kazı ekibi, 2007'de konulan hedef
doğrultusunda iç kaleyi
bu yaz sonunda ziyarete açmayı
planlıyor.
Ulaştırma
Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı ile
Kültür ve Turizm
Bakanlığı'nın ortaklaşa yürüttüğü ''Kanal Projesi''
kapsamında Pamucak
bölgesinde oluşturulacak iskele ile Efes
Antik Kenti'nin alt kapısı
arasındaki kanalın
temizlenmesinden sonra antik dönemleri
anımsatacak teknelerle
turistlerin denizden
Efes'e taşınması öngörülüyor.
Efes kazılarından
sorumlu Kültür ve
Turizm Bakanlığı yetkilisi Filiz Öztürk, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, bu yıl Efes'i oldukça
yoğun bir programın
beklediğini, 25 Ocak'ta başlayan ''Kanal Projesi''
çalışmaları kapsamında,
toprak altında kaybolan kanal güzergahını açığa
çıkarmak amacıyla drill sondaj çalışmaları ile yer
altı araştırmaları yapıldığını
söyledi.
Efes Müzesi
Müdürlüğü'nce kanal boyunca yapılan bitki
temizlik
çalışmasının alanın tarihsel ve arkeolojik olarak
zenginliğini ortaya koyduğunu, rıhtım duvarları ile
sütunların görülebilir hale geldiğini bildiren
Öztürk, ''Yaptığımız çalışmalar da alanın tarihsel
gelişimi ve arkeolojik durumuna açıklık getirecek''
dedi.
Öztürk, Liman Caddesi
olarak bilinen ''Arkadiane Caddesi''nin batı bölümü
ve orta liman kapısı çevresinde Efes Vakfı'nın da
desteğiyle 5 Mart'ta kazı çalışmalarına başlandığını
belirterek, şunları söyledi:
''Genişliği 11 metre
olan caddenin iki tarafı 5 metre derinliğinde
sütunlu galerilerle donatılmıştır. Bu galerilerin
arkasında Liman Caddesi'ne bakan dükkanlar var.
Caddenin altında kanal sistemi bulunmaktadır. Cadde,
MS 6. yüzyılda gece
ışıklandırmalarıyla
donatılmıştır. Orta liman kapısından caddeye girişte
yalnızca dükkanlar, galeriler değil büyük bir liman
kentinde bulunabilecek işlikler,
depolar da yer alıyor.''
Ayasuluk, St. Jean
Bazilikası ve iç kaledeki
kazıların başkanlığını yürüten Doç.Dr. Mustafa
Büyükkolancı ise 2007'de kalenin
bu yıl ziyarete açılacağının sözünü verdiklerini
hatırlattı.
Kültür ve
Turizm Bakanlığı ile Selçuk Belediyesi'nin
desteğiyle sur duvarlarının ayağa kaldırıldığını,
gezi güvenliğinin
sağlandığını ifade eden Doç.Dr. Büyükkolancı,
verdikleri söz doğrultusunda
kaleyi ekim ayında
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul
Günay'ın da davetli olduğu törenle ziyarete açmayı
planladıklarını kaydetti.
Büyükkolancı,
kalenin açılmasıyla Efes'te
turizm hareketliliğinin artacağını
belirterek, şöyle konuştu:
''Kalenin
tamamlanmasıyla St. Jean Bazilikası da
yeni bir boyut kazanacak.
Kale, St. Jean, İsabey Camisi ve Artemis
Tapınağı'nı içeren ikinci bir güzergah da gelecek
yıllarda tamamlanmış olacak. Bu yıl çalışmalarımız
7,5 ay sürecek. Bunun 3,5 ayında kazı çalışmalarına,
kalan sürede restorasyona ağırlık vereceğiz. St.
Jean kazılarında bu yıl ağırlıklı olarak sarnıç
bölgesi kazılacak.''
Haber 7, Haber: Senem Yazıcı, 29.05.2012
|