Haberler logo Haziran '12 Arşivi

24 - 30 Haziran 2012

7 ESERDEN DEVLETE TAM 2 MİLYON TL

 

 

Geçtiğimiz sezonlarda Antik A.Ş.’nin sattığı 7 Çağdaş Türk sanat eseri, devlete 2 milyon TL kazandırdı.


Antik A.Ş. ve Londra Sotheby’s şirketlerinin geçtiğimiz aylarda düzenlediği müzayedelerde Çağdaş Türk Sanatının başyapıt rekorlarına yenileri eklendi. 2.7 ve 2.1 milyon TL satış rakamları ile Erol Akyavaş ve Nejad Melih Devrim imzalı eserler Türk sanat piyasasının yeni rekorları olarak kayıtlara geçti.


Sotheby’s müzayede evinin geçtiğimiz nisan ayında Londra’da düzenlediği Çağdaş Türk Sanatı müzayedesinde Nejad Melih Devrim’in 1952 yılına tarihlenen “Soyut Kompozisyon” çalışması 735.650 sterline yani yaklaşık 2 milyon 133 bin 385 TL’ye satılarak sanatçının rekoruna imza atarken, Artam Antik A.Ş.’nin Mart 2012 müzayedesinde Erol Akyavaş’ın “En-el Hak” isimli eseri Çağdaş Türk sanatı rekoru kırarak 2 milyon 777 bin 700 TL’ye alıcı buldu. Orhan Peker’in “Ayçiçeği Tarlasında” konulu çalışması 695 bin TL’ye satılarak sanatçının en değerli eseri rekorunu kırarken, birçok Türk sanatçısı en yüksek satış değerlerine 2012 yılında ulaştı.
Sanat eserlerine uygulanan %18 KDV ile Türkiye’de satılan Burhan Doğançay, Erol Akyavaş, Fahrel Nissa Zeid ve Mübin Orhon başyapıtlarından 2 milyon lira KDV elde edildi.

 

Müzayedelerin ilk 10 eseri
1- Erol Akyavaş “En-el Hak” 2.7 milyon TL (Sanatçının dünya satış rekoru) / Artam Antik A.Ş. 271. Müzayede (2012)
2- Burhan Doğançay “Mavi Senfoni” 2.7 milyon TL (Sanatçının dünya satış rekoru) / Artam Antik A.Ş. 258. Müzayede (2009)
3- Erol Akyavaş “Kuşatma” 2.6 milyon TL / Artam Antik A.Ş. 260. Müzayede (2010)
4- Nejat Melih Devrim “Soyut” 2.1 milyon TL / (Sanatçının dünya satış rekoru) / Sotheby’s Müzayede (2012)
5- Erol Akyavaş “End of Encounter” 1.5 Milyon TL / Bonham’s Müzayede No: 19267 (2011)
6- Fahrel Nisa Zeid “Soyut” 1.5 milyon TL (Sanatçının dünya satış rekoru) / Sotheby’s Müzayede (2010)
7- Fahrel Nisa Zeid “Londra” 1.3 milyon TL  / Artam Antik A.Ş. 258. Müzayede (2009)
8- Mübin Orhon “Soyut” 1.3 milyon TL / (Sanatçının dünya satış rekoru) / Artam Antik A.Ş. 263. Müzayede (2010)
9- Erol Akyavaş “VAV” 1.3 Milyon TL / Artam Antik A.Ş. 266. Müzayede (2011)
10- Fahrel Nisa Zeid “Soyut” 1.2 Milyon TL / Artam Antik A.Ş. 263. Müzayede (2010)

Milliyet, 29.06.2012

KARS'TA ANTİK BUĞDAYA TERSİNE GÖÇ

 

 

Bereketli Anadolu topraklarının tarım mirasçısı olarak kabul edilen Kars'ta altı yıldır antik tohumların kurtarılmasıyla ilgili çok önemli bir proje yürütülüyor. Proje şimdiden 450 Kars köylüsünün hayatına yeni bir yön verdi ve yok olmaya yüz tutmuş 'antik' olarak kabul edilen Kars'a özel kavılca ve zeyrek tohumlarının geleceğini kurtardı. Yerel Tohumların Sürdürülebilir Köy Projeleriyle Korunması ve Kullanımı adını taşıyan çalışmanın altında Sorborne mezunu bir İstanbullu olan Beti Minkin'in imzası var. Kars Valiliği, belediye ve üniversitelerin desteği de dikkat çekiyor. Beti Minkin, Kars'ın yedi köyünde çiftçileri organize ederek tohumları organik olarak çoğaltmış. 2007'de 150 köylünün organik sertifikası almak için ihtiyaç duyduğu toplam 10 bin doları fonlamış. Proje başladıktan sonra organik kavılca tohumu üretmek için köylüler önce gübreden vazgeçmiş. Minkin, sadece gübre kullanmayarak köylülerin cebinde 1.5 milyon TL'lik para kaldığını anlatıyor. Çiftçiler organik tarım yaptıkları için devletten de toplam 2 milyon liralık destek almış. Kavılca buğdayının sert kabuklu ve modern işlemeye uygun olmadığını anlatan Minkin, "Bu buğdayı Kars dışında hatta Avrupa'da satmak istiyoruz. Lif oranı yüksek olduğundan bağırsak kanseri başta olmak üzere birçok hastalığı önlüyor" diyor. 450 köylünün bu yılki hasat hedefi 4 bin ton. 5 yılda 3.5 milyon TL kazanç hedefleniyor.

Sabah, Haber: Yasemin Salih, 29.06.2012

 

7 BİN 500 YILLIK DÜNYANIN EN ESKİ İNCİSİ BULUNDU

 

Fransız bilim insanları MÖ 5 bin 500 yılına, yani Cilalı Taş Dönemi'ne ait inci buldu.

Dünyanın en eski incisi olduğu tahmin edilen bu değeri taşı Birleşik Arap Emirlikleri'nde bir mezarın içinde bulan uzmanlar, en az 7 bin 500 yıllık olduğunu düşünüyor.

İki milimetre uzunluğunda ve 0.001 santim yarıçapında olan inci, cesedin üst dudağının içine yerleştirilmiş şekilde bulundu.

Bilim insanları, bu keşifle birlikte sadece dünyanın en eski incisini değil, aynı zamanda incili istiridye avının bilindiği üzere Japonya'da değil Arabistan'da başladığını da keşfetmiş oldu.

Sabah, 29.06.2012

MEVLANA'YA ŞİMDİ DE AFGANLAR SAHİP ÇIKTI

 

 

İran ile Türkiye’nin bir türlü paylaşamadığı ünlü düşünür Mevlana’yı Afganistan da sahiplendi. Afgan Kültür Bakanlığı, “Mevlana, bizim edebi figürümüzdür” dedi.

İslam dünyasının en önemli düşünce adamlarından ve şairlerinden biri olan Mevlana Celaleddin-i Belhi Rumi, ölümünün üzerinden 740 yıl geçmesine rağmen hala paylaşılamıyor. Yaşamının önemli bir bölümünü Anadolu’da geçirdiği ve mezarı da Konya’da bulunduğu için Türkiye, Mevlana’yı kültürünün önemli bir parçası sayıyor. Aynı şekilde İran da, eserlerini Farsça yazmasından ve o dönemde Fars İmparatorluğu’nun bir parçası olan Belh kentinde doğmasından dolayı Mevlana’yı Fars kültürünün bir parçası olarak sahipleniyor. Bu çekişmeye şimdi de Belh kentinin sınırları içinde bulunduğu Afganistan da eklendi.

‘Türkiye ve İran çaldı’
Yıllardır devam eden uzun savaş ve işgallerin ardından kısmen de olsa yeniden nefes almaya başlayan ülke, Kabil Üniversitesi’nin öncülüğünde Afgan Kültürünü Koruma ve Sahiplenme Hareketi başlattı. Bu kampanyanın en önemli kısmı ise Mevlana’nın Afgan kültürünün bir parçası olduğunu dünyaya kabullendirmek.

Kampanyanın liderlerinden Afgan Enformasyon ve Kültür Bakanlığı danışmanı Celal Nurani de “İran, dünyaya şanlı bir tarihi olduğunu göstermeye çalışıyor. Bunun için yıllardır bizim edebi figürlerimizi kendilerininmiş gibi gösteriyorlar. Buna artık sessiz kalamayız” diyerek Tahran yönetimine meydan okudu. Kabil Üniversitesi’nin Fars Edebiyatı Bölüm Başkanı Muhammed Hüseyin Yamin de Mevlana’nın Afgan köklerinin “reddedilemeyecek bir gerçek olduğu” görüşünde. Yamin “Bu bütün belgelerle kanıtlanmış durumdadır. İranlılarla defalarca aynı masaya oturup bu konuyu tartıştık. Hiçbir kanıt ortaya koyamıyorlar” diye konuştu. Pakistan’da yayınlanan Daily Times gazetesinin yazarı Muhammed Taki ise, “Afganlar bu konuda çok geç kaldı. İran ve Türkiye çoktan çaldı bile” yorumunu yaptı.

Mevlana, bugünkü Afganistan sınırları içerisinde yer alan, Horasan bölgesindeki Belh şehrinde 1207 yılında dünyaya gelmiştir. Henüz 9 yaşındayken ailesiyle Konya’ya taşındı. Tasavvuf dalında önemli eserler verdi, Mesnevi’yi yazdı. 1273’te Konya’da öldü. Mezarı Konya’daki Mevlana Müzesi’ndedir.

Vatan, 28.06.2012

TOPKAPI'YA BAŞKAN OLUYOR

 

 

Yedi yıldır Topkapı Sarayı Müzesi Başkanlığı yapan Prof.Dr. İlber Ortaylı, görevinden ayrılıyor. Ortaylı’dan boşalacak koltuğa Ayasofya Müzesi Başkanı Doç.Dr. Haluk Dursun’un getirileceği iddia ediliyor.

Topkapı Sarayı Müzesi’nde müdürlük görevini yürüten Prof.Dr. İlber Ortaylı, 7 yıllık hizmetinin ardından yaş haddinden dolayı görevinden ayrılıyor. Görev süresi boyunca oldukça aktif bir çalışma programı izleyen ve tarihi sarayın dünyaya tanıtımında büyük öncülük eden Ortaylı için, Pazar akşamı Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın da katılcağı bir veda yemeği düzenleneceği öğrenildi. Topkapı sarayında verilecek olan veda yemeğine iş ve sanat dünyasından çok sayıda davetlinin yanı sıra, hanedan mensuplarının da katılması bekleniyor. Ortaylı’nın ardından ise müzenin müdürlüğü görevine geçecek isim arayışları ise devam ediyor. Pazar günü düzenlenecek olan İlber Ortaylı’ya veda programında yeni müdürün Bakan Günay tarafından açıklanacağı öğrenildi.

Günay onu istiyor
Ancak kulislerde Ortaylı’nın yerine geçecek ismin, Ayasofya Müzesi Başkanlığı görevini yürüten Doç.Dr. Haluk Dursun olduğu iddia edildi. Günay’ın Dursun ismi üzerinde durduğu, ancak Dursun’un bu görevi kabul edip etmeme konusunda kararsız kaldığı ileri sürüldü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sonçağ ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Bölümü mezunu olan Dursun, İBB Kültür A.Ş. Genel Müdür Danışmanı olarak da görev almıştı. Miniatürk Projesi’nin hazırlanmasına katkıda bulunan Dursun, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın talebiyle Ayasofya Müzesi Başkanlığı görevini yürüttü. Dursun Amerikan Başkanı Obama’nın Türkiye ziyaretinde, Obama’ya Ayasofya Müzesi’ni gezdirmişti.

Vatan, Haber: Mustafa U. Altıntaş, 28.06.2012

1800 YILLIK HAVUZ TURİZME AÇILIYOR

 

 

Niğde'nin Bor İlçesi'ne bağlı Bahçeli beldesinde bulunan ve 1800 yıl önce Romalılar tarafından yapıldığı bilinen antik yüzme havuzu, turizme kazandırılacak.


Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Niğde Valiliği'nce, 66 metre uzunluk, 23 metre genişlik ve 2,5 metre derinliğe sahip antik Roma Havuzu ile bu bölgede bulunan diğer kültürel değerleri de kapsayan master planı hazırlanacak. Planla birlikte tarihi Roma Havuzu'nun aslına uygun şekilde hizmet vermesi sağlanacak.


Niğde İl Kültür ve Turizm Müdürü Mehmet Öncel Koç yaptığı açıklamada, şunları kaydetti:
''Dünyanın ilk açık olimpik yüzme havuzu özelliğine sahip olan 18 asırlık Roma Havuzu, yerli ve yabancı turistlerin en çok ilgisini çeken taşınmaz kültür varlıkları arasında yer alıyor. Master planın hazırlanmasına bu yıl içerisinde başlayacağız. Bu sayede tarihi Roma Havuzu, turizmden daha aktif bir şekilde yararlanabilecek. 1800 yıl önce bu havuzda yüzme yarışlarının yapıldığını tahmin ediyoruz. Amacımız eski vizyonuna kavuşturmak. Turizm haftasında yüzme yarışı yaptık. İnsanlar burada yüzme yapılacağına inanmıyordu. Hem de kış şartlarında yüzme yarışı yaptık. Haziran, temmuz ve ağustos aylarında yüzme yarışlarına açılabilecek konumdadır."

Habertürk, 28.06.2012

LEONARDO KÜFLENDİ

 

 

Leonardo Da Vinci'nin 1500'li yıllarda çizdiği otoportresi 20. yüzyılda maruz kaldığı güneş ışınları yüzünden zarar gördü.

 

Leonardo Da Vinci'nin 16. yüzyılda çizdiği otoportresi zamana yenildi. Küf ve kir lekeleriyle dolu resim koruma altına alınırken, restorasyonunun mümkün olmadığı açıklandı.

Reteurs'un haberine göre, 33,5'a 21,6 cm boyutundaki küçük portre kağıt üzerine kırmızı tebeşirle çizilmiş. Zaman içinde kağıdın küflenmesi ve tebeşirin oksitlenmesi resmin zarar görmesine neden olmuş.

 

Portre bundan sonra ancak çok nadir sergilerde ve kısa süreliğine sergilenebilecek.

Hürriyet, 28.06.2012

SEZAR'DAN KAÇIRILAN EN BÜYÜK HAZİNE

 

 

İki İngiliz, bir duyumdan yola çıkarak 30 yıl boyunca bir araziyi kazdılar ve 1. yüzyılda Keltlilerin Roma İmparatoru Sezar'dan kaçırdıkları bugüne kadar en büyük hazineyi buldular.

 

İngiliz defineciler Reg Mead ve Richard Miles, 30 yıl önce Fransa'nın kuzeybatısında kalan Jersey adasında bir çiftçinin arazisinde antik sikkeler bulduğunu öğrendi. Jersey, İngiltere'ye ait Kanal Adaları'ndan biriydi ve özellikle Roma döneminde imparatorluğun işgalinden kaçan kabilelerin İngiltere'ye kaçmak için kullandığı güzergahlardandı.

 

Mead ve Miles, yılmadan tam 30 yıl boyunca kazdı kazdı ve 1. Yüzyıl'a kadar indi ve en sonunda 30-50 bin sikkelik bir Kelt hazinesi buldular. Bilim adamları, definenin 1. Yüzyıl'a MS 50 yıllarına ait olduğunu söylüyor. Gümüş ve altın sikkeler, büyük bir balçık setin altında etrafı sarılmış bir şekilde bulundu.

 

Define avcıları ilk kez Şubat 2012'de 60 sikke bulmuştu. Definenin çıkarılmasında görev alan Jersey Tarih Müzesi'nde çalışan Neil Mahrer, 'Bugüne kadar bulunan en büyük Kelt hazinesi karşımızda duruyor. Bu çok heyecan verici' dedi. Hazinenin kime ait olduğu henüz belirsiz.

Hazine, büyük olasılıkla Jül Sezar'ın lejyonlarından kaçan yerel halk tarafından, işgalcilerin eline geçmemesi için gömüldü. Sezar'ın orduları, o yıllarda Fransa'nın kuzey-kuzeybatısına doğru ilerliyordu. Yerel halk kıyılara kaçıyor, bazıları da Kanal Adaları üzerinden İngiltere'ye göç ediyordu.

Yeni Şafak, 28.06.2012

MARDİN'İN 7 BİN YILLIK TARİHİ EVLERİNİ TEHDİT EDEN RUTUBETE SON VERİLDİ

 

 

Mardin 7 bin yıllık tarihi geçmişi bulunan taş yapı evleri yıllardır tehdit eden rutubet, sit alanında sürdürülen altyapı çalışmasının tamamlandığı bölgelerde tamamen sona erdi.


Çürüyen altyapı şebekesindeki sızıntılardan kaynaklanan ve tarihi yapılara zarar veren zemin suları, belediyenin alt yapı çalışması ile nem ve rutubet gibi tehlikeler de dahil olmak üzere ortadan kalktı.

 

 

Kaynağı tespit edilemediği için rutubetin Mardin tarihi yapılarının en büyük düşmanı olduğunu belirten Mardin Belediye Başkanı Mehmet Beşir Ayanoğlu, Mardin'de bulunan tarihi yapıların çoğunun, 20 -30 yıldır kaynağı belirlenemeyen rutubet tehlikesine maruz kaldığını söyledi.


Ayanoğlu, "Sit alanındaki şebeke tamamen çürüdüğü için rutubete neden olan suyun nereden sızdığı da tespit edilemiyordu. Ama altyapısını tamamladığımız bölgelerde bulunan yapılarda rutubet tamamen kesildi. Vatandaşlar bizleri arayıp teşekkür ediyor. Çalışmalar kapsamında 100 kilometre uzunluğunda, su, kanalizasyon ve yağmur drenaj hatları döşeyeceğiz. Asbest ve pik borular yerine daha sağlıklı ve daha dayanıklı olan koruge boru kullanıyoruz. Artık su sızıntıları olmayacağı için rutubet de olmayacak. Tarihi yapılarımızın ömrü uzayacak.” dedi.

Türkiye Turizm, 27.06.2012

YÜRÜYEN KÖŞK'E 3. RESTORASYON

 

Atatürk'ün çınar ağacı dalının kesilmemesi için temelinden kaydırttığı, bu yüzden 'Yürüyen Köşk' adı verilen tarihi yapıda, yeniden restorasyon çalışması yapılacak.

 

Yalova Belediye Başkanı Yakup Koçal, yaptığı açıklamada, tarihi köşkün bazı bölümlerinde yer yer bozulma ve çürümeler meydana geldiğini söyledi.

 

Köşkün deniz kenarında yer alması, tuzlu su ve neme maruz kalması nedeniyle zarar gördüğünü kaydeden Koçal, bugüne kadar iki kez restorasyondan geçen köşkün yeniden restoresi için Kocaeli Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Müdürlüğü'nden gerekli iznin çıktığını anlattı:

''Yürüyen Köşk en az 3, 4 senede bir restore edilmesi gereken bir yer. Deniz kenarı olmasından dolayı buna ihtiyaç duyuluyor. Yaklaşık 5 ay önce kurula köşkün durumunu bir rapor halinde bildirdik. Onun izni de 1 ay önce geldi. Keşfi çıkartıldı. İlk etapta keşif bana yüksek geldi. Arkadaşlara yeniden bir keşif çıkartmaları talimatını verdik. Bu çalışma sürüyor. İhaleye çıkacağız.''

 

Koçal, yaklaşık 140 bin liralık bir restorasyon bedeli çıkacağını da sözlerine ekledi.

 

Köşk, son olarak 2006 yılında restorasyondan geçmişti.

 

4 METRE KAYDIRILDI
Atatürk'ün bir yat gezisi esnasında gördüğü ve gölgesinde kahve içerek dinlendiği çınar ağacının yanı başında yapılan köşk, 1929'da tamamlandı. Zamanla büyüyen çınar ağacının dallarının köşke zarar vermesi üzerine bahçıvan dalların kesilmesini önerdi.

 

Atatürk, dalların kesilmesi yerine köşkün kaydırılması talimatını verdi. Bunun üzerine köşk, temeline raylar döşenerek 4 metre doğuya kaydırıldı. Bu nedenle köşke 'Yürüyen Köşk' adı verildi. Halen müze olarak kullanılan köşkte Atatürk'e ait şahsi eşyalar ve balmumu heykel yer alıyor.

Arkitera, Haber: Aslı Tüfekçi Sevinç, 27.06.2012

111 TARİHİ YAPI TURİZME AÇILIYOR

 

 

Tarihi Kentler Birliği'nin, '7 Bölge 7 Kent' projesinde Orta Anadolu'yu simgeleyen Kayseri'nin Talas İlçesi, turizm hedefleri doğrultusunda 111 tarihi yapısını koruma altına aldı.

 

Kayseri'nin Talas İlçesi'nde yerel belediye tarihsel doku ve kültürel zenginliklerin korunarak, gelecek kuşaklara sağlıklı bir şekilde aktarılması amacıyla seferberlik başlattı. Talas Belediyesi'nin bu çalışmalarına önce Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, ardından Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan maddi destek geldi. Bakanlık tarafından gönderilen ödeneklerle, ilçedeki tarihi Okutan Konağı restore ettirilerek çok amaçlı kültür merkezine dönüştürüldü.

Talas'ta proje kapsamında koruma altına alınan 111 tarihi yapı bulunuyor. Çoğu konut, konak ve köşk olan bu yapılar arasında, Talaslılar'ın yaptırarak Atatürk'e armağan ettikleri Atatürk Köşkü, eski askerlik şubesi; Zincidere eski polis okulu, eski rüştiye mektebi ile 4 cami, 2 kilise; 4 hamam, 1 kervansaray, 1 han, 1 fırın, 8 çeşme, 1 ticarethane, Kuru Köprü su kemerleri, 1 türbe, 1 kuyu, 1 çardak bir de kapı var. Talas'ta korunacak doğal ve kültürel dokuiçinde falezler de var. Ali Dağı eteklerinde ilçeye "aşağı" ve "yukarı" tanımlamalı yerleşim zorunluluğu getiren falezlerin iki yakası, mağara tipi eski devir barınakları, yer altı dinsel yapıları ve su sarnıçlarıyla dolu. Talas Belediye Başkanı Rıfat Yıldırım, geçmişteuygulanan hatalı imar politikaları yüzünden çok sayıda tarihi ve kültürel değerini yitiren ilçede, kalan değerlerin korunması, yaşatılması ve gelecek kuşaklara aktarılabilmesi için herkese, her kuruluşa önemli görevler düştüğünü belirterek, "Kayseri'nin incisi olarak bilinen Talas, Ali Dağı eteklerinde falezler ile ayrılan ve iki bölümden oluşan Anadolu'nun en eski yerleşim merkezlerinden biri. Tarihi Kentler Birliği'nin, "7 Bölge 7 Kent" projesinde Orta Anadolu'yu simgeliyor.

Bölgeden Talas'ın seçilerek proje kapsamına alınması, kentin kültürel kimliğinin farklı boyutlarda ele alınarak değerlendirilmesi anlamına geliyor. Çoğunun yitirilmiş olmasına karşın Talas yine de anlamlı bir tarihsel doku ve kültürel zenginliğe sahip. Biz belediye olarak, geçmişi yaşatan, ancak bir süre öncesine kadar kaderine terk edilme talihsizliği ile yüz yüze kalan mahalle ve semtleri, içindeki köşkleri, konakları, mimari özelliklere sahip eski yapılarıyla, gelecek kuşaklara aktarmak için yoğun çaba harcıyoruz. Tarihi Kentler Birliği'ne alınan Talas, şimdi tarihi geçmişine yerel kültürüne sahip çıkıyor. Geçmişin tarihsel dokusunu yeniden canlandırmanın heyecanını yaşıyor" açıklamasını yaptı.
Dünya (Kısaltarak), 27.06.2012

METROPOLİS ANTİK KENTİNDEKİ KAZI ÇALIŞMALARI

 

Torbalı İlçesi'ndeki Metropolis antik kentindeki kazılara başkanlık eden Trakya Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Serdar Aybek, “İzmir 2 numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’ndan onay alındı. Böylece bölgenin ören yeri olma çalışmalarında son adım da atıldı” dedi.

 

Kazı çalışmalarının sponsorluğunu yürüten Sabancı Vakfı’ndan yapılan yazılı açıklamada, Metropolis antik kentinde kazı çalışmalarının Kültür ve Turizm Bakanlığı, Trakya Üniversitesi, Sabancı Vakfı, Metropolis Sevenler Derneği ve Torbalı Belediyesi’nin desteğiyle 21 yıldır sürdürüldüğü, bu yıl da devam edeceği belirtildi.

 

Trakya Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Serdar Aybek başkanlığında, Türk ve Alman akademisyenler ve geçici kazı işçileriyle birlikte yaklaşık 60 kişilik ekibin yürüttüğü kazı çalışmalarında bu yıl 3 bin yıllık tarihe ışık tutacak yeni kalıntı ve buluntuların ortaya çıkarılmasının hedeflendiği ifade edildi.

 

Kazı Başkanı Doç.Dr. Serdar Aybek, bu yılki kazı çalışmalarını palaestra mozaikleri ve hamam alanında sürdüreceklerini bildirdi.

 

Aybek, açıklamada şu görüşlere yer verdi:

“Geçtiğimiz yıllarda kazı çalışmalarında önemli yapıları ve eserleri gün ışığına çıkardık. Kent ve çevresine ait kültürel ve sosyal hayata ilişkin önemli bulgular elde ettik. Metropolis’in gizemini bu yıl da çözmeye devam edeceğiz. İzmir 2 numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’ndan onay alındı. Böylece bölgenin ören yeri olma çalışmalarında son adım da atıldı. Çevre düzenleme, ziyaretçi karşılama merkezi gibi ören yeri çalışmalarının tamamlanmasıyla Metropolis önemli kültür ve turizm destinasyonlarından biri olacak.”

 

Sabancı Vakfı Genel Müdürü Zerrin Koyunsağan ise 3 bin yıllık tarihi kentin bu noktaya gelmesinde vakıflarının önemli desteği bulunduğunu kaydetti.

 

Koyunsağan, “Metropolis antik kenti geleceğe taşımamız gereken bir miras. Vakıf olarak tarihsel mirasımızın gelecek nesillere aktarılmasına destek vermeyi önemsiyoruz. Metropolis’in ören yeri onayının alınması önemli bir gelişme” dedi.

haberler.com, 27.06.2012

AFRİKA'DAKİ OSMANLI ESERLERİ YENİLENECEK

 

Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA, Afrika'da Osmanlı Devleti döneminde yaptırılan tarihi yapıların restorasyonu için çalışma başlattı.

Doğu Afrika ülkelerinden Etiyopya ve Somaliland'da Osmanlı Devleti döneminde yaptırılan onlarca tarihi yapı bulunuyor.

Yapılar bakımsızlık nedeniyle harabeye dönüşürken, hala bölge halkının hizmetindeki bazı binalar tarihi Türk yapıtları arasında yer alıyor.

Sabah, 27.06.2012

AMASYA'DA ANTİK HAMAM BULUNDU

 

 

Amasya'da Terziköy kaplıcasının olduğu alanda başlatılan kazı çalışmalarında 3. yüzyıl Roma ve 6. yüzyıl Bizans dönemlerinde kullanılan hamam ve yerleşim yeri kalıntıları ortaya çıktı.

 

Yaklaşık 3 hafta önce başlatılan çalışma kapsamında toplam 3 adet kazı açmasında Roma ve Bizans dönemlerine ait hamam mimarisi izlerine rastlanırken, Roma dönemine ait hamamın cehennemlik kısımları, hamamın yıkanma bölümleri, Roma dönemine ait kemer, sütun ve tuğladan örülmüş sıcak hava tünel sütuncelerin yer aldığı sıcaklık bölümü, yapılara temiz suyun verildiği pişmiş tuğlalardan künkler ve hamama ait zengin arkeolojik buluntular saptandı.

İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Mustafa Bolat ve Kültür Turizm İl Müdürü Ahmet Kaya ile birlikte yaklaşık 4 dönümlük alandaki kazı çalışmalarını inceleyen Amasya Valisi A. Celil Öz, bilgiler aldı.

Öz, açığa çıkan arkeolojik tarihi kalıntı ve buluntuların yerinde korunarak, gelecek kuşaklara aktarılmaları için korunması amacına yönelik çalışmalarında birlikte yürütülmesi gerektiğini gerektiğini kaydetti.

Hitit Üniversitesi, Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Esra Keskin'in bilimsel danışmanlığını yaptığı ve Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan sağlanan ödenekle uygulanan kazıda Amasya Müzesi Müdürlüğü arkeolog ve sanat tarihçilerinden ile işçilerden oluşan ekibin yaklaşık 1,5 ay daha görev yapmasının planlandığı bildirildi.

Sabah, 27.06.2012

"GÖSTERİŞ İÇİN CAMİ YAPILMAZ"

 

 

Son dönemde gündemin en üst sıralarında yer alan konulardan biri cami tartışmaları. Yıllardır süren Taksim’e cami tartışmasına şimdi bir de ‘Çamlıca Camii’ eklendi... Kentin simge noktalarına görkemli yeni camiler yapılması planlanıyor. Öte yandan Türkiye ’nin belki de en eski tartışmalarından biri de cami mimarisi. Konuyu bir bilene soralım dedik ve Zirve Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Dekan Yardımcısı Ahmet Turan Köksal’ın kapısını çaldık. Abdullah Gül Üniversitesi’nde rektör danışmanlığını da yürüten Köksal, ‘Cami Gör!’ adlı blogunda binlerce farklı cami görselini bir araya getiriyor. Köksal, “Taksim’e ya da Çamlıca Tepesi’ne Selimiye ya da Süleymaniye’nin kopyası yapılırsa gösterişe girer” diyor. 

Neden camiler üzerine çalıştığınızı sorarak başlayayım…
Camiler üzerine çalışıyorum çünkü en kötü binalar onlardı. Okuldayken bize bir türlü cami projesi vermezlerdi çünkü cami projesi çizmek seküler bir mimar için çok istenen bir şey değildi. Ben tam tersi ona yönelmek istedim. 

İyi de insanlar laik olamaz ki devletler olur…
Tabii ki kişiler laik olmaz, bu bir yönetim şeklidir ama bahsettiğim mimarlar hayatı din üzerine yaşamak şeklinde kurgulamadıkları için bu işten uzak durdular. Öyle olunca, halk kendi kendine bir şeyler yapmaya çalıştı. Sonra mesela camileri eleştirmek, “Birden fazla minare ya da şerefe niye var?” diye sorgulamak dinsizlik gibi algılandı. ‘Cami Gör!’ diye bir blog açtığım için aldığım tepkileri ben bilirim. Kimisi ‘Dinsiz imansız!’ dedi, kimi de tam tersi talimat üzerine yaptığımı iddia etti. Halbuki bu bir farkındalık projesiydi. Bloga iyi örnekleri de koydum, kötü örnekleri de... Bir hikayesi olan camiler var o sitede. Yakın zamanda Anadolu ’da bir cami kalıbı çöktü, içinde çalışan bir işçi vefat etti. O mevzuun üstü örtüldü, o konuda da bir şeyler yazdım. Diyanet de gördü o siteyi ve ortaya çıktı ki onlar da camilerin kötü olmasından şikayetçi. Bir de 1998’de çıkan kanundan şikayeçiler. 

Nedir o kanun?
O kanunla Diyanet’te olan cami yaptırma yetkisi belediyeye veriliyor. İsteyen herkes cami yaptırabiliyor. Biter bitmez de Diyanet’e başvurup hoca-imam kadrosu isteniyor. Diyanet yetkiyi geri istiyor. Tabii yetki onlardayken de tip projeler vardı. Malatya’da da, İstanbul’da da, Antep’te de aynı camiler yapılıyordu. 

Sizin öneriniz nedir?
Türkiye ’de mimari proje elde etmenin iki yolu var, birincisi Kamu İhale Kanunu. Ucuza yapan projeyi alıyor. Mimari olarak bütün kamu binalarının yarışmayla elde edilmesi gerekiyorken kasaya göre yapılıyor. 

Peki, her cami için yarışma mümkün mü?
Yarışmanın yapılamayacağı ufak camiler için bir havuz oluşturulabilir. Genç mimarlardan caminin gerektirdiği tüm etkileri ortaya koyacak 20-30 proje bir havuzda toplanabilir. 

Taksim’e yapılması planlanan camiyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Bu aslında sosyal bir konu. Diyelim ki Taksim’e günde bir milyon kişi gidiyor. O bir milyon kişinin ne kadarının camiye ihtiyacı var, ona bakılmalı. Mesela her gün orada ne kadar esnaf var? Eğer gerçekten ihtiyaç varsa, Taksim esnafı “Biz cami olmadan yaşayamıyoruz” diyorsa, ki olabilir, cami yapılması gerekir. Taksim’e ya da Çamlıca Tepesi’ne Selimiye ya da Süleymaniye’nin kopyası yapılırsa yanlış olur ama… Çünkü bu gösterişe girer. Caminin özelliği bir cemaati yakalamasıdır, gösteriş yapmak değil. Benim için cami mimarisi demek göz önünde bulunmamak ve sadece cemaatle ilgili bir fonksiyonu ortaya koymaktır. 

Çamlıca Tepesi’nde yapılması istenen İstanbul ’un en büyük camii için 8 Haziran’da düğmeye basıldığı ortaya çıktı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın hazırladığı planda 250 bin metrekarelik alana düzenleme getirilmiş.
250 bin metrekare üzerinden konuşalım.... Bir kere oranın cemaati yok, orada ev bile yok. TOKİ’nin Seyrantepe’de yaptığı stadı düşünün. Orası maç varken nasıl oluyor, maç yokken nasıl oluyor? Cami bir stadyum değildir ki, sadece maç zamanı insan çeksin. Çamlıca Tepesi’ne sanki bir olimpiyat stadı gibi bir cami yapıp, dosta düşmana bir şey göstermekse amaç, buna karşıyım. Çünkü bu, işin temeline de aykırı. Siz nasıl bir gösteriş için böyle bir bina yapar ve onun adına cami dersiniz? Düğmeye basılmıştır çünkü bu ülkede Başbakan çok güçlü olduğundan tek kişilik kararlar alınıyor. Çamlıca’ya veya Taksim’e cami yapılması sadece mimarın ya da belediyenin işi de değildir, sosyologların da devreye girmesi gerekir. Bütün hesaplar kitaplar yapılır, hatta icabında küçük bir referandum yapılır, ona göre ortaya bir sonuç çıkar. 

Dünyada en çok camisi olan ülke Türkiye
Betonarme çıktı, mertlik bozuldu. Kalıbı döktün, içine demiri koydun, üstüne de beton, al sana bina. Bu kolaylık bir anda kişilerin cemaat kavramını ortaya koyan bir meta haline gelmeye başladı. Elazığ’da bir mahallenin cemaati ikiye ayrıldı. Mahallede koca bir cami var ama cemaat ayrıldı diye yenisi yapılıyor. Caminin amacı zaten cemaati birleştirmek! Yani bu kadar çok caminin yapılmasının sebebi cemaatin cami yapmaktan hoşlanması. 

Bir de “Cami yapan cennete gider” düşüncesi etken olabilir mi buna?
Tabii ki cami yapanın cennete gittiği düşünülüyor. Kişilerin inançlarını sorgulayamayız, ama madem cami yaptırmak büyük sevap, camiyi iyi yaptırmanın daha önemli olduğunu anlatmalıyız. Taklit, oransız ve her tarafında süsten hem de beyaz çimentodan, hatta köpükten, barok öğelerden ve bazen Antik Yunan sütunlarından oluşan cephelerle, Dolmabahçe Camii taklitleri yapmak, yaptırmaktan bahsediyoruz. Onun yerine bir bilene danışmak yerine “Cami şöyle olacak, şu kadar minaresi, şerefesi olacak” zorlamaları, çok bencilce değil mi? Ya da şöyle böyle olsun gibi kişisel ve bazen de kitsch seçimler, cennete gitmeyi daha da sağlamlaştıracak mı? Böyle sorsak hayırseverler kızar ama aynı tarafta olduğumuzu bilmeleri gerekir. 

Modern camilere bakışınız nasıl? Cami ruhuna aykırı mıdır modern mimari?
‘Modern’ denince aklımıza ‘yeni’ ya da ‘çağdaş’ geliyor. Modern demek klasik camiden farklı bir şey yapmak ve hatta minaresini, kubbesini farklı yorumlayıp da evirip çevirmek değil. Modern çok farklı bir olgudur, sadelik ve saf tasarımı barındırır. Yakın zamanda New York’taki kiliselerde de aynı sorun var. Gotik taklitler de var, yaratıcılıktan yoksun tekrarlar da… Modern ve büyük bir bina yapıldığında, bir sürü tasarım kararının önceden alınması gerekir. Modernlik biraz da budur. O yüzden modern cami pekala olur hem de çok güzel olur.

Çamlıca ve Taksim’e cami fikrine diğer mimarlar ne diyor?

Mimar Ömer Kanıpak: Bu iktidarın mimarlık icraatları, ihtiyaçtan çok gösterişli, azametli projeler oldu. O yüzden ne Taksim ne de Çamlıca’ya cami tartışmasında ihtiyaç argümanını kullanmak doğru olmaz. Bugün kopyalanan Osmanlı camileri de zamanında salt ihtiyaçtan yapılmadı ne de olsa, çoğu bir şekilde yaptıranın iktidarının taşlaşmış göstergesi. Sorun şu ki bugünkü iktidarlar kendi güçlerini mimariyle göstermek isterken bugünün mimarlik bilgisini kullanamıyor, hatta bundan kaçınıyor. Bu yüzden klasik Osmanlı camileri hala hayranlıkla izlenirken, onların Türkiye ’ye saçılmış kopyaları, Ataşehir’deki inşaatı süren ya da Taksim’e önerilen tuhaf camiler alay konusu oluyor.

Mİmar Emre Arolat: Genel olarak en büyük, en gösterişli ve en çok görünen camiyi yapmaya niyetlenmenin, İslamiyet’in ana şiarlarından olan tevazu ve tevekkül yönelimleriyle çeliştiğini düşünüyorum. Kuşkusuz ihtiyacın olması halinde herhangi bir ibadet mekanının inşa edilmesi kadar doğal bir durum olamaz. Bu bağlamda eğer Taksim’de ya da Çamlıca’da böyle bir ihtiyaç varsa bunu sorgulamanın anlamı yok. Ancak bunu gösteri dünyasının bir enstrümanı olarak kullanmak, nitelik yerine büyüklük üzerinden karar üretmek benim bildiğim ya da anladığımı sandığım İslam düşüncesiyle bağdaşmıyor. İlk anda şaşırtıcı gelebilir, ancak burada benim birinci meselem yapılacak caminin mimari anlayışı ya da niteliği değil. Önemsediğim ana unsur, bu yapıların inşa edimlerinin ardındaki tahayyül. Tabii ki bir sonrasında devreye mimari yönelimler, sözgelimi bu yapıların kullandıkları dil, mekansal kalite, çevre duyarlılığı gibi yüzlerce ölçüt girmeli. Ancak gerek Taksim gerekse Çamlıca projeleri ilkin arka planlarıyla birlikte sorgulanmalı.

Radikal, Haber: İpek İzci, 27.06.2012

200 YILLIK ECZA KUTUSUNDA ELAZIĞ IŞGINI

 

İngiltere'nin Derbyshire kentinde bir evde hemen hemen hiç kullanılmamış halde bulunan 1817 yapımı bir ilaç kutusu, o dönemde insanların çeşitli hastalıklardan kurtulmak için kullandığı 29 çeşit bitki ve karışımı göz önüne seriyor.

 

Cumartesi günü bir müzayedede satılacak olan ilaç kutusunun 3 bin pounda alıcı bulması bekleniyor.

Şişelenmiş 29 "ilacın" arasında Elazığ bölgesine ait ışgın bitkisi, nane suyu, tartar kremi ve lavanta da var. Işgının bağırsak sorunlarına karşı tavsiye edildiği de kutunun yanında verilen kitapçıkta belirtiliyor. Müzayedeci Charles Hanson, ilaç kutusunu zengin bir ailenin tatil sırasında yanında taşıdığını düşündüğünü söyledi ve satıldıktan sonra sadece bir veya iki defa kullanıldığını belirtti.

Sabah, 27.06.2012

ANTİOCHEİA AYAĞA KALDIRILIYOR

 

 

Isparta'nın Yalvaç İlçesi'nde bulunan Pisidia Antiocheia antik kentinde yürütülen kazı çalışmalarının bu yılki bölümü başladı.

 

Süleyman Demirel Üniversitesi (SDÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanı ve Antiocheia Antik Kenti Kazı Başkanı Doç.Dr. Mehmet Özhanlı, Pisidia Antiocheia antik kentindeki kazı çalışmalarının 2008 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla Süleyman Demirel Üniversitesi'ne verildiğini, bu yıldan itibaren çalışmaların aralıksız yürütüldüğünü söyledi.

Antik kentte daha önceki yıllarda sadece kurtarma kazıları yapıldığını, ancak son 4 yıldır yürütülen çalışmalarda önemli bulgulara ulaştıklarını anlatan Özhanlı, ''Kazı çalışmalarında ana Tanrıça figürü ile yeni bir kiliseye ulaştık. Pisidia Antiocheia'nın diğer antik kentler gibi depremden sonra aniden terk edilmediğini, kent merkezinin yavaş yavaş bugünkü Yalvaç'a doğru kaydığını belirledik'' dedi.

Bu nedenle çoğu malzemenin ya aşağıya taşındığını ya da eritildiğini kaydeden Özhanlı, ''Toprak üstünde fazla malzeme yok. Günümüzde insanlar kalıntıların çoğunu binalarda yapı malzemesi olarak kullanmış. Yapılan kazı çalışmalarında daha çok heykel, seramik ve metal parçalarına rastlıyoruz'' diye konuştu.

Özhanlı, Pisidia Antiocheia'nın Anadolu'daki en önemli antik yerleşim alanlarından biri olan ve büyük bir alana sahip olduğunu vurgulayarak, kazı ekibinde kendisiyle birlikte 25 arkeolog ve öğrenci ile 10 işçinin yer aldığını, bu yılki çalışmalarının 11 Aralık'ta sona ereceğini söyledi.

BAZI BÖLÜMLERİN RESTORASYONU BU YIL TAMAMLANACAK
Bu yıl, önceki yıllarda başlatılan Maximus Caddesi'ndeki çalışmalara devam ederek caddeyi gün yüzüne çıkarmak istediklerini anlatan Özhanlı, şöyle dedi:
''Cadde, 30 metre genişliğiyle Anadolu'daki en geniş meydan özelliğini taşıyor. Çalışmaları tamamladığımız zaman özellikle ziyaretçilerin büyük ilgi göstereceğini düşünüyoruz. Bu yıl Aedilicus Tepesi ve bir piskopos sarayının olduğu alanda da çalışma yapacağız. Kentin Helenistik dönem özelliklerini öğrenmek için tapınağa yakın bir alanda sürdürülen sondaj çalışmasını genişleteceğiz. Bu yıl Roma Hamamı'nın kazı ve konservasyon çalışmalarını sonlandırıp restorasyon projesini tamamlamak istiyoruz. Ayrıca tiyatro alanındaki taşların kaldırılması ve su alanın restorasyon projesinin tamamlanmasını, başka bir restorasyon projesi ile önümüzdeki yıl kentin batı kapısını ayağa kaldırmayı planlıyoruz.''

ANTİOCHEİA HIRİSTİYANLIK HAC MERKEZİ OLARAK İLAN EDİLEN BİR KENT
Özhanlı, kentin haritalama işlemlerini tamamladıktan sonra Pisidia Antiocheia antik kentinin bilimsel bir şantiyeye dönüştürüleceğini vurgulayarak, ''İnanç turizminin önemli değerlerinden Antiocheia, aynı zamanda Anadolu'nun da en önemli kentlerinden birisi. Bu abartılmış bir cümle değil. Çünkü burada MÖ 5. yüzyıldan itibaren dini bir merkez olarak kullanılan Men Tapınağı var. Men kültürünün en önemli merkezleri arasında yer alan Antiocheia antik kenti, Tanrı Men'e sunulmuş pek çok eserle donatılmış'' diye konuştu.

Özhanlı, Hz. İsa'nın 12 havarisinden St. Paul'un dini yayma çalışması yaptığına inanılmasından dolayı Antiocheia'nın Hristiyanlık hac merkezi olarak ilan edilen bir kent olduğunu kaydetti.

Doç.Dr. Mehmet Özhanlı, yaptıkları kazılarda 9 ve 11. yüzyıllarda Arap akınlarıyla kentin küçülmesi, daha sonra Miryekefelon Savaşı ve Türklerin bölgeye gelmesiyle burada yaptıkları değişikliğin neler olduğunu arkeolojik verilerle belirlediklerini anlatarak, ''Kentte kullanılan bazı yapıların farklı işlevleri olduğunu, hamam olarak bilinen yapının bir karargah binası olarak kullanıldığını arkeolojik verilerle ortaya koyuyoruz. Çalışmalar ilerledikçe kentin görkemini ve tarihine yakışır verileri elde etmeye devam ediyoruz'' diye konuştu.

Isparta Kültür ve Turizm Müdürü Abdullah Kılıç da Antiocheia antik kentinin, St. Paul'un kutsal yolculuğunda ilk vaazını verdiği kilisenin kalıntıları ve Roma döneminin şehir kalıntıları bulunmasından dolayı inanç turizmi açısından önemli bir konumda olduğunu söyledi.

Antik kentte son 4 yılda gerçekleştirilen çalışmalar için 450 bin lira ödenek kullanıldığını, bu yıl için de 180 bin lira ödenek ayrıldığını belirten Kılıç, sadece antik kentteki Roma Hamamı'nın kazı ve restorasyon çalışmaları içinse bugüne kadar 600 lira ödenek gönderildiğini kaydetti.

Psidia Antiochia Antik Kenti'ni geçen yıl 20 bin kişinin ziyaret ettiğini bildiren Kılıç, ziyaretçi sayının önümüzdeki yıllarda çok daha fazla artmasını beklediklerini ifade etti.

Kılıç, kazı çalışmaları sırasında çıkarılan önemli eserlerin Yalvaç Müzesi'nde ziyaretçilerin beğenisine sunulduğunu sözlerine ekledi.
Time Türk, 26.06.2012

ELİF ANIT MEZARININ RESTORASYONU BAŞLIYOR

 

 

Antik dönemlerde Kuzey Mezopotamya olarak bilinen dünyanın en önemli bölgesinde yer alan Gaziantep’in antik kentler, ören yerleri, kaleleri, höyük ve farklı kültürleri yansıtan çeşitli özellikleri gün ışığına çıkarılmaya ve turizme kazandırılmaya devam ediliyor. Sahip olduğu kültürel değerler arasında anıt mezarlarıyla da dikkat çeken Gaziantep’te Elif, Hisar ve Hasanoğlu isimleriyle bilinen üç ayrı anıt mezarın restorasyonu için beş yıldır yoğun bir çalışma yürütün Milletvekili Mehmet Erdoğan’ın girişimleri sonuç verdi. Rolöve çalışmaları tamamlanan anıt mezarlardan öncelikle Elif Anıt Mezarının restorasyon çalışmalarına başlanacak.

 

Gerekli her türlü çalışmanın tamamlandığını ve projenin ihale aşamasına geldiğini ifade eden Erdoğan, “Gaziantep ve Anadolu kültür tarihinin en önemli eserleri arasında yer alan anıt mezarlarımızla ilgili beş yıldır yoğun bir çalışma süreci geçirdik ve çalışmalarımız sonuçlandı. Her üç mezarla ilgili röleve çalışmaları tamamlandı. İlk olarak Elif Anıt Mezarı'nın restorasyon çalışmaları başlatılacak olup bu konuyla ilgili 926 bin TL ödenek ayrıldı. Bu ödeneğin 500 bin TL’lik bölümü serbest bırakıldı. Konuyla ilgili ihale çalışmalarına başlandı ve kısa bir süre içerisinde ihale çalışmaları tamamlanarak ihalesi yapılacak. Ardından çevre düzenlemesi ve restorasyonu başlatılacak. Binlerce yıllık kültür abidesi olan ve bölge turizmi için önem taşıyan anıt mezarlarımızdan Elif Anıt Mezarının restorasyonunun tamamlanmasının ardından Hasanoğlu ve Hisar anıt mezarlarının da restorasyonları gerçekleştirilecektir” dedi.

 

Tarihi zenginlikleriyle bakıldığında Gaziantep’in dünya kentlerini kıskandıracak önemli özelliklere sahip olduğuna dikkat çeken Milletvekili Erdoğan Gaziantep’in bu özelliğinin değerlendirildiğini ve önümüzdeki dönemlerde kazı çalışmaları yapılmayan höyük ve ören yerlerinin de programa alınması için çalışmalar yapacağını söyledi.

 

Erdoğan Gaziantep’in her karışı farklı kültürlerin geçmişten günümüze bıraktığı önemli eserlerle dolu olduğunu belirterek, “Gaziantep kaleleri, antik kentleri, ören yerleri ve höyüklerinin çokluğu ve zenginliği bu bölgenin antik dönemlerdeki önemini gözler önüne sermektedir. Bu zincirin bütün halkalarını değerlendirmek ve bunları gün ışığına çıkarmak zorundayız. Fırat havzası başlı başına bir arkeoloji parkıdır. Önümüzdeki dönemlerde Gaziantep’te yürütülen kazıların desteklenmesi ve kazısı yapılmamış höyüklerimizde bilimsel çalışmaların yapılabilmesi için gerekli her türlü girişimi yapacağız” dedi.

haberler.com, 26.06.2012

MARDİN KALESİ'NİN İÇİNDEN NATO RADARI ÇIKTI, RESTORASYON DURDU

 

 

Mardin’de yıllardır restore edilip açılacağı belirtilen Mardin Kalesi’nin Kültür Bakanlığı’na devri NATO’ya takıldı.

 

AKP Mardin Milletvekili Gönül Bekin Şahkulubey, kalede NATO radarının olduğunu belirterek, “Bu yüzden kriterler ağır işliyor” dedi.

Mardin’de AKP İl Başkanlığı’nda düzenlenen basın toplantısına partinin Mardin milletvekilleri Muammer Güler, Gönül Bekin Şahkulubey, Abdurrahim Akdağ, İl Başkanı İbrahim Fide katıldı. Yıllardır restore edilerek halka açılacağı belirtilen Mardin Kalesi’nin gündeme geldiği toplantıda, gazeteciler kaleyle ilgili son gelişmeleri sordu. Soru üzerine Milletvekili Şahkulubey, “Şimdi kaleyle ilgili, NATO’nun da içinde bulduğu bir hava radar var. Ama işin içinde NATO olduğu için, NATO kriterleri ağır işliyor. En son Milli Savunma Bakanı’na sorduğumuzda da bu işin kendisinin bizzat takip ettiğini söyledi. 10 trilyon diye net bir bütçe yok. Onların hepsi duyum. Sadece elektrik aksamı ile bir çalışma yapılmış onunda yaklaşık 1 trilyon olduğu. Ama radarı taşımak yerine yeni bir radar yapmanın daha makul olacağı görüşü de var.

Bu kolay bir sistem değil, işin içinde NATO olduğu için. Çünkü oranın esas sahibi NATO. Biz talep ettiğimizde de bilmiyorduk. Yani NATO kriterlerine göre de istememiz gerektiğini bilmiyorduk” dedi. Milletvekili Şahkulubey, ilk kez 2008 yılında Mardin Kalesi’nin resmi olarak turizme açılmasını talep ettiklerin belirtti. Şahkulubey şöyle devam etti: “Şimdiye kadar yıllarca kale kale diye ağlamıştık. Ama hiçbir şekilde resmi olarak talep edilmemişti. İlk defa 2008 yılında resmi olarak talep ettik. Kültür Bakanlığı’nın radarı yapma gibi şansı, bir bütçesi yok. Bu milli savunmanın. Ama işin içinde NATO da var. Takdir edersiniz ki hızlı gündem yoğunluğu ve işin içinde Milli Savunma Bakanlığı’nın olması gereken ekstra toplantılar, bu işi biraz yavaşlattı. Zaten bu işi taşıyıp Kültür Bakanlığı’na devredecekler. Bu zaten Başbakanımızın ağzından çıkmış. Her söz kesinlikle gerçekleşecek. Bununla ilgili bir sıkıntı yok. Biraz prosedür var. Mardin sit alanı olduğu için özel bir yeri var, bunun farkındayız. Bir taş bile oynatırken kolay olmuyor. Biz de çok çekiyoruz yani kaç tane kapı çalıyoruz. İnşallah özlediğimiz kaleye kavuşacağız. Ama önce güçlendirme projesi var. Onun için para var. O ayrı bir çalışma olarak devam ediyor.”

Tarihi Mardin Kalesi’nin tepesindeki yusyuvarlak ve bir futbol topunu andıran cismin NATO radarı olduğu, bu nedenle restorasyon çalışmalarının yapılamadığı belirtildi.

Vatan, 26.06.2012

2 BİN 500 YILLIK ÇİZİMLERE SANSÜR

 

 

20 yılı aşkın süredir yayınlanan Mimesis Tiyatro Çeviri Araştırma dergisinin 19'uncu sayısı, Elazığ İl Halk Kütüphanesi tarafından "müstehcen" bulunduğu iddiasıyla iade edildi. Müstehcen denen görseller MÖ 5'inci yüzyıla ait.

 

Elazığ İl Halk Kütüphanesi, Mimesis Tiyatro Çeviri Araştırma dergisinin 19'uncu sayısını müstehcen içerikli olduğu iddiasıyla iade etti.

Dergiyi yayımlayan Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi'ne Elazığ İl Halk Kütüphanesi Müdürü Ahmet Pirinççi tarafından gönderilen resmi yazıda söz konusu şikayet söyle ifade edildi:
"Müstehcen resim ve çizgilerin bulunduğu okuyucularımız tarafından tespit edilmiştir."

Yazının devamında üç ailenin "bu tür yayınların okuyucuların ve çocuklarının ahlaki değerlerini bozduğu" iddiası ile Elazığ Halk Kütüphanesi'ne şikayet dilekçesi ile müracat ettikleri belirtildi.

Elazığ Halk Kütüphanesi, yaptığı inceleme neticesinde müstehcen içerikli bulduğu derginin Elazığ Halk Kütüphanesi ve Elazığ İlçe Halk Kütüphaneleri'ne bağış yolu ile olsa dahi gönderilmemesini talep etti.

Makale 2004 tarihli
Müstehcen olduğu iddia edilen makale antik Yunan komedyası hakkında bir çeviri-araştırma dosyası olan "Aristophanes Üzerine" adlı dosyada yer alıyor.

"Kadının Tasviri: Aristophanes'in Lysistrata'sı ve Yunan Eşlerinin Hetairalaştırılması" adlı makale Washington Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan Sarah Culpepper Stroup tarafından 2004 yılında kaleme alınmış.

Makale, antik Yunan toplumunda kadınların toplumsal işbölümü içerisindeki konumları ve bunun Aristophanes'in Lysistrata oyununda nasıl bir karşılığı olduğunu inceliyor.

Derginin sitesinde yer alan haber ise durumu şöyle özetliyor: "Bu kararla Elazığ İl Halk Kütüphanesi Müdürü MÖ 5'inci yüzyıla ait görselleri fiilen sansürlemiş oldu."

Mimesis: "Tek kelimeyle absürd"
"Müstehcenlik, muhafazakar duyarlılık adına yayın ve tiyatro dünyasının düzenli olarak maruz kaldığı ithamlardan birisi.

Mimesis dergisine dönük müstehcenlik ithamını da aynı sansürcü zihniyetin bir çeşitlemesi ve yasaklaması olarak görüyoruz.

Kültür Bakanlığı tarafından onlarca il ve ilçe kütüphanesi raflarına yerleştirilen akademik-bilimsel bir derginin, yine ona bağlı bir kuruluş tarafından raftan kaldırılmasını ise tek kelimeyle 'absürd' buluyoruz."

Cnn Türk, 26.06.2012

50 YILDIR KAYIP CAMİ BULUNDU

 

 

Karaköy'deki Merzifonlu Camii, 1960'ta 'Rutubete dayanıksız' gerekçesiyle Kınalıada'ya taşınmak üzere söküldü. Tuğlalarıyla Kınalıada İskelesi'ne dolgu yapıldığı ortaya çıkan caminin minberi ise Kasımpaşa'da bir camide buldu.

Kınalıada'da tekrar inşa edilmesi iddiasıyla 1960'ta söküldükten sonra kaybolan Merzifonlu Camii'nin minberi yıllar sonra bulundu.

Fatih Sultan Mehmet'in mescit olarak yaptırdığı, ünlü İtalyan Mimar Raimondo D'Aronco tarafından da camiye çevrilen yapının tuğla malzemesinin ise Kınalıada'nın vapur iskelesinde dolgu malzemesi olarak kullanıldığı öğrenildi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın gündeme getirdiği tek parti döneminde satılan, kapatılan, ahıra veya depoya çevrilen camilerle ilgili ilginç bir ayrıntı ortaya çıktı. Kınalıada'ya yapılmak üzere Karaköy'deki yerinden sökülen ancak sonradan kaybolan Merzifonlu Camii'nin minberi yıllar sonra bulundu. Minber, Kasımpaşa'daki Karaimam Camisi'ne monte edildi. Caminin sökülen tuğla malzemesinin ise adanın iskelesinin dolgusunda kullanıldığı öğrenildi.

RUTUBETTEN ETKİLENİYORMUŞ!
1995'ten beri İstanbul'da kaybolan yapıların izini süren İstanbul Şehri Kültür Tarihi Araştırmaları Merkezi Başkanı Süleyman Faruk Göncüoğlu, binanın depreme dayanıklı olmadığı ve rutubetten etkilendiği gerekçesiyle söküldüğünü söyledi.

Göncüoğlu, "Bu gerekçeyle sökülerek tekrar inşasına karar verildi ve Kınalıada'da yapılması ön görülüyordu. Ancak sonradan anlaşıldı ki bu cami de 27 Mayıs 1960 darbesinden nasibini almış" diye konuştu.

1960 ihtilalinden sonra sökülen caminin tuğla malzemesinin Kınalıada'nın vapur iskelesi inşaatında dolgu malzemesi olarak kullanıldığını ifade eden Göncüoğlu, "Mescit 1935'te kadro dışı bırakılıp ibadete kapatılmıştı. Sonra da uzun bir süre ardiye olarak kullanılmıştı. İhtilalin akabinde de söküldü. Bugün o bölüm hala boş duruyor. Caminin önündeki Ziraat Bankası binası olarak kullanılan yapı Türkiye'nin ilk resmi mason locasıydı. Bu nedenle yapı katakulliye getirildi. Nitekim yapının yolla veya harap düşmesiyle ilgisi yoktu" dedi.

"OKYANUSTA BİR DAMLA"
Göncüoğlu, camilerle ilgili olumsuz yaklaşımın sadece Merzifonlu Camii'yle sınırlı olmadığını belirterek sözlerine şöyle devam etti: "Bu, okyanusta bir damla. Kaybolan ve heba edilen daha ne yapılar var. Bu tür yapılar bir mantığın tahribiyle alakalı. Sistematik bir tahribat söz konusuydu. Çünkü Beşiktaş'a gittiğinde Barbaros Hayrettin Paşa Türbesi ve Sinan Paşa Cami'nin dışında kadim bir Osmanlı medeniyetinin var olduğunu ifade edemezsin. Aynı şekildeKaraköy'deki omescidi kaldırdığında tamamen kimliksiz bir lokal bölge ortaya çıkar. Amaç da buydu zaten."

FATİH DÖNEMİNDE İNŞA EDİLDİ
Karaköy'deki Merzifonlu Camii, meydanın doğusunda Halil Ağa ve Kemankeş Sokağı arasında bulunan fevkani bir küçük camiydi. İlk olarak Fatih Sultan Mehmed döneminde (1451-1481) mescit olarak inşa edildi. Daha sonraları camiye çevrilip Merzifonlu Vakfı'na bağlandı. Deprem nedeniyle hayli harap bir duruma gelen mescit Sultan 2. Abdülhamid tarafından, 20. yüzyıl başı mimarlığının saygın isimlerinden İtalyan Raimondo D'Aronco'ya yeniden inşa ettirilerek cami olarak ibadete tekrar açılmıştı.

Türkiye Gazetesi, 26.06.2012

İŞTE BİG BEN SAAT KULESİNİN YENİ ADI

 

 

İngiltere'nin başkenti 'nın simgelerinden, '''' olarak da bilinen tarihi saat kulesinin adının ''Westminster Sarayı Elizabeth Kulesi'' olmasına karar verildi.

İngiliz parlamenterler, İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth'in tahttaki 60. yılı onuruna kulenin adının ''Elizabeth Kulesi'' olmasına onay verdi.


Thames Nehri kenarında bulunan tarihi İngiliz Parlamentosu'nun parçası olan kuleye Kraliçe'nin adının verilmesini, Muhafazakar Partili milletvekili Tobias Ellwood önermişti.

Öneri, aralarında İngiltere Başbakanı David Cameron, Başbakan Yardımcısı Nick Clegg ve muhalefetteki İşçi Partisi'nin lideri Ed Miliband'in de bulunduğu milletvekillerinin yarısından fazlasının onayını aldı.

''Westminster Sarayı'' olarak da bilinen parlamentonun bir bölümünün yeniden adlandırılması İngiltere'de ilk kez yapılmıyor. Saray 1860 yılında yeniden inşa edildiğinde, batısındaki kuleye ülkenin 63 yılla tahtta kalan en uzun süreli monarkı olan Kraliçe Victoria'nın adı verilmişti.
Saat kulesi dünya genelinde ''Big Ben'' adıyla bilinse de aslında bu isim kuledeki 13,5 tonluk çanın takma adı.

86 yaşındaki Kraliçe 2. Elizabeth'in tahttaki 60. yılı, bu ay başında ülke genelinde yapılan çeşitli etkinliklerle kutlanmıştı.

Sabah, 26.06.2012

BAKANI AĞLATAN MÜZE

 

Bayburt doğumlu ressam Profesör Dr. Hüsamettin Koçan’ın “geri döndüğüm bavulumdur” dediği Baksı Müzesi, Çoruh Vadisi’ne bakan ıssız, vahşi bir tepenin üzerine kurulu.

Bu ıssızlığın ortasında mimarisiyle hemen göze çarpan müze, çağdaş sanatla yörenin el sanatlarını aynı çatı altında barındırıyor.
İki yıl önce açılmış olan müzeyi gezerken insan “Böylesi İstanbul’da yok” diye düşünmekten kendini alamıyor.
Müze, sergi salonlarının yanı sıra, konferans salonu, kütüphane ve Baksı Köyü’ndeki kadınların halı ve “ehram” diye bilinen çok özel bir kumaşı dokudukları atölyelere sahip
Profesör Koçan gerçekten çılgınca bir işe girişmiş.
Varını yoğunu ortaya koyarak doğduğu Baksı Köyü’nün tam karşısına 30 dönümlük bir araziye bu müzeyi kurmak niye?
“Baksı’da ortak yaşam mekanları gibi eski taş işçiliği, seramik, halı üretimi de tarihe karışmıştı. İnsanlar burada üretmeyi bırakıp ekonomik nedenlerle gurbette iş peşine düşmüş. Müzeyle Baksı’nın terk edilen bir yer değil dönülen bir yer olmasını istedim” diyor Koçan.

 

KADIN İSTİHDAMI

En fazla Baksılı kadınların “istihdamı” üzerinde duruyor.
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay dahil yüzden fazla kişinin Erzurum, Aşkale, Bayburt üzerinden Baksı’ya ulaşmalarının nedeni “Mesafe ve Temas” temalı serginin açılışı.
Bu arada yanlış anlama olmasın sakın.
Baksı Müzesi açıldığı günden beri meraklıların uğrak yeri olmuş.
Kısa bir ziyaret için uğradığımız Baksı Köyü’nün sakinleri çok mutlu.
Özellikle de kadınlar zira müzenin atölyelerinde en çok vakit geçirenler erkeklerden ziyade onlar.
“Mesafe ve Temas” sergisinin temasına dönersek.
Profesör Hüsamettin Koçan temayı söyle açıklıyor.
“Mesafe Baskı Müzesi’nin uzaklığını, Temas ise çağdaş ile gelenekselliğin sanatla endüstrinin buluşmasını anlatıyor”.
Serginin sanat, moda, tasarım ve lezzet bölümleri var.
Fırat Arapoğlu, Mürteza Fidan ve Kurucu Koçanoğlu sanat bölümünün küratörleri.
Sergiye katılan genç sanatçılar Bayburt ve Baksı’ya önceden gelip eserleri için buradan beslenmişler.
Eserlerinde gurbet, ayrılık, yalnızlık var.

 

ŞAHMARAN FİNCANIYLA ÇORUH IŞIĞI

Tasarım bölümünün küratörü Koleksiyon Mobilya’nın kurucusu mimar Faruk Malhan çeşitli üniversitelerde okuyan genç tasarımcılarla birlikte çalışmış.
Yine daha önce buralara gelip yerel malzemeleri, yerel formları inceleyen gençlerin tasarımlarını üretime dönüştürmek pekala mümkün.
Şahmaran adındaki kahve fincanının ya da Çoruh Işığı adındaki mumluğun alıcısı olacaktır.
Modacı Arzu Kaprol, Baksı Müzesi’ndeki atölyede dokunan “ehram” kumaşıyla harikalar yaratmış.
“Yemek ve kültür” deyince akla gelen ilk isimlerden Engin Akın, Bayburt yöresinden unutulmuş yemek tariflerini, kurutulmuş olarak kullanılan yerel malzemeleri gün ışığına çıkartmış.
Hüsamettin Koçan bu sergide ortaya çıkan tasarımların üretilip pazarlanması durumunda Bayburt ekonomisine katkı yapacağını düşünüyor.
Aynı zamanda Baksı Kültür Sanat Vakfı’na da.
Yanında Turizm Yatırımcıları Derneği Başkanı Turgut Gür ve işadamı Erol Aksoy olduğu halde Baksı Müzesi’ne gelen Kültür ve Turizm Bakanı Günay için bu mekan çok özel.
Dokunaklı konuşmasında bakın ne diyor?
“Buraya ilk geldiğimde Hüsamettin Koçan’ın gurbette giden babasının her gün yolunu gözlediği bu tepeye müze yaptığını duyunca gözyaşlarımı tutamadım”.
Baksı Müzesi hakikatten gözyaşlarınızı tutamayacağınız bir yer.

 

Prof. Koçan müzeyi yaparken sanatçı dostlarından büyük destek görmüş.
125 sanatçının bağışladığı eserlerden yaklaşık 25’ini müzenin inşaatını tamamlamak üzere satmak zorunda kalmış.
Müzenin ayakta kalması içi kurulan Baksı Kültür Sanat Vakfı’nın düzenli gelire ihtiyacı var.
“Mesafe ve Temas” Sergisi’nin sunuculuğunu “gönüllü” olarak üstlenen Rana Erkan Tabanca’nın çağrısına kulak verelim.
Yılda 200 lira ile Baksı Dostu olalım.
Ayrıntılı bilgiye www.baksi.org adresinden ulaşmak mümkün.

Hürriyet (Kısaltarak), Yazı: Gila Benmayor, 26.06.2012

İLK KIBRISLILAR BULUNDU

 

 

KKTC 'deki Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi (UKÜ) Arkeoloji, Kültürel Miras ve Konservasyon Merkezi, TÜBİTAK destekli yürüttüğü Tatlısu Çiftlikdüzü kazılarında Kıbrıs’ta yaşayan ilk insanlara ait kemik kalıntılarına ulaşıldığını açıkladı.

UKÜ'den yapılan açıklamada, ilk Kıbrıslılardan iki farklı kişiye ait kemiklerin birinin 20 yaşlarında 150 cm boyunda bir kadına, diğerinin ise 30’lu yaşlarda bir erkeğe ait olduğunun tespit edildiği belirtildi.

UKÜ Arkeoloji, Kültürel Miras ve Konservasyon Merkezi Müdürü Yrd. Doç.Dr. Müge Şevketoğlu, Tatlısu’da yaptıkları kazılar sonucu Kuzey Kıbrıs’ta eskiye ait "ilk kez" insan kemiklerine ulaşıldığını ifade etti.

Tatlısu - Çiftlikdüzü'nde bulunan MÖ 8.400 yıllarına ait insan iskeleti kalıntıları ile ilgili bilgi veren Şevketoğlu, şunları söyledi:
"Tatlısu’da bulunan dağınık kemik parçaları arasında, çene kemiği, kafatası parçaları, el ve ayak parmakları, vertebralar ve diğer kemiklerden yola çıkarak incelemeler yaptık. İlk Kıbrıslılar’dan iki farklı kişiye ait kemikler üzerinde yaptığımız incelemeler sonucu dişlerin sağlıklı olması, daha önce yapılan botanik çalışmalardan bilinen tahılların yumuşak yiyeceklerden oluşan bir diyetleri olduğunu ortaya koymuştur."

“Tatlısu Çiftlikdüzü’nün, Kuzey Kıbrıs’ın şu ana kadar keşfedilmiş on bin yıl öncesine tarihlenen en eski yerleşim yeri olduğunu” belirten Yrd. Doç.Dr. Müge Şevketoğlu, Tatlısu Belediyesi sınırları içerisinde yer alan, denize yakın konuşlandırılmış yerleşim yerinde şimdiye kadar yapılan kazılarda, taş ve kerpiçten yapılmış yuvarlak planlı evler ve alçı sıvalı tekneler bulunduğunu söyledi.

Şevketoğlu buluntular arasında ayrıca balıkçı oltaları, taş ve deniz kabuğundan kolye ve benzeri takılar ile Orta Anadolu menşeli binlerce volkanik cam olan "obsidyenden" kesici aletler bulunduğunu aktardı.

İnsanların yaptığı aktiviteleri geride bıraktıkları eserlerden anlamanın mümkün olabileceğini belirten Müge Şevketoğlu, yaşamın insanlar üzerinde bıraktığı etkileri, fizyolojisini ise sadece insan kemiklerinden öğrenilebildiklerini kaydetti. Şevketoğlu arkeolojik eserler üzerine birçok kaynak ve yazı olmasına rağmen arkeolojik kazılarda bulunan insan kemikleri ve kemiklerin incelenmesinden yorumlanan hastalıklar hakkında çok az bilgileri olduğunu belirtti.

Kıbrıs kazılarında, kemiklerin, doğal şartlar ve iklim faktörlerinden dolayı günümüze kadar korunamadığını ya da çok kötü durumda bulunduğunu ifade eden Yrd. Doç.Dr. Müge Şevketoğlu, bunun başlıca sebebinin asitli toprak altında organik kemiklerin korunamamaları olduğunu söyledi.

Şevketoğlu, kazılarda çok az miktarda bulunan kemiklerden de o dönemin ölü gömme veya gömmeme adetlerinin, kültürün yansımasından olabileceğini ve bunun da kemiklerin günümüze kadar korunamamasının bir diğer sebebi olduğunu belirtti.

Radikal, 26.06.2012

HÜKÜMET KONAĞI'NIN KİTABESİ BULUNDU

 

 

Erzurum'da 1989 yılına kadar Valilik daha sonra da Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) olarak kullanılan tarihi Hükümet Konağı'nın restorasyonunda kitabesi bulundu.

Cumhuriyet tarihinin Erzurum'daki ilk ve en önemli yapıları arasında yer alan tarihi Hükümet Konağı'nın kitabesi yıllar sonra yapılan restorasyon ile gün yüzüne çıktı. Yıllarca sıva altında kalan kitabenin temizlenmesiyle tarihi mekanın kim tarafından ve ne zaman yaptırıldığı netleşti. Yıllar önce yapılan sıva ile üzeri kapatılan kitabede "Vali Sabit Bey'in zaman-ı memuriyetinde ikinci defa inşaası. 1339 - 1341" yazdığı öğrenildi. Kitabenin büyük önemi olduğunu söyleyen Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Hüseyin Yurttaş, tarihi kaynakların Vali Sabit Bey'in 4 Mayıs 1338 - 22 Temmuz 1339 tarihleri arasında Erzurum'da görev yaptığını aktardığını belirtti. Tarihi yapılardaki kitabelerin önemine dikkat çeken Prof.Dr. Yurttaş, "Hükümet Konağı'nın giriş kapısı üzerine işlenen kitabe yıllarca sıvanın altında kalmış. Restorasyonda fark edilmesi ile tarihi mekanın ne zaman ve kim tarafından yapıldığını daha net bir şekilde öğrenmiş olduk" dedi. Aslına uygun bir şekilde restore ettirilen ve Bölge İdare Mahkemesi olarak kullanılacak olan Hükümet Konağı önümüzdeki aylarda hizmete açılacak.

Erzurum Gazetesi, 26.06.2012

TARİHİ GEYLANİ MEDRESESİ YANDI

 

 

Hindistan, Pakistan ve Çin'in sınırlarında bir dağlık bölge olan Keşmir'in Hindistan yönetiminde bulunan bölgesinde 200 yıllık sufi medresesi alev alev yandı. Srinagar kentinde bulunan ve tasavvuf medresesinin kurucusu olarak kabul edilen İslam düşünürü Abdülkadir Geylani'nin medresesi olarak bilinen tarihi bina sabah namazından sonra çatısından yanmaya başladı. İlk belirlemelere göre hiçbir kimsenin yaralanmadığı yangın tarihi binaya ise büyük zarar verdi. Olay yerine gelen itfaiye ekipleri yangını söndürse de öfkeli Müslümanlar sokağa döküldü. Resmi olarak yangının çıkış nedeni hakkında bir açıklama yapılmazken olayın kundaklama olduğunu düşünen Müslümanlar polisle çatıştı. Çıkan olaylarda 6 kişi yaralandı. Yıllardır özellikle Pakistan ve Hindistan arasındaki siyasi anlaşmazlık nedeniyle huzurun gelmediği Keşmir'de Müslümanların büyük bir kısmı Hindistan yönetimi altında kalmak istemiyor.

Sabah, 26.06.2012

SARNICIN BÖĞRÜNDEKİ ANADOLU KAPLANI

 

Kimi Orta Asya topluluklarında kutsal olduğuna inanılan suya tapım görülür. Kimekler İrtiş Irmağı'nı büyük sayarlar. Çağdaş şamanist Altay ve Yenisey Türklerinin yer-su kültünü ve ayinlerinide yer-su'ya hitaben okudukları ilahiler tasvir ve tespit edilmiştir. Altayların inanışlarına göre, yer-su ruhları insanların yaşadığı muhitte yaşarlar; ehli hayvanları yaratan ve onlara bereket veren yer-su'dur. Yeniseylilerin dağlara ve sulara hitaben söyledikleri ilahilerde, Tom ve Kem (Yenisey) ırmakları 'merhametli hakan' manasına gelen 'kayrakan' diye tavsif edilmektedir.

Başkurtlar bir gölde veya ırmakta ilk defa yıkanmak isterlerse, elbiselerinden veya kuşaklarından bir iplik koparıp suya atarlardı. Bir köye yeni gelen geline "hu köründürü" (su gösterme) denilen ve kadınlar tarafından tarafından bir merasim yapılırdı. Bu merasim gelin geldiği günün ertesi sabah yapılırdı. Köyün kadınları ve kızları toplanıp gelini köyün yakınındkai ırmağa veya göle götürürlerdi. İhtiyar bir kadın gelini suya, suyu geline gösterdikten sonra, "ataylardan gelen hu, ineylerden kalgan hu" ( babalardan kalan su, analardan kalan su) diyerek bir şeyler söyler ve gelinin süslerinden bir gümüş para koparıp suya atardı... Kazak adetine göre de bir ırmağı ilk kez geçen suya bir şey atmalı imiş...

 

Bugün bile atıfta bulunulan Cengiz Han yasalarında suyun kullanımına ilişkin kesin hükümler ve katı kurallar olduğu söylenir. Anadolu uygarlıklarının bir çoğunda suyun yaratıcı özelliğine ilişikin mitler, inanışlar vardır. Likyalı Apollon, kardeşi Artemis'le birlikte Eşen (Ksantos) ırmağının kıyısında doğmuştur. Ana tanrıça Leto'nun doğumuna tanıklık eden ırmağın kıyısında kurulan Letoon kenti Likya'nın önemli tapım merkezlerinden biriydi.

Hayvancı toplumlarda yıl, yaylak ve kışlak zamanı olarak ikiye bölünüyordu. Kış mevsimi girmeden sürüye koçlar katılıyor, bu zamana 'koç katımı' veya 'biçin ayı', Arapçada da Kasım yani 'bölen', aralayan ay deniliyordu. Bu dönemin en önemli hazırlıklarından biri de Anadolu'nun su kaynakları açısından yoksul bölgelerinde su sarnıçların hazırlanmasıydı.

Onarılıp temizlenen sarnıçlar, yağmurun bol olduğu kış ve bahar mevsiminde yağmur sularıyla dolduruluyor, yaz boyunca da insanların ve hayvanların ihtiyacı olan su karşılanıyordu.

Antalya ve çevresindeki yaylak ve kışlak arasında süren döngü, su sarnıçlarını yüzlerce yıldır yaşamsal öneme sahip kılmıştır. Yaylak bölgelerde su kaynakları açısından fazla sorun yaşanmazken, sahile yakın olan kışlaklarda su ihtiyacı çoğunlukla sarnıçlardan karşılanmıştır.

 

BEZİRGAN SARNICINI BEKLEYEN ANADOLU KAPLANI



 

Yaylak ile kışlak arasında geçiş noktası sayılan Kaş'ın Bezirgan Köyü de bölgedeki yüzlerce sarnıçtan bir kaçını barındırıyor. Bezirgan'ın Sarnıçbaşı mevkiinde bulunan tarihi sarnıçlardan birinin gövdesinde işlenmiş olan Anadolu parsı (kaplan) figürü, suyun ne denli önemli olduğunun işareti olarak hala varlığını koruyor.

Hayrat olarak yapılan Bezirgan sarnıcında bulunan yazıtı okuyarak günümüz diline çeviren araştırmacı Mustafa Cansız, 1821- 1822 tarihlerini taşıyan yazıtta "Bu hayrata sebep olan hayırlı ve güzel iş sahibi Hacı Mahmut ve kadın erkek diğer inananlar ve bu hayrı gözeten Mahmut oğlu Osman bütün bu hayır sahiplerinin ruhu için fatiha..." ifadelerinin yeraldığını söylüyor.

 

 

Sarnıcın gövdesindeki kaplan motifinin tarihsel ve kültürel olarak oldukça anlamlı olduğunu söyleyen Cansız, bunun suyun kirletilmemesi için kaplanın ruhunun suyu beklediğine yönelik inanışın işareti olduğunu belirtiyor. Türkiye'de kaplanın yalnızca adının kaldığına değinen Cansız'a göre Bezirgan sarnıcındaki motifin yanında Kaş'ta bulunan Kaplanbükü mevkii bu açıdan tarihsel bir adlandırma, kültürel bir anı olarak ilgiyi hakediyor. Sarnıçların yanında genellikle mezarlıkların bulunduğunu vurgulayan Cansız, bu alanlardaki yazıtlım taşların kültürel açıdan önemine dikkat çekiyor: "Tamam, günübirlik para getiren uğraşlara kendimizi kaptırmış olabiliriz. Fakat değerlerimize, ata mirası kendi taşlarımıza da sahip çıkalım."

 

 

Mustafa Cansız'ın okumasını yaptığı Bezirgan sarnıcı Kaş ve çevresindeki yüzlerce sarnıçtan yalnızca biri. Likya, Bizans ve Osmanlı dönemlerinden günümüze kadar ulaşan çok sayıda sarnıç tarihsel bir değer olarak bile görülmezken hemen hiç birisi (arkeolojik sit alanlarındakileri saymazsak) kültür mirası kapsamında koruma altına alınmış değil. Üstelik dileyen dilediğince yoketme özgürlüğüne sahip. Son yıllarda bölgede yüzlercesi açılan taşocaklarının yokettiği sarnıçların sayısını bilen yok.

Suyun kadim inanışlardan gelen derin toplumsal bağları, bugün yerini ne yazık ki parayla ölçülen ekonomik bir değere bırakmış durumda. Bezirgan köyünde yaklaşık iki yüz yıl önce sarnıca işlenen Anadolu kaplanı, ekmeğin aslanın ağzında olduğu sözünden hareketle suyun kaplanın ağzınında bulunan çok önemli bir değer olduğunu anlatıyor. Anlamak isteyen varsa tabii...

 

Kaynakça: Abdülkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler. (Türk Tarih Kurumu Yayını)
Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi. (Dost Kitabevi)

Açık Gazete, Haber: Yusuf Yavuz, 25.06.2012

CENDERE KÖPRÜSÜ'NDEKİ KAFETERYACI MAHKEMELİK OLDU

 

 

Sit alanında olması nedeniyle kapatılan ve yıkılan Cendere Köprüsü’ndeki tesislerin yerine yeniden gölgelikler yapılması eski işletmecinin dava açmasına neden oldu.

 

1977–2003 yılları arasında Cendere Köprüsünde işletmecilik yapan Mehmet Karadoğan, işletmesini 9 yıl önce kapatan yetkililerin bu yıl aynı yerde başkaları tarafından gölgelikler yapılarak işletmeye açılmasına göz yumduklarını iddia ederek İstanbul Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı ile Kahta Cumhuriyet Başsavcılığına dava açtı. Bazı Devlet yetkililerinin çifte standart uyguladıklarını söyleyen Karadoğan adaletin tecelli etmesini beklediğini dile getirdi.

Mehmet Karadoğan’ın şikayet dilekçesinin özeti şöyle: “Adıyaman İli Kahta İlçesi Burmapınar Köyü 101 ada 20 parsel taşınmaz üzerinde 1977 yılından beri turistik işletmemiz vardı. Bu yer 1996 yılında kadastro çalışmaları sırasında ağabeyim Osman Karadoğan adına tescil edilmiş ve tapusu abime verilmişti. Kahta Asliye Hukuk mahkemesi Osman Kuşcu adındaki vatandaşın şikayeti üzerine 2003/146 esas 2003/293 esas karar sayılı kararı ile abim adına kayıtlı bu yerimiz orman vasfı ile Milli Park olarak hazine adına tapuya kayıt ve tesciline karar verildi. Bu parsel üzerindeki işyerimiz yıkılarak inşaat bedeli dahi verilmedi. Daha önce Milli Park alanında işletmecilik yapıyorlar diye bizi şikayet eden Osman Kuşçu ve Ramazan Yıldırım adındaki vatandaşlar şimdi Milli Parktan Cendere Köprüsü yakınındaki Kafeteryayı ihale ile kafeteryanın işletme ihalesini almışlar. Kafeterya İşletme ihalesini alan bu şahıslar buranın da dışına çıkarak Milli Park alanı ve hatta sit alanına gölgelikler yaparak işgal etmişlerdir. Biz işlettiğimiz zaman burası hazine malı, burası Milli Park sahası, burası sit alanı diyenler, aynı yerin Osman Kuşçu ve Ramazan Yıldırım tarafından işgal edilmesine göz yummuşlardır. Çok büyük bir haksızlıkla karşı karşıyayız. Bu kişilerin ne gibi bir özelliği var ki; bize yasak olan bu arazinin bu şahıslara serbest edilmesine bir anlam veremiyoruz. Bizim tapumuzu elimizden alıp, işyerimizi yıkıp para ve hapis cezası veren yetkililer neden aynı işgal, aynı şekilde işletme çalıştıran bu şahıslara ses çıkarmıyorlar. Neden bunlara göz yumuyorlar. Böyle bir adalet olamaz. Bu eşitsizliğin ve bu adaletsizliğin düzeltilmesini istiyorum. Hazine arazisini dışına taşarak Milli park alanı ve sit alanını işgal eden işgal eden bu kişiler ile bu kişilere göz yumanlar hakkında gerekli işlemin yapılmasını istiyorum. Sanıklar hakkında ceza davası açılarak hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmesini arz ve talep ederim.”

Adıyaman Haber, 25.06.2012

KÜTÜPHANEYE ÇEVRİLEN CAMİ ASLINA DÖNÜYOR

 

 

Bursa Vakıflar Bölge Müdürlüğü, kütüphaneye çevrilen cami için harekete geçti. Bölge Müdürü Mürsel Sarı, belediyeden devraldıkları camiyi müftülüğe verip ibadete açacaklarını söyledi.

 

Bursa'nın Demirci Köyü'nde bulunan 700 yıllık Demirci Camii, Nilüfer Belediyesi tarafından geçtiğimiz yıl restore edilip çocuk kütüphanesi olarak hizmete açılmıştı. Osman Gazi'nin küçük oğlu Alaaddin Bey tarafından yaptırılan caminin aslına dönmesi için Bursa Vakıflar Bölge Müdürlüğü harekete geçti. Demirci Köyünün Nilüfer Belediyesi'ne bağlandığı 1989 yılına kadar caminin köy tüzel kişiliğine kayıtlı olduğunu belirten Vakıflar Bölge Müdürü Mürsel Sarı, kanun gereği Kasım 2011'de belediyeden devraldıkları camiyi müftülüğe verip ibadete açacaklarını söyledi.

 

Demirci köyü 1989 yılında Nilüfer Belediyesi'ne katılıp köy statüsünden çıkarıldı. Demirci Camii de köyün tüzel varlıklarıyla birlikte belediyeye devredildi. Bakımsızlık sebebiyle harabeye dönen cami CHP'li Nilüfer Belediyesi tarafından restore edilerek çocuk kütüphanesine dönüştürüldü. Köylülerin itirazı üzerine Bursa Vakıflar Bölge Müdürlüğü inceleme başlattı. 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 30. maddesine göre belediyeye ait olan tarihi binanın geri alındığını belirten Bölge Müdürü Sarı, şu bilgileri verdi: "Vakıflar Kanunu'nun 30. maddesi, 'Vakıf yoluyla meydana gelip de her ne surette olursa olsun, hazine, belediye, özel idarelerin veya köy tüzel kişiliğinin mülkiyetine geçmiş vakıf kültür varlıkları mazbut vakfına devrolunur' demektedir." Vakıflar Bölge Müdürlüğü olarak tapuyu resmi olarak devraldıktan sonra belediyeden binanın boşaltılmasını istediklerini ifade eden Sarı, "Belediye aynı köyde bulunan Demirci Hamamı'nın restore edilmekte olduğunu belirterek, tamamlanmasının ardından oraya taşınıp binayı boşaltacaklarını bildirdi. Binayı devraldıktan sonra cami olarak kullanımı için il müftülüğüne devredeceğiz." dedi.

 

Vakıf eserleri başka amaçlar için kullanılamaz

Bursa Müftüsü Mahmut Gündüz ise, vakfiye olarak bağışlanan malların başka amaçlarla kullanılamayacağına dikkat çekti. Gündüz, "Vakıf malları vakfiye olarak kullanılacaksa vakıf malları neye göre hangi amaç için vakfedilmişse o alanda kullanılabilir. Güzel de olsa başka amaçlarla kullanılamaz, caiz değildir." diye konuştu. Nilüfer Belediyesi ise tarihi caminin kütüphane olarak kullanılmasından yana olduğunu bildirdi. Belediyeden yapılan açıklamada, "Biz buranın yine kütüphane olarak kullanılmasını istiyoruz, gönlümüz bundan yana. Çünkü burası çok harabe halde iken biz restore edip kütüphane yaptık. Ayrıca yakınında yeni yapılan bir cami var." denildi. Vakıflar ile yazışmaların devam ettiğinin kaydedildiği açıklamada, "Eğer buranın bize verilmesi kabul edilmezse biz de yine bu köyde restore ettiğimiz Demirci Hamamı'nı bitirdikten sonra oraya taşınıp binayı boşaltacağız." ifadeleri kullanıldı.

Bursa Haber, 25.06.2012

METRO KAZISINDAN TARİH ÇIKTI

 

 

Yunanistan’ın Selanik kentinde yapılan metro kazı çalışmaları sırasında, yerin 7 metre altında, Roma döneminden kalma 1800 yıllık tarihi bir yol gün ışığına çıkarıldı.

 

Kazı sahasını halka açan yetkililer, tarihi yoldaki bazı mermer taşların çocuklara ait oyun tahtalarıyla aşındırılmış durumda olduğunu, diğerlerinde ise atlı arabalara ait tekerlek izlerinin bulunduğunu gösterdi. Kazı yerinde ortaya çıkarılanlar arasında bazı alet ve lambalara ait kalıntılarla mermer kolon kaideleri de bulunuyor.

Romalıların ana seyahat yolu olarak inşa ettikleri belirlenen tarihi yol hakkında açıklamada bulunan projede görevli arkeolog Viki Tzanakouli, yolun yaklaşık 1800 yaşında olduğunun belirlendiğini söyledi.

Bulunan yolun altında, Eski Yunanlılara ait, bu yoldan 500 yıl kadar eski başka bir yola ait kalıntılara da rastlandığına işaret eden Tzanakouli, "Kentin yüzyılları aşkın tarihini ortaya çıkaran birbirinin üstüne binmiş yollar bulduk. Tarihi yol ve bunu dik kesen ara yollar, Selanik’teki modern yolları andırıyor" diye konuştu.

 

Yetkililer, Selanik’e inşa edilecek yeni metro sistemi çalışmaları sırasında ortaya çıkarılan mermer yolun, metronun 2016 yılında hizmete açıldığında sürekli olarak turistlere sergilenmesine olanak vermek amacıyla yükseltileceğini bildirdi.

Selanik’te 2006’da başlayan metro çalışmaları, bir yandan bu yoğun nüfuslu kentin altını keşfetmek konusunda arkeologlara kolay ele geçmeyecek fırsatlar sunarken, öte yandan da metro yapım çalışmalarında yıllara varan gecikmelere yol açıyor.

Kentteki metro kazı çalışmaları sırasında 2008’de de binden fazla tarihi mezar bulunmuştu. Değişik boyut ve şekillerde bulunan mezarların bazılarında ziynet eşyaları, sikkeler ve diğer sanat eserlerine rastlanmıştı.

Milliyet, 26.06.2012

GÜDÜL'DE KAZI ÇALIŞMALARI BAŞLATILDI

 

Güdül İlçesinin Çağ beldesinde Anadolu Medeniyetleri Müzesi Müdürü Melih Arslan başkanlığında kazı çalışmaları başlatıldı.

 

Güneyce mahallesinde başlatılan kazı çalışmalarında kısa sürede MS 5 ve 6. yüzyıllarda kullanılan önemli eserlere rastlandı. Genç Roma dönemi, minizos-piskoposluk merkezi, o dönemlerde bölgenin hacı yolu olarak kullanıldığı ve önemli uğrak merkezi konumunda bulunan kasabada sürdürülen kazılarda tarihi kalıntılara ulaşıldığı bildirildi.

 

Beldede sürdürülen kazılarda erken Bizans döneminde kullanılan dini yapıt olduğunu düşündüklerini söyleyen Arslan: “Erken Roma döneminde kullanılmış bina, daha kazının başındayız ama gelecek yıllarda binanın tamamını ortaya çıkaracağız. Bulunduğumuz yer binanın son katı, yani aşağıda iki kat daha bulunuyor” dedi.

 

Arslan sözlerini şöyle sürdürdü: “Kazı çalışması sonrasında ortaya çıkacak binanın mimari çalışmalarının da tamamlanmasıyla buranın ne için kullanıldığını ortaya koyacağız. Kazı çalışmalarının tamamlanmasının ardından burasının bir cazibe merkezi haline, insanların ziyaret edebilecekleri bir yer haline getirilmesi için de çalışma içinde olacağız. Burasının bir yerleşim yeri ve ‘minizos’ adıyla anıldığını söyleyebiliriz.”

 

TBMM başkanı Cemil Çiçek’e desteklerinden dolayı teşekkür eden Çağ Belediye Başkanı Muzaffer Yalçın, kazılara da belediye olarak destek verdiklerini ifade etti

haberler.com, 25.06.2012

MÜZE MÜDÜRÜNE 'MESAİ DIŞINDA GELME' UYARISI

 

 

Batman'da, Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Müze Müdürü Tenzile Uysal'a, mesai saatleri dışında müzede çalıştığı gerekçesiyle uyarı yazısı gönderdi.

 

Yazıda, "Mesaiden sonra idarenin bilgisi dışında sürekli geç saatlere kadar müzenin açık tutulduğu tespit edilmiştir. Mesai saatlerinin dışında müzenin açılmaması, aksi takdirde Valilik oluru olmadan mesai dışında (gece) müzenin açık tutulması halinde gerekli yasal işlem yapılacaktır" denildi. Batman Müzesi’nde müdür olarak 2.5 yıldır görev yapan Tenzile Uysal’a, Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nden farklı bir uyarı geldi. Kültür ve Turizm Müdürü Selahattin Ortaboy, tarafından Müze Müdürlüğü’ne gönderilen yazıda, "Mesai saatinden sonra Müze Müdürlüğümüzün binasının kapatılması ve mesaiden sonra müzenin açık bulundurulması, acil ve zorunlu hallerde önceden idareye bilgi verilerek mesaiden sonra müzenin açılabileceği denilmesine rağmen buna uyulmadığı ve mesaiden sonra idarenin bilgisi dışında sürekli geç saatlere kadar müzenin açık tutulduğu tespit edilmiştir. Mesai saatlerinin dışında müzenin açılmaması, aksi takdirde Valilik oluru olmadan mesai dışında (gece) müzenin açık tutulması halinde gerekli yasal işlem yapılacaktır" denildi. 

Batman Müze Müdürü Tenzile Uysal, yetişmiş büro personelinin yetersizliğinden yakınarak, işleri yetiştirmek için bazen mesai saatleri sonrasında da çalışmalarını binada sürdürdüklerini söyledi. Uysal, "Yaptığımız işler sadece ofis çalışmasıdır. İhtiyaç halinde müdürlüğümüzün bilgisi dahilinde personelimiz mesai saatleri dışında müzede çalışması için uygun görülmesi durumunda Valilik oluru alınması talebinde bulunabileceğiz. Mevzuatta mesai saatleri dışında böyle bir kural yoktur. Depoya girmemek kaydı ile her saat müze binasında bulunabilir. Görevli personel dışında kimse müzeye giremez. Fakat müzenin deposunda herhangi kayıtlı bir eser de yok" dedi. 

Batman ’da kayıtlı tek bir eserin dahi bulunmadığı Batman Müzesi 3 yıl önce açıldı. Buraya 2.5 yıl atanan Tenzile Uysal, "Daha önce bölgede bulunan tarihi eserler Mardin ve Diyarbakır ’daki müzelere gönderilmiş. Binamızda ve depomuzdaki tadilat çalışmaları devam ediyor. Gönderilen eserlerin listesini hazırlıyoruz. Bölgemizde bulunan eserler, düzenlenmenin bitmesinin Batman Müzesi’ne getirilip sergilenecek" dedi.

Radikal, Haber: Arif Arslan, 25.06.2012

PICASSO'YU BOYADI, KAÇTI

 

ABD’de bir adam, girdiği müzede Picasso’nun milyonlarca dolar değerindeki tablosuna resim çizdi.

 

Vandallık yaparken cep telefonuyla saldırıyı kaydeden adam videoyu daha sonra YouTube’a yükledi. Polis izlenme rekorları kıran videodaki adamın Uriel Landeros olduğu tespit etti. Videonun bir fenomen haline dönüşmesinden sonra Landeros ortadan kayboldu. Polis, Landeros’u yakalayana 5 bin dolar para ödülü vadetti. 22 yaşındaki Landeros’un tablo üzerine boğa resmi çizip, “Zafer” anlamına gelen “Conquista” yazdığı belirtildi.

Vatan, 25.06.2012

RODIN'İN 13 YIL ÖNCE ÇALINAN BÜSTÜ BULUNDU

 

 

Fransız heykeltıraş Auguste Rodin'in 13 yıl önce müzeden çalınan büstü, bir antikacının kamyonunda bulundu.

 

Yetkililer, Lyon bölgesinde yapılan soygunlarla ilgili olarak polisin izlemeye aldığı antikacının Loire bölgesindeki Montbrison kentinde gözaltına alındığını açıkladı.

Rodin'in sevgilisi Camille Claudel tarafından yapılan 58,5 santimetre yüksekliğinde ve yaklaşık 8 kilogram ağırlığındaki büst, antikacının kamyonunda yapılan aramada bulundu.

Claudel'in imzasını taşıyan ve 1,3 milyon dolar değerinde olduğu tahmin edilen büst, 1999 yılında Gueret Sanat ve Arkeoloji Müzesi'nden çalınmıştı.

Gueret Sanat ve Arkeoloji Müzesi Müdürü Catherine Wachs-Genest, büstün 13 yıl sonra bulunmasını mucize olarak niteledi.

Rodin'in öğrencisi, esin kaynağı ve modeli olan Claudel, 50'den fazla eser vermiş, ancak çok azına imza atmıştı.

Claudel, 30 yıl akıl hastanesinde kaldıktan sonra 19 Ekim 1943'te yaşamını yitirmişti.

Cnn Türk, 25.06.2012

STONEHEGE'İN SIRRI ÇÖZÜLDÜ

 

İngiltere'deki Salisbury Düzlüğü'nde bulunan büyük taşlardan oluşan Stonehenge Anıtı'nın sırrı çözüldü. Daha önce tapınak olduğu söylenen anıtın aslında adada yaşayan kabileler tarafından barış anısına yapıldığı belirtildi. Sheffield Üniversitesi'nden Profesör Mike Parker, MÖ 300 ile 2 bin 500 arasında yapılan anıtın uzun süre birbirleri ile savaşan kabilelerin birleşmelerinin ardından yapıldığını söyledi. 10 yıl süren bir araştırmanın sonunda anıtta bulunan her kayanın İngiltere'nin farklı bir bölgesinden geldiği ve ayrı bir kabileyi temsil ettiği kaydedildi.

Sabah, 25.06.2012

PARION ANTİK'TE KAZILAR BAŞLADI

 

 

Çanakkale'nin Biga İlçesi'ne bağlı Kemer Köyü'nde yer alan antik kentinde arkeolojik kazıların bu yılki etabı başladı.

 

Atatürk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Cevat Başaran'ın başkanlığındaki kazılara 9 akademisyen, 9 arkeolog, 4 antropolog, 1 mimar, 4 restoratör-konservatör, 4 arkeo jeofizikçi, 1 fotoğrafçı, 2 sanat tarihçisi ile 1 seramik uzmanı ve çeşitli üniversitelerin arkeoloji bölümlerinde öğrenim gören 75 öğrenci katılıyor. Kazıların yaklaşık 2 ay sürdürülmesi planlanıyor. Kazıda, Çanakkale Arkeoloji Müzesi uzmanlarından Keziban Durmuş bakanlık temsilcisi olarak görev yapıyor.

Geçen yılki kazı çalışmalarında özellikle nekropol, odeion ve tiyatro bölgelerinden önemli buluntuların ele geçtiği ve günümüze kadar gelen kalıntıları yaklaşık MÖ 8. yüzyıla kadar geri giden , antik çağda deniz ticaret yolu üzerinde yer alıyor. Arkaik ve klasik dönemde bastığı ön yüzünde boğa ve Gorgo başı bulunan sikkeleriyle tanınmış Parion'un, iki limana sahip bir balıkçı kenti olduğu biliniyor. Geçen sezon nekropoldeki mezarlardan elde edilen bilgilere göre, özellikle Hellenistik dönemde yeniden parlamaya başlayan Parion, Roma devrinde tiyatro, hamam ve tapınaklar olmak üzere çeşitli sosyal yapılarla donatılıyor.

Kemer Köyü'nde Sedat-Naciye Nurova Parion Kazı Evi'nde barınan ve 105 kişiden oluşan kazı teknik ekibinin bu yılki çalışmaları antik kentin nekropolis, tiyatro, Roma hamamı, yamaç yapısı, odeion ve sondajlar olmak üzere altı ayrı bölgesinde ve yoğun bir çalışma temposu içerisinde yürütmesi planlanıyor. Geçen yılki çalışmalar sırasında Termik bölgesinde ortaya çıkarılan 'sevgililer mezarı' sebebiyle adı 'sevgililer kenti'ne çıkan Parion'da, bu yıl da önemli ve ilginç buluntular bekleniyor. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın 100 bin TL ödenek verdiği kazı çalışmalarına, kazı resmi sponsoru ve bölgenin önde gelen sanayi kuruluşlarından olan İÇDAŞ A.Ş. de sağladığı lojistik yardımlarla katkıda bulunuyor.

Sabah, 25.06.2012

 

******


PARION ANTİK KENTİNDE ÇOCUK LAHDİ BULUNDU

 

 

Çanakkale’nin Biga İlçesi’ne bağlı Kemer Köyü’ndeki Parion antik kentinde kazı çalışmalarının ilk gününde MÖ 6′ncı yüzyıla ait bir çocuk lahdi bulundu.

 

Parion antik kentinde 8′inci dönem kazı çalışmaları Bereketli başladı. Erzurum Atatürk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Cevat Başaran’ın başkanlığında 105 kişilik bir ekiple dün startı verilen kazılarda, nekropol bölümünde bir kız çocuğuna ait lahide rastlandı.

 

Kemer Köyü girişinde yer alan mezarlığın orta kesiminde, Arkaik Dönem’e ait kireçtaşı omurgalı çocuk lahidi bulunması, kazı ekibinde de sevinç yarattı. 135 santimetre boyunda, 56 santimetre enindeki lahidin açılması sonrasında antropolojik verilere göre, 10 ile 12 yaşları arasında bir kız çocuğuna ait iskelet ortaya çıkartıldı. Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Cevat Başaran, buluntuyla ilgili şu bilgileri verdi:

“Doğu-batı yönünde düzenlenmiş lahidin içinde sırt üstü yatırılmış, bronz kolye taşı ve parmağında bakır yüzüğü, sağ tarafında bir mermer koku kabı yer alan kemikleri erimiş bir iskeletle karşılaştık. MÖ 6′ncı yüzyıla ait çocuk lahidini ekip olarak, Parion ilk gün bereketi olarak yorumladık. Bu buluntu bizim için önem taşıyor. Özellikle ilk günde böyle bir sonuç almak heyecanımızı daha da arttırdı. Kazılarımız 15 Ağustos’a kadar antik kentin nekropol, tiyatro, Roma Hamamı, yamaç yapısı, odeion ve sondajlar olmak üzere altı ayrı bölgesinde yürütülecek.”

haberler.com, 26.06.2012

EVİNDE ROMA DÖNEMİNE AİT LAHİT ÇIKTI

 

Kırşehir’de yapılan istihbarat çalışmaları sonuç verdi. M.G adlı şahsın evinde Roma dönemine ait lahit mezar çıktı.

 

Kırşehir İl Jandarma Komutanlığı'nca yapılan istihbarat çalışmaları sonucunda Kırşehir il merkezinde ikamet eden M.G. isimli şahsın evinde, Doğu Roma dönemine ait kapaklı bir adet lahit (Çocuk mezarı) olduğu tespit edilen tarihi eser ele geçirildi.

 

M.G. isimli şahsın verdiği ifade doğrultusunda yapılan aramada Roma dönemine ait (243) adet bronz sikke ve (21) adet çeşitli tarihi objeler ele geçirildi.

 

Kırşehir Müze Müdürlüğü’nce tarihi eser olduğu tespiti yapılan malzemelere el konularak, olayla ilgisi olduğu tespit edilen (5) şüpheli şahıs yakalanarak adli makamlara sevk edildi.K.G. ve N.G. alınan ifadelerini müteakip serbest bırakılırken, M.G., D.A. ve A.Ç. isimli şüpheliler ise tutuklanarak Kırşehir E Tipi Kapalı Ceza Evine kondu. Tarihi eser kaçakçılığı ile ilgili soruşturmanın devam ettiği öğrenildi.

haberler.com, 25.06.2012

PINARBAŞI HAMAMI ASLINA DÖNECEK

 

 

İzmir Büyükşehir Belediyesi, metruk durumdaki tarihi Pınarbaşı Hamamı’nı Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nden 30 yıllığına kiralayarak restorasyon çalışmalarına başladı. 500 yıllık yapı, orijinal işlevine uygun şekilde kullanılacak.

 

İzmir Büyükşehir Belediyesi, yıllardır atıl durumda olan, yıkılmaya yüz tutmuş Pınarbaşı Hamamı’nı kente kazandırıyor. Vakıflar Bölge Müdürlüğü ile 30 yıllığına “restorasyon karşılığı kiralama” sözleşmesi imzalayan Büyükşehir Belediyesi, 443 metrekarelik arazi içinde yer alan tarihi hamamın restorasyon çalışmalarında sonra geldi. “Eski işlevine uygun olarak” hizmete açılacak olan tarihi Hamam, çalışmaların başladığı Ocak 2011’den bu yana büyük ölçüde yenilendi.


15. Yüzyıl’dan kalan tarihi yapıyı orijinal işlevi olan hamam kullanımına uygun şekilde restore eden Büyükşehir Belediyesi, Hamam’ı eski haline döndürmek için gerekli sağlamlaştırma ve düzenleme çalışmalarını gerçekleştirdi. Tarihi yapıdaki mevcut eski sistem temizlenip korunarak yeni ısıtma sistemiyle kullanılır hale getirilmesi çalışmalarında ise sona gelindi.

 

Pınarbaşı Hamamı, Anadolu’da bulunan Osmanlı hamamları içinde değerlendirildiğinde, tek mekanlı hamamlar grubunda yer alıyor. Tarihi hamamda yapılan sondaj çalışmalarında, o dönemde uygulanan özel yapı malzemelerine rastlanılan tarihi hamam, “soyunmalık”, “ılıklık”, “usturalık”, “sıcaklık”, “su deposu”, “külhan” ve “odunluk” mekanlarından oluşuyor.


Çalışmalar kapsamında Hamam’ın Doğu cephesine, zaman içinde yıkılan “soyunmalık” bölümü projeler çerçevesinde tekrar yapıldı. Pınarbaşı Hamamı’ndaki çalışmaların önümüzdeki ay tamamlanması hedefleniyor.

Karşıyaka Life, 25.06.2012

ALANYA KALESİ'NDE RESTORASYON

 

 

2400 yıllık sürekli bir yerleşime tanıklık eden 1. Derece Doğal, Arkeolojik, Tarihi ve Kentsel bir sit alanı ve UNESCO Dünya Miras Listesine aday Alanya Kalesi’nde restorasyon yapılıyor. Önemli kültürel değerlerden olan Tünel Mevkii Ana Giriş Kapısı ile Sur ve Burçları ve Hisariçi Mahallesi'nde bulunan Denizci Mescidi'nin restorasyon çalışmaları Alanya Belediyesi tarafından başlatıldı.

 

 

Alanya Kalesi, kültürel miras bağlamında belli bir dönemin kentsel ve mimari özelliklerini, yapım tekniklerini ve sosyal yaşamını açıklayan bir belge niteliğinde kabul ediliyor.


Kale alanı dahilinde bulunan yapıların restorasyonu ile yeniden canlandırılması ve korunması ve sit alanı özelliklerine göre yeniden işlevlendirilmesi projeleri kamu ve sivil kuruluşların işbirliği ve katkılarıyla hayata geçiriliyor..

Alanya Kalesi’nde 480 ada 1 parsel tünel mevkii’nde bulunan sur ve burçlar, hazine mülkiyetinde olup Alanya Belediyesi’ne 2008 yılında tahsis edildi. Kale’nin anıtsal kapılarından birinin bulunduğu bu bölüm, Alanya Kalesi’nin göze çarpan değerlerinden biri olan 6.5 km uzunluğundaki surların bir parçası olup anıtsal kapı ile birlikte Kale’nin önemli noktalarından birini meydana getiriyor.

Tarihi, doğal ve kültürel mirasın korunması, yaşatılması ve gelecek kuşaklara aktarılması yönünde önemli ve kalıcı girişimlerde bulunuluyor. Bu amaçla  Tarihi Kentler Birliği; üye şehirlerin teşvik ve cesaret edilmesine yönelik korumaya ilişkin proje çalışmalarında maddi destekte bulunuyor.  2005 yılından itibaren Tarihi Kentler Birliği'nin başlattığı “200 Ortak 200 Eser” projesi kapsamında, Alanya Kalesi dahilinde bulunan 480 ada 1 parsel Tünel Mevkii’nde bulunan Sur ve Burçlarının rölöve, restitüsyon ve restorasyon projelendirilme çalışmaları için 2009 yılında ödenek sağlayarak katkıda bulunuldu.

 

1999 yılı Antalya Koruma Kurulu tarafından onaylanan Alanya Kalesi Koruma Amaçlı İmar Planı kararı uyarınca "Ziyaretçi danışma ve kale bilgilendirme merkezi ve bakı terası (Manzara terası)” amaçlı olarak kullanılacak, Alanın ihalesi 30.04.2012 de yapıldı. İl Özel İdare tarafından tahsis edilen %10'luk katkı payından sağlanan 156.600 liralık kaynak ile restorasyon çalışması 25.05.2012’de başlayarak 20.11.2012’de tamamlanacaktır.

 

480 ada 1 parsel tünel mevkii’nde yer alan sur ve burçların, hemen ön bölümünde yer alan anıtsal kapı ile birlikte koruma çalışmalarının tamamlanarak kullanıma açılması planlandı. Böylece yapı hem Alanya Kalesi için turistik açıdan önemli bir bağlantı noktası konumuna getirecek, hem de sürekli bakım yapılması ile yapısal bozulmalar engellenecek.

 

DENİZCİ MESCİDİ
301 ada 8 parselde bulunan denizci mescidi için 30.12.2010 tarihinde Vakıflar Bölge Müdürlüğü ve Alanya Belediyesi arasında bir protokol imzalandı. Bu mescit yapısında Alanya Kalesi’nin önemli ve eşsiz değerlerinden olan duvarlara kazınmış binlerce graffitiden yüzlercesi bulunuyor.

 

07.05.2012’de ihale edilen mescidin restorasyon çalışması, İl Özel İdaresi tarafından tahsis edilen %10'luk katkı payından sağlanan 47.042,50 liralık kaynak ile 25.05.2012’de başlamıştır. Çalışma 22.10.2012’de tamamlanacak.

Türkiye Turizm, 24.06.2012

MOR GABRİEL DOSYASINDAN KAYBOLAN EVRAK

 

 

Mor Gabriel'in topraklarının bir kısmının Hazine'ye devredilmesinin sebebi, Manastır yetkilileri tarafından ibraz edilmiş bazı temel belgelerin dosyadan esrarengiz biçimde "kaybolmuş" olmasına dayanıyormuş!

 

Biraz önce çok acayip bir bilgi geldi. Yazıp yolladığım yazımı yeni baştan ele almam gerek. 16.06.2012 tarihli Radikal ’in kapağında, Mor Gabriel’in kadim topraklarından bir kısmının Yargıtay Hukuk Genel Kurulu (“YHGK”) kararıyla ve artık kesin olarak Hazine’ye devredildiği bildiriliyordu.
Meğer, bu kesin karar, Manastır yetkilileri tarafından ibraz edilmiş bazı temel belgelerin dosyadan esrarengiz biçimde “kaybolmuş” olmasına dayanıyormuş! Bu inanılmaz olayı anlatacağım ama önce meselenin geçmişini özetleyeyim. Kontrol edilebilsin diye her türlü tarih/sayıyı ekleyerek. 

Yargıtay bu kararı nasıl verir?
T.C. Hazine, 29.01.2009’da Midyat Kadastro Mahkemesi’nde (bundan sonra: “Midyat”) Mor Gabriel Vakfı’na dava açıyor. Kadastro geçerken Vakfa tescil edilen toplam 244 dönüm arazinin kendisine devredilmesini istiyor. Midyat evrakı inceliyor, yerinde keşif yapıyor ve 24.06.2009’da fevkalade ayrıntılı bir kararla Hazine’nin davasını reddediyor (esas no: 2009/11, karar no. 2009/28).
Hazine temyize gidiyor. Yargıtay 20. Hukuk Dairesi (“HD”) 07.12.2010’da kararı bozuyor ve arazilerin Hazine adına tapulanmasını istiyor (esas no. 2010/13416, karar no.15347). Temel gerekçesi: “Kadastro Kanunu Md. 14’e göre, tapuda kayıtlı olmayan bir arazinin, en az 20 yıldır zilyedi [fiilen sahibi] olduğunu ispat yoluyla tescilini isteme durumunda, bu arazinin miktarı kuru toprakta 100 dönümü aşamaz. Oysa burada 244 dönüm arazi tescil edilmiştir”.


Çok ilginç, çünkü nasıl Nisa Suresi 43. Ayetteki “Namaza yaklaşmayınız”ın devamı varsa, Md. 14’te de “100 dönümü aşamaz”ın devamı var: “Aşağıdaki belgelerden birinin ibrazı halinde, bu miktardan [yani, 100 dönümden] fazlası da tescil edilebilir.” Bu belgelere şu da dahil: “31.12.1981 tarihine veya daha önceki tarihlere ait vergi kayıtları.” Manastır bu vergileri Arazi Tahrir Kanunu uyarınca 01.09.1937’den beri muntazaman ödemiş. Çünkü bu arazileri meşhur 1936 Beyannamesi’nde deklare etmiş. Midyat da bu iki hususu tespit ettiği içindir ki 2009’da Manastır lehine karar vermiş (ve sonra da bu kararında direnecek; bkz. aşağıya).


Ben sanmıştım ki, olacak iş değil ama, Yargıtay 20. HD nedense Md. 14’ün devamını dikkate almamış. Oysa, olay bambaşkaymış. 07.12.2010 tarihli bozma kararında diyor ki: “1) 1937’den beri vergilerin ödendiği iddia edilmektedir, oysa dava konusu taşınmazlarla ilgili hiçbir vergi kaydı ibraz edilmemiştir; 2) 1936 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bildirim yapıldığı iddia edilmektedir, oysa bununla ilgili evrak ibraz edilmemiştir.” 

İşin içinde iş var…
Manastır yetkililerine ısrarla soruyorum, diyorlar ki: “Biz vergi kayıtlarını en başta ibraz ettik. 36 Beyannamesi’ni de Mahkeme doğrudan Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden getirtti. Zaten Midyat bunlara dayanarak haklı çıkardı bizi ve sonra da kararında direndi. Ayrıca bunları keşif zaptına ve deliller listesine de yazdık. Nasıl olduysa, dosyadan kayboluyor.”


Soruyorum: “Siz bunun ne zaman farkına vardınız?” Diyorlar: “Karar bozulup dosya Midyat’a dönünce. Kararı okuyunca dosyaya baktık, içinde bizim belgeler hakikaten yok.” Soruyorum: “Bunu hemen bildirmediniz mi?” Diyorlar: “Yargıtay’a karar düzeltme talebimizde büyük harflerle yazdık. Ayrıca, bu iki belgeyi bu talebimize ek olarak yeniden koyduk. Ama Yargıtay’da durum değişmedi.” Karar düzeltme taleplerini istedim, hakikaten bu belgeleri daha en başta ibraz ettiklerini buraya altı çizili ve siyah büyük harflerle yazmışlar ve hakikaten bu belgeleri bu karar düzeltme taleplerinin ekinde tekrar sunmuşlar.


Peki, 20. HD, bu karar düzeltme talebine 28.06.2011’de ret cevabı verirken ne diyor? Sadece iki satırla: “Karar düzeltme dilekçesinde değinilen hususlar temyiz aşamasında da ileri sürülmüştür. Dairemiz kararı bu konulara cevap teşkil edecek nitelikte olduğu gibi, usul ve yasaya da uygundur” (esas no. 2011/3720, karar no. 2011/8237).


Yukarıda da söyledim, Midyat kararında direniyor (10.10.2011; esas no. 2011/38, karar no. 2011/87). Hazine bunu da temyiz ediyor. Direnme kararı nedeniyle dosya bu sefer YHGK’ya gidiyor. Son sözü orası 13.06.2012’de söylüyor: Midyat’ın kararını bozuyor. Henüz yazılıp yayınlanmamış olan bu bozma kararı, artık bağlayıcı. Midyat mecburen uyacak. 244 dönüm arazi de Hazine’ye geçecek. 

Mesele üzerine derin düşünceler
Bütün bunları benim aklım almadı. Birtakım sorulara cevap bulmak lazım.


1) Söz konusu temel belgeleri Midyat değerlendirmiş ve Mor Gabriel’e hak vermiş. Oysa Yargıtay değerlendirmemiş ve Hazine’ye hak vermiş; çünkü dosyada olmadığını söylüyor. Peki, bunlar dosyadan ne zaman kayboldu? Nasıl kayboldu? Kim aldı?
2) Hadi, kayboldu. Ama Manastır yetkilileri karar düzeltme dilekçelerinde bunları tekrar yollamışlar. Onlar da mı kayboldu? Olacak iş değil.
3) Gayrimüslimler hakkında kimsenin yapmadığı reformları yaparak bir sürü tutucuyu kendine düşman eden AKP iktidarının, bu kadar açık bir hukuki meselede Hazine’nin durmadan temyiz ettiğinden haberi yok mudur? Hazine, hükümetin bir organı değil midir?
4) Bu yargı süreci, Mor Gabriel’e senelerdir yapılan işgal baskılarının üzerine tüy dikti. Olay, yurtiçinden çok, yurtdışında büyük bir dikkatle izleniyor. Çünkü dinsel baskı olarak algılanıyor. Bu olaydan Türkiye büyük yara aldı. İnternetten son haber: “Alman Federal Parlamentosu’ndan Mor Gabriel protestosu” (http://www.dw.de/dw/article/0,16028337,00.html).
5) Bu acayip durum sonucu Yargıtay fena yara aldı. Çünkü mevcut sabıkası var: 08.05.1974 tarihinde aynı YHGK şunu söylemişti ve o zaman da kimselerin aklı almamıştı: “Görülüyor ki, Türk olmayanların meydana getirdikleri tüzel kişiliklerin taşınmaz mal edinmeleri yasaklanmıştır” (esas no. 1971/2-820, karar no 1974/505). Kararın “Türk olmayan” dediği, yabancılar filan değildi. Balıklı Rum Hastanesi Vakfı’nın T.C. vatandaşı yöneticileri, Müslüman olmadıkları için, YHGK tarafından “Türk” sayılmamıştı…
1974’te o büyük ayıp kapanıp gitmişti çünkü Soğuk Savaş dönemiydi. Ama sanıyorum bu kadar acayip bir “dosyadan evrak kaybolma” işi şimdi burada kalmaz. Ciddi sonuçları olacaktır.

Radikal İki, Yazı: Baskın Oran, 24.06.2012

ÇAĞDAŞ SANATIN KALBİNE ORTADOĞU DAMGASI

 

 

Sanat dünyasının nabzı, 14 - 17 Haziran arasında İsviçre'nin Basel kentinde attı. Şehir dünyanın en önemli koleksiyonerleri, sanatçıları, küratörleri ve sanatseverlerine ev sahipliği yaptı. 65 bin kişinin katıldığı ArtBasel'de, dünya sanat piyasasına yön veren Avrupa, Amerika, Asya ve Afrika'dan yaklaşık 300 galeri 2 bin 500'den fazla sanatçının eserlerini görücüye çıkardı. Heykeller, koleksiyonlar video ve resimden oluşan farklı teknikle sergilendi. Bu mithiş buluşmaya gidemedim ama Eko- Sanat olarak ArtBasel'i okuyucuya anlatmak için mükemmel bir fırsat buldum. Dünya çağdaş sanat piyasasının en önemli etkinliğini Türkiye'nin en pahalı çağdaş ressamı Ahmet Güneştekin EkoSanat okurları için gezdi ve izlenimlerini aktardı. Sözü ona bırakıyorum...

Arap, Hintli, Japon, Rus, Amerikalı, Avrupalı, Brezilyalı... Altı kıtadan koşarak gelmiş gibi insanlar. Bir harcama, tüketme çılgınlığı... Yolların sağında solunda canlı yayın araçları dünyanın dört bir yanına haber geçiyor. Beş yıldır aynı manzarayı görüyorum, milyarder kalabağı giderek artıyor. Neyse ki hepsi çağdaş sanat tutkunu. Daha fuar meydanına adım atar atmaz, geçmişteki çalışmalarını da çok başarılı bulduğum İsviçre'li mimarlık şirketi Herzog&De Meuron'un "Schaulager Uydu" projesi çarpıyor insanı. Anlıyorsunuz ki Davos'undan tutun da lüks saat fuarına kadar, her yıl dünya çapında onlarca etkinliğe ev sahipliği yapan İsviçre hükümeti, haklı olarak Art- Basel'e başka bir önem veriyor.

Rahat rahat dolaşıyoruz dünyanın en ünlü galerilerinin standlarını. Milyonlarca dolarlık eserlerin arasında dolaşırken bu yılki değişikliği hemen hissedebiliyorsunuz ArtBasel'de... Paul Cezanne'ın 'İskambil Oynayanları için 250 milyon doları gözden çıkaran, Edvard Munch'un 'Çığlık' adlı tablosuna 120 milyon dolar bastırıp sanat piyasasını altüst eden, Avrupa'nın hazinelerini çöl ortasında kurdukları görkemli sanat saraylarına taşıyan multi-milyarder Araplar, ArtBasel'e de damga vurmuş. Dubai'den gelen iki ayrı galeri fuarda son derece iyi yerler almış. Böylece Ortadoğu'da, artık yadsınamayacak bir olgunluğa erişmiş sanat ortamı oluştuğu da onaylanmış oluyor. Mutlu oluyorum... Çünkü dünya sanat piyasasına girdiği andan itibaren kısa sürede dünya çapında söz sahibi olacağını düşündüğüm ve inandığım bir coğrafya bu. Belki ileride Miami ve Hongkong'dan sonra ArtBasel'in bir kolunu Ortadoğu'da da görebiliriz...Kimbilir, çok çalışırsak belki de İstanbul'da...

TÜRKİYE NEDEN YOK?
Tabii gezip gezip buruk ayrıldık ArtBasel'den! Geçmiş yıllara karşın bu sene Türkiye'den tek galeri yoktu çünkü... Murat Plevneli'nin kurucusu olduğu Galerist uzun yıllardır fuara katılıyordu ancak yakın zamandaki ortak değişiminin ardından bu kez Basel çıkarmasını yapmamışlar. Oysa Türk çağdaş sanat dünyası, uluslararası alanda konuşulup takip edilecekse, artık binlerce kişiye istihdam yaratan sanat sektörü büyümeye devam edecekse Art- Basel'de bir değil; üç, dört galerinin yer alması gerekiyor.
Sabah (Kısaltarak), Haber: Burcu Aldinç, 24.06.2012

HİTİTLERE AİT İNSAN KEMİKLERİ BULUNDU

 

 

Kırıkkale'nin Karakeçili İlçesi Büklükale mevkiinde, Japonlar tarafından başlatılan arkeoloji kazılarda, Hitit uygarlığına ait olduğu söylenen evler keşfedildi.

 

Büklükale mevkiinde başlayan kazıya, Kırşehir Üniversitesi Arkeoloji Öğretim Üyesi Japon Kimiyashi Matsumura başkanlık ediyor. Kazılara, Japonlarla birlikte Kültür Bakanlığı'ndan yetkililer de gözetim yapıyor. Elde edilen bulgular ve arkeoloji eşyalar Kültür Bakanlığı'na teslim edilecek. Sit alanı ilan edilen ve kazı yapılan bölgelerin, güvenlik görevlileri tarafından kontrollü sağlanıyor.


Kazıların gayet iyi gittiğini dile getiren yetkililer, "Çalışmalarımızda Hititlerden kalma mimari tespit ettik. Kazılarda insan kemikleri ve eşyalar çıkmaya başladı. Burası 600 metrelik bir alan ve bazı evlerin bazı kısımlarına ulaştık. Havalar çok iyi gidiyor. Çalışmalar devam ediyor. İşimiz bittikten sonra bölge koruma altında kalacak." dedi.

Habertürk, 24.06.2012

50 BİN BARAJA BEDEL!

 

 

Hasankeyfliler Ilısu Barajı'nı istemiyor: "Dünya üzerinde eşi benzeri olmayan yeri 50 yıllık bir baraja mahkum ediyorlar. Turizme açsalar 50 bin baraj eder"

 

Hasankeyf’te yapılması planlanan ve inşaatına başlanmış olan Ilısu Barajı’nın yaklaşık 12 bin yıllık bir tarihi sular altında bırakacağı çok defa yazılıp çizildi. En son Batman İdare Mahkemesi tarihi Hasankeyf’i sular altında bırakacak Ilısu Barajı’nın yapılmaması için avukat Murat Cano tarafından açılan davayı da reddetti. Peki evlerinden, bahçelerinden, hayvanlarından olacak, doğayla iç içe yaşamlarından koparılıp apartman dairelerine yerleştirilecek, bunun için de TOKİ’ye yıllarca borçlandırılacak binlerce insanın hayatlarına vurulacak olan darbenin farkında mısınız?
40-50 yaşınızdan sonra yepyeni bir yere taşınıp kendinize yeni bir geçim kaynağı yaratmak zorunda kaldığınızı, bahçe içindeki tek katlı evinizin birkaç bin liraya sayılıp apartman dairesine yerleştiğinizi düşünebiliyor musunuz? Ya da bahçenizde kendi emeğinizle yetiştirdiğiniz sebze ve meyveleri yiyerek yaşarken bunları marketten satın almak durumunda kaldığınızı? Anne-babanızın, çocuklarınızın, büyüklerinizin mezarlarının sular altında kaldığını, bir daha onları yattıkları yerde ziyaret edemeyeceğinizi hayal edebiliyor musunuz? 

Mağarada yaşanır mı?
Hasankeyfliler için içinde yaşadıkları antik kent, hiçbir zaman “sadece tarih” olmamış. Çarşıdaki dükkanında hediyelik eşya satan esnaf Mehmet Ali Bey, bu yaşayan tarihle olan bağını böyle anlatıyor: “Şimdi oraya çıkınca zannedeceksin ki bin yıl önce terk edilmiş bir yer, ama öyle değil. Ben hatırlıyorum o mağaraların hepsi sağlam, hepsinin çok güzel şöminesi vardı, şimdiki lüks saraylarda bile öylesi yok. Annem babam orda doğmuş, düşünebiliyor musun?”
Ilısu Barajı projesi, ilk olarak 1950’li yıllarda tartışılmaya başlandı. 1959-60 yıllarında ise Hasankeyflilerin 50 yıldır devam eden taşınma, yeniden yerleşme ve bir dahaki sürgünü bekleme süreçleri başlıyor. Bu süreci Hasankeyf’teki Has Bahçe pansiyonunun sahibi Fırat Argun anlatıyor: “Burdaki ilk talihsizlik 59-60 yıllarında insanların kaleden indirilip konutlara yerleştirilmesi oldu. Bir gün Cumhurbaşkanı Hasankeyf tarafına geliyor, ‘Bu devirde mağarada yaşanır mı?’ diyor. O anda karar veriyorlar, tarihi eserlerin üzerinden dozerle geçip bir saha oluşturuyorlar, şimdiki konut alanı dikiliyor.” 1960’lı yıllarda 15-20 bin, kimilerine göre de 30 bin olan Hasankeyf nüfusu, bugün 2 bin 900 kişiye düşmüş. 

Mağdur olacağız!
80 yaşlarındaki Feris amca, Hasankeyflilerin geleneksel mesleği olan dokumacılıkla uğraşıyor. Küçük dükkanındaki el tezgahında sabahın erken saatlerinden akşama kadar kilimler, halılar dokuyor, bunlar gelen turistlere satılıyor. Esnaf Mehmet Ali’den de dinlediğimiz üzere: “Dokumacılık şu anda düşmüş. Mesela benim dedem pamuk topluyordu, iplik haline getiriyordu. O iplikler kumaş oluyordu, kumaşı da kök boyasıyla boyuyordu, elbise oluyordu. Bölgenin şimdiki Bursa’sıydı burası. Burda her evde bir dokumacı vardı. Ondan sonra hazır giyim çıktı, parçalandı bitti.”


Feris amca yeni yerleşim yerine gitmek istemediğini, ama kimse kalmazsa mecburen gideceğini söylüyor. Orada mesleğini devam ettirip ettiremeyeceğini sorduğumuzda, “Kimse o tarafa gelmiyor” cevabını alıyoruz. Hazır giyim sanayiyle beraber azalan dokumacılık sanatı, yeni yerleşim yerine geçilmesiyle beraber tarihe karışma tehlikesiyle karşı karşıya kalacak.
Eskiden Hasankeyfliler dokumacılığın yanında tarım, hayvancılık, balıkçılık ve Dicle üzerinden keleklerle yapılan ticaretle geçiniyorlarmış. Şimdi bölgenin en önemli geçim kaynağı turizm. Barajın yapılması halinde bu da kalmayacak. Çarşıda bir bakkal işleten esnaf Ömer Güzel, “Daireler bedava dahi verilse biz orda mağdur olacağız. Buraya gelen insanların yüzde 99’u buranın tarihi güzelliğini görmek için geliyor” diyor.


Konuştuğumuz kimse gönüllü olarak yeni yerleşime geçmeyeceğini söylüyor. Kimisi mecburen gitmek zorunda kalacaklarını ifade ederken, kimisi de buralardan tamamen göç edeceğini söylüyor.


Üniversite giriş sınavına hazırlanan Sabri Özbek, “Hem oraya taşınacağız hem üzerine para vereceğiz, Hasankeyf halkı buna tepkili” diyor. Taşınmanın maliyeti konusunda henüz ortada kesin bir rakam yok ama, içinde yaşadıkları evlerin 30-35 bin TL’ye sayılacağı, TOKİ’ye 70-80 bin liradan borçlanılacağı söylentileri dolaşıyor. Zaten Hasankeyf’te konuştuğumuz herkes, kulak misafiri olduğumuz her sohbet, huzursuz bir bekleyişin izlerini taşıyor. Belirsizlik en kötüsü, “muallak”, “sabit değil” en çok duyduğumuz kelimeler oldu. 

İş alanları daralıyor
Hasankeyf’in tamamının sit alanı ilan edilmesinden dolayı bölgede inşaat yasağı var. Ömer Güzel, bu durumun yarattığı çelişkiyi ifade ediyor: “Biz burda kendi memleketimize bir çivi çakamıyoruz sit alanı olduğu için, ama devlet istediği yerde barajını yapabiliyor.”


Birsen Argun, Hasankeyf’in yavaş yavaş taşınmaya başladığını anlatıyor: “Bir hastanemiz vardı, onu bile yavaş yavaş kaldırıyorlar. Şu an acile gidersen kapının önünde kalırsın, haftasonları doktor yok, acil yok. Ya özel arabanla Batman ’a gideceksin ya da bir saat sonra ambulans gelip seni götürecek. Bu iki-üç aydır böyle. Burda akrep, yılan sokmaları oluyor. Akrep sokan bir kişi nasıl iki saat bekleyecek orda?”


Sit alanı ilan edilen Hasankeyf’te bir yandan imar yasağı devam eder, bir yandan da sağlık hizmetlerinde kısıtlamaya gidilirken, bölgenin ana geçim kaynağı olan turizm sektöründeki iş alanları da daralıyor. Esnaf Mehmet Ali bey son yıllardaki gelişmeleri anlatıyor: “Aşağı kısımda otuza yakın iş yeri vardı, binlerce kişi çalışıyordu. Çardakların üzerinde yiyecekler, içecekler seriliyordu, gelen misafirler orda Dicle kenarında ağırlanıyordu. Onları geçen yıl kapattırdılar. Şimdi millet işsiz, güçsüz, aç.” İstihdam olanakları azaldıkça yazın nüfusun azaldığından, genç erkeklerin çalışmak için geçici olarak Bodrum’a, Marmaris’e, Antalya ’ya gittiğinden bahsediyor ve ekliyor: “Dünya üzerinde eşi benzeri olmayan bir yeri 50 yıllık bir baraja mahkum ediyorlar.
Burayı turizme açsalar 50 bin tane baraj eder.”


Batman Turizm Tanıtım Derneği kurucularından Emin Bulut, barajın yapılmasının kalkınmayla, sulamayla alakası olmadığını, 60 köy, bir ilçe ve bunların etrafındaki birçok verimli tarım arazisinin sular altında kalacağını, 60 bin insanın göçe sürükleneceğini söylüyor.

Radikal İki, Haber: Cihan Tekay, 24.06.2012

APOLLON KORUMA ALTINA ALINDI

 

 

Antalya Side antik kentinde tapınaklar bölgesinin koruma altına alınmasıyla denizden rüzgarla taşınan tuzun 2 bin yıllık Apollon Tapınağı’nın yıpratmasının önüne geçileceği bildirildi.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı, tapınaklar bölgesinde bulunan Apollon Tapınağı, Athena Tapınağı ve arkasında yer alan Erken Bizans Dönemi’ne ait bazilika planlı kiliseyi Side Belediyesi’ne tahsis etti.

 

Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü ve Side Belediyesi, Apollon Tapınağı’nda denizden tuz uçuşunun önüne geçmek için proje hazırladı. Side Belediye Başkanı Abdulkadir Uçar, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın tapınaklar bölgesini belediyelerine tahsis etmesiyle Apollon, Athena, Erken Bizans Dönemi’ne ait kilise, liman ve Roma hamamlarında koruma çalışmalarına başladıklarını söyledi.

 

Apollon Tapınağı’nın deniz kenarında olması nedeniyle rüzg’ra bağlı tuz uçuşunun 2 bin yıllık tarihi yapıya zarar verdiğinin altını çizen Uçar, tuz uçuşunun önüne özel bir yöntemle geçeceklerini kaydetti.

 

Tahsisle birlikte Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nün Apollon Tapınağı Restorasyon Projesi hazırladığını belirten Uçar, üniversitenin tapınaklar bölgesinde güçlendirme ve restorasyon çalışmasına 1 Temmuz’dan itibaren başlayacağını kaydetti. Uçar, “Türk kültür turizminin sembolü olan Apollon Tapınağı’na en fazla zararı rüzg’rın denizden aldığı tuzun uçuşmasıyla veriyor. Deniz tuzu tarihi tapınağın sütunlarını yıpratıyor. Tapınaklar bölgesinde yaptığımız korumayla denizden tuz uçuşunu keseceğiz. Eğer bölgeyi koruma altına almasaydık, Apollon Tapınağı’nda önümüzdeki 20 yıl içinde çökme bile olabilirdi.” diye konuştu.

 

Koruma altına aldıkları bölgenin ziyaretlerinin paralı olacağını belirten Uçar, buradan elde edilen gelirin tamamının Apollon Tapınağı’nın restorasyonunda kullanılacağını ifade etti. Uçar, ayrıca, Side’de kültür turizminin dünyada marka olması için 2012 yılı için 5 kent müzesinin açılışını yapacağını dile getirdi.

 

Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü ve Side Antik Kent Kazı Başkanı Doç.Dr. Hüseyin Sabri Alanyalı ise tapınaklar bölgesinde bulunan tarihi eserlere zarar vermesini önlemek için proje hazırladıklarını söyledi.

 

Denizde rüzgarla uçan iyodun Apollon Tapınağı’na zarar verdiğini belirten Alanyalı, restorasyon çalışmalarıyla bu zararı en aza indirmeye çalışacaklarını kaydetti. Apollon Tapınağı’nın da restorasyon çalışmalarına 1 Temmuz’dan itibaren hız vereceklerini belirten Alanyalı, tapınağın Türk turizminde sembol olduğunu ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yurtdışı tanıtımlarında kullanıldığını ifade etti.

 

Alanyalı, “Apollon Tapınağı’nın daha fazla yıpranma olmaması için koruma planı hazırladık. Restorasyon çalışmalarımızla tapınağı güçlendireceğiz. Tuz uçuşu tapınağa zarar veriyor. Restorasyon ve güçlendirme çalışmalarıyla bunu en aza indirmeye çalışacağız. Tamamen önüne geçmek mümkün değil.” dedi.

 

Kaymakam Emir Osman Bulgurlu, Apollon Tapınağı’nın dünyada sadece Side’de olduğu için Türk kültür turizminde özel bir yerinin olduğunu söyledi. Apollon Tapınağı’nı koruma altına ve restorasyon çalışmalarını desteklediklerini belirten Bulgurlu, bölgede nem oranının yüksek olması ve denizden tuz uçuşunun tapınak için risk oluşturduğunu kaydetti.

Antalya Kent Haber, 24.06.2012

KRAL HEKATOMNOS'UN MEZARI, UNESCO DÜNYA KÜLTÜR MİRASI GEÇİCİ LİSTESİ'NDE

 

Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Kral Hekatomnos Kazı Alanı Koordinatörü Yrd. Doç Dr. Abuzer Kızıl, Kral Hekatomnos’a ait mezarın UNESCO Dünya Kültür Mirası Geçici Listesi’ne girdiğini bildirdi.

 

Milas’ta Hisarbaşı Mahallesi’nde tarihi eser kaçakçıları tarafından tahrip edildikten sonra yapılan operasyon kapsamında ortaya çıkartılan ve son yüzyılın en önemli tarihi eserleri olarak değerlendirilen Karia Kralı Hekatomnos’a ait mezar ve çevresinde Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından başlatılan kazı çalışmaları devam ediyor.

 

Mezarın UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne dahil edilmesi için ise Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğünce başvuru yapılmıştı.

 

Kazı Alanı Koordinatörü Yrd. Doç.Dr. Abuzer Kızıl, AA muhabirine yaptığı açıklamada, alanda belgeleme çalışmalarına devam ettiklerini söyledi.

 

Bölgedeki çalışmalara yaklaşık 1,5 yıl önce başladıklarını, öncelikle yakınlardaki binaların kamulaştırılması ve yıkılması işlemlerinin gerçekleştirildiğini anlatan Kızıl, kazılarla yapının çevresinin açılarak mimari düzenin nasıl olduğunun anlaşıldığını kaydetti.

 

Mezar içerisindeki iklimlendirme çalışmalarının ilerleyen süreçte uluslararası bir ekip tarafından sürdürülebileceğini ifade eden Kızıl, kazı alanında müze ve çeşitli birimlerin yer almasının planlandığını bildirdi.

 

Kızıl, faaliyetlerinin kurum ve kuruluşların katkılarıyla verimli bir şekilde devam ettiğini dile getirerek, “Yoğun belgeleme çalışmasıyla Hekatomnos Mezarı ve Kutsal Alanı, UNESCO Dünya Kültür Mirası Geçici Listesi’ne girdi. Bu bizim için büyük bir sevinç ve onur kaynağı oldu” dedi.

 

Kazı alanında incelemede bulunan ve bilgi alan Milas Kaymakamı Bahattin Atçı ise, kazıların hızlı bir şekilde ilerlediğini görmenin kendisini sevindirdiğini söyledi.

 

Alanın bir an önce tüm yönleriyle açığa çıkmasını arzu ettiklerini dile getiren Atçı, “Milas için önemli olan bu alanın UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Envanteri’ne giriyor olması. Yakın zamanda bölgede jeolojik etütler yapılacak ve bölgede yeni kalıntılar var mı, onlar tespit edilecek” diye konuştu.

haberler.com, 23.06.2012

KAYIP HİTİT ŞEHRİNİN İZİ SÜRÜLÜYOR

 

 

Malatya Valiliği Koruma Uygulama ve Denetim Bürosu (KUDEB) ile Malatya Arkeoloji Müzesi, kayıp Hitit şehirlerinden biri olduğu tahmin edilen, Darende İlçesi'ndeki tarihi Aslantaş Heykelleri’nin çevresinde kazı çalışması başlatacak.

 

KUDEB Başkanı Levent İskenderoğlu, Vali Ulvi Saran’ın talimatıyla bir çalışma başlatıklarını söyledi.

 

Darende’ye bağlı Yenice Köyü'ne 3 kilometre uzaklıkta bulunan mevkide, Hitit döneminden kalan Aslantaş Heykelleri’nin tescilli bir eser olduğunu anımsatan İskenderoğlu, uzmanlarla yaptıkları değerlendirme sonucunda, buranın kayıp Hitit şehirlerinden birinin kapısı olduğu fikrine vardıklarını kaydetti.

 

İskenderoğlu, Aslantaş Heykelleri’nin tarihi ve kültürel özelliklerini şu sözlerle anlattı:

”Kaya taşı Aslan Heykelleri, Darende’nin Yenice Köyü'nde kuzey güney yönünde ayakta durur vaziyette bulunuyor. Aralarında yaklaşık 4 metre civarında mesafeler bulunan heykeller, birbirlerine paralel olarak, başları kuzeye bakar şekilde duruyor. Taştan yapılan heykellerin her biri yaklaşık 4-5 ton ağırlığında. Milattan önce 1500-2000′li yılların başında yontulduğu tahmin edilen ve Hitit İmparatorluğu dönemine ait olduğu sanılan heykellerin bulunduğu yerde, Malatya Arkeoloji Müzesi ile beraber bir sondaj kazısı planlıyoruz. Bu sondaj kazısıyla kayıp Hitit şehrinin izlerine rastlamayı bekliyoruz.”

 

Kazıya ağustos ayında başlayacaklarını ifade eden İskenderoğlu, ”15-20 gün sürecek kazı kapsamında 3-4 noktada çalışma yapacağız. Heykellerin çevresinde kalan bölümleri açacağız. Amaçladığımız şey oranın kayıp Hitit şehirlerinden birisi olup olmadığına dair veriler elde etmek. Pek çok kayıp Hitit şehri var. Onlardan bir kaçının Malatya sınırları içinde olabileceği kanaati bulunuyor” diye konuştu.

 

Daha önce Çorum’da da görüldüğü gibi Hititler’in şehirlerinin girişine insan başlı, aslan gövdeli, kartal kanatlı sfenks ya da girişin iki tarafına aslan figürü koyduklarına işaret eden İskenderoğlu, ”Yenice’de 2 aslan figürü bir şehrin girişindeymiş gibi yan yana duruyor. Aşağı yukarı 2 metre yüksekliğinde heykeller bulunuyor” dedi.

 

İskenderoğlu, kazıya 3-4 profesör düzeyinde akademisyenin de katılacağını ve kazının onlarla beraber yürütüleceğini bildirdi.

Cumhuriyet, 23.06.2012

YENİKAPI'DA DOLDU-BİTTİ

 


NE YAPILACAK? Yenikapı İDO İskelesi nden Samatya Hastanesi nin önüne 578 bin metrekare alanda denizin doldurulacak.... 1 milyon 250 bin kişilik miting alanı, 2 dev otopark yapılacak. Deniz, karayolu, metro, hafif raylı sistem burada buluşacak. Meydanın altında 2.5 milyon nüfusun atıksuyu arıtılacak.

 

Yenikapı sahiline inşa edilmesi planlanan, miting ve gösteri alanı olarak kullanılacak dev meydan için 1 Numaralı Yenileme Alanları Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'nun olumsuz görüş bildirdiği ortaya çıktı. Radikal 'in ulaştığı bilgilere göre kurul, yapılacak meydanın tarihi yarımadanın silüetini bozacağı, topoğrafyaya olumsuz etki yapacağı ve ICOMOS Arkeolojik Mirasın Korunması ve Yönetimi Tüzüğü ve uluslararası sözleşmelere aykırı olduğu gerekçesiyle proje hakkında olumsuz görüş bildirdiği ortaya çıktı.

Meydan için Yenikapı İDO İskelesi'nden Samatya Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nin önüne kadar olan, yaklaşık 578 bin metrekarelik alanda denizin doldurulması planlanıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi 'nin yaptığı açıklamaya göre belirlenen alana 1 milyon 250 bin kişilik miting alanı, 2 bin 200 araç kapasiteli açık otopark ile 760 otobüs kapasiteli açık otopark alanı yapılacak. Meydanda denizyolu, karayolu, metro, hafif raylı sistemler gibi farklı ulaşım imkanlarının bağlantılarının sağlanacak. Meydanın altında, 2.5 milyon nüfusun atıksuyunun arıtılacağı İleri Biyolojik Arıtma Tesisi kurulacak.

Denizin içine 2 kilometrelik yol
Kurulun olumsuz görüşüne rağmen projenin ilk etap ihalesi geçen yılın aralık ayında yapıldı. İhaleyi Nas-Nuh-Uğraş İnşaat konsorsiyumu 31 milyon lira bedelle kazandı. Projenin ilk aşamasında, denizin içine 2 kilometrelik yol yapılacak. Çalışmaya başlanmak için, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın son onayı bekleniyor. Alanın hemen yanıbaşında yaklaşık 150 metre mesafede yapılan arkeolojik kazılarda tarihinin 8500 yıl öncesine uzandığı ortaya çıkan, UNESCO'nun dünya mirası listesinde yer alan, kentsel ve arkeolojik sit alanı olan yarımadaya yapılan proje, Mimarlar ve Şehir Plancıları odasından büyük tepki gördü.

'Yenikapı'ya ulaşımı açmak değil kısıtlamak lazım'
Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Tayfun Kahraman "Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın projeye onay vermemesini talep ediyoruz" diyerek izin alınmadan ihaleye çıkılmasını 'usulsüzlük' olarak değerlendirdi. Kahraman, şöyle konuştu: "Proje kente bir kazanım olarak gösteriliyor ama kazanım yok, tersine dünyaya korumak üzere söz verdiğimiz bir bölgenin tahrip edileceği ortada. Yenikapı, Tarihi Yarımada içinde, kentsel sit alanı. Burada İstanbul 'un tarihini 8 bin yıl öncesine götüren arkeolojik kazılar yapılıyor. Yapılacak inşaatın ve bölgeye çekilecek bir milyon insanın bu alanlar üzerinde baskı yapacağı aşikar. Bölgenin merkezileşmesiyle beraber kentsel doku üzerinde tahribat olması kaçınılnmaz. Hep diyoruz ki burayı ulaşılabilir kılmak değil, buraya ulaşımı kısıtlamak gerekir. Burası otoyol alanı değil, lastik tekerlekli araçları ve ulaşım akslarını buradan uzaklaştırmamız lazım. 2011'de tarihi yarımadada koruma amaçlı imar planı kabul edildi, bu proje planda da yer almıyor. Plan disiplini tamamen yok sayılıyor. Kıyı kanununa göre ancak zorunlu hallerde dolum yapılabilir, burada hiçbir zorunluluk yok, tamamen keyfi bir uygulama."

'Dünyaya anlatılamaz bir proje'
Mimarlar Odası'ndan Mücella Yapıcı, "Bu plan bildiğimiz kadarıyla kurula gitti ve onaylanmadı. Bundan sonra ne oldu da bu ihale çıktı?
Kurulun olumsuz kararı varken, ihalenin dayandırıldığı bir plan kararı hiçbir yerde çıkmamış ve yasallaşmamışken, Tarihi Yarımada imar planlarında bu dolgu işlenmemişken nasıl ihaleye çıkılyor?" diyerek suç duyurusunda bulunacaklarını belirtti. Yapıcı, "Dünyanın en önemli batık alanı burada. Denizin içine doğru devam eden bir arkeolojik kültür hazinesi var. UNESCO'nun gözü buranın üzerinde. Tarihi Yarımada'nın kıyılarında böyle proje dünyaya anlatılamaz" dedi.
Yapıcı, Yenikapı'ya yapılması planlanan miting alanının Taksim meydanının kullanım dışı bırakılmasını meşrulaştırmak için kullanılabileceğini savundu.

'Yenikapı dünya mirası listesinden çıkartılır'
Mimar Korhan Gümüş, 2011'de düzenlenen 'Yenikapı Transfer Noktası Ve Arkeo-Park Alanı Uluslararası Yarışması'nı hatırlatarak projelerde böyle bir dolgu alanı gözükmediğini, kazanan projelerin hiçbir şekilde değerlendirilmediğini hatırlattı. Gümüş, "Burada birçok kamu arazisi var, nasıl kullanılacağı hakkında hiçbir fikir yok. Bölge programlanmadan dolgu yapılıyor, 'deniz nasıl olsa bedava' diyerek hareket ediliyor, son derece plansız bir yaklaşım. Theodosius Surları'nın önünde böyle bir dolgu yapılması komik. Eğer yapılırsa burası UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi'nden miras listesinden çıkartılacaktır"

Radikal, Haber: Elif İnce, 23.06.2012

VAKIFLAR: KİLİSE'NİN

 

 

İstanbul’un en değerli yerlerinden biri olan 98 dönümlük Göksu/Panaiya Ayazması, Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisi tarafından Kandilli Metemorfosis Hz. İsa Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı’na iade edildi. Vakıflar Meclisi’nin kararıyla cemaat mallarının iadesi sürecinin, yüzölçümü bakımından en büyük iadesi gerçekleşmiş oldu.


İstanbul Rum Cemaati’nin sosyal ve kültürel tarihinin en önemli alanlarından 98 dönümlük Göksu/Panaiya Ayazması, Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisi tarafından Kandilli Metemorfosis Hz. İsa Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı’na iade edildi. Ortodoks geleneğince ayazma olarak adlandırılan kutsal su kaynaklarının İstanbul’daki en önemli örneklerinden biri olan Göksu Ayazması, 1870 yılında Bahçıvan Argirios tarafından keşfedilmişti.

Kalabalık panayır
O tarihten el konulduğu tarihe kadar her 8 Eylül’de Rum Cemaati’nin en önemli panayırına ev sahipliği yapan Göksu Ayazması Alanı’nın iade kararı salı günü alındı. Vakıflar Meclisi’nin kararıyla cemaat mallarının iadesi sürecinin yüzölçümü bakımından en büyük iadesi gerçekleşmiş oldu. İstanbul Rum Cemaati, iadenin gerçekleşmesi nedeniyle geçen yıl sembolik düzeyde kalan panayırın bu yıl geniş katılımlı olarak düzenlenmesi için düğmeye bastı.

Neden iade edildi?
Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem iade kararıyla ilgili olarak, “Kandilli Metemorfosis Hz. İsa Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı, içinde kagir ayazma ve ahşap kahvehanesi olan arazinin vakıfları adına tescili için başvuruda bulunmuştu. 1936 Beyannamesi kapsamında alan da özet olarak ‘Metemorfosisi Kilisesi’ne ait Göksuyu’nda Rum Panayia Ayazması etrafındaki hudut’ ibaresiyle kayıt altına alınmış. Bu doğrultuda yapılan başvuru üzerine iade gerçekleşti” bilgisini verdi.

Surp Pırgiç iadesi
Meclis’in iade kararları arasında Yedikule Surp Pırgiç Hastanesi’nin karşısında bulunan 4 bin 632 metrekarelik arsa da yer aldı. Fatih bölgesinde 1576 metrekarelik bir imalathane ve Kapalıçarşı’nın içinde bulunan Büyük Zafer Han’daki 17,5 metrekarelik bir dükkan Hastane Vakfı adına tescil edildi.

Hükümetin kararlılığı
Vakıflar Meclisi’nin Azınlık Cemaati Vakıfları temsilcisi Laki Vingas, iade ile ilgili olarak şunları söyledi: “Vakıflar Genel Müdürlüğü Meclisi son toplantılarında, cemaat vakıflarına kamuoyunun da dikkatini çeken iadeler gerçekleştiriyor. Bu iadeler, hükümetimizin göstermiş olduğu siyasi iradenin uygulama aşamasındaki kararlılığının da göstergesi. Umuyorum ki bu güzel gelişmeler her alanda devam edecek ve cemaatlerimizin çok önemli ve değerli kurumları olan vakıflarımızın hizmetleri gelişecek, gelecekleri garanti altına alınmış olacak. Göksu Ayazması ve tarihi panayırının yapılmış olduğu bu alan Rum cemaatinin geleneklerinde çok önemli bir yere sahip olduğu için iadeden de ayrıca mutluyuz.”
Hürriyet, 23.06.2012

DALİ'NİN TABLOSU ÇALINDI

 

 

Ünlü İspanyol sürrealist ressam Salvador Dali'nin New York'taki bir sanat galerisinde sergilenen tablosu çalındı.

 

Venus Over Manhattan Sanat Galerisi yetkilileri, "Cartel des Don Juan Tenorio" adlı tablonun müşteri gibi davranan bir kişi tarafından çalındığını açıkladı. Güvenlik kameraları tarafından kaydedilen görüntülerde hırsız, güvenlik görevlisinden fotoğraf çekmek için izin istiyor, güvenlik görevlisi uzaklaşır uzaklaşmaz tabloyu duvardan indirip yanında getirdiği büyük siyah bir torbaya koyuyor. Dali'nin 1949 yılında tamamladığı tabloya yaklaşık 150 bin dolar değer biçiliyor. Koleksiyoncu Adam Lindemann'a ait Venus Over Manhattan Sanat Galerisi, Mayıs ayında açılmıştı. Galeride 19. yüzyıla ait eserler sergileniyordu.

Radikal, 23.06.2012

TAKSİM VE CAMİ

 

 

Taksim konusunda çok yakında uzun sürecek bir meydan savaşı, kıran kırana bir mücadele yaşanacak...


İlk taciz atışını Şehir Plancıları Odası yaptı ve Taksim'e cami projesini iptal isteğiyle mahkemeye götürdü ama İstanbul Birinci İdare Mahkemesi, talebi reddetti. Oda yetkilileri, bazı mimarlar ve aklına esen başkaları birkaç günden buyana mahkemenin kararını eleştiriyor ve "Taksim'e inşa edilecek caminin, meydanın görüntüsünü bozacağını" söylüyor...


Şimdi, işin doğrusunu konuşalım: "Görüntüsünün bozulacağından" endişe edilen Taksim Meydanı sadece İstanbul'un değil, dünyanın en çirkin meydanlarından biridir! Cephesinde AKM dedikleri terkedilmiş bir heyula, bir biçimsizlik abidesi durur; bir köşesinde üçüncü dünya başkentlerinde rastlanan sevimsiz bir otel binası vardır, diğer köşesinde de mezbelelerin arasından roketle kazık kırması tenekeden bir minare gözünüzün bebeğine saplanır. Tarlabaşı tarafında ise daha da beter, bakımsız, yıkıldı yıkılacak yapıların resmigeçidi vardır... Bütün bu çirkinliklerin ortasında da bizim değil, İtalyan bir mimarın, Pietro Canonica'nın eseri olan bir anıt yükselir ve anıtın arka tarafı polislerle, panzerlerle, parmaklıklarla doludur.


Bu meydanda geceleri dolaşmak ise erkeğin tinercilerin, kadının da tacizcilerin dehşetine uğraması ihtimali yüzünden başka bir derttir:...

TAKSİM VE CONCORDE
Cami inşa edildiği takdirde görüntüsünün bozulacağından endişe edilen Taksim Meydanı işte böyle bir yerdir. Diğer memleketlerin güzellikleri ile nam salmış Concorde, Trafalgar yahut Times gibi meydanları ile genişlik veya estetik bakımından hiçbir şekilde mukayese edilemez.


Taksim'in böylesine çirkin olmasının ise tek bir sorumlusu vardır: Meydanı bu hale getiren, bütün o şekilsiz binaları diken, mekan varoşlaşırken ağzını açıp tek kelime etmeyen o zamanın mimarları ve şehir planlamacıları! İstanbul'un bir zamanlar çok güzel olan bir başka meydanını, Bayezid'i de katledenler, ortadaki güzelim havuzu yokedip meydanı merdivenli ve ucuz bir mahalle pazarı haline getirenler de yine o mimarlardır.


Ortaya konması hakikaten çok büyük çaba gösteren bu çirkinlikleri görünür kılıp hayata geçirmeyi mükemmelen becermiş olan o devir mimarlarının yeni nesli, yani geçtiğimiz senelerde Beşiktaş'ın da canına okuyup meydanı ucuz işporta cennetine çevirenler, şimdi "dokunun bozulacağı"nı söyleyip Taksim'e cami inşasına karşı çıkıyorlar.


Görüntünün yahut dokunun bozulması endişesi sadece bir bahanedir ve asıl mesele Taksim'e inşa edilmesi düşünülen yapının "cami" olmasıdır.

BİR EYLEM HABERİ
Taksim tartışması daha uzun müddet devam edeceği için cami meselesine şimdiden temas etmeyecek ve ajansların geçen hafta başında verdikleri ama gazetelerimizde pek yer bulmayan bir haberi nakletmekle yetineceğim:
15 Haziran tarihli haberde "...Meydanda düzenlenen eyleme katılanlar ezanın yüksek volümde okunmasını ve cuma günleri camiye sığmayan cemaatin namazlarını cami dışında kılmasını protesto ettiler. Hükümeti camiye izin verdiği ama ezan ile cuma namazı konusunda girişimde bulunmadığı için kınayan eylemciler, bir de imza kampanyası başlattılar" deniyordu.


Eylemin küçük bir grup tarafından Taksim'de yahut ezan sesinden rahatsızlık duymanın şimdilerde pek bir moda olduğu İstanbul'un bir başka semtinde yapılmış olduğunu düşündünüz değil mi?


Hayır! Haber bizim buralardan değil Bulgaristan'dan geliyordu; ırkçı Ataka Partisi tarafından Sofya'da Müslümanlar'a ait tek açık ibadethane olan 1560'lardan kalma Banyabaşı Camii'nin önünde düzenlenmişti.


İki olay arasında farkı da siz bulun...

Habertürk, Yazı: Murat Bardakçı, 22.06.2012

 

******


TAKSİM İÇİN 240 GÜNLÜK GERİ SAYIM

 

 

İstanbul Büyükşehir Belediyesi , Taksim’i yayalaştırma projesiyle ilgili ön yeterlilik ihalesinin dün tamamlandığını açıkladı. Bu aşamada verilen teklifler değerlendirilecek, 40 gün sonra asıl ihale yapılacak. 240 gün içinde Taksim’in çehresini değiştirecek ihale sürecinde düğmeye basılırken Taksim 24 saatlik bir eyleme de sahne oldu.


‘Taksim Dayanışması’ adı altında bir araya gelen çok sayıda meslek odası, mahalle derneği ve oluşum, ihale ve projeyi protesto etti.


Taksim Meydanı’nda önceki gün saat 19.00’da bir araya gelen grup, “Taksim siyasi iktidarların değil, bizim ortak varlığımızdır” diyerek Taksim Meydanı’nın sembolik tapusunu vatandaşlara dağıttı. Mimarlar Odası’ndan Mücella Yapıcı, “Tapuyu alanlara tek bir şart koşuyoruz: Usulsüz ilk kazma vurulunca Taksim’e koşacaksınız’’ dedi.


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ’ın seçimlerden önce duyurduğu proje, kamuoyunun tepkisine rağmen 12 Şubat’ta İstanbul Büyükşehir Belediyesi ’nce onaylandı. 

Dava açıldı
TMMOB Mimarlar Odası, Şehir Plancıları Odası ve Peyzaj Mimarları Odası, projenin yürütmesinin durdurulması ve iptali istemiyle dava açtı. Ancak devam eden yasal sürece rağmen Taksim Meydanı Düzenleme İnşaatı altyapı ve tünel yollarının yapımı için ihale süreci dün başlatıldı. Ve çalışmaların 240 günde tamamlanacağı kamuoyuna ilan edildi.


Proje, özellikle Gezi Parkı’nın yerine Topçu Kışlası adı altında yapılacak AVM; Sıraselviler, Mete ve Gümüşsuyu caddelerine yapılacak yeraltı tünelleri, insanların tek sıra halinde yürüyebileceği dar kaldırımlar ve özellikle de şeffaf ve ‘katılımcı’ olmaması gibi gerekçelerle eleştirildi.


Büyükşehir Belediye Başkanı Topbaş, Topçu Kışlası’nın AVM değil, kültür ve sanat merkezi olacağını açıkladı. Yeraltı tünellerinden vazgeçildiği ise hâlâ bir söylentiden ibaret. Şehir Plancıları Odası’ndan Tayfun Kahraman, “Tünel sayısının 4’ten 1’e indiği yolunda bir söylenti var ama kesinleştirebileceğimiz bir bilgi değil, projeyi görmedik. Projenin üretim sürecinde her aşamada kamuoyunun haberdar edilmesi lazım ama ne yazık ki böyle yürümüyor” dedi.

Radikal, Haber: Elif İnce, 29.06.2012

JULİAPOLİS ANTİK KENTİNDEKİ KAZI ÇALIŞMALARI

 

Anadolu Medeniyetleri Müzesi Müdürü ve Kazı Başkanı Arslan: "Bu yıl 1 Haziran'da başladığımız kazılarda yaklaşık 30 mezar odasına ulaştık. Mezarların bir kısmı oda mezar, bir kısmı sanduka mezarlardır. Oda mezarları tahrip edilmiş".

 

Anadolu Medeniyetleri Müzesi Müdürü ve Juliopolis Antik Kenti Kazı Başkanı Melih Arslan, bu yıl 1 Haziran'da Nallıhan'ın Çayırhan beldesi Gülşehri bölgesindeki Juliopolis antik kentinde kazı çalışmalarına başladıklarını, şu ana kadar yaptıkları çalışmalarda yaklaşık 30 mezar odasına ulaştıklarını söyledi.

 

Melih Arslan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 3 yıldır sürdürdükleri kazı çalışmalarında yaklaşık 800 antik esere ulaştıklarını, bu eserlerin fotoğraflarının İstanbul'da sergilendiğini, bu yıl da 1 Haziran'da başladıkları kazıları Anadolu Medeniyetleri Müzesi elemanlarından oluşan 10 ekiple 90 gün boyunca sürdüreceklerini bildirdi.

 

Nekropoldeki kazıların bu yıl Ankara Kalkınma Ajansı'nın desteğiyle gerçekleştirildiğini ifade eden Arslan, Nallıhan Belediyesi ve Nallıhan Turizm Gönüllüleri Derneği'nce hazırlanan Juliopolis'in Turizme Kazandırılması Projesi'yle bölgenin turizme açılacağının belirtti.

 

Bölgede bir yandan kazı çalışmalarının sürdürüldüğünü bir yandan nekropol ve çevresinde düzenlemeler yapıldığını söyleyen Arslan, şöyle konuştu:

"Yollar yapıyoruz. Bülten hazırlayarak vatandaşları kazılar hakkında bilgilendiriyoruz. Bu yıl 1 Haziran'da başladığımız kazılarda yaklaşık 30 mezar odasına ulaştık. Mezarların bir kısmı oda mezar, bir kısmı sanduka mezarlardır. Ancak bu oda mezarları antik soygunla tahrip edilmiş. MS 6-7. yüzyılda bu mezarlar tahrip edilmiş ve bir şekilde doldurulmuş. Bunun yanında sanduka mezarlar var. Basit, halk tipi dediğimiz mezarlar var. Bu mezar odalarında bazı antik takılara ulaşıldı. Bunları, ekiplerimiz itina ile bulundukları yerden çıkartarak Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi Laboratuvarı'nda incelemeye alıyor."

 

Arslan, kazı alanında birkaç mezar odasını aslına uygun olarak döşeyerek sergileyeceklerini belirterek, "90 gün sürecek kazılarda beklenenin üzerinde mezar odasına ulaşmayı hedefliyoruz. Hem doğu nekropolünde hem de batı nekropolünde önemli mezarlara ulaştığımızda kentin örf ve adetlerini de öğrenmiş olacağız" dedi.

Konya Haber, Haber: Hande Cankar, 22.06.2012

İŞ BANKASI'NDAN ZEUGMA'YA DESTEK

 

 

Türkiye İş Bankası, dünyanın önde gelen açık hava müzelerinden Zeugma antik kentinde sürdürülen “Muzalar (Esin Perileri) Evi” kazı çalışmalarına 5 yıl sürecek desteğini başlattı. İş Bankası Yönetim Kurulu Başkanı Ersin Özince, “2000 yılında burada başlayan projeye o dönemde de destek vermiştik. Bu topraklara ait değerlerin kaybolmasına göz yummak istemedik” dedi. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ise, Turizm sektörünün hızla geliştiğini, ülke ekonomisine 26 milyar dolarlık katkı sağladığını belirterek, şunları söyledi: “İş Bankası’nın desteği çok önemli. Ülke ekonomisine bu kadar katkısı olan bir sektör, bütçeden sadece yüzde yarım pay alıyor. Kazılara ayrılan para, son 10 yılda 2 milyon TL’den 48 milyon TL’ye çıktı. Müzelerden elde edilen ciro 2009’da 70 milyon TL iken şu anda 110 milyon TL’ye çıktı.

Türkiye Gazetesi, 22.06.2012

DEFİNE ARARKEN MADEN BULDULAR

 

Yozgat'ın Sorgun İlçesi'nde metrelerce kazı yapan definecilerin siyah taş diye önemsemediği atıklardan yola çıkan bir madenci 29 bin dönüm alanda 1 milyon tonun üzerinde manganez madenini tespit etti.

Ordulu madenci Ufuk Güler, maden çeşitliliği bakımından zengin olan Yozgat'ta, 2008 yılında 29 hektar alanda maden işletme ruhsatı aldıklarını belirterek 150 bin dolar harcayıp maden altyapı araştırmalarını tamamladıklarını belirtti.

Maden ararken, definecilerin açtığı kuyulardan çıkardıkları taşlardan yola çıkarak bölgede çok önemli manganez yatakları bulduklarını vurgulayan Güler, 29 bin dönüm alanda, 1 milyon ton manganez rezervi bulduklarını kaydetti. Bir aydır sahada kazı çalışması yaptıklarını anlatan Güler, tonlarca manganez çıkardıklarını anlattı.

Yozgat'ta aşırı derecede define meraklısı olduğuna dikkati çeken Güler, ''Bizim derdimiz maden aramak. Defineciler sağ olsun, define ararken bizim için maden mostralarını (kaynaklarını) çıkarmış. Mostrayı gördükten sonra araştırmalarımızı derinleştirdik. Definecilerin kazdığı kuyuları takip ederek rahat bir şekilde tür saptadık. Manganezleri siyah taş diye alıp atmışlar'' dedi.

Definecilerin de maden aramak için açtıkları kuyuları her akşam kontrole geldiklerini anlatan Güler, ''Bir define çıkıp çıkmadığı konusunda araştırma yapıyorlar. Tarlam, bahçem var, diyerek çalışmalarımızı izliyorlar. Belki kepçelerin kazdığı yerlerden altın çıkar diye bekliyorlar. Dertleri kazılardan define çıkıp çıkmayacağı. Bu merakla alandaki bir çok yer defineciler tarafından eşilmiş. Bizim definemiz manganez'' diye konuştu.

Sabah (Kısaltarak), 22.06.2012

POMPEİOPOLİS KAZILARI 8 TEMMUZ'DA BAŞLIYOR

 

 

Kastamonu’nun Taşköprü İlçesi'nde bulunan Pompeipolis antik kentinde kazı çalışmalarının 8 Temmuz’da başlaması bekleniyor.

 

Bu yılda devam edecek olan kazı çalışmaları hakkında bilgi veren Taşköprü Belediye Başkanı Hüseyin Arslan, çalışmaların müze kazısı şeklinde devam edeceğini ifade etti. Kastamonu Üniversitesi bünyesinde açılan Arkeoloji Bölümü’nün de Taşköprü’de hizmet vereceğini belirten Başkan Arslan, “Almanya Münih Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Latife Summerer Nisan ayında bünyemize katıldı. Şu anda yurtdışı görevinde. 1 Temmuz’dan itibaren Kastamonu’da olacak. 7 Temmuz’da ise kendi bünyesindeki kazı heyeti ilimize gelecek. Muhtemelen de kazı çalışmaları 8 Temmuz tarihinde başlamış olur diye düşünüyorum. Taşköprü’ye, eser ve arkeoloji bölümleri de gelecek. Bunun onayının da çıktığını öğrendim. Önceki yıllarda yapılan kazılar yurt dışı kazıları şeklinde yapılıyordu. Bu yıl Prof.Dr. Summerer, yine aynı ekibiyle birlikte müze kazısı olarak belirtilen çalışmalarına devam edecek. Önümüzdeki yıldan itibaren açılacak olan Arkeoloji Bölümü’yle birlikte okulun öğrencileri ve öğretim kadrosuyla kazı sezonu üniversite bünyesinde devam edecek” dedi.

haberler.com, 21.06.2012



17 - 23 Haziran 2012

ROMA DÖNEMİNE AİT TARİHİ ESERLERİ JANDARMAYA SATMAYA KALKINCA...

 

Burdur'da bir kişi, Roma dönemine ait 3 tarihi eserle yakalandı. Bir istihbaratı değerlendiren Bucak Jandarma Komutanlığı ekipleri, alıcı gibi davranarak N.D. ile buluştu. Jandarma ekipleri, kendilerine 3 parça tarihi eseri satmak istediği öne sürülen N.D.'yi gözaltına aldı. Zanlıyla milattan sonra 3 ya da 4. yüzyıllara ait olduğu sanılan, Roma dönemine ait iki adak taşı ve başında örtü bulunan kadın kabartması işlenmiş mezar taşı ele geçirildi. Eserler, incelemelerin ardından Burdur Müze Müdürlüğü yetkililerine teslim edildi. Mahkemeye sevk edilen N.D., tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.

Sabah, 22.06.2012

ANAYURDA DÖNÜŞ

 

ABD, geçen ay New York'ta açık artırmada 1 milyon dolara satılan dinozor iskeletine el koydu.

 

Heritage Müzayede Evi Eşbaşkanı Jim Halperin, nadir görülen Tyrannosaurus Bataar türü dinozora ait iskeletin, yetkililer tarafından alınıp sigortalanarak iklim kontrollü bir depoya götürüleceğini söyledi.

Fosilin ABD hükumeti tarafından iadesini isteyen Moğolistan'a gönderileceği belirtildi.

2.4 metre yüksekliğindeki ve 7.3 metre uzunluğundaki iskelet Gobi Çölü'nde bulunmuştu.

Yeni Şafak, 22.06.2012

BOLU'DA KORUMA KURULU KARARI İLE TARİH YOK EDİLİYOR

 

 

Ankara Kültür Varlıkları Koruma Kurulu, Bolu merkezde 1888’de inşa edilen Kızılay Hamamı’nın tarihi eser statüsündeki tescilini kaldırdı. 1990’da koruma kurulu kararıyla tescilli tarihi eser statüsüne alınan hamamın yıkılmasının önündeki engel kalktı. Bolu Belediyesi tarafından yerine otel yapılmak istenen tarihi hamam için hem de koruma kurulu kararıyla yıkım kararı çıkması, Bolu Mimarlar Odası ve çevre örgütleri ayağa kaldırdı.


Karabük Üniversitesi tarafından görevlendirilen Prof.Dr.Aysun Özkese, tescil kararının kaldırılması ile ilgili bir bilirkişi incelemesi yaptı. Yapının tarihi eser olduğu konusunda şüphe bırakmayacak ayrıntıların yer aldığı inceleme sonucunda “Yapının restitüsyonu yapılarak özgün haline dönüştürülmeli ve özgün işlevini sürdürmeli veya özgün kısımları ortaya çıkartılarak korunmak suretiyle yeni işlev kazandırılarak yaşatılması gerekmektedir’’ denildi. Arkeolog Nezih Başgelen, “‘Bolu’da 2. Abdülhamid dönemi hamamının yıktırılmak istenmesi, koruma kurulu kararıyla düpedüz bir tarih cinayetidir’’ dedi.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 22.06.2012

DELİK DEŞİK ETTİLER

 

  

 

Erzurum'un Oltu İlçesi'nde, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ardından Ruslar tarafından yaptırılan Oltu Kilisesi'nin her tarafı, kaçak defineciler tarafından kazıldı.

 

Karabekir Mahallesi'nde '93 Harbi' olarak bilinen 1877 -78 Osmanlı- Rus Savaşı sırasında Oltu'nun işgal edilmesi ardından Ruslar kilise yaptırdı.

Oltu Kilisesi, define avcılarının ilgisini çekti. İç duvarları, tavan ve zemininde büyük hasar meydana gelen kilise, bakımsızlıktan viraneye döndü.

 

Tarihi kilise yanında çay bahçesi işleten Adem Önal, yapının restore edilmediği takdirde yıkılabileceğini söyledi.

Önal, şöyle dedi:

"Kiliseye her yıl çok sayıda turist geliyor. Dış yüzeyi sağlam olduğu için kiliseyi gören turistler sevinerek içeri giriyor.
Kilisenin içerisini harebe halde gördükten sonra ağlayarak gittiklerine şahit oluyorum. Tadilat yapılmasını ve kilisenin eski görünümüne kavuşmasını istiyorum. Define avcılarının özellikle geceleri buraya geldiğini sabah fark ediyoruz."

Erzurum Kent Haber, 21.06.2012



TARİHİ EVLERE ONARIM

 

 

Iğdır İl Kültür ve Turizm Müdür Vekili Osman Engindeniz, şahıs mülkiyetinde bulunan tarihi yerlerin bakım ve onarımı için ilgili yönetmelik çerçevesinde yardım sağladıklarını söyledi.

 

Taşınmaz Kültür Varlıklarının Onarımına Yardım Sağlanması’na dair yönetmelik çerçevesinde il genelinde bulunan taşınmaz kültür varlıkları ile ilgili olarak binaları yerinde inceleyen İl Kültür ve Turizm Müdür Vekili Osman Engindeniz, söz konusu yönetmelik çerçevesinde yapılan incelemede, tarihi olarak tescillenerek kayıt altına alınan taşınmazlar içinde özellikle sivil mimari yapılardan Iğdır’ın tarihi evleri üzerinde durduklarını söyledi.

 

Engindeniz, “İlimizde şahıs mülkiyetinde bulunan tarihi yerlerin bakım ve onarımı için ilgili yönetmelik çerçevesinde yardım sağlanmaktadır. Bizde bu çerçevede eserlerimizi yerinde incelemek ve onarıma ihtiyaç duyanları belirlemek amacıyla incelemelerde bulunduk. Bu konuda bakanlığımızın onarım yardımında yararlanmak isteyen vatandaşlarımız, tapu kayıtları ile birlikte bir dilekçe ile müdürlüğümüze müracaat etmeleri yeterli olacaktır” dedi.

Iğdır Kent Haber, 21.06.2012

ÇAMLICA TEPESİ'NE CAMİ İÇİN DÜĞMEYE BASILDI

 

 

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca hazırlanan bölgesel imar planında, 250 bin metrekarelik alana düzenleme getirildi. 5 bölüme ayrılan planda dini tesis alanı, turizm alanı, rekreasyon alanı, TRT alanı ve park alanı bulunuyor. Her bölüm için farklı yükseklik belirlenirken, turizm alanında yükseklik 11 metre ile sınırlandırıldı.

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Çamlıca Tepesi’ne cami projesi’ açıklamasından sonra ‘Çamlıca’ya cami’ tartışması başlamış hatta Kültür ve Turzim Bakanı Ertuğrul Günay ‘Böyle bir çalışmadan haberim yok’ açıklamasını yapmıştı. Tartışmalar neden olan ‘Çamlıca Tepesi’ne cami’ için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 8 Haziran 2012 tarihinde düğmeye bastığı ortaya çıktı. Doğal sit alanı olduğu için tek plan yapma yetkisinin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda bulunduğu bölge için 1/5000’lik Nazım İmar Planı ve 1/1000’lik Uygulama imar planları hazırlandı ve askıya çıkartıldı. Çıkartılan planlarda ise değişikliğin re’sen bakanlık tarafından onandığı bilgisi yer aldı.

Turizm alanı da var
Peki bölgesel imar planı yaklaşık 250 bin metrekareyi kapsıyor. Plana göre Çamlıca Tepesi 5 bölüme ayrılmış durumda. İlk bölüm tartışmalara neden olan cami ile ilgili. Tepenin neredeyse en yüksek yeri ‘dini tesis’ alanı olarak ayrılmış durumda. Yaklaşık 15 bin metrekarenin dini tesis olarak işlendiği planlara göre, dini tesis alanına kültürel tesisler de yapılabilecek. Ayrıca bu alanda ticaret hizmeti de verilebilicek. Denize bakan taraf ise ‘turizm ve konaklama’ alanı olarak planlara işlendi. Plan notlarına göre turizm alanında emsal katsayısı 0,15 olacak. Yapılacak inşaat ise ayrılan arazinin en fazla yüzde 30’unu kapsayacak. Yükseklik ise 11 metre ile sınırlandırılmış durumda.

Portatif bina yapılacak
Planda üçüncü bölüm olarak da ‘rekreasyon alanı’ yer alıyor. Bu alan yeşillendirilecek ancak üzerine portatif tesis yapma imkanı tanınmış durumda. Bu yöntem ile üzerine kafeterya ya da büfe yapılabilecek. Bunun için de inşaat emsali 0,15 olarak belirlenmiş durumda. Yükseklik ise en fazla 5.5 metre olabilecek. Dördüncü bölüm olarak park alanı tahsis edilmiş durumda. Burası Çamlıca Tepesi’nin orta bölümü olarak gösteriliyor. Vericiler için de TRT alanı tahsis edilmiş. Bu da imar planında gösteriliyor. Plan notlarında projelerin Boğaziçi silüeti ile uyumlu olma şartı da getirilmiş durumda. Çevre ve Şehircilik bakanlığı tarafından onaylanmayan projeler hayata geçirilemeyecek.

Vatan, Haber: Nebahat Koç, 21.06.2012

KİLİS İLK MÜZESİNE KAVUŞTU

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Türkiye’nin dünyanın önemli turizm merkezlerinden biri haline geldiğini söyledi.

 

Günay, Kilis Müzesi’nin açılışı dolayısıyla düzenlenen törende yaptığı konuşmada, turizmde İstanbul ve Antalya’nın elde ettiği imkandan Türkiye’nin her tarafının yararlanmasını istediklerini ifade etti.

 

Kilis’e, Hatay’a, Adana’ya, Mardin’e, Şanlıurfa’ya, Diyarbakır’a ve Van’a bu gözle baktıklarını belirten Günay, ”Türkiye, dünyanın önemli turizm merkezlerinden biri haline geldi. 2000′li yılların başında Türkiye’ye 10 milyon yabancı ziyaretçi gelirken, geçen yıl 30 milyondan fazla yabancı ziyaretçi geldi. Turizmden 10 milyar doların altında gelir elde ederken, geçen yıl 25 milyar dolar gelir elde ettik” diye konuştu.


Kilis Kent Haber (Kısaltarak), 21.06.2012

ÇİVİSİ BİLE YOK AMA...

 

Kastamonu Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından restore edilen Kasaba Köyündeki Mahmutbey Camii, kendine has ahşap mimarisiyle dikkat çekiyor.

 

14`üncü yüzyılda Candaroğlu Beyliğinden Adil Bey`in oğlu Emir Mahmut Bey tarafından yaptırılan dış cephesi moloz yığma taştan içi ise ahşap el işçiliğiyle yapılan tarihi cami, yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekiyor.

 

Çivi kullanılmadan, bindirme tekniğiyle yapılan tarihi camideki ahşap oymalar, görenleri adeta büyülüyor. Kastamonu ormanlarında yetişen bitkilerden elde edilen kök boyaları kullanılarak caminin direk ve tavanlarına yapılan motifler, tarihi yapıya ayrı bir değer katıyor.


Tarihi camide, olası bir yangına sebebiyet vermemek için elektrik kullanılmıyor. 24 saat özel güvenlik görevlileriyle korunan camide ısınma sistemi bulunmuyor. Caminin aydınlatması, küçük 12 penceresinden sağlanıyor.

Dünyanın sayılı ahşap işçiliği eserleri arasında gösterilen Mahmut Bey Camii`nin ahşap işlemeli sanat eseri kapısı, tarihi eser kaçakçıları tarafından 1997 yılında çalındı. İnterpol tarafından aranan kapı, yurt dışına çıkarılamadan Manisa İstiklal İlkokulu bahçesinde terk edilmiş halde bulundu.

Tarihi kapı, tekrar çalınma riskine karşı Kastamonu Liva Paşa Konağı Etnografya Müzesi`nde sergilenirken, şu an camide kullanılan kapının Kastamonulu ünlü ahşap oymacısı Hikmet Değirmenci tarafından aslına uygun yeniden yapıldığı belirtildi. Caminin inşaatı sırasında yapılan deprem kolonları ise yıllar geçmesine rağmen 360 derece dönebiliyor.
 

Kastamonu Vakıflar Bölge Müdürü Yavuz Yücebıyık, 1366 yılında Candaroğulları Beyliği`nden Adil Bey`in oğlu Mahmut Bey tarafından yaptırılan caminin Türkiye`nin önemli tarihi eserlerinden biri olup içinin ahşap bindirme tekniği kullanılarak yapıldığını söyledi.


Kalem işleri açısından caminin hem ilin hem de Türkiye`nin önemli eserlerinden biri olduğunu anlatan Yücebıyık, şöyle konuştu: "Hem emniyet tedbiri olarak ve hem de yapının orijinalliğini korumak adına bugüne kadar elektrik tesisatı yapılmadı. Vakıf eseri olması nedeniyle 2006 yılında Vakıflar Bölge Müdürlüğü`ne devredildi. 2006 yılında projesi yapıldı. 2007 yılında restorasyonu yapıldı. Restorasyon çalışmaları sırasında kalem işlerine hiç dokunulmadı. Mevcut taş minarenin camiye zarar vermesi nedeniyle caminin güvenliği için yıkılarak yerine ahşap minare yapıldı``

Kastamonu Postası, Haber: Tosya Açıksöz, 20.06.2012

SULUKULE'NİN ARDINDAN FENER-BALAT-AYVANSARAY PROJESİNE DE İPTAL KARARI

 

 

Fener-Balat-Ayvansaray’da yürütülen kentsel dönüşüm projesi mahkeme kararıyla iptal edildi. Mahkemenin verdiği tarihi karar uzun süredir bölgenin ihalelerle ranta açılmasına, tarihi dokunun zarara uğratılmasına karşı kazanım niteliğinde bulunuyor.

 

AKP’li Fatih Belediyesi eliyle Fener-Balat-Ayvansaray’da başlatılan kentsel dönüşüm projesi mahkeme kararıyla iptal edildi. Fener Balat Ayvansaray Derneği 5366 sayılı yasa kapsamında projenin iptal edilmesi istemiyle dava açmıştı.

 

Dava neden açıldı?
Fener-Balat-Ayvansaray hakkında avan projesinin uygulanması için Yenileme Alanları Kültür ve Tabiat Varlıları Koruma Bölge Kurulu kararı, bu kararın kabulüne ilişkin Fatih Belediye Meclisi'nin kararı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin işlemi sonucunda kentsel sit alanı içerisinde olan bölgede koruma amaçlı imar planının olmadığı, kültür mirası niteliğinde tescilli yapıların yıktırılmak istendiği ve kararın koruma yüksek kurulu, şehircilik kurallarına, hukuka aykırı olduğu belirtilerek projenin iptali talebiyle dava açıldı.

 

Dava İstanbul 5. İdare Mahkemesi'nde karara bağlandı.

 

Mahkeme projenin iptaline karar verdi
2010 yılında açılan davada mahkeme, bölgede yürütülen kentsel dönüşüm projesinin hukuka aykırılığı yönünde iptal istemini haklı buldu ve projenin iptali yönünde karar verdi.

 

Mahkeme, bölgenin çöküntü alanı ilan edilerek mevcut kentsel dokunun dikkate alınmadığı, bölgenin tarihi özelliğinin bütünüyle değiştirildiği avan projenin şehircilik ilkesine, kamu yararına ve hukuka uygunluğu bulunmadığı yönünde kararını açıkladı. Kararda, Yenileme kurulu, Fatih Belediyesi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi kararlarının koruma amaçlı imar planı olmadığı, tescilli yapıların yıkılmak istendiği ve hukuka uygun olmadığı da tespit edilerek projenin iptaline karar verildi.

 

Böylece Fener-Balat-Ayvansaray’da hem kentsel dönüşüm projesinin hem de şirketlerin edindikleri ihalelerle yürüttükleri uygulamaların yasal yükümlülüğü kalmamış oldu.

 

Proje 2009'dan bu yana sürüyordu
AKP’li Fatih Belediyesi’nin 2009’da başlattığı Fener-Balat-Ayvansaray kentsel dönüşüm projesine karşı bölge halkı yaşam alanlarını terk etmeme mücadelesi verirken Mimarlar Odası’nın da bölgede uygulanan projeye karşı açtıkları davalar sürüyor.

 

Dozerlerle girdiler, tarihi kalıntılar hasara uğradı
Sit alan olmasına rağmen tarihi dokuyu da hiçe sayan projenin bilindiği üzere son hamlesi Ayvansaray Tokludede Mahallesi’nde yaşanmıştı. Çalık Holding’e devredilen ve Şener Holding'e bağlı Altınboynuz İnşaat’ın rantına açılan bölgede Anıtlar Kurulu kararıyla “çivi dahi çakılması uygun olmayan” bölgeye dozerler girmiş, yeraltında bulunan tarihi kalıntılar hasara uğramıştı.

 

Yıldırmak için evlerin elektrik, sularını kestiler
Ayrıca bölge halkı mahallelerine kurulan şantiyeye karşı mücadele vermiş, polislerin müdahalesine maruz kalmıştı. Bölgede bulunan mülk sahipleriyle belediye yetkilileri yaptıkları görüşmelerde binbir hileyle evleri devralma yöntemleri kullanırken evlerde oturan kiracıların ise su, elektrikleri kesilerek yıldırma çabaları sergilenmişti.

 

Kentsel dönüşüm rantına açılmış olan Fener-Balat-Ayvansaray hakkında mahkemenin verdiği iptal kararının özellikle projeyi yürüten şirketlere ne denli yaptırımının olacağı merak ediliyor.

"Bu karar bölgeyi kurtarmıştır"


FEBAYDER Basın Sözcüsü Çiğdem Şahin, soL'a yaptığı açıklamada, "Bu karar tarihidir. 5366 sayılı yasa kapsamında tarihi alanlardaki projeler İstanbul'un tarihini tehdit etmekteydi. Sulukule de önemliydi, gecikmiş karar olması nedeniyle olumlu etkisi olamadı, yıkılan binaları yaşanan mağduriyeti geri getiremeyecekti. Ama Fener-Balat-Ayvansaray'da böyle olmadı. Halk hala burada yaşamaktayken, binalar yıkılmadan kararın verilmesi ciddi anlamda bölgeyi kurtarmıştır. Halkın yerinden edilmesini engellemiştir. Yargı, tarihi kurtarmıştır bu karar bütün bölgelerimiz için, yerinden edilen halklar için emsal niteliği bulunmaktadır" diye konuştu.

Haber Sol, 20.06.2012

 

******


MAHALLE YOKSA NE KORUNACAK?

 

 

İstanbul 5. İdare Mahkemesi Fener, Balat, Ayvansaray’daki yenileme projesini 2863 sayılı yasa kapsamında “Hukuka aykırı” bularak iptal etti. Gerekçeli kararda en önemli dayanak ‘mahalle kültürünün yok edilmesi’. Kararda mahalle kültürü yaşamadıktan sonra, fiziki binaların yenilenmesinin şehircilik anlayışından uzak olduğu vurgulandı.


İptal kararı, semtte bayram havası yarattı. Fener Balat Ayvansaray Derneği (FEBAYDER) temsilcisi Çiğdem Şahin, kararın, bölgede 280 bin metrekarede 900 bina ve 3 bin kişiyi ilgilendirdiğini, ancak Türkiye’de kentsel dönüşüm alanı kapsamındaki bütün bölgeleri ilgilendirdiğini savundu. Şahin, “Bu alan büyük rant sağladığı için peşimizi bırakmayacaklar. Binalarımızı güzelleştirmek ve depreme dayanıklı hale getirmek için çalışmalarımız var. Mahalle halkı olarak projeler üreteceğiz. Deprem Yasası gibi özel yasalar var. Bu yasalar var olduğu sürece mücadelelerimiz devam edecektir” dedi.

Fatih Belediyesi ‘rahat’ 
Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir ise Sulukule’de de, Balat’ta da 5366 sayılı yasaya uyulduğunu hatırlattı. Demir “‘İmar planları yok’ deniyor. Bu yasada (5366) yenileme alanı ilan ettiğimiz bölgelerin imar planları ile alakası yok. Olsa bile yok sayılır. Bizim avan projelerimiz, imar planı yerine geçiyor. ‘Tescilli eser yıkılıyor’ deniliyor. Projeye başlarken tescilli bina sayısı 220’ydi. Biz 260’a çıkardık” dedi.

Radikal, Haber: İdris Emen, 22.06.2012

ANTİK ÇAĞIN LÜKS ISITMA SİSTEMİNİ AÇIĞA ÇIKARDILAR

 

 

Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Myra-Andriake Kazıları Başkanı Prof.Dr. Nevzat Çevik, Andriake Liman Kenti'nde yürütülen kazı çalışmalarında gün ışığına çıkarılan hamam yapısında, yerinde korunmuş halde duvar içi ısıtma sistemine rastladıklarını belirterek, ''Duvar içinden ısıtma, bugün modern villalarda bile kullanılmıyor'' dedi.

 

Demre'de Likya Uygarlığı'nın önemli limanlarından Andriake ve çevresindeki yapıları toprak altından çıkarmak üzere başlatılan kazı çalışmalarında üçüncü yıla gelindi. Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyeleri ve öğrencilerinin katılımıyla yürütülen kazılarla bugüne kadar hububat deposu, su sarnıcı, boya imalathaneleri ve hamam gibi yapılar gün ışığına çıkarıldı.

Kazılarda son olarak çok iyi korunmuş duvar içi ısıtma sistemine de rastladı.

 

Myra-Andriake Kazıları Başkanı Prof.Dr. Nevzat Çevik, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Andriake Liman Kenti'ndeki kazıların yıl boyunca devam ettiğini, ancak yaz sezonu kazılarının yoğun dönemine geçen hafta girdiklerini anlattı.

 

Andriake'de bu yılki kazılara ''küçük hamam''ı da eklediklerini anlatan Çevik, kazılara başladıktan sonra bir hafta içinde hamamda çok iyi korunmuş bir duvar içi ısıtma sistemine rastladıklarını bildirdi.

 

Bu tür ısıtma sistemlerinin bilim çevreleri tarafından bilindiğini, ancak çoğunlukla bulunan sistemlerin zarar görmüş halde gün ışığına çıkarıldığını vurgulayan Çevik, ''Ancak bu sistemi yerinde korunmuş halde bulduk. Artık çizim yaparak 'Bu esasında böyleydi' dememize gerek kalmayacak, duvar içi ısıtma sistemini burada gösterebileceğiz'' dedi.
        
-Küçük hamamdan büyük veriler-

Prof.Dr. Çevik, MÖ 4 veya 2. yüzyılda yapıldığı sanılan ısıtma sisteminde, ocakta yakılan ateşten elde edilen gazın borular aracılığıyla hamamın içine taşındığını belirterek, şöyle konuştu:

 

''Bu sistem, antik çağda Roma'da kullanılan bir duvar içi ısıtma sistemi. Roma tarihi boyunca kullanılmış. Mekanlar, zemin ve duvarın içinde oluşturulan yaklaşık 10 santimlik boşlukların sıcak gazlarla doldurulmasıyla ısıtılıyor. Bu sistem bugün bile lüks ve çok pahalı. Duvar içinden ısıtma, bugün modern villalarda bile kullanılmıyor. Bu direkt lüks uygulamanın bir sonucudur. Hem zeminden hem duvarın içinden ısıtmak hem de harika mermerlerin içinde banyo ortamı sağlamak tam bir lüks uygulama sağlıyor. Bu sistemi bugün korunmuş halde bulmamız bizi çok sevindirdi. Hamamın küçüklüğüne bakıp aldanmışız, meğerse bize büyük veriler verdi.''

 

Çevik, Roma dönemi hamamlarının sadece temizlenmek için kullanılmadığını, bu mekanların insanların rahatlayıp sosyal paylaşımda bulunabildikleri yerler olduğunu anlattı.

 

Roma İmparatorluğu döneminde 3 bin kişilik hamamlar inşa edildiğine dikkati çeken Prof.Dr. Çevik, Andriake Limanı'nda gün ışığına çıkarılan yaklaşık 70 metrekare genişliğindeki küçük hamamın da denizcilere yönelik yapıldığının tahmin edildiğine değindi.

 

Andriake Limanı'nda aylarca karadan uzak kalmış denizcilerin ihtiyaç duydukları her tür yapıya rastladıklarını kaydeden Nevzat Çevik, Andriake'nin gelecek yıllarda bölgenin en çok ziyaret edilen ören yerlerinden birisi olacağını sözlerine ekledi.

Akşam, 20.06.2012

37 MİLYON DOLAR KAÇ TABLO EDER?

 

Ünlü İspanyol ressam Joan Miro'nun "Peinture (Etoile Bleue)" [Resim (Mavi Yıldız)]" adlı tablosu, İngiltere'nin başkenti Londra'da düzenlenen açık artırmada rekor fiyata satıldı.

BBC'nin haberine göre Sotheby's müzayede evinde yapılan açık artırmaya telefonla katılan bir kişi, Miro'nun 1927 yılında tamamladığı tabloya 37 milyon dolar ödedi.

Miro'nun "Painting-Poem" adlı eseri, Şubat ayında yapılan açık artırmada 26 milyon dolara alıcı bulmuştu.

Açık artırmada Pablo Picasso'nun "Homme Asis" adlı tablosu 9,7 milyon dolara, İngiliz heykeltıraş Henry Moore'un bir eseri ise 5,8 milyon dolara satıldı.

Radikal, 20.06.2012

47 MİLYON YILDIR BİRLİKTELER

 

 

Almanya'nın Darmstadt kenti yakınlarındaki ünlü Messel Çukuru'nda 47 milyon yıllık hayvan kalıntıları ortaya çıkarıldı. kalıntılardan biri, çiftleşirken lleşen iki ya ait.

 

Araştırmacılar, ların daha önce alanda bulunan gölün sularında çiftleşmeye başladıklarını, daha sonra ise volkanik gazların yarattığı toksik katmanların içine gömülerek yok olduklarını düşünüyor.

Cinsel ilişki halinde olan hayvanlar böylece göl tabanına oturmuş ve jeolojik zaman içinde kaybolmuş. Tübingen Üniversitesi'nden Dr Walter Joyce, "Günümüzde bu durumu Doğu Afrika'daki bazı volkanik göllerde görüyoruz" açıklamasını yaptı.

"Bu göller bir kaç yüz yılda bir gerçekleşen ani bir karbondioksit patlaması yaşayıp etrafındaki her şeyi zehirleyebiliyorlar."

Biology Letters'da bahsedilen kaplumbağalar, soyu tükenmiş olan Allaeochelys crassesculpta türünden.

Dişileri erkeklerinden daha büyük olan bu tür kaplumbağaların uzunluğu 20 cm civarında.

'Somut delil'Hayatta olan en yakın akrabaları ise muhtemelen, sularının paleontolojik özellikleri yüzünden Avustralya ve Papua Yeni Gine yakınlarında bulunan ve biraz daha büyük olan, 'domuz-burunlu kamplumbağa' (Carettochelys insculpta).

Crassesculpta, Messel Çukuru'nda keşfedilip koruma altına alınan yüzlerce lden sadece bi tanesi.

Messel Çukuru, paleontolojik önemi yüzünden Unesco Dünya Mirası statüsüne sahip.

Çukurdan son 30 yıl içinde toplam 9 çift kaplumbağa çıkarıldı.

Çoğu çift, birbiriyle iletişim içindeyken keşfedildi.

İletişim içinde bulunmayan kaplumbağalar ise birbirinden en fazla 30cm uzaklıktaydı.

Dr Joyce, "Bir çok kişi çiftleşirken öldüklerini iddia ediyordu, ancak bunu lerle kanıtlamak çok farklı bir durum" dedi.

"Çiftlerin bir dişi ve bir erkekten oluştuğunu, ve örneğin iki erkeğin savaşırken ölmediğini açıkça göstermiş olduk".

"Buna ek olarak arka uçlarının her zaman eşlerine yöneltilmiş olduğu gözlemi, ve kuyruklarının çiftleşme pozisyonunda olması bizim için somut bir delil".

Koruma altına alınan fosilin, omurgalıların çiftleşme anının görüntülendiği tek kayıt olduğu söyleniyor.

Omurgasız hayvanlar için ise bilimsel literatürde çiftleşen böcekler veya fosilleşmiş ağaç reçinesi gibi örnekler mevcut.

Sabah, 20.06.2012

TAKSİM DEĞİŞTİ CAMİ ŞART!

 

 

Uzun yıllardır tartışılan Taksim'e cami projesinde önemli gelişme. İstanbul 1.inci İdare Mahkemesi, Şehir Plancıları Odası'nın açtığı iptal davasını reddetti. Kararda 'Bölgenin Müslüman nüfus yapısı değişti. 100 yıldır cami yapılmadı, ihtiyaç aşikar' denildi.

 

Taksim'e cami projesinde önemli gelişme yaşandı. İstanbul 1'inci İdare Mahkemesi, Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi'nin, projenin meydanın tarihsel kimliğine zarar vereceği iddiasıyla açtığı iptal davasını reddetti. Mahkeme, kararında camiye vize gerekçelerini şöyle sıraladı.


- Taksim cami alanının öngörülen alan büyüklüğü ve parselin konumu büyük ölçekli bir mimari boyuta ulaşmıyor.
- Cami yapılması öngörülen yerde bir mescit yer alıyor. Tuvalet ile iç içe ve teneke minareli oluşu nedeniyle görsel olumsuzluk oluşturuyor.
- Tüm önyargılardan uzak tarafsız bir gözlemle bilimsel veriler olarak proje kamu yararı açısından olumsuzluk oluşturmuyor.
- Müslüman nüfus yapısı Cumhuriyet döneminde önemli şekilde değişen ve yaklaşık 100 yıldır herhangi bir cami inşaa edilmediği gibi Taksim Kışlası içinde bulunan cami de yıkıldı.
- Bölgede cami sayısı yetersiz, Cuma günleri cadde ve sokaklarda ibadet ediliyor. Yörede cami ihtiyacı aşikar.
- İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı, yakın çevresindeki geleneksel mimari ve kentsel doku göz önünde bulundurularak hazırlandığını ve caminin meydandan ağımsız düşünülmesi gerektiğini ifade ediyor. 
- Büyükşehir Belediyesi mahkemede verdiği savunmasında, 'Dava konusu imar planı bölgede yaşayan halkın ve sivil toplum örgütlerinin yazılı ve görsel görüşleri alınarak, bilimsel-teknik ve hukuki alt yapısı ile birlikte meri koruma ve imar mevzuatına, planlama teknikleriyle kamu yararına uygundur' demişti. 
- Kültür ve Turizm Bakanlığı 'su maksemine zarar vermemek, civardaki mezbeleliği kaldırmak şartıyla sakınca yok' demiştir.  
- Tesis olunan işlem hukuka uygundur.


Öte yandan Davaya müdahil olarak katılan Taksim Cami Kültür ve Sanat Vakfı, 'Yapılacak Taksim Camii sadece bir ibadet mekanı değil, bir buluşma odağı olarak algılanması gerekiyor' diyor.

Mimar Alp porojeyi hazırlamıştı


Taksim Camii Kültür ve Sanat Vakfı Mimar Ahmet Vefik Alp'e 'Taksim Cumhuriyet Camii ve Dinler Tarihi Müzesi Projesi' hazırlatmış ve bu proje Uluslararası Mimarlar Birliği Ödülü' almıştı.

Akşam, Haber: Bülent Şanlıkan, 20.06.2012

KIZILTEPE'DE HÖYÜK YOK EDİLDİ

 

 

Arkeolog Nezih Başgelen, Güneydoğu gezisi sırasında Mardin Kızıltepe’de prehistorik döneme kadar giden tarihi höyüğün tahrip edildiğini tespit etti. Gizli gizli fotoğraflar çekti. Sonra da bunu bir yazı ile Kültür ve Turizm Bakanlığı ’na bildirdi. Güneydoğu Anadolu’nun en büyük höyük yerleşimlerinden biri olarak bilimsel yayınlarda da yer alan Telermen Höyük, beton istilası altına girmiş. İş makinalarıyla tahrip edilen höyüğün her yanı inşaatlarla doldurulmuş. Nezih Başgelen, “Fotoğrafları gizli çektim, korkunç tahribat var. Kazdıkları toprakların içinden çanak çömlekler çıkıyor. Bakanlık acilen müdahale etmeli’’ dedi. Mardin Kızıltepe’nin tarihte ilk bilinen isimleri Dünaysır ve Telermen olarak bilinir. Telermen Ermeni höyüğü anlamını da geliyor. Telermen, höyüğün ve bu höyüğün eteklerinde Ermenilerce meskun edilmiş olan köyün de adı. Telermen’in bugünkü karşılığı Tepebaşı Mahallesi.


Bugünün Kızıltepe’sinin içinde Tepebaşı Mahallesi ismiyle yeralan ve Heremhedad ile barebar muhtemelen civardaki ilk yerleşim yeri olan Telermen Köyü, tepenin güneydoğu yönündeki eteklerde kurulmuştu. Telermen ile Dunaysir birbirinden bağımsız yerleşim yerleriydi. Bu iki yerleşimin aralarına sonradan kurulan yeni mahalle birleştirildi. Höyüğün bir kısmı askeri alan olarak koruma altındaydı. Ancak mahalleye bitişik höyük çok katlı apartmanların istilasına uğradı. Halen hafriyat ve inşaat çalışmalarının sürdüğü höyük, ciddi bir yağmaya uğradı. Hafriyat çukurlarının içinde anıtsal kerpiç mimarinin yanısıra çok sayıda arkeolojik malzemenin olduğu görülüyor. 





Müze görevlileri korkuyor
Fotoğraf çekilmesine bile izin verilmeyen bölgede Mardin Müzesi de işlem yapmıyor. Müze yetkilileri de can güvenliğini bahane ederken, bugüne kadar höyükte bilimsel bir arkeolojik çalışmada yapılmadı. Arkeoloji ve Sanat Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Başgelen tahribatı fotoğraflarla belgelemeyi başardı. Kültür ve Turizm Bakanlığı ’na durumu rapor eden Başgelen şu ifadeleri kullandı:
‘‘Bu kadar önemli höyüğün araştırılmadan, bilimsel yöntemlerle belgelenmeden böylesine hoyratça ve denetimsizce tahrip olması çok üzücüdür. Kızıltepe Telermen Höyüğü’nün koruma sınırlarının acilen belirlenmesi, açılan kesitler de ortaya çıkan kerpiç mimarinin hiç olmazsa temizlenerek katmanlaşma açısından acilen bir prehistorya uzmanınca belgelenmesi ve kanunsuz müdahalelerin önlenmesi gerekir.’’

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 20.06.2012


Tell Ermen 2001 yılında TAY Projesi tarafından belgelenerek envantere alınmıştı: Tell Ermen

PARÇALANAN TARİHİ ESER BALIK TUTKALIYLA BİRLEŞTİ

 

Süleymaniye Camisi'nin ana kubbesinde asılıyken zincirinin kopması sonucu düşerek kırılan ve 56 parçaya ayrılan yaklaşık 450 yıllık ahşap askı top, 6 ay süren çalışmayla birleştirildi.

Kırılan eserin yapıştırılmasında balık tutkalı ve mikron ölçeğinde elenmiş küfeki taşı tozu ile hazırlanan macun kullanıldı.

Temizliği, restorasyonu tamamlanan eser daha sonra yeniden Süleymaniye Camisi'ne asıldı.

Caminin restorasyonun ardından 16 Kasım 2010'da açılışından kısa süre sonra, ana kubbeye asılı armudi gövdeli ahşap askı topun zinciri kopmuş, 3 metre yükseklikten düşerek kırılmıştı.

Sabah, Haber: 20.06.2012

KRALİÇENİN TOKASI TUVALETTEN ÇIKTI

 

 

Fransa 'nın 16. yüzyılda yaşayan kraliçesi Catherine de Medici'ye ait saç tokası, başkent Paris yakınlarındaki bir sarayın tuvaletinde bulundu.

Yetkililer, tarihte ilk kez Rönesans döneminde yaşamış soyluya ait bir eşyanın Fontainebleau Sarayı'nda ortaya çıktığını söyledi.

Yaklaşık 9 santimetre uzunluğundaki tokanın Catherine de Medici'ye ait olduğu, üzerinde kraliçenin adının baş harfini taşımasından ve Catherine'nin renkleri olarak bilinen beyaz ve yeşil motiflerden anlaşıldı.

Toka, sarayda devam eden restorasyon çalışmaları sırasında tuvaletin atık haznesinde bulundu. Saray yetkilileri, kraliçeye ait tokanın umumi tuvalette bulunmasının son derece şaşırtıcı olduğunu belirtti.

1754-1559 yılları arasında hüküm süren Kral II. Henri'nin eşi olan Kraliçe Catherine de Medici, Henri'nin 1559 yılında bir kaza sonucu ölmesinin ardından tahta çıkan IX. Charles'ın 1560-1574 yılları arasında naipliğini üstlenmişti

Radikal, 19.06.2012

İSTANBUL 12 MİLYAR DOLARLIK ÇAĞDAŞ SANAT PİYASASININ NERESİNDE?

 

Küresel sanat piyasası ekonomik krizden kesinlikle etkilenmedi.

Dört günde, 65 bin kişinin ziyaret ettiği dünyanın en önemli çağdaş sanat fuarı Art Basel’i ziyaret bunu anlamaya yetti.
Sanat neden krizde değil diye soranlara uzmanlar kısa ve net bir cevap veriyorlar.
“Gelişmekte olan ülkeler çağdaş sanatın can simidi”.
Hong Kong üç yılda sanatın en önemli üçüncü pazarı haline gelmiş.
2011 yılında Çin müzayede açısından ABD’nin önüne geçmiş.
Asya’nın yanı sıra Körfez’den sanata büyük yatırım görüyoruz.
Örnek vermek gerekirse Katar son iki yılda çağdaşın en önemli alıcısı durumuna geldi
Katar Şeyhi’nin bu yılın başında ünlü Fransız ressam Cezanne’ın bir tablosuna 250 milyon dolar verdiği akıllarda.
Art Basel’i birlikte ziyaret ettiğimiz Contemporary İstanbul’un Yönetim Kurulu Başkanı Ali Güreli ve Türkiye’nin uluslararası en büyük çağdaş fuarını 2007’den beri destekleyen Akbank Özel Bankacılık ekibiyle sohbet hep finans ve sanatın ilişkisi etrafında dönüyor.
Ali Güreli elindeki rakamları veriyor.

 

YENİ İŞBİRLİKLERİ

Dünyada sanat piyasası 60 milyar dolar.
Bunun 11 ila 12 milyar doları çağdaş sanata gidiyor.
Önümüzdeki yıllarda çağdaş sanat payının 20 milyar doları bulacağını tahmin ediliyor.
Dünyadan 300 galerinin 2 bin 500 sanatçıyla boy gösterdiği Art Basel’de satılan sanat eseri tahminen 1.5 milyar dolar civarında.
Sanat piyasasının doğuya kaydığını fark eden Art Basel son derece yerinde bir kararla son üç yıldır devam eden Hong Kong Çağdaş Fuarı’nı satın aldı.
2013 yılı mayıs ayında, Hong Kong’da Art Basel - Hong Kong yapılacak.
Diğer yanda, ABD’de Miami’de yapılan Art Basel-Miami de 11’inci yılında.
Art Basel dünyada üç önemli merkeze konumlanırken, Londra’daki Frieze Sanat Fuarı da kapağı New York’a attı. Yani çağdaş sanatın finansal hacmi sürekli artış gösterirken, yeni işbirlikleri kuruluyor.
Peki 7’nci yılını geride bırakan Contemporary İstanbul bu büyük sanat hareketliliğinin neresinde?
Ali Güreli, Contemporary İstanbul’un Frieze, Berlin Preview ile bazı işbirliklerini konuştuklarını söylüyor.

 

BİR HAFTALIK ART İSTANBUL

Bu arada Güney Kore’nin en önemli çağdaş sanat fuarı KİAF ile görüşmeler sürüyor.
Güreli “Çağdaş sanatın dünyayı dolaşma hızına paralel olarak bizim İstanbul’a önemli galerileri, önemli sanatçıları ve koleksiyonerleri çekmemiz gerekiyor” diyor.
Contemporary İstanbul bununla ilgili geçtiğimiz günlerde Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bir proje sunmuş.
Proje Contemporary İstanbul’un kapsamını genişletmek.
22-25 Kasım tarihleri arasında planlanan fuar öncesinden başlayarak İstanbul’da Sabancı, Pera müzeleri, İKSV, Ak Sanat, Arter, Salt gibi kurumlarla işbirliğiyle çağdaş sanat faaliyetleri bir haftaya yayılacak.
19-25 tarihleri arasındaki “Art İstanbul”a galerilerin, yabancı kültür kurumlarının da katılacağını belirten Güreli’ye göre, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay projeye sıcak bakıyor.
Tabii bu projeye İBB’nin de sahip çıkması gerek zira kazanan İstanbul olacak.
Yine Güreli’nin verdiği rakama dönersek İsviçre’nin Basel gibi küçük bir şehrinin Art Basel’den elde ettiği gelir 300 milyon Euro.
Yaşam tarzıyla dünyada büyük bir çıkış yapmakta olan İstanbul’un çağdaş sanatta yerini mutlaka alması gerekiyor.

 

Galatalı: Toplam varlıkta Yüzde 5’i sanata öneriyoruz

UBS 1994 yılından beri Art Basel’in sponsoru.
Akbank Özel Bankacılık ise 2007 yılından beri Contemporary İstanbul’u destekliyor.
Contemporary İstanbul ilk başladığı 2006 yılında Deutsche Bank ile yola çıkmıştı.
Bir yıl sonra Akbank Özel Bankacılık bayrağı devraldı.
Finans ile sanatın iyi bir işbirliğini ortaya koyan Akbank Özel Bankacılık, Contemporary İstanbul’un 2010 yılından beri Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde düzenlediği “Çağdaş Sanat” buluşmalarının da sponsoru.
Neticede çağdaş sanatın Türkiye’de tanınmasında, sevilmesinde Akbank Özel Bankacılığın payı büyük.
Fırsatını bulmuşken Art Basel’de bize eşlik eden Saltık Galatalı ile özel bankacılığı konuştuk.
Akbank Özel Bankacılık 25 milyar liralık bir varlık yönetiyor.
5 bin 500 müşterisinin yanı sıra kurumlara, vakıflara da hizmet veriyor.
Galatalı “İşimiz yatırımla ilgili yönlendirme ve yeni ürün. Bizim birimden günde ortalama 5 yeni yatırım fikri çıkar” diyor.
“Yatırım fabrikası gibiyiz” diye ekliyor.
Akbank Özel Bankacılığın sanata verdiği desteği ise şöyle açıklıyor:
“Bizim müşteri kitlemizle uyuşuyor. Zira sanata yatırım belli bir varlık birikimi gerektirir”.
Müşteriye portföyünde yüzde 5’lik bir oran sanat eserleri için öneriliyor.
Zaten Galatalı’ya göre, çağdaş sanatın giderek önemli bir finansal hacme ulaşmasının bir nedeni de dünyadaki likidite bolluğu.
“Global likidite devam ettiği sürece sanata yatırım devam edecek” diyor.
Dünyada ciddi bir artış gösteren sanat fonlarına ise henüz SPK’dan izin yok.

Hürriyet, Yazı: Gila Benmayor, 19.06.2012

'MAVİ SENFONİ'YE BESTE

 

 

Usta ressam Burhan Doğançay’ın 2.2 milyon liraya satılan ‘Mavi Senfoni’ adlı eseri için Kamran İnce bir beste hazırladı. Eser, İstanbul Modern’de 28 Haziran’da dinlenebilecek.

 

Türk resminin usta isimlerinden Burhan Doğançay’ın, yaşayan bir ressamın en yüksek fiyata satılan eseri unvanını elinde bulunduran “Mavi Senfoni”si şimdilerde yeniden gündemde. Çünkü “Mavi Senfoni”nin artık bir bestesi de var.Antik A.Ş.’nin 15 Kasım 2009’da düzenlediği müzayedede 2.2 milyon liraya Murat Ülker tarafından satın alınan ve halen Yıldız Holding koleksiyonunda bulunan eser, şu sıralar İstanbul Modern’de açılan “Kent Duvarlarının Yarım Yüzyılı: Burhan Doğançay Retrospektifi” başlıklı sergi kapsamında izleyiciyle buluşuyor.
Serginin de sponsorluğunu üstlenen Yıldız Holding’in projesiyle “Mavi Senfoni” için klasik müziğin ünlü bestecilerinden Kamran İnce bir beste hazırladı. İnce’nin tabloyu anlatan bestesi yine sergi kapsamında 28 Haziran’da İstanbul Modern’de dinlenebilecek. Besteyi icra edecek isim ise Hüseyin Sermet...

 

Kamran İnce, “Mavi Senfoni” hakkında şunları söylüyor: “Hiç bitmeyen bir hareket, her şekil bir sonrakine gebe... Amerikan, Türk, New York, İstanbul... Fütüristik çokluk, obsesif aynılık... Bir boyuttayken başka bir boyutun içinde olduğunun hissedilmesi... Tüm bunları hissettim bu resme bakarken, bestemde de bunları hissettim.” İnce, daha önce de Amerika’da bu tarz bir iki projeye imza attığını söylüyor: “Ama onlar bu kadar önemli ve büyük projeler değildi. Ben çok yakınlık hissediyorum Burhan Doğançay’ın resimlerine. Kendi sanatımla onun sanatı arasında da bir yakınlık görüyorum. Ben de tıpkı onun gibi hem Amerika’da hem Türkiye’de yaşıyorum mesela.” İnce, eserin hemen kaydının yapılacağını da belirtiyor.

Milliyet, 19.06.2012

YENİ DEVASA HEYKEL İNGİLİZLERİ KIZDIRDI

 

 

Londra - Londra Belediye Başkanı Boris Johnson, ArcelorMittal Orbit'in, yani Olimpiyat Parkı'nın tepesine dikilmiş 35 katlı bir bina yüksekliğindeki kızıl çelikten yapılmış spiral şekilli dev yapının, görselerdi, Gustave Eiffel'in aklını başından alacağını ve eski Romalıları da şaşkına çevireceğini söyledi. Oysa Londralıların çoğu, olaya böyle bakmıyor. Onlar, Hint asıllı heykeltıraş Anish Kapoor ve Sri Lankalı mimar Cecil Balmond tarafından tasarlanan bu yapıya "Göze Batan Kule"' ve "Palas Pandıras" gibi isimler verdi. Kuleyi "iç organ yığınıyla" kıyaslayanlar dahi var. Bu yaz düzenlenecek Olimpiyat Oyunları'nın gerçekleştirileceği yerleşkenin detayları ortaya çıkarken, Londra'nın sembolü olarak sunulan Orbit, ziyaretçilerini ağırlamayı ve etrafı keşfetmelerine imkan tanımayı bekliyor. Orbit, Big Ben'e ve London Eye adlı yapıya rakip olacak bir kültür merkezi olarak inşa edildi. Ancak şimdilik heykel, İngilizlerin "olimpik ucube" eleştirisine hedef olmuş durumda. 93 metre yüksekliğindeki Özgürlük Heykeli'nden yaklaşık 20 metre daha yüksek olan Orbit, sadece avangart tasarımı için değil, İngilizlerin mali önlemler altında ezildikleri şu dönemde, Olimpiyatlara devlet tarafından harcanan milyarlarca sterlinin bir sembolü olduğu için de eleştiri alıyor. Heykeli işlevsel bir yapıya dönüştüren Londra merkezli Ushida Findlay'dan mimar John Simpson, "İngiltere'deki kamusal sanat ile ilgili tuhaf bir bakış açımız var. Biraz elitist olarak görülüyor" dedi. Öte yandan Orbit sanat ve mimarlık çevrelerinde olumlu bir izlenim bıraktı.

Olimpiyatların başlayacağı 27 Temmuz günü açılacak kulenin giriş ücreti 23 dolar olacak. Buna 15 dolarlık otopark ücreti de eklenecek. Her iki fiyat da "aşırılık" ve "elitizm" algılarını pekiştiriyor. Kapoor, Orbit'in giriş ücretini "Çoğu insan için büyük bir meblağ" diye niteliyor. Olimpiyatlar sonrasında ise yine kendisinin ortaya koyduğu "herkese açık demokratik bir anıt" vizyonuna uyacak şekilde fiyatlanmasını arzu ettiğini ifade ediyor. Başbakan David Cameron, oyunların ardından şehir için başka planlarının bulunduğunu, bu döneme kadar i hmal e dilmiş o lan S tratford b ölgesinin karma kullanıma uygun şekilde gelişmesini sağlayacaklarını ve Orbit'in de bu projede odak noktası olacağını söyledi. Ne var ki Mart'ta yapılan bir araştırma, bölgede ikamet eden İngilizlerin yüzde 51'i, Cameron'ın "Olimpiyat'ların vergi mükelleflerince sırtlanılan yüke değeceği" yönündeki görüşüne katılmadıklarını gösterdi. Yetkililer, Olimpiyat oyunlarının faturasının toplamda 17.2 milyar sterline yükseldiğini, bu maliyetin önemli kısmının da güvenlik harcamalarından kaynaklandığını belirtti. Orbit projesinin temelleri, Belediye Başkanı Johnson'un İsviçre'nin Davos kentinde düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu'nda dünyanın en zengin adamlarından biri olan, çelik üreticisi ArcelorMittal'in Hint asıllı Yönetim Kurulu Başkanı Lakshmi N. Mittal ile karşılaştığı 2009 yılında atıldı. Belediye başkanı burada Olimpiyat Parkı'na sanatsal bir canlılık katmak için bir şeyler yapma fikriyle Mittal'i ikna etti. Mittal, esere kendi şirketinin adının konması karşılığında kulenin bütçesini neredeyse tamamen karşıladı ve 19.6 milyon sterlin katkıda bulundu. 2010'da mimari tasarım şirketi Arup'ta çalışmakta olan Kapoor ve Balmond, Olimpiyat Parkı'nın beyaz stadyum ve binalarına renk katacak yapının tasarlanması için başlatılan yarışmayı kazandı. Arup, Paris'teki Centre Pompidou ve Sidney Opera Binası'nı tasarlayan firma. İkili, Babil Asma Bahçeleri'nden ve ayrıca demir-çelik-cam birleşiminden oluşan ancak tamamlanamayan Rus sanatçı ve mimar Vladimir Tatlin imzalı Tatlin Kulesi'nden ilham aldıklarını ifade etti. Balmond, "Londra'nın enerjisi yüksek bir esere ihtiyacı vardı. Bu fikir bize göre hareketi ve değişimi simgeliyor. Londra gerçekten değişimle dolup taşıyor" diyor. Kapoor, Orbit'in ortak ve etkileşimli bir deneyim olmasını istiyor. Ziyaretçiler pas renkli, koni şeklindeki geçitlerden, gözetleme aparatı bulunan bir asansör kabinine binerek iki katlı gözlem platformuna çıkıyor.

Mittal, Orbit'i Londra'nın Mirasını Geliştirme Vakfı'na bağışladı. Vakıf, oyunların ardından bir gayrimenkul geliştirme kurumuna dönüştürülecek. Bu yeni kurum, Olimpiyat Oyunları sonrasında parkları, alışveriş alanları ve havuz bölümlerini tamamlayacak. Orbit ayrıca halka açık bir etkinlik alanı olarak hizmet verecek. Kurumsal organizasyonlara ev sahipliği yapacak, hatta galerilerinde sergiler de açılacak. Bölgenin yılda 1 milyon ziyaretçi çekmesi bekleniyor. Bir arkadaşı Orbit'in göz zevkini bozduğunu söyleyince, Londralı Benjamin Tucker Twitter'da, "Londra'nın doğusunu daha kötü yapmak imkansız. Stratford bir çöplük" diye cevap verdi.

Sabah, Kaynak: New York Times, Haber: Amy Chozick, 18.06.2012

SİLUETİ BOZAN BİNALAR YIKILACAK

 

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın uygulayacağı kentsel tasarım projeleriyle, tarihi ve turistik değeri olan yerleşim yerlerinde silüeti bozan binalar yıkılacak.

 

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, tarihi ve turistik değeri olan yerleşim yerlerine 'Kentsel Tasarım' projeleri uygulayacak.

 

Projeyle çarpık yapılaşmanın içinde yok olmaya yüz tutmuş yapılar; restore edilecek, çevresindeki silüeti bozan binalar yıkılacak.

 

Takvim Gazetesi'nin haberine göre; ilk olarak İstanbul'da Galata, Tarihi Yarımada ve Haliç ile Bursa, Diyarbakır ve İzmir ele alınacak.

Milliyet, 18.06.2012

SİNAN DAVASI AİHM'LİK OLDU

 

 

Bilirkişi, 'Mimar Sinan torunuyuz' diyen ailenin, Mimari Sultani Sinanuddin Atik Yusuf Bin Abdullah Vakfı'na kayıtlı mallardan alacağını 2.2 milyar olarak tespit etti. Torba yasa, vakıf fazlalarına ait ödemelere 5 yıl sınırı getirince aile AİHM'e başvurdu.

 

Büyük Usta Mimar Sinan, AİHM gündemine giriyor... Mimari Sultani Sinanuddin Atik Yusuf Bin Abdullah Vakfı'na kayıtlı gayrimenkuller üzerinden hak iddia eden ve Sinan'ın torunları olduğunu savunan Yönel Ailesi, Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne karşı yürüttüğü hukuk mücadelesini AİHM'e taşıdı. İşte o ilginç süreç:

 

SÜREÇ 1922'DE BAŞLADI
1922'de vakıf, vekaleti Mimari Sultani Sinanuddin Atik Yusuf Bin Abdullah soyundan gelen Fatma Baise Hanım'ın elinden geçici süreyle aldı. Oğlu Derviş Mustafa Yönel, 1935'te vakfın idaresinin aileye teslimi ve gelir fazlasının ödenmesini sağlamak için girişimlere başladı. 1942'de İstanbul Asliye 3. Hukuk Mahkemesi, Derviş Mustafa Yönel'in nesilden gelen vakıf evladı olduğuna ilişkin karar aldı.

 

2010'da Ankara 6. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde dava açıldı. Bilirkişi, vakfa ait bazı dükkanlarda davacının hak sahibi olduğunu belirtti ve 1961'den dava tarihine kadar toplam 2.2 milyar TL gelir fazlası hesapladı.  Vakıflar Genel Müdürlüğü ise savunmasında davacılara 2008 için 3 bin 500, 2009 için de 7 bin 400 TL gelir fazlası ödendiğini bildirdi.

 

Dava sürerken, aileye kötü haber geldi. 2011'de Vakıflar Kanunu'nda değişiklik yapılınca ödenecek vakfın gelir fazlası, son beş yıl ile sınırlı tutuldu. CHP, Anayasa Mahkemesi'ne gitti, henüz karar çıkmadı. Yönel Ailesi'nin avukatı ise 'çıkarılan yasayla iç hukuk yollarının tükendiği' gerekçesiyle AİHM'e başvurdu. Avukat Ayhan Tuncer, Ankara 6'ncı Asliye Hukuk Mahkemesi'ne de bir dilekçe vererek, Anayasa Mahkemesi ve AİHM'den sonuç beklenmesini talep etti.

 

Sinan'ın torunu olduğunu ileri süren Mustafa İlker Yönel Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e de bir dilekçeyle başvurdu ve Devlet Denetleme Kurulunun harekete geçirilmesini talep etti.

 

O SİNAN, BU SİNAN DEĞİL
Ankara'da açılan davada Yönel Ailesi'nin iddialarına karşı çıkan Vakıflar Genel Müdürlüğü, ünlü Mimar Sinan dışında, tarihte Azatlı Sinan lakabıyla da bilinen 'Sinanı Atik' isimli bir başka mimarın bulunduğunu belirtti. Ailenin Koca Sinan Lakaplı Mimar Sinan'ın torunları olduklarına dair mahkeme yoluyla doğrulanmış belge ve bilgi bulunmadığını kaydetti. Meclis Dilekçe Komisyonu ise 'Sinanuddin Atik Yusuf Ağa Vakfı evladı Yönel, gerçeğe uygun olmayan bilgilerle kamuoyu yaratarak, Ağırnaslı, Koca Mimar Sinan Ağa Bin Abdurrahman Vakfı'na sahip çıkmaya çalışıyor' demişti.

Akşam, Haber: Volkan Yanardağ, 18.06.2012

50 MİLYON TL'LİK KAÇAK KAZI YAPILDI

 

 

Kastamonu’nun Ağlı İlçesi'nde maddi değeri 50 milyon TL’nin üzerinde olan antik eserler defineciler tarafından çalındı.

 

Ağlı İlçesinin Selmanlı Mahallesi yakınlarında bir gurup defineci tarafından kaçak kazı yapıldı. Kazıda Roma dönemine ait çok değerli antik eserler çalındı. Olayla ilgili 7 kişi yakalandı. Yakalananlardan 6′sı tutuklanırken tarla sahibi tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.

 

Küre Cumhuriyet Savcılığı’nca bir ihbar değerlendirilerek güvenlik güçlerinin gerçekleştirdiği operasyonda, kaçak kazı yapılarak girilen tümülüsteki mezar odası içinde Roma dönemine ait çok değerli bir duvar resmine (fresk) ulaşıldı. Ayrıca, maddi değeri çok yüksek takılar ele geçirildi. Tümülüste yapılan kaçak kazı sonucu girilen mezar odasındaki freskin, korunmuşluğu bakımından o döneme ait şuana kadar bulunmuş en değerli parça olduğu ve Kastamonu antik tarihi açısından da önem taşıdığı, konunun uzmanları tarafından belirtildi. Uzmanlar, antik eserlerin kabartma şeklinde yapıldıktan sonra boyandığını ve günümüze kadar o günkü özelliğini koruduğunu bildirdi.

 

İl Jandarma Komutanlığı tarafından Ağlı İlçesi'nde yapılan kaçak kazı operasyonuyla ortaya çıkan fresk ile ilgili Karabük Üniversitesi’nden gelen uzman ekip, kazının yapıldığı alanda kurtarma çalışması yapacak.

 

Karabük Üniversitesi’nden gelen Yrd.Doç.Dr. Şahin Yıldırım ile birlikte gelen dört kişilik ekip, Ağlı’da kazının yapıldığı tümülüsü ve freski inceleyerek, geri kalan kısımlarla ilgili kurtarma kazısı yapacak. Kazıda ortaya çıkan freskin Roma döneminde MS 2 veya 3′üncü yüzyıla ait olduğu ve bugüne kadar korunmuşluğu bakımından o döneme ait en değerli arkeolojik parça olduğu tahmin ediliyor. Uzman ekiplerce arazide başka bir eserin bulunup bulunmadığı araştırılacak.

 

Olayla ilgili başlatılan soruşturma Küre Cumhuriyet Savcılığı’nca yürütülürken, uzman ekipler kaçak kazıda çalınarak satılan antik eserlerin maddi değerinin 50 milyon TL’nin üzerinde olduğunu vurguladı.

haberler.com, 18.06.2012

8 KİLOLUK FİYASKO

 

 

İzmir Kültür Müdürlüğü tarafınan hazırlanan 3 cilt, 1845 sayfalık ve 7 kilo 850 gram ağırlığındaki kent envanteri kitabı, uzmanlar tarafından yanlış ve eksik bilgiler içerdiği gerekçesiyle ağır eleştirilere uğradı

 

İzmir Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü tarafından hazırlanan “İzmir Kültür Varlıkları Envanteri” kitabı, basılır basılmaz, eksiklikler bulunduğu ve bilgi yanlışları olduğu gerekçesiyle tartışmalara neden oldu. Üç ciltten oluşan, 1845 sayfa, 7 kilo 850 gram ağırlığındaki yeni basılan “İzmir Kültür Varlıkları Envanteri” kitabında, Bayraklı Karşıyaka’ya, Karabağlar da Konak’a bağlı görünüyor.

Konak’taki Elhamra Sineması, Cumhuriyet dönemi yapısı ve 1926’da açılmasına rağmen 1850’li yıllarda yapılmış görünüyor. Üstelik envanter çalışması olan kitapta, sadece yapıların tescilli olduğuna yer verilirken, hiçbirinin envanter numarasının yazılmaması eleştirildi.

 

Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi Müdürü Oktay Gökdemir, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün çıkardığı “İzmir Kültür Varlıkları Envanteri”nin baştan aşağı bilgi yanlışlarıyla dolu olduğunu söyledi. Gökdemir, “1’inci ulusal mimari akımının 1912-13 yılları sonrası oluşturduğu binaları 1854 yılıyla tarihlemişler. Akademisyen ve uzmanlar tarafından oluşturulmamış. Görüşleri de alınmamış” dedi.

Mİlliyet Ege, Haber: Mustafa Oğuz, 18.06.2012

EN ESKİ SANATÇILARIN İZLERİ

 

Avustralya 'da çalışma yapan bir arkeolog, Aborjinlere ait dünyanın en eski kaya üzerine yapılmış resim örneklerini bulduğunu söyledi.

Outback Mağarası'nda bulunan resimlerin 28 bin yıl önce yapıldığı bildirildi.

Mağaradaki binlerce resimden birinin Journal of Archaeological Science dergisinin gelecek sayısında yayımlanacağı duyuruldu.

Southern Queensland Üniversitesi'nden arkeolog Bryce Barker, kayalardaki resimlerin kömürle yapıldığını, dolayısıyla radyokarbondan yararlanılarak hangi yıl yapıldığının tahmin edilebileceğini söyledi. Barker, ancak mineral boyayla yapılanların yaşının tam olarak belirlenemeyeceğini belirtti.

Australian National Üniversitesi'nden arkeolog Sally May ise bu araştırmayı “inanılmaz önemli” olarak niteledi.

Radikal, 18.06.2012

UÇAK YOKLUĞU MANASTIR YAKIYORDU

 

 

Heybeliada’da At Ahırları mevkiinin üstündeki alanda başlayan yangın, rüzgarın da etkisiyle kısa sürede geniş alana yayıldı. Yangına ilk etapta Orman Bölge Müdürlüğü’ne ait 4 yangın söndürme uçağı ve 1 helikopter ile müdahale edildi. Müdahalelerin yetersiz kalması üzerine Çanakkale , İzmir ve Edremit’ten 2 uçak takviyesi istendi.


İstanbul Büyükşehir Belediyesi ’nin ise son 2 yıldır yangın söndürme uçağı ve helikopteri kiralamadığı ortaya çıktı. 

Orman Bölge Müdürlüğü’ne ait helikopter ve uçaklar yetersiz kalınca yangın kısa sürede büyüdü. Radikal’in ulaştığı Adalar Belediye Başkanı Mustafa Farsakoğlu, Orman Bölge Müdürlüğü’nün 4 yangın söndürme uçağı ve 1 helikopterin yanı sıra İzmir ve Çanakkale’den gelen 2 yangın söndürme uçağının çalışmalarıyla yangının kontrol altına alındığını söyledi.


Yangında yaklaşık 3 hektar ormanlık alanın zarar gördüğünü açıklayan Farsakoğlu, yangının Terk-i Dünya Manastırı olarak bilinen Aziz Spiridon Rum Ortodoks Kilisesi Manastırı bahçesine de sirayet ettiğini ve burada hafif çaplı hasara yol açtığını söyledi.


Yangının kısa sürede yayılmasının nedenlerinden birinin Büyükşehir Belediyesi’nin yangına havadan müdahale edememesi olduğu iddia edildi. Bölgeye İstanbul Büyükşehir Belediyesi ’nin yangın söndürme helikopter ve uçaklarının gelmemesiyle de Büyükşehir Belediyesi’nin son 2 yıldır yangın söndürme helikopteri ve uçağı kiralamadığı ortaya çıktı. Radikal’in ulaştığı Adalar Belediye Başkanı Mustafa Farsakoğlu ise itfaiye ekipleri ile yangına müdahale edildiğini ifade ederek şunları söyledi: 

“Büyükşehir Belediyesi’nin yangın söndürme uçağı ya da helikopterinin olmaması başka bir konu. Burada Büyükşehir Belediyesi’nin itfaiye ekipleri ve Orman Bakanlığı’nın yangın söndürme uçağı ve helikopterleri yangına müdahale ediyor. Çevre belediyelerden de takviye ekipler yangına müdahale ediyor. Yangın hava şartlarına, etkili rüzgara bağlı olarak kısa sürede yayıldı. Saat 17.00 itibariyle de yangın kontrol altına alındı ve soğutma çalışmalarına başlandı.”

Radikal, Haber: Fatih Yağmur, 18.06.2012

"SABRIMIZ DA NEFESİMİZ DE TÜKENDİ"

 

Heybeliada Ruhban Okulu’nun kabul salonunda Patrik Bartholomeos ile akademisyen ve gazetecilerden oluşan çok küçük bir grup olarak buluştuk. Konumuz malum: 1844 yılında kurulan ve 40 yıldır kapalı olan Ruhban Okulu’nun açılması. Daha doğrusu Patrik’in ve avukatlarının tüm emeklerine rağmen açılamaması. Patrik Bartholomeos canı sıkkın bir şekilde anlatıyor: 

“Ruhban Okulu’nun açılmaması, sadece Rum cemaatine yapılan bir haksızlık değil, ‘En hakiki mürşit ilimdir’ diyen Atatürk’ün ilkelerine de aykırıdır. Hükümetimiz okulun açılacağına dair bize defalarca ümit verdi. Zamanın Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik sözler verdi. Şimdi Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu hukuki çeşitli sorunlar olduğunu, yeni anayasada yapılacak düzenlemelerle bunların aşılabileceğini söylüyor. Fakat biz artık yazılı bir teminat almadan boş ümitlere kapılmamayı öğrendik. İnanmak ve ümit etmek istiyoruz ama tecrübelerimiz bizde bu hislerin oluşmasını engelliyor. Bu okul 1972’de kapatıldığından beri 40 yıl geçti. Artık hem sabrımız hem de nefesimiz tükenmiş vaziyette.”


Ortodoks din adamları yetiştiren Ruhban Okulu’nun kapalı olması bir insan hakkı ihlalidir. Bilinmesi gereken en temel nokta bu. Fakat bunun ötesinde bazı pratik ve negatif diplomatik sonuçları da oluyor ki, belki bilinmiyor. Bırakayım Patrik Bartholomeos anlatsın: ‘Bugün Avrupa’da bir çok metropolit, örneğin Almanya’da, İtalya’da, Belçika’da, İsveç’te bu okuldan mezun kişilerdir. Birçoğu sınıf arkadaşım. Bazısı benim yaşımda, bazısı benden yaşlı. Anlayın ki birkaç seneye kadar bu kişiler ya istifa edecek ya da vefat edecek. O durumda Patrikhane olarak bizim oraya yeni metropolitler atamamız lazım. Çünkü o metropolitlerin hepsi bize bağlıdır. Peki nereden atayacağım bu yeni Metropolitleri? Belki Yunanistan’dan, belki başka ülkelerdeki okullardan. Fakat bizim Patrikhanemizin zihniyetine, ufkuna, eğitimine hakim olmayan kişilerden olacak. Çünkü biz 40 yıldır din adamı yetiştiremiyoruz. Bizim geleneğimizden mahrum kalmış kişileri metropolit olarak atamak zorunda kalacağım. Onlar belki Türk düşmanı olacak. Halbuki biliniz ki, bizim Patrikhanemizin yetiştirdiği din adamları aynı zamanda bu ülkenin havasını soluyan, buraları tanıyan, gittikleri yerlerde bir bakıma Türkiye’nin elçiliğini yapan kişilerdi.” 

Patrik’e sorduk, sizce bu okul niçin açılmıyor, temel sebep nedir? Şöyle yanıtladı: “Bilmiyorum. Artık kamuoyu da bana göre buna hazır. Yani sosyolojik bahaneler ortadan kalktı. Herhalde Başbakan okulun açılmasının ona oy kaybettireceğini düşünüyor. Halbuki böyle bir olayın dünya kamuoyunda çok müspet yankısı olur, yurtdışındaki imajını etkilerdi. Şimdi mütekabiliyet olsun, Yunanistan’da cami yapılırsa, biz de Ruhban Okulu’nu açarız diyorlar. Halbuki insan hakkı söz konusu olduğunda böyle bir mütekabiliyet aranmaz. Ayrıca biz Yunanistan’da cami yapılmasına karşı değiliz, yapılsın. Ama bu oradaki hükümetin bileceği iş, bu konuda biz Patrikhane olarak ne yapabiliriz ki? Kıbrıs’ın faturasını çok ağır ödedik, şimdi bir de yapılmayan caminin faturasını mı ödeyeceğiz? 120 bin Rum cemaati bugün 3 bine indi. Bu mu demokrasi, bu mu adalet? Size soruyorum.”


Patrik 3 hafta önce CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’yla bir yemekte buluşmuş. Ruhban Okulu’nun durumunu anlatmış. Kılıçdaroğlu da hükümetin inisiyatif alması durumunda parti olarak destekleyeceklerini söylemiş. “Keşke” diyor Patrik, “inisiyatifi onlar alsa, onlar bu işi sahiplense. Biliyorsunuz azınlıklara en büyük haksızlıklar CHP hükümetleri döneminde yapıldı. O gece bunu Kılıçdaroğlu’na da söyledim ve kendisi de kabul etti. Fakat Ruhban Okulu’yla ilgili adımlar atın dediğimde, kaçamak cevaplar aldım.”


Önümüzdeki günlerde Ruhban Okulu’yla ilgili çeşitli gelişmeler olacağını, avukatların Patrikhane ile kafa kafaya verip farklı bir strateji geliştirebileceğini söylemek isterim. Çünkü artık bu haksızlığın sürmesi için siyasetçiler açısından mantıklı bir sebep de kalmadı. Ve Rum cemaatinin sabrı gerçekten tükenmiş durumda. Önce Yunanistan’da cami yapılsın… Yeni anayasayı bekleyelim… Hükümet inisiyatif alsın… türünden siyasi ayak diremelerin devri geçti.

Radikal, Yazı: Ezgi Başaran, 18.06.2012

 

******


RUHBAN OKULU NEDEN AÇILMALI

 

Üstünde kocaman bir “Gizli!” damgası var.
 

Buyurgan, emir kipinde, “Hazır ooool” diye bağıran bir damga...
Tarih, sayı, numara verilmiş.
Zamanın süzgecinden geçirilip bugüne tercüme edildiğinde...
Ortaya bir tek anlam çıkıyor:
“Yasakçılığın utanç verici gizli belgesi!”
İl Milli Eğitim Müdürü göndermiş:
“Falanca yasa nedeniyle siz de o kapsama girdiğinizden okulunuz kapatılmıştır.”
Yıl 1971...
Kapatılan okulun adı Heybeliada Ruhban Okulu.
Pazar günü orada Patrik Bartholomeos’u dinledik.
Dün onun sözlerini aktardım.
“Artık nefesimiz kesiliyor” demişti.
11 yıl hizmet ettiği okulun 40 yıldır kapalı kalması sabırları çatlatmış belli ki...
Tavuklarını, eşeğini, kuşlarını, muazzam kitaplığını bize anlatırken dedim ki...
“Ruhban okulu açılmalı.”
İki değerli hukukçu, Hüseyin ve Kezban Hatemi’ler bütün yasal gerekçelerini detaylarıyla en ince ayrıntısına kadar anlattılar.
Oradan da anlaşılıyor ki...
Okul yasal olarak açık.
Ama siyasi olarak kapalı.
Peki neden açılmalı diyorum:
BİRİNCİ GEREKÇE: Dünyanın birçok ülkesindeki metropolitler, başpiskoposlar yaş nedeniyle değişiyor. Birçoğu Heybeliada Ruhban Okulu’ndan mezun. Ancak yerlerine yeni mezunlar gelmediği için başka başka ülkelerden özellikle Yunanistan’dan çıkacak yeni metropolitler acaba Türkiye ile ilgili ne düşünecekler?
Kimin o göreve geleceğini ise Fener Patrikhanesi belirleyecek.
Oysa Ruhban Okulu açık olsa ve Heybeliada’dan mezun olanlar o görevlere gelse, Türkiye’yi tanıyan, bu ülkeyi bilen, seven insanlar oralarda olacak. Bir anlamda Türkiye’nin temsilcileri olacak o metropolitler.
İKİNCİ GEREKÇE: İnsan haklarında mütekabiliyet şartı olmaz. Yani bir yerde insan haklarının gözetilmesi ya da sağlanması, bir başka yerdeki şarta bağlanamaz. Bu durumda “Atina’da cami açılırsa ya da Batı Trakya’da şu sağlanırsa. Ruhban Okulu açılır” demek, böyle bir şart koymak yanlıştır.
ÜÇÜNCÜ GEREKÇE: Dinimizde dayatma yoktur.
DÖRDÜNCÜ GEREKÇE: Her türlü inanç ve aidiyet, dil, farklı kültür, bu toprakların zenginliğidir. Türkiye böyle bir zenginliğin adıdır. Ruhban Okulu’nun kapalı kalması bu zenginliğe aykırıdır.
BEŞİNCİ GEREKÇE: Büyük devletler, baskıyla, yasakla, korkuyla, endişe ve şüpheyle değil, özgüvenle, özgürlükle, farklı olana, azınlıkta kalana saygı duyarak dünya devleti olurlar.
ALTINCI GEREKÇE: Türkiye’de yaşayan Rum Ortodoks cemaati, Türkiye’nin öz ve köklü bir kurumudur. Her biri Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşıdır.


ELİNİZİ VİCDANINIZA KOYUN
Dün bu konuda yazdığım yazı için bazı okurlardan tepkiler geldi. Ama genel olarak gördüm ki kamuoyu da okulun açılmasından yana. Yani özgürlükten yana.
Tepki verenler ise...
Kuşkularından, korkularından, ırkçı bakışlarından kurtulamamış dar bir çevre.
Bu nedenle diyorum ki...
Mesele din farkı ve korkuların çok ötesindedir.
Mesele kalp mesafesinde, vicdan mertebesindedir.

Hürriyet, Yazı: Fatih Çekirge, 19.06.2012

CARAVAGGIO'NUN LAZARUS'U DİRİLDİ

 

Caravaggio’nun ‘Lazarus’un Dirilişi’ adlı tablosu yedi aylık restorasyonun ardından 15 Temmuz’a kadar Roma ’da Palazzo Braschi Müzesi’nde görülebilir.

 

Caravaggio’nun tabloyu 38 yaşında hayatını kaybetmeden bir yıl önce 1609’da tamamladığı kabul ediliyor. Restorasyon çalışmalarını yürüten Anna Maria Marcone, Caravaggio’nun işi zamanında teslim edebilmek için aceleden fonu siyaha boyadığını açıkladı. Gerçekçiliğe önem veren Caravaggio’nun, tablo için yardımcılarından yeni gömülmüş bir cesedi mezardan çıkararak poz vermelerini istediği biliniyor. Sanatçının “uygun model yaratmak için” cesedi hançerle delik deşik ettiği, ancak yardımcılarının kokudan bayılmaları üzerine seansın yarım kaldığı da söyleniyor.

Radikal, 18.06.2012

200 YILLIK ERMENİ KONAĞI BUTİK OTEL HALİNE GELECEK

 

 

Osmanlı döneminde dünyanın en zengin Ermenileri arasında sayılan Kalust Gülbenkyan'ın Kayseri'deki 200 yıllık konağı butik oluyor. Talas'taki konağı 6 yıl önce satın alan Kayserili işadamı Necip Dinçer, "İlçenin ilk butik otelini açacağız. Koruma kurulundan raporun çıkmasıyla ilk çiviyi çakacağız" dedi. Ermeni cemaatinin önde gelen mimarlarından Kevork Özkaragöz ise, "Bölgede onlarca konak yıkıldı. Böyle bir yapı ayakta kalıyorsa bu tarihimiz için bir kazançtır" dedi. 1800'lerde yapılan ve iki katlı olan konağın üst katı yıkılmış durumda. Dinçer, "Konak Gülbenkyanlardan bu yana birçok kez el değiştirmiş. Ben İstanbul'da bir doktordan satın aldım. Son olarak da yazlık bağ evi olarak kullanılıyormuş" diyor. Şeffaf camları içeren ve aslını bozmadan bir otel hazırlayacaklarını belirten Dinçer, bir yıl önce 900 bin TL'lik bir maliyet çıkardıklarını belirtti. Talas'ta bu turistleri ağırlayacak bir otel olmadığını dile getiren Dinçer, "Konağın adını da Gülbenkyan olarak bırakacağız" dedi.

Sabah, Haber: Bilge Eser, 18.06.2012

PICASSO'YU 10'A KATLAYAN ROTKHO

 

Art Basel’da fiyat sorma oyunu hoşuma gidince hızımı alamayıp çeşitli ressamların fiyatını sormaya başladım. Bakın nasıl fiyatlarla karşılaştım...


Sanat açısından şanslı yılımdayım. Dünyanın iki önemli büyük sanat fuarını kaçırmadım. Sonbahar aylarında Londra’daki Frieze ve 14 Haziran’da başlayıp dün sona eren 43’üncü Art Basel. Arada Contemporary İstanbul’u da unutmayalım.


36 ülkeden 300 galerinin 2 bin 500 sanatçıyla katıldığı Art Basel’da üç gün boyunca fuar alanını karış karış gezdim, Basel’daki diğer etkinlikleri de kaçırmadım elbette.


Tek üzüntüm Art Basel Fuarı’na bu yıl Türkiye’den hiçbir galerinin katılmamasıydı.


Yan etkinlik olarak düzenlenen Scope Fuarı’nda iki Türk galerisi vardı: X-İst ile Nişantaşı’ndaki çiçeği burnunda Linart.


Peki Art Basel’da bu yıl en çok ne konuşuldu? İngilizlerin ünlü galerisi Marlborough’un satışa çıkarttığı Rus asıllı Amerikalı sanatçı Mark Rothko’nun sarı ve turuncu renkli ‘İsimsiz’ tablosu en fazla konuşulan sanat eseriydi.


1970’da 66 yaşında intihar eden Rothko’nun tablosunun fiyatı dudak uçuklatacak cinsten: 78 milyon dolar. Art Basel’ı gezerken yanında özel bir güvenlikçi gördüğüm tek eserdi. Rothko’nun ‘Turuncu, Kırmızı, Sarı’ isimli tablosu da geçen ay New York Christie’s’de 87 milyon dolara satılmıştı.

 

PARAM OLSA OFILI’Yİ ALIRDIM

Yine Marlborough’a satılan bir Picasso’nun fiyatını merak ettim. ‘Silahşör ve Kızı’ adındaki tablonun fiyatı 7.8 milyon dolardı. Yani Rotkho Picasso’yu tam 10’a katlamış. Fiyat sorma oyunu hoşuma gidince hızımı alamayıp çeşitli ressamların fiyatını sormaya başladım. Bakın nasıl fiyatlarla karşılaştım...


Miro’nun hiç fena olmayan pembe renkli tablosu 350 bin Euro. Şişmanlarıyla ünlü Kolombiyalı ressam Fernando Botero’nun aynı boyuttaki iki tablosu birer milyon dolar.


Şanghay doğumlu ressam Ding Yi’nin ‘Kavşakların Görüntüsü’ diye tercüme edebileceğim neşeli tablosu 160 bin Euro. Nijerya asıllı İngiliz ressam Chris Ofili’nin ‘Charmant Four’ tablosu 300 bin Euro. Param olsaydı Ofili’nin bu lacivert tablosunu alırdım.


Ofili nedense işlerini izlediğim bir ressam. Birkaç yıl önce ‘Siyah Madonna’ tablosuyla sanat dünyasında epey konuşulmuştu. Art Basel’da aklım Ofili’de kaldı.

 

KENDİN-YAP TRENDİ

Fiyatlardan sonra bu yıl Art Basel’daki önemli bir trendle ilgili birkaç söz: Trendin İngilizce kısa adı ‘DIY’ yani ‘Do it yourself’ sanatı. Türkçesi ‘kendin yap sanatı’.


Bu akımın içindeki sanatçılar, sanatın her türlüsünün günlük yaşama entegre edilmesi ve izleyicinin ya da sanat eserini satın alanların buna dahil edilmesi gerektiğine inanıyor.


Örneğin, New Yorklu Andrew Kreps galerisinde Amerikalı sanatçı Darren Bader’in performansı var. Performansı izleyenlere, gezenlere doğranmış meyve ve sebzeler ikram ediliyor. Bader’in bu performansının kullanım hakkını 25 bin dolara satın aldığınız takdirde aynı performansı dilediğiniz sebze ve meyvelerle ve dilediğiniz yerde tekrarlama şansınız var.


Bir sanatçının direktifleriyle bir duvara bir şeyler çizmenin fiyatı 19 bin Euro. Enstalasyon sanatındaysa trend sanatçıların günlük hayatta yer alan, asla pahalı olmayan eşyaları kullanmaları. Ekonomik krizi nedeniyle zorunlu bir durum da diyebiliriz.

 

Jeff Koons, Atlı Köşk’ün bahçesine ne de güzel yakışır

Art Basel’in yan etkinlikleri arasında Fondation Beyeler’daki Jeff Koons Sergisi epey gürültü kopardı. 1997’de Basel’da Hildy ve Ernst Beyeler adındaki koleksiyoner çift tarafından kurulmuş Fondation Beyeler’in koleksiyonunda Van Gogh, Cezanne, Monet. Picasso, Miro, Warhol, Rothko gibi sanatçılar var. Yaşayan en ünlü sanatçılar arasında gösterilen Amerikalı Jeff Koons’un sergisi 13 Mayıs-2 Eylül tarihleri arasında. Sergide sanatçının porselen, tahta, plastik heykellerinin yanı sıra dev yağlı boya tabloları da var. Talihsiz bir şekilde, 1990’lı yıllarda İtalyan porno yıldızı La Cicciolina ile yapmış olduğu evlilikle hatırladığım Koons sergisi sırasında Basel’daydı. Sergi sırasında sanatçıyla tanışan Güler Sabancı ise kendisini İstanbul’a davet etmiş. Jeff Koons’un Fondation Beyeler’in şahane bahçesine serpiştirilmiş sanat eserleri İstanbul’daki Atlı Köşk’ün bahçesine de yakışır.

Hürriyet, Yazı: Gila Benmayor, 17.06.2012

"TOPKAPI BENİM İKİNCİ ASKERLİK HİZMETİMDİR"

 

Bu hikayenin ana mekanı, Harem-i Hümayun’un eşyaları şu sıralar Topkapı Sarayı’nda “Padişahın Evi: Topkapı Sarayı Harem-i Hümayunu” adıyla sergileniyor. Sarayın başkanı Prof.Dr. İlber Ortaylı ısrarla haremin sanıldığı gibi ye-iç-çoğal mekanı olmadığını; burada ciddi bir disiplinin ve eğitimin olduğunu anlatıyor. Ama kime?


Sergiyi konuşmak için buluştuk. Laf lafı açtı ve Topkapı Sarayı’nın haremin algılanışından çok daha öncelikli sorunları olduğu çıktı ortaya. Cihan padişahının şaşaalı sarayı, bugün düşük bütçesi nedeniyle risk altında...

 

Serginin girişindeki notta haremin iki anlamı olduğu yazıyor: Biri padişahın kadınları, diğeri padişahın evi. Neden hep birincisi olarak algılanıyor?
Çünkü Harem deyince yatak odasının dışında düşünmek bazılarına zor oluyor! O bakımdan haremi evle garsoniyerin karışımı bir şey tahayyül ediyorlar. Bazı tarih dallarının bakışı öyledir. Roma tarihi de zamanımızın ayak takımı tarafından Avrupa’da öyle mütalea edilir.

Bundan kurtuluş var mı?

Evrakla kurtulunur. Seyahatname de demiyorum çünkü çoğu fantezi, palavra. Arşivler evrak dolu. Yeter ki okuyalım ve doğru yorumlamayı bilelim.

 

Sergideki eserlerin böyle bir katkısı olacağını düşünüyor musunuz?
Bu bir başlangıç. İlk defa bu şekilde bir harem sergisi yaptık. Mesela burada harem kızlarının meşk levhaları, mektup örnekleri var. Demek ki buradakiler yüksek okuryazardı. Osmanlı Sarayı fevkalade güzel, fevkalade mütevazı, fevkalade disiplinli hayat yaşanan bir yer. Burada insanlar sabah ezanıyla kalkıyor, yatsı ezanıyla yatıyor. Böyle yerde zaten o tasavvur ettikleri hayat olmaz.

 

Osmanlı’yı konu alan dizilerin haremle ilgili bu algıya katkısı yok mu  sizce?
Dizinin ne katkısı olduğu beni hiç ilgilendirmez. Bizim milletin ne sağcıları ne solcuları tarihi film çevirebilirler. Buna müsait bir irfanları yoktur.

 

Peki padişahın evi deyince ne anlamamız gerek?
Padişahın yaşadığı yer; ailesinin, çocuklarının, anasının... Tabii bizde bir zevce yok, birkaç zevce var. Versailles’da ne var? Kraliçe ve kralın metresleri. Bizde de hasekiler olabiliyor. Ama unutma, cihan padişahının, Kanuni’nin her zaman tek karısı oldu. Bir kadına vurgun yaşayanlar oldu, I. Abdülhamid gibi. I. Ahmed gibileri oldu, Kösem’le geçirdi kısa ömrünü.

 

İki yıl önce haremi otel odası olarak kiralamak isteyen Amerikalılar çıkmıştı. Böyle bir talep tekrarlandı mı?
Öyleleri her daim çıkar. O zaman ters davrandık, ama bir daha gelirler. Bugün olmaz, yarın olur. Hödüklüğe sınır yok.

 

“Padişahın Evi: Topkapı Sarayı Harem-i Hümayunu” sergisinde 300’e yakın eser sergileniyor; ama eminim çok daha fazlası var. Onları ne zaman göreceğiz?
Sergiler açıldıkça... Sergisiz müze olmaz. Burada yedi yıldır sergiyle tarih anlatmaya çalıştık. Tabii bu sergilerin düzenlenişinde her zaman problem oldu.


Nasıl problemler?
Ya para bulamıyorsun ya da zor buluyorsun.

 

Neden?
Çok küçük bir bütçesi var müzenin çünkü. Bu küçük bütçeyle 20 yıldır uzman alınmıyor saraya. Böyle bir tahsisatı yok çünkü. Hiçbir kimse de bunu yenemez. Geçenlerde eski genel müdürlerden biri gazeteye demeç verdi, dedi ki, “Herkes emekli oluyor, yakında çivi yazısı bilen uzman kalmayacak”.

“İyi de, zat-ı aliniz genel müdürken ne yaptınız? Niye almadınız?” diye soracaksın. Bundan birkaç yıl önce uzman getirin diye rica ettim.

 

Burada müzeciliğin ciddiye alınmadığını mı düşünüyorsunuz?
12 Mart döneminde kuruldu Kültür Bakanlığı. İlk bakanın işi, buradan IV. Murat’ın eşyalarını alıp AKM’ye götürmek oldu. Çünkü orada “IV. Murat” oyunu oynanıyordu, vitrine koydular eşyalarını. Efendim, Avrupa’da böyle yapılıyormuş. Avrupa tiyatrolarında vitrine konan eserler gayet makuldür, sigorta değeri bile düşüktür. Kalkıp da 17. yüzyılın büyük mareşalinin zırhını, kaftanını oraya koyup ateşte kül edemezsin. Hepsi o AKM yangınında yandı. Kaftanıyla Kuran tamamen gitti. Kılıç, zırh top halinde duruyor şimdi, onu restore etmek gereği de duyulmuyor.

 

Serginin açılış konuşmasında da harem dairesinin acil restorasyon ihtiyacı olduğunu söylediniz.
Ne acili? Acilden de öte. Bir kere 1960’larda buraya beyaz çimento vurmuşlar. Düşünebiliyor musun, Sinan’ın taşları üzerine! Ki Topkapı Sarayı’nda Mimar Sinan’ın imzası olan tek yer harem dairesidir. O çimento yüzünden hava alamayan taşlar terliyor ve dökülmeye başlıyor. Hazinede de var o çimento, mutfaklarda da. Önce o beyaz çimentonun kazınması lazım, çok masraflı bir iş. Hazine dairesinde bütün o çimento kubbelerin yıkılması, eskisi gibi ahşap yapılması lazım. Bunun için gerekli ağacı Kanada’da buluyorsun yalnız. Kanada’da ihraç yasakmış ama Kanada Başbakanı söz verdi, bize gönderecek. Ama bunlar için girişim lazım, kimse düşünmüyor bile.

Sarayın Marmara’ya açılan duvarı acilen restore edilmeli. Kampanya mı açılır, bütçeden fasıl mı aktarılır bilmiyorum.


En kötü senaryo ne?
Duvarlar aşağı iner. Selefim Filiz Çağman bu konuda çok korkardı. Hatta galiba burada kalıyordu, deprem olursa diye evini bırakmıştı. Çünkü gelen raporlar çok korkutucu.

 

Topkapı Sarayı’nın yıllık bütçesi ne kadar?
O beni ilgilendirmiyor; çünkü ben o bütçeyi görmüyorum. Bilet paraları merkeze gider; bizim maaşlar verilir, zaruri masraflar çıkar. Ben sergiler için hep bağışlarla iş görmüşümdür.

 

Topkapı Sarayı Başkanı olarak yedinci yılınız. Hedefte ne var?
Burada işi mümkün mertebe tamamlayıp; işime, üniversiteye döneceğim. Burası benim ömrümün yedi yılını alan, mühim bir yer. Hiçbir müesseseye bunun kadar bağlı olamam. Ben Siyasal Bilgiler’de okudum, doktora yaptım, bir bağlılığım var. Maalesef o müessese beni sukutu hayale uğrattı, ayrıldım. Galatasaray ve Bilkent üniversitelerini sevdim; inşallah hep kendilerini korurlar. Ve inşallah Türk medeniyetinin merkezi olan bu saray da ayakta kalır, en iyi şekilde korunur.

 

Burası sizin konumunuzda biri için varılacak en üst nokta mı?
Benim için öyle. Ben burada bulunduğum sırada hizmet ettim. Bizde böyle basit laflar vardır: “Topkapı Sarayı’na sultan oldu” falan gibi abuk subuk laflar... Birisi o yüzden taht taşımaya kalktı. Buraya gelen hizmet eder. Neslişah Sultan’dan bir nevi icazet alıp geldim buraya. “Efendim benim tayinimi düşünüyor bakan Atilla Koç” dedim, “Ne buyuruluyor?” “A çok iyi olur” dedi. Buradan ayrılmak istediğim zaman oldu, “Lütfen bırakmayın” dedi. Onun için kaldım.

 

Şimdi?
Şimdi Neslişah Sultan gitti, zaten bana işaret edecek kimse de yok. Ben her zaman yolumu tarihten aldım, bana o yol gösterdi. Bu, benim ikinci askerlik hizmetimdir diyebilirim. Tabii hem yurttaş, hem memur, hem tarihçi olarak çok şeyi öğrendim. Dünya müzeleri ve müzecileriyle
yakın dostluğum oldu.

Mlliyet Pazar, Haber: Miraç Zeynep Özkartal, 17.06.2012

 

******


TOPKAPI SARAYI'NDA YEDİ YIL

 

Yedi yıldır Topkapı Sarayı Müzesi’nin yönetimindeyim. Bu yönetim sırasında Türkiye bürokrasisini tanıma fırsatı elde ettim, bunu en büyük kazanç olarak görüyorum çünkü biz Türkiye’nin seçkin üniversitelerindeki öğretim üyeleri Türkiye’yi tanıdığımızı zannediyoruz, oysa raporlara ve nazariyata dayanan bir bilgi birikimimiz var.

Topkapı Sarayı’nda şu anda devam eden restorasyonlar sebebiyle, maalesef sergilenen eser sayısı çok azdır. Yeni açılan saat sergisi ile birlikte 700 civarında eser sergilenmektedir. 2006 yılından bu yana temalı geçici sergiler düzenlemek suretiyle, depolarımızda korunan ve sergilenmeyen eserleri, müze uzmanlarımız tarafından hazırlanan sergilerle gösterime sunuyoruz. Bu amaçla göreve geldiğim 2005 Temmuz’undan itibaren 2006 yılında “Saray’ın Laleleri” ve “Hamam: Osmanlıda Yıkanma Geleneği ve Berberlik Zenaati” sergileri ile 2008 yılında “Surre-i Hümayun” ile “Bir Reformcu Şair ve Müzisyen: Sultan III. Selim Han” sergileri düzenlendi; 2009 yılında İspanyol Kültür merkezi ile “Aynı Denizin Uçlarında: Doğu’ya Yolculuk Fotoğrafında El-Hamra ve Topkapı Sarayları” ve İran’dan ilk kez ödünç alınan eserlerle “İran Medeniyeti İki bin Yıllık Ortak Miras” sergilerini açtık. İran sergisinin iki memlekette de etkileri çok oldu.

2010 yılında yine ilk kez “Moskova Kremlin Sarayı’nın Hazineleri Topkapı Sarayı’nda”, “Topkapı Sarayı’nın hazineleri” ise Kremlin Sarayı’nda sergilenmişti; ayrıca Saray koleksiyonlarında yer alan Rus eserleri ile “Osmanlı Sarayı’nda Rusya” sergisi, 2010 Türkiye’de Japon Yılı çerçevesinde “Japonya’nın Beş bin Yıllık Güzellikleri” sergisi; Saray mekanik saat koleksiyonunda yer alan eserler ve İsviçre’den gelen eserlerle“ Dahi Breguet’nin Osmanlı Şaheserleri” sergileri düzenlendi. Topkapı Sarayı’nın saat koleksiyonu dünyaca meşhurdur ve bu sergiden sonra mayıs ayında Saray’daki Divit odası daimi saat seksiyonu olarak düzenlendi. Dolmabahçe Sarayı’nın saat uzmanları Recep Gürgen ve Şule Gürbüz’ün gönüllü çalışmaları ve Milli saraylarla işbirliği Sarayı’mızda bu seksiyonun dirilmesinde başlıca nedendir. Bu dönemde Milli saraylarla Topkapı Sarayı arasında her alanda bir işbirliği görüldü. Kültür bakanı Atilla Koç’un zamanında Sur-u Hümayun içindeki otobüs parkı kaldırıldı. Bakanımız Ertuğrul Günay Aya İrini’nin yanındaki kaçak lojmanları yıktırttı, saray arazisi içindeki muhtelif kuruluşlara ait binaları geri aldı ve Saraya dahil etti. Milli Eğitim bakanlığından alınan binalarda bugün saray arabaları seksiyonu hazırlanmaktadır.

2011 yılında İtalyan Kültür Merkezi ile düzenlenen “Venedik Dokuma Sanatına Osmanlı Desenlerinin Etkileri” sergisinde koleksiyonumuzda bulunan Venedik kumaşından eserler ve Bevilacqua firmasından kumaşlar gösterime sunulmuştur.

Ayrıca geçici sergilerin yanı sıra Mukaddes Emanetler Dairesi, Bağdat Köşkü, Sofa Köşkü (Kara Mustafa Paşa Köşkü), Sofa Camii, Dış Hazine (Silah Seksiyonu)’nun restorasyon ve renovasyonları yapılarak ziyarete açıldı ve Matbah-ı Amire (Saray Mutfakları)’nın restorasyonu bitirilip, teşhir tanzim çalışmalarına başlandı; yakında ziyaret edilebilecek.

 

Acil restorasyon ihtiyacı

Şu sıralar açılışı gerçekleştirilen “Harem” sergisi, ilk kez 2006 yılında düşünüldü. Harem’i, Saray’dan intikal eden ve müze envanterlerine kayıt edilen eserlerle ziyarete açıyoruz. Bu sergiyle ilginin artacağını umduğumuz Topkapı Sarayı Harem Dairesi’nin acil restorasyon ihtiyacının bulunduğunu, kapsamlı bir proje ve bütçe ile tamir edilmesi gerektiğini belirtmek isterim. Müzemizin en önemli ve zengin koleksiyonlarından biri olan yaklaşık 12.000 parçalık Çin ve Japon Porselenleri koleksiyonunun teşhir- tanzim, depolama, uzman ve restoratör istihdamı için ayrı bir bina gereklidir. İstanbul’un tarihi binalarından birinde Çin ve Japon, Avrupa porselenleri için ayrı bir müze kurulmalıdır. 2005’ten beri Topkapı Sarayı, Batı’daki etkin çalışan müzelerde görüldüğü üzere gerek kendi koleksiyonları gerekse ödünç aldıklarıyla sergi açmaya ve kataloglarını basmaya dikkat etmiştir. Bu katalogların bazıları yabancı dile de tercüme edilmiştir ve müzeci, koleksiyonerler dünyasında aranmaktadır. Sergilerin hazırlanmasında saray küratörlerinin başlangıçta ümitsiz konuşanları mahcup edecek başarılı bir icraat gösterdiğini bilgi ve birikimlerini ortaya koyduğunu söylememiz gerekir. Topkapı Sarayı Müzesi uluslararası şöhretini hak eden bir kuruluştur. Genç küratörlerin arasında akademik çalışmalar yapan ve dereceler alanların sayısı artmıştır. Dr. Filiz Çağman’dan başlayan bir geleneği titizlikle sürdürdük ve sürdürüyoruz. Ama ne yazık ki Türkiye’de bağış geleneği henüz gelişmektedir hatta vaat ettiğinden vazgeçen ve projelerin yarıda bırakanlar oldu.

 

Topkapı Sarayı’nın arşivleri, çini koleksiyonları, yazma eserleri için ayrı binalar gereklidir, bunların yakın Sultanahmet çevresindeki son devir Osmanlı mimarisinin nadide örneklerini teşkil eden binalarda kurulması isabetli olacaktır. Sultanahmet meydanı ve çevresinin bir “müze adası” olacağı kesin bir gelişme gibi görülüyor. Doğrusu da budur. İstanbul gibi bir dünya metropolünün bir merkezi bölgesinin bu anlamda düzenlenmesi, hususi kanun ve yönetmeliklerle korunması mutlaka gereklidir. Hatta bu alanın bütçesinin ve idaresinin de ayrı olması gerekir.

Milliyet Pazar, Yazı: İlber Ortaylı, 17.06.2012

SANAT KRİZ DİNLEMİYOR

 

Krizlerden muaf çok sayıda alan var. Konuya bir bankacı gözüyle bakan Albaraka Türk'ün Genel Müdürü Fahrettin Yahşi, bunlardan birinin de sanat olduğu görüşünde. Milyarlarca liralık parayı yöneten Yahşi üst düzey bir finans profesyoneli olarak sanatın krizlerde bile ayakta kalıp alıcısına kazandırmaya devam ettiğini belirtiyor. Yahşi, sanatı yatırım olarak önermekle kalmıyor, başında olduğu dev katılım bankasının imajında ve tanıtımında da kullanıyor.

Bu hafta size Türkiye'de finans sektörüyle sanat arasındaki ilişkiye vurgu yapan önemli bir yarışmadan bahsetmek istiyorum. Malum, Türkiye'de bankalar sanatla ilgili, fakat verilen destek genelde modern ve çağdaş sanatla sınırlı kalıyor. Oysa kökenini bu topraklardan alan ve çağdaş yapıtlarla dünyada adından hızla söz ettiren hat, yani İslam yazı sanatı, son dönemde ilgililerine ve kurumlara daha büyük fırsatlar sunuyor. Hristiyanlığın kalesi Vatikan'da hat sergileri düzenleniyor, Londra'da müzayedelerde ünlü Musevi koleksiyonerler rekor fiyatlara eser topluyor. Albaraka Türk de fırsatı görmüş olacak ki üç yılda bir Türkiye'nin uluslararası sanatçılara da açık en kapsamlı hat yarışmasını düzenliyor. Bu yarışmanın üçüncüsü geçen hafta sonlandı.

Dünyanın dört bir yanından 129 kişinin 179 eserle katıldığı yarışmada toplamda 134 bin lira para ödülü dağıtıldı. Hat camiasında ses getiren yarışmanın ardından Albaraka Türk'ün Genel Müdürü Fahrettin Yahşi ile sohbet etme şansı buldum. Yahşi'nin sadece hat değil modern sanat konusundaki görüşleri de etkileyici. Yahşi, "Sanat ekonomisi kriz dinlemediği gibi, İslam eserlerine ilgi, yalnız Doğu'da değil, Batı'da da artıyor" diyor ve ekliyor: "Zaman geçtikçe, sanat ile sermaye arasındaki ilişki Rönesans dönemi Avrupa'sındaki ilişkinin çok dışına çıktı. Çünkü artık bir sanat ekonomisinden bahsediliyor ve yalnızca Avrupa'da değil, tüm dünyada bugün burjuvazi olarak adlandırabileceğimiz kesim, daha çok yatırım amaçlı eser topluyor. Sanat eserlerinin özellikle müzeler ya da galeriler tarafından satın alındıklarında kamu malı olarak değerlendirildiklerini görüyoruz. Sanat eserlerinin kültürel sermaye olduğunu söyleyebiliriz."

Albaraka, bankacılık faaliyetlerinin yanı sıra kültür sanat alanına da desteğini devam ettiren bir banka. Yahşi'ye bu alandaki projelerini soruyorum. Yayınevi projelerini hayata geçirmek üzere olduklarını anlatıyor: "Biliyorsunuz, pek çok bankanın aynı zamanda yayınevi de bulunuyor. Üstelik bu yayıncılığı çok da güzel yapıyorlar. Biz de Albaraka olarak bir yayınevi kurmayı düşünüyoruz. Biliyorsunuz daha önce birçok vesileyle kitap basmıştık. Yayınlarımızın sanatseverler tarafından takip edildiğini ve kaynak kitap olarak değerlendirildiğini memnuniyetle görüyoruz. Bu faaliyetlerimizi bundan sonra kendi yayınevimiz aracılığıyla yapmak istiyoruz. Ancak bu bir süreç, tamamlandığında mutlaka siz de haberdar olacaksınız."

Fahrettin Yahşi sadece bankaların değil, tüm büyük kuruluşların sanatsal aktivitelerde yer alması gerektiğini söylüyor. Bu düşüncesini de şu sözleriyle açıklıyor: "Çünkü sanat, hayatımızı renklendiren, ufkumuzu açan, hayatın güzelliklerini fark etmemizi sağlayan en önemli unsurlar arasında. Düşün dünyamızı da geliştiren böylesine önemli bir aktivitenin kesinlikle desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum."

Sabah, Haber: Burcu Aldinç, 17.06.2012

FİLYOS IRMAĞI'NDA ROMA DÖNEMİNE AİT İKİ KURŞUN AĞIRLIK BULUNDU

 

 

Zonguldak’ın Gökçebey ilçe sınırları içerisinde Roma dönemine ait iki kurşun ağırlık bulunduğu belirtildi.

 

Irmakta bulunan iki tarihi eser, Çanakcılar Arkeoloji ve Etnografya Özel Müzesi’nde sergileniyor. Roma dönemine terazilerde kullanılan ağırlıkların üzerinde ise Roma yazıları ve kral figürü yer almakta olduğu kaydedildi. Gökçebey İlçesi'nde yaşayan yerel tarih araştırmacısı Sadi Uyar, bulunan kurşun ağırlıkların bölgede 2000 yıl önce medeniyetlerin yaşandığını ve bu medeniyetlerin ticaretle uğraştıklarının göstergesi olduğunu belirtti.

 

Bölgede arkeolojik çalışmalar yapılırsa yeni eserler ortaya çıkacağını dile getiren yerel tarih araştırmacısı Sadi Uyar, yaptığı değerlendirmede; “Bunlar Roma Dönemi kurşun ağırlıklar. Bu ağırlıklar bizim Filyos ırmağının içindeki tarihi taş yapıların içinde bulunmuştur. İsa’dan sonra 1. 2. yüzyıl dönemine aittir ve orada bir ticaret merkezi olduğunu gösterir. Bu gün Zonguldak’ta Filyos Projesi diyorlar, aslında 2000 yıl önce orada bir Filyos vadisi varmış, bir serbest bölge varmış.” dedi. Çanakcılar Arkeoloji ve Etnografya Özel Müzesi Müdürü Barbaros Aydemir ise Filyos çayından çıkan ve müzede sergilenen eserler hakkında şu bilgileri verdi; “Bunlar Devrek çayı, Filyos çayı, Karabük’ten gelen çayın birleşmesi sonucunda meydana gelen eskiden diğer ismiyle serbest ticaret merkezi olan bir bölgede bulunmuş olup, biz de bunları müzemizde değerlendirmek üzere satın almış bulunmaktayız. Müzemizde görünen eserlerin hepsi yaklaşık 1200 tanedir. Hepsi envanter defterinde kayıtlı eserlerdir. Müze eser bakımında üç bölümden oluşabilir. Onları şöyle sıralayabiliriz. Sikkeler, arkeolojik eserler ve etnografik eserler adı altında toplayabiliriz. Biz Ereğli Müzesine bağlı bulunmaktayız. Ereğli Müzesi bizim denetimimizi yapıyor. Müzemizin yaklaşık on yıllık bir mazisi var. 2003 yılında Yönetim Kurulu Başkanımız Mithat Çanakçı’nın girişimleri doğrultusunda, koleksiyonculuk belgesiyle birlikte ilk adımı atmış bulunmaktayız.”

haberler.com, 15.06.2012

PROFESÖRÜN ÇIĞLIĞI ALMANYA'DAN DUYULDU

 

Ödemiş’e bağlı Türkönü Köyü yakınlarındaki Yelaldı mevkiinde yapımı için çalışmalar başlayan çöp deponi alanının bölgedeki Neikaie antik kenti kalıntılarına yakın olması nedeniyle tartışmalar devam ediyor. Alman Maden Müzesi’nden bir Türk profesör de bölgeye gelerek eski çağlarda işletildiği belirtilen madenlerde incelemelerde bulunacak.

 

Özellikle son dönemde Arkeolog Prof.Dr. Veli Sevin’in Neikaie antik kenti yakınlarında yapımı planlanan çöp deponi alanı ile ilgili açıklamaları basında geniş şekilde yer bulurken, bölgede araştırma yapılması çağrısına ilk cevap Almanya’daki Alman Maden Müzesi’nden geldi. Alman Maden Müzesi’nde uzun süredir görev alan Prof.Dr. Ünsal Yalçın, Neikaie antik kentinden çıkarılarak Efes limanı aracılığıyla dünyaya ihraç edilen civa madenlerinin günümüzde kullanılmayan galerilerinde çeşitli araştırmalar yapacak. 20 Temmuz’da Ödemiş’e gelerek çalışmalara başlayacak olan Yalçın, daha sonra Neikaie’daki madenle ilgili antik kentin geçmişine de ışık tutan bir rapor hazırlayacak.

 

Neikaie antik kentinde çıkarılan civa madeninin boya yapımı, ilaç ve kozmetikte kullanıldığını belirten Prof.Dr. Veli Sevin, şöyle konuştu: “Bir tıp ve kozmetik şehri olarak adlandırılabilecek Neikaie’nın madenlerinde araştırma yapacak Prof.Dr. Ünsal Yalçın dünyanın en kaliteli zencefresinin (civa sülfür) çıkarıldığı bu toprakların geçmişine de ışık tutacak. Burada önemli bir tarih yatıyor. Bu tarihi ören yerine az bir uzaklıkta çöp deponi alanı kurularak bölgedeki tarih araştırmalarına darbe vurulmamalı”

Mynet Haber, 15.06.2012

MESCİD-İ AKSA'NIN KARŞISINA YAHUDİ MÜZESİ

 

 

Kudüs Belediyesi, içerisinde Yahudi Müzesi'nin de bulunduğu Doğu Kudüs'teki 3 dönümlük inşa planını onayladı. Planda, Eilat Yerleşim Derneği'nin girişim ve finansal desteğiyle yapılması planlanan müze, yeraltı su havuzları ve dini temizlik kaplarının sergileneceği arkeoloji müzesi yer alıyor.

Kudüs Belediyesi'nin kararına tepki gösteren Şeyh Raid Salah'ın lideri olduğu "1948 Filistin İslami Hareketi"ne bağlı el-Aksa Vakıf ve Kültür Mirası Kurumu, "Yaklaşık 3 ay önce üzerinde anlaşmaya varılan planın onaylanması, 'Süleyman Tapınağı' adlı büyük Yahudileştirme faaliyetinin tamamlayıcı bir parçasıdır" ifadelerini kullandı.

Vakfın açıklamasında, söz konusu projeyle Kudüs'ün bir Yahudi kenti olduğu iddiasının meşrulaştırılmasının hedeflendiği belirtildi.

Açıklamada ayrıca, "Bu proje, Mescid-i Aksa'yı güney ve batıdan yedi büyük Yahudi binasıyla kuşatma planıdır. Söz konusu plan, Mescid-i Aksa için oldukça tehlikeli sonuçlar doğuracak" denildi.

Habertürk, 14.06.2012



10 - 16 Haziran 2012

DÜNYANIN EN ESKİ MAĞARA RESMİ

 

 

Avrupa'da bulunan en eski mağara sanatının kırmızı noktalar, el izleri ve hayvan figürlerinden oluştuğu ortaya çıktı.

 

Aralarında Dünya Mirası listesinde yer alan Altamira, El Castillo ve Tito Bustillo'nun da bulunduğu İspanya'daki 11 mağarada bulunan sembollerin zaten çok eski tarihlere dayandıkları biliniyordu.

 

Ancak araştırmacılar yeni ve daha gelişmiş tarihlendirme teknikleri kullanarak bu çizimlerin gerçekte ne zaman yapıldığını ortaya çıkardı. Bu yeni araştırmaya göre bir kırmızı nokta motifi 40 bin yıldan daha uzun bir süre önce çizilmiş.

 

Bristol Üniversitesi'nden Dr. Alistair Pike "El Castillo'da duvara dayanmış ellerin üzerine boya üflenmesi yöntemi ile yaratılmış el izlerine rastladık. Bu el motiflerinden birinin 37 bin 300 yıldan daha eski olduğunu ortaya çıkardık. Benzer bir teknikle yapılan kırmızı bir disk motifinin ise 40 bin 800 yıl önce yapılmış olduğunu gördük" dedi.

 

Basın mensuplarına konuşan Pike, "Bu kırmızı nokta şu anda 4 bin yıl farkla Avrupa'nın en eski sanatı. Hatta dünyanın bile en eski mağara resmi olabilir" dedi.

 

KALSİYUM KARBONAT TABAKASI RESMİN YAŞINI ORTAYA ÇIKARDI
Bilim adamları resimlerin yaşını öğrenmek için boyanın yüzeyinde oluşan kalsiyum karbonat tabakasını inceledi.

 

Kalsiyum karbonat tabakası oluşurken küçük oranda radyoaktif uranyum atomlarının ortaya çıkmasına neden oluyor.

 

Bu atomlar zamanla toryuma dönüşmeye başlıyorlar. Bu dönüşümün çok düzenli bir hızla gerçekleşiyor oluşu her hangi bir maddede bulunan uranyum ve toryum miktarının yaş belirlemede kullanılabilmesine olanak sağlıyor.

 

Uranyum-toryum oranlarını kullanarak maddelerin yaşını belirleme tekniği yıllardır kullanılıyor ancak bu teknik ancak son zamanlarda kesin sonuçlar verebilecek kadar geliştirildi.

 

MODERN İNSANLAR MI NEANDERTALLER Mİ
Mağara resimleri modern insanlar, yani homo sapiensler Avrupa kıtasına yeni geldikleri sırada yapılmış. 41 bin yıl önce Avrupa kıtasında insanların evrimsel kuzenleri Neandertaller hüküm sürüyordu. Dr. Pike ve ekibinin yaptığı araştırma bu nedenle mağara resimlerini kimlerin yaptığı ile ilgili sorulara neden oldu.

 

Eğer mağara resimlerini modern insanlar yaptıysa bu Avrupa'ya gelir gelmez kendilerini sanatla ifade etmeye başladıkları anlamına geliyor. Ancak eğer resimleri yapanlar Neandertaller ise bu türün yetenek ve kapasiteleri ile ilgili bilinenlere bir katman daha eklenmiş oluyor.

 

Araştırma grubunda yer alan başka bir bilim adamı, Barcelona Üniversitesi'nden Joao Zilhao resimleri Neandertallerin yaptığı görüşünde. Eğer kırmızı noktadan daha eski bir desen bulunursa bu inancının kanıtlanmış olacağını düşünüyor.

 

"DAHA FAZLA ÖRNEK TOPLAMALIYIZ"
Zilhao,"Vardığımız sonuçlar bu resimleri Neandertallerin çizmiş olabileceğini gösteriyor, ancak henüz bunu kesin olarak söyleyemeyiz. Şimdi yapmamız gereken mağaralara dönüp daha fazla örnek almak böylece orada 42, 43, 44 bin yaşında desenler olup olmadığını kesin olarak bilebileceğiz" dedi.

 

Bilim adamı sözlerine "Zaten şu anda örnekler alınıyor. Elimizde İspanya, Portekiz ve Batı Avrupa'nın diğer ülkelerindeki mağaralardan örnekler var. Yani bir noktada gerçeklere ulaşacağız" diyerek devam etti.

 

İnsanlarda soyut düşünce ve davranışların ne zaman ortaya çıktığı ve ne hızla geliştiğini anlamak insanın hikayesini anlamak için oldukça önemli. Sembollerin kullanımı, yani zihinde birşeyin başka birşeyi temsil edebilmesi insanı hayvan aleminin geri kalanından ayıran önemli özelliklerden biri. Bu sembol kullanma yeteneği insanın sanat yapabilmesini ve diller geliştirebilmesini sağladı.

Hürriyet, 16.06.2012

DEVLET BAŞKANI VALİZİNDE MUMYAYLA DÖNDÜ

 

Peru Devlet Başkanı Ollanta Humala, Avrupa seyahatinden paha biçilmez bir hatıra ile döndü: 600 yıllık bir mumya.

 

Peru Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, Alman yetkililerin resmi bir ziyaret için Berlin’de bulunan Humala’ya mumyayı resmen iade ettiğini açıkladı.

 

Açıklamada Peru’nun Ancash bölgesinde 1980’li yıllarda bir dağda bulunan mumyanın, belirsiz koşullar altında 1986’da Peru’dan çıkarıldığını belirtildi.

 

Mumya daha sonra Münih’te bir etnoloji müzesinde bulundu. Buradaki uzmanlar mumyanın Peru’dan geldiğini belirledi.

Hürriyet, 16.06.2012

MOR GABRİEL YARGITAY'A GÖRE 'İŞGALCİ'

 

 

‘Süryanilerin ikinci Kudüsü’ sayılan Mor Gabriel Manastırı’nın arazilerine ilişkin davada Yargıtay son noktayı koydu. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, ‘dava konusu arazilerin kilisenin malı olduğu’ yönündeki Midyat Kadastro Mahkemesi’nin kararını bozdu.


2008 yılında Mardin’in Midyat ilçesinde kadastro çalışmaları yapılırken, Yayvantepe, Eğlence ve Çandarlı köylerinin muhtarları Mor Gabriel Manastırı’nın köylülere ait 276 dönümü işgal ettiğini savunarak Hazine’ye başvurdu. Hazine yapılan başvuru üzerine muhtarların, kendi köylerine ait olduğunu iddia ettiği 276 dönüm arazinin Hazine’ye tescil edilmesi için Midyat Kadastro Mahkemesi’nde ‘tapu tescili’ davası açtı. Hazine dava dilekçesinde, arazilerin taşlık ve kayalık alanlar olduğunu, tarıma elverişli olmadığını bu nedenle söz konusu arazilerin, devletin tasarrufu altında bulunduğunu belirtti. 

Kadimden beri
Manastır, yerel mahkemede yaptığı savunmada, Mor Gabriel Manastırı’nın, M.S 397 yılında kurulduğuna, Tahrir Kanunu’nun ardından 1937 yılından bu yana araziye ilişkin vergilerini ödediklerine dikkat çekerek “Dava konusu araziler kadimden beri manastırın malıdır” dedi.

Yargılama sırasında dinlenen yerel bilirkişiler de “dava konusu arazileri kilisenin malı olarak bildiklerini” anlattı. Mahkeme de Vakıflar Genel Müdürlüğü kayıtlarını inceleyerek, Hazine’nin açtığı tapu tescil davasını reddetti. Mahkeme gerekçeli kararında “Dava konusu 276 dönüm de dahil, kilisenin tüm arazilerinin kadimden beri kilisenin mülkiyetinde olduğu, yasal olarak 1936’dan önce arazilerin beyannamesini sunduğu, 1937’den sonra da düzenli olarak vergilerini verdiği belirlenmiştir” dedi.


Hazine söz konusu kararı temyiz etti. Kararın temyiz incelemesi Yargıtay 20. Hukuk Dairesi tarafından yapıldı. Daire, yerel mahkemenin verdiği kararı bozarken şu değerlendirmeyi yaptı:
“Azınlık vakıfları, 100 dönümden fazla kuru araziyi mal olarak edinemezler. Mor Gabriel Kilisesi’nin kadimden beri kullandığını ileri sürdüğü arazilerin bir bölümü, 1950’li yıllarda çevredeki kişiler tarafından kiliseye hibe edilmiştir. Azınlık vakıfları, hibe yoluyla mal edinemezler.”


Bozma sonrasında dava tekrar yerel mahkemeye gönderildi. Yerel mahkeme ilk kararında direndi. Kararında, daha önceki gerekçelerini tekrarlayan mahkeme, ayrıca Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Ağustos 2009 tarihli yazısına atıf yaptı. Atıf yapılan yazıda, ‘Mor Gabriel Manastırı’nın 1267 yılında (1851) Abdülmecit Han’ın fermanına dayanılarak kurulduğu, 1935 yılında tüzelkişilik kazandığı ve 1937 yılından bu yana vergilerini verdiği’ vurgulandı. Mahkeme, Yargıtay’ın bozma kararında “Azınlık vakıfları bağış yoluyla mal edinmezler” değerlendirmesine de “Arazilerin bir kısmının bağış olduğu yönündeki kayıtlar yanlış yazılmıştır” diye yanıt verdi.


Direnme kararı nedeniyle dava dosyası Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun gündemine geldi. Kurul, geçen çarşamba günü yaptığı toplantıda yerel mahkemenin kararını oybirliği bozdu. Böylece üç yıllık hukuk mücadelesi Süryanilerin aleyhine sonuçlandı. 

Tepki: İnanamıyorum
Mor Gabriel Manastırı Vakfı Başkanı Kuryakos Ergün, Yargıtay’ın kararını büyük bir şaşkınlıkla karşıladıklarını söyledi:
“Böyle bir şey olabileceğini inanamıyorum! Bu anti demokratik, manastırın varlığını direk hedef alan bir karardır. Türkiye tarihinde böyle bir hukuksuzluk yoktur. Peşini bırakmayacağız. Böyle bir karar olduğuna inanamıyorum. Bu karar, Türkiye yasalarını çiğneyen, Suryanileri hedef alan anti demokratik bir karardır. Bu manastır, 1615 senelik geçmişi olan bir manastır.”


BDP’nin Süryani kökenli milletvekili Erol Dora kararla ilgili olarak “Gerekçesini görmedim. Ancak karar bu haliyle Süryani cemaatini tabii üzmüştür” yorumu yaptı.

Radikal, Haber: Mesut Hasan Benli, 16.06.2012

EVİN TEMELİNDEN EROS ÇIKTI

 

     

 

Adana'da bir ev inşaatının sondaj çalışması sırasında bulunan Yunan mitolojisindeki 'Aşk Tanrısı Eros'a ait olduğu belirlenen mozaik koruma altına alındı.





Yumurtalık İlçesi'nde oturan Şerife Turhan, kısa süre önce 3'üncü derece sit alanındaki arsasına ev yaptırmak için Adana Müze Müdürlüğü'ne sondaj çalışması için başvuruda bulundu. Görevlendirilen arkeologlar arsada 120 metre açma yaptıklarında mozaiğe rastlandı. Mozaiğin yapılan incelemesinde Yunan mitolojisinde aşk tanrısı olarak bilinen Eros'un mozaiği olduğu saptandı. Mozaikte Eros'a ait 4 ayrı figür bulunuyor. Genç Roma dönemine ait olduğu sanılan mozaikte Eros'un gençliğinden yaşlılığına doğru tasvirler yer alıyor. Bu figürlerin ikisinde oltayla, diğer ikisinde ise ağla balık avlarken resmedildiği görüldü. Hasar gören orta bölümündeki resmin ise yılanbaşlı Medusa'nın resmi olduğu tahmin ediliyor.





36 metrekarelik mozaiği arkeologlarla birlikte yerinde incelen Adana Müze Müdürü Kazım Tosun, mozaiğin zarar görmemesi için koruma altına alındığını söyledi. Mozaiğin düzgün bir şekilde sergilenip turizme kazandırılması için genel müdürlük ile görüşmelerinin devam ettiğini ifade eden Tosun, "Mozaiğin burada bir cam fanus içinde turizme kazandırılmasını istiyoruz. Gaziantep'teki Zeugma'nın sergilendiği gibi. Yoksa bu tarihi mozaik bozulabilir. Mozaiği şimdilik deniz kumu ile kapatarak koruma altına aldık. Müze Müdürü Tosun, Yumurtalık İlçesi'nin tarihi Ortaçağ'a kadar uzanan ve Antik Kilikya'nın en önemli liman kenti olan, ünlü kaşif Marko Polo'nun da iki kez ziyaret ettiği bir yer olduğunu söyledi.

Habertürk, Haber: Neşet Karadağ, 15.06.2012

YENİ BİR VAMPİR İSKELETİ DAHA

 

Bulgaristan'da yaklaşık bir hafta önce Sozopol'da demir çubukla çakılmış iki ceset bulan arkeologlar, Veliko Tarnova kasabasında benzer bir iskelet daha ortaya çıkardı. Arkeolog Nikolay Ovcharov, bulunan iskeletin 4 demir çubukla yere sabitlendiğini ve mezarının üstüne de yanan bir kehribar taşı konulduğunu söyledi. İskelete bulunan kişinin 40'lı yaşlarda ve birkaç yüzyıl önce gömüldüğünü anlatan Ovcharov, kalıntıları bulunan kişinin vampir olmadığını pagan kültürüne göre vampire dönüşmemesi için önlem alındığını söyledi.

Sabah, 15.06.2012

ALASKA'YA OSMAN AKAN HEYKELİ

 

 

New York'ta yaşayan sanatçı Osman Akan'ın iki yılda tamamladığı heykeli, Alaska'nın kalıcı bir parçası olacak.

 

Çalışmalarını 16 yıldır New York’ta sürdüren ve kamusal alanlara özgü yapıtlarıyla tanınan sanatçı Osman Akan’ın, Anchorage şehri için tasarladığı ‘Fragmenta’nın yapım ve yerleştirilme süreci tamamlandı. 2010 yılında Alaska Eyaleti Sanat Konseyi tarafından siparişi verilen Akan’ın projesi için ayrılan bütçe 600 bin dolar olarak belirlenmişti. Yapımı yaklaşık iki yıl süren eser, şehrin sanat koleksiyonunun kalıcı bir parçası olacak.


Akan’ın bütün ile bütünü oluşturan parçalar arasındaki ilişkiden yola çıktığı heykelin altyapısı birkaç heliks (burgu) eğriden oluşuyor. Söz konusu eğrilerin üzerlerini dağınık bir biçimden toplu yapıya doğru bir araya gelen yüzeyler kaplıyor. Metal ve camdan oluşan bu yüzeyler, form yükseldikçe renkli ve geçirgen bir görüntü kazanıyor.


Osman Akan’ın diğer işlerinde de görmeye alıştığımız ışığa duyarlı yüzeyler bu eserde de ön plana çıkıyor ve yerleştirme gün içerisinde farklı renklere bürünüyor. Büyük bir bölümü paslanmaz çelik, cam, ışık filtreleri ve HID ışık kaynaklarından oluşan heykel yaklaşık olarak 1.000 metrekarelik bir alanı kaplıyor.

Radikal, 15.06.2012

PICASSO'NUN ÇALINTI ESERİ PARKTA BULUNDU

 

 

Ünlü İspanyol ressam Pablo 'nun iki hafta önce çalınan eseri, ABD'nin California eyaletindeki bir parkta çitlere dayanmış olarak bulundu.

"The Oakland Tribune" gazetesi, "Femme au Chignon" (Topuzlu Kadın) adlı karakalem eserin sabah yürüyüş yapan bir kişi tarafından bulunduğunu yazdı.

California'da hapiste bulunan eski Ukrayna Başbakanı Pavlo Lazarenko'ya ait olan eser, iki hafta önce Lazarenko'nun evinde yaklaşık 100 kişinin katılımıyla verilen bir parti sırasında kaybolmuştu.

Picasso'nun 1975 yılında tamamladığı eserin değerinin, 30-40 bin dolar olduğu tahmin ediliyor.

Ukrayna'da 1996-1997 yılları arasında başbakan olarak görev yaparken zimmetine 200 milyon dolar geçirmekle suçlanan Lazarenko, 2006 yılında ABD'de para aklama, dolandırıcılık ve gasptan suçlu bulunmuş ve 5 yıl hapse mahkum edilmişti. Lazarenko'nun Kasım ayında hapishaneden çıkması bekleniyor.

Sabah, 15.06.2012

BULGAR VAKFI'NA VERİLDİ!

 

 

Bulgaristan Ortodoks Eksahlığı Vakfı, İstanbul’da 7 parça mülkü geri alma hakkını kazandı.

Bu araziler içinde Şişli’nin göbeğindeki, üzerinde iki meslek lisesi ile bir yüksekokulun da yer aldığı 59 bin metrekarelik arazi de bulunuyor


Türkiye’nin en büyük sorunlarından olan ‘Azınlık Vakıflarına ait taşınmazların iadesi’yle ilgili 28 Ağustos 2011 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan Kanun Hükmünde Kararname (KHK), yürürlüğe girdi ve mülkler el değiştirmeye başladı. Azınlık vakıfları içinde yer alan Bulgaristan Ortodoks Eksahlığı Vakfı, İstanbul’daki 11 taşınmaz için başvurmuştu ve başvuru Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından değerlendirildi. Bu değerlendirme sonucunda ise toplam 7 taşınmazın Bulgaristan Ortodoks Eksahlığı Vakfı’na geri verilmesine karar verdi.

Peki geri verilecek taşınmazlar arasında neler yer alıyor? Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün değerlendirmesine göre Beşiktaş’ta Portakal Sokak’taki eski Eksahlık binası, Feriköy’deki Bulgar Mezarlığı, Balat’taki Papazhane ve Şişli’de 4 arazi. Burada dikkat çeken en önemli nokta Şişli’de bulunan 4 farklı taşınmaz.

Hastane verilmedi
Bu taşınmaz incelendiğinde ortaya çok çarpıcı bir nokta çıkıyor.Bu arazilerden birtanesi 59 bin metrekare ve tam da E-5’nin yanında. Şu anda bu arsanın üstünde Şişli Endüstri Meslek Lisesi, Şişli Anadolu Teknik Lisesi, Bahçeşehir Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu bulunuyor. Arazi Abide-i Hürriyet Caddesi, E-5, Çağlayan Meydanı ve Darülaceze Caddesi arasında kalıyor.

Bulgar Vakfı’nın bir başka beklentisi ise Bulgar Hastanesi ile ilgiliydi. Şu anda Türkiye Gazetesi Hastanesi olarak faaliyet gösteren arazinin ve binanın da vakıfa ait olduğu gerekçesiyle Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne başvuruda bulunulmuştu. Ancak Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bu başvuruyu kabul etmediği ortaya çıktı. İşte verilmeyen arazinin hikayesi: Bina 1894 yılında, Ragıp Paşa tarafından yaptırıldı. Söz konusu hastane Sultan II. Beyazıt Han’ın vakıf arazisi üzerine yapıldıktan sonra Sultan II. Abdülhamit tarafından Bulgar tebaya verildi.

1936 beyannamesinde ise arsa Evlogi Georgiev Vakfı adına işlendi. Ancak 1980’li yıllara gelindiğinde vakıfta yönetim sorunu yaşandı. 1993-2007 yılları arasında Bulgaristan Ortodoks Eksahlığı Vakfı’nda yönetim kurulu üyelisi olan Bojidar Cipof bu sorunu şöyle anlatıyor, “Bulgar Hastanesi binasının esas sahibi “Evlogi Georgiev Vakfı” idi ve uzun yıllar mevzuata aykırı bir biçimde ve mütevelli heyetsiz olarak çalıştı.

Hastaneyi elde tutan ve nemalanan birkaç Bulgar Cemaati mensubu ile Bulgar Başkonsolosluğu ’nun elemanlarınca yönetilmekteydi. Mütevelli heyeti oluşturulması hakkında defalarca uyarılmalarına rağmen aynı şekilde devam edildiği için “5 Temmuz 1988’de Saat 15.30“da tutulan bir tutanakla Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından el konuldu ve mazbutaya alındı. Belgelere göre bu arsa “Evlogi Georgiev Vakfı”na ait. Bu vakfın ise yönetimi yok. Dolayısıyla burada Bulgaristan Ortodoks Eksahlığı Vakfı’na bir söz düşüp düşmeyeceği belli değil.”

Vatan, Haber: Kenan Butakın, 14.06.2012

TARİHİ SU DEPOSUNUN İÇİNE TUVALET YAPILDI

 

 

Konya’da Büyükşehir Belediyesi, birinci derece arkeolojik sit alanı olan Alaeddin Tepesi’nde, Osmanlı döneminde Konya Valiliği yapan Ferit Paşa’nın yaptırdığı su deposuna, tuvalet ve abdesthane yapıyor.

 

Konya’da Büyükşehir Belediyesi, birinci derece arkeolojik sit alanı olan Alaeddin Tepesi’nde, Osmanlı döneminde Konya Valiliği yapan Ferit Paşa’nın yaptırdığı su deposuna, tuvalet ve abdesthane yapıyor. Büyükşehir Belediyesi’nin tuvalet ve abdesthane inşaatını, Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu’ndan aldığı izinle yaptığı belirtildi.

 

Günümüzde mesire yeri olarak kullanılan Alaeddin Tepesi’nde ilk yerleşim MÖ 3000′lerde, Erken Tunç Çağında başladı. Büyükşehir Belediyesi, Alaeddin Tepesi’ndeki tuvalet sorunun gidermek için Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu’ndan aldığı izinle üzerinde Sultan Abdülhamit’in tuğrasının bulunduğu su deposunun Alaeddin Camisi’ne yakın bölümdeki üzeri toprakla örtülü olan bölümüne kepçeyle giriş açıldı. İçerisindeki boş alana, bölümler halinde tuvalet ve abdesthane yapıldı. İnşaatına yaklaşık bir ay önce başlanılan tuvalet bitme aşamasına geldi. Ferid Paşa Su Deposu’nun üzerinde tuğra bulunan giriş kapısına ise dokunulmadı.

 

Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Haşim Karpuz, Ferid Paşa döneminde yaptırılan asırlık su deposunun, su tarihi açısından çok önemli olduğunu söyledi. Dönemin Valisi olan Ferit Paşa’nın Çayırbağı’ndan çıkan suyu borularla Alaeddin Tepesi’ne taşıdığını ve buradan da şehirdeki tatlı su çeşmelerine verildiğini vurguladı. Su deposunun giriş bölümünde Sultan Abdülhamit’in tuğrasının yer aldığı bir kitabe bulunduğuna dikkat çeken Prof.Dr. Karpuz, Ferit Paşa’nın, Beyşehir Gölü’nden Çarşamba Kanalı ile Konya ovasına su akıtarak kuraklıkla bir türlü baş edemeyen Konya çiftçisinin arazilerini sulanması sağladığını da vurguladı. Ferid Paşa’nın daha sonra sadrazam olduğunu da belirtti.

 

TARİHE SAYGISIZLIK

Necmettin Erbakan Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi Sosyal Bilgiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Durmuş Yılmaz da, “2 bin yıl şehre içme suyu sağlanan bir yere tuvalet yapılması büyük bir saygısızlıktır” dedi. Ferid Paşa döneminde de kullanılan su deposunun tarih açısından çok önemli olduğunu ifade eden Prof.Dr. Yılmaz, şöyle konuştu:

 

“Ferid Paşa döneminde Çayırbağı’ndan çıkan su borularla Alaeddin Tepesi’ndeki su deposuna taşınmış buradan da şehirdeki tatlı su çeşmelerine verilmiştir. Son dönemlerde suyun sızma yaparak Alaeddin Camisi’nin temeline zarar verdiği tespit edilmiş ve buradaki su boşaltılmıştır. Anıtlar Kurulu’nun buna nasıl müsade ettiğini anlamak mümkün değil. Ayrıca sosyal açıdan bakıldığı zaman 2 bin yıllık şehre içme suyu verilen yere tuvalet yapılması çirkin bir durum. Başka yer bulamamış gibi su deposunu tuvalete çevirmişler.”

 

KORUMA KURULU SESSİZ

Konya Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Bölge Kurulu Başkanı Doç.Dr. Ali Boran, ise kurulun su deposunun tuvalete dönüştürülmesi ile ilgili konuşma yetkisinin bulunmadığını söyledi.

 

Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü yetkilileri de, tuvalet inşaatıyla ilgili çalışmaların proje kapsamında devam ettiğini ve bugüne kadar konu ile ilgili kendilerine iletilen herhangi bir şikayet olmadığını belirtti.

haberler.com, 14.06.2012

VALİLİK KİLİSE İÇİN ARSA ALDI

 

 

Malatya Valiliği, restorasyon çalışmaları süren Ermeni Taşhoron Kilisesi'nin bulunduğu belediyeye ait arsa payını satın aldı. 
 
Alınan bilgiye göre, Çavuşoğlu Mahallesi’nde bulanan Taşhoron Kilisesi'nin Malatya Belediyesi'ne ait 429 metrekarelik hissesine kamu yararı kararı alınarak, Malatya Belediyesi’nden 20 bin TL karşılığında İl Özel İdaresi’ne devredildi. Restore edilmesi ve kültürel amaçlı kullanıma açılması düşünülen kilisenin arsasındaki Belediyeye ait 429 metrekarelik bölüm için 20 bin TL ödeneğin, Taşınmaz Kültür Varlıkları katkı payı hesabından Malatya Belediyesi'nin ilgili hesabına ödendiği öğrenildi.

Malatya Haber, 13.06.2012

FRANSIZ RESSAM GEORGES MATHIEU ÖLDÜ

 

 

Lirik soyutlamanın ustası Fransız ressam Georges Mathieu, önceki gün öldü.

 

Ressamın ailesi dün yaptığı açıklamada, Georges Mathieu’nün, Paris yakınlarındaki Ambroise Pare de Boulogne-Billancourt hastanesinde 91 yaşında hayatını kaybettiğini belirtti. Tam adı Georges Victor Mathieu d’Escaudoeuvres olan ressam, 1960 ve 70’li yıllarda dünyadaki en ünlü Fransız sanatçılardan biriydi.

Geometrik soyutlamaya şiddetle tepki gösteren ilk Fransız sanatçı olan Georges Mathieu, 1947’den itibaren, her türlü zorlama ve klasik alışkanlıklardan kurtulmuş bir sanat için bazı etkinlikler düzenlemişti. Sanatçı, heyecan, jest ve harekete öncelik verilen bu resim anlayışına “lirik soyutlama” adını vermişti. Sanatçının tabloları, dünyanın en büyük müzelerinde sergilendi.

Habertürk, 13.06.2012

"EYÜP SULTAN TEPESİ OLSA İTİRAZ ETMEZDİM"

 

 

AKP Bitlis Milletvekili Vahit Kiler, babasıyla birlikte İdris-i Bitlisi'nin Piyer Loti Tepesi'ndeki mezarını ziyaret etti. Tepenin adının  değiştirilmesi için gerekli başvuruyu yapacaklarını tekrarlayan Kiler, 'Buranın adı Piyer Loti değil de Eyüp Sultan Tepesi olsaydı bir değişiklik talebinde bulunmazdım. Çünkü o Allah dostu büyük bir evliya' dedi.


'Romantizmin kalesi' olarak kabul edilen, aşıkların buluşma noktası Piyer Loti Tepesi'nin adının 1934 yılına kadar İdris-i Bitlis'i Tepesi olduğunu iddia eden ve eski isminin geri verilmesi için girişim başlattığını AKŞAM'a açıklayan AKPli Kiler günlerdir gündemden düşmüyor.  Tepenin eski adını Bitlisli bir tarihçiden öğrendiğini ve hemen harekete geçtiğini söyleyen Kiler, bölgede incelemelerde bulundu. Kiler bu konuda izleyeceği yol haritasını da AKŞAM'a  anlattı.
 

Babası Hikmet Kiler'le birlikte İdris-i Bitlisi'nin mahalle arasında kalan mezarını ziyaret edip dua eden Kiler, babasının adını taşıyan 'Hikmet Kiler Vakfı' aracılığı ile mezarın yenileceğini ve çevre düzenlemesi yapılacağını açıkladı. Kiler 'İsim tartışmaları sırasında mezarın durumunu öğrendik. Gelip incelediğimizde mezarın İdris-i Bitlisi'ye yakışacak şekilde olmadığını gördük. Bunun üzerine işe mezarından başlamaya karar verdik. İnsanların gelip dua edebilecekleri bir alan haline getireceğiz. Bu yaptığımız teklifin en hayırlı yönlerinden biri bu oldu. Mezarın burada olduğunu bilen Bitlisli sayısı çok az. Bitlis'in bir temsilcisi olarak tarihe mal olmuş çok yönlü bir alim olan Bitlisi'ye yakışır bir mezar yapmamız gerekir. Mezarın önce orijinal hali tespit edilecek, aynı şekilde yapılacak' dedi.

 

Piyer Loti'nin ismine bir alerjisi olmadığını söyleyen Kiler, isim kriterini şöyle dile getirdi: 'İnsanlar sanki Piyer Loti'ye bir tepkimiz olarak algıladı. Biz sadece İdris-i Bitlisi isminin kaldırılmasına tepki verdik. 'İdris-i Bitlisi'nin ismini değiştirilmesi kanıma dokunuyor' dedim, halen öyle diyorum. Burada isim Piyer Loti değil de Eyüp Sultan Tepesi olsaydı bu değişiklik talebinde bulunmazdım. Çünkü Eyüp Sultan hazretleri ile İdris-i Bitlisi'iyi karşılaştırmayız. Eyüp Sultan Allah dostu büyük bir evliya. Karşılaştırdığınız zaman İdris'i Bitlisi mi ? Eyüp Sultan mı tabii ki  Eyüp Sultan. Peki İdris-i Bitlisi mi  Piyer Loti mi?  Tabii ki İdris-i Bitlisi derim.Tepenin isminin Eyüp Sultan İdris-i Bitlis'i Tepesi olmasını isteyeceğiz. Kabul edilirse mutlu oluruz, edilmezse de bunu kan davası yapacak halimiz yok.'


Hikmet Kiler de 'İdris-i Bitlisi'nin mezarının Eyüp'te olduğunu oğlum sayesinde yeni öğrendik. Gelip ziyaret ettik hem de yenilemek için fırsat doğdu. Biz üzerimize ne düşüyorsa yapacağız' dedi.

Akşam, Haber: Ercan Sarıkaya, 13.06.2012

AYASOFYA ÜNİVERSİTE OLMALIDIR

 

Türkler, aşılmaz sularla çevrilmiş, suriçi İstanbul'unu, Doğu Roma'dan 1453 yılında, harap küçük bir kent olarak aldılar. Tarihçi Charles Diehl, Türklerden önceki İstanbul'un nasıl bakımsız ve yoksul olduğunu, 57 yıllık Katolik Latinler döneminde, kentin nasıl yağmalandığını ayrıntılı olarak anlatır. Surların içindeki İstanbul'u, Fatih surların dışına çıkarmıştır. 'Boğaziçi doğrudan doğruya Türklerin eseridir.'

*

'Aziz İstanbul'un sevdalısı Yahya Kemal, Türklerin İstanbul ile bağlarının, Hicret'ten yüzyıl önce, Ayasofya'yı inşa ettiren İmparator Justinyanus'a kadar uzandığını vurgular. İmparator Hint ve Çin'e giden ticaret yollarını İranlılardan daha çok, Orta Asya'daki türklerin açmalarını bekler ve Türkleri Roma'nın mirasçıları olarak görür. İmparator yanılmamış ve Türklerden beklentileri gerçekleşmiştir. Roma döneminin simgesi Ayasofya, Türklerle bir bilgelik mektebi olmuştur.

*

Bin yıla yakın kilise ve beş yüzyıla yakın da cami olan Ayasofya, Müslümanların olduğu kadar Hristiyanların da kültüründe önemli bir yer tutar. Bu yüzden, Ayasofya dünyada hem Müslümanlar, hem de Hristiyanlar tarafından sevilir ve büyük saygı görür. Ayasofya, İbrahim Peygamber'de birleşen, İbrahimi dinlerin, ortak peygamberlerinin, ortak kitaplarının, çok kültürlü, çok kimlikli ve çok değerli eşsiz bir ulu mabetidir.

*

Türkler için Ayasofya, 'İki kıta ve İki Deniz'in Sultanı olarak bilinen Fatih'in, bir armağanı ve bir emanetidir. Türkler Fatih'in Ayasofyası'na türbeler, medreseler, kütüphaneler, imaretler, muvakithaneler ve şadırvanlar ekleyerek, günün şartları içinde eğitim ile ibadeti bütünleştiren açık bir üniversiteye dönüştürdüler. Ayasofya'dan geri kalmayan Fatih, Süleymaniye ve Sultanahmet, İstanbul'un diğer açık üniversiteleri oldular.

*

Türklerin altın çağları, eğitim kurumlarına, bilim ve sanata büyük önem veren Fatih ile başlar, adalet odaklı yönetimin öncüsü Kanuni ile de doruk noktasına ulaşır. Fatih devlete üst düzey yönetici yetiştiren Enderun'u kurumlaştırmış ve kendi adına yaptırdığı cami çevresindeki eğitim kurumlarıyla Türk üniversitelerinin temellerini atmıştır. Fatih'te Fatih, Evliya Çelebi'nin deyişiyle: 'Kurşun kubbelerle kaplı koca bir şehir kurmuştur.'

*

Ayasofya Filistin'deki Süleyman Peygamber'in Kutsal Mabeti ile İspanya'daki Kurtuba Camisi arasındaki süreklilik ve bütünlüğünün simgesidir. Ayasofya bütün İbrahimi dinleri kucaklayan, çok zengin geçmişiyle dünya barışının güvencesidir.

*

Dünyada Doğu ile Batı, Asya ile Avrupa ve Hristiyanlar ile Müslümanlar savaşırsa, dünyanın hiçbir ülkesinde barış olmaz.

*

Ayasofya, Kudüs, Kurtuba, Atina ve Roma'da kampüsleri olan çok ülkeli bir barış üniversitesi olmalıdır.

*

Bütün dünyanın yitirdiği kutsal bilgeliğin, hiçbir zaman batmayan güneşi, Ayasofya'dan doğacaktır.

*

Dünyada bilgelik kimlik taşımaz.

Bilgeliğin vatanı yoktur.

Yeni Şafak, Yazı: Nazif Gürdoğan, 13.06.2012

2000 YILLIK MEZAR BULUNDU

 

 

Anadolu Medeniyetleri Müzesi Müdürlüğü'nce Kırıkkale'nin Balışeyh İlçesi yakınlarında yapılan kazıda 2 bin yıllık mezar ortaya çıkarıldı.

 

Kapısı kırık mezarın antik dönemde soyulduğu, günümüz definecilerinin de tüneller kazarak mezara ulaşmaya çalıştıkları öğrenildi.

Balışeyh ile Sulakyurt ilçeleri sınırında bulunan Seydintepe Tümülüsü adı verilen bölgede Anadolu Medeniyetleri Müzesi Müdürlüğü, Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nun kararı ile kazı çalışmasına aralıksız devam ediliyor.

Mezarla ilgili bilgi veren Anadolu Medeniyetleri Müzesi Müdürlüğü görevlisi Can Demir Zoru, mezarın antik dönemde soyulmuş olduğunu söyledi. Zoru, bulunan mezar içerisinde iskelet kalıntılarına rastlandığını açıkladı. Mezarın erken Roma dönemine ait olduğunun tahmin edildiğini ifade eden Zoru, antik dönemde soyulduğunu, günümüz definecileri tarafından da tüneller kazılarak soyulmaya çalışıldığını ancak başarılı olunamadığını belirtti. Zoru, mezarın Ankara Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu'nun vereceği karar doğrultusunda koruma altına alınacağını bildirdi.
Zoru, mezar hakkında şu açıklamayı yaptı: "Yapılan incelemeler sonucunda yapım tekniği ve niteliği konusunda ulaşılan sonuçlara göre mezar odası, doğal kaya tabanın oyulması ile tesviye edilen bir zemine oturtulan blok taşlardan oluşturulmuş. Güney kuzey yönlü mezar odası aşağıdan yukarıya doğru daralan kubbeli bir forma sahiptir. Yaklaşık 3 metreye 1,5 metre ölçülerindedir. Mezar odasının hemen önünde Dromos adı verilen bir ön oda bulunur. Maalesef mezar odasının giriş kapısı kırılmış ve mezar antik dönemde mezar hırsızlığına maruz kalmıştır. Mezar odasında antik dönemde gerçekleşen hırsızlık olayının izlerine rastlamak mümkündür. Antik dönemde mezar içerisinde bulunan mezar armağanları çalınmış, mezar sahibinin kemikleri mezarın kuzeydoğu köşesinde dağınık vaziyette bırakılmıştır. Kırılmış olan mezar odası kapısının bir parçası dolgu toprak içerisinde bulunmuştur. Bu parçadan anlaşıldığı kadarıyla mezar kapısı kırmızı ve siyah kökboyası ile boyanmıştır."

Mezar odasının içerisinde de yer yer duvar resimleri yapıldığının tespit edildiğini kaydeden Zoru, Mezar içerisinde bulunan kırılmış seramik parçalarından anlaşıldığı kadarıyla Seyidintepe Tümülüsü Geç Hellenistik (MÖ 1. yüzyıl) veya Erken Roma döneminde (MS 1-2. yüzyıllar) bölgede yaşayan varlıklı bir şahsa ait olmalıdır. Mezar odasında kazı ve dokümantasyon çalışmaları tamamlanmış olup, Tümülüs Ankara Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu'nun vereceği karar doğrultusunda koruma altına alınacaktır." diye konuştu.

Sabah, 13.06.2012

"ÇAMLICA'YA YENİ CAMİ YOK!"

 

 

Başbakan Erdoğan, Çamlıca Tepesi'ne dev bir cami yapılacağını söylemişti.

 

Turizm Bakanı Günay, Çamlıca'ya cami yapılması konusunda herhangi bir projenin olmadığını açıkladı.

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, NTV canlı yayınında soruları yanıtladı. Bakan Günay, Çamlıca Tepesi'ne yapılması düşünülen camiyle ilgili değerlendirme yaptı.

Günay, "Şu anda Çamlıca’ya cami projesi yok. Sadece fikir tartışması yapıldı. Ama bize ve belediyeye veya başka bir kuruma gelmiş bir proje yok. Mütedeyyin çevreler dahil olmak üzere insansız bir mekana cami yapmanın çok da ihtiyaca ve bizim inancımıza uygun olmadığı konusunda eleştiriler oldu. Sanıyorum bu eleştiriler ışığında yol alınacak. Şu anda somut bir proje yok" dedi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan geçen ay yaptığı açıklamada, Çamlıca Tepesi'ne dev bir cami yapılacağını açıklamıştı. Erdoğan, "Bu dev cami, İstanbul'un her yerinden görülecek şekilde dizayn edildi. İnşallah Üsküdar'ın camlarında artık farklı yansımalar olacak" demişti.

Vatan, 13.06.2012

 

******


ERTUĞRUL GÜNAY ÇAMLICA'YA CAMİYE KARŞI ÇIKSA NE OLUR?

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, partisi tarafından sayısız kez yalanlanmasına rağmen bu sefer Çamlıca’ya cami yapılmasına karşı çıktığını söyledi. En ilginç açıklaması ise HES’ler ile ilgili olanıydı…

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, dün bir Tv programında yaptığı açıklamalar ile gündemdeki konulara değindi. Günay Çamlıca’ya cami yapılmasına karşı olduğunu söylerken, HES’ler ile ilgili tespiti ise oldukça dikkat çekiciydi...

 

Cami’ye karşıyım diyor ama hükmü var mı?
Kültür ve Turizm Bakanı son zamanlarda çokça tartışılan Çamlıca’ya cami yapılma önerisi hakkında da konuştu. Bu konuda kendisine ulaşmış bir bilgi ya da başvuru olmadığını belirten Günay, “Bu konuda mütedeyyin basında da zaten insan olmayan yerde cami yapılmasının bizim örfümüze uygun düşmediğini okudum. Camiler bizde öyle büyük tepelere filan yapılmaz. Çünkü cami kendisi bulunduğu yere değer katar. Değerli bir tepeye cami yapalım diye bir kaygımız tarih boyunca olmamıştır” dedi.

 

Erdoğan ise geçtiğimiz günlerde Çamlıca tepesine dev bir cami yapılacağını açıklamıştı. Proje çalışmasının tamamlandığını belirten Erdoğan şöyle konuşmuştu: "İki ay içinde falan dozerler çalışmaya başlar. Bir an önce buraları bitirirken bunların altında aynı şekilde bu hat, tezhip, ebru bütün çalışmalara yönelik imkanlar da olacak. Buralara geçmişte nasıl kenarda medrese odaları varsa. Bunun da bu günkü anlamda yine çalışmalarını mimarlarımız inşallah yapıyorlar, yapacaklar.Çamlıca'da da bu dev Camii İstanbul'un her yerinden görülecek şekilde dizayn edildi. İnşallah Üsküdar'ın camlarında artık farklı yansımalar olacak."

 

Ertuğrul Günay daha önce de partisinin icraatları ile çelişen açıklamalarda bulunmasına rağmen bir çok kez kendisini tekzip etmek zorunda kalmıştı. Ucube krizi, Haydarpaşa ile ilgili yaptığı açıklamalar bunlardan birkaçı…

HES'ler konusunda gayriciddi açıklama
Günay AKP’nin başını ciddi şekilde ağrıtan HES karşıtları ile ilgili de gayriciddi açıklamalarda bulundu. Günay’a göre dereye 4-5 HES yapılsa köylü itiraz etmez. “Dün termik santrallere karşı çıkarken HES yapılsın diyenler şimdi tersini savunuyor” diyen Günay, “yenilenebilir enerjiyi kullanmak gerekiyor. Ancak hidroelektrik santraller yapılırken ölçü kaçıyor, bir derenin üzerinde 20 tane santral yapılmak isteniyor. Mesela 4-5 tane santral yapılsa köylünün de çok fazla itirazı olmayacak.”

 

Ertuğrul Günay, HES’lere karşı çıkan köylüleri “dört katlı ev” yapmakla suçlayarak literatürüne bir “tuhaf” açıklama daha eklemiş oldu:

“Ben de Karadenizliyim ama Karadeniz’de inanılmaz çirkin yapılaşma var. Bina yaparken kimse çatı yapmıyor, filiz bırakıyor, yetmiyor yaylaya dört katlı ev yapıyor. Yaylalar kötü birer kasabaya dönmüş facia durumda. Herkes elini vicdanına koymuş, hangimiz evinin önünü süpürüyor. Bu konuda herkes elini vicdanına koysun ve ilk taşı da günahsız atsın.”

Haber Sol, 13.06.2012

LAODİKYA'DA ATHENA TAPINAĞI ORTAYA ÇIKARILDI

 

 

Denizli’nin Eskihisar Mahallesi yakınındaki antik kent Laodikya’da yapılan kazı çalışmalarında, MS 2′nci yüzyıla ait dokuma tanrıçası Athena’ya adanmış tapınak bulundu.

 

Laodikya Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek, kazılarda bulunan eserlerle Denizli’de dokuma tarihinin 4 bin yıl öncesine kadar dayandığını söyledi.

 

Laodikya antik kentinde 2012 yılı kazı çalışmaları tüm hızıyla sürüyor. Prof.Dr. Celal Şimşek başkanlığında yapılan kazı çalışmaları kapsamında geçen aylarda antik dönemin en büyük kutsal alanı bulundu. Kazı çalışmalarının ağırlık verildiği kutsal alanda ağırlığı 12 tonu bulan yaklaşık 15 metre yüksekliğinde dev sütunlar birleştirilerek ayağa kaldırılmaya başlandı.

Kazılarda bulunan sikkelerin üzerinde kutsal alanın kabartmasının bulunduğu ve üç ayrı tapınaktan oluştuğu ortaya çıktı. Kutsal alanda bulunan üç ayrı tapınaktan birinin antik dönemin baş tanrısı Zeus’a, ikincisinin ise dokuma tanrıçası Athena’ya ait olduğu belirlendi. Üçüncü tapınağın ise hangi tanrı için yapıldığı kazı çalışmalarında bulunan eserlerden ortaya çıkacak.

 

Laodikya Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek, antik kentte bulunan eserlerle Denizli dokuma tarihinin 4 bin yıl öncesine kadar dayandığını söyledi. Yapılan kazı çalışmalarında dokuma tanrıçası Athena’ya adanmış tapınak bulduklarını belirten Prof.Dr. Şimşek, “Daha önce ortayla çıkardığımız 250′ye 100 metrelik kutsal alanda, antik dönemde basılmış Laodikya sikkelerinden öğrendiğimiz kadarıyla üç ayrı tapınak bulunuyor. Biri baştanrı Zeus’a ait diğeri ise dokuma tanrıçası Athena’ya ait, üçüncü tapınağın hangi tanrıya ait olduğunu araştırıyoruz. MS 4. Yüzyıl’da imparator Konstantin döneminde yapılan düzenlemede, bölgede Hırıstiyanlık kabul edilince tapınak yıkılmış ve eserler farklı amaçlar için kullanılmış. Dünyada ilk kez belki de sütun yiv arasında 6′ya 18 santimetre boyutlarında dokuma tanrıçası Athena’nın büstünün yerleştirilmiş olmasıdır. Yaklaşık olarak yerden 5.5 metre yüksekliğinde sütuna yapılmış. Burada yer alan tapınaklardan birinin dokuma tanrıçası Athena için adanmış olduğunu kesin olarak söyleyebiliriz. Yazıtlardan da öğrendiğimiz kadarıyla Athena için festivaller düzenleniyormuş” dedi.

 

Laodikya’da 4 bin yıl önce üretilen dokumaların antik dönemde ihraç edildiğini ifade eden Prof.Dr. Şimşek, “Daha önce boyahane ile o dönemde kullanılan 4 bin yıl öncesine dayanan dokuma tezgah ağırlıkları bulmuştuk. Kumaşların boyanmasında elde edilen sistemin nasıl yapıldığını ortaya çıkardık. Burası dokuma kenti, zenginliğinin büyük kısmını buradan elde ediyor ve dokumaya borçlu. Antik kentte dokunan ürünlerin antik dünyaya ihraç edildiğini arkeolojik verilerle de doğrulanıyor. Bu Denizli için önemli bir buluş” diye konuştu.

haberler.com, 12.06.2012

SULUKULE VİLLALARI YIKILABİLİR!

 

 

İstanbul Mimarlar Odası, Şehir Plancıları Odası ve Sulukule Roman Derneği’nin 4 yıl önce Sulukule yenileme projesi hakkında açtığı davalar sonuçlandı. İstanbul 4. İdare Mahkemesi, Sulukule olarak bilinen Neslişah ve Hatice Sultan Mahalleleri Yenileme Alanı’nda yapılan projeye dair “Kamu yararına uygun değil, iptal edilmeli” kararı verdi. İdari mahkemenin verdiği karar, TOKİ ihalesiyle Özkar İnşaat’ın yaptığı inşaatın durdurulmasını gerektiriyor.


Mimarlar Odası’ndan Mücella Yapıcı, “Geciken adalet, adalet değildir” derken kararla Sulukule’de yapılan tüm işlemlerin hukuk dışı olduğunun ortaya çıktığını belirtti. Yapıcı, kararın Danıştay’da onanarak kesinleşmesi halinde ‘binaların yıkılması gerekeceğini’ söyledi.


Yapıcı, “Kararı çok önemsiyor ve bir emsal teşkil edeceğini düşünüyoruz, fakat bir yandan da içimiz acıyor. Dava süreci tamamlanmadan Sulukule, çevik kuvvet eşliğinde, yangından mal kaçırır gibi yıkıldı, talan edildi. Yürütmeyi durdurma kararının bir türlü alınamaması hukuksal trajediye yol açtı” diye konuştu. Geçen az Meclis’ten geçen ‘afet yasası’ ile yürütmeyi durdurma kararlarının tamamen yasaklandığını hatırlatan Yapıcı “Şu an Tarlabaşı da yönlendirilmiş bilirkişiler eşliğinde yıkılmakta” dedi. 

‘Kılıfına uydururlar!’
İstanbul Şehir Plancıları Odası Başkanı Tayfun Kahraman da kararın ‘olumlu ama çok geç alınmış’ olduğunu söyledi. Kahraman, “İnşaatlar bitti. Kentsel dönüşümün bir yerinden etme ve kent içi göç hareketi olduğu ortada” diye konuştu.


Kahraman’a göre inşaatın yıkılması uzak bir ihtimal: “Aynı avan proje yenilenmiş gibi onaylanacak ve inşaata devam edecekler. İstanbul’daki tüm iptal kararları benzer şekilde sonuçlandı.”
 
Bu inattan vazgeçin’
Sulukule Roman Derneği’nin avukatı Hilal Kuey ise idari yargıda mahkeme kararının tebliğ edildiği anda uygulanmak zorunda olduğunu belirterek “Projenin şu an durması gerekli” dedi. Kuey, “Artık bu inattan vazgeçilmesi ve hukukun gereğinin yerine getirilmesi lazım. Yasaya ve kamu yararına uygun yeni bir proje yapılmalı, zarar gören insanlara hakları teslim edilmeli” diye konuştu.
AİHM, 2010’da mahallelinin yaptığı başvuruyu iç hukuk yolları tükenmeden kabul etmişti.

Sulukulelilerin AİHM başvurusunda 41. madde uyarınca tazminat talebi de bulunuyor.

Bilirkişi: Bunun neresi koruma?
Dava sürecinde üç bilirkişi kararı da projenin ‘tarihi dokunun günümüze aktarılması ve yenilenerek kullanılmasını’ amaçlayan 5366 sayılı kanuna ve kamu yararına uygun olmadığı yönündeydi. Bilirkişi kararlarında, İstanbul’un herhangi bir yerinde yapılabilecek türde inşaatların koruma adı altında Sulukule’de yapılması uygun bulunmamıştı.

Radikal, Haber: Elif İnce, 13.06.2012

 

******


"SULUKULE'DE HER NE YAPILIYORSA DERHAL DURDURULMALI"

 

TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi, Şehir Plancıları Odası ile Roman Kültürünü Geliştirme ve Dayanışma Derneği tarafından, Neslişah ve Hatice Sultan Mahalleleri Yenileme Alanı ile ilgili olarak Şubat 2008’de açılan davada İstanbul 4. İdare Mahkemesi tarafından; avan projelerin kamu yararına uygun olmadığı gerekçesiyle oybirliğiyle iptal kararı verildi. Söz konusu karar ile ilgili olarak; bugün (13 Haziran 2012) TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi, Karaköy Hizmet Binası’nda bir basın toplantısı düzenledi.

Bu kapsamda açıklama yapan Mimarlar Odası Büyükkent Şubesi Genel Sekreteri Mücella Yapıcı, “Bugün Sulukule’de yıkımların başladığı günden bugüne kadar gerçekleştirilen bütün uygulamaların hukuksuzluğu saptanmıştır” dedi. Yapıcı, dava süreci boyunca Mimarlar Odası’nın defalarca yürütmeyi durdurma talebi ile İdare Mahkemesine başvuruda bulunduğunu ancak, bu taleplerine cevap alamadıklarını anlattı. Bu kapsamda mevcut süreç üzerinden de anlaşılacağı gibi yürütmeyi durdurma kararlarının büyük öneme sahip olduğunu vurgulayan Yapıcı, alanın yenileme ilan sürecinden iptal kararının verildiği bugüne kadar kırılma noktalarını paylaştı.

Yapıcı, “Ne yazık ki bu önemli karar gecikmiş bir karar olarak hukuk tarihimize geçecek, umarız Sulukule’de yaşanan durum örnek teşkil eder” dedikten sonra, söz konusu gelişmenin çok önemli bir kazanım olduğunu ifade ederek, Mimarlar Odası’nın sürecin takipçisi olacağını vurguladı.
İptal kararı alındıktan sonra her idari işlemin hukuksuzluğunun saptandığını anlatan Yapıcı, bu hukuksuzluktan doğan zararların tazmin edilmesi durumunun doğduğunu da aktardı. Sulukule’de inşaat çalışmalarının devam etmekte olduğunu belirten Yapıcı, alanda yeni hak sahibi olan kişilerinde mağdur edildiğini aktararak; “İptal kararına rağmen Sulukule’de işlemlerin devam etmesi açıkça suçtur” dedi.

Yapıcı’dan sonra kısa bir açıklama yapan TMMOB Mimarlar Odası avukatı Can Atalay ise, kesinleşmemiş bir mahkeme kararı ile ilgili bir şey söyleyemeyeceğini belirterek, “İdare mahkemelerinin iptal kararının derhal uygulanması gerekir. Uygulama için hazırlık gerekmesi hlinde ise ancak 30 gün beklenir. Sulukule'de ne yapılıyorsa derhal durdurulması gerekir” dedi.

Yapı, 13.06.2012

 

******


SULUKULE'YE PROJE İPTALİ ŞOKU!

 

 

Fatih Belediye Başkanlığı ile Kültür ve Turizm Bakanlığı aleyhine Sulukule projesinin iptaline ilişkin açılan üç ayrı dava, aynı gerekçelerle kabul edildi ve işlemin iptaline karar verildi.

İstanbul Mimarlar Odası, Şehir Plancıları Odası ile Roman Kültürünü Geliştirme ve Dayanışma Derneği tarafından açılan, İstanbul 4’üncü İdaresi’nde görülen üç ayrı davada, Sulukule projesinin SİT alanı üzerine, Koruma Bölge Kurulu kararlarına aykırı olarak inşa edildiği, Romanlar’ın mülkiyet hakkının ihlal edildiği savunuluyor ve projenin iptali isteniyordu. Her üç dava da oybirliğiyle kabul edilerek, projenin iptaline karar verildi.

Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun karşı kararına rağmen 2 yılda hızla yükselen inşaatı ne bu süre içinde alınan 3 bilirkişi raporu, ne de dozerin önüne dikilen müze uzmanı arkeolog Şeniz Atik durduramamıştı. Bitmek üzere olan projede konutların yeni sakinler arasında dağıtımı için Fatih Belediye Başkanlığı tarafından 26 Haziran günü kura çekimi yapılacağı bildirilmişti.

Mahkemenin oybirliğiyle iptal ettiği Sulukule projesiyle ilgili Mimarlar Odası İstanbul şubesinden yapılan açıklamada, “Ne yazık ki bu önemli karar gecikmiş bir karar olarak hukuk tarihimize geçecek ve özellikle kent davaları için yürütmeyi durdurma kararlarının ne denli önemli olduğunun altı bir kez daha trajik biçimde çizilecektir” denildi.

Hürriyet Gazetesi'nin haberine göre; Sulukule olarak bilinen Neslişah ve Hatice Sultan Mahalleleri Yenileme Projesini kapsayan, Fatih’teki Sur Koruma Bandı’nda yer alan 90 bin metrekarelik bölgede, 640 konutun inşası 2 yılda bitme noktasına geldi. Bölgede yeni yapılan evler gelir düzeyi yüksek aileler için tasarlandı.

Sulukule’nin eski sakinleri olan Romanlar, bölgeden 60 kilometre uzaklıktaki Kayabaşı TOKİ konutlarına gönderilmişti.

NE OLACAK?
Roman Derneği adına açtığı davayı kazanan avukat Hilal Küey, Mimarlar Odası’nın kararından hareketle, “İdari davalarda karar, hüküm niteliğindedir. İşlem iptal edilmiştir, proje derhal durdurulmalı, UNESCO kriterlerine ve bölgenin tarihsel dokusuna uygun olarak yeni bir proje ortaya çıkarılmalıdır. Aksi halde AİHM davamızı zaten kabul etti ve bu kararların uygulanmaması halinde Türkiye’yi çok büyük tazminat kararları beklemektedir. Sadece biz değil, yarın öbür gün mülkiyet haklarını yitirmiş vatandaşlarımız da tek tek dava açtıklarında, AİHM’nin keseceği tazminat cezalarının haddi hesabı olmayacaktır. Hukuk devletinin gereği yerine getirilsin” dedi.

6 YILLIK SÜREÇ
* Sulukule; 22 Nisan 2006 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla 'Yenileme Alanı' ilan edildi.
* Bölge halkı, bilim insanları, hukukçular ve uluslararası kuruluşların tüm ısrarlarına karşın yenileme avan projeleri, ilgili kurulun 2 Kasım 2007 tarihli kararıyla onaylandı.
* UNESCO ICOMOS Dünya Mirası Komitesi projeyle ilgili tarihi kimliğinden, kültüründen ve tüm değerleriyle bir bütün olan yapısından soyutlayarak basit bir yenileme mantığıyla yok eden bir sosyal dışlama, kentsel ranta el koyma ve soylulaştırma tespitlerinde bulundu.
* Şubat 2008’de Mimarlar Odası İstanbul Şubesi, Sulukule ile ilgili yenileme avan projelerinin yürütmesinin durdurulması ve iptali için dava açtı.
* Yargı süreci devam ederken Mayıs 2009’da Sulukule’de yıkımlar başladı.
* İstanbul 4’üncü İdare Mahkemesi 2 Haziran 2009 günü yürütmeyi durdurma talebini gerekçesiz olarak reddetti.
* TOKİ, 2009 yılının Eylül ayında yenileme avan projeleri ile inşaat ihalesine çıktı ve 6 Ekim 2009 itibariyle Sulukule inşaat firmasına devredildi.
 * 6 Mayıs 2010’da Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir tarafından inşaatın temeli atıldı ve inşaat başladı.

Habertürk Emlak,13.06.2012

 

******


ÇÖPE ATILAN SULUKULE

 

 

İstanbul 4. İdare Mahkemesi’nin, Sulukule’deki ‘dönüşüm projesi’ni iptal etmesinin yankıları sürerken Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay , iptali ‘çok gecikmiş bir karar’ diye nitelendirdi. Günay, “Sulukule’nin şu anda eskisinden daha yaşanılabilir konuma kavuştuğunu düşünüyorum. O yüzden önümüzdeki süreçte projeyi arkalamaya devam edeceğiz” dedi.


Bilirkişi ve mahkeme kararlarında ise Sulukule’de yapılanların ‘tarihi ve kültürel dokuyu korumaya yönelik’ 5366 sayılı yasaya dayanarak hazırlandığı, ancak ortaya çıkan projenin 5366 sayılı yasaya da kamu yararına da uygun olmadığı belirtildi.


Oysa, 2010 yılında, Sulukule için hem 5366 sayılı yasa hem de kamu yararına uygun bir proje hazırlanmıştı. Sulukule Atölyesi adı verilen grupta, 60 akademisyen, çeşitli disiplinlerden konusunun uzmanı meslek insanı (şehir plancısı, mimar, sosyolog, antropolog, hukukçu, yerel ekonomik kalkınma uzmanı, psikolog vs.) sanatçı ve Sulukule’yi dert edinenler yer aldı.


Ekip Sulukulelilerin katıldığı, çok aktörlü, demokratik, şeffaf bir planlama süreciyle, zorla yerinden edilmiş mahalle sakinlerinin geri dönmesini amaçlayan ve Roman kültürüne saygılı bir proje hazırladı. 

Dönüşürken korunabilirdi
‘Alternatif Sulukule projesi’ o dönemde TOKİ’ye, Fatih Belediyesi’ne, koruma ve yenileme kurullarına sunuldu. Ancak proje kağıt üzerinde kaldı. Atölye gönüllülerinden, Şehir Plancısı Yrd. Doç.Dr. Erbatur Çavuşoğlu “Saha çalışmasıyla bölgede 5 bin civarında Roman vatandaş olduğunu tespit ettik. Yeni yatırım yapan 600 aile vardı. 600 ailenin başka bir yere yönlendirilmesini talep ettik, mümkün olmadığını söyledikleri için farklı tipte konutlar üretildi: yatırımcılar için ayrı, Roman vatandaşlar için ayrı” diye konuştu.


Çavuşoğlu, bitmek üzere olan ‘Osmanlı Evleri’ için ise “Mahallelinin bunların içinde yaşaması mümkün değil. Onların planında 5 yıldızlı otel ve AVM var, bizimkinde ortak lokanta ve Roman kültür merkezi” dedi.

“BU SAATTEN SONRA ZOR”
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay “Çok gecikmiş bir yargı süreci. Yargının bunları, bu saatten sonra durdurması çok zor. Herhalde duruma uygun yeni plan çalışması, yeni bir karar süreci yaşayacağız” dedi.

Bilirkişinin şu anda iptal edilen projeye eleştirileri:
1- Özgün ada morfolojisi ve sokak dokusu korunmamış.
2- Mevcut sokak dokusu ve tescilli yapılara uygun olmayan yapı tipolojisi oluşturulmuş.
3- Mevcut durumda kamuya ayrılmış alanlar projede yapılaşmaya açılmış, sokak kesitleri büyütülmüş.
4- Yeşil alan ve parklara yer verilmemiş.
5- UNESCO’nun belirlediği Sur Koruma Bandı Avan Proje’de yarıya inmiş.

 

 

Alternatif projede şunlar vardı:
Mahalleye geri dönmesi hedeflenen Sulukule halkı için 4 tip konut planlanmış, alt gelir grubuna yönelik uygun ödeme koşulları oluşturulmuş.
Mevcut kamusal açık alanları korunup geliştirilmiş, toplam 15 dönüm yeşil alan üretilmiş.
Sur koruma bandına uyulmuş, yapılaşma mevcut konut dokusuna ve kat yapısına benzer boyutlarda sınırlandırılmış.
Yapılaşma mevcut parsellerin üzerinden ilerlemiş, morfolojiye bağlı kalınmış.
1813 tarihli Sulukule Haritası’ndan kalma 12 tarihi ada ve yol dokusu korunmuş.
Mahallelilerin sağlıklı beslenmesi, yoksullara uygun koşullarda hizmet verilmesi ve çocukların iyi gelişmesini sağlamak amacıyla 244 m2’lik Mahalle Lokantası planlanmış.
Yıkılan çocuk yuvası yerinde 500 metrekarelik yeni kreş planlanmış. Romanların toprakla varolan bağlantılarını devam ettirmek, ev ekonomilerine katkıda bulunmak için tarım yapılabilecek ‘hobi bahçesi’ planlanmış. Roman kültürünü yansıtan etkilinliklerin düzenlenecği çok amaçlı etkinlik alanları oluşturulmuş.
Mahallenin tarihi eğlence geleneğini sürdürebilmesi için Kaleboyu Caddesi ‘kültür ve turizm aksı’ seçilmiş, buralar için müzik ve dans atölyeleri, kültür merkezleri planlanmış.
Aile içi şiddet, doğum kontrolü gibi konularda destek verecek bir kadın birimi, çocuk/gençlik birimi, yetişkin/yaşlı birimi, ‘iş birimi’ ve ‘vatandaşlık hakları birimi’ oluşturulmuş.

Radikal, Haber: Elif İnce, Fotoğraf: Aziz Uzun/AA, 14.06.2012

 

******


İKTİDARLARIN ANIT UCUBESİ: SULUKULE

 

Hani Başbakanımız “ucube” olduğunu ilan etmişti de, uluslararası sanatçımız Mehmet Aksoy’un kardeşliği, barışı simgeleyen Kars’taki anıt heykeli vinçlerle parçalanmış, Türkiye Taliban gibi heykellerini yıktıran ülke konumuna düşmüştü ya... Ta o zamanlar yazamadığım için içimde kalmıştı: “Gelin İstanbul’un tarihinin anıtlaşmış, dokunulmaz sit alanı olmuş bölgesinde, iktidarlarının tarihi yok ederek, estetiği katlederek, sayısız suçu birden işleyerek, rant hırsıyla yarattığı gerçek ucubeyi görün!..” çığlığı ile seslenemediğim için hemen her gün kendime kızıp duruyordum. Evime girip çıkarken görmezlikten gelme şansımın olmadığı bu gerçek ucubeyi, büyük bir hızla, dar bir sokak mesafesinde İstanbul’un Bizans surlarının üstüne üstüne, ilgili tüm yasalarla dalga geçilircesine, TOKİ-Fatih Belediyesi ortak projesi olarak sıkışık-bitişik apartmanlar olarak bitirmişlerdi ki... İktidar gücünün simgesi Sulukule projesinin dört yıl süren, açılmış üç ayrı davada birden birçok bilirkişi raporuna da dayalı olarak oybirliği ile iptal kararı verilmesini zorunlu kılan gerçekler, iptal sonuçlu yargı kararını getirince.. bir de hukuk devleti düzeni ucubemiz doğmuş oldu...

 

Kaba inşaatları bitmiş, tahta kaplamaları bile tamam Sulukule evlerinin, pardon apartmanlarının kura çekimine gün kala yargıdan oybirliği ile gelmiş iptal kararına gülmeli mi ağlamalı mı bilemedim. Edirnekapı’dan Vatan Caddesi’ne kadar, sit alanı üzerinde, sur dibinde yükselen bitişik apartmanların tabii ki Romanların kimlikleri ile özdeşleşmiş evleriyle benzerlikleri yok. Yoksulluğun, yıpranmışlığın gerekçelendirdiği “yenileme projesinin” en baştan yalan, ortaya bir ucube çıkardığı biliniyordu... UNESCO, dünya mirasını koruma kararları, doğal yapısından soyutlanarak, rant yaratacak apartmanlara dönüşümü, sahiplerinin kovulmalarını elbette yasaklıyorlardı...

 

Roman komşularım, ağzı sulanmış rantçıların iktidar cephesi desteğinde evlerini, arsalarını ellerinden almak için yaptıklarına isyan bayrağı kaldırıyorlardı. Belleğinizi tazelerseniz, çok ciddi bir uluslararası direniş, evsiz kalan Romanların çok sayıda etkinlikle çığlıklarını kamuoyuna duyurma çırpınışlarının sayısız, ancak caydırıcı olamamış eylemlerini anımsayacaksınızdır...

 

***

 

Başbakan Erdoğan “ucube” çıkışı ile yıktırdığı Aksoy’un Kars’taki anıtı için, ancak kalıntılar olarak varlığından söz edilen kimi tarihi eserleri savunma gerekçesi yapmıştı ya... İktidarlarının güç simgesi TOKİ eliyle dikilen bitişik apartmanlar Vatan Caddesi’nden Edirnekapı’ya, dünya mirası Bizans surlarının üstüne üstüne yükseliyorlar. “Dışardan bakışta bile dünyada bu boyutta bir tarih katletme, ucube örneği yoktur..” demekle iş bitmiyor. Sur kapıları, Sulukule mahallesinin bütün ana, ara yolları, inşaatları kapatacak biçimde metal barikatlarla örtüldükten hemen sonra, önce ağaç katliamı yaşandı. Romanların, Karagümrük’e doğru daha yoksul, daha çaresiz, ilkel koşullarda, kiracı.. sığındıkları günlerde, kesilmiş ağaçların kalın gövdeleri ile yakılan ateşler sokak düğünlerinin tek güzelliği oldu.

 

Romanlar ellerinden alınmış evlerinin yerine yapılanlarla yakından ilgiliydiler. Gelip geçerken yine yolumu keserek temel kazılarında çok önemli ta- rihi bulguların çıkışını heyecanla aktarıyorlardı. İktidarları takmadılar, birkaç uygarlığın üst üste olduğu bölgenin kaçınılmaz, kazmanın girdiği her yerden fışkıran toprak altı tarihinin görülmemesi, inşaatlara engel oluşturmamasını sağlamak üzere, yapılması gereken kazıları okus-pokus ederek hızla inşaatlara giriştiler. Bu arada ellerinde haritaları, Vatan Caddesi’nden Kariye Müzesi’ne sur dibinden gitmeye kalkışan gezginler şaşkın, buharlaşmış sokaklara, metal tenekeler arkasından yükselen inşaatlara bakıp duruyorlardı...

Sulukule’yi İstanbul’un tarihinden silmek için asıl operasyon, Neslişah Mahallesi’nin muhtarlığı ile birlikte toptan kaldırılması olmuştu. Nüfus kağıtlarımızda yazılı adreslerimizde hala duran Neslişah Mahallesi kaldırılırken, nasıl olduğunu anlayamadan hepimiz toptan Karagümrüklü olduk. Romanların eskisinden çok daha yoksul, daha çaresiz, daha eciş-bücüş evlere sıkışmış olarak topluca ara sokaklarda yaşamaya çaıştıklarını, kimliklerinin simgesi düğünlerini çok daha yoksul koşullarda bu dar sokaklarda, pislik, çaresizlik içinde yaşatmaya çaıştıklarını bilmem anlatmaya gerek var mı?

 

Şimdilerde başları bir kez daha belada... Karagümrük’ün arka sokaklarında aynı müteahhitlerin sakallı, cüppeli adamları kapı kapı dolaşıyorlar. Eciş-bücüş apartmanların tek tek dairelerini satın almak için öneri getiriyor, satmak istemeyenleri, yeni deprem gerekçeli kentsel dönüşüm yasası hükümleri işletilerek devlet eliyle evlerine bedava el koyulması ile tehdit ediyorlar. Onlar nereye gideceklerinin, nasıl yaşayabileceklerinin derdinde, zaten çoğunluk kiracı, diplerde yaşam koşullarında. İstanbul’un tarih miraslarının göbeğinde, rant ucubeleri yükseliyor..

Cumhuriyet, Yazı: Şükran Soner, 14.06.2012

KASTABALA KAZI EVİNE SPONSOR ARANIYOR

 

 

Osmaniye’deki Kastabala antik kentinde 2009 yılından başlayan kazı çalışmaları devam ediyor. Kastabala’nın ve çevresinin bugüne kadar bilinen tarihçesini değiştiren kazılarda her geçen gün yeni bulgulara rastlanıyor. Ortaya çıkartılan eserlerin müzeye tesliminden önce temizlenmesi, restorasyon ve konservasyonu, belgelenmesi, etüdü vb. işlemlerin yapılabileceği bir kazı evine ihtiyaç var. Kazı Başkanı Prof.Dr. Turgut Hacı Zeyrek, Kültür ve Turizm Bakanlığına tahsis edilen alana bir kazı evi inşa etmek için sponsor aradıklarını kaydetti.

 

Zeyrek’in konuyla ilgili şunları söyledi:

“Kastabala antik kentinde Prof.Dr. Turgut Hacı Zeyrek başkanlığında yapılan arkeolojik kazı çalışmaları kapsamında kazı yapan heyetinin kalabileceği ve kazı çalışmalarında elde edilecek olan arkeolojik buluntuların müzeye tesliminden önce temizlenmesi, restorasyon ve konservasyonu, belgelenmesi, etüdü vb. işlemlerin yapılabileceği fiziki yeterlikte bir kazı evinin yapılabilmesi amacıyla Osmaniye İli, Merkez, Kesmeburun Köyü, Akyatak Mevkii, 11 Pafta, 715 parselde yer alan, mülkiyeti Hazineye ait olan ve T. C. Maliye Bakanlığı Milli Emlak Genel Müdürlüğü’nün 24/01/2011 tarih ve B.07.0.MEG.0.05.00.00/310/80(3303-181332)-2420 sayılı yazısı ile Kültür ve Turizm Bakanlığına tahsis edilen ve Bakanlıkça teslim alınan 10.382,15 m2 yüzölçümlü taşınmazda kazı evi inşa edilecektir.

 

Kazı evi evinin inşa edilmesine yardımcı olacak sponsora ihtiyaç vardır. Söz konusu sponsor desteği 5228 Sayılı “Bazı Kanunlarda ve 178 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” ve “Kültürel Alandaki Destek (Sponsor) Faaliyetlerinin Teşvik Edilmesi Hakkında Genelge (2005/13)” kapsamında değerlendirilecektir.

 

Bu konuda tüm ilgilileri desteğe davet etmekteyiz.”

Turizm Habercisi, 12.06.2012

GÖZLÜKULE HÖYÜĞÜ'NDE KAZI ÇALIŞMALARI BAŞLADI

 

 

Tarsus İlçesi'ndeki tarihi Gözlükule Höyüğü'nde kazı çalışmaları başladı.

 

Kazı çalışmalarına katılan Columbia Üniversitesi Sanat Tarihi ve Arkeoloji doktora öğrencisi Türkan Pilavcı yaptığı açıklamada, Gözlükule Höyüğü'nün arkeoloji dünyasında son derece önemli yeri olduğunu belirtti.

Kazı çalışmalarının Boğaziçi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim üyesi Prof.Dr. Aslı Özyar başkanlığında gerçekleştirildiğini ifade eden Pilavcı, bu yıl ki hedeflerinin klasik öncesi döneme inip bu dönemin mimari ve yerleşim mekanlarını anlamak olduğu söyledi.

Pilavcı, şunları kaydetti: ''500 metrekarelik alanda kazı yapmaktayız. Gözlükule Neolitik Çağ'dan Orta Çağ'a kadar kesintisiz bir yerleşim sunmaktadır. Bunun için arkeoloji dünyasındaki yeri çok önemlidir. Bu sene çeşitli açmalarda farklı dönemlere ait yerleri kazmaktayız. Abbasi dönemi, Roma ve klasik çağlara yönelik buluntularımız ve mimari kalıntılarımız vardır.''

Pilavcı, 2007 yılından bu yana yapılan kazılarda İslami dönem, Roma dönemi ve klasik dönem öncesine tarihlenen katmanlara rastladıklarını ve bu dönemlere ait tıbbi aletler, ok uçları, kandiller ve figürler çıktığını bildirdi.

Kazı ekibinde 6'sı yabancı 26 kişinin bulunduğunu aktaran Pilavcı, bu yıl ki kazı çalışmalarının 29 Haziran'a kadar devam edeceğini sözlerine ekledi.

Sabah, 12.06.2012

RHODİAPOLİS BİN YILLIK UYKUSUNDAN İKİNCİ KEZ UYANDIRILDI

 

 

23 farklı ülkenin sanatçılarından oluşan Tekfen Filarmoni Orkestrası’nın Hellenistik dönemin izlerini taşıyan Rhodiapolis Tiyatrosu’nda düzenlediği konser, Şef Saim Akçıl yönetiminde gerçekleştirildi.

 

Arkeolojik kazı çalışmalarıyla ortaya çıkarılan Hellenistik döneme ait 1500 kişilik antik tiyatro, Tekfen Filarmoni ile müziğin evrensel diline yeniden ev sahipliği yaptı. Tekfen Vakfı desteğiyle, Kumluca Belediyesi, Rhodiapolis Kazı Başkanlığı ve Rhodiapolis Arkeolojik Girişim Grubu’nun ortak çabalarıyla yürütülen çalışmalara dikkat çekmek, yöre halkı ve misafirlerin maddi ve manevi desteğini sağlamak için düzenlenen konserde sanatseverler antik tiyatroya sığmadı.

 

Antalya’nın Kumluca İlçesi sınırları içindeki Rhodiapolis antik kenti, 2006 yılında resmen başlayan kazı çalışmalarının ardından ikinci kez muhteşem bir konsere ev sahipliği yaptı. Denizden yüksekliği 300 metre olan ve halen kazı çalışmalarının devam ettiği kentte geçen yıl yine Tefken Flarmoni orkestrası tarafından bir konser verilmiş ve bin yıllık uykusundan uyandırılmıştı. Konser öncesi Rhodiapolis antik kentinde 2006-2008 yılları arasında kazı ekibinde yer alan İrlandalı sanat tarihçisi ressam Mikail Muggan’ın çizimlerinden oluşan Rhodiapolis Resimleri Sergisi açıldı.

Rhadapolis Arkeoloji girişim grubu ve kazı ekibi başkanlığı tarafından bu yıl da antik Likya kentlerinde kazı yapan, kitap-makale yayınlayan, sponsor olarak katkı sağlayarak öne çıkan kişi ve kuruluşlara verilen ve antik şehrin hamisi, tarihte ilk kayıtlı sponsor Opromaos Ödülü, Arykanda kazısı kurucu başkanı Prof.Dr. Cevdet Bayburtluoğlu’na verildi.

 

Rahatsız olduğu için konsere gelemeyen Bayburtluoğlu’nun ödülü, Belediye Başkanı Hüsamettin Çetinkaya tarafından öğrencisi Beyhan Şekerci’ye teslim edildi. Aynı ödül geçen yıl uzun süre Patara kazılarına başkanlık eden Prof.Dr. Fahri Işık’a verilmişti. Konserden önce ayrıca Tefken Vakfı Onursal Başkanı Ali Nihat Gökyiğit ve Akdeniz Üniversitesi adına Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Haldun Eroğlu’na da Başkan Hüsamettin Çetinkaya tarafından bir plaket verildi.

 

Konser alanına saatler öncesinden gelmeye başlayan sanatseverler, kazı alanına araçla çıkılamayacağı için de zorlu bir yolculuktan geçtiler. Patika yollardan antik tiyatroya ulaşan sanatseverler, burada önce kazı alanlarını gezip fotoğraf çekme imkanı buldular. Rhodiapolis antik kenti Kazı Başkanı Yrd.Doç.Dr. İsa Kızgut konser öncesi yaptığı açıklamada, Rhodiapolis’teki konserle 3 bin yıllık geçmişi olan antik kentin geçen yılki konserle sessizliğini bozduğunu dile getirerek, “Rhodiapolis sadece bir antik kent değil. Antik kentte yaşayan insanlar yaşam şekilleri ve dünyaya verdikleri mesajla da dikkat çekti” diye konuştu.

 

Tekfen Filarmoni Orkestrası Şefi Saim Akçıl ise orkestrada 23 ülkeden sanatçı bulunduğunu belirtti. Orkestradaki sanatçıların Karadeniz ve Doğu Akdeniz ve Hazar Denizi, ülkelerinden olmalarından dolayı orkestra için “Üç Denizin Sesi” ifadesini kullandıklarını anlatan Akçıl, Rhodiapolis’te ikinci etkinlik olmasından dolayı ayrıca mutluluk yaşadıklarını söyledi.

 

Daha sonra şef Saim Akçıl idaresinde sahne alan Tekfen Filarmoni Orkestrası konserine geçildi. Konser, sanatseverlerin de sözlerine eşlik ettiği “Üsküdar’a giderken” adlı eser ile sona erdi.

Konserin ardından açıklamalarda bulunan Kumluca Belediye Başkanı Hüsamettin Çetinkaya, bu yıl geçen yıla oranla iki kat daha fazla sanatseverin Rnodiapolis antik kentinde buluştuğunu, gelecek yıl bu sayının daha da artmasını beklediklerini söyledi. Kültür Bakanlığı ve Akdeniz Üniversitesi tarafından devam etmekte olan kazılara, Kumluca Belediyesi olarak verdikleri desteğin devam edeceğinin altını çizen Belediye Başkanı Çetinkaya, “Sanat, çok farklı kültürden insanları bir arada toplayabiliyor. Bunun en güzel örneği aralarında 23 farlı ülkeden farklı dilleri konuşan farklı kültürleri yaşayan sanatçıların oluşturduğu Tefken Flarmoni Orkestrasıdır. Hepsi notalarda buluşup ortaya muhteşem bir konser çıkartıyorlar” dedi.

 

Sahip olduğu repertuvarı ve eşlik ettiği yerel çalgılarla özel bir konuma sahip olan Tekfen Filarmoni Orkestrası, 1992 yılında şef Saim Akçıl yönetiminde, Karadeniz Oda Orkestrası adı altında kuruldu. Tekfen Filarmoni Orkestrası yıllar içinde, farklı kültür ve ülkelerden çeşitli geleneksel çalgılara ve onlar için yazılan bestelere konserlerinde yer vererek orkestralar arasında farklı bir konuma sahip oldu. Orkestra, zaman içinde gelişerek büyüdü ve Karadeniz bölgesine ilave olarak Hazar Denizi ve Doğu Akdeniz ülkelerinden sanatçıları da bünyesine katarak bayrak sayısını yirmi üçe çıkardı.

 

TARİHÇESİ

Likçe adının “Wedrei (Wedrennehi/Wedrenni)” olduğu düşünülen kentin tarihi, kazılarla ele geçen bulgulara göre şimdilik MÖ 8. yüzyıla geri gidiyor.

 

Kent Klasik, Hellenistik, Roma ve Hıristiyanlık dönemlerinde de yaşam izleri taşıyor. MS 11. yüzyılda Arap akınlarının yoğun olduğu dönemlerde terk edildiği biliniyor.

 

2000 yılında geçirdiği büyük yangın sonrasında çok büyük bir tahribata uğramış fakat bu olay, unutulmuş kentin tekrar gündeme gelmesini sağlamıştı. 2006 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Akdeniz Üniversitesi adına ilk kez arkeolojik kazılara başlandı. Beş yıllık kazı tarihinde kentin kamu merkezi ile yapılarının açığa çıkarılması büyük oranda tamamlanmıştır. Denizden yüksekliği üçyüz metre olan sıra tepeler üzerine kurulu kentin en üst kotunda yer alan teras üzerinde MS 5. yüzyıla tarihlenen bir kilise, MÖ 2. yüzyıla ait bir kenotaph (Anıt Mezar) ile kazılarına henüz başlanmamış çeşitli mekanlar bulunuyor.

haberler.com, 12.06.2012

OSMANLI'NIN MİLYON DOLARLIK HEDİYELERİ

 

 

Bazı ülkeler, Osmanlı döneminde hediye edilen İstanbul Boğazı’ndaki yalıları, başkonsolosluk veya yazlık rezidans olarak kullanıyor.

Oprah Winfrey, Colin Powell, Madeleine Albright ve Calvin Klein’ın da aralarında bulunduğu dünyaca ünlü isimlere rehberlik yapan ”İstanbul Hakkında Her Şey” ile ”Boğaz Hakkında Her Şey” kitaplarının yazarı, Saffet Emre Tonguç, AA muhabirine, İstanbul Boğazı’ndaki sefarethaneler hakkında bilgi verdi.

Tonguç’un verdiği bilgiye göre, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’da bulunan büyükelçilik binaları, Cumhuriyet’in ilanından sonra Ankara’ya taşındı. İstanbul’daki binalar da konsolosluk haline geldi. Konsoloslukların bazılarının Boğaz’da çok güzel ve tarihi binaları bulunuyor.

-Mısır Konsolosluğu-

Bebek sahilindeki Mısır’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nun bulunduğu yerde, Sultan Abdülhamid’in şeyhülislamlarından Dürrizade Esseyyid Mehmet Ataullah Efendi’nin yalısı bulunuyordu. Dürrizadeler, Sultan 1. Mahmud’dan Sultan 2. Mahmud’a kadar olan dönemde, 5 Osmanlı şeyhülislamı yetiştirmiş bir aile. Dürrizadeler’den Abdullah Efendi’nin ölümünden sonra yalı, Sadrazam Mehmet Emin Rauf Paşa’ya, ardından da Sadrazam Ali Paşa’ya geçti. (1815-1871).

Ali Paşa’nın, Hariciye Nazırlığı sırasında yalı, önemli konferans, ziyaret ve davetlere ev sahipliği yaptı. Burada, Karadağ Konferansı (1858) toplandı, Girit İsyanı’nı bastırma hazırlıkları yapıldı, ayrıca İmparator Franz Joseph bu yalıda misafir edildi. Ali Paşa’nın, 1871’de ölümünden sonra Sultan 2. Abdülhamid yalıyı satın alarak, son Mısır Hıdivi Abbas Halim Paşa’nın annesi ve eski Hıdiv Tevfik Paşa’nın eşi Hıdiva Emine Paşa’ya hediye etti.

Art Nouveau üslubundaki bu saray yavrusu, 1902 yılında yapıldı. ”Hıdiva Sarayı” olarak da bilinen saray, sıklıkla Raimondo d’Aronco’nun eserleri arasında gösterilse de iki Avusturyalı mimar, Fabricius ve Antonio Lasciac tarafından tasarlandığı düşünülüyor.

Hıdiva Emine Hanım, Osmanlı tarihinde ”paşa” unvanı alan tek kadın olarak tarihe geçti. 2. Abdülhamid’den bu unvanı alan Valide Paşa, hayatının son yıllarını, yalının arkasındaki av köşkünde geçirdi. Valide Paşa, 1913 yılında öldü. Oğlu Abbas Hilmi Paşa, 30 yıl hıdivlik yaptıktan sonra 1914 yılında Osmanlı yanlısı olduğu gerekçesiyle İngilizler tarafından Mısır’ın yönetiminden uzaklaştırıldı. Paşa, ömrünün kalan kısmını çoğunlukla Avrupa’da geçirdi ve 20 Aralık 1944 yılında Cenevre’de hayata veda etti.

Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa, İngilizler tarafından görevden alınana kadar burayı yazlık olarak kullandı. Anlatılan şehir efsanesi doğruysa, Emine Hanım binayı Türk devletine vermek istemiş ama resmi bir yazışma, koskoca Hıdiva’ya ”Bebekli Emine Hanım” diye yollanınca vazgeçmiş ve sarayı, büyükelçilik olarak kullanılması koşuluyla Mısır Devleti’ne vermiş.

Mısır Büyükelçiliği’nin 1923 yılından sonra Ankara’ya taşınmasıyla, Bebek’in en etkileyici yapısı başkonsolosluk oldu ve 2010 yılında baştan aşağı, çok başarılı bir şekilde restore edildi.

-Avusturya Konsolosluğu-

Yeniköy’ün kuzeyinde, Kalender ile birleştiği yerde Said İbrahim Yalısı’nın yanında bulunan Avusturya’nın İstanbul Başkonsolosluğu, geçmişte Cezayirliyan Yalısı olarak biliniyordu. Ermeni banker Mıgırdıç Cezayirliyan ailesine ait olan yalı, geç klasik stilinde tahminen 19. Yüzyıl ortalarında Balyanların ikinci kalfalığını yapan Mıgırdıç Kalfa tarafından inşa edildi.

Yalı, 28 Eylül 1882 tarihli ferman ile politik anlaşmaları sağlamlaştırmanın en iyi yolunun değerli bir gayrimenkul hediye etmek olduğu zamanlarda Sultan 2. Abdülhamid tarafından Avusturya-Macaristan İmparatoru 1. Franz Joseph’e hediye edildi.

Yalının eşyasının çoğu, 1. Dünya Savaşı sonunda satıldı. Kısa bir süre İngilizler’in mülkiyetine geçen yalı, daha sonra tekrar Avusturyalılar’a kaldı. 2. Dünya Savaşı sırasında Avusturya Almanlar tarafından ilhak edilince yalı tekrar Almanlar’a verildi. Tarihi süreçte yalı, yeniden Avusturyalılar’ın eline geçti. Şu anda Avusturya’nın İstanbul Başkonsolosluğu ve kültür merkezi olarak kullanılıyor.

-Almanya Konsolosluğu yazlığı-

2. Mahmud, 1829’da şu anda Almanya’nın İstanbul Başkonsolosluğu yazlık rezidansının bulunduğu Tarabya’daki arazide kurulan askeri bir kampta kaldı ve Mareşal Helmut Von Moltke’den (1822-1888) Osmanlı ordusunun yeniden yapılandırılması için yardım aldı.

Bunun üzerine 2. Abdülhamid, çocukluğunu geçirdiği köşkü, 1880 yılında diplomatik kullanım amaçlı olarak Alman İmparatoru Kayzer 2. Wilhelm’e hediye etti.

Alman İmparatorluğu, Osmanlı-Rus Harbi sırasında Osmanlı Ordu Karargahı olarak kullanılan köşkün kalıntıların bulunduğu araziye, bir rezidans yaptırmaya karar verdi. 1882 tarihli ilk imar projesi Cingria isminde bir mimar tarafından tasarlandı, Atina’da arkeolog olarak görev yapan Wilhelm Dörpfeld tarafından gözden geçirildi ve üzerinde bazı değişiklikler yapıldı. Cingria’nın çalışmalarına karşın Dörpfeld, Osmanlı mimarisini dikkate aldı. Büyükelçilik rezidansının merkez odasının sekizgen yapısı ve kullanılan ahşap sütunlar, zamanında Boğaz’da bulunan yazlık evlerin karakteristik özelliklerini yansıtıyor. Binanın 1885 yılında başlayan inşaatı, Armin Wegner tarafından üstlenildi ve iki yıl sonra tamamlandı.

Rezidans, büyük bir koru içinde yer alıyor. Korunun tepesinde Çanakkale Savaşı’nda hayatını kaybeden 265 Alman askerinin mezarları ve onların anısına yapılan bir anıt bulunuyor.

-2. Abdülhamid’in düğün hediyesi-

Tarabya’dan Kireçburnu’na giderken iki tane yazlık köşk dikkati çekiyor. İtalya’nın İstanbul Başkonsolosluğu yazlık rezidansı olan ilk köşk, 1908 yılında Raimondo d’Aronco tarafından yapıldı.

Sultan 2. Abdülhamid tarafından Karadağlı Prens Elena’ya düğün hediyesi olarak verilen köşkteki restorasyon devam ediyor.

Fransa’nın İstanbul’daki yazlık rezidansı, 18. yüzyılda Eflak Boğdan Voyvodası Fenerli Rum Prens Alexander İpsilanti tarafından yaptırıldı. Voyvoda’nın ölümünden sonra devlet, bütün mal varlığına el koydu. Fransızlar, İngilizlerin İstanbul’a saldırmalarını engelleyince Sultan 3. Selim binayı Napolyon Bonapart’a hediye etti. Bina 1913 yılında büyük ölçüde yandı ve orijinal yapıdan sadece çok az bir kısım günümüze ulaştı. Binada Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi bölümü eğitim görüyor.

Tarabya gibi Büyükdere’de de başkonsolosluklara ait yazlık binalar göze çarpıyor.

Sadberk Hanım Müzesi ile Büyükdere’nin merkezi arasında yer alan neoklasik tarzda yapılan İspanya’nın İstanbul Başkonsolosluğu yazlık rezidansı veya diğer adıyla ”Ruan do Bulinyi Sarayı”, Fransiskan keşişler tarafından yapıldı. 1783 yılındaki bir kolera salgınından sonra İspanyollar’a verilen sarayın, orijinal bahçesi sahil yolu yapımında istimlak edildi.

Fransiskanlar’ın 1866 yılında inşa ettiği, Santa Maria Manastırı’nın bir parçası olan Günahsız Gebelik Kilisesi biraz ileride Tarabya’ya giden sahil yolunun hemen arkasında bulunuyor.

Sadberk Hanım Müzesi’nden Sarıyer’e gidildiğinde 1840 yılında General Nikolay Ignatyev için inşa edilen ancak daha sonra Rusya’nın İstanbul Başkonsolosluğu yazlık rezidansı olarak kullanılan bina dikkati çekiyor.

Milliyet, 12.06.2012

TROİA ANTİK KENTİ BBC'DE TANITILACAK

 

 

BBC'de yayınlanacak olan 19. Yüzyılın En Önemli Arkeolojik Keşifleri konulu belgesel çekimi için dünyanın değişik ülkelerindeki en önemli antik kentler seçildi. Bunlar arasına Troia antik kenti de dahil edildi. BBC'de eylül ayında yayınlanacak olan belgeselin çekimleri için Troia antik kentine gelen üç kişilik BBC ekibi iki gün serecek olan çekimlere başladı. Yapımcı Chris O'Dannel, yönetmen Anthony Barwell ve sunucu Richard Miles, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Doç.Dr. Rüstem Aslan ile görüşüp bilgiler aldı. Ardından da antik kentin önemli bölümlerinde çekimler yapan ekip, son olarak Doç.Dr. Rüstem Aslan ile röportaj yapacak.

Aynı zamanda bir arkeolog olan sunucu Richard Miles, belgesele Mesksika, İtalya ve Almanya gibi ülkelerde bulunan antik kentlerin konu edildiğini, Türkiye'den ise sadece Troia'da çekim yapıldığını söyledi. Miles, "Bu programı yapmaya karar verdiğimizde ilk çekim yapmayı düşündüğümüz yer Troia oldu. Program, arkeolojiye ilgi duymuş ilk insanları konu alıyor. Troia'da da karşımıza, burada kazı yapan ve hazineleri kaçıran Schliemann çıkıyor. Biz bu program ile o dönemde kazı yapan arkeologların daha önce yaşamış medeniyetleri araştırma isteğinin nereden kaynaklandığını aktarmak istiyoruz" dedi.

 

Arkeolog Schliemann tarafından Troia'da bulunup kaçırılan ve şu anda önemli bir bölümü Moskova'daki Puşkin Müzesi'nde sergilenen Troia hazinelerinin Türkiye'ye iadesi konusundaki düşüncesi sorulan sunucu Richard Miles, "Bu soruya çok dikkatli cevap vermem gerekiyor. Çünkü İngiltere'de de Yunanistan'ın geri istediği eserler bulunuyor. Bence tabii ki hazineler çıktığı yerde sergilenmeli. Ancak bu politik ve zor bir soru. İki taraf oturup, konuşup anlaşmalı. Bizim çektiğimiz programın BBC'de yayınlanması, daha çok insanın bir şeyler öğrenmesi Troia'nın tanıtımını destekler" dedi.

Troia kazı heyeti başkanı Doç.Dr. Rüstem Aslan ise, Troia'ya olan ilgi ve ziyaretçi sayısının her geçen gün arttığını söyledi. Aslan, "BBC'nin böyle bir program yapma isteği geldiğinde biz de akademisyen olarak ürettiğimiz bilgileri kendilerine anlatıyoruz. Bu programda 19'uncu yüzyıldaki en önemli arkeolojik keşif tarihleri ile ilgili. Troia da bunlardan en önemlisi. Burada Schliemann ve hazinelerin kaçırılması üzerine bir belgesel yapıyorlar. Akademisyen olarak, sürekli bu konunun gündemde kalmasının eserlerin geri dönmesi için bir kamuoyu oluşturması bakımında faydalı olacağını düşünüyorum. Çünkü son zamanlarda Troia müzesiyle ilgili somut adımlar var. Ben hep söylüyorum. Eserlerin çıktığı yerde sergilenmesi fikri desteklenmeli. Bu adımlar Troia hazinelerinin aşama aşama geri dönmesini sağlayacaktır" dedi.

Habertürk, 12.06.2012

ÇİN'DEKİ KAZILARDA 110 KİL ASKER DAHA GÜNEŞİ GÖRDÜ

 

 

Çinli arkeologlar, yüzyıllardır yerin altında gömülü olan 110 kil asker (Terra cotta askerleri) heykelini Shaanxi eyaletinin Xian kentinde günyüzüne çıkardı. Çin'in ilk imparatoru Qin ShiHuang'un mezarını korumak için kurulan ordunun bir parçası olan terra cotta askerler, İmparator'un ülkenin kuzeyindeki Xian'in kentinde bulunan mozelesi yakınlarında bulundu. Kazılar kapsamında 12 at, at arabası parçaları, silahlar ve bazı savaş malzemeleri de gün yüzüne çıkarıldı.

Çinli köylülerin 1974'te kuyu kazarken kazayla keşfettiği ilk toprak askerden yola çıkılarak bölgede diğer terra cotta askerler ve silahları bulunmuştu. Daha sonra bölge kazı alanına dönüştürüldü ve zaman içinde 7 bin kadar asker yeraltından özenle çıkarıldı. Çin Seddi'nden sonra bulunan en büyük tarihi miras olarak bilinen terra cotta ordusu, UNESCO Dünya Mirasları arasında yer alıyor.

Sabah, 12.06.2012

ÇANAKKALE'DE 4 KİŞİ TARİHİ HEYKELİ JANDARMAYA SATARKEN YAKALANDI

 

 

Çanakkale'de İl Jandarma Komutanlığı Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube ekiplerinin gerçekleştirdiği operasyonda, tarihi bir heykeli satmak istedikleri iddiasıyla 4 kişi yakalandı.


Çanakkale'de İl Jandarma Komutanlığı Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube ekiplerinin gerçekleştirdiği operasyonda, tarihi bir heykeli satmak istedikleri iddiasıyla 4 kişi yakalandı.
Çanakkale İl Jandarma Komutanlığı'nca İstanbul ve Denizli'de yaşayan S.B., Y.A., M.A. ve S.M. isimli şahısların, organize suç örgütü kurarak ellerinde bulunan tarihi eserleri satmaya çalıştıkları ihbarı alındı. Çanakkale'nin Ayvacık İlçesine geldikleri belirlenen 4 kişinin yakalanması için çalışma başlatıldı. Jandarmanın KOM Şube ekipleri, şüphelilerle alıcı gibi bağlantı kurdu. 4 şüpheli, yanlarında getirdikleri bir heykeli Ayvacık İlçesine bağlı Küçükkuyu beldesinde Çanakkale İl Jandarma Komutanlığı KOM Şube Müdürlüğü ekiplerine satmaya çalıştıkları esnada suçüstü yakalandı.


S.B., Y.A., M.A. ve S.M. isimli şahıslar Cumhuriyet Savcısının talimatı ile gözaltına alındı. Mahkemeye çıkarılan şüpheliler, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılırken, ele geçirilen ve antik Roma dönemine ait olduğu sanılan mermer taş üzerine el işçiliği ile yapılmış 57 santim uzunluğunda 1 adet Herakles heykeli müzeye teslim edildi.

Türkiye Turizm 11.06.2012

KALE İÇİNDE HAZİNELER YATIYOR

 

 

Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof.Dr. Mustafa Şahin, Tophane sur kazıları sırasında ortaya çıkmaya başlayan devasa buluntunun, Bizans İmparatoru I. Justinian tarafından MS 6. yüzyılda yaptırıldığı bilinen Aziz Mikail Kilisesi olabileceğini, yapı işçiliğindeki gözlenen özelliklerin bu tarihi ve tezi desteklediğini söyledi.

Bursa son birkaç yıldır ‘turizm’ projeksiyonlu büyüme planlarıyla yönetiliyor. Hem Büyükşehir Belediyesi hem de Bursa Valiliği, kentin gelecek yönetimi mesaisinde ağırlığı bu konuya veriyor. İşte bu çabayı destekleyecek çok önemli bir gelişme oldu.


Yenieksen’den Rıza Ertekin’in Şehrengiz Dergisi için hazırladığı haberde bu tarihi kalıntıya ilişkin önemli bilgiler yer aldı.


Titiz bir çalışmayla hazırlanan ve kentin kültürel, tarihi belleğine ışık tutan Şehrengiz Dergisi de bu konuyu bu ayki sayısında ela aldı. UÜ Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof.Dr. Mustafa Şahin, uzmanlığı nedeniyle kısa bir süre önce İl Kültür Müdürü Ahmet Gedik ve Arkeoloji Müzesi yetkililerinin daveti üzerine buluntu alanında bir inceleme yaptı.


Prof.Dr. Mustafa Şahin, Büyükşehir Belediyesi yetkililerinin gözetiminde alanı bir kez daha gezdi yapının açığa çıkan bölümlerini inceledi. Bu incelemelerden kısa bir süre sonra Büyükşehir Belediyesi bu alanı girişe kapattı ve güvenlik önlemi aldı.


Prof.Dr. Şahin, inceleme gezileri ve Şehrengiz’in çektiği fotoğraflar üzerinden, Bursa’nın turizm vizyonu için büyük önem taşıyan buluntuyla ilgili olarak açıklamalarda bulundu. Prof.Dr. Şahin’in açıklamaları, dergide şöyle yayınlandı:
 

“Kazıları süren yapı fotoğraflardan da anlaşılacağı üzere gerçekten muhteşem… Son yıllarda Büyükşehir Belediyesi marifeti ile şehirde çok güzel çalışmalar yapılıyor. Çok sayıda tarihi eserimiz onarılarak tekrar hizmete sokuluyor. Bunlardan birisi de halen onarımı devam eden kent surları. Onarım tamamlandığında kentin silüetine önemli katkıda bulunacağı şüphesiz.
Bu kurtarma kazısı sur duvarlarını açığa çıkartmak amacıyla Büyükşehir Belediyesi’nin isteği üzerine Bursa Müze Müdürlüğü’nce yürütülüyor. Ancak kazıların ilerleyen aşamalarında beklenmedik bir şekilde anıtsal bir yapıya rastlandı. Ortaya çıkmaya başlayan yapı üç nefli bir bazilika. Hali hazırda görünen boyutları ile devasa büyüklükte olduğu anlaşılıyor. Yapıda kullanılan düzgün kesme tas malzeme de yapının önemini ve anıtsallığını açıkça gösteriyor. Bu yapı daha önce çeşitli vesileler ile cevrede yapılan sondaj kazılarınızda bulunan buluntulara da anlam kazandırıyor. Örneğin; Sümbüllü Bahçe Konağı’nın temelinde, Müze Müdürlüğü tarafından daha önceki yıllarda yapılan sondaj kazısında ortaya çıkan kalıntılar hatalı olarak bir hamam yapısına ait külhan seklinde yorumlanmıştı. Ancak mevcut kalıntılar, örnekleri birçok antik kentte bulunan bir vaftiz havuzuna ait. Böylece vaftiz havuzunun da normale göre neden çok daha büyük inşa edildiği anlaşılmakta. Bu vaftiz havuzunun da bazilikanın bir parçası olduğunu düşünüyoruz. Bu tespit bile yapının ne kadar anıtsal olduğunun bir diğer göstergesidir…”

Yeni Bursa, 11.06.2012

DİYARBAKIR, SİLVAN İLÇESİ HASUNİ MAĞARALARI TURİZME KAZANDIRILIYOR

 

 

Diyarbakır"ın Silvan İlçesi'ndeki Hasuni Mağaraları'nın turizme kazandırılması ve tanıtılması amacıyla başlatılan çalışmalar devam ediyor. Diyarbakır’ın Silvan İlçesi'ndeki Hasuni Mağaraları'nın turizme kazandırılması ve tanıtılması amacıyla başlatılan çalışmalar devam ediyor.

 

Tarih ve kültürel alanda Türkiye’nin en zengin kentlerinden biri olan Diyarbakır’da turizmin gelişmesi anlamında başlatılan çalışma sürüyor. Silvan İlçesi'ndeki Hasuni Mağaraları, Kalkınma Bakanlığı, Karacadağ Kalkınma Ajansı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Diyarbakır Valiliği ile Silvan Kaymakamlığı'nın ortak projesi ile turizme kazandırılıyor. Mağaraların içerisi temizlenerek tahrip olan bölümleri restore edildi, ışıklandırılması tamamlandı. Restorasyon çalışmalarının ardından mağaraların giriş bölümüne kafeterya, 52 araçlık otopark, gelen yerli ve yabancı turistler için kesme taşlarla sosyal ve yaşam alanları yapıldı. Silvan İlçe Kaymakamı Yunus Sezer, Hasuni Mağaraları'nı daha etkin ve ivedi tanıtımını gerçekleştirmek amacıyla başlatılan çalışmalar çerçevesinde Diyarbakır ve Batman’da görev yapan yerel ve ulusal medya temsilcilerini ilçede ağırlayarak çalışmalar hakkında bilgi verdi.

 

Kaymakam Yunus Sezer, Silvan İlçesinin çok eski tarihlere sahip bir kent olduğunu belirterek şöyle konuştu: "Burası Diyarbakır’dan da daha eski bir medeniyet şehridir. Bu mağaralarda bir kent yaşamı için gerekli olan her şey var. Turizme kazandırılma çalışmaları kapsamında Orta Çağ döneminden kalan tarihi Hasuni Mağaraları için yaklaşık 1 yıldan beri yürütülen proje, tamamlanarak hayata geçirildi. Hasuni Mağaraları girişinde ziyarete gelecekler için gerekli tüm düzenleme yapıldı. Bu aşamada, gerekli tanıtım çalışmalarını yaparak, yerli ve yabancı turistleri buraya çekmeyi hedefliyoruz.”


Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin eşine az rastlanır doğal güzelliklere sahip olduğunu da dile getiren Kaymakam Sezer, şunları söyledi: “Silvan İlçemizde, devasa kaya parçaları oyularak apartman şeklinde yapılmış mağaralar var. Bunlar 3, 5 ve 7 katlı mağaralar. Görenleri hayrete düşürüyor. Hasuni Mağaraları, doğunun birçok yeri gibi turizmde hak ettiği ilgili görmeyi bekliyor”

Türkiye Turizm, 11.06.2012

"BİN 99 ESER KÜTAHYA ARKEOLOJİ MÜZESİ'NE TESLİM EDİLDİ"

 

Dumlupınar Üniversitesi (DPÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Nejat Bilgen başkanlığında 2006 yılından bu yana sürdürülen Seyitömer Höyüğü’ndeki kazılarda geçen yıl elde edilerek onarılan bin 99 eser, Kütahya Arkeoloji Müzesi’ne teslim edildi.

 

Prof.Dr. Bilgen, Kütahya Arkeoloji Müzesi’nde düzenlenen basın toplantısında, kazıların 6′ncı sezonunu geçen yıl kasım ayında tamamladıklarını anımsattı.

 

Geçen kış mevsimi öncesi fiili kazıya ara vererek, höyüğün yer aldığı Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) Genel Müdürlüğü’ne bağlı Seyitömer Linyitleri İşletmesi (SLİ) Müessesesi’nce sağlanan imkanlar doğrultusunda 10 arkeoloji uzmanını görevlendirdiklerini belirten Prof.Dr. Bilgen, şunları kaydetti:

“Arkadaşlarımız, DPÜ Merkez Yerleşke’deki laboratuvarlarımızda eski eserlerin tamiri ve teşhire hazırlanması bakımından bir fabrika gibi çalıştı. Restorasyon ve konservasyon dediğimiz bu aşamaları çok yoğun ve hızlı bir şekilde yapabilme imkanımız oldu. Herhalde Türkiye’de ilklerden biridir; bin 99 envanterlik, sergilenebilecek düzeyde eseri Kütahya Arkeoloji Müzesi’ne teslim ettik. Yaklaşık yüzde 80′i, İlk Tunç Çağı’nda üretilmiş seramik eserlerden oluşuyor. Bu onarılan eserleri, höyükten geçen yıl bulmuştuk. Bu, sahada iyi yetişen ve atölyede ustalıkları artan, bundan dolayı hızlı üretim yapabilen arkadaşlarımızın başarısıdır. Bu imkanları bize sağlayan tüm yetkililere teşekkür ederim.”

 

Kütahya Müze Müdürü Metin Türktüzün de 6 yıldır her yıl 6′şar ay olmak üzere sürdürülen kazılarda çok sayıda eserin müzeye kazandırıldığını söyledi.

 

Seyitömer Höyüğü’nün, fazla sayıda eser verdiğini ve çok zengin bir tarihsel yapıya sahip olduğunu anlatan Türktüzün, “Bu yıl müzemize getirilen eserlerin sayısı 2 bin 500′e ulaştı. Bu yıl yapılacak kazılarda en az bu sayıda eserin daha müzemize getirileceğini tahmin ediyorum. Kütahya Arkeoloji Müzesi, tarihi bir medrese binasında 1965 yılından bu yana hizmet veriyor. Müzemizde 40 bin 500 envanterli eser var. Buna karşı Seyitömer Höyüğü’ndeki eserlerin fazlalılığından dolayı çok büyük bir kapasiteye sahibiz. Dolayısıyla Kütahya’da yeni ve modern bir müze binasına ihtiyaç var.”

 

SLİ Müessesesi sınırları içinde yer alan höyükteki kazı çalışmaları, altındaki 12 milyon ton kömürün ekonomiye kazandırılması amacıyla 1989 yılında Eskişehir Müze Müdürlüğü’nce başlatıldı.

 

Afyonkarahisar Müze Müdürlüğü’nün 1990-1995 yıllarında yürüttüğü çalışmalar, 2006′dan itibaren DPÜ Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü’nce ele alındı.

 

TKİ Genel Müdürlüğü ve DPÜ Rektörlüğü arasında imzalanan protokol gereğince her yıl 6′şar aylık dönemler halinde yürütülen kazı çalışmalarının tamamlanması ve höyüğün kaldırılmasının ardından değeri yaklaşık 500 milyon lira olarak tahmin edilen linyit kömürünün çıkarılmaya başlanması hedefleniyor.

 

Geçen yıl höyükte, öğretim elemanları, öğrenciler ve SLİ Müessesesi’nce görevlendirilen işçilerden oluşan 250′den fazla kişi görev yaptı.

haberler.com, 11.06.2012

ÜFTADE DERGAHI RAMAZAN'DA ZİYARETE AÇILIYOR

 

 

Bursa’nın en önemli manevi şahsiyetlerinden Üftade Hazretlerinin, talebelerine ders verdiği Uludağ yamaçlarındaki dergahı, Büyükşehir Belediyesi’nin restorasyon çalışmaları ile Ramazan ayında hizmete giriyor.

 

Mülkiyeti Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nde olan tarihi dergahta restorasyon çalışmalarına 5 yıl önce sivil toplum kuruluşları başladı. Ancak maddi zorluklar sebebiyle yarıda kalan restorasyonu 6 ay önce devralan Büyükşehir Belediyesi, özel ekipler kurarak dergahta eski ahşap kapı ve tavan başta olmak üzere hassas bir çalışma başlattı. Dergah içerisinde bulunan ve Üftade Hazretlerine ait olduğu belirtilen tarihi eşyaları da özel yöntemlerle elden geçiren Bursa Büyükşehir Belediyesi, bu eşyaları da dergahtaki odalarda ziyaretçilere göstermeyi planlıyor. Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri gibi yüzlerce talebenin ders gördüğü tarihi dergahın yanındaki cami Ramazan ayı başında ibadete alınacak. Orjinaline uygun olarak tavanları edirnekari sisteminde boyanan caminin arka kısmındaki son cemaat mahalli de hem namazlarda hem de yaz tatilinde bölgedeki çocukların Kur’an ı Kerim öğrenmelerinde kullanılacak. Üftade hazretlerinin misafirlerini kabul ettiği bölümlerdeki tarihi ahşap dolap ve tavanlarda tek tek elden geçiriliyor. Bazı kısım ahşaplar tamir edilirken, bazı dolap kapakları yeni malzemeden eski şekli ile yapılıyor.


Üftade dergahında çalışmaları bizzat takip eden Safiyüddin Erhan, ahşap tavan ve eski kapıların Osmanlı Erken Dönemi eserleri olması bakımından önem arz ettiğine dikkat çekti. Eski orjinal tavan kubbesinin 2 kişilik özel bir ekip tarafından elden geçirildiği dergahtaki çalışmalarda, baş odanın muhteşem Bursa manzarası ve ahşap duvar içi dolapları dikkat çekiyor. Sedir konularak ziyaretçilerin misafir edileceği alanın yanındaki odalarda da dergaha ait eşyalar özel cemekanlarda sergilenecek. Hattat Mahmut Şahin ve ekibi tarafından yazılan duvar yazıları da talik tarzda yerlerine konulacak.


Cami süslemesi ve nakış işlerine başlanan ibadethanenin Ramazan ayına yetiştirilmesi talimatını veren Başkan Recep Altepe, çalışmaları yerinde inceledi.


Başkan Recep Altepe, Bursa’nın tüm kültürel ve tarihi birikimi ortaya çıkarttıklarını kaydederek, "Bursa’mız Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapan bir şehir. Osmanlı eserlerinin bulunduğu bir kent. Bizler de bu örnekleri ayağa kaldırıyoruz. Bu eserlerden birisi de ilk dönem Osmanlı yapılarından olan Uludağ eteklerindeki Molla Fenari Mahallesi’ndeki Üftade Hazretleri’nin dergahıdır. Burada ibadet ettiği ve zikirlerini yaptığı bir tekke. Burada çok kişiler geçti. Bursa’nın büyük ululuları buradan geçti. Bursa bir evliyalar şehri. Üftade hazretleri de en çok talebesi olan bir zat. Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri de burada eğitimden geçti. Yaklaşık 500 yılılk bir mekan ihya oluyor. Bu mekanda üftade hazretlerinin tekkesi ve camisi Büyükşehir beledileyesi tarafından restore ediliyor. Onların bir araya geldiği semahane, değişik eşyaların bulunduğu odalar, zikirlerini yaptığı odaların hepsi burada. Bunlar birer birer tamamlanıyor. Bina sağlamlaştırıldı. Tüm renkleri ve motifleri ile her şey burada ayağa kaldırıldı. Hem müze ve cami kısmıyla birlikte bu binaların tamamı elden geçiriliyor. Burası sürekli ziyaret edilen mekanlardan birisi Şimdi de
Ramazan ayına cami kısmını yetiştireceğiz. Ramazan ayı içinde de tekke ve dergah kısmı tamamlanmış olacak. Uzun yıllardır beklediğimiz güzelliğe kavuşmuş olacağız" dedi.


Binanın özel mülkiyette bulunması sebebiyle uzun zamandır bakım görmediğine dikkat çeken Başkan Recep Altepe, "Bu binalar harabe vaziyetindeydi. Dergah büyük bir çöküntü halindeydi. Binaların tamamı sağlamlaştırıldı. Çevre düzeni ile birlikte burası tamamen elden geçti. Burada Üftade Hazretleri’nin kendi eşyaları yıpranmıştı. Sandığın içine atılarak uzun yıllar bekletilmiş. Yok olmaya yüz tutmuştu. Buradaki eserler en ufak parçasına kadar tekrar gün yüzüne çıkartıldı. Ele alındı. Vakıflar Bölge Müdürlüğü ve uzmanlar tarafından bütün eserler raporlandı. Daha sonra bunlar temizlenerek elden geçirildi. Sergilenmeye hazır hale getirildi. Burada cam vitrinlerde sergilenecek. Vitrinler sayesinde eserler daha uzun ömürlü olacak ve mikroorganizmaların müdahalelerinden de korunacak. Cam vitrinler ultrviole ışınları eserlere zarar vermemesi için film tabakalarla kapatılıyor. Bursa manevi bir mekanını daha kazanıyor. Bursalılar misafirlerine Üftade Dergahı’nı da gezdirebilecekler" diye konuştu.


Dergahın etrafındaki 2 bina da kamulaştırıldı. Dergahın altına kadar minibüsle gelebilecek vatandaşlar, Bursa manzarasına hakim alanda hem dergahı gezecekler, hem de bahçede çay içebilecekler.

Bursa Olay, 11.06.2012

GENELKURMAY KANLI ZARFI KAYBETTİ

 

 

Çanakkale Savaşı sırasında kamyonlara lastik almakla görevlendirilen ancak ödenek olmadığı için tüccara 'Bedeli Çanakkale'de kanla ödenecektir' yazılı sahte parayı veren Mehmet Muzaffer'in kendi kanıyla yazdığı zarf yok oldu. Genelkurmay "Taşınırken kaybolmuş olabilir" dedi.

 

Milliyet Gazetesi'nin haberine göre, Galatasaray Lisesi öğrencisiyken 1914 yılında gönüllü olarak Çanakkale Savaşı’na katılan Asteğmen Mehmet Muzaffer’in hikayesi komutanlarının onu İstanbul’a göndermesiyle başladı. Cephede asker ve silah taşıyan kamyonların eskiyen lastiklerinin yerine yenilerinin alınması için görevlendirilen Asteğmen Mehmet, Harbiye Nazırlığı’ndan para alamayınca çözümü sanatkarlığını konuşturmakta buldu.

Cepheye eli boş dönmemek için bir gecede çini mürekkebiyle zamanın 100 lirasına benzer bir banknot yapan Mehmet Asteğmen, bunlarla lastikleri alıp cepheye döndü. Yahudi tüccarın gerçek sanarak aldığı banknotta ilk bakışta farkedilmeyecek boyutta “Bedeli Çanakkale’de kanla ödenecektir” yazıyordu.

Tarihe mal olan bu davranışıyla milli mücadelenin önemli isimlerinden biri haline gelen Mehmet Muzaffer, 2 yıl sonra yüzbaşı rütbesinde savaştığı Irak Cephesi’nde şehit oldu. 9 Nisan 1916’da Kut’ül Ammare’de boğazından vurulan Mehmet Muzaffer, ağır yaralı halde cebinden çıkardığı bir zarfa kendi kanıyla ‘Kıble ne tarafta’ ve ‘Bölük intikamımı alsın’ yazdıktan sonra şehitlik mertebesine erişti. Yüzbaşı Mehmet’in kanıyla yazdığı zarfı cephede savaşan askerlere gösteren 6. Ordu Komutanı Halil Paşa, bir ere teslim ettiği zarfın müzeye götürülmesi emrini verdi.

Çekilen fotoğrafı Genelkurmay Başkanlığı’nın Harp Menkibeleri Kitabı’nda da yayınlanan zarfın peşine düşen araştırmacı yazar Metin Soylu hiç beklemediği bir sonla karşılaştı. Başvurduğu Genelkurmay Başkanlığı Soylu’ya tarihi mirasın kaybolduğu yanıtını verdi. Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Daire Başkanlığı, Çanakkale Savaşı’na ait 55 bin görsel ve yazılı belgeyi 2 ay boyunca tek tek inceledi ancak kanlı zarfın sadece Askeri Müze’ye teslim edildiğine dair belgeye ulaşılabildi.

Başkanlıktan yapılan 13 eylül 2011 tarihli açıklamada: “96 yıl önce Irak’tan İstanbul’a gönderilen Yüzbaşı Mehmet Muzaffer’in kanlı zarfının askeri müzemize teslim edildiğine dair bir belge bulundu. Temelleri 1846’da atılan müzemizdeki envanterler 1940 yılına kadar Aya İrini Kilisesi’nde kaldı. II. Dünya Savaşı sırasında güvende olması için Anadolu’ya nakledilen eserler 1949’da İstanbul’a getirilerek Maçka silahhanesinde depolandı. 1959’da harbiye jimnastikhanesinde kalan eserler 1966’da askeri müzeye getirildi. 2 aydır tüm arşivlerimizi tarayarak yaptığımız incele sonunda kanlı zarfın kayıtlarımızda olmadığını gördük. Uzmanlarımız tarihi belgeyi bulmak için büyük çaba harcıyor. Kanlı zarf dönemin savaş koşullarında teslim edilemeden kaybolmuş olabilir. Sadece teslim tutanağı elimize ulaşmış. Yada askeri müzeye teslim edildikten sonra taşınmalar sırasında da kaybolmuş olabilir. Ne olursa olsun kopyalarının bulunduğu kanlı zarfı ortaya çıkartmak için çalışmalarımızı sürüyor” denildi.

Mehmet Muzaffer adlı kitabıyla kanlı zarfı gündeme getiren Metin Soylu, “Tarihi bir roman yazarak bu gerçek kahramanlığı kamuoyuna hatırlatmak istedim. Romanı yazarken esas konu olan kanlı zarfın kaybolduğunu öğrenince üzüldüm. Askeri arşivlerin taranarak bulunacağını umuyorum. Resmi kurumlarla yaptığım yazışmalarda kanlı zarfla ilgili ipuçlarına ulaşmıştım. Kanlı zarfın bulunarak sergilenmesi Mehmet Muzaffer’in kamuoyuna anlatılması açısından çok önemli” dedi.

Radikal,11.06.2012

"RÖNESANSIN BAŞLAMASINDA OSMANLININ KATKISI VAR

 

 

Tarihçi Prof.Dr. Halil İnalcık, Osmanlı topraklarından Floransa'ya giden Yunan filozof, alim ve filologlar sayesinde İtalya'da yeşeren serbest düşüncenin, Hıristiyanlığın hurafelerle bozulmuş şeklini ve papanın bütün otoritesini yıktığını söyledi. Papalık ve imparatorluğun, hurafelerle dolu bir Hıristiyanlığın hakim olduğu, kilisenin serbest düşünceyi ölümle cezalandırdığı Avrupa'nın yerini 15. yüzyılda zihin hürriyetinin hakim olduğu Rönesans Avrupası'nın aldığını hatırlatan Prof.Dr. İnalcık, "Hiç bilinmeyen bir şey, Osmanlı Türklerinin, Rönesans'ı başlatan fikir hareketine önemli katkı yapmalarıdır" dedi. İstanbul ve Bursa'daki birçok Yunan aliminin Floransa'ya gidip oradakilere Yunanca öğretmesiyle Eski Yunan felsefesinin tekrar canlandığını belirten İnalcık, şunları söyledi: "O zaman Osmanlı'da İbn'ül Arabi'den gelen Eflatun felsefesini takip eden bir fikir muhiti vardı. Gemistos Plethon, tahsilini Yahudi ve Müslümanların bir arada bulunduğu bu felsefe muhitinde aldı. Plethon Edirne'de Murad'ın sarayında da bulunduktan sonra bu felsefeyi temsil eden bir insan olarak Floransa'ya yerleşti ve öğrendiği felsefeyi en geniş bir şekilde temsil etti. Bu felsefe Floransa'dan Almanya'ya, İngiltere'ye intikal etti. Türkiye'den giden Yunanlı filozof, alim, filologlar sayesinde İtalya'da yeşeren serbest düşünce Hıristiyanlığın hurafelerle bozulmuş şeklini, papanın bütün otoritesini yıktı. Erasmus bu felsefeden faydalanarak İncil'i yeniden yazdı. Luther, Almanca'ya tercüme edilen bu İncil'i okudu. Böylelikle Batı'da, yeni tenkitçi dönem yer bulmaya başladı. Fransa'da bu felsefeyi okuyarak bir Descartes yetişti. Bugün bilim adına ne varsa bu fikirlerden kaynaklanır."

Sabah, 11.06.2012

FESTİVALİN 'ANTİK' HALİ

 

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca bu yıl ilk kez düzenlenen Antik Kentler Festivali, Kütahya'nın Çavdarhisar İlçesi'ndeki Aizanoi antik kentinde yapılan etkinliklerle başladı.

Pamukkale Üniversitesi (PAÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü tarafından Antik kentteki kazıların ikinci sezonuna başlanmasını da kapsayan festivale katılanlar, ''Dünyanın İlk Borsası'' diye bilinen Macellum binası önünde toplandı.

AKP Kütahya Milletvekilleri Hasan Fehmi Kinay ve Vural Kavuncu, Çavdarhisar Kaymakamı Ömer Bilgin, Belediye Başkanı Halil Başer, PAÜ Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek, Kazı Grubu Başkanı ve aynı bölümde görevli öğretim üyesi Doç.Dr. Elif Özer, Anemon Otelleri Genel Müdürü İsmail Akçura ile antik döneme ait giysilerle kazı görevlilerinden oluşan kortej, Zeus Tapınağı'na kadar yürüdü.

Kinay, yürüyüşün sona erdiği Zeus Tapınağı'nda gerçekleştirilen etkinlikte, 1970-2010 yıllarında 41 yıl süresince kazıyı yürüten Alman ekiplerin bilimsel anlamda ciddi katkılar yaptığını, ancak bölgenin tarihinin ortaya çıkarılmasına fazla katkıda bulunamadığını savundu.

Bundan dolayı kazının geçen yıl Doç.Dr. Elif Özer başkanlığındaki ekibe devredildiğini ifade eden Kinay, ''Bu ekip, kazı ve restorasyon çalışmalarıyla bölgeyi tamamen ortaya çıkararak, önemli kazanımlar sağlayacaktır'' dedi.

Kavuncu da Kütahya-Çavdarhisar bölünmüş karayolu çalışmasının bu yılın programına alındığını dile getirerek, Kütahya, Afyonkarahisar ve Uşak'ın ihtiyacının karşılanması amacıyla Kütahya'nın Altıntaş İlçesi'nde yapımına devam edilen Zafer Bölgesel Havalimanı'nın hizmete alınmasının, bölgede turizmle ilgili hareketliliği artıracağını anlattı.

Prof.Dr. Şimşek ise kazıyı, kentle bütünleşen ve halkla ortak hareket edilen bir anlayışı benimseyerek yürütmeye başladıklarını belirtti.

Kazıya sponsor olan Anemon Otelleri adına konuşan Genel Müdür İsmail Akçura, Türkiye'de arkeologlar ve bilim adamlarının, bilim ve tarihe önemli katkılar sağlayacak heyecana sahip olduğunu dile getirerek, ana sponsor olarak önemli bir tarihin ortaya çıkmasına destek olmayı umduklarını kaydetti.

Etkinlik, tiyatro ve halk oyunu gösterilerinin ardından, Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü bünyesinde başta müzik olmak üzere güzel sanatların birçok dalını ülkenin her yerine götürme amacıyla İzmir merkezli kurulan Anadolu Filarmoni Orkestrası'nın verdiği konserle sona erdi.

Antik Kentler Festivali kapsamında Manisa'daki Sart, Denizli Pamukkale'deki Hierapolis, Aydın'daki Afrodisias, İzmir'deki Efes, Çanakkale'deki Assos antik kentleri ile Muğla'daki Bodrum Antik Tiyatro'da da etkinlikler düzenlenecek.

Habertürk, 11.06.2012

AYASOFYA VE TOPKAPI SARAYI'NIN ALT YAPISI

 

İkisini de yılda 4 milyona yakın turist ziyaret ediyor. Tamamen aynı kitle değil, bazen birine gelen öbürüne vakit dahi ayırmıyor. Sayı yıldan yıla artıyor, en büyük şikayet de buralardaki tuvaletlerin yetersizliği. Ayasofya’ya 1500 yıldır insanlar defi hacet için gelmiyor, bunlar yeni adetler. Topkapı Sarayı’nın her tarafını tuvaletle donatsak gene yetmeyecek. Hiç kimse hesap yapmıyor. Adam başı yılda yarım litre idrar bıraksalar, bu nereye gider diye Ayasofya’nın ve Topkapı Sarayı’nın altındaki dehlizlerin ve su yollarının haritası halen çıkarılmadı; bu işe girişmek de hiçbir kurumun umurunda değil.


Tek istisna İTÜ’den Doç.Dr. Çiğdem Özkan Aygün ve arkadaşlarıdır. 2005’te Ayasofya’da işe başladılar, doğrusu iş yavaş ilerliyordu; Ayasofya yönetiminin bileceği iş. Yeraltı su yollarının ve rutubeti toplayıp sevk edecek kanalların bizim müzenin altında da uzantıları olacağı doğaldı. “Bizim buradan başlayın ve halkın da ilgisini çekecek şekilde günü gününe rapor verin” dedim. Neticeler ilginç; ekipten bir dalgıç kızımız Ayasofya tarafından su kanalına giriyor, bizim orda Harem’deki bir hela kuburundan çıkıyor. Sorun ciddi, bir an evvel bilimsel yöntemlerle 1500 yıllık Ayasofya’nın ve Bizans kalıntılarını da içeren 550 yıllık Topkapı Sarayı’nın alt yapı haritalarının çıkarılması, tedbirlerin alınması gerekir. Öyle herkesin her istediği yere tuvalet yapması gibi hafifliklerden de vazgeçmek lazım. Tuvalet mıntıkaları Sarayın ve Ayasofya’nın dışında düşünülmelidir. Zira Çiğdem hanımın ve ekibinin araştırma sonuçlarına göre, yer altı kanallarının bazılarının tıkandığı anlaşılıyor.


Gelelim işin diğer yönüne Ayasofya ve Topkapı Sarayı’nın alt dünyasının mimar ve mühendislerinin şahane adamlar oldukları anlaşılıyor. Kullanılan malzeme ve bilhassa Ayasofya lağımlarında şpolye (devşirme) dediğimiz antik Yunan-Roma parçalarının da bir dökümü yapılmış. Bunların hepsi 2010 yılında İtalya’da çıkan “Bizantinistica” dergisinde araştırma raporlarında yer alıyor. Mazide bir takım seyyahların Ayasofya’nın altında (Clavijo ve Moreno gibileri) “megale ekklesia” yani büyük Kilise dedikleri çok geniş bir sarnıcın varlığı doğru değil. Ama muhteşem bir kanal ağı var. Onun daha da muhteşeminin Süleymaniye’nin alt katmanında Sinan tarafından gerçekleştirdiği anlaşılmaktadır. Ve bizler bütün bu koruyucu harika yapıları göz önüne almadan canımızın istediğini yapıyoruz. Rönesans’ta birisi, “Bir kitabın kaderi, okuyucusunun havsalasına bağlıdır” demiş. Abidelerin kaderi de onların mirasçısı olanların irfan ve izan ve vicdanına kalmıştır. İstanbul Teknik Üniversitesi ekibini kutlamak ve çalışmalarına destek olmak ve ona göre davranmak gerekir.

Milliyet Pazar, Yazı: İlber Ortaylı, 10.06.2012

3 BİN 250 YILLIK YOLU CANLANDIRACAKLAR

 

Yatağan İlçesi'nde 3 bin 250 yıllık geçmişi olan tarihi Kültür Yolu ve Kutsal Yol'un turizme kazandırılması için Muğla Valiliği tarafından ''Kültür Yolu Tanıtım Projesi'' kapsamında çalışma yürütülüyor.

 

Hitit askerleri ile Stratonikeia antik kentinde görev yapan yöneticilerin sürekli kullandığı yolu, Kanuni Sultan Süleyman'ın da Rodos seferi sırasında kullandığı belirtiliyor.

Stratonikeia antik kenti Kazı Başkanı ve Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Bilal Söğüt, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Stratonikeia antik kenti ve çevresinde binlerce yıllık tarihi geçmişin izlerini bulmanın mümkün olduğunu söyledi.

Bunlardan birisinin Gevenes Köyü'ndeki Belen Kahvesi'nden başlayıp Stratonikeia antik kentine ulaşan 'Kültür Yolu' olduğunu belirten Söğüt, ''Bu yolun devamı ise Stratonikeia ile Lagina arasında bulunan ve antik dönemde dini törenlerde kullanılan 'Kutsal Yol' olarak bilinen güzergahtır. Bu yollarda tarihi ve doğal güzelliğin inanılmaz uyumunu görmek mümkün'' dedi.

Tarihi yolun tanıtımı için Muğla Valiliği tarafından yaklaşık 6 ay önce ''Kültür Yolu Tanıtım Projesi''nin başlatıldığını bildiren Söğüt, projeye aralarında Pamukkale Üniversitesi'nin de bulunduğu çok sayıda kurumun destek verdiğini kaydetti.

Söğüt, Stratonikeia kentine ulaşan bu yolda yaklaşık 3 bin 250 yıl önce Hitit askerlerinin yürüdüklerini anlatarak, ''Yaklaşık 2 bin 360 yıl önce de Karya Kralı Mausolos'un askerleri de bu yolu kullandılar. Stratonikeia antik kentinde görev yapan yöneticiler kente gelip giderken bu yoldan yürüdüler'' diye konuştu.

Söğüt, günlük şeklindeki tarihi kayıtlara göre Kanuni Sultan Süleyman'ın Rodos seferinde bu yolu kullanıldığının belirlendiğini ifade ederek, şunları söyledi:
''Evliya Çelebi de Stratonikeia kentine buradan geçerek ulaşmış. Stratonikeia kentine ulaşan tüm yollar önemli. Ama özellikle Belen Kahvesi'nden Stratonikeia kentine ve Stratonikeia'dan Lagina'ya giden yol çok daha farklı özellikler taşıyor. Her dönem için merkez Stratonikeia idi.

Yaptığımız çalışmalar kapsamında toprak altında kalan yolu temizleyip belirgin hale getirdik. Mozaikleri ve sütunları gün ışığına çıkardık. Yapılan çalışmanın ardından yolda yaya yürünebileceği gibi fayton, at ve deve ile seyahat edilebilecek. Yolun bir bölümünün açılması için yürütülen projenin ilk bölümü bitti. Ama yolun tamamının turizme kazandırılmasını hedefliyoruz.''

Yatağan Kaymakamı Hasan Tanrıseven de Stratonikeia antik kentinden geçen ve ''Kültür Yolu'' olarak isimlendirilen tarihi yol güzergahında bir dizi çalışma yaptıklarını söyledi.

Yapılan çalışma ile yolun daha belirgin hale geldiğini ifade eden Tanrıseven, ''Antik kentin farklı noktalarına ve yol güzergahına İngilizce tanıtım levhaları yerleştirdik. 30 kilometre civarında olan tarihi yolun yaklaşık 10 kilometrelik bölümünde çalışma yapıyoruz'' dedi.

Tanrıseven, tarihi yolu kullanarak turistleri Stratonikeia antik kentine fayton ile ulaştırmayı amaçlayan bir proje üzerinde çalıştıklarını dile getirerek, şunları söyledi:

''Tarihi yolu ve antik kenti tanıtmak amacıyla ilçedeki okullarda eğitim gören öğrencilerimiz için kültür ağırlıklı geziler düzenledik. Stratonikeia antik kentinden geçen ve Hitit askerleri ile Kanuni Sultan Süleyman tarafından kullanılan tarihi yol, farklı dönemlere ait kostümler giyen görevliler tarafından tanıtılacak. Gelecek yıl Avrupa ülkelerinde turizm acentelerine yönelik tanıtım çalışmaları yapacağız.''

Pamukkale Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Hüseyin Bağcı ise tarihi yolun tanıtımı için çalışma başlatılmasına çok sevindiğini kaydetti.

Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü'nden mezun olan 10 arkeolog, antik dönemlere ait kıyafetler giyerek 3 bin 250 yıllık tarihi geçmişi olan yolda yürüdü.

Antik kentte yürütülen kazılarda da çalıştığını belirten arkeolog İnci Başkaya, ''Binlerce yıl öncesine, antik dönemlere ait kıyafetlerle dolaşmak farklı bir duygu. Antik kentin sokaklarında bu kıyafetlerle dolaşırken heyecanlanmamak imkansız. Bölgede yaşayan uygarlıkları yakından tanıma fırsatı bulduğum için kendimi şanslı hissediyorum'' dedi.

Ahi Sinan Folklor Araştırma Derneği üyeleri ise, tarihi kentte ve yolda 'Efe' kıyafetleri ile poz verdi.

Haber 7, 10.06.2012

NAPOLYON'UN MEKTUBUNA 405 BİN $

 

 

Fransa'nın asker imparatoru 'ın İngilizce kaleme aldığı mektup, Paris'in güneyindeki Fontainebleau'da düzenlenen açık artırmada 405 bin dolara satıldı.

Açık artırmayı düzenleyen Osenat Müzayede Evi, mektubun öngörülen fiyatın beş katına alıcı bulduğunu açıkladı.

Napolyon'un 1816'da İngilizce öğretmenine düzeltmesi için gönderdiği ev ödevi, imparatorluğun kartal figürlü balmumu mührünü taşıyor.

Osenat Müzayede Evi, açık artırmada satılan metnin Napolyon'un yazdığı 3 İngilizce mektuptan biri olduğunu belirtti.

Haziran 1815'te Waterloo'da İngilizlere yenik düşen Napolyon, Güney Atlantik'teki Sainte-Helene adasına sürgüne gönderilmişti. Kendisini Ağustos ve Ekim 1815 tarihleri arasında bu uzak adaya getiren İngiliz gemisinde düşmanlarının dilini öğrenmeye ant içen Napolyon, Fransız devriminde Londra'ya yerleşen ve İngilizceyi iyi bilen Las Cases'den ilk derslerini almaya başlamıştı.

Las Cases, 1823'te yayımlanan Sainte-Helen Anıları'nda, Mayıs 1821'de 51 yaşında adada ölen Napolyon'un İngilizce'yi okuyamamaktan utanç duyduğunu ve İngilizce derslerine Ocak 1816'da daha sıkı sarıldığını belirtmişti.

Sabah, 10.06.2012

AŞK TANRISINI BULDULAR

 

Adana’nın Yumurtalık İlçesi’nde bir ev inşaatı için yapılan sondaj çalışması sırasında Yunan mitolojisinde geçen ’Aşk Tanrısı Eros’a ait 36 metrekarelik mozaik bulundu.

Tarihi Ortaçağ’a kadar uzanan ve Antik Kilikya’nın en önemli liman kenti olan, ünlü kaşif Marko Polo’nun da iki kez ziyaret ettiği bilinen Yumurtalık’ta, Ayas Mahallesi’nde bir ev inşaatı için sondaj çalışması yapılırken tarihi kalıntılara ulaşıldı. Bunun üzerine, Adana Arkeoloji Müzesi’nden gelen arkeolaglar tarafından inşaat alanında çalışma başlatıldı. Arkeolog Oya Arslan’ın yönetiminde yapılan kazılarda Yunan mitolojisinde aşk, şehvet ve bereket tanrısı olarak bilinen Eros’un mozaiği bulundu. 36 metrekarelik mozaikte Eros’a ait 4 ayrı figür saptandı. Genç Roma dönemine ait olduğu sanılan mozaikte Eros’un gençliğinden yaşlılığına doğru tasvirler yer alıyor. Hasar gören orta bölümünde ise yılan başlı Medusa resmi olduğu sanılıyor.

Arkeolog Oya Arslan, mozaiğin tarihi açından büyük önem taşıdığını söyledi. Genç Roma dönemine ait olduğu sanılan mozaiğin 1500- 1600 yıllık olduğunu düşündüklerini belirten Oya Arslan şöyle dedi: "Mozaikte Aşk Tanrısı Eros’un dört adet figürü yer alıyor. Eros, gençlikten yaşlılığa doğru tasvir edildiği bu figürlerin ikisinde oltayla, diğer ikisinde ise ağla balık avlarken resmedilmiş. Mozaiğin orta bölümü hasar görmüş ancak bu kısımda yılan başlı Medusa resmi olduğunu düşünüyoruz. Bu mozaik çok önemli. Çünkü diğer mozaiklerden çok farklı ve ayrıca işçiliği çok kaliteli."

 

Yumurtalık İlçesi’nin çok önemli antik bir kent olduğunu vurgulayan Arslan sözlerini şöyle sürdürdü: "Burası için sikkeler bastırılmış ve antik çağın en önemli üç sağlık merkezinden birisi burada kurulmuş. Burada daha önce bulunan Güreşçiler mozaiği var, ancak bunun üstü kapatılmış. Ayrıca Ludwig Budde adlı bir arkeolog tarafından kaleme alınan ’Antike Mosaiken In Kilikien’ adlı kitapta, Yumurtalık’ta bulunan pek çok mozaik fotoğrafı yer alıyor. Fakat biz bu mozaiklerin nerede olduğunu, ne zaman çıkarıldığını bilmiyoruz. Gerekli kazı çalışmaları yapılması durumunda Yumurtalık’ta çok önemli tarihi eserler ortaya çıkacağına yürekten inanıyoruz. Yumurtalık yeni bir Zeugma olmaya aday. Ayrıca burada antik bir tiyatro olduğundan da kesinlikle eminim."

 

Kazı çalışmalarında yer alan Arkeolog Tülay Ünlü ise bu kazı çalışmasının kendisini çok heyecanlandırdığını kaydederek şunları söyledi: "Bu mozaikte Yumurtalık’ın deniz yaşamı ile ilgili pek çok ayrıntıyı görebiliyoruz. Bugün de bu sularda avlanan lagos, herkül yengeci, ahtapot, ıstakoz ve diğer balıklar bu mozaikte resmedilmiş. Bir ekip gelerek bu mozaiği restore edecek ve gerekli bakım, onarım çalışmalarını yapacak. Umarım bu mozaik bölgede yer alan diğer mozaiklerin ortaya çıkmasını sağlayan bir kıvılcım olur."

 

MİTOLOJİDE EROS

İlkçağ’ın en eski metinlerinden itibaren karşımıza çıkan, evrensel birleşme ve üremeyi simgeleyen doğal güçtür. Bazı anlatımlarda tanrı değil, ölümlü-ölümsüz arası bir varlık, yani cindir. Bir başka efsaneye göre Eros, Yoksulluk Tanrıçası Penia ile Bolluk tanrısının Poros oğludur. Bazı önemli efsanelerde de Aphrodite ile Hermes’in oğlu olarak karşımıza çıkar. Anteros (Karşılıklı aşk) adıyla anılan Eros efsaneleri, Eros’un özündeki çok yönlülüğü dile getirmek için sonradan uydurulmuş olarak da düşünülebilir. Eros İlkçağdan itibaren hem şair, hem de ressam ve heykeltraşların başlıca konularından biri olmuştur.Yunan mitolojisindeki başlangıçtaki evrensel güç ilkesinden giderek değişmiş, insanları oklarıyla kovalayan ve yaralayan, alaycı yaramaz ve hatta zaman zaman oldukça tehlikeli bir çocuk kimliğine bürünmüştür. Tasvirlerin çoğunda Eros ya küçük, tombul, yaramaz kanatlı bir bebek ya da çok genç sırtında kanatları olan bir delikanlı olarak görülür. Delikanlı olarak gösterildiğinde ya da anlatıldığında, Eros’un tıpkı kelebek gibi kanatlı, uçan çok güzel bir genç kız olarak tasvir edilen Psykhe (ruh) adında bir sevgilisinden söz edilir. Eros ile Psykhe’nin aşkını anlatan bir masal dilden dile dolaşır.

Milliyet, 10.06.2012

OSMANLI'NIN MİRASI MÜZEYE GİRİYOR

 

 

Osmanlı'nın kalbi Sultanahmet, 2012 Türkiye'sinde imparatorluk dönemindeki halk ve derviş yaşantısını anlatan ilk müzeye ev sahipliği yapacak. Müzenin tüm aşamalarında emeği olan ve finansörlüğünü üstlenen işadamı, Ortadoğu'nun hızlı tüketim kralı olarak da bilinen FMCG Dış Ticaret'in patronu Bilal Sütçü. Çamlıca'daki yönetim binasının hemen yanında hali hazırda bir müzesi var aslında Sütçü'nün. Kendisi burayı 'depo' olarak nitelendirse de 800 metrekarelik, üç katlı bina eserlerin sergilenme alanlarından, ışıklandırma düzenlerine kadar bir müzeden farksız. Sütçü'nün 4 bin 500 eseri var. 400 tane el yazması Kuranı Kerim'i, binlerce hat ve hilye-i şerifi biriktirmiş bugüne kadar. Ama koleksiyonunun en önemli kısmını binlerce yıllık tarihi olan tekke ve Osmanlı'da halk yaşantısına ışık tutan objeler oluşturuyor. Bu koleksiyonda yaklaşık 2 bin 500 parça var. Tekkelerin tabanlarındaki süslemeler, hattatların karalamaları, tespihler, şeker kıracakları, tefler, tamburlar, ekmek sepetleri, dervişlerin sakalını taradığı fırçalar, şifa tasları, sigara ağızlıkları, asalar, o dönem nazardan koruduğuna inananların taktığı domuz dişi kolyeler, minyatürler... Bin yılı aşan bir dönemde Anadolu'da, Ortadoğu'da hatta Balkanlar'da yaşamış halkların ve tarikatların yaşam şekillerini anlatan tüm araç gereçler var Bilal Bey'in koleksiyonunda. Öyle ki tarikatların kullandıkları şişleri de Anadolu insanının gündelik hayatta kullandığı ekmek sepetinden tasa kadar olan gündelik eşyaları da görmeniz mümkün. Çamlıca'da Bilal Sütçü'nün dileyenlere gezdirdiği bu koleksiyon, yakın zamanda Sultanahmet'te bir müzeye dönüşmeyi ve herkesin ziyaretine açılmayı bekliyor. Ama hali hazırda da koleksiyonu gezen birçok kişi mevcut. Bunların arasında Hollandalı öğrenci grupları ve Amerikalı yüksek yargıçlar da var. Yüksek yargıçların binada tam dört saat geçirdiklerini anlatan Bilal Sütçü, "Ama maalesef aynı ilgiyi yerli halktan göremedim" diyor.

2002 yılında başlamış Bilal Bey bugünkü müzelik koleksiyonunu oluşturmaya. Önce yeni hattatların eserlerini satın almış ardından eskilere de ilgi duymaya başlamış. "Eskiyle tanıştıktan sonra iş bambaşka boyuta geçti, dipsiz bir kuyu diyelim" sözleriyle anlatıyor koleksiyon tutkusunu. Sırf bunun için de sahibi olduğu şirkette ayrı bir departman kurdurmuş. Türkiye dışında Ortadoğu'nun birçok ülkesinden, en çok da Suriye, Mısır, İran, Irak'tan eserleri topladığını anlatıyor. Bir de İngiltere'de gerçekleşen Sotheby's, Christie's gibi müzayede evlerinden İslam eserleri topladığını söylüyor.

Bilal Sütçü her yıl kendisine eser alımı için bir bütçe koyduğunu ama asla buna sadık kalamadığını söylüyor. Zaman zaman takas yoluna gittiğini belirten Sütçü, "Gerekirse elinizdeki otomobilinizi verip göndereceksiniz esnafı" şeklinde nasihat veriyor. Ama doğru seçilen eserin getirisi olduğunu da sözlerine ekliyor. "İvme her zaman yukarıyı göstermese de iyi bir eser mutlaka fiyatını katlar" diyor. Avrupa'da Türkiye'den daha fazla İslam eserleri koleksiyoncusu olduğunu söyleyen Sütçü, "Hatta İngiltere'de İslam eserleri koleksiyonundan dolayı 'doktorluk' unvanı verilen insanlar var. Teşvik edilmiş. Biz de sadece 'tebrikler' deniyor. Oysa Arap dünyasında bile ciddi bir talep oluştu. Özellikle Körfez ülkelerinde birçok zengin ticaret ve devlet adamı koleksiyon yapıyor" diyor.

300 yıllık el yazması Kur'an 5 bin $'dan başlar
Bilal Sütçü'nün hat koleksiyonu da oldukça iddialı. Muhtelif hattatların hilyeleri, murakkaları, kıtaları, en'amları, delailul hayratları var koleksiyonunda. "Kitap fiyatları çok cazip. 300 yıllık el yazması Kur'an'ın fiyatı 5-10 bin dolardan başlıyor. Şimdi hattata yazdırmak isteniz en ucuzu 100 bin dolara mal olur. Kaldı ki eski usulde Kur'an yazamıyor hattatlarımız" diyor.

"Amerika'da da İslam eseri bulabiliyorsunuz"
Güzel eserin nereden çıkacağı hiç belli olmuyor. Tüm İslam coğrafyasından çıkabileceği gibi, hiç olmadık yerde örneğin Amerika'da bir Kazasker Mustafa İzzet Efendi'ye ait de bir hat çıkabiliyor" diyor Bilal Sütçü. Bu işin tek bir adresten halledilemeyeceğini ve koleksiyon yapmanın çok da kolay olmadığını anlatıyor.

'Eserleri depoda saklamak bir yere kadar'
Bilal Sütçü, "Eserleri depoda saklamak, korumak bir yere kadar. Bunları insanoğlunun hizmetine açmayacaksanız, sadece eş dost istediğinde görebilecekse çok manası kalmıyor" diyor. Buradan yola çıkarak Sultanahmet civarında bir müze açma kararı almış Sütçü. "Mekanı beğendim, yetkililerden yanıt bekliyorum" diyor.

Sabah, Haber: Burcu Aldinç, 10.06.2012

EDESSA MOZAİĞİ ARTIK DÖNSÜN

 

 

Yasadışı yollarla yurtdışına kaçırılan Avrupa müzelerini süsleyen eserlerin geri getirilmesi için başlatılan kampanyalara yenisi eklendi. Aktüel Arkeoloji dergisi, Edessa mozaiklerinin peşinde.

 

Yasal olmayan yollarla yurtdışına kaçırılan eserlerin Avrupa müzelerinden geri getirilmesi için başlatılan kampanyalara Aktüel Arkeoloji dergisinden de destek geldi. Dergi, Urfa’dan 1950’li yıllarda kaçırılan Edessa mozaiklerinin getirilmesi için kampanya başlattı.


19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarında Avrupa’da şekillenen müzecilik kavramı beraberinde eser toplamayı da getirdi. 19. yüzyılda Batılı toplumlar kendi siyasi ve kültürel propagandasını yapmak için büyük başkentlerde müzeler kurdu. 

Eserler birer birer gitti 
Paris’te Louvre Müzesi, Londra’da British Museum, Berlin’de Pergamon müzeleri bu amaca hizmet için oluşturuldu. Ancak bu müzelerin içlerini doldurabilmek için başta sömürge ülkeleri olmak üzere, Mezopotamya, Mısır, Yunanistan, İran ve Anadolu’dan eser toplatıldı. Bu ülkelere mimar, sanat tarihçi, arkeolog yetiştirilip gezgin adı altında yollandı. Yetişen bu elemanların yazdığı yazılar, hatıratlar, çektikleri fotoğraflar Batılı koleksiyonerlerin iştahını kabarttı. 1800’lü yılların son çeyreği ile 1900’lü yılların ilk yarısında da Osmanlı hakimiyetinde bulunan topraklar da bu açgözlülükten nasibini aldı. Çok sayıda eser Avrupa müzelerine taşındı. Bergama Zeus Sunağı, Truva Hazineleri, Konya Beyhekim Mescidi mihrabı gibi büyük çaplı mimari parçaları bile kaçırmaktan çekinilmedi. İnsanı hayretler içinde bırakan büyüklükteki eserlerin bir asır öncesinin teknolojisi ile nasıl gittiği sorusunu bugün bile cevaplamak oldukça zor. 

Halk söylentilerinde karşımıza çıkan ‘‘O taşlardan bizde çok zaten alın’’ ya da ‘‘Padişah önemsiz deyip izin vermiş’’ türünden yaklaşımlar gerçekçi değil. Bir gerçek var ki, ‘nasıl gitti’ sorusu bilimsel olarak uzun yıllar hiç araştırılmadı. Tarihçiler yeni yeni bu konuya ilgi göstermeye başladı. Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nden Yrd. Doç.Dr. Ali Sönmez, ‘Truva Hazineleri’nin götürülüş hikayesini araştırdı. 

Bir kaçırma hikayesi 
Sönmez, ‘Padişahın izniyle götürüldü’ denilen hazine için Osmanlı arşiv kayıtlarının tam tersini söylediğini belgeledi. Sönmez’in belgelerine göre Alman amatör arkeolog Schlieman hazineleri Osmanlı’dan gizli kaçırmış, Osmanlı devleti bunu öğrendiğinde Atina’da dava açmış. Osmanlı davayı önce kaybetmiş ancak daha sonra başvurduğu temyizde eserlerin Schlieman’dan geri alınma hakkını geri kazanmış. Ancak Schlieman eserleri Yunanistan’dan kaçırınca da hafiyeler tutarak eserlerin peşine takılmış. Bunun üzerine de 1 milyon frank tazminat davası açmış. 

Geri dönsünler diye 
Avrupa müzelerini süsleyen yaklaşık 200 yıl Anadolu’da hakimiyet kuran Anadolu Selçuklu devletine ait pek çok eserin geri getirilmesi için adeta seferberlik başlatıldı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın başlattığı geri isteme atağı Türkiye’de de pek çok kurumda yankı buldu. New York Metropolitan Müzesi’nden geri alınan Herakles Heykeli, Berlin Müzesi’nden iade edilen Boğazköy Sfenksi bu cesareti arttırdı. Art arda kampanyalar başlatıldı. Türkiye İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA), Dışişleri Bakanlığı, Konya Büyükşehir ve Selçuklu Belediyeleri’nin ortaklaşa yürüttükleri ‘Büyük Selçuklu Medeniyeti’ projesinde dünyadaki tüm müzelerdeki eserlerin tespiti yapılıyor. 17 ülkeyi kapsayan araştırmada sadece Özbekistan tespit çalışmaları için gerekli izni vermedi. 

Mihrabı geri istiyoruz 
Avrupa müzelerine sadece Konya’dan giden ve tespit edilebilen 400’e yakın eser bulunuyor. Proje danışmanlarından Prof.Dr. Haşim Karpuz şunları söylüyor: ‘‘British Museum’da sekize yakın ya da dokuz vitrin Türkiye’den, İran’dan, Suriye’den gitmiş Büyük Selçuklu seramikleri, duvar çinileri, vazolar, kaseler doluydu. Yine Londra’da Victoria Albert Museum’da yedi, sekiz vitrin dolusu eser vardı. 

Müzecilik tarihi bakımından çok önemli yani 17. yüzyılda kurulmuş olan Oxford’daki yine yedi, sekiz vitrin dolusu Büyük Selçuklu seramiği eserleri var.’’


Konya’dan 1907 yılında götürülen Beyhekim Mescidi’ne ait mihrabı geri getirmek için kampanya başlatan Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek ise şunları anlatıyor: ‘‘Beyhekim Mescidi’nde mihrabın 800 sene önceki gibi muhafaza edilmesini istiyoruz. Çünkü o yaşayan bir tarih, o dönemin canlı bir şahididir. Sultanlar, veliler, Selçuklu büyükleri o mihrapda bulunmuşlar, görmüşler, namaz kılmışlar, kıldırmışlar. Aynı zamanda o dönem Selçuklu çini mirasının da şahidi konumundadır.


Kültür ithal edilmez, ihraç edilmez etkileşim olur ama bunlar doğrudan bir ithaldir, bir kayıptır. Her kültürün doğduğu coğrafyada canlı tutulması, yaşatılması çok önemlidir. 1899 yılında götürülen ya da kaçırılan Beyhekim Mihrabı bizim kanaatimize göre, Konyalı insanımızın kanaatine göre 113 yıldır gurbettedir.’’ 

Aktüel Arkeoloji dergisi de Urfa’dan 1950’li yıllarda kaçırılan Edessa mozaiklerinin getirilmesi için kampanya başlattı. Edessa mozaikleri dönemin teknik özellikleri çerçevesinde şehrin mozaik ustaları tarafından yerel bir dille yorumlanmıştı. Edessa şehrine özgü, Estrangelo Süryanice denen Aramicenin farklı bir diyalekt ile yazılmış yazıt örneklerinin yer aldığı mozaikler, yerel kültür öğelerinin ve aile ilişkilerinin anlatıldığı eserlerdi ve bu eserlerin bir başka benzeri de yoktu. Bugün Edessa’nın mezarlık alanları, büyük oranda evlerin altında kaldı. Buna rağmen, kimi noktalarda bu mezarlara ait örnekleri görmek mümkün. ‘Edessa Mozaikleri’nin yeni dönem hikayeleri 1950’li yıllarda yeniden keşfedilmesiyle başladı. Bilim dünyasına sunulan mozaikler büyük bir hızla yağmanlanmaya başladı ve dünyanın her yerine dağıldı. Bir kısım mozaiklere İstanbul’da kaçakçılar tarafından satılmak üzereyken el konuldu ve Aya İrini Müzesi’nde korumaya alındı. Edessa mozaiklerinin bir bölümü yurtdışındaki müzelerde, yabancı koleksiyonerlerin elinde bulunuyor. Avustralya, Amerika Birleşik Devletleri, Fransa gibi ülkelerin kimi seçkin müzelerinde Edessa mozaiklerine ait örneklere rastlamak mümkün.

Aktüel Arkeoloji Edessa’yı istiyor
Aktüel Arkeoloji dergisi yeni sayısında Anadolu’nun en önemli mozaikleri olan ‘Edessa Mozaikleri’nin yağmalanma ve yurtdışına kaçırılmalarının hikayesini anlatarak, eserlerin geri getirilmesi için yeni bir kampanya başlattı.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 10.06.2012

İZMİR'DE ANTİK ROMA TİYATROSU GÜN YÜZÜNE ÇIKIYOR

 

 

8500 yıllık tarihi ile önemli medeniyetlere ev sahipliği yapan İzmir'de, antik mirasın gün yüzüne çıkarılması için yapılan çalışmalarda büyük bir adım daha atıldı. Kadifekale'de gecekondular arasına sıkışıp kalan Antik Roma Tiyatrosu'nun gün yüzüne çıkarılması için kamulaştırma çalışmaları başladı. Proje kapsamında, arkeolojik yüzey araştırması yapılarak tiyatroya ve sur duvarlarına ait antik arkeolojik mimari kalıntılar ile antik tiyatronun gerçek yeri tam olarak tespit edildi. İzmir 1 No'lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'na sunulan 'Antik Tiyatro ve Kadifekale 1.derece arkeolojik sit alanının genişlemesi' önerisi kurul tarafından kabul edildi. Tiyatro ile Kadifekale'nin 1. derece arkeolojik sit alanı genişledi. Sit sınırlarının değişmesi sonucunda, antik tiyatro alanında bilimsel kazı çalışmalarının yapılabilmesi, Kadifekale ve antik tiyatro'nun kente ve kentliye kazandırılması amacıyla imar planı hazırlandı.

 

Kadifekale'deki antik tiyatro ile ilgili en ayrıntılı bilgi, 1917 - 1918 yıllarında Otto Berg ve Otto Walter'ın araştırmalarında hazırladıkları plan ve kesitlerde bulunuyor. 16 bin kişi kapasiteli olduğu düşünülen tiyatronun kalıntılarının Roma dönemi özellikleri taşıdığı, pek çok araştırmacının ilettiği de bu bilgiler arasında yer alıyor. Eski kaynaklarda, Erken Hıristiyanlık döneminde İzmirli St. Polikarp'ın bu tiyatroda öldürüldüğü ve tiyatronun tarihin trajik sahnelerine şahitlik ettiği öne sürülüyor.

Yeni Şafak, Haber: Vahap Dabakan, 10.06.2012

GERÇEK HAREM HALKA AÇILIYOR

 

 

Topkapı Sarayı'nda açılacak Padişahın Evi sergisinde harem halkına ait eşyalar ilk kez gün yüzüne çıkacak. Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü İlber Ortaylı anlatıyor...

 

Haremin hiç bilinmeyen yönleriyle gerçekçi bir biçimde anlatılması amacıyla hazırlanan “Padişahın Evi: Topkapı Sarayı Harem-i Hümayunu” sergisi, Topkapı Sarayı’nın II. avlusunda yer alan Has Ahırlar’da ziyaretçilere açılacak ve 13 Haziran’dan 15 Ekim’e kadar görülebilecek.

 

Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü tarafından hazırlanan, Bilintur-BKG ve TAV Havalimanları’nın ana sponsorluğuyla desteklenen sergide, Topkapı Sarayı koleksiyonundan 300 eser ve harem halkının kullandığı eşyalar yer alıyor. “Padişahın Evi: Topkapı Sarayı Harem-i Hümayunu” ilk harem sergisi olmasıyla da dikkat çekiyor.

 

Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü Prof.Dr. İlber Ortaylı hareme hak ettiği saygının gösterilmediği görüşünde. Sergi haremin göz ardı edilen yönlerine vurgu yapıyor, padişahın evi hakkında söylenilen asılsız ve yanlış bilgilerin düzeltilmesi gibi bir amaca da dolaylı olarak hizmet ediyor.

 

- Harem sarayın en kalabalık yeri değil mi?

Reisi Valide Sultan. Ayrı memurları var. Darüssaade ağasının kendi teşkilatı var. Mekke ve Medine vakıflarına bakıyor. Hazinedar usta da Valide Sultan’a bağlı bir memur. Kadınların arasından seçiliyor. Haremde okuma yazma oranı yüksek. Muhasebe işlerini öğrenen kadınlar da var. Harem kadını, yan gel yat devril takımı değil. Çoğunun okuması, yazması, memuriyeti iyi. Harem kadınları 1950’lerde Topkapı Sarayı’nın memurlarıydı.

 

- Harem kadınları diğer şehirli kadınlardan farklı mı?

Ne de olsa saraylı, bilgili, görgülü ve etiketli. 19’uncu asırdaki tanzimat ve reform çok önemlidir. O zamandan itibaren üst sınıf paşaların, memurların kadınları, kızları ya evde Fransızca öğreniyor ya da Fransız okulunda okuyor. Cevdet Paşa Darülmuallimat’ı, kız öğretmen okulunu kurmuş, oraya gidiyorlar. O vakit sarayda da eğitim olmasına rağmen harem dışarının gerisinde kalıyor. Bu 19’uncu asrın büyük reformudur. Ondan sonra harem dışından bir Fatma Aliye Hanım, II. Meşrutiyet yıllarından biraz evvel Halide Edip Hanım çıkıyor. Haremin öncü rolü kalmıyor. Ama harem her zaman için belirgin derecede okuma-yazma, tarih, coğrafya, hesap, musiki ve her şeyden evvel adab-ı muaşeretin çok iyi bilindiği bir yer. Onun için evlenerek saraydan çıkan kadınlar etrafındakiler için numunedir. Hatta deli saraylı lafı da oradan kalmadır. Sert mizaçlıdır. Kadınlara, kızlara terbiye öğretir. Onun için millet onlara hürmet eder. Benim çocukluğumda bile mahallede saraylı kadınlar vardı.

 

- Saray kültürünü dışarı taşırlardı yani.

Başörtülü bir hanım tanıdım. Bana “Hangi okuldasın” dedi. “Saint George” dedim. “O zaman Avusturya Lisesi’ndesin” dedi kadın. Kendi Fransız okulunda okumuş. Saraylı bir hanımın kızıymış. “Babam kız kardeşimle okuduğumuz Fransız okuluna 5 altın verirdi” diye anlattı. Şaştım, fakir, yarım pabuç, başı örtülü bir kadın Fransızca biliyor. Emin olun, Bursa, Edirne, İstanbul, Eskişehir, İzmir’de mahallelerde bu tip insanlar yaşamıştır.

 

- Harem Türklere mi özgüdür?

Bütün eski medeniyetlerde harem diye bir müessese var. Medeniyet o: Kadının ve evin zapturapt altında olması.

 

- Hareme girmek arzu edilen bir şey miydi?

Kimsenin taleple geldiği yok. Çerkezistan’da falan satın alıyorlar, millet açlıktan ölüyor çünkü. Ukrayna’nın steplerinden, Galiçya’dan yağmalamış getirmişler. Veya Cezayir korsanları yolda bir gemi çevirmiş. Bafo (Safiye Sultan) öyle geldi mesela. 9, 10, 15 yaşındaki kızlar burada yetişiyor. Bir müddet sonra da evlenip gidiyor. Burada kalan ya çok çirkindir, koca bulamaz ya da kendi istemez. “Gitmem” derse kimse onu evlendirmez.

 

- Harem kapısında "Allah'ım bize de hayırlı kapılar aç" yazıyor.

Oraya giren hayırlı bir kapıya erişecektir yani. Çok durmuyorlar zaten, yetişip, okuyup öğrenip birinin karısı olurlar.

 

- Haremdeki hiyerarşik düzen acımasız mı?

Çok acımasız ve sert bir sistem var. Kışla burası.

Habertürk, Haber: Alihan Mestci, 10.06.2012

 

******


HAREM-İ HÜMAYUN SERGİSİ

 

 

Topkapı Sarayın'nda bulunan ve daha önce sergilenmemiş eserlerden oluşan "Harem-i Hümayun" adlı sergi sarayın Has Ahır Salonu'nda açıldı. Serginin açılışında konuşan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Harem'in Osmanlı İmparatorluğu'nun özel bir alanı olduğuna dikkat çekerek "İçinde bulunduğumuz mekan 400 yıldan fazla bir cihan imparatorluğuna ev sahipliği yapmış bulunan bir yönetim merkezinin, müstesna bir imparatorluk merkezinin özel bir alanıdır. Burası 1500'lü yıllardan itibaren sadece yönetim merkezi olmanın ötesinde imparatorluğun mahremi de olmuştur. Harem ismi de oradan gelmektedir" dedi. "Harem-i Hümayun" sergisi 4 bölümden oluşuyor ve padişahların, eşlerinin ve çocuklarının 300'e yakın eşyası sergileniyor.

Sabah, Haber: Ali Şahin, 13.06.2012

 

******


PADİŞAHIN EVİ 'HAREM' GÖRÜCÜYE ÇIKTI

 

 

Haremi Osmanlı sarayında ‘padişahın evi’ olarak sunan ‘Padişahın Evi: Harem-i Hümayun’ sergisi görücüye çıktı. Topkapı Sarayı Hasahırlar’da Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın katılımıyla açılan sergi, ziyaretçilerini bekliyor. Haremin bilinmedik yönlerini bir silsile içinde anlatan sergide Hürrem Sultan’ın Kanuni Sultan Süleyman’a yazdığı mektubu, Genç Osman’ın meşhur ‘süslü kız’ ya da ‘sisli kız’ isimli atının mezar taşı gibi 250’ye yakın eser sergileniyor.


Topkapı Sarayı Müze Müdürlüğü tarafından hazırlanan sergide, müze koleksiyonunda yer alan hareme ait eserler bulunuyor. Dört ana bölümden oluşan sergi, harem mimarisi, minyatürler, gravürler, harem ağaları ve cariyelerin kıyafetleri, sultan anneleri ve eşlerinin günlük kullanım eşyaları yer alıyor. Sergide kulaktan dolma bilgilerin aksine çok farklı bir harem yaşantısı göze çarpıyor. Cariyelerin giydiği kıyafetlerin dekolte yerine estetik tarzda süslemeli olması harem yaşantısının bir cinsel yaşam yeri olmaktan çok bir eğitim kurumu, bir kışla vurgusu yapılıyor. Osmanlı Sarayı’nda en çok merak edilen bölüm olan harem, sergide padişahın evi olarak sunuluyor. Harem yaşantısıyla ilgili açılan en kapsamlı sergi, 15 Ekim tarihine kadar sürecek.

At için mezar taşı
Genç Osman olarak bilinen 2. Osman’ın hayatında en değer verdiği varlığı ‘süslü kız’ ya da ‘sisli kız’ isimli atıydı. At öldüğü zaman Genç Osman çok üzülmüş, onu Üsküdar’daki Kavak Sarayı’nın mezarına gömdürtmüştü. Mezarının üstüne de manzum kitabesi bulunan bir kabir taşı diktirmişti. Kitabede de şöyle yazıyordu: “Zıllı Hat Hazretleri Osman Hanı’na; Sisli Kız nam atı ölmüştür./ Emri yezdaniyle mevt irişecek./ Bu makam içre o gömülmüştür.”

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 13.06.2012

DÜNYANIN İLK YILDIZ MİMARI

 

 

ABD'nin saygın gazetelerinden New York Times (), 'ın mimari eserlerine tam sayfa ayırdı. Gazetenin haftasonu çıkan gezi ekinde, Andrew Ferren tarafından kaleme alınan, "Türkiye'nin İlk Yıldız Mimarının Peşinde" başlıklı yazıda, 300'ün üzerinde mimari esere imza atan Mimar Sinan'ın, sadece Türkiye'nin değil, belki de dünyanın ilk "Yıldız Mimarı-Starchitect" olduğu belirtildi.

 

Yazıda İstanbul'u ziyaret eden ve Mimar Sinan'ı tanımayan Batılı turistlere bilgi veren tur rehberlerinin, Mimar Sinan'ı aynı dönemlerde yaşayan İtalyan heykeltraş ve mimar Michelangelo ile karşılaştırdıklarını, oysa bu tür bir karşılaştırmanın aslında Mimar Sinan'a haksızlık olduğu vurgulandı. Mimar Sinan'ın, Belgrad'dan Mekke'ye kadar bugün hala ayakta olan ve hergün kullanılan yüzlerce eserinin bulunduğunu belirten gazete, "Sinan'a dünyanın ilk yıldız mimarı diyebilirsiniz" ifadesine de yer verdi.

 

Mimar Sinan'ın başta Süleymaniye, Selimiye, Mihrimah Sultan Camileri olmak üzere Edirne'deki ve İstanbul'daki ünlü mimari eserleriyle ilgili detaylı bilgiler ve fotoğrafların yer aldığı tam sayfalık yazıda, İstanbul'u ziyaret eden turistlerin İstanbul'da Mimar Sinan'ın camilerini turlara katılarak yakından tanıyabilecekleri de bildirildi.

Sabah, 10.06.2012

YÖRÜK GÖÇ KÜLTÜRÜNÜN SİMGESİ TARİHİ SARNIÇLARA ÇEVRE DÜZENLEMESİ

 

 

Antalya Kepez Belediyesi, 9 sarnıçta başlattığı çevre düzenlemesi ve bakım çalışmasını tamamladı. Park ve Bahçeler Müdürlüğü'nün hazırladığı, Antalya Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü'nün onayladığı proje kapsamında, Yörük göç kültürünün sembolü tarihi sarnıçlar yeniden gün yüzüne çıkarıldı.

 

Konuyla ilgili Kepez Belediyesi'nden yapılan açıklamaya göre, mart ayında başlatılan, Selçuklu ve Osmanlı Devleti'nin mirası olan tarihi su saklama yapılarının bakım ve çevre düzenlemeleri tamamlandı.

 

Bu kapsamda, sarnıçlardaki ve çevresindeki çalılıklar ile çöpler temizlendi. Etrafı çit ile çevrilen sarnıçların çevre düzenlemesi yapılırken, bulunduğu konum dikkate alınarak malzeme seçildi. Ana yolların orta refüjlerinde bulunan sarnıçların zemininde çim alanlar oluşturulurken, merkeze daha uzak sarnıçların zemininde ise hiçbir şekilde çamur hale gelmeyen tüvenan malzeme (kırılmamış, elenmemiş çakıl) kullanıldı. Gece görselliği sağlamak ve güvenliği artırmak amacı ile sarnıçların çevreleri projektörler ile aydınlatıldı. Yine sarnıçlara, ahşaptan bilgilendirme levhaları konuldu. Sarnıçların düzenleme alanında görsel bir şölen oluşturmak amacıyla peyzaj çalışması gerçekleştirildi. Akkuyu Sarnıcı ve Hacı Mestan Sarnıcı arasında tarihi göç yolu yeniden oluşturuldu.

 

Tamamlanan çalışma ile Yörüklerin, yakın bir geleceğe kadar Antalya Ovası ile Toroslar arasındaki kışlak yaylak göçleri sırasında hem kendilerinin hem hayvanlarının su ihtiyaçlarını karşıladıkları sarnıçlar, yok olma tehlikesinden kurtarıldı. Çevre düzenlemesi, tarihi göç yolu üzerine inşa edilen Akkuyu Sarnıcı, Meydan Kuyusu Sarnıcı, Hacı Mestan Sarnıcı, Çift Sarnıçlar, Kırdı Sarnıcı, Odabaşıoğlu Sarnıcı, Zeytinli Sarnıcı, Havz-ı Kebir Sarnıcı ve Tek Sarnıç'ta yapıldı.

Türkiye Turizm, 10.06.2012

KAZI ÇALIŞMASINA 100 BİN LİRALIK DESTEK

 

 

Antalya'daki turizm şirket yöneticileri ile 110 profesyonel rehber, ''Myra Antik Tiyatrosu''nda süren kazı çalışmasına 100 bin liralık bağışta bulundu.

 

Myra Antik Tiyatrosu'nda düzenlenen bağış törenine Alman turizm şirketi RSD Reisen Yönetim Kurulu Başkanı Christian Funk, Alman tarihçi Dieter Kronzucker, ITM Travel Yönetim Kurulu Başkanı Can Öğütçü, ITM Travel Genel Müdürü Recep Yavuz ve 110 profesyonel turist rehberi ile Myra Andriake kazılarının başkanlığını yürüten Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Nevzat Çevik katıldı.
        
ITM Travel Genel Müdürü Recep Yavuz, törende yaptığı konuşmada, profesyonel rehberlerin 5 ay önce ''kazı yoksa turist yok'' sloganıyla kazı alanlarına maddi destek sağlamayı amaçlayan bir proje başlattıklarını söyledi.
        
Projenin kendisine anlatıldığında büyük heyecan duyduğunu belirten Yavuz, ''Projeye 20 bin liralık katkı sağlıyoruz. Rehber arkadaşlarımız 57 bin, Alman turizm şirketi RSD Reisen ise 23 bin liralık destek veriyor. Likya Uygarlığı'nın bu iki antik kentinde, kazı başkanımız Prof.Dr. Nevzat Çevik'e yaptığı çalışmalardan dolayı teşekkür ediyoruz'' dedi.
        
Myra Andriake Kazıları Başkanı Prof.Dr. Nevzat Çevik de Roma Çağı'nın görkemli tiyatrosu için destek projesi başlatan rehberlere teşekkür etti.
        
Alman bir tur operatörünün Türkiye'deki bir kazıya ilk kez destek verdiğini vurgulayan Çevik, şunları söyledi: ''Bu evrensel kültür için çok önemli. Biz tarihi toprak altından gün yüzüne çıkarıyoruz. Ancak bunu anlatan rehberlerdir. Bizler ve sizler kültürün iki farklı diliyiz. Rehberlerin kısıtlı bütçelerinden artırarak, Myra Antik Tiyatrosu için yaptıkları bu katkı çok önemli. Kültürel mirası geleceğe aktarma misyonunda yaptığınız bu katkı için üç kuruma da teşekkür ediyoruz.''
        
Konuşmaların ardından Christian Funk, 100 bin liralık bağış çekini Çevik'e verdi. Törende ayrıca ITM Travel tüm rehberlere, katkılarından dolayı plaket verildi.

Akşam, 09.06.2012

EMEKLİ İNGİLİZ MÜZEDE YERİNİ ALDI

 

 

İngiliz yapımı 119 yaşındaki ''Ysolt'' isimli buharlı tekne, 3 yıllık restorasyon çalışmasının ardından Rahmi Koç Müzesi'nde sergilenmeye başlandı.

 

Teknenin sergilenmesi için Rahmi Koç Müzesi'nde düzenlenen törene, Koç Holding Şeref Başkanı Rahmi Koç, restorasyon çalışmasının yapıldığı Tuzla'daki RMK Marine Tersanesi'nden müzeye kadar ''Ysolt'' ile geldi. Müzede basın mensuplarına açıklama yapan Rahmi Koç, “Son seferini gerçekleştirdiğimiz teknenin altının bakır olması nedeniyle karada sergileyeceğiz. Tekne, İngiliz iş adamı Russell tarafından 1893'te yaptırılmış ve zaman zaman büro olarak kullanmış.

İlerleyen dönemlerde tekne 35 yıl dağınık bir halde nehir kenarında bırakılmış, ardından bir İngiliz tarafından alınarak restore edilmeye çalışıymış” dedi. Teknenin Rahmi Koç Müzesi tarafından alınmasından sonra uzmanlar tarafından yürütülen 3 yıllık restorasyon çalışmansın ardından bugün itibarıyla sergilenmeye başlanacağını söyleyen Koç, “ Etkileyici bir tarihe sahip teknenin müzede sergilenecek olmasından dolayı çok memnunum” diye konuştu. Bir basın mensubunun, ''Alaska'ya gitme projeniz vardı. Bununla ilgili gelişme nedir, Alaska'ya gitmeyi halen düşünüyor musunuz-'' sorusuna Koç, Japonya'daki patlama nedeniyle Alaska'nın havasına ve suyuna radyasyon bulaştı, bu nedenle bize gidilmemesi yönünde tavsiyelerde bulunuldu. Ama başka yerlere gideceğiz” ifadelerini kullandı.


119 yaşında olan ve 40 yıldır bakımı yapılmayan tekne, İngiltere'de 1893'te inşa edildi. 17 metre uzunluğunda, 3 metre genişliğindeki ''Ysolt'' isimli buharlı teknenin 1926-1942 yıllarındaki sahibi olan William Campkin'in 2. Dünya Savaşı nedeniyle tekneyi Heybridge Basin, Maldon ve Essex'te bir kanala bırakmasının ardından, tekne 1952'de büyük selden kurtuldu.


Rahmi Koç Müzesi tarafından 2008'de deniz yoluyla İzmir'e, ardından kara yoluyla İstanbul'a getirilen tekne, uzmanlar tarafından yapılan restorasyon çalışmasından sonra müzede sergilenmeye başlandı.

Habertürk, 09.06.2012

PİYER LOTİ İSMİNE TAKAN VEKİLE O SORU SORULDU

 

İstanbul’da Pierre Loti Tepesi’nin isminin değiştirilmesine isteyen AKP Bitlis Milletvekili Vahit Kiler'e, yaptırdığı gökdelene neden Sapphire isimini koyduğu soruldu..

Kiler ”Her iki dilde de rahat anlaşılsın diye” diyerek soruyu geçiştirdi.

 

AKP Bitlis Milletvekili Vahit Kiler, İstanbul’da Pierre Loti Tepesi’nin isminin değiştirilmesi talebiyle ilgili ”Masumane, Bitlis’li vatandaş olarak geçmişte gasp edilmiş, çalınmış bir hakkı geri alma konusunda girişimde bulunduk” dedi.

Kiler, Pierre Loti Tepesi’nin isminin İdris-i Bitlisi olarak değiştirilmesi önerisiyle ilgili gazetecilerin sorularını yanıtladı.

Pierre Loti isminden rahatsız olmadıklarını belirten Kiler, ”Tarihçilerimizden buranın 1934’e kadar İdris-i Bitlisi Tepesi olarak geçtiğini öğrenince bu anlamda rahatsız olduk” diye konuştu.

 

Osmanlı’ya çok büyük katkıları olan bir devlet adamının isminin değiştirilmesinden rahatsız olduklarını belirten Kiler, ”Başka isim olsaydı da bu girişimde bulunacaktır” açıklamasından bulundu.

Bununla ilgili kanun teklifi vermeyeceklerini, kararı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin vereceğini, bu konuda İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Eyüp Belediyesi’ne başvuru yapacaklarını bildirdi.

”Bitlisli olarak İdris-i Bitlisi isminin değiştirilmesi kanımıza dokundu” ifadesini kullanan Kiler, İdris-i Bitlisi’ye Alevi kesimden tepki olduğunun belirtilmesi üzerine, ”Alevi kesime zarar verdiğine dair hiçbir resmi belgede isnat bulamadım. Biz bunu bir yere tepki olsun veya birilerinin farklı yerle çekmesi amacıyla gündeme getirmedik. Masumane, Bitlis’li vatandaş olarak, geçmişte gasbedilmiş, çalınmış bir hakkı geri alma konusunda girişimde bulunduk” dedi.

Bir gazetecinin, ”İstanbul’da yaptırdığınız gökdelene Sapphire isimini koydunuz. Neden İngilizce isim koydunuz?” sorusuna Kiler, ”Her iki dilde de rahat anlaşılsın diye” karşılığını verdi.

”Bu gökdelene Türkçe isim ya da İdris-i Bitlisi ismini koyabilir miydiniz?” sorusuna Kiler, ”1934’e kadar ismi böyleyken bu isim niye değiştirildi? Niye gasbedildi? Hizmetleri ortadayken bir üstadın ismi niye alınır, niye yabancı bir isim verilir?” karşılığını verdi. 

Milliyet, 08.06.2012

BİLİMSEL DÜŞÜNCE VE TOPLUM ÖRGÜTLENMESİ

 

Nüfusun %70’i kentlerde, %30’u köylerde yaşıyor. Bir köylü toplumdan, niteliksel değil sayısal olsa da, bir kent toplumuna dönüşen bir ülkede yaşıyoruz. Cumhuriyetin birbirinden tümüyle farklı altı yedi aşamasını geçirdik. Komik bir ikinci cumhuriyetçi yerine altıncı cumhuriyetçi de olunabilir. Menderesçi, Evrenci, Özalcı, Gülen Hocacı, faşist, mandacı vb. Bunda da şaşılacak bir şey yok. Çünkü bütün bu davranışların temelinde babadan kalmış ödenmesi gereken bir borç gibi Osmanlı kültürünün dünyayı 300 yıl geriden izlemesi gibi bir baba mirasımız var.


1945’den bu yana Amerika’nın yönlendirdiği bir dünyada yaşıyoruz. (kimilerini düpedüz güdüyor.) Her gün gazete ve televizyonların açık ya da perdeli haberlerinde anti-demokratik bir seçim sistemi, din istismarı, amacını yitirmiş bir öğretimin haberlerini öğreniyoruz. Toprak spekülasyonuna kentsel dönüşüm deniyor. Şimdiye kadar zaman içinde dönüşmemiş bir kent mi var. Onlara ören yeri diyorlar.


Müslüman bile olsa, geri kalmış ülkelerin ayakta kalmalarını, yaptıkları onca askeri müdahalelerden sonra engelleyemeyeceklerini öğrenen Batılıların çağdaş sömürge politikası, İslam ülkelerinde yenileşme ve dönüşümü, entelektüel içerikten yoksun ve sadece parasal ölçütlere indirgemek ve onlara demokrasi dünyasına ortak oldukları imgesini yaratmaktır.
Onun için demokrasi adına ülkeleri tahrip etmek onlara çekici geliyor. Ama ortak petrolcü Arapların rejimlerini nedense unutuyorlar. Müslümanlar Batılılar tarafından tavsiye edilen kurumlaşmanın ‘sömürülebilir bir toplum yaratma’ politikası olduğunu anlayacak kültür düzeyinde değiller. Demokrasi adına Irak’ı, Afganistan’ı, Libya’yı nasıl yok ettiklerini bütün dünya gördü.
Çağdaş dünyada köle olmamanın formülü bilimin yönettiği üst düzey bir teknoloji sahipliğinden geçiyor. Bu formül evrensel, basit, anlaşılabilir ve yönlendiricidir.


Ülkemizin amacı geleceğin doğru yorumu üzerine kurulmazsa, sömürge olmaktan kurtulmak hayal olur. Batılılar için dindar ya da laik ayrımı, sömürü mekanizması açısından fark etmez. Cumhuriyetin bağımsızlık, halk egemenliği, laiklik ilkeleri uluslararası uygarlığa ulaşma amaçlı sosyal ve politik araçlardı.


Bağımsızlığı kazanmış olsak bile onu korumak, uzun sürede giderek zorlaşıyor. Örnekler sınırlarımızda. Cumhuriyet bir özgürlük aracıdır. İkinci dünya savaşından sonra, özellikle son on yılda bildiğimiz dünya değişti. Bizim toplum geriye doğru uzanıyor. Biz bunu anlamakta yine geciktik. Özgürlüğün korunması öğrenmemiz gereken davranışlar gerektiriyor . Her şeyini taklit ettiğimiz Amerika’nın, Avrupa’nın ve Müslümanlar dışında, her ülkenin anayasası laiktir. Bundan dolayı Amerikalılar, Meksikalılar, Polonyalılar ya da İtalyanlar dinsiz değil.


Kaldı ki bugün tartışılamayacak olan, geleceğin bilim ve teknoloji üzerine kurulu olmasıdır. Amerika ve Avrupa’da, Japonya ve Çin’de bilimsel öğretime ve araştırmaya ayrılan parasal olanakları Türkiye ile karşılaştırınca durum aydınlanıyor. ARGE’ye Ulusal Gelirden ayrılan paranın %1.2’yi geçmediğini (2010) devletten öğreniyoruz. Fakat kırsal kültür akıl sınırlarını zorluyor. Bu iki yüz elli yıllık bir geri kalmadır.


BİLİMSEL MİRAS YOK
Osmanlı’nın bilimsel mirası yoktur. Ne Katip Çelebi’yi zorla filozof yapabilirsiniz, ne de Hoca İshak Efendi’yi büyük bilim adamı.


Rönesans’la eşzamanlı bir kültür ortamında, Fatih’in çağının en ünlü düşünürlerinden ve kendi hocası Sinan Paşa’ya yaptıkları Osmanlıların en ileri ve Avrupa’ya açıldığı söylenen sultanının entelektüel açılımını anlatır. (Mertol’ün Tazarruname çevirisi ön sözünü okumak aydınlatıcıdır.)
Osmanlı tarihi boyunca bilim karşıtlığı değişmedi. Şeyhülislamın “Gökleri rasat etmenin uğursuz ve her nerede buna teşebbüs edilmişse devletin harap olduğunu” bildirmesi üzerine 3. Murad’ın İstanbul’a çağırdığı Şamlı matematikçi ve astronom Taküyyiddin’e Tophane’de yaptırdığı rasathaneyi yıktırması tipik bir davranıştır. Osmanlı tarihinde böyle hikaye çoktur. Oysa Osmanlı’nın arkasında zengin bir ortaçağ İslam astronomi geleneği vardı. Avrupa’da Kopernik, Kepler gibi astronomların ve bilim adamlarının yetiştiği dönemde Sinan Paşa hayatını kurtarmak için aklı reddetmek gereğini duymuştu. Gerçi Kilise Galileo’ya da aynı davranışta bulunmuştur. Fakat Avrupa 17. yüzyıldan başlayarak bugüne ulaşmıştı. Biz de Sevr’e ulaştık.


Tanzimat dönemi matematiği ile ilgili bir makalesinde, Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli matematikçilerden biri olan Kerim Erim 19. yüzyılda sadece üç Türk matematikçisinden söz eder. Bunlardan biri, Mühendishane’nin en ünlü hocası İshak Hoca‘dır. Ulum-u Riyaziyat adlı dört ciltlik kitabının iki cildi matematik, iki cildi diğer bilimlere ilişkindir. Bu lise seviyesinde bir matematik ve bilim kitabıdır. İkincisi yine bir Mühendishane hocası olan Tevfik Paşa’dır. İki yıl Fransa, altı yıl Amerika’da bulunmuş, devlet hizmeti yanında gerçekten çağdaş gelişmelerden haberdar bir matematikçi olarak yetişmiştir. Üçüncüsü bizim de yaşamına yetiştiğimiz Salih Zeki’dir.


Kerim Erim onların Avrupa’nın dev matematikçileri yanında özel bir bilimsel özellikleri olmadığını söyler. 18. yüzyıl sonunda Euler’le başlayan, Lagrange, Gauss, Weierstrass, Boole gibi devleri içeren bir dönemden söz ediyoruz.


Fizikte de hiçbir şey olmadığını Fahir Yeniçay anlatır. ‘Tanzimat’ adlı yayımlanan bir kitapta Cumhuriyetin en yetkin bilim adamları, Osmanlı’da Fizik ve kimyanın var olmadığı ve Kimyanın ancak tıp yolu ile biraz okutulduğunu anlatırlar. Galile’den bu yana gözlemle matematiği birleştiren Fizik bilimi ile, bina yapmak, su getirmek gibi tarihin en eski çağlarından beri bilinen mekanik pratikleri fizik bilimi ile aynı şeyler sayan kimileri belki hala vardır.


GELECEĞE İNANMAK
Kitap basmaya Avrupa’dan 250 yıl sonra başlayıp, 18. yüzyılda sadece 100 tane kitap bile basamamanın nedenini hala düşünmeyen bir toplumda yaşıyoruz.


Avrupa’dan hem bilgi birikimi hem de örgütlenme olarak geri kalan Türk toplumu Cumhuriyetle bugüne ulaştı. Cumhuriyetin aşağı yukarı 20 yılı bilimsele doğru bir atılım ise, sonraki 60 yılı, ondan uzaklaşmaya doğru bir geri dönüştür.


Bu tutum bugüne İslam’ın en ileri ülkesi olarak gelmemizi engellemedi. Demek ki o 20 yıl doğru ilkelerin çağı imiş. Fakat gelecek, bütün fakir ve tutucu ülkeler için karanlıktır. Protestan İngiliz göçmenleri 17. yüzyılın birinci yarısında Kuzey Amerika kıyılarına ayak bastıkları zaman okuma yazma biliyorlardı. Bizim halkımız Kurtuluş Savaşına başlarken henüz okuma yazma öğrenememişti. Avrupa ile aramızdaki birkaç yüz milyonluk kitap boşluğunu belki hiçbir zaman dolduramayacağız.


Ama geleceği yakalama olanağına inanmazsak sadece bize değil bütün İslam dünyasına da yazık olur.


Bağımsızlığı kazanmış olsak bile onu korumak, uzun sürede giderek zorlaşıyor. Örnekler sınırlarımızda. Cumhuriyet bir özgürlük aracıdır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, özellikle son on yılda bildiğimiz dünya değişti. Bizim toplum geriye doğru uzanıyor. Biz bunu anlamakta yine geciktik.

Hakimiyet-i Milliye, Yazı: Doğan Kuban, 27.05.2012



3 - 9 Haziran 2012

İDRİS-İ BİTLİSİ HAREKATI

 

 

Piyer Loti Tepesi'nin adının değiştirilmesi için girişim başlatıldı. AKP Bitlis Milletvekili Kiler, 1934'e kadar tepenin adının İdris-i Bitlisi olduğunu savunarak tekrar bu adın verilmesi için belediyeye başvuracaklarını söyledi. Kiler, 'Bu isim değişikliği kanımıza dokundu' dedi.

 

İstanbul'da Haliç'i ve tarihi yarımadayı kuşbakışı gören doyumsuz manzarasıyla aşıkların buluşma yeri olarak bilinen Piyer Loti'ye Bitlis ayarı geliyor. Tepenin ve köşkün adının, 1934'e kadar 'İdris-i Bitlisi' olduğunu savunan AKP Bitlis Milletvekili Vahit Kiler, 'Bitlisli olarak, bu ismin değiştirilerek Piyer Loti haline getirilmesi kanımıza dokunuyor. Belgeleri hazırlayarak, belediyeye gerekli başvuruyu yapacağız' dedi. Kiler, Piyer Loti'nin isminin değiştirilmesini neden istediklerini AKŞAM'a anlattı:


KANIMIZA DOKUNDU: Eyüp'teki o meşhur köşkün adı 1934'e kadar İdris-i Bitlisi Köşkü olarak biliniyormuş. Tepenin adı da kayıtlarda 'İdrisi Tepesi' diye geçiyor. Ne var ki, 1934 yılında, Fransız yazarı Pierre Loti'nin ismi verilmiş. Biz bunu öğrendiğimiz zaman Bitlisliler olarak kanımıza dokundu, ağrımıza gitti.


İDRİSİ ÖNEMLİ KİŞİLİK: İdris-i Bitlisi, Bitlis'in önde gelen isimlerinden biri. Ancak sadece Bitlis için değil, Türk tarihi açısından da önemli bir kişilik. Akkoyunlu sarayında hükümdar çocuklarına lalalık yapan, bundan dolayı 'Kutlu Müderris' olarak övülen bir isim. Hem 2. Bayezid hem de Yavuz Sultan Selim döneminde yaptıklarıyla büyük övgü almış. Osmanlı siyasetinde aktif bir rol üstlenmiş. Çaldıran'da savaşıp, Doğu ve Güneydoğu vilayetlerinin Osmanlı'ya katılmasında gösterdiği başarısıyla merkezi Diyarbakır olan Arap Kazaskerliği rütbesiyle ödüllendirilmiş. Yavuz'la birlikte Ridaniye ve Mercidabık Savaşlarına katılmış. Mısır'ın fethinden sonra bu ülkenin yönetimi konusunda Yavuz Sultan Selim'e yardımcı olan biri. Ayrıca aralarında Risale-i Hazaniyye'nin de olduğu 28 eseri olan tarihi bir kişilik. Ülkeye bu kadar yararları dokunmuş birinin ismi o tepeden neden çıkarılıp, bir Fransız olan Piyer Loti'nin adı verilir?

 

PİYER LOTİ DE TÜRK DOSTU AMA...
Piyer Loti de Fransız roman yazarı olarak Türkiye sevgisiyle bilinen bir yazar. En azından bize öyle anlatılıyor. Ama, büyük hizmetleri geçmiş İdris-i Bitlisi'nin adının çıkarılarak, o tepeye Piyer Loti'nin adının konulmasını garipsedik. İdris-i Bitlisi, Müştak Baba gibi, Saidi Nursi Bediüzzaman gibi bizim için çok değerli bir insan. Tekrar o tepeye ve köşke isminin geri verilmesi için çalışma yapacağız.


BAŞVURU YAPIYORUZ: Gerekli belgeleri topluyoruz. O tepenin ve köşkün isminin daha önce İdris-i Bitlisi olduğunu gösteren belgelerle birlikte İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanımız ve yetkililerle görüşeceğiz. Belediye Meclisi kararıyla mı, yoksa bir kişinin kararıyla mı değişmiş onu inceledikten sonra gerekli başvurumuzu yapacağız. İdris-i Bitlisi'nin hem çeşmesi hem de köşkü o bölgede bulunuyor. Eşiyle birlikte kabristanları da orada.

Akşam, Haber: Hakkı Kurban, 08.06.2012

DENİZLİ'YE KÜLTÜR VE ARKEOLOJİ MÜZESİ YAPILACAK

 

Denizli Turistik Otelciler ve İşletmeciler Derneği (DENTUROD) tarafından Denizli’de düzenlenen toplantı ile Denzili’nin turizmdeki sorunları ele alındı.

 

AKP Denizli milletvekilleri Nihat Zeybekci ve Mehmet Yüksel’in de katıldığı toplantıda, Denizli’ye bir kültür ve arkeoloji müzesinin yapılması gerektiğine vurgu yapıldı.

 

Toplantıda söz alan milletvekili Nihat Zeybekci, Türkiye'nin en büyük kültür ve arkeoloji müzesinin Denizli'ye yapılacağını söyledi. Daha projesi bitirilmeden ödeneğin gönderildiğini aktardı. Zeybekci, "Hedefimiz Türkiye'nin en büyük kültür ve arkeoloji müzesini yapmaktır. Yıl sonu gelmeden temelini atacağız" dedi.

 

DENTUROD Başkanı Şeref Karakan ise 2007 yılında yürürlüğe giren 5686 sayılı jeotermal kaynakların kullanımı ile ilgili kanunda bir düzeltme yapılması gerektiğini ifade etti.

Karakan, "Bu düzeltmelerle ilgili alt komisyonlara, gerek Türkiye Otelciler Federasyonundan, gerek Otelciler Birliği nden gerekli görüşler alındı. Aralık ayında Yalova'da düzenlenen Jeotermal Kaynaklar Belediyeler Birliği toplantısı sonucunda da kanun taslağı halinde hazırlandı. Bu kanunun bir an önce çıkmasını sektör olarak bekliyoruz." diye konuştu.

 

Milletvekili Zeybekci ise, "Eskiden şehrimize gelen misafirlere çarpık yapılaşmayı göstermemek için 'size doğa gösterelim' diyerek ovalardan getirirdik. Bunun için önce giriş ve çıkışları düzenledik. Bayramyeri'nde 30 milyona satabileceğimiz işyerleri yerle bir ederek 'Bayramyeri'ni çıkardık." şeklinde konuştu.

Turizm Gazetesi, 07.06.2012

MARDİN'DE TARİHİ BULGU

 

      

 

Mardin’de MÖ 20 bin ile 500 bin yılları arasındaki döneme ait, Taş Devri'nden (Paleolitik Çağ) kalma yontma taşlar bulundu.

 

Mardin Müzesi arkeologları tarafından Artuklu Üniversitesi yerleşke arazisi içinde yapılan kazılarda ortaya çıkarılan taşların yontma taş devrine ait olduğu ve en az 80 bin yıl tarihi geçmişi bulunduğu ortaya çıktı. MÖ taş devrinde insanoğlunun savunma amaçlı ve yemek ihtiyacını karşılamak için avcılıkta kullandığı ilk silah olan yontulmuş taşlar dünya tarihine yeniden ışık tutacağı belirtildi.

Kazılarda gün ışığına çıkarılan taşlar, Mardin Müzesi'nde kendilerine ayrılan ve kimsenin girişine izin verilmediği özel odada muhafaza altına alındı. Yetkililer yerleşke alanında ortaya çıkarılan taş devrine ait kalıntıların şu ana kadar ortaya çıkarılan dünyanın en eski yerleşim alanı olduğunu açıkladı.





80 BİN YILLIK YONTMA TAŞ BULUNDU
Üniversite yerleşke alanında bulunan Harebe Halele mevkiinde yapılan kazılarda ortaya çıkan taş devrine ait kalıntılar ve yontma taşlar nedeniyle bir açıklama yapan Mardin Kültür ve Turizm İl müdürü Davut Beliktay, Mardin’de yapılan arkeolojik kazılar kapsamında üniversite yerleşke alanında Milattan Önce 20 bin ile 500 bin yılları dönemine ait taş devrine ait yontma taşlar ve kalıntılar bulunduğunu belirtti.

Dünya tarihine ışık tutacak yeni bir tarihi kalıntılar bulduklarını belirten Kültür ve Turizm İl Müdürü Davut Beliktay, "Şu ana kadar dünyada yapılan kazılarda en eski çağ olan orta taş çağı bilinen diğer isimleri yontma taş devrine ait kalıntılar Mardin’de ortaya çıkarıldı. Ortaya çıkarılan kalıntılar ve taşlar bölgenin ne kadar eski olduğunu yani taş devrinde Mardin'de yerleşik bir düzene sahip olduğunu gösteriyor. Bu da Mezopotamya ve Mardin ovası denizle kaplı iken Mardin'de yaşamın var olduğunu kanıtlıyor. Bu demektir ki bulunan taşlar ve kalıntılar en az 20 bin ile 500 bin yılları arasında bulunan döneme ait olduğunu gösteriyor. Bu taşın şu an ki tarihi geçmişi 80 bin yıl olduğunu tahmin ediyoruz.” dedi

Dünyanın en zengin en bereketli topraklara sahip Mezopotamya ovasının denizden bin metre yükseklikte bulunan Harebe Halele bölgesinde yapılan kazılar şu an durdurulduğu belirten Beliktay, "Özellikle bu taşı gördükten sonra Mardin’in yağış şekilleri inceledikten sonra Mardin ovasında deniz olduğu kesinlik kazandığını ifade etti. Ortaya çıkan kalıntılar bölgenin taş devrine ait bir yer olduğunu yapılan kazılarda ortaya çıktığını belirten Beliktay, "Burada çakmak taşları yapıldığı ve ticaretin yapıldığı yer olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla insanlar su kenarlarında yaşarken. Yapmış olduğu yaşam alanlarında ve yaptıkları bu taş çalışmalarından anlayabiliriz. Tabiiki bu taşın bulunduğu yerde özellikle yaşam alanlarının olduğu ve bu taşın değeri ve bu taşın hazırlandığı döneme baktığımız zaman 80 bin yıllık geçmişe sahip. Dolayısıyla Mardin’in geçmişi 80 bin yıldan daha eski olduğunu söyleyebiliriz. Bu taş yırtıcı hayvanlardan korunmak, kazı kazmak, ağaç kesmek için, hayvan avlamak için o tarihte kullanılıyordu. Taşın tutuş şekli sivri ucundan anlaşılıyor. Bu taş bir fosil ve yontularak bu hale getirilmiştir. Şu anda buluna yontma taşlar Mardin müzesinde özel bir odada muhafaza altına alındı. Kendilerine özel bir bölüm açtıktan sonra Müzede sergilenecektir.” diye konuştu





TAŞ DEVRİ KALINTILARI 3. DERECE SİT ALANI OLARAK TESCİLLENDİ
Halk arasında Harabe Halele olarak adlandırılan yerleşim alanı, çeşitli yapılara ait kalıntılar, kuyu ve sarnıçlar ile arkeologların dikkatini çektiğini kaydeden Beliktay konuşmasını şu şekilde sürdürdü : "Yerleşim alanı içinde çeşitli dönemlere ait kalıntılar, kuyu ve sarnıçlar ortaya çıkması ardından Diyarbakır Kültür ve Tabiat Varlıkları Bölge Kurulunca 3. Derece Sit alanı olarak tescil etti. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın konuyla yakından ilgilendiği ve buluntularla ilgili gelişmeleri ilgiyle takip ediyor. "

DÜNYANIN İLK OYUNCAĞI VE TAPUSU MARDİN’DE BULUNDU
Mardin’de 2 ay önce Kızıltepe ve Nusaybin’de yapılan kazılarda bulunan, pişmiş çamurdan yapılmış 7 bin 500 yıl öncesine ait oyuncak araba ve dünyanın ilk tapu senedi olduğu belirtilen 2 bin 800 yıllık çivi yazılı tablet ortaya çıkarıldığını hatırlatan Beliktay, "Mardin’in tarihi geçmişinin yapılan kazılarda bulunan eserlerle gün geçtikçe daha da eskiye gidiyor. Üniversite yerleşkesinde yapılan arkeolojik kazılarda Mardin tarihinin ilkel dönemlerde bile yaşam olduğunu ortaya çıkarıldık.

Bugün, 07.06.2012

ERZURUM TARİHİ EVLERİNİ ARIYOR

 

 

Tarihi Erzurum evlerinin sayıları her geçen gün biraz daha azalıyor. Modern yapılaşmayla birlikte kaybolmaya yüz tutan ve sayıları her geçen gün azalan Erzurum evlerindeki yapı sanatı, kuşaktan kuşağa gelişerek sürdürülmüş, iklim koşullarının olumsuzluklarına göre biçimlenişi yöre mimarlığına ayrı bir özellik barındırıyordu.

Kentin kuruluş süreci içerisinde yer alan Erzurum evleri iklim şartları, savaşlar ve afetlerden dolayı harabeye dönmüş ve zaman içerisinde tek tek yıkılmaya başladı. Günümüzde ayakta kalma mücadelesi veren, en eskisi 18’inci yüzyıla kadar giden Erzurum evleri, Selçuklu ve Osmanlı dönemi mimarisinin zerafetini bu güne taşıyor.

ERZURUM EVLERİNİN ÖZELLİKLERİ
Büyük boyutlu olan evler, kalın kesme taş duvarlarla inşa edilirken belli aralıklarla yatay ahşap hatıllarla birbirine bağlanarak ağır taşların deprem yüklerini karşılayabilmesi hedeflenmiştir.

Tarihi Erzurum evlerinin yapılarında çeşitli taş cinsleri uygulanmış ve bunlardan koyu renkli bazalt türü Karataş, temellerde ve su basmalarında, hafif kalker cinsi olan Boztaş ise binanın dış yüzeylerini oluşturan duvarlarda kullanılmıştır. Kırmızı ve pembeye çalan kamber taşına bazı varlıklı ailelerin evlerinde rastlanmaktadır. Evlerin ara duvarlarında yararlanılan tuğlanın taş ve ahşap kadar kullanım alanı yoktur. Ahşap ise taştan sonra en çok kullanılan yapı malzemesidir. Erzurum evlerinde söğüt, kavak ve çam türlerinden başka ağaç cinslerine pek rastlanılmaz. Çıralı çam dayanıklı olduğundan taşıyıcı kirişlemelerde, pencere ve kapılarda, taş duvar içindeki ahşap hatıllarda kullanılmıştır.

Erzurum evlerinde taş duvarlar, pencere ve kapı yanları dahil tüm köşelerde kesme, orta kısımlarda ise moloz yığma sistemiyle inşa edilmiştir. Bu genel uygulama dışında ayrıca zengin evlerinde tüm yüzeylerin kesme taşla oluşturulduğu örnekler vardır. İç duvarlar tuğlayla örüldüğünden bağlayıcı olarak kireç harç kullanılmış ve Bağdadi sistemle ara bölmeler yapıldığında ise iki Bağdadi çıtaları arasında izolasyonu sağlamak üzere ot ya da samanla doldurulmuştur.

Genellikle düz olarak kurulan damlar, bu tür damlar oda ve avlu üstündeki örtü için uygulanır. Tandırevi üstü örtülürken, çatıda kare biçiminde bırakılan boşluk üzerine diyogenal bindirmelerle üst üste daralarak yerleştirilen ahşap kirişler yükseldikçe daralarak bir sekizgen piramit oluşturur. Bu örtü Erzurum evlerine özgü bir detaylamadır. Bir de Pasin örtü denen ve alınların örtülmesinde kullanılan iki yana eğimli basit bir örtü sistemi vardır. Bu örtülerin tümünde geçerli olmak üzere önce kirişleme üzerine söğüt dalları, sonra bunun üzerine toprak serilerek çatı tamamlanmış olur.

Erzurum evlerinin cephelerinde en önemli öğe çıkmalardır. Bazı örneklerde zemin kata tavan olan üst kat döşemesi, 40 ile 90 santimetre kadar dışarıya taşırarak verev çıkmalar yapılmıştır. Diğer bazı örneklerde ise tüm kat değil odaların bazıları sokağa taşırılmıştır. Plan şemasındaki Erzurum evi karakterini zemin kattaki avluyu tandırevi çözümleri belirler. Giriş kapısından içeri geçildiğinde önce avluya ulaşılır. Buradan yandaki mekanlara, tandır evine ve üst katta divanhaneye geçilir. Tandır evinin plan şeması kare, dikdörtgen ya da uzun dikdörtgen olabilir. Bu sonuncu tandır evinin arkada olduğu durumlarda meydana gelir. Tandırevi, oturma, dinlenme, yemek yeme gerekirse yatma gibi işlevlerin sürdürüldüğü çok amaçlı kullanılan bir mekandır. En küçükleri 5x6 metre boyutlarında olan bu mekanın genellikle kare ya da kareye yakın dikdörtgen olması, üzerine oluşturulacak kırlangıç çatı için kolaylık sağlamaktadır. Odalar, dolap, sedir ve ocaklarıyla Anadolu'nun diğer yörelerindeki ilkelerin geçerli olduğu mekanlardır. Sofa ise karasal iklim nedeniyle oldukça küçülmüş ve işlevinin önemli bir bölümünü yitirmiş yalnızca geçit mekanı haline dönüşmüştür. Sofadaki günlük yaşamla ilgili işlev tandır evinde sürdürülmektedir.

Erzurum Gazetesi, 07.06.2012

MESCİD-İ AKSA HER AN YIKILABİLİR

 

 

Filistin Kurtuluş Örgütü Hristiyan ve Müslümanlara ait Kudüs Kutsal Yerleri Koruma Komisyonu Başkanı Dr. Hanna Issa, “Mescid'i Aksa altında Yahudilerin Hazreti Süleyman mabedini arama bahanesiyle yaptıkları arkeolojik kazılar nedeniyle, açtıkları tüneller bir buçuk kilometreye ulaştı ve maalesef El-Aksa şu anda yıkılma riskiyle karşı karşıya, hatta her an yıkılabilir" dedi.

 

Dr. Hanna Issa, Ramallah'daki merkez binasında Anadolu Ajansı muhabirine yaptığı açıklamada, El-Aksa'nın her an yıkılma tehdidi altında olduğunu belirterek Yahudilerin yedi farklı noktadan El-Aksa altında bugüne kadar toplam bir buçuk kilometre tünel açtıklarını, bu tünellerin 1967 yılından beri kazılmaya devam edildiğini söyledi.

Issa, kazıların son 10 yılda ise inanılmaz bir hızla artarak, El -Aksa'nın altının delik deşik edildiğini ve iki metre yüksekliğinde onlarca oyukla dolduğunu bu nedenle Mescid-i Aksa'nın her an yıkılabileceğini söyledi.

Hanna ayrıca, son olarak “Kral Davud" şehri olarak anılan El-Aksa'nın güneyindeki Silvan'da da son olarak 600 metrelik yeni bir tünel açıldığına dikkati çekti. Hanna Issa, “yıllardır Yahudi arkeologlar yeraltında Hazreti Süleyman'ın mabedini arıyorlar ama şu ana kadar buna yönelik hiçbir iz, emareye ulaşamadılar çünkü böyle bir şey yok" dedi.

Uluslararası toplumu İsrail üzerinde baskı kurmaya ve İsrail'i kazıları durdurmaya davet eden Issa, İsrail'in geri dönülemez hatalara doğru gittiğini ve bundan Hristiyan ve Müslüman Araplar olarak son derece rahatsız olduklarının altını çizdi.

Kudüs'ün demografik yapısının da sürekli olarak Yahudiler lehine değiştiğini belirten Hanna, İsrail'den aldıkları son verilere göre, "Şu an Kudüs nüfusunun yüzde 33,8'i Müslümanlardan, yüzde 63,1'i Yahudilerden, yüzde 1,9'u Hristiyanlardan yüzde 1,2'si farklı ülkelerden gelen insanlardan oluşmakta. Müslüman ve Hristiyan nüfusun sayılarında, İsrail'in uyguladığı korkunç akıl almaz baskılar nedeniyle son on yılda ciddi bir azalma oldu" dedi.

Hanna Issa, daha önce de uzun yıllar Filistin Kurtuluş Örgütü'nün Moskova büro şefliği görevini yürütmüştü.

Hürriyet, 07.06.2012

ÇİN SEDDİ YAKLAŞIK 3 KAT UZADI: 21 BİN 196 KM

 

 

Dünyanın Yedi Harikası’dan biri olan Çin Seddi’nin daha önce 8.850 km olarak açıklanan resmi uzunluğu devlet tarafından yapılan son ölçümler sonrası 21 bin 196 kilometreye çıkarıldı.

 

ÇİN’in kuzey sınırlarını Türk ve Moğollardan korumak için yapıldığı anlatılan meşhur Çin Seddi’nin yeni uzunluğu Çin’in resmi haber ajansı Xinhua tarafından dünyaya ilan edildi. 2009’da yapılan bir araştırma sonucunda seddin uzunluğu 8 bin 850 metre olarak açıklanmıştı. Xinhua’ya göre Çin Seddi hakkında bu kez ilk olarak “kesin” bir rakam açıklandı: 21 bin 196 kilometre 18 santim.

 

Dünyanın insan yapımı olan en büyük yapısı hakkında son rakamı açıklayan Çin Kültürel Miras Kurumu daha önceki tahminlerin tarihi verilere dayandığını öne sürdü. Kurum başkan yardımcısı Tong Mingkang, Çin Seddi’nin uzantıları olan 43 bin 721 tarihi kalıntı bulduklarını açıkladı. Orijinal duvarın sadece yüzde 8.2’sinin günümüze kadar gelebildiği belirtildi.

Hürriyet, 07.06.2012

DİNOZORLAR 80 DEĞİL 23 TONMUŞ

 

Haklarındaki efsaneler bitmek bilmeyen tarih öncesi canlılar dinozorların sanılandan hafif oldukları açıklandı.

 

Manchester Üniversitesi uzmanları lazer teknlojisi kullanarak “Brachiosaur” adlı bir dinozor türünün vücut kütlesini ölçtü. Deri ve kemik yoğunluğunu ön plana alan yöntemle, “Brachiosaur”un 80 değil, 23 ton geldiği belirlendi. Araştırmayı yöneten Dr. Bill Sellers, “Ağır, fosil hayvanların gerçek boyutlarını belirlemek çok zor. Yöntemimiz dinozorların, sanılandan daha az ağırlığa sahip olduğunu gösterdi” diye yazdı.

Hürriyet, 07.06.2012

İSRAİL'DE İKİ BİN YILLIK HAZİNE BULUNDU

 

 

Arkeologlar, İsrail'in Kiryat Gat kentinde iki bin yıl öncesine ait bir hazine buldu.

 

Araştırmacılar, İsrail ’in Yahudiye bölgesinde 132-136 yılları arasında yaşanan ve yarım milyon Yahudi’nin öldüğüne inanılan devrim dönemine ait bir define keşfetti. 140 altın ve gümüş paranın yanı sıra altın mücevherlerin bulunduğu define, Roma ile Bizans dönemini çağrıştıran bir evin kalıntılarında bulundu. Define, birkaç odası ortaya çıkarılan evin avlusunda, giysilere sarılmış halde, bir çukura gömülmüş olarak bulundu.

 

Definede, birçok göz alıcı mücevher yer alıyor. Bunlar arasında çiçek şeklinde küpe ve kanatlı bir tanrıçanın mührünü taşıyan değerli bir taştan yapılma yüzük var. Ayrıca, definede bulunan iki adet gümüş çubuğun, o dönemde Arabistan ve Mısır’da kadınların gözkapaklarının kenarlarını koyulaştırmak için kullandığı “kohl” çubukları olduğu düşünülüyor.

Definede yer alan sikkelerin bir yüzünde, üç ayrı imparatorun tasviri bulunuyor. Bunlar, M.S 54-117 yılları arasında hüküm sürmüş olan Nero, Nerva ve Trajan.

Sikkelerin diğer yüzünde, savaşçıların sembolleri, tahtın üzerinde oturan Jüpiter gibi mitolojik tanrılar ve elinde yıldırım tutan Jüpiter gibi tasvirler var. Araştırmayı yürüten İsrail Antika Otoritesi’nden Sa’ar Ganor, “Madeni paraların içerdiği tasvirler ve para ile mücevherlerin kalitesi, bu hazinenin Bar Kokhba Devrimi dönemine ait olduğuna işaret ediyor” dedi.

Yahudiler, Bar Kokhba Devrimi’nde Roma’ya karşı en büyük üçüncü ayaklanmalarını gerçekleştirmiş, İmparator Trajan’ın gönderdiği altı Roma lejyonu kanlı ayaklanmayı zor da olsa bastırmıştı. Dört yıl süren devrimde beş yüz bin Yahudi’nin öldüğü öne sürülürken, çok sayıda köy de haritadan silindi.

Ganor, yaptığı açıklamada, “Zengin kadın, devrimin başlamasından önce veya devrim esnasında hazinesini elbiseleriyle sararak saklamak gereği duymuş olabilir... Şurası açık ki, her kim bu hazineyi gömdüyse onu tekrar gömdüğü yerden çıkaramadı” dedi.

Hazine, arkeologlar tarafından incelenmesinin ardından analize edilmek için Tel Aviv’e gönderildi.

Radikal, 06.06.2012

ATATÜRK'ÜN EVİ YENİLENİYOR

 

 

Türkiye'nin Selanik Başkonsolosluğu'nun verdiği bilgiye göre, projenin yaklaşık beş ay içinde sonuçlandırılması öngörülürken, Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı olarak faaliyette bulunan Atatürk Evi'ne, restorasyon çalışmaları nedeniyle 18 Haziran 2012'den itibaren geçici süreyle ziyaretçi kabul edilmeyecek.

Atatürk Evi'nin Yunanistan Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 22 Temmuz 2011'de modern anıt olarak tescil edilmesinin ardından ilgili Yunan makamlarının onayıyla hazırlanan kapsamlı restorasyon projesi çerçevesinde, Türk halkı için manevi önem taşıyan tarihi binanın aslına uygun şekilde korunması ve Atatürk'ün hatırasına yakışacak çağdaş müzecilik anlayışıyla yenilenmesi için özenli bir çalışma gerçekleştirilmesi amaçlanıyor.

Türkiye'nin Atina Büyükelçisi Kerim Uras'ın dün Selanik'te Selanik Belediye Başkanı Yannis Boutaris ile görüşmesinde Atatürk Evi'nin restorasyonu ve çevresinin düzenlenmesi konuları ele alındı.

Uras, Selanik ziyaretinin ardından AA muhabirine yaptığı açıklamada, Selanik Rotonda meydanından Atatürk evine özel bir yürüyüş yolu yapılacağını bildirdi.

Atatürk Evinin bulunduğu semtin iyileştirilmesi, otoparkının güzelleştirilmesi ve dinlenme alanlarının yapılmasının proje dahilinde olduğunu dile getiren Uras, projeye Boutaris'in destek verdiğini ve şehre Türk vatandaşlarının ziyaretini beklediğini ifade etti.

Belediye Başkanı Boutaris, Kerim Uras'a ayrıca şehrin Osmanlı-Müslüman tarihinin canlandırılmasına yönelik çalışmalar hakkında bilgi verdi.

Arnea'de Osmanlı'ya ait izler
Ziyaretinde Yunanistan turizmi açısından çok önemli olan Halkidiki yarımadasını da ziyaret eden Uras, Halkidiki'den sorumlu Bölge Başkan Yardımcısı Yannis Yorgos ile görüştü.

Uras, konuyla ilgili olarak özellikle Osmanlı dönemine ait eski evlere sahip kuzeydeki Lukova (Arnea) kasabasının turizm açısından büyük potansiyel barındırdığını belirtti.
Habertürk (Kısaltarak), 06.06.2012

SİT ALANINA CAMİ YAPACAKLAR

 


1. Derece sit alanı olan Çamlıca Tepesi'ne cami inşa etmek mümkün mü?

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Çamlıca Tepesi'ne tüm İstanbul'dan görülecek bir cami yapmayı planladıklarını açıklamıştı.

 

Erdoğan, Çamlıca Tepesi'nde bulunan televizyon kulesinin  yanındaki 15 bin metrekare alan üzerine yapılacak cami projesine iki ay içinde başlanacağını söyledi.

 

TMMOB'a bağlı Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Tayfun Kahraman, 1. derece doğal sit alanı olan Çamlıca Tepesi'ne cami yapmanın mümkün olmadığını bunun için sit özelliğini değiştirmek gerektiğini söyledi.

 

"Hukuki olarak doğal sit alanı herhangi bir yapı inşa edilemez. Eskiden böyle bir durumda Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı Koruma Kurulu karar veriyordu. Ancak çıkartılan kanun hükmünde kararname ile artık bu kararı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'na bağlı tabiat komisyonu veriyor.

 

"Şimdi bu komisyon Çamlıca'nın 1.doğal sit alanı olma özelliğini kaldıracak ki oraya cami yapılabilsin. Böyle durumlara daha önce de rastladık. Sit özellikleri yapılaşma için kaldırılıyor. Ayrıca ortada bir plan da yok. Kent merkezinde olmayan bir yerin camiye ne kadar ihtiyacı var?"

 

Kahraman, sadece cami yapmak için bir bölgenin sit alanı özelliğinin kaldırılmasının kabul edilemez olduğunu belirterek sit alanı özelliği kaybolduktan sonra Çamlıca Tepesi'nin farkı yapılaşmalara açılmasına meşruiyet sağlanacağını söyledi.

Bianet, 06.06.2012

SHAKESPEARE TİYATROSUNUN KALINTILARI BULUNDU

 

Dünyaca ünlü İngiliz şair ve oyun yazarı William Shakespeare'in önemli oyunlarını sahneye koyduğu "Curtain Tiyatrosu"nun kalıntıları bulundu.

 

Londra Arkeoloji Müzesi'nden (MOLA) arkeologların yaptığı kazı çalışmaları sonucu bulunan tiyatro, Shakespeare'in “Romeo ve Juliet”, “5. Henry” gibi oyunlarının ilk kez sahnelendiği yer olduğu için önem taşıyor.

1577-1599 yıllarında kullanılan ve Thames Nehri'nin kuzeyinde Shoreditch'de bulunan tiyatronun duvarlarının kalıntılarına ulaşıldı. Tiyatronun kalıntılarına ilişkin kazı çalışmaları devam edecek.

Radikal, 06.06.2012

HASANKEYF'İ YUTACAK ILISU BARAJI'NA TESCİL

 

 

Ilısu Barajı Projesi’yle sular altında kalacak tarihi Hasankeyf için Batman İdare Mahkemesi’nden dün kötü haber geldi. Hasankeyf’i kurtarmak için yıllardır hukuk mücadelesi veren avukat Murat Cano’nun açtığı dava, oy çokluğuyla reddedildi. Üç üyeden birinin itiraz ettiği karar sonucu, Ilısu Barajı projesi hukuken ‘tescil’ edilmiş oldu. Cano ise pes etmeyeceğini ve Danıştay’a başvuracağını hukuka aykırı olan kararı aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) de taşıyacağını söyledi.


Ilısu Barajı uzun yıllardır gündemde. Tartışmalar nedeniyle uluslararası finans kuruluşlarının çekildiği proje, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2015’e yetişecek talimatıyla hızlandırılmış durumda. Nurol-Cengiz firmalarının ortaklığıyla Akbank ve Garanti Bankası’nın da finansman desteğiyle devam eden baraj yüzünden Hasankeyf ve bölgedeki 550’ye yakın tarihi eser sular altında kalacak. Projeyi savunanlar ve iktidarlar yıllardır bu kültürel mirasın buradan taşınarak yok edilmeyeceğini ileri sürüyordu.


Murat Cano, Hasankeyf’in kurtulması için yıllardır mücadele eden gönüllülerden biri. 2000 yılından beri hukuk savaşı veriyor. Bu savaşını yakından izlediğim Cano dün telefon etti. Beyoğlu’ndaki ofisinde buluştuk ve büyük bir üzüntü ile çıkan kararı değerlendirdi. Davayı Diyarbakır İdare Mahkemesi’ne açtığını, bu mahkeme tarafından atanan bilirkişi raporuna itiraz ettiği sırada, davanın Batman İdare Mahkemesi’ne verildiğini söyleyen Cano, mahkemenin açıkladığı kararın kendisinin hukuka aykırı olduğunu belirtiyor.


Öncelikle dava boyunca da sık sık açıkladığı gibi Ilısu Barajı Projesi’ne karşı olmadığını söyleyen Cano, “Devlet bu projeyi tabii ki isteyebilir. Yılda beş milyar kilovat enerji üretmeyi amaçlıyor ve yüz yirmi hektarlık alanın sulanmasını hedefliyor. Buna karşı olmadım. Ama milli değerleri yok etmemek, tarihi eserleri yok etmemek şartıyla” diyor.


Cano’nun kararın neden hukuka aykırı olduğuna ilişkin itirazları da şöyle:
* Mahkemenin verdiği davanın reddi kararı kültür mirasının korunmasına karşı karar tamamen cek ve caka dayanıyor. Üstelik karar makable şamil uygulanıyor. Bu tür kararlar en son 12 Mart askeri rejimi sırasında çıkmıştır. 

* Kararın gerekçesinde 550 yerleşim alanının bulunduğu tespit ediliyor ve sular altında kalacağı kabul ediliyor. Bu saptamayı karara itiraz eden üye de gerekçesinde açıklıyor. 6 sayfalık itirazında gerekli projelerin hazır olmadığını kabul ediyor. 

* Yapılan bilirkişi tutanağına göre gerek su altında kalması, gerekse taşınması planlanan anıtların ve anıtsal yapıların bilimsel, tarihi, mimari ve estetik değerleri hakkında hiçbir inceleme yapılmamış olduğu ortada. Bu yapıların nasıl korunacağı, nasıl taşınacağı, su altında kalacak bölümün zamanla zarar görmemesi için ne tür koruma önlemleri alınması gerektiğine ilişkin hiçbir proje yok. 

* Hasankeyf İlçesi ve bölge birinci derece sit alanı. Bu bölgedeki kültür varlıklarının bir envanteri bile çıkarılmamış durumda. Birinci derece sit alanında yapılacak bir yapı için önce Koruma Kurulu onayı alınması gerekir. Burada böyle bir onay yok. Uluslararası mevzuata göre de önce koruma önlemi alınmalı sonra yatırım planlanmalıdır. Oysa burada süreç tersten işlemiştir. 

* Mahkeme bütün bunları kararında kabul etmekte ancak daha sonra yapılacağını söylemektedir. Cek caka dayalı hukuka uygunluk denetimi olmaz. Dava açıldıktan sonra alınan kararlarla hukuk kuracaksak adına yasa denilen birçok fermanla haklılık yokedilir. Dolayısıyla ile ortada ne hak arama imkanı ne de mahkemelerin bağımsızlığı kalır. 

* Mahkemenin kararını tamamen ‘yüksek kamu yararına’ dayandırdığını da anlatan Cano, ‘Memleketin rezerv değerlerine hasar veren yatırımlarda üstün kamu yararı olamaz’ diyor. 

Türkiye sahipsiz kaldı
Murat Cano, hukuk mücadelesine bundan sonra da devam edeceğini söylüyor. Önce Danıştay’a başvuracağını anlatan Cano, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de çıkan kararı Fransızca’ya çevirterek hemen göndereceğini belirtiyor. Üzüntüsünü ise şu sözlerle dile getiriyor:
“Çok özel kanaatim şu: Türkiye artık sahipsiz kaldı. Memleketimin bütün rezerv değerleri suyu, bitki örtüsü, yaban hayatı, kültür mirası ya talan ediliyor, ya suya gömülüyor, ya yok ediliyor. Bunlar olmazsa memleket yoktur. Korumak için nöbet mi tutalım. Hukuk mücadeleme devam edeceğim. AİHM’ye hukuka aykırı kararı götüreceğim. Olmazsa Strasbourg’a kadar derviş gibi bir yürüyeceğim.”


Açıklanan karar gerçekten çok önemli bir gerçeği ortaya çıkarmış durumda. Hasankeyf gibi binlerce yıl öncesine dayanan bir kültürel mirasın korunması için hiçbir şey yapılmamış. Son yıllarda sık sık rastladığımız gibi kalkınmaya feda edilen bir değer daha!

Radikal, Yazı: Jale Özgentürk, 06.06.2012

RANDEVUYLA GEZİLECEK

 

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı Özgür Özaslan, turist yoğunluğu açısından ayrı bir öneme sahip Efes Antik kenti, Topkapı Sarayı ve Ayasofya'da doğal erozyon olduğunu belirterek, randevulu sisteme geçilmesi için çalışmalar yapıldığını söyledi.

Özaslan yaptığı açıklamada, dünyanın önde gelen ören yerlerinden biri olan ve bazı günlerde İzmir ile Kuşadası'na gemilerle gelen turistler dahil 15 bin ziyaretçinin aynı anda gezdiği Selçuk İlçesi'ndeki Efes Antik Kenti'nin artık yorulduğunu belirtti. Efes'te doğal erozyon yaşandığını kaydeden Özaslan, antik kentin UNESCO Dünya Mirası listesine girmesi için çaba harcadıklarını söyledi. Özaslan, oluşturulacak alan yönetimi çerçevesinde randevulu sisteme geçilmesi gerektiğini de belirtti.

Özaslan, UNESCO'nun Dünya Mirası yedek listesinde olan Efes ile Bergama'nın asıl listeye alınması için yoğun çabalar harcandığını söyledi. UNESCO'nun özel kriterlerinin gerçekleşmesi için alan yönetimi oluşturulması gerektiğini söyleyen Özaslan, "Gerek Efes, Gerekse Bergama'nın geleceğe yönelik vizyoner çalışmalarında bulunuyoruz. Alan yönetim planlarını yapıyoruz. 1997-2007 yılları arasında durağan döneme girilmiş. Türkiye'den UNESCO asil veya yedek listesine hiçbir ören yeri girmemiş. Oysa ülkemiz dünyanın en istisnai coğrafyasında yer alıyor. İtalya'dan daha fazla antik kentimiz, Yunanistan'dakilerden daha fazla Hellenistik kentlerimiz var. Her yıl bunlardan birini UNESCO listesine sokabilirsek kendimizi başarılı sayabiliriz" dedi.

Türkiye'nin dünyaca ünlü tarihi miraslarından özellikle üçünün yoğun ziyaretler nedeniyle yorulduğunu ve doğal erozyon yaşadığını belirten Bakanlık Müsteşarı Özaslan, "Efes başta olmak üzere Ayasofya ve Topkapı'da ziyaret yönetim planlaması yapılmalı. Tüm dünyada bu tür yerlerde ziyaretler sistemli ve randevulu yapılıyor. UNESCO için hazırlanan yönetim planı çerçevesinde bu üç yerin ziyaretinde randevulu sisteme geçilecek. Doğal erozyonun önüne geçmek için özel dizayn edilmiş yürüyüş yolları belirlenmeli" dedi.

Efes antik kenti başta olmak üzere tüm tarihi mekanlar için geleceğe yönelik vizyoner çalışmalar yapılması gerektiğini dile getiren Özaslan, "Ören yerlerimiz için çok yönlü çalışma gerekiyor. Bakanlığımız, bilim adamları, üniversiteler ve ilgili kuruluşlar çok yönlü çalışmalar üretmeli. Efes'te geçmişte yapılan kötü uygulamaların kaldırılması gerekiyor. Geçmiş yıllardan farklı olarak Efes antik kentinde sadece kazı yapılmıyor, korumaya yönelik çalışmalar da yönetiliyor" dedi.

Habertürk, 06.06.2012

DÜNYA BU VAMPİR İSKELETİ KONUŞUYOR

 

 

Bulgaristan'ın şehrinde bir kilisenin yakınlarında 800 yıl öncesine ait olduğu sanılan iki iskelet bulundu.

İskeletlerin göğüs bölgesinde keşfedilen demir çubuklar akıllara o dönemki inançların günümüzdeki modern "" mitini deste desteklediği düşüncesini getiriyor.

Bulgaristan Ulusal Tarih Müzesi Müdürü Bozhidar Dimitrov konuyla ilgili olarak şunları söyledi:

"Göğüslerine demir çubuk saplanan bu iskeletler Bulgaristan'daki köylerin bazılarında 20. Yüzyılın başlarında uygulanan yaygın bir yöntemle gömülmüş.

Putperest inanca göre o dönemde yaşarken "kötü" insan olarak görülen kişiler gömülmeden önce göğüslerine bir demir çubuk saplanmadığı takdirde, toprağın altına girdikten sonra vampire dönüşebiliyorlardı.

Ayrıca başka bir inanca göre de bu çubuklar ölüleri mezarlarına bağlayarak gece mezarlarından çıkıp insanları rahatsız etmelerini engelliyordu."

Dimitrov bugüne kadar Bulgaristan'da 100'ün üzerinde bu tip ceset bulunduğunu belirtti.

Dimitrov şöyle konuştu: "Sanırım aslında sıradan olarak tanımlayacağımız bu tarz keşiflerin popüler olmasının nedeni vampir kavramının gizemini koruması."

Sabah, 06.06.2012

HAREM'İN KAPILARI AÇILIYOR

 

 

Haremin hiç bilinmeyen yönlerinin gerçeğe uygun olarak anlatılacağı ''Padişahın Evi: Topkapı Sarayı Harem-i Hümayunu Sergisi'', 13 Haziran'da Topkapı Sarayı Müzesi Has Ahırlar Sergi Salonu'nda açılacak.

 

Sergide, eşsiz bir hiyerarşiyle yönetilen harem, Topkapı Sarayı Müzesi koleksiyonlarında yer alan 270'in üzerinde eser ve belge aracılığıyla anlatılacak.

Dört ana bölümden oluşacak serginin ilk bölümünde, harem mimarisi minyatürler, gravürler ve planlar eşliğinde, ikinci bölümde ise yine mimarideki hiyerarşik düzene uygun olarak haremin koruyucuları ve hizmetlileri olan harem ağaları ve cariyeler teşkilatı anlatılacak.

Üçüncü bölümünde, hanedan üyelerinin haremdeki yaşamları, eğitimleri, hiyerarşideki yerlerinin tasvir edileceği serginin dördüncü bölümünde, haremde günlük yaşam, eğlenceler ve gelenekler yine baş yapıtlarla ve görsellerle görülebilecek.

Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı Prof.Dr. İlber Ortaylı, yaptığı açıklamada, Osmanlı haremi ile ilgili efsanelerin yaygın olduğunu söyledi. Haremin bir ev olduğunu ifade eden Ortaylı, şunları söyledi:''Bir evin kutsallığı vardır. Padişah evidir. Müze, tarih eğitiminin çok önemli bir parçasıdır. Müzelerde, konulu sergiler yapıyor. Bu nedenle depolarımızda ve arşivlerimizdeki ilgili belgeleri, eşyaları bir araya getirerek, bir harem sergisi yapıyoruz. Bu sergi, 3 ay boyunca gençlerimiz, öğrencilerimiz ve halkımız tarafından ziyaret edilebilecek. Konuya biraz ilgi çekeceğiz. Günümüzde haremle ilgili oluşan eksik ve hatalı bilgi çok. Harem denilince bir sohbet konusu, bir 'geyik muhabbeti' akla geliyor. Konuya ilmi bakılması için, bu sergiyi yapıyoruz. Sergide 270'in üzerinde obje olacak.''

Ortaylı, Osmanlı'nın anlatıldığı dizilere de değinerek, ''Dünyada hiçbir televizyon dizisi, tarihi gerçekleri anlatma endişesi taşımaz. Daima kitlelerin keyfine göre bilgiler verilir. Burada da harem üzerinde ciddi bir bilgi noksanlığı ve bilgi kirlenmesi var'' diye konuştu.

Bilintur Üst Yöneticisi (CEO) Orhan Hallik de bu projede yer almaktan duydukları memnuniyeti dile getirerek, ''Harem hep geziliyordu ama obje ve eserlerle ilgili buluşma gerçekleşmiyordu. Haremde padişahın, eşlerin, çocukların kullandığı eserler ilk defa sergilenecek. Daha önce haremle ilgili anlatılan birçok şeyi, insanlar bire bir objelerle görmüş olacaklar. Bu konuyla ilgili yanlışlıların düzeltilmesi anlamında da önemli'' şeklinde konuştu.

Sergiyle ilgili yaklaşık 5-6 aydır çalıştıklarını aktaran Hallik, ''Sergi, 3 ay boyunca açık kalacak. Sergi kapsamında seminerler de düzenlenecek. Ayrıca, sergilenen alana depreme dayanıklı ve depreme karşı hassas bir malzeme yerleştiriyoruz. Herhangi bir sarsıntı olduğunda, eserlerin zarar görmemesi anlamında bir önlem alıyoruz. Bu da önemli bir şey'' ifadelerini kullandı.

Habertürk, 06.06.2012

 

******


HAREM'İN HİÇ BİLİNMEYEN YÖNLERİNİ KEŞFEDECEKSİNİZ

 

Haremin hiç bilinmeyen yönlerinin gerçeğe uygun olarak anlatılacağı “Padişahın Evi: Topkapı Sarayı Harem-i Hümayunu Sergisi”, 13 Haziran'da Topkapı Sarayı Müzesi Has Ahırlar Sergi Salonu'nda açılacak.

 

Haremin hiç bilinmeyen yönleriyle gerçekçi bir biçimde anlatılmasından yola çıkılarak hazırlanan sergide, eşsiz bir hiyerarşiyle yönetilen harem, Topkapı Sarayı Müzesi koleksiyonlarında yer alan 270'in üzerinde eser ve belge aracılığıyla anlatılacak.

Bilintur/Bilkent Kültür Girişimi (BKG) ile Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü tarafından TAV Havalimanları'nın ana sponsorluğunda hazırlanan “Padişahın Evi: Topkapı Sarayı Harem-i Hümayunu Sergisi”, Türkiye'de ve dünyada harem konusunda oluşan eksik ve hatalı bilgilerin düzeltilmesini amaçlıyor.

 

 

Dört ana bölümden oluşacak serginin ilk bölümünde, harem mimarisi minyatürler, gravürler ve planlar eşliğinde, ikinci bölümde ise yine mimarideki hiyerarşik düzene uygun olarak haremin koruyucuları ve hizmetlileri olan harem ağaları ve cariyeler teşkilatı anlatılacak.

Üçüncü bölümünde, hanedan üyelerinin haremdeki yaşamları, eğitimleri, hiyerarşideki yerlerinin tasvir edileceği serginin dördüncü bölümünde, haremde günlük yaşam, eğlenceler ve gelenekler yine baş yapıtlarla ve görsellerle görülebilecek.

"DİZİLER TARİHİ GERÇEKLERİNİ ANLATMA ENDİŞESİ TAŞIMAZ"
Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı Prof. Dr. İlber Ortaylı, yaptığı açıklamada, Osmanlı haremi ile ilgili efsanelerin yaygın olduğunu söyledi.

Haremin bir ev olduğunu ifade eden Ortaylı, şunları kaydetti:
“Bir evin kutsallığı vardır. Padişah evidir. Müze, tarih eğitiminin çok önemli bir parçasıdır. Müzelerde, konulu sergiler yapıyor. Bu nedenle depolarımızda ve arşivlerimizdeki ilgili belgeleri, eşyaları bir araya getirerek, bir harem sergisi yapıyoruz. Bu sergi, 3 ay boyunca gençlerimiz, öğrencilerimiz ve halkımız tarafından ziyaret edilebilecek. Konuya biraz ilgi çekeceğiz. Günümüzde haremle ilgili oluşan eksik ve hatalı bilgi çok. Harem denilince bir sohbet konusu, bir 'geyik muhabbeti' akla geliyor. Konuya ilmi bakılması için, bu sergiyi yapıyoruz. Sergide 270'in üzerinde obje olacak.”

Ortaylı, Osmanlı'nın anlatıldığı dizilere de değinerek, “Dünyada hiçbir televizyon dizisi, tarihi gerçekleri anlatma endişesi taşımaz. Daima kitlelerin keyfine göre bilgiler verilir. Burada da harem üzerinde ciddi bir bilgi noksanlığı ve bilgi kirlenmesi var” diye konuştu.

Bilintur Üst Yöneticisi (CEO) Orhan Hallik de bu projede yer almaktan duydukları memnuniyeti dile getirerek, “Harem hep geziliyordu ama obje ve eserlerle ilgili buluşma gerçekleşmiyordu. Haremde padişahın, eşlerin, çocukların kullandığı eserler ilk defa sergilenecek. Daha önce haremle ilgili anlatılan birçok şeyi, insanlar bire bir objelerle görmüş olacaklar. Bu konuyla ilgili yanlışlıların düzeltilmesi anlamında da önemli” şeklinde konuştu.

Sergiyle ilgili yaklaşık 5-6 aydır çalıştıklarını aktaran Hallik, “Sergi, 3 ay boyunca açık kalacak. Sergi kapsamında seminerler de düzenlenecek. Ayrıca, sergilenen alana depreme dayanıklı ve depreme karşı hassas bir malzeme yerleştiriyoruz. Herhangi bir sarsıntı olduğunda, eserlerin zarar görmemesi anlamında bir önlem alıyoruz. Bu da önemli bir şey” ifadelerini kullandı.

Hürriyet, Haber: Şengül Oymak, 06.06.2012

TOPKAPI SAATLERİ KIRMA SERGİSİ

 

TBMM Başkanı Cemil Çiçek'in 25 Mayıs'ta açılışını yaptığı Topkapı Sarayı'ndaki saat koleksiyonunda yer alan 250 yıllık saatlerden biri parçalandı, diğeri az hasarlı kurtuldu. Üzücü kazaya ihmalin yol açtığı iddia edildi.

 

Topkapı Sarayı’nda geçen cumartesi günü saatler sergisinin bulunduğu odayı açan müze görevlisi gördükleri karşısında şaşkına döndü. İki tarihi saat yere düşmüştü. Biri parçalanmış, diğeri az hasarlıydı. Sorumlu telaşla müze yetkililerine haber verdi. Müze yetkilileri olayın olduğu salonda durum tespiti yapan bir rapor hazırlayarak dün Kültür ve Turizm Bakanlığı ’na durumu bildirdi. Saatlerin duvarda asılı durmalarını sağlayan zincirin koptuğu, iyi monte edilmeyen saatlerin ağırlığa dayanamayarak yere düştüğü anlaşıldı. Saatlerden birinde oluşan hasarın tamir edileceği raporda ifade edildi.


Dünyanın sayılı mekanik saat koleksiyonlarından sayılan Topkapı Sarayı Saat Koleksiyonu ilk kez gün ışığına çıkmıştı. Yaklaşık 380 parça saatin yer aldığı koleksiyon, Osmanlı Devleti’nin 400 yıllık hükümranlığı süresince kullanılan ve hediye edilen saatlerden oluşuyor. Koleksiyonda Ahmet Eflaki Dede, Süleyman Leziz, Şeyh Dede, Mehmet Şükrü gibi en önemli Türk saat ustalarının da eserleri yer alıyordu. Diğer yandan saat dünyasının önemli ismi Bruguet en önemli eseri olan ve aynı zamanda en pahalı şahaseri 1813 yılında Sultan II. Mahmut’a armağan olarak sunulan ‘Pendule Sympatheique’ de koleksiyonun bir parçası.

Maalesef çok üzücü bir olay
Topkapı Sarayı Müze Başkanı Prof.Dr. İlber Ortaylı olayı doğrulayarak, “Maalesef üzücü bir olay. Oysa büyük bir titizlikle hazırlanmıştı. Kuş kafesli 250 yıllık tarihi saatlerdi. Biri tuz buz oldu. Diğerinde çok fazla hasar yok. Barok stili dönemin çizgilerini yansıtan güzel bir saatti. Zaten yeni tamir edilmişlerdi. Paramparça olan saat de yeniden tamir edilecek. Çarkları kırıldı. Parçaları teker teker toplanarak tamir için saat ustalarına gönderildi. Onarılması uzun zaman alabilir dedi.”

‘Beni bile taşır’
Sergi yapılma aşamasında serginin sorumlularından Serkan Gedik isimli memurun saatleri taşıyan zincirlerin güvenli olmadığı yönünde yetkilileri uyardığı belirtildi. Gedik’in, zincir gerilirken “Bu zincirler taşımaz” diye uyardığı ileri sürüldü. Ancak Röleve ve Anıtlar Müdürü Salman Ünlügedik’in zincire tutunarak, “Bu beni bile taşır” dediği ve bunun üzerine de saatlerin sergiye hazır hale getirildiği iddia edildi. Kültür ve Turizm Bakanlığı ’nın hazırlanan tutanak çerçevesinde soruşturma yapması bekleniyor.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 05.06.2012

AŞKAR HÖYÜK

Biliyorsunuz, Karatay Belediyesi bu höyük üstüne bir park yapıyor.

 

Konya’nın eski çağ tarihi hakkında sayılı uzmanlardan olan Prof.Dr. Hasan Bahar (Hasan Hoca halen Selçuk Üniversitesi Tarih bölüm Başkanı) sert eleştiriler yöneltiyor bu “inşaat” işine.

Özetle dediği şu Hasan Bey’in: Konya bölgesinde 1994’ten beri bini aşkın höyük tespit ettik.

Bunların çoğunun yüzey araştırmalarında bulundum. Aşkar Höyüğü’nde de yüzey araştırması yaptım. Burası yaklaşık 5 bin yıl öncesine tarihlenen Tunç Çağı yerleşim bölgesi. Şehrin ortasında kalmış höyüklerde yeşillendirme olabilir, fakat tahribat yaratmayacak şekilde, kökü olmayan, otsu bitkilerle bu yapılabilir. Höyüğe ağaç dikiyorlar. Bir höyükte kazı yaparken sonradan dikilen ağacın köklerinin 50 metre derindeki kerpici, Hitit duvarlarını yediğini gördük. Köklü bitkiler höyükleri yiyip bitirir. Ayrıca, Aşkar Höyüğü Osmanlı belgelerinde de geçer. Mısır Ordusu ile Osmanlı Ordusu’nun savaştığı alandır burası.

 

Karatay Belediyesi ise ilginç bir açıklama yaptı konuyla ilgili.

 

Belediyenin hemen her gazetede benzer ifadelerle yer alan açıklamasına göre, belediye Anıtlar Kurulu’ndan aldığı izinle höyüğün birinci dereceden sit alanına otsu bitki dikerken, sosyal donatıları da 3. dereceden SİT alanına yerleştirmekteymiş. Böylece, sevgili belediyemize göre, Aşkar Höyüğü’nde yeni bir “medeniyet” yükseliyormuş. Sanırım, belediyenin yükselttiği bu medeniyet de şu “tek dişi kalmış” olanlardan. “Betondan tanrılara kulluğun zırhı” nasıl da bunaltıyor zihinlerimiz böyle…

 

Bir çift laf da Anıtlar Kurulu’na söylemeli: Şu 1. derece, 3. derece sit ayrımını neye dayanarak yaptınız? İşte Hasan Bey’in açıklaması ortada: Bölgede herhangi bir arkeolojik kazı yapılmamış. Sadece yüzey araştırması var. 3. derece SİT alanı dediğiniz bölgenin altında 1. derece sit alanında yer alan unsurların devamı olup olmadığını neye dayanarak bize garanti edebilirsiniz? Kurul Başkanı Ali Boran Bey’den konuyla ilgili detay alabiliriz umarım…

Konya Postası, Yazı: Murat Güzel, 05.06.2012

BİTMEYEN FETİH KUTLAMALARI

 

Fetih Müzesi'nde İstanbulluların önemli bir kaynağını keyfi bir şekilde kullanıldığını düşünüyorum.

İstanbul'un Fethi kutlamalarında bu sene artık gemilerin karadan yürütülmesi, mehter müziği eşliğinde surlara hücum etme, sancak dikme gibi görüntüler yer almadı. Bunlar yerine lazer, havai fişek gösterileri vb. düzenlendi. Bazıları soruyorlar: Bu görüntüler olmazsa o zaman biz ne anlayacağız bu Fetih töreninden? Karadan yürütülerek Haliç'e indirildiği rivayet edilen savaş kadırgalarını temsil etmek için belediye kamyonetlerine yüklenmiş taka hurdaları; caddelerde bunları çekiyormuş gibi yapan beyaz mokasen ayakkabılı, telsizli zabıtalar; burçların üstüne bayrağı dikme seremonileri... Bu görüntüler askerlerin, tankların, top arabalarının yürütüldüğü, gökyüzünden kulak tırmalayarak savaş jetlerinin geçtiği resmi bayramlardan İstanbullulara belki de daha sempatik geliyordu. Şimdi devir değişti. Büyükşehir Belediyesi kenti Fetih afişleriyle donatmaya, gösterileri de büyük bütçelerle profesyonel şirketlere ihale etmeye başladı.

 

Ama benim görüşümü sorarsanız Fetih gösterilerinin kurumsallaşması fikir üretimi düzeyinde bir gelişme sağlayamadı. Yalnızca kaynak israfına yol açtı. Bir savaşın kendisi insanlar için ürpertici de olsa, bir şenlik halini alarak caddelerde kutlanması, gösterilere mizah boyutunun katılmış olması belki de daha sivil bir gelenek oluşturuyordu. Fetih törenlerinin milli bir bayram statüsüne kavuşturulması arzulanırken kentin tarihindeki bu önemli olayın neden sürekli gündelik hayata taşınmaya çalışıldığı, meselenin ne olduğu hiç tartışılmadı.

 

1953 yılından beri bir ritüel alanına dönüştürülmeye çalışılan Topkapı'daki "Osmanlı Parkı" bu kurumsallaştırma çabaları içinde en önemli yeri tutuyor. Tayyip Erdoğan'ın başkanlığı zamanında başlatılan, fasılalar ile ancak 2010 yılına doğru tamamlanan bu proje İstanbul'da gerçekleştirilen en kapsamlı kamusal alan düzenlemesi. Fetih Müzesi, gezi alanları, camisi, geleneksel el sanatları çarşısı ile 354 bin metrekarelik devasa bir alanda, ana ulaşım arterlerinin üzerinde ve Theodosius Surları'nın kenarında gerçekleştirilen bu projenin inşaatına kamulaştırmalar hariç 150 milyon TL harcanmış. Broşürlerde Fetih Müzesi'nin "müzeciliğin geldiği son aşamayı gösterdiği" iddia ediliyor ve misyonu şöyle tarif ediliyor: "Halk bugüne kadar kendi tarihinden uzaklaştırıldı. Mazlum milletimizin kimliği sürekli içimizdeki düşmanlar tarafından bastırıldı. Buradaki müze çocuklarımıza kendi tarihiyle övünmeyi öğretecek, ben neymişim dedirtecek... Bu müzeyi biz halkın kendisine güven duymasını sağlamak için yaptık. Biz aşağılık kompleksi içinde yetişen gençlik istemiyoruz. İnsanlık tarihi, İstanbul'un fethine eş değerde pek az olaya şahit olmuştur. İçinde yaşadığımız zaman dilimi içerisinde Türkiye'nin yeni bir fetih ruhuna ihtiyacı var."

 

Bu sözler aklıma ilkokuldayken gezdiğim Trafalgar savaşının canlandırıldığı Londra'daki bir müzeyi hatırlattı. Annem ve babamla müzenin önünde uzanan kuyrukta saatlerce bekledikten sonra iki yana doğru yalpalanan bir savaş gemisinin karanlık bir dehlizinde buluvermiştik kendimizi. Cesetler ortalığa saçılmıştı. Patlama sesleri, barut kokuları, inlemeler, çığlıklar duyuluyordu. İçine dahil olduğumuz bu ürpertici savaş manzarası hiç aklımdan çıkmadı. Bu müze ziyaretinden sonra zaferlere, kahramanlık hikayelerine şüpheyle baktığımı hatırlıyorum. İngiliz gençleri de zannedersem bu müzeden "biz neymişiz" diyerek değil, insani açıdan savaşın kötü bir şey olduğunu düşünerek çıkıyorlardı. Amiral Nelson tarafından kazanılan bu tarihi zafer, hiç de "olması gerektiği gibi" övünülecek bir kahramanlık hikayesi gibi anlatılmıyordu. Bu durumda savaşı bir insanlık trajedisi olarak anlatmak İngiliz halkını aşağılamak anlamına mı geliyor? Tarih dersi kitaplarında savaşta ölenlerin, yaralananların, göç etmek zorunda kalan, öldürülen insanların, yakınlarını kaybedenlerin durumundan, savaşın insanlar için nasıl bir yıkım olduğundan hiç söz edilmiyor. Fetih Müzesi'nin de fethin gerçekliğini yansıttığı iddia ediliyor. Böyle bir şey mümkün mü? Fetih olayı yalnızca bu temsilin görüntüsünden ibaret olabilir mi? Bu önemli tarihi olay başka açılardan ele alınamaz mı? Böyle bir durumda kolaysa savaşlarda insanların yaşadıkları yıkımları, trajedileri sorgulamaya, anlamaya çalışın. Otoriter rejimlerde yöneticiler, kışkırtılmış insanlar farklı yaklaşımlara karşı saldırganlaşırlar ve onları "düşman" kategorisinde görmek isterler. Oysa anlaşmazlık görüş farklarında değil, düşünce ile şiddet arasındadır.

 

Fetih Müzesi'ne bir de bu açıdan bakalım: Göğüslerine saplanan oklarla, kesilmiş kol ve kafalarla, top mermilerinin yıktığı duvarlar altında ezilen ve parçalanan insanların görüntüsü ile İstanbullulara anlatılmak istenen nedir? Toplulukların özgüveni, düşünce dünyası bu tür görüntülerle mi gelişir? Bu müzeyi ziyaret eden çocuklara yazık olmuyor mu? Bu neyin pedagojisi? Kentin önemli bir aktarma noktası sanki Soğuk Savaş döneminden miras kalmış bir "beyin yıkama fabrikası" gibi kullanılıyor. Kent halkı ideoloji ile yoğrulmaya çalışılıyor. Fetih Müzesi'nde İstanbulluların önemli bir kaynağını keyfi bir şekilde kullanıldığını düşünüyorum. Kenti fikir yönünden zenginleştireceğine fakirleştirdiğine, bu önemli tarihi olayı sorgulamaya, düşünmeye, araştırmaya kapatarak kente karşı bir işlev gördüğüne inanıyorum.

Taraf, Yazı: Korhan Gümüş, 05.06.2012

YOL ÇALIŞMASI SIRASINDA LAHİT BULUNDU

 

 

Hendek İlçesi'nde belediye ekiplerinin yol çalışması sırasında geç Roma dönemine ait olduğu belirtilen lahit bulundu.

 

Hendek Belediyesi'nce Rasimpaşa Mahallesi'nde iş makineleriyle kazı yapıldığı sırada lahit bulundu. Hendek Cumhuriyet Savcısı Can Bayır ve Sakarya Müze Müdürü Murşit Yazıcı, polisin güvenlik kordonuna aldığı lahitte inceleme yaptı.

 

Müze müdürü Yazıcı, gazetecilere yaptığı açıklamada, lahitle ilgili kesin bir şey söylemek için çok erken olduğunu belirterek, "Gerekli incelemelerin ardından kamuoyuna gerekli açıklama yapılacaktır. Ancak mezarın şekli, yapısı geç Bizans dönemini andırıyor, Roma da olabilir. Şimdiden bir öngörüde bulunmak yanlış olur. Yol çalışmaları devam edecek, çalışmayı engelleyecek bir durumun söz konusu değil" dedi.

 

Lahitten çıkarılan insan kemikleri muhafaza edilmesi amacıyla belediye ekiplerine teslim edildi.

Mynet Haber, 05.06.2012

MUĞLA VALİLİĞİ TARAFINDAN HAYATA GEÇİRİLEN 'KÜLTÜR YOLU PROJESİ' TAMAMLANDI

 

 

Muğla Valisi Fatih Şahin, Kültür Yolu'nun başladığı Gevenes Köyünden, güzergahta bulunan piknik yerine kadar beraberindekilerle yaklaşık 2,5 kilometre yürüdü. Piknik alanında gazetecilere açıklama yapan Şahin, projenin Hekate'nin evi, Lagina ve Stratonikeia antik kentleri ile ünlü ''Ormancı'' türküsünün yazıldığı Gevenes'i kapsadığını anlattı.

Şahin, ''Proje kapsamında, 1 milyar yıllık geçmişi olan taşların bulunduğu Gökbel Vadisi de tanıtılacak. Bu alan, Muğla'nın kültürel zenginliğinin tanıtımı bakımından önemli bir bölge'' diye konuştu. Kültür yolunun 30 kilometre uzunlukta olduğuna, güzergahta çok sayıda tarihi ve doğal zenginliklerin yer aldığına değinen Şahin, proje kapsamında Belen Kahvesi ve Hacı Şükrü Evi arasındaki 6,5 kilometrelik yolun kullanıma açıldığını belirtti.

Şahin, proje kapsamında Bozüyük beldesi ile Stratonikeia ve Lagina antik kentleri arasındaki 17 kilometrelik yolun açılması için çalışmaların sürdüğüne işaret ederek, şunları söyledi:
''Kültür Yolu Projesi, Muğla Valiliği tarafından geçmiş yıllarda restore ettirilen Belen Kahvesi'nden başlıyor ve Yatağan'daki Lagina Antik Kenti'nde bitiyor. Proje için bugüne kadar yaklaşık 100 bin lira harcandı. Kültür Yolu Projesi'nin amacı, Muğla'nın bugüne kadar tanıtılamamış kültürel zenginliklerini tanıtmak. Bu tür projeler ile turizmi çeşitlendirmeyi ve turizm sezonu da uzatmayı hedefliyoruz.''

Yürüyüş yolları ile ilgili projelerin Türkiye'de son dönemlerde gündeme gelmeye başladığına işaret eden Şahin, projenin tatilcilerin, turistlerin ve vatandaşların bu güzergahı bisiklet, fayton ve yürüyüş yaparak keşfetmesini amaçladığını kaydetti.

Kültür Yolu'nun tanıtımı için bir dizi çalışma yaptıklarına değinen Şahin, proje konusunda halkı ve tur operatörlerini de bilgilendirdiklerini anlattı. Projenin kültür turizmini çeşitlendirmeye olumlu katkı sağlayacağını belirten Vali Şahin, bir soru üzerine, Fethiye'deki Telmessos Antik Tiyatrosu'nun da Muğla İl Özel İdaresi tarafından hazırlanacak projeyle restore ettirileceğini açıkladı.

Projenin tanıtımı dolayısıyla düzenlenen etkinliğe, Yatağan Belediye Başkanı Haşmet Işık, Stratonikeia Antik Kenti Kazı Başkanı Bilal Söğüt, Kültür ve Turizm Müdürü Kamil Özer, İl Özel İdaresi Genel Sekreter Yardımcısı Veli Çelik, Bozüyük Belediye Başkanı Yaşar Gencel ve çok sayıda davetli katıldı.

Yapı, 05.06.2012

İZMİR'İN KÜLTÜR VARLIKLARININ ENVANTERİ ÇIKARILDI

 

İzmir Kültür ve Turizm Müdürlüğü'nün İl Özel İdaresi'nin desteğiyle yürüttüğü çalışmalar sonucunda İzmir merkez ve ilçelerindeki kültür varlıklarının envanteri ile ilgili İl Kültür ve Turizm Müdürü Abdülaziz Ediz bir basın toplantısı düzenleyerek, kentin kültür varlıkları açısından 8 bin 500 yıllık geçmişiyle oldukça avantajlı olduğunu belirtti.

Türkiye genelinde en fazla sit alanına sahip kentin İzmir olduğunu kaydeden Ediz, kentin deniz, sağlık, kongre ve fuar turizmine ek olarak kültür turizmi açısından önemli potansiyele sahip olduğunu ifade etti.

Kentteki kültür varlıklarının envanterinin çıkarılması için 30 Nisan 2008'de çalışmaya başlandığını belirten Ediz, ilk kez böyle bir çalışma yapıldığını kaydetti.

Ediz, şöyle konuştu:
''İzmir'in Taşınmaz Kültür Varlıkları Envanteri, çalışmalara kaynaklık edecek. Planlama ve koruma çalışmalarında da kolaylık sağlayacak. 1850 sayfalık, 3 ciltlik bu çalışmayla İzmir'deki kültür mirasının kayıt altına alınmasını sağladık. Envanterde, İzmir ve ilçelerindeki taşınmaz kültür varlıklarına ilişkin kısa bilgilerin yanı sıra harita ve fotoğraflar yer alıyor. Envanterin dijital ortama aktarılarak daha kolay kullanılabilir hale getirilmesi yönündeki çalışmalarımız sürüyor.''

Ediz, bir soru üzerine, İzmir'in önemli tarihi binaları arasında yer alan Konak Doğum Hastanesi'nin Sağlık Bakanlığı'ndan Kültür ve Turizm Bakanlığı'na devredilmesi konusunda mutabakata varıldığını, devir işlemlerinin başladığını, restore edilecek binanın kültürel amaçlı kullanılacağını söyledi.

Yapı, 18.06.2012

BU KÖŞKE KİRACI ARANIYOR!

 

 

Kars'ın Sarıkamış İlçesi'nde, Rus işgalinde kaldığı 40 yıllık süre içinde Rus Çarı 2'nci Nikola tarafından yaptırılan ve halk arasında 'Katerina Köşkü' olarak bilinen, Kültür ve Turizm Bakanlığı'na ait 114 yıllık binaya kiracı aranıyor.

Baltık mimarisi tarzında yapılan ve uzun yıllar askeri bölge içerisinde kalan 'Katerina Köşkü', 1994 yılında Hazineye devredildi. Vali Ahmet Kara, Katerina Köşkü'nün tescilli kültür varlığı olduğunu belirterek, şu anda Kültür ve Turizm Bakanlığı'na ait olduğunu söyledi. Kara, korunmasında zorluk çekildiğini ifade ettiği köşkün tahrip olduğuna dikkat çekerek, bir an önce kiraya verilmesini önerdi.

Vali Kara, Katerina Köşkü'nün 3 yıldır Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın gündeminde olduğunu ifade ederek, "Bir kaç defa açık artırma ile ilana çıktı. Restorasyon yapan, orayı 49 yıl kullanıyor. Talibi çıkmayınca tahsisi de yapılamadı. Benim Turizm Bakanlığına önerim şu şekilde oldu: En azından turizm tahsisine çıkılırken Katerina Köşkü ile birlikte Cer atölyelerinin bulunduğu alanı da beraberce hatta biraz daha hazine arazisinden katarak tahsise çıkarsak belki talep olur. Aksi takdirde sadece köşk için talep geleceğini düşünmüyorum. Orada olsa ola 10-15 yataklı bir otel olabilir. Rantabl değil, kimse gelip o şekilde kullanmak için teklif vermeyebilir. Turizm Bakanlığı da bildiğim kadarıyla bu yönde bir çalışma içinde" dedi.

Habertürk, 04.06.2012

VENEDİK VAMPİRİ

 

İtalya’nın Venedik kentinde 16. yüzyıla ait bir toplu mezarda ağzına bir kiremit sokulmuş halde yatan bir iskelet bulundu.

 

Bilim adamları, bunun tarihte kayıtlı ilk “vampir defni” olup olmadığını tartışıyor.

Floransa Üniversitesi’nden uzman Matteo Borrini’ye göre Nuovo Lazzaretto adasında bulunan iskelet, şeytan çıkarma ayini yapılmış bir “vampire” ait olabilir.

Hürriyet, 04.06.2012

SANAT MAHKEME KAPISINA DÜŞTÜ

 

 

Sanat eserlerinin giderek uçan fiyatları ve neyin ‘sanat eseri’ olarak tanımlanıp tanımlanamayacaklarına ilişkin tartışma artık sanat uzmanları ve tarihçilerini aştı; mahkeme salonlarına taşındı.

 

ABD’de yaymnlanan Wall Street Journal gazetesi yazarı Eric Felten “Neredeyse her ay bir eserin otantikliğini ya da mirasçılarının belirlenmesi için dava açıldığına tanık oluyoruz. Sanat tarihçileri ya da felsefecilerin yerine hukuk adamları sanatı tartışıyor. Artık sanatın doğası hakkında Aristoteles’in takipçileri değil yargıçlar hüküm veriyor. Mahkeme estetiği çağındayız” yorumunu yaptı.  Felten örnek olarak yakın zamanda sanat dünyasında konu oldukları davalarla büyük tartışma yaratmış iki eseri örnek verdi.

Sol Le Witt’in sözleşmeler aracılığıyla diğer ressamlara  çizdirdiği ‘Wall Drawings’ (Duvar Boyamaları) serisine ait bir tablonun sözleşmesi kaybolduğu için eseri satan galeriyle tabloyu satan davalık oldu. Manevi zararları hesaplarken mahkemenin sözleşmenin de sanatsal bir eser olup olmadığını değerlendirmesi gerekecek. Cady Noland’ın 1990 tarihli Cowboys Milking eserini satan Sotheby’s müzayedesine açılan 26 milyon dolarlık dava da tartışmların odağında.

 

Teknolojinin yaygınlaşmasıyla insanların odaklanma sürelerinin 12 dakikadan 5 dakikaya düşmesinden yola çıkan ABD’nin prestijli tıp fakülteleri ilginç bir uygulama başlattı. Yale Üniversitesi öğrencileri ilk yıl zorunlu olarak müzeye gidip 1800’li yıllara ait portreleri inceliyor. Öğrencilere 15 dakika resmi inceledikten sonra portredeki kişinin olası rahatsızlıklarını sıralaması isteniyor. Bulgulara göre, katılan öğrencilerin teşhis koyma yeteneği yüzde 10 arttı.

Milliyet, 04.06.2012

"KEŞKE KORUYUP ÖDÜL ALSAYDIK"

 

 

Portekiz’in başkentinde düzenlenen törende ‘Allianoi Girişimi’ adına ödül alan Dr. Ahmet Yaraş, Allianaoi’nin 10 metre suyun altında olduğunu söyleyerek, “Keşke gerçek anlamda korusaydık ve dünya mirasına kazandırsaydık” dedi

 

Avrupa Komisyonu ve Europa Nostra’nın verdiği 2012 Avrupa Birliği Kültür Mirası/ Europa Nostra Ödülleri,  Portekiz’in başkenti Lizbon’daki Jeronimos Manastırı’nda düzenlenen törende sahiplerine dağıtıldı.


Avrupa’daki 31 ülkeden gönderilen toplam 226 proje arasından seçilen 28 proje dört farklı kategoride ödüle layık görülürken, Türkiye, ”Koruma” dalında, Miletos İlyas Bey Külliyesi ile, ”Özel Hizmet” dalında ise Allianoi Girişimi ve Dr. Ahmet Yaraş ile ödül aldı. UNESCO tarafından Dünya Miras Listesi’nde bulunan ve 2007 yılında yeni AB Anayasası’nın da imzalandığı yer olan Jeronimos Manastırı’ndaki törene Portekiz Cumhurbaşkanı Anibal Cavaco Silva, İspanya  veliahtı Prens Felipe, Europa Nostra başkanı tenör Placido Domingo ve Türkiye’nin Lizbon Büyükelçisi Ali Kaya Savut’ın da aralarında bulunduğu çok sayıda davetli katıldı.

Suyun altında korunuyor
Bu arada Türkiye’ye verilen ödülleri Allianoi Girişimi Dönem Sözcüsü Üstün Bilgen Reinart ve Dr. Ahmet Yaraş ile Miletos İlyas Bey Külliyesi adına projenin mimarı Cengiz Kabaoğlu aldı.
Allianoi’nin şu anda ”korunuyor mantığıyla 10 metre su altında olduğunu ve katletildiğini” ifade eden Yaraş, ”Ben isterdim ki Allianoi gerçek anlamda korunsun ve biz buraya çok daha farklı bir şekilde gelelim, bütün dünyanın daha büyük bir övgüsünü kazanalım. Benim için acı bir ödül. Böyle bir ödülü Avrupa görüyor, onlar sesimizi duydular ve böyle bir ödülü bize layık gördüler” dedi.


“Bu kadar nezih bir topluluk önünde ödül alınması gerçekten ülkem açısından çok onur verici birşey ancak Allianoi benim ikinci çocuğum gibiydi ve 12 yıl boyunca onun için mücadele ettim” diyen Yaraş, sözlerine şöyle devam etti: ”Ne yazıkki  Türkiye’de sesimi istediğim gibi yeterince duyuramadım. Bize bu mücadeleden dolayı ödül verdiler.


Keşke biz Allianoi’yi gerçek anlamda korusaydık ve dünya mirasına kazandırsaydık. Ülkem açısından çok daha büyük bir övünç kaynağı olurdu ve gelecekte çocuklarımıza çook daha güzel bir hikaye bırakırdık. Şu anda acı bir hikaye ile karşı karşıyayız. O yüzden üzüntüm ve sevincim var, karışık bir duygu yaşıyorum”.

 

2004 yılında kurulan Allianoi Girişimi, dünyanın en iyi korunmuş Roma sağlık kentlerinden biri olarak gösterilen Allianoi’nin Yortanlı barajının suları altında kalmaması için uzun yıllar hukuki ve sosyal bir mücadele yürütmüştü.

 

Aydın’ın Didim İlçesine bağlı Menteşe Beyliği’nin başkentliğini yapmış Balat’taki Milet antik kenti içinde yer alan ve 1404 yılında inşa edilen İlyas Bey Külliyesi ise, ”dokümantasyonundaki yüksek kalitenin ve yapı kalıntılarına yapılan hassas müdahaleden” dolayı bu ödülü almaya hak kazanmıştı.

Milliyet, 03.06.2012

HASANKEYF'E 'RÖNTGEN'

 

 

Batman’ın tarihi İlçesi Hasankeyf’teki kazılardan sorumlu Batman Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Abdusselam Uluçam, bu yıl 15 Haziran’da kazılara başlayacaklarını söyledi. Prof.Dr. Uluçam, farklı üniversitelerden bilimadamlarıyla ’jeoradar’ denilen sistemle Hasankeyf’in yer röntgeni çekimine başladıklarını söyledi.

 

Batman Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Abdusselam Uluçam, Ilısu Baraj Gölü tehdidi altındaki tarihi ilçe Hasankeyf’te 26 kişilik ekiple kazılar öncesinde yer röntgeni çekimine yönelik çalışmaları başlatıklarını belirtti. Prof.Dr. Uluçam, “Bilimadamlarının da içinde yer aldığı farklı üniversitelerde de görev yapan arkeologlarla birlikte Hasankeyf’in yer röntgen çekimlerine başladık. ’Jeoradar’ adını verdiğimiz bu çalışmalar, yıl sonuna kadar sürecek. Roma Dönemi’ne ait mozaikleri aramaya yönelik çalışmalar devam edecek” dedi.

Milliyet, 03.06.2012

KOLEKSİYONERLERDEN ANI DOLU SERGİ

 

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık ve Yapı Kredi Private Banking, Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi işbirliğiyle, "Hisseli Harikalar Kumpanyası Meraklılarından Sıra Dışı Objeler Sergisi"nin ikincisini davetlilerle buluşturdu.

29 Mayıs - 24 Temmuz 2012 arasında Caddebostan Kültür Merkezi'nde ziyaret edilebilecek olan sergide, aralarında Private Banking müşterilerine ait eşyaların da bulunduğu 50 aile ve koleksiyonere ait 250 obje, belge ve siyah beyaz eski fotoğraf yer alıyor.

Bu sergi, katılımcıların aile tarihlerine ışık tutan, yıllarca koruyup özenle sakladıkları, anıları olan nesneleri sanatseverlerle paylaşma imkanı da sağlıyor.

Osmanlı askerine ait üniforma, işaret lambası, pusula ve ihtişamlı geçit törenlerinde çekilmiş fotoğraflar gibi birçok dikkat çekici parçanın bulunduğu bu sergi, geçmişteki günlük yaşamın detaylarına dokunurken, tarihimize ilişkin ilginç ipuçları ve hikayeler sunuyor.

Sabah, 03.06.2012

"PAPALIK ARŞİVLERİNE GİRMELİYİZ"

 

 

Tasavvuf bilen bir felsefe profesörüydü Kenan Gürsoy. 2010’da hariciye dışından Papalık’ın merkezi Vatikan’a büyükelçi olarak atandı. Ve iki yılda Vatikan’ın en faal büyükelçilerinden biri olmayı başardı. Gürsoy, Papa 16. Benedikt’in Vatikan arşivlerinin Türk araştırmacılara açılması için de talimat verdiğini söylüyor.

 

Laik ve çoğunluğu Müslüman bir ülkenin temsilcisi olarak Vatikan’da görev yapmak nasıl bir deneyim?
- Vatikan’daki Türk Büyükelçiliği 52 yıldan bu yana faal. Bir kere Batı dünyasının, 2000 yıllık bir geleneğe sahip temel kilisesiyle, kilise teşkilatıyla karşı karşıyasınız, ona muhatapsınız. Batı dünyasına, onun bütün evrelerinde şu veya bu şekilde katkısı bulunan kültürel ve manevi hayatından politik tavır alışlarına; edebiyatından felsefesine kadar pek çok alanda belirleyici rol oynayan çok önemli bir yerdesiniz. Yani Batı’nın, din, kültür ve medeniyeti söz konusu olduğunda en önemli kanaat önderi olarak Vatikan’ı görüyoruz.
 

Hariciye kökenli değilsiniz. Dünyada kendisine bağlı yaklaşık 1.2 milyara yakın inananı bulunan Katolikliğin merkezi Vatikan’da görevlendirilmenizdeki etken ne olabilir?
- Sayın Bakan’ın teveccühü. Buraya gelmeden evvel Galatasaray Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı ve Felsefe Bölümü Başkanı’ydım. Burada fazladan bir şey yapmış gibi görünebilirim ama aslında bildiğim işi yaptım. Bir felsefe profesörüyüm. Dinler arası etiğin gittikçe anlam kazandığını görüyordum ve bu alanda çalışmalar yapıyordum. Bir arada olduğumuzda nasıl müşterek ve temel etik prensipler bütünü çerçevesinde davranmalıyız, birbirimize nasıl saygı göstermeliyiz. Farklı dinlerin salikleri olarak yek diğerini anlamak ve onu tanımak adına nasıl bir gayret göstermeliyiz... Bunlarla meşguldüm. Galiba benim bu göreve seçilmemin arkasında bu tarz bir meşguliyet yatıyor.
 

Vatikan’daki en aktif büyükelçilerden birisiniz ve düzenlediğiniz her etkinlik, bu çevreden yoğun ilgi görüyor...
- Tüm büyükelçilik çalışanlarımızın fevkalade çabalarıyla, her biri Vatikan’a ait Cancelleria Sarayı’nda olmak üzere bazıları geleneksel sanatlarımıza ilişkin pek çok sergi düzenledik. Keza müzik dinletileri, büyük tesir uyandıran bir Mevlevi ayini söz konusu oldu. Türk medeniyet tarihinde derin izler bırakmış Katip Çelebi ve Evliya Çelebi’yi andık. Paneller ve konferanslar yaptık. Kişisel olarak ben de dinler arası barış, felsefe, etik gibi konularda, üniversitede ve diğer kurumların bünyesinde birçok konferans verdim. Burada ne yaparsanız misliyle size geri dönüyor.
 

Batılı toplumlar üzerindeki etkisi malum olan Vatikan’ın, Türkiye’nin AB üyeliği sürecindeki etkisinden bahsedebilir miyiz?
- AB sürecinde, Türkiye’nin kendisini ifade etmesinin, buradan doğru algılanmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Vatikan’daki gelişmelerin, bunların dünya siyasetindeki rolünün ne olduğunun bizim tarafımızdan anlaşılması fevkalade gerekli. Bu bakımdan büyükelçiliğimizin önemli bir fonksiyonu var. Bunu sadece kültürler, dinler arası diyalog çerçevesinde değil ama siyasi anlamda gittikçe önem kazanan din-siyaset ilişkisi, bunların uluslararası pozisyondaki yansımaları bakımından da değerlendirin.
 

Vatikan ile İslam dünyası arasındaki ilişkide Türkiye nasıl bir rol üstleniyor?
- Bugüne kadar kendimizi olması icap ettiği gibi temsil etmemişiz. Türkiye için değil İslam dünyası için söylüyorum. Halbuki, İslam inancının önemli gerekliliklerinden bir tanesi de, temsil ya da kendini tanıtma söz konusu olduğunda kayıtsız kalmamak zorunluluğudur. Yeryüzünde diğer insanlarda oluşan bir İslam imajından siz de sorumlusunuz. Dolayısıyla İslam dünyasının medeniyet hamlelerinin, başarılarının, kültürlerinin, felsefelerinin, bugün dünyayı algılayışlarının, Batı dünyasında doğru ve tam anlatılmaya ihtiyacı var. Bu genel çerçevede Türkiye’nin fevkalade önemli bir rolü mevcut.
 

Dünyada, özellikle Avrupa’da bir ‘İslamofobi’ gözlemliyor musunuz?
- Dünyada elbette var. Her şey bunu gösteriyor. Üstelik bu tavır, Avrupa ve Hıristiyanlık bilincinde bir rol oynuyor. Bu günlerde davası görülmekte olan Breivik hadisesinde olduğu gibi çok tehlikeli bir fanatizm. Siyasi anlamda, yeni oluşan bir takım hareketlerin, daha da vahim sonuçlar doğurabileceğini fark ediyoruz. İşte bu, İslamofobinin giderilmesi adına da, doğru temsilin, bizim ve genelde Müslüman dünyasının oluşturacağı ilişkilerin fevkalade ehemmiyeti var.

 

Dünyadaki en önemli kütüphanelerden biri Vatikan Kütüphanesi. Orada bine yakın Türkçe elyazması eserimiz olduğu anlaşılıyor. Dünyada sadece iki nüshası bulunan ‘Dede Korkut’ kitabı, Uzun Firdevsi’nin ‘Satranç Kitabı’ ve Evliya Çelebi’nin ‘Nil Haritası’ bu eserlerden sadece birkaçı. Arşivlere çok zor giriliyor. Halbuki, Osmanlı ve Türk tarihini doğru yazmak istiyorsak, bunun Vatikan arşivleri tetkik etmeden mümkün olmayacağını bilmemiz lazım. Papa’ya güven mektubumu sunduğumda arşivler konusunu da açmıştım ve orada çalışmalar yapmak istediğimizi söylemiştim. Papa da, özel talimat vererek, Türkiye Cumhuriyeti’nden gelecek olan araştırmacılara burs verilmesini istedi. Öte yandan Vatikan Gizli Arşivleri’nin Müdürü Monsenyör Sergio Pagano bir açıklamasında, arşivlerde Ermeni soykırımını açıkça gösteren belgeler olduğunu, Türk askerlerinin yaptıkları karşısında kanının donduğunu söylemişti. Bu çok talihsiz bir açıklamaydı. Vatikan arşivlerinde konusu olan belgeler, bir zamanlar ilgili yerlerde yaşayan din adamları tarafından kaleme alınmış. Ve bunlar arasında bizimle alakalı müspet diyebileceğimiz pek çok belge de var. Bunlardan birkaçını gördüm. 1915 olaylarıyla ilgili Vatikan arşivlerinde ne kadar belge var bilemiyoruz.

 

Papa 16, Benedikt, ‘dinler arası diyalog’dan ziyade ‘dindarlar arası’ diyalog üzerinde duruyor. Bu dindarlar arası diyalog, insanların bir araya gelmesi, birbirlerine hoşça bakması ve müşterek işler yapması gibi düşünülebilir. Dindarlar arası diyalog için hem pratik bir bilgelik anlayışına hem de felsefi bir etik söyleme ihtiyacımız olduğu açık.

Hürriyet Pazar, Haber: Esra Çakır, 03.06.2012

5 BİN YILLIK ANTİK KENT KADERİNE TERK EDİLDİ

 

 

Hatay'ın Erzin İlçesi'ndeki İsos antik kenti, sahipsiz kaldı.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın öncelikli kazı alanları listesine aldığı İsos'ta tarihi eserlerin üzerinde vatandaşlar hayvanlarını otlatıyor.

 

MÖ 545 yılında önemli bir yerleşim merkezi olan İsos (Epifenia), Erzin sınırları içerisinde sahipsiz bir şekilde ayakta kalmaya çalışıyor. 5 bin yıllık geçmişi bulunan antik kentte tarihte Makedonya Kralı Büyük İskender ile Pers Kralı Darius arasında geçen İsos Savaşları yapılmış. Üzerinde bir devrin kaderini belirleyen önemli savaşların yapıldığı ve döneminin ticaret merkezi olarak görülen İsos, Bizans, Geç Hitit, Pers ve Osmanlı İmparatorluğu'na ev sahipliği yapan çok kültürlü bir kent. 5 bin yıl önceye kadar bölgenin önemli bir yerleşim yeri olan İsos Antik Kenti, işlevsiz günlerini yaşıyor. Erzin-Dörtyol karayolunda bulunan antik kent, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 2012 yılı için açıklanan öncelikli kazı alanları listesinde yer alıyor. Buna rağmen İsos'ta bir yıldır kazı çalışması yapılmıyor.

Geçen yıl İl Müze Müdürü Nalan Yastı ve Erzin Kaymakamı İskender Yönden ile antik kentte incelemelerde bulunan Hatay Valisi M.Celalettin Lekesiz, "İsos'u açık hava müzesi haline getireceğiz." diyerek Antik Kentin bölgenin tanıtımında büyük rol oynayacağını vurgulamıştı.

Yeniden eski günlerine döneceği günü bekleyen İsos antik kenti, üzeri otlarla kaplı vaziyette çaresizce bekliyor. Çevredeki vatandaşların ineklerini otlattıkları yer haline gelen İsos'ta, 2007 yılında ortaya çıkarılan hamam kalıntıları da bugün çamur içerisinde duruyor. Kazı alanında üzeri kumla kapatılan ve bölge için büyük değeri bulunan Artemic Mozaiği'ni korumak için hiçbir güvenlik önleminin alınmıyor olması da tarihi eser kaçakçıları için bir fırsata dönüyor.

İsos antik kentinde bugün su kemerleri sağlamlığını koruyor. 1-2 kilometre uzunluğunda, yüksekliği ise yer yer 7-8 metreye ulaşan su kemerleri, Akdeniz'de bulunan Cenevizli gemicilere Amanos dağları eteklerinden su iletme projesinin ürünüydü. Bugün bir bölümü yıkılmış olan su kemerleri de ayakta kalmaya çalışıyor.

İsos'a sahip çıkılması çağrısında bulunan Çevre Koruma Derneği Başkanı Cemal Ertaç, ''İsos antik kenti Bizans döneminin kalıntılarını barındıran bir yer. İsos'un canlandırılması için yetkilileri göreve çağırıyoruz. 5 bin yıllık bir kentin hayvanların otladığı bir yer haline gelmesi ne ile izah edilebilir? Biz tarihimize böyle mi sahip çıkıyoruz? Yetkilileri bir an evvel göreve çağırıyor ve toprak altındaki saklı tarihi gün yüzüne çıkarmaya davet ediyoruz. İsos'a ödenek bekliyoruz.'' ifadelerini kullandı.

Habertürk, 02.06.2012

RÖNESANS'IN ÜÇ DEHASI İSTANBUL'DA

 

 

16. yüzyıl İtalyası’nın üç ustası Michelangelo, Leonardo Da Vinci ve Raphael, İstanbul ’un Rönesans ruhuna yaraşır mekanlarından Tophane-i Amire’de, ‘The Great Masters’ başlıklı sergide bir araya geliyor. Rönesans’ın en önemli üç isminin başyapıtlarının orijinallerini İstanbul ’a getirmek mümkün olmasa da, eserlerin röprodüksiyonları bu sergi vesilesiyle görülebilecek. Serginin aslında ‘yapıtların orijinallerini görmek isteyenler için bir İtalya daveti’ niteliğinde olduğunu belirten küratörler Francesco Buranelli ve Alessandro Vezzosi’nin Rönesans üçlüsünü buluşturmak dışında bir başka önemli katkısı da geleneksel olanla teknolojiyi bir araya getirmeleri.


‘The Great Masters’, ‘interaktif’ bir sergi; izleyiciler, Michelangelo’nun ‘Sistine Şapeli’ndeki eserlerini ve Davud heykelini; Leonardo Da Vinci’nin ‘Son Yemek’ freskini ve ‘Vitruvius Adamı’nı, Raphael’in ‘Atina Okulu’ freskinin detaylarını interaktif bir sistem yardımıyla deneyimleme fırsatı buluyor. Serginin giriş bölümünde gösterilen üç dakikalık film, Rönesans döneminin üç dehası hakkında genel bir bilgilendirme yaparak ziyaretçileri sergiye hazırlıyor. İzleyiciler, sergi girişinde dağıtılan ‘audio guide/ kulaklıklı tur’ ve yapıtların yanına yerleştirilen okutucular yardımıyla eserler hakkında detaylı bilgi alabiliyor. Örneğin izleyici, sergi dahilinde gerçek ölçülerinde bir röprodüksiyonu İstanbul ’a getirilen, Rönesans’ın en popüler eserlerinden ‘Son Yemek’i izlerken, eserin önüne yerleştirilen göz izleme cihazıyla, genel izleyici ile aynı noktalara bakıp bakmadığını öğrenebiliyor. Ya da eserlerin yanına yerleştirilen dokunmatik ekranlarda, Michelangelo’nun ‘Sistine Şapeli’ yapıtının tavanındaki figürleri detaylı bir şekilde inceleme fırsatı bulabiliyor.
Bir başka örnekte ise ziyaretçiler, duvara yerleştirilen ölçüm grafiğiyle kendi ölçülerini Da Vinci’nin ‘Vitruvius Adamı’ ile karşılaştırma fırsatı yakalıyor. Sergiyi projelendiren Arter Tasarım Şirketi, sergiye yerel bir tat katmak adına bir de yeni bölüm eklemiş. Michelangelo, Leonardo ve Raphael’in çağdaşları olan Osmanlı sanatçıları ve mimarlarından örneklere yer verilen bu bölüm, 16. yüzyılda Batı’daki gelişmelere paralel olarak Doğu’da neler yaşandığına dair ipuçları vermesi açısından ilgi çekici. Rönesans’ın üç dehasının bilim ve sanatta bıraktıkları izleri bir arada görmek için, ‘The Great Masters’ı ajandanıza not edin. Sergi, 31 Temmuz’a kadar açık.

Radikal, Haber: Elif Ekinci, 02.06.2012

 

******


SANATIN ÖZGÜRLÜĞE KAVUŞMA HİKAYESİ

 

 

Rönesansın üç büyük sanatçısı; Leonardo Da Vinci, Michelangelo ve Raphael, 31 Temmuz'a kadar Darphane-i Amire'de... Multimedyanın olanakları kullanılarak; fotoğraflarla, maketlerle ve görüntülerle sanatçıların yaşamı, dönemin atmosferi ve eserler hakkında detaylı bilgiler veriliyor. Sergi, sanatın ve bilimin 'özgürleşmesinin' bir hikayesi biçiminde de okunabilir.

 

Avrupa'da 15. yüzyıla kadar, tartışmayı ve açık fikirli olmayı dışlayan sembolik bir dünya görüşü hakimiyetini sürdürüyordu. Semboller dini referanslarla belirlenirken ve kilise tüm toplum üzerinde belirleyici role sahipken bu durum sanat ve bilim alanında da karşılığını buluyordu. İncil'deki hikayeler şematik ve sembolik bir dille anlatılır, yazılır ve resmedilir; sanat da bilim de fazlasıyla ilahi bir alana ait kabul edilirdi. Gramerle, retorikle, aritmetikle, geometriyle, astronomiyle ilgilenmek asla sıradan insanların 'harcı' değildi ve ancak 'ilahi güce' sahip rahipler bu alanlarda çalışabilirdi. Zira bu alanlarla ilgilenmek için soyutlama yeteneği, soyutlama yeteneği içinse düşünme faaliyeti gerekiyordu. Bu da dinin etkisindeki sembolik dünya görüşünü sorgulamaya açmak demekti.


'Sıradan' bir insanın çok az sayıdaki kütüphanelere gidip kitap alması akla hayale gelecek şey değildi örneğin. Rahipler dışındaki insanların da uğraşabileceği resim ve heykelse sanattan sayılmıyor, zanaat olarak kabul ediliyordu.


'Soyutlama' meselesinin önemi hakkında bir fikir vermesi için gözünüzün önüne getirin; el parmaklarını kullanarak sayı saymak büyük bir meziyetti ve bugün ilkokullarda kullanılan abaküslerle en basit işlemleri yapabilmek, ancak 'yüksek' soyutlama yeteneğine sahip rahiplerin altından kalkabileceği bir işti.


'SERBEST' KALAN SANAT
Günümüz Avrupa biliminin ve sanatının üzerinde yükseldiği Rönesans'ın 15. ve 16. yüzyıllarda, böyle bir ortamda İtalya'da çıkması tesadüf değildi. Durumu yine abaküs simgesiyle açıklayacak olursak; küçük şehir devletlerinin hüküm sürdüğü uygun ortamda zenginleşen dukalıklar, tüccarlar ve ilk bankerler, bizzat kendi çıkarları için abaküsleri rahiplerin elinden almış, bunu yaparken de soyut düşünme biçiminin yaygınlaşmasını sağlamışlardı. Soyutlama yeteneği de düşünme faaliyeti de böylelikle ilahi alandan ölümlü dünyaya geçmiş, rahipler güçlerini yitirmişti.


Bilim de sanat da bu ortamda 'serbest' kaldı. İlk çağlarda yaşamış filozofların eserlerinin çevrilmesi hümanizm fikrinin canlanmasını sağladı. Kendisine ilahi alanda yer bulamayan resim ve heykelin, bu ilahi alan yıkıldığında ön plana çıkması artık hiç de zor değildi. Ressamların ve heykeltıraşların, diğer tüm sanatlara ve artık serbest kalan 'ilahi' bilimlere ilgi gösterip meraklarını, açlıklarını gidermeleri de...


ÜÇ BÜYÜK USTA
Bu yeni dönemde hızla ortaya çıkan, sayıları sürekli artan yüzlerce sanatçı arasında üç ismi öne çıkarmak, diğerlerine büyük bir haksızlık sayılmaz; Leonardo Da Vinci, Michelangelo ve Raphael...


Rönesans dönemi ve bu üç önemli isim bugünlerde açılan 'The Great Masters' (Büyük Ustalar) sergisinin konusu. Tophane-i Amire'de 31 Temmuz'a kadar gezilebilecek sergide söz konusu üç ismin yaşamı, eserleri ve bu eserlerin ortaya çıktığı İtalya'daki toplumsal, siyasi atmosfer anlatılıyor. Multimedyanın olanakları kullanılarak fotoğraflarla, maketlerle, bire bir kopyalarla, görüntülerle anlatılan eserler hakkında en detaylı bilgileri edinmek mümkün.


Leonardo'nun 'Mona Lisa' ve 'Son Akşam Yemeği' tabloları; Michelangelo'nun Sistine Şapeli'ndeki duvar resimleri ve Davud Heykeli; Raphael'in Michelangelo'yla inşa ettiği St. Peters Bazilikası sergide konu edinilen eserlerden birkaçı...


Michelangelo'nun yumuşak hatlı Davud heykelinin yapıldığı sert mermere dokunup sanatçının yeteneğini ve becerisini takdir etmek, Leonardo'nun resimlerinden 'Son Akşam Yemeği'nin bire bir kopyasına özel bir izleme cihazıyla bakmak ilgi çekici bir deneyim olabilir.

Akşam, Haber: Eyüp Tatlı, 02.06.2012

AKM'DE RESTORASYON NİHAYET BAŞLADI

 

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, yaklaşık 4 yıldır kapalı olan, bir dönem yıkılması da gündeme gelen Atatürk Kültür Merkezi’nin (AKM) restorasyonuna başlandığını açıkladı.

 

Bakan Günay, Turistik Otelciler, İşletmeciler ve Yatırımcılar Derneği’nin (TUROB) düzenlendiği “Dünyanın Yeni Sanat ve Kültür Turizm Durağı: İstanbul’’ konulu toplantıda yaptığı konuşmada Taksim’deki AKM’nin restorasyonuna başlandığını ve şantiyenin kurulduğunu söyledi. Dün başlayan çalışmalarda binanın otopark tarafından yer alan bölümünde işçiler çalışmaya başladı. İşçiler, binanın dış cephesinden yaklaşık 2 metre mesafede demir örtünün lehimlerini hazırlıyor. Tüm binanın dışını kaplayacak olan örtünün üzerine branda örtülerek çalışmaların görülmesi engellenecek. Duvarla demir örtü arasındaki 2 metrelik boşluğa da iskeleler kurulacak. İskelelerin tamamlanarak çalışmaların başlaması 2 haftayı bulacak. 


Yaklaşık 4 yıldır kapalı olan ve yıkılıp yeniden yapılması da dahil hakkında birçok proje üretilen AKM’nin aslına uygun olarak restore edileceği açıklandı. Kurullar tarafından onaylanan projeye Sabancı Grubu 30 milyon TL destek verdi. Yaklaşık 120 milyon TL’ye mal olması beklenen projenin kalanı Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından finanse edilecek. Güçlendirmesi yapılacak ve teknolojik altyapısı tümüyle yenilenecek olan AKM’de çalışmaların 29 Ekim 2013’te tamamlanması öngörülüyor. ‘ 


TUROB’un düzenlediği “Dünyanın Yeni Kültür ve Sanat Durağı: İstanbul” etkinliğinde İstanbul’un son yıllarda dünya çağdaş sanat çevrelerince çekim merkezi olduğu vurgulandı. Bakan Günay İstanbul’un sanata, daha fazla müze ve konferans salonlarına ihtiyacı olduğunu söyledi.

Habertürk, 02.06.2012

DOĞAYA, TARİHE, SANATA SAYGI...

 

Antik Milet’te 600 yıllık İlyas Bey Külliyesi hayata döndü:

 

Ege uçsuz bucaksız uzanıyor önümde. Tarih de öyle, coğrafya da… Havada zeytin kokusu, deniz kokusu, İyonya kokusu… Efes’in komşusu Milet antik kentine vardık bile… Dar toprak yol, kıvrıla kıvrıla, zeytin ve menengiç ağaçlarının arasından geçiyor… Yolun bitiminde bir mücevher!

 

Burası Söktaş’ın restore ettirdiği İlyas Bey Külliyesi. Anadolu Beylikleri döneminden kalma. 1404’te Menteşoğulları’nın son hükümdarı İlyas Bey yaptırmış.

 

Geçen hafta sonu Bakan Ertuğrul Günay’ın katılımıyla İlyas Bey Külliyesi ziyarete açıldı. Ve bu şaheser yeniden soluk alıp vermeye başladı!

 

Açılışa davetli gazetecilerden biri de bendim. İtiraf edeyim ki, açılış töreni boyunca benim gözlerim ve yüreğim, ışığı yansıtan mermer işçiliğinden, yapı sanatından çok, açılış konuşmasını yapan genç kadındaydı! Çünkü külliyenin restorasyon çalışmalarıyla yakından ilgilenen ve projeyle eşzamanlı hazırlanan dev kitabın iki editöründen biri olan o genç kadın, benim elime doğmuş olan yeğenim, Leyla Kayhan Elbirlik’ti. İki editörden diğeri ise İstanbul Üniversitesi Türk İslam Sanatı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Baha Tanman…

 

Şimdi, Harvard Üniversitesi tarih bölümü doktora öğrencisi Leyla’nın peşine takılıp İlyas Bey Külliyesi’nin geçmişine dalıyorum:

 

Dünden bugüne

İlyas Bey Külliyesi, cami, medrese, çifte hamam, çarşı gibi birimleri içeriyor… Dönemin mimarisinin tüm özelliklerini yansıtıyor… 1890’larda Büyük Menderes havzasındaki deprem buraya ciddi hasar veriyor. Söke eşrafından Hacı Halil Paşa, 1900’lerin başında külliyeyi o günün olanaklarıyla tamir ettiriyor. Bu çalışması ve Milet kazılarına yaptığı katkılar nedeniyle hem Padişah 2. Abdülhamit hem de Kaiser 2. Wilhem kendisine nişanlar veriyor.

 

Gelelim Söktaş bağlantısına: Nişanlarla ödüllendirilen Hacı Halil Paşa, Söktaş’ın kurucuları Hilmi Kayhan ve Muharrem Kayhan’ın büyük dedesi… 5 yıl önce karar veriyorlar. Tekstilde, antibiyotiksiz süt ve peynir üretimindeki iddialarına yeni bir sosyal sorumluluk projesi ekliyorlar; restorasyon ve 340 sayfalık kitap Söktaş’ın 40 yıldönümünde tamamlanıyor. Bu süreçte hem bilimsel veriler elde ediliyor hem de harap durumdaki eser yeniden hayata döndürülüyor.

 

Başarının sırrı

Son yıllarda “restorasyon” adı altında korkunç düzenlemelere öyle çok tanık olduk ki…

 

Ama burada böyle bir tehlike söz konusu değil. Çünkü onarım ve restorasyon mimar Cengiz Kabaoğlu’nun başkanlığında işin uzmanlarına bırakılmış. Koskoca bir ekip kurulmuş. ODTÜ, Ege Üniversitesi, Ankara Üniversitesi’nden arkeolog, jeolog, sanat tarihçisi, mimar, mühendis, farklı alanlar, farklı disiplinler arasında bir işbirliği sağlamışlar. Tartışarak, birbirlerini ikna ederek çalışmışlar… Gertrude Bell’in 1910’larda çektiği siyah beyaz fotoğraflardan yararlanmışlar…

Tamamlanmamış yapıları tamamlamaya kalkmamışlar… Farklı kararların ürünlerine, belirsizliklere saygı göstermişler…

 

Sonuçta sadece bir sanat ve mimari şaheser değil, aynı zamanda bir kültür laboratuvarı ortaya çıkmış.

 

Aynı uzmanlık ve disiplinler arası çalışma Türkçe ve İngilizce iki dilde yayımlanan kitapta da var. Birçok yerli ve yabancı bilim insanının katılımıyla, bu eser, araştırmacılar için bir hazine niteliğinde. Şimdiden dünyanın belli başlı kütüphanelerinden büyük talep ve kutlama mektupları geliyor.

 

Europa Nostra Ödülü

İlyas Bey Külliyesi’ni meslektaşım Gila Benmayor “Tarihe saygı böyle olur” başlığıyla okurlarına sundu. Ben daha da ileri gidip “Doğaya, tarihe, sanata saygı böyle olur” diyeceğim.

 

Leyla Kayhan açılış töreninde yaptığı konuşmada dikkatimizi çekmeseydi belki fark etmeyecektim. Sadece yapıları, hamamı, camiyi ya da mezar taşlarını korumamışlar; asırlık ağaçları, kimi 150 yıllık halk dilinde “çitlenbik” diye bilinen menengiç ağaçlarını da korumaya almıştır.

 

Doğaya, tarihe, mimariye, sanata saygı bu projeye geçen günlerde Eurapa Nostra Ödülünü kazandırdı. 31 ülkeden 226 proje katılmıştı yarışmaya; 28 proje ödüle hak kazandı. “Koruma ve kültürel mirasın değerlendirilmesi” kategorisinde Türkiye’den ödül alan tek proje İlyas Bey Külliyesi oldu.

 

Açılış töreninde bakan da dahil olmak üzere herkes külliyenin müze statüsü kazanması gerektiğini vurguluyordu. Böylelikle buradan çıkan eserler (muhteşem İslam mezar taşları, Dionysos heykelleri - ne sandınız Milet bir bütün!) burada sergilenebilecek, külliyenin kültürel ve turistik değeri artacak, kültür labaratuvarı işlevi güçlenecekti.

 

Katkıda bulunan, emeği geçen herkesi kutluyorum.

Cumhuriyet, Yazı: Zeynep Oral, 01.06.2012

İSTANBUL'A GÖZYAŞI

 

Mimar Mehmet Yıldız, eski Büyükşehir İmar Müdürü’dür, halen de CHP Beşiktaş Meclis üyesidir. İstanbul’u bilen bir mimar olarak hüzünlendikçe yazmış. Tam boşalmış mı bilemeyiz, ama gerçekleri sergilemiş. Özetlediğimiz yazısı şöyle:
 

AKP 70 yıl gerilere giderek, en yüksek perdeden cami polemiği yapıyor. Yalan yanlış iddialarla CHP’yi suçluyor. Camileri siyaset arenasının malzemesi yapıyor. AKP ‘ecdadımız’ ve ‘değerlerimiz’ kavramlarını çok sık kullanıyor. Bu kavramları sürekli vurguluyor. Geçmişimize ve halkın değerlerine sahip çıkıyor görüntüsü veriyor. Kamuoyunda bu algı yaratılırken, gerçekte ne oluyor? AKP’nin uygulamaları, söyledikleri ile örtüşüyor mu?

İstanbul’un tarihi yarımada siluetini oluşturan anıtsal yapılar ve muhteşem camilerimiz, ecdadımızdan bize miras kalan en önemli değerlerimizden birisidir.

‘Ecdadımızın’ gücünün geçmişten gelen görkemi ve göstergesidir. İnancının simgesidir. Bu tarihi değer; geçmişten geleceğe emanettir. Milletimizin malıdır.

Ülkeyi yönetenler bu değerlerin bekçisi olmak zorundadır. ‘Milletimizin’ emanetine ve ‘ecdadımızın’ değerlerine zarar vermek, hem millete hem ecdadımıza ihanettir. AKP bu ihaneti yaptı ve bu muhteşem hazineyi rant için kurban etti. Sultanahmet Camii’nin muhteşem görüntüsü üzerine gölge düşürüldü. Camileri diline dolayıp CHP’ye saldıran AKP, bu tarihi değerleri yok ediyor. Sultanahmet’e düşen gölge, İstanbul’daki imar yağmasının simgesidir.

 

Sultanahmet’e inat Çamlıca

Taksim’e cami, Göztepe Parkı’na cami. Çamlıca Tepesi’ne dev cami. Cami konusu siyasette iyi iş yapıyor. İhtiyaç var mı? Olmasa da olur. Çünkü oy getirir. Üstelik tartışan, karşı çıkan yanar. AKP’li Üsküdar Belediye Başkanı basında, “Çamlıca’da dev cami” için şöyle diyor:

“Caminin en büyük özelliği: Payitahta bakması, yani Ayasofya ve Sultanahmet camileriyle karşı karşıya olması.” “İstanbul’un adeta yeni bir sembolü olacak.” 


Sultan Ahmet, Sultan Süleyman, Fatih Sultan Mehmet, iktidarlarının gücünü yaptırdıkları camilerle simgelemişler. Sayın Başbakan’ın ne eksiği var. O da gücünü Çamlıca’da simgelese ne olur. Simgeleri tahrip edenin simgesi olamaz. Ancak ortada önemli bir sorun var. AKP İstanbul’a yeni simge planlamadan önce, tarihi yarımada silueti üzerine düşürdüğü gölgeyi kaldırmak zorunda. Sayın Başbakan’ın deyimi ile “Bu millet ve İstanbul halkı bunun hesabını AKP’den soracaktır.”

 

‘Sahne dekoru’ olmamalı Topbaş

İstanbul’un simgesel ve tarihi değerlerlerini tahrip eden, seçimlerde İstanbul halkının verdiği emanetin ve yönetim yetkisinin Ankara’ya alınmasına seyirci kalan, yönettiği kentte plan yapma yetkisi bile elinden alınmış olan Sayın Kadir Topbaş konuyla ilgili açıklama yapmış... Mimar olarak içinden geçenleri dışarı vuramamış.

Söz konusu caminin planlamasında bile zerre kadar yetkisi bırakılmamış bir Belediye Başkanı’nın, konu ile ilgili fikir beyanı, ‘sahne dekoru’ olma çabasından öte bir şey değildir.

Hürriyet, Yazı: Yalçın Bayer, 01.06.2012

ATA MİRASINDA SİT OYUNU

 

Başbakanlık’ın Söğütözü’nde yapılacak yeni binası için skandal bir sit değişikliğine gidildiği ortaya çıktı. Orman Genel Müdürlüğü, 4 Ağustos 2011’de Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na yazı yazarak Atatürk Orman Çiftliği 1. derece doğal ve tarihi sit alanı içerisinde yer alan “Gazi Tesisleri’nin” 3. derece sit alanı olarak değiştirilmesini istedi. 1 hafta sonra genel müdürlüğün istemi kabul edilerek alanda inşaatın önü açıldı. Araziye sit ayarı yapılmasından 4 ay sonra Başbakanlık, genel müdürlüğe “gizli” damgalı bir yazı göndererek yeni Başbakanlık binası için yerleşkenin acilen boşaltılmasını istedi. Bu emirden 2.5 ay sonra da kurumlar arasında protokol imzalandı.

 

Cumhuriyet geçen günlerde Başbakanlık’ın Söğütözü’ndeki Orman Genel Müdürlüğü’ne ait arazide yapacağı yeni binanın açık ihale yerine güvenlik gerekçesiyle “davetiye usulü” ile yapılacağını duyurmuştu. Davet edilen firmaların bile gizli tutulduğu bu gelişmenin ardından yeni binayla ilgili ikinci skandal patlak verdi. Yeni Başbakanlık binasının yapılabilmesi için 1. derece doğal ve tarihi sit alanı olan bölgenin alelacele 3. derece doğal sit alanı olarak düzenlendiği ortaya çıktı. Cumhuriyet’e ulaşan belgelere göre sit oyunu şöyle gelişti:

 

‘3. derece olsun’

Orman Genel Müdürü Mustafa Kurtulmuşlu, 4 Ağustos 2011’de Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na yazdığı yazıyla Atatürk Orman Çiftliği 1. derece doğal ve tarihi sit alanı içerisinde yer alan Gazi Tesisleri olarak bilinen 46 hektarlık bölgenin 3. derecede doğal sit alanı olarak yeniden düzenlenmesini istedi. Kurtulmuşlu, şunları kaydetti: “Mevcut durumu ile alan, genel hatları ile iki bölge olarak ifade edilebilir. Bu bölgelerden birincisinde kurumumuza ilişkin idari tesisler, diğerinde ise kurumumuz çalışanlarının lojmanları yer almaktadır. Her iki bölgede de bitkilendirme sonradan yapılmıştır. Alanda bugün var olan yapılanmalar sit alanı ilanından (2.6.1992 tarihinden) önceki yapılanmalardır. Ayrıca, alandaki bazı yapıların yıkılma tehlikesi riski de söz konusudur. Kurumumuzca alanın gerek uydu görüntülerine, gerek fotoğraflarına ve gerekse mevcut arazi kullanım kriterlerine bakıldığında, 1. derece doğal ve tarihi sit alanı özellikleri taşımadığı düşünülmektedir. Mevzuatı ve yüksek kurul kararları kapsamında yapılaşmaya ya da imar planına bağlı olmayan ancak sürekli ve zorunlu olarak yapılması gereken; çevre düzenlemesi, bakım vb. işlemler dahi yapılamamaktadır. Alanda yer alan fiili kullanım kamu kullanımıdır. Kurulunuzca değiştirilerek uygun görülen imar planında da kamu kullanımı olarak görülmektedir. Bu işlevin devamında da ‘kamu yararı’ olduğu düşünülmektedir. Alanda sit alanı ilan edilmeden önce fiili olarak var olan, yine gelecekte de imar planında öngörülen kamu hizmeti işlevinin yürütülmesi ve bölgenin doğal dokusunun korunması amacıyla, söz konusu alanın irdelenerek sit derecesi ve statüsünün 3. derece doğal sit alanı olarak düzenlenmesi hususunda bilgilerinizi ve gereğini arz ederim.”

 

6 günde rüya gerçek oldu

Kurtulmuşlu’nun bu yazısına yaklaşık 1 hafta sonra, 10 Ağustos’ta olumlu yanıt geldi. Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, bölgeyi 1. dereceden, 3. derece sit alanına indirdi. Sit engelinin aşılmasından 4 ay sonra da 13 Aralık’ta Başbakanlık, Orman Genel Müdürlüğü’ne bir yazı göndererek alanın boşaltılmasını istedi. Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı Abdülkerim Emek’in imzasıyla gönderilen “gizli” ibareli yazıda şunlar kaydedildi: “Başbakanlık’a ait mevcut hizmet binası yeterli olmadığından yeni bir hizmet binasına ihtiyaç duyulmaktadır. Yapılan araştırmalarda en uygun yerin Genel Müdürlüğünüz yerleşkesinin olduğu tespit edilmiştir. Bu itibarla; mezkur yerleşkenin acilen boşaltılarak, Başbakanlık Hizmet Binası yapılmak üzere Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’na devredilmesi ve yeni kampus yapılıncaya kadar Genel Müdürlüğünüzün kiralık bir binaya taşınması hususunda bilgilerinizi ve gereğini rica ederim.”

 

Başbakanlık’ın Orman Genel Müdürlüğü’ne gönderdiği bu yazılı emrin üzerinden 2.5 ay geçtikten sonra bu kez Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı Özer Kontoğlu, Orman Genel Müdürü Kurtulmuşlu ve TOKİ Başkanı Ahmet Haluk Karabel arasında yeni Başbakanlık binasının bu bölgede inşa edilmesi için protokol imzalandı. Protokole göre 151 bin 723 metrekare üzerinde TOKİ tarafından Başbakanlık Hizmet Binası yapılacak.

 

‘60 yıllık sedirleri 20 yıllık diye sundular’

Cumhuriyet’in sorularını yanıtlayan TMMOB Orman Mühendisleri Odası Başkanı Ali Küçükaydın, sit alanının “danışıklı dövüşle” Başbakanlık’a bırakıldığını belirterek şunları söyledi: “Burası her şeyden önce Ankara’nın tam ortasında botanik bahçesi gibi bir alan. İçerisinde 133 bitki türü bulunuyor. 1992’de de bu güzellik tescil edilmiş. Siz şimdi ne yapıyorsunuz? Bir anda Başbakanlık binası yapacağız diye sit derecesini değiştiriyorsunuz. Bunu gelişmiş bir Batı ülkesinde yapmanız bu kadar doğal mı? Başbakanlık prestijlidir, öyle de olması gerekir ama bunu botanik bahçesi gibi bir sit alanı içerisinde yer alması gerekmiyor. Sit alanının değiştirilmesini isterken alandaki bitkilendirmenin 1992’den sonra yapıldığını savunuyorlar. Oysa oradaki sedir ağaçları 50-60 yıllık ağaçlardır. Bir şey yapacaksanız, açık yüreklilikle yapın. Ama 60 yaşındaki ağaçları 20 yaşında gibi göstermeniz doğru değil.”

Cumhuriyet, Haber: Fırat Kozok, 01.06.2012

"MEZARLIKTAN YOL GEÇMEZ"

 

 

Türkiye ile Bulgaristan arasında mezarlık krizi kapıda. Edirne Belediye Başkanı Hamdi Sedefçi, Bulgaristan’ın, Edirne ve Filibe’deki mezarlıkların yeniden düzenlemesi için 5 yıl önce imzalanan protokole uymadığını söyledi. Belediye Başkanı Sedefçi, Bulgaristan’da iktidar partisi olan GERB Parlamento Grubu Başkan Yardımcısı Dimitar Glavçev, Sofya Milletvekili Svetlin Danveç, Kırcaali Milletvekili Sveta Karayençeva ve Haskova Milletvekili Rumen Danev ile görüştüğünü anlattı.

Bu görüşmede Filibe’deki Müslüman Mezarlığı konusunun da gündeme geldiğini belirten Sedefçi, 2007’de Filibe Valiliği ve Filibe Belediyesi ile her iki ildeki mezarlıkların yeniden düzenlenmesi için protokol imzaladıklarını anımsattı. Sedefçi şöyle devam etti: “Protokolle her iki ildeki Bulgar ve Türk mezarlıklarının yeniden düzenlenmesi sağlanacaktı. Biz Edirne Belediyesi olarak Bulgar Mezarlığı’nı düzenleyerek protokole uyduk. Fakat Filibe Belediyesi tam tersine, bırakın protokole uyup temizlik yapmayı mezarlığın içerisinden yol geçirmeyi düşünüyor. Bu yanlışlarını düzeltmeleri için kibar bir dille uyardık. Filibe Müftüsü ile görüştüm. Müftü beyle birlikte Filibe Valiliği ile Filibe Belediyesi’ne bu hafta resmi yazı yazarak protokolün uygulanmasını talebinde bulunacağız. ‘

Bulgar Mezarlığı’nın tapusu Edirne Belediyesi’nin elinde. Onlar ne yapmayı düşünüyorsa, biz de onu yapacağız. Onlar, Müslüman Mezarlığı’ndan yol geçirmeyi düşünüyorsa, biz de yol geçirmeyi düşüneceğiz. Benim ülkemin onuru, şerefi vardır. Ben ülkemin onurunu korumakla görevliyim.”

Habertürk, Haber: Mesut Han, 01.06.2012

AYASOFYA'YI SAHTE İMZAYLA MÜZE YAPTILAR

 

 

İslam'ın en büyük mabedlerinden İstanbul'un fethinin sembolü Ayasofya, 1934 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla cami vasfından çıkarılarak müzeye çevrildi. Ancak, Bakanlar Kurulu kararındaki Atatürk'ün imzasının diğer imzalarından farklı olması, kararın Resmi Gazete'de ve diğer gazetelerde yayımlanmamış olması, o gün bugündür "Acaba Ayasofya sahte imzayla mı müzeye çevrildi" sorusunu gündemden düşürmedi.

 

Derin Tarih Dergisi'nin Haziran sayısındaki "Ayasofya'yı Rehinden Kim Kurtaracak?" kapak konusu, İstanbul'un fethinin sembolü ve İslam'ın en büyük mabedlerinden biri olan Ayasofya'nın 78 yıllık mahzun halini gözler önüne serdi. Fatih Sultan Mehmet'in 1453'te İstanbul'u fethiyle camiye dönüştürdüğü Ayasofya, Cumhuriyet'in ilanından sonra 24 Kasım 1934'te Bakanlar Kurulu Kararıyla müzeye çevrildi. Ayasofya'nın ilelebet cami olmasını isteyen Fatih Sultan Mehmet Han'ın vakfiyesine aykırı olan kararnamenin Resmi Gazete ve diğer gazetelerde yayınlanmaması, ayrıca Mustafa Kemal'e Atatürk soyadının verildiği gün imzalandı. Kararnamedeki Atatürk'ün imzasının diğer imzalarından farklı olması, o gün bugündür "Acaba Ayasofya sahte imza ile mi müzeye çevrildi?" sorusunu gündemden düşürmedi. Derin Tarih Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Armağan Ayasofya'yı müzeye dönüştüren kararnameye sıra numarası da verilmediğini belirterek, "İçi pek çok soru işaretiyle dolu iltihaplı bir yara olan Ayasofya meselesinde imzalanan kararname Resmi Gazete'de yayınlanmadı. Ayrıca kararnamelerin muhafaza edildiği resmi dairede aslı mevcut olmadığı gibi devletin kanun kitaplarında da basılmış değil" dedi.

 

YENİDEN CAMİYE ÇEVİREN MİLLETİN GÖNLÜNDE TAHT KURAR

Bakanlar Kurulu kararının aslının mutlaka bulunması gerektiğini ifade eden Fatih Sultan Mehmet Vakfı Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Abdülkadir Özcan ise "Sözü edilen kararnamenin altında Atatürk imzası var. Halbuki Soyadı Kanunu da 24 Kasım 1934'de çıktı. Bunların açıklanıp gün yüzüne çıkarılması lazım" dedi. Celal Bayar'ın hatıralarında yer alan bir açıklamaya dikkati çeken Özcan, Balkan Paktı'nın kurulma sürecinde Atatürk'ün Yunanlılara 'cemile' olmak üzere "Ayasofya'yı müze yapalım, ne çıkar?" ifadesinin yazıldığını ifade etti. "Bugün Balkan Paktı diye bir kurum bulunmadığına göre Atatürk'ün gerekçesi de ortadan kalkmıştır" diyen Prof. Özcan, "En azından alt kısım ibadethaneye çevrilirse ve bazı gelir kaynakları da iade edilirse Ayasofya kurtulur. Demokrat Parti Hükümeti 1950'de ezanı aslına çevirerek milletin gönlüne taht kurdu. Gönül ister ki, bu hükümet de Ayasofya'yı camiye çevirerek Müslümanların kalbini kazansın. Böylece bu büyük şeref mevcut hükümete nasip olsun" şeklinde konuştu.

 

BİR CİNNET, BOŞLUK VE KIRILMA DÖNEMİNİN ESERİ

Fatih Sultan Mehmet Han tarafından vakıf ve vakfiyesi olmasına rağmen, Ayasofya'nın ibadete kapatılarak müzeye dönüştürülmesini 'bir cinnet, boşluk ve kırılma döneminin eseri' diye tanımlayan Ayasofya Müzesi Başkanı Doç.Dr. Haluk Dursun da, "Vakıfta ne yazılıyorsa o ifa edilmelidir ve bu sıradan bir vakıf değildir. Zira Fatih'ten bahsediyoruz. İstanbul'dayız ve bu memleketin evladıyız. Evladı olduğumuz şuurundaysak, bu bağlayıcı taraf olur. Ancak bu durum Ulü'l-emri bağlar" ifadelerini kullandı.

 

Fatih Vakfı üzerine tapulu

"Vakıfların korunması ve sorumluluğu bize verildiğine göre 'Ayasofya müzedir' denmesinin bir anlamı yok. Halen Ayasofya Camii'nin Ebulfeth Fatih Sultan Mehmet Vakfı üzerine tapulu olduğu unutulmamalıdır" diyen Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem da, Ayasofya'nın cami olduğunu ve vakfiyesi yaşadığı sürece cami olarak kalacağını kaydetti. Ayasofya Camii'nın Bakanlar Kurulu kararnamesi çıkarılarak müzeye çevrildiğini belirten Ertem, Ayasofya Camii'ne başka bir fonksiyon verilebilmesi yada eski haline döndürülebilmesi için idari işlemin kaldırılarak yeni bir Bakanlar Kurulu kararı alınması gerekir" dedi. Yabancı ziyaretçilerin Ayasofya'nın camii yapılmasından rahatsızlık duyacağını düşünmediğini de dile getiren Ertem, İznik Ayasofya'sı camiye çevrildikten sonra mekanın ibadethane olduğu için ibadethane olarak devam etmesini isteyen pek çok yabancı ziyaretçi görüşünün basına yansıdığını ifade etti.

 

İlelebet cami olarak kalsın

Fatih Sultan Mehmet, Ayasofya ile ilgili biri Türkçe diğeri Arapça olmak üzere iki vakfiye yazdırdı. Türkçe Vakfiye'de şu ifadeler yer aldı: "Fetihten sonra Sultan-ı Azam, feth edilen beldede bulunan çok sayıda kiliseyi, tevabi'i ile birlikte... şer-i şerife uygun bir sahih bir tarzda vakıf yapmıştır. Kim Müslüman kardeşinin vakfını bozmaya, hayırlarını tahrip etmeye ve hasenatını iptal eylemeye gayret gösterirse ve mü'minin hayır müesseselerini işlevsiz hale getirmeye taarruz ederse artık Allah gadabı ile dönmüş olur: son durağı ve oturağı Cehennem'dir. Cehennem ne kötü bir varılacak yerdir." Fatih, Arapça Vakfiye'ye de şunları yazdırdı: "Kim ki batıl gerekçelerle bu vakfın şartlarından birini değiştirirse veya vakfın değiştirilmesi ve iptali için gayret gösterirse, vakfın ortadan kalkmasına veya maksat ve gayesinden başka bir gayeye çevrilmesine kast ederse Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti üzerlerine olsun. Ebediyen cehennemde kalsınlar; onların azapları asla hafifletilmesin ve onlara ebediyen merhamet olunmasın.

 

Fetihten dolayı özür mü diliyoruz?

Ayasofya Camii'nin 1930'lu yıllarda dış baskılar neticesinde ibadete kapatılarak müze haline getirildiğinin kabul edilmesi gerektiğini kaydeden Celal Bayar Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Mehmet Çelik, "1953'ten bu yana fetih yıldönümünün yarı resmi bir şekilde kutlandığını biliyoruz. Ancak fethin sembolü olan Ayasofya'nın cami olmaktan çıkarılması üzerine hiç düşünmüyoruz. Fetihten dolayı birilerinden özür mü diliyoruz? Bu tutarsızlığa son vererek Ayasofya'yı tapuda resmen sahibi bulunan Fatih'in iradesi doğrultusunda yeniden camiye çevirmek şarttır" şeklinde konuştu.

 

10 soruda Ayasofya

Derin Tarih dergisi Haziran sayısı armağanı olan Ayasofya Camii Albümü "10 Soruda Ayasofya ve Fossati" Prof.Dr. Semavi Eyice'nin kalaminden okurların beğenisine sunuluyor. İtalyan Mimar Gaspare Trajano Fossati'nin yaptığı çalışmalar sonucu Ayasofya, 1265 yılının Ramazan ayının ilk Cuma günü büyük bir törenle açıldı. Bu dev eserde yapılan restorasyon çalışmaları zamanda yolculuk tadında anlatılıyor. Ayasofya'nın iç ve dış görünüşleriyle çevresini gösteren bir albüm hazırlayan Fossati, 1852 yılında albümü Sultan Abdülmecid'den sağladığı yardımla bastırır. İçinde renkli 25 levha bulunan ve üstünde padişah tuğrası olmak üzere sultan yardımlarıyla meydana getirilen eser çok süslü bir başlık sayfası ile yayımlandı. Derin Tarih dergisi, Ayasofya'yı anlatan bu önemli eserle Ayasofya'da tarihsel gezinti yapmayı amaçlıyor.

Yeni Şafak, Haber: Aybike Eroğlu, 30.05.2012

 

******


AYASOFYA CAMİ OLUR MU?

 

 

Başlığını görenlerin bir bölümü soruyu yadırgayabilir ve “Orası zaten cami” diyebilir. Tıpkı geçtiğimiz Cumartesi, Anadolu Gençlik Derneği’nin (AGD) organizasyonunda, “Zincirler kırılsın Ayasofya açılsın” diyerek önünde secde duran binlerce kişi gibi.


Ayasofya’nın onlar için ne ifade ettiğini soruyorum. “Burası açılmadan Türkiye ’deki Müslümanlar zillet içinde” diyor 60 yaşlarındaki biri. “Buna bir yapı mı neden oluyor” diye soruyorum. “Maddesel bakma” diye cevaplıyor bir diğeri araya girerek: “ İstanbul ’u Müslümanlığa armağan eden Fatih’in vakfiyesi Ayasofya. Ben onun emaneti olarak görüyorum.”


AGD Genel Başkanı Salih Turhan meydanı dolduranların bu ortak hissiyatını kürsüden doğruluyor: “Ayasofya ne taş, ne binadır” diye sesleniyor. Ve ekliyor: “Ayasofya, üzerinde yaşadığımız bu diyarın İslam beldesi olduğunun sembolüdür.” 

Ne taş, ne de bina
Doğru; Ayasofya ne taş ne de binadır. Dini inancı olsun ya da olmasın, yeryüzünde Ayasofya’nın varlığından haberdar biri de bu eserin sembolik anlamını görmezlikten gelmeyecektir. Ama “üzerinde yaşadığımız bu diyarın geçmişi”nin 1453’ten çok daha köklü olduğunu idrak eden biri, onu sadece “ İslam beldesi sembolü” olarak görmeyebilir. Bunun için sizin kadar haklı nedenleri vardır. Tarihin ilk Hıristiyan hanedanlığının, imparatorlarının taç giyme merasimlerini ağırlayacak kadar önemli kilisesini, Hıristiyanlığın sembolü olarak görebilir. Bizans İmparatoru Justinyen 6. yüzyılda bu eseri yaptırırken -tıpkı bugün Başbakan Erdoğan ’ın “Çamlıca’nın tepesine İstanbul’un her yerinden görünecek bir cami yaptıracağız” dediği gibi- kentin yedi tepesini Hıristiyanlığın gölgesi altına almak istemiş de olabilir. Fakat eminim, dini yapıların sembolik anlamını görmekle birlikte birbiriyle yarıştırılmalarını, bizzat inancın kendisine ve ortak yaşama kültürüne haksızlık olarak gören bir kitle de vardır.


Binlere seslenen Salih Turhan “Ayasofya’nın kıyamete kadar cami olarak kalması, büyük bir dua ve beklentimizdir” diyor. Şu örnekleri veriyor: “Sümela Manastırı’nda 88 yıl sonra ilk kez ayin yapılmasına müsaade eden, 3 trilyonluk bütçeyle Van Akdamar Kilisesi’ni restore eden hükümetimiz, 78 yıldır Kur’an’a hasret bulunan Ayasofya’yı ibadete açmalıdır. Bu ülkenin azınlıklarına gösterilen hoşgörü ve özgürlük ülkemizin kahir ekseriyetini oluşturan Müslümanlardan esirgenemez.” “Azınlıklar”, bu isimlendirmeden başlayarak kendilerine ne kadar hoşgörü gösterildiğini kendisi ifade edebilir. Ama Turhan’ın verdiği örnekler de sorunlu. Çünkü Sümela bir manastır değil, Kültür Bakanlığı’na bağlı ören yeri. Ahtamar bir kilise değil, yine aynı bakanlığa bağlı müze. Devlet bin yılı deviren bu yapıları dini işlevini yerine getirsin diye değil, bir kültür mirası olarak gördüğü için –geç de olsa- onarıyor. Böyle olmasa sayısı iki elin parmağını geçmeyen “azınlık” temsilcileri, doğdukları ve yaşadıkları topraklarda ve aslen kendilerine ait mekanlarda 90 yıl sonra, senede bir gün ayin için devletin kapısını yıllarca aşındırmazdı. Diğer taraftan “müzede dini ritüel” özgürlüğünden Ayasofya Müzesi’nin de faydalanmadığını söylemek mümkün değil. Bakınız İstanbul ’un Fethi’nin 559. yılı kutlamalarında Ayasofya Müzesi’nde okunan ve TRT’nin canlı yayınladığı ezan... 

İbadethanede müze korkusu
Ayasofya’nın ibadete açılması talebi neredeyse ibadete kapanmasıyla (1935) yaşıt. Peki bu talebin karşılık bulma olasılığı arttı mı? İbadethane/müze ikilemini nasıl yaşadığımıza dair yakın zamana ait örneklere bakalım.


İznik Ayasofya Müzesi cami işlevi verilerek 6 Kasım 2011’de ibadete açıldı. Orijinal yapı, Hıristiyan aleminin en önemli kiliselerinden biriydi. 325’te İmparator Konstantin, Hıristiyanlığın ilkelerini belirleyecek ilk konsili burada toplamıştı örneğin. İznik’in 1331’de Orhan Gazi tarafından alınmasından sonra camiye çevrildi. Cumhuriyet döneminde haraptı ve dini işlevi yoktu. Vakıflar Genel Müdürlüğü, hem vakfiyesinde hem de tapu kaydında camii olarak görünmesi ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “tekrar cami olarak ibadete açılması” talebini gerekçe göstererek müzeyi ibadete açtı. Oysa Kültür Bakanlığı’nın sitesinde hala anıt-müze olarak görünüyordu. Bakanlığına bağlı müzenin nasıl camiye dönüştürüldüğünü Ertuğrul Günay’a sorduğumda “İnceleyemedim, bu konuda konuşmak istemiyorum” cevabı aldım. Günay, bu konuda başka bir yerde de konuşmadı. 

İnceleyemedim!
İkinci örnek, 526’da inşa edilen ve 1497’de camiye çevrilen İstanbul ’daki Küçük Ayasofya (Sergios ve Bachos Kilisesi). Cami, 2002’de restorasyona alındı. Restorasyon Osmanlı döneminde doldurulan zemininde, Geç Antik çağa ait yapının nasıl olup da 1500 yıldır ayakta durduğuna dair, bilimin yıllardır peşinde olduğu bulgular ortaya çıkardı. İhaleyi alan müteahhit ve İstanbul Belediyesi araştırmaya izin vermediği gibi, yapının geleceğini tehlikeye atacak bir uygulamada ısrar etti. Restoratör ve bilim kurulu, 2005’te işi bıraktı. Araştırmaya “ya Ayasofya gibi müze yapılırsa” endişesinin engel olduğunu söyledi.


Üçüncü ve en güncel örnek Karaköy’deki Arap Camii. 1476’ya kadar Cenova kilisesi olan yapının iç sıvaları 1999’daki depremde dökülünce ortaya duvar resimleri çıktı. 2010’da başlayan restorasyonda bu resimlerin, yedi metreye yayılan fresko ve mozaikler olduğu anlaşıldı. Bilim insanlarına göre bu betimlemeler, 15. yüzyılda başlayan Rönesans hareketinin, bir yüzyıl önce İstanbul ’da atılan ilk adımları olabilecek kadar önemliydi. Ama üzerleri yine sıvayla kapatıldı. NTV Tarih dergisine göre (Nisan 2012) resimlerin sıvanmasında iki şey etkili oldu: Orijinal yapının bir cami olduğu efsanesini sürdürme isteği ve “cami müze yapılacak” söylentileri. Günay, Mart ayında gazetecilerin bu konuyla ilgili sorusuna “İnceleyemedim. Yakın bir gelecekte bölgeye beraberce gideriz” cevabı verdi. O yakın gelecek geçmişte kaldı çünkü Başkakan Erdoğan 30 Mayıs’ta, “Arap Camii’ni önümüzdeki günlerde açıyoruz” dedi. Ayasofya’nın ibadete açılması olasılığını güçlendiren en önemli veri, temsilini Günay’da bulan sessizlik. Kültür Bakanı’nın kendi sorumluluğu altındaki bir müzeye tekrar dini işlev kazandırılmasını ya da Rönesans’ı başlattığı iddia edilen freskoların –depremle- keşfedilip sonra kapatılmasını sessizlikle karşılamasını endişeyle izliyorum. 

Radikal İki, Haber: Gökhan Tan / Bilgi Üniv., 03.06.2012

EFES ANTİK KENTİ KAZILARINDA YENİ DÖNEM

 

 

Selçuk İlçesi'nde bulunan Efes antik kenti, Ayasuluk, St. Jean Bazilikası ve iç kalede yapılan kazı çalışmalarında 2012 sezonu başladı.

 

Doç.Dr. Sabine Ladstatter'in başkanlık ettiği Efes Antik Kenti'ndeki kazı çalışmaları, kenti en görkemli yıllarında olduğu gibi denizle buluşturacak ''Kanal Projesi'' kapsamında Liman Caddesi olarak adlandırılan bölgede yoğunlaştırıldı. Ayasuluk ve Kale kazı ekibi, 2007'de konulan hedef doğrultusunda iç kaleyi bu yaz sonunda ziyarete açmayı planlıyor.

 

Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı ile Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın ortaklaşa yürüttüğü ''Kanal Projesi'' kapsamında Pamucak bölgesinde oluşturulacak iskele ile Efes Antik Kenti'nin alt kapısı arasındaki kanalın temizlenmesinden sonra antik dönemleri anımsatacak teknelerle turistlerin denizden Efes'e taşınması öngörülüyor.

 

Efes kazılarından sorumlu Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkilisi Filiz Öztürk, AA muhabirine yaptığı açıklamada, bu yıl Efes'i oldukça yoğun bir programın beklediğini, 25 Ocak'ta başlayan ''Kanal Projesi'' çalışmaları kapsamında, toprak altında kaybolan kanal güzergahını açığa çıkarmak amacıyla drill sondaj çalışmaları ile yer altı araştırmaları yapıldığını söyledi.

 

Efes Müzesi Müdürlüğü'nce kanal boyunca yapılan bitki temizlik çalışmasının alanın tarihsel ve arkeolojik olarak zenginliğini ortaya koyduğunu, rıhtım duvarları ile sütunların görülebilir hale geldiğini bildiren Öztürk, ''Yaptığımız çalışmalar da alanın tarihsel gelişimi ve arkeolojik durumuna açıklık getirecek'' dedi.

 

Öztürk, Liman Caddesi olarak bilinen ''Arkadiane Caddesi''nin batı bölümü ve orta liman kapısı çevresinde Efes Vakfı'nın da desteğiyle 5 Mart'ta kazı çalışmalarına başlandığını belirterek, şunları söyledi:

''Genişliği 11 metre olan caddenin iki tarafı 5 metre derinliğinde sütunlu galerilerle donatılmıştır. Bu galerilerin arkasında Liman Caddesi'ne bakan dükkanlar var. Caddenin altında kanal sistemi bulunmaktadır. Cadde, MS 6. yüzyılda gece ışıklandırmalarıyla donatılmıştır. Orta liman kapısından caddeye girişte yalnızca dükkanlar, galeriler değil büyük bir liman kentinde bulunabilecek işlikler, depolar da yer alıyor.''

 

Ayasuluk, St. Jean Bazilikası ve iç kaledeki kazıların başkanlığını yürüten Doç.Dr. Mustafa Büyükkolancı ise 2007'de kalenin bu yıl ziyarete açılacağının sözünü verdiklerini hatırlattı.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Selçuk Belediyesi'nin desteğiyle sur duvarlarının ayağa kaldırıldığını, gezi güvenliğinin sağlandığını ifade eden Doç.Dr. Büyükkolancı, verdikleri söz doğrultusunda kaleyi ekim ayında Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın da davetli olduğu törenle ziyarete açmayı planladıklarını kaydetti.

 

Büyükkolancı, kalenin açılmasıyla Efes'te turizm hareketliliğinin artacağını belirterek, şöyle konuştu: ''Kalenin tamamlanmasıyla St. Jean Bazilikası da yeni bir boyut kazanacak. Kale, St. Jean, İsabey Camisi ve Artemis Tapınağı'nı içeren ikinci bir güzergah da gelecek yıllarda tamamlanmış olacak. Bu yıl çalışmalarımız 7,5 ay sürecek. Bunun 3,5 ayında kazı çalışmalarına, kalan sürede restorasyona ağırlık vereceğiz. St. Jean kazılarında bu yıl ağırlıklı olarak sarnıç bölgesi kazılacak.''

Haber 7, Haber: Senem Yazıcı, 29.05.2012




.. TAY Projesi . Kuruçeşme Cad. 67/B
34345 Kuruçeşme İstanbul
Tel: 0 (212) 265 7858 - Faks: 0 (212) 287 1298
e.posta: info@tayproject.org

Copyright©1998 TAY Projesi