Haberler logo Ağustos '12 Arşivi

26 Ağustos - 1 Eylül 2012

DİNOZORUN SON YEMEĞİ

 

 

Kanadalı araştırmacılar, inceledikleri dinozor fosillerinin midelerinde kuşlara ve kendilerinden daha küçük dinozorlara ait kemikler buldu. Araştırma sayesinde, dinozorların kendi boyutunun üçte birinden fazlasını avlayabilen usta avcılar olduğu ortaya çıkmış oldu.

 

Çin’de bulunan iki etobur dinozor fosilini inceleyen bilim insanları, bu fosillerin bağırsaklarda hayvan ve bitki kalıntılarına ulaştı. Bu kalıntıların, dinozorların nasıl beslendiklerinin ortaya çıkmasını sağlayabileceği ifade edildi.

 

İncelenen 120 milyon yıllık fosillerin birinin kuşa benzeyen, kedi boyutunda bir dinozor olan Sinornitozorus ile beslendiği anlaşılırken, diğerinin midesinden karga benzeri iki kuş ve belli ölçüde öğütülmüş bir dinozor kemiği çıktı.

 

Kanada'daki Pipestone Creek Dinozor Araştırma Merkezi'nde çalışan omurgalı paleontologu Phil Bell, midelerdeki yiyecek kalıntılarının hayvanlar arasındaki etkileşimi anlamak için önemli ipuçları olduğunu belirtti.

 

Fosil kayıtlarında bu kalıntılara çok nadir rastlandığını ifade eden Bell, fosiller arasında buldukları dinozorların ölmeden önce ne yediklerini öğrenmeyi sağlayacak kemik parçalarına ulaşmış olmanın büyük bir şans olduğunu söyledi.

 

Bell, fosillerle karşılaşan araştırmacıların dinozorların yaşamış olduklarını hayal etmekte zorlandıklarını ancak böyle bir şey ile karşılaşınca bunun fosillere can verdiğini ve hayal etmeyi kolaylaştırdığını ekledi.

Hürriyet, 31.08.2012

SU KEMERLERİNE KORUMA KALKANI

 

 

Buca civarındaki pınar sularını İzmir’e taşımak amacıyla MÖ 4. yüzyılda inşaat edilen ve o tarihten bugüne kadar bir bölümünün ayakta kaldığı Vezirağa Su Kemerleri'nin restorasyonu için düğmeye basıldı. Rölövesi ve restorasyon projesinin Kültür ve Turizm Bakanlığı İzmir Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’na gönderilerek onayının ardından çalışmalar hızlı bir şekilde başlatılacak.

 

Konak Belediye Başkanı Hakan Tartan, yüzyıllar önce o günün teknikleri ile inşaat edilmiş olan su kemerlerinin kalan bölümünün kurtarılması ve gelecek kuşakları aktarılması için çalışma başlattıklarını söyledi. Su kemerleri projesinin yaşama geçirilmesiyle birlikte Yeşildere Kentsel Dönüşüm ve Gelişim alanı içindeki çalışmalar ile bir bütünlük sağlanacağını belirten Başkan Tartan, “Yüz yılların bakımsızlığı sona erecek, kent yeni bir cazibe merkezi kazanacak” dedi. Konunun Konak Belediye Meclisi’nde değerlendirildiğini, imar, kentsel dönüşüm, kültür değerleri koruma ve turizm komisyonlarına havale edildiğine değinen Başkan Tartan, komisyonların bu konuda titiz bir çalışma sürdürdüğünü sözlerine ekledi.

Yenigün, 31.08.2012

OTURMA ODASINDA BUNUNLA YAŞIYORLAR

 

  

 

İngiltere'nin Plymouth şehrinde bir çiftin, yıllardır oturma odalarındaki koltuğun altında 16’ncı yüzyıldan kalma bir tünel sakladığı ortaya çıktı.

 

Çift, tarihi eser değerindeki tüneli 24 sene önce eve taşındıkları ilk zamanlarda keşfettiklerini söyledi. 61 yaşındaki Colin Steer, bu manzara karşısında büyülendiğini ancak eşinin bunun ortaya çıkarılmasına razı olmadığını bu yüzden de yaklaşık 20 sene boyunca bu tarihi eseri koltuklarının altında gizlediklerini belirtti.





Tüneli oturma odalarındaki kirişleri tamir ederken keşfettiğini söyleyen Steer, eşinin isteği üzerine tünelin üzerini hemen kapattığını anlattı. Steer, bunun nedeninin o zaman henüz küçük olan çocuklarının hayatını tehlikeye atmamak olduğunu söyledi.

 

Steer, altın bulma ümidiyle tüneli hep araştırmak istediğini ve bunu ancak geçtiğimiz sene emekli olduktan sonra yapabildiğini de sözlerine ekledi. Bir arkadaşının yardımıyla üç gün boyunca kazı yapan Steer ancak 5 metreye kadar ilerleyebildi. Bununla birlikte Steer tünelin 10 metre derinliğinde olduğuna inanıyor. Bu arada Steer, 5 metrede altın bulamadı ancak eski bir kılıç bulmayı başardı

Hürriyet, 31.08.2012

TARİH MELENDİZ'DE AYDINLANIYOR

 

 

Melendiz Bölgesi'nin tarihine ışık tutacak bilimsel kazı çalışmalarında bu yılda önemli sonuçlara erişildi. Bilimsel Kazı Başkanı Doç.Dr. Erhan Bıçakcı başkanlığında ekibin titiz çalışmaları Tepecik Höyük'te tarihi düne ışık tutacak sonuçlar vermeye devam ediyor. Kazı bölgesine giden gazeteci yazar Ömer Fethi Gürer çalışmaları yerinde inceledi. Niğde Çiftlik İlçesi'nde 1966 yılında varlığı saptanan Tepecik Höyük’te 2000 yılında başlayan kazı çalışmalarında 8 bin yıllık tarih kapsadığı belirlendi. Çalışmalar devam ediyor.

 

Çiftlik İlçesi'ne yürüyüş mesafesindeki höyüğün 300x170m boyutlarında olduğu belirlendi. Oval biçimli höyük 100 metre uzunlukta bir terasa da sahip. Höyük, 34.300 metrekare alan içersinde farklı dönemlere ait önemli bulguların açığa çıkmasına vesile oldu.  İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Öncesi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Çiftlik Kazısı Bilimsel Başkanı Doç.Dr. Erhan Bıçakcı ile kazı alanında görüşen Ömer Fethi Gürer,  2006 yılında kazının ilk çalışmalarında da bölgeye gitmişti. 6 yıl aradan sonra kazı alanını tekrar ziyaret eden Ömer Fethi Gürer, yazdığı 835 sayfalık Niğde Kapadokya Başkenti kitabında da Doç.Dr. Erhan Bıçakcı ile kazı başlangıcındaki söyleşisine yer vermişti. Bu kez kazı alanında asistan öğrenciler ve önemli bir çalışan grubu ile birlikte Doç.Dr. Erhan Bıcakçı görüştü.

 

Doç.Dr Erhan Bıçakcı, bu kazı alanı dışında çevrede yüzey araştırmalarında da bulunduğu için tarihi dokuyu yakından tanıyordu. Bölgenin tamamında tarihin önemli izlerinin yer aldığını söyledi.  Bu bölgenin tarihte önemine değinen Bıçakcı, kazıya ilk başladıklarında yüzey toprağı altında bol küllü, yanıklı, yakın geçmişte taş almak için bozulmuş, ilk tabakada sürtme taş aletleri, kasecikler ve kırık çanak çömlek parçaları bulduklarını ve tümlenebilir çömlekler ile dağınık ve karışık durumda insan ve hayvan kemikleri de tesbit ettiklerini de belirtti. Neolotik dönem ile benzer baskı düzeltili ok uçları, obsidiyen çekirdekleri, kazıyıcılar, sürtme taş, öğütme taş aletleri, bilye taşları, vurgu taşları, taş halkalar, ezgi taşları, kemik bızların  incelemeye alındığı ve çalışmaların bugüne değin kademe kademe inilerek devam ettiğini söyledi.

 

Doç.Dr. Erhan Bıçakcı yeni bulguların gösterilmesi ve anlatılması için bölge ile ilgili doktora tezi hazırlayan asistan Ozan Özbudak ile Gürer’i tanıştırdı. Ömer Fethi Gürer sonrasını şöyle anlattı: Ozan Özbudak işini seven ve bölgede açığa çıkan her kare ile heyecan duyan bir genç. Melendiz çevresinden başlayarak kazı alanına değin özetle bölgeyi tanıtıcı bilgi verdi. Obsidiyenin bölgede önemine ve ilk yerleşmelerden günümüze özetle Melendiz'in önemine değindi. Kazı alanında yapılan sondaj çalışmalarında sekiz katın varlığı saptandığını söyledi ve höyük oluşumunu anlattı. Beş kademe tarihi aydınlanmıştı. Bu bilimsel kazı ile höyükte MÖ 6300 yılına kadar yani 8300 yıl  biliniyordu. Bir yapının belirlenen odaları ve yapılış tarız açığa çıkmıştı. O bölgenin konumu hakkında da bilgi verdi. Kazı alanı ile önemli birtarih aydınlanması sağlandığını ve her geçen gün elde edilen bulgularla bu alanda yaşamın önemi ve özelliğinin saptandığını söyledi. Eğitimci Ferit Aydoğan ile birlikte gittiğimiz kazı alanı hakkında kapsamlı bir anlatı sunan Ozan Özbudak bu alanda kazının insanın bölgede ilk yerleşimi adına çok önemli bir çalışma olduğuna da vurgu yaptı. Kazı ekibinde çalışan diğer  asistan öğrencilerle de tanışıp onlarında Niğde için bu önemli girişimdeki içtenliklerini görünce mutlu oldum.

 

Doç.Dr. Erhan Bıçakcı işini iyi yapan bilen ve Melendiz tarihine ışık tutacak höyük için önemli çaba ve çalışmalarını sürdüren bir değer olarak içten ilgi ile son durumu anlatmasından öte kazı alanı içinde resimlerimize de olanak tanıdı ve iğne ile kuyu azar gibi hassas yürütülen çalışmanın fedakar emekçilerini de yaz sıcağında fotoğraflayıp Melendiz kazı bölgesinden ayrıldık.

Tyn Haber (Düzeltilerek), Haber: Ömer Fethi Gürer, 30.08.2012

DEFİNECİLERE SUÇÜSTÜ

 

Malatya'nın Arguvan İlçesi'nde kaçak kazı yapan 2 kişi göz altına alındı.
 

Alınan bilgiye göre, devriye gezen Arguvan İlçe Jandarma Komutanlığı'nda görevli ekipler, Yazıbaşı Köyü yakınında, yol kenarında park halindeki bir araçtan şüphelendi. Araçlarından inen ve bölgeyi gezen ekipler, bir ağacın altında kaçak kazı yapan iki kişiyi suç üstü yakaladı.
 

Göz altına alınan M.A.Y. ve M.K. isimli şüpheliler, adli mercilere sevk edildi.

Malatya Aktüel, 30.08.2012

SİDE MÜZESİ ANTİK KENTTE TEMİZLİK YAPACAK İŞÇİ BULMAKTA ZORLUK ÇEKİYOR

 

 

Antalya Side Müze Müdürlüğü, Side antik kentinde tarihi eserlere zarar veren otları temizleme işinde çalışacak işçi bulmakta zorlanıyor.

 

Türkiye İş Kurumu (İŞKUR)’nun Side antik kentinde temizlik çalışması yapması asgari ücret maaşıyla aldığı 10 işçiden 8′i parayı yetersiz bularak işi bıraktı. İŞKUR’un tarihi ören yerleri temizleme işsizliği önleme projesi kapsamında işi aldığı 2 işçi Side antik kentinde bulunan zararlı otların tarihi eserlere zarar vermemesi için günlük temizlik çalışmasını sürdürüyor. İki işçinin sözleşme gereği antik şehirde 6 ay temizlik çalışması yapacağı belirtildi.

 

Side Müzesi Müdürü Güner Kozdere, tarihi şehirde temizlik yapacak işçi bulmada zorladıklarını söyledi. İŞKUR’un Side antik kentinde temizlik çalışması için işe aldığı 10 işçiden 8′nin değişik gerekçelerle işten ayrıldığını belirten Kozdere, köyden gelen işçilerin işten çıkma gerekçelerinde en önemli sıkıntılarının ulaşım sıkıntısı çekmeleri olduğunu dile getirdiklerini ifade etti. Kozdere, “Tarihi antik şehirde temizlik çalışmalarımız aralıksız sürüyor. En önemli sıkıntımız tarihi şehirde temizlik çalışması yaptırmada işçi sıkıntımız var. 10 işçiden 8′i değişik gerekçelerle işten ayrıldı.” dedi.

 

Öte andan tarihi kette kazı çalışması yapan Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nün kazı yapacak elaman bulmada zorluk çektiği belirtildi.

haberler.com, 30.08.2012

ARAP BİRLİĞİ'NDEN İSRAİL'E UYARI

 

Arap Birliği, İsrail’i, 5 Eylül’de Bi’r es-Seba Camisi’nde yapacağı içki festivali konusunda uyardı. Arap Birliği’nden yapılan yazılı açıklamada, Bi’r esSeba Camisi’nde yapılacak içki festivalinin tehlikeli sonuçlar doğuracağı uyarısında bulunuldu. Açıklamada, “İsrail bu tür eylemlerle halkı provoke edip gerilime davetiye çıkarıyor. İsrail, bu tavrı ile uluslararası hukuk ilkelerine ve dünyanın dört bir yanındaki 1.5 milyar Müslüman’ın dini değerlerine aldırmadığını açık bir şekilde ortaya koyuyor’’ denildi. İsrail’in Bi’r es-Seba Belediyesi, kentteki eski Osmanlı eseri Bi’r es-Seba Camisi’nin avlusunda 5 Eylül’de, 30 İsrail şarap üretim firmasının katılımıyla içki festivali düzenleyeceğini açıklamıştı.

Habertürk, 30.08.2012

DÖRTYOL'DA "İLK KURŞUN MÜZESİ" RESTORASYONU

 

Hatay, Dörtyol İlçesi'nde, ''İlk Kurşun Müzesi''nin geçtiğimiz yıl başlayan restorasyon çalışmalarının aslına uygun olarak yapılması için Valilikçe revize edildiği bildirildi.

 

Mimar Eda Yıldırım, yaptığı açıklamada, Özerli Mahallesi'nde bulunan ve ''İlk Kurşun Müzesi'' olarak kullanılacak tarihi binanın güzel bir görünüme kavuşturulacağını kaydetti.

Valilikçe revize edilen restore çalışmaları kapsamında müzeye mumya heykeller ve o döneme ait eserlerin sergileneceğini ifade eden Yıldırım, restorasyon çalışmalarının kısa sürede tamamlanması için çalıştıklarını belirtti.
Hatay Gündem, 30.08.2012

TARİHİN GİZLİ BELGELERİ GÜN YÜZÜNE ÇIKIYOR

 

Kilis Oylum Höyük arkeolojik kazıları sonucunda el yazısıyla ve küçük işaretlerle Hititçe yazılmış “çivi yazılı kil tablet” bulunduğu bildirildi.

 

Kazı Başkanı ve Cumhuriyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Atilla Engin, yaptığı yazılı açıklamada, 4 bin yıllık uykusundan uyanan “Oylum Höyük”teki yazılı belgelerin nihayet “konuşmaya” başladığını belirtti.

 

Bulunan tablette antik kentin isminin yazıldığını ifade eden Engin, açıklamasında şunlara yer verdi:

“Kilis’in varoşların içinde yer alan ve şu sıralar iç savaşla didinen Suriye sınırından sadece taş atımı uzaklıkta yer alan Oylum Höyük’te ilk kazılar 20 yıl önce Hacettepe Üniversitesi’nden Prof. Engin Özgen tarafından başlatılmıştı. Şu anda ise benim sürdürdüğüm arkeolojik kazılar nihayet en önemli buluntularından birini verdi. Hititçe yazılmış çivi yazılı kil bir tablet. Bu iyi fırınlanmış, çok güzel el yazısıyla ve küçük işaretlerle yazılmış tabletin önemi, Güneydoğu Anadolu ve kuzey Suriye bölgesinde Tarsus, Emar-Meskene, Ugarit, Afes-Hatarikka ve Alalah’tan sonra Hititçe tablet veren 6. kazı yeri olmasıdır. Bu yıl ele geçen tablet, hiç kuşkusuz bir çok açıdan önemlidir.”

 

Doç.Dr. Engin, devasa boyutlu bir höyük olan Oylum Höyük’ün Tunç çağlarında antik isminin “Irrita” olduğunun tespit edilmesinin, bölgenin tarih ve tarihi coğrafyasını tümüyle değiştirecek çok önemli bir ipucu olduğunu vurguladı.

 

Anadolu ve kuzey Suriye topraklarında kazıları devam eden yüzlerce höyük ve ören yerinin antik isimleri bilinmezken, bir tarihçi, filolog ve arkeoloğu, kazdığı yerin neresi olduğu konusunda kendisini bilgilendiren bir belgeye sahip olması kadar mutlu eden bir başka buluntu olmadığını belirten Engin, açıklamasını şöyle sürdürdü:

“Tabletin yayınını üstlenen ve geçici değerlendirmesini yapan Münih Üniversitesi’nden emekli, Çorum Hitit Üniversitesi Hitit Uygarlığı Araştırma Merkezi Müdürü Prof.Dr. Ahmet Ünal’ın verdiği bilgiye göre ‘Irrita kenti’nin ismi ‘Mitanni’ başkenti ‘Wassukanni, Urussa, Kargamis, Suta’ ve bir ırmakla (Mala, Fırat) birlikte Babilce ve Hititçe metinlerde sık sık geçmekte. Askeri ve stratejik açıdan önemli bu bölgenin Mısır, Babil, Mitanni, Hitit ve diğer güçler arasında paylaşılamayan bir oyuncak olduğu görülmektedir.”

 

-Tabletin içerdiği bilgiler

Tabletin kırıldığını ve sadece ön yüzünün yukarı orta kısmının korunduğunu dile getiren Engin, belgenin “kırık dökük” haline rağmen çok önemli ip uçları verdiğini aktardı.

 

Belgenin, Kargamiş veya Hitit başkenti Hattuşa’da ikamet eden bir Hitit kralıyla “Irrita” kralı veya burada görev yapan yüksek dereceli devlet görevlilerine yönelik bir antlaşma ya da onlara yönelik bir buyruk olduğunu bildiren Engin, açıklamasını şöyle tamamladı:

“Büyük kral askeri yenilgiden sonra kentin Hitit idaresi altına sokulduğunu, kent idarecisine (kral, memur-) askerleri ve savaş arabalarıyla birlikte yemin ettirildiğini, düşmanların Irrita’ya gelip isyan çıkarmaya kalkışmaları durumunda kendisine haber verilmesini, gerekli durumlarda yardımcı birliklerin gönderilmesini ve düşmana karşı sefere çıkılmasını, tebaların kaçmaları durumunda yakalanıp teslim edilmelerini, hiç bir şeyin veya toprak parçasının kaba kuvvetle alınmamasını buyurmaktadır. Tabletin arka yüzünde sadece bir kaç satır vardır. Burada antlaşma hükümlerine tanıklık yapan yemin tanrılarının isimleri geçer ki, bunlar arasında Tumma ve Dunna kentleri tanrıları vardır.”

haberler.com, 30.08.2012

8 BİN 500 YILLIK MAMA KAŞIĞI

 

 

İzmir’in Bornova İlçesi’ndeki Yeşilova Höyüğü’nde, 8 bin 500 yıllık mama kaşığı bulundu. 5 santimetrelik kaşığın kadınlar tarafından kutsal kabul edildiği, ana tanrıçayı da temsil ettiği bildirildi. Bornova Belediyesi’nin de desteği ile Ege Üniversitesi’nin yürüttüğü kazılarda gelinen aşama, kahvaltılı toplantıda tarih meraklılarına anlatıldı.

Bornova Belediyesi’nin destek verdiği ve Ege Üniversitesi’nce yürütülen Yeşilova Höyüğü’ndeki kazılarda gelinen aşama, üçüncüsü yapılan geleneksel kahvaltılı buluşmada tarih meraklılarına anlatıldı. Kazı alanında yapılan ve Bornova Belediye Başkanı CHP’li Prof.Dr. Kamil Okyay Sındır’ın da katıldığı toplantıda, son bir yıl içinde çıkarılan tarihi eserler sergilendi.

Yeşilova Höyüğü Kazı Başkanı Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Zafer Derin başkanlığında yürütülen kazılarda, son bir yılda 150 yeni eser bulunduğu belirtildi. Bu eserler içinde çeşitli su kapları, 8 bin 500 yıllık bir mama kaşığı, panter kabartması, mühürler, 5 bin yıllık bronz balta ve balık kılçıklarının olduğu açıklandı. Çeşitli kapların üzerine yapılan panter kabartmasının da Bornova’ya özgü bir tür olabileceği açıklandı.

Yrd. Doç.Dr. Zafer Derin, Yeşilova Höyüğü’nde bulunan 8 bin 500 yıllık mama kaşığının arkeolojik kazılarda nadir bulunan bir eser olduğunu söyledi. Yrd. Doç.Dr. Derin, "Bunun annenin boynunda asılı duran, her an çocuğunu beslemek için kullandığı bir kaşık olduğunu düşünüyoruz. Ege Bölgesi’nde ilk kez bu kadar eski tarihe dayanan bir kaşık bulundu. Bu kaşığın dinsel ve kutsal bir özelliği de var. Annelerin her zaman kullandığı birşey değil. Bu kaşıkla çocuklara doğar doğmaz ilk su da verilmiş olabilir. Çocukların kutsanması amacıyla kullanılan bir kaşık olduğunu düşünüyoruz. Kaşığın ana tanrıçayı da temsil ettiğine dair bulgular var" dedi.

Yrd. Doç.Dr. Derin, kazı çalışmalarında geçen yıl 30 eser bulunurken, bu yıl sayının 150’ye yükseldiğini belirtti. Yrd. Doç.Dr. Zafer Derin, "Bugüne kadar bulunan eser sayısı 1000’e ulaştı. Höyüğün her yerinden tarihi eserler fışkırıyor. İlk kez hem 8 bin 500 yıl hem de 5 bin yıl öncesine ait çok belirgin net kalıntıların aynı kazı alanından çıkması çok büyük bir zenginlik" diye konuştu.

Bornova Belediye Başkanı Prof.Dr. Kamil Okyay Sındır, Yeşilova Höyüğü’ndeki kazı çalışmalarında 8 bin 500 yıllık bir tarihin günyüzüne çıkarıldığını söyledi. Prof.Dr. Sındır, "Bornova Belediyesi olarak bu tarih zenğinliğinin ortaya çıkarılmasında, çocuklarımıza ve yurttaşlarımıza tanıtılmasında ve sergilenmesinde etkin rol oynamaktan büyük gurur duyuyoruz. Buradaki arkeolojik kazının çok önemli bir sosyal boyutu da var. Çevre mahallelerde oturan yurttaşlarımız Yeşilova Höyüğü’nü sahiplendi, çalışmaları büyük bir ilgiyle izliyorlar. Her gün ne eser çıkmış diye takip ediyorlar. Biz buradan çıkan eserlerin sergilenmesi ve turizm potansiyelinin artırılması amacıyla Yeşilova Höyüğü Ziyaretçi Merkezi projesini hazırladık. Son derece özgün bir mimariye sahip olan Ziyaretçi Merkezi’nin yapım ihalesini de gerçekleştirdik. Kısa süre içinde çalışmalar başlayacak ve buradan çıkan eserler yine aynı alan içinde sergilenebilecek. Böylece 8 bin 500 yıllık bir yaşam öyküsünü hep beraber yazmaya devam edeceğiz" dedi.

Vatan, 30.08.2012

KANDİNSKY'YE REKOR FİYAT

 

 

Soyut resmin öncülerinden Rus ressam Wassily Kandinsky'nin 1909 yılına ait "Study For Improvisation 8" (Doğaçlamaya Hazırlık 8) adlı yağlı boya çalışmasının rekor fiyata satılması bekleniyor.

 

Londra'da Christie's Müzayede Evi'nde 7 Kasım'da yapılacak müzayedede tablo 20 ile 30 milyon dolar arasında satışa sunulacak. Tablo müzayede öncesinde beş gün boyunca Rockefeller Center alanında sergilenecek.

 

Kiev'in duvarlarla örülü tarihi şehrinde sıralanan kubbeleri ve konakları resmeden tabloda şehrin kapısının dışında duran iki erkek figürünün etrafındaki hacılar da dikkat çekiyor.

 

Kandinsky'nin bugüne kadarki en pahalı tablosu, 1914 yılına ait olan "Fugue" adlı eseriydi ve 1990 yılında 20.9 milyon dolara satılmıştı.

Habertürk, 30.08.2012

CEMAAT TAŞINMAZLARINA TESCİL

 

Cemaat vakıflarının mallarının iadesini öngören 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nda yapılan düzenleme kapsamında vakıflara ait taşınmazların tescili için öngörülen başvuru süresi önceki gün sona erdi. Tescil talebine ilişkin başvurular, Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne ulaştı. Buna göre, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve İstanbul, Diyarbakır, Bursa, Hatay, Balıkesir ve İzmir'de, 165 cemaat vakfından 115'i bin 452 taşınmaza ilişkin tescil talebinde bulundu. Genel Müdürlüğün verilerine göre tescil başvurularında, İstanbul'daki 97 cemaat vakfı bin 17 taşınmazın tescili için yaptığı başvuruyla ilk sırada yer alıyor. Başvurular, Vakıflar Meclisi'nin toplantılarında sırayla sonuçlandırılacak. Vakıflar Meclisi, bugüne kadar 84 taşınmaza ilişkin tescil talebini değerlendirirken, 51 taşınmazın tescilini uygun gördü.

Sabah, 30.08.2012

'SAHTE TARİH' DUBAİ'DEN DÖNDÜ

 
Aktüel Arkeoloji Dergisi Eylül-Ekim sayısında Dubai bağlantılı ilginç bir tarihsel eser kaçakçılık olayının içyüzünü açıklıyor. Dergi, Türkiye’den kaçırılan ve Ankara’ya geri verilen 23 parça Roma Dönemi eser arasındaki iki heykelin sahte olduğunu saptadı.

 

Nisan 2007’de Birleşik Arap Emirliklerin Dubai kentinin Şarika Havaalanına Türkiye’den kaçak gönderilen 23 parça tarihi eserin bulunduğu bazı kargoları yerel gümrük yetkilileri incelemeye almış ve durumu Türk yetkililerine bildirmişlerdi. Görüşmelerden sonara Kültür Bakanlığınca Dubai’ye gönderilen arkeologlar tarihi eserleri, Temmuz 2007’de teslim alıp Ankara’ya Anadolu Medeniyetleri Müzesine getirdiler. Bu yapıtları yurtdışına taşıma işini yapan şirket hakkında da soruşturma başlatıldı. Olay hakkında İstanbul 1. Ağır Cezada dosya açıldı.

 

Olayın araştırmasını yapan Özgen Acar, iki heykelin ilginç öyküsünü dergide özetle şöyle açıkladı: “Bakanlıkça resimleri basına dağıtılan 23 eser arasındaki iki heykel dikatimi çekti. Biri aşk tanrıçası Afrodit, ötekisi sağlık tanrısı Asklepios heykelleriydi. Tanır gibiydim! Araştırdığımda ‘tıpatıp’ aynılarının Selçuk Müzesinde olduklarını saptadım. İki heykel Selçuk’takilere benzemeyi bırakın ‘milimetrik olarak’ uyum gösteriyorlardı.

 

Selçuk Müzesinden bu iki heykel çalınmadıklarına göre Dubai’de el konulan heykeller neyin nesiydiler? Araştırmalarım sonucunda Dubai’dekilerin ‘sahte’ olduklarını, Kültür ve Turizm Bakanlığının verdiği izinle Selçuk Müzesindeki heykellerden alınan kalıplardan döküldüklerini saptadım!”

 

İzmir’deki bir firma, mermerden yapılan özgün Afrodit ve Asklepios heykellerini bu kalıplardan “mermertozu” ve “polyesterden” dökmüşlerdi. Ancak bu maddeler hafif oldukları için döküm heykellere ağırlık kazandırmak amacıyla içlerine “kurşun” ve çinko, aliminyum, magnezum ve bakır alaşımı olan, kırılmaya dayanıklı “zamak” eklenmişti.

 

Eski eser kaçakçıları, yeni oluşan Ortadoğu piyasasında alıcıları da kandırmak istemişler, nakliyeciler de bunları gümrükten ellerini kollarını sallayarak geçirmişlerdi. Ancak Dubai gümrükçüleri bu eserleri geri verip, resimleri Bakanlıkça açıklanınca Özgen Acar araştırması sonrasında bu ilginç sahtecilik olayını ortaya çıkardı.

 

Aktüel Arkeoloji Dergisi 29. Sayı Kazı Hikayeleri
Bu sefer kazılanın değil kazanların hikayesinin anlatıldığı bir sayı çıktı. Arkeoloji nedir, arkeolojik kazılar nasıl ve neden yapılır. Arkeologlarların merak edilen kazı deneyimleri ve yaşamları yaşadıkları ve sıkıntılarının anlatıldığı bir sayı… NTVMSNBC ‘nin Yeşil Ekran programı ile tanıdığı Nevzat (Hoca) Myra – Andriake kazılarının hikayesini anlatıyor. Kazılar nasıl başladı, kimler destek oldu ve bir kazı yapmanın sadece eser çıkarmak değil bunun arkasında onlarca önemli işin gerçekleştiğini anlatırken Cevdet Bayburtlıoğlu’nun 30 yıllık aşkı Arykanda ile yaşadıklarının hikayesi sizi başbaşka bir dünyaya çekecek hem sevindirecek hem de hüzünlendirecek. Tuba Ökse’nin arkeoloji aslında Indıana Jones meselesi değildir ile başlayan anlatımı Aykan Özener’in bir yol hikayesi ile sonlanıyor.

Ntvmsnbc, 29.08.2012

SİRKELİ HÖYÜĞÜ'NÜN İNSANLIK TARİHİ AÇISINDAN ÖNEMİ ORTAYA ÇIKARILIYOR

 

 

Adana Valisi Hüseyin Avni Coş ve Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili Zihni Aldırmaz, Ceyhan İlçesine bağlı Sirkeli Köyü höyüğünde Hitit dönemine ait tarihi kalıntıların ortaya çıkartıldığı kazı çalışmalarını denetledi.

Coş, İsviçre'nin Bern Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof.Dr. Miroslav Novak başkanlığında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Yrd. Doç Dr. Ekin Kozal ve Kültür Bakanlığı'ndan Arkeolog Hüseyin Toprak'ın yürüttüğü kazı çalışmaları hakkında bilgi aldı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Yrd. Doç Dr. Ekin Kozal, 2006 yılından bu yana belirli dönemlerde kazı çalışması yaptıklarını bildirdi.

İskenderun Su Gözü Enerji Santrali (İSKEN)'nin sponsorluğunda 1 Temmuz itibarıyla başlayan yeni dönem kazı çalışmalarının eylül ayına kadar devam edeceğini belirten Kozal, "Sirkeli Höyüğü, tarihsel olarak doğu Çukurova'nın en önemli yerleşim birimlerinden biridir. Ceyhan Nehri'nin kıyısında bulunan bu höyük, aynı zamanda ticari ve doğal yolların kesişme noktasında olması nedeniyle büyük değer taşıyor. Tarihsel açıdan bölgedeki en büyük höyüklerden biri. Buradaki çalışmalarımızda, höyüğün insanlık tarihi açısından önemini ortaya koymaya çalışıyoruz." dedi.

Sirkeli Höyüğü'nü değerli kılan en önemli özelliklerden birinin de Anadolu'nun en eski Hitit kabartması olduğu belirtilen Hitit Kralı 2. Muwatalli'nin kaya üzerine yapılan rölyefi olduğunu dile getiren Ekin Kozal, "Kazı çalışmalarına yeni yöntemlerle ve yeni kazı alanlarıyla başladık. Hitit Kralı 2. Muwatalli'nin Mısırlılarla yapmış olduğu Kadeş Savaşı'nın ardından buraya yapılan rölyefinin korunması gerekiyor. Kadeş Savaşı'ndan sonra yapılan ilk barış anlaşmasını imzalayan kişi olmasından dolayı burası önemlidir ve dünya turizmine kazandırılmalıdır." diye konuştu.

Kazı çalışması yapanları kutlayan Vali Hüseyin Avni Coş, "Bilim adamlarımız kazı çalışmalarını yapıyor. Bilim adamlarının öncülüğünde, raporları çerçevesinde üzerimize düşen görevi yerine getireceğiz." şeklinde konuştu.

Büyükşehir Belediyesi olarak kazı çalışmalarına katkı koymaya hazır olduklarını vurgulayan Zihni Aldırmaz, tarihi değerlerin ortaya çıkmasında emeği geçenlere teşekkür etti. Sirkeli Köyü höyüğündeki incelemelere İsviçre'nin Ankara Büyükelçiliği Müsteşarı Didier Chassot, Ceyhan Kaymakamı Gürbüz Karakuş, Ceyhan Belediye Başkanı Hüseyin Sözlü, İl Kültür ve Turizm Müdürü Nuh Yıldız, İl Gıda, Tarım ve Hayvancılık Müdürü Hamit Aygün ile Adana Müze Müdürü Kazım Tosun Ceyhan katıldı. Geziden sonra Zihni Aldırmaz, İsviçre'nin Ankara Büyükelçiliği Müsteşarı Didier Chassot'a "Çukurova'da Doğa ve Tarih" kitabını hediye etti.

Star Gündem, 29.08.2012

TRABZON AYASOFYA MÜZESİ'Nİ CAMİ YAPINCA KİM NE KAZANACAK?

 

 

Trabzon Vakıflar Bölge Müdürlüğü Ayasofya Müzesi’nin camiye çevrilip ibadete açılmasının yeniden gündeme gelmesiyle, TÜRSAB Genel Başkanı Başaran Ulusoy, 13-14 Eylül’de Trabzon’a gidiyor.

 

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Trabzon’daki Ayasofya Müzesi’nin camiye çevrileceği açıklaması üzerine turizmciler yapının müze olarak kalması için harekete geçti. Bölgede pek çok cami olmasına rağmen, üstelik ihtiyaç varsa -ki olmadığı biliniyor- yenileri yapılabilecekken müzenin camiye çevrilmesi kararına tepki duyan TÜRSAB Doğu Karadeniz Bölgesel Yürütme Kurulu Başkanlığı, Ayasofya’nın müze olarak kalması için Genel Başkanları Başaran Ulusoy’a başvurdu. Ulusoy, 13-14 tarihlerinde konuyla ilgili görüşmeler yapmak üzere Trabzon’a gidiyor.

 

Trabzon Ayasofya Müzesi, Geç Bizans mimari yapı örneklerinden biri. Kapalı kollu haç planlı, yapıda Adem ile Havva kabartmalı frizler, güney cephesindeki kemerin kilit taşı üzerinde Trabzon’da 257 yıl hüküm süren Komnenosların sembolü olan tekbaşlı kartal motifi, kubbede İsa tasviri, melekler, 12 havariler, İsa’nın doğumu, vaftizi, çarmıha gerilişi, kıyamet günü gibi sahneler yer alıyor.

 

Yapı, İstanbul’un Latinler tarafından işgaliyle Trabzon’a kaçan ve 1204 yılında burada bir devlet kuran Komnenos ailesinden Kral I.Manuel (1238-1263) tarafından 1250-1260 yılları arasında yaptırılmış. “Kutsal Bilgelik” anlamına gelen Ayasofya adını taşıyan bu manastır kilisesi, Fatih Sultan Mehmet’in 1460’ta Trabzon’u almasıyla camiye çevrilmiş.

 

Yapı ayrıca Selçuklu İslam sanatının taş işçiliğinin en güzel örnekleriyle de bezeli. Kuzey ve batıdaki revak cephelerinde görülen geometrik geçmeli bezemeleri içeren madalyonlarla, batı cephesinde görülen mukarnaslı nişler Selçuklu taş işlemelerindeki özellikleri taşıyor.

 

Trabzon Ayasofya Müzesi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Trabzon’u Rusların işgal etmesiyle askeri karargah, hastane, depo ve savaştan sonra yine cami olarak kullanılmış. 1958-1962 yılları arasında Edinbourg Üniversitesi ve işbirliği ile Vakıflar genel müdürlüğü işbirliğinde restore edilmiş, 1964 yılında müzeye çevrilmiş.

 

Tarihçesinden de anlaşılacağı gibi yapı bir dünya kültür mirası. Yani üzerinden geçen tüm devletlerin, kültürlerin tarihi izlerini ve bölgenin tarihsel serüveninin tanığı yapı, artık hiç kimsenin, hiç bir dinin, inancın malı değil; İnsanlığın ortak mirası…

 

Dolayısıyla özenle korunup, kollanıp, gelecek kuşaklara aktarılması gerekiyor. Doğrusu medeniyetler beşiği Türkiye’ye de bu yakışıyor… Müzeler kurup, bekçisi olduğumuz kültürel ve tarihi mirasları geleceğe taşımak yerine, eldekileri azaltmak gibi bir tavrın kime ne faydası olacağını anlamak ise çok zor…

 

Bakanlık müzeyi boşaltsın, cami yapacağız

Hal böyleyken Trabzon Vakıflar Bölge Müdürlüğü, müzenin camiye çevrilip ibadete açılması için Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın müzeyi boşaltıp teslim etmesini bekliyor.

 

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın açıklamaları sonrası Ankara nezdinde somut bir gelişme olmadığını ifade eden Vakıflar Trabzon Bölge Müdürü Mazhar Yıldırımhan, “Ayasofya ile ilgili nasıl bir gelişme olacağını bizler de bekliyoruz. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ilk etapta Ayasofya’yı boşaltması lazım. Sonra bize teslim edecek biz de ondan sonraki çalışmaları yapacağız. Bu işin Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın mülkiyetimizde olan yeri bize geri vermesiyle sonuçlanmasını bekliyoruz. Siyasi iradenin yapacağı budur. Siyasi irade Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ‘burayı boşalt’ diyecek. Biz bunun gerçekleşmesini bekliyoruz. Bunun sonrasında gerekli çalışma yapılacak ve Ayasofya cami olarak ibadete açılacaktır” dedi.

 

Şaka gibi…

Öte yandan TÜRSAB Doğu Karadeniz Bölgesel Yürütme Kurulu Başkanı Suat Gürkök Ayasofya Müzesi’nin turizm noktasında önemli bir işlevi olduğunu belirterek, Ayasofya’nın müze olarak kalması için TÜRSAB Genel Başkanı Başaran Ulusoy nezdinde girişimde bulunduğunu açıkladı. Gürkök, “Ayasofya’nın camiye çevrilmesini tasvip etmiyorum. Mesele hassas bir konudur. Ama biz Ayasofya’nın camiye çevrilmesinin kente bir yarar sağlayacağını düşünmüyoruz. Turizme katkısı olan bu tarihi kültürel eserin kaybedilmesi ciddi şekilde ekonomik zarar verecektir. Genel Başkanımız Sayın Başaran Ulusoy Eylül’ün 13-14 ünde Trabzon’da olacak. Kendisinin bu anlamda açıklamaları ve somut girişimleri olacaktır” dedi.

 

İbretlik açıklama

Bu konuda açıklama yapanlardan biri de Trabzon Küçük Orta Büyüklükteki İşletmeler Derneği (KOBİDER) Başkanı Nurettin Özgenç. Özgenç’in ibretlik açıklaması şöyle; “Tarihi binayı üç-beş kişi gezecek diye müze olarak tutupta binayı çürütmenin bir anlamı yok. Ayrıca etrafında bulunan kafe ve çay ocaklarında üç beş tane çay fazla satılacak veya birkaç tane turistik eşya satılıyor diye ecdadın vakfettiği yapı müze olarak kullanılmamalı. Ayasofya’nın bir oldu bittiyle müze haline getirildiğini biliyoruz. Bu durumu savunmak ve bu haksız duruma sahiplik etmenin Şehri feth eden Osmanlı padişahına karşı yapılmış ve yapılacak olan en büyük yanlıştır. Hatta bu durum ihanet ile eş değerde sayılabilir” diye konuştu.

Turizm Habercisi, 29.08.2012

PICASSO İLE DUCHAMP KARŞI KARŞIYA GELİYOR

 

 

İsveç’in başkenti Stocholm’deki Modern Sanat Müzesi, yeni bir sergide 20’nci yüzyılın iki modernist sanatçısı Pablo Picasso ile Marcel Duchamp’ın sanatsal yaklaşımlarındaki karşıtlığı vurgulayacak şekilde eserlerini bir araya getiriyor.

 

‘Picasso/Duchamp: O yanılıyordu’ adlı sergi geçen cumartesi açıldı. Serginin adı Picasso’nun, Duchamp’ın 1968’deki ölümü sonrası Fransız sanatçı hakkında sarf ettiği meşhur yorumdan alınmış. Sergi bu nedenle iki ustanın ölüm sonrası tiyatral bir karşılaşması gibi tasarlandı. Müze küratörü Daniel Birnbaum iki sanatçının hayattayken hiç bir araya gelmediğini ve birbirlerinden hiç hoşlanmadıklarını belirterek “Resme bir sanat biçimi olarak meydan okuyan kavramsal bir yaratıcı olan Duchamp’ın nesnelliği ile Picasso’nun öznelliğini içeren eserlerin karşıtlığı ilk kez sanatseverlere bir arada sunulacak” diye konuştu. Sergi 3 Mart 2013’e kadar görülebilecek.

Hürriyet, 29.08.2012

ÇİRKİN MİMARİ SİLUETİ HEP BOZAR

 

 

Medya ve kamuoyunun mimari konulara istisnai ilgisi Taksim ve Cami mimarisinden sonra Haliç Köprüsü ve silueti üzerinden sürüyor.

 

Perspektif ve yerin ruhu

Medya ve kamuoyunun mimari konulara istisnai ilgisi Taksim ve Cami mimarisinden sonra Haliç Köprüsü ve silueti üzerinden sürüyor. Ara Güler gibi İstanbul’un gözü, Murat Belge gibi dili ve sesi olmuş kişiler de söz alınca akan sular durur gerçi, ama konu Haliç ve siluet olunca, kaldıracağı epeyce laf var. Önce: Haliç’e yapılacak köprünün silueti bozacağına kuşkum yok, ama neden ve nasıl? UNESCO’nun başlattığı hata elbirliği ile pekişiyor. Bozma nedeni külliyelerin önünü kapatması değil, nesneler ve binalar aynı sıra ve hizada olmadıkça başkalarını kapatamazlar, çünkü her yer/şey gibi şehir de perspektif içinden algılanır, dolayısıyla bir köprü ne kadar çirkin olsa perspektifi kapatamaz; sorun başkadır. Hata şurada sanırım: şehir, sinema salonu gibi değildir, nasıl önümüzde kabarık saçlı biri olunca perdeyi göremezsek bu algı şehre de taşınıyor. Oysa ilkinin nedeni aynı sıra ve hiza düzeni içinde oturulmasıdır, yeryüzünde nesneler ve binalar böyle sıralanmazlar, perspektif açıları baskın olacaktır. Peki, Haliç’teki köprüye karşı çıkmak neden meşrudur o zaman? Çirkin ve uyumsuz nesne, ardını kapatacağından değil görünmez olamayacağından varlığıyla çevreyi (burada Haliç’i) zedeler. Baskın özelliği geçirgenlik olan tasarım, daha görünmez olabilirdi. Belge, köprünün bir nesne olarak felsefesi olmalı demiş, aslında bütün binaların olmalıdır; yapılabilecek sayısız binadan niye ötekilerin değil de onun yapıldığı hakkında okunaklı bir mesajı, güvenli bir duruşu olmalıdır.

Ağaoğlu,Hürriyet ’te Zeytinburnu’na fare yuvası demiş. İnsanların 50 yıldır yaşadığı yer fare yuvası olamaz; kaldı ki Zeytinburnu da kentleşmenin her türlü zaman ve mekan katının izini taşıyan erken gecekondu bölgesi olarak otantik özelliğe sahiptir ve kendine has kriterlerle korunması gerekir. Tabii orada hassasiyetle yorumlanacak olan, siluet değil iç örüntü katmanlarıdır. Ama zaten Ağaoğlu, TOKİ gibilerin tahammülsüzlüğü tam da patina dediğimiz yaşanmışlık emarelerine. Şehir dedik, ama her yer/şey perspektif olarak algılanır; mesela oturma odamıza berbat bir halı koysak 1 cm’lik yüksekliği ile eşyaların önünü kapatacağından değil, odanın her yerinden görünüp tüm açıları birden berbat edeceğinden bozar odayı.

 

Demek ki Haliç'teki durum dile geldiğinden daha da vahim, sırf Süleymaniye'nin ve/ya Ayasofya'nın konturları değil, bütün farklı perspektifleriyle Haliç kurban gitmiş olacak köprüye. Tüm kırılganlığıyla Haliç kaldıramaz bu yükü. Ağaoğlu'nunHürriyet 'teki yorumu: siluet bu kadar dokunulmazsa Ayasofya'dan sonra Süleymaniye de yapılamazdı(!) mantığı, sadece şehir değil her türlü tarih yorumu bakımından geçersizdir ve Türkçemizin "hala-amca" özdeyişi hazırcevap bir klişe olarak durmaktadır kültürümüzde. Tabii ki siluet tek kriter değil, ve zamanında Sultanahmet'e bugünün bakışıyla karşı çıkılsaydı, nedeni siluet değil, gömdüğü Bizans sarayı olurdu, ama şehrin en önemli özelliği devingenliğidir ve her yeni yapı vs. müdahale yeni bir durum doğurur. Zaten Ağaoğlu gibi şehrin yüzde 70'ini arsa olarak görmek için sadece değişimi değil, hiçbir özelliğini anlamamak gerekir ve sadece yanlış değil, tehlikelidir de; çünkü, şehirlilerin yaşamlarını ve hatıralarını kıyıma uğratmadan şehri silip-süpürmek mümkün değildir.

 

Sembol

Bir de naif sembolizm meselesi var ki buradan Belge'nin dediği felsefi konulara geçilebilir. Buradaki boynuz gibi, bir yerin tesadüfi bir özelliğini alıp ona öykünmek, takınılabilecek en naif ve düşünceye/ duyuya/ duyguya kapalı tutumdur. Nevzat Sayın kayısı gibi mi yapsaydı Malatya'daki camiyi? Haliç'in ucu uçaktan bakınca boynuzu andırır; ve yine tesadüfen mitolojik atıf ile Batı dillerinde "altın boynuz" denmiştir. Boynuz formunu üçüncü boyuttaki köprü ayağına taşımanın, CHP binasını altı oka benzetmekten farkı yoktur. Daha beteri altın rengine boyamak olurdu, naif sembolizm etrafı manasızca kirletir, hantal ve sakar izler bırakır. Oysa İstanbul ve Haliç izi sürülebilecek ne ilham kaynaklarıyla yüklü, naif sembolizm hepsinin önünü kestirmeden tıkıyor.

 

İzlenim

Bir konu daha var: siluet yan yana nesneleri birleştirip silen konturla sonlanır, çizginin altında kalan perspektifteki binaların titrek yığını izlenimci eğilimi pekiştirir; ama titremeyi sınırlayan ufuk çizgisi, doğudaysa sabah, batıdaysa akşam arkasından gelerek, kontur çizgisi kadar onun sınırladığı titrekliği de dramatize eden güneşin, zemin oluşturan kızıllığını da unutmamalı. İşte iyi bir tasarım, uçaktan görünen şekille değil, ortamın bu türden özelliklerini yorumunun parçası kılarsa arka-planı ve felsefesi olmaya başlar; felsefe de başka ne olabilir zaten? Kant'ın, Hegel'in sayfalarından çıkacak değil ya. Dahası da var siluetten söz açılınca:

 

Türkiye'de de mimarlık yapmış Bruno Taut'un şehri sadece plan düzleminde ve yerde değil ufuk çizgisinde ve gökyüzünde de arayanStadtkrone (şehir tacı) imgeleri de var dağarcığımızda, ki bu ütopyanın Haliç'in tepelerindeki dev cami kubbeleriyle taçlanıp, medreselerden serpilip yamaçlara yayılan siluetinden daha sarih örneği yok herhalde. Bunlar dururken naif sembollere takılmak anlaşılır şey değil.

 

Köprü ve konstrüksiyon

Üstelik iş siluetle ve yerin ruhunu yorumlamakla da bitmiyor. Bir de masif taş ayakları ve çelik konstrüktif gövdesiyle köprünün kendi tarihi ve açılımları var. 20. yüzyılın başından ve sonundan iki yorum (Otto Wagner ve Norman Foster) ile örnekledim, üçüncü örnek Chicago'daki aerodinamik sofistike formunu sekiz şeritli cehennemi trafik gürültüsü ve keskin Chicago rüzgarının ayazından korunma refleksinden alan BP yaya köprüsü ki, birlikte keşfettiğimiz Can Çinici ile bize Gehry'nin bildiğimiz en iyi işi dedirtmiştir. Sıradan olması mukadder bir üst-geçit, devasa binalara şekil vermiş Frank Gehry gibi öncü bir dünya mimarının zengin külliyatından daha fazla kredi toplayabilmiştir. Bunlarla sınırlı değil tabii, mimarlık-mühendislik arakesiti tarihi, yerini güzelleştirirken iyileştiren örneklerle dolu.

 

Konu köprüyle de sınırlı değil, örneğin Calatrava'nın Liege'in merkezine yaptığı garın strüktürü, diğer işleri gibi, sadece transfer merkezi benzeri işlevler değil, her türlü konstrüktif iş için ilham verici; sadece o da değil, Cecil Balmond, Hanif Kara gibi tazesoluklu mühendislere de kulak vermek ihmal edilmemeli bu arada; ama ilhamı alıp kulak kesilecekler, sadece tasarımcılar değil programlara karar veren yöneticilerle; yarışmaların problem tanımıyla kadrosuna ve kazananına karar veren jüriler de olmalı.

Taraf, Yazı: İhsan Bilgin, 29.08.2012

DEFİNE AVCILARI YAKALANDI

 

Harmancık’ta kaçak kazı yapan 4 kişi yakalandı.

 

İHA muhabirinin edindiği bilgiye göre, ilçeye bağlı Çatalsöğüt Köyü Demirciler Mahallesi Bayram Deresi mevkiinde kaçak kazı yapıldığı ihbarını alan jandarma 4 kişiyi suçüstü yakaladı.

Yaptıkları kazılar sonucunda çeşitli tarihi sikke buldukları öğrenilen E.Ç, K.D, A.S, R.A gözaltına alınırken, jandarma geniş çaplı soruşturma başlattı.

Bursa Olay, 29.08.2012

RAUF PAŞA HANYA'YI KARIŞTIRDI

 

 

Girit Adası’ndaki ikinci büyük yerleşim merkezi olan Hanya’da sokaklara Osmanlı valilerinin adlarının verilmesi Yunanistan’ı ayağa kaldırdı

 

Belediye yetkilileri, “Bu isimler adayı yöneten Yunan paşalar. Gidin tarih öğrenin” diyerek tabelaların yerlerinde kalacağını açıkladı

Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki en büyük adası olan Girit’te sokaklara verilen “paşa”lı isimler ülkeyi krizin eşiğine getirdi. Girit’in en büyük ikinci yerleşim birimi olan Hanya’nın ana caddesinin ilk paralelinde bulunan caddeye “Verovits Pasa”, dördüncü paraleldeki caddeye “Reouf Pasa” ve bir başka caddeye de “Fotiadis Pasa” adının verilmesi Yunan basının ayağa kaldırdı. Yunan basını birkaç gün önce tabelaları asılan yeni sokak isimlerinin Türkçe olduğunu belirterek, “Osmanlı paşalarının isimleri Hanya sokaklarını süslüyor” diye tepki gösterdi. Türk karşıtı her haberi abartmasıyla bilinen Yunan internet siteleri de ortalığı ayağa kaldırarak isimlerin hemen kaldırılması çağırısında bulundu. Yunan siteleri, “Hanya belediyesi yetkilileri bu utanç verici ayıplarını bir an önce temizlesin” diye tepkilerini gösterdi.

Ancak dün Hanya belediyesi yaptığı yazılı bir açıklamayla isimlerin kaldırılmayacağını ilan etti. Sokaklara verilen yeni isimleri Türkçe olarak niteleyen Yunan basınının “tarih bilgisinin yetersiz” olduğuna dikkat çekilen açıklamada, “Verovits Pasa, Reouf Pasa, Fotiadis Pasa, 18’inci yüzyılda Girit’te valilik yapmıştır. Bu isimler Osmanlıca değildir. O dönemde böyle anıldıkları için de literatüre bu isimleriyle geçmişlerdi. Her birinin de Girit tarihinde ayrı bir önemi vardı. Biz tarihimizi yaşatmak için sokaklara bu büyüklerimizin isimlerini verdik” ifadelerine yer verildi. Hanya’da cadde isimlerindeki son değişikliğin 1930 yılında yapıldığına dikkat çekilen açıklama şöyle devam etti:

“Reouf Pasa, 1871-1874 yılları arasındaki valilik görevinde belediye binasının bahçesini modern bir görünüme kavuşturdu, okullar inşa etti ve yeni yerleşim birimlerinin inşaatlarını başlattıAtina’da diplomatlık yapan Fotiadis Pasa ise 1879-1884 yılları arasında Girit’e vali atandı ve adadaki tüm adli, idari kurumlar bu dönemde kuruldu. 1896-1897 yılları arasında valilik yapan Verovits Pasa da Osmanlı İmparatoruğu’na baş kaldıran ilk devlet görevlisi. İdama mahkum edildiği için Viyana’ya sürgüne gitti ve 1901 yılında Girit’e tekrar geri dönerek Girit parlamentosunu kurdu. İnternet gazetecilerinin verdikleri tepki tamamen kamuoyunu yanıltmaya yönelik yanlış bilgilerdir.”

Vatan, 29.08.2012

"KAÇAK TARİHİ ESERLERİ ELİMLE TESLİM  EDECEĞİM"

 

İstanbul’da Türkiye ve Bulgaristan arasında ortak film yapımı konusunda işbirliği sağlanmasının dünkü imza töreninde ilginç bir olay yaşandı.

 

Törenin ardından Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’la birlikte ortak basın toplantısı düzenleyen Bulgaristan Kültür Bakanı Vecdi Rashidov,  Türkiye’den kaçırılan ve pazar günü Bulgaristan’da ele geçirilen, Bizans döneminden kaldığı düşünülen 488 adet tarihi para, ziynet eşyası ve silaha değindi. Günay’ı Bulgaristan’a davet eden Rashidov, “Bu varlıkları, ellerimle iade edeceğim” dedi.

Milliyet, 29.08.2012

CAMİ PROJESİ ÇİZEN MİMARIN BAŞINA NELER GELİYOR?

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Cumhuriyet döneminde Türk mimarların cami projelerine ilgi göstermediğini ve bu yüzden Cumhuriyet dönemine özgü bir cami mimarisinin gelişmediğini söyledi.

Gerçeklik payı var mı? Var!

Ama acaba kabahat mimarlarda mı ya da sadece mimarlarda mı?

Çamlıca'ya yapılacak cami için proje yarışması açıldığı günlerde yazdım, "Türkiye'nin önemli ve uluslararası değerde mimarlarını bu proje yarışmasına davet edin ve proje yarışması için süreyi uzatın" diye.

"Genç kuşağın başarılı, ödüllü mimarları Emre Arolat'ı, Han Tümertekin'i, Murat Tabanlıoğlu'nu bu proje yarışmasına çağırın. Hatta Zaha Hadid'e özel davetiye yollayın" diye.

Yapıldı mı böyle bir şey?

Hiç zannetmiyorum.

Peki "Türkiyeli mimarlar, cami projesine niye ilgi göstermiyor?" diye hiç düşündü mü Mehmet Görmez.
Göstermediler, çünkü mimarlarımız, mimarların başına gelenleri Diyanet İşleri Başkanı'ndan daha iyi biliyor da ondan.

Cami projesi çizen mimarlarımızın başına neler geliyor anlatayım da, Sevgili Diyanet İşleri Başkanı'mız da öğrensin.

Sene 1953. Ankara'ya büyük bir cami yapılması planlanıyor. Bugünkü Kocatepe Camii.

Haliyle bir proje yarışması açılmış yine.

Fransa'dan yeni dönmüş genç bir mimar da yarışmaya harıl harıl hazırlanıyor.

Arazi çalışmaları yapılıyor, fotoğraflar üzerinde siluetler çiziliyor. Caminin kent dokusuyla uyumu hesaplanıyor, gözlemleniyor.

Sonunda proje ortaya çıkıyor, maketi yapılıyor. Maketle yetinilmeyip çizimlerle, kentle uyumu gözler önüne serilen son derece modern bir cami ortaya çıkıyor.

Ve gören herkesin hayran olduğu bu proje yarışmayı kazanıp 1. seçiliyor.

Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarında temeli dahi atılan bu cami, ne yazık ki yapılamıyor.

Muhafazakar kesim, "Bu camiden çok kiliseye benziyor" diye tepki gösteriyor.

Kazanamayan mimarlar ise "Bu projenin uygulanabilirliği yok" diye.

Sonunda proje rafa kaldırılıyor ve bugünkü Kocatepe Camii yapılıyor.

Peki "kiliseye benzeyen" ve "uygulanması mümkün olmayan" projeye ne oluyor?

Hemen söyleyelim.

Pakistanlılar Vedat Dalokay'ı Pakistan'a davet ediyorlar ve bu proje Suudi Kralı Faysal'ın verdiği parayla İslamabad'da inşa ediliyor.

Vedat Dalokay'ın projesine olanlardan sonra hangi mimar, niye Türkiye'de cami projesi çizsin?
Sinan nasılsa 500 yıl önce çizmiş.

Küçültüp büyütüp aynılarını yaparız.

Habertürk, Yazı: Fatih Altaylı, 29.08.2012

'OPERADAKİ KAFATASI'

 

 

Ankara Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü’nün (ADOB) eserlerini sahnelediği tarihi Ankara Opera Sahnesi’nde yapılan tadilat sırasında sahnenin altında kafatası ve çeşitli kemikler bulundu. Gelişmeler üzerine tadilatın durduğu binayı arkeologlar inceledi.

 

ADOB, Ankara’daki eserlerinin büyük bir bölümünü, 1933’te Sergi Evi olarak inşa edilen, 1948’de ise opera salonuna dönüştürülen tarihi opera binasında sahneliyor. Aynı zamanda Devlet Tiyatroları da bu salonu Büyük Tiyatro adıyla kullanıyor. Eski bir yapı olması nedeniyle operanın ihtiyacını tam anlamıyla karşılayamayan sahne, gösteri sezonu kapanınca tadilata giriyor.

 

Opera yönetimi bu tadilat döneminde beklenmedik bir sürprizle karşılaştı. Sahnenin 25-30 metre altında yapılan çalışmalar sırasında bir kafatası, kol ve bacak kemikleri ile çanak çömleklere rastlandı. Bunun üzerine harekete geçen Müdürlük, bağlı olduğu Kültür ve Turizm Bakanlığı’na durumu bildirdi. Kemikleri incelemek üzere Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nden arkeologlar gelerek bir araştırma yaptı.

 

ADOB’un müdürü Aykut Çınar, olayı şöyle anlattı: “Sahne asansörlerinin yenilendiği büyük bir tadilat var. Sahnenin yaklaşık 25-30 metre altında bu asansörlerin makinelerinin olduğu bir zemin var. Bu makineler çok eski oldukları için kaldırılıp yenileniyor. Bu yüzden oranın biraz kazılması gerekiyordu. Kazı sırasında birkaç buluntuya rastlandığı bilgisi geldi. Zaten Genel Müdür Rengim Gökmen ve ben de operadaydık. Kazıyı durdurup güvenlik şeridi çektirip, bakanlıktan bir antropolog ve arkeolog istedik.

 

“O gece hemen gelerek incelemelerini sürdürdüler. Buluntuların süreklilik göstermediğini ve düzenli bir durum olmadığını tespit ettiler. Arkeolog gözetiminde kazı yapma izni verdiler. Zaten kazı 2 gün devam etti. Çok küçük bir alandı. Arkasından da bir şey çıkmadı, konu kapandı. 1 kafatası, birkaç tane de kol bacak gibi insan kemiği parçaları çıktı. Eski dönemlere ait çok küçük 1- 2 tane de çanak çömlek parçası bulundu.

 

“Şimdi rapor yazılacak. Biz de bu raporu bekliyoruz. Roma dönemine ait olma ihtimali çok yüksek. Böyle bir bilgi var; ama resmi raporu bekliyoruz. Kazı işimiz bitti. Görevlendirilen arkeolog da geri döndü. Çıkan kemikleri Anadolu Medeniyetler Müzesi’ne teslim ettik.”

 

Bazı kaynaklar ise o bölgenin Osmanlı İmparatorluğu döneminde Ermeni mezarlığı olduğuna dikkat çekerek, kemiklerin bu mezarın bir parçası olabileceği değerlendirmesinde bulundular.

Hürriyet, Haber: Umut Erdem, 28.08.2012

AİZANOİ ANTİK KENTİ TURİZME KAZANDIRILIYOR

 

 

Kütahya’nın Çavdarhisar İlçesi'nde bulunan ve ‘İkinci Efes’ olarak nitelendirilen Aizanoi antik kenti, Anadolu tarihini günümüze taşıyan en önemli merkezlerden biri.

 

Çavdarhisar Belediye Başkanı İsmail Tanrıverdi, antik kentin turizme kazandırılması için çalışmaların hızlı bir şekilde sürdürüldüğünü anlatıyor. Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği’nce ilçede yapımına başlanan 95 yataklı otelin kaba inşaatının tamamlandığını, buranın en kısa sürede bitirilmesinin planlandığını belirten Tanrıverdi, çevre düzenlemesi çalışmalarına büyük önem verdiklerini söylüyor.

 

Aizanoi’de, Anadolu’nun en iyi korunmuş Zeus Tapınağı’yla 20 bin kişi kapasiteli amfi tiyatro ve buna bitişik 13 bin 500 kişilik stadyum, mozaikli hamam, sütunlu cadde ve nekropoller, halen kullanılan köprüler ve dünyanın ilk borsası bulunuyor. Tanrıverdi, “Buranın tanıtımı şimdiye kadar istenilen seviyede yapılamadı. Tanıtımın yapılmasıyla hem ilçe hem de ülke ekonomimize katkı sağlanarak, yeni istihdam alanları ortaya çıkarılacağını düşünüyorum.” diye konuştu.

 

Antik çağlarda Penkalas diye isimlendirilen Kocaçay Irmağı’nın yukarı kesiminde bulunan ve adının mitolojik kahraman Azan’dan kaynaklandığı sanılan Aizanoi, antik Frigya’ya bağlı Aizanitislerin temel yerleşim alanı olarak biliniyor. Yüksek plato üstündeki Zeus Tapınağı’nın çevresinde yapılan kazılarda, MÖ 3 binlere ait yerleşme tabakaları ortaya çıkarıldı.

 

Bölge değişimli olarak Bergama ve Bithinya’ya bağlıyken, MÖ 133′te Roma İmparatorluğu egemenliğine girdi. Bu dönemde tahıl ekimi, şarap ve yün üretimi sayesinde zenginleşen ve ünü bölge sınırlarını aşan Aizanoi’de kesin kentleşme bulguları ancak 1. yüzyılın sonlarına doğru görülüyor.

 

MS 330-726′da piskoposluk merkezi olan kent, 7. yüzyıl itibarıyla bu önemini yitirdi. Ortaçağ’da bir hisara dönüştürülen Zeus Tapınağı çevresindeki düzlük alan 13. yüzyılda Selçuk Beyliği döneminde Çavdar Tatarları boyunca üs olarak kullanıldı ve bölge bu yüzden Çavdarhisar adını aldı.

 

Kocaçay’ın her iki yakasında bulunan ve Aizanoi’den kalan yapı kalıntılarının büyük bir kısmının, Roma İmparatorluğu dönemine ait eserler olduğu biliniyor. O dönemde ırmağın taşan sularından korunmak amacıyla iki kıyıda iri kesme taşlardan yapılmış koruma duvarları yer alıyor. Her iki yakayı birbirine bağlayan dört köprüden ikisi halen kullanılıyor.

Turizm Habercisi, 28.08.2012

8 BİN YILLIK BURSALILAR HAYAT BULUYOR

 

Bursa Büyükşehir Belediyesi, Akçalar beldesindeki kazılarda ortaya çıkan 8 bin yıllık iskelet ve objeleri bölgede kuracağı müzede sergileyecek. Aktoprak Arkeoparkı’nda 8 bin yıl önce ilk defa inşa edilen kare planlı ve kerpiç tuğlalı evler de yeniden yapıldı.

 

Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, şehirlerin kültürlerin ve medeniyetlerin yatağı olduğuna dikkat çekerek, "Bursa birçok kültüre ve medeniyete yataklık yapıyor. Bursa’nın tüm dönemlerinin ortaya çıkarılması, izlerinin bulunması ve canlandırılmasına yönelik çalışmaları değerlendiriliyoruz. 60-70 yıllık Cumhuriyet dönemi yapılarından 500-600 yıllık Osmanlı dönemi yapılarından, Selçuklu, Doğu Roma, Bizans ve Bitinya dönemine kadar bütün dönemdeki yapılar ve izler 8-10 yıllık dönemde ayağa kaldırıldı. Bursa tarihinin 3 bin-3 bin 500 yıllık tarihi varken, bugün Akçalar’daki Aktoprak bölgesinde 7 bin ve 8 bin yıllık bulgular ortaya çıkıyor. Bursa’da hayat 8 bin 500 yıl öncesine kadar gidiyor. Neolotik ve kalkalatik döneme dair arkeolojik çalışmaları da yoğun bir şekilde sürdürüyoruz" dedi.

 

Arkolojiyi toplumla buluşturacak olan güzel bir projeyi, Arkeopark çalışmasını başlattıklarını anlatan Başkan Altepe, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Aktoprak Arkeoparkı, ilk defa belediyenin çalışmasına müsaade edilen bir kazı çalışması oluyor. Burada her bulunan parça ile değişik dönemlerde yaşayan insanların bıraktıkları izler ortaya çıkıyor. Burada öğretim üyelerimizin yaptığı çalışmalar ile arkeoloji ilminden de haberdar oluyoruz. Çalışmalardan sonra proje çerçevesinde düzenlemeler de var. 200-300 yıllık bir türk köyü orijinal ahşap evleri ile yeniden yapıldı. Bu kazıda ortaya çıkan, ilk çiftçi toplumlarının yaşadıkları hayat tarzını, 7 bin 500 ile 8 bin yıl öncesi hayat tarzını bu yapılarda günümüz insanlarına anlatacağız. Bu yıl da birçok eser binlerce parça ortaya çıkarıldı. Bu eserler bölgede kurulacak bir müze de vatandaşlarımızın izlenimine sunulacak. Bu bölgede kültür tarihi ve arkeoloji müzesi olarak düşünülen bir binanın da inşasına yakında başlıyoruz."











 İstanbul Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Necmi Karul da Aktoprak’taki kazı çalışmasının bu yıl çok verimli geçtiğine işaret ederek, "Burada bulunan malzemelerle, sadece Bursa’nın değil, Anadolu’nun tarihini, hatta Anadolu’nun evrensel kültür tarihi içindeki yerini anlamamızı sağlayacak bilgilere ulaştık. İnsanların hayvanlarını evcilleştirdikleri, tarıma geçtikleri bir yerleşim yaşamını anlatıyor.
 

Bugünkü toplum düzeninin ilk temellerinin atıldığı süreci gösteriyor. Bu sürecin Anadolu’daki izlerini takip ettiğimizde, yerleşik düzenin nasıl başladığını, kare yapıların inşa edilmeye başlandığını görüyoruz. Bugünkü toplum düzeninin izlerini bu alanda görüyoruz. Bursa Büyükşehir Belediyesi ile yürüttüğümüz Aktoprak Arkeopark uygulaması ülkemiz için ilk bir çalışma olacak. Zaman tüneli kavramı içerisinde, bölgedeki önemli kırılma dönemlerindeki gelişmeleri arkeolojik bir dil ile anlatmak için proje geliştiriyoruz.

 

Bu yıl günümüzden 7 bin 500 yıl öncesine ait yerleşim düzenine ulaştık. Oldukça katı kurallara sahip, sınırları bir hendekle önceden belirlenmiş, yapıları önceden tasarlanmış bir alan bulduk.

Hiyerarşik düzenin içerisinde bir insan ilişkileri var. Oturmuş vaziyette gömülmüş cesetlere rastladık. Bunlar kurban edilmiş olabilirler. Arkeopark düzenlemesi sadece bir oyun alanı değil, bilimsel sonuçların paylaşıldığı bir alan olacak. 5 iskeletin yüzünde etlendirme çalışması yapacağız. Sergi bölümü oluşturulduğunda kurban edilmiş 5 iskeletin etlendirilmiş halini de sergileyeceğiz" diye konuştu.

 

Aktoprak Arkeopark’ında 25 tane yapı, 8 bin yıl önceki tarzda yapılacak. Her evin ayrı iç dizaynı ve bir hendeğinin olması dikkati çekiyor. Fırınların evin içerisinde olması, zeminlerin kireç tabakasından elde edilen kalsit ile kaplı olması hijyen bakımından önem arz ediyor. Üst kısımları, çatıları sazlardan yapılmış evler ağaç payandalarla desteklenmiş olarak dikkat çekiyor. Eşyalarda boğa figürleri bulunuyor. Mermerden yuvarlak bilezikler, topraktan 200 metre mesafeye kadar etkili, deri sapanlarla atılan konik tarzda taşlar o günün silah unsurları olarak ön plana çıkıyor. Bu toprak parçaların deri sapanlarla fırlatıldığı ve avlanma silahı olarak kullanıldığı düşünülüyor. Kalkerden ve mermerden yapılan çok orijinal takılar da 8 bin yıl önce insanların süslenmeye de önem verdiklerini gösteriyor. Aktoprak’a özel tasarımlı takıların ve toprak kapların benzerleri yapılarak bölgeyi ziyarete gelenlere satılması planlanıyor.





Bölgedeki kazı çalışmalarına başkanlık eden Doç.Dr. Necmi Karul, 8 bin yıl önce insanların 25-30 yaşlarında hayatını kaybettiklerine dikkat çekerek, "O dönemde hastalıklardan ölüyorlardı. Ancak tahıl ürünlerini sert bir şekilde dişleri ile öğüttükleri için diş hastalıkları en önemli ölüm sebebiydi. O zamanlar ilaç kullanımına pek rastlanmıyor. Ancak tedavi yeterli olmadığından en uzun yaşayanlar 40 yaşında olanlar olarak dikkat çekiyor. Bu arada insan boylarının bugünkü ortalama boylardan 10 ile 15 santim daha kısa olması da dikkat çekiyor" dedi.

Bursa Olay, 28.08.2012

BEYCESULTAN HÖYÜĞÜ'NDE KAZI ÇALIŞMASI

 

Anadolu'nun tarih öncesi dönemlerine ışık tutan Beycesultan Höyüğü kazı çalışmalarında, yeni bir yerleşim yerinin gün ışığına çıkarıldığı bildirildi.

 

Ege Üniversitesi (EÜ) Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Beycesultan Höyüğü Kazı Heyeti Başkanı Doç.Dr. Eşref Abay, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Yukarı Menderes Havzası'ndaki Beycesultan Höyüğü kazı çalışmalarını 60 kişiyle sürdürdüklerini, 1954-1957 yıllarında İngiliz Arkeoloji Enstitüsü ekiplerinin burada yaptığı kazılarda elde edilen verilerin üzerine, yeni veriler eklediklerini belirtti.

 

Abay, Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan büyük destek aldıklarını, Denizli Valiliği ve Çivril Belediyesi'nin de kazıları desteklediğini ifade etti.

 

Beycesultan'ın önemlibir yerleşim yeri olduğunu, kazı çalışmalarında Geç Tunç Çağı dönemlerinden biraz daha eskiye gittiklerini vurgulayan Abay, şöyle konuştu:

"Bir çok tarihi veriye ulaşık. Kazı çalışmalarında 40 kültür tabakasının yaşadığı bir yerleşim yeri tespit ettik. Büyük Menderes Irmağı ve onun kollarını oluşturan çayların suladığı verimli Çivril Ovası'nda kurulmuş olan bu yerleşim, Anadolu'nun tarih öncesi dönemlerine ışık tutan önemli höyüklerden biridir.

 

Beycesultan yerleşiminde, özellikle Genç Tunç Çağ döneminde çok büyük bir şehir olduğunu, doğu batı yönünde uzanan 3 metre genişliğinde caddelerle bölündüğünü ve bu caddelerin arasında çok iyi parsellenmiş 2 katlı villaların olduğunu ortaya çıkardık. Bunlar kısa sürede elde etmiş olduğumuz verilerdir. Gelecek yıllarda bu dönemle ilgili araştırmalarımızı derinleştireceğiz."

 

Abay, Beycesultan'daki siyasi yapıyı detaylı olarak anlamakiçin de çalıştıklarını dile getirerek, "Beycesultan'ın saray yapısını ortaya çıkarmak ve daha sonra bir projeyle restore edip, burayı bir ören yerine çevirmeyi düşünüyoruz. Höyükler antik kentlerle karıştırılmamalı. Höyükler her dönemde üst üste yerleşilmiş, kerpiç mimariden oluşan yerler" dedi.

 

Doç.Dr. Abay, kazı çalışmalarında, 3500 yıl öncesine ait seramikler, çömlek, testi, kadeh, matara, meyvelik ve büyük depolama kapları, dokumada kullanılan bazı materyaller ile Bizans, Genç Tunç ve Orta Tunç dönemlerine ait mimari ve objeler bulduklarını sözlerine ekledi.

Mynet Haber, 28.08.2012

DÜNYA KÜLTÜR MİRASI KOMİTESİ ÇATALHÖYÜK'Ü AYAKTA ALKIŞLAMIŞ

 

 

Konya'da bir otelde düzenlenen istişare toplantısında konuşan UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Başkanı Prof.Dr. Öcal Oğuz, ''Bir çok ülkenin 50-60 yıllık, 100 yılı bile bulmayan mirasları Dünya Miras Komitesi önüne gelirken, Türkiye'nin 9 bin 500 yıllık insanlık tarihiyle (Çatalhöyük Neolitik Kenti) komite önüne gelmiş olması ayakta alkışlandı'' dedi.

UNESCO Türkiye Milli Komisyonu olarak daha önce birçok şehirde toplantılar yaptıklarını anımsatan ve uzun zamandır Konya'da da bir toplantı yapmak istediklerini anlatan Oğuz, sözlerine şöyle devam etti:
''Buraya gelmek için Çatalhöyük'ün dünya çapındaki öneminin, dünya tarafından kabul edilmesini bekledik. Rusya'da yapılan 36. Dünya Miras Komitesi toplantısında alınan güzel haberden sonra Konya'yı ziyaret edelim dedik. Çatalhöyük Neolitik Mirası dünya tarihine adını altın harflerle yazdırmıştır. Çatalhöyük dosyasının hazırlanmasında emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Çatalhöyük dosyası, komite tarafından alkışlarla kabul edildi. Yapmamız gereken ev ödevleri var. Birçok ülkenin 50-60 yıllık, 100 yılı bile bulmayan mirasları Dünya Miras Komitesi önüne gelirken, Türkiye'nin 9 bin 500 yıllık insanlık tarihiyle komite önüne gelmiş olması ayakta alkışlandı.''

Konya Vali Yardımcısı Tayyar Şaşmaz ise komisyonu Konya'da ağırlamaktan mutluluk duyduklarını belirterek, Çatalhöyük'ün Dünya Kültür Mirası Listesi'ne alınmasında emeği geçen Kültür ve Turizm Bakanlığı ile UNESCO Türkiye Milli Komisyonu üyelerine teşekkür etti. Şaşmaz, toplantının aday listede bulunan Eşrefoğlu Camisi'nin asıl listeye girmesine de katkı sağlayacağını söyledi.
    
Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek de Uluslararası İpek Yolu Şehirleri Birliği'nde Türkiye'yi temsil ettiklerine dikkati çekerek, şöyle konuştu:    
''Gittiğimiz birçok kentte yakın tarihe ait mirasları bize gösteriyorlar. Genellikle son yüzyılda yapılmış eserler... Bizler 9 bin yıllık tarihten bahsedince etkileniyorlar. Sahip olduğumuz tarihi mirasın kıymetini bilmeliyiz. Bizden önceki medeniyetlerin tarihlerini yaşatmalı, üzerleri tozlanmış ise onları ortaya çıkarmalıyız.''

Yapı, 28.08.2012

MÜBADELE KENTİNE KORUMA AMAÇLI İMAR

 

 

Yazın turist akınına uğrayan Muğla’nın Fethiye İlçesi'nin güneyindeki Kayaköy, nispeten ‘keşfedilmemiş’ diyebileceğimiz ve aslında tam da bu yüzden doğallığını yitirmemiş bir yer. Tarihi MÖ 3000’lere dayanan ve antik dönemlerde ‘Karmylassos’ adıyla bilinen Kayaköy, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ise ‘Levissi’ olarak anılan 3 bin nüfuslu bir Rum köyüymüş. Fakat 1923 Türkiye - Yunanistan nüfus mübadelesiyle Rumların terketmek zorunda kaldığı Kayaköy, burada iskan edilen Batı Trakya Türklerinin yörenin mevcut altyapısını benimseyememesi sonucu hüzünlü bir hayalet şehre dönüşmüş adeta.


Evliya Çelebi’nin Seyahatname-si’nde de adı geçen ve bugün zamana karşı direnen Kayaköy, giderek yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Yerel yöneticiler Kayaköy’ün, tarihi değerine göre yeniden planlanması ve Rum evlerinin restore edilip ülke turizmine kazandırılması gerektiğini savunurken, Kayaköylüler de yaklaşık 20 yıldır çivi çakılmayan bölgede bir an önce koruma amaçlı imar planı çıkarılmasını bekliyor.


Bölgenin geleceğine dair son gelişme ise geçen ay Kültür ve Turizm Bakanlığı ’nın, Kayaköy’ün 20 yıllık sorunuyla ilgili süren davadan çekilme kararı almasıydı. Kayaköy’de yaklaşık 200 hektarlık alan üzerinde bulunan tapu şerh hükümlerinin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kaldırmasıyla birlikte, Kayaköy’ün imara açılabileceği belirtilmişti.


Özel Çevre Koruma Kurumu’nun ‘Özel Çevre Koruma Bölgesi’ ilan ettiği ve Muğla Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun da ‘Birinci Grup Anıtsal Yapı’ olarak tescil ettiği Kayaköy, daha önce de UNESCO tarafından ‘Dünya Dostluk ve Barış Köyü’ ilan edilmişti.


Yılda yaklaşık 60 bin kişinin ziyaret ettiği Kayaköy’de harabeye dönmüş Rum evlerinin arasında dolaştıkça tuhaf bir hüzün sarıyor etrafınızı. Evlerin taş kesildiği, sessizliğin hem huzur verdiği hem de tüyler ürperttiği bir yer burası. Bölgede antik çağdan günümüze kalan en eski ve kapsamlı kalıntılar, MÖ 4. yüzyıla ait üç adet lahit mezar ve üzerinde Likçe yazıtlar bulunan kaya mezarları. Fakat Kayaköy, günümüzdeki popülaritesini, antik dönemden ziyade, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra mübadele sonucu terk edilen metruk bir Rum köyünün varlığına borçlu. 30 Ocak 1923’te Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi’ne ilişkin anlaşmaya göre boşaltılan köyde 2 büyük kilise, 14 şapel, 2 okul, 2 çeşme, 2 yel değirmeni, yaklaşık 1000 ev ve bu evlerle orantılı sayıda sarnıçlar var.
Rumlarla Türklerin asırlar boyu bir arada yaşadığı Kayaköy’de, Türkler tarım ve hayvancılıkla, Rumlar ticaret ve zanaatla uğraşmış. Bir rivayete göre Rumlar, herhangi bir savaşı kazandıklarında evlerini maviye, kaybettiklerinde kırmızıya boyarmış. Kayaköy’de tapusu alınıp iç mimarisi bozulmadan korunan Rum evlerinden biri de Turgut Özal ’ın ‘davulcu damadı’ olarak bilinen Asım Ekren’e aitmiş. Fakat biz, nispeten ‘korunmuş’ bir başka Rum evine giriyoruz.

Sahip çıkılmadı, talan edildi 
Kayaköy’ün sakinlerinden Hüseyin Ekiz, şu sözlerle özetliyor yörenin hikayesini: “1923’te mübadeleyle Selanik’ten gelen Türkler, Kayaköy’deki Rum evlerine yerleştirildi. 1957’de ise Tapu ve Kadastro Müdürlüğü, bu kişilere oturdukları evlerin tapusunu verdi ve evler, onların adına tescillendi. Bölgede hiç kimsenin ikamet etmediği yerler de sahipsiz oldukları için Hazine’ye devredildi. Fakat buraya yerleşen halk, bu evleri benimseyemedi. Zamanla bölge boşta kalınca, evlerin kapı ve pencereleri hem Kayaköy hem de civar köylerde yaşayan köylüler tarafından söküldü ve evlerin içi yağmalandı. Çocukluk yıllarımdan hatırlarım; o evlerin ahşaplarını köylüler toplayıp yakacak olarak kullanırdı. Hazine de buraya pek sahip çıkmadı. Definecilerin uğrak yeri oldu Kayaköy. 3-5 yıl öncesine kadar hala çalınan eşyalar vardı burada. Yakın geçmişte cami olarak da kullanılan Aşağı Kilise’nin kapısı, Fethiye Müzesi’ne kaldırıldı. Köylüler buna karşı çıkmıştı ama kaymakam, jandarmayla birlikte gelince engel olunamadı. Nitekim kilisenin kapısı götürülünce ve yerine başka bir kapı da konulmayınca, içindeki fresk ve mozaiklerin yağmalanması da kaçınılmaz oldu.”


Levissi’nin ıssız sokaklarına geri dönünce, bir zaman tüneline giriyor insan. Biraz kulak kabartsanız, marangoz, bakırcı, kalaycı, demirci dükkanlarından çıkan ‘gürültü’leri duyacak gibisiniz. Yıkık dökük pencerelerden kafanızı uzatsanız, içeride dokuma yapan kadınları görecek gibisiniz. Ve gözlerinizi açıp bugünün gerçeğine döndüğünüzde, “Keşke burayı aslına uygun biçimde restore edip bir açıkhava müzesine dönüştürseler” diyecek gibisiniz...

Radikal, 28.08.2012

TARİHE TARİHİ İHMAL

 

     

 

Erzurum’un çok önemli tarihi mekanlarından Esat Paşa Haziresi adeta kaderine terk edilmiş halde.  Mezarlığın bir bölümü duvar kayması sonucu yıkılmasına rağmen, yapımıyla ilgilenen yok.  Bu duruma isyan eden duyarlı vatandaşlar, “tarihe duyarıizlığın böyle bir örneği var mı”  siteminde bulunuyorlar.
 

Durumdan haberdar olmasına rağmen bugüne kadar en küçük bir duyarlılık göstermeyen Vakıflar Bölge Müdürlüğüne tepkiler çığ gibi. Konuyla ilgili gazetemizi arayan çok sayıdaki vatandaş, “Vakıflar Bölge Müdürlüğü, böylesine önemli bir tarihi yapının takibini yapmayacak, gereken onarım ve bakımı üstlenmeyecekse ne işe yarar merak ediyoruz.” dediler.





Yıkılan bahçe duvarının hemen dibindeki mezarların aşağıya göçtüğünün altını çizen vatandaşlar, “ bırakınız tarihi eser olmasını, sıradan mazar dahi olsa, birilerinin burayı onarması ve bu iç burkan manzarayı düzeltmesi gerekmez mi? Ölüsüne saygısı olmayan bir yönetim anlayışını kabul etmek mümkün değil. Bu durumu gerekirse Sayın Başbakanımıza mektupla ve çektiğimiz resimlerle duyurmayı düşünüyoruz” değerlendirmesinde bulundular.

 

Esat Paşa Haziresi civarında oturan vatandaşlar, Belediyeler nezdinde de girişimlerde bulunduklarının altını çizerek şunları söylediler; “kaç defa söylediysek ilgilenen çıkmadı. Biz kendi imkanlarımızla yaptıralım dedik, buna da tarihi eser olduğu için müsaade edilmiyor. Mezarlığın bütünüyle göçmemesi için Allah’a dua etmekten öte yapacak bir şeyimiz kalmadı. Büyük bir çaresizlik içinde olanı biteni gözlemliyoruz”


Mezarlığın hemen yanı başında Müceldili Konağı'nın bulunduğunu, Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere Valiliğin ve diğer devlet kurum yetkilerinin sürekli uğrak yeri olduğunu da söyleyen vatandaşlar son olarak, “Bu ilgisizliği anlamakta büyük güçlük çekiyoruz. Yapılacak onarımla ilgili para, kimsenin cebinden çıkacak değil. Bizden alınan vergilerle masraflar yapılacak. Vilayeti  ve başta milletvekillerimiz olmak üzere bütün siyasileri gazeteniz aracılığıyla göreve davet ediyoruz.” açıklamasında bulundular.

Erzurum Gazetesi (Kısaltarak), 28.08.2012

ORDU'DA 'PONTUS' KAZILARI

 

 

Ordu’da daha önce tarihi Kurul kayalıklarında başlatılan ve ‘Pontus’ dönemine ait eserlerin çıkarıldığı açıklanan arkeolojik kazılardan sonra bu kez Fatsa İlçesi'nde tarihi Cıngırt Kayalıkları’nda bir ay önce başlatılan kazılardan da ‘Pontus’ eserleri çıkarıldığı açıklandı.

 

Gazi Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Arkeologları tarafından Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları Müzeler Genel Müdürlüğü’nün izniyle Müze Müdürlüğü yönetiminde Yrd. Doç.Dr. Ayşe Fatma Erol ve 9 arkeolog tarafından Fatsa İlçesi tarihi Cıngırt Kayalıkları’nda başlatılan kazı çalışmaların tamamlandı. Kazıların tamamlanması sebebiyle Vali Yardımcısı Yemen Bayrak, beraberinde İl Kültür ve Turizm Müdürü Erkan Gülderen ve Yrd. Doç. Dr Ayşe Fatma Erol ile birlikte basın mensuplarına açıklamalarda bulundu. Vali Yardımcısı Yemen Bayrak, Doç. Dr Ayşe Fatma Erol’un Bilimsel danışmanlığında 9 arkeolog ve 10 işçiden oluşan ekibin bir aylık çalışmasının neticesini yerinde incelemek üzere bölgede bulunduklarını belirtti. Bayrak, “Kazılarda Roma ve Helenistik döneme ait eserlere ulaşıldı. Ordu’nun tarihi değerleri gün yüzüne çıkartılıyor” dedi.

 

Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Klasik Arkeoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Ayşe Fatma Erol da, bir ay önce başladıkları kazılar sonucunda Helenistik dönem kapsamında Pontus Kralı 6. Mitridat dönemine rastlanan veriler elde ettiklerini, 55 adet sikke, aynı döneme ait çeşitli formlarda pişmiş toprak seramik parçaları, duvar kalıntıları bulunduğunu söyledi. Yrd. Doç. Dr Ayşe Fatma Erol, “6. Mitridat döneminde MÖ 120 ve 63 yılları arası yani günümüzden yaklaşık 2 bin 150 sene öncesine tarihlenen sikkeler bulduk. Birde o döneme ait mimari eserler bulduk. Ana kayayı oyarak yapılmış basamaklı tüneller. Bunlarda Karadeniz coğrafyası için birçok yerde gördüğümüz tespit ettiğimiz bir mimari. İşlenen mimari kalıntılar, alanın batı kesimine doğru yoğunlaşmakta. Önümüzdeki sezonda kuzey- batı ve batı yönünde çalışmalar sürdürülecektir” dedi.

 

Erol ayrıca sadece Helenistik değil, Roma ve Bizans dönemlerine ait iskanlar da bulunduğunu dile getirerek sikkelerin yanında ele geçen Roma ve Bizans dönemi seramiklerinin de kazılarda ortaya çıktığını sözlerine ekledi.

haberler.com, 27.08.2012

ANTİK KENT ANAVARZA'DA KAZILAR BAŞLIYOR

 

Mersin'de bulunan Anavarza antik kentindeki arkeolojik kazılar önümüzdeki günlerde başlayacak.

Mersin Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nden Doç.Dr. Murat Durukan ile Adana Bilim ve Teknoloji Üniversitesi Genel Sekreteri Osman Arık, Kozan Belediye Başkanı Kazım Özgan'ı makamında ziyaret ettiler. Anavarza antik kentinin kazı çalışmalarını yürütecek kazı çalışmasının bilimsel danışmanı Mersin Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nden Doç.Dr. Murat Durukan, Türkiye'nin en büyük kentlerinden biri olan Adana'da hem Çukurova için hem de Tüm Türkiye için bir projenin startını verdiklerini söyledi. Önümüzdeki günlerde başlayacak olan Anavarza antik kentindeki arkeolojik kazıların Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın izni, Adana Müzesi ve Mersin Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nün ortaklığıyla başlatılacağını kaydeden Durukan, Anavarza'nın bilim, kültür ve turizm dünyasına kazandırmayı hedeflediklerini ifade etti.

"Çukurova'nın efesi olarak tanımlayabileceğimiz Anavarza antik kenti, bölgeye başkentlik etmiş zengin bir tarihe sahip büyük ve gösterişli bir şehirdir." diyen Durukan, antik kent hakkında şu bilgileri verdi: "Anadaolu'da sayısı iki olan amfi tiyatrolardan biri Anavarza'da bulunmaktadır. Ayrıca bir tiyatro, stadyum, kiliseler, tapınaklar, sütün yolar, suyolları, muhteşem sur duvarları, kale, mezar yapıları, lahitler, kamu binaları, mozaikler içeren villalar gibi kentin zenginliğine işaret eden çok sayıda yapıyı şimdiden tanımlamak mümkündür. Yüksekten bakıldığında kenti muhteşem mimarisi ve planı okunabilmektedir. Kazı çalışmaları sayesinde kısa zamanda bu yapılan ortaya çıkarılması ve restorasyon çalışmalarına kısa sürede başlayacağız. Bilimsel sonuçlarının değerlendirilmesine paralel olarak Perge, Aspendos, Efes, Bergama gibi antik kentlerin restorasyonda izlediği yoldan gidilerek yeni bir Turizm destinasyonu oluşturmak hedeflenmektedir. Ulusal ve Uluslararası çapta yankılanılacak bu projenin gerçekleşmesi ülkemize büyük katkısı olacaktır."

Adana Bilim ve Teknoloji Üniversitesi Genel Sekreteri Osman Arık, "Anavarza, bölgenin en büyük antik kentlerinden birisi. Burayı kazmak ciddi bir zaman isteyen bir iş. Ancak bu kadar zamana tahammülümüz yok. Mersin Üniversitesi ile yürüttüğümüz projeyle, önümüzdeki günlerde ilk kazmayı vurmanın mutluluğunu yaşayacağız." diye konuştu.

Anavarza antik kentinde çalışmaların başlaması ile kazananın Çukurova ile dünya olacağının altını çizen Başkan Özgan, bu çalışmanın tamamlanmasıyla bölgenin önemli bir arkeoparka kavuşacağını kaydetti. Başkan Özgan, "Anadolu'da böyle bir yerin sayısı çok azdır. Yeni bir Efes, yeni bir Zeugma çıkacak oradan. Bu proje ile Anavarza dünyanın en büyük mozaik koleksiyonuna sahip bir bölge olur." dedi.

Eski belediye başkanlarından Ersan Arıkan'ın da bulunduğu ziyaret sonrasında Kozan Kaymakamı İzzettin Sevgili, Hakim Neşet Eren, Kent Konseyi Başkanı Süleyman Sezen antik kente giderek incelemelerde bulundu.

Timetürk, 27.08.2012

DİYARBAKIR'IN GÖZDE TARİHİ ESERLERİ ONARILACAK

 

 

Diyarbakır Valiliği'nce hazırlanan ve Kalkınma Bakanlığı'nca onaylanan 6 proje kapsamında kentin simgeleri olan Dört Ayaklı Minare gibi tarihi yapılar restore edilecek.
    
AA muhabirinin Diyarbakır Valiliği Kültür ve Turizm Proje Birimi yetkililerinden edindiği bilgiye göre, Sur İlçesi Yenikapı Sokak'ta bulunan ve araçların sokaktan geçerken tahribatına neden olduğu, Anadolu'da dört sütun üzerine oturtulmuş tek örnek olarak gösterilen Dört Ayaklı Minare'nin restorasyonu için valilik harekete geçti.

Karacadağ Kalkınma Ajansı'nın desteğiyle rölöve, restitüsyon, restorasyon, zemin-çatlak analizleri ve aydınlatma proje çizimlerinin yapılmasının ardından, restorasyonu için Kalkınma Bakanlığı'na sunulan proje onaylandı. Kentin önemli simge ve değerlerinden olan Dört Ayaklı Minare; Diyarbakır Valiliği, Vakıflar Bölge Müdürlüğü ve İl Özel İdaresi'nin işbirliğiyle restore edilecek.
    
Öte yandan valilikçe kentin kültürel mirasının korunması ve tanıtımı için hazırlanan, ''Cazibe Merkezlerini Destekleme Programı'' kapsamında Kalkınma Bakanlığınca onaylanan Diyarbakır Surları'nın restorasyonu ve proje çizimi, Diyarbakır'ın tarihi evlerinin turizme kazandırılması, 4 sokağın sağlıklaştırılması, Ulu Cami ve hanlar bölgesinin turizme kazandırılması ile renovasyonu projeleri de bu yıl uygulamaya konulacak.

Projelerle ilgili detaylı açıklamanın Vali Mustafa Toprak tarafından yapılacağı belirtildi.

Yapı, 27.08.2012

KİLİSEDEKİ TAHRİBATA SAVCILIK SORUŞTURMASI

 

Sason İlçesi'nde, Mereto Dağı'nın zirvesinde bulunan Ermeni Partsır Asvadazin Kilisesi'nin tahrip edilmesiyle ilgili soruşturma başlatıldığı bildirildi. Kaymakam Bahadır Yörük, bir kaç gün önce Mereto Dağı zirvesinde bulunan Ermeni Partsır Asvadazin Kilisesi'nin kimliği belirsiz kişi veya kişilerce tahrip edildiğini ifade ederek, "Olayla ilgili Cumhuriyet Savcılığımız soruşturma başlattı. Jandarma olay yerinde incelemede bulundu. Talebimiz doğrultusunda İl Kültür Müdürlüğü'nden bir ekip de inceleme yaptı. Bu incelemeyle ilgili gelecek raporu bekliyoruz. Ona göre ne gerekiyorsa yapılacak" dedi. Her yıl geleneksel olarak yapılan Mereto Dağı ziyaretleri kapsamında, 30 Temmuz'da, Ermenistan ile Türkiye'nin çeşitli kentlerinden gelen yaklaşık 150 kişi, güneşin doğuşunu 2 bin 983 metre yüksekliğindeki Mereto Dağı'nın zirvesinden izlemiş, zirvede bulunan kilisede mum yakıp dua etmişti. Kilisenin bu tarihten sonra tahrip edildiği belirtildi.

Sabah, 27.08.2012

EGE'DE TARİH CAN BULUYOR

 

 

1) Eski yapıların kaybolup gitmesini önlemek için başlattığı çalışmalarını sürdüren Denizli Belediyesi, Sürücü Evi ve Merzeci Un Fabrikası'nı ayağa kaldırmak için harekete geçti.

 

2) Yahşibey Camisi'nin uzun zamandır kayıp olan 600 yıllık kapısının izini süren ve İzmir'de bulan Tire Belediye Başkanı Tayfur Çiçek, kapının ilçeye geri getirileceği müjdesini verdi.

 

Yıkılmaya yüz tutmuş Külahçıoğlu Un Fabrikası, İbrahim Çallı Sanat Evi, Konyalıoğlu Konağı, Balcıevi gibi kentin tarihi ve kültürel değerlerini restore ederek gelecek nesillere sunan Denizli Belediyesi, bu kez zamana yenik düşen Sürücü Evi ve Merzeci Un Fabrikası'nı ayağa kaldırmak için harekete geçti. Sürücü Evi'nin restorasyonunun ardından kültür merkezi olacağı açıklandı. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın verilerine göre 771 adet korunması gerekli taşınmaz kültür varlığı bulunan Denizli'de yıkılmaya yüz tutan tarihi Sürücü Evi'nin kurtuluşu için çalışmalar başladı. Denizli Belediyesi'nin uzun süredir üzerinde çalıştığı Sürücü Evi'nin istimlak sorununu çözdü. Yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan Sürücü Evi restorasyonunun 7 ayda bitirileceği kaydedildi. Restorasyonun ardından Sürücü Evi Denizli'nin tarihi ve kültürel mirasları arasındaki yerini uzun yıllar korumayı sürdürecek.

Denizli Belediye Başkanı Osman Zolan, tarihi değeri bulunan Sürücü Evi'nin çok hisseli olmasından dolayı istimlak sorununu yaşandığını kaydetti. Zolan, Fesleğen mahallesindeki Sürücü Evi ve Değirmenönü Mahallesi'ndeki Merzeci Un Fabrikası'nın restorasyonuyla ilgili Aydın Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'ndan onay alındığını kaydetti. Başkan Zolan, "Amacımız başta yok olmaya yüz tutmuş tarihi ve kültürel miraslarımızı yeniden ayağa kaldırıp gelecek nesillerin de bu değerlerden faydalanmasını sağlamak" diye konuştu.


Başkan Osman Zolan, Sürücü Evi'nin aslına uygun restore edilip kültür merkezi olarak kullanılacağını sözlerine ekledi.

OSMANLI DÖNEMİ
Öte yandan Tire de, kayıp tarihi değerlerinden birine daha kavuşmak için gün sayıyor. Belediye Başkanı Tayfur Çiçek, Osmanlı dönemi mimarisinin en güzel örneklerinden birini taşıyan Yahşibey Camisi'nin uzun süredir kayıp olan tarihi el işleme kapısının ilçeye tekrar geri döneceğinin müjdesini verdi. Uzun yıllardır kayıp olan kapıyı bir dedektif gibi her yerde aradıklarını, izini İzmir Vakıflar Müdürlüğü'nde bulduklarını ifade eden Başkan Çiçek, paha biçilemeyen 600 yıllık bu tarihi eserin, yetkililerle yapılan yazışmaların ardından Ankara'da restorasyon çalışmaları tamamlandıktan sonra ait olduğu yere getireceğini söyledi.

İlçede 400'ü aşkın tescili yapının bulunduğunu kaydeden Çiçek, tarihi kapıyı şans eseri nasıl bulduğunu ise şöyle anlattı, "Yakın zaman önce İzmir Vakıflar Bölge Müdürlüğü'ne gittim. Asansörle yanlış kata çıktığımı anladığımda aşağı inerken, bir köşede duran tarihi bir kapı gördüm. Sergilenen kapının görüntüsü, üzerindeki tarihi el işlemeleri ve oymaları bana son derece tanıdık geldi. İşte böylece şans bize güldü ve kapıyı bulduk. Tarihi kapı, 30 yıl önce yetkililer tarafından 'bakım yapılacak' diye camiden alınmış. Ondan sonra da tüm çabamıza izini bulamamıştık."


Tarihi kapının restorasyon çalışmaları için Ankara'ya gönderildiğini kaydeden Çiçek, "Yetkililer, 2 kanat şeklindeki tarihi kapının titiz bir çalışma sonucu uzmanlar tarafından restore edileceğini, ardından da Tire'ye iade edileceğinin sözünü verdi" dedi.

YAHŞİ BEY CAMİ
Aydınoğlu Beyliği'ni, 1426 yılında Osmanlı'ya bağlayan Sultan 2. Murat'ın komutanlarından Halil Yahşi Bey tarafından 1429 yılında yaptırılmıştır. 1441 tarihli vakfiyesi bulunmaktadır. Kentteki ilk Osmanlı eseri olması bakımından, Anadolu'daki ilk yarım kubbeli eser özelliğini taşır. Yeşil İmaret Zaviyesi, 1935- 1971 yılları arasında Tire'de müze olarak kullanılmıştır. Günümüzde ise cami olarak hizmet vermektedir. Mimaride kullanılan kabartmalar ile birlikte camide Türk tahta oymacılığının eşsiz örnekleri bulunmaktadır.

Yeni Asır, Haber: Ufuk Soyhan - Nadir Uysal, 26.08.2012

MALKOÇOĞLU'NA AYIP!

 

 

Yaklaşık 700 yıl önce yaşayan ve adına birçok kahramanlık filmi çevrilen ünlü Akıncı beyi Malkoçoğlu’nun Kocaeli’nin Gebze İlçesi'nde bulunan türbesi, yarım kalan tadilat ve onarım çalışması nedeniyle çöplüğe döndü.

 

İnşaat işçilerinin eski kıyafetlerini, yiyecek artıklarını ve diğer çöpleri sandukanın olması gereken yere atmaları ve bunların kaldırılmaması tepkilere yol açtı. Kitabesi yıllar önce çalınan ve 700 yıl önce yapılan mimarisinin Osmanlı mimarisinde ender görülen tür olduğu belirtilen türbede, tarihi kayıtlara göre Akıncı Beyi 1385’te ölen Malkoçoğlu Mehmed Bey’in mezarı bulunuyor. Üzerinden sandukaları kaldırılan diğer mezarda yatanın ise kim olduğu bilinmiyor.

Hürriyet, Haber: Mesut Işık, 26.08.2012

KİLİKYA TARİHİNE IŞIK TUTAN HÖYÜK: TATARLI

 

Ceyhan İlçesi'nde Çukurova tarihine ışık tutan Tatarlı Höyüğü'ndeki kazıyla 4 bin yıllık Kizzuwatna Uygarlığı'na ait antik kent gün yüzüne çıkarılıyor.

 

Çukurova Üniversitesi (ÇÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Yrd. Doç.Dr. Serdar Girginer, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Çukurova Üniversitesi adına höyükte gerçekleştirilen kazılara 2007 yılında başladıklarını söyledi.

 

Bu yıl temmuz ayında 6'ıncı sezon kazı çalışmalarına başladıklarını ifade eden Girginer, 15-20 Eylül tarihleri arasında maddi olanaklarla doğru orantılı olarak çalışmanın bu dönemini tamamlayacaklarını vurguladı.

 

Tatarlı Höyüğü'nün, Roma döneminde ismi Kilikya olan Çukurova'nın en büyük yerleşim bölgesi olduğunu anlatan Girginer, yaklaşık 2 kilometrekarelik bir alanı kaplayan höyüğün "sitadelde" (yukarı şehir) adı verilen alanında çalışma yaptıklarını, çok büyük ve önemli yapıların, sur sistemlerinin ortaya çıktığını kaydetti.

 

Girginer, bu bölgenin çok uzun yıllar ihmal edildiğini dile getirerek, şöyle devam etti:

"Yaklaşık 4 bin yıl önce Hititler orta Anadolu'dayken burada Kizzuwatna adı altında bağımsız, her zaman kuvvetli, doğal kaynaklara hakim bir devlet vardı. Biz bu ülkenin kentlerini araştırmaya başladık. 2002'den beri yüzey araştırmalarıyla adım adım tüm Çukurova gezildi. Hititler dönemindeki metinlerden geçen Kizzuwatna kentlerinden hangilerinin burada lokalize edilebileceğini düşündük. Bu bölgenin en önemli yol güzergahlarına, doğal kaynaklarına hakim alanda böyle bir höyükle karşılaştık. Gerekli başvurularda bulunarak, 2007 yılında kazılara başladık. Burasının Kizzuwatna'nın önemli kenti Lawazantiya olabileceğini düşünüyoruz. Bu bölgede, Çukurova'da şimdiye kadar yazılı belge çıkmadı. Biz hep Suriye ve Orta Anadolu'dan gelen yazılı belgelerle bunları çözmeye çalışıyoruz. Ama arşiv mutlaka bulunacak. Bunlara aday bir kent de burası."

 

Girginer, Hitit yazılı belgelerinde Lawazantiya ile ilgili "7 pınarlı kent" ibaresi geçtiğini, kendilerinin de araştırmalarında 7 pınarı tespit ettiklerini bildirdi.

 

-Kentin kapıları ortaya çıkmaya başladı-

Serdar Girginer, Tatarlı Höyük kazısının tarihi açıdan büyük öneme sahip olduğunu belirterek, "Tatarlı Höyüğün, Kizzuwatna ülkesindeki Lawazantiya olduğunu kanıtlarsak ki bütün veriler o yönde ilerliyor, son yüzyılın en önemli keşiflerinden birisi olacak" dedi.

 

Kentin çok güçlü sur sistemi olduğunu, tahkimat sistemleri, kuleli girişlerini tespit ettiklerini anlatan Girginer, "Çok güçlü sur sistemleri olan kentin bu yılki kazı çalışmalarında iki ana kapısını açmaya başladık" dedi.

 

Girginer, kutsallıkla ilgili de çok fazla veri bulunduğunu, geçen yıl, Geç ve Orta Tunç Çağı tapınağının taş döşeli avlusunda çok sayıda ördek, boğa ve halka biçimli kült kaplar bulduklarını, bunların bu bölgede çok bilinen kaplar olmadığını vurguladı.

 

Bulunan kapların alanın kutsallığın en önemli verileri olduğunu kaydeden Girginer, dokumacılıkla ilgili de çok ciddi veriler elde ettiklerin, arkeobotanik ve arkeozoolojik çalışmaların tüm hızıyla devam ettiğini söyledi.

 

Girginer, 1.5 aylık kazı döneminde envanterlik eser sayısının 300'ü geçtiğine dikkati çekerek şunları kaydetti:

"Bunların çoğu dokumacılık ve kutsal işlerle ilgili veriler. Bu bölgedeki yeni verileri ortaya çıkarması açısından önemli bir çalışma. Buradaki sonuçlar dünya kamuoyu ve bilim dünyasında çok da ilgiyle karşılandı. Bizim daha fazla süre kazı yapmamız gerekiyor. Bunlar da maddi olanaklarla bağlı. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile üniversitemiz bize bu konuda destek sağlıyor, ancak özel şirketlerin de bu alanda destekler sağlaması gerekiyor."

 

Bu kazının bölge için arkeolojik kazı alanlarının yoğunlaşmasına neden olacağını ifade eden Girginer, "Burası çok yeni bir kazı. Önümüzdeki yıllarda çok büyük toplulukların ilgisini çekecek, çok büyük kitlelerin ziyaretine açılacak bir merkez olması söz konusu. Biz sadece kazmakla kalmayıp, restorasyon ve teşhirle ilgili projelerimizi yapmaya başladık. Önümüzdeki yıl büyük tapınağın üzerini kapatmayı düşünüyoruz. Onun planlamalarını yapıyoruz. Burası 4-5 yıl içinde ziyarete açılacak konuma gelecek. Burasının yaşayan doku halinde arkeoparka döndürülmesi planlanıyor" diye konuştu.

 

-Bin eser müzeye kazandırıldı-

Kazı Başkan Yardımcısı ÇÜ Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Araştırma Görevlisi Özlem Girginer de Tatarlı'da yapılan çalışmalarda neolitik dönemden başlayan, kesintisiz iskan görülen bir höyüğün ortaya çıkartıldığını belirtti.

 

Çeşitli dönemleri yansıtan eser gruplarının bu kazı sırasında ortaya çıkarıldığını anlatan Girginer, "2007'den bu yana yaptığımız çalışmalarda binin üzerinde envanter değerdeki esere ulaşarak Adana Arkeoloji Müzesi'ne teslim ettik. Geçen yıl höyükte kutsallığı gösteren yaklaşık 10 tane kuş biçimli kap ortaya çıktı. Bunun yanında halka biçimli sunu kapları bulundu. Bunlar bu bölgede daha önce görülen ortaya çıkartılan eserler değil" dedi.

 

Girginer, Helenistik döneme ait mızrak ve hançerler de bulduklarını, ayrıca süs iğneleri ve mühürlerin de buradan çıkan önemli eserler arasında yer aldığını vurguladı.

Mynet Haber, 26.08.2012

HASANKEYF MAĞARALARINA GİRİŞ YASAKLANDI

 

 

2010 yılında büyük bir kaya parçasının düşmesi ve bir kişinin yaşamını yitirmesiyle tehlike arz ettiği için turizme kapanan Hasankeyf’teki tarihi mağaralar, bu kez bazı mağaralarda tespit edilen çatlaklıklar üzerine ikinci kez yerli ve yabancı konuklara kapatıldı.

Geçen cuma mesai bitiminde tarihi kalenin girişindeki bilet gişelerinin ziyaretçilere kapatıldığını söyleyen Batman Müze Müdürü Tenzile Uysal, "Hasankeyf vadisi ile kale giriş bölümünün orta kapısı arasındaki altı mağarada görülen çatlaklıklar nedeniyle teknik incelemeler tamamlana kadar Hasankeyf kalesinde can ve mal kaybı yaşamaması için Bakanlık onayı ile geçici olarak ziyaretçilere kapatıldı. Hasankeyf kalesi dışında aşağı kısımda 105 kültür varlığı daha var. Bu alanların turizm güzergahına dönüşmesine yönelik projemiz var. Yakında bu alanı turizme açacağız" dedi.

Bakanlığın geçici süreyle ziyaretçilere kapattığı tarihi Hasankeyf kalesinin yanı sıra antik kentte kale dışındaki kültür varlıklarını ön plana çıkaracak yeni proje hazırlığında olduklarını da ifade eden Müze Müdürü Uysal, şöyle konuştu: "Tarihi kalede tekrar ziyarete açılıncaya kadar Hasankeyf’te ören yeri ziyaretçilerin azalmaması ve halkın mağdur olmaması için de yakında kale dışındaki kültür varlıklarını ön plana çıkarmayı amaçlıyoruz. Ayrıca Hasankeyf’e gelecek yerli ve yabancı konuklar için de İngilizce-Türkçe broşür ve uyarı levhalarını hazırlıyoruz. Şu anda Hasankeyf’in turizme kapandığı bölüm vadi ile kalenin orta kapısını kapsıyor. Bakanlığın incelemesi tamamlandıktan sonra tarihi kalenin tekrar açılacağına inanıyoruz."

Hasankeyf Belediye Başkanı Abdulvahap Kusen ise, Hasankeyf kalesinin tekrar turizme kapatılmasının Kültür ve Turizm Bakanlığının kararı olduğunu ifade etti. Başkan Kusen, "Kale’de can ve mal kaybına yönelik her hangi bir tedbir almamız mümkün değildi. Belediye olarak bütçemiz oldukça kısıtlı. Çatlaklıkların yaşandığı mağaralarda önlem alınmasına yönelik Bakanlığın ciddi bir çalışma yapmasını bekliyoruz. Daha önce de kale kapatılınca esnaf sıkıntılı günler geçirmişti. Fakat şimdi de bazı çatlaklıkların görüldüğü mağaralarda bakanlığın geçici olarak kapatma kararına diyebileceğimiz bir şey yok. Resmi rakamlara göre, yılda 150 bine yakın ziyaretçinin çıktığı kalenin geçici süreyle turizme kapatılması ister istemez bazı tartışmaları da beraberinde getirecek. Bakanlığın tasarrufunda olan bu kararına ne denilebilir ki? diye konuştu.

Radikal, Haber: Arif Arslan, 26.08.2012

 

******


KALEYİ BAKANLIK KAPATTI!

 

İddialara göre “Kale kurul kararı ile değil, Bakanlık kararı ile kapatıldı”  Elimize ulaşan iddialara göre Kültür ve Turizm Bakanlığının talimatı ile Batman, Mardin ve Diyarbakır müzelerinden ilimize gelen uzman elemanlar, kaya çatlaklarını araştırmak için Hasankeyf’e gittiler. Kale kapısının solundaki 5 adet mağaranın tavanında meydana gelen çatlakları yerinde inceleyen uzmanlar, ileride bu çatlakların daha da büyüyeceği ve bir kaya çökmesine neden olacağı konusunda rapor hazırladılar. O raporlar Kültür ve Turizm Bakanlığına sunuldu. Bakanlık da ileride olabilecek bir tehlikeyi önlemek için Hasankeyf kalesini ziyaretçilere kapattı” Elimize ulaşan bilgilere göre Bakanlık önce yerel bazda güvenlik önlemlerinin alınmasını istedi. Ancak İlçe Kaymakamlığı ve Belediye Başkanlığı, güvenlik önlemi alacak imkanlarının bulunmadığını beyan ettiler. Bu yüzden Kültür ve Turizm Bakanlığının Hasankeyf kalesini güvenlik önlemi alınana kadar geçici olarak ziyarete kapattığı belirtildi. Kale kapısındaki önlemlerin basit olduğunu ve burada yapılacak küçük bir çalışma ile çatlakların kontrol altına alınacağını belirten Hasankeyfli vatandaşlar, Hasankeyf kalesinin yeniden turizme açılması konusunda yetkililerden istekte bulundular. 

Batman Gazetesi, 29.08.2012

HASANKEYF'TE 900 YILÖNCE ARITMA SİSTEMİ KULLANILMIŞ

 

Hasankeyf İlçesi'ndeki arkeolojik kazının başkanlığını yürüten Batman Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Abdüsselam Uluçam, kazılarda Hasankeyf’in 12 bin yıl öncesinin tarihine ulaşıldığını ancak bu yıl yapılan kazının en önemli sonucunun, 12. yüzyılda Artuklu döneminde kullanılmış arıtma sistemi olduğunu bildirdi.

 

Prof.Dr. Abdüsselam Uluçam, AA muhabirine Hasankeyf’te bu yıl yürütülen kazıların sonuçlarını değerlendirdi.

 

Çalışmalarında Artuklu dönemine ait bir kanalizasyon sistemi ortaya çıkardıklarını anlatan Uluçam, Hasankeyf’teki Mardinike Külliyesi’nin kuzeyinde yapılan bir araştırmada su arıtma tesisleri ortaya çıkardıklarını belirterek ”Bu, Hasankeyf ve bölge kültür tarihi açısından çok önemli bir olay. Günümüzde bile Dicle kenarında meskun mahallerde tuvalet atıkları doğrudan Dicle Nehri’ne akıyor. Daha önceki Artuklu döneminde bir kanalizasyon sisteminin olduğu, atıkların Dicle Nehri’ne ulaşmadan önce, bu sistemin üçlü bir arıtma sisteminden sonra nehre verildiği bilimsel olarak ortaya kondu” dedi.

 

Uluçam, bu seneki Hasankeyf kazılarının ortaya koyduğu en önemli değerin bu olduğunu vurgulayarak “12. yüzyıl kültürünün günümüz kültüründen biraz daha ileri seviyede olduğunu ortaya koyan bir bulguydu bu. Medeniyet tarihi açısından övünülecek, takdir edilecek bir durumdur” şeklinde konuştu.

 

Yapılan kazı çalışmalarıyla, Neolitik döneme, ilk insan yerleşiminden itibaren birtakım sonuçlara ulaşıldığı ve pek çok mezar buluntuları ortaya çıkarıldığı bilgisini veren Uluçam, tarih öncesindeki kültürlerin de ortaya çıktığını kaydetti.

 

Neolitik dönem buluntularına da değinen Uluçam, bu döneme ait bulunan eserler ve beslenme kültürü konusunda şunları söyledi:

“12 bin yıl öncesine ait Hasankeyf’in tarihine ulaştık. O dönemde seramik dediğimiz toprak kap yok, kaplar taş oyularak yapılıyor. Mezarlara konulan mezar sunuları var ki bu sunularda yiyecek giyecek parçaları, kapların içinde taştan oyulmuş armağanlar, birtakım dini sembol niteliğindeki insan yüzleri, taşa oyulmuş, sakal ve gözleri boyanmış maskeler gibi bazı eserler ortaya çıktı.

 

Yine o dönemde daha çok mercimeğin kullanıldığını, buğdayın ise çok az kullanıldığına ulaştık. Tilki, yaban domuzu, geyik gibi yabani hayvanların yenildiğini tespit ettik. Ondan sonra sırayla Demir Çağı dönemini MÖ yüzyıldan itibaren şu an ki Hasankeyf’in yerleşim alanındaki yer ortaya çıkar. Yani Neolitik dönem olarak 12 bin yıl öncesi, ondan sonra antik dönem, ardından garnizon şehri olarak Roma var, Süryaniler ve Hazreti Ömer döneminde İslamlaşma sonucunda İslam devletleri var.”

 

Ortaçağ arkeolojisine giren çalışmalarda, Hacı Ali Mescidi’ndeki kazıların sonucunda bu bölgenin aslında Artuklu dönemine ait bir köşkün üzerine, Hicri 735 yılında Hacı Ali tarafından bir mescit yaptırıldığı, sonra da mescidin etrafında bir zaviyenin geliştirildiği tespit edildi.

 

“Hasankeyf’te ilk defa Büyük Selçuklu’nun izlerine rastladık” diyen Uluçam eskiden doğrudan Artukluların bilindiğine vurgu yaparak kazılar sonucunda Büyük Selçuklu Sultan Melikşah dönemine ait 1092 tarihli camiye ait benzer örnekler çıktığını belirterek, “Artuklular, Eyyubiler, Karakoyunlu, Akkoyunlu ve Osmanlı dönemleri var. Yani biz bu kronolojik sıralamayı bilimsel olarak kültür varlıklarıyla kanıtlamış olduk. Daha önce Artuklu, Eyyubi biliniyordu ama biz bunun dışında İran Selçuklusu diye bilinen Büyük Selçuklu’nun da varlığını ortaya çıkardık. Bunun dışında Hasankeyf’in Roma’nın garnizon şehir dışında yerleşim alanı ortaya çıktı” diye konuştu.

 

-2012 kazılarının en önemli bulguları 4 mimari anıt ve arıtma tesisi-

Kazı Başkanı Prof.Dr. Uluçam, sonuç olarak bu seneki kazı mevsiminde höyük başta olmak üzere Ortaçağ arkeoloji grubuna giren 4 alanda yaptıkları çalışmalarda 2 mescit, Artuklu Köşkü, Artuklu döneminde tesis edilip daha sonraki dönemlerde onarımlar geçiren bir kanalizasyon tertibatı ile hem içme suyu hem atık suların kullanıldığı iki ayrı sistem halinde arıtma sisteminin ortaya çıkarıldığını bildirdi.

 

Uluçam, önemli eserler dışında ayrıca içinde sikkeler, seramik örnekleri, değişik kapkacaklar, mezar taşları olan küçük buluntular olduğunu da sözlerine ekledi.

haberler.com, 26.08.2012

İÜ'DE RESTORASYON VAR

 

 

1865-1866 arasında yapımı tamamlanan ve 1923’te İstanbul Üniversitesi ’ne tahsis edilen bina büyük bir onarımdan geçecek. ‘ İstanbul Üniversitesi Yenileme ve Restorasyon Projeleri’nden biri olan çalışma 2009’da başladı. İstanbul İl Özel İdaresi’nin üstlendiği onarım için Rektör Prof.Dr. Yunus Söylet, “558 yıllık bir tarihe sahip olan İstanbul Üniversitesi , aynı zamanda Türkiye ’nin ilk üniversitesi. Üniversitemize ait tarihi mekanları hem depreme karşı güçlendirme hem de restorasyonlarını yaptırmak için 2009’dan bu yana aralıksız çalışıyoruz” dedi. İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binası Fransız Mimar Bourgeois tarafından yapıldı. İstanbul ’da 1894’teki depremde büyük zarar gören bina, İtalyan mimar Raimondo d’Aranco tarafından, daha sonra da 1950’de Mimar Ekrem Hakkı Ayverdi tarafından onarıldı.

Radikal, 26.08.2012

"TOPKAPI'YI DA YIKACAĞIZ"

 
Prof.Dr. İlber Ortaylı’nın ayrılmasının ardından Ayasofya Müzesi Başkanlığı’ndan Topkapı Sarayı Müzesi Başkanlığı’na getirilen Doç.Dr. Dursun, “Ayasofya’ya yapılan çirkin ilaveleri yıktık, şimdi sıra Topkapı’da” dedi.

Topkapı Sarayı’nın çiçeği burnunda başkanı Doç.Dr. Haluk Dursun, Ayasofya Müzesi Başkanlığı döneminde yaptıklarını ve Topkapı’da yapacaklarını VATAN’a değerlendirdi.

“Bana göre Ayasofya, bu topraklarda medeniyetler buluşmasının en kalıcı örneklerinden birisidir. İmparatorlukların kültürel potansiyelinin bir arada sergilendiği bir dünya harikasıdır. Ayasofya’da Hıristiyanlık öncesinden Doğu Roma - Ortodoks kültürüne ve oradan da Osmanlı- İslam kültürüne uzanan derin bir çizgi mevcuttur. Bu açıdan burası aslında müzeye dönüştürülmüş bir ulu mabettir. Ayasofya’nın vaftizhanesi ve atriumu ne kadar önemliyse türbeleri, medresesi, kütüphanesi, imareti, muvakkithanesi, sıbyan mektebi, şadırvanı, sebilleri de o oranda önemlidir. Ortodoks mozaikleri ne kadar değerliyse, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin devasa levhaları, padişahların bizzat yazıp hediye ettikleri hatlar da aynı oranda kıymetlidir.”

“Daha önce lojman olarak kullanılan sıbyan mektebini ‘Ayasofya Araştırmaları Merkezi’ olarak kullandık. Ayasofya türbeleri, bakanlarımız Atilla Koç ve Ertuğrul Günay’ın da katkısıyla bir ‘Ölüm kültürü’ müzesi olarak açıldı. Ayasofya türbelerinin önünü kapatan çirkin ve sonradan yapılmış yapılar ortadan kaldırıldı. Bakanlığın, valiliğin ve 2010 ajansının katkıları ile yıllar sonra iskelesiz bir kubbe ortaya çıktı. Bu düzenlemelere 2010 yılında İtalya’da yılın ‘Sanat Kurtarıcısı’ ödülü verildi. Ayasofya müze arşivi, dijital hale getirildi. Ayasofya’nın sebilinden turistlere şerbetler ikram edildi. Bahçeye binlerce gül dikildi.”

“Külliyenin en önemli parçalarından I. Mahmud Kütüphanesi’nin restorasyonu bitirilerek açılmasına çok uğraştık. Ayasofya’nın Fossati tarafından yapılan muvakkithanesi, yine ‘Zaman Müzesi’ olarak açılmalı. Ayasofya İmareti yapılış amacına uygun olarak kullanılarak ‘Yemek Kültürü Müzesi’ haline dönüştürülmeli. En büyük tesellim, birlikte Ayasofya’ya hizmet ettiğimiz Hayrullah Cengiz’in Ayasofya’daki görevinin devam etmesidir. Ayasofya’da aklım kalmadı ama gönlüm kaldı.”

Papa’dan Obama’ya, Sudanlı Ömer El Beşir’den Alman Merkel’e kadar protokol gezileri sırasındaki anılarını “Meraklısına Ayasofya” adıyla kitaplaştıracağını söyleyen Dursun, Topkapı Sarayı ile ilgili planlarını ise şöyle anlattı: “Ayasofya’da yaptıklarımı, Topkapı’da da uygulayacağım. Önce mekanın değerini ön plana çıkaracağım. Sonradan yapılan yanlış ve çirkin ilaveleri, müdahaleleri asgariye indireceğim. Bu konuda Sayın Bakan da çok duyarlı.”

Vatan, 26.08.2012

CABER KALESİ'NE ÇİFTE KORUMA

 

 

Türkiye'nin sınırları dışındaki tapulu tek toprağı olan Süleyman Şah Türbesi'nin bulunduğu Caber Kalesi'ne çifte koruma sağlandı. Genelkurmay Başkanlığı, Suriye'deki kaleyi koruyan asker sayısını 2 katına çıkarırken, Çevre ve Orman Bakanlığı da kalenin fiziki dayanıklılığını artırmak için ek önlemler aldı. Türbenin çevresinde beton duvar örülerek taşlarla kaplandı. Mevcut karakol binası yıkılarak ihtiyaçlara cevap verecek modern bir karakol binası yapıldı. Türbenin çevresine de yine Türkiye'den getirtilen ağaçlar ve çimler ekildi. Suriye'de yaşanan olaylar ve iki ülke arasındaki kriz nedeniyle asker sevkiyatlarındaki güvenlik önlemleri de üst seviyeye taşındı. Şanlıurfa'dan gönderilen askerlerin nakliyesi artık zırhlı araçlarla karadan yapılacak.

Daha önce 15 civarında askerin bulunduğu türbede, Suriye'de yaşanan olaylar sonrası güvenlik önlemleri kapsamında asker sayısının 30'a çıkarıldığı öğrenildi. Şanlıurfa'daki 20'nci Zırhlı Tugay Komutanlığı'ndan gönderilen Türk askerlerinin nöbet değişimi 2 haftada bir yapılıyor. Daha önce helikopterlerle yapılan asker değişimi de güvenlik gerekçeleriyle karadan gerçekleştiriliyor. Helikopterin düşürülme ihtimali göz önünde bulundurulduğu için asker sevkiyatının zırhlı araçlarla karadan yapılacağı öğrenildi.

Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Bey'in dedesi olan Süleyman Şah, 1086'da 2 muhafızı ile birlikte Fırat Nehri'ni geçerken şehit olunca, bölgede bulunan Caber Kalesi'nde toprağa verildi. Yavuz Sultan Selim tarafından Süleyman Şah adına yapılan türbe, 1921'de Fransızlar ile yapılan Ankara Antlaşması sonrası Suriye topraklarında kaldı. Ancak, türbenin bulunduğu alanın Türkiye toprağı olduğu ve Türk bayrağının dalgalandırıp, muhafız bulundurması kabul edildi. 1973'te Tabka Barajı altında kalmaması için Karakozak mevkiinde bulunan şu anki yerine taşınan türbede Süleyman Şah ve iki muhafızının mezarları bulunuyor.

Sabah, Haber: Ceyda Karaaslan, 26.08.2012

TÜRKİYE'NİN NEDEN ULUSLARARASI MARKAYA SAHİP BİR HERHANGİ BİR ESERİ YOK?

 

 

İtalya'daki Monza ve Brianza Ticaret Odası, ziyaretçi sayısı ve kente kattıkları değer bakımından Avrupa'nın tarihi yapılarına fiyat biçti. Listenin ilk sırasında Paris'in simgesi Eyfel Kulesi, 546 milyar dolarla yer aldı. Araştırma kuleyi geçen yıl 7.1 milyon kişinin ziyaret ettiğini ortaya koydu. Liste Roma, Kolezyum (114 milyar dolar), Barcelona, La Sagrada Familia Katedrali (112.7 milyar dolar), Milano, Duomo Katedrali (103.2 milyar dolar), Londra Kalesi (89 milyar dolar), Madrid, Prado Müzesi (73 milyar dolar) ve İngiltere Stonehenge (13.2 milyar dolar) ile sıralandı. Ne Ayasofya, ne Topkapı Sarayı, ne de Efes listede yoktu. Peki Türkiye bu listede neden yer almadı? Uzmanları yanıtladı.

Prof.Dr. İlber Ortaylı
Herkes kendi reklamını yapıyor. Bunlar saptırılmış anketler. Eyfel teknik bakımdan büyük bir buluş elbette, öncü bir buluş. Avrupa'daki garlarda da tatbik edildi. Hem aydınlık sağlıyor hem tasarruf sağlıyor. Ancak en kıymetli eser olduğunu zannetmiyorum. Saptırılmış bir anket. Yaşadığım sürece hiç üstüne çıkmadım defatle altından geçtim ama. Bütün dünyanın reddetmeyeceği Ayasofya var. Rönesans mimarisine çok önemli katkısı olan Süleymaniye var. Ama aldırış etmemek lazım bu ankete, reklam bunlar.

Başaran Ulusoy (TÜRSAB Başkanı)
Türkiye'deki tarihi eserler ve yapılara paha biliçelemez. Ayasofya'yı, Sultanahmet'i Topkapı Sarayı'nı Eyfel Kulesi ile yan yana getirebilir misiniz? Bir Eyfel Kulesi yaparsın ama bir Ayasofya yapamazsın.


Ziyaretçi sayısı dediğiniz Fransa'da bir Eyfel Kulesi var bir Louvre Müzesi var, turistler oralara gidiyor. Türkiye'de 3-4 milyon kişi Topkapı Sarayı'na, 1 milyon kişi Aya İrini'ye, 2 milyon kişi Dolmabahçe'ye, 3 milyon kişi Efes'e gidiyor. Türkiye'de çok fazla görülecek, gidilecek yer var. Türkiye'de müzelere gidiş yüzde 42 artmış. Randevulu sisteme geçeceğiz artık, biz tıkandık. Müze fiyatları herkesin ödeyebileceği ücretler olsun ama anlayabilecek kişiler gelsin istiyoruz. Müzeler mesire yeri değil, anlayabilen gelsin. Kalkıp da Eyfel Kulesi'yle Ayasofya'yı yanyana nasıl getireyim. Roma'da bir tek medeniyet var, bizde Hitit, Selçuklu, Roma, Bizans, Osmanlı. 7-8 imparatorluk var bu topraklarda. Baraj yaptırıyoruz Zeugma çıkıyor. Bizdeki tarihi eserler yapılar paha biçilemez, çok fazla oldukları için de gezen turist sayısına göre değer biçmek mümkün değil.

Dr. Sedat Bornovalı (Turist Rehberleri Birliği (TUREB) Başkan Yardımcısı)

Gördügüm kadarıyla sadece istatistiklerini rahatlıkla takip edebildikleri AB ülkelerinin eserlerini değerlendirmeye almışlar. Simon Anholt'un ülkelerin marka değerini hesaplamak için geliştirdiği sistemi eserlere uygulamışlar. Müze giriş sistemlerinin TÜRSAB-MTM iş ortaklığına devredilerek elektronik ortamda takip edilmesine, müzekart sayesinde bu takibin yerli ziyaretcilere de uygulanabilmesine değin zaten sağlıklı, kesin diyebilecegimiz istatistikler mevcut bile değildi. Bu durum sadece gecen yildan itibaren aşıldı. O nedenle de söz konusu hesaplamaların ancak bundan sonra rahatlıkla Türkiye'yi de kapsayarak yapılması mümkün olacak. Eminim değerlendirme önumuzdeki yıllarda tekrarlandığında Türkiye'den yapıları da üst sıralarda görebileceğiz.

Prof.Dr.Yusuf Oğuzoğlu (Uludağ Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi)
Tarihi yapıların değeri, ziyaretçi sayısıyla ölçülmez. Sanat değeri var, tarihi sürekliliği, ne kadar yüzyıldır ayakta kaldığı, hangi uygurlığın ürünü gibi pek çok ölçütün birarada değerlendirilmesi gerekir. Sanat değeri mimarı değeri önemli. Bana göre Türkiye'deki tarihi yapıların bu listede olmaması bu araştırmayı yapanların eksikliği. Ayrıca bu kuruluş ne kadar ciddi ve hangi kadroyla çalıştılar, saha taraması yaptılar mu bunları da bilmiyoruz. Türkiye'de hem eski antik çağdan kalma hem Osmanlı Türk dönemi içinde çok sayıda tarihi yapı var. Örneğin Hasankeyf hem mimar hem de matematikçi biri tarafından yapılmış. Dicle'nin üzerinde 900 yıldır sağlam kalmış. Süleymaniye Selimiye mimarı özellikleri ve bileşkeleri ayrı bir olay. O listeye girebilmeliydi. Ben bu araştırmayı ciddiye almamak gerektiğini düşünüyorum. Eksik bir araştırma olduğunu düşünüyorum.

Dr. İsmail Karamut (İstanbul Arkeoloji Müzesi eski Müdürü)
Bizdeki müzeler ve ziyaret edilen yerler Avrupa ile kıyaslanınca çok çok ucuz. Aslında ziyaretçi sayısının daha fazla olması lazım. Ancak gelen ziyaretçiyi orda uzun süre tutmak, farklı zaman geçirebilmelerini sağlamak gerekir. Avrupa'da ziyaretçileri eğlendirecek, daha fazla zaman geçirmelerini sağlayacak düzenlemeler var. Örneğin Avrupa'daki müzelerde restourantlar var. Bu restaurantlarda yemek yemek bir prestijdir. Müzelerinizi ya da tarihi yapılarınızı iyi sergileyebilmelisiniz. Bunun yanında yapılan reklamla da çok ilgili. Son yıllarda Kültür Bakanlığı bu konuda atılım, yeni arayışlar içinde.

Yrd. Doç.Dr. Murat Yıldız (Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü Şehir Ve Bölge Planlama Bölüm Başkanı)
Bu tür tarihi özel yapıların ziyaretçisi, sadece o yapıyı görmek istemez, o tarihi yapının bulunduğu kentle bütünleşmek, bir yaşam deneyimine sahip olmak için program yapar, zaman ayırır. Çünkü günümüz dünyasında bir tarihi yapıyı ya da mekanı görmek isterseniz internetten fotoğraf ve videolarına ulaşabilirsiniz. Sadece o eseri görmek için hayatlarının bir dönemini ayırmayı tercih etmezler. O nedenle o kentteki alt ve üst yapılara ihtiyaç vardır. Kentsel dönüşümlerin sadece modern görüntülere odaklanmadan, geçmişten gelen kültürel zenginliklerle bağdaşan dokularla yapılması gerekiyor. Bu sadece ziyaretçiler için değil o kentlerde yaşayan insanlar içinde olmalıdır.

Doç.Dr. Necmi Karul (Arkeolog)
Birincisi araştırma eksikliği olabilir. Bu araştırmanın kapsamlı olup olmadığını bilemeyiz. Türkiye'yi hesaba katmamış olabilirler. Çünkü sadece Efes'i yılda 2 milyon turist geziyor. Diğer nedeni, ticari boyutu hesaplanabiliyorsa Türkiye'deki arkeolojik anıt ve yapılara gelen insan sayısı listeye girecek kadar değil demekki. İkincisi olduğunu varsayarsak daha fazla tanıtım yapmak, değerlerimizi paylaşmak bakımından üzerimize iş düşüyor demektir. Ayrıca dünya turizmi hiçbir şekilde tek bir yapıyı görmeye dönük değil. Daha gerçekçi gezi anlayışı hakim. Nitelikli seyahat anlayışı, bir yere tek bir yapı görmeye değil birçok şeyi birararda görmeye dayalı. İstanbul'un turizm boyutu daha fazla tanıtılırsa Ayasofya'ya daha çok ziyaretçi gelir. Ancak bu araştırma reklam da kokmuyor değil, biraz stateji de koktuğunu gözlemliyorum.

Habertürk, Haber: Hilal Öztürk, 26.08.2012

MUHAFAZAKAR KESİM SİNAN MİMARİSİNDEN VAZGEÇMİYOR

 

Mimar Sinan eseri Edirne Selimiye Camii (1568-1575), İstanbul’da, inşa edilen ve 2012 yılında açılışı yapılan Ataşehir Mimar Sinan Camii ile yeni bir kopyasına kavuştu.

 

Aslının kopyası görünüm olarak orijinalini andırsa da aralarındakikalite farkı su götürmez bir gerçek. 437 yıl evvel Sinan’ın elinde üç ana malzeme vardı: Taş, tuğla ve kireç. Bu malzemeler kullanılarak inşa edilen caminin statik dengesini ve mukavemetini sağlayan elemanlar, masif-yığma duvarlar, fil ayakları, kemerler, ana ve tali kubbeler ve ağırlık kuleleri idi. Bu elemanların kompozisyonu ile yapı strüktürü oluşuyor ve estetik görünüm sağlanıyordu. Günümüzde ise aslının aynı formu ve aynı estetik görünümü taklit etmek için betonarme malzeme kullanılıyor.

 


Bursa Ulu Camii

 

Büyük Çamlıca Tepesi zirvesinde inşası düşünülen yeni cami projesinin siparişi, evvela bir mimara verilmiş. Siparişi alan, Kahramanmaraş’ta ‘’Ulu Hakan Abdülhamid Han’’ adına yapılmış caminin mimarı. Mimar, gazetelere verdiği bir beyanatta, dünyanın en büyük kubbesini, en fazla sayıda ve en uzun minaresini Çamlıca Tepesinde yapacağını meydan okurcasına dile getirdi. Adam, belki de Guiness rekorlar kitabına geçmek istiyordu. Peki, nerede kaldı İslam’ın tevazuu? Mimar Sedefkar Mehmed Ağa eseri Sultanahmet Camii altı minarelidir. Camiyi yaptıran Sultan III. Ahmed’e, minarelerin Harem-i Şerifin altı minaresi ile yarıştığı dile getirilince Sultan, Mekke’ye hemen yedinci bir minare daha ekletmiş ve Harem-i Şerifin üstünlüğünü korumuştu.

 


Ayasofya

 

Mimarın bu konuşmaları her halde muhafazakar kesimi de rahatsız etmiş olmalı ki cami projesi yarışmaya çıkarıldı. Ama hazırlanacak projelere normal hazırlanma süresinin çok çok altında süre verilmesi yine bir takım şüphelere neden oldu. Yoksa ellerinde hazır bir proje mi vardı. Yarışma şartnamesinde görülen diğer ilginç nokta ise teklif edilecek projelerin Osmanlı mimari üslubunu içermesi şartı. Sonuç ak mı kara mı bekleyip göreceğiz.

 


Edirne Selimiye Camii ve Sinan heykeli

 

Günümüz muhafazakar kesimi, cami mimarimizi niçin Osmanlı üslubu ve özellikle de Sinan ekolü ile dondurmak istiyor acaba?

 

Kimse düşünmüyor ki Osmanlı, mimarlık sanatını belirli bir dönemin üslubu ile dondursa ve yeni yapılarında eski üslubu devam ettirseydi, şaheserler ortaya çıkabilir miydi? Tabii ki çıkmazdı. Osmanlı İmparatorluğu, yaşamının her bir eriminde çağının gereklerine uyabildiği oranda yükselmiş, mimarlıkta ileri adımlar atabilmiştir. Şimdi Osmanlı mimarlığının, yaşadığı her çağın gereklerine uyarak nasıl geliştiğine bir göz atalım.

 


Sinan ekolünün son şaheseri Sultanahmed Camii

 

Horasan’dan Anadolu’ya intikal eden Selçuklular, doğal olarak İran sanatı etkisinde eserler inşa etmişti. Osmanlı bu yolda devam etmedi. Bizans etkili yeni bir Osmanlı mimarisini yarattı. Selçuklu’nun konik ve piramidal kubbelerini hiç kullanmadı; Bizans’ın küresel kubbelerini benimsedi. Ama dinamizmini hiç terk etmedi. Her dönemde çağdaş olabildi ve çağının yorumu ile özgün mimarisini elde edebildi.

 

Şimdi, Osmanlı’nın gelişim gösteren mimarlık evrelerine bir göz gezdirelim:

 

Birinci evre, Erken Osmanlı Mimarlığı dönemidir. Bu dönem 1300 yılından başlar, 1453 yılına, İstanbul’un fethine kadar, 150 yıl devam eder. Bizans-Osmanlı sentezinin olgunlaşma dönemidir. Bu dönemde yapılan camiler, İslam’ın sınıf farkı gözetmeksizin yan yana ve saf halinde namaz kılmasına imkan veren, uzun kenarı Kıbleye yönelik yatık dikdörtgen planlı ulu cami tipidir. Bu tip camilerin plan şeması Selçuk, kubbe örtüsü ise Bizans etkisindedir. İznik Özbek Han Camii (1333), Bursa Ulu Cami (1334), Gelibolu Büyük Cami (1385), Filibe (Plovdiv) Cuma Camii (1389), Edirne Eski Cami (1414), Edirne Üç Şerefeli Cami (1437-47), bu tip camilere örnektir.

 


Dolmabahçe Camii

 

İkinci Evre, 1453 yılı, İstanbul’un fethinden sonra başlar. İmparatorluğun kudreti yanında kültür ve sanatınında doruğa ulaştığı dönemdir ki bu evre 1700 yılına kadar, 250 yıl süren Klasik Osmanlı Mimarlığı dönemidir. İstanbul’un fethi ile Osmanlı mimarlığı, Ayasofya’yı örnek almış, yatık dikdörtgen plan şemalı cami formunu terk ederek küresel ana kubbe altında çember tamburlu, pandantifler ve ağırlık kuleleri ile kare forma dönüşen merkezi plan sistemine geçmiştir.

Şimdi merkezi plan sistemi üzerinde biraz duralım. Kare ve dairede kutsallığı aramak Antik Yunan’a kadar gider. (Vitrivius’un Mimarlık Bilgisi). Rönesans’ta Leonardo da Vinci’nin insan vücudu oranlarının geometrik ifadesi ile tescillenir. Kutsal kare ve kutsal daire geometrisi ile Tanrının anımsanması, gerek Katolik, gerekse Ortodoks kiliselerinde ifade edilmiştir. (Bu konular iki cümleye sığacak kadar basit değildir). Geçelim.

 


Yıktırılan Karaköy Camii

 

Ortodoks Ayasofya’da da ana kubbeli, tek mekan ve merkezi plan anlayışı geçerlidir. Osmanlı, bu evredebelki de işin felsefesini bilmeden kutsal kare ve kutsal daire şemalı merkezi plan şemasını ve kitle formunu benimsemiş ve camilerinde uygulamıştır. Ne var ki Osmanlı mimarlığı, Ayasofya örneğindeki Hıristiyan anlayışlı sanatı, İslam anlayışlı sanata adapte etmekte büyük başarı göstermiştir. 1453 sonrasının Eski Fatih Camii, Mahmut Paşa Camii (1465), Bayezid Camii (1505), Şehzade Mehmed Camii (1548), Süleymaniye Camii (1557), Edirne Selimiye Camii (1575, Azapkapı Camii (1577), Tophane Kılıç Ali Paşa Camii (1580), Sultanahmed Camii (1616), Yeni Cami (1663), … klasik dönem ürünü önemli camilerdendir.

 


Adana Sabancı Camii (Kopya ve orantısız uzun minareler)

 

Üçüncü Evre, 1700’lerden, Lale Devrinden başlayıp 1900’ün ilk yıllarına kadar geçen 200 yıl zarfındaki sanat akımlarına uyum sağlandığı dönemdir. Bu evrede Osmanlı, mimariyi klasik dönemin çizgileri ile dondurmamış, aksine Batı etkili sanat akımlarının cami yapılarında uygulanmasında hiçbir beis görmemiştir. Bu dönemde de klasik dönemde olduğu gibi Batı’nın mimarlık akımları İslam anlayışına mükemmel surette adapte edilebilmiştir. Bu dönemde yapılan camilerdeki barok, rokoko, ampir,ar-nuvo (art nouveau) stillerini ancak mimarlar ve diğer ilgili sanatçılar fark edebilmekte, halk bu tip cami üsluplarının farkına varmadığı gibi, bu tip camileri yadırgamadan veen azından Süleymaniye kadar beğenmekte ve hoşlanmaktadır. Görülüyor ki Osmanlı mimarisi, klasiği buldum diye yerinde saymamış, amiyane deyimle konduğu yerde otlamamış, daima yeni arayışlar içine girebilmiştir. Bu evrede inşa edilen Cağaloğlu Nur-ı Osmaniye Camii (1756), Laleli Camii (1763), Beylerbeyi Camii (1778), Eyüp Sultan Camii (1800), Tophane Nusretiye Camii (1826), Dolmabahçe Camii (1852), Ortaköy Camii (1854), Aksaray Pertevniyal Valide Sultan Camii (1867), Karaköy Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Vakfı Camii (1901, 1958’de Adnan Menderes yıktırdı), … çağına uyarlı üslupları içeren önemli camilerdir.

 


Kınalıada Camii (İlk modern cami, mimar Turhan Uyaroğlu)

 

Bu evrelerden sonra bir evre daha var: Dördüncü Evre, geriye, ‘’Klasik Osmanlı Mimarlığı’’na dönüş evresidir. 1900’ün ilk yıllarından başlar, 1930’un ilk yıllarına kadar devam eder, 1960’lardan sonra tekrar hortlar ve günümüze kadar gelir. İlk geriye dönüş, 1908 Meşrutiyeti ve özellikle İttihat ve Terakki’nin söz sahibi olduğu dönemde başlamıştır. Milliyetçilik akımları sonucu, Avrupa etkili mimarlık üslupları ‘’tu kaka’’ edilmiş ve bir Mimar Sinan fenomeni başlatılmıştır. Bu dönem, Türk mimarlık tarihinde Birinci Ulusal Mimarlık Dönemi olarak anılmaktadır. Eskiyi canlandırma işleminin önemli temsilcisi Mimar Kemaleddin Bey olmuştur. Bebek Camii (1913), Bostancı Kuloğlu Camii (1913), Bakırköy Kartaltepe Amine Hatun Camii (1924), nispeten küçük camiler olmasına karşın günümüz taklit camilerine taş çıkartacak olgunlukta ve özgün camilerdir. Kemaleddin Bey, klasik dönem Osmanlı üslubunu sadece camilerde değil, sivil mimari yapılarında da uygulayan bir mimardır. Bu gün de sorumlu yöneticilerimiz, aynı anlayış içinde Selçuklu ve Osmanlı’nın klasik dönem üsluplarını sade camilerde değil, hükümet konağı, adalet sarayı ve okul gibi yapılarda da uygulattırma çabası içindedirler.

 


İslamabad Camii (Mimar Vedat Dalokay)

 

1930-1960 dönemi, Türk mimarlığında ‘’kübist’’, ‘’neo-klasik’’, ‘’İkinci Ulusal Mimarlık’’, ‘’modern’’ gibi akımlara sahne olmuştur. Kayda değer cami yapılarına rastlanmayan bu dönem, konumuz dışında kaldığından ayrıntıya girmeyeceğim. Sadece köy, kasaba ve Anadolu kentlerinde yapılan, ekseri mimarsız cami ve minarelerde Osmanlı özentisi görülür. Bu gibi kötü örnekler, yüzlerce, belki de sayısız camide uygulama alanı bulmuştur.

 


TBMM Camii (Mimar Behruz Çinici)

 

1950’li yıllarda modern Ankara’nın başat bir tepesi olan Kocatepe’de bir cami inşası gündeme geldi. Yarışmayı modern çizgiler içeren Vedat Dalokay’ın projesi kazandı. Caminin temelleri atılmıştı ki, cami yaptırma derneği muhafazakar yöneticilerin eline geçti. Her halde iktidardaki Demokrat Parti hükümeti de yeşil ışık yalmış olmalı ki modern caminin temelleri dinamitlendi. Yerine Mimar Sinan ekolünde bir cami inşa edildi. Cami hiç olmazsa kopya değildi; Sinan ekolünü bilen iki mimarın yorumunu içeren bir eserdi. Ne var ki Mimar Dalokay, benzer modern projeyi Pakistan’da, İslamabad’da uyguladı. Cami, dünyanın takdirini kazanan bir eser oldu. Ankara çağdaş bir eser kazanmaktan mahrum kaldı.

 


Modern iddiasında şekilci bir proje

 

Son yıllarda ‘’modern’’ adı altında epeyce cami proje ve yapılarına rastlayabiliyoruz. Ne var ki çağdaş veya modern kisvesi altında yapılmış bu gibi cami projeleri, çizim olarak şekilcilikten ileriye gidemiyor. Çağdaş sanat kültürümüz az gelişmişlik çizgisinden kurtulamıyor. Özetle henüz İslam kültürünü çağdaş sanatla bağdaştıramıyoruz.

 


Malatya Mehmet Kavuk Camii (Proje, mimar Nevzat Sayın)

 

Bu güne kadar çağdaş cami yorumunu başarabilmiş projelere Vedat Dalokay, Behruz Çinici, Nevzat Sayın gibi birkaç mimarın eserlerinde rastlayabiliyoruz. Örneğin, Behruz Çinici’nin TBMM Camii projesinde müminin namazını olabildiğince saf halinde kılabilmesine olanak veren yatık dikdörtgen plana dönüş vardır. İkincisi mihrap yoktur; Kıble yönünde yeşile bakan bir cam duvar vardır. Bilir misiniz ki mihrap bir nevi puttur. Mihrap, kiliselerde ayinin yönetildiği, Hz. İsa tasvirlerini içeren bir mekandır. İlk camilerde mihrap yoktu. İlk mihrap Şam’daki kiliseden bozma, T planlı Ümeyye Camiinde ortaya çıkmıştır.

 


Kıbleye değil, puta (mihraba) yönelik namaz kılan Müslümanlar

 

Son yıllarda ‘’modern’’ veya ‘’çağdaş’’ adı altında epey cami proje ve inşaatı yapıldı. Ne var ki izlediğim proje çizimlerinde yukarda saydığım mimarları aşan bir çalışmaya rastlamadım. (Belki de ben göremedim). Gördüğüm bazı projelerde genellikle modern ve çağdaş mimari şekilcilik olarak yorumlanıyor. Peki, niçin çağdaş sanat kültürümüz az gelişmişlik çizgisini aşamıyor? Niçin eskinin taklidi cami projeleri yerine, İslam kültürünü çağdaş mimari ile bağdaştırabilen projeler üretilemiyor?

Kent Haber: Yazı: Yılmaz Ergüvenç, 26.08.2012

1700 YILLIK 2 MASKE BULUNDU

 

 

Mardin’in Dargeçit İlçesi yakınlarında inşaatı süren Ilısu Barajı havzasında Mardin Müze Müdürlüğü tarafından yapılan kazı çalışmalarında, MS 3’üncü yüzyılda Roma İmparatorluğu dönemine ait olduğu belirlenen iki adet demir ve bronz maske bulundu. Döneminde Mardin’e gelen tiyatro grubu tarafından oyunlarda kullanıldığı belirtilen maskelerin koruma altına alınarak, müzede sergileneceği bildirildi.

Batman’ın antik kenti Hasankeyf’i sular altında bırakacak olan Mardin’in Dargeçit İlçesi yakınlarında inşaatı süren Ilısu Barajı havzasında Mardin Müze Müdürlüğü ekipleri tarafından yapılan arkeolojik kazılarda, MS 3’üncü yüzyıldan kalma Roma imparatorluğu dönemine ait demir ve bronz maske ortaya çıkarıldı. Toprak altından çıkarılan maskeler, Mardin müzesi Restorasyon ve Konservasyon Laboratuvar’ında restore edilerek, koruma altına alındı.

Mardin Müze Müdürü Nihat Erdoğan ile birlikte ortaya çıkan maskeleri basına tanıtan Kültür ve Turizm Müdürü Davut Beliktay, Ilısu Barajı havzasında Mardin Müzesi ekipleri tarafında yapılan kazılarda toprağın altından ortaya çıkarılan maskelerin yapılan laboratuar analizleriyle maskelerin 3’üncü yüzyılda Roma İmparatorluğu dönemine ait olduğunun tespit edildiğini söyledi.

Nusaybin İlçesi Gırnavaz Köyü'nde yapılan kazılarda daha önce ilk tapu senedi olan bir tablet ve ardından ilk oyuncak araba çıktığını hatırlatan Kültür ve Turizm Müdürü Davut Beliktay, Mardin’in her yerinin tarihle dolu olduğunu, bunun da bölgedeki değerleri bilme, görme ve tanıma açısından çok önemli olduğunu ifade etti. Beliktay, "Şimdi de Ilısu Barajı'nda yapılan kazı çalışmalarında bin 700 yıllık maskeler çıktı. Maskeler restorasyonu bittikten sonra Mardin Müzesi’nde sergilenecek. Roma dönemindeki bu eser, o dönemde bu bölgede tiyatro olmadığı için gezici tiyatrolar buraya geliyordu. Bu maskelerin o döneme ait olduğu tahmin ediliyor. Bu da 3’üncü yüzyılda olan bir çalışma" dedi.

Bulunan maskelerin birinin bronz, diğerinin ise demirden yapıldığı Türkiye’de çok nadir bulunduğu belirtildi.

Vatan, Haber: Nezir Güneş, 25.08.2012

HADRİANAUPOLİS ANTİK KENTİNDEKİ KAZI ÇALIŞMALARI

 

Atatürk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Vedat Keleş, Karabük’ün Eskipazar İlçesi'nde Batı Karadeniz’in “Zeugma”sı olarak adlandırılan Hadrianaupolis antik kentinde daha önce ortaya çıkarılan eserlerin çalışma yapılmadığı dönemlerde kaçak kazılar sonucu tahrip olduğunu söyledi.

 

Atatürk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Vedat Keleş öncülüğünde restorasyon ve konservasyonu yapılan Hadrianaupolis antik kentinde daha önce gün yüzüne çıkarılan eserlerin kazı çalışması yapılmadığı define avcılığı yapan kişilerce tahrip edildiğini ortaya çıktı. Keleş, antik kentin en büyük sorunlarından bir tanesinin güvenlik olduğunu söyleyerek, “Daha önce burada iki tane bekçi vardı. Şimdi ise sadece sabahtan akşama kadar bekçi var ve bu yeterli değil. Tahrip edilmiş yerlerde benim öğrencilerim gece gündüz nöbet tutuyor. Kaçak kazıları önlemiyoruz. Bu sadece buranın gerçeği değil Anadolu’nun birçok antik kentinde kaçak kazılar yapılıyor. Bizim en azında bu ortaya çıkan eserleri korumamız lazım ve bunun için güvenlik sisteminin acilen bir devreye alınması lazım” dedi.

 

Ülkenin değişik Üniversitelerinden gelen arkeolojik bölümü öğrencilerinden oluşan 40 kişilik ekiple Bayram sonrası çalışmalara başladıklarını da anlatan Vedat Keleş antik kentin Roma İmparatoru Hadrian tarafından kurulmuş bir kent olduğunu ve 8-9 kilometrelik bir alanı kaplayan Karadeniz’in önemli kentlerinden bir tanesi olduğunu da ifade ederek, “Biz 2010 yılında buraya geldiğimiz zaman 3 sezon kazı yapılmış. Yaklaşık 6 tane yapı ortaya çıkarılmış. Ancak bizim olaya bakış açımız şudur, yapılanmanın sadece ortaya çıkarılması çok basittir. Bunun daha da önemlisi gelecek kuşaklara aktarılmasıdır. Bizim bilim adamı olarak önceliğimiz bunu ortaya çıkarmak ve gelecek kuşaklara aktarmaktır. Bu da neyle olacak, korumayla. Burasının en büyük sorunlarından bir tanesi güvenlik. Daha önce burada iki tane bekçi vardır. Şimdi ise sadece sabahtan akşama kadar bekçi var ve bu yeterli değil. Örneğin iki kilometre ötede Kilise A bölgesinin mozaiklerini ortaya çıkardık ve benim öğrencilerim orada nöbet tutuyor. Biz burada şuan kazı yapamıyoruz, sadece ortaya çıkarılmış yapıların restorasyonu ve konservasyonu ile ilgili çalışma yapıyoruz. Buradaki eserlerin korunması ve turizme açılması için bir yapının üzeri örtülmesi ciddi bir yatırım gerektiriyor. Bir yapının maliyeti çok ciddi projeler hazırlanırsa 300 ile 350 bin lira arasını buluyor. Ancak yaptığımız araştırma ile bizim yapacağımız daha fonksiyonel ve basit ama koruma işlemini de gören anlayışla 54 ila 56 bin liraya kapatacağız. Yani bir yapıya harcayacağımız ciddi harcama ile biz 5-6 yapının üzerini korumaya almış olacağız. İnşallah bunu başarmaya çalışacağız” dedi.

 

Ortaya çıkarılan yapıların turizme açılması için çatılarının yapılması gerektiğini ve Bakanlığın gönderdiği ödeneklerle bunları yapmanın mümkün olmadığını da dile getiren Keleş, “Yerel yönetimlerden daha fazla destek almamız lazım. Özel İdare bunu biran önce yapmalı. Çünkü Hadrianaupolis antik çağda bir Hac merkezi. Antik çağ insanın bile Hac vazifesini yerine getirdiği yerlerden bir tanesi Hadrianaupolis’tir. Buranın Hac merkezi olduğu iyi lanse edilirse Katolik dünyası buraya akın edebilir. Burası ulaşım anlamında sıkıntısı olmayan bir yer. Hadrianaupolis’in konumu ve çevresinde barındırdığı yapılar ile Bizans tarihinde çok önemli olan Slios Alpios isimli keşifin doğum yerinin de Hadrianaupolis olması buranın Hac merkezi olacağını gösteriyor. Bunu eğer ispatlayabilirsek ve bunu başaracağımıza inanıyorum. Ondan sonra burası çok önemli bir turizm alanı olur. İnsanlara da bunu iyi tanıtmak lazım. Benim 2 öğrencim İtalya’da bir sempozyumda burayı tanıtacaklar. Bizde buranın üstünü kapatıp yürüyüş alanları oluştursak ciddi bir turist akımı olacak demek. Ama bunun en önemli ayağı ise buranın acil bir şekilde güvenlik önlemi alınması lazım. Klise A yapısının üzerinin tamamını kaldırdık ve kuzey kısmında kaçak kazı nedeniyle tahrip edilmiş. Bizim elimizdeki fotoğraflarda bu yapının ortaya çıkarıldıktan sonra çekilen fotoğrafları ile şu anki fotoğrafları arasında ortaya çıkıyor. Burada çalışma yapılmadığı dönemde bu kaçak kazıklar yapıldığı belli. Bütün bunların minimize yapılıp bu tarihsel zenginliğini insanlara aktarmak için sadece bizim çalışmalarımız yeterli değil ciddi anlamda güvenlik önlemi alınması lazım. Kaçak kazıları önleyemiyoruz. Bu sadece buranın gerçeği değil Anadolu’nun birçok antik kentinde kaçak kazılar yapılıyor. Bizim en azında bu ortaya çıkan eserleri korumamız lazım ve bunun için güvenlik sisteminin acilen bir devreye alınması lazım” açıklamasında bulundu.

haberler.com, 25.08.2012

MACHU PICHU'YA 460 MİLYON $'LIK HAVAALANI

 

 

Para kültürü yendi... Peru, turizm gelirlerini artırmak için Machu Picchu'nun yakınındaki Cusco'ya havaalanı yapmak için kolları sıvadı. Maliyet dudak uçuklatıyor: 460 milyon $.

 

Dünyanın en önemli turistik bölgelerinin başında gelen Machu Picchu, 460 milyon dolarlık bir havaalanına kavuşuyor. Peru Devlet Başkanı Ollanta Humala tarafından açıklanan plan uyarınca, yeni havalaanı İnka medeniyetinin eski başkenti olan Cusco'nun hemen dışına inşa edilecek.

Bugün Machu Picchu'ya gitmek isteyen turistler önce Lima'ya uçtuktan sonra buradan önce Cusco sonra da Machu Picchu'ya geliyor. Mevcut durumda Cusco'da bir havaalanı bulunsa da bu sadece küçük uçaklara hizmet verebiliyor. Aynı zamanda bölgenin uçuş için oldukça tehlikeli olması ve bölgede çok fazla ışık bulunmaması nedeniyle gece uçuşu da yapılamıyor. Havaalanının yapılması için geçtiğimiz gün bir yasa çıkaran Başkan Humala, 'Yeni havaalanı sadece turistleri çekmekle kalmayacak aynı zamanda birçok kişiye de yenifırsatı doğuracak' dedi.

 

UNESCO'nun Dünya Mirası listesinde bulunan Machu Picchu 15'inci yüzyılda İnkalar tarafından inşa edilmiş. Yerli halka tarafından bilinse de bölgenin dünyaya açılması 20'inci yüzyılın başında gerçekleşmiş. Bölgedeki duvarların hassas olması nedeniyle, Machu Picchu'yu günde sadece 3 bin kişi ziyaret edebiliyor. Bölgenin denizden yüksekliği de 2.500 metre...

Akşam, 25.08.2012

HER AN İÇİN HAVAYA UÇABİLİR

 

 

Atatürk’ün ömrünün son demlerini geçirdiği Dolmabahçe Sarayı’nın yıkılma tehlikesi altında olduğu ortaya çıktı. Dr. Kubilay Kaptan, “Dolmabahçe’nin havalandırma boşlukları doldurulunca metan gazı sızmaları başladı. Binlerce ton lağımdan çıkan metan gazı Dolmahçe’nin altında duran bir saatli bomba” dedi.

İstanbul Aydın Üniversitesi Afet Eğitim, Uygulama ve Araştırma Merkezi Başkanı Yrd.Doç.Dr. Kubilay Kaptan, Dolmabahçe Sarayı’nın yapısal güvenliği ile ilgili rapor hazırladı. Hazırlanan rapor Atatürk’ün ömrünün son yıllarını geçirdiği sarayın büyük bir tehdit altında olduğunu ortaya koydu. Raporda, Dolmabahçe’yi yıkımın eşiğine getiren 5 büyük tehdit tespit edildi. İşte o tehditler ve rapordan çarpıcı tespitler:

- OTEL İNŞAATI RİSKE SOKTU: Dolmabahçe Sarayı ile Deniz Müzesi arasında kalan tarihi tütün deposundan geriye tek bir taş bile kalmadı. Oysa bina, 3 No’lu Koruma Kurulu’nca 2005 yılında ‘kültür varlığı’ olarak tescil edilmişti. Tarihi yapı, aynı kurulun 14 farklı kararı ile yok edildi. Yerine 14 katlı otel inşa edildi. En yakınındaki tarihi binanın boyu 18 metre iken yeni inşaatın boyu 24 metreyi geçti. Yerin 7 kat altına inen inşaat 14 kat olacak şekilde tasarlandı.

- ZEMİNDE ÇATLAKLAR OLUŞTU: Yeraltındaki çalışmalar saray koleksiyonları müzesi ve sanat galerisi olarak kullanılan Matbah-ı Amire binalarında çatlaklara neden oldu. Milli Saraylar Daire Başkanlığı, 150 yıldan bu yana hizmet veren binada çeşitli zamanlarda depremler geçirmesine rağmen bugüne kadar herhangi bir çatlak ve olumsuzluk meydana gelmediğini vurgulayarak, ‘binada bir süredir kılcal çatlaklar oluştuğu, yığma duvar ve beton döşemelerde oluşan çatlakların tamirattan sonra da devam ettiği, komşu parselde yapılan inşaat ça-lışmaları nedeniyle önlenemeyecek riskler yaşandığı, meydana gelebilecek bir çökmenin can kaybı ve müze koleksiyonu objelerinin yok olmasına sebep olacağını’ kurula ve ilgili belediyeye bildirdi. Ama bu itirazlara rağmen inşaat yerin 7 kat altına indirildi.

- METAN GAZI BİRİKTİ: Dolmabahçe Sarayı’nın tarihi havalandırma boşlukları 2 yıl önce yapılan kanalizasyon hatası nedeni ile tamamen doldu ve metan gazı sızmaları başladı. Bölgeden yayılan pis kokuların nedeni araştırılırken, Türkiye’nin önemli kültürel miraslarından olan Dolmabahçe Sarayı`nın metan gazı patlaması ile karşı karşıya olduğu ortaya çıktı. Tarihi binanın havalandırma tünelleri Haliç kolektörlerinin iki yıl önce arıza yapması ile lağım ile dolmaya başlamış ve gelinen noktada bu tüneller tamamen tıkanmıştır. Yerin altında sıkışan binlerce ton lağımdan çıkan metan gazı ise adeta Dolmahçe’nin altında saatli bir bomba niteliği taşımaktadır.

- DEV TANKERLER TİTRETTİ: Dev tanker geçişleri, özellikle Dolmabahçe Sarayı üzerinde ‘deprem’ etkisi yapabilir ve Boğaz’a hakim rüzgarların etkisiyle herhangi bir petrol yangınında kıyıdaki tarihi eserlerin kurtarılmasi imkansız hale gelebilir.

- YENİ İNÖNÜ BASKI YAPAR: İnönü Stadyumu’nun genişletilmesi, taban kotunun düşürülmesi veya yükseltilmesi sadece stadın kendisini değil, Dolmabahçe Sarayı’nın deniz tarafından görünüşünü de olumsuz etkileyebilir.

Vatan, Haber: Öznur Karslı, 25.08.2012

 

 

 

OTELLER DOLMABAHÇE'YE BASKI YAPIYOR

 

Dolmabahçe Sarayı’nın yıkılma tehlikesi yaşadığını ortaya çıkaran VATAN’ın haberi ses getirdi. TBMM Başkanı Çiçek, Milli Saraylar’dan Dolmabahçe’nin son durumuyla ilgili bir rapor istedi. Dolmabahçe’nin yapısal güvenlik raporunu hazırlayan Dr. Kubilay Kaptan ise, “Sarayın arka tarafına bırakın bina yapmayı, bir çivi bile çakılmaması lazım” dedi.

Dolmabahçe Sarayı’yla ilgili hazırladığı raporda sarayın yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu dile getiren İstanbul Aydın Üniversitesi Afet, Eğitim, Uygulama ve Araştırma Merkezi Başkanı Yrd. Doç.Dr. Kubilay Kaptan, Dolmabahçe Sarayı’nı kurtaracak reçeteyi VATAN’a şöyle anlattı.

‘Dolmabahçe’de bakım boya ve badanadan ibaret’
“Bu kadar geçmişi olan bina nem ve korozyon yüzünden kendi kendine yıpranır. Dolmabahçe’de bakım denen şey, genelde sadece boya ve badanadan ibarettir. Yapısal sisteme ve sistemi taşıyan yığma taşa bakım yapılmıyor. Swissotel, Ritz-Carlton Oteli ve İnönü Stadı’nın yükü Dolmabahçe’nin üstünde ve aşağı doğru basınç yapıyor. Bu baskı yüzünden duvarlarda açılmalar oluştu.”

‘Sarayın arka tarafına çivi bile çakılmamalı’
“Dolmabahçe’yi kurtarmak için sarayın arka tarafına bırakın yeni bina yapmayı, çivi bile çakılamaz artık. Dolmabahçe haddini doldurdu. İlave yük vermek, binanın gitmesine neden olur. Allah korusun, bir deprem olursa bina çok ağır hasar görür. Binayı zamana ve depreme karşı korumak için yapıda makyaj değil, ciddi güçlendirme yapmak lazım. Binayı taşıyan kaburgayı güçlendirip, genişletmek gerekiyor. Bunları yaparken taşıyıcı sistemde açılmış olan duvarlar ve korozyona uğramış yerleri kapatılmalı.”

‘Kaymayı önlemek için zemine kazık çakılmalı’
“Zeminin bir yıl gözlenmesi lazım. Dolmabahçe’nin aşağıya kayması ve çatlakların büyümesi devam ediyorsa zeminde iyileştirme yapmak gerekiyor. Zeminin önüne kazık çakılabilir. Zemini sudan korumak için ‘palplanş’ yapılabilir. Ya kazık çakarak ya da palplanş yaparak zeminin daha ileri kaymasını önlemek lazım. Ayrıca İnönü Stadı’nda yapılacak yenileme sırasında genişletme, taban kotunun düşürülmesi veya yükseltilmesi çok dikkatli yapılmalı. Dolmabahçe’nin bodrum katlarında koku geldiği için metan gazı çıkışı gözlemleniyor. Metan gazı çıkışının binanın taşıyıcı sistemine bir zararı yok. Metan gazı çıkışı ciddi olarak takip edilmeli. Bu takipte metan gazı birikmesinin artıp artmadığı izlenmeli. Eğer artış varsa çıkışı sağlayan kuyularda bir iyileştirme yapılmalı.”

TBMM Başkanı Cemil Çiçek rapor istedi
Dolmabahçe Sarayı ile ilgili hazırlanan bu rapor, sarayın bağlı olduğu TBMM Başkanı Cemil Çiçek’i de harekete geçirdi. Meclis Başkanı Cemil Çiçek, Milli Saraylar Daire Başkanlığı’ndan Dolmabahçe Sarayı’nın son durumuyla ilgili ayrıntılı bir rapor istedi. Milli Saraylar Daire Başkanlığı Bilim Kurulu’nun hazırlayacağı rapor bu hafta içinde tamamlanarak Çiçek’e sunulacak.

Vatan, Haber İlker Akgüngör, 26.08.2012

 

******


MECLİS'TEN DOLMABAHÇE SARAYI AÇIKLAMASI

 

TBMM Genel Sekreterliği, Dolmabahçe Sarayı’nın altındaki tünellerin lağımla dolduğu ve metan gazı biriktiği iddiasının tamamen gerçek dışı olduğunu bildirdi.

 

Bir gazetede yayımlanan “Dolmabahçe Her An Havaya Uçabilir” ve “Oteller Dolmabahçe’ye Baskı Yapıyor” başlıklı haberlerle ilgili TBMM Genel Sekreterliği’nden yazılı açıklama yapıldı.

 

Kamuoyunu yanılgıya düşürecek yanlış bilgilendirmelerin önüne geçmek amacıyla açıklamanın yapıldığı ifade edilerek, Dolmabahçe Sarayı ve eklentilerinde Yrd. Doç. Kaptan ve Aydın Üniversitesi tarafından herhangi bir bilimsel araştırma, çalışma ve ölçüm yapılmadığı belirtildi.

 

Açıklamada, şunlar kaydedildi:

“Öncelikle haberde yer alan ve ‘Dolmabahçe Sarayı’nın altındaki tünellerin lağımla dolduğu ve metan gazı biriktiği iddiası’ tamamen gerçek dışıdır. Dolmabahçe Sarayı’nın altından herhangi bir atık su kanalı geçmediği gibi, Dolmabahçe Sarayı havalandırma kanallarına herhangi bir lağım tesisatı bağlanması da mümkün değildir. Dolmabahçe Sarayı’nın bodrumlarının havalandırması ise Dolmabahçe Sarayı bahçesinde yer alan havalandırma menfezleri ve fanlardan sağlanmaktadır. Bu nedenle Dolmabahçe Sarayı’nın altında metan gazı sıkışması olduğu iddiası gerçekdışıdır.

 

Dolmabahçe Sarayı civarında bulunan atık su ve lağım taşıyan kanallar ise Dolmabahçe Sarayı kampüsünün dışında yer almaktadır. Bu kanalların bir tanesi İnönü Stadyumu’nun altından geçerek Dolmabahçe Sarayı ile Bezm-i Alem Camisi arasında yer alan meydanın altında, diğeri ise Beşiktaş Akaretler Meydanı’nın altında yer almaktadır. Dolmabahçe Sarayı dışında yer alan ve Beşiktaş bölgesinin önemli atık su kanalları olan bu kanalların bakım ve denetimi İSKİ tarafından düzenli olarak yapılmaktadır.”

 

“Çatlak iddiaları mesnetten yoksun”

Açıklamada, Dolmabahçe Sarayı’nda, civardaki otellerden kaynaklanan çatlaklar olduğu iddiasının da tamamen mesnetten yoksun olduğu belirtilerek, “Buna karşın, Beşiktaş’taki tütün deposunun alanında 2010 yılında başlayan otel inşaatının temel kazıları esnasında, Dolmabahçe Sarayı dışında ve Başbakanlık Çalışma Ofisi’nin hemen yanında yer alan Matbah-ı Amire binasında kısmi çatlaklar oluştuğu tespit edilmiştir. Bu çatlaklar nedeniyle, ilgili kurum ve kuruluşlar nezdine gerekli girişimlerde bulunulmuş, aynı zamanda çatlaklarla ilgili gerekli müdahaleler yapılmış ve önlemler alınmıştır” ifadelerine yer verildi.

 

Daha önce de bazı medya kuruluşlarında buna benzer iddiaların haber olarak yer aldığının hatırlatıldığı açıklamada, “Aynı haberlerin aradan geçen zamanın ardından, herhangi bir inceleme dahi yapılmadan ‘Dolmabahçe Sarayı her an havaya uçabilir’ gibi kamuoyunda sansasyon oluşturmaya yönelik başlıklarla sunulması oldukça manidardır” denildi.

 

Söz konusu haberlerle ilgili TBMM Genel Sekreterliği Milli Saraylar tarafından bu açıklama dışında herhangi bir açıklama yapılmadığı da vurgulanarak, şu ifadelere yer verildi:

“Bu nedenle ilgili haberlerde, konuya ilişkin Milli Saraylar yetkililerine atfedilen ifadeler gerçek dışıdır. Kamuoyunda bu kadar öneme sahip bir konuda, kitle iletişim araçları aracılığıyla yapılan yayınlarda ve görüşlerde ciddiyet ve hassasiyet taşınması gerektiği muhakkaktır. Kamuoyunu yanıltmaya ve endişeye sevk etmeye yönelik bu haberle ilgili tüm yasal haklarımız mahfuzdur”

Turizm Habercisi, 27.08.2012

REMBRANDT'IN ESERİ KAYBOLDU

 

 

Dünyaca ünlü Hollandalı ressam Rembrandt Van Rijn'in tablosu kayboldu.

 

BBC'nin haberine göre, Norveç'in başkenti Oslo'nun güneyindeki Sarpsborg kentine bağlı Greaker'deki Soli Brug Sanat Galerisi'nin müdürü Ole Derje, yaklaşık 50 bin Norveç kronu (15 bin 400 TL) değerindeki gravürün İngiliz bir satıcıdan alındığını ve posta yoluyla galeriye gönderilmesi esnasında ortadan kaybolduğunu belirtti.

Derje, bu tür gönderilerde "yüksek sigorta maliyeti" sebebiyle standart posta hizmetini kullanmayı tercih ettiklerini söyledi.

Norveç Posta Hizmetleri sözcüsü ise, olaydan duyduğu üzüntüyü dile getirerek, galeri müdürüne böyle değerli ve geri dönüşü mümkün olmayan gönderilerde standart posta hizmetinin kullanılmaması ve sigorta yapılması tavsiyesinde bulunduklarını söyledi.

Rembrandt'ın 1658 yılında yaptığı tahmin edilen gravürde, ünlü Flemenk yazı ustası Lieven Willemsz Van Coppenol resmediliyor.

Habertürk, 25.08.2012

GÖKÇEBEL'DE TARİHİ TAŞ TEMELLERDE KAZI ALANI TEMİZLİĞİ BAŞLATILDI

 







 

Karadeniz Ereğli müzesi başkanlığı Gökçebey'de 2009 yılı Temmuz ayında Filyos ırmağı içinde ortaya çıkan taş temellerinin kazı alanı'nın temizliğini başlattı. Kazı alanı temizlendikten sonra taş temellerde kurtarma kazısı çalışmaları başlayacak çalışmalara Filyos kazı ekibi bilimsel danışmanlık verecek.

Tefen67, 25.08.2012

YOROS KALESİ'NDEN ÜÇÜNCÜ YIL HEDİYELERİ

 

 

Yoros Kalesi’nin 2012 kazı çalışması sona ererken elde edilen buluntular, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu ve İstanbul İl Kültür ve Turizm Müdürü Prof.Dr. Ahmet Emre Bilgili’nin katılımıyla kamuoyuna sunuldu. İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Asnu Bilban Yalçın ve yaklaşık 30 kişilik kazı ekibinin 2012 kazı çalışmalarında özellikle 18. ve 19. yüzyıla ait sikkeler bulundu. Ayrıca 14.-16. yüzyıllara ait olduğu tahmin edilen ve askeri hayatı yansıtan lüleler, misketler ortaya çıkarıldı. Kalenin gündelik yaşantısına dair ise toprak kaplar, lazımlık, sürahi ve Bizans damgalı tuğlalar da dikkat çeken eserler arasındaydı.

Kazı heyeti başkanı Prof.Dr. Asnu Bilban Yalçın, “Asıl parçalar müzede; biz etütleri, bazı örnekleri kamuoyuna sunuyoruz” dedi. Bilban, kale hakkında şunları söyledi:
“Anadolukavağı’nın kuzeydoğusunda yaklaşık 120 metre yüksekliğindeki tepede bulunan kale, antik dönemin yanında ortaçağda da önemli bir savunma yeri olarak kullanılmış. Askeri yer olduğu için Tophane lüleleri bulduk. Ayrıca bulduğumuz, cam boncuklu bir kadın bilekliği de kale içerisinde aile yaşantısı olduğunu da gösterdi. Bizim amacımız kalenin tarihçesini ortaya çıkarabilmek.”

Adını ‘Kutsal Yer’den aldığı söylenen kale, İstanbul Boğazı’nın Karadeniz çıkışında tepenin en yüksek bölgesinde yer alıyor.

Radikal, Haber: Melek Karakuş, 25.08.2012

BULDOZERLER TARİHİMİZİ YIKIYOR

 

 

Çin'in kuzeybatısındaki Sincan Uygur Özerk Bölgesi olarak da bilinen Doğu Türkistan'da yaşayan Uygur Türkleri'nden dünyaya çağrı var. Fransız Le Figaro gazetesinin geniş yer verdiği haberde Çin'in modernleşme adı altında İpekyolu üzerinde bulunan eski şehrin mimari hazineleri buldozerler altında kayboluyor. Kaşgarlı Uygur Türkleri ise sitemli: “Kültürümüz ve geleneksel hayat stilimiz yok oluyor.” Sincan bölgesinde de korkulan oldu ve Kaşgar şehrinin Müslüman mimarisinin tarihi mücevherleri olarak simgeleşen yapıları birer birer yıkılarak yerine devasa gökdelenler dikilmeye başlandı. Uygurların tarihi olarak simgeleşen yapıları da bina katliamından nasibini alıyor. Çinli yetkililerin yeni parolası olan modernleşme, sosyal konut, deprem standartları adı altında itfaiyenin girebilmesi için geniş cadde ve sokaklar yapılıyor ve tarihi binalar yok oluyor. Yazıda, Çin'in ucuz fiyatlarla kamulaştırdığı tarihi binalar satın alınarak yıkılıyor. Urimçi'deki Uygur Türkleri'nin ayaklanmasından sonra hızlanan bu planlarla Uygurluların hayat tarzı artık yok ediliyor. Pekin Üniversitesi Profesörlerinden Wu Dianting de, Çin'in bu konudaki politikalarına şüpheli yaklaşanlardan... Bölgenin hayat şartlarını iyileştireceğim diyerek Kaşgar'da yaptığı çalışmaların bir tarihi yok etmek olduğunu dile getiriyor. Bölgede yaşayan insanların hayat şartlarını iyileştirmek için çok yönlü metodlar olduğunu dile getiren Wu, “Tarih ve şehrin gerçek değerini anlamadığınızda, dünya mirası da yok olur” diyerek sitemlerini dile getirdi.

Türkiye Gazetesi, Haber: Hayrettin Turan, 25.08.2012

"İNŞALLAH AKM SÜRECİNE DAHİL OLURUZ"

 

 

Murat Tabanlıoğlu, projesi babası Hayati Tabanlıoğlu tarafından çizilen AKM'nin restorasyon sürecine yeterince dahil olamamaktan yana sıkıntılı. Tabanlıoğlu ile 29 Ağustos'ta açılacak Venedik Mimarlık Bienali'nde yer alacak projelerinden, Salt Galata'da açılacak AKM sergisinden ve AKM inşaatının durumundan konuştuk.

 

Biz neden Venedik Mimarlık Bienali’nde bir pavyonla temsil edilmiyoruz?
Bunun pek çok sebebi var ama başlıcası Türkiyedeki mimarlık camiasının arasındaki kopukluk, bence. Bu alanın aktörleri bildiğiniz gibi Mimarlar Odası, Serbest Mimarlar Derneği, Kültür ve Turizm Bakanlığı , müstakil çalışan mimarlar ve akademisyenlerdir. Bu aktörler birbirlerinden kopuk oldukları ve pek de anlaşamadıkları için bir araya gelip inisiyatif oluşturmak zor oluyor. Bunun bir yansıması da Venedik Mimarlık Bienali’ndeki yokluğumuz. Bu işe bakanlığın önayak olması icap eder. Ama eğer bireysel katılımlar olacaksa bu tamamen küratörlerle kişisel ilişkilere dayanıyor. Bu açıdan Türkiye bienalde hiç yok sayılmaz. Bienal’e paralel etkinliklerde yer alan mimar arkadaşlarımız var. Biz de global iş ortaklarımızdan Foster + Partners tarafından projelerimizi görücüye çıkarmaya davet edildik. Bu tarz bireysel katılımlar orada bir pavyonumuz yokken çok önemli.

Nasıl bir proje bu? Bu da bir sergi mi?
Hayır. Foster + Partners İngiltere ’nin en büyük mimarlık şirketleri arasında yer alıyor. Bienalde de kendilerine özel bir stand açacak olan birkaç seçkin şirketten biri. Biz onlarla Kazakistan’daki Astana Media Center gibi pek çok proje gerçekleştirdik. Şirket bienaldeki standında odaklandıkları alan olan kamusal alan mimarisiyle ilgili bir video hazırlıyor. Bizden bu videoda yer vermek üzere projelerimizden görüntüler istediler biz de gönderdik, ama filmin son halini henüz görmedim.

Hangi projeleri gönderdiniz?
Bodrum-Milas Uluslararası Havalimanı, Astana Arena ve aslında özel bir mülk olup bizim kamusal alan olarak tasarladığımız Balçova Asmaçatı Alışveriş Merkezi.

Devletin önayak olmasıyla yakın zamanda şu andaki durum değişebilir mi, peki?
Bu tabii ki sadece devletin önayak olmasıyla alakalı bir şey de değil. Son zamanlarda tüm ülkeler oralara belli sponsorluklarla gidebiliyorlar. Orada bir pavyonumuz olduğunda da bir sponsor ihtiyacımız olacak. Burada iş yapı sektöründeki gruplara düşüyor ki bu kurumlar halihazırda oralara davetli götürüyorlar. Ben bir Türkiye pavyonuna sponsor olmaktan kaçınacaklarını sanmam. Mesela benim Bilgi Üniversitesi Mimarlık Yüksek Lisans bölümünde verdiğim derslerin içeriği her sene öğrencilerin bir metropole gidip inceleme yapmasını gerektiriyor. Bu sene Berlin’e gideceğiz. Bu seyahatlere Eczacıbaşı Grubu sponsor oldu. Kalacak yer ve uçak biletlerini onlar karşıladılar. Bu şekilde sponsorlar Bienale’de bulunabilir ama burada en önemli olan sponsorun limitlerini iyi belirlemek. Kimin gideceğine ya da hangi projenin gideceğine veya küratörün kim olduğuna karışmaması icap eder. Mesela biz Salt Galata’da eylül ayında bir sergi yapacağız. Onun da sponsorları var. Ama içeriği biz beliriyoruz. O da bu şekilde olmalı.

Nasıl bir sergi bu?
AKM üzerine bir sergi bu. Vasıf Kortun’un önderliğinde Salt bir Mimarlık Arşivi projesi başlattı, bunun ilk ayağını da babam Hayati Tabanlıoğlu’na ayırdılar. Bunun ardından sergi teklifi geldi, biz de mimari açıdan sergiye kaynak ve materyal sağlıyoruz. AKM projesinin mimari öğelerini tanıtan veriler sağladık. AKM ’nin mimarlık tarihi olarak şöyle bir önemi var. İstanbul ’da 60’lı yıllarda yapılmış ilk modern yapılardan biri. Ve ilk defa bir devlet binasının duvarlarına sanat eserlerinin asıldığı bir yapı. Tüm bu özellikleri görsel ve maketlerle gösteren bir sergi olacak. Binanın tasarlanmasında babama eşlik eden sanatçılardan ve tasarımcılardan oluşan bir takım vardı. Bunların arasında hala hayatta olanlarla röportajlar yaptık. Bunlar da olacak sergide. Pelin Derviş ve Gökhan Karakuş da sergiyi hazırlayan mimarlar, biz onlara içerik sağlamakta destek veriyoruz.

Madem konu AKM ’ye geldi, biraz da yakın zamanda başlaması beklenen restorasyonu konuşalım. Şu an ihale tamamlandı, süreç sizin hazırladığınız ikinci projeye binaen başlayacak yakın zamanda. Pekiyi ne aşamada şu anda restorasyon?
İkinci proje, ki ben ona “Soft proje” diyorum, tüm tarafların mutabık olduğu projeydi. Bugünün teknolojisiyle binanın birebir aynısının yapılmasını öngörüyordu. İlk projede itiraz edilen öğeleri tamamen çıkarttığımız bir proje bu. Hatırlarsanız İstanbul Modern’de gibi bir restoran tasarlamıştık. Bu itiraz edilen konulardan biriydi. Diğeri operanın 70 yılındaki yangından önceki dizaynında olan locaları geri koymaktı. Bu hem de akustik için gerekliydi. Babam sonra bu locaları kaldırmıştı. Belki de burayı opera salonundan ziyade bir kültür merkezi olarak tasarlamak istemişti. Biz geri koymak istediğimizde de localara karşı çıkıldı, ama dava sürecinde bilirkişi bizden herhangi bir izaat alma gereği görmediği için biz bunları neden koymak istediğimizi anlatamadık. Gişeleri içeri almak istedik, binayı daha canlı hale getirmek için. Buna karşı çıkıldı çünkü yeri geldiğinde binanın kapatılması istendi. Oysa biz orayı olabildiğince halka açık tutmak istiyorduk. Biz bu projeyi bila bedel yaptık. Sabancı Grup şimdi sponsor oldu ama biz bu işe ilk sponsorluğu veren tarafız. Şu anda da tahminime göre müteahhit firmalar projeyi anlamaya çalışıyorlar. Ruhsat aldıkları zaman inşaat başlar.

Çok dışarıdaymışsınız gibi konuşuyorsunuz. Projenin gidişatını müellif mimarı olarak kontrol edeceğinizi varsayıyorum.
Ben de öyle olmasını umuyorum ve bu konuda başka bir şey söylemek istemiyorum. Orada bulunursak zararımız değil faydamız dokunur, bunun bilinmesini isterim. Biz yaptığımız tüm binaların içinde olduk. Bu bizim iş disiplinimiz, böyle de devam etmek isteriz. Kültür Bakanı da bu yönde temennilerini belirtmişti. Dolayısıyla sorunuza ‘inşallah’ diyerek cevap vermek istiyorum.

Bu işin içinde olan biri olarak, sizin gözlemleriniz çerçevesinde bizim İstanbuldaki kültürel kamu alanlarının tasarımında nelere ihtiyacımız var? Ne gibi mimari özellikleri olmalı?
Paris’te Pompidou müzesi yapıldıktan sonra nasıl etrafını dönüştürüp, yüzlerce sanat galerisinin yer aldığı ve sanatçıların zaman geçirmek için de gittiği bir yer olduysa, benzer şekilde İstanbul Modern nasıl etrafını sönüştürüp Karaköy’e kadar şık kafelerin ve galerilerin yer aldığı bir alan yarattıysa, öyle olmalı. Kültür merkezleri etraflarındaki alanı yavaş yavaş dönüştürür. Bence bir kültür alanı tasarlarken göz önüne alınması gereken en önemli olan bu. Koruma da çok önemli tabii. Biz Hasköy İplik Fabrikasında bunu yaptık. Binayı yıkmadan bir kültürel alana dönüştürdük. Sergiler oldu burada, İKSV etkinlikler yaptı. Çok fonksiyonlu bir kültür alanı oldu burası. Bu tip merkezlerin şehre entegre olmaları lazım. Bunun için de kapılarının hep açık olması gerekli. Biz AKM ’de de bunu amaçlamıştık ama başka şekilde olmak zorunda kaldı.

Radikal, Haber: Tuba Parlak, 25.08.2012

ANTİK TİYATROYA AB DESTEĞİ

 

 

Bursa İl Genel Meclisi Başkanı Nedim Akdemir, İznik’teki antik Roma tiyatrosuna AB fonlarından 700 bin lira kaynak aktarılması için çalıştıklarını söyledi.

 

Akdemir, İznik’te temizlik çalışmaları süren antik Roma tiyatrosunu ziyaret etti. Çalışmaları inceleyen Akdemir’e arkeolog Umut Kapıcı bilgi verdi. “Bursa medyasının hassasiyeti sayesinde bugün Roma tiyatrosu kurtarılıyor” diyen Nedim Akdemir, “İl Genel Meclisi olarak buraya bütçe aktardık. Bir projemiz daha var; o da AB fonlarından 700 bin Euro’nun ekim ayında buraya aktarılmasını hedefliyoruz” dedi.

 

Konuyla ilgili olarak gazetecilere açıklama yapan Akdemir, “Bursa İl Özel İdaresi’nin kültür ve turizm çalışmalarında en önemli hamlesi İznik’tir.

 

2001 yılı Ekim-Kasım aylarında bu tiyatronun içler acısı hali hem mahalli, hemd e ulusal medyada çıktığında İl Genel Meclisi ilgisiz kalmayıp hemen görüntülü fotoğraf arşivi yaptı. İlgili makamlara konu iletildi. Gerekli ödenek sayın valimiz tarafından bir gün içinde çıkarıldı. Burada bir yıla yakındır çalışma yapıyoruz. 2001 yılında 200 bin TL bütçe ayırarak temizliğe başladık” diye bilgi verdi.

 

Başkan Akdemir şöyle devam etti:

“Çünkü burası eski görüntülerde görüleceği gibi çok ciddi bir toprak kütlesi altındaydı. Neredeyse buranın ne olduğu hakkında bile fikir edinilmeyecek haldeydi. Arkadaşlarımız burada çok ciddi bir çalışma yaptılar. Roma tiyatrosunun büyük oranda silüeti ortaya çıkarılmış oldu. Bu yıl yine 200 bin TL’lik bir harcamamız daha olacak. Ancak bu bütcçyle sınırlı değiliz. Kültür ve tabiat varlıklarının korunmasına ilişkin bütçemiz elimizi oldukça rahatlatıyor. Lazım olacak her türlü ödeneği sağlayabilecek ve çalışmaları sonuna kadar taşıyabilecek durumdayız. Burada bir arkeolojik temizlik yapıyoruz. Yani kazı çalışmaları belki ileride daha çok arkeolojik ve bilimsel bir heyetin yapacağı iş, ama biz tarihi eserin etrafındaki tozdan topraktan, çamur kütlesinden ve pislikten arındırılmasını sağladık. Toprak kütlesini büyük ölçüde ortadan kaldırdık. Burada çok güzel bir eser ortaya çıkardık. Özel İdare olarak kültürel çalışmalarımızın em önemli hamlesi burası olmuştur. Böyle bir projeyi İl Özel İdaresi olarak gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşıyoruz”.

Bursa Olay, 25.08.2012

KYBIRA'DA BOZULMAMIŞ TARİHİ HAMAM BULUNDU

 

Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi(MAKÜ) Arkeoloji Bölümü tarafından Burdur'un Gölhisar İlçesi'ndeki Kibrya antik kentinde yapılan kazılarda bozulmamış halde Tarihi Hamam bulundu. Ülke genelinde yapılan arkeolojik kazılarda sağlam olarak bulunan ilk hamam olma özelliğini taşıyan yapı, Geç Roma dönemine ait.

Tarihi hamam bozulmamış yapısı ve sağlam su tesisatıyla dikkat çekiyor. Restorasyon çalışmalar yapılan hamam, ziyarete açılacak. Tarihi hamamların Anadolu Arkeolojisinde çok önemli yere sahip olduğunu belirten MAKÜ Kibrya Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Şükrü Özdoğru, bulunan hamamın sağlamlık ve yapı bakımından başka örneğinin bulunmadığını söyledi. Hamamın 6 bölümden oluştuğunu aktaran MAKÜ Kibrya Kazı Başkanı Özdoğru, hamamın Roma Dönemi sosyal hayatına aiti bilgiler verdiğini söyledi. Hamamın asılına uygun olarak restore edildiğini anlatan Özdoğru, "Hamamın koruma çalışmalarını bu yıl tamamlıyoruz. Gelecek yıl gelen ziyaretçilerin anlayabilecekleri şekilde açıklama levhalarıyla tanıtılacak." dedi.

Hamam 8 kişilik restorasyon ekibi ile aslına uygun restore ediliyor. Hamam tabanı o dönemde kullanılan özel kayrak taşıyla döşeniyor. Restorasyon işleminin bu yıl tamamlanması bekleniyor.

Timetürk, 24.08.2012

"ESKİŞEHİR'İN KÜLTÜR MİRASININ HİÇBİR PARÇASI YERALTINDA KALMAYACAK"

 

 

Küllüoba Höyüğü, Şarhöyük ve Karacahisar Kalesi kazı alanlarında kazı mevsimi sonunda elde edilen bulgular mahallinde incelendi. 

 

İl Kültür ve Turizm Müdürü Ali Osman Gül ve Müze Müdürü Dursun Çağlar ile birlikte kazı alanlarını ziyaret eden Vali Dr. Kadir Koçdemir kazı başkanlarından bilgi aldı. 

 

Küllüoba: Anadolu’nun En Eski Toplu Yerleşim Alanı

Sivrihisar’ın Yenikent Köyü yakınlarında yer alan Küllüoba Höyüğü Prof.Dr. Turan Efe başkanlığında 30 kişilik bir ekip tarafından yürütülüyor. Kazılarda yaklaşık 4500 yıl önce uzak bölgeler arası ticaret ağının ne kadar canlı olduğunu gösteren buluntular elde edildi. Höyüğün mimari yerleşim planı Anadolu’nun ilk şehirleşme sürecini anlamada önemli katkılar sağlıyor. Yaklaşık 1500 yıllık kesintisiz yerleşimin izlerini barındıran höyükte bu sene çıkarılan bazı materyaller bilinenlerin bir kısmını değiştirecek ve arkeoloji ve tarihçiler nezdinde büyük ilgi görecek nitelikte.

 

Şarhöyük: Eskişehir İsminin Menşei

Anadolu’nun ilk yerleşim yerlerinden biri kabul edilen Şarhöyük’e kazı başkanı Prof.Dr. Taciser Sivas ve 45 kişilik ekibi kelimenin tam manasıyla ömürlerini veriyorlar. 25 yıllık bir çalışmanın neticesinde henüz çok küçük bir kısmı gün ışığına çıkan Şarhöyük, aynı zamanda 13. yüzyıldan sonra Türklerin Odunpazarı bölgesinde iskan olmaları ve buraya Eski Şehir demeleri sebebiyle, bugünkü isminin de menşeini teşkil ediyor. Bu yıl kazılar Höyük ve Nekropol bölgelerinde yoğunlaştırıldı. Çok sayıda eserin ortaya çıkarıldığı alanın etrafındaki cezaevi ve lise binalarıyla diğer yapılaşmaların tehdit oluşturduğunu ifade eden Sivas “Bu mevsim çok değerli eserlere ulaştık. Nekropol bölgesini ileriki yıllarda bir arkeolojik açık hava müzesine dönüştürmeyi arzu ediyoruz.” dedi.

 

Karacahisar: Tohumu Çatlatan Kale

Osmanlı Beyliğinin kuruluş sürecinde çok önemli rolü olan ve Osmanlı tarih kaynaklarında ilk sikkenin basılıp ilk hutbenin okunduğu, dolayısı ile beyliğin bağımsızlığını ilan ettiği yer olarak tanımlanan Karacahisar Kalesi’nde kazılar Prof.Dr. Erol Altınsapan’ın başkanlığında yürütülüyor. Kazı ekibi bu sene iç kale surları ve çarşının temellerini ortaya çıkarttı. Ayrıca muhtemelen bir rasat kulesine ait temellere ulaşıldı. Esasında İç kale surlarından sonraki sahanın ikinci aşamada ele alınması planlanmışken, burada yer alan bir ibadethane kalıntısının Osmanlı mimarisinin izlerinin son noktasına dair bilgi vermesi sebebiyle büyük heyecan yaratması bekleniyor.  

 

Kültür Mirasının Hiçbir Parçası Yeraltında Kalmayacak

Koçdemir önümüzdeki günlerde kazı başkanları ile bir araya gelerek hem kazı sonuçlarını hem de yapılabilecek projeleri ele alacak. Kültür Başkentliği sebebiyle sahip olunan idari ve mali esneklik ile hizmet kabiliyeti kazı çalışmalarını hızlandırma ve bu alanları kültür mirasına dahil etme yolunda önemli katkılar sağlayacak. 

 

Koçdemir, yeni nesilleri kültürel mirasla hemhal etmek istediklerini, bunun için hem mevcut miras unsurlarının en iyi biçimde değerlendirilmesini hem de çocuklara ve gençlere arkeolojinin ve toprağın sevdirilmesini hedeflediklerini, kültür mirasının hiçbir unsurunu yeraltında bırakmayacaklarını, hem Eskişehirlileri hem de bütün dünyayı bu mirasla tanıştıracaklarını ifade etti.

Eskişehir Valiliği, 24.08.2012

SIRRI ÇÖZÜLEMİYOR

 

 

Diyarbakır Müzesi başkanlığında yürütülen Ziyarettepe kazısında bulunan bilinmeyen bir dile ait tablet ilk kez görüntülendi.

 

“Ilısu Baraj Gölü Altında Kalacak Kültür Varlıklarının Kurtarılması” projesi kapsamında, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve DSİ'nin işbirliğiyle, Diyarbakır Müze Müdürlüğü başkanlığında, 2000 yılından bu yana Bismil İlçesi'nde devam eden kurtarma kazıları, Anadolu'nun zengin kültürel birikimini gün yüzüne çıkarmaya devam ediyor. Ziyarettepe'de MÖ 8. yüzyıla tarihlenen ve bilinmeyen bir dilin varlığını ortaya çıkaran tablet bilim dünyasında heyecan yaratmıştı.

 

ABD Akron Üniversitesi'nden Prof.Dr. Timothy Matney'in bilimsel danışmanlığında, Almanya Mainz Üniversitesi'nden Dr. Dirk Wicke, İngiltere Cambridge'den Dr. John MacGinnis ile Marmara Üniversitesi'nden Prof.Dr. Kemalettin Köroğlu denetimindeki uluslararası ekip tarafından yürütülen kazılarda daha önce bulunan, ancak çözümlemesi yeni yapılan tableti Diyarbakır Müze Müdürlüğü'nde ilk kez görüntülendi.

 

Müze Müdürü Nevin Soyukaya, yaptığı açıklamada, 2000 yılından itibaren Ilısu Barajı HES Projesi kapsamında kurtarma kazılarının yürütüldüğünü anımsattı.

 

Ilısu Barajı göl alanın Diyarbakır'ın Bismil İlçesine kadar uzandığını Diyarbakır Müzesi Başkanlığında ilçe sınırları içerisinde çalışmaların devam ettiğini belirten Soyukaya, Ziyarettepe kazılarının da Ilısu Barajı Kurtarma Kazıları kapsamında Akron Üniversitesi'nden Prof.Dr. Timothy Matney'in bilimsel danışmanlığında yürütüldüğünü söyledi.

 

Ziyarettepe kazısının başladığından bugüne kadar çok önemli bilgileri gün ışığına çıkardığını ifade eden Soyukaya, “Bölgede çalışma yapan bilim insanlarının da söylediği gibi her kazı sezonu sonrasında insanlık tarihi adeta yeniden yazılıyor. Bölge böylesine önemli bilgiler veriyor ve bu önemli bulguları Diyarbakır Müzesi'ne kazandırıyor. Emeği geçenlere teşekkür ediyoruz. Ziyarettepe'de bulunan tablet çok önemli. Tablet ile ilgili ilk tespitler, çevirisinin yapıldığı İngiltere'de kısa bir şekilde yapılmıştı. Ancak ilk kez Türkiye'de, ilk açıklamalar müzemizde yapılıyor. Ve böylesine önemli buluntuyu AA aracılığıyla kamuoyu ile paylaşıyoruz” dedi.

 

“Asur eyalet merkezi Tuşhan”

Prof.Dr. Matney ise Ziyarettepe'nin Dicle Nehri kıyısında, yaklaşık 32 hektar genişliğinde önemli bir eski kent yerleşimi olduğunu ifade ederek, buradaki yerleşmenin MÖ 3. bin yılda başladığını, MÖ 7. yüzyıla kadar kesintisiz devam ettiğini söyledi.


Ziyarettepe'nin bu uzun tarihi dönemde genel olarak küçük bir yerleşme olduğunu ancak Asur döneminde oldukça büyük bir yerleşme haline geldiğini, 32 hektarlık alanın tümünün bu dönemde iskan edildiğini anlatan Matney, “Burası Asurlular için önemli bir merkezdi. Asur ordusunun konaklama ve eyalet merkezlerinden biriydi. Dolayısıyla burada höyüğün üzerinde eyalet yöneticisinin oturduğu büyük bir saray vardı. Bunu açığa çıkardık. Tablet ise Asur eyalet merkezi Tuşhan'daki saraydaki taht odasında yanmış bir taban üzerinde bulundu” dedi.

 

Bilinmeyen dile ait 2 olasılık

Tabletin çevirisini yapan Dr. MacGinnis de İngiltere'de çalıştığı sırada telefonla tabletin bulunduğu haberini aldığını, müthiş heyecanlandığını belirterek, bulduğu ilk uçakla Türkiye'ye geldiğini söyledi.

 

Tabletin bulunmasının bütün arkeologlar, tarihçiler için çok önemli olduğunu anlatan MacGinnis, tabletin Asur çivi yazısıyla yazıldığını bildirdi.

 

MacGinnis, Anadolu'nun kültürel mirası açısından buluntunun önemli olduğunu, Türkiye'de geniş bir Hitit arşivi olmasına rağmen az sayıda Asur arşivi bilindiğini söz konusu tabletin de bu sürece katkı olarak değerlendirilebileceğini belirtti.

 

Tabletin çevirisinin oldukça uzun zaman aldığını anlatan MacGinnis şöyle konuştu:

“En sonunda bunun bir kadın isimlerinin listesi olduğu anladık. Bunlar büyük olasılıkla Tuşhan'da çalışan görevlendirilmiş kadınların isimleri. Bizim için büyük sürpriz olan konu; bu tablette geçen isimlerin Asurca olmamasıydı. Tabii bunu anlamak için bir çok uzman arkadaşımızla görüştük ve Ortadoğu'daki bir çok dille karşılaştırdık. Ama bunlar bizim dillerden değil dediler. Örneğin eski Persçe, Elam, Mısır, Arapça, İbranice veya Aramice değil. Bir veya ikisi Asurca, Luwice ve Hurrice gibi dönemin diğer bilinen dillerine ait iken büyük çoğunluğu bilinmeyen bir dile aittir. Bütün bu sürecin sonunda fark ettik ki bu çok önemli tablet, bize hiç bilinmeyen bir dile ait isimleri veriyor. Bu isimlerin Diyarbakır bölgesine gelmiş olmasıyla ilgili 2 olasılık var.

Birinci olasılık, bu isimlerin “Şubriyalılara” ait olabileceği. Şubriya; Asurlular gelmeden önce, bu bölgenin isimlerinden bir tanesi idi. Diğer olasılık ise bu kadınların Irak-İran sınır bölgesinde Zagros Dağları'ndan tehcir yoluyla buraya getirilmiş olabileceğidir. Tablet çok önemli. Çünkü yeni bir dil bulduk. Tablet üzerinde yer alan 'Impane, Ninuaya, Sasimi, Bisunume, Malinayasi ve Pinda' gibi kadın isimleri günümüze kadar bilinmeyen bir dilde yazılmıştır. Bölgedeki çalışmalarımız bu konuda yeni veriler sağlayacaktır. Bütün bu buluntular Ziyarettepe'nin eski Tuşhan adıyla bilinen eyalet merkezinin dönemine işaret etmektedir. Biz biliyoruz ki Asurlular tehcir uygulamasını çok sık kullandılar ve bu tür tehcirleri gerçekleştirdiler. Bu aşama ve tabletin bu şekilde çözümlenmesi bizi, meslektaşlarımızı heyecanlandırdı. Ziyarettepe'de daha büyük keşifler yapacağımıza inanıyoruz. 2008 yılında taht odasının tabanında ilk parçası bulunan 2009'da tamamlanan tablet, MÖ 8. yüzyılın ortalarına tarihleniyor.”

 

3 milyonun üzerinde insan başka yere nakledildi

Prof.Dr. Köroğlu da tablette otaya çıkan isimlerin, büyük olasılıkla Zagros'lardan veya Asurlular gelmeden önce “Şubriyalılar” olarak bilinen topluma ait olabileceğinin tahmin edildiğini söyledi.

 

Şubriyalıların dilinin net olarak bilinmediğini, yazıya geçirilmediğini, dolayısıyla tehcir yoluyla bu bölgeye gelen insanlara ait bir grup kadının Asur sarayında çalıştırıldığını düşündüklerini belirten Köroğlu, bu uygulamanın MÖ 9 yüzyıldan itibaren genişleyen imparatorluğu yöneten kralların başvurduğu standart uygulamalardan biri olduğunu söyledi.

 

Asurluların 300 yılda MÖ 10. yüzyıldan 7. yüzyılın sonuna kadar Yakındoğu'da yaklaşık 3 milyonun üzerinde insanı tehcir yoluyla bir başka yere naklettikleri bilgisini veren Köroğlu, şunları kaydetti:
“Devletin güçlü varlığını bu programla yürüttüler. Yukarı Dicle kısmında yani Ziyarettepe'nin bulunduğu bölgede de bu programı yaptıklarını anlıyoruz. Asur sarayında kadınlar çalışıyordu, onların diğer aile bireyleri de saray için çalışıyordu. Söz konusu kadınların böyle büyük bir programın parçası olduğu ortaya çıktı. Bu türde genel olarak rastlanmayan özel ayrıntılar içeren metinler çok az bulunuyor. Burada karşımıza çıkan 60 tane kadın adı bunların Asur sarayı için çalışıyor olması başka bir yerden tehcir yoluyla nakledilmiş olabilecekleri ve hiç bilinmeyen bir dilde isimlerinin olması özellikleri nedeniyle bilim dünyasında gerçekten önemli bir ilgi uyandırdı.”

Diyarbakır Kent Haber, 24.08.2012



19 - 25 Ağustos 2012

HİNT-AVRUPA DİLLERİNİN ANAVATANI ANADOLU'YMUŞ

 

Yeni Zelanda'da bulunan Auckland Üniversitesi uzmanları, yaptıkları araştırmayla dünyada toplam 3 milyar kişinin konuştuğu Hint-Avrupa dillerinin kökeninin Anadolu olduğu tezini doğruladı.

 

Araştırma kapsamında 103 yaşayan ve ölü Hint-Avrupa dili incelendi. Sonuçlar 200 yıldır tartışılan “Hint-Avrupa dilleri nereden geliyor” sorusunun yanıtının Anadolu toprakları olduğu tezini destekledi.

 

Sonuçları Science dergisinin bugünkü sayısında yayımlanan araştırma, bu dillerin 8000-9500 yıl önce tarımın gelişmesiyle birlikte yayıldığına işaret ediyor.

 

Neredeyse 3 milyar kişinin konuştuğu, İngilizceden Rusçaya, Avrupa dillerinden Hintçeye birçok dilin yer aldığı Hint-Avrupa dil grubunun kaynağı konusunda iki ana tez bulunuyor.

 

Litvanya asıllı ABD’li arkeolog Marija Gimbutas'ın ortaya attığı geleneksel görüşe göre bu diller 6000 yıl önce Hazar Denizi'nin kuzeyindeki steplerden doğdu ve ata binen yarı göçebe Kurganlar aracılığıyla Avrupa'ya ve Yakın Doğu'ya yayıldı.

 

İngiliz arkeolog Colin Renfrew'ün tezine göre ise bu diller, tarımın genişlemesiyle birlikte Anadolu'dan yayıldı.

 

DİLLERİN DNA'SI KARŞILAŞTIRILDI
Auckland Üniversitesi uzmanlarının araştırmasında bu iki teori, evrim biyolojisindeki DNA karşılaştırmasına benzer bir yöntemle denendi. Araştırma kapsamında ortak kökeni olan temel sözcükler incelendi.

 

Örneğin Hint-Avrupa grubunda yer alan 113 eski ve çağdaş dilde “anne” sözcüğünün aynı kökten geldiği belirlendi. Sonra bu sözcüklerden bir soyağacı çıkarıldı. Dillerin bölgeleri ve yaşları Hint-Avrupa dillerinin kökeninin Anadolu olduğu senaryosunu destekledi.

GÜNEŞ DİL TEORİSİ DOĞRU MU?
Yeni Zelanda'da yapılan bu araştırma akıllara Güneş Dil Teorisi'yle ilgili tartışmaları da getirdi.

 

Türkçenin dünya tarihindeki ilk dillerden biri olduğunu savunan Güneş Dil Teorisi, 1930'lu yıllarda Mustafa Kemal Atatürk tarafından desteklenip geliştirilmiş, ancak dilbilimciler tarafından kabul görmediği için kısa sürede önemini yitirmişti.

 

Hint-Avrupa dillerinin kökeninin Anadolu olduğunun ortaya çıkmasıyla bu teorinin de yeniden gündeme gelmesi söz konusu oldu.

Hürriyet, 24.08.2012

III. RICHARD'IN NAAŞI OTOPARKIN ALTINDA ARANACAK

 

William Shakespeare’in de eserlerinde adı geçen İngiltere Kralı III. Richard’ın naaşı, bir otoparkın altında aranacak.

 

Bir savaş sırasında 1485 yılında hayatını kaybeden Kral’ın mezarının bulunması için Leicester Üniversitesi, Leicester Şehir Konseyi ve III. Richard Derneği beraber çalışacak. Kral’a ait kalıntıların bulunması halinde, Leicester Katedrali’ne konacağı belirtildi.

III. Richard, İngiltere’nin savaş sırasında ölen son kralıydı. Shakespeare, bu trajik ölümden 100 yıl sonra Kral’ın adıyla yayımlanan bir oyun yazmıştı.

Hürriyet, 24.08.2012

HALİÇ BOYNUZLANDI

 

 

İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin Haliç'te yapılan metro köprüsüyle ilgili kamuoyuna tanıttığı maketin gerçekle bağdaşmadığı, köprünün yükselmesiyle ortaya çıktı. Taraf, köprü tamamlandığında Haliç'te oluşacak görüntüyü, ödüllü iki mimara yaptırdığı simülasyonlarla gözler önüne serdi.

 

Tanınmış mimarlar Cem Kozar ve Mücella Yapıcı'nın yaptığı simülasyonlarda Süleymaniye Camii ve çevredeki tarihi yapıların siluetinin etkileneceği net bir şekilde görülüyor. Simülasyonlardaki köprü, makette olduğu gibi tepeden değil, karşıdan bir perspektifle Süleymaniye'ye bakıyor. İBB tarafından UNESCO'ya gösterilen makette ise Süleymaniye Camii'nin yeri değiştirilerek köprünün, silueti etkilemediği iddia ediliyor.

 

Türkiye Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhcu, Taraf 'a yaptığı değerlendirmede İBB'nin hileli görseller hazırlayıp projeyi sevimli hale getirmeye çalıştığını belirterek şunları kaydetti: "Kadir Topbaş, bu köprünün Tarihi Yarımada'nın siluetine çok yönlü olumsuz etki yapacağını iyi biliyor. Maket üzerinde yanıltmalarla projenin kusurları örtülmeye çalışılıyor. Proje tamamlandığında köprünün asla savunulamayacağı ortaya çıkacak. Köprünün bu çirkinliğini yaya olarak veya vapurla seyahat eden yurttaşların bakış açısından ele aldığımızda ortaya çok olumsuz sonuçlar çıkacaktır. Kamuoyunda çok ciddi ve yaygın tepkiler varken Kadir Topbaş artık inadından vazgeçmelidir."

 

Mimarlık ucubesi

Yapılan simülasyonları Taraf'a değerlendiren mimar Korhan Gümüş, ortaya çıkacak köprünün bir mimarlık ucubesi olacağını belirterek şunları kaydetti: "Bu canlandırmalarda da görüldüğü gibi ortaya bir ayak daha konsa, Unkapanı tarafından Süleymaniye Camii'nin, Galata tarafından Fatih Camii'nin görünümünü kapatan boynuzlara gerek kalmayacak. Ama kimin umurunda? Niye boynuzlu ve askılı köprü yapılır? Köprünün ortası zaten açılmıyor ki? Köprünün üstüne neden istasyon yapılır? Bugünkü otomasyon sistemleri tek şeride imkan tanıdığı halde köprünün platformu neden çift şerit yapılır? Madem askılı yapıldı, boynuza karadan destek olacak platformun neden açılması gerekir? Bu köprü yalnızca bir mimarlık ucubesi değil, bir mühendislik ucubesi... Dahası kent yönetimi ucubesi. Bu vaka bir kötü yönetim örneği olarak başından sonuna şehircilik, mimarlık, mühendislik bölümlerinde okutulmalı. Bunlar hemen tartışılmalı ve bu rezaletten bir ders çıkarılmalı."

 

Tarihi Yarımada'nın silueti işte bu hale gelecek

Mimar Cem Kozar'ın ve İstanbul Mimarlar Odası'ndan mimar Mücella Yapıcı'nın Taraf için yaptıkları simülasyonlar, metro köprüsü tamamlandığında siluetin nasıl etkileneceğini gösteriyor. Simülasyonlar, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin kamuoyuna tanıttığı maketin aksine tepeden değil, karşıdan bir perspektifle Süleymaniye Camii'ne bakıyor.

Taraf, Haber: Serkan Ayazoğlu, 24.08.2012

EYFEL'E 546 MİLYON DOLAR

 

 

Avrupa İstatistik Kurumu (Eurostat) yaptığı bir araştırmayla Avrupa'nın en değerli anıtlarını belirledi. Listenin ilk sırasında ise açık ara Fransa'nın başkenti Paris'in en önemli sembolü olan Eyfel Kulesi yer alıyor. Araştırma, kıta çapındaki sembol yapıların yüz milyarlarca dolarlık değere ulaşarak, ülke ekonomileri açısından hayati gelir merkezlerine dönüştüğünü ortaya koydu.

Eurostat dışında Avrupa'da hizmet veren istatistik kurumu Urban Audit ve İtalyan Ticaret Odaları'nın katkı verdiği araştırmaya göre kıtanın en değerli yapısı yılda 16 milyona yakın turistin gördüğü ve 7 milyon turistin de ziyaret ettiği Eyfel, 434.7 milyar euroluk (545.6 milyar dolar) değere ulaştı. Böylece Eyfel'in değeri tek başına Türkiye'nin yıllık 750 milyar dolar olan milli gelirinin yüzde 75'ine ulaşırken, Milano'nun marka değerinin bir buçuk katı ekonomik büyüklük oluşturdu.

Listenin ikinci sırasında ise İtalya'nın başkenti Roma'da yer alan Roma İmparatorluğu dönemine ait Kolezyum binası buluyor. Bu tarihi yapının değeri 91 milyar euroyla (114 milyar dolar) Eyfel'in ancak beşte birine ulaşabildi. Binlerce yıllık Kolezyum binasının 19'uncu yüzyılda yapılan çelik bir kuleden çok daha düşük bir değer oluşturması şaşırtıcı olsa da araştırmanın kriterleri, sonuç hakkında önemli ipuçları veriyor. Çünkü bu araştırmada sadece yapıların tarihi ve görsel değerleri değil, çoğu ekonomik 10 ayrı kriter kullanıldı. Değerleme kriterleri arasında anıtın görsel değeri, ticari marka değeri, yarattığı istihdam, ziyaret eden turist sayısı, erişilebilirlik ve bilinirlik gibi unsurlar yer aldı. Ayrıca bu kriterler dışında anıtın sahip olduğu manevi değer de dikkate alındı.

Eyfel Kulesi: 546 milyar dolar
546 milyar dolarlık değeriyle Avrupa'nın en değerli yapısı seçilen Eyfel Kulesi, 1887-1889 arasında yapıldı. Tamamen çelikten olan anıt, bu alandaki mimarinin de sembolü sayılıyor. Adını ünlü tasarımcı Gustave Eiffel'den alan kuleyi yılda 7 milyon turist ziyaret ediyor. Bu yıl Paris'i ziyaret edecek turist sayısındaki artışa paralel kulenin gelirinin önemli oranda artması bekleniyor.

Kolezyum Binası: 114 milyar dolar
Listede İtalya'nın Başkenti Roma'da yer alan Kolezyum 91 milyar euroluk değeriyle ikinci sırada yer aldı. Usta komutan Vespasianus tarafından Milat'tan önce 72 yılında yapımına başlanan eser, Milat'tan sonra 80 yılında Titus döneminde tamamlandı. 7 Temmuz 2007'de, Dünyanın Yeni Yedi Harikası'ndan biri seçilen Kolezyum, Roma İmparatorluğu döneminden bu yana şehrin sembolü olarak görülüyor.

Londra Kulesi: 88 milyar dolar
İngiltere'nin başkenti Londra'da Thames Nehri'nin kuzey kıyısında bulunan tarihi yapı, 1078'de Kral I. William tarafından yaptırıldı. Beyaz Kule adıyla da bilinen yapı dönem içinde kale, kraliyet sarayı ve saray suçlularının kapatıldığı bir tutuk evi olarak da kullanıldı. Kule ayrıca idam ve işkence merkezi, cephanelik, devlet hazinesi, hayvanat bahçesi, darphane ve gözlemevi olarak da hizmet verdi. Bugün Londra denilince akla ilk gelen yapı olan kulenin değeri 70 milyar euro (88 milyar dolar) olarak hesaplandı.

Sabah, Haber: Hale Uysal, 24.08.2012

TOPKAPI SARAYI'NDA BAKLAVA ALAYI

 

 

Osmanlı padişahlarının Yeniçeri Ocağı’na baklava ikramı geleneği olan ”Baklava Alayı”, Topkapı Sarayı’ndaki Divan Meydanı’nda yeniden canlandırıldı.

 

17. yüzyıl sonlarında başlayan ve Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla birlikte tekrarlanamayan bu gelenek, Topkapı Sarayı müze olduktan sonra ilk kez yeniden canlandırıldı.

 

Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı Haluk Dursun, Babüssaade Kapısı önünde düzenlenen Baklava Alayı töreninde yaptığı konuşmada şunları kaydetti:

“Bu saraya gelenlere sadece o teşhirdeki objeleri değil, o mekanın içinde ortaya çıkarılan yemekleri tanıtmak da bizim üzerimize bir vazife. Helvahanesinden şerbethanesine kadar orada bir tatlı kültürü var. Özellikle İstanbul geleneği içinde cevizli baklava ve akide şekeri bu saraydan çıkan, bu sarayın kendine has geleneğini oluşturan iki tatlı. Tarihte Baklava Alayı adı verilen ve Divan Meydanı’nda yapılan hoş geleneği, saray kültürü içinde tekrar hatırlatmak ve saraya fedakarca hizmet eden arkadaşlarımıza bir ikram olarak sunmak istedik.”

Turizm Habercisi, 23.08.2012

KYME'NİN NEKROPOLÜ ORTAYA ÇIKARILACAK

 

 

İzmir’in Aliağa İlçesi’nde bulunan 2300 yıllık Kyme antik kentinde bu yıl yapılan çalışmalarda Nekropol’ün (arkeolojik şehirlerde mezarlıkların bulunduğu bölge) çıkarılmasına yoğunlaşıldı.

 

Aliağa Çitlembik mevkiindeki bulunan 97 dönümlük bir alanda İzmir Arkeoloji Müzesi tarafından yürütülen kurtarma kazılarında Hellenistik döneme ait çok sayıda mezar ortaya çıkarıldı. İzmir Demir Çelik firmasına ait arazide 700′e yakın sondaj ve 20 civarında da açma kazı yapıldı. 90 kişilik bir ekiple Şubat ayından bu yana tamamı 3. derece SİT olan alanda yapılan kazılarda, çatı kiremitli mezarlar, kireç taşı mezarlar, basit gömüler, pithos (büyük küp mezar) ve urne (küçük küp mezar) gibi buluntulara rastlandı.

 

Kyme, Kuzey Yunanistan’dan gelen halklar tarafından MÖ 11. yüzyılın ortalarında Ailois denilen bölgede kurulmuş 12 Aiol kentinin en büyüğü olarak biliniyor. Kyme’nin kıyısında kurulduğu körfez bugün Nemrut Körfezi olarak adlandırılıyor. Önemli bir liman kenti olan Kyme’nin antik kaynaklardan edinilen bilgiler ve yapılan kazı çalışmalarından, arkaik dönemde ekonomik açıdan çok geliştiği ve sikke basan ilk kentlerden olduğu anlaşılmıştı.

haberler.com, 23.08.2012

ÇAN 97 YIL SONRA YENİDEN ÇALACAK

 

 

Ermeni Cemaatinin Ortadoğu'daki en büyük kilisesi konumunda bulunan ve 30 yıldan bu yana kullanılmadığı için yıkılmaya yüz tutan Diyarbakır'daki Surp Gragos Ermeni Kilisesi'nde onarım ve restorasyon çalışması devam ediyor.

1915 yılında cami minarelerinden yüksek olduğu gerekçesiyle top ateşi ile yıkılan çan kulesinde bulunan çanın aynısı, Rusya'nın başkenti Moskova'da özel olarak yaptırılıp Diyarbakır'a getirildi. 100 kilo ağırlığında olan 'Soğan başlı' bronz çan, 97 yıl aradan sonra 4 Kasım'da yapılacak olan açılışta yeniden asılacağı kulede çalacak.

Diyarbakır'daki Surp Gragos Ermeni Kilisesi'nde onarım ve restorasyon çalışmaları yaklaşık 2.5 yıldır devam ederken, kilise için Rusya'nın başkenti Moskova'da 97 yıl önce top atışı ile yıkılan kulede yer alan çanın aynısı özel olarak yaptırıldı. Diyarbakır'a getirilen 'Soğan başlı' 100 kilo ağırlığındaki bronz çanın 97 yıl aradan sonra yeniden yapılacak olan kuleye asılacağı ve 4 Kasım'daki açılışta çalınacağı belirtildi. Ermeniler arasında çok önemli yeri olan klise, 4 Kasım'daki tören ile birlikte tamamen ibadete açılacak ve, 97 yıl aradan sonra yeniden bölgede çan sesi duyulacak. Çan kulesi 1915 yılında, kentteki cami minarelerinden yüksek olduğu gerekçesiyle top ateşiyle yıkılmıştı.

Diyarbakır Surp Sarkis Giragos Küçük Ermeni Kilisesi Vakfı tarafından 2010 yılında başlatılan ve Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'nin de 1 milyon lira katkı verdiği restorasyon çalışmasında büyük kilise binası tamamlanıp daha önce açılışı yapıldı. Eklentilerinde ise parasızlık nedeniyle çalışmalar zaman zaman aksadı. Onarım ve restorasyon için şimdiye kadar 2 milyon TL harcanırken, toplam maliyetin ise KDV hariç 3 milyon 200 bin lira tuttuğu belirtildi. 1915 yılına kadar metropolitlik merkezi olarak hizmet veren ve tapusu Ermeniler'e ait olan klisenin büyük binası tamamlanıp geçen Ekim ayında hizmete açılmıştı.

KİLİSENİN TARİHİ
Diyarbakır Surp Gragos Ermeni Kilisesi 1376 yılında yapılmış. Merkez Tarihi Sur İlçesi'nde Ermeniler'in yoğun yaşadığı Fatihpaşa Mahallesi'ndeki Kilise, 27 Mayıs 1915 yılında çıkarılan, 'Tehcir Kanunu'na kadar Ermeniler tarafından kullanıldı. 1'inci Dünya Savaşı sırasında karargah olarak kullanılan kilise, daha sonra ise Sümerbank'ın pamuk deposu olarak işlev gördü. 1960 yılından itibaren tekrar ibadete açılan 3 bin metrekarelik alan üzerindeki Surp Giragos Ermeni Kilisesi, özellikle 1980 yılından Ermeniler'in batı illeri ve Avrupa ülkelerine çeşitli nedenlerle göç etmesi sonucu terk edildi. Cemaati olmadığı için ayin yapılmayan ve zaman zaman hırsızlık olaylarının görüldüğü kilisenin, bakımsızlık nedeniyle bazı yerleri çöktü ve kulanılamaz hale geldi.

Habertürk, 23.08.2012

ANTİK TİYATRODAN BİLET ÇIKTI

 

 

Bursa’nın İznik İlçesi'nde, antik Roma tiyatrosu kazılarında Helence kitabe ve bir tiyatro bileti bulundu.

 

Antik Roma tiyatrosundaki kazılar esnasında 2000 yıllık olduğu tespit edilen mermer kitabe ve tiyatro bileti olduğu sanılan bir metal bulundu. MS 2. yüzyıla ait olduğu sanılan kitabenin tercüme edilmesinin ardından tiyatro hakkında yeni bilgilere erişilmesi bekleniyor. İznik Müze Müdürlüğü yetkilileri, “Bulunan eserleri inceliyoruz. Kitabenin çözülmesiyle tiyatro hakkında yeni bilgiler elde edeceğiz” dedi.

 

Bugüne kadar yapılan kazı çalışmaları hakkında bilgi veren İznik Kaymakamı Nurettin Kakillioğlu, “Şimdiye kadar cavea yi (seyirci oturma sıraları) taşıyan tonozlu galerilerden 4 tanesi tamamen açığa çıkarıldı. Ayrıca paralel geçişler gün ışığına çıkarıldı. Tiyatro içinde, geç dönemlerde yapılan toplu definlerde salgın hastalıklara karşı kireç elde edebilmek için oluşturulmuş kireç havuzuna ulaştık. Elde edilen kireçler toplu gömülen cenazelerin üzerine serpilerek bir nevi hijyen arayışı söz konusudur” diye konuştu.

 

Şu anda kazıların iki katlı olduğu düşünülen skenede (sahne binası) devam ettiğini anlatan Kakillioğlu şunları söyledi:

“Orkestra bölümünün kuzeyinde yer alan dolgu toprak kaldırılarak, ilk etapta proskene (sahne platformu) açığa çıkarıldı ve sahne binasının diğer mimari öğeleri ve birbirileri ile olan bağlantılarına ulaşıldı. Zengin mimari bezeklere sahip olduğu bilinen scaenafrons (sahne binasının cephesi – ön yüzü) günümüze ulaşmamış, fakat scaena fronsun proskeneye açılan 5 kapısına ulaşıldı. Bu sayı Anadolu’ ya özgü olması sebebi ile çok önemlidir. Anadolu scaenafi-onslarında kapı sayısı 5’tir. Ortadaki ana kapı porta regia, yan bölümlerde yer alan kapılar ise porta hospitales olarak adlandırılıyordu. Sahne binası kazılarında, Bizans dönemine ait kiremit duvar eklentilerine rastlandı. Bu alanda yapılan çalışmalar sırasında heyecan verici bir bulguya ulaşıldı. Tiyatro yapısına ve o döneme ait olduğu belirlenen bir heykel kaidesi üzerinde yer alan Hellence kitabe açığa çıkarıldı. Tercümesi devam ediyor. Kitabeden elde edilecek bilgilerle epigrafık açıdan tiyatro tarihine yeni veriler eklenecek. Sahne binasına uzanan muhtemel Roma yolunun açığa çıkarılmasını bekliyoruz. Fakat tiyatro genelindeki tahribat yüzünden bu durum net değildir. Bugüne kadar yapılan çalışmalarda 300’den fazla sikke, çok sayıda pişmiş toprak kandil, haç, kemer tokası, çivi ve seramikler bulundu. Venationes denilen gladyatör-vahşi hayvan dövüşleri düzenlenmiş olduğunu gösteren herhangi bir işarete rastlanmadı. Sadece trajedyalar, komedyalar ve toplantılar için kullanılan bir yapıdan söz etmeliyiz”.

Bursa Olay, 23.08.2012

100 YILLIK TABLOYU REZİL ETTİ

 

 

İspanya'da önemli bir İsa portresini tek başına restore etmeye çalışan yaşlı bir kadın, başarısız olunca yetkililere başvurarak suçunu itiraf etti.

 

Zaragoza yakınlarındaki Merhamet Mabedi Kilisesi'ndeki 100 yıllık İsa Peygamber freski nem yüzünden zarar görmüştü.

Ecce Homo (İşte İnsan) adlı portre, ressam Elias Garcia Martinez'in imzasını taşıyor.

80'li yaşlarında olduğu bildirilen kadının freskin yıllardır harap halde olmasına üzüldüğü ve fırçasını alarak düzeltmeye giriştiği belirtiliyor.

Ancak İsa'nın yüzü tanınmayacak hale gelince yaşlı kadın belediyeye başvurarak yardım istemiş.

Yetkililer yaşlı kadının iyi niyetle hareket ettiğini ancak resmin restore edilip edilemeyeceğini henüz bilmediklerini söyledi.

Sanat tarihçileri yakında kilisede bir araya gelerek neler yapılabileceğini tartışmaya hazırlanıyor.

BBC Avrupa muhabiri Christian Fraser, ressam Martinez'in zarif fırça darbelerinin bol miktarda boyayla gelişigüzel kapatıldığını kaydediyor.

Muhabirimize göre bu asil portre şimdi üstüne uymayan bir gömlek giymiş, bol tüylü bir maymunun mum boya resmine benziyor.

"Üstelik" diyor muhabirimiz, "Ressamın torunu da kısa süre önce resmin restore edilmesi için yerel bir kuruluşa bağış yapmıştı."

Cnn Türk, Kaynak: BBC, 23.08.2012

AGORADA YENİ BİR MERMER YOL BULUNDU

 

 

Dünyanın “kent merkezindeki en büyük antik agorası” olarak bilinen İzmir Agorası’ndaki kamulaştırmalar Büyükşehir Belediyesi tarafından sürdürülürken, yıkılan binaların altından her geçen gün yeni bir buluntu ortaya çıkıyor. Agora’nın son sürprizi, Faustina kapısı ile birleşimi olduğu tahmin edilen yeni mermer yol ve su kanalı oldu.

 

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin tarihi İzmir Agorası’nda sürdürdüğü çalışmalarda kamulaştırmalar devam ederken, yıkılan evlerin altından çıkarılan tarihi buluntular şaşırtmaya devam ediyor. Büyükşehir Belediyesi’nin “Arkeoloji ve Tarih Parkı” olarak düzenlemeye hazırlandığı Agora ve çevresinde Dokuz Eylül Üniversitesi Arkeoloji Bölümü tarafından devam ettirilen çalışmalarda elde edilen arkeolojik bulgular, İzmir için büyük önem taşıyor. Agora kazılarında en son ortaya çıkarılan Roma döneminden kalma mermer yol, kentin o dönemi için büyük önem taşıyor

 

Mozaikli yapının temel duvarlarının yan tarafında bulunan mermer yol, çalışmaları yürüten ekibi de sevindirdi. Çalışmalarla ilgili bilgi veren Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Akın Ersoy, “Agora’nın batısındaki alanda eski kent merkezine ilişkin yapıların peşindeyiz. Bunlardan bir tanesi 3 yıldır üzerinde çalıştığımız mozaikli yapı. 35 metre genişliğindeki memen mozaikli yapının hemen batısından bir Roma Caddesi’nin geçtiğini tespit ettik. Beklediğimiz ama umutsuz olduğumuz bir konuydu, ama mermer kaplamalarıyla birlikte bu caddeyi tespit ettik” dedi.

 

Bulunan caddenin önemine değinen Yrd. Doç.Dr. Akın Ersoy, “Şimdi Faustina Kapısı ile yolun birleştiği noktayı bulmaya çalışıyoruz. Bir noktada birleşmelerini ve mermer yapısının korunarak, bozulmadan kalmış olmasını umut ediyoruz. O noktadan sonra Kemeraltı’na doğru ilerleyen önemli bir caddeyi takip etmeye başlayabileceğiz” diye konuştu.

 

Yrd. Doç.Dr. Akın Ersoy, yürüttükleri çalışmalarla mozaikli yapının altında su kanalı tespit ettiklerini belirterek, kanalın muhtemelen Tarihi Roma Hamamı’nın yanında olduğu varsayılan Gymnasium’a çıktığını söyledi. Arkeolojinin bilinmezlik ve sürprizlerle dolu olduğunu söyleyen Yrd.Doç.Dr. Akın Ersoy, çalışmalarına ara vermeden devam edeceklerini söyledi.

 

İzmir Büyükşehir Belediyesi, ilk kamulaştırmalarına 1997 yılında başlanan, ilk yıkımı ise 2005 yılında gerçekleştirilen tarihi alanda, “Agora ve Çevresi Koruma, Geliştirme ve Yaşatma Projesi” çerçevesinde bugüne kadar 26 milyon 808 bin 987 liralık kamulaştırma bedeli ödedi. Toplam 21 bin 987 metrekarelik alandan 18 bin 337 metrekaresini kamulaştırarak tapusunu alan Büyükşehir Belediyesi, geri kalan bölümleri kamulaştırmak için de çalışmalarını sürdürüyor.

Yeni Asır, 23.08.2012

YARIMADANIN TEMELİ ATILIYOR

 

Ilısu Barajı kapsamında inşa edilecek Tarihi Kültürel Yarımada’nın temeli 28 Ağustos günü Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu tarafından atılacak. Saat 15.00’da temeli atılacak olan Tarihi Kültürel Yarımada projesi ile kültürel mirasın korunması ve sergilenmesi için çeşitli yapı ve tekniklerden oluşan Kültürel Park ve Müze ile Arkeolojik Park ve Açık Hava Müzesi inşa edilecek. Bu proje ile Hasankeyf’e bir müze kazandırılmasının ve bir turizm merkezi oluşturulmasının hedeflendiği belirtildi. Ilısu Barajı ve HES’in Nehir Derivasyon İşleminin de aynı gün saat 10.00’da Ilısu Barajı şantiyesinde gerçekleştirileceği öğrenildi.

Batman Gazetesi, 23.08.2012

'KAYIP KENT'İN GİZEMİ ÇÖZÜLDÜ

 

 

Kocaeli Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nün Küçükçekmece Göl Havzasında yaptığı kazı ve incelemelerde bulunan Yrd. Doç.Dr. Şengül Aydıngün, İstanbul 'un yanı başındaki kayıp Bizans kenti Bathonea'nın yok oluşuna 8 büyüklüğünde bir depremin yol açtığı sonucuna ulaştı.

2007 yılında yüzey araştırmasıyla başlayıp, 2009 yılında kazılmaya başlanan Küçükçekmece Göl Havzaları/Bathonea kazısında belirlenen son bulgulara göre Bathonea kentini, 8 büyüklüğündeki bir depremin yok etmiş olabileceği ortaya çıktı.

Yrd. Doç.Dr. Şengül Aydıngün, yürüttüğü kazı neticesinde Bathonea'yı yıkan depremle ilgili bilgileri İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu'ya yaptığı ziyarette kamuoyu ile paylaştı.

Cilalı taş döneminden itibaren Bathonea'da yaşam izlerine rastadıklarını belirten Yrd. Doç.Dr. Aydıngün, " Roma , Bizans ve Osmanlı dönemi eserlerine ev sahipliği yapan Bathonea'nın 8 büyüklüğündeki bir deprem sonucunda toprak altında kaldığı anlaşıldı. Üniversitemizden deprem uzmanı Prof.Dr. Şerif Barış ve Prof.Dr. Oya Çakın'ın yaptığı araştırmalara göre Bathonea, şiddetli bir deprem sonucu yıkılmış olabileceği gibi, yine deprem sonucu gerçekleşen bir heyelan neticesinde toprak altında kalmış olabilir" dedi.

Radikal, 22.08.2012

MENGÜCEK BEYLİĞİ TARİHİNE IŞIK TUTACAK KAZI

 

 

Divriği İlçesi'ndeki tarihi kalede yürütülen arkeolojik kazıların, Mengücek Beyliği tarihine ışık tutması bekleniyor.

 

Cumhuriyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü ve kazı heyeti başkanı Doç.Dr. Erdal Eser, AA muhabirine yaptığı açıklamada, tarihi Divriği Kalesi'ndeki arkeolojik kazıların Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın desteğiyle devam ettiğini söyledi.
 
Bu yıl tarihi kalenin bayrak direği olarak adlandırılan bölgede başladıkları çalışmaları yaklaşık 40 işçiyle devam ettirdiklerini ifade eden Eser, ''Bu bölgede sarayın haremine ilişkin bazı mekanların çıkmasını bekliyoruz. Geçen yıl bu bölgede yaptığımız çalışmada bunun izleri gelmeye başlamıştı'' diye konuştu.
 
Eser, kale alanının çok büyük olduğunu, aslında buraya kale denmesinin de pek doğru olmadığını belirterek, ''Bir şehir burası, sur içinde bir şehir. Surlar içerisindeki bütün o tarihi dokuyu ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Bunun Mengücek tarihine yönelik bilinmeyenlerin anlaşılması ve çözülmesine yardımcı olacağını değerlendiriyoruz'' dedi.

 

Bu sezonun çok önemli olduğunu, hiç bilinmeyen ve varlığından haberdar olunmayan bazı mekanlara ait bulguların geldiğini anlatan Eser, şunları kaydetti: 
''Tabii ki biz bunları bekliyorduk. Sultanın olduğu bir yerde sultana özgü eşyalar ve mekanların bulunması gerekiyor. İki yıl önce buna ilişkin kimi veriler gelmeye başlamıştı. Bu sene bunu kanıtlayan çok önemli bir buluntumuz var. Bu da bizi mutlu ediyor. Alanı açtıkça verilerin daha da artacağını değerlendiriyoruz. Kazı alanından çıkan bazı buluntular var. Bunları yakında kamuoyu ile paylaşmayı düşünüyoruz. Buradan çıkarılan buluntuları, çok zengin ve güçlü kişilerin inşa ettirdiği yapılarda ya da sultanların inşa ettirdiği mekanlarda görüyoruz. Hellenistik dönemden kalma kimi küçük eserler, yani seramik parçaları da gelmeye başladı. Henüz o döneme ait bir mimariyle karşılaşmadık ama kazı bu bölgenin kronolojisini yavaş yavaş netleştirecek.''
               
Doç.Dr. Eser, hem geçmişte hem de günümüzdeki kaçak kazılar nedeniyle tarihi kalede çok yoğun tahribatın söz konusu olduğuna dikkati çekerek, ''Bu da biraz şevkimizi kırıyor. İlk defa açılan yerler burası. Buna rağmen çok bozulma, tahribat var. Ümit kırıcı bir durum'' diye konuştu.

 

Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası'nın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün himayeleri altında olduğunu da söyleyen Eser, ''Ulu Camii etrafında ciddi bir çevre düzenlemesi yapılıyor. Kalenin de bu alanla bir bütün olduğunu düşünecek olursak, kale surlarının restorasyonlarının yapılması Divriği'nin kültür turizmindeki yerini almasında önemli rol oynayacağını düşünüyorum'' dedi.

Akşam, 22.08.2012

'ÇALINTI ESER' KAVGASINDA İKİNCİ DAVA!

 

  

 

Heykeltıraş Nilay Özenbay ile meslektaşı Zeynep Güldoğdu arasındaki “çalıntı eser” kavgasında ikinci dava açıldı.

 

Özenbay, sanat camiasında kendisini ‘emek hırsızlığı’yla suçlayan heykeltıraş Güldoğdu hakkında 20 bin TL’lik tazminat talebinde bulundu.

 

Özenbay, internet ortamında kendisine hakarette bulunduğunu öne sürdüğü Güldoğdu hakkında savcılığa şikayette bulunmuş, yürütülen soruşturmada, Güldoğdu için hakaret suçundan dava açılmıştı. Güldoğdu hakkında 3 aydan 2 yıla kadar hapis cezası istenmişti. Heykeltıraş Güldoğdu ise Özenbay’ın fuarda sergilenecek eserinin 2010 yılında yaşamını yitiren heykeltıraş İrfan Korkmazlar’a ait eserin kopyası olduğunu iddia ederek “Ben gerçek bir sanatçının yapması gerekeni yaptım, örnek alınması gereken bir davranış” sözleriyle kendisini savundu.

Habertürk, 22.08.2012

SURİYE'DE YAŞANANLAR KÜLTÜREL MİRASI NASIL ETKİLİYOR?

 

Dış politikada en önemli konulardan birisi Esad rejimi ordusu ile muhalifler arasındaki çatışmalar sonucu gelişen olaylar ve Suriye'nin belirsiz geleceği. Peki ülkede bu karmaşık atmosfer hakimken, medeniyetin birikimi kültürel mirasın durumu nedir?
 

UNESCO Başkanı Irina Bokova, yaşanan olaylar sonucu, Suriye'nin muazzam zenginlikteki kültürel mirasını korumak için tüm toplulukları daha bilinçli davranmaya çağırdı. UNESCO henüz Suriye'deki kültür varlıklarının, güvenlik sorunlarından ötürü ne kadar zarar gördüğünü detaylı bir şekilde çıkaramadıklarını, ancak Hititler, Asurlular, Yunanlılar, Romalılar, Emeviler, Eyyübiler, Moğollar, Memlükler ve Osmanlılara ev sahipliği yapmış olan topraklardaki Crac des Chevaliers, Palmyra, Kuzey Suriye ve Şam'daki antik yerleşimlerin büyük tehdit altında olduğunu belirtti.

 

Suriye'deki iç savaş sırasında kültürel mirasın aldığı yaralar akıllara daha önce yaşanan kayıpları da getiriyor. Avrupa'da I. ve II. dünya savaşlarının verdiği zararları bu yazıya sığdırmak olanaksız. Biraz daha yakın zamana bakacak olursak, 1990'ların başında Hırvatistan ve Bosna Hersek'te camiler, Katolik ve Ortodoks kiliseleri yıkıldı. Mezarlıklar buldozerlerle yerle bir edildi. Burada yaşanan en büyük kayıplardan birisi ise Sarajevo Kütüphanesi'nin yanması oldu. 2003 senesine geldiğimizde ise Irak'ta da benzer durumların yaşandığını gördük. Kiralanan çeteler Ulusal Müze'ye girip Mezopotamya uygarlığına ait eserleri çaldı, Koranic Kütüphanesi yandığında 15. yüzyıldan itibaren korunmuş el yazması Kuran'lar kül oldu. 1975-1990 arasında Lübnan'ın kültürel mirası bilinmeyen boyutlarda zarar gördü. Suriye ordusu bugün yaptığı gibi Lübnan'da Bekaa Vadisi'ndeki antik kent Balbek'te ordusunu konuşladı. Yüzyıllara meydan okumuş Jüpiter Tapınağı hala bu dönemin izini güney-batı köşesinde taşımakta.

 

Geçmişte yaşanan tüm kayıplara rağmen, aynı duyarsızlık devam ediyor görünüyor. 1986 senesinde UNESCO Dünya Kültür Miras Listesi'ne alınan Halep kentinin 5.000 senelik bir geçmişi var. Ancak şimdiden Ortaçağ'dan günümüze ulaşan Hisar'ın, bir hava saldırısında masif demir kapıları havaya uçuruldu. Bunlara en büyük sebebin muhalif grupların tarihi ve kültürel kent simgelerini üs olarak kullanması olduğu söyleniyor.

 


Eski Kent'te "Hisar" önünde Suriye bayrağı taşıyan güvenlik personeli. Hisar son hava saldırısında büyük zarar gördü.

 

Önemli arkeolojik kazı alanlarından MÖ 3000-2000'e tarihlenen ve dünyadaki en eski yapılardan biri olan "Temple of the Storm God" da tehdit altındaki yapılardan. Henüz kamuya açılmayan ve yakın zamanda ortaya çıkarılan tapınağın devasa oyma rölyefleri, kum torbaları tarafından korunuyor, üstü ise tenekeden bir çatıyla kaplı. Halep'in bu tekil yapılarının yanı sıra Hisar içerisindeki eski kent dokusu, Bronz Çağı frizleri, Roma kaleleri insanlık tarihine ışık tutuyor. Tamamen surlarla çevrili Eski Kent'te ise 12. yüzyıldan günümüze ulaşan Ulu Cami, avlulu Ortaçağ konutları, Arap çarşıları, 17. yüzyıldan kalma taş medrese, bir Osmanlı sarayı ve hamamlarıyla kentin tüm bu mirası tehdit altında.

 


Henüz ortaya çıkarılan ve alelade korunan Temple of the Storm God

 


Tamamen surlarla çevrili Dünya Kültür Mirası Listesi'ndeki Eski Kent

 

Ortadoğu'daki en zengin bölgelere ev sahipliği yapan Suriye'de her ne kadar Halep Müzesi'ndeki eserler koruma altına alınmış olsa da, ülkedeki önemli yapılar ve kent dokusu büyük bir tehdit altında görünüyor. "Syrian Archaeological Heritage in Danger" ismiyle toplanan uzmanlar kayıpları raporlamaya çalışıyorlar. Bunun yanı sıra Durham University araştırmacılarından Emma Cunliffe ise, konuyla ilgili "Damage to the Soul Syria: Syria's Cultural Heritage in Conflict" başlıklı detaylı bir rapor hazırladı.

 

20. yüzyıl içerisinde savaşlar sonucu yaşanan acılar ve  büyük yara alan dünya kültür mirası için, günümüzde aynı sahnelerin yaşanmamasını diliyoruz...

Arkitera, Haber: Betül Atasoy, 22.08.2012

1,1 MİLYONLUK KALE-KONDU

 

 

Sinop Kalesi'nin surlarına yapılan konutlar kamulaştırma maliyetlerinin yüksek oluşu nedeniyle yıllardır bir türlü yıkılamadı. Surlarla iç içe olan PVC pencereli fransız balkonlu evler dikkat çekiyor

 

Sinop’ta günümüzden 2500 yıl önce Gaskalılar tarafından yapılan Sinop Kalesi’nin surları yıllar bazı vatandaşlar tarafından kullanılarak, evlerinin bir duvarı haline dönüştürüldü. Bazıları kale surlarını temel olarak kullanırken, bazı evler de 12 metrelik kale koruma alanı içerisine inşa edildi. Surlarla iç içe olan, surlarla bitişik ya da hemen yanında bulunan toplam 16 evin tahliye edilip yıkılması için çeşitli çalışmalar yapıldı.


Ancak kamulaştırma maliyetlerin çok yüksek olması nedeniyle bir aşama kaydedilemedi. 1982’den önce yapılan ruhsatlı, tapulu ve bir kısmı ise kaçak olan evler, zaman içerisinde vatandaşlar tarafından yenilendi.

 

Sinop Kültür ve Turizm İl Müdürü Hikmet Tosun da geçen yıl 3 katlı bir evin kamulaştırılması için Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın girişimde bulunduğunu dile getirerek, “Bakanlığımız bu binayı 160 bin TL değerle kamulaştırdı. Ama bina sahipleri itiraz edip Samsun Bölge İdare Mahkemesi’ne başvurdu. 1 ay önce dava sonuçlandı ve kamulaştırma bedeli 1 milyon 130 bin TL olarak belirlendi.
Maliyetin çok yüksek olması nedeniyle Bakanlık kamulaştırmadan vazgeçti. Projelerimiz hazır. Ancak kamulaştırma bedellerinin çok yüksek olması sürecin tıkanmasına neden oluyor. Bu binaların kamlaştırılması için yaklaşık 3.5 milyon TL gerekiyor. Ancak bu bedel yapılan itirazların ardından mahkeme sürecinin sonrasında artabilir.”

Milliyet, Haber: Yaprak Koçer - Emin Adıgüzel, 22.08.201

ASYA'YA İLK GÖÇÜN KANITI

 

 

ABD ’deki Illinois Üniversitesi bünyesinde çalışan bilim insanları, Güneydoğu Asya ülkesi Laos’ta bulunan ‘Maymunlar Mağarası’nda yaptıkları araştırmalarda, ilk insanların antik dönemde Asya’ya göç yaptıklarına işaret eden en eski kemik kalıntılarını buldu.

Ancak anatomik bilgiler, modern insanların atalarının 200 bin yıl önce Afrika ’dan geldiğini gösteriyor. O tarihten bu yana modern insanın diğer kıtalara nasıl yayıldığı konusundaki teorilerin hiçbiri kesinleştirilemezken, arkeolojik deliller ve genetik bilgiler, modern insanın Afrika ’dan dışarı hızlı bir göç gerçekleştirdiğini ve Güneydoğu Asya’ya en az 60 bin yıl önce geldiğini öne sürüyor.

Yapılan testler sonucunda Laos’taki kemiklerin 63 bin yıl öncesine ait olduğu kesinleşirse, bugüne kadar Ortadoğu ’nun doğusunda kalan bölgelerde modern insanların atalarına ait en eski fosil elde edilmiş olacak.

Radikal, 22.08.2012

SARAYI YABANCILAR DAHA ÇOK MERAK EDİYOR

 

 

Dolmabahçe Sarayı'nı Türklerden çok yabancı turistler merak ediyor. Bu yıl toplam 903 bin 624 kişinin gezdiği Dolmabahçe Sarayı'nda yabancı turistlerin en çok görmek istediği bölüm harem oldu.

Milli Saraylar İletişim Koordinatörlüğü yetkililerinden alınan bilgiye göre, İstanbul'daki saraylar arasında en çok gezilen Dolmabahçe Sarayı'nı bu yıl 903 bin 624 kişi ziyaret etti.

Saraya en çok yabancı turistlerin ilgi gösterdiğini ifade eden yetkililer, bunların yüzde 61'inin yani 554 bin 737'sinin yabancı turist olduğunu bildirdi.

83 bin 688 yerli turist ile 71 bin 860 öğrencinin ziyaret ettiği sarayı özel izinle ziyaret edenlerin sayısının da 93 bin 339 olduğunu belirten yetkililer,sarayda, rehber eşliğinde gezilebildiğini söyledi.

Bir günde en fazla 3 bin kişinin saraya girmesine izin verildiğini dile getiren yetkililer, yabancı turistlerin Dolmabahçe Sarayı'na geldiklerinde ilk olarak en çok görmek harem bölümünü gezdiklerini bildirdi.

Haremden sonra en çok ilgi görülen bölümün de sarayın büyük bahçeleri olduğunu ifade eden yetkililer, bunun nedeninin kış manolyalarının Türkiye'de sadece Dolmabahçe Sarayı'nın bahçesinde yetişmesi olduğunu söyledi.

İstanbul'daki saraylar, tarihi dokusuyla her geçen gün ziyaretçi akınına uğruyor. Saray, dış görünüşü, ihtişamlı yapıları, tarihi eşyaları ve büyük bahçeleriyle hem yabancı hem de yerli turistler tarafından ilgi görüyor.

İstanbul'da TBMM Milli Saraylar'a bağlı Aynalıkavak Kasrı, Beykoz Kasrı, Florya Atatürk Deniz Köşkü, Ihlamur Kasırları, Küçüksu Kasrı, Beylerbeyi Sarayı, Yıldız Sarayı ve Dolmabahçe Sarayı bulunuyor.

Dünyadaki saraylar içerisinde en büyük balo salonuna sahip Dolmabahçe Sarayı'nda, batı etkisiyle Avrupa'dan örnek alınarak yapılmış olmasına rağmen haremin ayrı bir bölüm olarak kurulmasına özen gösterilmişti. Deniz tarafından görünüşünü batılı olan saray, bahçesinin yüksek duvarlarla çevrili ve ayrı ayrı birimlerden oluşması nedeniyle de doğulu olarak nitelendiriliyor.

Dolmabahçe Sarayı, hizmete açıldığı 1856'ten halifeliğin kaldırıldığı 1924'e kadar aralıklarla 6 padişaha ve son Osmanlı Halifesi Abdülmecid Efendi'ye ev sahipliği yaptı.

600 metre uzunluğunda mermer bir rıhtım üzerine inşa edilen saray, 1927-1949 arasında Cumhurbaşkanlığı makamı olarak da kullanıldı. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 1927-1938 yılları arasında İstanbul'daki çalışmalarında Dolmabahçe Sarayı'nı kullandı ve burada vefat etti.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın da çalışma ofisinin bulunduğu saray, bugün müze-saray olarak hizmet veriyor.

Habertürk, 22.08.2012

TAVŞAN ADASI'NA ZİYARETÇİ AKINI

 

 

Tarihi Tavşan Adası, üç yıldır süren kazı çalışmalarına bayram nedeniyle ara verilince ziyaretçi akınına uğradı.

 

Muğla’nın Bodrum İlçesi’ne bağlı Gümüşlük Beldesi sınırları içindeki tarihi Tavşan Adası, üç yıldır süren kazı çalışmalarına Ramazan Bayramı nedeniyle ara verilince ziyaretçi akınına uğradı. Yerli ve yabancı turistler, tarih fışkıran Tavşan Adası’na hayran kaldı.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Gümüşlük Belediyesi ve Uludağ Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü tarafından sahilden 150 metre uzaklıktaki Tavşan Adası’nda 2009 yılında başlatılan kazı ve kurtarma çalışmalarına Ramazan Bayramı nedeniyle ara verildi ve ada ziyarete açıldı. Bikini ve şortlarıyla denizden yürüyerek 150 metre uzaklıktaki Tavşan Adası’na çıkan yerli ve yabancı turistler, muhteşem manzarasına ve gün yüzüne çıkarılan tarihi eserlerine hayran kaldı.

 

Uludağ Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Kazı Başkanı Prof.Dr. Mustafa Şahin Tavşan Adası’nda üç yıldır sürdürülen kazı ve kurtarma çalışmaları sırasında kilise, kiliseye ait depo ve sarnıçlar, kral yolu ve MS 3′üncü yüzyılda Hıristiyanlığı yaymaya çalışan din adamları ve yakınlarının mezarları, tapınak sütunları ve din adamlarının yaşadıkları evlerin gün yüzüne çıkarıldığını söyledi. Prof.Dr. Mustafa Şahin, Tavşan Adası’ndaki kazı ve kurtarma çalışmalarının 2018 yılına kadar devam edeceğini de belirtti.

haberler.com, 21.08.2012

'YERALTI CENNETİ' DUPNİSA MAĞARASI

 

 

Kırklareli Valisi Mustafa Yaman, ''Trakya'nın turizme açılan ilk ve tek mağarası olan Dupnisa sadece Kırklareli'nin değil Türkiye'nin de önemli turizm değerlerindendir'' dedi.

 

Vali Yaman, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Kırklareli'nin Demirköy İlçesi'ne bağlı Sarpdere Köyü'nün 6 kilometre güneybatısındaki Dupnisa Mağarası'nın, kendine özgü doğal yapısı ve özellikleriyle ziyarete gelen yerli ve yabancı turistleri büyülediğini söyledi.

 

Dupnisa Mağarası'nın 3 bin 200 metre uzunlukta olduğunu ve 3 girişi bulunduğunu anımsatan Vali Yaman, mağara içinden çıkan kaynak suyunun Türk-Bulgar sınırını çizen Rezve Deresi'ni oluşturduğunu kaydetti.

 

İkinci Jeolojik Zaman'a ait, yaklaşık 180 milyon yıl önce oluşmuş mermerler içerisinde gelişen mağaraların birbirine bağlı iki kat ve üç mağaradan oluştuğunu dile getiren Yaman, şunları söyledi:

''Toplam uzunluğu 2 bin 720 metre olan sistemin üst katını Kuru ve Kız mağaraları oluşturuyor. Gelişimini tamamlamış bu mağaralardan 50-60 metre aşağıda Sulu Mağara yer alır. İçinden devamlı yer altı nehri akan ve deniz yüzeyinden 345 metre yukarıda giriş ağzı bulunan mağaranın toplam uzunluğu bin 977 metre. Son noktası ise girişten 61 metre daha yukarıda bulunuyor. Kız Mağarası içinde yaşayan yarasaların yoğunluğu nedeniyle turizme tamamen kapalıdır. Sulu Mağara'nın 250, Kuru Mağara'nın ise 200 metresi turizme açıktır. Yarasaların olmadığı Kuru Mağara ise yılın 12 ayı turizme hizmet ediyor.''

 

Vali Yaman, Dupnisa'nın Kız Mağarası olarak bilinen bölümünde yaşayan 11 türden yaklaşık 60 bin yarasanın kış dönemini geçirmesi ve üremesi için 15 Kasım ile 15 Mayıs tarihleri arasında ziyarete kapalı tutulduğunu bildirerek, Dupnisa'nın Sulu ve Kuru mağara bölümlerinin ise yıl boyunca ziyaretçilere açık tutulduğunu kaydetti.

 

Dupnisa Mağarası'nı yılın ilk 4 ayında 17 bin 325 yerli ve yabancı turistin ziyaret ettiğini ifade eden Vali Yaman, turistlerin mağaraya ilgisinin her geçen gün arttığını belirti.

Akşam, 21.08.2012

FOÇA'NIN TARİHİ ORTAYA ÇIKARILIYOR

 

 

Kent merkezindeki ve çevresindeki tarihi zenginliğin ortaya çıkarılması konusunda ciddi çalışmalar yapan İzmir Büyükşehir Belediyesi, Foça Antik Phokaia kenti kazılarına da destek olmaya devam ediyor.


Foça'daki kazıları yerinde inceleyen İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, Foça Kazı Başkanı Prof.Dr. Ömer Özyiğit ve Belediye Başkanı Gökhan Demirağ'dan çalışmalar hakkında bilgi aldı.

Tarihin gelecek kuşaklara aktarılması konusuna özel önem verdiklerini söyleyen Kocaoğlu, "Bunun için kazı çalışmalarını maddi-manevi destekliyoruz. Athena Tapınağı'nın yerine monte edilmesiyle birlikte Foça, çok önemli bir çekim merkezi olacaktır. Ayrıca deniz ve kale duvarlarının irtibatlanması ve Sevgi Yolu'nun düzenlenmesi için bir çalışmamız olacak. Foça'da tarihi gün ışığına çıkarmak için Gökhan Başkan ve kazı başkanımızla birlikte çok yoğun çalışıyoruz" diye konuştu.


Foça'da tarihi yel değirmenlerinin restorasyonunun devam ettiğini de hatırlatan Kocaoğlu, "Tarihi gün yüzüne çıkarmazsak bir anlam ifade etmiyor. Çünkü İzmir ve çevresi tarihi kentlerle dolu. Bunları gün yüzüne çıkararak gelecek kuşaklara ve kent kültürüne armağan etmemiz gerekiyor" dedi.


Top Dağı'nda bulunan tarihi yel değirmenlerinin restorasyonunda hem Foça Belediyesi hem de Kültür ve Turizm Bakanlığı Foça Kazıları Başkanlığı ile birlikte çalıştıklarını kaydeden Kocaoğlu, buradaki üç adet değirmenden en eskisinde, orijinal yapısındaki öğütme sisteminin tıpa tıp aynısının kurulacağını açıkladı.

İlçelerine verdiği desteklerden dolayı Kocaoğlu'na teşekkür eden Demirağ ise, "Aziz Başkan, dünyada birçok yere örnek olacak ilkleri yaptı. Foça kazıları, Ömer Hoca önderliğine yürürken, geri planda mutfağın başında Aziz Başkan var. Onun tarihe bakış açısı, bana göre gelecek nesillere örnek olacak. Athena Tapınağı, Osmanlı sur duvarları ve yürüyüş yolunun düzenlenmesi, Foça'ya çok önemli katkı sağlayacak. Foça halkı olarak bugüne kadar yaşayan ve yaşayacak olan medeniyetlere verdiği destek için Büyükşehir Belediye Başkanımıza teşekkür ederiz" dedi.
İzmir Büyükşehir Belediyesi, geçtiğimiz Mart ayında Foça Kazı Başkanlığı ile protokol imzalayarak yıllık 900 bin TL maddi destek sağlamıştı.
Yeni Asır, 20.08.2012

MARMARAY'DA SONA YAKLAŞILIYOR

 

 

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Marmaray Projesi’nin en önemli aşaması olan Yenikapı kazı alanındaki çalışmalara ilişkin bilgi verdi. Topbaş, 8 bin yıl önce kentte yaşayan insanların ayak izlerinin geçen yıl yapılan kazılarda bulunduğunu hatırlattı. Ayak izlerinin bulunduğu katmanlardaki kazı çalışmalarının bitme noktasına geldiğini ifade eden Topbaş, ağustos sonu itibarıyla Yenikapı’daki istasyon kazı noktasına girileceğini söyledi.


Dünya tarihinde bir belediyenin böylesine büyük bir arkeolojik kazı çalışması yürütmediğine ve bu kadar para harcamadığına dikkati çeken Topbaş, şöyle devam etti: “İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak Marmaray çalışmalarına, büyük destek verdik. Bilimsel çalışma yürütülmesine de müsaade ettik. Çünkü Marmaray’ı kent için önemli görüyorum. Marmaray’da çalışmalar belirli noktaya geldi, ağustos sonu itibarıyla istasyon kazılarına başlıyoruz. Şu anda Haliç Köprüsü’nün montajları devam ediyor. Levent istikametinden Taksim’e geçecek metronun Yenikapı’ya inmesi için o istasyonun bitmesi gerekiyor. Çünkü o bölge İstanbul’da raylı sistemlerin düğüm noktası. Günde yaklaşık 2.5 milyon insan oradan geçecek. Düğüm noktası olarak kabul ettiğimiz bu bölge, doğu-batı, kuzey-güney aksının buluşma noktası ve önemli bir nokta. Bu nedenle Marmaray’ın bitirilmesi lazım.’’

Habertürk, 20.08.2012

MEZARDAKİ BULUNTULAR SAHİBİNİN MESLEĞİNİ GÖSTERİYOR

 

Biga İlçesi Kemer Köyü sınırları içinde yer alan Parion antik kentindeki mezarlarda ele geçen buluntuların, sahibinin mezarını göstermesi bakımından önem taşıdığı bildirildi.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca yürütülen kazının başkanlığını yapan Atatürk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Cevat Başaran, AA muhabirine yaptığı açıklamada, antik kentin Nekropolü’nün (mezarlık) 2005 yılından bu yana kazılan bir alan olduğunu söyledi.

 

Nekropolü, Parion’daki önemli buluntuların ele geçtiği bir mekan olarak değerlendiren Başaran, “Burada çok ilginç mezarlar ortaya çıkıyor. Özellikle erken dönem mezarlarında mezar sahibinin mesleğiyle ilgili buluntular ele geçmekte. Bu açıdan mezarların önemi bir kez daha görülüyor” dedi.

 

Başaran, bu mezarlardan birinde nalbant malzemelerinin ele geçtiğini ifade ederek, “Mezarın sahibi olan nalbanda ait bir kerpeten bulduk. Günümüz kerpetenlerine benzer nitelikte. Demirden bir malzeme. Mıh çakmak için metal bir çekiç bulundu. Bir başka ve çok önemli olduğunu değerlendirdiğimiz malzeme ise atların tırnaklarını kazımada kullanılan keski. Nallar çakılmadan önce atın tırnakları bu alet yardımıyla kazınıyor, daha sonra yeni nal çekiç yardımıyla yerine monte ediliyor. Nal sökümünde de kerpeten kullanılıyor” dedi.

 

Söz konusu mezarın Parion’da çok çeşitli meslek erbabının yaşadığını gösterdiğini dile getiren Başaran, şunları kaydetti:

“Antik çağ mezarlarında mesleklerin tek tek belirtilmesi günümüze doğru gelen bir alışkanlık. Roma döneminde de aynı özellikleri görmekteyiz. O dönemde mezar başında gerçekleştirilen törenler sırasında o kişinin mesleğini yansıtan malzemeler mezara bırakılıyor. Önce mezar yeri hazırlanıyor. Gömü defnediliyor. Etrafında bulunanlar ne hediye getirmişse onu mezarın üzerine bırakıp, oradan ayrılıyor. Bu malzemeler günümüzden yaklaşık 2 bin 500 yıl öncesine ait.”

haberler.com, 20.08.2012

ZEUGMA'DAN HABER VAR!

 

 

Gaziantep'in Nizip İlçesi yakınlarında bulunan Zeugma antik kentinde yapılan kazı çalışmalarında heykel parçalarından oluşan çok sayıda küçük buluntu ortaya çıktı.

Kazı Başkanı Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Kutalmış Görkay, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Zeugma antik kenti 2012 yılı kazılarının küçük buluntular açısından çok zengin bir sezon geçirdiğini ifade etti.

Bu yıl ki kazılara haziran ayında başladıklarını hatırlatan Görkay, ''Bu yılki ana çalışma alanımızı 'Muzolar Evi' içerisinde oluşturduk ve burada bulunan Roma Evi'ne ait diğer mekanların kazıları gerçekleştirildi. Önümüzdeki yıllarda ise yine aynı mekanda çalışmalarımız devam edecek. Bunun dışında Almanya ve İngiltere gibi yabancı ülkelerden gelen araştırmacılarımız ile birlikte Zeugma Kenti'nin antik dönemdeki surlarına ait çeşitli araştırmalarda bulunduk. Yaptığımız araştırmalarda surlara ait bazı kısımları ortaya çıkartıldı'' diye konuştu.

Çalışmaların büyük bölümünün Belkıs Tepe'de gerçekleştirdiklerini aktaran Görkay, şöyle konuştu: ''Burada yaptığımız araştırmalarda Belkıs Tepe'deki kült heykellere ait bazı parçalar ortaya çıkarılarak alana getirildi. Alana getirilen bu parçalar üzerinde çalışmalar devam ediyor. Çalışmalarda heykel parçalarından oluşan çok sayıda küçük buluntu ortaya çıktı.''

Görkay, kazı ve kurtarma çalışmalarının yanı sıra Zeugma'ya gelen ziyaretçilerin antik kenti daha iyi algılamaları için Kültür ve Turizm Bakanlığını ve Gaziantep İl Özel İdaresi'nin ortak çalışmasıyla yürüyüş yolları ve çevre düzenlemesi yapıldığını kaydetti.

Görkay, Zeugma antik kentindeki kazı çalışmalarının ağustos ayı sonuna kadar devam edeceğini sözlerine ekledi.

Zeugma antik kentinde, Doç.Dr. Kutalmış Görkay başkanlığında, 2005'ten bu yana her yıl kazı çalışması yapılıyor.

Sabah, 20.08.2012

'TROİA'YI ANADOLU'YA GERİ VEREN ADAM' KORFMANN KİTAPLAŞTI

 

 

Çanakkale merkeze bağlı Tevfikiye Köyü sınırları içerisinde yer alan 5 bin yıllık antik kent Troia’yı, 1988- 2005 yılları arasında yaptığı kazılarla Anadolu’ya kazandıran Alman arkeolog Manfred Osman Korfmann’ın makaleleri ‘Troia Rüzgarı’ adlı kitapta toplandı.

 

Çanakkale Belediyesi ve Troia Vakfı işbirliğiyle, Troia’da 1988- 2005 yılları arasında kazı yapan ve 11 Ağustos 2005 tarihinde vefat eden Alman Arkeolog Manfred Osman Korfmann’ın birikimlerini, emeklerini gün yüzüne çıkarmak ve daha geniş kitlelere yaymak üzere makalelerinden oluşan bir kitap hazırlandı. ‘Troia Rüzgarı’ adlı kitap Türkçe, İngilizce ve Almanca olarak üç dilde bin’er adet basıldı. Yaptığı kazılarda elde ettiği önemli bulgularla ‘Troia’yı Anadolu’ya geri veren adam’ olarak tarihteki yerine alan Korfmann anısına hazırlanan kitabın ön kapağında, Alman arkeologun Troia kalıntıları arasında çekilmiş, elinde antik kenti gösteren bir haritanın bulunduğu fotoğraf yer alıyor.

 

Kitabın ön sözünü ise Tübingen Troia Vakfı adına, uzun yıllar Korfman’ın yardımcısı olarak kazılarda görev alan Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Rüstem Aslan yazdı. Doç.Dr. Rüstem Aslan yazısında şu ifadelere yer verdi:

“Korfmann, Troia’da kazı çalışmalarıyla Avrupa kültür tarihi kökenlerinin en derinlerinin Anadolu’da olduğunu, Avrupa ve kendi ülkesinden gelen önyargılı tepkilere rağmen, her alanda dile getirmiştir. Korfmann’ın ölümünün ardından 7 yıl geçti. Geçen bu süre içerisinde ismi daha çok anılır oldu. Çünkü yaptığı yayınlar ve çalışmalar etkisini devam ettirdi ve ettirmekte. Bu amaçla Korfmann’ın yayınladığı makalelerden yaptığımız kronolojik bir seçkiyi üç ayrı dilde yayınlamaya karar verdik”

 

Alman Arkeolog Manfred Osman Korfmann’ın, Troia ile Anadolu arasındaki ilişkisini kanıtlayan bir makalesinde şu ifadelere yer vermişti:

“Troia’daki ilk ve aynı zamanda çok önemli buluntu olan iki yüzü de dışbükey, Luwi hiyeroglifli bir Tunç mühür Anadolu ile bağlantıları, ya da Batı’da Anadolu kökenli bir üst veya yönetici sınıf yaşadığını göstermektedir. Bu tür mühürler özellikle Orta ve Güney Anadolu’da 20 kadar şehirde bulunmuştur. En yoğun kullanıldıkları dönem MÖ 1280 ile 1175 arasıdır. Bizim oldukça aşınmış Tunç mührümüz Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra aşağı yukarı bir nesil daha Troia’da kullanılmaya devam edilmiş olmalıdır. Çünkü mühür, Troia’da Balkanlardan gelen etkilerin artık yaşamı belirlediği bir tabakada bulunmuştur. Gelenekler ve adetler tarihi açıdan çok büyük değişikliklerde de varlığını bir süre daha devam ettirir. Ayrıca eski halkın kendisi de hiç iz bırakmadan birden bire kaybolmaz. Yeni gelenler genellikle burada geçerli ve eski yerel adetlere uyarlar. Bu durum özellikle çok geniş çaplı ilişkileri bulunan liman şehirleri için geçerlidir. Bu yazılı buluntu, Anadolu’ya dönük Troia tablomuzu tamamlamada yeni bir mozaik taşıdır.”

haberler.com, 20.08.2012

LİKYA BÖLGESİ'NİN BİLİNEN İLK HASTANESİ RHODİAPOLİS'TE

 

Kumluca’daki Rhodiapolis antik kentinde yürütülen kazılarda yaklaşık 3 yıl önce ortaya çıkartılan yapının Likya bölgesinin bilinen ilk hastanesi olduğunu belirtildi.

 

Akdeniz Üniversitesi tarafından Rhodiapolis antik kentinde 2006 yılında başlatın kazı çalışmalarında ortaya çıkartılan buluntular, antik kentin yaşam tarihi itibarıyla Likya bölgesi için çok önemli bir yerleşim merkezi olduğunu ortaya koyuyor.

 

Dünyaca ünlü hayırsever Opramoas, tıp bilgini Herakleitos gibi birçok ünlü ismin yaşadığı antik kentte yaklaşık 3 yıl önce yapılan kazılarda ortaya çıkartılan asklepion’un (hastane), Rhodiapolis’in o dönemde önemli bir sağlık merkezi olduğunu ve bölgede yaşayan insanlara tedavi hizmeti sağladığını gösteriyor.

 

Ortaya çıkartılan asklepion’un Likya bölgesinde bilinen ilk hastane olduğu belirtiliyor.

 

Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Rhodiapolis Kazı Heyeti Başkanı Doç.Dr. İsa Kızgut, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ortaya çıkartılan yapının Likya bölgesinin bugüne kadar bilinen ilk ve tek hastanesi olduğunu söyledi.

 

Asklepion’un MS 2. yüzyılda Rhodiapolis’te doğmuş ve yaşamış tıp bilgini hekim Herakleitos tarafından yaptırıldığını ifade eden Kızgut, Rhodiapolis’teki asklepion’un Bergama Asklepionu rahiplerinden icazet alınarak kurulduğunu belirtti.

 

‘Asklepios’ ve ‘Hygeia’ kültünü ve dinini de Rhodiapolis’e getirmeyi ileri sürdüğünü bildiren Kızgut, antik dönemde mental hastalıkların tedavisinde dinin çok önemli bir yeri olduğunu vurguladı.

 

Herakleitos’un Rhodiapolis antik kentinde hastaneyi oluştururken sağlık tanrıları Asklepios ve Hygeia dinini, kültünü de getirmiş olduğunu anlatan Kızgut, “Onlar adına hemen hastanenin ön tarafında bir tapınak yaptırıyor ve içerisine de Asklepios ve Hygeia’nın heykellerinin konulmasını sağlıyor. Herakleitos hastaneyi kurduktan tıpla ilgili 60 cilt kitap yazıyor. Öğrencilerinin ve diğer doktorların faydalanabilmeleri için hastane kompleksinin içerisine bir de tıp kütüphanesi kurdurtuyor” dedi.

 

Herakleitos’un ününün çok yayıldığını bildiren Kızgut, “Yunanistan’dan, Rodos’tan, hatta Mısır’dan tedavi olmak için hastalar Rhodiapolis’e geliyordu. Zaman zaman başka yerlere de tedavi amacıyla çağrıldığını ve gittiğini de biliyoruz” diye konuştu.

 

Kızgut, 1500 metrekare alan üzerinde bulunan ve kazısı tamamlanan hastane kompleksini ayağa kaldırmak için çalıştıklarını dile getirerek, “Hastanenin ayağa kaldırılması arkeoloji ve tıp biliminin yanında ülke turizmi için de önemli” diye konuştu.

 

Hastanenin ayağa kaldırılmasının ardından antik kentte ve hastane içinde tıp kongresinin de düzenlenebileceğini ifade eden Kızgut, “Önemli ve şimdilik bölgedeki tek örneği olan yapının yeniden ayağa kaldırılmasında hayırseverlerden katkı bekliyoruz. 2 bin yıl önce bir hekimin kendi imkanlarıyla yaptırdığı bölge hastanesini bugünkü şartlarda ayağa kaldırmak çok zor olmayacaktır” dedi.

haberler.com, 19.08.2012

SANAT DEĞERİ YOKMUŞ

 

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, 7’nci Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in “Bodrum Evleri” ve “Ula Evleri” adlı tablolarının, sanat eseri niteliği bulunmadığı gerekçesiyle Devlet Resim Heykel ve Müzesi envanterinden düşürüldüğünü açıkladı.

 

Günay, Evren’in 1998’de müzeye bağışladığı tablolarla ilgili olarak, “Var olan bir eseri de sokağa atacak halimiz yok. Evren de 50 yıl sonra falan, bu dünyadan ebediyete göçtüğü zaman yaşamayan bir ressam olarak belki değeri artar” dedi. Günay, Devlet Resim Heykel Müzesi’nde yaşanan sıkıntıları ve çalışmaları şöyle anlattı:

“Resim Heykel, 1980’de kurulmuş ve 1995’e kadar son derece kötü yönetilmiş. O dönem Kenan Evren’in tablosunu da almışlar, fotokopi de almışlar. Karakalem çalışma yerine taklidini koymuşlar, orjinal gibi baskı eser almışlar. Orijinal eserin kopyasını yapıp, duvara asıp, duvardaki eseri dönemin diktatörlerine veya onların yakın çevresine armağan etmişler. 1996’dan 2000’e kadar devam eden süreçte, yargılanmalar zamanaşımına uğramış, tartışmalar kadük hale gelmiş. Biz şimdi eksikleri tespit ediyoruz. Kamu kurumlarına dağılmış olan eserleri topluyoruz. Çeşitli kurumlardan 300’e yakın eser topladık. MİT’te var deniliyordu. Bizde kayıtları var. O kayıp ve çalıntı değil ama bizden başka kurumlara gitmiş. Bunları aldık. Denizcilik İşletmeleri 90’a yakın, TÜİK 35 kadar tablo verdi. O kurumlarda da gerçekleriyle sahteleri değiştirilmiş olabilir. Çünkü devlet bir dönem bu konularda çok özensizdi.

Envanter sayımı bitti. Müzede kayıtlı, 4 bin 500 civarında eserimiz var. Eski yıllarda sadece sergideki eserler envantere geçmiş. Onlar da 250 civarında. Depoya doldurmuşlar. Aynı zamanda boşaltmışlar. Bütün depoyu kayda aldık. TBMM bile envanterini ilk defa 1980’lerde tespit etti. ”

Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nin envanter sayımları sırasında, Gazi ve Hacettepe Üniversiteleri ve Bakanlık uzmanlarından oluşan bir Değerlendirme Kurulu oluşturuldu. Bu kurul, eserlerin orijinal olup olmadıkları ve sanat değerleri konularında değerlendirmelerde bulundu. Kenan Evren’in tablolarını da inceleyen kurul, müze yönetimine eserin sanat eseri niteliği taşımadığını belirterek sergide teşhir edilmemesi tavsiyesinde bulundu. Bunun üzerine müze yönetimi 2 bin 983 demirbaş numaralı 73 X 54 santimetre ebatlarındaki “Ula Evleri” adlı yağlı boya çalışması ile 2 bin 984 demirbaş numaralı 62.5 X 56.5 santimetre ebatlarındaki “Bodrum Evleri” yağlı boya resmini envanterden düşürdü.

Hürriyet, Haber: Umut Erdem, 19.08.2012

EN DEĞERLİ PORTRELER ONDA

 

 

Türkiye'de portre sanatının değeri yeni yeni anlaşılıyor. Oysa dünyanın en pahalı tablolarında ilk sırayı her zaman portreler aldı. Türkiye'de bu alanın öncü ismiyse 400 parçalık koleksiyonuyla Ahmet Merey.

 

Dünyanın en pahalı tabloları sıralamasında portreler her zaman açık ara önde. Klimt'in 135 milyon dolara satılan Adele Bloch Bauer portresi, Vincent van Gogh'un 82.5 milyon dolara alıcı bulan Dr. Gachet portresi ve 90 milyon dolara satılan otoportre dünyanın en pahalı ilk 10 listesine giren örneklerden birkaçı. Dünya tarihinde ayrı bir önem taşıyan portre sanatçıları bir dönem krallar ve soyluların hizmetindeyken, zaman içinde zanaatkarlara, işadamlarına, sanatçılara ve toplumun diğer kesimlerine hitap eder oldular.

4 NESİLDİR KOLEKSİYONER
Öyle ki Medici Ailesi'nin Floransa'daki Uffizi Gallery'de sergilenen koleksiyonunda bugün hala Kanuni Sultan Süleyman, Hürrem Sultan, Barbaros Hayrettin Paşa'nın portrelerini görmek mümkün. Ancak Türkiye'de portre sanatının kısa süre öncesine katdar rağbet görmediği gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz. İşte bugün ülkemizde değeri yeni yeni anlaşılan portre sanatının en büyük toplayıcısı bu hafta Eko Sanat'ın konuğu... Dört nesildir koleksiyoner olan bir ailenin mensubu Morey. Sahip olduğu portreler arasında İbrahim Çallı'nın babası ve İbrahim Safi'nin annesini resmettiği portreler de var. 400 parçalık portre koleksiyonunda ayrıca Sami Yetik, Kemal İskender, Feyhaman Duran, Abidin Dino gibi önemli ressamlara ait portre ve oto-portreler de yer alıyor. Merey, "Türkiye'de portreyi resim olarak kabul etmiyorlar. Oysa ki çok önemli. Sanatçının sanat yönü kadar duygusal algılamasını gösteriyor. Ben portre alırken toptan alıyordum. 15-20 tane birden alıyordum. Ama Avrupalı öneminin farkında. Sonuç olarak Londra'da sadece portrelerin sergilendiği National Portrait Gallery müzesi var" sözleriyle Türkiye'de portreye bakışı özetliyor.

Merey artık resim tutkusunu kariyere dönüştürmüş. Öyle ki Taksim'de kiraladığı atölyesinde resim yaparak zamanını geçiriyor. Her gün beş-altı saat resim yaptığını söyleyen Merey bugüne kadar yaklaşık 100 resmini sergilemiş ve bazılarını da satmış. Şu sıralar ise atölyesinde önümüzdeki yıl gerçekleştirmeyi planladığı sergisinin hazırlığını yapıyor. Biz de bir diğer tutkusu olan dağları resmettiği atölyesinde buluşuyoruz. Koleksiyonunun küçük bir kısmını evinde bulundurduğunu söylüyor, geri kalanlar ise bir depoda duruyormuş. "Madem depodalar, neden hala resim satın alıyorsunuz?" sorusunu yöneltiyorum. Aldığım cevap net: "Resmi çok seviyorum. Hem uzun vadede de bir yatırım. Çocuklara kalır..."

Merey'in koleksiyonunun bir diğer bölümüyse Nazım Hikmet eserlerinden oluşuyor. Edebiyat ustası ve şair Nazım Hikmet'in hayranı olan Ahmet Merey, sanatçıyla ilgili yapılan resim, heykel hatta video gibi farklı eserleri topluyor.

Ahmet Merey ve eşi İpek Merey 2010'da TUYAP tarafından 'Yılın Koleksiyoneri' seçildi. Ayrıca aile, hem genç sanatçı adaylarını teşvik etmek hem de Türk resim piyasasına yeni yapıtlar kazandırmak için her yıl Mimar Sinan Üniversitesi'nde lisans ve yüksek lisans eğitimi gören öğrenciler arasında resim ve heykel yarışması düzenliyor. Üçü heykel olmak üzere seçilen beş eserin sahibine de 1.000'er lira para ödülü veriyor.

Ahmet Merey için resmin tanımı tuval üzerine yağlı boya figüratif eser demek. Sahip olduğu en önemli figüratif resimlerden biri bugün İstanbul Modern'de sergileniyor. Müzedeki İbrahim Çallı'ya ait 'Plajdaki Kadınlar' tablosunda resmedilen kadınlar, Merey'in anneannesi ve kardeşleriymiş. Cumhuriyet kadınını resmeden Çallı, model olarak da sanatsever olan ailesini kullanmış. Yine Sabancı Müzesi'nde de Merey'in ailesinin bir başka ferdi, büyük amcasının portresi yer alıyor.

Merey için Türkiye'nin en büyük portre koleksiyoneri tanımının yanına 'Pero' koleksiyonerini de eklemek yanlış olmaz. St. Petersburg'taki Hermitage Müzesi'ne gidenler Rubens'in 'Pero' tablosunu anımsarlar. Roma mitolojisinde genç bir kadın karakterinin adıdır Pero. Ahmet Merey'in annesinin adının da Pero olması tabloları toplamasına neden olmuş.

Sabah, Haber: Burcu Aldinç, 19.08.2012

"TÜRKİYE TARİHİNE SAHİP ÇIKIYOR"

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Hatay'ın Reyhanlı İlçesi Tell Tayinat Höyüğü'nde ortaya çıkarılan, Hitit dönemine ait olduğu tahmin edilen kral heykeli Şuppiluliuma'yı, replika haline getireceklerini söyledi.

Bakan Günay, yaptığı açıklamada, Reyhanlı'da ortaya çıkarılan kral heykelinin yurt içinde ve yurt dışında basında büyük ses getirdiğini belirtti.

Heykelin farklı özelliklere sahip olmasının onun değerini daha da artırdığını ifade eden Günay, ''2009'da Marcus Aurelius heykeli Sagalassos'ta çıktığında Burdur Müzesi'nin deposundaydı. Arabama atlayıp kendi başıma iki kez görmeye gittim. Hiçbir kırığı, eksiği olmayan Roma İmparatoru heykeli. Marcus Aurelius ki tarihte 'Bilge Kral', 'Filozof İmparator' denilen kişidir. Çok heyecanlanmıştım, ama bu beni daha çok heyecanlandırdı. Çünkü benzeri Roma'da, Atina'da olmayan bir heykel bulduk'' diye konuştu.

Kazılarda, Ege'de Perge'den, Sagalassos'tan, Afrodisyas'tan, İzmir'deki Bergama, Efes yörelerinde çok sayıda Roma heykeli bulduklarını ifade eden Günay, şunları kaydetti:
''Roma heykelleri de çok heyecan verici tabii, ama bu, benzerini sadece Kuzey Mezopotamya'da, Ön Asya topraklarında bulabileceğimiz bir heykel. 1,5 ton ağırlığında bazalt taşından. Kral Şuppiluliuma, ismini söylemesi biraz zor. Bizim evde ona 'Şuppili' diyorlar. Biraz ev halkından birisi haline geldi. Onu replika yapıp hediyelik eşya haline de getireceğiz. Gözleri ayrı bir taştan kakma, çok heyecan vericiydi. Bunu biraz sakladım. Sonra açıklayınca şimdi dünya basınında bile haber olmaya başladı.''

''DÜNYA MİRASINI ÇOK ÖNEMSİYORUZ"
Çatalhöyük Neolitik Kenti'nin UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne kaydedilmesi konusuna da Günay, dünya mirasının çok önemli olduğunu söyledi.

Türkiye'nin yakın yıllara kadar dünya mirası kavramına çok uzak olduğunu dile getiren Günay, bununla ilgili önemli çalışmalar yaptıklarını belirtti.

Dünya mirasını çok önemsediklerine işaret eden Günay, şunları kaydetti:
''Çünkü ben Türkiye turizminin içine kültür zenginliklerini katmayı çok önemsiyorum. Dünyada bir denize girmeye bir de sizin kültürünüzü, tarihinizi tanımaya gelenler var. Bu ikinciler, ayrıca daha çok gelir sarfediyor. Müzeye gidiyor, yemek yiyor, müzikli yere gidiyor, daha varlıklı ve kültürlü kesimler. Onlar da dünya mirası kataloglarına bakıyor, bu ülkede ne var diye."

Avrupa'da bazı ülkelerin Dünya Mirası Listesi konusunda zamanı çok iyi kullandıklarını belirten Günay, şöyle konuştu:
''Şimdi bakıyorsunuz İspanya'nın, Fransa'nın, İngiltere'nin, İtalya'nın listede 40-50 civarında yeri var. Biz 9'da kalmıştık. Ben görevi aldığımda, 2008'de, sayı 9 idi. Bakanlığımız, 1998'den bu yana da hiçbir yeni alanı teklif bile etmemişti.

Hiç unutmuyorum, bana bir Çinli rehber, Pamukkale'de gezerken 'Sizin ülkenizde 9 dünya miras alanı var' dedi. 'Evet' dedim. '30 olması lazım' dedi. Bunu bir yabancı söyledi. Ben de buna inanıyorum, 30, 40 olması lazım. Ama geç kalmışız. Şimdi bunu telafi etmek için son yıllarda kolları sıvadık. Selimiye Camisi ve külliyesinin Dünya Mirası Listesi'ne girdiği haberini 2011'de seçimler sırasında almıştım ve bence seçimlerden daha önemli diye sevinmiştim. Bu sene Çatalhöyük girdi, dünyanın en eski tarım yerleşimlerinden birisi. Sayı 11 oldu.''

Dünya Mirası Listesi için yeni dosya hazırladıklarını bildiren Bakan Günay, şöyle devam etti:
''Çok yerimiz var. Alanya sırada. Alanya Tersanesi ve Kalesi çok umut ediyorum ki girecek. Efes, Bergama, Diyarbakır surları sırada. Noel Baba bekliyor sırasını. Hacıbektaş girebilir çok rahatlıkla. Birçok yer girebilir listeye. Mevlana Külliyesi girebilir. Roma, Selçuklu, Osmanlı ve beylik dönemlerinden birçok yerimiz var. 9'u 11 yaptık. İnşallah bir düzineyi görev dönemim içinde tamamlayıp, bu işi bir yere çıkarmış olacağım.''

Habertürk, 19.08.2012

NASA ÜSSÜNDE
DİNOZOR İZİ BULUNDU

 

  

 

NASA’nın Goddard Uzay Uçuşu Merkezi’nde dinozor ayak izi bulundu.

 

Dinozor uzmanı Ray Stanford, dört sivri parmak ucu olan küçük kraterin bir dinozora ait olduğunu ifade etti.

 

Washington Post'a konuşan Stanford, 112 milyon yıl önce yaşamış nodosor türü dinozorun sol arka ayağıyla bu izi bıraktığını belirtti.

 

Johns Hopkins Üniversitesi’nden “Doğu Yakası’nın Dinozorları” kitabının yazarı ve Jurassic Park filminin danışmanı David Weishampel de izin bir dinozora ait olduğunu doğruladı.

 

Weishampel, “Ray izi bana gösterdiğinde çok heyecanlandım. Bir bilim insanı olarak böyle konulara şüpheyle yaklaşırım ama gereken her türlü detay bu izde var. Hem parmak hem de topuk izi var” dedi.

 

NASA yetkilileri bulunan izi gerçek bir dinozor izi olarak kabul ederken, bölgede başka dinozor kalıntıları bulmak için çalışmaların başladığını ifade etti.

Hürriyet, 19.08.2012



KALYONCU KIŞLASI'NIN ÇARŞI OLMASI TARİHLE ALAY ETMEKTİR

 

Denizciler semti Kasımpaşa’da bulunan Kalyoncu Kışlası’nın yıktırılıp yerine alışveriş merkezi yaptırılması küstahça bir davranıştır. Son birkaç yılda bir takım insanlar her kamu binasını otel ve çarşı olarak görüyorlar. Umarız İstanbul Valisi bu duruma müdahale eder.

 

İstanbul semtleri içinde Kasımpaşa’nın özgün bir konumu vardır. Genellikle bizim kuşak bu semti kavgacı insanların yaşadığı fakir bir semt olarak tanır.

O tarafa ayak basmayanların kanaatidir. Kasımpaşa kısa bir betimleme ile denizcilerin semti olarak adlandırılabilir. Tersane Kasımpaşa’nın bitişiğindeydi ve donanma orada demir atardı. Bugün dahi Kuzey Deniz Saha Komutanlığı oradadır ve Kasımpaşa deniz subaylarının yaşadığı bir semttir. Klasik devirlerde Osmanlı donanmasının büyük amirali olan Kaptan-ı Derya (veya Kaptan Paşa)’nın konağı buradaydı. Leventler buradaydı ve mesela Mimar Sinan’ın Piyale Paşa için yaptığı ünlü camii burada olduğu gibi Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa tarafından kendisine yaptırılan Azephane Camii de bugünkü Unkapanı Köprüsü’nün başında yer almak üzere buradadır. Azeb için deniz piyadesi diyebiliriz. Donanma gemilerinde denizcilikten çok savaşmak için bulunan askerlerdi.

Cezayirli Gazi Hasan Paşa 18. yüzyılımızın donanmadaki ilk modernleşmeyi yürüten komutanlarındandır. Bir harp esiriydi. Nerede doğduğu tartışmalıdır. Lakin genç yaşlarında Cezayir’e geçtiği biliniyor. Deniz cengindeki mahareti dolayısıyla buradaki kullar ve leventler arasında sivrilmiş, dayı dediğimiz Mağrip bölgesi komutanları arasında yerini almış; buradaki bir iç iktidar çatışması yüzünden payitahta gelmiş ve Osmanlı donanmasında yükselmiştir. Uzun süre kaptan paşalık yaptığı gibi kısa bir süre Sadaret Kaymakamlığı ve sadrazamlık da yapmıştır. Sert mizacı, prensiplerine bağlılığı ve cengaverliği ile ünlüdür. Kudretini teşhir edercesine yanında bir arslanla gezerdi. Donanmadaki yeniliklerinin arasında en önemli unsurlardan birisi aynı zamanda asayişini sağlamakla sorumlu olduğu bugünkü Kasımpaşa, Beyoğlu, Galata ve Tophane bölgesindeki kalyoncu kolluklarını (yani o bölgedeki karakolları) ıslah etmesi ve o vakte kadar sağda solda barınan leventleri 18. yüzyıl yeni askeri nizamına uygun bir biçimde merkezi bir kışlada toplamak üzere ünlü Kalyoncu Kışlası’nı inşa ettirmesidir.

Tarih sadece milliyetçilere değil, herkese lazım

Geçtiğimiz hafta üstad Güngör Uras’ın bildirdiği üzere bu kışlayı İstanbul vilayetinin İl Özel İdaresi yıktırıp, AVM denilen çarşılardan birini kurduracakmış. Doğruysa, gayet dar görüşlü ve bu topluma karşı küstahça bir davranıştır. Son birkaç yılda bir takım insanlar ve grupların dar görüşlerine rağmen işadamlığına otel ve çarşı inşasıyla özendikleri görülüyor. Her kamu binasını otel ve çarşı olarak görüyorlar, kimseye kulak asmıyorlar. Makul tasarruflarını gözlediğimiz İstanbul Valisi’nin bu duruma müdahale edeceğini ümit ederiz. Bu Kalyoncu Kışlası daha evvel gayet berbat bir restorasyon geçirmişti. Yeniden düzenlenmesi beklenirken, çarşıya çevrilmesi tarihle alay etmektir. Tarihi miras bazı çokbilmişlerin şuursuzca tekrarladığı gibi sadece milliyetçilere değil, herkese lazımdır. İstanbul ve Kasımpaşa tarihini cahil ve cüretkar zümrelerin elinden kurtarmak gerekir.

Milliyet Pazar, Yazı: İlber Ortaylı, 19.08.2012

GÜNAY'IN GÖZÜ LOUVRE'UN ÇİNİLERİNDE

 

 

Kültür Bakanı Ertuğrul Günay , geçen hafta Bursa Sinan Paşa Camii’nden kaçırılan tarihi İznik Çini panoyu Türkiye ’ye kazandırdı. Ancak Günay’ın asıl büyük hayali Ayasofya 2. Selim Türbesi’nden çalınan ve Fransa ’da halen Louvre Müzesi’nde sergilenen çini panoyu getirmek. Bakanın hayallerini süsleyen o çini panonun öyküsü ise Hollywood senaryolarını aratmayacak düzeyde. 

Ayasofya, camiye çevrildikten sonra yıllar içinde pek çok sultan ve padişah müzenin bahçesine defnedildi. 2. Selim’in ölümünden 3 yıl sonra, 1577’de inşa edilen türbede eşi Nurbanu Hatun ile birlikte 42 sanduka bulunuyor. Kanuni Sultan Süleyman türbesine benzeyen yapı Sinan’ın ilginç eserleri arasında yer alır. İznik çini sanatının en güzel örneklerinin sergilendiği 2. Selim Türbesi’nin içi zeminden 4.5 metre yüksekliğe kadar çinilerle kaplı. Firuze, mavi renkli İznik çini bordürler 16. yüzyılın en güzel örneklerini yansıtır. Lakin bu panolardan biri sahtedir. Dikkat edildiğinde panolar arasındaki renk ayrımı hemen dikkat çeker. Sağ taraftaki panoya karşılık soldaki pano daha soluk renklerdedir. Bordürlerdeki renkler aslından uzak, çizgiler gerçeğinden ayrıdır. Çünkü sahtedir. Aslı Fransa Louvre Müzesi’nde OA 3919 / 2-265 envanter numarasıyla İslam Sanatı bölümünde sergilenmektedir. 

Film gibi hırsızlık öyküsü 
Peki tarihi pano Fransa ’ya nasıl kaçırıldı? Nasıl oldu da sahtesi yerinde kaldı, orijinal bugün Louvre Müzesi duvarlarını süsler hale geldi. Şimdi bu ilginç kaçırılma serüvenini anlatalım. İsmi Albert Sorlin Dorigny. Fransız asıllı koleksiyoner, gerçek mesleği diş doktorluğu.
19. yüzyılın başlarında İstanbul ’da dişçilik yapan Dorigny, saraya yakın bir isim. Bazı kaynaklarda saray dişçisi olarak geçiyor.


2. Abdülhamid’e olan yakınlığını ve saraydaki nüfusunu kullanan Dorigny Ayasofya’daki türbelerin restorasyonu için Evkaf-ı Hümayun Nezareti’ne (İnşaat ve Tamirat Genel Müdürlüğü) defalarca başvurdu. Evkaf Nezareti Dorigny’in ısrarlarından şüphelenmiş ve onun İstanbul ’da eski eser topladığı dedikodusunu duymuştu. Ancak ısrarlı talebi ve saraydaki nüfusunun da etkisiyle 1892 yılında izni koparmayı başardı. 1896 yılına kadar 4 yıl devam eden restorasyon da türbe resmen soyuldu. 

Şeytanın aklına gelmez! 
Dorigny, Şeytanın aklına gelmeyecek planını hayata geçirdi. Evkaf Nezareti kendi gözetiminde eski eserlerin tamir edildiğini düşünüyordu. Dorigny, Asarı Attika Cemiyeti’ni başındaki Osman Hamdi Bey’i de kandırmayı başarmıştı. Dorigny çinilerin bir kısmını bakım yapmak amacıyla Fransa ’ya götürdü. Aynı zamanda çini panonun fotoğraflarını çekti. 19. yüzyılda Fransa ’da faaliyet gösteren en büyük çini atölyelerinden biri olan ‘Choisleroi Seine’de çinilerin birebir kopyalarını yaptırdı. 20. yüzyıl teknolojisi ile bugün fayans olarak nitelendirdiğimiz teknikle üretilen taklit çiniler yine Dorigny tarafından deniz yoluyla İstanbul ’a gizlice getirildi. 2. Selim’in yattığı türbe kapısının sol tarafında yer alan 16. yüzyıl İznik çini sanatının en görkemli bordürlerini özenle söktü. Yerine Fransa ’da yaptırdığı sahte çini bordürleri yine aynı özenle taktı. Öyle ki, yaklaşık 110 yıldır sahte çini bordürler hala yerlerinde duruyor. Dorigny bunun yanı sıra pek çok çiniyi de aynı yöntemle Fransa ’ya kaçırmayı başardı.


Dişçilik yaptığı İstanbul ’u da o tarihten sonra bir daha geri dönmemek üzere terk etti.

Eski Müze Müdürü Jale Dedeoğlu: Louvre Müzesi çinileri satın aldıklarını söyledi. Elbette bu doğru olabilir. Satın almış olabilirler ama bizden almadılar. Bir hırsızdan aldılar.


Ayasofya Müze Müdürü Hayrulllah Cengiz: Albert Dorigny’ye kaç para verilmiş, hangi eserlerimizin üzerinde onarım yapmış, bunların hepsi Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Daire Arşiv Belgeleri’nin içerisinde var.


İstanbul İl Kültür Turizm Müdürü Ahmet Emre Bilgili: Aslında bizim bu büyük hırsızlığı bir kampanya haline dönüştürmemiz lazım çünkü bu gibi eserlerimiz çok fazla ve bunu Ayasofya’nın tüm ziyaretçilerine ifade etmemiz lazım.


Eski Ayasofya Müzesi Başkanı Haluk Dursun: Hukuken söylüyorum, bu hem karşılığı olan bir suç, hem emniyeti suiistimal hem de sanat eseri hırsızlığıdır. Ama Fransa ’ya bizim baskımız sanırım olumlu şekilde sonuçlanacak zannediyorum.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 19.08.2012

TARİHİ YARIMADADA KAYIP 10 ESER DAHA HAYATA DÖNECEK

 

 

İstanbul Çevre Kültür ve Tarihi Eserleri Koruma Derneği, Tarihi Yarımadada kaybolup giden 10 eserin yeniden inşa edilmesi için gerekli plan değişikliğini yaptırmak amacıyla Belediye meclisine başvurdu. Başvuruda, Kızıltaş Mescidi, Kepenek Cami, Bostancılar Tabhanesi Mescidi, Emirler Mescidi, Bekarbey Tekkesi ve Abayi Mescidi, Karagöz Mescidi, Babahasan Cami, Uncu Hafız Medresesi, Mimar Ayas (Saraçhanebaşı Mescidi) Cami'nin plana işlenerek ihyasının yapılması talep edildi. İmar ve Bayındırlık Komisyonu, 2011'de onaylanan Tarihi Yarımada Koruma Amaçlı İmar Planı'na atıfta bulunarak planın amacına uygun olarak tarihi eserlerin yeniden inşa edilmesinin uygun olduğu kaydedildi. Komisyonun raporunu İstanbul Belediye Meclisi oy birliğiyle kabul etti. 2005'de alınan kararla, Kazasker Abdurrahman Efendi Cami, Hacı Piri (Leylek Yuvası) Cami, Altı Poğaça Cami, Fındıkzade Mescidi gibi birçok eserin ihyaları yapılarak Tarihi Yarımada'ya kazandırılmıştı. Şimdi de 10 kayıp eser yeniden yapılacak. Rölöve ve fotoğrafları çıkarılan tarihi eserlerin bulunduğu yerlerdeki işgaller kaldırılacak.

Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 19.08.2012

ARKEOLOJİK KAZILAR DEMRE'NİN ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİRİYOR

 

 

Antalya’nın Demre İlçesinin Andriake bölgesinde bu sezon, kilisede ortaya çıkarılan sütunlar onarılarak ayağa kaldırıldı.

Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Akdeniz Üniversitesi Myra-Andriake Kazıları Başkanı Prof.Dr. Nevzat Çevik, içinde 19 arkeolog, 13 bilim insanı olan toplam 100 kişilik bir ekiple 2009 yılından bu yana sürdürdükleri çalışmaların, Myra’da Tiyatro ve Şapel’de, Andriake’de ise Küçük Hamam, Kilise, Agora ve Granarium alanlarında yoğunlaştığını ifade etti. Bu sezon bir iki ay gibi kısa bir sürede kazılıp ayağa kaldırılan eserlerin en dikkat çekici olanın, Andriake Bizans Kilisesi’nin avlusunda bulunan sütunlar olduğunu belirten Prof.Dr. Çevik, “Ayağa kaldırılan her biri 2′şer tonluk 3 mermer sütun, altlık ve başlıklarıyla birlikte 4 metreyi bulmaktadır. Artık Demre, kartpostallarda sütunları ayağa kaldırılmış kilisesiyle de yer alacaktır. Demre’nin fotoğraflarını çoğaltıyoruz” dedi.

Andriake limanının altı kilisesinden biri olan B Kilisesi’nin avlusunda ortaya çıkarılan sütunların Bizans uzmanı Prof.Dr. Engin Akyürek’in koordinasyonunda birleştirilip dikilmeleri ile Akdeniz’in en büyük antik limanlarından olan Myra’nın Andriake limanının yakın gelecekte yeni bir cazibe merkezi olma konusunda önemli yollar kat ettiğine değinen Çevik, “Bu projede başta Kültür ve Turizm Bakanlığı ve sonra da İstanbul Üniversitesi’ne destekleri için teşekkür ediyorum. Açık hava müzesi olarak düzenlenecek olan Andriake ve müze olarak düzenlenecek olan Granarium yapısı Projesi kapsamında tüm alanda uzun soluklu kazı ve restorasyon çalışmaları devam ediyor. Tanıtım çalışmalarına da ağırlık vermekteyiz. NTV’nin 6 bölümlük belgeseli çok etkili oldu Şimdi de bir fotoğraf sergisi, Myra-Andriake Kazılarından İnsan Manzaraları adı altında Antalya Havalimanı Dış Hatlar Terminali’nde bir buçuk ay süresince sergilenmeye başladı. 2 milyon kişinin izlemesi tahmin edilen sergiyle Demre’yi ve Myra-Andriake’yi tanımayan kalmayacak. Her türlü can sıkıcı kısıta rağmen bölgeye çok yönlü hizmetlerimizi sürdüreceğiz” dedi.

haberler.com, 18.08.2012

DA VİNCİ'NİN ŞİFRESİ

Sanat tarihçisi Dr Ross King, Da Vinci’nin tablonun iki yerinde kendisini farklı bir şekilde resmettiğini ileri sürdü.

King “Da Vinci, Thomas ve Küçük Yakup’u kendisine benzetmiş” iddiasında bulundu.

 

Dr King'e göre, Da Vinci otoportrelerinde kendisini uzun burunlu ve dalgalı saçlı olarak resmediyordu, tıpkı bu tabloda Thomas ve Küçük Yakup’u resmettiği gibi...

Ayrıca Thomas'ın yukarı doğru kalkan işaret parmağı da Da Vinci'nin alameti farikalarından biriydi

Habertürk, 18.08.2012

ELİNDEKİ TARİHİ ESERLERİ SATMAYA ÇALIŞIRKEN YAKALANDI

 

 

Aydın'ın Didim İlçesi'nde elindeki iki ayrı tarihi eseri satmak için müşteri arayan şahıs, polis tarafından yakalandı

 

Edinilen bilgiye göre, F. Y. (31) isimli şahsın elinde bulunan tarihi eserleri satmak için müşteri aradığı yönünde alınan bir ihbarı değerlendiren polis ekipleri, şüpheli şahsı gece saat 01.30 sıralarında Didim'de yakaladı.


Şahısın üzerinde ve adresinde yapılan arama da 2863 sayılı yasa kapsamında olduğu değerlendirilen bir adet 26 santimetre boyunda bir kolu bulunmayan mermer meryemana figürü ile bir adet 21 santimetre boyunda ve 15 santimetre genişliğinde ağzı kapalı testi ele geçirildi.

Gözaltına alınan şüpheli F.Y., Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununa muhalefet suçundan işlem yapılarak Didim Cumhuriyet Başsavcılığına sevk edildi. F.Y., ilk sorgusunun ardından serbest bırakıldı. Olayla ilgili soruşturma devam ediyor.

Habertürk, 18.08.2012

MİMAR VEFAT ETTİ, RESTORASYON DURDU

 

 

İstanbul Fatih'te "Demir Kilise" olarak bilinen Sveti Stefan Bulgar Kilisesi'nin restore edilmesi için geçtiğimiz yıl Büyükşehir Belediyesi ve İl Özel İdaresi işbirliğiyle açılan ihaleyi ART-ÜN İnş. Gıda Day. Tük. Mad. San. Ve Tic. Ltd. Şirketi kazandı. Temmuz 2011'de yenileme işlemlerine başlayan firmanın ortağı ve yöneticisi mimar Aziz Çakır mart 2012'de vefat etti. Bunun üzerine diğer ortaklar ve Çakır'ın mirasçıları, konuyla ilgili tecrübe sahibi olmadıklarını belirterek sözleşmenin feshi için belediyeye başvurdu. Sözleşmenin karşılıklı olarak iptalinin ardından, yeni ihale düzenlemek için Büyükşehir Belediye Meclisi'ne başvuran İBB Yapı İşleri Müdürlüğü'nün talebi oybirliğiyle kabul edildi.

Bulgar Kilisesi, Türkiye'deki "ilk tam prefabrik yapı" olmasının yanı sıra, İstanbul'un fethinden sonra inşasına izin verilen ilk kilise olması açısından da özel öneme sahip... Osmanlı Devleti'nin Bulgar uyruklarının 19. yy'da kendilerine ait bağımsız bir kilise kurmak amacıyla girişimde bulunarak aldıkları özel izinle İstanbullu Ermeni mimar Hovsep Aznavur'a yaptırılan projeye ait prefabrik parçaların üretimi için 1892'de uluslararası bir yarışma açıldı. Yarışmayı kazanan Avusturya firması R. Ph. Waagner, tamamı dökme demir olarak tasarlanan yapının üretimini 1893'te gerçekleştirdi. Önce firmanın Viyana'daki fabrikasının bahçesinde kurulan yapının tüm eksikleri tamamlandı. Daha sonra sökülerek 1896 baharında Tuna Nehri ve Karadeniz üzerinden gemiyle İstanbul'a taşındı. Haliç kıyısındaki şimdiki yerinde bir buçuk yıllık bir çalışmayla yeniden kurulan kilise,

Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 18.08.2012

ÇAYYOLU HÖYÜĞÜ

 

 

Ankara eğlence hayatının önde gelen adreslerinden Çayyolu’ndaki Park Caddesi yakınında MÖ 2000- 3000 (İlk Tunç) dönemine ait tarihi kalıntılar bulundu.

 

Kazı çalışmalarının danışmanı Gülçin İlgezdi, Çayyolu Höyüğü’nün günümüzde Ankara’nın merkezinde kazısı yapılan tek arkeolojik buluntu yeri olduğunu söyledi. İlgezdi, şu ana kadar tespit edilen tabakaların İlk Tunç Çağı’na (MÖ 3100-2000) ait olduğunu söyledi. İlgezdi, şöyle konuştu: “Elde ettiğimiz veriler sayesinde, Ankara’nın İlk Tunç Çağı Kronolojisini anlamamız ve bu dönemde doğu ve batı arasındaki bağlantıları kurmamız mümkün olabilecek. Çayyolu Höyük’te, İlk Tunç Çağı’na ait bol miktarda çanak çömleğin yanı sıra, yine burada dokumacılığın yoğun olarak yapıldığını bize gösteren çok sayıda farklı tipte ağırşak ele geçti. Höyükte toplam 5 plankarede çalışmalar sürdürülüyor. Özellikle Tunç Çağı öncesi Kalkolitik (Bakır Çağı) döneme tarihlendirilebilecek çanak çömlek parçaları ile karşılaşılması Çayyolu Höyüğün önemini daha da vurguluyor. Ankara’da henüz Kalkolitik dönemin hiç bilinmediği göz önüne alınırsa, bu bulgularımızın değeri daha da artıyor.”

 

 

Arkeolog Aslı Şirin de, 40 kişilik bir ekibin geçen seneden bu yana yürüttüğü çalışmalarda Ankara’nın karekteristik seramikleri ve mimari kalıntıların gün yüzüne çıkartıldığını söyledi. Şirin, “Çalışmalarımız devam ediyor, çok derine inmeden Yeni Tunç dönemine ait eserlerle karşılaştık. Toprağın derinliklerinde daha eski döneme yani bakır taş çağına ait eserlerin yer aldığını düşünüyoruz. Buna dair ipuçları elde ettik ” dedi.

Çayyolu Höyük’te ilk arkeolojik çalışmalar, Anadolu Medeniyetleri Müzesi Başkanlığında 2011 yılında başladı. Höyük’teki kazı çalışmaları, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izni ile Anadolu Medeniyetleri Müzesi Müdürü Melih Arslan Başkanlığında, Müze arkeologları Aynur Talaakar, Sinan Durmuş, Aslı Şirin yönetiminde, Ahi Evran Üniversitesi’nden Yrd. Doç.Dr. Gülçin İlgezdi Bertram ile Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin bilimsel danışmanlığında sürdürülüyor. Çalışmalara ayrıca Yenimahalle Belediyesi ve Çayyolu Platformu destek veriyor.

Hürriyet, 18.08.2012

YUNAN DEĞİL ANADOLU UYGARLIĞI

 

 

Arkeolog Prof.Dr. Fahri Işık tarih ve arkeoloji algısını temelden değiştirecek çalışmalarını Uygarlık Anadolu'da Doğdu isimli bir kitapta topladı. Kitap, birçok efsane ve miti çürütüyor. Bunların başında tarih öncesi dönemde Anadolu'nun batısında kurulan uygarlığın Yunan uygarlığı olduğu tezi var.

 

Önemli Alman entelektüel Günter Grass, Yunanistan'daki son ekonomik kriz hakkında bir yazı yazdı ve Almanya'yı suçladı. Kısaca 'Herşeyimizi borçlu olduğumuz bir halkın bu duruma düşmesine nasıl göz yumarsınız?' dedi. Grass'ın böyle düşünmesinin sebebi 200 yıldan beri işlenegelen ve peşin kabul gören bir tez. Bu teze göre Batı Uygarlığı'nın temelinde Yunan uygarlığı ve kültürü var. Dolayısıyla Batı herşeyini Yunanistan'a borçludur.


Batı bilim çevreleri bu iddiayı çağdaş arkeolojinin Almanların izinde kuruluşundan bu yana bilimsel bir gerçek olarak görüyor. Türk arkeologlar da onlardan farklı değil. Biri hariç: Prof.Dr. Fahri Işık. Erzurum ve Antalya üniversitelerinde arkeoloji bölümlerini kurduktan sonra şimdi Burdur'da yeni bir bölümün kuruluşuna katkı veren Işık, tam 25 yıldır bunun aslında böyle olmadığını anlatan makaleler yazıyor. Yapılan yeni kazı ve araştırmalara dayanarak, Batı Anadolu'da yaratılan, ancak adına Yunan denen uygarlığın aslında Anadolu'nun tarih öncesi zamanlarından zenginleşerek gelen alaşımın ürünü olduğunu ortaya koyuyor. Arkeolojik bulgulara dayanarak, Yunanistan'dan yapılan Ege Göçleri'nin bir kültür göçü olmadığını belgeliyor; aksine MÖ 1200-500 arası süreçte mimari ve heykel sanatıyla ilişkili, tanrılar dünyasıyla ilişkili çok şeyin Anadolu'dan Yunanistan'a gittiğini yazıyor. Fahri Işık nihayet bu konularda kaleme aldığı Almanca makalelerden oluşan 20 seçkiyi Türkçeleştirerek Uygarlık Anadolu'da Doğdu bir kitapta topladı. Işık , Ege Yayınları tarafından Fahri Işık'ın kardeşi sanatçı Kenan Işık'ın katkılarıyla basılan ve geliri Patara Kazıları'na bağışlanan, bu nedenle de internet üzerinden satılan kitabında; Ege Göçleri konusunda bilinenlerin, MÖ 1200-800 arası zamanda yazı olmadığı için tarihsel gerçeklere dayanmadığı, 'rivayet' denen bilgilerin göçlerden 700 yıl kadar sonra MÖ 5. yüzyılda Atina'da milliyetçi duygularla uydurulmuş mitoslar olduğu gerçeğinden yola çıkıyor. Ve tezlerini Anadolu ve Hellas başta olmak üzere, ayrıca Girit'in tarih öncesi çağlarından ve özellikle Erken Demir Çağı'ndan seçtiği 89 levha üzerinde 536 fotoğraftan oluşan örnekleriyle destekliyor. Uygarlık ve arkeoloji algısını kökten değiştirmesi muhtemel düşüncelerini Işık'la tartıştık.

- Kitap yeni ama hikayesi en az 25 yıllık. Bu tezleri ortaya attığınızda size tepki göstermediler mi?
- Önce şunu söylemeliyim ki yazıya dökerek arkeoloji bilimine sunduklarım artık bir 'tez' olmanın ötesindedir. Ne o gün ve ne de bugün bir tepkiyle karşılaşmayışım bunun kanıtı sayılmalıdır diye düşünürüm. Tepkiden çok bir şaşkınlık var; şimdilik suskunlukla geçiştirmeye çalışıyorlar. Ancak bunu daha uzun zaman sürdürebileceklerini sanmıyorum, çünkü yönettikleri kazılarda kendi elleriyle günyüzüne çıkardıkları bulgular beni doğruluyor. 'Fahri Işık öngörmüştü' demeyi içlerine sindirmeseler de, önemli olan bilimin 'Anadolu Gerçeği'ni görmeye başlamasıdır.

- Tepki göstermemenin bir anlamı da görmezden gelmeye çalışmak mı yani?
- 200 yıl boyu kalıplaşmış, başkacası düşünülmemiş bir bilimsel yanlışa dokunuyorsunuz; ilk kez oluyor bu, kolay olmasa gerek. Bilimle hiç bağdaşmayan dogmaları ilk kez bu kararlılıkta sorguluyorsunuz; akademik ortodoksluğa karşı çıkıyorsunuz...

- Nedir bu 200 yıllık iddia ve siz bunun karşısına ne koyuyorsunuz?
- Eskiçağ biliminde geçerli olan tez, Batı uygarlığının kökeninde Yunan uygarlığının olduğudur. Batı uygarlığının yaratıldığı toprağın da Yunanistan değil Batı Anadolu olduğudur. Çelişki buradan başlıyor.

- Nereden başlıyor?
- 'Yunanlar evrensel önemde bir uygarlığı neden kendi anayurt toprağında değil de sözde 'sömürge' toprağında yaratsın?' sorusundan başlar; 'Tarih böyle bir tersliği yazmış mıdır?'dan başlar. MÖ 12. yüzyılda Dor Hellenleri'nin acımasız yıkımıyla herşeylerini yitiren Akha Hellenleri'nin Anadolu'ya göçlerinin ancak bir 'umut' göçü olabileceği gerçeğinden başlar; bir 'sığınma' göçü... Mitoslara bakarsan, destanlaşan savaşlar var, Batı Anadolu'yu sözde Karyalılar'dan alarak 'İonia toprağı' yapan savaşlar.

- Böyle bir savaş yok mu?
- Hangi güçle savaşsın, anayurdundaki savaşla 'herşeylerini yitiren', sevdiklerini orada bırakarak uzaklara giden insanlar; üstelik o zamanlar Güney-Batı Anadolu'da Karyalılar da yok, o topraklarda Lukkalar var ve İonia denilen topraklarda Mira Büyük Krallığı egemen. Mitos yazıcıları sanmışlar ki kendi zamanının Karyalıları 700 yıl kadar önce de orada olmalılar. Tüm bunların masaldan öte bir anlam taşımadığı 2005 yılında Mısır'da bulunan bir yazıtla hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir kesinlikte belgelenmiştir artık. Çünkü 'İonlar Atinalılar'dır, savaşla Anadolu'ya yerleşmişlerdir' denirken; bu yazıt İonların 'Büyük İonia' adıyla ve de Atinalılar, Anadolu'ya göçmeden en az 200 yıl kadar önce Anadolu'da varlığını ve yerliliğini koymuştur ortaya.

- Bu belgeden söz edildiğini pek duymadım.
- Tarihin seyrini kökten değiştirici nitelikte böylesine kesin bir bilimsel belgeyle 'yer yerinden oynamalıydı' diye düşünürsünüz; yanlış düşünürsünüz, çünkü gene salt 'susulduğunu' görürsünüz; görüşlerime karşı susulduğu gibi. Ancak bu kez 'konuşan bir belgeye' karşı suskunluğu koruyabilmek çok zor gözüküyor.

- İnsanlar on yıllardır başka bir görüşe inanıyordu. Siz nasıl oldu da bu iddiayı sorguladınız?
- 'Sorgulama', eğitim alanında tam da gereksindiğimiz baş eksiklik; "Batı taklitçisi" sözünü bu bağlamda ve her fırsatta dile getiririm rahmetli Erbakan Hoca'nın. Bundan bir kurtulabilsek ve Mustafa Kemal'in 'Batı'dan bağımsız ve özgürce düşünen, özgüvenli toplumunu' bir yaratabilsek; bir kendimiz olabilsek, Batı'nın önüne geçebilmek hiç de güç olmayacak. Sorunuza gelince: Çok önemli bir nedeni var. Eğer ben devlet burslusu olarak Almanya'dan dönüşte Ankara ya da İstanbul üniversitelerinde görevlendirilmiş olsaydım, geleneksel savın içerisinde bütünleşip gidecektim. Şükrediyorum ki Bakanlık beni 1973'te Arkeoloji Bölümü'nü kurmak için Erzurum'a göndermiş. Almanya ve İngiltere'de doktora yapan başka arkadaşlarım da katıldılar bize. Bunlar arasında Prehistorya ve Ön Asya dersi veren uzmanlar da vardı; ben de Klasik Arkeoloji, yani 'Yunan ve Roma Arkeolojisi' dersleri veriyordum. Çok güçlü bir ekiptik. Fakat az zaman sonra biri Ankara'ya geri döndü ve biri İzmir'e gitti. O zaman mecbur oldum uzmanlık alanım dışındaki Anadolu Prehistoryası ve Ön Asya derslerini vermeye. Konuların derinliğine indikçe ve sorguladıkça doğru bildiklerim ters gelmeye başladı; şaşırmıştım. Çünkü yirmi yıla yakın zamandır bana 'Yunan' diye öğretilenler, 'Yunan' diye okuduklarım ve de anlattıklarım, hemen her şey, MÖ 12. yüzyıldan başlayarak Anadolu'ya Batı'dan gelen değil; aksine Anadolu'nun geçmişinden süzülerek gelen kendi öz yaratılarıydı.

- Bunu nasıl anladınız?
- Yazının olmadığı dönemi anlamak için karşılaştırmalı arkeoloji dediğimiz yöntem uygulanır. Kültürlerin ürettikleri yapıtlar karşılaştırılır; benzerlikler ve farklılıklardan yola çıkılarak o ürünlerin hangi halkın, hangi kültürün yaratıları olduğu konulur ortaya. Almanya'da altı yılın kazancı da budur zaten; yöntem. Yazının olduğu zamanlarda bile bunu uygularız. O zaman, yazının olmadığı MÖ 1200-800 arası en belirleyici bir süreçte kültür ve sanatın niceliğini görebilmek için başvurulması gereken bu bilimsel yöntemi Batılıların niye uygulamaya sokmadıkları da düşündürmeye başlamıştı. İlk makalelerimde Bittel ve Gurney gibi çok tanınmış bilginlerden destek bulunca, arkası çorap söküğü gibi gelmeye başladı.

- Ne yaptınız?
- Bu durumda yapılması gereken, Anadolu'nun batısındaki Yunandır denilen sanat ürünlerini inceleyip onların kökenine inmekti. Bu yapıtlar özgün biçim ve biçemleriyle Yunanistan'dan göçle getirildiyse eğer, o zaman gerçekten bu uygarlık Yunan uygarlığı olmalıydı, kültür de Yunan kültürü. Arkeolojik bulgu ve verilere dayalı bilimsel sonuçlar buna götürmediği için, Batı Uygarlığı'nın Anadolu İonia'sında yaratıcılarına da Yunan diyemezdim; onlar yerli Anadolu halkları olmalıydı; bizim bugün bile 'Rum' deyimiyle Yunan'dan ayırdığımız, ancak sorgulamadığımız için bu köktenci ayrımın bile farkına varamadığımız, halkların ataları olmalıydı.

- Neden?
- Görüşlerimdeki değişim, Yunan sanatının yanı sıra öğrenciye öğretmek için öğrendiğim Anadolu'da Hitit, Firig, Urartu ve Yeni Hitit ile Hellas ve Girit dersleriyle başladı, özellikle Frig dersinde çok önemli sonuçlara ulaştım. O zamanlar, öğrencisi olmakla kendimi özel hissettiğim, rahmetli hocam Ord. Prof. Ekrem Akurgal, Friglerin MÖ 1200-800 arasında yaşanan sözde bir 'Karanlık Dönem' içinde Anadolu geleneğinden kopması nedeniyle yüzlerini Anadolu toprağında ilk kez Batı'ya dönme durumunda kaldıklarını ve herşeylerini Yunan'a borçlu olduklarını ortaya atmış ve arkeoloji dünyasını buna hemen inandırmayı başarmıştı; belli ki özünde 'Yunan yaratıcılığı' vardı ki hemen inanmışlardı. Hatta 'Yazıları da Yunancadan alınmıştı'. Şimdilerde ise yazının Frig başkenti Gordion'da Yunanca'dan 100 yıl kadar önce yazıldığı bilinmektedir. Bugün artık yaygın olan kanı Hititler sonrası Orta Anadolu'da bir Karanlık Çağ'ın olmadığı ve Frig uygarlığının Anadolu kökenli olduğudur. Bunu 1986'da ilk ortaya attığımda susulmuştur, şimdi de adımı site etmeme uğraşı içindedirler.
 

- Nasıl varmıştınız bu sonuca?
- En basit soruyu sorarak. Nasıl olur da bir uygarlık, tarihinin, kültür ve sanatının en üst düzeyde seyrettiği bir yüzyılda, Gordios ve Midas'la altın çağın yaşandığı MÖ 8. yüzyılda tarih sahnesine çıkmış olabilir? Bunun mutlaka uzun bir geçmişi olmalıydı. Dolayısıyla savlandığı ve kabul gördüğü gibi öncesinde bir Karanlık Devir de olmamalıydı. Yaptığım çalışmalar bunu doğruladı. Bir 'karanlık' da MÖ 7. yüzyıl için öngörülmüştü; Yeni Hitit heykel sanatının İon sanatına etkisini zora sokmaktaydı bu karanlık. Bu yüzyıla, iki kültür arasında aranan 'aracılar' olarak Frig Kybele resimlerini yerleştirince, sorun burada da çözüldü.

- Likyalılar için de aynı şey mi söz konusu?
- Evet. Ekrem Hocama göre Likya da bir Yunan uygarlığı ürünüdür. Çünkü orada da MÖ 1200 ile 700 arasında bir karanlık dönem vardır. Bu nedenle MÖ 2. binyıl Lukkalar'ı ile 1. binyıl Likyalılar'ı arasında kültürel ve sanatsal tüm bağlar kopmuş ve 8. yüzyılın sonundaki en erken Likya yapıtları Yunan etkisiyle ortaya çıkmıştır; böyle yazıyor Hocam ve, Patara Okulu dışında, herkes.

- Böyle olmadı mı?
- Burada bir saplama yapmalıyım. Hocamın Yunan dediği aslında İon. Bu çok ilginç. Frigler bağlamında da öyle. Yunan derken hiçbir zaman denizin ötesindeki Hellenleri kastetmiyor. Ben İon uygarlığını Yunan'dan ayırınca, sorun kendiliğinden çözüldü, işim kolaylaştı. Çünkü Likya sanatı tek bir alanda değil bir çok alanda İon etkisinde kalmıştı. Patara bağlamında Likya'daki çalışmalarımız da onların sanat ve kültürde Anadoluluğuna götürdü. Yine Batılıların bizlere bakışını göstermesi açısından ilginçtir, bu nedenle anlatmalıyım. Havva İşkan, Likya mezarları üzerindeki betimlemelerin Yeni Hitit etkisinde biçimlendirildiklerine yönelik bir makale yazmıştı. Bir yıl sonra da Ksanthos'taki Fransız meslektaşlarımız, önceleri Yunan etkisine bağladıkları bu tür resimlerin aslında Yeni Hitit etkisinde işlendiklerini kanıtlayan yeni bulgulara ulaştılar. Bunu her dilde 'övünçle' duyurdular bilim dünyasına; fakat kendilerinin o güne dek önyargıyla yanılgı içinde olduklarını, bu gerçeği Havva İşkan'ın görüp kapsamlı bir biçimde yayınladığını tek bir alıntıyla da olsa yazmayı içlerine sindiremediler. Pek özendiğimiz Batı bilimselliği bu olsa gerek!

- Bugüne dek Yunan adı verilen ve üzerine koskoca bir dünya inşa edilen bir uygarlık 'Aslında Anadoludur' diyorsunuz.
- Frigler herşeylerini Anadoluya borçludur. Aynı şey Hititler için de geçerli. Hitit kültür ve sanatı kendilerinden önceki Hattiler'in devamı. Onların da kendi anayurtlarından getirdiği bir şey yok. Sanki başka yerden gelmemişler de buradan kök sürmüşler gibi. Zaten Hint-Avrupa kökenli halkların, yani Avrupalıların Anadoluluğu arkeolojinin gündeminde. Dışardan göçle geldiler ise, işte o zaman Anadolu'nun, yabancıları güçlü kültür ve sanat birikimiyle 'kendileştirdiği' sonucu çıkar. Eğer yazı olmasa ve bu iki halkın kimlikleri okunmasa, yerli halklardan sanılacak denli Anadolulaşma'dır bu. Aynı olgu İonlar için de geçerlidir. Çünkü yazıyla bilinir İon oldukları. Bu olgu Ege göçlerine uyarlandığında görülecektir ki 'Nasıl ki göçmen Hititler ve Frigler kendi yurtlarından bir şey getirmemişlerdir , kültür ve sanatlarıyla, düşünceleriyle Anadoluludurlar, aynı şey Ege Göçleri'yle Yunanistan'dan gelenler için de geçerlidir.' Sanatlarına, kültürlerine, tanrı ve tanrıçalarına ilişkin, düşünceye ilişkin hemen herşey Anadolu geleneğindedir. Hitit ve Frigler 'Anadolulaşmış' iken, İonlar 'Yunanlaşmış' olamaz.

- Yazıları için de aynı şeyi söyleyebilir miyiz?
- Orada da bir açmaz var. Ekrem Hocam diyor ki 'Likya uygarlığı dili ve yazısı yerli olmasına karşın bir Yunan uygarlığıdır. Çünkü onun sanatı Yunandır. İonlar bağlamında ise bunun tam aksini söylüyor; çünkü ona göre 'bunların sanatı, kültürü Anadolu özlüdür, ama yazısı Yunancadır, bu yüzden İon uygarlığı da bir Yunan uygarlığıdır'. Yunanlık sözkonusu olduğunda böyle olabiliyor işte. Yazıda ve sanatta olmazsa mitosların diliyle Yunanlaştırılıyor. Örneğin yazısı, dili, düşüncesi, sanat ve kültürüyle katıksız bir Yeni Hitit yerleşimi olan Karatepe'nin Yunan önbilici Mopsos tarafından kuruluşu böyledir ; kazıcısı bile böyle yazar.

-Burada, yazı nın dille bağlantısı konusunu biraz açar mısınız?
-Genelde sanılıyor ki yazı Yunancadır İonia da, o zaman halk da Yunanca konuşur! Bana yöneltilen baş soru olması nedeniyle, bunun böyle olmadığını kitabın Başlarken bölümünde anahatlarıyla öne çıkarmaya çalıştım. İskender buyruğuyla tüm Anadolu'da resmi yazı Yunanca'ya dönüştüğünde Frigya'da da öyle olur. Şimdi sanılır ki halk da dilini değiştirmiştir. Fakat Roma'nın ilerlemiş dönemlerinde Frigya'da Yunan harfleriyle yazılan yazıtların Frig dilinde olduğu görülmüş, halkın aradan geçen yüzyıllar boyunca kendi ana dilini unutmadığı anlaşılmıştır. Arapça, Farsça, Türkçe yazıya rağmen, kendi yazısı olmamasına karşın, örneğin bir Kürtçe unutulmuş mudur ki binyıllar öncesinin koşullarında Yunanca yazılıyor diye İonia'da öz dil Luvice konuşulmamış olsun? Denizlere egemen olan Yunanların dili, tıpkı günümüz İngilizcesi gibi bir ticaret dili, bilim dili olarak yayılmıştır antik dünyaya; bir kısım halk kendi ana dili yanında, yine tıpkı İngilizce gibi, onu da konuşmuş olmalıdır. Bu nedenle göçlerden 500 yıl sonra bile Thales'in baba adı, Hekateios'un kendi adı, Herodot'un amca adı Karca'dır; biz ise atası Karyalı olan o büyük düşünür ve yazarları Yunan olarak tanır, öyle tanıtırız. Artık 'Avrupa'nın ana şehri' sayılan Milet'te o dönemlerde Karca konuşulduğuna hiç değinmeyiz.

- Sadece kullandıkları yazı yüzünden bir uygarlığı öyle nitelemek mümkün mü?
- Uygarlıklar kullandıkları yazı ve dile göre tanımlansaydı, yazının Yunanca olduğu Roma Çağı Anadolu'sunun kentleri içerdikleri yapılarla tam bir başkent Roma görüntüsü sergilemezlerdi. Pers Krallığı topraklarında Arami, Selçuklu Anadolu'sunda İran sanatı egemen olurdu. Yazıyı hep öne çıkarırız, bugün Yunanca diye bilinen yazının MÖ 402 yılında Atina'da tüm Hellen halklarının ortak yazısı olarak kabul edilen İon alfabesinin ürünü olduğunu gündeme getirmeyiz. Bununla yazısını bile sözde 'sömürgeye' borçlu bir Yunan uygarlığından söz ediyorum. Benzer yazı, benzer dile karşın, sanatın ve düşüncenin özündeki köktenci farklılıklar nasıl açıklanacak? Anadolu İon sanatının Doğu geleneğinde 'doğal, gerçekçi', Hellas Dor sanatının kendi geleneğinde 'ideal güzellikte, yapay' olmasında görülür temel fark. Sözde 'Atina Klasiği' ise gerçekçi ve doğal insan resminin bir yaratısıdır. Çünkü özünde duyguların doğalıyla dışa yansıması, harekete göre değişkenlik ve derinlik vardır; hepsi de önce İonia'da başlar.
 

- Burası ilginç. Çünkü Batı'nın Yunan'dan aldığını söylediği şeyin aslında Yunanistan'da olmadığını söylüyorsunuz. İş sofistlere kadar gidiyor.

-Çağımız felsefesinin öncülerinden ve o akımı Atina'ya taşıyan Protagoras ve Anaksagoras gibi İonialı düşünürler, umutla gittikleri 5. yüzyılın altın çağ Atina'sında her şeyi akılla açıkladıkları için dinsizlikle suçlanır, eziyet görürler. Hani İonlar Atinalıydı? Bu nasıl aynı halktan insanlardır ki kökten farklı düşünürler. O gerçekçiliğin temelinde, az önce sanata değgin olarak da söyledim, aynı şey var, Anadolulu olmak var.

- Bundan sonra dönüş olması mümkün mü?
- Olmak zorunda. Önyargılarla yola çıkılmışsa, bir "Hellen hayranlığı"nın büyüsünde, er ya da geç dönüş kaçınılmazdır. Yeter ki görüşlerim eleştiriye açılsın. Amaçladığım bu. İlginç bir biçimde "yok" muamelesi görmekteyim. Hem makalelerimi yayına değer bul, konferanslara çağır, hem de "yazılmamış, konuşulmamış" say? Eleştirilsin ki doğrular bulunsun. Değilse, bir yere varılamıyor. Belki de "istemedikleri" bir yere varılsın istenmiyor; ne bileyim ben.

- Anlattıklarınız yaygınlaşırsa ne değişecek?
- Benim sorunum o değil; eleştirilmek ve bilimsel doğrulara sorgulayarak varmak, benim beklentim. Eleştirileri de somut karşı belgelere dayandırmak.

- Türkiye'de durum nasıl?
- Batı'dan farklı düşünülebilinir mi? Bizde bir kesim var. Entelektüel ve hümanist olmayı 'Hellen dostu' olmakla eşanlamlı sayan; doğallıkla da görüşlerime karşı çıkmayı 'hümanistliğin gereği' olarak görenler var. Bilimsel olarak karşı duramayınca da, 'Kültür ve sanat evrenseldir, insanlığın ortak değerleridir, kimlerin yarattığı önemli değildir'e sarılıyorlar hemen. Bir arkeoloğun asal görevi başka nedir, o unutuluyor; Batı'nın ve Batıcıların ikiyüz yıldır 'Yunan yaratıcılığı'nın misyonerliğini üstlenmişliklerine ise sessiz kalınıyor. Batı uygarlığını 'Anadolu halkları yarattı' dersen ulusalcısın, 'Yunanlar yarattı' dersen hümanist oluyorsun.

- Size milliyetçi ve Anadolucu demelerinin nedeni bu mu?
- Dedim ya, bazen oluyor. Aralarında benim öğrenmek uğruna yurt dışında altı genç yılımı verdiğim bilimsel yöntemimi tartışmaya cüret edenler bile var. Kültür ehli olunca, arkeolog da olduğu sanısına kapılanlar bunlar. İsterim ki benim neci olduğumu bıraksınlar da; söylediklerimi, yazdıklarımı bilimsel düzeyde tartışmaya açsınlar.

Sabah Cumartesi, Haber: İbrahim Altay, 18.08.2012

OYUN OYNARKEN TARİH BULDULAR

 

Kamboçya’nın kuzeyinde yıkanmak için göle giren çocuklar, yaklaşık bin yıl öncesine ait altı Buda heykeli buldu.

Yetkililer, heykellerin başkent Phnom Penh’in 80 kilometre kuzeyindeki Khlerg Por kentinde bulunduğunu söylerken, 9. yüzyıla ait olduğu sanılan ve en büyüğü 50 santimetre yüksekliğinde ve dokuz kilo ağırlığında olan heykeller, Eyalet Müzesi’ne gönderildi.

Kamboçya’da Vat Tapınağı dahil olmak üzere çok sayıda arkeolojik sit alanı bulunuyor.

Radikal, 18.08.2012

TÜRKİYE'NİN EN BÜYÜK MOZAİK YAPISI RESTORE EDİLECEK

 

 

Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi (MAKÜ) Arkeoloji Bölümü tarafından Burdur'un Gölhisar İlçesi'ndeki Kibrya antik kentinde yapılan kazılarda, bulunan mozaik cadde restore edilecek. Kazılarda ortaya çıkan Medusa resmi gibi mozaik caddenin de Kibyra'yı, eşsiz bir yapıya dönüştürdüğü belirtildi.

 

Yeni dönem Kibyra kazısı, MAKÜ tarafından Yrd. Doç.Dr. Şükrü Özdoğru Başkanlığında Temmuz ayında başladı. MAKÜ Arkeoloji Bölümü öğrencilerinin gerçekleştirdiği kazılarda, 55 metre uzunluğundaki ön cephesini bir uçtan bir uca kaplayan mozaik döşemin tamamı ortaya çıkartıldı.

Yaklaşık 560 metrekarelik alanın açıldığı ve bulunan mozaik tabakanın, şu ana kadar bulunanlar arasında Türkiye'de en büyük mozaik alan olduğu bildirildi. Genelde sağlam olan yapını bazı bölümlerinde zamanla çöküntüler meydana geldi. Mozaik yapılar açısından Kibyra’nın Türkiye’de çok önemli kazı alanı olduğunu söyleyen İl Kültür ve Turizm Müdürü Mehmet Tanır, başka benzeri olmayan Medusa Başının ve bütün olarak bulunan mozaik caddenin kazılarda ortaya çıkartıldığını söyledi.

 

Mozaik yapının yüzde 90 oranından sağlam olarak ortaya çıkarıldığını belirten MAKÜ Kibrya Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Şükrü Özdoğru, ülkemizde bulunan ve yerinde sergilenen en büyük mozaik yapı olduğunu anlattı. Mozaik yapının korunması ile ilgili Batı Akdeniz Kalkınma Ajansın’a (BAKA) proje sunduklarını anlatan Kazı Başkanı Özüdoğru, "Bu projemiz onaylandı. Bayramdan sonra projeyle ilgili çalışmalar başlayacak. Restore için gelecek arkadaşlar bu mozaiği kış şartlarına dayanacak ve ziyaretçiler için konserve edilip küçük onarımları tamamlanıp ziyarete açılacak." şeklinde konuştu.

 

Antik kentte kazı çalışmaları devam ediyor.

Mynet Haber, 17.08.2012

KAÇAK KAZIDA BULUNAN ODA MEZAR MÜZEYE TAŞINDI

 

Ağlı İlçesi'nde yaklaşık 2 ay önce yapılan kaçak kazıda ortaya çıkan Roma dönemine ait oda mezar, Kastamonu Arkeoloji Müzesi’ne taşındı.

 

Selmanlı Mahallesi’nde bir grup define avcısı tarafından yaklaşık 2 ay önce kaçak kazı yapılan arazide ortaya çıktığı belirlenen milattan önce 1. yüzyıl Roma Dönemi’ne ait mezar, uzmanların yaptığı çalışmalar sonucu müzeye konuldu.

 

Giriş kısmının karşısında rölyef ve bitkisel boya ile aile resmi olduğu tahmin edilen bir sahnenin de yer aldığı oda mezarın, sağlamlaştırma çalışmalarının ardından ziyarete açılması planlanıyor.

 

Müze Müdürlüğü yetkilileri, oda mezarın klasik döneme ait bir eser olduğunu, mezarın içindekiler çalındığından ölüye ait hiçbir buluntunun olmadığını belirtti.

 

Mezarın bir askere ya da resimde annesinin önünde eğilmiş çocuk figürü olduğundan bir anneye ait olabileceğinin de tahmin edildiği belirtilirken, eserin çadır içine alındığı ve müzenin nem ortamına uyumun sağlanmasının ardından mezarın, sağlamlaştırma yapılarak ziyarete açılacağı bildirildi.

 

Oda mezarın bulunduğu bölgede yaklaşık 2 ay önce yapılan kaçak kazıyla ilgili 7 kişinin gözaltına alındığı, 6′sının çıkarıldığı nöbetçi mahkeme tarafından tutuklandığı kaydedildi.

haberler.com, 17.08.2012

ŞARHÖYÜK KAZILARI ANADOLU'NUN TARİHİNE IŞIK TUTACAK

 

 

Anadolu’nun ilk yerleşim yerlerinden biri olarak kabul edilen Eskişehir’in Şarhöyük bölgesinde tarih aydınlatılmaya devam ediyor.

Eskişehir’in Kuzeyinde kalan Şarhöyük bölgesinde bulunan tarihi höyükte kazı çalışmaları sürüyor. Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi ve Şarhöyük Kazı Başkanı Prof.Dr. Taciser Sivas, kazılara 1989'dan beri devam ettiklerini söyledi. Kente adını veren Dorylaeum'un, İlk Tunç Çağı’ndan Osmanlı İmparatorluğu'na kadar kesintisiz geçen zamanda önemli bir yerleşim merkezi olduğunu söyleyen Prof.Dr. Taciser Sivas, kentin tarihine dikkat çekti.

Şarhöyük bölgesindeki ‘Nekropol’ kısmındaki çalışmaların Hellenistik Dönem’e kadar uzadığını belirten Prof.Dr. Sivas, kazılarda çanak, çömlek, metal iğne, kemik iğne, pişmiş toprak ve kandil buluntularının mezar buluntuları arasında olduğuna değindi. Kazı çalışmalarında Hitit tabakasına ulaşmak istediklerini söyleyen Sivas, her iki yüzünde yazı bulunan bir mühür buluntusunun bu dönemki buluntular arasında önem arz ettiğini ifade etti. Sivas, "Buluntularımız çok sayıda ağırşak ve pişmiş toprak ağırlıklı. Bu bölgede dokumacılık ve hayvancılığın önemli bir ekonomik kaynak olduğunu düşünüyoruz. Taş, mutfak araç gereçleri de buluntular arasında. Kazılan alanlar arttıkça mezar hediyeleri gibi örneklerin sayısı da artacak." dedi.

Sivas, Şarhöyük’ün Eskişehir’e ismini veren bir bölge olduğunu, Şarhöyük'ün Erityalı Dorylaeus tarafından kurulduğuna inanıldığı için Dorylaeum adını aldığının altını çizdi. Prof.Dr. Sivas, Hitit dönemi mühür buluntusunun üstündeki yazı tespiti yapıldığında, kent isminin de değişme ihtimalinin bulunduğunu ekledi.

Star Gündem, 17.08.2012

YARIM KALAN KAZI ÇALIŞMALARINA BAŞLANACAK

 

 

Eskipazar'da ortaya çıkarılan mozaikler dolayısıyla Karadeniz Bölgesi'nin "Zeugma"sı olarak adlandırılan Hadrianaupolis antik kentinde, kazı çalışmalarına nihayet yeniden başlanıldı.

Atatürk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Vedat Keleş başkanlığında arkeologların , uzman ve işçilerin yer aldığı 40 kişilik ekiple, antik kentteki kazı çalışmalarına yeniden başladılar.

Çalışmalar kapsamında öncelikle daha önceki yıllarda ortaya çıkarılan mozaiklerin üstünün temizlendiğini anlatan Keleş, "Yeniden başlayan çalışmalarımız ile kurtarma kazılarına başlayacağız. Sondajlarda yapacağız. Geçen yıl yapılan kazılarda yeni alanlar yerine ortaya çıkartılan eserlerdeki tahribatı gidermeye yönelik çalışmalar gerçekleştirdik." dedi.

Bayram sonrası başlayacak çalışmalarda Antik kentin merkezinde yer alan ve oluşturulan Kilise B'nin mozaiklerinin restorasyon ve konservasyonuna yine bu yıl Kilise B'nin üst örtü sistemi de eklenerek en kısa zaman sonra tamamlanacağını açıklayan Keleş " Çalışmalar bittiğinde bu yapı teşhire hazır hale gelecek" dedi.

Karabük Gündem, 17.08.2012



5 - 18 Ağustos 2012

PROF.DR. ALİ DİNÇOL'U KAYBETTİK

 

 

Hititolog Prof.Dr. Ali Dinçol, uzun süren rahatsızlığının ardından 13 Ağustos 2012 günü sabaha karşı vefat etti.

 

1 Şubat 1943 yılında İstanbul’da doğan, 1967 yılında Eski Önasya Dilleri ve Kültürleri bölümünden mezun olan ve aynı yıl bölümde asistanlığa başlayan Dinçol, 1974 yılında Boğazköy Hitit Arşivi’nde çalışmıştır.

Prof. Ali Dinçol, 1967 yılında İstanbul Üniversitesi’nde, Eski Önasya Dilleri ve Kültürleri Kürsüsü’nde meslek hayatına başlamıştır. 1981 yılından bu yana ise, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü ve Hititoloji Ana Bilim Dalı’nın da başkanlığını yürütmüştür.

2010 yılında emekli olan Hititolog Prof. Ali Dinçol, Emeritus ünvanı almıştır. Akademik hayatı boyunca, başta Hititoloji konusunda olmak üzere, Urartu dili ve arkeoloji konularında yüzden fazla bilimsel makale ve üç kitap yayımlamıştır.

1991 yılında, Türk Eskiçağ Bilimleri Enstitüsü’nün kurulmasına öncülük eden ve gelişmesinde büyük emeği geçen Prof. Dinçol,  aynı zamanda 19 yıldır Enstitü’nün başkanlığını yürütmekteydi.

 

Tüm arkeoloji camiasına başsağlığı diliyoruz.

TAYHaber, 13.08.2012

BİN 800 YILLIK HIRSIZLIK KAZIDA ORTAYA ÇIKTI

 

 

Muğla'nın Datça İlçesi'nde bulunan Knidos antik kentinde yapılan kazılarda bin 800 yıl önce yapılan mezar hırsızlığı ortaya çıkarıldı. Kazının bilimsel danışmanlığını yapan Selçuk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim üyesi Doç.Dr. Ertekin M. Doksanaltı, o dönemdeki inanca göre ölenlerin kullanması için mezarlara bazı kap ve özel eşyalar konulduğunu hatırlatarak, "Yaklaşık 2 bin 300 yıllık olduğu belirlenen anıt mezarın ilk sahiplerinin gömülmelerinden 500 yıl sonra, mezar soyguncuları ana kayaya oyulmuş mezar odasına girerek mezar hediyelerini yağmalamış. Mezar sahibinin ölümünden sonraki yaşamında kullanması için bırakılan kapları ve özel eşyaları soyguncular tarafından kırılmış ve dağıtılmış vaziyette bulduk" dedi. Mezarı yağmalayan soyguncuların hırsızlık sırasında kullandıkları eşyalara da rastladıklarını belirten Doç.Dr. Doksanaltı, "Kaçarken mezarda unuttuklarını düşündüğümüz bin 800 yıl öncesine ait pişmiş topraktan bir kandil ile çaldıkları değerli eşyalar arasından düşürdükleri anlaşılan altın elbise süsü de bulduk. Yani o dönemin mezar soyguncuları, günümüzün tarihi eser kaçakçılarından daha önce davranmış" diye konuştu.

Antik dönemin en büyük nekropollerinden birine sahip olan kentte çok sayıda anıtsal mezar bulunduğunu da anlatan Doç.Dr. Doksanaltı, "Yapılan araştırmalara göre bu mezarların büyük bölümü daha antik dönemde soyulup yağmalanmış. Buna karşın günümüzde de hâlâ tarihi eser kaçakçıları tarafından soyulmaya çalışılıyor. Anıt mezarlar bu yüzden insan kaynaklı tahribata ve yıkıma uğruyor" dedi.

2012 yılı çalışmalarında Dionysos Tapınağı, Propylon giriş kapısı, Stoa yapısı ve sütunlu galeriden oluşan Dionysos terasındaki sütunların tekrara ayağa kaldırılması ve genel restorasyon çalışmasının altyapısının hazırlanacağını söyleyen Doç. Doksanaltı, 2 ayda yaklaşık 70 bin yerli ve yabancı turistin gezdiği Knidos'un özellikle bu bölümünde çevre düzenlemesi çalışmalarının sürdüğünü anlattı. Marmaris Müze Müdürü Esengül Yıldız Öztekin de uzun yıllar herhangi bir araştırma yapılmayan antik kentte, bu süreçte çok sayıda illegal kazı girişiminde bulunulduğunu ve güvenlik güçlerinin desteğiyle bu kaçak kazılarla mücadele ettiklerini söyledi.

Sabah, 17.08.2012

AKHİSAR ROMA'YA TAŞINDI

 

 

Akhisar İnanç turizmi açısından önemli olan tarihi ve kültürel zenginliğini tanıtarak daha fazla turist çekmek için Roma’da sergi açıyor. tarihi boyunca Hititler ’den Akadlara, Lidyalılardan Romalılara, Bizans’tan Osmanlı İmparatorluğu’na kadar pek çok medeniyete ve devlete ev sahipliği yapan Akhisar, belediyenin organize ettiği “İlluminare Fotoğraf Sergisi” 22 Ağustos 2012 günü açılacak ve 7 Eylül tarihine kadar açık kalacak. 5 Eylül günü tanıtım kokteyli yapılacağını belirten Akhisar Belediye Başkanı Salih Hızlı; İnanç Turizmine açılan kapı, Marka Kent Akhisar’ı Roma’da tanıtım yıllık 15 Bin olan ziyaretçi sayısını 500 Bin’e çıkarmayı hedeflediklerini kaydetti.
Akhisar Belediyesi Encümen Salonunda Akhisar Belediye Başkanı Salih Hızlı, Başkan Yardımcıları Ömer İşçi, Latif Çakmak ve Belediye Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürü İbrahim Topaloğlu’nun katılımı ile basın toplantısı yapıldı.


Akhisar’ın tarihi ve kültürünü en iyi şekilde önce Türkiye’de sonra da Dünya’da tanıtımını yapmak istediklerine vurgu yapan Akhisar Belediye Başkanı Salih Hızlı “Daha önce biliyorsunuz, 3 tane sergimiz oldu birbirine bağlı olarak. Bunlardan ilkini Taksim metrosunda, ikincisini Antalya Hava Limanında ve Üçüncüsünü de Çeşme Kalesinde yapmıştık. Bu 3 sergimiz de başarılı bir şekilde geçmişti. Şimdi ise dördüncüsü ve bize göre daha önemlisi Uluslar arası bir platforma kayıyor. Dördüncü sergimizi İtalya’nın Roma kentinde, Vatikan’a yakın büyükelçiliğimizin sergi salonunda yapacağız. Temamız İtalyancası İlluminare Türkçesi de aydınlanmak teması ile bir sergi düzenleyeceğiz. Bu sergi ile amacımız Akhisar’ımızın tarihini ve kültürünü en iyi şekilde önce ülkemize sonra dünyaya tanıtmaktır. Bu amaçla bir çok projemiz var ve bu bir çok projeyi birbiri ile bağlantılı hale getirmeye çalışıyoruz. Bu tür sergilerle ve tanıtımlarla da bunu destekliyoruz. Tabiki çıkış noktamız yaşadığımız kentin yaşanmışlıkları var, geçmişi var, ciddi bir tarihi ve kültürel birikimi var. Bizler açıkçası bunun bilinmesini istiyoruz. Kentlerde insanlar gibidir, insanlar ne yaptıklarının bilinmesini isterler ve kentler de böyledir. Dolayısıyla biz yaşadığımız bu kentte yaşanmışlıkların bilinmesini ve zenginleşmesini istiyoruz.


Akhisar’ımız biliyorsunuz 9 bin yıllık geçmişe ve 5 bin yıllık kentlilik bilincine sahip. Dolayısıyla bu kentteki yaşanmışlıklar ve birikimler çok önemlidir. Bunlar bizin için çok önemli olduğu için dünya için de çok önemlidir. Bahsettiğimiz projelere yakın olarak buna bağlı bir kazı çalışması devam ediyor Akhisar’da. Bu kazı da Akhisar (Thyateira) kazısıdır. Bu kazı geçen yıl Bakanlar Kurulu kararı ile alınan biz kazı çalışmasıdır ve Anadolu’daki medeniyetlerin aydınlatılmasına ilişkin bir karardı. Buradaki kazı çalışmalarımız ülkemizdeki en önemli onbir önemli kazıdan birisidir. Bu kazı bağlamında tanıtım faaliyetlerini ve potansiyelini harekete geçirmeye çalışıyoruz. Bu Roma’da yapacağımız tanıtım, inanç turizmi ile bağlantılı bir tanıtım olacaktır. Takdir edersiniz ki bu bölge Hıristiyan alemi için inanç turizmi açısından çok önemli bir bölgedir. Bu bölgenin lokasyonlarından bir tanesi de Akhisar’dır. Akhisar bu inanç turizmi aksında biraz açıkçası istediği ve hak ettiği yeri alabilmiş durumda değildir. Bergama’dan başlayıp, Efes’e kadar olan bir inanç turizmi vardır. Bizde burada zayıf kalan Akhisar ayağını güçlendirmeye çalışıyoruz. Yaptığımız kazı çalışmaları buradaki tarihi ve kültürel zenginleştirilmesi buna yöneliktir.
Roma’yı seçmemizdeki gaye ise, Hıristiyan alemi açısından çok büyük öneme sahip bir kenttir. Dolayısıyla biz de Roma’da bu potansiyeli Akhisar’a daha doğrusu bölgemize döndürmeye çalışacağız. Burada Turizm anlamında önemli bir pay almaya çalışacağız. Tabiki bunlar sürdürülebilir hale getirilmesi gereken projelerdir. Bunu destekleyici başka projeleri de hayata geçirmemiz gerekiyor. Bu sebeple, bu amaçla 22 Ağustos ile 7 Eylül 2012 tarihleri arasında bu sergimiz devam edecektir. Burada Akhisar temasını işlediğimiz gibi Akhisar lokasyonu dışında bölgemizin bizimle bağlantılı zenginliklerini de işaret edeceğiz. Biz parçaların ancak bütünlerle anlamlı olduğunu düşünerek projeler üreten bir ekibiz. Akhisar parçasının bu bütün içerisinde çok önemli bir yere sahip olduğunu biliyoruz. Bütün bu çalışmaları sürdürülebilir hale getirdiğimizde Akhisar’ı güçlendirdiğimiz gibi bölgeye de bu çalışmamızın fayda sağlayacağını düşünüyoruz. Yürüttüğümüz çalışmalar da buna işaret ediyor.


5 Eylül 2012 günü Akhisar’daki Belediye Meclis üyelerimiz ile birlikte Roma’da olmayı planlıyoruz. AKP Genel Başkan Yardımcımız Hüseyin Tanrıverdi, Akhisar Kaymakamımız Kamil Köten de bizlere eşlik edecektir. Dolayısıyla 5 Eylül günü orada özel tanıtım kokteyli olacaktır. Bu tanıtım kokteylinde de güçlü bir şekilde Akhisar’ın tarihi ve kültürel değerlerini orada inşallah orada daha güzel bir şekilde sunacağız. Kısa bir süre sonra Akhisar’a bir turizm aktivitesi olarak dönmesini sağlamak istiyoruz” dedi.

Habertürk 17.08.2012

TARİHİ ÇARŞIYI  İYİLEŞTİRME PROJESİ BAŞLIYOR

 

 

Belediye Başkanı Doç.Dr.Lütfü Savaş, tarihi Uzun Çarşı Üst Örtü Cephe İyileştirme projesinde Kurtuluş Caddesi'nden Tayfur Sökmen Caddesi girişi arasında kalan 90 m'lik 1. etap kısmın restorasyon projesinin ihale sürecinin tamamlandığını ve çalışmaların 27 Ağustos'ta baş-layacağını kaydetti.


Antakya Belediye Başkanı Lütfü Savaş Tarihi Uzun Çarşı 'Cephe İyileştirme, Üst Örtü ve Sokak laştırma Projesi'nin tamamlanmasıyla birlikte kentin kalbi konumundaki çarşının yerli ve yabancı turist-lerin en sık uğradığı cazibe merkezlerinden biri haline geleceğini belirtti.
 

Savaş, yapılacak çalışmalarda ilk etapta 90 mt.lik bu kısmın mevcut üst örtüsünün söküleceğini  ve tarihi dokuya uygun bir üst örtüsüyle kaplanacağını, dükkan cephelerinin yenileneceğini  ve zeminin tarihi yapıya uygun taşla kaplanacağını ifade etti. Belediye Başkanı Savaş ilk etap çalışmaların yılsonuna kadar tamamlamayı hedeflediklerini belirtti.
Antakya Belediye Başkanı Lütfü Savaş Tarihi Uzun Çarşı 'Cephe İyileştirme, Üst Örtü ve Sokak Sağlıklaştırma Projesi'nin tamamlanmasıyla birlikte kentin kalbi konumundaki çarşının yerli ve yabancı turistlerin en sık uğradığı cazibe merkezlerinden biri haline geleceğini belirtti.
 

Savaş, yaptığı yazılı açıklamada, projede konunun uzmanları ve tüm taraflarıyla birlikte ortak hareket ederek çarşının çatı üst örtüsü, cephe iyileştirmesi ve zemin taş düzenlemesi gibi her detayı en ince ayrıntısına kadar hesapladıklarını vurguladı.


Proje uygulamasının uzun soluklu, zahmetli ve hummalı bir çalışma süreci gerektirdiğini, ancak ortak akıl sonucu el birliğiyle yürütülen çalışmalarla projenin sonunda mutlu sona ulaşacaklarını, ifade eden Savaş, şöyle devam etti:  “Projenin her aşamasında valilik, bele-diye, Adana Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, KUDEB Birimleri, Esnaf Odaları, Uzun Çarşı Dernek Temsilcileri olarak kısacası konunun tüm taraflarıyla birlikte ortak hareket ediyor olmanın avantajını yaşıyoruz.  Proje, başta uzun çarşı esnafı olmak üzere, kentimizin gelişimine ve geleceğine önemli ölçüde katkı sağlayacaktır. Proje sonunda tarihi Uzun Çarşı'da faaliyet gösteren esnafımız alışveriş mer-kezleriyle rekabet edebilir konuma gelecektir.'’

Hatay Gazetesi, 16.08.2012

KASTELLER İLGİ ÇEKİYOR

 

 

Birçok tarihi yapıya sahip Gaziantep, yer altında bulunan kastel ve mağaralarıyla yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekiyor.

 

Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından 2006 yılında restoresi yapılan Pişirici Kasteli, kendine has yapısıyla turist çekiyor. 1282 yılında yapıldığı tahmin edilen Gaziantep’e özgü kasteller, serin havasıyla da sıcaktan bunalanların uğrak yeri oluyor. Kastel işletmecisi Kasım Kaygın, "Bu kasteller yer altında yapılan su yapılarıdır. Geçmişte abdest almak, ibadet etmek, temizlik ve dinlenme amaçlı kullanılıyordu. Serin ve ferahlama mekanları olarak kent hayatında önemli yere sahiptir. Şehrin içerisinde bulunan mağaralar ve kasteller tarihi yapı olmasının yanı sıra, yaz aylarında sıcaklardan bunalan vatandaşlar için önemli bir yere sahiptir. Türkiye'de Gaziantep’te tek olan tarihi Pişirici Kasteli ve mescidindeyiz. Dünyada bazı şehirlerin yer üstü kültürü vardır. Gaziantep’in yer altı kültürü, yer altı tarihi daha çoktur. Avrupa'da 800 yıl önce tuvalet kültürü yokken, biz Türkler'de temizlik kültürünü, adabını gösteren kastellerimiz var" diye konuştu.

Pişirici Kasteli'ne turistlerin yoğun ilgi gösterdiğini söyleyen Kaygın, "Yaz aylarında yerli halkın ilgisi de yoğun oluyor. İçeride sıcaklık 11 derece civarındadır. Yerli halk serinlemek maksadıyla ziyarette bulunuyor" dedi.

Gziantep Olay, 16.08.2012

HACILAR HÖYÜĞÜ KAZILARI BAŞLADI

 

Burdur’daki Hacılar Höyüğü’nde yapılan arkeolojik kazıların bu yılki bölümüne başlandı.

 

Kazı Heyeti Başkanı ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Gülsün Umurtak, gazetecilere yaptığı açıklamada, bu yılki kazıların 40 kişilik ekiple yürütüldüğünü kaydetti. Bu yıl büyük höyük bölgesinde çalıştıklarını anlatan Umurtak, geçen sene yapılan kazılarda çok önemli sonuçlar elde ettiklerine dikkati çekti.

 

Umurtak, kazılarda MÖ 2500′lü yıllara ait yapı kalıntılarına ulaştıklarını ifade etti. Kazılarda ayrıca madeni iğne, çok değişik kap türleri, mühürler gibi buluntulara da rastladıklarına dikkati çeken Umurtak, “Höyüğün batı alanında ilk tunç geç kalkolitik dönemden ilk tunç birinci döneme geçiş sürecini aydınlatacak güçlü savunma sistemleri ortaya çıkarmıştık. Hacılar Höyüğü kazılarının önümüzdeki 10-15 sene içinde Anadolu arkeolojisi için çok önemli sonuçlar vermesini bekliyoruz” dedi.

 

İl Kültür ve Turizm Müdürü Mehmet Tanır ise büyük höyük kazılarının bölgenin kültür tarihinin en erken dönemlerine ışık tutacağına değindi. Kazılarla Türkiye arkeolojisine önemli katkılar sağlanacağına işaret eden Tanır, Hacılar’daki kazıların 9 bin yıllık tarihi geçmişiyle dikkati çektiğini anlattı.

 

Tanır, “Kültür ve Turizm Bakanlığı kazılar için 100 bin lira yardımda bulundu. Bu tür kazılar bakanlık tarafından sürekli desteklenmektedir” diye konuştu. Tanır, Burdur’da 165 arkeolojik sit alanının olduğunu da kaydetti.

 

Hacılar Höyüğü’ndeki ilk kazı çalışmaları, 1957-1961 yılları arasında İngiliz bilim adamı James Mellaart tarafından başladı. 50 yıl ara verilen kazılar, geçen yıl Prof.Dr. Gülsün Umurtak başkanlığında tekrar başlamıştı.

 

Kazıların bu yıl ekim ayına kadar devam edeceği bildirildi.

haberler.com, 16.08.2012

TARİHİ ÇEŞMELER İLGİ BEKLİYOR

 

 

Samsun’un Bafra İlçesi'nde tarihi çeşmeler ilgisizlik ve bakımsızlıktan yok olmak üzere.

 

Hacınabi Mahallesi ile Tabakhane Mahallesi’nin birleştiği yere yakın Hacı İzzet Ağa Sokağı’nın başında bulunan tarihi çeşmenin kitabesinde, Dergahı Ali Kapucubaşlarından Bafra Ayanı Haznedarzade Necabetlü Hamdi Efendi Hazretleri tarafından 1840 yıllarında yaptırıldığı yazıyor. 172 yıllık çeşme bakımsızlıktan virane hale döndü. 

 

İshaklı Mahallesi’nde bulunan Taçlı Çeşme’nin ise yapılış tarihi belli olmamakla birlikte Ortaçağ mimarisi olan Gotik tarz ve tekniğiyle yapılmış. Tarihi çeşme 27 yıl önce tahribata uğrayarak yıkılmış. Yıkılan tarihi çeşme bugün virane halde duruyor. Esnaf Mehmet Aslan, “Osmanlı döneminde ve Cumhuriyet kurulduktan sonra 1960’lı yılların başına kadar çeşmelerin büyük önemi varmış. Zira o zamanlarda bugünkü evlerimize kadar giren su sistemi yokmuş. Herkes içme suyunu mahalle ve sokaklarda inşa edilen çeşmelerden temin edermiş. O günlerde çeşme yaptırmak en önemli hayır işlerinden sayılıyordu. Bugün ise bu tarihi çeşmelerimiz bakımsızlıktan göz göre göre yok oluyor” dedi.

Anayurt Gazetesi, 16.08.2012

"ÇOCUĞUM" DEDİĞİ ASLANTEPE'YE ÖMRÜNÜ ADAYAN İTALYAN

 

Malatya’da, MÖ 5 bin yıllarına tarihlenen Aslantepe Höyüğü’nün 64 yaşındaki İtalyan kazı başkanı Prof.Dr. Marcella Frangipane, Aslantepe’nin gün yüzüne çıkması için 36 yıldır çalışıyor.

 

Gençliğinde başladığı kazı çalışmalarına ilerleyen yaşına rağmen yılmadan devam eden Aslantepe Höyüğü Kazı Heyeti Başkanı ve Roma La Sapienze Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Frangipane, tarihle iç içe geçen 36 yılını AA muhabirine anlattı.

 

Aslantepe’de ilk kazıların 1930′da Fransız arkeologlar tarafından yapıldığını ifade eden Frangipane, ören yerine İtalyan kazı ekibinin de 51 yıl önce geldiğini belirtti.

Kendisinin de Aslantepe’deki kazılarda ilk kez 1976 yılında görev aldığını dile getiren Frangipane, kazılara ilk başladığında henüz 28 yaşında genç bir kadın olduğunu söyledi.

Her yıl kazı için geldikleri Malatya’nın Orduzu beldesindeki Aslantepe Höyüğü’nde 2,5 ay kaldıklarını anlatan Frangipane, “Kazıdan sonra Roma’da işimiz devam ediyor. Aslantepe bizim için en önemli araştırma. Üniversitede öğrencilerimize Aslantepe’yi anlatıyoruz. Arkeolojik açıdan önemini, çıkan buluntuları aktarıyoruz. Üniversitemizde Aslantepe’nin fotoğraflarından oluşan bir arşiv var. Bu arşiv üzerinden ders yapıyoruz” diye konuştu.

Aslantepe Höyüğü’nü kendisi için “hayat” olarak gören Frangipane, kazı için geldiği yıl Aslantepe’yi de Orduzu’yu da sevdiğini belirterek, “İlk geldiğimde kazı başkanı Prof.Dr. Salvadore Puglisi idi. Sonra Prof.Dr. Alba Palmieri kazı başkanı oldu. İkisi de benim hocamdı. Kazıyı sevdim. Türkiye’yi sevdim. O zaman başladım. Sonra her sene geldim. Sonra kazı başkan yardımcısı oldum. Sonra maalesef Alba Palmieri çok genç yaşta öldü. Ben kazı başkanı oldum” dedi.

 

Kazılar için her yıl Malatya’dan 45-50 işçi istihdam ettiklerini ifade eden Frangipane, “Orduzu beldesinde herkesi tanıyoruz, herkesle arkadaş olduk. Her sene beraber çalışıyoruz. Geçen sene 50′inci yılımızı kutladık. Eski fotoğrafları gösterdik. Bugünkü işçilerin babaları ve dedeleri de kazılarda çalışmış. İşçilerle babalarının, dedelerinin fotoğraflarına baktık. Türkçe’yi Orduzu’da öğrendim. Benim Türkçem Orduzu Türkçe’si. Türkçe’yi maalesef iyi konuşamıyorum. Burada işçiler ve insanlarla konuştukça öğrendim” diye konuştu.

 

Hayatının büyük bölümünde önemli bir yer tutan Aslantepe’yi “çocuğu” olarak gören Frangipane, hiç evlenmediğini belirterek, “Çocuğum yok. Benim çocuğum Aslantepe” ifadelerini kullandı.

 

Gözlerinin biri kahverengi, biri mavi olan İtalyan arkeolog Frangipane “Türkiye’de böyle gözleri olan Van kedisi varmış. Bana da ‘gözlerinin rengi, Van kedisi gibi’ diyorlar” dedi.

 

Aslantepe’de bu yılki kazı çalışmalarına başladıklarını kaydeden Frangipane, kazıların 15 Ekim’e kadar devam edeceğini söyledi. Kalkolitik döneme tarihlenen önemli buluntuların ortaya çıkarıldığı höyükte devam ettirdikleri kazılar sonucunda neolitik döneme ait bulgulara da rastlayabileceklerini düşündüklerini ifade eden Frangipane, çalışmalar kapsamında geçen yıllarda bulunan sarayın kuzey bölümünü kazacaklarını bildirdi.

 

Frangipane, “Sarayı korumaya aldık. Saray çok iyi duruyor. Duvar yüksekliği 2-2,5 metre. Duvarda orijinal sıva ve resimler var. Sarayda bir yangın çıkmış ve ondan sonra bütün buluntular tabanda kalmış. Bu arkeolog için bir şans. Ne yapmışlar, sistem nasıl çalışmış şimdi her şeyi biliyoruz. Burası ilk devlet sisteminin başladığı bir merkezdi” diye konuştu.

 

Sarayın kuzeyindeki tapınağın bulunduğu bölgede kazılara devam ettiklerini anlatan Frangipane, her yıl yeni bir buluntu çıkan ören yerinde çalışmaktan büyük bir keyif aldığını sözlerine ekledi.

haberler.com, 16.08.2012

DANİMARKA'DA DEHŞET BATAKLIĞI

 

Arkeologlar, Danimarka’nın doğusundaki Alken Enge bataklığında yaptıkları kazılarda yüzlerce asker iskeleti buldu.

 

Aarhus Üniversitesi, Skanderborg and Moesgard müzelerinden uzmanlarla işbirliği içinde yapılan kazılarda günışığına çıkarılan iskeletlerin yaklaşık 2 bin yıl öncesine ait olduğunu açıkladı.

Aarhus Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nden kazıları yöneten Prof. Mads Kahler Holst, 2 aydır devam eden kazılar sırasında yaklaşık 200 askere ait kemiklerin bulunduğunu belirtti.

40 hektarlık bir alanda bulunan kemikler arasında parçalanmış bir kafatası ile üzerinde balta izleri olan bir kalça kemiğinin de bulunduğunu kaydeden Prof. Holst, buluntuların bir ordunun tamamının bataklıkta kurban edildiğine işaret ettiğini söyledi.

Bataklıkta çok sayıda iyi korunmuş balta, mızrak ve kalkanın da bulunduğunu belirten Prof. Holst, bu kadar büyük bir kurban eyleminin o zamanki toplumu derinden etkilemiş olacağına dikkati çekti.

Araştırmacılar, askerlerin rakip kabileye yenildikten sonra baltalarla parçalanarak kurban edildiğini ve bataklığa atıldıklarını düşünüyor.

Bataklıktan çıkarılan kemikler, uluslararası bir ekip tarafından incelenecek.

Skanderborg Müzesi ise, internet sitesinde yaptığı açıklamada bölgenin Demir Çağı’nda sık sık kurban törenlerine ev sahipliği yaptığını belirtti.

Kurban törenlerinin ne amaçla düzenlendiği henüz aydınlatılamadı.

Alken Enge, insan kalıntılarının ilk kez bulunduğu 1950’lerden bu yana arkeologların ilgisini çekiyor.

Aarhus Üniversitesi’nden jeologlar, arkeologlara yardımcı olmak amacıyla bataklık tortularını inceliyor.

Milliyet, 16.08.2012

VAN KALESİ'NİN TAŞLARI EDREMİT'TEN

 

 

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Van Bölgesi Tarih ve Arkeoloji Merkezi Müdürü Yrd. Doç.Dr. Erkan Konyar, 1. Sarduri tarafından yapılan Van Kalesi’nin duvar taşlarının Edremit İlçesi'nden getirildiğini söyledi.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izni ile İstanbul Üniversitesi adına Aygaz Genel Müdürlüğü’nün desteğiyle Van Kalesi zirvesinde ve kuzeyinde bulunan höyükte kazı çalışmaları devam ediyor. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Van Bölgesi Tarih ve Arkeoloji Merkezi Müdürü Yrd. Doç.Dr. Erkan Konyar başkanlığında yapılan kazı çalışmalarında ilginç bir detay ortaya çıktı. Van Kalesi duvarlarında kullanılan ve her birinin ağırlığı 3 ile 4 ton arasında değişen taşların Edremit İlçesi'nden getirildiği ortaya çıktı. Konuyla ilgili İHA muhabirine bilgi veren Yrd. Doç.Dr. Erkan Konyar, bu yılki kazı çalışmalarında yeni bir sürprizle karşılaştıklarını belirtti. Konyar, “1. Sarduri’ye ait Sardur burcunda asılı, ’1. Sarduri bu yapıyı inşa ederken, Alniunu kentindeki taş atölyesinden taşları getirttim’ demekteydi. Özellikle 1. Sarduri tarafından yapılmış Sardur burçtaki taşların dışarıdan gelmiş olabileceği yönünde çeşitli var sayımlar vardı. Fakat bu yıl jeolog arkadaşlarımızın yaptığı çalışmalar doğrultusunda gerek 1. Sarduri’nin yaptığı Sardur burç, gerek kalenin yukarı statel alandaki yapı malzemelerinin hemen hemen tümü traverten malzemeden oluşuyor. Özellikle Edremit İlçesi'ndeki taş ocaklarından yaklaşık 10 kilometre doğu güneyimizden getirildiğine dair kesin bilgiler var. Bu da Urartuların mimaride gelmiş oldukları noktayı gösterme açısından çok önemli. Çünkü traverten düz işlenebilen ve şekil verilebilen bir taş. Urartular mimari estetik açısından bu taşı uzaktan getirmeyi bile göz önüne aldı. Bu bölgedeki en iyi traverten yataklarının Edremit bölgesinde olduğu jeolog arkadaşlar tarafından söyleniyor. Bu taşların buraya getirilmesinin iki yönü var. ya Menua kanalı ile ya da gölden teknelerle. Tabi ki buradaki sorun 3-4 ton ağırlığındaki taş blokların yaklaşık 10 kilometre uzaklıkta teknelerle ve de Menua kanalı ile bile getirilmesindeki zorluk bunda da Urartuların ciddi bir iş gücü kaynağı sağladığı anlaşılıyor” dedi.

 

Van Kalesi’nin çok yaşlı kristalize kireç taşı tabakasının üzerinde olduğunu söyleyen İstanbul Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği Bölümü’nden Alper Şengül, kalenin ana kayası kireç taşı olduğunu ifade etti. Şengül, “Ama surlar, duvarlar hem yerli kaya, kalenin kendi kayası, daha doğrusu kalenin oturduğu kireç taşından alınmış parçalar. Bir kısmı da buraya ait olmayan ama Van çevresinde kolaylıkla gördüğümüz ve aynı zamanda yapı taşı olarak ya da çimento ham maddesi olarak da kullanılan bazı kayalar var. Burada traverten dediğimiz sıcak ve soğuk sularla yüzeysel koşullarda oluşan kalsiyum karbonat kökenli bir kaya. Oldukça boş ve bol gözenekli, içerisinde bitki parçacıklarının bulunabildiği nispeten daha hafif. Ama bazı yerlerde yine pasif görünümlü bir kaya grubu var. Bunlar dışarıdan getirilmiş ve Edremit bölgesinde yaygın olarak görüyoruz. Şu an yeni Van yerleşiminin yapıldığı alanlarda bu kaya gruplarının üzerinde yer alıyor. Kolay getirilip ve parçalanabildiği için kullanımı da o anlamda kolay. Nihayetinde bu tip yapılarda da günümüzde de çok rahatlıkla kullanılabiliyor. Getirme konusunda da Edremit’ten buraya getirilmesi o dönemki koşullarda gayet kolay. Deniz yolunu kullanmaları büyük ihtimal. Bölgede ağırlıklı olarak tabi ki bir kayayı yerli yerinde kullanmak hem çok daha esastır, hem ekonomiktir, hem de zaman kazanmak açısından çok kolaydır. Ama hem estetik olarak hem de daha farklı yapı taşı kullanması anlamında dışarıdan taş getirilmesi tarihi yapılarda gözlemleniyor” dedi.

 

Güncel toplum olarak üşendiklerini ifade eden Şengül, “Bu insanların yerleştiği yerler şu kaleye çıkarken bile yarım saatte nefes nefese kalıyorsunuz. Van şehrinde nefes dahi almadan iki çırpıda gidiyorsunuz. Bu insanların yerleştiği alanlar aslında hep zor yerler. Toprak Kale, Amik Kalesi, Ayanis Kalesi, Çavuştepe Kalesi ve Van Kalesi. Dolayısıyla üşenmek gibi bir şey yok bu insanlarda. Üşenen grup ise güncel insan yani bizler. Dolayısı ile Edremit gibi bir yer Urartulara göre uzak değil. Bizde çok fazla estetik kaygısı yok aslında. Şu aşağıda görünen rengarenk, tamamen tuğladan, kerpiçten ve briketten yapılmış garip garip binalar var. Ama o insanların sanatla ve estetikle ilgili çok ciddi kaygıları varmış zamanında. Yapılarının daha güzel ihtişamlı daha gösterişli ve karşı tarafa daha fazla korku verecek şekilde yapılması onlar için esas olan bir şey. O yüzden yapılarının güzel olması için uzak mesafeyi düşünmediler” şeklinde konuştu

haberler.com, 16.08.2012

BELEDİYE MECLİSİ'NDE ÇAMLICA'YA CAMİ GERGİNLİĞİ

 

İstanbul Büyükşehir Belediyesi ağustos ayı meclis toplantısının üçüncü gününe, AKP ve CHP’li üyeler arasındaki cami tartışmaları damgasını vurdu.

 

Saraçhane Belediye Sarayı’ndaki Meclis Salonu’nda gerçekleştirilen toplantıda söz alan CHP’li meclis üyesi Doğan Tekel, Üsküdar’da yapılan imar değişikliğine ve Çamlıca tepesine cami yapılmasına karşı çıktıklarını söyledi. Üsküdar’da 34 yıl oturduğunu belirten Tekel, bölgede bir cami talebi olmadığını ve ihtiyaç da duyulmadığını savundu. Tekel, şöyle devam etti:
“Topbaş, ’Çamlıca’da İstanbul’u simgeleyecek cami yapılacak’ dedi. İstanbul’un simgesi bellidir. Koca Sinan’a haksızlık yapılıyor. Ayrıca, Makedonya’da da Üsküp’ün en önemli tepesine haç yapıldığına ilişkin fotoğrafı size göstermek istiyorum. Yüzde 40’ı Müslüman olan bu bölgede Hristiyanlar en büyük haçı koymuş. Buna nasıl karşıysak, Çamlıca tepesine İstanbul’un simgesi olarak görülen camiye de karşıyız. O bölgede bir camiye ihtiyaç olmadığını düşünüyoruz.”

 

Tekel, konuşmasında ayrıca, bir inanç grubunun mabedini küçümseyen cümleler kullanmanın hoş bir şey olmadığını kaydetti.


CHP’li meclis üyesi Mehmet Yıldız da AKP’nin Çamlıca’ya İstanbul’u anlatan simge dikeceğini, ancak o bölgede cami ihtiyacı varsa hep beraber mecliste karara bağlanması gerektiğini söyledi.


Yıldız, ”Süleymaniye ve Selimiye’nin görünüşüne alternatif olmaz, ancak İstanbul’da imar yağmasının üstünü örtmeye yönelik bir simge olur” diye konuştu.


Büyükşehir Belediye Meclisi AKP Grup Başkanvekili Ergün Turan ise CHP’nin kendi içinde tezatlar yaşadığını savunarak, şunları kaydetti: ”Halkımızın tüm inançlarına saygılı olmak zorundayız. Başbakan’ın söylediği sözler cemevine yönelik değildir, yeriyle alakalıdır. Çamlıca’daki, Kadıköy’deki camiye karşı çıkmaları, CHP’lilerin camiye karşı oldukları anlamını taşımaz. Türkiye’de CHP cemevlerini, AKP camileri savunan değildir. Cemevi, camiler ve kiliseler inanç merkezleridir. Çamlıca’da da cami bir ihtiyaçtır ve caminin yapılması gerekir. Ancak o bölgedeki yapının bireysel olarak Süleymaniye’ye rakip ya da yarışan bir yapı olacağını düşünmüyorum.”

Milliyet, 16.08.2012

MÜZELER BAYRAMDA AÇIK

 

19-21 Ağustos tarihleri arasında kutlanacak Ramazan Bayramı’nda Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı müzeler açık olacak.

 

Bayramın ikinci günü olan 20 Ağustos, müzelerin kapalı olduğu pazartesi gününe denk gelmesine rağmen Ayasofya ve Arkeoloji Müzesi kapanmayacak. Topkapı Sarayı Müzesi de normal tatil günü olan Salı günü, yani bayramın son günü açık olacak.

 

Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nden yapılan açıklamaya göre, vatandaşlarımızın bayram günlerinde de müzeleri ziyaret edebilmelerini sağlamak amacıyla bu karar alındı.

 

Buna göre müze ve ören yerlerinin bayramda mesai saatleri şöyle:

 

Topkapı Sarayı Müzesi:

Arife (18 Ağustos 2012 Cumartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş 18:00.

1. gün (19 Ağustos 2012 Pazar) : 13:00-19:00 arası açık, son giriş 18:00.

2. gün (20 Ağustos 2012 Pazartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş 18:00.

3. gün (21 Ağustos 2012 Salı) : Kapalı

 

Ayasofya Müzesi: 

Arife (18 Ağustos 2012 Cumartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş 18:00.

1. gün (19 Ağustos 2012 Pazar) : 13.00-19.00 arası açık, son giriş 18:00.

2. gün (20 Ağustos 2012 Pazartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş 18:00.

3. gün (21 Ağustos 2012 Salı) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş 18:00.

 

Kariye Müzesi: 

Arife (18 Ağustos 2012 Cumartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş 18:00.

1. gün (19 Ağustos 2012 Pazar) : 13:00-19:00 arası açık son giriş 18:00.

2. gün (20 Ağustos 2012 Pazartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş 18:00.

3. gün (21 Ağustos 2012 Salı) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş 18:00.

 

Dolmabahce Sarayı: 

Arife (18 Ağustos 2012 Cumartesi) : 09:00-17:00 arası açık, son giriş 16:00.

1. gün (19 Ağustos 2012 Pazar) : Kapalı.

2. gün (20 Ağustos 2012 Pazartesi) : 09:00-17:00 arası açık, son giriş 16:00

3. gün (21 Ağustos 2012 Salı) : 09:00-17:00 arası açık, son giriş 16:00

 

İstanbul Arkeoloji Müzeleri: 

Arife (18 Ağustos 2012 Cumartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş 18:00.

1. gün (19 Ağustos 2012 Pazar) : 13:00-19:00 arası açık, son giriş 18:00.

2. gün (20 Ağustos 2012 Pazartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş 18:00.

3. gün (21 Ağustos 2012 Salı) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş 18:00.

 

Efes Müzesi:

Arife (18 Ağustos 2012 Cumartesi) : 08:00-19:00 arası açık, son giriş 18.30.

1. gün (19 Ağustos 2012 Pazar) : 13.00-19:00 arası açık son giriş 18:30. (Gemi nedeniyle daha erken açılma ihtimali mevcut, henüz belli değil)

2. gün (20 Ağustos 2012 Pazartesi) : 08:00-19:00 arası açık, son giriş 18:30.

3. gün (21 Ağustos 2012 Salı) : 08:00-19:00 arası açık, son giriş 18:30.

 

Efes Örenyeri: 

Arife (18 Ağustos 2012 Cumartesi) : 08:00-19:00 arası açık, son giriş 18.30.

1. gün (19 Ağustos 2012 Pazar) : 13.00-19:00 arası açık son giriş 18:30. (Gemi nedeniyle daha erken açılma ihtimali mevcut, henüz belli değil)

2. gün (20 Ağustos 2012 Pazartesi) : 08:00-19:00 arası açık, son giriş 18:30.

3. gün (21 Ağustos 2012 Salı) : 08:00-19:00 arası açık, son giriş 18:30.

 

Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi: 

Arife (18 Ağustos 2012 Cumartesi) : 08:30-19:00 arası açık, son giriş 18:00.

1. gün (19 Ağustos 2012 Pazar) : 13:00-19:00 arası açık, son giriş 18:00.

2. gün (20 Ağustos 2012 Pazartesi) : 08:30-19:00 arası açık, son giriş 18:00.

3. gün (21 Ağustos 2012 Salı) : 08:30-19:00 arası açık, son giriş 18:00.

 

Antalya Müzesi:

Arife (18 Ağustos 2012 Cumartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş 16:00.

1.gün (19 Ağustos 2012 Pazar) : 12:00-19:00 arası açık, son giriş 16:00.

2. gün (20 Ağustos 2012 Pazartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş 16:00.

3. gün (21 Ağustos 2012 Salı) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş 16:00.

 

Göreme Açıkhava Müzesi:

Arife (18 Ağustos 2012 Cumartesi) : 08:00-19:00 arası açık, son giriş 18:15.

1.gün (19 Ağustos 2012 Pazar) : 13:00-19:00 arası açık, son giriş 18:15.

2. (20 Ağustos 2012 Pazartesi) : 08:00-19:00 arası açık, son giriş 18:15.

3. gün (21 Ağustos 2012 Salı) : 08:00-19:00 arası açık, son giriş 18:15.

Tokali Kilise: Restorasyon nedeniyle gün içinde 08:00-14:00 saatleri arasinda açık, 14:00-17:00 saatleri arasında Kapalı, 17:00-19:00 saatleri arasında açık şeklinde bilgi verildi.

 

Kapalıçarşı: 

Arife (18 Ağustos 2012 Cumartesi) : 08:30-19:00 saatleri arasinda açık

1. gün (19 Ağustos 2012 Pazar) : Kapalı

2. gün (20 Ağustos 2012 Pazartesi) : Kapalı

3. gün (21 Ağustos 2012 Salı) : Kapalı

 

Mısır Çarşısı: 

Arife (18 Ağustos 2012 Cumartesi) : 08:00-19:30 saatleri arasinda açık.

1. gün (19 Ağustos 2012 Pazar) : Kapalı

2. gün (20 Ağustos 2012 Pazartesi) : Kapalı

3. gün (21 Ağustos 2012 Salı) : Kapalı

 

Yerebatan Sarnıcı: 

Arife (18 Ağustos 2012 Cumartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş 18:30.

1. gün (19 Ağustos 2012 Pazar) : 13:00-19:00 arası açık, son giriş 18:30.

2. gün (20 Ağustos 2012 Pazartesi) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş 18:30.

3. gün (21 Ağustos 2012 Salı) : 09:00-19:00 arası açık, son giriş 18:30.

Turizm Habercisi, 15.08.2012

TARİHİ KANDİBER KALESİ TURİZME KAZANDIRILACAK

 

 

Osmancık Belediye Başkanı Yazıcı: “7 bin yıllık bir geçmişe sahip olan ilçemizin sembolü tarihi Kandiber Kalesi'nin restorasyon projesi onaylandı” dedi.
 

Osmancık'taki tarihi Kandiber Kalesi restore edilerek turizme kazandırılacak. Osmancık Belediye Başkanı Bekir Yazıcı, düzenlediği basın toplantısında, tarihi Kandiber Kalesi'nin restorasyonunun ilçenin çehresini değiştirecek ve yıllardır beklenen bir proje olduğunu söyledi.

 

Kandiber Kalesi'nin turizme kazandırılması için proje hazırladıklarını anlatan Yazıcı, “7 bin yıllık bir geçmişe sahip olan ilçemizin sembolü olan Kandiber Kalesi'nin restorasyon projesi onaylandı. Kale için gerekli ödeneklerin bir kısmı Kültür ve Turizm Bakanlığımızın katkılarıyla bir kısmı da belediyemizin öz kaynaklarıyla karşılanacak” diye konuştu.

 

Proje kapsamında kale ve çevresinde peyzaj, aydınlatma ve çevre düzenlemesi yapılacağını belirten Yazıcı, restorasyonun yaklaşık 2,5 milyon liraya mal olacağını kaydetti. Kandiber Kalesi'nin eski tarihi dokusuna zarar vermeden yenileceğini ifade eden Yazıcı, şöyle devam etti:

“İlk olarak kaleye çıkışı kolaylaştıracağız. Surlar sağlamlaştırılacak ve en önemlisi bu güzelliği ilçemiz insanına ve dışarıdan geleceklere bilhassa geceleri daha güzel sunabilmek için aydınlatma sistemi kurulacak. Ayrıca tarihi Koyunbaba Köprüsü'nün bütün gözleri de yapılacak ırmak ıslah çalışmaları kapsamında açılacak. Koyunbaba Köprüsü'nün restorasyonu projesi Karayolları Tarihi Köprüler Birimi tarafından aslına uygun bir şekilde yapılıyor”.

 

Bazı rivayetlerde Kandiber Kalesi'nin 1800'lü yıllarda yapıldığı bildirilirken, bazı kaynaklarda ise surlarının Ortaçağ'dan kaldığı, hisarın temelinin ise daha eski dönemlere ait olduğu belirtiliyor.

Çorum Haber, 15.08.2012

DR. MİMAR REİS BÖYLE İSTEDİ

 

 

Haliç'teki metro köprüsünün, maketinden farklı olması üzerine açıklama yapan Topbaş, "Bağımsız kuruluşlar değişiklik yaptı" dedi. Ancak projenin altında kendi imzası var.
 

Taraf'ın, "Haliç Köprüsü'nde maket cinliği" başlığıyla gündeme getirdiği, Haliç'te yapılan metro köprüsünün kamuoyuna tanıtılan maketten farklı olduğu haberine İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nden (İBB) açıklama geldi. İBB, projede bazı değişiklikler olduğunu ancak bu değişikliklerin bağımsız kuruluşlar tarafından yapıldığını bildirdi. Projenin UNESCO adına bağımsız uzman heyetlerin tavsiyeleriyle yürütüldüğü belirtilirken, köprünün tasarımında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş'ın imzasının bulunması bu açıklamaları tartışmalı hale getirdi.

 

Başkan yetkisini aştı

Uzmanlar projenin UNESCO'nun tavsiyeleriyle yürütüldüğü açıklamasına tepki göstererek "Bu köprünün ne proje aşamasında, ne uygulama aşamasında UNESCO'nun bir onayı var" dedi.

 

Konuyla ilgili Taraf'a konuşan Türkiye Mimarlar Odası Genel Başkanı Eyüp Muhçu, bir belediye başkanının mimar olmasının ona proje yaparak tek başına karar verme yetkisi vermeyeceğini belirterek, "Bu bir skandaldır. Bu ancak otoriter rejimlerde olur. Sadece Türkiye'den değil uluslararası kurumlardan da buna çok sayıda tepki oldu. Modern bir kentte bu tarz bir olay skandaldır. Başkanın görevi bu tip projelerle ilgili yarışma yapmak ve bağımsızlığı korumaktır. Başkan olarak yetkisini aşmıştır, meslek etiği ile bağdaşmayan adımlar atmıştır. Bu köprünün ne proje aşamasında ne de uygulama aşamasında UNESCO'nun onayı olduğunu kendileri de biliyorlar. Olmaması gerektiği konusunda hem uluslararası kuruluşların hem de bizim raporlarımız var. Raporlardan sonra köprüyü kurtaralım telaşına düştüler. Ve çeşitli tadilatlar için söz verdiler. Bu sözleri de tutmadılar. UNESCO, hazırladığı raporda köprünün sakıncalarını dile getirdi. Ve net bir şekilde bu köprüye 'hayır' dedi. Ama İBB tavsiyeleri dinlemek yerine UNESCO Heyeti'ni ikna etmeye çalıştı. Bu projenin Kadir Topbaş'ın projesi olduğunu bütün dünya biliyor. Bir belediye başkanının mimar olması ona proje yaparak tek başına karar verme yetkisi vermez. Bu modern bir kentte olsa kentte yaşayan insanlar, mimarlar, mühendisler, çok ciddi tepki gösterirler" dedi.

 

Açıklama kesinlikle yalan

İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Zeynep Ahunbay, Kadir Topbaş'ın bu proje ile İstanbul'a damga vurmak istediğini belirterek, şunları söyledi: "İstanbul'a bir eser bırakmak, damga vurmak gibi bir düşünceden yola çıkarak, projeye imzasını koyması etik değil. Belediye Başkanı'nın hem işveren hem iş yapan olması hoş değil. Köprü projesinin başından beri UNESCO'nun tavsiyelerine göre yapıldığı açıklaması kesinlikle yalan. Köprü ancak ihale edildikten sonra UNESCO'ya haber verildi. En son geçen ay içinde yapılan Dünya Mirası Komitesi'nde de bütün sakıncaların devam ettiği, dünya mirasını zedeleyebileceği açıklandı. Heyet gelip incelemelerde bulunacak. Bu köprünün uygun olmadığını herkes biliyor."

 

Diktatörlük dönemi gibi

Taraf 'a konuşan mimar Doğan Tekeli, köprü projesinin diktatörlük dönemlerine benzer bir şekilde yürütüldüğünü belirterek şu açıklamaları yaptı: "Bu projede bir katılım süreci ben hatırlamıyorum. 1960 yılında Beyazıt Meydanı yapıldığında o zamanki Belediye Başkanı Refik Tulga, hem 1. Ordu Komutanı hem vali hem de belediye reisiydi. Beyazıt Meydanı'nın yapılması için İstanbul'daki sivil toplum kuruluşlarını, basın kuruluşlarını, üniversite profesörlerini, güzel sanatlar fakültesi hocalarını, mimarlar odasından 10 kişiyi, toplam 200 kişiyi toplayarak, Belediye Meclisi'nde bu proje enine boyuna tartışıldı. O zaman böyle bir ihtiyaç duyuldu ama bu projede böyle bir ihtiyaç duyulmadı. Başkan sonradan projeden imzasını çekse bile projede imzasının olması hoş değil. Üstelik de ortaya çıkan eser Tarihi Yarımada'nın estetiğine uygun değil."

Taraf, Haber: Serkan Ayazoğlu, 15.08.2012

İBB'DEN HALİÇ METRO KÖPRÜSÜ İNŞAATI AÇIKLAMASI

 

 

Yazılı bir açıklama yapan İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB), Taraf Gazetesi’nde yer alan 'Haliç’te maket aldatmacası' başlıklı haberde yer alan uluslararası kurumlardan alınan uyarılardan bağımsız hareket edildiği iddiasının gerçeği yansıtmadığını savundu. Açıklamada, çalışmalar sonucunda revize edilen projenin UNESCO Dünya Miras Merkezi ve ICOMOS International yetkilileriyle birlikte yürütüldüğü bildirildi.

Taraf Gazetesi’nde 11 Ağustos 2012 tarihinde muhabir Serkan Ayazoğlu imzasıyla yayınlanan 'Haliç’te maket aldatmacası' başlıklı haber için İBB Basın Danışmanlığı imzasıyla yapılan açıklama şöyle:

***
* Yapımı İstanbul Büyükşehir Belediyesi Ulaşım Dairesi Başkanlığı- Raylı Sistem Müdürlüğü’nce sürdürülen Haliç Metro Geçiş Köprüsü’ne ait olan ve halen Sütlüce’de sergilenmekte olan Haliç Köprüsü Projesinin maketi 2005 yılında onayı alınan proje esas alınarak hazırlanmıştır.

* Uygulanmakta olan proje ise yüksek deprem riski, ağır zemin koşulları ve diğer teknik ve çevresel parametreler gözetilerek hassas mühendislik hesapları ve özellikle de bağımsız uzmanların katılımı sonrasında projede yapılan revizyonlar sonucunda belirlenen ölçülere göre yapılmaktadır.

* Çalışmalar başından beri, UNESCO Dünya Miras Komitesi kararları ve bu kapsamda teşkil edilen Bağımsız Uzman Heyetin tavsiyeleri çerçevesinde yürütülmektedir. Bu bakımdan haberde Türkiye Mimarlar Odası Genel Başkanı Eyüp Muhçu tarafından ifade edilen ‘İBB hem Türkiye’den hem de uluslararası kurumlardan aldığı uyarılardan bağımsız hareket etmektedir’ ifadeleri gerçeklerden uzaktır. Haliç Metro Geçiş Köprüsü UNESCO tavsiyeleri doğrultusunda birkaç kez revize edilmiş ve bu durum kamuoyu ile paylaşılmıştır. Hem belli periyotlarla güncellenen ve medya kuruluşlarına gönderilen ‘Bilgi Notları’ kitabında hem de ‘www.istanbulmiraskomitesi.com’ internet sitesinde detaylı olarak yer verilen ve kamuya açıklanan köprü projesinin, haberinizde iddia edildiği şekilde ‘gizli gizli yapılması’ söz konusu olamaz. Bu gerçekler ışığında bu değerlendirmenin haksız olduğu ortadadır.

* Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'nca 2005 yılında onaylanan proje de dahil olmak üzere, tüm alternatif köprü projelerinin İstanbul'un Tarihi Alanları olarak tescil edilen başta Süleymaniye Camii olmak üzere Dünya Miras alanlarına etkisini irdelemek ve mukayese etmek amacıyla 2010 yılında Bağımsız Uzmanlara Çevresel Etki Değerlendirme Raporu hazırlatılmıştır.

* Bu raporun sonuç kısmında şu anda Haliç'te yapımına devam edilen köprünün yapısal sistem tercihinin (eğik askılı köprü) deprem riski, zemin, ekoloji ve mimari hususlar göz önünde bulundurulduğunda en uygun çözüm olduğu, ancak bir takım revizyonlar ile tatbik edilmesi tavsiye edilmiş, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve proje müellifince değerlendirilen bu tavsiyeler tümüyle uygulama projelerine yansıtılmıştır.

* Bu rapor üzerine, 2011 yılında Dünya Miras Komitesi kararı kapsamında, yapım süresince de tavsiyelerde bulunması amacıyla davet edilen Bağımsız Uzman Heyet ile olan yoğun çalışma sureci de kesintisiz olarak devam etmektedir.

* Tüm bu çalışmalar sonucunda revize edilen projeler ile ilgili olarak Dünya Miras Merkezi ve ICOMOS International yetkilileri ile bu yıl içinde, geniş katılımlı iki toplantı gerçekleştirilmiş ve yakın iletişim sürdürülmektedir.

* Projenin hazırlık süresince de, alanın zorlu depremsellik ve zemin koşullarına çözüm üretmek amacıyla proje müellifi ile birlikte dünyanın sayılı mühendislik ofisleri bir arada çalışmalar gerçekleştirmiştir.

* Kazık imalatlarının gerektirdiği değişiklikler bağımsız uzmanların tavsiyeleri doğrultusunda tatbik edilmiştir. Yapılan uygulamaların siluette olumsuzluk oluşturduğu iddiası doğru değildir.

* Belirtelim ki, inşasına başlanan köprü, rotası 25 yıl önce 1987 yılında belirlenen Taksim-Yenikapı güzergahında, Haliç Geçişi ile ilgili Koruma Kurulundan onay alabilen tek projedir. 2005 yılına kadar Kurul’a sunulan 12 proje kabul görmemiştir. Proje, analiz ve inşaatın bütün safhaları Kurul’un titiz gözlem ve onayı ile geçen projede, tarihi mirasa olabilecek olumsuz etki en aza indirilmiş ve tarihi yarımadaya araç girişinin azaltılması hedeflenmiştir.

Yapım sürecinde tavsiyelerde bulunmak üzere davet edilen Bağımsz Uzman Heyet üyeleri Prof.Dr. Enzo Siviero, Prof.Dr. Jorg Schlaich, Prof.Dr. Tatiana KIROVA ve Prof.Dr. Moawiyah Ibrahim'in yanı sıra, Michel Virlogeux, Systra, WIECON, Waagner Biro, Hardesty&Hanover, Marc Panet, Alain Pecker gibi dünyanın sayılı Uzman firma ve Akademisyeni ile birlikte geliştirilen projelerin yapım-uygulama süreci, İstanbul Büyükşehir Belediyesi denetiminde ve konusunda dünya genelinde referanslara sahip firmalar tarafından yürütülmektedir.
Yapı, 13.08.2012

İSTANBUL'DAN BAŞKA HER ŞEY

 

Yaşadığımız şehir, uzun süredir yaşanmaz oldu. Bir yerden bir yere gidebilmek ömür törpüsü. Yollarda kavga edenlere futbol oynayanlar, tuvalet ihtiyacını giderenler eklendi. Delirenler sayısal olarak belirlenmiş değil, ama araç kullananlara bakınca bu oranın ne denli yükseldiği açıkça görülüyor.

 

İstanbul’da Venedik yapılıyor, Toscana yapılıyor, daha neler neler yapılıyor; ama İstanbul’u ara ki bulasın. Füruzan’ın bir öyküsü vardı. “Sokaklarından Gemilerin Geçtiği Kent” diye. Yalnızca adı nice öyküye değen bir anlatı. Belki o zaman İstanbul daha Venedik’ti, daha kendisiydi.

 

Çok gülünç şu Venedik yapıları. Çünkü bu yapılar dört gidiş dört gelişli otoyolun kıyısında yer almalarının yanında otuzar katlı bloklardan oluşuyor. Venedik bunun neresinde derseniz, işte ortasına kanal benzeri bir havuz yapıyorlar, alın size Venedik. Yerseniz. Görünüşe göre nasıl zenginleştiği belli olmayan insanlar da yiyor bu palavraları; gidip o taşıt ve insan kirliliğinin üst üste olduğu yerleri alıp oturuyorlar.

 

İstanbul’un yerinde yeller esiyor. Sultanahmet Camisi’nin tepesinden gökdelenler kafalarını uzatmış bakıyor. Kenti kuşatan ormanların içinde yeni otoyollar, yerleşim yerleri planlanıyor. İstanbul, her şeyin üst üste yığıldığı Türkiye oldu. Sanayi, ticaret, bankacılık, ulaşım, aklınıza ne gelirse hepsi İstanbul’da. Yeni yerleşim alanları artık bir milyon insan da burada yaşasın diye planlanıyor. Dikine kurulmuş yapılarda insan konserveleri.

 

***

 

Neden böyle olduğunu, Ege Cansen, 11 Ağustos günlü Hürriyet’teki yazısında çok güzel dile getirdi:

“Türkiye’de en bol kaynak devletin mülkiyetindeki ‘toprak’, yani arazidir. AKP’nin iktisat kurmayları, ‘rantlarla sermaye birikimi yaratma’ yöntemini benimsemiştir. ‘Toprak eşittir sermaye’dir. Ancak toprağı sermayeye dönüştürmek için bir mekanizma gereklidir. Bu mekanizma kırsal arazileri kentsel arsalara dönüştürme ile arsaların imar yoğunluğunu artırmadır. Bu yolla ‘mekan rantları’ oluşmaktadır. Yani ‘atıl duran doğal servet’, ‘finans kapital’e dönüşmektedir.”

 

Gördüğünüz gibi son on yılın temel ekonomik ivmesini İstanbul’un taşının toprağının satılması oluşturmaktadır. Bu sürecin ilk başladığı Özal’lı yıllarda Ferhan Şensoy, İstanbul’u Satıyorum adlı bir oyun yazıp sahnelemişti. Sanatçının neredeyse otuz yıl önceki oyunu, hayatta bir türlü sonlanamadı. İstanbul sat sat bitmiyor. Bittikçe sınırları genişletilerek Anadolu ve Rumeli’ye yayılıyor. Sattıkça nefes alacak yer kalmıyor. Sattıkça insan insanlığından çıkıyor. İstanbul’un daracık toprakları içinde insan unsurunun beş kuruşluk değerinin olmadığı bir Çin yaratılmaya çalışılıyor. Para olsun, insan arkadan gelir diye düşünülüyor herhalde, ama insanın önde geldiği toplumlar gelişiyor. Ötekiler dünyanın hizmetçisi olmaktan öte geçemiyor.

Cumhuriyet, Yazı: Turgay Fişekçi, 15.08.2012

ASIRLIK ÇINARLARA KORUMA TALEBİ

 

 

Mustafakemalpaşa Melikköy’de bulunan tarihi çifte çınarların dallarında görülen kuruma üzerine harekete geçen köylüler önlem alınmasını istedi.

 

Melikköy’de mesire alanı olarak kullanılan dere boyu mevkiindeki 6 metrekare alan içerisinde aynı kökten filizlenerek büyüyen 4 adet çifte çınar, 100 yıldan beri köylülerin göz bebeği. Son yıllarda görülen kurumanın önüne geçmek için yaz aylarında su motoru ile çınar ağaçlarını sulayan köylüler birbirine bitişik 5 çınar ağacının ortasında hazine ya da yatır olduğunu inanıyor.
 

Bursa’da yaşayan ancak yaz tatilini Köyü'nde geçiren Mehmet Okumuş ’Bu çınar ağaçlarında bir gizem olduğunu dedemiz bize anlatıyordu. Bizim gençlik dönemimizde bayramlarda yapılan eğlenceler bu ağaçların bulunduğu bölgede gerçekleşiyordu, çınarların dallarına salıncaklar kuruyorduk. Bizim için ayrı bir önem taşıyan bu çifte çınarlarda görülen kurumanın önüne geçilerek koruma altına alınmasını istiyoruz’ dedi.

Bursa Olay, Haber: Sezgin Eren, 15.08.2012

ANTİK KAZILARDA 1800 YILLIK YEMEK TAKIMI BULUNDU

 

 

İzmir Torbalı'daki Metropolis antik kenti kazılarında MS 3. yüzyıl Roma dönemine ait yüzlerce tabak, bardak, aydınlatma gereci bulundu.

 

Trakya Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Metropolis Antik Kenti Kazı Başkanı Doç.Dr. Serdar Aybek, AA muhabirine yaptığı açıklamada, bölgedeki kazıların 1989 yılında Prof.Dr. Recep Meriç tarafından başlatıldığını, kazı alanı tarihinin MÖ 7. yüzyılın sonlarına dayandığını belirtti.
 
Bu yılki kazı çalışmalarında 1800 yıl önceye ait yüzlerce buluntu elde ettiklerini kaydeden Aybek, buluntular arasında tek kulplu bardaklar, kadehler, tabaklar, aydınlatma işlevi olan kandiller, pişirme kapları, kaselerin yeraldığını bu materyallerin temizlenme aşamasında olduğunu anlattı.

 

Yüzlerce buluntunun tek bir odadan elde edildiğini de dile getiren Doç.Dr. Serdar Aybek, ''Beklemediğimiz sayıda güzel buluntularla, günlük mutfak gereçleri ile karşılaştık. Bunların bir yemek takımının parçaları olabileceğini düşünüyoruz. Bu eserler sadece bir odada bulundu.  O odaların kazısı henüz tamamlanmadı. Önümüzdeki günlerde bu iddiaların gerçeklik kazanabileceğini düşünüyoruz'' diye konuştu.
               
Metropolis'in ören yeri olabilmesi için Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür Varlıkları Müzeler Genel Müdürlüğü ve Metropolis Kazı Başkanlığı tarafından ''Metropolis Ören Yeri ve Çevre Düzenlemesi Projesi'' hazırladıklarını anlatan Serdar Aybek, projenin İzmir 2. Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından onaylandığını söyledi.

 

Serdar Aybek, projenin hayata geçmesi durumunda Metropolis'in düzenli bir ören yeri haline geleceğini, ziyaretçilerin daha iyi şartlarda bölgeyi gezebileceğini, kentin çevresinin çitlerle çevrilip koruma altına alınacağını, kamera gibi fiziki imkanların hayata geçirileceğini belirtti.
 
Aybek, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Trakya Üniversitesi, Sabancı Vakfı, Torbalı Belediyesi, TÜBİTAK gibi kurumların desteğiyle sürdürülen kazıların Torbalı'ya sanayi kenti olmasının yanı sıra kültür kenti olma özelliği de kazandıracağını kaydetti.
               
Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Arkeoloji Bölümü Restorasyon Ana Bilim Dalı Öğretim Görevlisi ve Metropolis Kazı Başkan Yardımcısı Ali Kazım Öz de, Roma Hamamı olarak adlandırdıkları tepenin eteklerinde yer alan Palaestra bölümünde 7 metre genişliğindeki mozaikleri ortaya çıkardıklarını anlattı.

 

İonya kent bölgesinde yer almasına karşın İon kentleri arasında gösterilmeyen ve ''küçük bir kent'' olarak görülen Metropolis'in zengin mozaiklere sahip olduğunu ifade eden Öz, ''Bu mozaikler Metropolis'in aslında komşuları olan Efes ve İzmir'den çok da farklı olmadığını gösteriyor. Kazılarda sınır yok. Sürprizler olabilir. Biz mozaiklerde geometrik şekillere rastladık. Bu mozaiklerin benzeri Perge antik kentinde bulunuyor. Mozaiklerde insan, kuş figürleri ele geçirdiğimizde önemi daha da artacak'' diye konuştu.

Akşam, 15.08.2012

SÜMELA'DA GÖĞE YÜKSELİŞ AYİNİ YAPILDI

 

Trabzon'un Maçka İlçesi'ndeki tarihi Sümela Manastırı'nda düzenlenen ayini yöneten Fener Rum Patriği Bartholomeos, Meryem Ana'nın göğe yükseliş gününde dua etmekten duyduğu mutluluğu dile getirdi.

 

Altındere Milli Parkı sınırları içinde bulunan Sümela Manastırı ’nda 88 yıl aradan sonra ilk ayin 15 Ağustos 2010’da düzenlendi. Kültür ve Turizm Bakanlığı , Hıristiyanlarca Meryem Ana’nın göğe yükseldiğine inanılan 15 Ağustos’ta Sümela Manastırı ’nda 4 saat boyunca ayinin yapılmasına izin verdi. Sümela’da bu yıl üçüncüsü düzenlenen ayini yönetmek üzere dün akşam Trabzon’a gelen Fener Rum Patriği Bartholomeos, bu sabah konakladığı otelden çıkarak beraberindeki din adamlarıyla Sümela Manastırı ’na hareket etti. Bartholomeos'a Maçka'nın CHP 'li Belediye Başkanı Ertuğrul Genç de eşlik etti. Manastıra giden patika yolda kemençecileri gören Patrik, iyi bayramlar dileğini iletti.

Geçen yıllara oranla katılımın çok az olduğu ayini izlemek üzere yaklaşık 300 kişi manastırdaki yerini aldı. Saat 10.00’da manastıra giriş yapan Bartholomeos’un tören kıyafetlerini giymesinin ardından yaklaşık yarım saat süren açılış ilahisi söylendi. Ardından sunağa çıkan ve törene katılanları kutsayan Bartholomeos, önce Rumca sonra Türkçe yaptığı konuşmasında, “Biz Hıristiyanların en kutsal azizesi olan Meryem Anamızın dünya üzerindeki en önemli ibadet mekanlarından sayılan Sümela Manastırı 'nda üçüncü kez 15 Ağustos’ta, yani göğe yükselişi gününde sizlerle birlikte olmaktan ve bu samimi ortamda dua etmekten müstesna bir mutluluk ve huzur bulduğumuzu ifade ederiz. Sümela’ya gelmek biz din adamları için olduğu kadar her inançlı insan için de mukaddes bir tecrübedir. Yıllarca ulaşamadığımız bir ibadet merkezimizi anılarda yaşatarak, büyüklerimizden dinleyerek büyüdük ve uzaktan dua ederek mutlu olmaya çalıştık. Çok şükür ki bu beklentimiz gerçekleşti ve Rabbimiz bize buraya gelmeyi nasip etti. Buna katkı sunan hükümete, Kültür ve Turizm Bakanlığı ’na, Avrupa Birliği Bakanlığı’na, Maçka Belediyesi ve Maçka halkına teşekkürlerimizi sunmayı bir görev biliriz” dedi.

Fener Rum Patriği Bartholomeos, üç ayinin de mutlu bir tesadüf eseri Ramazan ayının bereketine ve manevi zenginliğine tesadüf ettiğini vurgulayarak sözlerini şöyle sürdürdü:

''Bu anlamlı tesadüf Anadolu ’da yüzlerce yıl boyunca farklı şekillerde de olsa ortak, bir ve tek yaratıcıya ibadet eden Müslüman ve Hıristiyanların yaşadığı tecrübeye de işaret etmektedir. Yüzlerce metre yüksekliğindeki bu dağda tonlarca malzeme taşıyarak bu manastırı inşa etmek, Allah’a teslim olmadan, O’na tüm varlığıyla sevgi duymadan ve elbette Allah rızası olmadan mümkün değildir. Herkes kendi inancına uygun şekilde dininin vecibelerini serbestçe yerine getirebilmelidir. Bu her insanın en doğal hakkıdır. Bu hakkın tesis edilmesi için yeryüzünde hepimize yer ve imkan mevcuttur. Bu hakkın aksine devletlerin ve toplumların birbirini kırmaya, vurmaya ve öldürmeye hakkı var mıdır? Başbakanımızın eşi Sayın Emine Erdoğan ’ın da bizzat ziyaret ettiği Myanmar’daki zulüm hepimizin kalbini yaralamıyor mu? Her şeye rağmen maalesef dünyada din adına işlenen cinayetler, kıyımlar, sürgünler devam etmektedir. İnsanoğlu ve biz din adamlarının gayretli çalışmalarına rağmen bu ayıptan maalesef kurtulamadık. Bizlere emanet edilen bu muhteşem tarih, din ve kültür zenginliği Sümela Manastırı ’nın bulunduğu bu tepede insanlığın barışı için duam edelim. Hayal ettiğimiz; insanlığın ve ülkemizin barışı, selameti için daha fazla çalışalım, buluşalım ve birbirimizi daha fazla tanıyalım ve sevelim.”

Bartholomeos, konuşmasının son bölümünde de Maçka halkına teşekkür etti ve “Belediye Başkanı Ertuğrul Genç bizleri Maçka’ya davet ederek bir arada olmamıza vesile olmuştur. Kendisine gayret ve yardımları için bir kez daha teşekkür ederiz. Tüm Ortodoks alemi adına Ramazan bayramınızı kalpten tebrik eder, sıhhat, afiyet ve bereket dolu bir kış geçirmenizi temenni ederiz. Sevgili Karadenizliler, hepinizi muhabbet ve saygıyla selamlıyor hayır dualarımızı gönderiyoruz” dedi.

Bartholomeos’un konuşmasının ardından ayin ilahiler söylenerek devam etti. Bu sırada manastır içinde mum yakmak isteyen kişilere güvenlik görevlileri yasak olduğu gerekçesiyle izin vermedi. Ayine katılan bazı kadınların da ilahiler sırasında ağladığı görüldü.

Radikal (Kısaltarak), Haber: Ömer Avcı - Muhammet Kaçar - Fatih Turan , 15.08.2012

TURGUT ALP'İN TÜRBESİNE RESTORASYON

 

 

İnegöl’ün Turgutalp Köyü’nde bulunan Osmanlı imparatorluğunun kurucusu Osman Gazi’nin komutanlarından Turgut Alp’in Türbesi’nin onarımı ve çevre düzenlemesi İl Özel İdaresi tarafından yapılacak.

 

İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Bilal Çelik, restore edilecek türbede İnegöl Kaymakamı Aziz İnci ve Özel İdare İmar ve Yapı İşleri Daire Başkanı Yusuf Şeremet ile birlikte incelemelerde bulundu.

Bilal Çelik, Gazi Turgut Alp’in Osman Gazi’nin İnegöl ve çevresini fetheden komutanlarından olduğunu ve fethettiği toprakların kendisine tımar olarak verildiğini kaydetti.

Turgut Alp’in kendi adını taşıyan köydeki mezarının en son 1984 yılında köy halkı ve İnegöllü işadamları tarafından yenilendiğini belirten Bilal Çelik, yapılacak restorasyon için Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın talimatı ile rolöve, restitüsyon, restorasyon ve çevre düzenleme projelerinin Bursa Rolöve ve Anıtlar Müdürlüğü’nce hazırlanarak Bursa Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nca onaylandığını belirtti.

Çelik, proje kapsamında türbe, şadırvan, mutfak ve servisi ile çevre düzenlemesinin bulunduğunu söyledi.

Bursa Olay, 15.08.2012

YEDİ KATLI ŞEHİR GÜN YÜZÜNE ÇIKACAK

 

 

Kars'a 42 kilometre uzaklıktaki Ani ören yerinde yüzeysel ve alansal kazı çalışmaları devam ediyor. Restorasyon ve konservasyonu devam eden Polatoğlu Kilisesi'nin de etrafı açıldı.

 

Ani harabelerinde ilk kez 1909 yılında başlayan kazı çalışmaları, ardından 1946 yılında yeniden yapılmaya başlandı.

 

Yüzey kazısında Denizli Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihçi Doç.Dr. Fahriye Bayram başkanlığında 20 kişilik bir ekip çalışıyor. 2009 yılından itibaren Ani harabelerinde 5 restorasyon çalışması yapıldı.

 

Ani örenyerinin surlarının ise röleve ve restorasyonunun proje ihaleleri yapıldı. Buradaki 21 eser uygulama projesiyle gün yüzüne çıktı. Yaşayan şehir' ve '7 katlı şehir' olarak bilinen Ani harabeleri hakkında bilgi veren Kars Kültür ve Turizm Müdürü Hakan Doğanay, Ani’deki 7 katlı şehrin gün yüzüne çıkarılması için sistemli kazıların yapılması gerektiğini söyledi. Doğanay, “Bu sistemli kazılara bu yıl başladık. 2013 yılında da daha büyük kazı ekibiyle bu çalışmalarımız devam edecek. Bu tarihi mirasımızda gün yüzüne çıkacaktır" dedi.

 

Ani’den tarih fışkırıyor

Ani harabelerine yoğun ilgi gösterildiğini anlatan Doğanay, gösterilen bu ilgi sayesinde ören yerinin ayağa kalkacağını belirterek, şunları kaydetti:  “Kars'ta bu ören yeri turizm alanında hak ettiği yere kavuşur. Şu an kazılarda mezar, insan iskeletleri, kırılmış çömlek parçaları, gözyaşı damlalıkları çıkıyor ve bunlar bir envantere kayıt ediliyor. Daha sonra çıkan eserler temizleniyor ve müzede teşhir ediliyor. Ani'deki kazıların devam etmesi ve hızlanması için bir eksiğimiz var. Bir kazı evinin olmamasıdır. Kazı evi olmadığı için yollarda zaman kaybediyorlar. Kazı evinin yapılması lazım."

 


 


Ani harabelerinin Kültür ve Turizm Bakanlığı'na geçmeden 2004 yılından önce Ermenistan taş ocaklarında dinamit patlatıldığını anımsatan Doğanay, “Kültürel miras evrenseldir. Bu tarihi eserler herkesindir. Yalnızca bizim değil, dünyanındır. Hangi milletten, hangi dinden, hangi eserden tarihi eser olursa olsun bunu korumak bizim görevimizdir. 2007 ve 2009 yılından sonra Ani'de dinamit patlatılmadığını biliyorum. Bundan önce patlatıldığı söyleniyor. Fakat milletler arası antlaşmalar görüşülerek, karşı tarafta uyarılarak 2007 yılından sonra dinamit patlatılmıyor. Taş ocakları manuel olarak çalışıyor. Patlatıldığı dönemde eserler zarar görmüştür. Ani, tüf tabakası üzerine kurulmuştur. Ani'deki eserlerde bu tüf taşlardan yapıldığı için doğal olarak etkilenmiş ve çatlamalar olmuş. Bu çatlamalar olduktan sonra karşılıklı anlaşmalar yapılıyor, devlet protokolleri bir araya geliyor anlaşmalar yapılıyor. Kültürel mirasın korunması gerektiğine inanılıyor. Karşı tarafta buna uyuyor. Manuel olarak taş ocağında çalışmalar devam ediyor." şeklinde konuştu.

 

Türkiye Cumhuriyeti'nin her tarafının kültürel miras olduğunu, bu alanda daha önce kötü restorasyonlar yapıldığını dile getiren Doğanay, "Biz böyle yapmak istemiyoruz. Az yapalım, öz yapalım ama aslına uygun yapalım. Ani, bir dünya. Şu anda Türkiye'de ören yeri olan ve halihazır haritası yapılan tek ören yeri Ani ören yeridir. Demek ki, Kültür ve Turizm Bakanlığı Ani ören yerine değer veriyor. Bundan sonra daha güvenli ve daha hızlı çalışacağız" diye konuştu.

 


 


Kültürel miraslar ve tarihi eserlerin herkesin olduğunu vurgulayan Doğanay, şöyle konuştu: “Biz Ani’ye çok dinli şehir diyoruz. Her milletten, her kültürden bir eser var. Doğal olarak bunlar kültürel mirasın yaşanması adı altında bir fon oluşturuluyor dünyada. UNESCO da bunun başında. Ani, dünya miras listesine aday olduktan sonra dünyanın malı. Bu kabul edildikten sonra burası Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın bünyesinden çıkarak, kültürel mirasların korunması için dünyada oluşturulan havuzdan para alıyor. Ani ören yeri de aday listede. Eğer asıl listeye alınırsa o zaman bizim istemimiz dışında para gelecek, artık, dünya buranın reklamını yapacak."

TOKİ Haber, 15.08.2012

DOĞAN KUBAN'IN CAMİ MİMARİSİ ÜZERİNE YAZISI

 

 

Yarım yüzyılda 100.000 cami yapılan bir ülkede yeni bir cami yapılması önemli bir olay değil. Bu sayının şaşırtıcı büyüklüğü Türkiye'ye özgü fenomenal bir politik olgudur. Türkiye'deki gelişmelerin açıklanmasında önemli bir süreçtir. Ne var ki sosyal bilimciler, politik bilimciler bu konunun üzerinde durmadılar. Ben bir mimari tarihçisi olarak fırından çıkan ekmek gibi hepsi birbirine benzeyen ve acemi tasarımcıların elinden çıkan bu sözüm ona neoklasik çirkin yapıların geçmişin üzerine bir yorgan gibi örtülmüş olmasının sıkıntısını Ankara Kocatepe yarışmasından bu yana çeken bir mimarlık tarihçisiyim.

 

Camiyi Zincirlikuyu ile Maslak arasında modern bir üslupla yapın. Bir ulusal yarışma ile yapın. Türkiye'de 40.000 mimar var. Ve bunların arasında çağdaş bir cami yapacak yüzlerce yetenekli sanatçı vardır. Onlara güvenmemiz gerek.

 

Politika konusu olan her yapı bir sanat yapıtı olarak değil bir politik tartışma konusu olarak ele alındığı zaman, tartışma sanat kültürü açısından anlamını yitirir. Sinan'ın mimarisinin araştırmacısı, yayıncısı ve övücüsü olarak, Sinan'dan söz edildiği zaman tüylerim diken diken oluyor. Fakat Çamlıca'ya Sultanahmet'ten daha büyük kubbeli ve daha çok minareli bir cami yapacağının söyleyen herhalde hacca gitmiş bir hacı mimarın sözlerini okuyunca, bir mimari tarihçisi olarak bir sorumluluk taşıdığımı düşünüyorum.

 

60 yıllık bir mimarlık tarihçisi ve İslam mimarisi uzmanıyım. İTÜ, Trabzon Teknik Üniversitesi ABD de Michigan, Minnesota, MIT üniversitelerinde İslam Mimarisi Tarihi hocalığı yaptım. Dünyanın her yerinde İslam Mimarisi üzerine konferans verdim. Ağa Han İslam Mimari Ödülü örgütü Yönetim Kurulu'nda ilk üyelerden bir olarak olarak beş yıl çalıştım. Bu süre içinde İslam dünyasının her tarafındaki mimari seminerlere katıldım. Mimar olarak Kocatepe Camisi Yarışması'nın iki aşamasında Erdoğan Yalkın'la birlikte iki mansiyon aldım. Abu Dabi Cami Yarışması'na davetli olarak Cafer Bozkurt'la birlikte katılıp üçüncü ödülü aldık. Saddam Hüseyin döneminde yapılan Bağdat Büyük Camisi Yarışma Jürisi üyesiydim. Bu konuda yayınlarım, Türkçe ve İngilizce çok. Sorumluluk duymamın nedeni bu.

 

Cami tarihini bilmeyenler camilerin simgeselliklerini ve estetiğini yanlış değerlendirirler. Cami tasarlamaya başlayan mimar önce ilk olarak caminin peygamberin evi olduğunu bilmelidir. Bir avlu etrafında da peygamberin eşlerinin hücreleri, gölgede namaz kılmak için bir ahşap revak, bir de peygamberi ziyarete gelenler için bir gölgelik.

 

Peygamberin sünneti budur. Kuşkusuz cemaat arttıkça Medine'de bir ikinci cami de yapılmıştı.Peygamber Bilal-i Habeşi'den ezanı yüksekçe bir yere çıkarak söylemesini istemişti. Minare de bir sünnet değildir. Evin avlusuna dolan insanların bakışlarından rahatsız olarak kapısına bir tür örtü yaptıran bir eşine Muhammed insanların çalışmalarının ürününü boşuna sarf ettiren şeylerin başında inşaat olduğunu söylemişti. Bugün bu nasihati (yani sünneti) dinleyen kaldı mı? Peygamberin sünnetinin iki dersi var: alçakgönüllülük ve tasarruf.

Osmanlı mimarisinin düzeyini evrensel mimariye ulaştıran Sinan'ın yapılarında kubbelerinin büyüklüğü ya da minarelerinin çokluğu ya da yüksekliği onun yapıtını büyük yapmaz. Sinan'ın sanatı , yaratıcılığı onları büyük yapar.

 

MİNARE Mİ FABRİKA BACASI MI

Camilerimizi gökdelenlerin, yüksek apartmanların yanında küçük düşürmek istemiyorsak şunu anımsamak gerek: İki katlı evlerin yanında kubbeli ya da kiremit çatılı ve küçük bir minaresi olan mahalle ya da köy mescidi çevresine egemen olur. Minare işlevsel ve simgesel bir öğedir. Fakat öbek öbek gökdelenin yükseldiği bir ortamda minare bir televizyon ya da fabrika bacası etkisi yapar. Onun için caminin tasarımının güzelliği temel sorundur. Kubbe ve minare legosu değil.

 

Camiyi yapan küçük, büyük hepsi yarım küre olan kubbeler değildir. İç mekanın insanları birleştiren gücü yani tasarımıdır. Minare sünnet değil, alışkanlıktır. Ve camilere Hıristiyan çan kulelerinden bir bid'a olarak gelmiştir. Büyük boyutta çirkinliği engellemez. Fas'ta Sultan Hasan'ın Kazablanka Camisi, Jakarta'da Suharto'nun büyük camisi çok çirkin yapılardır.

 

Çamlıca Tepesi geniş ve yayvan bir tepedir. Oraya Süleymaniye'nin iki katı büyüklüğünda bir kubbe yapsanız tepenin üzerinde etkisi İstanbul silueti kadar etkili olmaz. Çünkü camiyi ne kadar büyük yapsanız doğal tepenin Boğaziçi'ne egemen boyutlarıyla boy ölçüşemez. Cami, kent içinde güzel ve anlamlıdır.

 

İSLAM KENDİ EVRENSEL MİMARİSİNE ULAŞMALI

Endonezya'dan Atlantik Okyanusu'na uzanan bir coğrafyada İslam kültürü kendi ortaçağ kültürünü geliştirmiş, mimari alanda özgün, insancıl, rasyonel ve bölgesel kimliği olan üsluplar yaratmıştır.

 

Sumatra'daki bir caminin Pekin ya da Sian'daki bir cami ile benzerliği yoktur.

 

Babüroğullarının yarattıkları camilerin Şah Abbas'ın İsfahan'daki camisi ile, onun Divriği Ulucamisi ile, onun da Şehzade ile bir üslupsal ilişkisi yoktur.

 

Arapların geliştirdikleri ilk cami mimarisinin bazı planimetrik özellikleri (çok ayaklı iç mekan gibi) İslam dünyasında yaygınsa da bu mimari üslupları bütünleştiren bir özellik olmamıştır.

 

Özetlemek gerekirse Gotik gibi Batı'da kilisenin birleştirdiği bir ortak üslup İslam'da yoktur.

Eğer günün birinde cahil İslam toplumları bilgisizlik baskısından kurtulurlarsa, Batı kültürünün megalomanyasından kurtulabilir, kendi mimarilerini daha evrensel bir tarih vizyonu içine yazabilirler.

 

Ne var ki bunu diğer sanat alanlarında, edebiyatta, bilimde ve felsefede yapamazlar. Çünkü bu alanlarda 12. yüzyıldan sonra dünya literatürüne giren Müslümanların sayısı iki elin parmakları kadar değil. Onun için mimariye karşı duyarlı olmak neredeyse bir özel Müslüman uygarlığı borcudur. Bunu turistlere satılan hatıra eşyaları gibi eskinin kötü taklitlerini ve kalitesiz bir çağdaş mimari kopyacılığı ile besleyerek yapmak bize 'ne uygar ülke!' dedirtmiyor.

 

Sultanahmet'in daha büyüğünü yapınca da kimse 'bize ne büyük yapı!' demeyecek, 'Ne büyük agrandisman, ne kadar çirkin olmuş' diyecek. Sinan, minare düşkünü değildi. Merkezi planlı olmasına karşın Şehzade'de iki minare ile yetindi. Süleymaniye'nin dört minaresiuzunluğuna şemaya avluyu katmak içindi.Selimiye'nin dört minaresi ise mutlak simetriyi vurgulamak ve kubbenin egemenliğini minarelerle dengelemek içindi. Çok minare simge olmaktan çıkar. Süs olur. Gereğinden uzun minare, çok şerefe de yanlış ve çirkin uygulamalardır.

 

Bu camici mimarlara okulda öğrenmedikleri bir şey daha öğretmek gerek. Malzeme ile biçim arasındaki ilişki günümüzde de yokolmadı. Taştan bir gökdelen neden yapmıyorsunuz?

 

TÜRKİYE'DE CAMİ İNŞAATI

Bir de soruna Türkiye'deki cami inşaatı tarihi bağlamında yaklaşalım. Ve caminin kültürel simgeselliğini düşünelim. Cami Mercedes gibi Sinan marka bir eşya değildir. Her gerçek mimarın her yeni yapıda hayalini süsleyen ve o yapıya ve o yere özgü tasarlanmış bir biçimle karşımıza çıkan bir yeni yaratmadır. Onun için Şehzade Sinan'ın yaratmasıdır, Sultanahmet ve Yenicami Sinan'ın çıraklarının ya da okulunun ustanın yolunda yaptıkları Şehzade'den yola çıkan yapılardır.

 

Sultanahmet'te özgünlük ve Ayasofya'ya karşı bir farklılık kazanmak için Mehmet Ağa enteryörde kimi Avrupalıların bir 'Gestalt' olarak değerlendirdikleri, kanımca örtüyü çözmekte zorluklar çıkaran büyük silindirik fil ayakları ve dışarıda altı minare ve bir hünkar mahfili ile yenilikler getirmiştir. Ama Şehzade'ye ulaştığını sanmıyorum.

 

Camiler kentlerde halkın en kolay ulaşacağı yerlere yapılır. İlk Fatih külliyesinin konumu simgeseldir. Süleymaniye, Şehzade, Bayezid, Sultanahmet, Yeni cami hepsi kent merkezinde çarşılar, kalabalıklarla yaşarlar.

 

Kimse dinlemese de bir önerim var: Camiyi Zincirlikuyu ile Maslak arasında modern bir üslupla yapın. Bir ulusal yarışma ile yapın. Türkiye'de 40.000 mimar var. Ve bunların arasında çağdaş bir cami yapacak yüzlerce yetenekli sanatçı vardır. Onlara güvenmemiz gerek.

 

Dünyanın en güzel çağdaş camisini Vedat Dalokay İslamabad'da yaptı.

 

Türkiye'nin en iyi camisini de Behruz Çinici Ankara'da Büyük Millet Meclisi'nde yaptı.

Arkitera, Yazı: Doğan Kuban, 15.08.2012

600'E YAKIN DİNOZOR KEMİĞİ BULUNDU

 

Macaristan'ın batısındaki Balaton gölü yakınlarındaki Bakony şehrinde 600 adet dinozor kemiği bulundu. Dinozor fosilleri üzerine çalışan Macar bilim adamı Paentolog Attila Ösi, 60 metrekarelik bir alan içinde ve 3 haftadır süren kazı çalışmalarında 600'e yakın dinozor kemiğinin bulunduğunu açıkladı. Ösi, kemiklerin 100 milyon yıl öncesine ait ve sadece Avrupa'da yaşamış, boyu 1.8 metre olan ve iki ayağı üstünde yürüyen otçul bir dinozor türüne ait olduğunu, bu türe ilk kez rastlandığını bildirdi.

Sabah, 15.08.2012

ERMENİLERE HARAP BİR MÜJDE

 


Surp Kevork Ermeni Kilisesi yıllarca depo olarak kullanıldığı için beton kolonlar atılmış.

 

Mardin Kızıltepe’de bulunan ve bulunduğu caddeye ‘Kilise Caddesi’ denilmesine neden olan Surp Kevork Ermeni Kilisesi restorasyon girişiminin ardından yıkılmaya yüz tutmuşken Mardin Katolik Ermeni Vakfı’na devredildi.


Tam tarihi tespit edilemese de çok eski olduğu tahmin edilen Surp Kevork Ermeni Kilisesi, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından zirai ilaç deposu olarak kullanılırken, Kızıltepe’yi ziyaret eden yazar Ragıp Zarakolu tarafından keşfedilmişti. 2004 yılında koruma altına alınan ve restore edilmesi planlanan kiliseye atan bekçi A.O. kilisenin tabanını 7 metre kazarak hazine aramış, “görevi kötüye kullanmak” suçundan tutuklanmıştı. 2007’den bu yana restore edilmeyi bekleyen kilisenin tabanı yapılan kazı nedeniyle çöktükten sonra Ermeni Katolik Surp Kevork Vakfı’na devredildi.


2007’den bu yana da bir bekçi tarafından korunan kilisenin yalnızca dört duvarı ve belli bölümleri ayakta kaldı. Restorasyon çalışması da tabanın yıkılmasıyla yarıda kalan kilisede, çalışmada ilerlenemeyince Mardin Katolik Ermeni Vakfı’na “Restore edebilirsiniz” denilerek devredildi.

Kilisenin son halini fotoğraflayan Zübeyde Sarı, kilisenin varlığının 2000’lerin başına kadar bilinmediğini söylüyor: “Kızıltepe’de bir kilise olduğunu öğrendik ama adı bilinmiyordu. Harabe halindeydi. Zirai ilaç deposu olarak kullanıldığı için içine beton kolonlar atılmıştı. Restorasyon için bir girişimde bulunulmuş, başına bekçi dikilip gidilmiş. Zaten binanın tabanı da zayıf olduğu için çökünce, Ermeni Katolik Surp Kevork Vakfı’na devredildi.”

Radikal, Haber: Ayça Örer, 15.08.2012

BİR KENT MÜZESİ

 

Sabah Kahvesi'nin konuğu olan Ödemiş Belediye Başkanı Bekir Keskin'in, sorularımıza verdiği yanıtlar, ilginizi çekecektir. Ege'nin sevimli, farklı özelliklere sahip, bu nadide İlçesi'nin; çalışkan, saygın, 'en iyi siyaset üretme yolunun', bulunduğu kente hizmet etmek olduğunun farkındalığında; mütevazı ve sahici bir belediye başkanı var. Bekir Keskin, Ödemiş'te ciddi bir değişim ve dönüşüm süreci başlatmış. Bu değişimin fiziki karşılıkları, önümüzdeki günlerde daha net ortaya çıkacak.


Ege'nin bu şirin ilçesinde yapılan çok sayıda olumlu iş arasında, beni en çok etkileyenlerden biri Ödemiş Yıldız Kent Arşivi ve Müzesi oldu. İtiraf edeyim, Ödemiş'e giderken, bir ilçede bu kadar nitelikli bir işle karşılaşacağımı, hiç sanmıyordum. Ödemiş Yıldız Kent Arşivi ve Müzesi'ni, sadece iyi niyetle hayata geçirilmiş ama daha amatör olabilecek bir projeymiş gibi algılıyordum. Ama zaten, müzenin müdürlüğünü, değerli bilim insanı, İzmirli tarihçi Prof.Dr. Engin Berber'in üstlendiğini yolculuk sırasında öğrenince, bu algım hemen değişti. Sonra Ödemiş Yıldız Kent Arşivi ve Müzesi'ni Belediye Başkanı Bekir Keskin ve Engin Berber ile gezince, çok farklı bir işle, örnek alınacak bir başarı serüveniyle karşılaştım. Ege'nin bütün ilçelerinin belediye başkanları, gidip Ödemiş'teki müzeyi gezmeliler. Oradan öğrenecekleri çok şey olduğuna inanıyorum.

BAŞARILI RESTORASYON
Türkiye'de kent müzeciliği alanında İnegöl'den sonra ikinci bir örnek olan Ödemiş, bu işin hakkını vererek başarmış. Müzenin kurulu olduğu, restore edilmiş yer, Ödemiş'in ilk otellerinden Yıldız.
Yıldız Oteli, olasılıkla 18. yüzyılın ilk yarısında yapılmış, iki katlı ahşap-bağdadi bir yapı olan Keçecizade Hanı'nın kuzey cephesi ve avlusunun bir bölümü üzerine sonradan inşa edilmiş. Yapım tarihi 1926 yılı. Yaptıran ise, 1910 yılında ticaret yapmak amacıyla Ödemiş'e yerleşen, sonradan İzmir'e göçmüş Aksekili Hacı Hüseyin Serter. Hüseyin Efendi, Ödemiş'e geldiğinde dostlarının evinde gecelemekten kurtulmak isteyince, gayri müslimlerin İzmir'de işlettiklerine benzer bir otel kurmak için harekete geçmiş. Ortaya şimdilerde müzeye dönüşen, kentin son yüzyılında iz bırakan Yıldız Oteli çıkmış. Ödemiş Belediyesi, 2006 yılında kamulaştırdığı Yıldız Hanı ve Oteli'nin restorasyonunu 2009'da tamamlandıktan sonra, Ödemiş ve Küçük Menderes Havzası'nın geçmişini, kültürünü tanıtmak amacıyla, kent arşivi ve müze olarak işlevlendirmiş.

Yıldız Oteli'nin geçmiş yıllarda çok sayıda ünlü konuğu olmuş. Bunlardan biri de, şair Necip Fazıl Kısakürek. 'Üstad' lakaplı şair, İş Bankası müfettişliği yaparken, bir süre bu otelde ve hep aynı odada kalmış. Necip Fazıl'ın Paris'te 1927 yılında yazdığı ünlü 'Otel Odalarında' adlı şiirinin esin kaynağının, 'Yıldız Oteli' olduğu vurgulanıyor. Yıldız Oteli, Adnan Menderes, Safiye Ayla ve Zeki Müren gibi isimlere de ev sahipliği yapmış.

Sabah Ege, Yazı: Ünal Ersözlü, 14.08.2012

SOLOİ POMPEİOPOLİS ANTİK KENTİNDE DEPREM İZLERİ

 

Mersin'de, Soloi Pompeiopolis Kenti'ndeki Nekropolis'te yürütülen kazılarda deprem izlerine rastlanılması üzerine Mersin Üniversitesi (MEÜ) öğretim üyelerinden Prof.Dr. Selim İnan, alanda araştırma yaptı.

 

Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Müze Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Remzi Yağcı başkanlığındaki 40 kişiden oluşan kazı ekibinin Mezitli İlçesi'nde bulunan Soloi Pompeiopolis antik kentindeki Sütunlu Cadde, Soli Höyük ve Nekropoliste sürdürdüğü kazı çalışmalarında sona gelindi.

 

2002 yılında 10x10 alanda yapılan ve 50 halk mezarının ortaya çıkarıldığı Nekropoliste bu yıl yeniden başlatılan kazılarda deprem izlerine rastlandı.

 

Bunun üzerine kazı başkanı Yağcı'nın bağlantıya geçtiği MEÜ Mühendislik Fakültesi Jeoloji Bölümü öğretim üyelerinden Prof.Dr. Selim İnan, Nekropolis alanda inceleme yaparak, deprem izlerini araştırmak için çalışma başlattı.

 

Mersin Valiliği desteğinde gerçekleştirilen kazıya destek veren Mezitli Belediye Başkanı Uğur Yıldırım da Nekropolise gelerek incelemeler hakkında Yağcı ve İnan'dan bilgi aldı.

 

Kazı başkanı Prof.Dr. Yağcı, alanda yaptığı açıklamada, 2002'deki Milli Egemenlik Caddesi'nin yapımı sırasında ortaya çıkan bazı antik mezarlar sonucu çalışma başlattıklarını anımsattı.

 

Bu kazıda 10x10 metrekarelik alanda 50 mezar çıkınca, bölgenin sit alanı ilan edildiğini ifade eden Yağcı, şöyle konuştu:

''Kentin gelişimine uygun olarak yol çalışmaları gerektiğinden bu yıl 25x25 metrekarelik alanda başlattığımız kazıda, büyük bir Bizans yapısı ile karşı karşıya kaldık. Resmi ya da dini bir yapı olup olmadığını henüz tespit edemedik. İçinde bulunan büyük küpler ve lahit parçalarından bu alanda işlik olabileceği konusunda öngörü oluştu. Ancak yapının duvarlarının olduğu gibi çöktüğünü görünce, bunun bir deprem sonucu olabileceğini düşünerek Mersin Üniversitesi ile iletişime geçtik.''

 

Nekropolisteki yapıların doğal afet sonucu yıkıldığının tahmin edildiğini vurgulayan Yağcı, ''Eğer burası deprem sonucu yıkıldıysa, bu hem Anadolu'nun, hem de Mersin'in deprem tarihi için önem taşıyor. Mersin'deki arkeolojik yapıların ne şekilde yıkıldığı, nasıl sona erdiği bu kazılarla ortaya çıkıyor'' diye konuştu.

 

Deprem izlerine geçmiş yıllarda Sütunlu Cadde'de yapılan kazılarda ulaştıklarını belirten Yağcı, şunları kaydetti:

''Sütunlu Cadde'de büyük anıtsal kapıların tabana devrildiğini açığa çıkarmıştık. Milattan sonra 525, yani 6. yüzyılın ilk çeyreğinin görüntüsünün fotoğraflamıştık. Sanırım şu anda bulduğumuz yapıda da bu söz konusu. Ortaya çıkan tablo orijinaldır. Bu nedenle bu anıtsal alanın bütünlüğünün korunması ve özel bir çalışma yapılması lazım. Yoksa bulduklarımız gelecek kuşaklara intikal etmeyebilir.''

 

Nekropol alanda yaptığı incelemeyi değerlendiren Prof.Dr. İnan da, bölgede duvarların kuzey doğu yönüne yıkılmasının ve kiremit dizileri şeklinde yığılmasının geçmiş dönemde meydana gelen depremlerle benzerlik gösterdiğini söyledi.

 

Yıkıntıların deprem izleri taşıdığı anlamına geldiğini belirten İnan, ''İlk elde edilen bulgularda bu depremin 527'li yıllarda meydana gelme ihtimalinin büyük olduğu kanısına vardık'' dedi.

 

Batı Anadolu bölgesindeki antik kentlerde bulunan opera ve tiyatro salonları ile agoralardaki devrilmelerin de buna benzediğine işaret eden İnan, ayrıca elde ettikleri deniz kabukluları ile de tsunami ve deniz ilerlemesi olup olmadığını araştıracaklarını kaydetti.

 

Tarihçilerin kayıtlarına göre Kilikya bölgesinde 1268'li yıllarda Adana'nın bulunduğu alanda büyük bir deprem olduğu ve 60 bin kişinin öldüğünün yer aldığını bildiren İnan, bunun büyük bir deprem olduğunu ve buranın da o depremin etkisiyle yıkılmış olabileceği ihtimali üzerinde durduklarını sözlerine ekledi.

Zaman, 14.08.2012

MESCİT ÜZERİNE AHIR İNŞA ETMİŞLER

 



Vakıflar Genel Müdürlüğü, adı sanı unutulmuş mescitlerin, kazılarla tespit ettiği temel kalıntıları üzerine yeni cami inşa ediyor. İlk etapta 30 kadar kazıyla 20 kadar mescit inşaatı başlatıldı , bir kısmı kısmen bitti.

'Çamlıca'ya cami' tartışması, 'VIP Cami', Taksime'e cami' tartışmasını gündemden düşürürken, Vakıflar Genel Müdürlüğü, yangın ve depremlerle yıkılan, insan eliyle de yok edilen tarihi mescitleri, kazılarla gün yüzüne çıkarıp yeniden inşa ediyor.

Vakıflar İstanbul 1. Bölge Müdürlüğü, "İstanbul'u İstanbul yapan mahalle mescitlerinin günümüze ulaşamayanlarını gün yüzüne çıkarma" gerekçesiyle 'İhya amaçlı Cami Temel Araştırma Kazası' çalışması yapıyor. Yer altından çıkartılan birkaç temel kalıntılarıyla 30'ün üzerinde mescit inşatı başlatıldı.

Vakıf Restorasyon Yıllık raporuna göre; özellikle de 18.yüzyılın sonlarında Ayvansaraylı Hafız Hüseyin Efendi tarafından yazılan 'Hadikat'ül Cevami" ve 1913-1914 1. Dünya Savaşı öncesi hazırlanan 'Alman Mavileri' kataplarında yer alan İstanbul haritaları üzerinde yapılan tüspitlerle başlatılan temel kazı çalışmalarıyla kalıntısına ulaşılan 30 kadar mescitin inşaatı başladı.

Kazılarda kalıntıya rastlanmayan mescitler için Koruma Kurulu kararıyla yeni projeler hazırlanıyor. Tahmini yapılan projelerin bir kısmı Kurul'da bekliyor.

Mescitlerin üzerinde ise ahırlar, imalathaneler, hurda depoları, gecekondu tipi evler inşa edilmiş, bazılar yediemin otoparkı olarak Vakıflar tarafından kiraya verilmiş olduğu da ortaya çıktı.


Kazı sonucunda ulaşılan kalıntılar, İstanbul Arkeoloji Müze Müdürlüğü'ne teslim edilmek üzere inşaat alanında gelişi güzel depolanarak bekletiliyor.

Vakıf Restorasyon Yıllık raporunda, "kazı çalışmalarıyla ulaşılan temel kalıntılarının bir kısmının sağlam, bir kısmının temel taşları dahi talan edildiği belirtiliyor. Örneğin; Kaptan-ı Derya Sinan Paşa, Hacı İlyas, Seydi Ali Bey Mescidi temelleri kısmen sağlamdı. Bakkalzade, Süheyl Bey, Mahmutağa, Kadem-i Şerif Semerhanesi, İsa kapı Mescidi gibi yapıların temellerinin sağlam ancak Simkeş Mescidi'ne ait neredeyse hiçbir kalıntı bulunamadığı rapor edildi.

Kazıyla ortaya çıkarılan mescitlerin bazılarının isimleri şöyle:

Fatih Kocadede Mahallesi Bakkalzade Sokakta Bakalzade Mescidi, Yedikule istasyon Sokağı'nda Hacı İlyas Mescidi, Fatih Kasap İlyas Mahallesi'nde Kadem-i Şerif (Etyemez) Tekkesi, Fatih Molla Gürani Mahallesi Kaptan Sinan Paşa Sokağı'nda Kaptan'ı Derya Sinan Paşa'ya ait Kaptan Sinan Tekkesi, Mevlanakapı'da El Hac Mehmet Emin Camii (Simkeş Mescidi), Fındıkzade'de Seydi Alibey Mescidi, Beşiktaş Fındıklı Necatibey Caddesi'nde Süheyl Bey Mescidi, Cankurtaran (Seyyid Hasan) Mescidi, Zeytinburnu Merkezefendi'de Haci Mahmut Ağa Mescidi ve Sibyan Mektebi, Cerrahpaşa'da İsakapı (Esekapı) Mescidi, Kocamustafapaşa Alipaşa Caddesi'nde Sucaattin Çavuş Mescidi, Mevlanakapı Mücevher Sokak'ta Tarsuslu Mehmet Efendi Mescidi, Fatih'teki Uzun Yusuf Mescidi..."

Kazada yalnızca kuyu ve birkaç taşa rastlanan Mevlanakapı'daki Elhac Mehmet Emin (Simkeş) Mescidi'nde henüz inşaat başlamadı ancak Tarsuslu Mehmet, en son Mimar Sinan'ın restore ettiği İsakapı'nın medrese inşaatı tamamlandı, mescit çalışmaları ise sürüyor. Çevre düzenlemesi de yapılıyor. Lale Devri'nin ilk eserlerinden sayılan görkemli Ali Paşa Cemii'nin hemen karşısında inşa edilen Sucaattin Çavuş Mescidi ise şimdilik apartman katı görünümünde. Kaba inşaatı tamamlanan Haci Mahmut Ağa Mescidi'nde bir yanda inşaat diğer yanda kazı çalışmaları sürdürülüyor.

Bazı iddialara göre İstanbul'un yalnızca Fatih İlçesi'nde 282 tarihi cami ve mescit kayıp.
Tarihi Yarımada'da 2 bin 300 tarihi eseri tescil ettiren İstanbul Büyükşehir Belediyesi İmar ve Şehircilik Daire Başkanlığı, 175 kayıp camiden 90'ının imar planında ihya edilmesini uygun bulmuştu.

Habertürk, Haber: Şükran Özçakmak, 14.08.2012

NEANDERTALLERLE GEN BENZERLİĞİMİZİN NEDENİ ORTAK ATALARIMIZ

 

 

Neandertallerle, Homo Sapiens'in gen benzerliğinin nedeni hakkında yeni bir teori ortaya atıldı. Teoriye göre, gen benzerliğinin nedeni çiftleşme değil, ortak ata...

 

Cambridge Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma Neandertallerle modern insanın yani Homo Sapienslerin arasındaki gen benzerliğinin nedeninin bir ortak ata olduğuna işaret etti.

Daha önce DNA benzerlikleri ilk keşfedildiğinde iki farklı türün birbirleriyle çiftleşmeleri nedeniyle böyle bir durum ortaya çıktığı açıklaması getirilmişti.

 

Homo Neanderthalensis’in DNA yapısı ilk kez 2010 yılında yayınlandığında Afrika’daki insanların DNA’larının yüzde 4’ünün Neandertallerle aynı olduğu ifade edilmişti. Araştırmacı Andrea Manica analizin ortak DNA miktarını olduğundan fazla gösterdiğini ve Afrika’daki modern insanların ataları olan farklı popülasyonlar arasındaki genetik varyasyonları dikkate almadığını savundu.

 

Manica, modern insanın Afrika'dan çıktıktan sonra da farklı türlerle gen alışverişi yaptığını düşünüyor.

Neandertaller 30 bin yıl öncesine kadar modern insanla Avrupa ve Ortadoğu'da komşuydu. Neandertallerin yok olmasının bir nedeninin de modern insan tarafından avlanması olduğuna yönelik tezler ortaya atılmıştı.

Hürriyet, 14.08.2012

2 BİN YILLIK BALIKÇI MEZARI VE BRONZ OLTA BULUNDU

 
Biga İlçesi'ne bağlı Kemer Köyü'nde, antik dönemde Troas bölgesinde balıkçılığın merkezi olarak bilinen Parion antik kentindeki kazılarda, bir balıkçıya ait yaklaşık 2 bin yıllık mezar ile mezarın içinde bronzdan yapılmış orkinos oltası ve misina sarmaya yarayan demir mekik bulundu.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca yürütülen kazının başkanlığını yapan Atatürk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Cevat Başaran, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Parion'un antik dönemde Troas bölgesinde balıkçılığın merkezi konumunda olduğunu söyledi.

Kentte yaşayanların önemli bölümünün balıkçılıkla uğraştığına işaret eden Prof.Dr. Başaran, ''Antik kentin sınırlarının yer aldığı Kemer Köyü Parion'un merkezi durumunda. Köyde şu anda bile balıkçılık çok gelişmiş durumda. Korunaklı bir bölgede yer alan balıkçı barınağında onlarca tekne bulunuyor. Günümüzde Kemer Köyü'nde balıkçılık ne anlama geliyorsa, antik dönemde de Parion için balıkçılık çok büyük bir öneme sahip'' dedi.

 

Prof.Dr. Başaran, bunun en güzel örneklerinin Parion Nekropolü'nde (mezarlık) görüldüğünü belirterek, ''Antik çağda da kentte balıkçılıkla uğraşan esnafların olduğunu biliyoruz. Hatta bazı yazıtlardan Parion'da meslek grupları içinde bir balıkçılar birliğinin olduğunu tespit ettik. Balıkçı esnaflarının adının geçtiği yazıtlar var'' diye konuştu.
 
Kazı çalışmaları sırasında bulunan yaklaşık 2 bin yıllık mezarda, söz konusu balıkçıya ait bronzdan yapılmış orkinos oltası ile misina ipliği sarmada kullanılan mekik ele geçtiğini dile getiren Başaran, şunları kaydetti:

''Bunlar ölü hediyesi olarak mezara bırakılmış. Günümüzden 2 bin yıl öncesinin kalıntıları. O dönemde demir iyi kullanılan bir maden. Mekik demirden yapılmış. Olta ise bronzdan imal edilmiş. Ayrıntıya baktığımızda misinayı tutması amacıyla oltanın uç kesimine ince biz iz yapılmış. Olta el işçiliği açısından son derece önemli. Bunlar dışarıdan gelmiş ya da Parion'da üretilmiş malzemeler de olabilir. Kentte balıkçılarla ilgili yazıtlarda en çok uskumru ve orkinos avlandığını bilmekteyiz.''

Akşam, 14.08.2012

BUDA HEYKELLERİ İÇİN YENİ ŞANS

 

 

Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi (ICOMOS), 2001 yılında Afganistan’ın Bamyan bölgesinde Taliban tarafından yok edilen devasa Buda heykelleri için yeni bir girişim başlattı.

 

Merkezi Fransa’nın başkenti Paris’te bulunan ICOMOS’tan Bert Praxenthele, UNESCO’nun geçen yıl yeniden inşa etmekten vazgeçtiği heykelleri kurtarmak için ‘anastilosis’ adı verilen bir tekniğin kullanılabileceğini söyledi. 2004 yılından bu yana Bamyan Vadisi’nde Taliban’ın dinamitle patlattığı heykellerden kalan parçaları toplayan ve bazıları 40 ton ağırlığındaki parçaları özel koruyucu bir kaplama altında muhafaza eden Praxenthele, bu parçaların mümkün olan en az yeni materyal kullanılarak tekrar bir araya getirilebileceğini ileri sürdü.

 

Daha önce Atina’daki Partenon ve Akropolis’te kullanılan ‘anastilosis’ tekniğinin Bamyan’daki heykellere de uygulanabileceğini belirten Praxenthaler, “Teknik, aslında tıpkı bir yapboz yapmaya benziyor. Bu yapbozdaki kayıp parçaları jeolojik yöntemler kullanarak belirleyebiliriz” dedi.


2003 yılında Taliban rejiminin yıkılmasıyla bölgeye giren UNESCO arkeologları, 2 devasa Buda heykelini paramparça bir halde bulmuştu. Arkeologlar, o zamandan bu yana heykelleri tekrar insanlığa kazandırmak için çaba gösteriyordu.

Hürriyet, 14.08.2012

KANALİZASYON KAZISINDAN TARİH ÇIKTI

 

 

Aksaray'a bağlı Yeşilova beldesinde belediyenin kanalizasyon kazıları sırasında tarihi 3800 yıla kadar uzanan çok sayıda esere rastlandı.

 

Acemhöyük Kazı Başkanı Prof.Dr. Aliye Öztan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Yeşilova sınırları içinde yer alan Acemhöyük'te kazı çalışmalarının devam ettiğini söyledi.

 

Beldede belediyenin geçen yıl başlattığı kanalizasyon çalışmasını da takip ettiklerini belirten Öztan, ''Kanalizasyon çalışması yapılacak güzergah sit alanından geçtiği için çalışmalar müze ve kazı ekibinin denetiminde arkeologlar eşliğinde yapılıyor'' dedi.

 

Kanalizasyon çalışması sırasında çok miktarda tarihi eser çıktığını kaydeden Öztan, şunları ifade etti:

''Höyükte yaptığımız kazının yanında kanalizasyonda süren çalışmalarda da bazı buluntular ele geçiyor. Bu parçalar tüme yakın sağlam olarak ele geçtiği gibi kasalar dolusu parça halinde malzeme de var. Bir kısmı birleştirilebilecek durumda. Bu bize şunu gösteriyor: Aslında kanalizasyonun geçtiği alan 3. derece sit alanı. Bu nedenle de döşeme işleminin denetimli şekilde yapılması lazım. Biz de kanal döşenmesi için kazıldıkça çıkan toprağı ve kesitleri kontrol ediyoruz.''

 

Kanalizasyon hattında bulunan malzemelerin höyükteki tabakalarla tamamen paralel bir yerleşimi işaret ettiğini vurgulayan Öztan, ''Burası Asur Ticaret Kolonileri çağına ait bir aşağı şehrin varlığını ortaya koyuyor. Biz 1. derece sit alanı olarak ayrılan kısımda aşağı şehrin bir bölümünü zaten tanıyorduk. Ama 3. derece sit alanında da aynı kalıntıların varlığını kanıtlayan bulgular bunlar'' diye konuştu.
               
Acemhöyük'te Asur Ticaret Kolonileri çağına ait keklik biçiminde bir kap bulunduğunu belirten Öztan, şöyle devam etti:

''Bu çağın ticaret merkezi olan Kültepe'de örnekleri bulunmuş olan keklik biçiminde bir içki kabı ya da sunu kabı Acemhöyük'te de ele geçti. Boyalı olarak yapılmış ve tesadüfen kepçenin aldığı toprağın içinde sağlam olarak bulundu. Kekliğin tüyleri boyalarla gösterilmiş. Arka kısmında bir delik var. Bu delikten içine konulan sıvı, kekliğin delik olan ağzından dökülerek sunu yapmaya yarıyor. Bu kap, Asur Ticaret Kolonileri çağında Kaniş'in de aşağı şehrinden tanınan bir malzeme. Bunun dışında sağlam olarak yonca ağızlı bir testi, yuvarlak ağızlı bir testi ve çanak bulundu. Diğer malzemeler özellikle yerleşim yeri içine gömülmüş mezarların kalıntıları ile çok sayıda kap parçasından oluşuyor.''
 
Öztan, eserlerin tamamının Asur Ticaret Kolonileri çağına ait olduğunu ve 3700 ile 3800 yıllık bir döneme tarihlendiğini sözlerine ekledi.
        
Acemhöyük kazıları
Acemhöyük'te kazı çalışmaları 1962 yılında Prof.Dr. Nimet Özgüç başkanlığında başladı. 1989 yılından bu yana çalışmalar Prof.Dr. Aliye Öztan başkanlığında sürdürülüyor.

 

Kazılarda Akad ve Hitit yazıtlarında adı geçen Asur kenti 'Puruşhattum' ortaya çıkarılmaya çalışılıyor. Asur Ticaret Kolonileri'ne ilişkin yapıların saptandığı kazılarda, bugüne kadar MÖ 2600-1700 yılları arasına tarihlenen 12 tabaka ortaya çıkarıldı. Anadolu'nun en büyük höyüklerinden biri olan Acemhöyük'te, Sarıkaya Sarayı, Hatipler Sarayı, evler, damga ve silindir mühürler, çeşitli bezeme ve biçimlerde çanak çömlek, kumaş izleri ve boncuklar, altın süs eşyası, fildişi yapıtlar ve oyun tahtası gibi buluntulara rastlandı.

 

Anadolu'da döneminin önemli maden üretim merkezlerinden olan Acemhöyük'te, koloni çağına ait resmi ya da özel bütün yapılarda çok sayıda maden ve maden işleme ürünleri bulundu.

Akşam, 14.08.2012

"BU BİNAYI KORUMAK BİZİM GÖREVİMİZ"

 

 

Bosna Hersek'in başkenti Saraybosna'nın en eski mahallesi Vratnik'te yaşayan Çatiç ailesi, Osmanlı devlet adamları Dizdar Mehmet Ağa ve Topal Osman Paşa'nın da kullandığı konağı, bugüne kadar aslına uygun olarak korumayı başardı.

 

Saraybosna'nın en eski mahallesi Vratnik'te bulunan ve koruma altına alınan tarihi konak, başkente gelen turistlerin uğrak yerlerinden biri haline geldi.

 

Osmanlı döneminde (18. yüzyıl), padişaha isyan etmesi üzerine boğularak öldürülen Dizdar Mehmet Ağa için inşa edildiği belirtilen binaya ait evraklarda, aynı binada 1866'da da dönemin Osmanlı devlet adamı Topal Osman Paşa'nın yaşadığı görülüyor.
 
Öldürülen Dizdar Mehmet Ağa'nın eşinin, kocasının ölümünden sonra, yakınlardaki caminin imamı Çato ile evlenerek ailesiyle yaşamaya devam ettiği tarihi konak, bugün de "Çatiç Evi" olarak biliniyor.

 

Döşekleri, minderleri, işlemeli yastık kılıfları ve kilimleriyle orijinal görünümünü bugün de hala koruyan konak, Saraybosna'ya gelen turistlerin ilgi gösterdikleri mekanlar arasında yer almasının yanı sıra birçok dizi, klip ve sinema filmine de ev sahipliği yaptı.
                
Çatiç Evi'nin tarihi hakkında AA muhabirine bilgi veren konağın şimdiki sahibi Recad Çatiç, Osmanlı devlet adamlarından Topal Osman Paşa'nın, dönemin en tehlikeli hastalığı olan koleradan korunmak için yüksek ve güvenli bir yerde oturmak istediğini, ayrıca hem manzarası hem de mimarisiyle ilgi çeken konağı kullanmaya karar verdiğini anlattı.

 

Tarihi konağın, yapıldığı dönemden bu yana birçok savaşa tanık olduğunu ifade eden Çatiç, "1945 yılında partizan birlikleri konağın yakınlarındaki Vişegrad Kapısı'ndan girdiklerinde, evimize 40 civarında yaralı asker getirildi. Avluya büyük bir kazan konulup yaralıların ve komşuların yiyecek ihtiyaçları gideriliyordu" dedi.

 

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra konağa, Çatiç ailesinin yanı sıra Anıtlar Koruma Kurumu'nun da sahip çıktığını ifade eden Çatiç, konağın anıt olarak korunduğunu belirtti.

 

Aile olarak konağın görünümü dahil hiçbir şeyinin değiştirilmesine müsaade etmediklerini belirten Çatiç, "Elimizden geldikçe evin orijinal görüntüsünü korumaya çalıştık. Döşekleri, minderleri, işlemeli yastık kılıflarını, kilimleri, hepsini koruduk ve hiçbir şeyi atmadık" diye konuştu.
                
Son savaşta, özellikle Saraybosna kuşatması esnasında evin çok hasar gördüğünü, bu nedenle daha sonra eski görünümü olabildiğince korunarak tadilat yaptıklarını anlatan Çatiç, şunları söyledi:

"Eski cam ve perde gibi detayları bile koruduk, süs olarak kullandık. Her şeyin görünümü eskisi gibi, sadece malzemeleri yeni. Evin dış tarafındaki demirler, içindeki minderler, raflar, bakır eşyalar, tablolar ve diğer benzer tüm detayların orijinal halini muhafaza ettik. Tüm bu eşyalar, en az ev kadar eski, yani yaklaşık 200 senelik."

 

Eski Saraybosna Üniversitesi Mimarlık Fakültesi öğretim üyesi Profesör Yuray Naydhart'ın öğrencilerini bizzat konağa getirerek eski yapıların ne kadar dayanıklı olduğu göstermek istediğini belirten Çatiç, "Birkaç tonluk ev, 4 kolonun üstünde duruyor. Profesör, o zamanki ustaların, statik hesapları bile yapmadan nasıl dayanıklı binalar yaptıklarını göstermek istiyordu" diye konuştu.

 

Topal Osman Paşa'nın yazlık konağının bir anıt olduğunu ve seyahat acentalarının kataloglarında bu tarihi eve yer verdiklerini belirten Çatiç, babasından yadigar kalan konağı çocuklarına devredeceğini, onlardan da bu şekliyle konağa sahip çıkmalarını isteyeceğini söyledi.

Çatiç, kendi gelenekleri ve Osmanlı döneminin yaşam tarzını en iyi şekilde yansıtan bu tarihi binayı korumanın kendileri için bir görev olduğunu sözlerine ekledi.

Akşam, 14.08.2012

VİRANEYDİ, ŞAHANE OLDU

 

  

 

İzmir Büyükşehir Belediyesi, 15. yüzyıldan kalan ve yıkılmak üzere olan Pınarbaşı Hamamı’nı Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nden kiralayarak restore etti.

 

Yıllardır virane olarak atıl durumda kalan ve yıkılmaya yüz tutan Pınarbaşı Hamamı, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin çalışmasıyla kente kazandırıldı. “Eski işlevine uygun olarak” açılacak olan tarihi Hamam, önümüzdeki günlerde kentin hizmetine sunulacak.


Büyükşehir Belediyesi, Hamam’ı eski haline döndürmek için gerekli sağlamlaştırma ve düzenleme çalışmalarını gerçekleştirdi. Tarihi yapıdaki mevcut eski sistem temizlenip korunarak yeni ısıtma sistemiyle kullanılır hale getirildi.


Yapılan sondaj çalışmalarında, o dönemde uygulanan özel yapı malzemelerine rastlanılan tarihi hamam, tek mekanlı hamamlar grubunda yer alıyor ve “soyunmalık”, “ılıklık”, “usturalık”, “sıcaklık”, “su deposu”, “külhan” ve “odunluk” mekanlarından oluşuyor.

Milliyet, 14.08.2012

'GAZİ TOPLAR' 97 YIL SONRA GÜN YÜZÜNE ÇIKACAK

 



Çanakkale Savaşları sırasında boğazın savunması için Kumkale ve Halileli bölgelerinde kullanılan 9 top toprak altından çıkarılacak

Çanakkale Valiliği, Çanakkale Boğaz ve Garnizon Komutanlığı, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) ile Kumkale Belediyesi tarafından yürütülen çalışma kapsamında, toprağın yaklaşık 1,5 metre altında, namlu çapı 24-26 santimetre, namlu uzunluğu ise 5 metre dolayında olan topların gün yüzüne çıkarılması için ilk kazma vuruldu.

Bölgeye gelen Vali Güngör Azim Tuna, Çanakkale Boğaz ve Garnizon Komutanı Tuğamiral Mesut Özel ile Kumkale Belediye Başkanı Süleyman Erte'ye, çalışmanın koordinatörü ÇOMÜ Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Burhan Sayılır tarafından bazı bilgiler aktarıldı.

Vali Tuna, yaptığı açıklamada, 1. Dünya Savaşı'ndan kalma topların, üzerinde bulundukları arazide toprak altında olduğunu söyledi.

Topların bir kısmının Kumkale beldesinde, bir kısmının ise Halileli Köyü'nde olduğunu dile getiren Tuna, "Bu tip toplarımız İntepe dolaylarında da var. Topların gün yüzüne çıkarılmasına karar vermemiz bahar aylarında oldu. Havaların yağışlı geçmesi nedeniyle, toprağın kurumasını bekledik. Temmuzdan önce yapamazdık. Şimdi artık bu çalışmayı başlatıyoruz. En azından Kumkale ve Halileli civarındaki topları çıkarmış olacağız" dedi.

Tuna, topların uygun görülecek yerlere nakledileceğini ifade ederek, şöyle konuştu:
"Bu şekilde toplarımızı ziyarete açmış, 97 yıldır toprağın altında yatan bu topları, 'gazi topları' ilimize ve insanlarımıza tekrar kavuşturmuş olacağız. Bundan sonra İntepe bölgesindeki diğer topları çıkartıp, eksik kalan görevi yerine getirmeye çalışacağız. Çanakkale Savaşları ile ilgili Anadolu yakasında bu zamana kadar çok fazla bir şey yapılamadı. Hep Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı içindeki savaş alanlarında birtakım yatırımlar yapıldı. Bundan sonra, Çanakkale Savaşları'nın 100. yılı olan 2015'e kadar Anadolu yakasında insanlarımızın geldiğinde ziyaret edebileceği mekanlar oluşturmamız lazım. Çünkü Kumkale bölgesinde Fransızlarla çok kanlı muharebeler oldu.

Şehitlerimiz var. Onlara yakışır bir şehitlik yapacağız. Orhaniye Tabyaları'nı yeniden tanzim edeceğiz. Bu toplarımızın bir kısmını da belki bu tabyalarda sergileyebiliriz. İşin başında uzman arkadaşlarımız var. Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu ile Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan kazılar için gerekli izinler alındı. Artık çalışma başlayacak, inşallah bir ay sonra da topların toprak yüzeyine çıkmış halini görebileceğiz."

Konuşmanın ardından, Kumkale bölgesindeki topların bulunduğu araziye ilk kazmayı Vali Tuna, Çanakkale Boğaz ve Garnizon Komutanı Tuğamiral Özel ile Kumkale Belediye Başkanı Erte vurdu.

Buradaki etkinliğin ardından çalışmanın koordinatörü Yrd. Doç.Dr. Sayılır, Vali Tuna ve beraberindekileri Halileli bölgesine götürüp, burada toprak altında yer alan diğer topları gösterip, bilgilendirdi.

Gazi toplar
Çanakkale Boğazı'na yönelik 3 Kasım 1914 tarihinde girişilen saldırıdan, son düşman askerinin Gelibolu Yarımadası'ndan ayrıldığı 9 Ocak 1916'ya kadar faaliyet gösteren topların bazı aksamları, 1918'deki Mondros Mütarekesi'nin ardından kullanılmaması için tahrip edildi. Bölgeye yapılan göçlerin ardından, tarlaların tahsisi sırasında insanlar, topların üzerlerine toprak atarak arazilerini tarıma elverişli hale getirdi.

Cnn Türk, 14.08.2012

CINGIRT KAYASI'NDA ARKEOLOJİK KAZI ÇALIŞMASI BAŞLATILDI

 

 

Ordu'nun Fatsa İlçesi'nde bulunan ve geçen yıl yüzey araştırması yapılan Cıngırt Kayası’nda 2 bin 150 yıl öncesine ait Hellenistik dönemine ait veriler elde edildi.

 

Ordu Valisi Orhan Düzgün, Gazi Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Arkeologları tarafından Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları Müzeler Genel Müdürlüğü’nün izniyle Müze Müdürlüğü yönetiminde Yrd. Doç.Dr. Ayşe Fatma Erol ve 9 arkeolog tarafından bu yıl başlatılan kazı çalışmalarının yürütüldüğü Fatsa Cıngırt Kayası’nda çalışan ekibi kazı evinde ziyaret etti.

 

Cıngırt Kayası’nda yapılan ilk kazılarda Hellenistik döneme ait buluntulara ulaşıldığını söyleyen Vali Orhan Düzgün, “2010 yılında Kurul Kalesi’nde başlattığımız kazıların ardından, Cıngırt Kayası’nda bulunan eserler de Mitridates Krallığı’na ait” dedi. Vali Düzgün, kültür turizminin gelişmesi adına Kurul Kalesi ile Cıngırt Kayası’nda ortaya çıkan eserlerin umut vaat ettiğine dikkat çekti.

 

Geçen yıl Vali Orhan Düzgün’ün isteği doğrultusunda Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları Müzeler Genel Müdürlüğü’nün izniyle yüzey araştırması yaptıklarını söyleyen Yrd. Doç.Dr. Ayşe Fatma Erol ise, ”Bu araştırmada Hellenistik döneme tarihlenen veriler elde ettik. Burada gördüğümüz mağara şeklindeki mimari, tarihte Karadeniz Bölgesi’nde birçok yerde uygulanan özelliğe sahip. Burada sadece Hellenistik döneme değil, daha sonraki dönemlere ait iskanlar olduğunu da gördük” diye konuştu.

Mynet Haber, 13.08.2012

ENGELSİZ MÜZE VE SARAYLAR PROJESİ AYASOFYA İLE BAŞLIYOR

 

 

Türkiye Omurilik Felçlileri Derneği (TOFD) tarafından 2010 yılında başlatılan 'Engelsiz Müze ve Saraylar Projesi', Ayasofya ile başlıyor. Derneğin yazılı açıklamasına göre, proje İstanbul'daki önemli tarihi ve turistik merkezlerin engelliler için kolay ulaşılabilir hale getirilmesini kapsıyor.
    
Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul IV Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'ndan çıkan karar ile Ayasofya Cami ve Müzesi'nin erişilebilir olması için, Ayasofya Müzesi ile İstanbul Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü görevlendirildi. Proje kapsamında çalışma yapılan müze ve saraylar, İstanbul İl Kültür Müdürlüğü'ne bağlı Arkeoloji Müzesi, Topkapı Sarayı Müzesi, Ayasofya Müzesi, Türk ve İslam Eserleri Müzesi, İslam Bilim ve Teknolojisi Müzesi, Yıldız Sarayı Müzesi ile Rumeli Hisarı Müzesi oldu.

TOFD'nin hazırladığı ve tüm engel gruplarını kapsayan projeyle, engellilerin Ayasofya Müzesi'ni rahatça gezmesi için mevcut rampa ve engelli tuvaletleri standartlara uygun hale getirilecek. Ayasofya'nın ardından 6 müze ve saray daha erişilebilir olacak.
     
TOFD Başkanı Ramazan Baş, dünyada benzer örneklerde olduğu gibi, Türkiye'nin, özellikle de İstanbul'un engelli turizmini sahiplenmesi ve bu konuda çalışma yapması adına ''Engelsiz Müze ve Saraylar Projesi'' için 2 yıldır çaba harcadıklarını belirtti. İstanbul'un önemli tarihi mekanlarının rahatça gezilebilmesi için tarihi dokulara zarar vermeden ''ufak'' dokunuşlarla projeleri hazırlayıp, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Anıtlar Kurulu'na sunduklarını aktaran Baş, Ayasofya Müzesi ile uygulamaya geçtiklerini bildirdi.

Baş, Atina'da 152 metre yükseklikte bulunan Akropolis'e engellilerin çıkması için dışarıdan lift yapıldığına değinerek, ''Bizim eserlerimizde ihtiyacımız olan temel şeyler; rampa ve tuvaletler. Oldukça kolay aşılabilecek bu engellerle, dünyada büyük bir hacme sahip olan engelli turizmi, İstanbul için büyük bir artı değer olacaktır'' değerlendirmesi yaptı.
    
Projenin sonunda İstanbul Erişilebilir Gezi Rehberi ile yapılan çalışmaların belgeseline başlayacaklarını açıklayan Baş, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın desteğiyle, çalışmaları bir an önce bitirerek engellilerin de tarihi yerinde görmesini ve turizme katkı sunmayı amaçladıklarını kaydetti.
Yapı, 13.08.2012

1800 YILLIK SÜTUNLAR YENİDEN AYAKTA

 

 

Mersin'in Mezitli İlçesi'ndeki Soli Pompeiopolis antik kentinde başlatılan çalışma sonuçunda, MS 2. ve 3. yüzyıllara ait, karşılıklı 14 sütun ayağa kaldırıldı.

 

Kazı başkanı Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Müze Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Remzi Yağcı, yaptığı açıklamada; Neolitik, Hellenistik, Roma dönemleri gibi birçok dönemi bünyesinde barındıran Soloi Pompeiopolis'in, Mersin tarihinin zenginliğini ortaya koyduğunu, gerçekleştirdikleri kazılarla tarih bilincini oluşturmayı ve bulunan kalıntıları gelecek kuşaklara aktarmayı amaçladıklarını dile getirdi.


Bir yandan kazı çalışmaları sürerken, diğer yandan Sütunlu Cadde'nin güney ucunda yaklaşık bir yıl önce bir pilot projenin başlatıldığını söyleyen Yağcı, ''Sütunlu Cadde'deki 200 sütundan 33'ü günümüze kadar ayakta kalabilmiş. Başlatılan çalışma ile karşılıklı 7'şer olmak üzere 14 sütun ayağa kaldırıldı. İlerde yapılacak restorasyonlarda bu sayının artırılmasını planlıyoruz'' dedi.

 

Bölgenin turizm potansiyeline de dikkat çeken Yağcı ''Aynı zamanda burayı açık hava müzesine dönüştürme düşüncesindeyiz. Restorasyon çalışması ile beraber bir müze açılabilirse, Soli Pompeiopolis gerçekten önemli potansiyeli olan Mersin turizminde önemli bir yer edinebilir. Sütunlu Cadde'ye bağlanan liman da çok önemli. Buranın da kamulaştırılması halinde; Mezitli, dolayısıyla Mersin yaklaşık 400 metre uzunluğunda, 30 metre genişliğinde bir tarihi alana kavuşacak" diye konuştu.
Akşam, 13.08.2012

MÜZELER DARPHANE GİBİ

 

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı 189 müze ve 131 ören yerinden yılın ilk yarısında 108 milyon 151 bin 392 lira gelir elde edildi.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı 189 müze ve 131 ören yerini, yılın ilk yarısında 12 milyon 797 bin 501 kişi ziyaret etti, bu ziyaretlerden, 108 milyon 151 bin 392 lira gelir elde edildi.

 

Topkapı Sarayı, Ayasofya Müzesi ile Efes Ören Yeri, yılın ilk yarısında yerli ve yabancı turistlerin en çok ziyaret ettiği üç yer oldu. 429 bin 717 yerli turist de müze ve ören yerlerine girişte ekonomik yönden büyük kolaylık sağlayan Müze Kart satın aldı.

 

Geçen yıl 19 milyon 696 bin 624 kişinin ücretli, 8 milyon 766 bin 269 kişinin ise ücretsiz gezdiği müze ve ören yerleri, bu ziyaretlerden 253 milyon 892 bin 756 lira gelir sağlamış, 898 bin 504 kişi de Müze Kart sahibi olmuştu.

Akşam, 13.08.2012

GÜNAY: ÖNEMLİ BİR HEYKEL BULUNDU YERİNİ SÖYLEMEM

 

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, çeşitli inceleme ve açılışlar için geldiği Şanlıurfa’da “çok özel bir heykel” müjdesi verdi. Önceki gün Harran’da Hz. Yakup kuyusunun çevre düzenlemesi ve parkın açılışını yapan Günay, yeni bulunan eserin yerini şimdi söylemeyeceğini, Türkiye’ye duyurunca dünyanın bunu haber yapacağını belirtti.

 

Yeni bulunan heykelin “Anadolulu olduğunu, Romalı olmadığını”, bu sırrı başarıyla sakladıkları dile getiren Günay konuşmasına şöyle devam etti:
“Genel Müdürümle Hatay’a gittik. 3 bin yıl önce Anadolulu bir Kral Hitit Şuppiluliuma 1.5 ton ağırlında güzel bir heykel yaptırmış. Kolunda aslanlı presler var, saçları ve sakalları çok güzel taranmış, gözleri özel bir taştan yapılmış bir eserdir. Şimdi burada söylüyorum. Pazartesi sabah, Kadir gecesine uygun çok yakışacak bi
r yeni armağını Türkiye’ye tanıtacağız. Şimdilik bunu nerede bulunduğunu, şimdilik bana sormayın. Harran güzel gelişmelerin müjdecisi olsun.”

Milliyet, Haber: Ali Leylak - Ömer PInar, 13.08.2012

BOĞAZKÖY SFENKSİ ÇORUM'A BEREKET GETİRDİ

 

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın yoğun çabaları sonucu, götürüldüğü Almanya'dan yaklaşık 100 yıl sonra  ana vatanı Çorum'un Boğazkale İlçesi'ne getirilen Boğazköy Sfenksi ilçeyi ziyaret eden turist sayısını artırdı.

 

AA muhabirinin derlediği bilgilere göre, bir zamanlar Hititler'in başkentliğini yapan Hattuşa'da güney kapısının sağ tarafında bekleyen 3 bin 500 yaşında, 2.55 metre yüksekliğinde ve 1.5 ton ağırlığında olan Boğazköy Sfenksi, 1906 yılında Almanlar tarafından yapılan kazılar sırasında Yerkapı mevkisinden çıkarıldı.

Kazılarda bulunan 2 sfenks ve yaklaşık 10 bin 400 çivi yazılı tablet, temizlenip onarıldıktan sonra 1917'de iade edilmek şartıyla Osmanlı İmparatorluğu'nun izni alınarak Berlin'e götürüldü.

Onarımları biten tabletler ile bir sfenks Türkiye'ye iade edildi ancak Boğazköy Sfenksi, Almanya ile yapılan görüşmelere rağmen ana vatanına gönderilmeyip Berlin Pergamon Müzesi'nde uzun yıllar sergilendi.

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın girişimleri sonucu Boğazköy Sfenksi, yaklaşık 100 yıllık ayrılığın ardından 28 Temmuz'da Türkiye'ye getirilerek, 4 Kasım'dan itibaren de ait olduğu coğrafya Hattuşa'da sergilenmeye başlandı.


Hattuşa'ya ev sahipliği yapan Boğazkale İlçesi'ndeki yenilenen Boğazköy Müzesi'nde ziyarete açılan sfenks, yerli ve yabancı çok sayıda turistin ilgisini çekiyor. Yenilenerek modern hale getirilen Boğazköy Müzesi, Boğazköy Sfenksi'nin yanı sıra İstanbul'dan getirilen diğer sfenkslerle birlikte ilçenin turizm potansiyeline büyük katkı sağlıyor.
 
Çorum Müzesi'ne bağlı olarak hizmet veren Boğazköy Müzesi Müdürü Dr. Önder İpek, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın, Almanya'ya götürülen sfenksin vatanına gelmesi yönündeki yoğun çabaları sonucu, sfenksin 4 Kasım'da Boğazkale İlçesi'ne getirildiğini belirtti.

Sfenksin bulunduğu topraklarda sergilenmesi ile ilçeye gelen turist sayısının arttığına işaret eden İpek, şunları kaydetti:
''Boğazköy Müzesi, son derece çağdaş müzecilik anlayışı ile tematik sergisi olan bir müze haline getirildi. Boğazköy Sfenksi'nin yanı sıra İstanbul'da sergilenen diğer sfenks de müzeye getirildi. Her iki sfenksin de müzeye yerleştirilmesi turist potansiyelini olumlu etkiledi. İstatistiki rakamlara baktığımızda geçen yıla oranla müzeyi ziyaret eden turist sayısında yüzde 40'lık bir artış var. Boğazkale İlçesi'nde turizme yönelik de bazı altyapı çalışmaları yapıldı. Kaymakamlığın çalışmaları ile Kadeş Anıtı'nın yapılması, Dulkadiroğullları'na ait tarihi bir konağın restore edilmesi ilçenin çehresini değiştirdi. İlçe halkı turizmden büyük bir gelir bekliyor, turist sayısındaki artış onları da mutlu ediyor.''

Ücretsiz ziyaret edilebilen Boğazköy Müzesi'nin yanı sıra dünyanın en eski başkentlerinden olan, UNESCO'nun ''Dünya Kültür Mirası Listesi''nde yer alan 7 bin yıllık Hitit başkenti Hattuşa ören yeri ile Hattuşa şehrinin dışında yer alan, yüksek kayalar arasına saklanmış Yazılıkaya Açık Hava Tapınağı da ziyaretçilerini bekliyor.

Akşam, 13.08.2012

"CAMİ İSTEMİYORUZ" EYLEMİ

 

 

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın, Trabzon'un önemli tarihi eserlerinden olan Ayasofya Müzesi'nin ibadete açılacağını açıklamasına tepkiler sürüyor. Bir grup sanatçı ve vatandaş, Ayasaofya Müzesi'nin önünde toplanarak basın açıklaması yaptı. "Ayasofya dünya mirası, Trabzon'un markası", "Trabzon'da 3 değerimiz, Atatürk Köşkü, Sümela Manastırı, Ayasofya Müzesi" ve "Huzurlu turizmi huzursuz etmeyin" yazılı dövizler taşıyan kalabalık adına konuşan yazar Ahmet Şefik Mollamehmetoğlu, Ayasofya'nın 13. yüzyılda Kommenos devleti tarafından, kilise olarak yapıldığını hatırlattı.

Fatih Sultan Mehmet'in Trabzon'u fethinden sonra o günkü koşullar içinde cami olarak hizmet veren tarihi yapının artık bu anlamda bir ihtiyacı olmadığı için yeniden camiye dönüştürülmesine gerek kalmadığını savunan Mollamehmetoğlu, "Bu bölgede yeterince cami vardır. Burayı camiye dönüştürmek tamamen gereksiz ve dışarıdan empoze edilen bir tartışmadır" dedi. Yöre halkı adına konuşan Fatih Mahallesi Muhtarı Zeki Batar, mahallede iki büyük cami bulunduğunu belirterek, yeni bir camiye ihtiyaç olmadığını söyledi. Muhtar Batar, günde ortalama 25-30 otobüs turistin müzeye geldiğini hatırlatarak, "Burada amaç Trabzon'un kanayan bir yarasına merhem olmaktır. Bu nedenle burada toplandık, bu nedenle cami yapılmasını istemiyoruz. bunu herkes görsün" diye konuştu. Kalabalık daha sonra olaysız şekilde dağıldı.

Habertürk, Haber: Kenan Taşkın, 13.08.2012

BÜYÜKŞEHİR'DEN 'TARİHİ' DESTEK

 
Büyükşehir Belediyesi, Balkanlar’daki tarihi miras çalışmalarına bir yenisini daha ekledi.

 

Kosova’nın Kaçanik bölgesinde yaklaşık 500 yıl önce yaptırılan Sinan Paşa Camii’ni özgün kimliğine kavuşturmak için restorasyon çalışmalarına başlandı.

 

Sadrazamlığın yanında Tunus’tan Yemen’e, İran’dan Mısır’a, Macaristan’dan Avrupa’nın içlerine kadar birçok bölgede Osmanlı ordularına komutanlık yapan Sinan Paşa tarafından inşa edilen ve zamanla güçsüz düşen tarihi cami, Büyükşehir Belediyesi’nin  girişimleriyle Bursalı hayırsever işadamları Ali Yedikardeş ve İbrahim Alagöz tarafından orijinaline uygun hale getirilecek.

Balkan ülkeleriyle Bursa’nın ve Türkiye’nin  Osmanlı padişahları tarafından yüzyıllar önce çözülmeyecek şekilde örüldüğünü kaydeden Başkan Altepe, Büyükşehir Belediyesi olarak tarihin kendilerine yüklediği sorumluluğa sahip çıktıklarını, üzerlerine düşen görevleri büyük bir heyecanla yerine getirdiklerini söyledi.

 

Sinan Paşa Camii’nin restorasyonuna yönelik çalışmaların başlatılması nedeniyle düzenlenen törende konuşan Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, içerisinde namaz kılmaktan zevk aldığı 500 yıllık mabedi yeniden özgün kimliğine kavuşturacak adımları atmaktan dolayı duyduğu mutluluğu dile getirdi.

 

Altepe, "Büyükşehir Belediyesi olarak, Bursalı hayırsever işadamlarımızın desteğiyle çalışmalara başladık. ’İşin en güzeli, en kısa zamanda bitenidir’ diyoruz. İnşallah en geç önümüzdeki yıl bu camiyi avlusu ve çevre düzenlemeleriyle beraber tamamlayarak, açılışa hazır hale getireceğiz. Kosova için, kültürümüz için hayırlı olsun" dedi.

Bursa Olay, 13.08.2012

GÜNDÜZ VAKTİ 20 METRELİK BİNADAN SAATİ ÇALDILAR

 

İngiltere'de 20 metre yüksekliğindeki tarihi binada bulunan büyük bakır saat, metal hırsızları tarafından çalındı. Newcastle'da, bölgenin bilinen eski yapılarından Co-operative binasının en üst katında, duvara sabit duran büyük bakır saat, üstelik de gündüz vakti iki kişi tarafından çalındı. 1932'de yapılan bina 20 metre yüksekliğinde ve geçtiğimiz sene de sanat merkezine dönüştürülmesi teklifiyle kapatılmıştı. Polis faillerin peşinde.

Sabah, 13.08.2012

HALİÇ'TE BİR TARİHİ TÜNEL YOK EDİLDİ

 

 

Fatih’te Yavuz Sultan Selim Mahallesi Set Üstü Sokak’ta tarihi eserlerin üzerine apartman yaptılar. İstanbul 4 Numaralı Kültür Varlıkları Bölge Koruma Kurulu üyeleri bu vicdansızlığa göz yumdukları gerekçesiyle cumhuriyet savcılığına sevk edildi. Bir profesör ve 3 doçent de dahil bazı kurul üyelerinin üyeliklerine Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay tarafından son verildi. Savcılığa sevk edilenler arasında tanıdık bir isim de yer aldı. Ayvansaray’da müteahhide farklı, vatandaşa farklı proje dilekçesinin altında imzası bulunan Fatih Belediye Başkan Yardımcısı Talip Temizer de savcılığa sevk edildi.


2011 yılında başlayan inşaat alanında toprak altından taşınmaz kültür varlığı niteliğinde tarihi mahzen ve tarihi eser niteliğinde büyük tünel ortaya çıkarıldı. Buna rağmen üzerine alelacele beton atılıp tarihi mahzen toprakla kapatılıp inşaata devam edildi. Ancak çevredeki vatandaşlar temel aşamasında çıkan bu tarihi eserleri fotoğraflayarak önce Fatih Belediyesi’ne şikayet etti. Belediye, “İnşaat yasaldır” cevabını verince vatandaşlar fotoğraflar ve video kaydını Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne ihbar etti. Dilekçede temel kazılarından çıkan tarihi eserlerin Haliç ’ten Marmara Denizi’ne kadar uzandığı söylenen dehlize ait olabileceği ve bu tarih talanına ‘dur’ denilmesi gerektiği görüşüne yer verildi. 

Müze: İnşaat kaçak
İstanbul Arkeoloji Müzesi Arkeolog Arzu Toksoy Gölbaş’ı yerinde denetim için görevlendirdi. Gölbaş 10.01.2012‘de bir rapor hazırladı.
Raporda; ‘‘Parselde inşaat çalışmalarının devam ettiği, temel betonunun atıldığı, sondaj kazılarında tespit edilen duvarın yerinde korunduğunu görüldüğü, şikayet dilekçelerinde bahsi geçen kalıntıların, temel betonun dökülmüş olması ve bu kısmın beton seviyesinde toprakla dolu olması nedeniyle görülemediği, bahsi geçen kalıntıların parselin denize bakan kısmında ortaya çıktığı ve bu kısmın dik yamaçla aşağı doğru indiği, ancak bu kısmın inşaat alanının dışında kaldığı için çalışma yapılamadığı’’ belirtildi. 

Kurul: İnşaata devam
Müze rapora bir üst yazı yazarak, inşaat faaliyetlerinin müze denetimi dışında yapıldığını, temel betonunun da denetimi dışında atıldığını 4 No’lu Koruma Kurulu’na bildirerek ‘inşaatın acilen durdurulmasını’ istedi.


Koruma Kurulu ise 18.01.2012’de yani müzenin yazısından 1 hafta sonra toplandı. Müzenin uyarısına, ihbarlardaki tarihi eserlerin tahrip edildiğini gösteren fotoğraflara rağmen kurul, 344 sayılı kararında ‘‘Müzenin raporunda ‘Yapılacak binanın oturum alanında herhangi bir kültür varlığına rastlanılmadığı’ belirtildiğinden, kurulca bu aşamada yapılacak başka bir işlem bulunmadığına...’’ dedi. Ve müze raporunu ’Herhangi bir kültür varlığına rastlanılmamıştır’ şeklinde yorumladı.


Kurulun kararı üzerine inşaat hızla devam etti. Haliç manzaralı bina hiç bir engele takılmadan 5 katı bitirerek satışa çıktı. Bizans tuğlalı, horosan harçlı, beşik tonozlu ve tam olarak ne olduğu tespit edilemeyen tarihi mimari kalıntılar 5 katlı binanın temeline gömüldü. Dilden dile dolaşan “ Haliç ’ten Marmara Denizi’ne karadan dehliz var” sözü de ortada kaldı. 

Dava açıldı
Koruma Kurulu kararıyla tarih talanına çevredeki vatandaşlar sessiz kalmayarak durumu Cumhuriyet Savcılığı’na bildirdi. Savcılık nisan ayında Kültür ve Turizm Bakanlığı ’ndan soruşturma için izin istedi. Bakanlık müfettişleri 29.05.2012 tarihinde soruşturmayı tamamlayarak kurul üyelerinin TCK’nın 257. maddesindeki görevi kötüye kullanma suçunu işlediklerini tespit etti. 12 kişi savcılığa sevk edildi.


Koruma Kurul Başkanı Ahmet Tanyolaç, yardımcısı Prof.Dr. Oğuz Ceylan, üyeler Doç.Dr. Mustafa Özer, Doç.Dr. Kübra Cihangir Çamur, Doç.Dr. Şevket Dönmez, Cem Eriş, Bekir Eren, İBB temsilcisi Ayşenur Alp Kirişçi, Fatih Belediyesi temsilcileri Okan Erhan Oflaz, Talip Temizer, raportörü Ercan Sezen ile müdürü Günseli Aybay hakkında dava açıldı.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 13.08.2012

TOPKAPI'NIN HAREM DAİRESİ'NDE RESTORASYON

 

 

Topkapı Sarayı'nın harem dairesinin en büyük kısmını oluşturan hünkar sofası ve müzik odasının restorasyonu tamamlanıyor. İl Özel İdaresi tarafından yürütülen çalışma 2012 Şubat ayında başladı. Toplam 2 milyon 800 bin lira bütçe ayrılan proje kapsamında, mevcut yapıdaki tüm kalem işlerinde canlandırma yapıldı, mevcuttakiler korundu, bozulanlar düzeltildi. Altın varaklar, çinilerin onarımı sedef korkulukların onarımı ve yenilenmesi yapılıyor.

Altın varaklar ve çinilerle süslenen tavanın restorasyonu sırasında sıva altında geleneksel Türk işçiliğinin önemli desen örneklerinden olan malakariler tespit edilerek aslına uygun restore edildi. III. Murad Has Odası'yla hamamlar arasında yer alan Hünkar Sofası ölçüleriyle Harem'in en büyük mekanı olarak biliniyor. İlk biçimiyle inşaatı III. Murad Has Odası'ndan sonra, 1580-90 yılları arasında yapıldı. Harem'in müzikli eğlenceleri, toplantıları, bayramlaşma ve diğer törenlerinin yapıldığı bu büyük sofada, harem halkının padişahların tahta çıkışı ve bunu izleyen günlerde Eyüp'teki türbelerde yapılan kılıç kuşanma törenlerinden sonra, bağlılık ve tebriklerini sundukları bilinir. Restorasyon çalışması kasım ayında tamamlanacak.

Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 13.08.2012

YERLİ 'SPARTAKÜSLER' ARENAYA ÇIKIYOR

 

 

Roma İmparatorluğu döneminde eğlence amacıyla savaş esirlerinin birbirleri ya da hayvanlara karşı arenalarda dövüştürülmesi olan gladyatör dövüşleri, Antalya'da turistik eğlence amacıyla canlandırılıyor. Aspendos Antik Tiyatrosu yakınlarındaki alan üzerine kurulan Aspendos Gladyatör Arena'da çalışmalarını sürdüren oyuncular, izleyici karşısına çıkmaya hazırlanıyor. El yapımı giysi ve savaş aletleri kullanılarak yapılan gösteriler için Roma dönemi mimarisi örnek alınarak 800 kişilik izleme alanı ve Roma pazarı oluşturuldu. Alan ve gösteriyle ilgili bilgi veren Aspendos Gladyatör Arena Konsept Danışmanı Mehmet Bıcıoğlu, haftanın iki günü akşamları yapacakları gösterilerde Roma gecesi konseptinde gösteriler sunacaklarını kaydetti. Gösterilerine kasım ayı sonuna kadar devam etmeyi planladıklarını belirten Bıcıoğlu, 16 Ağustos'ta yapılacak ilk gösterinin biletlerinin ise 25 lira olacağını ifade etti.

Sabah, Haber: Bekir Bektaş, 12.08.2012

SURİÇİ İSTANBUL NASIL TAHRİP EDİLİR?

 

Eski binaların tahribinde, bilhassa kitabenin yok edilmesinde birkaç çılgın işgüzar memurun dışında merkezi hükümetin bir politikası olduğunu zannetmiyorum. İstanbul-Osmanlı medeniyetini yıkanların saiki ideolojik olmaktan çok görgüsüzlük ve paradır.

 

Topkapı Sarayı’nın Gülhane Bahçesi’nden geçelim; köşedeki Alay Köşkü’nden Kazım İsmail Gürkan yani eski Binbirdirek Caddesi’ne çıkan yokuşun adı Alayköşkü Caddesi’dir. 8 numaralı binanın üzerinde eski harflerle “Sağlık Yurdu” yazar. Bu çini levha ve binanın cephesini süsleyen diğer çini panolar, kemerli pencereler, binanın üstündeki yarım kubbe bu binayı o zamanki Sıhhiye Nezareti’nin bir mahalle dispanseri olarak inşa ettirdiğinin delilidir. Bina geçen zamanlar içinde mahalle polikliniği olma vasfını kaybetmiş, hoyrat kullanımlardan sonra boşalmış ve birisine satılmıştır.

Boşalan binanın zaman içinde tahribi çok kolay olur

Satın alanın bu güzel ve orijinal parçayı aslına uygun bir biçimde bir konut veya şahsi bir kütüphane veya İngiltere’deki “gentlemen’s club” şeklinde düzenleyip kullanacağını düşünmek bir hayaldir. Burjuvazimiz henüz o derecede kalabalık ve eğitimli değildir. Birisi almış, yıkımı bekliyor ki otel yapsın. Boşalan binanın zaman içinde tahribi çok kolay olur. Sonra bu kadar katla yetinmeyecek, güya kurallar sert olmasına rağmen Ayasofya’nın yüz metre yakınındaki binalara bile iki-üç senede bir kaçak kat ilave edildiği görülmektedir. Bu binanın akibeti de öyle olur muhakkak. Suriçi İstanbul yani tarihi şehrin kalbi maalesef bu gibi binaları alan ve kaçak katlarla tahrip edenlerin eline düşmüştür. Eskiye nazaran tek fark ani yıkımdan çok bu gibi kurnazlıklardır. Geçtiğimiz günlerde Osman Öndeş’in bu vurdumduymazlığı ele alan “Vurun Osmanlı’ya (Bir Medeniyet Nasıl Yok Edildi?)” adlı bir kitabı çıktı. Mühim bir çalışma. Hemen şunu söyleyeyim; eski binaların tahribinde, bilhassa epigrafik malzemenin yani kitabenin yok edilmesinde birkaç çılgın işgüzar memurun dışında merkezi hükümetin bir politikası olduğunu zannetmiyorum. Cehalet önce gelir. Nitekim Atatürk bazı epigrafik malzemeyi (bu gibi kitabeleri) daha iyi değerlendiren Paul Wittek için etrafındakilere; “Bu Avusturyalı bunları okuyor da siz mi değerlendiremiyorsunuz?” demiştir. Paul Wittek o günden sonra pek rahat ettirilmediğinden şikayet etmişti. “Okuyan gibi olalım” demektense “herifi ürkütmek evladır” prensibinin geçerli olduğu anlaşılıyor. 1957’deki istimlakte Demokrat Parti’nin muhalifi birçok yazarın dahi “Sağda solda birtakım eski sefil eserler var bunları niye yakmıyorsunuz” diye açık ihbarcılık yaptığını Aydın Boysan üstad oğlu Burak’la birlikte kaleme aldığı İstanbul kitabında ifade etmiştir.

İstanbul-Osmanlı medeniyetini yıkanların saiki ideolojik olmaktan çok görgüsüzlük ve paradır. Fotoğraf arşivlerini bulduğunuz kadarıyla karşılaştırın. Sultanahmet ve eski Eminönü kazası dahilinde ne kadar eserin son on yılda yıkıldığını, yıkılmasına izin verilmeyenlerin de iki üç yılda bir yapılan kaçak katlarla bir ucubeye döndürüldüğünü görürsünüz.

 


Alayköşkü Caddesi’ndeki 8 numaralı binada eski harflerle “Sağlık Yurdu” yazar. Bu çini levha binayı o zamanki Sıhhiye Nezareti’nin bir dispanser olarak inşa ettirdiğinin delilidir. Bina zamanla poliklinik olma vasfını kaybetmiş, hoyrat kullanımlardan sonra satılmıştır.


İstanbul’u ancak İstanbulluların dikkati ve protestosu kurtarır

Bir grup adam İstanbul’un Bizans kalıntılarının Cumhuriyet dönemi milliyetçiliği tarafından ideolojik olarak yok edildiğini tekrarlar durur. Oysa böyle bir ideolojik tahribat için dahi bir şeyler bilmek lazımdır. Ayrıca Bizans katmanından önce Osmanlı katmanının tahrip edilmesi gerekir ve el hak ediliyor. Hem de son Osmanlı devrinde başlamıştır. 1950’lere kadar bu tahribat yavaş gittiyse memlekete Marshall yardımından Caterpillar inşaat makinelerinin gelmeyişindendir. İkinci Harb’ten sonra bu fazlasıyla telafi edilmiştir. Önce CHP’li vali ve belediye başkanları, sonra bazen aynı adamların DP devrindeki yönetimiyle ve görünmemiş imar faaliyetiyle (!) Osmanlı İstanbul’u coğrafyamızdan silinmiştir. Kalanlara göre topografyayı tespit etmek için bazı gruplar kurulmuştu. Bu şükran duyulacak milli zihin sporu da maalesef bugün ortadan kalkmış gibidir. Şurası gerçektir ki; İstanbul’u ancak İstanbulluların dikkati, hamiyyeti ve protestosu kurtarır.

Milliyet, Yazı: İlber Ortaylı, 12.08.2012

SIRRI ÇÖZÜLMEYİ BEKLEYEN CİSİM

 

 

İnsanoğlu, Peru'da İnka Medeniyeti'nden kalan antik şehir Machu Picchu'nun koca bir dağın üzerinde nasıl inşa edildiğini veya Mısır'daki piramitleri oluşturan taşların birbiri üzerine nasıl o denli düzgün dizildiğini henüz tam olarak keşfedememişken, denizin 87 metre altında dev bir sütun üzerinde bulunan yuvarlak cisim, bilim insanlarının kafasını hayli karıştırdı. Her şey, 19 Haziran 2011'de Baltık Denizi'nin İsveç ve Finlandiya arasındaki Aland Adaları'nda hazine aramaya çıkan Ocean Explorer gemisi mürettebatının sıradışı keşfiyle başladı. Define buldukları sanan dalgıçlar İsveçli Peter Lindberg ve Dennis Aasberg'ı şoka sokan silindirimsi bir şeydi gördükleri. Şey diyorum, çünkü hala ne olduğu bilimsel olarak anlaşılamadı. Bilim insanları bu 'şey'e "anomali" diyor. Görüntülerden de anlayabileceğiniz üzere cisim, bir UFO'ya veya Amerikalı yönetmen George Lucas'ın Yıldız Savaşları filminde hayal ettiği uzay gemisi Millenium Falcon'a benzeyen, mantar şeklindeki bir yapı. Hayal ürünü gibi gelebilir, ama dalgıçlar Ocean Explorer gemisi cismin üzerinde demir attığında elektrikli cihazlarla uydu telefonlarının çalışmadığını söylüyor. İki balık adam, bu cismi keşfettikleri andan itibaren şu notları tuttu: "Denizin 87 metre derinliğinde bulundu. Sütun üzerinde yuvarlak bir kubbesi var. Tamamen taşlaşmış bir yapı. Kubbenin 60 metre genişliğinde yarıçapı var. Çevresi 180 metre uzunluğunda. 1.2 metre kalınlığındaki kubbe deniz yatağından 8 metre yükseklikte. Toplam yüksekliği ise deniz yatağından ölçüldüğünde, tam 12 metre. Kubbenin üzerinde duvarlar var. Sütunun yüzeyi yumuşak ve üzerinde bazı oyuklar mevcut. Sütunla yuvarlak kubbenin yapısıysa biraz farklı. Kubbenin yüzeyi graniti andırıyor. Kubbenin içinde bazı koridorlar var. Bazı koridorlar sanki bir merdivene çıkıyor. Kubbenin tam ortasında 25 genişliğinde bir delik var. Bu delik cismin derinliklerinde bir yere varıyor olabilir mi?" Gördükleri karşısında sudan çıkmış balığa dönen iki adam, cismin ne olduğunu anlamaya çalıştı. UFO, taşa dönmüş bir meteor, buzul çağı öncesinden kalan bir medeniyete ait kalıntı, Ruslara ait bir denizaltı, II'nci Dünya Savaşı'ndan kalan gizli bir Nazi cihazı? Kendilerine Ocean X takımı adını koyarak ikinci kez dalan Peter Lindberg ve Dennis Aasberg'in aklı daha beter karışmıştı. Aasberg, "Cismin ne olacağına dair soru işaretine cevap bulacağımıza, soru işaretleri giderek attı" dedi. 10 Temmuz günü üçüncü kez daldılar. 21 Temmuz'da döndüler. Tarihçiler, gökbilimciler, sualtı bilimcileri, ufolara inananlar, bilim-kurgu filmi hayranları onlardan cevap bekliyor. Ama üzgünüm; soru hala aynı: "Bu cisim neyin nesidir?"

Sabah, Haber: Şule Güner, 13.08.2012

KÜTAHYA'DAKİ ANTİK KENTTE HOROZ HEYKELCİĞİ BULUNDU

 

 

Denizli’den gelerek Kütahya’nın Çavdarhisar İlçesi’ndeki tarihi Aizanoi antik kentinde kazı çalışması yapan Pamukkale Üniversitesi ekibi horoz heykelciliği buldu.

Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü tarafından başlatılan Aizanoi antik kentindeki kazı çalışmaları sürüyor. Bu yıl 15 Mayıs 2012 tarihinde başlayan ve 15 Eylül 2012 tarihe kadar sona erecek kazı çalışmalarında pişmiş topraktan yapılmış olan horoz ve kuş heykelcikleri bulundu. Kazı Grubu Başkanı olan Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Elif Özer, antik kente ait metropol üzerinde kazı çalışmaları yapıldığını belirtti. Doç.Dr. Özer, kendilerinin Denizli’den geldiklerini ve bu kentin simgesi olan horoz heykelciğini Kütahya’daki kazıda bulduklarını belirterek şöyle konuştu. Kazı çalışmalarımız sırasında bizi çok sevindiren bir horoz heykelciği ile karşılaştık. Bu yıl ilk kez metropol alanında yani kentin mezarlık alanında çalışmalara başladık. Bu alanda çok ilginç buluntularla karşılaşıyoruz. Mezar 3 diye adlandırdığımız bölgede horoz ve kuş heykelcikleri bulduk. Bu horoz heykelciği bizi çok sevindirdi. Çünkü Denizli’den gelip Kütahya’nın Çavdarhisar İlçesi'ndeki antik kentte bir horoz heykelciği bulmak bizler için enteresandı. Biliyorsunuz ki Denizli’nin horozu meşhur. Ancak bu ne Denizli’nin ne de Kütahya’nın horozu değil. Bu yaklaşık 2 bin yıl önce pişmiş topraktan yapılmış bir horoz heykelciği. Antik ve Roma döneminde mezarlardaki kuşlar öteki Dünya’ya ruhları taşıdığına inanılarak konuluyor. Horoz çoğunlukla Antik Yunan Roma döneminde, genç yaşta ölen erkekleri betimler. Onlarla ilgili sembollerden biridir. Mezar içerisinde ayrıca bir insan iskeleti de bulduk. Bunun muhtemelen bir erkeğe ait olduğunu düşünüyoruz.

Doç.Dr.Elif Özer, Pamukkale Üniversitesi olarak Aizanoi antik kentteki kazı çalışmalarına geçen yıl başladıklarını belirtti. Bu yılki kazıların 1 Mayıs-15 Eylül 2012 tarihleri arasında gerçekleştirileceğini ifade eden Doç.Dr.Özer, 90 kişilik ekiple çalışmaların sürdüğünü ekledi.

haberler.com, 12.08.2012

30 YIL ÖNCE ÖLEN RESSAMA BAKANLIK MEKTUBU!

 

  

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler Genel Müdürlüğü öyle bir hata yaptı ki inanılır gibi değil. 30 yıl önce ölen ünlü ressamımız Nurullah Berk’e mektup göndererek, bakanlık tarafından basımı yapılan ‘Hat ve Tezhip’ kitabına verdiği katkılarından dolayı teşekkür etti. 

Ünlü Türk ressamımız Nurullah Berk öleli tam 30 yıl oldu. Türkiye ’de geometrik-figüratif yapımcılığın (konstruktivizim) ilk temsilcilerinden biridir Berk. AKP Kadıköy Belediye Başkan adayı mimar Sinan Genim’in de kayınpederidir. Genim, Berk’in kızı Renan ile evlidir. Geçen günlerde kapılarını çalan postacının getirdiği mektup Sinan - Renan çiftini duygulanmasına, Renan Hanım’ın göz yaşlarına boğulmasına neden oldu. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü ‘Hat ve Tezhip Sanatı’ isimli çıkardığı kitabı çiftin adreslerine gönderdi. Kitapla beraber de bir mektup. Mektup 30 yıl önce yaşamını yitiren ünlü ressam Nurullah Berk adına gelmişti... 





Katkılarına teşekkür 
Kütüphaneler ve Müzeler Genel Müdür yardımcısı Ümit Yaşar Gözüm imzasıyla 03 Ağustos 2012 tarihli gelen mektupta şöyle deniliyor: “Sayın Nurullah Berk, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayın piyasasında sınırlı sayıda yayınla nitelikli bir yere sahip olmak ve ülkemizde yayıncılığın bir sektör olarak örgütlenmesinin hukuki alt yapısını hazırlayarak sektörleşmenin önündeki engelleri ortadan kaldırmak amacıyla yapılandırılan yeni yayın politikası ile yayıncılık faaliyetlerini sürdürmektedir. Türk kültür sanat ve edebiyatının yaşatılması, geliştirilmesi ve kitlelere açılmasına öncülük edecek eserler oluşturulmasını ilke edinen yayın politikamız ile aynı zamanda kültürel birikimimizin ulusal ve uluslararası alanlarda tanıtılması çabalarına katkı sağlanması heeflenmektedir. Bu anlayış ve katkılarınızla hazırlanarak kültür hayatımıza kazandırılan ‘Hat ve Tezhip Sanatı’ adlı eserden, kitap üzerindeki katkınızdan ve ilgili mevzuat doğrultusunda 1 adet gönderilmiştir. İlgilerinize teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim. İmza: Ümit Yaşar Gözüm Bakan Adına Genel Müdür Yardımcısı.” 

Nurullah Berk’in kızı Renan Genim olayı şöyle anlatıyor: “Güvenlik aradı. Nurullah Berk adına bir posta geldi diye. İlk şoku orada yaşadım. Getirin herhalde bir yanlışlık var, ama ne olduğunu da merak ettim. Gelen kargonun üzerinde Kültür ve Turizm Bakanlığı imzasını görünce şaşkınlığım daha da arttı. Babamın adına gönderilmişti. Duygulanarak açtım. İçinde bir kitap. Bir de mektup yazılmıştı. Mektup babam adına yazılmış. Ağlayarak okudum. Kültür Bakanlığı bu hatayı nasıl yapabilir? Günlerdir kendime gelemiyorum.” 

Kayınpederi adına gelen mektuba çok da şaşırmadığını söyleyen Mimar Sinan Genim ise şöyle konuştu: “Bunu hazırlayan memur hadi bilmiyor, imzalayan bürokrat da mı bilmiyor? Rahmetli bu adreste hiç oturmadı. Adresi nereden buldun? Bu adresi bulabilmek için gösterdiğin çabada hiç mi rahmetliyi araştırmadın. Damadı olarak beni öğrendin, tamam nasılsa o adrese gider diye bana gönderdin. Şaşırmıyorum. Mimar Sinan adına bir teşekkür mektubu da bana gelebilir mesela. Hiç mi bastığınız kitabı okumuyorsunuz? Günlerdir eşimin psikolojisi bozuldu. Bakanlığın aileden özür dilemesini bekliyorum.” 

Mektupta Bakan Ertuğrul Günay adına imzası bulunan Genel Müdür Yardımcısı Ümit Yaşar Gözüm’ü aradık. İlk tepkisi şuydu: “Ne demeye getiriyorsunuz anlayamadım?” Berk’in 30 yıl önce öldüğünü hatırlattığımzda ise Gözüm şöyle konuştu: “Bunu bilmediğimi düşünmüyorsunuz herhalde. Biz telifi kişi adına gönderiyoruz ama varislerine veriyoruz. Bir hata yapmış olabiliriz. Bundan bir sonuç çıkarmanıza gerek yok. İzinden dönünce bu hatayı kim yapmış tespit yapar, hesabını da sorarız. Gerekirse özür de dilenir.”

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 12.08.2012

DÜNYADA BİR EŞİ YOK

 

     

 

Bitlis'in Ahlat İlçesi'nde, 210 donum alana sahip dünyanın en büyük İslam mezarlığı olarak bilinen Selçuklu meydan mezarlığında bulunan, 4 metre yüksekliğe yaklaşan değişik motif ve figürlerle bezenmiş mezar tasları ile işlemeli sandukalar önemli Selçuklu eserleri arasında yer alıyor. Ahlat Selçuklu mezarlığında 8000 üzerinde abideleri andıran mezar taşı bulunuyor.  12. yüzyıldan günümüze gelen dünyanın en büyük İslam Mezarlığı, havaların ısınmasıyla birlikte yerli ve yabancı ziyaretçilerin akınına uğruyor.





Tarihi Selçuklu Mezarlığı'nda bulunan binlerce mezar taşı üzerindeki bezemeleriyle tarihe ışık tutarken, havaların ısınması ile birlikte abidevi ve sanatsal mezar taşlarını görmek isteyen yüzlerce ziyaretçi buraya akın ediyor. İkinci Orhun Abideleri olarak ta bilinen Selçuklu Mezarlığı ve abidevi mezar taşları, ilk kez görenleri ise adeta büyülüyor. Bilim adamları; geometrik şekiller, bitkisel motifler, ejder başlıklar, nişler ile tezyin edilmiş mezar taşlarını, Asya tesiri ile Orhun Anıtları'na bağlıyor. Bu bağlamda dünyada bir eşine ender rastlanan abidevi mezar taşları dünyanın her yerinden binlerce ziyaretçisini kabul ediyor.





Selçuklu Mezarlığı, 210 bin metrekarelik düz bir alanı kaplayan, 11. ve 12. yüzyıldan kalan dünyanın en büyük İslam Mezarlığı ve en büyük açık hava müzelerinden biri olma özelliğini taşıyor. Mezarlıkta şu ana kadar tespit edilen ve her biri şaheser olan 8 bin adet tarihi mezar taşı bulunuyor. Yüksekliği 4,5 metre civarında olan mezar taşları üzerindeki geometrik şekiller ve bezemelerin tamamen bir sanat eseri olduğu belirtiliyor.

Habertürk, 12.08.212

5 MADDEDE TOPKAPI'NIN YENİ BAŞKANI

 

 

İlber Ortaylı’nın emekliye ayrılmasının ardından Topkapı Sarayı Müzesi’nin başkanlığına, Ayasofya Müzesi Başkanlı Doç.Dr. Ahmet Haluk Dursun atandı. Dursun’u yakın markaja aldık.

 

- Kariyeri
- İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Sonçağ ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Bölümü mezunu. AKP döneminde güvenilir bir bürokrat portresi çizdi. İBB Kültür A.Ş. Genel Müdür Danışmanı oldu, Miniatürk Projesi’ne katkıda bulundu. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın talebiyle Ayasofya Müzesi Başkanlığı’na getirildi, bu görevi yedi yıl yürüttü.

 

- Stratejisi
- Ayasofya Müzesi Başkanı’yken medyatik bir portre çıktı karşımıza. Müzeyi gezmeye gelen yabancı devlet başkanlarının yanında görüntülendi. ABD Başkanı Obama’ya Türkiye ziyaretinde Ayasofya’yı gezdiren de oydu. Görevini, “Burası Dışişleri Bakanlığı kadar temsil özelliğine sahip. Yurtdışından resmi heyetler buraya geliyor. Papa, Rus Patriği ya da Obama ile bire bir konuşma imkanına sahibim” diye tanımlamıştı.

 

- Ayasofya’nın ibadete açılmasıyla ilgili görüşü
- Ayasofya’nın ibadete açılması talepleriyle  ilgili daha önce verdiği röportajda, “Ayasofya müze kalmalı, başka bir yol çok büyük sıkıntılara yol açar” demişti. Bu yıl verdiği röportajdaysa, Ayasofya’nın 1934’te çıkarılan bir bakanlar kurulu kararıyla müze statüsüne geçirildiğini hatırlatarak, “Ancak ve ancak yine bir bakanlar kurulu kararıyla yeni düzenleme yapılabilir” dedi, Ayasofya’da ibadet için yeşil ışık yaktı.

 

- Daha önce yaptıkları
- Ayasofya’yı araştırmacılara açtı, arşivini dijital ortama aktardı. Müze yıllığını 18 yıl aradan sonra yeniden çıkardı. Deposundaki envanteri görsel ağırlıklı kitap haline getirdi. 17 yıldır Ayasofya’nın orta yerinde tavan restorasyonu için duran iskeleyi, çalışmaları hızlandırıp bitirdi, şantiye görünümüne son verdi.

 

- Topkapı Sarayı için ondan beklentiler ne?
- Arşivci titizliğiyle zaman zaman güvenlik sorunları yaşayan saraya büyük katkı sağlaması bekleniyor. Uluslararası seminerlere katılan Dursun’a sarayın tanıtımı konusunda da ümit bağlanmış durumda.

Hürriyet Pazar, Haber: Ali Dağlar, 12.08.2012

KAYIP PİRAMİTLER ORTAYA ÇIKTI

 

 

Bilim insanları, Google Earth programı sayesinde Mısır’da bugüne kadar saklı kalan piramitlerin keşfedilmiş olabileceğine inanıyor.

 

Uydu görüntülerini analiz ederek araştırmalar yapan arkeolog Angela Micol, Google Earth programında yer alan fotoğraflarda ‘kayıp piramitler’ keşfettiğini öne sürdü.

Micol, GoogleEearthAnomalies.com sitesinde yaptığı açıklamada, “Mısır’ın kuzeyinde, çok ilginç görünüme sahip tümsek grupları bulunduğunu” belirtti. Micol, piramit olabileceğini belirttiği yapılar arasında yaklaşık 145 km mesafe bulunduğuna dikkat çekti. Ntvmsnbc'nin haberine göre Google Earth üzerinde tespit edilen “tümseklerden” bir kısmı, Nil Nehri’nin yakınındaki Abu Sidhum kentinden 20 km mesafede bulunuyor. Bölgede, dört tümsek ve üçgen şeklinde bir plato göze çarpıyor. Tümseklerden büyük olan ikisi, yaklaşık 75 metre genişliğindeyken, küçük olan tümseklerin 30 metre genişliğinde olduğu tahmin ediliyor.

Micol, yaptığı açıklamada, “Görüntüler yakından incelendiğinde, tümseklerin çok düz bir tavana sahip olduğu ve zamanla erozyona uğradığı izlenimi veren simetrik üçgen bir şekle sahip olduğu görülüyor” dedi.

Micol, bir diğer kayıp piramidin, Abu Sidhum’un 145 km kuzeyinde, Fayoum vahası yakınlarında olduğunu belirtti. Bölgede, yaklaşık 45 metre genişliğinde, dört kenarlı, ‘tepesi kesilmiş’ bir tümsek yer alıyor. Micol, bu piramit hakkında, “Tepeden bakıldığında bu yapının doğal bir tümseğe kıyasla kare şeklinde bir merkeze sahip olduğu görülüyor” dedi.

Antik kent Dimai’nin sadece 5 km güneydoğusunda kalan bölgede, ilk tanıma uyan üç küçük piramit benzeri tümsek daha yer alıyor. Micol, bu yapıların, “Giza Platosu’ndaki piramitlerin köşegen dizilimine benzeyen bir konumda yer aldıklarını” ifade etti. Micol ayrıca, “tümseklerin sahip olduğu rengin, Dimai kentinin duvarlarındaki materyale benzerlik gösterdiğini, çamur tuğla ve taştan yapılmış piramitler olabileceğini” söyledi.

 

 

YUCATAN’DAKİ KAYIP PİRAMİTLER
Micol, kızıl ötesi görüntüleme uygulanarak, söz konusu yapıların daha detaylı incelenebileceğini belirtti. Kadın arkeolog, elde ettiği bilgileri incelemeleri için Mısır bilimci ve araştırmacılara gönderdiğini ifade etti.

Micol, uydu görüntüleri üzerinde yaptığı analizlerde bugüne dek başka keşiflerde de bulunduğunu, bunlardan bir tanesinin Meksika’nın Yucatan yarımadasındaki ‘yeraltı kenti’ olduğunu belirtti.

Micol, Yucatan’da bulunduğuna inandığı yeraltı kenti ve diğer ortaya çıkarılmamış antik yapılara dikkat çekebilmek için belgesel çekmek istediğini belirtti.

Habertürk, 12.08.2012

TÜRSAB'DAN LAODİKYA VE TRİPOLİS'E BÜYÜK JEST

 

 

Türkiye Seyahat Acentaları Birliği (Türsab), Denizli’de bulunan ve Pamukkale Üniversitesi Arkeoloji Bölümü tarafından kazı çalışmaları yapılan antik kentler Laodikya ve Tripolis’de kullanılmak üzere 2 çift kabinli kamyonet hediye etti.

 

Türsab Başkanı Başaran Ulusoy ve yönetim kurulu üyeleri, 2 hafta önce Denizli Vali Abdülkadir Demir ve AKPli Belediye Başkanı Osman Zolan ile birlikte antik kentleri ziyaret etmiş ve çıkan eserleri incelemişti. Gezi kapsamında Laodikya antik kentini de gezip inceleyen Türsab Başkanı Başaran Ulusoy, antik kentte gün yüzüne çıkarılan eserlere hayran kalmış ve kamyonet sözü vermişti. Ulusoy’un söz verdiği kamyonetler perşembe günü Denizli’ye getirilerek biri Laodikya Antik Kenti kazı Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek’e, diğeri ise, Buldan İlçesi’ndeki Tripolis Antik Kenti Kazı Başkanı Yrd.Doç.Dr. Bahadır Duman’a teslim edildi. Türsab, daha öncede Laodikya antik kentinde kullanılmak üzere 70 ton ağırlığı kaldırabilen vinç hediye etmişti.

 

Laodikya Kazı heyeti Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek, Türsab Başkanı Başaran Ulusoy’un antik kentlere büyük destekler verdiğini belirterek, şöyle konuştu:

“Ulusoy, antik kentimize geldiği zaman çalışmaları yerinde inceledi ve ortaya çıkarılan eserlere hayran kaldı. Özellikle Denizli’deki antik kentlerdeki çalışmaları yakından takip ediyor. Bu nedenle kazılarda kullanılmak üzere her biri 55 bin TL değerinde çift kabinli iki kamyonet hediye etti. Biz de Pamukkale Üniversitesi Arkeoloji Bölümü olarak Başaran Ulusoy’ı verdiği destekten dolayı teşekkür ediyoruz.”

 

Pamukkale Üniversitesi Arkeoloji Bölümü ve Laodikya Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek, üniversite olarak Laodikya, Tripolis, Aizanoi, Stratonikeia ve Ayasuk antik kentlerinde kazı çalışmaları yaptıklarını söyledi.

haberler.com, 12.08.2012

"AÇIKLAYACAĞIM ESER BİZİ HEM ÜZECEK, HEM SEVİNDİRECEK"

 
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın, Şanlıurfa ziyaretinde yaptığı, pazartesi günü yeni bir armağanı Türkiye'ye tanıtmaya çalışacağı yönündeki açıklama kamuoyunu heyecanlandırdı.

Konuyla ilgili soruları cevaplayan Günay, açıklayacağı armağanın kendisini de çok heyecanlandırdığını belirterek, ''Açıklayacağım şey bizi hem üzecek hem sevindirecek. Bu tür şeylerde ne kadar geç kalınmış ne kadar hatamız olmuş, kaybımız olmuş onları görüp bir yandan üzülsek de diğer yandan şimdi bunları ortaya çıkarmak gayretimiz nedeniyle de hep birlikte sevinç duyacağız'' diye konuştu.

Bu tür konulara toplumsal ilginin arttığını ifade eden Günay, Anadolu tarihine bütünüyle sahip çıkıldığını, toprak altındaki ve üstündeki eserlerin korunması anlamında yurt içinde ve dışında büyük bir bilinç uyandığını vurguladı.

Uyanışın 20-30 yıl önce başlaması halinde bugün çok daha iyi bir yerde olunacağını dile getiren Günay, ''2010'lardan itibaren güzel bir noktadayız. Son bir kaç yılda da bu bilinç çoğalmaya başladı. Tarih, arkeoloji, müze, eski eserler bizim günlük hayatımızın tartışma konuları haline geldi'' diye konuştu.

Bu durumun çok güzel bir gelişme olduğunu ve gurur duyduğunu belirten Günay, uyanışa katkı yapmak konusunda yoğun bir çaba sürdürüldüğünü söyledi.

Türkiye'nin her köşesinin kültürel tarih açısından ayrı bir zenginlik barındırdığını ifade eden Günay, şöyle konuştu:
''Hatay'dan başlayarak Diyarbakır'dan Van'a kadar uzanan Kuzey Mezopotamya çok zengin. Bu bölgede biz müzeler şantiyesi yaptık. Şu anda Hatay'da bir büyük müze yapıyoruz. Şanlıurfa'da temel attık. Mardin Müzesi'nin restorasyonu bitti, onu gezdik. Müze yaptığımız büyük eserler var Kasımiye Medresesi gibi. Diyarbakır'da İç Kalede'ki tarihi eserleri müze yapıyoruz. Van'da bayramdan sonra yeni bir müzenin temelini atacağız. Ahlat'taki dünyanın en büyük Türk İslam mezarlığını yeniliyoruz.

Bu bölge ilerde İspanya'nın Endülüs'ü gibi dünya çapında bilinecek inşallah. Bölgenin tek şeye ihtiyacı var o da barış! İçerde ve dışarda barış olduğu taktirde bu bölge önümüzdeki 5-10 yıl içinde dünyanın en bilinen kültür-barış noktalarından, kültür-ulaşım noktalarından birisi olacak inşallah.''

Son dönemlerde yürütülen çalışmaların diğer ülkeler tarafından da yakından takip edildiğine işaret eden Ertuğrul Günay, Mardin ve Bodrum'un yüksek satış oranına sahip dergilerde kapak olduğunu, daha önce açıklanan eserlerin de yabancı basında büyük ses getirdiğini hatırlattı.

Habertürk, 12.08.2012

 

******


SIR GİBİ SAKLANAN ESER AÇIKLANDI

 



 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, sır gibi saklanan, yeni bulunan tarihi eseri tanıttı.

 

Günay'ın Başbakanlık Merkez Bina'da düzenlediği basın toplantısında yapılan kazı çalışmaları sonrası bulunan, haftalardır sır gibi saklanan ve kamuoyunda büyük merak uyandıran eseri açıklandı. Toplantının sonunda eylül ayında yeni bir eser daha kamuoyuna açıklayacağının müjdesini verdi.

 

İşte basın toplantısından notlar...

“İngiltere’de bazı vatansever arkadaşlarımız tarafından takibi yapılarak, bugün sizlere tanıtılan 34 parça halindeki bu çinilerin 8 Ağustos tarihinde ülkemize iadesi sağlanmıştır."

 

"Bu eser gördüğünüz kadar sağlam değildi. Bir puzzle gibi yer bir taşı yerine koyduk. Anadolu Medeniyetleri Müzesi ve Ankara Etnografya Müzesi çalışmaları yürüttü. Ve bu eseri Ankara Etnografya Müzesi'nde sergilemeye başlayacağız."

 

Yaptığımız takiplere bir diğer örnek ise Bursa İli, Yenişehir İlçesi’nde bulunan Sinanpaşa Camii’nde 17.02.1998- 21.07.2001 ve 31.01.2002  tarihlerinde vuku bulan üç  hırsızlık olayı sonucu çalınan  çinilerdir.

 

“10 yıl önce Bursa İli, Yenişehir İlçesi’nde bulunan Sinanpaşa Camii’nde  17.02.1998- 21.07.2001 ve 31.01.2002  tarihlerinde tarihlerinde vuku bulan üç  hırsızlık olayı sonucu çalınan çinilerdir.

"Eser pencere üstü süsüdür. Ve İznik çinisidir.”

 

 “Üzerinde Haşr Suresi’nin 23.Ayeti’ni yazılı.”

 

"Bu eserde 'esenlik veren, selamet veren, emin olunan, iman edilen, himaye eden, koruyan gözeten, aziz her şeyi yaptırabilen ve en yüce olan' yazıyor."

 

"Hem anlam olarak hem yazım olarak hem de süsleme olarak çok güzel. Bu eseri ülkemize getirmek çok sevindirici. Allah bunu elimizden almasın. Katkı yapan tüm arkadaşlarıma bir kez daha teşekkürlerimi sunmak istiyorum"

Hürriyet, 13.08.2012

 

******


YENİŞEHİRLİLER ÇİNİLERİ İSTİYOR

 

 

Sinanpaşa Camii’nden çalınan 400 yıllık iznik çinilerinin Türkiye’ye getirilmesi Yenişehir halkını sevindirdi.

 

Belediye Başkanı Cingil, çinilerin Sinanpaşa Camisi’ne yeniden kazandırılmasını istedi.

Çinilerin, depremde hasar gören caminin ibadete kapalı olduğu dönemde çalındığını ifade eden Yenişehir Belediye Başkanı Bülent Hamdi Cingil, tarihi yapının deprem güçlendirmesi yapıldığını ve çinileri özel güvenlik ve kameralarla koruyabileceklerini söyledi.


Çinilerin Türkiye’ye geri kazandırılmasının kendilerini çok mutlu ettiğini kaydeden Cingil, ’Yıllarca bu hasret içindeydik. Türkiye’ye geldiğini öğrendik. Bu durum ilçede büyük bir sevinçle karşılandı. Kültür ve Turizm Bakanımız Etnografya Müzesi’nde sergileneceğini söyledi. Eserlerin ait olduğu yere monte edilmesinde fayda olduğunu ifade ediyoruz. Burası Sinan Paşa Külliyesi’nin sadece bir bölümü. Şu anda kamulaştırma devam ediyor. Burası 16. yüzyıl eseridir. Müthiş büyük bir külliyedir. Medresesini imarethanesini, arasta çarşısını da inşa edeceğiz’ dedi.

 
 

Çinilerin gelmesi durumunda güvenliğin bir kat daha artırılacağını, külliyenin de tamamlanmasıyla burada 24 saat hayatın devam edeceğini kaydeden Cingil, “Bundan sonraki hedefimiz Yenişehir’de Osman Gazi’nin sarayını ortaya çıkarmak. Çünkü Yenişehir İlçesi, Osmanlı kurulmadan önce imparatorluğa 27 yıl başkentlik yapmış. İnşallah Osman Gazi’nin ilk sarayını da ortaya çıkarmak bize nasip olur’ diye konuştu.

Bursa Olay, 15.08.2012

BEYCESULTAN'DAN TARİH FIŞKIRIYOR

 

Denizli’nin Çivril İlçesi yakınında bulunan Beycesultan antik kentinde Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi tarafından sürdürülen kazılarda Kalkolitik Çağ'dan, Bronz Çağ'a, Hitit, Bizans, Roma dönemlerine ait önemli bulgular ortaya çıkarılıyor.

 

Denizli Valisi Abdülkadir Demir, Çivril'e gidip Beycesultan kazıları hakkında Kazı Heyeti Başkanı Ege Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Prof.Dr. Eşref Abay'dan bilgi aldı. Prof.Dr. Abay, Beycesultan'ın dünya arkeolojisi tarafından bilinen arkeolojik sit alanı olduğunu belirtip, “Çok sayıda medeniyete ev sahipliği yapmış Beycesultan'da yaşayan medeniyetlerin izlerini görmek mümkün. Bölgenin kültür turizmine açılması için Beycesultan'ın tanıtımına önem verilmelidir” dedi.


Vali Demir, Beycesultan kazılarında çıkarılan bazı eserleri inceledi, “Denizli'nin her köşesinden tarih fışkırıyor. Biz, Denizli'yi tanıtırken Pamukkale ile sınırlı kalmayacağız. Tüm değerlerimizi ön plana çıkarmaya çalışacağız” dedi.

Hürriyet, Haber: Tunay Yazıcı, 12.08.2012

1500 YILLIK UNUTKANLIK

 

 

Denizli'de arihi antik kent Laodikya'da yapılan kazı çalışmalarında Kutsal alanın duvarında bir oyuğun içine saklanmış yaklaşık 1500 yıllık 10 adet bronz sikke bulundu.

 

Laodikya Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek, bunun antik dönemde de insanların paralarını koydukları yerde unuttuklarının göstergesi olduğunu söyledi.


Eski Roma İmparatorluğu'nun en kutsal şehirlerinden biri olan Laodikya antik kentinde Pamukkale Üniversitesi Arkeoloji Bölümü tarafından yapılan kazı çalışmaları tüm hızıyla sürüyor. Prof.Dr. Celal Şimşek başkanlığında yapılan kazılarda antik döneme ait tanrılara ve imparatorlara dair ilginç eserler gün yüzüne çıkarılıyor. Kentin çeşitli bölümlerinde kazı çalışmaları 12 ay boyunca sürüyor. Kutsal Agora Güney Portik duvarında yapılan kazı çalışmalarında ilginç bir buluntu ortaya çıkarıldı. 4 metre yüksekliğindeki duvarın bir oyuğuna saklanmış 10 adet bronz sikke bulundu. Yapılan araştırmada sikkelerin dönemin imparatorları 1. Justinianus ile 2. Justinus ile MS 527 ile 578 tarihleri baskılı olduğu belirlendi. Sikkelerin o dönemde yaşayan bir kişi tarafından duvara saklandığı, daha sonra sikkeleri koyan kişinin ya öldüğü ya da duvardan almayı unuttuğu sanılıyor. Bulunan sikkeler kazıevinde koruma altına alındı.


Laodikya Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek, bulunan sikkelerin yaklaşık 1500 yıllık olduğunu belirterek, “Kutsal alanın 4. yüzyılda yapıldığını sanıyoruz. Buraya yaklaşık 1500 yıl önce bırakılmış sikkeler bulduk. Tahminen bir kesenin içinde, önü taşla gizlenmiş. Antik dönemdeki unutkanlığın 1500 yıl sonra nasıl ortaya çıkarıldığını anlıyoruz. Bu sikkeler 6. yüzyılın ortalarına ait. O dönemde zor günler ya da yatırım amaçlı bırakılmış olabilir. Bırakan kişi unuttuktan ya da öldükten sonra sikke burada bu şekilde kalmış. Günümüzde de bankalarda insanlar paralarını unutuyorlar. 1500 yıllık unutkanlığı ortaya çıkardık” dedi.

Hürriyet, Haber: Ramazan Çetin 11.08.2012

SAÇ TELİ VAN GOGH'UN MU?

 

 

Ünlü Hollandalı ressam Vincent Van Gogh’un ‘Still Life with Peonies’ adlı tablosunda kime ait olduğu bilinmeyen bir saç teline rastlandı. Çıplak gözle görülebilen saç teli, tablonun kalın boyasının altında gizli kalmış. Yeni fark edilen 20 cm uzunluğundaki kızıl saç teli, eğer ressama aitse Köln’de yaşayan tablonun sahibi Mark Roubrocks (44) mültimilyoner olabilir. Çünkü, saç telinin Van Gogh’a ait olduğu belirlenirse, tablonun fiyatı 50 milyon dolara çıkabilir. Tablo 1977’de Belçika’da bir tavan arasında bulunmuş, Mark Roubrocks’ın babası tarafından satın alınmıştı.

 

Alman Bild gazetesine konuşan bir uzman, “Saç teli tablonun sahibine ait olmalı, yoksa bu kadar derinde olmazdı” dedi. Saç örneği dahi ressamın mirasçılarından alınan DNA örnekleriyle eşleştirilecek.

Hürriyet, 10.08.2012

EFSANE BATIK TONGA'DA BULUNDU

 

Efsanevi korsan gemisi Port-au-Prince'a ait batık Tonga açıklarında bulundu. Tonga Turizm Bakanlığı yetkilisi, dalgıçların Haapai adaları açıklarında tespit ettikleri batığın çok büyük ihtimalle, 1806'da batan, altın yüklü korsan gemisi Port-au-Prince'e ait olduğunu söyledi. Port-au-Prince ile yol alan korsanlar 1805'te Peru'daki İspanyol yerleşimlerini yağmalamış, İspanyol gemilerine saldırmış, ardından Pasifik'te yerli halkların saldırısına uğramıştı. Yerliler, toplarını aldıktan sonra altın, gümüş ve bakır yüklü gemiyi batırmıştı.

Sabah, 11.08.2012

ESERLER HURDALIKTA ÇÜRÜYOR

 

 

İstanbul’daki en büyük tarih katliamlarından biri olan 1957 yılında Aksaray’daki yol genişletme çalışmalarında, yerlerinden sökülen eserlerin Feriköy’deki eski su depolarının yanında bulunan bir hurdalıkta çürümeye terk edildiği ortaya çıktı.
 

İstanbul'daki en büyük tarih katliamlarından biri olan 1957 yılında Aksaray'daki yol genişletme çalışmalarında, yerlerinden sökülen eserlerin Feriköy'deki eski su depolarının yanında bulunan bir hurdalıkta çürümeye terk edildiği ortaya çıktı.

 

Mimar Korhan Gümüş, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından numaralandırılarak envantere kaydedilen eserlerin hurdalara, çöplere karışmış vaziyette olduğunu söyledi.

 

"Son gittiğimde buradaki mermer parçaların üzerinde dozerler çalışmaktaydı" diyen Gümüş, söz konusu eserlerin restore edilerek yeniden kente kazandırılması gerektiğini ifade etti.

 

Bu eserlerden Silahtar Yahya Efendi Çeşmesi'nin kurtarılarak Kabataş'ta monte edildiğini belirten Gümüş, söz konusu çeşmenin sağa sola dağılmış parçalarının gönüllü bir çalışmayla kurtarıldığını söyledi. Aynı çalışmanın diğer parçalar için de yapılması gerektiğini belirten Gümüş, "Büyük olasılıkla bu tarihi eserler bulundukları yerlere yakın bir konumda tekrar kente iade edilecekti. Nitekim Kabataş'ta meydan çeşmesine dönüştürülen sebilde olduğu gibi bunların bazıları yeniden yerleştirildi. Ancak bir kesinti oldu. Bunların büyük bir bölümü hurdalıkta unutuldu. 1960 darbesi ve ondan sonraki yönetimlerin vurdumduymazlığı bu eşsiz hazinenin unutulmasına ve burada mahvolmasına neden oldu. Şimdi büyük bir korku içindeyim" dedi.

Taraf, 10.08.2012

TRUVA'YI AMERİKALILARA DEVREDİYORLAR

 

 

Alman arkeologlar Truva’daki kazıları 2013′te ABD’lilere devredeceklerini açıkladılar. Ancak Almanlar Türkiye genelindeki arkeolojik çalışmalarını sınırlandırmayı düşünmüyor.

 

İki kıtanın buluştuğu, insanlığın kadim yurtlarından biri olan Anadolu’da Almanlar yüzyılı aşkın süredir farklı bölgelerde arkeolojik çalışmalar yapıyorlar. Şimdiye kadar birçok eserin gün yüzüne çıkarılmasıyla literatüre geçen çalışmalara imza atan Alman arkeologlar zaman zaman kendi yurtlarına götürdükleri Anadolu kökenli arkeolojik eserlerle de gündeme geldiler. Bugünlerde Türkiye’deki arkeoloji çevrelerinde Alman arkeologların Truva’daki kazıları 2013′te ABD’li meslektaşlarına devretmelerinin nedenleri konuşuluyor. Truva Kazı Başkanı Tübingen Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Ernst Pernicka, maddi nedenlerden dolayı çalışmalara ara verecekleri ifade etmişti.

 

Bu açıklamalar Alman arkeolojisinin Türkiye’deki çalışmalarını tekrardan gündeme getirdi. Türkiye’de Bakanlar Kurulu 2011 yılında 43 yabancı ekibe kazı için izin verirken, bu 43 kazının 10′u Almanlar tarafından yapılıyor. 2010′da ise 40 kazının 12 tanesinde Alman ekipler görev yapıyordu. Alman ekiplerin yaptığı kazı sayısı azalsa da Türkiye’de çalışmalarını sürdüren Alman arkeologları Türkiye’deki çalışmalardan kesinlikle vazgeçme eğiliminde olmadıklarını, uzun vadeli planlamalar yaptıklarını anlatıyor. Alman Arkeoloji Enstitüsü İstanbul Şubesi Direktörü Prof.Dr. Felix Pirson, Deutsche Welle Türkçe Servisi’ne yaptığı özel açıklamada kurumun Türkiye çalışmalarını özetledi. Pirson, “Alman Arkeoloji Enstitüsü, Türkiye’de Göbeklitepe, Hattuşa, Milet, Priene, Didim ve Bergama çalışmalarını yürütüyor. Bu çalışmaların hepsi uzun vadeli çalışmalar. Dolayısıyla bu çalışmaların şimdiden belirlenmiş bir tarih çizelgeleri yok. Ancak her 5 yılda bir her proje Enstitü’nün bilimsel kurulunda değerlendirilmek zorunda. Enstitü’nün İstanbul Şubesi’nde 25 kişi görev yapıyor. Fakat çeşitli projelerde çalışan arkeologların ve çalışanların sayısı daha fazla. Sadece Bergama kazılarında 75 kişi çalışıyor. Bunun yanında bu kazıda bölgedeki 38 kişiye de ayrıca istihdam sağlanıyor. Milet kazılarında da hemen hemen aynı sayıda akademik personel çalışmalara katılıyor. Diğer çalışmalarda çalışan akademik çalışanların sayısı 35-50 arasında değişiyor. Türkiye’de kazı çalışmaları yanında ciddi bir fotoğraf arşivi projemiz var. Çok büyük tarihi değeri olan fotoğrafların yüzde 80′inini dijital ortamlara aktardık. Enstitü’nün Türkiye’deki çalışmaları için ayrılan bütçe ise birkaç milyon Euro civarında. Bunun yanında biz ne maddi nedenlerle ne de başka nedenlerden dolayı Türkiye’deki çalışmalarımızı durdurmayı düşünmüyoruz” diye konuşuyor.

 

Pirson ile birlikte Türkiye’de çalışmalar yürüten Alman arkeologlar da Türkiye’deki çalışmalarının önemine dikkat çekiyor. Truva çalışmalarını devreden kazı ekibi başkanı Tübingen Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Ernst Pernicka, “Kazıyı ABD’li ekibe devretmemiz, buradaki çalışmaları sonlandırdığımız anlamına gelmiyor. Daha çok Yunan ve Roma dönemine ait Truva Aşağı Şehir’deki kalıntılarla ilgili yapılacak geniş kapsamlı kazıların önümüzdeki dönemde uygulanması gereken ilk aşama olması daha mantıklı görülüyor. Bu bölümlere odaklanan ABD’li ekibin kazıları yapması bu yüzden daha uygun. Bu durum aslında bir öneri olarak ortaya atıldı, benim üzerinde karar vereceğim bir şey değildi” diyor.

 

Truva kazıları yanında son dönemde dikkat çeken en önemli arkeolojik kazıların başında gelen Göbeklitepe kazılarının başkanı Klaus Schmidt, “Alman Araştırma Vakfı’nın 2021 yılına kadar süren uzun vadeli programına sahibiz. Göbeklitepe’de uzun yıllardır üzerinde çalıştığımız bütün alanlarda çalışmalarımıza devam edeceğiz. Şu aşamada kazıları zorlaştıran en önemli unsur, kazılarla ortaya çıkarılan alanların anıtsallığı. Kazıları yaparken bu anıtsallığı korumak durumundayız. Bunun yanında Göbeklitepe’de yeni kazı yapmayı planlamıyoruz” diye konuşuyor.

 

Didim Kazısı Başkanı Prof.Dr. Andreas Furtwängler ise Türkiye’deki çalışmalarını şöyle anlatıyor: “Profesyonel restorasyon çalışmaları Büyük Apollo Tapınağı üzerinde gerçekleştirilecek. 2012′de Didim’de, Kutsal Yol’da yapılan kazılar, mabete giden girişi ortaya çıkarabilmek içindi. Kazılarda daha çok üzerinde durduğumuz konu, özellikle büyük festival dönemlerinde mabetlerde uygulanan dini ritüelleri anlayabilmek. Gelecekte Didim’e yakın bir bölgede yer alan tarih öncesi çıkıntıda kazılar gerçekleştireceğiz”

haberler.com, 10.08.2012

BAKAN GÜNAY: NEMRUT DAĞI'NDAKİ HEYKELLERİ TAŞIYABİLİRİZ

 

 

Çeşitli temas ve incelemelerde bulunmak üzere Adıyaman ’a giden Bakan Ertuğrul Günay , Kommagene Krallığı döneminde yapıldığı belirtilen Yenikale’ye çıktı.

Daha sonra Nemrut Dağı eteklerinde yapımı devam eden Hizmet Evi’nde incelemelerde bulunan Bakan Günay, inşaatlardaki kötü işçilik ve kullanılan malzemelerin kötü olması nedeniyle müteahhit ve görevlilere tepki gösterdi. Bakan Günay, kötü malzemenin sökülerek kalitelisiyle değiştirilmesi talimatını verdi.

Gazetecilerin sorularını da yanıtlayan Bakan Günay, Nemrut Dağı’ndaki heykellerin yapılacak müzeye taşınabileceğini ifade etti.

Bakan Günay, şunları söyledi: Dünyada çok ören yeri gezdim, ancak Nemrut Dağı gibi başka bir yer yok. Bin yıl önce 2 bin 200 metre yükseklikte doğunun ve batının bütün simgeleri bir araya getirilmiş.

Buradaki heykellerin taşınması konusuna gelince; bilim adamları arasında farklı görüşler ve düşünceler var. Bu heykellerin bir müzede korunmasını savunan çok bilim adamı var. Dünyada arkeologlar yada bilim adamlarını büyük bir kısmı eserlerin bulunduğu yerde korunmasını istiyor. Bu doğru, ama anıtsal eserler müzede korunur. Bir mimari yapı varsa bir tapınak ya da yerleşim merkezi bu yerinde korunur. Ancak dünyadaki bütün arkeoloji ve antik eserler yerlerinde korunacak olsaydı bugün bu kadar müze olmazdı. Müzeler o zaman ne işe yarıyor?

Burada çok ciddi iklim farkları var. Bu mekanda yapılaşmanın olduğu dönem ile bugün arasında iklim farkları var. Hatta bölgedeki barajlar nedeniyle bile büyük iklim değişiklikleri var. İkincisi, yaz ve kış arasında Antalya ’da olmayan Atina ve Roma ’da olmayan inanılmaz bir ısı farkı var. Bu ısı farkıyla nasıl mücadele edeceğimiz konusunda bilim adamları net bir karar vermiş değil. Bizlerde zaten karar vermek için acele etmiyoruz. Uzun vadede yerinde ya da bunların yerine çok yakın başka bir yerde yapılacak olan müzede korunması gündemde olabilir. Ama mutlaka aynı koşullarda, hatta daha iyileştirilmiş koşullarda aynı görkem içinde ve dünyanın çok saygı ile karşılayacağı bir koruma projesini burada mutlaka gerçekleştireceğiz."

Radikal, Haber: Fadıl Binzet, 10.08.2012

İKİ YENİ İNSAN TÜRÜ BULUNDU

 

Kenya'da Turkana gölü çevresinde alt ve üst çene kemiği ile beraber yatsı suratı olan bir fosil kafatası üzerinde araştırma yapan bilim insanları, bunların Homo Eractus döneminde yaşayan iki değişik insan türü daha olduğunu kanıtladığını açıkladı. 2007 ve 2009'da bulunan çene parçalarını 40 yıl önce bulunan "1470" adlı kafatası ile birleştiren bilim insanları, geniş bir beyni ve güçlü çenesi olan başka türlerin varlığını kesinleştirdi. Araştırmacılar bundan 2 milyon yıl önce yaşayan türlerin Homo Eractus döneminde var olduğunu belirledi. Ancak bu türlerin evrim nedeniyle ölümcül sondan kaçamadığı kaydedildi.

Sabah, 10.08.2012

TÜRKİYE'NİN EN BÜYÜK MOZAİK MÜZESİ ŞANLIURFA'DA

 

 

Birkaç yıl önce Haleplibahçe semtindeki Temalı Park Projesi’nin temel kazıları sırasında MS 5. ve 6. yüzyıllarda yapıldığı sanılan, Roma dönemine ait yönetici sarayının tabanında “Savaşçı Amazon Kraliçeleri”nin av ve savaş sahnelerinin tasvir edildiği mozaikler bulundu. Bilimsel danışma kurulunun eserlerin başka bir yere nakli sırasında zarar görebileceği endişesi üzerine, projede değişikliğe gidildi. Alanda yapılması kararlaştırılan ve bir süredir üzerinde çalışılan Arkeoloji Müzesi, Arkeopark ve Mozaik Müzesi Projesi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla hızlandırıldı. 200 bin metrekarelik alana inşa edilecek proje 38 milyon TL’ye mal olacak.

 

Temel atma töreni Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın da katılacağı törenle bugün yapılacak. Şanlıurfa Kültür ve Turizm Müdürü Selami Yıldız, 26 bin metrekarelik alana Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi, 4 bin metrekarelik alana ise Edessa Mozaik Müzesi’nin yapılacağını, her iki müze arasında 29 bin metrekaralik arkeoparkın yer alacağını bildirdi.

 

Yıldız, “Toplam 60 bin metrekare ile Türkiye’de ve bölgede en büyük müze kompleksine sahip olacağız’’ dedi. Yıldız, mozaik bakımından Türkiye’de İstanbul, Gaziantep ve Hatay’ın ön plana çıktığına değinerek, müzenin yapılmasıyla birlikte Şanlıurfa’nın bu kentlerden açık ara öne geçeceğini savundu.

Habertürk, 10.08.2012

ÇİN SEDDİ YAĞMUR SONUCU YIKILDI

 

 

Dünyanın "7 Harikası"ndan biri olarak adlandırılan Çin Seddi'nin kuzey kısmında yer alan Dajingmen bölümünde şiddetli yağmurlar sebebiyle yıkılma meydana geldiği bildirildi.

 

Çin resmi Xinhua ajansında yer alan haberde, ülkenin kuzeyindeki Hebei bölgesinin Zhangjiakou şehrinden geçen Çin Seddi'nin bir kısmında yıkılma oluştuğu belirtildi. İlk belirlemelere göre, yıkım yaşanan bölüme "şiddetli yağışların sebep olduğu" belirtilen haberde, zarar gören 36 metrelik kısımda onarım çalışmalarının başlatıldığı kaydedildi.

Yetkililer, şiddetli yağışların dağ sularını tetiklediği ve güçlü debiyle gelen suların seddin "Dajingmen" adlı bölümünü yıktığını kaydetti. Yıkılan bölümün 1484 yılında yapıldığını söyleyen şehir yetkilileri, yeniden inşa çalışmalarına başladıklarını dile getirdi. Ayrıca, seddin aynı bölgede zayıflayan kesimlerinin de güçlendirildiği vurgulandı.

Öte yandan Çin blog sitelerinde konu ile ilgili yer alan yazılarda, Hebei bölgesindeki Zhangjiakou şehrinde çalışan bir işçinin duvarın hemen yanında yaptığı kazının çökmeye sebep olduğu iddiaları da yer alıyor.

Çin'in kuzeyinde geçtiğimiz ay yaşanan şiddetli yağışlar sonucu seller meydana gelmiş ve yüzlerce insan hayatını kaybetmişti.

ÇİN SEDDİ
Dünyanın "7 Harikası"ndan biri olarak adlandırılan Çin Seddi, dünyanın en uzun geçmişe sahip ve en büyük çaplı askeri savunma projesi konumunda yer alıyor. 7 bin kilometreden uzun olan Çin Seddi'nin yapım tarihi, MÖ 9. yüzyıla uzanıyor. Zamanın Orta Çin krallıkları, kuzeydeki etnik grupların saldırılarını engellemek için sınırlarda duman işaretlerinin verildiği kule ve kaleleri birbirlerine setlerle bağlaması ile oluşan Çin Seddi, yerli ve yabancı turistlerin en çok ziyaret ettikleri tarihi mekanlarıarasında yer alıyor.

Sabah, 10.08.2012

ANADOLU'DA ASLANIN İZLERİ AKSARAY'DA BULUNDU

 

Aksaray sınırları içindeki 7 bin yıllık Güvercinkaya Höyüğü'nde yapılan kazılar Kapadokya'da, binlerce yıl önce aslan, panter gibi yırtıcıların yanı sıra iki farklı cinste yaban atının yaşadığını ortaya koydu.

 

Güvercinkayası Kazı Başkanı ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Prehistorya Anabilim Dalı Başkanı Prof.Dr. Sevil Gülçur, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 1993 yılında Aksaray'da envanter çalışması için yüzey araştırması yaparken, köylülerin yönlendirmesiyle Mamasun Barajı alanındaki kayalıkların üzerinde Güvercinkayası Höyüğü'ne ulaştıklarını söyledi.

 

Höyüğün baraj alanında bulunması nedeniyle acil olarak kazı çalışması başlattıklarını belirten Gülçur, "Yerleşmeyi kurtarmak için 1996 yılında kazı çalışmasına başladık ve öncelikle barajın tahrip ettiği alanlarda çalıştık" dedi.

 

Güvercinkayası'nda 7 bin yıllık bir kale yapısı bulduklarını kaydeden Gülçur, "Yaklaşık 3 bin metrekarelik alanda çalışma yaptık. Höyüğün zirve noktasında yaptığımız kazılarda önemli yapıların yer aldığını fark ettik. Höyükteki yaşam MÖ 5220 ile 4750 yılları arasına tarihleniyor. Burada büyük bir kale yapısına rastladık ve bu kale yapısının iki kule ile desteklendiğini gördük. Buradaki bulduğumuz kale yapısı Anadolu'da bugüne kadar rastlanan en eski örnek" diye konuştu.

 

Güvercinkayası'nın en önemli özelliklerinden birinin de höyükte bütün mimarinin önceden tasarlanarak geliştirilmesi olduğunu vurgulayan Gülçur, şunları ifade etti:

"Höyük aşağı ve yukarı yerleşme olarak ikiye ayrılıyor. Bütün mimari önceden tasarlanarak yapılmış, geliştirilmiş. Burası plansız, programsız yükseltilmiş, inşa edilmiş bir yerleşme değil. Bunu yaparken de bir kayanın üzerinde, kayanın doğal formasyonuna uyacak şekilde yerleşmeyi tasarlamışlar. Evler tek odadan meydana geliyor. Her evin bitişiğinde bir tahıl odası ve her evde bir ocak var. Burada yaşayanların genel geçim kaynağı tarım ve hayvancılık."

 

Yemek artıklarının Kapadokya'nın geçmişteki vahşi yaşamı hakkında bilgi verdiğini belirten Gülçur, rastladıkları kemiklerden bölgede iki ayrı at cinsinin var olduğunun anlaşıldığını vurgulayarak, şöyle devam etti:

"Birisi daha iri, diğeri ona göre daha küçük. Persler de Anadolu'ya hakim olduklarında bu bölgede çok fazla at olduğunu görüyorlar ve bu bölgeye Kapadokya, yani "Güzel atlar ülkesi" adını veriyorlar. Bunu Romalılar da alıyor ve kullanmaya başlıyor. Yine bu bölgede bol miktarda geyik olduğunu biliyoruz. Alageyik, ulu geyik ve karaca var. O dönemde bu çevrede aslan, panter gibi yırtıcıların olduğunu tespit ettik. Kapadokya'nın bu bölgesi aslında prehistorik insanın, tarih öncesi yaşamında gerekli olan tüm ham madde kaynaklarını veriyor. Mesela dişi bir aslana ait bacak kemiği ile tırnak bulduk. O dönemde insanların aslanları avlayıp yediklerini söylememiz zor ama aslan ölüsü bulurlarsa mutlaka onun kemiklerinden veya postundan yararlanmak için alıyorlardı."

 

Güvercinkayası Höyüğü'ndeki kazı çalışmalarını barajın tahribatından kurtarmak için çalıştıklarını vurgulayan Gülçur, şunları kaydetti:

"Güvercinkayası'nda korktuğumuz başımıza geldi. Geçtiğimiz kış barajda su seviyesi çok yükselerek 2011 yılında kazdığımız tüm alanları kapladı. Baraj kazdığımız tüm alanı tahrip etti. Şimdi yeniden suyun bıraktığı molozu temizleyerek eski tabakalara ulaşmaya ve yeniden kazı alanımızı temizlemeye gayret ediyoruz. Bu yıl daha eski tabakaları bulmaya çalışacağız ve mutlaka bu tabakaları, bu mimariyi derhal belgeleyip, fotoğraflarla kaydedip, yine baraj yükselirse hiç olmazsa enformasyonu kaybetmemiş olacağız."

Konya Haber, Haber: Ersin Altınsoy - Öner Taş, 09.08.2012

KAZI ÇALIŞMALARININ EMEKTARLARI

 

Boğazkale İlçesi'ndeki Hitit başkenti Hattuşa’da devam eden arkeolojik kazı çalışmalarında görev alan ilçe halkı, tarihi ören yerinde yıllardır babadan oğula kazı çalışmalarını sürdürüyor.

 

Uzun yıllardır ören yerinde devam eden kazı çalışmalarına katılan vatandaşlar, sıcak havaya rağmen Ramazan ayında restorasyon çalışmalarında görev alıyor.

 

1907′den bu yana ilçelerinde sürdürülen kazılarda çalışan vatandaşlardan kimi ören yerinde oğlu ile çalışırken kiminin ailesinde üç nesildir kazılarda çalışanlar yer alıyor.

 

1982 yılından itibaren kazılarda restorasyon yapan Abdullah Kahmazoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, bugüne kadar 4 kazı başkanı ile çalışmalara katıldığını söyledi.

 

Dedesinin ve babasının da kazılarda görev yaptığını anlatan Kahmazoğlu, ”Dedem kazı başkanı Kurt Bittell ile babam da Peter Neve ile çalışmış. Benim oğlum da yazları burada çalışıyor. Restorasyon yapıyoruz, yıkılmak üzere olan alanları onarıyoruz. Hepimizin kazılarda mutlaka unutamadığı bir eseri vardır. Ben 1985′te arkadaşlarımla bronz tablet bulmuştum. Çok heyecanlanmıştık, kazılarda çalışmak güzel bir duygu” dedi.

 

İlçe halkından Mehmet Karaköseoğlu ise 1980′den bu yana kazılarda çalıştığını belirterek, “Ramazan olduğu için biraz zorlanıyoruz. Sabah 5′te işe başlıyoruz, öğlen bitiriyoruz. Aynı zamanda ben heykel yapıyorum. Ailemizde de heykel yapımına ve güzel sanatlara ilgi yüksek. Bu yeteneğimizin topraklarımızda yaşayan Hititlerden geldiğini düşünüyorum” diye konuştu.

Alman Arkeoloji Enstitüsü’nce sürdürülen arkeolojik kazılarda bu yıl kazı yapılmazken restorasyon ve yayın çalışmaları devam ediyor.

haberler.com, 09.08.2012

BİTLİS'TE BİR TARİH AÇIĞA ÇIKARTILIYOR

 

 

Bitlis'te Büyük İskender tarafından inşa edilen Bitlis Kalesi'nde Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi (YYÜ) Tarih ve Sanat Bölümü ekibi tarafından kazı çalışması başlatıldı.

 

15'i öğrenci 30 kişilik kazı ekibiyle Bitlis Kalesi'nde gizli olan tarihi açığa çıkarmak için çalıştıklarını belirten Yüzüncü Yıl Üniversitesi (YYÜ) Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Gülşen Baş, birçok medeniyete beşiklik yapmış bir tarihi araştırmanın tarif edilemez bir duygu olduğunu belirtti. Kazı ekibinin kalede yapmış olduğu çalışmalarda bulunan her eserin Bitlis'te yaşayan topluluklar ve medeniyetlerin tarihi ve yaşam biçimleri hakkında bilgi toplama adına önemli gelişme olacağına dikkat çeken Yrd. Doç.Dr. Gülşen Baş, "Bitlis Kalesi, tarihi çok eskiye dayanan büyük bir kenttir. Sadece kale olarak değil birçok tarihi bina ve yapının olduğu bir şehirdeyiz. Burada 15 öğrenci olmak üzere 30 kişilik ekibimizle çalışmalarımıza devam ediyoruz. İlk önce kalede bulunan çöpleri ve uzayan otları temizledik. Daha sonra kazılarımıza başladık. Kale çok kötü kullanılmış ve sahipsiz kalmış yıllar boyu. Depremin de etkisi ile önceki yıllarda çıkarılan eserlerin duvarları tahrip olmuş durumda. Biz bununla ilgili restorasyon çalışmaları yapacağız. Sanat Tarihi, Mimarlık ve Arkeoloji Bölümü öğrencimiz ve bakanlık temsilcimiz ile çalışmaları yürütüyoruz." dedi.

Yapılan kazılar neticesinde ortaya çıkan madeni para ve sikkelerin o dönemde Bitlis'te yaşayan medeniyetler ve yaşadıkları tarihler hakkında ipuçları verdiğine değinen Yrd. Doç.Dr. Baş şöyle konuştu: "Bitlis Kalesi'nde iki bucuk aylık bir çalışmamız olacak. Biz daha başlangıçta Osmanlı dönemine ait olduğunu düşündüğümüz porselen, seramik ve tütün kutusuna ve parçalarına rastladık. Öğrenci arkadaşlarımız kazı alanından çıkarılan toprakları eleyerek toprak içinde gizlenen küçük parçaları bile ayırt etmeye çalışıyorlar. Bulunan her sikke, madeni para ve tarihi eser sayılacak parçaların bizler açısından ve tarih açısından büyük bir önemi var. Buradaki kazı alanından çıkardığımız eserleri önceki yıllarda Bitlis Etnografya Müzesi'ne teslim ediyorduk. Ama Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın kararı, tarihi eserlerin arkeoloji müzesinde sergilenmesi yönünde oldu. Biz de bu yıl buradan çıkarılan eserleri en yakın Ahlat Arkeoloji Müzesi'ne teslim ediyoruz. Tarihlerine yakından bakmak isteyen Bitlisli vatandaşlar buradaki müzelerde sergilenen eserleri ziyaret edebilir."

Yüzüncü Yıl Üniversitesi (YYÜ) Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Gülşen Baş, ayrıca Bitlis Kalesi'nde kazı çalışmalarının verimli bir şekilde yürütülmesi için Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca kazı ekibine tarihi bir konut tahsis edildiğini belirtti.

Bitlis Kalesi Kazı Başkanlığı ve İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü olarak, bu tarihi konutun restorasyon, restitüsyon ve konservasyon projelerini kuruldan geçirdiklerini dile getiren Baş, "Ancak bu konutun kazıevi olarak düzenlenmesi için, maddi desteğe ihtiyacımız var. Kazı ödeneğimizin dışında bölgenin ileri gelenlerinden sponsor desteğinde bulunmasını istiyoruz." dedi.

Star, 09.08.2012

KANUNİ VE HÜRREM SULTAN'IN KULLANDIĞI TABAKLAR BULUNDU

 

 

Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u alma planını yaptığı, 1878 yılındaki Rus işgali öncesi dönemin Edirne Valisi Cemil Paşa'nın talimatıyla yakılan Edirne Sarayı'nda yapılan arkeolojik kazılar sürüyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın desteğiyle yapılan kazılarda, 16'ncı yüzyıla ait Kanuni Sultan Süleyman, Hürrem Sultan ve sonraki dönem sultanların da içinden meyve yediği tahmin edilen yüksek kalitede porselen tabaklar bulundu.

 

Son günlerde 'Muhteşem Yüzyıl' isimli dizi ve izlenme rekorları kıran 'Fetih 1453' filmiyle tekrar gündeme gelen, Osmanlı İmparatorluğu'na 92 yıl başkentlik yapan Edirne Sarayı, tekrar gün yüzüne çıkarılmaya başlandı. Edirne Sarayı, Sultan 2'nci Murat tarafından Tunca Nehri'nin iki kolu arasında kalan ada üzerinde 1450 yılında yapılmaya başlandı. Sultan 2'nci Murat'ın ölümüyle kısa bir süre yarım kalan bu saray kompleksi, daha sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından genişletilerek Saray-ı Cedid-i Amire adını aldı.

Özellikle Kanuni Sultan Süleyman ve 4'üncü Mehmet'in emri ile yapılan ek yapı ve yenilemelerle Edirne Sarayı görkemli bir boyut ve işlev zenginliği kazandı.

72 ayrı yapının bulunduğu sarayda, 117 oda, 21 divanhane, 18 hamam, 8 mescit, 17 büyük kapı, 13 koğuş, 4 kiler, 5 matbah ve 14 kasır bulunuyordu. Ancak sarayın büyük ölçüde yok oluşuna 1878 yılındaki Rus işgali sebep oldu. 19'uncu yüzyılın başından itibaren askeri malzeme ve cephanenin depolandığı saray, Edirne Valisi Cemil Paşa'nın verdiği emirle 18 Ocak 1878'de ateşe verildi. Yangın 3 gün sürdü. Edirne Sarayı'ndan günümüze Adalet Kasrı, Kum Kasrı Hamamı, Cihannüma Kasrı (padişah makamı), Matbah-ı Amire (Saray mutfakları) ve Bab-üs Saade'nin (kapı) kalıntıları kaldı.

Edirne İl Özel İdaresi ile TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı arasında 8 Ocak 2009 tarihinde Edirne Sarayı'nın onarılması amacıyla yapılan protokol sonrasında 5 milyon TL ödenek gönderildi. 'Gülde Restorasyon' firmasının üstlendiği çalışma ardından Edirne Yeni Sarayı'nın onarım çalışmaları kapsamında ilk olarak 2009 yılında Edirne Yeni Sarayı Mutfağı, Mart 2011'de ise, Kum Kasrı Hamamı restorasyon çalışmalarına başlandı. Hürrem Sultan'ın kullandığı hamamın restorasyonu tamamlanırken, mutfağın restorasyon çalışmaları devam ediyor.

3 dönümlük alanda Bahçeşehir Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Öğretim üyesi ve Edirne Yeni Saray Kazısı Başkanı Doç.Dr. Mustafa Özer başkanlığındaki ekibin Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın desteğiyle 2009 yılında başlattığı kazı çalışmalarını sürdürüyor. Kazı çalışmaları sırasında ise oldukça önemli tarihi değerler çıkmaya başladı.

Edirne Sarayı'nda yürütülen arkeolojik kazının 2012 yılı çalışmalarında önemli verilere ulaşıldığını belirten Doç.Dr. Mustafa Özer, "Haziran ayının ikinci yarısından bu yana sürdürdüğümüz ve ülkemizin değişik üniversiteleri Bahçeşehir, Ege, 18 Mart, Trakya ve Nevşehir Üniversitesi mimarlık, arkeoloji- sanat tarihi, seramik, geleneksel Türk el sanatları, fotoğrafçılık bölümlerinden öğretim üyesi, uzman ve öğrencilerden oluşan 30 kişilik ekip ve 25 civarında işçi ile sürdürdüğümüz çalışmalar bütün hızıyla devam ediyor" dedi.

Özer, sözlerini şöyle sürdürdü:  "Saray Mutfağı (Matbah-ı Amire) çevresinde sürdürdüğümüz çalışmalar kapsamında kazı, rölöve, restorasyon ve konservasyon yanı sıra koruma, belgeleme faaliyetlerini gerçekleştiriyoruz. Saraydan günümüze ulaşan Av Köşkü, Fatih Köprüsü ve Rıhtımın temizlik ve rölöve çalışmaları önemli ölçüde tamamlandı. Kazı sonucu ortaya çıkan ve Osmanlı şehir alt yapısının nasıl olduğunu bizlere gösteren temiz ve atık su künkleri (kanalları), rögarlar ile Tunca Nehri boyunca devam eden sur kalıntıları ve mutfak işlevi ile ilişkili ocak gibi mimari bulgulara ulaşıldı. Mimari veriler dışında, özellikle Balkan Savaşı'nın izlerini taşıyan ve bu bölgede yaşanan savaşa ait kalıntı ve buluntular da ele geçirildi. Bunlar arasında top gülleleri, boş kovanlar, silah aksamı, mermi, süngü, askeri kıyafetlere ait objeler gibi belirtiler bulundu. Balkan Savaşı'nın da yaşandığı Edirne Saray alanında, savaşın derin izlerini yoğun bir şekilde görebiliyoruz. Bu yıl itibarıyla 100'ncü yılında bulunduğumuz Balkan Savaşı'nın, Edirne Sarayı'nı ve dolayısıyla Edirne'yi nasıl etkilediğini bizlere yansıtan veriler elde edilmiştir. 2012 yılı kazı çalışmalarının en önemli buluntuları arasında, Osmanlı Saray mutfağında önemli yer tutan buluntular da ele geçirildi. Bunlar arasında, literatürde mavi beyaz olarak adlandırılan seramik kaplar, fincanlar, meyve tabakları, kaseler, şamdanlar, hokkalar, kavanozlar, sürahi, ibrikler. 16'ncı yüzyılın ilk yarısına tarihlendirdiğimiz bu buluntuların İznik, Edirne ve Kütahya üretimi oldukları anlaşılmaktadır. Osmanlı Saray hayatında önemli yer tutan bu objelerin, sultan ve ailesi tarafından kullanıldığı düşünülmektedir. Bu yoğun olarak ele geçirilen bu buluntularla, Edirne Sarayı'nın yalnızca mimari olarak değil, kullanılan eşyaları ve süslemesiyle de ne kadar ihtişamlı olduğu gözler önüne serilmektedir.Yerli üretim çini ve seramikler dışında, özellikle Çin üretimi ve oldukça kaliteli porselenler (seladon) de bu yılki kazı çalışmalarında ele geçirilmiştir. Bunlar bizlere, Edirne Sarayı'nda yüksek standartlarda bir yaşamın olduğunu göstermektedir. Yoğun bir tempo içerisinde geçen çalışmalarımız, planladığımız gibi, Eylül ayı başına kadar devam edecektir"

Star, 09.08.2012

BONCUKLU HÖYÜK, ÇATALHÖYÜK'TEN 1400 YIL DAHA ESKİ

 

 

Boncukluhöyük’ün, UNESCO tarafından Dünya Mirası listesine alınan geçmişi 9 bin yıl öncesine dayanan Çatalhöyük’ten daha eski olduğunu ortaya çıktı.

 

Konya’da, Neolitik dönem yerleşim yeri olan Boncukluhöyük’teki kazı çalışmaları başkanı Liverpool Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Doç.Dr. Douglas Baird, Boncukluhöyük’ün, UNESCO tarafından Dünya Mirası listesine alınan geçmişi 9 bin yıl öncesine dayanan Çatalhöyük’ten daha eski olduğunu ortaya çıkardıklarını söyledi. Doç.Dr. Baird, geçen yıl yaptıkları kazılarda çıkartılan hayvan boynuzunun bulunduğu yerden alınan karbon testi sonucuna göre Boncukluhöyük’ün, Çatalhöyük’e göre 1300- 1400 yıl daha öncesine dayanan bir yerleşim yeri olduğunu vurguladı.

 

Konya’nın merkez Karatay İlçesi’ne bağlı Hayıroğlu Beldesi’ndeki neolitik dönem yerleşim birimi Boncukluhöyük’te kazı çalışmaları Kültür ve Turizm Bakanlığı kontrolünde gerçekleştiriliyor. Kazı başkanlığını Liverpool Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Doç.Dr. Douglas Baird’in yaptığı Boncukluhöyük, Çumra İlçesi’nde bulunan ve UNESCO tarafından Dünya Miras listesine alınan Çatalhöyük’e yaklaşık 10 kilometre uzaklıkta.

 

Kazı Başkanı Doç.Dr. Douglas Baird, Çatalhöyük etrafında yüzey araştırmaları yaparken 2001 yılında Boncukluhöyük’teki yerleşkeyi bulduklarını vurguladı. Bu yerleşkenin Çatalhöyük’te yaşayan insanların atalarının yaşadığı bir yerleşke olduğunu düşündüklerini belirten Doç.Dr. Baird, şunları söyledi:

“2006 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izni ile kazı çalışmalarına başladık. Buradaki evlerin içinde bulduğumuz buluntular, Çatalhöyük’teki kültürün ilk başlangıcı olarak değerlendirmek mümkün. Evlerin aynı noktaları kullanarak birbirinin üzerine inşa edilmesi, ölülerini evlerinin tabanlarının altına gömmeleri buna işaret ediyor. Bu evlerin içinde bulduğumuz boyalar ve dekoratif desenli buluntulara dayanarak Çatalhöyük’teki sanatın öncülerini oluşturduğunu görüyoruz.”

 

Doç.Dr. Douglas Baird, yaptıkları kazı çalışmalarında elde edilen bulgulara göre, Boncukluhöyük’ün, 9 bin yıllık geçmişe sahip Çatalhöyük’ten daha eski olduğunu ortayı çıkardıklarını söyledi. Geçen yıl yaptıkları kazı sonrası bir evin duvarından hayvan boynuzu çıkardıklarını vurgulayan Doç.Dr. Baird, “Hayvan boynuzunun bulunduğu yerden aldığımız karbon örneği Çatalhöyük’ten 1300- 1400 yıl öncesini gösteriyor. Sonuç olarak Boncukluhöyük’ün Çatalhöyük’ten yaklaşık 1400 yıl önceye ait bir yerleşim merkezi olduğunu da kesinleştirmiş oluyor” diye konuştu.

haberler.com, 09.08.2012

600 YILLIK MEDRESE AYAĞA KALDIRILIYOR

 

 

Bursa Büyükşehir Belediyesi, sadece bir cephe duvarı günümüze ulaşan ve üzerine 4 adet bina yapılan yaklaşık 600 yıllık Bayezid Paşa Medresesi'ni gün yüzüne çıkarmak için proje çalışmalarını başlattı.

 

Bursa'nın yaşayan canlı bir müze kent olması için 8 bin 500 yıllık Arkeopark'tan 2 bin 300 yıllık Bitinya surlarına, 600-700 yıllık Osmanlı eserlerinden Cumhuriyet dönemi sivil mimarlık örneği yapılara her alanda yoğun bir çalışma yürüten Büyükşehir Belediyesi, şimdi de yaklaşık 600 yıl önce yaptırılan bir Osmanlı medresesini gün yüzüne çıkarıyor. Hocataşkın Mahallesi'nde ayakta kalmayı başaran tarihi bir duvar kalıntısından yola çıkan Büyükşehir Belediyesi tarihi ve kültürel miras uzmanları vakfiye kayıtlarında yaptıkları incelemelerde söz konusu yapının Çelebi Sultan Mehmed ve İkinci Murad devri vezir-i azamlarından Bayezid Paşa tarafından yaptırılan medrese olduğunu belirledi. Bir dershane ve 11 oda olarak inşa ettirilen tarihi yapı üzerinde yer alan 4 bina Büyükşehir Belediyesi tarafından yıkılırken, tarihi medresenin ilk günkü ihtişamıyla ayağa kaldırılması için proje çalışmalarına başlandı.

Tarihi medrese çevresinde incelemelerde bulunan Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, Tarihi ve Kültürel Miras Projeler Koordinatörü Aziz Elbas'tan medresenin tarihi hakkında bilgiler aldı. Bursa'nın her köşesinin Osmanlı'nın ilk dönem eserleriyle dolu olduğunu ve yok olmaya, kaybolmaya yüz tutan bu değerleri ortaya çıkarmak için yoğun çaba içinde olduklarını belirten Başkan Altepe, "Tarihi medresenin tam anlamıyla ortaya çıkarılması çalışmalara hız veriyoruz. Bir taraftan da restitüsyon ve restorasyon projelerini hazırlayacağız. Bu medreseyi restore edildikten sonra her türlü sosyal, kültürel ve sanatsal etkinliklerin yapılabileceği bir merkez olarak bölgeye kazandıracağız" diye konuştu.

Bursa Hakimiyet, 09.08.2012

HACIMUSALAR HÖYÜĞÜ KAZILARI

 

Elmalı'daki Hacımusalar Höyüğü'nde, Bilkent Üniversitesi tarafından yürütülen 2012 yılı kazı çalışmaları sürüyor.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın izni ile Antalya Müze Müdürlüğü gözetiminde, Bilkent Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. İlknur Özgen başkanlığında yürütülen kazı çalışmalarının bu yılki bölümü, höyüğün orta kısmı, batı ve kuzey kısmında devam ediyor.

 

Kazı Başkanı Doç.Dr. İlknur Özgen, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Hacımusalar Höyüğü kazılarını 1994 yılından bu yana sürdürdüklerini, her yıl ortalama iki kazı çalışması yaptıklarını söyledi.

 

Kazı çalışmalarına ABD'den Richmond Koleji ve Virginia Üniversitesi'nden öğrencilerin de katıldığını anlatan Özgen, Hacımusalar Höyüğü'nde bugüne kadar ulaştıkları en eski tarihin milattan önce 3 binli yıllar olduğunu, höyüğün bölgede bulunan Semahöyük yerleşim yerleriyle aynı döneme ait olduğunu kaydetti.

 

Höyüğün en önemli devirlerini Roma İmparatorluğu döneminde yaşadığını ve bir piskoposluk merkezi olduğunu ifade eden Özgen, "Höyükteki kilise yapıtları, mozaikleri, duvar resimleri ve buluntular, buradaki yaşamın zengin ve özenli bir yaşam olduğunu gösteriyor" dedi.

 

Höyükte bugüne kadar yapılan kazı çalışmalarında yoğun mimari kalıntılarla karşılaştıklarını belirten Özgen, kazılarda ortaya çıkan çanak çömlek analizleri neticesinde erken duvarların milattan önce 6 ve 5. yüzyıllara ait olduğunun belirlendiğini, geç duvarların ise milattan önce 2. yüzyıla ait olabileceğini tahmin ettiklerini bildirdi.

 

Özgen, şöyle konuştu:

"Bugüne kadar yaptığımız kazılar sonucu, Hacımusalar Höyüğü'nün Cilalı Taş Dönemi'nden itibaren bakır, İlk Tunç ve demir çağlarında yerleşim yeri olarak, Roma ve erken Hristiyanlık dönemlerinde ise daha yoğun kullanıldığını tahmin ediyoruz. Höyüğün ortasında bulunan kilise, bize bu yerin bir din merkezi olduğunu gösteriyor. Latince adı Choma olan Hacımusalar Höyüğü'nün antik dönem piskopos listelerinde yer alıyor olması bu yerin bir din merkezi olduğuna en iyi kanıttır."

 

Özgen, bu yılki kazı çalışmalarını ağustos ayı sonunda tamamlamayı planladıklarını kaydetti.

Mynet Haber, Haber: Mehmet Çakmak, 09.08.2012

HAYDARPAŞA'DA SON SÖZ HALKIN

 

 

Asya ve Avrupa'yı Boğaz'ın altından birbirine bağlayacak Marmaray Projesi'nin tamamlanmasıyla işlevini yitirecek İstanbul'un sembolü Haydarpaşa Garı ve bölgesi ile ilgili yapılacak çalışmalar netleşmeye başladı. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı, İstanbul halkının karar vereceği model üzerine çalışıyor. "Haydarpaşa Garı, Kadıköy Bölgesi" ve "Üsküdar Harem Bölgesi ile Haydarpaşa Liman ve geri sahası" olarak ikiye ayrılan projede halktan gelen talep üzerine Haydarpaşa gar binasına dokunulmayacak. Bunun dışında kalan 1 milyon metrekarelik arazinin yaklaşık 600-700 bin metrekaresi için İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nden imar izni alındı. Bakanlığın üzerinde durduğu ilk formüle göre Haydarpaşa Garı için proje yarışması yapılması planlanıyor. İstanbul boyunca dolaşacak özel bir vapurla halka anlatılacak ve halkın oylarıyla seçilecek projenin ihale edilmesi planlanıyor. İkinci modelde ihalede birinci olacak şirkete yerel otoritelerin ve uluslararası mimarların kriterlerinin teyit verdiği 5 proje yapma yükümlülüğü getirilecek. Bu projeler yine vapurlarla İstanbul halkına tanıtılacak. Oylama yapılarak hangi projenin uygulanacağı seçilecek.

Sabah, Haber: Mehmet Nayır, 09.08.2012

CAMİ, SEMBOL VE ZİHNİYET

 

Bir uzun zamandan beri (40-50 yıldır) Türkiye bir yandan modernleşiyor öte yandan dindarlaşıyor. Bu tablo Türkiye'yi tarif eden en iyi tablodur. Ancak ne üzerinde durulmuş; ne de analiz edilmiştir. Sosyolojik formüllere-şablonlara uymamaktadır. Yukarıdaki fotoğraf bize hani 'hayat devam ediyor' derler ya, müdahale edemediğimiz bir oluşumu sergiliyor. Mimar Sinan Camii'ni eleştirenler 'taklit' diyor. Mimar Hilmi Şenalp seçkin bir sanatçıdır, yurt içinde ve dışında klasik üslupla çok önemli eserler vermiştir. Bu dahi öyledir. Lakin yeri yanlış seçilmiştir. Mesele arkada yükselen seküler zihniyetin gökdelenleri arasında bu caminin (geleneğin-dindarlaşmanın) ezilmiş olmasıdır.

 

Bu sakil durum asrın başındaki İslamcıların 'Batının ilim ve fennini alacağız, İslam ahlakına bağlı kalacağız' tezinin bugünkü tezahürüdür.

 

Ne yazık ki Müslümanlar Batı tipi hayat karşısında kendi inançları doğrultusunda dünyanın hiçbir yerinde bir 'hayat tarzı' kuramadı. Hep tenkit, hep itiraz. Yeni bir teklif ve uygulama yok.

 

Biz seçkinlerimizi kaybettik. Yeni hayat tarzını inşa edecek olanlar Müslüman filozoflar, ilim adamları, sanatçılar ve onların fikriyatını hayata geçirecek olan siyasiler ile bürokratlar ve teknokratlardır.

 

Gökdelen hegemonik bir yapıdır. Kapitalist ideolojinin ve tüketim ekonomisinin sembolüdür. Şu anda bütün dünya bu görüşün hayat tarzını benimsemiştir. Alternatif yoktur. Mimar Sinan Camii de o gökdelenler arasında başka bir dünyaya ait olduğunu haykırıyor ama, kim duyacak.

 

Mimar Sinan yetmedi, şimdi de Çamlıca'ya cami isteniyor. Eğer bir sembolse bu, İstanbul'u sembolize eden çok cami var. Eğer ihtiyaca binaen yapılıyorsa, oraya değil, Taksim'e yapılmalı. Taksim'in tek yeşil alanı, gezi parkı asla yıkılmamalı, daha bakımlı olmalıdır.

 

Tuhaf değil mi, her yere cami yapılırken, her yere gökdelen dikiyoruz. Yani hem bu dünya fani diyoruz, hem kazık çakmaya çabalıyoruz.

 

Gökdeleni biz Batı'dan aldık. Öte dünyaya inanmayan, sömürücü, insafsız, hem insanı hem tabiatı tüketen bir uygulamanın sembolü. Sürekli büyüme, sürekli refah ve zenginlik peşinde koşan, konfor düşkünü bir zihniyet. Bütün dünya üretiminin yüzde seksenine el koyan bir azınlığın ideolojisi, hegemonyası.

 

Bu azınlık dünyada siyaseti, iktisadı, mimariyi, müziği, edebiyatı, modayı her eğilimi belirliyor. Orduları, laboratuvarları, ar-ge şirketleri var. Yeryüzü inliyor, Afrika'da dakikada şu kadar çocuk ölüyor umurlarında değil.

 

Gökdelen ortamından cami çıkar mı?

 

Modern denemeler olmuştur. Rahmetli Dalokay'ın camisini anmalıyız. Piramidal bir gövde ve füze benzeri minareler.

 

Bunu değiştirerek çok uygulayan oldu. Ama hiçbiri kayda değer değil.

 

Bunun dışında Behruz Çinici ve arkadaşlarının yaptığı TBMM Camii'nin çok sözü ediliyor. Bana sorarsanız iri bir konteyner.

 

Gazeteci Cüneyt Özdemir geçenlerde bir mimar arkadaş ile bu cami meselesini tartıştı. Mimar arkadaşın adı aklımda kalmamış ama şu sözü dikkate değer: 'Bizim mimarlar Müslümanlığa uzaktır, Müslümanlar arasında da iyi mimar çıkmıyor.'

 

Şimdi ben bu zihniyet karmaşasından şu sonucu çıkarıyorum. Hayatımız gökdelenler istikametinde ilerliyor. Artık bu hayat tarzının bir alternatifi yok.

 

Ama cami canımıza, kanımıza, beynimize, kalbimize kazınmış. O bizi terketmiyor.

Çok şükür.

 

Türkler ne zaman bir hayati hamle yapmaya kalksa gerekli gücü dinden almıştır. Din Türkün muharrik gücüdür. Yazının başındaki soruya cevabım şu: Modernleşme kolay bir şey değil. Türkiye bu yolda mesafe almak için yine göğsündeki imana güveniyor. Dindarlaşma bu yüzden.

 

Ama gelin görün ki, ne dindarlaşma ne modernleşme bize bir 'hayat tarzı' kazandırmıyor. Sürekli cambaza bakıyoruz.

 

Selimiye Camii'nin vücut bulması için beş yüz yıl geçmesi icap etti.

 

Biz de modernizmin (gökdelenin) hegemonyasından çıkmak, modern camiler inşa etmek için bir o kadar bekleyecek miyiz?

Allah bilir.

 

Modernleşmeyi istiyoruz. Böylece güçlü olacağız. Tek korkumuz gavur ayağı altında kalmak, istiklalimizi kaybetmektir.

 

Ama tenakuz şurada, 'tüketimle büyüyoruz', başörtülü kızlarımız kot giyiyor, converse kullanıyor. Tezatlar altındayız.

 

Tekrar 'cami tartışmasına' dönersek şu son cümleleri söyleyelim. Mimar Sinan Camii'ne 'taklit' diyenler; ne dikkate değer bir bina yapmış ne de cami inşa etmiştir. Etsinler de görelim.

 

Her iki eğilimden haberdar olan bir mimarımız vardı, kaybettik: Turgut Cansever. Allah rahmet eylesin.

 

Bir soru da yıllar önce İsmet Özel sormuştu:

'Türkiye Müslüman olarak mı güçlenecek,

yoksa güçlenerek mi Müslüman kalacak'.

 

Şimdiki tablo 'ortaya karışık' bir şey.

Yeni Şafak, Yazı: Mustafa Kutlu, 08.08.2012

MEVLANA MÜZESİ'NDEKİ 4 KAPININ SIRRI!

 

 

Türkiye'nin en fazla ziyaret edilen müzelerinden Mevlana Müzesi'ndeki 4 kapının her biri ayrı anlamlar taşıyor.

 

Her yıl yüz binlerce yerli ve yabancı turistin ziyaret ettiği Mevlana Müzesi'nin, Selimiye Camii tarafından girilen ''Dervişan'', Üçler Mezarlığı'na açılan ''Hamuşan'' ile günümüzde turistlerin girişinin sağlandığı ''Çelebiyan'' ve ''Küstahan'' diye adlandırılan 4 kapısı bulunuyor.
 
Müzeye girişler dış duvardan turnikelerle sağlanıyor. Ziyaretçiler, turnikelerden girdikleri bahçeden, müzenin bulunduğu bölüme Çelebiyan Kapısı ile derviş hücrelerinin arasında bulunan bir geçişten alınıyor.

 

Konya Kültür ve Turizm Müdürü Mustafa Çıpan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Mevlana Müzesi'nin bulunduğu alanın, Mevlana'nın babası Bahaeddin Veled'in Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad tarafından Konya'ya davet edilmesi üzerine kendilerine tahsis edilen sarayın bir bahçesi olduğunu söyledi.

 

Zaman içinde vefat eden Bahaeddin Veled, Mevlana ve oğlu Sultan Veled ile Mevlevi tarikatı büyüklerinin buraya defnedildiğini ifade eden Çıpan, ''Bu alanda Osmanlı padişahlarının yaptığı ilavelerle burası bir külliye haline gelmiş. Balkanlar, Kırım ve Arabistan yarımadası, Afrika'nın kuzeyi ve Anadolu coğrafyasında 140'a yakın mevlevihanenin tamamına yakınının idare merkezi burasıdır'' dedi.
               
Çıpan, Türkiye'de tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin düzenlemenin ardından Mevlana Müzesi'nin de kapatıldığını ancak kısa süre sonra müze olarak ziyarete açıldığını vurguladı. Müzede 4 giriş kapısının bulunduğunu anlatan Çıpan, şunları kaydetti:

''Geleneksel işleyişi içinde türbenin 4 kapısı bulunuyor. Bu kapılardan biri de Çelebiyan Kapısı'dır. Geçmişte bu kapının dışında bulunan bölüm ve ileriye doğru olan alan, Çelebi ailesine mensup insanların ve dergahta hizmet verenlerin evlerinin bulunduğu bir mahalleye açıldığı için, bu bölgedekilerin dergaha girişleri bu kapıdan yapılıyordu. Bu nedenle bu kapıya Çelebiyan Kapısı adı verildi. Kapının üst kısmında II. Mahmud'un bir tuğrası görülüyor. Daha önce tuğralar kaldırılarak depoya alınmıştı.''
                
Müzenin 4 kapısından bir diğerinin de Küstahan Kapısı olduğunu anlatan Çıpan, bu kapının 1990'lı yıllarda yapılan kazı ve restorasyon çalışmasıyla yeniden ortaya çıkarıldığını ifade etti.

Mevlevilik tarikatında bu yola girmek isteyen, çileye soyunanların binbir gün boyunca hizmet ettiğini dile getiren Çıpan, hizmetleri sırasında usule uygun olmayan davranışlar veya bir takım ikazlara rağmen düzeltilemeyen hususlar olduğunda, bu kişilere akşam karanlığında Küstahan Kapısı'ndan yol verildiğini, o nedenle bu kapıya Küstahan Kapısı adı verildiğini söyledi.
                
Çıpan, müzenin ana giriş kapısına Dervişan Kapısı adı verildiğine dikkati çekerek, ''Kapının bu isimle anılmasının sebebi; Mevlevilik tarikatına girmek isteyenler bu kapıdan gelip taleplerini iletirler. Bu kapı dergahın ana giriş kapısıdır. Kapının üzerinde Sultan II. Mahmud'un tuğrası bulunmaktadır. Altındaki kitabe de bu bölgenin III. Murat tarafından yaptırıldığını bildiren bir inşa kitabesidir'' diye konuştu.

 

Çıpan, yaptıkları restorasyonun ardından depoda bekletilen Dervişan Kapısı'ndaki kitabeyi, yeniden yerine yerleştirdiklerini söyledi.
                
Dervişan Kapısı'ndan girip binbir gün çileye tabi tutulan, daha sonra da kendisine ''dede'' unvanı verilerek hücre tahsis edilen, ömür boyunca burada hizmetlerini sürdürdükten sonra da vefat edenlerin bu kapıdan son yolculuğuna uğurlandığını dile getiren Çıpan, şöyle devam etti:
 
''Ömrü boyunca dergahta hizmet eden bu kişiler, vefat ettiklerinde yine hizmete başlamak için bulundukları Matbah-ı Şerif'teki alanda cenazeleri yıkanır ve bu kapıdan ebediyete uğurlanırlar. Dünya ile ilişkisini bitiren insanlar Hakk'a yürüdüklerinde bu kapıdan uğurlanırlar. O yüzden Hamuşan Kapısı denilir. Hamuş, Farsça'da 'susmuş' demek. Hamuşan 'susmuşlar' demektir. Mevlevilik geleneğinde mezarlık veya kabristan kelimeleri kullanılmaz. Vefat edenlerin defnedildikleri alana hamuşan denilir. Yani hizmet edenlerin, dünya ile irtibatlarının bittiği zaman dilimine geçişleri bu kapıdan sağlanıyordu. Bu kapıların ne anlamlara geldiğini genellikle işin erbabı bilir.''

Akşam, 08.08.2012

SURİYE'NİN KÜLTÜREL MİRASI DA YOK EDİLİYOR

 

Arap, Osmanlı ve daha bir çok medeniyete ev sahipliği yapan Suriye'de, çok önemli tarihi eserler bulunuyor.

 

Şam, Halep ve Busra'nın eski şehir merkezleri, Kuzey Suriye'nin antik köyleri, Şövalye kalesi ve Palmyra Antik kalıntıları, UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne kayıtlı 6 anıt eser. Bu hazinelerle birlikte listeye aday diğer 12 tarihi anıt, bina ve sit alanı şimdi tehdit altında. Silahlı çatışmaların yanı sıra şehirlerin bombalanması, tarihi eserlerde büyük tahribata yol açıyor. Uzmanlar, çoğu tarihi mekanın yok olma riski ile karşı karşıya olduğunu belirtiyor. Müzeler, anıtlar ve arkeolojik sit alanları yağmalanırken İnterpol, tüm dünyadaki güvenlik güçlerini Suriye'den kaçırılan tarihi eserler konusunda uyardı.

 

Son haftalarda yoğun bombardıman ve çatışmaların vuku bulduğu Halep, Şam ve Dera gibi şehirlerin merkezlerinde bulunan, eski evler, camiler, kiliseler ve önemli anıtlar çatışmalardan etkileniyor. Buna ek olarak sosyal medyaya yansıyan bilgilere göre, müzeler, anıtlar ve arkeolojik sit alanları silahlı gruplar ve siviller tarafından da yağmalanıyor. İnterpol, yakın zaman önce yayınladığı bir raporla, tüm dünyadaki güvenlik güçlerini Suriye'den kaçırılan tarihi eserler konusunda uyardı. Selahaddin Eyyubi'nin türbesi ile Emeviye Camii'ndeki Hz. Yahya türbesi gibi çok önemli bazı tarihi mezarların da, muhalifler içinde yer alan bazı Selefi grupların her an hedefi olabileceği uyarısı da yapılıyor.

 

'Dünya kültürel mirasının Kızıl Haç'ı olarak nitelendirilen 'Blue Shiled'in son haftalarda yayınlamış olduğu raporlar, Küresel Miras Fonu (Global Heritage Fund) raporları ve uluslararası medyanın gündeme taşıdığı konuyla ilgili haberlerin de, Suriye'nin kültürel mirasında oluşan tahribatın çok az bir kısmını yansıttığından endişe ediliyor. Anıt ve müzelerin gördüğü zararın boyutları henüz uzmanlarca incelenemediği için raporlanamıyor.

Ancak çatışmaların sona ermesinden sonra yapılacak uzman incelemeleriyle, bu zararın tam olarak gün yüzüne çıkabileceği belirtiliyor. Zaman'ın sorularını yanıtlayan Paris merkezli Uluslararası Anıtlar ve Sit Alanları Konseyi'nin (ICOMOS) başkan yardımcısı Samir Abdulac, stratejik olarak yüksek ve önemli yerlere yapılan tarihi kalelerin, stratejik konumları nedeniyle silahlı gruplarca bugün de askeri üs olarak tercih edildiğine dikkat çekiyor. Bu da bu çeşit anıtsal binaların zarar görmesinin en temel nedeni.

 

Palmyra Roma kalıntıları, Selahaddin Eyyubi'nin ve Haçlıların inşa ettirdiği Şövalye Kalesi, Dera, Humus, Lazkiye ve Halep'te yer alan irili ufaklı çok sayıda Osmanlı kalesi, kapalıçarşılar ve Türkiye sınırında yer alan antik köyler sırf jeostratejik ve askeri kullanım yüzünden ağır zarar görmüş olan ve halen yok olma riski taşıyan tarihi yerlerden sadece birkaçı.

 

Sivillerin ve askerlerin müzelerdeki tarihi eserleri yağmalaması da kültürel katliamın bir başka boyutunu teşkil ediyor. UNESCO Dünya Kültür Mirası Merkezi'nin Arap ülkeleri uzmanı Véronique Dauge, Zaman'a yaptığı açıklamada, başta BM genel sekreteri olmak üzere, Suriye hükümeti, İnterpol ve Dünya Gümrük Örgütü (WCO) gibi çeşitli yerel ve uluslararası otoriteleri Suriye'den kanun dışı yollarla çıkarılan tarihi eserlerin kaçakçılığını önlemek için uyardıklarını söyledi. Dauge sadece gönüllülerden oluşan bir grubun sınırlı sayıda anıtı gözlemleyip korumaya çalıştığını belirtti.

 

Irak gibi tarihi hafıza kaybı yaşanabilir

Saddam Hüseyin rejiminin uygulamasını örnek alan Suriye hükümeti de yükte hafif pahada ağır, altın ve kıymetli madenlerden yapılmış birçok tarihi eseri merkez bankasının kasasında muhafaza altına aldı. Ancak bu önlem taşınamayacak ebatta olan tarihi eserleri ve anıtları korumak için işe yaramıyor. Dr. Abdulac en önemli sorunlardan birisinin bombalanan kazı alanları olduğunu belirterek, bombalardan, henüz kazı yapılmadığı için toprak altında olan tarihi eser niteliği taşıması muhtemel materyallerin bile zarar gördüğünü belirtti. Irak müzelerinin yağmalanmasının aşırı bir örnek teşkil ettiğini beyan eden Abdulac, Suriye'nin taşıdığı riskin henüz Irak kadar olmasa bile benzeyebileceğini sözlerine ekledi.

 

UNESCO Türkiye Milli Komisyonu'nun sessizliği ise dikkat çekiyor. Suriye'den kaçırılan çoğu tarihi eserin, insani nedenlerden ötürü açık tutulan Türk sınırından geçmiş olma ihtimalinin hayli yüksek olduğuna işaret eden uzmanlar, Türk makamlarının konuyla daha yakından ilgilenmesi gerektiği uyarısı yapıyor. Dünya kamuoyu, Irak'ta işgal nedeniyle vuku bulan kültürel miras yağmasını fark ettiğinde çok geç kalınmıştı. Yerlerinden çalınan Irak müzelerinin değerli koleksiyonları halen dünyanın çeşitli müzayedelerini dolaşmaya devam ediyor.

Zaman, Yazı: Adnan Rıza Güzel, 08.08.2012

TARİHİ KİLİSE ANNE ÇOCUK EĞİTİM MERKEZİ OLDU

 

     

 

Diyarbakır'da 350 yıllık tarihi Ermeni Katolik Kilisesi metruk halinden kurtarılarak, göçle gelen yoksul kadın ve çocuklarının eğitim görmesi için ''Anne Çocuk Eğitim Merkezi''ne dönüştürüldü.

 

Farklı din ve dile mensup kişilerin yüzyıllardır kardeşçe bir arada yaşadığı Diyarbakır'da 1650-1700 yıllarında Vatikan'dan gelen misyonerler tarafından Gregorian mezhebine ait olan Ermenileri Katolik mezhebine çekmek için Sur İlçesi'ndeki Hasırlı Mahallesinde kurulan ve 1850'li yıllarda bir süre cami olarak kullanılan Ermeni Katolik Kilisesi, 4 yıl önce Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce restore edildi.

 

Restorasyonu tamamlanan ve Sur Kaymakamlığı'nca korunması ve işlevlendirilmesi için kiralanan tarihi kilisenin papaz evi bölümü, hazırlanan bir proje kapsamında ''Anne Çocuk Eğitim Merkezi''ne dönüştürüldü.

 

İçişleri Bakanlığı'nca ''Köye Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi kapsamında aktarılan 130 milyon lira ödenek ile tarihi kilise içerisinde hayata geçirilen merkezde yüksek standartlarda iki sınıf, bir oyun odası ve mutfaktan oluşan 80 öğrencinin eğitim gördüğü bir kreş, annelerinin de okuma yazma öğrenebilmesi için eğitim salonu bulunuyor.

 

Ekonomik yoksunluk nedeniyle kreşe gitme imkanı bulamayan 80 çocuk, aldığı eğitim ile geleceğe güvenle hazırlanıyor.
        
Sur Kaymakamı Mustafa Kılıç, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Sur İlçesi'nin Diyarbakır'ın merkezinde ve tüm tarihi mekanların toplandığı bir yer olduğunu vurgulayarak, ilçedeki tarihi mekanların restorasyonu kapsamında bir süre önce restorasyonu tamamlanan Ermeni Katolik Kilisesi'ni cemaati bulunmadığı için korunması ve işlevlendirilmesi için bir proje kapsamında Suriçi bölesindeki kadın ve çocuklara yönelik eğitim merkezi haline getirdiklerini söyledi.
 
Suriçi bölgesinin sosyal ve ekonomik anlamda dezavantajlı vatandaşların yaşadığı, terör olaylarının yoğun yaşandığı dönemlerde dışarıdan göçle gelenlerin ilk yerleşim yeri olduğunu ifade eden Kılıç, ekonomik açıdan imkanları yetersiz olan ailelerin ve çocuklarının iyi bir eğitim almaları için Ermeni Katolik Kilisesi'ni Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden kiralayarak kadın ve çocukların hizmetine sunduklarını belirtti.

 

Kılıç, ilçede çocukların ve kadınların çok fazla sosyal imkanları bulunmadığına dikkati çekerek, ''Evlerin iç içe olduğu dar sokaklara sahip olmasından dolayı çocukların gidebileceği park ve bahçeler bulunmuyor. Bu nedenle çocuklar vakitlerini sokakta geçiriyor. Sosyal bir derneğin desteğiyle açtığımız merkezde hem onlara sosyal bir imkan sunmuş olduk, hem de kişisel gelişimlerini sağlamalarına vesile olduk'' dedi.
 
Kreşe çocuğunu getiren kadınların yarısının okuma yazma bilmediğini hatırlatan Kılıç, kadınlara yönelik de tarihi yapı içerisinde oluşturdukları salonlarda okuma yazma eğitimi verdiklerini vurguladı.

Akşam (Kısaltarak), 08.08.2012

GENÇ KADININ MEZARINDAN 1789 KEMİK ÇIKTI

 

 

Meksika'nın başkenti Meksiko'daki Aztek uygarlığına ait Büyük Tapınak'ta (Templo Mayor) şimdiye kadar eşi benzeri görülmemiş bir mezar odası bulundu.

 

Azteklerin başkentindeki en kutsal yer olan Büyük Tapınak'ın bir kenarında yer alan "kutsal ağacın" kalıntılarının yakınlarında, yerin 5 metre altında bulunan mezar odasında 1789 insan kemiği yığınıyla çevrelenmiş genç bir kadının iskeleti yer alıyor.

Meksika Ulusal Antropoloji ve Tarih Enstitüsü, Azteklerin üst sınıf üyelerinin öteki dünyaya yolculuğuna eşlik edecek refakatçiler bulmak için kitlesel kurban törenleri düzenlemediğini ve kemikleri tekrar gömme gelenekleri olmadığına dikkati çekerek, mezarın eşsiz nitelikte olduğunu belirtti.

Florida Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nden Susan Gillespie, mezarı Aztek kültüründe benzeri olmayan bir örnek olarak niteledi.

Mayaların üst sınıf üyeleriyle birlikte kurban edilmiş kişileri de gömdüğünü ifade eden Gillespie, bu kişilerin bir bütün olarak gömüldüğünü, Aztek mezarında ise farklı insanların farklı kısımlarından yüzlerce kemik bulunduğunu kaydetti.

Gillespie, diğer Kolomb-öncesi uygarlıklardan farklı olarak Azteklerin, 1325 ve İspanyolların 1521'deki istilasına kadar olan süreçte üst sınıf üyelerinin cenazelerini gömmek yerine yaktıklarına işaret etti.

Mezardan çıkarılan kemikleri inceleyen arkeologlar, bazı göğüs kemikleri ile omurlarda kalp çıkarma ayinindekileri anımsatan kesik izlerinin bulunduğunu, ancak kurbanların bir bütün olarak değilde parçalanarak mezara yerleştirildiğini söyledi.

Arkeologlar, kemik yığınlarından birinde 7 yetişkin ile 3 çocuğa ait kafataslarının, diğerinde uyluk kemiği gibi uzun kemiklerin, bir başkasında ise kaburga kemiklerinin yer aldığını belirtti.

Kazıda görev alan antropolog Perla Ruiz, Kolomb-öncesi uygarlıklardan bazılarının atalarına taptığı için başka mezarlardan çıkardıkları kemikleri yeniden gömdüklerine işaret etti, ancak Azteklerin atalarına değil, Güneş Tanrısı'na tapındığına dikkati çekti.

Mezarın, 1481-1486 yıllarına ait olduğu sanılıyor. Mezarın yakınlarındaki kutsal ağaç da arkeoloji dünyasında büyük merak uyandırdı.

Küçük yuvarlak bir platforma yerleştirilen meşe ağacı kütüğünün, neyi simgelediği henüz çözülemedi.


Azteklerin, diğer Kolomb-öncesi uygarlıklar gibi tinsel öneme sahip olduğunu düşündükleri ağaçları kutsal kabul ettiği biliniyor, ancak kütüğün törensel anlamı şimdilik gizemini koruyor.

Sabah, 08.08.2012

KUTSAL YOLDA TARİHİ TALAN

 

 

Aydın'ın Didim İlçesi’nde Milet antik kentinden Apollon Tapınağı’na uzanan ve yıllardır tam olarak ortaya çıkarılamayan Kutsal Yol’un geçtiği bölgelerdeki tarih talanı pes dedirtti. Didim Turizm Altyapı Hizmet Birliği (DİTAB) Başkanı Salih Bankoğlu, yol güzergahında birçok yerin kaçak kazı yapanlar tarafından talan edildiğinin belirlendiğini söyledi ve çekilen fotoğrafları basınla paylaştı.

Yaklaşık 20 kilometrelik Kutsal Yol’un tamamının ortaya çıkarılması, yürüyüş ve bisiklet yolu yapılması için geçen mayıs ayında keşif çalışması başlatıldı. Aydın İl Kültür ve Turizm Müdürü Nuri Aktakka, DİTAB Başkanı Salih Bankoğlu, Milet Müzesi Arkeoloğu Hasibe Akad İslam, Dağcılık İhtisas Kulübü Başkanı Mustafa Aksoy, Bisikletçiler Derneği Aydın Temsilcisi Emre Polat, Aydın İl Özel İdare Planlama ve Proje Müdürlüğünden Hüsamettin Ayaz’ın yer aldığı heyet, Milet antik kentinden geçip, Balat, Akköy ve Yalıköy güzergahını izleyerek Mavişehir Mahallesi üzerinden Kutsal Yol’un sona erdiği Apollon Tapınağı’na kadar yürüdü.

Yürüyüşe katılanlardan DİTAB Başkanı Salih Bankoğlu, basın toplantısı düzenleyerek, yaptıkları incelemeler hakkında bilgi verdi. Bankoğlu, Kutsal Yol’un geçtiği güzergahın kaçak kazı yapanlar tarafından talan edildiğini söyledi. Gezi ve incelemeler sırasında çekilen fotoğrafları basınla paylaşan Bankoğlu, "Kutsal Yol’la ilgili olarak Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan izin alındı. Bu yolun açılması noktasında izin alınmasına rağmen burayı bekleyen daha büyük tehlike mevcut. Maalesef bu yol üzerindeki yerler talan edilmiş. Akköy ve Didim arasındaki bölgede, antik dönemde yaşamış kişilere ait mezarların olabileceği yerler define arayanlar tarafından kazılmış ve talan edilmiş. Biz buranın turizme açılmasını istiyoruz, ortada darmadağın bir durum söz konusu" dedi. Bankoğlu, yetkili mercilere gerekli bilgilerin verildiğini ve gerekli güvenlik önlemlerinin alınmaya başladığını dile getirdi.

Vatan, Haber: Buket Yetişsin, 08.08.2012

BAKAN AKHİSAR MÜZESİ'Nİ AÇTI

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Akhisar Müzesi’ni törenle açtı.

 

Manisa Valisi Halil İbrahim Daşöz, Akhisar Kaymakamı Kamil Köten, Belediye Başkanı Salih Hızlı ve çok sayıda siyasetçinin katıldığı törende Bakan Günay, bandoyla karşılandı. 6 yılda bitirilen müzenin, son 5 yılından kendisinin sorumlu olduğunu belirten Günay, kültür hazinelerinin yeryüzüne çıkarılması için büyük projeler yürüttüklerini anlattı. Belediye Başkanı Hızlı, Bakan Günay’a şehrin anahtarını ve Akhisar Belediyespor forması takdim etti. 1000 metre kapalı alanı bulunan, 3 ayrı binadan oluşan Akhisar Arkeolojik ve Etnografik Müzesi, 1.5 milyon liraya mal oldu.

Milliyet Ege, Haber: Haldun Akyüz, 08.08.2012

DENİZDEN ANTİK 3 MEZAR STELİ ÇIKARILDI

 

 

Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) Sualtı Görüntüleme ve Araştırma Merkezi tarafından Antalya kıyılarında yürütülen arkeolojik sualtı araştırmaları sırasında, Side antik kenti mendireğine yaklaşık 300 metre uzaklıkta, 4 metre derinlikte 3 mezar steli tespit edildi.

Mezar stelleri, Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) Sualtı Görüntüleme ve Araştırma Merkezi Üyesi Sualtı Arkeoloğu Dr. Hakan Öniz başkanlığındaki ekip tarafından, balon sistemiyle sualtından çıkarıldı.

Side Müzesi'ne taşınan stellerden birinin üzerinde, Dor lehçesiyle Helence yazıt tespit edildi. Milattan önce 4-2. yüzyıllara ait olduğu sanılan steldeki yazıtta, ''Damatrios oğlu Seimos'' anlamına gelen, ''Seimos Damatriou'' yazdığı bildirildi.

Sualtı Arkeoloğu Dr. Hakan Öniz, gazetecilere yaptığı açıklamada, 20 gündür sürdürdükleri çalışmalar sırasında, Antalya kıyılarında Tunç Çağı'ndan Osmanlı dönemine kadar çok sayıda eser ve gemi batığı keşfettiklerini bildirdi. Öniz, Side ve Manavgat kıyılarında ilk defa sistematik sualtı çalışması yürüttüklerine de dikkati çekti.

Side antik kenti limanının açıklarında pek çok lahitle karşılaştıklarını da belirten Öniz, çalışmalara Side Müze Müdürlüğü ile Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan temsilcilerin de katıldığına işaret etti.

Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Side Antik Kenti Kazı Başkanı Doç.Dr. Hüseyin Alanyalı ise Side'nin antik dönemde önemli bir ticaret merkezi ve önemli bir liman olduğunu bildirdi.

Mezar stellerinin yanı sıra sualtında bir çok lahit parçasına rastlanmasının da kentin zenginliğini gösterdiğini vurgulayan Alanyalı, ''Side Limanı antik dönemde Doğu Akdeniz'de ticaret, sığınma ve kent varlığı açısından önemli bir limandı. Lahitler Roma dönemine ait, ama bulunan eserleri inceledikten sonra karar verip tespit edeceğiz'' diye konuştu.

Side Müzesi Müdürü Güner Kozdere de güvenlik sorunları nedeniyle stelleri yüzeye taşımaya karar verdiklerini anlattı. Kozdere, eserlerin konservasyonunu yaparak kayıtlara geçireceklerini kaydetti.

Haber 7, 08.08.2012

TARİH MÜZESİ OLUYOR

 

 

Doğudan Rus, güneyden İran’dan gelecek saldırılara karşı korunmak amacıyla 18’inci yüzyılda yaptırılan ve çetin çarpışmalar nedeniyle ’kanlı tabya’ adını alan yapıtın Harp Tarihi Müzesi olması için başlatılan restorasyon çalışmaları devam ediyor.

Halitpaşa Mahallesinde 15 bin metrekare alana kurulan ve üzeri bir metreden fazla toprakla örtülü bulan Kanlı Tabya’dan el bombaları ve top mermileri çıkıyor. Bugüne kadar yeterince sahip çıkılmayan Kanlı Tabya, Kültür ve Turizm Bakanlığının tarihi, kültürel mirası ortaya çıkarması için başlattığı restorasyon çalışmalarıyla turizme kazandırılacak.

Kültür ve Turizm İl Müdürü Hakan Doğanay Kars’ın 46 tabya ile Türkiye’deki en çok tabyaya sahip olan il olduğunu ifade etti. Doğanay, "Serhat kent Kars’ta, Doğu’dan Ruslara Güney’den İranlılara karşı savunma amaçlı olmak için tabyalar yapılmıştır. Kanlı Tabyayı Harp Tarihi Müzesi olarak turizme kazandıracağız" dedi.

Vatan, Haber: Bedir Altunok, 07.08.2012

ŞEHİTLİK, BİZANS MEZARLIĞI ÇIKTI

 

 

Balıkesir'in Erdek İlçesi'nde 30 yıldır her Zafer Bayramı'nda şehitlik diye ziyaret edilen mezarlığın Bizans mezarlığı olduğu ortaya çıktı.    


Bursa Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından görevlendirilen 10 kişilik heyet, Erdek İlçesi'nde şehitlik diye her sene ziyaret edilen yerin Bizans dönemine ait mezarlık olduğunu belirledi. Erdek Kaymakamı İsmail Kaygısız, konuyla ilgili yaptığı açıklamada, bölgede yabancı uyruklu ve Erdekli vatandaşların da mezarlarının yer aldığını belirterek, "Şehit mezarı bulunmaması üzerine Garnizon Komutanlığı geriye dönük incelemesinde, bahse konu alanın şehitlik olarak kayıtlarda bulunmadığını tespit etti. İlçe Kaymakamlığı ve Garnizon Komutanlığı olarak şehitlik olarak bilinen mezarlık ziyaretini ve burada yapılacak olan 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamalarını programdan çıkardık" dedi.  
  
Olayın duyulmasının ardından açıklamalarda bulunan Bandırma Müze Müdürlüğü Müze Uzmanı Zeliha Doğan, "Bu olayın gündeme gelmesinden sonra Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu tarafından Müze Müdürlüğü'nden görüş istendi. Bunun üzerine araştırma kazısı yapıldı. Alanda yapılan kazı sonuçlarını bir rapor haline getirerek Bursa Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'na gönderdik. Bölgede 1914-1915 yıllarındaki savaşta yaralanarak Erdek'te hastaneye gönderilen ve burada hayatını kaybeden askerlerin mezarları da bulunuyor. Bunun yanı sıra 1980'li yıllarda görev şehidi askerlerin de mezarları bulunuyor. Bu konuda son kararı Bursa Kültür Varlıkları Koruma Kurulu verecek" diye konuştu.  
 

Erdek'te ikamet eden bir vatandaş ise, geçmişte bölgede bulunan otogar ve otopark alanlarının şehir mezarlığı olduğunu ifade ederek, "Bunların yine şehir mezarlığı yapıldıktan sonra kaldırılması gündeme geldi. Aileler mezarları buradan taşıdılar. Ancak bu bölgede iki tane mezarlık kaldı. Bunlardan bir tanesi özel tapulu arsa üzerinde bulunan mezarlık. Diğeri ise bu şehitliktir" diye konuştu.  

Türkiye Gazetesi, 07.07.2012

KÖYDE TOPRAK KÜP BULUNUNCA SİT ALANI İLAN EDİLDİ

 

 

Burdur merkeze bağlı Yarıköy, İlk Tunç Çağı'na ait toprak küplerin bulunması nedeniyle SİT alanı ilan edildi.

 

Yarıköy Höyük Nekropolü (mezarlık) pithos (pişmiş toprak küp) kalıntılarının bulunduğu alanda Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından sağlanan ödenekle İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü'ne bağlı Müze Müdürlüğü uzmanlarından oluşan bir ekiple kurtarma kazısı başlatıldı.

 

Yapılan açıklamada pithos parçalarının, höyük yerleşiminde uzun yıllar boyunca kum alınması nedeniyle neredeyse tamamen tahrip olduğu tespit edildi. Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun kararı ile kazı yapılacak alan, birinci derece arkeolojik SİT alanı olarak tescil edildi. Uzmanlar tarafından kurtarma kazısı başlattıklarını belirten İl Kültür ve Turizm Müdürü Mehmet Tanır, “Bu kurtarma kazısı Müze Müdürlüğü uzmanlarınca Yarıköy Höyük Nekropolü'nde yapılıyor. Kazı Müze Müdürü Hacı Ali Ekinci Başkanlığı'nda, Arkeolog Arif Küçükçoban, Arkeolog Alime Çankaya’dan oluşan bir ekip tarafından gerçekleştiriliyor.” dedi.

 

Kazı çalışmasının amacının kum alınarak büyük oranda tahrip olan alanı kurtarmak olduğunu söyleyen Müdür Tanır, nekropol alanında kalan pithos mezarlarından ortaya çıkarılacak eserlerle ilin Prehistorik dönemine ışık tutulacağını belirtti.

Özgür Kocaeli, 07.08.2012

EUROMOS ANTİK KENTİNDE KAZI ÇALIŞMALARI BAŞLADI

 

 

Muğla Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Abuzer Kızıl, Anadolu’nun en iyi korunmuş tapınaklarından birisi olan Zeus Tapınağı’nın bulunduğu Euromos antik kentindeki kazı çalışmalarına başladıklarını bildirdi.

 

Milas’a bağlı Selimiye beldesi sınırları içinde yer alan ve milattan önce 2. yüzyılda inşa edilen Zeus Tapınağı’nın bulunduğu Euromos antik kentindeki kazı çalışmalarının bu yılki ayağı başladı.

 

Muğla Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Kazı Başkanı Yrd. Doç Dr. Abuzer Kızıl, antik kentteki kazı çalışmalarının eylül ayı başına kadar devam edeceğini söyledi. Tarihi alanda seviye inme çalışmalarının devam ettiğini anlatan Kızıl, agoranın Euromos’un Anadolu’da iyi korunmuş bütün çağlarıyla izlenebilen ender eserlerden olduğuna işaret etti.

 

Kızıl, şöyle konuştu:

“Elimizdeki mimari elemanlarla agoranın tamamının çizimlerini tamamlayabileceğiz. Önümüzdeki yıllarda da burayla ilgili restorasyon çalışmalarımız olacak ve projelerimiz hazırlanıyor. Ciddi restorasyon çalışmalarına başlamadan önce burada yeralan taşların niteliğini ve niceliğini anlamak çok önemli. Taşlarda gözle görülmeyen kılcal çatlaklar olup olmadığı ve sağlamlaşma gerekip gerekmediği konusunda çalışmalarımız başladı.”

 

Bu yılki çalışmalarında ortaya çıkarılan eserlerin tek tek belgelendirileceğini ifade eden Abuzer Kızıl, tapınağı dijital ortamda tümlemeye çalışacaklarını ve arkasından bir TÜBİTAK projesi hazırlanacağını söyledi. Bu yılki ekibe değişik üniversitelerden katılım olduğunu belirten Kızıl, şöyle devam etti:

“Adnan Menderes Üniversitesi, Ahi Evran Üniversitesi, Selçuk Üniversitesi ve Muğla Üniversitesi’nin öğrencileri ağırlıklı olmak üzere, ortalama 25 kişilik ekiple çalışmalarımıza devam diyoruz. Planladığımız ve ön gördüğümüz faaliyetlerimiz başarıyla devam ediyor. Çalışmalarımız neticesinde hem bölgenin hem de Batı Anadolu’nun insanlık tarihinin önemli, karanlıkta kalmış noktalarını aydınlatmaya çalışacağız. Özellikle Karya’nın arkeolojisine ve tarih öncesi yaşantısına dair bulguların ele geçeceğini tahmin diyoruz. Çünkü geçmiş yıllarda yapılan nekropol kazılarında en azından geometrik döneme ait eserlerin ele geçtiğini duyuyoruz.”

 

Yrd. Doç.Dr. Abuzer Kızıl, geçen yıl başlatılan kazı çalışmalarının ardından yaptıkları başvuruyla kazı alanının kamulaştırılması konusundaki müracaatlarına cevap geldiğini ve agora ile tiyatronun olduğu alanın kamulaştırıldığını kaydetti.

haberler.com, 07.08.2012

ÇAMLICA İÇİN ABSÜRD PROJELER

 

 

Prestijli mimarlık dergisi XXI, ödül miktarından (birinciye 300 bin lira) amacına (Osmanlı-Türk mimarisine uygun, İstanbul ’un sembollerinden birine dönüşecek), proje teslim tarihine (yarışma ilanı tarihinden sadece 40 gün sonra) tartışmalara neden olan Çamlıca Camii Yarışması’na tepki olarak absürd bir yarışma düzenledi. Serbest Atış/ Absürd Fikirlere Çağrı: Alternatif Çamlıca Camii Yarışması’nın amacı “ İstanbul ’un siluetine ve kent dokusuna aykırı, Osmanlı Türk mimari üslubunu yok sayan, gelenekle geleceği birbirine karıştırmayan, İstanbul ’a değer kaybettirecek ve İstanbul ’un sembollerinden birine dönüşmeyecek bir cami projesi tasarlamak” şeklinde açıklanırken yarışmayı kazanandan 300 bin lira talep ediliyor (şaka elbette)!












XXI’in Facebook sayfası üzerinden düzenlenen yarışmaya bir hafta içinde pek çok absürd proje dahil oldu. 15 Ağustos’a kadar sürecek yarışma sonucunda en çok beğenilen üç absürd proje, gelecek ay XXI dergisinde yayımlanacak. İşte absürd projelerden bazıları...

 

     

Radikal, 07.08.2012

RESİM VE HEYKEL MÜZESİ'NDE 202 ESER KAYIP

 

 

Türk resim ve heykel sanatının dünyaca ünlü sanatçılarına ait 5 bine yakın paha biçilmez eserine ev sahipliği yapan ve geçtiğimiz yıllarda birbiri ardına yaşanan hırsızlık olaylarıyla sarsılan Devlet Resim ve Heykel Müzesi'nde skandallar bitmek bilmiyor. Müzede 202 eser kayıp, 46 eser sahte, 27 eserin orijinalliği ağır kuşkulu...

 

Milliyet Gazetesi'nden Sertaç Koç'un haberine göre, bünyesinde barındırdığı eserler nedeniyle “resim ve heykelin milli hafızası” olarak nitelendirilen müzede 2009’da Hoca Ali Rıza’ya ait 13 adet karakalem eskizinin sahteleriyle değiştirildiğinin belirlenmesinin ardından sayım komisyonunun başlattığı çalışma tamamlandı. Kültür ve Turizm Bakanlığı ’nın, olası tepkiler nedeniyle kamuoyuyla paylaşmadığı rapora göre, müzede bulunan Fikret Mualla, İbrahim Çallı, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Şevket Dağ, Hoca Ali Rıza, Hüseyin Avni Lifij, Halil Paşa, Hikmet Onat, Feyhaman Duran, Refik Epikman, Mehmet Ali Laga, Fethi Arda, Sami Yetik, Mustafa Ayaz, Zühtü Müridoğlu’nun da aralarında bulunduğu sanatçıların yüzlerce eserinin “kayıp”, “sahte” ya da “ağır kuşkulu” olduğu ortaya çıktı.

KAYITLARI VAR, KENDİLERİ YOK
Raporda müze envanterine kayıtlı olmasına karşın 202 eserin kayıp olduğu, 46 eserin sahteleriyle değiştirildiği, 27 eserin orijinalliğinin ağır kuşkulu olduğu iddia edildi. Böylece kayıp ve sahte olmak üzere toplam 248 eserin müzeden çalındığı anlaşılırken, ağır kuşkulu olan 27 eserin orjinal olup olmadığı ise yapılacak incelemenin ardından netlik kazanacak.

Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde 2009’da Hoca Ali Rıza’ya ait 13 adet karakalem eskizinin sahteleriyle değiştirilerek çalındığı, o dönem teşhirde bulunan Şevket Dağ’a ait bir tablonun da sahte olduğu belirlenmişti. Hırsızlık olaylarının ardından, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ’ın talimatıyla müzedeki diğer eserlerin incelenmesi için sayım komisyonu oluşturulmuştu.

 

5 BİN ESER İNCELENDİ
Sanatçı, akademisyen, uzman ve müfettişlerden oluşan sayım komisyonu çalışmalarına 22 Ocak 2010’da başladı. Komisyon, 4 bin 108’i müze envanterine kayıtlı yaklaşık 5 bin eseri titizlikle inceleyerek çalışmalarını 18 ocak 2011’de tamamladı. Komisyonun raporu Kültür ve Turizm Bakanlığı ’na gönderdi. Raporda müze envanterine kayıtlı olmasına karşın 202 eserin kayıp, 46 eserin sahteleriyle değiştirildiği, 27 eserin orjinalliğinin ağır kuşkulu olduğu belirlendi.

 

Müzedeki kayıp ve sahte eserlerin çokluğu nedeniyle bakanlık yetkilileri büyük bir şok yaşadı. Müzede 2009’da Hoca Ali Rıza’ya ait 13 eserin çalınması nedeniyle oluşan tepkiyi gözününde bulunduran bakanlığın daha yoğun tepki geleceği endişesiyle, raporu kamuoyuna yansıtmadığı ve sızdırılmaması için yoğun çaba sarf ettiği öne sürüldü.

46 ESER SAHTE ÇIKTI
Raporda müze envanterine kayıtlı 46 adet eserin sahte olduğu tespit edildi. Bu eserler arasında daha önce sahte olduğu anlaşılan Hoca Ali Rıza’nın 13 ve Şevket Dağ’ın bir çalışmasının yanı sıra, aynı sanatçılara ait başka eserler ve birçok önemli sanatçının tabloları bulunuyor. Orijinalleri çalınarak yerlerine sahtelerinin konulan eserlerden bazıları şöyle:

“Fethi Arda/Kara Giysiler, Fethi Arda/Kompozisyon, Hüseyin Yüce/Karda Ağaçlar, Şevket Dağ/Kuyu, Şevket Dağ/Manzara, Refik Epikman/Peyzaj, Refik Epikman/Peyzaj, İbrahim Çallı/Manolyalar, İbrahim Çallı/Moda Deniz Hamamı, İbrahim Çallı/Kayıklar, İvan Konstantinoviç Aivazovsky/Peyzaj, Malik Aksel/Gölge Oyunu, Arif Kaptan/Çoban, Saip Tuna/portre, Saip Tuna/Gelincikler, Hikmet Onat/Manzara, Hikmet Onat/Sandalda Kadınlar, Pertev Boyar/Peyzaj, Fikret Mualla/Kumarhane, Hoca Ali Rıza/Mezarlık Yolu, Hoca Ali Rıza/Çamlıca Kız Lisesi, Hoca Ali Rıza/İshak Paşa Çeşmesi, Hoca Ali Rıza/Natürmort, Hoca Ali Rıza/Çamlıca, Hoca Ali Rıza/Çamlıca, Hoca Ali Rıza/Sokak Çengelköy Kuleli Yolu, Hoca Ali Rıza/Kayalık, Hoca Ali Rıza/Sultan Çayırından, Nazmi Ziya Güran/Manzara, Sabri Berkel/Natürmort, Sami Yetik/Peyzaj, Mehmet Ali Laga/Mesudiye, Mehmet Ali Laga/Sarıca İli, Bedri Rahmi Eyüboğlu/Manzara ve Bahçe.”

AĞIR KUŞKULU ESERLER
Raporda ayrıca, müze envanterine kayıtlı olan 27 adet eserin de orijinalliğinin kuşkulu ya da ağır kuşkulu olduğu belirlendi. Eser sahibi sanatçıların tarz ve üsluplarıyla farklılık gösteren 27 eserin, gerçek olup olmadığı ise Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nda (TAEK) yapılacak kimyasal boya analizlerinin (spectum) ardından netlik kazanacak. Gerçek olup olmadığı ağır kuşkulu olan eserlerden bazıları ise şöyle:
“Fikret Mualla/Dedikodu, Fikret Mualla/Balo, Fikret Mualla/Pazar Yeri, Fikret Mualla/Garson, Fikret Mualla/Köpekle Gezinti, Fikret Mualla/Barda Sohbet, Fikret Mualla/Balon Satan Kadın, Fikret Mualla Balıkçılar, Şevket Dağ/Han İçi, Halil Paşa/Develi, Halil Paşa/Boğaz, Halil Paşa/Boğaz, Agah Efendi/Suya İnen İnekler, Saip Tuna/Kayıklı Manzara, Münif Fehim/Portre, Mehmet Ali Laga/Çardak’tan Gelibolu ’ya, Hoca Ali Rıza/Tabiattan, Hoca Ali Rıza/Natürmort, Üsküdarlı Cevat/Büyükada, Refik Epikman/Erzincan’dan manzara.”

1980’DE AÇILDI
Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi, 6’ncı Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün talimatıyla restore edilen Türk Ocağı binasında, 2 Nisan 1980 tarihinde açıldı. Başbakanlık genelgesiyle o dönem kamu kurumlarındaki 500 kadar sanat eseri toplanarak müzenin ilk koleksiyonu oluşturuldu. Bu eserler, seçici kurul tarafından belirlenen yerlere asılarak izlenime sunuldu. Müzede 1980’den bu yana kurucu Müdür Tunç Tanışık ile Nejdet Can, Vural Yurdakul, Mükerrem Baydar, Özgür İzzet Pektaş, Ömer Osman Gündoğdu müdürlük görevinde bulundu. Ali İhsan Gürsoy halen müdürlüğü görevini vekaleten yürütüyor.

HIRSIZLIK OLAYLARIYLA GÜNDEME GELMİŞTİ
Uzun yıllar ziyarete kapalı olan Devlet Resim ve Heykel Müzesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Altındağ Belediyesi işbirliğiyle 2007-2008 arasında yapılan tadilatın ardından hizmete açılmıştı. 2007’de tadilat sürdüğü sırada müze bahçesine bir kamyonla giren hırsızlar, gündüz vakti işçilerin gözü önünde bahçedeki iki bronz heykeli çalmıştı. Heykellerin tarihi değerinin olmadığı açıklanmış, ancak müze müdürü görevinden almıştı. Ayrıca, başlatılan soruşturma kapsamında müzede görevli 26 personele çalınan heykeller için 6’şar bin TL ceza kesilmişti. 2009’da ise müzede çalışan bir güvenlik görevlisi İbrahim Çallı’nın bir yağlı boya portresi ile Şevket Dağ’ın iki tablosunu çalmış, ancak eserleri satamayınca 3 gün sonra tekrar müze bahçesine bırakmıştı. Müzeden 1997’de 31 eser çalınmıştı. Çalınan bu eserler hala bulunamadı. Müze son olarak 2009’da Hoca Ali Rıza’ya ait eserlerin sahteleriyle değiştirildiğinin anlaşılmasıyla gündeme gelmişti.

KAYIP ESERLERDEN BAZILARI
Rapora göre, müze envanterine kayıtlı olmasına karşın paha biçilemeyen 202 eserin “kayıp” olduğu tespit edildi. Kayıp eserlerden bazıları şöyle:


- Şevket Dağ: Surlardan, Cami Kapısı, Cami İçi, Topkapı Sarayı Kızlar Ağası Dairesi, Pencereden Görünüm
- Şefik Bursalı: Dolmabahçe’den,
- Zühtü Müridoğlu: Alçı kadın başı, Bronz figür, n Hasan Vecih Bereketoğlu: Kurbağalı Dere, n Halil Paşa: Güller, Britanya’dan Kadın, Yalılar, Manzara, n Devrim Erbil: Soyutlama,
- Hikmet Onat:? İstanbul Boğaz’dan Peyzaj, Salacak’tan Manzara, Anadolu Hisarı, n Oya Kınıklı: Yeşil Yaylı Kemancı, n Hamiye Çolakoğlu: Seramik Nene Hatun formu,n Bedri Rahmi Eyüboğlu: Muradiye’de Kahve, Edirne Tunca Köprüsü, n Feyhaman Duran: Süleymaniye‘den Fatih’e Doğru, Laleli Buket, Hoca Ali Rıza’nın portresi,
- Yusuf Çöloğlu: Kapadokya, n Şeref Akdik: Pendik, Erdek Balıkçı Kayıkları, n Hüseyin Avni Lifij: Kağnı ve Köylüler, Ankara ’da Bir Sokak,
- İbrahim Çallı: Manzara, Bahçede Kadın, Peyzaj, n Hoca Ali Rıza: Bulgurlu’da Timurcu Çeşmesi, Yağış, Sandal Balıkçı Kulübesi, Beykoz’da İshak Ağa Kahvesi, Kaya ve Çam, n Mehmet Ali Laga: Manzara, n İsmail Hakkı: Batan Gemi, n Ali Avni Çelebi: Vatanı Müdafa Eden Türk Askeri, Mehmet Ruhi Arel: Sakarya’dan Doğan Çay,
- Sami Yetik: Kasımpatılı Natürmort, Peyzaj, n Arif Kaptan: Natürmort,
- Namık İsmail: Denizde Vapur,
- Hasan Vecih Bereketoğlu: Manzara, Çankaya’dan, n Hüsmeyin Zekai Paşa: Cami, n Mustafa Esat Düzgünman: Battal Ebru.

KİM, NE DEDİ?
Rafi Portakal (Müzayedeci):
“Habere göre 202 eserin çalınması, bir günlük bir iş değil, zun zamana yayılmış. Dünyanın başka taraflarında da müzelerden eserler çalınıyor ama böylesi sayıda eserin çalındığı müzeyi hatırlamıyorum. Bu sanat eserlerine verdiğimiz değeri gösteriyor. Sahte eserlere gelince işin o ayrı bir trajedi. Eserler çalınıp yerine başkaları konuyor, uzun süre fark edilmiyor. Hakikaten bir sanat adamı olarak yüreğim ağlıyor.”

Yahşi Baraz (Galerici): “Resim Heykel Müzesi’nde resimlerin doğru dürüst envanteri çıkarılmadı. Yeni yeni yapılıyor. Böyle olunca da bazı kötü niyetli insanlar resimleri değiştirebilir; bu içeriden yapılmış bir şey. Kültür Bakanlığı kayıp eserleri kamuoyuyla paylaşmalı. Galerilere, açık artırma merkezlerine bildirmeli özellikle. Biz de kayıp eserlerden birisi gelirse bakanlığa bilgi verebiliriz. Bu eserler yurtdışında da olabilir üstelik. Daha komik olanı şu: Birisi bu tablolardan birini kayıp olduğunu bilmeden de almış olabilir.”

Turgay Artam (Müzayedeci): “Bu bilirkişi raporu doğru ise sanat açısından çok kötü bir durum. Bildiğim kadarıyla Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay , bu konularla yakından ilgili ve çok hassas. Şimdi bu kayıp eserlerin, resimleri ile hemen açıklanması gerekiyor, ki galeriler, müzayede kuruluşları, hatta koleksiyoncular bunları almasın. Daha önce Milli Kütüphane Koleksiyonu’ndan tablolar yok olmuştu. O tabloların hiçbirinin fotoğrafları bulunamadı. Sadece kayıp tabloların ressamlarının adı var.”

Hüsamettin Koçan (Sanatçı):Türkiye ’de devletin elinde olan sanat eserlerinin resmi bir dokümantasyonu doğru dürüst çıkmış değil. Bir ara Kültür Bakanlığı ciddi biçimde ele almaya çalıştı, fakat son durum konusunda bilgim yok. Müzede biliyoruz ki bürokrosinin kendi çarkları içinde bir rastlantısallık söz konusu. Orası biraz devlet bürokrasisi nasıl işliyorsa öyle işliyor. Muhtemeldir ki bürokratik çark içinde bunların yaşanması da mümkün.”

Doç.Dr. Zeynep Yasa Yaman (Sanat tarihçi): Devlet Resim ve Heykel Müzesi, Türkiye ’nin modern sanatının temsili açısından Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim ve Heykel Müzesi’nden sonra ya da en az onun kadar önemlidir. Yaklaşık Meşrutiyet döneminden 1990’lara kadarki Türk sanatının önemli birikimini barındığı söylenebilir. 1990’lardan bu yana müze birçok soruşturma ve sayım geçirdi. Eğer bir müzeye yaraşır envanter kayıtlarına, arşive sahipse; komisyonların elinde kuruluş tarihi itibariyle müze koleksiyonuna alınan eserlerin listelerinin bulunması ve konunun yalnızca depo sayımından ibaret kalınmaması gerekir.”

Radikal, 07.08.2012

 

******


BAKAN GÜNAY: MÜZE 12 EYLÜL'ÜN TAHRİBATINA UĞRAMIŞ

 

Yönetmen Metin Erksan'ın, Teşvikiye Camii'nde düzenlenen cenaze namazına katılan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, gazetecilerin Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi'ndeki kayıp eserlerle ilgili sorularını yanıtladı.

 

Bakan Günay, "Tamamen benim başlattığım bir soruşturma. 2008’de göreve geldiğimin altıncı ayı başlattığım bir soruşturma. 2009’da kapsamını genişlettim, Temmuz ayında da onaya bağladım. Dönemin sorumlularıyla ilgili soruşturmalarımız da sürüyor. Adli idari tüm müracaatlarımızı yaptık emniyet dahil olmak üzere" dedi. Günay, "1980’in Nisan’ın da kurulan Resim Heykel Müzesi ne yazık ki 12 Eylül ’ün tahribatına uğramış. Uzun yıllar çeşitli yöneticiler çeşitli ihmallerde bulunmakla kalmamışlar, müzeye girmemesi gereken bazı eserleri almışlar, müzeden bazı eserleri de rivayet odur ki dönemin egemenlerine armağan etmişler. Bunlarla ilgili bu zamana kadar basında çok haber okudunuz. Ben de bu haberler üzerine çok ciddi bir soruşturma başlatmıştım. Hatta kapsamını genişletme ihtiyacı hissettim. Başka boyutlarıyla soruşturma hala sürüyor. Bugün bir gazetenin manşetine aldığı haber tamamen bizim gayretlerimizin bir sonucudur. Bizim dönemimizde kaybolmuş hiçbir eser olmadığını söyleyebilirim ama göreve başladığım dönemde depolardan kolunuzu uzatsanız eser alabilirdiniz. Bu kadar da korunaksız bir ortam vardı" diye konuştu.

Müzedeki edilen eser sayısının 350’den 800’e çıktığını kaydeden Bakan Günay, "5 bine yakın eserin tamamı kayıtlara geçti. Bu arada fotokopi varsa, sahtecilik varsa, müzeye girmemesi gereken eser varsa bunların hepsini gerek bizim arkadaşlarımız gerek üniversitelerin bilim kurullarından gelen arkadaşlar dahil bütün her yere incelettik. Dikkatle takip ediyoruz bundan sonra hiçbir eser kaybolmasın diye" dedi. Bakan Ertuğrul Günay , kaybolan eser sayısını da verdi. Bakan Günay, "Kayıp olan eser sayısı envanterde varolmakla birlikte gerçek olup olmadığını bilmiyoruz, 200’e yakın. Ama sahte eser, fotokopi olmak üzere 300’e yakın eserle ilgili inceleme yapıyoruz şu anda" diye konuştu. Günay, " Basın bu dikkati gösterse iyi olur. Bütün bunlar 2008’den bu yana bizim gösterdiğimiz ve kamuoyuyla paylaşılmış bilgilerdir. Bu bilgileri bakanlık dururken birileri ortaya çıkarmadı. Bakanlığın bu konudaki gayretlerinin altı çizilmeden manşete bunu dahil etmeden haber yapmayı biraz üzüntüyle ve biraz kamuoyunu bilgilendirme konusunda özensizlikle karşıladığımızın altını basın huzurunda çizmek isterim" diye konuştu.

Radikal, Haber: Pınar Çıtak Koygun - Timur Tarlığ, 07.08.2012

 

******


KAYIP TABLOLARIN 50'Sİ MİT'TE ÇIKTI

 

Türk resim ve heykel sanatının dünyaca ünlü sanatçılarına ait 5 bine yakın paha biçilmez eserine ev sahipliği yapan Devlet Resim ve Heykel Müzesi'nde kaybolan eserlerin bir kısmının MİT'de olduğu bildirildi.

 

Geçtiğimiz gün Devlet Resim ve Heykel Müzesi'nde 202 eser kayıp, 46 eser sahte, 27 eserin orijinalliği ağır kuşkulu haberileri gündeme gelmiş, eserlerin nerede olduğu ise merak konusu olmuştu. Çıkan haber sonrası Bakan Ertuğrul Günay, Resim Heykel Müzesi'nin 12 Eylül'de tahribatına uğradığını, ama göreve başladığı dönemde depolardan kolunuzu uzatsanız eser alabilecek kadar korumasız bir ortamın olduğunu söylemişti.
 
Kültür Bakanlığı'nın müze envanterinde yer alan, ancak müzede bulunmayan tablolarının, aralarında Milli İstihbarat Teşkilatı'nın da bulunduğu, kamu kurum ve kuruluşlarında oldukları ortaya çıktı.

 

Kültür Bakanı Ertuğrul Günay imzasıyla tabloların duvarlarını süslediği kamu kurum ve kuruluşlarına resmi yazı yazılarak, tablolar geri istendi.
 
Kültür Bakanlığı kaynaklarına göre, MİT'te müze envanterlerine kayıtlı yaklaşık 50 tablo bulunuyor. Tablolar ayrıca, Cumhurbaşkanlığı'na, yurtdışı ya da merkez teşkilatlarında sergilenmek üzere Dışişleri Bakanlığı'na, hatta Hacettepe Üniversitesi'ne de emaneten verilmiş durumda. Bakan Günay imzasıyla, şimdi bu eserlerin tümü geri istendi, bir kısmı da Kültür Bakanlığı'na ulaştı.

Hürriyet, 08.08.2012

80 YILDIR KAZILIYOR, GİZEMİ GİDEREK ARTIYOR

 

 

İzmir kent merkezindeki antik döneme ait Agora'ya ilk kazma 80 yıl önce vuruldu. O günden bugüne, tarihi ve sanatsal değeri olan çok sayıda eser bulundu. Ortaya çıkarılan tüneller ise hala gizemini koruyor.

Dünyanın "kent merkezindeki en büyük antik dönem agorası" olarak bilinen İzmir Agorası'nda her geçen gün yeni bir buluntu ortaya çıkıyor.

Çalışmalarla ilgili bilgi veren Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Akın Ersoy, "Özellikle Hellenistik ve Roma dönemleri için bunu söz konusu edebiliriz. Ardından da Osmanlı dönemi için Osmanlı veya antik dönemin İzmir'deki yaşantısını algılamak için burası çok önemli" dedi.

1932 yılında başlayan ve aralıklarla devam eden kazılarda, önemli bulgulara ulaşıldı. Toprak altında olduğu belirlenen çok sayıda eser ise günyüzüne çıkarılmayı bekliyor.

Kazılarda, seramik, kandil, heykeltraş ve sikkelerden oluşan yaklaşık bin eser bulunduğunu ifade eden Ersoy, "Bunlar hem sergilenebilir nitelikte hem de üzerinde iyi derecede araştırma yapılacak objelerden oluşuyor" diye konuştu.

Bölgede ortaya çıkarılan tüneller ise gizemini koruyor. Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Akın Ersoy, bu tunellerle ilgili şunları söyledi:
"Biz bunlardan 3 tanesini biliyoruz şimdi. Fakat nereye ulaştıkları konusunda bir fikrimiz yok. Acaba Kadifekale'ye çıkıyor muydu, bunlar ve bir tünel olarak mı kullanılıyordu? Tabi bizim tespitimiz tünel olmadığı su kanalı olduğu şeklinde."


Agora'daki kazıların 5 yıl içinde tamamlanarak, restorasyon çalışmalarına geçilmesi planlanıyor.

Timetürk, 06.08.2012

TARİHİ BİNA VEREM SAVAŞ İÇİN SİL BAŞTAN

 

 

Mudanya Şükrüçavuş Mahallesi Kuruçeşme Sokak’taki bahçeli ev, Mudanya Verem Savaş Derneği için sil baştan yapılıyor.

 

Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe’nin başlattığı restorasyon çalışmalarında binanın tamamına yakını yeniden elden geçiriliyor. 60 metrekare arazi üzerinde 3 katlı olan tarihi evin bahçesi ise 47 metrekare üzerine kurulu. İnşasına başlanılan binanın toplam maliyeti ise 310 bin TL’ye bulacağı açıklandı. Mudanya Verem Savaş Derneği Başkanı Ali Baytekin, binayı restore ettirdikten sonra birinci katına dispanserin diğer katlarına da dernek ve ailelere sağlık bilgileri verecek bir birim yerleştirileceğini ve şu an içinde bulundukları binayı boşaltarak, kiraya vereceklerini böylece artan gelirleri sayesinde halka daha iyi sağlık hizmeti sunacaklarını ifade etti. Baytekin, restorasyon çalışmalarının çok maliyetli bir iş olduğunu, bu sebepten dernek bütçesinin yetersiz kaldığını söyledi. Yapılan bağışlarla Mudanya Verem Savaş Derneği ve Mudanya’nın yeni bir sağlık kompleksi kazanacağını ifade eden dernek Başkanı Baytekin, “Mudanya’mızda kurulu bulunan kablo fabrikamızın temin ettiği özel ağaçlarla binamızın iskeletini oluşturmaya çalışıyoruz, fakat binamızın tamamlanması için çok eksiğimiz var. Bu konuda Mudanya’mıza kazandırılacak olan binamızı tamamlanmasında bize katkı sağlayacak hayırseverlerimizi, işadamlarımızı bekliyoruz. Bugüne kadar bize katkıda bulunanlara çok teşekkür ediyorum “dedi.

Bursa Hakimiyet, 06.08.2012

MARDİN'İN TAŞ EVLERİ TURİZME AÇILIYOR

 

 

Tarihi yapılarıyla adeta hava müzesini andıran Mardin, yerli ve yabancı turistlerin gözde mekanı olma yolunda hızla ilerliyor. Bu yılın ilk 6 ayında 500 bin kişinin ziyaret ettiği Mardin'i turist sayısının yıl sonuna kadar 1 milyonu geçmesi bekleniyor.

 

Mardin Kültür ve Turizm Müdürü Davut Beliktay, AA muhabirine yaptığı açıklamada, turist sayısının her geçen yıl arttığını, Cumhuriyetin 100. yılında 5 milyon turist sayısına ulaşmayı hedeflediklerini kaydetti.

 

Mardin'in son yıllarda turizm alanında yükselişe geçtiğini, yerli ve yabancı turistlerin ilgisinden çok memnun olduklarını aktaran Beliktay, şunları söyledi:

''Özellikle hafta sonu ve okulların tatil olduğu dönemlerde ilimize yapılan ziyaretler, Mardin'i üst sıralara taşımaya devam ediyor. Ziyaretçi sayısı fazla olunca, tarihi evlerin bir bölümünün pansiyon olarak kullanılmasının uygun olacağını düşündük. Yoğun talep üzerine, tarihi evlerde oturan vatandaşlara, fazla odalarını pansiyon olarak kullanmaları için tavsiyelerde bulunduk.

Misafirlerimize, tarihi evlerde konaklamak daha cazip gelecek. Vatandaşlarımız da bu fikre sıcak bakıyor. Ayrıca konuklarımız tarihi evlerdeki yaşamı ve özellikle yöresel yemekleri merak ediyor. Aynı lezzeti, tadı almak istiyor.''

Akşam, 06.08.2012

600 YILLIK CINARIN DALLARI KESİLMEYECEK

 

 

Bursa’da 600 yıllık geçmişe sahip olan tarihi İnkaya Çınarı’nın dallarının uzaması sebebiyle bir bölümünün kesileceği tartışmasına Osmangazi Belediyesi cevap verdi.

 

Başkan Mustafa Dündar, tarihi çınarın dallarının zarar görmesine izin vermeyeceklerini söyledi.
Bursa’nın İnkaya Mahallesi’nde bulunan Bursa’nın en eski çınarı İnkaya Çınarı’nın dalları Osmangazi Belediyesi tarafından güven altına alındı. Çevre düzenlemelerin yanı sıra bazı kesimler tarafından çınarın uzayan dallarının kesileceği iddialarının atılması doğaseverleri harekete geçirdi. Tarihi çınarın dallarının asla kesilmeyeceğini belirten Osmangazi Belediye Başkanı Mustafa Dündar, kimsenin endişe içinde olmaması gerektiğini söyledi. Dündar, “610 yaşındaki çınar için bazıları tehlike arz ettiği için kesileceğini söylüyor. Böyle bir şey söz konusu değil. Ağacın dallarının uzaması kendi koruma alanı çerçevesinde oluyor. Biz ağcın dallarının yere uzanan kesimini destekler vasıtasıyla koruma altına aldık. Herhangi bir kesim olmaz. Buna izin vermeyiz” dedi.


İnkaya Mahallesi Muhtarı Özkan Boz da, çınarın korunması için mahalle olarak ellerinden geleni yaptıklarını söyledi. Boz, çınardaki bazı ufak tefek tek kuruyan dalların haricinde hiçbir kesimin olmayacağını dile getirdi.

Bursa Hakimiyet, 06.08.2012

DEFİNE AVCISI KAYIP HAZİNENİN PEŞİNDE

 

 

Shaun Whitehead isimli mühendis, Pasifik Okyanusu'nun ortasında bulunan Cocos adasında saklı olduğu düşünülen ve toplam değerinin 444 milyon TL'yi bulduğu iddia edilen definenin peşine düştü. Whitehead, günümüz teknolojisinin sunduğu imkanlar sayesinde defineyi bulmak için son derece umutlu olduğunu söylüyor.

1820'de İngiliz korsanlarca adaya gizlendiği düşünülen definede; 113 altın heykel, 200 sandık dolusu mücevher, 273 mücevher süslü kılıç, bin adet elmas ve yüzlerce altın para olduğu sanılıyor.

Arkeolojik bir misyon da üstlenen define avı için Whitehead 15 kişilik bir ekip kurdu. Bunun yanı sıra pilotsuz uçuş yapabilen bir helikopter ve bir arama robotu da ekibe dahil edildi.

Buna rağmen İngiliz mühendisin işi kolay görünmüyor. Zira son 200 yıl içerisinde birçok define avcısı ve kaşif saklı olduğu düşünülen hazineyi bulabilmek için Costa Rica'nın 500 kilometre uzağında konuşlanmış adayı ziyaret etti. Bu isimler arasında eski ABD Başkanı Franklin Roosevelt ve Avustralyalı ünlü aktör Errol Flynn da var. Hatta Alman kaşif August Gissler defineyi bulabilmek için 20 sene boyunca Cocos adasında yaşasa da bir sonuç alamamış.

Ancak Whitehead, ekibin elindeki teknolojik imkanlar sayesinde, 1820'de İngiliz korsan William Thompson'ın adaya gizlediği hazineyi bulmanın çok da zor olmayacağı görüşünde.

Hazinenin çok büyük olmasından ötürü deniz seviyesinden yukarı bölgelere taşınmasının zor olacağını savunan Whitehead, adanın kumsalına ve üstü toprak kaymalarıyla örtülmüş olabilecek doğal mağralara yoğunlaşacaklarını ifade etti.

UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesine alınan Cocos adasındaki aramayı yapmak için bir buçuk yıl Costa Rica'lı yetkililerle pazarlık eden Whitehead çalışmaların Kasım ayında başlayacağını belirtti. Yapılan anlaşmaya göre, ekibin bulacağı her hazine parçası masraflar karşılığında Costa Rica hükümetine teslim edilecek.

Sabah, 06.08.2012

PARİS NİYE ÖYLE? İSTANBUL NİYE BÖYLE?

 

Bir kavramı, dilimize taktık mı, çevirir dururuz.    Şimdi moda “Kentsel Dönüşüm”, Güncel Hukuk dergisi “Kentsel Dönüşüm Masalı” diyor.


Dalan’ın İstanbul’da taş üstüne taş bırakmadığı günlerde, Çetin Altan “Bu İstanbul yıkıldıkça güzelleşiyor” demişti; bakalım “Kentsel Dönüşüm”den sonra ne olacak.


* * *
600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun 36 padişahından yalnız biri Avrupa’ya gitmiştir; Sultan Aziz 47 gün süren gezide Fransa, Belçika, Avusturya ve tabii İngiltere’yi dolaşmıştır.
1867’de açılacak olan Milletlerarası Paris Sergisi’ne Sultan Aziz şeref misafiri olarak davet edilmişti, davet eden Fransa İmparatoru 3. Napolyon’du.
Padişah bu geziye geniş bir heyetle katıldı, paşalar, vükela, okur yazarlar, tarihçiler gibi...
Heyetin içinde Şehremini Ömer Faiz Efendi de vardır, yani İstanbul Belediye Başkanı...


* * *


Ömer Faiz Efendi, gördüklerini anlatmakla kalmamış, yazmıştır.(*)
Ömer Faiz Efendi, sadece gördüklerini değil, Osmanlı ileri gelenlerinin gördükleri karşısında ne kadar etkilendiklerini de anlatmıştır.
Özellikle imar hareketlerini anlatmakta sıkıntı çekmişlerdir.


Ömer Faiz Efendi anlatır:
“Bizim trenimiz Liyon Garı’na girmişti. Bizim bildiğimiz bir şehirde tek bir garın bulunması idi. Paris’te ise dört gar vardı ve bunlardan Şark garı henüz inşa halinde idi. Yanımda kadim dostum sefirimiz Mehmet Cemil Paşa vardı. Dört demiryolu boş bulunuyordu. İstasyon sokak seviyesine göre çukurda kalıyordu. Birkaç köprü yapılmıştı, birkaç tanesi de inşaat halinde idi. Cemil Paşa dedi ki:
-Buraya geldiğimden beri inşaat devam eder. Şu koskoca Paris adeta yeniden yapılıyor. Hiç acımadan koskoca binaları yıkıyorlar, bir hizaya gelmek üzere yeniden yapıyorlar. Başlarında bir Mösyö Hussman var ki, imparatorun sözü Paris’te dinlenmez, fakat onunki dinlenir. Çünkü hiç kimsenin işine karışmayacağına evvela söz almış sonra işe girişmiş. Yalnız hayret ediyorum. Bu kadar işi geniş tutmanın sebebi ne?”


* * *


İşte sık sık “vizyon”, yani geleceği tahmin etmek, görmek.


Ömer Faiz Efendi, buralarda bir işi neden bu kadar geniş, büyük tuttuklarını anlatmaya çalışır, acaba anlatabilmiş midir?
“Her zaman her yerde insanlar sadece kendilerini düşünmüyorlar. Dedeler yaptıkları işlerin çocukları ve torunları için de olduğunu hesapladıkları himmetler oluyor. Sonra her zaman ne Üçüncü Napolyon gibi imparatorlar, ne de bahsettiğiniz o Mösyö Hussman gibi mimarlara rastlanmaz. Çok ender olarak ikisi bir araya gelirler. Bizim İstanbul’da ben şehremini olarak, bir sokağı tamir için ne sıkıntılar çekerim, bilirim amma anlatmaya kudretim yetmez. Bunlar, dedeler, çocuklar ve torunları bir arada düşünüyorlar.”


* * *


Rahmetli Cemal Kutay’ın da yorumu şu:
“Ömer Faiz Efendi gözlerini açıp da, bugünü görse, Hussman ne yapmışsa, hepsinin yerinde olduğunu görür: Garlarından Opera binasına kadar hepsi... Hepsi, yıllardır olduğu yerde duruyor: Ömer Faiz Efendi’nin dediği gibi... Dedeler, çocuklarını ve torunlarını düşünmüş...”


Sizin yorumunuz değişik mi?

Milliyet, Yazı: Hasan Pulur, 06.08.2012

ANTİK KAZIYA YÖRE KADINI ELİ

 

 

İzmir'in Torbalı İlçesi'ndeki Metropolis antik kentinde sürdürülen kazı çalışmalarında Türkiye İş Kurumu'nun (İŞKUR) Toplum Yararına Çalışma Programı (TYÇP) kapsamında sağlanan destekle yöre kadınları da görev almaya başladı. Kazı Başkanı ve Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Serdar Aybek, Metropolis'in prehistorik çağlardan günümüze bugüne kesintisiz yerleşime sahip olduğunu belirtti. Aybek, kazılarda akademisyenlerden oluşan kazı heyetinin yanı sıra arkeoloji öğrencilerinin ve yöre insanının görev yaptığını, bu yıl ilk kez kazı çalışmalarına kadınların da katıldığını kaydetti.

Kazılarda işçi olarak 22 yıldır erkeklerle çalışma yürüttüklerini, kadınları daha önce kazı alanına çekmeyi başaramadıklarını belirten Aybek, bu yıl İŞKUR'un yürüttüğü TYÇP'ye sundukları projenin kabul edilmesiyle 3 ay süreyle sigortaları İŞKUR tarafından yapılarak kadınları kazı çalışmalarında görevlendirdiklerini ifade etti. Aybek, proje kapsamında 6 kadına istihdam imkanı sağladıklarını, "Metropolis'in Melekleri" olarak adlandırdığı kadınların performansından memnun olduklarını belirterek, şöyle konuştu: "Kadınlar kazı alanında otları yoluyor, çöpleri topluyorlar. Erkeklerden daha iyi çalışıyorlar. Metropolis'e kadın eli değdi."

Sabah, 06.08.2012

"RHODİAPOLİS 6-7 YILDA AYAĞA KALKACAK"

 

Antalya Kumluca'daki Rhodiapolis antik kentinde, 2012 yılı kazı sezonu çalışmalarına başlandı. Akdeniz Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. İsa Kızgut başkanlığında yürütülen kazı çalışmalarının 7'nci yılına girildi. Kazı Heyeti Başkanı Yrd. Doç.Dr. İsa Kızgut, bu yıl kazılara geçen yıla göre biraz daha geç başlandığını, ancak bu yılki kazıların geçen yıllara göre daha geç bitirileceğini söyledi. Rhodiapolis'te geride kalan 6 yılda çok başarılı kazı sezonlarının geçirildiğini dile getiren Kızgut, "Kazılarımıza yeterli destek ve katkıyı sağlayabilirsek 6-7 yıl içinde Rhodiapolis antik kentinin merkezini ayağa kaldırmış oluruz" dedi. Kızgut, bu yılki kazı çalışmalarını eylül içinde tamamlamayı planladıklarını ifade etti.

Sabah, 06.08.2012

İBRADI 'KENTSEL SİT' İLAN EDİLDİ

 

 

Antalya’nın İbradı İlçesi'ndeki tarihi kent dokusu, Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından 'kentsel sit' ilan edildi. Başkanlığını Prof.Dr. Nevzat Çevik’in yaptığı Kurul’un Temmuz ayı toplantısında alınan 'ketsel sit' kararı ile birlikte bir grup tarihi yapı da 'taşınmaz kültür varlığı' olarak tescillendi.

Daha önce 7 konak, 1 cami ve 1 mezarlığın tescilli olduğu İbradı ilçe merkezindeki sivil mimarlık örneği 21 konak ve 'düğmeli ev' ile  1 çeşme, 1 cami, 1 hamam kalıntısı, 1 su kemeri ve bu kemere bağlı 200 metre uzunluğundaki su yolu da 'kültür varlığı' olarak korumaya alındı. Geleneksel mimari ve malzeme ile inşa edilmiş bu yapıların yoğun olarak bir arada bulunması ve bir kentsel doku oluşturması ve bu dokunun doğal yapı ile bir bütünlük göstermesi sebebiyle de İbradı ilçe merkezi 'kentsel sit alanı' ilan edildi.

İbradı’da Kurul’un yeni tescil ettiği 31 tarihi yapıdan 21’i horasan harcı ile sıvanmış taş ve ahşap hatıllarla, 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında yapılmış konak ve 'düğmeli ev'. İbradı’da korumaya alınan bir demirci dükkanı ve iki bağ evinin yanı sıra tescil edilen diğer yapılar şunlar: Köprübaşı Cami, Keskin Kıraathanesi, Mükerrem Tan Çeşmesi, Orman Şefliği Lojmanı, Yence Su Kemeri, Konak Hamamı. Kurul ayrıca Melas Irmağı üzerindeki İbradı ile Akseki’yi bağlayan ve 1950’li yılların sonuna kadar kullanılmış tarihi köprünün ayaklarını da 'kültür varlığı' olarak tescil etti.

Akdeniz Üniversitesi Gazetecilik Bölümü öğretim elemanı Dr. Hasan Üstün’ün İbradı’daki 101 tarihi yapının korunması talebi ile 19 Nisan 2012 tarihinde yaptığı başvuru üzerine Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’nca  başlatılan İbradı ilçe merkezindeki tespit ve tescil çalışmaları, Kurul’un Ağustos ayı toplantısında tamamlanacak.

Yapı, 06.08.2012

İSTANBUL'A 'ÇANAK ÇÖMLEK' ÖMRÜ

 

 

Londra Belediye Başkanı’nın girişimiyle başlayan ‘Dünya Şehirleri Kültür Raporu 2012’ Londra’da ilan edildi. Dünya Şehirleri Kültür Raporu’nun ilki 2008’de Londra, Paris, New York, Tokyo ve Şanghay ile başlamıştı. Şehirlerin kültürel hayatını mercek altına alan ve bunun diğer şehirlere etkilerini irdeleyen raporda İstanbul da bulunuyor. Ve İstanbul ’un tarihi ilk kez uluslararası bir raporda 8500 yıl öncesine dayandırılarak, Yenikapı kazılarında bulunan neolitik dönem buluntularının önemi vurgulanıyor. ‘Çanak çömlek parçaları’ olarak nitelendirilen buluntular şimdi dünya literatüründe. Raporda ayrıca Orhan Pamuk ’un Masumiyet Müzesi’nden ‘ İstanbul ’un günlük hayatının belgelediği’ ifadesiyle söz ediliyor. 

Berlin, İstanbul , Johannesburg, Londra, Mumbai, New York, Paris, Sao Paolo, Sydney, Singapur, Şanghay ve Tokyo’dan oluşan 13 dünya şehrinin kültür temsilcisi geçen hafta Londra’da bir araya geldi. Londra’da Belediye Başkanlığı’nın (Mayor’s Office), şehrin önemli kamu çalışanları ve kültür sektörünün önde gelen temsilcilerinin katılımıyla gerçekleştirilen açılış, London Media Center’daki (Medya Merkezi) basın konferansı ile gerçekleştirildi. İlki düzenlenen çalışmalar bundan sonra her yıl bir şehrin ev sahipliği ile devam edecek. Şehirler, veri, bilgi ve etkili deneyimlerini “Dünya Şehirleri Kültür Forumu” başlığı altında tüm dünya ile paylaşacak. Forum, şehirlerin düzenli aralıklarla bir araya gelecekleri ve birbirlerini tanıyıp daha sıkı işbirlikleri kurmaya yarayacak yöntemler üretecek. 

Yenikapı literatüre girdi 
Dünya şehirlerini, fikir ve deneyimlerini tartışmak ve paylaşmak üzere bir araya getirecek Dünya Şehirleri Kültür Forumu, G20’nin kültürel açıdan eşdeğeri olacak. Dünya Şehirleri Kültür Raporu 2012, insan yaratıcılığının ve gayretinin zirvesi olan ve kültürün gelişip ilerlediği 13 dünya şehrinin sunduğu kültürel imkanı inceliyor. 60 kültürel göstergeye ilişkin verileri derleyen rapor, kültürü arz ve talep açısından incelemesinin yanında politika yapıcılarının yaklaşımları hakkında da bilgi veriyor.


Raporda İstanbul ’a 3 sayfa yer ayrıldı. İstanbul ’un tarihinin 8500 yıl önceye dayandığı belirtilerek ‘‘Şehirdeki ilk neolitik yerleşimler 8.500 yıl öncesine uzanmaktadır. 

Bizantium şehri Yunanlılar tarafından MÖ 700’de kurulmuş, bu şehir Konstantinopol adıyla Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti olmuş ve Roma ’nın ardından neredeyse 5 asır boyunca Osmanlı İmparatorluğu’na başkentlik yapmıştır’’ deniliyor. Diğer yanda 2010 Kültür Başkenti olan şehirde 2 yeni müze projesi yapıldığı, Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk tarafından kurulan Masumiyet Müzesi’nde 1950’lerden günümüze İstanbul ’un günlük hayatını belgeleyen film, fotoğraf ve eşyalara yer verildiği belirtiliyor. Şehrin kültürel tüketiminin düşük olduğundan söz edilerek, ‘‘Müzeleri ziyaret etmek ya da kültürel etkinliklere katılmak birçok kişi için bir alışkanlık değil. Özellikle kütüphaneler çok az kullanılmakta. Şehirde kamu tiyatroları olmasına rağmen bu boyuttaki bir şehir için küçük tiyatroların ve sanat, edebiyat ve müzik gibi diğer amaçlarla inşa edilmiş yapıların sayısının oldukça az olduğuna işaret ediliyor.

İstanbul için bir avantaj’
“Dünya Şehirleri Kültür Raporu 2012” zirvesine İstanbul İl Kültür Turizm Müdürü Prof.Dr. Ahmet Emre Bilgili ile katıldı. Önceki gün Londra’dan dönen Bilgili ile projenin İstanbul ’a katkılarını konuştuk. 

İstanbul nasıl girdi projeye? 
Londra Belediyesi 2008’de Londra Şehri Kültür Raporu hazırlamış. Daha sonra, ‘Bu raporu dünyanın önemli şehirleri için yapabilir miyiz’ diye sormuşlar ve 2012’de bu doğrultuda çalışma başlatmışlar. Bundan Manchester Üniversitesi’ndeki Türk akademisyen Dr. İsmail Ertürk aracılığı ile haberdar olduk. Ve il müdürlüğü olarak çalışmalara dahil olduk. Nisan 2012’de Şanghay’da yapılan hazırlık toplantısına katılarak İstanbul ’un kültürel konumu hakkında diğer şehir katılımcılarını bilgilendirdik. Ardından yoğun bir çalışma ile İstanbul ’un raporu ile ilgili bilgileri hazırlayarak Londra’ya gönderdik. 13 şehrin raporu hazır hale gelince de bu raporu 1 Ağustos’ta Londra’da dünya kamuoyuna sunmak için üç günlük bir zirve yapmaya karar verildi ve 13 şehrin kültür direktörleri Londra’da bir araya geldik. 

Bu zirvenin devamı gelecek mi? 
Şimdilik bu 13 şehrin kültür direktörleri yılda bir kez dönüşümlü olarak bir araya gelecekler ve görüş alışverişinde bulunacaklar. Üç yılda bir de rapor güncellenecek ve işbirliği daha ileri noktalara çıkarılacak. Daha sonra yeni üye kriterleri belirlenerek en fazla 25 şehirle sınırlandırılacak. Seçim yapılırken hem coğrafi temsiliyet hem de küresel şehir kriterleri göz önünde tutuldu ve tutulacak. Buradan şehir ve kültür ilişkisini her şehir için geliştirecek, raporlar hazırlayacak, işbirliği zemini oluşturacak, resmi bir yapılanma da hedefleniyor. 

İstanbul’un bu zirveden kazancı ne olacak? 
Dünyanın en önemli şehirleri ilk defa kültür merkezli bir işbirliğine gidiyorlar. Ve bu işbirliği şehirler düzeyinde yürütülüyor. Bu işbirliği hem bütün dünya şehirleri açısından hem de kültür merkezli olma açısından büyük önem taşıyor. İstanbul ’un dünyanın küresel şehirleri ile birlikte bu tür bir yapılanma içerisine baştan itibaren girmiş olması bir başarıdır. Genellikle bu tür oluşumlara sonradan girdiğimiz için politika oluşumunda doğrudan müdahil olunamamaktadır. Bunda ise baştan bu oluşumun içerisindeyiz ve bu avantajı kullanmak istiyoruz.

En çok tescilli yapı İstanbul ’da
En çok müze Londra
En çok dans gösterisi New York
En çok film festivali Paris
En çok dünya miras alanı Londra, Paris
En çok film üretimi Mumbai
En çok kitap basımı Şanghay

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 05.08.2012

HİERAPOLİS (PAMUKKALE) KAZISI

 

 

Pamukkale, Roma dönemi Küçük Asya’sının en önemli şehirlerindendir. Zengin tarımsal bölgenin merkezinde ve ticaret yolları üzerinde bir tedavi merkeziydi. Bu işlevi dolayısıyla bir dini ziyaret merkezi de olmuştur.

 

Denizli Pamukkale aslında Roma dönemi Küçük Asya’sının başta Ephesos sonra Antakya olmak üzere en önemli şehirlerindendir. Zengin bir tarımsal bölgenin merkeziydi. Ticaret yolları üzerindeydi ve asıl önemlisi bir tedavi merkeziydi. Bu işlevi dolayısıyla bir dini ziyaret merkezi de olmuştur ve eski çağdaki bu fonksiyonunu erken Hristiyanlık döneminde de başka bir biçimde devam etmiştir. Zira Hierapolis’in koruyucu azizi St. Philippus’tur. 1950’lerde başlayan kazıları hep İtalyan arkeologlar devam ettirdi. Uzun zamandır Lecce Üniversitesi’nden tanınmış arkeolog Profesör Francesco D’Andria kazı ve restorasyona devam ediyor. En son buluntusu şehrin en yüksek noktasındaki Aziz Philippus’un anıtsal mezarıdır. Bu ilk Hristiyanlık dönemlerinden itibaren önemli bir hac merkeziydi. Çok uzun zaman Pamukkale’nin travertenleri hoyratça gezildi. Travertenleri yaratan kireçli sıcak su had safhada otel inşasıyla azaltıldı ve bildiğimiz beyaz travertenler kararmaya başladı. Son zamanlarda bu oteller yıkılmaya başladı. Endişe edilen husus, tabiatın tahribinden çok altın yumurta yumurtlayan turizm tavuğunun kesilmesiydi. Şimdi gene turistik mülahazalarla kazıların yavaş gittiği söyleniyor; arkeolojik kazı kanalizasyon sistemi kazmaya benzemez. Şayet buluntular tasnif ve değerlendirmeden geçirilmezse hızlı arkeolojik kazı bir tahribtir. Arkeoloji ilmi Heinrich Schliemann’ın 19. yüzyıldaki Troya kazısı gibi tahribkar kazılardan çok zarar görmüştür.

 

Ben Hierapolis Kazısı’nın yeni bilgiler getirdiğini düşünenlerdenim. Tiyatronun restorasyonu için klasik tiyatrolarda zamanın getirdiği tahribat, (bunun en hazin örneği Side Tiyatrosu’dur), çok zor tesbit edilir. Hierapolis Tiyatrosu’nda üç bin kadar parçanın tasnif edildiğini gösteriyorlar. Bu restorasyona sağlam bir başlangıç sağlayacaktır. Şehrin ana caddesi olan Frontinus Yolu ve çok tipik bir örnek olan umumi hela (Latrina) ve cadde üzerinde Hristiyan arkeolojisi için çok mühim olan Aziz Philippus Mozelesi’nin kazı çalışmaları ve restorasyonu önemli adımlardır.

Hierapolis ve Laodikeia Denizli bölgesinin kozmopolit tarihini ortaya koyacak önemli çalışmalardır. Anadolu mevcut kültler ve eserler itibariyle bir tarihi geçişi temsil eder. Klasik dünya sadece Hellenizm ve Roma değildir. Kazılarda her türlü buluntunun iyi değerlendirilmesi ve turistik endişeden uzak hızlı kazılara müracaat edilmemesi gerekir. Bu bakımdan yavaş da olsa emin ilerleyen bir kazı en doğru sistemdir.

Milliyet, Yazı: İlber Ortaylı, 05.08.2012

230 YILLIK BİNAYI YIKIP AVM YAPMAK CİNAYETTİR

 

Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dan rica ediyorum. Lütfen, bir Kasımpaşalı olarak ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin eski Başkanı olarak ve Başbakan olarak, Kasımpaşa’daki tarihi kışla binasının (Cezayirli Gazi Hasan Paşa-Kalyoncu Kışlası’nın) yıkılmasına izin vermeyiniz.

 

AA’nın haberine göre, İstanbul Deniz Saha Komutanlığı tarafından kullanılan bina İl Özel İdaresi’ne devredilmiş. İl Özel İdaresi 230 yıllık binanın yıkılmasına ve yerine yepyeni bir bina inşa ettirilmesi için proje hazırlatmış. Kışla yakında yıkılacakmış. Bu önemli haber gazetelerin diğer haberleri arasında kaynadı gitti.

Bu kışla binası çok çok önemli bir binadır. Kasımpaşa’yı Kasımpaşa, İstanbul’u İstanbul yapan anıt binalardan biridir.

İstanbul’u İstanbul yapan tarihidir. Tarihi binaları korumaya mecburuz. Yeni bina her yerde var ama İstanbul’da 230 yıllık kaç bina kaldı? Yıkılmakta olan bina, Kasımpaşa’da sahil doldurularak 1782 yılında Kaptan-ı Derya Cezayirli Gazi Hasan Paşa tarafından yaptırıldı. Paşa, İstanbul dışından asker toplamaya gerek kalmadan sürekli bir deniz gücü oluşturmak amacıyla bu kışlayı yaptırdı.

Kışlaya inşa edildiği günlerde “Kalyoncu Kışlası” deniliyordu. Üç katlı, 160 odalı, 8700 askerin barınabileceği görkemli bir binadır. Beş kez onarımı tadili ve yenilenmesi yapılmışsa da asıl şekli bozulmamıştır. Deniz Kuvvetleri günümüze kadar kışlayı korudu.

Sn. Erdoğan “Dur” demez ise gitti gider

Kışlayı yaptıran Kaptan-ı Derya Cezayirli Gazi Hasan Paşa (1714-1790) aslen Kafkasyalıdır. Küçük yaşta esir alınmış ve Tekirdağlı bir zatın yanında büyümüştü. Gençliğinde denizcilik tutkusuyla Cezayir’e gitmek üzere bir gemiye binmiş, yoldan bindiği gemi bir ecnebi gemiyle cenge tutuşup rampa olunca düşman gemisine atlamış, bir müddet sonra da iki gemi ayrılınca tek başına gemiyi ele geçirip Cezayir’e kadar götürmüştür. Cezayir’e vardığında bu gemi kendisine verilmiş ve Cezayir beylerbeyinin hizmetine girmiştir. Bu olaydan sonra yiğitliği bütün Akdeniz’e yayılmıştır. Daha sonra İstanbul’a gelmiş ve kaptanlığa atanmıştır. 1770 yılında vezirlik rütbesiyle Kaptan-ı Derya olmuş ve 15 yıl bu görevde kalmıştır. 18. yüzyılda Osmanlı bahriyesini yeniden kurup yapılandıran ve tersanede ilk kez küçük çapta da olsa bir mühendishane açan kişidir.

Lütfen bu yazı ile birlikte yayımlanan fotoğrafa bakınız. Alışveriş merkezi yapmak için 230 yıllık bu tarihi binayı yıkmak günah değil mi? Allahtan korkan kalmamış. Yola çıkılmış... Eski Kasımpaşalı Sayın Recep Tayyip Erdoğan “Dur” demez ise, “Gitti Gider”.

Milliyet, Yazı: Güngör Uras, 05.08.2012

 

******


BU TARİHİ YIKMAYALIM!

 

 

İstanbul İl Özel İdaresi’nin, Kasımpaşa’daki Kaptan-ı Derya Cezayirli Gazi Hasan Paşa Kışlası’nın yıkılıp yeniden yapılacağını açıklaması tarihçi ve çevrecilerin isyanına neden oldu. Kararla ilgili tedirginlik, Milliyet yazarı Güngör Uras’ın kışlanın AVM yapılacağını dile getirmesinin ardından korkuya dönüştü .

 

İstanbul İl Özel İdaresi, 1883-1963 yıllarında dört-beş kez restorasyon yapılan fakat geçen zaman içinde yıpranan Cezayirli Gazi Hasan Paşa Kışlası yıkılıp yeniden inşa edileceğini, proje kapsamında, kışla içinde yer alan caminin de restore edileceğini açıkladı. 2013 sonunda tamamlanması planlanan kışla ve caminin yapımının 8 milyon 642 bin liraya mal olacağını bilgisini de iliştirerek. Halen askeri bölge statüsü nedeniyle kapısında askerlerin beklediği kışlanın içindeki caminin restorasyonu başlarken, kışlanın yıkılıp yapılması ve AVM iddialarıyla ilgili bekleyiş sürüyor. Kuzey Deniz Saha Komutanlığı’nda görevli er ve erbaşın yatakhane, yemekhane ve eğitim alanı olarak kullanılan kışlanın nisan ayı sonunda tamamen boşaltıldığı ortaya çıktı.


TMMOB Mimarlar Odası Genel Başkanı Eyüp Muhcu, tarihi kışlayla ilgili daha önce Deniz Kuvvetleri ve İBB’ye rapor sunduklarını söylüyor:
“Bu tür yapılar endüstri mirasıdır. Biz de Mimarlar Odası olarak bu yapıların müze ya da kültür-sanat amaçlı değerlendirilmesi, bu kışlanın da aynı amaçla yıkılmadan restore edilmesi gerektiğine ilişkin bir rapor sunmuştuk. Bu binalar, yıkılıp yeniden yapılmaları halinde mimari ve tarihsel özelliklerini yitirecek, kent dokusu da bundan zarar görecek.”

 

Güngör Uras, Milliyet’teki köşesinden Başbakan’a şöyle seslendi:
“Lütfen, bir Kasımpaşalı olarak Cezayirli Gazi Hasan Paşa-Kalyoncu Kışlası’nın yıkılmasına izin vermeyiniz. Bu kışla Kasımpaşa’yı Kasımpaşa, İstanbul’u İstanbul yapan anıt binalardan biridir. 230 yıllık bu tarihi binayı yıkmak günah değil mi? Sayın Recep Tayyip Erdoğan ‘Dur’ demez ise, gitti gider.”

 

KIŞLANIN KİTABINI YAZAN ASKER

Tarihi kışlada 10 yıl görev yapan, tarihi binayla ilgili ‘Kaptan-ı Derya Cezayirli Gazi Hasan Paşa’ adında bir kitap yazan emekli astsubay Muzaffer Polat da yıkılıp, yeniden yapma projesine sert tepki gösteriyor. “Yıkıp, yeniden yapmak, oradaki tarihi yok etmek olur. İstanbul’un fethi sırasında Fatih Sultan Mehmet’in gizlice içeri soktuğu yedi sahabesi Bizanslılar tarafından yakalandı ve kelleleri kesildi. Bunlardan üçünün başının tarihi cami ve kışlanın altına gömüldüğüne inanıyorum.”

Hürriyet Pazar, Haber: Ali Dağlar, 12.08.2012

TALANI ÖNLEME KAZISI

 

 

Türkiye’nin batıdaki en uç noktasında, Ege ile Akdeniz’in kesiştiği noktada bulunan Datça Knidos antik kentinde 5 yıl sonra kazı çalışmaları tekrar başladı. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından bu yıl kurtarma kazıları yapılırken, önümüzdeki yıl Bakanlar kurulu kararı ile Knidos antik kenti’nin kazı başkanı ataması yapılacak.

 

2007 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı müfettişleri tarafından hazırlanan rapor sonrası kazı çalışmaları durdurulmuş ve kazı başkanı Prof.Dr. Ramazan Özgan hakkında soruşturma başlatılarak Bakanlar Kurulu kararı ile Özgan’ın ruhsatı iptal edilmişti. Müfettişler tarafından hazırlanan rapora göre, Özgan’ın kazılar sonucunda çıkan eserleri müzeye teslim etmeyerek envantere sokmadığı, Knidos kazı evi deposunda komisyon raporuyla müze envanterine girebilecek çok sayıda kültür varlığını ve bu durumun 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’na aykırı olduğu, yönetmeliklere ve Kazı ve Sondaj Ruhsatnamesinin 3k maddesine de aykırı olduğunu, müzelik değerdeki çok sayıda eserin Marmaris Müze Müdürlüğü’ne teslim edilmediği ve kazı evi deposunda tutulduğu ileri sürülmüştü.

 

2007 yılında kazı çalışmaları durdurulan ve ardından tarihi eser kaçakçılarının uğrak mekanı olan Knidos’ta 2010 yılında 15 gün içinde iki kaçak kazıda 8 kişi yakalanmıştı. 5 yıl boyunda kazma vurulmayan Datça Knidos’ta kurtarma kazılarının yanında çıkan eser olursa restore çalışmaları da yapılacak. Marmaris Müze Müdürlüğü gözetiminde 5 yıl sonra tekrar başlayan kurtarma kazıları hakkında bilgi veren Muğla İl Kültür ve Turizm Müdürü Dr. Kamil Özer, “Knidos antik kenti Muğla’nın en uç noktasında ve deniz seviyesinde olması nedeniyle sık sık kaçak kazılar ile gündeme geliyordu. Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından 2012 yılı için 130 bin TL ödenek ayrılarak kurtarma kazıları yapılıyor. Kazılar sadece kurtarma kazısı. Önümüzdeki yıl Bakanlar Kurulu kararı ile şu anki mevcut kazı başkanı veya başka bir isim ataması yapılacak” dedi.

 

Datça Yazı Köyü Tekir Burnu’ndaki Knidos antik kentinde arkeolojik kazı ve araştırmaların 2012 yılında tekrar başlatıldığın belirten kazının bilimsel danışmanı Selçuk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyelerinden Doç.Dr. Ertekin Doksanaltı, kapsamında kentin en önemli kültürel ve ticari merkezi olan Stoa ve Dionysos Tapınağı’nın bulunduğu belirtti. Doksanaltı, “Marmaris Müzesi Uzmanlarından meydana gelen arkeolog, antropolog, restoratör ve mimardan oluşan 25 kişilik bilim heyeti, Antik kentte toprak altındaki önemli anıtları açığa çıkartma belgeleme ve ölçümleme çalışmaları devam ediyor. Uzun yıllardır herhangi bir araştırma yapılmadan yalnızlığa bırakılan kentte, arkeologların tekrar çınlamaya başlayan kazma sesleri anıtsal yapıları teker teker ortaya çıkarmaya başlamış oldu.

 

Antik çağın en büyük, zengin ve görkemli Nekropollerinden birine sahip olan Knidos’ta belirlenen ve kurtarma kazısı kapsamında acilen açılması gereken Geç Klasik Erken Hellenistik döneme ait 2300 yıllık Tholos (Yuvarlak) tipi mezarda kazılar sürdürülüyor. Yaklaşık 30 metre çapındaki mezarın inşasında ortalama 1.5 metre uzunluğunda 300-350 kg ağırlığında anıtsal bloklar kullanılmış olup, yapı olağan üstü inşa tekniği ve incelik gösteren tonozlu bir girişe sahip. Kaçak kazılardan dolayı kısmen yıkılan mezar anıtı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün hızla çıkardığı izin ve müdahale sayesinde tahripten ve yağmadan kurtarılabilmiştir. Bu çalışmalar kapsamında kentin en önemli kültürel ve ticari merkezi olan Stoa ve Dionysos Tapınağı’nın bulunduğu terasta çevre düzenlemesi ve gezi güzergahı hazırlanıyor. 2012 senesinde onarılan ve tasnifi yapılan mimari bloklar gelecek yıllarda ayağa kaldırılacak olan sütunların üstündeki orijinal yerlerine tekrar yerleştirilebilecek. Antik kentte 2012 yılında kazı ve temizlik çalışmalarının yanı sıra bölge turizminin canlandırılmasına yönelik olarak gerçekleşecek restorasyon çalışmaları için keşif ve projelendirme çalışmaları da yapılıyor.

 

KNİDOS'UN TARİHÇESİ

Dorlar ve Romalılar tarafından çok sayıda tapınak ve kilisenin yapıldığı Knidos, Afrodit heykeli ile ünlendi. 2 bin yıl önce şehir nüfusunun 70 binlere ulaştığı kent, Bizans'ın son dönemlerinde bir yandan depremler, diğer yandan korsan saldırılar ile yıkılıp yağmalanınca terk edildi. Ünlü matematikçi ve filozof Eudoxus, en iyi yontulmuş çıplak Afrodit heykelini yapan Heykeltıraş Praxiteles, Skopas, Bryaxis, Mısır'daki Alexandria Feneri'nin mimarı Sostrates, Knidos'da yaşadı.

Büyük limanın hemen yanı başındaki 5 bin kişilik tiyatrosu günümüze kadar gelen Knidos'un, 20 bin kişilik büyük tiyatrosunun mermerlerinin bir bölümü İstanbul Dolmabahçe sarayında, bir bölümü ise 1830 yılında gemilerle Mısır'a götürülerek Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın Kahire'de yaptırdığı sarayda kullanıldı.

 

İngiliz arkeolog Sir Charles Newton, Knidos'a 384 gün süren çalışmasını tamamlayarak 1857 yılında Knidos'dan ayrılırken, Knidos Aslanı ve Demeter heykeli ile birlikte 212 sandık dolusu tarihi eseri ülkesine götürdü. Yıllardır bulunamayan çıplak Afrodit heykeli halen sırrını korurken; Knidos Aslanı ve Knidos Demeter heykeli halen İngiltere'de British Museum'da sergileniyor.

Mynet Haber, 05.08.2012

SİRKELİ KÖYLÜLERİ KAZI ÇALIŞMALARI HAKKINDA BİLGİLENDİRİLDİ

 

 

İsviçre’nin Bern Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof.Dr. Miroslav Novak başkanlığında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Yrd. Doç Dr. Ekin Kozal ve Kültür Bakanlığı’ndan Arkeolog Hüseyin Toprak kazı yaptıkları Sirkeli Köylüleriyle bir araya geldiler.

 

Ceyhan Belediye Başkana Vekili Kenan Balkı’nda hazır bulunduğu toplantıda söz alan Balkı, kendisinin de Sirkeli Köyü’nden olduğunu vurgulayarak, “İki gün önce kazıları yerinde inceledim ve bizim bilmediğimiz birçok şeyin olduğunu fark ettim. İnanıyorum ki hocalarımız da sizleri bu gün burada daha kapsamlı bir şekilde aydınlatacaktır” dedi.

 

Sirkeli Köy Kahvehanesi’nde toplanan yaklaşık 200 kişiye Sirkeli Höyüğü’ndeki kazı çalışmaları hakkında bilgi veren Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Yrd. Doç Dr. Ekin Kozal, 2006 yılından bu yana belirli dönemlerde kazı çalışması yaptıklarını ve her yıl köyde yaşadıkları için kendilerini köye ve köy halkına yabancı görmediklerini söyledi.

 

Kozal, İskenderun Su Gözü Enerji Santrali’nin (İSKEN) sponsorluğunda 1 Temmuz itibarıyla başlayan yeni dönem kazı çalışmalarının eylül ayına kadar devam edeceğini belirterek, “Sirkeli Höyüğü, tarihsel olarak doğu Çukurova’nın en önemli yerleşim birimlerinden biridir. Ceyhan Nehri’nin kıyısında bulunan bu höyük, aynı zamanda ticari ve doğal yolların kesişme noktasında olması nedeniyle büyük önem taşıyor. Tarihsel açıdan bölgedeki en büyük höyüklerden biri. Buradaki çalışmalarımızda, höyüğün insanlık tarihi açısından önemini ortaya koymaya çalışıyoruz” dedi.

 

Sirkeli Höyüğü’nü değerli kılan en önemli özelliklerden birinin de Anadolu’nun en eski Hitit kabartması olduğu belirtilen Hitit Kralı 2. Muwatalli’nin kaya üzerine yapılan rölyefi olduğunu dile getiren Kozal, “1 Temmuz’da başladığımız 2012 yılı kazı çalışmalarına yeni yöntemlerle ve yeni kazı alanlarıyla başladık. Hitit Kralı 2. Muwatalli’nin Mısırlılarla yapmış olduğu Kadeş Savaşı’nın ardandan buraya yapılan rölyefinin korunması gerekiyor. Kadeş Savaşı’ndan sonra yapılan ilk barış anlaşmasını imzalayan kişi olmasından dolayı burası önemlidir” diye konuştu.

 

Kültür Bakanlığı’ndan Arkeolog Hüseyin Toprak ise yaptıkları incelemelerle Irmağa yakın yerde bir sur bulunduğunu belirterek, “buraya bizler yılda iki ay gibi kısa bir zaman diliminde bulunmaktayız. Oysa sizler yılın 365 günü buradasınız. Burası bizim değil sizindir. Bu yüzden burasını sizlerin koruması lazım her türlü etkenden mutlaka bu kazı alanı korunmalıdır. Kazı bittiğinde, bu yerleşim alanı gün yüzüne çıktığında turistlere açılacaktır. İnanıyorum ki, Sirkeli Köyü önemli bir yerleşim alanı ama daha da önemli bir yer olacaktır” şeklinde konuştu.

 

Köylülere, daha önceki yapılan kazılarda bulunan heykel, mühür ve çömleklerin Adana Müzesi’nde sergilendiğini de bildirildi.

haberler.com, 05.08.2012

BU DA YONTMA TAŞ DEVRİ'NİN KONAKLAMA YERİ

 

Kahramanmaraş’taki Direkli Mağarası’nda yürütülen arkeolojik çalışmalarda Yontma Taş Devri’ne ait yeni bulgular ortaya çıkartıldı.

 

Prof.Dr. Kılıç Kökten’in 1959 yılında yazdığı bir makale üzerine gündeme gelen Döngel Köyü'ndeki Direkli Mağarası’nda ilk kazı çalışmaları Gazi Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Cevdet Merih Erek’in’in girişimiyle 2007′de başladı. Erek’in hazırladığı çalışma Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan destek gördü ve 4 yıldır kazı çalışmaları büyük bir titizlikle sürdürülüyor.

 

Erek’in başkanlığında yürütülen çalışmalar kapsamında, 3 yıl önce bulunan ana tanrıça figürü, dünyanın birçok ülkesinde meraklıları tarafından ilgiyle karşılandı. Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Erek, beraberinde bakanlık temsilcisi ve 12 kişilik üniversite öğrencisi ile birlikte mağarada kazı çalışmalarına yeniden başladı.

 

Yrd. Doç.Dr. Erek, AA muhabirine yaptığı açıklamada, kazı ekibiyle birlikte 1 Temmuz’da bölgeye geldiklerini ve kısa sürede çok önemli bulgular ortaya çıkardıklarını belirtti. Kazıda ortaya çıkan ana tanrıça figürünün büyük yankı uyandırdığını ifade eden Erek, Direkli Mağarası’nın şu anda Türkiye’deki tek mağara kazısı olduğuna dikkati çekti.Kazı ekibiyle yoğun bir çalışma dönemine girdiklerini aktaran Erek, kısa sürede Yontma Taş Devri’ne ait yeni bulgular ortaya çıkartıldığını bildirdi.

 

Kazı çalışmalarının mağaranın güney plan karesinde devam ettiğini belirten Erek, şöyle konuştu:

“Geçmiş yılda olduğu gibi son avcı toplayıcılara ait çakmak taşından üretilmiş geometrik mikroidleri bulmaya devam ediyoruz. Bunun yanında bu yıl oldukça büyük Kargı kemik bulduk. Şu anda laboratuvarda koruma altında tutuluyor. Bunun dışında Orta Anadolu kökenli olduğunu düşündüğümüz opsidienden bir dilgi parçamız var. Bugüne kadar bulunan en büyük dilgi parçadır. Bu da bize bu bölgeyle Orta Anadolu arasındaki bir bağlantıyı gösteriyor.

 

Bulduğumuz parça bu bölgeye ait olmayan bir taş. Dolayısıyla söz konusu malzeme, Direkli Mağarası’nın Yontma Taş Devri’nde insanların konaklama yeri olduğunu gösteriyor. Ayrıca belirtiğimiz dönemde zaman zaman bölgede kuraklık ve aşırı sellerin olmasıyla alakalı doğal oluşumlar söz konusu olduğu için insanların Direkli Mağarası’nda geçici konaklama yapmak suretiyle Orta Anadolu’ya gidip gelmesi arasında mantıklı bir ilişki sağlıyor.”

 

Kazıda ayrıca kemik Kargı diye bilinen av malzemesi çıkarttıklarını belirten Erek, şu ana kadar Yontma Taş Devri’ne ait en büyük kemik Kargı malzemenin bulunduğunu bildirdi. Erek, bunun yanında serbantin taşından yapılmış boncuk bulduklarını ifade ederek, “Gerçekten boncuğa baktığımızda üstün bir işçilik olduğunu görüyoruz. Bu da o dönemin süslenme unsuruyla ilgili bize fikir veriyor. Bulduğumuz yeni malzemeler aslında o dönemin en üstün teknolojilerini yansıtan malzemeler. Bu malzemelerin yapılış biçimine baktığımızda dönemin önemli teknolojilerini yansıtıyor” şeklinde konuştu.

 

Erek, kazı sırasında bir taş dizisine de rastladıklarını ve yeni süreçte o dönemle ilgili bilim dünyasına ışık tutabilecek neticeler verebileceğini dile getirdi. Erek, çalışmaların ağustos sonuna kadar devam edeceğini ve kazılar devam ettikçe farklı dönemlere ve daha eski kültürlere ait kanıtların bulunabileceğini aktardı.

 

Özellikle kazı evinin tamamlanmasından duydukları memnuniyeti dile getiren Erek, “Gerçekten arkadaşlarımızla birlikte çok zor şartlar altında çalışmalarımızı sürdürüyorduk. Ancak şimdi buraya yaklaşık 200 metrekare büyüklüğünde bir kazı evi binası yapıldı. Emeği geçenlere teşekkür ediyoruz” dedi.

 

Kahramanmaraş Kültür ve Turizm Müdürü Seydihan Küçükdağlı ise Direkli’nin Türkiye’nin ikinci büyük mağara kazısı olduğunu belirtti. Bakanlığın mağara kazısına büyük önem verdiğini ve eldeki imkanların kullanılmaya çalışıldığını kaydeden Küçükdağlı, “2007 yılından bu yana çok önemli mesafe aldık ve kazıdan çıkan bulgular bizlerin gayretini daha da artırıyor” dedi.

 

Küçükdağlı, Direkli Mağarası’ndaki arkeolojik kazıların kent turizmine büyük katkı sağlayacağına inandığını söyledi. Küçükdağlı, Kahramanmaraş Arkeoloji Müzesi’nde Direkli Mağarası’nın kazı alanının benzerinin dizayn edildiğini ve bu alanın ziyaretçilerin ilgisini çektiğini kaydetti.

haberler.com, Haber: Ahmet Caner Baysal, 05.08.2012

BABA KAÇIRDI, OĞLU İADE ETTİ

 

Türkiye'de görev yapan bir ABD vatandaşının kaçak yollarla ülkesine götürdüğü Roma dönemine ait mermer heykel başı ile 11 satırlık yazıt, Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ne teslim edildi.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan yapılan açıklamaya göre, ABD'linin 1964-1996 yılları arasında ABD'ye götürdüğü eserlerden bir tanesi, şahsın oğlu tarafından postayle Washington'daki Kültür ve Tanıtma Müşavirliği'ne iade edildi. Bir diğer eser ise yine bir ABD vatandaşı tarafından Türk yetkililere gönderildi. Eserler, Dışişleri Bakanlığı'ndan alınarak, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi Müdürlüğü'ne verildi.

Sabah, 05.08.2012

KAÇAK KAZIYA TUHAF BAHANE

 

 

Tekirdağ Valiliği’nden TRT’ye Çanakkale konulu belgesel çekeceğiz diye izin alıp yapan 8 kişi, ile kazı yaparken yakalandı. Sahte belgelerle valilikten izin alan define avcıları “Film için siper kazıyorduk” diye kendilerini savundu.

 

Akıllara durgunluk veren olay Tekirdağ'da yaşandı. Ellerine geçirdikleri define haritası ile yapmak isteyen 8 kişilik ekip ilginç bir yönteme başvurdu. Düzenledikleri sahte belgeyle Tekirdağ Valiliği'ne başvuran define avcıları, TRT için Çanakkale Savaşı'nın anlatıldığı 3 bölümlük 'Siperdeki Vatan' isimli drama belgesel çekeceklerini söyledi.

Valilikten gerekli izinleri alan ekip, Bizans Dönemine ait kalıntıların bulunduğu Şarköy İlçesi Uçmakdere Köyü'nde kepçe ile kazı yapmaya başladı. Köylüleri de film çekeceğiz diye kandıran ekip kepçe ile de siper kazdıklarını söyledi. Define avcılarının söylediklerine tatmin olmayan köylüler durumu jandarmaya ihbar etti. Jandarma ekipleri 8 kişiyi ellerinde ile kazı yaparken kıskıvrak yakaladı. Valilikten izinleri olduğunu söyleyen ekip, siper kazdıklarını söyledi. Ellerindeki izin belgesini inceleyen jandarma ekipleri durumu TRT'ye sordu. TRT'den böyle bir belgesel çalışması olmadığını söylenmesi üzerine 8 kişi gözaltına alındı. Jandarma ekipleri kazı yapmada kullanılan bir kepçe ve çok sayıda kazma ve küreğe de el koydu.

Jandarma ekipleri yaptığı araştırmada ekibin sahte belge düzenleyerek valilikten izin aldığını ve Bizans kalıntılarının bulunduğu bölgede kaçak kazı yaptıklarını belirledi.
Jandarmadaki ifadesinde suçlamaları kabul etmeyen sözde yönetmen Erkan Ç., "Bizim her şeyimiz yasal. Burada biz Çanakkale Savaşı'nın anlatıldığı film çekecektik. Gerekli yasal izinlerimiz var. Kepçe ile film platosu için siper kazıyorduk. Biz kaçak kazı yapmıyoruz" dedi. Diğer zanlılar da ifadelerinde kaçak kazı yaptıkları yönündeki iddiaları reddetti.

Jandarmadaki ifadelerinin ardından Erkan Ç., Ali Haydar K., Orhan D., Yalçın G., Mehmet Şah B., Behzat A., Burhan Çağlar S. ve Oktay S. adliyeye sevk edildi. 8 kişinin adliyedeki işlemleri devam ediyor.

Sabah, 05.08.2012

 

******


DEFİNECİLER TAM SİPER

 

Tekirdağ'da, valilikten "TRT'ye dizi çekiyoruz" diye izin alarak iş makineleriyle kazı yapan 8 kişilik ekibin, defineci oldukları ortaya çıktı. Kazı yaparken yakalanan zanlılar, iddiaları reddederek, "Filmin adı Siperdeki Vatan. O yüzden siper kazıyorduk" dediler. Akıllara durgunluk veren olay Tekirdağ'ın Şarköy İlçesi'ne bağlı Uçmakdere ve Yeniköy arasındaki bölgede yaşandı. Ellerine geçirdikleri define haritası doğrultusunda bölgede kazı yapmak için harekete geçen 8 kişilik grup, sıra dışı bir yönteme başvurdu.

Düzenledikleri sahte belgeler ve yazdıkları bir dilekçe ile Tekirdağ Valiliği'ne başvuran define avcıları, TRT için Çanakkale Savaşı'nın anlatıldığı 3 bölümlük ve 9 gün süreceğini belirttikleri 'Siperdeki Vatan' isimli drama belgesel çekeceklerini söylediler. Ekip, valilikten bu konuda izin ve manevi destek talep etti. Valilikten gerekli izinleri alan ekip, Bizans Dönemi'ne ait kalıntıların çokça bulunduğu Uçmakdere ve Yeniköy bölgesine 'set' kurdu. Bir de iş makinesi kiralayan ekip, kazı yapmaya başladı. Define avcıları, meraklı bakışlarla yanlarına gelen köylüleri de 'film çekiyoruz' diye kandırmaya çalıştı. Ancak ekipten şüphelenen köylüler durumu jandarmaya ihbar etti. Jandarma, bir süre takip ettiği definecilere önceki gün baskın düzenledi. 8 şüpheli, define haritaları ve tarihi eserlerin fotoğraflarıyla kıskıvrak yakaladı.

Defineciler, valilikten izinleri olduğunu, belgesel için kazı yaptıklarını söyleyerek jandarmaya belgelerini gösterdi. Ardından durum TRT'ye soruldu. TRT'den böyle bir belgesel çalışması olmadığı yanıtı gelince 8 kişilik ekip gözaltına alındı. Jandarma ekipleri kazı yapmada kullanılan iş makinesi ve çok sayıda kazma küreğe de el koydu. Yapılan incelemede ekibini izni sahte belgelerle aldığı ve Bizans altınlarını aradığı belirlendi. Gözaltındakilerden yönetmen olduğunu belirten Erkan Ç., "Bizim her şeyimiz yasal. Burada biz Çanakkale Savaşı'nın anlatıldığı film çekecektik. Gerekli yasal izinlerimiz var. Kepçe ile film platosu için siper kazıyorduk. Burası muz cumhuriyeti değil Türkiye" diye konuştu.
 

Definecilerin Valilik'ten aldığı izin belgesinde 3 ayrı şekilde yazılan "Drama" kelimesi dikkat çekiciydi.

Sabah, Haber: Abdullah Yalçın, 06.08.2012

"BJK PLAZA ELİM KIRILSIN DEDİĞİM BİR KARARDIR"

 

 

Emek Sineması, Tarlabaşı, Mecidiyeköy Likör Fabrikası, AKM... Ne zaman haklarında bir tartışma yürüse görüşüne başvurulan bir numaralı isim, mimar Prof.Dr. Mete Tapan. Çünkü o 2 numaralı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu Başkanı. Başkanıydı daha doğrusu... Kısa bir süre önce sessiz sedasız ayrıldı bu görevinden.

 

25 yıllık koruma kurulu tecrübesi olan Mete Tapan’la ayrılış nedenini, kararlarını, İstanbul’un hali pür melalini konuştuk.

 

Koruma kurulundan neden ayrıldınız?
Ayrılışımın yüzde 90 nedeni derdimi anlatamamak. 25 senedir bu işin içindeyim. Bu işlerde en önemlisi, insanların ekiplerini kurabilmeleri. Ama bizde ekip kurmak çok zordur. Özellikle de devlet kadrolarında. Çalışma ortamını değiştirmek, bunun için de yasayı değiştirmek lazım.

Nasıl bir değişiklikten söz ediyorsunuz?
Siz beni alıyorsunuz, hoca diye getiriyorsunuz. Bir kere her hoca bu işten anlamaz. Ben de ilk 1987’de Koruma Kurulu’na tayin edildiğimde tecrübem yoktu. Ama hiç değilse bu konuda çalışmalarım vardı. Kurul üyelerinin nitelikleri çok önemli. Türkiye’de 35 koruma kurulu var ama o kadar uzman yok. Bu durumda koruma kurulları saygı gören kurumlar olmaktan uzaklaşıyor.

 

Ayrılma nedeniniz bu mu?
Bir miktar evet. Çok üzüldüğüm meseleler var. Biri, 5226 sayılı yasayla yenileme alanları çıktı. Şurası Beyoğlu; Ağa Camii var, biraz ilersinde de Emek Sineması. Emek’e Yenileme Kurulu karar veriyor, Ağa Camii’ne Koruma Kurulu. Böyle bir şey nasıl olabilir?

 

Yenileme kurullarının oluşturulmasıyla bypass edildiğinizi düşündünüz mü?
Düşündüm. Bu yasanın çıkışında sözde İçişleri Bakanlığı’nın talebi var. Öyle gözüküyor. Bu değişikliği hala kabul edemiyorum. Güya bizim kriterlerimize göre karar vermeleri gerekiyor. Bizde bir projenin geçmesi dört-beş ay sürer, herhalde burada daha çabuk sonuç alınır diye düşündüler.

 

Yenileme kurullarının kararlarına bakınca kötü niyet arıyor musunuz?
Ben kötü niyet kelimesini kullanmam; çünkü kişiyi nasıl bilirsiniz, kendiniz gibi. Kötü niyet vardır dediğiniz anda ispat etmeniz gerekir. Eğer aynı konu hakkında Yenileme Kurulu başka, Koruma Kurulu başka karar verebiliyorsa o zaman sistemde bir bozukluk vardır. Tabii isteyen başka türlü yorumlayabilir. Zaten karar verme süreci yoruma açık; kriterler yoruma açık.

 

Nasıl?
Mesela koruma ilke kararlarından biri “Restorasyon projesi yapının kontr ve gabarisinde olur” diyor. Ki bunun imkanı yok, biz kat ilaveleri ya da ek binalar veriyoruz. Bu maddeden sonra gelen bir madde var; o da “Her müdahale biçimine kurulumuz kendisi karar verir” diyor. Ne demek bu? Hem yapamazsın hem sen karar ver.

 

Herhangi bir kültür varlığı söz konusu olduğunda gözler size dönüyor. Koruma kurulunun kararlarının yaptırım gücü ne?
Her türlü kamu kuruluşu ve kişiler bizim kararlarımıza uymak zorundadır. Koruma kurullarının cumhurbaşkanından daha büyük yetkisi var desem şaşırırsınız.

 

Tabii şaşırırım...
Ama doğru. Düşünün burada bir imar planı var ve ben “Burası sit alanıdır” dediğim vakit o plan iptal edilir. Korkunç bir yetkidir bu, bilen bilir! Mesela 19 sene boyunca Beyoğlu’nda imar planı yapılmadı.

 

Neden?
1993’te, ben İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde genel sekreter yardımcısıydım. Beyoğlu’nun ve Tarihi Yarımada’nın sit alanı olmasını biz istedik. Yasa diyor ki, sit alanı ilan ettikten sonra bir yıl içinde koruma amaçlı imar planı yapacaksınız. O yapılana kadar da geçici yapılaşma koşullarıyla çalışırsınız. Bütün yetkiyi koruma kuruluna verir bu sürede.

 

Beyoğlu’nda ne oldu?
İmar planı yapılmadığı için 1993-2011 arasında geçici yapılaşma koşullarıyla çalışıldı. 19 sene boyunca Beyoğlu için koruma kurulu karar verdi. Kimse de hayır diyemedi. İşte Türkiye’nin gerçeği bu.

 

Altına imza atmaktan pişman olduğunuz kararlar var mı?
Var. O kadar da fazla değil ama var. Bir gün Gündüz Vassaf’a dedim ki, “Benim aldığım kararların yüzde 80’i yanlıştır”,“E niye yaptın o zaman?” dedi. Çünkü her şey yanlış başlamış, işlerin yarısı bitmiş, sen karar verirken de “Ben en az yanlışı nasıl yapabilirim?” diye veriyorsun. Mesela BJK Plaza... Pişmanım. Ama benden evvel plan yapılmış, karar çıkmış. Elim kırılsın dediklerimden biridir o.

 

Topçu Kışlası’nı planda tescil ettiğiniz için de ağır eleştiri aldınız. Pişman mısınız?
Bizim Topçu Kışlası’nı tescil etmemiz ihya etmek demek değil ki. Galata’da Menderes operasyonu sırasında kaldırılmış bir cami var, onu da tescil etmiştik. Bir de not düştük: “İhya edilmesi düşünülen binaların hiçbiri illa ihya olacaktır diye anlaşılmasın.” Zaten orası yeşil alan olmuş. Yeşil alanı 3194 sayılı imar kanununa göre kaldıramazsın.


Gezi Parkı için de bu geçerli mi?
Tabii ki. Bütün bu tartışmalar beyhude. İkincisi, bu binanın rekonstrüksiyonu için belge ve bulgunun yeterli ölçüde olması lazım.

 

Var mı?
Yok. Var diyorlar ama önümüzde hiçbir belge gelmedi. Ayrıca ben Taksim’in bir meydan olduğuna inanmıyorum. Hasbelkader oluşmuş bir alan. Bizim mimarimizde meydan kavramı yoktur. Hani selatin cami, selatin cami diyorlar ya; avlu vardır, insanlar orada cuma namazında toplanırlar. Yoksa Osmanlı’da öyle gidelim meydanda toplanalım imkanı mı var? Sultanahmet Meydanı da Bizans’tan kalma at meydanı olduğu için var. Bizim şehircilik anlayışımızda batıdaki gibi bir meydan kavramı yok.

 

Peki kışlayı tescil ederek bir gün oraya yeniden inşa edilmesinin yolunu açtığınızı düşünmüyor musunuz?
Hayır düşünmüyorum. Bizim tescilimiz yalnızca “Burada bu bina vardı” demek, hepsi bu. İstedikleri kadar eleştirsinler bizleri. Bir şeyler korunmuşsa bu sayede. Çünkü bu halk, Ayasofya’nın yanına gökdelen dikerdi. Hala da dikebilir. Bir zamanlar yükselti olarak minareler vardı, neden şimdi gökdelen olmasın diyen üniversite hocaları biliyorum.

 

Peki şimdi koruma kurulundan ayrıldınız. İçiniz rahat mı?
Hayır değil. Eğer devlet politikası açısından olumlu bir yaklaşım olursa geri dönerim.

 

 

Mecidiyeköy’deki Likör Fabrikası sizin itirazınıza rağmen yıkıldı. Nasıl oldu bu?
Üzüldüğüm şeylerden biri de bu. Geçen Ağustos’ta 648 sayılı bir kararname çıktı. Kültür ve tabiat varlıklarını ayırdılar; iki farklı kurul oldu. Artık Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlı.

 

İtiraz etmediniz mi?
Ben kavga etmekten yana değilim. Mahkemeye gidelim, oraya gidelim, buraya gidelim. Hayır. En
önemli unsur diyalog. Diyalogu sağlarsanız her şeyi çözersiniz. Tabii bir de iyi niyet olacak.

 

Likör Fabrikası’nı nasıl etkiledi bu yeni kararname?
Bize Likör Fabrikası’nın projesi geldiğinde, fabrikanın yanına yapılması planlanan gökdelenlerin üzerini çizdim. Eski binanın da altına otopark yapıyorlardı, onun da üzerini çizdim. Biz restorasyon projesini kabul ettik, yıkılıp yapılmasını değil. Ama yeni kararname diyor ki, bir parselde hem eski eser hem de tescilli anıt varsa o zaman son kararı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlı Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu verir.

 

Size rağmen bir kültür mirasının yıkılmasının sizdeki karşılığı “Bırakıp gideyim” mi oldu?
Bu, nedenlerden bir tanesi. Etkinliğimi kaybettiğimi gördüm. Bizim itiraz ettiğimiz gökdelenler o kurulda bir iki hafta içinde kabul edildi. Halbuki yasa bu durumda komisyon kurulmasını işaret ediyor. Bize bir yazı geldi, “Son karar bize aittir” dediler. Hepsi bu.

 

Durumun oldu bittiye geldiğini düşündüğünüz oldu mu?
Düşünsem ne olur düşünmesem ne olur. Oldu bitti tabii. Tamam; bu bina çok ellenmiş; betonarme yapıdan başka bir şey kalmamış. Buna rağmen biz kültürel varlık olarak tescil ettik. İtiraz ettiğim için diyorlar ki “Siz gökdelene karşı mısınız?” Gökdelen yapılır elbette. Ama doğru yerde... Benim iş yerim Levent’te, evim Gayrettepe’de. Her gün işten eve bir saat yirmi dakikada gidiyorum. Eğer iki kilometrelik yolu bu sürede gidebiliyorsam düşünmemiz gereken başka konular var.

Milliyet Pazar, Haber: Miraç Zeynep Özkartal, 05.08.2012

JAMES BOND TAHRİBATI KURUL'DA DEĞERLENDİRİLECEK





Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, İstanbul Kapalıçarşı'da çekimleri yapılan “James Bond Sky Full” filminin verdiği tahribat sonrasındaki onarıma ilişkin tespit raporunun Koruma Bölge Kurulu gündeminde değerlendirileceğini bildirdi.

 

MHP İstanbul Milletvekili Atila Kaya'nın yazılı soru önergesini yanıtlayan Bakan Günay, şunları kaydetti:
“İstanbul 1 Numaralı Yenileme Alanları Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu, kültür varlığının basit onarım kapsamındaki tahribatın KUDEB (Koruma Uygulama ve Denetim Büroları) denetiminde onarılmasına, aksi takdirde ilgililer hakkında suç duyurusunda bulunulacağının taraflara hatırlatılmasına; uygulama sonrası rapor ve fotoğrafların Kurula iletilmesi gerektiğine karar vermiştir. Onarımdan sonra KUDEB tarafından hazırlanan tespit raporu Koruma Bölge Kurulu gündeminde değerlendirilecektir.”

Çekim izin başvurularının sinematografik açıdan ve ülke tanıtımına sağlayacakları katkı bakımından değerlendirildiğine işaret eden Günay, çekimin yapılacağı mahallin mülki idarelerinin de bu konuda bilgilendirildiğini belirtti. Güvenlik tedbirleri ya da çekim mahalline ilişkin teknik değerlendirmelerin, filmin çekileceği bölgenin mülki idarelerinin görevi olduğunu kaydeden Günay, “Sinema Genel Müdürlüğü, söz konusu filmin çekimi için genel bir izin vermiş olup, geriye kalan ve alınması gereken tüm özel izinler mahalli idareler tarafından verilmiştir. Bakanlığımızca söz konusu filme maddi anlamda herhangi bir destek verilmemiştir” ifadelerine yer verdi.

 

Hürriyet, 04.08.2012

KOMŞUNUN DİLİNE DÜŞTÜK!

 

 

Yunan gazeteleri Kılıç’ın sözlerini ve Erdoğan’ı eleştirerek “Olimpiyat ateşi meğer Türkler’inmiş’ şeklinde tepki manşetleri attı.

Başbakan Erdoğan’ın 2020 Olimpiyatları’yla ilgili verdiği demeçlerin ardından Spor Bakanı Suat Kılıç’ın “Antalya’daki Olimpos Dağı, Olimpiyatlar’a adını veren dağ. Olimpiyat meşalesini doğduğu topraklara götürmek gerek” açıklaması, Yunan basınından büyük tepki topladı.

Yunan basını, Bakan Kılıç’ın sözünü manşete çıkararak “Türkler’den provokatif çıkış, olimpiyat ateşi Türkler’inmiş” ve “Türklerin ne içtiğini söyleyin” başlıklarıyla adeta savaş açtı. Londra Yaz Oyunları’nın başlamasıyla birlikte iyice kızışan 2020 Olimpiyat Oyunları’na ev sahipliği yapma yarışında Başbakan Tayyip Erdoğan ve Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç’ın açıklamaları Yunanlar’ı kızdırdı. Kılıç, “Antalya’daki Olimpos Dağı, Olimpiyatlar’a adını veren dağ. Olimpiyat meşalesini doğduğu topraklara, Anadolu’ya götürmek gerek” demişti. Bu açıklama Yunan basınında büyük yankı uyandırdı.

Erdoğan ve Kılıç’ı cahillikle suçlayan Yunan basını, “Türkler, olimpiyat oyunlarının simgesi olan meşaleyi sahiplendi. Bu onların ayrı bir tarihi olduğunu gösteriyor. Demek ki onların da Zeus ve Prometheus’u var” yorumunda bulunurken, “Lütfen Türkler’in ne içtiğini söyleyin”, “Türkler olimpiyatları sahiplendi” ve “Provokatif açıklama” başlıklarını kullandı. Yunan medyasına göre Yunan Olimpiyat Komitesi’nin başındaki isim Isidore Kouvelos, Erdoğan ve Kılıç’a tarih öğrenmesi tavsiyesinde bulundu.

Vatan, 04.08.2012

TARİHİN SAHİBİ YOK MU?

 

 

Osmanlı döneminde kışla olarak kullanılan Erzurum Kalesi'nin duvarları adeta aşk mektubu gibi. Erzurum’da Çifte Minareli Medrese, Lalapaşa Medresesi ve Yakutiye Medresesi'nden sonra kentin önemli tarihi mekanlarından biri konumunda bulunan Erzurum Kalesi'ndeki bakımsızlık ve korunaksızlık gelen ziyaretçileri de hayrete düşürüyor. Erzurum’a gelen yerli ve yabancı turistler karşılaştıkları manzara karşısında şaşkınlıklarını gizleyemiyor. 5. yüzyılda yaptırılan ve günümüze kadar ulaşan tarihi kalenin bakımsızlığına tepki gösteren çevre sakinleri “Buraya yetkililerin sahip çıkması gerekiyor. Buraya gelip spreylerle duvarlara yazı yazıyorlar. Akşamları da buraya sarhoşlar gelip içki içiyor sonra içki şişelerini de kale duvarına atıp kırıyorlar. Yetkililerden talep ediyoruz tarihimize sahip çıksınlar” dediler.

Yaklaşık 2 bin metre yükseklikte bir tepe üzerinde inşa edilmiş olan iç kale 5. yüzyılda Roma İmparatoru Theodosius tarafından yaptırılmıştır. Son zamanlara kadar Türkler tarafından kışla olarak kullanılmıştır. Kale Mescidi ve saat kulesi Türk mimarlığının ilk örnekleri olmaları bakımından önem taşırlar. Tepsi Minare olarak da adlandırılan kule Ortaçağ’larda gözetleme kulesi olarak kullanılmıştır. Osmanlı mimarisinin Barok çağında saat kulesine çevrilmiştir. 1124-1132 yılları arasında hüküm süren Abu’l Muzafferüddin Gazi tarafından yaptırılmıştır. Tek büyük bir kubbe ile örtülen mescid geleneksel Türk mimarisinin özelliklerini taşır.

Erzurum Gazetesi, Haber: Emrah Akkaya, 04.08.2012

30 YIL SONRA YASAK KALKTI

 

İran ’ın başkenti Tahran’da 30 yıl önce İran hükümeti tarafından İslama karşı olduğu ve pornografik öğeler taşıdığı gerekçesiyle yasaklanan Pop Art sergisi ilk kez gün yüzüne çıktı. İslam Devriminden önceki son İran Şahı'nın eşi Farah Pahlavi’nin yardımlarıyla Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin bodrumunda saklanan sergide, Andy Warhol ve Francois Bacon gibi dünyaca ünlü sanatçıların eserleri de bulunuyor.

Radikal, 04.08.2012

AMANOSLAR'DAKİ HİTİT ANTİK KENTİ SOYULDU İDDİASI

 

 

Araştırmacı-tarihçi Cezmi Yurtsever, 1890′lı yıllarda Alman arkeologların Amanoslar’da bulunan Hitit antik kenti Samal’daki tarihi eserleri Berlin’e götürdüğünü iddia etti.

 

Yurtsever, yaptığı açıklamada, Temmuz ayı içinde Osmanlı arşivinde Çukurova tarihi üzerine yaptığı araştırmalar esnasında gizliliği ortadan kalkan belgeler serisinden İ.MMS.00101 numaralı zarf içinden çıkan fotoğraflar ve Osmanlı Bakanlar Kurulu belgelerine göre Osmanlı’nın son döneminde 1888 ve izleyen yıllarda o dönemde Adana vilayeti Cebeli Bereket Sancağı’na bağlı Gavurdağları’ndaki (Amanos Dağları) İslahiye İlçesi'nde bulunan Zincirli Höyük’te arkeolojik kazı yapan Berlin Müze Müdürü Kral Humann ve arkeolog Felix von Luschan’ın dünya tarihine ışık tutan antik Hitit kenti Samal’dan çıkan eserleri Almanya’ya kaçırdıklarının ortaya çıktığını söyledi. Berlin Müze Müdürü Kral Humann’ın Zincirli’de yaptığı arkeolojik kazıdan çıkan eserlerle ilgili fotoğraflar ve bilgileri değerlendiren Osmanlı hükümetinin Zincirli Höyük’ten çıkan 90 parça eserin sadece 10 parçasının kendisinde kalması ve İstanbul’a taşıyacağı eserlerin masrafını ödemesinin de padişahın karar onay yazısıyla açıklandığını anlatan Yurtsever, “Ancak Berlin Müze Müdürü Kral Humann, kazı çalışmalarını 1888 ve izleyen 1890′lı yıllara da yayarak ortaya çıkan binlerce parça tarihi eseri kaçak olarak Almanya’ya gitmesini sağladı. Berlin’de Anadolu’dan getirilen tarihi eserler ile kurulan Pergamon Müzesi depolarında ve teşhir vitrinlerinde Zincirli’den kaçırılarak getirilen bir eşi daha bulunmayan paha biçilmez eserler sergileniyor. Zincirli’den Berlin’e kanunsuz olarak götürülen eserler, dünya tarihine de geçecek olan tarihi eser soygunudur” dedi.

 

Zincirli Höyük’ten kaçırılan tarihi eserlerle ilgili olarak yetkililerin en kısa zamanda harekete geçmesi gerektiğini söyleyen Yurtsever, “Eserlerin Türkiye’ye getirilmesi sağlanmalıdır. Günümüzde Gaziantep sınırları içinde bulunan İslahiye İlçesi'ndeki Zincirli Höyük’ten kaçırılan eserlerin anavatanına getirilmesi anlamlı bir olay olacaktır” diye konuştu.

 

Hititler zamanında Önasya’nın önemli kentleri arasında bulunan Kahramanmaraş’ı Antakya’ya bağlayan vadi kavşağında bulunan Samal kenti, MÖ 4000′li yıllardan itibaren kuruluşu gerçekleşmiş, MÖ 8. yüzyıla kadar Önasya’nın en parlak kentleri arasında idi. Zincirli kazılarında çıkan ve bir eşi daha bulunmayan arasında arslan ve boğa heykelleri, savaş sahneli kabartma heykeller, Hitit-Arami-Fenike dilinde yazılmış kitabelerin de bulunduğu eserler, arkeoloji dünyasının ilgisini çekmişti.

haberler.com, 03.08.2012

2500 YILLIK ÇİKOLATA KALINTISI BULUNDU

 

Meksika'nın Yucatan yarımadasında, Mayalardan kalma bir tabakta 2 bin 500 yıllık çikolata kalıntısı bulundu.

 

Meksikalı arkeologlar çikolata kalıntısına kupa yerine bir tabakta rastlanmış olmasının, çikolatayı içecek olarak kullandıkları daha önceden bilinen Mayaların, bunu katı yiyeceklerde de baharat veya sos olarak kullanmış olması ihtimalini ortaya çıkardığına dikkati çekti.

Meksika Ulusal Antropoloji ve Tarih Kurumu'nun yaptığı keşif, İspanyol öncesi kültürlerde çikolatanın içecek olarak kullanıldığı yönündeki yaygın görüşü değiştirmiş oldu.

Kakao taneleri ve kabuklarının, tanelerin ezilmesi ve sıvılara ilave edilmesi veya kakao kabuğundaki kabukların etrafında kalan kısmının mayalanması suretiyle yapılan bu çeşit içeceklerin seçkin kişiler için hazırlandığına inanılıyordu.


Arkeolog Tomas Gallareta yaptığı açıklamada, ''Kakao, ilk kez yiyecek sunmak için kullanılan bir tabakta bulundu ve bunun öğütülme amacıyla tabakta olması, Mayaların bu iş için tabak değil öğütücü taşlar kullanması nedeniyle pek mümkün değil'' dedi.

Tabak parçalarının üstünde rastlanan çikolata izleri, Yucatan yarımadasındaki Paso del Macho arkeolojik kazı alanında 2001 yılında bulundu.

Ortak bir araştırma projesi çerçevesinde ABD'nin Mississippi eyaletinde bağlı Jackson'da Millsaps College yüksek okulunda bilim adamlarının yardımıyla yapılan testlerde bulunan izlerin çikolataya ait olduğu resmen tescil edildi.

Meksika Ulusal Antropoloji ve Tarih Kurumu'ndan yapılan açıklamada, keşfin bugün Meksika mutfağında yer alan bazı çikolata bazlı yemeklerin kökenlerinin çok eskiye uzandığının bir işareti olabileceği kaydedildi.

Sabah, 03.08.2012

"ANTİK KENTTEKİ ELEKTRİK DİREKLERİ TARİH DOKUYA AYKIRI"

 

 

Osmaniye’deki Kastabala antik kentinde 3 yıldır kazıları yürüten Gaziantep Üniversitesi Arkeoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof.Dr. Turgut Hacı Zeyrek, 2200 yıllık kalıntılar arasından geçen yüksek getirilim hattını taşıyan dev direklerin tarihi dokuya aykırı olduğunu söyledi.

 

Kastabala’nın arkeoloji çevresinde Çukurova’nın Efes’i olarak anıldığını vurgulayan Prof.Dr. Turgut Hacı Zeyrek, “Bu direkleri tarihi kentin tam ortasına kim hangi mantıkla dikmiş bilemiyoruz. Ama şu anda buranın siluetini bozuyor” deyip, kaldırılmasını istedi.

 

Kazılarda asgari ücretle çalışacak işçi bulunamayınca, bu yıl Toprakkale Açık Ceza İnfaz Kurumu’nda kalan 20 hükümlüyü, 2 Temmuz’dan itibaren kazı alanında kendi istekleriyle çalıştırılmaya başladıklarını kaydeden Prof.Dr. Turgut Hacı Zeyrek, şunları söyledi:

 

“Kastabala’da kazı çalışmalarını 4 yıldır sürdürüyoruz. Bu yıl 30 Eylül’e kadar devam edecek çalışma programında sütunlu caddeler, tapınak alanları, hamam, tiyatro ve nekropol alanlarında kazılar yapacağız. Ancak bir dizi sorunlarla boğuşuyoruz. Güneş altında çalışacak işçi bulmakta güçlük çekiyoruz. Bu yıl asgari ücretle ve sigortalı olarak çalıştırdığımız gönüllü mahkumlarla buna çözüm bulduk. Kırmıtlı Köyü’nde yaşayan vatandaşların da antik kent bölgesinde tarım arazileri var. Biz kazı yaparken, bu insanlar 20 metre ilerimizde tarlasını sürüyor. Antik kentin içinden yüksek gerilim elektrik hattı geçiyor. Devlet elektrik direkleri tarihi dokuya aykırı bir görüntü ortaya koyuyor. Tarihi kalıntıların siluetini bozuyor. Bu direklerin de kaldırılması gerekiyor”

 

Kastabala antik kenti

Osmaniye’nin merkezine 15 kilometre uzaklıktaki Kastabala antik kenti, yaklaşık bin 500 dönüm arazi üzerine kurulmuş. 13′üncü yüzyılda yapılan ve günümüzde Bodrum Kale olarak anılan kalenin eteklerinden başlayan Kastabala’dan günümüze kadar gelebilen kalıntıların hemen hepsi Roma dönemine ait. Kastabala’da günümüze oldukça iyi durumda ulaşan antik yapı kalıntıları arasında en önemlisi sütunlu caddesidir. Batı ucunda ise kentin tiyatrosu bulunuyor. Tiyatronun güneyinde hamam kalıntıları görülebilir. Kentin güney-batı kesiminde görülen sütun gövdelerinin oluşturduğu sütun dizisi bazı araştırmacılar tarafından agora, bazıları tarafından da ikinci sütunlu cadde olarak tanımlanıyor. Kentin güney, kuzey ve batısında çok sayıda mezar yapıları ile kaya mezarları var. Roma ve Bizans döneminde bölgenin önemli dini kent merkezlerinden biri olan Kastabala, 524-561 yıllarında meydana gelen depremlerden büyük zarar görmüş ve Haçlı seferlerinden sonra yerleşim merkezi olarak eski önemini yitirmiştir.

haberler.com, 03.08.2012

LAGİNA'DAKİ KAZILARA HIRSIZ ENGELİ

 

 

Muğla'nın Yatağan İlçesi'nde bulunan Lagina antik kentine bu yıl kazı yapılması için izin çıkmadı. Gerekçe olarak da antik kentte geçtiğimiz yıl yaşanan hırsızlık olayının soruşturmasının devam etmesi gösterildi.


Lagina Antik Kenti Kazı Başbakanı  Prof.Dr. Ahmet Tırpan, antik kentten çıkartılan eserlerin muhafaza edildiği kazıevi deposunda geçen yıl meydana gelen hırsızlık olayı nedeniyle açılan soruşturma nedeniyle izin verilmediğini savunarak, "Bizi neden engeleyip, sorumlu tutmaya çalıştıklarını anlamış değiliz. Alakamız olmayan bir konuyla ilgili alınmış bir karar söz konusu" dedi.
 

2008 ve 2009 yıllarında Türkiye'de devam eden 120 kazı arasında en çok eserin çıkartıldığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından eser şampiyonu ilan edilen ve sezonda yerli ve yabancı 10 bin kişinin gezdiği Lagina antik kentinde kazı izni verilmemesi şoku yaşanıyor. Kazı başkanlığını yürüten Konya Selçuk Üniversitesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Ahmet Tırpan, Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü'ne defalarca müracaatta bulunduğunu, ancak geçen hafta ulaşan olumsuz yanıtla şoke olduklarını söyledi. 
 

Kazı bölgesine 3 kilometre uzaklıktaki belde merkezinde bulunan kazıevi deposunda geçen yıl 21 Kasım'da yaşanan hırsızlık olayı bahane edilerek kazılara izin verilmediğini savunan Prof.Dr.Tırpan, "Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü kazı çalışması talebimize, yaşanan hırsızlık olayı nedeniyle teftiş kurulu tarafından açılan soruşturma nedeniyle izin verilmediğini bildirdi. Lagina 2008-2009 yıllarında Türkiye'de eser şampiyonu olmuş çok önemli bir kazı bölgesidir. Ayrıca kazıevi deposu 2009 yılından bu yana Muğla Müze Müdürlüğü'ne aittir ve hırsızlığın yaşandığı dönemde de buranın anahtarı kendilerindeydi. Bizi neden engeleyip, sorumlu tutmaya çalıştıklarını anlamış değiliz. Alakamız olmayan bir konuyla ilgili alınmış bir karar sözkonusu" diye konuştu.
 

Lagina kazıevi deposuna geçen yıl 21 Kasım'da kilitleri kırılarak girilmişti. Muğla ve Milas müze müdürleri, iki arkeolog ve Lagina Kazı Başkanı Tırpan'dan oluşan komisyon, bazı eserlerin eksik olduğunu tespit etmişti. Bu eserlerin tutulan kayıtlardaki eşleştirmede bulunamaması üzerine Kültür ve Turizm Bakanlığı, olayı araştırmak üzere müfettiş görevlendirmişti.

Star, Haber: Hakan Gürel, 02.08.2012




.. TAY Projesi . Kuruçeşme Cad. 67/B
34345 Kuruçeşme İstanbul
Tel: 0 (212) 265 7858 - Faks: 0 (212) 287 1298
e.posta: info@tayproject.org

Copyright©1998 TAY Projesi