26 Ağustos - 1 Eylül 2012
|
DİNOZORUN SON YEMEĞİ

Kanadalı
araştırmacılar, inceledikleri dinozor fosillerinin
midelerinde kuşlara ve kendilerinden daha küçük
dinozorlara ait kemikler buldu. Araştırma sayesinde,
dinozorların kendi boyutunun üçte birinden fazlasını
avlayabilen usta avcılar olduğu ortaya çıkmış oldu.
Çin’de bulunan
iki etobur dinozor fosilini inceleyen bilim
insanları, bu fosillerin bağırsaklarda hayvan ve
bitki kalıntılarına ulaştı. Bu kalıntıların,
dinozorların nasıl beslendiklerinin ortaya
çıkmasını sağlayabileceği ifade edildi.
İncelenen 120 milyon
yıllık fosillerin birinin kuşa benzeyen, kedi
boyutunda bir dinozor olan Sinornitozorus ile
beslendiği anlaşılırken, diğerinin midesinden
karga benzeri iki kuş ve belli ölçüde öğütülmüş
bir dinozor kemiği çıktı.
Kanada'daki
Pipestone Creek Dinozor Araştırma Merkezi'nde
çalışan omurgalı paleontologu Phil Bell,
midelerdeki yiyecek kalıntılarının hayvanlar
arasındaki etkileşimi anlamak için önemli
ipuçları olduğunu belirtti.
Fosil kayıtlarında
bu kalıntılara çok nadir rastlandığını ifade
eden Bell, fosiller arasında buldukları
dinozorların ölmeden önce ne yediklerini
öğrenmeyi sağlayacak kemik parçalarına ulaşmış
olmanın büyük bir şans olduğunu söyledi.
Bell, fosillerle
karşılaşan araştırmacıların dinozorların yaşamış
olduklarını hayal etmekte zorlandıklarını ancak
böyle bir şey ile karşılaşınca bunun fosillere
can verdiğini ve hayal etmeyi kolaylaştırdığını
ekledi.
Hürriyet, 31.08.2012
|
SU KEMERLERİNE KORUMA
KALKANI

Buca
civarındaki pınar sularını İzmir’e taşımak amacıyla
MÖ 4. yüzyılda inşaat edilen ve o tarihten bugüne
kadar bir bölümünün ayakta kaldığı Vezirağa Su
Kemerleri'nin restorasyonu için düğmeye basıldı.
Rölövesi ve restorasyon projesinin Kültür ve Turizm
Bakanlığı İzmir Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’na
gönderilerek onayının ardından çalışmalar hızlı bir
şekilde başlatılacak.
Konak Belediye Başkanı Hakan Tartan, yüzyıllar önce
o günün teknikleri ile inşaat edilmiş olan su
kemerlerinin kalan bölümünün kurtarılması ve gelecek
kuşakları aktarılması için çalışma başlattıklarını
söyledi. Su kemerleri projesinin yaşama
geçirilmesiyle birlikte Yeşildere Kentsel Dönüşüm ve
Gelişim alanı içindeki çalışmalar ile bir bütünlük
sağlanacağını belirten Başkan Tartan, “Yüz yılların
bakımsızlığı sona erecek, kent yeni bir cazibe
merkezi kazanacak” dedi. Konunun Konak Belediye
Meclisi’nde değerlendirildiğini, imar, kentsel
dönüşüm, kültür değerleri koruma ve turizm
komisyonlarına havale edildiğine değinen Başkan
Tartan, komisyonların bu konuda titiz bir çalışma
sürdürdüğünü sözlerine ekledi.
Yenigün, 31.08.2012
|
OTURMA ODASINDA BUNUNLA
YAŞIYORLAR
İngiltere'nin
Plymouth şehrinde bir çiftin, yıllardır oturma
odalarındaki koltuğun altında 16’ncı yüzyıldan kalma
bir tünel sakladığı ortaya çıktı.
Çift, tarihi eser
değerindeki tüneli 24 sene önce eve taşındıkları ilk
zamanlarda keşfettiklerini söyledi. 61 yaşındaki
Colin Steer, bu manzara karşısında büyülendiğini
ancak eşinin bunun ortaya çıkarılmasına razı
olmadığını bu yüzden de yaklaşık 20 sene boyunca bu
tarihi eseri koltuklarının altında gizlediklerini
belirtti.

Tüneli oturma
odalarındaki kirişleri tamir ederken keşfettiğini
söyleyen Steer, eşinin isteği üzerine tünelin
üzerini hemen kapattığını anlattı. Steer, bunun
nedeninin o zaman henüz küçük olan çocuklarının
hayatını tehlikeye atmamak olduğunu söyledi.
Steer, altın bulma
ümidiyle tüneli hep araştırmak istediğini ve bunu
ancak geçtiğimiz sene emekli olduktan sonra
yapabildiğini de sözlerine ekledi. Bir arkadaşının
yardımıyla üç gün boyunca kazı yapan Steer ancak 5
metreye kadar ilerleyebildi. Bununla birlikte Steer
tünelin 10 metre derinliğinde olduğuna inanıyor. Bu
arada Steer, 5 metrede altın bulamadı ancak eski bir
kılıç bulmayı başardı
Hürriyet, 31.08.2012
|
TARİH MELENDİZ'DE
AYDINLANIYOR

Melendiz Bölgesi'nin
tarihine ışık tutacak bilimsel kazı çalışmalarında
bu yılda önemli sonuçlara erişildi. Bilimsel Kazı
Başkanı Doç.Dr. Erhan Bıçakcı başkanlığında ekibin
titiz çalışmaları Tepecik Höyük'te tarihi düne ışık
tutacak sonuçlar vermeye devam ediyor. Kazı
bölgesine giden gazeteci yazar
Ömer Fethi Gürer çalışmaları yerinde inceledi. Niğde Çiftlik İlçesi'nde 1966 yılında varlığı saptanan Tepecik Höyük’te 2000 yılında başlayan kazı çalışmalarında 8 bin yıllık tarih kapsadığı belirlendi. Çalışmalar devam ediyor.
Çiftlik İlçesi'ne
yürüyüş mesafesindeki höyüğün 300x170m boyutlarında
olduğu belirlendi. Oval biçimli höyük 100 metre
uzunlukta bir terasa da sahip. Höyük, 34.300
metrekare alan içersinde farklı dönemlere ait önemli
bulguların açığa çıkmasına vesile oldu. İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Öncesi Ana
Bilim Dalı Öğretim Üyesi Çiftlik Kazısı Bilimsel
Başkanı Doç.Dr. Erhan Bıçakcı ile kazı alanında
görüşen Ömer Fethi Gürer, 2006 yılında kazının ilk
çalışmalarında da bölgeye gitmişti. 6 yıl aradan
sonra kazı alanını tekrar ziyaret eden Ömer Fethi
Gürer, yazdığı 835 sayfalık Niğde Kapadokya Başkenti
kitabında da Doç.Dr. Erhan Bıçakcı ile kazı
başlangıcındaki söyleşisine yer vermişti. Bu kez
kazı alanında asistan öğrenciler ve önemli bir
çalışan grubu ile birlikte Doç.Dr. Erhan Bıcakçı
görüştü.
Doç.Dr Erhan Bıçakcı, bu
kazı alanı dışında çevrede yüzey araştırmalarında da
bulunduğu için tarihi dokuyu yakından tanıyordu.
Bölgenin tamamında tarihin önemli izlerinin yer
aldığını söyledi. Bu bölgenin tarihte önemine
değinen Bıçakcı, kazıya ilk başladıklarında yüzey
toprağı altında bol küllü, yanıklı, yakın geçmişte
taş almak için bozulmuş, ilk tabakada sürtme taş
aletleri, kasecikler ve kırık çanak çömlek parçaları
bulduklarını ve tümlenebilir çömlekler ile dağınık
ve karışık durumda insan ve hayvan kemikleri de
tesbit ettiklerini de belirtti. Neolotik dönem ile
benzer baskı düzeltili ok uçları, obsidiyen
çekirdekleri, kazıyıcılar, sürtme taş, öğütme taş
aletleri, bilye taşları, vurgu taşları, taş
halkalar, ezgi taşları, kemik bızların incelemeye
alındığı ve çalışmaların bugüne değin kademe kademe
inilerek devam ettiğini söyledi.
Doç.Dr. Erhan Bıçakcı
yeni bulguların gösterilmesi ve anlatılması
için bölge ile ilgili doktora tezi hazırlayan
asistan Ozan Özbudak ile Gürer’i tanıştırdı. Ömer
Fethi Gürer sonrasını şöyle anlattı: Ozan Özbudak
işini seven ve bölgede açığa çıkan her kare ile
heyecan duyan bir genç. Melendiz çevresinden
başlayarak kazı alanına değin özetle
bölgeyi tanıtıcı bilgi verdi. Obsidiyenin bölgede
önemine ve ilk yerleşmelerden günümüze özetle
Melendiz'in önemine değindi. Kazı alanında yapılan
sondaj çalışmalarında sekiz katın varlığı
saptandığını söyledi ve höyük oluşumunu anlattı. Beş
kademe tarihi aydınlanmıştı. Bu bilimsel kazı ile
höyükte MÖ 6300 yılına kadar yani 8300 yıl
biliniyordu. Bir yapının belirlenen odaları ve
yapılış tarız açığa çıkmıştı. O bölgenin konumu
hakkında da bilgi verdi. Kazı alanı ile önemli
birtarih aydınlanması sağlandığını ve her geçen gün
elde edilen bulgularla bu alanda yaşamın önemi ve
özelliğinin saptandığını söyledi. Eğitimci Ferit
Aydoğan ile birlikte gittiğimiz kazı alanı hakkında
kapsamlı bir anlatı sunan Ozan Özbudak bu alanda
kazının insanın bölgede ilk yerleşimi adına çok
önemli bir çalışma olduğuna da vurgu yaptı. Kazı
ekibinde çalışan diğer asistan öğrencilerle de
tanışıp onlarında Niğde için bu önemli girişimdeki
içtenliklerini görünce mutlu oldum.
Doç.Dr. Erhan
Bıçakcı işini iyi yapan bilen ve Melendiz tarihine
ışık tutacak höyük için önemli çaba ve çalışmalarını
sürdüren bir değer olarak içten ilgi ile son durumu
anlatmasından öte kazı alanı içinde resimlerimize de
olanak tanıdı ve iğne ile kuyu azar gibi hassas
yürütülen çalışmanın fedakar emekçilerini de yaz
sıcağında fotoğraflayıp Melendiz kazı bölgesinden
ayrıldık.
Tyn Haber
(Düzeltilerek), Haber: Ömer Fethi Gürer, 30.08.2012
|
DEFİNECİLERE SUÇÜSTÜ
Malatya'nın Arguvan
İlçesi'nde kaçak kazı yapan 2 kişi göz altına
alındı.
Alınan bilgiye göre,
devriye gezen Arguvan İlçe Jandarma Komutanlığı'nda
görevli ekipler, Yazıbaşı Köyü yakınında, yol
kenarında park halindeki bir araçtan şüphelendi.
Araçlarından inen ve bölgeyi gezen ekipler, bir
ağacın altında kaçak kazı yapan iki kişiyi suç üstü
yakaladı.
Göz altına alınan M.A.Y.
ve M.K. isimli şüpheliler, adli mercilere sevk
edildi.
Malatya Aktüel, 30.08.2012
|
SİDE MÜZESİ ANTİK KENTTE
TEMİZLİK YAPACAK İŞÇİ BULMAKTA ZORLUK ÇEKİYOR

Antalya Side Müze
Müdürlüğü, Side antik kentinde tarihi eserlere zarar
veren otları temizleme işinde çalışacak işçi
bulmakta zorlanıyor.
Türkiye İş Kurumu
(İŞKUR)’nun Side antik kentinde temizlik çalışması
yapması asgari ücret maaşıyla aldığı 10 işçiden 8′i parayı yetersiz bularak işi bıraktı. İŞKUR’un tarihi ören yerleri temizleme işsizliği önleme projesi kapsamında işi aldığı 2 işçi Side antik kentinde bulunan zararlı otların tarihi eserlere zarar vermemesi için günlük temizlik çalışmasını sürdürüyor. İki işçinin sözleşme gereği antik şehirde 6 ay temizlik çalışması yapacağı belirtildi.
Side Müzesi Müdürü Güner
Kozdere, tarihi şehirde temizlik yapacak işçi
bulmada zorladıklarını söyledi. İŞKUR’un Side antik
kentinde temizlik çalışması için işe aldığı 10
işçiden 8′nin değişik gerekçelerle işten ayrıldığını
belirten Kozdere, köyden gelen işçilerin işten çıkma
gerekçelerinde en önemli sıkıntılarının ulaşım
sıkıntısı çekmeleri olduğunu dile getirdiklerini
ifade etti. Kozdere, “Tarihi antik şehirde temizlik
çalışmalarımız aralıksız sürüyor. En önemli
sıkıntımız tarihi şehirde temizlik çalışması
yaptırmada işçi sıkıntımız var. 10 işçiden 8′i
değişik gerekçelerle işten ayrıldı.” dedi.
Öte andan tarihi kette
kazı çalışması yapan Anadolu Üniversitesi Arkeoloji
Bölümü’nün kazı yapacak elaman bulmada zorluk
çektiği belirtildi.
haberler.com, 30.08.2012
|
ARAP BİRLİĞİ'NDEN İSRAİL'E UYARI
Arap Birliği,
İsrail’i, 5 Eylül’de Bi’r es-Seba Camisi’nde
yapacağı içki festivali konusunda uyardı.
Arap Birliği’nden yapılan yazılı açıklamada,
Bi’r esSeba Camisi’nde yapılacak içki festivalinin
tehlikeli sonuçlar doğuracağı uyarısında bulunuldu.
Açıklamada, “İsrail
bu tür eylemlerle halkı provoke edip gerilime
davetiye çıkarıyor.
İsrail, bu tavrı ile uluslararası hukuk
ilkelerine ve dünyanın dört bir yanındaki 1.5 milyar
Müslüman’ın dini değerlerine aldırmadığını açık bir
şekilde ortaya koyuyor’’ denildi.
İsrail’in Bi’r es-Seba Belediyesi, kentteki eski
Osmanlı eseri Bi’r es-Seba Camisi’nin avlusunda 5
Eylül’de, 30
İsrail şarap üretim firmasının katılımıyla içki
festivali düzenleyeceğini açıklamıştı.
Habertürk, 30.08.2012
|
|
|
DÖRTYOL'DA "İLK KURŞUN
MÜZESİ" RESTORASYONU
Hatay, Dörtyol
İlçesi'nde, ''İlk Kurşun Müzesi''nin geçtiğimiz yıl
başlayan restorasyon çalışmalarının aslına uygun
olarak yapılması için Valilikçe revize edildiği
bildirildi.
Mimar Eda Yıldırım,
yaptığı açıklamada, Özerli Mahallesi'nde bulunan ve
''İlk Kurşun Müzesi'' olarak kullanılacak tarihi
binanın güzel bir görünüme kavuşturulacağını
kaydetti.
Valilikçe revize edilen restore çalışmaları
kapsamında müzeye mumya heykeller ve o döneme ait
eserlerin sergileneceğini ifade eden Yıldırım,
restorasyon çalışmalarının kısa sürede tamamlanması
için çalıştıklarını belirtti.
Hatay Gündem, 30.08.2012
|
TARİHİN GİZLİ BELGELERİ
GÜN YÜZÜNE ÇIKIYOR
Kilis Oylum Höyük
arkeolojik kazıları sonucunda el yazısıyla ve küçük
işaretlerle Hititçe yazılmış “çivi yazılı kil
tablet” bulunduğu bildirildi.
Kazı Başkanı ve
Cumhuriyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji
Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Atilla Engin, yaptığı
yazılı açıklamada, 4 bin yıllık uykusundan uyanan
“Oylum Höyük”teki yazılı belgelerin nihayet
“konuşmaya” başladığını belirtti.
Bulunan tablette antik
kentin isminin yazıldığını ifade eden Engin,
açıklamasında şunlara yer verdi:
“Kilis’in varoşların
içinde yer alan ve şu sıralar iç savaşla didinen
Suriye sınırından sadece taş atımı uzaklıkta yer
alan Oylum Höyük’te ilk kazılar 20 yıl önce
Hacettepe Üniversitesi’nden Prof. Engin Özgen
tarafından başlatılmıştı. Şu anda ise benim
sürdürdüğüm arkeolojik kazılar nihayet en önemli
buluntularından birini verdi. Hititçe yazılmış çivi
yazılı kil bir tablet. Bu iyi fırınlanmış, çok güzel
el yazısıyla ve küçük işaretlerle yazılmış tabletin
önemi, Güneydoğu Anadolu ve kuzey Suriye bölgesinde
Tarsus, Emar-Meskene, Ugarit, Afes-Hatarikka ve
Alalah’tan sonra Hititçe tablet veren 6. kazı yeri
olmasıdır. Bu yıl ele geçen tablet, hiç kuşkusuz bir
çok açıdan önemlidir.”
Doç.Dr. Engin, devasa
boyutlu bir höyük olan Oylum Höyük’ün Tunç
çağlarında antik isminin “Irrita” olduğunun tespit
edilmesinin, bölgenin tarih ve tarihi coğrafyasını
tümüyle değiştirecek çok önemli bir ipucu olduğunu
vurguladı.
Anadolu ve kuzey Suriye
topraklarında kazıları devam eden yüzlerce höyük ve
ören yerinin antik isimleri bilinmezken, bir
tarihçi, filolog ve arkeoloğu, kazdığı yerin neresi
olduğu konusunda kendisini bilgilendiren bir belgeye
sahip olması kadar mutlu eden bir başka buluntu
olmadığını belirten Engin, açıklamasını şöyle
sürdürdü:
“Tabletin yayınını
üstlenen ve geçici değerlendirmesini yapan Münih
Üniversitesi’nden emekli, Çorum Hitit Üniversitesi
Hitit Uygarlığı Araştırma Merkezi Müdürü Prof.Dr.
Ahmet Ünal’ın verdiği bilgiye göre ‘Irrita kenti’nin
ismi ‘Mitanni’ başkenti ‘Wassukanni, Urussa,
Kargamis, Suta’ ve bir ırmakla (Mala, Fırat)
birlikte Babilce ve Hititçe metinlerde sık sık
geçmekte. Askeri ve stratejik açıdan önemli bu
bölgenin Mısır, Babil, Mitanni, Hitit ve diğer
güçler arasında paylaşılamayan bir oyuncak olduğu
görülmektedir.”
-Tabletin içerdiği
bilgiler
Tabletin kırıldığını ve
sadece ön yüzünün yukarı orta kısmının korunduğunu
dile getiren Engin, belgenin “kırık dökük” haline
rağmen çok önemli ip uçları verdiğini aktardı.
Belgenin, Kargamiş veya
Hitit başkenti Hattuşa’da ikamet eden bir Hitit
kralıyla “Irrita” kralı veya burada görev yapan
yüksek dereceli devlet görevlilerine yönelik bir
antlaşma ya da onlara yönelik bir buyruk olduğunu
bildiren Engin, açıklamasını şöyle tamamladı:
“Büyük kral askeri
yenilgiden sonra kentin Hitit idaresi altına
sokulduğunu, kent idarecisine (kral, memur-)
askerleri ve savaş arabalarıyla birlikte yemin
ettirildiğini, düşmanların Irrita’ya gelip isyan
çıkarmaya kalkışmaları durumunda kendisine haber
verilmesini, gerekli durumlarda yardımcı birliklerin
gönderilmesini ve düşmana karşı sefere çıkılmasını,
tebaların kaçmaları durumunda yakalanıp teslim
edilmelerini, hiç bir şeyin veya toprak parçasının
kaba kuvvetle alınmamasını buyurmaktadır. Tabletin
arka yüzünde sadece bir kaç satır vardır. Burada
antlaşma hükümlerine tanıklık yapan yemin
tanrılarının isimleri geçer ki, bunlar arasında
Tumma ve Dunna kentleri tanrıları vardır.”
haberler.com, 30.08.2012
|
8 BİN 500 YILLIK MAMA
KAŞIĞI

İzmir’in Bornova
İlçesi’ndeki Yeşilova Höyüğü’nde, 8 bin 500 yıllık
mama kaşığı bulundu. 5 santimetrelik kaşığın
kadınlar tarafından kutsal kabul edildiği, ana
tanrıçayı da temsil ettiği bildirildi. Bornova
Belediyesi’nin de desteği ile Ege Üniversitesi’nin
yürüttüğü kazılarda gelinen aşama, kahvaltılı
toplantıda tarih meraklılarına anlatıldı.
Bornova Belediyesi’nin destek verdiği ve Ege
Üniversitesi’nce yürütülen Yeşilova Höyüğü’ndeki
kazılarda gelinen aşama, üçüncüsü yapılan geleneksel
kahvaltılı buluşmada tarih meraklılarına anlatıldı.
Kazı alanında yapılan ve Bornova Belediye Başkanı
CHP’li Prof.Dr. Kamil Okyay Sındır’ın da katıldığı
toplantıda, son bir yıl içinde çıkarılan tarihi
eserler sergilendi.
Yeşilova Höyüğü Kazı Başkanı Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi
Yrd. Doç.Dr. Zafer Derin başkanlığında yürütülen
kazılarda, son bir yılda 150 yeni eser bulunduğu
belirtildi. Bu eserler içinde çeşitli su kapları, 8
bin 500 yıllık bir mama kaşığı, panter kabartması,
mühürler, 5 bin yıllık bronz balta ve balık
kılçıklarının olduğu açıklandı. Çeşitli kapların
üzerine yapılan panter kabartmasının da Bornova’ya
özgü bir tür olabileceği açıklandı.
Yrd. Doç.Dr. Zafer Derin, Yeşilova Höyüğü’nde
bulunan 8 bin 500 yıllık mama kaşığının arkeolojik
kazılarda nadir bulunan bir eser olduğunu söyledi.
Yrd. Doç.Dr. Derin, "Bunun annenin boynunda asılı
duran, her an çocuğunu beslemek için kullandığı bir
kaşık olduğunu düşünüyoruz. Ege Bölgesi’nde ilk kez
bu kadar eski tarihe dayanan bir kaşık bulundu. Bu
kaşığın dinsel ve kutsal bir özelliği de var.
Annelerin her zaman kullandığı birşey değil. Bu
kaşıkla çocuklara doğar doğmaz ilk su da verilmiş
olabilir. Çocukların kutsanması amacıyla kullanılan
bir kaşık olduğunu düşünüyoruz. Kaşığın ana
tanrıçayı da temsil ettiğine dair bulgular var"
dedi.
Yrd. Doç.Dr. Derin, kazı çalışmalarında geçen yıl 30
eser bulunurken, bu yıl sayının 150’ye yükseldiğini
belirtti. Yrd. Doç.Dr. Zafer Derin, "Bugüne kadar
bulunan eser sayısı 1000’e ulaştı. Höyüğün her
yerinden tarihi eserler fışkırıyor. İlk kez hem 8
bin 500 yıl hem de 5 bin yıl öncesine ait çok
belirgin net kalıntıların aynı kazı alanından
çıkması çok büyük bir zenginlik" diye konuştu.
Bornova Belediye Başkanı Prof.Dr. Kamil Okyay
Sındır, Yeşilova Höyüğü’ndeki kazı çalışmalarında 8
bin 500 yıllık bir tarihin günyüzüne çıkarıldığını
söyledi. Prof.Dr. Sındır, "Bornova Belediyesi olarak
bu tarih zenğinliğinin ortaya çıkarılmasında,
çocuklarımıza ve yurttaşlarımıza tanıtılmasında ve
sergilenmesinde etkin rol oynamaktan büyük gurur
duyuyoruz. Buradaki arkeolojik kazının çok önemli
bir sosyal boyutu da var. Çevre mahallelerde oturan
yurttaşlarımız Yeşilova Höyüğü’nü sahiplendi,
çalışmaları büyük bir ilgiyle izliyorlar. Her gün ne
eser çıkmış diye takip ediyorlar. Biz buradan çıkan
eserlerin sergilenmesi ve turizm potansiyelinin
artırılması amacıyla Yeşilova Höyüğü Ziyaretçi
Merkezi projesini hazırladık. Son derece özgün bir
mimariye sahip olan Ziyaretçi Merkezi’nin yapım
ihalesini de gerçekleştirdik. Kısa süre içinde
çalışmalar başlayacak ve buradan çıkan eserler yine
aynı alan içinde sergilenebilecek. Böylece 8 bin 500
yıllık bir yaşam öyküsünü hep beraber yazmaya devam
edeceğiz" dedi.
Vatan, 30.08.2012
|
KANDİNSKY'YE REKOR FİYAT
Soyut resmin öncülerinden Rus ressam Wassily Kandinsky'nin 1909 yılına ait "Study For Improvisation 8" (Doğaçlamaya Hazırlık 8) adlı yağlı boya çalışmasının rekor fiyata satılması bekleniyor.
Londra'da Christie's Müzayede Evi'nde 7 Kasım'da yapılacak müzayedede tablo 20 ile 30 milyon dolar arasında satışa sunulacak. Tablo müzayede öncesinde beş gün boyunca Rockefeller Center alanında sergilenecek.
Kiev'in duvarlarla örülü tarihi şehrinde sıralanan kubbeleri ve konakları resmeden tabloda şehrin kapısının dışında duran iki erkek figürünün etrafındaki hacılar da dikkat çekiyor.
Kandinsky'nin bugüne kadarki en pahalı tablosu, 1914 yılına ait olan "Fugue" adlı eseriydi ve 1990 yılında 20.9 milyon dolara satılmıştı.
Habertürk, 30.08.2012
|
 |
|
CEMAAT TAŞINMAZLARINA TESCİL
Cemaat vakıflarının
mallarının iadesini öngören 5737 sayılı Vakıflar
Kanunu'nda yapılan düzenleme kapsamında vakıflara
ait taşınmazların tescili için öngörülen başvuru
süresi önceki gün sona erdi. Tescil talebine ilişkin
başvurular, Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne ulaştı. Buna
göre, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve İstanbul,
Diyarbakır, Bursa, Hatay, Balıkesir ve İzmir'de, 165
cemaat vakfından 115'i bin 452 taşınmaza ilişkin
tescil talebinde bulundu. Genel Müdürlüğün
verilerine göre tescil başvurularında, İstanbul'daki
97 cemaat vakfı bin 17 taşınmazın tescili için
yaptığı başvuruyla ilk sırada yer alıyor.
Başvurular, Vakıflar Meclisi'nin toplantılarında
sırayla sonuçlandırılacak. Vakıflar Meclisi, bugüne
kadar 84 taşınmaza ilişkin tescil talebini
değerlendirirken, 51 taşınmazın tescilini uygun
gördü.
Sabah, 30.08.2012
|
'SAHTE TARİH' DUBAİ'DEN
DÖNDÜ
Aktüel Arkeoloji
Dergisi Eylül-Ekim sayısında Dubai bağlantılı ilginç
bir tarihsel eser kaçakçılık olayının içyüzünü
açıklıyor. Dergi, Türkiye’den kaçırılan ve Ankara’ya
geri verilen 23 parça Roma Dönemi eser arasındaki
iki heykelin sahte olduğunu saptadı.
Nisan 2007’de Birleşik
Arap Emirliklerin Dubai kentinin Şarika Havaalanına
Türkiye’den kaçak gönderilen 23 parça tarihi eserin
bulunduğu bazı kargoları yerel gümrük yetkilileri
incelemeye almış ve durumu Türk yetkililerine
bildirmişlerdi. Görüşmelerden sonara Kültür
Bakanlığınca Dubai’ye gönderilen arkeologlar tarihi
eserleri, Temmuz 2007’de teslim alıp Ankara’ya
Anadolu Medeniyetleri Müzesine getirdiler. Bu
yapıtları yurtdışına taşıma işini yapan şirket
hakkında da soruşturma başlatıldı. Olay hakkında
İstanbul 1. Ağır Cezada dosya açıldı.
Olayın araştırmasını
yapan Özgen Acar, iki heykelin ilginç öyküsünü
dergide özetle şöyle açıkladı: “Bakanlıkça resimleri
basına dağıtılan 23 eser arasındaki iki heykel
dikatimi çekti. Biri aşk tanrıçası Afrodit, ötekisi
sağlık tanrısı Asklepios heykelleriydi. Tanır
gibiydim! Araştırdığımda ‘tıpatıp’ aynılarının
Selçuk Müzesinde olduklarını saptadım. İki heykel
Selçuk’takilere benzemeyi bırakın ‘milimetrik
olarak’ uyum gösteriyorlardı.
Selçuk Müzesinden bu iki
heykel çalınmadıklarına göre Dubai’de el konulan
heykeller neyin nesiydiler? Araştırmalarım sonucunda
Dubai’dekilerin ‘sahte’ olduklarını, Kültür ve
Turizm Bakanlığının verdiği izinle Selçuk
Müzesindeki heykellerden alınan kalıplardan
döküldüklerini saptadım!”
İzmir’deki bir firma,
mermerden yapılan özgün Afrodit ve Asklepios
heykellerini bu kalıplardan “mermertozu” ve
“polyesterden” dökmüşlerdi. Ancak bu maddeler hafif
oldukları için döküm heykellere ağırlık kazandırmak
amacıyla içlerine “kurşun” ve çinko, aliminyum,
magnezum ve bakır alaşımı olan, kırılmaya dayanıklı
“zamak” eklenmişti.
Eski eser kaçakçıları,
yeni oluşan Ortadoğu piyasasında alıcıları da
kandırmak istemişler, nakliyeciler de bunları
gümrükten ellerini kollarını sallayarak
geçirmişlerdi. Ancak Dubai gümrükçüleri bu eserleri
geri verip, resimleri Bakanlıkça açıklanınca Özgen
Acar araştırması sonrasında bu ilginç sahtecilik
olayını ortaya çıkardı.
Aktüel Arkeoloji
Dergisi 29. Sayı Kazı Hikayeleri
Bu sefer kazılanın değil kazanların hikayesinin
anlatıldığı bir sayı çıktı. Arkeoloji nedir,
arkeolojik kazılar nasıl ve neden yapılır.
Arkeologlarların merak edilen kazı deneyimleri ve
yaşamları yaşadıkları ve sıkıntılarının anlatıldığı
bir sayı… NTVMSNBC ‘nin Yeşil Ekran programı ile
tanıdığı Nevzat (Hoca) Myra – Andriake kazılarının
hikayesini anlatıyor. Kazılar nasıl başladı, kimler
destek oldu ve bir kazı yapmanın sadece eser
çıkarmak değil bunun arkasında onlarca önemli işin
gerçekleştiğini anlatırken Cevdet Bayburtlıoğlu’nun
30 yıllık aşkı Arykanda ile yaşadıklarının hikayesi
sizi başbaşka bir dünyaya çekecek hem sevindirecek
hem de hüzünlendirecek. Tuba Ökse’nin arkeoloji
aslında Indıana Jones meselesi değildir ile başlayan
anlatımı Aykan Özener’in bir yol hikayesi ile
sonlanıyor.
Ntvmsnbc, 29.08.2012
|
SİRKELİ HÖYÜĞÜ'NÜN
İNSANLIK TARİHİ AÇISINDAN ÖNEMİ ORTAYA ÇIKARILIYOR

Adana Valisi
Hüseyin Avni Coş ve Büyükşehir Belediyesi Başkan
Vekili Zihni Aldırmaz, Ceyhan İlçesine bağlı Sirkeli
Köyü höyüğünde Hitit dönemine ait tarihi
kalıntıların ortaya çıkartıldığı kazı çalışmalarını
denetledi.
Coş,
İsviçre'nin Bern
Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof.Dr. Miroslav
Novak başkanlığında
Çanakkale Onsekiz Mart
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim
Görevlisi Yrd. Doç Dr. Ekin Kozal ve Kültür
Bakanlığı'ndan Arkeolog Hüseyin Toprak'ın yürüttüğü
kazı çalışmaları hakkında bilgi aldı.
Çanakkale Onsekiz
Mart Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim
Görevlisi Yrd. Doç Dr. Ekin Kozal, 2006 yılından bu
yana belirli dönemlerde kazı çalışması yaptıklarını
bildirdi.
İskenderun Su Gözü
Enerji Santrali (İSKEN)'nin sponsorluğunda 1 Temmuz
itibarıyla başlayan yeni dönem kazı çalışmalarının
eylül ayına kadar devam edeceğini belirten Kozal,
"Sirkeli Höyüğü, tarihsel olarak doğu Çukurova'nın
en önemli yerleşim birimlerinden biridir. Ceyhan
Nehri'nin kıyısında bulunan bu höyük, aynı zamanda
ticari ve doğal yolların kesişme noktasında olması
nedeniyle büyük değer taşıyor. Tarihsel açıdan
bölgedeki en büyük höyüklerden biri. Buradaki
çalışmalarımızda, höyüğün insanlık tarihi açısından
önemini ortaya koymaya çalışıyoruz." dedi.
Sirkeli Höyüğü'nü değerli kılan en önemli
özelliklerden birinin de Anadolu'nun en eski Hitit
kabartması olduğu belirtilen Hitit Kralı 2.
Muwatalli'nin kaya üzerine yapılan rölyefi olduğunu
dile getiren Ekin Kozal, "Kazı çalışmalarına yeni
yöntemlerle ve yeni kazı alanlarıyla başladık. Hitit
Kralı 2. Muwatalli'nin Mısırlılarla yapmış olduğu
Kadeş Savaşı'nın ardından buraya yapılan rölyefinin
korunması gerekiyor. Kadeş Savaşı'ndan sonra yapılan
ilk barış anlaşmasını imzalayan kişi olmasından
dolayı burası önemlidir ve dünya turizmine
kazandırılmalıdır." diye konuştu.
Kazı çalışması yapanları kutlayan Vali Hüseyin Avni
Coş, "Bilim adamlarımız kazı çalışmalarını yapıyor.
Bilim adamlarının öncülüğünde, raporları
çerçevesinde üzerimize düşen görevi yerine
getireceğiz." şeklinde konuştu.
Büyükşehir Belediyesi olarak kazı çalışmalarına
katkı koymaya hazır olduklarını vurgulayan Zihni
Aldırmaz, tarihi değerlerin ortaya çıkmasında emeği
geçenlere teşekkür etti. Sirkeli Köyü höyüğündeki
incelemelere İsviçre'nin
Ankara
Büyükelçiliği Müsteşarı Didier Chassot, Ceyhan
Kaymakamı Gürbüz Karakuş, Ceyhan Belediye Başkanı
Hüseyin Sözlü, İl Kültür ve Turizm Müdürü Nuh
Yıldız, İl Gıda, Tarım ve Hayvancılık Müdürü Hamit
Aygün ile Adana
Müze Müdürü Kazım Tosun Ceyhan katıldı. Geziden
sonra Zihni Aldırmaz, İsviçre'nin
Ankara
Büyükelçiliği Müsteşarı Didier Chassot'a
"Çukurova'da Doğa ve Tarih" kitabını hediye etti.
Star Gündem, 29.08.2012
|
TRABZON AYASOFYA
MÜZESİ'Nİ CAMİ YAPINCA KİM NE KAZANACAK?

Trabzon Vakıflar Bölge
Müdürlüğü Ayasofya Müzesi’nin camiye çevrilip
ibadete açılmasının yeniden gündeme gelmesiyle,
TÜRSAB Genel Başkanı Başaran Ulusoy, 13-14 Eylül’de
Trabzon’a gidiyor.
Başbakan Yardımcısı
Bülent Arınç’ın Trabzon’daki Ayasofya Müzesi’nin
camiye çevrileceği açıklaması üzerine turizmciler
yapının müze olarak kalması için harekete geçti.
Bölgede pek çok cami olmasına rağmen, üstelik
ihtiyaç varsa -ki olmadığı biliniyor- yenileri
yapılabilecekken müzenin camiye çevrilmesi kararına
tepki duyan TÜRSAB Doğu Karadeniz Bölgesel Yürütme
Kurulu Başkanlığı, Ayasofya’nın müze olarak kalması
için Genel Başkanları Başaran Ulusoy’a başvurdu.
Ulusoy, 13-14 tarihlerinde konuyla ilgili görüşmeler
yapmak üzere Trabzon’a gidiyor.
Trabzon Ayasofya Müzesi,
Geç Bizans mimari yapı örneklerinden biri. Kapalı
kollu haç planlı, yapıda Adem ile Havva kabartmalı
frizler, güney cephesindeki kemerin kilit taşı
üzerinde Trabzon’da 257 yıl hüküm süren
Komnenosların sembolü olan tekbaşlı kartal motifi,
kubbede İsa tasviri, melekler, 12 havariler, İsa’nın
doğumu, vaftizi, çarmıha gerilişi, kıyamet günü gibi
sahneler yer alıyor.
Yapı, İstanbul’un
Latinler tarafından işgaliyle Trabzon’a kaçan ve
1204 yılında burada bir devlet kuran Komnenos
ailesinden Kral I.Manuel (1238-1263) tarafından
1250-1260 yılları arasında yaptırılmış. “Kutsal
Bilgelik” anlamına gelen Ayasofya adını taşıyan bu
manastır kilisesi, Fatih Sultan Mehmet’in 1460’ta
Trabzon’u almasıyla camiye çevrilmiş.
Yapı ayrıca Selçuklu
İslam sanatının taş işçiliğinin en güzel
örnekleriyle de bezeli. Kuzey ve batıdaki revak
cephelerinde görülen geometrik geçmeli bezemeleri
içeren madalyonlarla, batı cephesinde görülen
mukarnaslı nişler Selçuklu taş işlemelerindeki
özellikleri taşıyor.
Trabzon Ayasofya Müzesi,
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Trabzon’u Rusların
işgal etmesiyle askeri karargah, hastane, depo ve
savaştan sonra yine cami olarak kullanılmış.
1958-1962 yılları arasında Edinbourg Üniversitesi ve
işbirliği ile Vakıflar genel müdürlüğü işbirliğinde
restore edilmiş, 1964 yılında müzeye çevrilmiş.
Tarihçesinden de
anlaşılacağı gibi yapı bir dünya kültür mirası. Yani
üzerinden geçen tüm devletlerin, kültürlerin tarihi
izlerini ve bölgenin tarihsel serüveninin tanığı
yapı, artık hiç kimsenin, hiç bir dinin, inancın
malı değil; İnsanlığın ortak mirası…
Dolayısıyla özenle
korunup, kollanıp, gelecek kuşaklara aktarılması
gerekiyor. Doğrusu medeniyetler beşiği Türkiye’ye de
bu yakışıyor… Müzeler kurup, bekçisi olduğumuz
kültürel ve tarihi mirasları geleceğe taşımak
yerine, eldekileri azaltmak gibi bir tavrın kime ne
faydası olacağını anlamak ise çok zor…
Bakanlık müzeyi
boşaltsın, cami yapacağız
Hal böyleyken Trabzon
Vakıflar Bölge Müdürlüğü, müzenin camiye çevrilip
ibadete açılması için Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın
müzeyi boşaltıp teslim etmesini bekliyor.
Başbakan Yardımcısı
Bülent Arınç’ın açıklamaları sonrası Ankara nezdinde
somut bir gelişme olmadığını ifade eden Vakıflar
Trabzon Bölge Müdürü Mazhar Yıldırımhan, “Ayasofya
ile ilgili nasıl bir gelişme olacağını bizler de
bekliyoruz. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ilk
etapta Ayasofya’yı boşaltması lazım. Sonra bize
teslim edecek biz de ondan sonraki çalışmaları
yapacağız. Bu işin Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın
mülkiyetimizde olan yeri bize geri vermesiyle
sonuçlanmasını bekliyoruz. Siyasi iradenin yapacağı
budur. Siyasi irade Kültür ve Turizm Bakanlığı’na
‘burayı boşalt’ diyecek. Biz bunun gerçekleşmesini
bekliyoruz. Bunun sonrasında gerekli çalışma
yapılacak ve Ayasofya cami olarak ibadete
açılacaktır” dedi.
Şaka gibi…
Öte yandan TÜRSAB Doğu
Karadeniz Bölgesel Yürütme Kurulu Başkanı Suat
Gürkök Ayasofya Müzesi’nin turizm noktasında önemli
bir işlevi olduğunu belirterek, Ayasofya’nın müze
olarak kalması için TÜRSAB Genel Başkanı Başaran
Ulusoy nezdinde girişimde bulunduğunu açıkladı.
Gürkök, “Ayasofya’nın camiye çevrilmesini tasvip
etmiyorum. Mesele hassas bir konudur. Ama biz
Ayasofya’nın camiye çevrilmesinin kente bir yarar
sağlayacağını düşünmüyoruz. Turizme katkısı olan bu
tarihi kültürel eserin kaybedilmesi ciddi şekilde
ekonomik zarar verecektir. Genel Başkanımız Sayın
Başaran Ulusoy Eylül’ün 13-14 ünde Trabzon’da
olacak. Kendisinin bu anlamda açıklamaları ve somut
girişimleri olacaktır” dedi.
İbretlik açıklama
Bu konuda açıklama
yapanlardan biri de Trabzon Küçük Orta Büyüklükteki
İşletmeler Derneği (KOBİDER) Başkanı Nurettin
Özgenç. Özgenç’in ibretlik açıklaması şöyle; “Tarihi
binayı üç-beş kişi gezecek diye müze olarak tutupta
binayı çürütmenin bir anlamı yok. Ayrıca etrafında
bulunan kafe ve çay ocaklarında üç beş tane çay
fazla satılacak veya birkaç tane turistik eşya
satılıyor diye ecdadın vakfettiği yapı müze olarak
kullanılmamalı. Ayasofya’nın bir oldu bittiyle müze
haline getirildiğini biliyoruz. Bu durumu savunmak
ve bu haksız duruma sahiplik etmenin Şehri feth eden
Osmanlı padişahına karşı yapılmış ve yapılacak olan
en büyük yanlıştır. Hatta bu durum ihanet ile eş
değerde sayılabilir” diye konuştu.
Turizm Habercisi,
29.08.2012
|
PICASSO İLE DUCHAMP KARŞI KARŞIYA GELİYOR
İsveç’in başkenti Stocholm’deki Modern Sanat Müzesi, yeni bir sergide 20’nci yüzyılın iki modernist sanatçısı Pablo Picasso ile Marcel Duchamp’ın sanatsal yaklaşımlarındaki karşıtlığı vurgulayacak şekilde eserlerini bir araya getiriyor.
‘Picasso/Duchamp: O yanılıyordu’ adlı sergi geçen cumartesi açıldı. Serginin adı Picasso’nun, Duchamp’ın 1968’deki ölümü sonrası Fransız sanatçı hakkında sarf ettiği meşhur yorumdan alınmış. Sergi bu nedenle iki ustanın ölüm sonrası tiyatral bir karşılaşması gibi tasarlandı. Müze küratörü Daniel Birnbaum iki sanatçının hayattayken hiç bir araya gelmediğini ve birbirlerinden hiç hoşlanmadıklarını belirterek “Resme bir sanat biçimi olarak meydan okuyan kavramsal bir yaratıcı olan Duchamp’ın nesnelliği ile Picasso’nun öznelliğini içeren eserlerin karşıtlığı ilk kez sanatseverlere bir arada sunulacak” diye konuştu. Sergi 3 Mart 2013’e kadar görülebilecek.
Hürriyet, 29.08.2012
|
 |
ÇİRKİN MİMARİ SİLUETİ HEP BOZAR

Medya ve kamuoyunun mimari konulara istisnai
ilgisi Taksim ve Cami mimarisinden sonra Haliç
Köprüsü ve silueti üzerinden sürüyor.
Perspektif ve yerin ruhu
Medya ve kamuoyunun mimari konulara istisnai ilgisi
Taksim ve Cami mimarisinden sonra Haliç Köprüsü ve
silueti üzerinden sürüyor. Ara Güler gibi
İstanbul’un gözü, Murat Belge gibi dili ve sesi
olmuş kişiler de söz alınca akan sular durur gerçi,
ama konu Haliç ve siluet olunca, kaldıracağı epeyce
laf var. Önce: Haliç’e yapılacak köprünün silueti
bozacağına kuşkum yok, ama neden ve nasıl?
UNESCO’nun başlattığı hata elbirliği ile pekişiyor.
Bozma nedeni külliyelerin önünü kapatması değil,
nesneler ve binalar aynı sıra ve hizada olmadıkça
başkalarını kapatamazlar, çünkü her yer/şey gibi
şehir de perspektif içinden algılanır, dolayısıyla
bir köprü ne kadar çirkin olsa perspektifi
kapatamaz; sorun başkadır. Hata şurada sanırım:
şehir, sinema salonu gibi değildir, nasıl önümüzde
kabarık saçlı biri olunca perdeyi göremezsek bu algı
şehre de taşınıyor. Oysa ilkinin nedeni aynı sıra ve
hiza düzeni içinde oturulmasıdır, yeryüzünde
nesneler ve binalar böyle sıralanmazlar, perspektif
açıları baskın olacaktır. Peki, Haliç’teki köprüye
karşı çıkmak neden meşrudur o zaman? Çirkin ve
uyumsuz nesne, ardını kapatacağından değil görünmez
olamayacağından varlığıyla çevreyi (burada Haliç’i)
zedeler. Baskın özelliği geçirgenlik olan tasarım,
daha görünmez olabilirdi. Belge, köprünün bir nesne
olarak felsefesi olmalı demiş, aslında bütün
binaların olmalıdır; yapılabilecek sayısız binadan
niye ötekilerin değil de onun yapıldığı hakkında
okunaklı bir mesajı, güvenli bir duruşu olmalıdır.
Ağaoğlu,Hürriyet ’te Zeytinburnu’na fare yuvası
demiş. İnsanların 50 yıldır yaşadığı yer fare yuvası
olamaz; kaldı ki Zeytinburnu da kentleşmenin her
türlü zaman ve mekan katının izini taşıyan erken
gecekondu bölgesi olarak otantik özelliğe sahiptir
ve kendine has kriterlerle korunması gerekir. Tabii
orada hassasiyetle yorumlanacak olan, siluet değil
iç örüntü katmanlarıdır. Ama zaten Ağaoğlu, TOKİ
gibilerin tahammülsüzlüğü tam da patina dediğimiz
yaşanmışlık emarelerine. Şehir dedik, ama her
yer/şey perspektif olarak algılanır; mesela oturma
odamıza berbat bir halı koysak 1 cm’lik yüksekliği
ile eşyaların önünü kapatacağından değil, odanın her
yerinden görünüp tüm açıları birden berbat
edeceğinden bozar odayı.
Demek ki Haliç'teki durum dile
geldiğinden daha da vahim, sırf
Süleymaniye'nin ve/ya Ayasofya'nın
konturları değil, bütün farklı
perspektifleriyle Haliç kurban gitmiş
olacak köprüye. Tüm kırılganlığıyla
Haliç kaldıramaz bu yükü.
Ağaoğlu'nunHürriyet 'teki yorumu: siluet
bu kadar dokunulmazsa Ayasofya'dan sonra
Süleymaniye de yapılamazdı(!) mantığı,
sadece şehir değil her türlü tarih
yorumu bakımından geçersizdir ve
Türkçemizin "hala-amca" özdeyişi
hazırcevap bir klişe olarak durmaktadır
kültürümüzde. Tabii ki siluet tek kriter
değil, ve zamanında Sultanahmet'e
bugünün bakışıyla karşı çıkılsaydı,
nedeni siluet değil, gömdüğü Bizans
sarayı olurdu, ama şehrin en önemli
özelliği devingenliğidir ve her yeni
yapı vs. müdahale yeni bir durum
doğurur. Zaten Ağaoğlu gibi şehrin yüzde
70'ini arsa olarak görmek için sadece
değişimi değil, hiçbir özelliğini
anlamamak gerekir ve sadece yanlış
değil, tehlikelidir de; çünkü,
şehirlilerin yaşamlarını ve hatıralarını
kıyıma uğratmadan şehri silip-süpürmek
mümkün değildir.
Sembol
Bir de naif sembolizm meselesi var ki buradan
Belge'nin dediği felsefi konulara geçilebilir.
Buradaki boynuz gibi, bir yerin tesadüfi bir
özelliğini alıp ona öykünmek, takınılabilecek en
naif ve düşünceye/ duyuya/ duyguya kapalı tutumdur.
Nevzat Sayın kayısı gibi mi yapsaydı Malatya'daki
camiyi? Haliç'in ucu uçaktan bakınca boynuzu
andırır; ve yine tesadüfen mitolojik atıf ile Batı
dillerinde "altın boynuz" denmiştir. Boynuz formunu
üçüncü boyuttaki köprü ayağına taşımanın, CHP
binasını altı oka benzetmekten farkı yoktur. Daha
beteri altın rengine boyamak olurdu, naif sembolizm
etrafı manasızca kirletir, hantal ve sakar izler
bırakır. Oysa İstanbul ve Haliç izi sürülebilecek ne
ilham kaynaklarıyla yüklü, naif sembolizm hepsinin
önünü kestirmeden tıkıyor.
İzlenim
Bir konu daha var: siluet yan yana nesneleri
birleştirip silen konturla sonlanır, çizginin
altında kalan perspektifteki binaların titrek yığını
izlenimci eğilimi pekiştirir; ama titremeyi
sınırlayan ufuk çizgisi, doğudaysa sabah, batıdaysa
akşam arkasından gelerek, kontur çizgisi kadar onun
sınırladığı titrekliği de dramatize eden güneşin,
zemin oluşturan kızıllığını da unutmamalı. İşte iyi
bir tasarım, uçaktan görünen şekille değil, ortamın
bu türden özelliklerini yorumunun parçası kılarsa
arka-planı ve felsefesi olmaya başlar; felsefe de
başka ne olabilir zaten? Kant'ın, Hegel'in
sayfalarından çıkacak değil ya. Dahası da var
siluetten söz açılınca:
Türkiye'de de mimarlık yapmış Bruno Taut'un şehri
sadece plan düzleminde ve yerde değil ufuk
çizgisinde ve gökyüzünde de arayanStadtkrone (şehir
tacı) imgeleri de var dağarcığımızda, ki bu
ütopyanın Haliç'in tepelerindeki dev cami
kubbeleriyle taçlanıp, medreselerden serpilip
yamaçlara yayılan siluetinden daha sarih örneği yok
herhalde. Bunlar dururken naif sembollere takılmak
anlaşılır şey değil.
Köprü ve konstrüksiyon
Üstelik iş siluetle ve yerin ruhunu yorumlamakla
da bitmiyor. Bir de masif taş ayakları ve çelik
konstrüktif gövdesiyle köprünün kendi tarihi ve
açılımları var. 20. yüzyılın başından ve sonundan
iki yorum (Otto Wagner ve Norman Foster) ile
örnekledim, üçüncü örnek Chicago'daki aerodinamik
sofistike formunu sekiz şeritli cehennemi trafik
gürültüsü ve keskin Chicago rüzgarının ayazından
korunma refleksinden alan BP yaya köprüsü ki,
birlikte keşfettiğimiz Can Çinici ile bize Gehry'nin
bildiğimiz en iyi işi dedirtmiştir. Sıradan olması
mukadder bir üst-geçit, devasa binalara şekil vermiş
Frank Gehry gibi öncü bir dünya mimarının zengin
külliyatından daha fazla kredi toplayabilmiştir.
Bunlarla sınırlı değil tabii, mimarlık-mühendislik
arakesiti tarihi, yerini güzelleştirirken
iyileştiren örneklerle dolu.
Konu köprüyle de sınırlı değil, örneğin
Calatrava'nın Liege'in merkezine yaptığı garın
strüktürü, diğer işleri gibi, sadece transfer
merkezi benzeri işlevler değil, her türlü
konstrüktif iş için ilham verici; sadece o da değil,
Cecil Balmond, Hanif Kara gibi tazesoluklu
mühendislere de kulak vermek ihmal edilmemeli bu
arada; ama ilhamı alıp kulak kesilecekler, sadece
tasarımcılar değil programlara karar veren
yöneticilerle; yarışmaların problem tanımıyla
kadrosuna ve kazananına karar veren jüriler de
olmalı.
Taraf, Yazı: İhsan Bilgin, 29.08.2012
|
|
DEFİNE AVCILARI YAKALANDI
Harmancık’ta kaçak kazı
yapan 4 kişi yakalandı.
İHA muhabirinin edindiği bilgiye göre, ilçeye
bağlı Çatalsöğüt Köyü Demirciler Mahallesi Bayram
Deresi mevkiinde kaçak kazı yapıldığı ihbarını alan
jandarma 4 kişiyi suçüstü yakaladı.
Yaptıkları
kazılar sonucunda çeşitli tarihi sikke buldukları
öğrenilen E.Ç, K.D, A.S, R.A gözaltına alınırken,
jandarma geniş çaplı soruşturma başlattı.
Bursa Olay, 29.08.2012
|
RAUF PAŞA HANYA'YI KARIŞTIRDI

Girit Adası’ndaki ikinci büyük
yerleşim merkezi olan Hanya’da sokaklara Osmanlı
valilerinin adlarının verilmesi Yunanistan’ı ayağa
kaldırdı
Belediye yetkilileri, “Bu isimler adayı yöneten
Yunan paşalar. Gidin tarih öğrenin” diyerek
tabelaların yerlerinde kalacağını açıkladı
Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki en büyük adası olan
Girit’te sokaklara verilen “paşa”lı isimler ülkeyi
krizin eşiğine getirdi. Girit’in en büyük ikinci
yerleşim birimi olan Hanya’nın ana caddesinin ilk
paralelinde bulunan caddeye “Verovits Pasa”,
dördüncü paraleldeki caddeye “Reouf Pasa” ve bir
başka caddeye de “Fotiadis Pasa” adının verilmesi
Yunan basının ayağa kaldırdı. Yunan basını birkaç
gün önce tabelaları asılan yeni sokak isimlerinin
Türkçe olduğunu belirterek, “Osmanlı paşalarının
isimleri Hanya sokaklarını süslüyor” diye tepki
gösterdi. Türk karşıtı her haberi abartmasıyla
bilinen Yunan internet siteleri de ortalığı ayağa
kaldırarak isimlerin hemen kaldırılması çağırısında
bulundu. Yunan siteleri, “Hanya belediyesi
yetkilileri bu utanç verici ayıplarını bir an önce
temizlesin” diye tepkilerini gösterdi.
Ancak dün Hanya belediyesi yaptığı yazılı bir
açıklamayla isimlerin kaldırılmayacağını ilan etti.
Sokaklara verilen yeni isimleri Türkçe olarak
niteleyen Yunan basınının “tarih bilgisinin
yetersiz” olduğuna dikkat çekilen açıklamada,
“Verovits Pasa, Reouf Pasa, Fotiadis Pasa, 18’inci
yüzyılda Girit’te valilik yapmıştır. Bu isimler
Osmanlıca değildir. O dönemde böyle anıldıkları için
de literatüre bu isimleriyle geçmişlerdi. Her
birinin de Girit tarihinde ayrı bir önemi vardı. Biz
tarihimizi yaşatmak için sokaklara bu büyüklerimizin
isimlerini verdik” ifadelerine yer verildi. Hanya’da
cadde isimlerindeki son değişikliğin 1930 yılında
yapıldığına dikkat çekilen açıklama şöyle devam
etti:
“Reouf Pasa, 1871-1874 yılları arasındaki valilik
görevinde belediye binasının bahçesini modern bir
görünüme kavuşturdu, okullar inşa etti ve yeni
yerleşim birimlerinin inşaatlarını başlattıAtina’da
diplomatlık yapan Fotiadis Pasa ise 1879-1884
yılları arasında Girit’e vali atandı ve adadaki tüm
adli, idari kurumlar bu dönemde kuruldu. 1896-1897
yılları arasında valilik yapan Verovits Pasa da
Osmanlı İmparatoruğu’na baş kaldıran ilk devlet
görevlisi. İdama mahkum edildiği için Viyana’ya
sürgüne gitti ve 1901 yılında Girit’e tekrar geri
dönerek Girit parlamentosunu kurdu. İnternet
gazetecilerinin verdikleri tepki tamamen kamuoyunu
yanıltmaya yönelik yanlış bilgilerdir.”
Vatan, 29.08.2012
|
"KAÇAK TARİHİ ESERLERİ ELİMLE TESLİM EDECEĞİM"
İstanbul’da Türkiye
ve Bulgaristan arasında ortak film yapımı konusunda
işbirliği sağlanmasının dünkü imza töreninde ilginç
bir olay yaşandı.
Törenin ardından
Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay’la birlikte ortak basın
toplantısı düzenleyen
Bulgaristan Kültür Bakanı Vecdi Rashidov,
Türkiye’den kaçırılan ve pazar günü
Bulgaristan’da ele geçirilen,
Bizans döneminden kaldığı düşünülen 488 adet
tarihi para, ziynet eşyası ve silaha değindi.
Günay’ı Bulgaristan’a davet eden Rashidov, “Bu
varlıkları, ellerimle iade edeceğim” dedi.
Milliyet, 29.08.2012
|
CAMİ PROJESİ ÇİZEN MİMARIN BAŞINA NELER GELİYOR?
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Cumhuriyet
döneminde Türk mimarların cami projelerine ilgi
göstermediğini ve bu yüzden Cumhuriyet dönemine özgü
bir cami mimarisinin gelişmediğini söyledi.
Gerçeklik payı var mı? Var!
Ama acaba kabahat mimarlarda mı ya da sadece
mimarlarda mı?
Çamlıca'ya yapılacak cami için proje yarışması
açıldığı günlerde yazdım, "Türkiye'nin önemli ve
uluslararası değerde mimarlarını bu proje
yarışmasına davet edin ve proje yarışması için
süreyi uzatın" diye.
"Genç kuşağın başarılı, ödüllü mimarları
Emre Arolat'ı, Han Tümertekin'i,
Murat Tabanlıoğlu'nu bu proje yarışmasına
çağırın. Hatta
Zaha Hadid'e özel davetiye yollayın" diye.
Yapıldı mı böyle bir şey?
Hiç zannetmiyorum.
Peki "Türkiyeli mimarlar, cami projesine niye ilgi
göstermiyor?" diye hiç düşündü mü Mehmet Görmez.
Göstermediler, çünkü mimarlarımız, mimarların başına
gelenleri Diyanet İşleri Başkanı'ndan daha iyi
biliyor da ondan.
Cami projesi çizen mimarlarımızın başına neler
geliyor anlatayım da, Sevgili Diyanet İşleri
Başkanı'mız da öğrensin.
Sene 1953. Ankara'ya büyük bir cami yapılması
planlanıyor. Bugünkü
Kocatepe Camii.
Haliyle bir proje yarışması açılmış yine.
Fransa'dan yeni dönmüş genç bir mimar da yarışmaya
harıl harıl hazırlanıyor.
Arazi çalışmaları yapılıyor, fotoğraflar üzerinde
siluetler çiziliyor. Caminin kent dokusuyla uyumu
hesaplanıyor, gözlemleniyor.
Sonunda proje ortaya çıkıyor, maketi yapılıyor.
Maketle yetinilmeyip çizimlerle, kentle uyumu gözler
önüne serilen son derece modern bir cami ortaya
çıkıyor.
Ve gören herkesin hayran olduğu bu proje yarışmayı
kazanıp 1. seçiliyor.
Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarında temeli
dahi atılan bu cami, ne yazık ki yapılamıyor.
Muhafazakar kesim, "Bu camiden çok kiliseye
benziyor" diye tepki gösteriyor.
Kazanamayan mimarlar ise "Bu projenin
uygulanabilirliği yok" diye.
Sonunda proje rafa kaldırılıyor ve bugünkü
Kocatepe Camii yapılıyor.
Peki "kiliseye benzeyen" ve "uygulanması mümkün
olmayan" projeye ne oluyor?
Hemen söyleyelim.
Pakistanlılar Vedat Dalokay'ı Pakistan'a davet
ediyorlar ve bu proje Suudi Kralı Faysal'ın verdiği
parayla İslamabad'da inşa ediliyor.
Vedat Dalokay'ın projesine olanlardan sonra hangi
mimar, niye Türkiye'de cami projesi çizsin?
Sinan nasılsa 500 yıl önce çizmiş.
Küçültüp büyütüp aynılarını yaparız.
Habertürk, Yazı: Fatih Altaylı, 29.08.2012
|
'OPERADAKİ KAFATASI'

Ankara Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü’nün
(ADOB) eserlerini sahnelediği tarihi
Ankara Opera Sahnesi’nde yapılan tadilat
sırasında sahnenin altında kafatası ve çeşitli
kemikler bulundu. Gelişmeler üzerine tadilatın
durduğu binayı arkeologlar inceledi.
ADOB,
Ankara’daki eserlerinin büyük bir bölümünü,
1933’te Sergi Evi olarak inşa edilen, 1948’de ise
opera salonuna dönüştürülen tarihi opera binasında
sahneliyor. Aynı zamanda Devlet Tiyatroları da bu
salonu Büyük Tiyatro adıyla kullanıyor. Eski bir
yapı olması nedeniyle operanın ihtiyacını tam
anlamıyla karşılayamayan sahne, gösteri sezonu
kapanınca tadilata giriyor.
Opera yönetimi bu tadilat döneminde beklenmedik
bir sürprizle karşılaştı. Sahnenin 25-30 metre
altında yapılan çalışmalar sırasında bir kafatası,
kol ve bacak kemikleri ile çanak çömleklere
rastlandı. Bunun üzerine harekete geçen Müdürlük,
bağlı olduğu Kültür ve Turizm Bakanlığı’na durumu
bildirdi. Kemikleri incelemek üzere Kültür
Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nden
arkeologlar gelerek bir araştırma yaptı.
ADOB’un müdürü Aykut Çınar, olayı şöyle anlattı:
“Sahne asansörlerinin yenilendiği büyük bir tadilat
var. Sahnenin yaklaşık 25-30 metre altında bu
asansörlerin makinelerinin olduğu bir zemin var. Bu
makineler çok eski oldukları için kaldırılıp
yenileniyor. Bu yüzden oranın biraz kazılması
gerekiyordu. Kazı sırasında birkaç buluntuya
rastlandığı bilgisi geldi. Zaten Genel Müdür Rengim
Gökmen ve ben de operadaydık. Kazıyı durdurup
güvenlik şeridi çektirip, bakanlıktan bir antropolog
ve arkeolog istedik.
“O gece hemen gelerek incelemelerini sürdürdüler.
Buluntuların süreklilik göstermediğini ve düzenli
bir durum olmadığını tespit ettiler. Arkeolog
gözetiminde kazı yapma izni verdiler. Zaten kazı 2
gün devam etti. Çok küçük bir alandı. Arkasından da
bir şey çıkmadı, konu kapandı. 1 kafatası, birkaç
tane de kol bacak gibi insan kemiği parçaları çıktı.
Eski dönemlere ait çok küçük 1- 2 tane de çanak
çömlek parçası bulundu.
“Şimdi rapor yazılacak. Biz de bu raporu
bekliyoruz. Roma dönemine ait olma ihtimali çok
yüksek. Böyle bir bilgi var; ama resmi raporu
bekliyoruz. Kazı işimiz bitti. Görevlendirilen
arkeolog da geri döndü. Çıkan kemikleri Anadolu
Medeniyetler Müzesi’ne teslim ettik.”
Bazı kaynaklar ise o bölgenin Osmanlı
İmparatorluğu döneminde Ermeni mezarlığı olduğuna
dikkat çekerek, kemiklerin bu mezarın bir parçası
olabileceği değerlendirmesinde bulundular.
Hürriyet, Haber: Umut Erdem, 28.08.2012
|
AİZANOİ ANTİK KENTİ
TURİZME KAZANDIRILIYOR

Kütahya’nın Çavdarhisar
İlçesi'nde bulunan ve ‘İkinci Efes’ olarak
nitelendirilen Aizanoi antik kenti, Anadolu tarihini
günümüze taşıyan en önemli merkezlerden biri.
Çavdarhisar Belediye
Başkanı İsmail Tanrıverdi, antik kentin turizme
kazandırılması için çalışmaların hızlı bir şekilde
sürdürüldüğünü anlatıyor. Türkiye Seyahat Acenteleri
Birliği’nce ilçede yapımına başlanan 95 yataklı
otelin kaba inşaatının tamamlandığını, buranın en
kısa sürede bitirilmesinin planlandığını belirten
Tanrıverdi, çevre düzenlemesi çalışmalarına büyük
önem verdiklerini söylüyor.
Aizanoi’de, Anadolu’nun
en iyi korunmuş Zeus Tapınağı’yla 20 bin kişi
kapasiteli amfi tiyatro ve buna bitişik 13 bin 500
kişilik stadyum, mozaikli hamam, sütunlu cadde ve
nekropoller, halen kullanılan köprüler ve dünyanın
ilk borsası bulunuyor. Tanrıverdi, “Buranın tanıtımı
şimdiye kadar istenilen seviyede yapılamadı.
Tanıtımın yapılmasıyla hem ilçe hem de ülke
ekonomimize katkı sağlanarak, yeni istihdam alanları
ortaya çıkarılacağını düşünüyorum.” diye konuştu.
Antik çağlarda Penkalas
diye isimlendirilen Kocaçay Irmağı’nın yukarı
kesiminde bulunan ve adının mitolojik kahraman
Azan’dan kaynaklandığı sanılan Aizanoi, antik
Frigya’ya bağlı Aizanitislerin temel yerleşim alanı
olarak biliniyor. Yüksek plato üstündeki Zeus
Tapınağı’nın çevresinde yapılan kazılarda, MÖ 3
binlere ait yerleşme tabakaları ortaya çıkarıldı.
Bölge değişimli olarak
Bergama ve Bithinya’ya bağlıyken, MÖ 133′te Roma
İmparatorluğu egemenliğine girdi. Bu dönemde tahıl
ekimi, şarap ve yün üretimi sayesinde zenginleşen ve
ünü bölge sınırlarını aşan Aizanoi’de kesin
kentleşme bulguları ancak 1. yüzyılın sonlarına
doğru görülüyor.
MS 330-726′da
piskoposluk merkezi olan kent, 7. yüzyıl itibarıyla
bu önemini yitirdi. Ortaçağ’da bir hisara
dönüştürülen Zeus Tapınağı çevresindeki düzlük alan
13. yüzyılda Selçuk Beyliği döneminde Çavdar
Tatarları boyunca üs olarak kullanıldı ve bölge bu
yüzden Çavdarhisar adını aldı.
Kocaçay’ın her iki
yakasında bulunan ve Aizanoi’den kalan yapı
kalıntılarının büyük bir kısmının, Roma
İmparatorluğu dönemine ait eserler olduğu biliniyor.
O dönemde ırmağın taşan sularından korunmak amacıyla
iki kıyıda iri kesme taşlardan yapılmış koruma
duvarları yer alıyor. Her iki yakayı birbirine
bağlayan dört köprüden ikisi halen kullanılıyor.
Turizm Habercisi,
28.08.2012
|
8 BİN YILLIK BURSALILAR HAYAT BULUYOR
Bursa Büyükşehir Belediyesi, Akçalar beldesindeki
kazılarda ortaya çıkan 8 bin yıllık iskelet ve
objeleri bölgede kuracağı müzede sergileyecek.
Aktoprak Arkeoparkı’nda 8 bin yıl önce ilk defa inşa
edilen kare planlı ve kerpiç tuğlalı evler de
yeniden yapıldı.
Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe,
şehirlerin kültürlerin ve medeniyetlerin yatağı
olduğuna dikkat çekerek, "Bursa birçok kültüre
ve medeniyete yataklık yapıyor. Bursa’nın tüm
dönemlerinin ortaya çıkarılması, izlerinin
bulunması ve canlandırılmasına yönelik
çalışmaları değerlendiriliyoruz. 60-70 yıllık
Cumhuriyet dönemi yapılarından 500-600 yıllık
Osmanlı dönemi yapılarından, Selçuklu, Doğu
Roma, Bizans ve Bitinya dönemine kadar bütün
dönemdeki yapılar ve izler 8-10 yıllık dönemde
ayağa kaldırıldı. Bursa tarihinin 3 bin-3 bin
500 yıllık tarihi varken, bugün Akçalar’daki
Aktoprak bölgesinde 7 bin ve 8 bin yıllık
bulgular ortaya çıkıyor. Bursa’da hayat 8 bin
500 yıl öncesine kadar gidiyor. Neolotik ve
kalkalatik döneme dair arkeolojik çalışmaları da
yoğun bir şekilde sürdürüyoruz" dedi.
Arkolojiyi toplumla buluşturacak olan güzel bir
projeyi, Arkeopark çalışmasını başlattıklarını
anlatan Başkan Altepe, sözlerini şöyle sürdürdü:
İstanbul Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Necmi
Karul da Aktoprak’taki kazı çalışmasının bu yıl
çok verimli geçtiğine işaret ederek, "Burada
bulunan malzemelerle, sadece Bursa’nın değil,
Anadolu’nun tarihini, hatta Anadolu’nun evrensel
kültür tarihi içindeki yerini anlamamızı
sağlayacak bilgilere ulaştık. İnsanların
hayvanlarını evcilleştirdikleri, tarıma
geçtikleri bir yerleşim yaşamını anlatıyor.
Bugünkü toplum düzeninin ilk temellerinin
atıldığı süreci gösteriyor. Bu sürecin
Anadolu’daki izlerini takip ettiğimizde,
yerleşik düzenin nasıl başladığını, kare
yapıların inşa edilmeye başlandığını görüyoruz.
Bugünkü toplum düzeninin izlerini bu alanda
görüyoruz. Bursa Büyükşehir Belediyesi ile
yürüttüğümüz Aktoprak Arkeopark uygulaması
ülkemiz için ilk bir çalışma olacak. Zaman
tüneli kavramı içerisinde, bölgedeki önemli
kırılma dönemlerindeki gelişmeleri arkeolojik
bir dil ile anlatmak için proje geliştiriyoruz.
Bu yıl günümüzden 7 bin 500 yıl öncesine ait
yerleşim düzenine ulaştık. Oldukça katı
kurallara sahip, sınırları bir hendekle önceden
belirlenmiş, yapıları önceden tasarlanmış bir
alan bulduk.
Hiyerarşik düzenin içerisinde bir insan
ilişkileri var. Oturmuş vaziyette gömülmüş
cesetlere rastladık. Bunlar kurban edilmiş
olabilirler. Arkeopark düzenlemesi sadece bir
oyun alanı değil, bilimsel sonuçların
paylaşıldığı bir alan olacak. 5 iskeletin
yüzünde etlendirme çalışması yapacağız. Sergi
bölümü oluşturulduğunda kurban edilmiş 5
iskeletin etlendirilmiş halini de
sergileyeceğiz" diye konuştu.
Aktoprak Arkeopark’ında 25 tane yapı, 8 bin yıl
önceki tarzda yapılacak. Her evin ayrı iç
dizaynı ve bir hendeğinin olması dikkati
çekiyor. Fırınların evin içerisinde olması,
zeminlerin kireç tabakasından elde edilen kalsit
ile kaplı olması hijyen bakımından önem arz
ediyor. Üst kısımları, çatıları sazlardan
yapılmış evler ağaç payandalarla desteklenmiş
olarak dikkat çekiyor. Eşyalarda boğa figürleri
bulunuyor. Mermerden yuvarlak bilezikler,
topraktan 200 metre mesafeye kadar etkili, deri
sapanlarla atılan konik tarzda taşlar o günün
silah unsurları olarak ön plana çıkıyor. Bu
toprak parçaların deri sapanlarla fırlatıldığı
ve avlanma silahı olarak kullanıldığı
düşünülüyor. Kalkerden ve mermerden yapılan çok
orijinal takılar da 8 bin yıl önce insanların
süslenmeye de önem verdiklerini gösteriyor.
Aktoprak’a özel tasarımlı takıların ve toprak
kapların benzerleri yapılarak bölgeyi ziyarete
gelenlere satılması planlanıyor.

Bölgedeki kazı çalışmalarına başkanlık eden
Doç.Dr. Necmi Karul, 8 bin yıl önce insanların 25-30
yaşlarında hayatını kaybettiklerine dikkat
çekerek, "O dönemde hastalıklardan ölüyorlardı.
Ancak tahıl ürünlerini sert bir şekilde dişleri
ile öğüttükleri için diş hastalıkları en önemli
ölüm sebebiydi. O zamanlar ilaç kullanımına pek
rastlanmıyor. Ancak tedavi yeterli olmadığından
en uzun yaşayanlar 40 yaşında olanlar olarak
dikkat çekiyor. Bu arada insan boylarının
bugünkü ortalama boylardan 10 ile 15 santim daha
kısa olması da dikkat çekiyor" dedi.
Bursa Olay, 28.08.2012
|
BEYCESULTAN
HÖYÜĞÜ'NDE KAZI ÇALIŞMASI
Anadolu'nun
tarih öncesi dönemlerine ışık tutan
Beycesultan Höyüğü kazı çalışmalarında,
yeni bir
yerleşim yerinin gün ışığına çıkarıldığı bildirildi.
Ege Üniversitesi (EÜ)
Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü
Öğretim Üyesi ve Beycesultan Höyüğü Kazı
Heyeti Başkanı Doç.Dr. Eşref Abay, AA muhabirine
yaptığı açıklamada, Yukarı Menderes Havzası'ndaki
Beycesultan Höyüğü kazı çalışmalarını 60 kişiyle
sürdürdüklerini, 1954-1957 yıllarında İngiliz
Arkeoloji Enstitüsü ekiplerinin
burada yaptığı kazılarda elde edilen
verilerin üzerine,
yeni veriler eklediklerini belirtti.
Abay, Kültür ve Turizm
Bakanlığı'ndan büyük
destek aldıklarını,
Denizli
Valiliği ve Çivril Belediyesi'nin de kazıları
desteklediğini ifade etti.
Beycesultan'ın
önemlibir
yerleşim yeri olduğunu, kazı çalışmalarında Geç Tunç
Çağı dönemlerinden biraz daha
eskiye gittiklerini vurgulayan Abay, şöyle konuştu:
"Bir çok
tarihi veriye ulaşık. Kazı çalışmalarında
40 kültür tabakasının yaşadığı
bir yerleşim yeri tespit ettik.
Büyük Menderes Irmağı ve onun kollarını
oluşturan çayların suladığı verimli Çivril Ovası'nda
kurulmuş olan bu
yerleşim, Anadolu'nun tarih öncesi dönemlerine ışık
tutan önemli
höyüklerden biridir.
Beycesultan
yerleşiminde, özellikle Genç
Tunç Çağ döneminde çok büyük
bir
şehir olduğunu, doğu batı yönünde uzanan 3
metre genişliğinde caddelerle bölündüğünü
ve bu caddelerin
arasında çok iyi parsellenmiş 2 katlı villaların
olduğunu ortaya çıkardık. Bunlar kısa sürede elde
etmiş olduğumuz verilerdir.
Gelecek yıllarda bu dönemle ilgili
araştırmalarımızı derinleştireceğiz."
Abay, Beycesultan'daki
siyasi yapıyı detaylı olarak
anlamakiçin
de çalıştıklarını dile getirerek, "Beycesultan'ın
saray yapısını ortaya çıkarmak ve
daha sonra
bir projeyle restore edip, burayı bir ören
yerine çevirmeyi düşünüyoruz. Höyükler antik
kentlerle karıştırılmamalı. Höyükler
her dönemde üst üste yerleşilmiş, kerpiç
mimariden oluşan yerler" dedi.
Doç.Dr. Abay, kazı
çalışmalarında, 3500 yıl
öncesine ait seramikler, çömlek, testi, kadeh,
matara, meyvelik ve
büyük depolama kapları, dokumada kullanılan
bazı materyaller ile
Bizans, Genç Tunç ve
Orta Tunç dönemlerine ait mimari ve objeler
bulduklarını sözlerine ekledi.
Mynet Haber, 28.08.2012
|
DÜNYA KÜLTÜR MİRASI KOMİTESİ ÇATALHÖYÜK'Ü AYAKTA
ALKIŞLAMIŞ

Konya'da
bir otelde düzenlenen istişare toplantısında konuşan
UNESCO Türkiye Milli Komisyonu
Başkanı Prof.Dr. Öcal Oğuz, ''Bir
çok ülkenin 50-60 yıllık, 100 yılı bile bulmayan
mirasları Dünya Miras Komitesi önüne gelirken,
Türkiye'nin 9 bin 500 yıllık insanlık tarihiyle
(Çatalhöyük Neolitik Kenti) komite önüne gelmiş
olması ayakta alkışlandı'' dedi.
UNESCO Türkiye Milli Komisyonu olarak daha önce
birçok şehirde toplantılar yaptıklarını anımsatan ve
uzun zamandır Konya'da da bir toplantı yapmak
istediklerini anlatan Oğuz, sözlerine şöyle devam
etti:
''Buraya gelmek için Çatalhöyük'ün dünya çapındaki
öneminin, dünya tarafından kabul edilmesini
bekledik. Rusya'da yapılan 36. Dünya Miras Komitesi
toplantısında alınan güzel haberden sonra Konya'yı
ziyaret edelim dedik. Çatalhöyük Neolitik Mirası
dünya tarihine adını altın harflerle yazdırmıştır.
Çatalhöyük dosyasının hazırlanmasında emeği geçen
herkese teşekkür ediyorum. Çatalhöyük dosyası,
komite tarafından alkışlarla kabul edildi. Yapmamız
gereken ev ödevleri var. Birçok ülkenin 50-60
yıllık, 100 yılı bile bulmayan mirasları Dünya Miras
Komitesi önüne gelirken, Türkiye'nin 9 bin 500
yıllık insanlık tarihiyle komite önüne gelmiş olması
ayakta alkışlandı.''
Konya Vali Yardımcısı Tayyar Şaşmaz
ise komisyonu Konya'da ağırlamaktan mutluluk
duyduklarını belirterek, Çatalhöyük'ün Dünya Kültür
Mirası Listesi'ne alınmasında emeği geçen Kültür ve
Turizm Bakanlığı ile UNESCO Türkiye Milli Komisyonu
üyelerine teşekkür etti. Şaşmaz, toplantının aday
listede bulunan Eşrefoğlu Camisi'nin asıl listeye
girmesine de katkı sağlayacağını söyledi.
Konya Büyükşehir Belediye Başkanı
Tahir
Akyürek de Uluslararası İpek Yolu Şehirleri
Birliği'nde Türkiye'yi temsil ettiklerine dikkati
çekerek, şöyle konuştu:
''Gittiğimiz birçok kentte yakın tarihe ait
mirasları bize gösteriyorlar. Genellikle son
yüzyılda yapılmış eserler... Bizler 9 bin yıllık
tarihten bahsedince etkileniyorlar. Sahip olduğumuz
tarihi mirasın kıymetini bilmeliyiz. Bizden önceki
medeniyetlerin tarihlerini yaşatmalı, üzerleri
tozlanmış ise onları ortaya çıkarmalıyız.''
Yapı, 28.08.2012
|
MÜBADELE KENTİNE KORUMA AMAÇLI İMAR

Yazın turist akınına uğrayan Muğla’nın Fethiye
İlçesi'nin güneyindeki Kayaköy, nispeten
‘keşfedilmemiş’ diyebileceğimiz ve aslında tam da bu
yüzden doğallığını yitirmemiş bir yer. Tarihi MÖ
3000’lere dayanan ve antik dönemlerde ‘Karmylassos’
adıyla bilinen Kayaköy, Osmanlı İmparatorluğu’nun
son dönemlerinde ise ‘Levissi’ olarak anılan 3 bin
nüfuslu bir Rum köyüymüş. Fakat 1923
Türkiye -
Yunanistan nüfus mübadelesiyle Rumların
terketmek zorunda kaldığı Kayaköy, burada iskan
edilen Batı
Trakya Türklerinin yörenin mevcut altyapısını
benimseyememesi sonucu hüzünlü bir hayalet şehre
dönüşmüş adeta.
Evliya Çelebi’nin Seyahatname-si’nde de adı geçen ve
bugün zamana karşı direnen Kayaköy, giderek yok olma
tehlikesiyle karşı karşıya. Yerel yöneticiler
Kayaköy’ün, tarihi değerine göre yeniden planlanması
ve Rum evlerinin restore edilip ülke turizmine
kazandırılması gerektiğini savunurken, Kayaköylüler
de yaklaşık 20 yıldır çivi çakılmayan bölgede bir an
önce koruma amaçlı imar planı çıkarılmasını
bekliyor.
Bölgenin geleceğine dair son gelişme ise geçen ay
Kültür ve Turizm Bakanlığı ’nın, Kayaköy’ün 20
yıllık sorunuyla ilgili süren davadan çekilme kararı
almasıydı. Kayaköy’de yaklaşık 200 hektarlık alan
üzerinde bulunan tapu şerh hükümlerinin
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kaldırmasıyla
birlikte, Kayaköy’ün imara açılabileceği
belirtilmişti.
Özel
Çevre Koruma Kurumu’nun ‘Özel
Çevre Koruma Bölgesi’ ilan ettiği ve Muğla
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun da
‘Birinci Grup Anıtsal Yapı’ olarak tescil ettiği
Kayaköy, daha önce de UNESCO tarafından ‘Dünya
Dostluk ve Barış Köyü’ ilan edilmişti.
Yılda yaklaşık 60 bin kişinin ziyaret ettiği
Kayaköy’de harabeye dönmüş Rum evlerinin arasında
dolaştıkça tuhaf bir hüzün sarıyor etrafınızı.
Evlerin taş kesildiği, sessizliğin hem huzur verdiği
hem de tüyler ürperttiği bir yer burası. Bölgede
antik çağdan günümüze kalan en eski ve kapsamlı
kalıntılar, MÖ 4. yüzyıla ait üç adet lahit mezar
ve üzerinde Likçe yazıtlar bulunan kaya mezarları.
Fakat Kayaköy, günümüzdeki popülaritesini, antik
dönemden ziyade, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra mübadele
sonucu terk edilen metruk bir Rum köyünün varlığına
borçlu. 30 Ocak 1923’te Türk-Yunan Nüfus
Mübadelesi’ne ilişkin anlaşmaya göre boşaltılan
köyde 2 büyük kilise, 14 şapel, 2 okul, 2 çeşme, 2
yel değirmeni, yaklaşık 1000 ev ve bu evlerle
orantılı sayıda sarnıçlar var.
Rumlarla Türklerin asırlar boyu bir arada yaşadığı
Kayaköy’de, Türkler tarım ve hayvancılıkla, Rumlar
ticaret ve zanaatla uğraşmış. Bir rivayete göre
Rumlar, herhangi bir savaşı kazandıklarında evlerini
maviye, kaybettiklerinde kırmızıya boyarmış.
Kayaköy’de tapusu alınıp iç mimarisi bozulmadan
korunan Rum evlerinden biri de
Turgut Özal ’ın ‘davulcu damadı’ olarak bilinen
Asım Ekren’e aitmiş. Fakat biz, nispeten ‘korunmuş’
bir başka Rum evine giriyoruz.
Sahip çıkılmadı, talan edildi
Kayaköy’ün sakinlerinden Hüseyin Ekiz, şu sözlerle
özetliyor yörenin hikayesini: “1923’te mübadeleyle
Selanik’ten gelen Türkler, Kayaköy’deki Rum evlerine
yerleştirildi. 1957’de ise Tapu ve Kadastro
Müdürlüğü, bu kişilere oturdukları evlerin tapusunu
verdi ve evler, onların adına tescillendi. Bölgede
hiç kimsenin ikamet etmediği yerler de sahipsiz
oldukları için Hazine’ye devredildi. Fakat buraya
yerleşen halk, bu evleri benimseyemedi. Zamanla
bölge boşta kalınca, evlerin kapı ve pencereleri hem
Kayaköy hem de civar köylerde yaşayan köylüler
tarafından söküldü ve evlerin içi yağmalandı.
Çocukluk yıllarımdan hatırlarım; o evlerin
ahşaplarını köylüler toplayıp yakacak olarak
kullanırdı. Hazine de buraya pek sahip çıkmadı.
Definecilerin uğrak yeri oldu Kayaköy. 3-5 yıl
öncesine kadar hala çalınan eşyalar vardı burada.
Yakın geçmişte cami olarak da kullanılan Aşağı
Kilise’nin kapısı, Fethiye Müzesi’ne kaldırıldı.
Köylüler buna karşı çıkmıştı ama kaymakam,
jandarmayla birlikte gelince engel olunamadı.
Nitekim kilisenin kapısı götürülünce ve yerine başka
bir kapı da konulmayınca, içindeki fresk ve
mozaiklerin yağmalanması da kaçınılmaz oldu.”
Levissi’nin ıssız sokaklarına geri dönünce, bir
zaman tüneline giriyor insan. Biraz kulak
kabartsanız, marangoz, bakırcı, kalaycı, demirci
dükkanlarından çıkan ‘gürültü’leri duyacak
gibisiniz. Yıkık dökük pencerelerden kafanızı
uzatsanız, içeride dokuma yapan kadınları görecek
gibisiniz. Ve gözlerinizi açıp bugünün gerçeğine
döndüğünüzde, “Keşke burayı aslına uygun biçimde
restore edip bir açıkhava müzesine dönüştürseler”
diyecek gibisiniz...
Radikal, 28.08.2012
|
TARİHE TARİHİ İHMAL
Erzurum’un çok önemli tarihi mekanlarından Esat Paşa
Haziresi adeta kaderine terk edilmiş halde.
Mezarlığın bir bölümü duvar kayması sonucu
yıkılmasına rağmen, yapımıyla ilgilenen yok. Bu
duruma isyan eden duyarlı vatandaşlar, “tarihe
duyarıizlığın böyle bir örneği var mı” siteminde
bulunuyorlar.
Durumdan
haberdar olmasına rağmen bugüne kadar en küçük bir
duyarlılık göstermeyen Vakıflar Bölge Müdürlüğüne
tepkiler çığ gibi. Konuyla ilgili gazetemizi arayan
çok sayıdaki vatandaş, “Vakıflar Bölge Müdürlüğü,
böylesine önemli bir tarihi yapının takibini
yapmayacak, gereken onarım ve bakımı üstlenmeyecekse
ne işe yarar merak ediyoruz.” dediler.
Yıkılan
bahçe duvarının hemen dibindeki mezarların aşağıya
göçtüğünün altını çizen vatandaşlar, “ bırakınız
tarihi eser olmasını, sıradan mazar dahi olsa,
birilerinin burayı onarması ve bu iç burkan
manzarayı düzeltmesi gerekmez mi? Ölüsüne saygısı
olmayan bir yönetim anlayışını kabul etmek mümkün
değil. Bu durumu gerekirse Sayın Başbakanımıza
mektupla ve çektiğimiz resimlerle duyurmayı
düşünüyoruz” değerlendirmesinde bulundular.
Esat Paşa
Haziresi civarında oturan vatandaşlar, Belediyeler
nezdinde de girişimlerde bulunduklarının altını
çizerek şunları söylediler; “kaç defa söylediysek
ilgilenen çıkmadı. Biz kendi imkanlarımızla
yaptıralım dedik, buna da tarihi eser olduğu için
müsaade edilmiyor. Mezarlığın bütünüyle göçmemesi
için Allah’a dua etmekten öte yapacak bir şeyimiz
kalmadı. Büyük bir çaresizlik içinde olanı biteni
gözlemliyoruz”
Mezarlığın hemen yanı başında Müceldili Konağı'nın
bulunduğunu, Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere
Valiliğin ve diğer devlet kurum yetkilerinin sürekli
uğrak yeri olduğunu da söyleyen vatandaşlar son
olarak, “Bu ilgisizliği anlamakta büyük güçlük
çekiyoruz. Yapılacak onarımla ilgili para, kimsenin
cebinden çıkacak değil. Bizden alınan vergilerle
masraflar yapılacak. Vilayeti ve başta
milletvekillerimiz olmak üzere bütün siyasileri
gazeteniz aracılığıyla göreve davet ediyoruz.”
açıklamasında bulundular.
Erzurum Gazetesi (Kısaltarak), 28.08.2012
|
ORDU'DA 'PONTUS'
KAZILARI

Ordu’da daha önce tarihi
Kurul kayalıklarında başlatılan ve ‘Pontus’ dönemine
ait eserlerin çıkarıldığı açıklanan arkeolojik
kazılardan sonra bu kez Fatsa İlçesi'nde tarihi
Cıngırt Kayalıkları’nda bir ay önce başlatılan
kazılardan da ‘Pontus’ eserleri çıkarıldığı
açıklandı.
Gazi Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü Arkeologları tarafından Kültür ve
Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları Müzeler Genel
Müdürlüğü’nün izniyle Müze Müdürlüğü yönetiminde
Yrd. Doç.Dr. Ayşe Fatma Erol ve 9 arkeolog
tarafından Fatsa İlçesi tarihi Cıngırt
Kayalıkları’nda başlatılan kazı çalışmaların
tamamlandı. Kazıların tamamlanması sebebiyle Vali
Yardımcısı Yemen Bayrak, beraberinde İl Kültür ve
Turizm Müdürü Erkan Gülderen ve Yrd. Doç. Dr Ayşe
Fatma Erol ile birlikte basın mensuplarına
açıklamalarda bulundu. Vali Yardımcısı Yemen Bayrak,
Doç. Dr Ayşe Fatma Erol’un Bilimsel danışmanlığında
9 arkeolog ve 10 işçiden oluşan ekibin bir aylık
çalışmasının neticesini yerinde incelemek üzere
bölgede bulunduklarını belirtti. Bayrak, “Kazılarda
Roma ve Helenistik döneme ait eserlere ulaşıldı.
Ordu’nun tarihi değerleri gün yüzüne çıkartılıyor”
dedi.
Ankara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Klasik Arkeoloji Anabilim
Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Ayşe Fatma Erol da,
bir ay önce başladıkları kazılar sonucunda
Helenistik dönem kapsamında Pontus Kralı 6. Mitridat
dönemine rastlanan veriler elde ettiklerini, 55 adet
sikke, aynı döneme ait çeşitli formlarda pişmiş
toprak seramik parçaları, duvar kalıntıları
bulunduğunu söyledi. Yrd. Doç. Dr Ayşe Fatma Erol,
“6. Mitridat döneminde MÖ 120 ve 63 yılları arası
yani günümüzden yaklaşık 2 bin 150 sene öncesine
tarihlenen sikkeler bulduk. Birde o döneme ait
mimari eserler bulduk. Ana kayayı oyarak yapılmış
basamaklı tüneller. Bunlarda Karadeniz coğrafyası
için birçok yerde gördüğümüz tespit ettiğimiz bir
mimari. İşlenen mimari kalıntılar, alanın batı
kesimine doğru yoğunlaşmakta. Önümüzdeki sezonda
kuzey- batı ve batı yönünde çalışmalar
sürdürülecektir” dedi.
Erol ayrıca sadece
Helenistik değil, Roma ve Bizans dönemlerine ait
iskanlar da bulunduğunu dile getirerek sikkelerin
yanında ele geçen Roma ve Bizans dönemi
seramiklerinin de kazılarda ortaya çıktığını
sözlerine ekledi.
haberler.com, 27.08.2012
|
ANTİK KENT ANAVARZA'DA
KAZILAR BAŞLIYOR
Mersin'de bulunan
Anavarza antik kentindeki arkeolojik kazılar
önümüzdeki günlerde başlayacak.
Mersin Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nden Doç.Dr.
Murat Durukan ile Adana Bilim ve Teknoloji
Üniversitesi Genel Sekreteri Osman Arık, Kozan
Belediye Başkanı Kazım Özgan'ı makamında ziyaret
ettiler. Anavarza antik kentinin kazı çalışmalarını
yürütecek kazı çalışmasının bilimsel danışmanı
Mersin Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nden Doç.Dr.
Murat Durukan, Türkiye'nin en büyük kentlerinden
biri olan Adana'da hem Çukurova için hem de Tüm
Türkiye için bir projenin startını verdiklerini
söyledi. Önümüzdeki günlerde başlayacak olan
Anavarza antik kentindeki arkeolojik kazıların
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın izni, Adana Müzesi ve
Mersin Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nün
ortaklığıyla başlatılacağını kaydeden Durukan,
Anavarza'nın bilim, kültür ve turizm dünyasına
kazandırmayı hedeflediklerini ifade etti.
"Çukurova'nın efesi olarak tanımlayabileceğimiz
Anavarza antik kenti, bölgeye başkentlik etmiş
zengin bir tarihe sahip büyük ve gösterişli bir
şehirdir." diyen Durukan, antik kent hakkında şu
bilgileri verdi: "Anadaolu'da sayısı iki olan amfi
tiyatrolardan biri Anavarza'da bulunmaktadır. Ayrıca
bir tiyatro, stadyum, kiliseler, tapınaklar, sütün
yolar, suyolları, muhteşem sur duvarları, kale,
mezar yapıları, lahitler, kamu binaları, mozaikler
içeren villalar gibi kentin zenginliğine işaret eden
çok sayıda yapıyı şimdiden tanımlamak mümkündür.
Yüksekten bakıldığında kenti muhteşem mimarisi ve
planı okunabilmektedir. Kazı çalışmaları sayesinde
kısa zamanda bu yapılan ortaya çıkarılması ve
restorasyon çalışmalarına kısa sürede başlayacağız.
Bilimsel sonuçlarının değerlendirilmesine paralel
olarak Perge, Aspendos, Efes, Bergama gibi antik
kentlerin restorasyonda izlediği yoldan gidilerek
yeni bir Turizm destinasyonu oluşturmak
hedeflenmektedir. Ulusal ve Uluslararası çapta
yankılanılacak bu projenin gerçekleşmesi ülkemize
büyük katkısı olacaktır."
Adana Bilim ve Teknoloji Üniversitesi Genel
Sekreteri Osman Arık, "Anavarza, bölgenin en büyük
antik kentlerinden birisi. Burayı kazmak ciddi bir
zaman isteyen bir iş. Ancak bu kadar zamana
tahammülümüz yok. Mersin Üniversitesi ile
yürüttüğümüz projeyle, önümüzdeki günlerde ilk
kazmayı vurmanın mutluluğunu yaşayacağız." diye
konuştu.
Anavarza antik kentinde çalışmaların başlaması ile
kazananın Çukurova ile dünya olacağının altını çizen
Başkan Özgan, bu çalışmanın tamamlanmasıyla bölgenin
önemli bir arkeoparka kavuşacağını kaydetti. Başkan
Özgan, "Anadolu'da böyle bir yerin sayısı çok azdır.
Yeni bir Efes, yeni bir Zeugma çıkacak oradan. Bu
proje ile Anavarza dünyanın en büyük mozaik
koleksiyonuna sahip bir bölge olur." dedi.
Eski belediye başkanlarından Ersan Arıkan'ın da
bulunduğu ziyaret sonrasında Kozan Kaymakamı
İzzettin Sevgili, Hakim Neşet Eren, Kent Konseyi
Başkanı Süleyman Sezen antik kente giderek
incelemelerde bulundu.
Timetürk, 27.08.2012
|
DİYARBAKIR'IN GÖZDE TARİHİ ESERLERİ ONARILACAK

Diyarbakır Valiliği'nce hazırlanan ve
Kalkınma Bakanlığı'nca onaylanan
6 proje kapsamında kentin simgeleri
olan Dört Ayaklı Minare gibi tarihi
yapılar restore edilecek.
AA muhabirinin Diyarbakır Valiliği Kültür ve
Turizm Proje Birimi yetkililerinden
edindiği bilgiye göre, Sur İlçesi Yenikapı Sokak'ta
bulunan ve araçların sokaktan geçerken tahribatına
neden olduğu, Anadolu'da dört sütun üzerine
oturtulmuş tek örnek olarak gösterilen
Dört
Ayaklı Minare'nin restorasyonu için valilik
harekete geçti.
Karacadağ Kalkınma Ajansı'nın
desteğiyle rölöve, restitüsyon, restorasyon,
zemin-çatlak analizleri ve aydınlatma proje
çizimlerinin yapılmasının ardından, restorasyonu
için Kalkınma Bakanlığı'na sunulan proje onaylandı.
Kentin önemli simge ve değerlerinden olan Dört
Ayaklı Minare; Diyarbakır Valiliği, Vakıflar Bölge
Müdürlüğü ve İl Özel İdaresi'nin işbirliğiyle
restore edilecek.
Öte yandan valilikçe kentin kültürel mirasının
korunması ve tanıtımı için hazırlanan,
''Cazibe Merkezlerini Destekleme Programı''
kapsamında Kalkınma Bakanlığınca onaylanan
Diyarbakır Surları'nın restorasyonu ve
proje çizimi, Diyarbakır'ın tarihi evlerinin turizme
kazandırılması, 4 sokağın sağlıklaştırılması, Ulu
Cami ve hanlar bölgesinin turizme kazandırılması ile
renovasyonu projeleri de bu yıl uygulamaya
konulacak.
Projelerle ilgili detaylı açıklamanın
Vali
Mustafa Toprak tarafından yapılacağı
belirtildi.
Yapı, 27.08.2012
|
KİLİSEDEKİ TAHRİBATA SAVCILIK SORUŞTURMASI
Sason İlçesi'nde, Mereto
Dağı'nın zirvesinde bulunan Ermeni Partsır Asvadazin
Kilisesi'nin tahrip edilmesiyle ilgili soruşturma
başlatıldığı bildirildi. Kaymakam Bahadır Yörük, bir
kaç gün önce Mereto Dağı zirvesinde bulunan Ermeni
Partsır Asvadazin Kilisesi'nin kimliği belirsiz kişi
veya kişilerce tahrip edildiğini ifade ederek,
"Olayla ilgili Cumhuriyet Savcılığımız soruşturma
başlattı. Jandarma olay yerinde incelemede bulundu.
Talebimiz doğrultusunda İl Kültür Müdürlüğü'nden bir
ekip de inceleme yaptı. Bu incelemeyle ilgili
gelecek raporu bekliyoruz. Ona göre ne gerekiyorsa
yapılacak" dedi. Her yıl geleneksel olarak yapılan
Mereto Dağı ziyaretleri kapsamında, 30 Temmuz'da,
Ermenistan ile Türkiye'nin çeşitli kentlerinden
gelen yaklaşık 150 kişi, güneşin doğuşunu 2 bin 983
metre yüksekliğindeki Mereto Dağı'nın zirvesinden
izlemiş, zirvede bulunan kilisede mum yakıp dua
etmişti. Kilisenin bu tarihten sonra tahrip edildiği
belirtildi.
Sabah, 27.08.2012
|
EGE'DE TARİH CAN BULUYOR

1) Eski yapıların kaybolup gitmesini önlemek
için başlattığı çalışmalarını sürdüren Denizli
Belediyesi, Sürücü Evi ve Merzeci Un Fabrikası'nı
ayağa kaldırmak için harekete geçti.
2) Yahşibey Camisi'nin uzun zamandır
kayıp olan 600 yıllık kapısının izini süren ve
İzmir'de bulan Tire Belediye Başkanı Tayfur Çiçek,
kapının ilçeye geri getirileceği müjdesini verdi.
Yıkılmaya yüz tutmuş Külahçıoğlu Un Fabrikası,
İbrahim Çallı Sanat Evi, Konyalıoğlu Konağı,
Balcıevi gibi kentin tarihi ve kültürel değerlerini
restore ederek gelecek nesillere sunan Denizli
Belediyesi, bu kez zamana yenik düşen Sürücü Evi ve
Merzeci Un Fabrikası'nı ayağa kaldırmak için
harekete geçti. Sürücü Evi'nin restorasyonunun
ardından kültür merkezi olacağı açıklandı. Kültür ve
Turizm Bakanlığı'nın verilerine göre 771 adet
korunması gerekli taşınmaz kültür varlığı bulunan
Denizli'de yıkılmaya yüz tutan tarihi Sürücü Evi'nin
kurtuluşu için çalışmalar başladı. Denizli
Belediyesi'nin uzun süredir üzerinde çalıştığı
Sürücü Evi'nin istimlak sorununu çözdü. Yok olma
tehlikesiyle karşı karşıya kalan Sürücü Evi
restorasyonunun 7 ayda bitirileceği kaydedildi.
Restorasyonun ardından Sürücü Evi Denizli'nin tarihi
ve kültürel mirasları arasındaki yerini uzun yıllar
korumayı sürdürecek.
Denizli Belediye Başkanı Osman Zolan, tarihi değeri
bulunan Sürücü Evi'nin çok hisseli olmasından dolayı
istimlak sorununu yaşandığını kaydetti. Zolan,
Fesleğen mahallesindeki Sürücü Evi ve Değirmenönü
Mahallesi'ndeki Merzeci Un Fabrikası'nın
restorasyonuyla ilgili Aydın Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kurulu'ndan onay alındığını
kaydetti. Başkan Zolan, "Amacımız başta yok olmaya
yüz tutmuş tarihi ve kültürel miraslarımızı yeniden
ayağa kaldırıp gelecek nesillerin de bu değerlerden
faydalanmasını sağlamak" diye konuştu.
Başkan Osman Zolan, Sürücü Evi'nin aslına uygun
restore edilip kültür merkezi olarak kullanılacağını
sözlerine ekledi.
OSMANLI DÖNEMİ
Öte yandan Tire de, kayıp tarihi değerlerinden
birine daha kavuşmak için gün sayıyor. Belediye
Başkanı Tayfur Çiçek, Osmanlı dönemi mimarisinin en
güzel örneklerinden birini taşıyan Yahşibey
Camisi'nin uzun süredir kayıp olan tarihi el işleme
kapısının ilçeye tekrar geri döneceğinin müjdesini
verdi. Uzun yıllardır kayıp olan kapıyı bir dedektif
gibi her yerde aradıklarını, izini İzmir Vakıflar
Müdürlüğü'nde bulduklarını ifade eden Başkan Çiçek,
paha biçilemeyen 600 yıllık bu tarihi eserin,
yetkililerle yapılan yazışmaların ardından Ankara'da
restorasyon çalışmaları tamamlandıktan sonra ait
olduğu yere getireceğini söyledi.
İlçede 400'ü aşkın tescili yapının bulunduğunu
kaydeden Çiçek, tarihi kapıyı şans eseri nasıl
bulduğunu ise şöyle anlattı, "Yakın zaman önce İzmir
Vakıflar Bölge Müdürlüğü'ne gittim. Asansörle yanlış
kata çıktığımı anladığımda aşağı inerken, bir köşede
duran tarihi bir kapı gördüm. Sergilenen kapının
görüntüsü, üzerindeki tarihi el işlemeleri ve
oymaları bana son derece tanıdık geldi. İşte böylece
şans bize güldü ve kapıyı bulduk. Tarihi kapı, 30
yıl önce yetkililer tarafından 'bakım yapılacak'
diye camiden alınmış. Ondan sonra da tüm çabamıza
izini bulamamıştık."
Tarihi kapının restorasyon çalışmaları için
Ankara'ya gönderildiğini kaydeden Çiçek,
"Yetkililer, 2 kanat şeklindeki tarihi kapının titiz
bir çalışma sonucu uzmanlar tarafından restore
edileceğini, ardından da Tire'ye iade edileceğinin
sözünü verdi" dedi.
YAHŞİ
BEY CAMİ
Aydınoğlu Beyliği'ni, 1426 yılında Osmanlı'ya
bağlayan Sultan 2. Murat'ın komutanlarından Halil
Yahşi Bey tarafından 1429 yılında yaptırılmıştır.
1441 tarihli vakfiyesi bulunmaktadır. Kentteki ilk
Osmanlı eseri olması bakımından, Anadolu'daki ilk
yarım kubbeli eser özelliğini taşır. Yeşil İmaret
Zaviyesi, 1935- 1971 yılları arasında Tire'de müze
olarak kullanılmıştır. Günümüzde ise cami olarak
hizmet vermektedir. Mimaride kullanılan kabartmalar
ile birlikte camide Türk tahta oymacılığının eşsiz
örnekleri bulunmaktadır.
Yeni Asır, Haber: Ufuk Soyhan - Nadir Uysal,
26.08.2012
|
 |
MALKOÇOĞLU'NA AYIP!
Yaklaşık 700 yıl önce yaşayan ve adına birçok kahramanlık filmi çevrilen ünlü Akıncı beyi Malkoçoğlu’nun Kocaeli’nin Gebze İlçesi'nde bulunan türbesi, yarım kalan tadilat ve onarım çalışması nedeniyle çöplüğe döndü.
İnşaat işçilerinin eski kıyafetlerini, yiyecek artıklarını ve diğer çöpleri sandukanın olması gereken yere atmaları ve bunların kaldırılmaması tepkilere yol açtı. Kitabesi yıllar önce çalınan ve 700 yıl önce yapılan mimarisinin Osmanlı mimarisinde ender görülen tür olduğu belirtilen türbede, tarihi kayıtlara göre Akıncı Beyi 1385’te ölen Malkoçoğlu Mehmed Bey’in mezarı bulunuyor. Üzerinden sandukaları kaldırılan diğer mezarda yatanın ise kim olduğu bilinmiyor.
Hürriyet, Haber: Mesut Işık, 26.08.2012
|
KİLİKYA TARİHİNE IŞIK TUTAN HÖYÜK: TATARLI
Ceyhan
İlçesi'nde
Çukurova tarihine ışık tutan Tatarlı
Höyüğü'ndeki kazıyla 4 bin yıllık Kizzuwatna
Uygarlığı'na ait antik kent gün yüzüne çıkarılıyor.
Çukurova Üniversitesi (ÇÜ) Fen Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölüm Başkanı Yrd. Doç.Dr. Serdar
Girginer, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Kültür
ve Turizm Bakanlığı ile Çukurova Üniversitesi adına
höyükte gerçekleştirilen kazılara 2007 yılında
başladıklarını söyledi.
Bu yıl temmuz ayında 6'ıncı sezon kazı
çalışmalarına başladıklarını ifade eden Girginer,
15-20 Eylül tarihleri arasında maddi olanaklarla
doğru orantılı olarak çalışmanın bu dönemini
tamamlayacaklarını vurguladı.
Tatarlı Höyüğü'nün, Roma döneminde ismi Kilikya
olan Çukurova'nın en büyük yerleşim bölgesi olduğunu
anlatan Girginer, yaklaşık 2 kilometrekarelik bir
alanı kaplayan höyüğün "sitadelde" (yukarı şehir)
adı verilen alanında çalışma yaptıklarını, çok büyük
ve önemli yapıların, sur sistemlerinin ortaya
çıktığını kaydetti.
Girginer, bu bölgenin çok uzun yıllar ihmal
edildiğini dile getirerek, şöyle devam etti:
"Yaklaşık 4 bin yıl önce Hititler orta
Anadolu'dayken burada Kizzuwatna adı altında
bağımsız, her zaman kuvvetli, doğal kaynaklara hakim
bir devlet vardı. Biz bu ülkenin kentlerini
araştırmaya başladık. 2002'den beri yüzey
araştırmalarıyla adım adım tüm Çukurova gezildi.
Hititler dönemindeki metinlerden geçen Kizzuwatna
kentlerinden hangilerinin burada lokalize
edilebileceğini düşündük. Bu bölgenin en önemli yol
güzergahlarına, doğal kaynaklarına hakim alanda
böyle bir höyükle karşılaştık. Gerekli başvurularda
bulunarak, 2007 yılında kazılara başladık. Burasının
Kizzuwatna'nın önemli kenti Lawazantiya
olabileceğini düşünüyoruz. Bu bölgede, Çukurova'da
şimdiye kadar yazılı belge çıkmadı. Biz hep
Suriye ve Orta Anadolu'dan gelen yazılı
belgelerle bunları çözmeye çalışıyoruz. Ama arşiv
mutlaka bulunacak. Bunlara aday bir kent de burası."
Girginer, Hitit yazılı belgelerinde Lawazantiya
ile ilgili "7 pınarlı kent" ibaresi geçtiğini,
kendilerinin de araştırmalarında 7 pınarı tespit
ettiklerini bildirdi.
-Kentin kapıları ortaya çıkmaya başladı-
Serdar Girginer, Tatarlı Höyük kazısının tarihi
açıdan büyük öneme sahip olduğunu belirterek,
"Tatarlı Höyüğün, Kizzuwatna ülkesindeki Lawazantiya
olduğunu kanıtlarsak ki bütün veriler o yönde
ilerliyor, son yüzyılın en önemli keşiflerinden
birisi olacak" dedi.
Kentin çok güçlü sur sistemi olduğunu, tahkimat
sistemleri, kuleli girişlerini tespit ettiklerini
anlatan Girginer, "Çok güçlü sur sistemleri olan
kentin bu yılki kazı çalışmalarında iki ana kapısını
açmaya başladık" dedi.
Girginer, kutsallıkla ilgili de çok fazla veri
bulunduğunu, geçen yıl, Geç ve Orta Tunç Çağı
tapınağının taş döşeli avlusunda çok sayıda ördek,
boğa ve halka biçimli kült kaplar bulduklarını,
bunların bu bölgede çok bilinen kaplar olmadığını
vurguladı.
Bulunan kapların alanın kutsallığın en önemli
verileri olduğunu kaydeden Girginer, dokumacılıkla
ilgili de çok ciddi veriler elde ettiklerin,
arkeobotanik ve arkeozoolojik çalışmaların tüm
hızıyla devam ettiğini söyledi.
Girginer, 1.5 aylık kazı döneminde envanterlik
eser sayısının 300'ü geçtiğine dikkati çekerek
şunları kaydetti:
"Bunların çoğu dokumacılık ve kutsal işlerle
ilgili veriler. Bu bölgedeki yeni verileri ortaya
çıkarması açısından önemli bir çalışma. Buradaki
sonuçlar dünya kamuoyu ve bilim dünyasında çok da
ilgiyle karşılandı. Bizim daha fazla süre kazı
yapmamız gerekiyor. Bunlar da maddi olanaklarla
bağlı. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile üniversitemiz
bize bu konuda destek sağlıyor, ancak özel
şirketlerin de bu alanda destekler sağlaması
gerekiyor."
Bu kazının bölge için arkeolojik kazı alanlarının
yoğunlaşmasına neden olacağını ifade eden Girginer,
"Burası çok yeni bir kazı. Önümüzdeki yıllarda çok
büyük toplulukların ilgisini çekecek, çok büyük
kitlelerin ziyaretine açılacak bir merkez olması söz
konusu. Biz sadece kazmakla kalmayıp, restorasyon ve
teşhirle ilgili projelerimizi yapmaya başladık.
Önümüzdeki yıl büyük tapınağın üzerini kapatmayı
düşünüyoruz. Onun planlamalarını yapıyoruz. Burası
4-5 yıl içinde ziyarete açılacak konuma gelecek.
Burasının yaşayan doku halinde arkeoparka
döndürülmesi planlanıyor" diye konuştu.
-Bin eser müzeye kazandırıldı-
Kazı Başkan Yardımcısı ÇÜ Fen Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü Araştırma Görevlisi Özlem Girginer
de Tatarlı'da yapılan çalışmalarda neolitik dönemden
başlayan, kesintisiz iskan görülen bir höyüğün
ortaya çıkartıldığını belirtti.
Çeşitli dönemleri yansıtan eser gruplarının bu
kazı sırasında ortaya çıkarıldığını anlatan
Girginer, "2007'den bu yana yaptığımız çalışmalarda
binin üzerinde envanter değerdeki esere ulaşarak
Adana Arkeoloji Müzesi'ne teslim ettik. Geçen
yıl höyükte kutsallığı gösteren yaklaşık 10 tane kuş
biçimli kap ortaya çıktı. Bunun yanında halka
biçimli sunu kapları bulundu. Bunlar bu bölgede daha
önce görülen ortaya çıkartılan eserler değil" dedi.
Girginer, Helenistik döneme ait mızrak ve
hançerler de bulduklarını, ayrıca süs iğneleri ve
mühürlerin de buradan çıkan önemli eserler arasında
yer aldığını vurguladı.
Mynet Haber, 26.08.2012
|
HASANKEYF MAĞARALARINA GİRİŞ YASAKLANDI

2010 yılında büyük bir kaya parçasının düşmesi ve
bir kişinin yaşamını yitirmesiyle tehlike arz ettiği
için turizme kapanan Hasankeyf’teki tarihi
mağaralar, bu kez bazı mağaralarda tespit edilen
çatlaklıklar üzerine ikinci kez yerli ve yabancı
konuklara kapatıldı.
Geçen cuma mesai bitiminde tarihi kalenin
girişindeki bilet gişelerinin ziyaretçilere
kapatıldığını söyleyen
Batman Müze Müdürü Tenzile Uysal, "Hasankeyf
vadisi ile kale giriş bölümünün orta kapısı
arasındaki altı mağarada görülen çatlaklıklar
nedeniyle teknik incelemeler tamamlana kadar
Hasankeyf kalesinde can ve mal kaybı yaşamaması için
Bakanlık onayı ile geçici olarak ziyaretçilere
kapatıldı. Hasankeyf kalesi dışında aşağı kısımda
105 kültür varlığı daha var. Bu alanların turizm
güzergahına dönüşmesine yönelik projemiz var.
Yakında bu alanı turizme açacağız" dedi.
Bakanlığın geçici süreyle ziyaretçilere kapattığı
tarihi Hasankeyf kalesinin yanı sıra antik kentte
kale dışındaki kültür varlıklarını ön plana
çıkaracak yeni proje hazırlığında olduklarını da
ifade eden Müze Müdürü Uysal, şöyle konuştu: "Tarihi
kalede tekrar ziyarete açılıncaya kadar Hasankeyf’te
ören yeri ziyaretçilerin azalmaması ve halkın mağdur
olmaması için de yakında kale dışındaki kültür
varlıklarını ön plana çıkarmayı amaçlıyoruz. Ayrıca
Hasankeyf’e gelecek yerli ve yabancı konuklar için
de İngilizce-Türkçe broşür ve uyarı levhalarını
hazırlıyoruz. Şu anda Hasankeyf’in turizme kapandığı
bölüm vadi ile kalenin orta kapısını kapsıyor.
Bakanlığın incelemesi tamamlandıktan sonra tarihi
kalenin tekrar açılacağına inanıyoruz."
Hasankeyf Belediye Başkanı Abdulvahap Kusen ise,
Hasankeyf kalesinin tekrar turizme kapatılmasının
Kültür ve Turizm Bakanlığının kararı olduğunu ifade
etti. Başkan Kusen, "Kale’de can ve mal kaybına
yönelik her hangi bir tedbir almamız mümkün değildi.
Belediye olarak bütçemiz oldukça kısıtlı.
Çatlaklıkların yaşandığı mağaralarda önlem
alınmasına yönelik Bakanlığın ciddi bir çalışma
yapmasını bekliyoruz. Daha önce de kale kapatılınca
esnaf sıkıntılı günler geçirmişti. Fakat şimdi de
bazı çatlaklıkların görüldüğü mağaralarda bakanlığın
geçici olarak kapatma kararına diyebileceğimiz bir
şey yok. Resmi rakamlara göre, yılda 150 bine yakın
ziyaretçinin çıktığı kalenin geçici süreyle turizme
kapatılması ister istemez bazı tartışmaları da
beraberinde getirecek. Bakanlığın tasarrufunda olan
bu kararına ne denilebilir ki? diye konuştu.
Radikal, Haber: Arif Arslan, 26.08.2012
******
KALEYİ BAKANLIK
KAPATTI!
İddialara göre “Kale
kurul kararı ile değil, Bakanlık kararı ile
kapatıldı” Elimize ulaşan iddialara göre
Kültür ve Turizm Bakanlığının talimatı ile Batman,
Mardin ve Diyarbakır müzelerinden ilimize gelen
uzman elemanlar, kaya çatlaklarını araştırmak için
Hasankeyf’e gittiler. Kale kapısının solundaki 5
adet mağaranın tavanında meydana gelen çatlakları
yerinde inceleyen uzmanlar, ileride bu çatlakların
daha da büyüyeceği ve bir kaya çökmesine neden
olacağı konusunda rapor hazırladılar. O raporlar
Kültür ve Turizm Bakanlığına sunuldu. Bakanlık da
ileride olabilecek bir tehlikeyi önlemek için
Hasankeyf kalesini ziyaretçilere kapattı” Elimize
ulaşan bilgilere göre Bakanlık önce yerel bazda
güvenlik önlemlerinin alınmasını istedi. Ancak İlçe
Kaymakamlığı ve Belediye Başkanlığı, güvenlik önlemi
alacak imkanlarının bulunmadığını beyan ettiler. Bu
yüzden Kültür ve Turizm Bakanlığının Hasankeyf
kalesini güvenlik önlemi alınana kadar geçici olarak
ziyarete kapattığı belirtildi. Kale kapısındaki
önlemlerin basit olduğunu ve burada yapılacak küçük
bir çalışma ile çatlakların kontrol altına
alınacağını belirten Hasankeyfli vatandaşlar,
Hasankeyf kalesinin yeniden turizme açılması
konusunda yetkililerden istekte bulundular.
Batman Gazetesi,
29.08.2012
|
HASANKEYF'TE 900 YILÖNCE ARITMA SİSTEMİ KULLANILMIŞ
Hasankeyf İlçesi'ndeki arkeolojik kazının
başkanlığını yürüten Batman Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr. Abdüsselam Uluçam, kazılarda Hasankeyf’in
12 bin yıl öncesinin tarihine ulaşıldığını ancak bu
yıl yapılan kazının en önemli sonucunun, 12.
yüzyılda Artuklu döneminde kullanılmış arıtma
sistemi olduğunu bildirdi.
Prof.Dr. Abdüsselam Uluçam, AA muhabirine
Hasankeyf’te bu yıl yürütülen kazıların sonuçlarını
değerlendirdi.
Çalışmalarında Artuklu dönemine ait bir
kanalizasyon sistemi ortaya çıkardıklarını anlatan
Uluçam, Hasankeyf’teki Mardinike Külliyesi’nin
kuzeyinde yapılan bir araştırmada su arıtma
tesisleri ortaya çıkardıklarını belirterek ”Bu,
Hasankeyf ve bölge kültür tarihi açısından çok
önemli bir olay. Günümüzde bile Dicle kenarında
meskun mahallerde tuvalet atıkları doğrudan Dicle
Nehri’ne akıyor. Daha önceki Artuklu döneminde bir
kanalizasyon sisteminin olduğu, atıkların Dicle
Nehri’ne ulaşmadan önce, bu sistemin üçlü bir arıtma
sisteminden sonra nehre verildiği bilimsel olarak
ortaya kondu” dedi.
Uluçam, bu seneki Hasankeyf kazılarının ortaya
koyduğu en önemli değerin bu olduğunu vurgulayarak
“12. yüzyıl kültürünün günümüz kültüründen biraz
daha ileri seviyede olduğunu ortaya koyan bir
bulguydu bu. Medeniyet tarihi açısından övünülecek,
takdir edilecek bir durumdur” şeklinde konuştu.
Yapılan kazı çalışmalarıyla, Neolitik döneme, ilk
insan yerleşiminden itibaren birtakım sonuçlara
ulaşıldığı ve pek çok mezar buluntuları ortaya
çıkarıldığı bilgisini veren Uluçam, tarih
öncesindeki kültürlerin de ortaya çıktığını
kaydetti.
Neolitik dönem buluntularına da değinen Uluçam,
bu döneme ait bulunan eserler ve beslenme kültürü
konusunda şunları söyledi:
“12 bin yıl öncesine ait Hasankeyf’in tarihine
ulaştık. O dönemde seramik dediğimiz toprak kap yok,
kaplar taş oyularak yapılıyor. Mezarlara konulan
mezar sunuları var ki bu sunularda yiyecek giyecek
parçaları, kapların içinde taştan oyulmuş
armağanlar, birtakım dini sembol niteliğindeki insan
yüzleri, taşa oyulmuş, sakal ve gözleri boyanmış
maskeler gibi bazı eserler ortaya çıktı.
Yine o dönemde daha çok mercimeğin
kullanıldığını, buğdayın ise çok az kullanıldığına
ulaştık. Tilki, yaban domuzu, geyik gibi yabani
hayvanların yenildiğini tespit ettik. Ondan sonra
sırayla Demir Çağı dönemini MÖ yüzyıldan
itibaren şu an ki Hasankeyf’in yerleşim alanındaki
yer ortaya çıkar. Yani Neolitik dönem olarak 12 bin
yıl öncesi, ondan sonra antik dönem, ardından
garnizon şehri olarak Roma var, Süryaniler ve
Hazreti Ömer döneminde İslamlaşma sonucunda İslam
devletleri var.”
Ortaçağ arkeolojisine giren çalışmalarda, Hacı
Ali Mescidi’ndeki kazıların sonucunda bu bölgenin
aslında Artuklu dönemine ait bir köşkün üzerine,
Hicri 735 yılında Hacı Ali tarafından bir mescit
yaptırıldığı, sonra da mescidin etrafında bir
zaviyenin geliştirildiği tespit edildi.
“Hasankeyf’te ilk defa Büyük Selçuklu’nun
izlerine rastladık” diyen Uluçam eskiden doğrudan
Artukluların bilindiğine vurgu yaparak kazılar
sonucunda Büyük Selçuklu Sultan Melikşah dönemine
ait 1092 tarihli camiye ait benzer örnekler
çıktığını belirterek, “Artuklular, Eyyubiler,
Karakoyunlu, Akkoyunlu ve Osmanlı dönemleri var.
Yani biz bu kronolojik sıralamayı bilimsel olarak
kültür varlıklarıyla kanıtlamış olduk. Daha önce
Artuklu, Eyyubi biliniyordu ama biz bunun dışında
İran Selçuklusu diye bilinen Büyük Selçuklu’nun da
varlığını ortaya çıkardık. Bunun dışında
Hasankeyf’in Roma’nın garnizon şehir dışında
yerleşim alanı ortaya çıktı” diye konuştu.
-2012 kazılarının en önemli bulguları 4 mimari
anıt ve arıtma tesisi-
Kazı Başkanı Prof.Dr. Uluçam, sonuç olarak bu
seneki kazı mevsiminde höyük başta olmak üzere
Ortaçağ arkeoloji grubuna giren 4 alanda yaptıkları
çalışmalarda 2 mescit, Artuklu Köşkü, Artuklu
döneminde tesis edilip daha sonraki dönemlerde
onarımlar geçiren bir kanalizasyon tertibatı ile hem
içme suyu hem atık suların kullanıldığı iki ayrı
sistem halinde arıtma sisteminin ortaya
çıkarıldığını bildirdi.
Uluçam, önemli eserler dışında ayrıca içinde
sikkeler, seramik örnekleri, değişik kapkacaklar,
mezar taşları olan küçük buluntular olduğunu da
sözlerine ekledi.
haberler.com, 26.08.2012
|
İÜ'DE RESTORASYON VAR
1865-1866 arasında yapımı tamamlanan ve 1923’te İstanbul Üniversitesi ’ne tahsis edilen bina büyük bir onarımdan geçecek. ‘ İstanbul Üniversitesi Yenileme ve Restorasyon Projeleri’nden biri olan çalışma 2009’da başladı. İstanbul İl Özel İdaresi’nin üstlendiği onarım için Rektör Prof.Dr. Yunus Söylet, “558 yıllık bir tarihe sahip olan İstanbul Üniversitesi , aynı zamanda Türkiye ’nin ilk üniversitesi. Üniversitemize ait tarihi mekanları hem depreme karşı güçlendirme hem de restorasyonlarını yaptırmak için 2009’dan bu yana aralıksız çalışıyoruz” dedi. İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binası Fransız Mimar Bourgeois tarafından yapıldı. İstanbul ’da 1894’teki depremde büyük zarar gören bina, İtalyan mimar Raimondo d’Aranco tarafından, daha sonra da 1950’de Mimar Ekrem Hakkı Ayverdi tarafından onarıldı.
Radikal, 26.08.2012
|
 |
"TOPKAPI'YI DA YIKACAĞIZ"
Prof.Dr. İlber Ortaylı’nın ayrılmasının ardından
Ayasofya Müzesi Başkanlığı’ndan Topkapı Sarayı
Müzesi Başkanlığı’na getirilen Doç.Dr. Dursun,
“Ayasofya’ya yapılan çirkin ilaveleri yıktık, şimdi
sıra Topkapı’da” dedi.
Topkapı Sarayı’nın çiçeği burnunda başkanı Doç.Dr.
Haluk Dursun, Ayasofya Müzesi Başkanlığı döneminde
yaptıklarını ve Topkapı’da yapacaklarını VATAN’a
değerlendirdi.
“Bana göre Ayasofya, bu topraklarda medeniyetler
buluşmasının en kalıcı örneklerinden birisidir.
İmparatorlukların kültürel potansiyelinin bir arada
sergilendiği bir dünya harikasıdır. Ayasofya’da
Hıristiyanlık öncesinden Doğu Roma - Ortodoks
kültürüne ve oradan da Osmanlı- İslam kültürüne
uzanan derin bir çizgi mevcuttur. Bu açıdan burası
aslında müzeye dönüştürülmüş bir ulu mabettir.
Ayasofya’nın vaftizhanesi ve atriumu ne kadar
önemliyse türbeleri, medresesi, kütüphanesi,
imareti, muvakkithanesi, sıbyan mektebi, şadırvanı,
sebilleri de o oranda önemlidir. Ortodoks mozaikleri
ne kadar değerliyse, Kazasker Mustafa İzzet
Efendi’nin devasa levhaları, padişahların bizzat
yazıp hediye ettikleri hatlar da aynı oranda
kıymetlidir.”
“Daha önce lojman olarak kullanılan sıbyan mektebini
‘Ayasofya Araştırmaları Merkezi’ olarak kullandık.
Ayasofya türbeleri, bakanlarımız Atilla Koç ve
Ertuğrul Günay’ın da katkısıyla bir ‘Ölüm kültürü’
müzesi olarak açıldı. Ayasofya türbelerinin önünü
kapatan çirkin ve sonradan yapılmış yapılar ortadan
kaldırıldı. Bakanlığın, valiliğin ve 2010 ajansının
katkıları ile yıllar sonra iskelesiz bir kubbe
ortaya çıktı. Bu düzenlemelere 2010 yılında
İtalya’da yılın ‘Sanat Kurtarıcısı’ ödülü verildi.
Ayasofya müze arşivi, dijital hale getirildi.
Ayasofya’nın sebilinden turistlere şerbetler ikram
edildi. Bahçeye binlerce gül dikildi.”
“Külliyenin en önemli parçalarından I. Mahmud
Kütüphanesi’nin restorasyonu bitirilerek açılmasına
çok uğraştık. Ayasofya’nın Fossati tarafından
yapılan muvakkithanesi, yine ‘Zaman Müzesi’ olarak
açılmalı. Ayasofya İmareti yapılış amacına uygun
olarak kullanılarak ‘Yemek Kültürü Müzesi’ haline
dönüştürülmeli. En büyük tesellim, birlikte
Ayasofya’ya hizmet ettiğimiz Hayrullah Cengiz’in
Ayasofya’daki görevinin devam etmesidir. Ayasofya’da
aklım kalmadı ama gönlüm kaldı.”
Papa’dan Obama’ya, Sudanlı Ömer El Beşir’den Alman
Merkel’e kadar protokol gezileri sırasındaki
anılarını “Meraklısına Ayasofya” adıyla
kitaplaştıracağını söyleyen Dursun, Topkapı Sarayı
ile ilgili planlarını ise şöyle anlattı:
“Ayasofya’da yaptıklarımı, Topkapı’da da
uygulayacağım. Önce mekanın değerini ön plana
çıkaracağım. Sonradan yapılan yanlış ve çirkin
ilaveleri, müdahaleleri asgariye indireceğim. Bu
konuda Sayın Bakan da çok duyarlı.”
Vatan, 26.08.2012
|
CABER KALESİ'NE ÇİFTE KORUMA

Türkiye'nin sınırları dışındaki tapulu tek
toprağı olan Süleyman Şah Türbesi'nin bulunduğu
Caber Kalesi'ne çifte koruma sağlandı. Genelkurmay
Başkanlığı, Suriye'deki kaleyi koruyan asker
sayısını 2 katına çıkarırken, Çevre ve Orman
Bakanlığı da kalenin fiziki dayanıklılığını artırmak
için ek önlemler aldı. Türbenin çevresinde beton
duvar örülerek taşlarla kaplandı. Mevcut karakol
binası yıkılarak ihtiyaçlara cevap verecek modern
bir karakol binası yapıldı. Türbenin çevresine de
yine Türkiye'den getirtilen ağaçlar ve çimler
ekildi. Suriye'de yaşanan olaylar ve iki ülke
arasındaki kriz nedeniyle asker sevkiyatlarındaki
güvenlik önlemleri de üst seviyeye taşındı.
Şanlıurfa'dan gönderilen askerlerin nakliyesi artık
zırhlı araçlarla karadan yapılacak.
Daha önce 15 civarında askerin bulunduğu türbede,
Suriye'de yaşanan olaylar sonrası güvenlik önlemleri
kapsamında asker sayısının 30'a çıkarıldığı
öğrenildi. Şanlıurfa'daki 20'nci Zırhlı Tugay
Komutanlığı'ndan gönderilen Türk askerlerinin nöbet
değişimi 2 haftada bir yapılıyor. Daha önce
helikopterlerle yapılan asker değişimi de güvenlik
gerekçeleriyle karadan gerçekleştiriliyor.
Helikopterin düşürülme ihtimali göz önünde
bulundurulduğu için asker sevkiyatının zırhlı
araçlarla karadan yapılacağı öğrenildi.
Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Bey'in dedesi
olan Süleyman Şah, 1086'da 2 muhafızı ile birlikte
Fırat Nehri'ni geçerken şehit olunca, bölgede
bulunan Caber Kalesi'nde toprağa verildi. Yavuz
Sultan Selim tarafından Süleyman Şah adına yapılan
türbe, 1921'de Fransızlar ile yapılan Ankara
Antlaşması sonrası Suriye topraklarında kaldı.
Ancak, türbenin bulunduğu alanın Türkiye toprağı
olduğu ve Türk bayrağının dalgalandırıp, muhafız
bulundurması kabul edildi. 1973'te Tabka Barajı
altında kalmaması için Karakozak mevkiinde bulunan
şu anki yerine taşınan türbede Süleyman Şah ve iki
muhafızının mezarları bulunuyor.
Sabah, Haber: Ceyda Karaaslan, 26.08.2012
|
TÜRKİYE'NİN NEDEN ULUSLARARASI MARKAYA SAHİP BİR
HERHANGİ BİR ESERİ YOK?

İtalya'daki Monza ve Brianza Ticaret Odası,
ziyaretçi sayısı ve kente kattıkları değer
bakımından Avrupa'nın tarihi yapılarına fiyat biçti.
Listenin ilk sırasında Paris'in simgesi Eyfel
Kulesi, 546 milyar dolarla yer aldı. Araştırma
kuleyi geçen yıl 7.1 milyon kişinin ziyaret ettiğini
ortaya koydu. Liste Roma, Kolezyum (114 milyar
dolar), Barcelona, La Sagrada Familia Katedrali
(112.7 milyar dolar), Milano, Duomo Katedrali (103.2
milyar dolar), Londra Kalesi (89 milyar dolar),
Madrid, Prado Müzesi (73 milyar dolar) ve İngiltere
Stonehenge (13.2 milyar dolar) ile sıralandı. Ne
Ayasofya, ne Topkapı Sarayı, ne de Efes listede
yoktu. Peki Türkiye bu listede neden yer almadı?
Uzmanları yanıtladı.
Prof.Dr. İlber Ortaylı
Herkes kendi reklamını yapıyor. Bunlar saptırılmış
anketler. Eyfel teknik bakımdan büyük bir buluş
elbette, öncü bir buluş. Avrupa'daki garlarda da
tatbik edildi. Hem aydınlık sağlıyor hem tasarruf
sağlıyor. Ancak en kıymetli eser olduğunu
zannetmiyorum. Saptırılmış bir anket. Yaşadığım
sürece hiç üstüne çıkmadım defatle altından geçtim
ama. Bütün dünyanın reddetmeyeceği Ayasofya var.
Rönesans mimarisine çok önemli katkısı olan
Süleymaniye var. Ama aldırış etmemek lazım bu
ankete, reklam bunlar.
Başaran Ulusoy (TÜRSAB Başkanı)
Türkiye'deki tarihi eserler ve yapılara paha
biliçelemez. Ayasofya'yı, Sultanahmet'i Topkapı
Sarayı'nı Eyfel Kulesi ile yan yana getirebilir
misiniz? Bir Eyfel Kulesi yaparsın ama bir Ayasofya
yapamazsın.
Ziyaretçi sayısı dediğiniz Fransa'da bir Eyfel
Kulesi var bir Louvre Müzesi var, turistler oralara
gidiyor. Türkiye'de 3-4 milyon kişi Topkapı
Sarayı'na, 1 milyon kişi Aya İrini'ye, 2 milyon kişi
Dolmabahçe'ye, 3 milyon kişi Efes'e gidiyor.
Türkiye'de çok fazla görülecek, gidilecek yer var.
Türkiye'de müzelere gidiş yüzde 42 artmış. Randevulu
sisteme geçeceğiz artık, biz tıkandık. Müze
fiyatları herkesin ödeyebileceği ücretler olsun ama
anlayabilecek kişiler gelsin istiyoruz. Müzeler
mesire yeri değil, anlayabilen gelsin. Kalkıp da
Eyfel Kulesi'yle Ayasofya'yı yanyana nasıl
getireyim. Roma'da bir tek medeniyet var, bizde
Hitit, Selçuklu, Roma, Bizans, Osmanlı. 7-8
imparatorluk var bu topraklarda. Baraj yaptırıyoruz
Zeugma çıkıyor. Bizdeki tarihi eserler yapılar paha
biçilemez, çok fazla oldukları için de gezen turist
sayısına göre değer biçmek mümkün değil.
Dr. Sedat Bornovalı (Turist Rehberleri Birliği
(TUREB) Başkan Yardımcısı)
Gördügüm kadarıyla sadece
istatistiklerini rahatlıkla takip edebildikleri AB
ülkelerinin eserlerini değerlendirmeye almışlar.
Simon Anholt'un ülkelerin marka değerini hesaplamak
için geliştirdiği sistemi eserlere uygulamışlar.
Müze giriş sistemlerinin TÜRSAB-MTM iş ortaklığına
devredilerek elektronik ortamda takip edilmesine,
müzekart sayesinde bu takibin yerli ziyaretcilere de
uygulanabilmesine değin zaten sağlıklı, kesin
diyebilecegimiz istatistikler mevcut bile değildi.
Bu durum sadece gecen yildan itibaren aşıldı. O
nedenle de söz konusu hesaplamaların ancak bundan
sonra rahatlıkla Türkiye'yi de kapsayarak yapılması
mümkün olacak. Eminim değerlendirme önumuzdeki
yıllarda tekrarlandığında Türkiye'den yapıları da
üst sıralarda görebileceğiz.
Prof.Dr.Yusuf Oğuzoğlu (Uludağ Üniversitesi Tarih
Bölümü Öğretim Üyesi)
Tarihi yapıların değeri, ziyaretçi sayısıyla
ölçülmez. Sanat değeri var, tarihi sürekliliği, ne
kadar yüzyıldır ayakta kaldığı, hangi uygurlığın
ürünü gibi pek çok ölçütün birarada
değerlendirilmesi gerekir. Sanat değeri mimarı
değeri önemli. Bana göre Türkiye'deki tarihi
yapıların bu listede olmaması bu araştırmayı
yapanların eksikliği. Ayrıca bu kuruluş ne kadar
ciddi ve hangi kadroyla çalıştılar, saha taraması
yaptılar mu bunları da bilmiyoruz. Türkiye'de hem
eski antik çağdan kalma hem Osmanlı Türk dönemi
içinde çok sayıda tarihi yapı var. Örneğin Hasankeyf
hem mimar hem de matematikçi biri tarafından
yapılmış. Dicle'nin üzerinde 900 yıldır sağlam
kalmış. Süleymaniye Selimiye mimarı özellikleri ve
bileşkeleri ayrı bir olay. O listeye girebilmeliydi.
Ben bu araştırmayı ciddiye almamak gerektiğini
düşünüyorum. Eksik bir araştırma olduğunu
düşünüyorum.
Dr. İsmail Karamut (İstanbul Arkeoloji Müzesi eski
Müdürü)
Bizdeki müzeler ve ziyaret edilen yerler Avrupa ile
kıyaslanınca çok çok ucuz. Aslında ziyaretçi
sayısının daha fazla olması lazım. Ancak gelen
ziyaretçiyi orda uzun süre tutmak, farklı zaman
geçirebilmelerini sağlamak gerekir. Avrupa'da
ziyaretçileri eğlendirecek, daha fazla zaman
geçirmelerini sağlayacak düzenlemeler var. Örneğin
Avrupa'daki müzelerde restourantlar var. Bu
restaurantlarda yemek yemek bir prestijdir.
Müzelerinizi ya da tarihi yapılarınızı iyi
sergileyebilmelisiniz. Bunun yanında yapılan
reklamla da çok ilgili. Son yıllarda Kültür
Bakanlığı bu konuda atılım, yeni arayışlar içinde.
Yrd. Doç.Dr. Murat Yıldız (Gebze Yüksek Teknoloji
Enstitüsü Şehir Ve Bölge Planlama Bölüm Başkanı)
Bu tür tarihi özel yapıların ziyaretçisi, sadece o
yapıyı görmek istemez, o tarihi yapının bulunduğu
kentle bütünleşmek, bir yaşam deneyimine sahip olmak
için program yapar, zaman ayırır. Çünkü günümüz
dünyasında bir tarihi yapıyı ya da mekanı görmek
isterseniz internetten fotoğraf ve videolarına
ulaşabilirsiniz. Sadece o eseri görmek için
hayatlarının bir dönemini ayırmayı tercih etmezler.
O nedenle o kentteki alt ve üst yapılara ihtiyaç
vardır. Kentsel dönüşümlerin sadece modern
görüntülere odaklanmadan, geçmişten gelen kültürel
zenginliklerle bağdaşan dokularla yapılması
gerekiyor. Bu sadece ziyaretçiler için değil o
kentlerde yaşayan insanlar içinde olmalıdır.
Doç.Dr. Necmi Karul (Arkeolog)
Birincisi araştırma eksikliği olabilir. Bu
araştırmanın kapsamlı olup olmadığını bilemeyiz.
Türkiye'yi hesaba katmamış olabilirler. Çünkü sadece
Efes'i yılda 2 milyon turist geziyor. Diğer nedeni,
ticari boyutu hesaplanabiliyorsa Türkiye'deki
arkeolojik anıt ve yapılara gelen insan sayısı
listeye girecek kadar değil demekki. İkincisi
olduğunu varsayarsak daha fazla tanıtım yapmak,
değerlerimizi paylaşmak bakımından üzerimize iş
düşüyor demektir. Ayrıca dünya turizmi hiçbir
şekilde tek bir yapıyı görmeye dönük değil. Daha
gerçekçi gezi anlayışı hakim. Nitelikli seyahat
anlayışı, bir yere tek bir yapı görmeye değil birçok
şeyi birararda görmeye dayalı. İstanbul'un turizm
boyutu daha fazla tanıtılırsa Ayasofya'ya daha çok
ziyaretçi gelir. Ancak bu araştırma reklam da
kokmuyor değil, biraz stateji de koktuğunu
gözlemliyorum.
Habertürk, Haber: Hilal Öztürk, 26.08.2012
|
MUHAFAZAKAR KESİM
SİNAN MİMARİSİNDEN VAZGEÇMİYOR
Mimar Sinan eseri
Edirne Selimiye Camii
(1568-1575), İstanbul’da, inşa edilen ve 2012
yılında açılışı yapılan
Ataşehir Mimar Sinan
Camii ile yeni bir kopyasına kavuştu.
Aslının kopyası görünüm
olarak orijinalini andırsa da aralarındakikalite
farkı su götürmez bir gerçek. 437 yıl evvel Sinan’ın
elinde üç ana malzeme vardı: Taş, tuğla ve kireç. Bu
malzemeler kullanılarak inşa edilen caminin statik
dengesini ve mukavemetini sağlayan elemanlar,
masif-yığma duvarlar, fil ayakları, kemerler, ana ve
tali kubbeler ve ağırlık kuleleri idi. Bu
elemanların kompozisyonu ile yapı strüktürü oluşuyor
ve estetik görünüm sağlanıyordu. Günümüzde ise
aslının aynı formu ve aynı estetik görünümü taklit
etmek için betonarme malzeme kullanılıyor.

Bursa Ulu Camii
Büyük Çamlıca Tepesi
zirvesinde inşası düşünülen yeni cami
projesinin siparişi, evvela bir mimara verilmiş.
Siparişi alan, Kahramanmaraş’ta ‘’Ulu Hakan
Abdülhamid Han’’ adına yapılmış caminin mimarı.
Mimar, gazetelere verdiği bir beyanatta, dünyanın en
büyük kubbesini, en fazla sayıda ve en uzun
minaresini Çamlıca Tepesinde yapacağını meydan
okurcasına dile getirdi. Adam, belki de Guiness
rekorlar kitabına geçmek istiyordu. Peki, nerede
kaldı İslam’ın tevazuu? Mimar Sedefkar Mehmed Ağa
eseri Sultanahmet Camii altı minarelidir. Camiyi
yaptıran Sultan III. Ahmed’e, minarelerin Harem-i
Şerifin altı minaresi ile yarıştığı dile getirilince
Sultan, Mekke’ye hemen yedinci bir minare daha
ekletmiş ve Harem-i Şerifin üstünlüğünü korumuştu.

Ayasofya
Mimarın bu konuşmaları her halde muhafazakar kesimi
de rahatsız etmiş olmalı ki cami projesi yarışmaya
çıkarıldı. Ama hazırlanacak projelere normal
hazırlanma süresinin çok çok altında süre verilmesi
yine bir takım şüphelere neden oldu. Yoksa ellerinde
hazır bir proje mi vardı. Yarışma şartnamesinde
görülen diğer ilginç nokta ise teklif edilecek
projelerin Osmanlı mimari üslubunu içermesi şartı.
Sonuç ak mı kara mı bekleyip göreceğiz.

Edirne Selimiye Camii ve Sinan heykeli
Günümüz muhafazakar
kesimi, cami mimarimizi niçin Osmanlı üslubu ve
özellikle de Sinan ekolü ile dondurmak istiyor
acaba?
Kimse düşünmüyor ki
Osmanlı, mimarlık sanatını belirli bir dönemin
üslubu ile dondursa ve yeni yapılarında eski üslubu
devam ettirseydi, şaheserler ortaya çıkabilir miydi?
Tabii ki çıkmazdı. Osmanlı İmparatorluğu, yaşamının
her bir eriminde çağının gereklerine uyabildiği
oranda yükselmiş, mimarlıkta ileri adımlar
atabilmiştir. Şimdi Osmanlı mimarlığının, yaşadığı
her çağın gereklerine uyarak nasıl geliştiğine bir
göz atalım.

Sinan ekolünün son şaheseri Sultanahmed Camii
Horasan’dan Anadolu’ya
intikal eden Selçuklular, doğal olarak İran sanatı
etkisinde eserler inşa etmişti. Osmanlı bu yolda
devam etmedi. Bizans etkili yeni bir Osmanlı
mimarisini yarattı. Selçuklu’nun konik ve piramidal
kubbelerini hiç kullanmadı; Bizans’ın küresel
kubbelerini benimsedi. Ama dinamizmini hiç terk
etmedi. Her dönemde çağdaş olabildi ve çağının
yorumu ile özgün mimarisini elde edebildi.
Şimdi, Osmanlı’nın
gelişim gösteren mimarlık evrelerine bir göz
gezdirelim:
Birinci evre, Erken
Osmanlı Mimarlığı dönemidir. Bu dönem 1300
yılından başlar, 1453 yılına, İstanbul’un fethine
kadar, 150 yıl devam eder. Bizans-Osmanlı sentezinin
olgunlaşma dönemidir. Bu dönemde yapılan camiler,
İslam’ın sınıf farkı gözetmeksizin yan yana ve saf
halinde namaz kılmasına imkan veren, uzun kenarı
Kıbleye yönelik yatık
dikdörtgen planlı ulu cami tipidir. Bu tip
camilerin plan şeması Selçuk, kubbe örtüsü ise
Bizans etkisindedir. İznik Özbek Han Camii (1333),
Bursa Ulu Cami (1334), Gelibolu Büyük Cami (1385),
Filibe (Plovdiv) Cuma Camii (1389), Edirne Eski Cami
(1414), Edirne Üç Şerefeli Cami (1437-47), bu tip
camilere örnektir.

Dolmabahçe Camii
İkinci Evre,
1453 yılı, İstanbul’un fethinden sonra başlar.
İmparatorluğun kudreti yanında kültür ve sanatınında
doruğa ulaştığı dönemdir ki bu evre 1700 yılına
kadar, 250 yıl süren
Klasik Osmanlı Mimarlığı dönemidir.
İstanbul’un fethi ile Osmanlı mimarlığı, Ayasofya’yı
örnek almış, yatık dikdörtgen plan şemalı cami
formunu terk ederek küresel ana kubbe altında çember
tamburlu, pandantifler ve ağırlık kuleleri ile kare
forma dönüşen merkezi plan sistemine geçmiştir.
Şimdi merkezi plan
sistemi üzerinde biraz duralım. Kare ve dairede
kutsallığı aramak Antik Yunan’a kadar gider.
(Vitrivius’un Mimarlık Bilgisi). Rönesans’ta
Leonardo da Vinci’nin insan vücudu oranlarının
geometrik ifadesi ile tescillenir. Kutsal kare ve
kutsal daire geometrisi ile Tanrının anımsanması,
gerek Katolik, gerekse Ortodoks kiliselerinde ifade
edilmiştir. (Bu konular iki cümleye sığacak kadar
basit değildir). Geçelim.

Yıktırılan Karaköy Camii
Ortodoks Ayasofya’da da ana kubbeli, tek mekan ve
merkezi plan anlayışı geçerlidir. Osmanlı, bu
evredebelki de işin felsefesini bilmeden
kutsal kare ve kutsal
daire şemalı merkezi plan şemasını ve kitle
formunu benimsemiş ve camilerinde uygulamıştır. Ne
var ki Osmanlı mimarlığı, Ayasofya örneğindeki
Hıristiyan anlayışlı sanatı, İslam anlayışlı sanata
adapte etmekte büyük başarı göstermiştir. 1453
sonrasının Eski Fatih Camii, Mahmut Paşa Camii
(1465), Bayezid Camii (1505), Şehzade Mehmed Camii
(1548), Süleymaniye Camii (1557), Edirne Selimiye
Camii (1575, Azapkapı Camii (1577), Tophane Kılıç
Ali Paşa Camii (1580), Sultanahmed Camii (1616),
Yeni Cami (1663), … klasik dönem ürünü önemli
camilerdendir.

Adana Sabancı Camii (Kopya ve orantısız uzun
minareler)
Üçüncü Evre,
1700’lerden, Lale Devrinden başlayıp 1900’ün ilk
yıllarına kadar geçen 200 yıl zarfındaki sanat
akımlarına uyum sağlandığı dönemdir. Bu evrede
Osmanlı, mimariyi klasik dönemin çizgileri ile
dondurmamış, aksine Batı etkili sanat akımlarının
cami yapılarında uygulanmasında hiçbir beis
görmemiştir. Bu dönemde de klasik dönemde olduğu
gibi Batı’nın mimarlık akımları İslam anlayışına
mükemmel surette adapte edilebilmiştir. Bu dönemde
yapılan camilerdeki
barok, rokoko, ampir,ar-nuvo (art nouveau)
stillerini ancak mimarlar ve diğer ilgili sanatçılar
fark edebilmekte, halk bu tip cami üsluplarının
farkına varmadığı gibi, bu tip camileri yadırgamadan
veen azından Süleymaniye kadar beğenmekte ve
hoşlanmaktadır. Görülüyor ki Osmanlı mimarisi,
klasiği buldum diye yerinde saymamış, amiyane
deyimle konduğu yerde otlamamış, daima yeni
arayışlar içine girebilmiştir. Bu evrede inşa edilen
Cağaloğlu Nur-ı Osmaniye Camii (1756), Laleli Camii
(1763), Beylerbeyi Camii (1778), Eyüp Sultan Camii
(1800), Tophane Nusretiye Camii (1826), Dolmabahçe
Camii (1852), Ortaköy Camii (1854), Aksaray
Pertevniyal Valide Sultan Camii (1867), Karaköy
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Vakfı Camii (1901,
1958’de Adnan Menderes yıktırdı), … çağına uyarlı
üslupları içeren önemli camilerdir.

Kınalıada Camii (İlk modern cami, mimar Turhan
Uyaroğlu)
Bu
evrelerden sonra bir evre daha var:
Dördüncü Evre,
geriye, ‘’Klasik Osmanlı Mimarlığı’’na dönüş
evresidir. 1900’ün ilk yıllarından başlar, 1930’un
ilk yıllarına kadar devam eder, 1960’lardan sonra
tekrar hortlar ve günümüze kadar gelir. İlk geriye
dönüş, 1908 Meşrutiyeti ve özellikle İttihat ve
Terakki’nin söz sahibi olduğu dönemde başlamıştır.
Milliyetçilik akımları sonucu, Avrupa etkili
mimarlık üslupları ‘’tu kaka’’ edilmiş ve bir Mimar
Sinan fenomeni başlatılmıştır. Bu dönem, Türk
mimarlık tarihinde
Birinci Ulusal Mimarlık Dönemi olarak
anılmaktadır. Eskiyi canlandırma işleminin önemli
temsilcisi Mimar
Kemaleddin Bey olmuştur. Bebek Camii (1913),
Bostancı Kuloğlu Camii (1913), Bakırköy Kartaltepe
Amine Hatun Camii (1924), nispeten küçük camiler
olmasına karşın günümüz taklit camilerine taş
çıkartacak olgunlukta ve özgün camilerdir.
Kemaleddin Bey, klasik dönem Osmanlı üslubunu sadece
camilerde değil, sivil mimari yapılarında da
uygulayan bir mimardır. Bu gün de sorumlu
yöneticilerimiz, aynı anlayış içinde Selçuklu ve
Osmanlı’nın klasik dönem üsluplarını sade camilerde
değil, hükümet konağı, adalet sarayı ve okul gibi
yapılarda da uygulattırma çabası içindedirler.

İslamabad Camii (Mimar Vedat Dalokay)
1930-1960 dönemi, Türk mimarlığında ‘’kübist’’,
‘’neo-klasik’’, ‘’İkinci Ulusal Mimarlık’’,
‘’modern’’ gibi akımlara sahne olmuştur. Kayda değer
cami yapılarına rastlanmayan bu dönem, konumuz
dışında kaldığından ayrıntıya girmeyeceğim. Sadece
köy, kasaba ve Anadolu kentlerinde yapılan, ekseri
mimarsız cami ve minarelerde Osmanlı özentisi
görülür. Bu gibi kötü örnekler, yüzlerce, belki de
sayısız camide uygulama alanı bulmuştur.

TBMM
Camii (Mimar Behruz Çinici)
1950’li yıllarda modern Ankara’nın başat bir tepesi
olan Kocatepe’de bir cami inşası gündeme geldi.
Yarışmayı modern çizgiler içeren Vedat Dalokay’ın
projesi kazandı. Caminin temelleri atılmıştı ki,
cami yaptırma derneği muhafazakar yöneticilerin
eline geçti. Her halde iktidardaki Demokrat Parti
hükümeti de yeşil ışık yalmış olmalı ki modern
caminin temelleri dinamitlendi. Yerine Mimar Sinan
ekolünde bir cami inşa edildi. Cami hiç olmazsa
kopya değildi; Sinan ekolünü bilen iki mimarın
yorumunu içeren bir eserdi. Ne var ki Mimar Dalokay,
benzer modern projeyi Pakistan’da, İslamabad’da
uyguladı. Cami, dünyanın takdirini kazanan bir eser
oldu. Ankara çağdaş bir eser kazanmaktan mahrum
kaldı.

Modern iddiasında şekilci bir proje
Son
yıllarda ‘’modern’’ adı altında epeyce cami proje ve
yapılarına rastlayabiliyoruz. Ne var ki çağdaş veya
modern kisvesi altında yapılmış bu gibi cami
projeleri, çizim olarak şekilcilikten ileriye
gidemiyor. Çağdaş sanat kültürümüz az gelişmişlik
çizgisinden kurtulamıyor. Özetle henüz İslam
kültürünü çağdaş sanatla bağdaştıramıyoruz.

Malatya Mehmet Kavuk Camii (Proje, mimar Nevzat Sayın)
Bu
güne kadar çağdaş cami yorumunu başarabilmiş
projelere Vedat Dalokay, Behruz Çinici, Nevzat Sayın
gibi birkaç mimarın eserlerinde rastlayabiliyoruz.
Örneğin, Behruz Çinici’nin TBMM Camii projesinde
müminin namazını olabildiğince saf halinde
kılabilmesine olanak veren yatık dikdörtgen plana
dönüş vardır. İkincisi mihrap yoktur; Kıble yönünde
yeşile bakan bir cam duvar vardır. Bilir misiniz ki
mihrap bir nevi puttur. Mihrap, kiliselerde ayinin
yönetildiği, Hz. İsa tasvirlerini içeren bir
mekandır. İlk camilerde mihrap yoktu. İlk mihrap
Şam’daki kiliseden bozma, T planlı Ümeyye Camiinde
ortaya çıkmıştır.

Kıbleye değil, puta (mihraba) yönelik namaz kılan Müslümanlar
Son
yıllarda ‘’modern’’ veya ‘’çağdaş’’ adı altında epey
cami proje ve inşaatı yapıldı. Ne var ki izlediğim
proje çizimlerinde yukarda saydığım mimarları aşan
bir çalışmaya rastlamadım. (Belki de ben göremedim).
Gördüğüm bazı projelerde genellikle modern ve çağdaş
mimari şekilcilik olarak yorumlanıyor. Peki, niçin
çağdaş sanat kültürümüz az gelişmişlik çizgisini
aşamıyor? Niçin eskinin taklidi cami projeleri
yerine, İslam kültürünü çağdaş mimari ile
bağdaştırabilen projeler üretilemiyor?
Kent Haber: Yazı: Yılmaz
Ergüvenç, 26.08.2012
|
1700 YILLIK 2 MASKE BULUNDU

Mardin’in Dargeçit İlçesi yakınlarında inşaatı
süren Ilısu Barajı havzasında Mardin Müze Müdürlüğü
tarafından yapılan kazı çalışmalarında, MS 3’üncü
yüzyılda Roma İmparatorluğu dönemine ait olduğu
belirlenen iki adet demir ve bronz maske bulundu.
Döneminde Mardin’e gelen tiyatro grubu tarafından
oyunlarda kullanıldığı belirtilen maskelerin koruma
altına alınarak, müzede sergileneceği bildirildi.
Batman’ın antik kenti Hasankeyf’i sular altında
bırakacak olan Mardin’in Dargeçit İlçesi
yakınlarında inşaatı süren Ilısu Barajı havzasında
Mardin Müze Müdürlüğü ekipleri tarafından yapılan
arkeolojik kazılarda, MS 3’üncü yüzyıldan kalma
Roma imparatorluğu dönemine ait demir ve bronz maske
ortaya çıkarıldı. Toprak altından çıkarılan
maskeler, Mardin müzesi Restorasyon ve Konservasyon
Laboratuvar’ında restore edilerek, koruma altına
alındı.
Mardin Müze Müdürü Nihat Erdoğan ile birlikte ortaya
çıkan maskeleri basına tanıtan Kültür ve Turizm
Müdürü Davut Beliktay, Ilısu Barajı havzasında
Mardin Müzesi ekipleri tarafında yapılan kazılarda
toprağın altından ortaya çıkarılan maskelerin
yapılan laboratuar analizleriyle maskelerin 3’üncü
yüzyılda Roma İmparatorluğu dönemine ait olduğunun
tespit edildiğini söyledi.
Nusaybin İlçesi Gırnavaz Köyü'nde yapılan kazılarda
daha önce ilk tapu senedi olan bir tablet ve
ardından ilk oyuncak araba çıktığını hatırlatan
Kültür ve Turizm Müdürü Davut Beliktay, Mardin’in
her yerinin tarihle dolu olduğunu, bunun da
bölgedeki değerleri bilme, görme ve tanıma açısından
çok önemli olduğunu ifade etti. Beliktay, "Şimdi de
Ilısu Barajı'nda yapılan kazı çalışmalarında bin 700
yıllık maskeler çıktı. Maskeler restorasyonu
bittikten sonra Mardin Müzesi’nde sergilenecek. Roma
dönemindeki bu eser, o dönemde bu bölgede tiyatro
olmadığı için gezici tiyatrolar buraya geliyordu. Bu
maskelerin o döneme ait olduğu tahmin ediliyor. Bu
da 3’üncü yüzyılda olan bir çalışma" dedi.
Bulunan maskelerin birinin bronz, diğerinin ise
demirden yapıldığı Türkiye’de çok nadir bulunduğu
belirtildi.
Vatan, Haber: Nezir Güneş, 25.08.2012
|
HADRİANAUPOLİS ANTİK KENTİNDEKİ KAZI ÇALIŞMALARI
Atatürk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi
ve Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Vedat Keleş,
Karabük’ün Eskipazar İlçesi'nde Batı Karadeniz’in
“Zeugma”sı olarak adlandırılan Hadrianaupolis antik
kentinde daha önce ortaya çıkarılan eserlerin
çalışma yapılmadığı dönemlerde kaçak kazılar sonucu
tahrip olduğunu söyledi.
Atatürk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim
Üyesi ve Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Vedat Keleş
öncülüğünde restorasyon ve konservasyonu yapılan
Hadrianaupolis antik kentinde daha önce gün yüzüne
çıkarılan eserlerin kazı çalışması yapılmadığı
define avcılığı yapan kişilerce tahrip edildiğini
ortaya çıktı. Keleş, antik kentin en büyük
sorunlarından bir tanesinin güvenlik olduğunu
söyleyerek, “Daha önce burada iki tane bekçi vardı.
Şimdi ise sadece sabahtan akşama kadar bekçi var ve
bu yeterli değil. Tahrip edilmiş yerlerde benim
öğrencilerim gece gündüz nöbet tutuyor. Kaçak
kazıları önlemiyoruz. Bu sadece buranın gerçeği
değil Anadolu’nun birçok antik kentinde kaçak
kazılar yapılıyor. Bizim en azında bu ortaya çıkan
eserleri korumamız lazım ve bunun için güvenlik
sisteminin acilen bir devreye alınması lazım” dedi.
Ülkenin değişik Üniversitelerinden gelen
arkeolojik bölümü öğrencilerinden oluşan 40 kişilik
ekiple Bayram sonrası çalışmalara başladıklarını da
anlatan Vedat Keleş antik kentin Roma İmparatoru
Hadrian tarafından kurulmuş bir kent olduğunu ve 8-9
kilometrelik bir alanı kaplayan Karadeniz’in önemli
kentlerinden bir tanesi olduğunu da ifade ederek,
“Biz 2010 yılında buraya geldiğimiz zaman 3 sezon
kazı yapılmış. Yaklaşık 6 tane yapı ortaya
çıkarılmış. Ancak bizim olaya bakış açımız şudur,
yapılanmanın sadece ortaya çıkarılması çok basittir.
Bunun daha da önemlisi gelecek kuşaklara
aktarılmasıdır. Bizim bilim adamı olarak önceliğimiz
bunu ortaya çıkarmak ve gelecek kuşaklara
aktarmaktır. Bu da neyle olacak, korumayla. Burasının
en büyük sorunlarından bir tanesi güvenlik. Daha
önce burada iki tane bekçi vardır. Şimdi ise sadece
sabahtan akşama kadar bekçi var ve bu yeterli değil.
Örneğin iki kilometre ötede Kilise A bölgesinin
mozaiklerini ortaya çıkardık ve benim öğrencilerim
orada nöbet tutuyor. Biz burada şuan kazı
yapamıyoruz, sadece ortaya çıkarılmış yapıların
restorasyonu ve konservasyonu ile ilgili çalışma
yapıyoruz. Buradaki eserlerin korunması ve turizme
açılması için bir yapının üzeri örtülmesi ciddi bir
yatırım gerektiriyor. Bir yapının maliyeti çok ciddi
projeler hazırlanırsa 300 ile 350 bin lira arasını
buluyor. Ancak yaptığımız araştırma ile bizim
yapacağımız daha fonksiyonel ve basit ama koruma
işlemini de gören anlayışla 54 ila 56 bin liraya
kapatacağız. Yani bir yapıya harcayacağımız ciddi
harcama ile biz 5-6 yapının üzerini korumaya almış
olacağız. İnşallah bunu başarmaya çalışacağız” dedi.
Ortaya çıkarılan yapıların turizme açılması için
çatılarının yapılması gerektiğini ve Bakanlığın
gönderdiği ödeneklerle bunları yapmanın mümkün
olmadığını da dile getiren Keleş, “Yerel
yönetimlerden daha fazla destek almamız lazım. Özel
İdare bunu biran önce yapmalı. Çünkü Hadrianaupolis
antik çağda bir Hac merkezi. Antik çağ insanın bile
Hac vazifesini yerine getirdiği yerlerden bir tanesi
Hadrianaupolis’tir. Buranın Hac merkezi olduğu iyi
lanse edilirse Katolik dünyası buraya akın edebilir.
Burası ulaşım anlamında sıkıntısı olmayan bir yer.
Hadrianaupolis’in konumu ve çevresinde barındırdığı
yapılar ile Bizans tarihinde çok önemli olan Slios
Alpios isimli keşifin doğum yerinin de
Hadrianaupolis olması buranın Hac merkezi olacağını
gösteriyor. Bunu eğer ispatlayabilirsek ve bunu
başaracağımıza inanıyorum. Ondan sonra burası çok
önemli bir turizm alanı olur. İnsanlara da bunu iyi
tanıtmak lazım. Benim 2 öğrencim İtalya’da bir
sempozyumda burayı tanıtacaklar. Bizde buranın
üstünü kapatıp yürüyüş alanları oluştursak ciddi bir
turist akımı olacak demek. Ama bunun en önemli ayağı
ise buranın acil bir şekilde güvenlik önlemi
alınması lazım. Klise A yapısının üzerinin tamamını
kaldırdık ve kuzey kısmında kaçak kazı nedeniyle
tahrip edilmiş. Bizim elimizdeki fotoğraflarda bu
yapının ortaya çıkarıldıktan sonra çekilen
fotoğrafları ile şu anki fotoğrafları arasında
ortaya çıkıyor. Burada çalışma yapılmadığı dönemde
bu kaçak kazıklar yapıldığı belli. Bütün bunların
minimize yapılıp bu tarihsel zenginliğini insanlara
aktarmak için sadece bizim çalışmalarımız yeterli
değil ciddi anlamda güvenlik önlemi alınması lazım.
Kaçak kazıları önleyemiyoruz. Bu sadece buranın
gerçeği değil Anadolu’nun birçok antik kentinde
kaçak kazılar yapılıyor. Bizim en azında bu ortaya
çıkan eserleri korumamız lazım ve bunun için
güvenlik sisteminin acilen bir devreye alınması
lazım” açıklamasında bulundu.
haberler.com, 25.08.2012
|
MACHU PICHU'YA 460 MİLYON $'LIK HAVAALANI

Para
kültürü yendi... Peru, turizm gelirlerini artırmak
için Machu Picchu'nun yakınındaki Cusco'ya havaalanı
yapmak için kolları sıvadı. Maliyet dudak
uçuklatıyor: 460 milyon $.
Dünyanın en önemli
turistik bölgelerinin başında gelen Machu Picchu,
460 milyon dolarlık bir havaalanına kavuşuyor. Peru
Devlet Başkanı Ollanta Humala tarafından açıklanan
plan uyarınca, yeni
havalaanı İnka medeniyetinin eski başkenti olan
Cusco'nun hemen dışına inşa edilecek.
Bugün Machu
Picchu'ya gitmek isteyen turistler önce Lima'ya
uçtuktan sonra buradan önce Cusco sonra da Machu
Picchu'ya geliyor. Mevcut durumda Cusco'da bir
havaalanı bulunsa da bu sadece küçük uçaklara hizmet
verebiliyor. Aynı zamanda bölgenin uçuş için oldukça
tehlikeli olması ve bölgede çok fazla ışık
bulunmaması nedeniyle gece uçuşu da yapılamıyor.
Havaalanının yapılması için geçtiğimiz gün bir yasa
çıkaran Başkan Humala, 'Yeni
havaalanı sadece turistleri çekmekle kalmayacak aynı
zamanda birçok kişiye de yeni
iş fırsatı doğuracak'
dedi.
UNESCO'nun Dünya
Mirası listesinde bulunan Machu Picchu 15'inci
yüzyılda İnkalar tarafından inşa edilmiş. Yerli
halka tarafından bilinse de bölgenin
dünyaya
açılması 20'inci yüzyılın başında gerçekleşmiş.
Bölgedeki duvarların hassas olması nedeniyle, Machu
Picchu'yu günde sadece 3 bin kişi ziyaret
edebiliyor. Bölgenin denizden
yüksekliği de 2.500 metre...
Akşam, 25.08.2012
|
HER AN İÇİN HAVAYA UÇABİLİR

Atatürk’ün ömrünün son demlerini geçirdiği
Dolmabahçe Sarayı’nın yıkılma tehlikesi altında
olduğu ortaya çıktı. Dr. Kubilay Kaptan,
“Dolmabahçe’nin havalandırma boşlukları doldurulunca
metan gazı sızmaları başladı. Binlerce ton lağımdan
çıkan metan gazı Dolmahçe’nin altında duran bir
saatli bomba” dedi.
İstanbul Aydın Üniversitesi Afet Eğitim, Uygulama ve
Araştırma Merkezi Başkanı Yrd.Doç.Dr. Kubilay
Kaptan, Dolmabahçe Sarayı’nın yapısal güvenliği ile
ilgili rapor hazırladı. Hazırlanan rapor Atatürk’ün
ömrünün son yıllarını geçirdiği sarayın büyük bir
tehdit altında olduğunu ortaya koydu. Raporda,
Dolmabahçe’yi yıkımın eşiğine getiren 5 büyük tehdit
tespit edildi. İşte o tehditler ve rapordan çarpıcı
tespitler:
- OTEL İNŞAATI RİSKE SOKTU: Dolmabahçe Sarayı
ile Deniz Müzesi arasında kalan tarihi tütün
deposundan geriye tek bir taş bile kalmadı. Oysa
bina, 3 No’lu Koruma Kurulu’nca 2005 yılında ‘kültür
varlığı’ olarak tescil edilmişti. Tarihi yapı, aynı
kurulun 14 farklı kararı ile yok edildi. Yerine 14
katlı otel inşa edildi. En yakınındaki tarihi
binanın boyu 18 metre iken yeni inşaatın boyu 24
metreyi geçti. Yerin 7 kat altına inen inşaat 14 kat
olacak şekilde tasarlandı.
- ZEMİNDE ÇATLAKLAR OLUŞTU: Yeraltındaki
çalışmalar saray koleksiyonları müzesi ve sanat
galerisi olarak kullanılan Matbah-ı Amire
binalarında çatlaklara neden oldu. Milli Saraylar
Daire Başkanlığı, 150 yıldan bu yana hizmet veren
binada çeşitli zamanlarda depremler geçirmesine
rağmen bugüne kadar herhangi bir çatlak ve
olumsuzluk meydana gelmediğini vurgulayarak, ‘binada
bir süredir kılcal çatlaklar oluştuğu, yığma duvar
ve beton döşemelerde oluşan çatlakların tamirattan
sonra da devam ettiği, komşu parselde yapılan inşaat
ça-lışmaları nedeniyle önlenemeyecek riskler
yaşandığı, meydana gelebilecek bir çökmenin can
kaybı ve müze koleksiyonu objelerinin yok olmasına
sebep olacağını’ kurula ve ilgili belediyeye
bildirdi. Ama bu itirazlara rağmen inşaat yerin 7
kat altına indirildi.
- METAN GAZI BİRİKTİ: Dolmabahçe Sarayı’nın
tarihi havalandırma boşlukları 2 yıl önce yapılan
kanalizasyon hatası nedeni ile tamamen doldu ve
metan gazı sızmaları başladı. Bölgeden yayılan pis
kokuların nedeni araştırılırken, Türkiye’nin önemli
kültürel miraslarından olan Dolmabahçe Sarayı`nın
metan gazı patlaması ile karşı karşıya olduğu ortaya
çıktı. Tarihi binanın havalandırma tünelleri Haliç
kolektörlerinin iki yıl önce arıza yapması ile lağım
ile dolmaya başlamış ve gelinen noktada bu tüneller
tamamen tıkanmıştır. Yerin altında sıkışan binlerce
ton lağımdan çıkan metan gazı ise adeta Dolmahçe’nin
altında saatli bir bomba niteliği taşımaktadır.
- DEV TANKERLER TİTRETTİ: Dev tanker
geçişleri, özellikle Dolmabahçe Sarayı üzerinde
‘deprem’ etkisi yapabilir ve Boğaz’a hakim
rüzgarların etkisiyle herhangi bir petrol yangınında
kıyıdaki tarihi eserlerin kurtarılmasi imkansız hale
gelebilir.
- YENİ İNÖNÜ BASKI YAPAR: İnönü Stadyumu’nun
genişletilmesi, taban kotunun düşürülmesi veya
yükseltilmesi sadece stadın kendisini değil,
Dolmabahçe Sarayı’nın deniz tarafından görünüşünü de
olumsuz etkileyebilir.
Vatan, Haber: Öznur Karslı, 25.08.2012
OTELLER DOLMABAHÇE'YE BASKI YAPIYOR
Dolmabahçe
Sarayı’nın yıkılma tehlikesi yaşadığını ortaya
çıkaran VATAN’ın haberi ses getirdi. TBMM Başkanı
Çiçek, Milli Saraylar’dan Dolmabahçe’nin son
durumuyla ilgili bir rapor istedi. Dolmabahçe’nin
yapısal güvenlik raporunu hazırlayan Dr. Kubilay
Kaptan ise, “Sarayın arka tarafına bırakın bina
yapmayı, bir çivi bile çakılmaması lazım” dedi.
Dolmabahçe Sarayı’yla ilgili hazırladığı raporda
sarayın yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu
dile getiren İstanbul Aydın Üniversitesi Afet,
Eğitim, Uygulama ve Araştırma Merkezi Başkanı Yrd.
Doç.Dr. Kubilay Kaptan, Dolmabahçe Sarayı’nı
kurtaracak reçeteyi VATAN’a şöyle anlattı.
‘Dolmabahçe’de bakım boya ve badanadan ibaret’
“Bu kadar geçmişi olan bina nem ve korozyon yüzünden
kendi kendine yıpranır. Dolmabahçe’de bakım denen
şey, genelde sadece boya ve badanadan ibarettir.
Yapısal sisteme ve sistemi taşıyan yığma taşa bakım
yapılmıyor. Swissotel, Ritz-Carlton Oteli ve İnönü
Stadı’nın yükü Dolmabahçe’nin üstünde ve aşağı doğru
basınç yapıyor. Bu baskı yüzünden duvarlarda
açılmalar oluştu.”
‘Sarayın arka tarafına çivi bile çakılmamalı’
“Dolmabahçe’yi kurtarmak için sarayın arka tarafına
bırakın yeni bina yapmayı, çivi bile çakılamaz
artık. Dolmabahçe haddini doldurdu. İlave yük
vermek, binanın gitmesine neden olur. Allah korusun,
bir deprem olursa bina çok ağır hasar görür. Binayı
zamana ve depreme karşı korumak için yapıda makyaj
değil, ciddi güçlendirme yapmak lazım. Binayı
taşıyan kaburgayı güçlendirip, genişletmek
gerekiyor. Bunları yaparken taşıyıcı sistemde
açılmış olan duvarlar ve korozyona uğramış yerleri
kapatılmalı.”
‘Kaymayı önlemek için zemine kazık çakılmalı’
“Zeminin bir yıl gözlenmesi lazım. Dolmabahçe’nin
aşağıya kayması ve çatlakların büyümesi devam
ediyorsa zeminde iyileştirme yapmak gerekiyor.
Zeminin önüne kazık çakılabilir. Zemini sudan
korumak için ‘palplanş’ yapılabilir. Ya kazık
çakarak ya da palplanş yaparak zeminin daha ileri
kaymasını önlemek lazım. Ayrıca İnönü Stadı’nda
yapılacak yenileme sırasında genişletme, taban
kotunun düşürülmesi veya yükseltilmesi çok dikkatli
yapılmalı. Dolmabahçe’nin bodrum katlarında koku
geldiği için metan gazı çıkışı gözlemleniyor. Metan
gazı çıkışının binanın taşıyıcı sistemine bir zararı
yok. Metan gazı çıkışı ciddi olarak takip edilmeli.
Bu takipte metan gazı birikmesinin artıp artmadığı
izlenmeli. Eğer artış varsa çıkışı sağlayan
kuyularda bir iyileştirme yapılmalı.”
TBMM Başkanı Cemil Çiçek rapor istedi
Dolmabahçe Sarayı ile ilgili hazırlanan bu rapor,
sarayın bağlı olduğu TBMM Başkanı Cemil Çiçek’i de
harekete geçirdi. Meclis Başkanı Cemil Çiçek, Milli
Saraylar Daire Başkanlığı’ndan Dolmabahçe Sarayı’nın
son durumuyla ilgili ayrıntılı bir rapor istedi.
Milli Saraylar Daire Başkanlığı Bilim Kurulu’nun
hazırlayacağı rapor bu hafta içinde tamamlanarak
Çiçek’e sunulacak.
Vatan, Haber İlker Akgüngör,
26.08.2012
******
MECLİS'TEN DOLMABAHÇE
SARAYI AÇIKLAMASI
TBMM Genel Sekreterliği,
Dolmabahçe Sarayı’nın altındaki tünellerin lağımla
dolduğu ve metan gazı biriktiği iddiasının tamamen
gerçek dışı olduğunu bildirdi.
Bir gazetede yayımlanan
“Dolmabahçe Her An Havaya Uçabilir” ve “Oteller
Dolmabahçe’ye Baskı Yapıyor” başlıklı haberlerle
ilgili TBMM Genel Sekreterliği’nden yazılı açıklama
yapıldı.
Kamuoyunu yanılgıya
düşürecek yanlış bilgilendirmelerin önüne geçmek
amacıyla açıklamanın yapıldığı ifade edilerek,
Dolmabahçe Sarayı ve eklentilerinde Yrd. Doç. Kaptan
ve Aydın Üniversitesi tarafından herhangi bir
bilimsel araştırma, çalışma ve ölçüm yapılmadığı
belirtildi.
Açıklamada, şunlar
kaydedildi:
“Öncelikle haberde yer
alan ve ‘Dolmabahçe Sarayı’nın altındaki tünellerin
lağımla dolduğu ve metan gazı biriktiği iddiası’
tamamen gerçek dışıdır. Dolmabahçe Sarayı’nın
altından herhangi bir atık su kanalı geçmediği gibi,
Dolmabahçe Sarayı havalandırma kanallarına herhangi
bir lağım tesisatı bağlanması da mümkün değildir.
Dolmabahçe Sarayı’nın bodrumlarının havalandırması
ise Dolmabahçe Sarayı bahçesinde yer alan
havalandırma menfezleri ve fanlardan sağlanmaktadır.
Bu nedenle Dolmabahçe Sarayı’nın altında metan gazı
sıkışması olduğu iddiası gerçekdışıdır.
Dolmabahçe Sarayı
civarında bulunan atık su ve lağım taşıyan kanallar
ise Dolmabahçe Sarayı kampüsünün dışında yer
almaktadır. Bu kanalların bir tanesi İnönü
Stadyumu’nun altından geçerek Dolmabahçe Sarayı ile
Bezm-i Alem Camisi arasında yer alan meydanın
altında, diğeri ise Beşiktaş Akaretler Meydanı’nın
altında yer almaktadır. Dolmabahçe Sarayı dışında
yer alan ve Beşiktaş bölgesinin önemli atık su
kanalları olan bu kanalların bakım ve denetimi İSKİ
tarafından düzenli olarak yapılmaktadır.”
“Çatlak iddiaları
mesnetten yoksun”
Açıklamada, Dolmabahçe
Sarayı’nda, civardaki otellerden kaynaklanan
çatlaklar olduğu iddiasının da tamamen mesnetten
yoksun olduğu belirtilerek, “Buna karşın,
Beşiktaş’taki tütün deposunun alanında 2010 yılında
başlayan otel inşaatının temel kazıları esnasında,
Dolmabahçe Sarayı dışında ve Başbakanlık Çalışma
Ofisi’nin hemen yanında yer alan Matbah-ı Amire
binasında kısmi çatlaklar oluştuğu tespit
edilmiştir. Bu çatlaklar nedeniyle, ilgili kurum ve
kuruluşlar nezdine gerekli girişimlerde bulunulmuş,
aynı zamanda çatlaklarla ilgili gerekli müdahaleler
yapılmış ve önlemler alınmıştır” ifadelerine yer
verildi.
Daha önce de bazı medya
kuruluşlarında buna benzer iddiaların haber olarak
yer aldığının hatırlatıldığı açıklamada, “Aynı
haberlerin aradan geçen zamanın ardından, herhangi
bir inceleme dahi yapılmadan ‘Dolmabahçe Sarayı her
an havaya uçabilir’ gibi kamuoyunda sansasyon
oluşturmaya yönelik başlıklarla sunulması oldukça
manidardır” denildi.
Söz konusu haberlerle
ilgili TBMM Genel Sekreterliği Milli Saraylar
tarafından bu açıklama dışında herhangi bir açıklama
yapılmadığı da vurgulanarak, şu ifadelere yer
verildi:
“Bu nedenle ilgili
haberlerde, konuya ilişkin Milli Saraylar
yetkililerine atfedilen ifadeler gerçek dışıdır.
Kamuoyunda bu kadar öneme sahip bir konuda, kitle
iletişim araçları aracılığıyla yapılan yayınlarda ve
görüşlerde ciddiyet ve hassasiyet taşınması
gerektiği muhakkaktır. Kamuoyunu yanıltmaya ve
endişeye sevk etmeye yönelik bu haberle ilgili tüm
yasal haklarımız mahfuzdur”
Turizm Habercisi,
27.08.2012
|
REMBRANDT'IN ESERİ KAYBOLDU

Dünyaca ünlü Hollandalı ressam Rembrandt Van
Rijn'in tablosu kayboldu.
BBC'nin haberine göre, Norveç'in başkenti
Oslo'nun güneyindeki Sarpsborg kentine bağlı
Greaker'deki Soli Brug Sanat Galerisi'nin müdürü Ole
Derje, yaklaşık 50 bin Norveç kronu (15 bin 400 TL)
değerindeki gravürün İngiliz bir satıcıdan
alındığını ve posta yoluyla galeriye gönderilmesi
esnasında ortadan kaybolduğunu belirtti.
Derje, bu tür gönderilerde "yüksek sigorta maliyeti"
sebebiyle standart posta hizmetini kullanmayı tercih
ettiklerini söyledi.
Norveç Posta Hizmetleri sözcüsü ise, olaydan duyduğu
üzüntüyü dile getirerek, galeri müdürüne böyle
değerli ve geri dönüşü mümkün olmayan gönderilerde
standart posta hizmetinin kullanılmaması ve sigorta
yapılması tavsiyesinde bulunduklarını söyledi.
Rembrandt'ın 1658 yılında yaptığı tahmin edilen
gravürde, ünlü Flemenk yazı ustası Lieven Willemsz
Van Coppenol resmediliyor.
Habertürk, 25.08.2012
|
GÖKÇEBEL'DE TARİHİ TAŞ TEMELLERDE KAZI ALANI
TEMİZLİĞİ BAŞLATILDI



Karadeniz Ereğli müzesi başkanlığı Gökçebey'de 2009
yılı Temmuz ayında Filyos ırmağı içinde ortaya çıkan
taş temellerinin kazı alanı'nın temizliğini
başlattı. Kazı alanı temizlendikten sonra taş
temellerde kurtarma kazısı çalışmaları başlayacak
çalışmalara Filyos kazı ekibi bilimsel danışmanlık
verecek.
Tefen67, 25.08.2012
|
YOROS KALESİ'NDEN ÜÇÜNCÜ YIL HEDİYELERİ

Yoros Kalesi’nin 2012 kazı çalışması sona ererken
elde edilen buluntular, İstanbul Valisi Hüseyin Avni
Mutlu ve İstanbul İl Kültür ve Turizm Müdürü
Prof.Dr. Ahmet Emre Bilgili’nin katılımıyla kamuoyuna
sunuldu. İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü
Öğretim Üyesi Prof.Dr. Asnu Bilban Yalçın ve
yaklaşık 30 kişilik kazı ekibinin 2012 kazı
çalışmalarında özellikle 18. ve 19. yüzyıla ait
sikkeler bulundu. Ayrıca 14.-16. yüzyıllara ait
olduğu tahmin edilen ve askeri hayatı yansıtan
lüleler, misketler ortaya çıkarıldı. Kalenin
gündelik yaşantısına dair ise toprak kaplar,
lazımlık, sürahi ve Bizans damgalı tuğlalar da
dikkat çeken eserler arasındaydı.
Kazı heyeti başkanı Prof.Dr. Asnu Bilban Yalçın,
“Asıl parçalar müzede; biz etütleri, bazı örnekleri
kamuoyuna sunuyoruz” dedi. Bilban, kale hakkında
şunları söyledi:
“Anadolukavağı’nın kuzeydoğusunda yaklaşık 120 metre
yüksekliğindeki tepede bulunan kale, antik dönemin
yanında ortaçağda da önemli bir savunma yeri olarak
kullanılmış. Askeri yer olduğu için Tophane lüleleri
bulduk. Ayrıca bulduğumuz, cam boncuklu bir kadın
bilekliği de kale içerisinde aile yaşantısı olduğunu
da gösterdi. Bizim amacımız kalenin tarihçesini
ortaya çıkarabilmek.”
Adını ‘Kutsal Yer’den aldığı söylenen kale, İstanbul
Boğazı’nın Karadeniz çıkışında tepenin en yüksek
bölgesinde yer alıyor.
Radikal, Haber: Melek Karakuş, 25.08.2012
|
BULDOZERLER TARİHİMİZİ YIKIYOR

Çin'in kuzeybatısındaki Sincan Uygur Özerk Bölgesi
olarak da bilinen Doğu Türkistan'da yaşayan Uygur
Türkleri'nden dünyaya çağrı var. Fransız Le Figaro
gazetesinin geniş yer verdiği haberde Çin'in
modernleşme adı altında İpekyolu üzerinde bulunan
eski şehrin mimari hazineleri buldozerler altında
kayboluyor. Kaşgarlı Uygur Türkleri ise sitemli:
“Kültürümüz ve geleneksel hayat stilimiz yok
oluyor.” Sincan bölgesinde de korkulan oldu ve
Kaşgar şehrinin Müslüman mimarisinin tarihi
mücevherleri olarak simgeleşen yapıları birer birer
yıkılarak yerine devasa gökdelenler dikilmeye
başlandı. Uygurların tarihi olarak simgeleşen
yapıları da bina katliamından nasibini alıyor. Çinli
yetkililerin yeni parolası olan modernleşme, sosyal
konut, deprem standartları adı altında itfaiyenin
girebilmesi için geniş cadde ve sokaklar yapılıyor
ve tarihi binalar yok oluyor. Yazıda, Çin'in ucuz
fiyatlarla kamulaştırdığı tarihi binalar satın
alınarak yıkılıyor. Urimçi'deki Uygur Türkleri'nin
ayaklanmasından sonra hızlanan bu planlarla
Uygurluların hayat tarzı artık yok ediliyor. Pekin
Üniversitesi Profesörlerinden Wu Dianting de, Çin'in
bu konudaki politikalarına şüpheli yaklaşanlardan...
Bölgenin hayat şartlarını iyileştireceğim diyerek
Kaşgar'da yaptığı çalışmaların bir tarihi yok etmek
olduğunu dile getiriyor. Bölgede yaşayan insanların
hayat şartlarını iyileştirmek için çok yönlü
metodlar olduğunu dile getiren Wu, “Tarih ve şehrin
gerçek değerini anlamadığınızda, dünya mirası da yok
olur” diyerek sitemlerini dile getirdi.
Türkiye Gazetesi, Haber: Hayrettin Turan, 25.08.2012
|
"İNŞALLAH AKM SÜRECİNE DAHİL OLURUZ"

Murat Tabanlıoğlu, projesi babası Hayati
Tabanlıoğlu tarafından çizilen AKM'nin
restorasyon sürecine yeterince dahil olamamaktan yana
sıkıntılı. Tabanlıoğlu ile 29 Ağustos'ta açılacak
Venedik Mimarlık Bienali'nde yer alacak
projelerinden, Salt Galata'da açılacak AKM
sergisinden ve AKM inşaatının durumundan konuştuk.
Biz neden Venedik Mimarlık Bienali’nde bir
pavyonla temsil edilmiyoruz?
Bunun pek çok sebebi var ama başlıcası Türkiyedeki
mimarlık camiasının arasındaki kopukluk, bence. Bu
alanın aktörleri bildiğiniz gibi Mimarlar Odası,
Serbest Mimarlar Derneği, Kültür ve Turizm Bakanlığı
, müstakil çalışan mimarlar ve akademisyenlerdir. Bu
aktörler birbirlerinden kopuk oldukları ve pek de
anlaşamadıkları için bir araya gelip inisiyatif
oluşturmak zor oluyor. Bunun bir yansıması da
Venedik Mimarlık Bienali’ndeki yokluğumuz. Bu işe
bakanlığın önayak olması icap eder. Ama eğer
bireysel katılımlar olacaksa bu tamamen küratörlerle
kişisel ilişkilere dayanıyor. Bu açıdan Türkiye
bienalde hiç yok sayılmaz. Bienal’e paralel
etkinliklerde yer alan mimar arkadaşlarımız var. Biz
de global iş ortaklarımızdan Foster + Partners
tarafından projelerimizi görücüye çıkarmaya davet
edildik. Bu tarz bireysel katılımlar orada bir
pavyonumuz yokken çok önemli.
Nasıl bir proje bu? Bu da bir sergi mi?
Hayır. Foster + Partners İngiltere ’nin en büyük
mimarlık şirketleri arasında yer alıyor. Bienalde de
kendilerine özel bir stand açacak olan birkaç seçkin
şirketten biri. Biz onlarla Kazakistan’daki Astana
Media Center gibi pek çok proje gerçekleştirdik.
Şirket bienaldeki standında odaklandıkları alan olan
kamusal alan mimarisiyle ilgili bir video
hazırlıyor. Bizden bu videoda yer vermek üzere
projelerimizden görüntüler istediler biz de
gönderdik, ama filmin son halini henüz görmedim.
Hangi projeleri gönderdiniz?
Bodrum-Milas Uluslararası Havalimanı, Astana Arena
ve aslında özel bir mülk olup bizim kamusal alan
olarak tasarladığımız Balçova Asmaçatı Alışveriş
Merkezi.
Devletin önayak olmasıyla yakın zamanda şu andaki
durum değişebilir mi, peki?
Bu tabii ki sadece devletin önayak olmasıyla alakalı
bir şey de değil. Son zamanlarda tüm ülkeler oralara
belli sponsorluklarla gidebiliyorlar. Orada bir
pavyonumuz olduğunda da bir sponsor ihtiyacımız
olacak. Burada iş yapı sektöründeki gruplara düşüyor
ki bu kurumlar halihazırda oralara davetli
götürüyorlar. Ben bir Türkiye pavyonuna sponsor
olmaktan kaçınacaklarını sanmam. Mesela benim Bilgi
Üniversitesi Mimarlık Yüksek Lisans bölümünde
verdiğim derslerin içeriği her sene öğrencilerin bir
metropole gidip inceleme yapmasını gerektiriyor. Bu
sene Berlin’e gideceğiz. Bu seyahatlere Eczacıbaşı
Grubu sponsor oldu. Kalacak yer ve uçak biletlerini
onlar karşıladılar. Bu şekilde sponsorlar Bienale’de
bulunabilir ama burada en önemli olan sponsorun
limitlerini iyi belirlemek. Kimin gideceğine ya da
hangi projenin gideceğine veya küratörün kim
olduğuna karışmaması icap eder. Mesela biz Salt
Galata’da eylül ayında bir sergi yapacağız. Onun da
sponsorları var. Ama içeriği biz beliriyoruz. O da
bu şekilde olmalı.
Nasıl bir sergi bu?
AKM üzerine bir sergi bu. Vasıf Kortun’un
önderliğinde Salt bir Mimarlık Arşivi projesi
başlattı, bunun ilk ayağını da babam Hayati
Tabanlıoğlu’na ayırdılar. Bunun ardından sergi
teklifi geldi, biz de mimari açıdan sergiye kaynak
ve materyal sağlıyoruz. AKM projesinin mimari
öğelerini tanıtan veriler sağladık. AKM ’nin
mimarlık tarihi olarak şöyle bir önemi var. İstanbul
’da 60’lı yıllarda yapılmış ilk modern yapılardan
biri. Ve ilk defa bir devlet binasının duvarlarına
sanat eserlerinin asıldığı bir yapı. Tüm bu
özellikleri görsel ve maketlerle gösteren bir sergi
olacak. Binanın tasarlanmasında babama eşlik eden
sanatçılardan ve tasarımcılardan oluşan bir takım
vardı. Bunların arasında hala hayatta olanlarla
röportajlar yaptık. Bunlar da olacak sergide. Pelin
Derviş ve Gökhan Karakuş da sergiyi hazırlayan
mimarlar, biz onlara içerik sağlamakta destek
veriyoruz.
Madem konu AKM ’ye geldi, biraz da yakın zamanda
başlaması beklenen restorasyonu konuşalım. Şu an
ihale tamamlandı, süreç sizin hazırladığınız ikinci
projeye binaen başlayacak yakın zamanda. Pekiyi ne
aşamada şu anda restorasyon?
İkinci proje, ki ben ona “Soft proje” diyorum, tüm
tarafların mutabık olduğu projeydi. Bugünün
teknolojisiyle binanın birebir aynısının yapılmasını
öngörüyordu. İlk projede itiraz edilen öğeleri
tamamen çıkarttığımız bir proje bu. Hatırlarsanız
İstanbul Modern’de gibi bir restoran tasarlamıştık.
Bu itiraz edilen konulardan biriydi. Diğeri operanın
70 yılındaki yangından önceki dizaynında olan
locaları geri koymaktı. Bu hem de akustik için
gerekliydi. Babam sonra bu locaları kaldırmıştı.
Belki de burayı opera salonundan ziyade bir kültür
merkezi olarak tasarlamak istemişti. Biz geri koymak
istediğimizde de localara karşı çıkıldı, ama dava
sürecinde bilirkişi bizden herhangi bir izaat alma
gereği görmediği için biz bunları neden koymak
istediğimizi anlatamadık. Gişeleri içeri almak
istedik, binayı daha canlı hale getirmek için. Buna
karşı çıkıldı çünkü yeri geldiğinde binanın
kapatılması istendi. Oysa biz orayı olabildiğince
halka açık tutmak istiyorduk. Biz bu projeyi bila
bedel yaptık. Sabancı Grup şimdi sponsor oldu ama
biz bu işe ilk sponsorluğu veren tarafız. Şu anda da
tahminime göre müteahhit firmalar projeyi anlamaya
çalışıyorlar. Ruhsat aldıkları zaman inşaat başlar.
Çok dışarıdaymışsınız gibi konuşuyorsunuz. Projenin
gidişatını müellif mimarı olarak kontrol edeceğinizi
varsayıyorum.
Ben de öyle olmasını umuyorum ve bu konuda başka bir
şey söylemek istemiyorum. Orada bulunursak zararımız
değil faydamız dokunur, bunun bilinmesini isterim.
Biz yaptığımız tüm binaların içinde olduk. Bu bizim
iş disiplinimiz, böyle de devam etmek isteriz.
Kültür Bakanı da bu yönde temennilerini belirtmişti.
Dolayısıyla sorunuza ‘inşallah’ diyerek cevap vermek
istiyorum.
Bu işin içinde olan biri olarak, sizin gözlemleriniz
çerçevesinde bizim İstanbuldaki kültürel kamu
alanlarının tasarımında nelere ihtiyacımız var? Ne
gibi mimari özellikleri olmalı?
Paris’te Pompidou müzesi yapıldıktan sonra nasıl
etrafını dönüştürüp, yüzlerce sanat galerisinin yer
aldığı ve sanatçıların zaman geçirmek için de
gittiği bir yer olduysa, benzer şekilde İstanbul
Modern nasıl etrafını sönüştürüp Karaköy’e kadar şık
kafelerin ve galerilerin yer aldığı bir alan
yarattıysa, öyle olmalı. Kültür merkezleri
etraflarındaki alanı yavaş yavaş dönüştürür. Bence
bir kültür alanı tasarlarken göz önüne alınması
gereken en önemli olan bu. Koruma da çok önemli
tabii. Biz Hasköy İplik Fabrikasında bunu yaptık.
Binayı yıkmadan bir kültürel alana dönüştürdük.
Sergiler oldu burada, İKSV etkinlikler yaptı. Çok
fonksiyonlu bir kültür alanı oldu burası. Bu tip
merkezlerin şehre entegre olmaları lazım. Bunun için
de kapılarının hep açık olması gerekli. Biz AKM ’de
de bunu amaçlamıştık ama başka şekilde olmak zorunda
kaldı.
Radikal, Haber: Tuba Parlak, 25.08.2012
|
ANTİK TİYATROYA AB DESTEĞİ

Bursa İl Genel Meclisi Başkanı Nedim Akdemir,
İznik’teki antik Roma tiyatrosuna AB fonlarından 700
bin lira kaynak aktarılması için çalıştıklarını
söyledi.
Akdemir, İznik’te temizlik çalışmaları süren antik Roma tiyatrosunu ziyaret etti. Çalışmaları inceleyen Akdemir’e arkeolog Umut Kapıcı bilgi verdi. “Bursa medyasının hassasiyeti sayesinde bugün Roma tiyatrosu kurtarılıyor” diyen Nedim Akdemir, “İl Genel Meclisi olarak buraya bütçe aktardık. Bir projemiz daha var; o da AB fonlarından 700 bin Euro’nun ekim ayında buraya aktarılmasını hedefliyoruz” dedi.
Konuyla ilgili olarak gazetecilere açıklama yapan
Akdemir, “Bursa İl Özel İdaresi’nin kültür ve turizm
çalışmalarında en önemli hamlesi İznik’tir.
2001 yılı Ekim-Kasım aylarında bu tiyatronun
içler acısı hali hem mahalli, hemd e ulusal medyada
çıktığında İl Genel Meclisi ilgisiz kalmayıp hemen
görüntülü fotoğraf arşivi yaptı. İlgili makamlara
konu iletildi. Gerekli ödenek sayın valimiz
tarafından bir gün içinde çıkarıldı. Burada bir yıla
yakındır çalışma yapıyoruz. 2001 yılında 200 bin TL
bütçe ayırarak temizliğe başladık” diye bilgi verdi.
Başkan Akdemir şöyle devam etti:
“Çünkü burası eski görüntülerde görüleceği gibi
çok ciddi bir toprak kütlesi altındaydı. Neredeyse
buranın ne olduğu hakkında bile fikir edinilmeyecek
haldeydi. Arkadaşlarımız burada çok ciddi bir
çalışma yaptılar. Roma tiyatrosunun büyük oranda
silüeti ortaya çıkarılmış oldu. Bu yıl yine 200 bin
TL’lik bir harcamamız daha olacak. Ancak bu bütcçyle
sınırlı değiliz. Kültür ve tabiat varlıklarının
korunmasına ilişkin bütçemiz elimizi oldukça
rahatlatıyor. Lazım olacak her türlü ödeneği
sağlayabilecek ve çalışmaları sonuna kadar
taşıyabilecek durumdayız. Burada bir arkeolojik
temizlik yapıyoruz. Yani kazı çalışmaları belki
ileride daha çok arkeolojik ve bilimsel bir heyetin
yapacağı iş, ama biz tarihi eserin etrafındaki
tozdan topraktan, çamur kütlesinden ve pislikten
arındırılmasını sağladık. Toprak kütlesini büyük
ölçüde ortadan kaldırdık. Burada çok güzel bir eser
ortaya çıkardık. Özel İdare olarak kültürel
çalışmalarımızın em önemli hamlesi burası olmuştur.
Böyle bir projeyi İl Özel İdaresi olarak
gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşıyoruz”.
Bursa Olay, 25.08.2012
|
KYBIRA'DA BOZULMAMIŞ TARİHİ HAMAM BULUNDU
Mehmet
Akif Ersoy Üniversitesi(MAKÜ) Arkeoloji Bölümü
tarafından Burdur'un Gölhisar İlçesi'ndeki Kibrya
antik kentinde yapılan kazılarda bozulmamış halde
Tarihi Hamam bulundu. Ülke genelinde yapılan
arkeolojik kazılarda sağlam olarak bulunan ilk hamam
olma özelliğini taşıyan yapı, Geç Roma dönemine ait.
Tarihi hamam bozulmamış yapısı ve sağlam su
tesisatıyla dikkat çekiyor. Restorasyon çalışmalar
yapılan hamam, ziyarete açılacak. Tarihi hamamların
Anadolu Arkeolojisinde çok önemli yere sahip
olduğunu belirten MAKÜ Kibrya Kazı Başkanı Yrd.
Doç.Dr. Şükrü Özdoğru, bulunan hamamın sağlamlık ve yapı
bakımından başka örneğinin bulunmadığını söyledi.
Hamamın 6 bölümden oluştuğunu aktaran MAKÜ Kibrya
Kazı Başkanı Özdoğru, hamamın Roma Dönemi sosyal
hayatına aiti bilgiler verdiğini söyledi. Hamamın
asılına uygun olarak restore edildiğini anlatan
Özdoğru, "Hamamın koruma çalışmalarını bu yıl
tamamlıyoruz. Gelecek yıl gelen ziyaretçilerin
anlayabilecekleri şekilde açıklama levhalarıyla
tanıtılacak." dedi.
Hamam 8 kişilik restorasyon ekibi ile aslına uygun
restore ediliyor. Hamam tabanı o dönemde kullanılan
özel kayrak taşıyla döşeniyor. Restorasyon işleminin
bu yıl tamamlanması bekleniyor.
Timetürk, 24.08.2012
|
"ESKİŞEHİR'İN KÜLTÜR MİRASININ HİÇBİR PARÇASI
YERALTINDA KALMAYACAK"

Küllüoba Höyüğü, Şarhöyük ve Karacahisar Kalesi kazı
alanlarında kazı mevsimi sonunda elde edilen
bulgular mahallinde incelendi.
İl
Kültür ve Turizm Müdürü Ali Osman Gül ve Müze Müdürü
Dursun Çağlar ile birlikte kazı alanlarını ziyaret
eden Vali Dr. Kadir Koçdemir kazı başkanlarından
bilgi aldı.
Küllüoba: Anadolu’nun En Eski Toplu Yerleşim
Alanı
Sivrihisar’ın Yenikent
Köyü yakınlarında yer alan
Küllüoba Höyüğü Prof.Dr. Turan Efe başkanlığında 30
kişilik bir ekip tarafından yürütülüyor. Kazılarda
yaklaşık 4500 yıl önce uzak bölgeler arası ticaret
ağının ne kadar canlı olduğunu gösteren buluntular
elde edildi. Höyüğün mimari yerleşim planı
Anadolu’nun ilk şehirleşme sürecini anlamada önemli
katkılar sağlıyor. Yaklaşık 1500 yıllık kesintisiz
yerleşimin izlerini barındıran höyükte bu sene
çıkarılan bazı materyaller bilinenlerin bir kısmını
değiştirecek ve arkeoloji ve tarihçiler nezdinde
büyük ilgi görecek nitelikte.
Şarhöyük: Eskişehir İsminin Menşei
Anadolu’nun ilk yerleşim yerlerinden biri kabul
edilen Şarhöyük’e kazı başkanı Prof.Dr. Taciser
Sivas ve 45 kişilik ekibi kelimenin tam manasıyla
ömürlerini veriyorlar. 25 yıllık bir çalışmanın
neticesinde henüz çok küçük bir kısmı gün ışığına
çıkan Şarhöyük, aynı zamanda 13. yüzyıldan sonra
Türklerin Odunpazarı bölgesinde iskan olmaları ve
buraya Eski Şehir demeleri sebebiyle, bugünkü
isminin de menşeini teşkil ediyor. Bu yıl kazılar
Höyük ve Nekropol bölgelerinde yoğunlaştırıldı. Çok
sayıda eserin ortaya çıkarıldığı alanın etrafındaki
cezaevi ve lise binalarıyla diğer yapılaşmaların
tehdit oluşturduğunu ifade eden Sivas “Bu mevsim çok
değerli eserlere ulaştık. Nekropol bölgesini ileriki
yıllarda bir arkeolojik açık hava müzesine
dönüştürmeyi arzu ediyoruz.” dedi.
Karacahisar: Tohumu Çatlatan Kale
Osmanlı
Beyliğinin kuruluş sürecinde çok önemli rolü olan ve
Osmanlı tarih kaynaklarında ilk sikkenin basılıp ilk
hutbenin okunduğu, dolayısı ile beyliğin
bağımsızlığını ilan ettiği yer olarak tanımlanan
Karacahisar Kalesi’nde kazılar Prof.Dr. Erol
Altınsapan’ın başkanlığında yürütülüyor. Kazı ekibi
bu sene iç kale surları ve çarşının temellerini
ortaya çıkarttı. Ayrıca muhtemelen bir rasat
kulesine ait temellere ulaşıldı. Esasında İç kale
surlarından sonraki sahanın ikinci aşamada ele
alınması planlanmışken, burada yer alan bir
ibadethane kalıntısının Osmanlı mimarisinin
izlerinin son noktasına dair bilgi vermesi sebebiyle
büyük heyecan yaratması bekleniyor.
Kültür Mirasının Hiçbir Parçası Yeraltında
Kalmayacak
Koçdemir önümüzdeki günlerde kazı başkanları ile bir
araya gelerek hem kazı sonuçlarını hem de
yapılabilecek projeleri ele alacak. Kültür
Başkentliği sebebiyle sahip olunan idari ve mali
esneklik ile hizmet kabiliyeti kazı çalışmalarını
hızlandırma ve bu alanları kültür mirasına dahil
etme yolunda önemli katkılar sağlayacak.
Koçdemir, yeni nesilleri kültürel mirasla hemhal
etmek istediklerini, bunun için hem mevcut miras
unsurlarının en iyi biçimde değerlendirilmesini hem
de çocuklara ve gençlere arkeolojinin ve toprağın
sevdirilmesini hedeflediklerini, kültür mirasının
hiçbir unsurunu yeraltında bırakmayacaklarını, hem
Eskişehirlileri hem de bütün dünyayı bu mirasla
tanıştıracaklarını ifade etti.
Eskişehir Valiliği, 24.08.2012
|
SIRRI ÇÖZÜLEMİYOR

Diyarbakır Müzesi
başkanlığında yürütülen Ziyarettepe kazısında
bulunan bilinmeyen bir dile ait tablet ilk kez
görüntülendi.
“Ilısu Baraj Gölü
Altında Kalacak Kültür Varlıklarının Kurtarılması”
projesi kapsamında, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve
DSİ'nin işbirliğiyle, Diyarbakır Müze Müdürlüğü
başkanlığında, 2000 yılından bu yana Bismil
İlçesi'nde devam eden kurtarma kazıları, Anadolu'nun
zengin kültürel birikimini gün yüzüne çıkarmaya
devam ediyor. Ziyarettepe'de MÖ 8. yüzyıla
tarihlenen ve bilinmeyen bir dilin varlığını ortaya
çıkaran tablet bilim dünyasında heyecan yaratmıştı.
ABD Akron
Üniversitesi'nden Prof.Dr. Timothy Matney'in
bilimsel danışmanlığında, Almanya Mainz
Üniversitesi'nden Dr. Dirk Wicke, İngiltere
Cambridge'den Dr. John MacGinnis ile Marmara
Üniversitesi'nden Prof.Dr. Kemalettin Köroğlu
denetimindeki uluslararası ekip tarafından yürütülen
kazılarda daha önce bulunan, ancak çözümlemesi yeni
yapılan tableti Diyarbakır Müze Müdürlüğü'nde ilk
kez görüntülendi.
Müze Müdürü Nevin
Soyukaya, yaptığı açıklamada, 2000 yılından itibaren
Ilısu Barajı HES Projesi kapsamında kurtarma
kazılarının yürütüldüğünü anımsattı.
Ilısu Barajı göl alanın
Diyarbakır'ın Bismil İlçesine kadar uzandığını
Diyarbakır Müzesi Başkanlığında ilçe sınırları
içerisinde çalışmaların devam ettiğini belirten
Soyukaya, Ziyarettepe kazılarının da Ilısu Barajı
Kurtarma Kazıları kapsamında Akron Üniversitesi'nden
Prof.Dr. Timothy Matney'in bilimsel danışmanlığında
yürütüldüğünü söyledi.
Ziyarettepe kazısının
başladığından bugüne kadar çok önemli bilgileri gün
ışığına çıkardığını ifade eden Soyukaya, “Bölgede
çalışma yapan bilim insanlarının da söylediği gibi
her kazı sezonu sonrasında insanlık tarihi adeta
yeniden yazılıyor. Bölge böylesine önemli bilgiler
veriyor ve bu önemli bulguları Diyarbakır Müzesi'ne
kazandırıyor. Emeği geçenlere teşekkür ediyoruz.
Ziyarettepe'de bulunan tablet çok önemli. Tablet ile
ilgili ilk tespitler, çevirisinin yapıldığı
İngiltere'de kısa bir şekilde yapılmıştı. Ancak ilk
kez Türkiye'de, ilk açıklamalar müzemizde yapılıyor.
Ve böylesine önemli buluntuyu AA aracılığıyla
kamuoyu ile paylaşıyoruz” dedi.
“Asur eyalet merkezi
Tuşhan”
Prof.Dr. Matney ise
Ziyarettepe'nin Dicle Nehri kıyısında, yaklaşık 32
hektar genişliğinde önemli bir eski kent yerleşimi
olduğunu ifade ederek, buradaki yerleşmenin MÖ 3.
bin yılda başladığını, MÖ 7. yüzyıla kadar
kesintisiz devam ettiğini söyledi.
Ziyarettepe'nin bu uzun tarihi dönemde genel olarak
küçük bir yerleşme olduğunu ancak Asur döneminde
oldukça büyük bir yerleşme haline geldiğini, 32
hektarlık alanın tümünün bu dönemde iskan edildiğini
anlatan Matney, “Burası Asurlular için önemli bir
merkezdi. Asur ordusunun konaklama ve eyalet
merkezlerinden biriydi. Dolayısıyla burada höyüğün
üzerinde eyalet yöneticisinin oturduğu büyük bir
saray vardı. Bunu açığa çıkardık. Tablet ise Asur
eyalet merkezi Tuşhan'daki saraydaki taht odasında
yanmış bir taban üzerinde bulundu” dedi.
Bilinmeyen dile ait 2
olasılık
Tabletin çevirisini
yapan Dr. MacGinnis de İngiltere'de çalıştığı sırada
telefonla tabletin bulunduğu haberini aldığını,
müthiş heyecanlandığını belirterek, bulduğu ilk
uçakla Türkiye'ye geldiğini söyledi.
Tabletin bulunmasının
bütün arkeologlar, tarihçiler için çok önemli
olduğunu anlatan MacGinnis, tabletin Asur çivi
yazısıyla yazıldığını bildirdi.
MacGinnis, Anadolu'nun
kültürel mirası açısından buluntunun önemli
olduğunu, Türkiye'de geniş bir Hitit arşivi olmasına
rağmen az sayıda Asur arşivi bilindiğini söz konusu
tabletin de bu sürece katkı olarak
değerlendirilebileceğini belirtti.
Tabletin çevirisinin
oldukça uzun zaman aldığını anlatan MacGinnis şöyle
konuştu:
“En sonunda bunun bir
kadın isimlerinin listesi olduğu anladık. Bunlar
büyük olasılıkla Tuşhan'da çalışan görevlendirilmiş
kadınların isimleri. Bizim için büyük sürpriz olan
konu; bu tablette geçen isimlerin Asurca
olmamasıydı. Tabii bunu anlamak için bir çok uzman
arkadaşımızla görüştük ve Ortadoğu'daki bir çok
dille karşılaştırdık. Ama bunlar bizim dillerden
değil dediler. Örneğin eski Persçe, Elam, Mısır,
Arapça, İbranice veya Aramice değil. Bir veya ikisi
Asurca, Luwice ve Hurrice gibi dönemin diğer bilinen
dillerine ait iken büyük çoğunluğu bilinmeyen bir
dile aittir. Bütün bu sürecin sonunda fark ettik ki
bu çok önemli tablet, bize hiç bilinmeyen bir dile
ait isimleri veriyor. Bu isimlerin Diyarbakır
bölgesine gelmiş olmasıyla ilgili 2 olasılık var.
Birinci olasılık, bu
isimlerin “Şubriyalılara” ait olabileceği. Şubriya;
Asurlular gelmeden önce, bu bölgenin isimlerinden
bir tanesi idi. Diğer olasılık ise bu kadınların
Irak-İran sınır bölgesinde Zagros Dağları'ndan
tehcir yoluyla buraya getirilmiş olabileceğidir.
Tablet çok önemli. Çünkü yeni bir dil bulduk. Tablet
üzerinde yer alan 'Impane, Ninuaya, Sasimi,
Bisunume, Malinayasi ve Pinda' gibi kadın isimleri
günümüze kadar bilinmeyen bir dilde yazılmıştır.
Bölgedeki çalışmalarımız bu konuda yeni veriler
sağlayacaktır. Bütün bu buluntular Ziyarettepe'nin
eski Tuşhan adıyla bilinen eyalet merkezinin
dönemine işaret etmektedir. Biz biliyoruz ki
Asurlular tehcir uygulamasını çok sık kullandılar ve
bu tür tehcirleri gerçekleştirdiler. Bu aşama ve
tabletin bu şekilde çözümlenmesi bizi,
meslektaşlarımızı heyecanlandırdı. Ziyarettepe'de
daha büyük keşifler yapacağımıza inanıyoruz. 2008
yılında taht odasının tabanında ilk parçası bulunan
2009'da tamamlanan tablet, MÖ 8. yüzyılın ortalarına
tarihleniyor.”
3 milyonun üzerinde
insan başka yere nakledildi
Prof.Dr. Köroğlu da
tablette otaya çıkan isimlerin, büyük olasılıkla
Zagros'lardan veya Asurlular gelmeden önce
“Şubriyalılar” olarak bilinen topluma ait
olabileceğinin tahmin edildiğini söyledi.
Şubriyalıların dilinin
net olarak bilinmediğini, yazıya geçirilmediğini,
dolayısıyla tehcir yoluyla bu bölgeye gelen
insanlara ait bir grup kadının Asur sarayında
çalıştırıldığını düşündüklerini belirten Köroğlu, bu
uygulamanın MÖ 9 yüzyıldan itibaren genişleyen
imparatorluğu yöneten kralların başvurduğu standart
uygulamalardan biri olduğunu söyledi.
Asurluların 300 yılda MÖ
10. yüzyıldan 7. yüzyılın sonuna kadar Yakındoğu'da
yaklaşık 3 milyonun üzerinde insanı tehcir yoluyla
bir başka yere naklettikleri bilgisini veren
Köroğlu, şunları kaydetti:
“Devletin güçlü varlığını bu programla yürüttüler.
Yukarı Dicle kısmında yani Ziyarettepe'nin bulunduğu
bölgede de bu programı yaptıklarını anlıyoruz. Asur
sarayında kadınlar çalışıyordu, onların diğer aile
bireyleri de saray için çalışıyordu. Söz konusu
kadınların böyle büyük bir programın parçası olduğu
ortaya çıktı. Bu türde genel olarak rastlanmayan
özel ayrıntılar içeren metinler çok az bulunuyor.
Burada karşımıza çıkan 60 tane kadın adı bunların
Asur sarayı için çalışıyor olması başka bir yerden
tehcir yoluyla nakledilmiş olabilecekleri ve hiç
bilinmeyen bir dilde isimlerinin olması özellikleri
nedeniyle bilim dünyasında gerçekten önemli bir ilgi
uyandırdı.”
Diyarbakır Kent Haber,
24.08.2012
|
19 - 25 Ağustos 2012
|
HİNT-AVRUPA DİLLERİNİN
ANAVATANI ANADOLU'YMUŞ
Yeni Zelanda'da
bulunan Auckland Üniversitesi uzmanları, yaptıkları
araştırmayla dünyada toplam 3 milyar kişinin
konuştuğu Hint-Avrupa dillerinin kökeninin Anadolu
olduğu tezini doğruladı.
Araştırma kapsamında 103
yaşayan ve ölü Hint-Avrupa dili incelendi. Sonuçlar
200 yıldır tartışılan “Hint-Avrupa dilleri nereden
geliyor” sorusunun yanıtının Anadolu toprakları
olduğu tezini destekledi.
Sonuçları Science
dergisinin bugünkü sayısında yayımlanan araştırma,
bu dillerin 8000-9500 yıl önce tarımın gelişmesiyle
birlikte yayıldığına işaret ediyor.
Neredeyse 3 milyar
kişinin konuştuğu, İngilizceden Rusçaya, Avrupa
dillerinden Hintçeye birçok dilin yer aldığı
Hint-Avrupa dil grubunun kaynağı konusunda iki ana
tez bulunuyor.
Litvanya asıllı
ABD’li arkeolog
Marija Gimbutas'ın ortaya attığı geleneksel görüşe
göre bu diller 6000 yıl önce Hazar Denizi'nin
kuzeyindeki steplerden doğdu ve ata binen yarı
göçebe Kurganlar aracılığıyla Avrupa'ya ve Yakın
Doğu'ya yayıldı.
İngiliz arkeolog Colin
Renfrew'ün tezine göre ise bu diller, tarımın
genişlemesiyle birlikte Anadolu'dan yayıldı.
DİLLERİN DNA'SI
KARŞILAŞTIRILDI
Auckland Üniversitesi uzmanlarının
araştırmasında bu iki teori, evrim biyolojisindeki
DNA karşılaştırmasına benzer bir yöntemle denendi.
Araştırma kapsamında ortak kökeni olan temel
sözcükler incelendi.
Örneğin Hint-Avrupa
grubunda yer alan 113 eski ve çağdaş dilde “anne”
sözcüğünün aynı kökten geldiği belirlendi. Sonra bu
sözcüklerden bir soyağacı çıkarıldı. Dillerin
bölgeleri ve yaşları Hint-Avrupa dillerinin
kökeninin Anadolu olduğu senaryosunu destekledi.
GÜNEŞ DİL TEORİSİ
DOĞRU MU?
Yeni Zelanda'da yapılan bu araştırma akıllara
Güneş Dil Teorisi'yle ilgili tartışmaları da
getirdi.
Türkçenin dünya
tarihindeki ilk dillerden biri olduğunu savunan
Güneş Dil Teorisi, 1930'lu yıllarda Mustafa Kemal
Atatürk tarafından desteklenip geliştirilmiş, ancak
dilbilimciler tarafından kabul görmediği için kısa
sürede önemini yitirmişti.
Hint-Avrupa dillerinin
kökeninin Anadolu olduğunun ortaya çıkmasıyla bu
teorinin de yeniden gündeme gelmesi söz konusu oldu.
Hürriyet, 24.08.2012
|
III. RICHARD'IN NAAŞI
OTOPARKIN ALTINDA ARANACAK
William
Shakespeare’in de eserlerinde adı geçen İngiltere
Kralı III. Richard’ın naaşı, bir otoparkın altında
aranacak.
Bir savaş sırasında 1485
yılında hayatını kaybeden Kral’ın mezarının
bulunması için Leicester Üniversitesi, Leicester
Şehir Konseyi ve III. Richard Derneği beraber
çalışacak. Kral’a ait kalıntıların bulunması
halinde, Leicester Katedrali’ne konacağı belirtildi.
III. Richard, İngiltere’nin savaş sırasında ölen son
kralıydı. Shakespeare, bu trajik ölümden 100 yıl
sonra Kral’ın adıyla yayımlanan bir
oyun yazmıştı.
Hürriyet, 24.08.2012
|
|
HALİÇ BOYNUZLANDI

İstanbul Büyükşehir
Belediyesi'nin Haliç'te yapılan metro köprüsüyle
ilgili kamuoyuna tanıttığı maketin gerçekle
bağdaşmadığı, köprünün yükselmesiyle ortaya çıktı.
Taraf, köprü tamamlandığında Haliç'te oluşacak
görüntüyü, ödüllü iki mimara yaptırdığı
simülasyonlarla gözler önüne serdi.
Tanınmış mimarlar Cem
Kozar ve Mücella Yapıcı'nın yaptığı simülasyonlarda
Süleymaniye Camii ve çevredeki tarihi yapıların
siluetinin etkileneceği net bir şekilde görülüyor.
Simülasyonlardaki köprü, makette olduğu gibi tepeden
değil, karşıdan bir perspektifle Süleymaniye'ye
bakıyor. İBB tarafından UNESCO'ya gösterilen makette
ise Süleymaniye Camii'nin yeri değiştirilerek
köprünün, silueti etkilemediği iddia ediliyor.
Türkiye Mimarlar Odası
Başkanı Eyüp Muhcu, Taraf 'a yaptığı değerlendirmede
İBB'nin hileli görseller hazırlayıp projeyi sevimli
hale getirmeye çalıştığını belirterek şunları
kaydetti: "Kadir Topbaş, bu köprünün Tarihi
Yarımada'nın siluetine çok yönlü olumsuz etki
yapacağını iyi biliyor. Maket üzerinde yanıltmalarla
projenin kusurları örtülmeye çalışılıyor. Proje
tamamlandığında köprünün asla savunulamayacağı
ortaya çıkacak. Köprünün bu çirkinliğini yaya olarak
veya vapurla seyahat eden yurttaşların bakış
açısından ele aldığımızda ortaya çok olumsuz
sonuçlar çıkacaktır. Kamuoyunda çok ciddi ve yaygın
tepkiler varken Kadir Topbaş artık inadından
vazgeçmelidir."
Mimarlık ucubesi
Yapılan simülasyonları
Taraf'a değerlendiren mimar Korhan Gümüş, ortaya
çıkacak köprünün bir mimarlık ucubesi olacağını
belirterek şunları kaydetti: "Bu canlandırmalarda da
görüldüğü gibi ortaya bir ayak daha konsa, Unkapanı
tarafından Süleymaniye Camii'nin, Galata tarafından
Fatih Camii'nin görünümünü kapatan boynuzlara gerek
kalmayacak. Ama kimin umurunda? Niye boynuzlu ve
askılı köprü yapılır? Köprünün ortası zaten
açılmıyor ki? Köprünün üstüne neden istasyon
yapılır? Bugünkü otomasyon sistemleri tek şeride
imkan tanıdığı halde köprünün platformu neden çift
şerit yapılır? Madem askılı yapıldı, boynuza karadan
destek olacak platformun neden açılması gerekir? Bu
köprü yalnızca bir mimarlık ucubesi değil, bir
mühendislik ucubesi... Dahası kent yönetimi ucubesi.
Bu vaka bir kötü yönetim örneği olarak başından
sonuna şehircilik, mimarlık, mühendislik
bölümlerinde okutulmalı. Bunlar hemen tartışılmalı
ve bu rezaletten bir ders çıkarılmalı."
Tarihi Yarımada'nın
silueti işte bu hale gelecek
Mimar Cem Kozar'ın ve
İstanbul Mimarlar Odası'ndan mimar Mücella
Yapıcı'nın Taraf için yaptıkları simülasyonlar,
metro köprüsü tamamlandığında siluetin nasıl
etkileneceğini gösteriyor. Simülasyonlar, İstanbul
Büyükşehir Belediyesi'nin kamuoyuna tanıttığı
maketin aksine tepeden değil, karşıdan bir
perspektifle Süleymaniye Camii'ne bakıyor.
Taraf, Haber: Serkan
Ayazoğlu, 24.08.2012
|
EYFEL'E 546 MİLYON DOLAR

Avrupa İstatistik Kurumu (Eurostat) yaptığı bir
araştırmayla Avrupa'nın en değerli anıtlarını
belirledi. Listenin ilk sırasında ise açık ara
Fransa'nın başkenti Paris'in en önemli sembolü olan
Eyfel Kulesi yer alıyor. Araştırma, kıta çapındaki
sembol yapıların yüz milyarlarca dolarlık değere
ulaşarak, ülke ekonomileri açısından hayati gelir
merkezlerine dönüştüğünü ortaya koydu.
Eurostat dışında Avrupa'da hizmet veren istatistik
kurumu Urban Audit ve İtalyan Ticaret Odaları'nın
katkı verdiği araştırmaya göre kıtanın en değerli
yapısı yılda 16 milyona yakın turistin gördüğü ve 7
milyon turistin de ziyaret ettiği Eyfel, 434.7
milyar euroluk (545.6 milyar dolar) değere ulaştı.
Böylece Eyfel'in değeri tek başına Türkiye'nin
yıllık 750 milyar dolar olan milli gelirinin yüzde
75'ine ulaşırken, Milano'nun marka değerinin bir
buçuk katı ekonomik büyüklük oluşturdu.
Listenin ikinci sırasında ise İtalya'nın başkenti
Roma'da yer alan Roma İmparatorluğu dönemine ait
Kolezyum binası buluyor. Bu tarihi yapının değeri 91
milyar euroyla (114 milyar dolar) Eyfel'in ancak
beşte birine ulaşabildi. Binlerce yıllık Kolezyum
binasının 19'uncu yüzyılda yapılan çelik bir kuleden
çok daha düşük bir değer oluşturması şaşırtıcı olsa
da araştırmanın kriterleri, sonuç hakkında önemli
ipuçları veriyor. Çünkü bu araştırmada sadece
yapıların tarihi ve görsel değerleri değil, çoğu
ekonomik 10 ayrı kriter kullanıldı. Değerleme
kriterleri arasında anıtın görsel değeri, ticari
marka değeri, yarattığı istihdam, ziyaret eden
turist sayısı, erişilebilirlik ve bilinirlik gibi
unsurlar yer aldı. Ayrıca bu kriterler dışında
anıtın sahip olduğu manevi değer de dikkate alındı.
Eyfel Kulesi: 546 milyar dolar
546 milyar dolarlık değeriyle Avrupa'nın en
değerli yapısı seçilen Eyfel Kulesi, 1887-1889
arasında yapıldı. Tamamen çelikten olan anıt, bu
alandaki mimarinin de sembolü sayılıyor. Adını ünlü
tasarımcı Gustave Eiffel'den alan kuleyi yılda 7
milyon turist ziyaret ediyor. Bu yıl Paris'i ziyaret
edecek turist sayısındaki artışa paralel kulenin
gelirinin önemli oranda artması bekleniyor.
Kolezyum Binası: 114 milyar dolar
Listede İtalya'nın Başkenti Roma'da yer alan
Kolezyum 91 milyar euroluk değeriyle ikinci sırada
yer aldı. Usta komutan Vespasianus tarafından
Milat'tan önce 72 yılında yapımına başlanan eser,
Milat'tan sonra 80 yılında Titus döneminde
tamamlandı. 7 Temmuz 2007'de, Dünyanın Yeni Yedi
Harikası'ndan biri seçilen Kolezyum, Roma
İmparatorluğu döneminden bu yana şehrin sembolü
olarak görülüyor.
Londra Kulesi: 88 milyar dolar
İngiltere'nin başkenti Londra'da Thames
Nehri'nin kuzey kıyısında bulunan tarihi yapı,
1078'de Kral I. William tarafından yaptırıldı. Beyaz
Kule adıyla da bilinen yapı dönem içinde kale,
kraliyet sarayı ve saray suçlularının kapatıldığı
bir tutuk evi olarak da kullanıldı. Kule ayrıca idam
ve işkence merkezi, cephanelik, devlet hazinesi,
hayvanat bahçesi, darphane ve gözlemevi olarak da
hizmet verdi. Bugün Londra denilince akla ilk gelen
yapı olan kulenin değeri 70 milyar euro (88 milyar
dolar) olarak hesaplandı.
Sabah, Haber: Hale
Uysal, 24.08.2012
|
 |
TOPKAPI SARAYI'NDA BAKLAVA ALAYI
Osmanlı padişahlarının Yeniçeri Ocağı’na baklava ikramı geleneği olan ”Baklava Alayı”, Topkapı Sarayı’ndaki Divan Meydanı’nda yeniden canlandırıldı.
17. yüzyıl sonlarında başlayan ve Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla birlikte tekrarlanamayan bu gelenek, Topkapı Sarayı müze olduktan sonra ilk kez yeniden canlandırıldı.
Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı Haluk Dursun, Babüssaade Kapısı önünde düzenlenen Baklava Alayı töreninde yaptığı konuşmada şunları kaydetti:
“Bu saraya gelenlere sadece o teşhirdeki objeleri değil, o mekanın içinde ortaya çıkarılan yemekleri tanıtmak da bizim üzerimize bir vazife. Helvahanesinden şerbethanesine kadar orada bir tatlı kültürü var. Özellikle İstanbul geleneği içinde cevizli baklava ve akide şekeri bu saraydan çıkan, bu sarayın kendine has geleneğini oluşturan iki tatlı. Tarihte Baklava Alayı adı verilen ve Divan Meydanı’nda yapılan hoş geleneği, saray kültürü içinde tekrar hatırlatmak ve saraya fedakarca hizmet eden arkadaşlarımıza bir ikram olarak sunmak istedik.”
Turizm Habercisi, 23.08.2012
|
KYME'NİN NEKROPOLÜ
ORTAYA ÇIKARILACAK

İzmir’in Aliağa
İlçesi’nde bulunan 2300 yıllık Kyme antik kentinde
bu yıl yapılan çalışmalarda Nekropol’ün (arkeolojik
şehirlerde mezarlıkların bulunduğu bölge)
çıkarılmasına yoğunlaşıldı.
Aliağa Çitlembik mevkiindeki bulunan 97 dönümlük bir alanda İzmir Arkeoloji Müzesi tarafından yürütülen kurtarma kazılarında Hellenistik döneme ait çok sayıda mezar ortaya çıkarıldı. İzmir Demir Çelik firmasına ait arazide 700′e yakın
sondaj ve 20 civarında da açma kazı yapıldı. 90
kişilik bir ekiple Şubat ayından bu yana tamamı 3.
derece SİT olan alanda yapılan kazılarda, çatı
kiremitli mezarlar, kireç taşı mezarlar, basit
gömüler, pithos (büyük küp mezar) ve urne (küçük küp
mezar) gibi buluntulara rastlandı.
Kyme, Kuzey
Yunanistan’dan gelen halklar tarafından MÖ 11.
yüzyılın ortalarında Ailois denilen bölgede kurulmuş
12 Aiol kentinin en büyüğü olarak biliniyor.
Kyme’nin kıyısında kurulduğu körfez bugün Nemrut
Körfezi olarak adlandırılıyor. Önemli bir liman
kenti olan Kyme’nin antik kaynaklardan edinilen
bilgiler ve yapılan kazı çalışmalarından, arkaik
dönemde ekonomik açıdan çok geliştiği ve sikke basan
ilk kentlerden olduğu anlaşılmıştı.
haberler.com, 23.08.2012
|
ÇAN 97 YIL SONRA YENİDEN
ÇALACAK

Ermeni Cemaatinin
Ortadoğu'daki en büyük kilisesi konumunda bulunan ve
30 yıldan bu yana kullanılmadığı için yıkılmaya yüz
tutan
Diyarbakır'daki
Surp Gragos Ermeni Kilisesi'nde
onarım ve restorasyon çalışması devam ediyor.
1915 yılında cami minarelerinden yüksek olduğu
gerekçesiyle top ateşi ile yıkılan çan kulesinde
bulunan çanın aynısı, Rusya'nın başkenti Moskova'da
özel olarak yaptırılıp
Diyarbakır'a
getirildi. 100 kilo ağırlığında olan 'Soğan başlı'
bronz çan, 97 yıl aradan sonra 4 Kasım'da yapılacak
olan açılışta yeniden asılacağı kulede çalacak.
Diyarbakır'daki
Surp Gragos Ermeni Kilisesi'nde
onarım ve restorasyon çalışmaları yaklaşık 2.5
yıldır devam ederken, kilise için Rusya'nın başkenti
Moskova'da 97 yıl önce top atışı ile yıkılan kulede
yer alan çanın aynısı özel olarak yaptırıldı.
Diyarbakır'a
getirilen 'Soğan başlı' 100 kilo ağırlığındaki bronz
çanın 97 yıl aradan sonra yeniden yapılacak olan
kuleye asılacağı ve 4 Kasım'daki açılışta çalınacağı
belirtildi. Ermeniler arasında çok önemli yeri olan
klise, 4 Kasım'daki tören ile birlikte tamamen
ibadete açılacak ve, 97 yıl aradan sonra yeniden
bölgede çan sesi duyulacak. Çan kulesi 1915 yılında,
kentteki cami minarelerinden yüksek olduğu
gerekçesiyle top ateşiyle yıkılmıştı.
Diyarbakır Surp
Sarkis Giragos Küçük Ermeni Kilisesi Vakfı
tarafından 2010 yılında başlatılan ve
Diyarbakır
Büyükşehir Belediyesi'nin de 1 milyon lira katkı
verdiği restorasyon çalışmasında büyük kilise binası
tamamlanıp daha önce açılışı yapıldı. Eklentilerinde
ise parasızlık nedeniyle çalışmalar zaman zaman
aksadı. Onarım ve restorasyon için şimdiye kadar 2
milyon TL harcanırken, toplam maliyetin ise KDV
hariç 3 milyon 200 bin lira tuttuğu belirtildi. 1915
yılına kadar metropolitlik merkezi olarak hizmet
veren ve tapusu Ermeniler'e ait olan klisenin büyük
binası tamamlanıp geçen Ekim ayında hizmete
açılmıştı.
KİLİSENİN TARİHİ
Diyarbakır
Surp Gragos Ermeni Kilisesi
1376 yılında yapılmış. Merkez Tarihi Sur İlçesi'nde
Ermeniler'in yoğun yaşadığı Fatihpaşa
Mahallesi'ndeki Kilise, 27 Mayıs 1915 yılında
çıkarılan, 'Tehcir Kanunu'na kadar Ermeniler
tarafından kullanıldı. 1'inci Dünya Savaşı sırasında
karargah olarak kullanılan kilise, daha sonra ise
Sümerbank'ın pamuk deposu olarak işlev gördü. 1960
yılından itibaren tekrar ibadete açılan 3 bin
metrekarelik alan üzerindeki Surp Giragos Ermeni
Kilisesi, özellikle 1980 yılından Ermeniler'in batı
illeri ve Avrupa ülkelerine çeşitli nedenlerle göç
etmesi sonucu terk edildi. Cemaati olmadığı için
ayin yapılmayan ve zaman zaman hırsızlık olaylarının
görüldüğü kilisenin, bakımsızlık nedeniyle bazı
yerleri çöktü ve kulanılamaz hale geldi.
Habertürk, 23.08.2012
|
ANTİK TİYATRODAN
BİLET ÇIKTI

Bursa’nın İznik
İlçesi'nde, antik Roma tiyatrosu kazılarında Helence
kitabe ve bir tiyatro bileti bulundu.
Antik Roma tiyatrosundaki kazılar esnasında 2000 yıllık olduğu tespit edilen mermer kitabe ve tiyatro bileti olduğu sanılan bir metal bulundu. MS 2. yüzyıla ait olduğu sanılan kitabenin tercüme edilmesinin ardından tiyatro hakkında yeni bilgilere erişilmesi bekleniyor. İznik Müze Müdürlüğü yetkilileri, “Bulunan eserleri inceliyoruz. Kitabenin çözülmesiyle tiyatro hakkında yeni bilgiler elde edeceğiz” dedi.
Bugüne kadar yapılan
kazı çalışmaları hakkında bilgi veren İznik
Kaymakamı Nurettin Kakillioğlu, “Şimdiye kadar cavea
yi (seyirci oturma sıraları) taşıyan tonozlu
galerilerden 4 tanesi tamamen açığa çıkarıldı.
Ayrıca paralel geçişler gün ışığına çıkarıldı.
Tiyatro içinde, geç dönemlerde yapılan toplu
definlerde salgın hastalıklara karşı kireç elde
edebilmek için oluşturulmuş kireç havuzuna ulaştık.
Elde edilen kireçler toplu gömülen cenazelerin
üzerine serpilerek bir nevi hijyen arayışı söz
konusudur” diye konuştu.
Şu anda kazıların iki
katlı olduğu düşünülen skenede (sahne binası) devam
ettiğini anlatan Kakillioğlu şunları söyledi:
“Orkestra bölümünün
kuzeyinde yer alan dolgu toprak kaldırılarak, ilk
etapta proskene (sahne platformu) açığa çıkarıldı ve
sahne binasının diğer mimari öğeleri ve birbirileri
ile olan bağlantılarına ulaşıldı. Zengin mimari
bezeklere sahip olduğu bilinen scaenafrons (sahne
binasının cephesi – ön yüzü) günümüze ulaşmamış,
fakat scaena fronsun proskeneye açılan 5 kapısına
ulaşıldı. Bu sayı Anadolu’ ya özgü olması sebebi ile
çok önemlidir. Anadolu scaenafi-onslarında kapı
sayısı 5’tir. Ortadaki ana kapı porta regia, yan
bölümlerde yer alan kapılar ise porta hospitales
olarak adlandırılıyordu. Sahne binası kazılarında,
Bizans dönemine ait kiremit duvar eklentilerine
rastlandı. Bu alanda yapılan çalışmalar sırasında
heyecan verici bir bulguya ulaşıldı. Tiyatro
yapısına ve o döneme ait olduğu belirlenen bir
heykel kaidesi üzerinde yer alan Hellence kitabe
açığa çıkarıldı. Tercümesi devam ediyor. Kitabeden
elde edilecek bilgilerle epigrafık açıdan tiyatro
tarihine yeni veriler eklenecek. Sahne binasına
uzanan muhtemel Roma yolunun açığa çıkarılmasını
bekliyoruz. Fakat tiyatro genelindeki tahribat
yüzünden bu durum net değildir. Bugüne kadar yapılan
çalışmalarda 300’den fazla sikke, çok sayıda pişmiş
toprak kandil, haç, kemer tokası, çivi ve seramikler
bulundu. Venationes denilen gladyatör-vahşi hayvan
dövüşleri düzenlenmiş olduğunu gösteren herhangi bir
işarete rastlanmadı. Sadece trajedyalar, komedyalar
ve toplantılar için kullanılan bir yapıdan söz
etmeliyiz”.
Bursa Olay, 23.08.2012
|
100 YILLIK TABLOYU REZİL
ETTİ

İspanya'da önemli
bir İsa portresini tek başına restore etmeye çalışan
yaşlı bir kadın, başarısız olunca yetkililere
başvurarak suçunu itiraf etti.
Zaragoza yakınlarındaki
Merhamet Mabedi Kilisesi'ndeki 100 yıllık İsa
Peygamber freski nem yüzünden zarar görmüştü.
Ecce Homo (İşte İnsan) adlı portre, ressam Elias
Garcia Martinez'in imzasını taşıyor.
80'li yaşlarında olduğu bildirilen kadının freskin
yıllardır harap halde olmasına üzüldüğü ve fırçasını
alarak düzeltmeye giriştiği belirtiliyor.
Ancak İsa'nın yüzü tanınmayacak hale gelince yaşlı
kadın belediyeye başvurarak yardım istemiş.
Yetkililer yaşlı kadının iyi niyetle hareket
ettiğini ancak resmin restore edilip edilemeyeceğini
henüz bilmediklerini söyledi.
Sanat tarihçileri yakında kilisede bir araya gelerek
neler yapılabileceğini tartışmaya hazırlanıyor.
BBC Avrupa muhabiri Christian Fraser, ressam
Martinez'in zarif fırça darbelerinin bol miktarda
boyayla gelişigüzel kapatıldığını kaydediyor.
Muhabirimize göre bu asil portre şimdi üstüne
uymayan bir gömlek giymiş, bol tüylü bir maymunun
mum boya resmine benziyor.
"Üstelik" diyor muhabirimiz, "Ressamın torunu da
kısa süre önce resmin restore edilmesi için yerel
bir kuruluşa bağış yapmıştı."
Cnn Türk, Kaynak: BBC,
23.08.2012
|
AGORADA YENİ BİR MERMER
YOL BULUNDU

Dünyanın “kent
merkezindeki en büyük antik agorası” olarak bilinen
İzmir Agorası’ndaki kamulaştırmalar Büyükşehir
Belediyesi tarafından sürdürülürken, yıkılan
binaların altından her geçen gün yeni bir buluntu
ortaya çıkıyor. Agora’nın son sürprizi, Faustina
kapısı ile birleşimi olduğu tahmin edilen yeni
mermer yol ve su kanalı oldu.
İzmir Büyükşehir
Belediyesi’nin tarihi İzmir Agorası’nda sürdürdüğü
çalışmalarda kamulaştırmalar devam ederken, yıkılan
evlerin altından çıkarılan tarihi buluntular
şaşırtmaya devam ediyor. Büyükşehir Belediyesi’nin
“Arkeoloji ve Tarih Parkı” olarak düzenlemeye
hazırlandığı Agora ve çevresinde Dokuz Eylül
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü tarafından devam
ettirilen çalışmalarda elde edilen arkeolojik
bulgular, İzmir için büyük önem taşıyor. Agora
kazılarında en son ortaya çıkarılan Roma döneminden
kalma mermer yol, kentin o dönemi için büyük önem
taşıyor
Mozaikli yapının temel
duvarlarının yan tarafında bulunan mermer yol,
çalışmaları yürüten ekibi de sevindirdi.
Çalışmalarla ilgili bilgi veren Kazı Başkanı Yrd.
Doç.Dr. Akın Ersoy, “Agora’nın batısındaki alanda
eski kent merkezine ilişkin yapıların peşindeyiz.
Bunlardan bir tanesi 3 yıldır üzerinde çalıştığımız
mozaikli yapı. 35 metre genişliğindeki memen
mozaikli yapının hemen batısından bir Roma
Caddesi’nin geçtiğini tespit ettik. Beklediğimiz ama
umutsuz olduğumuz bir konuydu, ama mermer
kaplamalarıyla birlikte bu caddeyi tespit ettik”
dedi.
Bulunan caddenin önemine
değinen Yrd. Doç.Dr. Akın Ersoy, “Şimdi Faustina
Kapısı ile yolun birleştiği noktayı bulmaya
çalışıyoruz. Bir noktada birleşmelerini ve mermer
yapısının korunarak, bozulmadan kalmış olmasını umut
ediyoruz. O noktadan sonra Kemeraltı’na doğru
ilerleyen önemli bir caddeyi takip etmeye
başlayabileceğiz” diye konuştu.
Yrd. Doç.Dr. Akın Ersoy,
yürüttükleri çalışmalarla mozaikli yapının altında
su kanalı tespit ettiklerini belirterek, kanalın
muhtemelen Tarihi Roma Hamamı’nın yanında olduğu
varsayılan Gymnasium’a çıktığını söyledi.
Arkeolojinin bilinmezlik ve sürprizlerle dolu
olduğunu söyleyen Yrd.Doç.Dr. Akın Ersoy,
çalışmalarına ara vermeden devam edeceklerini
söyledi.
İzmir Büyükşehir
Belediyesi, ilk kamulaştırmalarına 1997 yılında
başlanan, ilk yıkımı ise 2005 yılında
gerçekleştirilen tarihi alanda, “Agora ve Çevresi
Koruma, Geliştirme ve Yaşatma Projesi” çerçevesinde
bugüne kadar 26 milyon 808 bin 987 liralık
kamulaştırma bedeli ödedi. Toplam 21 bin 987
metrekarelik alandan 18 bin 337 metrekaresini
kamulaştırarak tapusunu alan Büyükşehir Belediyesi,
geri kalan bölümleri kamulaştırmak için de
çalışmalarını sürdürüyor.
Yeni Asır, 23.08.2012
|
YARIMADANIN TEMELİ
ATILIYOR
Ilısu Barajı kapsamında
inşa edilecek Tarihi Kültürel Yarımada’nın temeli 28
Ağustos günü Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu
tarafından atılacak. Saat 15.00’da temeli atılacak
olan Tarihi Kültürel Yarımada projesi ile kültürel
mirasın korunması ve sergilenmesi için çeşitli yapı
ve tekniklerden oluşan Kültürel Park ve Müze ile
Arkeolojik Park ve Açık Hava Müzesi inşa edilecek.
Bu proje ile Hasankeyf’e bir müze kazandırılmasının
ve bir turizm merkezi oluşturulmasının hedeflendiği
belirtildi. Ilısu Barajı ve HES’in Nehir Derivasyon
İşleminin de aynı gün saat 10.00’da Ilısu Barajı
şantiyesinde gerçekleştirileceği öğrenildi.
Batman Gazetesi,
23.08.2012
|
|
'KAYIP KENT'İN GİZEMİ ÇÖZÜLDÜ

Kocaeli Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nün
Küçükçekmece Göl Havzasında yaptığı kazı ve
incelemelerde bulunan Yrd. Doç.Dr. Şengül Aydıngün,
İstanbul 'un yanı başındaki kayıp Bizans kenti
Bathonea'nın yok oluşuna 8 büyüklüğünde bir depremin
yol açtığı sonucuna ulaştı.
2007 yılında yüzey araştırmasıyla başlayıp, 2009
yılında kazılmaya başlanan Küçükçekmece Göl
Havzaları/Bathonea kazısında belirlenen son
bulgulara göre Bathonea kentini, 8 büyüklüğündeki
bir depremin yok etmiş olabileceği ortaya çıktı.
Yrd. Doç.Dr. Şengül Aydıngün, yürüttüğü kazı
neticesinde Bathonea'yı yıkan depremle ilgili
bilgileri
İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu'ya yaptığı
ziyarette kamuoyu ile paylaştı.
Cilalı taş döneminden itibaren Bathonea'da yaşam
izlerine rastadıklarını belirten Yrd. Doç.Dr.
Aydıngün, "
Roma , Bizans ve Osmanlı dönemi eserlerine ev
sahipliği yapan Bathonea'nın 8 büyüklüğündeki bir
deprem sonucunda toprak altında kaldığı
anlaşıldı. Üniversitemizden
deprem uzmanı
Prof.Dr. Şerif Barış ve Prof.Dr.
Oya Çakın'ın yaptığı araştırmalara göre Bathonea,
şiddetli bir
deprem sonucu yıkılmış olabileceği gibi, yine
deprem sonucu gerçekleşen bir heyelan
neticesinde toprak altında kalmış olabilir" dedi.
Radikal, 22.08.2012
|
MENGÜCEK BEYLİĞİ TARİHİNE IŞIK TUTACAK KAZI

Divriği İlçesi'ndeki tarihi kalede yürütülen
arkeolojik kazıların, Mengücek Beyliği tarihine ışık
tutması bekleniyor.
Cumhuriyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Sanat
Tarihi Bölümü ve kazı heyeti başkanı Doç.Dr. Erdal
Eser, AA muhabirine yaptığı açıklamada, tarihi
Divriği Kalesi'ndeki arkeolojik kazıların
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın
desteğiyle devam ettiğini söyledi.
Bu yıl tarihi kalenin bayrak direği olarak
adlandırılan bölgede başladıkları çalışmaları
yaklaşık 40 işçiyle devam ettirdiklerini ifade eden
Eser, ''Bu bölgede sarayın
haremine ilişkin bazı mekanların çıkmasını
bekliyoruz. Geçen yıl bu bölgede yaptığımız
çalışmada bunun izleri
gelmeye başlamıştı'' diye konuştu.
Eser, kale alanının çok büyük olduğunu, aslında
buraya kale denmesinin de pek doğru olmadığını
belirterek, ''Bir şehir
burası, sur içinde bir şehir.
Surlar içerisindeki bütün o tarihi dokuyu ortaya
çıkarmaya çalışıyoruz. Bunun Mengücek tarihine
yönelik bilinmeyenlerin anlaşılması ve çözülmesine
yardımcı olacağını değerlendiriyoruz'' dedi.
Bu sezonun çok önemli olduğunu, hiç bilinmeyen ve
varlığından haberdar olunmayan bazı mekanlara ait
bulguların geldiğini anlatan Eser, şunları kaydetti:
''Tabii ki biz bunları bekliyorduk. Sultanın olduğu
bir yerde sultana özgü eşyalar ve mekanların
bulunması gerekiyor. İki yıl önce buna ilişkin kimi
veriler gelmeye başlamıştı. Bu sene bunu kanıtlayan
çok önemli bir buluntumuz var. Bu da bizi mutlu
ediyor. Alanı açtıkça verilerin daha da artacağını
değerlendiriyoruz. Kazı alanından çıkan bazı
buluntular var. Bunları yakında kamuoyu ile
paylaşmayı düşünüyoruz. Buradan çıkarılan
buluntuları, çok zengin ve
güçlü
kişilerin inşa ettirdiği yapılarda ya da sultanların
inşa ettirdiği mekanlarda görüyoruz. Hellenistik
dönemden kalma kimi küçük eserler, yani seramik
parçaları da gelmeye başladı. Henüz o döneme ait bir
mimariyle karşılaşmadık ama kazı bu bölgenin
kronolojisini yavaş yavaş netleştirecek.''
Doç.Dr. Eser, hem geçmişte hem de
günümüzdeki kaçak kazılar nedeniyle tarihi kalede
çok yoğun tahribatın söz konusu
olduğuna dikkati çekerek, ''Bu da biraz şevkimizi
kırıyor. İlk defa açılan yerler burası. Buna rağmen
çok bozulma, tahribat var. Ümit kırıcı bir durum''
diye konuştu.
Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası'nın
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün himayeleri altında
olduğunu da söyleyen Eser, ''Ulu Camii etrafında
ciddi bir çevre düzenlemesi yapılıyor. Kalenin de bu
alanla bir bütün olduğunu düşünecek olursak, kale
surlarının restorasyonlarının yapılması Divriği'nin
kültür turizmindeki yerini almasında önemli
rol oynayacağını düşünüyorum'' dedi.
Akşam, 22.08.2012
|
  |
'ÇALINTI ESER' KAVGASINDA İKİNCİ DAVA!
Heykeltıraş Nilay Özenbay ile meslektaşı Zeynep Güldoğdu arasındaki “çalıntı eser” kavgasında ikinci dava açıldı.
Özenbay, sanat camiasında kendisini ‘emek hırsızlığı’yla suçlayan heykeltıraş Güldoğdu hakkında 20 bin TL’lik tazminat talebinde bulundu.
Özenbay, internet ortamında kendisine hakarette bulunduğunu öne sürdüğü Güldoğdu hakkında savcılığa şikayette bulunmuş, yürütülen soruşturmada, Güldoğdu için hakaret suçundan dava açılmıştı. Güldoğdu hakkında 3 aydan 2 yıla kadar hapis cezası istenmişti. Heykeltıraş Güldoğdu ise Özenbay’ın fuarda sergilenecek eserinin 2010 yılında yaşamını yitiren heykeltıraş İrfan Korkmazlar’a ait eserin kopyası olduğunu iddia ederek “Ben gerçek bir sanatçının yapması gerekeni yaptım, örnek alınması gereken bir davranış” sözleriyle kendisini savundu.
Habertürk, 22.08.2012
|
SURİYE'DE YAŞANANLAR KÜLTÜREL MİRASI NASIL
ETKİLİYOR?
Dış politikada en önemli konulardan
birisi Esad rejimi ordusu ile muhalifler arasındaki
çatışmalar sonucu gelişen olaylar ve Suriye'nin
belirsiz geleceği. Peki ülkede bu karmaşık atmosfer
hakimken, medeniyetin birikimi kültürel mirasın
durumu nedir?
UNESCO Başkanı Irina Bokova, yaşanan olaylar
sonucu, Suriye'nin muazzam zenginlikteki kültürel
mirasını korumak için tüm toplulukları daha bilinçli
davranmaya çağırdı. UNESCO henüz Suriye'deki kültür
varlıklarının, güvenlik sorunlarından ötürü ne kadar
zarar gördüğünü detaylı bir şekilde
çıkaramadıklarını, ancak Hititler, Asurlular,
Yunanlılar, Romalılar, Emeviler, Eyyübiler,
Moğollar, Memlükler ve Osmanlılara ev sahipliği
yapmış olan topraklardaki Crac des Chevaliers,
Palmyra, Kuzey Suriye ve Şam'daki antik
yerleşimlerin büyük tehdit altında olduğunu
belirtti.
Suriye'deki iç savaş sırasında kültürel mirasın
aldığı yaralar akıllara daha önce yaşanan kayıpları
da getiriyor. Avrupa'da I. ve II. dünya savaşlarının
verdiği zararları bu yazıya sığdırmak olanaksız.
Biraz daha yakın zamana bakacak olursak, 1990'ların
başında Hırvatistan ve Bosna Hersek'te camiler,
Katolik ve Ortodoks kiliseleri yıkıldı. Mezarlıklar
buldozerlerle yerle bir edildi. Burada yaşanan en
büyük kayıplardan birisi ise Sarajevo
Kütüphanesi'nin yanması oldu. 2003 senesine
geldiğimizde ise Irak'ta da benzer durumların
yaşandığını gördük. Kiralanan çeteler Ulusal Müze'ye
girip Mezopotamya uygarlığına ait eserleri çaldı,
Koranic Kütüphanesi yandığında 15. yüzyıldan
itibaren korunmuş el yazması Kuran'lar kül oldu.
1975-1990 arasında Lübnan'ın kültürel mirası
bilinmeyen boyutlarda zarar gördü. Suriye ordusu
bugün yaptığı gibi Lübnan'da Bekaa Vadisi'ndeki
antik kent Balbek'te ordusunu konuşladı. Yüzyıllara
meydan okumuş Jüpiter Tapınağı hala bu dönemin izini
güney-batı köşesinde taşımakta.
Geçmişte yaşanan tüm kayıplara rağmen, aynı
duyarsızlık devam ediyor görünüyor. 1986 senesinde
UNESCO Dünya Kültür Miras Listesi'ne alınan Halep
kentinin 5.000 senelik bir geçmişi var. Ancak
şimdiden Ortaçağ'dan günümüze ulaşan Hisar'ın, bir
hava saldırısında masif demir kapıları havaya
uçuruldu. Bunlara en büyük sebebin muhalif grupların
tarihi ve kültürel kent simgelerini üs olarak
kullanması olduğu söyleniyor.

Eski Kent'te "Hisar" önünde Suriye bayrağı taşıyan güvenlik personeli. Hisar son hava saldırısında büyük zarar gördü.
Önemli arkeolojik kazı alanlarından
MÖ
3000-2000'e tarihlenen ve dünyadaki en eski
yapılardan biri olan "Temple of the Storm God" da
tehdit altındaki yapılardan. Henüz kamuya açılmayan
ve yakın zamanda ortaya çıkarılan tapınağın devasa
oyma rölyefleri, kum torbaları tarafından korunuyor,
üstü ise tenekeden bir çatıyla kaplı. Halep'in bu
tekil yapılarının yanı sıra Hisar içerisindeki eski
kent dokusu, Bronz Çağı frizleri, Roma kaleleri
insanlık tarihine ışık tutuyor. Tamamen surlarla
çevrili Eski Kent'te ise 12. yüzyıldan günümüze
ulaşan Ulu Cami, avlulu Ortaçağ konutları, Arap
çarşıları, 17. yüzyıldan kalma taş medrese, bir
Osmanlı sarayı ve hamamlarıyla kentin tüm bu mirası
tehdit altında.

Henüz ortaya çıkarılan ve alelade korunan Temple of the Storm God

Tamamen surlarla çevrili Dünya Kültür Mirası Listesi'ndeki Eski Kent
Ortadoğu'daki en zengin bölgelere ev sahipliği
yapan Suriye'de her ne kadar Halep Müzesi'ndeki
eserler koruma altına alınmış olsa da, ülkedeki
önemli yapılar ve kent dokusu büyük bir tehdit
altında görünüyor. "Syrian
Archaeological Heritage in Danger" ismiyle
toplanan uzmanlar kayıpları raporlamaya
çalışıyorlar. Bunun yanı sıra Durham University
araştırmacılarından Emma Cunliffe ise, konuyla
ilgili "Damage
to the Soul Syria: Syria's Cultural Heritage in
Conflict" başlıklı detaylı bir rapor hazırladı.
20. yüzyıl içerisinde savaşlar sonucu yaşanan
acılar ve büyük yara alan dünya kültür mirası için,
günümüzde aynı sahnelerin yaşanmamasını diliyoruz...
Arkitera, Haber: Betül Atasoy, 22.08.2012
|
1,1 MİLYONLUK KALE-KONDU

Sinop Kalesi'nin surlarına yapılan konutlar
kamulaştırma maliyetlerinin yüksek oluşu nedeniyle
yıllardır bir türlü yıkılamadı. Surlarla iç içe olan
PVC pencereli fransız balkonlu evler dikkat çekiyor
Sinop’ta günümüzden 2500 yıl önce Gaskalılar
tarafından yapılan Sinop Kalesi’nin surları yıllar
bazı vatandaşlar tarafından kullanılarak, evlerinin
bir duvarı haline dönüştürüldü. Bazıları kale
surlarını temel olarak kullanırken, bazı evler de 12
metrelik kale koruma alanı içerisine inşa edildi.
Surlarla iç içe olan, surlarla bitişik ya da hemen
yanında bulunan toplam 16 evin tahliye edilip
yıkılması için çeşitli çalışmalar yapıldı.
Ancak kamulaştırma maliyetlerin çok yüksek olması
nedeniyle bir aşama kaydedilemedi. 1982’den önce
yapılan ruhsatlı, tapulu ve bir kısmı ise kaçak olan
evler, zaman içerisinde vatandaşlar tarafından
yenilendi.
Sinop Kültür ve Turizm İl Müdürü Hikmet Tosun da
geçen yıl 3 katlı bir evin kamulaştırılması için
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın girişimde
bulunduğunu dile getirerek, “Bakanlığımız bu binayı
160 bin TL değerle kamulaştırdı. Ama bina sahipleri
itiraz edip
Samsun Bölge İdare Mahkemesi’ne başvurdu. 1 ay
önce dava sonuçlandı ve kamulaştırma bedeli
1 milyon 130 bin TL olarak belirlendi.
Maliyetin çok yüksek olması nedeniyle Bakanlık
kamulaştırmadan vazgeçti. Projelerimiz hazır. Ancak
kamulaştırma bedellerinin çok yüksek olması sürecin
tıkanmasına neden oluyor. Bu binaların
kamlaştırılması için yaklaşık 3.5 milyon TL
gerekiyor.
Ancak bu bedel yapılan itirazların ardından mahkeme
sürecinin sonrasında artabilir.”
Milliyet, Haber: Yaprak Koçer - Emin Adıgüzel,
22.08.201
|
ASYA'YA İLK GÖÇÜN KANITI
ABD ’deki Illinois Üniversitesi bünyesinde çalışan bilim insanları, Güneydoğu Asya ülkesi Laos’ta bulunan ‘Maymunlar Mağarası’nda yaptıkları araştırmalarda, ilk insanların antik dönemde Asya’ya göç yaptıklarına işaret eden en eski kemik kalıntılarını buldu.
Ancak anatomik bilgiler, modern insanların atalarının 200 bin yıl önce Afrika ’dan geldiğini gösteriyor. O tarihten bu yana modern insanın diğer kıtalara nasıl yayıldığı konusundaki teorilerin hiçbiri kesinleştirilemezken, arkeolojik deliller ve genetik bilgiler, modern insanın Afrika ’dan dışarı hızlı bir göç gerçekleştirdiğini ve Güneydoğu Asya’ya en az 60 bin yıl önce geldiğini öne sürüyor.
Yapılan testler sonucunda Laos’taki kemiklerin 63 bin yıl öncesine ait olduğu kesinleşirse, bugüne kadar Ortadoğu ’nun doğusunda kalan bölgelerde modern insanların atalarına ait en eski fosil elde edilmiş olacak.
Radikal, 22.08.2012
|
 |
SARAYI YABANCILAR DAHA ÇOK MERAK EDİYOR

Dolmabahçe Sarayı'nı Türklerden çok yabancı
turistler merak ediyor. Bu yıl toplam 903 bin
624 kişinin gezdiği Dolmabahçe Sarayı'nda yabancı
turistlerin en çok görmek istediği bölüm harem
oldu.
Milli Saraylar İletişim Koordinatörlüğü
yetkililerinden alınan bilgiye göre, İstanbul'daki
saraylar arasında en çok gezilen Dolmabahçe
Sarayı'nı bu yıl 903 bin 624 kişi ziyaret etti.
Saraya en çok yabancı
turistlerin ilgi gösterdiğini ifade eden
yetkililer, bunların yüzde 61'inin yani 554 bin
737'sinin yabancı
turist olduğunu bildirdi.
83 bin 688 yerli
turist ile 71 bin 860 öğrencinin ziyaret ettiği
sarayı özel izinle ziyaret edenlerin sayısının da 93
bin 339 olduğunu belirten yetkililer,sarayda, rehber
eşliğinde gezilebildiğini söyledi.
Bir günde en fazla 3 bin kişinin saraya girmesine
izin verildiğini dile getiren yetkililer, yabancı
turistlerin Dolmabahçe Sarayı'na geldiklerinde
ilk olarak en çok görmek harem bölümünü gezdiklerini
bildirdi.
Haremden sonra en çok ilgi görülen bölümün de
sarayın büyük bahçeleri olduğunu ifade eden
yetkililer, bunun nedeninin kış manolyalarının
Türkiye'de sadece Dolmabahçe Sarayı'nın bahçesinde
yetişmesi olduğunu söyledi.
İstanbul'daki saraylar, tarihi dokusuyla her geçen
gün
ziyaretçi akınına uğruyor. Saray, dış görünüşü,
ihtişamlı yapıları, tarihi eşyaları ve büyük
bahçeleriyle hem yabancı hem de yerli
turistler tarafından ilgi görüyor.
İstanbul'da TBMM Milli Saraylar'a bağlı Aynalıkavak
Kasrı, Beykoz Kasrı, Florya Atatürk Deniz Köşkü,
Ihlamur Kasırları, Küçüksu Kasrı, Beylerbeyi Sarayı,
Yıldız Sarayı ve Dolmabahçe Sarayı bulunuyor.
Dünyadaki saraylar içerisinde en büyük balo salonuna
sahip Dolmabahçe Sarayı'nda, batı etkisiyle
Avrupa'dan örnek alınarak yapılmış olmasına rağmen
haremin ayrı bir bölüm olarak kurulmasına özen
gösterilmişti. Deniz tarafından görünüşünü batılı
olan saray, bahçesinin yüksek duvarlarla çevrili ve
ayrı ayrı birimlerden oluşması nedeniyle de doğulu
olarak nitelendiriliyor.
Dolmabahçe Sarayı, hizmete açıldığı 1856'ten
halifeliğin kaldırıldığı 1924'e kadar aralıklarla 6
padişaha ve son Osmanlı Halifesi Abdülmecid
Efendi'ye ev sahipliği yaptı.
600 metre uzunluğunda mermer bir rıhtım üzerine inşa
edilen saray, 1927-1949 arasında Cumhurbaşkanlığı
makamı olarak da kullanıldı. Gazi Mustafa Kemal
Atatürk, 1927-1938 yılları arasında İstanbul'daki
çalışmalarında Dolmabahçe Sarayı'nı kullandı ve
burada vefat etti.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın da çalışma ofisinin
bulunduğu saray, bugün müze-saray olarak hizmet
veriyor.
Habertürk, 22.08.2012
|
TAVŞAN ADASI'NA ZİYARETÇİ AKINI

Tarihi Tavşan Adası, üç yıldır süren kazı
çalışmalarına bayram nedeniyle ara verilince
ziyaretçi akınına uğradı.
Muğla’nın Bodrum İlçesi’ne bağlı Gümüşlük Beldesi
sınırları içindeki tarihi Tavşan Adası, üç yıldır
süren kazı çalışmalarına Ramazan Bayramı nedeniyle
ara verilince ziyaretçi akınına uğradı.
Yerli ve yabancı turistler, tarih fışkıran Tavşan
Adası’na hayran kaldı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Gümüşlük Belediyesi
ve Uludağ Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü tarafından sahilden 150 metre
uzaklıktaki Tavşan Adası’nda 2009 yılında başlatılan
kazı ve kurtarma çalışmalarına Ramazan Bayramı
nedeniyle ara verildi ve ada ziyarete açıldı. Bikini
ve şortlarıyla denizden yürüyerek 150 metre
uzaklıktaki Tavşan Adası’na çıkan yerli ve yabancı
turistler, muhteşem manzarasına ve gün yüzüne
çıkarılan tarihi eserlerine hayran kaldı.
Uludağ Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü Kazı Başkanı Prof.Dr. Mustafa
Şahin Tavşan Adası’nda üç yıldır sürdürülen kazı ve
kurtarma çalışmaları sırasında kilise, kiliseye ait
depo ve sarnıçlar, kral yolu ve MS 3′üncü
yüzyılda Hıristiyanlığı yaymaya çalışan din
adamları ve yakınlarının mezarları, tapınak
sütunları ve din adamlarının yaşadıkları evlerin gün
yüzüne çıkarıldığını söyledi. Prof.Dr. Mustafa
Şahin, Tavşan Adası’ndaki kazı ve kurtarma
çalışmalarının 2018 yılına kadar devam edeceğini de
belirtti.
haberler.com, 21.08.2012
|
'YERALTI CENNETİ' DUPNİSA MAĞARASI

Kırklareli Valisi Mustafa Yaman, ''Trakya'nın
turizme açılan ilk ve tek mağarası olan Dupnisa
sadece Kırklareli'nin değil Türkiye'nin de
önemli turizm değerlerindendir'' dedi.
Vali Yaman, AA muhabirine yaptığı açıklamada,
Kırklareli'nin Demirköy İlçesi'ne bağlı Sarpdere
Köyü'nün 6 kilometre güneybatısındaki Dupnisa
Mağarası'nın, kendine özgü doğal yapısı ve
özellikleriyle ziyarete gelen yerli ve yabancı
turistleri büyülediğini söyledi.
Dupnisa Mağarası'nın 3 bin 200 metre uzunlukta
olduğunu ve 3 girişi bulunduğunu anımsatan Vali
Yaman, mağara içinden çıkan kaynak suyunun
Türk-Bulgar sınırını çizen Rezve Deresi'ni
oluşturduğunu kaydetti.
İkinci Jeolojik Zaman'a ait, yaklaşık 180 milyon
yıl önce oluşmuş mermerler içerisinde gelişen
mağaraların birbirine bağlı iki kat ve üç mağaradan
oluştuğunu dile getiren Yaman, şunları söyledi:
''Toplam uzunluğu 2 bin 720 metre olan sistemin
üst katını Kuru ve Kız mağaraları oluşturuyor.
Gelişimini tamamlamış bu
mağaralardan 50-60 metre aşağıda Sulu Mağara yer
alır. İçinden devamlı yer altı nehri akan ve
deniz
yüzeyinden 345 metre yukarıda giriş ağzı bulunan
mağaranın toplam uzunluğu bin 977 metre. Son noktası
ise girişten 61 metre daha yukarıda bulunuyor. Kız
Mağarası içinde yaşayan yarasaların yoğunluğu
nedeniyle turizme tamamen kapalıdır. Sulu Mağara'nın
250, Kuru Mağara'nın ise 200 metresi turizme
açıktır. Yarasaların olmadığı Kuru Mağara ise yılın
12 ayı turizme hizmet ediyor.''
Vali Yaman, Dupnisa'nın Kız Mağarası olarak
bilinen bölümünde yaşayan 11 türden yaklaşık 60 bin
yarasanın kış dönemini geçirmesi ve üremesi için 15
Kasım ile 15 Mayıs tarihleri arasında ziyarete
kapalı tutulduğunu bildirerek, Dupnisa'nın Sulu ve
Kuru mağara bölümlerinin ise yıl boyunca
ziyaretçilere açık tutulduğunu kaydetti.
Dupnisa Mağarası'nı yılın ilk 4 ayında 17 bin 325
yerli ve yabancı turistin ziyaret ettiğini ifade
eden Vali Yaman, turistlerin mağaraya ilgisinin her
geçen gün arttığını belirti.
Akşam, 21.08.2012
|
FOÇA'NIN TARİHİ ORTAYA ÇIKARILIYOR

Kent merkezindeki ve çevresindeki tarihi
zenginliğin ortaya çıkarılması konusunda ciddi
çalışmalar yapan İzmir Büyükşehir Belediyesi, Foça
Antik Phokaia kenti kazılarına da destek olmaya
devam ediyor.
Foça'daki kazıları yerinde inceleyen İzmir
Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, Foça Kazı
Başkanı Prof.Dr. Ömer Özyiğit ve Belediye Başkanı
Gökhan Demirağ'dan çalışmalar hakkında bilgi aldı.
Tarihin gelecek kuşaklara aktarılması konusuna özel
önem verdiklerini söyleyen Kocaoğlu, "Bunun için
kazı çalışmalarını maddi-manevi destekliyoruz.
Athena Tapınağı'nın yerine monte edilmesiyle
birlikte Foça, çok önemli bir çekim merkezi
olacaktır. Ayrıca deniz ve kale duvarlarının
irtibatlanması ve Sevgi Yolu'nun düzenlenmesi için
bir çalışmamız olacak. Foça'da tarihi gün ışığına
çıkarmak için Gökhan Başkan ve kazı başkanımızla
birlikte çok yoğun çalışıyoruz" diye konuştu.
Foça'da tarihi yel değirmenlerinin restorasyonunun
devam ettiğini de hatırlatan Kocaoğlu, "Tarihi gün
yüzüne çıkarmazsak bir anlam ifade etmiyor. Çünkü
İzmir ve çevresi tarihi kentlerle dolu. Bunları gün
yüzüne çıkararak gelecek kuşaklara ve kent kültürüne
armağan etmemiz gerekiyor" dedi.
Top Dağı'nda bulunan tarihi yel değirmenlerinin
restorasyonunda hem Foça Belediyesi hem de Kültür ve
Turizm Bakanlığı Foça Kazıları Başkanlığı ile
birlikte çalıştıklarını kaydeden Kocaoğlu, buradaki
üç adet değirmenden en eskisinde, orijinal
yapısındaki öğütme sisteminin tıpa tıp aynısının
kurulacağını açıkladı.
İlçelerine verdiği desteklerden dolayı Kocaoğlu'na
teşekkür eden Demirağ ise, "Aziz Başkan, dünyada
birçok yere örnek olacak ilkleri yaptı. Foça
kazıları, Ömer Hoca önderliğine yürürken, geri
planda mutfağın başında Aziz Başkan var. Onun tarihe
bakış açısı, bana göre gelecek nesillere örnek
olacak. Athena Tapınağı, Osmanlı sur duvarları ve
yürüyüş yolunun düzenlenmesi, Foça'ya çok önemli
katkı sağlayacak. Foça halkı olarak bugüne kadar
yaşayan ve yaşayacak olan medeniyetlere verdiği
destek için Büyükşehir Belediye Başkanımıza teşekkür
ederiz" dedi.
İzmir Büyükşehir Belediyesi, geçtiğimiz Mart ayında
Foça Kazı Başkanlığı ile protokol imzalayarak yıllık
900 bin TL maddi destek sağlamıştı.
Yeni Asır, 20.08.2012
|
 |
MARMARAY'DA SONA YAKLAŞILIYOR
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Marmaray Projesi’nin en önemli aşaması olan Yenikapı kazı alanındaki çalışmalara ilişkin bilgi verdi. Topbaş, 8 bin yıl önce kentte yaşayan insanların ayak izlerinin geçen yıl yapılan kazılarda bulunduğunu hatırlattı. Ayak izlerinin bulunduğu katmanlardaki kazı çalışmalarının bitme noktasına geldiğini ifade eden Topbaş, ağustos sonu itibarıyla Yenikapı’daki istasyon kazı noktasına girileceğini söyledi.
Dünya tarihinde bir belediyenin böylesine büyük bir arkeolojik kazı çalışması yürütmediğine ve bu kadar para harcamadığına dikkati çeken Topbaş, şöyle devam etti: “İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak Marmaray çalışmalarına, büyük destek verdik. Bilimsel çalışma yürütülmesine de müsaade ettik. Çünkü Marmaray’ı kent için önemli görüyorum. Marmaray’da çalışmalar belirli noktaya geldi, ağustos sonu itibarıyla istasyon kazılarına başlıyoruz. Şu anda Haliç Köprüsü’nün montajları devam ediyor. Levent istikametinden Taksim’e geçecek metronun Yenikapı’ya inmesi için o istasyonun bitmesi gerekiyor. Çünkü o bölge İstanbul’da raylı sistemlerin düğüm noktası. Günde yaklaşık 2.5 milyon insan oradan geçecek. Düğüm noktası olarak kabul ettiğimiz bu bölge, doğu-batı, kuzey-güney aksının buluşma noktası ve önemli bir nokta. Bu nedenle Marmaray’ın bitirilmesi lazım.’’
Habertürk, 20.08.2012
|
MEZARDAKİ BULUNTULAR SAHİBİNİN MESLEĞİNİ GÖSTERİYOR
Biga İlçesi Kemer Köyü sınırları içinde yer alan
Parion antik kentindeki mezarlarda ele geçen
buluntuların, sahibinin mezarını göstermesi
bakımından önem taşıdığı bildirildi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca yürütülen kazının
başkanlığını yapan Atatürk Üniversitesi Arkeoloji
Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Cevat Başaran, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, antik kentin
Nekropolü’nün (mezarlık) 2005 yılından bu yana
kazılan bir alan olduğunu söyledi.
Nekropolü, Parion’daki önemli buluntuların ele
geçtiği bir mekan olarak değerlendiren Başaran,
“Burada çok ilginç mezarlar ortaya çıkıyor.
Özellikle erken dönem mezarlarında mezar sahibinin
mesleğiyle ilgili buluntular ele geçmekte. Bu açıdan
mezarların önemi bir kez daha görülüyor” dedi.
Başaran, bu mezarlardan birinde nalbant
malzemelerinin ele geçtiğini ifade ederek, “Mezarın
sahibi olan nalbanda ait bir kerpeten bulduk.
Günümüz kerpetenlerine benzer nitelikte. Demirden
bir malzeme. Mıh çakmak için metal bir çekiç
bulundu. Bir başka ve çok önemli olduğunu
değerlendirdiğimiz malzeme ise atların tırnaklarını
kazımada kullanılan keski. Nallar çakılmadan önce
atın tırnakları bu alet yardımıyla kazınıyor, daha
sonra yeni nal çekiç yardımıyla yerine monte
ediliyor. Nal sökümünde de kerpeten kullanılıyor”
dedi.
Söz konusu mezarın Parion’da çok çeşitli meslek
erbabının yaşadığını gösterdiğini dile getiren
Başaran, şunları kaydetti:
“Antik çağ mezarlarında mesleklerin tek tek
belirtilmesi günümüze doğru gelen bir alışkanlık.
Roma döneminde de aynı özellikleri görmekteyiz. O
dönemde mezar başında gerçekleştirilen törenler
sırasında o kişinin mesleğini yansıtan malzemeler
mezara bırakılıyor. Önce mezar yeri hazırlanıyor.
Gömü defnediliyor. Etrafında bulunanlar ne hediye
getirmişse onu mezarın üzerine bırakıp, oradan
ayrılıyor. Bu malzemeler günümüzden yaklaşık 2 bin
500 yıl öncesine ait.”
haberler.com, 20.08.2012
|
ZEUGMA'DAN HABER VAR!

Gaziantep'in Nizip
İlçesi
yakınlarında bulunan Zeugma antik kentinde yapılan
kazı çalışmalarında heykel parçalarından oluşan çok
sayıda küçük buluntu ortaya çıktı.
Kazı Başkanı Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih
Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi
Doç.Dr. Kutalmış Görkay, AA muhabirine yaptığı
açıklamada, Zeugma antik kenti 2012 yılı kazılarının
küçük buluntular açısından çok zengin bir sezon
geçirdiğini ifade etti.
Bu yıl ki kazılara haziran ayında başladıklarını
hatırlatan Görkay, ''Bu yılki ana çalışma alanımızı
'Muzolar Evi' içerisinde oluşturduk ve burada
bulunan Roma Evi'ne ait diğer mekanların kazıları
gerçekleştirildi. Önümüzdeki yıllarda ise yine aynı
mekanda çalışmalarımız devam edecek. Bunun dışında
Almanya ve İngiltere gibi yabancı ülkelerden gelen
araştırmacılarımız ile birlikte Zeugma Kenti'nin
antik dönemdeki surlarına ait çeşitli araştırmalarda
bulunduk. Yaptığımız araştırmalarda surlara ait bazı
kısımları ortaya çıkartıldı'' diye konuştu.
Çalışmaların büyük bölümünün Belkıs Tepe'de
gerçekleştirdiklerini aktaran Görkay, şöyle konuştu:
''Burada yaptığımız araştırmalarda Belkıs Tepe'deki
kült heykellere ait bazı parçalar ortaya çıkarılarak
alana getirildi. Alana getirilen bu parçalar
üzerinde çalışmalar devam ediyor. Çalışmalarda
heykel parçalarından oluşan çok sayıda küçük buluntu
ortaya çıktı.''
Görkay, kazı ve kurtarma çalışmalarının yanı sıra
Zeugma'ya gelen ziyaretçilerin antik kenti daha iyi
algılamaları için Kültür ve Turizm Bakanlığını ve
Gaziantep İl Özel İdaresi'nin ortak çalışmasıyla
yürüyüş yolları ve çevre düzenlemesi yapıldığını
kaydetti.
Görkay, Zeugma antik kentindeki kazı çalışmalarının
ağustos ayı sonuna kadar devam edeceğini sözlerine
ekledi.
Zeugma antik kentinde, Doç.Dr. Kutalmış Görkay
başkanlığında, 2005'ten bu yana her yıl kazı
çalışması yapılıyor.
Sabah, 20.08.2012
|
'TROİA'YI ANADOLU'YA GERİ VEREN ADAM' KORFMANN
KİTAPLAŞTI

Çanakkale merkeze bağlı Tevfikiye
Köyü sınırları
içerisinde yer alan 5 bin yıllık antik kent
Troia’yı, 1988- 2005 yılları arasında yaptığı
kazılarla Anadolu’ya kazandıran Alman arkeolog
Manfred Osman Korfmann’ın makaleleri ‘Troia Rüzgarı’
adlı kitapta toplandı.
Çanakkale Belediyesi ve Troia Vakfı işbirliğiyle,
Troia’da 1988- 2005 yılları arasında kazı yapan ve
11 Ağustos 2005 tarihinde vefat eden Alman Arkeolog
Manfred Osman Korfmann’ın birikimlerini, emeklerini
gün yüzüne çıkarmak ve daha geniş kitlelere yaymak
üzere makalelerinden oluşan bir kitap hazırlandı.
‘Troia Rüzgarı’ adlı kitap Türkçe, İngilizce ve
Almanca olarak üç dilde bin’er adet basıldı. Yaptığı
kazılarda elde ettiği önemli bulgularla ‘Troia’yı
Anadolu’ya geri veren adam’ olarak tarihteki yerine
alan Korfmann anısına hazırlanan kitabın ön
kapağında, Alman arkeologun Troia kalıntıları
arasında çekilmiş, elinde antik kenti gösteren bir
haritanın bulunduğu fotoğraf yer alıyor.
Kitabın ön sözünü ise Tübingen Troia Vakfı adına,
uzun yıllar Korfman’ın yardımcısı olarak kazılarda
görev alan Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen
Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi
Doç.Dr. Rüstem Aslan yazdı. Doç.Dr. Rüstem Aslan
yazısında şu ifadelere yer verdi:
“Korfmann, Troia’da kazı çalışmalarıyla Avrupa
kültür tarihi kökenlerinin en derinlerinin
Anadolu’da olduğunu, Avrupa ve kendi ülkesinden
gelen önyargılı tepkilere rağmen, her alanda dile
getirmiştir. Korfmann’ın ölümünün ardından 7 yıl
geçti. Geçen bu süre içerisinde ismi daha çok anılır
oldu. Çünkü yaptığı yayınlar ve çalışmalar etkisini
devam ettirdi ve ettirmekte. Bu amaçla Korfmann’ın
yayınladığı makalelerden yaptığımız kronolojik bir
seçkiyi üç ayrı dilde yayınlamaya karar verdik”
Alman Arkeolog Manfred Osman Korfmann’ın, Troia
ile Anadolu arasındaki ilişkisini kanıtlayan bir
makalesinde şu ifadelere yer vermişti:
“Troia’daki ilk ve aynı zamanda çok önemli
buluntu olan iki yüzü de dışbükey, Luwi hiyeroglifli
bir Tunç mühür Anadolu ile bağlantıları, ya da
Batı’da Anadolu kökenli bir üst veya yönetici sınıf
yaşadığını göstermektedir. Bu tür mühürler özellikle
Orta ve Güney Anadolu’da 20 kadar şehirde
bulunmuştur. En yoğun kullanıldıkları dönem MÖ
1280 ile 1175 arasıdır. Bizim oldukça aşınmış Tunç
mührümüz Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra
aşağı yukarı bir nesil daha Troia’da kullanılmaya
devam edilmiş olmalıdır. Çünkü mühür, Troia’da
Balkanlardan gelen etkilerin artık yaşamı
belirlediği bir tabakada bulunmuştur. Gelenekler ve
adetler tarihi açıdan çok büyük değişikliklerde de
varlığını bir süre daha devam ettirir. Ayrıca eski
halkın kendisi de hiç iz bırakmadan birden bire
kaybolmaz. Yeni gelenler genellikle burada geçerli
ve eski yerel adetlere uyarlar. Bu durum özellikle
çok geniş çaplı ilişkileri bulunan liman şehirleri
için geçerlidir. Bu yazılı buluntu, Anadolu’ya dönük
Troia tablomuzu tamamlamada yeni bir mozaik
taşıdır.”
haberler.com, 20.08.2012
|
LİKYA BÖLGESİ'NİN BİLİNEN İLK HASTANESİ
RHODİAPOLİS'TE
Kumluca’daki Rhodiapolis
antik kentinde yürütülen kazılarda yaklaşık 3 yıl önce
ortaya çıkartılan yapının Likya bölgesinin bilinen
ilk hastanesi olduğunu belirtildi.
Akdeniz Üniversitesi tarafından Rhodiapolis
antik kentinde 2006 yılında başlatın kazı çalışmalarında
ortaya çıkartılan buluntular, antik kentin yaşam
tarihi itibarıyla Likya bölgesi için çok önemli bir
yerleşim merkezi olduğunu ortaya koyuyor.
Dünyaca ünlü hayırsever Opramoas, tıp bilgini
Herakleitos gibi birçok ünlü ismin yaşadığı antik
kentte yaklaşık 3 yıl önce yapılan kazılarda ortaya
çıkartılan asklepion’un (hastane), Rhodiapolis’in o
dönemde önemli bir sağlık merkezi olduğunu ve
bölgede yaşayan insanlara tedavi hizmeti sağladığını
gösteriyor.
Ortaya çıkartılan asklepion’un Likya bölgesinde
bilinen ilk hastane olduğu belirtiliyor.
Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji
Bölümü Öğretim Üyesi ve Rhodiapolis Kazı Heyeti
Başkanı Doç.Dr. İsa Kızgut, AA muhabirine yaptığı
açıklamada, ortaya çıkartılan yapının Likya
bölgesinin bugüne kadar bilinen ilk ve tek hastanesi
olduğunu söyledi.
Asklepion’un MS 2. yüzyılda Rhodiapolis’te doğmuş
ve yaşamış tıp bilgini hekim Herakleitos tarafından
yaptırıldığını ifade eden Kızgut, Rhodiapolis’teki
asklepion’un Bergama Asklepionu rahiplerinden icazet
alınarak kurulduğunu belirtti.
‘Asklepios’ ve ‘Hygeia’ kültünü ve dinini de
Rhodiapolis’e getirmeyi ileri sürdüğünü bildiren
Kızgut, antik dönemde mental hastalıkların
tedavisinde dinin çok önemli bir yeri olduğunu
vurguladı.
Herakleitos’un Rhodiapolis
antik kentinde
hastaneyi oluştururken sağlık tanrıları Asklepios ve
Hygeia dinini, kültünü de getirmiş olduğunu anlatan
Kızgut, “Onlar adına hemen hastanenin ön tarafında
bir tapınak yaptırıyor ve içerisine de Asklepios ve
Hygeia’nın heykellerinin konulmasını sağlıyor.
Herakleitos hastaneyi kurduktan tıpla ilgili 60 cilt
kitap yazıyor. Öğrencilerinin ve diğer doktorların
faydalanabilmeleri için hastane kompleksinin
içerisine bir de tıp kütüphanesi kurdurtuyor” dedi.
Herakleitos’un ününün çok yayıldığını bildiren
Kızgut, “Yunanistan’dan, Rodos’tan, hatta Mısır’dan
tedavi olmak için hastalar Rhodiapolis’e geliyordu.
Zaman zaman başka yerlere de tedavi amacıyla
çağrıldığını ve gittiğini de biliyoruz” diye
konuştu.
Kızgut, 1500 metrekare alan üzerinde bulunan ve
kazısı tamamlanan hastane kompleksini ayağa
kaldırmak için çalıştıklarını dile getirerek,
“Hastanenin ayağa kaldırılması arkeoloji ve tıp
biliminin yanında ülke turizmi için de önemli” diye
konuştu.
Hastanenin ayağa kaldırılmasının ardından antik
kentte ve hastane içinde tıp kongresinin de
düzenlenebileceğini ifade eden Kızgut, “Önemli ve
şimdilik bölgedeki tek örneği olan yapının yeniden
ayağa kaldırılmasında hayırseverlerden katkı
bekliyoruz. 2 bin yıl önce bir hekimin kendi
imkanlarıyla yaptırdığı bölge hastanesini bugünkü
şartlarda ayağa kaldırmak çok zor olmayacaktır”
dedi.
haberler.com, 19.08.2012
|
SANAT DEĞERİ YOKMUŞ

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, 7’nci
Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in “Bodrum Evleri” ve “Ula
Evleri” adlı tablolarının, sanat eseri niteliği
bulunmadığı gerekçesiyle Devlet Resim Heykel ve
Müzesi envanterinden düşürüldüğünü açıkladı.
Günay, Evren’in 1998’de müzeye bağışladığı
tablolarla ilgili olarak, “Var olan bir eseri de
sokağa atacak halimiz yok. Evren de 50 yıl sonra
falan, bu dünyadan ebediyete göçtüğü zaman yaşamayan
bir ressam olarak belki değeri artar” dedi. Günay,
Devlet Resim Heykel Müzesi’nde yaşanan sıkıntıları
ve çalışmaları şöyle anlattı:
“Resim Heykel, 1980’de kurulmuş ve 1995’e kadar son
derece kötü yönetilmiş. O dönem Kenan Evren’in
tablosunu da almışlar, fotokopi de almışlar.
Karakalem çalışma yerine taklidini koymuşlar,
orjinal gibi baskı eser almışlar. Orijinal eserin
kopyasını yapıp, duvara asıp, duvardaki eseri
dönemin diktatörlerine veya onların yakın çevresine
armağan etmişler. 1996’dan 2000’e kadar devam eden
süreçte, yargılanmalar zamanaşımına uğramış,
tartışmalar kadük hale gelmiş. Biz şimdi eksikleri
tespit ediyoruz. Kamu kurumlarına dağılmış olan
eserleri topluyoruz. Çeşitli kurumlardan 300’e yakın
eser topladık. MİT’te var deniliyordu. Bizde
kayıtları var. O kayıp ve çalıntı değil ama bizden
başka kurumlara gitmiş. Bunları aldık. Denizcilik
İşletmeleri 90’a yakın, TÜİK 35 kadar tablo verdi. O
kurumlarda da gerçekleriyle sahteleri değiştirilmiş
olabilir. Çünkü devlet bir dönem bu konularda çok
özensizdi.
Envanter sayımı bitti. Müzede kayıtlı, 4 bin 500
civarında eserimiz var. Eski yıllarda sadece
sergideki eserler envantere geçmiş. Onlar da 250
civarında. Depoya doldurmuşlar. Aynı zamanda
boşaltmışlar. Bütün depoyu kayda aldık. TBMM bile
envanterini ilk defa 1980’lerde tespit etti. ”
Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nin envanter sayımları
sırasında, Gazi ve Hacettepe Üniversiteleri ve
Bakanlık uzmanlarından oluşan bir Değerlendirme
Kurulu oluşturuldu. Bu kurul, eserlerin orijinal
olup olmadıkları ve sanat değerleri konularında
değerlendirmelerde bulundu. Kenan Evren’in
tablolarını da inceleyen kurul, müze yönetimine
eserin sanat eseri niteliği taşımadığını belirterek
sergide teşhir edilmemesi tavsiyesinde bulundu.
Bunun üzerine müze yönetimi 2 bin 983 demirbaş
numaralı 73 X 54 santimetre ebatlarındaki “Ula
Evleri” adlı yağlı boya çalışması ile 2 bin 984
demirbaş numaralı 62.5 X 56.5 santimetre
ebatlarındaki “Bodrum Evleri” yağlı boya resmini
envanterden düşürdü.
Hürriyet, Haber: Umut Erdem, 19.08.2012
|
EN DEĞERLİ PORTRELER ONDA

Türkiye'de portre sanatının değeri yeni yeni
anlaşılıyor. Oysa dünyanın en pahalı tablolarında
ilk sırayı her zaman portreler aldı. Türkiye'de bu
alanın öncü ismiyse 400 parçalık koleksiyonuyla
Ahmet Merey.
Dünyanın en pahalı tabloları sıralamasında
portreler her zaman açık ara önde. Klimt'in 135
milyon dolara satılan Adele Bloch Bauer portresi,
Vincent van Gogh'un 82.5 milyon dolara alıcı bulan
Dr. Gachet portresi ve 90 milyon dolara satılan
otoportre dünyanın en pahalı ilk 10 listesine giren
örneklerden birkaçı. Dünya tarihinde ayrı bir önem
taşıyan portre sanatçıları bir dönem krallar ve
soyluların hizmetindeyken, zaman içinde
zanaatkarlara, işadamlarına, sanatçılara ve toplumun
diğer kesimlerine hitap eder oldular.
4 NESİLDİR KOLEKSİYONER
Öyle ki Medici Ailesi'nin Floransa'daki Uffizi
Gallery'de sergilenen koleksiyonunda bugün hala
Kanuni Sultan Süleyman, Hürrem Sultan, Barbaros
Hayrettin Paşa'nın portrelerini görmek mümkün. Ancak
Türkiye'de portre sanatının kısa süre öncesine
katdar rağbet görmediği gerçeğiyle karşı karşıya
kalıyoruz. İşte bugün ülkemizde değeri yeni yeni
anlaşılan portre sanatının en büyük toplayıcısı bu
hafta Eko Sanat'ın konuğu... Dört nesildir
koleksiyoner olan bir ailenin mensubu Morey. Sahip
olduğu portreler arasında İbrahim Çallı'nın babası
ve İbrahim Safi'nin annesini resmettiği portreler de
var. 400 parçalık portre koleksiyonunda ayrıca Sami
Yetik, Kemal İskender, Feyhaman Duran, Abidin Dino
gibi önemli ressamlara ait portre ve oto-portreler
de yer alıyor. Merey, "Türkiye'de portreyi resim
olarak kabul etmiyorlar. Oysa ki çok önemli.
Sanatçının sanat yönü kadar duygusal algılamasını
gösteriyor. Ben portre alırken toptan alıyordum.
15-20 tane birden alıyordum. Ama Avrupalı öneminin
farkında. Sonuç olarak Londra'da sadece portrelerin
sergilendiği National Portrait Gallery müzesi var"
sözleriyle Türkiye'de portreye bakışı özetliyor.
Merey artık resim tutkusunu kariyere dönüştürmüş.
Öyle ki Taksim'de kiraladığı atölyesinde resim
yaparak zamanını geçiriyor. Her gün beş-altı saat
resim yaptığını söyleyen Merey bugüne kadar yaklaşık
100 resmini sergilemiş ve bazılarını da satmış. Şu
sıralar ise atölyesinde önümüzdeki yıl
gerçekleştirmeyi planladığı sergisinin hazırlığını
yapıyor. Biz de bir diğer tutkusu olan dağları
resmettiği atölyesinde buluşuyoruz. Koleksiyonunun
küçük bir kısmını evinde bulundurduğunu söylüyor,
geri kalanlar ise bir depoda duruyormuş. "Madem
depodalar, neden hala resim satın alıyorsunuz?"
sorusunu yöneltiyorum. Aldığım cevap net: "Resmi çok
seviyorum. Hem uzun vadede de bir yatırım. Çocuklara
kalır..."
Merey'in koleksiyonunun bir diğer bölümüyse Nazım
Hikmet eserlerinden oluşuyor. Edebiyat ustası ve
şair Nazım Hikmet'in hayranı olan Ahmet Merey,
sanatçıyla ilgili yapılan resim, heykel hatta video
gibi farklı eserleri topluyor.
Ahmet Merey ve eşi İpek Merey 2010'da TUYAP
tarafından 'Yılın Koleksiyoneri' seçildi. Ayrıca
aile, hem genç sanatçı adaylarını teşvik etmek hem
de Türk resim piyasasına yeni yapıtlar kazandırmak
için her yıl Mimar Sinan Üniversitesi'nde lisans ve
yüksek lisans eğitimi gören öğrenciler arasında
resim ve heykel yarışması düzenliyor. Üçü heykel
olmak üzere seçilen beş eserin sahibine de 1.000'er
lira para ödülü veriyor.
Ahmet Merey için resmin tanımı tuval üzerine yağlı
boya figüratif eser demek. Sahip olduğu en önemli
figüratif resimlerden biri bugün İstanbul Modern'de
sergileniyor. Müzedeki İbrahim Çallı'ya ait
'Plajdaki Kadınlar' tablosunda resmedilen kadınlar,
Merey'in anneannesi ve kardeşleriymiş. Cumhuriyet
kadınını resmeden Çallı, model olarak da sanatsever
olan ailesini kullanmış. Yine Sabancı Müzesi'nde de
Merey'in ailesinin bir başka ferdi, büyük amcasının
portresi yer alıyor.
Merey için Türkiye'nin en büyük portre koleksiyoneri
tanımının yanına 'Pero' koleksiyonerini de eklemek
yanlış olmaz. St. Petersburg'taki Hermitage
Müzesi'ne gidenler Rubens'in 'Pero' tablosunu
anımsarlar. Roma mitolojisinde genç bir kadın
karakterinin adıdır Pero. Ahmet Merey'in annesinin
adının da Pero olması tabloları toplamasına neden
olmuş.
Sabah, Haber: Burcu Aldinç, 19.08.2012
|
"TÜRKİYE TARİHİNE SAHİP ÇIKIYOR"
Kültür ve Turizm
Bakanı Ertuğrul Günay, Hatay'ın Reyhanlı İlçesi Tell
Tayinat Höyüğü'nde ortaya çıkarılan, Hitit dönemine
ait olduğu tahmin edilen kral heykeli
Şuppiluliuma'yı, replika haline getireceklerini
söyledi.
Bakan Günay, yaptığı açıklamada, Reyhanlı'da ortaya
çıkarılan kral heykelinin yurt içinde ve yurt
dışında basında büyük ses getirdiğini belirtti.
Heykelin farklı özelliklere sahip olmasının onun
değerini daha da artırdığını ifade eden Günay,
''2009'da Marcus Aurelius heykeli Sagalassos'ta
çıktığında Burdur Müzesi'nin deposundaydı. Arabama
atlayıp kendi başıma iki kez görmeye gittim. Hiçbir
kırığı, eksiği olmayan Roma İmparatoru heykeli.
Marcus Aurelius ki tarihte 'Bilge Kral', 'Filozof
İmparator' denilen kişidir. Çok heyecanlanmıştım,
ama bu beni daha çok heyecanlandırdı. Çünkü benzeri
Roma'da, Atina'da olmayan bir heykel bulduk'' diye
konuştu.
Kazılarda, Ege'de Perge'den, Sagalassos'tan,
Afrodisyas'tan, İzmir'deki Bergama, Efes yörelerinde
çok sayıda Roma heykeli bulduklarını ifade eden
Günay, şunları kaydetti:
''Roma heykelleri de çok heyecan verici tabii, ama
bu, benzerini sadece Kuzey Mezopotamya'da, Ön Asya
topraklarında bulabileceğimiz bir heykel. 1,5 ton
ağırlığında bazalt taşından. Kral Şuppiluliuma,
ismini söylemesi biraz zor. Bizim evde ona 'Şuppili'
diyorlar. Biraz ev halkından birisi haline geldi.
Onu replika yapıp hediyelik eşya haline de
getireceğiz. Gözleri ayrı bir taştan kakma, çok
heyecan vericiydi. Bunu biraz sakladım. Sonra
açıklayınca şimdi dünya basınında bile haber olmaya
başladı.''
''DÜNYA MİRASINI ÇOK ÖNEMSİYORUZ"
Çatalhöyük Neolitik Kenti'nin UNESCO Dünya Mirası
Listesi'ne kaydedilmesi konusuna da Günay, dünya
mirasının çok önemli olduğunu söyledi.
Türkiye'nin yakın yıllara kadar dünya mirası
kavramına çok uzak olduğunu dile getiren Günay,
bununla ilgili önemli çalışmalar yaptıklarını
belirtti.
Dünya mirasını çok önemsediklerine işaret eden
Günay, şunları kaydetti:
''Çünkü ben Türkiye turizminin içine kültür
zenginliklerini katmayı çok önemsiyorum. Dünyada bir
denize girmeye bir de sizin kültürünüzü, tarihinizi
tanımaya gelenler var. Bu ikinciler, ayrıca daha çok
gelir sarfediyor. Müzeye gidiyor, yemek yiyor,
müzikli yere gidiyor, daha varlıklı ve kültürlü
kesimler. Onlar da dünya mirası kataloglarına
bakıyor, bu ülkede ne var diye."
Avrupa'da bazı ülkelerin Dünya Mirası Listesi
konusunda zamanı çok iyi kullandıklarını belirten
Günay, şöyle konuştu:
''Şimdi bakıyorsunuz İspanya'nın, Fransa'nın,
İngiltere'nin, İtalya'nın listede 40-50 civarında
yeri var. Biz 9'da kalmıştık. Ben görevi aldığımda,
2008'de, sayı 9 idi. Bakanlığımız, 1998'den bu yana
da hiçbir yeni alanı teklif bile etmemişti.
Hiç unutmuyorum, bana bir Çinli rehber, Pamukkale'de
gezerken 'Sizin ülkenizde 9 dünya miras alanı var'
dedi. 'Evet' dedim. '30 olması lazım' dedi. Bunu bir
yabancı söyledi. Ben de buna inanıyorum, 30, 40
olması lazım. Ama geç kalmışız. Şimdi bunu telafi
etmek için son yıllarda kolları sıvadık. Selimiye
Camisi ve külliyesinin Dünya Mirası Listesi'ne
girdiği haberini 2011'de seçimler sırasında almıştım
ve bence seçimlerden daha önemli diye sevinmiştim.
Bu sene Çatalhöyük girdi, dünyanın en eski tarım
yerleşimlerinden birisi. Sayı 11 oldu.''
Dünya Mirası Listesi için yeni dosya
hazırladıklarını bildiren Bakan Günay, şöyle devam
etti:
''Çok yerimiz var. Alanya sırada. Alanya Tersanesi
ve Kalesi çok umut ediyorum ki girecek. Efes,
Bergama, Diyarbakır surları sırada. Noel Baba
bekliyor sırasını. Hacıbektaş girebilir çok
rahatlıkla. Birçok yer girebilir listeye. Mevlana
Külliyesi girebilir. Roma, Selçuklu, Osmanlı ve
beylik dönemlerinden birçok yerimiz var. 9'u 11
yaptık. İnşallah bir düzineyi görev dönemim içinde
tamamlayıp, bu işi bir yere çıkarmış olacağım.''
Habertürk, 19.08.2012
|
NASA ÜSSÜNDE
DİNOZOR İZİ BULUNDU
NASA’nın Goddard Uzay Uçuşu Merkezi’nde dinozor ayak izi bulundu.
Dinozor uzmanı Ray Stanford, dört sivri parmak ucu olan küçük kraterin bir dinozora ait olduğunu ifade etti.
Washington Post'a konuşan Stanford, 112 milyon yıl önce yaşamış nodosor türü dinozorun sol arka ayağıyla bu izi bıraktığını belirtti.
Johns Hopkins Üniversitesi’nden “Doğu Yakası’nın Dinozorları” kitabının yazarı ve Jurassic Park filminin danışmanı David Weishampel de izin bir dinozora ait olduğunu doğruladı.
Weishampel, “Ray izi bana gösterdiğinde çok heyecanlandım. Bir bilim insanı olarak böyle konulara şüpheyle yaklaşırım ama gereken her türlü detay bu izde var. Hem parmak hem de topuk izi var” dedi.
NASA yetkilileri bulunan izi gerçek bir dinozor izi olarak kabul ederken, bölgede başka dinozor kalıntıları bulmak için çalışmaların başladığını ifade etti.
Hürriyet, 19.08.2012
|

 |
KALYONCU KIŞLASI'NIN ÇARŞI OLMASI TARİHLE ALAY
ETMEKTİR
Denizciler semti
Kasımpaşa’da bulunan Kalyoncu Kışlası’nın
yıktırılıp yerine
alışveriş merkezi yaptırılması küstahça bir
davranıştır. Son birkaç yılda bir takım
insanlar her kamu binasını otel ve çarşı olarak
görüyorlar. Umarız
İstanbul Valisi bu duruma müdahale eder.
İstanbul semtleri içinde Kasımpaşa’nın özgün bir
konumu vardır.
Genellikle bizim kuşak bu semti kavgacı
insanların yaşadığı fakir bir semt olarak tanır.
O tarafa ayak basmayanların kanaatidir. Kasımpaşa
kısa bir betimleme ile denizcilerin semti olarak
adlandırılabilir.
Tersane Kasımpaşa’nın bitişiğindeydi ve donanma
orada demir atardı. Bugün dahi Kuzey Deniz Saha
Komutanlığı oradadır ve Kasımpaşa deniz subaylarının
yaşadığı bir semttir. Klasik devirlerde Osmanlı
donanmasının büyük amirali olan Kaptan-ı Derya (veya
Kaptan Paşa)’nın konağı buradaydı. Leventler
buradaydı ve mesela
Mimar Sinan’ın Piyale Paşa için yaptığı ünlü
camii burada olduğu gibi Sadrazam Sokullu Mehmet
Paşa tarafından kendisine yaptırılan Azephane Camii
de bugünkü
Unkapanı Köprüsü’nün başında yer almak üzere
buradadır. Azeb için deniz piyadesi diyebiliriz.
Donanma gemilerinde denizcilikten çok savaşmak için
bulunan askerlerdi.
Cezayirli Gazi Hasan Paşa 18. yüzyılımızın
donanmadaki ilk modernleşmeyi yürüten
komutanlarındandır. Bir harp esiriydi.
Nerede doğduğu tartışmalıdır. Lakin genç
yaşlarında Cezayir’e geçtiği biliniyor. Deniz
cengindeki mahareti dolayısıyla buradaki kullar ve
leventler arasında sivrilmiş, dayı dediğimiz Mağrip
bölgesi komutanları arasında yerini almış; buradaki
bir iç iktidar çatışması yüzünden payitahta gelmiş
ve Osmanlı donanmasında yükselmiştir. Uzun süre
kaptan paşalık yaptığı gibi kısa bir süre Sadaret
Kaymakamlığı ve sadrazamlık da yapmıştır. Sert
mizacı, prensiplerine bağlılığı ve cengaverliği ile
ünlüdür. Kudretini teşhir edercesine yanında bir
arslanla gezerdi. Donanmadaki yeniliklerinin
arasında en önemli unsurlardan birisi aynı zamanda
asayişini sağlamakla sorumlu olduğu bugünkü
Kasımpaşa,
Beyoğlu,
Galata ve
Tophane bölgesindeki kalyoncu kolluklarını (yani
o bölgedeki karakolları) ıslah etmesi ve o vakte
kadar sağda solda barınan leventleri 18. yüzyıl yeni
askeri nizamına uygun bir biçimde merkezi bir
kışlada toplamak üzere ünlü Kalyoncu Kışlası’nı inşa
ettirmesidir.
Tarih sadece milliyetçilere değil,
herkese lazım
Geçtiğimiz hafta üstad Güngör Uras’ın bildirdiği
üzere bu kışlayı İstanbul vilayetinin İl Özel
İdaresi yıktırıp, AVM denilen çarşılardan birini
kurduracakmış. Doğruysa, gayet dar görüşlü ve bu
topluma karşı küstahça bir davranıştır. Son birkaç
yılda bir takım insanlar ve grupların dar
görüşlerine rağmen işadamlığına otel ve çarşı
inşasıyla özendikleri görülüyor. Her kamu binasını
otel ve çarşı olarak görüyorlar, kimseye kulak
asmıyorlar. Makul tasarruflarını gözlediğimiz
İstanbul Valisi’nin bu duruma müdahale edeceğini
ümit ederiz. Bu Kalyoncu Kışlası daha evvel gayet
berbat bir restorasyon geçirmişti. Yeniden
düzenlenmesi beklenirken, çarşıya çevrilmesi tarihle
alay etmektir. Tarihi miras bazı çokbilmişlerin
şuursuzca tekrarladığı gibi sadece milliyetçilere
değil, herkese lazımdır. İstanbul ve Kasımpaşa
tarihini cahil ve cüretkar zümrelerin elinden
kurtarmak gerekir.
Milliyet Pazar, Yazı: İlber Ortaylı,
19.08.2012
|
GÜNAY'IN GÖZÜ LOUVRE'UN ÇİNİLERİNDE

Kültür Bakanı
Ertuğrul Günay , geçen hafta Bursa Sinan Paşa
Camii’nden kaçırılan tarihi İznik Çini panoyu
Türkiye ’ye kazandırdı. Ancak Günay’ın asıl
büyük hayali Ayasofya 2. Selim Türbesi’nden çalınan
ve
Fransa ’da halen Louvre Müzesi’nde sergilenen
çini panoyu getirmek. Bakanın hayallerini süsleyen o
çini panonun öyküsü ise
Hollywood senaryolarını aratmayacak düzeyde.
Ayasofya, camiye çevrildikten sonra yıllar içinde
pek çok sultan ve padişah müzenin bahçesine
defnedildi. 2. Selim’in ölümünden 3 yıl sonra,
1577’de inşa edilen türbede eşi Nurbanu Hatun ile
birlikte 42 sanduka bulunuyor. Kanuni Sultan
Süleyman türbesine benzeyen yapı Sinan’ın ilginç
eserleri arasında yer alır. İznik çini sanatının en
güzel örneklerinin sergilendiği 2. Selim Türbesi’nin
içi zeminden 4.5 metre yüksekliğe kadar çinilerle
kaplı. Firuze, mavi renkli İznik çini bordürler 16.
yüzyılın en güzel örneklerini yansıtır. Lakin bu
panolardan biri sahtedir. Dikkat edildiğinde panolar
arasındaki renk ayrımı hemen dikkat çeker. Sağ
taraftaki panoya karşılık soldaki pano daha soluk
renklerdedir. Bordürlerdeki renkler aslından uzak,
çizgiler gerçeğinden ayrıdır. Çünkü sahtedir. Aslı
Fransa Louvre Müzesi’nde OA 3919 / 2-265
envanter numarasıyla
İslam Sanatı bölümünde sergilenmektedir.
Film gibi hırsızlık öyküsü
Peki tarihi pano
Fransa ’ya nasıl kaçırıldı? Nasıl oldu da
sahtesi yerinde kaldı, orijinal bugün Louvre Müzesi
duvarlarını süsler hale geldi. Şimdi bu ilginç
kaçırılma serüvenini anlatalım. İsmi Albert Sorlin
Dorigny. Fransız asıllı koleksiyoner, gerçek mesleği
diş doktorluğu.
19. yüzyılın başlarında
İstanbul ’da dişçilik yapan Dorigny, saraya
yakın bir isim. Bazı kaynaklarda saray dişçisi
olarak geçiyor.
2. Abdülhamid’e olan yakınlığını ve saraydaki
nüfusunu kullanan Dorigny Ayasofya’daki türbelerin
restorasyonu için Evkaf-ı Hümayun Nezareti’ne
(İnşaat ve Tamirat Genel Müdürlüğü) defalarca
başvurdu. Evkaf Nezareti Dorigny’in ısrarlarından
şüphelenmiş ve onun
İstanbul ’da eski eser topladığı dedikodusunu
duymuştu. Ancak ısrarlı talebi ve saraydaki
nüfusunun da etkisiyle 1892 yılında izni koparmayı
başardı. 1896 yılına kadar 4 yıl devam eden
restorasyon da türbe resmen soyuldu.
Şeytanın aklına gelmez!
Dorigny, Şeytanın aklına gelmeyecek planını hayata
geçirdi. Evkaf Nezareti kendi gözetiminde eski
eserlerin tamir edildiğini düşünüyordu. Dorigny,
Asarı Attika Cemiyeti’ni başındaki Osman Hamdi Bey’i
de kandırmayı başarmıştı. Dorigny çinilerin bir
kısmını bakım yapmak amacıyla
Fransa ’ya götürdü. Aynı zamanda çini panonun
fotoğraflarını çekti. 19. yüzyılda
Fransa ’da faaliyet gösteren en büyük çini
atölyelerinden biri olan ‘Choisleroi Seine’de
çinilerin birebir kopyalarını yaptırdı. 20. yüzyıl
teknolojisi ile bugün fayans olarak
nitelendirdiğimiz teknikle üretilen taklit çiniler
yine Dorigny tarafından deniz yoluyla
İstanbul ’a gizlice getirildi. 2. Selim’in
yattığı türbe kapısının sol tarafında yer alan 16.
yüzyıl İznik çini sanatının en görkemli bordürlerini
özenle söktü. Yerine
Fransa ’da yaptırdığı sahte çini bordürleri yine
aynı özenle taktı. Öyle ki, yaklaşık 110 yıldır
sahte çini bordürler hala yerlerinde duruyor.
Dorigny bunun yanı sıra pek çok çiniyi de aynı
yöntemle
Fransa ’ya kaçırmayı başardı.
Dişçilik yaptığı
İstanbul ’u da o tarihten sonra bir daha geri
dönmemek üzere terk etti.
Eski Müze Müdürü Jale Dedeoğlu: Louvre Müzesi
çinileri satın aldıklarını söyledi. Elbette bu doğru
olabilir. Satın almış olabilirler ama bizden
almadılar. Bir hırsızdan aldılar.
Ayasofya Müze Müdürü Hayrulllah Cengiz: Albert
Dorigny’ye kaç para verilmiş, hangi eserlerimizin
üzerinde onarım yapmış, bunların hepsi Başbakanlık
Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Daire Arşiv
Belgeleri’nin içerisinde var.
İstanbul İl Kültür Turizm Müdürü Ahmet Emre
Bilgili: Aslında bizim bu büyük hırsızlığı bir
kampanya haline dönüştürmemiz lazım çünkü bu gibi
eserlerimiz çok fazla ve bunu Ayasofya’nın tüm
ziyaretçilerine ifade etmemiz lazım.
Eski Ayasofya Müzesi Başkanı Haluk Dursun: Hukuken
söylüyorum, bu hem karşılığı olan bir suç, hem
emniyeti suiistimal hem de sanat eseri
hırsızlığıdır. Ama
Fransa ’ya bizim baskımız sanırım olumlu şekilde
sonuçlanacak zannediyorum.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 19.08.2012
|
 |
TARİHİ YARIMADADA KAYIP 10 ESER DAHA HAYATA DÖNECEK
İstanbul Çevre Kültür ve Tarihi Eserleri Koruma Derneği, Tarihi Yarımadada kaybolup giden 10 eserin yeniden inşa edilmesi için gerekli plan değişikliğini yaptırmak amacıyla Belediye meclisine başvurdu. Başvuruda, Kızıltaş Mescidi, Kepenek Cami, Bostancılar Tabhanesi Mescidi, Emirler Mescidi, Bekarbey Tekkesi ve Abayi Mescidi, Karagöz Mescidi, Babahasan Cami, Uncu Hafız Medresesi, Mimar Ayas (Saraçhanebaşı Mescidi) Cami'nin plana işlenerek ihyasının yapılması talep edildi. İmar ve Bayındırlık Komisyonu, 2011'de onaylanan Tarihi Yarımada Koruma Amaçlı İmar Planı'na atıfta bulunarak planın amacına uygun olarak tarihi eserlerin yeniden inşa edilmesinin uygun olduğu kaydedildi. Komisyonun raporunu İstanbul Belediye Meclisi oy birliğiyle kabul etti. 2005'de alınan kararla, Kazasker Abdurrahman Efendi Cami, Hacı Piri (Leylek Yuvası) Cami, Altı Poğaça Cami, Fındıkzade Mescidi gibi birçok eserin ihyaları yapılarak Tarihi Yarımada'ya kazandırılmıştı. Şimdi de 10 kayıp eser yeniden yapılacak. Rölöve ve fotoğrafları çıkarılan tarihi eserlerin bulunduğu yerlerdeki işgaller kaldırılacak.
Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 19.08.2012
|
ARKEOLOJİK KAZILAR DEMRE'NİN ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİRİYOR

Antalya’nın Demre İlçesinin Andriake bölgesinde
bu sezon, kilisede ortaya çıkarılan sütunlar
onarılarak ayağa kaldırıldı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Akdeniz Üniversitesi
Myra-Andriake Kazıları Başkanı Prof.Dr. Nevzat
Çevik, içinde 19 arkeolog, 13 bilim insanı olan
toplam 100 kişilik bir ekiple 2009 yılından bu yana
sürdürdükleri çalışmaların, Myra’da Tiyatro ve
Şapel’de, Andriake’de ise Küçük Hamam, Kilise, Agora
ve Granarium alanlarında yoğunlaştığını ifade etti.
Bu sezon bir iki ay gibi kısa bir sürede kazılıp
ayağa kaldırılan eserlerin en dikkat çekici olanın,
Andriake Bizans Kilisesi’nin avlusunda bulunan
sütunlar olduğunu belirten Prof.Dr. Çevik, “Ayağa
kaldırılan her biri 2′şer tonluk 3 mermer sütun,
altlık ve başlıklarıyla birlikte 4 metreyi
bulmaktadır. Artık Demre, kartpostallarda sütunları
ayağa kaldırılmış kilisesiyle de yer alacaktır.
Demre’nin fotoğraflarını çoğaltıyoruz” dedi.
Andriake limanının altı kilisesinden biri olan B
Kilisesi’nin avlusunda ortaya çıkarılan sütunların
Bizans uzmanı Prof.Dr. Engin Akyürek’in
koordinasyonunda birleştirilip dikilmeleri ile
Akdeniz’in en büyük antik limanlarından olan
Myra’nın Andriake limanının yakın gelecekte yeni bir
cazibe merkezi olma konusunda önemli yollar kat
ettiğine değinen Çevik, “Bu projede başta Kültür ve
Turizm Bakanlığı ve sonra da İstanbul
Üniversitesi’ne destekleri için teşekkür ediyorum.
Açık hava müzesi olarak düzenlenecek olan Andriake
ve müze olarak düzenlenecek olan Granarium yapısı
Projesi kapsamında tüm alanda uzun soluklu kazı ve
restorasyon çalışmaları devam ediyor. Tanıtım
çalışmalarına da ağırlık vermekteyiz. NTV’nin 6
bölümlük belgeseli çok etkili oldu Şimdi de bir
fotoğraf sergisi, Myra-Andriake Kazılarından İnsan
Manzaraları adı altında Antalya Havalimanı Dış
Hatlar Terminali’nde bir buçuk ay süresince
sergilenmeye başladı. 2 milyon kişinin izlemesi
tahmin edilen sergiyle Demre’yi ve Myra-Andriake’yi
tanımayan kalmayacak. Her türlü can sıkıcı kısıta
rağmen bölgeye çok yönlü hizmetlerimizi
sürdüreceğiz” dedi.
haberler.com, 18.08.2012
|
DA VİNCİ'NİN ŞİFRESİ
Sanat tarihçisi
Dr Ross King, Da Vinci’nin tablonun iki yerinde kendisini farklı bir şekilde resmettiğini ileri sürdü.
King “Da Vinci, Thomas ve Küçük Yakup’u kendisine benzetmiş” iddiasında bulundu.
Dr King'e göre, Da Vinci otoportrelerinde kendisini uzun burunlu ve dalgalı saçlı olarak resmediyordu, tıpkı bu tabloda Thomas ve Küçük Yakup’u resmettiği gibi...
Ayrıca Thomas'ın yukarı doğru kalkan işaret parmağı da Da Vinci'nin alameti farikalarından biriydi
Habertürk, 18.08.2012
|
|
 |
ELİNDEKİ TARİHİ ESERLERİ SATMAYA ÇALIŞIRKEN YAKALANDI
Aydın'ın Didim İlçesi'nde elindeki iki ayrı tarihi eseri satmak için müşteri arayan şahıs, polis tarafından yakalandı
Edinilen bilgiye göre, F. Y. (31) isimli şahsın elinde bulunan tarihi eserleri satmak için müşteri aradığı yönünde alınan bir ihbarı değerlendiren polis ekipleri, şüpheli şahsı gece saat 01.30 sıralarında Didim'de yakaladı.
Şahısın üzerinde ve adresinde yapılan arama da 2863 sayılı yasa kapsamında olduğu değerlendirilen bir adet 26 santimetre boyunda bir kolu bulunmayan mermer meryemana figürü ile bir adet 21 santimetre boyunda ve 15 santimetre genişliğinde ağzı kapalı testi ele geçirildi.
Gözaltına alınan şüpheli F.Y., Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununa muhalefet suçundan işlem yapılarak Didim Cumhuriyet Başsavcılığına sevk edildi. F.Y., ilk sorgusunun ardından serbest bırakıldı. Olayla ilgili soruşturma devam ediyor.
Habertürk, 18.08.2012
|
MİMAR VEFAT ETTİ, RESTORASYON DURDU

İstanbul Fatih'te "Demir
Kilise" olarak bilinen Sveti Stefan Bulgar
Kilisesi'nin restore edilmesi için geçtiğimiz yıl
Büyükşehir Belediyesi ve İl Özel İdaresi
işbirliğiyle açılan ihaleyi ART-ÜN İnş. Gıda Day.
Tük. Mad. San. Ve Tic. Ltd. Şirketi kazandı. Temmuz
2011'de yenileme işlemlerine başlayan firmanın
ortağı ve yöneticisi mimar Aziz Çakır mart 2012'de
vefat etti. Bunun üzerine diğer ortaklar ve Çakır'ın
mirasçıları, konuyla ilgili tecrübe sahibi
olmadıklarını belirterek sözleşmenin feshi için
belediyeye başvurdu. Sözleşmenin karşılıklı olarak
iptalinin ardından, yeni ihale düzenlemek için
Büyükşehir Belediye Meclisi'ne başvuran İBB Yapı
İşleri Müdürlüğü'nün talebi oybirliğiyle kabul
edildi.
Bulgar Kilisesi, Türkiye'deki "ilk tam prefabrik
yapı" olmasının yanı sıra, İstanbul'un fethinden
sonra inşasına izin verilen ilk kilise olması
açısından da özel öneme sahip... Osmanlı Devleti'nin
Bulgar uyruklarının 19. yy'da kendilerine ait
bağımsız bir kilise kurmak amacıyla girişimde
bulunarak aldıkları özel izinle İstanbullu Ermeni
mimar Hovsep Aznavur'a yaptırılan projeye ait
prefabrik parçaların üretimi için 1892'de
uluslararası bir yarışma açıldı. Yarışmayı kazanan
Avusturya firması R. Ph. Waagner, tamamı dökme demir
olarak tasarlanan yapının üretimini 1893'te
gerçekleştirdi. Önce firmanın Viyana'daki
fabrikasının bahçesinde kurulan yapının tüm
eksikleri tamamlandı. Daha sonra sökülerek 1896
baharında Tuna Nehri ve Karadeniz üzerinden gemiyle
İstanbul'a taşındı. Haliç kıyısındaki şimdiki
yerinde bir buçuk yıllık bir çalışmayla yeniden
kurulan kilise,
Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 18.08.2012
|
ÇAYYOLU HÖYÜĞÜ

Ankara eğlence hayatının önde gelen adreslerinden
Çayyolu’ndaki Park Caddesi yakınında MÖ 2000- 3000
(İlk Tunç) dönemine ait tarihi kalıntılar bulundu.
Kazı çalışmalarının danışmanı Gülçin İlgezdi,
Çayyolu Höyüğü’nün günümüzde Ankara’nın merkezinde
kazısı yapılan tek arkeolojik buluntu yeri olduğunu
söyledi. İlgezdi, şu ana kadar tespit edilen
tabakaların İlk Tunç Çağı’na (MÖ 3100-2000) ait
olduğunu söyledi. İlgezdi, şöyle konuştu: “Elde
ettiğimiz veriler sayesinde, Ankara’nın İlk Tunç
Çağı Kronolojisini anlamamız ve bu dönemde doğu ve
batı arasındaki bağlantıları kurmamız mümkün
olabilecek. Çayyolu Höyük’te, İlk Tunç Çağı’na ait
bol miktarda çanak çömleğin yanı sıra, yine burada
dokumacılığın yoğun olarak yapıldığını bize gösteren
çok sayıda farklı tipte ağırşak ele geçti. Höyükte
toplam 5 plankarede çalışmalar sürdürülüyor.
Özellikle Tunç Çağı öncesi Kalkolitik (Bakır Çağı)
döneme tarihlendirilebilecek çanak çömlek parçaları
ile karşılaşılması Çayyolu Höyüğün önemini daha da
vurguluyor. Ankara’da henüz Kalkolitik dönemin hiç
bilinmediği göz önüne alınırsa, bu bulgularımızın
değeri daha da artıyor.”

Arkeolog Aslı Şirin de, 40 kişilik bir ekibin
geçen seneden bu yana yürüttüğü çalışmalarda
Ankara’nın karekteristik seramikleri ve mimari
kalıntıların gün yüzüne çıkartıldığını söyledi.
Şirin, “Çalışmalarımız devam ediyor, çok derine
inmeden Yeni Tunç dönemine ait eserlerle
karşılaştık. Toprağın derinliklerinde daha eski
döneme yani bakır taş çağına ait eserlerin yer
aldığını düşünüyoruz. Buna dair ipuçları elde ettik
” dedi.
Çayyolu Höyük’te ilk arkeolojik çalışmalar, Anadolu
Medeniyetleri Müzesi Başkanlığında 2011 yılında
başladı. Höyük’teki kazı çalışmaları, Kültür ve
Turizm Bakanlığı’nın izni ile Anadolu Medeniyetleri
Müzesi Müdürü Melih Arslan Başkanlığında, Müze
arkeologları Aynur Talaakar, Sinan Durmuş, Aslı
Şirin yönetiminde, Ahi Evran Üniversitesi’nden Yrd.
Doç.Dr. Gülçin İlgezdi Bertram ile Orta Doğu Teknik
Üniversitesi’nin bilimsel danışmanlığında
sürdürülüyor. Çalışmalara ayrıca Yenimahalle
Belediyesi ve Çayyolu Platformu destek veriyor.
Hürriyet, 18.08.2012
|
YUNAN DEĞİL ANADOLU UYGARLIĞI

Arkeolog Prof.Dr. Fahri Işık tarih ve arkeoloji
algısını temelden değiştirecek çalışmalarını
Uygarlık Anadolu'da Doğdu isimli bir kitapta
topladı. Kitap, birçok efsane ve miti çürütüyor.
Bunların başında tarih öncesi dönemde Anadolu'nun
batısında kurulan uygarlığın Yunan uygarlığı olduğu
tezi var.
Önemli Alman entelektüel
Günter Grass, Yunanistan'daki son ekonomik kriz
hakkında bir yazı yazdı ve Almanya'yı suçladı.
Kısaca 'Herşeyimizi borçlu olduğumuz bir halkın bu
duruma düşmesine nasıl göz yumarsınız?' dedi.
Grass'ın böyle düşünmesinin sebebi 200 yıldan beri
işlenegelen ve peşin kabul gören bir tez. Bu teze
göre Batı Uygarlığı'nın temelinde Yunan uygarlığı ve
kültürü var. Dolayısıyla Batı herşeyini Yunanistan'a
borçludur.
Batı bilim çevreleri bu iddiayı çağdaş arkeolojinin
Almanların izinde kuruluşundan bu yana bilimsel bir
gerçek olarak görüyor. Türk arkeologlar da onlardan
farklı değil. Biri hariç: Prof.Dr. Fahri Işık.
Erzurum ve Antalya üniversitelerinde arkeoloji
bölümlerini kurduktan sonra şimdi Burdur'da yeni bir
bölümün kuruluşuna katkı veren Işık, tam 25 yıldır
bunun aslında böyle olmadığını anlatan makaleler
yazıyor. Yapılan yeni kazı ve araştırmalara
dayanarak, Batı Anadolu'da yaratılan, ancak adına
Yunan denen uygarlığın aslında Anadolu'nun tarih
öncesi zamanlarından zenginleşerek gelen alaşımın
ürünü olduğunu ortaya koyuyor. Arkeolojik bulgulara
dayanarak, Yunanistan'dan yapılan Ege Göçleri'nin
bir kültür göçü olmadığını belgeliyor; aksine MÖ
1200-500 arası süreçte mimari ve heykel sanatıyla
ilişkili, tanrılar dünyasıyla ilişkili çok şeyin
Anadolu'dan Yunanistan'a gittiğini yazıyor. Fahri
Işık nihayet bu konularda kaleme aldığı Almanca
makalelerden oluşan 20 seçkiyi Türkçeleştirerek
Uygarlık Anadolu'da Doğdu bir kitapta topladı.
Işık , Ege Yayınları tarafından Fahri Işık'ın
kardeşi sanatçı Kenan Işık'ın katkılarıyla basılan
ve geliri Patara Kazıları'na bağışlanan, bu nedenle
de internet üzerinden satılan kitabında; Ege Göçleri
konusunda bilinenlerin, MÖ 1200-800 arası zamanda
yazı olmadığı için tarihsel gerçeklere dayanmadığı,
'rivayet' denen bilgilerin göçlerden 700 yıl kadar
sonra MÖ 5. yüzyılda Atina'da milliyetçi duygularla
uydurulmuş mitoslar olduğu gerçeğinden yola çıkıyor.
Ve tezlerini Anadolu ve Hellas başta olmak üzere,
ayrıca Girit'in tarih öncesi çağlarından ve
özellikle Erken Demir Çağı'ndan seçtiği 89 levha
üzerinde 536 fotoğraftan oluşan örnekleriyle
destekliyor. Uygarlık ve arkeoloji algısını kökten
değiştirmesi muhtemel düşüncelerini Işık'la
tartıştık.
- Kitap yeni ama hikayesi en az 25 yıllık. Bu
tezleri ortaya attığınızda size tepki göstermediler
mi?
- Önce şunu söylemeliyim ki yazıya dökerek arkeoloji
bilimine sunduklarım artık bir 'tez' olmanın
ötesindedir. Ne o gün ve ne de bugün bir tepkiyle
karşılaşmayışım bunun kanıtı sayılmalıdır diye
düşünürüm. Tepkiden çok bir şaşkınlık var; şimdilik
suskunlukla geçiştirmeye çalışıyorlar. Ancak bunu
daha uzun zaman sürdürebileceklerini sanmıyorum,
çünkü yönettikleri kazılarda kendi elleriyle
günyüzüne çıkardıkları bulgular beni doğruluyor.
'Fahri Işık öngörmüştü' demeyi içlerine
sindirmeseler de, önemli olan bilimin 'Anadolu
Gerçeği'ni görmeye başlamasıdır.
- Tepki göstermemenin bir anlamı da görmezden
gelmeye çalışmak mı yani?
- 200 yıl boyu kalıplaşmış, başkacası düşünülmemiş
bir bilimsel yanlışa dokunuyorsunuz; ilk kez oluyor
bu, kolay olmasa gerek. Bilimle hiç bağdaşmayan
dogmaları ilk kez bu kararlılıkta sorguluyorsunuz;
akademik ortodoksluğa karşı çıkıyorsunuz...
- Nedir bu 200 yıllık iddia ve siz bunun
karşısına ne koyuyorsunuz?
- Eskiçağ biliminde geçerli olan tez, Batı
uygarlığının kökeninde Yunan uygarlığının olduğudur.
Batı uygarlığının yaratıldığı toprağın da Yunanistan
değil Batı Anadolu olduğudur. Çelişki buradan
başlıyor.
- Nereden başlıyor?
- 'Yunanlar evrensel önemde bir uygarlığı neden
kendi anayurt toprağında değil de sözde 'sömürge'
toprağında yaratsın?' sorusundan başlar; 'Tarih
böyle bir tersliği yazmış mıdır?'dan başlar. MÖ 12.
yüzyılda Dor Hellenleri'nin acımasız yıkımıyla
herşeylerini yitiren Akha Hellenleri'nin Anadolu'ya
göçlerinin ancak bir 'umut' göçü olabileceği
gerçeğinden başlar; bir 'sığınma' göçü... Mitoslara
bakarsan, destanlaşan savaşlar var, Batı Anadolu'yu
sözde Karyalılar'dan alarak 'İonia toprağı' yapan
savaşlar.
- Böyle bir savaş yok mu?
- Hangi güçle savaşsın, anayurdundaki savaşla
'herşeylerini yitiren', sevdiklerini orada bırakarak
uzaklara giden insanlar; üstelik o zamanlar
Güney-Batı Anadolu'da Karyalılar da yok, o
topraklarda Lukkalar var ve İonia denilen
topraklarda Mira Büyük Krallığı egemen. Mitos
yazıcıları sanmışlar ki kendi zamanının Karyalıları
700 yıl kadar önce de orada olmalılar. Tüm bunların
masaldan öte bir anlam taşımadığı 2005 yılında
Mısır'da bulunan bir yazıtla hiçbir kuşkuya yer
bırakmayacak bir kesinlikte belgelenmiştir artık.
Çünkü 'İonlar Atinalılar'dır, savaşla Anadolu'ya
yerleşmişlerdir' denirken; bu yazıt İonların 'Büyük
İonia' adıyla ve de Atinalılar, Anadolu'ya göçmeden
en az 200 yıl kadar önce Anadolu'da varlığını ve
yerliliğini koymuştur ortaya.
- Bu belgeden söz edildiğini pek duymadım.
- Tarihin seyrini kökten değiştirici nitelikte
böylesine kesin bir bilimsel belgeyle 'yer yerinden
oynamalıydı' diye düşünürsünüz; yanlış düşünürsünüz,
çünkü gene salt 'susulduğunu' görürsünüz;
görüşlerime karşı susulduğu gibi. Ancak bu kez
'konuşan bir belgeye' karşı suskunluğu koruyabilmek
çok zor gözüküyor.
- İnsanlar on yıllardır başka bir görüşe
inanıyordu. Siz nasıl oldu da bu iddiayı
sorguladınız?
- 'Sorgulama', eğitim alanında tam da
gereksindiğimiz baş eksiklik; "Batı taklitçisi"
sözünü bu bağlamda ve her fırsatta dile getiririm
rahmetli Erbakan Hoca'nın. Bundan bir kurtulabilsek
ve Mustafa Kemal'in 'Batı'dan bağımsız ve özgürce
düşünen, özgüvenli toplumunu' bir yaratabilsek; bir
kendimiz olabilsek, Batı'nın önüne geçebilmek hiç de
güç olmayacak. Sorunuza gelince: Çok önemli bir
nedeni var. Eğer ben devlet burslusu olarak
Almanya'dan dönüşte Ankara ya da İstanbul
üniversitelerinde görevlendirilmiş olsaydım,
geleneksel savın içerisinde bütünleşip gidecektim.
Şükrediyorum ki Bakanlık beni 1973'te Arkeoloji
Bölümü'nü kurmak için Erzurum'a göndermiş. Almanya
ve İngiltere'de doktora yapan başka arkadaşlarım da
katıldılar bize. Bunlar arasında Prehistorya ve Ön
Asya dersi veren uzmanlar da vardı; ben de Klasik
Arkeoloji, yani 'Yunan ve Roma Arkeolojisi' dersleri
veriyordum. Çok güçlü bir ekiptik. Fakat az zaman
sonra biri Ankara'ya geri döndü ve biri İzmir'e
gitti. O zaman mecbur oldum uzmanlık alanım
dışındaki Anadolu Prehistoryası ve Ön Asya
derslerini vermeye. Konuların derinliğine indikçe ve
sorguladıkça doğru bildiklerim ters gelmeye başladı;
şaşırmıştım. Çünkü yirmi yıla yakın zamandır bana
'Yunan' diye öğretilenler, 'Yunan' diye okuduklarım
ve de anlattıklarım, hemen her şey, MÖ 12. yüzyıldan
başlayarak Anadolu'ya Batı'dan gelen değil; aksine
Anadolu'nun geçmişinden süzülerek gelen kendi öz
yaratılarıydı.
- Bunu nasıl anladınız?
- Yazının olmadığı dönemi anlamak için
karşılaştırmalı arkeoloji dediğimiz yöntem
uygulanır. Kültürlerin ürettikleri yapıtlar
karşılaştırılır; benzerlikler ve farklılıklardan
yola çıkılarak o ürünlerin hangi halkın, hangi
kültürün yaratıları olduğu konulur ortaya.
Almanya'da altı yılın kazancı da budur zaten;
yöntem. Yazının olduğu zamanlarda bile bunu
uygularız. O zaman, yazının olmadığı MÖ 1200-800
arası en belirleyici bir süreçte kültür ve sanatın
niceliğini görebilmek için başvurulması gereken bu
bilimsel yöntemi Batılıların niye uygulamaya
sokmadıkları da düşündürmeye başlamıştı. İlk
makalelerimde Bittel ve Gurney gibi çok tanınmış
bilginlerden destek bulunca, arkası çorap söküğü
gibi gelmeye başladı.
- Ne yaptınız?
- Bu durumda yapılması gereken, Anadolu'nun
batısındaki Yunandır denilen sanat ürünlerini
inceleyip onların kökenine inmekti. Bu yapıtlar
özgün biçim ve biçemleriyle Yunanistan'dan göçle
getirildiyse eğer, o zaman gerçekten bu uygarlık
Yunan uygarlığı olmalıydı, kültür de Yunan kültürü.
Arkeolojik bulgu ve verilere dayalı bilimsel
sonuçlar buna götürmediği için, Batı Uygarlığı'nın
Anadolu İonia'sında yaratıcılarına da Yunan
diyemezdim; onlar yerli Anadolu halkları olmalıydı;
bizim bugün bile 'Rum' deyimiyle Yunan'dan
ayırdığımız, ancak sorgulamadığımız için bu köktenci
ayrımın bile farkına varamadığımız, halkların
ataları olmalıydı.
- Neden?
- Görüşlerimdeki değişim, Yunan sanatının yanı sıra
öğrenciye öğretmek için öğrendiğim Anadolu'da Hitit,
Firig, Urartu ve Yeni Hitit ile Hellas ve Girit
dersleriyle başladı, özellikle Frig dersinde çok
önemli sonuçlara ulaştım. O zamanlar, öğrencisi
olmakla kendimi özel hissettiğim, rahmetli hocam
Ord. Prof. Ekrem Akurgal, Friglerin MÖ 1200-800
arasında yaşanan sözde bir 'Karanlık Dönem' içinde
Anadolu geleneğinden kopması nedeniyle yüzlerini
Anadolu toprağında ilk kez Batı'ya dönme durumunda
kaldıklarını ve herşeylerini Yunan'a borçlu
olduklarını ortaya atmış ve arkeoloji dünyasını buna
hemen inandırmayı başarmıştı; belli ki özünde 'Yunan
yaratıcılığı' vardı ki hemen inanmışlardı. Hatta
'Yazıları da Yunancadan alınmıştı'. Şimdilerde ise
yazının Frig başkenti Gordion'da Yunanca'dan 100 yıl
kadar önce yazıldığı bilinmektedir. Bugün artık
yaygın olan kanı Hititler sonrası Orta Anadolu'da
bir Karanlık Çağ'ın olmadığı ve Frig uygarlığının
Anadolu kökenli olduğudur. Bunu 1986'da ilk ortaya
attığımda susulmuştur, şimdi de adımı site etmeme
uğraşı içindedirler.
- Nasıl varmıştınız bu sonuca?
- En basit soruyu sorarak. Nasıl olur da bir
uygarlık, tarihinin, kültür ve sanatının en üst
düzeyde seyrettiği bir yüzyılda, Gordios ve Midas'la
altın çağın yaşandığı MÖ 8. yüzyılda tarih
sahnesine çıkmış olabilir? Bunun mutlaka uzun bir
geçmişi olmalıydı. Dolayısıyla savlandığı ve kabul
gördüğü gibi öncesinde bir Karanlık Devir de
olmamalıydı. Yaptığım çalışmalar bunu doğruladı. Bir
'karanlık' da MÖ 7. yüzyıl için öngörülmüştü; Yeni
Hitit heykel sanatının İon sanatına etkisini zora
sokmaktaydı bu karanlık. Bu yüzyıla, iki kültür
arasında aranan 'aracılar' olarak Frig Kybele
resimlerini yerleştirince, sorun burada da çözüldü.
- Likyalılar için de aynı şey mi söz konusu?
- Evet. Ekrem Hocama göre Likya da bir Yunan
uygarlığı ürünüdür. Çünkü orada da MÖ 1200 ile 700
arasında bir karanlık dönem vardır. Bu nedenle MÖ 2.
binyıl Lukkalar'ı ile 1. binyıl Likyalılar'ı
arasında kültürel ve sanatsal tüm bağlar kopmuş ve
8. yüzyılın sonundaki en erken Likya yapıtları Yunan
etkisiyle ortaya çıkmıştır; böyle yazıyor Hocam ve,
Patara Okulu dışında, herkes.
- Böyle olmadı mı?
- Burada bir saplama yapmalıyım. Hocamın Yunan
dediği aslında İon. Bu çok ilginç. Frigler
bağlamında da öyle. Yunan derken hiçbir zaman
denizin ötesindeki Hellenleri kastetmiyor. Ben İon
uygarlığını Yunan'dan ayırınca, sorun kendiliğinden
çözüldü, işim kolaylaştı. Çünkü Likya sanatı tek bir
alanda değil bir çok alanda İon etkisinde kalmıştı.
Patara bağlamında Likya'daki çalışmalarımız da
onların sanat ve kültürde Anadoluluğuna götürdü.
Yine Batılıların bizlere bakışını göstermesi
açısından ilginçtir, bu nedenle anlatmalıyım. Havva
İşkan, Likya mezarları üzerindeki betimlemelerin
Yeni Hitit etkisinde biçimlendirildiklerine yönelik
bir makale yazmıştı. Bir yıl sonra da Ksanthos'taki
Fransız meslektaşlarımız, önceleri Yunan etkisine
bağladıkları bu tür resimlerin aslında Yeni Hitit
etkisinde işlendiklerini kanıtlayan yeni bulgulara
ulaştılar. Bunu her dilde 'övünçle' duyurdular bilim
dünyasına; fakat kendilerinin o güne dek önyargıyla
yanılgı içinde olduklarını, bu gerçeği Havva
İşkan'ın görüp kapsamlı bir biçimde yayınladığını
tek bir alıntıyla da olsa yazmayı içlerine
sindiremediler. Pek özendiğimiz Batı bilimselliği bu
olsa gerek!
- Bugüne dek Yunan adı verilen ve üzerine koskoca
bir dünya inşa edilen bir uygarlık 'Aslında
Anadoludur' diyorsunuz.
- Frigler herşeylerini Anadoluya borçludur. Aynı şey
Hititler için de geçerli. Hitit kültür ve sanatı
kendilerinden önceki Hattiler'in devamı. Onların da
kendi anayurtlarından getirdiği bir şey yok. Sanki
başka yerden gelmemişler de buradan kök sürmüşler
gibi. Zaten Hint-Avrupa kökenli halkların, yani
Avrupalıların Anadoluluğu arkeolojinin gündeminde.
Dışardan göçle geldiler ise, işte o zaman
Anadolu'nun, yabancıları güçlü kültür ve sanat
birikimiyle 'kendileştirdiği' sonucu çıkar. Eğer
yazı olmasa ve bu iki halkın kimlikleri okunmasa,
yerli halklardan sanılacak denli Anadolulaşma'dır
bu. Aynı olgu İonlar için de geçerlidir. Çünkü
yazıyla bilinir İon oldukları. Bu olgu Ege göçlerine
uyarlandığında görülecektir ki 'Nasıl ki göçmen
Hititler ve Frigler kendi yurtlarından bir şey
getirmemişlerdir , kültür ve sanatlarıyla,
düşünceleriyle Anadoluludurlar, aynı şey Ege
Göçleri'yle Yunanistan'dan gelenler için de
geçerlidir.' Sanatlarına, kültürlerine, tanrı ve
tanrıçalarına ilişkin, düşünceye ilişkin hemen
herşey Anadolu geleneğindedir. Hitit ve Frigler
'Anadolulaşmış' iken, İonlar 'Yunanlaşmış' olamaz.
- Yazıları için de aynı şeyi söyleyebilir miyiz?
- Orada da bir açmaz var. Ekrem Hocam diyor ki
'Likya uygarlığı dili ve yazısı yerli olmasına
karşın bir Yunan uygarlığıdır. Çünkü onun sanatı
Yunandır. İonlar bağlamında ise bunun tam aksini
söylüyor; çünkü ona göre 'bunların sanatı, kültürü
Anadolu özlüdür, ama yazısı Yunancadır, bu yüzden
İon uygarlığı da bir Yunan uygarlığıdır'. Yunanlık
sözkonusu olduğunda böyle olabiliyor işte. Yazıda ve
sanatta olmazsa mitosların diliyle
Yunanlaştırılıyor. Örneğin yazısı, dili, düşüncesi,
sanat ve kültürüyle katıksız bir Yeni Hitit
yerleşimi olan Karatepe'nin Yunan önbilici Mopsos
tarafından kuruluşu böyledir ; kazıcısı bile böyle
yazar.
-Burada, yazı nın dille bağlantısı konusunu
biraz açar mısınız?
-Genelde sanılıyor ki yazı Yunancadır İonia da, o
zaman halk da Yunanca konuşur! Bana yöneltilen baş
soru olması nedeniyle, bunun böyle olmadığını
kitabın Başlarken bölümünde anahatlarıyla öne
çıkarmaya çalıştım. İskender buyruğuyla tüm
Anadolu'da resmi yazı Yunanca'ya dönüştüğünde
Frigya'da da öyle olur. Şimdi sanılır ki halk da
dilini değiştirmiştir. Fakat Roma'nın ilerlemiş
dönemlerinde Frigya'da Yunan harfleriyle yazılan
yazıtların Frig dilinde olduğu görülmüş, halkın
aradan geçen yüzyıllar boyunca kendi ana dilini
unutmadığı anlaşılmıştır. Arapça, Farsça, Türkçe
yazıya rağmen, kendi yazısı olmamasına karşın,
örneğin bir Kürtçe unutulmuş mudur ki binyıllar
öncesinin koşullarında Yunanca yazılıyor diye
İonia'da öz dil Luvice konuşulmamış olsun? Denizlere
egemen olan Yunanların dili, tıpkı günümüz
İngilizcesi gibi bir ticaret dili, bilim dili olarak
yayılmıştır antik dünyaya; bir kısım halk kendi ana
dili yanında, yine tıpkı İngilizce gibi, onu da
konuşmuş olmalıdır. Bu nedenle göçlerden 500 yıl
sonra bile Thales'in baba adı, Hekateios'un kendi
adı, Herodot'un amca adı Karca'dır; biz ise atası
Karyalı olan o büyük düşünür ve yazarları Yunan
olarak tanır, öyle tanıtırız. Artık 'Avrupa'nın ana
şehri' sayılan Milet'te o dönemlerde Karca
konuşulduğuna hiç değinmeyiz.
- Sadece kullandıkları yazı yüzünden bir uygarlığı
öyle nitelemek mümkün mü?
- Uygarlıklar kullandıkları yazı ve dile göre
tanımlansaydı, yazının Yunanca olduğu Roma Çağı
Anadolu'sunun kentleri içerdikleri yapılarla tam bir
başkent Roma görüntüsü sergilemezlerdi. Pers
Krallığı topraklarında Arami, Selçuklu Anadolu'sunda
İran sanatı egemen olurdu. Yazıyı hep öne çıkarırız,
bugün Yunanca diye bilinen yazının MÖ 402 yılında
Atina'da tüm Hellen halklarının ortak yazısı olarak
kabul edilen İon alfabesinin ürünü olduğunu gündeme
getirmeyiz. Bununla yazısını bile sözde 'sömürgeye'
borçlu bir Yunan uygarlığından söz ediyorum. Benzer
yazı, benzer dile karşın, sanatın ve düşüncenin
özündeki köktenci farklılıklar nasıl açıklanacak?
Anadolu İon sanatının Doğu geleneğinde 'doğal,
gerçekçi', Hellas Dor sanatının kendi geleneğinde
'ideal güzellikte, yapay' olmasında görülür temel
fark. Sözde 'Atina Klasiği' ise gerçekçi ve doğal
insan resminin bir yaratısıdır. Çünkü özünde
duyguların doğalıyla dışa yansıması, harekete göre
değişkenlik ve derinlik vardır; hepsi de önce
İonia'da başlar.
- Burası ilginç. Çünkü Batı'nın
Yunan'dan aldığını söylediği şeyin aslında
Yunanistan'da olmadığını söylüyorsunuz. İş
sofistlere kadar gidiyor.
-Çağımız felsefesinin öncülerinden ve o akımı
Atina'ya taşıyan Protagoras ve Anaksagoras gibi
İonialı düşünürler, umutla gittikleri 5. yüzyılın
altın çağ Atina'sında her şeyi akılla açıkladıkları
için dinsizlikle suçlanır, eziyet görürler. Hani
İonlar Atinalıydı? Bu nasıl aynı halktan insanlardır
ki kökten farklı düşünürler. O gerçekçiliğin
temelinde, az önce sanata değgin olarak da söyledim,
aynı şey var, Anadolulu olmak var.
- Bundan sonra dönüş olması mümkün mü?
- Olmak zorunda. Önyargılarla yola çıkılmışsa, bir
"Hellen hayranlığı"nın büyüsünde, er ya da geç dönüş
kaçınılmazdır. Yeter ki görüşlerim eleştiriye
açılsın. Amaçladığım bu. İlginç bir biçimde "yok"
muamelesi görmekteyim. Hem makalelerimi yayına değer
bul, konferanslara çağır, hem de "yazılmamış,
konuşulmamış" say? Eleştirilsin ki doğrular
bulunsun. Değilse, bir yere varılamıyor. Belki de
"istemedikleri" bir yere varılsın istenmiyor; ne
bileyim ben.
- Anlattıklarınız yaygınlaşırsa ne değişecek?
- Benim sorunum o değil; eleştirilmek ve bilimsel
doğrulara sorgulayarak varmak, benim beklentim.
Eleştirileri de somut karşı belgelere dayandırmak.
- Türkiye'de durum nasıl?
- Batı'dan farklı düşünülebilinir mi? Bizde bir
kesim var. Entelektüel ve hümanist olmayı 'Hellen
dostu' olmakla eşanlamlı sayan; doğallıkla da
görüşlerime karşı çıkmayı 'hümanistliğin gereği'
olarak görenler var. Bilimsel olarak karşı
duramayınca da, 'Kültür ve sanat evrenseldir,
insanlığın ortak değerleridir, kimlerin yarattığı
önemli değildir'e sarılıyorlar hemen. Bir arkeoloğun
asal görevi başka nedir, o unutuluyor; Batı'nın ve
Batıcıların ikiyüz yıldır 'Yunan yaratıcılığı'nın
misyonerliğini üstlenmişliklerine ise sessiz
kalınıyor. Batı uygarlığını 'Anadolu halkları
yarattı' dersen ulusalcısın, 'Yunanlar yarattı'
dersen hümanist oluyorsun.
- Size milliyetçi ve Anadolucu demelerinin nedeni
bu mu?
- Dedim ya, bazen oluyor. Aralarında benim öğrenmek
uğruna yurt dışında altı genç yılımı verdiğim
bilimsel yöntemimi tartışmaya cüret edenler bile
var. Kültür ehli olunca, arkeolog da olduğu sanısına
kapılanlar bunlar. İsterim ki benim neci olduğumu
bıraksınlar da; söylediklerimi, yazdıklarımı
bilimsel düzeyde tartışmaya açsınlar.
Sabah
Cumartesi, Haber: İbrahim Altay, 18.08.2012
|
OYUN OYNARKEN TARİH BULDULAR
Kamboçya’nın
kuzeyinde yıkanmak için göle giren çocuklar,
yaklaşık bin yıl öncesine ait altı Buda heykeli
buldu.
Yetkililer, heykellerin başkent Phnom Penh’in 80 kilometre kuzeyindeki Khlerg Por kentinde bulunduğunu söylerken, 9. yüzyıla ait olduğu sanılan ve en büyüğü 50 santimetre yüksekliğinde ve dokuz kilo ağırlığında olan heykeller, Eyalet Müzesi’ne gönderildi.
Kamboçya’da Vat Tapınağı dahil olmak üzere çok sayıda arkeolojik sit alanı bulunuyor.
Radikal, 18.08.2012
|
|
TÜRKİYE'NİN EN BÜYÜK MOZAİK YAPISI RESTORE EDİLECEK

Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi (MAKÜ) Arkeoloji
Bölümü tarafından
Burdur'un Gölhisar
İlçesi'ndeki Kibrya antik
kentinde yapılan kazılarda, bulunan mozaik cadde
restore edilecek. Kazılarda ortaya çıkan Medusa
resmi gibi mozaik caddenin de Kibyra'yı,
eşsiz bir yapıya dönüştürdüğü
belirtildi.
Yeni
dönem
Kibyra kazısı, MAKÜ tarafından Yrd. Doç.Dr.
Şükrü Özdoğru Başkanlığında Temmuz ayında
başladı. MAKÜ Arkeoloji Bölümü öğrencilerinin
gerçekleştirdiği kazılarda, 55
metre uzunluğundaki ön cephesini bir
uçtan bir uca kaplayan mozaik döşemin tamamı
ortaya çıkartıldı.
Yaklaşık 560 metrekarelik
alanın açıldığı ve bulunan mozaik
tabakanın, şu ana kadar bulunanlar arasında
Türkiye'de en
büyük mozaik alan olduğu bildirildi. Genelde
sağlam olan yapını bazı bölümlerinde
zamanla çöküntüler meydana geldi. Mozaik yapılar
açısından Kibyra’nın Türkiye’de çok
önemli
kazı alanı olduğunu söyleyen İl Kültür ve Turizm
Müdürü Mehmet Tanır, başka benzeri olmayan
Medusa Başının ve bütün olarak bulunan mozaik
caddenin kazılarda ortaya çıkartıldığını
söyledi.
Mozaik yapının yüzde 90 oranından
sağlam
olarak ortaya çıkarıldığını belirten MAKÜ Kibrya
Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Şükrü Özdoğru,
ülkemizde bulunan ve yerinde sergilenen
en büyük mozaik yapı olduğunu anlattı.
Mozaik yapının korunması ile ilgili Batı Akdeniz
Kalkınma Ajansın’a (BAKA)
proje
sunduklarını anlatan Kazı Başkanı Özüdoğru, "Bu
projemiz onaylandı. Bayramdan sonra projeyle
ilgili çalışmalar başlayacak. Restore için
gelecek
arkadaşlar bu mozaiği kış şartlarına dayanacak
ve ziyaretçiler için konserve edilip küçük
onarımları tamamlanıp ziyarete açılacak."
şeklinde konuştu.
Antik kentte kazı çalışmaları
devam ediyor.
Mynet Haber, 17.08.2012
|
KAÇAK KAZIDA BULUNAN ODA MEZAR MÜZEYE TAŞINDI
Ağlı
İlçesi'nde yaklaşık 2 ay önce yapılan kaçak kazıda
ortaya çıkan Roma dönemine ait oda mezar, Kastamonu
Arkeoloji Müzesi’ne taşındı.
Selmanlı Mahallesi’nde bir grup define avcısı
tarafından yaklaşık 2 ay önce kaçak kazı yapılan
arazide ortaya çıktığı belirlenen milattan önce 1.
yüzyıl Roma Dönemi’ne ait mezar, uzmanların yaptığı
çalışmalar sonucu müzeye konuldu.
Giriş kısmının karşısında rölyef ve bitkisel boya
ile aile resmi olduğu tahmin edilen bir sahnenin de
yer aldığı oda mezarın, sağlamlaştırma
çalışmalarının ardından ziyarete açılması
planlanıyor.
Müze Müdürlüğü yetkilileri, oda mezarın klasik
döneme ait bir eser olduğunu, mezarın içindekiler
çalındığından ölüye ait hiçbir buluntunun olmadığını
belirtti.
Mezarın bir askere ya da resimde annesinin önünde
eğilmiş çocuk figürü olduğundan bir anneye ait
olabileceğinin de tahmin edildiği belirtilirken,
eserin çadır içine alındığı ve müzenin nem ortamına
uyumun sağlanmasının ardından mezarın,
sağlamlaştırma yapılarak ziyarete açılacağı
bildirildi.
Oda mezarın bulunduğu bölgede yaklaşık 2 ay önce
yapılan kaçak kazıyla ilgili 7 kişinin gözaltına
alındığı, 6′sının çıkarıldığı nöbetçi mahkeme
tarafından tutuklandığı kaydedildi.
haberler.com, 17.08.2012
|
ŞARHÖYÜK KAZILARI ANADOLU'NUN TARİHİNE IŞIK TUTACAK

Anadolu’nun ilk yerleşim yerlerinden biri olarak
kabul edilen Eskişehir’in Şarhöyük bölgesinde tarih
aydınlatılmaya devam ediyor.
Eskişehir’in Kuzeyinde kalan Şarhöyük bölgesinde
bulunan tarihi höyükte kazı çalışmaları sürüyor.
Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji
Bölümü öğretim üyesi ve Şarhöyük Kazı Başkanı
Prof.Dr. Taciser Sivas, kazılara 1989'dan beri devam
ettiklerini söyledi. Kente adını veren Dorylaeum'un,
İlk Tunç Çağı’ndan Osmanlı İmparatorluğu'na kadar
kesintisiz geçen zamanda önemli bir yerleşim merkezi
olduğunu söyleyen Prof.Dr. Taciser Sivas, kentin
tarihine dikkat çekti.
Şarhöyük bölgesindeki ‘Nekropol’ kısmındaki
çalışmaların Hellenistik Dönem’e kadar uzadığını
belirten Prof.Dr. Sivas, kazılarda çanak, çömlek,
metal iğne, kemik iğne, pişmiş toprak ve kandil
buluntularının mezar buluntuları arasında olduğuna
değindi. Kazı çalışmalarında Hitit tabakasına
ulaşmak istediklerini söyleyen Sivas, her iki
yüzünde yazı bulunan bir mühür buluntusunun bu
dönemki buluntular arasında önem arz ettiğini ifade
etti. Sivas, "Buluntularımız çok sayıda ağırşak ve
pişmiş toprak ağırlıklı. Bu bölgede dokumacılık ve
hayvancılığın önemli bir ekonomik kaynak olduğunu
düşünüyoruz. Taş, mutfak araç gereçleri de
buluntular arasında. Kazılan alanlar arttıkça mezar
hediyeleri gibi örneklerin sayısı da artacak." dedi.
Sivas, Şarhöyük’ün Eskişehir’e ismini veren bir
bölge olduğunu, Şarhöyük'ün Erityalı Dorylaeus
tarafından kurulduğuna inanıldığı için Dorylaeum
adını aldığının altını çizdi. Prof.Dr. Sivas, Hitit
dönemi mühür buluntusunun üstündeki yazı tespiti
yapıldığında, kent isminin de değişme ihtimalinin
bulunduğunu ekledi.
Star Gündem, 17.08.2012
|
YARIM KALAN KAZI ÇALIŞMALARINA BAŞLANACAK

Eskipazar'da ortaya çıkarılan mozaikler
dolayısıyla Karadeniz Bölgesi'nin "Zeugma"sı olarak
adlandırılan Hadrianaupolis antik kentinde, kazı
çalışmalarına nihayet yeniden başlanıldı.
Atatürk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi
ve Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Vedat Keleş
başkanlığında arkeologların , uzman ve işçilerin yer
aldığı 40 kişilik ekiple, antik kentteki kazı
çalışmalarına yeniden başladılar.
Çalışmalar kapsamında öncelikle daha önceki yıllarda
ortaya çıkarılan mozaiklerin üstünün temizlendiğini
anlatan Keleş, "Yeniden başlayan çalışmalarımız ile
kurtarma kazılarına başlayacağız. Sondajlarda
yapacağız. Geçen yıl yapılan kazılarda yeni alanlar
yerine ortaya çıkartılan eserlerdeki tahribatı
gidermeye yönelik çalışmalar gerçekleştirdik." dedi.
Bayram sonrası başlayacak çalışmalarda Antik kentin
merkezinde yer alan ve oluşturulan Kilise B'nin
mozaiklerinin restorasyon ve konservasyonuna yine bu
yıl Kilise B'nin üst örtü sistemi de eklenerek en
kısa zaman sonra tamamlanacağını açıklayan Keleş "
Çalışmalar bittiğinde bu yapı teşhire hazır hale
gelecek" dedi.
Karabük Gündem, 17.08.2012
|
5 - 18 Ağustos 2012
|
 |
PROF.DR. ALİ DİNÇOL'U KAYBETTİK
Hititolog Prof.Dr. Ali Dinçol, uzun süren rahatsızlığının ardından 13 Ağustos 2012 günü sabaha karşı vefat etti.
1 Şubat 1943 yılında İstanbul’da doğan, 1967 yılında Eski Önasya Dilleri ve Kültürleri bölümünden mezun olan ve aynı yıl bölümde asistanlığa başlayan Dinçol, 1974 yılında Boğazköy Hitit Arşivi’nde çalışmıştır.
Prof. Ali Dinçol, 1967 yılında İstanbul Üniversitesi’nde, Eski Önasya Dilleri ve Kültürleri Kürsüsü’nde meslek hayatına başlamıştır. 1981 yılından bu yana ise, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü ve Hititoloji Ana Bilim Dalı’nın da başkanlığını yürütmüştür.
2010 yılında emekli olan Hititolog Prof. Ali Dinçol, Emeritus ünvanı almıştır. Akademik hayatı boyunca, başta Hititoloji konusunda olmak üzere, Urartu dili ve arkeoloji konularında yüzden fazla bilimsel makale ve üç kitap yayımlamıştır.
1991 yılında, Türk Eskiçağ Bilimleri Enstitüsü’nün kurulmasına öncülük eden ve gelişmesinde büyük emeği geçen Prof. Dinçol, aynı zamanda 19 yıldır Enstitü’nün başkanlığını yürütmekteydi.
Tüm arkeoloji camiasına başsağlığı diliyoruz.
TAYHaber, 13.08.2012
|
BİN 800 YILLIK HIRSIZLIK
KAZIDA ORTAYA ÇIKTI
Muğla'nın Datça İlçesi'nde bulunan Knidos antik
kentinde yapılan kazılarda bin 800 yıl önce yapılan
mezar hırsızlığı ortaya çıkarıldı. Kazının bilimsel
danışmanlığını yapan Selçuk Üniversitesi Arkeoloji
Bölümü Öğretim üyesi Doç.Dr. Ertekin M. Doksanaltı,
o dönemdeki inanca göre ölenlerin kullanması için
mezarlara bazı kap ve özel eşyalar konulduğunu
hatırlatarak, "Yaklaşık 2 bin 300 yıllık olduğu
belirlenen anıt mezarın ilk sahiplerinin
gömülmelerinden 500 yıl sonra, mezar soyguncuları
ana kayaya oyulmuş mezar odasına girerek mezar
hediyelerini yağmalamış. Mezar sahibinin ölümünden
sonraki yaşamında kullanması için bırakılan kapları
ve özel eşyaları soyguncular tarafından kırılmış ve
dağıtılmış vaziyette bulduk" dedi. Mezarı yağmalayan
soyguncuların hırsızlık sırasında kullandıkları
eşyalara da rastladıklarını belirten Doç.Dr.
Doksanaltı, "Kaçarken mezarda unuttuklarını
düşündüğümüz bin 800 yıl öncesine ait pişmiş
topraktan bir kandil ile çaldıkları değerli eşyalar
arasından düşürdükleri anlaşılan altın elbise süsü
de bulduk. Yani o dönemin mezar soyguncuları,
günümüzün tarihi eser kaçakçılarından daha önce
davranmış" diye konuştu.
Antik dönemin en büyük nekropollerinden birine
sahip olan kentte çok sayıda anıtsal mezar
bulunduğunu da anlatan Doç.Dr. Doksanaltı, "Yapılan
araştırmalara göre bu mezarların büyük bölümü daha
antik dönemde soyulup yağmalanmış. Buna karşın
günümüzde de hâlâ tarihi eser kaçakçıları tarafından
soyulmaya çalışılıyor. Anıt mezarlar bu yüzden insan
kaynaklı tahribata ve yıkıma uğruyor" dedi.
2012 yılı çalışmalarında Dionysos Tapınağı,
Propylon giriş kapısı, Stoa yapısı ve sütunlu
galeriden oluşan Dionysos terasındaki sütunların
tekrara ayağa kaldırılması ve genel restorasyon
çalışmasının altyapısının hazırlanacağını söyleyen
Doç. Doksanaltı, 2 ayda yaklaşık 70 bin yerli ve
yabancı turistin gezdiği Knidos'un özellikle bu
bölümünde çevre düzenlemesi çalışmalarının sürdüğünü
anlattı. Marmaris Müze Müdürü Esengül Yıldız Öztekin
de uzun yıllar herhangi bir araştırma yapılmayan
antik kentte, bu süreçte çok sayıda illegal kazı
girişiminde bulunulduğunu ve güvenlik güçlerinin
desteğiyle bu kaçak kazılarla mücadele ettiklerini
söyledi.
Sabah, 17.08.2012
|
AKHİSAR ROMA'YA TAŞINDI
Akhisar
İnanç turizmi
açısından önemli olan tarihi ve kültürel
zenginliğini tanıtarak daha fazla turist çekmek için
Roma’da
sergi açıyor.
tarihi boyunca Hititler ’den Akadlara, Lidyalılardan
Romalılara,
Bizans’tan Osmanlı İmparatorluğu’na kadar pek çok
medeniyete ve devlete ev sahipliği yapan
Akhisar,
belediyenin organize ettiği “İlluminare Fotoğraf
Sergisi” 22 Ağustos
2012 günü açılacak ve 7 Eylül tarihine kadar açık
kalacak. 5 Eylül günü tanıtım kokteyli yapılacağını
belirten
Akhisar Belediye
Başkanı Salih Hızlı;
İnanç Turizmine
açılan kapı, Marka Kent
Akhisar’ı
Roma’da tanıtım
yıllık 15 Bin olan ziyaretçi sayısını 500 Bin’e
çıkarmayı hedeflediklerini kaydetti.
Akhisar Belediyesi Encümen Salonunda Akhisar
Belediye Başkanı Salih Hızlı, Başkan Yardımcıları
Ömer İşçi, Latif Çakmak ve Belediye Basın Yayın ve
Halkla İlişkiler Müdürü İbrahim Topaloğlu’nun
katılımı ile basın toplantısı yapıldı.
Akhisar’ın tarihi ve kültürünü en iyi şekilde önce
Türkiye’de sonra da Dünya’da tanıtımını yapmak
istediklerine vurgu yapan Akhisar Belediye Başkanı
Salih Hızlı “Daha önce biliyorsunuz, 3 tane
sergimiz oldu
birbirine bağlı olarak. Bunlardan ilkini Taksim
metrosunda, ikincisini Antalya Hava Limanında ve
Üçüncüsünü de Çeşme Kalesinde yapmıştık. Bu 3
sergimiz de
başarılı bir şekilde geçmişti. Şimdi ise dördüncüsü
ve bize göre daha önemlisi Uluslar arası bir
platforma kayıyor. Dördüncü
sergimizi
İtalya’nın
Roma kentinde,
Vatikan’a yakın büyükelçiliğimizin sergi salonunda
yapacağız. Temamız İtalyancası İlluminare Türkçesi
de aydınlanmak teması ile bir sergi düzenleyeceğiz.
Bu sergi ile amacımız Akhisar’ımızın tarihini ve
kültürünü en iyi şekilde önce ülkemize sonra dünyaya
tanıtmaktır. Bu amaçla bir çok projemiz var ve bu
bir çok projeyi birbiri ile bağlantılı hale
getirmeye çalışıyoruz. Bu tür sergilerle ve
tanıtımlarla da bunu destekliyoruz. Tabiki çıkış
noktamız yaşadığımız kentin yaşanmışlıkları var,
geçmişi var, ciddi bir tarihi ve kültürel birikimi
var. Bizler açıkçası bunun bilinmesini istiyoruz.
Kentlerde insanlar gibidir, insanlar ne
yaptıklarının bilinmesini isterler ve kentler de
böyledir. Dolayısıyla biz yaşadığımız bu kentte
yaşanmışlıkların bilinmesini ve zenginleşmesini
istiyoruz.
Akhisar’ımız biliyorsunuz 9 bin yıllık geçmişe ve 5
bin yıllık kentlilik bilincine sahip. Dolayısıyla bu
kentteki yaşanmışlıklar ve birikimler çok önemlidir.
Bunlar bizin için çok önemli olduğu için dünya için
de çok önemlidir. Bahsettiğimiz projelere yakın
olarak buna bağlı bir kazı çalışması devam ediyor
Akhisar’da. Bu kazı da Akhisar (Thyateira)
kazısıdır. Bu kazı geçen yıl Bakanlar Kurulu kararı
ile alınan biz kazı çalışmasıdır ve Anadolu’daki
medeniyetlerin aydınlatılmasına ilişkin bir karardı.
Buradaki kazı çalışmalarımız ülkemizdeki en önemli
onbir önemli kazıdan birisidir. Bu kazı bağlamında
tanıtım faaliyetlerini ve potansiyelini harekete
geçirmeye çalışıyoruz. Bu Roma’da yapacağımız
tanıtım,
inanç turizmi ile
bağlantılı bir tanıtım olacaktır. Takdir edersiniz
ki bu bölge Hıristiyan alemi için
inanç turizmi
açısından çok önemli bir bölgedir. Bu bölgenin
lokasyonlarından bir tanesi de Akhisar’dır. Akhisar
bu
inanç turizmi
aksında biraz açıkçası istediği ve hak ettiği yeri
alabilmiş durumda değildir. Bergama’dan başlayıp,
Efes’e kadar olan bir
inanç turizmi
vardır. Bizde burada zayıf kalan Akhisar ayağını
güçlendirmeye çalışıyoruz. Yaptığımız kazı
çalışmaları buradaki tarihi ve kültürel
zenginleştirilmesi buna yöneliktir.
Roma’yı seçmemizdeki gaye ise, Hıristiyan alemi
açısından çok büyük öneme sahip bir kenttir.
Dolayısıyla biz de Roma’da bu potansiyeli Akhisar’a
daha doğrusu bölgemize döndürmeye çalışacağız.
Burada Turizm anlamında önemli bir pay almaya
çalışacağız. Tabiki bunlar sürdürülebilir hale
getirilmesi gereken projelerdir. Bunu destekleyici
başka projeleri de hayata geçirmemiz gerekiyor. Bu
sebeple, bu amaçla 22 Ağustos ile 7 Eylül 2012
tarihleri arasında bu sergimiz devam edecektir.
Burada Akhisar temasını işlediğimiz gibi Akhisar
lokasyonu dışında bölgemizin bizimle bağlantılı
zenginliklerini de işaret edeceğiz. Biz parçaların
ancak bütünlerle anlamlı olduğunu düşünerek projeler
üreten bir ekibiz. Akhisar parçasının bu bütün
içerisinde çok önemli bir yere sahip olduğunu
biliyoruz. Bütün bu çalışmaları sürdürülebilir hale
getirdiğimizde Akhisar’ı güçlendirdiğimiz gibi
bölgeye de bu çalışmamızın fayda sağlayacağını
düşünüyoruz. Yürüttüğümüz çalışmalar da buna işaret
ediyor.
5 Eylül 2012 günü Akhisar’daki Belediye Meclis
üyelerimiz ile birlikte Roma’da olmayı planlıyoruz.
AKP Genel Başkan Yardımcımız Hüseyin Tanrıverdi,
Akhisar Kaymakamımız Kamil Köten de bizlere eşlik
edecektir. Dolayısıyla 5 Eylül günü orada özel
tanıtım kokteyli olacaktır. Bu tanıtım kokteylinde
de güçlü bir şekilde Akhisar’ın tarihi ve kültürel
değerlerini orada inşallah orada daha güzel bir
şekilde sunacağız. Kısa bir süre sonra Akhisar’a bir
turizm aktivitesi olarak dönmesini sağlamak
istiyoruz” dedi.
Habertürk 17.08.2012
|
TARİHİ ÇARŞIYI
İYİLEŞTİRME PROJESİ BAŞLIYOR

Antakya Belediye
Başkanı Doç.Dr.Lütfü Savaş, tarihi Uzun Çarşı Üst
Örtü Cephe İyileştirme projesinde Kurtuluş
Caddesi'nden Tayfur Sökmen Caddesi girişi arasında
kalan 90 m'lik 1. etap kısmın restorasyon projesinin
ihale sürecinin tamamlandığını ve çalışmaların 27
Ağustos'ta baş-layacağını kaydetti.
Antakya Belediye Başkanı Lütfü Savaş Tarihi Uzun
Çarşı 'Cephe İyileştirme, Üst Örtü ve Sokak
Sağlıklaştırma
Projesi'nin tamamlanmasıyla birlikte kentin kalbi
konumundaki çarşının yerli ve yabancı turist-lerin
en sık uğradığı cazibe merkezlerinden biri haline
geleceğini belirtti.
Savaş, yapılacak
çalışmalarda ilk etapta 90 mt.lik bu kısmın mevcut
üst örtüsünün söküleceğini ve tarihi dokuya uygun
bir üst örtüsüyle kaplanacağını, dükkan cephelerinin
yenileneceğini ve zeminin tarihi yapıya uygun taşla
kaplanacağını ifade etti. Belediye Başkanı Savaş ilk
etap çalışmaların yılsonuna kadar tamamlamayı
hedeflediklerini belirtti.
Antakya Belediye Başkanı Lütfü Savaş Tarihi Uzun
Çarşı 'Cephe İyileştirme, Üst Örtü ve Sokak
Sağlıklaştırma Projesi'nin tamamlanmasıyla birlikte
kentin kalbi konumundaki çarşının yerli ve yabancı
turistlerin en sık uğradığı cazibe merkezlerinden
biri haline geleceğini belirtti.
Savaş, yaptığı yazılı
açıklamada, projede konunun uzmanları ve tüm
taraflarıyla birlikte ortak hareket ederek çarşının
çatı üst örtüsü, cephe iyileştirmesi ve zemin taş
düzenlemesi gibi her detayı en ince ayrıntısına
kadar hesapladıklarını vurguladı.
Proje uygulamasının uzun soluklu, zahmetli ve
hummalı bir çalışma süreci gerektirdiğini, ancak
ortak akıl sonucu el birliğiyle yürütülen
çalışmalarla projenin sonunda mutlu sona
ulaşacaklarını, ifade eden Savaş, şöyle devam etti:
“Projenin her aşamasında valilik, bele-diye, Adana
Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu, İl Kültür
ve Turizm Müdürlüğü, KUDEB Birimleri, Esnaf Odaları,
Uzun Çarşı Dernek Temsilcileri olarak kısacası
konunun tüm taraflarıyla birlikte ortak hareket
ediyor olmanın avantajını yaşıyoruz. Proje, başta
uzun çarşı esnafı olmak üzere, kentimizin gelişimine
ve geleceğine önemli ölçüde katkı sağlayacaktır.
Proje sonunda tarihi Uzun Çarşı'da faaliyet gösteren
esnafımız alışveriş mer-kezleriyle rekabet edebilir
konuma gelecektir.'’
Hatay Gazetesi,
16.08.2012
|
KASTELLER İLGİ ÇEKİYOR
Birçok tarihi yapıya sahip Gaziantep, yer altında bulunan kastel ve mağaralarıyla yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekiyor.
Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından 2006 yılında restoresi yapılan Pişirici Kasteli, kendine has yapısıyla turist çekiyor. 1282 yılında yapıldığı tahmin edilen Gaziantep’e özgü kasteller, serin havasıyla da sıcaktan bunalanların uğrak yeri oluyor. Kastel işletmecisi Kasım Kaygın, "Bu kasteller yer altında yapılan su yapılarıdır. Geçmişte abdest almak, ibadet etmek, temizlik ve dinlenme amaçlı kullanılıyordu. Serin ve ferahlama mekanları olarak kent hayatında önemli yere sahiptir. Şehrin içerisinde bulunan mağaralar ve kasteller tarihi yapı olmasının yanı sıra, yaz aylarında sıcaklardan bunalan vatandaşlar için önemli bir yere sahiptir. Türkiye'de Gaziantep’te tek olan tarihi Pişirici Kasteli ve mescidindeyiz. Dünyada bazı şehirlerin yer üstü kültürü vardır. Gaziantep’in yer altı kültürü, yer altı tarihi daha çoktur. Avrupa'da 800 yıl önce tuvalet kültürü yokken, biz Türkler'de temizlik kültürünü, adabını gösteren kastellerimiz var" diye konuştu.
Pişirici Kasteli'ne turistlerin yoğun ilgi gösterdiğini söyleyen Kaygın, "Yaz aylarında yerli halkın ilgisi de yoğun oluyor. İçeride sıcaklık 11 derece civarındadır. Yerli halk serinlemek maksadıyla ziyarette bulunuyor" dedi.
Gziantep Olay, 16.08.2012
|
 |
HACILAR HÖYÜĞÜ KAZILARI
BAŞLADI
Burdur’daki Hacılar
Höyüğü’nde yapılan arkeolojik kazıların bu yılki
bölümüne başlandı.
Kazı Heyeti Başkanı ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Gülsün Umurtak, gazetecilere yaptığı açıklamada, bu yılki kazıların 40 kişilik ekiple yürütüldüğünü kaydetti. Bu yıl büyük höyük bölgesinde çalıştıklarını anlatan Umurtak, geçen sene yapılan kazılarda çok önemli sonuçlar elde ettiklerine dikkati çekti.
Umurtak, kazılarda MÖ
2500′lü yıllara ait yapı kalıntılarına ulaştıklarını
ifade etti. Kazılarda ayrıca madeni iğne, çok
değişik kap türleri, mühürler gibi buluntulara da
rastladıklarına dikkati çeken Umurtak, “Höyüğün batı
alanında ilk tunç geç kalkolitik dönemden ilk tunç
birinci döneme geçiş sürecini aydınlatacak güçlü
savunma sistemleri ortaya çıkarmıştık. Hacılar
Höyüğü kazılarının önümüzdeki 10-15 sene içinde
Anadolu arkeolojisi için çok önemli sonuçlar
vermesini bekliyoruz” dedi.
İl Kültür ve Turizm
Müdürü Mehmet Tanır ise büyük höyük kazılarının
bölgenin kültür tarihinin en erken dönemlerine ışık
tutacağına değindi. Kazılarla Türkiye arkeolojisine
önemli katkılar sağlanacağına işaret eden Tanır,
Hacılar’daki kazıların 9 bin yıllık tarihi
geçmişiyle dikkati çektiğini anlattı.
Tanır, “Kültür ve Turizm
Bakanlığı kazılar için 100 bin lira yardımda
bulundu. Bu tür kazılar bakanlık tarafından sürekli
desteklenmektedir” diye konuştu. Tanır, Burdur’da
165 arkeolojik sit alanının olduğunu da kaydetti.
Hacılar Höyüğü’ndeki ilk
kazı çalışmaları, 1957-1961 yılları arasında İngiliz
bilim adamı James Mellaart tarafından başladı. 50
yıl ara verilen kazılar, geçen yıl Prof.Dr. Gülsün
Umurtak başkanlığında tekrar başlamıştı.
Kazıların bu yıl ekim
ayına kadar devam edeceği bildirildi.
haberler.com, 16.08.2012
|
 |
TARİHİ ÇEŞMELER İLGİ BEKLİYOR
Samsun’un Bafra İlçesi'nde tarihi çeşmeler ilgisizlik ve bakımsızlıktan yok olmak üzere.
Hacınabi Mahallesi ile Tabakhane Mahallesi’nin birleştiği yere yakın Hacı İzzet Ağa Sokağı’nın başında bulunan tarihi çeşmenin kitabesinde, Dergahı Ali Kapucubaşlarından Bafra Ayanı Haznedarzade Necabetlü Hamdi Efendi Hazretleri tarafından 1840 yıllarında yaptırıldığı yazıyor. 172 yıllık çeşme bakımsızlıktan virane hale döndü.
İshaklı Mahallesi’nde bulunan Taçlı Çeşme’nin ise yapılış tarihi belli olmamakla birlikte Ortaçağ mimarisi olan Gotik tarz ve tekniğiyle yapılmış. Tarihi çeşme 27 yıl önce tahribata uğrayarak yıkılmış. Yıkılan tarihi çeşme bugün virane halde duruyor. Esnaf Mehmet Aslan, “Osmanlı döneminde ve Cumhuriyet kurulduktan sonra 1960’lı yılların başına kadar çeşmelerin büyük önemi varmış. Zira o zamanlarda bugünkü evlerimize kadar giren su sistemi yokmuş. Herkes içme suyunu mahalle ve sokaklarda inşa edilen çeşmelerden temin edermiş. O günlerde çeşme yaptırmak en önemli hayır işlerinden sayılıyordu. Bugün ise bu tarihi çeşmelerimiz bakımsızlıktan göz göre göre yok oluyor” dedi.
Anayurt Gazetesi, 16.08.2012
|
"ÇOCUĞUM" DEDİĞİ
ASLANTEPE'YE ÖMRÜNÜ ADAYAN İTALYAN
Malatya’da, MÖ 5 bin
yıllarına tarihlenen Aslantepe Höyüğü’nün 64
yaşındaki İtalyan kazı başkanı Prof.Dr. Marcella
Frangipane, Aslantepe’nin gün yüzüne çıkması için 36
yıldır çalışıyor.
Gençliğinde başladığı
kazı çalışmalarına ilerleyen yaşına rağmen yılmadan
devam eden Aslantepe Höyüğü Kazı Heyeti Başkanı ve
Roma La Sapienze Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr.
Frangipane, tarihle iç içe geçen 36 yılını AA
muhabirine anlattı.
Aslantepe’de ilk
kazıların 1930′da Fransız arkeologlar tarafından
yapıldığını ifade eden Frangipane, ören yerine
İtalyan kazı ekibinin de 51 yıl önce geldiğini
belirtti.
Kendisinin de
Aslantepe’deki kazılarda ilk kez 1976 yılında görev
aldığını dile getiren Frangipane, kazılara ilk
başladığında henüz 28 yaşında genç bir kadın
olduğunu söyledi.
Her yıl kazı için
geldikleri Malatya’nın Orduzu beldesindeki Aslantepe
Höyüğü’nde 2,5 ay kaldıklarını anlatan Frangipane,
“Kazıdan sonra Roma’da işimiz devam ediyor.
Aslantepe bizim için en önemli araştırma.
Üniversitede öğrencilerimize Aslantepe’yi
anlatıyoruz. Arkeolojik açıdan önemini, çıkan
buluntuları aktarıyoruz. Üniversitemizde
Aslantepe’nin fotoğraflarından oluşan bir arşiv var.
Bu arşiv üzerinden ders yapıyoruz” diye konuştu.
Aslantepe Höyüğü’nü
kendisi için “hayat” olarak gören Frangipane, kazı
için geldiği yıl Aslantepe’yi de Orduzu’yu da
sevdiğini belirterek, “İlk geldiğimde kazı başkanı
Prof.Dr. Salvadore Puglisi idi. Sonra Prof.Dr. Alba
Palmieri kazı başkanı oldu. İkisi de benim hocamdı.
Kazıyı sevdim. Türkiye’yi sevdim. O zaman başladım.
Sonra her sene geldim. Sonra kazı başkan yardımcısı
oldum. Sonra maalesef Alba Palmieri çok genç yaşta
öldü. Ben kazı başkanı oldum” dedi.
Kazılar için her yıl
Malatya’dan 45-50 işçi istihdam ettiklerini ifade
eden Frangipane, “Orduzu beldesinde herkesi
tanıyoruz, herkesle arkadaş olduk. Her sene beraber
çalışıyoruz. Geçen sene 50′inci yılımızı kutladık.
Eski fotoğrafları gösterdik. Bugünkü işçilerin
babaları ve dedeleri de kazılarda çalışmış.
İşçilerle babalarının, dedelerinin fotoğraflarına
baktık. Türkçe’yi Orduzu’da öğrendim. Benim Türkçem
Orduzu Türkçe’si. Türkçe’yi maalesef iyi
konuşamıyorum. Burada işçiler ve insanlarla
konuştukça öğrendim” diye konuştu.
Hayatının büyük
bölümünde önemli bir yer tutan Aslantepe’yi “çocuğu”
olarak gören Frangipane, hiç evlenmediğini
belirterek, “Çocuğum yok. Benim çocuğum Aslantepe”
ifadelerini kullandı.
Gözlerinin biri
kahverengi, biri mavi olan İtalyan arkeolog
Frangipane “Türkiye’de böyle gözleri olan Van kedisi
varmış. Bana da ‘gözlerinin rengi, Van kedisi gibi’
diyorlar” dedi.
Aslantepe’de bu yılki
kazı çalışmalarına başladıklarını kaydeden
Frangipane, kazıların 15 Ekim’e kadar devam
edeceğini söyledi. Kalkolitik döneme tarihlenen
önemli buluntuların ortaya çıkarıldığı höyükte devam
ettirdikleri kazılar sonucunda neolitik döneme ait
bulgulara da rastlayabileceklerini düşündüklerini
ifade eden Frangipane, çalışmalar kapsamında geçen
yıllarda bulunan sarayın kuzey bölümünü
kazacaklarını bildirdi.
Frangipane, “Sarayı
korumaya aldık. Saray çok iyi duruyor. Duvar
yüksekliği 2-2,5 metre. Duvarda orijinal sıva ve
resimler var. Sarayda bir yangın çıkmış ve ondan
sonra bütün buluntular tabanda kalmış. Bu arkeolog
için bir şans. Ne yapmışlar, sistem nasıl çalışmış
şimdi her şeyi biliyoruz. Burası ilk devlet
sisteminin başladığı bir merkezdi” diye konuştu.
Sarayın kuzeyindeki
tapınağın bulunduğu bölgede kazılara devam
ettiklerini anlatan Frangipane, her yıl yeni bir
buluntu çıkan ören yerinde çalışmaktan büyük bir
keyif aldığını sözlerine ekledi.
haberler.com, 16.08.2012
|
DANİMARKA'DA DEHŞET
BATAKLIĞI
Arkeologlar,
Danimarka’nın doğusundaki Alken Enge bataklığında
yaptıkları kazılarda yüzlerce asker iskeleti buldu.
Aarhus Üniversitesi,
Skanderborg and Moesgard müzelerinden uzmanlarla
işbirliği içinde yapılan kazılarda günışığına
çıkarılan iskeletlerin yaklaşık 2 bin yıl öncesine
ait olduğunu açıkladı.
Aarhus Üniversitesi
Arkeoloji
Bölümü’nden kazıları yöneten Prof. Mads Kahler
Holst, 2 aydır devam eden kazılar sırasında yaklaşık
200 askere ait kemiklerin bulunduğunu belirtti.
40 hektarlık bir alanda bulunan kemikler arasında
parçalanmış bir
kafatası ile
üzerinde balta izleri olan bir kalça kemiğinin de
bulunduğunu kaydeden Prof. Holst, buluntuların bir
ordunun tamamının bataklıkta kurban edildiğine
işaret ettiğini söyledi.
Bataklıkta çok sayıda
iyi korunmuş balta, mızrak ve kalkanın da
bulunduğunu belirten Prof. Holst, bu kadar büyük bir
kurban eyleminin o zamanki toplumu derinden
etkilemiş olacağına dikkati çekti.
Araştırmacılar, askerlerin rakip kabileye
yenildikten sonra baltalarla parçalanarak kurban
edildiğini ve bataklığa atıldıklarını düşünüyor.
Bataklıktan çıkarılan kemikler, uluslararası bir
ekip tarafından incelenecek.
Skanderborg Müzesi ise,
internet sitesinde
yaptığı açıklamada bölgenin Demir Çağı’nda sık sık
kurban törenlerine ev sahipliği yaptığını belirtti.
Kurban törenlerinin ne amaçla düzenlendiği henüz
aydınlatılamadı.
Alken Enge, insan kalıntılarının ilk kez bulunduğu
1950’lerden bu yana arkeologların ilgisini çekiyor.
Aarhus Üniversitesi’nden jeologlar, arkeologlara
yardımcı olmak amacıyla bataklık tortularını
inceliyor.
Milliyet, 16.08.2012
|
VAN KALESİ'NİN TAŞLARI
EDREMİT'TEN

İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Van Bölgesi Tarih ve Arkeoloji
Merkezi Müdürü Yrd. Doç.Dr. Erkan Konyar, 1. Sarduri
tarafından yapılan Van Kalesi’nin duvar taşlarının
Edremit İlçesi'nden getirildiğini söyledi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izni ile İstanbul Üniversitesi adına Aygaz Genel Müdürlüğü’nün desteğiyle Van Kalesi zirvesinde ve kuzeyinde bulunan höyükte kazı çalışmaları devam ediyor. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Van Bölgesi Tarih ve Arkeoloji Merkezi Müdürü Yrd. Doç.Dr. Erkan Konyar başkanlığında yapılan kazı çalışmalarında ilginç bir detay ortaya çıktı. Van Kalesi duvarlarında kullanılan ve her birinin ağırlığı 3 ile 4 ton arasında değişen taşların Edremit İlçesi'nden getirildiği ortaya çıktı. Konuyla ilgili İHA muhabirine bilgi veren Yrd. Doç.Dr. Erkan Konyar, bu yılki kazı çalışmalarında yeni bir sürprizle karşılaştıklarını belirtti. Konyar, “1. Sarduri’ye ait Sardur burcunda asılı, ’1. Sarduri bu yapıyı inşa ederken, Alniunu kentindeki taş atölyesinden taşları getirttim’ demekteydi. Özellikle 1. Sarduri tarafından yapılmış Sardur burçtaki taşların dışarıdan gelmiş olabileceği yönünde çeşitli var sayımlar vardı. Fakat bu yıl jeolog arkadaşlarımızın yaptığı çalışmalar doğrultusunda gerek 1. Sarduri’nin yaptığı Sardur burç, gerek kalenin yukarı statel alandaki yapı malzemelerinin hemen hemen tümü traverten malzemeden oluşuyor. Özellikle Edremit İlçesi'ndeki taş ocaklarından yaklaşık 10 kilometre doğu güneyimizden getirildiğine dair kesin bilgiler var. Bu da Urartuların mimaride gelmiş oldukları noktayı gösterme açısından çok önemli. Çünkü traverten düz işlenebilen ve şekil verilebilen bir taş. Urartular mimari estetik açısından bu taşı uzaktan getirmeyi bile göz önüne aldı. Bu bölgedeki en iyi traverten yataklarının Edremit bölgesinde olduğu jeolog arkadaşlar tarafından söyleniyor. Bu taşların buraya getirilmesinin iki yönü var. ya Menua kanalı ile ya da gölden teknelerle. Tabi ki buradaki sorun 3-4 ton ağırlığındaki taş blokların yaklaşık 10 kilometre uzaklıkta teknelerle ve de Menua kanalı ile bile getirilmesindeki zorluk bunda da Urartuların ciddi bir iş gücü kaynağı sağladığı anlaşılıyor” dedi.
Van Kalesi’nin çok yaşlı
kristalize kireç taşı tabakasının üzerinde olduğunu
söyleyen İstanbul Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği
Bölümü’nden Alper Şengül, kalenin ana kayası kireç
taşı olduğunu ifade etti. Şengül, “Ama surlar,
duvarlar hem yerli kaya, kalenin kendi kayası, daha
doğrusu kalenin oturduğu kireç taşından alınmış
parçalar. Bir kısmı da buraya ait olmayan ama Van
çevresinde kolaylıkla gördüğümüz ve aynı zamanda
yapı taşı olarak ya da çimento ham maddesi olarak da
kullanılan bazı kayalar var. Burada traverten
dediğimiz sıcak ve soğuk sularla yüzeysel koşullarda
oluşan kalsiyum karbonat kökenli bir kaya. Oldukça
boş ve bol gözenekli, içerisinde bitki
parçacıklarının bulunabildiği nispeten daha hafif.
Ama bazı yerlerde yine pasif görünümlü bir kaya
grubu var. Bunlar dışarıdan getirilmiş ve Edremit
bölgesinde yaygın olarak görüyoruz. Şu an yeni Van
yerleşiminin yapıldığı alanlarda bu kaya gruplarının
üzerinde yer alıyor. Kolay getirilip ve
parçalanabildiği için kullanımı da o anlamda kolay.
Nihayetinde bu tip yapılarda da günümüzde de çok
rahatlıkla kullanılabiliyor. Getirme konusunda da
Edremit’ten buraya getirilmesi o dönemki koşullarda
gayet kolay. Deniz yolunu kullanmaları büyük
ihtimal. Bölgede ağırlıklı olarak tabi ki bir kayayı
yerli yerinde kullanmak hem çok daha esastır, hem
ekonomiktir, hem de zaman kazanmak açısından çok
kolaydır. Ama hem estetik olarak hem de daha farklı
yapı taşı kullanması anlamında dışarıdan taş
getirilmesi tarihi yapılarda gözlemleniyor” dedi.
Güncel toplum olarak
üşendiklerini ifade eden Şengül, “Bu insanların
yerleştiği yerler şu kaleye çıkarken bile yarım
saatte nefes nefese kalıyorsunuz. Van şehrinde nefes
dahi almadan iki çırpıda gidiyorsunuz. Bu insanların
yerleştiği alanlar aslında hep zor yerler. Toprak
Kale, Amik Kalesi, Ayanis Kalesi, Çavuştepe Kalesi
ve Van Kalesi. Dolayısıyla üşenmek gibi bir şey yok
bu insanlarda. Üşenen grup ise güncel insan yani
bizler. Dolayısı ile Edremit gibi bir yer Urartulara
göre uzak değil. Bizde çok fazla estetik kaygısı yok
aslında. Şu aşağıda görünen rengarenk, tamamen
tuğladan, kerpiçten ve briketten yapılmış garip
garip binalar var. Ama o insanların sanatla ve
estetikle ilgili çok ciddi kaygıları varmış
zamanında. Yapılarının daha güzel ihtişamlı daha
gösterişli ve karşı tarafa daha fazla korku verecek
şekilde yapılması onlar için esas olan bir şey. O
yüzden yapılarının güzel olması için uzak mesafeyi
düşünmediler” şeklinde konuştu
haberler.com, 16.08.2012
|
BELEDİYE MECLİSİ'NDE ÇAMLICA'YA CAMİ GERGİNLİĞİ
İstanbul Büyükşehir Belediyesi ağustos ayı meclis
toplantısının üçüncü gününe, AKP ve CHP’li
üyeler arasındaki cami tartışmaları damgasını vurdu.
Saraçhane Belediye Sarayı’ndaki Meclis
Salonu’nda gerçekleştirilen toplantıda söz alan
CHP’li meclis üyesi Doğan
Tekel,
Üsküdar’da yapılan imar değişikliğine ve Çamlıca
tepesine cami yapılmasına karşı çıktıklarını
söyledi. Üsküdar’da 34 yıl oturduğunu belirten
Tekel, bölgede bir cami talebi olmadığını ve ihtiyaç
da duyulmadığını savundu. Tekel, şöyle devam etti:
“Topbaş, ’Çamlıca’da
İstanbul’u simgeleyecek cami yapılacak’ dedi.
İstanbul’un simgesi bellidir.
Koca Sinan’a haksızlık yapılıyor. Ayrıca,
Makedonya’da da Üsküp’ün en önemli tepesine haç
yapıldığına ilişkin fotoğrafı size göstermek
istiyorum. Yüzde 40’ı
Müslüman olan bu bölgede Hristiyanlar en büyük
haçı koymuş. Buna nasıl karşıysak, Çamlıca tepesine
İstanbul’un simgesi olarak görülen camiye de
karşıyız. O bölgede bir camiye ihtiyaç olmadığını
düşünüyoruz.”
Tekel, konuşmasında ayrıca, bir inanç grubunun
mabedini küçümseyen cümleler kullanmanın hoş bir şey
olmadığını kaydetti.
CHP’li meclis üyesi
Mehmet Yıldız da AKP’nin Çamlıca’ya İstanbul’u anlatan simge dikeceğini, ancak o bölgede cami ihtiyacı varsa hep beraber mecliste karara bağlanması gerektiğini söyledi.
Yıldız, ”Süleymaniye
ve Selimiye’nin görünüşüne alternatif olmaz, ancak
İstanbul’da imar yağmasının üstünü örtmeye yönelik
bir simge olur” diye konuştu.
Büyükşehir Belediye Meclisi AKP
Grup Başkanvekili Ergün Turan ise CHP’nin kendi
içinde tezatlar yaşadığını savunarak, şunları
kaydetti: ”Halkımızın tüm inançlarına saygılı olmak
zorundayız. Başbakan’ın söylediği sözler cemevine
yönelik değildir, yeriyle alakalıdır. Çamlıca’daki,
Kadıköy’deki camiye karşı çıkmaları, CHP’lilerin
camiye karşı oldukları anlamını taşımaz.
Türkiye’de CHP cemevlerini,
AKP camileri
savunan değildir.
Cemevi, camiler ve kiliseler inanç
merkezleridir. Çamlıca’da da cami bir ihtiyaçtır ve
caminin yapılması gerekir. Ancak o bölgedeki yapının
bireysel olarak Süleymaniye’ye rakip ya da yarışan
bir yapı olacağını düşünmüyorum.”
Milliyet, 16.08.2012
|
MÜZELER BAYRAMDA AÇIK
19-21 Ağustos tarihleri
arasında kutlanacak Ramazan Bayramı’nda Kültür ve
Turizm Bakanlığı’na bağlı müzeler açık olacak.
Bayramın ikinci günü
olan 20 Ağustos, müzelerin kapalı olduğu pazartesi
gününe denk gelmesine rağmen Ayasofya ve Arkeoloji
Müzesi kapanmayacak. Topkapı Sarayı Müzesi de normal
tatil günü olan Salı günü, yani bayramın son günü
açık olacak.
Kültür Varlıkları ve
Müzeler Genel Müdürlüğü’nden yapılan açıklamaya
göre, vatandaşlarımızın bayram günlerinde de
müzeleri ziyaret edebilmelerini sağlamak amacıyla bu
karar alındı.
Buna göre müze ve ören
yerlerinin bayramda mesai saatleri şöyle:
Topkapı Sarayı Müzesi:
Arife (18 Ağustos 2012
Cumartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş
18:00.
1. gün (19 Ağustos 2012
Pazar) : 13:00-19:00 arası açık, son giriş 18:00.
2. gün (20 Ağustos 2012
Pazartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş
18:00.
3. gün (21 Ağustos 2012
Salı) : Kapalı
Ayasofya Müzesi:
Arife (18 Ağustos 2012
Cumartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş
18:00.
1. gün (19 Ağustos 2012
Pazar) : 13.00-19.00 arası açık, son giriş 18:00.
2. gün (20 Ağustos 2012
Pazartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş
18:00.
3. gün (21 Ağustos 2012
Salı) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş 18:00.
Kariye Müzesi:
Arife (18 Ağustos 2012
Cumartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş
18:00.
1. gün (19 Ağustos 2012
Pazar) : 13:00-19:00 arası açık son giriş 18:00.
2. gün (20 Ağustos 2012
Pazartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş
18:00.
3. gün (21 Ağustos 2012
Salı) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş 18:00.
Dolmabahce Sarayı:
Arife (18 Ağustos 2012
Cumartesi) : 09:00-17:00 arası açık, son giriş
16:00.
1. gün (19 Ağustos 2012
Pazar) : Kapalı.
2. gün (20 Ağustos 2012
Pazartesi) : 09:00-17:00 arası açık, son giriş 16:00
3. gün (21 Ağustos 2012
Salı) : 09:00-17:00 arası açık, son giriş 16:00
İstanbul Arkeoloji
Müzeleri:
Arife (18 Ağustos 2012
Cumartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş
18:00.
1. gün (19 Ağustos 2012
Pazar) : 13:00-19:00 arası açık, son giriş 18:00.
2. gün (20 Ağustos 2012
Pazartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş
18:00.
3. gün (21 Ağustos 2012
Salı) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş 18:00.
Efes Müzesi:
Arife (18 Ağustos 2012
Cumartesi) : 08:00-19:00 arası açık, son giriş
18.30.
1. gün (19 Ağustos 2012
Pazar) : 13.00-19:00 arası açık son giriş 18:30.
(Gemi nedeniyle daha erken açılma ihtimali mevcut,
henüz belli değil)
2. gün (20 Ağustos 2012
Pazartesi) : 08:00-19:00 arası açık, son giriş
18:30.
3. gün (21 Ağustos 2012
Salı) : 08:00-19:00 arası açık, son giriş 18:30.
Efes Örenyeri:
Arife (18 Ağustos 2012
Cumartesi) : 08:00-19:00 arası açık, son giriş
18.30.
1. gün (19 Ağustos 2012
Pazar) : 13.00-19:00 arası açık son giriş 18:30.
(Gemi nedeniyle daha erken açılma ihtimali mevcut,
henüz belli değil)
2. gün (20 Ağustos 2012
Pazartesi) : 08:00-19:00 arası açık, son giriş
18:30.
3. gün (21 Ağustos 2012
Salı) : 08:00-19:00 arası açık, son giriş 18:30.
Ankara Anadolu
Medeniyetleri Müzesi:
Arife (18 Ağustos 2012
Cumartesi) : 08:30-19:00 arası açık, son giriş
18:00.
1. gün (19 Ağustos 2012
Pazar) : 13:00-19:00 arası açık, son giriş 18:00.
2. gün (20 Ağustos 2012
Pazartesi) : 08:30-19:00 arası açık, son giriş
18:00.
3. gün (21 Ağustos 2012
Salı) : 08:30-19:00 arası açık, son giriş 18:00.
Antalya Müzesi:
Arife (18 Ağustos 2012
Cumartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş
16:00.
1.gün (19 Ağustos 2012
Pazar) : 12:00-19:00 arası açık, son giriş 16:00.
2. gün (20 Ağustos 2012
Pazartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş
16:00.
3. gün (21 Ağustos 2012
Salı) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş 16:00.
Göreme Açıkhava
Müzesi:
Arife (18 Ağustos 2012
Cumartesi) : 08:00-19:00 arası açık, son giriş
18:15.
1.gün (19 Ağustos 2012
Pazar) : 13:00-19:00 arası açık, son giriş 18:15.
2. (20 Ağustos 2012
Pazartesi) : 08:00-19:00 arası açık, son giriş
18:15.
3. gün (21 Ağustos 2012
Salı) : 08:00-19:00 arası açık, son giriş 18:15.
Tokali Kilise:
Restorasyon nedeniyle gün içinde 08:00-14:00
saatleri arasinda açık, 14:00-17:00 saatleri
arasında Kapalı, 17:00-19:00 saatleri arasında açık
şeklinde bilgi verildi.
Kapalıçarşı:
Arife (18 Ağustos 2012
Cumartesi) : 08:30-19:00 saatleri arasinda açık
1. gün (19 Ağustos 2012
Pazar) : Kapalı
2. gün (20 Ağustos 2012
Pazartesi) : Kapalı
3. gün (21 Ağustos 2012
Salı) : Kapalı
Mısır Çarşısı:
Arife (18 Ağustos 2012
Cumartesi) : 08:00-19:30 saatleri arasinda açık.
1. gün (19 Ağustos 2012
Pazar) : Kapalı
2. gün (20 Ağustos 2012
Pazartesi) : Kapalı
3. gün (21 Ağustos 2012
Salı) : Kapalı
Yerebatan Sarnıcı:
Arife (18 Ağustos 2012
Cumartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş
18:30.
1. gün (19 Ağustos 2012
Pazar) : 13:00-19:00 arası açık, son giriş 18:30.
2. gün (20 Ağustos 2012
Pazartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş
18:30.
3. gün (21 Ağustos 2012
Salı) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş 18:30.
Turizm Habercisi,
15.08.2012
|
TARİHİ KANDİBER KALESİ
TURİZME KAZANDIRILACAK

Osmancık Belediye
Başkanı Yazıcı: “7 bin yıllık bir geçmişe sahip olan
ilçemizin sembolü tarihi Kandiber Kalesi'nin
restorasyon projesi onaylandı” dedi.
Osmancık'taki tarihi
Kandiber Kalesi restore edilerek turizme
kazandırılacak. Osmancık Belediye Başkanı Bekir
Yazıcı, düzenlediği basın toplantısında, tarihi
Kandiber Kalesi'nin restorasyonunun ilçenin
çehresini değiştirecek ve yıllardır beklenen bir
proje olduğunu söyledi.
Kandiber Kalesi'nin
turizme kazandırılması için proje hazırladıklarını
anlatan Yazıcı, “7 bin yıllık bir geçmişe sahip olan
ilçemizin sembolü olan Kandiber Kalesi'nin
restorasyon projesi onaylandı. Kale için gerekli
ödeneklerin bir kısmı Kültür ve Turizm
Bakanlığımızın katkılarıyla bir kısmı da
belediyemizin öz kaynaklarıyla karşılanacak” diye
konuştu.
Proje kapsamında kale ve
çevresinde peyzaj, aydınlatma ve çevre düzenlemesi
yapılacağını belirten Yazıcı, restorasyonun yaklaşık
2,5 milyon liraya mal olacağını kaydetti. Kandiber
Kalesi'nin eski tarihi dokusuna zarar vermeden
yenileceğini ifade eden Yazıcı, şöyle devam etti:
“İlk olarak kaleye
çıkışı kolaylaştıracağız. Surlar sağlamlaştırılacak
ve en önemlisi bu güzelliği ilçemiz insanına ve
dışarıdan geleceklere bilhassa geceleri daha güzel
sunabilmek için aydınlatma sistemi kurulacak. Ayrıca
tarihi Koyunbaba Köprüsü'nün bütün gözleri de
yapılacak ırmak ıslah çalışmaları kapsamında
açılacak. Koyunbaba Köprüsü'nün restorasyonu projesi
Karayolları Tarihi Köprüler Birimi tarafından aslına
uygun bir şekilde yapılıyor”.
Bazı rivayetlerde
Kandiber Kalesi'nin 1800'lü yıllarda yapıldığı
bildirilirken, bazı kaynaklarda ise surlarının
Ortaçağ'dan kaldığı, hisarın temelinin ise daha eski
dönemlere ait olduğu belirtiliyor.
Çorum Haber, 15.08.2012
|
DR. MİMAR REİS BÖYLE İSTEDİ

Haliç'teki metro köprüsünün, maketinden farklı
olması üzerine açıklama yapan Topbaş, "Bağımsız
kuruluşlar değişiklik yaptı" dedi. Ancak projenin
altında kendi imzası var.
Taraf'ın, "Haliç Köprüsü'nde maket cinliği" başlığıyla gündeme
getirdiği, Haliç'te yapılan metro köprüsünün
kamuoyuna tanıtılan maketten farklı olduğu haberine
İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nden (İBB) açıklama
geldi. İBB, projede bazı değişiklikler olduğunu
ancak bu değişikliklerin bağımsız kuruluşlar
tarafından yapıldığını bildirdi. Projenin UNESCO
adına bağımsız uzman heyetlerin tavsiyeleriyle
yürütüldüğü belirtilirken, köprünün tasarımında
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş'ın
imzasının bulunması bu açıklamaları tartışmalı hale
getirdi.
Başkan yetkisini aştı
Uzmanlar projenin UNESCO'nun tavsiyeleriyle
yürütüldüğü açıklamasına tepki göstererek "Bu
köprünün ne proje aşamasında, ne uygulama aşamasında
UNESCO'nun bir onayı var" dedi.
Konuyla ilgili Taraf'a konuşan Türkiye Mimarlar
Odası Genel Başkanı Eyüp Muhçu, bir belediye
başkanının mimar olmasının ona proje yaparak tek
başına karar verme yetkisi vermeyeceğini belirterek,
"Bu bir skandaldır. Bu ancak otoriter rejimlerde
olur. Sadece Türkiye'den değil uluslararası
kurumlardan da buna çok sayıda tepki oldu. Modern
bir kentte bu tarz bir olay skandaldır. Başkanın
görevi bu tip projelerle ilgili yarışma yapmak ve
bağımsızlığı korumaktır. Başkan olarak yetkisini
aşmıştır, meslek etiği ile bağdaşmayan adımlar
atmıştır. Bu köprünün ne proje aşamasında ne de
uygulama aşamasında UNESCO'nun onayı olduğunu
kendileri de biliyorlar. Olmaması gerektiği
konusunda hem uluslararası kuruluşların hem de bizim
raporlarımız var. Raporlardan sonra köprüyü
kurtaralım telaşına düştüler. Ve çeşitli tadilatlar
için söz verdiler. Bu sözleri de tutmadılar. UNESCO,
hazırladığı raporda köprünün sakıncalarını dile
getirdi. Ve net bir şekilde bu köprüye 'hayır' dedi.
Ama İBB tavsiyeleri dinlemek yerine UNESCO Heyeti'ni
ikna etmeye çalıştı. Bu projenin Kadir Topbaş'ın
projesi olduğunu bütün dünya biliyor. Bir belediye
başkanının mimar olması ona proje yaparak tek başına
karar verme yetkisi vermez. Bu modern bir kentte
olsa kentte yaşayan insanlar, mimarlar, mühendisler,
çok ciddi tepki gösterirler" dedi.
Açıklama kesinlikle yalan
İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi
Öğretim Üyesi Prof.Dr. Zeynep Ahunbay, Kadir
Topbaş'ın bu proje ile İstanbul'a damga vurmak
istediğini belirterek, şunları söyledi: "İstanbul'a
bir eser bırakmak, damga vurmak gibi bir düşünceden
yola çıkarak, projeye imzasını koyması etik değil.
Belediye Başkanı'nın hem işveren hem iş yapan olması
hoş değil. Köprü projesinin başından beri UNESCO'nun
tavsiyelerine göre yapıldığı açıklaması kesinlikle
yalan. Köprü ancak ihale edildikten sonra UNESCO'ya
haber verildi. En son geçen ay içinde yapılan Dünya
Mirası Komitesi'nde de bütün sakıncaların devam
ettiği, dünya mirasını zedeleyebileceği açıklandı.
Heyet gelip incelemelerde bulunacak. Bu köprünün
uygun olmadığını herkes biliyor."
Diktatörlük dönemi gibi
Taraf 'a konuşan mimar Doğan Tekeli, köprü
projesinin diktatörlük dönemlerine benzer bir
şekilde yürütüldüğünü belirterek şu açıklamaları
yaptı: "Bu projede bir katılım süreci ben
hatırlamıyorum. 1960 yılında Beyazıt Meydanı
yapıldığında o zamanki Belediye Başkanı Refik Tulga,
hem 1. Ordu Komutanı hem vali hem de belediye
reisiydi. Beyazıt Meydanı'nın yapılması için
İstanbul'daki sivil toplum kuruluşlarını, basın
kuruluşlarını, üniversite profesörlerini, güzel
sanatlar fakültesi hocalarını, mimarlar odasından 10
kişiyi, toplam 200 kişiyi toplayarak, Belediye
Meclisi'nde bu proje enine boyuna tartışıldı. O
zaman böyle bir ihtiyaç duyuldu ama bu projede böyle
bir ihtiyaç duyulmadı. Başkan sonradan projeden
imzasını çekse bile projede imzasının olması hoş
değil. Üstelik de ortaya çıkan eser Tarihi
Yarımada'nın estetiğine uygun değil."
Taraf, Haber: Serkan Ayazoğlu, 15.08.2012
|
İBB'DEN HALİÇ METRO KÖPRÜSÜ İNŞAATI AÇIKLAMASI

Yazılı bir açıklama yapan İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB), Taraf Gazetesi’nde yer alan 'Haliç’te maket aldatmacası' başlıklı haberde yer alan uluslararası kurumlardan alınan uyarılardan bağımsız hareket edildiği iddiasının gerçeği yansıtmadığını savundu. Açıklamada, çalışmalar sonucunda revize edilen projenin UNESCO Dünya Miras Merkezi ve ICOMOS International yetkilileriyle birlikte yürütüldüğü bildirildi.
Taraf Gazetesi’nde 11 Ağustos 2012 tarihinde muhabir Serkan Ayazoğlu imzasıyla yayınlanan 'Haliç’te maket aldatmacası' başlıklı haber için İBB Basın Danışmanlığı imzasıyla yapılan açıklama şöyle:
***
* Yapımı İstanbul Büyükşehir Belediyesi Ulaşım Dairesi Başkanlığı- Raylı Sistem Müdürlüğü’nce sürdürülen Haliç Metro Geçiş Köprüsü’ne ait olan ve halen Sütlüce’de sergilenmekte olan Haliç Köprüsü Projesinin maketi 2005 yılında onayı alınan proje esas alınarak hazırlanmıştır.
* Uygulanmakta olan proje ise yüksek deprem riski, ağır zemin koşulları ve diğer teknik ve çevresel parametreler gözetilerek hassas mühendislik hesapları ve özellikle de bağımsız uzmanların katılımı sonrasında projede yapılan revizyonlar sonucunda belirlenen ölçülere göre yapılmaktadır.
* Çalışmalar başından beri, UNESCO Dünya Miras Komitesi kararları ve bu kapsamda teşkil edilen Bağımsız Uzman Heyetin tavsiyeleri çerçevesinde yürütülmektedir. Bu bakımdan haberde Türkiye Mimarlar Odası Genel Başkanı Eyüp Muhçu tarafından ifade edilen ‘İBB hem Türkiye’den hem de uluslararası kurumlardan aldığı uyarılardan bağımsız hareket etmektedir’ ifadeleri gerçeklerden uzaktır. Haliç Metro Geçiş Köprüsü UNESCO tavsiyeleri doğrultusunda birkaç kez revize edilmiş ve bu durum kamuoyu ile paylaşılmıştır. Hem belli periyotlarla güncellenen ve medya kuruluşlarına gönderilen ‘Bilgi Notları’ kitabında hem de ‘www.istanbulmiraskomitesi.com’ internet sitesinde detaylı olarak yer verilen ve kamuya açıklanan köprü projesinin, haberinizde iddia edildiği şekilde ‘gizli gizli yapılması’ söz konusu olamaz. Bu gerçekler ışığında bu değerlendirmenin haksız olduğu ortadadır.
* Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'nca 2005 yılında onaylanan proje de dahil olmak üzere, tüm alternatif köprü projelerinin İstanbul'un Tarihi Alanları olarak tescil edilen başta Süleymaniye Camii olmak üzere Dünya Miras alanlarına etkisini irdelemek ve mukayese etmek amacıyla 2010 yılında Bağımsız Uzmanlara Çevresel Etki Değerlendirme Raporu hazırlatılmıştır.
* Bu raporun sonuç kısmında şu anda Haliç'te yapımına devam edilen köprünün yapısal sistem tercihinin (eğik askılı köprü) deprem riski, zemin, ekoloji ve mimari hususlar göz önünde bulundurulduğunda en uygun çözüm olduğu, ancak bir takım revizyonlar ile tatbik edilmesi tavsiye edilmiş, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve proje müellifince değerlendirilen bu tavsiyeler tümüyle uygulama projelerine yansıtılmıştır.
* Bu rapor üzerine, 2011 yılında Dünya Miras Komitesi kararı kapsamında, yapım süresince de tavsiyelerde bulunması amacıyla davet edilen Bağımsız Uzman Heyet ile olan yoğun çalışma sureci de kesintisiz olarak devam etmektedir.
* Tüm bu çalışmalar sonucunda revize edilen projeler ile ilgili olarak Dünya Miras Merkezi ve ICOMOS International yetkilileri ile bu yıl içinde, geniş katılımlı iki toplantı gerçekleştirilmiş ve yakın iletişim sürdürülmektedir.
* Projenin hazırlık süresince de, alanın zorlu depremsellik ve zemin koşullarına çözüm üretmek amacıyla proje müellifi ile birlikte dünyanın sayılı mühendislik ofisleri bir arada çalışmalar gerçekleştirmiştir.
* Kazık imalatlarının gerektirdiği değişiklikler bağımsız uzmanların tavsiyeleri doğrultusunda tatbik edilmiştir. Yapılan uygulamaların siluette olumsuzluk oluşturduğu iddiası doğru değildir.
* Belirtelim ki, inşasına başlanan köprü, rotası 25 yıl önce 1987 yılında belirlenen Taksim-Yenikapı güzergahında, Haliç Geçişi ile ilgili Koruma Kurulundan onay alabilen tek projedir. 2005 yılına kadar Kurul’a sunulan 12 proje kabul görmemiştir. Proje, analiz ve inşaatın bütün safhaları Kurul’un titiz gözlem ve onayı ile geçen projede, tarihi mirasa olabilecek olumsuz etki en aza indirilmiş ve tarihi yarımadaya araç girişinin azaltılması hedeflenmiştir.
Yapım sürecinde tavsiyelerde bulunmak üzere davet edilen Bağımsz Uzman Heyet üyeleri Prof.Dr. Enzo Siviero, Prof.Dr. Jorg Schlaich, Prof.Dr. Tatiana KIROVA ve Prof.Dr. Moawiyah Ibrahim'in yanı sıra, Michel Virlogeux, Systra, WIECON, Waagner Biro, Hardesty&Hanover, Marc Panet, Alain Pecker gibi dünyanın sayılı Uzman firma ve Akademisyeni ile birlikte geliştirilen projelerin yapım-uygulama süreci, İstanbul Büyükşehir Belediyesi denetiminde ve konusunda dünya genelinde referanslara sahip firmalar tarafından yürütülmektedir.
Yapı, 13.08.2012
|
İSTANBUL'DAN BAŞKA HER ŞEY
Yaşadığımız şehir, uzun
süredir yaşanmaz oldu. Bir yerden bir yere
gidebilmek ömür törpüsü. Yollarda kavga edenlere
futbol oynayanlar, tuvalet ihtiyacını giderenler
eklendi. Delirenler sayısal olarak belirlenmiş
değil, ama araç kullananlara bakınca bu oranın ne
denli yükseldiği açıkça görülüyor.
İstanbul’da Venedik yapılıyor, Toscana yapılıyor,
daha neler neler yapılıyor; ama İstanbul’u ara ki
bulasın. Füruzan’ın bir öyküsü vardı. “Sokaklarından
Gemilerin Geçtiği Kent” diye. Yalnızca adı nice
öyküye değen bir anlatı. Belki o zaman İstanbul daha
Venedik’ti, daha kendisiydi.
Çok gülünç şu Venedik yapıları. Çünkü bu yapılar
dört gidiş dört gelişli otoyolun kıyısında yer
almalarının yanında otuzar katlı bloklardan
oluşuyor. Venedik bunun neresinde derseniz, işte
ortasına kanal benzeri bir havuz yapıyorlar, alın
size Venedik. Yerseniz. Görünüşe göre nasıl
zenginleştiği belli olmayan insanlar da yiyor bu
palavraları; gidip o taşıt ve insan kirliliğinin üst
üste olduğu yerleri alıp oturuyorlar.
İstanbul’un yerinde yeller esiyor. Sultanahmet
Camisi’nin tepesinden gökdelenler kafalarını uzatmış
bakıyor. Kenti kuşatan ormanların içinde yeni
otoyollar, yerleşim yerleri planlanıyor. İstanbul,
her şeyin üst üste yığıldığı Türkiye oldu. Sanayi,
ticaret, bankacılık, ulaşım, aklınıza ne gelirse
hepsi İstanbul’da. Yeni yerleşim alanları artık bir
milyon insan da burada yaşasın diye planlanıyor.
Dikine kurulmuş yapılarda insan konserveleri.
***
Neden böyle olduğunu, Ege Cansen, 11 Ağustos
günlü Hürriyet’teki yazısında çok güzel dile
getirdi:
“Türkiye’de en bol kaynak devletin mülkiyetindeki
‘toprak’, yani arazidir. AKP’nin iktisat kurmayları,
‘rantlarla sermaye birikimi yaratma’ yöntemini
benimsemiştir. ‘Toprak eşittir sermaye’dir. Ancak
toprağı sermayeye dönüştürmek için bir mekanizma
gereklidir. Bu mekanizma kırsal arazileri kentsel
arsalara dönüştürme ile arsaların imar yoğunluğunu
artırmadır. Bu yolla ‘mekan rantları’ oluşmaktadır.
Yani ‘atıl duran doğal servet’, ‘finans kapital’e
dönüşmektedir.”
Gördüğünüz gibi son on yılın temel ekonomik
ivmesini İstanbul’un taşının toprağının satılması
oluşturmaktadır. Bu sürecin ilk başladığı Özal’lı
yıllarda Ferhan Şensoy, İstanbul’u Satıyorum adlı
bir oyun yazıp sahnelemişti. Sanatçının neredeyse
otuz yıl önceki oyunu, hayatta bir türlü
sonlanamadı. İstanbul sat sat bitmiyor. Bittikçe
sınırları genişletilerek Anadolu ve Rumeli’ye
yayılıyor. Sattıkça nefes alacak yer kalmıyor.
Sattıkça insan insanlığından çıkıyor. İstanbul’un
daracık toprakları içinde insan unsurunun beş
kuruşluk değerinin olmadığı bir Çin yaratılmaya
çalışılıyor. Para olsun, insan arkadan gelir diye
düşünülüyor herhalde, ama insanın önde geldiği
toplumlar gelişiyor. Ötekiler dünyanın hizmetçisi
olmaktan öte geçemiyor.
Cumhuriyet, Yazı: Turgay Fişekçi, 15.08.2012
|
ASIRLIK ÇINARLARA KORUMA TALEBİ
Mustafakemalpaşa Melikköy’de bulunan tarihi çifte çınarların dallarında görülen kuruma üzerine harekete geçen köylüler önlem alınmasını istedi.
Melikköy’de mesire alanı olarak kullanılan dere boyu mevkiindeki 6 metrekare alan içerisinde aynı kökten filizlenerek büyüyen 4 adet çifte çınar, 100 yıldan beri köylülerin göz bebeği. Son yıllarda görülen kurumanın önüne geçmek için yaz aylarında su motoru ile çınar ağaçlarını sulayan köylüler birbirine bitişik 5 çınar ağacının ortasında hazine ya da yatır olduğunu inanıyor.
Bursa’da yaşayan ancak yaz tatilini Köyü'nde geçiren Mehmet Okumuş ’Bu çınar ağaçlarında bir gizem olduğunu dedemiz bize anlatıyordu. Bizim gençlik dönemimizde bayramlarda yapılan eğlenceler bu ağaçların bulunduğu bölgede gerçekleşiyordu, çınarların dallarına salıncaklar kuruyorduk. Bizim için ayrı bir önem taşıyan bu çifte çınarlarda görülen kurumanın önüne geçilerek koruma altına alınmasını istiyoruz’ dedi.
Bursa Olay, Haber: Sezgin Eren, 15.08.2012
|
 |
ANTİK KAZILARDA 1800 YILLIK YEMEK TAKIMI BULUNDU

İzmir Torbalı'daki Metropolis
antik kenti
kazılarında MS 3. yüzyıl Roma dönemine ait
yüzlerce tabak, bardak, aydınlatma gereci bulundu.
Trakya Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim
Üyesi ve Metropolis Antik Kenti Kazı Başkanı Doç.Dr. Serdar Aybek, AA muhabirine yaptığı açıklamada,
bölgedeki kazıların 1989 yılında Prof.Dr. Recep
Meriç tarafından başlatıldığını, kazı alanı
tarihinin MÖ 7. yüzyılın
sonlarına dayandığını belirtti.
Bu yılki kazı çalışmalarında 1800 yıl önceye ait
yüzlerce buluntu elde ettiklerini kaydeden Aybek,
buluntular arasında tek kulplu bardaklar, kadehler,
tabaklar, aydınlatma işlevi olan kandiller, pişirme
kapları, kaselerin yeraldığını bu materyallerin
temizlenme aşamasında
olduğunu anlattı.
Yüzlerce buluntunun tek bir odadan elde
edildiğini de dile getiren Doç.Dr. Serdar Aybek,
''Beklemediğimiz sayıda güzel buluntularla, günlük
mutfak gereçleri ile karşılaştık. Bunların bir yemek
takımının parçaları olabileceğini düşünüyoruz. Bu
eserler sadece bir odada bulundu. O odaların kazısı
henüz tamamlanmadı. Önümüzdeki günlerde bu
iddiaların gerçeklik kazanabileceğini düşünüyoruz''
diye konuştu.
Metropolis'in ören yeri olabilmesi için Kültür ve
Turizm Bakanlığı, Kültür Varlıkları Müzeler Genel
Müdürlüğü ve Metropolis Kazı Başkanlığı
tarafından ''Metropolis Ören Yeri ve Çevre
Düzenlemesi Projesi'' hazırladıklarını anlatan
Serdar Aybek, projenin İzmir 2. Numaralı Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından
onaylandığını söyledi.
Serdar Aybek, projenin hayata geçmesi durumunda
Metropolis'in düzenli bir ören yeri haline
geleceğini, ziyaretçilerin daha iyi şartlarda
bölgeyi gezebileceğini, kentin çevresinin çitlerle
çevrilip koruma altına alınacağını, kamera gibi
fiziki imkanların hayata
geçirileceğini belirtti.
Aybek, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Trakya
Üniversitesi, Sabancı Vakfı, Torbalı Belediyesi,
TÜBİTAK gibi kurumların desteğiyle sürdürülen
kazıların Torbalı'ya sanayi kenti olmasının yanı
sıra kültür kenti olma özelliği
de kazandıracağını kaydetti.
Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Arkeoloji Bölümü
Restorasyon Ana Bilim Dalı Öğretim Görevlisi ve
Metropolis Kazı Başkan
Yardımcısı
Ali Kazım Öz de, Roma Hamamı olarak adlandırdıkları
tepenin eteklerinde yer alan Palaestra bölümünde 7
metre genişliğindeki mozaikleri ortaya
çıkardıklarını anlattı.
İonya kent bölgesinde yer almasına karşın İon
kentleri arasında gösterilmeyen ve ''küçük bir
kent'' olarak görülen Metropolis'in zengin
mozaiklere sahip olduğunu ifade eden Öz, ''Bu
mozaikler Metropolis'in aslında komşuları olan Efes
ve İzmir'den çok da farklı olmadığını gösteriyor.
Kazılarda sınır yok. Sürprizler
olabilir. Biz mozaiklerde geometrik şekillere
rastladık. Bu mozaiklerin benzeri Perge antik
kentinde bulunuyor. Mozaiklerde insan, kuş
figürleri ele geçirdiğimizde önemi daha da artacak''
diye konuştu.
Akşam, 15.08.2012
|
SÜMELA'DA GÖĞE YÜKSELİŞ AYİNİ YAPILDI
Trabzon'un Maçka İlçesi'ndeki tarihi Sümela
Manastırı'nda düzenlenen ayini yöneten Fener Rum
Patriği Bartholomeos, Meryem Ana'nın göğe yükseliş
gününde dua etmekten duyduğu mutluluğu dile getirdi.
Altındere Milli Parkı sınırları içinde bulunan
Sümela Manastırı ’nda 88 yıl aradan sonra ilk
ayin 15 Ağustos 2010’da düzenlendi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı , Hıristiyanlarca
Meryem Ana’nın göğe yükseldiğine inanılan 15
Ağustos’ta
Sümela Manastırı ’nda 4 saat boyunca ayinin
yapılmasına izin verdi. Sümela’da bu yıl üçüncüsü
düzenlenen ayini yönetmek üzere dün akşam Trabzon’a
gelen Fener Rum Patriği Bartholomeos, bu sabah
konakladığı otelden çıkarak beraberindeki din
adamlarıyla
Sümela Manastırı ’na hareket etti.
Bartholomeos'a Maçka'nın
CHP 'li Belediye Başkanı Ertuğrul Genç de eşlik
etti. Manastıra giden patika yolda kemençecileri
gören Patrik, iyi bayramlar dileğini iletti.
Geçen yıllara oranla katılımın çok az olduğu ayini
izlemek üzere yaklaşık 300 kişi manastırdaki yerini
aldı. Saat 10.00’da manastıra giriş yapan
Bartholomeos’un tören kıyafetlerini giymesinin
ardından yaklaşık yarım saat süren açılış ilahisi
söylendi. Ardından sunağa çıkan ve törene
katılanları kutsayan Bartholomeos, önce Rumca sonra
Türkçe yaptığı konuşmasında, “Biz Hıristiyanların en
kutsal azizesi olan Meryem Anamızın dünya üzerindeki
en önemli ibadet mekanlarından sayılan
Sümela Manastırı 'nda üçüncü kez 15 Ağustos’ta,
yani göğe yükselişi gününde sizlerle birlikte
olmaktan ve bu samimi ortamda dua etmekten müstesna
bir mutluluk ve huzur bulduğumuzu ifade ederiz.
Sümela’ya gelmek biz din adamları için olduğu kadar
her inançlı insan için de mukaddes bir tecrübedir.
Yıllarca ulaşamadığımız bir ibadet merkezimizi
anılarda yaşatarak, büyüklerimizden dinleyerek
büyüdük ve uzaktan dua ederek mutlu olmaya çalıştık.
Çok şükür ki bu beklentimiz gerçekleşti ve Rabbimiz
bize buraya gelmeyi nasip etti. Buna katkı sunan
hükümete,
Kültür ve Turizm Bakanlığı ’na,
Avrupa Birliği Bakanlığı’na, Maçka Belediyesi ve
Maçka halkına teşekkürlerimizi sunmayı bir görev
biliriz” dedi.
Fener Rum Patriği Bartholomeos, üç ayinin de mutlu
bir tesadüf eseri
Ramazan ayının bereketine ve manevi zenginliğine
tesadüf ettiğini vurgulayarak sözlerini şöyle
sürdürdü:
''Bu anlamlı tesadüf
Anadolu ’da yüzlerce yıl boyunca farklı
şekillerde de olsa ortak, bir ve tek yaratıcıya
ibadet eden Müslüman ve Hıristiyanların yaşadığı
tecrübeye de işaret etmektedir. Yüzlerce metre
yüksekliğindeki bu dağda tonlarca malzeme taşıyarak
bu manastırı inşa etmek, Allah’a teslim olmadan,
O’na tüm varlığıyla sevgi duymadan ve elbette Allah
rızası olmadan mümkün değildir. Herkes kendi
inancına uygun şekilde dininin vecibelerini
serbestçe yerine getirebilmelidir. Bu her insanın en
doğal hakkıdır. Bu hakkın tesis edilmesi için
yeryüzünde hepimize yer ve imkan mevcuttur. Bu
hakkın aksine devletlerin ve toplumların birbirini
kırmaya, vurmaya ve öldürmeye hakkı var mıdır?
Başbakanımızın eşi Sayın
Emine Erdoğan ’ın da bizzat ziyaret ettiği
Myanmar’daki zulüm hepimizin kalbini yaralamıyor mu?
Her şeye rağmen maalesef dünyada din adına işlenen
cinayetler, kıyımlar, sürgünler devam etmektedir.
İnsanoğlu ve biz din adamlarının gayretli
çalışmalarına rağmen bu ayıptan maalesef
kurtulamadık. Bizlere emanet edilen bu muhteşem
tarih, din ve kültür zenginliği
Sümela Manastırı ’nın bulunduğu bu tepede
insanlığın barışı için duam edelim. Hayal ettiğimiz;
insanlığın ve ülkemizin barışı, selameti için daha
fazla çalışalım, buluşalım ve birbirimizi daha fazla
tanıyalım ve sevelim.”
Bartholomeos, konuşmasının son bölümünde de Maçka
halkına teşekkür etti ve “Belediye Başkanı Ertuğrul
Genç bizleri Maçka’ya davet ederek bir arada
olmamıza vesile olmuştur. Kendisine gayret ve
yardımları için bir kez daha teşekkür ederiz. Tüm
Ortodoks alemi adına
Ramazan bayramınızı kalpten tebrik eder, sıhhat,
afiyet ve bereket dolu bir kış geçirmenizi temenni
ederiz. Sevgili Karadenizliler, hepinizi muhabbet ve
saygıyla selamlıyor hayır dualarımızı gönderiyoruz”
dedi.
Bartholomeos’un konuşmasının ardından ayin ilahiler
söylenerek devam etti. Bu sırada manastır içinde mum
yakmak isteyen kişilere güvenlik görevlileri yasak
olduğu gerekçesiyle izin vermedi. Ayine katılan bazı
kadınların da ilahiler sırasında ağladığı görüldü.
Radikal (Kısaltarak), Haber: Ömer Avcı - Muhammet Kaçar -
Fatih Turan , 15.08.2012
|
 |
TURGUT ALP'İN TÜRBESİNE RESTORASYON
İnegöl’ün Turgutalp Köyü’nde bulunan Osmanlı imparatorluğunun kurucusu Osman Gazi’nin komutanlarından Turgut Alp’in Türbesi’nin onarımı ve çevre düzenlemesi İl Özel İdaresi tarafından yapılacak.
İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Bilal Çelik, restore edilecek türbede İnegöl Kaymakamı Aziz İnci ve Özel İdare İmar ve Yapı İşleri Daire Başkanı Yusuf Şeremet ile birlikte incelemelerde bulundu.
Bilal Çelik, Gazi Turgut Alp’in Osman Gazi’nin İnegöl ve çevresini fetheden komutanlarından olduğunu ve fethettiği toprakların kendisine tımar olarak verildiğini kaydetti.
Turgut Alp’in kendi adını taşıyan köydeki mezarının en son 1984 yılında köy halkı ve İnegöllü işadamları tarafından yenilendiğini belirten Bilal Çelik, yapılacak restorasyon için Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın talimatı ile rolöve, restitüsyon, restorasyon ve çevre düzenleme projelerinin Bursa Rolöve ve Anıtlar Müdürlüğü’nce hazırlanarak Bursa Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nca onaylandığını belirtti.
Çelik, proje kapsamında türbe, şadırvan, mutfak ve servisi ile çevre düzenlemesinin bulunduğunu söyledi.
Bursa Olay, 15.08.2012
|
YEDİ KATLI ŞEHİR GÜN YÜZÜNE ÇIKACAK

Kars'a 42 kilometre
uzaklıktaki Ani ören yerinde yüzeysel ve alansal
kazı çalışmaları devam ediyor. Restorasyon ve
konservasyonu devam eden Polatoğlu Kilisesi'nin de
etrafı açıldı.
Ani harabelerinde ilk
kez 1909 yılında başlayan kazı çalışmaları, ardından
1946 yılında yeniden yapılmaya başlandı.
Yüzey kazısında Denizli
Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sanat
Tarihçi Doç.Dr. Fahriye Bayram başkanlığında 20
kişilik bir ekip çalışıyor. 2009 yılından itibaren
Ani harabelerinde 5 restorasyon çalışması yapıldı.
Ani örenyerinin
surlarının ise röleve ve restorasyonunun proje
ihaleleri yapıldı. Buradaki 21 eser uygulama
projesiyle gün yüzüne çıktı. Yaşayan şehir' ve '7
katlı şehir' olarak bilinen Ani harabeleri hakkında
bilgi veren Kars Kültür ve Turizm Müdürü Hakan
Doğanay, Ani’deki 7 katlı şehrin gün yüzüne
çıkarılması için sistemli kazıların yapılması
gerektiğini söyledi. Doğanay, “Bu sistemli kazılara
bu yıl başladık. 2013 yılında da daha büyük kazı
ekibiyle bu çalışmalarımız devam edecek. Bu tarihi
mirasımızda gün yüzüne çıkacaktır" dedi.
Ani’den
tarih fışkırıyor
Ani harabelerine yoğun
ilgi gösterildiğini anlatan Doğanay, gösterilen bu
ilgi sayesinde ören yerinin ayağa kalkacağını
belirterek, şunları kaydetti: “Kars'ta bu ören yeri
turizm alanında hak ettiği yere kavuşur. Şu an
kazılarda mezar, insan iskeletleri, kırılmış çömlek
parçaları, gözyaşı damlalıkları çıkıyor ve bunlar
bir envantere kayıt ediliyor. Daha sonra çıkan
eserler temizleniyor ve müzede teşhir ediliyor.
Ani'deki kazıların devam etmesi ve hızlanması için
bir eksiğimiz var. Bir kazı evinin olmamasıdır. Kazı
evi olmadığı için yollarda zaman kaybediyorlar. Kazı
evinin yapılması lazım."

Ani harabelerinin Kültür
ve Turizm Bakanlığı'na geçmeden 2004 yılından önce
Ermenistan taş ocaklarında dinamit patlatıldığını
anımsatan Doğanay, “Kültürel miras evrenseldir. Bu
tarihi eserler herkesindir. Yalnızca bizim değil,
dünyanındır. Hangi milletten, hangi dinden, hangi
eserden tarihi eser olursa olsun bunu korumak bizim
görevimizdir. 2007 ve 2009 yılından sonra Ani'de
dinamit patlatılmadığını biliyorum. Bundan önce
patlatıldığı söyleniyor. Fakat milletler arası
antlaşmalar görüşülerek, karşı tarafta uyarılarak
2007 yılından sonra dinamit patlatılmıyor. Taş
ocakları manuel olarak çalışıyor. Patlatıldığı
dönemde eserler zarar görmüştür. Ani, tüf tabakası
üzerine kurulmuştur. Ani'deki eserlerde bu tüf
taşlardan yapıldığı için doğal olarak etkilenmiş ve
çatlamalar olmuş. Bu çatlamalar olduktan sonra
karşılıklı anlaşmalar yapılıyor, devlet protokolleri
bir araya geliyor anlaşmalar yapılıyor. Kültürel
mirasın korunması gerektiğine inanılıyor. Karşı
tarafta buna uyuyor. Manuel olarak taş ocağında
çalışmalar devam ediyor." şeklinde konuştu.
Türkiye Cumhuriyeti'nin
her tarafının kültürel miras olduğunu, bu alanda
daha önce kötü restorasyonlar yapıldığını dile
getiren Doğanay, "Biz böyle yapmak istemiyoruz. Az
yapalım, öz yapalım ama aslına uygun yapalım. Ani,
bir dünya. Şu anda Türkiye'de ören yeri olan ve
halihazır haritası yapılan tek ören yeri Ani ören
yeridir. Demek ki, Kültür ve Turizm Bakanlığı Ani
ören yerine değer veriyor. Bundan sonra daha güvenli
ve daha hızlı çalışacağız" diye konuştu.

Kültürel miraslar ve
tarihi eserlerin herkesin olduğunu vurgulayan
Doğanay, şöyle konuştu: “Biz Ani’ye çok dinli şehir
diyoruz. Her milletten, her kültürden bir eser var.
Doğal olarak bunlar kültürel mirasın yaşanması adı
altında bir fon oluşturuluyor dünyada. UNESCO da
bunun başında. Ani, dünya miras listesine aday
olduktan sonra dünyanın malı. Bu kabul edildikten
sonra burası Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın
bünyesinden çıkarak, kültürel mirasların korunması
için dünyada oluşturulan havuzdan para alıyor. Ani
ören yeri de aday listede. Eğer asıl listeye
alınırsa o zaman bizim istemimiz dışında para
gelecek, artık, dünya buranın reklamını yapacak."
TOKİ Haber, 15.08.2012
|
DOĞAN KUBAN'IN CAMİ MİMARİSİ ÜZERİNE YAZISI

Yarım yüzyılda 100.000 cami yapılan bir ülkede
yeni bir cami yapılması önemli bir olay değil. Bu
sayının şaşırtıcı büyüklüğü Türkiye'ye özgü
fenomenal bir politik olgudur. Türkiye'deki
gelişmelerin açıklanmasında önemli bir süreçtir. Ne
var ki sosyal bilimciler, politik bilimciler bu
konunun üzerinde durmadılar. Ben bir mimari
tarihçisi olarak fırından çıkan ekmek gibi hepsi
birbirine benzeyen ve acemi tasarımcıların elinden
çıkan bu sözüm ona neoklasik çirkin yapıların
geçmişin üzerine bir yorgan gibi örtülmüş olmasının
sıkıntısını Ankara Kocatepe yarışmasından bu yana
çeken bir mimarlık tarihçisiyim.
Camiyi Zincirlikuyu ile Maslak arasında modern
bir üslupla yapın. Bir ulusal yarışma ile yapın.
Türkiye'de 40.000 mimar var. Ve bunların arasında
çağdaş bir cami yapacak yüzlerce yetenekli sanatçı
vardır. Onlara güvenmemiz gerek.
Politika konusu olan her yapı bir sanat yapıtı
olarak değil bir politik tartışma konusu olarak ele
alındığı zaman, tartışma sanat kültürü açısından
anlamını yitirir. Sinan'ın mimarisinin
araştırmacısı, yayıncısı ve övücüsü olarak,
Sinan'dan söz edildiği zaman tüylerim diken diken
oluyor. Fakat Çamlıca'ya Sultanahmet'ten daha büyük
kubbeli ve daha çok minareli bir cami yapacağının
söyleyen herhalde hacca gitmiş bir hacı mimarın
sözlerini okuyunca, bir mimari tarihçisi olarak bir
sorumluluk taşıdığımı düşünüyorum.
60 yıllık bir mimarlık tarihçisi ve İslam
mimarisi uzmanıyım. İTÜ, Trabzon Teknik Üniversitesi
ABD de Michigan, Minnesota, MIT üniversitelerinde
İslam Mimarisi Tarihi hocalığı yaptım. Dünyanın her
yerinde İslam Mimarisi üzerine konferans verdim. Ağa
Han İslam Mimari Ödülü örgütü Yönetim Kurulu'nda ilk
üyelerden bir olarak olarak beş yıl çalıştım. Bu
süre içinde İslam dünyasının her tarafındaki mimari
seminerlere katıldım. Mimar olarak Kocatepe Camisi
Yarışması'nın iki aşamasında Erdoğan Yalkın'la
birlikte iki mansiyon aldım. Abu Dabi Cami
Yarışması'na davetli olarak Cafer Bozkurt'la
birlikte katılıp üçüncü ödülü aldık. Saddam Hüseyin
döneminde yapılan Bağdat Büyük Camisi Yarışma Jürisi
üyesiydim. Bu konuda yayınlarım, Türkçe ve İngilizce
çok. Sorumluluk duymamın nedeni bu.
Cami tarihini bilmeyenler camilerin
simgeselliklerini ve estetiğini yanlış
değerlendirirler. Cami tasarlamaya başlayan mimar
önce ilk olarak caminin peygamberin evi olduğunu
bilmelidir. Bir avlu etrafında da peygamberin
eşlerinin hücreleri, gölgede namaz kılmak için bir
ahşap revak, bir de peygamberi ziyarete gelenler
için bir gölgelik.
Peygamberin sünneti budur. Kuşkusuz cemaat
arttıkça Medine'de bir ikinci cami de
yapılmıştı.Peygamber Bilal-i Habeşi'den ezanı
yüksekçe bir yere çıkarak söylemesini istemişti.
Minare de bir sünnet değildir. Evin avlusuna dolan
insanların bakışlarından rahatsız olarak kapısına
bir tür örtü yaptıran bir eşine Muhammed insanların
çalışmalarının ürününü boşuna sarf ettiren şeylerin
başında inşaat olduğunu söylemişti. Bugün bu
nasihati (yani sünneti) dinleyen kaldı mı?
Peygamberin sünnetinin iki dersi var:
alçakgönüllülük ve tasarruf.
Osmanlı mimarisinin düzeyini evrensel mimariye
ulaştıran Sinan'ın yapılarında kubbelerinin
büyüklüğü ya da minarelerinin çokluğu ya da
yüksekliği onun yapıtını büyük yapmaz. Sinan'ın
sanatı , yaratıcılığı onları büyük yapar.
MİNARE Mİ FABRİKA BACASI MI
Camilerimizi gökdelenlerin, yüksek apartmanların
yanında küçük düşürmek istemiyorsak şunu anımsamak
gerek: İki katlı evlerin yanında kubbeli ya da
kiremit çatılı ve küçük bir minaresi olan mahalle ya
da köy mescidi çevresine egemen olur. Minare
işlevsel ve simgesel bir öğedir. Fakat öbek öbek
gökdelenin yükseldiği bir ortamda minare bir
televizyon ya da fabrika bacası etkisi yapar. Onun
için caminin tasarımının güzelliği temel sorundur.
Kubbe ve minare legosu değil.
Camiyi yapan küçük, büyük hepsi yarım küre olan
kubbeler değildir. İç mekanın insanları birleştiren
gücü yani tasarımıdır. Minare sünnet değil,
alışkanlıktır. Ve camilere Hıristiyan çan
kulelerinden bir bid'a olarak gelmiştir. Büyük
boyutta çirkinliği engellemez. Fas'ta Sultan
Hasan'ın Kazablanka Camisi, Jakarta'da Suharto'nun
büyük camisi çok çirkin yapılardır.
Çamlıca Tepesi geniş ve yayvan bir tepedir. Oraya
Süleymaniye'nin iki katı büyüklüğünda bir kubbe
yapsanız tepenin üzerinde etkisi İstanbul silueti
kadar etkili olmaz. Çünkü camiyi ne kadar büyük
yapsanız doğal tepenin Boğaziçi'ne egemen
boyutlarıyla boy ölçüşemez. Cami, kent içinde güzel
ve anlamlıdır.
İSLAM KENDİ EVRENSEL MİMARİSİNE ULAŞMALI
Endonezya'dan Atlantik Okyanusu'na uzanan bir
coğrafyada İslam kültürü kendi ortaçağ kültürünü
geliştirmiş, mimari alanda özgün, insancıl, rasyonel
ve bölgesel kimliği olan üsluplar yaratmıştır.
Sumatra'daki bir caminin Pekin ya da Sian'daki
bir cami ile benzerliği yoktur.
Babüroğullarının yarattıkları camilerin Şah
Abbas'ın İsfahan'daki camisi ile, onun Divriği
Ulucamisi ile, onun da Şehzade ile bir üslupsal
ilişkisi yoktur.
Arapların geliştirdikleri ilk cami mimarisinin
bazı planimetrik özellikleri (çok ayaklı iç mekan
gibi) İslam dünyasında yaygınsa da bu mimari
üslupları bütünleştiren bir özellik olmamıştır.
Özetlemek gerekirse Gotik gibi Batı'da kilisenin
birleştirdiği bir ortak üslup İslam'da yoktur.
Eğer
günün birinde cahil İslam toplumları bilgisizlik
baskısından kurtulurlarsa, Batı kültürünün
megalomanyasından kurtulabilir, kendi mimarilerini
daha evrensel bir tarih vizyonu içine yazabilirler.
Ne var ki bunu diğer sanat alanlarında,
edebiyatta, bilimde ve felsefede yapamazlar. Çünkü
bu alanlarda 12. yüzyıldan sonra dünya literatürüne
giren Müslümanların sayısı iki elin parmakları kadar
değil. Onun için mimariye karşı duyarlı olmak
neredeyse bir özel Müslüman uygarlığı borcudur. Bunu
turistlere satılan hatıra eşyaları gibi eskinin kötü
taklitlerini ve kalitesiz bir çağdaş mimari
kopyacılığı ile besleyerek yapmak bize 'ne uygar
ülke!' dedirtmiyor.
Sultanahmet'in daha büyüğünü yapınca da kimse
'bize ne büyük yapı!' demeyecek, 'Ne büyük
agrandisman, ne kadar çirkin olmuş' diyecek. Sinan,
minare düşkünü değildi. Merkezi planlı olmasına
karşın Şehzade'de iki minare ile yetindi.
Süleymaniye'nin dört minaresiuzunluğuna şemaya
avluyu katmak içindi.Selimiye'nin dört minaresi ise
mutlak simetriyi vurgulamak ve kubbenin egemenliğini
minarelerle dengelemek içindi. Çok minare simge
olmaktan çıkar. Süs olur. Gereğinden uzun minare,
çok şerefe de yanlış ve çirkin uygulamalardır.
Bu camici mimarlara okulda öğrenmedikleri bir şey
daha öğretmek gerek. Malzeme ile biçim arasındaki
ilişki günümüzde de yokolmadı. Taştan bir gökdelen
neden yapmıyorsunuz?
TÜRKİYE'DE CAMİ İNŞAATI
Bir de soruna Türkiye'deki cami inşaatı tarihi
bağlamında yaklaşalım. Ve caminin kültürel
simgeselliğini düşünelim. Cami Mercedes gibi Sinan
marka bir eşya değildir. Her gerçek mimarın her yeni
yapıda hayalini süsleyen ve o yapıya ve o yere özgü
tasarlanmış bir biçimle karşımıza çıkan bir yeni
yaratmadır. Onun için Şehzade Sinan'ın yaratmasıdır,
Sultanahmet ve Yenicami Sinan'ın çıraklarının ya da
okulunun ustanın yolunda yaptıkları Şehzade'den yola
çıkan yapılardır.
Sultanahmet'te özgünlük ve Ayasofya'ya karşı bir
farklılık kazanmak için Mehmet Ağa enteryörde kimi
Avrupalıların bir 'Gestalt' olarak
değerlendirdikleri, kanımca örtüyü çözmekte
zorluklar çıkaran büyük silindirik fil ayakları ve
dışarıda altı minare ve bir hünkar mahfili ile
yenilikler getirmiştir. Ama Şehzade'ye ulaştığını
sanmıyorum.
Camiler kentlerde halkın en kolay ulaşacağı
yerlere yapılır. İlk Fatih külliyesinin konumu
simgeseldir. Süleymaniye, Şehzade, Bayezid,
Sultanahmet, Yeni cami hepsi kent merkezinde
çarşılar, kalabalıklarla yaşarlar.
Kimse dinlemese de bir önerim var: Camiyi
Zincirlikuyu ile Maslak arasında modern bir üslupla
yapın. Bir ulusal yarışma ile yapın. Türkiye'de
40.000 mimar var. Ve bunların arasında çağdaş bir
cami yapacak yüzlerce yetenekli sanatçı vardır.
Onlara güvenmemiz gerek.
Dünyanın en güzel çağdaş camisini Vedat Dalokay
İslamabad'da yaptı.
Türkiye'nin en iyi camisini de Behruz Çinici
Ankara'da Büyük Millet Meclisi'nde yaptı.
Arkitera, Yazı: Doğan Kuban, 15.08.2012
|
600'E YAKIN DİNOZOR KEMİĞİ BULUNDU
Macaristan'ın batısındaki
Balaton gölü yakınlarındaki Bakony şehrinde 600 adet
dinozor kemiği bulundu. Dinozor fosilleri üzerine
çalışan Macar bilim adamı Paentolog Attila Ösi, 60
metrekarelik bir alan içinde ve 3 haftadır süren
kazı çalışmalarında 600'e yakın dinozor kemiğinin
bulunduğunu açıkladı. Ösi, kemiklerin 100 milyon yıl
öncesine ait ve sadece Avrupa'da yaşamış, boyu 1.8
metre olan ve iki ayağı üstünde yürüyen otçul bir
dinozor türüne ait olduğunu, bu türe ilk kez
rastlandığını bildirdi.
Sabah, 15.08.2012
|
ERMENİLERE HARAP BİR MÜJDE

Surp Kevork Ermeni Kilisesi yıllarca depo olarak kullanıldığı için beton kolonlar atılmış.
Mardin Kızıltepe’de bulunan ve bulunduğu caddeye
‘Kilise Caddesi’ denilmesine neden olan Surp Kevork
Ermeni Kilisesi restorasyon girişiminin ardından
yıkılmaya yüz tutmuşken Mardin Katolik Ermeni
Vakfı’na devredildi.
Tam tarihi tespit edilemese de çok eski olduğu
tahmin edilen Surp Kevork Ermeni Kilisesi, Tarım ve
Köyişleri Bakanlığı tarafından zirai ilaç deposu
olarak kullanılırken, Kızıltepe’yi ziyaret eden
yazar Ragıp Zarakolu tarafından keşfedilmişti. 2004
yılında koruma altına alınan ve restore edilmesi
planlanan kiliseye atan bekçi A.O. kilisenin
tabanını 7 metre kazarak hazine aramış, “görevi
kötüye kullanmak” suçundan tutuklanmıştı. 2007’den
bu yana restore edilmeyi bekleyen kilisenin tabanı
yapılan kazı nedeniyle çöktükten sonra Ermeni
Katolik Surp Kevork Vakfı’na devredildi.
2007’den bu yana da bir bekçi tarafından korunan
kilisenin yalnızca dört duvarı ve belli bölümleri
ayakta kaldı. Restorasyon çalışması da tabanın
yıkılmasıyla yarıda kalan kilisede, çalışmada
ilerlenemeyince Mardin Katolik Ermeni Vakfı’na
“Restore edebilirsiniz” denilerek devredildi.
Kilisenin son halini fotoğraflayan Zübeyde Sarı,
kilisenin varlığının 2000’lerin başına kadar
bilinmediğini söylüyor: “Kızıltepe’de bir kilise
olduğunu öğrendik ama adı bilinmiyordu. Harabe
halindeydi. Zirai ilaç deposu olarak kullanıldığı
için içine beton kolonlar atılmıştı. Restorasyon
için bir girişimde bulunulmuş, başına bekçi dikilip
gidilmiş. Zaten binanın tabanı da zayıf olduğu için
çökünce, Ermeni Katolik Surp Kevork Vakfı’na
devredildi.”
Radikal, Haber: Ayça Örer, 15.08.2012
|
BİR KENT MÜZESİ
Sabah Kahvesi'nin konuğu olan
Ödemiş Belediye Başkanı Bekir Keskin'in,
sorularımıza verdiği yanıtlar, ilginizi çekecektir.
Ege'nin sevimli, farklı özelliklere sahip, bu nadide
İlçesi'nin; çalışkan, saygın, 'en iyi siyaset
üretme yolunun', bulunduğu kente hizmet etmek
olduğunun farkındalığında; mütevazı ve sahici bir
belediye başkanı var. Bekir Keskin, Ödemiş'te ciddi
bir değişim ve dönüşüm süreci başlatmış. Bu
değişimin fiziki karşılıkları, önümüzdeki günlerde
daha net ortaya çıkacak.
Ege'nin bu şirin ilçesinde yapılan çok sayıda olumlu
iş arasında, beni en çok etkileyenlerden biri
Ödemiş Yıldız Kent Arşivi ve Müzesi oldu. İtiraf
edeyim, Ödemiş'e giderken, bir ilçede bu kadar
nitelikli bir işle karşılaşacağımı, hiç sanmıyordum.
Ödemiş Yıldız Kent Arşivi ve Müzesi'ni, sadece iyi
niyetle hayata geçirilmiş ama daha amatör olabilecek
bir projeymiş gibi algılıyordum. Ama zaten, müzenin
müdürlüğünü, değerli bilim insanı, İzmirli tarihçi
Prof.Dr. Engin Berber'in üstlendiğini
yolculuk sırasında öğrenince, bu algım hemen
değişti. Sonra Ödemiş Yıldız Kent Arşivi ve
Müzesi'ni Belediye Başkanı Bekir Keskin ve Engin
Berber ile gezince, çok farklı bir işle, örnek
alınacak bir başarı serüveniyle karşılaştım. Ege'nin
bütün ilçelerinin belediye başkanları, gidip
Ödemiş'teki müzeyi gezmeliler. Oradan öğrenecekleri
çok şey olduğuna inanıyorum.
BAŞARILI RESTORASYON
Türkiye'de kent müzeciliği alanında İnegöl'den sonra
ikinci bir örnek olan Ödemiş, bu işin hakkını
vererek başarmış. Müzenin kurulu olduğu, restore
edilmiş yer, Ödemiş'in ilk otellerinden Yıldız.
Yıldız Oteli, olasılıkla 18. yüzyılın ilk yarısında
yapılmış, iki katlı ahşap-bağdadi bir yapı olan
Keçecizade Hanı'nın kuzey cephesi ve avlusunun bir
bölümü üzerine sonradan inşa edilmiş. Yapım tarihi
1926 yılı. Yaptıran ise, 1910 yılında ticaret yapmak
amacıyla Ödemiş'e yerleşen, sonradan İzmir'e göçmüş
Aksekili Hacı Hüseyin Serter. Hüseyin Efendi,
Ödemiş'e geldiğinde dostlarının evinde gecelemekten
kurtulmak isteyince, gayri müslimlerin İzmir'de
işlettiklerine benzer bir otel kurmak için harekete
geçmiş. Ortaya şimdilerde müzeye dönüşen, kentin son
yüzyılında iz bırakan Yıldız Oteli çıkmış. Ödemiş
Belediyesi, 2006 yılında kamulaştırdığı Yıldız Hanı
ve Oteli'nin restorasyonunu 2009'da tamamlandıktan
sonra, Ödemiş ve Küçük Menderes Havzası'nın
geçmişini, kültürünü tanıtmak amacıyla, kent arşivi
ve müze olarak işlevlendirmiş.
Yıldız Oteli'nin geçmiş yıllarda çok sayıda ünlü
konuğu olmuş. Bunlardan biri de, şair Necip Fazıl
Kısakürek. 'Üstad' lakaplı şair, İş Bankası
müfettişliği yaparken, bir süre bu otelde ve hep
aynı odada kalmış. Necip Fazıl'ın Paris'te 1927
yılında yazdığı ünlü 'Otel Odalarında' adlı
şiirinin esin kaynağının, 'Yıldız Oteli' olduğu
vurgulanıyor. Yıldız Oteli, Adnan Menderes,
Safiye Ayla ve Zeki Müren gibi isimlere
de ev sahipliği yapmış.
Sabah Ege, Yazı: Ünal Ersözlü, 14.08.2012
|
SOLOİ POMPEİOPOLİS ANTİK
KENTİNDE DEPREM İZLERİ
Mersin'de, Soloi
Pompeiopolis Kenti'ndeki Nekropolis'te yürütülen
kazılarda deprem izlerine rastlanılması üzerine
Mersin Üniversitesi (MEÜ) öğretim üyelerinden
Prof.Dr. Selim İnan, alanda araştırma yaptı.
Dokuz Eylül
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Müze Bölümü
öğretim üyesi Prof.Dr. Remzi Yağcı
başkanlığındaki 40 kişiden oluşan kazı
ekibinin Mezitli İlçesi'nde bulunan Soloi
Pompeiopolis antik kentindeki Sütunlu Cadde,
Soli Höyük ve Nekropoliste sürdürdüğü kazı
çalışmalarında sona gelindi.
2002 yılında
10x10 alanda yapılan ve 50 halk mezarının
ortaya çıkarıldığı Nekropoliste bu yıl
yeniden başlatılan kazılarda deprem izlerine
rastlandı.
Bunun üzerine
kazı başkanı Yağcı'nın bağlantıya geçtiği
MEÜ Mühendislik Fakültesi Jeoloji Bölümü
öğretim üyelerinden Prof.Dr. Selim İnan,
Nekropolis alanda inceleme yaparak, deprem
izlerini araştırmak için çalışma başlattı.
Mersin Valiliği
desteğinde gerçekleştirilen kazıya destek
veren Mezitli Belediye Başkanı Uğur Yıldırım
da Nekropolise gelerek incelemeler hakkında
Yağcı ve İnan'dan bilgi aldı.
Kazı başkanı
Prof.Dr. Yağcı, alanda yaptığı açıklamada,
2002'deki Milli Egemenlik Caddesi'nin yapımı
sırasında ortaya çıkan bazı antik mezarlar
sonucu çalışma başlattıklarını anımsattı.
Bu kazıda 10x10
metrekarelik alanda 50 mezar çıkınca,
bölgenin sit alanı ilan edildiğini ifade
eden Yağcı, şöyle konuştu:
''Kentin
gelişimine uygun olarak yol çalışmaları
gerektiğinden bu yıl 25x25 metrekarelik
alanda başlattığımız kazıda, büyük bir
Bizans yapısı ile karşı karşıya kaldık.
Resmi ya da dini bir yapı olup olmadığını
henüz tespit edemedik. İçinde bulunan büyük
küpler ve lahit parçalarından bu alanda
işlik olabileceği konusunda öngörü oluştu.
Ancak yapının duvarlarının olduğu gibi
çöktüğünü görünce, bunun bir deprem sonucu
olabileceğini düşünerek Mersin Üniversitesi
ile iletişime geçtik.''
Nekropolisteki
yapıların doğal afet sonucu yıkıldığının
tahmin edildiğini vurgulayan Yağcı, ''Eğer
burası deprem sonucu yıkıldıysa, bu hem
Anadolu'nun, hem de Mersin'in deprem tarihi
için önem taşıyor. Mersin'deki arkeolojik
yapıların ne şekilde yıkıldığı, nasıl sona
erdiği bu kazılarla ortaya çıkıyor'' diye
konuştu.
Deprem izlerine
geçmiş yıllarda Sütunlu Cadde'de yapılan
kazılarda ulaştıklarını belirten Yağcı,
şunları kaydetti:
''Sütunlu
Cadde'de büyük anıtsal kapıların tabana
devrildiğini açığa çıkarmıştık. Milattan
sonra 525, yani 6. yüzyılın ilk çeyreğinin
görüntüsünün fotoğraflamıştık. Sanırım şu
anda bulduğumuz yapıda da bu söz konusu.
Ortaya çıkan tablo orijinaldır. Bu nedenle
bu anıtsal alanın bütünlüğünün korunması ve
özel bir çalışma yapılması lazım. Yoksa
bulduklarımız gelecek kuşaklara intikal
etmeyebilir.''
Nekropol alanda
yaptığı incelemeyi değerlendiren Prof.Dr.
İnan da, bölgede duvarların kuzey doğu
yönüne yıkılmasının ve kiremit dizileri
şeklinde yığılmasının geçmiş dönemde meydana
gelen depremlerle benzerlik gösterdiğini
söyledi.
Yıkıntıların
deprem izleri taşıdığı anlamına geldiğini
belirten İnan, ''İlk elde edilen bulgularda
bu depremin 527'li yıllarda meydana gelme
ihtimalinin büyük olduğu kanısına vardık''
dedi.
Batı Anadolu
bölgesindeki antik kentlerde bulunan opera
ve tiyatro salonları ile agoralardaki
devrilmelerin de buna benzediğine işaret
eden İnan, ayrıca elde ettikleri deniz
kabukluları ile de tsunami ve deniz
ilerlemesi olup olmadığını araştıracaklarını
kaydetti.
Tarihçilerin
kayıtlarına göre Kilikya bölgesinde 1268'li
yıllarda Adana'nın bulunduğu alanda büyük
bir deprem olduğu ve 60 bin kişinin
öldüğünün yer aldığını bildiren İnan, bunun
büyük bir deprem olduğunu ve buranın da o
depremin etkisiyle yıkılmış olabileceği
ihtimali üzerinde durduklarını sözlerine
ekledi.
Zaman, 14.08.2012
|
MESCİT ÜZERİNE AHIR İNŞA ETMİŞLER

Vakıflar Genel Müdürlüğü, adı sanı unutulmuş
mescitlerin, kazılarla tespit ettiği temel
kalıntıları üzerine yeni cami inşa ediyor. İlk
etapta 30 kadar kazıyla 20 kadar mescit inşaatı
başlatıldı , bir kısmı kısmen bitti.
'Çamlıca'ya
cami' tartışması, 'VIP Cami', Taksime'e cami'
tartışmasını gündemden düşürürken,
Vakıflar Genel Müdürlüğü, yangın ve depremlerle
yıkılan, insan eliyle de yok edilen tarihi
mescitleri, kazılarla gün yüzüne çıkarıp yeniden
inşa ediyor.
Vakıflar
İstanbul 1. Bölge Müdürlüğü, "İstanbul'u
İstanbul yapan mahalle mescitlerinin günümüze
ulaşamayanlarını gün yüzüne çıkarma" gerekçesiyle
'İhya amaçlı Cami Temel Araştırma Kazası' çalışması
yapıyor. Yer altından çıkartılan birkaç temel
kalıntılarıyla 30'ün üzerinde mescit inşatı
başlatıldı.
Vakıf Restorasyon Yıllık raporuna göre; özellikle de
18.yüzyılın sonlarında Ayvansaraylı Hafız Hüseyin
Efendi tarafından yazılan 'Hadikat'ül Cevami" ve
1913-1914 1. Dünya Savaşı öncesi hazırlanan 'Alman
Mavileri' kataplarında yer alan
İstanbul haritaları üzerinde yapılan tüspitlerle
başlatılan temel kazı çalışmalarıyla kalıntısına
ulaşılan 30 kadar mescitin inşaatı başladı.
Kazılarda kalıntıya rastlanmayan mescitler için
Koruma Kurulu kararıyla yeni projeler hazırlanıyor.
Tahmini yapılan projelerin bir kısmı Kurul'da
bekliyor.
Mescitlerin üzerinde ise ahırlar, imalathaneler,
hurda depoları, gecekondu tipi evler inşa edilmiş,
bazılar yediemin otoparkı olarak Vakıflar tarafından
kiraya verilmiş olduğu da ortaya çıktı.
Kazı sonucunda ulaşılan kalıntılar,
İstanbul Arkeoloji Müze Müdürlüğü'ne teslim
edilmek üzere inşaat alanında gelişi güzel
depolanarak bekletiliyor.
Vakıf Restorasyon Yıllık raporunda, "kazı
çalışmalarıyla ulaşılan temel kalıntılarının bir
kısmının sağlam, bir kısmının temel taşları dahi
talan edildiği belirtiliyor. Örneğin; Kaptan-ı Derya
Sinan Paşa, Hacı İlyas, Seydi Ali Bey Mescidi
temelleri kısmen sağlamdı. Bakkalzade, Süheyl Bey,
Mahmutağa, Kadem-i Şerif Semerhanesi, İsa kapı
Mescidi gibi yapıların temellerinin sağlam ancak
Simkeş Mescidi'ne ait neredeyse hiçbir kalıntı
bulunamadığı rapor edildi.
Kazıyla ortaya çıkarılan mescitlerin bazılarının
isimleri şöyle:
Fatih Kocadede Mahallesi Bakkalzade Sokakta
Bakalzade Mescidi, Yedikule istasyon Sokağı'nda Hacı
İlyas Mescidi,
Fatih Kasap İlyas Mahallesi'nde Kadem-i Şerif
(Etyemez) Tekkesi,
Fatih Molla Gürani Mahallesi Kaptan Sinan Paşa
Sokağı'nda Kaptan'ı Derya Sinan Paşa'ya ait Kaptan
Sinan Tekkesi, Mevlanakapı'da El Hac Mehmet Emin
Camii (Simkeş Mescidi), Fındıkzade'de Seydi Alibey
Mescidi, Beşiktaş Fındıklı Necatibey Caddesi'nde
Süheyl Bey Mescidi, Cankurtaran (Seyyid Hasan)
Mescidi, Zeytinburnu Merkezefendi'de Haci Mahmut Ağa
Mescidi ve Sibyan Mektebi, Cerrahpaşa'da İsakapı
(Esekapı) Mescidi, Kocamustafapaşa Alipaşa
Caddesi'nde Sucaattin Çavuş Mescidi, Mevlanakapı
Mücevher Sokak'ta Tarsuslu Mehmet Efendi Mescidi,
Fatih'teki Uzun Yusuf Mescidi..."
Kazada yalnızca kuyu ve birkaç taşa rastlanan
Mevlanakapı'daki Elhac Mehmet Emin (Simkeş)
Mescidi'nde henüz inşaat başlamadı ancak Tarsuslu
Mehmet, en son Mimar Sinan'ın restore ettiği
İsakapı'nın medrese inşaatı tamamlandı, mescit
çalışmaları ise sürüyor. Çevre düzenlemesi de
yapılıyor. Lale Devri'nin ilk eserlerinden sayılan
görkemli Ali Paşa Cemii'nin hemen karşısında inşa
edilen Sucaattin Çavuş Mescidi ise şimdilik apartman
katı görünümünde. Kaba inşaatı tamamlanan Haci
Mahmut Ağa Mescidi'nde bir yanda inşaat diğer yanda
kazı çalışmaları sürdürülüyor.
Bazı iddialara göre İstanbul'un yalnızca Fatih
İlçesi'nde 282 tarihi cami ve mescit kayıp.
Tarihi Yarımada'da 2 bin 300 tarihi eseri tescil
ettiren İstanbul Büyükşehir Belediyesi İmar ve
Şehircilik Daire Başkanlığı, 175 kayıp camiden
90'ının imar planında ihya edilmesini uygun
bulmuştu.
Habertürk, Haber: Şükran Özçakmak, 14.08.2012
|
NEANDERTALLERLE GEN BENZERLİĞİMİZİN NEDENİ ORTAK
ATALARIMIZ

Neandertallerle, Homo Sapiens'in gen
benzerliğinin nedeni hakkında yeni bir teori ortaya
atıldı. Teoriye göre, gen benzerliğinin nedeni
çiftleşme değil, ortak ata...
Cambridge Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma
Neandertallerle modern insanın yani Homo
Sapienslerin arasındaki gen benzerliğinin
nedeninin bir ortak ata olduğuna işaret etti.
Daha önce DNA benzerlikleri ilk keşfedildiğinde
iki farklı türün birbirleriyle çiftleşmeleri
nedeniyle böyle bir durum ortaya çıktığı
açıklaması getirilmişti.
Homo Neanderthalensis’in DNA yapısı ilk kez
2010 yılında yayınlandığında Afrika’daki
insanların DNA’larının yüzde 4’ünün
Neandertallerle aynı olduğu ifade edilmişti.
Araştırmacı Andrea Manica analizin ortak DNA
miktarını olduğundan fazla gösterdiğini ve
Afrika’daki modern insanların ataları olan
farklı popülasyonlar arasındaki genetik
varyasyonları dikkate almadığını savundu.
Manica, modern insanın Afrika'dan çıktıktan
sonra da farklı türlerle gen alışverişi
yaptığını düşünüyor.
Neandertaller 30 bin yıl öncesine kadar modern
insanla Avrupa ve Ortadoğu'da komşuydu.
Neandertallerin yok olmasının bir nedeninin de
modern insan tarafından avlanması olduğuna
yönelik tezler ortaya atılmıştı.
Hürriyet, 14.08.2012
|
2 BİN YILLIK BALIKÇI MEZARI VE BRONZ OLTA BULUNDU
Biga İlçesi'ne bağlı Kemer
Köyü'nde, antik dönemde
Troas bölgesinde balıkçılığın merkezi olarak bilinen
Parion antik kentindeki kazılarda, bir balıkçıya
ait yaklaşık 2 bin yıllık mezar ile mezarın içinde
bronzdan yapılmış orkinos oltası ve misina sarmaya
yarayan demir mekik bulundu.
Kültür ve Turizm
Bakanlığı'nca yürütülen kazının başkanlığını yapan
Atatürk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi
Prof.Dr. Cevat Başaran,
AA muhabirine yaptığı açıklamada, Parion'un antik
dönemde Troas bölgesinde balıkçılığın merkezi
konumunda olduğunu söyledi.
Kentte yaşayanların önemli bölümünün balıkçılıkla
uğraştığına işaret eden Prof.Dr. Başaran, ''Antik kentin sınırlarının yer aldığı
Kemer Köyü Parion'un merkezi durumunda. Köyde şu
anda bile balıkçılık çok gelişmiş durumda. Korunaklı
bir bölgede yer alan balıkçı barınağında onlarca
tekne bulunuyor. Günümüzde Kemer Köyü'nde balıkçılık
ne anlama geliyorsa, antik dönemde de Parion için
balıkçılık çok büyük bir öneme sahip'' dedi.
Prof.Dr. Başaran,
bunun en güzel örneklerinin Parion Nekropolü'nde
(mezarlık) görüldüğünü belirterek, ''Antik çağda da
kentte balıkçılıkla uğraşan
esnafların olduğunu biliyoruz. Hatta bazı
yazıtlardan Parion'da meslek grupları içinde bir
balıkçılar birliğinin olduğunu tespit ettik. Balıkçı
esnaflarının adının geçtiği yazıtlar var'' diye
konuştu.
Kazı çalışmaları sırasında bulunan yaklaşık 2 bin
yıllık mezarda, söz konusu
balıkçıya ait bronzdan yapılmış orkinos oltası ile
misina ipliği sarmada kullanılan
mekik ele geçtiğini dile getiren Başaran, şunları
kaydetti:
''Bunlar ölü hediyesi olarak mezara bırakılmış.
Günümüzden 2 bin yıl öncesinin kalıntıları. O
dönemde demir iyi kullanılan
bir maden. Mekik demirden yapılmış. Olta ise
bronzdan imal edilmiş. Ayrıntıya baktığımızda
misinayı tutması amacıyla oltanın uç kesimine ince
biz iz yapılmış. Olta el işçiliği açısından son
derece önemli. Bunlar dışarıdan gelmiş ya da
Parion'da üretilmiş malzemeler de olabilir. Kentte
balıkçılarla ilgili yazıtlarda en çok uskumru ve
orkinos avlandığını bilmekteyiz.''
Akşam, 14.08.2012
|
BUDA HEYKELLERİ İÇİN YENİ ŞANS
Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi (ICOMOS), 2001 yılında Afganistan’ın Bamyan bölgesinde Taliban tarafından yok edilen devasa Buda heykelleri için yeni bir girişim başlattı.
Merkezi Fransa’nın başkenti Paris’te bulunan ICOMOS’tan Bert Praxenthele, UNESCO’nun geçen yıl yeniden inşa etmekten vazgeçtiği heykelleri kurtarmak için ‘anastilosis’ adı verilen bir tekniğin kullanılabileceğini söyledi. 2004 yılından bu yana Bamyan Vadisi’nde Taliban’ın dinamitle patlattığı heykellerden kalan parçaları toplayan ve bazıları 40 ton ağırlığındaki parçaları özel koruyucu bir kaplama altında muhafaza eden Praxenthele, bu parçaların mümkün olan en az yeni materyal kullanılarak tekrar bir araya getirilebileceğini ileri sürdü.
Daha önce Atina’daki Partenon ve Akropolis’te kullanılan ‘anastilosis’ tekniğinin Bamyan’daki heykellere de uygulanabileceğini belirten Praxenthaler, “Teknik, aslında tıpkı bir yapboz yapmaya benziyor. Bu yapbozdaki kayıp parçaları jeolojik yöntemler kullanarak belirleyebiliriz” dedi.
2003 yılında Taliban rejiminin yıkılmasıyla bölgeye giren UNESCO arkeologları, 2 devasa Buda heykelini paramparça bir halde bulmuştu. Arkeologlar, o zamandan bu yana heykelleri tekrar insanlığa kazandırmak için çaba gösteriyordu.
Hürriyet, 14.08.2012
|
 |
KANALİZASYON KAZISINDAN TARİH ÇIKTI

Aksaray'a bağlı Yeşilova beldesinde belediyenin
kanalizasyon kazıları sırasında tarihi 3800 yıla
kadar uzanan çok sayıda esere rastlandı.
Acemhöyük Kazı Başkanı
Prof.Dr. Aliye Öztan, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, Yeşilova sınırları
içinde yer alan Acemhöyük'te kazı çalışmalarının
devam ettiğini söyledi.
Beldede belediyenin geçen yıl başlattığı
kanalizasyon çalışmasını da takip ettiklerini
belirten Öztan, ''Kanalizasyon çalışması yapılacak
güzergah sit alanından geçtiği için çalışmalar müze
ve kazı ekibinin denetiminde arkeologlar eşliğinde
yapılıyor'' dedi.
Kanalizasyon çalışması sırasında çok miktarda
tarihi eser çıktığını kaydeden Öztan, şunları ifade
etti:
''Höyükte yaptığımız kazının yanında
kanalizasyonda süren çalışmalarda da bazı buluntular
ele geçiyor. Bu parçalar tüme yakın
sağlam
olarak ele geçtiği gibi kasalar dolusu parça halinde
malzeme de var. Bir kısmı birleştirilebilecek
durumda. Bu bize şunu gösteriyor: Aslında
kanalizasyonun geçtiği alan 3. derece sit alanı. Bu
nedenle de döşeme işleminin denetimli şekilde
yapılması lazım. Biz de kanal döşenmesi için
kazıldıkça çıkan toprağı ve kesitleri kontrol
ediyoruz.''
Kanalizasyon hattında bulunan malzemelerin
höyükteki tabakalarla tamamen paralel bir yerleşimi
işaret ettiğini vurgulayan Öztan, ''Burası Asur
Ticaret
Kolonileri çağına ait bir aşağı şehrin varlığını
ortaya koyuyor. Biz 1. derece sit alanı olarak
ayrılan kısımda aşağı şehrin bir bölümünü zaten
tanıyorduk. Ama 3. derece sit alanında da aynı
kalıntıların varlığını kanıtlayan bulgular bunlar''
diye konuştu.
Acemhöyük'te Asur Ticaret Kolonileri çağına ait
keklik biçiminde bir kap bulunduğunu belirten Öztan,
şöyle devam etti:
''Bu çağın ticaret merkezi olan Kültepe'de
örnekleri bulunmuş olan keklik biçiminde bir içki
kabı ya da sunu kabı Acemhöyük'te de ele geçti.
Boyalı olarak
yapılmış ve tesadüfen kepçenin aldığı toprağın
içinde sağlam olarak
bulundu.
Kekliğin tüyleri boyalarla gösterilmiş. Arka
kısmında bir delik var. Bu delikten içine konulan
sıvı, kekliğin delik olan ağzından dökülerek sunu
yapmaya yarıyor. Bu kap, Asur Ticaret Kolonileri
çağında Kaniş'in de aşağı şehrinden tanınan bir
malzeme. Bunun dışında sağlam
olarak yonca ağızlı bir testi, yuvarlak ağızlı bir
testi ve çanak bulundu. Diğer malzemeler
özellikle yerleşim yeri
içine gömülmüş mezarların kalıntıları ile çok sayıda
kap parçasından oluşuyor.''
Öztan, eserlerin tamamının Asur Ticaret Kolonileri
çağına ait olduğunu ve 3700 ile 3800 yıllık bir
döneme tarihlendiğini sözlerine ekledi.
Acemhöyük kazıları
Acemhöyük'te kazı çalışmaları 1962 yılında
Prof.Dr. Nimet Özgüç
başkanlığında başladı. 1989 yılından bu yana
çalışmalar Prof.Dr.
Aliye Öztan başkanlığında sürdürülüyor.
Kazılarda Akad ve Hitit yazıtlarında adı geçen
Asur kenti 'Puruşhattum' ortaya çıkarılmaya
çalışılıyor. Asur Ticaret Kolonileri'ne ilişkin
yapıların saptandığı kazılarda, bugüne kadar MÖ
2600-1700 yılları arasına tarihlenen 12 tabaka
ortaya çıkarıldı. Anadolu'nun en büyük höyüklerinden
biri olan Acemhöyük'te, Sarıkaya
Sarayı, Hatipler
Sarayı, evler, damga ve
silindir mühürler, çeşitli
bezeme ve biçimlerde çanak çömlek, kumaş
izleri ve boncuklar,
altın süs eşyası, fildişi yapıtlar ve
oyun tahtası gibi buluntulara
rastlandı.
Anadolu'da döneminin önemli maden üretim
merkezlerinden olan Acemhöyük'te, koloni çağına ait
resmi ya da özel bütün
yapılarda çok sayıda maden ve maden işleme
ürünleri bulundu.
Akşam, 14.08.2012
|
"BU BİNAYI KORUMAK BİZİM GÖREVİMİZ"

Bosna Hersek'in başkenti
Saraybosna'nın en eski mahallesi Vratnik'te
yaşayan Çatiç ailesi, Osmanlı devlet adamları Dizdar
Mehmet Ağa ve Topal Osman Paşa'nın da
kullandığı konağı,
bugüne kadar aslına uygun
olarak korumayı başardı.
Saraybosna'nın en
eski mahallesi Vratnik'te bulunan ve koruma altına
alınan tarihi konak, başkente gelen turistlerin
uğrak yerlerinden biri haline geldi.
Osmanlı döneminde (18. yüzyıl), padişaha isyan
etmesi üzerine boğularak öldürülen Dizdar Mehmet Ağa
için inşa edildiği belirtilen binaya ait evraklarda,
aynı binada 1866'da da dönemin Osmanlı devlet adamı
Topal Osman Paşa'nın yaşadığı görülüyor.
Öldürülen Dizdar Mehmet Ağa'nın eşinin, kocasının
ölümünden sonra, yakınlardaki caminin imamı Çato ile
evlenerek ailesiyle yaşamaya devam ettiği tarihi
konak, bugün de "Çatiç Evi" olarak biliniyor.
Döşekleri, minderleri, işlemeli yastık kılıfları
ve kilimleriyle orijinal görünümünü bugün de hala
koruyan konak, Saraybosna'ya gelen turistlerin ilgi
gösterdikleri mekanlar arasında yer almasının yanı
sıra birçok dizi, klip ve sinema filmine de ev
sahipliği yaptı.
Çatiç Evi'nin tarihi hakkında AA muhabirine bilgi
veren konağın şimdiki sahibi Recad Çatiç, Osmanlı
devlet adamlarından Topal Osman Paşa'nın, dönemin en
tehlikeli hastalığı olan koleradan korunmak için
yüksek ve güvenli bir yerde oturmak istediğini,
ayrıca hem manzarası hem de mimarisiyle ilgi çeken
konağı kullanmaya karar verdiğini anlattı.
Tarihi konağın, yapıldığı dönemden bu yana birçok
savaşa tanık olduğunu ifade eden Çatiç, "1945
yılında partizan birlikleri konağın yakınlarındaki
Vişegrad Kapısı'ndan girdiklerinde, evimize 40
civarında yaralı asker getirildi. Avluya büyük bir
kazan konulup yaralıların ve komşuların yiyecek
ihtiyaçları gideriliyordu" dedi.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra konağa, Çatiç
ailesinin yanı sıra Anıtlar Koruma Kurumu'nun da
sahip çıktığını ifade eden Çatiç, konağın anıt
olarak korunduğunu belirtti.
Aile olarak konağın görünümü dahil hiçbir şeyinin
değiştirilmesine müsaade etmediklerini belirten
Çatiç, "Elimizden geldikçe evin orijinal görüntüsünü
korumaya çalıştık. Döşekleri, minderleri, işlemeli
yastık kılıflarını, kilimleri, hepsini koruduk ve
hiçbir şeyi atmadık" diye konuştu.
Son savaşta, özellikle Saraybosna kuşatması
esnasında evin çok hasar gördüğünü, bu nedenle daha
sonra eski görünümü olabildiğince korunarak tadilat
yaptıklarını anlatan Çatiç, şunları söyledi:
"Eski cam ve perde gibi detayları bile koruduk,
süs olarak kullandık. Her şeyin görünümü eskisi
gibi, sadece malzemeleri yeni. Evin dış tarafındaki
demirler, içindeki minderler, raflar, bakır eşyalar,
tablolar ve diğer benzer tüm detayların orijinal
halini muhafaza ettik. Tüm bu eşyalar, en az ev
kadar eski, yani yaklaşık 200 senelik."
Eski Saraybosna Üniversitesi Mimarlık Fakültesi
öğretim üyesi Profesör Yuray Naydhart'ın
öğrencilerini bizzat konağa getirerek eski yapıların
ne kadar dayanıklı olduğu göstermek istediğini
belirten Çatiç, "Birkaç tonluk ev, 4 kolonun üstünde
duruyor. Profesör, o zamanki ustaların, statik
hesapları bile yapmadan nasıl dayanıklı binalar
yaptıklarını göstermek istiyordu" diye konuştu.
Topal Osman Paşa'nın yazlık konağının bir anıt
olduğunu ve seyahat acentalarının kataloglarında bu
tarihi eve yer verdiklerini belirten Çatiç,
babasından yadigar kalan konağı çocuklarına
devredeceğini, onlardan da bu şekliyle konağa sahip
çıkmalarını isteyeceğini söyledi.
Çatiç, kendi gelenekleri ve Osmanlı döneminin yaşam
tarzını en iyi şekilde yansıtan bu tarihi binayı
korumanın kendileri için bir görev olduğunu
sözlerine ekledi.
Akşam, 14.08.2012
|
 |
VİRANEYDİ, ŞAHANE OLDU
İzmir Büyükşehir Belediyesi, 15. yüzyıldan kalan ve yıkılmak üzere olan Pınarbaşı Hamamı’nı Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nden kiralayarak restore etti.
Yıllardır virane olarak atıl durumda kalan ve yıkılmaya yüz tutan Pınarbaşı Hamamı, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin çalışmasıyla kente kazandırıldı. “Eski işlevine uygun olarak” açılacak olan tarihi Hamam, önümüzdeki günlerde kentin hizmetine sunulacak.
Büyükşehir Belediyesi, Hamam’ı eski haline döndürmek için gerekli sağlamlaştırma ve düzenleme çalışmalarını gerçekleştirdi. Tarihi yapıdaki mevcut eski sistem temizlenip korunarak yeni ısıtma sistemiyle kullanılır hale getirildi.
Yapılan sondaj çalışmalarında, o dönemde uygulanan özel yapı malzemelerine rastlanılan tarihi hamam, tek mekanlı hamamlar grubunda yer alıyor ve “soyunmalık”, “ılıklık”, “usturalık”, “sıcaklık”, “su deposu”, “külhan” ve “odunluk” mekanlarından oluşuyor.
Milliyet, 14.08.2012
|
'GAZİ TOPLAR' 97 YIL SONRA GÜN YÜZÜNE ÇIKACAK

Çanakkale Savaşları sırasında boğazın savunması
için Kumkale ve Halileli bölgelerinde kullanılan 9
top toprak altından çıkarılacak
Çanakkale Valiliği, Çanakkale Boğaz ve Garnizon
Komutanlığı, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
(ÇOMÜ) ile Kumkale Belediyesi tarafından yürütülen
çalışma kapsamında, toprağın yaklaşık 1,5 metre
altında, namlu çapı 24-26 santimetre, namlu uzunluğu
ise 5 metre dolayında olan topların gün yüzüne
çıkarılması için ilk kazma vuruldu.
Bölgeye gelen Vali Güngör Azim Tuna, Çanakkale Boğaz
ve Garnizon Komutanı Tuğamiral Mesut Özel ile
Kumkale Belediye Başkanı Süleyman Erte'ye,
çalışmanın koordinatörü ÇOMÜ Öğretim Üyesi Yrd.
Doç.Dr. Burhan Sayılır tarafından bazı bilgiler
aktarıldı.
Vali Tuna, yaptığı açıklamada, 1. Dünya Savaşı'ndan
kalma topların, üzerinde bulundukları arazide toprak
altında olduğunu söyledi.
Topların bir kısmının Kumkale beldesinde, bir
kısmının ise Halileli Köyü'nde olduğunu dile getiren
Tuna, "Bu tip toplarımız İntepe dolaylarında da var.
Topların gün yüzüne çıkarılmasına karar vermemiz
bahar aylarında oldu. Havaların yağışlı geçmesi
nedeniyle, toprağın kurumasını bekledik. Temmuzdan
önce yapamazdık. Şimdi artık bu çalışmayı
başlatıyoruz. En azından Kumkale ve Halileli
civarındaki topları çıkarmış olacağız" dedi.
Tuna, topların uygun görülecek yerlere
nakledileceğini ifade ederek, şöyle konuştu:
"Bu şekilde toplarımızı ziyarete açmış, 97 yıldır
toprağın altında yatan bu topları, 'gazi topları'
ilimize ve insanlarımıza tekrar kavuşturmuş
olacağız. Bundan sonra İntepe bölgesindeki diğer
topları çıkartıp, eksik kalan görevi yerine
getirmeye çalışacağız.
Çanakkale Savaşları ile ilgili Anadolu yakasında
bu zamana kadar çok fazla bir şey yapılamadı. Hep
Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı içindeki
savaş alanlarında birtakım yatırımlar yapıldı.
Bundan sonra,
Çanakkale Savaşları'nın 100. yılı olan 2015'e
kadar Anadolu yakasında insanlarımızın geldiğinde
ziyaret edebileceği mekanlar oluşturmamız lazım.
Çünkü Kumkale bölgesinde Fransızlarla çok kanlı
muharebeler oldu.
Şehitlerimiz var. Onlara yakışır bir şehitlik
yapacağız. Orhaniye Tabyaları'nı yeniden tanzim
edeceğiz. Bu toplarımızın bir kısmını da belki bu
tabyalarda sergileyebiliriz. İşin başında uzman
arkadaşlarımız var. Tabiat Varlıklarını Koruma
Kurulu ile Kültür ve
Turizm Bakanlığı'ndan kazılar için gerekli
izinler alındı. Artık çalışma başlayacak, inşallah
bir
ay sonra da topların toprak yüzeyine çıkmış
halini görebileceğiz."
Konuşmanın ardından, Kumkale bölgesindeki topların
bulunduğu araziye ilk kazmayı Vali Tuna, Çanakkale
Boğaz ve Garnizon Komutanı Tuğamiral Özel ile
Kumkale Belediye Başkanı Erte vurdu.
Buradaki etkinliğin ardından çalışmanın koordinatörü
Yrd. Doç.Dr. Sayılır, Vali Tuna ve
beraberindekileri Halileli bölgesine götürüp, burada
toprak altında yer alan diğer topları gösterip,
bilgilendirdi.
Gazi toplar
Çanakkale Boğazı'na yönelik 3 Kasım 1914 tarihinde
girişilen saldırıdan, son düşman askerinin Gelibolu
Yarımadası'ndan ayrıldığı 9 Ocak 1916'ya kadar
faaliyet gösteren topların bazı aksamları, 1918'deki
Mondros Mütarekesi'nin ardından kullanılmaması için
tahrip edildi. Bölgeye yapılan göçlerin ardından,
tarlaların tahsisi sırasında insanlar, topların
üzerlerine toprak atarak arazilerini tarıma
elverişli hale getirdi.
Cnn Türk, 14.08.2012
|
CINGIRT KAYASI'NDA ARKEOLOJİK KAZI ÇALIŞMASI
BAŞLATILDI

Ordu'nun Fatsa
İlçesi'nde bulunan ve geçen
yıl yüzey araştırması yapılan Cıngırt Kayası’nda
2 bin 150 yıl öncesine ait Hellenistik dönemine
ait veriler elde edildi.
Ordu Valisi Orhan
Düzgün, Gazi Üniversitesi Arkeoloji Bölümü
Arkeologları tarafından Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kültür Varlıkları Müzeler Genel
Müdürlüğü’nün izniyle Müze Müdürlüğü yönetiminde
Yrd. Doç.Dr. Ayşe Fatma Erol ve 9 arkeolog
tarafından bu yıl başlatılan kazı çalışmalarının
yürütüldüğü Fatsa Cıngırt Kayası’nda çalışan
ekibi kazı evinde ziyaret etti.
Cıngırt Kayası’nda yapılan
ilk
kazılarda Hellenistik döneme ait buluntulara
ulaşıldığını söyleyen Vali Orhan Düzgün, “2010
yılında Kurul Kalesi’nde başlattığımız kazıların
ardından, Cıngırt Kayası’nda bulunan eserler de
Mitridates Krallığı’na ait” dedi. Vali Düzgün,
kültür turizminin gelişmesi adına Kurul Kalesi
ile Cıngırt Kayası’nda ortaya çıkan eserlerin
umut vaat ettiğine dikkat çekti.
Geçen yıl Vali Orhan Düzgün’ün isteği
doğrultusunda Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür
Varlıkları Müzeler Genel Müdürlüğü’nün izniyle
yüzey araştırması yaptıklarını söyleyen Yrd.
Doç.Dr. Ayşe Fatma Erol ise, ”Bu araştırmada
Hellenistik döneme tarihlenen veriler elde ettik.
Burada
gördüğümüz mağara şeklindeki mimari, tarihte
Karadeniz Bölgesi’nde birçok
yerde
uygulanan özelliğe sahip. Burada sadece
Hellenistik döneme değil, daha sonraki dönemlere
ait iskanlar olduğunu da gördük” diye konuştu.
Mynet Haber, 13.08.2012
|
ENGELSİZ MÜZE VE SARAYLAR PROJESİ AYASOFYA İLE
BAŞLIYOR

Türkiye Omurilik Felçlileri Derneği (TOFD)
tarafından 2010 yılında başlatılan
'Engelsiz
Müze ve Saraylar Projesi',
Ayasofya
ile başlıyor. Derneğin yazılı açıklamasına göre,
proje İstanbul'daki önemli tarihi ve turistik
merkezlerin engelliler için kolay ulaşılabilir hale
getirilmesini kapsıyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul IV
Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'ndan
çıkan karar ile Ayasofya Cami ve Müzesi'nin
erişilebilir olması için,
Ayasofya Müzesi
ile İstanbul Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü
görevlendirildi. Proje kapsamında çalışma yapılan
müze ve saraylar, İstanbul İl Kültür Müdürlüğü'ne
bağlı Arkeoloji Müzesi, Topkapı Sarayı Müzesi,
Ayasofya Müzesi, Türk ve İslam Eserleri Müzesi,
İslam Bilim ve Teknolojisi Müzesi, Yıldız Sarayı
Müzesi ile Rumeli Hisarı Müzesi oldu.
TOFD'nin hazırladığı ve tüm engel gruplarını
kapsayan projeyle, engellilerin Ayasofya Müzesi'ni
rahatça gezmesi için mevcut rampa ve engelli
tuvaletleri standartlara uygun hale getirilecek.
Ayasofya'nın ardından 6 müze ve saray daha
erişilebilir olacak.
TOFD Başkanı Ramazan Baş, dünyada
benzer örneklerde olduğu gibi, Türkiye'nin,
özellikle de İstanbul'un engelli turizmini
sahiplenmesi ve bu konuda çalışma yapması adına
''Engelsiz Müze ve Saraylar Projesi'' için 2 yıldır
çaba harcadıklarını belirtti. İstanbul'un önemli
tarihi mekanlarının rahatça gezilebilmesi için
tarihi dokulara zarar vermeden ''ufak'' dokunuşlarla
projeleri hazırlayıp, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile
Anıtlar Kurulu'na sunduklarını aktaran Baş, Ayasofya
Müzesi ile uygulamaya geçtiklerini bildirdi.
Baş, Atina'da 152 metre yükseklikte bulunan
Akropolis'e engellilerin çıkması için
dışarıdan lift yapıldığına değinerek, ''Bizim
eserlerimizde ihtiyacımız olan temel şeyler; rampa
ve tuvaletler. Oldukça kolay aşılabilecek bu
engellerle, dünyada büyük bir hacme sahip olan
engelli turizmi, İstanbul için büyük bir artı değer
olacaktır'' değerlendirmesi yaptı.
Projenin sonunda İstanbul Erişilebilir Gezi
Rehberi ile yapılan çalışmaların
belgeseline başlayacaklarını açıklayan Baş, Kültür
ve Turizm Bakanlığı'nın desteğiyle, çalışmaları bir
an önce bitirerek engellilerin de tarihi yerinde
görmesini ve turizme katkı sunmayı amaçladıklarını
kaydetti.
Yapı, 13.08.2012
|
1800 YILLIK SÜTUNLAR YENİDEN AYAKTA

Mersin'in Mezitli İlçesi'ndeki Soli Pompeiopolis
antik kentinde başlatılan çalışma sonuçunda,
MS 2. ve 3. yüzyıllara ait, karşılıklı
14 sütun ayağa kaldırıldı.
Kazı başkanı Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Müze
Bölümü
Öğretim Üyesi Prof.Dr. Remzi Yağcı, yaptığı
açıklamada; Neolitik, Hellenistik, Roma dönemleri
gibi birçok dönemi bünyesinde barındıran Soloi
Pompeiopolis'in, Mersin tarihinin zenginliğini
ortaya koyduğunu, gerçekleştirdikleri kazılarla
tarih bilincini oluşturmayı ve bulunan kalıntıları
gelecek kuşaklara aktarmayı amaçladıklarını dile
getirdi.
Bir yandan kazı çalışmaları sürerken, diğer yandan
Sütunlu Cadde'nin güney ucunda yaklaşık bir yıl önce
bir pilot projenin
başlatıldığını söyleyen Yağcı, ''Sütunlu Cadde'deki
200 sütundan 33'ü günümüze kadar ayakta kalabilmiş.
Başlatılan çalışma ile karşılıklı 7'şer olmak üzere
14 sütun ayağa kaldırıldı. İlerde yapılacak
restorasyonlarda bu sayının artırılmasını
planlıyoruz'' dedi.
Bölgenin turizm potansiyeline de dikkat çeken
Yağcı ''Aynı zamanda burayı açık hava müzesine
dönüştürme düşüncesindeyiz. Restorasyon çalışması
ile beraber bir müze açılabilirse, Soli Pompeiopolis
gerçekten önemli potansiyeli olan Mersin turizminde
önemli bir yer edinebilir. Sütunlu Cadde'ye bağlanan
liman da çok önemli. Buranın da kamulaştırılması
halinde; Mezitli, dolayısıyla Mersin yaklaşık 400
metre uzunluğunda, 30 metre genişliğinde bir tarihi
alana kavuşacak" diye konuştu.
Akşam, 13.08.2012
|
MÜZELER DARPHANE GİBİ
Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı 189 müze ve 131 ören yerinden yılın ilk yarısında 108 milyon 151 bin 392 lira gelir elde edildi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı 189 müze ve 131 ören yerini, yılın ilk yarısında 12 milyon 797 bin 501 kişi ziyaret etti, bu ziyaretlerden, 108 milyon 151 bin 392 lira gelir elde edildi.
Topkapı Sarayı, Ayasofya Müzesi ile Efes Ören Yeri, yılın ilk yarısında yerli ve yabancı turistlerin en çok ziyaret ettiği üç yer oldu. 429 bin 717 yerli turist de müze ve ören yerlerine girişte ekonomik yönden büyük kolaylık sağlayan Müze Kart satın aldı.
Geçen yıl 19 milyon 696 bin 624 kişinin ücretli, 8 milyon 766 bin 269 kişinin ise ücretsiz gezdiği müze ve ören yerleri, bu ziyaretlerden 253 milyon 892 bin 756 lira gelir sağlamış, 898 bin 504 kişi de Müze Kart sahibi olmuştu.
Akşam, 13.08.2012
|
 |
GÜNAY: ÖNEMLİ BİR HEYKEL BULUNDU YERİNİ SÖYLEMEM
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, çeşitli inceleme ve açılışlar için geldiği Şanlıurfa’da “çok özel bir heykel” müjdesi verdi. Önceki gün Harran’da Hz. Yakup kuyusunun çevre düzenlemesi ve parkın açılışını yapan Günay, yeni bulunan eserin yerini şimdi söylemeyeceğini, Türkiye’ye duyurunca dünyanın bunu haber yapacağını belirtti.
Yeni bulunan heykelin “Anadolulu olduğunu, Romalı olmadığını”, bu sırrı başarıyla sakladıkları dile getiren Günay konuşmasına şöyle devam etti:
“Genel Müdürümle Hatay’a gittik. 3 bin yıl önce Anadolulu bir Kral Hitit Şuppiluliuma 1.5 ton ağırlında güzel bir heykel yaptırmış. Kolunda aslanlı presler var, saçları ve sakalları çok güzel taranmış, gözleri özel bir taştan yapılmış bir eserdir. Şimdi burada söylüyorum. Pazartesi sabah, Kadir gecesine uygun çok yakışacak bir yeni armağını Türkiye’ye tanıtacağız. Şimdilik bunu nerede bulunduğunu, şimdilik bana sormayın. Harran güzel gelişmelerin müjdecisi olsun.”
Milliyet, Haber: Ali Leylak - Ömer PInar, 13.08.2012
|
BOĞAZKÖY SFENKSİ ÇORUM'A BEREKET GETİRDİ

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın yoğun
çabaları sonucu, götürüldüğü Almanya'dan yaklaşık
100 yıl sonra ana vatanı Çorum'un Boğazkale
İlçesi'ne getirilen Boğazköy Sfenksi ilçeyi ziyaret
eden turist sayısını artırdı.
AA muhabirinin derlediği bilgilere göre, bir
zamanlar Hititler'in başkentliğini yapan Hattuşa'da
güney kapısının sağ tarafında bekleyen 3 bin 500
yaşında, 2.55 metre yüksekliğinde ve 1.5 ton
ağırlığında olan Boğazköy Sfenksi, 1906 yılında
Almanlar tarafından yapılan kazılar sırasında
Yerkapı mevkisinden çıkarıldı.
Kazılarda bulunan 2 sfenks ve yaklaşık 10 bin 400
çivi yazılı tablet, temizlenip onarıldıktan sonra
1917'de iade edilmek şartıyla Osmanlı
İmparatorluğu'nun izni alınarak Berlin'e götürüldü.
Onarımları biten tabletler ile bir sfenks
Türkiye'ye iade edildi ancak
Boğazköy Sfenksi, Almanya ile yapılan görüşmelere
rağmen ana vatanına gönderilmeyip Berlin Pergamon
Müzesi'nde uzun yıllar sergilendi.
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın
girişimleri sonucu Boğazköy Sfenksi, yaklaşık 100
yıllık ayrılığın ardından 28 Temmuz'da
Türkiye'ye getirilerek,
4 Kasım'dan itibaren de ait olduğu coğrafya
Hattuşa'da sergilenmeye başlandı.
Hattuşa'ya ev sahipliği yapan Boğazkale İlçesi'ndeki
yenilenen Boğazköy
Müzesi'nde ziyarete açılan sfenks, yerli ve yabancı
çok sayıda turistin ilgisini çekiyor.
Yenilenerek
modern hale getirilen Boğazköy Müzesi, Boğazköy
Sfenksi'nin yanı sıra İstanbul'dan getirilen diğer
sfenkslerle birlikte ilçenin turizm potansiyeline
büyük katkı sağlıyor.
Çorum Müzesi'ne bağlı olarak
hizmet
veren Boğazköy Müzesi Müdürü Dr. Önder İpek, Kültür
ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın, Almanya'ya
götürülen sfenksin vatanına gelmesi yönündeki yoğun
çabaları sonucu, sfenksin 4 Kasım'da Boğazkale
İlçesi'ne getirildiğini belirtti.
Sfenksin bulunduğu topraklarda sergilenmesi ile
ilçeye gelen turist sayısının arttığına işaret eden
İpek, şunları kaydetti:
''Boğazköy Müzesi, son derece çağdaş müzecilik
anlayışı ile tematik sergisi olan bir müze haline
getirildi. Boğazköy Sfenksi'nin yanı sıra
İstanbul'da sergilenen diğer sfenks de müzeye
getirildi. Her iki sfenksin de müzeye
yerleştirilmesi turist potansiyelini olumlu
etkiledi. İstatistiki rakamlara baktığımızda geçen
yıla oranla müzeyi ziyaret eden turist sayısında
yüzde 40'lık bir artış var. Boğazkale İlçesi'nde
turizme yönelik de bazı altyapı çalışmaları yapıldı.
Kaymakamlığın çalışmaları ile Kadeş Anıtı'nın
yapılması, Dulkadiroğullları'na ait tarihi bir
konağın restore edilmesi ilçenin çehresini
değiştirdi. İlçe halkı turizmden büyük bir gelir
bekliyor, turist sayısındaki artış onları da
mutlu ediyor.''
Ücretsiz ziyaret edilebilen Boğazköy Müzesi'nin yanı
sıra dünyanın en eski başkentlerinden olan,
UNESCO'nun ''Dünya Kültür Mirası Listesi''nde yer
alan 7 bin yıllık Hitit başkenti Hattuşa ören yeri
ile Hattuşa şehrinin dışında yer alan, yüksek
kayalar arasına saklanmış Yazılıkaya Açık Hava
Tapınağı da ziyaretçilerini bekliyor.
Akşam, 13.08.2012
|
"CAMİ İSTEMİYORUZ" EYLEMİ

Başbakan Yardımcısı
Bülent Arınç'ın,
Trabzon'un önemli tarihi eserlerinden olan
Ayasofya Müzesi'nin ibadete açılacağını
açıklamasına tepkiler sürüyor. Bir grup sanatçı ve
vatandaş, Ayasaofya Müzesi'nin önünde toplanarak
basın açıklaması yaptı. "Ayasofya dünya mirası,
Trabzon'un markası", "Trabzon'da
3 değerimiz, Atatürk Köşkü, Sümela Manastırı,
Ayasofya Müzesi" ve "Huzurlu turizmi huzursuz
etmeyin" yazılı dövizler taşıyan
kalabalık adına konuşan yazar Ahmet Şefik
Mollamehmetoğlu, Ayasofya'nın 13. yüzyılda Kommenos
devleti tarafından, kilise olarak yapıldığını
hatırlattı.
Fatih Sultan Mehmet'in Trabzon'u fethinden sonra o
günkü koşullar içinde cami olarak hizmet veren
tarihi yapının artık bu anlamda bir ihtiyacı
olmadığı için yeniden camiye dönüştürülmesine gerek
kalmadığını savunan Mollamehmetoğlu, "Bu bölgede
yeterince cami vardır. Burayı camiye dönüştürmek
tamamen gereksiz ve dışarıdan empoze edilen bir
tartışmadır" dedi. Yöre halkı adına konuşan Fatih
Mahallesi Muhtarı Zeki Batar, mahallede iki büyük
cami bulunduğunu belirterek, yeni bir camiye ihtiyaç
olmadığını söyledi. Muhtar Batar, günde ortalama
25-30 otobüs turistin müzeye geldiğini hatırlatarak,
"Burada amaç Trabzon'un kanayan bir yarasına merhem
olmaktır. Bu nedenle burada toplandık, bu nedenle
cami yapılmasını istemiyoruz. bunu herkes görsün"
diye konuştu. Kalabalık daha sonra olaysız şekilde
dağıldı.
Habertürk, Haber: Kenan Taşkın, 13.08.2012
|
BÜYÜKŞEHİR'DEN 'TARİHİ' DESTEK
Büyükşehir Belediyesi, Balkanlar’daki tarihi
miras çalışmalarına bir yenisini daha ekledi.
Kosova’nın Kaçanik bölgesinde yaklaşık 500
yıl önce yaptırılan Sinan Paşa Camii’ni özgün
kimliğine kavuşturmak için
restorasyon çalışmalarına başlandı.
Sadrazamlığın yanında Tunus’tan
Yemen’e, İran’dan Mısır’a,
Macaristan’dan Avrupa’nın içlerine kadar
birçok bölgede Osmanlı ordularına
komutanlık yapan Sinan Paşa tarafından inşa
edilen ve zamanla güçsüz düşen tarihi cami,
Büyükşehir Belediyesi’nin girişimleriyle
Bursalı hayırsever işadamları Ali Yedikardeş ve
İbrahim Alagöz tarafından orijinaline uygun hale
getirilecek.
Balkan ülkeleriyle Bursa’nın ve
Türkiye’nin Osmanlı padişahları tarafından
yüzyıllar önce çözülmeyecek şekilde
örüldüğünü kaydeden Başkan Altepe, Büyükşehir
Belediyesi olarak tarihin kendilerine yüklediği
sorumluluğa sahip çıktıklarını, üzerlerine düşen
görevleri büyük bir heyecanla yerine
getirdiklerini söyledi.
Sinan Paşa Camii’nin restorasyonuna
yönelik çalışmaların başlatılması nedeniyle
düzenlenen törende konuşan Büyükşehir Belediye
Başkanı Recep Altepe, içerisinde namaz
kılmaktan zevk aldığı 500 yıllık mabedi yeniden
özgün kimliğine kavuşturacak adımları atmaktan
dolayı duyduğu mutluluğu dile getirdi.
Altepe, "Büyükşehir Belediyesi olarak, Bursalı
hayırsever işadamlarımızın desteğiyle
çalışmalara başladık. ’İşin en güzeli, en kısa
zamanda bitenidir’ diyoruz.
İnşallah en geç önümüzdeki yıl bu camiyi avlusu
ve çevre düzenlemeleriyle beraber tamamlayarak,
açılışa hazır hale getireceğiz. Kosova için,
kültürümüz için hayırlı olsun" dedi.
Bursa Olay, 13.08.2012
|
GÜNDÜZ VAKTİ 20 METRELİK BİNADAN SAATİ ÇALDILAR
İngiltere'de 20 metre
yüksekliğindeki tarihi binada bulunan büyük bakır
saat, metal hırsızları tarafından çalındı.
Newcastle'da, bölgenin bilinen eski yapılarından
Co-operative binasının en üst katında, duvara sabit
duran büyük bakır saat, üstelik de gündüz vakti iki
kişi tarafından çalındı. 1932'de yapılan bina 20
metre yüksekliğinde ve geçtiğimiz sene de sanat
merkezine dönüştürülmesi teklifiyle kapatılmıştı.
Polis faillerin peşinde.
Sabah, 13.08.2012
|
|
HALİÇ'TE BİR TARİHİ TÜNEL YOK EDİLDİ

Fatih’te Yavuz Sultan Selim Mahallesi Set Üstü
Sokak’ta tarihi eserlerin üzerine apartman yaptılar.
İstanbul 4 Numaralı Kültür Varlıkları Bölge
Koruma Kurulu üyeleri bu vicdansızlığa göz
yumdukları gerekçesiyle cumhuriyet savcılığına sevk
edildi. Bir profesör ve 3 doçent de dahil bazı kurul
üyelerinin üyeliklerine Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay tarafından son verildi. Savcılığa
sevk edilenler arasında tanıdık bir isim de yer
aldı. Ayvansaray’da müteahhide farklı, vatandaşa
farklı proje dilekçesinin altında imzası bulunan
Fatih Belediye Başkan Yardımcısı Talip Temizer de
savcılığa sevk edildi.
2011 yılında başlayan inşaat alanında toprak
altından taşınmaz kültür varlığı niteliğinde tarihi
mahzen ve tarihi eser niteliğinde büyük tünel ortaya
çıkarıldı. Buna rağmen üzerine alelacele beton
atılıp tarihi mahzen toprakla kapatılıp inşaata
devam edildi. Ancak çevredeki vatandaşlar temel
aşamasında çıkan bu tarihi eserleri fotoğraflayarak
önce Fatih Belediyesi’ne şikayet etti. Belediye,
“İnşaat yasaldır” cevabını verince vatandaşlar
fotoğraflar ve video kaydını
Kültür ve Turizm Bakanlığı ile
İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne ihbar etti.
Dilekçede temel kazılarından çıkan tarihi eserlerin
Haliç ’ten Marmara Denizi’ne kadar uzandığı
söylenen dehlize ait olabileceği ve bu tarih
talanına ‘dur’ denilmesi gerektiği görüşüne yer
verildi.
Müze: İnşaat kaçak
İstanbul Arkeoloji Müzesi Arkeolog Arzu Toksoy
Gölbaş’ı yerinde denetim için görevlendirdi. Gölbaş
10.01.2012‘de bir rapor hazırladı.
Raporda; ‘‘Parselde inşaat çalışmalarının devam
ettiği, temel betonunun atıldığı, sondaj kazılarında
tespit edilen duvarın yerinde korunduğunu görüldüğü,
şikayet dilekçelerinde bahsi geçen kalıntıların,
temel betonun dökülmüş olması ve bu kısmın beton
seviyesinde toprakla dolu olması nedeniyle
görülemediği, bahsi geçen kalıntıların parselin
denize bakan kısmında ortaya çıktığı ve bu kısmın
dik yamaçla aşağı doğru indiği, ancak bu kısmın
inşaat alanının dışında kaldığı için çalışma
yapılamadığı’’ belirtildi.
Kurul: İnşaata devam
Müze rapora bir üst yazı yazarak, inşaat
faaliyetlerinin müze denetimi dışında yapıldığını,
temel betonunun da denetimi dışında atıldığını 4
No’lu Koruma Kurulu’na bildirerek ‘inşaatın acilen
durdurulmasını’ istedi.
Koruma Kurulu ise 18.01.2012’de yani müzenin
yazısından 1 hafta sonra toplandı. Müzenin
uyarısına, ihbarlardaki tarihi eserlerin tahrip
edildiğini gösteren fotoğraflara rağmen kurul, 344
sayılı kararında ‘‘Müzenin raporunda ‘Yapılacak
binanın oturum alanında herhangi bir kültür
varlığına rastlanılmadığı’ belirtildiğinden, kurulca
bu aşamada yapılacak başka bir işlem
bulunmadığına...’’ dedi. Ve müze raporunu ’Herhangi
bir kültür varlığına rastlanılmamıştır’ şeklinde
yorumladı.
Kurulun kararı üzerine inşaat hızla devam etti.
Haliç manzaralı bina hiç bir engele takılmadan 5
katı bitirerek satışa çıktı. Bizans tuğlalı, horosan
harçlı, beşik tonozlu ve tam olarak ne olduğu tespit
edilemeyen tarihi mimari kalıntılar 5 katlı binanın
temeline gömüldü. Dilden dile dolaşan “
Haliç ’ten Marmara Denizi’ne karadan dehliz var”
sözü de ortada kaldı.
Dava açıldı
Koruma Kurulu kararıyla tarih talanına çevredeki
vatandaşlar sessiz kalmayarak durumu Cumhuriyet
Savcılığı’na bildirdi. Savcılık nisan ayında
Kültür ve Turizm Bakanlığı ’ndan soruşturma için
izin istedi. Bakanlık müfettişleri 29.05.2012
tarihinde soruşturmayı tamamlayarak kurul üyelerinin
TCK’nın 257. maddesindeki görevi kötüye kullanma
suçunu işlediklerini tespit etti. 12 kişi savcılığa
sevk edildi.
Koruma Kurul Başkanı Ahmet Tanyolaç, yardımcısı
Prof.Dr. Oğuz Ceylan, üyeler Doç.Dr. Mustafa Özer,
Doç.Dr. Kübra
Cihangir Çamur,
Doç.Dr. Şevket Dönmez, Cem
Eriş, Bekir Eren, İBB temsilcisi Ayşenur Alp
Kirişçi, Fatih Belediyesi temsilcileri Okan Erhan
Oflaz, Talip Temizer, raportörü Ercan Sezen ile
müdürü Günseli Aybay hakkında dava açıldı.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 13.08.2012
|
 |
TOPKAPI'NIN HAREM DAİRESİ'NDE RESTORASYON
Topkapı Sarayı'nın harem dairesinin en büyük kısmını oluşturan hünkar sofası ve müzik odasının restorasyonu tamamlanıyor. İl Özel İdaresi tarafından yürütülen çalışma 2012 Şubat ayında başladı. Toplam 2 milyon 800 bin lira bütçe ayrılan proje kapsamında, mevcut yapıdaki tüm kalem işlerinde canlandırma yapıldı, mevcuttakiler korundu, bozulanlar düzeltildi. Altın varaklar, çinilerin onarımı sedef korkulukların onarımı ve yenilenmesi yapılıyor.
Altın varaklar ve çinilerle süslenen tavanın restorasyonu sırasında sıva altında geleneksel Türk işçiliğinin önemli desen örneklerinden olan malakariler tespit edilerek aslına uygun restore edildi. III. Murad Has Odası'yla hamamlar arasında yer alan Hünkar Sofası ölçüleriyle Harem'in en büyük mekanı olarak biliniyor. İlk biçimiyle inşaatı III. Murad Has Odası'ndan sonra, 1580-90 yılları arasında yapıldı. Harem'in müzikli eğlenceleri, toplantıları, bayramlaşma ve diğer törenlerinin yapıldığı bu büyük sofada, harem halkının padişahların tahta çıkışı ve bunu izleyen günlerde Eyüp'teki türbelerde yapılan kılıç kuşanma törenlerinden sonra, bağlılık ve tebriklerini sundukları bilinir. Restorasyon çalışması kasım ayında tamamlanacak.
Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 13.08.2012
|
YERLİ 'SPARTAKÜSLER' ARENAYA ÇIKIYOR
Roma İmparatorluğu döneminde eğlence amacıyla savaş esirlerinin birbirleri ya da hayvanlara karşı arenalarda dövüştürülmesi olan gladyatör dövüşleri, Antalya'da turistik eğlence amacıyla canlandırılıyor. Aspendos Antik Tiyatrosu yakınlarındaki alan üzerine kurulan Aspendos Gladyatör Arena'da çalışmalarını sürdüren oyuncular, izleyici karşısına çıkmaya hazırlanıyor. El yapımı giysi ve savaş aletleri kullanılarak yapılan gösteriler için Roma dönemi mimarisi örnek alınarak 800 kişilik izleme alanı ve Roma pazarı oluşturuldu. Alan ve gösteriyle ilgili bilgi veren Aspendos Gladyatör Arena Konsept Danışmanı Mehmet Bıcıoğlu, haftanın iki günü akşamları yapacakları gösterilerde Roma gecesi konseptinde gösteriler sunacaklarını kaydetti. Gösterilerine kasım ayı sonuna kadar devam etmeyi planladıklarını belirten Bıcıoğlu, 16 Ağustos'ta yapılacak ilk gösterinin biletlerinin ise 25 lira olacağını ifade etti.
Sabah, Haber: Bekir Bektaş, 12.08.2012
|
 |
SURİÇİ İSTANBUL NASIL TAHRİP EDİLİR?
Eski
binaların tahribinde, bilhassa kitabenin yok
edilmesinde birkaç çılgın işgüzar memurun dışında
merkezi hükümetin bir politikası olduğunu
zannetmiyorum.
İstanbul-Osmanlı medeniyetini yıkanların saiki
ideolojik olmaktan çok görgüsüzlük ve paradır.
Topkapı Sarayı’nın Gülhane Bahçesi’nden geçelim;
köşedeki Alay Köşkü’nden Kazım İsmail Gürkan yani
eski Binbirdirek Caddesi’ne çıkan yokuşun adı
Alayköşkü Caddesi’dir. 8 numaralı binanın üzerinde
eski harflerle “Sağlık Yurdu”
yazar. Bu çini levha ve binanın cephesini
süsleyen diğer çini panolar, kemerli pencereler,
binanın üstündeki yarım kubbe bu binayı o zamanki
Sıhhiye Nezareti’nin bir mahalle dispanseri olarak
inşa ettirdiğinin delilidir. Bina geçen zamanlar
içinde mahalle polikliniği olma vasfını kaybetmiş,
hoyrat kullanımlardan sonra boşalmış ve birisine
satılmıştır.
Boşalan binanın zaman içinde tahribi çok
kolay olur
Satın alanın bu güzel ve orijinal parçayı aslına
uygun bir biçimde bir konut veya şahsi bir kütüphane
veya
İngiltere’deki “gentlemen’s club” şeklinde
düzenleyip kullanacağını düşünmek bir hayaldir.
Burjuvazimiz henüz o derecede kalabalık ve eğitimli
değildir. Birisi almış, yıkımı bekliyor ki otel
yapsın. Boşalan binanın zaman içinde tahribi çok
kolay olur. Sonra bu kadar katla yetinmeyecek, güya
kurallar sert olmasına rağmen
Ayasofya’nın yüz metre yakınındaki binalara bile
iki-üç senede bir kaçak kat ilave edildiği
görülmektedir. Bu binanın akibeti de öyle olur
muhakkak. Suriçi İstanbul yani tarihi şehrin kalbi
maalesef bu gibi binaları alan ve kaçak katlarla
tahrip edenlerin eline düşmüştür. Eskiye nazaran tek
fark ani yıkımdan çok bu gibi kurnazlıklardır.
Geçtiğimiz günlerde Osman Öndeş’in bu
vurdumduymazlığı ele alan “Vurun Osmanlı’ya (Bir
Medeniyet Nasıl Yok Edildi?)” adlı bir kitabı çıktı.
Mühim bir çalışma. Hemen şunu söyleyeyim; eski
binaların tahribinde, bilhassa epigrafik malzemenin
yani kitabenin yok edilmesinde birkaç çılgın işgüzar
memurun dışında merkezi hükümetin bir politikası
olduğunu zannetmiyorum. Cehalet önce gelir. Nitekim
Atatürk bazı epigrafik malzemeyi (bu gibi
kitabeleri) daha iyi değerlendiren Paul Wittek için
etrafındakilere; “Bu Avusturyalı bunları okuyor da
siz mi değerlendiremiyorsunuz?” demiştir. Paul
Wittek o günden sonra pek rahat ettirilmediğinden
şikayet etmişti. “Okuyan gibi olalım” demektense
“herifi ürkütmek evladır” prensibinin geçerli olduğu
anlaşılıyor. 1957’deki istimlakte Demokrat
Parti’nin muhalifi birçok yazarın dahi “Sağda
solda birtakım eski sefil eserler var bunları niye
yakmıyorsunuz” diye açık ihbarcılık yaptığını Aydın
Boysan üstad oğlu Burak’la birlikte kaleme aldığı
İstanbul kitabında ifade etmiştir.
İstanbul-Osmanlı medeniyetini yıkanların saiki
ideolojik olmaktan çok görgüsüzlük ve paradır.
Fotoğraf arşivlerini bulduğunuz kadarıyla
karşılaştırın.
Sultanahmet ve eski
Eminönü kazası dahilinde ne kadar eserin son on
yılda yıkıldığını, yıkılmasına izin verilmeyenlerin
de iki üç yılda bir yapılan kaçak katlarla bir
ucubeye döndürüldüğünü görürsünüz.

Alayköşkü Caddesi’ndeki 8
numaralı binada eski harflerle “Sağlık Yurdu” yazar.
Bu çini
levha binayı o zamanki Sıhhiye Nezareti’nin bir
dispanser olarak inşa ettirdiğinin delilidir.
Bina zamanla poliklinik olma vasfını kaybetmiş,
hoyrat kullanımlardan sonra satılmıştır.
İstanbul’u ancak İstanbulluların dikkati ve
protestosu kurtarır
Bir
grup adam İstanbul’un
Bizans kalıntılarının Cumhuriyet dönemi
milliyetçiliği tarafından ideolojik olarak yok
edildiğini tekrarlar durur. Oysa böyle bir ideolojik
tahribat için dahi bir şeyler bilmek lazımdır.
Ayrıca Bizans katmanından önce Osmanlı katmanının
tahrip edilmesi gerekir ve el hak ediliyor. Hem de
son Osmanlı devrinde başlamıştır. 1950’lere
kadar bu tahribat yavaş gittiyse memlekete
Marshall yardımından
Caterpillar inşaat makinelerinin
gelmeyişindendir. İkinci Harb’ten
sonra bu fazlasıyla telafi edilmiştir. Önce
CHP’li vali ve belediye başkanları, sonra bazen
aynı adamların DP devrindeki yönetimiyle ve
görünmemiş imar faaliyetiyle (!) Osmanlı İstanbul’u
coğrafyamızdan silinmiştir. Kalanlara göre
topografyayı tespit etmek için bazı gruplar
kurulmuştu. Bu şükran duyulacak milli zihin sporu da
maalesef bugün ortadan kalkmış gibidir. Şurası
gerçektir ki; İstanbul’u ancak İstanbulluların
dikkati, hamiyyeti ve protestosu kurtarır.
Milliyet, Yazı: İlber Ortaylı, 12.08.2012
|
SIRRI ÇÖZÜLMEYİ BEKLEYEN CİSİM

İnsanoğlu, Peru'da İnka
Medeniyeti'nden kalan antik şehir Machu Picchu'nun
koca bir dağın üzerinde nasıl inşa edildiğini veya
Mısır'daki piramitleri oluşturan taşların birbiri
üzerine nasıl o denli düzgün dizildiğini henüz tam
olarak keşfedememişken, denizin 87 metre altında dev
bir sütun üzerinde bulunan yuvarlak cisim, bilim
insanlarının kafasını hayli karıştırdı. Her şey, 19
Haziran 2011'de Baltık Denizi'nin İsveç ve
Finlandiya arasındaki Aland Adaları'nda hazine
aramaya çıkan Ocean Explorer gemisi mürettebatının
sıradışı keşfiyle başladı. Define buldukları sanan
dalgıçlar İsveçli Peter Lindberg ve Dennis Aasberg'ı
şoka sokan silindirimsi bir şeydi gördükleri. Şey
diyorum, çünkü hala ne olduğu bilimsel olarak
anlaşılamadı. Bilim insanları bu 'şey'e "anomali"
diyor. Görüntülerden de anlayabileceğiniz üzere
cisim, bir UFO'ya veya Amerikalı yönetmen George
Lucas'ın Yıldız Savaşları filminde hayal ettiği uzay
gemisi Millenium Falcon'a benzeyen, mantar
şeklindeki bir yapı. Hayal ürünü gibi gelebilir, ama
dalgıçlar Ocean Explorer gemisi cismin üzerinde
demir attığında elektrikli cihazlarla uydu
telefonlarının çalışmadığını söylüyor. İki balık
adam, bu cismi keşfettikleri andan itibaren şu
notları tuttu: "Denizin 87 metre derinliğinde
bulundu. Sütun üzerinde yuvarlak bir kubbesi var.
Tamamen taşlaşmış bir yapı. Kubbenin 60 metre
genişliğinde yarıçapı var. Çevresi 180 metre
uzunluğunda. 1.2 metre kalınlığındaki kubbe deniz
yatağından 8 metre yükseklikte. Toplam yüksekliği
ise deniz yatağından ölçüldüğünde, tam 12 metre.
Kubbenin üzerinde duvarlar var. Sütunun yüzeyi
yumuşak ve üzerinde bazı oyuklar mevcut. Sütunla
yuvarlak kubbenin yapısıysa biraz farklı. Kubbenin
yüzeyi graniti andırıyor. Kubbenin içinde bazı
koridorlar var. Bazı koridorlar sanki bir merdivene
çıkıyor. Kubbenin tam ortasında 25 genişliğinde bir
delik var. Bu delik cismin derinliklerinde bir yere
varıyor olabilir mi?" Gördükleri karşısında sudan
çıkmış balığa dönen iki adam, cismin ne olduğunu
anlamaya çalıştı. UFO, taşa dönmüş bir meteor, buzul
çağı öncesinden kalan bir medeniyete ait kalıntı,
Ruslara ait bir denizaltı, II'nci Dünya Savaşı'ndan
kalan gizli bir Nazi cihazı? Kendilerine Ocean X
takımı adını koyarak ikinci kez dalan Peter Lindberg
ve Dennis Aasberg'in aklı daha beter karışmıştı.
Aasberg, "Cismin ne olacağına dair soru işaretine
cevap bulacağımıza, soru işaretleri giderek attı"
dedi. 10 Temmuz günü üçüncü kez daldılar. 21
Temmuz'da döndüler. Tarihçiler, gökbilimciler,
sualtı bilimcileri, ufolara inananlar, bilim-kurgu
filmi hayranları onlardan cevap bekliyor. Ama
üzgünüm; soru hala aynı: "Bu cisim neyin nesidir?"
Sabah, Haber: Şule Güner, 13.08.2012
|
KÜTAHYA'DAKİ ANTİK KENTTE HOROZ HEYKELCİĞİ BULUNDU

Denizli’den gelerek Kütahya’nın Çavdarhisar
İlçesi’ndeki tarihi Aizanoi antik kentinde kazı
çalışması yapan Pamukkale Üniversitesi ekibi horoz
heykelciliği buldu.
Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü tarafından başlatılan Aizanoi antik
kentindeki kazı çalışmaları sürüyor. Bu yıl 15
Mayıs 2012 tarihinde başlayan ve 15 Eylül 2012
tarihe kadar sona erecek kazı çalışmalarında pişmiş
topraktan yapılmış olan horoz ve kuş heykelcikleri
bulundu. Kazı Grubu Başkanı olan Pamukkale
Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü
Öğretim Üyesi Doç.Dr. Elif Özer, antik kente ait
metropol üzerinde kazı çalışmaları yapıldığını
belirtti. Doç.Dr. Özer, kendilerinin Denizli’den
geldiklerini ve bu kentin simgesi olan horoz
heykelciğini Kütahya’daki kazıda bulduklarını
belirterek şöyle konuştu. Kazı çalışmalarımız
sırasında bizi çok sevindiren bir horoz heykelciği
ile karşılaştık. Bu yıl ilk kez metropol alanında
yani kentin mezarlık alanında çalışmalara başladık.
Bu alanda çok ilginç buluntularla karşılaşıyoruz.
Mezar 3 diye adlandırdığımız bölgede horoz ve kuş
heykelcikleri bulduk. Bu horoz heykelciği bizi çok
sevindirdi. Çünkü Denizli’den gelip Kütahya’nın
Çavdarhisar İlçesi'ndeki antik kentte bir horoz
heykelciği bulmak bizler için enteresandı.
Biliyorsunuz ki Denizli’nin horozu meşhur. Ancak bu
ne Denizli’nin ne de Kütahya’nın horozu değil. Bu
yaklaşık 2 bin yıl önce pişmiş topraktan yapılmış
bir horoz heykelciği. Antik ve Roma döneminde
mezarlardaki kuşlar öteki Dünya’ya ruhları
taşıdığına inanılarak konuluyor. Horoz çoğunlukla
Antik Yunan Roma döneminde, genç yaşta ölen
erkekleri betimler. Onlarla ilgili sembollerden
biridir. Mezar içerisinde ayrıca bir insan iskeleti
de bulduk. Bunun muhtemelen bir erkeğe ait olduğunu
düşünüyoruz.
Doç.Dr.Elif Özer, Pamukkale Üniversitesi olarak
Aizanoi antik kentteki kazı çalışmalarına geçen yıl
başladıklarını belirtti. Bu yılki kazıların 1
Mayıs-15 Eylül 2012 tarihleri arasında
gerçekleştirileceğini ifade eden Doç.Dr.Özer, 90
kişilik ekiple çalışmaların sürdüğünü ekledi.
haberler.com, 12.08.2012
|
30 YIL ÖNCE ÖLEN RESSAMA BAKANLIK MEKTUBU!
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler Genel
Müdürlüğü öyle bir hata yaptı ki inanılır gibi
değil. 30 yıl önce ölen ünlü ressamımız Nurullah
Berk’e mektup göndererek, bakanlık tarafından basımı
yapılan ‘Hat ve Tezhip’ kitabına verdiği
katkılarından dolayı teşekkür etti.
Ünlü Türk ressamımız Nurullah Berk öleli tam 30 yıl
oldu.
Türkiye ’de geometrik-figüratif yapımcılığın
(konstruktivizim) ilk temsilcilerinden biridir Berk.
AKP Kadıköy Belediye Başkan adayı mimar
Sinan Genim’in de kayınpederidir. Genim, Berk’in
kızı Renan ile evlidir. Geçen günlerde kapılarını
çalan postacının getirdiği mektup Sinan - Renan
çiftini duygulanmasına, Renan Hanım’ın göz yaşlarına
boğulmasına neden oldu.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve
Yayımlar Genel Müdürlüğü ‘Hat ve Tezhip Sanatı’
isimli çıkardığı kitabı çiftin adreslerine gönderdi.
Kitapla beraber de bir mektup. Mektup 30 yıl önce
yaşamını yitiren ünlü ressam Nurullah Berk adına
gelmişti...

Katkılarına teşekkür
Kütüphaneler ve Müzeler Genel Müdür yardımcısı Ümit
Yaşar Gözüm imzasıyla 03 Ağustos 2012 tarihli gelen
mektupta şöyle deniliyor: “Sayın Nurullah Berk,
Kültür ve Turizm Bakanlığı yayın piyasasında
sınırlı sayıda yayınla nitelikli bir yere sahip
olmak ve ülkemizde yayıncılığın bir sektör olarak
örgütlenmesinin hukuki alt yapısını hazırlayarak
sektörleşmenin önündeki engelleri ortadan kaldırmak
amacıyla yapılandırılan yeni yayın politikası ile
yayıncılık faaliyetlerini sürdürmektedir. Türk
kültür sanat ve edebiyatının yaşatılması,
geliştirilmesi ve kitlelere açılmasına öncülük
edecek eserler oluşturulmasını ilke edinen yayın
politikamız ile aynı zamanda kültürel birikimimizin
ulusal ve uluslararası alanlarda tanıtılması
çabalarına katkı sağlanması heeflenmektedir. Bu
anlayış ve katkılarınızla hazırlanarak kültür
hayatımıza kazandırılan ‘Hat ve Tezhip Sanatı’ adlı
eserden, kitap üzerindeki katkınızdan ve ilgili
mevzuat doğrultusunda 1 adet gönderilmiştir.
İlgilerinize teşekkür eder, çalışmalarınızda
başarılar dilerim. İmza: Ümit Yaşar Gözüm Bakan
Adına Genel Müdür Yardımcısı.”
Nurullah Berk’in kızı Renan Genim olayı şöyle
anlatıyor: “Güvenlik aradı. Nurullah Berk adına bir
posta geldi diye. İlk şoku orada yaşadım. Getirin
herhalde bir yanlışlık var, ama ne olduğunu da merak
ettim. Gelen kargonun üzerinde
Kültür ve Turizm Bakanlığı imzasını görünce
şaşkınlığım daha da arttı. Babamın adına
gönderilmişti. Duygulanarak açtım. İçinde bir kitap.
Bir de mektup yazılmıştı. Mektup babam adına
yazılmış. Ağlayarak okudum. Kültür Bakanlığı bu
hatayı nasıl yapabilir? Günlerdir kendime
gelemiyorum.”
Kayınpederi adına gelen mektuba çok da şaşırmadığını
söyleyen Mimar Sinan Genim ise şöyle konuştu: “Bunu
hazırlayan memur hadi bilmiyor, imzalayan bürokrat
da mı bilmiyor? Rahmetli bu adreste hiç oturmadı.
Adresi nereden buldun? Bu adresi bulabilmek için
gösterdiğin çabada hiç mi rahmetliyi araştırmadın.
Damadı olarak beni öğrendin, tamam nasılsa o adrese
gider diye bana gönderdin. Şaşırmıyorum. Mimar Sinan
adına bir teşekkür mektubu da bana gelebilir mesela.
Hiç mi bastığınız kitabı okumuyorsunuz? Günlerdir
eşimin psikolojisi bozuldu. Bakanlığın aileden özür
dilemesini bekliyorum.”
Mektupta Bakan
Ertuğrul Günay adına imzası bulunan Genel Müdür
Yardımcısı Ümit Yaşar Gözüm’ü aradık. İlk tepkisi
şuydu: “Ne demeye getiriyorsunuz anlayamadım?”
Berk’in 30 yıl önce öldüğünü hatırlattığımzda ise
Gözüm şöyle konuştu: “Bunu bilmediğimi
düşünmüyorsunuz herhalde. Biz telifi kişi adına
gönderiyoruz ama varislerine veriyoruz. Bir hata
yapmış olabiliriz. Bundan bir sonuç çıkarmanıza
gerek yok. İzinden dönünce bu hatayı kim yapmış
tespit yapar, hesabını da sorarız. Gerekirse özür de
dilenir.”
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 12.08.2012
|
DÜNYADA BİR EŞİ YOK
Bitlis'in
Ahlat İlçesi'nde, 210 donum alana sahip dünyanın
en büyük İslam mezarlığı olarak bilinen
Selçuklu meydan mezarlığında bulunan, 4 metre
yüksekliğe yaklaşan değişik motif ve figürlerle
bezenmiş mezar tasları ile işlemeli sandukalar
önemli
Selçuklu eserleri arasında yer alıyor.
Ahlat
Selçuklu mezarlığında 8000 üzerinde abideleri
andıran mezar taşı bulunuyor. 12. yüzyıldan
günümüze gelen dünyanın en büyük İslam Mezarlığı,
havaların ısınmasıyla birlikte yerli ve yabancı
ziyaretçilerin akınına uğruyor.

Tarihi
Selçuklu Mezarlığı'nda bulunan binlerce mezar
taşı üzerindeki bezemeleriyle tarihe ışık tutarken,
havaların ısınması ile birlikte abidevi ve sanatsal
mezar taşlarını görmek isteyen yüzlerce ziyaretçi
buraya akın ediyor. İkinci Orhun Abideleri olarak ta
bilinen
Selçuklu Mezarlığı ve abidevi mezar taşları, ilk
kez görenleri ise adeta büyülüyor. Bilim adamları;
geometrik şekiller, bitkisel motifler, ejder
başlıklar, nişler ile tezyin edilmiş mezar
taşlarını, Asya tesiri ile Orhun Anıtları'na
bağlıyor. Bu bağlamda dünyada bir eşine ender
rastlanan abidevi mezar taşları dünyanın her
yerinden binlerce ziyaretçisini kabul ediyor.

Selçuklu Mezarlığı, 210 bin metrekarelik düz bir
alanı kaplayan, 11. ve 12. yüzyıldan kalan dünyanın
en büyük İslam Mezarlığı ve en büyük açık hava
müzelerinden biri olma özelliğini taşıyor.
Mezarlıkta şu ana kadar tespit edilen ve her
biri şaheser olan 8 bin adet tarihi mezar taşı
bulunuyor. Yüksekliği 4,5 metre civarında olan mezar
taşları üzerindeki geometrik şekiller ve bezemelerin
tamamen bir sanat eseri olduğu belirtiliyor.
Habertürk, 12.08.212
|
5 MADDEDE TOPKAPI'NIN YENİ BAŞKANI

İlber Ortaylı’nın emekliye ayrılmasının ardından
Topkapı Sarayı Müzesi’nin başkanlığına, Ayasofya
Müzesi Başkanlı Doç.Dr. Ahmet Haluk Dursun atandı.
Dursun’u yakın markaja aldık.
- Kariyeri
- İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Sonçağ ve
Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Bölümü mezunu.
AKP döneminde güvenilir bir bürokrat
portresi çizdi. İBB Kültür A.Ş. Genel Müdür
Danışmanı oldu, Miniatürk Projesi’ne katkıda
bulundu. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın
talebiyle Ayasofya Müzesi Başkanlığı’na
getirildi, bu görevi yedi yıl yürüttü.
-
Stratejisi
- Ayasofya Müzesi Başkanı’yken medyatik
bir portre çıktı karşımıza. Müzeyi gezmeye gelen
yabancı devlet başkanlarının yanında
görüntülendi.
ABD Başkanı Obama’ya Türkiye ziyaretinde
Ayasofya’yı gezdiren de oydu. Görevini, “Burası
Dışişleri Bakanlığı kadar temsil özelliğine
sahip. Yurtdışından resmi heyetler buraya
geliyor. Papa, Rus Patriği ya da Obama ile bire
bir konuşma imkanına sahibim” diye tanımlamıştı.
- Ayasofya’nın ibadete açılmasıyla
ilgili görüşü
- Ayasofya’nın ibadete açılması
talepleriyle ilgili daha önce verdiği
röportajda, “Ayasofya müze kalmalı, başka bir
yol çok büyük sıkıntılara yol açar” demişti. Bu
yıl verdiği röportajdaysa, Ayasofya’nın 1934’te
çıkarılan bir bakanlar kurulu kararıyla müze
statüsüne geçirildiğini hatırlatarak, “Ancak ve
ancak yine bir bakanlar kurulu kararıyla yeni
düzenleme yapılabilir” dedi, Ayasofya’da ibadet
için yeşil ışık yaktı.
- Daha önce yaptıkları
- Ayasofya’yı araştırmacılara açtı,
arşivini dijital ortama aktardı. Müze yıllığını
18 yıl aradan sonra yeniden çıkardı. Deposundaki
envanteri görsel ağırlıklı kitap haline getirdi.
17 yıldır Ayasofya’nın orta yerinde tavan
restorasyonu için duran iskeleyi, çalışmaları
hızlandırıp bitirdi, şantiye görünümüne son
verdi.
- Topkapı Sarayı için ondan
beklentiler ne?
- Arşivci titizliğiyle zaman zaman
güvenlik sorunları yaşayan saraya büyük katkı
sağlaması bekleniyor. Uluslararası seminerlere
katılan Dursun’a sarayın tanıtımı konusunda da
ümit bağlanmış durumda.
Hürriyet Pazar, Haber: Ali Dağlar, 12.08.2012
|
KAYIP PİRAMİTLER ORTAYA ÇIKTI

Bilim insanları, Google Earth programı sayesinde
Mısır’da bugüne kadar saklı kalan piramitlerin
keşfedilmiş olabileceğine inanıyor.
Uydu görüntülerini analiz ederek araştırmalar
yapan
arkeolog Angela Micol,
Google Earth programında yer alan fotoğraflarda
‘kayıp
piramitler’ keşfettiğini öne sürdü.
Micol, GoogleEearthAnomalies.com sitesinde yaptığı
açıklamada, “Mısır’ın
kuzeyinde, çok ilginç görünüme sahip tümsek grupları
bulunduğunu” belirtti. Micol,
piramit olabileceğini belirttiği yapılar
arasında yaklaşık 145 km mesafe bulunduğuna dikkat
çekti. Ntvmsnbc'nin haberine göre
Google Earth üzerinde tespit edilen
“tümseklerden” bir kısmı, Nil Nehri’nin yakınındaki
Abu Sidhum kentinden 20 km mesafede bulunuyor.
Bölgede, dört tümsek ve üçgen şeklinde bir plato
göze çarpıyor. Tümseklerden büyük olan ikisi,
yaklaşık 75 metre genişliğindeyken, küçük olan
tümseklerin 30 metre genişliğinde olduğu tahmin
ediliyor.
Micol, yaptığı açıklamada, “Görüntüler yakından
incelendiğinde, tümseklerin çok düz bir tavana sahip
olduğu ve zamanla erozyona uğradığı izlenimi veren
simetrik üçgen bir şekle sahip olduğu görülüyor”
dedi.
Micol, bir diğer
kayıp piramidin, Abu Sidhum’un 145 km kuzeyinde,
Fayoum vahası yakınlarında olduğunu belirtti.
Bölgede, yaklaşık 45 metre genişliğinde, dört
kenarlı, ‘tepesi kesilmiş’ bir tümsek yer alıyor.
Micol, bu
piramit hakkında, “Tepeden bakıldığında bu
yapının doğal bir tümseğe kıyasla kare şeklinde bir
merkeze sahip olduğu görülüyor” dedi.
Antik kent Dimai’nin sadece 5 km güneydoğusunda
kalan bölgede, ilk tanıma uyan üç küçük
piramit benzeri tümsek daha yer alıyor. Micol,
bu yapıların, “Giza Platosu’ndaki
piramitlerin köşegen dizilimine benzeyen bir
konumda yer aldıklarını” ifade etti. Micol ayrıca,
“tümseklerin sahip olduğu rengin, Dimai kentinin
duvarlarındaki materyale benzerlik gösterdiğini,
çamur tuğla ve taştan yapılmış
piramitler olabileceğini” söyledi.

YUCATAN’DAKİ
KAYIP PİRAMİTLER
Micol, kızıl ötesi görüntüleme uygulanarak, söz
konusu yapıların daha detaylı incelenebileceğini
belirtti. Kadın
arkeolog, elde ettiği bilgileri incelemeleri
için
Mısır bilimci ve araştırmacılara gönderdiğini
ifade etti.
Micol, uydu görüntüleri üzerinde yaptığı analizlerde
bugüne dek başka keşiflerde de bulunduğunu,
bunlardan bir tanesinin Meksika’nın Yucatan
yarımadasındaki ‘yeraltı kenti’ olduğunu belirtti.
Micol, Yucatan’da bulunduğuna inandığı yeraltı kenti
ve diğer ortaya çıkarılmamış antik yapılara dikkat
çekebilmek için belgesel çekmek istediğini belirtti.
Habertürk, 12.08.2012
|
TÜRSAB'DAN LAODİKYA VE TRİPOLİS'E BÜYÜK JEST

Türkiye Seyahat Acentaları Birliği (Türsab),
Denizli’de bulunan ve Pamukkale Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü tarafından kazı çalışmaları yapılan
antik kentler Laodikya ve Tripolis’de kullanılmak
üzere 2 çift kabinli kamyonet hediye etti.
Türsab Başkanı Başaran Ulusoy ve yönetim kurulu
üyeleri, 2 hafta önce Denizli Vali Abdülkadir Demir
ve AKPli Belediye Başkanı Osman Zolan ile
birlikte antik kentleri ziyaret etmiş ve çıkan
eserleri incelemişti. Gezi kapsamında Laodikya antik
kentini de gezip inceleyen Türsab Başkanı Başaran
Ulusoy, antik kentte gün yüzüne çıkarılan eserlere
hayran kalmış ve kamyonet sözü vermişti. Ulusoy’un
söz verdiği kamyonetler perşembe günü Denizli’ye
getirilerek biri Laodikya Antik Kenti kazı Başkanı
Prof.Dr. Celal Şimşek’e, diğeri ise, Buldan
İlçesi’ndeki Tripolis Antik Kenti Kazı Başkanı
Yrd.Doç.Dr. Bahadır Duman’a teslim edildi. Türsab,
daha öncede Laodikya antik kentinde kullanılmak
üzere 70 ton ağırlığı kaldırabilen vinç hediye
etmişti.
Laodikya Kazı heyeti Başkanı Prof.Dr. Celal
Şimşek, Türsab Başkanı Başaran Ulusoy’un antik
kentlere büyük destekler verdiğini belirterek, şöyle
konuştu:
“Ulusoy, antik kentimize geldiği zaman
çalışmaları yerinde inceledi ve ortaya çıkarılan
eserlere hayran kaldı. Özellikle Denizli’deki antik
kentlerdeki çalışmaları yakından takip ediyor. Bu
nedenle kazılarda kullanılmak üzere her biri 55 bin
TL değerinde çift kabinli iki kamyonet hediye etti.
Biz de Pamukkale Üniversitesi Arkeoloji Bölümü
olarak Başaran Ulusoy’ı verdiği destekten dolayı
teşekkür ediyoruz.”
Pamukkale Üniversitesi Arkeoloji Bölümü ve
Laodikya Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek,
üniversite olarak Laodikya, Tripolis, Aizanoi,
Stratonikeia ve Ayasuk antik kentlerinde kazı
çalışmaları yaptıklarını söyledi.
haberler.com, 12.08.2012
|
"AÇIKLAYACAĞIM ESER BİZİ HEM ÜZECEK, HEM
SEVİNDİRECEK"
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın,
Şanlıurfa ziyaretinde yaptığı, pazartesi günü yeni
bir armağanı Türkiye'ye tanıtmaya çalışacağı
yönündeki açıklama kamuoyunu heyecanlandırdı.
Konuyla ilgili soruları cevaplayan Günay,
açıklayacağı armağanın kendisini de çok
heyecanlandırdığını belirterek, ''Açıklayacağım şey
bizi hem üzecek hem sevindirecek. Bu tür şeylerde ne
kadar geç kalınmış ne kadar hatamız olmuş, kaybımız
olmuş onları görüp bir yandan üzülsek de diğer
yandan şimdi bunları ortaya çıkarmak gayretimiz
nedeniyle de hep birlikte sevinç duyacağız'' diye
konuştu.
Bu tür konulara toplumsal ilginin arttığını ifade
eden Günay, Anadolu tarihine bütünüyle sahip
çıkıldığını, toprak altındaki ve üstündeki eserlerin
korunması anlamında yurt içinde ve dışında büyük bir
bilinç uyandığını vurguladı.
Uyanışın 20-30 yıl önce başlaması halinde bugün çok
daha iyi bir yerde olunacağını dile getiren Günay,
''2010'lardan itibaren güzel bir noktadayız. Son bir
kaç yılda da bu bilinç çoğalmaya başladı. Tarih,
arkeoloji, müze, eski eserler bizim günlük
hayatımızın tartışma konuları haline geldi'' diye
konuştu.
Bu durumun çok güzel bir gelişme olduğunu ve gurur
duyduğunu belirten Günay, uyanışa katkı yapmak
konusunda yoğun bir çaba sürdürüldüğünü söyledi.
Türkiye'nin her köşesinin kültürel tarih açısından
ayrı bir zenginlik barındırdığını ifade eden Günay,
şöyle konuştu:
''Hatay'dan başlayarak Diyarbakır'dan Van'a kadar
uzanan Kuzey Mezopotamya çok zengin. Bu bölgede biz
müzeler şantiyesi yaptık. Şu anda Hatay'da bir büyük
müze yapıyoruz. Şanlıurfa'da temel attık. Mardin
Müzesi'nin restorasyonu bitti, onu gezdik. Müze
yaptığımız büyük eserler var Kasımiye Medresesi
gibi. Diyarbakır'da İç Kalede'ki tarihi eserleri
müze yapıyoruz. Van'da bayramdan sonra yeni bir
müzenin temelini atacağız. Ahlat'taki dünyanın en
büyük Türk İslam mezarlığını yeniliyoruz.
Bu bölge ilerde İspanya'nın Endülüs'ü gibi dünya
çapında bilinecek inşallah. Bölgenin tek şeye
ihtiyacı var o da barış! İçerde ve dışarda barış
olduğu taktirde bu bölge önümüzdeki 5-10 yıl içinde
dünyanın en bilinen kültür-barış noktalarından,
kültür-ulaşım noktalarından birisi olacak
inşallah.''
Son dönemlerde yürütülen çalışmaların diğer ülkeler
tarafından da yakından takip edildiğine işaret eden
Ertuğrul Günay, Mardin ve Bodrum'un yüksek satış
oranına sahip dergilerde kapak olduğunu, daha önce
açıklanan eserlerin de yabancı basında büyük ses
getirdiğini hatırlattı.
Habertürk, 12.08.2012
******
SIR GİBİ SAKLANAN ESER AÇIKLANDI

 
Kültür
ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, sır gibi saklanan,
yeni bulunan tarihi eseri tanıttı.
Günay'ın Başbakanlık Merkez Bina'da düzenlediği
basın toplantısında yapılan kazı çalışmaları sonrası
bulunan, haftalardır sır gibi saklanan ve kamuoyunda
büyük merak uyandıran eseri açıklandı. Toplantının
sonunda eylül ayında yeni bir eser daha kamuoyuna
açıklayacağının müjdesini verdi.
İşte basın toplantısından notlar...
“İngiltere’de bazı vatansever arkadaşlarımız
tarafından takibi yapılarak, bugün sizlere tanıtılan
34 parça halindeki bu çinilerin 8 Ağustos tarihinde
ülkemize iadesi sağlanmıştır."
"Bu eser gördüğünüz kadar sağlam değildi. Bir
puzzle gibi yer bir taşı yerine koyduk. Anadolu
Medeniyetleri Müzesi ve
Ankara Etnografya Müzesi çalışmaları yürüttü. Ve
bu eseri
Ankara Etnografya Müzesi'nde sergilemeye
başlayacağız."
Yaptığımız takiplere bir diğer örnek ise Bursa
İli, Yenişehir İlçesi’nde bulunan Sinanpaşa
Camii’nde 17.02.1998- 21.07.2001 ve 31.01.2002
tarihlerinde vuku bulan üç hırsızlık olayı sonucu
çalınan çinilerdir.
“10 yıl önce Bursa İli, Yenişehir İlçesi’nde
bulunan Sinanpaşa Camii’nde 17.02.1998- 21.07.2001
ve 31.01.2002 tarihlerinde tarihlerinde vuku bulan
üç hırsızlık olayı sonucu çalınan çinilerdir.
"Eser pencere üstü süsüdür. Ve İznik çinisidir.”
“Üzerinde Haşr Suresi’nin 23.Ayeti’ni yazılı.”
"Bu eserde 'esenlik veren, selamet veren, emin
olunan, iman edilen, himaye eden, koruyan gözeten,
aziz her şeyi yaptırabilen ve en yüce olan'
yazıyor."
"Hem anlam olarak hem yazım olarak hem de süsleme
olarak çok güzel. Bu eseri ülkemize getirmek çok
sevindirici. Allah bunu elimizden almasın. Katkı
yapan tüm arkadaşlarıma bir kez daha teşekkürlerimi
sunmak istiyorum"
Hürriyet, 13.08.2012
******
YENİŞEHİRLİLER
ÇİNİLERİ İSTİYOR
Sinanpaşa Camii’nden çalınan 400 yıllık iznik
çinilerinin Türkiye’ye getirilmesi Yenişehir halkını
sevindirdi.
Belediye Başkanı Cingil, çinilerin Sinanpaşa
Camisi’ne yeniden kazandırılmasını istedi.
Çinilerin, depremde hasar gören caminin ibadete
kapalı olduğu dönemde çalındığını ifade eden
Yenişehir Belediye Başkanı Bülent Hamdi Cingil,
tarihi yapının deprem güçlendirmesi yapıldığını
ve çinileri özel güvenlik ve kameralarla
koruyabileceklerini söyledi.
Çinilerin Türkiye’ye geri kazandırılmasının
kendilerini çok mutlu ettiğini kaydeden Cingil,
’Yıllarca bu hasret içindeydik. Türkiye’ye
geldiğini öğrendik. Bu durum ilçede büyük bir
sevinçle karşılandı. Kültür ve Turizm Bakanımız
Etnografya Müzesi’nde sergileneceğini söyledi.
Eserlerin ait olduğu yere monte edilmesinde
fayda olduğunu ifade ediyoruz. Burası Sinan Paşa
Külliyesi’nin sadece bir bölümü. Şu anda
kamulaştırma devam ediyor. Burası 16. yüzyıl
eseridir. Müthiş büyük bir külliyedir.
Medresesini imarethanesini, arasta çarşısını da
inşa edeceğiz’ dedi.
Çinilerin gelmesi durumunda güvenliğin bir kat
daha artırılacağını, külliyenin de
tamamlanmasıyla burada 24 saat hayatın devam
edeceğini kaydeden Cingil, “Bundan sonraki
hedefimiz Yenişehir’de Osman Gazi’nin sarayını
ortaya çıkarmak. Çünkü Yenişehir İlçesi, Osmanlı
kurulmadan önce imparatorluğa 27 yıl başkentlik
yapmış. İnşallah Osman Gazi’nin ilk sarayını da
ortaya çıkarmak bize nasip olur’ diye konuştu.
Bursa Olay, 15.08.2012
|
BEYCESULTAN'DAN TARİH FIŞKIRIYOR
Denizli’nin
Çivril İlçesi yakınında bulunan Beycesultan antik
kentinde Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
tarafından sürdürülen kazılarda Kalkolitik Çağ'dan,
Bronz Çağ'a, Hitit, Bizans, Roma dönemlerine ait
önemli bulgular ortaya çıkarılıyor.
Denizli Valisi Abdülkadir Demir, Çivril'e gidip
Beycesultan kazıları hakkında Kazı Heyeti Başkanı
Ege Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Görevlisi
Prof.Dr. Eşref Abay'dan bilgi aldı. Prof.Dr. Abay,
Beycesultan'ın dünya arkeolojisi tarafından bilinen
arkeolojik sit alanı olduğunu belirtip, “Çok sayıda
medeniyete ev sahipliği yapmış Beycesultan'da
yaşayan medeniyetlerin izlerini görmek mümkün.
Bölgenin kültür turizmine açılması için
Beycesultan'ın tanıtımına önem verilmelidir” dedi.
Vali Demir, Beycesultan kazılarında çıkarılan bazı
eserleri inceledi, “Denizli'nin her köşesinden tarih
fışkırıyor. Biz, Denizli'yi tanıtırken Pamukkale ile
sınırlı kalmayacağız. Tüm değerlerimizi ön plana
çıkarmaya çalışacağız” dedi.
Hürriyet, Haber: Tunay Yazıcı, 12.08.2012
|
1500 YILLIK UNUTKANLIK

Denizli'de arihi antik kent Laodikya'da yapılan
kazı çalışmalarında Kutsal alanın duvarında bir
oyuğun içine saklanmış yaklaşık 1500 yıllık 10 adet
bronz sikke bulundu.
Laodikya Kazı Heyeti Başkanı
Prof.Dr. Celal
Şimşek, bunun antik dönemde de insanların paralarını
koydukları yerde unuttuklarının göstergesi olduğunu
söyledi.
Eski Roma İmparatorluğu'nun en kutsal şehirlerinden
biri olan Laodikya antik kentinde Pamukkale
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü tarafından yapılan
kazı çalışmaları tüm hızıyla sürüyor. Prof.Dr.
Celal Şimşek başkanlığında yapılan kazılarda antik
döneme ait tanrılara ve imparatorlara dair ilginç
eserler gün yüzüne çıkarılıyor. Kentin çeşitli
bölümlerinde kazı çalışmaları 12 ay boyunca sürüyor.
Kutsal Agora Güney Portik duvarında yapılan kazı
çalışmalarında ilginç bir buluntu ortaya çıkarıldı.
4 metre yüksekliğindeki duvarın bir oyuğuna
saklanmış 10 adet bronz sikke bulundu. Yapılan
araştırmada sikkelerin dönemin imparatorları 1.
Justinianus ile 2. Justinus ile MS 527 ile 578
tarihleri baskılı olduğu belirlendi. Sikkelerin o
dönemde yaşayan bir kişi tarafından duvara
saklandığı, daha sonra sikkeleri koyan kişinin ya
öldüğü ya da duvardan almayı unuttuğu sanılıyor.
Bulunan sikkeler kazıevinde koruma altına alındı.
Laodikya Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek,
bulunan sikkelerin yaklaşık 1500 yıllık olduğunu
belirterek, “Kutsal alanın 4. yüzyılda yapıldığını
sanıyoruz. Buraya yaklaşık 1500 yıl önce bırakılmış
sikkeler bulduk. Tahminen bir kesenin içinde, önü
taşla gizlenmiş. Antik dönemdeki unutkanlığın 1500
yıl sonra nasıl ortaya çıkarıldığını anlıyoruz. Bu
sikkeler 6. yüzyılın ortalarına ait. O dönemde zor
günler ya da yatırım amaçlı bırakılmış olabilir.
Bırakan kişi unuttuktan ya da öldükten sonra sikke
burada bu şekilde kalmış. Günümüzde de bankalarda
insanlar paralarını unutuyorlar. 1500 yıllık
unutkanlığı ortaya çıkardık” dedi.
Hürriyet, Haber: Ramazan Çetin 11.08.2012
|
 |
SAÇ TELİ VAN GOGH'UN MU?
Ünlü Hollandalı ressam Vincent Van Gogh’un ‘Still Life with Peonies’ adlı tablosunda kime ait olduğu bilinmeyen bir saç teline rastlandı. Çıplak gözle görülebilen saç teli, tablonun kalın boyasının altında gizli kalmış. Yeni fark edilen 20 cm uzunluğundaki kızıl saç teli, eğer ressama aitse Köln’de yaşayan tablonun sahibi Mark Roubrocks (44) mültimilyoner olabilir. Çünkü, saç telinin Van Gogh’a ait olduğu belirlenirse, tablonun fiyatı 50 milyon dolara çıkabilir. Tablo 1977’de Belçika’da bir tavan arasında bulunmuş, Mark Roubrocks’ın babası tarafından satın alınmıştı.
Alman Bild gazetesine konuşan bir uzman, “Saç teli tablonun sahibine ait olmalı, yoksa bu kadar derinde olmazdı” dedi. Saç örneği dahi ressamın mirasçılarından alınan DNA örnekleriyle eşleştirilecek.
Hürriyet, 10.08.2012
|
EFSANE BATIK TONGA'DA BULUNDU
Efsanevi korsan
gemisi Port-au-Prince'a ait batık Tonga açıklarında
bulundu. Tonga Turizm Bakanlığı yetkilisi,
dalgıçların Haapai adaları açıklarında tespit
ettikleri batığın çok büyük ihtimalle, 1806'da
batan, altın yüklü korsan gemisi Port-au-Prince'e
ait olduğunu söyledi. Port-au-Prince ile yol alan
korsanlar 1805'te Peru'daki İspanyol yerleşimlerini
yağmalamış, İspanyol gemilerine saldırmış, ardından
Pasifik'te yerli halkların saldırısına uğramıştı.
Yerliler, toplarını aldıktan sonra altın, gümüş ve
bakır yüklü gemiyi batırmıştı.
Sabah, 11.08.2012
|
|
ESERLER HURDALIKTA ÇÜRÜYOR

İstanbul’daki en büyük tarih katliamlarından biri
olan 1957 yılında Aksaray’daki yol genişletme
çalışmalarında, yerlerinden sökülen eserlerin
Feriköy’deki eski su depolarının yanında bulunan bir
hurdalıkta çürümeye terk edildiği ortaya çıktı.
İstanbul'daki en büyük tarih katliamlarından biri olan 1957 yılında
Aksaray'daki yol genişletme çalışmalarında,
yerlerinden sökülen eserlerin Feriköy'deki eski su
depolarının yanında bulunan bir hurdalıkta çürümeye
terk edildiği ortaya çıktı.
Mimar Korhan Gümüş, İstanbul Büyükşehir
Belediyesi tarafından numaralandırılarak envantere
kaydedilen eserlerin hurdalara, çöplere karışmış
vaziyette olduğunu söyledi.
"Son gittiğimde buradaki mermer parçaların
üzerinde dozerler çalışmaktaydı" diyen Gümüş, söz
konusu eserlerin restore edilerek yeniden kente
kazandırılması gerektiğini ifade etti.
Bu eserlerden Silahtar Yahya Efendi Çeşmesi'nin
kurtarılarak Kabataş'ta monte edildiğini belirten
Gümüş, söz konusu çeşmenin sağa sola dağılmış
parçalarının gönüllü bir çalışmayla kurtarıldığını
söyledi. Aynı çalışmanın diğer parçalar için de
yapılması gerektiğini belirten Gümüş, "Büyük
olasılıkla bu tarihi eserler bulundukları yerlere
yakın bir konumda tekrar kente iade edilecekti.
Nitekim Kabataş'ta meydan çeşmesine dönüştürülen
sebilde olduğu gibi bunların bazıları yeniden
yerleştirildi. Ancak bir kesinti oldu. Bunların
büyük bir bölümü hurdalıkta unutuldu. 1960 darbesi
ve ondan sonraki yönetimlerin vurdumduymazlığı bu
eşsiz hazinenin unutulmasına ve burada mahvolmasına
neden oldu. Şimdi büyük bir korku içindeyim" dedi.
Taraf, 10.08.2012
|
TRUVA'YI AMERİKALILARA DEVREDİYORLAR

Alman arkeologlar Truva’daki kazıları 2013′te
ABD’lilere devredeceklerini açıkladılar. Ancak
Almanlar Türkiye genelindeki arkeolojik
çalışmalarını sınırlandırmayı düşünmüyor.
İki kıtanın buluştuğu, insanlığın kadim yurtlarından biri olan Anadolu’da Almanlar yüzyılı aşkın süredir farklı bölgelerde arkeolojik çalışmalar yapıyorlar. Şimdiye kadar birçok eserin gün yüzüne çıkarılmasıyla literatüre geçen çalışmalara imza atan Alman arkeologlar zaman zaman kendi yurtlarına götürdükleri Anadolu kökenli arkeolojik eserlerle de gündeme geldiler. Bugünlerde Türkiye’deki arkeoloji çevrelerinde Alman arkeologların Truva’daki kazıları 2013′te ABD’li meslektaşlarına devretmelerinin
nedenleri konuşuluyor. Truva Kazı Başkanı Tübingen
Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Ernst Pernicka,
maddi nedenlerden dolayı çalışmalara ara verecekleri
ifade etmişti.
Bu açıklamalar Alman arkeolojisinin Türkiye’deki
çalışmalarını tekrardan gündeme getirdi. Türkiye’de
Bakanlar Kurulu 2011 yılında 43 yabancı ekibe kazı
için izin verirken, bu 43 kazının 10′u Almanlar
tarafından yapılıyor. 2010′da ise 40 kazının 12
tanesinde Alman ekipler görev yapıyordu. Alman
ekiplerin yaptığı kazı sayısı azalsa da Türkiye’de
çalışmalarını sürdüren Alman arkeologları
Türkiye’deki çalışmalardan kesinlikle vazgeçme
eğiliminde olmadıklarını, uzun vadeli planlamalar
yaptıklarını anlatıyor. Alman Arkeoloji Enstitüsü
İstanbul Şubesi Direktörü Prof.Dr. Felix Pirson,
Deutsche Welle Türkçe Servisi’ne yaptığı özel
açıklamada kurumun Türkiye çalışmalarını özetledi.
Pirson, “Alman Arkeoloji Enstitüsü, Türkiye’de
Göbeklitepe, Hattuşa, Milet, Priene, Didim ve
Bergama çalışmalarını yürütüyor. Bu çalışmaların
hepsi uzun vadeli çalışmalar. Dolayısıyla bu
çalışmaların şimdiden belirlenmiş bir tarih
çizelgeleri yok. Ancak her 5 yılda bir her proje
Enstitü’nün bilimsel kurulunda değerlendirilmek
zorunda. Enstitü’nün İstanbul Şubesi’nde 25 kişi
görev yapıyor. Fakat çeşitli projelerde çalışan
arkeologların ve çalışanların sayısı daha fazla.
Sadece Bergama kazılarında 75 kişi çalışıyor. Bunun
yanında bu kazıda bölgedeki 38 kişiye de ayrıca
istihdam sağlanıyor. Milet kazılarında da hemen
hemen aynı sayıda akademik personel çalışmalara
katılıyor. Diğer çalışmalarda çalışan akademik
çalışanların sayısı 35-50 arasında değişiyor.
Türkiye’de kazı çalışmaları yanında ciddi bir
fotoğraf arşivi projemiz var. Çok büyük tarihi
değeri olan fotoğrafların yüzde 80′inini dijital
ortamlara aktardık. Enstitü’nün Türkiye’deki
çalışmaları için ayrılan bütçe ise birkaç milyon
Euro civarında. Bunun yanında biz ne maddi
nedenlerle ne de başka nedenlerden dolayı
Türkiye’deki çalışmalarımızı durdurmayı
düşünmüyoruz” diye konuşuyor.
Pirson ile birlikte Türkiye’de çalışmalar yürüten
Alman arkeologlar da Türkiye’deki çalışmalarının
önemine dikkat çekiyor. Truva çalışmalarını devreden
kazı ekibi başkanı Tübingen Üniversitesi Öğretim
Üyesi Prof. Ernst Pernicka, “Kazıyı ABD’li ekibe
devretmemiz, buradaki çalışmaları sonlandırdığımız
anlamına gelmiyor. Daha çok Yunan ve Roma dönemine
ait Truva Aşağı Şehir’deki kalıntılarla ilgili
yapılacak geniş kapsamlı kazıların önümüzdeki
dönemde uygulanması gereken ilk aşama olması daha
mantıklı görülüyor. Bu bölümlere odaklanan ABD’li
ekibin kazıları yapması bu yüzden daha uygun. Bu
durum aslında bir öneri olarak ortaya atıldı, benim
üzerinde karar vereceğim bir şey değildi” diyor.
Truva kazıları yanında son dönemde dikkat çeken
en önemli arkeolojik kazıların başında gelen
Göbeklitepe kazılarının başkanı Klaus Schmidt,
“Alman Araştırma Vakfı’nın 2021 yılına kadar süren
uzun vadeli programına sahibiz. Göbeklitepe’de uzun
yıllardır üzerinde çalıştığımız bütün alanlarda
çalışmalarımıza devam edeceğiz. Şu aşamada kazıları
zorlaştıran en önemli unsur, kazılarla ortaya
çıkarılan alanların anıtsallığı. Kazıları yaparken
bu anıtsallığı korumak durumundayız. Bunun yanında
Göbeklitepe’de yeni kazı yapmayı planlamıyoruz” diye
konuşuyor.
Didim Kazısı Başkanı
Prof.Dr. Andreas
Furtwängler ise Türkiye’deki çalışmalarını şöyle
anlatıyor: “Profesyonel restorasyon çalışmaları
Büyük Apollo Tapınağı üzerinde gerçekleştirilecek.
2012′de Didim’de, Kutsal Yol’da yapılan kazılar,
mabete giden girişi ortaya çıkarabilmek içindi.
Kazılarda daha çok üzerinde durduğumuz konu,
özellikle büyük festival dönemlerinde mabetlerde
uygulanan dini ritüelleri anlayabilmek. Gelecekte
Didim’e yakın bir bölgede yer alan tarih öncesi
çıkıntıda kazılar gerçekleştireceğiz”
haberler.com, 10.08.2012
|
BAKAN GÜNAY: NEMRUT DAĞI'NDAKİ HEYKELLERİ
TAŞIYABİLİRİZ

Çeşitli temas ve incelemelerde bulunmak üzere
Adıyaman ’a giden Bakan
Ertuğrul Günay , Kommagene Krallığı döneminde
yapıldığı belirtilen Yenikale’ye çıktı.
Daha sonra Nemrut Dağı eteklerinde yapımı devam eden
Hizmet Evi’nde incelemelerde bulunan Bakan Günay,
inşaatlardaki kötü işçilik ve kullanılan
malzemelerin kötü olması nedeniyle müteahhit ve
görevlilere tepki gösterdi. Bakan Günay, kötü
malzemenin sökülerek kalitelisiyle değiştirilmesi
talimatını verdi.
Gazetecilerin sorularını da yanıtlayan Bakan Günay,
Nemrut Dağı’ndaki heykellerin yapılacak müzeye
taşınabileceğini ifade etti.
Bakan Günay, şunları söyledi:
Dünyada çok ören yeri gezdim, ancak Nemrut Dağı gibi
başka bir yer yok. Bin yıl önce 2 bin 200 metre
yükseklikte doğunun ve batının bütün simgeleri bir
araya getirilmiş.
Buradaki heykellerin taşınması konusuna gelince;
bilim adamları arasında farklı görüşler ve
düşünceler var. Bu heykellerin bir müzede
korunmasını savunan çok bilim adamı var. Dünyada
arkeologlar yada bilim adamlarını büyük bir kısmı
eserlerin bulunduğu yerde korunmasını istiyor. Bu
doğru, ama anıtsal eserler müzede korunur. Bir
mimari yapı varsa bir tapınak ya da yerleşim merkezi
bu yerinde korunur. Ancak dünyadaki bütün arkeoloji
ve antik eserler yerlerinde korunacak olsaydı bugün
bu kadar müze olmazdı. Müzeler o zaman ne işe
yarıyor?
Burada çok ciddi iklim farkları var. Bu mekanda
yapılaşmanın olduğu dönem ile bugün arasında iklim
farkları var. Hatta bölgedeki barajlar nedeniyle
bile büyük iklim değişiklikleri var. İkincisi, yaz
ve kış arasında
Antalya ’da olmayan Atina ve
Roma ’da olmayan inanılmaz bir ısı farkı var. Bu
ısı farkıyla nasıl mücadele edeceğimiz konusunda
bilim adamları net bir karar vermiş değil. Bizlerde
zaten karar vermek için acele etmiyoruz. Uzun vadede
yerinde ya da bunların yerine çok yakın başka bir
yerde yapılacak olan müzede korunması gündemde
olabilir. Ama mutlaka aynı koşullarda, hatta daha
iyileştirilmiş koşullarda aynı görkem içinde ve
dünyanın çok saygı ile karşılayacağı bir koruma
projesini burada mutlaka gerçekleştireceğiz."
Radikal, Haber: Fadıl Binzet, 10.08.2012
|
|
İKİ YENİ İNSAN TÜRÜ BULUNDU
Kenya'da Turkana gölü
çevresinde alt ve üst çene kemiği ile beraber yatsı
suratı olan bir fosil kafatası üzerinde araştırma
yapan bilim insanları, bunların Homo Eractus
döneminde yaşayan iki değişik insan türü daha
olduğunu kanıtladığını açıkladı. 2007 ve 2009'da
bulunan çene parçalarını 40 yıl önce bulunan "1470"
adlı kafatası ile birleştiren bilim insanları, geniş
bir beyni ve güçlü çenesi olan başka türlerin
varlığını kesinleştirdi. Araştırmacılar bundan 2
milyon yıl önce yaşayan türlerin Homo Eractus
döneminde var olduğunu belirledi. Ancak bu türlerin
evrim nedeniyle ölümcül sondan kaçamadığı
kaydedildi.
Sabah, 10.08.2012
|
TÜRKİYE'NİN EN BÜYÜK MOZAİK MÜZESİ ŞANLIURFA'DA

Birkaç yıl önce Haleplibahçe semtindeki
Temalı Park Projesi’nin temel kazıları sırasında
MS 5. ve 6. yüzyıllarda yapıldığı sanılan, Roma
dönemine ait yönetici sarayının tabanında “Savaşçı
Amazon Kraliçeleri”nin av ve savaş sahnelerinin
tasvir edildiği mozaikler bulundu. Bilimsel danışma
kurulunun eserlerin başka bir yere nakli sırasında
zarar görebileceği endişesi üzerine, projede
değişikliğe gidildi. Alanda yapılması
kararlaştırılan ve bir süredir üzerinde çalışılan
Arkeoloji Müzesi,
Arkeopark ve Mozaik Müzesi Projesi, Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla hızlandırıldı.
200 bin metrekarelik alana inşa edilecek proje 38
milyon TL’ye mal olacak.
Temel atma töreni
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın da
katılacağı törenle bugün yapılacak.
Şanlıurfa Kültür ve Turizm Müdürü Selami Yıldız,
26 bin metrekarelik alana
Şanlıurfa
Arkeoloji Müzesi, 4 bin metrekarelik alana ise
Edessa Mozaik Müzesi’nin yapılacağını, her iki müze
arasında 29 bin metrekaralik arkeoparkın yer
alacağını bildirdi.
Yıldız, “Toplam 60 bin metrekare ile Türkiye’de
ve bölgede en büyük müze kompleksine sahip
olacağız’’ dedi. Yıldız, mozaik bakımından
Türkiye’de İstanbul, Gaziantep ve Hatay’ın ön plana
çıktığına değinerek, müzenin yapılmasıyla birlikte
Şanlıurfa’nın bu kentlerden açık ara öne
geçeceğini savundu.
Habertürk, 10.08.2012
|
ÇİN SEDDİ YAĞMUR SONUCU YIKILDI

Dünyanın "7 Harikası"ndan biri olarak
adlandırılan Çin Seddi'nin kuzey kısmında yer alan
Dajingmen bölümünde şiddetli yağmurlar sebebiyle
yıkılma meydana geldiği bildirildi.
Çin resmi Xinhua ajansında
yer alan haberde, ülkenin kuzeyindeki Hebei
bölgesinin Zhangjiakou şehrinden geçen Çin Seddi'nin
bir kısmında yıkılma oluştuğu belirtildi. İlk
belirlemelere göre, yıkım yaşanan bölüme "şiddetli
yağışların sebep olduğu" belirtilen haberde, zarar
gören 36 metrelik kısımda onarım çalışmalarının
başlatıldığı kaydedildi.
Yetkililer, şiddetli yağışların dağ sularını
tetiklediği ve güçlü debiyle gelen suların seddin
"Dajingmen" adlı bölümünü yıktığını kaydetti.
Yıkılan bölümün 1484 yılında yapıldığını söyleyen
şehir yetkilileri, yeniden inşa çalışmalarına
başladıklarını dile getirdi. Ayrıca, seddin aynı
bölgede zayıflayan kesimlerinin de güçlendirildiği
vurgulandı.
Öte yandan Çin blog sitelerinde konu ile ilgili yer
alan yazılarda, Hebei bölgesindeki Zhangjiakou
şehrinde çalışan bir işçinin duvarın hemen yanında
yaptığı kazının çökmeye sebep olduğu iddiaları da
yer alıyor.
Çin'in kuzeyinde geçtiğimiz ay yaşanan şiddetli
yağışlar sonucu seller meydana gelmiş ve yüzlerce
insan hayatını kaybetmişti.
ÇİN SEDDİ
Dünyanın "7 Harikası"ndan biri olarak
adlandırılan Çin Seddi, dünyanın en uzun geçmişe
sahip ve en büyük çaplı askeri savunma projesi
konumunda yer alıyor. 7 bin kilometreden uzun olan
Çin Seddi'nin yapım tarihi, MÖ 9. yüzyıla uzanıyor.
Zamanın Orta Çin krallıkları, kuzeydeki etnik
grupların saldırılarını engellemek için sınırlarda
duman işaretlerinin verildiği kule ve kaleleri
birbirlerine setlerle bağlaması ile oluşan Çin
Seddi, yerli ve yabancı turistlerin en çok ziyaret
ettikleri tarihi mekanlarıarasında yer alıyor.
Sabah, 10.08.2012
|
ANADOLU'DA ASLANIN İZLERİ AKSARAY'DA BULUNDU
Aksaray sınırları içindeki 7 bin yıllık Güvercinkaya
Höyüğü'nde yapılan kazılar Kapadokya'da, binlerce
yıl önce aslan, panter gibi yırtıcıların yanı sıra
iki farklı cinste yaban atının yaşadığını ortaya
koydu.
Güvercinkayası Kazı Başkanı ve İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü
Prehistorya Anabilim Dalı Başkanı Prof.Dr. Sevil
Gülçur, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 1993
yılında Aksaray'da envanter çalışması için yüzey
araştırması yaparken, köylülerin yönlendirmesiyle
Mamasun Barajı alanındaki kayalıkların üzerinde
Güvercinkayası Höyüğü'ne ulaştıklarını söyledi.
Höyüğün baraj alanında bulunması nedeniyle acil
olarak kazı çalışması başlattıklarını belirten
Gülçur, "Yerleşmeyi kurtarmak için 1996 yılında kazı
çalışmasına başladık ve öncelikle barajın tahrip
ettiği alanlarda çalıştık" dedi.
Güvercinkayası'nda 7 bin yıllık bir kale yapısı
bulduklarını kaydeden Gülçur, "Yaklaşık 3 bin
metrekarelik alanda çalışma yaptık. Höyüğün zirve
noktasında yaptığımız kazılarda önemli yapıların yer
aldığını fark ettik. Höyükteki yaşam MÖ
5220 ile 4750 yılları arasına tarihleniyor. Burada
büyük bir kale yapısına rastladık ve bu kale
yapısının iki kule ile desteklendiğini gördük.
Buradaki bulduğumuz kale yapısı Anadolu'da bugüne
kadar rastlanan en eski örnek" diye konuştu.
Güvercinkayası'nın en önemli özelliklerinden
birinin de höyükte bütün mimarinin önceden
tasarlanarak geliştirilmesi olduğunu vurgulayan
Gülçur, şunları ifade etti:
"Höyük aşağı ve yukarı yerleşme olarak ikiye
ayrılıyor. Bütün mimari önceden tasarlanarak
yapılmış, geliştirilmiş. Burası plansız, programsız
yükseltilmiş, inşa edilmiş bir yerleşme değil. Bunu
yaparken de bir kayanın üzerinde, kayanın doğal
formasyonuna uyacak şekilde yerleşmeyi
tasarlamışlar. Evler tek odadan meydana geliyor. Her
evin bitişiğinde bir tahıl odası ve her evde bir
ocak var. Burada yaşayanların genel geçim kaynağı
tarım ve hayvancılık."
Yemek artıklarının Kapadokya'nın geçmişteki vahşi
yaşamı hakkında bilgi verdiğini belirten Gülçur,
rastladıkları kemiklerden bölgede iki ayrı at
cinsinin var olduğunun anlaşıldığını vurgulayarak,
şöyle devam etti:
"Birisi daha iri, diğeri ona göre daha küçük.
Persler de Anadolu'ya hakim olduklarında bu bölgede
çok fazla at olduğunu görüyorlar ve bu bölgeye
Kapadokya, yani "Güzel atlar ülkesi" adını
veriyorlar. Bunu Romalılar da alıyor ve kullanmaya
başlıyor. Yine bu bölgede bol miktarda geyik
olduğunu biliyoruz. Alageyik, ulu geyik ve karaca
var. O dönemde bu çevrede aslan, panter gibi
yırtıcıların olduğunu tespit ettik. Kapadokya'nın bu
bölgesi aslında prehistorik insanın, tarih öncesi
yaşamında gerekli olan tüm ham madde kaynaklarını
veriyor. Mesela dişi bir aslana ait bacak kemiği ile
tırnak bulduk. O dönemde insanların aslanları
avlayıp yediklerini söylememiz zor ama aslan ölüsü
bulurlarsa mutlaka onun kemiklerinden veya postundan
yararlanmak için alıyorlardı."
Güvercinkayası Höyüğü'ndeki kazı çalışmalarını
barajın tahribatından kurtarmak için çalıştıklarını
vurgulayan Gülçur, şunları kaydetti:
"Güvercinkayası'nda korktuğumuz başımıza geldi.
Geçtiğimiz kış barajda su seviyesi çok yükselerek
2011 yılında kazdığımız tüm alanları kapladı. Baraj
kazdığımız tüm alanı tahrip etti. Şimdi yeniden
suyun bıraktığı molozu temizleyerek eski tabakalara
ulaşmaya ve yeniden kazı alanımızı temizlemeye
gayret ediyoruz. Bu yıl daha eski tabakaları bulmaya
çalışacağız ve mutlaka bu tabakaları, bu mimariyi
derhal belgeleyip, fotoğraflarla kaydedip, yine
baraj yükselirse hiç olmazsa enformasyonu
kaybetmemiş olacağız."
Konya Haber, Haber: Ersin Altınsoy - Öner Taş,
09.08.2012
|
KAZI ÇALIŞMALARININ EMEKTARLARI
Boğazkale
İlçesi'ndeki Hitit başkenti Hattuşa’da devam eden
arkeolojik kazı çalışmalarında görev alan ilçe
halkı, tarihi ören yerinde yıllardır babadan oğula
kazı çalışmalarını sürdürüyor.
Uzun yıllardır ören yerinde devam eden kazı
çalışmalarına katılan vatandaşlar, sıcak havaya
rağmen Ramazan ayında restorasyon çalışmalarında
görev alıyor.
1907′den bu yana ilçelerinde sürdürülen kazılarda
çalışan vatandaşlardan kimi ören yerinde oğlu ile
çalışırken kiminin ailesinde üç nesildir kazılarda
çalışanlar yer alıyor.
1982 yılından itibaren kazılarda restorasyon
yapan Abdullah Kahmazoğlu, AA muhabirine yaptığı
açıklamada, bugüne kadar 4 kazı başkanı ile
çalışmalara katıldığını söyledi.
Dedesinin ve babasının da kazılarda görev
yaptığını anlatan Kahmazoğlu, ”Dedem kazı başkanı
Kurt Bittell ile babam da Peter Neve ile çalışmış.
Benim oğlum da yazları burada çalışıyor. Restorasyon
yapıyoruz, yıkılmak üzere olan alanları onarıyoruz.
Hepimizin kazılarda mutlaka unutamadığı bir eseri
vardır. Ben 1985′te arkadaşlarımla bronz tablet
bulmuştum. Çok heyecanlanmıştık, kazılarda çalışmak
güzel bir duygu” dedi.
İlçe halkından Mehmet Karaköseoğlu ise 1980′den
bu yana kazılarda çalıştığını belirterek, “Ramazan
olduğu için biraz zorlanıyoruz. Sabah 5′te işe
başlıyoruz, öğlen bitiriyoruz. Aynı zamanda ben
heykel yapıyorum. Ailemizde de heykel yapımına ve
güzel sanatlara ilgi yüksek. Bu yeteneğimizin
topraklarımızda yaşayan Hititlerden geldiğini
düşünüyorum” diye konuştu.
Alman Arkeoloji Enstitüsü’nce sürdürülen
arkeolojik kazılarda bu yıl kazı yapılmazken
restorasyon ve yayın çalışmaları devam ediyor.
haberler.com, 09.08.2012
|
BİTLİS'TE BİR TARİH AÇIĞA ÇIKARTILIYOR

Bitlis'te Büyük İskender tarafından inşa
edilen Bitlis Kalesi'nde Van Yüzüncü Yıl
Üniversitesi (YYÜ) Tarih ve Sanat Bölümü ekibi
tarafından kazı çalışması başlatıldı.
15'i öğrenci 30 kişilik kazı ekibiyle Bitlis
Kalesi'nde gizli olan tarihi açığa çıkarmak için
çalıştıklarını belirten Yüzüncü Yıl Üniversitesi
(YYÜ) Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü
Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Gülşen Baş, birçok
medeniyete beşiklik yapmış bir tarihi
araştırmanın tarif edilemez bir duygu olduğunu
belirtti. Kazı ekibinin kalede yapmış olduğu
çalışmalarda bulunan her eserin Bitlis'te
yaşayan topluluklar ve medeniyetlerin tarihi ve
yaşam biçimleri hakkında bilgi toplama adına
önemli gelişme olacağına dikkat çeken Yrd.
Doç.Dr. Gülşen Baş, "Bitlis Kalesi, tarihi çok
eskiye dayanan büyük bir kenttir. Sadece kale
olarak değil birçok tarihi bina ve yapının
olduğu bir şehirdeyiz. Burada 15 öğrenci olmak
üzere 30 kişilik ekibimizle çalışmalarımıza
devam ediyoruz. İlk önce kalede bulunan çöpleri
ve uzayan otları temizledik. Daha sonra
kazılarımıza başladık. Kale çok kötü kullanılmış
ve sahipsiz kalmış yıllar boyu. Depremin de
etkisi ile önceki yıllarda çıkarılan eserlerin
duvarları tahrip olmuş durumda. Biz bununla
ilgili restorasyon çalışmaları yapacağız. Sanat
Tarihi, Mimarlık ve Arkeoloji Bölümü öğrencimiz
ve bakanlık temsilcimiz ile çalışmaları
yürütüyoruz." dedi.
Yapılan kazılar neticesinde ortaya çıkan madeni
para ve sikkelerin o dönemde Bitlis'te yaşayan
medeniyetler ve yaşadıkları tarihler hakkında
ipuçları verdiğine değinen Yrd. Doç.Dr. Baş
şöyle konuştu: "Bitlis Kalesi'nde iki bucuk
aylık bir çalışmamız olacak. Biz daha
başlangıçta Osmanlı dönemine ait olduğunu
düşündüğümüz porselen, seramik ve tütün kutusuna
ve parçalarına rastladık. Öğrenci arkadaşlarımız
kazı alanından çıkarılan toprakları eleyerek
toprak içinde gizlenen küçük parçaları bile
ayırt etmeye çalışıyorlar. Bulunan her sikke,
madeni para ve tarihi eser sayılacak parçaların
bizler açısından ve tarih açısından büyük bir
önemi var. Buradaki kazı alanından çıkardığımız
eserleri önceki yıllarda Bitlis Etnografya
Müzesi'ne teslim ediyorduk. Ama Kültür ve Turizm
Bakanlığı'nın kararı, tarihi eserlerin arkeoloji
müzesinde sergilenmesi yönünde oldu. Biz de bu
yıl buradan çıkarılan eserleri en yakın Ahlat
Arkeoloji Müzesi'ne teslim ediyoruz. Tarihlerine
yakından bakmak isteyen Bitlisli vatandaşlar
buradaki müzelerde sergilenen eserleri ziyaret
edebilir."
Yüzüncü Yıl Üniversitesi (YYÜ) Edebiyat
Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Yrd.
Doç.Dr. Gülşen Baş, ayrıca Bitlis Kalesi'nde
kazı çalışmalarının verimli bir şekilde
yürütülmesi için Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca
kazı ekibine tarihi bir konut tahsis edildiğini
belirtti.
Bitlis Kalesi Kazı Başkanlığı ve İl Kültür ve
Turizm Müdürlüğü olarak, bu tarihi konutun
restorasyon, restitüsyon ve konservasyon
projelerini kuruldan geçirdiklerini dile getiren
Baş, "Ancak bu konutun kazıevi olarak
düzenlenmesi için, maddi desteğe ihtiyacımız
var. Kazı ödeneğimizin dışında bölgenin ileri
gelenlerinden sponsor desteğinde bulunmasını
istiyoruz." dedi.
Star, 09.08.2012
|
KANUNİ VE HÜRREM SULTAN'IN KULLANDIĞI TABAKLAR
BULUNDU

Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet'in
İstanbul'u alma planını yaptığı, 1878 yılındaki
Rus işgali öncesi dönemin Edirne Valisi Cemil
Paşa'nın talimatıyla yakılan Edirne Sarayı'nda
yapılan arkeolojik kazılar sürüyor. Kültür ve
Turizm Bakanlığı'nın desteğiyle yapılan
kazılarda, 16'ncı yüzyıla ait Kanuni Sultan
Süleyman, Hürrem Sultan ve sonraki dönem
sultanların da içinden meyve yediği tahmin
edilen yüksek kalitede porselen tabaklar
bulundu.
Son günlerde 'Muhteşem Yüzyıl' isimli dizi ve
izlenme rekorları kıran 'Fetih 1453' filmiyle
tekrar gündeme gelen, Osmanlı İmparatorluğu'na
92 yıl başkentlik yapan Edirne Sarayı, tekrar
gün yüzüne çıkarılmaya başlandı. Edirne Sarayı,
Sultan 2'nci Murat tarafından Tunca Nehri'nin
iki kolu arasında kalan ada üzerinde 1450
yılında yapılmaya başlandı. Sultan 2'nci
Murat'ın ölümüyle kısa bir süre yarım kalan bu
saray kompleksi, daha sonra Fatih Sultan Mehmet
tarafından genişletilerek Saray-ı Cedid-i Amire
adını aldı.
Özellikle Kanuni Sultan Süleyman ve 4'üncü
Mehmet'in emri ile yapılan ek yapı ve
yenilemelerle Edirne Sarayı görkemli bir boyut
ve işlev zenginliği kazandı.
72 ayrı yapının bulunduğu sarayda, 117 oda, 21
divanhane, 18 hamam, 8 mescit, 17 büyük kapı, 13
koğuş, 4 kiler, 5 matbah ve 14 kasır
bulunuyordu. Ancak sarayın büyük ölçüde yok
oluşuna 1878 yılındaki Rus işgali sebep oldu.
19'uncu yüzyılın başından itibaren askeri
malzeme ve cephanenin depolandığı saray, Edirne
Valisi Cemil Paşa'nın verdiği emirle 18 Ocak
1878'de ateşe verildi. Yangın 3 gün sürdü.
Edirne Sarayı'ndan günümüze Adalet Kasrı, Kum
Kasrı Hamamı, Cihannüma Kasrı (padişah makamı),
Matbah-ı Amire (Saray mutfakları) ve Bab-üs
Saade'nin (kapı) kalıntıları kaldı.
Edirne İl Özel İdaresi ile TBMM Milli Saraylar
Daire Başkanlığı arasında 8 Ocak 2009 tarihinde
Edirne Sarayı'nın onarılması amacıyla yapılan
protokol sonrasında 5 milyon TL ödenek
gönderildi. 'Gülde Restorasyon' firmasının
üstlendiği çalışma ardından Edirne Yeni
Sarayı'nın onarım çalışmaları kapsamında ilk
olarak 2009 yılında Edirne Yeni Sarayı Mutfağı,
Mart 2011'de ise, Kum Kasrı Hamamı restorasyon
çalışmalarına başlandı. Hürrem Sultan'ın
kullandığı hamamın restorasyonu tamamlanırken,
mutfağın restorasyon çalışmaları devam ediyor.
3 dönümlük alanda Bahçeşehir Üniversitesi
Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Öğretim üyesi ve
Edirne Yeni Saray Kazısı Başkanı Doç.Dr.
Mustafa Özer başkanlığındaki ekibin Kültür ve
Turizm Bakanlığı'nın desteğiyle 2009 yılında
başlattığı kazı çalışmalarını sürdürüyor. Kazı
çalışmaları sırasında ise oldukça önemli tarihi
değerler çıkmaya başladı.
Edirne Sarayı'nda yürütülen arkeolojik kazının
2012 yılı çalışmalarında önemli verilere
ulaşıldığını belirten Doç.Dr. Mustafa Özer,
"Haziran ayının ikinci yarısından bu yana
sürdürdüğümüz ve ülkemizin değişik
üniversiteleri Bahçeşehir, Ege, 18 Mart, Trakya
ve Nevşehir Üniversitesi mimarlık, arkeoloji-
sanat tarihi, seramik, geleneksel Türk el
sanatları, fotoğrafçılık bölümlerinden öğretim
üyesi, uzman ve öğrencilerden oluşan 30 kişilik
ekip ve 25 civarında işçi ile sürdürdüğümüz
çalışmalar bütün hızıyla devam ediyor" dedi.
Özer, sözlerini şöyle sürdürdü: "Saray Mutfağı
(Matbah-ı Amire) çevresinde sürdürdüğümüz
çalışmalar kapsamında kazı, rölöve, restorasyon
ve konservasyon yanı sıra koruma, belgeleme
faaliyetlerini gerçekleştiriyoruz. Saraydan
günümüze ulaşan Av Köşkü, Fatih Köprüsü ve
Rıhtımın temizlik ve rölöve çalışmaları önemli
ölçüde tamamlandı. Kazı sonucu ortaya çıkan ve
Osmanlı şehir alt yapısının nasıl olduğunu
bizlere gösteren temiz ve atık su künkleri
(kanalları), rögarlar ile Tunca Nehri boyunca
devam eden sur kalıntıları ve mutfak işlevi ile
ilişkili ocak gibi mimari bulgulara ulaşıldı.
Mimari veriler dışında, özellikle Balkan
Savaşı'nın izlerini taşıyan ve bu bölgede
yaşanan savaşa ait kalıntı ve buluntular da ele
geçirildi. Bunlar arasında top gülleleri, boş
kovanlar, silah aksamı, mermi, süngü, askeri
kıyafetlere ait objeler gibi belirtiler bulundu.
Balkan Savaşı'nın da yaşandığı Edirne Saray
alanında, savaşın derin izlerini yoğun bir
şekilde görebiliyoruz. Bu yıl itibarıyla 100'ncü
yılında bulunduğumuz Balkan Savaşı'nın, Edirne
Sarayı'nı ve dolayısıyla Edirne'yi nasıl
etkilediğini bizlere yansıtan veriler elde
edilmiştir. 2012 yılı kazı çalışmalarının en
önemli buluntuları arasında, Osmanlı Saray
mutfağında önemli yer tutan buluntular da ele
geçirildi. Bunlar arasında, literatürde mavi
beyaz olarak adlandırılan seramik kaplar,
fincanlar, meyve tabakları, kaseler, şamdanlar,
hokkalar, kavanozlar, sürahi, ibrikler. 16'ncı
yüzyılın ilk yarısına tarihlendirdiğimiz bu
buluntuların İznik, Edirne ve Kütahya üretimi
oldukları anlaşılmaktadır. Osmanlı Saray
hayatında önemli yer tutan bu objelerin, sultan
ve ailesi tarafından kullanıldığı
düşünülmektedir. Bu yoğun olarak ele geçirilen
bu buluntularla, Edirne Sarayı'nın yalnızca
mimari olarak değil, kullanılan eşyaları ve
süslemesiyle de ne kadar ihtişamlı olduğu gözler
önüne serilmektedir.Yerli üretim çini ve
seramikler dışında, özellikle Çin üretimi ve
oldukça kaliteli porselenler (seladon) de bu
yılki kazı çalışmalarında ele geçirilmiştir.
Bunlar bizlere, Edirne Sarayı'nda yüksek
standartlarda bir yaşamın olduğunu
göstermektedir. Yoğun bir tempo içerisinde geçen
çalışmalarımız, planladığımız gibi, Eylül ayı
başına kadar devam edecektir"
Star, 09.08.2012
|
BONCUKLU HÖYÜK, ÇATALHÖYÜK'TEN 1400 YIL DAHA ESKİ

Boncukluhöyük’ün, UNESCO tarafından Dünya Mirası
listesine alınan geçmişi 9 bin yıl öncesine dayanan
Çatalhöyük’ten daha eski olduğunu ortaya çıktı.
Konya’da, Neolitik dönem yerleşim yeri olan Boncukluhöyük’teki kazı çalışmaları başkanı Liverpool Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Doç.Dr. Douglas Baird, Boncukluhöyük’ün, UNESCO tarafından Dünya Mirası listesine alınan geçmişi 9 bin yıl öncesine dayanan Çatalhöyük’ten daha eski olduğunu ortaya çıkardıklarını söyledi. Doç.Dr. Baird, geçen yıl yaptıkları kazılarda çıkartılan hayvan boynuzunun bulunduğu yerden alınan karbon testi sonucuna göre Boncukluhöyük’ün, Çatalhöyük’e göre 1300- 1400 yıl daha öncesine dayanan bir yerleşim yeri olduğunu vurguladı.
Konya’nın merkez Karatay İlçesi’ne bağlı
Hayıroğlu Beldesi’ndeki neolitik dönem yerleşim
birimi Boncukluhöyük’te kazı çalışmaları Kültür ve
Turizm Bakanlığı kontrolünde gerçekleştiriliyor.
Kazı başkanlığını Liverpool Üniversitesi Arkeoloji
Bölümü öğretim üyesi Doç.Dr. Douglas Baird’in
yaptığı Boncukluhöyük, Çumra İlçesi’nde bulunan ve
UNESCO tarafından Dünya Miras listesine alınan
Çatalhöyük’e yaklaşık 10 kilometre uzaklıkta.
Kazı Başkanı Doç.Dr. Douglas Baird, Çatalhöyük
etrafında yüzey araştırmaları yaparken 2001 yılında
Boncukluhöyük’teki yerleşkeyi bulduklarını
vurguladı. Bu yerleşkenin Çatalhöyük’te yaşayan
insanların atalarının yaşadığı bir yerleşke olduğunu
düşündüklerini belirten Doç.Dr. Baird, şunları
söyledi:
“2006 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izni
ile kazı çalışmalarına başladık. Buradaki evlerin
içinde bulduğumuz buluntular, Çatalhöyük’teki
kültürün ilk başlangıcı olarak değerlendirmek
mümkün. Evlerin aynı noktaları kullanarak birbirinin
üzerine inşa edilmesi, ölülerini evlerinin
tabanlarının altına gömmeleri buna işaret ediyor. Bu
evlerin içinde bulduğumuz boyalar ve dekoratif
desenli buluntulara dayanarak Çatalhöyük’teki
sanatın öncülerini oluşturduğunu görüyoruz.”
Doç.Dr. Douglas Baird, yaptıkları kazı
çalışmalarında elde edilen bulgulara göre,
Boncukluhöyük’ün, 9 bin yıllık geçmişe sahip
Çatalhöyük’ten daha eski olduğunu ortayı
çıkardıklarını söyledi. Geçen yıl yaptıkları kazı
sonrası bir evin duvarından hayvan boynuzu
çıkardıklarını vurgulayan Doç.Dr. Baird, “Hayvan
boynuzunun bulunduğu yerden aldığımız karbon örneği
Çatalhöyük’ten 1300- 1400 yıl öncesini gösteriyor.
Sonuç olarak Boncukluhöyük’ün Çatalhöyük’ten
yaklaşık 1400 yıl önceye ait bir yerleşim merkezi
olduğunu da kesinleştirmiş oluyor” diye konuştu.
haberler.com, 09.08.2012
|
600 YILLIK MEDRESE AYAĞA KALDIRILIYOR

Bursa Büyükşehir Belediyesi, sadece bir cephe
duvarı günümüze ulaşan ve üzerine 4 adet bina
yapılan yaklaşık 600 yıllık Bayezid Paşa
Medresesi'ni gün yüzüne çıkarmak için proje
çalışmalarını başlattı.
Bursa'nın yaşayan canlı bir müze kent olması için
8 bin 500 yıllık Arkeopark'tan 2 bin 300 yıllık
Bitinya surlarına, 600-700 yıllık Osmanlı
eserlerinden Cumhuriyet dönemi sivil mimarlık örneği
yapılara her alanda yoğun bir çalışma yürüten
Büyükşehir Belediyesi, şimdi de yaklaşık 600 yıl
önce yaptırılan bir Osmanlı medresesini gün yüzüne
çıkarıyor. Hocataşkın Mahallesi'nde ayakta kalmayı
başaran tarihi bir duvar kalıntısından yola çıkan
Büyükşehir Belediyesi tarihi ve kültürel miras
uzmanları vakfiye kayıtlarında yaptıkları
incelemelerde söz konusu yapının Çelebi Sultan
Mehmed ve İkinci Murad devri vezir-i azamlarından
Bayezid Paşa tarafından yaptırılan medrese olduğunu
belirledi. Bir dershane ve 11 oda olarak inşa
ettirilen tarihi yapı üzerinde yer alan 4 bina
Büyükşehir Belediyesi tarafından yıkılırken, tarihi
medresenin ilk günkü ihtişamıyla ayağa kaldırılması
için proje çalışmalarına başlandı.
Tarihi medrese çevresinde incelemelerde bulunan
Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, Tarihi ve
Kültürel Miras Projeler Koordinatörü Aziz Elbas'tan
medresenin tarihi hakkında bilgiler aldı. Bursa'nın
her köşesinin Osmanlı'nın ilk dönem eserleriyle dolu
olduğunu ve yok olmaya, kaybolmaya yüz tutan bu
değerleri ortaya çıkarmak için yoğun çaba içinde
olduklarını belirten Başkan Altepe, "Tarihi
medresenin tam anlamıyla ortaya çıkarılması
çalışmalara hız veriyoruz. Bir taraftan da
restitüsyon ve restorasyon projelerini
hazırlayacağız. Bu medreseyi restore edildikten
sonra her türlü sosyal, kültürel ve sanatsal
etkinliklerin yapılabileceği bir merkez olarak
bölgeye kazandıracağız" diye konuştu.
Bursa Hakimiyet, 09.08.2012
|
HACIMUSALAR HÖYÜĞÜ KAZILARI
Elmalı'daki
Hacımusalar Höyüğü'nde, Bilkent Üniversitesi
tarafından yürütülen 2012 yılı kazı çalışmaları
sürüyor.
Kültür ve Turizm
Bakanlığı'nın izni ile
Antalya Müze Müdürlüğü gözetiminde, Bilkent
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü
Öğretim Üyesi Doç.Dr. İlknur Özgen
başkanlığında yürütülen kazı çalışmalarının bu yılki
bölümü, höyüğün orta kısmı, batı ve kuzey kısmında
devam ediyor.
Kazı Başkanı Doç.Dr. İlknur Özgen, AA muhabirine
yaptığı açıklamada, Hacımusalar Höyüğü kazılarını
1994 yılından bu yana sürdürdüklerini,
her yıl ortalama iki kazı çalışması
yaptıklarını söyledi.
Kazı çalışmalarına
ABD'den Richmond Koleji ve Virginia
Üniversitesi'nden öğrencilerin de katıldığını
anlatan Özgen, Hacımusalar Höyüğü'nde bugüne kadar
ulaştıkları en eski
tarihin milattan önce 3 binli yıllar olduğunu,
höyüğün bölgede bulunan Semahöyük yerleşim
yerleriyle aynı döneme ait olduğunu kaydetti.
Höyüğün en
önemli devirlerini Roma İmparatorluğu
döneminde yaşadığını ve bir piskoposluk merkezi
olduğunu ifade eden Özgen, "Höyükteki kilise
yapıtları, mozaikleri, duvar resimleri ve
buluntular, buradaki yaşamın zengin ve özenli bir
yaşam olduğunu gösteriyor" dedi.
Höyükte bugüne kadar yapılan kazı çalışmalarında
yoğun mimari kalıntılarla karşılaştıklarını belirten
Özgen, kazılarda ortaya çıkan çanak çömlek
analizleri neticesinde erken duvarların milattan
önce 6 ve 5. yüzyıllara ait olduğunun
belirlendiğini, geç duvarların ise milattan önce 2.
yüzyıla ait olabileceğini tahmin ettiklerini
bildirdi.
Özgen, şöyle konuştu:
"Bugüne kadar yaptığımız kazılar sonucu,
Hacımusalar Höyüğü'nün Cilalı Taş Dönemi'nden
itibaren bakır, İlk Tunç ve demir çağlarında
yerleşim yeri olarak, Roma ve erken Hristiyanlık
dönemlerinde ise daha yoğun kullanıldığını
tahmin ediyoruz. Höyüğün ortasında bulunan kilise,
bize bu yerin bir din merkezi olduğunu gösteriyor.
Latince adı Choma olan Hacımusalar Höyüğü'nün antik
dönem piskopos listelerinde yer alıyor olması bu
yerin bir din merkezi olduğuna
en iyi
kanıttır."
Özgen, bu yılki kazı çalışmalarını ağustos ayı
sonunda tamamlamayı planladıklarını kaydetti.
Mynet Haber, Haber: Mehmet Çakmak, 09.08.2012
|
HAYDARPAŞA'DA SON SÖZ HALKIN
Asya ve Avrupa'yı Boğaz'ın altından birbirine bağlayacak Marmaray Projesi'nin tamamlanmasıyla işlevini yitirecek İstanbul'un sembolü Haydarpaşa Garı ve bölgesi ile ilgili yapılacak çalışmalar netleşmeye başladı. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı, İstanbul halkının karar vereceği model üzerine çalışıyor. "Haydarpaşa Garı, Kadıköy Bölgesi" ve "Üsküdar Harem Bölgesi ile Haydarpaşa Liman ve geri sahası" olarak ikiye ayrılan projede halktan gelen talep üzerine Haydarpaşa gar binasına dokunulmayacak. Bunun dışında kalan 1 milyon metrekarelik arazinin yaklaşık 600-700 bin metrekaresi için İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nden imar izni alındı. Bakanlığın üzerinde durduğu ilk formüle göre Haydarpaşa Garı için proje yarışması yapılması planlanıyor. İstanbul boyunca dolaşacak özel bir vapurla halka anlatılacak ve halkın oylarıyla seçilecek projenin ihale edilmesi planlanıyor. İkinci modelde ihalede birinci olacak şirkete yerel otoritelerin ve uluslararası mimarların kriterlerinin teyit verdiği 5 proje yapma yükümlülüğü getirilecek. Bu projeler yine vapurlarla İstanbul halkına tanıtılacak. Oylama yapılarak hangi projenin uygulanacağı seçilecek.
Sabah, Haber: Mehmet Nayır, 09.08.2012
|
 |
CAMİ, SEMBOL VE ZİHNİYET
Bir uzun zamandan beri (40-50 yıldır) Türkiye bir
yandan modernleşiyor öte yandan dindarlaşıyor. Bu
tablo Türkiye'yi tarif eden en iyi tablodur. Ancak
ne üzerinde durulmuş; ne de analiz edilmiştir.
Sosyolojik formüllere-şablonlara uymamaktadır.
Yukarıdaki fotoğraf bize hani 'hayat devam ediyor'
derler ya, müdahale edemediğimiz bir oluşumu
sergiliyor. Mimar Sinan Camii'ni eleştirenler
'taklit' diyor. Mimar Hilmi Şenalp seçkin bir
sanatçıdır, yurt içinde ve dışında klasik üslupla
çok önemli eserler vermiştir. Bu dahi öyledir. Lakin
yeri yanlış seçilmiştir. Mesele arkada yükselen
seküler zihniyetin gökdelenleri arasında bu caminin
(geleneğin-dindarlaşmanın) ezilmiş olmasıdır.
Bu sakil durum asrın
başındaki İslamcıların 'Batının ilim ve fennini
alacağız, İslam ahlakına bağlı kalacağız' tezinin
bugünkü tezahürüdür.
Ne yazık ki Müslümanlar
Batı tipi hayat karşısında kendi inançları
doğrultusunda dünyanın hiçbir yerinde bir 'hayat
tarzı' kuramadı. Hep tenkit, hep itiraz. Yeni bir
teklif ve uygulama yok.
Biz seçkinlerimizi
kaybettik. Yeni hayat tarzını inşa edecek olanlar
Müslüman filozoflar, ilim adamları, sanatçılar ve
onların fikriyatını hayata geçirecek olan siyasiler
ile bürokratlar ve teknokratlardır.
Gökdelen hegemonik bir
yapıdır. Kapitalist ideolojinin ve tüketim
ekonomisinin sembolüdür. Şu anda bütün dünya bu
görüşün hayat tarzını benimsemiştir. Alternatif
yoktur. Mimar Sinan Camii de o gökdelenler arasında
başka bir dünyaya ait olduğunu haykırıyor ama, kim
duyacak.
Mimar Sinan yetmedi,
şimdi de Çamlıca'ya cami isteniyor. Eğer bir
sembolse bu, İstanbul'u sembolize eden çok cami var.
Eğer ihtiyaca binaen yapılıyorsa, oraya değil,
Taksim'e yapılmalı. Taksim'in tek yeşil alanı, gezi
parkı asla yıkılmamalı, daha bakımlı olmalıdır.
Tuhaf değil mi, her yere
cami yapılırken, her yere gökdelen dikiyoruz. Yani
hem bu dünya fani diyoruz, hem kazık çakmaya
çabalıyoruz.
Gökdeleni biz Batı'dan
aldık. Öte dünyaya inanmayan, sömürücü, insafsız,
hem insanı hem tabiatı tüketen bir uygulamanın
sembolü. Sürekli büyüme, sürekli refah ve zenginlik
peşinde koşan, konfor düşkünü bir zihniyet. Bütün
dünya üretiminin yüzde seksenine el koyan bir
azınlığın ideolojisi, hegemonyası.
Bu azınlık dünyada
siyaseti, iktisadı, mimariyi, müziği, edebiyatı,
modayı her eğilimi belirliyor. Orduları,
laboratuvarları, ar-ge şirketleri var. Yeryüzü
inliyor, Afrika'da dakikada şu kadar çocuk ölüyor
umurlarında değil.
Gökdelen ortamından cami
çıkar mı?
Modern denemeler
olmuştur. Rahmetli Dalokay'ın camisini anmalıyız.
Piramidal bir gövde ve füze benzeri minareler.
Bunu değiştirerek çok
uygulayan oldu. Ama hiçbiri kayda değer değil.
Bunun dışında Behruz
Çinici ve arkadaşlarının yaptığı TBMM Camii'nin çok
sözü ediliyor. Bana sorarsanız iri bir konteyner.
Gazeteci Cüneyt Özdemir
geçenlerde bir mimar arkadaş ile bu cami meselesini
tartıştı. Mimar arkadaşın adı aklımda kalmamış ama
şu sözü dikkate değer: 'Bizim mimarlar Müslümanlığa
uzaktır, Müslümanlar arasında da iyi mimar
çıkmıyor.'
Şimdi ben bu zihniyet
karmaşasından şu sonucu çıkarıyorum. Hayatımız
gökdelenler istikametinde ilerliyor. Artık bu hayat
tarzının bir alternatifi yok.
Ama cami canımıza,
kanımıza, beynimize, kalbimize kazınmış. O bizi
terketmiyor.
Çok şükür.
Türkler ne zaman bir
hayati hamle yapmaya kalksa gerekli gücü dinden
almıştır. Din Türkün muharrik gücüdür. Yazının
başındaki soruya cevabım şu: Modernleşme kolay bir
şey değil. Türkiye bu yolda mesafe almak için yine
göğsündeki imana güveniyor. Dindarlaşma bu yüzden.
Ama gelin görün ki, ne
dindarlaşma ne modernleşme bize bir 'hayat tarzı'
kazandırmıyor. Sürekli cambaza bakıyoruz.
Selimiye Camii'nin vücut
bulması için beş yüz yıl geçmesi icap etti.
Biz de modernizmin
(gökdelenin) hegemonyasından çıkmak, modern camiler
inşa etmek için bir o kadar bekleyecek miyiz?
Allah bilir.
Modernleşmeyi istiyoruz.
Böylece güçlü olacağız. Tek korkumuz gavur ayağı
altında kalmak, istiklalimizi kaybetmektir.
Ama tenakuz şurada,
'tüketimle büyüyoruz', başörtülü kızlarımız kot
giyiyor, converse kullanıyor. Tezatlar altındayız.
Tekrar 'cami
tartışmasına' dönersek şu son cümleleri söyleyelim.
Mimar Sinan Camii'ne 'taklit' diyenler; ne dikkate
değer bir bina yapmış ne de cami inşa etmiştir.
Etsinler de görelim.
Her iki eğilimden
haberdar olan bir mimarımız vardı, kaybettik: Turgut
Cansever. Allah rahmet eylesin.
Bir soru da yıllar önce
İsmet Özel sormuştu:
'Türkiye Müslüman olarak
mı güçlenecek,
yoksa güçlenerek mi
Müslüman kalacak'.
Şimdiki tablo 'ortaya
karışık' bir şey.
Yeni Şafak, Yazı: Mustafa Kutlu, 08.08.2012
|
MEVLANA MÜZESİ'NDEKİ 4 KAPININ SIRRI!

Türkiye'nin en fazla ziyaret edilen müzelerinden
Mevlana Müzesi'ndeki 4 kapının her biri ayrı
anlamlar taşıyor.
Her yıl yüz binlerce yerli ve yabancı turistin
ziyaret ettiği Mevlana Müzesi'nin, Selimiye Camii
tarafından girilen ''Dervişan'', Üçler Mezarlığı'na
açılan ''Hamuşan'' ile günümüzde turistlerin
girişinin sağlandığı ''Çelebiyan'' ve ''Küstahan''
diye adlandırılan 4 kapısı bulunuyor.
Müzeye girişler dış duvardan turnikelerle
sağlanıyor. Ziyaretçiler, turnikelerden girdikleri
bahçeden, müzenin bulunduğu
bölüme Çelebiyan Kapısı ile derviş
hücrelerinin arasında bulunan bir geçişten alınıyor.
Konya Kültür
ve Turizm Müdürü Mustafa Çıpan, AA muhabirine
yaptığı açıklamada, Mevlana Müzesi'nin bulunduğu
alanın, Mevlana'nın babası Bahaeddin Veled'in
Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad tarafından
Konya'ya davet edilmesi üzerine kendilerine tahsis
edilen sarayın bir bahçesi olduğunu söyledi.
Zaman içinde vefat eden Bahaeddin Veled, Mevlana
ve oğlu Sultan Veled ile Mevlevi tarikatı
büyüklerinin buraya defnedildiğini ifade eden Çıpan,
''Bu alanda Osmanlı padişahlarının yaptığı
ilavelerle burası bir külliye haline gelmiş.
Balkanlar, Kırım ve Arabistan yarımadası, Afrika'nın
kuzeyi ve Anadolu coğrafyasında 140'a yakın
mevlevihanenin tamamına yakınının idare merkezi
burasıdır'' dedi.
Çıpan, Türkiye'de tekke ve zaviyelerin kapatılmasına
ilişkin düzenlemenin ardından Mevlana Müzesi'nin de
kapatıldığını ancak kısa süre sonra müze olarak
ziyarete açıldığını vurguladı. Müzede 4 giriş
kapısının bulunduğunu anlatan Çıpan, şunları
kaydetti:
''Geleneksel işleyişi içinde türbenin 4 kapısı
bulunuyor. Bu kapılardan biri de Çelebiyan
Kapısı'dır. Geçmişte bu kapının dışında bulunan
bölüm ve ileriye doğru olan alan, Çelebi ailesine
mensup insanların ve dergahta hizmet verenlerin
evlerinin bulunduğu bir mahalleye açıldığı için, bu
bölgedekilerin dergaha girişleri bu kapıdan
yapılıyordu. Bu nedenle bu kapıya Çelebiyan Kapısı
adı verildi. Kapının üst kısmında II. Mahmud'un bir
tuğrası görülüyor. Daha önce tuğralar kaldırılarak
depoya alınmıştı.''
Müzenin 4 kapısından bir diğerinin de Küstahan
Kapısı olduğunu anlatan Çıpan, bu kapının 1990'lı
yıllarda yapılan kazı ve restorasyon çalışmasıyla
yeniden ortaya çıkarıldığını ifade etti.
Mevlevilik tarikatında bu yola girmek isteyen,
çileye soyunanların binbir gün boyunca hizmet
ettiğini dile getiren Çıpan, hizmetleri sırasında
usule uygun olmayan davranışlar veya bir takım
ikazlara rağmen düzeltilemeyen hususlar olduğunda,
bu kişilere akşam karanlığında Küstahan Kapısı'ndan
yol verildiğini, o nedenle bu kapıya Küstahan Kapısı
adı verildiğini söyledi.
Çıpan, müzenin ana giriş kapısına Dervişan Kapısı
adı verildiğine dikkati çekerek, ''Kapının bu isimle
anılmasının sebebi; Mevlevilik tarikatına girmek
isteyenler bu kapıdan gelip taleplerini iletirler.
Bu kapı dergahın ana giriş kapısıdır. Kapının
üzerinde Sultan II. Mahmud'un tuğrası bulunmaktadır.
Altındaki kitabe de bu bölgenin III. Murat
tarafından yaptırıldığını bildiren bir inşa
kitabesidir'' diye konuştu.
Çıpan, yaptıkları restorasyonun ardından depoda
bekletilen Dervişan Kapısı'ndaki kitabeyi, yeniden
yerine yerleştirdiklerini söyledi.
Dervişan Kapısı'ndan girip binbir gün çileye tabi
tutulan, daha sonra da kendisine ''dede'' unvanı
verilerek hücre tahsis edilen, ömür boyunca burada
hizmetlerini sürdürdükten sonra da vefat edenlerin
bu kapıdan son yolculuğuna uğurlandığını dile
getiren Çıpan, şöyle devam etti:
''Ömrü boyunca dergahta hizmet eden bu kişiler,
vefat ettiklerinde yine hizmete başlamak için
bulundukları Matbah-ı Şerif'teki alanda cenazeleri
yıkanır ve bu kapıdan ebediyete uğurlanırlar. Dünya
ile ilişkisini bitiren insanlar Hakk'a
yürüdüklerinde bu kapıdan uğurlanırlar. O yüzden
Hamuşan Kapısı denilir. Hamuş, Farsça'da 'susmuş'
demek. Hamuşan 'susmuşlar' demektir. Mevlevilik
geleneğinde mezarlık veya kabristan kelimeleri
kullanılmaz. Vefat edenlerin defnedildikleri alana
hamuşan denilir. Yani hizmet edenlerin, dünya ile
irtibatlarının bittiği zaman dilimine geçişleri bu
kapıdan sağlanıyordu. Bu kapıların ne anlamlara
geldiğini genellikle işin erbabı bilir.''
Akşam, 08.08.2012
|
SURİYE'NİN KÜLTÜREL MİRASI DA YOK EDİLİYOR
Arap, Osmanlı ve daha bir çok medeniyete ev
sahipliği yapan Suriye'de, çok önemli tarihi
eserler bulunuyor.
Şam, Halep ve Busra'nın eski şehir
merkezleri, Kuzey Suriye'nin antik köyleri,
Şövalye kalesi ve Palmyra Antik kalıntıları,
UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne kayıtlı 6
anıt eser. Bu hazinelerle birlikte listeye
aday diğer 12 tarihi anıt, bina ve sit alanı
şimdi tehdit altında. Silahlı çatışmaların
yanı sıra şehirlerin bombalanması, tarihi
eserlerde büyük tahribata yol açıyor.
Uzmanlar, çoğu tarihi mekanın yok olma riski
ile karşı karşıya olduğunu belirtiyor.
Müzeler, anıtlar ve arkeolojik sit alanları
yağmalanırken İnterpol, tüm dünyadaki
güvenlik güçlerini Suriye'den kaçırılan
tarihi eserler konusunda uyardı.
Son haftalarda yoğun bombardıman ve
çatışmaların vuku bulduğu Halep, Şam ve Dera
gibi şehirlerin merkezlerinde bulunan, eski
evler, camiler, kiliseler ve önemli anıtlar
çatışmalardan etkileniyor. Buna ek olarak
sosyal medyaya yansıyan bilgilere göre,
müzeler, anıtlar ve arkeolojik sit alanları
silahlı gruplar ve siviller tarafından da
yağmalanıyor. İnterpol, yakın zaman önce
yayınladığı bir raporla, tüm dünyadaki
güvenlik güçlerini Suriye'den kaçırılan
tarihi eserler konusunda uyardı. Selahaddin
Eyyubi'nin türbesi ile Emeviye Camii'ndeki
Hz. Yahya türbesi gibi çok önemli bazı
tarihi mezarların da, muhalifler içinde yer
alan bazı Selefi grupların her an hedefi
olabileceği uyarısı da yapılıyor.
'Dünya kültürel mirasının Kızıl Haç'ı
olarak nitelendirilen 'Blue Shiled'in son
haftalarda yayınlamış olduğu raporlar,
Küresel Miras Fonu (Global Heritage Fund)
raporları ve uluslararası medyanın gündeme
taşıdığı konuyla ilgili haberlerin de,
Suriye'nin kültürel mirasında oluşan
tahribatın çok az bir kısmını yansıttığından
endişe ediliyor. Anıt ve müzelerin gördüğü
zararın boyutları henüz uzmanlarca
incelenemediği için raporlanamıyor.
Ancak
çatışmaların sona ermesinden sonra yapılacak
uzman incelemeleriyle, bu zararın tam olarak
gün yüzüne çıkabileceği belirtiliyor.
Zaman'ın sorularını yanıtlayan Paris
merkezli Uluslararası Anıtlar ve Sit
Alanları Konseyi'nin (ICOMOS) başkan
yardımcısı Samir Abdulac, stratejik olarak
yüksek ve önemli yerlere yapılan tarihi
kalelerin, stratejik konumları nedeniyle
silahlı gruplarca bugün de askeri üs olarak
tercih edildiğine dikkat çekiyor. Bu da bu
çeşit anıtsal binaların zarar görmesinin en
temel nedeni.
Palmyra Roma kalıntıları, Selahaddin
Eyyubi'nin ve Haçlıların inşa ettirdiği
Şövalye Kalesi, Dera, Humus, Lazkiye ve
Halep'te yer alan irili ufaklı çok sayıda
Osmanlı kalesi, kapalıçarşılar ve Türkiye
sınırında yer alan antik köyler sırf
jeostratejik ve askeri kullanım yüzünden
ağır zarar görmüş olan ve halen yok olma
riski taşıyan tarihi yerlerden sadece
birkaçı.
Sivillerin ve askerlerin müzelerdeki
tarihi eserleri yağmalaması da kültürel
katliamın bir başka boyutunu teşkil ediyor.
UNESCO Dünya Kültür Mirası Merkezi'nin Arap
ülkeleri uzmanı Véronique Dauge, Zaman'a
yaptığı açıklamada, başta BM genel sekreteri
olmak üzere, Suriye hükümeti, İnterpol ve
Dünya Gümrük Örgütü (WCO) gibi çeşitli yerel
ve uluslararası otoriteleri Suriye'den kanun
dışı yollarla çıkarılan tarihi eserlerin
kaçakçılığını önlemek için uyardıklarını
söyledi. Dauge sadece gönüllülerden oluşan
bir grubun sınırlı sayıda anıtı gözlemleyip
korumaya çalıştığını belirtti.
Irak gibi tarihi hafıza kaybı yaşanabilir
Saddam Hüseyin rejiminin uygulamasını
örnek alan Suriye hükümeti de yükte hafif
pahada ağır, altın ve kıymetli madenlerden
yapılmış birçok tarihi eseri merkez
bankasının kasasında muhafaza altına aldı.
Ancak bu önlem taşınamayacak ebatta olan
tarihi eserleri ve anıtları korumak için işe
yaramıyor. Dr. Abdulac en önemli sorunlardan
birisinin bombalanan kazı alanları olduğunu
belirterek, bombalardan, henüz kazı
yapılmadığı için toprak altında olan tarihi
eser niteliği taşıması muhtemel
materyallerin bile zarar gördüğünü belirtti.
Irak müzelerinin yağmalanmasının aşırı bir
örnek teşkil ettiğini beyan eden Abdulac,
Suriye'nin taşıdığı riskin henüz Irak kadar
olmasa bile benzeyebileceğini sözlerine
ekledi.
UNESCO Türkiye Milli Komisyonu'nun
sessizliği ise dikkat çekiyor. Suriye'den
kaçırılan çoğu tarihi eserin, insani
nedenlerden ötürü açık tutulan Türk
sınırından geçmiş olma ihtimalinin hayli
yüksek olduğuna işaret eden uzmanlar, Türk
makamlarının konuyla daha yakından
ilgilenmesi gerektiği uyarısı yapıyor. Dünya
kamuoyu, Irak'ta işgal nedeniyle vuku bulan
kültürel miras yağmasını fark ettiğinde çok
geç kalınmıştı. Yerlerinden çalınan Irak
müzelerinin değerli koleksiyonları halen
dünyanın çeşitli müzayedelerini dolaşmaya
devam ediyor.
Zaman, Yazı: Adnan Rıza Güzel, 08.08.2012
|
TARİHİ KİLİSE ANNE ÇOCUK EĞİTİM MERKEZİ OLDU
Diyarbakır'da 350 yıllık tarihi Ermeni Katolik
Kilisesi metruk halinden kurtarılarak, göçle gelen
yoksul kadın ve çocuklarının eğitim görmesi için
''Anne Çocuk Eğitim Merkezi''ne dönüştürüldü.
Farklı din ve dile mensup kişilerin yüzyıllardır
kardeşçe bir arada yaşadığı
Diyarbakır'da 1650-1700 yıllarında Vatikan'dan gelen
misyonerler tarafından Gregorian mezhebine ait olan
Ermenileri Katolik mezhebine çekmek için Sur
İlçesi'ndeki Hasırlı Mahallesinde kurulan ve 1850'li
yıllarda bir süre cami olarak
kullanılan Ermeni Katolik Kilisesi, 4 yıl
önce Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce restore edildi.
Restorasyonu tamamlanan ve Sur Kaymakamlığı'nca
korunması ve işlevlendirilmesi için kiralanan tarihi
kilisenin papaz evi bölümü,
hazırlanan bir proje kapsamında
''Anne Çocuk Eğitim Merkezi''ne dönüştürüldü.
İçişleri Bakanlığı'nca ''Köye Dönüş ve
Rehabilitasyon Projesi
kapsamında aktarılan 130 milyon lira ödenek
ile tarihi kilise içerisinde hayata geçirilen
merkezde yüksek standartlarda iki sınıf, bir
oyun odası ve mutfaktan oluşan 80
öğrencinin eğitim gördüğü bir kreş,
annelerinin de okuma yazma
öğrenebilmesi için eğitim salonu bulunuyor.
Ekonomik yoksunluk nedeniyle kreşe gitme imkanı
bulamayan 80 çocuk, aldığı eğitim ile geleceğe
güvenle hazırlanıyor.
Sur Kaymakamı Mustafa Kılıç, AA muhabirine
yaptığı açıklamada, Sur İlçesi'nin Diyarbakır'ın
merkezinde ve tüm tarihi mekanların toplandığı bir
yer olduğunu vurgulayarak, ilçedeki tarihi
mekanların restorasyonu kapsamında bir süre önce
restorasyonu tamamlanan Ermeni Katolik Kilisesi'ni
cemaati bulunmadığı için korunması ve
işlevlendirilmesi için bir proje kapsamında Suriçi
bölesindeki kadın ve çocuklara yönelik eğitim
merkezi haline getirdiklerini söyledi.
Suriçi bölgesinin sosyal ve ekonomik anlamda
dezavantajlı vatandaşların yaşadığı, terör
olaylarının yoğun yaşandığı dönemlerde dışarıdan
göçle gelenlerin ilk yerleşim yeri olduğunu ifade
eden Kılıç, ekonomik açıdan imkanları yetersiz olan
ailelerin ve çocuklarının iyi bir eğitim almaları
için Ermeni Katolik Kilisesi'ni Vakıflar Genel
Müdürlüğü'nden kiralayarak kadın ve çocukların
hizmetine sunduklarını belirtti.
Kılıç, ilçede çocukların ve kadınların çok fazla
sosyal imkanları bulunmadığına dikkati çekerek,
''Evlerin iç içe olduğu dar sokaklara sahip
olmasından dolayı çocukların gidebileceği park ve
bahçeler bulunmuyor. Bu nedenle çocuklar vakitlerini
sokakta geçiriyor. Sosyal bir derneğin desteğiyle
açtığımız merkezde hem onlara sosyal bir imkan
sunmuş olduk, hem de kişisel gelişimlerini
sağlamalarına vesile olduk'' dedi.
Kreşe çocuğunu getiren kadınların yarısının okuma
yazma bilmediğini hatırlatan Kılıç, kadınlara
yönelik de tarihi yapı içerisinde oluşturdukları
salonlarda okuma yazma eğitimi verdiklerini
vurguladı.
Akşam (Kısaltarak), 08.08.2012
|
GENÇ KADININ MEZARINDAN 1789 KEMİK ÇIKTI

Meksika'nın başkenti Meksiko'daki Aztek
uygarlığına ait Büyük Tapınak'ta (Templo Mayor)
şimdiye kadar eşi benzeri görülmemiş bir mezar odası
bulundu.
Azteklerin başkentindeki
en kutsal yer olan Büyük Tapınak'ın bir kenarında
yer alan "kutsal ağacın" kalıntılarının
yakınlarında, yerin 5 metre altında bulunan mezar
odasında 1789 insan kemiği yığınıyla çevrelenmiş
genç bir kadının iskeleti yer alıyor.
Meksika Ulusal Antropoloji ve Tarih Enstitüsü,
Azteklerin üst sınıf üyelerinin öteki dünyaya
yolculuğuna eşlik edecek refakatçiler bulmak için
kitlesel kurban törenleri düzenlemediğini ve
kemikleri tekrar gömme gelenekleri olmadığına
dikkati çekerek, mezarın eşsiz nitelikte olduğunu
belirtti.
Florida Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nden Susan
Gillespie, mezarı Aztek kültüründe benzeri olmayan
bir örnek olarak niteledi.
Mayaların üst sınıf üyeleriyle birlikte kurban
edilmiş kişileri de gömdüğünü ifade eden Gillespie,
bu kişilerin bir bütün olarak gömüldüğünü, Aztek
mezarında ise farklı insanların farklı kısımlarından
yüzlerce kemik bulunduğunu kaydetti.
Gillespie, diğer Kolomb-öncesi uygarlıklardan farklı
olarak Azteklerin, 1325 ve İspanyolların 1521'deki
istilasına kadar olan süreçte üst sınıf üyelerinin
cenazelerini gömmek yerine yaktıklarına işaret etti.
Mezardan çıkarılan kemikleri inceleyen arkeologlar,
bazı göğüs kemikleri ile omurlarda kalp çıkarma
ayinindekileri anımsatan kesik izlerinin
bulunduğunu, ancak kurbanların bir bütün olarak
değilde parçalanarak mezara yerleştirildiğini
söyledi.
Arkeologlar, kemik yığınlarından birinde 7 yetişkin
ile 3 çocuğa ait kafataslarının, diğerinde uyluk
kemiği gibi uzun kemiklerin, bir başkasında ise
kaburga kemiklerinin yer aldığını belirtti.
Kazıda görev alan antropolog Perla Ruiz,
Kolomb-öncesi uygarlıklardan bazılarının atalarına
taptığı için başka mezarlardan çıkardıkları
kemikleri yeniden gömdüklerine işaret etti, ancak
Azteklerin atalarına değil, Güneş Tanrısı'na
tapındığına dikkati çekti.
Mezarın, 1481-1486 yıllarına ait olduğu sanılıyor.
Mezarın yakınlarındaki kutsal ağaç da arkeoloji
dünyasında büyük merak uyandırdı.
Küçük yuvarlak bir platforma yerleştirilen meşe
ağacı kütüğünün, neyi simgelediği henüz çözülemedi.
Azteklerin, diğer Kolomb-öncesi uygarlıklar gibi
tinsel öneme sahip olduğunu düşündükleri ağaçları
kutsal kabul ettiği biliniyor, ancak kütüğün
törensel anlamı şimdilik gizemini koruyor.
Sabah, 08.08.2012
|
KUTSAL YOLDA TARİHİ TALAN

Aydın'ın Didim İlçesi’nde Milet
antik kentinden
Apollon Tapınağı’na uzanan ve yıllardır tam olarak
ortaya çıkarılamayan Kutsal Yol’un geçtiği
bölgelerdeki tarih talanı pes dedirtti. Didim Turizm
Altyapı Hizmet Birliği (DİTAB) Başkanı Salih
Bankoğlu, yol güzergahında birçok yerin kaçak kazı
yapanlar tarafından talan edildiğinin belirlendiğini
söyledi ve çekilen fotoğrafları basınla paylaştı.
Yaklaşık 20 kilometrelik Kutsal Yol’un tamamının
ortaya çıkarılması, yürüyüş ve bisiklet yolu
yapılması için geçen mayıs ayında keşif çalışması
başlatıldı. Aydın İl Kültür ve Turizm Müdürü Nuri
Aktakka, DİTAB Başkanı Salih Bankoğlu, Milet Müzesi
Arkeoloğu Hasibe Akad İslam, Dağcılık İhtisas Kulübü
Başkanı Mustafa Aksoy, Bisikletçiler Derneği Aydın
Temsilcisi Emre Polat, Aydın İl Özel İdare Planlama
ve Proje Müdürlüğünden Hüsamettin Ayaz’ın yer aldığı
heyet, Milet antik kentinden geçip, Balat, Akköy ve
Yalıköy güzergahını izleyerek Mavişehir Mahallesi
üzerinden Kutsal Yol’un sona erdiği Apollon
Tapınağı’na kadar yürüdü.
Yürüyüşe katılanlardan DİTAB Başkanı Salih Bankoğlu,
basın toplantısı düzenleyerek, yaptıkları
incelemeler hakkında bilgi verdi. Bankoğlu, Kutsal
Yol’un geçtiği güzergahın kaçak kazı yapanlar
tarafından talan edildiğini söyledi. Gezi ve
incelemeler sırasında çekilen fotoğrafları basınla
paylaşan Bankoğlu, "Kutsal Yol’la ilgili olarak
Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan izin alındı. Bu
yolun açılması noktasında izin alınmasına rağmen
burayı bekleyen daha büyük tehlike mevcut. Maalesef
bu yol üzerindeki yerler talan edilmiş. Akköy ve
Didim arasındaki bölgede, antik dönemde yaşamış
kişilere ait mezarların olabileceği yerler define
arayanlar tarafından kazılmış ve talan edilmiş. Biz
buranın turizme açılmasını istiyoruz, ortada
darmadağın bir durum söz konusu" dedi. Bankoğlu,
yetkili mercilere gerekli bilgilerin verildiğini ve
gerekli güvenlik önlemlerinin alınmaya başladığını
dile getirdi.
Vatan, Haber: Buket Yetişsin, 08.08.2012
|
BAKAN AKHİSAR MÜZESİ'Nİ AÇTI
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Akhisar Müzesi’ni törenle açtı.
Manisa Valisi Halil İbrahim Daşöz, Akhisar Kaymakamı Kamil Köten, Belediye Başkanı Salih Hızlı ve çok sayıda siyasetçinin katıldığı törende Bakan Günay, bandoyla karşılandı. 6 yılda bitirilen müzenin, son 5 yılından kendisinin sorumlu olduğunu belirten Günay, kültür hazinelerinin yeryüzüne çıkarılması için büyük projeler yürüttüklerini anlattı. Belediye Başkanı Hızlı, Bakan Günay’a şehrin anahtarını ve Akhisar Belediyespor forması takdim etti. 1000 metre kapalı alanı bulunan, 3 ayrı binadan oluşan Akhisar Arkeolojik ve Etnografik Müzesi, 1.5 milyon liraya mal oldu.
Milliyet Ege, Haber: Haldun Akyüz, 08.08.2012
|
DENİZDEN ANTİK 3 MEZAR STELİ ÇIKARILDI

Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ)
Sualtı Görüntüleme ve Araştırma
Merkezi tarafından Antalya kıyılarında yürütülen
arkeolojik sualtı araştırmaları
sırasında, Side antik
kenti mendireğine
yaklaşık 300 metre uzaklıkta,
4 metre derinlikte 3 mezar steli tespit edildi.
Mezar stelleri, Doğu Akdeniz
Üniversitesi (DAÜ) Sualtı Görüntüleme ve
Araştırma Merkezi Üyesi
Sualtı Arkeoloğu Dr. Hakan Öniz başkanlığındaki ekip
tarafından, balon sistemiyle sualtından çıkarıldı.
Side Müzesi'ne
taşınan
stellerden birinin üzerinde, Dor lehçesiyle Helence
yazıt tespit edildi. Milattan önce 4-2. yüzyıllara
ait olduğu sanılan steldeki yazıtta, ''Damatrios
oğlu Seimos'' anlamına gelen, ''Seimos Damatriou''
yazdığı bildirildi.
Sualtı Arkeoloğu Dr. Hakan Öniz, gazetecilere
yaptığı açıklamada, 20 gündür sürdürdükleri
çalışmalar sırasında, Antalya kıyılarında Tunç
Çağı'ndan Osmanlı
dönemine kadar çok sayıda eser ve
gemi batığı
keşfettiklerini bildirdi. Öniz,
Side ve Manavgat kıyılarında ilk defa
sistematik sualtı çalışması yürüttüklerine de
dikkati çekti.
Side antik kenti
limanının açıklarında pek çok lahitle
karşılaştıklarını da belirten Öniz, çalışmalara
Side Müze Müdürlüğü ile
Kültür ve Turizm
Bakanlığı'ndan temsilcilerin de katıldığına
işaret etti.
Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji
Bölümü Öğretim
Üyesi ve Side
Antik Kenti Kazı Başkanı Doç.Dr. Hüseyin Alanyalı
ise Side'nin antik
dönemde önemli bir
ticaret merkezi ve
önemli bir liman olduğunu bildirdi.
Mezar stellerinin yanı sıra sualtında bir çok lahit
parçasına rastlanmasının da kentin zenginliğini
gösterdiğini vurgulayan Alanyalı, ''Side
Limanı antik dönemde
Doğu Akdeniz'de
ticaret, sığınma ve kent
varlığı açısından önemli bir limandı. Lahitler
Roma
dönemine ait, ama
bulunan eserleri inceledikten sonra karar
verip tespit edeceğiz'' diye
konuştu.
Side Müzesi Müdürü Güner
Kozdere de güvenlik
sorunları nedeniyle stelleri yüzeye
taşımaya karar
verdiklerini anlattı. Kozdere, eserlerin
konservasyonunu yaparak kayıtlara geçireceklerini
kaydetti.
Haber 7, 08.08.2012
|
TARİH MÜZESİ OLUYOR
Doğudan Rus, güneyden İran’dan gelecek saldırılara karşı korunmak amacıyla 18’inci yüzyılda yaptırılan ve çetin çarpışmalar nedeniyle ’kanlı tabya’ adını alan yapıtın Harp Tarihi Müzesi olması için başlatılan restorasyon çalışmaları devam ediyor.
Halitpaşa Mahallesinde 15 bin metrekare alana kurulan ve üzeri bir metreden fazla toprakla örtülü bulan Kanlı Tabya’dan el bombaları ve top mermileri çıkıyor. Bugüne kadar yeterince sahip çıkılmayan Kanlı Tabya, Kültür ve Turizm Bakanlığının tarihi, kültürel mirası ortaya çıkarması için başlattığı restorasyon çalışmalarıyla turizme kazandırılacak.
Kültür ve Turizm İl Müdürü Hakan Doğanay Kars’ın 46 tabya ile Türkiye’deki en çok tabyaya sahip olan il olduğunu ifade etti. Doğanay, "Serhat kent Kars’ta, Doğu’dan Ruslara Güney’den İranlılara karşı savunma amaçlı olmak için tabyalar yapılmıştır. Kanlı Tabyayı Harp Tarihi Müzesi olarak turizme kazandıracağız" dedi.
Vatan, Haber: Bedir Altunok, 07.08.2012
|
 |
ŞEHİTLİK, BİZANS MEZARLIĞI ÇIKTI

Balıkesir'in Erdek İlçesi'nde 30 yıldır her Zafer
Bayramı'nda şehitlik diye ziyaret edilen mezarlığın
Bizans mezarlığı olduğu ortaya çıktı.
Bursa Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından
görevlendirilen 10 kişilik heyet, Erdek İlçesi'nde
şehitlik diye her sene ziyaret edilen yerin Bizans
dönemine ait mezarlık olduğunu belirledi. Erdek
Kaymakamı İsmail Kaygısız, konuyla ilgili yaptığı
açıklamada, bölgede yabancı uyruklu ve Erdekli
vatandaşların da mezarlarının yer aldığını
belirterek, "Şehit mezarı bulunmaması üzerine
Garnizon Komutanlığı geriye dönük incelemesinde,
bahse konu alanın şehitlik olarak kayıtlarda
bulunmadığını tespit etti. İlçe Kaymakamlığı ve
Garnizon Komutanlığı olarak şehitlik olarak bilinen
mezarlık ziyaretini ve burada yapılacak olan 30
Ağustos Zafer Bayramı kutlamalarını programdan
çıkardık" dedi.
Olayın duyulmasının ardından açıklamalarda bulunan
Bandırma Müze Müdürlüğü Müze Uzmanı Zeliha Doğan,
"Bu olayın gündeme gelmesinden sonra Kültür ve
Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu tarafından Müze
Müdürlüğü'nden görüş istendi. Bunun üzerine
araştırma kazısı yapıldı. Alanda yapılan kazı
sonuçlarını bir rapor haline getirerek Bursa Kültür
ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'na gönderdik.
Bölgede 1914-1915 yıllarındaki savaşta yaralanarak
Erdek'te hastaneye gönderilen ve burada hayatını
kaybeden askerlerin mezarları da bulunuyor. Bunun
yanı sıra 1980'li yıllarda görev şehidi askerlerin
de mezarları bulunuyor. Bu konuda son kararı Bursa
Kültür Varlıkları Koruma Kurulu verecek" diye
konuştu.
Erdek'te ikamet eden bir vatandaş ise, geçmişte
bölgede bulunan otogar ve otopark alanlarının şehir
mezarlığı olduğunu ifade ederek, "Bunların yine
şehir mezarlığı yapıldıktan sonra kaldırılması
gündeme geldi. Aileler mezarları buradan taşıdılar.
Ancak bu bölgede iki tane mezarlık kaldı. Bunlardan
bir tanesi özel tapulu arsa üzerinde bulunan
mezarlık. Diğeri ise bu şehitliktir" diye konuştu.
Türkiye Gazetesi, 07.07.2012
|
 |
KÖYDE TOPRAK KÜP BULUNUNCA SİT ALANI İLAN EDİLDİ
Burdur merkeze bağlı Yarıköy, İlk Tunç Çağı'na ait toprak küplerin bulunması nedeniyle SİT alanı ilan edildi.
Yarıköy Höyük Nekropolü (mezarlık) pithos (pişmiş toprak küp) kalıntılarının bulunduğu alanda Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından sağlanan ödenekle İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü'ne bağlı Müze Müdürlüğü uzmanlarından oluşan bir ekiple kurtarma kazısı başlatıldı.
Yapılan açıklamada pithos parçalarının, höyük yerleşiminde uzun yıllar boyunca kum alınması nedeniyle neredeyse tamamen tahrip olduğu tespit edildi. Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun kararı ile kazı yapılacak alan, birinci derece arkeolojik SİT alanı olarak tescil edildi. Uzmanlar tarafından kurtarma kazısı başlattıklarını belirten İl Kültür ve Turizm Müdürü Mehmet Tanır, “Bu kurtarma kazısı Müze Müdürlüğü uzmanlarınca Yarıköy Höyük Nekropolü'nde yapılıyor. Kazı Müze Müdürü Hacı Ali Ekinci Başkanlığı'nda, Arkeolog Arif Küçükçoban, Arkeolog Alime Çankaya’dan oluşan bir ekip tarafından gerçekleştiriliyor.” dedi.
Kazı çalışmasının amacının kum alınarak büyük oranda tahrip olan alanı kurtarmak olduğunu söyleyen Müdür Tanır, nekropol alanında kalan pithos mezarlarından ortaya çıkarılacak eserlerle ilin Prehistorik dönemine ışık tutulacağını belirtti.
Özgür Kocaeli, 07.08.2012
|
EUROMOS ANTİK KENTİNDE KAZI ÇALIŞMALARI BAŞLADI

Muğla Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi
ve Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Abuzer Kızıl,
Anadolu’nun en iyi korunmuş tapınaklarından birisi
olan Zeus Tapınağı’nın bulunduğu Euromos antik
kentindeki kazı çalışmalarına başladıklarını
bildirdi.
Milas’a bağlı Selimiye beldesi sınırları içinde
yer alan ve milattan önce 2. yüzyılda inşa edilen
Zeus Tapınağı’nın bulunduğu Euromos antik kentindeki kazı çalışmalarının bu yılki ayağı
başladı.
Muğla Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi
ve Kazı Başkanı Yrd. Doç Dr. Abuzer Kızıl, antik
kentteki kazı çalışmalarının eylül ayı başına kadar
devam edeceğini söyledi. Tarihi alanda seviye inme
çalışmalarının devam ettiğini anlatan Kızıl,
agoranın Euromos’un Anadolu’da iyi korunmuş bütün
çağlarıyla izlenebilen ender eserlerden olduğuna
işaret etti.
Kızıl, şöyle konuştu:
“Elimizdeki mimari elemanlarla agoranın tamamının
çizimlerini tamamlayabileceğiz. Önümüzdeki yıllarda
da burayla ilgili restorasyon çalışmalarımız olacak
ve projelerimiz hazırlanıyor. Ciddi restorasyon
çalışmalarına başlamadan önce burada yeralan
taşların niteliğini ve niceliğini anlamak çok
önemli. Taşlarda gözle görülmeyen kılcal çatlaklar
olup olmadığı ve sağlamlaşma gerekip gerekmediği
konusunda çalışmalarımız başladı.”
Bu yılki çalışmalarında ortaya çıkarılan
eserlerin tek tek belgelendirileceğini ifade eden
Abuzer Kızıl, tapınağı dijital ortamda tümlemeye
çalışacaklarını ve arkasından bir TÜBİTAK projesi
hazırlanacağını söyledi. Bu yılki ekibe değişik
üniversitelerden katılım olduğunu belirten Kızıl,
şöyle devam etti:
“Adnan Menderes Üniversitesi, Ahi Evran
Üniversitesi, Selçuk Üniversitesi ve Muğla
Üniversitesi’nin öğrencileri ağırlıklı olmak üzere,
ortalama 25 kişilik ekiple çalışmalarımıza devam
diyoruz. Planladığımız ve ön gördüğümüz
faaliyetlerimiz başarıyla devam ediyor.
Çalışmalarımız neticesinde hem bölgenin hem de Batı
Anadolu’nun insanlık tarihinin önemli, karanlıkta
kalmış noktalarını aydınlatmaya çalışacağız.
Özellikle Karya’nın arkeolojisine ve tarih öncesi
yaşantısına dair bulguların ele geçeceğini tahmin
diyoruz. Çünkü geçmiş yıllarda yapılan nekropol
kazılarında en azından geometrik döneme ait
eserlerin ele geçtiğini duyuyoruz.”
Yrd. Doç.Dr. Abuzer Kızıl, geçen yıl başlatılan
kazı çalışmalarının ardından yaptıkları başvuruyla
kazı alanının kamulaştırılması konusundaki
müracaatlarına cevap geldiğini ve agora ile
tiyatronun olduğu alanın kamulaştırıldığını
kaydetti.
haberler.com, 07.08.2012
|
ÇAMLICA İÇİN ABSÜRD PROJELER

Prestijli mimarlık dergisi XXI, ödül miktarından
(birinciye 300 bin lira) amacına (Osmanlı-Türk
mimarisine uygun,
İstanbul ’un sembollerinden birine dönüşecek),
proje teslim tarihine (yarışma ilanı tarihinden
sadece 40 gün sonra) tartışmalara neden olan Çamlıca
Camii Yarışması’na tepki olarak absürd bir yarışma
düzenledi. Serbest Atış/ Absürd Fikirlere Çağrı:
Alternatif Çamlıca Camii Yarışması’nın amacı “
İstanbul ’un siluetine ve kent dokusuna aykırı,
Osmanlı Türk mimari üslubunu yok sayan, gelenekle
geleceği birbirine karıştırmayan,
İstanbul ’a değer kaybettirecek ve
İstanbul ’un sembollerinden birine dönüşmeyecek
bir cami projesi tasarlamak” şeklinde açıklanırken
yarışmayı kazanandan 300 bin lira talep ediliyor
(şaka elbette)!



XXI’in
Facebook sayfası üzerinden düzenlenen yarışmaya bir hafta içinde pek çok absürd proje dahil oldu. 15 Ağustos’a kadar sürecek yarışma sonucunda en çok beğenilen üç absürd proje, gelecek ay XXI dergisinde yayımlanacak. İşte absürd projelerden bazıları...
Radikal, 07.08.2012
|
RESİM VE HEYKEL MÜZESİ'NDE 202 ESER KAYIP

Türk resim ve heykel sanatının dünyaca ünlü
sanatçılarına ait 5 bine yakın paha biçilmez eserine
ev sahipliği yapan ve geçtiğimiz yıllarda birbiri
ardına yaşanan hırsızlık olaylarıyla sarsılan Devlet
Resim ve Heykel Müzesi'nde skandallar bitmek
bilmiyor. Müzede 202 eser kayıp, 46 eser sahte, 27
eserin orijinalliği ağır kuşkulu...
Milliyet Gazetesi'nden Sertaç Koç'un haberine
göre, bünyesinde barındırdığı eserler nedeniyle
“resim ve heykelin milli hafızası” olarak
nitelendirilen müzede 2009’da Hoca Ali Rıza’ya ait
13 adet karakalem eskizinin sahteleriyle
değiştirildiğinin belirlenmesinin ardından sayım
komisyonunun başlattığı çalışma tamamlandı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı ’nın, olası tepkiler
nedeniyle kamuoyuyla paylaşmadığı rapora göre,
müzede bulunan Fikret Mualla, İbrahim Çallı, Bedri
Rahmi Eyüboğlu, Şevket Dağ, Hoca Ali Rıza, Hüseyin
Avni Lifij, Halil Paşa, Hikmet Onat, Feyhaman Duran,
Refik Epikman, Mehmet Ali Laga, Fethi Arda, Sami
Yetik, Mustafa Ayaz, Zühtü Müridoğlu’nun da
aralarında bulunduğu sanatçıların yüzlerce eserinin
“kayıp”, “sahte” ya da “ağır kuşkulu” olduğu ortaya
çıktı.
KAYITLARI VAR, KENDİLERİ YOK
Raporda müze envanterine kayıtlı olmasına karşın 202
eserin kayıp olduğu, 46 eserin sahteleriyle
değiştirildiği, 27 eserin orijinalliğinin ağır
kuşkulu olduğu iddia edildi. Böylece kayıp ve sahte
olmak üzere toplam 248 eserin müzeden çalındığı
anlaşılırken, ağır kuşkulu olan 27 eserin orjinal
olup olmadığı ise yapılacak incelemenin ardından
netlik kazanacak.
Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde 2009’da
Hoca Ali Rıza’ya ait 13 adet karakalem eskizinin
sahteleriyle değiştirilerek çalındığı, o dönem
teşhirde bulunan Şevket Dağ’a ait bir tablonun da
sahte olduğu belirlenmişti. Hırsızlık olaylarının
ardından, Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay ’ın talimatıyla müzedeki diğer
eserlerin incelenmesi için sayım komisyonu
oluşturulmuştu.
5 BİN ESER İNCELENDİ
Sanatçı, akademisyen, uzman ve müfettişlerden oluşan
sayım komisyonu çalışmalarına 22 Ocak 2010’da
başladı. Komisyon, 4 bin 108’i müze envanterine
kayıtlı yaklaşık 5 bin eseri titizlikle inceleyerek
çalışmalarını 18 ocak 2011’de tamamladı. Komisyonun
raporu
Kültür ve Turizm Bakanlığı ’na gönderdi. Raporda
müze envanterine kayıtlı olmasına karşın 202 eserin
kayıp, 46 eserin sahteleriyle değiştirildiği, 27
eserin orjinalliğinin ağır kuşkulu olduğu
belirlendi.
Müzedeki kayıp ve sahte eserlerin çokluğu
nedeniyle bakanlık yetkilileri büyük bir şok yaşadı.
Müzede 2009’da Hoca Ali Rıza’ya ait 13 eserin
çalınması nedeniyle oluşan tepkiyi gözününde
bulunduran bakanlığın daha yoğun tepki geleceği
endişesiyle, raporu kamuoyuna yansıtmadığı ve
sızdırılmaması için yoğun çaba sarf ettiği öne
sürüldü.
46 ESER SAHTE ÇIKTI
Raporda müze envanterine kayıtlı 46 adet eserin
sahte olduğu tespit edildi. Bu eserler arasında daha
önce sahte olduğu anlaşılan Hoca Ali Rıza’nın 13 ve
Şevket Dağ’ın bir çalışmasının yanı sıra, aynı
sanatçılara ait başka eserler ve birçok önemli
sanatçının tabloları bulunuyor. Orijinalleri
çalınarak yerlerine sahtelerinin konulan eserlerden
bazıları şöyle:
“Fethi Arda/Kara Giysiler, Fethi Arda/Kompozisyon,
Hüseyin Yüce/Karda Ağaçlar, Şevket Dağ/Kuyu, Şevket
Dağ/Manzara, Refik Epikman/Peyzaj, Refik
Epikman/Peyzaj, İbrahim Çallı/Manolyalar, İbrahim
Çallı/Moda Deniz Hamamı, İbrahim Çallı/Kayıklar,
İvan Konstantinoviç Aivazovsky/Peyzaj, Malik
Aksel/Gölge Oyunu, Arif Kaptan/Çoban, Saip
Tuna/portre, Saip Tuna/Gelincikler, Hikmet
Onat/Manzara, Hikmet Onat/Sandalda Kadınlar, Pertev
Boyar/Peyzaj, Fikret Mualla/Kumarhane, Hoca Ali
Rıza/Mezarlık Yolu, Hoca Ali Rıza/Çamlıca Kız
Lisesi, Hoca Ali Rıza/İshak Paşa Çeşmesi, Hoca Ali
Rıza/Natürmort, Hoca Ali Rıza/Çamlıca, Hoca Ali
Rıza/Çamlıca, Hoca Ali Rıza/Sokak Çengelköy Kuleli
Yolu, Hoca Ali Rıza/Kayalık, Hoca Ali Rıza/Sultan
Çayırından, Nazmi Ziya Güran/Manzara, Sabri
Berkel/Natürmort, Sami Yetik/Peyzaj, Mehmet Ali
Laga/Mesudiye, Mehmet Ali Laga/Sarıca İli, Bedri
Rahmi Eyüboğlu/Manzara ve Bahçe.”
AĞIR KUŞKULU ESERLER
Raporda ayrıca, müze envanterine kayıtlı olan 27
adet eserin de orijinalliğinin kuşkulu ya da ağır
kuşkulu olduğu belirlendi. Eser sahibi sanatçıların
tarz ve üsluplarıyla farklılık gösteren 27 eserin,
gerçek olup olmadığı ise
Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nda (TAEK)
yapılacak kimyasal boya analizlerinin (spectum)
ardından netlik kazanacak. Gerçek olup olmadığı ağır
kuşkulu olan eserlerden bazıları ise şöyle:
“Fikret Mualla/Dedikodu, Fikret Mualla/Balo, Fikret
Mualla/Pazar Yeri, Fikret Mualla/Garson, Fikret
Mualla/Köpekle Gezinti, Fikret Mualla/Barda Sohbet,
Fikret Mualla/Balon Satan Kadın, Fikret Mualla
Balıkçılar, Şevket Dağ/Han İçi, Halil Paşa/Develi,
Halil Paşa/Boğaz, Halil Paşa/Boğaz, Agah Efendi/Suya
İnen İnekler, Saip Tuna/Kayıklı Manzara, Münif
Fehim/Portre, Mehmet Ali Laga/Çardak’tan
Gelibolu ’ya, Hoca Ali Rıza/Tabiattan, Hoca Ali
Rıza/Natürmort, Üsküdarlı Cevat/Büyükada, Refik
Epikman/Erzincan’dan manzara.”
1980’DE AÇILDI
Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi, 6’ncı
Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün talimatıyla restore
edilen Türk Ocağı binasında, 2 Nisan 1980 tarihinde
açıldı. Başbakanlık genelgesiyle o dönem kamu
kurumlarındaki 500 kadar sanat eseri toplanarak
müzenin ilk koleksiyonu oluşturuldu. Bu eserler,
seçici kurul tarafından belirlenen yerlere asılarak
izlenime sunuldu. Müzede 1980’den bu yana kurucu
Müdür Tunç Tanışık ile Nejdet Can, Vural Yurdakul,
Mükerrem Baydar, Özgür İzzet Pektaş, Ömer Osman
Gündoğdu müdürlük görevinde bulundu. Ali İhsan
Gürsoy halen müdürlüğü görevini vekaleten yürütüyor.
HIRSIZLIK OLAYLARIYLA GÜNDEME GELMİŞTİ
Uzun yıllar ziyarete kapalı olan Devlet Resim ve
Heykel Müzesi,
Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Altındağ
Belediyesi işbirliğiyle 2007-2008 arasında yapılan
tadilatın ardından hizmete açılmıştı. 2007’de
tadilat sürdüğü sırada müze bahçesine bir kamyonla
giren hırsızlar, gündüz vakti işçilerin gözü önünde
bahçedeki iki bronz heykeli çalmıştı. Heykellerin
tarihi değerinin olmadığı açıklanmış, ancak müze
müdürü görevinden almıştı. Ayrıca, başlatılan
soruşturma kapsamında müzede görevli 26 personele
çalınan heykeller için 6’şar bin TL ceza kesilmişti.
2009’da ise müzede çalışan bir güvenlik görevlisi
İbrahim Çallı’nın bir yağlı boya portresi ile Şevket
Dağ’ın iki tablosunu çalmış, ancak eserleri
satamayınca 3 gün sonra tekrar müze bahçesine
bırakmıştı. Müzeden 1997’de 31 eser çalınmıştı.
Çalınan bu eserler hala bulunamadı. Müze son olarak
2009’da Hoca Ali Rıza’ya ait eserlerin sahteleriyle
değiştirildiğinin anlaşılmasıyla gündeme gelmişti.
KAYIP ESERLERDEN BAZILARI
Rapora göre, müze envanterine kayıtlı olmasına
karşın paha biçilemeyen 202 eserin “kayıp” olduğu
tespit edildi. Kayıp eserlerden bazıları şöyle:
- Şevket Dağ: Surlardan, Cami Kapısı, Cami İçi,
Topkapı Sarayı Kızlar Ağası Dairesi, Pencereden
Görünüm
- Şefik Bursalı: Dolmabahçe’den,
- Zühtü Müridoğlu: Alçı kadın başı, Bronz figür, n
Hasan Vecih Bereketoğlu: Kurbağalı Dere, n Halil
Paşa: Güller, Britanya’dan Kadın, Yalılar, Manzara,
n Devrim Erbil: Soyutlama,
- Hikmet Onat:?
İstanbul Boğaz’dan Peyzaj, Salacak’tan Manzara,
Anadolu Hisarı, n Oya Kınıklı: Yeşil Yaylı
Kemancı, n Hamiye Çolakoğlu: Seramik Nene Hatun
formu,n Bedri Rahmi Eyüboğlu: Muradiye’de Kahve,
Edirne Tunca Köprüsü, n Feyhaman Duran:
Süleymaniye‘den Fatih’e Doğru, Laleli Buket, Hoca
Ali Rıza’nın portresi,
- Yusuf Çöloğlu: Kapadokya, n Şeref Akdik: Pendik,
Erdek Balıkçı Kayıkları, n Hüseyin Avni Lifij: Kağnı
ve Köylüler,
Ankara ’da Bir Sokak,
- İbrahim Çallı: Manzara, Bahçede Kadın, Peyzaj, n
Hoca Ali Rıza: Bulgurlu’da Timurcu Çeşmesi, Yağış,
Sandal Balıkçı Kulübesi, Beykoz’da İshak Ağa
Kahvesi, Kaya ve Çam, n Mehmet Ali Laga: Manzara, n
İsmail Hakkı: Batan Gemi, n Ali Avni Çelebi: Vatanı
Müdafa Eden Türk Askeri, Mehmet Ruhi Arel:
Sakarya’dan Doğan Çay,
- Sami Yetik: Kasımpatılı Natürmort, Peyzaj, n Arif
Kaptan: Natürmort,
- Namık İsmail: Denizde Vapur,
- Hasan Vecih Bereketoğlu: Manzara, Çankaya’dan, n
Hüsmeyin Zekai Paşa: Cami, n Mustafa Esat Düzgünman:
Battal Ebru.
KİM, NE DEDİ?
Rafi Portakal (Müzayedeci): “Habere göre 202 eserin
çalınması, bir günlük bir iş değil, zun zamana
yayılmış. Dünyanın başka taraflarında da müzelerden
eserler çalınıyor ama böylesi sayıda eserin
çalındığı müzeyi hatırlamıyorum. Bu sanat eserlerine
verdiğimiz değeri gösteriyor. Sahte eserlere gelince
işin o ayrı bir trajedi. Eserler çalınıp yerine
başkaları konuyor, uzun süre fark edilmiyor.
Hakikaten bir sanat adamı olarak yüreğim ağlıyor.”
Yahşi Baraz (Galerici): “Resim Heykel Müzesi’nde
resimlerin doğru dürüst envanteri çıkarılmadı. Yeni
yeni yapılıyor. Böyle olunca da bazı kötü niyetli
insanlar resimleri değiştirebilir; bu içeriden
yapılmış bir şey. Kültür Bakanlığı kayıp eserleri
kamuoyuyla paylaşmalı. Galerilere, açık artırma
merkezlerine bildirmeli özellikle. Biz de kayıp
eserlerden birisi gelirse bakanlığa bilgi
verebiliriz. Bu eserler yurtdışında da olabilir
üstelik. Daha komik olanı şu: Birisi bu tablolardan
birini kayıp olduğunu bilmeden de almış olabilir.”
Turgay Artam (Müzayedeci): “Bu bilirkişi raporu
doğru ise sanat açısından çok kötü bir durum.
Bildiğim kadarıyla Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay , bu konularla yakından ilgili ve
çok hassas. Şimdi bu kayıp eserlerin, resimleri ile
hemen açıklanması gerekiyor, ki galeriler, müzayede
kuruluşları, hatta koleksiyoncular bunları almasın.
Daha önce Milli Kütüphane Koleksiyonu’ndan tablolar
yok olmuştu. O tabloların hiçbirinin fotoğrafları
bulunamadı. Sadece kayıp tabloların ressamlarının
adı var.”
Hüsamettin Koçan (Sanatçı): “
Türkiye ’de devletin elinde olan sanat
eserlerinin resmi bir dokümantasyonu doğru dürüst
çıkmış değil. Bir ara Kültür Bakanlığı ciddi biçimde
ele almaya çalıştı, fakat son durum konusunda bilgim
yok. Müzede biliyoruz ki bürokrosinin kendi çarkları
içinde bir rastlantısallık söz konusu. Orası biraz
devlet bürokrasisi nasıl işliyorsa öyle işliyor.
Muhtemeldir ki bürokratik çark içinde bunların
yaşanması da mümkün.”
Doç.Dr. Zeynep Yasa Yaman (Sanat tarihçi): Devlet
Resim ve Heykel Müzesi,
Türkiye ’nin modern sanatının temsili açısından
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim ve
Heykel Müzesi’nden sonra ya da en az onun kadar
önemlidir. Yaklaşık Meşrutiyet döneminden 1990’lara
kadarki Türk sanatının önemli birikimini barındığı
söylenebilir. 1990’lardan bu yana müze birçok
soruşturma ve sayım geçirdi. Eğer bir müzeye yaraşır
envanter kayıtlarına, arşive sahipse; komisyonların
elinde kuruluş tarihi itibariyle müze koleksiyonuna
alınan eserlerin listelerinin bulunması ve konunun
yalnızca depo sayımından ibaret kalınmaması
gerekir.”
Radikal, 07.08.2012
******
BAKAN GÜNAY: MÜZE 12 EYLÜL'ÜN TAHRİBATINA UĞRAMIŞ
Yönetmen Metin Erksan'ın, Teşvikiye Camii'nde
düzenlenen cenaze namazına katılan Kültür ve Turizm
Bakanı Ertuğrul Günay, gazetecilerin Ankara Devlet
Resim ve Heykel Müzesi'ndeki kayıp eserlerle ilgili
sorularını yanıtladı.
Bakan Günay, "Tamamen benim başlattığım bir
soruşturma. 2008’de göreve geldiğimin altıncı ayı
başlattığım bir soruşturma. 2009’da kapsamını
genişlettim, Temmuz ayında da onaya bağladım.
Dönemin sorumlularıyla ilgili soruşturmalarımız da
sürüyor. Adli idari tüm müracaatlarımızı yaptık
emniyet dahil olmak üzere" dedi. Günay, "1980’in
Nisan’ın da kurulan Resim Heykel Müzesi ne yazık ki
12 Eylül ’ün tahribatına uğramış. Uzun yıllar
çeşitli yöneticiler çeşitli ihmallerde bulunmakla
kalmamışlar, müzeye girmemesi gereken bazı eserleri
almışlar, müzeden bazı eserleri de rivayet odur ki
dönemin egemenlerine armağan etmişler. Bunlarla
ilgili bu zamana kadar basında çok haber okudunuz.
Ben de bu haberler üzerine çok ciddi bir soruşturma
başlatmıştım. Hatta kapsamını genişletme ihtiyacı
hissettim. Başka boyutlarıyla soruşturma hala
sürüyor. Bugün bir gazetenin manşetine aldığı haber
tamamen bizim gayretlerimizin bir sonucudur. Bizim
dönemimizde kaybolmuş hiçbir eser olmadığını
söyleyebilirim ama göreve başladığım dönemde
depolardan kolunuzu uzatsanız eser alabilirdiniz. Bu
kadar da korunaksız bir ortam vardı" diye konuştu.
Müzedeki edilen eser sayısının 350’den 800’e
çıktığını kaydeden Bakan Günay, "5 bine yakın eserin
tamamı kayıtlara geçti. Bu arada fotokopi varsa,
sahtecilik varsa, müzeye girmemesi gereken eser
varsa bunların hepsini gerek bizim arkadaşlarımız
gerek üniversitelerin bilim kurullarından gelen
arkadaşlar dahil bütün her yere incelettik. Dikkatle
takip ediyoruz bundan sonra hiçbir eser kaybolmasın
diye" dedi. Bakan
Ertuğrul Günay , kaybolan eser sayısını da
verdi. Bakan Günay, "Kayıp olan eser sayısı
envanterde varolmakla birlikte gerçek olup
olmadığını bilmiyoruz, 200’e yakın. Ama sahte eser,
fotokopi olmak üzere 300’e yakın eserle ilgili
inceleme yapıyoruz şu anda" diye konuştu. Günay, "
Basın bu dikkati gösterse iyi olur. Bütün bunlar
2008’den bu yana bizim gösterdiğimiz ve kamuoyuyla
paylaşılmış bilgilerdir. Bu bilgileri bakanlık
dururken birileri ortaya çıkarmadı. Bakanlığın bu
konudaki gayretlerinin altı çizilmeden manşete bunu
dahil etmeden haber yapmayı biraz üzüntüyle ve biraz
kamuoyunu bilgilendirme konusunda özensizlikle
karşıladığımızın altını basın huzurunda çizmek
isterim" diye konuştu.
Radikal, Haber: Pınar Çıtak Koygun - Timur
Tarlığ, 07.08.2012
******
KAYIP TABLOLARIN 50'Sİ MİT'TE ÇIKTI
Türk resim ve heykel sanatının dünyaca ünlü
sanatçılarına ait 5 bine yakın paha biçilmez eserine
ev sahipliği yapan Devlet Resim ve Heykel Müzesi'nde
kaybolan eserlerin bir kısmının MİT'de olduğu
bildirildi.
Geçtiğimiz gün Devlet Resim ve Heykel Müzesi'nde
202 eser kayıp, 46 eser sahte, 27 eserin
orijinalliği ağır kuşkulu haberileri gündeme gelmiş,
eserlerin nerede olduğu ise merak konusu olmuştu.
Çıkan haber sonrası Bakan Ertuğrul Günay, Resim
Heykel Müzesi'nin 12 Eylül'de tahribatına
uğradığını, ama göreve başladığı dönemde depolardan
kolunuzu uzatsanız eser alabilecek kadar korumasız
bir ortamın olduğunu söylemişti.
Kültür Bakanlığı'nın müze envanterinde yer alan,
ancak müzede bulunmayan tablolarının, aralarında
Milli İstihbarat Teşkilatı'nın da bulunduğu, kamu
kurum ve kuruluşlarında oldukları ortaya çıktı.
Kültür Bakanı Ertuğrul Günay imzasıyla tabloların
duvarlarını süslediği kamu kurum ve kuruluşlarına
resmi yazı yazılarak, tablolar geri istendi.
Kültür Bakanlığı kaynaklarına göre, MİT'te müze
envanterlerine kayıtlı yaklaşık 50 tablo bulunuyor.
Tablolar ayrıca, Cumhurbaşkanlığı'na, yurtdışı ya da
merkez teşkilatlarında sergilenmek üzere Dışişleri
Bakanlığı'na, hatta Hacettepe Üniversitesi'ne de
emaneten verilmiş durumda. Bakan Günay imzasıyla,
şimdi bu eserlerin tümü geri istendi, bir kısmı da
Kültür Bakanlığı'na ulaştı.
Hürriyet, 08.08.2012
|
80 YILDIR KAZILIYOR, GİZEMİ GİDEREK ARTIYOR

İzmir kent merkezindeki antik döneme ait Agora'ya
ilk kazma 80 yıl önce vuruldu. O günden bugüne,
tarihi ve sanatsal değeri olan çok sayıda eser
bulundu. Ortaya çıkarılan tüneller ise hala gizemini
koruyor.
Dünyanın "kent merkezindeki en büyük antik dönem
agorası" olarak bilinen İzmir Agorası'nda her geçen
gün yeni bir buluntu ortaya çıkıyor.
Çalışmalarla ilgili bilgi veren Kazı Başkanı Yrd.
Doç.Dr. Akın Ersoy, "Özellikle Hellenistik ve Roma
dönemleri için bunu söz konusu edebiliriz. Ardından
da Osmanlı dönemi için Osmanlı veya antik dönemin
İzmir'deki yaşantısını algılamak için burası çok
önemli" dedi.
1932 yılında başlayan ve aralıklarla devam eden
kazılarda, önemli bulgulara ulaşıldı. Toprak altında
olduğu belirlenen çok sayıda eser ise günyüzüne
çıkarılmayı bekliyor.
Kazılarda, seramik, kandil, heykeltraş ve
sikkelerden oluşan yaklaşık bin eser bulunduğunu
ifade eden Ersoy, "Bunlar hem sergilenebilir
nitelikte hem de üzerinde iyi derecede araştırma
yapılacak objelerden oluşuyor" diye konuştu.
Bölgede ortaya çıkarılan tüneller ise gizemini
koruyor. Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Akın Ersoy, bu
tunellerle ilgili şunları söyledi:
"Biz bunlardan 3 tanesini biliyoruz şimdi. Fakat
nereye ulaştıkları konusunda bir fikrimiz yok. Acaba
Kadifekale'ye çıkıyor muydu, bunlar ve bir tünel
olarak mı kullanılıyordu? Tabi bizim tespitimiz
tünel olmadığı su kanalı olduğu şeklinde."
Agora'daki kazıların 5 yıl içinde tamamlanarak,
restorasyon çalışmalarına geçilmesi planlanıyor.
Timetürk, 06.08.2012
|
TARİHİ BİNA VEREM SAVAŞ İÇİN SİL BAŞTAN

Mudanya Şükrüçavuş Mahallesi Kuruçeşme Sokak’taki
bahçeli ev, Mudanya Verem Savaş Derneği için sil
baştan yapılıyor.
Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep
Altepe’nin başlattığı restorasyon çalışmalarında
binanın tamamına yakını yeniden elden geçiriliyor.
60 metrekare arazi üzerinde 3 katlı olan tarihi evin
bahçesi ise 47 metrekare üzerine kurulu. İnşasına
başlanılan binanın toplam maliyeti ise 310 bin TL’ye
bulacağı açıklandı. Mudanya Verem Savaş Derneği
Başkanı Ali Baytekin, binayı restore ettirdikten
sonra birinci katına dispanserin diğer katlarına da
dernek ve ailelere sağlık bilgileri verecek bir
birim yerleştirileceğini ve şu an içinde
bulundukları binayı boşaltarak, kiraya vereceklerini
böylece artan gelirleri sayesinde halka daha iyi
sağlık hizmeti sunacaklarını ifade etti. Baytekin,
restorasyon çalışmalarının çok maliyetli bir iş
olduğunu, bu sebepten dernek bütçesinin yetersiz
kaldığını söyledi. Yapılan bağışlarla Mudanya Verem
Savaş Derneği ve Mudanya’nın yeni bir sağlık
kompleksi kazanacağını ifade eden dernek Başkanı
Baytekin, “Mudanya’mızda kurulu bulunan kablo
fabrikamızın temin ettiği özel ağaçlarla binamızın
iskeletini oluşturmaya çalışıyoruz, fakat binamızın
tamamlanması için çok eksiğimiz var. Bu konuda
Mudanya’mıza kazandırılacak olan binamızı
tamamlanmasında bize katkı sağlayacak
hayırseverlerimizi, işadamlarımızı bekliyoruz. Bugüne kadar bize katkıda bulunanlara çok teşekkür
ediyorum “dedi.
Bursa Hakimiyet, 06.08.2012
|
MARDİN'İN TAŞ EVLERİ TURİZME AÇILIYOR

Tarihi yapılarıyla adeta hava müzesini andıran
Mardin, yerli ve yabancı turistlerin gözde mekanı
olma yolunda hızla ilerliyor. Bu yılın ilk 6 ayında 500 bin kişinin ziyaret
ettiği Mardin'i turist sayısının yıl sonuna kadar 1
milyonu geçmesi bekleniyor.
Mardin Kültür
ve Turizm Müdürü Davut Beliktay, AA muhabirine
yaptığı açıklamada, turist sayısının her geçen yıl
arttığını, Cumhuriyetin 100. yılında 5 milyon turist
sayısına ulaşmayı
hedeflediklerini kaydetti.
Mardin'in son yıllarda turizm alanında yükselişe
geçtiğini, yerli ve yabancı turistlerin ilgisinden
çok memnun olduklarını aktaran Beliktay, şunları
söyledi:
''Özellikle hafta sonu
ve okulların tatil olduğu dönemlerde ilimize yapılan
ziyaretler, Mardin'i üst sıralara taşımaya devam
ediyor. Ziyaretçi sayısı fazla olunca, tarihi
evlerin bir bölümünün
pansiyon olarak kullanılmasının
uygun olacağını düşündük.
Yoğun talep üzerine, tarihi evlerde oturan
vatandaşlara, fazla odalarını pansiyon olarak
kullanmaları için
tavsiyelerde bulunduk.
Misafirlerimize, tarihi evlerde
konaklamak daha cazip
gelecek. Vatandaşlarımız da bu fikre sıcak bakıyor.
Ayrıca konuklarımız tarihi evlerdeki
yaşamı ve özellikle yöresel yemekleri merak
ediyor. Aynı lezzeti, tadı almak istiyor.''
Akşam, 06.08.2012
|
600 YILLIK CINARIN DALLARI KESİLMEYECEK

Bursa’da 600 yıllık geçmişe sahip olan tarihi
İnkaya Çınarı’nın dallarının uzaması sebebiyle bir
bölümünün kesileceği tartışmasına Osmangazi
Belediyesi cevap verdi.
Başkan Mustafa Dündar, tarihi çınarın dallarının
zarar görmesine izin vermeyeceklerini söyledi.
Bursa’nın İnkaya Mahallesi’nde bulunan Bursa’nın en
eski çınarı İnkaya Çınarı’nın dalları Osmangazi
Belediyesi tarafından güven altına alındı. Çevre
düzenlemelerin yanı sıra bazı kesimler tarafından
çınarın uzayan dallarının kesileceği iddialarının
atılması doğaseverleri harekete geçirdi. Tarihi
çınarın dallarının asla kesilmeyeceğini belirten
Osmangazi Belediye Başkanı Mustafa Dündar, kimsenin
endişe içinde olmaması gerektiğini söyledi. Dündar,
“610 yaşındaki çınar için bazıları tehlike arz
ettiği için kesileceğini söylüyor. Böyle bir şey söz
konusu değil. Ağacın dallarının uzaması kendi koruma
alanı çerçevesinde oluyor. Biz ağcın dallarının yere
uzanan kesimini destekler vasıtasıyla koruma altına
aldık. Herhangi bir kesim olmaz. Buna izin vermeyiz”
dedi.
İnkaya Mahallesi Muhtarı Özkan Boz da, çınarın
korunması için mahalle olarak ellerinden geleni
yaptıklarını söyledi. Boz, çınardaki bazı ufak tefek
tek kuruyan dalların haricinde hiçbir kesimin
olmayacağını dile getirdi.
Bursa Hakimiyet, 06.08.2012
|
DEFİNE AVCISI KAYIP HAZİNENİN PEŞİNDE

Shaun Whitehead isimli
mühendis, Pasifik Okyanusu'nun ortasında bulunan
Cocos adasında saklı olduğu düşünülen ve toplam
değerinin 444 milyon TL'yi bulduğu iddia edilen
definenin peşine düştü. Whitehead, günümüz
teknolojisinin sunduğu imkanlar sayesinde defineyi
bulmak için son derece umutlu olduğunu söylüyor.
1820'de İngiliz korsanlarca adaya gizlendiği
düşünülen definede; 113 altın heykel, 200 sandık
dolusu mücevher, 273 mücevher süslü kılıç, bin adet
elmas ve yüzlerce altın para olduğu sanılıyor.
Arkeolojik bir misyon da üstlenen define avı için
Whitehead 15 kişilik bir ekip kurdu. Bunun yanı sıra
pilotsuz uçuş yapabilen bir helikopter ve bir arama
robotu da ekibe dahil edildi.
Buna rağmen İngiliz mühendisin işi kolay görünmüyor.
Zira son 200 yıl içerisinde birçok define avcısı ve
kaşif saklı olduğu düşünülen hazineyi bulabilmek
için Costa Rica'nın 500 kilometre uzağında
konuşlanmış adayı ziyaret etti. Bu isimler arasında
eski ABD Başkanı Franklin Roosevelt ve Avustralyalı
ünlü aktör Errol Flynn da var. Hatta Alman kaşif
August Gissler defineyi bulabilmek için 20 sene
boyunca Cocos adasında yaşasa da bir sonuç alamamış.
Ancak Whitehead, ekibin elindeki teknolojik imkanlar
sayesinde, 1820'de İngiliz korsan William
Thompson'ın adaya gizlediği hazineyi bulmanın çok da
zor olmayacağı görüşünde.
Hazinenin çok büyük olmasından ötürü deniz
seviyesinden yukarı bölgelere taşınmasının zor
olacağını savunan Whitehead, adanın kumsalına ve
üstü toprak kaymalarıyla örtülmüş olabilecek doğal
mağralara yoğunlaşacaklarını ifade etti.
UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesine
alınan Cocos adasındaki aramayı yapmak için bir
buçuk yıl Costa Rica'lı yetkililerle pazarlık eden
Whitehead çalışmaların Kasım ayında başlayacağını
belirtti. Yapılan anlaşmaya göre, ekibin bulacağı
her hazine parçası masraflar karşılığında Costa Rica
hükümetine teslim edilecek.
Sabah, 06.08.2012
|
PARİS NİYE ÖYLE? İSTANBUL NİYE BÖYLE?
Bir kavramı,
dilimize taktık mı, çevirir dururuz. Şimdi
moda “Kentsel Dönüşüm”, Güncel Hukuk dergisi
“Kentsel Dönüşüm Masalı” diyor.
Dalan’ın
İstanbul’da taş üstüne taş bırakmadığı günlerde,
Çetin Altan “Bu İstanbul yıkıldıkça
güzelleşiyor” demişti; bakalım “Kentsel Dönüşüm”den
sonra ne olacak.
* * *
600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun 36 padişahından
yalnız biri
Avrupa’ya gitmiştir; Sultan Aziz 47 gün süren
gezide
Fransa,
Belçika,
Avusturya ve tabii
İngiltere’yi dolaşmıştır.
1867’de açılacak olan Milletlerarası
Paris Sergisi’ne Sultan Aziz şeref misafiri
olarak davet edilmişti, davet eden Fransa İmparatoru
3.
Napolyon’du.
Padişah bu geziye geniş bir heyetle katıldı,
paşalar, vükela, okur yazarlar, tarihçiler gibi...
Heyetin içinde Şehremini Ömer Faiz Efendi de vardır,
yani İstanbul Belediye Başkanı...
* * *
Ömer Faiz Efendi, gördüklerini anlatmakla kalmamış,
yazmıştır.(*)
Ömer Faiz Efendi, sadece gördüklerini değil, Osmanlı
ileri gelenlerinin gördükleri karşısında ne kadar
etkilendiklerini de anlatmıştır.
Özellikle imar hareketlerini anlatmakta sıkıntı
çekmişlerdir.
Ömer Faiz Efendi anlatır:
“Bizim trenimiz Liyon Garı’na girmişti. Bizim
bildiğimiz bir şehirde tek bir garın bulunması idi.
Paris’te ise dört gar vardı ve bunlardan Şark garı
henüz inşa halinde idi. Yanımda kadim dostum
sefirimiz Mehmet Cemil Paşa vardı. Dört demiryolu
boş bulunuyordu. İstasyon sokak seviyesine göre
çukurda kalıyordu. Birkaç köprü yapılmıştı, birkaç
tanesi de inşaat halinde idi. Cemil Paşa dedi ki:
-Buraya geldiğimden beri inşaat devam eder. Şu
koskoca Paris adeta yeniden yapılıyor. Hiç acımadan
koskoca binaları yıkıyorlar, bir hizaya gelmek üzere
yeniden yapıyorlar. Başlarında bir Mösyö Hussman var
ki, imparatorun sözü Paris’te dinlenmez, fakat
onunki dinlenir. Çünkü hiç kimsenin işine
karışmayacağına evvela söz almış sonra işe girişmiş.
Yalnız hayret ediyorum. Bu kadar işi geniş tutmanın
sebebi ne?”
* * *
İşte sık sık “vizyon”, yani geleceği tahmin etmek,
görmek.
Ömer Faiz Efendi, buralarda bir işi neden bu kadar
geniş, büyük tuttuklarını anlatmaya çalışır, acaba
anlatabilmiş midir?
“Her zaman her yerde
insanlar sadece kendilerini düşünmüyorlar.
Dedeler yaptıkları işlerin çocukları ve torunları
için de olduğunu hesapladıkları himmetler oluyor.
Sonra her zaman ne Üçüncü Napolyon gibi
imparatorlar, ne de bahsettiğiniz o Mösyö Hussman
gibi mimarlara rastlanmaz. Çok ender olarak ikisi
bir araya
gelirler. Bizim İstanbul’da ben şehremini
olarak, bir sokağı tamir için ne sıkıntılar çekerim,
bilirim amma anlatmaya kudretim yetmez. Bunlar,
dedeler, çocuklar ve torunları bir arada
düşünüyorlar.”
* * *
Rahmetli Cemal Kutay’ın da yorumu şu:
“Ömer Faiz Efendi gözlerini açıp da, bugünü görse,
Hussman ne yapmışsa, hepsinin yerinde olduğunu
görür: Garlarından Opera binasına kadar hepsi...
Hepsi, yıllardır olduğu yerde duruyor: Ömer Faiz
Efendi’nin dediği gibi... Dedeler, çocuklarını ve
torunlarını düşünmüş...”
Sizin yorumunuz değişik mi?
Milliyet, Yazı: Hasan Pulur, 06.08.2012
|
ANTİK KAZIYA YÖRE KADINI ELİ

İzmir'in Torbalı
İlçesi'ndeki Metropolis antik kentinde sürdürülen
kazı çalışmalarında Türkiye İş Kurumu'nun (İŞKUR)
Toplum Yararına Çalışma Programı (TYÇP) kapsamında
sağlanan destekle yöre kadınları da görev almaya
başladı. Kazı Başkanı ve Trakya Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi
Doç.Dr. Serdar Aybek, Metropolis'in prehistorik
çağlardan günümüze bugüne kesintisiz
yerleşime sahip olduğunu belirtti. Aybek, kazılarda
akademisyenlerden oluşan kazı heyetinin yanı sıra
arkeoloji öğrencilerinin ve yöre insanının görev
yaptığını, bu yıl ilk kez kazı çalışmalarına
kadınların da katıldığını kaydetti.
Kazılarda işçi olarak 22 yıldır erkeklerle çalışma
yürüttüklerini, kadınları daha önce kazı alanına
çekmeyi başaramadıklarını belirten Aybek, bu yıl
İŞKUR'un yürüttüğü TYÇP'ye sundukları projenin kabul
edilmesiyle 3 ay süreyle sigortaları İŞKUR
tarafından yapılarak kadınları kazı çalışmalarında
görevlendirdiklerini ifade etti. Aybek, proje
kapsamında 6 kadına istihdam imkanı sağladıklarını,
"Metropolis'in Melekleri" olarak adlandırdığı
kadınların performansından memnun olduklarını
belirterek, şöyle konuştu: "Kadınlar kazı alanında
otları yoluyor, çöpleri topluyorlar. Erkeklerden
daha iyi çalışıyorlar. Metropolis'e kadın eli
değdi."
Sabah, 06.08.2012
|
"RHODİAPOLİS 6-7 YILDA AYAĞA KALKACAK"
Antalya Kumluca'daki
Rhodiapolis antik kentinde, 2012 yılı kazı sezonu
çalışmalarına başlandı. Akdeniz Üniversitesi Fen
Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi
Yrd. Doç.Dr. İsa Kızgut başkanlığında yürütülen
kazı çalışmalarının 7'nci yılına girildi. Kazı
Heyeti Başkanı Yrd. Doç.Dr. İsa Kızgut, bu yıl
kazılara geçen yıla göre biraz daha geç
başlandığını, ancak bu yılki kazıların geçen yıllara
göre daha geç bitirileceğini söyledi. Rhodiapolis'te
geride kalan 6 yılda çok başarılı kazı sezonlarının
geçirildiğini dile getiren Kızgut, "Kazılarımıza
yeterli destek ve katkıyı sağlayabilirsek 6-7 yıl
içinde Rhodiapolis antik kentinin merkezini ayağa
kaldırmış oluruz" dedi. Kızgut, bu yılki kazı
çalışmalarını eylül içinde tamamlamayı
planladıklarını ifade etti.
Sabah, 06.08.2012
|
|
İBRADI 'KENTSEL SİT' İLAN EDİLDİ

Antalya’nın İbradı
İlçesi'ndeki tarihi kent dokusu,
Antalya
Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu
tarafından 'kentsel sit' ilan
edildi. Başkanlığını
Prof.Dr. Nevzat Çevik’in
yaptığı Kurul’un Temmuz ayı toplantısında alınan
'ketsel sit' kararı ile birlikte
bir grup
tarihi yapı da 'taşınmaz kültür varlığı' olarak
tescillendi.
Daha önce 7 konak, 1 cami ve 1 mezarlığın tescilli
olduğu İbradı ilçe merkezindeki sivil mimarlık
örneği 21 konak ve 'düğmeli ev' ile 1 çeşme, 1
cami, 1 hamam kalıntısı, 1 su kemeri ve bu kemere
bağlı 200 metre uzunluğundaki su yolu da 'kültür
varlığı' olarak korumaya alındı. Geleneksel mimari
ve malzeme ile inşa edilmiş bu yapıların yoğun
olarak bir arada bulunması ve bir kentsel doku
oluşturması ve bu dokunun doğal yapı ile bir
bütünlük göstermesi sebebiyle de İbradı ilçe merkezi
'kentsel sit alanı' ilan edildi.
İbradı’da Kurul’un yeni tescil ettiği 31 tarihi
yapıdan 21’i horasan harcı ile sıvanmış taş ve ahşap
hatıllarla, 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın
başında yapılmış konak ve 'düğmeli ev'. İbradı’da
korumaya alınan bir demirci dükkanı ve iki bağ
evinin yanı sıra tescil edilen diğer yapılar şunlar:
Köprübaşı Cami, Keskin Kıraathanesi, Mükerrem Tan
Çeşmesi, Orman Şefliği Lojmanı, Yence Su Kemeri,
Konak Hamamı. Kurul ayrıca Melas Irmağı üzerindeki
İbradı ile Akseki’yi bağlayan ve 1950’li yılların
sonuna kadar kullanılmış tarihi köprünün ayaklarını
da 'kültür varlığı' olarak tescil etti.
Akdeniz Üniversitesi Gazetecilik Bölümü öğretim
elemanı Dr. Hasan Üstün’ün
İbradı’daki 101 tarihi yapının korunması talebi ile
19 Nisan 2012 tarihinde yaptığı başvuru üzerine
Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’nca
başlatılan İbradı ilçe merkezindeki tespit ve tescil
çalışmaları, Kurul’un Ağustos ayı toplantısında
tamamlanacak.
Yapı, 06.08.2012
|
İSTANBUL'A 'ÇANAK ÇÖMLEK' ÖMRÜ

Londra Belediye Başkanı’nın girişimiyle başlayan
‘Dünya Şehirleri Kültür Raporu 2012’ Londra’da ilan
edildi. Dünya Şehirleri Kültür Raporu’nun ilki
2008’de Londra, Paris, New York, Tokyo ve Şanghay
ile başlamıştı. Şehirlerin kültürel hayatını mercek
altına alan ve bunun diğer şehirlere etkilerini
irdeleyen raporda
İstanbul da bulunuyor. Ve
İstanbul ’un tarihi ilk kez uluslararası bir
raporda 8500 yıl öncesine dayandırılarak, Yenikapı
kazılarında bulunan neolitik dönem buluntularının
önemi vurgulanıyor. ‘Çanak çömlek parçaları’ olarak
nitelendirilen buluntular şimdi dünya literatüründe.
Raporda ayrıca
Orhan Pamuk ’un Masumiyet Müzesi’nden ‘
İstanbul ’un günlük hayatının belgelediği’
ifadesiyle söz ediliyor.
Berlin,
İstanbul , Johannesburg, Londra, Mumbai, New
York, Paris, Sao Paolo, Sydney, Singapur, Şanghay ve
Tokyo’dan oluşan 13 dünya şehrinin kültür temsilcisi
geçen hafta Londra’da bir araya geldi. Londra’da
Belediye Başkanlığı’nın (Mayor’s Office), şehrin
önemli kamu çalışanları ve kültür sektörünün önde
gelen temsilcilerinin katılımıyla gerçekleştirilen
açılış, London Media Center’daki (Medya Merkezi)
basın konferansı ile gerçekleştirildi. İlki
düzenlenen çalışmalar bundan sonra her yıl bir
şehrin ev sahipliği ile devam edecek. Şehirler,
veri, bilgi ve etkili deneyimlerini “Dünya Şehirleri
Kültür Forumu” başlığı altında tüm dünya ile
paylaşacak. Forum, şehirlerin düzenli aralıklarla
bir araya gelecekleri ve birbirlerini tanıyıp daha
sıkı işbirlikleri kurmaya yarayacak yöntemler
üretecek.
Yenikapı literatüre girdi
Dünya şehirlerini, fikir ve deneyimlerini tartışmak
ve paylaşmak üzere bir araya getirecek Dünya
Şehirleri Kültür Forumu, G20’nin kültürel açıdan
eşdeğeri olacak. Dünya Şehirleri Kültür Raporu 2012,
insan yaratıcılığının ve gayretinin zirvesi olan ve
kültürün gelişip ilerlediği 13 dünya şehrinin
sunduğu kültürel imkanı inceliyor. 60 kültürel
göstergeye ilişkin verileri derleyen rapor, kültürü
arz ve talep açısından incelemesinin yanında
politika yapıcılarının yaklaşımları hakkında da
bilgi veriyor.
Raporda
İstanbul ’a 3 sayfa yer ayrıldı.
İstanbul ’un tarihinin 8500 yıl önceye dayandığı
belirtilerek ‘‘Şehirdeki ilk neolitik yerleşimler
8.500 yıl öncesine uzanmaktadır.
Bizantium şehri Yunanlılar tarafından MÖ 700’de
kurulmuş, bu şehir Konstantinopol adıyla Doğu
Roma İmparatorluğu’nun başkenti olmuş ve
Roma ’nın ardından neredeyse 5 asır boyunca
Osmanlı İmparatorluğu’na başkentlik yapmıştır’’
deniliyor. Diğer yanda 2010 Kültür Başkenti olan
şehirde 2 yeni müze projesi yapıldığı,
Nobel ödüllü yazar
Orhan Pamuk tarafından kurulan Masumiyet
Müzesi’nde 1950’lerden günümüze
İstanbul ’un günlük hayatını belgeleyen film,
fotoğraf ve eşyalara yer verildiği belirtiliyor.
Şehrin kültürel tüketiminin düşük olduğundan söz
edilerek, ‘‘Müzeleri ziyaret etmek ya da kültürel
etkinliklere katılmak birçok kişi için bir
alışkanlık değil. Özellikle kütüphaneler çok az
kullanılmakta. Şehirde kamu tiyatroları olmasına
rağmen bu boyuttaki bir şehir için küçük
tiyatroların ve sanat, edebiyat ve müzik gibi diğer
amaçlarla inşa edilmiş yapıların sayısının oldukça
az olduğuna işaret ediliyor.
‘
İstanbul için bir avantaj’
“Dünya Şehirleri Kültür Raporu 2012” zirvesine
İstanbul İl Kültür Turizm Müdürü
Prof.Dr. Ahmet
Emre Bilgili ile katıldı. Önceki gün Londra’dan
dönen Bilgili ile projenin
İstanbul ’a katkılarını konuştuk.
İstanbul nasıl girdi projeye?
Londra Belediyesi 2008’de Londra Şehri Kültür Raporu
hazırlamış. Daha sonra, ‘Bu raporu dünyanın önemli
şehirleri için yapabilir miyiz’ diye sormuşlar ve
2012’de bu doğrultuda çalışma başlatmışlar. Bundan
Manchester Üniversitesi’ndeki Türk akademisyen Dr.
İsmail Ertürk aracılığı ile haberdar olduk. Ve il
müdürlüğü olarak çalışmalara dahil olduk. Nisan
2012’de Şanghay’da yapılan hazırlık toplantısına
katılarak
İstanbul ’un kültürel konumu hakkında diğer
şehir katılımcılarını bilgilendirdik. Ardından yoğun
bir çalışma ile
İstanbul ’un raporu ile ilgili bilgileri
hazırlayarak Londra’ya gönderdik. 13 şehrin raporu
hazır hale gelince de bu raporu 1 Ağustos’ta
Londra’da dünya kamuoyuna sunmak için üç günlük bir
zirve yapmaya karar verildi ve 13 şehrin kültür
direktörleri Londra’da bir araya geldik.
Bu zirvenin devamı gelecek mi?
Şimdilik bu 13 şehrin kültür direktörleri yılda bir
kez dönüşümlü olarak bir araya gelecekler ve görüş
alışverişinde bulunacaklar. Üç yılda bir de rapor
güncellenecek ve işbirliği daha ileri noktalara
çıkarılacak. Daha sonra yeni üye kriterleri
belirlenerek en fazla 25 şehirle sınırlandırılacak.
Seçim yapılırken hem coğrafi temsiliyet hem de
küresel şehir kriterleri göz önünde tutuldu ve
tutulacak. Buradan şehir ve kültür ilişkisini her
şehir için geliştirecek, raporlar hazırlayacak,
işbirliği zemini oluşturacak, resmi bir yapılanma da
hedefleniyor.
İstanbul’un bu zirveden kazancı ne olacak?
Dünyanın en önemli şehirleri ilk defa kültür
merkezli bir işbirliğine gidiyorlar. Ve bu işbirliği
şehirler düzeyinde yürütülüyor. Bu işbirliği hem
bütün dünya şehirleri açısından hem de kültür
merkezli olma açısından büyük önem taşıyor.
İstanbul ’un dünyanın küresel şehirleri ile
birlikte bu tür bir yapılanma içerisine baştan
itibaren girmiş olması bir başarıdır. Genellikle bu
tür oluşumlara sonradan girdiğimiz için politika
oluşumunda doğrudan müdahil olunamamaktadır. Bunda
ise baştan bu oluşumun içerisindeyiz ve bu avantajı
kullanmak istiyoruz.
En çok tescilli yapı
İstanbul ’da
En çok müze Londra
En çok dans gösterisi New York
En çok film festivali Paris
En çok dünya miras alanı Londra, Paris
En çok film üretimi Mumbai
En çok kitap basımı Şanghay
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 05.08.2012
|
HİERAPOLİS (PAMUKKALE) KAZISI

Pamukkale, Roma dönemi Küçük Asya’sının en
önemli şehirlerindendir. Zengin tarımsal bölgenin
merkezinde ve ticaret yolları üzerinde bir tedavi
merkeziydi. Bu işlevi dolayısıyla bir dini ziyaret
merkezi de olmuştur.
Denizli Pamukkale aslında Roma dönemi Küçük
Asya’sının başta Ephesos sonra
Antakya olmak üzere en önemli şehirlerindendir.
Zengin bir tarımsal bölgenin merkeziydi. Ticaret
yolları üzerindeydi ve asıl önemlisi bir tedavi
merkeziydi. Bu işlevi dolayısıyla bir dini ziyaret
merkezi de olmuştur ve eski çağdaki bu fonksiyonunu
erken
Hristiyanlık döneminde de başka bir biçimde
devam etmiştir. Zira Hierapolis’in koruyucu azizi
St. Philippus’tur. 1950’lerde başlayan kazıları hep
İtalyan arkeologlar devam ettirdi. Uzun zamandır
Lecce Üniversitesi’nden tanınmış arkeolog
Profesör Francesco D’Andria kazı ve restorasyona
devam ediyor. En son buluntusu şehrin en yüksek
noktasındaki Aziz Philippus’un anıtsal mezarıdır. Bu
ilk Hristiyanlık dönemlerinden itibaren önemli bir
hac merkeziydi. Çok uzun zaman Pamukkale’nin
travertenleri hoyratça gezildi. Travertenleri
yaratan kireçli sıcak su had safhada otel inşasıyla
azaltıldı ve bildiğimiz beyaz travertenler kararmaya
başladı. Son zamanlarda bu oteller yıkılmaya
başladı. Endişe edilen husus, tabiatın tahribinden
çok altın yumurta yumurtlayan turizm tavuğunun
kesilmesiydi. Şimdi gene turistik mülahazalarla
kazıların yavaş gittiği söyleniyor; arkeolojik kazı
kanalizasyon sistemi kazmaya benzemez. Şayet
buluntular tasnif ve değerlendirmeden geçirilmezse
hızlı arkeolojik kazı bir tahribtir.
Arkeoloji ilmi Heinrich Schliemann’ın 19.
yüzyıldaki
Troya kazısı gibi tahribkar kazılardan çok zarar
görmüştür.
Ben Hierapolis Kazısı’nın yeni bilgiler
getirdiğini düşünenlerdenim. Tiyatronun restorasyonu
için klasik tiyatrolarda zamanın getirdiği tahribat,
(bunun en hazin örneği
Side Tiyatrosu’dur), çok zor tesbit edilir.
Hierapolis Tiyatrosu’nda üç bin kadar parçanın
tasnif edildiğini gösteriyorlar. Bu restorasyona
sağlam bir başlangıç sağlayacaktır. Şehrin ana
caddesi olan Frontinus Yolu ve çok tipik bir örnek
olan umumi hela (Latrina) ve cadde üzerinde
Hristiyan arkeolojisi için çok mühim olan Aziz
Philippus Mozelesi’nin kazı çalışmaları ve
restorasyonu önemli adımlardır.
Hierapolis ve Laodikeia Denizli bölgesinin
kozmopolit tarihini ortaya koyacak önemli
çalışmalardır. Anadolu mevcut kültler ve eserler
itibariyle bir tarihi geçişi temsil eder. Klasik
dünya sadece Hellenizm ve Roma değildir. Kazılarda
her türlü buluntunun iyi değerlendirilmesi ve
turistik endişeden uzak hızlı kazılara müracaat
edilmemesi gerekir. Bu bakımdan yavaş da olsa emin
ilerleyen bir kazı en doğru sistemdir.
Milliyet, Yazı: İlber Ortaylı, 05.08.2012
|
230 YILLIK BİNAYI YIKIP AVM YAPMAK CİNAYETTİR
Sayın
Recep Tayyip Erdoğan’dan rica ediyorum.
Lütfen, bir Kasımpaşalı olarak ve
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin eski
Başkanı olarak ve Başbakan olarak,
Kasımpaşa’daki tarihi kışla binasının
(Cezayirli Gazi Hasan Paşa-Kalyoncu Kışlası’nın)
yıkılmasına izin vermeyiniz.
AA’nın haberine
göre, İstanbul Deniz Saha Komutanlığı tarafından
kullanılan bina İl Özel İdaresi’ne devredilmiş.
İl Özel İdaresi 230 yıllık binanın yıkılmasına
ve yerine yepyeni bir bina inşa ettirilmesi için
proje hazırlatmış. Kışla yakında
yıkılacakmış. Bu önemli haber gazetelerin diğer
haberleri arasında kaynadı gitti.
Bu kışla binası çok çok önemli bir binadır.
Kasımpaşa’yı Kasımpaşa, İstanbul’u İstanbul
yapan anıt binalardan biridir.
İstanbul’u İstanbul yapan tarihidir. Tarihi
binaları korumaya mecburuz. Yeni bina her yerde
var ama İstanbul’da 230 yıllık kaç bina kaldı?
Yıkılmakta olan bina, Kasımpaşa’da sahil
doldurularak 1782 yılında Kaptan-ı Derya
Cezayirli Gazi Hasan Paşa tarafından yaptırıldı.
Paşa, İstanbul dışından asker toplamaya gerek
kalmadan sürekli bir deniz gücü oluşturmak
amacıyla bu kışlayı yaptırdı.
Kışlaya inşa edildiği günlerde “Kalyoncu
Kışlası” deniliyordu. Üç katlı, 160 odalı, 8700
askerin barınabileceği görkemli bir binadır. Beş
kez onarımı tadili ve yenilenmesi yapılmışsa da
asıl şekli bozulmamıştır.
Deniz Kuvvetleri günümüze kadar kışlayı
korudu.
Sn. Erdoğan “Dur” demez ise gitti gider
Kışlayı yaptıran Kaptan-ı Derya Cezayirli
Gazi Hasan Paşa (1714-1790) aslen Kafkasyalıdır.
Küçük yaşta esir alınmış ve Tekirdağlı bir zatın
yanında büyümüştü. Gençliğinde denizcilik
tutkusuyla Cezayir’e gitmek üzere bir gemiye
binmiş, yoldan bindiği gemi bir ecnebi gemiyle
cenge tutuşup rampa olunca düşman gemisine
atlamış, bir müddet sonra da iki gemi ayrılınca
tek başına gemiyi ele geçirip Cezayir’e kadar
götürmüştür. Cezayir’e vardığında bu gemi
kendisine verilmiş ve Cezayir beylerbeyinin
hizmetine girmiştir. Bu olaydan sonra yiğitliği
bütün
Akdeniz’e yayılmıştır. Daha sonra İstanbul’a
gelmiş ve kaptanlığa atanmıştır. 1770 yılında
vezirlik rütbesiyle Kaptan-ı Derya olmuş ve 15
yıl bu görevde kalmıştır. 18. yüzyılda Osmanlı
bahriyesini yeniden kurup yapılandıran ve
tersanede ilk kez küçük çapta da olsa bir
mühendishane açan kişidir.
Lütfen bu yazı ile birlikte yayımlanan fotoğrafa
bakınız.
Alışveriş merkezi yapmak için 230 yıllık bu
tarihi binayı yıkmak günah değil mi? Allahtan
korkan kalmamış. Yola çıkılmış... Eski
Kasımpaşalı Sayın Recep Tayyip Erdoğan “Dur”
demez ise, “Gitti Gider”.
Milliyet, Yazı: Güngör Uras, 05.08.2012
******
BU TARİHİ YIKMAYALIM!

İstanbul İl Özel İdaresi’nin, Kasımpaşa’daki
Kaptan-ı Derya Cezayirli Gazi Hasan Paşa Kışlası’nın
yıkılıp yeniden yapılacağını açıklaması tarihçi ve
çevrecilerin isyanına neden oldu. Kararla ilgili
tedirginlik, Milliyet yazarı Güngör Uras’ın kışlanın
AVM yapılacağını dile getirmesinin ardından korkuya
dönüştü .
İstanbul İl Özel İdaresi, 1883-1963
yıllarında dört-beş kez restorasyon yapılan
fakat geçen zaman içinde yıpranan Cezayirli Gazi
Hasan Paşa Kışlası yıkılıp yeniden inşa
edileceğini, proje kapsamında, kışla içinde yer
alan caminin de restore edileceğini açıkladı.
2013 sonunda tamamlanması planlanan kışla ve
caminin yapımının 8 milyon 642 bin liraya mal
olacağını bilgisini de iliştirerek. Halen askeri
bölge statüsü nedeniyle kapısında askerlerin
beklediği kışlanın içindeki caminin restorasyonu
başlarken, kışlanın yıkılıp yapılması ve AVM
iddialarıyla ilgili bekleyiş sürüyor. Kuzey
Deniz Saha Komutanlığı’nda görevli er ve erbaşın
yatakhane, yemekhane ve eğitim alanı olarak
kullanılan kışlanın nisan ayı sonunda tamamen
boşaltıldığı ortaya çıktı.
TMMOB Mimarlar Odası Genel Başkanı Eyüp Muhcu,
tarihi kışlayla ilgili daha önce Deniz
Kuvvetleri ve İBB’ye rapor sunduklarını
söylüyor:
“Bu tür yapılar endüstri mirasıdır. Biz de
Mimarlar Odası olarak bu yapıların müze ya da
kültür-sanat amaçlı değerlendirilmesi, bu
kışlanın da aynı amaçla yıkılmadan restore
edilmesi gerektiğine ilişkin bir rapor
sunmuştuk. Bu binalar, yıkılıp yeniden
yapılmaları halinde mimari ve tarihsel
özelliklerini yitirecek, kent dokusu da bundan
zarar görecek.”
Güngör Uras, Milliyet’teki köşesinden
Başbakan’a şöyle seslendi:
“Lütfen, bir Kasımpaşalı olarak Cezayirli Gazi
Hasan Paşa-Kalyoncu Kışlası’nın yıkılmasına izin
vermeyiniz. Bu kışla Kasımpaşa’yı Kasımpaşa,
İstanbul’u
İstanbul yapan anıt binalardan biridir. 230
yıllık bu tarihi binayı yıkmak günah değil mi?
Sayın Recep
Tayyip Erdoğan ‘Dur’ demez ise, gitti
gider.”
KIŞLANIN KİTABINI YAZAN ASKER
Tarihi kışlada 10 yıl görev yapan, tarihi
binayla ilgili ‘Kaptan-ı Derya Cezayirli Gazi
Hasan Paşa’ adında bir kitap yazan emekli
astsubay Muzaffer Polat da yıkılıp, yeniden
yapma projesine sert tepki gösteriyor. “Yıkıp,
yeniden yapmak, oradaki tarihi yok etmek olur.
İstanbul’un fethi sırasında Fatih Sultan
Mehmet’in gizlice içeri soktuğu yedi sahabesi
Bizanslılar tarafından yakalandı ve kelleleri
kesildi. Bunlardan üçünün başının tarihi cami ve
kışlanın altına gömüldüğüne inanıyorum.”
Hürriyet Pazar, Haber: Ali Dağlar, 12.08.2012
|
TALANI ÖNLEME KAZISI

Türkiye’nin batıdaki en uç noktasında, Ege ile
Akdeniz’in kesiştiği noktada bulunan Datça
Knidos antik kentinde 5 yıl sonra kazı
çalışmaları tekrar başladı. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel
Müdürlüğü tarafından bu yıl
kurtarma kazıları yapılırken, önümüzdeki yıl
Bakanlar kurulu kararı ile Knidos antik kenti’nin kazı başkanı ataması yapılacak.
2007
yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı müfettişleri
tarafından hazırlanan rapor sonrası kazı
çalışmaları durdurulmuş ve kazı başkanı Prof.Dr. Ramazan Özgan hakkında soruşturma
başlatılarak Bakanlar Kurulu kararı ile Özgan’ın
ruhsatı iptal edilmişti. Müfettişler tarafından
hazırlanan rapora göre, Özgan’ın kazılar
sonucunda çıkan eserleri müzeye teslim etmeyerek
envantere sokmadığı, Knidos kazı evi deposunda
komisyon raporuyla müze envanterine girebilecek
çok sayıda kültür varlığını ve bu durumun 2863
sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma
Kanunu’na aykırı olduğu, yönetmeliklere ve Kazı
ve Sondaj Ruhsatnamesinin 3k maddesine de aykırı
olduğunu, müzelik değerdeki çok sayıda eserin
Marmaris Müze Müdürlüğü’ne teslim edilmediği
ve kazı evi deposunda tutulduğu ileri
sürülmüştü.
2007 yılında kazı çalışmaları durdurulan ve
ardından tarihi eser kaçakçılarının uğrak mekanı
olan Knidos’ta 2010 yılında 15 gün içinde iki
kaçak kazıda 8 kişi yakalanmıştı. 5 yıl boyunda
kazma vurulmayan Datça Knidos’ta kurtarma
kazılarının yanında çıkan eser olursa restore
çalışmaları da yapılacak. Marmaris Müze
Müdürlüğü gözetiminde 5 yıl sonra tekrar
başlayan kurtarma kazıları hakkında bilgi veren
Muğla İl Kültür ve Turizm Müdürü Dr. Kamil
Özer, “Knidos antik kenti Muğla’nın en uç
noktasında ve deniz seviyesinde olması nedeniyle
sık sık kaçak kazılar ile gündeme geliyordu.
Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler
Genel Müdürlüğü tarafından 2012 yılı için 130
bin TL ödenek ayrılarak kurtarma kazıları
yapılıyor. Kazılar sadece kurtarma kazısı.
Önümüzdeki yıl Bakanlar Kurulu kararı ile şu
anki mevcut kazı başkanı veya başka bir isim
ataması yapılacak” dedi.
Datça Yazı Köyü Tekir Burnu’ndaki Knidos
antik kentinde arkeolojik kazı ve araştırmaların
2012 yılında tekrar başlatıldığın belirten
kazının bilimsel danışmanı Selçuk Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü öğretim üyelerinden Doç.Dr.
Ertekin Doksanaltı, kapsamında kentin en önemli
kültürel ve ticari merkezi olan Stoa ve Dionysos
Tapınağı’nın bulunduğu belirtti. Doksanaltı,
“Marmaris Müzesi Uzmanlarından meydana gelen
arkeolog, antropolog, restoratör ve mimardan
oluşan 25 kişilik bilim heyeti, Antik kentte
toprak altındaki önemli anıtları açığa çıkartma
belgeleme ve ölçümleme çalışmaları devam ediyor.
Uzun yıllardır herhangi bir araştırma yapılmadan
yalnızlığa bırakılan kentte, arkeologların
tekrar çınlamaya başlayan kazma sesleri anıtsal
yapıları teker teker ortaya çıkarmaya başlamış
oldu.
Antik çağın en büyük, zengin ve görkemli
Nekropollerinden birine sahip olan Knidos’ta
belirlenen ve kurtarma kazısı kapsamında acilen
açılması gereken Geç Klasik Erken Hellenistik
döneme ait 2300 yıllık Tholos (Yuvarlak) tipi
mezarda kazılar sürdürülüyor. Yaklaşık 30 metre
çapındaki mezarın inşasında ortalama 1.5 metre
uzunluğunda 300-350 kg ağırlığında anıtsal
bloklar kullanılmış olup, yapı olağan üstü inşa
tekniği ve incelik gösteren tonozlu bir girişe
sahip. Kaçak kazılardan dolayı kısmen yıkılan
mezar anıtı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel
Müdürlüğü’nün hızla çıkardığı izin ve müdahale
sayesinde tahripten ve yağmadan kurtarılabilmiştir.
Bu çalışmalar kapsamında kentin en önemli
kültürel ve ticari merkezi olan Stoa ve Dionysos
Tapınağı’nın bulunduğu terasta çevre düzenlemesi
ve gezi güzergahı hazırlanıyor. 2012 senesinde
onarılan ve tasnifi yapılan mimari bloklar
gelecek yıllarda ayağa kaldırılacak olan
sütunların üstündeki orijinal yerlerine tekrar
yerleştirilebilecek. Antik kentte 2012 yılında
kazı ve temizlik çalışmalarının yanı sıra bölge
turizminin canlandırılmasına yönelik olarak
gerçekleşecek restorasyon çalışmaları için keşif
ve projelendirme çalışmaları da yapılıyor.
KNİDOS'UN TARİHÇESİ
Dorlar ve Romalılar tarafından çok sayıda
tapınak ve kilisenin yapıldığı Knidos, Afrodit
heykeli ile ünlendi. 2 bin yıl önce şehir
nüfusunun 70 binlere ulaştığı kent, Bizans'ın
son dönemlerinde bir yandan depremler, diğer
yandan korsan saldırılar ile yıkılıp
yağmalanınca terk edildi. Ünlü matematikçi ve
filozof Eudoxus, en iyi yontulmuş çıplak Afrodit
heykelini yapan Heykeltıraş Praxiteles, Skopas,
Bryaxis, Mısır'daki Alexandria Feneri'nin mimarı
Sostrates, Knidos'da yaşadı.
Büyük limanın hemen
yanı başındaki 5 bin kişilik tiyatrosu günümüze
kadar gelen Knidos'un, 20 bin kişilik büyük
tiyatrosunun mermerlerinin bir bölümü
İstanbul Dolmabahçe sarayında, bir bölümü
ise 1830 yılında gemilerle Mısır'a götürülerek
Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın Kahire'de
yaptırdığı sarayda kullanıldı.
İngiliz arkeolog Sir Charles Newton, Knidos'a
384 gün süren çalışmasını tamamlayarak 1857
yılında Knidos'dan ayrılırken, Knidos Aslanı ve
Demeter heykeli ile birlikte 212 sandık dolusu
tarihi eseri ülkesine götürdü. Yıllardır
bulunamayan çıplak Afrodit heykeli halen sırrını
korurken; Knidos Aslanı ve Knidos Demeter
heykeli halen İngiltere'de British Museum'da
sergileniyor.
Mynet Haber, 05.08.2012
|
SİRKELİ KÖYLÜLERİ KAZI ÇALIŞMALARI HAKKINDA
BİLGİLENDİRİLDİ

İsviçre’nin Bern Üniversitesi öğretim üyelerinden
Prof.Dr. Miroslav Novak başkanlığında Çanakkale
Onsekiz Mart Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim
Görevlisi Yrd. Doç Dr. Ekin Kozal ve Kültür
Bakanlığı’ndan Arkeolog Hüseyin Toprak kazı
yaptıkları Sirkeli Köylüleriyle bir araya geldiler.
Ceyhan Belediye Başkana Vekili Kenan Balkı’nda
hazır bulunduğu toplantıda söz alan Balkı,
kendisinin de Sirkeli Köyü’nden olduğunu
vurgulayarak, “İki gün önce kazıları yerinde
inceledim ve bizim bilmediğimiz birçok şeyin
olduğunu fark ettim. İnanıyorum ki hocalarımız da
sizleri bu gün burada daha kapsamlı bir şekilde
aydınlatacaktır” dedi.
Sirkeli Köy Kahvehanesi’nde toplanan yaklaşık 200
kişiye Sirkeli Höyüğü’ndeki kazı çalışmaları
hakkında bilgi veren Çanakkale Onsekiz Mart
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Yrd.
Doç Dr. Ekin Kozal, 2006 yılından bu yana belirli
dönemlerde kazı çalışması yaptıklarını ve her yıl
köyde yaşadıkları için kendilerini köye ve köy
halkına yabancı görmediklerini söyledi.
Kozal, İskenderun Su Gözü Enerji Santrali’nin
(İSKEN) sponsorluğunda 1 Temmuz itibarıyla başlayan
yeni dönem kazı çalışmalarının eylül ayına kadar
devam edeceğini belirterek, “Sirkeli Höyüğü,
tarihsel olarak doğu Çukurova’nın en önemli yerleşim
birimlerinden biridir. Ceyhan Nehri’nin kıyısında
bulunan bu höyük, aynı zamanda ticari ve doğal
yolların kesişme noktasında olması nedeniyle büyük
önem taşıyor. Tarihsel açıdan bölgedeki en büyük
höyüklerden biri. Buradaki çalışmalarımızda, höyüğün
insanlık tarihi açısından önemini ortaya koymaya
çalışıyoruz” dedi.
Sirkeli Höyüğü’nü değerli kılan en önemli
özelliklerden birinin de Anadolu’nun en eski Hitit
kabartması olduğu belirtilen Hitit Kralı 2.
Muwatalli’nin kaya üzerine yapılan rölyefi olduğunu
dile getiren Kozal, “1 Temmuz’da başladığımız 2012
yılı kazı çalışmalarına yeni yöntemlerle ve yeni
kazı alanlarıyla başladık. Hitit Kralı 2.
Muwatalli’nin Mısırlılarla yapmış olduğu Kadeş
Savaşı’nın ardandan buraya yapılan rölyefinin
korunması gerekiyor. Kadeş Savaşı’ndan sonra yapılan
ilk barış anlaşmasını imzalayan kişi olmasından
dolayı burası önemlidir” diye konuştu.
Kültür Bakanlığı’ndan Arkeolog Hüseyin Toprak ise
yaptıkları incelemelerle Irmağa yakın yerde bir sur
bulunduğunu belirterek, “buraya bizler yılda iki ay
gibi kısa bir zaman diliminde bulunmaktayız. Oysa
sizler yılın 365 günü buradasınız. Burası bizim
değil sizindir. Bu yüzden burasını sizlerin koruması
lazım her türlü etkenden mutlaka bu kazı alanı
korunmalıdır. Kazı bittiğinde, bu yerleşim alanı gün
yüzüne çıktığında turistlere açılacaktır. İnanıyorum
ki, Sirkeli Köyü önemli bir yerleşim alanı ama daha
da önemli bir yer olacaktır” şeklinde konuştu.
Köylülere, daha önceki yapılan kazılarda bulunan
heykel, mühür ve çömleklerin Adana Müzesi’nde
sergilendiğini de bildirildi.
haberler.com, 05.08.2012
|
BU DA YONTMA TAŞ DEVRİ'NİN KONAKLAMA YERİ
Kahramanmaraş’taki Direkli Mağarası’nda yürütülen
arkeolojik çalışmalarda Yontma Taş Devri’ne ait yeni
bulgular ortaya çıkartıldı.
Prof.Dr. Kılıç Kökten’in 1959 yılında yazdığı
bir makale üzerine gündeme gelen Döngel Köyü'ndeki
Direkli Mağarası’nda ilk kazı çalışmaları Gazi
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd.
Doç.Dr. Cevdet Merih Erek’in’in girişimiyle 2007′de
başladı. Erek’in hazırladığı çalışma Kültür ve
Turizm Bakanlığı’ndan destek gördü ve 4 yıldır kazı
çalışmaları büyük bir titizlikle sürdürülüyor.
Erek’in başkanlığında yürütülen çalışmalar
kapsamında, 3 yıl önce bulunan ana tanrıça figürü,
dünyanın birçok ülkesinde meraklıları tarafından
ilgiyle karşılandı. Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Erek,
beraberinde bakanlık temsilcisi ve 12 kişilik
üniversite öğrencisi ile birlikte mağarada kazı
çalışmalarına yeniden başladı.
Yrd. Doç.Dr. Erek, AA muhabirine yaptığı
açıklamada, kazı ekibiyle birlikte 1 Temmuz’da
bölgeye geldiklerini ve kısa sürede çok önemli
bulgular ortaya çıkardıklarını belirtti. Kazıda ortaya çıkan ana tanrıça figürünün büyük
yankı uyandırdığını ifade eden Erek, Direkli
Mağarası’nın şu anda Türkiye’deki tek mağara kazısı
olduğuna dikkati çekti.Kazı ekibiyle yoğun bir çalışma dönemine
girdiklerini aktaran Erek, kısa sürede Yontma Taş
Devri’ne ait yeni bulgular ortaya çıkartıldığını
bildirdi.
Kazı çalışmalarının mağaranın güney plan
karesinde devam ettiğini belirten Erek, şöyle
konuştu:
“Geçmiş yılda olduğu gibi son avcı toplayıcılara
ait çakmak taşından üretilmiş geometrik mikroidleri
bulmaya devam ediyoruz. Bunun yanında bu yıl oldukça
büyük Kargı kemik bulduk. Şu anda laboratuvarda
koruma altında tutuluyor. Bunun dışında Orta Anadolu
kökenli olduğunu düşündüğümüz opsidienden bir dilgi
parçamız var. Bugüne kadar bulunan en büyük dilgi
parçadır. Bu da bize bu bölgeyle Orta Anadolu
arasındaki bir bağlantıyı gösteriyor.
Bulduğumuz parça bu bölgeye ait olmayan bir taş.
Dolayısıyla söz konusu malzeme, Direkli Mağarası’nın
Yontma Taş Devri’nde insanların konaklama yeri
olduğunu gösteriyor. Ayrıca belirtiğimiz dönemde
zaman zaman bölgede kuraklık ve aşırı sellerin
olmasıyla alakalı doğal oluşumlar söz konusu olduğu
için insanların Direkli Mağarası’nda geçici
konaklama yapmak suretiyle Orta Anadolu’ya gidip
gelmesi arasında mantıklı bir ilişki sağlıyor.”
Kazıda ayrıca kemik Kargı diye bilinen av
malzemesi çıkarttıklarını belirten Erek, şu ana
kadar Yontma Taş Devri’ne ait en büyük kemik Kargı
malzemenin bulunduğunu bildirdi. Erek, bunun yanında
serbantin taşından yapılmış boncuk bulduklarını
ifade ederek, “Gerçekten boncuğa baktığımızda üstün
bir işçilik olduğunu görüyoruz. Bu da o dönemin
süslenme unsuruyla ilgili bize fikir veriyor.
Bulduğumuz yeni malzemeler aslında o dönemin en
üstün teknolojilerini yansıtan malzemeler. Bu
malzemelerin yapılış biçimine baktığımızda dönemin
önemli teknolojilerini yansıtıyor” şeklinde konuştu.
Erek, kazı sırasında bir taş dizisine de
rastladıklarını ve yeni süreçte o dönemle ilgili
bilim dünyasına ışık tutabilecek neticeler
verebileceğini dile getirdi. Erek, çalışmaların ağustos sonuna kadar devam
edeceğini ve kazılar devam ettikçe farklı dönemlere
ve daha eski kültürlere ait kanıtların
bulunabileceğini aktardı.
Özellikle kazı evinin tamamlanmasından duydukları
memnuniyeti dile getiren Erek, “Gerçekten
arkadaşlarımızla birlikte çok zor şartlar altında
çalışmalarımızı sürdürüyorduk. Ancak şimdi buraya
yaklaşık 200 metrekare büyüklüğünde bir kazı evi
binası yapıldı. Emeği geçenlere teşekkür ediyoruz”
dedi.
Kahramanmaraş Kültür ve Turizm Müdürü Seydihan
Küçükdağlı ise Direkli’nin Türkiye’nin ikinci büyük
mağara kazısı olduğunu belirtti. Bakanlığın mağara kazısına büyük önem verdiğini
ve eldeki imkanların kullanılmaya çalışıldığını
kaydeden Küçükdağlı, “2007 yılından bu yana çok
önemli mesafe aldık ve kazıdan çıkan bulgular
bizlerin gayretini daha da artırıyor” dedi.
Küçükdağlı, Direkli Mağarası’ndaki arkeolojik
kazıların kent turizmine büyük katkı sağlayacağına
inandığını söyledi. Küçükdağlı, Kahramanmaraş Arkeoloji Müzesi’nde
Direkli Mağarası’nın kazı alanının benzerinin dizayn
edildiğini ve bu alanın ziyaretçilerin ilgisini
çektiğini kaydetti.
haberler.com, Haber: Ahmet Caner Baysal,
05.08.2012
|

|
BABA KAÇIRDI, OĞLU İADE ETTİ
Türkiye'de görev yapan bir ABD vatandaşının kaçak yollarla ülkesine götürdüğü Roma dönemine ait mermer heykel başı ile 11 satırlık yazıt, Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ne teslim edildi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan yapılan açıklamaya göre, ABD'linin 1964-1996 yılları arasında ABD'ye götürdüğü eserlerden bir tanesi, şahsın oğlu tarafından postayle Washington'daki Kültür ve Tanıtma Müşavirliği'ne iade edildi. Bir diğer eser ise yine bir ABD vatandaşı tarafından Türk yetkililere gönderildi. Eserler, Dışişleri Bakanlığı'ndan alınarak, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi Müdürlüğü'ne verildi.
Sabah, 05.08.2012
|
KAÇAK KAZIYA TUHAF BAHANE

Tekirdağ Valiliği’nden TRT’ye Çanakkale konulu
belgesel çekeceğiz diye izin alıp
kaçak kazı yapan 8 kişi,
define haritaları ile kazı yaparken yakalandı.
Sahte belgelerle valilikten izin alan define
avcıları “Film için siper kazıyorduk” diye
kendilerini savundu.
Akıllara durgunluk veren olay
Tekirdağ'da yaşandı. Ellerine geçirdikleri define
haritası ile
kaçak kazı yapmak isteyen 8 kişilik ekip ilginç
bir yönteme başvurdu. Düzenledikleri sahte belgeyle
Tekirdağ Valiliği'ne başvuran define avcıları, TRT
için Çanakkale Savaşı'nın anlatıldığı 3 bölümlük
'Siperdeki Vatan' isimli drama belgesel
çekeceklerini söyledi.
Valilikten gerekli izinleri alan ekip, Bizans
Dönemine ait kalıntıların bulunduğu Şarköy İlçesi
Uçmakdere Köyü'nde kepçe ile kazı yapmaya başladı.
Köylüleri de film çekeceğiz diye kandıran ekip kepçe
ile de siper kazdıklarını söyledi. Define
avcılarının söylediklerine tatmin olmayan köylüler
durumu jandarmaya ihbar etti. Jandarma ekipleri 8
kişiyi ellerinde
define haritaları ile kazı yaparken kıskıvrak
yakaladı. Valilikten izinleri olduğunu söyleyen
ekip, siper kazdıklarını söyledi. Ellerindeki izin
belgesini inceleyen jandarma ekipleri durumu TRT'ye
sordu. TRT'den böyle bir belgesel çalışması
olmadığını söylenmesi üzerine 8 kişi gözaltına
alındı. Jandarma ekipleri kazı yapmada kullanılan
bir kepçe ve çok sayıda kazma ve küreğe de el koydu.
Jandarma ekipleri yaptığı araştırmada ekibin sahte
belge düzenleyerek valilikten izin aldığını ve
Bizans kalıntılarının bulunduğu bölgede kaçak kazı
yaptıklarını belirledi.
Jandarmadaki ifadesinde suçlamaları kabul etmeyen
sözde yönetmen Erkan Ç., "Bizim her şeyimiz yasal.
Burada biz Çanakkale Savaşı'nın anlatıldığı film
çekecektik. Gerekli yasal izinlerimiz var. Kepçe ile
film platosu için siper kazıyorduk. Biz kaçak kazı
yapmıyoruz" dedi. Diğer zanlılar da ifadelerinde
kaçak kazı yaptıkları yönündeki iddiaları reddetti.
Jandarmadaki ifadelerinin ardından Erkan Ç., Ali
Haydar K., Orhan D., Yalçın G., Mehmet Şah B.,
Behzat A., Burhan Çağlar S. ve Oktay S. adliyeye
sevk edildi. 8 kişinin adliyedeki işlemleri devam
ediyor.
Sabah, 05.08.2012
******
DEFİNECİLER TAM SİPER
Tekirdağ'da, valilikten
"TRT'ye dizi çekiyoruz" diye izin alarak iş
makineleriyle kazı yapan 8 kişilik ekibin, defineci
oldukları ortaya çıktı. Kazı yaparken yakalanan
zanlılar, iddiaları reddederek, "Filmin adı
Siperdeki Vatan. O yüzden siper kazıyorduk" dediler.
Akıllara durgunluk veren olay Tekirdağ'ın Şarköy
İlçesi'ne bağlı Uçmakdere ve Yeniköy arasındaki
bölgede yaşandı. Ellerine geçirdikleri define
haritası doğrultusunda bölgede kazı yapmak için
harekete geçen 8 kişilik grup, sıra dışı bir yönteme
başvurdu.
Düzenledikleri sahte belgeler ve yazdıkları bir
dilekçe ile Tekirdağ Valiliği'ne başvuran define
avcıları, TRT için Çanakkale Savaşı'nın anlatıldığı
3 bölümlük ve 9 gün süreceğini belirttikleri
'Siperdeki Vatan' isimli drama belgesel
çekeceklerini söylediler. Ekip, valilikten bu konuda
izin ve manevi destek talep etti. Valilikten gerekli
izinleri alan ekip, Bizans Dönemi'ne ait
kalıntıların çokça bulunduğu Uçmakdere ve Yeniköy
bölgesine 'set' kurdu. Bir de iş makinesi kiralayan
ekip, kazı yapmaya başladı. Define avcıları, meraklı
bakışlarla yanlarına gelen köylüleri de 'film
çekiyoruz' diye kandırmaya çalıştı. Ancak ekipten
şüphelenen köylüler durumu jandarmaya ihbar etti.
Jandarma, bir süre takip ettiği definecilere önceki
gün baskın düzenledi. 8 şüpheli, define haritaları
ve tarihi eserlerin fotoğraflarıyla kıskıvrak
yakaladı.
Defineciler, valilikten izinleri olduğunu, belgesel
için kazı yaptıklarını söyleyerek jandarmaya
belgelerini gösterdi. Ardından durum TRT'ye soruldu.
TRT'den böyle bir belgesel çalışması olmadığı yanıtı
gelince 8 kişilik ekip gözaltına alındı. Jandarma
ekipleri kazı yapmada kullanılan iş makinesi ve çok
sayıda kazma küreğe de el koydu. Yapılan incelemede
ekibini izni sahte belgelerle aldığı ve Bizans
altınlarını aradığı belirlendi. Gözaltındakilerden
yönetmen olduğunu belirten Erkan Ç., "Bizim her
şeyimiz yasal. Burada biz Çanakkale Savaşı'nın
anlatıldığı film çekecektik. Gerekli yasal
izinlerimiz var. Kepçe ile film platosu için siper
kazıyorduk. Burası muz cumhuriyeti değil Türkiye"
diye konuştu.
Definecilerin Valilik'ten aldığı izin belgesinde 3
ayrı şekilde yazılan "Drama" kelimesi dikkat
çekiciydi.
Sabah, Haber: Abdullah Yalçın,
06.08.2012
|
"BJK PLAZA ELİM KIRILSIN DEDİĞİM BİR KARARDIR"

Emek Sineması, Tarlabaşı, Mecidiyeköy Likör
Fabrikası, AKM... Ne zaman haklarında bir tartışma
yürüse görüşüne başvurulan bir numaralı isim, mimar
Prof.Dr. Mete Tapan. Çünkü o 2 numaralı Kültür ve
Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu Başkanı. Başkanıydı
daha doğrusu... Kısa bir süre önce sessiz sedasız
ayrıldı bu görevinden.
25 yıllık koruma kurulu tecrübesi olan Mete
Tapan’la ayrılış nedenini, kararlarını,
İstanbul’un hali pür melalini konuştuk.
Koruma kurulundan neden ayrıldınız?
Ayrılışımın yüzde 90 nedeni derdimi anlatamamak. 25
senedir bu işin içindeyim. Bu işlerde en önemlisi,
insanların ekiplerini kurabilmeleri. Ama bizde ekip
kurmak çok zordur. Özellikle de devlet kadrolarında.
Çalışma ortamını değiştirmek, bunun için de yasayı
değiştirmek lazım.
Nasıl bir değişiklikten söz ediyorsunuz?
Siz beni alıyorsunuz, hoca diye getiriyorsunuz. Bir
kere her hoca bu işten anlamaz. Ben de ilk 1987’de
Koruma Kurulu’na tayin edildiğimde tecrübem yoktu.
Ama hiç değilse bu konuda çalışmalarım vardı. Kurul
üyelerinin nitelikleri çok önemli.
Türkiye’de 35 koruma kurulu var ama o kadar
uzman yok. Bu durumda koruma kurulları saygı gören
kurumlar olmaktan uzaklaşıyor.
Ayrılma nedeniniz bu mu?
Bir miktar evet. Çok üzüldüğüm meseleler var. Biri,
5226 sayılı yasayla yenileme alanları çıktı. Şurası
Beyoğlu; Ağa Camii var, biraz ilersinde de Emek
Sineması. Emek’e Yenileme Kurulu karar veriyor, Ağa
Camii’ne Koruma Kurulu. Böyle bir şey nasıl
olabilir?
Yenileme kurullarının oluşturulmasıyla
bypass edildiğinizi düşündünüz mü?
Düşündüm. Bu yasanın çıkışında sözde
İçişleri Bakanlığı’nın talebi var. Öyle
gözüküyor. Bu değişikliği hala kabul edemiyorum.
Güya bizim kriterlerimize göre karar vermeleri
gerekiyor. Bizde bir projenin geçmesi dört-beş ay
sürer, herhalde burada daha çabuk sonuç alınır diye
düşündüler.
Yenileme kurullarının kararlarına
bakınca kötü niyet arıyor musunuz?
Ben kötü niyet kelimesini kullanmam; çünkü kişiyi
nasıl bilirsiniz, kendiniz gibi. Kötü niyet vardır
dediğiniz anda ispat etmeniz gerekir. Eğer aynı konu
hakkında Yenileme Kurulu başka, Koruma Kurulu başka
karar verebiliyorsa o zaman sistemde bir bozukluk
vardır. Tabii isteyen başka türlü yorumlayabilir.
Zaten karar verme süreci yoruma açık; kriterler
yoruma açık.
Nasıl?
Mesela koruma ilke kararlarından biri “Restorasyon
projesi yapının kontr ve gabarisinde olur” diyor. Ki
bunun imkanı yok, biz kat ilaveleri ya da ek binalar
veriyoruz. Bu maddeden sonra gelen bir madde var; o
da “Her müdahale biçimine kurulumuz kendisi karar
verir” diyor. Ne demek bu? Hem yapamazsın hem sen
karar ver.
Herhangi bir kültür varlığı söz konusu
olduğunda gözler size dönüyor. Koruma kurulunun
kararlarının yaptırım gücü ne?
Her türlü kamu kuruluşu ve kişiler bizim
kararlarımıza uymak zorundadır. Koruma kurullarının
cumhurbaşkanından daha büyük
yetkisi var desem şaşırırsınız.
Tabii şaşırırım...
Ama doğru. Düşünün burada bir imar planı var ve ben
“Burası sit alanıdır” dediğim vakit o plan iptal
edilir. Korkunç bir yetkidir bu, bilen bilir! Mesela
19 sene boyunca Beyoğlu’nda imar planı yapılmadı.
Neden?
1993’te, ben
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde
genel sekreter yardımcısıydım. Beyoğlu’nun ve
Tarihi Yarımada’nın
sit alanı olmasını biz istedik. Yasa diyor ki,
sit alanı ilan ettikten sonra bir yıl içinde koruma
amaçlı imar planı yapacaksınız. O yapılana kadar da
geçici yapılaşma koşullarıyla çalışırsınız. Bütün
yetkiyi koruma kuruluna verir bu sürede.
Beyoğlu’nda ne oldu?
İmar planı yapılmadığı için 1993-2011
arasında geçici yapılaşma koşullarıyla çalışıldı. 19
sene boyunca Beyoğlu için koruma kurulu karar verdi.
Kimse de hayır diyemedi.
İşte Türkiye’nin gerçeği bu.
Altına imza atmaktan pişman olduğunuz
kararlar var mı?
Var. O kadar da fazla değil ama var. Bir gün Gündüz
Vassaf’a dedim ki, “Benim aldığım kararların yüzde
80’i yanlıştır”,“E niye yaptın o zaman?” dedi. Çünkü
her şey yanlış başlamış, işlerin yarısı bitmiş, sen
karar verirken de “Ben en az yanlışı nasıl
yapabilirim?” diye veriyorsun. Mesela BJK
Plaza... Pişmanım. Ama benden evvel plan yapılmış,
karar çıkmış. Elim kırılsın dediklerimden biridir o.
Topçu Kışlası’nı planda tescil ettiğiniz
için de ağır eleştiri aldınız. Pişman mısınız?
Bizim Topçu Kışlası’nı tescil etmemiz ihya etmek
demek değil ki.
Galata’da Menderes operasyonu sırasında
kaldırılmış bir cami var, onu da tescil etmiştik.
Bir de not düştük: “İhya edilmesi düşünülen
binaların hiçbiri illa ihya olacaktır diye
anlaşılmasın.” Zaten orası yeşil alan olmuş. Yeşil
alanı 3194 sayılı imar kanununa göre kaldıramazsın.
Gezi Parkı için de bu geçerli mi?
Tabii ki. Bütün bu tartışmalar beyhude. İkincisi, bu
binanın rekonstrüksiyonu için belge ve bulgunun
yeterli ölçüde olması lazım.
Var mı?
Yok. Var diyorlar ama önümüzde hiçbir belge gelmedi.
Ayrıca ben
Taksim’in bir meydan olduğuna inanmıyorum.
Hasbelkader oluşmuş bir alan. Bizim mimarimizde
meydan kavramı yoktur. Hani selatin cami, selatin
cami diyorlar ya; avlu vardır,
insanlar orada cuma namazında toplanırlar. Yoksa
Osmanlı’da öyle gidelim meydanda toplanalım imkanı
mı var?
Sultanahmet Meydanı da
Bizans’tan kalma at meydanı olduğu için var.
Bizim şehircilik anlayışımızda batıdaki gibi bir
meydan kavramı yok.
Peki kışlayı tescil ederek bir gün oraya
yeniden inşa edilmesinin yolunu açtığınızı
düşünmüyor musunuz?
Hayır düşünmüyorum. Bizim tescilimiz yalnızca
“Burada bu bina vardı” demek, hepsi bu. İstedikleri
kadar eleştirsinler bizleri. Bir şeyler korunmuşsa
bu sayede. Çünkü bu halk,
Ayasofya’nın yanına gökdelen dikerdi. Hala da
dikebilir. Bir zamanlar yükselti olarak minareler
vardı, neden şimdi gökdelen
olmasın diyen üniversite hocaları biliyorum.
Peki şimdi koruma kurulundan ayrıldınız.
İçiniz rahat mı?
Hayır değil. Eğer devlet politikası açısından olumlu
bir yaklaşım olursa geri dönerim.

Mecidiyeköy’deki Likör Fabrikası sizin
itirazınıza rağmen yıkıldı. Nasıl oldu bu?
Üzüldüğüm şeylerden biri de bu. Geçen Ağustos’ta 648
sayılı bir kararname çıktı. Kültür ve tabiat
varlıklarını ayırdılar; iki farklı kurul oldu. Artık
Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı’na bağlı.
İtiraz etmediniz mi?
Ben kavga etmekten yana değilim. Mahkemeye gidelim,
oraya gidelim, buraya gidelim. Hayır. En
önemli unsur diyalog. Diyalogu sağlarsanız her şeyi
çözersiniz. Tabii bir de iyi niyet olacak.
Likör Fabrikası’nı nasıl etkiledi
bu yeni kararname?
Bize Likör Fabrikası’nın projesi geldiğinde,
fabrikanın yanına yapılması planlanan gökdelenlerin
üzerini çizdim. Eski binanın da altına otopark
yapıyorlardı, onun da üzerini çizdim. Biz
restorasyon projesini kabul ettik, yıkılıp
yapılmasını değil. Ama yeni kararname diyor ki, bir
parselde hem eski eser hem de tescilli anıt varsa o
zaman son kararı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na
bağlı Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu verir.
Size rağmen bir kültür mirasının
yıkılmasının sizdeki karşılığı “Bırakıp gideyim” mi
oldu?
Bu, nedenlerden bir tanesi. Etkinliğimi kaybettiğimi
gördüm. Bizim itiraz ettiğimiz gökdelenler o kurulda
bir iki hafta içinde kabul edildi. Halbuki yasa bu
durumda komisyon kurulmasını işaret ediyor. Bize bir
yazı geldi, “Son karar bize aittir”
dediler. Hepsi bu.
Durumun oldu bittiye geldiğini
düşündüğünüz oldu mu?
Düşünsem ne olur düşünmesem ne olur. Oldu bitti
tabii. Tamam; bu bina çok ellenmiş; betonarme
yapıdan başka bir şey kalmamış. Buna rağmen biz
kültürel varlık olarak tescil ettik. İtiraz ettiğim
için diyorlar ki “Siz gökdelene karşı mısınız?”
Gökdelen yapılır elbette. Ama doğru yerde... Benim
iş yerim Levent’te, evim Gayrettepe’de. Her gün
işten eve bir
saat yirmi dakikada gidiyorum. Eğer iki
kilometrelik yolu bu sürede gidebiliyorsam
düşünmemiz gereken başka konular var.
Milliyet Pazar, Haber: Miraç Zeynep Özkartal,
05.08.2012
|
JAMES BOND TAHRİBATI KURUL'DA DEĞERLENDİRİLECEK

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, İstanbul
Kapalıçarşı'da çekimleri yapılan “James Bond Sky
Full” filminin verdiği tahribat sonrasındaki onarıma
ilişkin tespit raporunun Koruma Bölge Kurulu
gündeminde değerlendirileceğini bildirdi.
MHP İstanbul Milletvekili Atila Kaya'nın yazılı
soru önergesini yanıtlayan Bakan Günay, şunları
kaydetti:
“İstanbul 1 Numaralı Yenileme Alanları Kültür
Varlıkları Koruma Bölge Kurulu, kültür varlığının
basit onarım kapsamındaki tahribatın KUDEB (Koruma
Uygulama ve Denetim Büroları) denetiminde
onarılmasına, aksi takdirde ilgililer hakkında suç
duyurusunda bulunulacağının taraflara
hatırlatılmasına; uygulama sonrası rapor ve
fotoğrafların Kurula iletilmesi gerektiğine karar
vermiştir. Onarımdan sonra KUDEB tarafından
hazırlanan tespit raporu Koruma Bölge Kurulu
gündeminde değerlendirilecektir.”
Çekim izin başvurularının sinematografik açıdan ve
ülke tanıtımına sağlayacakları katkı bakımından
değerlendirildiğine işaret eden Günay, çekimin
yapılacağı mahallin mülki idarelerinin de bu konuda
bilgilendirildiğini belirtti. Güvenlik tedbirleri ya
da çekim mahalline ilişkin teknik
değerlendirmelerin, filmin çekileceği bölgenin mülki
idarelerinin görevi olduğunu kaydeden Günay, “Sinema
Genel Müdürlüğü, söz konusu filmin çekimi için genel
bir izin vermiş olup, geriye kalan ve alınması
gereken tüm özel izinler mahalli idareler tarafından
verilmiştir. Bakanlığımızca söz konusu filme maddi
anlamda herhangi bir destek verilmemiştir”
ifadelerine yer verdi.
Hürriyet, 04.08.2012
|
KOMŞUNUN DİLİNE DÜŞTÜK!

Yunan gazeteleri Kılıç’ın sözlerini ve Erdoğan’ı
eleştirerek “Olimpiyat ateşi meğer Türkler’inmiş’
şeklinde tepki manşetleri attı.
Başbakan Erdoğan’ın 2020 Olimpiyatları’yla ilgili
verdiği demeçlerin ardından Spor Bakanı Suat
Kılıç’ın “Antalya’daki Olimpos Dağı, Olimpiyatlar’a
adını veren dağ. Olimpiyat meşalesini doğduğu
topraklara götürmek gerek” açıklaması, Yunan
basınından büyük tepki topladı.
Yunan basını, Bakan Kılıç’ın sözünü manşete
çıkararak “Türkler’den provokatif çıkış, olimpiyat
ateşi Türkler’inmiş” ve “Türklerin ne içtiğini
söyleyin” başlıklarıyla adeta savaş açtı. Londra Yaz
Oyunları’nın başlamasıyla birlikte iyice kızışan
2020 Olimpiyat Oyunları’na ev sahipliği yapma
yarışında Başbakan Tayyip Erdoğan ve Gençlik ve Spor
Bakanı Suat Kılıç’ın açıklamaları Yunanlar’ı
kızdırdı. Kılıç, “Antalya’daki Olimpos Dağı,
Olimpiyatlar’a adını veren dağ. Olimpiyat meşalesini
doğduğu topraklara, Anadolu’ya götürmek gerek”
demişti. Bu açıklama Yunan basınında büyük yankı
uyandırdı.
Erdoğan ve Kılıç’ı cahillikle suçlayan Yunan basını,
“Türkler, olimpiyat oyunlarının simgesi olan
meşaleyi sahiplendi. Bu onların ayrı bir tarihi
olduğunu gösteriyor. Demek ki onların da Zeus ve
Prometheus’u var” yorumunda bulunurken, “Lütfen
Türkler’in ne içtiğini söyleyin”, “Türkler
olimpiyatları sahiplendi” ve “Provokatif açıklama”
başlıklarını kullandı. Yunan medyasına göre Yunan
Olimpiyat Komitesi’nin başındaki isim Isidore
Kouvelos, Erdoğan ve Kılıç’a tarih öğrenmesi
tavsiyesinde bulundu.
Vatan, 04.08.2012
|
TARİHİN SAHİBİ YOK MU?

Osmanlı döneminde kışla olarak kullanılan Erzurum
Kalesi'nin duvarları adeta aşk mektubu gibi.
Erzurum’da Çifte Minareli Medrese, Lalapaşa
Medresesi ve Yakutiye Medresesi'nden sonra kentin
önemli tarihi mekanlarından biri konumunda bulunan
Erzurum Kalesi'ndeki bakımsızlık ve korunaksızlık
gelen ziyaretçileri de hayrete düşürüyor. Erzurum’a
gelen yerli ve yabancı turistler karşılaştıkları
manzara karşısında şaşkınlıklarını gizleyemiyor. 5.
yüzyılda yaptırılan ve günümüze kadar ulaşan tarihi
kalenin bakımsızlığına tepki gösteren çevre
sakinleri “Buraya yetkililerin sahip çıkması
gerekiyor. Buraya gelip spreylerle duvarlara yazı
yazıyorlar. Akşamları da buraya sarhoşlar gelip içki
içiyor sonra içki şişelerini de kale duvarına atıp
kırıyorlar. Yetkililerden talep ediyoruz tarihimize
sahip çıksınlar” dediler.
Yaklaşık 2 bin metre yükseklikte bir tepe üzerinde
inşa edilmiş olan iç kale 5. yüzyılda Roma
İmparatoru Theodosius tarafından yaptırılmıştır. Son
zamanlara kadar Türkler tarafından kışla olarak
kullanılmıştır. Kale Mescidi ve saat kulesi Türk
mimarlığının ilk örnekleri olmaları bakımından önem
taşırlar. Tepsi Minare olarak da adlandırılan kule
Ortaçağ’larda gözetleme kulesi olarak
kullanılmıştır. Osmanlı mimarisinin Barok çağında
saat kulesine çevrilmiştir. 1124-1132 yılları
arasında hüküm süren Abu’l Muzafferüddin Gazi
tarafından yaptırılmıştır. Tek büyük bir kubbe ile
örtülen mescid geleneksel Türk mimarisinin
özelliklerini taşır.
Erzurum Gazetesi, Haber: Emrah Akkaya, 04.08.2012
|
30 YIL SONRA YASAK KALKTI
İran ’ın başkenti Tahran’da 30 yıl önce
İran hükümeti tarafından İslama karşı olduğu ve
pornografik öğeler taşıdığı gerekçesiyle yasaklanan
Pop Art sergisi ilk kez gün yüzüne çıktı.
İslam Devriminden önceki son
İran Şahı'nın eşi Farah Pahlavi’nin yardımlarıyla
Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin bodrumunda saklanan
sergide, Andy Warhol ve Francois Bacon gibi dünyaca
ünlü sanatçıların eserleri de bulunuyor.
Radikal, 04.08.2012
|
AMANOSLAR'DAKİ HİTİT ANTİK KENTİ SOYULDU İDDİASI

Araştırmacı-tarihçi Cezmi Yurtsever, 1890′lı
yıllarda Alman arkeologların Amanoslar’da bulunan
Hitit antik kenti Samal’daki tarihi eserleri
Berlin’e götürdüğünü iddia etti.
Yurtsever, yaptığı açıklamada, Temmuz ayı içinde
Osmanlı arşivinde Çukurova tarihi üzerine yaptığı
araştırmalar esnasında gizliliği ortadan kalkan
belgeler serisinden İ.MMS.00101 numaralı zarf
içinden çıkan fotoğraflar ve Osmanlı Bakanlar Kurulu
belgelerine göre Osmanlı’nın son döneminde 1888 ve
izleyen yıllarda o dönemde Adana vilayeti Cebeli
Bereket Sancağı’na bağlı Gavurdağları’ndaki (Amanos
Dağları) İslahiye İlçesi'nde bulunan Zincirli
Höyük’te arkeolojik kazı yapan Berlin Müze Müdürü
Kral Humann ve arkeolog Felix von Luschan’ın dünya
tarihine ışık tutan antik Hitit kenti Samal’dan
çıkan eserleri Almanya’ya kaçırdıklarının ortaya
çıktığını söyledi. Berlin Müze Müdürü Kral Humann’ın
Zincirli’de yaptığı arkeolojik kazıdan çıkan
eserlerle ilgili fotoğraflar ve bilgileri
değerlendiren Osmanlı hükümetinin Zincirli Höyük’ten
çıkan 90 parça eserin sadece 10
parçasının kendisinde kalması ve İstanbul’a
taşıyacağı eserlerin masrafını ödemesinin de
padişahın karar onay yazısıyla açıklandığını anlatan
Yurtsever, “Ancak Berlin Müze Müdürü Kral Humann,
kazı çalışmalarını 1888 ve izleyen 1890′lı yıllara
da yayarak ortaya çıkan binlerce parça tarihi eseri
kaçak olarak Almanya’ya gitmesini sağladı. Berlin’de
Anadolu’dan getirilen tarihi eserler ile kurulan
Pergamon Müzesi depolarında ve teşhir vitrinlerinde
Zincirli’den kaçırılarak getirilen bir eşi daha
bulunmayan paha biçilmez eserler sergileniyor.
Zincirli’den Berlin’e kanunsuz olarak götürülen
eserler, dünya tarihine de geçecek olan tarihi eser
soygunudur” dedi.
Zincirli Höyük’ten kaçırılan tarihi eserlerle
ilgili olarak yetkililerin en kısa zamanda harekete
geçmesi gerektiğini söyleyen Yurtsever, “Eserlerin
Türkiye’ye getirilmesi sağlanmalıdır. Günümüzde
Gaziantep sınırları içinde bulunan İslahiye
İlçesi'ndeki Zincirli Höyük’ten kaçırılan eserlerin
anavatanına getirilmesi anlamlı bir olay olacaktır”
diye konuştu.
Hititler zamanında Önasya’nın önemli kentleri
arasında bulunan Kahramanmaraş’ı Antakya’ya bağlayan
vadi kavşağında bulunan Samal kenti, MÖ 4000′li
yıllardan itibaren kuruluşu gerçekleşmiş, MÖ 8.
yüzyıla kadar Önasya’nın en parlak kentleri arasında
idi. Zincirli kazılarında çıkan ve bir eşi daha
bulunmayan arasında arslan ve boğa heykelleri, savaş
sahneli kabartma heykeller, Hitit-Arami-Fenike
dilinde yazılmış kitabelerin de bulunduğu eserler,
arkeoloji dünyasının ilgisini çekmişti.
haberler.com, 03.08.2012
|
2500 YILLIK ÇİKOLATA KALINTISI BULUNDU
Meksika'nın
Yucatan yarımadasında, Mayalardan kalma bir tabakta
2 bin 500 yıllık çikolata kalıntısı bulundu.
Meksikalı arkeologlar
çikolata kalıntısına kupa yerine bir tabakta
rastlanmış olmasının, çikolatayı içecek olarak
kullandıkları daha önceden bilinen Mayaların, bunu
katı yiyeceklerde de baharat veya sos olarak
kullanmış olması ihtimalini ortaya çıkardığına
dikkati çekti.
Meksika Ulusal Antropoloji ve Tarih Kurumu'nun
yaptığı keşif, İspanyol öncesi kültürlerde
çikolatanın içecek olarak kullanıldığı yönündeki
yaygın görüşü değiştirmiş oldu.
Kakao taneleri ve kabuklarının, tanelerin ezilmesi
ve sıvılara ilave edilmesi veya kakao kabuğundaki
kabukların etrafında kalan kısmının mayalanması
suretiyle yapılan bu çeşit içeceklerin seçkin
kişiler için hazırlandığına inanılıyordu.
Arkeolog Tomas Gallareta yaptığı açıklamada,
''Kakao, ilk kez yiyecek sunmak için kullanılan bir
tabakta bulundu ve bunun öğütülme amacıyla tabakta
olması, Mayaların bu iş için tabak değil öğütücü
taşlar kullanması nedeniyle pek mümkün değil'' dedi.
Tabak parçalarının üstünde rastlanan çikolata
izleri, Yucatan yarımadasındaki Paso del Macho
arkeolojik kazı alanında 2001 yılında bulundu.
Ortak bir araştırma projesi çerçevesinde ABD'nin
Mississippi eyaletinde bağlı Jackson'da Millsaps
College yüksek okulunda bilim adamlarının yardımıyla
yapılan testlerde bulunan izlerin çikolataya ait
olduğu resmen tescil edildi.
Meksika Ulusal Antropoloji ve Tarih Kurumu'ndan
yapılan açıklamada, keşfin bugün Meksika mutfağında
yer alan bazı çikolata bazlı yemeklerin kökenlerinin
çok eskiye uzandığının bir işareti olabileceği
kaydedildi.
Sabah, 03.08.2012
|
"ANTİK KENTTEKİ ELEKTRİK DİREKLERİ TARİH DOKUYA
AYKIRI"

Osmaniye’deki Kastabala
antik kentinde 3 yıldır
kazıları yürüten Gaziantep Üniversitesi Arkeoloji
Anabilim Dalı Başkanı Prof.Dr. Turgut Hacı Zeyrek,
2200 yıllık kalıntılar arasından geçen yüksek
getirilim hattını taşıyan dev direklerin tarihi
dokuya aykırı olduğunu söyledi.
Kastabala’nın arkeoloji çevresinde Çukurova’nın
Efes’i olarak anıldığını vurgulayan Prof.Dr. Turgut
Hacı Zeyrek, “Bu direkleri tarihi kentin tam
ortasına kim hangi mantıkla dikmiş bilemiyoruz. Ama
şu anda buranın siluetini bozuyor” deyip,
kaldırılmasını istedi.
Kazılarda asgari ücretle çalışacak işçi
bulunamayınca, bu yıl Toprakkale Açık Ceza İnfaz
Kurumu’nda kalan 20 hükümlüyü, 2 Temmuz’dan itibaren
kazı alanında kendi istekleriyle çalıştırılmaya
başladıklarını kaydeden Prof.Dr. Turgut Hacı Zeyrek,
şunları söyledi:
“Kastabala’da kazı çalışmalarını 4 yıldır
sürdürüyoruz. Bu yıl 30 Eylül’e kadar devam edecek
çalışma programında sütunlu caddeler, tapınak
alanları, hamam, tiyatro ve nekropol alanlarında
kazılar yapacağız. Ancak bir dizi sorunlarla
boğuşuyoruz. Güneş altında çalışacak işçi bulmakta
güçlük çekiyoruz. Bu yıl asgari ücretle ve sigortalı
olarak çalıştırdığımız gönüllü mahkumlarla buna
çözüm bulduk. Kırmıtlı Köyü’nde yaşayan
vatandaşların da antik kent bölgesinde tarım
arazileri var. Biz kazı yaparken, bu insanlar 20
metre ilerimizde tarlasını sürüyor. Antik kentin
içinden yüksek gerilim elektrik hattı geçiyor.
Devlet elektrik direkleri tarihi dokuya aykırı bir
görüntü ortaya koyuyor. Tarihi kalıntıların
siluetini bozuyor. Bu direklerin de kaldırılması
gerekiyor”
Kastabala antik kenti
Osmaniye’nin merkezine 15 kilometre uzaklıktaki
Kastabala antik kenti, yaklaşık bin 500 dönüm arazi
üzerine kurulmuş. 13′üncü yüzyılda yapılan ve
günümüzde Bodrum Kale olarak anılan kalenin
eteklerinden başlayan Kastabala’dan günümüze kadar
gelebilen kalıntıların hemen hepsi Roma dönemine
ait. Kastabala’da günümüze oldukça iyi durumda
ulaşan antik yapı kalıntıları arasında en önemlisi
sütunlu caddesidir. Batı ucunda ise kentin tiyatrosu
bulunuyor. Tiyatronun güneyinde hamam kalıntıları
görülebilir. Kentin güney-batı kesiminde görülen
sütun gövdelerinin oluşturduğu sütun dizisi bazı
araştırmacılar tarafından agora, bazıları tarafından
da ikinci sütunlu cadde olarak tanımlanıyor. Kentin
güney, kuzey ve batısında çok sayıda mezar yapıları
ile kaya mezarları var. Roma ve Bizans döneminde
bölgenin önemli dini kent merkezlerinden biri olan
Kastabala, 524-561 yıllarında meydana gelen
depremlerden büyük zarar görmüş ve Haçlı
seferlerinden sonra yerleşim merkezi olarak eski
önemini yitirmiştir.
haberler.com, 03.08.2012
|
LAGİNA'DAKİ KAZILARA HIRSIZ ENGELİ

Muğla'nın Yatağan
İlçesi'nde bulunan Lagina antik
kentine bu yıl kazı yapılması için izin çıkmadı.
Gerekçe olarak da antik kentte geçtiğimiz yıl
yaşanan hırsızlık olayının soruşturmasının devam
etmesi gösterildi.
Lagina Antik Kenti Kazı Başbakanı Prof.Dr. Ahmet
Tırpan, antik kentten çıkartılan eserlerin muhafaza
edildiği kazıevi deposunda geçen yıl meydana gelen
hırsızlık olayı nedeniyle açılan soruşturma
nedeniyle izin verilmediğini savunarak, "Bizi neden
engeleyip, sorumlu tutmaya çalıştıklarını anlamış
değiliz. Alakamız olmayan bir konuyla ilgili alınmış
bir karar söz konusu" dedi.
2008 ve 2009 yıllarında Türkiye'de devam eden 120
kazı arasında en çok eserin çıkartıldığı, Kültür ve
Turizm Bakanlığı tarafından eser şampiyonu ilan
edilen ve sezonda yerli ve yabancı 10 bin kişinin
gezdiği Lagina antik kentinde kazı izni verilmemesi
şoku yaşanıyor. Kazı başkanlığını yürüten Konya
Selçuk Üniversitesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Ahmet Tırpan, Anıtlar ve Müzeler Genel
Müdürlüğü'ne defalarca müracaatta bulunduğunu, ancak
geçen hafta ulaşan olumsuz yanıtla şoke olduklarını
söyledi.
Kazı bölgesine 3 kilometre uzaklıktaki belde
merkezinde bulunan kazıevi deposunda geçen yıl 21
Kasım'da yaşanan hırsızlık olayı bahane edilerek
kazılara izin verilmediğini savunan Prof.Dr.Tırpan,
"Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü kazı çalışması
talebimize, yaşanan hırsızlık olayı nedeniyle teftiş
kurulu tarafından açılan soruşturma nedeniyle izin
verilmediğini bildirdi. Lagina 2008-2009 yıllarında
Türkiye'de eser şampiyonu olmuş çok önemli bir kazı
bölgesidir. Ayrıca kazıevi deposu 2009 yılından bu
yana Muğla Müze Müdürlüğü'ne aittir ve hırsızlığın
yaşandığı dönemde de buranın anahtarı
kendilerindeydi. Bizi neden engeleyip, sorumlu
tutmaya çalıştıklarını anlamış değiliz. Alakamız
olmayan bir konuyla ilgili alınmış bir karar
sözkonusu" diye konuştu.
Lagina kazıevi deposuna geçen yıl 21 Kasım'da
kilitleri kırılarak girilmişti. Muğla ve Milas müze
müdürleri, iki arkeolog ve Lagina Kazı Başkanı
Tırpan'dan oluşan komisyon, bazı eserlerin eksik
olduğunu tespit etmişti. Bu eserlerin tutulan
kayıtlardaki eşleştirmede bulunamaması üzerine
Kültür ve Turizm Bakanlığı, olayı araştırmak üzere
müfettiş görevlendirmişti.
Star, Haber: Hakan Gürel, 02.08.2012
|