24 - 30 Kasım 2013
|
SİKKELERLE YAKALANAN ADAMIN SAVUNMASI: DÜĞÜNLERDE ATIYORUM
Konya'da polis tarafından durdurulan otomobilde yapılan aramada 101 adet sikke ele geçirildi. Gözaltına alınan 33 yaşındaki sürücü Adem B., ise polise verdiği ilk ifadesinde, "Ben bunları düğünlerde para niyetine atıyorum.Bir değeri yok." dedi.
Konya Emniyet Müdürlüğü Asayiş Şubesi ekipleri, dün saat 23.00 sıralarında Konya-Adana karayolunda yaptığı yol kontrol uygulaması sırasında Mersin'den Konya'ya gelen Adem B., yönetimindeki 33 U 0001 plakalı otomobili durdurdu.
Araçta yapılan aramada tarihi eser olarak değerlendirilen 101 parça sikke ele geçirildi. Olayla ilgili gözaltına alınan Adem B.'nin, ilk ifadesinde,"Ben bunları düğünlerde para niyetine atıyorum. Bir değeri yok" dediği öğrenildi. Şüpheli işlemlerinin ardından polis merkezine teslim edildi.
Merhaba Haber, 29.11.2013
|
 |

|
TARİHİ BİNA RESTORENİN ARDINDAN ALAN YÖNETİM MERKEZİ OLACAK
Beyşehir'de, turistik değere sahip tarihi, kültürel ve doğal varlıkların çeşitlendirilmesi, yöre turizminin gelişmesi için çeşitli alternatifler geliştirilmesi amacıyla Beyşehir Kaymakamlığı tarafından hazırlanan "UNESCO Alan Yönetim Merkezi" Projesi'nin, Mevlana Kalkınma Ajansı tarafından desteklenmesi kararlaştırıldı.
Kararın ardından, tarihi Eşrefoğlu Camisi yakınlarında bulunan geçmişte hükümet konağı olarak kullanıldığı belirtilen eski binanın restorasyonunun yapılması için çalışmalara başlandı. MEVKA ile yapılan sözleşme kapsamında, MEVKA görevlilerinin de katılımıyla Beyşehir Kaymakamlık makamında bir toplantı gerçekleştirildi.
Değerlendirme ve ön hazırlık çalışma toplantısında konuşan Kaymakam Muzaffer Başıbüyük, Kaymakamlık tarafından hazırlanan söz konusu projeye Beyşehir Belediyesinin yanı sıra Konya Büyükşehir Belediyesi tarafından da destek verildiğini vurgulayarak, "Alan yönetiminin bu tarihi binada çalışmalarına devam edebilmesi için MEVKA tarafından da desteklenen projemiz adım adım ilerliyor. 2014 yılı içerisinde restorasyon çalışması tamamlanarak bu tarihi binada ilçemiz turizminin hizmetine sunulacaktır" diye konuştu.
Konya Hakimiyet, 29.11.2013
|
TAŞIN YÜREĞİNDEKİ SIR: ULU CAMİ

Sekiz
asırlık taş bir yapı Erzurum Ulucami. Döneminin en
görkemli yapılarından olan caminin mimarlık harikası
özellikleri var. Mesela camlarından sızan gün
ışığının zemine yansıma şeklinden namaz vakitlerini
anlayabiliyorsunuz. Depreme dayanıklı olmasının
sırrı ise sütunlarının simetrik olmamasında gizli.
Erzurum’un Yakutiye İlçesi’ndeki Ulucami, nam-ı
diğer Atabey Camii, gördüğü işgallere, yaşadığı
doğal felaketlere rağmen dimdik ayakta... 1179’da
Saltuklular döneminde inşa edilen Ulucami, 834
yıldır Rus işgali dönemi hariç daima ibadete açık
kalmış. 6 bin kişilik cami, sahip olduğu
özelliklerle adeta bir mühendislik harikası. Şehrin
en büyük camisi özelliğini taşıyan Ulucami kendine
özgü, mimarisi ve mühendisliğiyle diğer camilerden
ayrılıyor.
Caminin imamı Abdulkadir Düzenli. Lütfü Sever ise
ömrünü caminin hizmetine vakfetmiş emekli bir esnaf.
Ziyaretçileri gezdirip, caminin sıradışı mimarisini
o anlatıyor. Sever, Saltuklular döneminde Kızıl
Hasan tarafından yaptırılan Ulucami’nin, sahip
olduğu mimarisiyle modern teknolojiye meydan
okuduğunu söylüyor. 47 sütun ve 7 koridor üzerine
kurulan caminin kubbesindeki ‘kırlangıç tavan’
olarak nitelendirilen ahşap örtünün bir nevi doğal
klima görevi gördüğüne işaret eden Sever, bu tavanın
cami içindeki nem ve kötü kokuyu çekerek dışarıya
tahliye ettiğini anlatıyor.
Camide hiçbir zaman nem bulunmamasının nedenini
kırlangıç tavana bağlayan Sever, mukarnas taş oyma
kubbesinin de özel bir önem taşıdığına dikkat
çekiyor: “Caminin ortasındaki kubbe hem içeriyi
aydınlatıyor hem akustiği sağlıyor. Elektronik ses
sisteminin bulunmadığı bir dönemde mukarnas kubbe
sayesinde, 6 bin kişinin namaz kılabileceği kadar
geniş olan mekanda, mihraptaki imamın sesi her yere
ulaşabiliyor. Bu özellik Türkiye’de sadece Erzurum
Ulucamii’nde var.”
Işık, bir çiğ damlası gibi düşer
secdeye...
Mekanik saatlerin olmadığı dönemlerde inşa edilen
camide, öğle ve ikindi ezan vakitleri güneş ışıkları
sayesinde biliniyordu. Fil gözü pencerelerden cami
içine elips şeklinde giren ışık hüzmesi, daire
şekline dönüşünce öğle ve ikindi namaz vakitleri
gelmiş oluyordu. Bu denli ince ruhlu mimar, o günün
şartlarında harika zekasıyla güneş ışığından hem
aydınlatma hem de öğle ve ikindi ezan vakitlerinin
tespitini sağlamış Ulucami’de...
Kıble duvarında üç tane mihrabın bulunduğu camide
ortadaki mihrap imam için, sağ ve soldaki mihraplar
ise müezzinler için yapılmış. İmamın sesinin
yetersiz kaldığı durumlarda müezzinler bu
mihraplardan tekbirleriyle cemaate yardımcı olurken,
günümüzde bu sistemin halen aktif olarak Mekke ve
Medine’de uygulandığına dikkat çekiliyor. Arka
saftaki bir sütunda yer alan mihrap ise, çocukların
yetiştirilmesinde ve uygulamalı medrese eğitiminde
kullanılıyordu.
Depremde yıkılmasın diye...
Camide 47 sütun bulunuyor ancak sütunlar simetrik
değil. Birbirlerinden 15 ile 45 cm arasında ileri ya
da geride olan sütunlar, hem imamın sesinin
yayılmasını kolaylaştırmak hem de depreme karşı
dayanıklılığı artırmak için yapılmış. Ses ve
mukavemetle ilişkilendirilen bu sütunlar, imamın
sesinin cami içinde ‘U’ şeklinde yayılmasını
sağlıyor. Aynı zamanda sütunların bu tarz
yerleştirilmesiyle, bu büyüklükte bir yapının yükü
sütunlara ustaca dağıtılıyor. Sütunların önlü arkalı
olmasının hikmeti ise, bir insanın iki ayağı yan
yana ayaktayken sarsıntıda düşmesiyle, bir ayağı
önde diğeri arkada dik durduğu zaman sarsıntıda
düşmesi arasındaki fark gibi. Basit bir mühendislik
hesabı sayesinde bu devasa yapı sekiz asrı aşkın bir
süredir ayakta bulunuyor.
Caminin gönüllü
hadimi ve gizemli ışık
45 yıldır Ulucami’nin hizmetinde bulunan Lütfü
Sever, ziyaretçilere burayı gezdirip, sırlarını
anlatıyor. Hemen yakınında bir dükkanı bulunan Lütfü
Sever, caminin müdavimiyken gönüllü hadimi olmuş.
Erzurumluların çok sevdiği ve gerçek bir ‘Osmanlı
beyefendisi’ dediği Sever’in fotoğrafta arkasında
görülen ışık, caminin mühendislik harikası olduğunun
kanıtı. Cami camından sızan ışığın içeriye yuvarlak
şekilde yansıması vaktin öğlen veya ikindi olduğunu
gösteriyor. Diğer vakitler bu ışık elips şekilde
yansıyor.
Zaman, Haber: Ersin Demirci, 29.11.2013
|
KELKİT'İN KÜLTÜR ENVANTERİ OLUŞTURULDU
Gümüşhane’nin Kelkit
İlçesi belediyesi, çalışmaların
ardından oluşturulan Kültürel Envanteri’ni tanıttı.
Belediye Meclisi üyeleri ile birlikte projeyi
anlatan Belediye Başkanı Muammer Duran, ilçenin
kültürel envanterini hazırlamanın gururunu
yaşadıklarını söyledi.
80 bin TL’lik projenin Doğu Karadeniz Kalkınma
Ajansı (DOKA) desteği ile tamamladıklarını belirten
Duran, şunları söyledi: “Kültür Envanteri’nden 3
eser ortaya çıkardık. Biri, 14 türküden oluşan
‘Kelkit Türküleri’ CD’si, ikincisi ‘Diyar-ı Kelkit’
isimli tanıtım CD’si, diğeri de ‘Kelkit Kültür
Envanteri’ kitabı. Milattan önce 3000 yıllarına
kadar dayanan tarihi bir geçmişe sahip olan
ilçemizin kültür envanterini çıkarmak için uğraş
verdik. Önemli bir eseri ilçemize kazandırmanın
mutluluğunu ve heyecanını yaşıyoruz.
İlçemizin tarihini, gelenek ve göreneklerini,
folklorunu, demokrasiye ve cumhuriyete olan inancını
ve günümüzdeki yaşam şartlarını gelecek nesillere
taşımayı amaçladık. Kelkit Belediyesi olarak
ilçemizin fiziki ihtiyaçlarının giderilmesinin yanı
sıra kültürel değerlerimizin de yaşamasını sağlamayı
boynumuza borç bildik.”
Hürriyet (Kısaltarak), Haber: Hayati Yalçın -
Hakan Kabahasanoğlu - Muhammet Kaçar, 28.11.2013
|
'TARİHİ' ISSIZLIK

Bugün, 1908’de
İstanbul-Bağdat
Demiryolu’nun
başlangıç istasyonu olarak II.
Abdülhamit tarafından
Alman
mimarlar Otto Ritter ve Helmuth Cuno’ya
yaptırılan
Haydarpaşa Garı’nın yalnızlaşmaya başladığı olay
olan yangının
yıldönümü. Haydarpaşa Garı’nın çatısında 28
Kasım 2010’da çıkan
yangın,
tarihi binayı yalnızlığa sürükleyen olayların da
başlangıcı oldu.
Yangının ardından kullanılamayacak
hale gelen çatının yerine yenisi yapılmayan
tarihi binada zamanla
tren sesleri de yavaş yavaş eksilmeye başladı.
Türk sinemasında köyden kente gelen insanların
indiği ilk
istasyon olan demiryolu tarihimizin sembol
binası, artık yalnızlığa mahkum...
Artık ‘kapı’ değil
Haydarpaşa Garı’ndan
insan sesi
Ankara-İstanbul arasındaki Yüksek
Hızlı Tren (YHT) Projesi nedeniyle ülke çapında
düzenlenen trenlere son verilmesiyle azaldı.
Demiryolu çalışmaları nedeniyle özellikle İç ve Doğu
Anadolu’ya yapılan tren seferleri 1 Şubat
2012’de
kaldırıldı. Uzun yıllardır
hizmet veren
Eskişehir, Başkent,
Sakarya, Cumhuriyet, Boğaziçi, Anadolu, Ankara,
Fatih, Meram, Doğu, Güney/Kurtalan,
Van Gölü, Transasya, Boğaziçi ve
İç Anadolu Mavi trenleri kaldırılınca gar,
Anadolu’ya açılan kapı özelliğini de yitirdi.
Haziranda başladı
Tam 3 yıl önce çıkan yangının ardından geçtiğimiz
Haziran ayında tren seferlerinin de kalkmasıyla
ıssızlığa bürünen Haydarpaşa Garı’na ses katan,
sadece
fotoğraf meraklıları ile yeni evlenen
gelin-damatlar oluyor.
İnternet sitesi de kapatılan tarihi bina asıl
yalnızlığı 19 Haziran 2013’ten sonra yaşamaya
başladı. Yine aynı çalışma kapsamında
şehir içi ulaşımında yaklaşık
200 bin yolcuyu taşıyan banliyo trenleri de
kaldırıldı. Son banliyo treninin 19 Haziran’da
12.55’te uğurlanmasının ardından tarihi garda bir
daha ne kondüktör ne tren düdüğü duyuldu.
‘Tüm esnaf
terk
etti’
2 yıl öncesine kadar binlerce insanın aynı anda
seyahat etmek için akın ettiği Haydarpaşa Garı’nın
sessizliğinin sonunu getirdiğini söyleyen esnaf,
başka işler yapmaya başladı. Gar işlevini yerine
getirirken binada 1
restoran, 8 büfe, 1 gazete bayii, 55 taksili bir
durak, 3
simit tezgahı, bir berber salonu ve bir
tuvalette
toplam 250 esnaf vardı.
TCDD görevlisi olarak ise 250 kişinin görev
yaptığı bina, her gün binlerce insana hizmet
veriyordu.
Gardaki tuvaletin işletmecisi Nezih
Trakyalı, 41 yıldır
ekmek yediği binanı böylesine
sessiz olmasının kendisini üzdüğünü söylüyor.
Trakyalı, “YHT’nin
Haydarpaşa’ya gelmeyeceğini öğrendik. Bu sadece
bizim sonumuz değil, demiryollarının sembolü olan
tarihi binanın da sonu olur. Tüm esnaf terk etti”
diyor.
‘Sessizlik
çok kötü’
Taksi durağındaki taksiciler, kayıtlı 55 arabanın
olduğunu ama kimsenin garda beklemediğini
belirtiyor. Taksi durağı yetkilileri, “İstanbul’un
yıllarca yükünü çeken bir tarihi binanın bu kadar
sessiz kalması çok kötü” diyor.
Mimar Ayşen
Öztürk, “Burası
modern
Türkiye’nin yüzüdür. Halen dimdik ayakta olması
bile onun gar olarak kalmasını gerektirir” diyor.
‘İnsan sesi
kesilince gar işlevini yitirdi’
Birleşik Taşımacılık Sendikası 1 No’lu
Şube Başkanı Mithat
Ercan ise, tarihi binanın özel sektöre
devredileceği için işlevinin yok edildiğini söyledi.
Ercan, “Haydarpaşa Garı’nın sonunu getiren
çatı yangını değil trenlerin durdurulması oldu.
Çünkü garda insan sesi kesilince işlevini yitirdi.
Şimdi özelleştirilerek tarihi misyonunu yitirecek.
YHT’nin gelmesi bir umuttu ama olmadı” dedi.
Milliyet, Haber: Gökhan Karakaş, 28.11.2013
|
BİNLERCE YILLIK BİZANS ESERLERİ GÜN YÜZÜNE ÇIKIYOR
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir
Topbaş’ın başlattığı Tekfur Sarayı ve Anemas
Zindanları’nın restorasyon çalışmaları devam ediyor.
Restorasyon alanlarında denetim yapan Başkan Topbaş,
“Bu eserler İstanbul turizmine doping etkisi
yapacak” diye konuştu.
Çalışmaları yerinde inceleyen Başkan Topbaş,
“Anemas (Soylular) Zindanı ve Tekfur Sarayı’nda
devam eden restorasyon çalışmalarımız büyük bir
titizlikle devam ediyor. İstanbul’daki Osmanlı
eserlerinin yanı sıra, Bizans eserleri ile ilgili
çalışmalarımız da devam ediyor. Tekfur Sarayı ve
Anemas Zindanları’nın restorasyonları çok önemli
çalışmalar olarak öne çıkıyor. Bu eserler İstanbul
turizmine doping etkisi yapacak” diye konuştu.
2014 yılı içinde turizme kazandırılması
hedefleniyor
Sinema filmleri ve dizilerin vazgeçilmez mekanları
arasında da yer alan Tekfur Sarayı ile Anemas
Zindanları’nın İstanbul Büyükşehir Belediyesi
tarafından başlatılan çalışmalarında önemli aşamalar
kat edildi. Tekfur Sarayı’nın restorasyonunun kısa
süre içinde tamamlanması ve 2014 yılı içinde turizme
kazandırılması hedefleniyor.
Anemas Zindanları’nda ise arkeolojik kazılar sonucu
elde edilen yeni bulguların değerlendirilmesi ile
birlikte çalışmalara yeni bir boyut kazandırılacak.
Tekfur Sarayı şu an ayakta kalabilmiş tek Bizans
Sarayı olarak dikkat çekiyor. Sarayın iç avlusunun
etkinlik alanı olarak kullanılabileceği
belirtiliyor. Anemas Zindanları’nın ise kalıcı ve
geçici sergilerle zenginleştirilmiş müze şeklinde
değerlendirilmesi hedefleniyor.
Anemas Zindanları ve Tekfur Sarayı
Restorasyon Notları:
Soyluların zindanı olarak da ünlenmiş Anemas
Zindanları’nın üstüne çıkış için panoramik
asansörlerin yapımı planlanıyor. Bizans Dönemi’nin
en büyük saray komplekslerinden Blahernai Sarayı’nın
bir parçası olan ve adını Arap asıllı bir Bizans
askerinden, Mihael Anemas’tan alan Anemas
Zindanları, eski sur duvarına bitişik olarak inşa
edilmiş 14 hücre odasından ve bu odaların altındaki
iki katlı bodrumlardan oluşmaktadır. Anemas Zindanı
olarak adlandırılan mahzenler, İstanbul’un Kara
Surlarının bitişiğinde Eğrikapı yakınında
bulunmaktadır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce
burada ilk önce, rölöve ve restorasyon projesi
doğrultusunda iç temizlik yapılmış ve dolgular
(toprak) temizlenmiştir. Anemas Zindanları ve
Tekfur Sarayının Yeni Kullanım ve Çevre Düzenlemesi
Projeleri Tarihi Çevre Koruma Müdürlüğü’nce yapılmış
olup, restorasyon çalışmaları da Yapı İşleri
Müdürlüğü’nce gerçekleştirilmektedir.
Restorasyon işlemleri kapsamında
yapılanlar
1.Kurul Onaylı Restorasyon projesi gereğince
öngörülen betonarme yapının yıkımı tamamlandı.
2. Belirlenen kazı alanında İstanbul Arkeoloji
Müzesi denetiminde arkeolojik kazı yapılarak
çıkarılan eserler uzman arkeologlar tarafından
envanteri çıkartılarak müzeye kaldırıldı.
3. Zindan içinde bulunan konsolidasyon amaçlı duvar,
kemer, tonoz gibi taşıyıcı elemanların
sağlamlaştırılması yapıldı.
4. Zindan içinde bulunan tüm özgün yapı
elemanlarının konsolidasyonu tamamlandı.
5.Zindan içi tüm duvar yüzeylerinde kumlama ve
tazyikli su ile mekanik temizlik yapıldı.
6.Teras kotunda bulunan ve sergileme için açık
bırakılmış alanlar, mermer çerçeve ve cam döşeme ile
tanımlandı.
7.Bizans Dönemi’nin ayakta kalan tek saray yapısı
olan ve 10-14. yüzyıllar arasında yapılmış olduğu
tahmin edilen Tekfur Sarayı’nın restorasyon
çalışmaları kapsamında ise; yapı içi, Batı Kule ve
Doğu Payanda içinde araştırma kazıları
tamamlanmıştır.
8.Zemin kat kaidelerinin sağlamlaştırması
tamamlanmış, özgününe uygun mermer sütun, başlık ve
silmeler çelik gergilerle bağlanarak
yerleştirilmiştir.
9.Zemin kat tonoz ve kemerleri yapılmış, duvar
temizliği ve derz çalışması tamamlanmıştır.
10. Zemin kat ahşap merdiven ve mermer döşeme
imalatına devam edilmektedir.
11. Tüm yapı içerisinde ısıtma soğutma sistemi,
elektrik tesisatı alt yapısı döşenmiştir.
12.Yapı içinden kule üzerine geçiş duvar onarımı
tamamlanmıştır.
13.Tüm yapı pencerelerinin mermer denizlikleri
yerleştirilmiş ve söve ve başlıkları, merdiven için
taş basamaklar hazırlanmaktadır.
14.Avludaki, orta kapıdaki kazı çalışmaları
tamamlanmış, Doğu cepheden avluya giriş kapısının
taş kemer, söve ve Horasan sıva imalatı
tamamlanmıştır.
Tuyed, 28.11.2013
|
DEPODA UNUTULAN TARİH, RAFLARA ÇIKIYOR

Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Kütüphane
depolarında unutulan 346 bin kitabı gün ışığına
çıkardı. Eserler arasında elyazmaları, tek nüsha
gazeteler ve Meclis’in gizli tutanakları var.
Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik “Milli
Kütüphane, milli kültürün kalesidir, milletin
hafızasıdır, sadece birer kütüphane değil, stratejik
kurumlardır” dedi, Milli Kütüphane harekete geçti.
Çalışmalar hemen başladı. 3 komisyon kuruldu.
Kitapların sınıflandırması yapıldı; özel çalışma
gerektiren elyazmalarıyla ilgilenilerek künyeleri
çıkarılmaya başlandı. Böylece depolarda unutulan
eşsiz eserlere tek tek ulaşıldı. Kitapların oldukça
bakımsız olduğu, depoların fiziki şartlarının da
korumaya müsait olmadığı ortaya çıktı.

400 YILLIK ESERLER
Kütüphane sisteminin depolarında 1 milyon 355 bin,
olduğu ancak okuyucunun ulaşabildiği kitap sayısının
yaklaşık 700 bin olduğu anlaşılınca, “büyük
onarım” adı verilen projeye start verildi.
Depolarda aralarında 400-450 yıllık olanların da
bulunduğu toplam 20 yazma eserden oluşan 10 cilt
elyazması, şu ana dek hiçbir nüshası bulunmayan
Osmanlıca gazete ve dergiler de bulundu. 1922 yılına
ışık tutan bireysel günlüklere ve ilk Meclisin gizli
tutanaklarının bir bölümüne ulaşıldı.
ATATÜRK’E SAYGI
Çalışma sonucu, Atatürk Belgeliği bölümünün temel
görevi olan dünyada Atatürk’le ilgili ulaşılması
gereken bilimsel çalışmaları takip etmediği, ilgili
evrakları arşivleyerek, araştırmacıların hizmetine
sunmadığı da ortaya çıktı. Çalışmayla Atatürk
Belgeliği araştırmacıların, okuyucunun kolay ve
sağlıklı çalışılacağı, rahat ulaşacağı bir mekana
dönüştürülüyor. Atatürk’e ait dokümanların,
diplomatik pasaportların, nişanların, madalyaların
yer alacağı Atatürk Belgeliği’nin yeni salonunun
2014’ün ilk aylarında tamamlanması planlanıyor.
HİÇ İŞLEM GÖRMEMİŞ
1976’da Milli Kütüphane’ye devredilen koleksiyonda,
yaklaşık 40 bin kitap ve yüzlerce Osmanlıca eser
var. Bağışlandığı günden bu yana hiçbir işlem
görmeyen bir diğer özel koleksiyon da TBMM’nin
kuruluşundan itibaren görev yapan, Diyanet İşleri ve
Vakıflar Vekilliği’nin yanı sıra Meclis’te 1920’den
ölüm tarihine kadar, 30 yıl boyunca Bursa
milletvekilliği yapmış din ve siyaset adamı Mustafa
Tevfik Gerçeker’in torunları tarafından bağışlanan
kitaplar var.

ELYAZMALARI GÜVENDE
Gün ışığına çıkarılan kitapların kütüphanedeki
yerini alması için, fiziki alana, yetersiz koşullara
dair sorunları çözmek, mevcut depoları ıslah etmek
için yapılacak çalışma ihale aşamasında. Kütüphane
çalışanları, 1985’te hibe edilen ve kayda alınan
ancak balyalarının iplerinin bile açılmadığı,
kutularla terk edilmiş kitaplar, hatta bir köşeye
atılmış elyazmalarıyla karşılaştı. Depoda 1912’de
İstanbul’da kurulan ve Cumhuriyet dönemine dair
önemli anlarda rol oynayan Türk Ocağı’na ait
koleksiyon da var.
Bakan Çelik çalışmayla ilgili, “Çok şikayet
geliyordu. Milli Kütüphane’ye el atmayı bir borç
bildim. Büyük bir kararlılıkla el attım” dedi.
Akşam, Haber: Nebahat Koç, 28.11.2013
******
500 YILLIK EL YAZMASI İLE ÇÜRÜMÜŞ KUŞ ÖLÜSÜ BİR
ARADA
Kültür ve Turizm Bakanı
Ömer Çelik'in
Milli Kütüphane'nin yıllardır kapısı açılmayan
depolarında çürümeye yüz tutmuş 346 bin
kitap bulunduğunu açıklamasının ardından
Habertürk, o
depolara girdi. Merak edilen
depoları
Milli Kütüphane Başkanı Zülfi Toman gezdirdi.
Kütüphane bünyesindeki 29
depodan 5'i kötü durumdaydı.
'ÇÜRÜMEYE TERKEDİLMİŞ'
"Milli
Kütüphane milli kültürün kalesidir, milletin
hafızasıdır, stratejik kurumlardır" diyen Bakan
Çelik, 8-10 yıl boyunca açılmamış üç ayrı
depoda
kitapları kurtarmak için çalışma başlattığını
hatırlatan Kütüphane Başkanı Toman şöyle konuştu: "Kitaplar
çürümeye terk edilmiş. 250 bin eserin ortaya çıktığı
bir
depoda yangın riski taşıyan açıktaki elektrik
kabloları, kırık ampuller, kuş ölüleri vardı. Kaba
temizliği tamamlandı. Öncelikle
kitap ve belgeler dillerine göre ayrıldı. Künye
bilgileri çıkarılmaya başlandı. Bu
kitapların asit ve bakterilerden arındırılması
gerekiyor. "
500 YILLIK EL YAZMA ESERLER
Açılan
depolarda bulunan bazı eserler şunlar:
-
35 bini aşkın Türk Ocağı Koleksiyonu, İbn-i
Sina, Misak-ı Milli gibi konularda yazılmış ve
resmedilmiş eserler.
-
Taşra kütüphanelerine gönderilmek üzere
satın alınan ancak kalan eğitim ve kültür
kitapları.
-
Aralarında 500 yıllık geçmişi olan toplam 57
adet Osmanlıca el yazması eser.
SANDUKA DOLUSU
KİTAP
Eski milletvekili Tevfik Gerçeker'in torunları
tarafından bağışlanmış ve içinde çeşitli koleksiyon
ile
kitapların bulunduğu sanduka da
depolardan çıktı.
ATATÜRK BELGELİĞİ YENİLENECEK
Bakan Çelik, Reşat Nuri Güntekin gibi önemli
isimlerin yazdığı Atatürk biyografyalarının
bulunduğu ve 1983'te hizmete giren "Atatürk
Belgeliği"ni yeniden inşa ettireceklerini açıkladı.
Belgelik şu özelliklere sahip olacak:
-
Kütüphanenin en yoğun bölümü olan okuyucu
salonunun yanına akıllı sistem elektronik
donanımla yapılacak
-
Bölümün yalıtımı ses geçirmez özelliğine
sahip olacak
-
Aynı anda yaklaşık 40 kişi, üniversitelerde
Atatürk ile ilgili çalışma yapan akademisyen ve
öğrenciler bu bölümde çalışabilecek
-
LCD ekranda sürekli olarak Atatürk'ün
fotoğrafları dönecek
-
Duvarlarda Atatürk'e dair poster,
kitap ve tablolar yer alacak
-
Atatürk döneminde kullanılan diplomatik
pasaportlar, devlet nişanları ve madalyalar
sergilenecek.
-
Çalışma en geç 2014'ün ilk çeyreğinde
bitecek.
5 AY ÖNCE ATANDI
Çelik bakan olduktan sonra Kütüphane Başkanlığı'nda
hareketlilik de başlamış, 2013'ün ilk aylarında önce
Kütüphane Başkanı Tuncel Acar, ardından da
yardımcısı ve daire başkanları ile 6 şube müdürü
görevden alınmıştı. Toman haziran ayında göreve
getirildi.
"ELİME MANTAR BULAŞTI"
Toman, "Kitaplardan elime bulaşan mikrop nedeniyle
mantar kaptım" dedi.
Habertürk, Haber: Aykan Çufaoğlu, 28.11.2013
|
BAKSI 'YILIN MÜZESİ' ADAYI

Baksı Müzesi,
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi tarafından
2014 yılı için verilecek ‘Avrupa Konseyi Müze Ödülü’
EMYA’nın finaline kaldı. Yılın Müzesi ödülünü alan
kurum 3 Aralık 2013 tarihinde açıklanacak.
Sanatçı ve eğitmen Hüsamettin Koçan’ın 2010 yılında
Bayburt’ta kurduğu Baksı Müzesi ile birlikte ödüle
aday olan diğer müzeler Letonya’dan ‘Zanis Lipke
Memorial’ ve İsveç’ten ‘Bildmuseet’ oldu.
EMYA jürisi, Baksı’nın finale kalmasının gerekçesini
şöyle açıkladı: “Kurucusu Hüsamettin Koçan’ın ve ona
destek olan 160 çağdaş sanatçının, samimi bir
gayeyle, yüksek kalitede
sanat ve tasarımı Doğu
Anadolu kırsalına götürmesi, bir yüreklilik
örneği oluşturuyor. Bu
proje , yerel halkın kültürel ve ekonomik olarak
kendi toprağında kök salmasına destek olarak merkez
ile periferi arasındaki uçurumun nasıl
aşılabileceğine son derece ilham verici bir örnek
olarak beliriyor.”
Doğu Karadeniz’de, Çoruh Vadisi’ne bakan bir tepenin
üzerinde kurulu Baksı Müzesi, çağdaş sanat ve
geleneksel el sanatlarını aynı çatı altında bir
araya getirerek özgün bir sanat anlayışını ortaya
koyuyor. Mimarisi ve içeriği ile sıradışı bir müze
olan Baksı Müzesi, yeni bir kültürel etkileşim
merkezi yaratmayı hedefliyor. Avrupa Konseyi
desteğiyle 1977 yılında kurulan EMYA, Avrupa’daki
müzelerin başarısını ödüllendirmeyi ve yaratıcı
tarzları desteklemeyi amaçlıyor. Avrupa Konseyi’nin
47 üye ülkesinden müzelerin başvurabileceği
yarışmada, müzelerin girişimcilik ve yenilikçilik
üzerine göstermiş oldukları gelişimin ulusal veya
uluslararası müzecilik alanında bir katkı sağlaması
esas alınıyor.
Radikal, 28.11.2013
|
İLK KİTABA
BÜYÜK BİR
SERVET ÖDENDİ
ABD ’de basılan ilk kitap olan ve ilahilerin yer aldığı Bay Psalm Book, 14.2 milyon dolara satıldı.
New York , Sotheby’sdeki müzayedede 1640’ta basılan kitabı ABD’li hayırsever David Rubenstein aldı.
11 nüshası muhafaza edilebilen eser, Cambridge’de basılmıştı.
Radikal, 28.11.2013
|
 |

|
500 YILLIK OSMANLI TÜRBESİNİ BOMBALADILAR
Libya’da 16’ncı yüzyıldan kalma bir Osmanlı türbesi
bilinmeyen gruplarca saldırıya uğradı.
Başkent Trablus’ta, Libya’nın ilk Osmanlı Valisi
Murat Ağa anısına yaptırılan caminin hemen önündeki
Murat Ağa türbesi dün sabaha karşı TSİ 05.00
sıralarında büyük bir patlamanın ardından yerle bir
oldu. Saldırıyı üstlenen olmadı. Ancak türbeleri
‘put’, buralarda dua edenleri ise “putperest” ilan
eden El Kaide bağlantılı aşırı dinci grupların daha
önce Libya’daki başka türbeleri yok ettiği
biliniyor. Mart ayında ülkenin en ünlü tasavvuf
adamlarından Mahmud Landulsi’nin türbesi
bombalanmıştı. Libya Başbakanı Ali Zeydan saldırıyı
kınadı ve gerçekleştirenlerin en kısa sürede adalete
teslim edileceğini söyledi. Murat Ağa türbesi, Murat
Ağa Cami ile aynı mimariye sahipti ve ülkenin en
önemli mimari miraslarından biri olarak sayılıyordu.
Hürriyet, 28.11.2013
|
TARİHİN İÇİNDE KALORİFER BORUSU!

TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) İstanbul
Şubesinin düzenlediği “4. tarihi yapıların
güçlendirilmesi ve geleceğe güvenle devredilmesi
sempozyumu” başladı. Sempozyumun da dediği gibi,
neredeyse bir açık hava müzesi olan Türkiye’nin ve
özellikle de İstanbul’un tarihi yapıları yok olma
tehlikesiyle karşı karşıya.
DÜNYA MİRASI ADAYI BURSA!
İşte bu tehlikeye çarpıcı bir örnek. Sempozyumda,
İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nden
Prof.Dr. Zeynep Ahunbay Bursa’dan çektiği bir
fotoğrafı dinleyicilerle paylaştı. Fotoğrafa göre
Dünya Mirası adayı Bursa‘daki Yıldırım Medresesi’nin
her yanı kaloriferlerle borularıyla döşenmiş
durumda. Ahunbay, Yıldırım Külliyesi’ne ait bu
Medrese’nin sağlık ocağı olarak kullanıldığı
bilgisini verdi.
Üç gün sürecek olan sempozyum, İTÜ Süleyman
Demirel Kültür Merkezinde gerçekleşiyor. Sempozyum,
kültürel varlıklarının korunmasına katkı sağlamayı
amaçlıyor.
‘TARİHİ YERLER RANT ALANINA ÇEVRİLİYOR’
Sempozyumun açılış konuşmasını yapan İMO İstanbul
Şube Başkanı Cemal Gökçe, kültür mirasları
üzerindeki yok olma tehdidini hatırlattığı konuşması
boyunca, ‘koruma’ya dikkat çekti. İstanbul’un
“Kültür Başkenti” diye tarif edildiğini söyleyen
Gökçe, buna karşılık, tarihi yerlerin koruma bilinci
olmadan rant alanına çevrildiğini ifade etti.
“Kentin en can alıcı yerlerine oteller, AVM’ler
yapılarak kentler hedef seçilmiştir” diyen Gökçe,
Haliç Tersanesi örneğini verdi. Fatih Sultan
Mehmet’ten bu yana ayakta kalan Haliç
Tersaneleri’nin, Haliç Port projesiyle satıldığını
söyledi. Marmaray projesi kapsamında yapılan
kazıları da hatırlatan Gökçe, “Kazılar İstanbul’un
2500 yıllık tarihinin 8500 yıl önceye götürdü.
Ancak, Başbakan bu durumun, Marmaray’ın 4 yıl geç
yapılmasına neden olduğunu söyledi. ‘Bırakmıyorlar
ki, bitirelim’ dedi” diye konuştu.
SEMPOZYUMDA NELER KONUŞULDU?
Sempozyumun, birinci oturumunda konuşan İTÜ Mimarlık
Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Zeynep Ahunbay,
kültür miraslarının korunmasında disiplinler arası
çalışmanın önemini anlattığı bir sunum
gerçekleştirdi. Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık
Fakültesinden Araş. Gör. Burcu Selcen Coşkun da,
“Erken cumhuriyet döneminde anıtsal yapıların
güçlendirilmesi yaklaşımları” başlıklı bir sunum
gerçekleştirdi. Oturumun son konuşmacısı ise,
“Kapadokya oyma kiliselerinde gerçekleştirilen
restorasyon çalışmalarının değerlendirilmesi”
başlığıyla İTÜ Mimarlık Bölümü Araş. Gör. Bilal
Bilgili oldu.
Evrensel, Haber: Sinem Uğurlu, 28.11.2013
|
PİRİ REİS HARİTASINDA 'DIYARIBEKİR' ŞİFRESİ
'Piri
Reis Haritası'nın Şifresi' adlı kitabın yazarı
araştırmacı Metin Soylu, ünlü Türk denizcisinin
haritadaki bir bölgeye 'Ani Diyarıbekir' ismini
vermesinin sırrını çözmeye çalışıyor.

'Ani
Diyarıbekir' olarak isimlendirilen yerin
bugün Fas'ın bulunduğu bölgeye denk geldiğini
anlatan
Soylu, "Piri
Reis'in 1513 yılında çizdiği o gizemli
haritaya
Anadolu'dan yalnızca
Diyarbakır ismini yazması çok ilginç" diyor.
UNESCO, haritanın çizildiği tarihin 500.
Yılı nedeniyle 2013 yılını 'Dünya Piri Reis
Yılı' ilan ederken,
harita yıprandığı gerekçesiyle
bu yıl sadece bir kez ziyarete açıldı.
Orijinali
Topkapı Sarayı’nda bulunduğu bilinen
haritanın 1987’den beri ülkemizde olmadığını
iddia eden Soylu, haritaya ilişkin ilginç bir
tespitini Milliyet'le paylaştı.
Metin Soylu, "Piri Reis,
Türkiye üzerinde tek bir vilayetin ismini
yazmıştır. O
isim de (Diyarıbekir) şimdiki adıyla
Diyarbakır'dır. 'Ani Diyarıbekir' olarak
isimlendirdiği yerin Anadolu'yla ya da bugünkü
Diyarbakır’la coğrafi olarak bağı yok. Çok uzak
iki mesafe. Bunun kesinlikle bir anlamı olmalı.
Belki de bu bir şifredir" dedi.
Haritadaki 'Diyarıbekir' yazısının her yönüyle
ilginç olduğunu belirten yakınçağ
tarihi uzmanı
Doç.Dr. Bülent
Arı da, "Diyarbakır Piri Reis'in yaşadığı
yıllarda Amed olarak bilinirdi. Diyarbakır
isminin verilmesi 16.
yüzyıl sonlarına doğru gerçekleşti. Piri
Reis’in haritasında böyle bir
şehir olarak Fas-Cezayir
arasında bir yeri işaretlemesi
gerçekten çok ilginç. Coğrafyada
farklı zamanlarda farklı yerlere aynı isim
verildiği olmuştur. Trablusgarp ya da
İskenderiye bunun en güzel örneğidir. O
yıllarda o bölgede bu isimle anılan bir yer olsa
bile araştırılması gerekli” dedi.
Milliyet, Haber: Gökhan Karakaş, 27.11.2103
|
MANİSA'DAKİ 500 YILLIK ŞİFAHANE 'TIP TARİHİ MÜZESİ'
OLUYOR

Celal Bayar Üniversitesi (CBÜ) tarafından
hazırlanan ve Zafer Kalkınma Ajansı desteğiyle
yürütülen "500 yıllık Şifahane Tıp Tarihi Müzesi ile
Hayat Buluyor" projesi kapsamında Şifahane, "Tıp
Tarihi Müzesi" olarak ziyarete açılacak.
CBÜ Tarih Bölümü Öğretim
Üyesi olan Proje Koordinatörü Yrd. Doç.Dr.
Ahmet Yeşil, tarihi Sultan Cami Külliyesi
içindeki, mesir macunu karma törenlerinin yapıldığı
Şifahane'nin, 30 Kasım'da düzenlenecek törenle Tıp
Tarihi Müzesi olarak hizmet vermeye başlayacağını
söyledi.
Yeşil, hazırladıkları projeye Zafer Kalkınma
Ajansı tarafından 214 bin liralık mali destek
sağladığını kaydetti.
Şifahane'ye, dönemin tedavi yöntemlerinin
canlandırıldığı balmumu heykellerin konulduğunu
belirten Yeşil, odalarda dönemin tıbbi aletleri, el
yazması kitapların örnekleri ve ilaçların yer
aldığını ve CBÜ Tıp Fakültesi öğrencilerinin tıp
tarihi derslerini de bu müzede görebileceğini dile
getirdi.
Yeşil, şöyle konuştu:
"Dönemin tedavi yöntemleri balmumu heykellerin
yanı sıra 3 boyutlu animasyonlar ile de ekranlardan
izlenebilecek. Hazırlıklarımızı büyük ölçüde
tamamladık. Proje kapsamında dönemin meşguliyet
terapisi, göz ameliyatı, dağlama, ilaç yapım
yöntemleri ve mesir macunu yapımı anlatılıyor.
Osmanlı döneminde kullanılan tıbbi aletler, 500
yıllık şifa kapları sergileniyor. Şifahane'nin
avlusunda müzikli ışık ve su dansı havuzu
oluşturuldu. Ayrıca
Manisa'da yaşamış Cumhuriyet dönemi
doktorlarından Cemil Şener'in de canlandırma
odasında balmumu heykeliyle hayatı ve yaptıkları
anlatılıyor."
Manisalılar'ın sosyal hayatı ile Tıp Tarihi
Müzesi'ni birleştirmenin amaçlandığını hatırlatan
Yeşil, müzenin bahçesinde halk için etkinlik
alanları oluşturmayı hedeflediklerini bildirdi.
Vatandaşların günün yorgunluğunu atıp ruhunu
dinlendirebileceği bir ortam hazırladıklarını,
müzenin akşam saatlerine kadar açık
olacağını vurgulayan Yeşil, mekanda Osmanlı
döneminde hastalıklara iyi geldiği için yenilip
içilen meyve suları, şerbetler ve buna benzer
Tatların satışa sunulacağını, ruhu dinlendiren
müziklerin dinletileceğini sözlerine ekledi.
haberler.com, 27.11.2013
|
SAFRANBOLU'DA 'RESTORASYON ÇAĞI' SÜRÜYOR
Safranbolu Belediye Başkanı Necdet Aksoy, gazetecilere yaptığı açıklamada, Osmanlı döneminden kalan han, hamam, cami, çeşme ve köprülerin yanında, genellikle üç katlı, 6-8 odalı, ihtiyaçlara uygun tasarlanmış, estetik biçimde şekillendirilmiş geleneksel konakları korumaya yönelik restorasyon çalışmaları kapsamında 17 konağın yeniden ayağa kaldırıldığını söyledi.
İlçede 2 bin konak bulunduğunu ve bunlardan 800'ünün koruma altında olduğunu anlatan Aksoy, "Bu konakların yüzde 60'ı daha önce restore edilmişti. Yüzlerce yıllık bir süreçte oluşan Türk kent kültürünün günümüzde yaşamaya devam eden en önemli yapı taşlarından olan bu eserlerimizi geleceğe aktarmak, bizim en önemli görevimiz. Bu bilinçle çalışıyoruz. 17 konağımızın daha restorasyonu tamamlandı. Son rötuşları yapılıyor" dedi.
Koruma amaçlı restorasyonların devam ettiğini vurgulayan Aksoy, "Projesi hazırlanan 6 tarihi konak daha restore edilecek. Ödenek konusunda görüşmelerimiz devam ediyor.
Tamamlandığında 23 konağımız daha restore edilmiş olacak" diye konuştu.
Dünya, 27.11.2013
|
 |
 |
HIRSIZLAR BULUNDU, TABLOLAR YOK
Rotterdam’daki Kunsthal Müzesi’nden aralarında Monet ve Picasso’nun da tablolarının bulunduğu 7 başyapıtı çalan iki hırsıza dünyanın en büyük sanat soygununu yapmaktan 6’şar yıl hapis verildi.
Radu Dogaru ve Eugen Darie adlı iki hırsız, eşsiz tabloları geçtiğimiz yıl ekim ayında çalmıştı. Romanya Mahkemesi iki hırsıza hapis cezası verdi. Sanat eserlerinden bazılarına zarar verdiği düşünülen ve konuşmama hakkını kullanan Dogaru’nun annesi ve diğer 4 sanık için 3 Aralık’ta dava devam edecek. Çalınan 7 sanat eseri Picasso’nun yağlıboya başyapıtlarından sayılan Tête d'Arlequin, Matisse’in La Liseuse en Blanc et Jaune, Monet’ye ait Waterloo Bridge ve Charing Cross Bridge, Gauguin'in Femme Devant une Fenêtre ouverte, Meijer de Haan’ın Autoportrait ve Lucian Freud’un tablosu Woman with Eyes Closed. Eserler hala bulunamazken, Romanyalı uzmanlar 7 tablodan 3’ünün yakılmış olabileceğine inanıyor. Çerçeveleri tuvallere tutturmak için kullanılan çivilerin Dogaru’nun evinde küllerin içinde bulunduğunu söyleyen uzmanlar, bunun çok büyük bir kanıt olduğunu belirttiler.
Akşam, 27.11.2013
|
3 MİLYON DOLARLIK TABLOYU MÜZEYE BAĞIŞLADI
Ailesine ait 3 milyon dolar değerindeki yağlı boya tabloyu, Naziler tarafından el konulduktan 69 yıl sonra mahkeme kararıyla geri alan emekli halkla ilişkiler müdürü, tabloyu eskiden çalıştığı müzeye bağışladı.
Tablonun yasal sahibine iade edilmesine ilişkin davaya bakan bir İtalyan mahkemesi, Naziler tarafından 1944 yılında el konulan tablonun, yasal sahiplerinin geride kalan tek mirasçısı olan Philippa Calnan'a verilmesine ilişkin kararını geçen hafta açıklamıştı.
Los Angeles Times gazetesinin haberine göre, Los Angeles İlçesi Sanat Müzesi'nde (LACMA) halkla ilişkiler müdürü olarak çalıştıktan sonra emekli olan Calnan'ın bağışladığı 17. yüzyıl barok devrine ait tablo, LACMA'nın Avrupa sanatları galerisinde dün sergilenmeye başladı.
İtalyan ressam Bernardo Strozzi tarafından 1615'te İtalya 'da yapıldığı sanılan, İskenderiyeli Aziz Catherine'in gerçek boyutlu resmedildiği tablo, özellikle canlı renkleri ve yandan gelen, tabloya dramatik bir hava katan ışıkla dikkati çekiyor.
Tablo sanat piyasasına bundan 5 yıl önce giriş yapmıştı.
Radikal, 27.11.2013
|
 |
|
DİNOZOR İSKELETİ, 652 BİN DOLARA ALICI BULDU
İngiltere'de 17 metre uzunluğundaki dinozor
iskeleti, açık artırmada 652 bin dolara alıcı buldu.
West Sussex'teki Summers Place Müzayede Evi,
diplodocus iskeletinin bir enstitü tarafından satın
alındığını ve kısa bir süre sonra sergilenmeye
başlanacağını açıkladı.
"Misty" adı verilen diplodocus, ünlü Alman
paleontolog Raimund Albersdoerfer'in oğlu tarafından
2009 yılında ABD'nin Wyoming eyaletindeki bir
madende bulunmuştu. Devasa otçulun kemikleri,
Rotterdam'da tekrar bir araya getirilmişti.
Tüm dünyada sadece altı eksiksiz diplodocus iskeleti
bulunuyor.
Yaklaşık 150 milyon yıl önce yaşadığını sanılan
diplodocus, 30 metreyi bulan boyları ile dünya
üzerindeki en uzun hayvanlardan biri olarak kabul
ediliyor. Otçul olan diplodocusun cüssesine oranla
son derece küçük bir kafası vardı.
Sabah, 27.11.2013
|
'YENİ' BİR CAMİİ MİMARİSİ

Mimarlık
yapan bizler için yepyeni bir tasarım fikriyle inşa
edilmiş bir camiyi keşfetmek ve algılamaya çalışmak
paha biçilmez bir zevk.
Hele hele “arkadaşım” dediğimiz bir mimarın
elinden çıkmışsa… Bürosunda maketleri, görselleri
varken, hususi gözümüzü kaçırmışsak ve camiyi
gezmeyi, özümsemeyi ve iyi kötü detayları kendi
kendimize fark etmeyi bir iş olarak görmüşsek... Bir
de buna ağabeyimiz Ahmet Turan Alkan'ın yorumunu
okumuş olmanın verdiği “Biz de bir şeyler demek,
eklemek ve belki de -haddimizi aşıp- bir de şuradan
bakmayı denemelisiniz” diye yol açmak niyetinde
olmanın heyecanını ekleyiniz...
Arkitera'nın yöneticisi Mimar Ömer Yılmaz ile
neredeyse gün ağarmadan camiye vardık. Daha hoca
tayin edilmemiş caminin önce dışını bekçi ile
gezdik. Sonra caminin anahtarı gelince içine
girebildik. Anahtarı beklerken bir minibüs daha
geldi. İçinden bir çocuk ve 6-7 kişi indi. Sonra bir
başka araba daha... Sebep? “Uzaktan geliyoruz,
camiyi merak ediyoruz, görmek ve bir de namaz
kılalım istedik” dediler. Sadece biz değilmişiz
demek ki meraklı...
Balıkgözü lensler, yüksek ışık değeri alabilen
objektifler ve boyuna takıldı mı hareketi
zorlaştıran ağırlıkta yüksek kalite fotoğraf çeken
makinemizle beraber çıplak gözle camiyi algılamaya
çalıştık. Caminin mimarı olan ekiple, önceden
hakkında konuşmuşluğumuz, onlardan bilgi
almışlığımız, tartışmışlığımız yoktur ama Alkan'ın
“Bu kadar tevazu belki de biraz fazla” söylemi
aklımızdan çıkmıyor. İşbu yazıyı da onun yazısına
cevap niteliğinde yazmadığımızı veya anlaşılmaz
kelimelerle sarıp sarlamalayıp, okuyucuyu mimari
safsatalarla boğmamaya çalışarak tamamlayacağımızı
taahhüt ederiz.
“İşte bak, ne güzel, farklı bir şey denemiş
mimar” en kolay ve sanırım en yüzeysel yorum
olduğundan öncelikle bu ihtimali elemelisiniz
kafanızda. Yapı bir subasman üzerinde yükselen
duvarlar ve o duvarların taşıyıcı olduğu, belki de
filayağı dediğimiz kolonlarla, Türk üçgenleri ile
taşınan jilet gibi bir kubbe ile keskin hatlı bir
cami ortaya çıkmıyor. Kısaca bir cephesi yok
caminin. Bir kıble duvarı da yok dışarıdan
hissedilen. İşte Sayın Alkan'ın “Bu kadar da
gizlenmeye ne gerek vardı” diye sorduğu şey de bu
olmayan duvarları tarifliyor olsa gerek.
Biraz daha dışarıdan ve objektif açıdan
baktığımızda aslında burada utanılıp, gizlenmeye
çalışılan bir şey olmadığını anladık. Yoldan
gelirken musalla taşları ve onun duvarları arasından
geçerken kendinden emin bir minare olduğu gibi
duruyor. Minare, caminin kenarından bir yerden
çıkmıyor. Caminin kütlesinin yanında sonradan
konulmuş bir ek olarak değil, caminin kendisinden
çıkıyor. Caminin burada olduğunu (teşbihte hata
yapmaya razı gelerek söylüyoruz) sanki bir Google
Haritası iğnesi gibi gösteriyor. “Sancaklar Camii
işte bu minareyle nivelman alınmış şekilde
buradadır” der gibi. Minarenin şerefesi yok, gerek
de yok zaten. Uzunluğunun ya da kalınlığının,
caminin planı ve kesiti ile bir oranı var belli.
(Plan ve kesitleri görmeden yazıyoruz) Sonra tam
karşısında Dubai temelli, küresel bir gayrimenkul
firmasının, İtalya'nın şarap bağları ile ünlü bir
vadisi ile isimlendirdiği lüks konut projesinin
süslü püslü bir kapısı var. Minarenin tam
karşısında. O kapıya bakıyor, sonra dönüp minareye
tekrar bakıp gülümsüyoruz. Acaba bir şeyler
gizlemeye ya da suni bir vadiyi, doğa harikasıymış
gibi göstermeye çalışan ve içinde kibarca “Burada
mülkün yoksa içeri girmeye hiç yeltenmesen daha iyi
olur” diyen güvenlik görevlilerinin ikamet ettiği,
süslü püslü kapı, asıl bir şeyler gizleme derdinde
olmasın sakın?
SADELİĞİ İLE MİMARİYİ ÖN PLANDA TUTUYOR
Camimize dönüyoruz zevkle. Minarenin kibar
kapısını inceleyip, yanından geçip merdivenlerle
caminin girişine iniyoruz. İniyoruz da burası
aslında bir “korugan”. Orada olmak caminin içine
girmeye yeltenmek ve sanırız caminin etraftaki
bilmemne konutlarından ve yoldaki arabalardan
uzaklaşıp özelleşmek demek. Caminin içine
girdiğinizde kıble duvarının upuzun karşınıza
çıktığını ve belki de yukarıdan sızan ışıkla
boyandığını görmek mümkün. Bununla beraber rastgele
açılarla oluşturulmuş betonarme kubbe, tavanı tamam
ediyor. Birkaç farklı yükseklik ile tanımlanmış
namaz sırası da sıradışı bir namaz kılma zemini
yaratmış. Kadınlar bölümünün ayrımı da erkek-kadın
varlığını İslami kurallara uygun tanımlanacağını
göstermiş.
Bu bir cami. Bir söylemi var. İç mekanı keza
öyle. Şakirin Camii'nde içinden çıkılmaz süsler
kişilerin üstüne üstüne gelirken ve tabii iç mimarı,
olup olmadık her yerde, hatta –mümkün olsa– ilkokul
gazetesinde bile kendinden gereğinden çok, söz
ederken (överken), Sancaklar Camii'nde müellifin
isminin tekrarlanması yerine, mimari söylemin öne
çıkması takdire şayan.
“Cami gibi cami” kategorisinin yanından geçmeyen
bu mabet, deneysel bir bina olmanın ötesinde farklı
şeyler de söylüyor. Duvarlarla yükselip bir mekan
oluşturmak yerine bir oyukla kendi içinde var olmayı
tercih ediyor. Bunun arazinin eğimini kullanmaktan
öte başka bir amacı olduğu belli.
Yine de eleştiriye açık. Cami içindeki loşluğun
kıble duvarını öne çıkarmaktan öte bir hali daha
olmalıydı diyoruz. Yerden duvarlara vuran ışıklar
aslında mekanın “geniş olma” halini törpülüyor.
Sebebini arıyoruz, bir türlü bulamıyoruz. Cemaat bir
kabuk içindeyken yanlardan da kısıtlanmış oluyor
gibi. Emre Arolat ve ekibi bu tercihleri ile riski
üzerlerine alıyorlar. Eleştirmeye kalkarsak
durmayız. Dış mekandaki zeminde dizilmiş kesme taş
kaplamanın arasındaki çakıl taşları, yerlerinden
çıkınca (cuma ve bayram namazlarındaki yoğun
sirkülasyonda) kişilerin ufak futbol deneyimleri ile
yerlerine koymalarını gerektiriyor. Daha böyle irili
ufaklı detay eleştirisi ile bilindik şeyler...
Sancaklar Camii orada var olur. Ahmet Turan Alkan
fikrini söyler. Bizimle beraber camiyi tecrübe eden,
namazını kılan vatandaş da farklı şeyler söyler.
İşbu yazıyı yazan da öyle. Ne kadar eleştirilirse
eleştirilsin özgündür ve bir şekilde beğeniyi hak
eden bir camidir. Bir açılımı ve kendine has bir
söylemi vardır. Bu söylem “camiler de artık yerin
altına insin, biraz da camileri böyle deneyelim”
olmadığı gibi “tevazu yapılacaksa en abartı tevazuu
biz yaparız” gibi oksimoron söylem de değildir.
Sancaklar Camii kendince özel bir ortam, mekan ve
yaşam sunar. Bundan 50 yıl sonra böyle bir mabet
için, yaşanılmış bir halin sunumunda, gönderme
yapılacak bir örnek ortaya çıkartmıştır. Bir
cesaret, bir fikir, bir tanı, bir kendi kendine olma
yani kendine has olma halidir. Cami gibi herkesin
fikri ve beğenisinin sabit olduğu keskin bir konuda
hem de.
EAA'nın yani Emre Arolat Mimarlık'ın ekibinde
kadınlar da vardır. Süsün dibine vurup, “Cami
tasarlayan ilk kadın” sloganıyla –genelde yabancı
basına– “İslam, kadınları dikkate almaz” gibi bir
kabule vardırmaya niyeti (reklamı) yoktur. Olmaz da.
Şu veya bu merci, şöyle böyle bir ödül vermiş
Sancaklar Camii'ne. Mimari için gurur kaynağıdır.
Tebrikler. Bir haber bülteninde önemli bir satırdır.
Fakat camiler söz konusu olduğunda, işbu satırları
yazan kişi için hiçbir şey ifade etmemektedir, ödül
mödül. Alınan, hak edilen ödül ne kadar prestijli
olursa olsun, çok büyük değeri yoktur. Yüksek
ihtimal sadece kendisinin güzel bulduğu Taksim Camii
projesi için Başbakan'a ulaşabilmek amacıyla 3-4
ayda bir basını seferber etmeye çalışan mimarımız da
ödül üstüne ödül toplamaktadır, bilgisayarla alınmış
3 boyutlu model üzerinden. Alınmış ödüller
değersizdir demiyoruz, caminin içinde
hissettiklerimizi yansıtan bir kıstas değildir bizim
için diyoruz. Yoksa ödül alan alsın, tepe tepe
kullansın.
Ataşehir'deki Mimar Sinan Camii ya da
Çamlıca'daki üzücü bir süreçle projesi elde edilmiş,
bakan tarafından kırpılmış biçilmiş devasa cami mi
özel olacaktır yoksa Sancaklar Camii mi?
Biz mimarlar imrensek ve hatta itiraf edelim
kıskansak bile farklı, özel, söylemi olan bir cami
için bu tür eleştiri yazıları yazmaktan ve önümüze
konulan “özgünlük” pastasının en lezzetli dilimini
tatmaktan mutluyuz. Belki bir gün sadece Arolat
Mimarlık gibi güçlü bir ofise değil de, genç ve
tabii daha deneysel söylemlerle mimarlara da Sancak
Ailesi gibi hayırseverler cami yaptırabilirler. Bir
mimar hem de Müslüman bir mimar başka ne ister ki?
Söz konusu camiyi bu kadar övdüğümüz halde bizim de
acımasız eleştirilerimiz vardır. Fakat bilin ki inşa
edilmeden önce görülseydi, “beğenmedim, yapılmasın”
diye talimat verilecek camilerin en iyilerinden
biridir Sancaklar Camii. Keşke Malatya'da Nevzat
Sayın'ın tasarladığı cami de bu kadar şanslı
olabilse...
Zaman, Yazı: Dr. Ahmet Turan Köksal / Mimar,
Zirve Üniversitesi, 27.11.2013
|
TARİHİ SU KEMERLERİ YOK OLUYOR

İzmir’in 5 bin yıllık tarihinde birçok
medeniyetlere ev sahipliği yapan Foça İlçesi'nde
Ortaçağ dönemine ait tarihi su kemerleri,
bakımsızlık nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı
karşıya kaldı.
Fransız Arkeolog Felix Sartiaux'un
araştırmalarına göre Ortaçağ’da yapıldığı tespit
edilen ve 20. yüzyılın başlarına kadar kullanılıp,
şehrin içme suyu ihtiyacının büyük bir kısmını
sağlayan tarihi su kemerleri ilgi bekliyor. Tarihi
kaynaklarda Le Bruyn adlı tarih araştırmacısının 17.
yüzyılda Foça'da yaptığı incelmelerde 180 olduğunu
belirttiği su kemerlerinden günümüze ancak 32 tanesi
ayakta kalabildi.
Foçalı tarih araştırmacısı Ruhi İyigün, tarihe
tanıklık eden kemerlere yerel yönetim ve Kültür
Bakanlığı tarafından sahip çıkılmasını istedi.
İyigül, "Kemerlerin günümüzdeki hali gerçekten içler
acısıdır, üzüntü vericidir. Ben özellikle saydım,
180 tane kemerden günümüze intikal eden ancak 32
tanesi kalmış. Bundan önce kemerlerdeki taşların
büyük bir çoğunluğu, öyle zannediyorum ki çeşitli
maksatlarla sökülmüş ve yok olup gitmişler. Bir
kısmı da yol açma maksadıyla yok olup gitti. 1970
yılı öncesi özellikle henüz beton yokken, Foça'da ev
yapımında, temel inşası sırasında birçok insanın bu
taşlardan kullandığını biliyoruz. Bir de kentin halk
pazarı bu tarihi yapının hemen yanı başına
kuruluyor. Taş ihtiyacı olan, kazık çakan, yanında
çekici olmayan pazarcılar görüyoruz ki gelip bu
kemerlerden bir tane taş alıyor, kazığını buradaki
taşlarla çakıyor. Ondan sonra o taş derenin içine
atılıyor ve kemer duvarları bu şekilde yavaş yavaş
yok olma seviyesine geliyor. Maalesef kemerler talan
ediliyor. Adeta kaderine terk edildi diyebiliriz.
Üzerlerine sprey boya ile çeşitli anlamsız yazılar
yazıldığını görüyoruz ki bunlar çok acı. Bu soruna
bir an önce el atılarak, tarihimize sahip çıkılması
ve kemerlerin temizlenip ışıklandırılması gerektiği
kanaatindeyim. Tarihimiz günden güne yok oluyor, en
azından elimizde kalanlara sahip çıkalım. Tarihimize
sahip çıkmak adına en basitinden kemerlerin hemen
yanı başındaki dere yatağı pislikten kurtarılabilir
veya dere yatağı ıslah edilebilir. Buradaki yabani
otlar, kendiliğinden çıkan sazlıklar kaldırılabilir.
Burası açılıp halkın görüşüne sunulabilir, akşamları
ışıklandırılabilir. Bunlar basit şeyler, bunları
Anıtlar Kurulu'ndan ziyade yerel yönetimlerin de
yapabileceğini düşünüyorum. Çünkü fazla masraf
gerektirmeyen bir iş. Zaten yok olmak üzere olan bir
yapı. Pazar yeri girişinden minibüs durağına kadar
olan kısmı kaldı, diğer yerlerin sadece temelleri
kaldı. Öyle zannediyorum ki yakında bunları da
göremeyeceğiz. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na da
buradan bir ricamız var; lütfen buyursunlar,
gelsinler, bu tarihi yapıyı görsünler. Ne yapılması
gerekiyorsa yapılsın ama bir an önce sahip çıkılsın.
Bunlar bir kültürdür, toplumun değeridir. En azından
elimizde kalana sahip çıkalım diyorum" dedi.
“148 KEMER KAYIP”
Moloz taş ve kesme taştan yapılı kemerlerin
mimari ve tarihi değerine dikkat çeken İyigün,
tarihi su kemeri hakkında şu bilgileri verdi:
"Su kemerlerinin yapılış tarihi hakkında elimizde
kesin bir bilgi yok ama Ortaçağ'da yapıldığı
bilinmekte. Su kemerlerinin kemer yapıları 180 tane
olup, toplam uzunluğunun 500 metre olduğu
bilinmektedir. Fakat günümüzde sayacak olursak bu
kemerlerden ne yazık ki 32 tanesinin var olduğunu,
diğer kemerlerin kayıp olduğunu görüyoruz.
Kemerlerin köşeleri kesme taştan, diğer bölümler
moloz taştan yığma olarak yapılmıştır. Üzerinde ise
killi topraktan yapılan, künk dediğimiz borular ile
bazı tarihçilere göre Meşindere suyunu, bazı
tarihçilere göre de Meşindere üzerinde bulunan bir
gölün suyunu Foça'daki üç ayrı çeşmeye nakletme
amacıyla kullanılmıştır. Bu su kemerlerinin 1920'li
yıllara kadar kullanıldığını biliyoruz."
"FOÇA'DAN OSMANLI SARAYINA SU GİDİYORDU"
1920 yılına kadar Foça şehir merkezinde mevcut
bulunan üç tane çeşmeye içme suyu taşıyan kemerlerin
özellikle yaz aylarında suyun eksildiği zamanlarda
az ilerisinde bulunan Katrali isimli bir kuyudaki su
ile takviye edildiğini anlatan İyigün, şimdilerde
üzeri kapalı bulunan Katrali Kuyusu'nun da en az su
kemerleri kadar önemli bir tarihe sahip olduğunu
söyledi. Birçok tarihçi tarafından kaleme alınan
yazılarda Katrali Kuyusu ile su kemerinin
özdeşleştirildiğini vurgulayan İyigün, Katrali
Kuyusu'ndan 1700-1800'lü yıllarda Osmanlı sarayına
ve İzmir'deki Levanten mahallesindeki dönemin lüks
restoranlarına gemilerle su gönderildiği yönünde
bilgilerin bazı tarihi kaynaklarda yer aldığını
belirtti. Tarihi kemerlerin ve kuyunun günümüze
kadar ulaşamamasını ilgisizlik olarak değerlendiren
İyigün, "Katrali Kuyusu, aynı zamanda dönme dolaplı
bir kuyu idi. Buradaki su, künklere takviye edilerek
Foça'nın su ihtiyacını karşılamaktaydı. 1970'lere
kadar var olan kuyunun üzeri, günümüzde her ne
hikmetse toprakla kapatılmış durumda. Bizim
çocukluğumuz buralarda geçti. Hatırladığım kadarıyla
iki katlı büyük, sarnıç tipi bir kuyu idi. İki katlı
kuyu olur mu demeyin, evet oluyor. Kuyuya merdivenle
indikten sonra büyükçe bir çember şeklinde demir
döşeli idi. Onun altında bir kat daha vardı ve
baktığımız zaman suyu adeta boncuk mavi bir
berraklıkta idi. Foça'nın en güzel suyuna sahip olan
bu kuyu da maalesef bugün kapalı" diyerek,
Foçalıların yaklaşık bir asırdır tarihe sahip çıkmak
yerine, yok oluşuna sadece seyirci kaldığını
söyledi.
Yenigün, 26.11.2013
|
ANTİK DÖNEMDEN GÜNÜMÜZE STRATONEKİA KONFERANSI
Stratonikeia Antik Kenti
Kazı Başkanı Prof.Dr.
Bilal Söğüt, Stratonikeia'nın Osmanlı, Roma,
Bizans gibi farklı döneme ait eserlerin ortaya
çıkarıldığı yaşayan bir kent olduğunu söyledi.
Söğüt,
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Akdeniz Medeniyetleri Araştırma ve Uygulama
Merkezi (AKMEDAM) tarafından düzenlenen "Antik
Dönemden Günümüze Stratonikeia Konferansı"nda
yaptığı sunumda, Karia bölgesinin iç kesimindeki
kentlerinden Stratonikeia antik kentindeki kazı
çalışmalarına 2008 yılında başladıklarını bildirdi.
Kentte araştırma, kazı ve restorasyon
çalışmaları yürüttüklerini anlatan
Söğüt, önemli yapıların ayağa kaldırılması için
çalışma yapıldığını, her yıl önemli verilere
ulaştıklarını kaydetti.
"Stratonikeia, Osmanlı, Roma, Bizans gibi farklı
döneme ait eserlerin ortaya çıkarıldığı yaşayan bir
kent" diyen
Söğüt, kazılar sırasında çıkan heykel tarzı
eserlerin bir bölümünün müzelerde bulunduğunu, kırık
durumdaki antik taşların ise Taş Hastanesinde
birleştirilerek gelecek nesillere aktarıldığını dile
getirdi.
Stratonikeia antik
kentinin bir benzerinin
bulunmadığını ifade eden
Söğüt, antik dönemden günümüze yapıların bir
bütün olarak korunduğu, Osmanlı dönemi taş döşeli
yollarda yürünerek gezilen başka bir antik kent
olmadığını söyledi.
Antik kentteki yapılarda konservasyon ve
restorasyon çalışmalarına devam ettiklerini, önemli
verilere ulaştıklarını belirten
Söğüt, şöyle devam etti:
"Antik kentte yapılan kazılarda ortaya çıkan
mozaikleri gün yüzüne çıkarıyoruz. Burada özel bir
ekip çalışma yürütüyor. Şehrin kuzey kapısı olarak
adlandırılan alan, antik kentin en önemli yapılarını
bünyesinde barındırıyor. 360'lı yıllardaki depremle
yıkılan şehir, kentin zenginlerinden Maksimus'un
annesinin bıraktığı mal varlığı harcanarak yeniden
ayağa kaldırılmıştı."
Birçok medeniyete ev sahipliği yapan ve dünyanın
en büyük mermer kentleri arasında gösterilen
Stratonikeia antik kentindeki kazılarda her yıl
yaklaşık 100 kişilik ekiple 9 ay çalışma
yaptıklarını anlatan Söğüt, şöyle konuştu:
"Tiyatro, gymnasion, Roma hamamı, Augustus ve
İmparatorlar Tapınağı'nda kazı, restorasyon ve
konservasyon çalışmalarımız devam ediyor. Antik
kentte 3 bin yıllık tarihin her döneminden
kalıntılar bulabilmek mümkün. Tarihi Roma hamamların
ayağa kaldırılması için kazı çalışmalarımız devam
ediyor. Roma hamamların ayağa kaldırılması için
yürütülen kazı çalışmaları sırasında bin 850 yıllık
kanalizasyon sisteminin çalıştığı da tespit edildi."
Sunumun ardından
Söğüt'e, AKMEDAM Müdürü
Doç.Dr. Adnan Çevik
tarafından plaket verildi.
haberler.com, 26.11.2013
|
KONSOLOSLUK BİNASI RUM VAKFA İADE
Vakıflar Meclisi, dün tarihi bir iade kararına daha imza attı. İstanbul Beyoğlu'nda bulunan ve uzun süredir Yunan Başkonsolosluğu tarafından kullanılan bina, Ayayorgi Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı'na iade edildi. İade, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nde bulunan yarım hissenin verilmesiyle gerçekleşti. Vakıflar Meclisinin dün gerçekleşen toplantısında Ayayorgi Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı'na müjdeli karar çıktı. Vakfın, azınlık cemaatlerine mallarının iadesi süreci çerçevesinde yaptığı başvuruyu değerlendiren Meclis, olumlu yönde karar aldı. Beyoğlu'ndaki Yunan Başkonsolosluğu binası Ayayorgi Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı'na iade edildi.
YARISI VAKIFLARINDI
Beyoğlu Kuloğlu sokakta bulunan 620 metrekare büyüklüğündeki binanın yarı hissesi Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne diğer yarı hissesi ise Balıklı Rum Hastanesi Vakfı'na aitti. Vakıflar Meclisinin aldığı kararla genel müdürlüğün hissesi Ayayorgi Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı'na verildi. Böylelikle binanın sahibi iki Rum vakfı oldu.
Sabah, Haber: Burcu Çalık, 26.11.2013
|
 |
KÜLTEPE KAZILARININ 66 YILI
Kayseri'deki Kültepe Höyüğü'nde 1948 yılından
bugüne dek sürdürülen kazıların 66. yılı sona erdi.
AA muhabirine bu yıl ki çalışmaları değerlendiren
Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Fikri Kulakoğlu,
Kültepe Kaniş/Karum'da haziran ayında başladıkları
2013 yılı kazı çalışmalarının tamamlandığını
söyledi.
Buradaki kazıların Türkiye'deki en uzun soluklu
kazı çalışmalarından biri olduğuna dikkati çeken
Kulakoğlu, şöyle devam etti:
"Kazılar 70 kişilik bilim ekibiyle
gerçekleştiriliyor. Çalışmalarımız esas
itibarıyla tepe dediğimiz Kaniş bölgesinde
gerçekleştirildi. Onun yanında Asurlu tüccarların
yoğun olarak yaşadığı Karum dediğimiz aşağı şehirde
de sürdürüldü. Kazıların ilk hedefi, tepedeki Eski
Tunç Çağı'na ait yani günümüzden 5 bin yıl öncesine
tarihlenen büyük anıtsal bir yapıyı açığa
çıkarmaktı. Bu çerçevede de yapının oldukça büyük
bölümü açığa çıkartıldı. Ancak henüz çalışmalar
sonlanmadı. Şu an 75x60 metrelik bir alanda
sürdürülen kazılarda Önasya'nın, yani bugünkü
Ortadoğunu'nun o dönemdeki en büyük yapısının bir
köşesinde çalışmalar gerçekleştirilebildi.
Kazdığımız alan aslında, genel anlamda günümüzden
sadece 5 bin yıl öncesine ait değil, daha geç
dönemleri de kapsıyor. Özellikle de Asurlu
tüccarların yaşadığı evreleri de kapsamakta. Diğer
taraftan Asurlu tüccarların kendilerinden önceki
döneme ait bilgileri de bu alanda bulabiliyoruz. Bu
yıl yaptığımız çalışmalarda, Asurlu tüccarlardan
yaklaşık 500 yıl önce Mezapotomya'dan ya da Kuzey
Suriye'den gelen tüccarların buraya
yerleştiklerini, burada büyük bir organizasyon
kurduklarını ve ticaret yaptıklarını gördük."
"Atık su kanalları şaşırttı"
Kulakoğlu, Karum alanında ise Asur Koloni
Çağı'nın özellikle geç evresine ait yapıların
araştırılmasına devam ettiklerini belirterek,
çalışmalar sırasında yerleşim planının daha iyi
anlaşıldığını kaydetti.
O dönemde halkın günümüzden daha iyi şartlarda,
düzenli bir mahalle içinde yaşamlarını
sürdürdüklerinin ortaya çıktığına dikkati çeken
Kulakoğlu, şöyle konuştu:
"Hatta o dönemde olağanüstü sayılabilecek büyük
atık su kanallarının varlığını da görmüş olduk.
Üzerleri sal taşlarıyla kaplı, "kanalizasyon"
diyebileceğimiz atık su kanallarının varlığı bizleri
şaşırttı. Bunların varlığı biliniyordu ama bu kadar
genişi ve büyüğü geç dönemde karşımıza çıkmamıştı.
Yani o dönemde oldukça ileri şartlarda bir
şehircilik anlayışıyla karşı karşıya olduğumuzu
söyleyebiliriz. Kültepe'nin içinde bulunduğu
Karahöyük Köyü'nde bugün bile kanalizasyon ya da atık
su drenaj sistemi olmamasına rağmen, günümüzden 4
bin yıl öncesinde Kültepe'de buna şahit olmak bizim
için büyük bir şans. Bu o dönem Anadolu'nun ne kadar
ileride ve gelişmiş olduğunu göstermesi açısından
önemli bir buluntu, önemli bir yapı olarak
değerlendirmek mümkün."
İlk kez kurbağa ritonu bulundu
Karum alanında yapılan çalışmalarda her zaman
önemli eserler elde ettiklerini kaydeden Prof.Dr.
Fikri Kulakoğlu, şu bilgileri verdi:
"Burası Asurlu tüccarların da oturduğu bir alan.
Bu alan o dönem için diğer çağdaş merkezlerden çok
daha fazla zenginlik sunan bir yerleşim. Özellikle
kazılarda açığa çıkarılan objelerin her birisi
müzelerde tek başına sergilenebilecek eserlerden
oluşmakta. Bu yıl ilk defa Kültepe'de kutsal içki
kabı olarak tanımladığımız bir kurbağa ritonu
bulduk. Yine daha önceki yıllarda bildiğimiz domuz
ritonları vardı. Bunlardan güzel bir örneği de bu
yıl gün ışığına çıkardık."
Kulakoğlu, keşfedilen yapıların korunması için de
çalışmaların devam ettiğini ifade ederek, "Özellikle
restoratör ve konservatör arkadaşlarımız daha önceki
yıllarda açığa çıkartılmış olan kerpiç ve taş
yapıların korunması için çalışmalarını sürdürdüler,
projelerini hazırladılar. Bunların bir kısmını bu
yıl yapabildik ama bilindiği gibi restorasyon
yenisini yapmaktan daha pahalıya malolan bir işlem.
Bu nedenle biraz yavaş ilerliyor" dedi.
Çalışmaların başta Kültür ve Turizm Bakanlığının
katkılarıyla gerçekleştirildiğine dikkati çeken
Kulakoğlu,
Kayseri Büyükşehir Belediyesi ile Valiliğin de
çok önemli katkıları olduğunu anlattı.
Kulakoğlu, bu katkılar sayesinde ilk kez bu yıl
Uluslararası Kültepe Toplantısını
gerçekleştirdiklerini vurgulayarak, "Bu toplantıda
40 bildiri sunuldu. Bu, sadece Kültepe'deki
eserlerle ilgili bilimsel çalışma yapan bilim
adamlarının katıldığı bir toplantıydı. Bir sonraki
yıl yapılacak toplantı daha büyük olacak. Sadece
Kültepe değil, Anadolu'da çalışan diğer bilim
adamlarının da katılacağı bir toplantı olacak" diye
konuştu.
haberler.com, Haber: Orhan Canbulater, 26.11.2013
|
MARMARAY'DA SKANDAL PANO İDDİASI
Geçtiğimiz 29
Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda büyük törenlerle hizmete
açılan Marmaray’ın Yenikapı istasyonunda yer alan
panoda, arkeolojik kazıların Marmaray’ı 5 yıl
geciktirdiği yazıldığı, gelen tepkiler üzerine ise
panonun kaldırıldığı iddia edildi. Arkeologlar
Derneği İstanbul Şubesi iddialar ile ilgili açıklama
yaptı.

İşte Arkeologlar Derneği İstanbul Şubesi'nin
açıklaması...
Marmaray’ın Tek Suçlusu Arkeoloji
Marmaray Yenikapı istasyonundaki bir tabelada
arkeolojik kazıların projenin 5 yıl gecikmesine
neden olduğu iddia edilmektedir. Tepkiler üzerine
tabela kısa sürede yerinden kaldırıldıysa da
devletin farklı kademelerinden daha önce defalarca
dile getirilen bu söylemin tekrarlanması yeniden bir
açıklama yapmamızı gerektirmiştir.
Marmaray Projesi kapsamında gerçekleştirilen
arkeolojik kazılar için, yeterli etütlerin
yapılmamış olmasına bağlı olarak, 3 ila 6 aylık bir
sürenin yeterli görülmesi sorunun kaynağıdır.
İstanbul’un Üsküdar, Sirkeci, Yenikapı gibi tarihsel
birikiminin zenginliği bilinen semtlerinde, 3‐6
aylık sürenin aşılması kaçınılmaz olmuştur.
Öngörülen süre aşıldığı için arkeologların
suçlanması yerine, çalışmaların kültürel mirasa
katkısından bahsedilmesinin daha anlamlı olacağını
düşünmekteyiz.
İstasyon alanlarında inşaat çalışmaları için aynı
alandaki arkeolojik çalışmaların bitmesinin
beklendiği doğrudur. Ancak, arkeolojik kazıların hiç
yapılmadığı alanlarda dahi Marmaray Projesinin halen
tamamlanmadığı da unutulmalıdır.
Marmaray Projesi’nin hayata geçmesinde bir
müteahhit için çalışmayan tek meslek grubu
arkeologlardır. Son yılların en başarılı arkeolojik
kazı çalışmalarından birinin gerçekleştirildiği
projede arkeologlar uzun bir süre üç vardiya
çalışarak görevlerini eksiksiz yapmışlardır. Bu
kazılarda görev alanlar ve bu görevi onlara verenler
(Kültür ve Turizm Bakanlığı) görevlerini Türkiye
Cumhuriyeti anayasasının, yasalarının belirlediği
çerçevede yürütmüşlerdir. Nitekim, Anayasanın 63.
maddesinde “Devlet, tarih, kültür ve tabiat
varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar, bu
amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri
alır.” ifadeleri ile sorumluluğun tanımı açıkça
yapılmıştır. Çalışmalar neticesinde ortaya
çıkartılan kültürel mirasın Marmaray Projesini
zenginleştiren övünç kaynağı olması beklenirken,
Yenikapı istasyonuna yerleştirilen TCDD, AYEM ve
Ulaştırma Bakanlığı logolu tabela ile arkeologların,
istasyonu kullanan herkese suç işlemiş insanlar
olarak yansıtılması ‘günah keçisi’ ilan edilmesi ve
bu şekilde toplumun yanlış bilgilendirilmesi
anlaşılır değildir.
Arkeoloji kazıları İstanbul’u daha iyi tanımamıza
ve daha iyi tanıtmamıza olanak sağlarken, bizlere bu
kentte yaşamın anlamını ve sorumluluklarımızı
hatırlatırken Marmaray Projesi’nin, sadece
İstanbul’luların günlük yaşamın kolaylaştırmasıyla
değil aynı zamanda arkeolojik çalışmalara vesile
olmasıyla, kültüre mirasa büyük bir katkı
sağlamasıyla da anılması, Projenin toplumsal
bellekteki yerini daha da anlamlı kılacağı açıktır.
Yapı, 26.11.2013
******
MARMARAY PROJESİNDE TARTIŞILAN PANO KALDIRILDI
MARMARAY Projesi sırasında arkeolojik kazılarda
İstanbul’un tarihinin 8500 yıl önceye dayandığına
dair buluntuların gün yüzüne çıkarılmasıyla ilgili
bilgiler Marmaray duraklarında yer alırken, “Tüm bu
çalışmalar
Marmaray Projesi’nde 5 yıllık gecikmeye sebep
olmuştur” ifadesi sosyal medyada tepki topladı.
Bunun üzerine bu ifadelerin yer aldığı
pano, 2 gün sonra
kaldırıldı.
21 No’lu
panodaki şu ifadeler dikkat çekti: “Arkeolojik
kazılar sonucunda İstanbul tarihinin 8500 yıl önceye
gittiği ve prehistorik dönemlere uzadığı tespit
edilmiştir. Osmanlı, Bizans ve Roma dönemine ait
kalıntılar gün ışığına çıkarılmıştır (13 adet gemi
kalıntısı ve 35.000 adet buluntu). Ancak tüm bu
çalışmalar
Marmaray Projesi’nde 5 yıllık gecikmeye sebep
olmuştur.’’
Habertürk, 27.11.2013
******
"HALİÇ VE MARMARAY GECİKMEDİ, ÇOK DAHA ÖNCESİNE
GÖTÜRDÜ"
İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı
Prof.Dr. Cemal Gökçe, Haliç ve Marmaray projesi
kapsamında yapılan kazıların İstanbul'un tarihini
çok daha öncesine götürdüğünü söyledi.
TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi'nin
düzenlediği ve 3 gün sürecek olan "4. Tarihi
Yapıların Güçlendirilmesi ve Geleceğe Güvenle
Devredilmesi Sempozyumu" İstanbul Teknik
Üniversitesi (İTÜ) Süleyman Demirel Kültür
Merkezi'nde başladı. Kültürel varlıkların korunması
noktasında önerilen sunulacağı ve tartışılacağı
sempozyuma TMMOB üyesi mimar, mühendis ve şehir
plancısının yanı sıra çok sayıda kişi katıldı.
Sempozyumun açılış konuşmasını ise İnşaat
Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Prof.Dr.
Cemal Gökçe yaptı. Sempozyumda ele alınacak konulara
ilişkin bilgi veren Gökçe, bir çok uzmanın
katılacağı sempozyum boyunca kültürel varlıkların
onarım ve güçlendirilmesinde kullanılan tekniklere
ilişkin 35 sunum yapılacağını söyledi. Haliç ve
Marmaray projeleri inşaatında yapılan kazılarda
ortaya çıkan tarihi bulgulara da değinen Gökçe,
İstanbul'un bilinen tarihini çok gerilere götürecek
bu tarihi bulguların hükümet tarafından iyi
anlaşılmadığını söyledi. Marmaray projesi inşaatının
bu bulguların çıkması sebebiyle 4 yıl gecikmesinin
Başbakan tarafından konu edildiğini hatırlatan
Gökçe, Haliç Marmaray projesi kapsamında yapılan
kazılar İstanbul'un tarihini çok daha öncesine
götürdü. Ancak Başbakan Marmaray'ın 4 yıl geç
yapılmasına neden olduğunu söyledi. Kazılardaki
bulgular 4 yıl geciktirmedi daha öncesine götürdü"
dedi.
'KÜLTÜREL VARLIKLARI RANT ARACI OLARAK
KULLANAMAZSINIZ'
İstanbul'un tarihinin korunmadığını ve sermayenin
kentsel dönüşüm ve kentleşme ile birlikte şehrin
tarihi dokusunu yok ettiğine vurgu yapan Gökçe, "Ne
yazık ki projeler yarıştırılıyor. İstanbul gibi
tarihi bir şehir ne yazık ki konuşulmuyor ancak
projeler yarıştırılıyor. Bunlar bize tarihten
devredilen ve ödül olarak tuttuğumuz değerlerdir.
Doğal ve kültürel varlıklarımızı birer rant aracı
olarak kullanamazsınız. Küresel sermaye ne yazıkki
kentlere bakışı değiştirmiştir. Kentin en can alıcı
yerlerinde, oteller, AVM'ler yapılarak kentler hedef
seçilmiştir" şeklinde konuştu.
'TARİHİ YAPILARIN KOPYASINI YAPMAK BAŞARI
GİBİ GÖRÜLÜYOR'
Açılış konuşmasının ardından "Kültür Mirasımızın
Korunmasında Disiplinlerarası Çalışmaların Önemi,
Erken Cumhuriyet Döneminde Anıtsal Yapıların
Güçlendirilmesi Yaklaşımları, Kapadokya Kaya Oyma
Kiliselerinde Gerçekleştirilen Restorasyon
Çalışmalarının Değerlendirilmesi" başlıklı bir sunum
gerçekleştirildi. Oturumda ilk sözü İTÜ Mimarlık
Fakültesi Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Zeynep
Ahunbay aldı. Türkiye'de tarihi bir yapı veya eserin
yerine yapılan kopyanın, başarı olarak görüldüğünü
belirten Ahunbay, tarihi yapıların ve eserlerin
korunmasının anlamının eserin özünü korumak olduğuna
işaret etti. Tarihi yapıların ve eserlerin
kopyalarının birer maketten öteye geçemeyeceğini
belirten Ahunbay, "Türkiye'de maalesef kopyalar
yapıldığında buna başarı denilmekte" dedi. Çağdaş
Koruma Kuramı ve Uluslararası Anıtlar ve Site Koruma
Tüzükleri'ne ilişkin bilgi veren Ahunbay,
Türkiye'deki çeşitli bölgelerden, "Tokat Gök
Medrese, Mardin Kale Camii, Mimar Sinan'ın Uzunkemer
Köprüsü ile Büyükçekmece Kervansarayı" gibi birçok
eser örneği vererek, örneklerdeki bir çok tarihi
yapıda olduğu gibi tarihi eser ve yapıların
bakımlarının da ihmal edildiğinin altını çizdi.
Ahunbay, "Örneğin Mimar Sinan'ın Uzunkemer'i uzun
süre bakımsız bırakıldı" dedi. Türkiye'de birçok
ahşap ve özgün tarihi yapının bulunduğunu belirten
Ahunbay, bu ahşap yapıların da restorasyonlar
sırasında gereken özen verilmediği için dokularını
ve özgünlüklerini yitirdiğini belirtti. Ahunbay,
"Ahşap olması gereken yerlerde beton kullanılıyor bu
tür şeylerle çokça karşılaşıyoruz. Tarihi yapıların
yaşatılması ve korunması gerekiyor. Korumak için
anlamak lazım" diye belirtti.
'TARİHİ YAPILARA YÖNELİK POLİTİKA
OSMANLI'DAN DEVRALINDI'
Ahunbay'ın ardından ise, Mimar Sinan Üniversitesi
Mimarlık Bölümü öğretim üyesi Burcu Selcen Coşkun
"Erken Cumhuriyet Döneminde Anıtsal Yapıların
Güçlendirilmesi Yaklaşımları" üzerine sunum yaptı.
Selcen, Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihi yapılara
yönelik politikalarını genel anlamda Osmanlı'dan
devraldığını kaydetti. Ardından "Kapadokya Kaya Oyma
Kiliselerinde Gerçekleştirilen Restorasyon
Çalışmalarının Değerlendirilmesi" adlı bir sunum
yapan İTÜ Mimarlık Bölümü Araştırma Görevlisi Bilal
Bilgili de, Elmalı ve Barbara kiliselerinde yapılan
restorasyon çalışmalarının eksik olduğunu tarihi
yapılarda aşınmaların söz konusu olduğuna dikkat
çekti.
Sempozyum 3 gün boyunca kültürel varlıkların
korunması noktasında yapılacak sunumlarla devam
edecek.
Evrensel, 27.11.2013
|
12 BİN YILLIK TARİH, 80 YIL DAHA KAZILACAK

Bir köylü tarafından bulunan oymalı bir taş insanlık
tarihinin yeniden yazılmasını sağlayan kazıları
başlattı. Mitolojiye göre, Adem ile Havva'nın
cennetten kovulduktan sonra buluştukları
Göbeklitepe'de dünyanın ilk tapınağı günümüzden tam
12 bin yıl önce Cilalı Taş Devri'nde kurulmuş.
İnsanlık tarihinin yeniden yazılmasını sağlayacak
bilgileri barındıran Göbeklitepe, dünyanın en büyük
arkeolojik keşfi olarak kabul ediliyor. Kazıların 80
yıl daha sürmesi bekleniyor. Göbeklitepe'nin bulunma
hikayesi aslında 1963'lere kadar gidiyor. Ancak o
tarihlerdeki yüzeysel çalışmalardan çıkan sonuçlarla
değeri anlaşılamadı.
TARİH YENİDEN YAZILACAK
İnsanlık tarihini değiştirecek çok önemli
bulguları barındıran Göbeklitepe'nin gerçek anlamda
önemi ise Şanlıurfa Örencik Köyü'nden Şavak
Yıldız'ın, tarlasını sürerken bulduğu oymalı taşı
müzeye götürmesiyle ortaya çıktı. Tarlasından çıkan
taşı, tarihi değeri olabileceği şüphesiyle müzeye
götüren Yıldız, dünyadaki arkeolojik bilgileri yerle
bir eden 12 bin yıllık Göbeklitepe Tapınağı'nın
ortaya çıkarılmasını sağlamış oldu. 2007'den
itibaren Klaus Schmidt başkanlığında yürütülen 5 bin
metrekarelik alanda yapılan çalışmalarda, 20 adet
tapınma amaçlı alan keşfedilirken, bunlardan şimdiye
kadar 6 tanesi gün yüzüne çıkarıldı. Göbeklitepe,
Harran Ovası'na hakim konumuyla bugüne kadar çok az
bölümü kazılmış olmasına rağmen avcı-toplayıcı yaşam
biçiminden dini mekanların biçimlenmesi, tapınak
mimarisinin ve sanatın doğuşu, tarım ve hayvancılığa
geçiş sürecini anlamamıza katkılar sağlayan
benzersiz bir tarih öncesi yerleşimi özelliği
taşıyor.
PİRAMİTLERDEN 7 BİN 500 YIL ÖNCE
Dünyanın en eski ve büyük tapınağı olan Göbeklitepe,
dünyanın en ünlü tapınakları olan Mısır
Piramitleri'nden 7 bin 500 yıl ve İngiltere'deki
Stonehenge'den 8 bin yıl önce inşa edilmesiyle
değerini ortaya koyuyor. Kazılarla birlikte,
yerleşik hayata geçişle ilgili bilinen tüm bilgileri
alt üst eden buluntular ortaya çıktı. Dünyada kabul
gören arkeolojik görüşe göre insanoğlunun avcı ve
toplayıcı yaşam biçiminden yerleşik hayata
geçmesindeki en önemli faktörler açlık korkusu ve
korunma içgüdüsü olarak gösterilirken, Göbeklitepe
buluntuları ile yerleşik yaşama geçişte dinsel
inanışların da etkisinin olabileceği ispatlanmış
oldu. İnsanlığın doğduğu yer olarak gösterilen
Göbeklitepe, UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'ne
de alındı. Göbeklitepe, Standford Üniversitesi başta
olmak üzere birçok yabancı üniversite tarafından da
son yılların "en büyük arkeolojik keşfi" olarak
gösteriliyor. Şanlıurfa Müze Müdürü Müslüm Ercan,
"Jeoradar taramalarla 24 tane tapınak tespit edildi.
Şu anda sekizinci tapınağın kazısı
gerçekleştiriliyor. Arkeolojik kazı 70-80 yıl devam
edecek diyebiliriz" dedi.
Sabah, Haber: Ali
Balcı, 26.11.2013
|
TAŞ MEKTEP, MİLLİ MÜCADELE MÜZESİ OLUYOR

Kayseri
Büyükşehir Belediyesi tarafından Kayseri Lisesi'ne
yaptırılan ve eğitim camiasının hizmetine sunulan ek
bina, 28 Kasım Perşembe günü düzenlenecek törenle
açılacak. Taş Mektep olarak bilinen eski bina ise
yakın zamanda Milli Mücadele Müzesi'ne
dönüştürülecek.
Kayseri Lisesi'ne kazandırılan 10 derslikli
binada 160 kişilik tribünlü spor salonu ve 260
kişilik konferans salonunun yanısıra, yönetim
odaları ve diğer birimler bulunuyor. Belediye
tarafından ayrıca yenilenen C Blokta ise 20 derslik,
laboratuarlar ve kütüphane yer alıyor.
AÇILIŞ RENKLİ GÖSTERİLERE SAHNE OLACAK
Büyükşehir Belediyesi'nin yaptırmış olduğu yeni
lise binasının açılışı 28 Kasım Perşembe günü saat
13.00'te çeşitli etkinliklerle yapılacak. Törende,
Yetenek Sizsiniz programıyla adını duyuran Karizma
Şov, Kaya Adamlar ve bisikletli akrobasi gösterileri
yer alacak.
Kayseri Lisesi'nin Taş Mektep olarak bilinen ana
binası ise Milli Mücadele Müzesi'ne dönüştürülecek.
Müzede, Kayseri Lisesi'nin Sakarya Meydan
Muharebesine giden öğrencileri nedeniyle 1920-21
döneminde mezun verememesi başta olmak üzere milli
mücadele yıllarının en çarpıcı örneklerini anlatan
eserler ve görsel malzemeler yer alacak.
Zaman, 25.11.2013
|
TARİHİ ASANSÖR 106
YILDIR AYAKTA

İzmir'in Karataş
semtindeki Mithatpaşa ve Halil Rıfat Paşa caddeleri
arasında ulaşımı kolaylaştırmak amacıyla 1907
yılında Yahudi işadamı Nesim Levi Bayrakoğlu
tarafından yaptırılan asansör, kentlerde yükseklik
farkı bulunan iki yerleşimi birbirine bağlayan
dünyadaki sayılı açık hava asansörlerinden birisi
olmasıyla dikkati çekiyor.
Karataş semtindeki asansör, Türkiye'de bu amaçla
yapılan tek, dünyadaki ise sayılı örnekler arasında
yer alıyor.
Dünyadaki benzerlerinin en eskileri arasında yer
alan tarihi İzmir asansörünün yapım öyküsü insan
yaşamını kolaylaştırmaya dayanıyor. İnşa edildiği
dönemde İzmir'in Yahudi yerleşim merkezlerinden
Karataş, Mithatpaşa Caddesi olarak adlandırılan
sahil şeridi ile 58 metre yukarısındaki bugün Halil
Rıfat Paşa olarak adlandırılan iki ayrı yerleşimden
oluşuyor. İki yerleşim arasındaki yaya ulaşımı ise
Müslüman nüfusun "Karataş Merdiveni", Yahudiler'in
ise en üst bölümünde bululunan Devidas Ailesi'nin
evi dolayısıyla "Devidaslar'ın Merdiveni" olarak
andığı 155 basamaklı sokak merdiveniyle
sağlanıyordu. Asansörün halk arasındaki kuruluş
öyküsüne göre, Devidas Ailesi'nin bugün adı
bilinmeyen babasının bir gün merdivenlerde düşüp
ayağının kırılması üzerine, sahil kesiminde oturan
ve Devidas Ailesi'nin yakın dostu Nesim Levi
Bayraklıoğlu, iki yerleşim arasında yaya ulaşımını
kolaylaştırmak üzere tarihi asansörü yaptırır.
Tuğlaları Marsilya'dan getirilmiş
Asansör giriş kapısının üzerinde, İbranice'nin
yanı sıra Fransızca "Ascenseur Construit Par Mon.
Nissim Levy 1907'" yazılı kitabe bulunan asansör
kulesi, taş yapı temeli üzerine tuğla örülü.
Asansörün taş yapı bölümünün ardından balkona kadar
iki kademede ufalarak devam eden tuğla döşemeleri,
Marsilya'dan getirildi. Çift kabinli olarak inşa
edilen ve soldaki mekanizması su buharı, sağdaki ise
elektrik enerjisi ile çalışır olarak faaliyete giren
asansörün Mithatpaşa Caddesi girişindeki holün
solunda hidrolik kazan dairesi, Halil Rıfat Paşa
Caddesi çıkışının solunda ise makine dairesi yer
alıyor. Asansörün varış noktasında, demir konsollar
ile taşınan ahşap bir balkon bulunuyor, balkonun
dökme demir korkulukları ise dönemin en güzel motif
örnekleriyle süslü.
Her daim kentin hizmetinde
Tarihi asansör, yaptırıldığı günden itibaren
kentin hizmetinde oldu. İki cadde arasındaki ulaşımı
kolaylaştırmak amacıyla yaptırılan asansör, 1942
yılında Şerif Remzi Reyent'e satılıncaya kadar
geliri Karataş Musevi Hastanesi'ne bağışlandı.
Reyent'in ölümü üzerine yeğeni Ayla Ökmen'e kalan ve
bu süreçte bir süre kapalı kalan asansörün
mülkiyeti, 1983 yılında İzmir Belediyesi'ne
bağışlandı ve 1985 yılında restorasyondan
geçirilerek her iki kabini de elektrikle çalışır
halde düzenlendi. Kent ulaşımına 1992 yılına kadar
hizmet veren asansör, 1992 yılına gelindiğinde İzmir
Büyükşehir Belediyesince gerçekleştirilen ikinci
restorasyon sonrası kent turizmine kazandırıldı.
Asansör Restoran ve Dario Moreno Sokağı
İzmir'in 106 yıldır ayakta duran en önemli
yapılarından biri olan asansör, iki semt arasında
ulaşımı kolaylaştırmanın yanı sıra eşsiz manzaraya
sahip restoran, kafe ve bar olarak kent turizmine
hizmet ediyor. Kente gelen turistlerin uğrak
noktalarından biri haline gelen asansörde, İzmir
Büyükşehir Belediyesi iştiraklerinden Grand Plaza
tarafından işletilen 110 kişilik restoran, 80 kişi
kapasiteli teras kafe ve sadece kış mevsiminde
hizmet veren 70 kişi kapasiteli Ceneviz Bar
bulunuyor. Akdeniz mutfağı ağırlıklı yemeklerin
servis edildiği Asansör Restoran, atmosferi ile
konuklarına unutulmaz anlar yaşatıyor. Asansör,
Mithatpaşa Caddesi girişinde yer alan dünyaca ünlü
İzmirli şarkıcı Dario Moreno'nun eviyle de ayrı bir
cazibeye sahip. Ünlü şarkıcının 1940'lı yıllarda 4
kardeşi ve annesiyle yaşadığı evin bulunduğu sokağa
İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin 1992 yılında aldığı
kararla "Dario Moreno Sokağı" adı verildi ve
Moreno'nun evi müze olarak düzenlendi.
Dünyadaki açık hava asansörleri
İzmir'deki asansörün benzerleri, Portekiz,
İsviçre, Brezilya, Çin ve ABD'de bulunuyor.
Portekiz'de 1902 yılında hizmete açılan Santa Justa
Asansörü, Lizbon'daki aynı adlı sokakta bulunuyor ve
kent merkezi ile yukarıda yer alan Carmo Meydanı'nı
birbirine bağlıyor. İsviçre'de bulunan Hammetschwand
Asansörü, Lucerne Gölü'ne bakan Burgenstock
Platosu'nun üzerindeki kayalık yola bağlantıyı
sağlıyor ve 153 metre yüksekliğiyle Avrupa'nın en
yüksek açık hava asansörü unvanına sahip.
Brezilya'daki Lacerda Asansörü ise Salvador'un
aralarında 72 metre yükseklik farkı bulunan eski ve
yeni şehir kısımlarını birbirine bağlıyor. Çin'deki
Bailong Asansörü ise tam 326 metre yüksekliğe sahip
ve Zhangjiajie bölgesindeki en büyük uçurumlardan
birinin kenarında yer alıyor. Dünyanın en yüksek ve
en ağır açık hava asansörü olan Bailong Asansörü,
turistik amaçlı hizmet veriyor. ABD'nin tek açık
hava asansörü ise Oregon Şehri Belediye Asansörü.
Oregon'daki iki mahalleyi birbirine bağlayan asansör
1915 yılında yaptırılmış
İzmir Kent Haber,
25.11.2013
|
 |
BEİT HİLLEL SİNAGOGU HAYATA DÖNÜYOR
DHA'nın haberine göre, tarihi Kemeraltı Çarşısı'nda bulunan ve 2006 yılında çıkan yangında çatısı yanan Beit Hillel Sinagogu’nun geriye dört duvarı kaldı. Bu duvarların bir bölümü de daha sonra yağan yağmurdan zarar görüp, geçen yıl yıkıldı. 1809 yılında, 19’uncu yüzyılın önemli din adamlarından Haham Hayim Palaçi ailesinin evinde kurulan, şimdi ise İzmir Musevi cemaatine ait olan sinagog için, İzmir Büyükşehir Belediyesi, Dokuz Eylül Üniversitesi Mimarlık Fakültesi'ne proje hazırlattı. Bunun ardından, İzmir İl Özel İdaresi'nin de katkı koyduğu, 182 bin 532 bin TL'ye mal olacak rekonstrüksüyon çalışmalarına başlandı.
Bölge esnafı kurtarılmayı bekleyen çevredeki diğer sinagog ve havraların da yaşama döndürülmesinin bölgeye çok sayıda turist çekeceğini ve kentte inanç turizminin gelişmesine büyük katkı kayacağını dile getirdi.
Yapı, 25.11.2013
|
DENİZ PALAS SATILMIYOR

İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı'nın (İKSV)
Şişhane'deki merkezi Deniz Palas satılmaktan
kurtuldu. Önceki gün gerçekleştirilen yönetim
kurulunda binanın satışı tekrar tartışıldı. Gelen
tepkileri değerlendiren İKSV Yönetim Kurulu Başkanı
Bülent Eczacıbaşı binayı Eczacıbaşı Grubu adına
satın alarak vakfa hibe etmeyi gündemine aldı.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV), kar amacı
gütmeyen bir sivil toplum kuruluşu olarak Nejat
Eczacıbaşı, 17 işadamı ve sanatseverler tarafından
1973'te kuruldu. Amacı İstanbul'da uluslararası
sanat festivalleri düzenlemekti. Bunu layıkıyla
başardı ve düzenlediği birbirinden önemli
etkinliklerle sanatseverlerin gözdesi oldu.
2004'TE
RESTORE EDİLDİ
Vakfın kurucusu Nejat Eczacıbaşı vakfın bir
mülkünün olmasını da istiyordu. Ancak bunu
gerçekleştiren Şakir Eczacıbaşı oldu. Deniz Palas'ın
İKSV'nin merkezi olma çalışmalarını 1993'te İKSV
Yönetim Kurulu Başkanlığı'nı devralan Şakir
Eczacıbaşı başlattı. 2004'te alınan bina, Doğan
Tekeli tarafından restore edildi. 2010'da da
İKSV'nin merkezi olarak açıldı.
35 MİLYON TL
BORCU VAR
Ancak vakfın satın alınması ve restorasyon
sürecinde Akbank, Garanti, İş Bankası'ndan
kullandığı krediler nedeniyle borçları 35 milyon
TL'ye ulaşan binanın satışına karar verildi.
İKSV'nin Şakir Eczacıbaşı'nın vefatından sonra
başkanı olan Başkanı Bülent Eczacıbaşı, satış
konusunda yaptığı açıklamalarda “Borçlu bir vakıf
lüks binada oturmaz” diyerek satışın gerekli
olduğunu açıklıyordu.
İKSV'nin binayı 15 milyon dolara satın aldığını ve
bölgenin çok değerlenmesi nedeniyle satışa karar
verdiklerini açıklayan Eczacıbaşı, “Bu satış vakfın
35 milyon TL'lik borcunu kapatıp yeni binaya
taşınmamızı sağlayacak” diyordu.
KAPSAMLI
ETKİNLİK YAPILACAK
İKSV'nin bu borçları nedeniyle birçok etkinlikten
vazgeçmek zorunda kaldığını, satıştan gelecek
parayla çok daha kapsamlı etkinlikler yapılacağını
söyleyen Eczacıbaşı bina ile ilgilenen dört grubun
olduğunu da açıklamıştı. İhaleye çıkan ve satış için
açıklama beklenen bina için geçtiğimiz günlerde
Doğuş Grubu ve Erol Tabanca'nın adı da talipler
arasında yer aldı.
Milliyet, 24.11.2013
|
ALMAN MÜZELERİ BASKI ALTINDA
Almanya’da ortaya çıkan
Nazi tabloları skandalından sonra
Alman müzeleri arşivlerini dijital ortamda tüm
ilgililere açmak için baskı altına alındı. Skandal,
Münih’te bir
apartman dairesinde yapılan
inceleme esnasında milyonlarca
dolar değerindeki tabloların bulunmasıyla ortaya
çıkmıştı.
Nazilerin
dünyaca ünlü ressamlara ait tablolara el koyduğu
ve Nazi rejimine yakın bir aracı vesilesiyle sattığı
belirlenmişti. Alman yetkililerin bu
skandalı iki yıl boyunca saklamış olması ise
olayın boyutunu genişletti. Şimdi Alman
müzelerinden, benzer olayların önüne geçilmesi adına
bir takım düzenlemelere gitmeleri bekleniyor.
1998’de
Washington DC’de
kabul edilen bir anlaşmaya göre, Alman müzeleri,
koleksiyonlarında Naziler tarafından el konulan
eserler olup olmadığını bildirmek zorunda. Ancak
müzelerin bütçe kısıntıları ve
personel eksikliği gibi mazeretlerle bu konuda
bir adım atmadıkları belirtiliyor. Ronald Lauder
gibi koleksiyonerler, “müzelerin ellerindeki
eserleri listelemek istemediklerini, zira bu
eserler üzerinde hak iddiları olabileceğinden
endişe ettiklerini” iddia ediyor.
Bu olaylar,
ABD hükümeti ve
Londra merkezli “Avrupa
Yağmalanmış Eserler Komisyonu”nu da harekete
geçirdi. ABD
Dışişleri Bakanı John
Kerry’nin özel danışmanı Stuart Eizenstat
yaptığı açıklamada, “Almanya gibi Avrupa’nın
ekonomik olarak en gelişmiş ülkesinin
sanat eserlerini dijital ortama taşıması için
kaynak bulamamasını anlayamadığını” ifade
etti.
Alman yetkililer ‘orta
yol’ arıyor
Cornelius Gurlitt isimli adamın evinde ele
geçirilen tabloların akıbetinin ne olacağı
merak konusu. Alman yetkililer, eserlerin
590’ının Naziler tarafından el konulmuş olup
olmadığını araştırıyor. Bavyera
Adalet Bakanı Winfried Bausback ise
pazarlıkların, eserlerin sahiplerine geri verilmesi
ya da
güvenli bir yerde saklanması gibi modelleri
kapsadığını; bazı eserlerinse halka açık müzelerde
sergilenebileceğini söyledi.
Milliyet, 24.11.2013
|
AYASOFYA SAHTE ATATÜRK İMZASIYLA MÜZEYE ÇEVRİLDİ
Eski Türk Tarih Kurumu Başkanı ve
MHP
Grup Başkanvekili Yusuf
Halaçoğlu,
Ayasofya’nın müze olmasına ilişkin karardaki
Atatürk imzasının
sahte olduğunu öne sürdü. Ayasofya’nın tekrar
cami yapılması için
TBMM Başkanlığı’na teklif veren Halaçoğlu,
sözkonusu karara ilişkin iki
tarihi belgedeki Atatürk imzalarının
farklı olduğunu
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün de doğruladığını
kaydetti. Halaçoğlu, konuya ilişkin ilk kez
günışığına çıkan belgeler bulunduğunu belirtti.
Halaçoğlu “Ayasofya Atütürk’ün imzası sahte şekilde
taklit edilerek hukuksuz şekilde müzeye
dönüştürülmüştür. Müze olarak kullanılamaz” dedi.
‘Hukuksuzluk söz konusu’
Halaçoğlu, 1453’te Fatih
Sultan Mehmet’in
İstanbul’u fethetmesiyle cami olarak
hizmet vermeye başlayan Ayasofya’nın 1 Şubat
1935 yılında bu yana müze olarak kullanıldığını
anımsattı. Ayasofya’nın 24.11.1934 tarih ve 2/1589
sayılı
Bakanlar Kurulu kararı ile müze haline
getirildiğine dikkati çeken Halaçoğlu, şunları
kaydetti:
“Bu karar
Resmi Gazete vb. devletin hiçbir resmi yanınında
yayınlanmamış, bununla ilgili herhangi bir kayda da
rastlanılmamış.
Başbakanlık Mevzuatı
Geliştirme ve
Yayın Genel Müdürlüğü tarafından 07.06.1995
tarihinde, Ayasofya Kararnamesi’nin Resmi Gazete’de
yayımlanıp yayımlanmadığına dair verilen bir
dilekçeye 14.06.1995’te
Genel Müdür Özgür Erkman imzası ile ‘24.11.1934
tarih ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu kararının
Resmi Gazete’de yayımlanmadığı tespit edilmiştir’
cevabı veriliyor. 1924 Anayasası’na göre de, bugünkü
anayasaya göre de tasarı, teklif ya da
kararnamelerin, yasa ya da KHK olabilmeleri için
cumhurbaşkanıın onayından sonra Resmi Gazete’de
yayımlanmaları gerekiyor. Ama Ayasofya için böyle
bir durum sözkonusu değil. Burada açıkça hukuksuzluk
var.”
3 gün önce imza imkansız
Halaçoğlu, Ayasofya’nın müze yapılmasına ilişkin bir
tuhaflığın da Bakanlar Kurulu kararnamesinin
altındaki Atatürk imzasında göze çarptığını
vurgularken, “Mustafa Kemal’e Atatürk soyadının
verildiği 2587 sayılı Özel
Kanun, Resmi Gazete’de 27.11.1934 tarihinde
yayımlandı. Atatürk’ün imzasının bulunduğu Ayasofya
kararnamesinin tarihi ise 24.11.1934. O halde, 3 gün
öncesinden. Atatürk’ün kararnameyi imzalamış olması
da mümkün gözükmüyor. Burada açıkça bir
sahtecilik sözkonusudur” diye
konuştu.
Halaçoğlu, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün Ayasofya
Kararnamesi üzerindeki Atatürk imzası ile diğer
Atatürk imzalarının farklı olduğunu tespitini
yaptığını kaydetti. Halaçoğlu, Emniyet’in “ilgili
dilekçeniz ekinde fotokopisi bulunan 24.11.1934
tarih ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu
Kararnamesi’nde Reiscumhur adına atılı bulunan
imzanın, yine dilekçeniz ekinde sunulan Atatürk’ün
örnek imzalarına biçimsel açından fark gösterdiği
ilk bakışta belirlenebilmektedir” cevabını verdiğini
belirtti.
‘Müze olarak kullanılamaz’
Halaçoğlu, “Bütün bunları alt alta koyduğunuzda
burada bir imza sahteciliği bulunduğunu söylemek
kaçınılmaz” dedi. Ayasofya Camii’nin 19.02.1936
tarihli
tapu senedine göre Fatih Sultan Mehmet Vakfı
adına cami olarak tapulu olduğunu ve
Vakıflar Genel Müdürlüğü Kütük Defteri’nde de
ayın şekilde cami olarak kayıtlı olduğuna dikkati
çeken Halaçoğlu, “Ayasofya’nın şu an müze olarak
kullanılması yasalara aykırıdır” dedi. Halaçoğlu,
TBMM Başkanlığı’na sunduğu bir yasa teklifiyle
Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesini istedi.
Mlliyet, Haber: Önder Yılmaz, 24.11.2013
******
HALAÇOĞLU'NDAN ŞOK İDDİA!
Türk Tarih Kurumu Eski Başkanı ve MHP Grup
Başkanvekili Yusuf Halaçoğlu, A Haber'de
yayınlanan Mehmet Ali Önel yönetimindeki"60
DAKİKA" programına konuk oldu…
8 Kasım 2013 tarihinde Ayasofya'nın yeniden cami
olarak ibadete açılması için TBMM'ne kanun
teklifi veren Halaçoğlu programda çok çarpıcı
açıklamalarda bulundu…
Yayında devlet arşivinden çıkardığı 07.11.1934
tarihli Ayasofya'yı müze haline getiren
kararnameyi gösteren Halaçoğlu, kararnamedeki
imzanın sahte olduğunu öne sürdü. İddialarının
belgelere dayandığını belirten Halaçoğlu,
"Atatürk'ün bu kararnamelerin hiç birinde ıslak
imzası yok! Bütün imzalar sahte" dedi.
Halaçoğlu "Bu kararname geçerli değil. Çünkü
Resmi Gazete'de hiçbir zaman yayınlanmadı.
Atatürk Ayasofya'nın müzeye dönüştürülmesine
şiddetle karşı çıkınca Atatürk'ün imzası taklit
edildi.Atatürk öldükten sonra Şükrü
Saraçoğlu'nun Başbakanlığı döneminde Milli
Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından bir
kitapçık bastırılıyor. Atatürk'ün sahte imzasını
taşıyan bu kararnameyi ilk defa bu kitapta
görüyoruz. 1924 Anayasasına göre Resmi Gazete'de
yayınlanmamış Bakanlar Kurulu kararının
geçerliliği yoktur" Şeklinde konuştu…
Canlı yayında Fatih Sultan Mehmet'in Ayasofya
ile ilgili 2 sayfalık vasiyetini de okuyan
Halaçoğlu, "Fatih Sultan Mehmet vasiyetinde kim
Ayasofya'nın yerine başka bir şey inşa ederse,
Allah'ın laneti üzerine olsun. Diye yazmıştır"
dedi.
HALAÇOĞLU: AYASOFYA BAĞIMSIZLIĞIMIZIN
SEMBOLÜDÜR!
Prof.Dr. Yusuf Halaçoğlu : O dönemde Savaşla
kazanılan yerlerde bir kılıç hakkı olarak o
beldedeki en büyük mabed camiye çevrilirdi. O
yüzden Fatih Sultan Mehmet en büyük mabed olarak
Cuma günü Ayasofya'ya gitmiş ve orası
hazırlanmıştır. Enteresandır ki Ayasofya'nın
yönü kıble ile aynıdır. Ayasofya,
peygamberimizin övgüsüne mazhar olan bir
fetihtir. İşte bu ve daha birçok nedenle
Ayasofya, Türklerin İstanbul'a hakimiyetinin
sembolüdür. Bugün Türkiye Cumhuriyetinin de
bağımsızlığının sembolüdür."dedi
Sabah, 26.11.2013
AYASOFYA İÇİN TBMM'YE
ÇAĞRI YAPTI
Türk Diyanet
Vakıf-Sen Genel Başkanı Nuri Ünal, Ayasofya’nın 78
senedir ezana ve cemaate hasret bırakıldığını
belirterek, TBMM’ye bu konuda harekete geçme çağrısı
yaptı.
Nuri Ünal, yaptığı
yazılı değerlendirmede, “İstanbul’un
fethedilmesiyle birlikte Ayasofya, cami olarak
ibadete açılmıştı. Ayasofya, fethin
gerçekleşmesinden 1 Şubat 1935 yılına kadar yani 482
sene ibadete açık olarak devam etmiştir. 482 sene
cemaati olan, minaresinden ezan sesi eksik olmayan
Ayasofya 78 senedir cemaate ve ezana hasret
bırakılmıştır. Müze olarak kullanılmaya başlamıştır.
O tarihten itibaren de yürekler buruk ve hüzünlüdür.
Peygamber Efendimiz (sas)'in hadisine mazhar olmuş,
şanlı ecdadımızın bizlere emaneti olan Ayasofya
mahzundur.” ifadelerini kullandı.
TBMM’yi bu konuda harekete geçmeye çağıran Nuri Ünal
“Kiliseler
yaptırılıyor. Araziler azınlıklara veriliyor. Fakat
Ayasofya’ya kimse dönüp bakmıyor. TBMM artık bu
konuda harekete geçmeli Ayasofya’yı cemaate
kavuşturmalı, ezanla buluşturmalıdır.” dedi.
“KARARNAME SAHTEYMİŞ”
Tarihçi ve
Kayseri
Milletvekili Prof.Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun
Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi ile ilgili
çarpıcı belgeleri gün ışığına çıkardığını hatırlatan
Ünal, şunları söyledi: “Sayın Halaçoğlu, devlet
arşivinden çıkardığı 07.11.1934 tarihli Ayasofya'yı
müze haline getiren kararnamedeki imzanın sahte
olduğunu ifade ediyor ve belgeleri ile de bunu
gösteriyor. Halaçoğlu, 'Atatürk'ün bu kararnamelerin
hiçbirinde ıslak imzası yok. Bütün imzalar sahte'
diyor. Ortada böyle bir vaka varken mesele
Müslümanın camisi olunca niçin sessiz kalınıyor?"
Ünal, Halaçoğlu tarafından TBMM’ye verilen kanun
teklifini desteklediklerini belirterek, “Bizler de
Türk Diyanet Vakıf-Sen olarak, dünya incisi
İstanbul’un
fethinin sembolü Ayasofya’nın cami olarak ibadete
açılmasını ve minarelerinden beş vakit ezanın
okunmasını hasretle beklemekteyiz.” dedi.
Konya Hakimiyet,
29.11.2013
|
SAFRANBOLU'NUN TARİHİNİ AYDINLATACAKLAR
Karabük Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi
ve ekibi tarafından
Safranbolu'da iki yıl önce başlatılan kazı
çalışmalarında bizans dönemine ait dört insan
iskeletine ulaşılırken kazı çalışmalarını yürüten
Yrd. Doç.Dr. Şahin Yıldırım,"Şu ana kadar
Safranbolu'da yaşayan en eski bireylere ulaşmış
durumdayız" dedi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan alınan izinle 17
metre yüksekliğindeki Büyük Göztepe tümülüsünde 2011
yılında kazı çalışmaları başlatıldı. Mevsim
koşulları ve ödenek yetersizlikleri nedeniyle
belirli dönemlerde aksayan çalışmalar yeniden
başladı.
Karabük Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim
Üyesi Yrd. Doç.Dr. Şahin Yıldırım başkanlığında 10
işçi ve 5 arkeoloji öğrencisinin katıldığı MÖ
4'üncü yüzyıl'a ait olduğu düşünülen tümülüsteki
kazı çalışmalarında iki kadın iki erkek iskeletine
ulaşıldı.
Kazı yapılan alanın iki bin 500 yıl boyunca yer
alan bir tepe olduğunu belirten Yrd. Doç.Dr.
Yıldırım, "Tepenin üst kotlarında yüzeyden 50
santimetre kadar aşağıda dört tane insan iskeleti
ile karşılaştık. İlk izlenimlerimize göre 2'si kadın
2'si erkek insan iskeleti. Mezar tipi ve
çevresindeki bulgulara göre mezarların Bizans
dönemine ait olduğunu düşünüyoruz. Şu ana kadar
Safranbolu'da yaşayan en eski bireylere ulaşmış
durumdayız. İskeletler incelenmek üzere laboratuvara
kaldırıldı" dedi.
Kazı çalışmalarının 2011 yılında başladığını
hatırlatan Yrd. Doç.Dr. Yıldırım şunları söyledi:
"Buradaki çalışmalara 2011 yılında başladık.
Ancak mevsim şartlarının uygunsuzluğu ve yeterli
ödeneğimizin olmamasından dolayı çalışmalar yarım
kalmıştı. Bu sene tekrar
Kültür ve Turizm Bakanlığı'na başvuruda
bulunuldu. Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel
Müdürlüğü'nün sağladığı ödenek sayesinde
Karabük Valiliği,
Safranbolu Kaymakamlığı ve
Safranbolu Belediyesi'ninde katkılarıyla bir
aydır kazı çalışmaları sürüyor. 17 metre
yüksekliğinde büyükçe bir mezar anıtı. 8-9 metre
kadar daha aşağıya inmemiz gerekiyor. Bu kotlardan
itibaren de
Safranbolu'nun tarihine ışık tutacak bulgulara
ulaşmayı umut ediyoruz. Bizim için uygun olan mevsim
şartları böyle devam ettiği sürece burada 15-20 gün
sonra bir sonuca varmayı planlıyoruz"
haberler.com, 24.11.2013
|
TROYA MÜZESİ İNŞAATI DEVAM EDİYOR
Çanakkale'de bulunan Troya
antik kentinde çıkan
tarihi eserlerin sergileneceği Troya Müzesi inşaatı
sürüyor. İnşaata inceleme yapan AK Parti Çanakkale
Milletvekili Mehmet Daniş, müzenin bitmesinin
ardından yurtdışında bulunan Troya hazinelerinin
geri getirmek için çalışmalar hızlanacağını söyledi.
Çanakkale merkeze bağlı Tevfikiye Köyü sınırları
içindeki Troya Antik Kenti yanında temeli atılan
Troya Müzesi inşaatı sürüyor. 2014 yılında
tamamlanması planlanan müzenin ardından, çeşitli
ülkelerde bulunan Troya hazinelerinin Çanakkale’ye
dönmesi için temaslar sıklaştırılacak. Yüklenici
firma tarafından inşaatına hızla devam edilen Troya
Müzesi'nin 2014 yılı içinde tamamlanması
planlanıyor. Antik kentten kaçırılan hazinelerin
geri dönüşüne imkan sağlayacak müze yaklaşık 22
milyon liraya mal olacak. Troya Müzesi, 3 bin
metrekaresi sergi salonu olmak üzere toplam 10 bin
metrekarelik kapalı alana sahip olacak. Müzede Troya
ören yeri ve Çanakkale ilinde yer alan kazılarda
bulunan arkeolojik eserler, çağdaş müzecilik
anlayışına uygun olarak sergilenecek. Troya Müzesi
İnşaatında incelemelerde bulunan AK Parti Çanakkale
Milletvekili Mehmet Daniş, yıllardır konuşulan müze
projesinin hayata geçirilmesinden dolayı mutlu
olduğunu söyledi. Daniş, özellikle turizm kenti olma
gibi bir hedeflerinin olduğunu belirterek, "Ama
bunun içini dolduramıyorduk. Turizmden sektörel
anlamda çok fazla istifade edemiyorduk. Bu projenin
başlamasıyla birlikte bir sinerji de oluşmaya
başladı. Bu müze, Türkiye’deki çok önemli birkaç
müzeden birisi olacak. Müzenin bitmesiyle birlikte
yeni bir sürece girmiş olacağız. Troya eselerinin
çoğu dünyanın 20’den fazla ülkesine dağılmış
durumda. Bu eserlerin Türkiye’ye dönmesi için Kültür
Bakanlığımız bünyesinde bir çalışma var. En son 20
parça eser ülkemize geldi. Müzeyi hayata geçirdikten
sonra, artık sesimiz daha gür çıkacak. Troya
eserlerinin Çanakkale’de sergilenmesi gibi, aslında
dünyanın gündeminde bir konumuz olacak." diye
konuştu.
Zaman, 24.11.2013
******
HAZİNELER TROYA'YA GERİ DÖNECEK

23 Eylül 2014’te tamamlanması beklenen müze, 22
milyon liraya mal olacak. Dünyanın 44 müze ve
koleksiyonuna dağılmış eserler geri gelecek. 125 yıl
sonra Pennsylvania Üniversitesi getirilen ve 24
parçadan oluşan Troya eserleri de bu müzede
sergilenecek. Puşkin Müzesi’nden de 8 bin eser
gelecek.
Akşam, 24.11.2013
|
AYASOFYA VE BİTMEYEN FETİH
19 Kasım’da ajanslara
düşen haberlerde, merkezi Paris’te bulunan UNESCO’da
düzenlenen 19. Taraf Devletler Genel Kurulu’ndaki
seçimlerde 21 ülke arasından 121 oy gibi en çok oyu
alan Türkiye’nin, 2013-2017 dönemi için BM Eğitim,
Bilim ve Kültür Teşkilatının (UNESCO) önemli
organlarından Dünya Miras Komitesi üyeliğine
seçilmiş olduğunu öğrendik.
Bu güzel haberin ardından aynı gün Dışişleri
Bakanlığı da kamuoyuna yaptığı açıklamada; “Tüm insanlığın
ortak mirası kabul edilen, evrensel değerlere sahip
kültürel ve doğal varlıkları tanıtmak, toplumlarda
söz konusu mirasa sahip çıkma bilincini oluşturmak
ve çeşitli nedenlerle bozulan kültürel ve doğal
değerlerin yaşatılması için gereken önlemleri
almakla görevli Dünya Miras Komitesi’nin,
Türkiye’nin de 11 alanda kayıtlı bulunduğu Dünya
Miras Listesi’ne ilişkin çalışmaları yönetiyor.
Dünya Miras Listesi’nde halen 160 ülkeden 981 SİT
alanı ve kültür varlığı yer alıyor.
Türkiye’nin, Neolitik, Helenistik, Roma, Bizans,
Selçuklu ve Osmanlı gibi, Anadolu uygarlığının
birçok katmanını ve çeşitliliğini temsil eden 11
dünya miras alanının yönetimi ve korunması
konularında edindiği deneyim ve birikimini, Dünya
Miras Komitesi üyesi olarak uluslararası plana
yansıtmayı hedeflediğini, kültürel ve doğal
varlıkların evrensel değeri ve bunların korunarak
gelecek nesillere aktarımının bir insani sorumluluk
olduğu” yönünde seçilmenin de ruhuna uygun
biçimde Türkiye’nin konumunu ve görevlerini sıraladı
(http://www.aa.com.tr/tr/haberler/253691).
Buraya kadar her şey çok normal ve gayet güzel.
Fakat bu seçilmenin ve konuşmanın çok değil dört
gün öncesinde, 15 Kasım 2013 günü hükümet temsilcisi
Bülent Arınç İstanbul Ayasofya yakınında Halı
Müzesi’nin açılışını yaparken Trabzon Ayasofya
Camii’nin de ibadete açılması için karar
verdiklerini ve bunun üzerine dava açıldığını
belirterek; “İznik Ayasofya’da dava açan
olmadı. Ama Trabzon’da dava açan da oldu. Ama çok
şükür hukuk devleti olan Türkiye’de artık hakimler
var. Çok şükür Trabzon Ayasofya Camii de hukuk
kararıyla cami olduğu tescil edildi ve böylelikle
iki tane küçük Ayasofya Camii ibadethane olarak
faaliyete geçildi. Darısı demeyeceğim, farklı
anlarsınız. Ama Ayasofya Ayasofya derken, sanki
gönlüme bunlar geliverdi. Bu mahzun Ayasofya’ya
bakıyoruz, inşallah güleceği günlerin yakın olmasını
Allah’tan diliyoruz” dedi
Arınç’ın bu konuşmasından birkaç gün önce de MHP
milletvekillerinden Halaçoğlu da Ayasofya’nın
camiye çevrilmesi için yasa teklifi sundu.
FETİH KÜLTÜRÜ
Bilindiği üzere Yenikapı’da keşfedilen yeni
eserlerle, İstanbul’un kent tarihi en az 8000 yıl
öncesi Neolitik Çağ’a kadar uzanmış oldu. Bu yeni
keşiften önce Haliç, İstanbul Boğazı ve Marmara
Denizi arasındaki “Tarihi Yarımada” olarak
adlandırılan, Ayasofya’nın da yer aldığı bölge
içindeki tarihi yapılar 1985 yılında UNESCO Dünya
Miras Listesi’ne dört ana bölüm olarak dahil
edilmişti. Bunlar; Hipodrom, Ayasofya,
Aya İrini, Küçük Ayasofya Camii ve
Topkapı Sarayı’nı da içine alan Arkeolojik
Park; Süleymaniye Camii ve çevresini
içine alan Süleymaniye Koruma Alanı;
Zeyrek Camii ve çevresini içine alan Zeyrek
Koruma Alanı ve Tarihi Surlardır.
Avrupa ve Asya’yı birbirine bağlayan coğrafi
konumu, iklimi, benzer birçok neden ve güzelliği
İstanbul’u, binlerce yılın gözde çekim
merkezlerinden biri yapmıştır. Roma (Bizans)
ve Osmanlı İmparatorluklarına yapmış olduğu
başkentliği, farklı din ve kültürleri ile bu şehrin
dünya tarihinde silinmeyecek izlerden birisi de
Ayasofya’dır.
Fakat yukarıdaki verilen iki örnek dışında
Ayasofya bu günlerde yeniden camiye dönüştürülmesi
yönünde sistematik ve yoğun bir çabanın
hedefindedir. Bir yandan Dünya Mirası’nı koruma
komitesine seçilecekseniz diğer yandan da Dünya
Mirası sayılan Ayasofya’yı eksik kaldığı düşünülen
fethi tamamlamak için çabalar sarf edeceksiniz!
Ayasofya, resmi açılışının yapıldığı 15 Şubat 360
yılından itibaren yaşadığı yangınlar, depremler,
yağmalamalar, mimari değişimlerle tarihini
koruyarak bir şehir müzesi olmayı hak eden ilk
sıradaki yapılardandır. Öyle ki siz bu müzeyi daha
içeriden gezmeden dışından açık bir şehir müzesi
varlığı ile sizi bir zaman tünelinden geçirir ve
tarihin tüm yorgunluğuna rağmen, içeride ve dışarıda
tüm inanç topluluklarına büyük kubbesi altında yer
vermek için çabalamış gibidir.
Ayasofya’nın ilk öncül kilise yapıları ile birlikte
1653 yıllık tarihi serüveninde yaşadığı, tanık
oldukları ile her din ve inançtan halklar için
tartışmasız izleri, dünya insanlık mirasındaki yeri,
hukuki mevzuattaki konumu üzerine uzun uzun yazmak
mümkün olduğu gibi konuya az da olsa ilgi duyanların
çok iyi bildikleri bir konudur. Mesele bunun
idrakinde olunduğu halde Ayasofya’nın halen bir
fetih, cihat kültürü ile camiye dönüştürme çabasının
yarattığı yıkımları anlayamamakta! Diğer inanç ve
halk toplulukları, dillendirmeseler de bu fetih
kültürünü varlıklarına yönelmiş açık bir tehdit
olarak algılarlar! Hukukun da katlini!
Taraf, Yazı: Erdal Doğan, 23.11.2013
|
AKDENİZ'İN SIRLARI BU PROJEYLE AÇIĞA ÇIKIYOR

Pek çok Akdeniz uygarlığının doğup geliştiği
Türkiye, sualtı kültür mirası açısından dünyanın en
zengin ülkelerinin başında geliyor. Ancak bu önemli
kültür mirası yeterince bilinmiyor. 3 bin 300 yıllık
ünlü Uluburun batığı başta olmak üzere pek çok
tarihi batığı ve arkeolojik kalıntıları koynunda
barındıran Akdeniz'in Kaş ve Kalkan arasındaki
bölümünde yaklaşık 6 yıldır yürütülen çalışmalarla
bu konudaki farkındalığın arttırılması hedefleniyor.
Mimar ve Arkeolog Dr. Güzden Varinlioğlu'nun doktora
tezi olarak başladığı çalışmalar, SAD'ın öncülüğünde
geliştirilerek pek çok genç biliminsanı adayının
düşlerini süsleyen kapsamlı bir projeye dönüştü.
Derinlerdeki arkeolojik kalıntılar tespit
edildi
Antalya'nın Kaş İlçesi'nde 2007 yılında başlatılan
'Türkiye Sualtı Kültür Mirası Sanal Müzesi'
projesinde sona gelindi. Sualtı Araştıamaları
Derneği (SAD) tarafından başlatılan proje kapsamında
2008 ve 2011 yılları arasında yürütülen Erkut Arcak
Kaş Arkeopark Bilim Kampı programıyla yeni nesil
korumacı ve araştırmacı biliminsanı adayları
yetiştirildi. Yine aynı dönemde TÜBİTAK ve AKMED
gibi kuruluşların destekleriyle yürütülen 'Sualtı
Kültür Mirası' çalışmasıyla da bölgedeki arkeolojik
kalıntılar tespit edildi.
Sualtı kültür mirası sanal müzeye
aktarılacak
SAD tarafından projeyle ilgili yapılan açıklamada,
2013 yılında yürütülen 'Sanal Müze' projesi ile
Türkiye’nin sualtı kültür envanterinin sayısal
ortamda canlandırılmasına yönelik bir internet
platformu yaratılacağı belirtildi. Çalışmayla,
Türkiye kıyılarındaki sualtı kültür hazinesinin,
ileri teknoloji cihazlarla görüntülenerek,
zenginleştirilmiş görsellerle oluşturulan sanal
müzeye aktarılması hedefleniyor.
Çalışmalar özverili desteklerle
yürütülüyor
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın izniyle yürütülen
Sanal Müze projesine, İstanbul Teknik Üniversitesi
(İTÜ) ve UCLA (University of California, Los
Angeles) ile TÜBA (Türkiye Bilimler Akademisi)
bilimsel destek sağlıyor. Kaş Kaymakamlığı ve Kaş
Belediyesi'nin de lojistik destek sağladığı proje,
Antalya Deniz Ticaret Odası ve internet üzerinden
başlatılan kampanya ile kişisel desteklere
yürütülüyor.
Bölgedeki tüm batıkların yerleri saptandı
Çalışmaları sona yaklaşan Sualtı Kültür Mirası Projesi ile Kaş ve Kalkan arasındaki bölgedeki sualtı kültür mirası konusunda akıllara gelen "nerede, ne zaman, kimlere ait" gibi sorulara yanıt verebilecek nitelikte bir veri tabanı oluşturuldu. Neredeyse bölgedeki tüm batıkların yerlerinin saptandığı çalışmaların ardından sanal müze isteyen kişi ve kuruluşların hizmetine sunulacak.
Sol Haber, Haber: Yusuf Yavuz,
Fotoğraf: Murat
Draman,
www.sanalbatik.org.tr, 23.11.2013
|
AKYÜREK
GÖBEKLİTEPE'YE
DESTEK VERDİ
Akyürek Holding, dünyanın bilinen en eski tapınağını da içerdiği düşünülen ve tarihi 12 bin yıl öncesine dayanan Şanlıurfa'daki Göbeklitepe'ye sponsor oldu.
Holdingin Yönetim Kurulu Başkanı Serdal Akyürek, "Şanlıurfa'da kurululmuş bir firma olarak bölgenin gelişiminin ve bilinirliğinin artmasına destek olmak istiyoruz" dedi.
Sabah, 23.11.2013
|
|
GÖBEKLİTEPE DÜNYAYA AÇILIYOR

Tüm dünya nefesini tutmuş, Şanlıurfa’daki
muazzam arkeolojik keşiften, Göbekli Tepe’den
gelecek haberleri bekliyor. İşte müjdeli haber:
Arkeoloji dünyasının gözbebeği konumundaki Göbekli
Tepe’den çıkan ilk eserler nihayet bir fotoğraf
sergisiyle gün yüzüne çıkıyor

Konunun uzmanları tarafından bugüne dek yapılan
en önemli arkeolojik keşif olarak nitelendirilen ve
insanlık tarihini etkileyecek önemli bulguları
içeren, dünyanın ilk tapınağı konumundaki Göbekli
Tepe kazılarında her gün yeni bulgulara rastlanıyor.
Bu kazılarda çıkarılan on iki bin yıl öncesine ait
eserler, nihayet dünya vitrinine çıkıyor.

Fotoğraf sanatçısı Zekai Demir, Göbekli
Tepe’deki hayvan figürleri ve T biçimli anıtsal
dikilitaşları fotoğrafladı; bu fotoğraflar,
Kütahya’dan gelen taş dokulu seramiklere, özel UV
baskı teknolojisi ile kabartma şeklinde basıldı.

‘Dinin doğuşu’ betimlemesi yapılan Göbekli
Tepe’de, kazılarla birlikte yerleşik yaşama geçişle
ilgili bilinen tüm bilgileri altüst eden buluntular
yer alıyor. Dünyada kabul gören arkeolojik görüşe
göre, insanoğlunun avcı ve toplayıcı yaşam
biçiminden yerleşik hayata geçmesindeki en önemli
faktörler açlık korkusu ve korunma içgüdüsü olarak
gösterilirken Göbekli Tepe buluntuları ile yerleşik
yaşama geçişte dini inanışların da etkisinin
olabileceği ispatlanmış oldu.

Göbekli Tepe, Şanlıurfa’nın 18 km doğusundaki
Örencik Köyü yakınlarında bir dağ sırasının en
yüksek tepesinde yer alıyor.

İlk kez 1983’te fark edilen alan, 1995 yılından
bu yana Şanlıurfa Müzesi ve Berlin Alman Arkeoloji
Enstitüsü tarafından ortaklaşa yürütülen kazılarla
gün yüzüne çıkarıldı.

2007’den beri Alman bilim adamı Klaus Schmidt
başkanlığında yürütülen kazı çalışmalarının
yapıldığı Göbekli Tepe’de, yaklaşık 5 bin
metrekarelik alanda yapılan jeomanyetik taramalarda
çapları 8-30 metre arasında, daire biçimli 20 adet
tapınma alanı keşfedildi ve şimdiye kadar bunlardan
altı tanesi gün yüzüne çıkarıldı.

İnsanlığın doğduğu yer olarak gösterilen Göbekli
Tepe, UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’nde de yer
alıyor.

30 Kasım’a kadar ücretsiz olarak Şanlıurfa Vali
Kemalettin Gazezoğlu Kültür ve Sanat Merkezi’nde
gezilebilecek olan sergi, 2014 Şubat ayında ise
İstanbullularla buluşacak.
Hürriyet, 23.11.2013
|
BOSNA'NIN PİRAMİTLERİNİ DUYDUNUZ MU?

Yaşanan
savaş yüzünden Bosna-Hersek bugün maalesef en çok
savaş acılarıyla anılmakla beraber, doğal
güzellikleri olarak da en yoğun Saraybosna, Mostar,
Travnik gibi şehirler tanıtılmaktadır.
Oysa, savaşın bıraktığı izler haricinde,
Bosna-Hersek tarihi şehirler, yapılar, göller,
nehirler ve dağlarıyla da bilinmesi gereken bir
ülkedir.
Onlardan biri de Visoko şehri ve yakınında
“bulunan” piramitler, tırnak içinde “bulunan”
diyorum çünkü hala “var mı, yok mu” tartışması ve
kazıları sürmektedir. Aslında bu piramitler hakkında
birçok yabancı medya da haber, röportaj, belgesel
yayınladı ama nasıl oluyorsa Bosna piramitlerinin
durumu yeteri kadar bilinmiyor. National Geographic,
ZDF, MSNBC gibi dünya kanalları piramitler konusuna
yer vermişlerdi. Belki henüz her şey net ve belli
olmadığı için, belki de bazılarının iddialarına göre
bu piramitlerin gerçek olması herkesin işine
yaramayacağı için sessizlikte geçiyor. Onu
önümüzdeki zamanda göreceğiz ama şimdilik hiç olmasa
piramitlerin var olma iddiası gündemde yer almalıdır
diye düşünmekteyim, malum Türkiye’de de konuştuğum
kişiler arasında piramitleri duyan çok az kişi
vardı. Her ne kadar Türkçe kaynak da olsa, sanırım
bu olaya inanmışlığının düşük olmasından dolayı,
fazla gündemde kalmıyor.
Visoko şehrinde bulunan yapıtlar piramit
değillerse, gerçekten insan ne olduğuna dair merak
eder ama şehrin isminin de piramitlere uygun
olduğunu söylemek mümkündür, malum “visoko” –
“yüksek, uzun” anlamına gelmektedir. Bütün hikaye
2005 yılında, araştırmacı Semir Osmanagiç’in Visoko
şehrini ziyaret etmesiyle ve bu şehirdeki dağlara
ilgi göstermesiyle başladı. Osmanagiç ilk
araştırmalarında bir tepenin piramit şeklinde
olduğunu ve genel olarak piramitler gibi bu tepenin
de dört tarafının doğu-batı-kuzey-güney olarak
çevrili olduğunu kanıtladı. Bu duruma büyük ilgi
göstermeye başlayan Osmanagiç, piramitleri daha
detaylı araştırmak için bir vakıf kurdu ve yaptığı
incelemelere göre Visoko şehrinde birden çok piramit
bulunmaktadır; en çok ilgi çekenler arasında olan
Güneş piramidi, sonrasında Ay piramidi, Aşk
piramidi, Ejderha piramidi ve diğerleri. Güneş
piramidinin en çok ilgi çekiyor olması, 220 metre
yükseklikte bulunmasıyla dünyanın en yüksek piramidi
olması iddiasıdır. Aynı zamanda dünyanın en eski
piramidi olduğu iddiası da bulunmaktadır. Bazılarına
göre, bu iddiaların gerçekliğini örtmek isteyenler
vardır, malum doğru çıkması durumunda piramitler
konusunda bize önceden öğretilenler tekrar yazılmak
zorunda kalınacaktır. Piramitlerin kazıları hala
devam etmektedir, çoğunlukla gönüllülerle kazı
çalışmaları yürümekte, hatta Bakanlığın ilk dönemde
ayırdığı maddi destek miktarı da sonradan oldukça
azaldı. Tüm bunların sebebi ise, Bosna’da “Bosna’nın
İndiana Jones”u olarak tanınmakta olan Osmanagiç’in
bu piramitler iddialarına inanmayan bilim
adamlarının da ortaya attıkları tam tersi
iddialardır. Onlara göre Osmanagiç’in bu hikayesi
bir hayal ürünüdür ve söz konusu tepeler piramit
değil, doğa ürünüdür. Fakat, aynı zamanda
Osmanagiç’in iddialarını destekleyen çok sayıda
yabancı bilim adamı, araştırmacı, gazeteci de
vardır. Son dönemde piramitlere yer verenlerden biri
de “History Channel” kanalıydı ve Bosna’nın
piramitlerinden dünya mucizeleri ve bilmeceleri
olarak bahsetti. Fransız araştırmacısı Patrice Marty
ise “Bosna’daki garip piramitlerin” 15 bin yıldan
daha eski olduğunu söylemektedir, aynı zamanda
Rusya’nın piramit araştırmacısı Valeriy Uvarov da,
Alman basınında, Bosna piramitlerinin dünyanın en
büyük piramitleri olduğunu ifade etmektedir.
Bahsedilen tepelere her şeyden bihaber baktığınız
zaman sadece yeşil dağlar göreceksiniz, fakat
piramit düşüncesiyle tepelere baktığınızda gerçekten
de piramit şeklinde olduğunu fark etmeniz çok
kolaydır. O yeşilliğin altında, yapılan kazılarla,
birtakım tüneller, odalar, iddiaya göre 21 bin
yıllık yazıların olduğu taşlar bulunmuştur. Aynı
zamanda piramitlerin insan sağlığı için tedavi
özelliğini taşımakta olduğu da söylenmektedir.
Dahası, Osmanagiç’in anlattıklarını dinleyince insan
ister istemez az da olsa inanmaya başlıyor.
Bosna’nın İndiana Jones’un tüm anlattıklarını
aktarmak zor, fakat bu konuda birçok belgesel,
program internette izlenebilir. Hani olur da, bu
yazımdan sonra, piramitlerin var olduğuna inanıp
araştırmak isteyenler olursa diye bunu söylüyorum.
Visoko’da piramit serüvenlerini, piramidin
işlendiği terlik, tepsi, cezve, saat gibi birçok süs
eşyası da bulabilirsiniz. Bazı vatandaşlar
piramitlere yakın arsalar bile aramaktalar ki yarın
öbür gün bu şehirde turizm “patlaması” yaşanırsa,
oteller de inşa edilecektir. Hatta, iddialar ortaya
atıldığı günlerde, iddialardan çok piramitler
konusunda fıkralar ortaya çıkmıştı. “Bir Mısırlıya
neden Visoko’ya gediğini sormuşlar, o da ‘Doğum
kaydını almak için geldim’ diye cevap vermiş”,
“Büyük ama görünmeyen şey nedir? Visoko’da piramit”,
“Mısırlılar Visoko’dan göç ettiler” gibi birçok
fıkra dilden dile dolaşıyor.
Visoko’nun o tepelerinde bir şey var, nedir,
zamanla hepimiz göreceğiz ama, iddialar doğru
çıkarsa elbette Bosna-Hersek ve Visoko şehri için
büyük kazanç ve değer getireceği kesindir. Bazı
Visokolu vatandaşların dedikleri gibi “Eğer
Osmanagiç bizi aldatıyorsa, devam etsin, çünkü güzel
bir aldatma bu”.
Zaman, Haber: Emine Şeçeroviç, 23.11.2013
|

|
BULDUĞU 2 BİN YILLIK YÜZÜĞÜ MÜZEYE VERDİ
İsveç'in Göteborg kenti yakınlarında tarlada bulduğu 2000 yıl öncesine ait yüzüğü devlet müzesine teslim eden İsveçli kadına devlet tarafından 11 bin İsveç kronu (bin 300 euro) para ödülü verildi. Göteborg yakınlarındaki Falköping kenti dışında oturan Camilla Lundin, (51) süt almak için komşusuna gittiği sırada tarlanın kenarında altın yüzük buldu. Yüzüğün tarihi değer taşıdığını fark eden İsveçli kadın, yüzüğü müzeye teslim etti. Araştırmalar sonucunda yüzüğün 20 ayar altın olduğu ve antik Roma Dönemi'ne yanı, 2 bin yıl öncesine ait olduğu anlaşıldı. İsveç devleti, tarihi öneme sahip altın, gümüş, bronz ya da demir gibi eşyaları bulan vatandaşlara belli bir miktar para veriyor. Lundin, aldığı parayı yeni yıl hediyesi olarak kabul ettiğini ve bu parayla bulduğu yüzüğün bir benzerini yaptırıp, kalanıyla ailesiyle tatile çıkacağını söyledi.
Sabah, 23.11.2013
|
KAÇAK GÖRÜNÜMLÜ RUHSATLI BİNA

Süleymaniye’nin hemen altında yaklaşık 500
yıllık Siyavuşpaşa Medresesi Vakıflar Genel
Müdürlüğü tarafından restore ediliyor. Tarihi
medresenin altındaki dükkanlar zaman içinde
satılmış. Medresenin kuzeydoğu köşesinde
halihazırda 3 katlı bir bina yükselmiş.
Medresenin kubbeleri üzerine beton atılarak
yapılan
işyeri kaçak gibi görünse de aslında tapu
kayıtlı, iskanlı bir işyeri. 1950’li yıllardan
sonra yapılan ve zaman içinde ruhsatlı hale
gelen kaçak yapı şimdi kamulaştırılarak
yıkılıyor.
Uzun yıllar atıl kalan ve harabeye dönen tarihi
medrese 2. Selim’in vezirlerinden Siyavuş Paşa
tarafından 2. Selim’in kızı Fatma Sultan için
yaptırılmış.
Vakıf da şaşkına döndü
Mimar Davud Ağa tarafından yapıldığı sanılan
medresenin 14
öğrenci odası ile bir dershanesi vardı. Uzun
yıllar bakımsız ve terke dilen medresenin bazı
bölümleri parsellere ayrılarak özel mülkiyete
geçti. Sokakta yaşayanların kaldığı ve yer yer
işyeri deposu olarak kullanılan tarihi bina
bakımsızlıktan çökme noktasına geldi.
Vakıflar Genel Müdürlüğü ile
İstanbul İl Özel İdare’nin işbirliğinde 2012
yılında tarihi binanın yeniden ayağa
kaldırılması gündeme geldi. Röleve, restutite ve
restorasyon projeleri Vakıflar Genel Müdürlüğü
kontrolünde, Prof.Dr. Zeynep Ahunbay’ın
danışmanlığında hazırlanarak Koruma Kurulu’ndan
geçirildi. İl Özel İdare tarafından yaklaşık 7
milyon lira ödenek ayrıldı. Diğer yandan
medresenin özel mülkiyete geçen parselleri için
kamulaştırma kararı alındı.
Ancak öyle bir yapı ve özel mülkiyet çıktı ki
vakıf yöneticileri de şaşkına döndü. Tarihi
medresenin kuzeydoğu köşesinde yükselen 3 katlı
bina tarihi yapının üzerinde yükselmiş.
Medresenin kubbeleri bile yapının ilk katında
aynen kalmış. Kubbelerin üzerine beton atılarak
2 kat yukarı çıkılmış. Vakıf yöneticileri
binanın kaçak olduğunu düşünürken, binanın
tapuya işlendiği, oturma ve işletme ruhsatının
bile olduğu ortaya çıktı. İşyeri olarak
kullanılan bina 1970’li yıllarda kaçak olarak
inşa edilmesine rağmen daha sonraki yıllarda
tapuya kaydı yapılmış. Şimdi o kaçak bina
Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından bedeli
ödenerek kamulaştırıldı.
1894 depreminde terk edilmiş
İstanbul Vakıflar Bölge Müdürü İbrahim
Özekinci konuyla ilgili şöyle konuştu: ‘‘İlk
buraya geldiğimizde her yer adam boyu ağaçlarla
kaplıydı. Kubbelerin üzerinde bile ağaçlar
çıkmıştı. Yıllarca ihmal edilmişti. 1894
depreminden sonra kaderine terk edilmiş. Vakıf
eserlerine biz coğrafyamızı
vatan yapan eser gözüyle bakıp
restorasyonlarını yaptırıyoruz. Vakıf malı ama
bazı parselleri elimizden çıkmış. Hatta şu
gördüğünüz yapı kubbelerin üzerine kaçak
yapılmış. Kabul edilebilir durum değil ama
maalesef yapılmış. Kaçak diyorum ama tapusu bile
var. Bu çarpık durumu düzeltip kamulaştırma
yaptık. Tarihi yapının statiğini de etkiliyor.
Yakında mederesenin en önemli bölümünü yeniden
eserimize dahil edeceğiz. 4 kubbemiz var o
binanın içinde, yıkınca ortaya çıkacak.’’
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 23.11.2013
|
TÜNELİN UCU JANDARMAYA ÇIKTI

Trabzon'un Çamoba Köyü'ndeki tarihi Polita
Kilisesi'nde altın olduğu yönünde duyum alan Ali T.
ile Mehmet Y., kapalı olan kiliseye tünel kazarak
ulaşmaya karar verdi. 3 ay önce çalışmaya başlayan
defineciler, tünelden toprağı dışarıya taşımak için
raylı sistem kurdu, Havalandırmayı jet fanıyla
sağlayan iki arkadaş, elektriği ise kaçak olarak
tünele bağladı. İhbar üzerine jandarma harekete
geçti. Önceki gece çalışmaları bitiren defineciler
ise kiliseye girmek için harekete geçti. Jandarma
tam kilisenin içinde beklemeye başladığı sırada
tünelin çıkışını bulan defineciler, kısa süreli şok
yaşadı. Olay sırasında kalp krizi geçiren
zanlılardan Ali T. hastaneye kaldırıldı. Mehmet Y.
ise gözaltına alındı.
'BORÇLARIM YÜZÜNDEN KAZDIM'
Zanlıların kiliseye ulaşmak için bir şelalenin
yanından tüneli kazdıkları belirlendi. Jandarma,
uzunluğu 50 metre, genişliği ise 2 metre olan
tüneldeki malzemelere el koydu. Zanlılardan Ali T.,
"Bankaya borçlarım vardı. Bir arkadaşım orada altın
olduğunu söyledi. Arkadaşımla birlikte tünel kazarak
kiliseye girmek istedik. Çok pişmanım" dedi. Ali
T.'nin hastanedeki tedavisi sürerken iki zanlı
savcılıkça serbest bırakıldı. Zanlılara ayrıca kaçak
elektrik kullandıkları gerekçesiyle 6 bin lira para
cezası kesildi.
Sabah, Haber: Özgür
Özdemir, 23.11.2013
|
TÜKE TAPINAĞI TKB ÖDÜLÜNE LAYIK GÖRÜLDÜ

Side Belediye Başkanı
Abdulkadir Uçar, yaptığı açıklamada, Tykhe
Tapınağı Restorasyonu
Side Antik Kenti ve Arkeolojik Sit Alanı İmar
Planı'nın TKB'nin Tarihi ve Kültürel Mirası Koruma
Proje ve Uygulamalarını Özendirme Yarışması'nda
uygulama ödülüne layık görüldüğünü söyledi.
Başkan Uçar, hazırladıkları Side Koruma Amaçlı
Revizyon İmar Planı daha öncede Geleneksel 4.
Tourexpi Destinasyon Yönetimi Ödülleri'nde de 'Yılın
En İyi Turizm Projesi' ödülünü kazandığını
hatırlattı.
Planı halkın katılımıyla gerçekleştirdiklerini
belirten Uçar, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın tarihi
eserlerin korunması, koruma altına alınması, ayağa
kaldırma ve restorasyonunda tapınaklar bölgesinin
tahsisini Side Belediyesi'ne yaptığını kaydetti.
Side antik kentinin koruyucu tanrısına adanmış Tykhe
Tapınağı'nın çağdaş teknoloji, malzeme ve
yöntemlerle ayağa kaldırıldığını belirten Uçar,
tapınağın, Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü ve
Side Kazı Başkanı Prof.Dr. Hüseyin Alanyalı ve eşi
Doç.Dr. Feriştah Alanyalı'nın katkısının yüksek
olduğunu söyledi.
Uygulama ödülü aldıkları için mutlu olduklarını
aktaran Uçar, "Yine sadece bir belde belediyesi
olarak, ilçe ve büyükşehir belediyelerine uygun
görülen ödüllerden birine sahip olmaktan gurur
duyuyoruz. Side farkını ve özverili çalışmalarımızın
sonuçlarını bir kez daha görmenin gururu
içerisindeyiz. Bu planda emeği geçen, Kültür ve
Turizm Bakanlığı, Antalya Valiliği, Antalya Kültür
Varlıkları Koruma Bölge Kurulu, Tarihi Kentler
Birliği, Çekül Vakfı, Anadolu Üniversitesi Side Kazı
Heyeti, Side Esnaf Birliği Derneği, Selimiye, Yalı
ve Kemer Mahalle muhtarlıkları ve tabii ki değerli
Side halkına sonsuz teşekkürlerimi tekrar sunuyorum.
" diye konuştu.
Restorasyonu ve onarımı 1,5 yıl içinde tamamlanan
Tüke Tapınağı 17 Mayıs'ta düzenlenen törenle dönemin
Antalya Valisi Dr. Ahmet Altıparmak, Side Belediye
Başkanı Abdulkadir Uçar, Anadolu Üniversitesi
Rektörü Prof.Dr Davut Aydın, TKB Başkanı Prof.Dr.
Metin Sözen, Prof.Dr. Hüseyin Alanyalı, Doç.Dr.
Feriştah Alanyalı ve Sidelilerin katılımıyla turizme
açılmıştı.
Sabah, 23.11.2013
|
HALEP'TE TARİH YOK OLUYOR
Suriye'de Beşar Esad rejimiyle muhalifler arasındaki
en şiddetli çatışmalara sahne olan Halep kentinde
tarihi eserler hızla yok oluyor. Geçtiğimiz aylarda
orduya bağlı güçlerin saldırısı sonucu minaresi
yıkılan caminin, şimdi de doğu duvarının yerle bir
olduğu belirtildi. Anadolu Ajansı'na açıklamada
bulunan muhalif kaynaklar, "Rejim güçleri, cami ve
çevresinde yer alan kapalı çarşıların bulunduğu
bölgeye tank, havan topu ve roketle saldırdı.
Caminin doğu duvarı yıkıldı, çarşıda da ağır hasar
meydana geldi" dedi. Açıklamada, hükümet güçlerinin
cami ve çevresinde bulunan muhalif gruplara karşı
göz yaşartıcı gaz kullandığı da belirtildi. Ülke
içindeki çatışmaların da şiddetli bir şekilde devam
ettiği kaydedildi. Muhaliflerin son aylarda hızla
mevzi kaybettiği, Hizbullah destekli Suriye
ordusunun ise ilerlemeyi sürdürdüğü bildirildi. Ordu
birliklerinin özellikle Şam kırsalı, Halep, Humus ve
Hama'da büyük çaplı operasyonlar düzenlediği de
gelen bilgiler arasında yer alıyor.
Sabah, 22.11.2013
|
|
DENİZ MÜZESİ İSTANBUL SİLUETİNDEKİ YERİNİ ALDI

Tarihi 1897 yılına dayanan Deniz Müzesi, 1961
yılında Beşiktaş İskele Meydanı'na, bugünkü yerine
taşınıyor ve "İstanbul Deniz Müzesi" adı ile hizmet
vermeye başlıyor. 2005 yılında yeni müze yapısı için
açılan yarışmada birinci olan proje Eylül ayında
tamamlandı ve İstanbul Deniz Müzesi Ekim ayında
ziyaretçilere kapılarını açtı.
Kayıklar Galerisi içinde Tarihi Kadırga, Mustafa
Kemal Atatürk'e ait üç adet sandal, toplam 30 adet
saltanat kayığı ve tekneler bulunuyor. Ortalama
15-32 metre uzunluğundaki saltanat kayıklarının tüm
gövdesi süslemeler ile bezenmiş durumda. Tarihi
Kadırga ise kürekli sınıfından günümüze kadar
saklanmış, yaşayan tipte dünyanın en eski teknesi.

Proje Kesiti, Teğet Mimarlık
Giriş golünden Kayıklar Galerisi'ne geçerken
ziyaretçiyi Mustafa Kemal Atatürk'e ait 3 sandal ve
12 adet büst karşılıyor. Kayıklar Galerisi iki
kattan oluşuyor. İki kat birbirine rampa ile
bağlanıyor ve üst kattan henüz restorasyonu
tamamlanmamış Ana Teşhir Binası'na köprü ile
geçilebiliyor. Boğaza bakan cepheden sabah güneşini
alan yapının doğal ışık ile ilişkisi etkileyici.

Kayıklar Galerisi alt kat.
Kayıklar Galerisi'nin alt katından inen
merdivenlerle Barbaros Hayrettin Paşa Salonu
ziyaretçiyi karşılıyor. Son olarak giriş holünden
sarmal bir merdivenle çıkılan ayrı bir sergi alanı
yer alıyor. Bu katta aynı zamanda Konferans Salonu
da bulunuyor.

Kayıklar Galerisi alt kat ve üst katı bağlayan rampa
Müze yapısı içerisinde küçük bir sergi salonu ve
sinevizyon da bulunuyor.

Kayıklar Galerisi Üst Kattan Sergi Salonuna Bakış
Mevcut Teşhir Binası'na getirilen öneri yarışma
projesinde şöyle anlatılıyor;
"İstanbul Deniz Müzesi kompleksinin yeni parçası
mevcut binanın etrafını sarar, ancak onu kapatmaz.
Mevcut bina, yeni müze dolaşımının bir parçasıdır.
Müze ziyaretçisi, kayıkhanedeki turunu üst katta
bitirince buradan Beşiktaş Meydanı'nı seyreden bir
köprüyle, Mevcut Teşhir Binası'nın en üst kotuna
bağlanır."
Ana Teşhir Binası'nın restorasyonu hala devam
ettiği için aradaki köprü henüz açılmamış durumda.
Restorasyon Projesinin Ekim 2014'te bitmesi
planlanıyor.

Proje Modeli, Teğet Mimarlık
Müzeyi Pazartesi günleri hariç haftanın altı günü
09:00-17:00 arasında ziyaret edebilirsiniz.
Arkitera, Haber: Arzu Eralp, 22.11.2013
|
 |
GALATA KULESİ'Nİ BELTUR İŞLETECEK
Eski İstanbul'un en önemli ticaret merkezlerinden birinde kurulan Ceneviz kolonisinin inşa ettiği Galata Kulesi, gerek tarihi gerek manzarasıyla İstanbul'un en önemli turistik mekanlarından biri. 8. ve 9. katında restoran ve kafesi de bulunan kule, artık turistler kadar İstanbulluların da keyifle zaman geçirip misafirlerini ağırlayacağı bir yer haline geldi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin iştiraki Beltur tarafından işletilecek kule restoranı ve kafesi artık daha ucuz.
Geçtiğimiz bahar ayında eski işletmesinden Beltur'a geçen ve tadilat işlemleri kısmen devam eden Galata Kulesi, yeni dekorasyonuyla daha kullanışlı hale gelecek. Yetkililer 'Beltur burayı aldığında önceki işletmenin 80 Euro'yu bulan menüleri vardı. Şu an ise en pahalı ana yemeğimiz 35 TL. Yeni ürünlerle ilgili çalışmalar da olacak. Burayı özgü ürünler bulunan bir menü hazırlanacak ve turistlerin en çok sevdiği şeylerden biri olan soslar konusunda özel çalışmalar yapılacak' şeklinde konuşurken ayrıca Galata Kulesi'ne gelen birisinin 5-7 lira arası değişen fiyatlarla bir şeyler içebileceğini, toplamda 35 TL'ye ise öğle veya akşam yemeği de yiyebileceğini de sözlerine ekledi.
Sabah, 22.11.2013
|
TÜRBENİN MİNARESİ
RESTORE EDİLDİ
Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından tescil edilen İmam Abdullah Türbe ve Zaviyesinin minaresi restore edildi.
Geçen sene restore edilen türbe kısmının sonra yıkılmak üzere olan ve büyük tehlike arz eden türbenin minare kısmı da restore edildi.
Türbenin minaresinin restore edilmesine çok sevindiklerini belirten yöre halkı, "İmam Abdullah Türbesi her yıl ziyaretçi akınına uğruyor.
Özellikle minare kısmı büyük tehlike arz ediyordu. Restore edildi. Hem sağlamlaştı hem de güzel bir görünüme kavuştu" diye konuştular.
İmam Abdullah Türbesi'nin daha önce restore edilen Türbe kısmı Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in de katıldığı bir törenle ziyaretçilere açılmıştı.
Hasankeyfliler her yıl haziran ayında İmam Abdullah'ı değişik etkinliklerle anıyor.
Batman Gazetesi,, 22.11.2013
|
|

|
CEHENNEMİ BEKLEYEN KÖPEK KANGAL ÇIKTI
Denizli'deki Hierapolis antik kentinde, "Cehennem Kapısı" olarak adlandırılan alanda geçen ay kazı çalışmalarında ortaya çıkarılan üç başlı köpek heykelinin kangal olduğu ortaya çıktı. Kazı heyeti başkanı olan İtalya Lecce Salento Üniversitesi'nden Prof.Dr. Francesco D'Andria, bazı küçük heykellerle 1,5 metre yüksekliğindeki Kerberos heykelinin dünyada eşsiz olduğunu ve şimdiye kadar benzeri bulunamadığını söylüyor. D'Andria, mitolojiye göre dev zincirlerle bağlı, vazifesi yer altına giren ölülerin yeryüzüne geri dönmesini önlemek olan köpeğin kangal olmasının, arkeolojik açıdan çok önemli olduğunu ifade ediyor. Hierapolis'de geçen yıl Pagan inanışına göre cehennem girişini bulduklarını ifade eden Prof.Dr. D'Andria, ancak buradaki taşların Bizans döneminde sütunlar ve mermer bloklarıyla kapatıldığını, bu blokları alınca termal suyu bulduklarını anlatıyor:
"Termal suya ulaşmak için mermer blokları bir yılan, bir de köpek heykeli çıktı. Özellikle 1.5 metrelik, üç başlı köpek heykeli eşsiz bir örnek. Bu üç başlı Kerberos, cehennem girişini koruyordu. Yunan mitolojisine göre Herakles Kerberos'u , ilaçlı pastayla yakalamıştı. Türk arkadaşlar Sivas'ın kangal köpeği diyor ve bu çok önemli. Çünkü kangallar bu bölgede çoban köpeği olarak kullanılıyordu. Heykeltıraş da model olarak bir kangal köpeği kullandı, bundan eminim" diye konuşuyor.
Milliyet, 22.11.2013
|
6 BİN YILLIK KENT GÜN YÜZÜNE ÇIKTI

Ilısu Barajı arkeolojik kurtarma kazıları kapsamında
yürütülen çalışmaların birinin adresi de Siirt'in
Kurtalan İlçesine bağlı Çattepe Höyük oldu. 4 yıldır
süren kazı çalışmaları sonunda tarihi 6 bin yıl
öncesine dayanan bir kent ortaya çıkarıldı. Ilısu
Barajı Siirt, Batman ve Mardin kazıları koordinatörü
ve Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji
Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Haluk
Sağlamtimur, çalışmaların detayları SABAH'a anlattı.
Tarihi şehrin, Dicle Nehri ile Baton Çayı'nın
birleştiği stratejik bir noktada kurulduğunu
söyleyen Sağlamtimur, "Botan tarafında Orta Tunç
Çağ'a ait yapılar bulduk. Eldeki verilere göre
yerleşim yeri, MÖ 4 bin yıla kadar gidiyor. Daha
öncesinden emin değiliz. Höyüğün etrafında Geç
Roma-Erken Bizans döneminde yapılmış olan bir kale
var. Kalenin Dicle tarafındaki surları kısmen sağlam
durumda" diye konuştu.
'DİCLE ÜSTÜNDEKİ İLK LİMAN'
Tarihteki adıyla Tell-Fafan'ın bir liman şehri
olduğunu söyleyen Sağlamtimur, şehirde bulunan liman
sayesinde Dicle üzerinde gemilerle taşımacılık
yapıldığını, kervanların uğrak noktası olduğunu
belirterek, "Eskiden sarnıç olarak inşa edilmiş
alan, Dicle'nin yatak değiştirmesi sonucu limana
dönüşmüş. Ne kadar eski dönemde liman olarak
kullanıldığını söylemek zor. Ama İslam
coğrafyacıları Tell-Fafan'ı bir şehir ve Dicle
üzerinde gemi taşımacılığının başladığı ilk yer
olarak kabul etmektedir. Özellikle MS 10. yüzyılda
kuzey yollarını kullanarak gelen kervanların
Tell-Fafan limanından yükledikleri mallarını Dicle
üzerinden Cizre ve Musul yoluyla Bağdat'a kadar
ulaştırdıkları bilinmektedir" dedi.
Sabah, Haber:
Nasrettin Güneş, 22.11.2013
|
345 YILLIK PİYANO, TAMİR EDİLMEYİ BEKLİYOR
Sarıkamış
İlçesi'nde 1890 yılında Rus Çarı 2.
Nikola tarafından yaptırılan Fevzi Çakmak
İlkokulu'nda özenle muhafaza edilen 345 yıllık
piyano,
tamir edilmeyi bekliyor.
İnönü Mahallesi'ndeki Baltık mimari tarzına uygun
kesme taştan yapılan tarihi okul, verdiği başarılı
eğitimin yanı sıra içerisinde bulunan asırlık
objelerle de dikkati çekiyor.
Ruslardan kaldığı bilinen 1668 model
piyano, bu okulda özenle muhafaza ediliyor. Okul
yönetimi, asırlık
piyanonun
tamir edilerek, yeniden klasik müziğe
kazandırılması için müzikseverlerden yardım
bekliyor.
Fevzi Çakmak İlkokulu Müdürü Atakan Karabağ, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, cumhuriyetin ilk
şahitlerinden biri olan okulun, köklü bir tarihe
sahip olduğunu belirterek, kurumlarının birçok
tarihi eseri bünyesinde barındırdığını söyledi.
Bu eserlerden birinin 345 yıllık tarihiyle ilgi
uyandıran
piyano olduğuna dikkati çeken Karabağ,
"Zamanında bizim öğrencilerimiz burada müzik eğitimi
almışlar. Birçok müzik aletini çalmayı öğrenmişler.
O dönem,
piyano çalan öğrenciler varmış. Biz bu tarihi
canlandırmanın hevesindeyiz. Buradan müzikseverlere
sesleniyoruz, bize yardımcı olun. Amacımız
piyanomuzun
tamir edilmesi, çalışır hale getirilmesidir"
dedi.

Piyanonun tamir
edilmesi için yetkililere çağrıda bulunan Karabağ,
piyanoyla öğrencilere Türk müziğine ait örnekleri
daha rahat aktarabileceklerini vurguladı.
Karabağ, asırlık piyanoyu dikkatli bir şekilde
koruduklarını belirterek, "Okulda 1930'dan,1980
yılına kadar tam yarım asır bu piyanoyla öğrencilere
klasik ve Türk müziği eğitimi verilmiş" dedi.
Okulda eğitim gören öğrencilerden Fatih Dağdelen de
tarihi piyanoyu 50-60 yıl önce dedelerinin
kullandığını belirterek, "Piyanomuz çok eski, tamir
edilmesini istiyoruz. Burada müzik eğitimi almak
istiyorum" diye konuştu.
Habertürk, 22.11.2013
|
ROMA DÖNEMİNE AİT MEZAR TAŞI BULUNDU
Bursa'nın İnegöl
İlçesi'nde yol çalışması sırasında
Roma dönemine ait 2 adet mezar taşı bulundu.
Belediye Fen İşleri ekipleri tarafından Akhisar
Mahallesi'nde yapılan asfalt çalışmasında kepçeye
bir kütle takıldı. Merak ederek iş makinesini
durduran operatör, kepçeye takılan taşın eski bir
mezar taşı olduğunu fark etti. Bunun üzerine asfalt
çalışması durdurularak, Kent Müzesi yetkililerine
haber verildi. Müze yetkililerinin mezar taşını
incelemesinin ardından Bursa Arkeoloji Müzesi'nden
uzman çağrıldı. Yapılan incelemede, 2 adet mezar
taşının Roma dönemine ait mezar steli olduğu
anlaşıldı. Mezar stellerinde, döneme özgü uğurlama
töreninin tasvir edildiği ve Latince 'elveda'
yazdığı belirtildi. Mezar stelleri Bursa Arkeoloji
Müzesi'ne götürüldü.
Zaman, 22.11.2013
|
|
BİZANS'IN EN BÜYÜK MANASTIRI CAMİYE ÇEVRİLİYOR

İstanbul’daki Ayasofya Müzesi’nin cami olarak
açılması için MHP’nin teklifi ve Başbakan Yardımcısı
Bülent Arınç’ın ‘ima’sı tartışma yaratırken, sessiz
sedasız bir başka değişiklik hayata geçirildi.
Ayasofya Müzesi’ne bağlı bulunan ‘İmrahor Anıtı’,
restore edilerek ‘İmrahor İlyas Bey Camii’ olarak
açılacak.
Agios Ioannes Prodromos (Vaftizci Yahya) Kilisesi
ya da bugünkü adıyla ‘İmrahor Anıtı’, Bizans
İmparatorluğu’nun en büyük manastırlarından
Studios’un ayakta kalan en önemli bölümünü
oluşturuyor.

Bizans döneminde şehrin yedinci tepesi olan
Samatya’da inşa edilen kilise, tarihçi Theophanes’e
göre 463 yılına dayanıyor. Doğu konsülü,
Patriokosunvanlı Studios tarafından kendi mülkü olan
arazi üzerine yaptırılan kilise Bizans Sarayı’nın
dini törenlerinde önemli bir yere sahipti. Bu
merasimlerden önde geleni ise adını taşıdığı Ioannes
Prodromos Yortusu günündeydi. İmparator, yortu günü
Büyük Saray’dan bir mavna ile gelir, Narlıkapı’da
kıyıya çıkar, Studion’un başkeşişi tarafından
karşılanırdı.
Studion’daki ilk keşişler, bütün gün ve gece
boyunca nöbetleşe dua ettiklerinden ‘uykusuzlar’
yani ‘Akoimetoi’ diye bilinen bir tarikata
bağlıydı. En şaşaalı döneminde bin kadar keşişi
barındıran manastır, bin yıl kadar şehrin yaşamında
entelektüel hayatın ve sanatın merkezi oldu.
799’da
ikonaklast imparatorlara karşı mücadele veren
liderlerden biri olan Aziz Theodoros Studite’in
başkeşiş olmasıyla Studios, imparatorluğun en güçlü
ve etkili manastırı oldu. Bu dönemde Studios’un
keşişleri, şair, ilahi bestekarı, alim, sanatçı
olarak tanındı.

Keşişler gitti, dervişler geldi
Konstantinopolis’in el değiştirmesine rağmen 15.
yüzyılın sonunda bininci yılını kutlayan manastır,
Sultan II. Bayezid’in imrahoru (padişahın ahırlarına
bakan) İlyas Bey tarafından 1486’da önce camiye
çevrildi. Bir süre sonra ise cami zaviyeye dönüştü.
Böylece Bizans’ın keşişlerinin yerini Osmanlı’nın
dervişleri aldı. Kültür alanındaki gelenekse bu kez
İslam üzerinden devam etti. Seyyit Abdullah Efendi,
Süleyman, Seyyit Hüseyin ve Seyyit Hasan gibi ünlü
hattatlar yetişti.
1792’de çıkan bir yangında tahrip olan yapı,
1894’teki İstanbul yangını sonrası terk edildi. Rus
Arkeoloji Enstitüsü 1907-13 yılları arasında çalışma
yaparken, 1946 yılında eser, bir Bakanlar Kurulu
kararı ile müzeye çevrilerek Ayasofya Müzesi’ne
bağlandı. Ancak aynı zamanda da kaderine terk
edildi. 80’li yıllarda turistlerin anıtı gezmeleri
için önce idareden özel izin almaları gerekiyor
ardından anıtın avlusunda yaşayanlara ücret ödemek
zorunda kalıyorlardı. Yani resmiyette müze olsa da
girişi yoktu. 2012 yılında ise anıtın ‘müze’ statüsü
sessizce elinden alındı. Şimdi ise yeniden Osmanlı
dönemindeki statüsüne dönmesine karar verildi, yani
camiye çevrilmesine…

Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem, 2014'te
başlanacak restorasyonun ardından anıtın cami
olacağını açıkladı. Böylece İznik ve Trabzon’daki
Ayasofya’ların ardından cumhuriyet tarihinde müze
olmasına karar verilen bir başka Hıristiyan mabedi
daha camiye dönüşecek. Gözler ise sıranın
İstanbul’daki Ayasofya’ya gelip gelmeyeceğinde…
Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem bu konuyla
ilgili de konuştu, “İmrahor İlyas Bey Camii'nde
olduğu gibi Ayasofya'ya ilişkin de Bakanlar Kurulu
kararı gerekiyor. Vazife verilirse bunu yapmak için
elimizden geleni yaparız” dedi.
Agos, Haber: Serdar Korucu, 22.11.2013
|
TARİHİ KONAKLAR OTELE
DÖNÜYOR

Karabük Safranbolu'ya
gelen turistlerin tarihi konaklarda kalmak istemesi,
konakların otele dönüşmesine neden oluyor.
UNESCO Dünya Kültür
Miras Listesi'nde bulunan ve dünyanın en iyi korunan
ilk 20 kenti arasında gösterilen Karabük'ün
Safranbolu İlçesine gelen turistlerin tarihi
konaklarda kalmak istemesi, 18, 19. ve 20.
yüzyıllarda inşa edilen konakların otele dönüşmesine
neden oluyor.
Safranbolu'da,
genellikle üç katlı, 6-8 odalı ve mimari plan
olmadan yapılmasına karşın birbirinin manzarasını
kapatmayan 2 bin konaktan 95'i butik otel haline
dönüştürülerek hizmet veriyor.
Safranbolu Belediye
Başkanı Necdet Aksoy, 3 bin yıllık geçmişe sahip
ilçede bulunan konakların 800 kadarının yasal koruma
altında olduğunu söyledi.
Osmanlı döneminden kalan
han, hamam, cami, Çeşme ve köprüler ile birlikte
konaklarının gelen misafirlere doyumsuz bir tarih
sunduğunu anlatan Aksoy, "İlçemizde bulunan tarihi
konakların her köşesi yaşam biçimine göre dizayn
edilmiştir. Tüm evler kendilerine göre daha merkezi
konumdaki kamu binalarına, dini yapılara ve anıt
eserlere dönüktür. Hangi evden bakılırsa bakılsın
manzara kapanmaz. Evlerin yakın plan cepheleri kör,
uzak plan cepheleri açık ve birbirlerini izleyecek
konumdadır." diye konuştu.
Tarihi evlerin
arasındaki sokakların tamamının Arnavut kaldırımlı
olduğunu dile getiren Aksoy, şöyle devam etti:
"Tarihte yolculuk yapmak
isteyen turistler, konaklarda kalmayı tercih ediyor.
Bu da konak sahiplerini bu yönde yatırım yapmaya
zorluyor. Belediye olarak bu durumu çok yakından
takip ediyor ve bir sistem dahilinde ilerlemesine
izin veriyoruz. Konaklar restore edilirken aslına
uygun yapılmak zorunda. Bu işi çok sıkı tutuyor ve
takip ediyoruz. İlçede bulunan yaklaşık 3 bin yatak
kapasitesinin yüzde 75'ini konaklar oluşturuyor."
Aksoy, korumacılığı
turizmle finanse ettikleri için UNESCO tarafından
kendilerine ödül verildiğini kaydetti.
Karabük Kent Haber,
22.11.2013
|
İSTANBUL'UN EN ESKİ ANTİK LİMANI BULUNDU

Roma
ve Bizans dönemine ait İstanbul'un en eski antik
limanı Beylikdüzü Kavaklı Sahili'nde bulundu.
İstanbul Beylikdüzü Kavaklı Sahili'nde arkeolog
çalışmaları sırasında erken Roma ve Bizans dönemine
ait bazı yapı kalıntılarına rastlandı. Yapıların
işlevini belirlemek amacıyla ilk bilimsel
incelemeleri Selçuk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü
Öğretim Üyesi Dr. Hakan Öniz ve Kocaeli Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr Şengül
Aydıngün su altı araştırmacılarının da katılımıyla
detaylı olarak 2011 yılında ele almaya başladı.
'İstanbul Tarih Öncesi Araştırmaları' projesi
kapsamında yapılan araştırmada sahildeki
kalıntıların MÖ 4. yüzyıl ile MS 9. yüzyıl (erken Roma ve Bizans
Dönemi) dönemlerine ait olduğu ortaya çıktı. Aynı
zamanda yapıların ucunda mendirek başlangıcı,
denizin içinde de blok taş grubu ve sıraya paralel
harçlı bir duvar kalıntısı bulundu. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından sit alanı
olarak kabul edilen limanın denizde ve karada devam
ettiği tespit edildi. Dönemin izlerine Ambarlı
Limanı'nın yakınlarında rastlanması, antik limanın
uzantısı olabileceği söylendi.
'LİMAN, ANITLAR YÜKSEK KURULU TARAFINDAN SİT
ALANI İLAN EDİLDİ'
İstanbul'un en eski antik limanının bulunduğunu vurgulayan İstanbul
Üniversitesi Deniz Bilimleri ve İşletmeciliği
Enstitüsü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Cem Gazioğlu,
Beylikdüzü Belediyesi'nin 2007 yılında bölgede yat
planı ve deniz otobüsü iskelesi olması yönünde
düzenleme projesi olduğunu bunun doğrultusunda da
çeşitli kalıntılara rastlandığını söyledi. Aynı
zamanda bölgenin Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından
sit alanı olarak ilan edildiğini belirten Gazioğlu,
'Çalışmalarımızda sahil çizgilerinin 100 metre
ileride derinlikleri de yaklaşık bir buçuk metre su
seviyesinde mendirek yapılarına rastlandı.
Bütün bunlar bize bir yapının olduğunu
gösteriyordu. Dr. Hakan Öniz ve Yrd. Doç. Dr Şengül
Aydıngün ve İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri ve
İşletmeciliği Enstitüsü Öğretim Üyesi Dr. Hakan Kaya
bazı arkeolojik araştırmaları da yaptı. Bunların
neticesinde MÖ 4. yüzyılda başlayıp MS 9.
yüzyıla kadar süren bir yapılaşmanın olduğu
belirlendi. Buna paralel olarak bazı kalıntılar
değerlendirildi ve analiz edildi. Değerlenme ve
analiz sonucunda da Beylikdüzü Kavaklı Sahili'nde
çok uzun yıllar boyunca bir liman veya bir 7 gözlü
bir faaliyetin olduğu, bunların 2 tanesinin de ambar
olduğu, 5 tanesinin de gemilerin ya da teknelerin
inşasının yapıldığı bir yapılanmanın olduğu
gözlendi' dedi.
'LİMAN DENETİM ALTINA ALINMALI'
'Limanın MÖ 4. yüzyıla ait olması İstanbul'un en
eski limanı olarak gösterir' diyen Cem Gazioğlu,
Yenikapı Limanı MS 4. yüzyılda başlamıştır.
Tarihlere baktığımızda iki liman arasında 900 sene
bulunmaktadır. Burası bu yüzden çok önemli. Bunun
için buranın bir an önce daha sıkı bir korunma
altına alınması gerekiliyor. Buranın jeolojik yapısı
olarak jeolojik unsurlara sahip değil. Çok gevşek
sürekli bir akma var. Dalga aşındırması da çok
yüksek. Deniz ile yapının korunması için hiçbir
engel yok. Burası şiddetli lodos fırtınalarında çok
ciddi bir şekilde hasara uğruyor' diye konuştu.
O zamanın işçiliğinin pahalı olduğunu söyleyen
Gazioğlu, 'Limanın bloklar halinde atılmış taşları
gözle görülüyor. Ve zamanla bu taşlar 3 kere
yenilenmiş. Böyle bir pahalı uğraş için bu kadar
büyük emek sarf edildiğine göre burası önemli bir
liman olmalı. Aynı zamanda buraya Haramidere
bağlantısı var. Ondan önce Küçükçekmece, bir
sonrasında ise Büyükçekmece var. Bunlar ciddi ağaç
ve kereste kaynağı. Burada bir gemi yapım atölyesi
varsa. Bunun ham maddesi de dere ya da lagünler
vasıtasıyla sağlanıyordu' şeklinde konuştu.
Zamanla çöplük haline gelen limanın korunması ve
tarihin gün yüzüne çıkarılması için Beylikdüzü
Belediyesi, İstanbul Müze Müdürlüğü'nden kazı izni
için onay bekleniyor.
Sabah, 21.11.2013
|

|
İŞTE DÜNYANIN EN PAHALI KİTABI!
Dünyanın en pahalı kitabı New York’taki Sotheby’s galerisinde alıcı bekliyor.
Uzmanların üst fiyatını 22 milyon Euro olarak belirlediği Bay Psalm Book adlı eserin değeri Amerika’da basılan ilk kitap olmasından kaynaklanıyor. 1640 yılında Massachusetts Cambridge’de 1.700 adet basılan kitabın tam adı: "The Whole Book of Psalmes Faithfully". Müzayededeki popüler adıyla Bay Psalm Book, Boston kıyılarına yerleşmiş Anglosaksonların dini vecibelerini yerine getirmeleri için bilgiler içeren bir kitap. İlk örneklerini Amerika'nın ilk kitapçısı olan Hezekiah Usher sattı.
Akşam, 21.11.2013
|
ILISU BARAJI KURTARMA KAZILARININ BU YILKİ SEZONU
BİTTİ

Gelecek yıl tamamlanması planlanan Ilısu Barajı
kapsamında 4 yıldır yürütülen kurtarma kazılarının
bu yıl ki sezonu sona erdi.
Botan ve
Dicle nehirlerinin birleştiği Çattepe
Köyü'nde
Ege Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Haluk
Sağlamtimur başkanlığında 4 yıldır sürdürülen
kazılarda Geç Roma döneminde yapılmış bir kale ve
liman ortaya çıkarıldı.
Kale ve limandan çıkan eserler
Mardin,
Diyarbakır ve
Batman'daki müzelerde teşhire sunuldu. Kazı
çalışmalarının bu yıl tamamlanması nedeni ile kale
içine inilmeyen höyükte kalenin coğrafi şekil ve
konumu ile ilgili araştırma yapıldı.
Kazı başkanı Yrd.
Doç.Dr. Sağlamtimur, AA
muhabirine, Siirt'te 1963 yılında ilk sistemli
arkeolojik araştırmaların Chicago Üniversitesinden
Robert John Braidwood ve İstanbul Üniversitesinden
Halet Çambel tarafından başladığını, uzun bir
süre sonra ise yine Chicago Üniversitesinden
Guillermo Algaze ve ekibi tarafından
Dicle ve Fırat Yüzey Araştırmaları Projesi
Kapsamında 1988-1990 yılları arasında bölgede tekrar
arkeolojik yüzey araştırması gerçekleştirildiğini
söyledi.
"Höyük ve kale 70-80 metre su altında kalacak"
Bu araştırmada Botan Vadisi'nin de kapsamlı
araştırıldığını, bu alanda farklı dönemlere ait 38
yerleşim yeri tespit edildiğini hatırlatan
Sağlamtimur, şöyle dedi:
"2000 yılında ise Ortadoğu Teknik Üniversitesi
Tarihsel Çevre Değerlerini Araştırma Merkezince
ve Alman Arkeoloji Enstitüsü'nce
yapılan araştırmalarda daha önce tespit edilen
yerleşim yerlerinde ve özellikle Çattepe Höyükte
araştırmalar yapıldı. Ilısu Barajı nedeniyle bölgede
yapılan arkeolojik araştırmalar sonucu daha önceden
yapılan araştırmalardan elde edilen veriler ışığında
2009 yılında yeniden başlayan kazı çalışmalarıyla
ilgili gönül isterdi ki daha uzun çalışalım ancak
baraj sanırım önümüzdeki birkaç yıl içerisinde su
tutmaya başlayacak. Geç Roma'nın Doğu'daki son sınır
kalesi gelecek yıl su altında kalabilir. Höyük ve kale 70-80 metre su altında
kalacak. Çattepe Höyükte höyüğü içine alacak şekilde
Geç Roma kalesi var. Kalenin surları var. Kalenin
tamamını açmamız çok zor. 20 metreye yakın modern
köy kalıntıları ve arkeolojik dolgu toprak var.
Etrafındaki Roma surlarını açmaya başladık. Dicle
tarafından Kaleye girişi bulduk. Bu alanda kaleye
giriş bir asma köprü ile sağlanmış, onun dışında
höyükte MÖ 4 bin yıl ve sonraki dönemlere ait bazı
buluntular var. Höyüğün etrafındaki Geç Roma-Erken
Bizans döneminde yapılmış olan kalenin surları
kısmen sağlam durumda."
Yrd. Doç.Dr. Sağlamtimur, Botan vadisinin güneyi
ve
Dicle boyunca Part ve Sasani dönemlerine ait
başka kalıntılar da bulunduğunu ifade ederek,
"Çattepe'deki Geç Roma Kalesine benzer, yakın
tarihlerde inşa edilmiş olan Bezabde kalesi var.
Ilısu Barajı gövdesine yakın bir bölgede olan bu
kale arasında bir bağlantı var. Bütün bu Genç Roma
kaleleri suyun hep batı tarafında. Geç Roma ve daha
öncesi için bu alana sahip olmak bütün dönemler
boyunca özel bir önem arz ediyor olmalı" dedi.
"Böyle bir höyükte 90-100 yıl çalışsak yetmez"
Sağlamtimur, höyük üzerinde bulunan kalenin bazı
alanlarda duvar kalınlığının yaklaşık 2.5 metre
olduğunu duvarlarının çoğunlukla siyah bazalt
taşlardan yapıldığını, farklı dönemlerde tadilattan
geçirildiğini tespit ettiklerini söyledi.
Kale duvarlarının korunan yüksekliğinin bazı
alanlarda 10-15 metreye kadar ulaştığına dikkati
çeken Sağlamtimur, "Bazalt duvarların bittiği
alanların üst kısmında 39 santimetre uzunluğunda 26
santimetre eninde II. Constantius (MS 337-361),
Constantius Gallus (MS 351-354)
dönem tarihlenmektedir. Botan Vadisinin güneyinde
Dicle boyunca Part ve Sasani dönemine ait bazı
kaya kabartmaları ve kaya mezarları bu etkinin
bölgeye kadar ulaştığının kanıtıdır" diye konuştu.
Sağlamtimur, Ortaçağ'da Arapça yazılı belgelerde
bahsi geçen liman yapısının
Dicle Nehri'nin kenarında ortaya çıkarıldığını
vurgulayarak, limana höyük yamacına inşa edilen
idari yapıların içerisinden geçen taş merdivenler
aracılığıyla ulaşıldığını belirtti.
Kireç taşından yapılan merdivenin 23 basamak
olduğunu ifade eden Sağlamtimur, şöyle konuştu:
"Tabanda bulunan son birkaç basamak mal yüklemede
kullanılmış olabilir. Basamakların bittiği yerin
kuzey ve güneyinde Dicle Nehrine dik uzanan iki
duvar bulunmaktadır. Bu duvarların büyük bir kısmı
liman yapısının suyun içinde kalan kısmını
oluşturmaktadır. Kelek veya sal gibi taşıma araçları
ile yükleme ve boşaltma Dicle Nehrinin akıntısından
etkilenmeden bu alanda güvenli bir şekilde
yapılmış olabilir. Aşağıda bir liman yapısı var ve
bu Geç Roma döneminde
Sarnıç olarak kullanıldıktan sonra limana
dönüşmüş.
Dicle Nehri yatağını değiştirip kaleye dik
geldikten sonra o alan
Sarnıç görevini bırakıp liman olarak
kullanılmaya başlanmış. Liman olduğunu hem antik
kaynaklarından ve hem de özelikle Arap
coğrafyacılardan biliyoruz. Eldeki veriler ışığında
liman yapısının daha erken dönemlerde kullanıldığı
yönünde bir şey söyleyecek durumda değiliz. Ancak
yerleşimin bulunduğu alanın stratejik ve jeopolitik
konumu itibarıyla erken dönemlerde de liman olarak
kullanılmış olması akla yatkındır."
Sağlamtimur, kazı çalışmaları için bölgeye
geldiklerinde höyüğün üstünde kısmen terk edilmiş 69
ev bulunduğunu anlatarak, "Bakanlık bu evlerin
tamamını istimlak ettikten sonra evlerin bir kısmını
yıkıp kazılara devam ettik. Gönül isterdi ki, daha
uzun süre çalışalım, böyle bir höyükte 90-100 yıl
çalışsak yetmez. Buradaki kazılardan elde ettiğimiz
bilgiler bölge tarihi için önemli sonuçlar verdi"
dedi.
haberler.com, Haber: Zekeriya Güneş - Fecri
Barlık, 21.11.2013
|
KNIDOS ANTİK TİYATROSU RESTORE EDİLECEK

Muğla'nın
Datça İlçesi'ndeki 2 bin 600 yıllık Knidos
antik kentinde bulunan 5 bin kişilik tarihi tiyatro
restore edilecek.
Güney Ege Kalkınma Ajansı'nın (GEKA) 2013 yılı
Turizm Altyapısı Mali Destek Programı kapsamında
ilan ettiği proje çağrısına yönelik olarak,
Datça Kaymakamlığı ile Kültür Varlıkları ve
Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından ortaklaşa
hazırlanan, 'Knidos Tiyatrosu, Röleve, Restitüsyon,
Restorasyon Çevre Düzenleme Projesi' 705 bin 898
lira hibe almaya hak kazandı. Bütçe toplamı 941 bin
198 lira olan projenin yüzde 75'lik bölümü
Güney Ege Kalkınma Ajansı tarafından
karşılanırken, geri kalan yüzde 25'lik dilim Kültür
Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü ile
Datça Kaymakamlığı tarafından sağlanacak.
Datça Kaymakamı
Hamdi Üncü,
Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji
Bölümü öğretim üyelerinden Knidos Kazısı Başkanı
Doç.Dr. Ertekin Doksanaltı'nın koordinatörlüğünde
18 ay sürmesi planlanan proje ile Knidos antik
kentinin en göz alıcı yapılarından biri olan küçük
tiyatronun onarılarak, çevre düzenlemesi ve
aydınlatma çalışması yapılacağı bildirildi.
EN GÖRKEMLİ ANIT
Knidos tiyatrosunun tüm ziyaretçiler tarafından
sağlıklı bir şekilde gezilebilecek, kültürel ve
sanatsal etkirlikler yapılabilecek hale geleceğini
ifade eden Kaymakam Üncü, "Knidos, iki tiyatrosu ve
bir odeon binası ile antik dönemde kültür ve sanata
hak ettiği değeri veren kentlerden biridir. Kentin
güneyinde 'büyük liman' olarak da adlandırılan
ticaret limanının kuzey kıyısında yer alan küçük
tiyatro Knidos'taki en görkemli anıtlardandır. Kente
deniz yoluyla ulaşan ziyaretçilerin ilk
karşılaştıkları yapıdır. Bu nedenle mevcut durumu
ile ziyaret koşulları açısından bazı tehlike ve
zorluklar barındıran Knidos Antik Kenti
Tiyatrosu'nun genel durumu, görünümü ve ziyaret
koşullarının iyileştirilerek ziyarete açılması bu
projenin temel amacını oluşturmaktadır. Diğer taftan
içten ve dıştan aydınlatma ile tiyatro, özellikle
geceleri ziyaretçilere görsel bir ziyafet
sunacaktır" dedi.
SAHNE GÖSTERİLERİ YAPILACAK
Mimar, mühendis ve arkeolog danışmanlar eşliğinde
gerçekleştirilecek projenin 8 ayda tamamlanmasının
planlandığına dikkat çeken Kaymakam Üncü,
"Hazırlanan proje,
Muğla Kültür Varlıklarını Koruma Kuru tarafından
değerlendirilecek ve olumlu sonuçlanması durumunda
uygulamaya geçilecek. İkinci aşama olan uygulamada
Knidos küçük tiyatrosunun oturma basamakları ile
doğu ve batı giriş tonozları onarılacak, gezinti
platformları hazırlanacak. Bu proje kapsamında
tiyatronun orkestrasında, sunumların
gerçekleştirilmesi ve sahne için platform
düzenlenecek. Ayrıca tiyatroda ışıklandırma
yapılacak" diye konuştu.
KNİDOS, 'KÜÇÜK TİYATRO'
Ana kara bölümünde yamacın güneyinde ve ticari
limana hakim konumda inşa edilen küçük tiyatro,
Greko-Romen tarzda olup yaklaşık 5 bin kişiliktir.
Orkestra bölümü at nalı formundadır. Seyirci
sıralarının uç noktalarında, doğu ve batıya
yerleştirilmiş tonozlu iki giriş bulunmaktadır. İki
katkı olduğu düşünülen sahne binası birçok kez
tadilat görmüştür. Bulunan mimari bloklar, sütunlar
ve heykeller sahne binasının nişlerle ve bunların
içlerine yerleştirilmiş heykellerle süslendiğini
göstermektedir. İlk kez MÖ 2'nci yüzyılda inşa
edildiği düşünülen tiyatro, MS 1-2'nci yüzyıllarda
son şeklini almıştır.
haberler.com, 21.11.2013
|
HADRIANAPOLIS ANTİK KENTİNDEKİ KAZI ÇALIŞMALARI
Eskipazar İlçesi'nde bulunan ve ortaya çıkarılan
mozaikler nedeniyle "Karadeniz'in Zeugması" olarak
adlandırılan Hadrianaupolis antik kentinde yeraltı
görüntüleme çalışmalarının tamamlandığı bildirildi.
Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Arkeoloji
Bölümü Öğretim Üyesi ve Kazı Başkanı Doç.Dr. Vedat
Keleş, yaklaşık 2 ay önce
Almanya ve
Avusturya'dan gelen uzman ekiplerle başladıkları
yeraltı görüntüleme çalışmalarının tamamlandığını
söyledi.
Antik kentin bir haritasının ortaya
çıkartılacağını anlatan Keleş, "Amacımız yeni kazı
alanı açmak değil. Burada öncelikle daha önce
yapılmayan bazı ön çalışmaların yapılması. Bu
nedenle arkeojeofizik çalışması yapıldı. Yani
yeraltı görüntülendi. Buradan elde edilen duruma
göre harita çıkacak ortaya. Bundan sonra kazıları bu
haritaya göre yapacağız" dedi.
Antik kentte gezi güzergahların oluşturulacağını
belirten Keleş, "Şimdi Kilise B'nin üstü
kapatılıyor. Direkleri dikildi. Çalışmalar devam
ediyor. Yaklaşık 1 ay içinde tamamlanır. Yaz
sezonuna mozaikler yeniden elden geçirilerek teşhire
hazır hale getirilecek. Bu alan çok önemli.
Çalışmalarımızı titizlikle sürdürmek zorundayız"
diye konuştu.
haberler.com, 21.11.2013
|
YÖRESEL MİMARİLER KORUMA ALTINA ALINIYOR

Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar,
yaptığı açıklamada, kentsel dönüşüm seferberliği
kapsamında kırsal alanları da unutmadıklarını
belirtti. Kırsal alanlardaki kaçak, denetimsiz
yapılaşma ve modern malzemelerin bilinçsiz kullanımı
nedeniyle yüzyıllardır süregelen ve ülkenin her
ilinde farklı zenginlikler barındıran yöresel mimari
geleneğinin tehdit altında bulunduğuna dikkati çeken
Bayraktar, aynı zamanda mühendislik ve mimarlık
hizmetinden yoksun bu yapıların doğal afetlerden
kolayca etkilendiğini dile getirdi.
Bakan Bayraktar, kırsal yerleşmelerde yeni yapılacak
yapıların, yöresel yerleşim dokusunu, bölgenin doğal
şartlarını ve arazi formunu dikkate alan, bölge
halkının kültürel özelliklerine, yaşam koşullarına
ve alışkanlıklarına uygun, günümüz ihtiyaçlarına
cevap verebilen, afete duyarlı, güvenli, fen ve
sağlık kurallarına uygun inşa edilmesini
amaçladıklarını anlattı.
"BUNA BİR DAHA İZİN VERMEYECEĞİZ"
Van'da 23 Ekim 2011'de meydana gelen deprem
felaketinde can ve mal kayıplarının yaşandığını,
bazı köylerde ciddi hasarlar oluştuğunu anımsatan
Bakan Bayraktar, "Van'da yaşadığımız deprem
felaketinde olduğu gibi can ve mal kaybı yanında
bazı köylerin tamamı da haritadan silinebilmektedir.
Buna bir daha izin vermeyeceğiz" dedi.
Bakan Bayraktar, yöresel mimari zenginliklerin ön
plana çıkması için çalışmaları hızlandırdıklarını
ifade ederek, şunları kaydetti:
"Bakanlığımızca ülke genelinde yöresel yerleşim
dokusu ve yaşam şartları, yöresel mimari cephe
özellikleri, kullanılan yerel malzemeler tespit
edilerek örnek mimari yapı projeleri üretilmektedir.
Konut standartlarına uygun planlamalar
yapılmaktadır. Günümüz malzemeleri ve değişen sosyal
ihtiyaçlar göz önünde bulundurularak yöresel
yapıları hayata geçirmek amaçlanmaktadır."
"YÖREYE ÖZGÜ KÖY KONAKLARI TASARLANDI"
Bu doğrultuda, 2010'da Balıkesir ve
çevresinde, 2011'de Kayseri çevresinde yapılan
analiz çalışmaları çerçevesinde tipoloji
bilgilerinin hazırlandığını belirten Bayraktar, Orta
ve Doğu Karadeniz'e özgü evlerin yanında ambar
olarak kullanılan serenderler gibi yöreye özgü
yapılar ve köy konaklarının tasarlandığını bildirdi.
Bakan Bayraktar, 2 artı 1, 3 artı 1 ve 4 artı 1
olarak, 80 ila 200 metrekare büyüklüklerinde
değişen, tek ya da 2 katlı planlanan projelerinin
tüm konut ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde
tasarlandığına işaret ederek, mutfak ve banyo
ünitelerinin de günümüz şartlarına uygun dizayn
edildiğini kaydetti.
"2017'YE KADAR BİTECEK"
Amasya, Karabük ve Rize'de 15'şer,
Trabzon'da ise 12 tip yöresel mimariye uygun konut
projesi hazırlandığını ifade eden Bakan Bayraktar,
"Karadeniz Bölgesi'ne ait çalışmalar tamamlandı.
Proje kapsamında Marmara Bölgesi'nde Edirne,
Balıkesir ve Bursa illerinde yürüttüğümüz yöresel
mimariye uygun çalışmalar sürüyor. Evini yenilemek
isteyen köylüye bedava bölgeye uygun konut projesi
vermek için hazırladığımız çalışma ülke genelinde
2017'ye kadar tamamlanacak" şeklinde konuştu.
YÖRESEL DÖNÜŞÜME 10 BİN TL TEŞVİK
Bakanlık, kentsel dönüşüm kapsamında evini
yıktırıp yöresel tarzda yeniden yaptıranlara 10 bin
TL teşvik verecek. Şehir merkezlerinin yanı sıra
köylerde de yöresel mimariyle ev yapanlar aynı
teşvikten yararlanabilecek.
Sabah, 20.11.2013
|
KÜÇÜK KİLİSE ESKİ İHTİŞAMINA KAVUŞUYOR
Bodrum'un
Turgutreis beldesine bağlı Peksimet Köyü'nde bulunan
tarihi Küçük Kilise'de rölöve, restitüsyon ve
restorasyon çalışmalarında sona gelindi. Turgutreis
Belediyesi'nin 2 yıllık çalışmalarının ardından 173
yıllık tarihi kilise eski ihtişamına kavuşacak.
Peksimet Köyü'ndeki Küçük Kilise'nin rölöve,
restitüsyon ve restorasyon çalışmaları için
belediyenin yaptığı başvuru 27 Nisan 2012 tarihinde
Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından onaylanmıştı. Muğla
Valiliği'nin tescilli eserler için ayırdığı fondan
da yararlanılan çalışmalar ihale sürecinin ardından
Haziran 2013'te başlamıştı.
Küçük Kilise'de dış cephe boyası sonrası peyzaj
çalışması yapılacak. Ardından rölöve, restitüsyon ve
restorasyon çalışmaları sona erecek. Tarihi kilise,
belediye tarafından kültür, sanat etkinlikleri için
kullanılacak.
1840 yılında yapılan kilise, bölgede meydana gelen
deprem ve iklim şartları nedeniyle ciddi ölçüde
hasar görmüş, 1870 yılında elden geçirilmişti. O
tarihten bu yana herhangi bir onarım çalışması
yapılmamıştı.
Yeni Asır, Haber: Zeki Özkeskin, 20.11.2013
|
|
DİCLE'Yİ DE KURUTACAKLAR

Diyarbakır’ın yeşil alanları Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı'nın kararıyla ‘yapı rezerv alanı’ ilan
edildi. Silvan Köprüsü ile tarihi On Gözlü Köprü
arasındaki Dicle Vadisi, Talay Tepe ve Mastfroş Tepe
üzerine kurulu Kent Ormanı, bakanlığın kararıyla
yapılaşmaya açılıyor. Binlerce yıldır geçtiği
topraklara can veren Dicle Nehri’nin suyu ise
HES’lerle boğulmak isteniyor. Dicle Nehri üzerine
DSİ tarafından üç HES yapılması gündemde. HES’lerin
Hantepe Köyü, Bismil ve yeni ulaşıma açılan Bağıvar
Köprüsü civarına yapılması planlanıyor. Mimarlar
Odası Diyarbakır Şube Başkanı Necati Pirinççioğlu
ile bakanlığın Dicle Vadisi kararını ve
Diyarbakır’da yürütülen kentsel dönüşüm projelerini
konuştuk. Diyarbakır’ın çok hızlı bir şekilde rant
alanına dönüştürüldüğünü ifade eden Pirinççioğlu,
kentin tarihi ve doğal yapısının talan edildiğini
söylüyor.
Dicle’yle başlayalım. 3 HES yapımı gündemde.
Neler söylersiniz?
Dicle ülkeleri aşan bir su kaynağı ve tarih boyunca
akıyor. Bu kent burada kurulmadan önce de Dicle
vardı. Kendi içinde bir ekosistemi de barındırıyor.
Nehir gelip Diyarbakır’ın kenarından geçmedi. Kent
gelip Dicle Nehri’nin kenarına kuruldu. Burada 8 bin
yıldır devam eden hayata, nefes veren Dicle
Nehri’dir. Barajlarla zaten ekosisteme müdahale
edilmiş durumda. Şimdi bu 3 HES de doğa üzerinde
ciddi tahribata neden olacak. Belli bölgelerde su
kuruyacak. Dicle, nehir olmaktan çıkacak.
Dicle Vadisi de yapı rezerv alanı ilan
edilerek yapılaşmaya açılıyor...
Diyarbakır surlarının UNESCO süreci devam ediyor.
Çalışma ‘Diyarbakır Surları ve Hevsel Bahçeleri’
adıyla şubat ayında UNESCO’ya sunulacak. Bundan
hükümetin de bilgisi var. Zaten dosyayı Kültür ve
Turizm Bakanlığı sunuyor. Yani UNESCO’ya Türkiye
Cumhuriyeti Devleti adına başvuru yapılıyor. Tam da
bu süreçte Çevre ve Şehircilik Bakanlığının Dicle
Vadisi’ni yapılaşmaya açmasına kuşkuyla
yaklaşıyoruz. Bu haliyle dosya kesinlikle kabul
edilmez. Surlar Dicle Vadisi’nin o doğal peyzajıyla
bir bütündür. Yapılaşma kararıyla UNESCO sürecinin
tehlikeye gireceğini bilenler bu kararı alıyor. Öte
yandan o bölge bir rant alnına dönüştürülüyor. Bu
kentin kurumları çalışmalarıyla Dicle Vadisi’ni
kamuya açmaya çalışırken bakanlığın bu kararıyla o
bölgeye sadece parası olanlar girebilecek.
Dicle Vadisi böyle bir yapılaşmaya uygun mu
peki?
Orası birinci derece tarım arazisi. Ayrıca jeolojik
etüt raporları bölgenin yapılaşma için uygun
olmadığını söylüyor. Rezerv alanları, riskli
yerlerin oralara taşınması için belirlenir. Ama
Dicle Vadisi için zaten Afet İşleri Genel
Müdürlüğünün raporunda ‘Konut yapılamaz’ ibaresi
var. Nehir alanı zaman içerisinde sürekli yer
değiştirmiş, kumluk bir alan. Bunun altında iyi
niyet yatmaz, rant yatar.
Aynı karar Kent Ormanı için de geçerli.
Orayı ne bekliyor?
1999 yerel seçiminden sonra Talay Tepe ve Mastfroş
Tepe yeşil alan ilan edildi. Bölgenin çoğunun hazine
arazisi olması nedeniyle zaman zaman devlet
tarafından imara açılması gündeme getirildi ama unu
engelledik. Bazı şahıslar da yeşil alanın imara
açılması için girişimler de bulundu. Ancak
belediyeden hep ret kararı çıktı. Ama şimdi Çevre ve
Şehircilik Bakanlığının yetkisi arttırıldı.
Bakanlığa her yeri planlama yetkisi verildi. Ben
bakanlığı Türkiye Belediyesi olarak ifade ediyorum.
Ama kötü bir belediyecilik yapıyorlar. Devlet kendi
eliyle Kent Ormanını ranta açıyor. Kentin en güzel
yerini seçim öncesi çevrelerindeki rantiyecilere
peşkeş çekmek istiyorlar. Birçok alanın mera vasfı
değiştirilip hazineye, hazineden TOKİ’ye ve TOKİ’den
de şahıslara satışı yapılıyor.
Suriçi’ndeki kentsel dönüşüme ilişkin ne
söylersiniz?
Suriçi’nde yürüyen kentsel dönüşüm oradaki
insanların zorunlu göçe tabii tutulmasıdır. Orayı
soylulaştıracaklar. ‘Orada yaşayan insanlar bu
kültürel mirası hak etmiyor. Onları buradan
çıkartacağız. Turistler de gelecek. Zengin olacağız’
hayali kuranlar var. Elbette Suriçi’ne müdahale
edilmeli. Ama önemli olan müdahalenin nasıl
yapılacağı. Burada 8 bin yıl boyunca sadece yapılar
ayakta kalmamış, yaşam da devam etmiş. Şimdi bu
yaşamı buradan kopartıp TOKİ’nin betonları arasına
hapsedemezsiniz. Suriçi oradaki sokak kültürüyle
var. Her yerde yürütülen çarpık kentsel dönüşüm
politikası gelip Diyarbakır’ın kapısına da dayandı.
AKP artık en küçük beldeye bile müdahale ediyor.
TOKİ tek tipleştirmedir. Toplumun ‘Biz bu kefene
sığmayacağız’ demesi gerek.
DİYARBAKIR DİCLE İÇİN AYAKTA
Diyarbakır’da binlerce kişi Dicle Nehri’ne HES
yapımına ve Dicle Vadisi’nin yapı rezerv alanı ilan
edilmesine karşı yürüdü.
Mezopotamya Ekoloji Hareketinin çağrısıyla Dağkapı
Meydanı’nda toplan kitle ‘Gezi’den ODTÜ’ye, ODTÜ’den
Amed’e Direniyoruz’, ‘Doğamıza kültürümüze sahip
çıkıyoruz’ yazılı pankartlarla Kent Terası’na
yürüdü. Mezopotamya Ekoloji Hareketi adına bir
açıklama yapan Gültekin Aydeniz, “HES’ler için,
vadinin talanı ve yok edilmesi için birçok şirket
başvuru yapmış, Amed’ in 5 bin yıllık geçmişe sahip
Hevsel Bahçeleri ve Dicle Vadisi’nin yok edilmesi
için gerekli izinler verilmiş. HES projelerinin
tamamlanması halinde Dicle Nehri 20 yıl içinde
tamamen yok olacak. Bu 3 HES projesi Amed halkına da
Amed'e de hiçbir yarar sağlamayacak. Sadece bir
şirketin cepleri dolacak” dedi. Aydeniz, Dicle
Nehri’nin satılmasına, Hevsel Bahçeleri’nin
yapılaşmaya açılmasına izin vermeyeceklerini
söyledi.
Evrensel, Haber: Cumhur Daş, 20.11.2013
|
TARİHİ KONAK
YIKILIYOR

Kars Kalesi'nin
eteklerinde, tarihi Taş Köprü ile hamamlar
bölgesinde bulunan ve 19. yüzyılda yapılan tarihi
Ahmet Tevfik Paşa Konağı'nın da aralarında bulunduğu
tarihi evler bakımsızlık ve ilgisizlikten dolayı
yıkılmaya yüz tuttu.
Ahmet Tevfik Paşa
Konağı, içkilerin mekanı olurken, buraları ziyarete
gelen yerli ve yabancı turistler tarafından olumsuz
olarak fotoğraflandırılıyor.
Tarihi Kars Evleri,
duyarsızlıktan dolayı bir taraftan yıkılırken, diğer
taraftan define arayan kimliği belirsiz kişilerce
içerisi kazılmış vaziyette bulunuyor. Dev çukurların
olduğu tarihi evlerin duvarları dökülmüş, cam,
çerçeve ve kapıları kırılarak talan edilmiş
bulunuyor. Yıllara meydan okumuş iki katlı taş evler
kısa sürede önlem alınmadığı takdirde tamam
yıkılacak.
Öte yandan boş binalar
genel olarak baliciler ve işkicilerinde mekanı
haline gelimiş, bu binalardan Dereiçi'nde bulunan
konservetuara giden üniversite öğrencileride
tedirgin oluyor.
Kars Kent Haber,
18.11.2013
|
İHBAR
 

Ekim ayı ortalarında Gemlik Büyük Kumla’nın terkedilmiş eski köyünü ziyaret ettim.
Bu eski köy halkı, defalarca sel bastığı icin, 1950 yıllarında eski köyü terk ederek yeni Büyük Kumla Köyü’ne taşınmıştı. Terk edilen köy, senelerce yaşanmadığı icin hemen hemen yok olmak durumundadır. Senelerce define arayanların hedefi olarak, cami avlusundaki mezarlar açılmış ve delinmiştir. Harman yerindeki Romalılardan kalma köprü dinamitlenerek havaya uçurulmuştur.
Bu köyün simgesi olan beyaz kaya, dinamitlenerek parçalanmış ve değirmenden geçirilerek Kara Yolları tarafından cır-cır olarak bölgede yapılan yeni yollarda kullanılarak mahvedilmiştir ve çevresi talan edilmiştir.
Bu köyün başlangıcı tarihi Roma, Misanian, Yunan ve Bithynia medeniyetleri zamanlarına kadar milattan önceki zamanlara gelmektedir. Köyün sonu, önümüzdeki aylarda, DSİ tarafından şu anda inşa edilen su barajı ile su altında bırakılacaktır. Bu köyde su altında kalacak tarihi eserler bulunmaktadır. Bu köy içinde Roma devrinden kalan üç hamam (birisi kiliseden dönmedir) bulunmaktadır. Bu eserler halk tarafından hamam veya tekke olarak bilinmektedir. Ana yol kenarındaki hamamın içindeki duvarlarında sıcak ve soğuk su boruları görülebiliyor. İç duvarlarında resimlerde görülen hayat/mevsim tekerleği ve mahsul bereketi anlamına gelen çınar ağacı sembolleri bulunmaktadır.
Devlet Su İşleri tarafından bu baraj inşasının hemen durdurulması ve bu tarihi eserlerin araştırması yapılarak ve restore edilmesi ve turizme açılmasını istiyorum. Bu tarihi eseri kendinizde görebilirsiniz. Ana yoldan girince, caminin (minaresi duruyor) karşısında görülen kubbe (sol tarafta) altındadır. Köy muhtarı olan Nuri Çakır’ın bu bilgiden haberi yoktur.
Tanju Çetiner / Yüksek Mühendis, Büyük Kumla Koyu
|
17 - 23 Kasım 2013
|
TÜRK RESMİNİN
USTA İSİMLERİ
MÜZAYEDEDE
Türk
resim sanatına
damgasını vurmuş ressamların eserlerinin yer aldığı
25. Artı Mezat
Modern ve
Çağdaş Türk
Sanat Müzayedesi,
toplam 109 parça
eser satışa
sunulacak.
Müzayede,
Nişantaşı’ndaki
The Sofa Hotel’te saat 14.00’te Artı Mezat tarafından gerçekleştirilecek.
Müzayedede satışa sunulacak eserler, 23-29 Kasım tarihleri
arasında
Teşvikiye’deki Artı Mezat’ta görülebilecek.
Milliyet, 21.11.2013
|
|
"HAZİRAN'DA UNESCO
LİSTESİ'NDE YER ALACAĞIZ"
Bergama Belediye Başkanı
Mehmet Gönenç, ilçenin UNESCO Dünya Mirası listesine
adaylığı ile ilgili sürdürülen çalışmaları anlattı.
Ekim'de UNESCO'dan gelen bir uzmanın incelemeler
yaptığını ve olumsuz bir eleştiri almadıklarını
belirten Gönenç "Oylama Haziran 2014'te sonuçlanacak
ve çok büyük olasılıkla Dünya Mirası listesinde
olacağız" dedi.
UNESCO Dünya Mirası
Listesi'ne girmeye aday olan Bergama'da Belediye
Başkanı Mehmet Gönenç iddialı konuştu. Ekim ayında
UNESCO'dan gelen bir uzmanın ilçede çalışmalar
yaptığını ve dosyayı incelediğini ifade eden Gönenç,
"Bize olumsuz bir eleştiri yapılmadı ve çalışmalar
yolunda gidiyor. Çok büyük olasılıkla Haziran
2014'te Bergama Dünya Mirası Listesi'ne girmiş
olacak" dedi.
"Olumsuzluk yok"
Ekim ayında UNESCO'dan
ICOMOS'tan (Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi)
gelen bir uzmanın incelemelerde bulunduğunu anlatan
Gönenç, "Yapılan çalışmaları hem dosya üzerinde hem
de UNESCO'ya önereceğimiz söz konusu alanda
incelemeler yaptı. Sorularını yanıtladık. 2014
Haziran ayında karara bağlanacak ancak o tarihe
kadar yine gerek duyulursa bir iki uzmanın gelmesi
söz konusu olabilir. Şimdilik her şey olumlu
gidiyor. Gerek UNESCO'dan gerek ICOMOS'tan bize
gelen olumsuz bir eleştiri yok. Büyük olasılıkla biz
2014 Haziran ayında UNESCO Dünya Mirası listesine
giren kentlerden biri olacağız" dedi.
Seminerler sürecek
İlçe halkını ve
özellikle gençleri konuyla ilgili bilgilendirmek
için çalışmalara devam ettiklerini de ekleyen
Gönenç, "Zaman zaman paneller yaptık. Geçtiğimiz yıl
bu çalışmayı yürüten arkeolog ve sanat tarihçisi
arkadaşlarımız okullara ve özellikle de liselere
giderek öğrencilere bilgiler verdiler. Bu listeye
girdiğimiz takdirde ne olacak, kente ekonomik,
sosyal ve kültürel anlamda katkısı ne olacak bunları
anlattılar. Eğitim öğretim yılının sonlarına doğru
planlanarak bu seminerler sürdürülecek" dedi.
Gazete Yenigün
(Kısaltarak), 21.11.2013
|
MÜZAYEDENİN EFENDİLERİ

New York ve Londra’da
düzenlenen müzayedelerde ‘sanatın hazineleri’
milyonlarca dolara satılıyor. 2004’ten bu yana satış
rakamları 104 milyon dolardan 142 milyon dolara
ulaştı. Son rekoru geçtiğimiz hafta Francis Bacon
kırmıştı.
Tablolarda rekor üstüne
rekor.. 2004’ten bu yana sıklıkla düzenlenen
müzayedelerle birlikte ressamların eserleri
genellikle 10 dakika için milyonlarca dolara alıcı
buluyor. Birinciliği geçtiğimiz günlerde ABD’de
düzenlenen bir müzayedede 142 milyon dolara alıcı
bulan Bacon’ın Freud üçleşemesi almış ve Munch’un
Çığlık rekorunu da kırmıştı. Dünyanın en pahalı 10
tablosu arasında 3 adet Picasso, 2 adet Bacon, Andy
Warhol, Munch, Klimt ve Rothko yer alıyor. İşte en
pahalı tablolar;
LUCİAN FREUD ÜÇLEMESİ
KATARLI EMİR AİLESİNDE
142 milyon dolara
satılarak rekor kıran Francis Bacon’ın “Lucian Freud
Üçlemesi”nin alıcısı ortaya çıktı. New York Post
gazetesi, eserin Katarlı Şeyhika Mayassa’nın satın
aldığını yazdı. Katar’ın şimdiki emirinin kız
kardeşi ve eski emirin de kızı olan 30 yaşındaki
Mayassa için “Sanat dünyasının en güçlü kadını” ve
“kültür kraliçesi” yorumları yapılmıştı. Mayassa’nın
1.6 milyar dolarlık sanat eseri koleksiyonu olduğu
tahmin ediliyor.
İspanyol ressam Pablo
Picasso’nun 1932 yılında yaptığı ‘Nu au plateau de
sculpteur’ adlı tablosu New York’taki Christie’s
müzayede evinde satıldı. 2010’da satılan tablo
1950’lerden bu yana, artık hayatta olmayan Frances
ve Sidney Brody ailelerine aitti. 106 milyon
dolarlık teklifin telefonla, adı açıklanmayan bir
şahıstan geldiği öğrenildi.
Picasso’nun 1942’de
yaptığı ünlü tablosu Dora Maar au Chat (Dora Maar ve
Kedi) 2006’de Sotheby’s müzayede salonunda 95
milyon dolara satıldı. Eseri satın alan kişi
kimliğini gizledi. Bu tabloda, Picasso Hırvat
sevgilisi Dora Maar’ı omzunda küçük bir kediyle
sandalyede otururken resmetti. Dora Maar için
yapılan tek tablo bu olmasa da en ünlülerinden
biri.

Edvard Munch’ın çığlık
adlı tablosu geçtiğimiz yıl New York’ta düzenlenen
müzayede 119.9 milyon dolara satıldı. Çığlık veya
orijinal adıyla Skrik Norveçli ressam Edvard Munh
tarafından 1893’te yapıldı. Çığlık’ın dört versiyonu
bulunuyor. Bu, özel şahısların elinde bulunan tek
Çığlık tablosuydu.
ABD’li sanatçı, film
yapımcısı ve yayıncı Andy Warhol’un “Silver Car
Crash -Gümüş Araba Kazası (Double Disaster)” isimli
çalışması 105 milyon dolara satıldı. New York’ta
düzenlenen müzayede satılan eserde, bir kazanın
ardından otomobilden sarkan ceset görülüyor.
Çalışma, sanatçının bugüne kadar en pahalıya satılan
eseri. Kimliği gizli tutulan alıcı, 1963 yapımı
ödüllü eseri 105 milyon dolara satın aldı.
Picasso’nun 1905’te
yaptığı ‘Pipolu Çocuk’ 2004’te Sotheby’s müzayede
salonundaki açık artırmada 104 milyon dolara
satıldı. Eseri alan kişi ise kimliğini gizli tutmayı
tercih etti. Tablo, Picasso’nun kübizme geçmeden
önce, “gül dönemi”nde yaptığı eserler arasında ve en
başarılı çalışmalarından biri sayılıyor. Resimdeki
gencin kim olduğu tam olarak bilinemiyor ancak
Picasso, onun hemen her gün gelip resim yaparken
saatlerce kendini izleyen bir genç olduğunu
söylüyor. Picasso, çocuğun kafasındaki tacı arka
planla uyumlu olması için sonradan yapmaya karar
verip 1 ayda tamamlamış.
Klimt’in “Portrait of
Adele Bloch-Bauer II” 1912’de tamamladığı tablosu
2006’da Christie’s müzayedesinde 88 milyon dolara
alıcı buldu. Adele Bloch Bauer’in Klimt’in 2 kez
portresini yaptığı tek kadın. Tablo, 2. Dünya
Savaşı öncesi Naziler esere el koymadan evvel
ailenin evinde asılıydı. Avusturya müzesi savaştan
sonra tabloyu gerçek sahiplerine tekrar ulaştırmaya
gönüllü olunca Amerika ve Avusturya arasında uzun
bir hukuk mücadelesi sürdü. Sonunda 2006’nın Ocak
ayında Ferdinand Bloch-Bauer’in yeğeni eseri almayı
başardı va kasım ayında da 88 milyon dolara
satıldı.
Mark Rothko-Orange, Red,
Yellow (Turuncu, Kırmızı, Sarı) ressamın 1961
yılında yaptığı tablo 2012’de New York’taki
Christie’s müzayede evinde yapılan açık artırmada 87
milyon dolara satıldı. Soyut ekspresyonizmin en
önemli temsilcilerinden sayılan Rothko’nun eserini
alan kişi kimliğini açıklamak istemedi.
Bacon’un Triptych adlı
eseri, 1976-(Üçleme, 1976)-2008 yılında Sotheby’s
müzayede salonunda yapılan açık artırmada satıldı.
Sotheby’s yetkilileri, esere 70 milyon dolar
ödeneceğini tahmin ediyordu ama bir müşteri, fiyatı
Sotheby’s için komisyon dahil 86 milyon 281 bine
yükseltti. Bacon’un 1976 yılında yaptığı
“Triptych,1976” adlı üçlemesi, 1977’den 2008’de
satılana kadar Avrupalı bir koleksiyoncudaydı.
Alberto Giacometti’nin
‘Yürüyen Adam I’ adlı heykeli 104.3 milyon dolara
alıcı buldu. Sanatçının 1947’de yaptığı tablosu 8
dakikada satıldı. Açıklamada, 10 potansiyel alıcı
arasında çok çekişmeli geçen müzayedenin 8 dakika
sürdüğü ve insan boyutlarındaki bronz heykelin
müzayedeye telefonla katılan, kimliği açıklanmayan
bir kişi tarafından alındığı kaydedildi.
Akşam, 21.11.2013
|
GÖBEKLİTEPE'DE 6 TAPINAK
DAHA

Dünyanın ilk tapınağının bulunduğu Şanlıurfa
Göbeklitepe'de, kazılar ve ölçümlerin sonucunda
ulaşılan anıtlar buranın, 11 bin 600 yıl öncesinde
insanlığın önemli bir buluşma merkezi olduğunu
gösterdi. 18 yıl önce kazı çalışmalarına başlanan
Göbeklitepe'de, son iki yılda yapılan çalışmalarda 6
tapınak daha ortaya çıkarıldı. Ürdün'ün Faynan
Vadisi'nde de yapılan arkeolojik kazılarda
uygarlığın geçmişi ile ilgili bugün kabul gören
yaygın anlayışı yeniden tartışmaya açıyor.
Uygarlığın tarımla, başka bir deyişle insanoğlunun
yerleşik düzene geçmesiyle başladığı sanılıyordu.
Hem Göbeklitepe'de hem de Ürdün'ün Faynan Vadisi'nde
yapılan kazılarda elde edilen bulgular, uygarlığın
tarım öncesi dönemde 11 bin yıl önce başlamış
olabileceğine işaret ediyor. Göbeklitepe'de
arkeologları ve tarihçileri hayrete düşüren, tarihin
yeniden yazılmasını gerektiren nokta ise henüz
yerleşik olmayan insanların, tapınma ihtiyacı
duyması ve tapınaklar inşa etmesi.
6 tapınak, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk
Çelik'in de katılımıyla cumartesi günü kamuoyuna
tanıtılacak. Kazı çalışmaları sırasında ve ortaya
çıkarılan yerleşim alanlarıyla ilgili İngiliz
televizyonu BBC ve Alman televizyonları, çocuklara
tarih bilincini vermek ve insanlığın uygarlığa
başladığı yeri belgelemek için Göbeklitepe'de
çekimler yapıp belgeseller, haberler yayımladı.
Alman Arkeoloji Enstitüsü'nden Klaus Schmidt,
Göbeklitepe kalıntılarının Mezopotamya'daki ilk
şehirlerden 5 bin 500, İngiltere'deki Stonehenge
kalıntılarından ise 7 bin yıl daha eski olduğunu
söyledi. Bölgede yapılan kazıların, insanlığın avcı
- toplayıcı döneminde mütevazı bir şekilde
yaşamadıklarını da kanıtladığını söyleyen Schmidt,
aksine görkemli bir evre yaşandıklarının altını
çizdi.
Sabah, Haber: Erhan
Öztürk, 21.11.2013
|
THYATEİRA KAZISINDA
ÖNEMLİ BULGULARA RASTLANDI

Adnan Menderes
Üniversitesi ve Kültür ve Turizm Bakanlığı adına
Prof.Dr.Engin Akdeniz başkanlığında bir ekip
tarafından Bakanlık Temsilcisi İstanbul Türbeler
Müzesi Müdürlüğü Uzmanı Ali Ziyrek'in gözetiminde
sürdürülen Thyateira kazılarında önemli sonuçlara
ulaşıldı.
Konuyla ilgili bilgi veren Prof.Dr.Engin Akdeniz, 22
Temmuz'da başlayan 2013 yılı kazı sezonunda günümüz
yürüme düzleminden yaklaşık 7,5 metre derinlikte İlk
Tunç Çağı'ndan başlayıp Geç Antik Çağ'a kadar uzanan
dönemlere ilişkin buluntulara rastlandığını anlattı.
Prof.Engin, "Hastane Höyüğü ile Tepe Mezarlığı ören
yerinde sürdürülen çalışmalarda MÖ 3200-3000 yılları
arasından (İlk Tunç Çağı I) başlamak üzere sonraki
dönemlere de tarihlenebilecek verilere höyüğün
güneybatı kesimindeki L28 ve M28 açmalarında
ulaşıldı.
Buradaki kazılarda yangın tabakası içerisinde yoğun
seramik parçalarının yanı sıra bir idol,
çakmaktaşından bıçaklar ve ağırşaklar ele geçti.
Hastane Höyüğü'nün merkezindeki F33 plankaresinde
ise antik ve geç antik devire ilişkin verilere
ulaşılmıştır. İstanbul Üniversitesi Mühendislik
Fakültesi'nden Fethi Ahmet Yüksel başkanlığındaki
Jeofizik çalışmalarının arkeoloji ekibi tarafından
araziye uygulanması sonucunda ise Roma dönemine
tarihlenen bir yapının kalıntıları açığa çıkarıldı'
dedi.
Ekip üyesi Uzman Dr.Aydın Erön'ün verdiği bilgilere
göre açığa çıkarılan yapı, genel olarak höyüğün bu
bölümünün üzerinde İon düzeninde anıtsal bir yapının
varlığını kanıtlar nitelikte. Bunlar arasında lotus
çiçeği ile açık ve kapalı palmet motiflerinin yer
aldığı sima parçaları, sütun parçaları, sütun
başlığı parçaları dikkati çekiyor. Bu kalıntılardan
sonra açmada atnalı formunda bir yapıya rastlandı.
Doğu-batı doğrultulu yapının kuzey-güney yönündeki
kısa kenarın batıya doğru devam ettiği saptandı.
Olasılıkla yerel bir taş malzemeden oluşturulan
zemin bloğunun üzerinde, mermerden stylobate ve
toichobate bölümlerine yer verildiği görülüyor. Kısa
kenarın 2.30 m. genişliğindeki stylobate bölümünün
üzerinde yine aynı genişlikteki toichobate bloğu yer
alıyor. Toplam 87 cm. yüksekliğindeki toichobate
bölümünün stylobate ile birleştiği kısımda balık
pulu motiflerine yer verilmiş durumda.
Çevre düzenlemesi çalışmalarının da yapıldığı kazı
sahasından Tepe Mezarlığı ören yerinde yıpranan
bilgilendirme panolarının değiştirilmesi ve
turistlerin belirli bir düzen içerisinde
dolaşmalarının sağlanması maksadıyla kazı başkanlığı
tarafından İzmir Kültür Varlıkları'nı Koruma
Kurulu'na yapılan başvuru kabul edilirken, yıl
sonuna kadar söz konusu işlemlerinin bitirilmesi
planlanıyor.
Belediye Başkanı Salih Hızlı ve Başkan Yardımcısı
Ömer İşçi ile Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Nadir
Güven'e yardımlarından ötürü teşekkür eden
Prof.Dr.Engin Akdeniz daha sonra kazı evinde kazıda
çıkarılan buluntular, kazının bundan sonraki
planlaması, Thyateira'nın arkeoloji bilimindeki yeri
ve kazının internet sitesi olan thyateirakazisi.com
hakkında konuklara bilgi verdi. Bilindiği üzere
Thyateira Kazısı,
2011 yılında Akhisar Belediyesi ile Adnan Menderes
Üniversitesi Rektörlüğü arasında imzalanan protokole
dayanan başvurunun Kültür ve Turizm Bakanlığı
tarafından kabul edilmesinin ardından Bakanlar
Kurulu'nun aldığı kararla 2011 yılından itibaren
Türkiye'nin çeşitli üniversiteleri ve araştırma
merkezlerinden arkeoloji, jeofizik, mimari, seramik,
arkeozooloji, epigrafi, restorasyon, konservasyon,
sanat tarihi ve antropoloji gibi farklı
disiplinlerden oluşan uzmanların ve öğrencilerin
katılımıyla devam ediyor.
Sabah, 21.11.2013
|
 |
ANADOLU'NUN GİZEMLİ DİNİ
Gaziantep'in kuzeyinde bulunan antik Doliche kenti yakınındaki kazılarda çok önemli bulgulara rastlandı. Arkeologlar 'umulmadık kadar çok' eski madalyon, 600 kadar mühür ve dini simgeleri gün yüzüne çıkardı. Dönemin Roma uygarlığının en büyük tanrılarından olan Jüpiter'e ait bir tapınma alanın yapılan kazılar MÖ 7. ve 4.yy'lar arasına tarihleniyor ve daha önce ortaya çıkarılan hiç bir bulguya benzemiyor. Kazıyı yöneten arkeolog Dr. Engelbert Winter'a göre bu şimdiye kadar dünyanın herhangi bir yerinde yapılan keşiflerden çok daha farklı ve önemli. Winter, bulguların çoğunun 'Tanrılara adak' olarak bırakıldığını ifade ediyor. Bu adakları Babil ve Suriye uygarlıklarına eşleyen arkeologlar tapılan tanrının Jüpiter Dolichenus olduğunu belirtiyor. Jüpiter Dolichenus Roma'da gizemi hala korunan bir tarikatın tanrısıydı. Tarikat, sadece üyelerinin bildiği ve dahil olduğu gizemli seremoniler düzenlerdi. Winter ve kazı grubunu heyecanlandıran bulguların Anadolu'da bir zamanlar büyük bir gizlilik içinde icra edilmiş bu gizemli dini de aydınlatması bekleniyor.
Akşam, 20.11.2013
|
DÜNYANIN İLK POLİS
TEŞKİLATI ÇATALHÖYÜK'TE

Dünyada ilk polis
teşkilatının, Konya'daki Neolitik dönem yerleşimi
Çatalhöyük'te kurulduğu ileri sürüldü.
Uluslararası Polis
Akademileri Birliği (INTERPA) faaliyetleri
kapsamında gerçekleştirilen yürütme kurulu ve
değerlendirme toplantılarının beşincisi bu yıl Polis
Akademisi'nin ev sahipliğinde, INTERPA yürütme
kurulu üyesi 6 ülkenin polis
eğitim kurumu
başkanlarının katılımıyla
Ankara'da
yapılacak.
Değerlendirme toplantısı çerçevesinde Polis
Akademisi Başkanı Prof.Dr. Remzi Fındıklı
başkanlığında, Tacikistan, Belarus,
Malezya,
Suudi Arabistan ve
Sudan polis
eğitim kurumu
başkanlarından oluşan heyet, Konya'ya geldi.
Fındıklı, beraberindeki heyetle, Konya Emniyet
Müdürlüğü'ne yaptığı ziyarette, burada 42 ülkenin
polis akademisi başkanlarından oluşan 8 yürütme
kurulu üyesiyle Konya'ya ziyaret
gerçekleştirdiklerini söyledi.
Türk Polis Akademisi'nin, INTERPA'nın başkanlığını
yaptığını ifade eden Fındıklı, amaçlarının
akademiler arasında birlik, bütünlük ve
eğitim
standartlarını sağlayarak insanlara daha medeni ve
güzel hizmetler sunmak olduğunu dile getirdi.
INTERPA olarak ilk ziyareti Konya'ya
gerçekleştirdiklerini anlatan Prof.Dr. Fındıklı,
şunları kaydetti:
"Dünyada ilk polis teşkilatının kurulduğu yer
Konya'dır. İlk teşkilat Konya'daki Neolitik dönem
yerleşimi Çatalhöyük'te kurulmuştur. Yapılan
arkeolojik araştırmalar da bunu göstermektedir. Bu
bakımdan Konya polis tarihi açısından önem
göstermektedir. Diğer taraftan Hazreti Mevlana
Konya'da yatmaktadır. Asayişin tam olduğu bir yerin
bu kadar güvenilir ve sağlıklı olmasının temelinde
Mevlana'nın manevi etkileri görülmekterir. Derler ki
'Gez dünyayı gör Konyayı', bugün bu sözün size
ispatını yapacağız. Ümit ederim ki bu ziyaretten
oldukça keyif alırız."
Konya Emniyet Müdürü Hüseyin Namal ise Konya'nın,
Türkiye'nin en büyük ve en güvenilir şehirlerden
biri olduğuna vurgu yaptı.
Çatalhöyük
1960'lı yıllarda İngiliz Arkeolog James Mellaart ve
ekibi tarafından keşfedilen Çatalhöyük'te, 1993
yılında yine İngiliz Arkeolog Prof.Dr. Ian Hodder
başkanlığında kazılar yapılmaya başlandı. Neolitik
dönemde yaklaşık 8 bin kişinin yerleşik hayata
geçerek bir kent kurduğu tespit edilen
Çatalhöyük'te; üstten girilen, birbirlerine bitişik
kerpiç evlerde yaşayan insanların sosyal yapısı,
beslenme ve giyim
şekilleri gibi çeşitli konular araştırılıyor.
2012 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi'ne
alınan Konya'nın Çumra İlçesi'ndeki 9 bin yıllık
Çatalhöyük, dünyada insanoğlunun ilk yerleşim
yerleri arasında gösteriliyor.
Cnn Türk, 20.11.2013
|
287 YILLIK PASKALYA KİTABI

Manchester’da
Yahudilerin paskalyanın ilk gününde okudukları bir
el yazması bulundu. 20 sayfalık el yazması Haggadah
1726’da bankacı Emanuel Mendel Oppenheimer için
kaleme alındı.
Unutulmuş bir çorba kutusu içinde tesadüfen
ortaya çıkarılan eserin gelecek hafta yapılacak açık
artırmada 500 bin pounda varan bir fiyattan
satılması bekleniyor. Elyazması Haggadah, müzayedeci
Bill Forrrest’ın Manchester’da yarı müstakil bir
evde yaptığı rutin eşya sayımı ve fiyatlandırması
sırasında keşfedildi.
Tevrat’taki elliden fazla sahnenin resimlendiği
elyazması parşömenler Amsterdam’daki uzmanlar
tarafından incelenince, eserin 18. yüzyıl
ortalarında Viyana İmparatorluk Sarayı’nın hak
sanatçılarından Aaron Wolff Herlingen’e ait olduğu
sonucu çıkarıldı.
2. Dünya Savaşı öncesi Nazilerden kaçıp İngiltere’ye
yerleşen eserin sahibi 2007’de ettikten sonra, bu
yıl yeğeni kendine miras kalan bazı şeyleri satmak
isteyince müzayedeci Bill Forrest bu eseri ailenin
evinin garajındaki kitapların arasında bir çorba
kutusunun içinde tesadüfen buldu.
DOĞUM GÜNÜ HEDİYESİ
Haggadah’ın, banker ve saray diplomatı Samuel
Oppenheimer’la yakın akraba olan Viyanalı Samuel
Emanuel Oppenheimer’ın ilk çocuğu Emanuel Mendel’in
doğumu için özel olarak yapıldığı düşünülüyor.
BUNA TAKDİRİ İLAHİ DERLER
Manchester Üniversitesi Yahudi Çalışmaları
Merkezi’nden Dr. Yaakov Wise, son 300 yıllık
fırtınalı ve kanla dolu Yahudi tarihinde birçok eser
Avrupa’da kaybolmuş ya da kasıtlı olarak tahrip
edilmişken bu eserin bulunmasını “mucize” olarak
niteledi. “Eserin bu zamana kadar kalabilmiş olması
büyük şans. Atılmamış ve biri tarafından bulunup
fark edilmiş olması bir mucize. Buna ilahi takdir
diyebilirim” diye konuştu.
Akşam 20.11.2013
|
EYFEL'İN MERDİVENLERİ
AÇIK ARTIRMAYLA
SATILIYOR
Cihan'ın haberine göre, 1983'te kulede gerçekleştirilen yeni güvenlik önlemleri kapsamında sökülen 750 kilo ağırlığındaki 19 merdivenin pazartesi günü açık artırmaya çıkarılacağı kaydedildi.
Kule'nin 2. ve 3. katından sökülen merdivenlerin taban fiyatının 20 bin Euro ile 30 bin Euro arasında olması bekleniyor.
2009 yılında
gerçekleştirilen açık artırmada merdivenlerin bir
bölümü 550 bin Euro'ya Amerikalı bir işadamı
tarafından satın alınmıştı.
Dünyanın en ünlü eserleri arasında yer alan Eyfel Kulesi, EXPO 1889 anısına Gustave Eiffel tarafından inşaa edilmişti.
Yapımına 1887'de başlanan kule, 26 ay 5 gün'de tamamlanarak 31 Mart 1889'da hizmete girdi.
Yapı, 20.11.2013
|
|
TÜRKİYE DÜNYA MİRASI KOMİTESİ'NDE

Türkiye , UNESCO’nun
Dünya Mirası listesini belirleyen, kararları
alan Dünya Mirası Komitesi’ne 26 yıl aradan
sonra yeniden üye seçildi. Seçimler dört yılda
bir yapılıyor ve komiteye 21 üye seçiliyor.
Türkiye 190 üye ülkenin 121’nin oyunu alarak en
yüksek oyla seçilen ülke oldu.
Birçok ülke bu listede yer alabilmek için
öncesinde çalışmalar, kulisler yapıyor.
Türkiye’nin UNESCO Büyükelçisinin bile henüz
atanmadığı bir dönemde hiçbir çalışma, kulis
yapmadan üye seçilmemiz tam bir sürpriz olarak
yorumlanıyor yetkililer tarafından.
Türkiye Unesco Dünya Mirası Komitesi’ne
1983-1987 yılları arasında da üye seçilmişti. Bu
yeni üyelikle tekrar karar alma mekanizmalarının
bir parçası olduk ancak bu durum Türkiye’ye
listede olan Dünya Mirası alanlarımız konusunda
da daha sorumlulukla davranmayı getiriyor.
Umarız bundan sonra
İstanbul ’da tarihi yarımadanın siluetinin
bozulması gibi listede olan yerlerimizle ilgili
askıya alınmamızın söz konusu olacağı durumlarla
karşı karşıya kalmayız.Türkiye’yi komitede 4 yıl
boyunca Prof. Zeki Kaya, Doç.Dr. Yonca Erkan ve
uzman Şule Ürün temsil edecek.
Kulislerde bu seçimde, UNESCO’nun her yıl
yenileyerek yayımladığı ‘Dünya Mirası:
Açıklamalı Dünya Mirası Sit Alanları’ kitabının
Türkçesinin olmasının da etkili olduğu
dillendiriliyor. 888 sayfalık bu kapsamlı
kitap bu yıl eylül ayında Alfa Yayınları
tarafından yayımlanmıştı.
Radikal, Haber: Müge Akgün, 20.11.2013
|
|
MADIMAK İÇİN ESERLERİNİ YAKTILAR
Sivas Madımak’ta 2 Temmuz 1993’te yanarak can veren
35 aydının anısına farklı bir sergi.
Beşiktaş Belediyesi tarafından düzenlenen ‘Unutmamak’ sergisi yangında ölen 35 sanatçının, sanatçılar tarafından bir bölümü yakılmış 35 eseri sergilenecek.
Dün açılan ‘Unutmamak’ sergisi 19 Ocak’a kadar Beşiktaş Çağdaş’ta ziyaret edilebilecek.
Beşiktaş Belediyesi tarafından inşaatı devam eden ve adı ‘Unutmamak Müzesi’ olacak mekan ise serginin son durağı ve kalıcı yuvası olacak.
Sergide Ara Güler, Devrim Erbil, Hanefi Yeter, Meriç Hızal gibi sanatçılar yer alıyor.
Akşam, 20.11.2013
|
200 YIL ÖNCESİNİ GÖRMEK İSTİYORSAN BULDAN'A GEL

Dokumasıyla meşhur Buldan’da tarihi evler restore
ediliyor. Çalışmaların devam ettiğini söyleyen
Buldan Belediye Başkanı Mustafa Fahri Şevik, “Proje
tamamlandığında Denizli turizmine ciddi katkılar
sağlayacağını düşünüyorum.” diyor.
Denizli’nin Buldan İlçesi dokumasıyla meşhur.
Osmanlı padişahlarından Yıldırım Beyazıt’ın kızına
gelinlik, Genç Osman’a gömlek dokunmuş. 18. ve 19.
yüzyıl Selçuklu ve Osmanlı şehir dokusunu günümüze
taşımak için 164 tarihi ev restore ediliyor. Proje
tamamlandığında UNESCO tarafından Dünya Kültür
Mirası Listesi’ne alınan Safranbolu evleri gibi
olacak. Buldan Belediye Başkanı Mustafa Fahri Şevik
de restorasyon çalışmalarının 2007 yılında Kültür ve
Turizm Bakanlığı ile yapılan protokol dahilinde
tanzim edilerek başladığını söylüyor. Protokolün
ardından ciddi çalışmalar yapıldığını ifade ederek,
şu bilgileri veriyor: “Yedi sokağımızı, uygulama
projemize uygun hale getirdik. Şu an Yeşildere
Mahallesi, Beyler Sokağı, Paşalar Hanı, Türkmenoğlu
Sokağı gibi yerlerde ciddi manada cephe yenilemeler
devam ediyor. Aşağı yukarı 250 yıl geriye doğru
birçok mimari tarzını görmek mümkün. Restorasyon
çalışmaları sıcak suyla ve Tripolis’le
bütünleştiğinde Denizli turizmine ciddi katkılar
sağlayacağını düşünüyorum.”
Projeye Kültür ve Turizm Bakanlığı, Denizli
Valiliği, İl Özel İdaresi, Buldan Kaymakamlığı,
Buldan Belediyesi, Çevre ve Kültür Değerlerini
Koruma ve Tanıtma (ÇEKÜL) Vakfı, Tarihi Kentler
Birliği ile Buldan Doğal Hayatı ve Kültürünü Koruma
Derneği destek veriyor. Evlerin restorasyon
sürecinde turizmin de canlanmaya başladığını ifade
eden Şevik, eskiden sadece yaz sezonunda gelen
turistlerin şimdi 12 ay boyunca ilçeye uğradığını
aktarıyor. Restorasyonlara halk da destek vererek,
imkanları ölçüsünde tarihi evleri tekrar kullanıma
açıyor. Çelebiler Konağı’nı restore ettirerek butik
otele dönüştüren Hilal Kaya, turizme katkı sağlamak
için konağı restore ettirdiklerini söylüyor. Kaya,
“Burasının savaşta hastane olarak kullanıldığı
konuşuluyor. Restorasyonunu tamamen eskisine uygun
bir şekilde yaptık, doğasını bozmadan. İnsanlara,
Buldan’a geldikleri zaman babalarının, dedelerinin
evlerinde kaldıkları hissi yaşatmak için tamamen
uygun bir restorasyon süreci geçirdik.” diyor.
Restore edilen yerlerden Dokuma Pazarı’nda fırın
sahibi olan Mehmet Gökçe ise tarihi evlerin eski
durumunun harabe olduğunu belirterek, restorasyon
çalışmalarından ilçe halkının da memnun olduğunu
söylüyor: “Yıkılmak üzereydi buralar. Restorasyon
çalışmalarının ardından canlanmaya başladı. Turizm
artmaya başlıyor. Tamamlandığında daha fazla kişi
gelecek.”
Zaman, Haber: Resul Cengz, 20.11.2013
|
ANADOLU'NUN KÜLTÜRÜ ÇİN'DE
Anadolu'nun kültürünü Uzakdoğu'ya taşıyan "Anadolu
Medeniyetleri: Neolitik Çağ'dan Osmanlı'ya",
Çin'de açılan ilk Türk tarihi eserler sergisi
özelliği ve geniş içeriğiyle büyük ilgi çekiyor.
"Çin'de
Türkiye Kültür Yılı" etkinlikleri
kapsamında Şanghay kentindeki Halk Meydanı'nda
bulunan Şanghay Müzesi'nde 20 Şubat 2014'e
kadar gezilebilecek sergi kapsamında,
Türkiye İslam Sanat Eserleri Müzesi,
İstanbul Arkeoloji Müzesi ve Topkapı Sarayı
Müzesi'nden getirilen 122 parça tarihi eser Çinli
ziyaretçilerin ilgisine sunuluyor.
Sergide Tunç Çağı'na ait mızrak uçları, ilk
döneme ait mühür, damga ve tabletler,
Hellenistik ve
Roma dönemine ait andıçlar ve imparator heykelleri
ile Osmanlı dönemine ait kılıç ve miğfer gibi
objeler, kaftan, sorguç ve yazı takımları, kilim ve
seccadeler ile Kur'an-Kerim Mushafları yer alıyor.
Kültür Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Faruk Şahin
AA'ya yaptığı açıklamada,
Çin'de "Türkiye
Yılı" olması vesilesiyle 2013 yılı içerisinde Pekin,
Şanghay ve Urumçi gibi kentlerde resim, müzik ve
edebiyat alanlarının da dahil olduğu birçok alanda
etkinlikler düzenlendiğini belirtti.
Türkiye'de geçen yıl "Çin
Yılı" olması nedeniyle başta
İstanbul olmak üzere birçok kentte etkinliklerin
düzenlendiğini hatırlatan Şahin, binlerce yıl
öncesinden birbirini tanımaya başlayan iki milletin
ilişkilerinin son dönemde düzenlenen bu tür kültürel
faaliyetlerle daha da artmaya başladığını söyledi.
Şahin, "Bu sergi açılışı ve
Çin'de
Türkiye Yılı etkinlikleri, ileride daha yeni
adımların atılmasına ve iki ülke ilişkilerinin daha
da gelişmesine katkı sağlayacaktır" dedi.
Osmanlı hanedanına ait eserler de sergileniyor
Topkapı Sarayı Müzesi Müdür Yardımcısı Ayşe
Erdoğdu, serginin Osmanlı bölümünde saltanat
sembolleri, saray ve harem yaşamına dair kesitler
sunulduğunu ifade ederek, "Bu bölümde en çok öne
çıkan eser, yurtdışında ilk kez bir sergiye ödünç
verilen Sultan II. Osman'ın kaftanı" diye konuştu.
Sergide bizzat hanedana ait eserlerin bulunduğunu
söyleyen Erdoğdu,
Hürrem Sultan'ın vakfiyesi, Sultan Abdulaziz'in
hat levhası, 16'ncı yüzyıl ortalarında Şehzade
Mehmet'e ait olduğu düşünülen kılıç, hanedan
içerisindeki tek şaire olan Sultan 2'inci Mahmut'un
kızı Adile Sultan'a ait mührün de Çinli
ziyaretçilerin ilgisine sunulan eserler arasında
olduğunu ifade etti.
Anadolu medeniyetleri sergisinin arkeoloji
bölümünde Doğu Roma İmparatorluğu'na kadar olan
bölüm kronolojik sıraya göre kurgulanırken,
Selçuklu ve Osmanlı döneminde ise temalar
halinde düzenleniyor.
İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürü Zeynep Kızıltan,
sergide tüm eserlerin birbirinden nadide parçalar
olduğunu ve kendi dönemlerine ait önemli bilgiler
sunduğunu hatırlatarak, Hellenistik döneme ait
"Arabacı Kabartması" adlı eserin bunlar arasında öne
çıkanlardan biri olduğunu belirtti.
Sergiye ilişkin düşüncelerini anlatan Çinli
ziyaretçi Yao Canvey ise "Açıkçası buraya gelirken
bu kadar zengin çeşit ve renklilik beklemiyordum"
diyerek şaşkınlığını dile getirdi.
Çok eski çağlardan Osmanlı'ya kadar olan döneme
ait birbirinden nadide eserlerin sergilendiğini
söyleyen Yao, "Özellikle
Çin'de rastlama imkanı bulamadığımız eski
çağlara ait tarihi eserleri görme imkanı sağlaması
nedeniyle sergiyi ziyaret etmekten büyük keyif
aldım" ifadesi kullandı.
haberler.com, Haber: Tevfik Kurul, 19.11.2013
|
ROMA HAMAMI'NDAN PADİŞAH MADALYONU ÇIKTI
Doç.Dr. Akın Ersoy başkanlığında sürdürülen Agora kazılarında ortaya çıkarılan o döneme ait eserlerin yanı sıra, bazen sürprizlerle de karşılaşılıyor. Roma hamamında çalışmalarını sürdüren arkeologlar, bir taşın altında tütün çuvalı buldu. Çuvalın içinden 19'uncu yüzyıldan kalma, ön yüzünde 31’inci Osmanlı padişahı Abdülmecit’in portresi, arkasında ise tuğrası bulunan madalyon çıktı. Bunun yanı sıra çuvaldan, henüz daha Tekel idaresi kurulmadan önce üretilen inhisar kibritleri, Ece Ayhan’ın şiirlerinde geçen Fransız Serkldoryan sigarası, 1937 yılına ait Türk Hava Kurumu piyangosu bileti, tütün kampanyaları yaprakları, İzmir’in en eski sinemalarından biri olan Teyyare Sineması’nın gazete ilanı, 1936 yılına ait tütün şirketleri belgeleri, tüccarların borç defterleri ve vergi muaf belgeleri de çıktı. Çıkan belgeler ve malzemeler kazı ekibince koruma altına alındı.
İzmir Gündem, 19.11.2013
|
 |
DİYARBAKIR HEVSEL BAHÇELERİ'NE SAHİP ÇIKIYOR

Diyarbakır'ın UNESCO miras listesine girmesi
planlanan 8 bin yıllık Hevsel Bahçeleri'nin yapı
rezerv alanı ilan edilmesi ve Dicle nehrine HES
projeleri kentte büyük tepki yarattı.
Mezopotamya Ekoloji Hareketi, tepkisini bugün bir
yürüyüşle dile getirecek. Büyükşehir Belediye
Başkanı Osman Baydemir önce bakanlık yetkilileriyle
görüşecek, olmazsa hukuki yollara başvurulacak.
Diyarbakır'ın Kültür ve Turizm Bakanlığı Dünya
Miras Geçici Listesi'nde bulunan Diyarbakır Surları
ile Hevsel Bahçeleri UNESCO'ya aday. 2014'ün mart
ayında esas dosya UNESCO'ya sunulacak, 1,5 yıl
içinde de karar verilecek.
Hevsel bahçeleri kentin akciğeri
Ancak UNESCO Miras listesi için uzun süredir
çalışmalar sürereken, Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı'nın 23 Ağustos'ta Silvan Köprüsü ile
Diyarbakır’ın tarihi On Gözlü Köprü arasındaki Dicle
Vadisi’ni “Yapı Rezerv Alanı” olarak ilan etmesi
herkesi şaşırttı.
Üstelik, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü de
Dicle nehri üstüne üç hidroelektrik santral
yapılacağını açıkladı. Bu santrallerden Dicle 2'nin
Hevsel bahçelerinde tahribata yol açacağı
söyleniyor.
Diyarbakır'ın güney batısında Dicle Vadisi içinde
yer alan 700 hektarlık Hevsel Bahçeleri,
Diyarbakır'ın yeşil alanıyla hem akciğeri, hem besin
kaynağı, hem de simgesi.
Dicle nehrinin debisinin azalmasıyla oluşan delta
zamanla verimli bahçe ve bostanlara dönüştü. 1960'lı
yıllarda adına "Hoser" denen bu ağaçlıklı alan süreç
nedeniyle Hevsel olarak anılmaya başlandı.
Nehir kıyılarındaki bahçelerde güvercin
gübresinden yararlanılarak ünlü Diyarbakır
karpuzları yetiştirildi. Uzun yıllar, şehrin sebze
meyve ihtiyacı buradan karşılanırdı; hala da bu
ihtiyacın bir kısmı karşılanıyor.
Ayrıca Hevsel Bahçeleri'nde 100'den fazla kuş
çeşidinin yanı sıra kirpi, tilki, sansar, su samuru,
domuz ve sincap gibi hayvan türleri de yaşıyor.
UNESCO macerası biter
Belediye Başkanı Baydemir, rezerv alanı ilan
edilmesine ve HES projesine tepki göstererek bunun
UNESCO'nun miras listesine girmesini engelleyeceğini
söylemişti.
Belediyeden aldığımız bilgilere göre, Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı, buranın yapılaşmaya
açılmayacağını rekreasyon alanı olarak kalacağını
sözlü olarak belediyeye iletti. Belediye, konuyla
ilgili önümüzdeki günlerde bakanlığın ilgili
bürokratlarıyla görüşecek. Gerekirse Başbakan,
cumhurbaşkanı ve bakanlıklara Baydemir mektup
yazacak. Son çara olarak da hukuki yollara
başvurulacak.
"Ekolojik bir yıkım"
Mezopotamya Ekoloji Kolektifi'nden
Nurhak
Akıncı, HES projeleri ile yapı rezerv alanı
kararının bütün olarak Dicle nehrini içine alan
vadiyi yok edeceğini belirterek bunun "ekolojik bir
yıkıma" neden olacağını ifade etti.
"HES projeleri ile Dicle nehri yok olacak. Hevsel
bahçeleri de hem HES'in etkisiyle hem de yapılaşmaya
açılarak yok olacak. Diyarbakır'ın tarihi öğeleri
surlar ve Hevsel bahçeleridir. Bu bahçeler yok
edilirse surların da bir anlamı da kalmayacak.
Bütünsel bir yıkım olacak." (NV)
Yürüyüş saat 13:00'te Dağkağı Meydanı'ndan
başlayacak.
Bianet, Haber: Nilay Vardar, 19.11.2013
|
HIDIRLIK TABYASI MÜZEYLE HAYAT BULACAK

Balkan Savaşlarındaki Edirne savunması sırasında
Şükrü Paşa tarafından karargah olarak kullanılan
Hıdırlık Tabyası, Osmanlının Balkanlara çıkış
serüveninin canlandırılacağı bir projeyle yeniden
hayat bulacak.
Edirne Valisi Hasan Duruer, Hıdırlık Tabyası'nın
Edirne işgalinden önce Şükrü Paşa tarafından
kullanılmış önemli tabyalardan biri olduğunu
söyledi.
Tabyanın 55 dönüm arazi üzerine kurulu olduğunu
belirten Duruer, tabyada Kültür ve Turizm Bakanlığı
tarafından yürütülen restorasyon çalışmalarının
devam ettiğini ifade etti. Restorasyon
çalışmalarında önemli bir aşama katedildiğini
aktaran Duruer, şöyle konuştu:
"Tabyayı, Osmanlı'nın Balkanlara çıkış serüvenini
canlandıracağımız, 1354'den itibaren 1913'e kadar o
muhteşem tarihin ve kültürün geçmişinin
canlanabileceği bir müze haline getirme konusunda
proje hazırladık. Hıdırlık Tabyası 2 bin 500
metrekare kapalı alanı olan, Prof. Amir Pasiç
tarafından hazırlanan, Dr. Metin Eriş ve Prof.
Mustafa Kaçar'ın büyük destek verdiği bir proje.
Kısmet olursa 8 Aralık'ta Başbakanımıza arz etmek
istiyoruz."
Duruer, proje hayata geçtiği taktirde Edirne'ye
büyük bir değer katacağına inandığını kaydetti.
Balonla 3 ülke ve 3 nehir
seyredilebilecek
Duruer, Edirne'nin en yüksek tepelerinden birine
kurulu tabyada balonla seyir imkanı da sunmayı
planladıklarını söyledi.
Balonla 100 metre çıkıldığında 3 ülkenin ve 3
nehrin görülebildiğini belirten Duruer, "Üç ülke
Türkiye, Bulgaristan ve Yunanistan. Nehirlerden
Arda'yı, Tunca'yı ve Meriç'i görme şansına
sahipsiniz. Bunun Edirne için çok önemli projelerden
bir tanesi olarak değerlendiriyorum" diye konuştu.
Duruer, Şükrü Paşa Tabyası'ndaki müzenin de
tefriş ve tanzimini yeniden ele aldıklarını aktardı.
Hazırlanan projenin bitmek üzere olduğunu ifade eden
Duruer, şunları kaydetti:
"Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından
buraya finansman yapılacak. Burası hem de şehitlik
olarak düzenlenecek. İçinin tefrişini, daha modern
bir şekilde, çağdaş müzecilik anlayışına uygun bir
hale getirme konusunda projemiz var. Diğer bir
projemiz de Bizans'tan kalma Makedon Kulesi'nin
olduğu yer. Orada yine Romalılardan kalma surlar
var. Orası ile ilgili de proje hazırlattık. Orayı
arkeoloji müzesi haline getirmek düşüncesindeyiz.
Makedon Kulesi'nin üstüne çıktığınızda Edirne'yi kuş
bakışı seyretme şansına sahip olacaksınız. Bu da
önemli projelerden bir tanesidir."
Yeni Şafak, 19.11.2013
|
MYRA KAZILARI MAHKEMELİK
Antalya'da yaşayan Demreliler, Konyaltı'ndaki Sea
Life Family Resort Otel'de kahvaltıda buluştu.
Etkinliğe, Demre Kaymakamı Yusuf İzzet Karaman,
Demre Belediye Başkanı Süleyman Topçu, Prof.Dr.
Nevzat Çevik, Antalya eski Milletvekili Hasan Ünal,
İl Genel Meclisi Üyesi Mehmet Bayraktaroğlu, CHP'nin
Demre Belediye Başkan aday adayı Adnan Genç, MHP
Demre İlçe Başkanı Alim Atabey, MHP'nin Belediye
Başkan adayı Ali Yıldırım ve çok sayıda Demreli
katıldı.
Kahvaltına katılan
Prof.Dr. Nevzat Çevik ise 4
yıldır Demre'de devam eden Myra-Andriake kazıları
hakkında bilgiler verdi. Bu yıl kazı başkanlığının
kendisinden alınarak Antalya Müzesi'ne verildiğini
hatırlatan Prof.Dr. Çevik, "Şu anda mahkemede yasal
bir süreç yürüyor. Ama Demre'nin altında Anadolu'nun
pompeisi yatıyor. 4 yılda bunun büyük bir bölümü
ortaya çıktı. Demre'ye her yıl 600 bin turist ortaya
çıkan tarihi görmeye geliyor. Mahkemenin bu yanlışa
son vermesini umuyorum" dedi.
HAKSIZLIĞI AFFETMİYORUZ
Organizasyonu düzenleyen Demreli işadamı
Hayrullah Keskin ise amaçlarının Antalya'da yaşayan
Demrelileri bir araya getirmek olduğunu kaydetti.
Myra-Andriake kazılarına başkanlık yapan Prof.Dr.
Nevzat Çevik'e yapılan haksızlığı Demreliler olarak
kınadıklarını kaydeden Keskin, "Siyasilere buradan
bir çağrı yapmak istiyorum; Nevzat hocamıza yapılan
haksızlığa son verilsin. Nevzat Çevik, Demrelilerin
fahri hemşerisidir. Demre'nin bir neferidir" dedi.
Gerçek Gündem
(Kısaltarak), Haber: Ahmet Acar, 19.11.2013
|

|
TROYA ARAŞTIRMALARI TEK MERKEZDEN
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörlüğü tarafından Troas Kültürleri Tarih-Arkeoloji Uygulama ve Araştırma Merkezi Kuruldu.
Araştırma merkezi müdürlüğünü yürütecek olan arkeoloji bölümü öğretim üyesi Doç.Dr. Rüstem Aslan AKŞAM’a konuştu. “Araştırma merkezinin amaçlarından biri de bu bölge için öncelikle bir veri bankası hazırlamak ve bu bölgenin bir kültür, sanat ve turizm merkezi olmasına katkıda bulunmak. Arkeoloji ve tarih konularıyla ilgili ulusal ve uluslararası nitelikte faaliyetlerde bulunmayı hedefliyoruz” dedi. Merkezin faaliyet alanları ise Batı Anadolu, Marmara, Trakya ve Ege adaları olacak.
Akşam, 19.11.2013
|
GÖRÜNMEYEN ESER KALMAYACAK

2014
başında faaliyete geçecek SEGA, Türkiye’nin gelmiş
geçmiş bütün sanat eserlerinin görsellerini
toplayacak, biriktirecek ve kamuya açacak.
Abidin Dino'nun
doğumunun 100. yılındayız. Ama internette arama
motoruna ‘Abidin Dino' yazdığımızda hala karşımıza Dianne Dengel'e ait o naif resim
çıkıyor. Hani şu karı-koca, altı ufaklık ve bir
köpeğin aynı yatağa mutluca sığıştığı… Bunun sebebi,
zamanında Nazım Hikmet'in bir şiirinde “Bana
mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” diye
sormuş olması. Rivayet o ki Dino, şaire bu naif
resimle vermiş cevabını. Halbuki gerçekte öyle
değil; Dino da bir şiir yazmış Nazım'a. Ama konu o
değil. Konu, arama motoruna Abidin Dino yazdığımızda
ona ait resim ve desenlerden pek ama pek azına
ulaşabilmemiz, dahası karşımıza alakasız şeyler
çıkması.
Bunlar hep sanat eserlerini görebileceğimiz
bir kaynak, bir arşiv olmadığından. Halbuki
Türkiyeli sanatçıların ürettiği sanat eserlerinin
görselleri tek bir merkezde toplanabilse… Kimin, ne
zaman, neyi, nasıl ürettiği bilinebilse... Böyle
şehir efsaneleri türemeyecek. Sadece o da değil;
ilgilisi, öğrencisi, sanatçısı gelmiş geçmiş tüm
eserleri -en azından- görebilecek.
Dünyanın pek çok ülkesinde geniş kapsamlı
sanat arşivleri var. Bunlar sanat üretimlerinin
görsellerinin toplandığı kar amacı gütmeyen sanal
oluşumlar. Kimileri, artsy.net gibi, satış da
yapıyor ama çoğu tam anlamıyla birer sosyal
sorumluluk projesi. İngiltere, Fransa, hatta
Mısır'ın bile sanat eserleri görsellerini bir araya
topladığı ve ulaşılır kıldığı sanal platformları
var. Türkiye'nin ise henüz sanat eserleri
görsellerinin toplandığı ve ülkenin dört bir
tarafından ulaşılabilir bir arşivi yok.
SANATA İLGİ DUYAN HERKES ULAŞABİLECEK
Durumu fark eden çağdaş sanat danışmanlık şirketi
Telegram; bu yolda bir adım attı ve SEGA (Sanat
Eseri Görselleri Arşivi) için kolları sıvadı. Ajans
başkanı Ateş M. Gündoğdu, “2014 başında faaliyete
geçecek SEGA için; Türkiye'nin gelmiş geçmiş bütün
sanat eserlerinin görselleri toplanacak,
biriktirilecek ve kamuya açılacak.” diyor. İşin
aciliyetini de şöyle açıklıyor: “Son yıllarda
Türkiye'de çağdaş sanatın geldiği nokta ortada.
Galeriler, müzeler, inisiyatifler… Hareket çok,
üretim çok, sergi çok ama sonrası yok;
ulaşılabilirliği yok.”
Gündoğdu haklı; galeriler sergiler yapıyor,
seçtikleri 2-3 görseli basına gönderiyor, açılışlar
düzenliyor, satışlar yapıyor. Fakat sergi bittikten
sonra satılan ya da elde kalan eserler görünür
olmaktan çıkıyor, bir anlamda tarih oluyor. Büyük
sergilerin katalogları hazırlanıyor fakat onlar da
hem sınırlı sayıda basılıyor hem de mesela
Eskişehir'deki bir üniversite öğrencisinin çok
uzağında kalıyor. Oysa Eskişehir'de yahut Edirne'de
sanat okuyan bir öğrenci de merkezdeki sanat
üretimine en azından sanal ortamda ulaşabilmeli.
Aynı şey herhangi bir sanatçı ya da sanatsever için
de geçerli. O da mesela Fikret Mualla'nın bütün
eserlerini kısa bir aramadan sonra görebilmeli.
Şu anda fon arayışlarını sürdüren SEGA, bu
anlamda çok ciddi bir almanak ve sanal müze olacak.
5 yıl önceki ya da 25 yıl önceki üretimi görünür
kılıp o üretimin temel bilgilerini paylaşacak.
VAKIF YA DA MÜZEYE DEVREDİLECEK
Uygulama aşamasında işe; müzayede evleri, özel
müzeler ve Kültür Bakanlığı'na ait müzelerden
başlanacak. Aynı şekilde geçmiş sergilerdeki
eserlerin görselleri ve sanatçıların sergilenmemiş
üretimleri de toplanmaya çalışılacak. Yeni sergiler
ve üretimler ise günü gününe kaydedilecek. Bu amaçla
özellikle genç sanatçılara, eserlerinin
fotoğraflanması konusunda, stüdyo hizmeti
sağlanacak.
Bu tabii ki bütün bunlar süreç işi. Kulaktan
kulağa yayıldıkça insanlar yastık altlarından eser
bilgi ve görsellerini çıkaracak. Hem Kültür
Bakanlığı'na ait müzelerdeki eser görselleri hem de
özel müzeler, galeriler ve müzayede evlerinin
arşivleri… Ve hatta sanatçı atölyelerinde
üretilenler… Türkiye'deki tüm sanatsal üretim bir
araya getirilmeye çalışılacak. Herkesin; sanatçı
aileleri, galeriler ve müzelerin desteğiyle kısa
sürede 200 bin eserlik bir sanal arşiv oluşturulması
bekleniyor. 2014 başında hayata geçecek SEGA,
herkesin ulaşımına açık olacak ve sürdürülebilirliği
de ilerleyen dönemlerde bir vakfa ya da müzeye
devriyle mümkün kılınacak.
Zaman, Haber: Jülide Güngör, 19.11.2013
|
CAMİ TEMELİNDEN FOSİL ÇIKTI

Çubuk İlçesi'ne bağlı Küçükali
Köyünde, yapımı
devam eden caminin temel kazma çalışmasında bir
hayvana ait fosil bulundu.
Küçükali Köyü Yardımlaşma ve Kalkındırma Derneği
Başkanı Beşir Koçak, dört ayaklı olduğunu belirttiği
fosilin fotoğrafını çekerek ilgili bazı kurumlara
yolladığını ancak ne tür bir hayvana ait olduğuna
ilişkin sonuç alamadığını söyledi.
Köylerinde yapımına başlanan caminin temelinin
kazılması sırasında fosile rastlandığına değinen
Koçak “70-80 yaşındaki insanlara gösterdik ama
onlarda hangi hayvana ait olduğunu bilemediler.
Bizde bu fosili şimdilik derneğimizde sergiliyoruz.
Fosili görmek için her gün çok sayıda vatandaş
geliyor” dedi.
Fosile ilk bakıldığında köpek veya kedi
familyasından bir canlıya ait olduğu kanaatine
vardığını söyleyen Veteriner Hekim Mehmet Akif Topçu
ise göz yuvalarının çenesine yakın olması ve çene
yapısı itibarıyla de fosilin çok eski tarihlerde
yaşayan etobur dinozorlara benzediğini ifade etti.
DİNOZOR AİLESİNDEN Mİ?
Fosilin
Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü'ne (MTA)
gönderilerek araştırma yapılmasının ardından kesin
bir sonucun ortaya çıkabileceğini kaydeden Topçu, şu
ifadeleri kullandı:
''Vücut yapısına ilk baktığımızda köpek veya
kedigiller familyasından olduğu izlenimine
varılıyor. Ancak boyun ve kafa yapısına bakıldığında
çok eski çağlarda yaşayan etçil dinozorlara
benziyor. Normalde göz yuvalarının çeneye yakın
olması ve çene yapısının uzun olması, kafa yapısını
köpek ve kediden ayırıyor. Ayak yapıları normalde
kedi ve köpeklerden daha iri ve kuvvetli gözüküyor.
Benim söyleyeceğim bu kafasını görmezsek kedi veya
köpekgillerden bir hayvana benziyormuş gibi duruyor
ama bu kafa yapısı bizim gördüklerimizden ve
bildiklerimizden tamamen ters bir yapı. Kafayla
boyun yapısındaki kemikleşmeye dikkat edersek çok
eski tarihlerde yaşamış et obur dinozorları
anımsatan bir kafa yapısıyla karşı karşıyayız.
Dinozorların neslinden kalma son kuşak bir canlıymış
gibi görünüyor.”
Radikal, 18.11.2013
|
TIMES, AYASOFYA'YI YAZDI: BASKILAR ARTIYOR

Türkiye'de Ayasofya Müzesi'nin yeniden camiye
dönüştürülmesi yönünde “siyasi baskıların arttığı”
yorumları yapılıyor. The Times gazetesi, bu yöndeki
“baskılar”a dikkat çektiği haberinde Ayasofya'nın
“Türkiye'nin laik sistemi adına güçlü bir reklam
vazifesi gördüğü” düşüncesini dile getiriyor.
İngiliz Times gazetesi, Başbakan Yardımcısı Bülent
Arınç'ın Ayasofya'nın yeniden “ibadete açılmasına”
yeşil ışık yakan sözlerinin yanısıra Milliyetçi
Hareket Partisi sıralarından da benzer yönde bir
talebin yükseldiğini yazıyor.
Ayasoyfa'nın camiye dönüştürülmesi kampanyasına
eleştirel gözle bakan çevrelerin ise, bu talepleri,
Türkiye'nin laik anayasasına yönelik “saldırıların”
bir parçası olarak değerlendirdiklerini kaydeden
gazete, İstanbul'un “en popüler turist mekanı”
olarak nitelediği Ayasofya'nın müze statüsünün
değiştirilmesi talebi hükümetin “İslamcı bir gündemi
hayata geçirdiği eleştirilerini bir kez daha
alevlendirdiğini” düşünüyor.
BBCTürkçe tarafından yansıtılan haberde MHP'nin
yaklaşan seçimler öncesinde AKP hükümetinin
muhafazakar oylarına rakip olduğu ve Ayasofya'nın
camileştirilmesi yönünde bir yasa tasarısını
Meclis'e getirmeyi planladığı belirtiliyor. Times,
geçen sene 3 milyon 3 yüz bin turistin ziyaret
ettiği Ayasofya'nın “Türkiye'nin laik sistemi adına
güçlü bir reklam vazifesi gördüğü” değerlendirmesini
de yapıyor.
Yapı, 18.11.2013
******
AYASOFYA İÇİN
YUNANİSTAN'DAN SERT TEPKİ: ÇAĞDIŞI BİR HAREKET!
Yunanistan Dışişleri
Bakanlığı Sözcüsü Konstantinos Kutras,
Ayasofyası’nın camiye çevrilmek istenmesinin çağdışı
olduğunu belirterek, “Hıristiyan Bizans mabetleri
dünya kültürel ve dini mirasının ayrılmaz bir
parçasını oluşturmaktadır ve bu mabetlere gerekli
saygı gösterilmelidir, bunlar korunmalıdır” dedi.
Kutras, şöyle konuştu:
“Hıristiyan Bizans mabetlerinin camiye
dönüştürüleceği yönünde Türk yetkililerin
tekrarlanan açıklamaları milyonlarca Hıristiyan’ın
dini duygularını rencide etmekte ve temel ilkesi
dini özgürlüğe saygı göstermek olan Avrupa
Birliği’ne tam üye olmak istediğini ilan eden bir
devlet için de çağa uymayan ve anlaşılmaz
hareketlerdir. Hıristiyan Bizans mabetleri dünya
kültürel ve dini mirasının ayrılmaz bir parçasını
oluşturmaktadır ve bu mabetlere gerekli saygı
gösterilmelidir, bunlar korunmalıdır”
Agos, 19.11.2013
******
YUNANİSTAN'A AYASOFYA
YANITI
Dışişleri Bakanlığı, Yunanistan'ın "Ayasofya'nın
ibadete açılması çağdışı" biçimindeki açıklamasına
"Türkiye'nin dini hürriyetler konusunda
Yunanistan'dan öğreneceği hiçbir husus yoktur" diye
karşılık verdi. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü,
Yunanistan Dışişleri Bakanlığı'nın açıklamasına
ilişkin soruyu yanıtlarken şunları söyledi: "Türkiye
dini mekanların kutsiyetine her zaman azami özeni
gösterdi. Buna mukabil, Yunanistan'da Osmanlı
döneminden kalan dini mekan ve kültürel eserlerin
karşı karşıya kaldığı kötü muamele herkesçe
bilinmektedir. Atina, barındırdığı yüz binlerle
ifade edilen Müslüman toplumun varlığına rağmen,
ibadete açık cami bulunmayan tek Avrupa
başkentidir."
Sabah, 21.11.2013
|
EVİNDE 1400 RESİM BULUNAN ALMAN: "HAKKIMDAN
VAZGEÇMEM"

Evinde, Naziler'in 1930 ve 40'lı yıllarda el
koyduğuna inanılan 1400'den fazla
sanat eseri bulunan Alman koleksiyoncu bunların
yasal sahibi olduğunu ve hakkından vazgeçmeyeceğini
söyledi. Cornelius Gurlitt, Der Spiegel dergisine
mülakatında, kendisine miras kalan bu eserlerin
'yasal yollardan edinildiğini' belirtti. BBC'nin
haberine göre Alman makamları eserlerin asıl
sahiplerini bulmak için
soruşturma yürütüyor.
1 milyar 350 milyon dolar değer biçilen eserler,
Gurlitt'in Münih'teki evinde bulunmuştu. Eserler
arasında Renoir, Picasso, Chagall ve
Toulouse-Lautrec'in resimleri de bulunuyor.
80 yaşındaki Gurlitt, eserleri karanlık odalarda
saklıyor ve paraya ihtiyacı oldukça da birer birer
satıyor.
Naziler, modern sanatın büyük çoğunluğunu 'dejenere'
görüyordu. Bu eserler Alman olmadığı ya da Yahudi
sanatçılara ait olduğu gerekçeleriyle yasaktı.
Bulunan eserlerin en az 200'ü için uluslararası
arama emri olduğu kaydediliyor. Kolleksiyon şimdilik
Münih'teki bir depoda tutuluyor.
Bulunan eserlerden birinin Fransız spiker Anne
Sinclair'in büyükbabasına ait, Matisse imzalı bir
portre. Picasso ve Mattise'in temsilciliğini yapan
sanat simsarı Paul Rosenberg 1930'larda
Almanya 'dan kaçtığında koleksiyonunu geride
bırakmak zorunda kalmıştı.
ABD Soykırım Müzesi Naziler'in toplam 16 bin
sanat eserine el koyduğunu tahmin ediyor.
Radikal, 18.11.2013
|
TARİHİ SİLUETE HANÇER İŞTE BÖYLE GÖRÜNTÜLENDİ
DHA'nın haberine göre, binlerce yıllık tarihi
geçmişe sahip olan İstanbul kendine özgü tarihsel
silüetini kaybetmeye başladı.15 milyona yaklaşan
nüfusu ile mega kent halini alan İstanbul'un özgün
silüeti art arda yapılan dev gökdelenlerin altında
adeta ezilmeye başladı. Son on yılda kentin
özellikle Şişli, Levent, Zincirlikuyu ve Maslak
bölgeleri yüzlerce katlık devasa gökdelenlerin
merkezi haline gedi.

Gökdelenlerin yüksek ve yan yana olmaları
nedeniyle rüzgar sirkülasyonunu engellemesi hava
kirliliğini de beraberinde getiriyor. İstanbullular
özellikle vapurla karşıdan geçerken ilk gördükleri
görüntü kentin eşsiz silüetiydi. Ama artık bu güzel
görüntülerin yerini tarihi yapıların sırtına binmiş
devasa gökdelenler aldı.

Göğe doğru yükselen gökdelenler silüeti bozmaya
devam ederken, yeni gökdelenlerin de yapımı hızla
devam ediyor. İstanbul'da yeni yapıların arasında
halen 200 katlı gökdelenler bulunurken, önümüzdeki
yıllarda kat sayıları daha da artacak olan yeni
gökdelenlerde hizmete girecek. İstanbul, tarihi kent
görünmünden çıkıp gökdelen kente bürünerek yeni bir
görüntü alacak...
Yapı, 18.11.2013
|
SULAR ALTINDAKİ TARİHİ KENT İLK KEZ GÖRÜNTÜLENDİ

Diyarbakır ’da Eğil
İlçesi'nde sular altında
kalan Asurlular Medeniyeti’ne ait batık şehir
ilk kez görüntülendi. Dicle Barajı suları
altında kalan mağara evleri, hamam, kral
mezarları ve
yaşam alanları fotoğraflarda görülüyor.
Görüntülerin sualtı turizmine katkısı sağlaması
bekleniyor.
Barajın yapımından 16 yıl sonra ilk kez sualtına
dalarak batık kentin fotoğraflarını Sualtı
Görüntüleme Uzmanı Tahsin Ceylan çekti.
Ceylan’ın yanı sıra antik kente
Türkiye Sualtı Sporları Federasyonu (TSSF)
Başkan Yardımcısı Bedri Sincar, Diyarbakır Su
Sporları İhtisas Kulübü Başkanı İlhami Çakmak ve
dalgıç Nesimi
Aydın da daldı. Dalgıçlara Diyarbakır AFAD
(Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) ekibi
de destek verdi.
Sıcaklık 3 derece
Dalışlar sırasında bir ilk daha yaşandı. Yalnız
burada yaşayan dikenli yılanbalığı da
görüntülendi. Dalgıçlar, MÖ 3 bin yılında
Asurlular tarafından inşa edilen Eğil Kalesi
önünden dalışa başladı.
Sualtındaki mağaralar,
kaçış için kullanılan dehlizler keşfedildi. Su
sıcaklığının 3 derece olduğu zor şartlarda
dalışın gerçekleştirildiğini belirten Ceylan, bu
önemli anla ilgili şunları söyledi: “25 metreye
kadar derinlik vardı. Şartlar çok zordu. Ancak
tarihin parmak izlerine dokunmak heyecan
vericiydi. Bu kayıtlar bölgenin tanıtımına katkı
sağlayacaktır. Dikenli yılanbalığının ise başka
bir yerde fotoğrafına rastlamadık.”
Radikal, Haber: Serkan Ocak, 18.11.2013
|
MARMARAY'IN KAZI BİLANÇOSU 35 BİN TARİHİ ESER
Marmaray projesi kapsamında yapılan kazılarda 35 bin
eser kayda girdi. Ayrıca 3 bin 250 eserin
restorasyonu yapıldı ve 37 gemi kalıntısı açığa
çıkarıldı. Geçici olarak İstanbul Arkeoloji
Müzesi’nde izlenebilen eserlerin sürekli
sergilenebilmesi için iki yeni müze yapılması
planlanıyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Marmaray projesi
kapsamında yapılan kazılarda 35 bin envanterlik
eserin kayda girdiğini, 3 bin 250 etüdlük eserin
restorasyon ve konservasyonlarının
gerçekleştirildiğini, Bizans dönemine ait 37 gemi
kalıntısının da açığa çıkarıldığını açıkladı. 2014
performans programını hazırlayan Bakanlık, 2013’te
yapılan çalışmaları da raporladı.
Marmaray Projesi çalışmalarında ortaya çıkarılan çok
sayıda tarihi eser, Osmanlı’dan neolitik döneme
kadar kesintisiz olarak tarihleniyor. Eserler, şu
anda
İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde geçici olarak
sergileniyor. Bakanlık, eserlerin kalıcı olarak
sergilenmesi için de iki yeni müze yapmayı
planlıyor. Yeni Kapı’daki Marmaray aktarma
istasyonunda yapılacak müze ile Darphane’de
yapılacak restorasyonla oluşturulacak müze
bünyesinde eserler kalıcı olarak sergilenebilecek.
Bakanlık yetkilileri kazılarla ilgili olarak “İpek
Yolu’nun yeniden stratejik eksende birinci plana
ulaştığı bir dönemin kapısını aralayan ve hayallerin
gerçekleştiği büyük bir ulaşım projesi olduğu kadar,
belki de dünyanın en verimli ve en büyük arkeolojik
çalışması olarak da tarihe geçmiştir”
değerlendirmesini yaptı.

26 MİLYON ZİYARETÇİ
Raporda, inşaatı süren büyük müze kapsamındaki Hatay
Arkeoloji Müzesi, Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi ve
Haleplibahçe Mozaik Müzesi ile arkeopark
yapımlarının da son aşamalarına gelindiği
belirtildi. Kısmen tamamlanan bölümlerin yıl sonuna
kadar açılışa hazır hale getirilmesi hedefleniyor.
2014’ün ilk yarısında ise tamamen ziyarete açılacak.
Yapım çalışmaları devam eden Van, Çanakkale Troya,
Uşak, Afyonkarahisar, Bitlis Ahlat Selçuklu
Mezarlığı Müze ve Karşılama Merkezi ile Burdur Doğa
Tarihi müzelerinin de yeni yılda tamamlanması
planlanlanıyor.
Raporda müze ve ören yerlerinin gişe ve
işletmelerinin modernizasyonuyla, ziyaretçi
sayısında ve gelirde yüksek artışlar sağlandığı da
vurgulandı. Bakanlığa bağlı müze ve ören yerlerinde
2012’deki ziyaretçi sayısının 28 milyon 780 bin
olduğu açıklanırken, 2013’ün ilk 10 ayında 26
milyonu aştığı kaydedildi. Müze ve ören yeri
gelirininse 2013’ün ilk 10 ayında 212 milyon 800 bin
lira olduğu aktarıldı.
Hürriyet, Haber: Umut Erdem, 18.11.2013
******
MARMARAY'A 2 MÜZE GELİYOR

Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik,
Marmaray’da ortaya çıkan 35 bin eser ve 37
gemi kalıntısının iki
yeni müzede sergileneceğini açıkladı.
Marmaray çalışmaları sırasında ortaya çıkan ve
İstanbul’un tarihiyle ilgili önemli bilgiler,
veriler sunan eserlerin sergileneceği müzelerden
biri Yenikapı’daki
Marmaray aktarma istasyonunda, diğeri ise
Darphane’de açılacak. Bakan Ömer Çelik’in TBMM’de
bütçe görüşmeleri sırasında bakanlığının
faaliyetleri ile ilgili paylaştığı diğer bilgiler
ise şöyle:
-Hatay Arkeoloji Müzesi, Şanlıurfa Arkeoloji
Müzesi, Haleplibahçe Mozaik Müzesi, Van, Çanakkale
Troya, Uşak, Afyonkarahisar, Bitlis Ahlat Selçuklu
Mezarlığı Müze ve Karşılama Merkezi ile Burdur Doğa
Tarihi müzeleri 2014’te ziyarete açılacak.
-Müze ve örenyeri ziyaretçi sayısı 2013’ün ilk 10
ayında 26 milyonu aştı, 212 milyon 800 bin TL gelir
elde edildi.
-UNESCO
“Kültürel İfadelerin Çeşitliliklerinin Korunması ve
Geliştirilmesi Sözleşmesi”ne Türkiye’nin taraf
olmasına dair kanun tasarısı yakında TBMM’de
görüşülecek.
-UNESCO
Temsili Listesi’ne kaydettirilmek üzere “Türk
Kahvesi Kültürü ve Geleneği” dosyası hazırlandı.
-2013-2014 sanat sezonunda 221 özel tiyatroya
toplam 4 milyon 312 bin TL destek veriliyor.
Habertürk (Kısaltarak), 19.11.2013
|
JOAN MİRO İSTANBUL'DA

20. yüzyılın en ilham verici
isimlerinden Joan Miro, dünyaca tanınmış Mourlot ve
Maeght koleksiyonlarında yer alan 60 eseriyle 20
Kasım 2013-19 Ocak 2014 tarihleri arasında Tophane-i
Amire'de olacak. 1924 yılında Sürrealist
Manifesto'yu yayınlayan Andre Breton'un "içimizdeki
en Sürrealist" diye tanımladığı Joan Miro canlı
renklerin, biomorfik yaratıkların, arabesklerin,
kadınların, kuşların, güneşin ve yıldızların göksel
bir mekana serpiştirildiği çocuksu ve nükteli
resimleriyle izleyiciye fantastik bir
dünya sunacak.
Radikal, 18.11.2013
******
MİRO'NUN ÇOK RENKLİ DÜNYASINA BUYRUN

20. yüzyıl sanatının en ilham verici
isimlerinden büyük İspanyol sanatçı Joan
Miro, Mourlot ve Maeght koleksiyonlarında
yer alan 60 eseriyle
İstanbul ’a konuk oluyor. Mimar Sinan
Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) ev
sahipliğinde Kült işbirliğiyle düzenlenen
‘Jean Miro İstanbul’da sergisi bugün
Tophane-i Amire’de açılacak. Radikal’in
basın sponsoru olduğu sergi, 19 Ocak’a kadar
devam edecek.
1924 yılında Sürrealist Manifesto’yu
yayımlayan Andre Breton’un “İçimizdeki en
sürrealist” diye tanımladığı Joan Miro,
canlı renklerin, kadınların, kuşların,
güneşin ve yıldızların göksel bir mekana
serpiştirildiği çocuksu ve nükteli
resimleriyle izleyiciye fantastik bir
dünya sunar. 1893 yılında Barcelona’da
doğan Joan Miro, eserlerine hakim olan
hayat dolu şiirsel, ince zeka ürünü ve
doğaçlama atmosferle ön plana çıkar.
Miro’nun ilk dönemlerinde Fovizm ve Kübizm
etkisinde yaptığı Katalan manzaraları
1920’lerin başlarında sürrealizm etkisiyle
‘rüya resimlere’ doğru yönelir. 1930’larda
ise İspanya’daki iç savaşa dönüşen siyaset
nedeniyle Miro’nun Katalan kimliği ve
yaşadığı çelişkiler bu dönemde ürettiği
eserlerde baskın hale gelir. Şiddetin ve
ruhsal ıstırabın baskın olduğu bu yıllarda
eski düşsel ortamın yerini vahşet, eğilip
bükülmüş, biçimi bozulmuş figürler ve siyah
renkler alır. Bu ruh haline rağmen
materyallerin alışılmadık kombinasyonları
üzerinde denemeler yapmayı sürdüren ve
birbiriyle bağlantısı olmayan imajları
şaşırtıcı biçimde yan yana getiren Miro, bu
keşifler sonucunda resimlerinde sanata
yaptığı en büyük katkılardan biri olan yeni
bir işaret dili geliştirir.
“Resim mağara adamlarının çizimlerinden beri
çöküş içerisindedir” diyen Miro, işaret ve
sembollerden oluşan evrenini hep ilkel bir
ressamın doğallığıyla oluşturur ve ulaşmaya
çalıştığı bu ‘saflık’ onu çağdaşlarından
ayıran en belirgin özelliği olur.
Özellikle kamusal alanlarında bulunan
eserleriyle tıpkı Gaudi gibi Barcelona’ya
mimari kimliğini kazandıran isimlerden biri
olan Miro, uzun kariyeri boyunca yalnızca
yağlıboya, baskı resim ve
kitap resimleri üretmekle yetinmeyip; eskiz, kolaj, seramik, heykel, sahne tasarımı, duvar resmi ve dokuma alanlarında da çalışmıştı.
Miro hakkında...
Miro’nun “Kırsalda geçen ömrümün özeti ve
peşinden gideceğim şeyin başlangıç noktası”
dediği ilk önemli eseri ‘Çiftlik’, ünlü
yazar Ernest Hemingway tarafından satın
alınır. Hemingway, ‘Çiftlik’le ilgili
“Dünyadaki hiçbir tabloya değişmem” yorumu
yapar.
1924 yılında Andre Breton Sürrealist
Manifesto’yu yayımladığında Andre Masson,
Max Ernst, Louis Aragon ve Paul Elouard ile
birlikte akıma ilk katılanlar arasında yer
alır.
Paris’te geçen yıllarında en yakın
dostlarından birisi İspanya’dan sürgündeki
bir başka isim Pablo Picasso’dur.
İspanya İç Savaşı esnasında General
Franco’ya tepkisini bu dönemde yaptığı,
yumruğunu hiddetle sıkmış bir Katalan
ırgatın faşizme başkaldırısını gösteren
‘Aidez L’Espagne/ İspanya’ya Yardım Edin’
isimli çalışmasıyla gösterir.
Miro denildiğinde akla gelen ilk
çalışmalardan birisi de Franco sonrasında
dünyadaki imajını değiştirmeye çalışan
İspanya için 1984’te 89 yaşındayken hasta
yatağında yaptığı ve hala kullanılan turizm
logosudur.
1954 yılındaki Venedik Bienali’nde Grafik
Sanat Büyük Ödülü’nü kazanır. Paris UNESCO
binasındaki çalışmaları Uluslararası
Guggenheim Ödülü’ne layık görülmüştür.
1974 yılında Dünya Ticaret Merkezi için
yaptığı duvar çalışması 11 Eylül
saldırılarında yok olan en değerli sanat
eserlerinden biridir.
Katalan kimliğinin sembolü Barcelona futbol
takımının 75. yılı adına bir afişe imza
atmıştır.
1982’de İspanya’da düzenlenen Dünya
Kupası’nın afişini tasarlamıştır.
Çocuklar için Miro
Doğa Koleji, Miro sergisinde çocuklar için
özel bir ‘çocuk alanı’ oluşturuyor. Çocuklar
bu özel alanda Miro’nun eserlerini boyama,
duvar resimleri yapma ve eserlerini
projeksiyonla sergileme imkanı yakalayacak.
Böylece çocukların çalışmaları saflığın, ilk
resmin, çocuksuluğun peşinden giden Miro’nun
eserleriyle ortak bir paydada buluşacak.
Deneyimli bir sanat ekibinin çocuklara eşlik
edeceği etkinlik alanında farklı yaş
gruplarından çocuklar kendi renkli
dünyalarını Miro’nun bir o kadar canlı
evreniyle buluşturma şansı yakalayacak.
’Joan Miro İstanbul’da’ sergisi 14 Ocak’a
kadar Tophane-i Amire’de.
Radikal, 20.11.2013
******
MİRO'NUN ŞİİRLİ
DÜNYASI
Katalan ressam Joan
Miro’nun şiirli dünyasından 60 baskı resim 19 Ocak’a
kadar Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Mer-kezi’nde olacak.
‘Miro İstanbul’da’ başlıklı sergiye ressamın diğer
çalışmalarının görülebildiği bir de video eşlik
ediyor.
İstanbul ikinci, Türkiye
üçüncü kez Katalan ressam Joan Miro'yu ağırlıyor.
2008 yılında Pera Müzesi'ne baskı, resim ve
heykellerden oluşan 120 eserlik bir seçkiyle konuk
olan Miro; 2013 başında başyapıtlarından örneklerin
yanı sıra kişisel eşyalarının da bulunduğu kapsamlı
bir sergiyle Sakıp Sabancı Müzesi'ne gelecekti ama
olmadı; o sergi başka bir bahara kaldı.
Bize de Miro'yu daha
küçük projelerle tanımak düştü. Geçtiğimiz aylarda
İzmir'de sanatçının 40 baskısının bulunduğu
‘Düşlerimin Rengi' isimli bir sergi açıldı ve
İzmirliler ücretsiz gezilebilen bu sergiden epey
hoşlandı. Şimdi de sırada Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi ve Kült işbirliğiyle Tophane-i Amire
Kültür ve Sanat Merkezi'nde açılan ‘Miro
İstanbul'da' sergisi var. Mourlot ve Maeght
koleksiyonlarında yer alan 60 baskı resimden oluşan
sergi, ressamın hayatını kronolojik biçimde anlatan
geniş bir panoyla başlıyor.
İÇİNDEN HEP ŞİİRLER
GEÇEN RESSAM
1893 yılında
Katalonya'nın kalbi Barcelona'da doğan Joan Miro,
uzun kariyeri boyunca yalnızca İstanbul'da şu anda
sergilenenler gibi baskı resimler değil;
yağlıboyalar, kitap resimleri, seramikler, heykeller
ve duvar resimleri yapıyor. 1920'lerde Paris nasıl
bir mıknatıs gibi bütün sanatçıları çektiyse Miro'yu
da öyle içine çekiyor. İlk Paris ziyaretinde
Picasso'yla vakit geçiren Miro'yu sürrealizmle
tanıştırıp onu şehirdeki gerçeküstücü gruba sokan
ise Salvador Dalí oluyor.
1924'te Andre Breton
‘Sürrealist Manifesto'yu yayımladığında Andre
Masson, Max Ernst, Louis Aragon ve Paul Elouard ile
birlikte akıma ilk katılanlar arasında Miro da
bulunuyor. En mühimiyse ressamın sürrealist
şairlerden ve şiirlerden epey etkilenmesi. Şiirle
doğrudan bir bağ kurmayı amaçlayan ilk
yapıtlarındaki harf dizinleri ve kısa pasajlar
yıllar geçtikçe artıyor. Zaten sergideki videoda
bunu kendisi de vurguluyor: “Ressam, bir şair gibi
çalışır, önce kelime sonra düşünce; ben ilk şoka çok
önem veririm. Tablolarıma oldukça şiirsel isimler
veriyorum çünkü bu dünyadan bana kalan sadece
şiirler…” Belli ki o da içinden hep şiirler geçen
ama onları bir türlü yazıya dökemeyen ressamlardan.
“Resim mağara
adamlarının çizimlerinden beri çöküş içerisindedir.”
diyen Miro, hep o ilkel ve saf çizgilere ulaşmak
ister ama bunu yaparken de önümüze neşeli, aydınlık
ve hiç bilmediğimiz bir evren koyar. Bu yolda
gerçekliği sadece bir başlangıç noktası olarak görür
ve durağanlığa bayılır. Yani bir şişe, bir bardak ya
da bir küçük çakıl taşı onu etrafta amaçsızca
dolaşan insanlardan daha çok etkiler. Nesneleri
birkaç küçük çizgiye indirgemeye bayılır. Bu evrende
ay ya da balık ya da göz seçilebilir belki ama
kalanlar sadece birer çizgidir. Resimleri basit
birer kırmızı, mavi, yeşil, sarı ve siyahtan
ibaretmiş gibi görünür ama onları bir araya getirmek
o kadar da kolay değildir. Kendisi de der zaten:
“…Uzun zamanımı aldı. Boyaması değil, düşünmesi.
İstediğime ulaşmak için büyük bir içsel hazırlıktan
geçtim.”
NEŞEYLE KARAMSARLIK
BİR ARADA
Ne olursa olsun dünyada
yaşamış biri için öyle her şey güllük gülistanlık
olmaz; bir ressam için de renkler kimi zaman
kararabilir. Çünkü sanatçı duyarlıdır; her şeyin
başı da bu değil midir zaten? Bu sebeple 1930'larda
İspanya'daki iç savaşa dönüşen siyaset nedeniyle
Miro'nun Katalan kimliği ve yaşadığı çelişkiler
ürettiği eserlere yansır. O balıklı evren yerini
eğilip bükülmüş, biçimi bozulmuş figürlere; canlı
kırmızılar, maviler de yerini siyahlara bırakır.
Hele II. Dünya Savaşı yıllarında neşeli çizgileri
yerini derin gölgelere; tuvaller de yerini malzeme
kıtlığı sebebiyle kağıda bırakır. Ama sonra, tabii
ki tekrar güneş doğar. Sanat hayatı boyunca sayısız
tuval, 2000'e yakın baskı resim ve 400'e yakın
heykel üreten Juan Miro, 25 Aralık 1983'te
İspanya'nın Palma-Mayorka şehrinde hayatla
vedalaşır. Bize de çoğunlukla sevimli, nükteli,
neşeli, coşkulu, çocuksu, yalın ve yoğun eserleri
kalır. Onların küçük bir kısmı 19 Ocak'a kadar
İstanbul'da.
Zaman, Haber: Jülide
Güngör, 20.11.2013
|
İMRAHOR CAMİİ ASLINA DÖNÜYOR

Bakanlar Kurulu kararı ile müze vasfından
çıkarılan İstanbul'un en eski dini
yapılarından İmrahor İlyas Bey Camii'nin
restorasyonu için proje çalışmaları sürüyor.
Caminin restorasyonuna 2014'te başlanması
planlanıyor. Vakıflar Genel Müdürü Adnan
Ertem, İmrahor İlyas Bey Camii'nin müze
yapılmasına ilişkin 1946 yılında alınmış bir
Bakanlar Kurulu kararı olduğunu anımsatarak,
geçen yıl bu kararın kaldırıldığını ve
buranın cami olmasına yönelik çalışmaların
başlatıldığını bildirdi.
KUBBESİ ÇÖKMÜŞ DURUMDA
Ertem, 'Cami olması için projelendirdik
ve cami olarak da ihalesini
gerçekleştireceğiz. Orası çok harap, kubbesi
çökmüş durumda. Ama özelliği olan bir cami,
Hristiyan dünyası açısından da önemli.
Fetihten sonra İmrahor İlyas Bey tarafından
camiye dönüştürülmüş, vakfedilmiş bir eser'
dedi.
ESKİ FOTOĞRAFLARLA ÇALIŞILIYOR
Eski fotoğraflarla da çalışmalar
yapıldıktan sonra restorasyon aşamasına
geçileceğini belirten Ertem, 'Bütün bunlar
olduktan sonra ona da herhalde 2014'ün
ortalarında veya sonunda başlarız. İmrahor
İlyas Bey Camii'nde olduğu gibi Ayasofya'ya
ilişkin de Bakanlar Kurulu kararı gerekiyor.
Vazife verilirse bunu yapmak için elimizden
geleni yaparız' diye konuştu. Vasfını
yitirmiş camilerle ilgili de çalışmalar
yapıldığına işaret eden Ertem, 'İstanbul'da
130 civarında cami kayıptı ya da harap
olmuştu. Bunların hepsinin tespiti yapıldı.
Fotoğraflarından ulaşılarak yapılmasına
imkan olanların yapılması için çalışmalar
devam ediyor' şeklinde konuştu.
Sultanahmet'in minaresi
için 26 Kasım'da ihale var
İstanbul'un önemli tarihi eserlerinden
Sultanahmet Camii'nin bir minaresinde
kaymanın tespit edildiğini anımsatan Ertem,
2014 veya 2015'te kapsamlı bir restorasyon
çalışmasının yapılmasının planlandığını
kaydetti. Bu çerçevede projelendirme
yapılırken minarede kaymanın tespit
edildiğini dile getiren Ertem, şunları
söyledi:'Kapsamlı restorasyon beklenmeden bu
minareyle ilgili bir çalışma yapılması
gerektiğine karar verdik. Bununla ilgili 26
Kasım'da yapılacak ihalenin ardından
minarenin müstakilen restorasyonu
yapılacak.'
Yeni Şafak, 17.11.213
|
2 BİN 500 YILLIK MEZARLAR RESTORE EDİLİYOR
UNESCO Dünya Miras Listesi'ndeki
Pamukkale'deki Hierapolis
antik kentinde
"Türkiye'nin en büyük antik mezarlığı" olarak
bilinen 2 bin 500 yıllık nekropol, gün yüzüne
çıkarılıyor.
Hierapolis antik
kentinde 1957 yılından bu yana
İtalyan kazı heyeti tarafından sürdürülen kazı
çalışmaları, bu yıl
Denizli Valiliği'nin desteğiyle yürütülüyor.
Plutonium Mağarası, Cehennem Kapısı, St.
Philippus Kilisesi, antik tiyatro, nekropol, hamam,
bazilika gibi bölümlerde devam eden kazılarda,
toprak altında kalan tarih gün yüzüne çıkarılıyor.
Denizli Valiliği,
Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan aldığı onayla
Tripolis antik kentinde müze kazısı olarak
sürdürdüğü çalışmaları
Pamukkale Hierapolis
antik kentinde de
gerçekleştiriyor. Denizli Valisi Abdülkadir Demir, AA muhabirine
yaptığı açıklamada, bu yıl
Pamukkale'nin
UNESCO Dünya Miras Listesi'ne alınışının 25.
yılını kutladıklarını belirtti.
Pamukkale'nin travertenleri, antik havuzu ve
buradaki
Termal kaynaklar ile ülke açısından son derece
önemli bir turizm merkezi olduğunu ifade eden Demir,
"2013 yılı kasım ayı başındaki rakamlara
baktığımızda geçen yıla göre yüz bin fazla ziyaretçi
olduğunu ve bunun yaklaşık olarak, bir önceki yıla
göre yüzde 7 ziyaretçi artışı anlamına geliyor.
Özellikle yabancı misafirlerimizin yoğun olarak
geldikleri bir ziyaret yeri. Geçen yıl
6 Kasım'da Hierapolis
antik kentine ve
Pamukkale'ye 1 milyon 498 bin iken 2013 yılı
6 Kasım tarihine kadar 1 milyon 603 bin
ziyaretçi olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla ilgi her
yıl artarak devam ediyor" diye konuştu.
Ziyaretçi artışlarının en önemli nedenlerinden
birinin de Pamukkkale travertenlerinin üst
tarafındaki Hierapolis antik kentinde 2013 yılında
yapılan çalışmalar olduğuna işaret eden Demir, bu
yıl yaklaşık 8 alanda restorasyon ve kazı
çalışmaları yapıldığını dile getirdi.
- "Türkiye'nin en büyük nekropoli burada
bulunmakta"
Kuzey Nekropolis'te antik mezarlıkta sürdürülen
çalışmaların arkeoloji tarihi açısından son derece
önemli olduğunu vurgulayan Demir, şöyle devam etti:
"Pamukkale
Hierapolis antik kentinde,
Türkiye'nin en büyük nekropoli bulunmakta. Yani
Antik Çağ'daki en önemli mezarlıklar topluluğu
burada bulunmaktadır. Burasıyla ilgili de Kültür ve
Turizm Bakanlığından aldığımız onayla müze kazısı
olarak bu yıl çok önemli çalışmalar yapıldı.
Öncelikle nekropolün ortasından geçen asfalt bölüm
kaldırıldı ve daha sonra stabilize olan bölümün de
temizliği yapıldı. Yıl sonuna kadar bu temizlik
çalışmaları bitirilmiş olacak. Buradaki temizlik
çalışmaları sırasında şunu gördük, özellikle altta
çok güzel bir antik yolun olduğu tespit edildi ve
orada bulunan anıtsal mezarların restorasyonu ile
ilgili de şu anda
Pamukkale Üniversitesi Arkeoloji bölümü ile
çalışmalarımız önemli bir noktaya geldi.
Biz bu yıl sonuna kadar en az iki anıt mezarın
ayağa kaldırılması ile ilgili çalışmaları başlatmış
olacağız. Ama bundan sonra 2014 yılı içinde bütün
planlamalarımız yapıldı. Burada da çok önemli diğer
anıtsal mezarları ortaya çıkartacağız. Dolayısıyla
Türkiye'nin en büyük nekropolünde inanılmaz
oranda büyük bir çalışma başlatılmış oldu. Buradaki
amaç,
Pamukkale'ye gelişlerde misafirlerimizin,
turistlerin ziyaretlerini daha anlamlı kılacak, daha
heyecan verici çok önemli eserlerin olduğu antik bir
alanı da onların ziyaretine sunmuş olacağız.
Önümüzdeki yıllarda bunun çok daha yoğunlaşacağını
bugünden söyleyebiliriz."
Demir, nekropolün
Türkiye'nin en büyük nekropolü olmasıyla ilgili
olarak şunları söyledi:
"2 bin 500 önce de, Antik Çağ'da da
Pamukkale'ye rengini veren bu
Termal kaynakta, insanlar şifa bulmak için
buraya geliyorlardı ve özellikle belli bir yaştan
sonra burada yaşamaya başlıyorlar, burada sağlıklı
ve güzel bir ömür geçirdikten sonra hayatları sona
erdiğinde buraya defnoluyorlardı. Bundan dolayı da
Türkiye'de her antik kentte olan örneklerinin
tamamını içinde barındıran çok önemli bir nekropol
burada bulunmaktadır. Herkesin gelir durumuna göre
farklı mezarlar, değişik ebatlarda ve büyüklüklerde
mezarlar bulunmaktadır. Bunların önemli ve büyük
olanlarının restorasyonunu daha önceki yıllarda
yapılanlara ek olarak bu yıl içinde tamamlamış
olacağız."
Yapılan çalışmalarla turist sayısının
artırılmasının sağlanacağına değinen Demir, bölgede
turizm gelirini artıracak çalışmalar yapılacağını,
bunun için de
Karahayıt'ta
Termal turizm merkezi oluşturmayla ilgili
çalışmaların devam ettiğini kaydetti.
- Tarihi, Hellenistik döneme kadar gidiyor
Denizli Müze Müdürü Hasan Hüseyin Baysal da
Hierapolis nekropolünün
Anadolu'nun en büyük nekropollerinden biri
olduğunu belirterek, "Bu nekropolde bulunan mezarlar
M.S. 1. yüzyıla kadar inmekteyken bu yıl yaptığımız
kazı çalışmalarında mezar içinde bulduğumuz
buluntulardan, bunun 300 yıl daha geriye gittiğini
kesin olarak tespit etmiş durumdayız. Bu demektir ki
Hellenistik dönemde de buraya gömülerin yapıldığı
tespit edilmiş oldu. Görsel olarak da burada
yaptığımız çalışmalar turizm açısından çok büyük
önem taşımakta" dedi.
-
Pamukkale'ye ziyaretçi akını
"Beyaz Cennet" olarak adlandırılan
Pamukkale'yi 2013 yılının 10 ayında, geçen yıla
oranla yüzde 7,3 artışla 1 milyon 587 bin 57 turist
ziyaret etti.
Ekim ayında 43 bin 416'sı yerli 180 bin 926
ziyaretçiyi ağırlayan
Pamukkale'nin ziyaretçi sayısı ekim ayında geçen
yıla göre yüzde 11,87 arttı.
Geçen yıl ilk 10 ayda 1 milyon 476 bin 82 kişinin
ziyaret ettiği
Pamukkale'yi bu yıl 365 bin 881'i yerli 1 milyon
587 bin 57 kişi ziyaret etti.
Pamukkale'yi 2013 yılında 11 Kasım tarihi
itibarıyla, 372 bin 707'si yerli 1 milyon 617 bin
766 kişi ziyaret etti.

haberler.com, 17.11.2013
|
İZMİR'İN GEÇMİŞİNİ MOLOZ DİYE DENİZE DÖKMÜŞLER

İzmirde, mülkiyeti Vakıflar
Genel Müdürlüğü ve Büyükşehir Belediyesi’ne ait,
Mezarlıkbaşı’nda 1. derece SİT alanında 1990’lı
yıllarda inşa edilen çok katlı otoparkın denize
dökülen hafriyatındaki tarihi eser parçaları seneler
sonra ortaya çıktı.
Otopark inşaatı sırasında çıkarılan Roma
Dönemi’ne ait sütun parçaları molozlarla kamyonlara
yüklenerek İnciraltı Lagünleri’ne döküldü. Yüzlerce
kuş türünün yaşadığı ve barındığı dünya harikası
dalyana dökülen eserleri, çevre konusunda
duyarlılığıyla tanınan fotoğraf sanatçısı, mimar
Nejat Saygıner de unutmadı.

Saygıner, lagüne dökülen buluntuların peşine
düşüp fotoğraflarla belgeledi. Arkeoloji sevdalısı
Nejat Saygıner, EXPO’nun İnciraltı’ndaki birinci
derece doğal sit alanında yapılması tartışmalarına
girmeden birilerinin bu tarihi ayıbı temizlemesi
gerektiğini dile getirdi.

Fotoğraflara göre Roma ve
Bizans dönemlerine ait
Antik Smyrna Kazı Başkanı Yrd.
Doç.Dr. Akın
Ersoy, “Benim bir fikrim yok. Söylenti olarak
Mezarlıkbaşı’ndaki katlı otoparkın hafriyatlarıyla
birlikte götürüldüğüne dair bilgiler var.
Fotoğrafları incelediğimizde Roma ve Bizans dönemine
ait harçlı tuğlalı bloklar, bize bir ya da birden
fazla yapıyı işaret ediyorlar. Ayrıca yine bu
dönemlere ait eşik taşları, granit sütunlar var. Bu
eserlerin bu alana dökülmesi eski eserlere karşı
koruma eksikliğimizi görme açısından önemli. Burada
bilinçsizlik, rant, eğitim eksikliği var. Bütün
bunların bileşini olarak eski eserlere saygıda kusur
ettiğimiz açık” dedi.
Hürriyet, Haber: Mustafa Oğuz, 16.10.2013
|
'HİTİT SARAYI' KALINTISI BULUNDU

Sivas'ın Yıldızeli
İlçesi'nde Hititler'den kalma
"Kayalıpınar Harabe
Ören Yeri"nde yapılan kazılarda, milattan önce
1650-1500 yıllarına ait olduğu tahmin edilen saray
kalıntısı bulundu.
Almanya'nın Marburg Üniversitesinde görev yapan
Doç.Dr. Vuslat Müller Karpe, AA muhabirine yaptığı
açıklamada, Kayalıpınar'da kendisinin bilimsel
danışmanlığında yürütülen kazı çalışmalarının bu
seneki kısmının kısa süre önce tamamlandığını
söyledi.
Kayalıpınar'ın 4 medeniyete ev sahipliği
yaptığını dile getiren Karpe, bu sezonki kazılarda
Hitit sarayı kalıntısı bulduklarını belirtti.
Sarayın milattan önce 1650-1500 yıllarına ait olduğu
tahmin ettiklerini aktaran Karpe,
Bodrum, giriş ve üst kattan oluşan sarayın en az
40 odasının bulunduğunu düşündüklerini ifade etti.
Saray kalıntısında büyük bir avlu bulunduğunu
kaydeden Karpe, avlunun bir yanında sarayın diğer
tarafında ise depo olarak kullanıldığını tahmin
ettikleri kısmın yer aldığını belirterek, şunları
söyledi:
"Saray kalıntısıyla ortaya çıkan depo kısmında
100'den fazla ok ucu ile zırh parçaları bulundu. Bu
buluntular, oranın depo olarak kullanıldığına işaret
ediyor. Daha önce hiçbir yerde bu kadar fazla ok ucu
bulunmadı. Bir de depo binasının üzerinde Hitit çivi
yazılı tabletler ele geçti. Hitit tabletleri,
genelde bayram ve fal metinlerinden oluşmakta. Bu
metinlerde özellikle kuş fallarından bahsediliyor.
Kazı yerinin diğer kısımlarında da çalışmalara
başladık. Bu kazılarda da belki 3. bina açığa
çıkabilir. O zaman alan daha da genişleyecek.
Ayrıca, bulunan saray bir ya da iki kez yanmış ve
sonrasında tekrar yapılmış. Hatta yangından sonra
duvarların yeri biraz değiştirilmiş, bu sayede
binaya sağlamlık verilmek istenmiş. İmparatorluğun
da MÖ 1200'lü yıllarda yıkıldığı tahmin
ediliyor ve böylece buradaki Hitit yerleşmesi sona
eriyor."
Kazılarda Bakır Çağı'na ait bir mühür baskının da
bulunduğunu aktaran Karpe, şehrin adının yazılı
olduğu bir belgeye hala ulaşılamadığını ifade
ederek, "Çalışmalarda ortaya çıkan çivi yazılı
tabletlerden belki bu kentin adını da bulabiliriz.
Kazı yaptığımız kentin adını henüz bilmiyoruz.
MÖ 4 bin yılından itibaren yerleşim yeri
olarak kullanılan bir şehirde kazı yapıyoruz" diye
konuştu.
Karpe, Kayalıpınar'da önceki yıllarda yapılan
kazılarda saray kalıntısının girişinde yüzeye çok
yakın bir yerde, bir elinde kase, diğer elinde kuş
tutan tanrıça heykeli bulunduğunu belirterek, bu
heykelin
Sivas Arkeoloji Müzesi'nde sergilendiğini
sözlerine ekledi.
haberler.com, Haber: Merve Topuz - Seyit Ahmet
Eksik, 16.11.2013
|
HALE ASAF'IN 'OTOPORTRE'Sİ İLK KEZ GÜN IŞIĞINA
ÇIKIYOR

Çağdaş
Türk resminin usta isimlerinden Hale Asaf, Nejad
Melih Devrim, Mübin Orhon, İlhan Koman, Cevat
Dereli, Ali Çelebi, Orhan Peker, Burhan Uygur, Bedri
Rahmi Eyüboğlu, Burhan Doğançay, Mehmet Güleryüz'e
ait eserler 23 Kasım Cumartesi günü saat 15.00'te
Antik AŞ'de gerçekleşecek müzayedede satışa
sunuluyor.
Müzayedenin önemli eserleri arasında yer alan
Hale Asaf'ın “otoportresi” ilk kez gün ışığına
çıkıyor. Modern Türk resminin dönüm noktası
eserlerinden biri olarak gösterilen 1928 tarihli ve
imzalı tuval üzerine yağlıboya çalışma 100 bin TL
açılış fiyatıyla satışa sunulacak. Müzayedede öne
çıkan diğer eserler arasında 1960 tarihli Mübin
Orhon imzalı bir soyut çalışma, 1954 ve 60 tarihli
Nejat Melih Devrim imzalı tuvaller, Ferruh
Başağa'dan soyut bir çalışma, Erol Akayavaş'ın
farklı dönemlerinden çalışmalar ve Mehmet
Güleryüz'ün 1986 yılından eserleri ile Orhan
Peker'in “Kedi”, İhsan Cemal Karaburçak, Mustafa
Ata, Ergin İnan, Abdurrahman Öztoprak, Zekai
Ormancı, Selim Turan, Burhan Uygur ve Bedri Rahmi
Eyüboğlu'nun önemli eserleri yer alıyor. Müzayedede
çağdaş Türk heykel sanatının usta isimlerine özel
bir bölüm ayrılmış. İlhan Koman'ın ünlü “Yürüyen
Derviş” heykeli (125 bin TL açılış fiyatı) ve bronz
çalışmaları, Kuzgun Acar, Meriç Hızal, Seyhun Topuz,
Koray Ariş ve Osman Dinç gibi heykeltıraşların
önemli eserleri satışa çıkacak eserler arasında. 23
Kasım Cumartesi günü Antik AŞ'nin Maçka'da bulunan
müzayede salonunda gerçekleşecek 279. müzayedeyi
Olgaç Artam yönetecek. Satışa sunulacak eserler
18-23 Kasım tarihlerinde Antik AŞ sergi salonlarında
görülebilir.
Zaman, 16.11.2013
|
SAKIZ ADASI'NDAKİ SON CAMİ MİNARESİZ KALDI

Sultan
Abdülmecid tarafından yaptırılan Mecidiye Camii, 2
yıl önce restore edileceği gerekçesiyle
kapatılmıştı. Aradan geçen zamanda cami ibadete
açılmazken minaresi de yerinden söküldü.
Ege sahillerinde bulunan kiliseler belediyeler
tarafından birer birer restore ediliyor. Ege’nin
karşı kıyısı Yunanistan’da ise Osmanlı eserlerine
aynı özen gösterilmiyor. Her yıl binlerce Türk
vatandaşının ziyaret ettiği Sakız Adası’nda bulunan
Mecidiye Camii, restore edileceği gerekçesiyle
kapatıldı. Yunanistan Modern Anıtlar Merkez
Konseyi’nin görüşü doğrultusunda restorasyonuna
başlanan caminin minaresi de yerinden söküldü.
Yaklaşık iki yıldır ibadete de kapatılan caminin
Bizans eserleri müzesine dönüştürüleceği iddia
ediliyor. Mecidiye Camii, 19. yüzyılda Sultan
Abdülmecid tarafından yaptırılmıştı. Adayı ziyaret
eden Türk turistler, namaz kılacak mekan
bulamadıkları için mağdur olduklarını söylüyor.
Özellikle yaz aylarında Sakız’a saat başı kalkan
feribotlarla çok sayıda Türk’ün geldiğini belirten
Ali Şahin isimli turist, “İbadet mekanı kapatılır mı
hiç? Restorasyon olsa bile namaz kılacak yer
göstermeleri gerekir. Asıl niyetleri farklı
olabilir, müze yapılacağı söyleniyor. Mecidiye
Camii’ni görünce içim burkuluyor.” şeklinde
konuşuyor. Yunanistan Kültür ve Turizm Bakanlığı
tarafından sanat eseri olarak nitelendirilen Osmanlı
medresesinde ise Bizans Eserleri Denetmenliği’nin
bakım atölyesi bulunuyor. Denetmenliğin onayıyla
yapılan restorasyon kapsamında iki katlı medresenin
içinde kütüphane, binanın tarihiyle ilgili araştırma
merkezi ve geçici sergiler için de bir bölüm
ayrılacağı belirtiliyor.
Zaman, Haber: Vahit Yazgan, 16.11.2013
|
YANAN TARİHİ CAMİ RESTORE EDİLDİ
Ulus’ta bir yıl önce çıkan yangında ahşap tavan süslemelerinin bulunduğu iç kısımları tamamen yanan tarihi Tabakhane Camisi, Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edildi
Ulus Kevgirli Sokak’ta bulunan Mülkiyeti Vakıflar Bölge Müdürlüğü’ne ait 600 yıllık tarihi Tabakhane Camisi’nin restorasyonu tamamlandı. Restore edilen tarihi camide yok olan ahşap desenler tekrar ortaya çıkarken, caminin çevre düzenlemesi de yapıldı. Restorasyon kapsamında tarihi caminin çatısı yenilendi, iç bölümlerdeki yanan ahşap kısımlar sökülerek sıva raspaları yapıldı. Saçak kaplamaları tekrar yapılan caminin avize, mihrap, minber ve kürsüsü de restorasyon projesine uygun olarak eski özgün haline getirildi. Dış cephesi beyaza boyanan tarihi caminin çevre kaldırımları da yenilendi. Caminin kısa bir süre sonra ibadete açılacağı bildirildi.
Hürriyet, 15.11.2013
|
 |
MARMARAY KAZILARINDA 150 BİN KASA BULUNTU ELDE
EDİLDİ
İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdür Yardımcısı
Rahmi Asal, Marmaray kazılarında 150 bin kasa
buluntu elde edildiğini belirterek, bunların tasnif
için beklediğini söyledi.
Adana’da başlayan 22. Müze Kurtarma Kazıları
Sempozyumu ve Müzecilik Çalıştayı’nın açılışında
konuşan İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdür Yardımcısı
Rahmi Asal, 9 yıldır devam eden Marmaray Projesinin
yarımadanın tarihini 2 bin 500 yıl öncesinden 8 bin
500 yıl öncesine götürdüğünü belirtti. Marmaray kazı
çalışmalarında ortaya çıkarılan tarihi buluntuların
inanılmaz rakamlara ulaştığının altını çizen Asal,
“Tarihi yarımadada çanak çömlek parçalarıyla
başlayan süreçte mezarlar ve mimarı ortaya
çıkarılınca burada bir Neolitik dönem yerleşmesi
olduğu anlaşıldı. Kazı ile birlikte atölye
çalışmaları da birlikte yürütüldü. Ancak kazı
çalışmaları hızlı, atölye çalışmaları ağır gitti.
Bunun nedeni de çıkan buluntu sayısı inanılmaz
rakamlarda olmasıdır. Yunan meslektaşlarımız
müzemize geldiğinde çıkan buluntu sayısını günde
bazen 500 bazen bin kasa olduğunu öğrenince,
rakamların yıllık mı olduğunu soruyor. Biz de bunun
sadece günlük rakam olduğunu söylüyoruz. Şu anda
bile 150 bin kasa tasnif bekleyen buluntumuz var.”
diye konuştu.
Marmaray kazılarının dünyaya örnek olacak bir
şekilde devam ettirildiğine vurgu yapan Asal,
‘Kazılar Yenikapı, Sirkeci, Üsküdar, Aydınlıkçeşme
gibi birçok yerde yapıldı. Kazılarda eksi 24 kotuna
kadar inildi. Kazı alanı antik çağlardan beri
bilinen bir bölge. Kazılarda karada ortaya çıkarılan
ve 37 gemiden oluşan en büyük batık gemi filosu
bulundu. Her dönemden eserler elde edildi.’ dedi.
Sirkeci’de bir duvar kalıntısına ulaşıldığını
vurgulayan Asal, ‘İstanbul’da Roma dönemi
kalıntılarına ulaşmak çok zor olduğu için bu çok
önemli bir buluntu grubunu oluşturuyor. İyi ki
Marmaray kazıları vardı, yoksa İstanbul’da böyle bir
bu çapta bir çalışma yapıp bunlara ulaşmak çok
zordu.’ ifadelerini kullandı.
Çalışmalarda dünyada örneği görülmeyen 2 bine
yakın ayak izi bulunduğunu da anlatan Asal, “Bugüne
kadar hiçbir yerde görülmemiş bir buluntu grubu
ortaya çıkarıldı: Çamurda ayak izleri. Çamur deryası
içinde çalışılırken bunu tespit etmek çok zordu.
Yaklaşık 2 bin civarında ayak izi tespit edildi.
Bunların hepsi belgeleme çalışması yapıldı. Yerinde
kalıplara alınarak bütün parçalar puzzle şeklinde
kesilerek, müzemize nakledildi. Şu an müzede
çalışmalar devam ediyor.” diye sözlerini tamamladı.
Çalıştayın açılışına Kültür ve Turizm Bakanı
Yardımcısı Abdurrahim Arıcı, Adana Valisi Hüseyin
Avni Coş, müze müdürleri ile bilim insanları
katıldı.
Sabah, 15.11.2013
|
SİİRT'TEKİ ARKEOLOJİK KAZILAR
Siirt’te arkeolojik
kazı çalışmalarını yürüten Ilısu Barajı Siirt,
Batman ve Mardin kazıları koordinatörü ve Ege
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü
Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Haluk Sağlamtimur,
arkeolojik burguların daha net anlaşılabilmesi için
toprak analizlerin yapılması gerektiğini belirtti.
Sağlamtimur, yaptığı açıklamada, arkeolojik
kazıların yapıldığı Anadolu ve Mezopotamya’nın bütün
maden yataklarında toprak ve maden analizleri
yapıldığını kaydetti.
Bölgede çıkan buluntuların sevindirici olduğunu
ifade eden Sağlamtimur, şöyle dedi:
“Bölgede çıkan buluntular gerçekten çok güzel. Bu
materyallerin hangi bölgeye ait olduğunun tespit
edilmesi için kazı çalışmaları yapılan yerlerin
toprak analizleri yapılıyor. Bizim merak ettiğimiz
metal eserler Siirt’tin ham maddesi mi kullandı
yoksa başka bir coğrafyadan mı geldi. Bunları ancak
analizlerle çözmemiz mümkündür. Antik dönemde
nerdeyse Anadolu ve Mezopotamya’nın bütün maden
yataklarının analizi yapılmış, oranları belli bir
tek Siirt’in eksik. Siirt’in analizlerini
alabilirsek daha net sonuçlara ulaşabiliriz. Şuanda
Şirvan’da bulunan maden ocağına gidip analiz
alıyoruz, sanırım bu tespitler anlamında bir
katkımız olabilir.”
haberler.com, 15.11.2013
|
TOPKAPI'DA ÇIKAN İŞLEMELİ TAŞ HAYRAN BIRAKTI
İznik
Kanalizasyon çalışmaları sırasında İznik Topkapı
kale girişinde çıkan blok taş üzerindeki işlemeleri
ile kendisine hayran bıraktı. İznik Kanalizasyon
çalışmaları için Topkapı mevkiinde yapılan
çalışmalarda çıkan blok taşlar yol kenarında meraklı
vatandaşlar tarafından ilgi ile izlenirken, kazı
yapılan yerde aynı blok taşların devamı olduğu da
gözlendi.
 
 
 
 

İznik Rehber, 14.11.2013
|
HİTİTLERDE CİĞER FALI
Hitit Medeniyeti’nin
başkenti Hattuşa’daki arkeolojik kazılarda bulunan
çivi yazılı fal metinlerine göre, Hititler kurban
ettikleri koyunların karaciğerlerine bakarak
kehanette bulunmuşlar.
Alman Arkeoloji Enstitüsü adına kazı
çalışmalarını yürüten Kazı Başkanı Doç.Dr. Andreas
Schachner, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 1906
yılında İstanbul Arkeoloji Müzesi adına başlatılan
kazı çalışmalarının, yaklaşık 107 yıldır
sürdürüldüğünü söyledi.
Geçen yıl başladıkları Aşağı Şehir Kesikkaya
mevkisindeki kazı çalışmalarına bu yıl da devam
ettiklerini dile getiren Schachner, bölgedeki bir
anıtsal yapı içerisinde, Hititlerin düşünce, inanç
ve hukuki dünyasıyla ilgili yeni eserler
bulduklarını belirtti.
Buldukları eserler arasında Babilce olarak çivi
yazısıyla yazılmış bir fal metninin de yer aldığını
ifade eden Schachner, şöyle konuştu:
“Bu yıl daha önce Boğazköy’de bulunmayan ilginç
bir esere rastladık. Hititler döneminde bilim
olmadığı için doğa şartları insanları korkutuyordu.
Hava değişimi ya da bir salgın hastalığa karşı ne
yapacaklarını, nasıl davranacaklar veya neden salgın
olduğunu bilemiyorlardı. Bunları tespit edebilmek
için kehanet ya da fal bakmak çok yoğun bir şekilde
yapılıyordu. Bunun için de ya kuş uçuşlarına
bakılıyor ya da kurban edilen hayvanların, özellikle
de koyunların karaciğerindeki birtakım özelliklere
bakılıyordu.”
- “Nergal, ülkemde, yiyecek…”
Hattuşa’da ilk kez bulunan karaciğer fal
metinleri için Hititlerin kendilerine özgü bir model
yaptığını dile getiren Schachner, bulunan eserin
sadece ana gövdesine ulaşabildiklerini, diğer
parçalarına rastlanamadığını söyledi.
Hititlerin, kurban ettikleri koyunların
karaciğerindeki özellikleri, kazı çalışmalarında
buldukları eserin üzerine yorumladıklarını anlatan
Schachner, bulunan eserin dil uzmanlarınca
incelendiği ve üzerindeki çivi yazıların tercüme
edildiğini belirtti.
Kurban edilen koyunun karaciğerindeki özelliklere
bakılarak, eserin etrafına yazılan kehanetlerin
olabileceğini öngürdüklerini dile getiren Schachner,
şunları kaydetti:
“Eğer koyunun karaciğerinin görüntüsü eserin sağ
tarafını işaret ediyorsa, burada ölüm var. Sağ
tarafta ‘Nergal, ülkemde, yiyecek’ yazıyor. Nergal,
Hititlerin yeraltı tanrısıdır. Yani ülkedeki
insanların bir sebepten dolayı öleceğine dair birşey
yazıyor. Eserin sol tarafında ise ‘Nergal, düşmanın
ülkesinde, yiyecek’ yazıyor. Yani Hatti veya Hitit
ülkesinde değil de başka bir düşman ülkesinde
ölümler olacak anlamına geliyor. Eğer karaciğerin uç
kısmı deforme olduysa, ‘Nergal, kendi ülkeme el
koyacak’ anlamına geliyor. Yani yine ölümler olacak.
Eğer karaciğerin üzerinde herhangi bir leke varsa,
‘benim ordum bir salgından dolayı ölecek ya da
kralın şehri harap olacak’ anlamına geliyor.”
- “Kehanetlere karşı önlem alamıyorlardı”
Buldukları fal metninin, Hititler tarafından
kütüphane olarak kullanılan alanlarda saklandığını
ve kurban adakları sırasında çıkarıldığını ifade
eden Schachner, “”Hititler, kehanetlerdeki
olumsuzluklara karşı çok fazla bir önlem
alamıyorlardı. Çünkü bir salgın hastalığın nasıl
önleneceğini bilmiyorlardı. Sadece daha fazla dua
ederek, tanrılara daha çok kurban vererek önlem
almaya çalışıyorlardı” diye konuştu.
Hitit Medeniyeti’nin yok oluşuyla ilgili
kehanetlere de değinen Schachner, konuyla ilgili çok
farklı tezler olmasına rağmen Hititlerin yok
oluşuyla ilgili kesin bir bilginin henüz
bulunmadığını söyledi.
İç siyasetteki dengenin ve ekonomik düzenin
bozulması, hanedanlar arasındaki rekabet ve iç savaş
durumlarının, Hititlerin yok olmasında önemli
etkisinin bulunduğuna inandığını anlatan Schachner,
“Tüm bunlar bir araya gelince, bıçak sırtında olan
ekonomik sistem yıkılmış. Böylece siyasi sistem de
çökmüş” dedi.
Milliyet, 08.11.2013
|
10 - 16 Kasım 2013
|
TEPEDEN TARİH FIŞKIRMAYA
DEVAM EDİYOR
Fırka Tepesi’nde devam
eden ikinci etap katlı otopark hafriyat çalışması
sırasında yeni lahitler ortaya çıkmaya başladı.
Kültür Park çalışmaları
kapsamında devam eden hafriyat çalışmaları sırasında
yeni tarihi lahitler bulundu. Konu ile ilgili olarak
Bolu Müze Müdürlüğü yetkililerinin yapacağı
açıklamalar merakla bekleniyor.
Bolu’da daha önce 2007
yılında Tepecik Mahallesi'nde yapılan hafriyat
çalışması sırasında, Roma dönemine ait olduğu
bildirilen 4 adet lahit mezar bulunmuştu. Tepecik
Mahallesi'nde hafriyat çalışması sırasında bir
mezara rastlayan ekipler, durumu Müze Müdürlüğü'ne
bildirmişti. Müze Müdürlüğü ekiplerinin yaptığı
kazıda, ilk belirlemelere göre Roma döneminden
kaldığı tahmin edilen 3 adet lahit mezar daha
bulunmuştu. O zamanki Bolu Müze Müdürü Mustafa
Güneş, kazı çalışmalarının sürdüğünü belirterek,
"İlk belirlemelere göre mezarların Roma dönemine ait
olduğunu tahmin ediyoruz. Mezarların birinde çeşitli
tasvirler, kabartmalar ve süslemeler mevcut" diye
konuşmuştu.
Bolu'nun Sesi,
15.11.2013
|
GÖBEKLİTEPE MÜZE
KOMPLEKSİNDE SERGİLENECEK

Dünyanın en eski tapınak
merkezi olarak kabul edilen Göbeklitepe'den çıkan
buluntular, tamamlandığında Türkiye'nin en büyük
müze kompleksi özelliği taşıyacak olan "Haleplibahçe
Müze Kompleksi"nde sergilenecek.
AA / ''Tarihin sıfır
noktası'' olarak nitelendirilen Göbeklitepe'deki
kazı çalışmaları 1995 'den bu yana Şanlıurfa
Müzesi ve Berlin Alman Arkeoloji Enstitüsü
ortaklaşa yürütüyor.
Kazı çalışmalarında
şimdiye kadar Neolitik döneme ait yabani hayvan
figürlü ''T'' biçimli dikili taşlar, 8-30 metre
çapında dairesel ve dikdörtgen şekilli dünyanın
en eski tapınak kalıntıları, çok sayıda yabani
hayvan figürü, insan heykeli ile yaklaşık 12 bin
yıl öncesine ait olduğu belirtilen 65 santimetre
uzunluğunda insan heykeli gibi eserler bulundu.
Şanlıurfa Müze Müdürü Müslüm Ercan, yaptığı
açıklamada, birkaç yıl önce Haleplibahçe
semtinde yapılması planlanan ''Temalı Park"
projesi temel kazıları sırasında, MS 5. ve 6.
yüzyıllarda yapıldığı tahmin edilen Roma
dönemine ait yönetici sarayının tabanına işlenen
''Savaşçı Amazon Kraliçeleri'' mozaikleri
bulunduğunu anımsattı.
Eserlerin nakil sırasında zarar görebileceği
endişesiyle hazırlanan projede değişikliğe
giderek yeni bir çalışma hazırlandığını
vurgulayan Ercan, içerisinde arkeoloji,
arkeopark ve mozaik müzelerinin yer alacağı
"Haleplibahçe Müze Kompleksi"ni hayata
geçirdiklerini dile getirdi.
Mevcut müzede alan darlığı nedeniyle aralarında
Göbeklitepe buluntularının da olduğu bir çok
eseri sergileme imkanı bulamadıklarını aktaran
Ercan, yapımı devam eden müze kompleksinin
tamamlanmasıyla bu eserlerin ziyaretçilere
açılacağını söyledi.
Ercan, müzedeki çalışmaların hızlı bir şekilde
devam ettiğini ve iç mekanlardaki teşhir ve
tanzim çalışmalarına yoğunlaştıklarını aktardı.
- Müzede
canlandırmalar olacak
Turizm potansiyelinde, ortaya çıkan
eserlerin farklı olmasının önemine değinen
Ercan, şunları kaydetti:
"Bizim farklılığımız ise neolotik dönem
dediğimiz Cilalı Taş Devri eserlerinden
kaynaklanmaktadır. Buluntuları 'Nevali Çori'
diye bildiğimiz Göbetlitepe ile aynı nitelikteki
çağdaş ve aynı özellikteki diğer bir ören
yerimizi de vurgulayacağız. Müzede
canlandırmalara yer vereceğiz ve gelen kişiler
sadece eserleri görmeyecek, çakmak taşı ok ucu
bölümünü ziyaret ettiklerinde bunların Cilalı
Taş Devrinde nasıl kullandığını anlatacağız. Her
yerde Roma ve Bizans eseri görmek mümkün ama
Göbeklitepe eserleri sadece ilimizde
sergilenecek, bu yönüyle ziyaretcilerimize
önemli bir sunum yapmış olacağız."
Müze kompleksinin 200 dönümlük bir alanda yer
alacağını ve bu özelliğiyle Türkiye'nin en
büyüğü olma özelliğini taşıyacağını belirten
Ercan, müze bahçesinde ise Göbeklitepe'de
bulunan anıtsal yapıların minyatürlerinin de yer
alacağını söyledi.
Kompleks inşaatının gelecek bahar döneminde
tamamlanmasının planlandığını aktaran Ercan,
projeyi, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk
Çelik, Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik ile
Vali Celalettin Güvenç'in yakından takip
ettiğini hatırlattı.
Göbeklitepe Kazı Başkanı Prof.Dr. Klaus Schmidt
ise Şanlıurfa'da bu denli büyük bir müze
yapılmasının kendilerini hem mutlu ettiğini
söyledi.
Göbeklitepe buluntularının sergilenmesinin
kentin tanıtımı açısından önemli olduğunu
vurgulayan Schmidt, "Özellikle tarih öncesi
buluntulara yönelik bir müze olacak. Müzenin
dünyada ilgi göreceğine inanıyoruz" ifadelerini
kullandı.
GAP Gündemi, 15.11.2013
|
TARİHİ BİR MAHZEN ORTAYA
ÇIKARILDI
Bolu’nun Gerede İlçesi
Ortaca Köyü'nde devam eden su çalışmaları sırasında
işçiler tarafından fark edilen tarihi mahzen,
valilik emriyle koruma altına alındı. Şimdi mahzenin
hangi döneme ait olduğu araştırılıyor.
Ortaca Köyü'nde geçtiğimiz haftalarda başlayan su
çalışması sırasında işçiler ilginç bir olayla
karşılaştı. Çalışma sırasında işçilerin bulduğu oda
şeklindeki tarihi mahzen, valiliğin emriyle koruma
altına alındı. Bolu Müze Müdürlüğü yetkilileri,
Ortaca Köyüne giderek mahzenin bulunduğu alanda
inceleme yaptı. Mahzenin hangi yüzyıla ait olduğu ve
kimler tarafından inşa edildiğine dair bir bulguya
rastlanılmazken, detaylı araştırmanın profesörler
tarafından yapılması uygun görüldü. Yuvarlak bir
girişi olan mahzenin içerisinde herhangi bir değerli
eşyanın olmadığı tespit edilirken, Ortaca Köyü'ndeki
tarihi yapının aydınlatılması için geniş çaplı
araştırma başlatıldı.
Kesin olmayan bilgilere
göre, bulunan kalıntının Bizans Dönemi’ne ait erzak
odası olabileceği tahmin ediliyor. Mahzen içerisinde
bazı işaret ve figürlerin yer alması ise kafaları
karıştırdı. Bizanslıların figür sanatı değil el
yazısını daha çok kullanmış olmaları mahzen daha
eski dönemlere ait olabileceğini düşündürüyor.
Bolu'nun Sesi,
15.11.2013
|
RESTORASYONDA SOVYETİK
SALVOLARA DEVAM: "İTİNAYLA SARAY TAMAMLANIR"

Blakernai Saray
Kompleksi'nden günümüze kalan tek saray olan Tekfur
Saray'ında yapılan restorasyona uzmanlardan tepki
var. Çatısı yeniden inşa edilen sarayın restorasyonu
için uzmanlar "Sıradan inşaat mantığı" diyor.
Fatih Belediyesi’ne bağlı Ayvansaray Mahallesi’nde
bulunan ve restorasyonla birlikte çatısı yeniden
inşa edilen Tekfur Sarayı, Blakernai Saray
Kompleksi'nden günümüze kalan tek saray olma
özelliğini taşıyor. Ne zaman ve kimler tarafından
inşa edildiği tam olarak bilinmeyen Tekfur
Sarayı'nın restorasyon inşaatı tabelasında "Saray
Tamamlama İnşaatı" yazarken uzmanlar Tekfur Sarayı
restorasyonun Türkiye'de restorasyonun sıradan bir
inşaat faaliyeti olarak algılanmasının en iyi
örneklerinden olduğunu söylüyor. Restorasyon süreci
devam ederken sarayın sergi salonu ve konferans
alanı olarak kullanılması öngörülüyor. Daha önce
yapımına başlanan ve tepkiler sonrası durdurulan sur
restorasyonları gibi Tekfur Sarayı restorasyonu da
uzmanların tepkisini çekti.

Restorasyon sıradan bir
inşaat işi gibi algılanıyor
Konuyla ilgili olarak Arkitera'ya konuşan Prof.Dr.
Afife Batur, restorasyonun çok ciddi bir çalışma
alanı olduğunu belirterek, "Restorasyon yapılırken
son teknoloji ile bir gökdelen inşasına gösterilen
dikkat ve özenle davranmak gerekir. Ne var ki son
yıllarda Türkiye'de restorasyon sıradan bir inşaat
işi gibi algılanıyor. Tekfur Sarayı restorasyonunda
yeniden çatı inşa etmek ve bir tamamlama çalışması
yapmak yerine yapı olduğu gibi güçlendirilerek
korunmalıydı. Bir tamamlama değil günümüze ulaştığı
şekliyle korunmasını amaçlayan bir restorasyon daha
doğru olurdu. Belki üzerine şeffaf bir örtü –elbet
çok dikkatle tasarlanarak- tertip edilebilirdi.
Dünyaca ünlü bir Bizantolog olan Prof. Semavi Eyice
gibi bir isimden görüş, öneri alınabilirdi. Mesela
fotoğraflarda görünen pencerelerin ne kadar aslına
uygun olduğu sonucuna nasıl varıldı? Yine yapının
çatısının inşa edildiği gibi olduğu nasıl
belgelendi" dedi.
Gereksiz ve yaratıcılıktan uzak bir çaba
Mimar Barış Altan konuyla ilgili olarak Arkitera'ya
yaptığı açıklamada Tekfur Sarayı'nı özgün haline
dönüştürmenin gereksiz ve yaratıcılıktan uzak bir
çalışma olduğunu belirterek şöyle devam etti: "Çatı
örtüsü ve kat döşemeleri ortadan kalkmış, adeta
heykele dönüşmüş bir yapı olarak Tekfur Sarayı uzun
yıllardır, gerek kentin silüetine gerek kentlilerin
hafızasına kazınmış durumdadır. Böyle bir yapıyı
özgün haline dönüştürmek gereksiz ve yaratıcılıktan
uzak bir çabadır. Ayrıca bu noktada, "hangi özgün
hali" sorusunu sormak gerekiyor. Tüm tarihi yapılar
gibi Tekfur Sarayı da yüzyıllar içinde
değişikliklere uğraşmış bir yapıdır. Dönem eki olan
kademeli kalkan duvarlar restorasyon sırasında
kaldırılmış durumdadır. Bu kalkan duvarlar görsel ve
kolektif hafızada yer etmişlerdi ancak proje
müellifinin ve muhtemelen de bilim kurulunun kararı
ile kaldırıldı"
Türkiye'de restorasyonun, bir tasarım konusu yerine,
sıradan bir inşaat faaliyeti olarak algılamasının en
çarpıcı örneklerinden birisinin Tekfur Sarayı
olduğunu söyleyen Altan "Bu yapının projelendirme
süreci çoğulcu ve katılımcı bir süreç olarak
planlansaydı, çatısını kapatıp, kat döşemelerini
yapmak yerine, günümüz mimarlığına ait bir tasarım
bu önemli tarihi yapıya eklemlenebilirdi" dedi.
Uzun
yıllardır, restorasyon uygulamalarının yapıldığı
binalardaki tabelaları incelediğini de sözlerine
ekleyen Altan şöyle devam etti: "Bu tabelaların
çoğunda proje müellifinin adı yerine müteahhidin
adının yazması veya restorasyon ile inşaat
kelimelerinin yan yana kullanılması sık rastlanan
bir durumdur. Ancak “tamamlama inşaatı” ibaresi ile
ilk defa Tekfur Sarayı’nda karşılaştım. Anlaşılıyor
ki, proje müellifi ve işin sahibi olarak İstanbul
Büyükşehir Belediyesi, yapılan işin bir restorasyon
olmadığını, tam da tabelada yazdığı gibi “tamamlama”
olduğunu vurgulamakta sakınca görmemişler. Bu tutumu
bir samimiyet olarak da algılayabiliriz belki" dedi.

Arsa
alıp üzerine konut yapmaktan farkı yok
Restorasyon işlerinin sıradan bir inşaat faliyeti
olarak ele alındığını vurgulayan Altan sözlerini
şöyle sürdürdü: "Restorasyon uygulaması özünde bir
inşaat faaliyeti, sonuçta bir yapı ile
uğraşıyorsunuz. Ancak sıradan bir inşaat faaliyeti
değil. Restorasyon konusunun önemli bir kamusal
sorumluluk boyutu da var. İster bir özel mülkü ister
kamuya ait bir yapıyı restore edin, özünde o yapı
tüm toplumun mirasıdır. Bu yüzden de yapılacak olan
müdahalede şeffaf ve katılımcı olmak gerekir. Hele
ki bu yapı Tekfur Sarayı gibi son derece önemli bir
yapı ise, sorumluluk çok daha fazla olmalıdır.
Projeyi hazırlayanların da bu sorumluluğu
omuzlarında hissetmesi beklenir. Ama görüyoruz ki
Tekfur Sarayı'nın proje müellifinin böyle bir derdi
olmamış. Proje işini ihale ile almış, bir fonksiyon
önermiş veya önerilmiş ve inşaata başlanmış. Bu
durumun, bir arsa alıp, üzerine konut mu iş yeri mi
yapayım kararını verip inşaata başlamadan pek farkı
yok."
Eşsiz kültür mirasını yönetecek bir kamu örgütü yok
Mimar Korhan Gümüş ise Arkitera'ya yaptığı
açıklamada Tekfur Sarayı'nın Bizans döneminden kalma
en önemli sivil mimarlık eserlerinden birisi
olduğunu belirterek, "Tekfur Sarayı'nda anladığım
kadarıyla eksik kolonları, döşemeleri, çatıyı
tamamlayan bir inşaat işi yapılıyor. Bizans
döneminden kalma en önemli sivil mimarlık
eserlerinden biri olan bu yapı için başka bir şey
yapılabilirdi. Sorun yalnızca bu değil. Yakında ya
el sanatları çarşısı yapabilir, ya da bir şirkete
devredebilirler. Bu eşsiz kültür mirasını yönetecek,
bakımını yapacak bağımsız bir kamu örgütü yok.
Yıllardır bu tür anıt yapılar için kimin nasıl
yaptığı belli olmayan projeler sergilenir durur, ama
nedense kimseden bir ses çıkmaz. Hemen Tekfur
Sarayı'nın yanında sergilenen "ytong duvar" benzeri
sur bunun bir örneğidir. Eleştiriler sonucunda
yapsalar yapsalar kafaları karıştıracak yöntemler
bulurlar. Bu sefer de bu işleri yapanlar "taş
eskitme teknikleri" gibi konularda ahkam kesmeye
başlarlar. Bu nedenle çevresindeki bir dolu duvar
-kara surları ile artık bir ilgisi kalmadığı için
duvar demek lazım- bu yüzden yarım bırakılmış inşaat
görüntüsündedir" dedi.

Projeler kadar ihale de tartışılmalı
İstanbul gibi eşsiz bir kültürel mirasa sahip
şehrinin neden mimarlıktan yani deneysel, piyasa
odaklı olmayan mimarlık alanı olan restorasyon
işlerinde nasibini alamadığını tartışmak gerekli
diyen Gümüş sözlerini şöyle sürdürdü: "Neden
restorasyon gibi deneyselliğe, araştırmaya ve
bilgiye dayalı bir mimarlık uğraşı olması gereken
restorasyon çalışmaları "tamamlama" veya
rökonstrüksiyon (ihya) işi olarak gerçekleşiyor?
Neden Surlar, Topkapı Sarayı, Süleymaniye Camii gibi
eşsiz mimarlık eserlerinde bile "restorasyon"
deyince benzeterek "aslına uygun" inşa etme yöntemi
izleniyor, bunun üzerinde kafa yormak lazım diye
düşünüyorum. Gördüğüm, rastgeldiğim eleştirilerin
genellikle "yanlış yaptılar" gibi tarzda olduğunu
söyleyebilirim. Surlarda örneğin harca çimento mu
kattılar, bazı yetkili ve etkili uzmanlar bunu
tartışıyor ama gördüğüm kadarıyla sorunu tartışan
yok. Eğer araştırma projelendirme işleri
müteahhitlik hizmetleri olarak gerçekleşirse ve
bilim insanları da onlara bağlı olarak çalışırsa,
restorasyon meselesinin deneyselliğe, bilgiye
açılmasını nasıl isteyebiliriz? Taksim projesinde
bile dikkat ederseniz projeyi tartıştık ama nasıl
ihale ile yapılabildiğini tartışmadık."
Yapı, 15.11.2013
|
YAŞAYAN EN PAHALI
SANATÇI

Müzayede devi
Christie’s’in 12-13 Kasım tarihlerinde
New York ’ta
düzenlediği ‘Savaş Sonrası’ ve ‘Çağdaş
Sanat ’ başlıklı
iki müzayede, pek çok rekoru da beraberinde getirdi.
Francis Bacon’ın ‘Freud Üçlemesi’ adlı üçlü
tablosunun 142.4 milyon dolara satılarak tüm
zamanların müzayede rekorunu kırdığı müzayedelerde
iki günlük seri satışlar sonucunda toplam 782 milyon
368 bin dolarlık satış yapıldı. Her iki müzayede
sanat piyasası tarihinin en yüksek satış yapılan
müzayedeleri olarak kayıtlara geçti. 13 Kasım’daki
müzayedede Andy Warhol’un ‘Silver Car Crash’ 105
milyon dolara satılarak
dünya müzayede
tarihinin en pahalı dördüncü eseri olurken Jeff
Koons’un çocuksu bir neşeyi yansıtan ‘Balloon Dog’
adlı turuncu heykeli 58.4 milyon dolara satılarak
yaşayan bir sanatçının en pahalı eseri olarak sanat
tarihindeki yerini aldı. Koons’un Truva Atı dahil
bütün anıtsal at heykellerini ti’ye aldığı ve
kırmızı , mavi,
sarı, turuncu, macenta olmak üzere beş ayrı renkte
yaptığı 1994 tarihli ‘Balloon Dog’, daha önce MoMA,
Venedik Grand Canal ve Paris’teki Versailles
Sarayı’nda sergilenmişti. Yaşayan bir sanatçının en
pahalı eseri rekoru Jeff Koons’tan önce Alman
sanatçı Gerhard Richter’e aitti. Richter’in
Milano’daki Cathedral Meydanı’nı betimlediği tablosu
37.1 milyon dolara satılmıştı.
Radikal, 15.11.2013
|
ARINÇ: AYASOFYA'NIN
GÜLECEĞİ GÜNLER YAKIN
Ayasofya Halı müzesine
ilişkin çalışmanın bir kaç yıldır sürdürüldüğünü
anlatan Bülent Arınç, "Vakıflar, özellikle son 10-11
yıldır muhteşem bir çalışma yürütüyor. 4 bin
civarında vakıf ve kültür varlığını tekrar hayata
kazandırdık. Bu 4 bine yakın eserin restorasyonu ve
yeniden ayağa kalkması için takriben 3 katrilyon
civarında bir masraf yaptık" dedi. Müzesi'ne yönelik
sürdürerek, "Gönlüme gelen başka bir şey var. Biz
şimdi Ayasofya Camii'nin hemen hemen yanındayız.
Bence kulaklarınız duymasa bile gönlünüzden geçen
bir şeyler olduğuna inanıyorum. Ayasofya, bize bir
şeyler söylüyor. Acaba Ayasofya bize neler
söylüyor?" derken, kameramanları Ayasofya'yı
çekmeleri için "Kameralarınıza dikkat edin
arkadaşlar" diyerek uyardı.
İŞGÜZAR BİRİLERİ,
'BURASI MÜZE OLSUN' DEMİŞLER
Bülent Arınç, şunları
söyledi: "Neler söylüyor diye, şöyle gönlümüzden bir
geçirelim bakalım. Tarihin geçmiş yüzyıllarından bu
yana Ayasofya bu haliyle sadece
Türkiye 'ni, sadece
Osmanlı döneminin, sadece 1400-1300'lere sıkışmış
haliyle çok daha öncesinden Ayasofya kelimesinin
ihtiva ettiği anlamları bir defa şöyle düşünmemiz
lazım. Çok şükür benim döneminde 2 tane beni çok
mutlu eden gelişme yaşadık. Biz, Ayasofya ismini
taşıyan 2 camimizi tekrar cami olarak ibadete açtık.
Bunlar zaten camiydi. Ama başka maksatla
kullanılıyordu. Bunlardan birisi İznik'teki Orhan
Ayasofya Camii'dir. Osman Gazi'nin oğlu Orhan
Gazi'nin Bursa'nın fethinden sonra camiye tahayyül
ettiği 1300'lerdeki bu cami, 721 yıl cami olarak
ibadete açık kaldı. Sonra bir baktık ki, küçük
biletler kesilen bir müze haline gelmiş.
Trabzon 'daki
Ayasofya Camii. Orada yüzyıllar boyu cami olarak
kalmış. Sonra birisi bir karar vermiş, müze haline
gelmiş.
Türkiye Cumhuriyeti
Devleti laik, sosyal, demokrat ama bir de hukuk
devleti. Hukuk devletinde yazılı hukuka bakmamız
lazım. 6570, gayrimenkullerin kiralanmasıyla ilgili
bir kanun. İbadethaneler, ibadet dışında başka bir
maksatla kullanılamaz, diyor. Hukuk devleti
olduğumuza göre bu konuda ne yapmalıyız diye
düşündüm. Yapacağımız şey şuydu; burası bir camidir,
ibadet amacıyla açılmıştır ve yüzyıllar boyu
kullanılmıştır. Onu bir başka maksatla kullanan kim
olursa, olsun, Kültür Bakanlığı da, müzeler de
bizim. Bakın, Halı Müzesi açıyoruz. Halı Müzesi
açtığımız gibi Yazma Eserle Müzesi de açıyoruz. Ama
bir cami, bu kanunun bu maddesine göre ibadet
dışında kullanılabilir mi? Hayır, kullanılamaz,
dedik. Ayasofya Camii, İznik'te esasen müzeye
çevrilmesiyle ilgili hiçbir karar da olmamasına
rağmen işgüzar birileri, 'Burası müze olsun'
demişler, küçük kağıtlara da birer liralık giriş
bileti kesmek suretiyle müzeye çevirmişler. Hiç bir
işlem bile yapmaya gerek kalmadan Genel
Müdürlüğümüz, 'Burası camidir, ibadet amacıyla cami
olarak kullanılacaktır' dedi, 2 sene evvel Kurban
Bayramı namazıyla birlikte Ayasofya Camii ibadete
açıldı. Arkadaşlar bizim içimizden, bu topluluğu
tenzih ediyorum, ama birileri, 'Olmasın nereden
çıktı, cami eksikliği mi var' dediler, 3 veya 4
kişi. Ama inanın, farklı inanç mensuplarından veya
azınlıklardan bu lafı söyleyen bir kişi bile
çıkmadı. Burada isim vermek gerekmez, ama en tepe
noktasında bu işlerde muhatap aldığımız bir insan
bile, 'Yaptığınız karara saygı duyuyoruz' dedi. Ama
bizim içimizden 3 veya 4 kişi, 'Biz, başka camiler
yaparız. Burası müze olarak kalsa daha iyi olur'
dedi. Hadi onların görüşlerine de saygı duyalım. Ama
kanunun bize yüklediği bir sorumluluk var; cami,
ibadet dışında başka bir maksatla kullanılamaz."
"TÜRKİYE'DE ARTIK
HAKİMLER VAR"
"Geçmiş dönemlerde
bunlara göz yummak mümkün olabilir. Ama şimdi başka
bir Türkiye var" diyen Arınç, yeni Türkiye'de
hukukun egemen olması gerektiğini söyledi. Arınç,
Trabzon Ayasofya Camii'nin de ibadete açılması için
karar verdiklerini ve bunun üzerine dava açıldığını
belirterek, "İznik Ayasofya'da dava açan olmadı. Ama
Trabzon'da dava açan da oldu. Ama çok şükür hukuk
devlet olan Türkiye'de artık hakimler var. Çok şükür
Trabzon Ayasofya Camii de hukuk kararıyla cami
olduğu tescil edildi ve böylelikle 2 tane küçük
Ayasofya Camii ibadethane olarak faaliyete geçildi.
Darısı demeyeceğim, farklı anlarsınız. Ama Ayasofya
Ayasofya derken, sanki gönlüme bunlar geliverdi. Bu
mahsun Ayasofya'ya bakıyoruz, inşallah güleceği
günlerin yakın olmasını Allah'tan diliyoruz" dedi.
Radikal, 15.11.2013
|
 |
AV KÖŞKÜ'NDE İLK ADIM ATILDI
Selçuklu Çağı Anadolu Türk mimarisinin önemli örneklerinden biri olan ve 13 yıl önce Kemer’e gelen Finlandiyalı bir Türkolog tarafından ortaya çıkarılan Selçuklu Av Köşkü’nün kültür turizmine kazandırılması için yürütülen çalışmalar devam ediyor.
Kemer’de Selçuklular döneminden kalan tek yapı olan Av Köşkü’nün gerçeğe uygun bir şekilde projesini hazırlatarak restore edilmesi planlanıyor.
Selçuklulardan kalan tek eser olan Av Köşkü’nün Kemer’e kazanılması için ilk adımın atıldığı açıklandı. Bu kapsamda röleve çalışmaları yapmak üzere ilgili firmaya yer tesliminin dün itibariyle yapıldığı kaydedildi.
Kemer’e artı bir değer katacağının umut edildiği Av Köşkü’nün bir bölümünün halkın kullanması için piknik ve mesire yeri olarak 10 yıllık kira sözleşmesi yapılmıştı.
Alanın, günübirlik olarak yerli ve yabancı turistlerin uğrak noktası haline getirilerek, alternatif turizme sunulması planlanıyor.
Kemer Gözcü, 14.11.2013
|
SULTANAHMET'İN KAYAN MİNARESİNE ACİL BAKIM
İstanbul’un simge yapılarından 6 minareli Sultanahmet Camii’nin bir minaresinde tespit edilen kaymaya müdahale etmek amacıyla acil çalışma başlatılıyor.
400 yıl önce inşa edilen minarenin yıkılmaması için Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 26 Kasım 2013 tarihinde restorasyon ihalesine çıkılıyor. 1609 ile 1616 yılları arasında Sultan I.Ahmet tarafından mimar Sedefkar Mehmet Ağa’ya yaptırılan ve Türkiye’nin en önemli tarihi eserlerinden olan Sultanahmet Camii’nin batıya bakan sağ minaresinde ciddi kaymalar belirlendi. Caminin ön kapısındaki, iki şerefeli 4 numaralı minareyi yıkılmaktan kurtarmak için Vakıflar Genel Müdürlüğü kapsamlı restorasyon yaptıracak. Diğer minareler de bu arada kontrolden geçirilecek. İhalenin ardından minarede meydana gelen kaymanın 300 günlük bir çalışma sonunda durdurulması planlanıyor.
Akşam, 14.11.2013
|
 |
|
BİR REKOR DA ANDY WARHOL'DAN
Sotheby's Müzayede
Evi'nde yapılan bir açık artırmada Andy Warhol'un
'Silver Car Crash' adındaki tablosu 105 milyon
dolara alıcı bularak, sanatçının daha önceki
rekorunun kırılmasına vesile oldu. Bir kaza
sonrasını tasvir eden 1963 tarihli 'Silver Car
Crash' adındaki tablo, sanatçının
araba kazası resimleri serisinin bir parçası.
Serinin diğer tüm işleri çeşitli müzelerde yer
alıyor. Daha önce Charles Saatchi, Thomas Ammann ve
Gunter Sachs koleksiyonlarında yer alan tablonun
yeni sahibi ise açıklanmadı. Warhol, bir önceki
rekorunu 2007'de 'Green Car Crash' için ödenen 71,7
milyon dolarla kırmıştı.
Radikal, 14.11.2013
|
KOLA ŞİŞELERİNDEN TARİHİ ESER ÇIKTI

Asayiş Şube Müdürlüğü Asayiş Ekipler Amirliği'ne
bağlı birimler tarafından kent girişlerinde kontrol
için Kayseri'den Konya'ya geldiği öğrenilen S.O.
(36) idaresindeki 70 HA 143 plakalı otomobil
durdurularak arama yapıldı. Yapılan aramalar
sırasında yarım halde bulunan 3 kola şişesi polisin
dikkatini çekti. Kolayı eline alan polis şişenin
ağır olması üzerine bir miktar yere dökerek
incelediği sırada bazı sikkeler yere düştü. Kola
şişesinin içerisinde bulunan tarihi eserleri ele
geçiren polis, sürücü S.O. ile araçta bulunan H.B.
(51), B.P. (54) ve M.A.'yı (51) gözaltına aldı.
Şüphelilerle birlikte kola şişelerini alarak Asayiş
Ekipler Amirliği'ne gelen polis, kolaları dökerek
içinde bulunan tarihi eserleri çıkarttı. Kola
şişelerinin içinde 'ok ucu, sikke, heykelcik ve
yüzük' olmak üzere toplamda 730 parça tarihi eser
çıktı.
Tarihi eserler incelenmek üzere Müze Müdürlüğü'ne
teslim edilirken, olayla ilgili soruşturma
başlatıldı.
Sabah, 14.11.2013
******
TARİHİ ESER
KAÇAKÇISINDAN İLGİNÇ SAVUNMA

Asayiş Şube Müdürlüğü Asayiş Ekipler Amirliği'ne
bağlı birimler tarafından kent girişlerinde yapılan
kontrol sırasında Osmaniye'den Konya'ya geldiği
öğrenilen İ.D. (49) idaresindeki 80 CJ 635 plakalı
cip şüphe üzerine durduruldu. Aramalar sırasında
aracın içerisinde vites kolunun yanında bulunan
boşlukta tarihi olduğu iddia edilen vazo bulundu.
Polis aracı Asayiş Ekipleri Amirliğine götürürken,
sürücü İ.D. ve araçta bulunan C.D. (54), Ö.K. (76)
gözaltına alındı. Araçta yapılan detaylı aramada
gizlenmiş peçetelere sarılı halde iki kağnı figürü
bulundu. Şüpheliler yapılan ilk sorgularında,
"Osmaniye'den gelirken yolda bulduk, bizde yanımıza
aldığımız bu tarihi eserleri Konya'da Müze
Müdürlüğü'ne teslim edecektik" dedikleri
öğrenildi.Tarihi eser olduğu iddia edilen figürler
polis tarafından Müze Müdürlüğü'ne gönderildi.
Sabah, 14.11.2013
|
105 MÜZE TÜRSAB'A EMANET
TÜRSAB; Kültür ve Turizm
Bakanlığı’nın ihaleye çıkardığı “105 Müze ve
Örenyerinin Modernizasyonu İhalesi”ni kazandı.
Bakanlığın 2010 yılında
açmış olduğu 49 müze ve örenyerinin modernizasyonu
konulu ihaleyi kazanan TÜRSAB; Bakanlığın 2013 yılı
Ekim ayında II. Aşama olarak ihaleye çıkardığı
ihaleyi de kazanmış oldu.
Konuyla ilgili bir
duyuru yayınlayan TÜRSAB, söz konusu ihalelere
“Sürdürülebilir Turizm” ve “Kültürel Seferberlik”
anlayışı ile yaklaştıklarını belirterek; ziyaretçi
erişimini kolaylaştırmak ve özendirmek üzere satış
imkanlarının artırılması ile kültür turizmi hacminin
büyütülmesini amaçladıklarını kaydetti.
TÜRSAB şunları söyledi:
“Böylece:
a) Kültürel varlığın
korunması, geliştirilmesi, ihyası ve tanıtımı için
daha fazla kaynak sağlamak üzere müze ve örenyeri
gelirlerinin artırılması,
b) Müze ve örenyerlerinin ziyaretçi sayısının
artırılması,
c) Müze ve örenyerlerinin yüksek temsil gücüne
eriştirilmesi, algısının güçlendirilmesi için
ziyaretçi hizmetlerinin iyileştirilmesi
amaçlanmaktadır.
Toplamda 154 müze/örenyerinin tanıtımı sayesinde
kültür turizminde yeni destinasyonlar; yeni tur
paketlerinin oluşturulması sağlanacak ve
acentalarımızın yerli ve yabancı turistlere sunacağı
hizmet daha da zenginleşecektir.”
Turizm Habercisi,
14.11.2013
|
MEVLİD YAZARI SÜLEYMAN ÇELEBİ'NİN ORİJİNAL MEZAR
TAŞLARI DEPODAN ÇIKTI
Peygamber Efendimiz'in (sav) doğumunu anlattığı
Mevlid-i Şerif (Vesiletü'n-Necat) eseri ile
dillerden düşmeyen Süleyman Çelebi'nin türbesinin
orijinal mezar taşları depodan çıktı. 1940'lı
yıllarda restore edilen türbenin, üzerinde mevlid
beyitleri yazan orijinal mezar taşları Türk İslam
Eserleri Müzesi deposunda, baş ve ayak ucu taşı ise
restorasyon çalışmaları sırasında Muradiye
Külliyesi'nde bulundu.
Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Hasan Basri Öcalan,
peygamber aşığı Süleyman Çelebi'nin türbesiyle
ilgili bilinmeyen bir sırrı açıkladı. Türbenin
orijinal mezar taşlarının depoya atıldığını belirten
Hasan Basri Öcalan, yaşanan vahamete dikkat çekti.
Muradiye Külliyesi'ndeki baş taşını gösteren Öcalan,
şu bilgileri verdi: "Süleyman Çelebi'nin türbesinin
1620 yılında yıkıldığı kaynaklarda geçmektedir.
Mezar, Sultan Abdülhamit döneminin ileri
gelenlerinden ve sultana yakınlığı ile bilinen Hacı
Ali Paşa tarafından tamir edilmiştir. 1946 yılında
dönemin valisi Fazlı Güleç tarafından bir türbe
yaptırılmak istenmiş, bunun için özel idare
bütçesine para da koydurulmuş ancak proje
uygulanamadan kalmıştır. Şimdiki mezar ise merhum
Kazım Baykal'ın öncülüğünde Eski Eserleri Sevenler
Kurumu tarafından açılan bir yarışma sonucu
yapılmıştır."
SÜLEYMAN
ÇELEBİ KİMDİR
Meşhur Türkçe "Mevlid" kasidesinin yazarıdır.
Sultan Birinci Murad Hanın vezirlerinden Ahmed
Paşanın oğlu, Şeyh Mahmud Efendi'nin torunudur.
Süleyman Çelebi, Bursa'da asrının ileri gelen
alimlerinden ilim tahsil etmiştir. Büyük bir alim
olarak, Sultan Yıldırım Bayezid zamanında Divan-ı
hümayun imamı, sonra da Bursa'da onun inşa ve ihya
ettiği Ulucamii'nin imamı olmuştur. Resulullah
Efendimize olan muhabbeti, Vesilet-ün-Necat isimli
mevlid kasidesini yazmasına vesile olmuştur. Mezarı,
Bursa'da Çekirge yolu üzerindedir.
Zaman, 14.11.2013
|
EN YAŞLI KEDİ!
Tibet'te en eski büyük
kedi
fosili bulundu.
Neredeyse hiç bozulmamış halde
bulunan
fosilin,
4.4 milyon yaşında olduğu tahmin ediliyor.
Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nden Jack Tseng, Tibet’te bulunan bu büyük
kedi türünün, kaplan, aslan, jaguar gibi
kedilerin doğrudan atası olmadığını, kar
leoparına daha yakın olduğunu belirtti.
Bu türün Asya’dan yayıldığı sanılıyor. Daha önce Tanzanya’da 3.7 milyon yıl önce yaşadığı tahmin edilen büyük kedi fosili bulunmuştu.
Habertürk, 14.11.2013
|
|
SAMSUN'DAKİ ARKEOLOJİK
ÇALIŞMALAR SONLANDI!

Samsun'da OMÜ
Arkeoloji Bölümü'nün organizasyonunda yerli ve
yabancı bilim adamlarının da katıldığı, "Samsun,
Vezirköprü, Havza
İlçesi
Arkeolojik Yüzey
Araştırması" projesinin 2013 yılı
çalışmaları
sonuçlandı.
Güney Danimarka Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim
Üyesi Doç.Dr. Tönnes Bekker-Nielsen başkanlığında
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın izniyle yürütülen
projeye Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Arkeoloji
Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç.Dr. Akın Temür'in yanı
sıra 20'ye yakın yerli ve yabancı bilim adamı da
katıldı.
2 BİN YILLIK ANTİK
KENT
Ekip üyesi olarak araştırmaya katılan Yrd.
Doç.Dr. Akın Temür
çalışmalarla ilgili
olarak şu bilgileri verdi: "Vezirköprü
İlçesi'ndeki antik kaynaklarda adı geçen
Neoklaudiopolis Antik
Kenti ve
çevresindeki
Roma dönemi
yollarını saptamak amacıyla yürütülen bu yılki
çalışmalarda birçok
yeni bulguya rastlandı.
1600'lü yıllarda şehre
ait sikkelerin incelenmesiyle başlayan ilk
araştırmalarla elde edilen bilgiler, günümüzde yeni
bulunan yazıtlar ve seramik buluntularıyla daha da
derinlik kazandı. Antik çağdan günümüze sağlam
olarak ayakta kalmış herhangi bir yapının
bulunmadığı, modern
Vezirköprü
İlçesi'nden elde edilen bu buluntular, Oymaağaç
Köyü'nde bulunan ve kazısı devam eden Hitit kutsal
kenti Nerik'in
yanında ilçenin altında yatan iki bin yıllık bir
Antik
Roma
kentinin varlığını
da gün yüzüne çıkarmaya başladı."
Habertürk, 13.11.2013
|
|
TARİHİ TAŞ MEKTEP
ONARILMAYI BEKLİYOR
Seydişehir İlçesi'ne
bağlı Bostandere beldesindeki tarihi Taş
Mektep onarılmayı bekliyor.
Bostandere Belediye
Başkanı Turan Koyuncu, yaptığı açıklamada,
Cumhuriyetin ilk yıllarında örnek okullar
kapsamında yaptırılan mektebin 1995 yılına kadar
hizmet verdiğini, daha sonra kaderine terk
edildiğini belirtti.
Mektebin onarılması için
girişimlerde bulunduklarını ve 100 bin liralık
ödenek çıkarttıklarını vurgulayan Koyuncu, "Binanın
dış cephesi ile çatı ve pencerelerinin restorasyonu
tamamlandı, ancak iç kısmı olduğu gibi
duruyor. Restorasyonun tamamlanması için ek ödenek
çıkarılması yönündeki girişimlerimiz sonuç
vermedi" dedi.
Manşet Gazetesi,
13.11.2013
|
KAZI VE ARAŞTIRMALARA 31 MİLYON TL
Denizli
Hierapolis antik kentinde yürütülen kazı
çalışmalarında yeni sonuçlara ulaşıldı. Hierapolis
Nekropolü’nde Tripolis Caddesi ve Kuzey Nekropolü
içinden geçen yolun 150 metrelik bölümü açığa
çıkarılırken, bir mezar yapısıyla karşılaşıldı.
Antik döneme ait termal su kanalı ortaya
çıkarılırken, son olarak silindirik pişmiş toprak
lahide rastlanıldı. Lahdin içinde ise MÖ 3’üncü
yüzyıla ait ve orta bölümünde griffon motifi yer
alan birer adet
altın diadem ile koku kabı bulundu. Kültür
ve Turizm Bakanı
Ömer Çelik, bölgedeki kazı çalışmalarını
Habertürk’e değerlendirdi. “Ülkemizde her gün
‘Medeniyetler beşiği’ sıfatını güçlendiren yeni
eserler ortaya çıkıyor” diyen Çelik, “Denizli’de
bizi tarihin derinliklerine götüren tüm bu
gelişmeler, hem Denizli hem de ülkemiz açısından çok
sevindiricidir. Zira
Hierapolis Antik Kenti kazıları, Denizli’nin
kültür hayatına yeni katkılar sağlayacağı gibi,
turizm potansiyelini de olumlu anlamda
etkileyecektir” ifadesini kullandı. 2013 Ekim sonu
itibarıyla Bakanlar Kurulu kararı sonucu Türk bilim
adamlarınca gerçekleştirilen kazı çalışmalarının
sayısının 123, yabancı bilim adamlarınca
gerçekleştirilen kazı sayısının da 43 olduğunu
kaydeden Çelik, yüzey araştırma sayısının ise 99’u
bulduğunu belirtti. Çelik “2013 Ekim sonu itibarıyla
kazı ve araştırma çalışmalarına bakanlığımızca 31
milyon TL ödenek ayrılmıştır. 2002 yılında
bakanlığımızca arkeolojik
kazı ve araştırmalara aktarılan ödenek 1.9
milyon TL olmuştu. Rakamlar, tarihi gün yüzüne
çıkarmak için verdiğimiz önemi gösteriyor” diye
konuştu.
Habertürk, 13.11.2013
|
1900 YILLIK İZNİK ROMA TİYATROSU ZİYARETE AÇILIYOR



Bursa'nın İznik İlçesi'nde 1900 yıl önce yapılan
Roma Dönemi'ne ait Anadolu'daki ender tiyatrolardan
İznik Antik Roma Tiyatrosu'nun 2 yıldan bu yana
yürütülen arkeolojik temizlik çalışmalarında sona
gelindi. Temizleme çalışmaları için 1 milyon 300 bin
TL harcanan antik Roma tiyatrosuna, çalışmalar
kapsamında yürüyüş parkuru yapıldı. Tiyatro kısa
sürede vatandaşların ziyaretine açılacak.
İznik'te 1900 yıl önce Roma İmparatoru Traianus
zamanında eyalet valisi Csecillius Secunds
tarafından yaptırılan İznik Antik Roma Tiyatrosu,
Türkiye'de günümüze kadar ayakta kalabilen sayılı
tiyatrolar arasında yer alıyor. Sadece oturma
kademelerinin tahribat görmeden günümüze kadar
taşındığı ve diğer bölümlerinin toprak altında
bulunduğu tiyatronun tamamının gün yüzüne
çıkarılması için 2 yıldan bu yana Bursa İl Özel
İdare bütçesiyle çalışmalar yürütülüyor.
Çalışmalarda çevresi ve içi 6 metre kazılan ve
bugüne kadar 300'e yakın sikke, toprak seramikler, 7
galeri ve salgın nedeniyle öldüğü sanılan kişilere
ait iskeletlerin bulunduğu toplu bir mezara ulaşılan
çalışmalarda sona gelindi. İki yıl boyunca yürütülen
temizlik çalışmaları için 1 milyon 300 bin TL
harcandığını belirten Bursa İl Özel İdare Genel
Sekreteri Bilal Çelik, ayrıca ziyaretçiler için kazı
alanında yürüyüş parkuru oluşturduklarını da ifade
etti. Çelik, şöyle dedi:
"Çalışmalarda iyi bir noktaya geldik. Roma
tiyatrosu komple ortaya çıkıyor. Bundan sonraki
aşama restorasyon. Restorasyonunda tamamlanmasıyla
tiyatro gerçek anlamda günümüzün ihtiyaçlarına
yönelik kullanılabilecek. Ayrıca çalışmalar
kapsamında yürüyüş parkuru yapıldı. Vatandaşlarımız
bu tarihi eseri gezip, kazı çalışmalarını yerinde
inceleyebilecekler. Bu son derece sevindirici."




İznik İlçe Kaymakamı Hüseyin Karameşe,
çalışmaların 2 yıldan bu yana çok sürdürüldüğünü
ifade ederken, "Temizlik çalışması ardından
restorasyon için projesinin hazırlanması gerekiyor.
Burası Türkiye ve dünyanın önemli mirasları arasında
yer alıyor ve buranın ortaya çıkması için elimizden
geleni yapacağız" diye konuştu.
Zaman, 13.11.2013
|
TUNCELİ'DE 3 BİN YILLIK YERLEŞİM ALANI BULUNDU

Tunceli merkeze bağlı Çemçeli
Köyü Rabat mezrası
yakınlarında 3 bin yılık antik yerleşim alanı tespit
edildiği bildirildi.
Bitlis Eren Üniversitesinden (BEÜ) yapılan yazılı
açıklamada, Fen Edebiyat Fakültesi Kültür
Varlıklarını Koruma ve Onarım Bölümü Araştırma
Görevlisi Serkan Erdoğan ile Tunceli Kültür ve
Turizm Müdürü İsmet Hakan Ulaşoğlu'nun çalışmaları
sonucunda, il merkezine bağlı Çemçeli Köyü Rabat
mezrası yakınlarında 3 bin yıllık antik yerleşim
alanının tespit edildiği belirtildi.
Doktora tezi araştırması kapsamında yapılan
çalışmanın Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın izniyle
gerçekleştirildiği kaydedilen açıklamada, şu
ifadelere yer verildi:
"
Ankara Üniversitesi Dil
Tarih Coğrafya Fakültesi Öğretim Üyesi
Prof.Dr.
Turgut Yiğit'in desteğiyle araştırma görevlisi
Serkan Erdoğan'ın gerçekleştirdiği 'Tunceli ili
yüzey çalışması' sonucunda Tunceli'nin en büyük
arkeolojik yerleşimi gün ışığına çıkarıldı. Erken
Demir Çağı, Urartu, Hellenistik, Roma, Bizans, İslam
Ortaçağı ve Osmanlı dönemine ait izler taşıyan kale
görünümlü yerleşimin, eski bir ulaşım ağı üzerinde
bulunan önemli bir merkez olduğu düşünülüyor.
Yerleşim üzerinde rastlanan demir cürufu,
seramikler, değirmen kalıntıları, tarihi köprü ve
ağırlık nesneleri, söz konusu alanın, tarihin
değişik dönemlerinde önemli bir ekonomik üretim
merkezi olduğuna işaret ediyor."
Araştırma görevlisi Erdoğan da açıklamada, Rabat
Kalesi'nin, şimdiye kadar tespit edilebilen
Tunceli'nin en büyük antik yerleşim alanı olduğuna
dikkati çekerek, kalenin üç
futbol sahasından daha büyük genişliğe sahip
olduğunu ifade etti.
"Seramik kırıklarından anladığımıza göre Rabat
Kalesi, Erken Demir Çağı'ndan Osmanlı'nın son
dönemlerine kadar yerleşim görmüş bir şehir" diyen
Erdoğan, şunları kaydetti:
"Bu da bize kalenin 3 bin yıllık bir tarihe sahip
olduğunu gösteriyor. Buradaki köprü, Rabat Kalesi'ni
Hozat'a bağlayan bir güzergah ve aynı zamanda Rabat
Kalesi'ni Tunceli'nin diğer yerleşim yerlerine
bağlayan bir hat. Burada kaya mezarları, merdivenli
yapıları da görmek mümkün. Kale içerisinde idari ve
kamu binalarına çıkan gizli bir geçit söz
konusu. Önemli oranda demir ve bakıra da rastladık.
Bu da mekanın bir metal işleme merkezi olduğunu
göstermekte. Bölgedeki değirmen taşlarının fazlalığı
aynı zamanda bölgenin tarımsal üretim merkezi
olduğunu da gösteriyor."
Radikal, 13.11.2013
|
TARİHİ HALİÇ TERSANELERİ BOŞALTILIYOR

Haliçport projesi kapsamında ihalesi
yapılan Haliç Tersaneleri boşaltılıyor. Ulaştırma ve
Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı Alt yapı
Yatırımlar Genel Müdürlüğü Denizcilik İşletmelerine
gönderdiği yazıda tersanedeki her türlü faaliyetin
durdurularak boşaltılmasını istedi.
Fettah Tamince’nin sahibi olduğu Sembol İnşaat
ortak girişimin kazandığı Haliçport projesi ihalesi
kapsamında haliç tersanelerinin bir bölümü olan
Camialtı Tersanesi boşaltılacak. Konuyla ilgili
Ulaştırma ve Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı
Altyapı Genel Müdürlüğü Denizcilik İşletmeleri
A.Ş’ye gönderdiği yazıda Haliç Yat Liman ve
Kompleksi ihalesinin Yap İşlet Devret modeliyle
02.07.2013 tarhinde yapıldığını 25.09.2013 tarihinde
sözleşmenin imzalandığını belirtti.
Açıklamanın
devamanıda “08.11. 2013 tarihinde söz konusu yer
yüklenici firmaya teslim edilmiş, proje alanı
yüklenici firmanın uhdesinde(sorumluluğunda)
bulunmaktadır” denildi.
Müdürlük, yüklenici firmaya yer tesliminin
yapılması nedeniyle proje alanında sorumluluğunuzda
bulunan tersanedeki her türlü faaaliyetlerin
sonlandırılarak (güvenlik, diğer şahıslara verilen
alanlar v.b) tersanenin en kısa zamanda ivedilikle
boşaltılması için gereğinin yapılmasını istedi.
Temmuz ayında yapılan ihaleyi 1 milyar 346 milyon
dolarla teklifle AKP’ye yakınlığıyla bilinen Fettah
Tamince’nin sahibi olduğu Sembol Uluslararası
Yatırım ve Ekopark Turizm-Fine Otelcilik OGG ortak
girişimi kazanmıştı. Söz konusu proje ile 250
dönümlük alanda yat liman kompleksi, otel ve cami
yapılması planlanıyor.
Haber Sol, Haber: Rıfat Doğan, 13.11.2013
|
'FREUD ÜÇLEMESİ' MÜZAYEDEDE REKOR KIRDI
Francis Bacon'un, Freud üçlemesi, New York'ta
yapılan müzayedede, rekor bir fiyatla 142 milyon 405
bin dolara satıldı.
İngiliz ressam Francis Bacon'un 1969
yapımı Lucian Freud üçlemesi, Christie's
müzayede evinin New York'taki ofisinde
yapılan müzayedede, 85 milyon dolarlık
değerle başlanan açık artırmada, 142 milyon
405 bin dolara alıcı buldu.
Lucian Freud üçlemesi, açık artırmada bugüne
kadarki en yüksek fiyatla satılan eser oldu.
Açık artırma yoluyla yapılan satışta bir
önceki dünya rekoru, Sotheby's'in 2012
yılında yaptığı açık artırmada, Edvard
Munch'un "Çığlık" adlı eseri 120 milyon
dolara satılmıştı.
Christie's'in Rockefeller Center'daki
merkezindeki "Savaş Sonrası ve Çağdaş"
başlıklı müzayedede rekor fiyata satılan
yaklaşık 1 metre 83 cm yüksekliğindeki Freud
üçlemesi, Bacon'un büyük ölçüdeki 28 üç
parçadan oluşan eserinden biri olarak
biliniyor.
Satış öncesinde Christie's'den açık artırma
öncesinde yapılan açıklamada, Bacon'un Freud
üçlemesinin her zaman birlikte olmadığı
bildirildi.
Bacon'un daha önceki en yüksek fiyata
satılan resmi, 2012 yılında, Sotheby's
müzayede evi tarafından yapılan açık
artırmada, 86 milyon dolardan alıcı bulan
"Triptych,1976" adlı üçleme eseri olmuştu.
Cnn Türk, 13.11.2013
|
PİNOKYO'NUN EVİ 10.5 MİLYON EURO
Ünlü çocuk masalı Pinokyo'nun yazarı Carlo Collodi'nin İtalya'nın Floransa kenti yakınlarındaki evi satışa çıkarıldı.
Sesto Fiorentino'da yer alan 3 bin metrekarelik alandaki villaya 10.5 milyon euro değer biçiliyor.
Villanın üç hektarlık geniş bahçesinin, 1883'te yayımlanan Pinokyo'yu kaleme aldığı sırada Carlo Collodi'ye ilham verdiği biliniyor.
Kitabın ününden habersiz olan Collodi, kendi haline bir yaşam sürerken 1890'da hayatını kaybetmişti.
Sabah, 13.11.2013
|
|
 |
ADAYA İADE EDİLEN ESERLER SERGİYE ÇIKTI
KKTC’deki kiliselerden çalındıktan sonra Almanya’da ele geçirilen ve Kıbrıs Rum yönetimine iade edilen tarihi eserler, Lefkoşa’daki Bizans Müzesi’nde sergilenmeye başlandı.
1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında çalınan 173 parça tarihi eser arasında 1500 yıllık bir mozaik ve 1100 yıllık duvar resimleri de yer aldı. Eserler, 1998 yılında Almanya’da Türk koleksiyoncu Aydın Dikmen’in evinde ele geçirilmişti. Dikmen’in nasıl kaçırdığı bilinmeyen eserleri satmasıyla ilgili dava uzun yıllara dayanıyor. Eserlerin satıldığı, 1984 yılında ABD’nin Houston kentindeki Meril Vakfı’nın ihbarı üzerine belirlenmişti. 1988 yılında ise iki Hollandalı sanat koleksiyoncusu; ABD’li Peg Goldberg aracılığıyla dört mozaik dini eseri, bir milyon dolar karşılığında satarken yakalanmış, eserleri Aydın Dikmen’den aldıklarını itiraf etmişti.
Akşam, 13.11.2013
|
LAODİKYA'DA 1800 YILLIK
ANADOLU LEOPARI

Denizli’deki Laodikya
antik kentinde yapılan çalışmalar devam ederken,
daha önceki yıllarda bulunan bir Anadolu Leoparı
figürlü kabartma dikkat çekti. Diyarbakır’da bir
vatandaşın Türkiye'de çok az bulunan Anadolu
Leoparı’nı öldürmesinin ardından yeniden gündeme
gelen Anadolu Leoparı’nın günümüzden bin 800 yıl
önce de bu coğrafyada yaşadığı belirtildi.
Laodikya antik kenti
Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek, yapılan
kazılarda buldukları Anadolu Leoparı’nın bulunduğu
eserin, bu hayvanının bin 800 yıl önce de Anadolu’da
yaşadığının ispatı olduğunu söyledi. Arkeolojik kazı
çalışmalarının geçmişe ait bir takım verileri
günümüze taşıdığını belirten Prof.Dr. Celal Şimşek,
“Son zamanlarda Diyarbakır’da Anadolu Leoparı’nın
ortaya çıkması, yine Denizli’de yıllar önce
öldürülen bir Anadolu Leoparı’nın olması, nadir
görülen bu hayvanların Anadolu’da yaşadığını ve
soyunu da devam ettirdiğini gösteriyor” diye
konuştu.
ANADOLU LEOPARI FİGÜRLÜ
KABARTMA BULDUK
Yıllardır yaptıkları
kazı çalışmalarında çeşitli figürlü kabartmalar
bulduklarını ifade eden Prof.Dr. Şimşek, şunları
söyledi: “Anıtsal çeşme yapısında bloklar üzerinde
benekli yapılmış Anadolu Leoparı bulundu. Bu bölgede
çok sevilen bir hayvan demek ki, üzerinde doğal
kırsal yaşamı, dokusu bozulmamış doğayı sembolize
eden bu hayvanların betimlendiğini görüyoruz. Elde
edilen kabartmalardaki parçalara göre en az iki
Anadolu Leoparı’nın bu bölgede betimlendiğini
görüyoruz. Asma yaprakları, kıvrık dallar ve üzüm
salkımlarının yanında üstü benekli Anadolu
Leoparı figürü var. Biz bu betimin bin 800 yıllık
olduğunu düşünüyoruz. İnsanlar antik dönemde
bildikleri gördükleri doğadan aldıkları parçaları
betimlediklerini düşünecek olursak bu bölgede
Anadolu Leoparı�’nın bin 800 yıldan beri bilindiğini
ve varlığını sürdürdüğünü söyleyebiliriz.”
Turizm Habercisi,
13.11.2013
|
2 BİN YIL ÖNCESİNE AİT AYAK İZLERİ UZMANLARI
ŞAŞKINLIĞA UĞRATTI

Metropolis antik
kentindeki
kazı çalışmalarında ortaya çıkarılan, 40 metre
uzunluğundaki çok iyi korunmuş koridorun
zemininde rastlanan ayak izlerinin, yapının
harcı henüz kurumamışken buraya giren bir oğlağa
ve onu kovalayan bir delikanlıya olduğu
düşünülüyor.
Sabancı Vakfı'nın desteğiyle, MESEDER (Metropolis
Sevenler Derneği), Torbalı Belediyesi, Kültür ve
Turizm Bakanlığı ve Celal Bayar Üniversitesi
işbirliğinde 23 yıldır sürdürülen Metropolis antik
kenti kazı çalışmalarında yeni eserler ve buluntular
ortaya çıkarılmaya devam ediyor.
Son beş yıldır hamam yapısı ve palaestrada (spor
alanı) devam eden kazı çalışmaları sırasında
keşfedilen 40 metre uzunluğunda bir koridor
arkeologları şaşırttı. Hamam yapısının kuzey, güney
ve batı dış duvarlarına paralel inşa edilen tuğla
tonozlu koridorlar çok iyi korunmuş halde gün
ışığına çıkarıldı.
2 BİN YIL
ÖNCESİNİN TOPLUMSAL YAŞAMINA DAİR İPUÇLARI
Metropolis'te ilk kez karşılaşılan bir yapı olan
koridorlar, 2 bin yıl önceki toplumsal yaşama ait
ipuçları sunuyor. Özellikle Roma İmparatorluğu
döneminde hamam yapılarında karşılaşılan ve servis
koridoru olarak hizmet etmesi amacıyla hamamın dış
duvarına paralel olarak inşa edilen bu yapıların,
hamam çalışanları ve hizmetlileri tarafından
kullanıldığı biliniyor. Kazılar sonucunda hamamın
yıkanma havuzlarıyla aynı paralelde inşa edilmiş
ocaklar da tespit edildi.

ARKEOLOLARI
ŞAŞIRTAN BULUNTULAR
Kazı Başkanı Celal Bayar Üniversitesi Arkeoloji
Bölüm Başkanı Öğretim Üyesi Doç.Dr. Serdar Aybek,
konuyla ilgili yaptığı açıklamada “Kazı
çalışmalarımızı sürdürdüğümüz, hamam ve palaestranın
da içinde yer aldığı 6 bin metrekarelik kazı alanı
bu yıl da sürpriz buluntularla bizleri şaşırttı.
Hamam duvarlarına paralel olan koridor yapısını 7
metrelik bir toprak dolguyu temizledikten sonra
ortaya çıkardık. Yapının günümüze kadar bozulmadan
ulaşması oldukça heyecan verici. Önümüzdeki yıllarda
bu binaların taban seviyesine ulaştığımızda yapının
tüm mimari özelliklerini anlamamız mümkün olacak"
dedi.
GENÇ ERKEK VE
BİR OĞLAĞA AİT 2000 YILLIK AYAK İZLERİ
Aynı alandaki kazılar sırasında genç yaşta bir
erkeğin ve bir oğlağın ayak izlerine rastladıklarını
söyleyen Aybek, şöyle konuştu, “Bu ayak izlerine
rastladığımızda, hamamın inşa edildiği ya da
onarıldığı günler gözümüzün önünde canlandı. Ayak
izlerinin, yapının harcı henüz kurumamışken buraya
giren bir oğlağa ve onu kovalayan bir delikanlıya
ait olabileceğini düşünüyoruz"
KOYUNSAĞAN:
2013 KAZILARI HEYECAN VERİCİ KEŞİFLERLE SON BULUYOR.
2014'Ü MERAKLA BEKLİYORUZ
Sabancı Vakfı Genel Müdürü Zerrin Koyunsağan
konuyla ilgili olarak yaptığı açıklamada
Metropolis'in tarihsel zenginliği, ülkemiz için
önemli bir değer olduğunu belirterek şunları
söyledi: “Her yıl Metropolis Antik Kenti yeni
buluntu ve eserlerle bizi şaşırtmaya devam ediyor. 2
bin yıl öncesinin toplumsal yaşamına yönelik
sorular, yeni buluntularla cevap buluyor. 2013 yılı
kazı çalışmaları oldukça heyecan verici keşiflerle
son bulurken, 2014 yılı kazı çalışmalarını merakla
bekliyoruz."
ÖREN YERİ
ÇALIŞMALARI TAMAMLANIYOR
2012 yılında başlayan Metropolis ören yeri
çalışmaları, kazı çalışmalarına paralel olarak devam
ediyor. Güvenliği sağlamak amacıyla 16 bin
metrekarelik alanın çit ile çevrilmesiyle başlayan
çalışmalar kapsamında, ziyaretçi karşılama merkezi,
ziyaretçiler için seyir terasları, gezi rotasını
belirleyen yürüme yolları ve meydan düzenlemesi
tamamlandı. Çalışmaların 2013 yılında tamamlanması
hedefleniyor.

METROPOLİS
HAKKINDA
1990'dan bu yana sürdürülen kazılarla gün ışığına
çıkarılmaya çalışılan Metropolis antik kenti,
Torbalı İlçesi'ne bağlı Yeniköy ve Özbey köyleri
arasındaki bir tepede bulunuyor. Metropolis'in
tarihi, kentin yakınlarındaki Neolitik Çağ'daki ilk
yerleşim izlerinden Klasik Çağ'a, Hellenistik
Çağ'dan Roma ve Bizans dönemlerine, Beylikler ve
Osmanlı tarihine kadar uzanıyor.
Bugüne kadar yapılan kazılar sonunda Antik
Tiyatro, Peristyl Evler, Stoa (Sütunlu Galeri),
Bouleuterion (Meclis Binası), biri büyük diğeri
küçük iki Roma Hamamı, Gymnasion (Spor Salonu),
Devlet Agorası, Dükkanlar, Genel Tuvalet, Sokaklar
gibi antik kent dokusunu oluşturan yapılar ve
mekanlar bulundu. Ayrıca bu mekanların kazı
çalışmaları sırasında seramik, sikke, cam, mimari
parçalar, figürler, heykeller, kemik ve fildişi
eserler, pithos (depolama küpü) ve birçok
Hellenistik Dönem seramikleri ile maden eserlerden
oluşan 10 binin üzerinde tarihi eser gün yüzüne
çıkartıldı. Kazılarda elde edilen eserler, bugün
İzmir Tarih ve Sanat, İzmir Arkeoloji ve Selçuk
Efes müzelerinde sergileniyor.
Hürriyet, Haber: Mustafa Erdoğan, 12.11.2013
|
2 BİN YILLIK ALTIN SİKKELER ROMANYA'YA TESLİM EDİLDİ
Romanya'nın Transilvanya bölgesinde iki bin yıl önce
hüküm süren Dacia Krallığı'na ait 145 altın sikke
İngiltere'den Romanya'ya getirildi. 2010'da eski
Dacia bölgesinde yapılan kazılar sonucu bulunan ve
yasa dışı yollarla ülkeden çıkarılan altın sikkeleri
İngiltere'ye sokmaya çalışan kaçakçılar
yakalanmıştı. 3 yıldır devam eden yazışmalar
sonucunda ülkeye gelen 145 altın sikke Romanya
tarihi açısından büyük öneme sahip. Sikkeler yakında
sergilenecek.
Sabah, 12.11.2013
|
DEFİNE İÇİN TARİHİ BENDİ HARABEYE ÇEVİRDİLER

Osmanlı
ordusuna barut üretmesi için yapılan Azatlı
Baruthanesi ve Su Bendi, çürümeye terk edilmiş
halde. II. Mahmud tarafından Arnavutköy civarına
kurulan baruthane, şimdilerde definecilerin
kıskacında. 200 yıllık tarihi yapıyı talan eden
defineciler, su bendinin duvarlarını da delerek
mermer taşları kırmış.
Uzun süredir restore edilmeyi bekleyen Azatlı
Baruthanesi ve Su Bendi’nin hali içler acısı.
Duvarları yıkılan ve etrafına dökülen çöpler
sebebiyle harabeye dönen tarihi yapı, kış aylarında
Sazlıbosna barajı sularının artmasıyla birlikte
sular altında kalıyor. Bend ve su kanalı tamamen
ortadan kayboluyor. Baruthanenin su ihtiyacını
karşılamak üzere kurulan su bendinin başına gelenler
bunlarla da kalmıyor. Definecilerin talan ettiği 200
yıllık tarihi yapıda hazine arayanlar duvarları
delerek mermer taşları kırılmış. Azatlı
Baruthanesi’nin hammaddesinin üretildiği su
bendindeki değirmen taşları da kırılarak bir kısmı
toprağın altında kalmış. Köylüler, Şamlar Köyüne
yaklaşık 1 kilometre uzaklıktaki su bendinin 20 yıl
öncesine kadar varlığını koruduğunu; fakat
ilgisizlikten dolayı bugün harabeye döndüğünü
anlatıyor.
Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu ve İstanbul
Büyükşehir Belediyesi’nin bu duruma bir an önce
müdahale etmesini isteyen çevre sakinleri, Şamlar
Köyünün II. Mahmud döneminde büyük öneme sahip
olduğunu söylüyor. Köylüler, barutun hammaddesinin
köyde üretildiğini, zamanla bakımsızlıktan dolayı
harap üretim tesislerinin harap olduğunu kaydediyor.
Köylüler, “Buralar, definecilerin mekanı haline
geldi. Orada para ve hazine bulmak için taş üstünde
taş bırakmadılar. Böyle bir değere yetkililerin
sahip çıkmaması üzücü bir durum.” diyor.
Osmanlı Devleti’nin kendi barutunu üretmek
amacıyla Arnavutköy civarına kurduğu Azatlı
Baruthanesi, ordu için büyük öneme sahipti. 1877-78
Osmanlı-Rus Savaşı’na kadar faaliyetini sürdüren
baruthane, Ruslar tarafından tahrip edilse de
yapının bir kısmı günümüze ulaşabildi. Sazlıdere’nin
en büyük kollarından birisi olan Şamlar Deresi’nin
üzerinde bulunan Şamlar Su Bendi, 10.14 metre
yüksekliğinde, 12.22 metre tepe ve 15.58 metre taban
genişliği ile o dönemin en önemli eserleri arasında
yer alıyor.
Köyün en eski sakinlerinden Engin Pektaş (76),
şöyle konuşuyor: “Köyün tarihi çok eski. Edirne
başkent iken burası vardı. Azatlı Baruthanesi’ne bu
su bendinden su gidiyor kanal vasıtasıyla. İnsan
gücüyle kalkmayacak büyük mermer taşlar var. Zamanla
tarih yok oldu. Şimdi ise definecileri görüyoruz
oralarda. Hazine bulmak amacıyla talan ettiler
duvarları. Bendin taşlarını söktüler. Orada hazine
ne arar?”
Şaban Vural ise 1800’lü yıllardaki savaşlarda
barut üretiminin büyük bölümünün buradan
sağlandığını aktarıyor. Zamanında su bendinde
çarkların bulunduğunu belirten Vural, “Sultan
Mahmud, barut üretimini hızlandırmak için buraya bir
baraj yapılmasını istemiş. 660 dönüm üzerinde
kurulan baraj 11 metre derinliğinde. Ama çevresi
şimdi bakım istiyor.” diyor.
Zaman, Haber: Cihan Acar, 12.11.2013
|
3 BOYUTLU JAPON
MÜZESİ'NE İLGİ BÜYÜK

Kırşehir'in Kaman
İlçesi'nde Japonlar tarafından yaptırılan
Arkeoloji Müzesi'ni 2013 yılının 10 ayında
çoğunluğu Japon 32 bin kişi tarafından gezildi -
Hitit döneminin ve Demir Çağı'nın 3 boyutlu
animasyon ile canlandırıldığı müzede bulunan
mühürler de 3 boyutlu olarak tablet ekranında
incelenebiliyor.
Japonya Dışişleri
Bakanlığının desteğiyle Kırşehir'in Kaman İlçesi'nde
yaptırılan Kalehöyük Arkeoloji Müzesi'ni, 2013
yılının 10 aylık bölümünde çoğunluğu Japon yaklaşık
32 bin turist ziyaret etti.
Kırşehir Kültür ve Turizm İl Müdürü Mustafa Gökgül,
yaptığı açıklamada, Kaman Kalehöyük Arkeoloji
Müzesinin bölge turizmi açısından öneminin giderek
arttığını söyledi.
Kaman'ın Çağırkan
beldesinde yapılan müzenin mimarisi ve sahip olduğu
eserler ile dikkatleri üzerine çektiğini ifade eden
Gökgül, tarihe ve kültüre çok meraklı olan
Japonların yanı sıra özellikle Alman, Amerikalı ve
Belçikalı turistlerin müzeyi ziyarete geldiğini
vurguladı.
Kalehöyük'te Japonlar tarafından 1986 yılından bu
yana kazı çalışması yapıldığını anlatan Gökgül,
burada Japon Bahçesi ve Japon Anadolu Arkeoloji
Enstitüsü'nün de yer aldığını belirtti.
Müzeyi bu yılın 10 ayında çoğunluğu Japon 32 bin
yerli ve yabancı turistin ziyaret ettiğini aktaran
Gökgül, şöyle konuştu: "2012'nin 10 aylık bölümünde
ise 27 bin kişi ziyaret etmişti. Geçen yıl toplamda
30 bin kişinin gezdiği müzede bu yılın 10 ayında bu
rakamı geçtik.
Kaman'da bulunan ve Japonlar tarafından yapılan
Japon Bahçesi'ne de ilgi çok. Kapadokya'ya gelen
özellikle Japon turistler daha sonra Kaman Arkeoloji
Müzesi'ni de ziyaret ediyor."
Müze 3 boyutlu
gezilebiliyor
İl Kültür ve Turizm Müdürü Mustafa Gökgül, Ahiler
Kalkınma Ajansı (AHİKA) ile yaptıkları proje
kapsamında turistlere müzede bulunan eserlerin 3
boyutlu olarak gösterildiğini söyledi.
Eserlerin tablet bilgisayarlarda Japonca, İngilizce
ve Türkçe olarak anlatıldığını ifade eden Gökgül,
"Proje kapsamında 20 tablet bilgisayar ve bunlara
uyumlu kulaklık satın alındı. Tablet bilgisayarlara
yüklenen yazılımlar sayesinde ziyaretçiler müzemizde
bulunan eserlerin hem 3 boyutlu görüntüsü izliyor
hem de eserler ve müze hakkında Türkçe, İngilizce ve
Japonca bilgi alabiliyor."
Gökgül, tablet bilgisayarlardan turistlere, üzerinde
Hitit dönemi kıyafeti olan sanal bir kadın
karakterin anlatımı ve görüntüler eşliğinde bilgi
verildiğini dile getirdi.
1986 yılında Japon bilim insanlarının katkısıyla
başlayan Kaman Kalehöyük kazı çalışmalarında elde
edilen eserlerin sergilendiği, höyük şeklinde
mimariye sahip Kalehöyük Arkeoloji Müzesi, 10 Temmuz
2010'da Japon Prens Tomohito Mikasa ile dönemin
Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay'ın
da katıldığı törenle açılmıştı.
Müzede Demir Çağı, Hitit ve Asur Ticaret Kolonileri,
Eski, Orta ve Geç Tunç Çağları ile Osmanlı
dönemlerine ait eserler bulunuyor.
Özellikle çocukların eğitiminin de hedeflendiği
müzede, Türkiye'de ilk defa 3 boyutlu canlandırmalar
kullanıldı. Hitit dönemini ve Demir Çağı'nı 3
boyutlu animasyon ile canlandırıldığı müzede bulunan
mühürler de 3 boyutlu olarak ekranda
incelenebiliyor.
Japonya'dan getirilen 1/100 ölçekli Kalehöyük ören
yeri maketi, ziyaretçilerin tarihi esere
dokunabilmesi için yapılmış tasnif ve teşhir dışı
arkeolojik malzemelerin olduğu kısım da ilgi
çekiyor.
Ayrıca 2010 yılında "Green Good Design Award" (En
İyi Yeşil Tasarım) ödülü verilen müze, Kırşehir'e
gelen turistlerin ilk uğrak mekanı oluyor.
Hürriyet, 11.11.2013
|
SELİMİYE CAMİSİ'NDEKİ PEYSAJ ÇALIŞMALARI
TAMAMLANIYOR

Selimiye Camisi'ndeki peyzaj çalışmaları hakkında
açıklamalarda bulunan Edirne Valisi Hasan Duruer,
"Selimiye'de taş ve elektrik tesisatı döşeme, çevre
düzenlemesi ve avlunun güllerle donatılması
çalışmaları devam ediyor" dedi. Camideki peyzaj
çalışmalarının bu ay sona ermesi hedefleniyor.
Hasan Duruer, caminin avlusunda
başlattıkları peyzaj ve düzenleme calışmalarının
devam ettiğini söyledi. Caminin dış avlusundaki
yürüyüş alanlarının zeminine,
Mimar Sinan'ın
caminin inşaatında da kullandığı midye kabuklu taş
döşettiklerini belirten Duruer, Romalıların da 2 bin
yıl önce bu taşı kullandığını ifade etti.
Peyzaj çalışmalarının önemli bir bölümünün
tamamlandığını aktaran Duruer, "Şu an Selimiye'de
taş ve elektrik tesisatı döşeme çalışmaları, çevre
düzenlemesi ve avlunun güllerle donatılması devam
ediyor. Turgut Cansever kitabında Selimiye Camisi
yapılırken İstanbul'dan 200 bin gül siparişi
verildiğini söylüyor. Neden ağaç değil de gül
siparişi verildiğini iyi değerlendirmek lazım" dedi.
Türkiye'de ağaç dikmenin peyzaj olarak
algılandığını, hangi ağacın nereye ve nasıl
dikileceğinin bilinmediğini ifade eden Duruer, şöyle
konuştu:
"Bu ağacın ileride camiye zarar verip vermeyeceğini,
görüntüyü engelleyebileceğini bilmeden geçmişte
böyle ağaç dikmişiz. Kaldı ki Selimiye'de tespit
ettiğimiz ağaçların en yaşlısı 138 yaşında çıktı.
Demek ki 500 yıllık ağaçlar yok. Bu düzenlemeyle
birlikte tarihi eserleri gün yüzüne çıkartabilmek,
yaşanabilir bir çevre olduğunu göstermek ve peyzajın
nasıl yapıldığını göstermek için çalışıyoruz".
Duruer, Edirne'deki tarihi eserlerin hepsine 'el
atma' düşüncesinde olduklarını belirtti. Birçok
camide temizlik ve bakım yaptıklarını dile getiren
Duruer, şöyle devam etti:
"Onlarca caminin demir aksamları boyatıldı,
temizlikleri yapıldı, bakımları yapılmaya devam
ediyor. 120 tane çeşmenin yaklaşık 50 tanesi
kuruldan geçti. Bunların 4 tanesinin restorasyonu
tamamlandı. Geri kalanına da Mart ayından itibaren
devam edeceğiz. Bizden önceki nesillerden kalan
eserleri, Traklardan, Romalılar'a ve Bizans'a kadar
hepsine sahip çıkmayı vazifemiz olarak
değerlendiriyoruz. Sadece Osmanlı'ya değil, bizden
önceki medeniyetlere ve kültürlere sahip çıkmak
boynumuzun borcudur".
"Edirne'nin tamamını yeni baştan ele almak
lazım"
Duruer, UNESCO tarafından kabul
edilen Selimiye Meydanı projesinin,
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge
Kurulu tarafından henüz kabul edilmediğini
belirtti. Projenin onaylanmasının ardından
çalışmalara başlanacağını ifade eden Duruer, şunları
kaydetti:
"Sadece Selimiye'yi değil, Edirne'nin tamamını yeni
baştan ele almak lazım. Nereden yollar geçecek,
otoparklar neresi olacak, yeşil alanlar neresi
olacak, kültür merkezinden tutun da kültürel
alanlara, eğlence yerlerine kadar teknik
değerlendirme yapılması gerektiğini düşünüyorum.
Dünyanın hiçbir tarafında şehrin tam göbeğine kadar
otobüsle giremezsiniz. Muhakkak ki yayalaştırılması
gerekiyor. Yaya olarak gezdiğiniz zaman şehri
tanırsınız. Şehir arabayla tanınmaz. Yaya gezilerek
şehirler tanınır. Kaldı ki Selimiye'yi merkez olarak
kabul edecek olursanız, Üç Şerefeli Cami, Eski Cami
arasındaki altın üçgen alanının yayalaştırılması
gerektiğini düşünüyorum".
Yapı, 11.11.2013
|
CONTEMPORARY İSTANBUL'DA ESERLERİN YÜZDE 67'Sİ
SATILDI

Contemporary İstanbul sanat fuarında yer alan
eserlerin yüzde 67’si satıldı. Dünyadan ve
Türkiye’den galerileri, koleksiyonerleri,
sanatseverleri ve sanat profesyonellerini
İstanbul’da 8. kez bir araya getiren Contemporary
İstanbul, dün sona erdi. Lütfi Kırdar Uluslararası
Kongre ve Sergi Sarayı’nda gerçekleşen fuara, bu yıl
748 sanatçı, 3 bin eserle katıldı. 67 bin
sanatseverin ziyaret ettiği fuarda yer alan toplam
değeri 180 milyon TL’yi bulan eserlerin yüzde 67’si
satıldı.
Jaume Plensa’nın 225 bin Euro değerindeki “Marianna”
isimli bronz heykeli ile Marc Quinn’in 240 bin dolar
değerindeki “Mekong Delta Ice Flows” ve 260 bin
dolar değerindeki “New Mexico Spring” isimli
tabloları alıcı bulan yüksek fiyatlı eserler
arasında yer aldı.
Fuardaki eserlerden en pahalısı, Picasso’nun 1
milyon 900 bin Euro’luk “Nu allonge et tete d’homme
de profil” isimli eseriydi.

Habertürk, 11.11.2013
|
ATA'NIN EVİNİN RUHU ÇALINMIŞ

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu eve
ilk geldiğimizde saatlerce çıkmak istememiştik.
Selanik, Apostolu Pavlu Caddesi 17 numaralı evin
ruhu bizi sarıp sarmalamıştı. Eşyaların orijinal
olmadığını biliyorduk ama döneme uygun olduğunu
düşünerek Atatürk’ün ailesiyle yaşamını kafamızda
canlandırmaya çalışmış, odaların her köşesinden, her
minik ayrıntıdan derinden etkilenmiştik. 10
Kasım’da, 3 yıl aradan sonra gördüğüm ev ise soğuk,
sıradan bir müze! Sanki birileri Atatürk’ün 1881’de
dünyaya geldiği evin ruhunu çalmış, “ne yapsak da bu
evden insanlara hiçbir duygu yansımasa” demiş ve çok
da başarılı olmuş! Atatürk Evi, Fatih, 9 Eylül ve
Marmara üniversitelerinin “katkılarıyla”, “yaşanmış
bir ev”den modern bir bilgi-belge-fotoğraf müzesine
dönüştürülmüş. Anma töreni için Türkiye’den gelen
çocuklarla evi gezerken gördüğüm tek tanıdık obje,
banyonun köşesinde duran kenarı kırık kurna oldu.
Aslında kurnanın kendisi değil, sadece aynadaki
yansıması görülebiliyor ama o bile çocukları çok
etkiledi. Banyonun önünde birikip o kurnaya bakıp
duran çocuklardan duyduğum “Acaba Atatürk’e ilk
banyosunu annesi burada mı yaptırdı?”, “Bu kurnadan
su dökerek mi yıkanıyorlardı?”, “Tas nerede acaba?”
sözleri de o teknolojik slayt gösterilerinin, teknik
açıdan müthiş sergilerin değil, bir kırık kurnanın
insanı ne çok etkilediğini, düşünmeye, hayal
kurmaya, gözünde canlandırmaya sevk ettiğini
gösteriyor. 10 Kasım’da evi gezenlerin çoğu, hayal
kırıklığı içindeydi. Ziyaretçi defterinin
kaldırılmasına da tepki gösteren kimi ziyaretçiler,
“Kuru tahta mı görmeye geldik?” diye sorarken
Ayvalık’tan gelen anne-kız Esra ve Zuhal Köktürk,
“Eşyalar kaldırılmış. Orijinal olmayabilirdi ama
kaldırılmaması gerekliydi. Kuru bir resim sergisi
gibi olmuş” dedi.
Cumhuriyet, Haber: Figen Atalay, 11.11.2013
|
MADDİ DEĞERİ 2 MİLYON!
Önleyici Hizmetler Şube
Müdürlüğüne bağlı polis ekipleri, Kadıköy'de
şüphelendikleri bir minibüsteki iki kişinin üzerinde
yaptıkları aramada, maddi değeri 2 milyon lira
olduğu tahmin edilen sikke ele geçirdi.

Önleyici Hizmetler Şube Müdürlüğü'ne bağlı polis
ekipleri,
Caddebostan'da durumundan şüphelendikleri bir
minibüsü incelemek istedi. Polis ekipleri GE AZ 215
plakalı minibüsteki iki kişiden kimliklerini istedi.
Moldova vatandaşı oldukları öğrenilen iki
kişinin kimliklerini inceleyen polis, minibüs
içindeki poşetten şüphelendi. Polis ekipleri poşeti
açtıklarında
tarihi sikkeleri buldu.
PİYASA DEĞERİ 2 MİLYON TL
Polis, zanlılara sikkeleri nereden aldıklarını
sorduğunda,
zanlılar tanımadıkları iki kişiden aldıklarını
söyledi. Polis ekipleri iki zanlıyı gözaltına alarak
polis merkezine götürdü. Polis merkezinde yapılan
sayımda poşetten 103
adet
sikke çıktı. Yapılan aramada zanlıların
üzerinden 6 adet
cep telefonu ile bir miktar
döviz ve TL'de
ele geçirildi. Sikkelerin 700 ila 800 yıl
öncesine ait olduğu ve
Bizans ve
Roma döneminden kaldığı tahmin ediliyor. Ele
geçirilen sikkelerin piyasa değerinin yaklaşık 2
milyon TL civarında olduğu öğrenilirken, zanlılar
V.G. (35) ve A.K.'nin (38) polis merkezinde
sorgulamaları ise devam ediyor. Polis ekipleri,
zanlıların
kurye olmasında şüphelenirken sikkelerin kimden
alındığını ve nereye götürüldüğünü tespit etmek için
soruşturma başlatıldı.
Milliyet, Haber: Ramazan Almaçayır, 11.11.2013
|
ŞEHİR İNANCIN KALESİDİR
İslam şehrinin kaynakları
üzerine çalışan hemen hemen bütün tarihçiler şunun
üzerinde birleşir: Şehir, inancın kalesidir.
Malum; İslam bedevi çadırında değil, şehirde
ortaya çıktı. Farklı özelliklere sahip olsa da,
Mekke’den, İspanya’ya, Türkistan’a
uzanan İslam şehirleri oluştu.
Bu şehirler, Weber’in bilinen tanımındaki, kale
ve surlar, pazar, özerk mahkeme ve kısmi özerklikle
sınırlanan siyasal yapıya benzese de, Muhammed’in
Medine’ye gelişiyle temelleri atılan ve kökleşen bir
anlayış, yüzyıllardır devam ediyor.
Muhammed’in “Medine Vesikası”
İslam fetihlerinin anayasası oldu. Direnen “kafir”
şehirlerine dini inanç, mal ve can konusunda
müsamaha gösterilmemesi, kendiliğinden teslim olan
şehirlerde, gayrimüslimlerin “zımmi” olarak
kabul edilip korunması gibi konular, Medine’de
hukuki bir norm haline geldi.
İslam şehrinin fiziki örgütlenmesi de zamanla
yayıldığı Roma ve Sasani şehirlerinden farklı oldu.
Cuma namazının kılınacağı büyük bir cami, abdest ve
gusülle temizliğin sağlanmasına uygun yerleşimler,
hamam, çeşme, çarşı ile birlikte İslam şehri
belirginleşmeye başladı.
Ancak İslam şehrinin en temel özelliği,
mahalle baskısını kurumsallaştırmasıydı.
Halil İnalcık’a göre, şehre asıl fiziki-
topografik özelliklerini veren vakıf- imaret
sistemi, şehri, kişinin tam bir İslami hayat
sürebilmesini mümkün kılacak şekilde düzenlemeyi
amaçlıyordu.
Bunun için şehre göç eden kabileler, mahallelerde
organize edildi. Çıkmaz sokaklı mimari düzenleme ve
bekçi sistemi ile mahalle, şehir merkezine bağlı
bir siyasi örgütlenme haline getirildi. İslam
şehri üzerine çalışan sanat tarihçisi Oleg Grabar,
mahalleyi, cemaat arasında seçilen imam,
şeyh veya kethüdanın idaresinde özerk bir ünite
olarak tanımlıyor.
İslam şehri üzerine çalışan bütün tarihçilerden
okuyabileceğiniz bu akademik tespitler, öğrenci
evleriyle başlayan tartışmayla birlikte Türkiye
şehirleri için güncellik kazandı.
AK Parti camiası Başbakan’dan başlayarak bu
konuda açık konuşuyor. Her ne kadar öğrenci denerek
yumuşatılmaya çalışılsa da kadın ve erkeğin
nikahsız oturmasına izin vermemenin yolları aranacak.
Laik yaşam tarzını benimseyenler, toplumun genel
yapısına uyum sağlamak için bireysel haklarından
feragat edecek, etmezse kanun kuvvetiyle
ettirilecek.
Bütün bu fikirler, Avrupa Birliği’ne aday olan,
Batı’da birey hak ve özgürlükleriyle ilgili pek çok
hukuki metinde imzası bulanan Türkiye’de nasıl
hayata geçirilecek bilmiyorum. Ancak önemli olan
nasıl hayata geçirileceği değil, dindar bir
iktidarın ve ona oy verenlerin bu ülkenin kendisine
benzemeyen vatandaşlarını hala “zımmi” olarak
görmesi.
“Farklı yaşam tarzları bizim teminatımız
altında” diyen, farklılıkların ne ölçüde
hayata geçirilebileceğini mahallenin insafına
bırakmayı amaçlayan anlayış, dindar olmayanlara
tıpkı imparatorluğun Müslüman olmayanlara baktığı
gibi bakıyor.
İnancın kalesi olan Türk-İslam şehrinde açılan
modernizm gediğinden nelerin geçtiği haftaya kalsın.
Taraf, Yazı: Ertan Altan, 11.11.2013
|
ANTİK FRİG YOLU 3 KENTİN TURİZMİNE İVME KATACAK

Antik dönemde
Frigya olarak adlandırılan, günümüzde Ankara,
Afyonkarahisar, Eskişehir ve Kütahya’ya dağılmış
Frig Vadileri’ni yürüyerek ve bisikletle keşfetmeyi
sağlayacak 500 kilometrelik Frig Yolu hizmete
açıldı. 2009 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla
Afyonkarahisar, Eskişehir ve Kütahya il özel
idareleri tarafından kurulan Frigya Kültürel
Mirasını Koruma ve Kalkınma Birliği (FRİKÜM) proje
kapsamında bir tanıtım filmi hazırladı. Frig
Vadileri Sanal Tur Projesi, bisiklet ve fotoğraf
yarışmaları gerçekleştirildi. Frig Yürüyüş Yolu’nun
3 kentin zengin termal potansiyelini de
geliştireceği düşünülüyor. FRİKÜM Başkanı ve
Eskişehir Valisi Güngör Azim Tuna, proje kapsamında
Frigya Vadisi’nde, 28 doğal, 174 arkeolojik, 32
doğal ve arkeolojik, bir tarihi SİT’in yanısıra 105
de Türk yapılarından oluşan anıt eserin kayıt altına
alındığını belirterek, “Frig Yürüyüş Yolu zaman
içinde cazibe merkezi haline gelecek. Ülkemizde çok
az sayıda bulunan antik yürüyüş yollarından birisi
olarak öncelikle yerli ve yabancı doğa
yürüyüşçülerinin ve sporcuların tercihleri arasında
yerini alacak. Tanıtım faaliyetlerine ağırlık
vererek hakettiği değere kavuşmasını sağlayacağız.
Böylelikle turizm gelirleri de artacak. FRİKÜM
bütçesini genel olarak kurucu üyeler olan
Afyonkarahisar, Eskişehir ve Kütahya il özel
idarelerinin her yıl belirlenen katılım payı ile
oluşturuyor. Bu yıl her kurucu üyeden 70 bin TL
olmak üzere, diğer gelirle birlikte toplam 245 bin
TL tahmini geliri oldu. FRİKÜM, bölgede yer alan
tarihi eserler için bir tanıtım filmi hazırladı. 160
farklı noktanın 360 derecelik fotoğraf çekimi
yapıldı. Frig Vadileri Sanal Tur Projesi, bisiklet
ve fotoğraf yarışmaları da gerçekleştirildi” diye
konuştu. Frig Yürüyüş Yolu Projesi’nin yaklaşık 500
kilometrelik bir güzergahı kapsadığı bilgisini veren
Vali Tuna, “ Bu antik yürüyüş yolu Kütahya’da Yenice
Çiftliği’nden, Afyonkarahisar’da Seydiler’den
başlıyor. Her 2 güzergah da Eskişehir’de Friglerin
dini merkezi olan Yazılıkaya’da birleşerek
Ankara’nın Polatlı İlçesi'nde bulunan Friglerin
siyasi başkenti Gordion’a (Yassıhöyük) kadar
uzanıyor. Yürüyüş yollarına dayalı ve Frig
eserlerinin görülebileceği yürüyüş parkurlarını
belirledik. Uluslararası standartlarda işaretleme
çalışmaları yaptık. Yürüyüş rotasının bilgilendirme
levhaları ile donatılması ve yolun korunması için
gerekli tedbirlerin alınması için çalışma yürüttük.
Frig yolu çalışmaları genellikle idari imkanlar
seferber edilerek Doç Dr. Hüseyin Sarı ve ekibinin
gönüllü çalışmaları ile sembolik bir maliyetle
sonuçlandırıldı. Bundan sonraki süreçte bölge
halkının bilgilendirilmesi, güzergah üzerindeki
köylerin muhtarları ile işbirliği yapılması ve
tanıtım faaliyetlerine ağırlık verilmesi
planlanıyor. Bölgede yatırımcılar zaman kaybetmeden
yerini almalı. Zira ne kadar yatırımcı gelirse bölge
o kadar tanınacak ve kalkınacaktır” şeklinde
konuştu.
Frig Yolu’nu gezecek turistler için
konaklama tesisine ihtiyaç var
Kütahya Valisi Şerif Yılmaz:
Frigya Vadileri ile yörede yaşayan vatandaşların
ekonomik ve sosyal durumu daha iyi seviyelere
gelebilir. Bu 3 kentin zengin termal kaynakları
değerlendirilirse yani sağlık turizminin yanına
kültür turizmi de eklenirse refah düzeyi artacaktır.
Günümüzde alternatif turizm aktivitelerine büyük bir
talep var. Ülkelerin nüfuslarının yaşlanması ile
sağlık unsuru turizmde önem kazanmaya başladı.
Termal turizm bu eğilimler karşısında tercih edilen
bir alan olarak gözüküyor. Önümüzdeki dönemde termal
turizme talebin daha da artacağını ümit ediyoruz.
Frig Yolu’nda gezecek yerli ve yabancı turistlere
yönelik konaklama tesislerine ihtiyaç var.
Yatırımcıları bölgemize davet ediyoruz. Ülkemizde
Bakanlar Kurulu Kararı ile ilan edilmiş 65 adet
termal turizm merkezinden, 8 adedi Kütahya’da
bulunuyor. Frigya vadilerinin canlandırılması
projesi kapsamında Kütahya bölgesinde termal alanda
yatırımlar sürüyor. Yeni yatırımcıları da bölgemizde
görmekten mutluluk duyarız.
Kaplıcaların yanında Kültür Yolu da
pazarlanabilir
Afyonkarahisar Valisi İrfan
Balkanlıoğlu: Türkiye’deki özellikle
yabancı turistlerin büyük ilgi gösterdiği kültür
yollarının sayısı her geçen gün artıyor. Frig
Yürüyüş yolu ülke ve bölge turizmine önemli bir
katkı sağlayacak. Türkiye’nin var olan turizm
yatırım ve gelirlerinin neredeyse tamamı kum, güneş,
deniz turizmine ait. Turizmi tüm bir yıla yaymak
için kültür ve termal turizmi her geçen gün önem
kazanıyor. Ülkemizin ilk yürüyüş yolu olan Antalya
bölgesindeki Likya Yolu’nu her yıl binlerce kişi
yürüyor. İlimizin sınırları içinde bulunan Frig Yolu
da benzer bir potansiyele sahip. Daha yeni
açılmasına rağmen, özellikle yabancı turistler
tarafından büyük ilgi gösteriliyor. Likya Yolu’nda
olduğu gibi Frig Yolu üstündeki köylüler de sahip
oldukları kültürel değerleri ürüne ve hizmete
dönüştürerek maddi kazanç sağlayabilirler.
Afyonkarahisar bölgesinde bulunan termal
kaplıcaların yanında Frig kültür yolu da
pazarlanarak, turistlerin bölgedeki aktiviteleri
çeşitlendirilerek, turizmden elde edilen gelir
arttırılabilir. Sürdürülebilir bir turizm geliri
bölge halkına da ekonomik katkı sağlayacaktır.
Kentimizde son yıllarda termal ve sağlık turizmi
alanında büyük yatırımlar gerçekleştirildi. 8 adet 5
yıldızlı otelimiz var. Yapımı süren otellerle
birlikte bu sayı 2015 yılında 12’ye ulaşacak. Bu
tesislere gelen misafirlerimizin Frig Vadileri’ne
ziyaretlerinin sağlanması ya da Frig Vadileri’ni
gezenlerin termal tesislerde konaklamalarının
sağlanması son derece önemlidir.
Dünya, 11.11.2013
|
DEMOKRATİK BİR KAMUSAL ALAN FİKRİ CAMİLERDEN
BAŞLAMALI
Taksim’e cami yapmayı düşleyen Milli
Görüş’ün hareket noktasında ne vardı? Bastırılmış,
dışlanmış, yoksullaştırılmış olan Müslüman
muhafazakarlık. Erdoğan’ın Opera’nın (AKM’nin)
karşısında inşa ettirmek istediği cami, bu idealin
milli siyaset alanındaki temsiliydi. Erdoğan merkezi
iktidara uzanan kariyerini bu siyasal deneyim
üzerinden gerçekleştirdi. Büyükşehir koltuğuna
oturduğunda daha önceki yönetimler tarafından
hazırlatılan projeyi önünde hazır buldu. Bu projenin
üzerine üç adet çember çizdirdi. Bunlar Taksim’e
yapılması düşünülen caminin ilk eskizleriydi.
Gazeteler “Taksim’e cami yapılıyor” başlığı
ile haberi ön sayfalarından duyurdular. Krizi şöyle
okumak mümkündü: “Şeriatçılar geliyor ve kamusal
alanımıza el koyuyor.”
STK’lar (daha önceki yönetim zamanında yaptıkları
gibi) Taksim’i otoyol kavşağına dönüştürecek bu
projeyi tartışmaya açtılar. Ancak basın yalnızca bu
çemberlere odaklandı. (Ne de olsa trafik düzenlemesi
bilimsel bir konuydu, siyasal değildi.) Proje “kamusal
alana kim hakim olacak” tartışmasına dönüştü.
Oysa kentin kamusal alanı üzerine olan bu
tartışmadan bir demokrasi dersi çıkabilirdi. Ama
mümkün olmadı.
Erdoğan hayalindeki camiyi bu defa Çamlıca’da
gerçekleştirmeye çalışıyor. Bu yapı inşa edilirse “müzakere
özürlü” bir yönetimin belgesi olarak
geleceğe taşınacak. Ne yazık ki bugün gene bu
meseleyi müzakere etme imkanından mahrum durumdayız.
Nasıl bir ortamda konuşulduğunu, kararlaştırıldığını
bilmiyorum. Ama bu projenin kendisine zarar
vereceğini düşünüyorum.
İnşaat başlamış da olsa çok geç kalmış
sayılmayız. Müzakere etmenin yollarını aramalıyız.
Müzakere kanallarını açık tutmak, iktidarın
görevidir. Ama muhalefetin de yardımcı olması
gerekir.
ÇAMLICA CAMİİ MÜZAKERE ÖZÜRLÜ BİR YÖNETİMİN BELGESİ
OLARAK TARİHE GEÇECEK
Müzakere etmek nedir? Konuşmaktan öte bir şeydir.
Farklı eylemsellikler içeren bir iştir. Öncelikle
iletişim kurmak demektir. Karşı tarafın
söylediklerini de dinlemektir, onu anlamaya
çalışmaktır. Karşı taraf ne yaparsa yapsın (isterse
hiç dinlemesin) müzakereyi amaçlayan tarafın onun ne
yapmak istediğini, derdinin ne olduğunun bilmesi
gerekir. Demokratik bir sistemde kararların kamusal
bir nitelik taşıması gerekir. Müzakere temsiliyetin
kamusal nitelik kazanmasını sağlamak için yapılır.
Eğer iktidar ve muhalefetin böyle bir deneyimi (ya
da niyeti) yoksa, karşılaşma “tekabüliyet” ilişkisi
(hakikat) biçiminde inşa edilir. Bu da çatışma
demektir. Temsilde hiyerarşik bir işleyiş olduğu
için çatışmaktan başka yol gözükmez. Otoriter
toplumlarda kararlar hiyerarşik bir ilişki içinde
üretilir. Müzakere ise temsiller
düzeyinde hiyerarşinin paranteze alınmasını
gerektiren bir eylemselliktir.
Bu nedenle bu yapının “kötü bir taklit”
olduğunu savunan modernist elitin tutumunu gözden
geçirmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunu söylemekle
yetinmek, projeyi küçümsemek müzakere etmek için
yeterli değil. (Bu kesim sanki modernliği yalnızca
bir stil ya da yaşam biçimi olarak
algılıyor.) Müzakere edilmesi gereken yapının stili
değil, çok daha çetrefilli bir
konu. Muhafazakarların ufkunun sınırlı olduğunu,
sanattan, mimarlıktan anlamadıklarını söylemekle bir
yere varılmaz. Yerinin yanlış seçildiğini
söyleyenlerin de kestirip atmak yerine, müzakere
edilerek alınacak bir karara saygılı olacaklarını
beyan etmeleri gerekir.
Ancak bu defa müzakere alanını yok sayanların
başında (güya iktidara destek veren) basın geliyor.
“Siz caminin mimarisini ya da yerini
tartışıyor gibi gözüküyorsunuz, ama sizin asıl
niyetiniz başka. Siz cami yapılmasına karşısınız”
diyorlar. Onların da tutumlarını gözden geçirmesi
gerekiyor. Ön yargılarla, peşin hükümlerle,
karşı tarafın niyetini sorgulayarak müzakere
yapılamaz. Bunun bir örneğini AKM’de gördük.
Müzakere kanalları kapatıldığında, kaybeden İstanbul
oluyor. Tarafların karşılıklı olarak müzakereyi
reddetmeleri asıl sorunun üstünü örtüyor.
ANTİKAPİTALİST MÜSLÜMANLAR “MİLLİ GÖRÜŞ” İDEALİNE
KAYNAĞINDAKİ İÇERİĞİ KAZANDIRDILAR
Bugün karşımızda yalnızca konuşmayı değil,
eylemselliği de içeren bir örnek var:
Antikapitalist Müslümanlar “Milli Görüş”ün
idealine tam da kaynağındaki içeriği kazandırdılar.
Bu ideali devlet siyasetine dönüştürmek yerine bir
sivil topluluk olarak gerçekleştirdiler. Namaz
kılmanın bir kamu alanı işgal etmek için değil,
özgürleştirmek için olabileceğini gösterdiler.
Muhafazakarların da kamusal alanı iktidar gücü ile
tahakküm altına almadan tanımlayabileceğini
ispatladılar. 1969 yılından beri var olan bir
imgeyi (ABD’nin 6. Filo’sunu protesto etmek için
Taksim’de toplanan solculara saldırmak için
kışkırtılan sağcılar), “şeriatçılar gelecek,
kamusal alanımıza el koyacak” korkusunu yok
ettiler. Bu mirası reddettiler. Onlar Gezi’de Cuma
namazı kılarken, dua okurken solcular da slogan
atmayı kestiler. Onlara saygı gösterdiler, kamusal
alanı kendi önceliklerine göre tanımlamadılar. Bu
eylem Gezi direnişi içindeki en anlamlı olaylardan
biriydi. Muhafazakarlığın iktidar gücü ile
örtüşmediğinde kapitalizmi sorgulayıcı bir nitelik
kazanabileceğini hepimize gösterdiler.
Bugün halka inşaatla dayatılan camilerden
başlayarak kamusal alan kavramını dönüştürmenin,
özgürleştirmenin, yeniden canlandırmanın zamanı
geldi. Bunun için resmi devlet ideolojisi tarafından
kontrol edilmeyen, yönlendirilmeyen, sivil toplumu
zenginleştiren camilere ihtiyacımız var. Camiler
özgürleştiğinde, sivil topluma geri döndüğünde,
Türkiye de değişecek.
Taraf, Yazı: Korhan Gümüş, 11.11.2013
|
'CENNETE GİDEN IRMAK' DİCLE'NİN ALTINDA
Dicle Nehri üzerinde yapılan ve 1997'de su tutulmaya başlanan Dicle Barajı'nın ekolojik zenginliği dalgıç görüntülendi. Güneydoğu'da, 'Cennetten doğup, cennete giden ırmak' olarak bilinen Dicle Nehri'nin üzerine kurulan Dicle Barajı'nın altında kalan batık şehir 16 yıl aradan sonra ilk kez incelendi. Türkiye Sualtı Sporları Federasyonu Başkan Yardımcısı ve sualtı fotoğrafçısı Bedri Sincar, Diyarbakır Su Sporları İhtisas Kulübü Başkanı İlhami Çakmak ve dalgıç Nesimi Aydın 3 bin yıl önce Asurlular'ın yaptığı Eğil Kalesi önlerinde dalış yaptı. Derinlere inen dalgıçlar, Dicle Nehri'ne uzanan yollar keşfetti. Asurlular'ın kalenin önünden geçen Dicle Nehri'ne ulaşan pek çok gizli geçit ve kanal yaptığı görülen dalış, Diyarbakır'ın tarihi zenginlikleri ortaya çıkardı. Dalgıçlar ayrıca Hz. Elyesa ve Hz. Zülkifl'in taşınmadan önceki mezar yerlerine de daldı. Dicle Nehri'nin tarihi boyunca pek çok Mezopotamya medeniyetine ev sahipliği yaptığını belirten TSSF Başkan Yardımcısı Bedri Sincar, "Asurlular, Urartular, Medler, Büyük İskender, Roma ve Bizans İmparatorlukları, Ermeniler, Abbasiler, Büyük Selçuklular, Nisanoğulları, Timur, Akkoyunlular, Safeviler ve Osmanlı İmparatorluğu gibi onlarca medeniyetin izlerini taşıyan Eğil'in sualtında da büyük zenginlik barındırdığını gördük. Bu bölgenin tarihsel zenginliğini tanıtmak için çalışmalarımız sürecek" dedi. Dalgıçlar, sadece Mezopotamya'daki Fırat ve Dicle nehirlerinde yaşayan endemik bir balık türü olan 'Dikenli Yılan Balığı'nı da görüntüledi. Bir müren türü olan balık, iki nehrin içinde bol bulunurken dünyanın başka bir suyunda yaşamadığı için büyük önem taşıyor.
Sabah, Haber: Mesut Er, 11.11.2013
|
 |
|
'NARMAN PERİ BACALARI' OTLAK ALANI OLDU
"Dünya
Mirası"na aday gösterilen Erzurum'un Narman
İlçesi'ndeki peri bacaları hayvanların otlak alanı
oldu.
Böylesine önemli bir alanda büyükbaş hayvanları
otlatan çoban Ferhan Uçar'a bölgeyi gezmeye gelen
birkaç yerli turistler tepki gösterdi.
UNESCO Türkiye Milli Komisyonu tarafından 9 Temmuz
2012'de Dünya Geçici Miras Listesi'ne alınan
Narman'daki peri bacalarında inceleme yapmak için 18
Mayıs'ta Erzurum'a gelen UNESCO Türkiye Milli
Komisyonundan Prof.Dr. Zeki Kaya ve heyet
incelemede bulunmuştu.
Cnn Türk, 11.11.2013
|
ESKİ TÜRK EVLERİ BAKIMSIZLIKTAN DÖKÜLÜYOR!
İzmir'de sit kuralları, yüksek restorasyon maliyetleri nedeniyle sahipleri tarafından kaderine terk edilen eski Türk evleri bakımsızlıktan dökülüyor.
DHA'nın haberine göre, bir çoğu koruma altına alınan tarihi evler çökme tehlikesi yaşıyor. Binalardan düşen taş, duvar parçaları tehlike yaratıyor. Bu binaların tamamına yakınına belediyeler “Yaklaşmak tehlikelidir” levhaları asarak önlem almaya çalışıyor.
İzmirliler ise hem görüntü hem de can ve mal güvenliği tehlikesi açısından içlerinde kurtarılabilecek olanları onarımı için mutlata devlet kurumlarının harekete geçmesini gerektiğini söyleyerek “Evlerini restore ettirebilecek durumu olmayanlara mutlaka devlet yardım elini uzatmalı. Sahiplerine ulaşılamayan yıkılma tahlikesi olanların ise kamulaştırılıp mutlaka can ve mal kaybına neden olmadan yıkılması gerekiyor” diyor
Yapı, 11.11.2013
|
 |
SELAMET HAN BUTİK OTEL OLUYOR

Vakıflar Yasası'nda yapılan değişiklikle Surp Pırgiç
Ermeni Hastanesi Vakfı'na iade edilen Sirkeci'deki
Selamet Han, butik otel oluyor. Girişimci Kemal
Alten tarafından kiralanan tarihi bina, yapılacak
restorasyonun ardından butik otel ve restoran olarak
hizmet verecek. Vakıf Başkanı Bedros Şirinoğlu,
Selamet Han'dan elde edecekleri geliri, hastane ve
huzurevi hizmetlerini geliştirmek için
kullanacaklarını söyledi.
YASA DEĞİŞİKLİĞİ OLDU
Ermeni işadamı Kalust Gülbenkyan tarafından 1953'te
Yedikule Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı'na
bağışlanan İstanbul Eminönü'ndeki Selamet Han'ın
mülkiyeti 1994'te açılan dava sonucunda Vakıflar
Genel Müdürlüğü'ne geçti. Vakıf, Selamet Han'ın
iadesi için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne
başvurdu, ancak dava reddedildi. Yıllarca bakımsız
kalan Selamet Han'ın kaderi, 27 Şubat 2008'de
yürürlüğe giren 5737 sayılı yeni Vakıflar Kanunu ile
değişti. Azınlık vakıflarının, zamanında çeşitli
nedenlerle el konulan gayrimenkullerinin iadesine
olanak sağlayan yasa değişikliğinin çıkmasından
hemen sonra, azınlık vakıfları da taşınmazlar için
iade başvurusu yaptı.
ALT KAT RESTORAN
2011'de iadesi yapılan tarihi bina, Surp Pırgiç
Ermeni Hastanesi Vakfı tarafından girişimci Kemal
Alten'e kiraya verildi. Vakıf Başkanı Bedros
Şirinoğlu, tarihi binanın alt katının restoran,
diğer katlarının ise butik otel olarak hizmet
vereceğini belirtti. Otelin, binada yapılacak
restorasyonun ardından hizmete gireceği belirtildi.
Sabah, Haber: Hasan
Ay, 10.11.2013
|
KAYIP DEMİRYOLU GÜN YÜZÜNE ÇIKTI

Birinci Dünya Savaşı yıllarında İstanbul'a kömür
ve asker taşımak için inşa edilen Haliç-Karadeniz
Sahra Hattı, Kağıthane Belediyesi'nin çalışmalarıyla
yeniden ortaya çıktı. Haliç ve Anadolu Yakası'nı
bağlaması planlanan hattın çalışmalarına ilerleyen
zamanlarda başlanılacak.



Kağıthane Belediyesi, Birinci Dünya Savaşı
yıllarında İstanbul'a kömür ve asker taşımak için
inşa edilen Haliç- Karadeniz Sahra Hattı'nı yeniden
gün yüzüne çıkardı. Santral İstanbul'dan
(Silahtarağa Termik Santrali) başlayarak
Kemerburgaz'da iki kola ayrılan hat, Ağaçlı ve
Çiftalan köylerinden geçerek Karadeniz'e ulaşıyor.
1914 yılında inşa edilen, 1916'da da faaliyete geçen
hat, yıllar geçtikçe izi kaybolarak 1952 yılında
kaldırıldı. 62 kilometrelik hattan oluşan demiryolu,
Kağıthane Belediyesi'nin çalışmalarıyla yeniden
ortaya çıktı. Aynı güzergah kullanılarak Haliç ve
Anadolu Yakası'na bağlanacak olan hat, arşivlerde
bulunan fotoğrafları yeniden canlandıracak.
"HATTIN ÜZERİNDEKİ
FABRİKALAR KALDIRILDIĞINDA ÇALIŞMA BAŞLANACAK"
Kağıthane Belediye Başkanı Fazlı Kılıç, Haliç-
Kağıthane-Sahra Hattıyla ilgili yoğun çalışmaları
olduğunu belirterek, hattın 1914'te yapımına
başlandığını 1916 ve 1920 yıllarında hizmet
verdiğini hatırlattı. Hattı gün yüzüne çıkarmak için
iki yıldır çalışmaları sürdürdüklerini belirten
Başkan Kılıç, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin
desteğiyle çalışmaları hızlandırdıklarını
hattın tescillenmesi için de Anıtlar
Kurulu'na başvuru yaptıklarını dile getirdi. Hattın
geçeceği yolu kullanılabilir bir hale getirmek
istediklerini anlatan Kılıç, sözlerini şöyle
sürdürdü: "Planlarımız yavaş yavaş bitti ve
uygulanmaya başlandı. Hattın üzerindeki fabrikalar
da tamamen kaldırıldığında hattın çalışmasını fili
anlamda başlatacağız. Çalışmalara başladığımız andan
itibaren hat, bizim düşündüğümüz, nostaljik, tarihi,
kültürel bir hattında ötesine geçerek daha
fonksiyonel bir hat olarak değerlendirilecek. Çünkü
tren yolu hattı kuzeyde Çiftalan Köyü yakınlarında
3. köprü olan Yavuz Sultan Selim ile birleşecek."


BELGRAT ORMANINDAKİ AĞAÇLAR KESİLMEYECEK
100 sene önceki güzergahı kullanarak hattın
faaliyete geçeceğini söyleyen Başkan Fazlı Kılıç,
hattın Belgrat Ormanı'ndan da geçeceğini ancak
hiçbir ağacın kesilmeyeceğini belirtti. Başkan
Kılıç, zamanında trenin geçtiği alanda ağaç
olmadığını belirterek şöyle konuştu: "Dolayısıyla
sonradan yetişmiş ağaçlar yok. Güzergah belli ve o
güzergahta da herhangi bir ağacın kesilmesi söz
konusu değil."
Öte yandan demiryoluna ait ray parçaları ve bazı
kilometre taşları Kağıthane Belediyesi'nin
bahçesinde yer alan Açıkhava Müzesi'nde
sergileniyor.
Hattın güzergahı şöyle: "Silahtarağa'daki
santralden başlayarak Kağıthane Deresi'nin batı
kıyısını izleyerek kuzeye doğru ilerleyip Göktürk -
Kemerburgaz'dan geçecek. Kemerburgaz'da ikiye
ayrılan hat, bir kolu Kağıthane Deresi, bir kol yine
Kağıthane Deresi'ni izleyerek Uzunkemer'in altından
geçecek ve Ağaçlı Köyü'nde Karadeniz'le buluşacak.
Diğer kol ise Belgrad Ormanı'nın içinden geçerek
Çiftalan Köyü'nden Karadeniz'e ulaşacak."
Zaman, 10.11.2013
|
"TARİHİ MANASTIRLARI SÖKÜP EV YAPTILAR"

Muş'ta bir zamanlar Ermenilerin yaşadığı Kale
Mahallesi'nde (eski adıyla Muşeğin) başlayan
yıkımlar, tarihi eserlerin harap edildiğini ortaya
çıkardı. Birçok manastır ve kiliseye ait taşlar kamu
binaları ve köy evlerinin inşasında kullanıldı.
Ermeni Mimar Mühendisler Dayanışma Derneği (HAYCAR)
heyeti hem şehirde hem köylerde çok sayıda manastır
ve kilisenin durumunu inceledi. Haç işaretli,
Ermenice yazılı, el işlemeli taşların sökülerek köy
evlerine, kamu binalarına konulduğu belirlendi. Aziz
Garabet Manastırı, Meryem Ana Manastırı, halk
arasında Kızıl Kilise diye bilinen tarihi yapıların
taşlarının sökülerek yok edildiği, altlarının ise
defineciler tarafından köstebek yuvasına çevrildiği
ortaya çıktı.
1950'DEN BERİ İNŞAAT MALZEMESİ
24 Ekim'de bölgeye yaptıkları üç günlük ziyaretle
ilgili SABAH'a konuşan HAYCAR Başkanı Nazaret
Binatlı, tarihi manastırlardan geriye sadece birkaç
kalıntının kaldığını anlattı. Anadolu'da pek çok
kilise ve manastırın yerle bir edildiğine dikkat
çekenlerden birisi de heyette yer alan Mimar Zakarya
Mildanoğlu. Muş'a 30 kilometre mesafedeki Suluca
Köyü'nde bulunan Meryem Ana Manastırı'nda incelemeler
yaparken yanlarına yaşlı bir köylü gelerek,
"Beyefendi 1950'li yıllarda yapılan Muş Adalet
Sarayı başta olmak üzere çok sayıda kamu binasının
taşları buradan götürüldü" dedi. Mildanoğlu, Muş'a
döndüğünde Adalet Sarayı'na gitti. Yapılan
incelemeler sonunda 1950'li yıllarda yıkılan Meryem
Ana Manastırı'na ait taşların Adalet Sarayı
binasının yapımında kullanıldığı ortaya çıktı.
"Tanıklar, Muş merkezde çok sayıda binada bu
taşların olduğunu söylüyor" diye konuşan Mildanoğlu,
bölgede bulunan birçok kilisenin de ahır, samanlık
ve depo olarak kullanıldığını belirterek, "Mezar
taşları ise otların arasında boynu bükük kalmış"
dedi.
'ADALET SARAYI'NIN TAŞI KIZIL KİLİSE'DEN
GELDİ'
Haycar heyetinde yer alan mimar Zakarya
Mildanoğlu, "Adalet Sarayı'nın dış cephesi
mantolandığı için fark edilmiyor. Ancak dikkatli
bakınca giriş kısmındaki taş kaplamaların kısmen
açıkta kaldığı fark ediliyor. Bu taşlar, halk
arasında Kızıl Kilise olarak bilinen Meryem Ana
Manastırı'ndan getirilen taşlar" dedi.
Sabah, Haber: Erhan Öztürk, 09.11.2013
|
DEFİNECİLER TARİHİ ESERE ZARAR VERDİ
Kırklareli'nin Vize İlçesi'nde, iki katlı,
terk edilmiş tarihi binada kimliği belirsiz kişi
veya kişilerce kaçak kazı yapıldığı ortaya çıktı.
Vize İlçesinin en önemli tarihi eserlerinin
bulunduğu, ayrıca İlçeye gelen yerli ve yabancı
turistlerin de sık sık ziyaret ettiği Kale
Mahallesi'nde yapılan kaçak define arama kazısı,
tarihi eserlere zarar veriyor.
5 METRE İNDİLER
Edinilen bilgiye göre, Kale Mahallesi sakinleri
tarafından Büyükcami Sokak'ta bulunan iki katlı ve
terk edilmiş tarihi binada kaçak kazı yapıldığının
fark edilmesi üzerine emniyet yetkililerine ihbarda
bulunuldu. Yapılan ihbar üzerine kaçak kazı yapılan
alana gelen olay yeri inceleme ekipleri ve müze
müdürlüğü uzmanları, bölgede incelemelerde bulundu.
Kazı bölgesinde yapılan incelemelerde, definecilerin
evin alt katında yaklaşık 1 metre çapında ve 5 metre
derinliğinde kazı yaptıkları belirlendi. Daha
önceden yapıldığı anlaşılan kazının faillerinin
yakalanması amacıyla emniyet yetkilileri tarafından
çalışmalara başlandığı öğrenildi.
Sabah, 09.11.2013
|
TARİHİ ASKER HAMAMI SERAMİK MÜZESİNE ÇEVRİLDİ

Çanakkale'de, Osmanlı donanması askerlerinin
kullanması için 109 yıl önce yapılan hamam, restore
edilerek seramik müzesine çevrildi. Çanakkale
Belediyesi, 1904 yılında yapılan ve 1974'e kadar
kullanıma açık olan askeri hamamı, yeniden
tasarımlama ve yenileme projesiyle seramik müzesi
haline getirdi. Çanakkale Kültür Varlıklarını Koruma
Bölge Kurulu'nun 22 Haziran 2010 tarihli onayıyla
restore kararı alınan tarihi hamam, 28 Kasım 2011
tarihinde ihalesi tamamladıktan sonra Ocak 2012'de
yenilenmeye başladı. Altı ayda tamamlanan
restorasyon, 636 bin liraya mal oldu.
Seramik müzesi Vali Yardımcısı Hüseyin Kulözü,
Belediye Başkanı Ülgür Gökhan, Boğaz ve Garnizon
Komutanı Tuğamiral Aydın Şirin ile çok sayıda
davetlinin katıldığı törenle açıldı. Müzeyi gezen
davetliler, seramik ustaları tarafından yapılan
eserleri inceledi. Törende bir konuşma yapan Başkan
Gökhan, Çanakkale'nin yakın zamana kadar eserlerini
koruyamamış bir şehir olduğunu, kimliğinin ortaya
çıkarılması ve eserlerinin korunması için büyük çaba
gösterdiklerini söyledi. Gökhan, "Çanakkale'deki
tarihi bölgelerin koruma altına alınması ve aynı
zamanda bu yapıların korunması için mücadele
ediyoruz. Eski er hamamı olan bu tarihi bina, 1974
yılına kadar hizmet vermiş. Hamam için tek tek tuğla
sayımıyla ince ince işlenerek bir seramik müzesi
ortaya çıkarılmıştır. Çanakkale, Truva'dan itibaren
seramikleriyle anılan bir yerdir. Kentte geçmişten
bugüne kadar üretilen seramiklerin sergilenmesi için
bu yapıya ihtiyaç vardı." dedi.
Time Türk,09.11.2013
|
SANATA DA DEMOKRASİ ŞART

Bu
yıl sekizincisi düzenlenen Contemporary Istanbul,
Uluslararası Çağdaş Sanat Fuarı yarın akşam son
bulacak. 7 Kasım'da kapılarını açan fuarda, 650
sanatçıya ait 3 binden fazla çağdaş sanat eseri
sergileniyor. Dünyada ve Türkiye'de sanata dair iyi
bir gözlem fırsatı sunan fuarın genel koordinatörü
Prof.Dr. Hasan Bülent Kahraman, "Sanata biraz ilgi
duyan biri, bu fuarı bir kez değil, birçok kez
gezmeli" dedi. Kahraman sözlerine şöyle devam etti:
"Sanata yatırım, 1929'daki Büyük Buhran hariç hiç
kaybettirmemiş."
PİYASA 4 KAT BÜYÜYECEK
Türkiye'de durumun biraz daha farklı olduğunu ve
sanatın krizlerden nispeten daha çok etkilendiğini
belirten Kahraman, "Yine de sanat piyasasındaki
genişleme dikkat çekici. Türkiye'de piyasa
büyüklüğü, dünyadakinin binde 65'i kadar. Daha sekiz
yıl önce 100 milyon dolar seviyesindeyken bugün 400
milyona yaklaşan bir hacim söz konusu. Bunda kişi
başı GSYMH'nın 10 bin dolar seviyesine gelmesi de
etkili oldu" dedi. Prof.Dr. Kahraman sanat
piyasasının 10 yıllık gelişimini de şöyle yorumladı:
"Türkiye'deki sanat harcamaları gelir ortalamasının
üzerinde, 20 bin dolarlık ülkeler seviyesinde. Bu da
10 yıl sonra kişi başı gelir 25 bine yükselince
pazarın dört kat büyüyeceği anlamına geliyor."
180 MİLYON TL'LİK SERGİ
Akbank Private Banking ana sponsorluğunda
düzenlenen Contemporary Istanbul'u, ön izleme ve
açılış gününün sonunda tam 17 bin sanatsever ziyaret
etti. Sergilenen 3 bini aşkın eserin yüzde 22'si
yeni sahiplerini buldu. Bu oran, 2012'ye kıyasla
yüzde 20 daha yüksek bir satışı temsil ediyor.
Fuarda yer alan eserlerin toplam değeri ise 180
milyon lirayı buluyor.
PİYASA SERVET SARMALINDAN ÇIKMALI
Prof.Dr. Kahraman, sanat piyasasının
servet sahipleri dışına taşması gerektiğini
söylüyor. Her alanda demokrasiye inandığını
vurgulayan Kahraman, şöyle konuştu: "Büyük
koleksiyonlar ve onlardan oluşmuş müzelere hiçbir
itirazım yok. Türkiye bunlara hasret. Ancak benim
burada düşündüğüm başka bir şey daha var. Sanatın da
demokratikleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Sanat
koleksiyonculuğunun yaygınlaşması lazım."
ULAŞILABİLİR FİYAT PAZARI BÜYÜTÜR
Sanata tabana yayılmanın pahalı ve büyük
alımlarla değil küçük değerde koleksiyonlarla
gerçekleşebileceğini belirten Prof.Dr. Hasan Bülent
Kahraman, Londra örneğini veriyor. Londra'da her yıl
ekim ayında 'Affordable Art Fair' diye bir fuar
yapıldığını anlatan Kahraman, sözlerini şöyle
sürdürdü: "Bu, ulaşılabilir meblağlarda eserlerin
satıldığı bir fuar. 100 ila 10 bin dolar arasında
sanat yapıtları sergilenir. Sanat piyasası ve
fuarların büyük alımların yanı sıra, bu tarz
'ulaşılabilir fiyatları' da desteklemesi gerektiğini
düşünüyorum." Kadir Has Üniversitesi Rektör
Yardımcılığı'nı yürüten ve Türkiye'nin en önemli
sanat eleştirmenlerinden olan Kahraman, sanat
yapıtına bakmanın ve almanın temelde bir kitap
okumaktan farklı olmadığını belirtti. Kahraman,
"Alınabilir mertebelerde sanat yapıtı arzı ve yeni
koleksiyonerlerin artmasına yönelik politikalara
ihtiyaç var" dedi.
Sabah, Haber:
Handan Bayındır, 09.11.2013
|
PİRİ REİS'İN HARİTASI KAYIP MI?
Piri Reis'in
1513'te çizdiği ve denizcilik tarihine geçen dünya
haritasının orjinali nerede? Bu soru CHP Zonguldak
Milletvekili Ali İhsan Köktürk, tarafından Meclis
gündemine taşındı. Köktürk "Amerika’ya orijinali
gönderilen haritanın, kopyasının geri geldiği doğru
mudur” diye sordu.
Köktürk, Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’a, Piri Reis’in, 1513 tarihli
dünya haritasının orijinal olup olmadığına ilişkin
iddiaları sordu.
TBMM Başkanlığı’na verilen soru önergesinde
şunlara yer verildi.
Buna göre;
1. Amerika’ya orijinali
gönderilen haritanın, kopyasının geri geldiği doğru
mudur?
2. Topkapı Müzesi’nde bulunan
Piri Reis haritası orijinal midir, değil midir?
3. Müzedeki haritanın orijinal
olup olmadığının uzmanlara inceletilmesi
düşünülmekte midir?
4. Haritanın çizilişinin 500.
yılında kamuoyunun kuşkularının giderilmesi için ne
yapılmaktadır?
5. 1554 yılında kellesi vurulan
Piri Reis’in mezarının Mısır’da nerede olduğunun
araştırılması hedeflenmekte midir?
KİTAPTAN ALINTILAR
Köktürk, soru önergesinde Piri Reis’in yaşamı ve
haritası ile ilgili yıllardır araştırmalar yapan
Metin Soylu’nun kitabından alıntılara ve iddialara
yer verdi.
ABD’nin
Washington eyaletinde 25 Ocak 1987’de açılan
Muhteşem Süleyman adlı sergiye giden eserlerin
arasında haritanın olup olmadığını araştıran
Soylu’nun, “Serginin sonunda haritanın iade
edilmemiş olabileceği” iddiasın hatırlatan Köktürk ,
bir başka çarpıcı iddiayı daha Meclis gündemine
taşıdı.
ORİJİNAL Mİ DEĞİL Mİ?
Köktürk, Soylu’nun şu cümlelerini kullandı:
“-15 Kasım 2005 tarihinde Hattat Fuat Başar’dan
Piri Reis Haritası ile ilgili bilirkişi raporu
talebinde bulundum. O yıl yine Topkapı Sarayı’na
giderek Piri Reis’in 1513 yılında çizdiği o meşhur
dünya haritasının orijinalini görebilmek için
müracaat ettiğimde bana yine “Harita yıprandığı
gerekçesiyle kimseye gösteremiyoruz. Depoya
kaldırdık” şeklinde cevap verildi. “
-Saraydaki harita mutlaka kriminale girmeli,
uzman bilirkişiler tarafından 1513’te yapılan harita
olup olmadığı ortaya çıkartılmalıdır…UNESCO, 2013’ü
Piri Reis Yılı ilan ederken bizler O’nun dünya
tarihine geçen haritasının orijinal olup
olmadığından şüphe ediyoruz” dedi.

Piri Reis'in 1513'te
çizdiği ve dünya denizcilik tarihine giren harita
Hürriyet, 07.11.2013
******
PİRİ REİS HARİTASI İÇİN KRİTİK SORU
Meclis gündemine taşındı.
Köktürk'ün kaynak olarak gösterdiği; Piri
Reis’in yaşamı ve haritası ile ilgili yıllardır
araştırmalar yapan Metin Soylu ise bugün ses
getirecek yeni bir soru daha sordu ve ekledi:
"Ne oldu da 475 yıldır yıpranmayan hatta sofra
bezi olarak kullanılacak kadar sağlamken Piri
Reis Haritası 25 yıl içinde bir anda yıprandı?"
Konunun bu kez gerek Topkapı Sarayı’ndan veya
Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan birkaç cümlelik
yanıtlarla geçiştirilmeyeceğine artık
inanıyorum. Reis Haritası’nın yıpranmasına sebep
olanların yargı önünde hesap vermeleri
gerekiyor."
CHP Zonguldak Milletvekili Ali İhsan Köktürk,
Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’a, Piri Reis’in, 1513 tarihli
dünya haritasının orijinal olup olmadığına ilişkin
iddiaları sordu. TBMM Başkanlığı’na verilen soru
önergesinde 5 çarpıcı soruya yer verildi. Köktürk'ün
soru önergelerinde kaynak olarak gösterdiği Piri
Reis Haritası'nın Şifresi isimli kitabın yazarı
Metin Soylu'dan yeni ve kritik bir soru daha geldi:
"Ne oldu da 475 yıldır yıpranmayan hatta sofra bezi
olarak kullanılacak kadar sağlamken Piri Reis
Haritası 25 yıl içinde bir anda yıpranıveriyor?"
"ABDULLAH
GÜL'DEN HENÜZ CEVAP GELMEDİ"
28 Ocak 2013'te Cumhurbaşkanımız
Abdullah Gül’e bir mektup yazarak olayın
uluslararası boyutunu da paylaştığını ancak henüz
olumlu ya da olumsuz bir yanıt alamadığını söyleyen
Metin Soylu, yaptığı açıklamada şunları söyledi:
Piri Reis Haritası’nın Şifresi adlı kitabımda
kamuoyu ile paylaştığım “Yazarın Özel Notu” adlı
bölümde Hattat Fuat Başar’a 1987 yılında Topkapı
Sarayı’ndan gelen yetkililerin “Muhteşem Süleyman
Sergisi” sebebi ile yeni bir Piri Reis Haritası
yaptırmalarıdır. 2005 yılında Hattat Fuat Başar bana
şu olayı anlatmıştı:
“25 Ocak
1987 tarihinde Amerika Washington’da ‘Muhteşem
Süleyman adında bir sergi düzenlenmişti. O yıllarda
Topkapı Sarayı’ndan pek çok tarihi eser de
Amerika’ya sergilenmek üzere götürülmüştü. Bana bir
müddet sonra İstanbul Topkapı Sarayı’nda ders veren
bir kişi gelip ‘Muhteşem Süleyman Sergisi sebebi ile
Piri Reis’in orijinal haritası da Washington’a
gitti. Hocam biz aynı ölçülerde benzer bir harita
hazırladık. Malum turistler geldiği zaman en azından
bunu sarayımızdaki sergide görsünler, boş kalmasın.
Sizden ricamız bu çizdirdiğimiz harita üzerine siz
Osmanlıca yer isimlerini yazar mısınız?’ dedi. Bende
tamamen vatanperver duygularla ‘Elbette seve seve…
Yeter ki kültürel bir hizmet olsun’ düşüncesiyle
üstelik bu hizmet karşılığında para bile talep
etmeden benden isteneni yaptım.”
Konuyu ilk önce Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bir
ihbar ile gündeme getirdim. Kültür ve Turizm
Bakanlığı’na “Piri Reis Haritası’nın orijinal mi
yoksa sahte mi?” olup olmadığına dair yapmış olduğum
10.10.2012 tarihli ihbarım neticesinde 04.01.2013
tarihli 63349525-821.00-2563 sayılı cevabında “Söz
konusu eserin organik nitelikli ve hassas bir yapıya
sahip olması, mevcut halde sabit ısı ve nem
ortamında muhafaza edildiğinden herhangi bir şziki
müdahalede kolaylıkla tahribata uğrayabilme
olasılığının bulunması nedeniyle eser üzerinde
herhangi bir incelemede bulunulmasının uygun
görülmediği” şeklinde verilen cevabı büyük bir
skandalın başlangıcı olarak görüyorum.
"SOFRA BEZİ
OLARAK KULLANILMIŞTIR"
Piri Reis’in haritası 09.11.1929 tarihinde
Topkapı Sarayı Harem Dairesi’nde bulunmuştur. İlk
bulunduğu sırada üzerinde ekmek kırıntılarının
olduğunu biliyoruz. Yani birileri zamanında bu
haritayı sofra bezi olarak kullanmıştır. Şimdi bu
haritanın deri üzerine çizildiğinden hareketle
düşünürsek 1513 yılında çizilmiş ve ilk bulunduğu
1929 yılında aradan 416 sene geçmiştir. Yani 416 yıl
boyunca aslı yıpranmamıştır. Şimdi 1987 yılında
harita yıpranmamış ki Muhteşem Süleyman Sergisi için
Amerika’ya götürülmüş ve hatta bir yıl boyunca da
Amerika’nın çeşitli eyaletlerinde sergilenmiştir.
Peki ben şunu merak ediyorum. 1988 yılında bu harita
Türkiye’ye geri getirildi ise 2013 yılı itibariyle
aradan 25 yıl geçmiştir. 1998, 2005 ve 2012
yıllarında İstanbul Topkapı Sarayı’na her gidişimde
bana aynı şekilde cevap veriliyordu; “Harita
yıprandığı gerekçesiyle depoya kaldırdık.
Sergilemiyoruz.” Ne oldu da 475 yıldır yıpranmayan
hatta sofra bezi olarak kullanılacak kadar sağlamken
Piri Reis Haritası 25 yıl içinde bir anda
yıpranıveriyor?
MUHTEŞEM SÜLEYMAN SERGİSİ
Piri Reis haritasının sergilendiği Muhteşem
Süleyman Sergini hakkında bilgi veren Metin Soylu,
sözlerine şöyle devam etti: Türkiye’nin tarihi ve
turistik açıdan dünyaya tanıtılmasında önemli bir
başarı olarak kabul edilen Muhteşem Süleyman
Sergisi, 1987 yılında düzenlenmiştir. İstanbul
Topkapı Sarayı’ndan Kanuni Sultan Süleyman dönemine
ait 210 parça mücevher, taht, değerli kılıç, vazo,
el yazması kitaplar, kaftanlar ve Acem halılar vb.
tarihi eserler, 25 Ocak 1987 tarihinde Washington’da
Ulusal Sanat Galerisi’nde sergilenmiştir.
Muhteşem Süleyman Sergisi ile Topkapı Sarayı’ndan
giden tarihi eserler 1987 yılı Mayıs ortalarına
kadar Washington’da kalmıştır. Temmuz ayında
Chicago’da ve son olarak Ekim ayında New York’ta
sergilenmiştir. Türkiye için oldukça önem arz eden
bu organizasyonu; Sayın Semra Özal, dönemin
Washington Büyükelçisi şükrü Elekdağ, dönemin Kültür
ve Turizm Bakanı Sayın Mesut Yılmaz, Dönemin Topkapı
Sarayı Müze Müdürü Sayın Sabahattin Türkoğlu,
Osmanlı Sanat Tarihi Uzmanı Sayın Esin Atıl
gerçekleştirmiştir. Amerika’daki kolunda ise sergiye
dünyaca ünlü sigara şirketi sahibi olan Philip
Morris 1 milyon
dolar katkıda bulunmuştur. Washington’da Ulusal
Sanat Galerisi Müdürü Carter Brown ve Geoffrey
Bible’nin destekleriyle tüm dünya basınında ilgi
çekmiştir. Sergi 30 milyon dolara sigortalanmıştır.
"GEÇİŞTİRİLEMEYECEĞİNE İNANIYORUM"
Konunun bu kez gerek Topkapı Sarayı’ndan veya
Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan birkaç cümlelik
yanıtlarla geçiştirilmeyeceğine artık inanıyorum.
2013 Dünya Piri Reis Yılı’nda adından övgüyle
bahsettiğimiz Piri Reis’in meşhur haritası ne yazık
ki iki kez üstelik çok kısa süreliğine sergilenmiş
ardından yine apar topar depoya kaldırılmıştır.
Esas üzüldüğüm ise Amerikan halkının orijinal
haritayı bir yıl boyunca çay-kahve eşliğinde
görmeleridir. 1987 yılında dünyada bir başka örneği
olmayan Piri Reis Haritası’nı mademki yıpranmaya
müsait neden Amerika’ya götürüldüğün de tespit
edilmesi ve hesap sorulması gerekir. Çünkü böylesine
eşsiz bir haritanın ancak kopyasının Amerika’ya
sergilenmesi için gönderilmesi daha uygun olacaktı.
Orijinalinin Topkapı Sarayı’ndan çıkarılması akıl
mantık işi değildir. Topkapı Sarayı’nda halen
depolarda saklanan Piri Reis Haritası’nın gerçek mi
yoksa sahte mi olup olmadığının ortaya çıkması için
mutlaka Kriminal Laboratuara sokulması
gerekmektedir. Şayet orijinal haritası ise 500
yıllık Piri Reis Haritası’nın yıpranmasına sebep
olanların yargı önünde hesap vermeleri içinde
konunun Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı
tarafından özellikle değerlendirileceğini temenni
ediyorum.
Hürriyet, 11.11.2013
******
EMİNİZ, % 100
ORİJİNAL
Orijinal Piri Reis haritasının ABD’de olduğunu öne
süren CHP Zonguldak Milletvekili Ali İhsan Köktürk’e
cevap uzmanlardan geldi. Harita, Kültür ve Turizm
Bakanlığı tarafından oluşturulan özel bir ekip
tarafından incelemeye alındı. Esere sonradan bir
kısmın eklenmesi ihtimalinin söz konusu olamayacağı,
üzerindeki yazıların yüzde 100 orijinal olduğu,
büyüklüğü nedeniyle farklı kişilerin üzerinde
çalışmış olabileceği, ancak sonradan eklenen bir
kısım olmadığı konusunda görüş birliğine varıldı.
500 YIL ÖNCE ÇİZMİŞTİ
Piri Reis haritası, Amerika kıtasını gösteren en
eski haritalardan. Osmanlı Kaptan-ı Derya’sı Piri
Reis tarafından 1513’te çizildi. 1929’da Topkapı
Sarayı’nda bulundu.
BU HARİTA 16. YÜZYILA AİT
İstanbul Kültür Üniversitesi Fen Edebiyat
Fakültesi Öğretim üyesi ve Araştırmacı yazar
Prof.Dr. İskender Pala: “Harita üzerindeki metinlerin
yazı ve üslup olarak Piri Reis dönemine ait olduğuna
kanaat getirdim. Şüphem yok.”
TEREDDÜTÜMÜZ YOK, GERÇEKTİR
İstanbul Üniversitesi Akdeniz Araştırmaları
Anabilim Dalı Başkanı Prof.Dr. İdris Bostan:
“Tereddütümüz yok. Üslup Piri Reis’indir. Yazı
karakterleri de yine dönemine ait. Rutubetten dolayı
görülen küçük aşınmalar dışında önemli bir
yıpranmaya şahit olmadık. Aslının yurtdışında
bırakıldığı iddiası varsa bulunduğu yerde bir
şekilde görülmesi gerekirdi.”
Akşam, Haber: Bülent Şanlıkan, 13.11.2013
|
3 - 9 Kasım 2013
|
PİRİ REİS HARİTASI SAHTE
Mİ?

Piri Reis’in 1513′ te
çizdiği ve denizcilik tarihine geçen dünya
haritasının orjinali nerede? Bu soru CHP Zonguldak
Milletvekili Ali İhsan Köktürk, tarafından Meclis
gündemine taşındı. Köktürk “Amerika’ya orjinali
gönderilen haritanın, kopyasının geri geldiği doğru
mudur” diye sordu.
Köktürk, Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’a, Piri Reis’in, 1513 tarihli dünya
haritasının orijinal olup olmadığına ilişkin
iddiaları sordu. TBMM Başkanlığı’na verilen soru
önergesinde şunlara yer verildi.
Buna göre;
1. Amerika’ya orijinali
gönderilen haritanın, kopyasının geri geldiği doğru
mudur?
2. Topkapı Müzesi’nde
bulunan Piri Reis haritası orijinal midir, değil
midir?
3. Müzedeki haritanın
orijinal olup olmadığının uzmanlara inceletilmesi
düşünülmekte midir?
4. Haritanın çizilişinin
500. yılında kamuoyunun kuşkularının giderilmesi
için ne yapılmaktadır?
5. 1554 yılında kellesi
vurulan Piri Reis’in mezarının Mısır’da nerede
olduğunun araştırılması hedeflenmekte midir?
KİTAPTAN ALINTILAR
Köktürk, soru
önergesinde Piri Reis’in yaşamı ve haritası ile
ilgili yıllardır araştırmalar yapan Metin Soylu’nun
kitabından alıntılara ve iddialara yer verdi.
ABD’nin Washington
eyaletinde 25 Ocak 1987’de açılan Muhteşem Süleyman
adlı sergiye giden eserlerin arasında haritanın olup
olmadığını araştıran Soylu’nun, “Serginin sonunda
haritanın iade edilmemiş olabileceği” iddiasın
hatırlatan Köktürk , bir başka çarpıcı iddiayı daha
Meclis gündemine taşıdı.

ORİJİNAL Mİ DEĞİL Mİ?
Köktürk, Soylu’nun şu
cümlelerini kullandı:
“-15 Kasım 2005
tarihinde Hattat Fuat Başar’dan Piri Reis Haritası
ile ilgili bilirkişi raporu talebinde bulundum. O
yıl yine Topkapı Sarayı’na giderek Piri Reis’in 1513
yılında çizdiği o meşhur dünya haritasının
orijinalini görebilmek için müracaat ettiğimde bana
yine “Harita yıprandığı gerekçesiyle kimseye
gösteremiyoruz. Depoya kaldırdık” şeklinde cevap
verildi. “
-Saraydaki harita
mutlaka kriminale girmeli, uzman bilirkişiler
tarafından 1513’te yapılan harita olup olmadığı
ortaya çıkartılmalıdır…UNESCO, 2013’ü Piri Reis Yılı
ilan ederken bizler O’nun dünya tarihine geçen
haritasının orijinal olup olmadığından şüphe
ediyoruz” dedi.
Sözcü, 08.11.2013
|
SELANİK'TEKİ ABDÜLHAMİT
HATIRASI

Sultan II. Abdülhamit
Han’ın sürgün hayatını geçirdiği Alatini Köşkü,
Selanik’te yerli yerinde duruyor. Şehrin düştüğü
1912 yılına kadar burada ikamet eden sultan ve
maiyeti, köşkte hazin bir sürgün hayatı geçirdi.
Uzun ve bir o kadar da
yorucu yolculuğun nihayetinde hedefe ulaşmak
üzereydiler. Bu kafilede, benzerlerine nisbetle
farklı bir hava vardı. Sirkeci Garından bir akşam
üzeri apar topar hazırlanan üç vagonluk trenin
istikameti, efkar-ı umumiyeden özellikle
gizlenirken, önemli bir hadisenin cereyan ettiği
gayet aşikardı. Varılacak hedefte da olağandan
farklı bir hareketlilik vardı. Etrafta dönüp duran
kalabalık, bir cadı kazanı gibi kaynıyor,
çeveresinde atlı müfrezelerin bulunduğu on beşe
yakın hususi araba, Selanik Garına doğru toz duman
kaldırıyordu. Belli ki, az bir müddet içinde yanaşan
trende Devlet-i Aliye-i Osmaniye’nin önemli bir
şahsı bulunuyordu.

Nihayet, buharı üstünde
tüten bu özel tren, akşam üzeri güneş batmak
üzereyken rayların üzerinde göründü. Civar belde
Kılkış’tan çıkıp gelen jandarmalardan, trenin ilk
vagonu önünde kalabalık bir emniyet şeridi teşekkül
etti. Herkesin gözü kapıdan yavaş adımlarla inen
zatın üzerinde. 32 sene, 7 ay, 27 gün bir
imparatorluğa sultanlık etmiş II. Abdülhamit Han,
vakur bir çehreyle kendisine tahsis edilmiş vagondan
aşağı indi. 67 yaşındaki siyasi deha, kendisini
karşılamaya gelen heyete selam verdikten sonra,
beraberinde gelen maiyetinden haber istedi.
Aralarında hanedanın sadece çocuk ve kadın
mensuplarının bulunduğu 38 kişinin emniyetinden emin
olduktan sonra Alatini Köşkü’ne doğru hareket etti.
Kısa bir müddet sonra bindiği araba Selanik’in
Yalılar mahallesinde bulunan, bahçe içerisinde gayet
muazzam bir köşke yanaştı.
Mimar Vitalino Poselli
tarafından Yahudi sanayici Moise Alatini için inşa
edilmiş köşk, şimdi sabık sultanın ikametine
verilmişti. Bahçede kendisini üçüncü ordu komutan
vekili Hadi Bey, Selanik Belediye Reisi İsmail Hakkı
ve merkez kaymakamı Tahsin Bey’ler karşıladı.
Sultanla birlikte gelenler arasında dört kadın
efendiden başka küçük şehzadeler Abdürrahim ve Abid
efendilerle, Şaziye, Ayşe ve Refia sultanlar,
kalfalar, birçok haremağası ve bazı sadık bendegan
bulunuyordu. Henüz tahtından indirilmiş II.
Abdülhamit sürgün yıllarını geçireceği köşkün
merdivenlerini tırmanırken, Selanik camilerinin
minarelerinden yatsı ezanı işitildi. Ulu Hakan,
tırmandığı merdivenlerde bir müddet soluklanıp ezana
“Aziz Allah, Celle Şanühu!” diyerek mukabelede
bulundu.
Selanik sokaklarında
bir garip köşk
Evvelki hafta Türkiye ve
Yunanistan devletleri arasında yapılan karşılıklı
nüfus değişiminin yani mübadelenin 90. yıl dönümü
çeşitli tören ve ziyaretlerle anıldı. 1923 yılında
imzalanan Lozan Anlaşması uyarınca Selanik’ten göç
eden Türk mübadillerin torunları, atalarının
senelerce yaşadığı bu şehirde ziyaretler
gerçekleştirirken, Osmanlı’nın son döneminde kilit
bir rol oynayan şehrin de tarihi bakiyesini görme
fırsatı buldular. Şehrin özellikle eski
yerleşiminde, Osmanlı devrinin izlerini en güzel
yansıtan eserlerin birçoğu günümüze kadar muhafaza
edilmiş. Bunların içinde bir tanesi özellikle tarihi
yaşanmışlığıyla dikkati celp ediyordu. Kırmızı
tuğlaları ile hemen göze çarpan melez üslup ile inşa
edilmiş Alatini Köşkü, bugün Yunanistan’ın Makedonya
Eyalet Valiliği tarafından kullanılıyor. Sultan II.
Abdülhamit’in tahtından indirilerek herkesten tecrit
edildiği bu köşkteki ikameti sırasında, Osmanlı
Devleti’ni yıkıma götürecek hatalar serisinin ilk
kısmı cereyan etti. Bu manada Alatini Köşk’ü, Yıldız
Sarayı’ndan apar topar gönderildikten sonra, Sultan
ve ailesimim hazin hayatı hakkında önemli hatıralar
taşıyor.
Abdülhamit Han’ın kızı
Ayşe Osmanoğlu, ‘Babam Abdülhamit’ adlı kitabında,
Selanik’teki sürgün yıllarını yürek burkan bir dille
anlatır. Selanik’e gelişle beraber, şaşaalı saray
hayatının artık gerilerde kaldığı uzun sürmeden
hissettirilir onlara. Köşke girer girmez kapıların
üstüne kapatılması, kepenkleri kapalı boş odalarda
birer mahpus olarak kalacaklarının habercisidir.
Çocuklar ve sultanın eşi olan kadın efendiler,
mobilyasız odalarda yatacak döşek bulamamalarına çok
içerlemiştir. İlk gün yakınlarda bir otelden
getirilmiş kirli yorgan ve nevresimler içinde
yatarak idare ederler. Saraydan getirilen çamaşırlar
İttihatçılar tarafından ayıklanmış ve en eski
olanları bavullara konulmuştur. En temiz görünenleri
sultanın kullanması için tahsis edilir ve kalan
kıymetli eşyalarının kendilerine ulaşması için dua
etmekten başka bir çare kalmamıştır. Çocuklarının bu
durumuna şahit olan devrik sultan ise bir baba
olarak mahcubiyet duymakta ve her vesile ile
ailesini teselli etmeye çalışmaktadır.
O günlerden kalan ilginç
bir ayrıntı ise başta Abdülhamit Han olmak üzere,
hünkarın ailesi ile yakından ilgilenen ve hizmetleri
temine memur edilmiş genç zabit, sonradan Cumhuriyet
devri önemli siyasilerinden Fethi Okyar’dır. Hünkarı
karşılamak üzere derhal buraya gelen Fethi Bey, Ayşe
Osmanoğlu’nun anlattığına göre, sultan ve ailesine
gayet edeple ve saygı ile muamele eder. Saraydaki
eşyaların buraya taşınması için büyük çaba gösterir.
Öyle ki, Fethi Bey, saraydan eşyalarla geldiğinde
İnekçi Mehmet Ağa ile iki ineği, bir de tatlıcıbaşı
Raşid Ağa’yı da beraberinde getirir. Artık aile bir
nebze rahata kavuşsa da tecrit devam etmektedir.
Köşkün etrafında nöbet tutan askerler ne sultana ne
de ailesinden bir ferde bahçeye çıkıp hava alması
için müsaade vermez. Fethi Bey’in İstanbul’a
avdetinden sonra bu işe Arnavut Rasim Ağa tayin
edilir. Rasim Ağa, soluk yüzü ve sert mizacıyla
sultana memleketteki ahvalden haber almasını
sağlayacak gazeteyi dahi temin etmez.
Abdülhamit’e
tabancalı suikast
Yine Ayşe Osmanoğlu
anlatıyor: “Saat tahminen on buçuktu. Babam yemekten
evvel hava almak için balkona çıkmış dolaşıyordu.
Ben de kendi odamda mandolin çalıyordum ki, üst
balkondan bir patlama sesi işitildi. ‘Eyvah!
Korktuğumuza uğradık!’ diye feryatla üst balkona
koştuğumda gözüme ilk ilişen babam oldu. Balkonun
kenarında durmuş az önceki hadiseyi annemle, Saliha
Naciye Hanım’a anlatıyordu. Babam Sultan Abdülahmit,
‘(Kürt) Salim bize kurşun attı. Şu karşıdaki
taflanların arasında saklanmış. Gözümle gördüm. Ben
çık diye bağırınca her nedense ikinci kurşunu
atmadan ayağa kalktı.’ diyerek bize izah etti.”
Hatıratında ayrılan bu
kısımdan daha sonra anlayacağız ki, sultanın canına
kast eden Salim, İsmet Paşa’nın vasıtasıyla Kuleli
Askeri Mektebi’nde sultanın verdiği maişetle
geçinmiş bir yüzbaşıdır. Niçin yaptın diye
sorulduğunda “Cümlemizi kurtarmak için.” demesi,
bazı mihrakların sürgünde olan bir padişahtan dahi
ne derece ürktüklerini ortaya koyuyor. Sultan II.
Abdülhamit Han, 1912 yılında Beylerbeyi Sarayı’na
gönderileceği güne kadar ailesiyle bu köşkte yaşadı.
Zaman, Haber: Erkam
Emre, 08.11.2013
|
'HERKÜL' YOK OLUYOR
Bursa’nın İznik
İlçesi'nde doğal bir kaya üzerine işlenen Herkül
(Herakles) kabartması yok olma tehlikesiyle karşı
karşıya.
Deliklitaş mevkiinde
doğal bir kaya üzerine normal insan boyunda işlenen
Herakles kabartmasının bulunduğu alana atık zeytin
çorağı dökülüyor. Herkül kabartmasının olduğu bu
alan 1990′da Anıtlar Kurulu’nca sit alanı olarak
tescil edilmişti. Bugün yerli ve yabancı turistlerin
ziyaret ettiği doğal sit alanı, dökülen zeytin
çorakları ve ilgisizlikten dolayı yok olmak üzere.
12 yıl İznik’te müze
müdürlüğü yapan ve daha sonra emekli olan Taylan
Sevil, “Herakles’in kabartmasının bulunduğu kayalık
antik çağda taş ocağı olarak kullanılmış. İznik’i
çevreleyen surlardaki taşlar da buradan elde
edilmiştir. 1990 yılına kadar da taş ocağıydı.
Herakles’in kabartması ortaya çıkınca o yıldan
itibaren koruma alanı ilan edildi” dedi.
Sevil, “Mitolojiye göre
MS 3. yüzyılda Yunanistan’ın Kuzey Teselli
bölgesinde yaşadığına inanılan Herakles’in (Herkül)
heykel ve kabartmaların kötülükleri defettiğine
inanılıyor. İznik’te bulunan doğal kayadaki Herkül
kabartmasının o dönemde çalışan kaya işçilerini
koruma niyetiyle yapıldığı sanılıyor. Açık hava
tapınağı olması da muhtemeldir. Kabartmada
resmedilen Herakles’in sağ elinde gücünü temsil
ettiği asası, sol elinde ise öldürdüğü yedi başlı
yılan bulunmaktadır. Korunması gereken eserlerden
biridir” diye konuştu.
Zaman, 07.11.2013
|
ÖZEL UŞAK
KENT TARİHİ MÜZESİ
AÇILDI
Uşak İl Merkezi, Durak
Mahallesi, Fabrikalar Caddesi’nde bulunan ve
Türkiye’de özel sektör tarafından temeli atılan ilk
şeker fabrikası olan Nuri Şeker Fabrikası Uşak
Belediyesi tarafından müzeye dönüştürülerek ve Uşak
Kent Tarihi Müzesi adıyla ziyarete açıldı.
Ülkemizin endüstri
mirası yapılarından birinde hayata geçirilen müzede,
kaybolan ya da kaybolmaya yüz tutan ve geçmişten
günümüze kent kimliğini oluşturan değerlerin
ziyaretçilere gösterilmesi ve gelecek kuşaklara
aktarılması amaçlandı.
Müzede; eski bir sınıfın
canlandırılması, günlük yaşam ve düğün geleneklerini
yansıtan slikon heykeller yer alıyor, ayrıca Osmanlı
arşiv belgelerine dayalı olarak Uşak halıcılığı
tanıtılmakta ve etnografik malzemeler ile eski
fotoğraflar sergileniyor.
Turizm Habercisi,
07.11.2013
|

|
HERKÜL VATANINA DÖNÜYOR

Perge antik kentinden
İsviçre’ye kaçırılan ve üzerinde Herkül’e ait 12
figürün bulunduğu 20 tonluk lahit için verilen
mücadelenin artık sonuna gelindi.
Perge antik kentinden İsviçre’ye kaçırılan ve
üzerinde Herkül’e ait 12 figürün bulunduğu, 20
tonluk lahdin Türkiye’ye dönmesi için hukuk
mücadelesi veriliyor. Mücadelenin yılbaşı gibi
sonuçlandırılarak lahdin Antalya’ya dönmesi
bekleniyor.
İsviçre’nin Cenevre Gümrüğü’nde bir gencin ihbarıyla
savcılık ve polis tarafından yapılan incelemede,
Perge’den 2001’de kaçırıldığı sanılan 20 tonluk bir
lahit ele geçirildi. Üzerinde Herkül’e (Herakles)
ait 12 figürün bulunduğu lahdin Cenevre’deki Phoenix
Antik Sanat Galerisi malları arasında gösterilmesine
karşın, kaçırılmış olabileceği şüphesi üzerine
Türkiye ile temasa geçildi. İsviçre’nin bir savcı
görevlendirdiği olaya ilişkin Türkiye de İsviçre’de
bir avukat tuttu.
İsviçreli savcı Antalya’da
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve
Müzeler Genel Müdürlüğü ile irtibata geçilmesinin
ardından, yaklaşık 1 ay önce İsviçreli savcı ve
Türkiye’nin avukatı, Antalya’ya geldi ve Perge Antik
Kenti’nde lahitlerin çıkarıldığı yerde inceleme
yapıldı. Perge kazılarını yürüten Prof.Dr. İnci
Deleman ve Prof.Dr. Haluk Abbasoğlu’nun da
ifadelerine başvurulan inceleme sırasında ekibe,
Antalya’dan görevli savcı Osman Şanal eşlik etti.
Perge’deki incelemelerin ardından İsviçreli savcı,
Savcı Şanal’ın gözetiminde sorumlu olduğu düşünülen
ve başka bir kaçakçılık olayından dolayı Elmalı
Cezaevi’nde yatan A.Ç. ile görüştü ve bu kişinin
kaçakçılığı doğruladığı belirtildi. İsviçreli savcı,
ayrıca daha önce kaçırılan ve Antalya Müzesi’ne geri
dönen ’Yorgun Herakles’, Brooklyn ve diğer lahitler
hakkında da yetkililerden bilgi aldı. Kısa süre
sonra da Antalya Cumhuriyet Savcısı Osman Şanal
lahit konusunda Cenevre’de incelemelerde bulundu.
Biz kazanıyoruz
Türk yetkililere göre, Phoenix Antik Sanat
Galerisi’ne karşı yürütülen hukuki mücadelenin,
yılbaşına kadar veya yılbaşının hemen ardından
sonuçlandırılarak, lahdin Antalya’ya geri
getirilmesi düşünülüyor. Antalya’nın Aksu İlçesi
sınırlarında bulunan, Pamfilya döneminin başkenti
Perge’den 2001 yılında kaçırıldığı belirlenen lahdin
üzerinde, Herkül’e (Herakles) ait 12 görevin
betimlendiği 12 ayrı figür yer alıyor.
Vatan, 07.11.2013
|
YASSIADA'NIN ADI
DEMOKRATİK VE ÖZGÜRLÜK ADASI OLARAK DEĞİŞTİRİLDİ

Yassıada'nın ismi,
İstanbul İl Genel Meclisi kararıyla "Demokrasi ve
Özgürlük Adası" olarak değiştirildi.
İl Genel Meclisi'nden yapılan yazılı açıklamada;
Adalar İlçesi'ne bağlı olan ve darbeyle anılan
Yassıada'nın isminin
"Demokrasi ve Özgürlük Adası" olarak
değiştirilmesi yönündeki teklifin oy birliğiyle
kabul edildiği, böylece
Türkiye 'de darbe
izlerinden birinin daha silindiği bildirildi.
Açıklamada, teklifin Meclis'te görüşülmesi sırasında
söz alan İl Genel Meclisi
AK Parti Grup
Sözcüsü Remzi Aydın'ın, Yassıada'nın, 1960
darbesinden sonra demokrasi şehitlerinin
yargılandığı bir ada olarak ülke tarihine geçtiğini
belirterek, "İktidarı ve muhalefetiyle, demokrasi
tarihimizde kara bir süreci teşkil eden adadaki
yargılamalar ve akabindeki idamlar, milletin
hafızasında daha olumlu noktaya çekilmesi için, İl
İdare Kurulunun kararı bizce uygundur. Yerinde bir
karardır. Biz
uygun görüş
veriyoruz" ifadelerini kullandığı belirtildi.
Oylamaya muhalefet sözcülerinin de uygun görüş
verdiği belirtilen açıklamada, alınan kararla, adada
demokrasi müzesi yapılması konusundaki Kültür ve
Turizm Bakanlığı'nın çalışmalarının taçlandırılmış
olduğu belirtildi.
Açıklamada, İstanbul Valiliği İl İdare Kurulunun 2
Ekim'de aldığı Yassıada'nın isminin değiştirilmesi
ile ilgili kararın İstanbul Valisi Hüseyin Avni
Mutlu tarafından 5 Kasım'da İl Genel Meclisi'ne,
idari teklif olarak gönderildiği, teklifin bugünkü
oturumda gündem dışı olarak Meclis'e sunulduğu ve oy
birliğiyle kabul edildiği bildirildi.
Radikal, 07.11.2013
|
"TARLABAŞI'NIN SIRA
EVLERİ ARTIK YOK"
Yunus Aran Konferansları
49. Buluşması’nın konuğu Prof.Dr. Afife Batur,
önceki gün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu’nda “Mimaride
Süreklilik: Mağara Ev'den Sıra Eve” temalı bir
konuşma yaptı.
İstanbul Teknik
Üniversitesi’nde Cumhuriyet Dönemi Türkiye Mimarisi
ve Geç Dönem Osmanlı Mimarisi alanlarında ders
vermeyi halen sürdüren, mimarlık alanında pek çok
kitap ve makalesi bulunan Batur, halen devam etmekte
olan İstanbul’daki sıra evleri araştırmalarını
mimarlar ve mimarlık öğrencileriyle paylaştı.
Mimaride süreklilik bağlamında Avrupa’daki
örnekleriyle karşılaştırarak İstanbul’da farklı bir
kompozisyon sergileyen sıra evleri sosoyolojik arka
planı da hatırlatarak tanıttı. Batur, sosyolojik
arka plan konusunda Prof.Dr.Mübeccel Kıray ile
başlayan bilgi alışverişini halen Prof.Dr.İlhan
Tekeli ile sürdürdüklerini de belirtti.
Batur, bugün izin verilen yapılaşmanın tersine şu
ana kadar tespit edilebilen 470 civarında sıra evin
kentsel coğrafyanın konumuyla, kentin varolan
tipolojisiyle uyum içinde yapıldıklarını bu nedenle
özgün olduklarını anlatarak; “Bu kagir evler
gördüğümüz kadarıyla betonarme evlerden çok daha iyi
durumdalar. Balat’ta, Kumkapı’da, Yeldeğirmeni’nde,
Harbiye’de ayaktalar. Ne yazık ki, kentsel dönüşüm
Tarlabaşı’na çok zarar gördü, sıra evler yok oldu.”
diyerek çıkardıkları haritalar ve dönem dönem
çektikleri fotoğraflar üzerinde bilgi verdi.
Cumhuriyet, 07.11.2013
|
HIŞVA HANI MÜZE OLUYOR

Gaziantep’in tarihini,
turizmini ve kültürünü yaptığı faaliyetlerle Türkiye
ve dünya gündemine taşıyan Gaziantep Büyükşehir
Belediyesi, “Müzeler Kenti” olarak yorumladığı kente
bir müze daha kazandırmak için düğmeye bastı.
Bu çerçevede çalışmalarını sürdüren Gaziantep
Büyükşehir Belediyesi, kenttin en eski hanlarından
biri olan Hışva (Lala Mustafa Paşa) Han’ın
restorasyon çalışmalarında son geldi.
Restorasyon çalışmalarının Büyükşehir Belediyesi
İmar ve Şehircilik Daire Başkanlığı bünyesindeki
Koruma Uygulama Denetim Bürosu (KUDEB) Şube
Müdürlüğü tarafından yürütülmekte olduğunu belirten
Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Asım Güzelbey,
belediye tarafından kamulaştırma çalışmaları
gerçekleştirilen hanın proje çalışmalarının
başladığını, handa hafriyat kazısı yapıldıktan sonra
rölöve, restitüsyon ve restorasyon projelerinin
hazırlandığını söyledi.
Başkan Güzelbey, “Müze olarak teşhiri yapılacak olan
Hışva Han’ın projesi Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Kurulu tarafından onaylandı. Haziran 2012’de
ihalesi yapılan Hışva Han’ın, Temmuz ayında da yer
teslimi yapılarak fiilen işe başlanıldı” dedi.
Güzelbey, “450 gün sürecek olan restorasyon
çalışmalarının ardından müzenin teşhir ve tanzimi
yaparak Gaziantep’e yeni bir müze daha
kazandıracağız. Böylece Hışva Han Gaziantep’te 14’cü
müzemiz olacak. Hanın, müzeye dönüştürülmesi
aşamasında yapıların özgün plan şemasının ve cephe
düzeninin korunması, mekanın niteliğini oluşturan
özgün mimari elemanların yerinde korunması
sağlanmıştır. Hışva Han’ın restorasyonunu 2013
sonunda tamamlamayı planlıyoruz” diye konuştu.
Projenin teknik çalışmaları hakkında bilgi veren
İmar ve Şehircilik Dairesi Başkanlığı yetkilileri,
Hışva (Pamuk Kozası) Han olarak da bilinen Lala
Mustafa Paşa Hanı, Gaziantep Kalesi’nin eteklerinde
Handan Bey Çarşısı’nda inşa edilmiştir. Lala Mustafa
Paşa (Hışva) Hanı külliyenin merkez yapısıdır.
Külliyeyi oluşturan yapılardan hamam ve susamhane
hanın batı duvarına bitişik olarak yapılmıştır.
Külliyeyi oluşturan yapılardan günümüzde izleri
olmayan Bedesten ve Mir-i Miran Mescidi’nin hanın
doğu yönünde yer aldığı ve Kurtuluş Savaşı
yıllarında yıkıldığını belirttiler.
GAZİANTEP’İN EN ESKİ HANI
Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde de Antep’in en
meşhur hanı tanımıyla “Mustafa Paşa Hanı” olarak
geçen hanın, ne zaman yapıldığını gösteren bir
kitabe olmadığını vurgulayan yetkililer, “Lala
Mustafa Paşa'nın Halep ve Şam Beylerbeyliği
görevinde bulunduğu yıllarda yapılmış olmalıdır. Tek
katlı hanlar gurubuna giren yapı Gaziantep’in en
eski hanıdır. Gaziantep’teki hanların büyük bölümü
geçmişte olduğu gibi bugün de ticaretin yoğun olduğu
kale çevresinde bulunmaktadır. Hışva Han
Gaziantep’in en eski ticari yapılarından biri olarak
da ayrı bir özelliğe sahip.” diye konuştu.
Dönem ihtiyacından dolayı yapılmış olan niteliksiz
ekler kaldırılarak, yapı öncelikle özgün planına
kavuşturulacağını vurgulayan yetkililer, “Onarım
aşamasında yapının özgün bölümleri olan taç kapı,
ahır bölümü ve üst örtüsü, yapının beden duvarları
korunacak. Hücrelerin üst örtüleri projede
gösterilen örtü teknikleri doğrultusunda geleneksel
yapım yöntemiyle yapılacak” ifadesini kullandılar.
Gaziantep Haberler,
07.11.2013
|

|
NAPOLYON'UN VASİYETİ SATILIYOR
Fransa imparatoru Napolyon Bonapart’ın vasiyetini yazdığı mektubun tek kopyası Paris’te müzayedede satılacak.
Bonapart’ın ölümünden 19 gün önce, 16 Nisan 1821’de yazdığı vasiyetin orijinali Fransa’nın ulusal arşivinde bulunuyor. Kopyası ise imparatorun hukuk müşaviri tarafından yazılmış ve Drouot müzayede evinde yaklaşık 120 bin euroya satılması planlanıyor. Bonapart mektubunda, öleceğini bildiğini belirtiyor ve sevdiği Fransız insanlarının ortasında akan Seine Nehri’ne küllerinin savrulmasını vasiyet ediyor.
Akşam, 07.10.2013
|
ANADOLU LEOPARININ 9 BİN
YILLIK GİZEMİ

Anadolu'da yaşayan
leoparlarla ilgili
en eski kanıtlar, Konya'da, 9 bin yıl öncesine ait
yerleşim yeri
Çatalhöyük'teki
evlerin duvarlarını süsleyen leopar motifleri...
Kazı başkanı İngiliz profesör Ian Hodder da gizemini
koruyan Anadolu leoparının tasvirlerinden
etkilenerek Çatalhöyük ile ilgili ilk kitabına,
"Leoparın Öyküsü" ismini vermişti.
Biyolojik çeşitlilik açısından son derece önemli bir
tür kabul edilen,Latince adı "Panthera pardus" olan
leoparın, 3 Kasım Pazar günü Diyarbakır'ın Çınar
İlçesi'ne bağlı Solmaz Köyü yakınlarında bir çoban
tarafından öldürülmesi, büyük yankı uyandırdı.
Öldürülen leoparın, bu topraklarda neslinin
tükendiği sanılan "Anadolu Leoparı" olabileceği
iddiaları ise özellikle bilim çevrelerini
heyecanlandırdı.
Dün de leopardan alınan doku örnekleri, türünün
belirlenmesi için TÜBİTAK'a gönderilmiş; derisi de
ilaçlanıp tuzlanarak, doldurulmak üzere İstanbul'a
götürülmüştü. Leoparın türünün ne olduğuna dair
açıklama ise merakla bekleniyor. Anadolu
leoparlarıyla ilgili sırlar, Konya'daki Neolitik
dönem yerleşimi Çatalhöyük'teki araştırmacılar
tarafından da 10 yıllardır çözülmeye çalışılıyor.
Günümüzden 9 bin yıl önceki dönemde 8 bin kişinin
bir arada yaşadığı Çatalhöyük'teki kazılar, Stanford
Üniversitesinden İngiliz arkeolog Prof.Dr. Ian
Hodder başkanlığında 21'inci yılını doldurdu.
Hodder, antik kentteki evlerin duvarlarına, çoğu,
avcıların üzerine giydikleri leopar desenli
kıyafetler şeklinde resmedilen tasvirlerden
etkilenerek, 2006'da yazdığı Çatalhöyük ile ilgili
ilk kitabına "Leoparın Öyküsü" ismini vermişti.
Çok leopar
resmi var, hiç kemik yok
Prof.Dr. Hodder, bu özel duvar resimlerinin,
leoparı avlayan kişilerin, bu hayvandan daha güçlü
olduğunu göstermek istediklerini düşünüyor.
"Leoparın Öyküsü" kitabında Hodder, 9 bin yıllık
duvarlarda bu kadar çok leopar figürü olmasına
karşın kazılarda neredeyse hiç leopar kemiğine
rastlanmamasını anlamlandırmakta zorlandıklarını
vurguluyor.
Hodder, kitabında bu
çelişkiye şöyle dikkati çekiyor:
"Leoparların geçmiş ve yakın tarihte Türkiye'de
görüldüğünü biliyoruz. En akla yakın senaryo;
yerleşim yeri sakinlerinin büyük av hayvanlarının
ölülerini ele geçirmek için leoparlarla ve
akbabalarla rekabet etmeleri söz konusudur. Fakat
büyük kedilere özel bir simgesel anlam
yüklendiğinden, onların kemikleriyle etlerini yaşam
alanına getirmek tabu olarak görülmüş olabilir. Ören
yerinde bulanan kemiklerle duvar resimlerinde yer
alan tasvirler arasında daha pekçok farklılık söz
konusu… Fakat leoparla ya da yabanil büyük kedilerle
ilgili en belirgin çelişki, resimlerle kemiklerin
ilişkisi. Bu da bize hayvanlara özel bir anlam
yüklendiğini düşündürüyor. Çatalhöyük'te leoparlarla
ilgili ne tür inanışların ve mitlerin
geliştirildiğini hiçbir zaman tam olarak
öğrenemeyecek olsak da; orada yaşamış insanların
sahip oldukları değer yargılarına, tabularına
ya da yasaklarına yakın bir takım anlamlar
çıkarabiliriz."
- Çatalhöyük
Neolitik dönemde 8 bin kişinin bir arada
yaşadığı Çatalhöyük'ün,dünyada insanoğlunun ilk
yerleşim yerlerinden biri olduğu kabul ediliyor.
1960'lı yıllarda İngiliz arkeolog James Mellaart ve
ekibi tarafından keşfedilen Çatalhöyük'te, 1993
yılında Stanford Üniversitesinden İngiliz arkeolog
Prof.Dr. Ian Hodder başkanlığında kazılara yeniden
başlandı.
Çatalhöyük'te 9 bin yıl önce; üstten girilen,
birbirlerine bitişik kerpiç evlerde yaşayan
insanların sosyal yapısı, beslenme ve giyim
şekilleri gibi çeşitli konular araştırılıyor.
Prof.Dr. Hodder başkanlığında 21. yılına giren kazı
çalışmalarının 4 yıl daha devam etmesi öngörülüyor.
Çatalhöyük geçen yıl ise UNESCO'nun Dünya Kültür
Mirası Listesi'ne alınmıştı.
Sabah, 06.11.2013
|
BÜYÜK GÖZTEPE TÜMÜLÜSÜ'NDEKİ KAZI ÇALIŞMALARI
Safranbolu İlçesi'nde bulunan, MÖ 4. yüzyıla ait olduğu tahmin edilen Büyük Göztepe Tümülüsü'nde 2 yıl önce ara verilen kurtarma kazılarına yeniden başlandı.
Yaklaşık 25 metre yüksekliğindeki tümülüste Kültür ve Turizm Bakanlığından alınan izinle Karabük Valiliği, Karabük Üniversitesi (KBÜ), Safranbolu Kaymakamlığı, Safranbolu Belediyesi ve Karadeniz Ereğli Müze Müdürlüğünce, KBÜ Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Şahin Yıldırım başkanlığında kazı yapılıyor.
Safranbolu Belediye Başkanı Necdet Aksoy, AA muhabirine yaptığı açıklamada, kazıların sonunda ortaya çıkacak eserlerin ilçenin tarihine ışık tutacağını söyledi.
Diğer bir amaçlarının ise turizm çeşitliliği olduğunu aktaran Aksoy, "Ara verilen kazılar yeniden başlatıldı. Antik Çağ ile ilgili en önemli verileri taşıyan bir tümülüs burası. Safranbolu'nun 16. yüzyıl öncesine ait verileri yok elimizde. Burası elimizde o döneme ait en önemli unsur olacak. Burada MÖ 4. yüzyıla ait mezar olduğunu belirledik. Bu mezar çok önemli verileri bize sunacak" diye konuştu.
haberler.com, 06.11.2013
|
 |

Müzayedede Kandinsky'nin 'Schwarz und Violett'
adındaki çalışması 12.5 milyon dolara satıldı.
|
MÜZAYEDE BEKLENEN İLGİYİ
GÖRMEDİ
Ünlü müzayede evi Christie's düzenlediği müzayedede
hayal kırıklığına uğradı. Picasso'nun tuvali,
Modigliani'nin, arkadaşı Baranowski'yi resmettiği
portre gibi parçaların da satışta olduğu müzayede
beklediği ilgiyi görmedi.
Ünlü müzayede evi
Christie’s, salı günü düzenlediği müzayedede hayal
kırıklığına uğradı. Empresyonist ve
modern
sanat örneklerinin
satışa çıktığı açık artırmada 188 – 244 milyon dolar
arası bir gelir beklenirken alıcılar toplamda 144
milyon dolar ödediler. Müzayedenin en pahalı parçası
İsviçreli sanatçı Alberto Giacometti’nin, kardeşi
Diego için yaptığı portre çalışması oldu. 30 – 50
milyon dolar arasında bir fiyata satılması beklenen
eser 32 milyon dolar karşılığında bilinmeyen bir
alıcı tarafından satın alındı. Picasso’nun tuvali,
Modigliani’nin, arkadaşı Baranowski’yi resmettiği
portre çalışması gibi parçaların da satışta olduğu
müzayede beklediği ilgiyi göremedi. Christie’s
yaptığı açıklamada özellikle Çin olmak üzere Asyalı
alıcıların müzayedeye yoğun ilgi gösterdiğini
belirtti.
Radikal, 06.11.2013
|
MARDİN KALESİ RESTORE EDİLECEK

Mardin Kalesi onarım ve
restorasyon ihalesi yapıldı. Mardin Valiliği İl Özel
İdaresi binasında yapılan ihaleye 7 firma teklif
sundu.
Kalenin restorasyon ihalesini kazanan firmanın
yapılacak evrak incelenmesi ardından iki gün
içerisinde açıklanacağı belirtildi. Yaklaşık 20
milyon liraya mal olacak restorasyon çalışması 2 yıl
sürecek ve kalede kaya ıslahı ve ışıklandırma
çalışması yapılacak.
60
yıllık hasret sona eriyor
Mardin Valisi Ahmet Cengiz, Mardin Kalesi'nin
turizme açılması için 60 yıllık hasretin sona
erdiğini belirterek, 7 bin yıllık tarihi Mardin
kalesinin onarımı için bu ay içinde ihaleye
çıktıklarını belirtti.
Tarihi Kartal Kalesi'nin turizme kazandırılması için
hazırlanan projeler Ocak ayında Diyarbakır Anıtlar
Yüksek Kurulu'nda onaylandığını belirten Vali
Cengiz, "Bu kapsamda rölöve restitüsyon restorasyon
ile kaya ıslahı destekleme ve güçlendirme projeleri
de onaylandı. Kelenin onarımı için en önemlisi olan
ihale kısmı da yapıldı. İnşallah kalenin restorasyon
işini tamamlayıp Mardinlilerin 60 yıllık kaleye
çıkma hayalini gerçekleştireceğiz. Çalışmalar
kapsamında kalenin kaya ıslahı, restorasyon ve
ışıklandırılması çalışması yapılacak. Tarihe
fethedilmeyen tek kale olarak adını yazdıran Mardin
Kalesi'nin restorasyon çalışmasının 2014 yılı
sonunda bitirilip turizme kazandırılması
hedefliyoruz. Çalışmaların hızlı bir şekilde
bitirilmesi ve kalenin bir an önce turizme açılması
için gerekli talimatlar verildi. Ayrıca kalede
bulunan tarihi caminin restorasyonu yapılması için
çalışmalar başlatıldı. Bunun için mimarlarımız
teknik ekibimiz kalede gerekli çalışmaları başlattı.
Artuklu Hükümdarlığı döneminden kalma yaklaşık 900
yıllık tarihi camiyi yeniden halkın ibadetine açmayı
hedefliyoruz. Mardinliler artık özlem duydukları
kaleye en kısa zamanda kavuşacak." dedi
218 yıl
sonra il kazma vurulacak
Mardin Valisi Ahmet Cengiz, kalenin 218 yıl aradan
sonra aslına uygun olarak yeniden restore edilmesi
için ilk kazmanın önümüzdeki günlerde vurulacağını
belirterek şunları söyledi: "5 Eylül 1792 tarihine
ait bir belgede dönemin padişahı Bağdat Amirine
talimat gönderiyor ve Mardin Kalesi'nin tamir
edilmesini rica ediyor. Osmanlı Padişahı 3. Selim
döneminde kısmen tamir edildi. Tam 218 senedir tamir
edilmeyen Mardin Kalesi Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan talimatları doğrultusunda yeniden tamir
edilerek Mardinlilerin ve dünya turizmine
kazandırıyoruz. Kaledeki kaya parçalarının kopma ve
düşme tehlikesi var. Restorasyon ve onarım özel
ihtisas gerektiren bir proje. Bu bakımdan kale
ihalesi, restorasyonda deneyim, tecrübe ve donanıma
sahip firmaları tercih ediyoruz."
40 yıl
önce sivil vatandaşların çıkışına kapatılmıştı
Subari, Sümer, Babil, Pers, Roma, Bizans, Emevi,
Abbasi, Selçuklular ve Osmanlıların
hükümdarlıklarına ev sahipliği yapan Mardin Kalesi
tarih boyunca hiçbir Ordu tarafından fethedilmedi.
Birçok kez kuşatılan kale, Timur'u bile çileden
çıkaran direnişle tarihe mal oldu. Anvak soğuk savaş
döneminde NATO'ya devredilen Mardin Kalesi 40 yıl
önce tamamen sivil vatandaşların çıkışlarına
kapatılmıştı.
TOKİ Haber, 06.11.2013
|
CHAGALL VE MATISSE'IN
BİLİNMEYEN TABLOLARI
Almanya’nın Münih kentindeki bir apartmanda vergi müfettişleri tarafından 2012 Şubat’ında bulunan 1400’ü aşkın yapıtın arasında Fransız ressam Marc Chagall’in bilinmeyen bir tablosunun olduğu da açıklandı.
Yapıtların arasında ayrıca Fransız Henri Matisse’in de, 1920’lerde yaptığı sanılan ve kayıtlara geçmeyen bir yapıtı bulunuyor.
Uzmanlar, bu iki yapıt üzerindeki incelemelerini sürdürüyor. Toplam değerinin 1 milyar doların (2 milyar TL) üstünde olduğu tahmin edilen yapıtlar arasında en eski olanı 16’ncı yüzyıla ait.
Habertürk, 06.11.2013
|

|
'CONTEMPORARY' 22 ÜLKEDEN 3 BİN SANATÇIYLA
KAPILARINI AÇIYOR

8. Contemporary Istanbul’un basın toplantısı dün
yapıldı. 22 ülkeden 95 galerinin katıldığı
çağdaş sanat fuarında 748 sanatçıdan, yaklaşık 3
bin eser
sergilenecek.
Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda
yarın ziyarete açılacak
fuardaki eserlerin toplam değeri 180 milyon
TL’yi buluyor
Uluslararası
çağdaş sanat fuarı Contemporary Istanbul,
sanatçıları, sanatseverleri ve koleksiyonerleri,
yerli yabancı 748 sanatçı, 3000 eser, 22 ülkeden 95
tanınmış çağdaş sanat galerisiyle sekizinci kez
buluşturmaya hazırlanıyor. 7-10 Kasım tarihleri
arasında
Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda
düzenlenecek olan
fuarda
sergilenecek eserlerin toplam değeri 180 milyon
TL’yi buluyor.
Fuarın 70 binden fazla ziyaretçiyi ağırlaması
bekleniyor. Ana sponsorluğunu Akbank Private
Banking, ortak sponsorluğunu
Zorlu Center ve
Yıldız Holding, özel proje sponsorluğunu ise
uluslararası petrol ve doğalgaz şirketi OMV’nin
üstlendiği
8. Contemporary Istanbul’da
sergilenen eserlerin yarısı Balkanlar, Kuzey
Afrika, Doğu Akdeniz bölgelerinden; yarısı da Avrupa
ve Amerika kıtasından seçki halinde sanatseverlere
sunulacak.
DÜNYACA ÜNLÜ GALERİLER
Ön izleme ve açılış kokteyliyle kapılarını bugün
açacak olan 8’inci Contemporary Istanbul hakkında
bilgi veren Yönetim Kurulu Başkanı Ali Güreli, fuar
sayesinde Türkiye’deki galerilerin uluslararası
fuarlara katılmak için çaba gösterdiğini, Türk
koleksiyonerlerin dünya fuarlarını ve galerilerini
dolaşmaya başladığını, dünyanın önde gelen
galerilerinin de Türk koleksiyonerlere yakınlaşmak
için İstanbul’a geldiğini söyledi. 500 bin nüfuslu
Abu Dabi’de Guggenheim, Louvre gibi milyar dolarlık
bütçeli iki ayrı müzenin önümüzdeki yıllarda, Çin’de
ise bir yıl içinde 400 yeni müzenin açılacağının
altını çizen Güreli, “Türkiye ve İstanbul’a
baktığımızda sadece 4 yeni müze girişiminden söz
edebiliyoruz. Türkiye 5 ay sonra yerel
yöneticilerini seçecek. Bu yöneticilerin arasında
İstanbul’u kültür-sanat anlamında ileriye taşıyacak,
İstanbul’u New York, Pekin, Londra ve Paris’ten
sonra dünyanın ilk beşi içine sokacak kim var, merak
ediyorum” diye konuştu. Bu yıl Contemporary
Istanbul’daki galeriler arasında New York’tan
Marlborough, Paris’ten Galerie Lelong, Londra’dan
Andipa Gallery, Cenova’dan Opera Gallery gibi
dünyaca tanınmış galeriler yer alıyor. Fuar,
yurtdışından birçok koleksiyoner grubunu da
ağırlayacak. Fuarın “Yeni Ufuklar” bölümü bu yıl
Rusya’ya ayrılmış durumda. Fuara Rusya’dan 10’a
yakın galeriyle sanatçılar, küratörler, sanat
eleştirmenleri ve koleksiyonerler katılacak.
FUARDA YENİLİK: PLUG-IN Fuarda bu
yıl ilk kez dijital sanatın örneklerinin sunulduğu
ve Plug-in adı verilen 1000 metrekarelik bir alanda
video, ses ve ışık enstalasyonları, etkileşimli
sanat işleri, iç mekan projeleri ve robotik
tasarımlar sergilenecek.
Habertürk, Haber: Serkan Akkoç, 06.11.2013
|
DENİZDEKİ KAYADA DEFİNE ARIYOR
Giresun'un Bulancak İlçesi'nde denizde yer alan yaklaşık 100 metrekarelik kayanın bir bölümünde define bulunduğunu öne süren kişi, aldığı izin sonrası iş makinesi yardımıyla arama çalışması yapıyor.
Hüseyin Pural, Sanayi Mahallesi'ndeki Sarayburnu Camisi karşısında deniz üzerinde bulunan ve halk arasında "yassıtaş" adıyla bilinen yaklaşık 100 metrekarelik kaya parçasında iş makinesi yardımıyla define arıyor.
Pural, gazetecilere yaptığı açıklamada, definenin yer aldığını düşündüğü bölgeyi 50 yıldır aradığını söyledi.
Defineyle ilgili bir Yunan vatandaşının kendisine bilgi verdiğini ifade eden Pural, "Yunan vatandaşının verdiği bilgiler doğrultusunda yaptığım araştırmalarla, definenin bulunduğu alanı bu kaya parçası olarak tahmin ettim. İçerisindekinin ne olduğunu bilmiyoruz, illa ki bir şeyler var ama içeriden bir türlü çıkaramıyoruz. Aramayı sürdürüyoruz" dedi.
Pural'ın, gerçekleştirdiği çalışma için Giresun Müze Müdürlüğünden 1 aylık izin aldığı öğrenildi.
Öte yandan iş makinesinin, suyun sığ olduğu bölümden geçirilerek kaya üzerine çıkarıldığı bildirildi.
sondakikahaber.com, 05.11.2013
|
2 BİN YILLIK MOZAİK DEPODAN ÇIKTI
Samsun Arkeoloji ve Etnografya Müzesince 1996’da
bulunan ve yer olmadığı için depoda saklanan 2 bin
yıllık mozaiğin restorasyonuna başlandı.
Müzede sergilenecek yer olmadığı için 17 yıldır
saklanan mozaikler, depodan çıkarılarak Kültür ve
Turizm Bakanlığı’nın desteğiyle restore edilmeye
başlandı.
Akşam, 06.11.2013
|
|
400 YILLIK AĞA CAMİİ KURTULDU!

Beyoğlu’nun simge eserlerinden Hüseyin Ağa
Camii,
Demirören Holding’in sponsorluğuyla yapılan
tadilat ve
restorasyon çalışmalarıyla depreme hazır
hale getirildi. Tonozları çelik halatlarla
güçlendirilen caminin bütün ahşap döşemeleri,
kalem işleri ve
çatı makas sistemi yenilendi. Caminin
orjinal mimarisinde yer almayan tuvaletler yer
altına indirilerek, avlu tamamen mermerle kaplandı.
1999 yılındaki
Marmara depreminde hasar
gören caminin restorasyonu için
Vakıflar Genel Müdürlüğü ile Demirören Holding
arasında 2010’da protokol yapıldı. Çalışmalarına
başlamadan önce caminin röleve projesi hazırlanarak
restitüsyon yapıldı. Camiye ait
eski
resimler, çizimler, fotoğraflar daha önceki
restorasyon çalışmalarına ait bilgiler ve arşivlerde
yer alan bütün kayıtlar incelenerek restorasyon
projesi hazırlandı.
Proje, 2011 yılında Anıtlar Yüksek Kurulu
tarafından onaylandı ve çalışmalar 20
Nisan 2012’de başladı. Restorasyonun
Kasım 2012’de bitmesi planlanıyordu. Ancak
Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün öngördüğü bütçe
yetersiz kalınca yeniden bir bütçe yapıldı ve
çalışmalar devam
etti. Vakıflar Genel Müdürlüğü ile yapılan
protokolde 1 milyon lira harcanması öngörülen proje
kapsamında Demirören Holding yaklaşık 2.5 milyon
lira harcayarak camiyi yeniledi ve depreme dayanıklı
hale getirdi.
Neler yapıldı?
Çalışmalar kapsamında ilk olarak cephedeki çimento
harçlı eklenti sıvaların ayrılması işlemi yapıldı.
Kolonlara çelik hatlar ve gergi demirleri bağlanarak
cami depreme karşı güçlendirildi. Kalem işleri
orjinaline uygun olarak yenilendi.
Kürsü, minber ve mihrab aslına uygun olarak
yenilendi. Minarenin şerefeden sonraki beton bölümü
sökülerek aslına uygun bir şekilde taş olarak
yeniden yapıldı. Kubbe ve tonozlara mukavemet
kazandırmak için özel olarak hazırlanan harç enjekte
edildi. Çatı makas sistemi değiştirilerek yeniden
yapıldı. Caminin çatı altına çelik hatıl dönülerek,
çatı karkas sistemi eskisinden çok daha güçlü olarak
yeniden yapıldı. Caminin orjinalinde yer alan ancak
daha sonra yıkılan avlu duvarı harpuştaları yeniden
yapıldı. Avluya mermer döşendi. Şadırvan temizlendi.
Kadınlar mahfilinin tavanında volta döşeme, raspa
sonucunda ortaya çıkarıldı. Camideki bütün ahşap
doğramalar aslına sadık kalınarak yenilendi. Caminin
orjinal halinde yer almayan tuvaletler tamamen
yıkıldı ve yer altına indirilerek inşasına başlandı.
Engelliler için özel tuvaletler planlandı. Üst bölüm
ise abdesthane olarak düzenlenecek.
Mimar
Sinan’ın şadırvanı
Galatasaray ağalarından Hüseyin Ağa tarafından
1596 yılında yaptırılan cami, II. Mahmud tarafından
1834 yılında ihya edildi. Çıkan
yangın nedeniyle uzun süre bakımsız kalan cami
yüz yıl sonra bu kez Vakıflar tarafından yeniden
onarıldı. Mihrabının
önünde Hüseyin Ağa’nın ve yine Galatasaray
ağalarından Davut Ağa’nın kabrinin bulunduğu caminin
avlusunda ise
sanat değeri yüksek olan Mimar Sinan’ın eseri
bir şadırvan bulunuyor. Bu şadırvan
Kasımpaşa
Okmeydanı’nda bulunan Sinan Paşa Camii’nden
buraya nakledilmiş.
Milliyet, 05.11.2013
|
10 TURİSTİK VE ÇİLELİ KUYRUK
Mümkün olduğunca
gitmeden online bilet uygulamasından faydalanmanızın
iyi olacağını anımsatıp, ikisi Türkiye ’den 10
popüler tatil bölgesindeki kuyruklarıyla ünlü 10
yeri hatırlatalım istedik. Ece Çelik'in haberi...
La Sagrada Familia/Barselona: Halk
arasında ‘bitmeyen kilise’ olarak nam salan La
Sagrada Familia turistler arasında da bitmeyen
kuyruk olarak biliniyor.
Antonio Gaudi tarafından 1882’de yapımına
başlanan kilise Barselona’nın gezilecek en ünlü
turistik yeri, tabii o sıra beklenir, içeri
girilebilirse...
 
Eyfel Kulesi/Paris: Avrupa’nın
en çok turist çeken şehirlerinden bahsedecek olursak
kuşkusuz ki ipi ilk göğüsleyen kent Fransa’nın
başkenti Paris olacaktır.
Paris’in simgesi Eyfel Kulesi’nin önünde sıranın
olmadığı bir saat bulmak olanaksıza yakındır. 57,
115 ve 276’ncı metrelerine çıkılabilen Eyfel
Kulesi’ne giriş ücreti 14.50 euro yani yaklaşık 45
TL.
 
Anne Frank Müzesi/Amsterdam:
Yahudi soykırımının simgelerinden Anne Frank’ın
Hollanda’da saklandığı evi ziyaret etmek önündeki
sıra yüzünden bir hayli zor. 13 yaşındaki Anne
Frank’ın soykırımın dünya tarafından bilinmesini
sağlayan günlüğünün sergilendiği müzeye giriş 10
euro (25 TL). Müze önünde oluşan sıra sebebiyle
online bilet uygulaması başlatmış durumda.

Galata Kulesi/ İstanbul: Gündüz
saatlerinde Galata’dan geçen herkes Galata
Kulesi’nin çevresinde ellerinde fotoğraf makineleri
ip gibi dizilmiş ince uzun Japon turist sırasını bir
kere görmüştür. “Dağılın!” diye bağırmayın, sakince
sıranızı bekleyin çünkü onlar turist!
‘Konukseverliğimize’ halel getirecek hareketlerden
kaçının! Kulenin tepesindeki İstanbul manzarasını
görmenin bedeli ise yerli turist için 6,5 yabancı
turist için 13 TL.

Vatikan/Roma: Roma’nın içinde
bulunan, Katoliklerin merkezi Vatikan, Roma’ya gelen
turistler için adeta bir arzu nesnesi.
İçinde pek çok yapı bulunduran Vatikan’ın
girişinde metrelerce uzayan sıra çileden çıkaran
cinsten... Online bilet uygulaması hayat
kurtarabilir.

Empire State/New York: 102
katlı, 381 metrelik gökdelen New York’un
simgelerinden. Yapımının bittiği 1931 yılından
1972’ye kadar dünyanın en yüksek binası unvanını
elinde bulunduran Empire State’ten açık bir havada
ABD’nin beş eyaletinin görülebildiği söylenir.
Ancak her güzelin bir kusuru vardır. O da
gökdelenin önündeki ince uzun kuyruklar.

Louvre Müzesi/Paris: Paris’in
en ünlü müzesi Louvre’un içinde sizi Mona Lisa
bekliyor olabilir. Ancak Mona Lisa’ya ulaşmak o
kadar kolay değil. Ama neticede Paris’tesiniz,
sırada beklerken şehrin havasına doyun!

Uffizi Galerisi/Floransa:
Dünyanın en eski ve en ünlü sanat müzelerinden
Uffizi Galerisi’ne girmek zor zanaat.
İtalyan Medici Ailesi’nin sanat koleksiyonunun
sergilendiği saray sıralarıyla da ünlü. Giriş için
yüksek sezonda beş saati aşkın beklemek zorunda
kalabilirsiniz.

London Eye/Londra: 135 metre
yüksekliğindeki bu dönmedolap, cinsinin Avrupa’da
bilinen en yüksek örneği. Birleşik Krallık’ın en
popüler turistik mekanı London Eye’ı yılda ortalama
üç milyon turist ziyaret ediyor.
2000’de açılan dönmedolap bu kadar popüler
olunca önündeki kuyruklar da kaçınılmaz oldu.

Ayasofya/İstanbul: Yine
ülkemizin güzide bir tarihi yeri, yine fotoğraf
makineli Japon turistler... Sultanahmet’te görecek
çok şey var neyse ki, Ayasofya’daki sıraya
aldırmayın.
Beklerken etrafı gözlemleyin, en olmadı önden
bir Sultanahmet Camii’ni, Yerebatan Sarnıcı’nı falan
gezin ve sonra sıraya tekrar göz atın... Gördüğünüze
değecek.

Radikal, 05.11.2013
|
İSTANBUL'UN KENT MÜZESİ PROJESİ

İstanbul’u yönetenlerin uzun yıllardır
hayali olan kent müzesi projesi
hayat buluyor. Büyükşehir Belediye Başkan
Kadir Topbaş’ın onayını bekleyen ve Topkapı’daki
Panorama 1453 Müzesi’nin yanında yapılması
planlanan İstanbul Kent Müzesi projesine Radikal
ulaştı. ‘Asrın Projesi’ olarak tanıtılan
Marmaray’dan Süleymaniye Camii’ne, Ayasofya’dan
Boğaziçi’ne, İstanbul’un kültürü, eğlencesi,
yaşamı, kurtuluş, işgal yılları ile İstanbul’da
yaşayan insanların geçmişte ve
bugün yarattıkları yaşam kültürünün tüm
renkleri bu müzede buluşacak. İstanbul’un
geçmişi ve bugünün 46 ayrı bölümde sergileneceği
müzenin yanında bir de planetaryum (gezegenevi)
planlandı.
Şehirlerin kimliğini ortaya koyan ve dünü ile
bugününü bağlayan kent müzeleri, kentin
kimliğini gelecek nesillere aktarması bakımından
günümüzde çok daha büyük bir anlam ifade ediyor.
Türkiye ’de birçok şehirde kent müzesi
yapılmasına karşın üç imparatorluğa başkentlik
yapmış İstanbul’da bir kent müzesi olmaması
tartışma konusuydu. Oysa İstanbul’u yönetenler
bir kent müzesi hayalini yaklaşık 20 yıl önce
kurmaya başlamıştı. Tarih Vakfı’nın çabalarıyla
başlayan kent müzesi için ilk düşünülen yer ise
Darphane-i Amire binalarıydı ama bu proje
gerçekleşmedi. 2005’te dönemin Kültür ve Turizm
Bakanı, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve
Tarih Vakfı Başkanı tarafından imzalanan
protokolle, İstanbul Kent Müzesi’nin birlikte
yapılması kararı alındı. Hatta 2006’da müze için
Sirkeci Garı önerildi ve 2010 İstanbul Kültür
Başkenti projesine yetişmesi planlandı ama o
plan da hayata geçirilemedi.
Çalıştay düzenlendi
Yıllardır bir hayal olan kent müzesini hayata
geçirmeye karar veren İstanbul Büyükşehir
Belediyesi ilk adımı geçen yıl attı. Kasım
ayında İstanbul Kent Müzesi Çalıştayı düzenledi.
Bu çalıştaya, Kültür ve Turizm Bakanlığı,
İstanbul Büyükşehir Belediyesi yetkilileri,
akademisyenler, müzebilimciler, mimarlar, şehir
plancıları, sanatçılar, koleksiyonerler,
endüstri ürünleri tasarımcıları, Kültür A.Ş.,
TUREB ve TURSAB yetkililerinden oluşan 100 kişi
katıldı. Çalıştayda uzmanlar müzenin suyla
teması olması gerektiğini söyleyerek müze için
Haliç, Boğaz ve Marmara kıyıları, Haydarpaşa
Garı, Sirkeci Garı, Haliç kıyısındaki tersaneler
ve Miniatürk’ün olduğu alanı önerdiler. Bu
öneriler çalıştayın sonuç raporunda da yer aldı.
Çalıştay süreci müze çalışmalarını hızlandırdı.
Ekip oluşturuldu
Çalıştay raporlarından da istifade eden
belediye, müze projesini yılda 800 ile 850 bin
arası ziyaretçi çekebilen 1453 Panorama
Müzesi’nin yanında yapma kararı aldı. İstanbul
Büyükşehir Belediyesi Etüt Projeler Daire
Başkanlığı kontrolünde uzmanlara proje
hazırlatıldı.
Hazırlanan projeye göre Panorama 1453 Müzesi’nin
hemen yanına konumlandırılan müze 46 ayrı
salondan oluşuyor. Kent müzesinde İstanbul’un
tarihi, coğrafyası, ekonomisi, tarımı, sanayisi,
doğal ve kültürel güzellikleri, yemek ve mutfak
kültürü ve projeler olacak. Taksim’den
Boğaziçi’ne, Galata’dan Ayasofya’ya,
Haydarpaşa’ya kentte yaşanan afetlere ve ‘asrın
projesi’ olarak nitelendirilen Marmaray’a kadar
İstanbul’un geçmişi ile günümüzdeki bütün
değerleri bu müzede yer alacak. İstanbul’da
insanların geçmişte ve bugün yarattıkları yaşam
kültürünün tüm renkleri bu müzede olacak.
Her ilçeye bir çekmece
Müze içerisinde İstanbul’un 39 İlçesi'ne ayrı bir
yer ayrılıyor. Müzede, ilçelerin her birinin bir
elektronik çekmecesi olacak. Bu çekmeceler, ilçe
belediyeler tarafından projeler ve ilçeye has
özelliklerle donatılacak.
Planetaryum da yapılacak
Kent müzesinin yanına bir de planetaryum
(gezegenevi) yapılacak. Güneş, yıldızlar,
gezegenlerin ve diğer gök cisimlerinin yapay
görüntüsü özel bir yansıtıcı yardımıyla kubbe
şeklindeki tavana yansıtılacak. Gezegenlerin
uzay boşluğundaki hareketlerinin gerçekçi bir
şekilde simüle edilebilmesinin sağlanacağı
planetaryumda astronomi ve uzay bilimleri ile
ilgili bilgi verilecek. Astronomi ve uzay
bilimleri konusunda özellikle amatörlerin
kendilerini geliştirmelerine olanak sağlanacak.
Kararı başkan verecek
İhale
aşamasına geldiği ve yerel seçimlerden önce
temelinin atılacağı öne sürülen proje İstanbul
Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’a
sunuldu. Müzeyle ilgili son kararı Başkan
Topbaş’ın vereceği dile getiriliyor. Bu bölgeye
yapılacak müzenin hem Zeytinburnu hem de
İstanbul’a değer katacağı ve 10 milyon turist
getireceği düşünülüyor.
Radikal, Haber: Ercan Sarıkaya, 05.11.2013
|
BU SERGİYİ KÖŞKTEN ÇIKAN KAYIP TABLOYA BORÇLUYUZ

Çağdaş
Türk resminin özgün isimlerinden Gencay Kasapçı, 80.
yaşını, 80 eserinin yer aldığı “Sanatla Bir Ömür”
retrospektif sergisiyle kutluyor. Eğer, Fahri
Korutürk’ün eşi tarafından ısmarlanan fakat Çankaya
Köşkü’nün depolarına atılmış ve bir kısmı dökülmüş o
turkuaz renkli tablosu (yanda) bulunmasaydı belki
uzun bir süre daha retrospektifi açılmayacaktı.
Yıllardır Mersin'de yaşayan ressam Gencay
Kasapçı, bu yıl 80 yaşına girdi. Sanatta da 65.
yılını kutluyor. Yurtiçi ve dışında 100'ün üzerinde
sergi açan, pek çok genç sanatçının tanınmasına
vesile olan Kasapçı'nın 80 eserden oluşan ilk
retrospektif sergisi, geçtiğimiz hafta Küçükçekmece
Cennet Kültür Merkezi'nde açıldı. Eğer, Fahri
Korutürk'ün ressam eşi tarafından ısmarlanan fakat
Çankaya Köşkü'nün depolarına kaldırılıp bir kısmı
dökülen o turkuaz renkli tablosu Hayrünnisa Gül ve
serginin küratörü Ömer Faruk Şerifoğlu tarafından
bulunmasaydı, belki uzun bir süre daha retrospektif
sergisi açılmayacaktı.
Turkuaz tablonun ilginç bir hikayesi var.
1970'li yıllarda İran Şahı Pevlevi, eşiyle
Türkiye'ye gelecektir. Kraliçe Farah turkuaz rengini
çok sevdiği için, dönemin Cumhurbaşkanı Fahri
Korutürk'ün, Türkiye'nin ilk kadın ressamlarından
olan eşi Emel Korutürk, misafirlerinin Camlıköşk'te
ikamet edecekleri odanın duvarına asılmak üzere
Gencay Kasapçı'dan bir tablo yapmasını ister.
Kasapçı yapar ve tablo çok beğenilir. Sanatçının
daha sonra başka resimleri de Köşk'e alınır. Sonraki
yıllarda Cumhurbaşkanlığı Koleksiyonu'ndaki bu
resimler depolarda unutulur ve kaybolup gider.
Gencay Kasapçı, yıllar sonra yırtılmış eseriyle
karşılaşınca önce onu tamir etmek üzere Mersin'deki
atölyesine götürür, bir ay kadar resmini uzaktan
seyreder. Sonra da sanki hiçbir şey olmamış gibi
“Ben bile tamiri fark edemiyorum artık.” dediği
resmi restore eder. “Sanatla Bir Ömür” sergisinde bu
tablo yer almıyor fakat onun 65 yıllık emeğini
anlatan diğer eserleri görülebiliyor.
Güzel Sanatlar Akademisi'ni bitirdikten
sonra, 1959'da İtalya Hükümeti'nin bursunu kazanan
Gencay Kasapçı, sanat çalışmalarını İtalya'da
sürdürür. Burada farklı sanat ekolleri içerisinde
yer alır. Uzun sanat hayatı hep zorluklarla mücadele
ederek geçen Kasapçı, tutkusu sayesinde birçok
zorluğun üstesinden gelmeyi başarır. Henüz 25
yaşındayken bir bavul dolusu nazar boncuğunu
İtalya'ya götürmek ister. Ama bu mümkün değildir,
yasaktır. "Buna izin, verse verse bakan verir"
derler. Dönemin Maliye Bakanı, Yassıada'da idam
edilen Hasan Polatkan'dır. Kasapçı, randevu almak
üzere bakanlığın merdivenlerinde nöbet tutar.
Polatkan arabasından inince de önüne atlar. Ertesi
sabah saat 09.00'da ilk randevuya adını yazdırır.
İtalya'da geçen yılları, her bakımdan
verimlidir. Ömer Faruk Şerifoğlu, onun bu dönemini
şöyle anlatıyor: "Floransa Akademisi Collaccki
Atölyesi'nde fresk ve mozaik çalışmalarında bulunur
ve önemli başarılara imza atar. Milano'nun
minimalist akımının içinde bir Türk sanatçısı olarak
değer kazanır. Eserleri o yılların avangarde
galerilerinde ve Zero grubu içindeki sergilerde yer
alır ve beğeni ile karşılanır. Nazar boncuklarını
eserlerinde kullanan ilk sanatçı olur. 1954'te tek
model ve renkte üretilen nazar boncukları yapan
fırınları bularak daha renkli cam kullanmaları için
ikna eder ve üretimlerine daha sanatsal bir boyut
katmalarına yardımcı olur. 1958'de nazar
boncuklarını kullanarak yaptığı ve Turizm
Bakanlığı'nın satın aldığı masa, Brüksel Dünya Fuarı
Türkiye Pavyonu'nda teşhir edilir."
“78 yaşından sonra film bile yaptım,
artık her şeye hazırım”
Gencay Kasapçı’nın Roma’da yaşadığı 1960’lı
yıllarda pek çok ressam, 57 yaşında ölen Japon
sanatçı, düşünür Nobuya Abe’nin çevresinde toplanır.
Kasapçı da o ressamlar arasındadır. Abe,
sanatçılardan oluşan “Illimunation” adlı bir grup
kurar ve hep birlikte sergi açarlar. Gencay Kasapçı
Türkiye’ye döndüğü için sergiye katılamaz.
Sırbistan’daki bir müze, önümüzdeki sonbaharda
“Illimunation” grubunu yeniden canlandırmak için bir
sergi hazırlığı içinde. Gruptan arkadaşı olan Mira
Brtka ile altı yıl önce İstanbul Bienali’nde
karşılaşan Kasapçı, onunla iki yıl önce bir film
projesine başlamış. 45 yıl birbirinden habersiz aynı
doğrultuda resim yapan iki arkadaşın hikayesini
anlatan belgesel film “Different is the Same”in
çekimleri, Mersin, İstanbul, Roma, Bratislava, Novi
Sad’da tamamlanmış. Üç ay önce de Türkçe versiyonu
bitmiş. Kasapçı, “78 yaşından sonra bunları yaptım,
artık her şeye hazırım.” diyor.
Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 05.11.2013
|
KRAL MEZARINDA 'SOYGUNUN ANATOMİSİ' SERGİLENECEK
Milas İlçesi'nde bulunan 2 bin 400 yıllık mezar odası
ve lahdin bulunduğu alanın soyulmasında kullanılan
malzemeler sergilenecek.
Hekatomnos Anıt Mezarı Bilim Kurulu Koordinatörü
Yrd. Doç. Dr. Kızıl, "Soygunda kullanılan parçaların
arasında silindirik karot çekirdekleri, İngiliz
anahtarları, borular, elbiseler, içecek kapları var.
İbret olsun diye sergileyeceğiz."
Milas İlçesi'nde bulunan, arkeoloji tarihinin en
önemli eserleri arasında gösterilen 2 bin 400 yıllık
mezar odası ve lahdin bulunduğu alanın soyulmasında
kullanılan malzemeler "Arkeopark Projesi" kapsamında
ziyaretçilere açılacak.
Muğla Anıtlar Kurulu Başkanı ve Hekatomnos Anıt
Mezarı Bilim Kurulu Koordinatörü Yrd. Doç. Dr.
Abuzer Kızıl, yaptığı açıklamada, Milas'ta bulunan
ve arkeoloji tarihi açısından son 100 yılın en
önemli tarihi eserleri arasında gösterilen mezar
odasında başlatılan bilimsel çalışmaların devam
ettiğini söyledi.
"Yüzyılın buluşu" olarak nitelendirilen mezarda 3
yıldır çalışma yürütüldüğünü anlatan Kızıl, daha
önce defineciler tarafından tahrip edilen mezarda
soygun sırasında kullanılan malzemelerin
ziyaretçilere gösterileceğini kaydetti.
Soygunda kullanılan tüm parçaları muhafaza
ettiklerini dile getiren Kızıl, bunların
sergilenmesi amacıyla çalışma yapıldığını bildirdi.
3 YIL SÜREN SOYGUN
Kızıl, 2010 yılında keşfedilen anıt mezarda yapılan
incelemede, bölgenin şehrin tam merkezinde olmasına
rağmen yaklaşık 3 yıl süren bir soygun yaşandığını
vurgulayarak, definecilerin mezar içindeki
altın varaklı resimler ve lahit boyalarına da
zarar verdiklerini, soygun sırasında lahit ve mezar
odasındaki resimlerin büyük ölçüde yok olduğunu
ifade etti.
İki metre kalınlığındaki mermer duvarların parça
parça delinerek blok halinde yerlerinden çıkarılıp
geçiş yeri olarak kullanıldığını belirten Kızıl,
"Bu, son derece zor ve zahmetli bir iş. Karotlar
için kullanılan suyun mezar odasındaki lahit,
üzerindeki resimler ve boyalara zarar vererek bu
şekilde yok olduklarını düşünüyoruz. Mevcut haliyle
bu eserlerin korunması amacıyla Türk, İtalyan ve
Japon bilim insanlarından destek alıyoruz" diye
konuştu.

"İBRET OLSUN DİYE SERGİLEYECEĞİZ"
Kültür ve Turizm Bakanlığınca alanın arkeopark ve
müze alanı olarak kullanılmasına karar verilmesinin
ardından bilim heyetinin soygunun anatomisinin daha
iyi anlaşılabilmesi amacıyla kullanılan malzemeleri
sergilemeyi planladıklarını bildiren Kızıl, şöyle
devam etti:
"Soygunda kullanılan bu parçaların hepsini muhafaza
ediyoruz. Bunların içinde silindirik karot
çekirdekleri, İngiliz anahtarları, borular,
elbiseler, içecek kapları var. Bir soygunun
anatomisi olarak ibret olsun diye bunları
sergileyeceğiz. Ziyaretçilere soygunun safahati
hakkında ayrıntılı bilgi vereceğiz."
Hekatomnos Anıt Mezarı'nda gerçekleştirilen soyguna
karıştıkları gerekçesiyle polis tarafından gözaltına
alınan 9 kişiden 4'ü çıkarıldıkları mahkemece
tutuklanmış, bir süre cezaevinde kalan zanlılar,
daha sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest
bırakılmıştı.
Hürriyet, Haber: Mutlu Hazer, 04.11.2013
|
"PARASI DEĞİL, GELMESİ ÖNEMLİ"
Zafer Yıldırım, geçtiğimiz hafta
Fahrünnisa Zeid'in "Atomun Parçalanışı ve
Bitkisel Hayat" tablosunu 2 milyon 300 bin dolara
(vergilerle yaklaşık 5 milyon 450 bin TL) satın
alarak Türk çağdaş sanatının yeni rekorunu kırdı.
Bu, Dubai'deki Christie's Müzayede Evi'nin ikinci
büyük satışı, yani Ortadoğu sanat piyasası açısından
da önemli bir rekor. Yıldırım, yüzde 18'lik vergi
oranından yakınsa da "Önemli olan ne kadar ödediğim
değil, bu eserin Türkiye'ye gelmiş olması ve pazarı
canlandırması" diyor...
Koleksiyona nasıl başladınız?
1986-87 yıllarında resim toplayan arkadaşlarım
vardı. Fikret Mualla'dan söz ederlerdi. Bir gün
Aykut Hamzagil, elinde küçük bir resimle geldi.
Sarkis adında bir sanatçınınmış. Bir kafes içinde de
bir kuş var. "Bu nedir?" diye sordum, "Halil İbrahim
sofrası" dedi. İlk aldığım resim odur.
Sarkis'le başlamak doğru bir tercih olmuş!
Hayır o Sarkis, meşhur Sarkis değil, başkasıydı. O
resmin ardından, evin duvarlarını doldurmak için
tablolar almaya başladım.
Resme merak sarmanızda cemiyet etkisi var
mıydı?
Evet, arkadaş ve cemiyet etkisi... Ama 1986'larda
bugünkü gibi bir sanat ortamı yoktu. Birinci
Bienal'de Erol Akyavaş, Burhan Doğançay gibi
sanatçıların eserleri çok komik fiyatlara
satılıyordu. O zaman başladım. Sonra Necdet
Kalay'lar, Nuri İyem'ler aldığımı hatırlıyorum.
Rastgele mi alıyordunuz? Koleksiyon nasıl
bir evrim geçirdi?
Özellikle Türk sanatçılar alıyordum. Daha sonra
Hatlar, Kur-an' lar falan devreye girdi. İtiraf
etmeliyim ki koleksiyon bilincini daha yeni yeni
oturtmaya başlıyoruz. Ayıklamaya başladık.
Kaç parça
eseriniz var?
800'e yakın parça var. 200 tanesi, modern hat
sanatının Türkiye'deki ilk temsilcisi Emin Barın'ın
hat koleksiyonu. 100 tanesi de Bedri Rahmi'nin küçük
eserleri. Geriye kalan 500 parçanın içinde
tombaklar, heykeller ve ağırlıklı olarak resim var.
Bir küratör ya da danışmandan yardım alıyor
musunuz?
Hayır, ama yardım almak gerekecek.
Kimler var koleksiyon da?
İsim vermeyeyim ama genellikle Türk'lerden alıyorum.
Yabancı var mı? Warhol'lar, Koons'lar,
Tracey Emin'ler?
Almak istediğim tanınmış sanatçılar var ama sonraya
erteliyorum çünkü bir hata yapma dönemi oluyor. Son
Amerika seyahatimde bir Damien Hirst printi aldım.
Yerleştirme video-art gibi daha güncel
türler var mı?
Hayır onlara pek gitmiyorum.
Biraz garanticisiniz galiba?
Öyle de diye biliriz. Koleksiyonerlik niye yapılır?
Sonuç olarak bunları alacaksınız, satacaksınız,
müzeye koyacaksınız, insanların beğenisine
sunacaksınız... Değer kazanacak eserler olsun diye
hesap yapıyorsunuz...
Yani yatırım tarafına bakıyorsunuz...
Tabi ki... Sanat piyasasının dünyada bu kadar
büyümesinin sebebi tamamen budur. Başka duygularla
başlıyor ama zamanla değişiyor.
Peki sanat akıllıca
bir yatırım mı yoksa kültürel sermaye tarafı daha mı
ağır basıyor? Bu balon bir piyasa, bir gün sönecek
diyenler var...
İkisi de giriyor. Bu risk hep konuşuluyor. 250 bin
dolara fotoğraf baskıları satılıyor. Bir gün ölür
mü? Altın ve pırlanta nasıl ölmüyorsa bu da ölmez...
Ama spekülasyona çok açık. Akımlar çok çabuk
değişiyor. Bugün biriktirdiğiniz şey 10 yıl sonra
tamamen gözden düşebilir...
Olabilir ama bir tanesi de çok artacaktır. Bunların
alışverişi olacaktır.
Koleksiyonunuzda hızlı bir sirkülasyon var
mı?
Şu ana kadar neredeyse hiç satmadım. Çok kötü
parçalar da var ama insanın eli gitmiyor satmaya!
Müze planı var mı?
Müze çok güzel bir şey ama zor bir iş.
Ne kadar süre bekleyelim sizden?
Daha zaman var ama koleksiyonu insanlarla
paylaşacağız.
Rekor kırdı:
Zafer Yıldırım geçtiğimiz hafta
Fahrünnisa Zeid’in “Atomun Parçalanışı ve
Bitkisel Hayat” tablosunu 2 milyon 300 bin dolara
satın alarak rekor kırdı. Eser henüz Türkiye'ye
gelmedi, bir kaç hafta içinde gelmesi bekleniyor.
Yıldırım daha önce de Erol Akyavaş’ın “En-el hak”
tablosunu satın alarak dönemin rekorunu kırmıştı.
'ZEİD'İ
TELEFONDA ALDIK'
Fahrünnisa Zeid'in "Break of the Atom and
Vegetal Life" ("Atomun Parçalanışı ve Bitkisel
Hayat") tablosunun peşinde miydiniz yoksa satışa
çıkınca mı haberiniz oldu?
Bende birkaç küçük Zeid çalışması vardı ama evime
asacağım güzel bir parça daha istiyordum. Bunu
görünce, çok beğendim. Ailenin satışa çıkarması, en
önemli ve en büyük eserinin olması önemliydi. Ayrıca
isteğim bu resmin Türkiye'ye gelmesiydi. Çünkü
Fahrünnisa Zeid Türkiye'nin yetiştirdiği ilk ve
en önemli sanatçılardan biri. Dünya çapında da
kendini kanıtlamış, Türk ve İslam coğrafyasında
çizgilerini kültürünü yansıtan bir sanatçı...
Tablo geldiğinde ne yapacaksınız?
Bilmiyorum. Nereye koyacağımı düşünüyorum. Boyutu
bayağı büyük. O kadar büyük duvarı nereden
bulacağım? Uzun vadede böyle bir eserin evime veya
ofisime hapsedilmesine karşıyım. İnsanlarla
paylaşılması lazım.
Geçici bir süreliğine başka bir müzeyle
anlaşmayı düşünüyor musunuz?
Zaman içerisinde olacaktır ama şu an netleşmiş bir
şey yok.
Müzayedeye gittiniz mi yoksa telefonla mı
katıldınız?
Arkadaşım Rafi Portakal ile takip ettik. Ben
seyahatte olduğum için o telefonla katıldı.
Başka Türk var mıydı almaya çalışan?
Birisi vardı ama Türk olup olmadığını sormadım.
Çok kapışmalı geçti mi? Kaç dakika sürdü?
Yok çok kapışmalı geçmedi. Daha önce aynı eser için
daha yüksek meblağlar istemişler.
"En uzun lot 3.5 dakikadır" diye bir espri
vardır. O adrenalini seviyor musunuz?
O çok kötü bir şey, bağımlılık yapıyor. Hırsla bazı
hatalar da yapıyorsunuz. Bir keresinde değeri 7 bin
lira eden bir parçayı 50 bin liraya alacaktım az
kalsın. Gitmeyip telefonla katılmak daha garanti.
Ama müzayedede boy göstermenin verdiği bir
haz yok mu? Uluslararası koleksiyoner cemiyetiyle
dirsek teması başladı mı?
Hayır o çarkın içine girmedim, girmeyi de
düşünmüyorum.
Türkiye'de bir takım sanatçıların öne
çıkmasında spekülasyonun payı nedir?
Spekülasyon her ülkede vardır, önemli olan ne kadar
bilinçli yapıldığı...

Cevat Dereli’nin ‘Mine ve İstanbul Balıkçıları’ adlı
eseri.
"Muhafazakar kesimle çağdaş modern Kemalist kesim
arasında çatışma yok"
Türkiye'de sermayenin el değiştirdiği
konuşuluyor. Sanat ve kültür tüketimine nasıl
yansıyor bu durum?
Sermaye el değiştirmiyor, sermaye büyüyor. Birileri
kaybetmiyor. Eskiden 100 tane sermayedar vardı, 10
tanesi çıktı. Şimdi ise 90 tanenin yanına 900 tane
daha geldi. Sermaye Anadolu'ya doğru büyüdü. Tabii
insanlar paralandıkça zevkleri de değişiyor ve
gelişiyor.
O zevk değişimini gözlemliyor musunuz? Eski
zenginlerle yeniler arasında kültür üzerinden bir
sürtüşme var mı?
Türkiye'nin muhafazakar kesimiyle çağdaş
modern Kemalist kesimin çatışması var mı diye
sorabiliriz. Sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti
Osmanlı'nın devamı bir ülkedir. Batıya dönüklük
1800'lerin ortasında başlamıştı. Bugün, iki kutup
var ama onu biz keskinleştirdik. Muhafazakar
dediğimiz kesim geçmişine, dinine, kültürüne daha
bağlı ama çağdaş insanlar. Dünya'ya açıklar. Yani
muhafazakar kesimi illa belli kalıplar içerisine
hapsetmemek lazım.
Tüketim kültüründe ince farklılıklar yok mu?
Çok doğal. Onların hayata bakış açısıyla ötekiler
farklıydı, zaman içerisinde yakınlaşacak ve
kutuplaşma kaybolacak.
Yıldırım’ın koleksiyonunda 800’e yakın parça var;
biri de Joan Miro baskısı
'25 BİN
LİRALIK ESERLER 2.5 MİLYONA ÇIKTI'
Türkiye'de sanat piyasasının rolü
abartılıyor mu yoksa dünya piyasasında yer edinmeye
başladık mı?
Ortada yapılmış cirolar, müzayedeler var. 20 sene
önce 25 bin liraya satılan eserler 2.5 milyona kadar
çıktı.
Ama dünya ile kıyaslanacak bir seviyede
değiliz...
Yok daha değiliz. Dünyadaki genç sanatçılarla
bizimkileri kıyasladığımızda öyle bir derinlik
yakalayamadık.
İstinye Park'ın ortaklarından birisiniz.
Zorlu Center'ın açılışı sizi etkileyecek mi?
Mutlaka etkileyecektir ama Türkiye büyüdüğü için
herkes kendine bir yer bulur.
AVM'ler zamanla ölü yatırıma dönüşür mü?
Türkiye'nin çok geniş caddeleri ve kaliteli binaları
olmadığı için henüz öyle bir tehlike yok Her 50
binlik nüfusa bir tane AVM olabilir. Önemli olan
güzel ve fonksiyonel olması, bulunduğu yerin
trafiğini kirletmemesi.
Gezi sonrası AVM'lere karşı toplumda
bilinçlenme başladı.
Tepki AVM'lere değil, vahşi yapılaşmaya karşıydı.
Bazı AVM'ler tarihi dokuyu bozuyor. Yani AVM'ye
reaksiyon yok çirkin yapıya reaksiyon var.
Gezi sonrası müşteride azalma oldu mu?
Hayır, azalma yok. 2013'te ziyaretçi sayısı ve
ciroda yüzde 4-5 oranında artış oldu.
Habertürk, Haber: Kübra Par, 04.11.2013
|
FAHRELNİSA ZEİD'İN ÜÇ ESERİ DAHA SATIŞTA

Beyaz Müzayede, 10 Kasım Pazar günü saat 13.30’da
Sofa Hotel’de düzenleyeceği 25. Çağdaş ve Modern
Sanat Müzayedesi ile 2013-2014 müzayede sezonunu
açıyor.
Müzayedede, önde gelen 107 Türk ve Dünya çağdaş
sanatçılarına ait 178 seçkin eser satışa sunulacak.
Müzayedeye ilgi yoğun, rezervasyonlar şimdiden
yapılmış. Ancak Çağdaş ve Modern Sanat’ın bu değerli
eserlerini görmek isteyenler için satışa sunulan
eserler müzayede öncesi yapılacak sergiye
katılabilirler.
Eserler Astaş Holding sponsorluğunda 6-9 Kasım
tarihleri, saat 10:00-20:00 arasında Maçka Residence
Armani Casa’da sergilenecek. Teşvikiye’de denize
nazır 600 metrekarelik bir alanda görücüye çıkacak
eserler tüm sanatseverlerin katılımına açık olacak.

Öne çıkan eserler arasında 29 Ekim’de Christie’s
Dubai’de 3.000.000 - 4.000.000 $ tahmini fiyat
aralığı ile satışa sunulan
Fahrelnissa Zeid’in İstanbul Modern’in kitabında
da yer alan 1950 tarihli ‘Übü
Kuşu’ ve 1958 tarihli ‘Kabus’ yapıtları yer
alıyor.
Bir diğeri ise dünyanın yaşayan en önemli üç
heykel ustasından biri olan Tony Cragg’e ait 132 cm.
boyundaki ‘Close Quarters’ isimli ahşap heykeli
350.000-500.000 TL tahmini fiyat aralığı ile satışa
sunulacak olan heykel sanatçının insan yüzlerini
akış ve dönüşümle birleştirdiği ‘Yüzler’ dizisine
ait en bilinen yapıtlarından biri olarak
gösteriliyor.

Habertürk, 04.11.2013
|
TUNCELİ'NİN EN BÜYÜK ARKEOLOJİK YERLEŞİM YERİ
BULUNDU

Bitlis
Eren Üniversitesi'nden Araştırma Görevlisi Serkan
Erdoğan ve Tunceli İl Kültür ve Turizm Müdürü İsmet
Hakan Ulaşoğlu'nun yaptığı tespit çalışmaları
sonucunda il merkezine bağlı Rabat Köyü yakınlarında
yer alan antik yerleşim yerinin yaklaşık üç futbol
sahası büyüklüğe sahip olduğu belirlendi. Erken
Demir Çağı, Urartu, Hellenistik, Roma, Bizans ve
İslam Ortaçağı ve Osmanlı dönemine ait izler taşıyan
kale görünümlü yerleşimin eski bir ulaşım ağı
üzerinde bulunan önemli bir merkez olduğu
düşünülüyor.
Araştırma Görevlisi Serkan Erdoğan, antik
yerleşim alanının Tunceli'nin tespit edilen en büyük
alanı olduğunu, alanın erken demir çağından
Osmanlı'nın son dönemine kadar yerleşim gördüğünü ve
3 bin yıllık bir tarihe sahip olduğunu söyledi.
Çatışma ve şiddet ortamından ötürü uzun yıllar
vatandaşların gezip göremediği Rabat Kalesi son
dönemde düzenlenen gezilerle vatandaşlar tarafından
ziyaret edilen yerler arasında yer alıyor. Kalenin
define avcıları tarafından günübirlik kazılar ile
tahrip edildiğini ifade eden Rabat köylüleri,
yetkililerin önemli bir tarih değeri olan kaleye
sahip çıkmasını istiyor.
Köylerinin tarihi bir yer olduğunu ve herkesin
buna sahip çıkması gerektiğini ifade eden Yıldız
Eren, "Buranın koruma altına alınmasını istiyoruz.
Herkesin gelip gezip görmesini isteriz. Kazı
olayları olmasın. Bazı kişiler gelip kazı yapıyor
biz bundan rahatsız oluyoruz." dedi.
Rabat kalesinin tarihi açıdan çok zengin bir yere
sahip olduğunu söyleyen Burhan Yavuz ise,
"Yetkililerden buraya koruma altına almasını
istiyoruz.İnsanlar gelip geziyor. Ancak kendi
kaderiyle baş başa bırakılmış bir yer. Gördüğünüz
gibi kralın mezarının olduğu yer defineciler
tarafından kırılmış. Yetkililer bu konuda bir çözüm
bulsun." diye konuştu.
Rabat Kalesi'nin Tunceli'nin en büyük antik şehri
olduğunu ifade eden Bitlis Eren Üniversitesi'nden
Araştırma Görevlisi Serkan Erdoğan, "Rabat Kalesi
yaklaşık 3 futbol sahasından daha geniş bir
büyüklüğe sahip. Seramik kırıklarından anladığımız
kadarıyla Rabat Kalesi Erken Demir Çağı'nda
Osmanlı'nın son dönemlerine kadar yerleşim görmüş
bir şehir. Buda bize 3 bin yıllık tarihe sahip
olduğunu gösteriyor. Arkamda görmüş olduğunuz köprü
Rabat Kalesi'ni Hozat'a bağlayan bir güzergah ve
aynı zamanda Rabat Kalesi'ni Tunceli'nin diğer
yerleşim yerlerine bağlayan bir hat. Burada önemli
oranda demir ve bakır curuhlarına da rastladık. Buda
buranın metal işleme merkezi olduğunu
göstermektedir. Define avcıları bölgeyi talan etmeye
başlamış durumda. Bu yüzden yerel yetkililerin
duruma müdahale etmesi ve özellikle burada kazı ve
araştırma çalışmalarının başlatılması gerekiyor."
şeklinde konuştu.
Zaman, Haber: Ali Haydar Gözlü, 04.11.2013
|
KAYSERİ'DE TARİHİ ANITSAL YAPI ÇIKARILDI

Kayseri'deki Kültepe Höyüğü'nde yapılan
kazılarda, günümüzden 4 bin 500 yıl öncesine ait çok
büyük bir
anıtsal yapı bulundu.Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim
Üyesi ve Kültepe Kazı Başkanı Prof.Dr. Fikri
Kulakoğlu, 2010 yılından itibaren Kaniş'te
sürdürdükleri kazılarda günümüzden 4 bin 500 yıl
öncesine ait büyük bir
anıtsal yapıyla karşılaştıklarını söyledi.
Binanın şimdilik 75x60 metrelik bölümünün gün yüzüne
çıkarıldığını ifade eden Kulakoğlu, "Bu binanın
Anadolu ile Ortadoğu'da bu kadar büyüğü yok. Şu anda
da yapının sadece bir köşesindeyiz. Tamamına
ulaştığımızda olağanüstü büyük boyutlarda bir
yapıyla karşılaşacağız. Bu yapı gerçek anlamda özel
bir ev, ikametgah değil. Büyük olasılıkla bir idari
yapı. Kaniş beyinin, kralının oturduğu ya da
krallığını idare ettiği bir yapı olduğunu
düşünüyoruz" dedi. Kulakoğlu, bu yapının, içinde ve
etrafında verdiği bulgu ve belgelerle de önemli
olduğunu vurgulayarak, şunları kaydetti:
"Bu yapıyla ilişkili olarak yaklaşık bine yakın
mühür baskı ele geçirildi. Bunların bugün Tell
Beydar dediğimiz Kuzey Suriye bölgesinden gelmiş
mühürler olduğunu düşünmekteyiz. Bu bize o dönemdeki
uluslararası sistemli bir ticaretin varlığını
anlatıyor. Bu ticaretin büyük ölçüde de Kültepe
merkezli olduğunu, Asurlu tüccarlardan yaklaşık 500
yıl önce de Kuzey Suriye ile Anadolu arasında
sistemli bir ilişkinin varlığını göstermesi
açısından önemli. Önümüzdeki yıllarda yapılacak
kazılar bu yapının ve bu ticari sistemin niteliğini
bize gösterecek diye düşünüyoruz."
Habertürk, 04.11.2013
|
İNŞAAT KAZISINDA TARİHİ YAPI BULUNDU

Kahramanmaraş'ta inşaat
yapılacak arsada sürdürülen temizlik çalışması
sırasında tonozlu tarihi yapılar bulundu.
Bakırcılar Çarşısı yanında yaklaşık 20 yıldır
mahalle içi otopark olarak kullanılan şahsa ait 600
metrekarelik arsada yapılacak pasaj inşaatı için
sürdürülen temizlik çalışmasında kamyonun tekeri
toprakla çöktü. Çökme nedeniyle yaklaşık 2 metre
derinliğinde çukur oluştu. Merdiven aracılığıyla
çukura inen işçiler çevrelerinde tonozlu yapılar
gördü.
İşçilerin durumu İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü'ne
bildirmesi üzerine Müdürlük ve Kahramanmaraş Koruma
Uygulama ve Denetim Bürosu (KUDEB) uzmanlarınca
inceleme başlatıldı.
TEMİZLİK ÇALIŞMASINDA ORTAYA ÇIKTI
Kültür ve Turim Müdürü Seydihan Küçükdağlı,
çarşının doğu kısmında özel mülke ait arsada inşaat
öncesi yapılan temizlik çalışmasında tonoz yapıların
ortaya çıktığını kaydetti.
Bu yapılarla ilgili ekiplerin çalışma
başlattığını ifade eden Küçükdağlı, şunları söyledi:
"Müdürlüğümüze bağlı uzmanlar ve KUDEB
görevlileri tonozların bulunduğu yere giderek
gerekli fotoğraflar çekildi. Konuyla ilgili Kültür
ve Tabiat Varlıkları Koruma Varlıkları Koruma Bölge
Kuruluna bilgi verildi. Burada yapılan inşaat
temizlik çalışması da durduruldu. Tonozların
bulunduğu alanda zaman içerisinde mezbelelerin
temizlenmesi için Kurula gerekli yazışmalar yapıldı.
Kuruldan gelecek cevabın ardından mezbelenin
kaldırılmasıyla bu tonuzların ne olduğu ortaya
çıkacaktır."
MAHSEN VEYA YERALTI ÇARŞISI
Bakırcılar Çarşısı esnaflarından Cahit Börekçi
ise çöken yere girdiklerinde "mahsen veya yeraltı
çarşısı" gibi kemerli yapılar gördüklerini kaydetti.
Börekçi, "Burası Bakırçılar Çarşısı'nın bitişiği
olur. Çok harika bir şey. Daha böylesi görülmedi.
Burası eskiden kullanılan bir han ya da eski bir
çarşı da olabilir. Özel bir yapısı var. Direkleri
taştan yapılmış. Ben daha önce böyle bir şey
görmedim" diye konuştu.
Akşam, 04.11.2013
|
4 BİN YILLIK TARİHİN HALİ İÇLER ACISI!
Tunceli'nin Hozat İlçesi Kalecik Köyü Kurnik
Bölgesi'nde kayalara oyulmuş, kaya odaları ve
mezarlar keşfedildi.



Kaya mezarların, köylüler tarafından ahır ve depo
olarak kullanılması ise şaşkınlık yarattı. Kaya
odaları ve mezarlarının en az 4 bin yıllık olduğu
tahmin edilirken, hangi medeniyete ait oldukları ise
bilinmiyor. Define avcıları tarafından talan edilen
köydeki tarihi eserlerin Tunceli Kültür Müdürlüğü
envanterinde kayıtlı olmadığı ortaya çıktı.



Hozat İlçesi'ne bağlı Kalecik Köyü'nün doğusunda yer
alan ve Kurnik ismiyle bilinen bir dağın başında
birbirine yakın kayalara oyulan ve tek tek odalardan
oluşan kaya mezarlar gün yüzüne çıktı. 8 ila 16
metrekare genişliğindeki odaların bugüne kadar
Tunceli Kültür Müdürlüğü kayıtlarında olmadığı
belirtildi. Doğa fotoğrafçısı Malik Kaya'nın fark
ettiği kaya odalar, resmi kayıtlara geçmesi için
yardım istediği gazeteciler tarafından da
görüntülendi. Tarihi eserlerin yıllardır define
avcıları tarafından adeta talan edildiği ortaya
çıktı. Tarihi kaya yapılarının Kurnik Dağı'nın güney
yüzündeki kayalar içine oyuldukları bütün kaya
odaları ve mezarlarının kare şeklindeki kapılarının
tümünün 80 santimetre standartta olduğu, güneşin
doğuşunu ve batışını görür şekilde yapıldıkları
belirlendi.
MUHTAR: YETKİLİLERE DEFALARCA SÖYLEDİK, KİMSE
GELMEDİ
Hozat'ın Kalecik Köyü Muhtarı Yusuf Yeşil, kaya
mezarları ve kaya odalarını Tunceli'de Kalecik
köylüleri dışında kimsenin bilmediğini ve yapılış
şekilleri ve yapıldıkları yer gereği, bulmanın pek
kolay olmadığını belirterek şunları anlattı:
"Bu kaya mezarları ve odaları biz köylüler
biliyoruz. Burası dağlık alan içinde yer alan ücra
bir köy, tarihi bir köy. Köyümüzde geçmişte 7 kilise
vardı birçoğu yıkıldı, yok oldu, define avcıları
talan etti. Bir tapınak ayakta duruyor ama o da
sahip çıkılmazsa yakın zamanda tamamen yok olabilir.
Bu kaya odaları ve mezarların varlığı köylüler
tarafından biliniyor. Ama hazine avcıları gelip
talan etmesin diye hep gizli tutuluyor. Defalarca
yetkililere söyledik ama gelip bakmadılar bile. Biz
istiyoruz ki buralar Kültür Bakanlığı'nca koruma
altına alınsın, restore edilsin ve köyümüz turizme
açılsın."
KÖY GİRİŞİNDEKİ TAPINAKTA İNSAN KEMİKLERİ ÇIKTI
Kalecik Köyü'nün hemen girişinde bulunan tapınak
olduğu düşünülen tarihi yapıtın etrafının ise define
avcıları tarafından adeta temeline kadar inilerek
kazıldığı, kazılan her yerde ve binanın temelinde
yüzlerce insana ait olduğu değerlendirilen kemikler
ortaya çıkmış. Define avcılarının kazıları sonucu
ortaya çıkan insan kemikleri ortalıkta dururken,
köylüler tapınağın dibinin tamamen insan kemikleri
ile dolu olduğunu düşünüyor. Küçük bir toprak
tepenin üzerine kurulan ve tek gözlü büyük bir bina
görüntüsü veren, duvarındaki taşlarda çeşitli
desenler bulunan tapınağın iç duvar sıvalarının
üzerinde geçmiş yıllarda renkli figürler olduğunu
belirten köylüler, tabandan sızan suların zamanla bu
figürleri sildiğini ifade etti.
6 KİLİSE, SAHİPSİZLİKTEN TAMAMEN YOK OLDU


Köy sakinlerinden Hüseyin Doğan da, yetkililere
defalarca bu eserleri bildirdiklerini ancak kimsenin
gelip ilgilenmediğini belirterek, "Köyümüz tarihi
bir köy. Yetkililere çok söyledik, bir kez bile
gelip incelemediler. Defineciler sürekli gelip
kazıyor. Daha önce 6 kilise vardı civarda ama hepsi
yerle bir oldu. Biz Kültür Bakanlığı'nın bu tapınağı
en azından koruma altına almasını, restore etmesini
ve hangi medeniyete ait olduğunu ortaya çıkarmasını
bekliyoruz" dedi.
10 YILDAN BERİ KÜLTÜR MÜDÜRLÜĞÜ YAPIYOR AMA HALA
BİR ENVANTER YOK
Tunceli'nin Mazgirt ve Çemişgezek İlçe merkezleri
ile dağlık alanlarında var olan onlarca tarihi yapı,
mekan ve kilise ile tarihi köprü, koruma altına
alınmadığı için yıllardır defineciler tarafından
talan edildi. Vatandaşlar bu talana rağmen ayakta
kalan yapıların koruma altına alınarak restore
edilmemesine tepki gösteriyor. Tunceli ve yöresinde
daha çok Urartu, Bizans, Roma ve Selçuklu
dönemlerine ait tarihi eserler bulunuyor. Özellikle
Hozat, Mazgirt ve Çemişgezek yöresinde var olan
tarihi eserler köylüler tarafından haber verilmesine
rağmen İl Kültür Müdürlüğü yetkililerinin bu
eserlere ait bir envanter çıkaramadığı kaydedildi.
TARİHİ CAMİ ONARILIRKEN, TARİHİ TAPINAK VE HAMAM
YIKILIYOR

Mazgirt İlçesi'nde tarihi Eltihatun Cami'sine
yaklaşık 100 metre mesafede bulunan Urartu dönemine
ait bir tapınak ve hamamın da üst tabanı çökmüş
durumda. Kiliseden camiye çevrilen Eltihatun Cami'si
onarıma alınırken, 100 metre mesafedeki tarihi
tapınak ve hamamın yıkılmasına seyirci kalınması,
ilçe halkının tepkisine neden oluyor. Vatandaşlar,
yetkililerin bir an önce ilçedeki tarihi mekanlara
sahip çıkılmasını isteyerek, bu eserlerin korumaya
alınmasını istiyor.
KÜLTÜR MÜDÜRÜ: HABERİMİZ YOK
Tunceli Kültür Müdürü İsmet Hakan Ulaşoğlu, Hozat
İlçesi Kalecik Köyü'ndeki tarihi kaya oda ve
mezarlardan haberlerinin olmadığını ve bu nedenle
her hangi bir çalışmalarının bulunmadığını söyledi.
DHA, 04.11.2013
|
BOĞAZ'DAKİ 240 YALI RİSK ALTINDA

TÜYAK 2013 – Yangın ve Güvenlik Sempozyumu ve
Sergisi öncesi açıklamalarda bulunan Abdurrahman
Kılıç, "Tespitlerimize göre boğazda 240 ahşap yalı
yangın açısından büyük risk taşımaktadır" diyerek;
konut olarak yapılan sarayların ve yalıların,
amacına uygun önlemler alınmadan işlev değişikliğine
gidilmesinin tehlikelerine işaret etti.
Türkiye Yangından Korunma Vakfı (TÜYAK),
Yangından Korunma Derneği ve
Sektörel Fuarcılık tarafından
14-15
Kasım 2013 tarihleri arasında bu yıl
üçüncüsü düzenlenecek
TÜYAK 2013 – Yangın ve
Güvenlik Sempozyumu ve Sergisi öncesinde
basın mensuplarıyla biraraya gelen Sempozyum Başkanı
Prof.Dr. Abdurrahman Kılıç, tarihi
binalardaki yangın riskleri üzerine açıklamalarda
bulundu. Ahşap olan tarihi yapıların büyük
çoğunluğunun ciddi yangın riski taşıdığını
vurgulayan Kılıç, sayıları her geçen gün azalan ve
geçmişi geleceğe bağlayan köprüler olarak
tanımladığı tarihi yapıların korunmasının öneminin
altını çizdi.
"Yanan tarihi binaların tamamına yakını
resmi binalar; yalılar da risk altında"
Yangınların tarihi yapılar için her zaman bir
tehdit olduğunu, ancak iletişim olanakları
günümüzdeki kadar gelişmediği için gündemde bugünkü
kadar yer bulamadığını kaydeden Kılıç; tespitlerine
göre İstanbul Boğazı etrafındaki 240 ahşap yalının
büyük risk taşıdığını vurguladı.
Yanan tarihi
binaların tamamına yakınının resmi binalar olduğuna
dikkat çeken Kılıç, bilgisizlik veya ayrılan bütçe
nedeniyle kaliteli sistemler yaptırılmamasının,
bakım ve onarımlara yeterince önem verilmemesinin ve
uzman personel bulunmamasının bunun en önemli
sebepleri olduğunu sözlerine ekledi. Kılıç,
Haydarpaşa Garı, Gazi Osman Paşa Yalısı, Müşir Paşa
Yalısı, Galatasaray Üniversitesi, Milli Eğitim
Müdürlüğü Binası, Hünkar Kasrı yangınlarını
anımsatarak; bilinçsiz restorasyon çalışmalarının,
mutfakların, sobaların ve kalorifer dairelerinin,
elektrikli ısıtıcı, baca ve sigaraların tarihi bina
yangınlarının en önemli sebepleri olarak öne
çıktığını ifade etti.
"Tarihi yapıların okul, lojman, ofis
olarak kullanılması cinayettir"
Tarihi yapıların korunabilmesi için öncelikle okul,
lojman ya da ofis olarak kullanılmasının önüne
geçilmesi gerektiğinin altını çizen ve sorumluluğun
her seferinde elektriğe atılamayacağını söyleyen
Kılıç, şunları söyledi:
"Konut olarak yapılan saraylar, yalılar; amacına
uygun önlemler alınmadan, Galatasaray
Üniversitesi'nde veya Milli Eğitim Müdürlüğü
binasında olduğu gibi ofis ya da okul olarak
kullanılmaktadır. Bu tür binaların okul veya ofis
olarak kullanılmalarının engellenmesi, elbette otel
yapılmaması; ama müze, sanat merkezi, sergi salonu,
konferans salonları gibi halka açık, yangın riski
düşük kullanım alanlarına dönüştürülmesi gerekir.
Ahşap binaların, Boğaza sıfır odaların, öğretim
görevlilerinin çalışma odaları olması, yurt olarak
kullanılması, müdür odaları ve lojman yapılması
cinayettir. Tarihi yapıların öncelikle kullanım
amacı değiştirilerek, çağdaş yangın önleyici ve
söndürücü tedbirler alınmalıdır. Aksi takdirde her
bina yanışında katil olarak 'elektrikten yandı'
diyerek elektrik gösterilir veya sabotaj denilerek
sorumluktan kurtulmaya çalışılır. Binaları yakan,
cinayeti işleyen elektrik değil; yeterli önlemi
almayan, binaya uygun kullanım sınıfına
dönüştürmeyen yetkililerdir".
Tarihi yapı yangınlarına iki güncel örnek
Prof.Dr. Abdurrahman Kılıç, hala tartışma konusu
olan iki güncel örnek üzerinden tarihi yapılarda
yangın güvenliği için yapılması ve yapılmaması
gerekenleri şöyle açıklıyor:
Galatasaray Üniversitesi
Galatasaray Üniversitesi'ndeki yangınla ilgili
İstanbul İtfaiyesi ön çalışma raporunda, ihbarın
saat 19:37'de İtfaiye Komuta Merkezine yapıldığını,
Beşiktaş İtfaiye grubu ekiplerinin tam takım halinde
hareket ettiğini ve saat 19:43'te meydana gelen
yangına müdahaleye edildiğini, ikinci ekibin Beyoğlu
İtfaiye Grubumuzda saat 19:50'de olay yerine
ulaşarak müdahale çalışmalarına katıldığını,
yangının ilk fark edildiği nokta olan binanın boğaz
cephesinde ikinci katında bulunan ve Uluslararası
İlişkiler bölümü öğretim üyeleri tarafından
kullanılan odadaki yangına müdahale edildiği
belirtilmiştir.
Yangın, binanın boğaz cephesinde ikinci katında
bulunan öğretim üyelerinin odasında başlamış,
yangına karadan ve denizden söndürme araçlarıyla
müdahale edilmiş, akşam saatlerinde başlayan yangın
gece yarısına doğru kontrol altına alınmıştır.
Yangın sırasında binanın çatısı çökmüş ve çökme
esnasında bazı itfaiyeciler büyük tehlike
atlatmıştır. İtfaiye özellikle bu binalara yangının
sirayetini önlemek için yoğun çaba harcamış,
yangının Galatasaray Üniversitesi’nin diğer hizmet
binalarına, Kabataş Lisesine ve yurt binasına
atlaması önlenmiştir. Kıyı Emniyeti ve Gemi Kurtarma
Genel Müdürlüğüne ait söndürme gemileri olay yerine
çağrılmış ve denizden de müdahale edilmiştir. Yoğun
tazyikli su ile bina enkaza dönüşmüştür.
Galatasaray Üniversitesi Rektörü, yangının elektrik
kontağından çıktığını tahmin ettiklerini belirterek,
Saat 19.00 civarında bir öğretim üyesinin odasından
bir elektrik kontağı marifetiyle bir duman söz
konusu olduğunu, yangın alarmı çaldığını,
güvenlikçilerin hemen gelip müdahale ettiklerini,
dumanlı yere köpük sıktıklarını, sonra itfaiyenin
geldiğini, itfaiye yangın söz konusu olmadığı için
zabıt tutarken çatıdan dumanlar çıktığını, daha sora
alevlerin yükseldiğini, tahminlerinin elektrik
kablolarından yangının yürümüş olduğunu
belirtmiştir.
İtfaiye tarafından yapılan açıklamada ise olay
müdahale prosedürü içerisinde olay yerinde tutanak
tutmak diye bir işleyiş olmadığını, olaylar ile
ilgili olarak hazırlanan raporların olay anı ve
sonrasında detaylı inceleme ve araştırma yapıldıktan
sonra hazırlandığını, söz konusu yangında tutanak
tutulmadığını olay yerinden ayrılmış ya da ayrılmaya
teşebbüs etmiş her hangi bir ekibin olmadığını
belirtmiştir.
Her yangında olduğu gibi bu yangında da, yangının
elektrikten çıktığı söylendi. Yapılan açıklamalarda,
binanın beş yıl önce elektrik tesisatının
yenilendiği ve yangın algılama ve alarm sisteminin
yapıldığı belirtilmesine rağmen, yangın çatı
arasından görülünceye kadar çatıdaki yangından
kimsenin haberi olmadığına göre, çatı arasında
algılama sistemi olmadığı anlaşılmaktadır. Şayet
çatı arasında duman dedektörü olsaydı, daha
başlangıçta çatıda yangın olduğu anlaşılır ve erken
müdahale edilerek belki de söndürülebilirdi.
Tarihi yapılarda yangının genişlemesine en çok
çatılar neden olmaktadır. Çoğunlukla perdeleme
yapılmadan tek bir hacim olarak yapılan ve
birbiriyle bağlantılı olan çatıların bir bölümünde
meydana gelen yangın, tozlarla ve ahşap yapı
elemanları ile bütün çatıya ve daha sonra alt
kısımlara doğru genişlemektedir. Çatı yangınlarına
müdahale zor olduğundan yangının söndürülmesi kolay
olmamakta ve çoğu zaman sıkılan su diğer katların da
büyük oranda zarar görmesine yol açmaktadır. Tarihi
yapılarda yangının genişlemesinin bir nedeni de
bağdadi duvar ve tavanlardır. Birbirine paralel
olarak çakılan tahtalar ve arası tuğla veya değişik
malzeme ile doldurulan bağdadi duvarların yangına
dayanıklı olması için bir sıva ile kaplanmakta,
fakat alçı sıvalar iç kısımdaki ahşabın ısınmasına
ve çürümesine neden olmaktadır. Sıvanın çatlayan bir
bölümünden duvar içine giren kıvılcımlar bütün
duvarın iç kısmında, yavaş yavaş ilerlemekte ve
beklemeyen bir noktadan yangını diğer bölümlere
geçirmektedir. Bu nedenle bağdadi yapılarda yangının
söndü zannedilmesine rağmen, çok sonra yeniden
büyüdüğü sıkça görülmektedir.
Kuşkusuz, çatıda dedektör olmaması konusunda en
önemli kusur, algılama sistemini yapan kuruluşundur.
Bir binaya algılama sistemi yapılacağı zaman
binanın iyi incelenmesi ve dedektörlerin özellikle
yangın olabilecek mahallerin özelliğine göre
seçilmesi ve uygulanması gerekir. Bazen küçük bir
ihmal bir tarihin yok olmasına sebep olurken bazen
de küçük bir tedbir bir felaketi önleyebilmektedir.
Tarihi ahşap yapılarda günümüz haberleşme, ısıtma,
aydınlatma ve IT cihazlarının kabloları dikkat
edilmeden çekilmekte bir taraftan tarihi yapıya
zarar verirken aynı zamanda yangına da sebep
olmaktadır. Galatasaray Üniversitesinde az hasar
görmüş alt katlarında görülen kuvvetli ve zayıf akım
kabloları, bir katta çıkan yangının kablolar
aracılığıyla kısa sürede diğer bölümlere götürecek
özelliktedir. Böylesi ahşap bir binada kullanılacak
kabloların çelik zırhlı olması veya metal borular
içerisinden geçirilmesi gerekirdi.
Özellikle böylesi ahşap, bağdadi bir yapıda
iklimlendirme cihazlarının odalara yerleştirilmesi,
kabloların salkım saçak dağıtılması yangına davetiye
çıkarmaktır. Üniversitede kullanılan yangın
dolapları kabul edilebilir özellikte değiller.
İçlerinde hortum bulunmamaktadır, görevliler
yangından öncede hortum olmadığını belirtmişlerdir.
Ayrıca, hortum bağlantı ağızlarının storz tipi
olmadığı yönetmeliklere ve Türk Standartlarına uygun
olmadığı görülmektedir.
Sonuç olarak, önemli tarihi bir yapı olan İbrahim
Tevfik Efendi Sahil Sarayı’nı bilgisizlik,
ilgisizlik ve tedbirsizlik yakmıştır. Kabloların
uygun olmaması, çatı arasına dedektör konulmaması,
elektrikli ısıtma cihazları kullanılması, yangın
dolaplarının boş olması ahşap tarihi bir binada
kabul edilebilecek eksiklikler değildir.
Haydarpaşa Garı
Tarihi Haydarpaşa Tren Garı'nda, 28.11.2010 günü
saat 15.30 sıralarında çatıda meydana gelen
yangında, çatının büyük bölümü ve dördüncü katın
bazı bölümleri zarar gördü. Çatı kısmında
iyileştirme çalışmaları sırasında çıkan yangın,
hızla büyümüş ve İstanbul’un birçok bölgesinden
görünür olmuştur. Başta, Üsküdar ve Kadıköy itfaiye
ekipleri olmak üzere birçok itfaiye istasyonu
söndürme çalışmalarına katılmış, söndürme
römorkörleri de denizden destek vermiştir.
Haydarpaşa Garı çatısında yapılan yalıtım
çalışmaları sırasında, bir ihmal sonucu yangının
başladığı sanılmaktadır. Tarihi yapılarda yangınlar,
daha çok restorasyon sırasında veya çatı katlarında
meydana gelmektedir. Ne yazık ki bu yangın da,
restorasyon sırasında çatı arasında başlamıştır.
Yangından sonra, yangına müdahale şekli tartışılmış,
bazı kişi ve kurumlarca havadan müdahale edilmesi
gerektiği, yanlış müdahale edildiği iddia
edilmiştir. Oysa, Haydarpaşa Garı gibi binalardaki
çatı yangınlarına, havadan müdahale edilmesi birçok
tehlikeyi beraberinde getirir. Uçak veya
helikopterin taşıdığı suyun, orman yangınlarında
olduğu gibi geniş bir alana değil, sadece yanan çatı
üzerine aktarması gerektiğinden, büyük su kütlesi
bağdadi yapıdaki binalarda lokal çökmelere sebep
olabilir. Yanan büyük ahşap kirişler, suyun darbe
etkisi ile parçalanarak alt katlara düşebilir ve alt
katlarda yangını başlatabilir.
Diğer taraftan, helikopterden yangının kaynağını
yukarıdan görülemeyeceği için söndürme suyu yangının
kaynağına değil alevlere sıkılmış olur ve yangının
söndürülmesine önemli bir katkısı olmaz. Yangın
kaynağına ulaşmadan buharlaşarak kaybolur ve
yanmayan kısımları ıslatır.
Yangını söndüren suyun miktarından önce
sürekliliğidir. Ahşap yangınına havadan atılan su
kesintili olacağından yangını söndürmede etkili
olmaz. Alevler azalarak sönüyormuş gibi görünür ama
çok kısa süre sonra yeniden genişler. Ayrıca,
helikopterden boşaltılan su, aşağıda yangını
söndürmeye çalışan itfaiye personelinin üzerine
gelir ve çalışmaları engeller.
Şimdiye kadar, orman yangınları hariç, havadan
helikopterle su atılarak yangının söndürüldüğünü
görmedim. Bina yangınlarına havada müdahale sadece,
söndürme yapıldığını sanan halka güven vermesini
sağlar. Özellikle, Japonya’da gittiğim yangınlarda,
helikopterler bina üzerinde seyir ederek merkeze
bilgi aktardığını ve yangının itfaiye merkezine
canlı yayın yaptığını gördüm. Helikopterin görevi
bina yangınlarına su ile müdahale etmek değil,
kurtarma, taşıma ve bilgi aktarma amacıyla
kullanılır.
Restorasyon çalışmalarına başlamadan önce riskler
değerlendirilmediği ve çalışmalar kontrol altında
tutulmadığı için tedbirsizlikle oluşan yangın
tarihi yapıya büyük zarar vermiştir. Restorasyon
çalışmaları sırasında yeterli yangın önlemlerinin
alınmamasının eksikliği bu yangında bir kez daha
görülmüştür.
Yapı, 04.11.2013
|
|
473 YILLIK CAMİ YENİDEN HAYAT BULDU
Bursa
Osmangazi Belediyesi, Bulgaristan’ın Gerlova
Bölgesi’nde 473 yıllık Osmanlı mirası olan camiyi
restore ederek hizmete açtı.
2 ay gibi kısa bir sürede tamamlanan restorasyon çalışmalarının ardından caminin açılışı, Osmangazi Belediye Başkanı Mustafa Dündar, DOSAB Yönetim Kurulu Başkanı Feridun Kahraman ve Osmangazi Belediyesi Başkanvekili İsmail Kuş’un katıldığı törenle hizmete açıldı.
Mustafa Dündar açılışta yaptığı konuşmada “Camiler bizim için önemli yerler, bahçesine gelip oturduğumuz, sohbet ettiğimiz, dertleştiğimiz ve ibadetimizi yerine getirdiğimiz yerlerdir” dedi.
Habertürk, 04.11.2013
|
BOĞAZKALE, HATTUŞA OLUYOR

Demokratikşme Paketi’nin getirdiği reformla
Aydınlar’ın eski ismi Tillo’ya kavuşmasının ardından
ikinci adım AK Parti Çorum Milletvekili Salim
Uslu’dan geldi. Uslu, Çorum’un Boğazkale İlçesi
isminin ‘Hattuşa’ olarak değiştirilmesi için kanun
teklifi hazırladı. Meclis’e önümüzdeki hafta
içerisinde sunulması beklenen kanun teklifinin
gerekçesinde; Çorum ile Boğazkale İlçesi Hitit
Uygarlığı’nın başkenti Hattuşa’nın merkezinde
kurulmuş tarihi ve turistik yönüyle dünyaca ünlü bir
merkez olduğu belirtildi.
KÜLTÜR MİRASI LİSTESİ’NDE
İlçenin bulunduğu coğrafyanın insanlık tarihi ile
eşdeğer bir geçmişe sahip olduğu kaydedilerek şu
değerlendirmeler yapıldı: “Hattuşa ve Yazılıkaya’nın
keşfi 1834’de olmuştur. 1835-1894 yılları arasında
çeşitli yabancı arkeologlar tarafından ferdi
çalışmalar yapılmıştır. I. ve II. Dünya Savaşları
sırasında verilen aralar dışında kazılar aralıksız
olarak devam etmektedir. Hattuşa ve Yazılıkaya ören
yerleri BM’nin UNESCO teşkilatınca 1986’da Korunma
Gerekli Dünya Kültür Mirası listesinde 377’nci
sırada tescillenmiştir. Tarihi olarak bir anlam ve
önem taşımayan Boğazkale olan ilçenin isminin
Hattuşa olarak değiştirilmesi ilçenin ülkemizde ve
dünyada daha hızlı bir şekilde tanınmasını
sağlayacaktır.”
Akşam, Haber: Çınar Coşkunserçe, 04.11.2013
|
FİRAVUN TUTANKAMON ARABA KAZASINDA ÖLMÜŞ
Antik Mısır'ın çocuk kralı firavun Tutankamon'un ölüm nedeniyle ilgili yeni bir iddia daha ortaya atıldı.
İngiliz Mısırbilimci Dr. Chris Naunton, firavunun, geçirdiği bir araba kazası nedeniyle öldüğü sonucuna vardığını açıkladı.
Dr. Naunton, "Vücuttaki izler ve yanıklar, ölümün büyük olasılıkla bir savaş arabasının çarpması sonucu gerçekleştiğini ortaya koyuyor" dedi.
Tutankhamun'un yılan sokması, zehirlenme, ya da suikast sonucu öldüğü tahminleri de yapılıyor.
Sabah, 04.11.2013
|
|
MARMARAY VE TARİHİ YARIMADA
Marmaray, metropolün ulaşım sistemine, tarihsel
yarımadanın tam orta noktasında, Yenikapı'da
eklemleniyor. Transfer merkezinin tarihi yarımada
üzerinde yaratacağı olası baskı, dünya kültür mirası
varlıklarından 'suriçi İstanbul'u korumayı
zorlaştıracak.

İstanbul ’un modernleşme sürecinde tarihsel
merkezin yaşadığı değişimin kendine özgü bir
öyküsü var. Bu merkezi, modernleşme dönüşümünü
benzer sertlikte yaşamış başka kentlerin
tarihsel merkezlerinden ayıran ve tarihsel
kimliğini bugüne ulaştıran da bu öykü.
Bugün ise “tarihsel yarımada” son derece
sert bir değişimin eşiğinde. Suriçi İstanbul’u
bekleyen bu değişimi anlamak için, modernleşme
sürecinin 19. yüzyıldan başlayarak İstanbul’u
nasıl biçimlendirdiğini ana hatlarıyla ele almak
gerek.
19. yüzyılın ikinci yarısında, nüfusu 1 milyona
yaklaşan İstanbul’un modernleşmesinin kentin
morfolojisine yansıması, merkezin tarihsel
yarımadayı terk ederek Galata yakasına
geçmesiyle kendini gösterdi. Haliç’in kuzeyi
yeni merkezin yeri olmakla kalmadı, “modern”
kentin gelişmesinin gözlendiği ve İstanbul’un
yeni yerleşimlerinin boy gösterdiği alan oldu.
Galata dışındaki büyüme yönünü belirleyen ve
Taksim’e uzanan eksen kentin modernleşme
sürecinde kuzeye doğru tırmanmayı sürdürdü.
Bunun suriçi İstanbul üzerindeki sonucu ise, 19.
yüzyılda, modernleşmenin tahrip edici şiddetinin
tarihsel yarımadayı daha az etkilemesiydi.
İlk modernleşme
Modernleşmenin suriçi İstanbul’da yarattığı
değişim ise bir başka etkene, yangınlara bağlı
bir olgu olarak ortaya çıktı. 19. yüzyılın
ortalarına dek, yanan binalar, aynı geleneksel
yöntemlerle ve aynı kentsel doku korunarak
yeniden yapılıyordu. İstanbul’un modernleşmeyle
birlikte tanıştığı yeni kavramlar, yangın
alanlarının da yeni imar düzenlemeleriyle ele
alınmasını getirdi. Modernleşme sürecinin suriçi
İstanbul’a yansıması, 1930’lara dek sadece
yangın alanlarındaki düzenlemelerle sınırlı
kaldı. Ne var ki, 20. yüzyılın ilk yarısında
kentin nüfusunun gerilediği, yangın
alanlarındaki yapılaşmanın da son derece yavaş
olduğu görülüyor. Savaş yıllarını, 1923’te
Ankara ’nın yeni kurulan Cumhuriyet’in
başkenti olması izlemiş, eski başkent çekim
noktası olmaktan uzaklaşmıştı.
Nüfusu azalmış, yerleşim alanlarının önemli bir
bölümü harap yangın yerlerine dönüşmüş
İstanbul’un bu durumu, 1936’da, kentin nazım
planını hazırlamak için İstanbul’a gelmiş Henri
Prost’un ana kararlarında da belirleyici oldu.
Bu yüzden Prost, kentin yayılmasına değil,
mevcut sınırları içinde yoğunlaşmasına yönelik
bir planlama stratejisi izledi, bunu sağlayacak
olan ise kentin eski mahallelerini daha
“ulaşılabilir” kılacak ve tarihsel dokunun
yerini daha yoğun bir modern dokuya bırakmasına
neden olacak büyük arterler açmak olacaktı.
Prost, 1950’ye dek iş başında kaldı, ne var ki
hazırladığı nazım planı, sınırlı düzenlemeler
dışında uygulanamadı. Uygulama 1950 sonrasına,
Menderes dönemine kalmıştı.
Menderes dönemi
Menderes’in yönetiminde, 1956-1958 arasında
gerçekleştirilen imar hamlesi sonucunda,
suriçinde geniş ana yollar açıldı, surların
denizle ilişkisini ortadan kaldıran sahil yolu
yapıldı. İstanbul’un 1950’de 1 milyon 166 bin
olan nüfusu 1975’te 3 milyon 905 bine ulaşacak,
tarihsel yarımadadaki nüfus artışının kentsel
morfolojiye yansıması, gevşek tarihsel dokunun
yerini, modern binalardan oluşan yoğun bir
dokuya bırakmasıyla ortaya çıkacaktı. Açılan
yeni yollar, değişimi kolaylaştıran ve
hızlandıran belirleyici bir etken olmuştu. Bu
değişimin, 19. yüzyılın ikinci yarısında görülen
modernleşme sürecinden en önemli farkı, modern
binaların, belirli bir imar düzenlemesine bağlı
olmadan, adım adım geleneksel evlerin yerini
almasıyla gerçekleşmesi oldu. Bu yüzden,
tarihsel dokunun tümüyle ortadan kalkmasına
karşın, kentin hafızasının önemli bir parçası
olan geleneksel yol örüntüsü korunabildi.
Metropoliten gelişme
1973’te, Boğaz Köprüsü’nün açılmasıyla
birlikte, İstanbul’un metropoliten bir yapıya
doğru evrilmesini getirecek yeni bir modernleşme
dönemi başladı. Boğaz Köprüsü, 19. yüzyılda ana
doğrultusu belirlenmiş eksen üzerindeki merkezi
daha da kuzeye itti. Çevre yollarıyla birlikte
doğu ve batı yönünde büyüyen İstanbul’un coğrafi
merkezi tarihsel yarımadaydı, ancak kentin
gerçek merkezi kuzeye doğru ilerleyen eksen
üzerinde yer alıyordu. 1988’de açılan ikinci
köprü daha kuzeyde konumlandı, merkezi de daha
kuzeye götürdü. Kırk yıl içinde dört kat büyüyen
İstanbul’un gökdelenlerle donanmış merkezi,
tarihsel yarımadanın ünlü siluetine karşı, artık
yeni bir kent imgesi tanımlıyordu.
İstanbul’un tarihsel merkezi olan yarımada,
kentin son 50 yılda yaşadığı şiddetli dönüşüme
karşın ana karakterini ve ünlü siluetini
korumayı başardı. Kentin Bizans dönemi tarihsel
topografyası, bugüne ulaşmış yapısı üzerinden
okunabiliyor. Tarihsel doku, 19. yüzyıldaki
gevşek düzenini yitirmiş, çok daha yoğun bir
dokuya dönüşmüş de olsa, pek çok mahallede
geleneksel organik örüntüsünü taşımayı
sürdürüyor. Kentin geleneksel ahşap
mimarlığının, yerini kimliksiz ve anonim bir
yapılaşmaya bırakmış olmasına karşın, sokakların
ölçeği korunabilmiş. Kısacası, bu denli güçlü
değişim yaşamış bir kentte, her şeye karşın
“korunabilmiş” bir tarihsel merkezle karşı
karşıyayız. Bunun nedeni ise modernleşmeyle
birlikte merkezin tarihsel yarımadayı terk etmiş
olması. İşte şimdi İstanbul, tarihsel merkezinin
korunmasına olanak vermiş bu özelliğini yitirmek
üzere. Başka bir deyişle modern kentin merkezi
olmaktan kurtulmuş olan tarihsel yarımada, dev
bir metropolün merkezine dönüşme tehdidiyle
karşı karşıya. Bu tehdidin nedeni ise Marmaray.
Neden tehdit?
Marmaray’ın tarihsel yarımada için neden bir
tehdit oluşturduğunu görmek için, izlediği
çizgiye ve metropolun ulaşım sistemine nasıl ve
nerede eklemlendiğine bakmak gerek. Marmaray,
İstanbul metropoliten alanının doğu-batı ekseni
üzerinde yer alıyor ve kaçınılmaz bir
zorunlulukla coğrafi merkezden yani tarihsel
yarımadadan geçiyor. Tarihsel yarımadayı
etkileyecek olan ise, “kuzey”den -gerçek
merkezden- gelen hatla burada buluşması. Daha
açık bir anlatımla, Marmaray, metropolün ulaşım
sistemine, tarihsel yarımadanın tam orta
noktasında, Yenikapı’da eklemleniyor. Bu, nüfusu
14 milyona ulaşmış bir metropolun toplu ulaşım
sisteminin ana transfer merkezinin, bugüne dek
metropolun baskısından uzak kalabilmiş olan
tarihsel yarımadanın tam ortasında konumlanması
demek. Bu kapsamda bir transfer merkezinin
kentte önemli bir cazibe noktası yaratması
kaçınılmaz olacak. İstanbul boyutunda bir
metropolde, toplu ulaşımın ana düğüm noktasının
ne denli güçlü bir çekim alanı yaratacağını
tahmin etmek güç değil. Transfer merkezinin
tarihi yarımada üzerinde yaratacağı olası baskı,
şimdiden sonra,
dünya kültür mirasının önde gelen
varlıklarından biri olan “suriçi İstanbul”u
korumayı zorlaştıracak, büyük bir olasılıkla da
olanaksız kılacak.
Radikal, Yazı: Aykut Köksal / Mimar
Sinan Güzel Sanatlar Üni., öğretim üyesi,
03.11.2013
|
'KAPTAN-I DERYA' YENİ ÇEHRESİNE KAVUŞUYOR

Beşiktaş’taki Barbaros
Hayrettin Paşa Türbesi’ndeki restorasyon çalışmaları
büyük ölçüde tamamlandı. Türbeye özgün sıvaya uygun
içerikteki harçla müdahale yapıldı.
Osmanlı Devleti’nin Kaptan-ı Deryası olan ilk
kaptan paşası ve büyük amiral Barbaros Hayrettin
Paşa’nın Beşiktaş’ta bulunan türbesinde
gerçekleştirilen restorasyonda sona gelindi.
İstanbul İl Özel İdaresi tarafından yaklaşık bir yıl
önce başlatılan yenileme çalışmaları büyük ölçüde
tamamlandı. Türbenin yakın zamanda bütünüyle
tamamlanması ve eskisi gibi ziyarete açılması
planlanıyor. İl Özel İdaresi'nin vermiş olduğu
bilgiye göre; türbenin temini ve iç duvarlarındaki
çimentolu harçların temizlenerek, özgün sıvaya uygun
içerikteki harçla müdahaleler yapıldı. Duvarlarda
tespit edilen ahşap hatıl boşlukları yine ahşapla
tamamlandı. Kubbede hasar görmüş bölgeler
güçlendirilip, kurşun örtüsü yenilendi. Sandukaların
oturtulduğu böceklenmiş ve çürümüş ahşap döşeme ile
konstrüksiyonu değiştirildi. Hasarlı olduğu görülen
dışlıklar özgün biçimine uygun olarak hazırlandı.
Taş ve mermer yüzeyler analizler sonucu belirlenen
yöntemlerle temizlendi. Bahçede drenajla ilgili
bağlantılar yenilenerek yapının sudan kaynaklanan
sorunlarının giderilmesine çalışıldı. Bahçedeki
mezar taşları temizlenip, sağlamlaştırmaları
yapıldı. Bahçe düzenlemesinde, toprak altında
görünmeyen daha çok mezar olması nedeniyle,
ziyaretçilerin bahçe içinde sınırlı bir alanda
gezebilmesi düşünüldü. Bahçe duvarlarının ve
üzerindeki demir korkulukların bakımı ve
sağlamlaştırmaları yapıldı.
Türbenin elektrik tesisatı ve güvenlik sistemleri
de yenilendi. Bahçe düzenlemesinin ve cephenin
aydınlatma sistemleri oluşturuldu. Türbe ve haziresi
yirmi dört saat kamera sistemi ile gözlenirken,
Deniz Müzesi tarafından da gün içerisinde kontrol
ediliyor. Teberrukat eşyaları restorasyon sürecinde
Deniz Müzesi’nde muhafaza edildi. Barbaros Hayrettin
Paşa’nın vasiyeti üzerine 1541 yılında Mimar Sinan
tarafından yapılan türbe, açılışı ile birlikte iki
yıldır olduğu gibi her hafta cuma günü 13.00-17.00
saatleri arasında ziyaretçilere açık olacak. “Beni
leb-i deryaya gömün. Ben leventlerimin sesini ve
denizin hırçın dalgalarını duymak istiyorum.” diyen
Kaptan-ı Derya’nın kabri Beşiktaş meydanında deniz
kenarına yapılan türbede bulunuyor.
Zaman, Haber: Aygül Boldorkhan, 03.11.2013
|
İŞ DÜNYASININ 50 KOLEKSİYONERİ

Türkiye'deki iş insanlarının sanata ilgisi,
büyüyen ekonomiyle birlikte artıyor. Sanat
piyasasının büyüklüğünün 300 milyon dolara ulaştığı
tahmin ediliyor. Bugün müzayedelere ve sanat
merkezlerine kayıtlı 3 bin 500 koleksiyoner
bulunuyor. Ama bunların içinde adet ve değer bazında
ellerindeki sanat eserlerinin toplamına göre 50 isim
öne çıkıyor…
2010 yılında Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkanı
Murat Ülker’in Burhan Doğançay’ın Mavi Senfoni’sini
2.2 milyon TL gibi rekor bir fiyata satın alması
hayli ses getirmişti. En son olarak Demet ve Cengiz
Çetindoğan çifti, son halife Abdülmecid Efendi’nin
“Avluda Kadınlar” adlı nü tablosuna 1 milyon 600 bin
lira verdi… Sanat piyasası, son dönemde buna benzer
birçok satışla sık sık gündeme geldi.

Turkish Time dergisi son sayısında iş
dünyasından tanıdığımız pek çok kişinin,
koleksiyonlara olan ilgisi ve bu alana yaptığı
önemli yatırımları mercek altına aldı. Bugün
Türkiye’deki sanat piyasasının ulaştığı büyüklük,
300 milyon dolar olarak tahmin ediliyor.
İlk 50 kişilik listede, en değerli koleksiyonlara
sahip Ali Dinçkök, Mavi Senfoni’nin sahibi Murat
Ülker, Erol Akyavaş hayranı Zafer Yıldırım gibi uzun
yıllardır eser toplayan tanıdık simalarla beraber,
genç kuşak iş insanları da yerini alıyor. Öner
Kocabeyoğlu, Alp Karaağaç ve Reyhan Alper genç
kuşağın önemli temsilcilerinden… Türkiye’de
koleksiyonerler klasik ve çağdaş Türk resminin yanı
sıra ünlü oryantalistlerin İstanbul Osmanlı saray
hayatı, harem, odalık, Osmanlı tipleri ve İstanbul
temalı tabloları tercih ediyorlar. Son yıllarda
20’nci yüzyılın ikinci yarısından günümüze kadar
tarihlenen Türk heykeltıraşlarının eserlerine de
yoğun ilgi var. Bunların yanı sıra Osmanlı sanat
eserleri ve hat sanatı örnekleri de ciddi bir ilgi
görüyor. İş dünyasında pek çok iş insanı artık müze
açabilecek kadar geniş koleksiyona sahip…
1. ALİ DİNÇKÖK
Akkök Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ali
Dinçkök, iş dünyasının en ünlü koleksiyoneri. Lucio
Fontana dışında pek tuval resim almayan Dinçkök,
genel olarak enstalasyon ve üç boyutlu işler satın
alıyor. Tuval üzerine değil de değişik malzemelerle
yapılan sanat eserlerini toplamayı tercih ediyor.
Dinçkök’ün en büyük özelliği, ilgilendiği sanatçının
herhangi bir eserini değil başyapıtını satın alması.
Koleksiyonunda Louvre Müzesi’nin en önemli
sanatçılarından Wim Delvoye ve Jan Fabre’nin
eserleri yer alıyor.
2. CENGİZ-DEMET ÇETİNDOĞAN
Brandroom, Harvey Nichols, D&G gibi uluslararası
markaların Türkiye temsilciliğini yapan Demsa
Grup’un Yönetim Kurulu Başkanı Cengiz Çetindoğan 15
yıldır sanat eserleri satın alıyor. Çetindoğan’ın
koleksiyonunda 3 bin 500’ü aşkın eser bulunuyor.
Demsa koleksiyonu temel olarak Türk Hat Sanatı, Türk
Resim Sanatı ve Uluslararası Sanat Eserleri
örneklerinin yer aldığı üç bölümden oluşuyor.
Koleksiyonda Hüseyin Zekai Paşa’nın 1909 tarihli
“Çin Vazolu Natürmort”u ve Şeker Ahmed Paşa’nın
“Orman Yolunda Koyun Sürüsü” gibi çok önemli eserler
yer alıyor.
3. ÖNER KOCABEYOĞLU
İspanyol moda markası Zara’nın Türkiye tedarikçisi
Papko’nun ortağı Öner Kocabeyoğlu oldukça genç
yaşta, 29 yaşında sanata gönül veren bir iş insanı.
Koleksiyonunda Fahrelnissa Zeid, Nejad Devrim,
Albert Bitran, Fikret Mualla, Abidin Dino, Avni
Arbaş, Mehmet Güleryüz, Komet, Alaettin Aksoy, Ömer
Uluç, Ferruh Başağa, Adnan Çoker, Burhan Doğançay,
İlhan Koman ve Koray Ariş’in eserleri bulunuyor.
4. ÖMER KOÇ
Koç Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili Ömer Koç’un
şahsi koleksiyonlarında çok önemli eserler
bulunuyor. Osmanlı tarihi üzerine dünyanın en büyük
kitap koleksiyonuna sahip Koç, 1980’li yıllardan bu
yana kitap biriktiriyor. Osmanlı İmparatorluğu ile
ilgili Batı dillerinde yazılmış belli başlı
kitaplardan oluşan koleksiyonda seyahatnameler,
genel tarihler ve izlenimler bulunuyor. En eski
tarihli kitap ise 1493 yılına ait. Osmanlı
İmparatorluğu konulu koleksiyonu otograf belgeler,
fotoğraflar, desen, suluboya ve resimlerle
zenginleştirmiş.
5. NEZİH BARUT
Abdi İbrahim Başkanı Nezih Barut, aynı zamanda 600’e
yakın resim koleksiyonu ile Türkiye’nin en önemli
sanat koleksiyonerleri arasında. Nezih Barut
koleksiyonunda oryantalist sanatçıların eserleri,
klasik ve çağdaş Türk ve dünya sanatının çok özel
örneklerinin yanı sıra eczacılık, terazi, havan ve
çok özel bir tombak koleksiyonu bulunuyor. Jean Leon
Gerome Rüstem Paşa Camii, Alberto Pasini Harem
Bahçesi, Erol Akyavaş Kuşatma, Şevket Dağ Ayasofya,
Antoine de Favray Panoramik İstanbul Görünümü,
Fahrelnisa Zeid Londra, Ömer Uluç Odalık, Burhan
Doğançay’ın 1974 tarihli Bullish Breakthrough’u
koleksiyonda öne çıkan eserler…
6. OYA- BÜLENT ECZACIBAŞI
Eczacıbaşı Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı
için iş dünyasının sanat yolculuğuna yön veren ismi
desek abartmış olmayız. Yaklaşık bin eserden oluşan
çok önemli modern ve çağdaş Türk sanatı
koleksiyonunu İstanbul Modern Müzesi’ne bağışlayarak
önemli bir sanatsal fenomen yarattı. İstanbul Kültür
ve Sanat Vakfı’nın çatısı altında hayata geçirilen
İstanbul Modern için Eczacıbaşı Topluluğu kurucu
olarak ilk yatırım ve proje yönetim finansmanı ile
çekirdek koleksiyonu sağladı. Oya Eczacıbaşı, bugün
İstanbul Modern’in Yönetim Kurulu Başkanlığı
görevine devam ediyor.
7. CAN ELGİZ
Mimar Can Elgiz’in koleksiyonu 1980’lerden bu yana
oluşumuna devam ediyor. Türk ve yabancı ustalar ile
genç sanatçıların birlikte yer aldığı koleksiyon
üslup, tür ve malzeme bakımından oldukça geniş bir
çeşitliliğe sahip. Elgiz koleksiyonu Gilbert&George,
Tracey Emin, Jan Fabre, Barbara Kruger, Cindy
Sherman, Andy Warhol, Peter Halley, Paul McCarthy ve
Robert Rauschenberg gibi çağdaş sanatın dünyadaki
önemli isimlerinin yanı sıra Erol Akyavaş, Ömer
Uluç, Fahrelnissa Zeid, Nejad Devrim ve Abdurrahman
Öztoprak gibi Türk ustalarının eserlerine de ev
sahipliği yapıyor.
8. ERDOĞAN DEMİRÖREN
Yaklaşık 40 yıldır sistemli ve bilinçli bir şekilde
koleksiyonunu büyütmeye devam eden Demirören Holding
Yönetim Kurulu Başkanı Erdoğan Demirören, Türkiye’de
sanata destek ve gönül veren, klasik Türk resmi ve
antika eserleri biriktirmeye başlayan öncü ve ilk
isimlerden biri. Koleksiyonda klasik Türk
ressamlarından Osman Hamdi Bey’in Rüstem Paşa Camii
adlı eseri ile birlikte Hoca Ali Rıza, Halil Paşa,
Şeker Ahmet Paşa, Hüseyin Zekai Paşa, İbrahim Çallı,
Nazmi Ziya, Feyhaman Duran ve Hikmet Onat’ın önemli
eserleri yer alıyor.
9. LUCIEN ARKAS
Koleksiyonerliği hiçbir zaman bir toplama uğraşısı
olarak görmediğini söyleyen Arkas Holding Yönetim
Kurulu Başkanı Lucien Arkas, sanatın izlediği seyri
tutarlı bir disiplin çerçevesinde tutabilmek
bilinciyle uzun yıllar süren çalışmalar neticesinde
Arkas Koleksiyonu’nu “Türk Resmi” ve “Avrupa Resmi”
olarak iki ana başlık kapsamında oluşturdu. Bugün
yaklaşık 970 adet sanat eserinden oluşan Arkas
Koleksiyonu, kendi tarzında Türkiye’nin sayılı sanat
koleksiyonları arasında yer alıyor.
10. SUNA - İNAN KIRAÇ
2003 tarihinde kurdukları Suna ve İnan Kıraç Vakfı,
eğitimin yanı sıra kültür ve sanat alanında tarih,
sanat, kültür ve bilim müzeleriyle her türlü sergi
mekanları, araştırma ve uygulama merkezleri,
kütüphaneler ve enstitüler açmaya ve işletmeye,
koleksiyonlar oluşturmaya ve bunları sergilemeye
yönelik faaliyetlerde bulunuyor. 2005’te açılan Pera
Müzesi, Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın nitelikli ve
geniş ölçekli kültür-sanat hizmeti vermek amacıyla
kurduğu bir özel müze özelliği taşıyor. Bu müzelerde
dünyanın en önemli sanatçıları arasında gösterilen
Jean Dubuffet, Henri Cartier-Bresson, Rembrandt,
Niko Pirosmani, Josef Koudelka ve Joan Miro gibi
sanatçıların eserleri yer alıyor. Ayrıca Osman Hamdi
Bey’in ünlü tablosu Kaplumbağa Terbiyecisi de
müzedeki eserlerin en değerlileri arasında...
11. ÖMER DİNÇKÖK
Akkök Şirketler Grubu hissedarı Ömer Dinçkök’ün
resim koleksiyonunda Hoca Ali Rıza, Nazmi Ziya,
İbrahim Çallı, Şevket Dağ, Hikmet Onat, Feyhaman
Duran, Naci Kalmukoğlu, Fikret Mualla, Nuri İyem,
Zeki Faik İzer, Erol Akyavaş, Komet gibi Türk
sanatının kilometre taşı sanatçılarının eserleri yer
alıyor.
12. SUZAN SABANCI DİNÇER
Akbank Yönetim Kurulu Başkanı ve Murahhas Üyesi
Suzan Sabancı Dinçer, sanata değer veren bir isim.
Sanatın her alanına ilgi gösterdiğini söylemek
mümkün. Ancak şahsi koleksiyonuna daha çok çağdaş
Türk resimleri alıyor.
13. AHMET KOCABIYIK
Borusan Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet
Kocabıyık babasından devraldığı mirasa sahip
çıkıyor. Bugün Borusan koleksiyonunda yağlıboya
tablolar, heykeller, video sanatı, yerleştirmeler,
yeni medya, baskılar, ışık sanatı ve fotoğraf gibi
farklı araçlarla oluşturulmuş 600’e yakın sanat
eseri bulunuyor. Koleksiyonda Türk modern
sanatçılarından Abdurrahman Öztoprak, Bülent Evren,
Ekrem Yalçındağ, Ardan Özmenoğlu, Erol Akyavaş, Nuri
Bilge Ceylan gibi çeşitli sanatçıların eserleri yer
alıyor.
14. HAKAN ÇARMIKLI
Çarmıklı Holding CEO’su Hakan Çarmıklı, sanat
dünyasının yakından tanıdığı bir isim. Önemli bir
yabancı çağdaş eserler koleksiyoncusu. Yerli,
yabancı dünya sanatına katkıda bulunan sanatçıların
eserlerini almaya dikkat ediyor.
15. MURAT ÜLKER
Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker,
Burhan Doğançay’ın “Mavi Senfoni” isimli eserini 2.2
milyon TL ödeyerek satın aldığında büyük yankı
uyandırmıştı. “Mavi Senfoni”nin yanı sıra Burhan
Doğançay’ın dört eseri, Ömer Uluç’un Mavi Kuş, Gülay
Semercioğlu’nun Kırmızı, Serhat Kiraz’ın Karşıt
isimli ışık enstalasyonu ve Erol Akyavaş’a ait özel
resimler Ülker’in koleksiyonunun diğer önemli
parçaları.
16. MUSTAFA TAVİLOĞLU
İlk resmini 1972’de alan Mudo Yönetim Kurulu Başkanı
Mustafa Taviloğlu’nun koleksiyonunda binden fazla
eser bulunuyor. Adeta Türk Resmi Müzesi izlenimi
veren bu koleksiyonda Türk sanatının en önemli
ustalarına ait eserler bulunuyor: Osman Hamdi Bey,
İbrahim Çallı, Fikret Mualla bunlardan sadece
birkaçı...
17. EROL MAKZUME
Türkiye’de oryantalist resim dendiğinde ilk akla
gelen isimlerden biri olan Mersinli koleksiyoner
Erol Makzume 25 yıldır eser topluyor. İtalyan
sanatçılar Zonaro ve De Mango’nun eserleri başta
olmak üzere çok sayıda Fransız, Alman ve İngiliz
oryantalist sanatçının Türkiye konulu çalışmaları
yer alıyor. Koleksiyonunda Türk resim sanatının
öncülerinden Osman Hamdi Bey’in Paris’te resim
hocalığını yapan Gustave Boulanger’nin bir tablosu
da var, Signac’in 1907 tarihli Süleymaniye Camii
isimli bir suluboyası da var…
18. RAHMİ KOÇ
Koç Holding Onursal Başkanı Rahmi Koç’un Haliç’te
yer alan müzesi Lengerhane, Tersane ve dış mekan
sergi alanı olarak üç ana bölümden oluşuyor.
Lengerhanelerden biri olan Hasköy’deki binada
Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi’ne ait
araştırma alet ve makineleri yer alıyor. Tersane
bölümünde denizcilik koleksiyonu, bilgisayar
tarihine ait objeler, motosiklet ve bisikletler, at
arabaları, klasik otomobiller var. Dış mekan
alanında ise bir Douglas D-3 uçak, TCG Uluç Ali Reis
Denizaltı, Vernicos Irini buharlı römorkör ve
endüstriyel arkeolojik örnekler sergileniyor.
19. ZAFER YILDIRIM
Orjin Grup ve İstinye Park’ın ortaklarından Zafer
Yıldırım, Erol Akyavaş’ın en önemli üç tablosundan
ikisi olan “En-el Hak” adlı yapıtını 2.2 milyon
TL’ye satın aldıktan sonra sanat gündemine oturdu.
15 yıldır koleksiyon yapan Zafer Yıldırım’ın
koleksiyonunda 700-800 eser bulunuyor. Yıldırım,
klasik değil de genellikle çağdaş eserler alıyor.
Erol Akyavaş’ın tanınmış bir eseri olan “Vav”ı 1
milyon 262 bin TL’ye satın alan Zafer Yıldırım,
sanatçının en önemli iki başyapıtına birden sahip
olan tek koleksiyoner.
20. ÇETİN NUHOĞLU
Tırsan Yönetim Kurulu Başkanı Çetin Nuhoğlu’nun
koleksiyonu çok çeşitli. Uzun süreden beri Türk
resim sanatı ustalarının ve heykeltraşlarının
eserlerini topluyor. Oldukça ilginç, zengin bir
plastik sanatlar koleksiyonu ofisinin ve evinin
duvarlarını süslüyor. Diğer taraftan gerçek bir
fotoğraf koleksiyoncusu da diyebiliriz Nuhoğlu için.
21. HALİT CINGILLIOĞLU
Halit Cıngıllıoğlu, babasından devraldığı
Demirbank’ın eski sahibi. 2000 yılındaki kriz
sırasında BDDK Demirbank’a el koymuştu. Halit
Cıngıllıoğlu, artık Belçika’da yaşıyor ve bankacılık
faaliyetlerini Demirhalk Bank ile sürdürüyor.
Cıngıllıoğlu’nun bankacılık dışında inşaat,
gayrimenkul ve enerji şirketleri de bulunuyor.
Cıngıllıoğlu, dünya sanat sahnesinin yakından
tanıdığı isimlerden biri. Çocukluğundan bu yana
koleksiyonerlik yapan Cıngıllıoğlu, aynı zamanda
önemli bir sanat eksperi ve Sotheby’s müzayede
şirketinin danışma kurulunda yer alıyor. Sanat
koleksiyonunda Renoir, Cézanne, Monet, Picasso gibi
dünya sanatının en önemli ustalarının eserleri
bulunuyor.
22. SEMA ÇAĞA
Çağa&Çağa Avukatlık Bürosu Sahibi Sema Çağa eşi
Barbaros Çağa vefat ettikten sonra eşinden kalan
işlerle birlikte sanat mirasını da devraldı. 1975
yılından bu yana eser biriktiren Çağa’nın
koleksiyonunda Nazmi Ziya Güran, Hikmet Onat,
Feyhaman Duran, Namık İsmail, Naci Kalmukoğlu,
İbrahim Safi, Cevat Dereli, Zeki Kocamemi,
Fahrelnisa Zeid, Mahmut Cuda, Zeki Faik İzer,
Nurullah Berk, Sabri Berkel, Bedri Rahmi Eyüboğlu
gibi sanatçıların eserleri bulunuyor.
23. FARUK ORHON
Aslında iş dünyası Faruk Orhon’u alışveriş merkezi
yatırımlarıyla tanıdı. Ancak Orhon, sanata olan
merakı nedeniyle tüm bu ticari faaliyetlerden elini
çekti ve odak noktasına sanatı koydu. Çok ciddi bir
modern ve çağdaş Türk resmi koleksiyoncusu.
24. ŞARIK TARA
Enka Şirketler Grubu Onursal Başkanı Şarık Tara, I.
Mahmud, Abdülaziz ve I. Abdülhamid dönemlerine ait
tuğralı Osmanlı gümüşleri topluyor. Bir kısmı Rus ve
Fransız gümüşleri olan yaklaşık 600 parçalık bir
koleksiyonu var.
25. CERİ BENARDETE
Ceri Benardete daha çok Türk eserleriyle
ilgileniyordu. Ancak son dönemde uluslararası
sanatçıların eserlerini de almaya başladı.
26. AHMET KABAKÇI
Tamaş’ın Sahibi Ahmet Kabakçı son derece özverili
bir sanatsever. İşinin arasında dahi sevdiği bir
sanatçı var ise mutlaka sergi ve müze gezmeye vakit
ayırıyor. Bu ilgi de onun koleksiyonunu dünya
ortalamasına çekiyor. Öyle ki, koleksiyonunda
Fransız ekolüne ait son derece önemli sanatçıların
eserleri yer alıyor.
27. ARZUHAN DOĞAN YALÇINDAĞ
Doğan Holding Yönetim Kurulu Üyesi Arzuhan Doğan
Yalçındağ’ın koleksiyonunda yabancı eserlerden
ziyade daha çok modern Türk ressamlarının eserleri
bulunuyor.
28. YUNUS BÜYÜKKUŞOĞLU
1500’ün üzerinde modern döneme ait resme sahip
Büyükkuşoğlu, koleksiyonunun büyük bir kısmını
Bodrum’daki Casa Dell’Arte Oteli’nde ve fabrikasında
sergiliyor. Türkiye’nin önemli plastik
şirketlerinden Farplas’ın kurucusu ve Yönetim Kurulu
Başkanı Yunus Büyükkuşoğlu, işinden çok sanata,
resim ve heykele olan düşkünlüğü, koleksiyonerlik
tutkusuyla tanınıyor. Özellikle Türk sanatçıların
resim ve heykellerini biriktiren Büyükkuşoğlu, Türk
ressam ve heykeltıraşlara destek veren projeler de
yürütüyor.
29. METİN MIZRAKLI
Pulver Kimya Yönetim Kurulu Başkanı Metin
Mızraklı genellikle yerli eserlere ilgi
duyuyor. Oryantalden modern Türk resmine
kadar olan dönem eserlerini topluyor.
30. DOĞAN KARADENİZ
Karadeniz Holding Yönetim Kurulu Üyesi Doğan
Karadeniz’in sanat koleksiyonunun iki omurgası
var. İlki 1945-1965 yılları arasında Fransa’da
yaşamış olan Türk sanatçıların soyut eserleri.
İkincisi ise modern heykel yontu ve video yontu
dediğimiz daha soyut ve kavramsal heykeller ile
heykele benzeyen üç boyutlu eserler. Evinin en
güzel köşelerinde Adnan Çoker ve Seyhun Topuz’un
eserleri yer alıyor. Koleksiyonunda yer alan
sanatçılardan bazıları Burhan Doğançay, İrfan
Önürmen, Ersin Gürtel, Ahmet Güneştekin ve
Seçkin Pirim...
31. HUMA KABAKÇI
23 yaşındaki Huma Kabakçı, Türkiye’nin en genç
koleksiyoneri... 500 resimden oluşan bir
koleksiyona sahip. Azerbaycan’da Hayat Oteli ve
BP’yi kuran, yurtiçi ve yurtdışında farklı
yatırımları olan babası Nahit Kabakçı’nın
oluşturduğu bu koleksiyon vefatının ardından
kızı Huma’ya geçiyor. Koleksiyonu iki bölümden
oluşuyor. İlki, Türk modern ve çağdaş
sanatçılarına ait resimler. İkinci bölüm ise
yabancı sanatçılara ait resimlerden oluşuyor.
Koleksiyonunda Abidin Dino, Komet, Mübin Orhon,
Ferruh Başağa gibi bugün değerleri 100 binlerle
hatta milyonlarla ölçülen isimler var.
32. TURGAY CİNER
Ciner Holding Yönetim Kurulu Başkanı Turgay
Ciner ünlü bir hat sanatı meraklısı.
Koleksiyonunda nadide eserler yer alıyor. Şevket
Rado’nun topladığı eski yazıyla yazılmış
kitaplar, levhalar, hilye-i şerifler, fermanlar
ve beratler ile İbrahim Müteferrika’nın
matbaasında basılan 17 kitaplık koleksiyon
bunlardan sadece birkaçı...
33. MUSTAFA ÖZKAN
İşadamı Mustafa Özkan’ın Avrupa’da yapılmış
Osmanlı figürleri koleksiyonu, tuğralı gümüş
koleksiyonu ve tombak koleksiyonunun yanı sıra
özellikle Rudolf Ernst, Fausto Zonaro gibi
oryantalist ressamların eserlerinden oluşan çok
değerli bir tablo koleksiyonu var.
34. ALP KARAAĞAÇ
Bilfar Holding Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı
olan Alp Karaağaç, yerli eserler kadar yabancı
eserleri de takip eden bir sanatsever.
Koleksiyonunda çağdaş döneme ait uluslararası ve
Türk sanatçılara ait nadide eserler yer alıyor.
35. NUMAN CEYHAN
Nu-Ce Yapı Yönetim Kurulu Başkanı Numan Ceylan
1994 yılından bu yana sanat eseri biriktiriyor.
Yurtdışında Londra, Paris ve Barselona’ya
gidiyor, müzayedelere katılıyor. Kolkesiyonu
daha çok çağdaş eserlerden oluşuyor. Klasik
eserler koleksiyonunun 4’te 1’ini oluşturuyor.
100’e yakın ressamın 460 eserine sahip. İlerde
müze açmayı düşünüyor.
36. EMRE DÖKMECİ
Edit Yapı’nın kurucusu Emre Dökmeci, sanata
uluslararası bir perspektiften bakıyor. Dünyanın
önemli sergi ve müzelerini düzenli olarak takip
ediyor. Buralardan edindiği tecrübeleri kendi
koleksiyonunda değerlendiriyor. Sanat dünyasına
önemli katkıları olan yerli ve yabancı
sanatçıların eserlerini satın alıyor.
37. ZAFER KURŞUN
Orjin Grup ve İstinye Park’ın ortağı olan Zafer
Kurşun da sanat dünyasına yatırım yapan iş
insanlarından biri. Çağdaş Türk resimlerine
yönelik eserleri koleksiyonuna alıyor.
38. ERDAL MATRAŞ
Matraş Deri Yönetim Kurulu Üyesi Erdal Matraş
tam bir Ömer Uluç sevdalısı. 1996 yılından bu
yana Ömer Uluç eserlerini topluyor. Sanat
dünyasında “En çok Ömer Uluç eserine sahip
koleksiyoner” olarak anılması da bu ilgiden
geliyor. 1964’ten 2009 yılına kadar olan
eserlerin çoğu Matraş koleksiyonunda yer alıyor.
39. ACAR YILDIRIM
İşadamı Acar Yıldırım’ın koleksiyonun da henüz
yabancı bir sanatçının eseri yok. Yerli
sanatçıların eserlerinden oluşan koleksiyonda
çağdaş dönem eserleri dikkat çekiyor.
40. MUHSİN BİLGE
Emekli noter Muhsin Bilge’yi çoğu meslektaşından
ayıran, gizli ve ciddi bir koleksiyoner oluşu.
Yaklaşık 20 yıldır topladığı resim, heykel ve
toprak altı işler içindeki sanat tutkusundan
izler taşıyor. Bir zamanlar Beyoğlu 23’üncü
noterlik ofisi olan yer şimdi bir sanat
galerisi. Galeride bronz heykeller, duvarlara
asılı tablolar karşılıyor sizi. Yunus Tonkuş,
Seçkin Pirim heykelleri veya duvarlarda asılı
Komet, Ergin İnan ve Sabri Berkel resimleri
galerinin en özel parçaları...
41. ÜNAL GÖĞÜŞ
Reform Kurumsal Danışmanlık Yönetim Kurulu
Başkanı Ünal Göğüş, özellikle Paris Ekolü
ressamların eserlerinin koleksiyonunu yapıyor.
Mübin Orhon, Avni Arbaş, Nejad Melih Devrim ve
Selim Turan gibi ressamların eserlerine sahip ve
toplamda binin üzerinde sanat eseri bulunuyor.
Göğüş Koleksiyonu’ndan Mübin Orhon’un 1971
yılına tarihlenen dört adet İsimsiz tuvali,
Selim Turan’ın Beyaz Soyut, Albert Bitran’ın
Atölye, Hakkı Anlı’nın Yeşilli Soyut, Abidin
Elderoğlu’nun İkisi Arasında Şaka, Avni Arbaş’ın
Kuva-i Milliye ve Otoportre eserleri yer alıyor.
42. İBRAHİM İPER
TETAŞ İç ve Dış Ticaret A.Ş Yönetim Kurulu
Başkanı İbrahim İper, yaklaşık 25 yıldır resim
koleksiyonerliği yapıyor. Koleksiyonunda
Primitif sanatçılardan Asker Ressamlar’a, D
Grubu’ndan çağdaş ressamlara kadar pek çok
sanatçının yapıtları yer alıyor (D Grubu 1933
yılında Zeki Faik İzer, Nurullah Berk, Elif
Naci, Cemal Tollu, Abidin Dino tarafından
kurulan sanatçı birliği olarak tanımlanıyor).
İper’in koleksiyonunda Fabius Brest, Fausto
Zonaro, Aivazovsky, Ahmet Ziya Akbulut,
Diyarbakırlı Tahsin, Halil Paşa, Hoca Ali Rıza,
İzzet Ziya, Süleyman Seyyit, Şeker Ahmet Paşa,
Osman Hamdi Bey, Sabri Berkel, Abidin Dino, Avni
Arbaş, Cihat Burak, Fahrel Nisa Zeid, Fikret
Mualla, Komet, Neş’e Erdok, Neşet Günal, Nuri
İyem, Leyla Gamsız Sarptürk, Nedim Günsür, Turan
Erol, İhsan Cemal Karaburçak, Nuri Abaç, Mehmet
Güleryüz.
43. FATİH KARAMANCI
Karamancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Fatih
Karamancı, yerli eser biriktiren koleksiyonerler
içinde farklı bir yerde bulunuyor. Çağdaş
eserler de toplamakla birlikte daha çok klasik
Türk sanatçılarına ilgi gösteriyor.
44. OSMAN ÖZTÜRK
Bilfen Eğitim Kurumları Kurucusu Osman Öztürk iş
dünyasındaki başarısını sanat hayatında da
sürdürüyor. Genç yaşlardan itibaren sanat
eserleriyle ilgilenmeye başlayan Öztürk’ün
elinde çağdaş Türk sanatçılarına ait çok değerli
eserler bulunuyor.
45. CAN HAS
Has Otomotiv Yönetim Kurulu Başkanı ve Kadir Has
Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Can Has’ın
sanat koleksiyonu 30 yıllık bir geçmişe sahip ve
koleksiyonunda yaklaşık 300 eser bulunuyor.
İbrahim Safi, Abdülmecid Efendi, Muhittin
Sebati, Osman Hamdi Bey, Şeker Ahmet Paşa,
Fikret Mualla, Sabri Berkel, Nurullah Berk,
Abidin Dino, Feyhaman Duran, Fahrelnissa Zeid ve
Burhan Doğançay gibi önemli isimlerin eserleri
koleksiyonda yer alıyor. Henri Delavelle’nin
Galata Köprüsü, İzzet Ziya’nın Sahilde Uzanan
Kadınlar’ı, Sami Yetik’in Pembe Güller
natürmortu, Mahmut Cuda’nın Sara’sı, Fahrelnissa
Zeid’in Madam Caron’u, Nejad Devrim’in Aliye
Cevat portresi koleksiyonun en özel parçaları...
46. REYHAN ALPER
Albapak Ambalaj Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı
Cem Alper’in eşi Reyhan Alper’in koleksiyonunda
modern ve çağdaş Türk sanatçıları yer alıyor.
47. YALÇIN AYASLI
İşadamı Yalçın Ayaslı, zamanının büyük bir
bölümünü sanat ve kültür çalışmalarına ayırmış
durumda. Sanat koleksiyonunda Ernst Karl Eugen
Koerner, Hoca Ali Rıza, Şeker Ahmet Paşa, Hikmet
Onat, İbrahim Çallı, Orhan Peker, Fikret Mualla,
Ferruh Başağa, Burhan Doğançay, Nuri İyem gibi
ustaların eserleri bulunuyor. Ayaslı’nın açmış
olduğu Armaggan Nuruosmaniye mağazasının 7 bin
metrekareye yayılan alanı içinde yer alan
Armaggan Sanat ve Tasarım Galerisi’ndeki süreli
sergilerin yanı sıra Ayaslı özel koleksiyonuna
ait eserler de görülebiliyor.
48. CENGİZ SEZEN
Cengiz Sezen, iş dünyasında Mustafa Nevzat İlaç
Sanayi yöneticisi olarak tanınıyor. Hatırı
sayılır bir sanat koleksiyonu var. Çok yönlü
modern ve çağdaş Türk sanatçılarına ait
eserlerle ilgileniyor.
49. KEMAL BİLGİNSOY
Tekstil sektöründe faaliyet gösteren ve
Türkiye’nin en önemli koleksiyonerleri arasında
yer alan Kemal Bilginsoy, koleksiyonunun bir
bölümünü Esenyurt’taki ofisinde sergiliyor.
Koleksiyon yapmaya 1970’lerin sonunda, Abidin
Dino’nun “Deniz Küstü” desenlerini alarak
başladı ve daha sonra sanatçının yağlıboya
çalışmalarını da koleksiyonuna kattı. Bilginsoy,
bugün İbrahim Çallı, Avni Lifij, Nedim Günsür
gibi Türkiye’nin önemli sanatçılarının
eserlerine sahip.
50. ÇAKMAK TURGAY
Beşiktaş Denizcilik’in ortağı ve çağdaş sanat
koleksiyonerlerinden Çakmak Turgay, 20 yıl önce
koleksiyonerliğe başladı. Turgay’ın
koleksiyonunun merkezini 10 önemli çağdaş Türk
sanatçısı oluşturuyor. Mehmet Güleryüz
eserlerinin önemli bir yer tuttuğu koleksiyonda;
Adnan Çoker, Devrim Erbil, Ferruh Başağa, Güngör
Taner, Mustafa Ata, Ömer Uluç, Alaettin Aksoy,
Özdemir Altan, Şadan Bezeyiş ve Zekai Ormancı
gibi Türk sanatının ustalarının çalışmaları da
bulunuyor. Genç sanatçıları da takip eden Çakmak
Turgay’ın koleksiyonunda Barış Göktürk ve
Mustafa Karyağdı’nın da eserleri var.
Hürriyet, 03.11.2013
|
|
PİNOKYO'NUN İLHAMI SATILIK
İtalyan yazar Carlo
Collodi’ye, ünlü eseri Pinokyo için ilham veren,
Floransa’daki “Collonata” villası 10.5 milyon
Euro’dan satışa çıkarıldı.
Villanın kiraz ağaçları ile süslü bahçesinde peri
sesleri duyduğuna inanan Collodi, 1881 yılında çocuk
romanı Pinokyo’yu yazmıştı. Sesto Fiorentino
kasabasındaki 10 bin metrekarelik alana sahip, 30
odalı villa, bir süredir önemli resepsiyonlara ve
düğünlere ev sahipliği yapıyordu. 300 yıllık villaya
Arap alıcıların ilgi gösterdiği öğrenildi.
Hürriyet, Haber: Reha Erus, 03.11.2013
|
ATATÜRK'TEN AYASOFYA'YI MÜZE YAPMASINI AMERİKA
İSTEMİŞ
“Bugün” gazetesinin haberine göre Ayasofya’nın 2007
yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca hazırlanan
bir haritada müze değil, ‘kilise’ olarak
işaretlendiği ortaya çıktı.
Gerçi bazı çevrelere şirin görünmek isteyen bir
işgüzarın işi de olabilir bu ama Türkiye’de bir
kesimin Ayasofya’yı hala kilise olarak gösterme
gayreti de herhalde inkar olunamaz.
Öte yandan Fethin sembolü olan Ayasofya’yı müze
yapma fikrinin bir Amerikalı’dan geldiği iddiası bir
süredir ortada geziniyordu ama bu ‘büyük buluşma’
hakkında unutulmuş bir fotoğraf, iddianın
doğruluğunu kanıtlamış oldu.
O fotoğrafı Ankara’daki Milli Kütüphane’de
buldum. Bu fotoğrafla birlikte Ayasofya’nın
laikleştirilmesi serüveni yeni bir boyut kazanıyor.
Ayasofya bir Hıristiyan mabedi olarak başladığı
ömrünün 1453-1934 arasındaki dönemini cami olarak
geçirdi. 79 yıldır da laik bir yapı olarak hizmet
vermekte.
Müslüman-muhafazakar camianın 1950’li yıllardan
beri talebi, Ayasofya’nın yeniden cami yapılmasıydı.
Bu ‘büyük fetih’ önce Menderes’ten beklendi, olmadı.
Sonra Başbakan Demirel, Özal ve nihayet Erdoğan oldu
umutların odağı. Talep bitmedi ama yerine de
gelmedi.
Bu yazıda “Ayasofya neden yeniden cami olmalı?”
tezimi savunmak yerine müze yapılmasının arka
planına eğileceğim. Ancak birkaç cümleyle tavrımı
ortaya koymakta yarar görüyorum:
1) Ayasofya’nın müze yapılması bir bakıma
Fetih’ten özür dilemektir. Tarihen Ayasofya’nın
statüsü ona sahip olan ülkenin hukukuna göre
belirlenir.
2) Hukuken bir vakfın başka bir maksatla
kullanılması mümkün değildir; her ne kadar Kültür ve
Turizm Bakanlığı tarafından ‘işletiliyor’ ise de,
Ayasofya da bir vakıftır: Fatih Sultan Mehmed Vakfı.
Hukukun üstünlüğünün dillere pelesenk edildiği bir
devirde Ayasofya’ya sıra gelince ‘Canım dış
baskıları görmüyor musun?’ bahanesine sığınmanın
bağımsız ve büyük devlet olma iddiasıyla
bağlantısını kurmak zordur.
Şimdi gelelim 1930’lu yılların başında “Atatürk
Türkiyesi” üzerinde Ayasofya’nın cami olmaktan
çıkarılması için bir dış baskının olup olmadığına.

Amerika faktörü
Uzun yıllar zamanın Maarif Vekili Abidin Özmen’in
gayretkeşliği ve Ayasofya Komisyonu’nun raporu
üzerine müze yapıldığı söylenirken maalesef tarihi
bilgiler ihmal edildi. 1930’lu yılların ortalarına
doğru gidilirken Türkiye’yi yönetenlerin hangi dış
etkiler ve baskılar altında hareket ettiği nedense
gündeme getirilmedi. Oysa bu yılların dış dünya ile
ilişkilerin yeniden kurulduğu, özellikle
Anglo-Sakson dünyasıyla krediden tutun da kültürel
ilişkilere kadar bir restorasyon dönemi olduğu
bilinmelidir.
İşte bu dönemde bir yandan yurtdışına Anadolu
medeniyetlerini araştırmak üzere araştırmacılar
gönderilirken, öbür yandan Bizans araştırmalarını
yürütmek üzere uzmanlar davet edilir. Kimi Bodrum ve
Fenari İsa camileri üzerinde çalışırken 1940’larda
Kariye Camii ile İznik’teki Bizans kiliselerini cami
olmaktan çıkarma çalışmaları dikkat çeker. Demek ki
genel olarak vaktiyle cami yapılmış Bizans
kiliselerinin eski kimliklerinin ortaya çıkarılması
ve yeniden kilise yapılamadıkları için de müzeye
dönüştürülmeleri süreci başlar.
İşte Ayasofya’nın müzeleştirilmesi ve mozaikler
dahil Bizanten kimliğinin yeniden ortaya çıkarılması
faaliyetinin tam bu yıllara denk gelmesi ilginçtir.
İşte laik bir Ayasofya için ilk adımın Thomas
Whittemore adlı garip bir ABD’liden gelmiş olması
önemlidir. Ayasofya’nın özellikle mozaiklerini
yeniden ortaya çıkarma fikriyle İstanbul’a gelen ve
bir restorasyon için izin koparmaya çalışan
Whittemore’un Atatürk ile bizzat görüşerek onu
Ayasofya’yı cami olmaktan çıkarıp bir müze haline
getirmeye nasıl ikna ettiğini araştırmacı Natalia
Teteriatnikov şöyle ortaya koyuyor:
“Amerika Bizans Enstitüsü, 1930’da Thomas
Whittemore tarafından Boston’da kuruldu. Harvard’dan
Prof. Robert Blake otobiyografisinde şöyle
yazıyordu: “Bizans sanatı, tarihi ve arkeolojisi
incelemelerini teşvik etmek konusunda bir Amerikan,
İngiliz ve Fransız girişimi olan Bizans
Enstitüsü’nün kuruluşunda onunla (Whittemore)
birlikte çalıştım. Bizans Enstitüsü’nün büyük
başarılarından biri, 1931’de TC’nin Cumhurbaşkanı
Kemal Atatürk’ü, Ayasofya Bazilikası’nın içindeki
mozaiklerin ortaya çıkarılması sorumluluğunu Bizans
Enstitüsü’ne teslim etmeye ikna etmesiydi.” (Kariye,
Pera Müzesi Yay., 2007, s. 34.)
Bu alıntıdan Bizans Enstitüsü’nü yalnız ABD’nin
değil, İngiltere ile Fransa’nın da desteklediğini
öğreniyoruz. Ancak makalenin devamında daha önemli
bir pasaj var. Onu da beraber okuyalım:
Ayasofya müzakereleri
“Atatürk ile Whittemore arasında, ABD Dışişleri
Bakanlığı ve Ankara’daki Amerikan Elçiliği’nin aktif
destek verdiği müzakereler yürütüldü. Bu
müzakerelerin sonucunda Ayasofya cami olarak
kapatıldı ve müze olarak açıldı.”
Yeterince açık bir ifade, değil mi? Meğer Atatürk
ile Ayasofya pazarlığının içine ABD Dışişleri
Bakanlığı ile ABD Büyükelçiliği de girmiş ve sonuçta
Ayasofya Camii’ni müze yapma girişimi başarıya
ulaşmış. Daha da çarpıcı bir alıntı bu defa bizzat
Whittemore’un, çalışmalarını finanse eden Robert ve
Mildred Blisse’e yazdığı mektupta geçen şu
cümleleri:
“Türk hükümeti geçen yıl üç kiliseyi ulusal anıt
ilan etti (Kariye dahil). Bizans Enstitüsü’nün, Türk
hükümetinin İstanbul’da kalan Bizans kiliselerinin
gözeticisi olarak onların kalıntılarının gecikmiş
korumasından sorumlu olduğu yönündeki UYARISINA
verilmiş bir karşılıktır bu. Geçenlerde Eski Eserler
ve Anıtları Koruma Heyeti’nde bana tanınan yer,
Türkiye’de bana her zamankinden daha sağlam bir
nüfuz pozisyonu sağlıyor.”
Durum bu: ABD, İngiltere ve Fransa’nın
desteklediği bir kurum tarafından uyarılmışız ve
buna kiliseden çevrilmiş üç camiyi ‘anıt’ yaparak
cevap vermişiz.
Bu durumda Lord Curzon’un 2 Ocak 1918’de
söylediği şu sözle yan yana getirilince nasıl bir
manzara çıkıyor, takdiri size bırakıyorum:
“İstanbul, özellikle Doğu dünyasının kozmopolit
ve enternasyonel bir şehridir. Ayasofya ki, 900 yıl
önce bir Hıristiyan Kilisesiydi, elbette gene eski
durumuna getirilecektir.”
Anlaşılan o ki, Ayasofya’nın yeniden kilise
yapılması istenmiş ama olmayınca orta noktada
buluşulmuştur. Neden olmadığını da başka bir yazıda
değerlendiririz.
Zaman, Yazı: Mustafa Armağan, 03.11.2013
|
TÜRKİYE'NİN İLK ARKEOPARK'I YAZA HAZIR
Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe,
Bursa-İzmir kara yolunda Aktopraklık mevkiinde
bulunan Türkiye´nin ilk arkeoparkının önümüzdeki yaz
aylarından itibaren faaliyete geçeceğini söyledi.
Başkan Altepe, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Bursa
Valiliği ve Büyükşehir Belediyesi´nce düzenlenen
´Avrupa Miras Günleri´ne katılan yetkililere,
bünyesinde 8500 yıllık tarihi barındıran Arkeopark`ı
gezdirdi. Bölgede 8500, 7000 ve 300 yıl önce yer
alan köylerin birebir maketlerinin yer aldığı alanı
dolaşan gruba Arkeopark´ın kazı çalışmalarını
yöneten İstanbul Üniversitesi (İÜ) Edebiyat
Fakültesi Arkeoloji Bölümü Prehistorya ABD Öğretim
Üyesi Doç.Dr. Necmi Karul da eşlik etti.
Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe,
hazırlık çalışmaları 2004 yılından bu yana
sürdürülen Arkeopark´ın idare binası, sergileme
alanları, toplantı odaları ve merkez binasıyla
önümüzdeki yaz tam anlamıyla hizmet vermeye
başlayacağını ifade etti. Bölgede 8500, 7000 ve
300 yıllık 3 ayrı köyün bulunduğunu, Arkeopark´ı
ziyaret eden grupların zaman tünelinden geçerek
yüzyıllar öncesini gideceğini ifade eden Başkan
Altepe, "İzmir kara yoluna paralel
Aktopraklık´ta bulunan bu alan, ziyaretçileri
binlerce yıl öncesine götürecek. Türkiye´nin
belki de en uğrak yeri olacak" dedi.
Arkeopark´ı ziyaret edenlerin geçmiş dönemler ve
o dönemlerdeki hayat şartlarıyla ilgili geniş
bilgiler edineceğini söyleyen Başkan Altepe,
"Avrupa´ya yerleşim buradan başladı. Bu bölgede
yaşayan insanlar, Trakya üzerinden Balkanlar´a
ve sonra bütün Avrupa´ya yayıldı. Dolayısıyla
burası, Bursa´nın ve Türkiye´nin alanında en
ayrıcalıklı bölgeleri. Yapılan kazı
çalışmalarından elde edilen veriler bu
tespitlerimizi doğruluyor" diye konuştu.
Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, yakın
zamanda Arkeopark alanına yeni bir Osmanlı köyü
ekleneceğini de açıkladı. Köyün inşa edileceği
alanda Osmanlı´nın bütün hayat imarelerinin
bulunacağını, dönemin mimarisine sahip evlerden
konaklama tesislerine, sosyal hayattaki
donelerden günlük hayatı yansıtan hediyelik
eşyalara kadar inanılmaz bir zenginliğin
ziyaretçilerle buluşturulacağını belirten Başkan
Altepe, "Hazırlıklarımız sürüyor. İnşallah
Aktopraklık´ta Cumalıkızık benzeri bir turizm
şehrini daha kurmuş olacağız. Arkeopark, turizm
uygulamalarıyla birlikte eşine az rastlanır bir
zenginliği bünyesinde barındıracak" şeklinde
konuştu.
İÜ Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü
Prehistorya ABD Öğretim Üyesi Doç.Dr. Necmi
Karul ise, 2004 yılından beri Aktopraklık
Höyüğü´nde gerçekleştirdikleri kazılarda geçmişi
8500 yıla kadar uzanan yerleşim merkezlerini
açığa çıkarttıklarını anlattı. Bölgede
kesintisiz bin yıllık hayat olduğunu, kazılardan
çıkan arkeolojik verilerle tarih öncesi çağlara
uzanan antik köyleri oluşturduklarını söyleyen
Karul, "Çalışmalar tamamlandığında ziyaretçiler
burada hayatın kırılma noktalarını kısım kısım
görme imkanına kavuşacaklar" ifadelerini
kullandı.
Bursa Olay, 02.11.2013
|
OSMANLI'NIN İLK SARAYI BURADA MI?

Arkeologlar, tüp ve su deposunun da aralarında
bulunduğu alanlarda kalıntı arıyor.Osmanlı Devleti
padişahlarından
Osman Gazi Han'ın
Bursa'yı fethetmeden önce yaklaşık
25 yıl boyunca kullandığı ilk
saray
Yenişehir'de aranıyor.
Şehir merkezindeki Ulucami Mahallesi Gökgöz
Meydanı civarında olduğu tespit edilen sarayın
ortaya çıkarılması için belediye tarafından alanında
uzman arkeologlarla arama çalışması
başlatıldı.Şehir merkezinin olduğunu gösteren bazı
kalıntıların bulunduğunu bildiklerini anlatan
Yenişehir
Belediye Başkanı Bülent
Hamdi Cingil,
titiz bir çalışma yürüttüklerini ifade
etti. Osmanlı'nın tarihteki ilk sarayını ortaya
çıkararak geleceğe kazandırmayı planladıklarını
söyleyen Cingil, "Yenişehir Osmanlı Devleti
döneminde önemli bir merkezdi. Bursa'nın
fethedilmesinden önce cihan devleti olan Osmanlı,
Yenişehir'de yıllarca kaldı; önemli anlaşmalara ve
iş birliklerine Yenişehir'de
imza attı" dedi. Şehir merkezindeki sarayın
kalıntılarından yola çıkarak
tarihi yapıya en kısa sürede ulaşacaklarını dile
getiren Cingil, "Şu anda Sinanpaşa Külliyesi'nin
restorasyon çalışmaları devam ediyor. Arasta
Çarşısı'nı tespit ettik ama takdir ederseniz,
buraları
işgal edilen bir bölgeydi. Bunların kamulaştırma
davaları yapıldı. Şimdi ise bunların restorasyon
çalışmaları bitti. Tekrar ayağa kalkacak. Sıra
Osmanlı'nın ilk sarayına geldi. Geçtiğimiz günlerde
yaptığımız sempozyumla sarayın Bursa'nın Yenişehir
İlçesi'nde olduğunu bir kez daha kanıtladık.
Hakikaten bunu bulmamız lazım" dedi.
İLK ULUSLARARASI ANLAŞMA BU SARAYDA
YAPILDI
Yenişehir'deki ilk sarayın bulunduğunu tahmin
ettikleri yerin özel şahsa ait olduğunu kaydeden
Cingil, sarayın Osmanlı mimarisini yansıttığını
anlatarak, "Belki
yükseliş dönemindeki saraylar gibi değil ama
Osman Gazi Han'ın ikametgahı burasıdır. Bursa
fethedildikten sonra bile
şehzade düğünleri Yenişehir sarayında yapılırdı.
Uzun yıllar bu devam etmiş. Osmanlı'nın ilk
uluslararası
anlaşması Yenişehir Sarayı'nda imzalanmış.
Bunları bir bir ortaya çıkarmamız lazım. Yeri mevki
olarak belli ama bu arkeolojik kazılarla ortaya
çıkabilir. Hassas ve titiz bir çalışma. İnşallah
sonuç alacağımızı ümit ediyorum" ifadelerini
kullandı.
Osmanlı sarayının bulunduğu düşünülen alanda özel
şahsa ait depolar ve iş
yerleri bulunuyor. Sarayın olduğu tahmin edilen
alanların arasında bir tüp deposunun da bulunması
dikkat çekiyor.
Milliyet, 02.11.2013
|
İÜ'YE İKİ MÜZE DAHA
İstanbul Üniversitesi'nin Beyazıt kampüsü içerisinde
yer alan tarihi yangın kulesi müze oldu.
Üniversiteden yapılan açıklamada, İstanbul
Üniversitesi Rektörlüğü'ne tahsisli bulunan Beyazıt
yangın kulesinin müzeye dönüştürülmesi için müracaat
yapıldığı belirtildi. İnceleme sonucunda kule Kültür
ve Turizm Bakanlığı tarafından tescil edilerek müze
statüsüne kavuşturuldu ve 'İstanbul Üniversitesi
Beyazıt Yangın Kulesi Anıt Müzesi' adını aldı.
EDEBİYAT'IN ALT KATINDA
Bunun yanı sıra, Edebiyat Fakültesi Prehistorya Ana
Bilim Dalı'nda hizmet vermiş öğretim üyeleri
tarafından oluşturulan koleksiyonlar da, İstanbul
Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü uzmanlarınca yerinde
yapılan incelemeler sonucunca Kültür ve Turizm
Bakanlığı tarafından tescil edilerek müze statüsüne
kavuşturuldu ve resmen 'İstanbul Üniversitesi
Arkeoloji ve Kültür Tarihi Müzesi' adını aldı. Müze,
Edebiyat Fakültesi alt katında gerekli düzenlemeler
yapıldıktan sonra açılacak.
ÖNCEKİ MÜZELER
İÜ Rektörü Prof.Dr. Yunus Söylet, "Şu ana kadar
bakanlıktan özel müzeler kapsamında resmi olarak
onaylı tek müzelerinin İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Tarihi Müzesi'nin olduğunu, İÜ Jeoloji Müzesi'nin
resmi olarak onaylı ikinci müzeleri olduğunu
aktardı.
Sabah, Haber: Mesut
Altun, 02.11.2013
|
YENİKAPI İSTASYONUNUN TEZYİNİ 1 YIL SÜRDÜ

Marmaray’ın Yenikapı İstasyonu, adeta bir müze gibi.
Duvarları, şehrin tarihini 8 bin 500 yıl öncesine
götüren objeleri yansıtan eserler süslüyor.
Marmaray seferleri, herhangi bir aksaklık olmadan
normal akışıyla gerçekleşiyor. Açıldığı ilk gün
meraklı yolcuları ağırlayan Marmaray’da sonraki
günler daha sakin geçti. 10 dakikada bir düzenlenen
seferlerde herhangi bir aksaklık yaşanmadı.
Marmaray’ı ilk kez kullanan bazı yolcular
“Besmele”yle binerken, bazı yolcular da hatıra
fotoğrafı çektirdi. Üsküdar İstasyonu en yoğun
duraklardan biri olurken vapur ve motor
iskelelerinde de benzer bir yoğunluk yaşandı.
Marmaray hattının en çok ilgi gören istasyonu ise
Yenikapı oldu. Adeta müze istasyon görünümünde olan
Yenikapı’nın dizayn edilmesi bir yıl süren titiz
çalışma ile yapıldı.
Ücretsiz kullanımı devam eden Marmaray da meraklı
yolcular Üsküdar-Yenikapı arasında Boğaz’ın altından
geçmenin keyfini yaşıyor. Üsküdar’dan binen
yolcuların çoğu Yenikapı’da inerek geri döndü.
Geçtiğimiz günlerde yolcu yoğunluğu sebebiyle
yaşanan aksaklıklar son buldu. Üsküdar ve Yenikapı
istasyonlarındaki onlarca görevli yolcuları
yönlendirdi. Yolcular ise özellikle Yenikapı
İstasyonu’nu uzun uzun inceledi. Marmaray hattının
önemli istasyonlarından Yenikapı, adeta bir müze
gibi. 9 yıl süren arkeolojik kazılarda İstanbul’un
tarihini 8 bin 500 yıl öncesine götüren buluntular
gün yüzüne çıkarılmıştı.
Yenikapı Marmaray ve metro kazı alanında 58 bin
metrekarelik alanda kazı yapıldı. Burada 353 bin 624
metreküp el ile kazıldı. Theodosius Limanı gün
yüzüne çıktı. 37 batık geminin yanı sıra 47 bin
sergilenebilir eserle birlikte 8 bin 500 yıl
öncesine ait 2 bin 68 ayak izi bulundu. Binlerce
eserin ortaya çıkarıldığı arkeolojik kazıları
simgeleyen öğeler, Yenikapı İstasyonu’nun
duvarlarını süslüyor. Heykeltıraş ve cam sanatçısı
Reyhan Çezik ve kimya mühendisi Oktay Güner’in
dizayn ettiği istasyon bir yıllık çalışma ile
süslendi. İstasyondaki replikalar hakkında bilgi
veren Reyhan Çezik “Burada sanat ve tarih birleşti.
En çok ilgiyi batık replikası çekiyor. Kazılarda
bulunan yüküyle batan gemiyi simgeliyor. Tahminlere
göre bir yaz mevsiminde batmış zaten içinde vişne
çekirdekleri de var. Biz de replikayı birebir
yaptık. Sadece yüzde 25 küçülttük. Daha iyi
görünmesi için de sıcak camdan oluşan bir deniz
üzerine yerleştirdik. Deniz için 2 bin 500 cam parça
elle imal edilerek burada yapıştırıldı.” dedi.
İstasyonda kazıları simgeleyen taş kitaplar ve
buluntu katmanları da yer alıyor. Çezik,
hazırladıkları replikaları 3 ay süren çalışma ise
Yenikapı’ya yerleştirdiklerini söyledi. Yenikapı
İstasyonu’nun süslenmesinde 100 kişinin çalıştığını
anlatan Çezik, montajın 29 Ekim sabahı saat 07.00’de
tamamlandığını belirtti. Açılışa yetiştirmek için
gece gündüz çalıştıklarını anlatan Çezik, yolcuların
ilgisinden memnun olduklarını dile getirdi.
Zaman, Haber: Sevgi Korkut - Kevser Kulaksız,
02.11.2013
|
NY METROPOLITAN'DA TÜRK İMZASI

Türk çağdaş sanatı, sadece Türk koleksiyonerler
tarafından değil uluslararası boyutta da takip
edilmeye başlandı. Bunun son örneği New York
Metropolitan Müzesi'nin sanatçı Gülay
Semercioğlu'nun bir eserini müze envanterine katması
oldu. Böylece Burhan Doğançay'dan sonra ilk kez
yaşayan bir Türk sanatçının eseri bu müzeye girdi.
Dünya sanatının en önemli eserlerine ev sahipliği
yapan Metropolitan Müzesi'nin koleksiyonunda yer
almak bir sanatçının kariyerinde ulaşacağı en yüksek
noktalardan biri olarak kabul ediliyor.
UYKULARIM KAÇTI
1968, İstanbul doğumlu Semercioğlu, "Pek çok
sanatçının hayalini kurduğu bir müzeye eserimin
alınmış olması çok heyecan verici. Uzun süre
inanamadım, uykularım kaçtı. İmzayı atınca inandım
ancak" dedi. Semercioğlu'nu 2005'ten beri temsil
eden Pi ArtWorks Galeri'nin sahibi Yeşim Turanlı,
Metropolitan Müzesi'nin, bu coğrafyaya yeni yeni
odaklandığını belirtti. Turanlı "Semercioğlu,
müzenin sanat komitesi tarafından fark edilip,
seçici komiteye önerilmiş. Onay alınınca bizimle
iletişime geçildi. Önerdiğimiz eser, müze daimi
koleksiyonuna dahil edildi" dedi. Turanlı,
kendisinde 6 adet Gülay Semercioğlu eseri bulunan
Türkiye'nin en büyük koleksiyonerlerinden işadamı
Öner Kocabeyoğlu'nun eseri fonladığını da belirtti.
Böylece eser, Metropolitan'a Kocabeyoğlu bağışı
olarak devredildi.
2 BİNDEN 10 BİN $'A ÇIKTI
Sekiz yıldır Semercioğlu'nun galericiliğini yapan
Yeşim Turanlı eser fiyatlarıyla ilgili şöyle
konuştu: "Semercioğlu eserlerinin fiyatları,
Türkiye'nin yanı sıra ABD, Avrupa, Ortadoğu ve
Uzakdoğu'dan gelen talep üzerine hassas dengelerle
yükseliyor. Artışın yılda yüzde 10-15'i geçmemesine
dikkat ediyoruz. Ama önemli bir müze sergisi veya
alımı sonrasında artışlar olabiliyor. 2005'te
Semercioğlu ile çalışmaya başladığımızda 2 bin-5 bin
dolar olan fiyatlar bugün 10 bin-50 bin dolar
aralığında." Gülay Semercioğlu eserleri 2006'dan
bugüne 27 kez müzayedelerde görüldü. 23'ü satışla
sonuçlandı. Kayda değer ilk satış 20 bin dolar ile
2008'de Dubai Christie's'de gerçekleşti. 2010'da
Londra Sotheby's'deki müzayedede ise Semercioğlu
eseri için çekiç 39 bin dolara indi. Sanatçının
müzayede rekoru ise bu yıl şubat ayında Maçka
Mezat'ta 50 bin dolarla gerçekleşti. Müzayedelerde
bugüne kadar sanatçının 23 eseri için toplam 520 bin
dolar ödendi.
MALZEMESİ TEL
Semercioğlu'nun mayısta Pi ArtWorks İstanbul ve
kasımda Pi Artworks Londra'da sergisi olacak.
Sanatçı ürettiği eserlerle ilgili şöyle konuştu:
"Eserlerin üretiminde fiziki zorluk var. Bu yüzden
ayda 1 eser ortaya çıkıyor. Malzeme olarak üst üste,
kat kat tel kullanıyorum. Çünkü ne kadar çok kat
olursa eserdeki derinlik ve üç boyutluluk hissi o
kadar artıyor. Bu da zaman alıyor." Semercioğlu
imzası, Kocabeyoğlu dışında Nezih Barut, Suzan
Sabancı ve İstanbul Modern gibi önemli
koleksiyonlarda bulunuyor. Ayrıca dünyanın önemli
koleksiyonlarında da eserleri var. Bunlar arasında
Farhad Farjam Koleksiyonu, Cocca Sanat ve Dizayn
Enstitüsü, Centene Holding, Nicolas Kairis gibi
ünlüler yer alıyor.
Sabah, Haber:
Handan Bayındır, 02.11.2013
|
TOROSLARDAKİ İKİ ANTİK KENT TURİZME KAZANDIRILDI

Antalya
Seleukeia antik kenti, yedi yıllık çalışmadan sonra
kültür turizmine açıldı. Bölgenin bilinmeyen tarihi
kitaplaştırılarak gün yüzüne çıkarıldı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, 41 yıl önce
arkeolojik çalışma yapılan Seleukeia (Lyrbe) antik
kentindeki düzenlemeyle bölgeyi kültür turizmine
açtı. Bakanlık, turist ziyaretlerinde 500 metrelik
yol engelini ortadan kaldırdı. Antik kent, Antalya
Manavgat’a 15 kilometre uzalıktaki Bucakşıhlar Köyünde yer alıyor.
Büyük İskender’in haleflerinden Suriye Kralı
I. Seleukos Nikator (MÖ 321-280) adına kurulan 9
kentten biri olan antik kent, Prof.Dr. Jale İnan’ın
bölgede 1972-1979 yılları arası kazı çalışması
yapmasıyla ortaya çıkarılıyor. İnan, yedi yıllık
çalışmasını ‘Toroslarda Bir Antik Kent Lyrbe’
ismiyle kitaplaştırarak uzun yıllar bilinmeyen
tarihi dünya gündemine taşıdı. Kültür ve Turizm
Bakanı Yardımcısı Dr. Abdurrahman Arıcı, antik kente
ulaşımdaki yol sıkıntısını ortadan kaldırdıklarını
söylüyor. Antik kentin gün yüzüne çıkmasının İnan’ın
yedi yıllık emeğine bağlı olduğunu anlatan Arıcı,
iki tarihi ören yerinin Torosların eteğine kurulmuş
nadide antik kentler olduğunu ifade ediyor.
Arıcı, tarihi ören yerlerinde bulunan bütün
levhaları güncellediklerini hatırlatıyor: “Antalya,
adeta açık hava müzesi. Şehirde 160 tarihi ören yeri
var. Manavgat bu konuda en şanslı turizm
bölgelerinden biri. Manavgat, geçmiş medeniyetlere
ev sahipliği yapmış ve tarihte derin iz bırakmış
Selge, Seleukeia ve Side Antik Kent’e sahip.
Hedefimiz iki antik kenti Xanthos, Termessos, Perge,
Olimpos, Myra ve Side’den sonra kültür ve arkeoloji
turizminde cazibe merkezi yapmak. Bu bağlamda bütün
levhaları turistlerin kendi dillerinde anlayacağı
şekilde güncelledik.”
Rus kültür turizmi uzmanı Dr. Natalia İbrahimov
ise, Antalya’ya getirdikleri Rus turistleri haftanın
üç günü Side, Selge ve Seleukeia antik kentlere
götürerek kültür turuna çıkardıklarını söylüyor.
Zaman, Haber: Abdurrahman Büyükkeskin, 02.11.2013
|
ÇİN'DE ANADOLU SERGİSİ

Çin’de Şanghay Müzesi’nde, Topkapı Sarayı, Türk
ve İslam Eserleri ile İstanbul Arkeoloji müzelerine
ait 121 eserden oluşan “Anadolu Medeniyetleri:
Neolitik Çağ’dan Osmanlı İmparatorluğu’na” sergisi
18 Kasım’da açılıyor.
Anadolu’nun binlerce yıllık tarihini ve zengin
kültür birikimini
Çin halkına tanıtmayı amaçlayan “Anadolu
Medeniyetleri: Neolitik Çağ’dan Osmanlı
İmparatorluğu’na” başlıklı sergi,
2013 Çin’de Türk Kültür Yılı etkinlikleri
kapsamında 18 Kasım 2013’ten 20 Şubat 2014 tarihine
kadar Çinli sanatseverlerin beğenisine sunulacak.
“2012 Türkiye’de Çin Kültür Yılı” etkinlikleri
kapsamında, 20 Kasım 2012-20 Şubat 2013 tarihleri
arasında Topkapı Sarayı Müzesi’nde düzenlenen, “Çin
Hazineleri” sergisi yoğun ilgi ve beğeniyle
karşılanmıştı. Çin tarihinin yaklaşık 5 bin yıllık
dönemini kapsayan zengin kültürel mirasının seçkin
örneklerinin yer aldığı sergide, aralarında UNESCO
tarafından Dünya Kültür Mirası listesine alınan
Çin’in “ölümsüz ordusu” terracotta askerlerinin ve
Yasak Kent Müzesi’nde korunan imparatorluk ailesine
ait özel koleksiyonun da bulunduğu toplam 101 adet
eser teşhir edilmişti. Bu kez Osmanlı, Roma ve Hitit
dönemlerine ait eserler Çin’de sergilenecek. “2013
Çin’de Türk Kültür Yılı” kapsamında açılacak,
Topkapı Sarayı, Türk ve İslam Eserleri ile İstanbul
Arkeoloji müzelerine ait 121 eserin yer alacağı
sergide eski tunç çağına ait mızrak uçları; Hitit
dönemine ait damga mühür ve tabletler; Hellenistik ve
Roma dönemlerine ait tanrıça ve imparator
heykelcikleri; Osmanlı dönemine ait kılıç ve miğfer
gibi objeler; kaftan, sorguç, yazı takımları,
Kuran-ı Kerim ve mahfazaları ile halı ve seccadeler
sergilenecek.
Habertürk, Haber: Aykan Çufaoğlu, 01.10.2013
|
NAZİ DÖNEMİNDE YAĞMALANAN 139 ESER BULUNDU

Nazi döneminde Yahudi
sanatçıların elinden alınan 139 sanat eseri
Hollanda’daki müzeler tarafından tespit edildi ve
hak sahiplerine verilebilmesi için çalışma
başlatıldı.
139
eserin 69 tanesi tablo. Amsterdam’daki
Stedelijk Müzesi’nde sergilenen ve şehre turistleri
en çok çeken eserlerden biri olan Henri Matisse’e
ait "Odalisque” adlı resim de eserler arasında yer
alıyor.
Resimler
arasında Hollandalı Jacop Cuyp’a,
empresyonist Isaac Israels’e ve modernist ressam
Wassily Kandinsky’e ait çalışmalar da var.
Teşhis edilen diğer sanat eserleri arasında ünlü
ressam Paul Klee’ye ait bir karakalem çalışması da
bulunuyor.
Nazi
döneminde eserleri yağmalanan 20 sanatçı adı
da teşhis edildi.
Müzeler sanatçılara ait 61
çalışmanın linkini yayımladı ve eserlerin hak
sahiplerine ulaşma çalışmalarını sürdürdüklerini
belirtti. Yapılan
açıklama, bu eserlerin tespitinin yapılması için
niçin 70
yıl beklendiğine dair tartışmaları da beraberinde
getirdi.
Yağma eserler konusundaki davalarda müvekkillere
asistanlık yapan Londralı Avukat Chris Marinello
“Bu konuda bir yandan Hollanda’yı alkışlıyorum ama
diğer yandan da şimdiye kadar neredeydiniz diye
sormadan duramıyorum” dedi.
Akşam, 01.11.2013
******
1 MİLYAR
AVRO'LUK TABLOLAR BULUNDU

Almanya'nın Münih
kentinde, ünlü ressamlara ait yaklaşık bin 500
tablonun ortaya çıktığı ve bunlara el konulduğu
bildirildi.
Focus
dergisinin haberine göre, toplam değeri yaklaşık
1 milyar avro olduğu tahmin edilen, Pablo
Picasso, Henri Matisse, Marc Chagall, Emil Nolde,
Franz Marc, Max Beckmann, Oskar Kokoschka, Erst
Ludwig Kirchner, Max Liebermann ve Paul Klee gibi
ressamlara ait tablolar, Bavyera eyaleti
gümrük görevlileri tarafından 2011 yılında
Münih'teki bir evde bulundu.
Söz konusu eserlerin nasyonal sosyalizm döneminde
"yozlaşmış" olarak
değerlendirildiği veya Yahudi koleksiyonculardan
çalınan eserler olduğu kaydedildi.
Sanat eseri ticareti yapan Hildebrand Gurlitt'in
tabloları, 1930 ve 1940'lı yıllarda satın aldığı,
oğlu Cornelius Gurlitt'in de bu eserleri yarım
yüzyıldan beri evinde sakladığı belirtildi.
Conrelius Gurlitt'in 2010 yılında İsviçre'den
Münih'e trenle seyahat ederken tesadüfen kontrol
sırasına yakalandığı belirtilen haberde, yapılan
soruşturma soncunda 2011 yılında bu kişinin
evinin arandığı ifade edildi. Augsburg
Savcılığı tarafından Gurlitt hakkında vergi
kaçakçılığı şüphesiyle soruşturma yapılırken,
Gurlitt'in eserlerden bazılarını sattığı ve bu
parayla yaşadığı kaydedildi.
Gurlitt'in evinde yapılan aramadan sonra Max
Beckmann'ın bir eserini Köln'de açık artırmayla
sattırdığı ve 864 bin avro elde ettiği ifade edildi.
Eserlerin şimdi Münih yakınlarında Bavyera Gümrük
Dairesi'nin güvenlik bölümünde bulunduğu, Berlinli
sanat tarihçisi Meike Hoffmann'ın eserlerin değerini
araştırdığı bildirildi.
Araştırmalara göre, en az 300 eserin kaybolmuş
olarak bilindiği, en az 200 eserin de resmi şekilde
arandığı kaydedildi.
Akşam, 03.11.2013
|
BİLİM İNSANLARINI HEYECANLANDIRAN KEŞİF
Trakya Üniversitesi (TÜ) Edebiyat Fakültesi
Sanat Tarihi Bölümü Başkanı Prof.Dr. Engin Beksaç,
Enez İlçesi'nde yaptıkları yüzey araştırmalarında
kayadan oyma bir anıt üzerinde "labris" olarak
bilinen çifte balta sembolünü tespit ettiklerini
belirterek, "Tarihi kayıtlarda adına rastladığımız
ve bugün için Trakya'nın kayıp kentlerinden biri
olan Absinthis yerleşmesinin de yayılım alanlarını
bulduğumuzu tahmin ediyoruz" dedi.
Beksaç, AA muhabirine yaptığı açıklamada, yüzey
araştırmalarında ilginç sonuçların ortaya
çıktığını, Enez'in dağlık bölgesinde "labris"
olarak bilinen çifte balta sembolünün bir kayadan
oyma anıt üzerinde teşhis etme olanağı bulduklarını
söyledi.
Bu sembolün, yerli halkın "fırınkaya" adını
verdiği erken dönemlerde Trakların kremasyon
kültleriyle ilintisi olan bir anıt tipi üzerinde
görüldüğünü belirten Beksaç, "Çifte balta sembolü,
Doğu Trakya'da ilk defa karşımıza çıkan bir sembol.
Sembolün üstünde yer aldığı anıt da muhtemelen
milattan önce ilk bin yıl içinde kullanılmış
olduğunu tahmin ettiğimiz bir anıt tipi" diye
konuştu.

"Trakya'da ilk defa tespit edildi"
Beksaç, çifte balta sembolünün Doğu Trakya'da ilk
defa tespit edilen bir sembol olduğunu, 3 tane
olduğunu tahmin ettikleri sembollerden ikisinin
defineci faaliyetleri ve diğer nedenlerle tahrip
edildiğini düşündüklerini vurguladı.
Bulgaristan'da benzerleri bulunan sembolü
Trakya'da tespit etmiş olmanın kendilerini çok
şaşırttığını ifade eden Beksaç, şöyle konuştu:
"Tarihi kayıtlarda adına rastladığımız ve bugün
için Trakya'nın kayıp kentlerinden biri olan
Absinthis yerleşmesinin de yayılım alanlarını
bulduğumuzu tahmin ediyoruz. Çünkü Trakların
kentleri diğer Yunan kentleri gibi değildir. Kutsal
alanların hakim olduğu yerleşme tipleridir. Bunun
dışında aynı bölgede bir başka Trak kalesinin
varlığı söz konusuydu ve bununla Trakya'nın kayıp
kentlerinden birinin de ortaya çıktığı
kanısındayız."
Beksaç, labris sembolünün ortaya çıkmış
olmasının, buradaki bağımsız, güçlü bir devletin ve
güçlü bir varlığın simgesi olduğunu belirtti.
Labrisin genelde bronz çağında yaşamış olan
toplulukların pek çoğu için önemli olduğunu aktaran
Beksaç, şöyle devam etti:
"Labris, Girit'ten Orta Avrupa'ya kadar yaygın
alanda karşımıza çıkan bir sembol. Genellikle ana
tanrıça kültleriyle yakından ilişkisi var.
Traklarda bir hakimiyet sembolü, rahip kralların
sembolü, çift yönüyle birlikte geçmiş ve geleceğin,
ölüm ve ölüm ötesinin sembolü olarak kabul ediliyor
ama kutsal niteliğinin yanında, politik olarak da
kullanılan bir sembol olarak karşımıza çıkıyor.
Hatta bazı kayıtlar, Demir Çağı Avrupa toplulukları
savaşa gittiklerinde bu tip labris sembollerini bir
sancak olarak kullandıklarını göstermektedir."
Beksaç, labrisin bulunduğu alanın tescillenerek
koruma altına alınması gerektiğini söyledi. Böyle
güçlü bir sembolün varlığının Trakya'daki
kabilelerin de ne kadar güçlü olduğunun göstergesi
olduğunu belirten Beksaş, şunları kaydetti:
"Alanın hem defincilere karşı hem bölgede
bulunan maden şirketlerine karşı korunması, bizim
de komşu ülkelerde olduğu gibi kutsal Trak
vadilerimizi turizme kazandırmamız açısından büyük
önem taşımaktadır. Bu labris sembolünün bulunduğu
kutsal anıt gerçekten dünya üzerindeki büyük anıtlar
arasında yer alması gereken bir anıt tipi. Traklar
dünya üzerinde yaşayan en büyük ve dünya tarihine
en büyük katkıyı yapmış olan uluslardan birisidir.
Özellikle dini ve felsefi açıdan Yunanlıları
yönlendiren, etkileyen bir kültür olduğunu
biliyoruz."
Milliyet, 01.11.2013
|
BU İL 5 BİN YIL ÖNCE
DAHA ZENGİNMİŞ

Ilısu Barajı Mardin,
Batman ve Siirt kazıları koordinatörü ve Ege
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü
Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Haluk Sağlamtimur,
"Başur Höyükteki kazılarda gün ışığına çıkarılan
eserlere baktığımızda 5 bin yıl önceki Siirt'in
günümüz Siirt'inden çok daha zengin ve refah
düzeyinin yüksek olduğu görülüyor" dedi.
Yard. Doç. Dr.
Sağlamtimur, kazıların Ilısu Barajı kurtarma
kazıları kapsamında yapıldığını ifade ederek,
şimdiye kadar kazı yapılan alanların bire bir suya
maruz kalacak yerler olduğunu söyledi.
"Bugüne kadar Türbe
Höyük, Başur Höyük, Motit Kalesi ve Çattepe
Kalesinde kazı yapıldı" diyen Sağlamtimur, bunlardan
Türbe Höyük ve Motiti Kalsi kazılarının
tamamlandığını diğer yerlerdeki kazıların ise
sürdüğünü belirtti.
Sağlamtimur, bölgede
yapılan kazıların her birinin ayrı bir
döneme ait olduğuna, daha da kazı yapılacak
yerler bulunduğuna dikkati çekerek, şöyle dedi:
"Siirt'te 2002 yıllından
beri kazı yapıyoruz. Çok sayıda kazı alanımız var.
Aslında daha çok kazılacak yer var ama bu
çalıştığımız alanlar bire bir suya maruz kalacak
alanlar. Tarihsel olarak
baktığımız zaman Türbe Höyük en önemli evre olan MÖ
2 binli yıllarda imparatorluk öncesi bir Mittani
Kalesi idi. Başur Höyük daha değişik. MÖ 4 ve 3 bin
yıllarda bulunan tek kazı alanı olduğu için çok
önemli. Motit Kalesi, bu 'Anabasis Onbinlerin
Dönüşü' ile ilgili bir kale. O hikayede yer alan
Botan Vadisindeki savaş ve çatışmayı anlamak için
kazı çalışması yaptık. Çattepe ise bilindiği üzere
bir geç Roma Kalesi. Roma sınırı Botan'da bitiyor.
Dicle ile Botan'ın birleştiği nokta olduğu için Geç
Roma Kalesi en doğudaki sınırıdır."
"Dicle
düşündüğümüzden de zengin çıktı"
"Bir müzeyi dolduracak
tarihi eserin bulunduğu Başur Höyük'teki kazılarda
bulunan eserlere bakıldığında 5 bin yıl önceki
Siirt'in günümüz Siirt'inden çok daha zengin ve
refah düzeyi çok daha yüksekti" diyen Sağlamtimur,
şunları söyledi:
"Modern
Siirt bölgeyi bilen
arkeologlar açısından süpriz oldu. Ancak benim için
ise süpriz olmadı. Yaklaşık 7 yıldır burada kazı
yapıyorum, 13 yıldır da bölgedeyim. Siirt'teki
kazılarla Fırat'a alternatif bir koridor oluştu.
Çünkü daha önceki baraj kazıları Keban, Karakaya ve
Fırat kültürü ile ilişkiliydi. Dicle'yi pek
bilmiyorduk. Dicle düşündüğümüzden de zengin çıktı"
diye konuştu.
"Kazıda bulunan
mezarlar çok zengin"
Yard. Dç. Dr.
Sağlamtimur, bulunan 9 mezardan 5'inin sanduka mezar
4'ünün ise toprak mezar olduğunu belirterek,
buluntular açısından taş mezar ile toprak mezar
arasında bir farklılık görünmediğini belirtti.
Bu mezarların bölgede
ticaret yapan tüccarlara ait olduğunu kaydeden
Sağlamtimur, "Kazıda bulunan mezarlar çok zengin.
Çok renkli, çok farklı buluntular var. Kap, kacak,
bronzlar, yüz bine yakın boncuk, metal eserler,
mızraklar, silahlar. Bunların tipolojisine
bakıldığında çok farklı coğrafyalardan gelmiş
olduğunu düşünüyoruz. Farklı coğrafyalardan gelmesi
de buradakilerin ticari açıdan hareketli günler
yaşadığını gösteriyor. Karbon tarihleri elimizde"
diye konuştu.
Oyun seti 49 parçadan
oluşuyor
Kazı çalışmalarında 5
bin yıllık 49 parçadan oluşan bir oyun seti
bulduklarını ifade eden Sağlamtimur, setteki ana
figürlerin domuz ve köpek gibi göründüğünü belirtti.
Sağlamtimur bunun
dışında piramit, mermi çekirdeği gibi yan figürlerin
de bulunduğuna dikkati çekerek, şöyle konuştu:
"Oyun setine ilişkin
incelemeler devam ediyor. Figüratif anlamda taşa
işlenmiş ya da obje yapılarak figür haline
getirilmiş dünyanın en eski oyun taşı. Yaklaşık 40
yıldır Mezopotamya'dan
haber
yok, kazılar durduğu için. 40 yıl sonra dünya
tarihini sosyal tarihi ilgilendiren bu buluntu
gerçekten ses getirdi. Oyunu çözmeye çalışıyoruz.
Tahtası karbonize olduğu için çözmemiz zor. Japonya,
Amerika ve Türkiye'den bazı kişiler bunu çözmek için
uğraşıyor. Ama gördüğümüz kadarıyla bir strateji
oyunu. Tabi oyunu ilginç kılan şeylerden biri de
bölgede o dönem yazı yok. Yazıdan önce oyun varmış.
Çok gelişkin bir oyun. İçinden çıkan buluntularla
ilgili bir antropolog ile çalıştık. İki çocuk ve bir
yetişkin adam var. Bu kişilere ait bir mezardan
bunların çıkması belki bu çocukların eğitimi ile
ilişkili. Ya da çocukların çok sevdiği bir oyun ve
ölünce mezarlarına gömmüş olabilirler. Buluntular
gerçekten güzel."
Siirt Ticaret Sanayi
Odası (TSO) Başkan vekilleri Nedim Kuzu ve Özgür
Çalapkulu da kazı yapılan Başur Höyüğü ziyaret
ederek çalışmalarla ilgili bilgi aldı.
Çalapkulu, yaptığı
açıklamada, gelecek yıl Ilısu Barajı su toplamaya
başlayınca kazı yapılan alanların su altında
kalacağını hatırlatarak, bu süreye kadar Siirt'in
tarihi ile ilgili ne varsa toplanmasına
çalışıldığını belirtti.
"Burada bulunan dünyanın
en eski oyununa ait olduğu belirtilen 49 taş dünya
gündeminde büyük ilgi çekti" diyen Çalapkulu,
bunların Siirt'in tanıtımında büyük payı olduğunu
vurguladı.
Haber 7, 01.11.2013
|
DA VİNCİ'NİN YENİ FRESKLERİ BULUNDU

Dahi sanatçı Leonardo Da
Vinci’nin eserleri gün yüzüne çıkmaya devam ediyor.
Şimdi de sanatçının yüzyıllar boyu yoğun bir
kireç tabakasının altında kalan 6 freski bulundu.
Uzmanlar Leonardo’nun bugün Milano’da müze ev olarak
kullanılan tarihi bir binada bulunan freskleri
Sforzesco Kalesi’nin salonuna on üç parçalık bir
eser olarak çizmiş olduğu bilgisini veriyor.

Yapılan
karbon testleri de kayıp 6 parçanın bulunduğu
müjdesini veriyor. Tarihi kaynaklarda Rönesansın
büyük ustasının bu fresk çalışmasını Milano Dükü
Ludovico’ya ait kalenin “Sala delle Asse” adlı ünlü
salonunun tavan süslemesi olarak yaptığı yer alıyor.
Akşam, 31.10.2013
|