Haberler logo Eylül '13 Arşivi

29 Eylül - 5 Ekim 2013

EMRE MADRAN'I KAYBETTİK

 

 

Emre Madran geçirdiği kalp krizi sonrası aramızdan ayrıldı.
 

Eğitimci kişiliğinin yanı sıra, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi koruma tarihi, geleneksel yapı malzemesi ve yapım teknikleri, koruma mevzuatı, alan yönetimi, korumanın yönetsel ve parasal yönleri alanlarındaki çalışmaları ile tanınan, TMMOB Mimarlar Odası 40. dönem (2006-2008) ve 41. dönem (2008-2010) Merkez Yönetim Kurulu üyesi, ODTÜ Mimarlık Fakültesi emekli öğretim üyesi Doç.Dr. Emre Madran, 26 Eylül 2013, Perşembe günü aramızdan ayrıldı.

 

Kendisini saygı ve sevgiyle anıyor, mimarlık camiasına ve yakınlarına başsağlığı diliyoruz.

 

ÖZGEÇMİŞ

1944 yılında İzmir'de doğdu. ODTÜ Mimarlık Fakültesi'nde 1966 yılında Lisans, 1968'de restorasyon yüksek lisans, 1996'da restorasyon doktora eğitimini tamamladı. 1968-1973 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü'nde, 1974-1981 yılları arasındaysa Kültür Bakanlığı'nda çalıştı. 1981 yılında ODTÜ Mimarlık Fakültesi Restorasyon Bölümü'ne öğretim görevlisi olarak döndü. 1997 yılında doçent olduğu kurumdan, 2011 yılında emekli olarak ayrıldı. TMMOB Mimarlar Odası 40. dönem (2006-2008) ve 41. dönem (2008-2010) Merkez Yönetim Kurulu üyeliği yaptı.

Akademik yaşamında ve Mimarlar Odası bünyesinde uzun yıllar Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi koruma tarihi, geleneksel yapı malzemesi ve yapım teknikleri, koruma mevzuatı, alan yönetimi, korumanın yönetsel ve parasal yönleri alanlarında çalıştı. Çoğu kültür varlıklarının korunmasını konu alan ve bir kısmını meslektaşları ile yazdığı kitapları, 100'den fazla yayınlanmış makalesi vardır. Ayrıca, yönetici, danışman ya da araştırmacı olarak koruma amaçlı imar planı, tek yapı ölçeğinde bir çok rölöve-restorasyon projeleri ve restorasyon uygulamalarında görev almıştır. Koruma ve Restorasyon Uzmanları ve ICOMOS Türkiye Milli Komitesi üyesidir.

Arkitera, 28.09.2013

ÇAR MELİK KERVANSARAYI AJANS DESTEĞİ İLE RESTORE EDİLİYOR

 

Tarihi İpekyolu üzerindeki en önemli hanlardan biri olan Şanlıurfa’daki Çar Melik Kervansarayı ayağa kaldırılıyor.

 

 

Kervansaray, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki en büyük ve en önemli hanlardan biri konumunda. Büyük ölçüde yıkılan ve yok olmaya yüz tutulan kervansaray, Şanlıurfa İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından hazırlanan proje çerçevesinde restore edilerek turizme kazandırılıyor. Projenin finansmanını, Karacadağ Kalkınma Ajansı ve Kültür ve Turizm Bakanlığı karşılıyor.

Şanlıurfa İl Özel İdaresince 3 Aralık 2012 tarihinde 398 milyon 969 bin 366 TL’ye ihale edilen restorasyon işi Baran İnş. Tur. San. ve Tic. Ltd. Şti. tarafından yapılıyor. 8. Ocak 2013 tarihinde yer teslimi yapılarak restorasyonu başlayan işte, şimdiye kadar kervansarayın batı, kuzey ve güney yapı alanlarının kazıları tamamlanmış olup, doğu ve iç avlu kısımları için kazı çalışmaları yapılmaktadır. Ayrıca güney ve batı dış duvarların örme işi tamamlanmış olup, güney ve doğu iç duvarlarının örülmesine devam edilmektedir. Bu duvarların örülmesi işinin 1 ay içerisinde tamamlanması planlanmaktadır. Kervansarayı restorasyonunun, 2014 yılı sonunda bitirilmesi öngörülüyor.

 

ÇAR MELİK KERVANSARAYI
Çar Melik Kervansarayı, Şanlıurfa Bozova İlçesi'ne bağlı Büyükhan Köyü’nde bulunmaktadır. Büyükhan Köyü'ne, Şanlıurfa-Gaziantep Otoyolu Suruç’a kavşağından 10 kilometrelik kara yolu ile ulaşılmaktadır. Ayrıca Suruç İlçesi'nden otoyol bağlantı yolu ile de ulaşım sağlanmaktadır.

Kesin inşa tarihi ve kim tarafından yapıldığı bilinmemekte olup, plan ve inşa tarzına bakılarak kervansarayın, Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait çizgiler taşıdığı görülmektedir. Kareye yakın dikdörtgen planlı avlu, avlu ve güneyindeki kapalı bölümden oluşan karma tipteki hanların anıtsal önemli örneklerinden biridir. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde, Suruç'tan kalkarak batıya doğru iki saatte Çar Melik Kalesi’ne ulaştığını, burasının dört hükümdar (Çar Melik) kardeş tarafından yapıldığı için bu ismi aldığını belirtir. 63,40 x 65,20 metre boyutlu bir avluya sahip olan kervansaray, restorasyon çalışmalarına başlanmadan önce güney cephesi dışında büyük ölçüde tahrip olmuştur. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden daha çok Suriye geleneklerinden izler taşıyan özgür konumu ve yöredeki Han yapılarının en erken tarihli olması bakımından çok önemli bir eserdir.

Olay Medya, 04.10.2013

TARİHİ TAŞLAR KORUMA ALTINDA

 

 

Tirebolu Kalesi içinde bulunan tarihi Osmanlı mezar taşları uzmanların denetiminde incelendi. 

Tirebolu Belediye Başkanı Burhan Takır, “Kale içinde bulunan mezar taşları şehir içindeki tarihi mezarlıklardan toplanmış ve Giresun Turizm İl Müdürlüğü’nde de kayıtlı bulunan taşlarımızdır ve burada koruma altına alınmıştır” dedi. Tirebolu Belediye Başkanı Burhan Takır, Tirebolu Kalesi içinde bulunan mezar taşlarının şehir içindeki tarihi mezarlıklardan toplandığını ve İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından kale içinde koruma altına alındığını söyledi.
 

Kalenin SİT alanı olduğunu ve buranın Trabzon Anıtlar Yüksek Kurulu Müdürlüğü'ne bağlı olduğunu vurgulayan Başkan Takır, "Belediye olarak bizim buraya bir çivi dahi çakmaya yetkimiz yok. Sadece buranın tapusu belediye ile Denizcilik Bakanlığı'na ait. Burası sit alanı olduğu için Tirebolu Belediyesi ile hiçbir ilgisi yok. Ama yine de belediye olarak elimizden geldiği kadar korumaya çalışıyoruz. Bazı basın organları 'kale atıl vaziyette, korunmuyor' gibi başlıklar atarak haber yapıyor. Afaki haberlerle milleti yanıltmaya kimsenin hakkı yok. Bize sorsunlar doğrusu öğrensinler." dedi.
 

Bu arada vatandaşlardan Şaban Aydınaslan ise kalenin sit alanı olduğu gerekçesiyle kapalı olmasına tepki gösterdi. Aydınaslan,"Koruma içgüdüsü ile kalenin kapalı kalması hem Tirebolulular hem de turizm sektörü için bir handikap. Vatandaş kaleye çıkıp, şehri temaşa etse güzel olmaz mı? Aynı şekilde turistlerde kale etrafını dolaşıp gidiyor. Buranın turizme kazandırılması lazım." diye konuştu.
 

Birinci derecede arkeolojik sit alanı ilan edilen Tirebolu Kalesi; deniz kıyısında, yüksek bir kayalık üzerinde bulunuyor. Tek bir giriş kapısı bulunan kalenin sur duvarlarını dışarıdan aralıklarla yapılmış payanda kuleler destekliyor. Kale içinde yer alan Osmanlı dönemine ait mezar taşları ise bir okulun mezarlığa yapılması sırasında getirilerek, kale içinde koruma altına alınmış.

Giresun Gazete, 04.10.2013

SÜRYANİLERİN İLKOKULU AÇILIYOR

 

 

Süryanilerin anadilde eğitim için açtıkları davanın sonuçlanması ve eğitim hakkının kabul edilmesiyle beraber okul açma çalışmaları başladı.


‘Demokratikleşme Paketi’ anadilde eğitimin önünü açarken, Süryanilerin okul mücadelesi geçen yıl başlamış ve mahkemeye taşınmıştı. Süryanilerin yaşadığı süreci Beyoğlu Süryani Kadim Meryemana Kilisesi Vakfı Başkanı Sait Susin’den dinledik:


“Lozan’ın ardından yapılan yorum hatasıyla azınlık sayılmadık. Lozan Antlaşması ‘gayrimüslim ekaliyetler’ der. Biz de bu ekaliyetlere giriyoruz. Lozan’da ‘Azınlıklar okul kurabilir, eğitim yapabilir’ diye yazar. Ancak yönetmeliklerde bu hak Ermeni, Rum ve Musevilere tanınıyor, Süryaniler dışarıda bırakılıyordu.”


İlk kez 6 Haziran 2012’de Milli Eğitim Müdürlüğü’ne verilen bir dilekçeyle Milli Eğitim müfredatına ek olarak ayrıca Süryanice öğretecek bir anaokulu isteyen cemaate “Süryani topluluğuna mensup vatandaşlarımız, Lozan Barış Antlaşması’nda azınlıklar arasında sayılmayıp asli unsur olarak kabul edildiğinden” gerekçeli bir ret yanıtı verilmişti. Bu cevabın üzerine Azınlık Özel Öğretim Kurumları’na itiraz ettiklerini ve süreci beklerken zaman kaybı yaşamamak için mahkemeye de başvurduklarını anlatan Susin, mahkemenin verdiği lehte kararla yolun açıldığını vurguluyor:
“İlk toplantıda mahkeme lehimize karar verdi. Bunun peşinden de çok güzel bir şey olur. Kamu kurumları normalde kaybettikleri davaları temyiz ederler. Ama bu konu temyize gitmedi. Şu anda okul önünde bir engel kalmadı.”

Yeşilköy’de olabilir
Susin, okulu cemaatin yoğun olduğu Bakırköy-Yeşilköy civarında açmayı düşündüklerini söylüyor:
“Bizim ilk defa açacağımız ilkokul o civardaki okulların kalitesinde olmalı. Dört başı mamur bir okul açmak istiyoruz. Çeşitli okullarda çalışan eğitmenlerimizi çağırdık. Yönetim kurulumuzdan ekip oluşturduk. Eğitim konusunda uzman cemaat üyelerimizle toplanacaklar. Azınlık okullarından bilgiler alınacak. Hedefimiz 2014-2015 öğretim yılına yetişmek.”

 

Mardin heyecanlı: Hocalar hazır

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ’ın açıkladığı ‘Demokratikleşme Paketi’nde anadilde eğitime imkan verilmesi, özellikle Süryanilerin yoğun olduğu Mardin’de sevinçle karşılandı. Okul açılması için Mardin İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne başvuran Süryaniler taleplerinin kabul edilmesini bekliyor.


Midyat Süryani Cemaati ve Kiliseleri Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Anto Nuay, hazırlıklarını şöyle anlattı:
“Bizim için çok iyi olacak. Yalnız öğretmenlerin kilise ve manastırlarımızda eğitim görmüş olmaları lazım. Başka okullardan olursa bunun masrafını kaldıramayız. Devlet bize yardım ederse çok daha memnun oluruz. Bizim eğitilmiş hocalarımız, okumuş eğitmenlerimiz var, onların bu derslere girmesini istiyoruz.”


Midyat Süryani Kiliseleri Papazı İshak Ergün de 1928 yılından bu yana okul açamadıklarını hatırlattı: “Süryanice tarihi, binlerce yıldır kullanılan, bilinmesi gereken bir dildir. Cemaat olarak burada kendi imkanlarımız dahilinde kiliselerde, manastırlarda dualarımızı ve ayinlerimizi Süryanice çocuklarımıza öğretiyoruz.”


Mardin Artuklu Üniversitesi (MAÜ) Türkiye ’de Yaşayan Diller Enstitüsü Süryani Dili ve Kültürü Anabilim Dalı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Mehmet Sait Toprak ise 12 öğrenci ile yüksek lisansa başladıklarını belirterek, “Birçok Süryani derneğinin bizimle görüşmeleri oldu. Öğrencilerimizden 5’i Süryaniceyi çok iyi biliyor. Diğer öğrencilerimiz de başlangıç düzeyinde Süryaniceyi verebilecek durumda. Süryanice ders kitabının hazırlanması konusunda bir ekip kurularak böyle bir çalışmanın yapılabileceğini kendilerine söyledim. Bu çok uzun bir zaman almaz” dedi.

Radikal, Haber: Ayça Örer, 04.10.2013

"TARİHİ YARIMADA'YA YÜZ NAKLİ YAPIYORUZ"

 

Fatih, 8500 yıllık tarihiyle İstanbul'un en eski yerleşim alanlarından biri. Farklı inanç ve kültürlere ait tarihi eserleri bir arada barındıran ilçede son yıllarda büyük bir değişim yaşanıyor. Kentsel yenileme ve restorasyon projeleriyle Fatih kabuk değiştiriyor. Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir de devam eden dönüşüm projeleri ve ilçenin değişen yüzüyle ilgili SABAH'a çarpıcı açıklamalarda bulundu. Fatih'in İstanbul'u, diğer metropollerden farklı kılan özellikleri barındırdığını anlatan Başkan Demir, "Farklı kültür ve inançlardan insanların huzur içinde yaşadığı bir yer. Kilise, sinagog ve caminin aynı sokakta olduğu başka bir yer yok dünyada" dedi.

MÜLKİYET PROBLEMİ
Tarihi Yarımada'daki değerlerin yaşatılması, soyut ve somut kültürel mirasın geleceğe taşıması gibi bir sorumlulukları bulunduğunun altını çizen Mustafa Demir, bu amaçla 2005'ten beri kentsel yenileme çalışmalarının sürdüğünü anlattı. Yenileme alanlarının Fatih'in yüzde 12'sini kapsadığını belirten Demir şu bilgileri verdi: "Şu an 7 ayrı bölgede dönüşüm var. Fener-Balat, Ayvansaray Türk Mahallesi, Süleymaniye ve Yalı Mahallesi ile ilgili çalışmalar devam ediyor. Çok tartışılan Sulukule'yi bitirdik. Ayvansaray'ı 2014'ün sonunda, Yalı Mahallesi'ni ise 2015'te tamamlamayı hedefliyoruz. Kentsel dönüşüm ilan ettiğimiz alanlar, tarihi eserlerin yoğunlukta olduğu yerler. Bu yüzden yapılan tüm projelerin Anıtlar Kurulu tarafından onaylanması gerekiyor. Ayrıca mülkiyet problemini de aşmak biraz zaman alıyor." Yalı Mahallesi projesinin Anıtlar Kurulu tarafından onaylandığını belirten Demir, "Orayı özgür bırakıyoruz. Kendi içinde dönüşecek bir potansiyeli var çünkü. Süleymaniye'de ise mülk sahiplerini de dönüşüme dahil etmek için çalışmamız var. Hızlandırma için bir yasal düzenleme de gerekebilir" diye konuştu.

KAPALIÇARŞI'YA 200 MİLYON TL
Son 9 yılda tam 168 tarihi eserin restorasyonunu gerçekleştirdiklerini belirten Belediye Başkanı Demir şöyle devam etti: "Bunlar arasında ilk aklıma gelenler Emir Buhari Tekkesi, Rüstem Paşa Medresesi ve Alman Çeşmesi. Şu ana kadar restorasyon çalışmalarına 150 milyon TL harcadık. Kapalıçarşı'daki restorasyon projesi, tarihi eser anlamında şu ana dek yapılmış en büyük proje. Sadece proje için 20 milyon TL harcadık. Toplam maliyeti de bunun 10 katı olacak." İlçedeki tarihi dokuya uygun olarak ana arterler üzerindeki binaların dış cephelerinde yapılan yenileme çalışmalarına da değinen Mustafa Demir şöyle konuştu: "Bir şehirde yaşayan insanlar hakkında fikir sahibi olmak için mimarisine, mutfağına ve musikisine bakarsınız. Buna '3 M' diyoruz. Tarihi eserler dışındaki binaların da bölgenin dokusuna uygun olmasına gayret ediyoruz. Tarihi Yarımada'daki ana arterlerde, Sirkeci Meydanı ve Ankara Caddesi'nde binaların dış cephelerinde yenileme yapılıyor. Zira oradaki binaları yıkıp yeniden yapmak mümkün değil. Diğer ilçelerin yaptığı cephe düzenlemelerinden farkımız, üniversite desteğiyle her bina için farklı tasarım yapıyoruz. Ben buna yüz nakli diyorum. Şu anda Tarihi Yarımada'ya yüz naklini gerçekleştiriyoruz. Ve bu yüz naklini gittikçe detaylandırıyoruz. Ana arterlerden ara sokaklara giriyoruz artık."

'İHANET OLUR'
Bu değişimi gören insanların kendilerine gelerek "Biz de binamızın cephesini yenilemek istiyoruz" dediğini anlatan Mustafa Demir sözlerini şöyle tamamladı: "İlçedeki mülklerin değerleri çok fazla. Buna karsın binalar çirkin, birbirine benziyor. Binaların mimarisini insanların kendi seçeneğine bırakmak ihanet olur. Yurt dışında Tarihi Yarımada muadili yerlerde dış kapının kolunu bile izinsiz değiştiremezsiniz. 9 yıldır estetik kurulumuz çalışıyor. Tarihi Yarımada'nın geçmişten günümüze kadar yüklendiği misyonla oluşturulmuş bir konseptimiz var. Bunu devam ettiriyoruz."

'HEDEFLERİME ULAŞTIM'
Mustafa Demir: "Göreve geldiğim ilk günkü heyecanı taşıyorum. Geriye dönüp baktığımda 'Hedefime ulaştım' diyebilirim."

Sabah, Haber: Mesut Altun, 04.10.2013

ABDÜLHAMİD HAN'IN SON ŞAHİTLERİ

 

Abdülhamid Han’ın Osmanlı’yı 33 sene idare ettiği Yıldız Sarayı, eski günlerine dönüyor. Sultan’ın tahttan indirildiği odanın eşyaları, yakın zamanda yerlerine getirildi. Küçük Mabeyn’deki eşyalar, lal kesilmiş bir hüzün içinde hala…

 


Geri gelen eşyalar arasında halife Abdülmecid Efendi’nin Abdülhamid’in Hal’i tablosundaki vitrin ile siyah beyaz fotoğrafta görülen camlı dolap da bulunuyor.

 

Yıldız Sarayı, İmparatorluğun son yönetim merkezi… Devletin yıkılışını görmüş bu mekanın hüznünü bugün bile her köşesinde saklayan bir yanı var. Bilhassa II. Abdülhamid Han’ın Osmanlı’yı 33 sene buradan idare etmesi, saraya ayrıca önem kazandıran bir özellik. Abdülhamid Han’ın 1909 yılında, hal edildiği yani tahttan indirildiği Küçük Mabeyn, padişahın özel ikametgahı. O günle ilgili Sultan’ın, “Ne yazıktır ki, Türk’ün padişahına bu tebliği yapmak için bula bula bir Ermeni, bir Yahudi, bir Arnavut ve bir Gürcü bulmuşlar!” dediği rivayet edilir. İşte, o ana şahitlik eden eşyalar, yıllar sonra yeniden Yıldız Sarayı’na döndü.

 

Lal kesilmiş bir halde, sanki o günü tekrar ber tekrar yaşayan hali var odadaki eşyaların. Saray, 1909 yılında 34. Osmanlı padişahı Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesinin ardından İttihat ve Terakki’nin adeta yağmasına uğrar. Saray eşyaları, Yıldız Komisyonu marifetiyle tasfiye edilir. Hazine-i Hümayun’a, Matbaa-i Amire’ye, Müzey-i Hümayun’a ve çeşitli devlet dairelerine yollanır.

2011 yılında, İstanbul İl Kültür Turizm Müdürlüğü, Kalender Orduevi’nde restore edilecek eşyaların değerlendirilmesiyle ilgili komisyon kurmuş ve buna Yıldız Sarayı’nı da dahil etmişti. Yıldız Sarayı Müze Müdürü Ali İlker Tepeköy, konuyla alakalı, “Kültür Bakanlığı’mızın gayretleri işlerimizi kolaylaştırdı. Uzman arkadaşlardan Nihal Çağlar da komisyona katılmıştı. Onun tespiti sayesinde eşyalar, asıl yerine döndü.” diyor. Askeriyenin de kendilerine çok yardımcı olduğunu anlatan Tepeköy, giden eşyaların sarayla yeniden buluştuğuna dikkat çekiyor. “Eşyalar, Abdülhamid Han zamanında neredeyse şimdi orada.” diyen Tepeköy, çalışmalara büyük bir hızla devam ettiklerini söylüyor.

 

Meraklısına not: Malum, Sultan Abdülhamid iyi bir marangoz. Lakin bu eşyaları kendi tezgahından geçenler değil. Onlar ağırlıklı olarak Beylerbeyi Sarayı’nda…

Zaman, Haber: Samet Altıntaş, 04.10.2013

CUMHURİYET TÜRKİYESİ'NİN İLK HEYKELİ

 

 

Marmaray tüp geçidi inşaatı nedeniyle çevresi adeta kapatılıp kuşatılmış olan Sarayburnu Atatürk Anıtı, bugün 87 yaşına giriyor. Cumhuriyet Türkiye’sinin bu ilk anıt heykeli, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı için Samsun’a giderken İstanbul’dan hareket ettiği yere 3 Ekim 1926′da konulmuştu.

 

Türkiye’deki ilk Atatürk heykeli, 87 yıl önce bugün (3 Ekim 1926) Sarayburnu’na konuldu. Heykelin olduğu nokta, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı için Samsun’a giderken İstanbul’dan hareket ettiği yerdir. Bronzdan dökülmüş olan heykel, Avustralyalı heykeltıraş Heinrinck Krippel’e aittir. Marmaray tüp geçit çalışmaları nedeniyle iyiden iyiye görünmez bir halde kalan Atatürk heykeli, onun muhteşem mazisini bilenlere gurur vermeye devam ediyor.

Kaide ve heykel olmak üzere iki kısımdan oluşan anıt, iki kademeli dörtgen bir platform üzerinde yer almaktadır. Kaidenin üç cephesine bronz madalyon şeklinde yazıtlar monte edilmiştir. Ne var ki, artık bunların hiçbirisi mevcut değildir. Dikdörtgen kaide üzerinde sivil giysili Atatürk, devlet adamı kimliğiyle görülmektedir.

 

Sarayburnu Atatürk Anıtı, ele alınan dönem içinde Atatürk’ün devlet adamı kimliği ile betimlendiği az sayıdaki örneklerden birisidir. Atatürk’ün sağ eli belinde, sol elini yumruk biçiminde sıkmış, başı dik, kaşları hafif çatık, gözleri hafif kısıktır. Vücudu yay gibi gergin, dinamik duruşu ve bu mimikleriyle bir kararlılık ifadesi taşımaktadır.

Sözcü, 03.10.2013

FATİH'E KARŞI BU ZİNCİR ÇEKİLMİŞTİ

 

 

Dünyanın en eski kadırgasının da aralarında yer aldığı 20 bin esere ev sahipliği yapan, arşivinde de 20 milyon belge bulunan Beşiktaş'taki Deniz Müzesi, yaklaşık 6 yıl süren restorasyonun ardından yarın açılacak.

 

Fatih Sultan Mehmet 'in İstanbul'u kuşatma hazırlıkları yaptığı sırada Doğu Roma İmparatoru tarafından Haliç'e gemilerin girişinin engellenmesi için Haliç'in ağzına gerilen devasa zincirden geriye kalan halkalar İstanbul Deniz Müzesi'nde sergileniyor. Yeniden düzenlenen müzenin yarın açılışı yapılacak.

 

Yaklaşık 20 bin parçanın sergilendiği İstanbul Deniz Müzesi'nde dikkat çeken bölümlerden biri 2. Mehmet'in İstanbul'u kuşattığı sırada Haliç'in girişine çekilen devasa zincirden geriye kalan halkalar.

 

30-35 SANTİM BOYLARINDA DÖVME DEMİRDEN YAPILDI

İstanbul Deniz Müzesi Sanat Tarihçisi Nalan Dönmez Yakarçelik, müzede sergilenen zincirlerin Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethi sırasında Bizanslıların Haliç'in ağzına gerdikleri zincirden bir parça olduğunu ve dövme demirden yapıldığını söyledi. Zincirlerin el yapımı olduğu için standart olmadığını ve boylarının 30 ile 35 santimetre arasında değiştiğini kaydeden Yakarçelik, bazı zincir parçalarının Deniz Müzesi dışında Topkapı Sarayı, Harbiye Askeri Müzesi ve Hisarlar Müzesi'nde bulunduğunu söyledi. Müzede Haliç demirleriyle ilgili olarak şu bilgiler veriliyor; 

 

HALİÇ'İN AĞZINA GERİLEN ZİNCİR VE İSTANBUL'UN FETHİ

Sultan 2. Mehmet İstanbul kuşatması ile ilgili hazırlıklarını 23 Mart 1453 tarihinde tamamlayarak kuşatmayı başlatmak üzere Edirne'den İstanbul'a hareket etmiştir. Bunun üzerine Doğu Roma İmparatoru, Haliç Körfezi'ne yabancı gemilerin girişinin engellenmesi için emir vermiştir. 2 Nisan günü Bortolamio Soligo tarafından Yalıköşkü civarındaki Kentenarion Kulesi ile Galata Surları arasına zincir çekilmiştir. Bu zincir çok iri ve yuvarlak baklalardan yapılmış ve birbirine büyük demir kancalarla bağlanmış bir zincirdir. Sağlam olması için de iki taraftan surlara tutturulmuştur. Haliç surlarının zayıf olduğunu ve buradan kente girişin daha kolay olacağının düşünen Sultan 2. Mehmet donanmasına Doğu Roma'nın zincirle kapattığı Haliç'e girme emrini vermiştir. Ancak başlatılan deniz taarruzu istenilen şekilde sonuçlanmamış ve 20 Nisan tarihinde Zeytinburnu açıklarında Osmanlı donanması ile müttefik filo arasında yapılan savaşta Osmanlı donanması büyük kayıplar vermiştir. Bunun üzerine Sultan 2. Mehmet donanmayı karadan yürüterek Haliç'e indirme kararı almıştır. 21-22 Nisan akşamı önceden hazırlanmış olan kızaklarla 72 parça gemi Tophane Limanı'ndan başlayarak, Humbaracı yokuşu, Asmalı Mescit, Tepebaşı, Kasımpaşa güzergahından Haliç'e indirilmiştir. 29 Mayıs gecesi başlatılan saldırı sonucunda da İstanbul fethedilmiştir.

 

Deniz Müzesi, resmi açılışı öncesi basın mensuplarına tanıtıldı. Müze turu öncesi gazetecilere bilgi veren Deniz Müzesi Komutanı Deniz Kurmay Albay Fatih Erbaş, müzenin 1897'de Binbaşı Süleyman Nutki tarafından kurulduğunu ve çeşitli nedenlerle zaman zaman İstanbul'dan taşındığını anlattı.

 

Erbaş, müzenin 2. Dünya Savaşı'ndan sonra 1948'de Dolmabahçe Sarayı'nda hizmetlerine devam ettiğini, 1961 yılından itibaren ise Beşiktaş Meydanı'ndaki binasında faaaliyetlerini sürdürdüğünü söyledi.

 

 

Müzedeki eserleri daha iyi sergileyebilmek için 2005'te teşhir bölümünün genişletilmesine karar verildiğini belirten Erbaş, bu çerçevede bir proje yarışması düzenlendiğini ve birinci olan eserin uygulamaya konulduğunu bildirdi.

 

Deniz Müzesi ana binasının, bu yarışmada birinci olan projeye göre inşa edildiğine dikkati çeken Erbaş, 2007 yılında çalışmalarına başlanan müze inşaatının 2011'de sona erdiğini aktardı.

 

Ana binada, kayıklar galerisi, alt katında Barbaros Hayrettin Paşa Sergi Salonu, üst katta Süleyman Nutki Çok Amaçlı Salonu ve müzenin 15 yıl müdürlüğünü yapan Haluk Şehsuvaroğlu'nun adını taşıyan salonun bulunduğunu anlatan Erbaş, müzenin alt katında geçici sergiler için kullandıkları Çaka Bey Sergi Salonu'nun hizmet verdiğini, bunun yanında müzenin idari binası ve satış reyonunun da ana binada yer aldığını belirtti.

 

Erbaş, "Varlığımızın sebebi önce Türk milletine daha sonra da insanlığa deniz kültürü çerçevesinde hizmet vermektir" dedi.

 

ÖĞRETMEN, ÖĞRENCİ VE GENÇLERE ÇAĞRI

Deniz Müzesi Komutanı Deniz Kurmay Albay Fatih Erbaş, öğretmen ve öğrencilere de müzeyi gezmeleri yönünde çağrıda bulunarak, "Onları müzemizde misafir etmekten memnuniyet duyarız. Toplu müze gezilerinde hiçbir ücret alınmayacaktır. Zaten öğrenci tek başına olduğunda 1 lira 70 kuruş ücret alınıyor. Normal vatandaş ise 5 lira. İl Milli Eğitim Müdürlükleriyle de irtibat halindeyiz. Okulları müzemize davet ediyoruz" diye konuştu.

 

Albay Erbaş ayrıca, müze ve müzenin önündeki alanın insanların, gençlerin birbirleriyle buluşma noktası olmasını arzu ettiklerini söyledi.

 

 

MÜZEDEKİ OSMANLI ARŞİVİ

Osmanlı Devleti'ne dair araştırma yapan tarihçi veya diğer bilim adamlarına da seslenen Erbaş, müzenin, en önemli Osmanlı arşivlerine ev sahipliği yapan ender yerlerden birisi olduğunu, bu kişilerin müzede istediği şekilde araştırma yapabileceğini ifade etti.

 

Erbaş, müzede çok fazla eser olduğunu kaydederek, zaman zaman bu eserlerin değiştirileceğini, müzeyi gezenlerin her gelişlerinde farklı eserleri görebileceklerini, yeni bölümlerin farklı zamanlarda devreye girebileceğini anlattı.

 

Ziyaretçi defterine yazılan talepleri çok önemsediğini vurgulayan Erbaş, tadilata giren binadaki çalışmalar sona erdiğinde talep edilen Şehitler ve Gaziler Odası'nı yeniden oluşturacaklarını, bunun yanı sıra Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e ait çeşitli eserlerin de sergileneceğini bildirdi.

 

MÜZE 3 BÖLÜMDEN OLUŞUYOR

Müze, Deniz Tarihi Arşiv Müdürlüğü, Deniz İhtisas Kütüphanesi ve Piri Reis Araştırma Merkezi olmak üzere 3 bölümden oluşuyor.

 

Arşiv Müdürlüğü, yaklaşık 20 milyon belge, 8 klasik katalog ile 1 indeks kataloga sahip. Müdürlükte, bu aşamada 15 katalog ile araştırmacılara hizmet verilmekte. Belge Arşivi, Fotoğraf Arşivi ve Harita Arşivi olmak üzere üç ana gruptan oluşuyor.

 

Deniz İhtisas Kütüphanesi'nde, yaklaşık 21 bin 395 kitap bulunuyor. Türkiye'de sahasındaki en kapsamlı ve doyurucu kütüphane olma özelliğine sahip mekanda, Osmanlıca, İngilizce ve Fransızca kitaplar yer alıyor. Piri Reis'in istinsah edilmiş dört el yazması da kütüphanede bulunan nadir eserlerden biri. 

 

Piri Reis Araştırma Merkezi, Türkiye üniversitelerinde denizcilik tarihinin araştırılması ve öğretilmesine yönelik herhangi bir bölüm bulunmadığı gerekçesiyle bu boşluğu doldurmak için İstanbul Deniz Müzesi Komutanlığı bünyesinde 27 Mart 2005'te kuruldu. Bünyesinde tarihçi, çevirmen ve grafikerlerin bulunduğu merkezde, üniversitelerin tarih bölümleri ile bunlara bağlı Sosyal Bilimler Enstitülerinde deniz tarihi ile ilgili yapılan çalışmalar ile yurt içinde ve dışında yayımlanan dokümanların takibi yapılıyor, makale, bildiri ve kitaplar hazırlanıyor.

 

 

KOLEKSİYONLAR

İstanbul Deniz Müzesi, yaklaşık 20 bin objeden oluşan koleksiyonlarının zenginliği kadar geniş bir yelpazede çok çeşitli kültürel varlıkları bir arada sergilemesi açısından da seçkin bir müze olma özelliği taşıyor.

 

Konularına göre gruplandırılan koleksiyonların arasında Atatürk'ün eşyaları, tarihi kayıklar, silahlar, haritalar, resimler, gemi modelleri, gemi baş figürleri, seyir aletleri, gemi aksamları, plaketler, çanlar, armalar, tuğralar, sancaklar, fenerler, beratlar, fermanlar, el yazmaları, üniformalar, nişanlar, madalyalar, sikkeler, damgalar, mühürler, mezar taşları, kitabeler, taş baskılar, amforalar, saatler, mobilyalar ve fotoğraflar bulunuyor.

 

Müze, kralların ve padişahların kullandığı "Saltanat Kayıkları"ndan 14'üne ev sahipliği yapıyor. 

 

"DÜNYADA ORJİNAL OLARAK VAROLAN TEK KASIRGA"

Dünyada orijinal olarak var olan tek kadırga olma özelliği taşıyan müzenin en dikkati çeken eseri, "24 Çifte Kürekli Tarihi Kadırga".

 

Kadırgayı, Osmanlı sultanlarının yakın sularda kullandığı biliniyor. Sultan IV. Mehmet (8 Ağustos 1648-8 Kasım 1687) devrinde kullanıldığı tahmin edilen kadırga hakkında devam eden araştırmalar, teknenin 16. yüzyıl sonlarında inşa edildiğini gösteriyor. 

 

DÜNYANIN EN BÜYÜK ARMASI

Müzede, deniz tarihine ışık tutan, geçmişi bugüne farklı perspektiflerde yansıtan sergiler de bulunuyor. 

 

Tarihi kayık koleksiyonlarının görülebileceği "Tarihi Kayıklar Sergisi"nde dünyanın yaşayan en eski gemisi olan Tarihi Kadırga, 19. yüzyıla ait Osmanlı padişahlarının ve yakınlarının törenler ve günlük geziler için kullandıkları görkemli saltanat kayıkları, piyade kayıkları, Mustafa Kemal Atatürk tarafından kullanılan kayıklar, Refah Şilebi'ne ait 5 çifte kurtarma filikası, Ertuğrul Yatı'na ait 5 çifte filika, İnebolu Kayığı, Mabeyn Kayığı, Tenezzüh Kayığı ve diğer kayıklar yer alıyor.

 

Osmanlı Donanması'nda kullanılan ahşap eserlere ait örneklerin sunulduğu "Osmanlı Ahşap Sanatı Sergisi'nde, dünyanın en büyük arması olma özelliğini taşıyan, 14,5 metre uzunluğundaki Orhaniye Fırkateyni'ne ait baş arması ile 8 metrelik uzunluğuyla yine dünyanın sayılı armaları arasında yer alan Aziziye Fırkateyni'ne ait arma dikkati çekiyor.

 

Sergide, gemi baş figürleri, tuğralar, armalar ve muhtelif ahşap süslemeler ile çeşitli gemi modellerinin yanı sıra bahriyeye ait gemilerde, kayıklarda ve binalarda kullanılan ahşap süslemeler de bulunuyor.

 

TÜRK DENİZ TARİHİNDEN SAYFALAR

Köklü Türk denizcilik tarihine ışık tutan "Türk Deniz Tarihinden Sayfalar" adlı sergide, Türk denizcilik tarihine damgasını vuran şahıs, gemi ve olaylar kronolojik ve tematik olarak ziyaretçiye sunuluyor.

 

Sergide, geçmişten geleceğe uzanan köklü mirasa sahip Türk denizciliğinin temellerinin ilk atıldığı andan itibaren Çaka Bey, Umur Bey, Kemal Reis, Piri Reis, Barbaros Hayrettin Paşa, Turgut Reis, Seydi Ali Reis gibi büyük denizciler ile Türk denizciliği anlatan eserler yer alıyor.

Akşam, 03.10.2013

TARİHE BRANDA!

 

Her ne kadar kamu kurum ve kuruluşlarıyla tarihi eserlerimizin üzerine titresek de, zaman zaman görmek istemediğimiz kareler de yansıyor objektifimize… 1523 yılından kalan, ecdat yadigarı tarihi bir ibadethanemiz Piri Mehmet Paşa Camii… Kimin, ne amaçla çektiği belli olmayan bir branda ile örtülmüş durumda. Amacınız tarihi gölgelemekse, bunu bu branda ile başarmak mümkün değil; altı asırdır ayakta kalan bir eseri içimiz acıyarak fotoğraflıyor ve brandanın kaldırılacağı günü bekliyoruz… İçimizin acıması; insanımızın duyarsızlığından. Bilmem anlatabildik mi?

Manşet Gazetesi, 03.10.2013

"GEZİ KURTULDU, MEYDAN KAYBEDİLDİ"

 

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi tarafından düzenlenen konferansta "Gezi'den sonra Taksim" masaya yatırıldı. Konferansta konuşmacılar arasında bulunan Karikatürist ve mimar Tan Oral, Taksim Gezi Parkı'nda meydana gelen olayları değerlendirerek, "Bütün olaylar sonunda Gezi kurtuldu, meydan kaybedildi" dedi.

 

 

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü tarafından düzenlenen “Gezi’den sonra Taksim” konferansının 3. oturumu MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Haydar Karabey moderatörlüğünde gerçekleşti.  Yapı-Endüstri Merkezi’nde (YEM) düzenlenen, Aslı Odman, Tan Oral, Emre Zeytinoğlu ve Herkes için mimarlık derneğinden de katılımcıların konuşmacı olarak bulunduğu oturumda, Gezi olayları öncesinde ve sonrasında Taksim, farklı bakış açıları ile mercek altına alındı.

 

"Topçu Kışlası'nın yeniden inşası hayaletlerin canlandırılmasıdır"

MSGSÜ Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nden Öğretim Görevlisi Aslı Odman, “Tarihin her anının zikredilebildiği bir tarih yazılımı mümkün müdür?” diye sorarak sunumuna başladı. Mekan, tarih ve iktidar ilişkisini sorgulayan sunumunda Odman, Taksim Topçu Kışlası'nın yeniden inşasını “hayaletlerin canlandırılması” olarak niteledi. "Bardağı taşıran son damla"nın kentsel dönüşümün Taksim Meydanı'na geldiği zaman yaşandığını söyleyen Odman, iktidarların ya da sermaye birikimlerinin kendi tarihlerini yazmak istemesinden bahsetti. Siyasi iktidarın kendi ihtiyaçlarına göre, tarihten bir dönem seçerek, tarihi yazmaya çalıştığını ifade eden Odman, şimdilerde ise neo-osmanlı ve Selçuklu karışımı, Abdülhamit dönemini seçen bir tarih anlayışı olduğunu ve kamusal alanların da buna göre şekillendiğini belirtti.

 

"Gezi'de tarih durduruldu"

Gezi’de tarihin durdurulduğunu ifade eden Odman, "burada ne varmış" denilerek, tüm gözlerin buraya çevrildiğini ve yan yana gelmeyen pek çok kavramın burada yanyaya geldiğini kaydetti. Odman, Osmanlı tarihinin kentte konformist olarak yeniden kurulduğunu söyleyerek,“Kentte neo-osmanlı hayaleti var” dedi.

 

"Geçmişin tüm anlarının zikredilebileceği tarih Gezi'de yazıldı"

Taksim Gezi olaylarında "tarihsel patlama" ile karşı karşıya kalındığını söyleyen Odman, geçmişin tüm anlarının zikredilebileceği tarih yazılımının gezi olaylarında görüldüğünü  ifade etti. Odman, “Gezi’den sonra Taksim hatırlandı. Geçmişimizin tamamen zikredilebileceği bir pencere açtı” şeklinde konuştu.

 

"Gezi Kurtuldu, Meydan Kaybedildi"

Odman’dan sonra söz alan yazar, karikatürist ve mimar Tan Oral, Taksim Gezi olayları ile ilgili çizdiği karikatürlerinden oluşan bir sunum yaptı. Taksim Meydanı’ndaki yeni düzenleme ile ilgili görüşlerini aktaran Oral, Taksim Meydanı’nın bugünkü halinden sorumlu olanların politikacılar olduğunu belirtti. Kentte yaşayanların tepki vermekte geciktiğine vurgu yapan Oral, bütün olaylar sonunda “Gezi kurtuldu, meydan kaybedildi” dedi.

 

"Kent için şokla değişim iyi birşey değildir"

Taksim Yayalaştırma Projesi’nin 1996 yılında ilk defa kamuoyu ile paylaşıldığını hatırlatan Oral, ardından siyasi otoritenin hiçbir sese kulak vermediği, kentlilerin ise duyarsız davrandığı bir süreç yaşandığına dikkatleri çekti. Taksim Yayalaştırma Projesi'ni ilk duyduğunda, projenin gerçek olabileceğine inanmak istemediğini kaydeden Oral, “Kent için şokla değişim iyi bir şey değildir. Kentler de insanlar gibi yavaş yavaş değişir. Ölebilir de ama yeniden de doğabilir” dedi.

 

"Trafiği hızlandırmak yerine yavaşlatmak"

Taksim Yayalaştırma Projesi’nin yaya ile araba arasında olması gereken “barış”ı yok ettiğini belirten Oral, kent trafiğini hızlandırmaya yönelik proje yerine, kent trafiğini yavaşlatmaya yönelik projelerin üretilmesi gerektiğine vurgu yaptı. Oral, “Trafiği hızlandırdığınızda trafik sorunu çözülmez. Hızlandırılmış trafik vardığı yeri sıkıştırır” dedi.

 

"Bu proje ile Taksim'i yerin altına gömmeyin"

“Bu proje ile Taksim’i yerin altına gömmeyin” diye defalarca uyarıda bulunduğunu belirten Oral, kentlilerin sesinin Gezi Parkı’nda çıktığını ve duyulduğunu söyledi. Tan Oral, “Taksim’in ne’si vardı, bu proje neden yapıldı” diye sorarak, Taksim’in eski meydanının farklı insanların farklı ihtiyaçlarına cevaplar verebilen, yılların enerjisi ile yapılmış, doğal bir meydan olduğunu belirtti. 

 

"Birşeyler yaparak eleştirmeye inanıyoruz"

Oral’dan sonra Herkes için Mimarlık Derneği’nden katılımcılar, Gezi Parkı olayları öncesinde ve sonrasında düzenledikleri etkinlikleri ve yaptıkları çalışmaları bir sunumla anlattı. Dernek üyeleri, “Biz hep proaktif olmanın yanındaydık. Bir şeyler yaparak eleştirmek gerektiğine inandık” dedi.

 

"Kent, kime ve neye göre düzenlemeli?"

En son söz alan MSGSÜ Mimarlık Fakültesi’nden Yrd. Doç.Dr. Emre Zeytinoğlu, Gezi eylemleri ile başlayan ve hala devam eden bu süreç ile ilgili gözlemlerini katılımcılar ile paylaştı. Herkesin farklı bir Taksim algısı olduğuna dikkatleri çeken Zeytinoğlu, meydanlar ile devlet arasındaki bağlantısını anlattı. Taksim Meydanı'nda düzenlenen gösterilere, siyasi mitinglere değinen Zeytinoğlu, meydanların ve kentlerin devlet güçlerinin meşru kılındığı, devletin kutsanması üzerine kurulu alanlar olduğunu söyledi. “Kent iktidar alanıdır” diyen Zeytinoğlu, kentlerin her zaman kriz alanları olduğunu belirtti. Kamusal alanların hem kentlilerin hem de iktidarların çıkarları için var olduğunu ve zaman zaman bu çıkarların birbiri ile çatışabileceğine dikkatli çeken Zeytinoğlu, “kentli nedir” sorusunu da sordu. Zeytinoğlu, “Kent kime ve neye göre düzenlenmeli” sorusunu da tartışmaya açtı.  

Yapı, 03.10.2013



******


DALAN DÖNEMİNDEN GÜNÜMÜZE TAKSİM PROJESİ

 

Gezi’den Sonra Taksim konferansında konuşmacı olan Korhan Gümüş, Taksim yayalaştırma projesinin tarihini katılımcılarla paylaştı. Konuşmasında muhalefet biçimini de eleştiren Gümüş, kamusallığın yaşamın içerisinde taşıdığı potansiyelin profesyoneller tarafından görülmesi gerektiğini vurguladı.

 

Yaptığı sunumda Taksim projesinin arkeolojisini ortaya koyan Gümüş, Gezi olayları sırasında yaşanan süreci kamusal alan tartışmaları çerçevesinde değerlendirdi. Milli rejimler içerisinde mekanın sürekli bir temsiliyetler statüsünde olduğunu söyleyen Gümüş, mekanın kendi semantiğini oluşturan ve mekana bakışımızı koşullandıran durumun bu merkeziyetçi rejim tarafından tanımlanmış olduğunu vurguladı. Profesyonel bakışın da bu semantiğin içinde olduğunu belirten Gümüş, “Cumhuriyet’in ilk gecikmiş müdahalesinden başlayarak burada gerçekleşmiş olan programın böyle bir kültürel bölünme yaratarak sürdüğünü biliyoruz. Buradaki temel mesele; buradaki ilk müdahale olan 19. yüzyıl kapitalizminin dönüştürmüş olduğunu Pera’yla 20. yüzyılın modern semtlerinin olduğu Şişli arasındaki bu kamusal alanı yeniden tanımlama çabası aslında bir tür gecikmiş de olsa Cumhuriyet’in manifestosu. Burada bir çağdaşlaşma, modern bir Avrupa kentinde olması gereken bir alt yapı oluşturma girişimi var. Daha sonra modernleşmenin yarattığı sınıfsal asimetri kültürel bölünme yoluyla birbirini dengelemeye başlıyor ve devlet siyaseti iki gerilim hattı arasında bu yerel mekanı dönüştürmeye çalışıyor” şeklinde konuştu.

 

"Kenti bütün deneyselliğinden arındırarak savunan bir kesimin varlığını ilk defa o zaman fark ettim"
Bunun izlerinin ilk defa Dalan zamanında görüldüğünü aktaran Gümüş süreci şöyle aktardı; “O zaman altyapısı iyi oluşturulmamış bir yarışma yapıldı. Bu yarışmanın sonucunda da tünelli, üzerindeki alanı yeniden tanımlayan bir takım projeler ortaya çıktı. Ondan sonra Nurettin Sözen zamanında yine bu yarışmada ikinciliği elde etmiş bir proje grubunun, belediyedeki yönetim kadrosuyla olan ilişkisinden dolayı, üniversite adına bir altyapı projesi şeklinde kurgulanmış bugünkü tünelli projenin ana fikrini oluşturan çalışmayı tamamladıklarını gördük. Maketiyle uygulama projesiyle İstanbul Teknik Üniversitesi hocalarının hazırlamış olduğu projeyi gördük. Nurettin Sözen zamanında bu proje ciddi biçimde tartışılmaya başlandı. Bununla ilgili toplantılar yaptık. Yapılan toplantıya davet edilen kesimin projeyi tartışmasını bekliyorduk. Ancak genellikle ulaşım projesinin tartışılmaz olduğuna ve bunun bilimsel bir konu olduğuna belediye başkanını ikna etmeye çalışan güçlü bir bilim çevresi vardı. Bu bende hayal kırıklığı yarattı. Kenti bütün deneyselliğinden arındırılmış, fikir üretiminden, düşünceden arındırılmış, ulaşım meselesini bir bilimsel gerçeklikmiş gibi savunan bir kesimin varlığını ilk defa o zaman fark ettim. Bir alışveriş merkezi tasarlıyorlardı meydanda, o da metroyu finanse edecekti. Seçim dönemi gelmişti. Nurettin Sözen de projeye pek sıcak bakmıyordu. İtirazların olacağını o da fark etmişti. Bu proje bu şekilde geçiştirildi”.

 

"Proje Erdoğan'ın kucağına geldi"
Başbakan’ın İstanbul Belediye Başkanı olduğu zaman çevresinde henüz deneyimli bir ekip olmadığını belirten Gümüş, Erdoğan’ın bu projeyi kucağında hazır bulduğunu söyledi ve şöyle devam etti: “Projenin üzerine çekingen üç tane çember çizdi. Bu çekingen çemberler aslında proje niteliğini taşımayan, sadece burada olabilecek cami fikrini ifade ediyordu. Kıyamet koptu tabii o zaman. Biz de Mimarlar Odası’nda bu Taksim meselesini tartışıyorduk. Belediyeyi bile davet etmiştik o zaman. Bu tartışmalar sonucunda bizim asıl dikkat çekmek istediğimiz şey, o çemberler değil, bu tünellerin açılması sonrası Gümüşsuyu ve Sıraselviler’de oluşacak durumdu. Şehrin tarihsel topografyasının nasıl değişeceğine dikkat çekmeye çalışıyorduk. Tuhaf bir şekilde, bazı profesyonel çevreler bu çemberlere bakmayı daha çok önemsediler. Daha fazla öne çıkardılar. 28 Şubat sürecinde de bu çemberler ana konu oldu. Ali Müfit Gürtuna çemberleri kazıdı projeden ve şimdi neden hala itiraz ediyorsunuz diye sormaya başladı. Daha sonra kaldırım projesine döndü iş ve bu noktaya kadar geldik”.

 

"Profesyoneller krizleri dönüştürmemeli"
Yaşamın değerlerini keşfetmekle yaşamın yerine geçmek bazen birbirinin aynısı gibi gözükebiliyor diyen Gümüş, aslında bu iki durum arasında taban tabana zıtlık olduğunu vurguladı. Gümüş; “Yaşamın yerine geçmekle, yaşamın kendi dinamikleri içinde kamusal alanın özgürleşmesi meselesi camilerimiz, müzelerimiz neo-klasik bir kamusal alandan özgürlükçü bir kamusal alana nasıl geçeceğimizi anlamak önemli. O çemberler çizildiğinde o zaman, meselenin özü anlaşılmış olsaydı Türkiye’deki demokratik gelişme çok daha farklı olabilirdi. Mekan bu görüş içinde sürekli bir temsil edilen bir yerde durdukça, biz bütün sınıfsal çelişkileri gidip merkezi siyaset üzerinden tartışıyoruz. Oysa mekanın kendisi bu sınıfsal asimetrinin oluştuğu yerdir. Gezi gibi birkaç tane kamusal yarık açıldı toplumda. Depremden sonra bir yarık açıldı mesela. Habitat sırasında da farklı bir kamusal yarık açıldı. Biz profesyoneller krizleri dönüştürmesek yerine geçmeye çalışmasak inanın yaşam enerjisiyle dolu hayat fışkıracak. Muhalefet biçimimizle kentin üretmiş olduğu bu çelişkiyi sürekli olarak siyasetin semantiği içinde yeniden üretiyoruz. Onun yapısını çözmüyoruz. İstersek değiştirebiliriz” diyerek sözlerini noktaladı.

Yapı, 03.10.2013

IRAK'A HAVAALANI BÜYÜKLÜĞÜNDE MÜZE

 

Irak asıllı İngiliz mimar Zaha Hadid Bağdat’ta havalimanı büyüklüğünde bir müze inşa edecek.

 

Irak Turizm ve Eski Eserler Bakanı Liwa Sumaism, hükümetin, şu anki Irak Ulusal Müzesi’nin koleksiyonlarına ev sahipliği yapacak yeni bir müze inşa etmeyi planladığını söyledi. Irak’ın batısına yapılacak müze 500 bin metrekarelik bir alan kaplayan eski Muthanna Askeri Havaalanı’nın yerine kurulacak ve Ulusal Müze’deki eserler de buraya taşınacak.

Akşam, 03.10.2013

BAŞBAKAN İÇİN İBRE BEYLERBEYİ SARAYI

 

 

Milli Saraylar’a bağlı tarihi mekanların Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Kamu Denetçiliği Kurumu’na tahsis edilmesinin yolu açılıyor. Tahsis için Meclis Başkanlık Divanı kararı yerine TBMM Başkanı’nın onayı yeterli olacak.

 

TBMM Milli Saraylar’a bağlı Beykoz Kasrı’nın Başbakan’a bağlanacağı tartışması sıcaklığını korurken, TBMM Başkanlığı, sürpriz bir yönetmelik değişikliği yaparak Milli Saraylar’a ait mekanların Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Kamu Denetçiliği Kurumu’na tahsis edilmesinin yolunu açıyor.

 

Müze dışındaki tüm mekanlar
Tahsis için Meclis Başkanlık Divanı kararı yerine sadece TBMM Başkanı’nın onayı yeterli olacak. Dolmabahçe Sarayı’nda ofisi bulunan Başbakan için fiziki koşullardan kaynaklanan rahatsızlık nedeniyle ibrenin Beylerbeyi Sarayı’na döndüğü, TBMM Başkanlığı’nın buranın bakım ve onarımı için çalışma yürüttüğü öğrenildi.


TBMM Başkanlık Divanı, bugün gerçekleştireceği toplantıda Milli Saraylara Bağlı Birimlerin Tahsisine İlişki Yönetmelik’te sürpriz değişiklik gerçekleştirecek. Başkanlık tarafından hazırlanan değişikliğe göre, yönetmeliğin 5. maddesine, “Müze olarak kullanılan yerler hariç olmak üzere Milli Saraylar bünyesinde bulunan mekanlar ihtiyaç halinde TBMM Başkanı’nın onayı ile Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Kamu Denetçiliği Kurumu ve diğer resmi kurumların kullanımlarına geçici olarak tahsis edilebilir” ifadesi ekleniyor. 


Bu düzenlemenin kabul edilmesiyle Milli Saraylar’a bağlı müze dışındaki tüm mekanlar TBMM Başkanlık Divanı’nın kararına ihtiyaç duyulmadan sadece Meclis Başkanı’nın onayı ile Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve diğer kamu kurumlarına tahsis edilebilecek.

Tadilat yürütülüyor
TBMM Başkanlığı’nın Milli Saraylar bünyesindeki tüm saray ve tarihi mekanlara yönelik bakım ve onarım çerçevesinde Beylerbeyi Sarayı’nda da kapsamlı tadilat yürüttüğü öğrenildi. Bugünkü TBMM Başkanlık Divanı’nda 35 bin 582 metrekarelik 22 adet askeri tabyanın, ‘Erzurum Harp Tarihi Müzesi’ olarak yapılması için ödenek ayrılması karara bağlanacak. Toplantıda ayrıca, Konya’nın Beyşehir İlçesi Gölyaka kasabasında bulunan Selçuklu Sultanı 1. Alaaddin Keykubat döneminde yapılan Büyük ve Küçük Kubad-Abad Sarayı kalıntıları ve kazı faaliyetleri için ödenek tahsisine karar verilecek.

Mlliyet, Haber: Önder Yılmaz, 03.10.2013

BEŞİKTAŞ'IN MOZAİKLERİ GERİ DÖNÜYOR

 

Çağdaş Türk sanatının kamusal alandaki örneklerinden olan 21 duvar mozaiği tekrar İstanbul’a kazandırılacak.

 

Beşiktaş Belediyesi’nin bir yılı aşkın bir zamandır yürüttüğü çalışmalar sonucunda mozaiklerin rölövelerinin çıkarılması aşamasına gelindi. 1950’lilerin sonunda 4. Levent’te çeşitli duvarlar ve bina dış cephelerinde plastik sanatlarımızın önemli isimleri Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabri Berkel, Ercüment Kalmık, Eren Eyüboğlu, Nurullah Berk ve Ferruh Başağa tarafından yapılan mozaikler, özellikle 1970’li yıllardan başlayarak başlarına gelen türlü örtüleme olayları sonucu kaybolmaya yüz tutmuştu.

Akşam, 03.10.2013

MOR GABRİEL'İN İADESİ GELECEK HAFTA MASADA

 

 

Süryanilerin ikinci Kudüs'ü olarak nitelendirdiği Midyat'taki Mor Gabriel Manastırı'nın iadesi için hazırlıklar başladı. İadenin gelecek hafta Vakıflar Meclisi toplantısında ele alınması bekleniyor.

Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne geçen yıl nisan ayında başvuran Süryani cemaati, 1615 yıllık Mor Gabriel Manastırı'nın iadesini istemişti. Yıllardır manastır için hukuk mücadelesi veren Süryaniler, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun "Mor Gabriel işgalci. Orası Hazine arazisidir" yönündeki kararı sonrası tek umut olarak "tarihi iade" sürecini görüyordu. Bu açıdan Süryanilerin geçen yıl yaptığı iade başvurusunun, bugün sorunun çözümünü çok kolaylaştırdığı ifade ediliyor. İadenin Demokratikleşme Paketi'nde yer almasının ardından Vakıflar Meclisi'nin önümüzdeki hafta yapacağı toplantıda konuyu ele alması bekleniyor. 276 dönümlük alana kurulu Mor Gabriel Manastırı, sürecin başladığı 2011'den beri yapılan en büyük alanın iadesi olacak. Vakıflar daha önce en fazla İstanbul Beykoz Anadoluhisarı'nda bulunan 98 dönümlük Göksu/Panaiya Ayazması arazisini iade etmesiyle gündeme gelmişti. Arazi, Kandilli Metemorfosis Hz. İsa Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı'na iade edilmişti.

Sabah, Haber: Burcu Çalık, 03.10.2013

 

******


'PAKET'İN SÜRYANİCESİ

 

 

Önümüzdeki ay, haftaya, yarın ve bugün derken nihayet paket açıldı. Türkiye ’de yaşayan her Türkiyelinin olduğu gibi Süryanilerin de büyük beklentileri vardı. Gayrimüslimler arasındaki en önemli beklenti Ruhban Okulu’nun açılmasıyken Süryaniler açısından ise andımızın kaldırılması, Mor Gabriel davasının sonuçlanması ve Süryani okulunun açılması önündeki yasal olmayan engellemelerin kaldırılmasıydı. Her üç konu da Süryaniler açısından hayati önemdeydi.
Mor Gabriel meselesi zaten AİHM’ye gitmişti. Sıra okulun da AİHM’ye doğru yol alması beklenirken Yargıtay’ın verdiği okul açılması yönündeki olumlu karar Süryaniler açısından önemli adımlar olarak görüldü. Bu iki temel sorun Süryaniler açısından önemli ve olumlu bir şekilde sonuçlanınca Süryaniler arasında sevince yol açtı.


Mor Gabriel davası 2004’te basit gerekçelerle başlamış ve daha sonra dallanıp budaklanarak siyasi bir sorun haline gelmişti. Dönüş yapmaya başlayan Süryaniler bu davanın başlamasıyla dönüşlerini askıya almışlardı. Bu dava Süryaniler açısından bir demokrasi davası olarak algılanıyordu. Okul 1928 yılına kadar zaten açıktı. Yani pakette yer alan bu önemli iki konu her koşulda Süryanilerin lehine sonuçlanacaktı. Andımız çok önemli. Süryaniler, ya Andımız’ın kaldırılmasını ya da insan, doğa, barış, hoşgörü, kardeşlik sevgisini ön plana çıkaran bir andın yeniden uyarlanmasını talep etmekteydiler. Hatta bu konuyla ilgili yeni bir ant yazılmış ve Meclis’te bulunan bazı vekillere bu yeni ant dağıtılmıştı.


Mor Gabriel davasına AİHM karar vermeden Türkiye’nin iade etmesiyle Türkiye önemli bir hamlede bulunmuş oldu. Birincisi maddi bir tazminat ödemekten kurtuldu. İkincisi Türkiye bu davalarla dünyadaki imajının zedeleneceğini düşünerek fazla uzatmadan sorunu çözmüş oldu.
Nefret söylemi suçları açısından da paket son derece önemli. Çünkü dizilerde, sokakta, ticarette, sohbetlerde her önüne gelen bir diğerini aşağılayıp ‘Gavur oğlu gavur’, ‘Gavurun kızı’, ‘Ermeni dölü’ gibi kavramları kullanmaktan geri kalmıyordu. Bu pakette bu kavramların kullanılmasının suç teşkil etmesi Süryanileri sevindiren önemli bir gelişme. Bunlar Batı yasalarında yüz yıldır zaten suç kapsamında.


Tuma Çelik (ESU-Avrupa Süryaniler Birliği- Sabro Gazetesi Sahibi): ‘Mor Gabriel’i sanki kendi mallarıymış gibi ‘iade’ etmeleri tavrını yanlış buluyoruz. Zaten bu arazi Süryani vakfına kayıtlıdır ve vakfa aittir. Bir yanlışı düzeltip doğruyu yerine getirdiler. Uluslararası mahkemelerde biz zaten alacaktık araziyi. Boşu boşuna zaman kaybettik. Doğruyu bulmak bu kadar geç olmamalıydı. Pakette azınlıklar sadece Mor Gabriel ile ele alındı. Azınlıklar tali halk olarak görüldüğü için yine kimsenin aklına gelmedi. Sanki sorunları yokmuş gibi algılanıyor. Oysa azınlıklar hala yabancı halk olarak algılanıyor. Bunun giderilmesi lazım. Dini ayrımcılığın cezalandırılması da olumlu. Keşke laik devlet olarak tüm dinlere eşit durabilse. Türkiye’de farklı etnik yapıların anadilde eğitim hakkı kabul edilmeli. Bu paketle kabul edilmiyor ama lütfediliyor. “Kendi imkanlarınla, paranla yap” diyor ama bunu devlet bana sağlamalı. Ben ikinci sınıf vatandaş mıyım ki bana farklı bir yol gösteriyor. Andımız’ın kaldırılmasını çok olumlu buluyorum. Dünyanın hiçbir ülkesinde kimsenin varlığı bir başkası için değildir. Herkes Türk, Kürt, Süryani olmak zorunda değildir. Ancak genel olarak başlangıç anlamında olumlu bir paket; yetersizlikler de anayasa ile giderilmeli.


Erol Dora ( BDP Mardin Süryani Milletvekili):“Paket sadece Süryaniler açısından değil bütün Türkiye’yi mutlu etmeli, herkesi kucaklamalı.”
Süryani Milletvekili Erol Dora ise demokrasi paketiyle Mor Gabriel Vakfı gayrimenkullerinin iadesinin önünün açılmasını olumlu bulduğunu ifade ederek, paketin çözüm sürecinin ilerlemesi açısından oldukça eksik olduğunu düşünüyor. Dora, Heybeliada Ruhban Okulu’na ilişkin düzenlemenin pakette yer almamasını da eleştirdi.


Paketten Yargıtay, AİHM aşamasında bulunan Mor Gabriel Vakfı arazilerinin iadesinin çıkmasını olumlu bulan Erol Dora, Mor Gabriel Manastırı’nın milattan sonra 387 tarihinde kurulduğunu ve dava konusu gayrimenkullerin de bu manastıra ait olduğunu hatırlattı. Bu arazilerin manastıra ait olduğunun çevrede de bilindiğini aktaran Dora, “Bir manastırın zaten başkasına ait gayrimenkulü kendi tasarrufuna alması eşyanın tabiatına aykırıdır. Fakat kadastro çalışması yapıldıktan sonra Mor Gabriel aleyhine davalar açılmıştı” dedi. Bu davaların Süryani halkını, Mor Gabriel Vakfı’nı ve Manastır Metropoliti Sayın Samuel Aktaş’ı çok üzdüğünü dile getiren Dora, davanın AB’nin de gündeminde olduğunu hatırlattı. Erol Dora, “Süryani vatandaşlara ait olan bir hakkın teslimi olumlu. Umarız diğer gayrimüslimlere ait bütün gayrimenkuller iade edilir” dedi. Erol Dora, pakette Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasına yönelik bir düzenlemenin olmamasını ve gözden kaçırılmasını ise eleştirdi. En büyük beklentilerden birinin bu olduğunu vurgulayan Dora, “Türkiye’nin demokratikleşmesi, özgürleşmesi için gerekli adımların bütün etnik gruplar, ötekileştirilenler açısından da atılmasını istediklerini” söyleyerek “Ruhban Okulu 1844 yılında açılmış ve 1971 yılında kapatılmıştır” dedi. Bu durumun keyfi ve Lozan Antlaşması’nın 40 ve 42. maddelerine tamamen aykırı olduğunun altını çizen Dora, bir an önce gerekli adımların atılmasını istedi. Pakette yer alan eşbaşkanlığın zaten kendileri açısından fiilen uygulandığını, üstelik sadece merkez değil il ve ilçe düzeyinde eşbaşkanlığın olduğunu belirten Dora, ‘Andımız’ın kaldırılmasını da olumlu bulduğunu dile getirdi. Bazı olumlu yanlarına karşın süreç açısından paketi oldukça eksik bulan Dora, yargı reformuna yönelik beklentiler olduğunu ancak bunun da pakette yer almadığını ifade etti. TMK, TCK ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi yönünde adım atılmamış olmasını eleştiren Dora, seçim barajına ilişkin düzenlemenin de beklentilerine yanıt vermediğini söyledi. Dora, taleplerinin barajın tamamen kaldırılması veya en azından yüzde 3 nispi temsil sistemi şeklinde olması olduğunu söyledi. Sürecin ilerletilmesi açısından pakette herhangi bir düzenleme olmadığına vurgu yapan Dora, anadilinde eğitimde de halkın beklentilerinin karşılanmadığını dile getirdi. Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na ilettikleri taslakta anadilinde de eğitim önündeki bütün engellerin kaldırılmasını talep ettiklerini ancak bunun karşılık bulmadığını söyledi.

Radikal, Haber: Muzaffer İris, 04.10.2013

MÜZE GİŞELERİ BİR BİR ÖZELLEŞİYOR

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı, bünyesindeki 105 müze ve örenyerinin de gişe ve kontrol sistemlerini özelleştirmek için düğmeye bastı. Bundan böyle bakanlık bünyesinde bulunan 105 müze ve örenyerinin işletmesini de özel sektör üstlenecek. Özel sektör bu müze ve örenyerlerinden elde edilen gelirin sadece yüzde 20’sini bakanlığa verecek.

Eski Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay döneminde çıkarılan “Müze ve Örenyerleri Gişelerinin İşletimi, Giriş Kontrol Sistemlerinin Modernizasyonu ve Yönetim İşi” ihalesi ile aralarında Ayasofya, Topkapı Müzesi, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Efes örenyeri gibi Türkiye’nin en önemli 48 müze ve örenyerinin gişe ve kontrol sistemleri, Eylül 2010 tarihinde gerçekleştirilen ihale ile özelleştirilmişti. İhaleyi, MTM-TÜRSAB kazanırken, müzelerin altında daha önce Kültür ve Turizm Bakanlığı Döner Sermaye İşletme Merkez Müdürlüğü’ne bağlı DÖSİMM mağazalarının işletim hakkı da TÜRSAB’a verilmişti. Bakanlığın hazırladığı ihale ile hat, tezhip, çini ve dokuma gibi geleneksel Türk el sanatlarından müzelerde sergilenen eserlerin replikasına, Türk lokumundan Türk kahvesine kadar birçok ürünün yabancı firmalar tarafından üretilip satılmasına da olanak sağlıyordu.

Dava 3 yıldır sürüyor
48 müze ve örenyerinin giriş sistemlerinin özelleştirilmesinin ardından Kültür Sanat Sendikası, Danıştay’da, “özelleştirme ihalesinin yasaya aykırı olduğu gerekçesiyle” dava açmıştı. Sendika yetkililerinin verdiği bilgiye göre dava 3 yıldır sürüyor ve bir sonuç alınamadı. Bakanlık da 3 yıl sonra, bünyesindeki 105 müze ve örenyerinin giriş ve kontrol sistemlerinin özelleştirilmesi için düğmeye bastı. 105 Müze ve Ören Yeri için “2 Aşama Müze ve Örenyerleri Gişelerinin İşletimi, Giriş Kontrol Sistemlerinin Modernizasyonu ve Yönetimi İşi” ihalesi yapılacak. İhale 30 Ekim Çarşamba günü gerçekleştirilecek. Bu ihaleyle birlikte bir önceki ihalede olduğu gibi 105 müze ve örenyerinin gişelerini de özel sektör kontrol edecek. Müzekart ve biletli ziyaretçi denetimi de özel sektör aracılığıyla yapılacak. İhalenin geçici teminat bedeli 291 bin 690 TL, ihale şartname bedeli ise 5 bin TL olarak belirlendi.

Cumhuriyet, Haber: Selda Güneysu, 03.10.2013

'HÜSEYİN RAHMİ' YANIT BEKLİYOR

 

 

Edebiyatımızın usta isimlerinden Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın uzun süre yaşadığı, 2000 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı, İl Özel İdaresi, Adalar Kaymakamlığı ile Adalar Vakfı işbirliğiyle müzeye dönüştürülen Heybeliada’daki evi, akıbetinin netleşmesini bekliyor. İstanbul İl Özel İdaresi’ne “müze yapılması” için Gürpınar’ın varisleri tarafından tahsis edilen ev, bir süre önce Özel İdare’den alınarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne verildi. Müzenin kapatılarak yerine İBB’nin mesleki eğitim kursları açacağı konuşulurken, Müzecilik Meslek Kuruluşu Derneği bir açıklama yapıp bakanlık ve İl Özel İdaresi’nden konuyla ilgili acil bilgi talep ettiklerini duyurdu. Adalar Vakfı ise Bakanlık Müsteşarı Özgür Özaslan’a haftalar önce bir yazı gönderdi ve gelişmeleri aktardı. Ancak her iki taraftan da henüz bir yanıt gelmedi.

 

Müzecilik Meslek Kuruluşu Derneği’nin açıklamasında, “Hüseyin Rahmi Müzesi’nin kapatılarak meslek kursu yapılmaya değil, etkinliklerle daha da zenginleştirilmeye ve yaşatılmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz” denildi. Türkiyede temalı müze eksikliği olduğu vurgulanan açıklamada, “özellikle son zamanlarda, birbirinden değerli müzelere yönelik kapatma çalışmaları, Türkiye kültürel mirası için endişe vericidir” ifadeleri yer aldı.


Adalar Vakfı’nın Müsteşar Özgür Özaslan’a gönderdiği yazıda ise vakfın kıt olanaklarıyla müze evini 13 yıldır ziyarete açık tuttuğu, İl Özel İdaresi’nden binanın onarımı için ödenek beklerken, İBB’ye tahsis edildiğini öğrendikleri kaydedildi. “Bu tahsis ve işlev değişikliğine kültür ve müzelerden sorumlu bakanlığımızın verdiği onaya inanamadık” denilen mektupta, “bir yanlış bilgilenme ve enformasyon olduğuna inanmak istiyor ve konuya acilen müdahale etmenizi diliyoruz” çağrısında bulunuldu.

 

Sorularımızı yanıtlayan Adalar Vakfı Başkanı Halim Bulutoğlu iseKültür ve Turizm Bakanlığı’nın görevinin edebiyatçılara sahip çıkmak; yenilerini yaratamıyorken en azından var olan müze evleri korumak” olduğunu söyledi. Bakanlığın “müze kapatan kültür bakanlığı” olarak anılmak istemeyeceğini düşündüğünü söyleyen Bulutoğlu, eğer söz konusu işlev değişikliği olursa buna herkesin, özellikle de Adalıların tepki göstereceğini belirtti.

Cumhuriyet, Haber: Aslı Uluşahin, 02.10.2013

 

******


HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR'IN EVİ KURTULACAK MI?

 

Yazar Evleri Sorunu başlıklı yazımı okuyan bir dostum, bana gözden kaçırdığım bir haberi gönderdi.
 

17 Eylül 2013 tarihli Milliyet’te şöyle bir haber çıkmış: “Müzeden meslek kursu olur mu?” Haberin özetini okuyalım; “Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi yazarlarından Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Heybeliada’daki müze evi, İBB tarafından meslek kursuna dönüştürülmek isteniyor. Ünlü yazarın 32 yıl yaşadığı, elyazması eserleri, kitapları ve şahsi eşyalarının sergilendiği müzeyi Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan isteyen İBB’ye bakanlık olumlu yanıt verdi. Son sözü, köşkün mülkiyet sahibi İl Özel İdaresi söyleyecek. Adalar Belediye Başkanı Mustafa Farsakoğlu ise, ‘Kurs merkezi gibi bir düşünce varsa bu dehşet verici. Edebiyata, sanata çok derin bir darbe vuracak bir anlayış. Yapamazlar, adalar ayağa kalkar’ diyor. Türk edebiyatının en önemli kalemlerinden Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Heybeliada’da 32 yıl yaşadığı köşk, 2000 yılında dönemin Adalar Kaymakamı Mustafa Farsakoğlu’nun girişimleri ve Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla müze ev olarak hizmete açıldı. Ünlü yazarın kitapları, gazete koleksiyonu, kendisine ait dantel işleri, çalışma ve yatak odası ile aile fotoğraflarının sergilendiği müze son birkaç aya kadar ziyaretçilerini ağırlıyordu. Restorasyon ihtiyacı nedeniyle kısa süreliğine kapanan müzeye geçtiğimiz mart ayında İBB talip oldu.” İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin buranın İSMEK’e (İstanbul Sanat ve Meslek Eğitimi Kursları) verilmesi talebinde bulunmuş olması bir kenara... Bütün kademelerden hep evet onayını almış olması ilginç. Sonunda iş İl Genel Meclisi İdari İşler Komisyonu’na gelmiş ve şimdi orada onay için bekliyor!


Köşkü Abdullah Tanrınınkulu, İl Özel İdaresi’ne satmış. Yalnız satış anlaşmasında buranın müze olarak kullanılması şartı konulmuş. Adalar Belediye Başkanı Mustafa Farsakoğlu, İstemihan Talay’ın Kültür Bakanlığı zamanında buranın müzeye çevrildiğini belirtiyor.
  
*
 
Evin satılması, onun amacı dışında kullanılmasına yol açmamalı.


Ayrıca satın alınsa bile belediye, Kültür ve Turizm Bakanlığı, buranın İSMEK olmasına müsaade etmemeli. Adını andığım yazıda belirtmiştim. İngiliz besteci Vaughan Williams’ın evi de satılmıştı, satın alan kurum burayı müze olarak ziyarete açtı. Oysa bizde tam tersi!


Bu evin de, yerel yönetim, büyükşehir belediyesi ya da herhangi bir kurum yönetimi, ‘müze olarak’ ­yaşaması için gereken parayı vermeli. Ünlü bir yazarın evinin, bir kurs alanına dönüştürülmesi ancak bizim ülkemizde olacak, şaşırtıcı ve manasız bir davranıştır.
İl Genel Meclisi bu değişimi onaylamamalıdır. Yoksa kültür ve edebiyat tarihi önünde bağışlanmayacak bir davranışta bulunacaklardır. Biz yazar evlerinin onarılması, ziyarete açılmasını beklerken, bu olay beni çok şaşırttı.


Burgazada’da yaşayan eski dostlarımdan Mukaddes Orçun bu yazımı okuduktan sonra Sait Faik Abasıyanık Müzesi’nin broşürünü verdi bana. Yazarın eserleri üzerinde hak sahibi olan Darüşşafaka, orayı onardı ziyarete açtı. Bir okurum da Kemal Tahir Müzesi’ni sordu, belli zamanlarda ziyaret edilebiliyormuş.


Vakfın telefonunu veriyorum. Oradan saatleri öğrenebilirsiniz: (0216) 355 56 92.
  
*
 
Hüseyin Rahmi Gürpınar evinin müze olarak kalması için hepimiz destek vermeliyiz. Bir ayıptan kurtulmak için...

Hürriyet, Yazı: Doğan Hızlan, 03.10.2013

BİR TARİH ÇÖKÜYOR

 

Mimarlar Odası'nın çıkardığı Mimarlık Dergisi'nin 311. sayısı Cumhuriyet döneminin en önemli 20 binasını seçti. Bu binalar maddi, manevi ve sanatsal değerleri ile Türk Cumhuriyetine mührünü vuran görkemli binalardır. Yaptığım araştırmalara göre bu binalar sırası ile şöyle; Türk Tarih Kurumu binası, (Turgut Cansever ve Ertun Yener tarafından yapılmış) ODTÜ Kampus binası, (Bertiniz Çinici ve Altuğ Çinici tarafından yapılmış) Sergievi, (Şevki Balmumcu tarafından yapılmış) Zeyrek SSK Binası, ( Sedat Hakkı Elden tarafından yapılmış) Bu yüce eserler arasında sayılan Anıtkabir Emin Onat ve Orhan Ardağ tarafından yapılmış. Cumhuriyet tarihine mührünü vuran bu binaların mimari özellikleri ve tarihi işlevleri maddi ve manevi değerlerini artırmış, Türk insanına geçmişten geleceğe bir kültür köprüsü oluşturmuştur.

 

Acaba yöremizde de Türk kültürüne, Türk Milli eğitimine mührünü vuran böyle tarihi binalar yok mu?. Varsa bu binalara sahip çıkmasını biliyor muyuz?.. Evet, yöremizde de böyle tarihi bir binamız vardır. Çürümeye yüz tutmuş bu bina Beşikdüzü İlçesi'nde eski ortaokul ve köy enstitüsünün ana binasıdır, bu gün bir harabe olarak ayakta durmaya çalışıyor. Beşikdüzü ve Türk Milli Eğitimi'ne büyük hizmetler sunan bu bina çok değişik ve bugün dahi bilinmeyen bir mimarlık ilkesi ile yapılmış. Adı geçen binanın - Bugün hayatta olmayan ustalarından- Mehmet Eyüpoğlu ve Hüseyin Candaş ile yaptığım bir röportajda binanın yapılış öyküsünü şöyle anlatmışlardı; "O binanın zemini tamamen bataklıktı. Binanın temelini bugünün tekniğinde olmayan bir yöntem ile attık. Bataklık olan temele yüzlerce kızılağaç kazığı çaktık. O kazıkların üzerine temel attık. Böyle binaların ömrü ortalama 500 yıldır. Bu yöntem Mimar Sinan'ın da uyguladığı bir yöntemdir. Adı gecen bina 1935-1936 yılları arasında yapıldı. İmece usulü ile yapılan bu binada Beşikdüzülü her ailenin bir taşı vardır. Beşikdüzü halkı binayı yapmaya başlayınca zamanın Trabzon Valisi Kurmay Yarbay Tahsin Uzel buna inanmamış, gelip gözleri ile görünce şaşırmış hiç olmazsa; Devlet vatandaş işbirliği ile yapılsın diyerek kendisi de maddi destek sağlamış. Bunun dışında Gümrük eski Bakanı Sayın Raif Karadeniz'in maddi ve manevi destekleri sayesinde bina kısa sürede tamamlanmış.

 

Bugün kaderine terk edilmiş bina 1936-1938 yılları arasında eğitmen kursu binası olarak hizmet sunmuş, daha sonra Beşikdüzü Köy Enstitüsü binası, sonra da Beşikdüzü Ortaokulu ve Ticaret Lisesi olarak kullanılmış. Bu okulda yetişen yüzlerce bilim ve Devlet adamları arasında Prof. Hasan Zeki Kalay, Prof. Ali Çolak, Prof. Hakkı Azmanoğlu, Prof.Dr. Ayhan Demirbaş, Doç.Dr. Mehmet Yıldızlar ve Korgeneral Salim Kukul ve daha niceleri... Köy enstitüsünün tek eserinin korunması şöyle dursun, bazı sabit fikirli insanlar, bina yıkılsın ve lisenin bahçesi genişlesin gibi çağ dışı bir görüşü savunuyorlar. Böylece Köy Enstitüsü'nün son izleri de silinmek mi isteniyor bilinmez!. Bu konuda Trabzon Valisi'ni, İl Milli Eğitim Müdürü'nü göreve çağırıyorum. Cumhuriyetin ulu çınarını çürümeye terk etmeyelim. Yazıktır, günahtır. Tarih bunun hesabını biz aydınlardan mutlaka sorar...

Karadeniz'de Son Nokta, Haber: Murat Cihan, 02.10.2013

HOŞAP KALESİ'NDE GİZLİ GEÇİT BULUNDU

 




 

2007 yılından beri Mehmet Top başkanlığında kazı çalışmaları sürdürülen 'nde gizli geçit bulundu. Yrd. Doç.Dr. Mehmet Top, 'Kalenin girişindeki burcun doğu tarafından başlayarak 70 santimetre genişliğinde, 1 metre 60 santimetre yüksekliğinde ve 2 metre gittikten sonra 31 merdivenle devam eden bir gizli geçit bulduk.





Bağlantı noktalarını göremiyoruz, bunu önümüzdeki senelerde yapacağımız kazı çalışmalarıyla temizlediğimizde ortaya çıkaracağız. Merdivenlerden aşağıya doğru inildiğinde 2 metre yükseklikte su olduğunu gördük. Muhtemelen o dönemde kalenin su ihtiyacını karşılamak amacıyla kullanılmış. Burada kendi imkanlarımızla oluşturduğumuz dalgıç sistemiyle suyu kullanıyoruz' dedi.

Sabah, 02.10.2013

SELÇUKLU MÜZESİ İHALE İÇİN GÜN SAYIYOR

 

 

Gevher Nesibe Medresesi'nin Selçuklu Müzesi haline getirilmesi için Kayseri Büyükşehir Belediyesi ihaleye çıkıyor. İhale 7 Ekim Pazartesi günü yapılacak. Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki Selçuklu Müzesi ile Türkiye'de bir ilke imza atılacağını söyledi.

 

Anadolu Selçuklu hükümdarlarından Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından kardeşi Gevher Nesibe Sultan'ın vasiyeti üzerine 1206 yılında yapımına başlanan Gevher Nesibe Medresesi Anadolu'nun ve Dünyanın ilk Tıp Fakültesi konumunda bulunuyor. Selçuklu medeniyetinin Türkiye'deki en önemli eserlerinden birisi olan Gevher Nesibe Medresesi'nin Kayseri Büyükşehir Belediyesi tarafından Selçuklu Müzesi haline getirilmesi için önümüzdeki hafta ihale yapılacak. 7 Ekim Pazartesi günü yapılacak olan ihale ile çalışmalarına başlanacak müzenin bu yıl sonuna kadar bitirilmesi planlanıyor.

 

Gevher Nesibe Medresesi'nin bir kısmı Selçuklu Medeniyeti ile ilgili uygarlığı ön plana çıkaran bir müze, diğer kısmı ise şifahiye özelliğini taşıyan tıp müzesi olarak düzenlenecek. Selçuklu Uygarlığı ile ilgili olan kısımda; 'Selçuklu Kenti', 'mimarisi', 'sanatı', 'bilimi', 'giysisi' gibi unsurlar ile 'Kayseri'de Selçuklular', 'Anadolu'da Selçuklular' gibi kısımlar yer alacak. Şifahiye ile ilgili kısımda ise; 'hastalıklar', 'tedavi yöntemleri ve aletleri', 'bilginler', 'ecza', 'su ve sağlık', 'müzik ile tedavi', 'renk ile tedavi' gibi kısımlar bulunacak. Müze içerisinde sergilenecek Selçuklu Etnografik eserlerinin yanı sıra, etkileşimli ve teknolojik görsellik içeren alanlar yer alacak. Böylece ziyaretçilerin; dinleyerek, deneyerek, uygulayarak ve teknolojik aletleri kullanarak bilgilenmeleri sağlanacak. Ayrıca çocukların müzeyi ve Selçuklu'yu sevmesi için de faaliyet alanları oluşturulacak. Yine müze eyvan ve avluları ile bina dış kısımlarında çeşitli konser ve kültürel faaliyetlerin yapılacağı mekanlar bulunacak.

 

"TÜRKİYE'DE BİR İLK OLACAK"

Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki, Selçuklu Müzesi ile Türkiye'de bir ilke imza atacaklarını ifade ederek, "Ülkemizde her yönüyle Selçuklu eserlerinin yer aldığı kapsamlı bir müze yok. Selçuklular, Türklerin Anadolu'ya girişi ile başlayan ve devam eden önemli bir medeniyet. Yüzyıllar içinde önemli eserler bırakmışlar. Çok değişik medeniyetlerle ilgili çalışmalar olmasına rağmen Selçuklu ile ilgili derli toplu bilgi alabileceğimiz, elde bulunan malzemelerin sergilendiği, bulunmayanların da dijital ortamda yansıtılabildiği bir müze yok. Biz şimdi bunu sağlamaya çalışıyoruz" dedi.

Kayseri Gündem, 02.10.2013

FRİGYA'NIN EN ESKİ KÖYÜ BULUNDU

 
Eskişehir ve Kütahya sınırında yer alan İnönü İlçesi, Aşağı Kuzfındık Vadisi'nde bulunan  Kanlıtaş yerleşmesinde Frigya’nın dip tarihine ışık tutacak yeni bir kazı çalışması başlatıldı. Ağustos-Eylül ayları arasında gerçekleşen Kanlıtaş Höyüğü kazısı, Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Doç.Dr. Ali Umut Türkcan’ın başkanlığında ve  Eskişehir Eti Arkeoloji Müzesi Müdürlüğü ortaklığında yürütüldü.  “Frigya Bölgesi’nde kültür tarihinin derinliklerine inen bir kazı yoktu.” diyen Doç.Dr. Türkcan,  Kanlıtaş Höyüğü’nün MÖ 6000'e kadar gittiğini ve bu seneki buluntuları itibari ile Frigya’nın en eski köyü olabileceğini belirtti. Ardından,  Kanlıtaş Höyüğü’nde 3 yıl süren yüzey araştırmalarını  ve  ilk kazı sezonunun nasıl geçtiğini değerlendirdi.

 

Doç.Dr. Ali Umut Türkcan, Kanlıtaş yerleşmesinin  Frigya Bölgesi kültür tarihi derinliklerini araştırmayı hedefleyen bir kazı projesi olarak yola çıktığını ve Kanlıtaş’ın bu seneki buluntuları itibari ile Frigya’nın en eski köyü olabileceğini söyledi. Nedenini ise şu şekilde açıkladı: “Kanlıtaş, yaklaşık MÖ 6000'e kadar gidiyor. Buna yakın bir yerleşmemizi, 1990’larda İstanbul Üniversitesi tarafından kazılmış Eskişehir’de bu bölgenin tarih öncesi kültürünü belirleyen Orman Fidanlığı yerleşmesinde görüyoruz.  Bu yerleşmelerin genel karakteristik özelliği yaygın olarak vadi tabanlarına kurulmuş görünen höyükler gibi olmaması. Yerleşmeler, kaya üzerine ya da yamaç üzerine kurulmuşlar.” Bunun nedenini hala bilemediklerini ifade eden Doç.Dr. Türkcan, kazı yapma sebeplerinden birisinin MÖ 6000'den özellikle de MÖ 3000'e kadar Porsuk Nehri'nin havzasında gelişen  bu yerleşmelerin karakterlerini anlayabilmek olduğunu söyledi.  

 

Bu bölgenin adı; “Porsuk Kültürü”

Batı Anadolu’da bu tarihlerde kültür tarihi içinde bir boşluk olduğunu belirten Doç.Dr. Türkcan,  o dönem yerleşmelere "Kalkolitik Dönem Yerleşmeleri" adı verildiğinin, Kalkolitik yerleşmelerin Neolitik Dönem sonrası artık yavaş yavaş gerçek madenciliğe başlayarak köylerin daha da büyüyerek kentlere doğru evrimleştiği bir dönem olduğunun; ancak o dönemin özellikle Batı  Anadolu ve Kuzeybatı Anadolu’da gelişim aşamalarının daha yeni anlaşılmaya başladığının bilgisini verdi. Türkcan, ayrıca “Bu kültürel gelişim, özellikle Orta Anadolu’da Kapadokya’dan Doğu Marmara’ya kadar MÖ 5000'den itibaren kesintiye uğruyor. Yerleşmelerin çoğunun ovalardan kayalıklara ve yamaçlara doğru çekilmeye ve küçülmeye başladıkları düşünülüyor.” dedi.  Bu bölgede özel bir kültürün varlığının Orman Fidanlığı kazılarında da tespit edildiğini söyleyen Doç.Dr. Türkcan, 1992-95 yıllarında Orman Fidanlığı kazılarının belirleyici olduğunu ve bu bölgedeki kültüre “Porsuk kültürü” adı verildiğini de kaydetti.

 

Doç.Dr. Ali Umut Türkcan, Osmanlı başlangıç tarihini veren kale, Karacahisar Kalesi’nin karşısında bulunan Orman Fidanlığı’nın Eskişehir’in Kanlıtaş’la beraber en eski yerleşmesi; ancak Kanlıtaş’ın daha da erken bir döneme,  Neolitik Döneme gittiğine dair birtakım kuşkuları olduklarını belirtti.

 

Anadolu kültür tarihinde bu bölge yeniden anlaşılacak

Çalışmalar sırasında ortaya çıkarılan buluntuları değerlendiren Doç.Dr. Ali Umut Türkcan şunları söyledi: “Bu malzeme Orman Fidanlığı kurtarma kazılarından sonra ilk defa çıkıyor. Anadolu kültür tarihinde bu dönem malzemesinin eşi yok. Yoğun bezeme çeşitlerine sahip seramik malzeme bu bölgeye özgün bir malzeme olup Porsuk Kültürü'nü tanımlamamız için en önemli göstergelerdendir.”. Doç.Dr. Türkcan, yerleşmelerin yansıttığı dönemin Anadolu için olduğu kadar Balkanlar'ın tarih öncesi kültür tarihi içinde bir soru işareti olduğunu söyledi ve bu malzemenin bazı özelliklerinin Balkanlar'da Eski Yugoslavya’da geniş bir alana yayılan tarih öncesi Vinca Kültürü'nün öncüsü olduğu varsayımlarının da son yıllarda tartışılmakta olduğunu kaydetti.

 

"Konya, Çatalhöyük ile çağdaş bir yerleşme olabilir"

Doç.Dr. Türkcan,  Kanlıtaş’ın Porsuk Kültürü'nün en korunaklı ve en büyük yerleşmesi olduğunu,  şu anda yerleşmenin yaklaşık 100 metre yarı çapında olduğunu ve yerleşme merkezinin bir kayalığın üzerine yapılandığını belirtti. “Büyük olasılıkla kaya yüzeylerini de yerleşme için kullanmışlar.” diyen Türkcan,  bu seneki kazılarda MÖ 6000'in evrelerine hemen ulaştıklarını ifade etti. Doç.Dr. Türkcan kazılar ilerlediğinde, Eskişehir’de Seyitgazi ve Çukurhisar’da tabakasız olarak tespit edilen MÖ 7000 Neolitik Döneme ait bulgular ortaya çıkarsa, Konya'nın Çatalhöyük ile çağdaş bir yerleşme olabileceğinin altını çizdi.

 

Höyüğün, son evresinde terk edilmiş olabileceğini belirten Doç.Dr. Türkcan bu durumu ise “Genel olarak tepe kesimlerinde daha sonraki dönemlerden dolayı tahribat olur; ama biz bunu görmedik ve yüzeyin hemen altında yoğun bir malzeme ve dağılmış duvarların, geniş ve yanık bir dolgunun içinde höyüğe rastladık.” şeklinde açıkladı. Doç.Dr. Ali Umut Türkcan, çalışmalar sırasında ortaya çıkartılan taş duvarların olduğu yerde yıkılması ve sürüklenmemesinin ilgilerini çektiğini belirtti. Ayrıca 1-2 sene içinde yerleşim planını ortaya çıkarmış olacaklarının da bilgisini verdi.

 

"Bölgede Paleolitik Dönem’e ait çok zengin veriler ortaya çıktı"

Doç.Dr. Türkcan, 2008 ve 2009 yıllarında kazı öncesi yapılan yüzey araştırmaları hakkında ise “Geçen sene Ankara Üniversitesi ile yerleşme eteğinde yapılan jeoradar çalışmalarında yerin yaklaşık 3 metre altında birbiriyle benzer mekanlar ortaya çıktı. Yerleşmenin bugünkü düzleminin çok daha altında büyük bir yerleşmenin daha varlığını anlıyoruz. Bu durum Kanlıtaş’ın bize düşündüğümüzden çok daha büyük bir yerleşim olduğunu gösteriyor.”  dedi.

 

Kazının amaçlarına değinen Doç.Dr. Türkcan, bu döneme ait yerleşme birimlerinin mimarisinin yanı sıra beslenme sistemleri, çevre iklim ile ilgili etkileşimlerini Palinoloji, Arkeozooloji, Jeomorfoloji gibi disiplinlerle beraber çalışarak ortaya çıkarmayı hedeflediklerinden bahsetti.  Osmangazi Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi Jeoloji Mühendisliği Bölümü ile ortak bir çalışma başlatacaklarını söyleyen Doç.Dr. Türkcan,  bölgede Eskişehir kültür tarihinin en eski kültür bulgularına rastladıklarını, höyüğün de bulunduğu Kuzfındık Vadisi ve onun civarlarında en azından GÖ 300 bin yıl öncesine kadar giden Paleolitik Dönem’e ait çok zengin taş alet verilerinin ortaya çıktığını belirtti. Buluntuların İstanbul Üniversitesi Prehistorya Anabilim Dalı’ndan Berkay Yalçın adlı uzmanın incelediğini söyledi.

 

Kanlıtaş, bir mermer bilezik üretim merkezi

Kazıyı yapmadan önce yüzey araştırmalarında diğer önemli bir konunun birçok buluntu grubuna rastlamaları olduğunu belirten Doç.Dr. Türkcan, en dikkat çekici olanın ise iyi kalitede yapılmış mermer bilezikler olduğunu kaydetti.  Türkcan “Burada yoğun mermer bileziklerin yapıldığını keşfettik; çünkü yüzeyde düzinelerce mermer bilezik var. Çalışmalar sırasında mermer bileziklerin yapım teknolojilerini bütün aşamalarının görülmesi nedeniyle Kanlıtaş’ın  bir mermer bilezik üretim merkezi olduğunu  çok açık söyleyebiliriz.” dedi. Bu sene açılan mekanlardan birinde daha önce benzerini görmedikleri aletleri mermer bileziklerle beraber ortaya çıkardıklarının bilgisini veren Doç.Dr. Türkcan,  bunların mermer bilezik üretimi ile ilgili olduklarını düşündüklerini ve bu durumun ileriki aşamada mermer bilezik işliklerinin daha fazla çıkacağını gösterdiğini belirtti.

 

"Süt üretiminin çeşitlenmesini daha iyi anlayabileceğiz"

Doç.Dr. Ali Umut Türkcan, Kanlıtaş Höyüğü kazısı ile mimari ve yerleşim tipini anlama, dönemin çevresel etkilerini değerlendirebilme ve özellikle de o dönem yerleşmeleri üzerindeki çevre ile kültürü arasındaki etkileşimi anlayabilmeyi amaçladıklarını söyledi.  Diğer önemli amaçlardan bir tanesini ise şu şekilde dile getirdi:  “MÖ 5000'e doğru Avrupa’da süt üretiminin ve sütün yan ürünlerinin kullanıldığını biliyorduk. Özellikle bu son 10 senedir önemli bir konu olmaya başladı.

Buradaki kaplarda yağlipit analizi yaptırabilirsek, olasılıkla süt üretiminin çeşitlenmesini daha iyi anlayabileceğiz; çünkü anladığımız kadarıyla Orta veya Batı Anadolu’dan Avrupa’ya giden bir beslenme teknolojisi olabilir.” Orman Fidanlığı kazısında kesinleştirilmiş mutlak tarihlendirmelerin olmadığından, Porsuk Kültürü'nün daha iyi tarihlendirmelere ihtiyaç olduğunu belirten Doç.Dr. Türkcan, Anadolu Üniversitesinin de destekleri ile radyo karbon tarihlendirmesi ve ısı ışıma (termoluminesans) ile mutlak tarihlendirme yoluna gitmeye çalışacaklarını söyledi.

 

Anadolu Üniversitesi Rektörlüğü’nden maddi desteğin yanı sıra manevi ve teknik çok büyük bir destek aldıklarını,  bu nedenle kendilerine destek veren herkese teşekkürlerini ileten Doç.Dr. Ali Umut Türkcan,  Eskişehir’e de Anadolu Üniversitesine bir kazı evi kazandırdıkları için memnuniyetini dile getirdi ve sözlerine şöyle devam etti: “Okulumuzun yanı sıra Atölyeler Müdürlüğü ve Ayniyat Müdürlüğü’nün çok büyük desteğini gördük. Eskişehir’e sabit bir kazı evi kazandırdık. Bu kazı evinde sadece yatakhane değil; laboratuvarlar da kuruldu ve önümüzdeki 5-10 sene arasında devamlı çalışması düşünülüyor. Türkiye’nin en saygın ve faal kurumlarından biri olan üniversitemizi temsil eden bir okul şeklinde çalışacak bu tesisi oluşturmanın gururu içindeyiz."

e-gazete.anadolu.edu.tr, Haber: Çiler Özceylan, 02.10.2013

TARİHE MECLİS HİMAYESİ

 

 

Erzurum’daki Aziziye Tabyası’nın da aralarında bulunduğu 22 tabya ile Konya’da Alaaddin Keykubat’ın yaptırdığı Kubad Abad Saray Külliyesi, Meclis’e devredilerek yenilenecek.

 

Milli Sarayları bünyesinde bulunduran Meclis, tarihi mekanları kalkındıracak iki büyük projeyi gündemine aldı. 93 Harbi’nde Erzurum’da Nene Hatun’un kahramanlığıyla tarihe geçen Aziziye Tabyası’nın da bulunduğu 22 tabya ile Konya’da Alaaddin Keykubat’ın yaptırdığı Kubad Abad Saray Külliyesi, Meclis’e devredilerek yenilenecek.


Meclis Başkanlık Divanı bugünkü toplantısında Milli Saraylar envanterini genişletecek projelerle ilgili karar alacak. Toplamda 80 dönümü aşan iki tarihi mekan, Meclis tarafından devralınıp milyonlarca liralık harcamayla yeniden ayağa kaldırılacak. Sultan Abdülmecid’in yaptırdığı ve 93 Harbi’nde Rus işgaline uğradığında Nene Hatun’un kahramanlığına sahne olan Aziziye Tabyası’nın da bulunduğu 35 bin 583 metrekarelik 22 tabya, Erzurum Harp Tarihi Müzesi olarak düzenlenecek.

 

MİLLİ SARAYLARIN İLKİ
Konya Beyşehir’de Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat’ın yaptırdığı Kubad Abad Saray Külliyesi ve kalıntıları da 56 bin 895 metrekareye yayılıyor. Döneminde devlet başkanlığı ve parlamento görevlerini üstlenen ve tarihi milli sarayların öncüsü olarak görülen Kubad Abad’ın Meclis’e devredilmesine Cumhurbaşkanlığı da aracılık etti. 33 yıldan beri Kubad Abad kazısını yürüten Prof.Dr. Rüçhan Arık, bölgenin Meclis’in himayesine alınması için Cumhurbaşkanlığı’na başvurdu. Arık, başvurusunda tarihi alanı şöyle anlattı:

KURTULAN TEK ÖRNEK
“Teknik ve uygarlık göstergesi altyapı, planlama, yapı türü ve dekorasyon özellikleri belirlenebilen tek Selçuklu sarayı, toplumumuzun oluşma aşamasından elimize kalan tek örnek Kubad Abad Saray Külliyesi’dir ve Milli Saray kavramına en çok uyan, bu nitelemeyi en çok hak eden varlığımızdır. Yakın zamana kadar alelade bir yıkıntı, bir harabe sanılan bu anıt kalıntılarda Selçuklu sanatının diğer kollarına ait eşsiz buluntular ortaya çıkarılmaktadır. Yüksek kalitede resimli çiniler gibi sanat ürünleri bütün dünyada tanınmakta ve merak uyandırmaktadır.”


Erzurum Valiliği de devredilmesini istediği 22 tabyayla ilgili şu bilgileri Meclis’e gönderdi: “Sultan Abdülmecit tarafından 1852 yılı haziran ayında yaptırılan Mecidiye Tabyası geniş bir avlunun doğusunda yay şeklinde bir plan üzerine kurulmuş olan yan yana koğuş odalarından meydana gelmektedir. Mevcut en eski tabya olması sebebiyle daha sonra yapılan tabyalarda görülen karargah pusu ve topçu odaları gibi yeniliklere sahip değildir. Erzurum şehrine hakim bir tepede kurulmuş ileri bir karakol ve kışla konumundadır. 1877 yılı 7-8 Kasım gecesi Rusların gerçekleştirdiği Aziziye baskınına şahit olmuş, çarpışmaları baş-komutan sıfatıyla Ahmet Muhtar Paşa bu tabyadan sevk ve idare etmiştir.”

Hürriyet, Haber: Bülent Sarıoğlu, 02.10.2013

KAPANMAYAN KÜLTÜREL YARALAR

 

İstannbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti olduğu sene, yapılanların yapılmayanların dosyasının yeniden açılmasını öneriyorum.

Ne zaman yabancı ülkelerde inşa edilen bir kütüphane haberi, bu haberde kullanılan kıskandırıcı fotoğrafları görsem, ne zaman yeni bir konser salonu haberini okusam, alışılmış deyimle içim hun olur.


Başkent seçildiği yıl, bu kentte kalıcı hiçbir bina yapılmadı. Ufak tefek çalışmalara devletin verdiği ödenek eriyip gitti. Para nerelere harcandı, ayrıca kimler yaptıkları işler için ne kadar para aldı? Bu dosya açıldığında sanırım gerçekleri öğreneceğiz!


Baştan garip bir tutum seçildi. Kültür ve Turizm Bakanlığı, bildiğim kadarıyla bu çalışmaların dışında bırakıldı. Genel kanı, paraların sadece restorasyonlara harcandığı. Ama hangi binalar olduğunu da bilmiyoruz.


Tekrar tekrar aynı konuları yazmak, başta yazarı daha sonra da okuru sıkar ama belki sonuç alırız iyimserliğiyle bunları yazıyorum. Sık sık yazacağım, önerimden sonuç alıncaya kadar da sürdüreceğim, aynı konuyu başka yazarların da konu etmesi için ısrar edeceğim.


İstanbul’da hala yeni bir kütüphanemiz yok, mahalle kitaplıkları projesi bir türlü uygulanmıyor, yürürlüğe konmuyor. Kütüphanelerin yüzölçümü yeniliklere elverişli değil. Özellikle kütüphaneler, genel mesai saatlerinden sonra da açık olmalıdır. Şimdi dünyanın birçok ülkesinde uygulanan, uzun saat uygulamaları, hatta 24 saat uygulamaları okurun kitaba ulaşması açısından, yararlı önlemlerdir.


Hala kütüphanenin, konser salonlarının yokluğu, bu kent için gerçekten bir ayıptır! Her ay yeni bir gökdelenin yükseldiği ve bununla övünüldüğü bir kentte, kültür binalarının olmaması, uluslararası sıralamada bu şehrin kültürel değerini düşürüyor. Kültür turizminin egemen olduğu bir çağda bu eksiklik hissedilir derecede bu unvanı zedeliyor.


Çok yazdım. Tekrar ediyorum, belediyeler, yeni adıyla yerel yönetimler trilyonların harcandığı sitelere bir kütüphane binasının yapılmasını şart koşmalı. Ayrıca küçük konser salonları, tiyatro salonları da yaptırmalı.


Trafiğin bu kadar yoğun olduğu bir kentte bir yerden bir yere gitmenin zorluğunu İstanbul başkent seçildiği yıl halletmeliydi.

Hürriyet, Yazı: Doğan Hızlan, 02.10.2013

LOUVRE'DA İSLAMİ ESERLERE BÜYÜK İLGİ

 

 

Louvre Müzesi’nin İslam Sanatı için inşa edilen yeni salonlarının hizmetteki birinci yılında 1. 740. 000 ziyaretçi kabul ettiği açıklandı.

 

Açıklama geçtiğimiz günlerde Paris’in bu ünlü müzesinin Twitter hesabında yer aldı. 4. 600 metrekarelik bir alanda gerçekleştirilen serginin tasarımında İtalyan mimar Mario Bellini ve Fransız mimar Rudy Ricciotti imzaları var. Arap eserlerinin yanı sıra Türk ve Fars eserlerinin yer aldığı serginin açılışı 17 Eylül 2012”de Fransa Devlet Başkanı  François Holand tarafından yapılmıştı. Holand sergiyi açarken tarihi eserlerin fanatizme karşı yapılan mücadeledeki önemine değinmiş ve “İslam’ı görmek istiyorsanız, İslam buradadır” ibaresini kullanmıştı. Louvre’daki İslam Sanatı koleksiyonu 2012 Eylül ayından itibaren Batı müze kültürünün yeni görünümünü daha da zenginleştiriyor. Toplamda 3 bin parça eserin yer aldığı sergi yüzyılların mirasını sunuyor.

Akşam, 02.10.2013

ESKİSİ KÜTÜPHANE OLARAK HİZMET VERECEK

 

Süleymaniye Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Zeytinburnu'ndaki yeni yerine taşındı. Süleymaniye'deki eski binasının, 2009 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı'na devredilmesinin ardından Zeytinburnu'ndaki Semiha Şakir ek binasında hizmet veren hastane, artık Kazlıçeşme'deki yeni binasında hizmet verecek. Yeni yerine taşınmasıyla birlikte, hastanenin Fatih'teki eski binası ise yeniden gündeme geldi. Daha önce kültür merkezi olması planlanan tarihi Süleymaniye Doğumevi ile Darü'ş-Şifa binasında restorasyon çalışmaları yürütülüyordu. Her iki mekan da restorasyonu tamamlandıktan sonra Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi bünyesine katılacak. Süleymaniye Doğumevi olarak bilinen Eski Tıp Medresesi ve Darü'ş-Şifa'nın Süleymaniye Kütüphanesi'ne tahsisi ile birlikte kütüphane yeni birimler de ihdas edilerek dünya standartlarında hizmet vermeye başlayacak.

Sabah, 02.10.2013

ÇİFT KATLI TAVAF

 

 

Tarihi Osmanlı revaklarının yıkımını da kapsayan Kabe’yi genişletme çalışmaları devam ediyor...

 

Proje nedeniyle daha önce bir bölümü yıkılan çatı katındaki tavaf alanı kullanılamıyor.

Kabe’nin siluetini değiştiren çelik platformda ise Kabe’yi göremeden tavaf yapılıyor.

 

Kabe’yi Genişletme Projesi nedeniyle bu yıl tüm ülkelerin hac kontenjanları azaltılmıştı. Ancak yine de milyonlarca kişi Mekke’ye akın etti. Bittiğinde Kabe’nin alanını üçte bir oranında genişletecek olan proje nedeniyle daha önce bir bölümü yıkılan çatı katındaki tavaf alanı kullanılamıyor. Özellikle yaşlı ve engelli hacı adayları tavaf sırasında büyük zorluklar yaşıyor.

MİNARELER DE SÖKÜLÜYOR
Bu yıl Kabe’nin ziyaretçilerini bekleyen bir başka sürpriz ise Kabe’nin minarelerinin de sökülmeye başlanması. İlk etabı tamamlanan proje kapsamında, Kabe’nin Al Bait Kuleleri’nin tam karşısına denk düşen ve Umre Kapısı olarak bilinen bölümde, Kabe’nin ana giriş kapısı olarak inşa edilen yeni minarenin önündeki iki eski minarenin büyük bölümü yıkılmış durumda.

Razaman ayında tekerlekli sandalyeyle tavaf eden hacılar arasında izdiham yaşanmıştı. Çok daha kalabalık olan Hac döneminde aynı izdihamın yaşanmaması için Kabe’nin etrafına iki katlı, çelik bir platform yapılması kararlaştırıldı. Ancak Suudi yönetimi platformun tek katının yeterli olacağını belirterek ikinci katı yapmadı. Tavaflarını izdiham halinde çelik platformda yapmaya çalışan engelli hacı adaylarını bekleyen bir diğer kötü sürpriz ise, Kabe’yi bütün olarak görememeleri oldu.

 

Osmanlı revaklarının yıkımını da kapsayan Kabe’deki genişletme çalışmaları, Süleymaniye Camisi’ni restore eden, Ataşehir’deki Mimar Sinan Camisi ile Çamlıca Camisi’nin yapımını üstlenen Gülsoy Grup tarafından yürütülüyor. Proje bittiğinde 50 bin kişilik olan tavaf kapasitesi 200 bin, 400 bin olan namaz kılma kapasitesi 1 milyon 500 bin kişi olacak. Bab-u Sefa Kapısı da proje kapsamında yeniden aslına uygun olarak restore edilecek.

3 YILDA BİTECEK
Acil durumlarda hacıların tahliyesi için de düzenleme yapılacak. Tavaf ve say arasında, kadınlar için 2 bin kişilik yer açılacak. Birinci kat yaşlı ve engelli hacıların tavaf alanı olarak kullanılacak. 5 bin işçinin çalıştığı proje 3 yılda tamamlanacak.

 

BU yıl yaklaşık 2 milyon kişinin beklendiği kutsal topraklarda, Hac vazifesini yerine getirecek olan toplam 59 bin 200 Türk hacı adayından 44 bin 748’i Mekke’ye ulaştı. Bu sayının dışında da 8 bin 283 Türk hacı adayı Suudi Arabistan’a gelecek. Bu yıl şu ana kadar 9 Türk hacı adayı kalp krizi ve kalp yetmezliği nedeniyle hayatını kaybetti.

 

Hac mevsimi nedeniyle, Türk işçiler Hac vizeleri olmadığından izne ayrılıp yurda döndü. Kısıtlama nedeniyle Mekke’de oturum izni olmayanların da şehre giriş-çıkışları yasaklandı.

 

Bu yıl tavaf yapmakta zorlanan hacı adaylarının bir bölümü, Kabe’yi yıkım nedeniyle şu anda tavaf yapılması mümkün olmayan üst katlardan izledi. Daha şanslı olan VIP hacılar ise Kabe’yi Al Bait Kuleleri’nin terasından, vantilatörlerin serinlettiği açık havada, kahvelerini yudumlayarak izlemeyi tercih etti.


Avludaki izdihama girmek istemeyen yaşlı ve engelliler önceden revakların olduğu çatıdan tavaf ederdi. Revaklar taşınmaya başlayınca burada tavaf imkansız hale geldi.

 

Kabe’nin avlusuna çelik platform inşa edildi.Tavaflarını çelik platformda yapan engelli hacı adayları ise korkuluklar nedeniyle Kabe’yi göremiyor.

Hürriyet, Haber: Fatma Aksu, 02.10.2013

ATATÜRK MÜZESİ 2 YILDIR KAPALI!

 

 

İstiklal Savaşı ve İzmir’in kurtuluşunda simge yerlerden biri olarak bilinen İzmir Atatürk Müzesi restorasyon gerekçesiyle 2 yıldır kapalı.

2013 yılında tamamlanması öngörülen İzmir Atatürk Müzesi’nde, çalışmaların henüz başlamaması tepkileri de beraberinde getirdi. İzmir İl Kültür ve Turizm Müdürü Abdülaziz Ediz ise şu bilgileri verdi, “Ödenek sıkıntı olmadı. Müze tarihi ve çok özellikli bir yapı olduğundan proje safhası biraz zaman aldı. Hazırlanan proje kuruldan geçerek ihale aşamasına geldi. Restorasyon ihalesi Kasım sonuna kadar tamamlanıp çalışmalara başlanacak. Proje aşamasının 2 yıl sürme nedeni ciddi zemin etütleri ve binanın statik çalışmalarından kaynaklandı. 2015 yılının başlarında bitirilecek.”

26 Ekim’de protesto
ADD İzmir Şubeleri Eşgüdüm Başkanı Ali Yanar ise 26 Ekim Cumartesi günü müze evin önünde protestoda bulunacaklarını belirterek, “Atatürk Müzesi’nin iki yıldır kapalı tutulması, İzmirliler’i üzüyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı yenileme çalışmalarını bahane ederek Atatürk’e ait eşyaları 2 yıldır evin deposunda çürümeye terk etti. 2011 yılına kadar ziyarete açık olan müze birdenbire nasıl oluyor da kullanılmaz, içine girilemez duruma geliyor? Müze neden kapatılıyor. Proje hazırsa İzmirliler olarak her türlü katkıyı yapmaya hazırız. Otele izin vermeyiz” diye konuştu.

Atatürk’le aynı yaşta
Atatürk Müzesi Köşkü 1875-1880 yıllarında halı tüccarı Takfor tarafından yaptırıldı. Neoklasik tarzdaki bina, bodrum, zemin, birinci ve çatı katı olmak üzere 852 metrekarelik bir alanı kaplıyor. İzmir’in kurtuluş günü olan 9 Eylül 1922 tarihinde sahibi tarafından terk edilen köşk, hazinenin mülkiyetine geçti.

Vatan, Haber: Mert İnan, 02.10.2013

AKSARAY EVLERİNE RESTORE

 

 

Tarihi Aksaray evleri, Belediye Başkanı Nevzat Palta'nın sahip çıkması ve restore ettirmesiyle yeniden bütün ihtişamı ve güzelliği ile ortaya çıktı.

 

Belediye Başkanı Nevzat Palta'nın tarihi evlerin tarihi dokusunu gün yüzüne çıkarması vatandaşları memnun ediyor.

 

Başkan Palta, restore edilen evlerin en güzel şekilde değerlendirileceğini belirterek, "Klasik Aksaray evlerinden iki tanesi. 1900'lü yılların başları 1904-1905 gibi yapılmış. Tabii uzun yıllar bu binalarımızda değişik insanlarımız, milletvekilleri uzun süre oturmuşlar ve burada güzel hizmetler vermişler. 2 bina görülüyor, ama bu yandaki bina 2 tanesinin birleşiminden oluşmuş. 3 konak diyebiliriz rahatlıkla. Ama birleştirilerek büyük bir konak elde edilmiş. Bunun gibi Aksarayımızda onlarca bu mimari tarzda yapılmış, oluşturulmuş tarihi Aksaray evlerimiz var. Burası geçmiş yıllarda Aksaray Belediyesi'ne kazandırıldı. Burayı Aksaraylı hemşehrilerimizin veya dışarıdan gelen insanlarımızın kullanımına sunacağız. Sosyal ve kültürel faaliyetlerde kullanacağız. Yani bu hanımlara yönelik olabilir, gençlere yönelik olabilir. Dışarıdan gelen misafirlerimize veya Aksaraylı insanlarımıza otantik ve tarihi bir mekan içerisinde hizmet etme şansımız olacak." dedi.

Aksaray Kent Haber, 01.10.2013

ANADOLU'NUN MİRASI DÜNYAYA AÇILIYOR

 

 

UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’ne giren ve girmeye aday olan tarihi eserleri tüm dünyaya tanıtmak için Türkiye’den genç bir belgeselci ekibi yola çıktı.

 

Türkiye’nin ‘Anadolu Mirası’ adlı ilk 6K belgeseli için Red Epic Dragon ve Black Magic kameralar kullanarak, insansız hava aracı (İHA) ve multikopterlerle, 23 şehirdeki 31 kültür mirasını havadan ve yerden çekecek ekibi, UNESCO ile Kültür ve Turizm Bakanlığı da destekliyor. “Amacımız ülkemizin güzelliklerini ve kültürel mirasını yerli ve yabancı turiste tanıtarak Türkiye’ye katkıda bulunmak” diyen ‘Anadolu Mirası’ belgeselinin yapımcı ve yönetmeni Cenk Kalava, çalışmalarına tarihçi ve arkeologlardan oluşan akademik bir kadronun sürekli olarak destek verdiğini ve tarihi dokuyu tüm doğallıyla belgesellerine taşımayı planladıklarını anlatıyor. Senaryosu tamamlanan ‘Anadolu Mirası’ belgeseli, çekimleri ve montajı bittikten sonra başta TRT olmak üzere ulusal ve global televizyon kanallarında yayınlanacak. Belgeselde UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan Göreme ve Kapadokya Milli Parkı, İstanbul Tarihi Yarımada, Divriği Ulu Camisi ve Darüşşifası, Hattuşaş Boğazköy, Nemrut Dağı, Pamukkale Hierapolis, Safranbolu, Çatalhöyük ve Truva arkeolojik kenti ile listeye girmeye aday İshakpaşa Sarayı, Kekova ve Karain Mağarası gibi pek çok kültür mirası yer alacak.

Hürriyet, 01.10.2013

6 ASIRLIK KÖPRÜ RESTORE EDİLECEK

 

 

Edirne Uzuköprü'de Ergene Nehri üzerinde bulunan ve dünyanın en uzun taş köprüsü kabul edilen "Uzunköprü" 3 yıl sürecek restore sürecine giriyor.

 

Karayolları Genel Müdürlüğü dünyanın en uzun taş köprüsünün restorasyonu için düğmeye bastı. Projesi hazırlanan köprünün onarımı anıtlar kurulunun onayıyla başlayacak. Onarım sonrası trafiğe kapatılacak köprü, elektrik işletmesi tarafından aydınlatılarak turizme hizmet verecek. Yapılacak çalışma 3 yılda tamamlanacak. İlçeye ismini veren eski adı Ergene Köprüsü olan köprü,1426-2443 arasında Osmanlı padişahı 2.Murat tarafından dönemin baş mimarı Müslihiddin'e yaptırıldı.174 kemeri bulunan köprü,1392 metre uzunluğunda, 680 metre genişliğindedir.

 

Osmanlı'nın, Balkanlar'a yapacağı fetihlerde doğal engel olarak karşısına çıkan Ergene Nehri'ni aşmak için kurulan köprü, Türk ordusunun akınlarını kışın da sürdürebilmesini sağladı. En son 1963'te onarıldığı belirtilen köprünün restore edilerek ömrünün uzatılması hedefleniyor.

haberler.com 01.10.013

VAHDETTİN KÖŞKÜ'NDEKİ ÇALIŞMALAR SON AŞAMADA

 

 

Son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in tahta geçmeden önce yaşadığı Çengelköy’deki Vahdettin Köşkü’nde çalışmalar tamamlandı. Yıkılarak yeniden yapılan köşk, iddialara göre Başbakanlık Çalışma Ofisi olarak kullanılacak.

 

Boğaziçi Köprüsü’nü kullanarak Anadolu Yakası’na geçerken sol tarafa bakarsanız, Çengelköy’ün hemen üzerindeki tepede Vahdettin Korusu’nu görürsünüz. Korunun tam tepesindeki iki dev yapı ise, tarihi Vahdettin Köşkü yıkıldıktan sonra yerine yapılan replika Vahdettin Köşkü’dür.

SOĞAN BAŞLI KUBBELİ
Osmanlı’nın son padişahı Vahdettin’in adını taşıyan köşk, 2. Abdülhamit’in padişahlığı döneminde Fransız-Türk levanten Mimar Alexandre Vallaury’ye yaptırıldı. Soğan başlı kubbesiyle mimari açıdan nadir yapılar arasında gösterilen köşkün bulunduğu 60 dönümlük koru içinde küçük köşkler, bahçıvan evi ve sera da yer alıyordu. Köşk 1984 yılında, korunması gerekli taşınmaz kültür varlığı olarak tescillendi.

 

Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde korudaki köşkler Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından restore edildi. Restorasyon çalışmalarını yıllar sonra inceleyen İstanbul 6 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, yıllar önce yapılan restorasyon sırasında köşklerin betonarme olarak yenilendiğini üzerinin de ahşap ile kaplandığını tespit etmiş ve tarihi yapıların yıkılıp aslına uygun olarak yeniden inşa edilmesine karar verdi.

 

TAMAMEN YIKILDI

Restorasyon geçiren ancak aslına uygun yapılmayan çalışmalar sonucu harap hale gelen ve aralarında Vahdettin Köşkü’nün de bulunduğu yapılar yaklaşık 3 yıl önce tamamen yıkıldı.

 

SON SENARYO

Restorasyonun başında turistik tesis, daha sonra yabancı devlet adamlarının kalacağı konuk evi olacağı konuşulan Vahdettin Köşkü için son senaryo ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ofisi olacağı yönünde. İddialara göre, geçtiğimiz günlerde onaylanan Çengelköy’deki dev kamulaştırmanın amacı da, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın köşke gelip gidişi sırasında trafiğe takılmaması için yapıldı.

 

ÇENGELKÖY’Ü DEĞİŞTİRDİ

Bakanlar Kurulu, İstanbul Büyüşehir Belediyesi’nin talebi üzerine toplam 4 bin metrekarelik arazinin ‘acele kamulaştırlmasına’ karar verdi.

 

18 Haziran 2013 tarihli Bakanlar Kurulu kararı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün onaylamasından sonra 2 Temmuz tarihli Resmi Gazete’de yayınlandı. Hazırlanan palana göre, Boğaziçi Sahil Şeridi ve Öngörünüm Bölgesi Uygulama İmar Planı ve Vahdettin Köşkü ve Çevresi Yol Düzenlemesi Projesi kapsamında vatandaşların tapulu arazilerinden 61 parselde, 2 metrekareden 197 metrekareye varan istimlak yapılacak. Proje kapsamında Çengelköy’deki ışıklar kaldırılıp, Çengelköy’den Boğaziçi Köprüsü yönüne olan trafik tek yönlü olacak. İBB tarafından daha önce kamulaştırılan ve halen otopark olarak kullanılan 28 dönümlük araziye de iki katlı yer altı otoparkı yapılacak.

Hürriyet, 01.10.2013

NADİDE ÇİNİLERİ KIRAN RESTORASYON FİRMASINA REKOR CEZA

 

 

Konya Sahip Ata Külliyesi’ndeki 730 yıllık Selçuklu çinilerini tahrip etme suçlamasıyla yargılanan Gündağ Turizm İnşaat Ticaret ve Sanayi Limited Şirketi ve yöneticileri, 1 milyon 246 bin TL tazminat ödeyecek.

 

Türkiye’de restorasyon sırasında birçok tarihi eses zarar görüyor. Sahip Ata Külliyesi de zarar gören tarihi mekanlardan birisi. 2005 yılındaki onarım, adeta faciayla sonuçlandı. Eyvan ve türbe duvarlarındaki mor renkli altıgen Selçuklu çinilerinden oluşan panolar kırılarak, yerlere serildi.

Nadide çinilerin bu halini gören birçok kişi gözyaşlarını tutamadı. Kırılanlar birleştirildiğinde 437 çininin kayıp olduğu ortaya çıktı. Mahkeme kayıtlarına göre, 7 Temmuz’da restorasyon ihalesini alan Gündağ Turizm İnşaat Ticaret ve Sanayi Limited Şirketi ile Vakıflar Bölge Müdürlüğü arasında sözleşme imzalandı ve firma çalışmalara başladı. 30 Temmuz günü firma işçilerinin hangahın eyvan bölümündeki çini panoları tahrip ettiği ve harç malzemesi olarak kullandığı tespit edildi. 4 Ağustos’ta firmanın sözleşmesini fesheden Vakıflar Bölge Müdürlüğü, Konya Adliyesi’nde firma ve yöneticiler Aşur, Mikdat ve Seher Taştan aleyhine tazminat davası açtı.

 

Konya 1. Asliye Mahkemesi’ndeki tazminat davasında mahkeme heyeti, eyvan bölümündeki altıgen 700 adet çininin yerinden sökülerek tahrip edildiğini, hangahın türbe bölümünün batı ve güney cephesindeki 437 çininin ise yerinden söküldüğünü ve halen kayıp olduğunu belirledi. Mahkemenin talebi üzerine hazırlanan bilirkişi raporunda, tahrip edilen ve kaybolan Selçuklu dönemi çinilerinin zararının ölçülemez olduğu ifade edildi. Piyasada alınıp satılan bir ürün olmadığı için fiyat belirlenmesi zor oldu. 5 kez bilirkişi raporu hazırlandı ve sonunda tahrip edilen her bir çiniye bin TL fiyat biçildi. Kararını açıklayan Konya 1. Asliye Mahkemesi, Gündağ Turizm İnşaat Ticaret ve Sanayi Limited Şirketi ve yöneticilerini tazminat ödemeye mahkum etti. Mahkeme heyeti, tahrip edilen 700 çini için 700 bin TL, yerinden sökülen ve halen kayıp olan 437 çini için ise 546 bin 250 TL olmak üzere toplam 1 milyon 246 bin TL tazminat miktarı belirledi. Heyet, tazminatın dava tarihinden itibaren işletilecek yasal faiziyle birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsil edilerek, davacıya verilmesine hükmetti. Davalıların temyiz etmesi üzerine dosya Yargıtay’a gitti.

 

Gündağ Turizm İnşaat Ticaret ve Sanayi Limited Şirketi yöneticisi Aşur Taştan, kararı temyiz ettiklerini belirtiyor. Kendilerine komplo kurulduğunu öne süren Taştan, “Çinileri kırmadığımı mahkemede belgeledim. Bilirkişi raporları ve kamera kayıtları, restorasyonu biz devralmadan çinilerin kırıldığını gösteriyor. Biz acemi firma değiliz ki çinileri kıralım. Türkiye’de adalet yok.” dedi. Öte yandan Konya Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün firma yöneticisi aleyhine açtığı ceza davası da sürüyor. Konya 5. Asliye Ceza Mahkemesi, restorasyonu yapan firma yetkilisine 18 ay hapis cezası verdi. Dosya da şu an Yargıtay’da.

Zaman, Haber: Ünal Livaneli - Muzaffer Salcıoğlu, 01.10.2013

"ARAPGİR ESERİ EN YOĞUN İLÇE"

 

Malatya Fotoğraf ve Resim Sanatı Derneği (MAFDER) üyelerinden oluşan bir grup geçtiğimiz hafta sonu Arapgir'de Bağbozumu Fotoğraf Maratonu düzenledi.

 

MAFDER Arapgir'e indikten sonra topluca yenen kahvaltının ardından Bağbozumu Fotoğrafları yakalamak için Koru Köyüne hareket etti. Burada bir süre üzüm bağlarında çekim yaptıktan sonra ilçe merkezine gelerek çarşıaltı mevkini gezdi. Ekip daha sonra Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu rehberliğinde Osmanpaşa (Eskişehir) vadisine giderek buradaki tarihi, doğal ve turistik mekanları gezdi. İlçe merkezinde Malatya Milletvekili Öznur Çalık ile karşılaşan MAFDER üyeleri, önce şaşırdılar daha sonra bir müddet milletvekili ile sohbet ettiler.

 

Osmanpaşa Vadisi'nde Belediye Başkanı Cömertoğlu ile röportaj gerçekleştiren MAFDER üyeleri, Arapgir'le ilgili, belediye ile ilgili sorular sordular. Cömertoğlu ise yaptığı açıklamada şunlara değindi; "Bugün, bizim çalışma alanlarımızı gezmiş, görmüş, karelemiş oldunuz. Kültür ve tarih mirası Malatya'nın en yoğun ilçesi olan Arapgir'desiniz. 200 tescilli eser, 395 geleneksel konut, doğal ve tabiat varlıklarıyla da müthiş bir varlık sebebi. Arapgir'deki varoluş ve bugüne kadar aktarılan kültürel doku 2009'dan bugüne el koymamızla yön değiştirdi. Aslında herşey toprak altında kalmaya doğru gidiyorken, şu an tarihi eserlerimiz ortaya çıkıyor, birer birer restore ediliyor ve Malatya'nın zenginiyiz dediğimiz bir çok eser son 3 yıl içerisinde tescil edilerek, röleve çalışmaları yapılarak restore edilmeye çalışılıyor. Arapgir doğal ürünleriyle, doğal yapısıyla, kendine has bazı varlıklarıyla öne çıkmış bir yerdir. Burada bizlerle birlikte tarihe ve doğaya şahitlik etmek üzere buralara kadar gelen tüm katılımcılara teşekkür ederim."

 

Gezi ile ilgili olarak bir açıklama da MAFDER'den geldi. Yetkililerce yapılan açıklamada Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu'na ve gezi süresince kendilerine yardımda bulunanlara teşekkür edildi.

Malatya Haber, 01.10.2013

AYASOFYA'NIN MERMERLERİ İASOS'TAN GİTMİŞ

 

 

Ayasofya Müzesi'nde kullanılan kırmızı renkli mermerlerin Muğla'nın Milas İlçesi'nde bulunan İasos Antik Kenti'nden gönderildiği belirlendi.

Milas İlçesi'ne bağlı Kıyıkışlacık Köyü'ndeki İasos Antik Kenti'nde, Kültür ve Turizm Bakanlığının izniyle Viterbo Tuscia Üniversitesi tarafından yürütülen kazı çalışmaları devam ediyor. Kazı çalışmalarında, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Viterbo Tuscia Üniversitesi ve Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesinden 28 uzman görev yapıyor.

İasos Antik Kenti Kazı Başkanı Prof.Dr. Marcello Spanu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, İasos'un, döneminde çok önemli bir liman kenti olduğunu, dünyada çok az örneği bulunan kırmızı renkli mermerlerin de burada çıkarıldığını anlattı.

İasos'tan çıkarılan kırmızı mermerin gemilerle başta İstanbul olmak üzere dünyanın çeşitli kentlerine gönderildiğine dikkati çeken Spanu, "MS 6. yüzyılda yapımına başlanan Ayasofya'nın duvar panolarında kullanılan kırmızı renkli mermerlerin buradan gönderildiğini belirledik" dedi.

Mermeri hidrolik sistemle kesiyorlardı
Kırmızı mermerin kutsal mekanlar ile bazı idari yapılarda kullanıldığını vurgulayan Spanu, mermerlerin Roma döneminde geliştirilen hidrolik bir sistemle gelen siparişe uygun biçimde, ocak işçileri tarafından kesildiğinin altını çizdi. Spanu, "Araştırmalarımızda bir taş ocağı işçisinin, yaptığı işi ve duasını anlattığı yazıt bulduk. İasos'taki bu mermer ocağı, döneminde çok etkin kullanılan ve yoğun sipariş alan bir işletmeymiş" diye konuştu.

Spanu, İasos'taki kırmızı mermerin ayrıca İtalyan şair Dante'nin Ravenna kentindeki mezarında, Yunanistan ve İsrail'deki bazı idari yapılarda da kullanıldığını belirlediklerini ifade etti.

Habertürk, 30.09.2013

TARİHİ ÇEŞMEYE ŞAKA GİBİ YENİLEME

 

 

Çengelköy’deki 159 yıllık Kavas Ahmed Ağa Çeşmesi’nin başına gelenler şaka gibi! Tarihi çeşmeye tesisat döşediler, musluğun etrafına beton attılar, üstelik musluğu da ters taktılar.

 

Kaderine terk edilen, bakımsızlıktan dökülen, çöplüğe çevrilen, depo olarak kullanılan tarihi çeşmelerle ilgili sayısız örnek gördünüz bu sütunlarda... Hatta geçtiğimiz haftalarda, asırlık bir çeşmeye klima takıldığını göstermiştim. Şimdi, yine bir tarihi çeşmenin başına gelenleri anlatacağım. Çengelköy’deki Kavas Ahmed Ağa Çeşmesi’nin hikayesi, ‘güler misin, ağlar mısın’ dedirten cinsten...

KİM İZİN VERDİ?
1854 yılında yapılan ve Çengelköy’ün en önemli kültürel miraslarından biri olan bu çeşmenin halini görenler gözlerine inanamıyor şu günlerde. Zira bu tarih yadigarına öyle şeyler yapılmış ki şaka gibi! Güya tarihi çeşmenin yeniden kullanılmasını sağlamak istemişler. Bunun için de çeşmeye tesisat döşemişler. Evet... Mermerlerin üzerinden borular geçirmişler resmen. Bu kadarla kalsa iyi. Takılan muslukların etrafı da betonla sıvanmış. Musluklar da öyle tarihi dokuya uygun, estetik falan değil, rastgele seçilmiş... Ve... Bu çeşmeye yeniden hayat vermek isteyenler, musluğu da ters takmış üstelik. Sanki birileri bu tarihi eseri katletmek için özel olarak çaba göstermiş ve başarılı da olmuş. Peki bu olup bitenleri belediyesi, vakıfları hiç mi görmez? Bu sözüm ona çeşmeye hayat verme operasyonuna kim izin verir, yapılanları kimse denetlemez mi?

Habertürk, Haber: Esra Boğazlıyan, 30.09.2013

ATATÜRK'ÜN BABA EVİ ASLINA UYGUN ANI EVİ

 

 

Atatürk ’ün babası Ali Rıza Efendi’nin Makedonya’nın Jupa İlçesi’ne bağlı Kocacık Köyü’nde doğup büyüdüğü ev aslına uygun şekilde yeniden yapıldı. Sadece temelleri kalan yapı, bir buçuk yıl gibi kısa sürede yeniden ayağa kaldırıldı ve anı evine dönüştürüldü. Proje, Kültür Bakanlığı’nın girişimleriyle, Makedonya Kültür Bakanlığı, Türkiye İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) ile Jupa Belediye Başkanlığı tarafından imzalanan protokolle hayata geçirildi. Önümüzdeki günlerde ziyarete açılacak ev için yapılan arşiv ve saha çalışmalarında, sadece Kocacık Köyü’ndeki değil, bölgedeki diğer yerleşim merkezlerindeki Osmanlı evlerinin özgün mimarisi tek tek incelendi.

Akşam gazetesinin haberine göre Ali Rıza Efendi’nin evi, Kültür ve Turizm Bakanlığı ’nın çalışmalarıyla yöresel etnografik özelliklere uygun bir anlayışla Atatürk’ün aile hatırasını ve ruhunu yaşatacak. İki binadan oluşan evde, Kocacık Yörüklerinin Makedonya’ya göçü hakkında bilgi veren Kocacık Anı Odası, Ali Rıza Efendi’nin babası Kızıl Hafız Ahmet Efendi ile annesi Ayşe Hanım, Çocuk Mustafa ve Makbule Hanım, Ali Rıza Efendi ve Zübeyde Hanım Anı odaları, Genç Mustafa Kemal’in Balkan günlerini yansıtan bir canlandırma köşesi, yöresel motiflerle beraber ziyaretçilerin beğenisine sunulacak. Anı evinde ayrıca Atatürk’ün hayatı ve Makedonya’da yaşayan Türk toplumuna ilişkin bilgiler veren interaktif bilgi ekranları bulunacak ve belgesel sunumları yapılacak.

Anı evindeki tüm bilgiler Türk Tarih Kurumu öğretim üyeleri tarafından derlenerek bilimsel içerik sağlandı. TİKA tarafından finanse edilen projede Makedonya Kültür Bakanlığı da işletme ve program faaliyetlerine yönelik giderleri karşıladı.

Radikal, 30.09.2013

NURUOSMANİYE'NİN ALTINDAN BİR NURUOSMANİYE DAHA ÇIKTI

 





 

Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün Nuruosmaniye Camii'nde 17 milyon TL'lik bütçeyle yaptırdığı restorasyon; mimarlık tarihi açısından çok önemli 2 sırrı günyüzüne çıkardı. Osmanlı mimarisinde bir dönüm noktası kabul edilen ilk barok cami Nuruosmaniye'de Türkiye'nin ilk fore kazık sistemine ulaşıldı. Restorasyon ekibi, bunun sevincini yaşarken 'Osmanlının Nuru' diye bilinen Nuruosmaniye Camii'nde çalışmalar gerçek anlamda derinleştirildi.

 

420 KAMYON BALÇIK

Caminin altından tam 420 kamyon balçık çıkarılarak, 8.5 metre derine inildi. 255 yıllık tarihi caminin altında şimdiye kadar hiç kimsenin bilmediği; 825 metrekare kullanım alanlı, 2 bin 42 metrekare büyüklüğünde bir alana ulaşıldı. 12'si oda toplam 19 bölme ve halen işlev gören bir kuyuya ulaşıldı.

 

17 MİLYON TL'LİK RESTORASYON

Vakıflar Genel Müdürlüğü camiyi, 2 yıl önce restorasyona aldı. Aslına uygun restorasyon için Prof.Dr. Füsun Alioğlu, Prof.Dr. Feridun Çılı, Doç.Dr. Ahmet Güleç ve Yard. Doç.Dr.Ahmet Vefa Çobanoğlu'ndan Süleymaniye Bilim Kurulu oluşturuldu. Restorasyon için şimdiye kadar toplam 17 milyon ödenek ayrılırken, ortalama 20 milyon TL'ye tamamlanması ve 2014'de tamamen bitirilmesi hedefleniyor.

 

12 ODA 19 BÖLÜM

Bir su sarnıcına da benzeyen yapı topluluğu içerisinde revaklı avlunun tamamını içerisine alan 12 oda dahil 19 ayrı bölümden oluşan sütunların yer aldığı ve Yerebatan Sarnıcı'na benzeyen bir yapı topluluğuna ulaşıldı.

 

ERTEM: MÜZE OLARAK DEĞERLENDİRİLEBİLİR

Vakıflar Genel Müdürü Dr. Adnan Ertem: "Nuruosmaniye Camii'nin altında bir Nuruosmaniye daha var. Cami yapısı gibi bir yapı topluluğu daha ortaya çıktı. Asırlar önce depreme karşı radye temel kullanılmış. İlk kez ulaşıldı. Sütunlar, bölmeler ve bir de su toplama kuyusu var. Su terazisi gibi olan kuyu bugün de işlevini görüyor. Mahmutpaşa Cami civarında bir çeşmeye hatta Haliç'e kadar ulaşan bir drenaj sağlıyor. Sultanahmet Camii'nin restorasyonu sırasında da röntgenini çektik. Böyle bir yapı topluluğu yoktu. Bir camii altında ilk kez böyle bir yapıya ulaştık. Müze olarak da değerlendirilebilir."

'KAPALIÇARŞI, NURUNU KAÇIRMIŞ'

Vakıflar 1.Bölge Müdürü İbrahim Özekinci: "Kapalıçarşı tadilat geçirirken, molozları camiye dökülmüş. Dış mekanda yine Kapalıçarşı yangınlarıyla çıkan karbonlar caminin her yerine yapışmış, simsiyah olmuştu. Nuruosmaniye'nin adeta nuru kaçmıştı. Mikro kumlamayla temizlendi. Çalışmalar sürüyor."

Habertürk, 30.09.2013

"MİMAR SİNAN'IN ÇIRAKLIK, KALFALIK, USTALIK DÖNEMİ YOKTU"

 

 

Harvard Üniversitesi Ağa Han İslam Sanatı Kürsüsü Profesörü ve Ağa Han İslam Mimarisi Programı'nın direktörü Gülru Necipoğlu'nun daha önce İngiltere Reaktion Book Yayınevi ve Amerika Princeton Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlanan The Age of Sinan: Architectural Culture in the Ottoman adlı eseri, “Sinan Çağı: Osmanlı İmparatorluğu'nda Mimari Kültür” (Bilgi Üniversitesi Yayınları) adıyla Türkçeye çevrildi. Bilgi Üniversitesi tarafından, kitap vesilesiyle geçen hafta düzenlenen “Sinan ve Palladio” adlı konferansa katılmak üzere İstanbul'a gelen Necipoğlu, 20 yıl önce tasarladığı eserinde Mimar Sinan ile ilgili ezber bozan bilgiler veriyor, farklı bir 'Mimarbaşı' portresi çiziyor. İstinye'deki evinde yaptığımız röportajda Necipoğlu ayrıca, Topkapı Sarayı, 2010'da yapılması planlanan Sur-i Sultani projesi, son yıllardaki selatin cami özlemi ve restorasyonlarla ilgili eleştirilerde bulundu.

 

 

Kitabınızı yazarken, bugüne kadar yazılan eserleri bir kenara koyarak ilk kaynakları yeniden taradınız. Bilinenin aksine nasıl bir Mimar Sinan portresiyle karşılaştınız?

Araştırmaya başladığımda zannettim ki, Mimar Sinan ile ilgili bilinmeyen belgeler yine bulunur. Çünkü yeni arşiv katalogları yapıldı, eskiden okura açık olmayan belgeler ortaya çıktı. Fakat daha önceki araştırmacılar Mimar Sinan’ı çok güzel araştırmışlar anlaşılan. . Doğrudan doğruya Sinan’ın hayatına dair yeni bir belge bulamadım. Ama mevcut belgeleri yeniden gözden geçirince insan değişik yorumlar getirebiliyor. Kitabımı zenginleştiren yeni bilgiler Mimar Sinan’ın hamileriyle ve yapıların süreciyle ilgili. Burada önem verdiğim iki nokta var, eserlerin yapım süreci ve Mimarbaşı’nın yaşadığı çağda algılanışı. Yani Mimar Sinan’ın inşa ettiği eserlere bakanlar, kullananlar veyahut kendisini tanıyanlar onu nasıl tanımlamışlar? Mimar Sinan, hayattayken gerçekten büyük bir sanatçı mimar olarak algılandı mı, yoksa biz mi onu büyütüyoruz…

 

Bununla ilgili Prof.Dr. Uğur Tanyeli’nin iddiası vardı. Mimar Sinan’ın Cumhuriyet döneminde mitleştirildiğine dair. Kitabınızın Türkçe baskısında bu tartışmaya cevap veren bölümler eklediniz sanırım…

Evet, son senelerde Türkiye’de böyle bir tartışma oldu. ‘Mimar Sinan o eserleri tek başına yapmadı, birçok ustayla çalıştı ve sanatsal dahi kavramı o dönemde yoktu. Sinan’ı biz büyütüyoruz, Cumhuriyet döneminde keşfedildi çünkü bir milli dehaya ihtiyacımız vardı’ şeklinde fikirler ortaya atıldı. Bu görüşe katılmadığımı kitabımda belirttim. Mimar Sinan, kendi çağında o güne kadar gelmiş geçmiş en büyük mimar olarak algılanıyor. Daha yaşarken kabul görmüş, değeri fark edilmiş. Öldükten sonra keşfedilen biri değil. Alıntıladığım kaynaklar bunu yeterince gösteriyor.

 

Bu yorumların kaynağı nedir, nasıl ortaya çıkıyor?

Bu tür sonuçları çıkaranlar ya da yorumları yapanlar, genelde birincil kaynak veya arşiv araştırmasına lüzum görmüyor. Halbuki Farsça ve Osmanlıca yazılan 16. yüzyıl tarih kaynaklarında, bilhassa da Süleymanname’lerde, Mimar Sinan’ı müthiş metheden, göklere çıkaran bölümler var. “Parmaklarında bin marifet”, “zihni ve zekası ile çağın Aristo’su”, “bugün Öklid yaşasaydı Mimar Sinan’a yamak olurdu” gibi cümleler yer alıyor resmi tarihlerde. Biliyorsunuz İskenderiyeli matematikçi Öklid milattan önce 330-275 yıllarında yaşadı. Kitapta bunları alıntılıyorum. Kısacası Sinan’a yapılan bu atıflar, döneminin en önemli tarihçilerinin eserlerinde onun ne derece kabul gördüğünü gösteriyor.

 

Mimar Sinan döneminde yapılan camileri İstanbul haritasına yerleştirdim, buradan ne kadar büyük bir inşaat patlaması yaşandığı anlaşılıyor. Bunları kimler yaptırdı diye baktığımızda Osmanlı Devleti’nin en seçkinleri olduğunu görüyoruz. Tüccar sınıfından sadece iki kişi var ve ulema hiç yok. Aşağı yukarı da hepsi ya hanedan üyesi ya da devşirme. Türk kökenli paşalar epey az. Bu da oldukça ilginç.

 

 

Bunu nasıl yorumlamalıyız ya da nasıl anlamalıyız?

Şöyle yorumluyorum: 15. ve 16. yüzyıl devşirme ile kul sisteminin zirvesinde olduğu bir dönem. Gazalarla imparatorluk genişledikçe o yörelerden birçok Hıristiyan çocuk devşiriliyor. Onlar büyüdüklerinde Osmanlı’dan daha çok Osmanlı oluyorlar diyebiliriz. Biliyorsunuz Sinan’ın kendisi de Kayseri’nin Ağırnas Köyü'nden İstanbul’a getirilen bir devşirme. Bana göre, devşirme kökenli seçkinler, kendi kimliklerini mimariye döktüklerinde çok iyi birer Müslüman olduklarını ispatlama ihtiyacı duyuyorlar. Kitapta daha çok Mimar Sinan’ın yaptığı camileri ve cami odaklı külliyeleri ele aldım. Bu camiler böyle bir duygunun ifadesi. Ancak buraya bir şerh düşelim: Bir saray ağası olan Sinan dahil, seçkin devşirmelerin vakfiyelerine baktığımızda bu eserleri, padişaha veya akranlarına yaranmak için değil, gerçek bir samimiyetle, hissiyatla gönülden yaptırdıkları göze çarpıyor. 

 

Kitabınıza Sinan Çağı adını verirken sadece mimariyi kapsamadığı anlaşılıyor…

O dönemin inanç ve zihniyetlerini merak ettim. Araştırma yaparken benim için en ilginç kaynaklar, Ankara’da Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde çalışırken taradığım vakfiyeler oldu. Çünkü, bu vakfiyelerden sadece birkaç tanesi çalışılmış. Kitabımda ele aldığım eserlerin aşağı yukarı yüzde doksanının vakfiyeleri Ankara’da mevcut. Vakfiyelere bakınca, daha çok hamilerin dünyası ortaya çıkıyor. Sinan’ın tek bir vakfiyesi var ve yayınlanmış. Mimar Sinan’ın kimliği hakkında bu vakfiyede çarpıcı ipuçları yer alıyor. Onun kimliği üzerine yürütülen yanlış bilgilerin bir kısmına bu belgede yanıt bulabiliyoruz.

 

Mesela?

Mesela Mimar Sinan’ın iki vakfiyesi olduğu düşünülüyor. Oysa bunlardan sadece biri Mimar Sinan’a ait. Diğeri Kanuni Sultan Süleyman’ın, Süleymaniye Camii yapılırken bina eminliğine atadığı Bina Emini Sinan adında başka birinin vakfiyesi. Mimarbaşının kendi vakfiyesini incelediğimizde Kayseri’den geldiği, devşirme olduğu, inançlı bir Müslüman olduğu ortaya çıkıyor. Mimar Sinan’ın ağabeyi Hıristiyan olarak Kayseri’de kalıyor. Sinan ağabeyinin iki oğlunu İstanbul’a getirtip onları yeniçeri teşkilatına sokuyor ve onların kızlarına konaklar bağışlıyor. Fakat herbirine birer de vazife veriyor: “Ben öldükten sonra ruhuma şu sureleri okumanızı istiyorum” diyor. Bu bence çok ilginç; hangi sureler olduğunu bile belirtmiş. 

 

Bir de şu da var: Kanuni Sultan Süleyman, bugün Süleymaniye Külliyesi’nin yanı başında Sinan’ın türbesinin olduğu yerde ona çok büyük bir arsa bağışlıyor ki, camii yapılırken orada yaşasın, inşaatını gözetlesin diye. Hatta Sinan’ın konağı külliyenin bir parçasıymış gibi onunla bütünleşmiş. Vakfiyesinde mimarbaşının kendi konağı çok ayrıntılı bir şekilde tarif ediliyor. Konağın üç avlusunun bulunduğunu ve içinde birkaç hamamı olduğunu öğreniyoruz. Buradan onun epey hali vakti yerinde olduğu ortaya çıkıyor. Yani döneminde değeri anlaşılmamış basit bir yapı ustası değil.

 

Mimar Sinan, günümüzde anlaşılamıyor belki de, restorasyonlara bu yansıyor mu?  

2010’dan itibaren neredeyse bütün İstanbul camileri elden geçti, nakışları da yeniden yapıldı. Buraya her geldiğimde camilerin durumu nasıl diye ziyaret ederim.

 

Süleymaniye’yi nasıl buldunuz?

Doğrusu yapısal restorasyonları, tamirleri makul buluyorum fakat kalem işlerini, nakışları ve halıları beğenmiyorum. Kullandıkları renkler Osmanlı nakkaşlarının tonlarına uymuyor. Çok fazla canlı ve tabiri caizse “cart” renkler kullanılıyor. İtalya’da bir tarihi yapıt boyanacaksa ne komiteler kurulur, sanat tarihçilerine danışılır, eskiden hangi tür boyalar kullanılmış diye belki de yıllar süren analizler yapılır. İtalya restorasyon konusunda çok ileri olduğu için onları örnek verdim. 

 

Bizde de her cami için üç-dört kişiden oluşan bilim kurulu var, fakat yeterli olmayabilir. Yakında Vakıflar Genel Müdürlüğü, İtalyan restoratörlerle ilgili bir proje başlatacak. İtalyanlar Türk meslektaşlarına eğitim verecekler.

 

Nakkaşlar eğitilse iyi olur. Aslında doğrusunu söylemek gerekirse Türkiye’de gayet donanımlı restoratörler var, mesela Zeynep Ahunbay gibi. Kendisiyle Mostar Köprüsü’nün restorasyonunun komitesindeydik. UNESCO’nun üstlendiği bir projeydi bu. Ahunbay, çok bilgili ve tecrübelidir.

Başkaları da var. Restorasyon bölümleri çok iyi olan üniversitelerimiz mevcut. Ama Vakıflar Genel Müdürlüğü genellikle kendi elemanlarını kullanıyor.

 

Vakıflar’ın restoratör kadrosunda 16 kişi var, bir de Restoratör Derneği’yle işbirliği yapıyorlar. 

Bence İtalya ile işbirliği illa yapılması da gerekmez. Burada olan isimler de değerlendirmeli. 

 

Ama onları kullanmıyorlar mı diyorsunuz?

Evet… Daha doğrusu kullanmak istemiyorlar, kendi kadrolarını tercih ediyorlar. Dünden bugüne bu hep böyle gelmiş. Bunların aşılması lazım. Ben bazen gerçekten dua ediyorum, aman ellemesinler tarihi yapıtları diye. Kaliteli projeler yapılmıyor değil. Ama bilhassa nakış ve bezeme işlerinde hatalar göze çarpıyor. Bazı tarihi camilerde ise, mahalleli karar vermiş, ‘bizim camimizde neden çini yok’ diyerek baştan aşağı Kütahya çinileri ile süslemişler.

 

Aslında Anıtlar Kurulu bu konuda çok kararlı diye biliyoruz. İzin çıkmadan bir çivi bile çakılmasına izin vermiyorlar son yıllarda. Eskiden olan bir şey mi acaba? 1950-60’lı yıllarda bu tür müdahaleler yapılmış.

 

Öyle deniyor ama yine de bazen göz yumuyorlar anlaşılan. Örneğin, Mimar Sinan’ın Çarşamba’da Tercüman Yunus Bey Camii yepyeni çinilerle kaplanmış. Eskiden çinileri yoktu, ama ibadethaneyi kullanan cemaat böyle istemiş ve arzularını gerçekleştirebilmişler. Tarihi bilinç eksik. ‘Tarihimizi sahipleniyoruz’ deyip bilinçsizce müdahaleler yapmak tarihi de yok etmek oluyor. Bu tür yanlışlar sadece bugüne özgü değil, zaten Osmanlılar da çeşitli barok ve Avrupai desenlerle eskiyen kalem işlerini güncellemişler. Ama yakınlarda bu olgunun boyutları büyüdü çünkü çok fazla sayıda yapı yenileniyor. Ülkemizdeki yenileme projeleri aslında bizler için birer tarihi araştırma vesilesi olabilir. Orijinal bezemeler nasıldı, sonraki boyaların altında izleri kaldı mı acaba, gibi sorulara yanıt arayan zihniyetler yerleşmemiş.

 

Sanat, kültür, mimari… Bu kavramları algılayışımızda bir sorun mu var?

Şöyle bir şey var: Bunu Topkapı Sarayı ile ilgili doktora tezimi ve kitabımı hazırladığımdan beri gözlemliyorum (kitabın Türkçe çevirisi Yapı ve Kredi Bankası tarafından yayınlandı). Bizde sanat ve mimari daha çok turistik olarak anlaşılıyor. Zaten bakanlığımızın adı da Kültür ve Turizm Bakanlığı. 2010’da Harvard Üniversitesi’nden izinli olarak buradaydım. Sonradan gerçekleşmeyen Sur-i Sultani projesi için danıştılar. Topkapı Sarayı’nda yapmak istenen şuydu: Aya İrini’yi bir Bizans müzesine çevirmek ve tamamen yıkılmış olan Yalı Kasrı’nı yeniden inşa etmek. Bu bir turistik lunapark yaklaşımı. Onun yerine sarayın gereken yerlerini ve elektrik tesisatını tamir edin diye önerdiysem de herhalde fazla ilgilenmediler. 

 

Gözlemlediğiniz başka neler oldu sarayda?

Topkapı Sarayı’nda ve etrafındaki bahçelerde araştırma projeleri, arkeolojik kazılar ve incelemeler yapılabilir. Ama hep tercih edilen yaklaşım yerli ve yabancı turistlerin ziyaretine yönelik olmuş. 

 

Mimar Sinan camilerinin tipolojisinin kimlik, bellek ve adap kavramları çerçevesinde biçimlendiğini okuyoruz kitapta. Nasıl bir mimari adabı vardı Mimar Sinan’ın?   

Kitapta kimlik derken hem Sinan’ın ve hassa mimarlarının sistemleştirdiği “klasik dönem” Osmanlı mimari kimliğini, hem de kadın ve erkek banilerin kimliklerini mimari aracılığıyla nasıl inşa ettiklerini kastediyorum. Bilhassa Kanuni Sultan Süleyman döneminde kul sisteminin devletin merkezileşmesinde önemli rol oynaması ve Safevilerle yapılan savaşlar nedeniyle daha sıkı bir Sünni din politikası izlenmesi, Osmanlı mimarisinde derin izler bıraktı. Kanuni döneminde her mahallede ve köyde mescit ya da cami inşa edilmesinin mecbur tutulmasıyla ilgili fermanlar ve Ebu Suud’un fetvalarını ele aldım. Görüyoruz ki, imparatorluğun resmi dini de yeniden inşa ediliyor o yıllarda. Bugün ‘Osmanlı İslamı’  olarak kabul gören kavram aslında 14. ve 15. yüzyılda farklıydı. Din üzerindeki devlet kontrolü ve Şeyhülislamlık makamının önemi Kanuni devrinde artıyor. Mimar Sinan’ın dini yapıları da bu resmi inanç sistemini mimari diliyle görsel ve mekansal olarak ifade ediyor. Kitabımda mimarlık kültürü açısından bu olguyu yorumlamayı amaçladım. Aynı dönemde tasavvuf da  halk ve seçkinler arasında yaygınlaşıyor, bilhassa Halveti ve Mevlevi tarikatleri ön plana çıkıyor. Dolayısıyla Sünni devletin desteklediği bu tasavvuf anlayışının da mimarideki izlerini takip ettim.

 

Bellek konusuna gelince, banilerin geleceğe bırakmak istedikleri anıları ele aldım. Mesela Kapudan Sinan Paşa Külliyesi (Rüstem Paşa’nın kardeşi) Beşiktaş’ın merkezinde en güzide cami külliyesi olarak hala yerini koruyor. Osmanlı seçkinleri için Mimar Sinan bu tür anıtsal eserleri inşa ederken bir ‘yer duygusu’ yaratan kalıcı bellek nişaneleri oluşturuyor. Banilerin  vakfiyelerinde tesis ettikleri şartlar aracılığıyla da bu binaları yaptıran kişi ve ailelerin hatıraları asırlar boyunca devam ettiriliyor. Dolayısıyla mimarinin bellek inşasında oynadığı rolü etraflıca ele alıyorum.

 

Adap, bundan evvelki Sinan kitaplarında ele alınmayan bir kavram. Mimariyi sadece plan tipleri ve üslup ile bağlantılı bir alan olmaktan çıkararak, toplumda kabul gören adap kuralları bağlamında bina programlarının oluşmasını yorumluyorum. Mesela bir bani toplum içindeki statüsünü aşan türde bir bina yaptırırsa kınanıyor. Bir paşa da padişahınkinden büyük bir saray ya da cami yaptıramaz, kınanır. Padişahın ve hanedan mensuplarının dışında herkes sadece birer şerefeli ve tek bir minareli cami yaptırabiliyor. Aynı adap kuralı hanım sultanlarla evli sadrazam ve vezirler için de geçerli. Hanedan kadınları, genellikle devşirme kökenli olan kocalarından daha görkemli “prestij” anıtları ısmarlayabiliyorlar Mimar Sinan’a. Bu kurallar çok ciddiye alınıyor. Evliya Çelebi Seyahatname’sinde, Gariki Efendi diye birinin çifte şerefeli cami yaptırdı diye idam edildiğini yazıyor. Osmanlılarda mimar, bani ve toplum arasında yazılmamış bir sözleşme ve müzakere sonucu olarak mimari adap kodlarının oluştuğunu öne sürüyorum. Mimar Sinan’ı ele alan kitaplar genellikle onun eserlerini gençlik, orta ve olgunluk çağı gibi çizgisel bir üslup evrimi açısından yorumlar. Sinan Çağı ise çizgisel bir gelişim olmadığı tezini vurguluyor. Cami ve cami külliyelerinin hem banilerin sosyal statüsü, hem de yapıların imparatorluk coğrafyasındaki konumlarına uygun ve münasip biçimde tasarımının yapıldığı anlaşılıyor.  Adap meselesini araştırırken çok ilginç vakalar da tespit ettim.

 

Mesela?

Mesela III. Murat on küsur yıl Manisa’da şehzadelik yapıyor ve o sırada Muradiye Camii’ni inşa ettiriyor. Sonra padişah olduğunda Manisalılar, ‘Bu cami bize küçük geliyor, genişletin padişahım’ diye ricada bulunuyor. İstanbul ile Manisa arasında geliş gidişler oluyor. Vakfın mütevellisi padişahla konuşuyor. Bu konuşmanın bütün aşamalarını fermanlardan ve arşiv belgelerinden takip edebiliyoruz, zaten yayınlanmış bu belgeler. Ama belgeler mimari adap açısından incelenmemiş. Padişah caminin merkezi kubbesinin üç yandan sundurmalarla yani çatılarla genişletilmesini onaylıyor. Fakat caminin cemaatinin bir kısmı padişahın emrine karşı çıkıp daha gösterişli kubbeli yan sofalar tercih ettiği anlaşılıyor, Bu arada bir belgeden öğreniyoruz ki, Manisa halkı değişik gruplara bölünmüş, her biri başka bir projeyi destekliyor. Caminin çoğu yıkılmış, yeni temeller atılmış, padişahın emrettiğinden daha görkemli bir inşaat başlamış bile. Bunun üzerine III. Murad Mimar Sinan’ı çağırıyor ve ondan yeni bir proje çizmesini istiyor ve bu çizimi uygulayacak olan hassa mimarına halktan kimsenin karışmamasını tembih ediyor. Sonunda padişah ilk onayladığı projeden daha görkemli ve pahalı bir cami inşa etmeye mecbur kalıyor ister istemez. Kitapta eserleri yaptıranların kimlikleri ve ne gibi süreçler sonucunda yapıların meydana geldiğini ele aldım.

 

Mimar Sinan’ın eserleri genelde çıraklık, kalfalık, ustalık diye üçe ayrılıyor. Böyle bir şey yok mu?

Evet, böyle bir şey yok. Bu kanı Evliya Çelebi’nin Edirne Selimiye Camii tarifinden kaynaklanıyor; sözde bunu babasından duymuş. Sinan’ın kendi dilinden şair-nakkaş Mustafa Sai’ye yazdırdığı otobiyografilerinde böyle bir düşünceye rastlanmıyor. Olamaz da. Baş mimar olarak atanan biri yaptığı esere bu benim çıraklık ve kalfalık eserim demez, zaten usta bir mimar olmuştur o. Ama bu söylem bir kere kitaplara yazıldığı için sorgulanmadan tekrarlanagelmiş. Ben Mimar Sinan’ın yapılarını üçe ayırmıyorum. Kitabımın ilk iki bölümü yukarıda anlattığım kavramlarla ilgili, son bölümde tek tek binaların analizini yapıyorum. Sinan üzerine yazılan kitaplar binaları genellikle kronolojiye göre sıralıyor. Bense banilerin statüsü ve yapıların coğrafi konumlarına göre sıralıyorum. Padişahlar, hanım sultanlar, baş vezirler -çoğu zaten hanım sultanlarla evli- ve vezirlerden başlayarak sosyal hiyerarşinin daha alt basamaklarına inen bir düzen bu. Coğrafi konuma gelince, başkent ile eyaletlerde inşa edilen yapılarda çok belirgin farklılıklar var. En görkemli yapılar İstanbul ve ikincil payitaht  olan Edirne’de yapılıyor. Geri kalan merkezlerde daha küçük ölçekli yapılar inşa ediliyor. Başkent ve eyaletler arasındaki farklılık dolayısıyla mimari ile vurgulanıyor.

 

Mimar Sinan eserlerini otobiyografisinde nasıl tarif ediyor? 

Şehzadebaşı Camii’ni Süleymaniye’ye hazırlık çalışması olarak betimliyor. Orada küçük ölçekte bazı deneyler yapmış, ‘padişah çok beğendi, tahminimden büyük taltiflerde bulundu. Ondan cesaret alarak padişaha daha da görkemli bir cami yaptım’ diyor. Süleymaniye’yi tarif ederken muazzam bir başyapıt olarak tanımlıyor. Sanatının zirvesine bu eşsiz külliye ile eriştiğini açıkça ifade ediyor. Kalfalık eseriymiş gibi anlatmıyor.

 

Süleymaniye Mimar Sinan’ın otobiyografilerinde daha büyük bir yer tutuyor.  Ayrıca bu çok daha iddialı bir külliye, halka bir sürü servisler sunuyor. Bir nevi üniversite şehri gibi. Selimiye’nin ise sadece iki medresesi var. Sinan bu eseri en yaratıcı başyapıtı olarak tarif ediyor. Keferelerin mimar geçinenleri demişler ki, Müslümanlar eğer Ayasofya’nınki gibi büyük bir kubbe yapabilselerdi yaparlardı, bunu beceremedikleri belli. Bu eleştiriden kalbi kırılan Mimar Sinan, Selimiye’yi inşa ederek adeta kendi mimari gazasını ilan ediyor. Tam da o yıllarda Kıbrıs fethediliyor, fakat ardından Osmanlı donanması ilk defa İnebahtı’da hezimete uğruyor. O yüzden Osmanlılarda bir kendini sorgulama dönemi başlıyor, Kanuni zamanının güvenli ihtişamı sarsılıyor. Bir de ilginç olan Sinan Selimiye’yi bitirdiği sırada hamisi II. Selim vefat ediyor ve padişah kendi eserini göremiyor. III. Murat ise sara hastası olduğu için seyahat etmiyor, İstanbul dışına çıkmıyor. O yüzden uzun süre saray halkı Edirne’deki saraya gitmiyor ve Sinan’ın bu şaheseri yeteri kadar takdir toplamıyor.

 

Selimiye Camii, Sinan’ın kendi sanatsal mesleğinin son noktasına geldiğinde yenilikçi ve eşsiz bir eser yaratma arzusunun ürünü. Her iki caminin masraf defterlerine baktım, Selimiye Süleymaniye’den çok daha ucuza inşa edilmiş. Bir kere büyük bir külliyesi yok. Süleymaniye’nin inşası 10 yıl sürdü ise, Selimiye’ninki 5 yıl sürüyor. Süleymaniye’nin çok önemli bir özelliği de, imparatorluğun her yerinden çok değerli mermer sütunlar getirilerek yapılması. Hassa mimarlarından kimi Baalbek’e kimi Mısır’a gönderiliyor sütunları getirmeleri için. Adeta imparatorluğun mermer kaynaklarının haritası çıkarılarak bunların en değerli örnekleri Süleymaniye’de kullanılıyor.

 

Burada ana kubbeyi taşıyan devasa sütunlar var. Gereken boyutlarda mermerlerin bulunup nakledilmesi caminin inşa edilmesini geciktiriyor ve caminin planı oldukça karmaşık. Selimiye’nin kubbesi ise sekiz filayağı üzerinde, pahalı sütunlar kullanılmadan inşa ediliyor. Sinan bu eserini tarif ederken göklere çıkarıyor ama Süleymaniye’yi hiçbir şekilde memnun olmadığı bir yapıt olarak betimlemiyor.

 

Mimar Sinan otobiyografilerini kime yazdırmış?

Hem nakkaş (yani ressam), hem hattat, hem de şair olan Mustafa Sai Çelebi’ye kendi dilinden yazdırıyor. Ayrıca Mustafa Sai, Sinan’ın çeşitli yapılarının kitabelerinin metinlerini yazıyor. Anlaşılan Sinan’la yakın bir ilişkisi var ve aynı zamanda görsel ve edebi duyarlılığı olduğu da belli. Sai’nin anlattığına göre, artık yaşlanan Mimar Sinan zamanın sayfasında kendi hatırasının izlerini bırakmak için, birlikte yaptıkları söyleşileri nazım ve nesir olarak kaleme almasını rica ediyor. Sai de aziz üstadın sözlerine dayanarak Sinan’ın otobiyografik metinlerini yazıyor. Sai, metinleri kendi edebi sanatıyla süslemiş ama bazı yerlerde söyleşileri Sinan’ın teknik diliyle verdiği anlaşılıyor. Mesela İstanbul’da Kıztaşı adlı Bizans sütununu çeşitli mekanik aletlerle yerinden söküp Süleymaniye’ye taşıdıklarını bütün ayrıntılarıyla anlatıyor, Büyükçekmece Köprüsü’nün yapılış teknolojisini de tarif ediyor. İlginç olan, o dönemde Avrupa’da ilk defa mimarların biyografileri yazılıyor. Fakat hiçbiri birinci tekil şahıs sesiyle yazılmamış. Sinan biyografisinde ise ben şöyle yaptım, ben böyle yaptım diyerek övünen kendi sesini dinliyoruz. Otobiyografilerin 17. ve 18. yüzyıl nüshaları devamlı okunduklarını gösteriyor.

 

Derken, geç Osmanlı döneminde bir Viyana sergisi oluyor. Padişah, o sergi için ‘Usul-i Mimari-yi Osmani’ diye bir kitap hazırlatıyor. Almanca, Fransızca ve Osmanlıca olmak üzere üç dilde yayınlanan kitapta Sinan’ın otobiyografilerinden Tezküretü’l Enbiye de üç dilde yayınlanıyor. Sinan’ın ne derece önemli bir mimar olduğu, Osmanlı mimari üslubunu doruğuna ulaştırdığı bu kitapta izah ediliyor. Onun için Sinan’ın şöhreti kendi çağından sonra hiçbir zaman azalmıyor. Batılılar, Viyana sergisi için hazırlanan bu kitaptan sonra Osmanlı mimarisine yakından ilgi duymaya başlıyor. İlk olarak Alman oryantalistler Sinan üzerine kitapların yazılmasına öncülük ediyor. Fatih Sultan Mehmet üzerine biyografi yazan Osmanlı tarihçesi Franz Babinger, Sinan’ın çok önemli olduğunu Avrupalılara duyurmuş; Sinan için kullanılagelen ‘Türk Mikelanjı’ (Michelangelo) deyimini o icat ediyor.

 

Aslında siz bu Türk Mikelanjı ifadesine karşısınız değil mi?

Evet, Sinan’ın illa da Michelangelo ile karşılaştırılarak yüceltilmesi gerekmiyor. İtalyan mimar Palladio, Mimar Sinan ve Michelangelo’nun yaşadıkları dönemde birbirlerinden haberdar oldukları tezini savunuyorum kitabımda. Bazen iddia edildiği gibi Osmanlı ile İtalyan Rönesans mimarisinin birbirinin zıddı olduğu görüşüne katılmıyorum. Bir de hep tek taraflı bir etkiden söz ediliyor. Sinan veya Osmanlıların, Rönesans’tan nasıl etkilendikleri inceleniyor. Halbuki Avrupalı mimarlar da Mimar Sinan’dan ilham alıyor ve onun anıtsal kubbeli camilerinden haberdarlar. Ayrıca 16. ve 17. yüzyılda Avrupalıların Osmanlı başkentinde ve Edirne ile Lüleburgaz gibi yerlerde inşa edilen Sinan yapılarına hayran kaldıkları; onun hamam ve kubbe teknolojisi hakkında bilgi topladıklarına dair bazı belgeler buldum. Demek ki, bu kültürler arası etkileşim tek yönlü bir trafik değil, iki yönlü.

 

Bilgi Üniversitesi’nde geçen hafta (20 Eylül 2013) verdiğiniz Sinan ve Palladio adlı konferansta “Sinan, Şiir yazılan bir mimar, onu taklit eden günümüz mimarları için şiir yazıldığını sanmıyorum demiştiniz. Bugünkü mimari estetik, şiirler yazdıracak kadar duygulara hitap ediyor mu?

Kanımca etmiyor. Yeni cami mimarları, Osmanlı mimarlık tarihini fazla bilmeden, kültürünü okumadan eski plan tiplerinden alıntılar yaparak güzel bir cami yarattıklarını zannediyorlar. Yakın zamanda İstanbul silüetinin önemi anlaşıldığı için de her tepeye bir cami konduruluyor. Burada fark edilmeyen nokta şu: Süleymaniye Camii sadece silüet oluşturmuyor, Sinan’ın camileri şehrin seyrini de içine alan tasarımlardır. Süleymaniye’nin avlusundan, kubbesindeki ve yan cephelerindeki seyir teraslarından bakıldığında Sinan’ın bütün şehri nasıl sergilediğini, onun yaratıcı zekasının şiirsel ve ruhani parıltılarını görürsünüz.

 

Ayrıca en görkemli padişah külliyeleri sadece Sur İçi’nde yapılıyordu. Boğaz tepelerine Osmanlı devrinde hiçbir kubbeli cami inşa edilmemiş. Boğaziçi’nin doğal manzaralarının şiirselliği korunmuş, burada mütevazı boyutlu, kırma çatılı camiler yalnızca sahil boyunca dizilmiş. Bu tutumun gerisinde Sur İçi’nin dünyaca meşhur siluetiyle bilinçli olarak bir karşıtlık yaratmak isteği de yatıyor. Son yıllarda taklitçi kubbeli camiler her bir tepeye oturtularak tarihi yarımadanın ayrıcalıklı konumu enflasyona uğratılıyor. Bu nereden kaynaklanıyor, tabi ki insanların kötü niyetinden değil. Bunun bir eğitim sorunu olduğunu düşünüyorum.

 

Benim hep söylediğim şey, bizde ilkokul ve ortaokulda sanat ile mimari tarihi dersleri konmalı; bu konuyu sadece üniversitelerde uzmanlar öğreniyor. İtalya’da çok gezdim, en ücra köye bile gitseniz küçükten büyüğe herkes çevresine çok sahip çıkıyor. Manisa’daki olay gibi. Şimdilerde çok hızlı bir kentsel dönüşüm oluyor, bilhassa İstanbul’da. Şunu unutmamak gerekir ki, İstanbul bir Dubai veya Abu Dhabi gibi 20. yüzyılda gelişen çöl şehri değil. Venedik, Roma Paris, Kahire ve İsfahan gibi dünyaca ünlü tarihi bir şehir. Gökdelenlere karşı değilim; tabi ki olmalı ama onlara özel alanlar ayrılmalı, sivri diş gibi Boğaz tepelerinden fırlamamaları lazım..

 

Bütün bu anlattıklarınız çokça dile getirilen selatin cami özlemine bir eleştiri mi?

Evet. Bizim birçok selatin camiimiz var. Acaba bir tane daha hiç yerleşim bölgesi olmayan bir alanda selatin camiine ihtiyaç var mı? Roma gibi tarihi şehirlerde herkes hala San Pietro gibi eski ibadethaneleri kullanıyor. Yeni bir kiliseye ihtiyaç duymuyorlar. Hele de kendi eski kiliseleriyle rekabet eden bir yapı yapmak akıllarına bile gelmiyor.  Ancak yeni bir şehir ya da semt kurulursa cami yapılmalı. Ayrıca Mimar Sinan’ın çok güzel küçük ve kubbesiz camiler de yaptığına dikkati çekmek istiyorum.

Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 30.09.2013

 

******


"SİNAN SAYESİNDE OSMANLI TOPLUMUNU DAHA İYİ ANLADIM"

Mimar Sinan’la ilgili kitabı Türkçeye çevrilen Prof.Dr. Gülru Necipoğlu: “Sinan sayesinde o dönemdeki Osmanlı toplumunu daha iyi anladığımı düşünüyorum. Daha doğrusu zaman içinde evrilen Osmanlı kimliklerini anladığımı sanıyorum”.

 

Harvard Üniversitesi Sanat ve Mimarlık Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Gülru Necipoğlu’nun, Mimar Sinan ve eserlerini anlattığı “Sinan Çağı: Osmanlı İmparatorluğu’nda Mimari Kültür” kitabı İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıktı. Necipoğlu ile kitabını konuştuk.

1993 yılından beri bu kitap üzerinde çalışıyorsunuz. Böyle bir kitabı hazırlamaya sizi yönlendiren ne oldu?
İtalyan Electa Yayınevi’nden “Mimar Sinan hakkında bir kitap yazar mısın?” dediler. Düşününce teklif cazip geldi. Şimdiye kadar çok fazla ele alınmamış noktalarına değinerek bir kitap yazarım dedim. Sonra bu yayınevinin daha çok görselliğe önem verdiğini öğrenince uygun olmayacağını düşündüm ve Londra’da Reaction Books ile anlaşma yaptık. Yani kendi başıma bir Sinan kitabı yazacağım diye işe girişmedim.  

 

Önsözde yapıtlarını gezdiğinizden bahsediyorsunuz. Nereleri gezdiniz?
Hepsini gezdim. Bu kitap daha çok camilere ve cami külliyelerine odaklandığı için aşağı yukarı 70 küsur yapı var ve bunların birçoğu İstanbul’da. Bir de Balkanlar’dan Mekke-Medine hac yoluna bağlanan cadde üzerinde yapılmış külliyeler var. Hepsine teker teker gittim. Kullanılmış olan dini yazıtların, Kuran’dan alıntıların hepsini not ettim. Çok ilginç bir sonuç çıktı buradan. Bursa ve Edirne’deki erken Osmanlı yapılarında, Sinan camilerindeki gibi Kuran ağırlıklı yazıtlar yok. Mesela Bursa’daki Yeşil Cami’de Farsça şiirler var, Timur nasıl gelip oradaki adaleti bozmuş, sultan nasıl aşlar dağıtmış gibi mesajlar da verilebiliyor. Sinan camilerine girdiğimizde ise neredeyse hepsi Kuran alıntılı ve bunlar tekrarlanan ayetlerle surelerden oluşuyor. Bu da ilgimi çekti ve kitabımda bir şekilde yorumlamaya çalıştım.

 

Bunda Yavuz Sultan Selim’le birlikte halifeliğin Osmanlı’ya geçmesinin etkisi olabilir mi?
Gerçekten de öyle. Kanuni döneminde Şeyhülislam Ebu Suud yeni bir Kuran tefsiri yapıyor. Bir de o dönemde İran’daki Safevilerle savaşlar oluyor. Onlar Şii. Osmanlılarda ise o dönemde ciddi bir Sünnileşme politikası hakim. Tanrı’nın kelamı olarak en doğru metnin Kuran olduğu düşünülüyor. Buna paralel olarak, erken Osmanlı yapılarında çok daha girift yazıtlar var. Yani pek okunmaz; iki-üç kat hat üst üste bindirilmiş. Sinan yapılarında yazıların büyük boyutlu tek bir tip hatla okunur biçimde yazılmasına dikkat ediliyor.

 

Sinan’la ilgili neleri yanlış biliyoruz?
Sinan’ın kimliğiyle ilgili çeşitli iddialar var. Devşirme mi, Türk mü, Rum mu, Ermeni mi? Hatta Balkanlar’dan devşirilmiş olduğuyla ilgili iddialarda da bulunulmuş vaktiyle. Bu daha çok milliyetçi düşüncenin ortaya çıkmaya başladığı sırada belirmiş. Sinan Osmanlı tarihinde ve İslam tarihinde otobiyografisini yazdırmış tek kişi olarak hiçbir şekilde etnik kimliğini ortaya koymamış, bu onun için önemli olmamış. Kendini gerçek bir Osmanlı olarak tanımlamayı tercih ediyor. Sinan’ın annesi, babası kim ben de merak ediyorum ama bu bilinmiyor. Farklı kökenli insanlar istedikleri etnik kimliği ona yakıştırarak onun mirasına sahip çıkmak istiyor. Sinan’ın yapıları hakkında mitolojiler var. Ama Sinan da kendi kendini kahramanlaştırıyor, mitleştiriyor. Kendi dehasını ilan ederek gelecek nesillerin onu algılayışını şekillendirmiş.

 

Çalışmalarınızı bitirdiğinizde Sinan hakkındaki fikirlerinizde ne gibi bir değişme oldu?
Sinan sayesinde o dönemdeki Osmanlı toplumunu daha iyi anladığımı düşünüyorum. Aslında Sinan çağındaki Osmanlı kimliğini, daha doğrusu zaman içinde evrilen Osmanlı  kimliklerini anladığımı sanıyorum. Sinan bile kendi dönemi içinde değişiyor. Döneminin bağlamlarına göre Sinan’ı ve çağını anlamaya çalıştım ama günümüzde Sinan daha çok mitolojik boyutlarda algılanmak isteniyor. Biraz sanal bir dünyada yaşıyoruz galiba. Tarih de masal gibi anlatılıyor. Televizyondaki “Muhteşem Yüzyıl” dizisinden tutun bütün toplum bu tarih anlatılarına odaklandı. Kitabım İngilizce olarak 2005’te yayımlandığında böyle bir ortam yoktu. Türkçesi bambaşka bir bağlama oturuyor ve yepyeni bir güncellik kazanıyor.

 

Araştırmalarınız sırasında diziyi incelediniz mi?
Tabii... Bütün öğrencilerim Amerika’da Youtube’dan takip ediyorlar; çünkü bizim için ilginç. Eşim Cemal Kafadar’la biz medyayı çok yakından takip ediyoruz. Hayretler içinde kalıyoruz. Aslında çok belge var. Bu dönemde giyilen kıyafetlerin tamamen nasıl olduğuna dair Süleymannameler var; ama hiç bunlara dikkat edilmeden insanlar hayallerine göre müthiş kostümler tasarlıyorlar. Türbanlar her renkten ve desenden. Halbuki Osmanlıların herhangi bir minyatürüne baktığınızda beyaz bir sarıktan başka bir şey giymediklerini görüyoruz. Mitoloji devam ediyor.

 

O dönemin mimarisini yakından incelemiş biri olarak, son dönemdeki cami projeleri hakkında neler söylemek istersiniz?
Projeler, Ataşehir ve bilhassa yapılacak olan Çamlıca projesiyle daha  çok boyutsal bir yarışmaya endekslendi. “Kaç tane minare koyabiliriz, Sinan’ınkini aşan 34 metrelik bir kubbe ve bu 34 İstanbul plakasını tekabül eder” gibisinden garip yarışlar yapıldığını görüyoruz.


“Sinan’ın ve öğrencilerinin eserlerinden öğeler alıntılayıp daha gösterişlisini yaptık” deniyor.
Oysa bu yeni camiler modern teknolojilerle ve alelade betonla yapılan, şiirsellikten yoksun ibadethaneler. Sinan’ın kullandığı değerli ve işlemesi zor taş veya mermer gibi malzemeler kullanılmıyor. Dolayısıyla camiler ucuzluyor. Bu kadar çok cami yapılıp hepsinin aynı şemaları tekrarlamasıyla aslında sanat eserlerimiz de bir şekilde enflasyona uğruyor. Görenler hangisi gerçek hangisi kopya onu da anlayamıyor.

 

Sinan’ın Sultan Süleyman’la ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çok özel bir ilişki. Otobiyografik metinlerde Mimar Sinan’la Sultan Süleyman başrolde. Bu metinlerde Sinan’ın Süleyman’la ilişkisi bir çeşit aşk ilişkisi olarak kurgulanıyor. Sinan, Süleyman’a olan aşkından yani aşırı bağlılığından sanki onun için kendini feda ediyor. O yüzden bu ilişki heykeltıraş-mimar Ferhat ve Şirin’in aşk hikayesine benzetiliyor. Ferhat nasıl Şirin için bir
dağ kazdıysa Sinan da Sultan Süleyman için Süleymaniye’yi adeta bir dağ gibi İstanbul silüetine yerleştiriyor. Bu tür incelikli şiirsel imgeler kullanılıyor.


Padişahla başmimarının ilişkisi inişli çıkışlı. Süleyman bazen onu azarlıyor, hatta Süleymaniye’yi vaktinde tamamlaması için tehdit bile ediyor. Sinan bu durumlarda Sultan Süleyman’ı kötülemektense onun etrafındaki gammazları suçluyor. “Beni kıskandıkları için padişaha aklımı yitirdiğimi söylediler, kubbeyi tamamlamaya kadir olmadığımı iddia ettiler” gibi dedikodulara yer veriyor otobiyografik metinlerde. Ama sonunda tamamen adil bir sultan olduğu için, Sinan da bu iddiaların haksızlığını ortaya koyduğunda onu çok ödüllendiriyor ve caminin açılma merasiminde de anahtarı ona verdiriyor. Sinan hiçbir zaman Kanuni’ye toz kondurmuyor.

Milliyet Pazar, Haber: Ebru Tepeler, 29.09.2013

 

******


SİNAN ÇAĞI İÇİNDE DEĞERLENDİRMEK

 

Alışılmış Mimar Sinan monografilerinin aksine Gülru Necipoğlu, Sinan'ı efsaneden arınmış bir şahsiyet olarak ve döneminin sosyal, siyasal, dini ve toplumsal çevresi içerisinde, değerlendiriyor.

Gülru Necipoğlu'nun Sinan Çağı–Osmanlı İmparatorluğu'nda Mimari Kültür kitabı Sinan'ı çağı içinde değerlendiren kuşatıcı ve bütünleyici bir çalışma.


Genellikle bizim her alandaki zirve adlarımız çok övülür ve anlaşılmaz olduğu düşüncesi ileri sürülür. Necipoğlu, bu söylemi ortadan kaldırıyor. Belgelerin ve bilgilerin ışığında Sinan'ı tanıdığımızda, onun önemini, kurucu kişiliğini daha iyi anlıyoruz.


Türkçe Çeviriye Önsöz'de kitabı yazarken hedeflediği hususları belirtiyor:
“Türkçe çeviride yazılı metinleri vurgulayışımın nedeni pozitivist bir kaynak fetişizmini teşvik etmek değil. Aksine, Sinan mimarisinin bağlamlarına, yaşantısal pratiklerine ve anlam dünyalarına açtıkları pencereyle, onun çağını daha yaratıcı şekillerde hayal edebilmemize olanak tanımalarıdır. Dolayısıyla, arşiv araştırmalarında bulduğum somut belgelerle sınırlı kalmayıp, anlatıya yönelik nazım ve nesir metinler aracılığıyla dönemin zihniyetlerini, güzellik ile estetik kavramlarını ve mimarlık kültürü söylemlerini tahayyül etmeyi hedefledim.”


Sinan, bize nasıl öğretildi?
Özellikle akademideki öğrencilere nasıl tanıtıldı?


Güzel Sanatlar Akademisi'nde hocalık yapan Alman mimar Bruno Taut'un görüşüne göre; Sinan, “akılcı inşa tekniği ile oran arasındaki ideal uyumu temsil eder.”


Necipoğlu, Sinan'ın dehasını değerlendirirken bir gerçeğin de altını çiziyor:
“Sinan'ın eserleri, başında bulunduğu hassa mimarları ocağının bir bakıma ortak bir kültürel ürünü olarak ele alınmalıdır. Fakat bu, Sinan'ın bir mimarlık dehası olduğunun yadsınması anlamına gelmez. Üslup konusunda, bireysel sanatçı kimliği ile bürokratik bir devlet örgütünün başı olmasından kaynaklanan kurumsal kimliğini uzlaştırmak zorunda kalan bir mimarbaşıydı o. Bu çözülmemiş gerilim, onun yüzlerce anıtı kendi eserleri arasında sayan otobiyografilerinde hissedilen ‘eser sahipliği kaygısı'na sinmiştir.”


Mimar Sinan, Türkiye'de mimarlık denince ilk akla gelen kişi. Onu, yaşadığı yılları, çağını, çağının statü sahibi banilerini, çalışmalarını, dünyadaki yerini, mimarbaşı olarak bürokrasiyle  ilişkilerini irdeliyor.


Genellikle Sinan hakkında yayınlar, onun bireysel açıdan değerini, mimarlık konusundaki erişilmez ustalığını iletirler.
Peki her şeyi kendi başına mı yaptı? Diğer mimarların verdikleri emek bu başarının sağlanmasında ne kadar rol oynadı?


Çoğu kitap, sanat tarihinin dar sınırları içinde kalıyor, Sinan ekseninde mimarlığımızı anlatıyordu.
Kitaptan hem mimarlık tarihini öğreniyorsunuz, hem Sinan'ın yaptıklarını ayrıntısıyla tanıyorsunuz.
Kitap sadece mimarların, sanat tarihçilerinin okuyup yararlanacağı bir çalışma değil. Yazar, kitabı hakkında, çalışmasının çok katmanlı bir amaç güttüğünü belirtiyor.


Sıradan bir okur da, kitaptan fazlasıyla tat alabilir, bilgi edinebilir. Yazar zaten ilk temel bilgileri edindikten sonra okuma metinlerini seçme özgürlüğünü okura tanıyor.


Sinan'ın yaşamını otobiyografisinden okumak mümkün. Yazar, bunun çok biricik bir iş olduğunu, bırakın Osmanlı toplumunu, Rönesans sanatçılarında bile böyle bir çalışmaya rastlanmadığını yazmış.


Şimdiye kadar yazılan kitapları bir eleştiri süzgecinden geçiriyor.


Taut'un ve Sedat Hakkı Eldem'in saptamalarının Sinan'a yaklaşım derecesini tartışma gündemine getirirken, yapısal akılcılık terimini bize sunuyor. Necipoğlu, Sinan'ın ‘eser sahipliği kaygısı'na değinerek, mimarlık alanındaki ortak çalışmaların da  yapıların gerçekleşmesindeki katkıyı ortaya koyuyor. Böylece her zaman, Sinan'ın ‘fail ve amil olmadığı' gerçeği ortaya çıkıyor.


Kitapta benim beğendiğim, yazarın ortaya koyduğu bütüncül bir gerçekçi anlayış. Mimarinin tamamen özerk bir alan oluşturmadığını savunmasıdır. Bu tez doğrultusunda, mimariyi besleyen, etkileyen; mimari dışındaki unsurları da inceleyince, mimariyi daha gerçek bir platforma oturttuğumuz gibi, Sinan'ı da daha iyi anlıyoruz.


Merkezdeki yapılarla taşradaki yapılar arasındaki farkın gerekçelerini de bu kitapta bulabilirsiniz.
Gülru Necipoğlu'nun kitabında okunmasını salık vereceğim bölümlerden biri de, ‘Aziz Üstadın Portresi' başlığını taşıyor.


Mimar Sinan'ın ülkesinde; Gülru Necipoğlu'nun yazdığı Sinan kitabı mutlaka okunmalı ve kitaplığımızda bulunmalı.


Her kuşağın bir gün bu kitabı okutması gerekecek.

Hürriyet, Yazı: Doğan Hızlan, 28.09.2013

BU METRUK CAN YAKACAK

 

Tehlike saçan metruk binalardan en çok mustarip olan bölgelerin başında hiç kuşkusuz Fatih geliyor.

 

Çok sayıda eski, ahşap ve kullanılmayan binanın olduğu bölgede metruklar yüzünden her gün bir olay yaşanıyor.

Ne yıkılan ne de restore edilebilen baş belası metruklarla ilgili bir şikayet de Karagümrük’ten geliyor...

“Hırka-i Şerif Mahallesi Melekhoca İkinci Çıkmazı’ndaki metrukta evsizler yaşıyor. Her an kendiliğinden yıkılma riski taşıyan bina 3 kez yandı. Buna rağmen etrafında hiçbir önlem alınmıyor...”

Habertürk, 30.09.2013

SÜMELA'DAN SONRA MERYEM ANA GELİYOR

 

 

Giresun'un Şebinkarahisar İlçesi'nde bulunan Meryem Ana Manastırı turizme açılıyor.

Trabzon’daki Meryem Ana (Sümela) Manastırı’na benzeyen, onun gibi kayalıklara oyulan 4 katlı tarihi yapının restorasyonu, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yapıldı. Şebinkarahisar Belediye Başkanı Şahin Yılancı, “Harabe gitti, eser ortaya çıktı. Trabzon’daki Meryem Ana Manastırı’na bir kardeş geliyor. Büyük ilgi göreceğini düşünüyoruz” dedi.  Manastırın çevre düzenlemesi ve alt yapı hizmetleri için Giresun İl Özel İdaresi 2 milyon TL harcadı. Merkezden yapıya uzanan 11 kilometrelik yol asfaltlandı, köyle arasındaki 600 metrelik yol ise taşla kaplandı. 

 

BİR AY İÇİNDE AÇILMASI PLANLANIYOR

Manastır için her kurumun sıkı çalıştığını söyleyen Yılancı, Meryem Ana Manastırı’nın, Hıristiyanlığın yayılmaya başladığı ilk yıllara ait bir kaya tapınağı olduğunu vurguladı. Işıklandırılması da tamamlanan yapının bugüne kadar saklı kaldığına dikkat çeken Başkan Yılancı, “Bir ay içinde turizme açmayı planlıyoruz. Meryem Ana Manastırı’nın büyük ilgi göreceğini düşünüyoruz. Hıristiyanlar için çok şey ifade eden bu yapı, diğer turistler için de görsel ve kültür turizm anlamında ilginç bulunuyor” diye konuştu. 

 

HARABE HALİNDEN ESER KALMADI  

Meryem Ana Manastırı’nın tanıtılması için organizasyonlar düzenleneceğini söyleyen Yılancı, “İç Anadolu’dan Karadeniz sahiline geçiş noktasındayız. Sahile uzaklık şu an 2 saat, çalışmalar bitince 1 saat 15 dakikaya düşecek. Turistlerin Şebinkarahisar’da olmaktan, gezmekten zevk alacağına inanıyoruz” dedi. 

 

Görünüşü Trabzon’daki Sümela Manastırı’nı andıran Meryem Ana Manastırı,  Hıristiyanlığın yayılmaya başladığı ilk yıllara ait. Bugüne kadar saklı kalan tapınak, turistlerin uğrak yeri olmaya aday.

Akşam, Haber: Gürkan Ata, 29.09.2013

KUTSAL DAĞ 7 YILDA KÜLLERİNDEN DOĞDU

 

 

İzmir'in Selçuk İlçesi'nde, her yıl binlerce turisti inanç turizmiyle kendine çeken Meryemana evinin de içinde bulunduğu Bülbül Dağı 20 Ağustos 2006 yılında çıkan orman yangınlarında büyük zarar gördü. Ancak yedi yılda yapılan ağaçlandırma çalışması sonucu, yanan yerler yemyeşil bir görünüme kavuştu.

Bülbül Dağı Sarıtepe mevkiinde yazın en sıcak günlerinde başlayan yangında alevler Meryamana Evi'nin kapısına kadar dayandı. Mucizevi şekilde Meryemana Evi çevresindeki ağaçlar kurtuldu, burası küçük bir yeşil ada halinde kaldı. Yangında 350 hektar alan kül olurken, o sırada Mmeryemana'yı ziyaret eden çok sayıda turist yanmaktan kurtarıldı. Yangına dayanıklı ağaçlandırma çalışmalarıyla kutsal dağ yeniden yeşerdi. Kapkara alan yeşile büründü, yeni bir orman filizlendi. Yeni yangın şeritleri de yapılarak Meryamana evi güvenlik altına alındı.

 

YANGIN HAVUZU DA YAPILDI

Orman Bölge Müdürlüğü yetkilileri yanan sahaya 46 bin fıstıkçamı, 160 bin kızılçam, 30 bin kara servi, 21 bin mavi servi, 4 bin 500 toros sediri, 15 bin yalancı akasya, 3 bin Mersin, 900 mantar meşesi, 300 top akasya, 500 dişbudak, 315 defne, 3 bin zakkum, 200 erguvan ve 300 katırtırnağı dikti. Ayrıca Meryemana mevkisinde orman yangınlarında kullanılmak üzere helikopterlerin su alabileceği havuz da yapıldı.

haberler.com, 29.09.2013

SURİYE TARİHİNİ DUVARLAR KORUYOR

 



Suriye her anlamda yıkımdan geçiyor. İnsani kayıpların yanısıra kültürel mirasını da kaybetmekle karşı karşıya olan Suriye için UNESCO'ya göre yağmacılara karşı acil önlem alınması şart!

New York'taki Metropolitan Museum'un toplantı salonunda, duvarda dönüp duran sunumda bazı fotoğraflar var. Suriye iç savaşının kültür yıkımına ait fotoğraflarda bazı tarihi yapılardaki ağır hasarlar gösteriliyor. Suriye'de yaşananlar sadece ülkeyi değil dünya tarihini de tehdit ediyor. Kötü haber şu: Ülkede şiddet devam ederse, insan kayıplarının yanısıra Bizans, Osmanlı, Yunan tarihi bombalardan ve yağmalamadan nasibini alacak.


Bu toplantının ehemmiyetine gelince, "Suriye'deki kültürel objeler risk altında" adıyla bir kırmızı bülten duyurusu yapılacak ve toplantıya katılım üst düzey. Nitekim ironi de aynı noktada ortaya çıkıyor. Zira Amerika'nın askeri müdahalede bulunduğu veyahut bulunma ihtimalinin olduğu bölgelerde tarih yağmacıları cirit atıyor. Bugüne kadar bu kırmızı bülten duyurusu Irak ve Afganistan için de yapılmış. Yani kendi tarihlerine, kendi kültürel miraslarına sıkı sıkıya bağlı Amerikalılar demokrasi kadar tarihin de sorumluluğunu almak zorunda.

6 TARİHİ YAPI TEHLİKEDE
"Suriye'de sadece insani değil kültürel bir trajedi de yaşanıyor. İnsanlar ölüyor. Suriye'nin hem tarihi hem kimliği yıkılıyor." UNESCO Genel Müdürü İrina Bokova toplantıyı bu sözlerle açıyor. Suriye'de halen önemli 10 bin tarihi eserin varlığı kayıt altına alınmış durumda. Dünya tarihinin ortak mirası olarak kabul edilen Suriye'deki tarihi eserler yaşanan iç savaşta yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. UNESCO, kültürel mirasla orada yaşayan insanların ayrılamaz bir bütün olduğunu, bölgeye uygulanacak yaptırımların hem tarihi hem de insanları koruması gerektiğini vurguluyor. UNESCO'ya göre kültürel miras insanlara güç ve moral veriyor. Suriye'de ölüm kalım savaşı veren halk bu trajedi sona erince tarihi eserlere bakıp neşelenir mi bilinmez, bunu tarih gösterecek. Ama son raporlar orada yaşanan kültürel yıkımın ciddi boyutlarda olduğunu gösteriyor. UNESCO Dünya Mirası listesindeki Halep Antik Kenti, Bosra Antik Kenti, Şam Antik Kenti, Crac des Chevaliers ve Qal'at Salah El-Din kaleleri ile "Çölün Gelini" lakaplı antik şehir Palmira'nın roket, tank ve hafif silahlar nedeniyle ağır hasar gördüğü belirtiliyor. UNESCO'nun raporunda; özellikle Halep'te bulunan eserlerin yağmalandığı söyleniyor. Rapora göre, 14. yüzyıldan kalma tarihi El Medine Çarşısın savaş ve yangında şimdiden tahrip oldu ve ünlü Emevi Camii minaresi yok oldu.

 

 

ICOM'DAN KIRMIZI BÜLTEN
Genel Müdür Bokova, eser kaçakçılığı ile mücadele için Türk ve Arap yetkililerle Lübnan'da toplantılar yaptıklarını, tüm kültür bakanlarını ve emniyet yetkililerini işbirliğine çağırdıklarını anlatıyor. Time Dergisi, isyancıların yağmalanan tarihi eserleri silahlarla takas ettiklerini duyurmuştu; bu mesele doğru mu? Bu konuda kimse net bir şey söylemek istemiyor. Ama eserlerin bir kısmının yasadışı yollarla yurtdışına kaçırıldığı biliniyor. Bu noktada devreye giren ICOM bir kırmızı bültenle tarihçilere, koleksiyonerlere çağrıda bulunarak "Bu listede yer alan objelere dikkat edin" diyor. Ama bu uyarıların yeterli olmadığı aşikar. Nitekim yetkililer gümrük memurlarına ve onca polis kontrolüne rağmen bazı tarihi eserlerin daha geçen günlerde Beyrut ve Amman'da ele geçirildiğini söylüyorlar. ICOM bugüne kadar benzer listeleri Irak, Mısır ve Afganistan için hazırlasa da yetkililer Taliban'ın elinden birçok eseri kaçıramadıklarını itiraf ediyor. Başarı hanelerineyse geçen haftalarda Irak'a tonlarca tarihi eserin iade edilmiş olmasını yazıyorlar. Suriye'deki durumun Afganistan'daki kadar kötü olduğu söyleyenirken, Afganistan'da yaşanan tarihi silme operasyonunun bir başka versiyonunun Suriye'de de son hızında sürdüğü vurgulanıyor.


Tarihçiler, 2011'den bu yana büyük bir trajedinin yaşandığı, çok fazla can kaybının verildiği Suriye'nin eski günlerine döneceğini umut ediyor. Ama korkulan senaryo şu: Şayet yağma ve bombalama bu hızıyla sürerse, Suriyeliler hiçbir zaman tarihlerini bıraktıkları yerde bulamayacak. Yetkililere göre bu uzun vadede turizm gelirlerini de düşürecek, ekonominin yeniden turizm geliriyle canlanması da mümkün olmayacak. Hani derler ya; koyun can kasap et derdinde... Tam da öyle.

Habertürk, Haber: Elif Key, 29.09.2013

6 ASIRLIK AHŞAP SANDUKAYI ALMANYA'DAN GETİRMEK İÇİN UĞRAŞIYOR

 

Konya'nın Akşehir İlçesi'nde bulunan Şeyh Hacı İbrahim Veli’nin türbesinden 1905 yılında Almanya'ya kaçırılan 6 asırlık Şeyh Hacı İbrahim Veli Sandukası’nın Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca geri getirilerek ait olduğu yere konması istendi.

 

Müzayede evi ‘High Road Auctions’ tarafından geçtiğimiz ay Londra'da satışa çıkarılan 17’nci ve 18’inci yüzyıla ait 4 adet Osmanlı mezar taşının satışı, Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in talimatı ile engellenmişti. Mezar taşları uzmanlar eşliğinde İstanbul’a getirilerek, koruma altına alındı. Bu haber, Mülhak Şeyh Hacı İbrahim Veli Vakfı mütevellisi 74 yaşındaki Erkök Avcıoğlu’nu heyecanlandırdı. Ömrünü Şeyh Hacı İbrahim Veli Sandukası’nı Almanya'dan geri almaya adayan Avcıoğlu, büyük dedesine ait ahşap işleme sanatının nadide örneklerinden olan sandukanın Almanya’dan getirilmesi için mücadele veriyor.Avcıoğlu, 1990’lı yıllarda Kültür ve Turizm Bakanlığı’na başvurarak, sandukanın Almanya’dan istenmesi için girişimde bulunmuş. Sandukanın gündeme gelmesi için panel düzenleyen Avcıoğlu, 2006 yılında Akşehir Asliye Hukuk Mahkemesi’nde tespit davası açarak sandukanın Hacı İbrahim Veli Türbesi’ne ait olduğunu tespit ettirmiş.

 

ALMANYA’YA GİDİP SANDUKAYI İSTEYECEK

Hoca Ahmet Yesevi’nin Anadolu’yu aydınlatmak için gönderdiği şeyhlerin torunlarından olan Şeyh Hacı İbrahim Veli’nin türbesi Konya’nın Akşehir İlçesi'ne bağlı Alanyurt (Maruf) Köyü'nde bulunuyor. Türbede bulunan ve ceviz ağacının gövdesinden oyma tekniğiyle yapılmış işlemeli sanduka, 1905 yılında çalınarak, Almanya’ya götürülmüş. İddialara göre, Konya’da Almanya ticari konsolosluğu görevini yürüten bir arkeolog, sandukanın parçalar halinde türbeden kaçırılmasını sağlamış. O dönemden beri sanduka Berlin’de Doğu Asya İslam Sanatları Müzesi’nde sergileniyor. Müze kayıtlarında ‘Sembolik mezar başlığı’ tanımıyla ve 1.564;21 envanter numarasıyla yer alan sandukanın müzedeki tanıtım yazısında 1359 tarihinde vefat eden Şeyh Hacı İbrahim Veli’ye ait olduğu bilgisi yer alıyor. Vefat etmeden önce sandukayı türbede görmek istediğini anlatan Erkök Avcıoğlu, Berlin’e giderek, müze yetkililerinden sandukayı bizzat isteyeceğini dile getiriyor.

Zaman, 29.09.2013

GELSİN VERMEER'LER, DÜRER'LER, RUBENS'LER...

 

Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi ile Dresden Devlet Sanat Koleksiyonları arasında, gelecek dönemlerde ortak sergi projelerinin geliştirilmesini kapsayan bir işbirliği anlaşması imzalandı.

 

İşbirliği kapsamında SSM’de yapılması planlanan sergilerde; Dresden Devlet Sanat Koleksiyonları bünyesinde bulunan değerli sanat eserleri İstanbullu sanatseverlerle buluşacak. Dresden Devlet Sanat Koleksiyonları, bünyesinde yer alan 12 müze ile dünyanın en kapsamlı koleksiyonlarından birine sahip. 2010 yılında 450. yıldönümünü kutlayan koleksiyonda; Van Eyk’ten Dürer’e, Rubens’ten Vermeer’e sanat tarihinin bütün köşe taşları bulunuyor. Anlaşma kapsamında ayrıca SSM Koleksiyonları’nda bulunan değerli hat eserleri Dresden Müzeleri’ne konuk olacak.

Zaman, 28.09.2013

EN BÜYÜK MİMARLIK ÖDÜLÜNÜ ANIT EV ALDI

 

İngiltere'nin en prestijli mimarlık ödülü RIBA Stirling'in bu yılki sahibi, 12'nci yüzyılda yapılan ve mimari bir proje kapsamında orijinaline bağlı kalınarak ev haline getirilen Astley Kalesi oldu. 1978 yılında meydana gelen yangında büyük hasar gören Warkwickshire'deki kale, 1 milyon 350 bin Sterlin harcanarak otantik bir tatil evine dönüştürüldü. Londra'da düzenlenen ödül gecesinde konuşan İngiliz Mimarlar Kraliyet Enstitüsü başkanı Stephen Hodder, "Astley Kalesi, eski bir anıtı modern mimariyle buluşturup tekrar canlandırılabilmenin ve hayat vermenin çok başarılı bir örneğidir" diye konuştu. Eski dönemden kalma birçok ayrıntının tasarıma dahil edildiği kalede ziyaretçiler, modern tasarım ile tarihi bir arada gözlemliyor.

Sabah, 28.09.2013

İSTİKLAL YOLU, TARİH SİT ALANI OLDU

 

 

Kurtuluş Savaşı döneminde Karadeniz'den gelen cephanenin Anadolu'ya taşındığı istiklal yolunun Çankırı'dan geçen bölümü, tarihi sit alanı ilan edildi.

 

Çankırı Valisi Vahdettin Özcan, gazetecilere yaptığı açıklamada, Kurtuluş Savaşı döneminde Karadeniz'den gelen cephanenin Anadolu'ya taşındığı istiklal yolunun kent sınırları içinde kalan bölümlerinde düzenlemeler yapıldığını söyledi.

 

 

Kurtuluş Savaşı sırasında deniz yoluyla İstanbul'dan İnebolu'ya getirilen cephanenin İnebolu-Kastamonu-Ilgaz-Çankırı-Ankara hattı kullanılarak cepheye ulaştırıldığını hatırlatan Özcan, "Cephane Çankırı'da Ayan Köyü, Korgun İlçesi, İkiçam Köyü, Ilgaz İlçesi, İnköy ve Kuşçayırı köyleri sınırından geçerek Ankara'ya, oradan da cepheye ulaşmaktaydı" dedi. 

 

Yolun sit alanı olması için başvuruda bulunduklarını anlatan Özcan, İstiklal yolunun, Kültür ve Turizm Bakanlığı Ankara 1 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'nun kararıyla tarihi sit olarak tescil edildiğini dile getirdi.
 

Özcan, yolun tarihi dokusunu koruyarak herkes tarafından tanınan bir hale getirebilmek için çalışmalar yapacaklarını ifade ederek, "Tarihi ve doğal dokuya uygun olarak ahşap malzemeden özel tasarımlarla yolu gösteren levhalar yapılacak. 2009 yılından itibaren bu güzergahda çeşitli etkinlikler yapıyorduk. Bu yıl da 26 Ekim'de yürüyüş gerçekleştireceğiz" diye konuştu.

Hürriyet, 28.09.2013

TARİHİ HARMAN MAKİNESİ MÜZELİK OLDU

 

Tahtadan yapılmış tarihi harman makinesi, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ)'ne bağışlandı. Tarihi makine, üniversite bahçesinde sergileniyor.

 

ÇOMÜ Ziraat Fakültesi bahçesine yerleştirilmesinin ardından düzenlenen açılış törenine harman makinesini bağışlayan, Çanakkale’nin Kumburlu Köyü'nden Erdoğan ailesinin mensupları, Rektör Yardımcısı Prof.Dr. Şükriye Aras Hisar, Ziraat Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Feyzi Uğur, İl Genel Meclisi Başkanı Ali Rıza Tekin, Gıda Tarım ve Hayvancılık İl Müdürü Mustafa Akkuş, Tarım Kredi Kooperatifleri Merkez Birliği Başkanı Mehmet Özkurnaz, kurum ve kuruluş temsilcileri, üniversite yöneticileri, akademik ve idari personelle öğrenciler katıldı.İsmet Erdoğan, harman makinesinin babasının hatırası olduğunu belirterek, "50 yılın üzerinde bir makine. Pirinç ve buğday işlerinde kullanılır. Babam dünyadan göçünce onun anısını yaşatmak için bağışladık. Bunu bilmeyen gençler olacaktır. Öğrencilerden beklentim, bu makineyi muhafaza etmeleri, o zamanki şartları görmeleri." dedi. Rektör Yardımcısı Hisar ise Erdoğan ailesine ÇOMÜ adına teşekkür ederek, "Bizim için çok değerli bir bağış. Tarım, insanlığın ilk doğduğu andan itibaren başladı ve önemi hiç bitmeyecek." şeklinde konuştu. Bağışın fakülte için çok önemli olduğunu belirten Dekan Uğur da o günkü şartlarda köylülerin, çiftçilerin Türkiye’nin değişik yerlerinde bu makineyi kullandığını bildirerek, fakülteye getirilmesine katkı sağlayan kurum ve kuruluşlara teşekkür etti. Tarihi harman makinesinin, 1930’lu yıllarda imal edildiği belirtildi.

Zaman, 28.09.2013

ABDÜLMECİD'İN 'GİZEMLİ' TABLOSU AÇIK ARTTIRMADA

 

 

Son Halife Abdülmecid Efendi'nin "Avludaki Kadınlar" tablosu müzayedeye sunuluyor. 45 yıldır özel bir koleksiyonda bulunan eser, 1 milyon 200 bin TL'den satışa çıkacak.

 

"Avludaki Kadınlar" adlı eser, Şehzade Abdülmecid'in döneminin ne denli aydın bir kişisi olduğunu kanıtlamaktadır." 32. Osmanlı Padişahı Sultan Abdülaziz'in oğlu, son Halife Abdülmecid Efendi'nin "Avludaki Kadınlar" adlı eseri, 1990'da "Sanat Çevresi" dergisinde böyle tanıtılmıştı.

Uzun yıllar nerede olduğu bilinmeyen 1899 tarihli eser, Alif Art Antikacılık A.Ş., tarafından 6 Ekim'de Esma Sultan Yalısı'nda düzenlenecek "Osmanlı ve Karma Sanat Eserleri Müzayedesi"nde satışa çıkacak. 1 milyon 200 bin TL'den satışa çıkacak eser, 177'ye 177 cm boyutunda. Eserin 45 yıldır durduğu özel bir koleksiyondan alındığını belirten yetkililer, bu konuda ayrıntı vermiyor. Abdülmecid Efendi, birçok sanatçının rüyalarını süsleyen Salon Des Artistes Français sergilerine, 1927 ve 1935'te iki kez kabul edilmişti.

Sabah, 28.09.2013

BEY SARAYI KURTULACAK MI?

 

 

Osmanlı’nın ilk sarayının Bursa’da olduğunu biliyor muydunuz? Bugün üstünde orduevi bulunan Bey Sarayı, eski günlerine dönmeyi bekliyor. Bursa Kent Konseyi Başkanı Semih Pala, resmi çalışma başlattıklarını, Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı’nın ellerini çabuk tutması gerektiğini söylüyor.

 

Osmanlı’nın ilk başkenti Bursa, imparatorluğun kuruluş havasını bugünlere taşıyan bir ecdat yadigarı... Hasan Ali Yücel’in deyişiyle, Bursa bir tarih sergisidir, “Bize koskoca bir devlet veren Osman Bey ve oğulları, türbelerinde değil, evlerinde yatarlar. Emir Sultan, bu maneviyat hükümranı; Süleyman Çelebi, bu Türkçeyi Allah evine sokan insan, ne kadar aramızda, ne kadar bizimle beraberdirler... Bursa, bir tarih sergisidir. Hiçbir kitap onun kadar 1299’la 1923 arasındaki olayları bize doğru haber veremez.”

 


Saray alanının günümüzdeki görünümü

 

Şehrin muhtelif yerlerinde, ilk dönem eserleri halen ayakta duruyor. Bunlardan biri de devletin ilk sarayı olan Bey Sarayı. Sarayın tarihi Osmanlı ile başlamıyor. Daha önce Bitinyalılar tarafından MÖ 180-200 tarihlerinde yapıldığı serdedilen bir kültürel miras. Ancak Bursa’nın fetih tarihi 1326 sonrası Orhan Gazi tarafından kalıntılar üzerine yeniden inşa edilmiş. İstanbul’un fethine kadar, yani 1453 senesine değin Edirne Sarayı ile beraber resmi kabuller burada yapılmış ve önemli kararların çoğu burada alınmış.

 

Divan-ı Hümayun’un toplandığı sarayda, ilk altı padişah, devleti buradan yönetmiş. Yine şehzadelerin evlilik ve sünnet düğünleri Bey Sarayı’nda gerçekleşmiş. Zamanla gözden düşen Bey Sarayı, 1900’lü yılların başında son kalıntılarla tarihe gömülmüş. Mustafa Armağan da halen orduevinin altında bulunan Bey Sarayı’nın orijinal kapısına St.Petersburg’daki bir müzede rastladığını söylemiş, “St.Petersburg’daki bir müzede düzenlenen İslam ve Osmanlı eserleri sergisinde, Yeşil Türbe’de olduğu gibi iki kanatlı, üzeri dantela gibi işlenmiş ahşap bir kapı gördüm.” ifadelerini kullanmıştı.

 


Sarayın yerinde bulunan orduevinin girişi

 

Üstad tarihçimiz Halil İnalcık, Osmanlı arkeolojisi adını verdiği çalışma kapsamında, buranın yeniden eski haline getirilmesi için birtakım incelemelerde bulunmuştu. Hatta geçtiğimiz aylarda ismi mahfuz bir vatandaş, TBMM Dilekçe Komisyonu’na başvurarak; Osmanlı’nın ilk sarayının kurtarılması talebini dile getirmişti. Dilekçe işleme konulduktan sonra Milli Savunma Bakanlığı ile irtibata geçilmiş, ancak bakanlık, orduevinin taşınmaması hakkında belediye tarafından gösterilen arazinin şehir merkezine uzaklığını da gerekçe göstererek, ‘emekli personel ve gazi ailelerinin orduevi ve tesislerden faydalanması zor olur’ görüşünü dile getirmişti. Bursa Kent Konseyi Başkanı Semih Pala, Genelkurmay Başkanlığı’nın elini çabuk tutması gerektiğini söylüyor: “Varsa bir talepleri biz Bursa olarak bunların hepsini karşılarız. Millet olarak ordumuzun tesislerini en güzel yerde kurmak zaten görevimiz.” Pala’ya göre Bey Sarayı, şehrin geçmişi için de, geleceği için de oldukça mühim.

 

Bursa’da orduevinin yapılacağı çok daha güzel yerler var

Semih Pala (Bursa Kent Konseyi Başkanı): Osmanlı, Bursa’yı fethettikten sonra 6 padişah, 130 yıl burasını baş saray olarak kullanmış. Bey Sarayı’nda bir dünya tarihi var. Burası şehrin geçmişi, geleceği için de turizm potansiyeli çok yüksek olan bir yer. Saray, zaman kaybettirilmeden eski haline getirilmeli. Bursalılar bu işin farkında. Biz dünya için gerekli bir konuyu gündeme getirdik. Bu, göz ardı edilecek bir mevzu değil. Herkes üzerine düşeni yapmalı ve burayı insanlığın önüne çıkarmalı. Şu an sarayın üzerinde orduevi var ama burası doğal sit alanı. Kent içinde, böylesi önemli bir yerde askeri nitelikli bir tesisin, tarihi eserlerin içinde olması sıkıntı doğuruyor. Bu işin muhataplarından biri de Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı. Bütün muhataplara konuyla ilgili dosya gönderdik. Sarayın ne olduğundan, yasal mevzuat gereğince neler yapılması gerektiğine kadar hatırlatmada bulunduk. Yasalara göre, orduevinin zaten o bölgede olmaması lazım, çünkü doğal sit alanı. İşin ciddi yaptırımları var. Bizden önce Anadolu topraklarını kullananların tarihi var burada. Genelkurmay’ımız hiç tereddüt etmesin, Bursa’da orduevinin yapılacağı çok güzel yerler var. Hazine’nin, valinin, belediyenin vereceği araziler var. Hatta Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin donanımlı bir orduevi yapıp teslim etmesi de söz konusu, hiçbir ücret talep etmeden. Recep Altepe, bu konularda çok hassas, askeriye en iyi yerde olmalı. 2012’de resmi olarak yazışmalarımız başladı. Herkes görevini yaptığında saray ortaya çıkacak. Genelkurmay Başkanlığı ve değerli komutanlardan Bursa adına ellerini çabuk tutmalarını istiyoruz.

Zaman, Haber: Samet Altıntaş, 27.09.2013

SİLİFKE'DE TARİHİ BAĞ EVİ RESTORE EDİLİYOR

 

Mersin’in Silifke İlçesi'nde 200 yıllık tarihi bağ evi restore ediliyor. Bağ evinin yöresel lezzetlerin buluştuğu bir kültür evi olarak hizmet vereceği belirtildi.

 

Dededen toruna kalan bağ evi, Adana Kültür ve Tabiat Varlıkları'nı Koruma Bölge Kurulu'nun iziniyle Kültür Bakanlığı'nın desteğiyle aslı korunarak tadilatı yapılıyor. Yaklaşık 200 yıllık olduğu tahmin edilen tarihi bağ evinde restorasyon çalışması başlattıklarını belirten evin sahibi Sami Burkut, "2011 yılında Anıtlar Yüksek Kurulu Adana Bölge Kurulu tarafından tescillenmiş olan, bağ evimizi şu anda orijinali halini korumaktayız ve Silifke İlçesi'ne turizm amaçlı bir kapı sunmak için çalışıyoruz. Şu anda bize maliyeti kültür bakanlığının vermiş olduğu bir hibe var. O hibenin yanında bizim de kendi bütçemiz doğrultusunda evin tamamı 70-80 bin civarına bir ödenekle devam ettirmeyi düşünüyoruz. Tahminen bu rakamları aşacak ama şu anki planımız bundan ibaret." dedi.

 

DEDEDEN TORUNA GEÇEN KÜLTÜR MİRASINI KORUYORUZ

Burkut, Tarihi dokusuyla ve tarihi kalıntılarıyla bizlere geçmişimizi yaşatma imkanı sunan ve dededen toruna kalan bu bağ evini restore ediyoruz. Bu evimizi turizme kazandırıp Silifke’ nin geliştirilmesi Silifke’mizin tanıtılması kültürel zenginliğinin gösterilmesi adına bu şekilde bir çalışma içine girdik.200 yıl önce dedemin dedesi olan Faik Efendi manastırdan yani Arnavutluktan Silifke İlçesi'ne yerleşmiş. Burada ticaretle uğraşmış ve burası bağ evi olarak yapılmış. Bahçesinde de sebze meyve yetiştiriciliği yapmış, aynı zamanda ilçemizin ailelerinin düğünleri bu bahçede yapılmış. Dedemden bizlere kalan bu yadigar evi biz de yıkmadan aslına uygun bir şekilde koruyarak günümüz insanlarına göstermek için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. Çünkü tarih çok önemli bir şey. Geçmişini bilmeyen geleceğini asla bilemez." dedi. Gün geçtikçe tarihi evlerde restorasyon çalışmalarının arttığın dikkat çeken 30 yıllık restorasyon ustası Süleyman Uçan, ise "Silifke kent merkezinde belde ve köylerinde özellikle 1800 lü yıllara ait 150-125 yıllık konakları, 150 yıllık yaşanmışlığını bozmadan restore ediyoruz. Bu çalışma içinde projeler var. Eski hali,bugünkü hali, kullanılacak hali diye. Bu projelere uygun çalışıyoruz gelişi güzel çalışmıyoruz. Bu çalışmaları bazı şahıslar şahsi kendi maddi imkanlarıyla yaptırıyor bazıları da kültür bakanlığı destekli yaptırıyorlar. Fakat çok zorluklarla karşılaştıkları için uğraşmakta istemiyorlar. Biz bu kültürümüzü bu eski evleri tarihi yaşatmak için insanları teşvik ediyoruz. Öneriyoruz yaptığımız işleri gösteriyoruz ve olumlu sonuç alıyoruz. İnsanlar önce diyor ki buradan hiçbir şey olmaz. Ama biz restore ettikten sonra gelip gördüğünde ne kadar güzel olmuş keşke bende bunu yıkmasaydım da yaptırsaydım diyen insanlarla karşılaşıyoruz. Onun için bu meslekten de gurur duyarak isteyerek ve gönülden yapıyoruz." diye konuştu. Restorasyonun Silifke’de bulunan diğer vatandaşlara da örnek olması beklenirken, tarihi binaların restoresinin yapılması yerine yıkılarak çok katlı binaların yapıldığı da dikkat çekiyor.

Zaman, 27.09.2013

TARLADAN ANTİK TİYATRONUN BASAMAKLARI ÇIKTI

 

 

Adana’nın Karataş İlçesi’nde kazı çalışmalarına başlanan Magarsus antik kentinde, antik tiyatronun basamakları gün yüzüne çıktı. Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in talimatıyla ilk kazmanın 26 Ağustos’ta vurulduğu kentin kuruluşu MÖ 7. yüzyıla dayanıyor. Adana Valisi Hüseyin Avni Coş, “Kazı ve temizlik çalışmalarının tamamlanmasıyla birlikte, önemli bir bölümü toprak altında kalan antik tiyatro, Adana ve ülke turizmine kazandırılacak. Kazı çalışmalarına başlanmasının üzerinden çok kısa bir süre geçmesine rağmen tiyatro basamaklarının ortaya çıkarılması, heyecan verici ve sevindirici bir gelişme” dedi.

Habertürk, Haber: Neşet Karadağ, 25.09.2013

VAN GOGH'UN TABLOSU
ARTIK KENDİ EVİNDE

 

Hollandalı ressam Vincent Van Gogh’un kayıp olduğu sanılan ve Norveç’teki bir çatı katından çıkan “Montmajour’da Günbatımı” adlı eseri Amsterdam’daki Van Gogh Müzesi’ne asıldı.

 

Varlığı 1928’den beri bilinen tablonun orijinali iki hafta önce bulunmuştu.  

Akşam, 28.09.2013



22 - 28 Eylül 2013

OSMANLI'NIN KURULDUĞU KALEDE 'LÜLE TAŞI' İZLERİ

 

 

Osman Bey tarafından 1288'de Bizanslılar'dan fethedilen, 1299'da ilk hutbenin okutularak Osmanlı Beyliği'nin kurulduğu Karacahisar Kalesi, kazı çalışmalarda lületaşından yapılmış pipo, ağırşak ve baskıda kullanıldığı öngörülen 3 eser bulundu.

 

Kazı Başkanı ve Anadolu Üniversitesi (AÜ) Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölüm Başkanı Prof.Dr. Erol Altınsapan, yaptığı açıklamada, ilk kez 1999'da AÜ'nün eski rektörü Prof.Dr. Engin Ataç, tarihçi Prof.Dr. Halil İnalcık ve Prof.Dr. Ebru Parman tarafından kazı çalışmaları başlatılan Karacahisar Kalesi ve yerleşimindeki çalışmaların hafta sonu tamamlandığını bildirdi.

 

Bu yıl 12 Ağustos'ta başlayan kazıların AÜ Rektörlüğü'nün Araştırma Fonu'ndan desteklendiğini hatırlatan Prof.Dr. Altınsapan, şöyle konuştu:

"Eskişehir Valiliği'nin desteğiyle de 1. Hava Kuvvet Komutanlığı'ndan elde edilen helikopterle alanın hava fotoğrafları çekildi. Bu yıl 500 metrekare bir alan kazdık. Bu sezonda 14 birim ortaya çıkarttık. Bu birimlerin bir kısmı koğuş, bir kısmı da yaşam alanı. Bu kale, 14. yüzyıl ile 19. yüzyıl arasında kullanılmış. Kalede farklı tabakalarda farklı yapı evreleri var. Kazılarda, hamam tası, sikkeler, ok uçları, ağırşaklar, kolye uçları, pirinç ve kemik yüzükler, seramik malzemeler, ağırlıklar buldu. Dirhemleri bulduğumuz mekanların işlik olduğu ortaya çıktı."

 

Altınsapan, kazıda lüle taşından yapılmış malzemelerin de ortaya çıktığını anlatarak, "Lüle taşından pipo, ağarşak ve bir baskı aparatı ortaya çıkarttık. Eskişehir'de lüle taşının Osmanlı döneminden beri kullanıldığını tespit ettik. Osmanlı'nın erken döneminde lüle taşının kullanılması çok önemli. Lüle taşının Karacahisar işgal edildiği dönemde kullanıldığını gösteriyor" dedi.

 

Bu yıl kazılarda AÜ Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim üyeleri Yrd. Doç.Dr. Nilgün Çöl, Hasan Yılmazyaşar ve Ali Gerengi görev aldığına değinen Prof.Dr. Altıpsapan, gelecek yıl kazı süresini uzatıp, imkanlarımızı artırarak daha yoğun bir çalışma programı planlamayı düşündüklerini de sözlerine ekledi.

Akşam, 25.09.2013

5 ASIRLIK HAMAMI BU HALE GETİRMİŞLER!

 

 

16. yüzyılda Beyoğlu’nda yapılan Bahçeli Hamam’ın tahrip edilmesi ve bara dönüştürülmesiyle ilgili mekanın işletmecisi “Önceki kiracılar tahrip etti” diyerek fotoğrafları delil gösterdi.

İstanbul  Beyoğlu’nda, 16. yüzyılda yapılan Bahçeli Hamam’ın kubbesinin tahrip edilmesi ve üzerine 5 katlı bina dikilmesiyle ilgili hakkında tahliye davası açılan HamamBar adlı mekanın işletmecileri, hamamın kendilerinden önceki kiracı tarafından tahrip edildiğini söyleyerek bunun tespit edilmesini istedi.Mülk sahibi tarafından açılan tahliye davasında işletmeci tarafından gösterilen fotoğraflar, 1970’li yıllarda tahrip edildiğini ortaya koydu.

‘TARİHİ DOKUSUNA ZARAR VERİLDİ’
Kültür Bakanlığı Anıtlar Yüksek Kurulu Bölge Müdürlüğü tarafından açılan dava dosyasına giren belgeye göre,mülk sahibi kiracısına dava konusu yeri ‘alkollü-alkolsüz kafe’ olarak işletmesi için izin vermiş. ‘Tarihi hamama zarar veriliyor’ iddiası ilk defa 1970 yılındaMimar Orhan Alsaç tarafından hazırlanan bir raporla bildirilmiş. Raporda, “Mal sahipleri kiracıları suçluyor. Hiçbir kiracımülk sahibinden habersiz, tarihi bir hamamı hamamlıktan çıkaracak tahribat yapamaz” yazıyor. 1997 tarihli Mimar BesimÇeçener tarafından hazırlanan raporda ise “Hamamın büyük kubbeyi taşıyan iç ana duvarları yıkılmış. Yıkanma kısmı, üst örtüsü harici, duvarları ve döşemesi tanınmayacak şekilde tahrip edilerek büyük kısmı yok edilmiştir” deniliyor. Mimar Çeçener, raporun sonuç bölümünde çarpıcı bir değerlendirme yapıyor: “Hamam Mehmet Ağa tarafından değilMimar Sinan tarafından yapılmıştır ve Ağa Camii’nin avlusu içindeki sınırlarda yer alıyor.”

Tarihi hamamın kimin tarafından yapıldığı konusunda çelişkili bilgiler var. İstanbul’un tek bahçeli hamamı olma özelliğini taşıyan mekan, bazı kaynaklara göre 1591 yılında Mimar Sinan tarafından, bir kısım kaynaklara göre öğrencisi Davut Ağa tarafından yaptırıldı. İstanbul’un en eski hamamlarından kabul edilen Bahçeli Hamam’ın 1951 yılına kadar hamam olarak kullanıldığı biliniyor.

Habertürk, Haber: Tülay Acar, 25.09.2013

İZMİR'DE BİR PLAN ÇIKMAZI DAHA: BU KEZ EFES!

 

 

Selçuk Belediyesi'nin hazırladığı, İzmir Büyükşehir Belediyesi Meclisi tarafından da onaylanan 1/1000 ölçekli "Efes Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı" ile ilgili İzmir 2 No'lu Koruma Kurulu değişiklik istedi.

 

Belediyeden yapılan yazılı açıklamaya göre, İzmir 2 No'lu Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'nun 11.07.2013 tarih ve 2557 sayılı kararı ile Efes Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı'nda, Efes'te yeni servis yolları düzenlenmesi, gezi güzergahları ve giriş kapıları konusunda esnek davranılması, alan içinde su satış büfeleri gibi sonradan farklı ticari amaçlarla da kullanılabilecek alanlarının plana işlenmesi, ayrıca mezarlık kullanımı ve tarımsal faaliyetlerin düzenlenmesi gibi talepler sıralandı.

Selçuk Belediye Başkanı Hüseyin Vefa Ülgür, konuyu meclis toplantısında değerlendirerek, "Bu değişiklik talepleri, Efes'in geleceği ile ilgili kaygı verici değişimler içeriyor. Talepler uzun vadede Efes için sorun yaratabilecek kararlara yasal zemin oluşturabilir" dedi.

Söz konusu değişiklik taleplerinin siyasi karar ve her hükümetin Efes Ören Yeri ile ilgili farklı istekleri olduğunu iddia eden Ülgür, şunları kaydetti: "Herkesin oluruyla onaylanan planda 'Efes içinde plan yürürlüğe girdikten sonra ticaret yapılamaz' diyor. Şu anda istenen değişikliklerde ise içeride ticareti serbest bırakacak yasal boşluklar var. Su satılacakmış. Kapılarda suyunu alan içeri girer, suyunu da içer. Bugün belediye su diye ruhsat verir, yarın kola da satılır, kahve de satılır. Çünkü su satışı diye özel bir ruhsat yoktur. 'Su satacağım' diye ruhsat alır, restoran da açarlar, kafe de açarlar. Bu partiler üstü bir durumdur. Konunun İmar ve Hukuk Komisyonu tarafından titizlikle incelenmesini rica ediyorum."

Ülgür’ün uyarılarının ardından konuyla ilgili talepler ayrıntılı değerlendirilmek üzere ekim ayı meclisinin gündemine aktarıldığı bildirildi.

Ege'de Son Söz, 25.09.2013

'DİREN BOZCAADA'

 

“Bozcaada” denince akla ne gelir?.. Bilenlerin “sükunet-bağlar ve şarap” dediğini duyar gibiyim.
O halde adı “koruma” olan bir planın öncelikle bu değerleri gözetmesi gerekmez mi?


Ne var ki “tümü 3. derece sit” olan adaya dayatılan yeni plan eğer hayata geçerse, ne o dinginlik kalacak, ne bağlar, ne de kimliğini tamamlayan geleneksel Ege evleriyle bezeli yerleşim dokusu…


Çanakkale’nin ilçesi konumundaki adamız, denebilir ki “yaşamsal” bir tartışmayla kışa hazırlanıyor. Ada sevdalıları, imar yerine adeta “imha”yı öngören “sözde koruma” planını durdurabilmek için Bozcaada Forumu’nu oluşturdu.


Kış aylarında 2 bin, yazın 5 bin nüfusu barındıran 40 bin m2’lik adayı “betonlaşma”ktan kurtarmak için 10 bini aşkın imza toplanmasını sağlayan katılımcılar özetle diyorlar ki: “Bozcaada’ya dokunmayın, bırakın Bozcaada olarak kalsın..”
 

Forumdaki ‘Gezi ruhu’

Forum, sadece imar planını sorgulamak için değil, kanalizasyon vb. altyapı sorunlarına da çözüm bulmak üzere, aydınlar, uzmanlar ve bilinçli sakinlerin katılımıyla kurulmuş.


Gazeteci Haluk Şahin izlenimlerini şöyle yazıyor: “Bozcaadalılar adaya sahip çıkıyor. Bozcaada butik bir bağcılık, şarapçılık, kültür adası kalsın şeklindeki ifadelere yer verilen forumda yeni imar planını bilmek ve kötü sürprizlerle karşılaşmamak istiyor... Gezi ruhu budur, yaşadığın yere sahip çıkmak.”


Bir diğer duyarlı gazeteci Ferai Tınç da Şehir Plancıları Odası Bursa Şubesi’nin planla ilgili eleştirilerine dikkat çekerek diyor ki: “Bu düpedüz Bozcaada’yı ‘Avşalaştırma’ planı… Kıyıdaki arsalara 300 m2, bağların ortasına 500m2 inşaat izinleri; minicik adaya 18 metre eninde yollar TOKİ’den başka kimi memnun eder? Bozcaada, imar planını usulsüzlük ve pervasızlıkla biçimlendirmeye kalkanlara terk edilemez. 47 km2’lik adaya kruvazör limanı iş mi?”
 

Demokrasinin inkarı

Bozcada Forumu, işte bu planı durdurmak için her fırsatta toplanıyor. Prof.Dr. Mine İnceoğlu, konuk olduğu Açık Gazete’de “doğal yapıyı ve kimliği tamamen bozacak” dediği planın halka duyurulmadan kabul edilmesinin çağdaş ve demokratik şehircilikle nasıl çeliştiğini anlatmış...

Oyuncu Cezmi Baskın’ın “Diren Bozcaada” çağrısı üzerine herkesin ortak fikri ise “Gezi Ruhu”nun adada da başarıya ulaşacağı...


Nitekim Açık Radyo’nun kurucusu Ömer Madra da “Gelecek şimdidir ey okur: Dünyanın her yerinden direniş haberleri geliyor artık, farkında mısın?” diye sorduğu “Mutluluk Rüyası Görmek” başlıklı yazısında bakın ne diyor:
“Bulgaristan’dan Brezilya’ya, Mısır’dan Meksika’ya… buralarda da Yedikule’den Munzur’a, Uludağ’dan Bozcaada’ya, 3’üncü köprü’den 3’üncü havalimanına, on bin yıllık tarih üzerine inşa edilen barajlardan milyonlarca yıldır orada duran toprakların bağrını yararak kazılacak kanala… yani, bütün müştereklerimize eşzamanlı olarak yöneltilmiş topyekun bir talan tasallutu ve buna başkaldıran kitlelerin direnişi...”


Bozcaada’yı izleyeceğiz. Gelişmeleri mutlu haberlerle paylaşmak umuduyla..

Cumuriyet, Yazı: Oktay Ekinci, 25.09.2013

TARİHİ HANDA KAÇAĞA DUR!

 

Çemberlitaş'taki 450 yıllık Vezirhan, eksik tescil nedeniyle yok olma tehlikesi yaşıyor. 1900'lü yılların başına kadar korunan tarihi binanın bir cephesi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında yıkılarak yerine betonarme bina inşa edildi. Birinci derece tarihi eser olarak tescil edilen eserin yıkılan kısımları tescil dışı bırakıldı. Hanın içindeki parseli satın alan Celal Girgin, 2011'de 8 katlı bir yapı inşa etmeye başladı. Kaçak başlayan inşaat hakkında koruma kurulu üç kez yıkım ve durdurma kararı çıkarttı. İnşaat durmayınca yasal işlem başlatıldı. İnşaat geçen yıl durdurulurken hanın 60 yıldan beri yüzde 80 hissedarı İşadamı İbrahim Şahin de eserin rölövesini çıkarmak istedi. Ancak avluya kadar gelen kaçak inşaat nedeniyle rölöve çıkarılamadı. Eserle ilgili tarihi kayıtlara başvuran Şahin, orijinal haliyle ilgili kayıtlara ulaştı. Şahin, eserin aslına uygun tescil edilmesini, kaçak inşaatla ilgili yetkililerin gereğini yapmasını istedi.

Koruma kurulu da yaptığı incelemede hanın asıl halinin ortaya çıkarılmasını kararlaştırdı.

Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 25.09.2013

İNSANLIK ANITINA 'YARDIM EDEN ELLER'

 

 

Heykeltıraş Mehmet Aksoy’un ‘İnsanlık Anıtı’ heykelinı hatırlayacaksınız, Başbakan tarafından ‘Ucube’ ilan edilmiş ve hemen arkasından yıkılmıştı. O günden beri sanat camiasında süren pek çok sansür, yasak ve tehditlerin simgesi haline gelmişti ‘Ucube’. Bugün kamusal alanda sanat yapma özgürlüğü tartışılıyor. Hatta bu yılki Bienal bu tema etrafında birleşti ve pek çok sanatçının kamusal işlerini çeşitli mekanlarda sergiliyor.

 

POLİS 120 ELİ ÇÖPE ATTI

Bienalde yer alan işlerden biri de Wouter Osterholt ve Elke Uiteutis’in beraber yaptıkları tek sayılık devamı gelmeyen bir gazete. İş Kars’taki ‘İnsanlık Anıtı’ heykeli üzerine. Anıtın yıkılma kararının alınmasıyla birlikte, sanatçılar kamusal alanda yaptıkları işlerin bir parçası ve devamı olarak, anıtın eksik kalan eline ithafen bir el yapıyorlar. Osterholt ve Uitentuis’un İnsanlık Anıtı – Yardım Eden Eller’i, elin gerçeğine uygun boyuttaki bir kopyası. Sanatçılar, bunu bir el arabası üstünde sokaklarda dolaştırarak oradan geçenlerin verecekleri anlık tepkileri görebilmek için, anıtla ilgili görüşlerini sormuşlar. Konuşanlardan kendi ellerinin, istedikleri vaziyette bir alçı kalıbını çıkarmışlar. Yaklaşık 120 adet döküm elden oluşan seri, 2011 yılında Kars’taki bir tepeye geçici olarak yerleştirilen alternatif bir İnsanlık Anıtı’na dönüşmüş Yaklaşık 120 adet el kalıbını Kars’a götürüp, yıkılan anıtın olduğu alana yerleştiriyorlar.

 

Kars polisi bu eylemi illegal buluyor ve alçıdan yapılmış tüm elleri çöpe atıyor. Sanatçılar bu el kalıplarını yeniden yapmak yerine tüm bu süreci anlatan bir gazete çıkarmaya karar vermişler. Bütün bu sürecin ardından yaptıkları çalışmayı içeren bir dökümasyon hazırlamış. Sergide bu dökümasyonu ‘Yardım eden eller’ adını taşıyan ‘İnsanlık Anıtı gazetesi’yle sergiliyor. Gazetede görüştükleri insanların düşünceleri ve el kalıplarının görselleri var. Gazete Bienali ziyaret eden herkese ücretsiz dağıtılıyor.

 

İnsanlık Anıtı – Yardım Eden Eller Türkiye toplumunu tanımlayan çeşitli politik ve kültürel görüşleri temsil etmekle kalmıyor, ulusal anıt ve sembollerin yaratımı konusunda demokrasi ve ifade özgürlüğünün sınırlarını da araştırıyor.

 

İnsanların kamusal alanda olma hakkı, sanatçının bu kamusal alanlarda sanat yapma hakkı hiç olmadığı kadar tehdit altındayken İstanbul’un çeşitli sanat mekanlarında yer alan sergiler bütün işleriyle bunu tartışmaya açıyor. Bütün bu tartışmalara göndermeleri olan kolektif bir çalışma bu gazete.

Evrensel, Haber: Sevda Aydın, 24.09.2013

DİLOVASI'NDA BİZANS DÖNEMİNE AİT İNSAN KEMİKLERİ BULUNDU

 

 

Kocaeli'nin Dilovası İlçesi'nde Körfez Geçiş Köprüsü'nün yapılacağı alanda çalışan işçiler Bizans dönemine ait olduğu belirlenen mezar buldu. 4 insana ait olduğu belirlenen kemikler, Kocaeli Etnografya ve Arkeoloji Müzesi arkeoloğları kazı alanında incelemelerde bulunduktan sonra Müze'ye götürdü.

 

İstanbul-İzmir arasındaki yolculuğu 3.5 saate indirecek Gebze-Orhangazi-İzmir Otoyolu projesinin en önemli geçiş noktası Körfez Köprüsü çalışmaları kapsamındaki üstgeçit ayağı çalışmaları sırasında 10'uncu Yüzyıl'a ait Bizanas dönemine ait 3 mezar bulundu. Mezar içersinde insan kemiklerini gören işçiler hemen polisi aradı. Kazı alanında inceleme yapan polis ekipleri de Kocaeli Müze Müdürlüğü'ne bilgi verdi. İki arkeolog kazı alanında inceleme yaptıktan sonra açılan mezar içersindeki insan kemiklerini müzeye götürdü. Diğer 3 mezarın da açılıp çıkacak olan kemiklerin müzeye götürüleceği açıklandı. Mezarların içinden şu ana kadar 4 kişiye ait kemik çıktığı belirtildi.

haberler.com, 24.09.2013

ALEKSANDRIA TROAS'TA KAZI ÇALIŞMALAR SONA ERDİ

 

Çanakkale'nin Ezine İlçesi Dalyan Köyü'nde bulunan ve Türkiye'nin en büyük antik kentlerinden biri olarak kabul edilen Aleksandria Troas'ta, 2013 dönemi kazı çalışmaları sona erdi.

İki yıldan beri kazılara başkanlık eden Ankara Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Erhan Öztepe, bu yılki çalışmaların antik kentin Hellenistik dönem geçmişine ilişkin önemli bulguları günyüzüne çıkardığını söyledi. Öztepe, çalışmaların kentin Roma ve Hellenistik dönemlerine ilişkin iki noktasında yoğunlaştırıldığını belirterek, "Bu iki alanda yürüttüğümüz çalışmalar, kentin bu bölgedeki Hellenistik dönem dediğimiz MÖ 3. yüzyıl dönemine ait buluntuları ortaya çıkarması bakımından önemliydi. Bu iki noktada Hellenistik tabakalara kadar inebildik. MÖ 5. yüzyıla kadar inen malzemeler ele geçmeye başladı. Bu da bize MÖ 4. yüzyıl sonundan önce de burada yerleşim anlamında bazı izler olabileceği konusunda fikir verdi." dedi.

Antik kentin 8 kilometreyi aşan bir sur uzunluğuna ve takriben 5 bin dönümlük alana sahip olduğu bilgisini veren Doç.Dr. Öztepe, "Bu kadar büyük ölçekteki bir kentin, senede üç ay gibi bir sürede ve yaklaşık 25-30 kişilik bir bilimsel heyetle araştırılması, nereden baksanız 200 yılı aşkın bir süre gerektirir.” şeklinde konuştu. Çalışmaları tamamlamak için kuşaklara ihtiyaç olduğunu vurgulayarak, “Biz burada çalışan üçüncü ekibiz. Bizden sonra dört beş kuşak daha burada çalışmak durumunda. Kentin anlaşılabilmesi için bu süreye ihtiyaç var diye düşünüyorum." dedi.

Bugün, 24.09.2013

İNŞAAT KAZISINDAN TARİH FIŞKIRDI

 

 

Aydın’da bir inşaatın temel kazısı sırasında Genç Roma Dönemi’ne ait kalıntılara ulaşılınca, çalışmalara ara verildi. 

 

Aydın’ın Mesudiye mahallesindeki eski bir bina bir süre önce yenisi yapılmak üzere yıkıldı. Yeni binanın inşaatına başlayan müteahhit firma, bölgenin birinci derece arkeolojik sit alanında yer alması nedeniyle Aydın Arkeoloji Müzesi Müdürlüğü denetiminde yaptığı temel kazısı sırasında beklemediği bir sürprizle karşılaştı. İş makineleriyle yapılan kazıda binanın temelinde tarihi eser kalıntıları çıktı. Bunun üzerine kazıya küreklerle devam edilerek kalıntılar yeryüzüne çıkarıldı.


İnşaat alanında arkeologların yaptığı incelemelerin ardından alandan çıkarılan tarihi kalıntıların Geç Roma dönemine (MS 6'ncı Yüzyıla ait) olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine etrafı alüminyum barikatla çevrelenen inşaat alanında çalışmalar durdurulurken çıkarılan parçaların bir kısmı incelenmek üzere müzeye götürüldü. Ayrıca tarihi buluntular, rapor haline getirilerek Aydın Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü’ne sunuldu. Raporu değerlendiren kurul inşaat alanını Birinci Derece Arkeolojik Sit Alanı seviyesine yükseltip kazı ve temizlik çalışmasının alanın tamamını kapsayacak şekilde yapılmasına karar verdi. İnşaat ile ilgili son kararı kurulun vereceği öğrenildi.






TARİH YATIYOR

Arkeologların yaptığı incelemede tarihi kalıntıların Geç Roma Dönemi’ne ait olduğu belirlenirken kalıntıların çıkarıldığı Mesudiye Mahalle Muhtarı Cemal Zingal, mahallelerinin altında tarih yattığını söyledi. Zingal, arkeolojik sit alanında olduğu için mahallelerinin imar bakımından çok geri kaldığını belirterek, “Altımızda resmen tarih yatıyor. Sit alanı olduğu için imar izni önceden yoktu. İmar bakımından çok geri kalmış bir mahalleyiz. Bakımsız durumdayız. Fakat Aydın Belediyesi’nce sit alanı ile ilgili karar alınınca, inşaat yasağı kalktığından dolayı tüm mahalleli çok sevindi. Belediyenin verdiği kat iznine göre mahallemizde inşaat çalışmaları başladı. Ancak bu defa da inşaat alanlarından tarihi eser buluntuları çıkıyor. Bu nedenle inşaat çalışmaları durduruluyor. Yarım kalan inşaatlara çöpler dolduğundan kötü bir görüntü ortaya çıkıyor” dedi.

Mücadele, 24.09.2013

TARİH GÜN YÜZÜNE ÇIKIYOR

 

 

Kütahya'nın Simav İlçesi Belediye Başkanı Kasım Karahan, ilçesinin tarihini ortaya çıkartmak ve turizmde hak ettiği yere getirmek için Bizans dönemine ait kalıntıların bulunduğu Hisar tepesinde kazı çalışması başlattıklarını söyledi.

 

Belediyeye ait 20 işçi ile başladıkları kazılara Kütahya Müze Müdürlüğü'nün de destek verdiğini ifade eden Başkan Karahan, yapılan çalışmanın Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan izinli olduğunu belirtti. Kütahya Müze Müdürü Metin Türktüzün'ün başkanlık ettiği kazı çalışmalarına arkeologlar Serdar Ünan ile Özkan Sulak'ın da destek verdiğini belirten Karahan, "Sur duvarlarının ortaya çıkmasının ardından, yetkililerin de onay vermesi halinde kentin en yüksek kesimindeki Hisar Tepesi'ne tarihi bir restoran yapılacak" diye konuştu.

 

Hisar tepesindeki tarihi kalıntıların Bizans döneminde savunma ve sığınma amacıyla yapılan kale duvarları olduğunu tahmin ettiklerini de dile getiren Kütahya Müze Müdürü Metin Türktüzün ise konuşmasına şöyle devam etti :

"Sur duvarlarına, kalenin yukarısından aşağıya doğru bir toprak akıntısı var. Yağmur suları ve değişik nedenlerden dolayı akan topraklar kalenin sur duvarlarını kaplamış. Öncelikle temizleyip sur duvarlarını ortaya çıkarmaya çalışıyoruz.

Kütahya Kent Haber, 24.09.2013

KAYA MEZARLARDAN İNSAN KEMİKLERİ ÇIKTI

Adana'nın Yumurtalık İlçesi'nde Kaya Mezarlarda yapılan kazı çalışmalarında insanlara ait kemik parçalarına rastlandı.

 

Adana Vali Yardımcısı Halis Aslan'ın da katılımıyla Yumurtalık İlçesi Süleyman Kulesi çevresinde bulunan kaya mezarlarda başlatılan araştırmalar sürüyor. Çukurova Üniversitesi Arkeoloji Bölüm Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Fatih Gülşen'in başkanlığında yürütülen çalışmalarda, açılan üçüncü kaya mezarda insan iskeletine ve kafatası kemiklerine rastlandı.

 

Kafatasının bir çocuğa veya bir yetişkine ait olup-olmadığı yapılacak incelemeler sonucu tespit edilecek. Yumurtalık Belediyesi'nin Kültür ve Turizm Bakanlığı'na sunduğu 70 bin TL bedelli proje kapsamında kaya mezarlarının gün ışığına çıkarılması için amaçlanıyor.

haberler.com, 24.09.2013

MİLET ANTİK KENTİNDE TANRILAR İÇİN 'ADAK PARMAK' BULUNDU

 

 

Milet antik kentinde, 1900'lü yılların başında kazı çalışmaları yapılmış mağaranın zemininde zamanla biriken toprağın, ziyaretçilerin daha iyi koşullarda gezebilmesi için temizlenmesi sırasında pişmiş topraktan yapılmış parmak figürleri bulundu. Bulunan eserler, mağaranın antik dönemde kutsal alan olarak kullanıldığını gösteriyor.

 

Milet Müzesi Müdürlüğü'nce Doç.Dr. Philipp Niewohner'in başkanlığındaki kazıda, antik tiyatronun altındaki 20. yüzyılın başında kazılan mağaranın zemininde zaman içerisinde birikmiş toprak tabakasının temizlenmesi, böylece ziyaretçilerin güvenli ve kuru bir şekilde mağarayı gezebilmelerinin kolaylaştırılması ve mağaranın fonksiyonu ile kullanım dönemlerinin anlaşılabilmesi amacıyla temizlik çalışmaları başlatıldı.

Sürpriz şekilde arkeolojik buluntuları gün yüzüne çıkaran çalışmalarda tanrı ve tanrıçalara sunulan adaklara ulaşıldı.

Parmak figürleri, Korinth ve güney İtalya'daki kazılarda, antik dönemde kutsal alan olarak kullanılan mağaralardakiyle benzerlik gösterirken, bu tür kült objelerin, hastalıkların iyileşmesi için tanrı ya da tanrıçalara adak olarak sunulduğu biliniyor.

Kuyuya saklanan pagan heykeller
 

Yapılan çalışmalarda, mağara içerisinde, dikdörtgen şeklindeki yaklaşık 1 metre derinlikteki bir kuyuya atılmış heykeller de bulundu.
 

Burunları eksik üç heykel başı ile başı eksik bir büst parçasının, Hıristiyanlığın yaygınlaşıp, imparator I. Theodosius'un pagan kültlerini yasakladığı dönemde, birilerinin, eserleri yok edilmekten kurtarmak için mağaradaki kuyuya saklamış olabileceği düşünülüyor.

Kuyudan, milattan sonra 4. ve 5. yüzyıllara tarihlenen bazıları sağlam durumda kandiller ve çatı kiremiti parçalar da ortaya çıkarıldı. Böylece mağaranın, bu tarihlerden itibaren kutsal alan işlevini kaybettiğinin anlaşıldığı belirtildi.

Hürriyet, 24.09.2013

TARİHİ SARAY GÜN YÜZÜNE ÇIKARILIYOR

 

 

Mersin’in Tarsus İlçesi'nde, 2012 yılında semt pazarı için yapılan kazılar sonrasında bulunan mozaiklerin, Tarsus Müze Müdürlüğü'nün yaptığı çalışmalar sonucu Roma Dönemi'nde kullanılan saray, hamam, villa veya idari birimleri ait olduğu tespit edildi.

 

Tarsus Müze Müdürü Mehmet Çavuş, yaptığı açıklamada, kurtarma çalışmalarının 23 Eylül Pazartesi günü başladığını söyledi. Çavuş, şöyle dedi: “Tarsus İlçesi Eski Ömerli Mahallesi, 3590 ada, 1 nolu parsel üzerine (Zeytin Pazarı) 2012 yılında Tarsus Belediyesi'nce kapalı semt pazarı yapımı hafriyat çalışmalarında, anıtsal nitelikte mimariye sahip kültür dokusuna rastlanılması sonucu Bakanlığımız, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nden alınan kazı ve sondaj izin belgesi gereği, 2012 yılında çalışmaları gerçekleştirilmiştir. 

 

Tarsus antik kentinin kuzey noktasında, üst zemin seviyesinden -90 santimetre kotta karşılaşılan ve tonozlu olması muhtemel, dış ve iç duvarları tuğla örgü sistemi ile içi harçlı moloz dolgu kullanılmak suretiyle inşa edilen sarnıç yapısının, izlenebilen uzantılarının yapılan ölçümlerinde 52 metre boyunda, 7.60 metre eninde, 4.10 metre iç genişliğe, duvar kalınlıklarının ise 1.75 metre ölçülerinde olduğu, iç duvarları sıvalı, batı duvarının güney bölümünün 28.55 metrelik, doğu cephe güney duvarının da hafriyat çalışmalarında 21.80 metrelik kısmının tamamen, 6.75 metrelik bölümünün de kısmen tahribat yapıldığı tespit edilen 52x7.60 metre boyutlarındaki anıtsal sarnıç yapısı ve yapı ile bağlantılı mimari kültür dokusu, su dağıtım sistemi, mozaikli zemin ve alandaki yoğun kül katmanlarından bu alanın Erken Roma Dönemi'nde kullanıma alınan hamam, saray, villa veya idari yapılar kompleksini barındırdığı tespit edilmiştir. Bu bağlamda, Semt Pazarı hafriyat çalışmalarında ortaya çıkan Tarsus antik kentinin bugüne kadar korunagelen, zengin tarihi kültürel dokusunun bir örneği olan ve kentin simgelerinden birisi konumundaki anıtsal boyutlara sahip sarnıç binasının ve mozaik zeminin tamamının ortaya çıkarılması, sarnıcın iç dolgusunun temizliğinin yapılması ve anıtsal yapının yakın çevresindeki kültürel dokunun uzantılarının ve niteliğinin tamamen belgelenmesine yönelik 2013 yılında da kurtarma kazısı çalışmalarının gerçekleştirilmesi için Bakanlığımız, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nden alınan 17.01.2013 tarih ve 11973 sayılı kazı ve sondaj izin belgesi alınmıştır. Söz konusu kazı alanında Bakanlığımızdan sağlanan ödenekle 23.09.2013 tarihinden itibaren Müze Müdürlüğümüzce yapılacak kazı çalışmalarında; sarnıç, zemin mozaiği ve bu alandaki kalıntıların gün ışığına çıkarılarak Tarsus’un tarihi kültürel dokusunun turizme kazandırılmasına yönelik ziyaret edilebilir düzenlenmiş ören yeri haline getirilmesine yönelik çalışmalar gerçekleştirilecektir. Kurtarma kazısı çalışmalarında Kırşehir Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nde görevli bulunan Yrd. Doç.Dr. Işık Adak Adıbelli, Öğretim Görevlisi Hüseyin Adıbelli ile diğer öğretim görevlileri ve öğrencileri de Bakanlığımız, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nden alınan izin doğrultusunda kazı ekibi olarak görev yapacaklardır.”

Akşam, 24.09.2013

SEYİTÖMER HÖYÜĞÜ KÖYLÜLERİN GEÇİM KAYNAĞI OLDU

 

 

Kütahya'da, Seyitömer Linyit İşletmeleri (SLİ) çalışma alanın da bulunan ve Dumlupnar Üniversitesi (DPÜ) Arkeoloji Bölümü tarafından 8 yıldır yürütülen höyük kurtarma kazıları, çevrede bulunan köylüler için sigortalı iş kapısı konumuna geldi.

 

Çevre 10 köyden çalışma için kazılara katılan 250 kişi, kazı yapma, çıkan eserlerin toplanması, fırçalama ve su ile yıkama gibi işlerde çalışıyor.

 

DPÜ Arkeoloji Bölümü ve Kazı Grubu Başkanı Prof.Dr. Nejat Bilgen, yaptığı açıklamada, kazıların bu yıl 8'inci yılına girdiğini söyledi.

 

SLİ'nin özelleşmesi nedeniyle bu yıl kazıların geç başladığını belirten Bilgen, 'Bu sezon iki ay gibi bir süre çalışmayı planlıyoruz. Şimdilik havaların güzel gitmesi işimizi yapmaya fırsat veriyor' dedi.

 

Yeni sezonda toplam 300 kişinin kazılarda görev aldığını ifade eden Bilgen, şöyle konuştu:

'Bunların içinde 50'ye yakın kişi, üniversite ekibimizden oluşuyor. Geriye kalan işçiler ise çevre 10 köyden buraya çalışmaya gelmektedir. Köylerden gelen işçilerin ulaşımını da firma yetkilileri sağlıyor. İşçilerimiz, hem ekonomik hem de sosyal anlamda buradan yararlanıyor. Kazılara katılanlara, maaş verilip sigorta yapılmaktadır. Bu kazılar, onlar için ekmek kapısı konumuna gelmiş durumda. Hem onlar ekonomik olarak faydalanıyor hem de biz işi hızlı yürütme adına, onlardan faydalanıyoruz.'

 

Bilgen, sezonun kısa olmasından dolayı hızlı bir şekilde kazı, atölyelerde çizim, restorasyon ve fotoğraf çalışmalarının devam ettiğini ve bilim hayatına katkı sunduklarını dile getirdi.

 

Üniversiteden bölüm öğrencilerinin kazı alanlarında kendilerini geliştirme imkanı bulduğunu da vurgulayan Bilgen, şöyle devam etti:

'Çalışmalarımız, geçen kazı sezonlarında höyüğün tepe kısmında açığa çıkarılan Erken Tunç Çağı'nın B evresine ait 'saray' da devam ediyor. Bu saray yaklaşık 5 bin yıl önce büyük bir yangın geçirmiş. Seramik üretimi ve uluslararası ticarette de önemli bir yer edinmiş. İlk hafta da bile önemli sayılabilecek bir taş kalıp çıkardık. Bu da, bölgede yoğun ticari ilişkilerin olduğunu gösteriyor. Bunlar, Mezopotamya'dan, Orta Anadolu'ya ve Batı Anadolu'ya geçişin önemli noktalarından olduğunun kanıtlarından. İnşallah bu sezon kapanmadan daha farklı ve daha heyecan verici buluntuların çıkacağını umuyoruz. Buradaki çalışmalar, Kütahya'nın 5 bin yıl önce ne kadar önemli bir bölge olduğunu gösteriyor. Batı, Doğu ve bölgeler arası ticaret ve üretimi birbirine taşıdığını görmekteyiz.'

 

Bilgen, kazılardan her yıl 2 bin civarında eseri çıkarıp restorasyonunu yaptıktan sonra müzeye teslim ettiklerini, bu sezonun kısa olması nedeniyle ellerinden gelenin en iyisini yapacaklarını sözlerine ekledi.

Yeni Şafak, 24.09.2013

İNGİLTERE'DE 2 BİN YILLIK MUMYALAR

 

İngiltere'nin Yorkshire kentinde 2 bin yıllık mumyalar bulundu. Güney Yorkshire'da mumyalama geleneğinin bir zamanlar var olduğunu söyleyen uzmanlar, yapılan adli tıp testlerinde bazı kemiklerin Kuzey Afrika'da doğup büyümüş kişilere ait olduğunu keşfetti.

Sabah, 24.09.2013

MECLİS ESKİ HALİNE UYGUN YENİLENECEK

 

 

1961’de hizmete açılmasının ardından pek çok ‘eklenti’ yapılarak anıtsal özelliği zarar gören TBMM binasının ‘eski haline’ döndürülmesi için 5 yıl sürecek restorasyonun ilk adımı olan röleve çalışmaları başladı.


Yapımına 1937’de Atatürk ’ün talimatıyla başlanan TBMM Ana Binası’nın inşaatı araya 2. Dünya Savaşı’nın girmesi nedeniyle ancak 1961’de tamamlanmıştı. Aradan geçen 52 yılda binada ciddi bir tadilat yapılmamasına karşın zamanla ihtiyaçların artması ile çok sayıda ‘eklenti’ yapıldı. ‘Demokrasinin simgesi’ sayılan binanın geçen yıl tescillenmesinin ardından bu yıl da kalıcı bir restorasyon yapılması için düğmeye basıldı. 5 yılda tamamen elden geçirilmesi planlanan TBMM Ana Binası’nın 8 ay sürecek röleve çalışmaları sırasında orijinal planda bulunmayan, daha sonra eklenen yerler tek tek tespit edilecek. Bu teknikte orijinal olmayan yerlerin üzerine siyah kare şeklinde işaret konuluyor. Röleve çalışmasında lazer tekniği kullanılıyor. 

Genel Kurul’a dokunulmayacak
Röleveyle mevcut durum tespit edildiktan sonra restitüsyon, yani eskiye dönük olarak orijinal proje ortaya konulacak. Ardından restorasyon yapılacak. Dış cephedeki kirli taşların temizliği yapılacak. Bugüne kadar hiç bakılmayan elektrik hatları elden geçirilecek. Vestiyer olarak yapılan bazı yerlerin bile oda olarak kullanıldığı ifade ediliyor. Meclis’in orijinal halinde milletvekillerinin halen kullandığı odaların bulunduğu A ve B blok bulunmuyordu. Yeni ek binanın hizmete girmesinin ardından önce A, daha sonra B blok yıkılarak yeşil alan yapılacak. TBMM Genel Sekreteri İrfan Neziroğlu, özellikle komisyon çalışmaları nedeniyle odaların bölündüğünü ve orijinalliği bozulmasın diye kaldırılabilecek şekilde ahşaptan bölmeler yapıldığını söyledi. Neziroğlu, “Yeni çalışmamızla binayı eski orijinal haline getireceğiz. Genel Kurul Salonu’na dokunmayacağız” dedi.

Radikal, 24.09.2013

BU AYIBI TEMİZLEYİN!

 

 

İzmir'in en önemli simgesi olan ve binlerce İzmirli'nin her gün buluşma noktası olarak belirlediği Tarihi Saat Kulesi'nin hali görenlerin içini sızlatıyor. Tarihi kule, bakımsızlık ve hırsızlık olayları nedeniyle harap halde geldi. Fıskiyeleri, mermerleri kırılan, muslukları çalınan Tarihi Saat Kulesi'nin içi de çöplüğe benziyor. İzmirliler, Büyükşehir Belediyesi'nin hemen önündeki Tarihi Saat Kulesi'nin bir an önce onarımdan geçirilip temizlenerek eski günlerine döndürülmesini isterken Yeni Asır'ın yaptığı araştırma tarihi yapının onarımı için hazırlanan projenin bürokratik süreç içinde beklediğini ortaya koydu.

"Sürekli çalınıyor"
Görüştüğümüz Büyükşehir Belediyesi yetkilileri, hazırladıkları bakım ve onarım projesini geçtiğimiz ay başında Konak Belediyesi bünyesindeki Koruma Uygulama ve Denetim Bürosu'na gönderdiklerini ve buradan onay beklendiğini söylediler. Yetkililer, "Saat Kulesi'nin mülkiyeti kısa süre önce talebimiz üzerine Hazine'den bize geçti. Onarım projesi hazırladık, ancak projemiz KUDEB'ten onay bekliyor. Onayın ardından Saat Kulesi onarımdan geçirilecek. Çeşme ve fıskiyelerin değiştirilmesi için kurul kararı gerekmiyor. Ancak, sürekli çalınıyor veya kırılıyor" dediler.


Büyükşehir yetkilileri, tarihi yapının içinin de çöplüğe dönmesi konusunda ise, "Biz her gün sürekli temizliyoruz. Ancak, ardından vatandaşlar hemen kirletiyor. O nedenle de böyle bir görüntü oluşuyor" diye konuştular.

"Bizimle ilgisi yok"
Bu açıklamaların ardından görüştüğümüz Konak Belediyesi bünyesindeki Koruma Uygulama ve Denetim Bürosu yetkilileri, Büyükşehir Belediyesi'nin aksine, projenin kendileriyle bir ilgisinin olmadığını söylediler. Tarihi Saat Kulesi'nin sahip olduğu önem nedeniyle sorumluluğunun da Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nda olduğunu belirten KUDEB yetkilileri, "Biz projeyi oraya gönderdik. Onayı oradan beklemeleri gerekiyor" diye konuştular.

2. Abdülhamit'in tahttaki 25. yılı için yaptırıldı
İzmir'in Konak Meydanı'nda bulunan Tarihi Saat Kulesi, Osmanlı padişahı 2. Abdülhamit'in tahta çıkışının 25. yılı için 1901'de Sadrazam Mehmet Said Paşa tarafından Alman Konsolosluk binasını yapan mimar Raymond Charles Pyaptırıldı. 25 metre boyundaki kulenin dört çeşmesi bulunuyor. Kulenin kolonları, Kuzey Afrika temasını esinlendiriyor. Saati Alman İmparatoru II. Wilhelm'in (hükümdarlığı:1888-1918) hediyesi olan kulenin kurulma nedeninin, o dönemde saatlerin pahalı olması olduğu ifade ediliyor.

Yeni Asır, Haber: Fatih Abacıoğlu, 23.09.2013

KÜLLERİNDEN DOĞAN ANTİK KENT!

 

 

DHA'nın haberine göre, Muğla’nın Milas İlçesi’ne bağlı Kıyıkışlacık Köyü’ndeki İasos antik kentinde yarım asırdır kazı ve kurtarma çalışmalarını sürdüren İtalyan arkeologlar, bugüne kadar bilinmeyen bulgulara ulaştı. Antik kentin 3 bin 600 yıl önce Yunanistan’ın Santorini Adası’ndaki Tera Yanardağı’nın patlamasının ardından küller altında kaldığı ortaya çıktı. Kazı çalışmalarında 4 bin yıllık kentin kanalizasyonuna ve antik tiyatrosuna giden tünellere ulaşıldı.

 

İtalyanlar’ın dünyaca ünlü arkeoloji heyeti, Studi Delle Tuscia Üniversitesi tarafından, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izniyle 53 yıldır sürdürülen İasos Antik Kenti’ni kazı ve kurtarma çalışmalarında, bir hafta önce bugüne kadar bilinmeyenlere ulaşıldı. Kazı başkanı Studi Delle Üniversitesi’nde görevli Prof.Dr. Marcello Spanu, yardımcıları arkeolog Emanuele Borgia, arkeolog Şevki Bardakçı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Temsilcisi Selvet Karamahmut ve 28 İtalyan arkeologla üniversite öğrencileri, yeni tarihi mekanları gün ışığına çıkardı.





Yanardağın külleri altında kalmış

Antik kentin, 3 bin 600 yıl önce 200 kilometre uzaklıktaki Yunanistan’ın Santorini Adası’nda bulunan Tera Yanardağı’nın patlamasının ardından küller altında kaldığı belirlendi. Prof.Dr. Marcello Spanu, kazılar sırasında zeminden 1 metre derinlikte bulunan İasos adının kazılı olduğu agoraya giriş sütunlarının, kentin tarihiyle ilgili çok yeni ve geniş bilgiler ortaya çıkardığını belirtti.

Prof.Dr. Marcello Spanu şöyle dedi:

"Girit ve Santorini adalarındaki Minos Uygarlığı’nın yok olmasına neden olan Tera Yanardağı’nın patlamasının ardından antik kent küllerin altında kalmış. O nedenle antik kentin kanalizasyon sistemiyle, tiyatroya giden tünelleri ilk günkü gibi kalmış. Yılda yaklaşık 100 bin euro harcadığımız kazı ve restorasyon çalışmalarının sonunda, burasının Türkiye’nin en büyük ve önemli arkeoparklarından biri haline geleceğinden eminim."

 

  

 

Kazı başkan yardımcısı ve Akdeniz Medeniyetleri Araştırma ve Uygulama Merkezi Görevlisi Uzman Arkeolog Şevki Bardakçı da Hellenistik, Roma, Bizans, Osmanlı dönemlerinde yaklaşık 4 bin yıldır kullanılan İasos Antik Kenti ve Kıyıkışlacık Köyü’ndeki tarihi ve kültürel zenginliklerinin tanıtımında etkili olunamadığına vurgu yaptı. Kurtarma ve restorasyon çalışmalarıyla büyük bir alana dağılmış tarihi eserlerin gün ışığına çıktığını, bölgenin geçmişiyle ilgili ciddi ve değerli bulgular elde ettiklerini anlatan Bardakçı şunları söyledi:

"Agora, Artemis Astias Kutsal Alanı, Zeus Mefistos Alanı, Mozaik Evi, Akrapolis, Batı Limanı Kulesi ve Piri Reis’in talimatıyla 2’nci Beyazıt tarafından 1481- 1522 yıllarında inşa edilen limanda yapılacak çalışmalar sonucunda, bölge kültür turizmi açısından en zengin antik kentlerinden biri haline gelecek. Antik kentin uydudan çekilen fotoğraf ve görüntüleriyle tam yeri ve sayısal haritası hazırlanıyor. Proje sona erdiğinde yılın 12 ayı kültür turizmi için bölgeye turist akını yaşanacak. Önümüzdeki yıldan itibaren İasos’u tanıtmak için seyahat acenteleri ve tur operatörleriyle görüşerek, günlük tekne turları ve cip safarileri düzenlenmesini sağlayacağız."

Yapı, 23.09.2013

AKM ÇÜRÜMEYE TERK EDİLDİ

 

 

Restore edilmek üzere kapatılan Atatürk Kültür Merkezi (AKM) çürümeye terk edildi. 2012 yılının Mayıs ayından beri binanın taşıyıcı sisteminin soyulması ve bazı söküm işlemleri dışında binaya bir çivi dahi çakılmadı. Restorasyon projesi, bina statiğini etkileyecek nitelikteki can ve mal güvenliğiyle ilgili tespitler ile gerekli teknik incelemelerin yapılacağı gerekçesiyle durduruldu. Kaderine terk edilen kültür merkezi Gezi eylemleri nedeniyle polis karakoluna döndü.

Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi ÇED Komitesi Sekreteri Mücella Yapıcı, “binanın güçlendirilemeyeceği” yönünde rapor hazırlanacağına ilişkin duyumlar aldıklarını belirterek “Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan gelen yazılar da bu duyumumuzu doğruluyor. Başbakan AKM’yi yıkma sevdasından vazgeçmiyor. Biz de AKM’den vazgeçmiyoruz” dedi. Yapıcı, Gezi Parkı eylemleri döneminde AKM’nin halka açıldığını anımsatarak “Oraya giren mimar arkadaşlarımızın çektiği fotoğraflar ve yaptığı tespitler bizi dehşete düşürdü. Bina soyulmuş soğana çevrilmiş. Arşivler dağıtılmış. Operanın çok önemli arşivleri ayaklar altında. Hiçbir tedbir alınmamış. Bina zayıflatılmış. Neredeyse kendi halinde çökmeye bırakılmış. Binalar insanlar gibidir. Kullanılmadıkça çökerler” diye konuştu.

Polisi yıkılacak binaya sokmazlar
Yapıcı, Avrupa’nın en iyi opera binalarından biri olan AKM’nin şu anda polis karakolu olarak kullanıldığını söyledi. Binada statik bir problem olmadığının polis karakolu olarak kullanılmasından fark edileceğini belirten Yapıcı, “Devlet statik bir problemi olan yere polisini niye soksun? Bu yüzyılda ‘burası güçlendirilemez’ demenin hiçbir bilimsel ve teknik karşılığı yok. Bu kabul edilemez bir şey” diye konuştu.

Yapıcı, “Gidişat henüz iktidarın AKM’yle ideolojik hesaplaşmasının sona ermediğini, bu konuda da teknik ve mesleki her türlü doğruyu, değeri türlü çeşit hilelerle ayaklar altına alma isteğinin devam ettiğini göstermektedir” değerlendirmesinde bulundu.

Kültür Sanat Sendikası İstanbul Şube Başkanı Haluk Tolga İlhan da AKM ile ilgili açtıkları davayı kazandıklarını anımsatarak “Kentsel sit alanı olduğu için AKM davasını kazandık. Mahkeme ‘Yıkılmasın onarılsın’ dedi. Bütçe olarak milyon dolarlar ayrıldığı söyleniyor. Bu paranın nereye gittiği meçhul. Restorasyon da yok ortada” diye konuştu. Ertuğrul Günay’ın Kültür ve Turizm Bakanı olduğu dönemde AKM’nin 29 Ekim tarihinde açılacağının söylendiğini aktaran İlhan, “Şimdi polislerin karakolu haline dönüştürüldü. Hükümet burayı pasif-agresif davranarak açmak istemiyor. Başbakan’ın diktatöryal bir tavrı var” yorumunda bulundu.

İlhan, Cumhuriyet ideolojisinin kendisini mimari üzerinden de kurgulayan bir sistem olduğunu belirterek “AKM de bunlardan biri. Kentsel yapılar, meydanlar buna yönelik şekillendirilmiştir. Atatürk’ün tiyatroların, operaların kurulmasına çok önem verdiğini biliyoruz. AKP’nin hıncını, ideolojik hırslarını bu mimariyi yıkarak, bu sanatsal kurumlara darbe vurarak birtakım kişisel ve toplamsal muhalefeti gene bu yapıları yıkarak kurmak istemesi çok anlamlı. Erdoğan hükümeti ideolojik hırslarını sanat ve Cumhuriyetin yapılarına zarar vererek tatmin etmektedir” diye konuştu.

Gerçek Gündem, Haber: Hazal Ocak, 23.09.2013

SİNAN'IN MİRASI DRİNA'YA RESTORASYON

 

 

TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı), Sokollu Mehmet Paşa tarafından Mimar Sinan'a 1577'de yaptırılan Bosna Hersek'teki Drina Köprüsü'nün restorasyonunu üstlendi.

En son 1960'ta dönemin Yugoslavya hükümeti tarafından, savaşta gördüğü ciddi tahribat nedeniyle restore edilen Drina Köprüsü, 53 yıl sonra Türkiye tarafından tekrar onarılıyor. Tarihi köprü için 5 milyon euroluk bütçe ayrıldı. TİKA'nın Aralık 2012'de yaptığı proje ihalesi sonucunda Bosna Hersek'in Vişegrad şehrinde bulunan Drina Köprüsü'nün yüklenicisi daha önce Mostar Köprüsü'nü de yenileyen ER-BU firması olmuştu. TİKA, 2007'de UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi'ne alınan ve 436 yıldır ayakta olan Drina Köprüsü'nün onarımını 2 yılda tamamlamayı planlıyor.

Sokollu Mehmet Paşa tarafından, 1571 ile 1577 arasında Mimar Sinan' a yaptırılan köprü, Avrupa köprü mimarisinin en sıra dışı örneklerinden birini oluşturuyor. Drina, zamanında Bosna eyaleti ile Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti olan İstanbul arasındaki anayol üzerinde kurulması nedeniyle etrafındaki köy ve şehirlerin gelişmesinde önemli rol üstlendi. Tarihte nice kanlı savaşa tanıklık eden köprünü bölgedeki etnik unsurların son 350 yılını anlatan birçok şiir ve romana da konu olmuş. En kapsamlı restorasyonu 1960'ta Yugoslavya hükümeti tarafından savaş sonrası yapılan Drina Köprüsü, bunun sonrasında belli yerlerinde irili ufaklı onarımlardan geçirildi. Türkiye'nin tarihi aslına uygun olarak gerçekleştireceği restorasyon 53 yıl sonra yapılacak en kapsamlı onarımı ifade ediyor.

Restorasyonda köprü ayaklarının onarılmasından, üzerindeki taşlarının yenilenmesine kadar pek çok detay gerçekleştirilecek. TİKA, özellikle köprünün ayaklarının 1900'lü yıllardan araç trafiğine kapatıldığı 2003'e kadar maruz kaldığı yüklenme ve savaşlar sırasında yaşadığı yıkımlar nedeniyle önemli hasar aldığını saptadı. 2013 yılı boyunca köprü ayaklarını güçlendirecek olan TİKA, 2014'te ise köprü üzerindeki döşemelerin onarımını yapacak.

Drina Köprüsü tarihi açıdan simge olmuş pek çok yapı gibi edebiyatta da önemli bir yer tutuyor. Yazarlara ilham kaynağı olan köprü hakkında kaleme alınmış en ünlü roman Balkan edebiyatının en önemli isimlerinden Nobelli İvo Andriç'in yazdığı "Drina Köprüsü". 1945'te yazılan ve köprünün hikayesini baştan sona anlatan romanda başkarakter Drina Köprüsü'nün kendisi ve tüm olaylar onun etrafında dönüyor. Andriç, inşa edilişinden yıkılışına dek köprünün hikayesini, üzerinde yaşanan aşkları, acıları akıcı bir dille anlattığı romanıyla köprüyü tüm dünyaya tanıtmış oldu. Drina, Türk edebiyatında da Faik Baysal'ın "Drina'da Son Gün" romanına konu olmuştu.

Edinilen bilgiye göre, dere yatağında zaman içinde meydana gelen oyulmalar ve köprü ayaklarındaki tahribatın onarılması için TİKA'nın, bölgedeki hidroelektirik santralleriyle yürüttüğü ortak çalışmalar esnasında ilginç bulgulara ulaşıldı. Nehir yatağındaki suyun çalışmaların yapılabilmesi için belli bir seviyeye çekilmesi ile çok sayıda kemik gün yüzüne çıktı. Söz konusu kemiklerin Bosna Savaşı'nda hayatını kaybeden insanlara ait olduğundan şüphe ediliyor.

Sabah, Haber: Burcu Çalık - Fisun Yalçınkaya, 23.09.2013

EDİRNE'NİN TARİHİ KONAKLARI HAYATA DÖNÜYOR

 

 

Edirne'nin asırlık konakları, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın proje ve restorasyon desteğiyle hayata dönüyor.

 

Kentte, günümüze ulaşan yaklaşık 45 sivil mimarlık örneğinin bir bölümü kullanıyor, bir kısmı ise harap durumda. Bu binaların içinde yer alan asırlık konaklar, proje ve restorasyon çalışmasıyla turizme kazandırılacak.

 

Kültür ve Turizm İl Müdürü İrfan Özcan yaptığı açıklamada, Edirne'den göç eden gayrimüslim vatandaşların boşalttığı konakların, ciddi anlamda bakıma ihtiyacı olduğunu söyledi. Bakım, onarım ve restorasyon bazında vatandaşlara destek verdiklerini belirten Özcan, "Hal böyle olunca, Kültür ve Turizm Bakanlığı olarak bunlara destek vermek durumundayız. Bakanlığımız, gerek proje bazında gerek restorasyon bazında elinden geldiğince vatandaşlarımıza yardım ediyor" dedi.


Özcan, tarihi konak sahiplerinin müracaatlarının ardından, Bakanlığın uygun gördüğü projelere destek verdiğini dile getirdi.


Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunca kabul edilen projelere uygulama desteği verdiklerini ifade eden Özcan, şöyle konuştu:

"Bu destek, evin konumu, özellikleri ve büyüklüğüne göre değişiyor. Karşılıksız kredi yardımımız yetersiz olursa, TOKİ'den düşük faizli ve uzun vadeli kredi kullanma imkanı sunuluyor. Edirne'de TOKİ kredileri marifetiyle restorasyon yapan vatandaşlar da var."

 

Özcan, Edirne'deki konakların yeniden hayata dönmesini sağlamak için, vatandaşların Kültür ve Turizm Bakanlığının sunduğu imkanlardan yararlanmalarını sağlamaya çalıştıklarını dile getirdi. 

 

Kredi desteğinin, Edirne'nin ufkunu açacak bir uygulama olduğunu aktaran Özcan, şunları kaydetti:

"Özellikle Kaleiçi'deki büyük konaklar arasında, bugün turizme hizmet eden butik otellerimiz var. Büyük otellerde kalmak istemeyen, tarihi havayı solumak isteyen turistlerin kalmalarının mümkün olduğu birçok otel var. Bunların birçoğu da Kültür ve Turizm Bakanlığının sağladığı imkanlarla düzenlenmiş ve otel haline getirilmiştir."

Gazete 5, 22.09.2013

8500 YIL ÖNCE İSTANBULLU NASIL YAŞARDI?

 

 

Avrupa ile Asya'yı birbirine bağlayacak olan bir demiryolu fikrinin ilk kez 1860'ta ortaya çıktığını artık herkes biliyor. Memlekete telgrafı getiren, eğitim görsünler diye gençleri Avrupa'ya gönderen o zarif sultan Abdülmecit'in rüyasıydı bu proje. Etütler yapılmış, tünellerin giriş çıkış noktaları tespit edilmiş ve dört başı mamur bir proje ortaya çıkmıştı. Ama bu rüyayı gerçeğe dönüştürmek ne ona, ne de ondan sonra gelenlere nasip oldu. Fikrin ortaya çıkışından ancak 144 yıl sonra iki kıtayı birbirine bağlayacak yol için ilk kazma vurulabildi.


Bugüne kadar yapılmış en büyük proje için start verilirken hiç kimse toprağın altını düşünmemişti. Aslında Marmaray istasyonunun çıkış yapacağı Yenikapı'daki Langa Bostanları'nın eskiden bir liman yeri olduğunu arkeolog ve tarihçiler biliyordu.


Projeyi hazırlayanlar İstanbul'u biraz bilen bir sanat tarihçisine danışmış olsalardı burasının Theodosius Limanı olduğunu öğrenebilirlerdi.

DENİZCİLİK TARİHİ İÇİN ÖNEMLİ
Neyse herkesin bildiği gibi dozerler eski Langa Bostanları'na daldıklarında olay patladı. Toprağın 3 metre altından önce bir gemi, sonra iki, üç derken bugüne kadar 36 gemi ortaya çıktı. Yenikapı kazı alanından sadece gemilerin çıktığı sanılıyor. Ve bundan dolayı da eski liman bölgesindeki arkeolojik araştırmanın dünya denizcilik tarihi açısından önemli olduğu, başka da bir işe yaramadığı düşünülüyor.


Oysa bu batık gemilerin ambarlarında İstanbul'un ne yiyip içtiğini, ne giydiğini, kadınların nasıl süslendiğini, erkeklerin hangi kılıçları kuşandığını, ne cins ata bindiklerini, evlerinin, mobilya ve mutfaklarının nasıl olduğunu gösteren on binlerce obje ortaya çıktı. Kazı sayesinde Türkiye yeni bir bilim dalına, bir müzeye, iki laboratuvara sahip oldu.

EVLERİ ÇİÇEK GİBİYMİŞ
Daha önce defalarca gezdiğim kazı alanını bir kez daha dolandım. Sayın Zeynep Kızıltan, Prof.Dr. Ufuk Kocabaş, Prof.Dr. Vedat Onar, Prof.Dr. Ünal Akkemik gibi hocalarla ve arazide çalışan çok sayıda arkeologla söyleşiler yaptım. Üç gün süren bu araştırmanın sonuçlarını şimdi sizinle paylaşacağım.


İstanbul'a ilk insanın Küçükçekmece Gölü yakınlarındaki Yarımburgaz Mağarası'nda yerleştiği biliniyor. Yenikapı kazıları sırasında 6.5 metre derine inildiğinde çok önemli bir yerleşim alanına ulaşıldı. Bu yerleşim alanında 8 bin 500 yıl önce yerleşmiş olan hemşehrilerimizin izlerine rastlandı.


O zamanlarda Karadeniz ve Marmara bir gölmüş. Yenikapı'da yerleşik hayata geçen bu insanların balıkçılık ve tarım yaptığına dair emareler ortaya çıktı. Dikdörtgen ve oval planlı evlerinin temellerinde büyük dere taşları kullanılmış, üst kısımları ise çamurla sıvanmış dal örtüleriyle inşa edilmiş.


Eski İstanbulluların buraya yerleştikten sonra 1000 yıl kadar rahat yaşadığı, çanak çömlek işiyle uğraştığı, meyve ağaçları ektiği, bahçe çitlerini sağlamlaştırarak, daha sonraki çağlarda milyonlarca insanın başına bela olan özel mülkiyetin temelini attıklarını görüyoruz. Ama bundan 7 bin 500 yıl önce kuzey buzullarının erimesiyle birlikte Akdeniz yükselip önce Ege'ye sonra da Çanakkale'ye doğru yürüyünce işler değişmiş. Çanakkale'yi yaran sular İstanbul'a buradan da Karadeniz'e ulaşmış. Göller yerini denizlere terk etmiş, insanlar kıyılardan kaçıp yüksek tepelere evlerini kurmuşlar.


İlk hemşehrilerimiz bu büyük felakete rağmen yüksekte yeni evler inşa ederek Yenikapı'da kalmayı sürdürmüşler. Evlerine daha bir titizlenir olmuşlar. Kazı alanında ortaya çıkan ve çeşitli dönemlere ait olan vazolardan kadim İstanbulluların tarih boyunca evlerinde kesme çiçek bulundurduklarını anlıyoruz. Kazı alanında bulunan mutfak araç gereçlerinden anlaşıldığı kadarıyla İstanbullular yemeğe çok düşkünmüş.


Kazıda çıkan objeler Arkeoloji Müzesi'nde sergileniyor. Topraktan pişirme ocağı olan maltız da bunlardan biri.


Üç gözlü olan ocakta aynı anda üç çeşit yemeğin pişirildiği anlaşılıyor. Maltızın sergilendiği cam bölmenin yanında bir buton var. O düğmeye basınca bölmenin arkasına yerleştirilen fonda görüntüler ortaya çıkıyor, maltızın altında ateş yanmaya başlıyor ve üstündeki kaplardan buharlar fışkırıyor.

 

DEVEKUŞU, AT, HAMSİ VE YUNUS SOFRALARDA
Yıllardır kazı alanında çalışan bilim insanlarından biri olan İstanbul Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı Başkanı Prof.Dr. Vedat Onar'a, "Eskiler ne yiyip içerdi?" diye sorduğumuzda balık tüketiminin birinci sırada olduğunu öğrendik. Yenikapı'daki batıklardan birinden çıkan amforaların içinde tuzlanmış hamsi balıklarına rastlanmış.


Hamsi en çok tüketilen balıkmış ama bunun yanında palamut, orfoz, orkinos, kılıç ve kedi balığı ve istavrit gibi türlerin de kılçık ve kemikleri açığa çıkmış. Bizim eski jenerasyon, yunus balığının etini sofraya taşımış, yağını da kandillere doldurup aydınlanmada kullanmış.


Bölgeden çıkan büyük ve küçükbaş hayvan kemiklerinden et tüketiminin yüksek olduğu fikri oluşmuş.


Beni en çok şaşırtan ise devekuşu butları oldu. Prof.Dr. Onar, bunların sayısının bir hayli fazla olduğunu, Mısır'dan gelen gemilerle Afrika içlerinden İstanbul'a devekuşu eti taşındığını anlattı. Kemikler üzerine yapılan çalışmada bu butların tütsülenmiş ya da kurutulmuş olarak İstanbul'a geldiği belirlenmiş. Onar, kazı alanından tam 55 tür hayvanın iskeletlerinin çıktığını söyledi. Aslan, kaplan ve panter dışında her tür hayvanın kalıntıları günışığına çıkmış.


Yarımburgaz Mağarası'nda yapılan araştırma sonuçları bize İstanbul ormanlarında bir zamanlar aslanların ve kaplanların yaşadığını da gösteriyor.


Bir de fil iskeletine ulaşılmış. Bu hayvanın buraya kervanlarla geldiği ya da hipodromda kullanıldığı sanılıyor.


Yenikapı kazılarını ilk günden bu yana takip eden yazar ve arkeolog Emine Çaykara, meyve, sebze ve ekmek tüketimi üzerine şu bilgileri verdi: "Botanik buluntularına bakılırsa en çok incir, üzüm, vişne, kiraz ve kavun yemiş eski İstanbullular.


Çitlembik, kızılcık, fındık, şeftali, erik, kabuklu arpa tohumları, kişniş, çam fıstığı kozalakları, yemek kültürlerinin işaretlerini veriyor. Kan damlası, kaz ayağı, yoğurt otu ve düğün çiçeği gibi yabani bitkileri ne yaptıklarını bilmiyoruz.


Ama çok eski zamanlardan beri kişnişi yemişler. Bir de ilginçtir, gemilerle taşırken içi şarap ya da zeytinyağı dolu amforaların ağzını kuru incirle kapatmışlar. Araştırmacıların bulduğu organik malzemeler arasında kabuklu arpa, dört-beş çeşit ekmeklik ya da durum buğdayı gibi bugün unuttuğumuz ya da belki kıyıda köşede kalmış tahıllar var. O dönemde de ekmek en çok tüketilen besin, yani değişen bir şey yok.

KADINLAR ÇOK BAKIMLI
Kazı alanında geçmişi 6 bin yıl öncesine kadar uzanan incik boncuklar bulunmuş, kolyeler, broşlar, bilezikler ortaya çıkmış. İlk gerdanlıklar geyik boynuzlarından ve kemiklerden yapılmış, doğadaki renkli taşlardan da yararlanılmış. Sonraki dönemlerde altın girmiş devreye ve bütün diğer malzemelerin pabucunu dama atmış. Biraz daha zaman geçtiğinde, altın gerdanlıkların üzerine yakut, zümrüt, yeşim gibi kıymetli taşlar işlenmeye başlanmış. Kazı alanında kadın bakım aletleri içinde en fazla tarağa rastlanmış. Şimşir, kemik ve boynuzlardan yapılmış olan bu tarakların büyük bir bölümü çift yanlı imal edilmiş. Bir yanında ince dişler, diğerinde ise kalın. Özellikle ahşap olan tarakların üstünde işlemeler ve süslemeler bulunuyor. Bir tarağın orta yerinde, "Ey Tanrı, yardım et!" yazıyor. Tarağın sahibinin bu yakarışından, ne kadar derin acılar içinde olduğu anlaşılıyor. Ama hikayenin sırrı asla çözülemiyor. Yenikapı buluntuları arasında 6. yüzyıldan kalma zarif bir kadın sandaleti de var. Sandaletin tabanı kuş ve çiçek figürleriyle süslenmiş. Üstünde de şöyle bir yazı var: "Sağlıkta kullanın hanımefendi, güzellikte ve mutlulukta giyin bunu..." Bu ifadeden, yuvarlak topuklu, sivri burunlu bu sandaletin sahibine onu seven bir erkek tarafından hediye edildiği anlaşılıyor.

Sabah, Haber: Ersin Kalkan, 22.09.2013

 

******


İSTANBUL MEŞE CENNETİYMİŞ

 

 

İstanbul Arkeoloji Müzesi tarafından Yenikapı'da yapılan arkeolojik kazılarda toplanan Neolitik döneme ait 440 parça odun örneğinin Karadeniz Teknik Üniversitesinde incelemesi sonucu, İstanbul'un 8 bin yıl önce adeta bir meşe cenneti olduğu ortayı çıktı.

 

KTÜ Orman Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Bedri Serdar, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Yenikapı'da yapılan kazılar sonucunda Bizans ve Neolitik döneme ait gemiler, mimari yapılar, odun ve ahşap parçalarının ortaya çıkarıldığını söyledi.

 

Yaklaşık 58 bin metrekarelik alanda gerçekleştirilen kazılarda özellikle Neolitik döneme ait odun ve ahşap örneklerinin yıllarca kazı alanında muhafaza edilerek incelenmelerinin beklendiğini ifade eden Serdar, "Bu konuyla ilgili İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürü Zeynep Sevim Kızıltan'ın sunumunu bir televizyon programında izledim ve daha sonra kendisiyle irtibata geçerek bu örneklerden yararlanabilir miyiz, üzerlerinde çalışabilir miyiz diye teklifte bulundum. Kendisi de bizi gayet olumlu karşıladı" dedi.

 

MARMARAY'DA 440 PARÇA ODUN ÖRNEĞİ

Serdar, konuyla ilgili KTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü Yüksek Lisans öğrencisi Reha Mazlum'u İstanbul'a Kızıltan ile görüşmeye gönderdiğini vurgulayarak, "Görüşme sonrası Marmaray Projesi kapsamında yapılan arkeolojik kazılarda ortaya çıkan ve arkeologlar tarafından toplanarak numaralandırılan yaklaşık 6 kutu içerisindeki 440 parça odun örneği, Kültür ve Turizm Bakanlığından alınan özel izinle hangi türe ait olduklarının tespiti için bize gönderildi. Biz de konuyla ilgili labaratuvarlarımızda çalışmalara başladık" diye konuştu.

 

RASTLANAN AĞAÇ CİNSLERİ

Örneklerin 8 bin yıllık olmasından dolayı teşhisin de zor olduğunu, bu sebeple 440 parça odun örneğinden sadece 250'sinden teşhis için kesit alabildiklerini belirten Serdar, "Çalışmalar sonucu odun örnekleri arasında ağırlıklı olarak meşe cinsine rastlanldı. Meşeler haricinde ise ardıç, göknar, dişbudak, akçaağaç, karaağaç, söğüt, ceviz, incir, kestane ve porsuk cinsleri de teşhis edildi.

 

İSTANBUL BİR MEŞE CENNETİ

Türkiye'de meşenin çok sayıda türü yaygın durumdadır. Neolitik dönemde de çıkan odun örneklerine baktığımız zaman bu örneklerin sayısının meşe anlamında çok yüksek olduğunu görüyoruz. Çalışmalarımızda da 240 ağaç örneğinin yaklaşık 80'inin meşe olduğunu tespit ettik. Dolayısıyla neolitik dönemde de yani 8 bin sene öncesi için özellikle İstanbul'un bir meşe cenneti olduğunu söyleyebiliriz" dedi.

 

ÖZEL KUTULARDA MUHAFAZA EDİLİYOR

Çalışmalarını yetkili kişilere teslim ettiklerini ifade eden Serdar, "Kesit alınabilen 240 odun örneğine ait yaklaşık 500 daimi preparat özel kutular içerisinde depolandı. Kutular içerisindeki preparatlar uzun yıllar muhafaza edilebilecek ve bu da Neolitik döneme ait odun örneklerinin uzun yıllar saklanabilmesine olanak sağlayacak. Tarihi eser niteliği taşıyan bu örneklerin bir ömür saklanılabilecek olması da şüphesiz tarihimiz açısından oldukça önemli olacaktır" diye konuştu.

Prof.Dr. Serdar, Türkiye'de yapılacak bu tip kazılarda ortaya çıkacak odun materyallerini de KTÜ Orman Fakültesi bünyesinde teşhis ederek bilim dünyasına kazandıracaklarını sözlerine ekledi.

Haber 7, 23.09.2013

BULGARİSTAN'DAKİ AYASOFYA'NIN ALTINDA 4 KİLİSE YATIYOR

 











 

Bulgaristan'ın başkenti Sofya'daki Ayasofya Kilisesi'nin altında yer alan arkeolojik bölüm, görenleri hayrete düşürüyor.

 

Ziyarete de açılan ve müze haline getirilen kilisenin altında bölümde, azizlerin defnedildiği 100 mezar ve eski çağlara ait tam 4 kilise kalıntısı bulunuyor. Labirenti andıran koridorlar sayesinde farklı zaman katmanları geçilebiliyor. Şu andaki kilisenin 6. yüzyılda tamamlandığı tahmin edilirken, yer altında bulunan kalıntılarda 4. yüzyıla ait bulgular da görülebiliyor.

 

Bazilika olarak tarif edilen Sofya'daki Ayasofya'nın tam altında, eski Roma dönemindeki Serdika şehrinin mezarlığı görülebiliyor. Şu anda teşhir edilen yaklaşık 50 mezar bulunuyor, fakat daha toprak altında bir o kadar mezar yer alıyor. Uzmanlar kilisenin altında yaklaşık 100 kabir olduğunu ifade ediyor.

 

Kabirlerin bazıları tek kişilik kaya lahitlerde, bir kısmı ise çoklu geniş tuğla mezarlarda yer alıyor. Günümüze kadar ulaşan korunmuş mozaikler de görülebiliyor. Yaklaşık 70 metrekare olan mozaiklerin birçoğunda çiçek, kuş gibi figürler yer alıyor. Şu anda mezarların içi boşken, kabirlerin eski çağlarda define avcıları tarafından yağmalandığı belirtiliyor. Kiliseyi gezerken, bazı yerlerde yer altındaki mezarlığa bakan bazı pencereler açılmış. Buradan da turistler göz ucuyla da olsa kültürel zenginliği görebiliyor.

 

TEK BİLİNEN MEZAR HONORİUS

Sergi esnasında bazı mezarlarda mültimedya gösterisi de yer alırken, kazılarında keşfedilen arkeolojik numunelerden bir kısmının hologramik yansımaları bulunuyor. Hiçbir mezarın yazısına rastlanmadığı için kime ait oldukları bilinmiyor. Buna sadece bir tek istisna var: Honorius. Birkaç ay içinde de Honorius adlı kişinin türbesinin yapılarak, ziyarete açılması bekleniyor. Honorius'un mezarı aslında kilisenin dışında yer alıyor. Projeye göre bu mezarın kiliseye tünel sayesinde bağlanması öngörülüyor. Honorius'un mezarı 80'li yıllarda bulunmasına rağmen, o dönemde fazla ilgi görmemiş ve bir kısmı kanalizasyon çalışmalarında yıkılmıştı. Gelecek yıla, şu anda geçici olarak metal çatısı yapılan bu mezarın şeffaf cam ile inşaatının tamamlanması bekleniyor.

Honorius için "Tanrı'nın kölesi" yazısını kaynak alan uzmanlar, bu kişinin Serdika'da önemli bir dini adam olduğunu öne sürüyor.

 

BAŞKENTE ADINI VEREN KİLİSE

Osmanlı döneminde Ayasofya'nın Siyavuş Paşa Cami'si olarak kullanıldığı biliniyor. Mimarı yapısı itibarıyla mabedin Kafkas stilinden esinlendiği kaydediliyor. "Serdika benim Romam" diyen Roma İmparatoru Justiniyanus, bu kiliseyi İstanbul'daki Ayasofya'ya ithafen yaptırdığı kaydediliyor.

Başkent Sofya'ya adını veren bu kilise, en çok turist çeken tarihi ederlerden biri.

Zaman, 22.09.2013

İŞTE TAKSİM'E YAPILMASI PLANLANAN CAMİ

 

Mimar Ahmet Vefik Alp, Taksim'e yapılması planlanan caminin son şeklini verdi. İlk hali fazla modern bulunan proje değişikliklerin ardından Başbakan Erdoğan'a iletildi. Eski projede dört halifeyi sembolize eden dört hilal ve İslam kültürünü sembolize eden bir büyük hilal yerine daha 'sakin' bir minare geldi. Caminin kubbesini oluşturan doku değişti. Sonsuzluk hissi veren çizgilerin yerini Kuran'dan ayetler içeren yazılar aldı. Taksim'deki eski mescidin yerine kurulması planlanan cami için, 2 bin 500 metrekarelik alandan yerin yedi kat altına inilerek 17 bin metrekarelik inşaat alanı çıkarıldı. Başbakan'ın masasındaki proje hayata geçerse Taksim Camii'nde 70 kişilik kadınlar balkonuyla birlikte 1450 kişi birlikte ibadet edebilecek. Proje sahibi Ahmet Vefik Alp, projenin detaylarını Hürriyet'e anlattı:

BİZDEN SİNAN KOPYASI ÇIKMAZ
"İşe üç yıl önce başladık ama Başbakan Erdoğan'ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde de toplantılar yapmıştık. Taksim Camii Kültür ve Sanat Vakfı'na (o zaman dernekti) Sayın Erdoğan başkanlık ediyordu. Taksim Camii sanıyorum Necmettin Erbakan'ın hayaliydi ve yer olarak Gezi Parkı da düşünülüyordu. Bense hem tepkiler azalır, hem de Boğaz'dan görülür diye Atatürk Kütüphanesi yönündeki minibüs durağı olarak kullanılan bölgeyi önermiştim. 28 Şubat vs, konu gündemden düştü. Üç yıl önce vakıf 'yeni arsa bulduk' diye geldi. Eski eser olarak tescilli, Taksim'e adını veren su sarnıcının (İstanbul'a su buradan taksim ediliyormuş) arkasındaki, yakın geçmişe kadar otopark olarak kullanılan 2 bin 500 metrekarelik arazi için anlaşılmıştı. Bizden önce de üç ayrı mimara üç proje çizdirmişler ama kabul görmemiş. Kendilerine en başta şunu söyledik: "Bizden Mimar Sinan kopyası çıkmaz." Çünkü mimari, gününü yansıtıyorsa değerlidir.

NOTRE DAME KATEDRALİ KOPYALANIYOR MU
Milano'da Duomo, Roma'da San Pietro, Paris'te Notre Dame gibi katedrallerin kopyalandığını görüyor musunuz? Mimarlar yepyeni kiliseler, şapeller yapmaya başladı. İsviçreli Fransız mimar Le Corbusier'ın Ronchamp şapeli bir çığır açtı. Ama cami mimarisi, bozuk plak gibi 500 sene evvele takılı kaldı. Bunları anlattık, modern kilise ve cami örneklerini gösterdik. 1982'de İTÜ'deki görevimden ayrılarak Suudi Arabistan Kral Fahd Üniversitesi'nde yedi sene ders verdim. Gördüm ki daha o yıllarda İslam'ı bizden çok daha katı uygulayan Suudiler dahi modern camiye geçmişler. Bugün 500 sene evvelkini yapsam kültürel kodlamada hata yapmış olurum. Ataşehir Camii'ne gittim Selimiye'ye çok benziyor; Çamlıca da Sultanahmet'e benziyor. Orada aslı varken sureti size ne verebilir ki? Aslına, aslını yapan mimara da saygısızlık değil mi? Mimar Sinan kendisi dahi kendini taklit etmemiştir. Bir binası altıgendir, biri sekizgen, farklı farklı plan şemalarını denemiştir. Ama şu da var: Modern camii yapıyorum diye simgeleşmiş minareli, kubbeli cami imajını reddedip AVM, restoran gibi bir proje yapmanın taraflısı da değiliz. Onun için bir denge aradık.

CUMHURİYETİN KODLARINI KULLANDIK
Aradığımız bir denge de şu oldu: Beyoğlu, İstanbul'un Cumhuriyet'i temsil eden bir bölgesi. Meydanda 1928'de İtalyan Pietro Canonica tarafından yapılan Taksim Atatürk Anıtı var. Karşıda Atatürk Kültür Merkezi. Taksim Camii, Cumhuriyet'in camii olmalı dedik, Cumhuriyet'in kodlarını kullanarak yorumladık. Bayrağımızı, Atatürkümüzü ve dinimizi birleştirdik. Çünkü ihtiyacın bu olduğunu düşünüyoruz. Camiye üstten bakıldığında ay-yıldız görülüyor. İstanbul medeniyetlerin de buluştuğu nokta. Yeraltındaki 7 katın üç katı da bu nedenle dinler müzesi. Dinler kronolojik sırayla yukarı çıkıyor. Cami, Taksim Anıtı ve Aya Triada Kilisesi arasında kaldığı için büyüklüğü de önemliydi. Dev gibi bir camii olsun diyenler de oldu ama biz ne Taksim Anıtı'nı ezsin ne de Aya Triada kilisesinin altında ezilsin istedik.

FAZLA MODERN BULUNDU
İlk projede, cami Allah'a yalvaran eller üzerinde bir çanakta taşınıyordu. Çanağın üzerini kapayan, kuş yuvası, ağaç kabuğu, beyin çizgilerine benzetilen kubbe dokusu, benim için sonsuzluktu; İslam'ın sonsuzluğunu gösteriyordu. Gizemli üç noktada da Allah lafzı okunuyordu. Sofya'da, tek Müslüman üyesi bulunmayan Dünya Mimarlar Birliği jürisinden birincilik, Los Angeles'ta Dünya Tasarım Ödülleri ikinciliği aldı. Londra Uluslararası Yaratıcılık Yarışması'nda ise kısa listeye girdi. Ancak Sayın Başbakan'dan dolaylı olarak 'Fazla modern olmuş' mesajı geldi; vakıf da bunun üzerine 'Ne yapabilirsiniz' dedi. Kırmızı çizgilerimizi aşmadan bazı rötuşlar yapabileceğimizi söyledim.

MİNARE DEĞİŞTİ KUBBEYE AYETLER EKLENDİ
Öncelikle minare değişti. Eski projede minare, dört halifeyi sembolize eden dört hilal ile İslam dini ve kültürünü sembolize eden bir büyük hilalden oluşuyordu. Şimdi daha sakin bir minare geldi. Ona ilaveten caminin kubbesini oluşturan doku değişti. Sonsuzluk hissi veren çizgilerin yerini Kuran'dan ayetler içeren yazılar aldı. Kubbe dünyayı temsil ediyor. Kur'an ayetleri de İslam'ın yavaş yavaş dünyayı sardığını... Çanağı taşıyan el açan kolonların yerini de kemerle birleşen ayaklar aldı. Dikdörtgen olan açıklıkları da kemer haline getirdik. Dinler müzesi aynen korunuyor.

TAKSİM PLATFORMU'NA ANLATMAYA HAZIRIM
Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odası dava açtığında ortada bu proje yoktu. Ama onlarda, 'Burada cami olmasın' tutumu var. Belki başta bu projeyi görselerdi, dava da açmayabilirlerdi. Çünkü bugünkü anlayışımızı, kültürümüzü, teknolojimizi, malzememizi, işçiliğimizi yansıtacak, çağdaş Cumhuriyet Türkiyesi'ni simgeleyecek, dünyada üç ödül alan böyle bir projenin Türkiye ve Taksim'e çok şey kazandıracağını düşünüyorum. Belki seçimden sonra gündeme gelebilir. Bu projeyi ekarte edip fotokopi gibi eski camileri tekrar etmek isteyenler var. Ama etrafı orijinalleriyle dolu Taksim'e çağdaş bir cami yapılmalı. İstanbul'u CHP kazanırsa bence CHP de bu projeyi yapar.

GEZİ, PARK OLARAK KALMALI
Dünyada iki çeşit meydan var. İtalya'daki gibi dar sokakların çıktığı, binalarla çevrili, sizi saran meydanlar; Çin'deki Tiananmen Meydanı gibi geniş, uçsuz bucaksız meydanlar. Taksim hiçbiri değil. Marmara Oteli eskidi. AKM bir muamma. Topçu Kışlası tekrar düşünülmeli. Gezi, bence park olarak kalmalı. Şehir plancısı Prost oradan başlayıp Dolmabahçe'ye kadar inen bölgeyi İstanbul'un Central Parkı olarak önermiş. Kışla onun için yıkılmış. Normalde böyle olmalıydı.

Sabah, 22.09.2013

ARDAHAN ÜNİVERSİTESİ, ARDAHAN'IN TARİHİ ESERLERİ VE ÖREN YERLERİNİ TESPİT ETTİ

 

 

Binlerce yıl boyunca çok farklı kavimlere ve milletlere ev sahipliği yapan Ardahan’da Ardahan Üniversitesi akademisyenleri bir ilke daha imza attı. ARÜ’lü akademisyenlerden oluşan bir araştırma ekibi, “Ardahan İli Yüzey Araştırma Projesi”ni hayata geçirdi. Proje, “Kaleler ve Kuleler Şehri” unvanına sahip Ardahan’da arkeolojik anlamda gerçekleştirilen ilk çalışma olmasıyla dikkat çekiyor.

 

Ardahan Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Sami Patacı başkanlığındaki araştırma ekibinde, Ardahan Üniversitesi akademisyenlerinden Doç.Dr. Ahmet Evren Erginal, Yrd. Doç.Dr. Zekiye Tunç,  Öğr. Gör. Göknil Arda, Arş. Gör. İsaf Bozoğlu ve Ardahan Üniversitesi Tarih Bölümü öğrencilerinden Hatip Alagöz yer aldı. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün 2013 yılı için verdiği izin doğrultusunda Eylül 2013 ayı başından itibaren Ardahan ili ve ilçelerinde başlatılan ve 10 gün süren çalışma sırasında Ardahan’ın tarihi eserleri ve tarihi ören yerleri tespit edildi. 

 

Araştırmada tespit edilen ilk bulgulardan yola çıkarak açıklama yapan Yrd. Doç.Dr. Patacı, Ardahan’ın geçmişinin demir ve bronz çağına kadar uzadığını belirterek, “Yüzey araştırmasına başlamadan evvel tunç ve bronz çağı başından, demir çağ ağırlıklı kültür varlıklarına rastlayacağımızı tahmin ediyorduk. Yüzey araştırmaları sırasında da bronz çağ ve demir çağ kültür varlıklarına rastladık. Ancak bulgular bunlarla sınırlı değil. Demir çağ sonrası orta çağa ve yakın çağa ilişkin kültür varlıklarına da rastladık” diye konuştu. 

 

Ardahan’a Özgü İlk Proje

1990’lı yıllarda Kuzeydoğu Anadolu Bölgesi’nde kısa süreli arkeolojik çalışmalar yapıldığını hatırlatan Yrd. Doç.Dr. Patacı, “Daha önce 1990’lı yılların ortasında yüzey araştırmaları yapıldı. Bu çalışmalarda Kars, Iğdır ve Erzurum gibi illerle beraber Ardahan da ele alındı. Fakat bizim araştırmamız sadece Ardahan ilini kapsıyor” diyerek, ARÜ’lü akademisyenlerin hayata geçirdiği söz konusu projenin sadece Ardahan’ı kapsadığını ve il ile ilgili detaylı bir proje olmasıyla dikkat çektiğini dile getirdi. 

 

Ardahan’daki tarihi eserlerin korunması ve gelecek nesillere miras bırakılmasının önemine de değinen Yrd. Doç.Dr. Patacı, “Ardahan’daki kültür varlıklarının korunması bakımından bölge halkının bilinçlendirilmesi açısından bilim insanlarının da yükümlü olduğu aşikardır. Hem bölge halkının, hem de buradaki resmi kurumların kültür varlıklarına daha çok sahip çıkması için bizler de elimizden geleni yapacağız” dedi.

Ardahan Haberi, 21.09.2013

OSMANLILAR BÖYLE DÖNDÜ

 

 

AKŞAM’ın duyurduğu Osmanlı mezar taşı hırsızlığında mutlu final. Londra’daki müzayedede satışı engellenen Karacaahmet’e ait 4 tarihi mezar taşı Kültür Bakanlığı’nın girişimiyle İstanbul’a getirildi.

 

İngiltere’nin başkenti Londra’da 20 Ağustos’ta High Road Auctions’ın düzenlediği müzayedede satılması planlanan, Türkiye’nin girişimleri sonucu satışından vazgeçilen Osmanlı mezar taşları ait oldukları topraklara döndü. AKŞAM’ın satışın yapılacağı gün “Karacaahmet’in İngiliz Hırsızları” başlığıyla sürmanşetten duyurduğu skandala Kültür ve Turizm Bakanlığı müdahale etti. Konuyla yakından ilgilenen Bakan Ömer Çelik, ilk etapta Londra’ya nasıl götürüldüğü henüz belirlenemeyen Osmanlı dönemine ait 4 mezar taşının satışını durdurdu. Daha sonra yapılan girişimlerle de mezar taşlarının Türkiye’ye iadesi sağlandı. 

 

MÜZEDE KORUNACAK 

Tarihi Osmanlı mezar taşları özel yapılan korumalı sandıklar içinde İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne ulaştırıldı. Büyük titizlikle sandıkların içinden çıkartılan eserler, bugünden itibaren bir hafta boyunca müzede sergilenecek. Eserler daha sonra İstanbul Türk ve İslam Eseleri Müzesi Müdürlüğü’nde koruma altına alınacak.

 

KATALOG FİYATI BİLE BELİRLENMİŞTİ

Müzayedede 244 No’lu eser olarak numaralandırılan 127 cm’lik mezar taşına 500 Sterlin; 177, 106 ve 130 cm boyundaki diğer üç taşa ise 600 Sterlin başlangıç değeri biçilmişti. Taşların satışını Bakan Ömer Çelik engelledi. 

 

 

1154'TE HATİCE KADIN İÇİN YAPILMIŞ

Mezar taşlarından birisinin yazısı da uzmanlar tarafından tespit edildi. Taşta Osmanlı Türkçesiyle ve Arap harfleriyle “Merhume ve mağfure, Şerif Mustafa Kerimesi, Hadice Kadın ruhuna, El- Fatiha sene 1154” yazısı yer alıyor (Miladi takvime göre 1741). Diğer üç erkek mezar taşının ise 1730-40, 1761-62, 1772 yıllarına ait olduğu ortaya çıktı.

Akşam, Haber: Nebahat Koç, 21.09.2013

ODTÜ'DEN TARİH FIŞKIRDI

 

İçerisinden otoban geçeceği için günlerdir tartışılan ODTÜ Ormanı arazisinde Hellenistik, Galat, Roma ve Bizans dönemlerine ait çanak ve çömlekler bulunduğu ortaya çıktı. Şu anda 1. derece doğal sit alanı olan ODTÜ Ormanı’nın üç ayrı bölgesi için de arkeolojik sit kararının alındığı anlaşıldı. Bu durum Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in yapmak istediği yol inşaatı sırasında yalnızca ormanın değil, tarihi eserlerin de yok olması anlamına geliyor.

 

Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar da ODTÜ yerleşkesi ve orman alanlarının bulunduğu, güneyde Eymir Gölü’nü de kapsayan 4 bin 85 hektarlık alanın imar planlarının, rektörlüğün teklif ettiği haliyle onaylanacağını ifade etmişti. Talebin geldiği günden itibaren üniversiteyle birlikte çalıştıklarını anlatan Bayraktar, planların üniversitenin bütünlüğünü bozmayacak iki ana ulaşım aksın  içerdiğini ifade ederek bunlardan birisinin Anadolu Bulvarı’nın devamı olarak ODTÜ arazisinin doğu kesiminden geçeceğini dile getirmişti. ODTÜ’lü öğrencilerse bu açıklamanın yanıltmaca olduğunu belirterek ODTÜ Ormanı’ndan geçecek yolun Bakan Bayraktar’ın bahsettiği yol olmadığını ifade etti.

 

Hellenistik, Galat, Roma, Bizans

 

Ancak ODTÜ Ormanı’ndan otoban geçirmek için yapılan tüm planlamalara ve anlaşmalara beklenmedik ve yeni bir engel çıktı. ODTÜ yerleşkesi içerisinde üç farklı bölgede yapılan kazılarda tarihi eserlerin bulunması ODTÜ Ormanı’ndan geçecek yol inşaatı sırasında da tarihi eserlerin çıkma ihtimalini gündeme getirdi.

 

Bu üç farklı bölge için 6 Mart 1995 tarihinde Kültür Bakanlığı’nca alınan arkeolojik sit kararında, bölgede“Friglerden itibaren iskan gören ve Hellenistik, Galat, Roma ve Bizans dönemlerine ait kültür katlarının barındırıldığı” belirtildi. Söz konusu kararda ODTÜ Ormanı için şu ifadeler kullanıldı: “Koçumbeli ve Yalıncak 1. Derece Arkeolojik Sit Alanlarının 1/5000 Ölçekli Nazım İmar Planı üzerinde işlenmesi ve her iki sit alanından geçen 15 metrelik yolun sit sınırı dışına kaydırılması, ayrıca 15 metrelik yoldan ayrılarak Yalıncak 1. Derece Arkeolojik Sit Alanı’nın içinden geçen 10 metrelik tali yol ve bağlantılı otopark alanının da sit dışına  kaydırılmasına ilişkin nazım imar planında gerekli değişikliğin yapılarak değerlendirilmek üzere kurulumuza gönderilmesine, ODTÜ tarafından daha önce kazıları yapılan Yalıncak ve Koçumbeli 1. derece arkeolojik sit alanlarında arkeolojik kazılarn yeniden başlatılmasının Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü ile ODTÜ Rektörlüğü’ne önerilmesine karar verildi.”

Cumhuriyet, Haber: Mert Taşçılar, 20.09.2013

1. ULUSLARARASI KÜLTEPE TOPLANTISI

"1. Uluslararası Kültepe Toplantısı" Kayseri'de başladı.

 

Kültepe-Kaniş-Karum Kazıevi'ndeki toplantının açılışında konuşan Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Kültepe Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Fikri Kulakoğlu, Kültepe kazılarının 1948 yılında başladığını anımsattı.

 

Kazılarda yıllardır çalışan bilim adamlarının, eserleri ve verileri farklı alanlarda incelediklerini belirten Kulakoğlu, disiplinler arası iletişimi geliştirmek için "1. Uluslararası Kültepe Toplantısı"nı düzenlediklerini söyledi.

 

Toplantıya Türk ve yabancı bilim adamlarının katıldığını ifade eden Kulakoğlu, şunları kaydetti:

"65 yıldır süren kazılarda görev alan disiplinleri ilk kez bir araya getirdik. Türk ve yabancı bilim adamlarımız 3 gün sürecek toplantılarda 40'a yakın bildiri sunacak. Bugüne kadar kazılarda yaklaşık 25 bin çivi yazılı tablet ve çok sayıda arkeolojik eser elde edildi. Kültepe'de, yazılı belgeler, kemik, bitki gibi organik kalıntıların çalışıldığı geniş bir alan söz konusu. Bu kadar yoğunlukta eserlerin olduğu bir yerde çalışan bilim adamlarının sayısı da artıyor. Çok farklı disiplinler arası bir çalışma var. Bu, Kanada'dan, ABD'den, Avustralya'dan ve Çin'den bilim adamlarının katıldığı bir toplantı. Hem yazılı belgelerin hem de arkeolojik kültür materyallerinin de değerlendirildiği bir toplantı olması açısından ender bir toplantı."

 

Kültepe-Kaniş-Karum Ören Yeri Kazıları Şeref Başkanı Prof.Dr. Kutlu Emre ise Anadolu'da tarihi dönemi başlatan ve sayıları binleri bulan çivi yazılı belgeleriyle Kültepe'nin tek olduğuna dikkati çekti.

 

Emre, yazılı belgelerin yanı sıra zengin arkeolojik buluntuların, yalnızca Anadolu'yu değil, Kuzey Mezopotamya'yı da aydınlattığını vurguladı.

 

Kayseri Vali Yardımcısı Haluk Tunçsu da kazılarda ortaya çıkan tabletlerin tam çözümü yapıldığında Mezopotamya ve Anadolu'daki ticari bağların net bir şekilde ortaya çıkacağını kaydetti.

 

Toplantı, ABD'deki Azor Arkeoloji Kurumu Başkanı Timothy P. Harrison ve diğer ülkelerden katılan bilim adamlarının farklı konularda sunduğu bildirilerle devam etti.

haberler.com, 20.09.2013

KANUNİ'NİN İÇ ORGANLARININ DEFNEDİLDİĞİ YER KİLİSE ÇIKTI

 

 

Türk heyeti, Macaristan'da KanuniSultan Süleyman'ın kalbinin ve iç organlarının defnedildiği belirtilen yeri tespit ederek, bu alanda incelemelerde bulundu.

TİKA Başkanı Serdar Çam'ın başkanlığındaki Türk heyeti, Kanuni Sultan Süleyman'ın kalbi ve iç organlarının gömülü olduğu belirtilen Zigetvar Kalesi'ne yaklaşık 3 kilometre mesafede bulunan, Macarca'da "türbe" anlamına gelen Turbek Kilisesi'nin içine giren Türk bilim adamları, tarihi kaynaklara göre Kanuni Sultan Süleyman'ın kalbinin ve iç organlarının gömülü olduğu türbenin Turbek Kilisesi'nin içinde yer aldığını belirtti.

TÜRK BİLİM ADAMLARI İNCELEMEDE BULUNDU
Heyette bulunan Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Doç.Dr. Erhan Afyoncu, Kanuni Sultan Süleyman'ın Zigetvar Kalesi'ni fethetmeden önce vefat ettiğini belirterek, "Kanuni öldükten sonra kalbi ve iç organları burada bir yere gömülüyor. Daha sonra buraya bir türbe ve dergah yapılıyor. 1693'de burada bulunan türbe, Avusturalyalı bir subay tarafından yıkılıyor ve üzerinde Katolik kilisesi inşa ediliyor" diye konuştu.

Türk heyetindeki sanat tarihi profesörü Nurhan Atasoy da Afyoncu'nun açıklamalarına paralel olarak, kilisenin içinde yer alan bölgenin mutlaka kazılması gerektiğini belirtti. Atasoy, "Bu kilisenin bu noktaya yapılmış olması tesadüf değildir, buradaki türbenin üzerine bilinçli olarak yapılmış" değerlendirmesinde bulundu.

MACAR HALKI DA KABUL EDİYOR
Türkiye 'nin Macaristan Fahri Konsolosu Laszlo Horvath ise Macar halkı arasında da Kanuni'nin kalbinin ve iç organlarının eskiden türbe olan bu kilisenin içine gömüldüğü inandığını kaydetti.

Horvath, "Macar halkının bu inanışı üzerine 1913'de kilisenin duvarına asılan yazıda da bu gerçek belirtiliyor. O zamandan beri de herkes burada gömüldüğünü biliyor. Burada yaşayan Macarlar, bu durumu saygıyla karşılıyorlar" dedi.

KİLİSENİN GİRİŞİNDEKİ YAZI BİLGİLERİ DOĞRULUYOR
Zigetvar Kalesi'ne yaklaşık 3 kilometre mesafede bulunan Turbek kilisesinin girişindeki duvarda yer alan yazı, adeta Kanuni'nin kalbi ve iç organlarının burada defnedildiğini belgeliyor. 1913'te kilisenin girişine asılan yazıda, "Kanuni Sultan Süleyman Hazretleri'nin kalbi ve iç organları bu yerde gömülmüştür ve bir anıt dikilmiştir. Allah rahmet eylesin" ifadesi bulunuyor.

Konuyla ilgili çalışmalarda bulunan Türk ve Macar tarihçiler, bugün düzenlenecek konferansta bir araya gelerek, görüş alışverişinde bulunacaklar.
Radikal, 20.09.2013

DENİZ MÜZESİ 4 EKİM'DE AÇILIYOR

 

     

 

Yenileme çalışmalarının 2007'den beri devam ettiği Beşiktaş'taki İstanbul Deniz Müzesi, 4 Ekim'de ziyarete açılıyor.

Yapımı 1897 yılına dayanan deniz müzesi, 20 bin esere ev sahipliği yapıyor. Arşivinde 20 milyon belgenin bulunduğu müzenin ilgi çekici eseri ise dünyanın en eski kadırgası.


4 Ekim'de ziyarete açılacak müze pazartesi ve salı günleri hariç haftanın 5 günü 09.00-17.00 saatleri arasında, hafta sonları ise 10.00-18.00 saatlerinde gezilebilecek

Bilet ücreti öğrenciler için 1 lira 70 kuruş, büyükler için ise 5 lira olacak.

Deniz Müzesi Komutanı Deniz Kurmay Albay Fatih Erbaş,  müzenin 1897'de Binbaşı Süleyman Nutki tarafından kurulduğunu ve çeşitli nedenlerle zaman zaman İstanbul'dan taşındığını anlattı.

Erbaş, müzenin 2. Dünya Savaşı'ndan sonra 1948'de Dolmabahçe Sarayı'nda hizmetlerine devam ettiğini, 1961 yılından itibaren ise Beşiktaş Meydanı'ndaki binasında faaaliyetlerini sürdürdüğünü söyledi.

Müzedeki eserleri daha iyi sergileyebilmek için 2005'te teşhir bölümünün genişletilmesine karar verildiğini belirten Erbaş, bu çerçevede bir proje yarışması düzenlendiğini ve birinci olan eserin uygulamaya konulduğunu bildirdi.





Deniz müzesi ana binasının, bu yarışmada birinci olan projeye göre inşa edildiğine dikkati çeken Erbaş, şunları kaydetti:

"2007 yılında çalışmalarına başlanan müzemizin inşaatı 2011'de sona ermiştir. Ana binamızda, kayıklar galerisi, alt katında Barbaros Hayrettin Paşa Sergi Salonu, üst katta Süleyman Nutki Çok Amaçlı Salonu ve müzemizin 15 yıl müdürlüğünü yapmış Haluk Şehsuvaroğlu beyin adını taşıyan salonumuz var. Alt katta geçici sergiler için kullandığımız Çaka Bey sergi salonumuz hizmet veriyor. Bunun yanında müzemizin idari binası ve satış reyonu da ana binada yer almaktadır. Müzemizin daha önce hizmet verilen kısmı ise şu an tadilatta. Tadilat bittikten sonra müzemizin işleyişi bugünkünden biraz farklı olacaktır."


Erbaş, müzenin envanterinde yaklaşık 20 bin eser bulunduğunu söyledi. Dünyada eşi bulunmayan tarihi kadırganın, müzenin en önemli eseri olduğunu belirten Erbaş, şu bilgileri verdi:
"Osmanlı sultanlarından İkinci Mehmet'e ait olduğu iddia edilen, yapılan çalışmalar neticesinde ancak Üçüncü Mehmet zamanına kadar yani 17. yüzyılın başına kadar getirebildiğimiz kadırgadan bahsetmekteyiz. Kadırgalar iki bin yıl boyunca dünya denizlerinde harp araç gereci olarak kullanılmışlardır. Fakat bu kadırga harp araç gereci olarak değil, padişahın gezi teknesi olarak planlanmış ve yapılmış. Üzerindeki işlemelerden sanat tarihçiler teknenin İkinci Mehmet'e kadar geçmişi olabileceğini iddia etmekte ancak yaptığımız bilimsel analizlerde henüz ikinci Mehmet zamanına kadar gidemedik. Geldiğimiz noktada 3. Mehmet zamanına ancak ulaşabilmekteyiz."

Tarih kitaplarında Genç Osman'a, ait bir kadırgadan bahsedildiğini anlatan Erbaş, "4. Murat'ın Genç Osman'ın kardeşi olduğunu biliyorsunuz. 4. Murat da abisine yapılanları unutmayan ve onun aziz hatıralarını saklamaya niyet etmiş bir padişah olarak karşımıza çıkmıştır. Dolayısıyla 4. Murat'ın, ağabeyi Genç Osman'ın hatırasına bu tekneyi saklamış olması da ihtimaller içinde değerlendirilmektedir" diye konuştu.

Deniz Müzesi Komutanı Erbaş, söz konusu eserin, görev yaparken batmadan korumaya alınan dünyanın en eski kadırgası olduğunu ifade etti.





Müzede 14 saltanat kayığı bulunduğunu belirten Erbaş, kayıkların ağırlıklı olarak 19. ve 20. yüzyıla ait olduğunu anlattı.

Albay Erbaş, müzede Piri Reis'in Kitabı Bahriyesi'nin 4 nüshasının da bulunduğunu bildirdi. Müze arşivinin de önemine değinen Erbaş, bu bölümün Osmanlı döneminin en büyük ikinci arşivi sayılabiecek özellikte olduğunu dile getirdi.
Arşivin tasnif ve sayısal ortama geçirilmesi çalışmalarının sürdüğünü anlatan Erbaş, şunları söyledi:

"Arşivimiz araştırmacılara açıktır. Bilimsel çalışma yapan araştırmacıları, arşivimizden yararlanmaları konusunda müzemize bekliyoruz. Araştırmalarını hayli kolay bir prosedür çerçevesinde yapabilecekler. Arşivimizde yaklaşık 20 milyon belge bulunmakta. Ağırlıklı olarak 19 ve 20. yüzyıl başına ait Bahriye Nezareti'ne ait belgelerdir. Arşivimizde ayrıca harita, fotoğraf ve el yazması kitaplar da bulunmakta.

Erbaş, müzede ahşap işlemelerin önemli bir yer tuttuğunu belirterek, bu eserlerde Osmanlı denizciliğinin ahşap işlemelerinde geldiği noktanın çok iyi görülebildiğini ifade etti.

Kurmay Albay Erbaş müzede ayrıca, resim, top, mühür, büst, ferman, el yazmaları, tablolar, fotoğraflar, gravürler, armalar, tuğralar ve isim levhaları gibi birçok malzemenin de yer aldığını vurguladı.


Erbaş, çocuk ve gençlere çağrıda bulunarak, "Müzemiz İstanbul'un merkezinde, toplu taşımayla çok kolay ulaşabileceğiniz bir yerde. Sizleri beklemektedir. Geçmişinizi öğrenmeden geleceğe aydınlık insanlar olarak ulaşamayacağınızın bilincinde olmanızı arzu ediyoruz. Sizi güler yüzle karşılamaya hazırız. Gelin size geçmişinizi güzel kelimelerle anlatalım" diye konuştu.

İl Milli Eğitim Müdürlükleriyle de irtibat halinde olduklarına dikkati çeken Erbaş, okulları müzelerine davet ettiklerini ve toplu gezilerinde onlardan para almadıklarını ifade etti.

Erbaş ayrıca, müze ve müzenin önündeki alanın insanların, gençlerin birbirleriyle buluşma noktası olmasını arzu ettiklerini söyledi.

Habertürk, 20.09.2013

'DÜNYANIN EN ÖNEMLİ KAZI ALANI'

 

 

Şanlıurfa’daki 12 bin yıllık Göbekli Tepe arkeologlar tarafından ‘Dünya üzerindeki en önemli kazı alanı’ olarak kabul ediliyor. ‘Medeniyetin doğduğu yer olarak’ nitelen Göbekli Tepe bir çok ‘arkeolojik tabu’yu da yıktı.

Dünyanın en eski dini yapılar topluluğu olarak bilinen, Şanlıurfa’daki 12 bin yıllık ‘Göbekli Tepe’ tapınağı arkeologlar tarafından ‘dünya üzerindeki en önemli kazı alanı’ olarak kabul ediliyor. Dev anıtların yer aldığı ve hala birçok sırrı saklayan Cilalı Taş Devri’nden kalma bu tapınağı bilim adamları ‘medeniyetin doğduğu yer’ olarak adlandırıyor. Bölge her yıl binlerce arkeoloğu ve tarih meraklısını ağırlıyor. 2012 yılında 2 bin yabancının çevre köylere gelmesini sağlayan bu kadim tapınak, bölge halkı için de önemli bir gelir kaynağı olmaya başlıyor.

Hala sırrını koruyor
1990’lı yıllardan itibaren devam eden kazılara rağmen, hala tam olarak ortaya çıkarılamayan tapınak hakkında son ortaya çıkan bilgi hayli çarpıcıydı: “Göbekli Tepe’de yaşayan insanlar, tapınağı gök cisimlerinin hareketlerini izlemek ve onlara tapınmak için inşa etti.”

İtalya’nın Milano kentindeki Polytechnic Üniversitesi’nden Profesör Giulio Magli’nin yaptığı araştırmaya göre, Sirius yıldızına göre hazırlanan tapınak, bugüne kadar bilinen önemli bir arkeolojik tabuyu da yıkıyor. Medeniyetlerin ilk olarak ‘tarım alanları çevresinde kurulduğu’ yönündeki genel kabul görmüş bilginin yıkılmasına neden olan Göbekli Tepe, insanoğlunun yaptığı ilk yaşam alanı olarak, şehirlerin tarım alanlarına göre değil, tarım alanlarının kurulan şehre göre oluştuğunu kanıtlıyor.

Önce tanrılar için yapı inşa ettiler
Göbekli Tepe’deki kazı çalışmalarını yürüten ekipte yer lan Prof. Klaus Schmidt, tarihi eserlerin yer aldığı alan genişliğini bir ‘tenis kortuna’ benzetiyor. Prof. Schmidt’e göre Göpekli Tepe’deki buluntular medeniyetlerin kendileri için yapılar inşa etmeye başlamadan önce, tanrıları ve tapınakları için yapılar inşa etmeye başladığını gösteriyor. İnsanların bu alanların çevresinde yaşam alanları oluşturduklarını düşünen Profesör Schmidt, insanları icatlara, tarımsal gelişmelere götüren sürecin, ‘sosyalleşmek’ için yapılmadığını, yıldızları izlemek için başladığını ve devamında şehir hayatının oluştuğunu söylüyor.

Vatan, 19.09.2013

BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ ALMAN EVLERİ'Nİ RSTORE EDECEK

 

 

Konya Büyükşehir Belediyesi, Konya Tren Garı'nın bulunduğu bölgedeki "Alman Evleri" olarak bilinen tescilli yapıların restorasyon çalışmalarına başlıyor.

 

Konya Tren Garı Hızlı Tren İstasyonu yanında bulunan ve halk tarafından Alman Evleri olarak bilinen tescilli binalar, Konya Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edilecek. Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek, "Yaklaşık 10 milyon liraya mal olacak restorasyon çalışmalarının bitmesiyle birlikte Meram ve İstasyon bölgesine yeni bir soluk geleceğini söyledi. Restorasyon çalışmaları çerçevesinde Devlet Demir Yolları (DDY) ile bir protokol yaptıklarını belirten Başkan Akyürek, "Yapılan protokol gereği Meram'da bulunan Ddy arazisinin bir bölümünde, 40 dairelik lojman devam ediyor. Tamamen tescilli yapılardan oluşan alanda başlayacak olan restorasyon çalışmaları için yer teslimi yapıldı. Hızlı Tren İstasyonu'nun bulunduğu alandaki Alman Evleri olarak bilinen tescilli yapıların restorasyonuna başlıyoruz. Buradaki alana Ddy ile yaptığımız protokol çerçevesinde yeni lojman yapıyoruz. 40 dairelik lojman inşaatımız, Meram bölgesinde Ddy arazisinin bir bölümünde devam ediyor. Lojman binaları daha sonra buradan kalkacak. Tamamen tescilli yapılardan oluşan alan restore edilerek sosyal ve kültürel tesis olarak halkımızın ve Meram bölgemizin hizmetinde olacak. Buradaki tescilli yapıların tamamının restorasyonuna başlıyoruz. Lojman inşaatıyla birlikte yaklaşık 10 milyon lirayı bulacak olan bu çalışmamızın Meram bölgemize ve İstasyon bölgesine yeni bir hava getireceğini görüyorum" diye konuştu.

haberler.com, 18.09.2103



15 - 21 Eylül 2013

TARİHİ EVLERİ KORUMA DERNEĞİ KURUCULARINDAN PERİHAN BALCI YAŞAMINI YİTİRDİ

 

Türkiye Tarihi Evleri Koruma Derneği (TÜRKEV) kurucularından, ömrünü tarihi Türk konutlarının fotoğraflarını çekmeye adayan fotoğraf sanatçısı Perihan Balcı yaşamını yitirdi.

Perihan Balcı, geleneksel sivil mimarinin korunup yaşatılması için mücadele veren, Dede Efendi Evi Müzesi'ni yaptırıp İstanbul'a armağan eden, Türkiye Tarihi Evleri Koruma Derneği'nin Kurucu ve Onursal Başkanı idi.

 

Cenazesi 14 Eylül 2013 Cumartesi günü İstanbul Levent Camii'nde kılınan öğle namazını müteakip Edirnekapı Şehitliği'nde defnedildi.

TAYHaber, 13.09.2013

ATATÜRK EVİ'NDE SKANDAL

 

Atatürk’ün Rize’yi ziyareti sırasında kaldığı konağa, Atatürk'e suikast girişiminde bulunduğu gerekçesiyle idam edilen Rize milletvekili Ziya Hurşit’in resmi konuldu.


Olayın duyulması ile dün sosyal medyada adeta isyan çıktı. Tartışmalar üzreine fotoğraf kaldırıldı.
Konuyu araştıran Rize Kültür ve Turizm Müdürlüğü, 2004 yılından bu yana duvarda asılı fotoğrafın aslında Ziya Hurşit değil, Osmanlı döneminde Lazistan milletvekilliği yapan Dr. Abidin bey olduğunu ortaya çıkardı.

 



Rize’de Atatürk evinin duvarında asılı olan ve altında Atatürk’e suikast girişiminde bulunduğu için idam edilen Ziya Hurşit’in adının yazılı olduğu fotoğraf sosyal medyada paylaşıldıktan sonra tartışma üzerine kaldırıldı.

 

Konuyu araştıran Rize Kültür ve Turizm Müdürlüğü, 2004 yılından bu yana duvarda asılı fotoğrafın Ziya Hurşit değil, Osmanlı döneminde Lazistan milletvekilliği yapan Dr. Abidin bey olduğunu ortaya çıkardı.

 

Atatürk’ün Rize’ye gelişinin 89’uncu yıl dönümü kutlamaları nedeniyle 2 gün önce düzenlenen etkinlikler kapsamında Müftü Mahallesi’nde Kültür ve Turizm Müdürlüğü’ne ait Atatürk evi ziyaret edildi. MHP Rize İl Başkanı Cem Kazmaz, Atatürk evinde oluşturulan milletvekili köşesinde üzerinde Atatürk’e suikast girişiminde bulunduğu için idam edilen Ziya Hurşit’in adının yazılı olduğu fotoğrafı görüntüleyerek, sosyal medyada paylaştı.

 

Gelen tepkiler üzerine Atatürk evindeki fotoğraf yerinden indirildi.

YANLIŞ İSİM YAZILMIŞ

Rize Valisi Nurullah Çakır’ın talimatı üzerine Kültür ve Turizm Müdürlüğü ilgili inceleme başlattı. Yapılan incelemede duvarda asılı olan fotoğrafın gerçekte bir dönem Lazistan milletvekilliği de yapmış ancak Atatürk’e suikast girişiminden dolayı idam edilen Ziya Hurşit’e ait olmadığı, Osmanlı’nın son dönemlerinde Lazistan milletvekilliği yapan Dr. Abidin Bey olduğu belirlendi. 2004 yılından bu yana duvarda asılı fotoğrafın altına yanlışlıkla Ziya Hurşit isminin yazıldığı tespit edildi. 9 yıllık hatanın fark edilmesi üzerine fotoğraf yeniden düzenlenerek Atatürk evine asılacak.

 

"KEŞKE FOTOĞRAFI TANIYARAK ASSALARDI"

MHP Rize İl Başkanı Cem Kazmaz, fotoğrafın suçluluk psikolojisi ile asılı olduğu yerden indirildiğini belirterek, "Hatayı gördüler. Keşke biz görmeden kaldırsalardı. Keşke insanların kim olduğunu düşünerek, bilerek resmini assalardı" dedi.

Mlliyet, 20.09.2013

ARTINTERNATIONAL 57 MİLYONLUK SATIŞLA KAPANDI

 

İstanbul ’un yeni çağdaş sanat fuarı ArtInternational dün sona erdi. Fuar yönetiminden yapılan açıklamaya göre toplam 21 milyon euroluk (yaklaşık 57 milyon lira) satış yapıldı. 16-18 Eylül tarihleri arasında Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleşen fuara, 52’si uluslararası olmak üzere toplam 62 galeri 300’ü aşkın sanatçıyla katılmıştı. Fuarı 15 bin kişi izledi.Aralarında Cem Yılmaz, Ömer Karacan, Gülseli İnal, Özgü Namal, Pelin Batu, Nil Karaibrahimgil, Hıncal Uluç, Arzum Onan, Güler Sabancı, Sevil Sabancı, Esra Ezcacıbaşı, Leyla Alaton, Didem Ciner, Ahmet Kocabıyık, Ender Mermerci, Halis Komili, Alev Komili, Murat Ülker gibi meşhurlar, Adnupam & Lekha Poddar, Ramin Salsali, Nicola ve Beatrice Bulgari, Hanan Sayed Worrell, HH Prince Farhad bin Bandar al Saud, Alistair Hicks, Zaki Nusseibeh, Ahmet Kocabıyık ve Ömer Koç gibi önemli koleksiyoncular da fuarı gezdi. Ayrıca Londra ’dan Tate Modern, Royal Academy of Arts ve Whitechapel Gallery, Paris’ten Centre Pompidou ve La Maison Rouge – Fondation Antonie de Galbert’in temsilcilerinin de fuarı gezdiği açıklandı.

Radikal, 20.09.2013

AZINLIK OKULLARI 90 YILDA ERİDİ

 

 

Tarih Vakfı için Yrd. Doç.Dr. Selçuk Akşin Somel ve Nurcan Kaya tarafından hazırlanan 3 ciltlik ‘Geçmişten Günümüze Azınlık Okulları’ raporu, okulların karşılaştığı sıkıntıları ortaya koyup çözüm önerileri sunuyor. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Musevilerin, Ermenilerin, Rumların, Bulgarların, Keldanilerin, Süryanilerin, Marunilerin ve başka toplulukların anadilde eğitim yapan okullarının bulunduğuna dikkat çeken rapora göre, 1894’le 2013 arasında 6415 azınlık okulu kapatıldı. Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde 6437 okul varken İstanbul ’da 302 gayrimüslim okulu bulunuyordu, bu okullarda toplam 29.850 öğrenci eğitim görüyordu.


Şimdi yalnızca İstanbul’da bulunan 22 okul var. Bunların 16’sı Ermenilere, 5’i Rumlara, 1’i de Musevilere ait. Okullar Anadolu ’da kapatıldı, İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada dışındaki yerlerde okul kalmadı.


Rapor okullara cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ‘bölücü fikirlerin aşılandığı fesat yuvası’ gözüyle bakıldığını vurguluyor, örnek olarak Milli Eğitim Bakanlığı yazışmalarını gösteriyor. Ermenice ve İbranice öğretmeni yetiştiren eğitim fakültesi yok, eşitlik ilkesi ve Lozan Antlaşması’yla düzenlenen devlet bütçesinden yararlanma hakkı uygulanmıyor. 

‘Azınlık olduğunu ispatla’

En önemli sorunlardan biri de çocuğun anne ve babasının T.C. vatandaşı olması yanında Ermeni, Rum ve Musevi olduğunu da ispatlaması zorunluluğu. Nüfus kayıtlarında Müslüman görünen bir Ermeni ya da Rum çocuğun azınlık okullarına kaydolması imkânsız. T.C. vatandaşı olmayan Ermeni, Rum ve Museviler de sadece ‘misafir öğrenci’ statüsünde okuyabiliyorlar. Anlatımlarla desteklenen raporda bir katılımcı durumu şu sözlerle ifade ediyor:


“70’li yıllar daha da zor yıllardı, bu okulların öğrencilerinin azalmasının önemli nedenlerinden birisi bence o milliyetçi cephelerin kurulduğu yıllar. Okullarda öğretmen kadrolarının, onaylarının zorluğu, öğrenci kayıtları… Kütük araştırması yapılıyor, öğrencinin bir nesil öncesi işte İslam çıkıyor, halbuki bir dönem İslamlaşmışlar, kendi öz kimliklerine, milliyetlerine dönmüşler, kabul edilmiyordu… Çok sıkıntılar yaşandı.”


Lozan Antlaşması’nın 41. maddesine göre okullara 1970’e kadar yapılan katkı, bugün uygulanmıyor. Okulların başka devletlerden para yardımı almasına izin verilmiyor. Yunanistan’dan gelen kontenjan öğretmenlerinin maaşları Yunanistan devleti tarafından, Türkçe ve Türkçe kültür dersleri öğretmenlerinin maaşları ise MEB tarafından ödeniyor, sözleşmeli öğretmenler ve personel maaşları, bina bakım-koruma giderleri, elektrik, ısınma, iletişim, kırtasiye vb. giderleri için devletten katkı alınmıyor.


Ermeni ve Musevi okullarında öğrenci sayısı bir düzeyde sabitlense de Rum okulları için öğrenci mevcudunun azlığı bugün en büyük sorun. 2012-2013 eğitim yılında Ermeni okullarında öğrenci sayısı, 67’si Ermenistanlı olmak üzere 3.137; Musevi okullarında 688; Rum okullarında 230. Rapora göre kamu otoriteyle yaşanan iletişim uyumsuzluğu, okullara dayatılan Türk milliyetçisi bakış ve andımızın okunma zorunluluğu; öğrenci yokluğundan iki yıl üst üste eğitime ara veren okullarının kapatılması diğer sorunlar.

Radikal, Haber: Ayça Örer, 20.09.2013

EN ESKİ KADIRGA ZİYARETE AÇILIYOR

 

Yenileme çalışmalarının 2007'den beri devam ettiği İstanbul Beşiktaş'taki Deniz Müzesi, 4 Ekim'den itibaren yeniden ziyaretçilerini ağırlayacak. Dünyanın en eski kadırgasının da arasında yer aldığı 20 bin esere ev sahipliği yapan müzenin arşivinde 20 milyon belge bulunuyor. Deniz Müzesi Komutanı Deniz Kurmay Albay Fatih Erbaş, dünyada eşi bulunmayan tarihi kadırga için "Osmanlı sultanlarından Fatih Sultan Mehmet'e ait olduğu iddia ediliyor ancak yapılan çalışmalar neticesinde ancak Üçüncü Mehmet zamanına yani 17'nci yüzyılın başına tarihleyebildik" dedi. Fatih Erbaş, söz konusu eserin, görev yaparken batmadan korumaya alınan dünyanın en eski kadırgası olduğunu ifade etti. 4 Ekim'de ziyarete açılacak müze pazartesi ve salı hariç haftanın 5 günü gezilebilecek.

Sabah, Haber: Muharrem Aksakal, 20.09.2013

İSTANBUL'DAKİ MESCİDİ İTALYANLAR RESTORE EDECEK

 

 

Tarihi eser restorasyonu konusunda dünyanın en önde gelen ülkelerinden  İtalya, Türkiye’ye bu konuda eğitim verecek.

 

Son on yıldan bu yana yaklaşık 4 bin eseri restore eden Vakıflar Genel Müdürlüğü, bundan sonraki restorasyonların daha modern yöntemlerle ve teknolojiyle yapılması için İtalyan bilim insanlarından destek alacak. Genel müdürlük, İtalyanlarla yapılacak işbirliği için “Med-Art” isimli proje geliştirdi. Bu kapsamda, İstanbul Zeyrek’teki Şeyh Süleyman Mescidi uygulamalı eğitim için İtalyanlar tarafından restore edilecek. Vakıflar Genel Müdürlüğü, başta İstanbul’daki önemli eserler olmak üzere Türkiye’nin dört bir tarafında artık yıkılmış olan eserleri yeniden ayağa kaldırdı. Ancak zaman zaman bazı eserlerin restorasyonu ile ilgili eleştiriler de oldu. Genel müdürlük bir yandan yanlış malzeme kullanılan eserleri yeniden onarma kararı alırken bir yandan da dünyada eski eser onarımı konusunda söz sahibi olan İtalya ile ortak çalışmak için proje başlattı. Bir yıl sürecek olan Med-Art eğitim projesi çerçevesinde, restorasyon konusunda çalışma yapan VGM personeli mimar ve mühendisler arasından seçilecek 30 kişi, 5 grup halinde İtalya’da teorik ve uygulamalı restorasyon eğitimine katılacak. Bir başka grup ise İtalyan uzmanlar tarafından verilecek teorik eğitimlere ve Şeyh Süleyman Mescidi Restorasyonu projesinde uygulamalı eğitime katılacak.

 

Bizanslılardan kalan Şeyh Süleyman Mescidi, 1491 yılında Şeyh Süleyman tarafından mescide dönüştürüldü. Esere 1756 yılındaki yangından sonra Kazgan Hasan Ağa tarafından minber eklendi. Alt kısmı kare, üst kısmı sekizgen planlı binanın, Pantokrator Kilisesi’nin şapeli veya vaftizhanesi olduğu tahmin ediliyor. Bu eski ve farklı yapının restorasyonu İtalya-Türkiye ortaklığında gerçekleştirilecek. Yapının onarımında İtalya’da günümüzde kullanılmakta olan modern restorasyon yöntemleri, malzeme ve teknolojisi kullanılacak. Restorasyon sırasında VGM teknik personelinin yanı sıra Türkiye’de eski eser onarımı alanında çalışan kurum ve kuruluşlar, belediyeler, firmalar, koruma kurulları ve üniversitelerden davet edilecek teknik personel de eğitim alacak. 

Zaman, Haber: Aslıhan Aydın, 20.09.2013

İSTANBUL HEYKELLERİ

 

İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş hafta sonunda konuşma yaptığı konferansta: “Esasında meydanlarda ağaç olmaz. Ama bizim insanlarımız meydanda da ağaç istiyor...” demiş..
 

Biraz doğru... Meydanlarda pek ağaç yoktur... Ama heykeller, anıtlar vardır.

Peki dünya metropolü İstanbul'un meydanlarında heykel var mı?

Yoksa heykeller giderek kayıp mı oluyor?

CHP İBB Meclis üyeleri Hakkı Sağlam ve Serdar Bayraktar geçen ocak ayında bir önergeyle Başkan Kadir Topbaş'a sordular:

"İstanbul'da sanat eserleri heykeller kaldırılmıştır. Kaldırma gerekçesi nedir? Kaldırma talimatını kim vermiştir? Bu heykeller şu anda nerede bulunmaktadır?"

Önergede kaldırılan heykellerden örnekler de verildi...

Hakkı Karayiğitoğlu'nun Lütfi Kırdar Kongre Merkezi önüne, Işılar Kür'ün Kadıköy'e, Rahmi Aksungur'un Maçka'ya, Ayşe Erkmen'in Beyoğlu Tünel'e, Meriç Hızal'ın Üsküdar'a, Ertuğ Altan'ın Kabataş'a, Vedat Somay'ın Yenikapı'ya, Mümtaz Işıkgör'ün Ihlamur'a, Adem Yılmaz'ın Taksim Gezi Parkı'na, Ümit Öztürk'ün AHL'nin girişine konulan heykelleri...

Aradan 8 ay geçti... Büyükşehir Belediyesi bu önergeye cevap vermedi...

Milliyet, Yazı: Melih Aşık, 19.09.2013

O İMZA GÜNAY'IN ÇIKTI

 

Dönemin Resim Heykel Müzesi Müdürü, görevden alınmasına neden olan raporda yer alan eski Bakan Günay’ın imzasının sahte olduğu gerekçesiyle suç duyurusunda bulunmuştu

Günay da ‘İmza attığımı hatırlamıyorum’ diyerek Müdür Gündoğdu’ya destek olmuştu. Ancak Kriminal Polis Laboratuvarı, belgedeki imzanın Günay’a ait olduğunu ortaya koydu.

Kültür ve Turizm eski Bakanı, AKP Milletvekili Ertuğrul Günay’ın, bakanlık görevinin son günlerinde yaşanan ve yargıya da taşınan “ıslak imza” bilmecesi çözüldü. Dönemin Ankara Resim Heykel Müzesi Müdürü Ömer Gündoğdu, görevden alınmasına yol açan, Teftiş Kurulu Başkanlığı’nın soruşturma raporundaki imzanın Bakan Ertuğrul Günay’a ait olmadığı iddiasıyla savcılığa suç duyurusunda bulunmuş, onaydaki Bakan Günay’ın imzasıyla, orijinal olduğunu savunduğu imzayı da savcılığa sunmuştu.

‘İmzalamış olamam’
Günay da, “Bir müfettiş raporuna imza attığımı hatırlamıyorum” sözleriyle Gündoğdu’ya destek vermiş ve o günlerde gazetelerde yaptığı açıklamalarda şunları söylemişti: “24 Ocak’ta İstanbul’daydım ve EMITT Fuarı’na katıldım. İstanbul’dan döndükten sonra 25 Ocak’ta da devir-teslim yaparak görevimi devrettim. Ayrıldığım gün böyle bir şeyi imzalamış olmamam gerekir. Konu savcılığa intikal etmiş, araştırıldıktan sonra gerçek ortaya çıkacaktır.”

‘Aynı şahıs atmış’
Belgedeki imzanın Günay’ın mı olduğu yoksa iddia edildiği gibi taklit mi edildiği konusuna nokta, Emniyet Genel Müdürlüğü Ankara Kriminal Polis Laboratuvarı tarafından yapılan inceleme sonucu konuldu. VATAN’ın ulaştığı 19 Ağustos 2013 tarihli “Uzmanlık Raporu”nda, sahte olduğu iddia edilen belge ile orijinal imza arasında yapılan karşılaştırma sonucunda, “Bakan Ertuğrul Günay” adına atılı imzaların aynı şahıs elinden çıktığı yönünde kanaat hasıl olmuştur” denildi.

El hareketleri ve karakter aynı
Kriminal Polis Laboratuvarı’nın hazırladığı uzmanlık raporunda, imzalar arasında yapılan karşılaştırma sonucunda varılan tespitler ise şöyle sıralandı:

- İmzaların genel şekli, tersim tarzı ve inşa’a karakteri,
- İmzaların başlangıç ve sonlandırılışı,
- İmzalar içerisindeki karakteristik el hareketlerinin yapılışı
- Kaligrafik ve itiyadi diğer hususiyetler yönünden aralarında benzerlikler bulunduğu tespit edilmiştir.

Vatan, Haber: Şule Türker, 19.09.2013

"KORUMA ALTINDA" HARABEYE DÖNDÜ

 

  

 

Kütahya'nın Simav İlçesi'ne bağlı Gökçeler Köyü'nde 40 yıldır kullanılmayan 89 yıllık ahşap okul binası, ilgisizlik yüzünden harabeye döndü ancak, "koruma altında" olduğu için yıkılamıyor.

Okul binasının tarihi olduğunu belirten köylülerden 24 yaşındaki Mehmet Akif Kösem, içler acısı görüntüsüyle harabaye dönen okulun 1924'te Cumhuriyetin ilk yıllarında köy halkının katkılarıyla tek katlı, 5 derslikli olarak yapıldığını söyledi.

 

Yıllarca eğitim veren ve pek çok kişinin mezun olduğu okulun ilçede meydana gelen depremler sonrası bu hale geldiğine vurgu yapan Kösem, "Okulumuz Simav'ın ilk eğitim yuvası. 1924'te çok sağlam malzemeden yapılmış. Hem yılların verdiği yorgunluk hem de ilçemizde meydana gelen büyük depremler ve sayısız artçı sarsıntılarla bugünkü hale geldi. Özellikle çocuklarımız bu bölgede oyun oynadıklarından çok büyük tehlike altındalar. Tarihsel özelliği yüzünden gerekli ilginin gösterilmesini bekliyoruz" dedi.





Köylülerden Ercan Ertem ise, köylülerin elinden bir şey gelmediğini ve tarihi okulun bu haline çok üzüldüklerini söyledi. Ertem, "Okulda 40 yıldır eğitim verilmiyor. Koruma altında olduğundan bir şey de yapılamıyor. Bir tarihin gözümüzün önünde çürüyüp gitmesine gönlümüz razı olmuyor. Ancak elimizden de bir şey gelmiyor. İlgi bekliyoruz" diye konuştu.

61 yaşındaki Mehmet Balaban da "Atalarımızın okuduğu bu okula sahip çıkılmasını bekliyoruz. Restore edilebilir. Simav'ı vuran 19 Mayıs 2011'deki 5.9'luk depremde en çok zarar gören Gökçeler köyü oldu. Eski okulumuz da bu depremden çok etkilendi. Çocuklarımız bina içerisinde ve bahçesinde oynuyorlar. Engelleyemiyoruz" şeklinde konuştu.

Okulun bahçesinde oynayan çocuklar da, "Korkuyoruz, ancak oynuyoruz. Oynarken bina sallanıyor" dedi. Gökçeler İlkokulu'nde şu an 3 derslikli yeni binada tek öğretmen, toplam 23 öğrenciye eğitim veriyor. Dördüncü sınıf öğrencileri ise taşımalı sistemde Simav'daki okullarda eğitim görüyor.

Cnn Türk, 19.09.2013

ŞEMSEDDİN SİVASİ TÜRBESİ'NDE ONARIM BAŞLADI

 

 

Sivas Dikilitaş Caddesi’nde bulunan Koca Hasan Paşa tarafından 1564 yılında yaptırılan Meydan Camii ve içinde bulunan Şemseddin Sivasi Hazretlerinin türbesi bakım ve onarıma alındı.


Meydan Camii'nin Atatürk caddesin ile olan bağlantısı kalın suntalarla kapatılırken, Şemseddin Sivasi Hazretlerinin Türbesi'nin etrafı da açılmaya başladı.


Yapılacak çalışma ile Türbenin etrafı açılacak olurken, Atatürk Caddesi'ne çıkan tali yol ise daraltılacak. Meydan camii avlusuna inişlere ise özürlü vatandaşların rahat bir şekilde inip çıkmaları için rampalar yapılacak.


YOL ARAÇ TRAFİĞİNE KAPATILSIN
Sivas Halkı Atatürk Caddesi üzerinde bir çok tali yolun bulunduğunu, Meydan Camii kesiminde bulunan tali yolun araç trafiğine kapatılması gerektiğini savunuyor.


Vatandaşlar, bu yolun araç trafiğine kapatılıp yayalaştırılması ile birlikte hem türbenin hem caminin zarar görmemesinin sağlanacağı, araç trafiği olmayacağından dolayı cenazelerinde rahatlıkla Meydan camiinden kalka bileceği gibi tali yoldan Atatürk caddesine çıkışta yaşanan trafik karmaşasının da sona ereceğini dile getiriyorlar.


Vatandaşların bu önerilerinin dikkate alınarak yolun araç trafiğine kapatılıp yayalaştırılmasının sağlanması konusunda çalışmanın yapılması bekleniyor.

Sivas Hürdoğan, 19.09.2013

ÇİVİSİZ CAMİDE RESTORASYON ÇALIŞMALARI

 

Samsun, 19 Mayıs Belediyesi sınırları içerisinde bulunan çivisiz tarihi ahşap camiye sahip çıktı. 19 Mayıs İlçesi'nde Yukarı Engiz Mahallesi, Fatih Bulvarı üzerinde bulunun tarihi çivisiz ahşap caminin çevre düzenleme çalışmaları devam ediyor. Çalışmaları yerinde inceleyen 19 Mayıs Belediye Başkanı Osman Topaloğlu, “Düzenleme çalışmaları ile ahşap caminin etrafında meydan ve yürüyüş yolu, otopark alanı, wc, şadırvan, amfi oturma alanı, iki adet süs havuzu, kamelya ve yeşil alanların düzenlemesi yaparak tarihi ve kültürel değerlerimize sahip çıkmaya devam ediyoruz” dedi. Tek çivi kullanılmadan yapılan Çivisiz Cami, yıkılmak üzere iken 5 yıl önce restore edilerek yıkılmaktan kurtarıldı. Belediye tarafından çevre düzenlenmesi yapılan Çivisiz Camii’nin kim tarafından yapıldığı belli değil.

Anayurt Gazetesi, Haber: Sarp Evliyagil, 19.09.2013

ÇANAKKALE BATIKLARINA BİLİMSEL ARAŞTIRMA

 

 

2015 yılı, Çanakkale Savaşı’nın 100. yıldönümü. Kül-tür ve Turizm Bakanlığı, yaklaşan yıldönümü için harekete geçerek, Çanakkale Savaşı deniz harekatlarında batan gemi ve denizaltılara yönelik bilimsel sualtı araştırmaları başlattı. 

 

Çanakkale Müzesi Müdürlüğü başkanlığında, Dokuz Eylül Üniversitesi Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü’nün bilimsel danışmanlığında yürütülen araştırmalarda toplam sekiz adet batığa ilişkin çalışma yapıldı. Çalışmalar sonucunda deniz savaşına ilişkin bir harita ve coğrafi bilgi sistemi oluşturulması hedefleniyor. Öte yandan, dünya serbest dalış rekortmeni Şahika Ercümen, İkinci Dünya Savaşı’nda Karadeniz’de batan denizaltılarından U-20 batağına daldı.

Ercümen, “Batığa önlem alınmazsa bir tarih yok olacak.” dedi. Karasu Belediye Başkanı Mehmet İspiroğlu, batık gemi için proje hazırladıklarını ve Doğu Marmara Kalkınma Ajansı’na sunacaklarını aktardı.

Zaman, Haber: Duran Savaş, 19.09.2013

PİSİDİA ANTİOCHEİA ANTİK KENTİ AYAĞA KALDIRILIYOR

 

 

Isparta'nın Yalvaç İlçesi yakınlarındaki Pisidia Antiocheia antik kentinde yer alan amfitiyatronun yıkılan bölümlerindeki taşlar, numaralandırılarak vinç yardımıyla kaldırılıyor. Taşlar gelecek yıl yerlerine konulacak ve amfitiyatro yeniden hayat bulacak.

 

Pisidia Antiocheia antik kentinde bu yıl yapılan kazı çalışmalarının son haftası, ören yerinde en fazla tahribata uğramış yapı olan amfitiyatronun yıkılan bölümlerinin restorasyonuna ayrıldı. Amfitiyatronun yıkılan bölümleri numaralandırılıp, fotoğraflandıktan sonra vinç yardımıyla kaldırılıyor. Yıkılan bölümler yeterli ödenek ayrılması halinde aslına uygun şekilde 1 yıl içinde yerleştirilecek.

BU YILKİ ÖDENEK BİTTİ
Pisidia Antiocheia Antik Kenti Kazı Başkanı Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Doç.Dr. Mehmet Özhanlı, gelecek yıl yeterli ödenek sağlanması halinde restorasyon çalışmalarının tamamlanabileceğini söyledi. Tiyatronun ayağa kaldırılabilmesi için ilk adımın atıldığını belirten Doç.Dr. Özhanlı, "Bu çalışmaların tamamlanmasından sonra gelen gruplar tiyatroyu rahatlıkla gezebilirler. Ancak şu halde gezmek oldukça tehlikeli. Bu yılki kazı çalışmaları ödeneğin bitmesi nedeni ile önümüzdeki hafta tamamlanacak" dedi.

YANLIŞ UYGULAMA YAPILMIŞ
Antik kentte 5 yıldır kazı çalışmalarını sürdüren Doç.Dr. Mehmet Özhanlı, bu yılki kazının son haftasını amfitiyatroya ayırdıklarını kaydetti. Önceki yıllarda müze tarafından yürütülen kazı çalışmaları sırasında yanlış bir uygulama yapılması sonucu tiyatronun yukarıdan aşağıya doğru kaymaya başladığını öne süren Doç.Dr. Mehmet Özhanlı, alınan önlemler sayesinde daha fazla deformasyona uğramasının önüne geçildiğine işaret etti.

BU YILKİ ÇALIŞMALAR BAŞARILI
Bir vinç yardımıyla yerinden oynayan taşların numaralandırılarak kaldırıldığını dile getiren Doç.Dr. Mehmet Özhanlı, amfi tiyatroların antik kentlerin olmazsa olmazlarından olduğunu söyledi. Pisidia Antiocheia antik kentindeki amfitiyatrosunun kentin yamacına yaslanmış, oldukça küçük bir tiyatro olmasına karşın bütün Yalvaç Ovası'na hakim şekilde yerleştirildiğini vurgulayan Doç.Dr. Özhanlı, şunları kaydetti:

"Ancak burada yıllar önce yapılan çalışmalarda orkestranın (yarım daire biçimindeki kısım) olduğu yer tamamen aşağıya doğru indirilmiş olmasından dolayı kavealar (seyircilerin oturdukları basamaklı yerler) biraz tehlikeye girmişti. Bu yılki kazı çalışmalarımızda bu orkestra içerisinde bulunan tüm malzemeleri önce çizimi yapılıp fotoğrafladıktan sonra numaralandırıp dışarıya aldık. Bir sonraki adımda kaveanın akmasını engelleyecek bir duvar örülerek tiyatronun restorasyonuna başlanmış olacak. Bu bizim için önemliydi, çünkü 2008 yılından bu yana Bakanlar Kurulu kararıyla yaptığımız kazıda ilk defa vinç getirebildik. Buna göre bütçemizi ayarladık. Vincin yardımı ile sahne açıldı. Bazı oturma gruplarını tekrar yerine koyma şansımız oldu."

EFSANESİ OLDUKÇA İLGİNÇ
Amfitiyatronun tarihteki önemine de değinen Doç.Dr. Özhanlı, Hristiyanlığı yayan ilk kadın azize olarak bilinen Ayetekla'nın bu amfitiyatroda aslanların önüne atıldığını anlatarak şöyle dedi:

"Tiyatro geçmişte çok önemli olaylara tanıklık etmiş bir yapıdır. Bunlardan en önemlisi de Ayatekla'nın İkonya'da Aziz Paulus'u dinledikten sonra Hıristiyanlığı kabul etmesi ve bakire olarak kendisini Tanrı'ya ve öbür dünyaya adaması oldukça önemlidir. Bundan dolayı da Aziz Paulus'un peşinden Antiocheia'ya geldiğini biliyoruz. Antiocheia'da bir sokakta yürürken Alexandros isimli biri tarafından taciz ediliyor ve onu ittirirken elbisesinin yırtıldığı anlatılır. Bundan dolayı da Ayatekla'nın Kent Konseyi'nde yargılandığı anlatılır. Yargılama sonucunda canlı halde aslanlara atılmasına karar verilmiştir. Bu olayın bu tiyatroda gerçekleştiğini düşünüyoruz ve aç olan aslanların Ayatekla'yı yemediği detaylı olarak anlatılır. Onun bir Azize olduğu anlaşılır ve daha sonra Silifke'ye gider ve ortadan kaybolur."

Star, 18.09.2013

ARKEOLOJİ PENCERESİNDEN FESTİVALLER

Akdeniz Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Nevzat Çevik, antik dönemde Antalya'da çok sayıda festivalin düzenlendiğinin bilindiğini belirtti.

 

Antik Çağ'da bölgedeki en önemli festivallerden birinin Oinoanda'daki Demostheneia Festivali olduğunu kaydeden Prof.Dr.Çevik, şöyle konuştu: "Sadece Termessos'ta bilinen 15 festival vardı. Kaynaklarda spor içerikli panegyrics oyunların Myra, Rhodiapolis, Phaselis, Olympos, Oinoanda, Patara, Balbura, Kormi, Tlos, Sura'da yapıldığı, Gagai hatta Lyrboton Kome (Varsak) gibi çok küçük bir yerleşimlerde bile festivaller yapıldığı bilinmektedir. Bu nedenle Altın Portakal Film Festivali aslında 50 yaşında değil, ilk tiyatro binası yapımlarını baz alırsak en az 2300 küsür yaşındadır" dedi.

 

SPONSOR DESTEĞİ HATIRI SAYILIRDI

Kumluca (Rhodiapolis) ve Mavikent (Gagai'de) Asklepeia Festivali, Lyrboton Kome'de Apollon Festivali'nin her yıl periyodik olarak yapıldığını belirten Prof.Dr.Çevik, şunları söyledi: "Rhodiapolis kazılarında 2007'de bulduğumuz yazıtta, Antiokhos Festivali için tiyatroda ayrıcalıklı yer verilen ünlü aileden bahsedilmektedir. Bunlar bazı memuriyetler tarafından karşılandığı gibi sponsor desteği hatırı sayılır orandaydı. Bu festivaller halkın yaşamında büyük etki oluştursa da aynı zamanda politik mesajlar ve amaçlar içeriyordu. Spor festivalleri ile sanat festivalleri rekabet içindeydi. Ancak, bugün olduğu gibi sportif yarışlar çok büyük kalabalıklar topluyor ve daha çok heyecan veriyordu. Bu nedenle zaman içinde, özellikle Roma dönemiyle birlikte, sanata ilgi spor yarışlarına kanalize oluyordu."

 

Herodot'un kitabında bahsettiği Likyalı Olen'in Likyalı kızlara övgü ilahisi yazdığını anlatan Prof.Dr.Çevik, sözlerini şöyle sürdürdü: "Delos'ta, Olen'de eski ilahiler okunurdu. Olen'in Artems veya Akhaeia'ya bestelediği kült şarkısı hazırlıklı gösterilere dönüşmüştü. Likya'da müzikle şiir birlikte gösteriye dönüşürdü. Bugünden daha kapsamlı müzik gösterileri tanrı Apollon'un koruması altındaydı. Apollon'un himayesi salt müziğe değil aynı zamanda şarkı, dans, felsefi konuşmalar gibi her türlü artistik ve entelektüel eylemleri de içeriyordu. İbadet, zafer, düğün, doğum, ölüm, hasat, aşk gibi her türlü sosyal olgu yer alıyordu. Dinsel festivaller müzik yarışmalarına da vesile oluyordu."

 

BİR ENSTRÜMAN ÇALAMAYAN EĞİTİMSİZ SAYILIRDI

Müzik ve diğer sanatların okullarda öğretildiği Antik Çağ'da bir enstrüman çalamayan veya şarkı söyleyemeyen gençlerin eğitimsiz sayıldığını söyleyen Prof.Dr.Çevik, "Müzik ve sanat gösterileri yanında atletik-spor festivalleri de antik Likya toplumunun rutin günlerini eğlenceli sosyal buluşmalara dönüştürüyordu. Palaestralarda eğitim gören gençler sporcu olarak yetişiyor ve festivallerde yer alıyorlardı" dedi.

 

SOKAK SANATÇILARI

Patara'da bulunan bir stel üzerinde betimlenen Euharistos sokak sanatçılarının varlığından izler verdiğini belirten Prof.Dr.Çevik, sözlerini şöyle sürdürdü: "Kel kafasıyla İsmail Dümbüllü'yü anımsatan Euharistos geçmiş zamanın sokak göstericileriyle günümüz meddahları arasında köprü kurar. İkisi de keldir. Çünkü yüz mimikleri en iyi kellerde ortaya çıkar. Saçlar yüzü saklar. Sosyal elitlerin gösteri sanatlarının ve sportif yarışların icrası ve yaygınlaştırılmasındaki rolleri büyüktü. Bu kesim hem gösterileri destekliyor hem de varlığı ve gelişmesi için çaba sarfediyorlardı. Antik ve yazılı belgeler pekçok festival sponsorluğunun varlığını kanıtlar. Bu festivaller daha sosyal bir toplum oluşturmaya ve halkın daha kolay idare edilmesine de yol açıyordu. Sponsorlar prestij paylarını fazlasıyla alıyordu."

 

CAM ARKASINDA DİZİLER DÜNYASI

Bugünle karşılaştırıldığında modern aygıtların olmadığı yakın geçmişte yüzlerce yıl boyunca, Antik Çağ'ın gösteri sanatları düzeyinden çok gerilere düşüldüğünü söyleyen Prof.Dr.Çevik, "Osmanlı ve Bizans dönemindeki bu düşüş kültürel değişime bağlı gerçekleşmişti. Bugün gerekçe biraz benzerse de aslı farklıdır. Evlere giren internet, televizyonlar, CD gösterim aygıtları ve daha pekçok elektronik aygıt insanların gösteri izlemek için dışarı çıkmalarını gereksiz kılmıştır. Artık, herkes elinde bir gösteri makinesi ile dolaşmaktadır. Gerçek etki karşılığından çok uzak olsa da, artık her yer tiyatrodur, sinemadır, müzikholdür. Bu durumda, makineleri aracı kılmayan gerçek insani gösteriyi geleneksel tiyatrolarda devam ettiren canlı gösterilerin hayatta kalması çok önemlidir. Yoksa cam arkasındaki diziler dünyası, insanların sanat beklentilerini doyurduğunu daha çok sanacaktır"

haberler.com, 18.09.2013

HOŞAP'TA 350 YILLIK KANALİZASYON

 

 

Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi (YYÜ) Rektörü Prof.Dr. Peyami Battal, Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç.Dr. Mehmet Top tarafından Hoşap Kalesi'nde yürütülen restorasyon çalışmalarını inceledi. Yapılan kazılarda 350 yıllık kanalizasyon sistemi ortaya çıkarılırken, Rektör Battal, "Yapılan restorasyon çalışmalarının ardından Hoşap Kalesi bölgenin cazibe merkezi olacak" dedi.

Mahmudi Beylerinden olan Süleyman Bey tarafından 1643 yılında inşa edilen Hoşap Kalesi'nde 2007 yılında başlatılan kazı ve sağlamlaştırma çalışmaları bu yıl da Van YYÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç.Dr. Mehmet Top tarafından yürütülüyor.

Şu ana kadar hamam, seyir köşkü ve harem kısımları ortaya çıkan Hoşap Kalesi'nde surlar ve iç kısımlar da onarılıyor. Bu yıl ortaya çıkarılan taş boruların iç içe geçmesiyle döşenen hamam ve mutfak ihtiyaçları için kullanılan 350 yıllık su ve kanalizasyon sistemi ise en çok dikkat çeken kısım oldu. Borularla kalenin her tarafına temiz su taşındığı, kirli suyun da yine taş borularla tahliye edildiği belirlendi.

 
Yapılan kazı ve restorasyon çalışmalarıyla çok yol kat ettiklerini söyleyen Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Mehmet Top, "Kalede oluşturulan su ve kanalizasyon sistemi o zamanki koşullara göre oldukça dikkat çekiyor. Kalede 3 hamam, köşk ve mutfak ile karşılaştık. Bu alanlarda hem temiz su, hem de pis su için kanalizasyon sistemini bulduk. Tabi kale yüksek bir taş üzerine kurulmuş buraya su nerden geliyor. Onunda çalışmalarını yürüttük ve suyun kaleye çıkrıklarla getirilerek depolandığını tespit ettik. Ve depoların başladığı yerde bir birine geçmeli taş borularla temiz su ve pis su için tesisatlar çekilmiş. Bu tesisat sistemi kalenin hemen her tarafına döşenmiş. Bu da gösteriyor ki burada 350 yıl boyunca temiz su kullanılarak kanalizasyon sisteminden faydalanmış" dedi.

Kalede yapılan kazı ve restorasyon çalışmalardan çok memnun olduklarını söyleyen YYÜ Rektörü Prof.Dr. Peyami Battal, "Böyle bir çalışmayı öğretim üyelerimiz ve öğrencilerimizin yapması, üniversitemizin destek vermesi çok önemli. Hoşap Kalesi kültürel miraslarımızdan biri. Kaleyi korumak ve bölgenin kültür turizmine kazandırma amacı, kazının önemini bir kat daha arttırmaktadır. Hoşap Kalesi oldukça heybetli görüntüsüyle görülmesi gereken biryer. Yapılan kazı ve restorasyon çalışmalarıyla da kale eski güzelliğine tekrar kavuşuyor. Restorasyon çalışmalarının tamimiyle bitmesiyle birliktede Hoşap kalesi bir cazibe merkezi olacaktır" dedi.

Gerçek Gündem, Haber: Murat Çağlar, 18.09.2013

VATANDAŞIN 'SİT' SORUNU BİTECEK

 

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yapılan çalışma ile ülke genelindeki sit alanlarının envanteri çıkarılacak. İlk etapta 6 ilde sit alanlarını belirleyen Bakanlık, bu verileri elektronik ortama taşıyacak ve vatandaşın kamusal alanlardaki işlemler hakkında bilgi sahibi olmasını sağlayacak. Yatırım yapacak kişi alacağı arsanın sit alanı olup olmadığını bu sistem ile kolayca anlayabilecek. Tüm çalışmalar sonrası vatandaşın elindeki mevcut sit alanlarının takası da yapılacak. Böylece hem doğal alanlar korunacak hem de vatandaşın mülkiyet hakkı engellenmeyecek.

İNSAN HAKLARINA AYKIRI
Doğal sit alanlarının imar transferi ve takas hakkı olduğunu belirten Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, yeni düzenlemeyle sit alanında mülkiyeti alan vatandaşların mağduriyetine son vereceklerini söyledi. Konuyla ilgili çok sayıda vatandaşın insan hakları mahkemesine başvurduğunu ve kazandığını belirten Bakan Bayraktar, “Vatandaşın hakkını vermek ve doğal sit alanlarını korumak bir dizi çalışma yürütüyoruz. İnsanların arsası varsa, ya parasını vermeli, ya yerine arsa vermeli ya da imara açmalıyız” dedi.

 

En fazla sit alanı Muğla’da 
Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürü Osman İyimaya, “Doğal sit alanları ile ilgili çalışmalarımızı ve iş süreçlerini herkes görebilecek” dedi. Yapılan ön çalışmada en fazla sit alanının Muğla’da olduğu belirlendi. 6 bölge için 261 sit alanı olması beklenirken 333 alan olduğu ortaya çıktı. Muğla’da 197, Bursa’da 88, Kocaeli’inde 28, Sakarya’da 11, Düzce’de 6, Yalova’da 3 alan sit alanı olarak tespit edildi.

Hürriyet, Haber: Gülistan Alagöz, 18.09.2013

ZEYNELZADE HALK KÜTÜPHANESİ RESTORASYONU TAMAMLANDI

 

 

İlk olarak 1797 yılında (Hicri 1212) Akhisar’ın önemli ailelerinden Zeynelzade Hacı Ali Ağaoğlu, Hacı Ali Efendi tarafından Hashoca Mahallesinde yaptırılan Zeynelzade Halk Kütüphanesi Akhisar Belediyesi tarafından restorasyonu tamamlandı ve yeni yüzüne kavuştu.

 

Kitaplar toplandıktan sonra 1805 yılında resmen tescil edilen Zeynelzade Halk Kütüphanesinin binası tek kubbeli tavanında alçı süslemeler bulunan bir binaya sahiptir. İlk sayımlara göre 923 cilt elyazması kitap bulunmaktaydı. Bu kitaplar arasında Katip Çelebi'nin Keşfizzünun gibi çok değerli kitapları da vardı. Hacı Ali Efendi'nin kurduğu kütüphanenin zorunlu giderleri için, vakfiyesine gelir olarak Akhisar çarşısında; üstünde 12 oda, altında üç mağaza ve dört dükkan bulunan bir han, bir bardakçı imalathanesi ve ayrıca çarşının değişik semtlerinde sekiz dükkan ve Karaköy civarında Gördük Deresi kenarında su ile çalışan bir un değirmeni ve önünde elli dönüm tarla bırakmıştır. Ancak, bu vakıf mülklerinin çoğu Akhisar çarşısının genel yangınında yanmış, zamanla gelir toplanması olanaksızlaşmıştır.

Kütüphanenin tescilinden sonra ölünceye kadar Hacı Ali Efendi mütevellilik görevini yürütmüştür.

 

Hacı Ali Efendi, aynı zamanda siyasi ve idari yönleri de bulunan bir kişiydi. 1779 yılında Akhisar Voyvodalığı yapmıştır. Ayrıca Sultan Hamit'in kızı veya kız kardeşi olduğu sanılan Esma Sultan'ın hassı olan Gördes'te yıllık tımar ve diğer gelirleri toplamak için çalışmaları olmaktaydı.

 

Hacı Ali Efendi, 1814 yılında ölmüş ve kurduğu kütüphanenin avlusuna gömülmüştür. Aynı yerde iki oğlunun ve eşinin de mezarları bulunmaktadır. Zeynelzade Halk Kütüphanesi binasında Akhisar Belediyesi’nin başlattığı restorasyon çalışmaları sonrası yeni yüzüne kavuştu.

 

Konu ile ilgili açıklama yapan Akhisar Belediye Başkanı Salih Hızlı “Vakıflar Genel Müdürlüğü bünyesinde bulunan ve restorasyon karşılığı 49 yıllığına kiraladığımız ülkemizin ilk resmi kütüphanelerinden birisi olan Zeynepzade Halk Kütüphanemiz yeni yüzüne kavuştu. Belediyemiz tarafından restorasyona 208 Bin 195 TL ve il özel idaresinden 220 Bin 575 TL destek ile yapılırken restorasyon yaklaşık bir yıl sürdü. 50 metre kapalı alana sahip ülkemizin ilk kütüphanemizin içerisindeki işleme yazılar da gün yüzüne çıkmıştı. Bahçesinde idari bina, tuvaletleri ve bahçesinde peyzaj çalışmaları da modern bir şekilde faaliyete geçmiştir. Şehrimizde bulunan bir çok taşınmaz kültür varlığımıza sahip çıktık ve çıkmaya da devam edeceğiz. Sahip olduğumuz kültür varlıklarımızın yaşamasını sağlayarak gelecek nesillere iletme konusunda büyük özen gösteriyoruz” dedi.

Akhisar Haber, 18.09.2013

SANDAL BEDESTENİ İHALEYE ÇIKIYOR

 

Vakıflar Genel Müdürlüğü, Kapalıçarşı'da bulunan ve restorasyonu nedeniyle yıllardır tartışmaların odağında olan Sandal Bedesteni için ihaleye çıkma kararı aldı. Restore yap-işlet -devret modeli ile önümüzdeki günlerde ihale duyurusuna çıkacaklarını açıklayan Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem, "Maalesef bu güne kadar oradan istifade edemedik. Çok düşük bir kira alıyoruz. İhale sonrası geliri en az 6-7 kat artacak" dedi. Ertem, ayrıca Vakıflar Taksim Bölge Müdürlüğü'nün de aynı şekilde restorasyon karşılığı kiraya verileceğini belirtti. SABAH'a özel açıklamalarda bulunan Ertem, söz konusu ihalelerle Osmanlı eserlerinin hem kalkındırıldığını, hem de ekonomiye önemli katkılar sağlandığını belirtti.

RESTORE YAP-İŞLET
Ertem, genel müdürlüğün tüm gelirlerinin, söz konusu restore yap-işlet-devret gibi modellerle sağlandığını anlattı. Ertem, "Bazı tarihi eserlerin kirası çok düşük. Söz konusu modelle yaptığımız ihalelerde ise muazzam bir sonuç ortaya çıkıyor. Bu eserin rehabilite edilmesi anlamında olumlu bir sonuç doğruyacak. Ayrıca kurum açısından gelir elde ediyoruz" diye konuştu.

Sabah, Haber: Burcu Çalık, 18.09.2013

BURSA'DAKİ RESTORASYON ÇALIŞMASINDA 700 YILLIK TARİH ÇIKTI

 

 

Bursa’nın tarihi köylerinden olan Cumalıkızık’ta Orhan Gazi tarafından yaptırılan caminin restorasyonu sürüyor. Tarihi caminin duvarlarında 3 kat sıva üzerinde ayrı ayrı hat yazılarına rastlanması, restorasyon süresini uzattı.


Cumalıkızık Köyünde tarih tekrar canlanıyor. 307 hanenin bulunduğu tarihi köyde, tescilli yapılar bir bir restore ediliyor. 1300’lü yıllarda Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin oğlu Orhan Bey tarafından köye yapılan ilk yapı olan Cumalıkızık Camii, günümüze kadar gelmeyi başardı.

Yıldırım Belediyesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı iş birliğinde yapılan caminin restorasyonunun geçen Ramazan ayında bitmesi planlanıyordu ancak alanında uzman kişiler tarafından restore edilen caminin duvarlarındaki sıvaların altında ayrı ayrı hat sanatı örneklerine rastlanması süreci uzattı.

 

Restorasyon çalışmaları esnasında 200 yıl arayla atılan 3 ayrı sıvadaki hat sanatı eserlerinin bir bir ortaya çıktığını belirten Cumalıkızık Muhtarı Ahmet Kuş, tarihi köyün ilk sosyal yapısı olan caminin restorasyon çalışmasının sürdüğünü açıkladı. Hat yazılarının kime ait olduğu ile ilgili bir bulguya rastlamadıklarını söyleyen Kuş, restorasyon esnasında ikinci bir mihrap bulunduğuna da dikkat çekti.

 

Cumalıkızık Köyü'nün ilk isminin ‘Camilikızık’ olduğunu ifade eden Kuş, restorasyon ile ilgili şu bilgileri verdi:
"Osmanlı döneminde caminin yarısı medrese olarak kullanılıyordu. Daha sonra nüfusun artmasıyla medrese kaldırılarak tamamı ibadethane olarak kullanılmaya başlandı. Bunun üzerine başka bir mihrap yapılırken, diğer mihrap tuğlalarla kapatılmış. Restorasyon esnasında bu mihrap da ortaya çıktı. Mihrabın önüne tuğla örmüşler. Sıvamışlar. Bu mihrabı kapatmayacağız. İki mihrap da birlikte kalacak. Bu caminin tarihi dokusu bozulmasın diye ince elenip sık dokunarak restorasyon çalışmaları sürüyor."

 

Caminin duvarlarından çıkan el işi sanat eserlerinin korunacağını ifade eden Kuş, “Duvarlardaki işlemeler zarar görmesin diye çalışmalar yavaş yürüyor. 700 yıllık bir yapı olduğu için sıvalar çok nazik. Eğer bu sıvalara ve yazılara rastlanmasaydı geçen sene Ramazan ayında açılacaktı. Bu ince işler çıkınca restorasyon uzadı” ifadelerini kullandı.

Bursa Hakimiyet, 18.09.2013

ATATÜRK'ÜN EVİ İÇİN ÖZEL EŞYA TALİMATI

 

 

Atatürk'ün doğduğu Selanik'teki tarihi evi restorasyon sonrası ziyaret edenler eşyasız halini görünce şaşırdı. Binanın "müze ev" den sergi salonuna dönüşmesi tepki çekti

SABAH işin aslını araştırdı. Eşyaların çoğunun imitasyon olduğu için kaldırıldığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın, Türkiye'deki Atatürk'e ait bazı orijinal eşyaları Selanik'e götürmeyi planladığı öğrenildi

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün doğduğu ev olan Yunanistan'ın Selanik kentindeki tarihi bina geçtiğimiz günlerde yapılan restorasyon çalışması sonrası yeniden açıldı. 3 yıllık tadilat sonrası yapılan açılışa Kültür ve Turizm Ömer Çelik de katılmıştı. Ancak Atatürk'ün evini daha önce de ziyaret etmiş olanlar içerisinde eskiden bulunan eşyaları göremeyince şaşırdı. Eski evdeki divanlar, perdeler, minderler, mutfak eşyaları ve mangallardan eser yoktu. Bu durum gerek evin yeni halini ziyaret eden SABAH Atina Temsilcisi Stelyo Berberakis, gerekse ziyaretçiler tarafından fark edildi. Evde Atatürk'ün fotoğrafları ve ışıklı bilgi panolarından başka bir şey görmeyen ziyaretçiler "Atatürk'ün eşyaları nerede" sorusunu sordu. Berberakis'in evin neden bir sergi salonuna dönüştürüldüğü ve daha önce evde bulunan eşyaların neden kaldırıldığı sorularıyla birlikte SABAH Yazı işleri'ne konuyu bildirmesinin ardından SABAH Ankara Bürosu işin aslını araştırdı. Evde daha önce bulunan eşyaların büyük bölümünün imitasyon olduğu ve hiçbirinin Atatürk tarafından kullanılmadığı öğrenildi. Bu eşyalar restorasyon sırasında evden toplanarak Ankara, Samsun ve İznik'teki müzelere götürüldü.

BAKAN ÇELİK BİZZAT İLGİLENİYOR
Bakan Çelik tadilat sırasında kendisine bu bilginin aktarılması üzerine bizzat talimat vererek tarihi yapının Atatürk'ün kullandığı özel eşyalarla donatılması talimatını verdi. Bunun üzerine Kültür ve Turizm Bakanlığı, Mustafa Kemal Atatürk'ün bazı kişisel eşyalarının Selanik'teki Atatürk Evi Müzesi'ne nakledilmesini kararlaştırdı. Atatürk'ün hangi eşyalarının bu müzede sergileneceği, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nün yürüttüğü çalışmalar ve yapılacak görüşmeler sonucu netleşecek. Araştırmalar sonucunda, vatandaşların ilgisini çekebilecek nitelikte özel eşyalar, Selanik'teki evde sergilenecek. Atatürk'ün kişisel eşyalarının Çankaya Köşkü, hayatının son günlerini geçirdiği İstanbul Dolmabahçe Sarayı ve kabrinin yer aldığı Anıtkabir ile bazı müzelerde bulunduğu bilinirken, Bakanlık da söz konusu eşyalardan bir bölümünü alıp, Selanik'e götürmek için Cumhurbaşkanlığı, TBMM ve Genelkurmay Başkanlığı ile ortak hareket edecek.

Sabah, Haber: Burcu Çalık - Stelyo Berberakis, 18.09.2013

ANTİK KENTE 'T' TİPİ CEZAEVİ

 

 

Aydın Söke’de bulunan Antik Priene Kenti ve Büyük Menderes Milli Parkı’nın bitişiğinde bulunan araziye 80 dönüm üzerine 1200 kişilik “T Tipi” bölge cezaevi kuruluyor. Aydın Kültür ve Tabiat Koruma Kurulu bölgede bulunan eski kemer kalıntısı nedeniyle projeyi onaylamamıştı. Ancak kurul daha sonra aynı projeyi onayladı. Şantiye çalışmasının başladığı alanda gezip fotoğraf çeken mimar ve arkeologlar cezaevinin sit alanı veya milli park alanı içinde yer almadığını ancak bu iki yerin de tam sınırında bulunduğunu anlattı. Uzmanlar, koruma ilkeleri açısından doğru olmayan bu projenin derhal durdurulması gerektiğini belirtti.

Aydın’ın Söke İlçesi'nde Antik Priene Kenti’nin liman sahasına yapılan 1200 kişilik T Tipi bölge cezaevinin temelleri bölge halkının, çevrecilerin ve mimarların karşı çıkmasına rağmen 21 Temmuz’da atıldı. Projenin 18 ayda tamamlanması planlanıyor.

Uzmanlar yeraltı sularıyla meşhur Boynak Köyü’ne yapılan cezaevinin köyün yeraltı suları için de tehlike oluşturacağını ifade ediyor. 2007 yılında Alman Arkeolog Prof.Dr. Hans Lohmann, Dilek Yarımadası dağlarında yaptığı yüzey araştırmasında Priene akropolü’nün kuzeyinde Orta Bizans Dönemi’ne ait yerleşim yeri ve Hellenistik Dönem’den kalma anıt mezarlar olduğunu söylemişti. Lohmann, antik kentin kuzeybatısında da tarihi Gözetleme Kuleleri’ne rastlandığını ifade etmişti.
 

SİT ALANI KURALLARINDAN FAYDALANIR

Taraf’a konuşan Mimar Sibel Gürses, T Tipi bölge cezaevinin 80 dönüm üzerine inşa edildiğini belirterek şunları söyledi: “Cezaevinin inşa edildiği yer Antik Priene Kenti ile Büyük Menderes Milli Parkı’nın sınırlarında yer alıyor. Bu alan Büyük Menderes havzasına bakan bir yer. Bölge konum itibariyle sit alanı değil. Ancak sit alanlarına yakın parsel de sit alanı koruma kurallarından faydalanır. Bu gereklidir. Cezaevinin yapılacağı Boynak Köyü ise yeraltı su kaynaklarıyla ünlü bir yerdir. Bu köyde kanalizasyon da yok. Cezaeviyle beraber köy nüfusu 4 bin civarında olacak. Bu da ciddi bir çevre kirliliği getirecek, yeraltı suları da kirlenecektir. Projeye onay vermesi için Aydın Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Müdürü’nü nasıl ikna ettiklerini bilmiyoruz. Bölgede daha önce yüzey araştırması yapan arkeologlar doğuda Priene Kenti ve batı ucunda Thebai Kenti arasında çeşitli yapı grupları olabileceğini de ispatladı. Projenin durulması için http://www.change.org adli internet sitesinde de imza kampanyası başlatıldı.

30 kişi için 1200 kişilik cezaevi yapılıyor

Söke’de yapılan T Tipi bölge cezaeviyle ilgili konuşan Söke Cumhuriyet Başsavcısı Gürmen İlhanoğlu cezaevinin gerekliliğini şu nedenlere dayandırmıştı: “Söke’ye ağır ceza mahkemesinin gelmesinin yanı sıra Kuşadası ve Didim ilçelerinden gelen tutuklularla 88 kişilik Söke Cezaevi’nin kapasitesi zaman zaman 120-130’lara ulaşırken ciddi bir barınma sorununu da beraberinde getiriyor. Bir de yaz aylarında bölgede nüfus artışı ile artan tutuklu sayısı tutukevindeki sıkıntıları artırıyor. Bu nedenle Söke’ye acil yeni cezaevi yapımı kaçınılmaz olmuştur”

Taraf, Haber: Hüseyin İstemil, 18.09.2013

"HAYIR, MEYDANLARDA DAHA FAZLA AĞACA İHTİYAÇ VAR"

 

Peyzaj mimarı Dığış, Kadri Topbaş’ın “Meydanlarda ağaç olmaz" açıklamasını "dünyadaki belediyeler mümkün olduğunca ekolojik bir şehirleşmeye imkan verecek düzenlemeler yapıyor" sözlerini yorumluyor.

 


Union Meydanı, New York

 

''İstanbul meydanlarındaki yeşil alanlar yeterli değil, daha fazla ağaca ihtiyaç var. Kent meydanı yaratmak anlamsız beton yüzeyler yaratmak anlamına gelmemeli.''

 

Peyzaj mimarı Faruk Dığış  İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın “Meydanlarda ağaç olmaz. Ama bizim insanlarımız meydanda da ağaç istiyor. Dünyanın gelişmiş kentlerin meydanlarına bakınız ağaç yoktur” açıklamasını bianet'e böyle değerlendirdi. 

 

"En ufak yeşil alana dahi ihtiyacımız var"

Dığış dünyadaki kent meydanlarında ağaçların yer aldığını söylüyor, ''sadece Avrupa’daki bazı tarihi meydanlarda ağaç miktarı mimari dokunun tarihselliği nedeniyle yoğun olmayabiliyor'' diyor.

 

''Topbaş’ın söz ettiği gibi ağaçsız meydanlar sözkonusu değil. Örneğin Belçika'nın  meydanları farklı tarihsel kültürel doku nedeniyle nispeten az ağaca sahiptir. Brüksel'deki Grand Place Meydanı buna iyi bir örnek.

 

''Avrupa kentlerinde kişi başına düşen aktif yeşil alan 35 ile 50 metrekare arasında değişiyor. İstanbul’da bu oranın üç ile beş metrekareye düşüyor. Şehir içindeki en ufak yeşil dokuya bile ihtiyacımız var.

 

''Dünyadaki meydan düzenlemelerinde Topbaş’ın bahsettiği uygulama yok. Aksine var olan yeşil alanlarla insanlar yetinmeyip dikey bahçe, yaşayan duvar kavramlarını ortaya çıkarttılar.

Dünyadaki belediyeler mümkün olduğunca ekolojik bir şehirleşmeye imkan verecek düzenlemeler yapmaya çalışıyorlar.”

 

"Taksim ile Eiffel meydanı tasarımı aynıydı"


 

Dünyanın en yeşil ve güzel meydanlarından biri olan Eiffel çevresi, 1935 ile 1951 yılları arasında İstanbul'un nazım planını hazırlayıp uygulayan Henri Prost tarafından tasarlanmış.

 

Dığış, Prost'un benzer bir uygulamayı Taksim meydanı için de tasarladığını ve meydanın Maçka yönünün tıpkı Paris'teki ağaçlık arazi gibi yeşil bırakıldığını, ancak zamanla bu bölgenin otellere ve özel sektöre bırakılarak Gezi Parkı'na kadar daraldığını anlatıyor.

 

''Belediyenin yaptığı meydan düzenlemesi ise sorunlu. Hiçbir yönetim elindeki yetmiş, seksen yaşındaki ağaçları kesip onun yerine üç beş yaşındaki fidanları meydana yerleştirmez. Avrupa'nın hiçbir yerinde böyle bir düzenleme yok."

 

''Dünya meydanlarında yol genişletmesi gibi çevre düzenlemesi için meydan alanının daraltılması, yeşil alanın ortadan kaldırılması teklif dahi edilemez. Meydan düzenlemeleri ise mevcut ihtiyaçlara göre, yeşil alanlar korunarak yapılmalı.

 

“Taksim Meydanı yayalaştırılıyoruz adı altında anlamsız, fonksiyonsuz bir beton kütleye dönüştürüldü. Dünyanın hiçbir yerinde tarihi kent meydanlarında otoyol bariyeri kullanılmaz. Meydanın etrafı otobanlarda kullanılan bariyerlerle dolduruldu.”

Bianet, Haber: Ebru Tönel, 17.09.2013

İBRAHİM MÜTEFERRİKA KOLEKSİYONU SAHİBİNİ ARIYOR

 

 

Osmanlı döneminde ilk matbaayı kuran İbrahim Müteferrika (1674-1745), vefat edene kadar matbaasında 17 kitap basıyor.

 

1920’lerde Beyoğlu’nda kurulan kitap müzayede şirketi Librairie de Pera’nın bugünkü sahibi Uğur Güracar, ilk Türk matbaasında basılan 17 eser ile birlikte Müteferrika’nın ölümünden sonra yayımlanan dört eseri kapsayan bir koleksiyon oluşturdu. Bu koleksiyon önemli, çünkü bugüne kadar 17 eserin bir arada olduğu bir koleksiyon gün yüzüne çıkmamıştı. Hatta geçtiğimiz mayıs ayında Yalova’da açılan İbrahim Müteferrika Kağıt Müzesi’nde bile, müze yetkilileri çok arzu etmesine rağmen böyle bir koleksiyon bulunmuyor. Güracar, “Bu eserleri müzayedeye çıkarıp satmak gibi bir fikrimiz yok. Bizim koleksiyonumuzda yer alıyor. Ama görmek, satın almak isteyen koleksiyonerlere de elbette kapımız açık.” diyor.

 

Koleksiyonun en değerli eseri, Osmanlı İmpara-torluğu’nda ve İslam dünyasında Arap harfleriyle basılan ilk kitap olan Vankulu Lügati. Kapak içinde ebruların yer aldığı, mücellidinin mührünün bulunduğu Vankulu Lügati, Lale Devri’nin en değerli eseri olarak biliniyor. Müteferrika’nın bastığı bir diğer kitap, Türk denizcilik tarihine ilişkin önemli bir kaynak eser olan, Katip Çelebi’nin yazdığı Tuhfetu’l-Kibar fi Esfari’l-Bihar yani Deniz Seferleri Hakkında Büyüklere Armağan.

 

Koleksiyonda, ‘Türkiye’de basılan ilk resimli kitap’ olarak tanıtılan Tarih-i Hind-i Garbi’nin, değerine değer katan bir özelliği bulunuyor. Müteferrika, bastığı ilk üç kitaba adını yazmazken, bu eserin son sayfasına, eseri bizzat kendi eliyle bastığını belirten bir not düşmüş. İbrahim Müteferrika, matbaasında kendisinin kaleme aldığı kitapları da basıyor. Bunlardan biri, Osmanlı yönetim sisteminde yeniden yapılanmanın gerekliliğini ve uygulama yöntemlerini bilimsel bir şekilde anlattığı eseri, Usule’l-Hikem fi Nizame’l-Ümem. Koleksiyonda müellifi olduğu eserlerle birlikte, Müteferrika’nın katkıda bulunduğu başka kitaplar da mevcut.

 

İlk Türk matbaacısı, 1745’te 71 yaşında vefat edince matbaa bir süre kapalı kalıyor. Devrin padişahı, matbaanın ruhsatını Müteferrika’nın bizzat yetiştirdiği Rumeli kadılarından İbrahim Efendi ve Ahmet Efendi’ye vermesine rağmen, sadece Vankulu Lügati’nin ikinci basımını yapabiliyorlar. Daha sonra I. Abdülhamid bu işin sürmesi için Divan-ı Hümayun beylikçilerinden Raşid Mehmet Efendi ile Vasıf Efendi’yi teşvik ederek makineleri Müteferrika’nın varislerinden alarak onların bu işe devam etmelerini sağlıyor. İki ortağın bastıkları ilk eser, Müteferrika Matbaası makinelerinden çıkan on sekizinci kitap, “Tarih-i Sami ve Şakir ve Suphi” adıyla biliniyor. Koleksiyondaki 21 eserin hepsi Türk-İslam ve Osmanlı tarihi açısından oldukça değerli. Bu değere yaraşır şekilde korunması da o kadar önemli.

 

 

Müteferrika Koleksiyonu’ndaki eserler

Vankulu Lügati olarak bilinen Cevheri’nin yazdığı Tercüme-i Sıhah-ı Cevheri.  Tuhfetu’l-Kibar fi Esfari’l-Bihari Katip Çelebi.  Tarih-i Seyyah, Judas Thasddaeus Krusinski.  Tarihu’l-Hindi’-Garbi El-Musemma Bi Hadisi Nev.  Tarih Timur-i Gurgan, İbn Arabşah.  Tarih-i Mısr-i Kadim ve Mısr-i Cedid, Süheyli Efendi.  Gülşen-i Hulefa, Nazmizade Murteza.  Grammaire Turque ou Methode Courte & Facile, Jena-Baptiste Daniel Holdermann.  Usulü’l-hikem fi nizami’l-umem, İbrahim Müteferrika.  Fuyuzat-ı Mıknatısiyye, İbrahim Müteferrika.  Kitab-ı Cihannümali Katip Çelebi, İbrahim Müteferrika-Katip Çelebi.  Takvim el-Tevarih, Katip Çelebi.  Tarih-i Na’ima, Mustafa Na’ima.  Tarih-i Raşid, Mehmed Raşid.  Tarih-i Asım, Çelebizade Asım Efendi.  Ahval-i Gazavat der Diyar-ı Bosna, Ömer Bosnavi.  Ferheng-i Şuuri, Şuuri Hasan Efendi.  “Tarih-i Sami ve Şakir ve Suphi”, Raşid Mehmet Efendi ve Vasıf Efendi.  Tarih-i İzzi, Süleyman İzzi.  İ’rabu’l-Kafiye, Güzelhisarlı Zeyn,-Zade Hüseyin.  Vankulu Lügati’nin ikinci baskısı

Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 17.09.2013

"ÇAĞDAŞ SANATTA DÜNYADA ÖN SIRALARDAYIZ"

 

Gülsün Karamustafa, “Vadedilmiş Bir Sergi” ile SALT Beyoğlu ve SALT Galata’da sanatseverlerle buluşuyor. Sanatçının bugüne kadar düzenlenen en kapsamlı sergisi, daha önce Türkiye’de görülmemiş işlerine de yer veriyor. Son yıllarda yurtdışı çalışmalarına ağırlık veren Karamustafa, Türkiye’nin çağdaş sanatta ön sıralardaki ülkelerden biri olduğunu düşünüyor.

 

 

Bu serginizde, Türkiye'de daha önce sergilenmemiş işlerinizden örnekler var. Daha önce görülmüş ve görülmemiş işlerinizin buluşması, size neler hissettiriyor?
Ben de işlerimi bu kapsamda bir arada görmemiştim. Bu yeni durum kendi içlerinde de yeni bir okumaya neden olacağı için beni etkiliyor. Onları yan yana gördüğümde yeni bir beraberlik oluşturduklarını gördüm. İzleyici bu sunumu yorumladığı zaman geri dönüşü benim için önemli bir veri olacak. Onun için bundan çok memnunum.

Serginizde farklı yıllara ait işlerin birlikteliği ne gibi yeni anlamlar, yeni okumalar getiriyor?
Mesela 1980'lerde yaptığım işlerle 2000 sonrası yaptığım işler bir araya geldiğinde ve bunlarında yanına 2013'te yeni ve daha önce görülmemiş bir işi yan yana koyduğumda, bunların aslında bir diyaloga sahip olduğunu görmek beni şaşırttı. Bu bir tema veya meselelerin yaklaşık tekrarı değil. Tamamen birbirinden ayrı içerikteki işler dahi olsa, bu yan yana gelişlerinde yepyeni bir buluşma oluşuyor. Belki de bugüne kadar sergi için düşündüğümüz ve başarabildiğimiz nokta da budur. Çünkü bu sergiyi yaparken serginin küratörleri Merve Elveren ve Duygu Demir'le birlikte pek çok bağlamda düşünce ürettik. Bu üretilen düşüncelerin içinde çok klasik olan tarihsel bir yaklaşım vardı ki, bundan kaçındık. İkincisi birbirine çok benzer işlerin bir araya gelmesiyle bir kurgu oluşturulabilirdi, bundan da kaçındık. Dolayısıyla uyguladığımız kurguyu "sarmal" olarak adlandırdık.

 

 

Genel olarak işlerinizde "göç" olgusu var. Bugün göç olgusuna nasıl bakıyorsunuz?
Kendi çevremizde gözlemlediğimiz göç, en şiddetli şekilde 70'lerin sonu ve 1980'lerde yaşandı. O çok büyük bir çalkantıydı ve tüm yerleşik değerler değişmek zorunda kaldı. Uzun süre yeni değerlere karşı bir mücadele verildi. Bu mücadele kendine has bir geçiş oluşturarak yerleşmeyi başardı. Dolayısıyla o dönem aslında en şiddetli yaşanan dönemdir. Bugün baktığımızda, yeni savaşları ve göçün temel meselelerini düşündüğümüzde, durumun değiştiğini görüyoruz. Mesela Avrupa, bugün göç için ne kadar cazip? İnsanların bulundukları koşullardan kaçma olgusuyla mı göç ettiklerini düşünmemiz gerekiyor? Ortadoğu bugün çalkalanıyor, savaştan kaçanlar ne yapsın? Tüm bunlar yeni göç durumları doğuruyor. Afrika'daki insanların, küçük botlarla bir yerden bir yere geçerken öldüklerini her gün duyuyoruz. Göç devam ediyor ama belki biçim değiştirdi. Ve belki 1980'lerde yaşandığı gibi köyden kente doğru bir yoğunluk yaşanmıyor, ki bu durum sadece Türkiye'de yaşanmadı, Meksika, Mısır gibi ülkelerin büyük şehirlerinde şiddetle yaşandı, belki onlardan daha değişik nitelikler taşıyor ama devam eden bir şey olarak hayatımızda varlığını sürdürüyor.

Arabesk kültür 1950'li yıllar sürecinde başlıyor ama 1970'ler ve 80'lerde yükseliyor. Bu süreç sizin işlerinize de yansıdı. Siz arabesk kültüre nasıl bakıyor ve nasıl tanımlıyorsunuz?
Arabesk kültürü benim dönemimde kendi çevremin içinde dahi şiddetle yadsıyanlar, tehlikeli görenler vardı. Hala da belki aynı tehlikeyi orada görmekteler. Etrafımdaki olan bitene yabancılaşmadan bakma ihtiyacını duyuyordum. Ve o ihtiyaç belki de beni arabesk olgusuna daha yakından bakmama sebep oluyordu. Etrafımda yaşanana ilgisiz kalamazdım. Ama aynı zamanda çok da tehlikeli bir işle uğraşıyordum sanatçı olarak. Çünkü "kitsch"le uğraşmanın bir tehlikesi vardır sanatçı açısından. Eğer kendini kaptırırsan sen de "kitsch"leşmeye başlarsın. Ve mesafeni kaybedersen bir benzerini gerçekleştirirsin. O dönemlerde kendimi o tuzaktan korumaya çalıştığımı hatırlıyorum.

Son yıllarda yurt dışı çalışmalarınıza ağırlık verdiniz. Yurt dışında bulunduğunuz bu süreçte Türkiye çağdaş sanatını nasıl gördünüz?
Türkiye çağdaş sanatı şu anda iyi durumda.Tanınıyor, biliniyor ve özellikle genç sanatçıların yeni üretimi ve katkıları bir hayli önemli. Eskiden olduğu gibi tecrit edilmiş bir konumda değiliz. Sanıyorum herhangi bir dünya ülkesi gibi, sıralama gerekirse biraz da ön sıralarda bir ülke olarak sanata devam ediyoruz.

 

 

Sergide kendi kişisel tarihinizle ilgili işler de yer alıyor. Kendi bireysel hareketliliğinizi toplumsal bellek içerisinde nasıl tanımlıyor ya da konumlandırıyorsunuz?
Sanatçı olarak 1990'dan sonra çok fazla hareket halinde olmaya başladım. Çünkü o dönemde tüm dünya sanatçıları buna benzer hayatlar sürüyordu. 1989'da Berlin duvarının yıkılması ve Sovyet rejiminin dağılmasıyla birlikte o güne kadar hayatın bir parçası olan olan "Demirperde" yırtıldı. Bir sürü kavram değişti. Paradigmalar yer değiştirdi. Bu dönemde çok şey değişti. Sanatta merkez ve çevre yer değiştirdi. Bugüne kadar tanımlanan New York, Paris, Londra ekseninden kayıp giden sanat alanında, periferi diye tanımlanan ülkelerin sanatçılarına da açılarak, yeni bir alan oluştu. Bu alanın içinde ben de benim gibi diğer dünya sanatçıları da çok hareket ettik. Bu hareketlilik aslında önemliydi. Çünkü sanat algısı değişiyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. O dönemde sanatçıların bir çeşit göçebeliğinden söz edilebilir, bu da aslında doğrudur. Bizler birer göçebe gibi dolaşıp çalışıyorduk. Ama bugün o hareketliliğin o dönemdeki kadar yoğun olmadığını biliyorum. Ve o hareketliliğin daha farklı bir yöne doğru kaydığını biliyorum. Ama bu da kaçınılmaz bir durumdur. Sanat pazarının konunun içine dahil olduğunu bir takım şeylerin olgunlaşma dönemine girdiğini görüyorum. Bu da kaçınılmaz sonuçlardan biridir.

 


Habertürk Haber: Hülya Küpçüoğlu, 16.09.2013

BAŞBAKANIN MEZARI BULUNDU

 

 

Çin’in 7. yüzyılda yaşamış kadın siyasetçi Shangguan Wan’er’in mumyası bulundu. Çin’in kuzeybatısındaki Shaanxi kentinde bulunan mumya, 664 – 710 yılları arasında yaşamış olan Shangguan Wan’er’in Çin’in en güçlü kadın yöneticilerinden biri olduğunu gösteriyor.

 

Mezarı tahrip edildi

Çin’in ilk kraliçesi Wu Zetian’ın güvenilir yardımcısı olarak tanıtılan Shangguan Wan’er’in günümüzdeki karşılığı başbakanlık olan sorumlulukları üstlendiği belirtildi. “Kitabeler ile mezarın keşfi Tang Hanedanı’nda yapılan işçilik açısından büyük önem taşıyor” diyen tarihçi Du Wenyu, mezarın yağmalanmış ve zarar görmüş olduğunu açıkladı. Tahrip edilme izleri olduğunu söyleyen araştırmacı Geng Qinggang, Shangguan Wan’er’in entrikalı yaşamının ve güç kazanmak için için imparator olan kocası Li Xian’ı öldürmesinin bunda etkili olabileceğini söyledi. Sitede bütün bir iskelet bulunamadığı da belirtildi.

Sözcü, 16.09.2013

KARADENİZ'İN EFES'İ GÜN YÜZÜNE ÇIKIYOR

 

Karadeniz’in “Efes”i olarak bilinen, 1. yüzyılda inşa edildiği tahmin edilen Konuralp beldesindeki antik tiyatroda kazı çalışmalarında 10 bin kişilik tiyatro ortaya çıktı.

 

Kazılarla ilgili bilgi veren Düzce Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Nurperi Ayengin “Bu tiyatro anıtsal bir yapı. Bu kadar iyi korunmuş büyük bir tiyatro Batı Karadeniz Bölgesi’nde yok. 10 bin kişilik tiyatroya sahip bir şehrin zenginliğini siz düşünün.

Heyecanlanmamak mümkün değil” diye konuştu.

Akşam, 16.09.2013

ESTETİK BELEDİYELERDEN SORULACAK

 

 

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın TOKİ eliyle başlattığı 'yöresel mimari' hamlesi, belediyelere tanınan yeni yetkiyle hız kazandı. Bakanlığın yönetmelik değişikliğiyle belediyeler, yapıların inşasında yöresel mimarinin dikkate alınması ve yöresel malzeme kullanılmasını zorunlu tutabilecek. Bu kapsamda belediyeler bünyesinde kurulacak 'mimari estetik komisyonları' mimari eserlerin ve projelerin estetik olup olmadığına karar verebilecek. Proje hazırlama ve ruhsat verme işlemi estetik komiyonların kararına bağlanacak. Komisyonlar tarafından 'özgün' kabul edilmeyen eserlerde ise ilk müellif görüşü alınmadan değişikliğe gidilebilecek. Mimarlar düzenlemeyi, Osmanlı Selçuklu mimarisini canlandırma girişiminin bir parçası olarak değerlendirdi.

 

'MİMARLIK MESLEĞİNE HAKARET'

İstanbul Serbest Mimarlar Derneği Başkanı Ersen Gürsel, estetik değerlendirmenin belli kriterlere dayandırılamayacağını belirtti. Belediyeler bünyesinde kurulacak estetik komisyonlar tarafından mimari projeler üzerinde verilecek kararların projelerin özgün yapısına müdahale olacağını belirten Gürsel, “Düzenlemeyle mimari projeler kimliksiz bir hale gelecektir. Bunu çağdışı bir hareket olarak, mimarlık mesleğine yapılmış bir hakaret olarak görüyorum” dedi. Uygulamanın Osmanlı Selçuklu mimarisini canlandıracak bir adım olabileceğini belirten Gürsel, “Siyasi iktidar belli bir ideolojinin ve inanç dünyasının değerleri üzerine kurulu bir fiziki çevre yaratmak istiyor. Bakırköy, İncirli, Merter'e gittiğinizde yeni belediye binalarına, adalet saraylarına, kamu binalarına baktığınızda bunu rahatlıkla görebilirsiniz. Yerel değerleri standart kalıplara değil, mimarların tasarımlarına bırakalım” dedi.

 

Mimar Korhan Gümüş ise “Estetik olan hangi hakla bir komisyon tarafından belirlenebilir? Dünyanın hiçbir yerinde herhangi bir kent yönetimi böyle bir saçmalıktan söz etmiyor. Bu abesle iştigaldir. Yerele benzemeye çalışmak çok sorunlu ve bunu sorgulamak lazım. Bugün kamu yapılarına baktığınızda Osmanlı-Selçuklu mimarisiyle yapılan uyduruk binalar görüyorsunuz. Bunların hiç mimari değeri yok ve hepsi çöp. Bu estetik kurullardan geçmeyen binalar ancak özgün olabilir” dedi.

Birgün, Haber: Olgu Kundakçı, 16.09.2013

KONYAALTI'NDA TARİHİ KEŞİF

 

 

Antalya ’nın Konyaaltı İlçesi Hurma Mahallesi’ndeki hafriyat çalışması sırasında Roma dönemine ait lahit açığa çıkarıldı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre hafriyat çalışmasında ortaya çıkarılan lahdin uzunluğu 224, genişliği 115, derinliği ise 72 santimetre.


Kireçtaşından yekpare bir taşın oyulmasıyla oluşturulan lahdin uzun yüzünün sol tarafında, stilize çelenk içerisinde başı örtülü bir kadın büstü bulunuyor. Orta sahnede sağ eliyle sopa, sol eliyle saban tutan ve önünde bir çift öküz bulunan erkek çiftçi kabartması yer alıyor. Bu yüzün sağ tarafında yine stilize çelenk içerisinde cepheden verilmiş bir erkek büstü bulunuyor. Diğer uzun yüzse kabaca tıraşlanarak boş bırakılmış. Lahdin kısa yüzünde üzerinde rozet bulunan birer kalkanla birer mızrak betimi yer alıyor.


Açıklamada, “Üzerine oturduğu podyumda ve ön yüzün alt bölümünde yer yer kırıklar bulunan ve yerel sanat ürünü olduğu anlaşılan lahit üzerindeki büst şeklinde gösterimden yola çıkılarak milattan sonra 2-3. yüzyıla tarihlendirilmekte” denildi.
 

Arkeolojik kazılara 26 milyon lira

Türk bilim heyetleri ve müze müdürlüklerince gerçekleştirilen kazılara bu yıl 26 milyon lira kaynak aktarıldı. Bakanlıktan yapılan açıklamada “Kültür ve Turizm Bakanlığı izinleri ile 2013’te Türk bilim heyetleri ve müze müdürlüklerince 350’ye yakın kazı çalışması gerçekleştirilirken bu çalışmalara 12 Eylül 2013 itibariyle 26 milyon 919 bin 120 lira ödenek aktarıldı. Çalışmaların devamına ve projelere bağlı olarak ödenek aktarılmaya devam edilmesi planlanıyor” denildi.

Radikal, 16.09.2013

UCUBE HEYKELİ, AİHM'LİK OLDU

 

Başbakan Erdoğan'ın Kars'taki 'ucube' diye nitelendirdiği ve bir süre sonra yıkılan 'İnsanlık Anıtı' heykellerinin heykel traşı Mehmet Aksoy İnsan Hakları Mahkemesi'ne gittiğini söyledi.


Aksoy, dava sürecinin sürdüğünü belirterek, “Bugünkü mahkemeler ne kadar adildir, yanlıdır ve değildir onu sorgulamaya başladık. 'Ucube' ne anlama gelir diye, Türk Dil Kurumuna soralım diyorlar. Sözlüğe açın bakın. Cümle çok açık bir hakaret dolu” dedi.Bursa Nilüfer Belediyesi tarafından bu yıl dördüncüsü düzenlenen "Kuzgun Acar Heykel Sempozyumu' kapsamında Bursalılarla buluşan 'İnsanlık Anıtı' heykeltraşı Mehmet Aksoy, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 'İnsanlık Anıtı' heykellerine 'ucube' sözüyle ilgili mahkeme davası hakkında açıklamalarda bulundu.


Aksoy, “Biz o heykelleri 3 günde yapmadık. 3 senede yaptık. Bu heykeller gecekondu değil, bir gecede dikilmedi. Bu heykeli AKPli bir belediye başkanı yaptırıyordu. Artık doğuda barış olsun, yeteri kadar acı çekilmiş. Bunların hiçbiri gözetilmeden heykelim yıkıldı. Aslında barış deyip, barış karşıtlığı oldu. Dünyanın gözü önünde yıkıldı. Bütün Türkiye'deki mahkemeleri denedik. İnsan Hakları Mahkemesine gittik. Ben kötü bir şey yapmıyorum. Barış sürecine bir katkı olacağını düşünüyorum" diye konuştu.


Bursa’da Altıparmak Meydanı'nda 850 bin TL'ye yapılan 'Yüzen Taşlar' heykellerini de eleştiren Aksoy, “Her heykeli yaparken o heykelin içeriği nedir. Bu kültür nasıl bir kültürdür. Bunu iyice bilmek lazım. En başta Hacivat Karagöz bir gölge oyunudur. Bunu kaçırdığınız zaman Hacivat'ı kaçırıyorsunuz demektir. Hacivat ve Karagöz perdeyle ışıkta yansımalarla oynanan oyundur. Bütün bunları düşünürsek ve yapılan işe böyle bakarsak iş ortada” dedi.

Birgün, 15.09.2013

ALTINTEPE KALESİ'NİN ARKA GİRİŞİ GÜN YÜZÜNE ÇIKARILDI

 

Altıntepe Kalesi  Kaynaklara göre, Urartular döneminden kalan Altıntepe Kalesi, Erzincan il merkezinin kuzeydoğusunda yaklaşık 60 metre yükseklikteki tepe üzerinde bulunuyor. Doğu Roma İmparatorluğunun önemli bir merkezi konumundaki tepenin doğu yüzündeki burun üzerinde üç nefli, zemini mozaik kaplı bir kilise mevcut.  Sur duvarları, kabul salonu, açık hava tapınağı, mezarları ve gelişmiş kanalizasyon şebekesiyle Doğu Anadolu bölgesinde örnek bir yapıya sahip Altıntepe'de, 2003 yılından itibaren Atatürk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyelerince kazı çalışması yürütülüyor.

Mynet Haber, 15.09.2013

PERİLİ KÖŞK'TE İKİ YENİ SERGİ

 

Borusan Contemporary, 13. İstanbul Bienali ile eşzamanlı olarak, iki yeni sergiye ev sahipliği yapıyor.

 

Dün Perili Köşk’te açılan sergilerden biri Sanat Direktörü Kathleen Forde’un küratörlüğünde hazırlanan Meksikalı sanatçı Rafael Lozano Hemmer’ın ‘Vicious Circular Breathing’ adlı sergisi. Sanatçı, ziyaretçilerin hareket, ses, parmak izi, nabız ve kalp atışlarıyla dahil olabildikleri işlerini biyotmetrik alıcılar, projeksiyon cihazları, özel yazılımlar ve mekanik motorlardan faydalanarak tasarladı. Küratörlüğünü Dr. Necmi Sönmez’in yürüttüğü “Segment #4” sergisi ise Ali Ömer Kazma, Erwin Redl, Paul Schwer gibi sanatçıların eserlerini bir araya getiriyor.

Zaman, 15.09.2013

100 BİN YILLIK SU AYGIRI DİŞLERİ BULUNDU

 

 

Karain Mağarası Kazı Başkanı Prof.Dr. Işın Yalçınkaya, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 28 yıldır süren Karain kazılarının bu yılki bölümünün tamamlandığını belirtti. Karain Mağarası'nın arkeolojik araştırmaların yanı sıra doğa tarihi açısından da önemli olduğunu vurgulayan Yalçınkaya, 300 metre yüksekliğindeki mağaranın ön bölümündeki ovada yüzbinlerce yıl önce göl olduğunu, burada birçok av hayvanının yaşadığını kaydetti.

 

Mağarada su aygırı, fil ve gergedanlara ait buluntuların bunun göstergesi olduğuna işaret eden Yalçınkaya, şöyle konuştu: "Karain Mağarası'nı bölümlere ayrılarak inceliyoruz. Bir bölümde tamamen Yontmataş dönemi buluntuları var. Buradaki kazılar sırasında 2 adet su aygırı dişi bulundu. Bunlardan daha sağlam olanı Orta Yontmataş dönemine ait. Oldukça sağlam olan dişin kullanım nedeniyle aşındığı görülüyor.

 

Bu derece sağlam dişin ortaya çıkarılması neredeyse imkansız. Diğer diş ise Alt Yontmataş döneminden. Bu, diğerine göre daha yaşlı bir su aygırına ait. Bu dişlerin 100 bin yıllık olduğunu tahmin ediyoruz."

 

Dişler, o dönemdeki insanların beslenme düzeni hakkında bilgi veriyor

Prof.Dr. Yalçınkaya, ele geçen buluntuların Alt Yontmataş döneminden Orta Yontmataş dönemi sonuna kadar insanların su aygırlarıyla yaşadıkları, onları avladıkları ve kadavralarını mağaraya getirdiklerini ortaya çıkardığına dikkati çekerek, şöyle devam etti: "Bu dişler Alt ve Orta Yontmataş dönemindeki insanların beslenme düzeni, ortamları hakkında da bilgi veriyor. Çünkü bu dönemlerde dünyada buzullar var. Böyle bir dönemde Anadolu şanslı ve ayrıcalıklı bölgelerden bir tanesi. Daha çok Afrika kıtasının etkisi altında. Buzul etkisinden uzak. O bakımdan burada kalın derili ya da büyük derili av hayvanlarını bulmak mümkün. Bunun yanı sıra geçen yıllarda burada fil ve gergedan kafatası ve dişlerine de rastlamıştık."

 

Orta ve Alt Yontmataş dönemlerinde, bugün Anadolu'da görülmeyen memeli hayvanların varlığının bölgede yoğun olduğunu anlatan Yalçınkaya, fil, gergedan ve su aygırı gibi hayvanların avlandıktan sonra parçalanarak mağaraya taşındığını söyledi. Yalçınkaya, bölgede at, aslan, mağara ayısı gibi farklı hayvanların yanı sıra keçi gibi küçük memeli hayvan kalıntılarına da rastladıklarını kaydetti.

 

Karain Mağarası

Karain Mağarası, Antalya'nın 30 kilometre kuzeybatısında, Döşemealtı İlçesi'ne bağlı Yağca Köyü sınırları içinde denizden yaklaşık 450 metre yükseklikte bulunuyor. 500 bin yıllık olduğu belirlenen ve 63 yıl önce Prof.Dr. İsmail Kılıç Kökten tarafından keşfedilen mağarada 1985 yılından bu yana Prof.Dr. Işın Yalçınkaya başkanlığında kazı çalışmalarını gerçekleştiriliyor.

 

Alt Yontmataş devrinden başlayarak Orta ve Üst Yontmataş evreleri, Neolitik, Kalkolitik, Eski Tunç gibi protohistorik çağlarda ve Klasik Çağ'da sürekli iskan edilen mağarada 11 metreyi bulan kültür dolgusu oluşmuş durumda. Klasik dönemlerde adak mağara olarak kullanıldığı belirlenen Karain Mağarası'nın dış duvarlarında Grekçe kitabe ve nişler yer alıyor.

Milliyet, 15.09.2013

SAVAŞLARLA BERABER TARİH DE YOK OLUYOR

 

 

Suriye, Irak, Mısır, Afganistan, Bosna ve Kosova gibi dünyanın farklı coğrafyalarında yaşanan iç karışıklık ve savaşlar, tarihi ve kültürel eserlere büyük ölçüde zarar veriyor.

 

Özellikle İslam coğrafyasındaki tarihi yapılar, son çeyrek asırda büyük zarar gördü. Suriye’de 2 buçuk yıldır devam eden iç savaşta, UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan altı tarihi mekan; Halep Antik Kenti, Şam Antik Kenti, Bosra Antik Kenti, Krak Des Chevaliers (Haçlı Kalesi) ve Qal’at Salah El-Din Kaleleri ile antik şehir Palmira zarar gördü. UNESCO’ya göre Suriye’de yaklaşık 10 müze iç savaştan etkilendi, dördü ağır hasar aldı, biriyse tamamen yıkıldı.

 

1991’de patlak veren Birinci Körfez Savaşı ve 2003 Amerikan işgali de Irak’taki tarihi ve kültürel değerlere büyük zarar verdi. Irak Ulusal Müzesi verilerine göre, işgal sırasında yaklaşık 15 bin tarihi eser yağmalandı. 2006’da bu eserlerin bir bölümü, ABD’de Christie’s gibi ünlü müzayede evlerinde ortaya çıktı. Bugün yaklaşık 3 bini bulunup geri getirilebilen tarihi eserlerin, büyük bir oranı bulunabilmiş değil. Arap Baharı ile birlikte Mısır’da Hüsnü Mübarek’e karşı patlak veren protestolarda nedense tarihi eserler ana hedef oldu. UNESCO, 22 Ağustos 2013’te yayınladığı bildiride, Malavi Müzesi’nde yaklaşık 48 parça eserin çalındığını belirtti. Afganistan’da ise 1992-1996 arasında süren iç savaş  Kabil Ulusal Müzesi çatısına yerleştirilen bombaların patlatılması büyük zarar görmüş ama daha vahimi, bu patlamanın ardından müze yağmalanmıştı.

 

Yugoslavya’nın dağılmasıyla patlak veren Bosna Savaşı’nda ise yaklaşık 255 cami büyük hasar gördü. Bosna Hersek Kültür Mirası Haritası raporlarına göre yüzde 60’ı Osmanlı döneminde inşa edilen tarihi camiler büyük hasara uğradı. Balkanlar’ın bir diğer ülkesi Kosova’da ise 1998-1999 yılları arasında cereyan eden Kosova-Sırp Savaşı’nda birçok tarihi eser tahrip oldu. Amerika Michigan Üniversitesi’nden, Mimar Prof.Dr. Andrew Herscher ve Harvard Üniversitesi’nden Aga Khan İslam Mimarisi Programı Dokümantasyon Merkezi Müdürü András Riedlmayer’in yaptığı ‘Kosova’da Tarihi Mimarinin Yıkımı’ adlı akademik çalışmaya göre savaş sırasında 207 cami zarar gördü. Çalışma aynı zamanda, 500’e yakın tarihi çeşme, kütüphane ve pazarın da ağır tahribe maruz kaldığını ortaya koyuyor.

 

UNESCO’nun çalışmaları yetersiz

Fatih Üniversitesi Tarih Anabilim Dalı Başkanı Doç.Dr. Erdoğan Keskinkılıç, uluslararası toplumun, savaş dönemleri içinde tarihi yerlerin, müzelerin zarar görmemesi adına belirli normlar ve yasalar geliştirmesi gerektiğini söylüyor. Uluslararası hukukta tarihi eserlerin yağmalanma ve tahribine karşı caydırıcı yasaların oluşturulması gerektiğini savunan Keskinkılıç, UNESCO’nun tarihi eserleri koruma konusunda yaptığı çalışmaların yetersiz olduğunu düşünüyor: “İllegal yollarla yağma edilen tarihi eserlerin devlet müzelerinde veya özel müzelerde sergilenemeyeceği uluslararası hukukta açık ve net bir şekilde belirtilmeli.”

 

Tarihi eserleri koruma adına yapılacak ilk iş savaşların durdurulması

Doç.Dr. Erhan Afyoncu ise tarihi eserleri koruma adına yapılacak ilk işin savaşların durdurulması olduğunu söylüyor. İnsanları öldüren kişilerden tarihi korumayı beklenemeyeceğini söyleyen Afyoncu, uluslararası örgütlerin çalınan ve tahrip edilen eserlere yasak koyması gerektiğini anlatıyor. Mısır’daki kütüphanede Osmanlı’ya ait birçok yazmanın bulunduğunu söyleyen tarihçi, “Türkiye olarak yaşananlardan ders çıkarmak gerek. Osmanlı’ya ait birçok tarihi eser de bu ülkelerde bulunuyor. Bu sebeple arşiv malzemelerinin ve yazmaların kayıt altına alınması, kayıt altına alınan eserlerin de bir kopyasının Türkiye’de bulunması gerekir.” diyor.

 

 

Köprüden ne istediniz! 

Yugoslavya’nın dağılmasıyla patlak veren Bosna Savaşı’nda yaklaşık 255 cami büyük hasar gördü. Yıkılan ve zarar gören camiler arasında, Kanuni Sultan Süleyman döneminde yapımı tamamlanan, Bijeljina ve Foça şehirlerindeki Atik ve Aladza camileri de bulunuyor. Bosna Savaşı sırasında Bosnalı Sırp ve Hırvatlar tarafından tarihi Mostar Köprüsü yıkılmıştı. Köprü, Türkiye’nin de desteğiyle 2004 yılında tekrar yapılmıştı.

 

 

Tarih yok oluyor

Suriye’de 2 buçuk yıldır aralıksız devam eden şiddet olaylarında, farklı dinlere ait tarihi ibadethaneler de hava bombardımanına tutularak büyük hasar gördü. Saldırılarda Halep’te bulunan ve yapımı 715-717 yılları arasında tamamlanan, içinde Hz. Zekeriya peygamberin de kabrinin bulunduğu Emevi Camii, Humus’ta içinde Halid bin Velid türbesi yer alan Halid bin Velid Camii, Dera’da bulunan Hz. Ömer Camii, milattan sonra 5. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen, Dera’nın Busra eş-Şam beldesinde Aziz Sergius Linus ve Bacchus Katedrali, Humus’ta Şebbiha milisleri tarafından vurulan Ummu’z-Zunnar Kilisesi saldırıların hedef tahtası haline geldi. Yine Humus’ta Lübnan sınırı yakınlarında bulunan Haçlı Kalesi Krak Des Chevaliers de ülkedeki şiddetten payını aldı.

 

 

Afganistan’da tarihin çatısını yıktılar

1992-1996 arasındaki iç savaşta birçok tarihi eserin yok olduğu Afganistan’da da durum pek farksız değil. Mart 1993’te Kabil Ulusal Müzesi’nin çatısına yerleştirilen bombaların patlatılması, müzenin yağmalanmasına neden olmuştu. 2002’de ise 5. yüzyıla ait ünlü iki Buda heykeli de yok edilmişti.

 

 

Arap Baharı, müzelere sonbaharını yaşattı

İlginçtir, Arap Baharı’nda diktatöre karşı yapılan protestolarda göstericiler Kahire’deki Mısır Müzesi’ni de basmış, tarihi iki mumyaya zarar vermişti. Müzede bulunan 10 tarihi eser de kırılmıştı. El Minye şehrindeki Malavi Müzesi ise geçen hafta ülkenin yakın tarihinde görülmüş en ciddi ve şiddetli müze yağmalamalarından birine maruz kaldı. UNESCO, 22 Ağustos’ta yayınladığı bildiride, Malavi Müzesi’nde yaklaşık 48 parça eserin çalındığını belirtti. Müzede çalınan veya tahrip edilen objeler arasında kireçtaşından yapılmış 3500 yıllık bir heykel ve 18. hanedanın Firavunu Akhenaton’un kızının heykeli de var.

 

 

Irak’ta tarih yağmalandı

Mezopotamya toprakları üzerinde kurulan ve derin bir geçmişe sahip olan Irak Milli Kütüphanesi, Irak Ulusal Müzesi ve tarihi birçok cami ve külliye 1991 Körfez Savaşı ve 2003 Amerikan işgalinde büyük hasar gördü. Birinci Körfez Savaşı’nda İmam-ı Azam ve Abdülkadir Geylani türbeleri bombaların hedefi oldu. İçinde binlerce yıllık Kur’an ve elyazmalarının bulunduğu Bağdat Kütüphanesi, bu savaşlarda yağmalandı. Irak Ulusal Müzesi verilerine göre, işgal sırasında 15 bin kadar tarihi eser çalındı. 3 bin kadarı Amerika’nın ünlü müzayede evlerinden bulunup getirtildi ama geri kalanının akıbeti hakkında bilgiye ulaşılamadı. Savaşlar boyunca ayrıca, Nasiriye kentinde bulunan Babil İmparatorluğu’ndan kalma Ur Zigurratı tapınağı, başkent Bağdat’ta yer alan Ebu Hanife Camii, Huzistan eyaletindeki Seyyedoşada Camii ve Felluce’deki Hulafa El Raşid Camii de ağır hasar gördü.

Zaman, Haber: Kamil Arlı, 15.09.2013

ÇANKAYA KÖŞKÜ'NÜN RESİM KOLEKSİYONU RESTORE EDİLDİ

 

 

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bir gün bir vesileyle Fatih Camii’ni gezerken gözüne filayaklarından birine asılmış bir tablo ilişti.

 

İlk bakışta altın varakla kaplı olduğu pek anlaşılmayan bir çerçeveye yerleştirilmiş bu alegorik tabloda Devlet-i Aliyye’nin, yani Osmanlı Devleti’nin dünyaya bakışı ve kainat tasavvuru anlatılıyor olmalıydı. Ressam, Mekke ve Kufi bir hat çevrelediği Medine’yi ön plandaki dünya küresinin merkezine yerleştirmişti. Sağda Yıldız Sarayı’nın medhali, arka planda ise daha küçük ölçekte Mekke ve Medine tasvirleri, kubbeleri ve minareleriyle İstanbul silueti ve Hamidiye Camii, gökyüzünde de gezegenler yer alıyordu. Mekke tasvirinin hemen altına dikkatle bakıldığı takdirde köprüleri ve tünelleriyle Hicaz Demiryolu’nu görmek mümkündü. Ve tabii sol alt köşede resmin yapıldığı tarih ve ressamın ismi: “27 Ramazanü’l-mübarek 1323 (25 Kasım 1905), Meşihat-i Ulya Kalemi hulefasından Mimarzade Mehmed Ali.”

 

Bu hoş sürpriz karşısında şaşıran Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, dikkatle inceleyince tablonun da, çerçevesinin de son derece kötü durumda olduğunu fark etti ve bu önemli eserin Köşk’teki tablolarla birlikte restorasyon programına alınmasını emretti. Köşk’ün sanat danışmanı Ömer Faruk Şerifoğlu tarafından kapsamlı bir araştırma sonunda rapor hazırlandıktan sonra Vakıflar’dan izin alındı ve tablo Çankaya Köşkü’ne gönderildi.

 

Öteden beri güzel sanatlara, özellikle resim sanatına özel bir ilgi duyan Hayrünnisa Gül Hanımefendi, Çankaya’ya taşındıktan sonra Köşk’ün deposuna yıllardır düzensizce yığılan yüzlerce tablonun çok kötü durumda olduğunu fark edince derhal harekete geçmiş ve bu tabloların restore edilerek uygun şartlarda depolanması ve Köşk’teki uygun mekanlarda sergilenmesi için çalışmalara başlamıştı. Yerli ve yabancı ressamların son derece değerli eserlerinin de bulunduğu bu muhteşem koleksiyonun bir an önce kurtarılması gerekiyordu. Türkiye’de tablo restorasyon ve konservasyonu alanında uzman bulunamadığı için yurtdışında ciddi bir araştırma yapıldı. Sonunda, çalışmalarını Amsterdam Üniversitesi’yle bağlantılı olarak yürüten Hollanda Rijks Müzesi’nin (Kraliyet Müzesi) bu alanda öne çıktığı ve gerekli akademik altyapıya sahip olduğu tespit edilerek harekete geçildi.

 

Bu bilgiler ışığında 16 Ekim 2012 tarihinde Rijks Müzesi’yle bir sözleşme imzalanarak Cumhurbaşkanlığı envanterine kayıtlı tablo ve çerçevelerin restorasyon ve konservasyon çalışmalarına başlandı. Müze tarafından görevlendirilen uzman tablo restoratörü Barbara Schoonhoven, ilk aşamada, Cumhurbaşkanlığı koleksiyonunda öncelikli restorasyon ve konservasyon ihtiyacı tespit edilen sanat değeri yüksek 43 tarihi tabloyla ilgili detaylı inceleme raporları hazırladı. Raporların tamamlanmasının ardından, aynı müze tarafından görevlendirilen dört tablo restoratörü ve iki çerçeve restoratörü, belirlenen eserlerin tablo ve çerçeve konservasyonu çalışmalarına Ankara’da başladılar. Mimarzade Mehmed Ali Bey’in alegorik tablosu da bunlar arasındaydı.

 

TABLO RESTORASYONU STÜDYOSU KURULDU

Çankaya Köşkü yerleşkesinde kurulan stüdyoda dört ay kadar süren çalışmalar neticesinde 43 eserin konservasyonu ve dış etkilere karşı güçlendirilmesine yönelik çalışmalar başarıyla tamamlandı. Ancak projenin 43 eserle sınırlı kalmaması, çalışmaların sürdürülebilmesi için kurumsal bir kimlik şarttı. Bu amaçla 3 Temmuz’da İstanbul Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’yle bir protokol imzalandı; bu üniversitede, restorasyon için gerekli donanım ve teknolojiye sahip bir Tablo Restorasyon Stüdyosu bulunuyordu. Halen restorasyon ve konvervasyon çalışmalarına bu stüdyoda devam ediliyor. Daha da önemlisi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde görev yapan akademisyenler, artık Hollanda Rijks Müzesi’nin birikim, tecrübe ve restorasyon tekniklerinden yararlanabilecek. Bu sene ilk öğrencilerini alacak olan Türkiye’nin ilk Tablo Restorasyon ve Konservasyon Bölümü’nde ülkemizin bu alandaki ihtiyacına cevap verebilecek uzmanlar yetiştirilecek.

 

Hayrünnisa Gül Hanımefendi, bu önemli proje hakkında bilgi vermek ve yapılan çalışmaları yerinde göstermek amacıyla, önceki gün, sanat konularında yazan gazetecileri Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin Bomonti’deki kampüsünde ağırladı ve bugüne kadar yapılanları büyük bir heyecanla anlattı. Rijks Müzesi Restorasyon Bölüm Başkanı Robert van Langh’ın da katıldığı toplantıda, Barbara Schoonhoven, restorasyon aşamalarını Mimarzade Mehmed Ali Bey’in alegorik tablosuyla, Ayvazovski’nin “Kış” ve Hollandalı ressam Petrus van Schendel’ın 1841 tarihli “Balık Pazarı” adlı tabloları üzerinde gösterdi. Özellikle Mimarzade’nin tablosu -çok badireler atlatmış olmalı ki- adeta delik deşik olmuş ve çeşitli malzemelerle gelişigüzel yamanıp durmuştu.

 

Elden geçirilen tabloların restorasyon öncesi ve sonrasında çekilen görüntüleri karşılaştırılınca, kültür mirasımızın korunması için bu ve benzeri alanlarda uzmanlığın ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılıyor.

 

Seçkin bir sanatsever olan Hayrünnisa Gül Hanımefendi’nin dikkati, titizliği ve gayreti sayesinde Çankaya Köşkü’ndeki koleksiyonlar artık ilmi usullerle uygun şartlarda ve mekanlarda korunuyor ve dönüşümlü olarak sergilenmek suretiyle yaşamaları sağlanıyor.

 

Darısı diğer koleksiyonların başına!

Zaman, 15.09.2013

KALBİNE MUHTEŞEM TÜRBE

 



Kanuni Sultan Süleyman’ın 1566’da 72 yaşındayken hayatını kaybettiği Macaristan’daki Zigetvar Kalesi çevresine gömülü olan kalbinin ve iç organlarının bulunması konusunda önemli mesafe kat edildi.

TİKA, iç organların gömüldüğü yerde bulunan ve zaman içinde yok olan türbenin koordinatlarını, türbeyle ilgili çalışmalar yapan 12 kişilik Macar bilim adamları ekibine verdi. Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, Macar makamlarıyla görüşmelerin sürdüğünü, organların gömülü olduğu yere yeni bir türbe yapılacağını, bunun Macaristan turizmini patlatacağını söyledi.

TURBEK BÖLGESİNDE
Araştırmaları yürüten 12 kişilik Macar bilim adamı grubunun başkanlığını Macaristan’ın Pecs Üniversitesi’nden Prof. Norbert Pap yapıyor. Kanuni’nin iç organlarının gömülü olduğu mezarının Turbek bölgesinde olduğu sanılıyor. Kazı araştırma heyeti başkanı Pap, araştırmanın Türkiye’de büyük ses getirdiğini bildiğini belirterek, “Şunu içtenlikle söylüyorum. Biz Kanuni’nin iç organlarını aramıyoruz. Bizim için iç organlarının gömüldüğü yer önemli” dedi.

‘KÜÇÜK BUZUL ÇAĞI’
Pap, 16. yüzyıl ortasından 17. yüzyıl ortalarına kadar bölgede, “küçük buzul çağı” döneminin yaşandığını belirterek, “Şimdiki jeolojik yapıyla o zamanki jeolojik yapı çok farklı. O zaman bölge bataklık ve sularla kaplıydı. Şimdi ise kuru; akarsular tamamen kurumuş durumda. Dolayısıyla Kanuni Sultan Süleyman’ın iç organlarının gömüldüğü yer o dönemin jeolojik yapısına göre aranması gerekiyor” dedi.



Kanuni Sultan Süleyman, 1566’da Zigetvar Kalesi’nin kuşatması sırasında hayatını kaybetti. Cesedi bozulmasın diye iç organları çıkarılarak ilaçlandı ve otağının bulunduğu yere gömüldü. 2. Selim babası Kanuni’nin iç organlarının gömülü olduğu yere türbe, etrafına da külliye yaptırdı. Bu yapılar daha sonra yıkıldı

Habertürk, Haber: Bülent Aydemir, 15.09.2013

 

******


ERDOĞAN, KANUNİ'NİN KALBİNİN BULUNMASI İÇİN TALİMAT VERDİ

 

Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) heyeti, Kanuni Sultan Süleyman'ın kalbi ve iç organlarının gömüldüğü Zigetvar Kalesi çevresindeki yerin tespit çalışmalarındaki son durumu yerinde görmek ve bölgedeki diğer projeleri incelemek amacıyla 19 Eylül'de Macaristan'a gidecek.

Kanuni Sultan Süleyman, 7 Eylül 1566'da seferdeyken 72 yaşında vefat etmiş, naaşının İstanbul'a getirilmesi için iç organları Zigetvar Kalesi çevresine gömülmüştü. Daha sonra Kanuni'nun oğlu 2. Selim, buraya bir türbe ve külliye yaptırmış, 150 yıl ayakta kalan binalar Zigetvar Kalesi'nin Osmanlı'nın elinden çıkmasıyla tahrip edilmişti.

TİKA Başkanı Serdar Çam, konuya ilişkin yaptığı açıklamada, bölgedeki çalışmaları Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Macaristan'a yaptığı ziyaretle şekillendirdiklerini, heyetlerin ön hazırlıklar yapmak üzere yaklaşık 2 yıldır çalıştığını söyledi.

Çalışmaların hangi aşamada olduğunu yerinde görmek amacıyla önümüzdeki günlerde Macaristan'a bir ziyaret gerçekleştireceklerini bildiren Çam, "Biz sadece Kanuni'nin iç organlarının bulunduğu bölgeyle ilgili bir süreci yürütmüyoruz. Macaristan'da yaklaşık 9-10 tane restorasyon ile ilgili konumuz var Budapeşte, Zigetvar, Peç ve Mohaç'ta. Bunlar peyder pey şekillenecek projeler" diye konuştu.

"KANUNİ'NİN İÇ ORGANLARI BUGÜNE KALMAZ"
Çam, 19-21 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirilecek ziyaret kapsamında öncelik sıralamasına göre planlamaların ve bütçelendirmelerin yapılacağını da kaydederek, Türk ve Macar bilim adamlarının bir araya gelerek konuyla ilişkili bulguları paylaşacaklarını belirtti.

Akademisyenlerin daha düzenli ve bilimsel düzeyde çalışmaları yürüteceklerini ifade eden Çam, "Arşiv çalışmaları yapıldı. Daha önceden yapılmış bilimsel çalışmalar var. Dolayısıyla biz tarafları dinleyeceğiz ve ona göre adımlarımızı atmaya devam edeceğiz" ifadelerini kullandı.

Kanuni Sultan Süleyman'ın iç organlarının bulunduğu bölgeyle ilgili çalışmaların sonuçlarını değerlendireceklerini bildiren Çam, şunları kaydetti:
"Orada asıl olan Kanuni'nin iç organlarının bulunup bulunmaması değil. Kanuni'nin iç organları bugüne kalmaz, iç organların bulunduğu yerde bir yapı olduğu söyleniyor. Onun yeri konusunda çalışmalar yapılıyor. Ayrıca bölgede, Osmanlıların yaptığı başka hayır işleri var. Konuyla ilgili çalışmalarımız yoğunlaştı. Başbakanımızın talimatıyla vefa borcumuzu ödeyeceğiz."

Radikal, 17.09.2013

23 MİLYON YAŞINDA AĞAÇ FOSİLİ

 

 

Çanakkale'nin Gökçeada İlçesi'nde faaliyet gösteren Etis Ekolojik Tarım Ürünleri şirketinin sahibi Nusret Avcı, kendisine ait zeytinlikte bir ağaç fosili buldu. Bilim adamlarının yaptığı incelemede, fosilinin 23 milyon yaşında ve defnegiller ailesine ait olduğu belirlendi.

 

Gökçeada'da Etis Ekolojik Tarım Ürünleri şirketinin sahibi Nusret Avcı, 1 yıl önce çiftliğin yakınlarında dere yatağında dikkatini çeken bir obje gördü. Ağaç fosili olduğunu düşündüğü objeden İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi Orman Mühendisliği Bölüm Başkanı Prof.Dr. Ünal Akkemik'e numune gönderdi. Laboratuvar çalışmaları sonucu Prof.Dr. Ünal Akkemik, fosilin defnegiller ailesine ait olduğunu saptadı. İstanbul Teknik Üniversitesi Yerbilimleri Enstitüsü öğretim üyesi Prof.Dr. Mehmet Sakınç ise objenin 23 milyon yaşında olduğunu belirledi.

 

Prof.Dr. Akkemik ve Prof.Dr. Sakınç, Gökçeada'ya gelerek Nusret Avcı'ya ait işletmede ağaç fosilini tanıttı. Prof.Dr. Ünal Akkemik, şöyle dedi:

"Objenin hangi ağaç cinsine ait olduğunu belirlemek için önce objeden mikroskobik boyutta ince kesitler aldırdım. Bu kesitler ağaç halindeyken var olan ve taşlaşma sürecinde de bozulmayan odun yapısını gösteriyor. Böylece, kesitlerdeki özelliklere dayanarak fosil örneğin defnegiller ailesine ait olduğunu saptadım. Yani Gökçeada'da 23 milyon yıl önce defnegiller ailesine ait ağaçlar varmış. Bu bulgu adanın geçmiş dönemdeki orman yapısı hakkında bize bilgi verecek. Bu da orman tarihini ortaya çıkarmak açısından büyük önem taşıyor. O zaman hangi ağaçlar varmış, bugün hangi ağaçlar var karşılaştırma yapabileceğiz. Kıyaslama, iklimi karşılaştırma olanağı da verecek."

 

Prof.Dr. Akkemik, bu örneğin Gökçeada için ilk kayıt olduğunu, devam edecek çalışmalarla çok daha fazla sayıda örneğin bulunabileceğini belirtti. Adanın jeolojik dönemlerde yoğun volkanik patlamaların etkisinde kalması nedeniyle fosilleşmenin yaygın olduğu bir ortama sahip olduğuna da işaret etti. 

 

"AKDENİZ ORTAMINI KARAKTERİZE EDİYOR"

Bu tür ağaçların Akdeniz ortamını karakterize ettiğini belirten Prof.Dr. Mehmet Sakınç ise, 23 milyon yaşındaki defnegiller ailesine ait bu fosilin, bölge florası ve coğrafyası bakımından önemli olduğunu söyledi. Prof.Dr. Sakınç, şöyle konuştu:

"Yalnız bu ağaçların nasıl bu hale geldiği konusu önemli. Bu ağaçlar günümüzden 23 milyon yıl öncesine ait. Fosilleşmeye başlaması da bir volkanizmaya bağlı bu bölgede ve buradan Bolu'ya kadar, Kütahya, Uşak, Edremit, Trakya'nın bir kısmı, Yunan Adaları’nın bir kısmı gibi yerlerde büyük bir volkanizmanın varlığını biliyoruz. Volkan harekete geçtiğinde, çıkarttığı küller son derece zengin silis içeriyor. Bunlar bir bulut şeklinde ormanların veya ağaçların üzerini kapladığında ağaçlar ilk önce bu yüksek sıcaklığın etkisiyle yanıyorlar. Yüksek oranda silisyum dioksit içeren bu toz bulutundaki silisyum dioksit ağaç dokusunun içine hızlıca giriyor ve ağaç hızlı bir şekilde taşlaşmaya başlıyor. Bu tür fosilleşmiş ağaçlar volkanizma nerede olduysa o dönemlerde oralarda yaygın olarak bulunabiliyor. Bunların benzer örneklerini Bolu, Kızılcahamam, Edremit, Trakya ve Yunan adalarında da görebiliyorsunuz. Fosilleşmiş ağaçlar bölgenin florası ve coğrafyası bakımından önemli. Aynı zamanda da Yunan adalarındaki fosillerle karşılaştırma yapma açısından önemli."

 

Etis Ekolojik Tarım Ürünleri Şirketi' sahibi Nusret Avcı ise, ağaç fosilinin keşfinin kendisini heyecanlandırdığını belirtip, yakın zamanda kurmayı hedefledikleri Zeytincilik ve Zeytinyağı Müzesi'nde bu ağaç fosilini sergileyeceklerini ifade etti.

Akşam, 15.09.2013

"BURASI İŞLEME MERKEZİ"

 

 

Arslantepe Höyüğü Kazı Başkanı ve Roma Lasepianza Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Marcella Frangipane, Arslantepe’deki kazı bulgularının Malatya’nın eski bir bakır, gümüş ve metal işleme merkezi olduğunu gösterdiğini söyledi.

 

Prof.Dr. Marcella Frangipane, çok eskiden bu bölgenin, Malatya bölgesinin tam ortada kaldığını ifade ederek, “Bir tarafta Mezopotamya kültürü, bir tarafta Orta Anadolu kültürü, bir tarafta Doğu Anadolu kültürü. O zaman burası her zaman merkez. Arkeolojide çok beli olarak gösteriyor, MÖ 5 bin 500 yıl önce burada bir merkez vardı. Bağlantısı Mezopotamya ile Orta Anadolu ile ve Doğu Anadolu ile. Buraya bakır geliyor. Kuzey Anadolu’da ve Doğu Anadolu’da çok bakır, gümüş ve metal var. Buraya metal getiriliyor, işliyorlar, sonra Mezopotamya’ya gönderiyorlar. Burası işleme merkezi” dedi.

 

Malatya’nın tarihsel sürecinin Elbistan’ın önemli bir merkez olarak gösterdiğini söyleyen Prof.Dr. Marcella Frangipane, “Elbistan’da araştırma az. İnşallah daha fazla araştırma ve kazı olacak. Elbistan arkeolojik açıdan önemli bir yer” diye konuştu.

Malatya Haber, 14.09.2013

SURİYE'NİN TARİHİ ANITLARI TEHDİT ALTINDA

 

 

UNESCO’nun yaptığı açıklamaya göre, Suriye topraklarında yer alan altı tarihi anıt yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olan dünya mirasları listesine dahil edildi.


Söz konusu listeye dahil edilen Şam, Halep ve Basra şehirlerinin tarihi bölgeleri, Palmira’nın arkeolojik anıtları, ayrıca Krak de Chevaliers Kalesi ve Salah-ad-Din Kalesi, Kuzey Suriye’deki I-VI. yüzyıllara ait köyler’in isimleri korkarız tarih kitaplarının sayfalarında görülebilecek. Suriye’de çatışmaların sürmesi bu olasılığı daha da artırıyor. Rusya’nın Sesi’ne konuşan UNESCO Dünya Mirası Komitesi üyesi Karim Hendili, bu tehlikeli durumun düzeltilmesi için hiç bir imkanın şimdilik olmadığını belirtti. Hendili şunu söyledi:


"UNESCO Suriye’de silahlı çatışma koşullarında bütün bu dünya miras anıtlarının korunmasının mümkün olmadığını düşünüyor. Bütün anıtlar şimdiye kadar büyük hasar görmüş oldu. Bu nedenle UNESCO onları yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olan dünya mirasları listesine dahil etme kararını aldı. Bu anıtların kurtarılması için silahlı çatışmanın durdurulması gerekiyor. En şiddetli savaş eylemlerinin  yapıldığı Halep en büyük yıkıma uğradı. Elverişli  cografi konumu sayesinde Halep, Suriye’nin önemli ekonomi merkeziydi. Ancak savaş sırasında bunun Halep için olumsuz etkileri oldu. l0. Yüzyılda kurulmuş eski kalesi ciddi derecede hasar aldı.  Ortadoğu’nun en eski pazar yerlerinden biri şiddetli yangın sonucunda pratik olarak tümüyle tahrip oldu. Dünyanın en büyük ve en eski camilerinden biri olan Umayyad camiinin minaresi de yok oldu.  Savaşların yapıldığı bölgelerden aldığımız fotograflar anıtların feci hale geldiğini gösteriyor”.


3 bin yıllık tarihe sahip olan Suriye’de farklı kültürlerin birleşmesi sayesinde çok sayıda arkeolojik anıtlar, tarihi şehirler, anıt ve sanat eserleri bulunuyor.


Birkaç on yıl önce Suriye silahlı çatışmanın meydana gelmesi halinde kültürel değerlerin korunmasına dair bir sürü uluslararası anlaşma imzalamıştı. Ama ne yazık ki bugün ülkede imzalanmış sözleşmeleri hatırlayan pek kişi yok.


Suriye’de  silahlı çatışmalar 2011 yılının Mart ayından beri devam ediyor.

Evrensel, 14.09.2013

TÜRK RESMİNİN REKORTMEN KADINI

 

 

Dünyanın en büyük müzayede evlerinden Christie's Dubai, 29-30 Ekim'de yapacağı müzayedeye hazırlanıyor. Bu müzayedenin en önemli özelliği Türk ressam Fahrelnisa Zei'e (1901- 1991) ait bir yağlıboya tablonun 3-5 milyon dolar aralığında satışa çıkacak olması. Satış gerçekleşirse, hem Türk sanatçılar hem de Christie's Dubai'nin satışını gerçekleştirdiği Ortadoğu coğrafyası sanatçıları arasında en pahalı eser olacak. Bu rekor halen 2.8 milyon dolarla İranlı sanatçı Parviz Tanavoli'ye ait.

İNŞALLAH 29 EKİM HEDİYESİ OLUR
1962 tarihli tablo, Fahrelnisa Zeid'in oğlu Raad Bin Zeid Koleksiyonu'ndan müzayedeye girdi. 2.1 metreye 5.5 metre boyutlarındaki eserin orijinal adı "Break of the Atom and Vegetal Life". Eserin fiyatının yüksek olmasında ailenin elinde fazla Zeid tablosu kalmamış olması etkili bir unsur. Tablonun peşinde olduğu bilinen önemli bir Türk koleksiyoner bu rekor fiyata imza atabilecek mi bilinmez. Ama Christie's Dubai-Türk, İran ve Arap Ülkeleri Modern ve Çağdaş Sanat Satış Direktörü Hala Khayat, "Müzayede tam da 29 Ekim'de. İnşallah Türk koleksiyoner alırsa, Türkiye'ye doğum günü hediyesi olur" diyor. Hala Khayat ile sanat piyasasını ve Dubai 16'ncı sezon müzayedesini konuştuk.


Eserin fiyatı niye yüksek?
Büyük boyutu, kusursuzluğu, aile koleksiyonundan çıkması ve tabii konusu belirleyici oldu. Ürdün'de yaşayan bir kadın, atom parçacıkları ve doğal hayat üzerine 1960'larda kafa yormuş, bunu resmetmiş! Tabloda iç dünyasındaki patlamayı görebiliyorsunuz. Ayrıca 1960'lı yıllar Zeid'in en iyi dönemlerinden.


Ortadoğu'daki gerilim ve savaş ihtimali sanat satışlarını etkiler mi?
Christie's çok üst segmentte bir müşteri grubuna sahip. İyi bir esere milyon dolarlar verecek biri, savaş olsa da, olmasa da o parayı ödüyor. Dolayısıyla satışların gerilimden etkileneceğini söyleyemem.


Bu hassas dönemde size gelen eser sayısında değişiklik oldu mu?
Evet. Bölge ülkelerinden koleksiyonerler, likite dönmek veya ülkelerinden taşındıkları için eser satıyor. Bir kısmı da çatışmalarda zarar görür endişesiyle bize getiriyor. Eser yok olup gitmesin, güvenli bir evde 'yaşasın' diye…

Ayda ortalama kaç eser geliyor size?
Önceden 200 kadardı. Savaş ihtimalleriyle iki katına çıktı. Tabii ki hepsi satışa çıkmıyor. Bu rakam bize gelen satış başvurusu.


Batı dünyası Dubai'den eser alıyor mu?
Christie's Dubai ilk kurulduğu 2006'da Batılı alıcıların oranı yüzde 5'ti. Şimdi bu oran yüzde 50'ye geldi. Bölge sanatına ilginin arttığını gösteriyor.


Bu müzayedede başka hangi Türk sanatçılar var?
15 sanatçı var: Murat Pulat, Candan Öztürk, Abdurrahman Öztoprak, Erol Akyavaş, Firat Neziroğlu, Ayça Telgeren, Aylin Olukman, Özlem Şimşek, Murat Germen, Gülin Hayat Topdemir, Yusuf Aygeç, Sultar Acar, Gülşah Bayraktar, Yuşa Yalçıntaş ve Ansen.


Türk sanatçıları Türk koleksiyonerler mi alıyor?
Dört-beş yıl önce öyle denebilirdi. Artık değil. Türk sanatçıların eserlerini yüzde 85 oranında yabancı koleksiyonerler alıyor.

SATILMASINI İSTEMEDİ
ChrIstIe's Dubai Türk, İran ve Arap Ülkeleri Modern ve Çağdaş Sanat Satış Direktörü Hala Khayat, Fahrelnisa Zeid'in eseri için "Sanatçının satmaya asla yanaşmadığı bir eser. Satışa ailesi çıkardı. Umarım Türkiye'ye döner" diyor.

ONLİNE SATIŞ 24 EKİM'DE BAŞLIYOR
ChrIstIe's Dubai, salon müzayedelerine online satışı da ekledi. 24 Ekim 2013'te başlayacak online satış iki hafta devam edecek ve 11 Kasım'da sona erecek. Hala Khayat, başta ABD ve Avrupa olmak üzere Batı dünyasından artan müşteriler nedeniyle Dubai'de ilk kez online satış da gerçekleştireceklerini söylüyor.

Sabah, Haber: Handan Bayındır, 14.09.2013

ANTEP'İ GEÇİNCE ZEUGMA'YI GÖRECEKSİN ŞAŞIRMA

 

 

GAP nedeniyle büyük bir kısmı sular altında kalan Zeugma antik kentinde sürdürülen arkeolojik kazılar, yeni bulgularla yaklaşık 3 bin yıllık tarihe ışık tutuyor. Geçmişte neler yaşanmış, nasıl yaşanmış, kimler yaşamış? Bulunan eserler sadece Geç Hitit dönemini değil, aynı zamanda Romalıların ihtişamlı hayatlarını da yansıtıyor.

 

Kulağımıza yüzyılları fısıldayan bu antik kente varabilmemiz için hiçbir tabela yok. Sanki ne Nizip’in ne de Antep’in umurunda değil… Geçmişe dokunma çabamıza hediye gibi birkaç yüz metre kala gördüğümüz Zeugma Antik Kent tabelası bizi gülümsetiyor…

 

Zeugma’nın tarihi 2005 yılına kadar milattan önce 305’e kadar uzanıyordu. Ancak 2007/08’de yapılan çalışmalarda çok daha eski dönemlere kadar gittiği ortaya çıkartıldı. Çünkü bölgenin en yüksek tepesi Belkıs’ta, milattan önce 9. ve 8. yüzyıldan kalma Geç Hitit dönemine ait  eski Aramca yazıtlar ve seramikler bulundu.

 

Zeugma’daki kazı çalışmalarına 2017 yılına kadar İş Bankası destek veriyor. Banka, daha önce de bu kazıları sosyal sorumluluk projesi çerçevesinde desteklemişti. 2017’de bitmesi öngörülen bu Muzalar Evi kazı çalışmalarıyla, antik dönemden kalan yeni bir villa daha açık hava müzesinde sergileniyor olacak.

 


Dionysos ve Danae evlerinin kazıları tamamlandıktan sonra 2010 yılında farklı bir mimari konstrüksiyonla açık hava müzesi olarak ziyarete açıldı.

 

Zeugma kazı çalışmaları başkanı Prof.Dr. Kutalmış Görkay, Muzalar Evi’yle (Esin Perileri Evi) ilgili “Tek bir ev mi yoksa birbirine yapışık farklı evler mi henüz netlik kazanmış değil.” diyor ve kazı hakkında önemli bilgiler veriyor. Kazı çalışmaları (2007’de) ilk etapta çok derin bir açma olduğu için ekibi zorlamış. Evler arasındaki sokakları gösteriyor; Esin Perileri Evi’nin giriş kısmını kazıdıklarını, ancak avlusu ve geri kalan mekanlarının yamacın altından çıkacağını söylüyor. Bu kısmın da ekibi oldukça zorlayacağını düşünüyor. Çalışmalar sırasında Prof. Görkay’ı ve ekibini en çok heyecanlandıran şey, bu eve adını da veren Muzalar mozaiği olmuş.

 

Misafire ilham veren mozaikler

Muzalar eski Yunan mitolojisinde esin perileri, ilham perileri ya da ufak tanrıçalar olarak da adlandırılıyor. Geometrik bir desen olan bu mozaikte ilham perileri madalyonlar içerisine konmuş. Perilerin kimlere ilham verdikleri ise isimlerinden belli... Sanatçılara, filozoflara, astrologlara, bilim adamlarına ve tarihçilere… Mozaiğin ortasında yer alan baş peri Kalliope (destan, epik şiirleri), etrafında ise Thalia (komedya), Melpomene (tragedya), Terpsikhore (müzik ve dans), Erato (aşk şiirleri), Polythymnia (kutsal şiirler), Euterpe (müzik), Kleio (tarih) ve Urania (gök bilimi) isimli periler resmedilmiş.

 


Şu anda Muzalar Evi’nde (Esin Perileri Evi) kazı çalışmaları sürdürülüyor.

 

Mozaiğin bulunduğu oda ise çok özel davetlilerin ağırlandığı ufak bir yemek salonuymuş. Böyle bir eve misafir olanlar, ev sahibinin bahsedeceği konuları yerdeki mozaikten anlıyormuş. Edebiyattan, müzikten, tarihten, astronomiden… Ve her sahne misafire ev sahibinin kendine yakın bulduğu  konuyu ve entelektüel altyapısını gösteriyormuş.

 

Prof. Görkay, Muzalar Evi’ni anlatırken Zeugma’daki 3 yanık izinden bahsediyor. 253 yılındaki Sasani saldırısının izleri... 4. yüzyılda ufak bir yapılaşma olsa da 520 yılında meydana gelen ikinci yangın ve daha sonraki yıllardaki savaşlar nedeniyle çok ciddi tahribatlar yaşamış.

 

Avlularda su motifleri

Zeugma’daki Roma konutları iklimden dolayı genelde kuzeye yönlendirilmiş olarak karşımıza çıkıyor. Evlerin çoğu bitişik nizam. Çeşitli ahşap dikmelere ve ahşap çatı konstrüksiyonlara sahip evlerin hepsi tek ya da çift avlulu. Avlular, evin en önemli kısımlarından. Amaçları evin ışık, hava ve yağmur alması. Yağmur önemli çünkü kışın avlulardan akıp sarnıçları dolduruyor, evlerin yaz su ihtiyaçlarını karşılıyor. Avlu mozaikleri ise genelde suyla ilgili sahnelerle dolu (balıklar, deniz tanrısı Poseidon vs.). Evler aynı zamanda antik dönemde yaşamış insanların özel yaşantılarıyla ilgili önemli ipuçları da veriyor. Fresklerin desenlerine yaklaşıldığında o evde yaşayan insanların şiirleri, dilekleri veya düşünceleri görülebilir.

 

Son olarak Prof. Görkay, kazı çalışmalarını korumanın ve aynı anda kaçak kazı yapılmasını önlemenin çok zor olduğunu söylüyor. 

 

Fırat’ın iki yakasını bir araya getiren Zeugma

Köprü anlamına gelen Zeugma esasında karşılıklı iki kent, Apamea ve Selevkos, olarak kurulmuş. MÖ 205 yılında Büyük İskender'in komutanlarından birinci Selevkos Nikator, Batı Anadolu'dan başlayıp Hindistan'a kadar uzanan coğrafya üzerinde bir krallık kurar ve Yunan polis modelini baz alarak bölgede bir sürü şehirler inşa eder. Bu şehirlerden biri de Zeugma'dır. Bölge Hellenistik dönemlerde önemli, ancak Zeugma asıl zenginliğini Romalıların bu bölgeyi MÖ 31 yılında kendi imparatorluklarına dahil etmeleriyle kazanır. Bütün antik yolların birleştiği, ekonomik ve jeopolitik açıdan çok önemli olan bu noktayı Romalılar lejyon kenti olarak kurar. Üçüncü yüzyılın ortasında Sasaniler, şehri yakar ve kenti tahrip eder. Kent yavaş yavaş önemini yitirir. Nehrin iki yakası için köprü vazifesi gören Zeugma, bu özelliğini Birecik'e kaptırır.

Zaman Cumaertesi, Haber: Ahu Temizsoy, 14.09.2013

FATİH, KÜLLERİNDEN DOĞUYOR

 

 

Roma, Bizans ve Osmanlı İmparatorluğu ile üç dünya imparatorluğuna başkentlik yapmış, büyük medeniyetlerin, farklı din, dil ve kültüre mensup milyonlarca insanın izlerini taşıyan Fatih’te yapılan restorasyon çalışmalarıyla ilçede tarih ve kültür ihya oluyor.

 

2004 ve 2009 Yerel Seçimleri’nde Fatih Belediye Başkanı seçilen Fatih ile Eminönü’nün birleşmesiyle Tarihi Yarımada’nın da içinde bulunduğu Fatih’e belediye başkanı olan Mustafa Demir, İstanbul’un mirasını barındıran ilçede kentsel dönüşümün diğer ilçelerden farklı bir dinamiği olduğunu söylüyor.


“Tarihi Yarımada olarak nitelendirdiğimiz bu bölgede her tarafı yıkıp yeniden yapmak mümkün değil. Bu yüzden dönüşümü kendi küllerinden yeniden yaratarak sürdürmek zorundayız. Ayrım gözetmeksizin bizden önce yaşamış tüm medeniyetlere ait tarihi eserleri korumak ve yeniden yaşatmak için var gücümüzle çalışıyoruz.”


Her tarafından tarih fışkıran semtte bu özen içinde yapılan bir dizi restorasyon çalışması Fatih’in ve Tarihi Yarımada’nın çehresini değiştiriyor. 


Demir bu değişimi şöyle anlatıyor: “Beşikçizade Tekkesi, Emir Buhari Tekkesi, Sümbül Efendi Tekkesi, Sultanahmet Medresesi, Rüstempaşa Medresesi, Hadım Hasan Paşa Medresesi, Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi gibi tarihi eserlerimizin restorasyonunu tamamladık. Sinan Paşa Medresesi, Ekmekçizade Ahmet Paşa Medresesi, Murat Molla Kütüphanesi, Alman Çeşmesi gibi tarihi eserlerimizde de çalışmalarımız devam ediyor. Fatih Camii, Süleymaniye Camii gibi büyük camilerimizin de restorasyonu yapıldı,  çevre düzenlemeleri devam ediyor. Bu liste uzayıp gidiyor. “


Fatih’i Türkiye’nin herhangi bir semtinden ayıran özelliği, farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış olması. “Roma, Bizans ve Osmanlı İmparatorluğu ile 1.500 yıl dünya imparatorluğuna başkentlik yapmış bir yer burası. Böyle bir yerde belediye başkanıysanız tabii ki turizm gelirini artırmak önceliğiniz olmalı. Biz bu bölgedeki eserlerin restorasyonunu gerçekleştirirken sürekli bunu göz önünde bulunduruyoruz. Çünkü İstanbul Kapalıçarşı’sıyla, Mısır Çarşısı’yla, Yerebatan Sarnıcı, Topkapı Sarayı, Ayasofya ve Sultanahmet’iyle İstanbul’dur. Dışarıdan biri gelip bunları görmeden giderse İstanbul’u gördüm diyebilir mi? Bu yüzden biz. İstanbul’un tümüne hizmet eder gibi çalışıyoruz.”


Mustafa Demir, ilçenin 2023 hedefinin turist sayısını 63 milyona, bırakılacak geliri de 86 milyara çıkarmak olduğunu söylüyor. 


“Bu hedefi gerçekleştirebilmek için dünyada belki ilk vgönüllü turizm elçileriyle çalışıyoruz. Sürekli hareket eden ‘turizm zabıtaları’ ile bu çalışmaları destekliyoruz.”  

Akşam, Haber: Sayım Çınar, 14.09.2013

TÜRK ÇAĞDAŞ SANATINDA BÜYÜK AİLELER DEVLET GİBİ

 

İstanbul bugünlerde sanatsal etkinliklerle soluk alıp veriyor adeta. Koç Holding’in sponsorluğunda gerçekleşen 13. İstanbul Bienali, Akbank Yönetim Kurulu Başkanı Suzan Sabancı Dinçer’in desteğiyle şehre gelen Anish Kapoor sergisi... Bienal’e paralel düzenlenen onlarca sergi ve etkinlik şehre yüzlerce yabancı koleksiyoner, gazeteci, sanatsever ve galeri yöneticisinin de gelmesine neden oldu. Sakıp Sabancı Müzesi’nde açılan Anish Kapoor sergisinde sohbet ettiğimiz Akbank Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı ve Murahhas Üyesi  Hayri Çulhacı’nın, “Sergi için düzenlediğimiz basın toplantısına katılanların yarısına yakını yabancıydı” sözleri de bunu teyit eder nitelikteydi.

Yeni nesil sanat okuyor
Kentte sanat adına verilen davetlerden birisi de dün Kıbrıslı Yalısı’ndaydı. Davetlileri iş adamı Halis Komili ve kızı Arzu Komili karşıladı. Tam da bu noktada bir parantez açmak gerekiyor. Gelişen Türk sanat piyasasına paralel olarak görünen o ki Beyaz Türklerin çocukları, artık işletme değil, sanat okuyor. Halis Komili’nin kızı Arzu Komili Galeri Mana’nın başında.


İnci Aksoy’un, bir süre Metropolitan Müzesi İslami Sanat Bölümü’nde de çalışan kızı Eda Aksoy, Pınar Yoldaş’ın Süzer Plaza’daki “Bir başka Evrim/Alterevolution” sergisinin küratörlüğünü yapıyor.


Jefi Kamhi’nin kızı Lara Kamhi, Cem Boyner’in sanatçı kızı Elif Boyner aklıma gelen birkaç isim. Halis Komili’ye iş adamlarının çocuklarının değişen eğitim tercihlerini sordum. Halis Komili hızlı bir çıkış yapan Çağdaş Türk sanatının tercihlerin bu yöne evrilmesinde etkili olduğunu söylerken ekledi: “İkinci, üçüncü kuşak sanatla daha ilgili. Dünyanın her yerinde gelişim bu yönde oldu.”

‘Medici ailesi gibiler’
Kentte bu hafta sonu düzenlenecek etkinliklerden birisi de Artinternational İstanbul. Haliç’te düzenlenecek sergiye Anish Kapoor, Richard Hudson gibi dev isimlerin eserleriyle katılan New York merkezli Leila Heller Gallery’in sahibi Leila Taghinia da Kıbrıslı Yalısı’ndaydı.


Yaptığımız sohbette dünyada Çağdaş Türk sanatının gelişimi kadar desteklenme biçimiyle de konuşulduğunu söylerken ilginç tespitlerde bulundu: “Başta Katar olmak üzere Ortadoğu ülkelerinde, Asya’da sanat devlet eliyle gelişiyor. Dev müzeleri devlet kuruyor. Abu Dhabi, Bahreyn, Doha, Dubai, Katar hepsinde böyle. Türkiye’de ise bu misyonu Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gibi büyük aileler üstlenmiş durumda. Türkiye’de sanatın özel sektör katkısıyla bu kadar büyümesi bize inanılmaz ve çok saygı uyandırıcı geliyor. Devlet katkısı Türkiye’de çok az. Zenginleriniz 21. yüzyılın Medici ailesi (İtalyan rönesansını etkileyen varlıklı aile) gibiler. Rönesans dönemini hatırlatıyorlar.”

 

‘Koleksiyoner sayınız artıyor’
Dünya çapında tanınan 20 büyük Türk koleksiyonerin bulunduğunu kaydeden Taghinia bu isimlerin alım refleksiyle ilgili de çarpıcı tespitler yaptı: “Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, Demirören, Barut ailesi gibi büyük koleksiyonerler, önemli eserleri yatırım için değil kamusal miras bırakmak amacıyla alıyorlar. Aldıkları önemli eserleri satmıyor, koleksiyonlarında tutuyorlar.


Türkiye gelişen bir ülke. Servet birikimine paralel olarak koleksiyoner sayısı hızla artıyor. Biz yabancı galeriler de Türkiye’deki fuarlara katılmak, koleksiyonerlerle tanışmak için İstanbul’a çok sık geliyoruz. Koleksiyonerleriniz çok cesur, hiç ummadığınız eserleri bağenip, alıyorlar.
Koleksiyoner sayınız her yıl katlanarak artıyor” diyor. New York sanat piyasasının önde gelen isimlerinden Leila Taghinia’ya göre Türkiye’de ilk 20’nin arkasından gelen ve giderek güçlenen 200 kişilik büyük koleksiyoner grubu daha var.

Milliyet, Haber: Songül Hatırasu, 14.09.2013

EZELİ REKABETTEN KALAN SON ÇEŞME KADERİNE TERKEDİLDİ

 

 

İstanbul’un turistik semtlerinden Çengelköy’de büyük bir bölümü toprağın altında kalan 160 yıllık bir çeşme var. Burası aynı zamanda asırlık bir rekabetin de tanığı... İşte bir çeşme üzerinden efsanevi cirit takımları Lahanacılar ile Bamyacıların, Fenerbahçe-Galatasaray rekabetini aratmayan hikâyesi.

 

 

Osmanlı İmparatorluğu’nun efsanevi iki cirit takımı Lahanacılar ve Bamyacılar’ın ezeli rekabetinden geriye kalan en önemli eserlerden biri olan Lahana Çeşmesi kaderine terk edildi. Çengeköy Polis Karakolu önünde bulunan 160 yıllık çeşmenin büyük bir bölümü toprağın altında kaldı. Musluğu çalınan çeşmenin ön yüzü aslına uygun olmayan bir şekilde yeşile boyandı. Kurnasının olduğu bölüm ise beton dökülerek yol çalışması yapıldığı sırada kaldırımın altında bırakıldı. Çeşmenin restorasyonu için yapılan bütün girişimler Anıtlar Kurulu’na takıldı. Çengelköy sakinleri ise, bir zamanlar su içtikleri çeşmeden yeniden suyun akmasını istiyor.

 

Lahanaspor, bamyacılara karşı

Lahana Çeşmesi’nin tarihi, 15. yüzyılda Lahanacılar ve Bamyacılar takımlarının kurulmasına dayanır. Amasya ile Merzifon arasındaki ovada Sultan Çelebi Mehmed’in talimatıyla iki cirit takımı kurulur. Bu sayede hem ata sporu cirit gelişir hem de askerler her dönem savaşa hazır tutulur. Amasya’nın bamyası, Merzifon’un ise lahanasının meşhur olmasından dolayı iki takım bu isimleri alır. Bamyacılar kırmızı, lahanacılar yeşil kadifeden yapılan giysilerle meydanlarda boy gösterir. Bu iki spor takımının karşılaşmaları bugünün Fenerbahçe ile Galatasaray rekabeti kadar o dönemde ilgi görür. Zamanla Lahanacılar Anadolu halkını, Bamyacılar ise sarayı temsil eder. Birçoğu iyi birer okçu olan Osmanlı padişahları da ezeli rekabetin taraftarları olmuştur. Sultan III. Selim 1791 tarihli mermer nişanının tepesini bir lahanayla, Sultan II. Mahmud ise 1811 tarihli nişanının tepesini bamyayla süsler. Her iki takım adına da çeşitli anıtlar dikilmiş ancak bunlardan pek azı günümüze ulaşabilmiş. Bu anıtlardan en önemlisi ise Çengelköy’de bulunan Lahana Çeşmesi. 1854 yılında Serkavas Ahmet Ağa tarafından yaptırılan çeşme, uzun zamanlar bölge halkı tarafından kullanıldı.

 

İstanbul’un boğaza hâkim noktalarından biri olan Lahana Çeşmesi de günümüzdeki haliyle kaderine terk edilmiş durumda. Çengelköy Karakolu’nun önündeki Lahana formunu taşıyan çeşme, kentte bulunan anıt eserler konusunda sütun çeşme tarzında türünün son örnekleri arasında yer alıyor. 2008 yılında İSKİ önderliğinde yapılış hikâyesi, mimari yapıları, hat ve tezhip sanatlarının icra edildiği zarafetleriyle İspanya’nın Zaragoza kentinde düzenlenen Expo’da ‘Hayat İçin Çeşmeler’ başlığıyla dünyanın beğenisine sunulan sekiz tarihi İstanbul çeşmesinden biri oldu. Anadolu yakası Boğaz hattı üzerinde önünden her gün yüz binlerce insanın geçtiği bir cadde üzerinde bulunan 160 yıllık çeşmenin büyük bir bölümü toprağın altında kaldı.

 

Restorasyon için gönüllü olanlar  Anıtlar Kurulu’na takılıyor

Lahana Çeşmesi’nin kurtarılması için mücadele veren 35 yıllık Çengelköylü Ali Serim, İstanbul’un önemli simge eserlerinden birine değer verilmediğinden yakınıyor: “Çocukluğunda suyunu içmiş bir İstanbullu olarak üzüntüm, tarihi eserlerin korunması konusunda duyarlılık gösteren insanlardan daha büyük.” Serim, yapılması gerekenin anıt eserin yükseltilerek bir kaide üzerine oturtulması, önemli mermer işçiliğini saklayan boyaların taş üzerinden alınması ve su tesisatının bağlanmasından ibaret olduğunu söylüyor.

 

Çengelköy Mahalle Muhtarı Can Cumurcu da, çeşmeyle ilgili her kanaldan müracaat ettiklerini ancak değerlendirmeye alınan taleplerin sonuçsuz kaldığını anlatıyor. Çeşmeyi yeniden eski haline getirmek için muhtarlığa gelenlerin olduğunu söyleyen Cumurcu, Anıtlar Kurulu’nun izni olmadan çeşmeye herhangi bir restorasyon yapılamadığını ifade ediyor. Cumurcu, “Lahana Çeşmesi hakkında Başbakanlığa kadar yazılar yazdım. Ancak Anıtlar Kurulu’nun onayı olmadan hiçbir işlem yapılamıyor. Bize müracaat eden kişiler çeşmeyi eski haline döndürmek istiyor ama bu mümkün değil. Yetkililerin bir an önce bu tarihi esere gereken önemi vermesi gerekiyor.” diyor.

 

Babaannemin su içtiği çeşmeden çocuklarım da içsin

Lahana Çeşmesi hakkında çocukların çeşmeyi tanımaları için bir kitap yazan mimar Simla Sunay ise, çeşmenin bakımsız ve kaderine terk edilmiş olmasının üzücü olduğunu söylüyor. “Biz yerel halk olarak, suyu akmayan, kurnası olmayan ve zamanında sözde restorasyonla yeşil yağlıboya boyanan, araçların park ettiği kaldırıma gömülü duran çeşmenin aslına uygun olarak yeşile boyanmadan restorasyonunun gerçekleşmesini diliyoruz.” diyen Sunay, çeşmenin kurtarılması için ellerinden geleni yaptıklarını söylüyor. Sunay, “Sürecin takipçisi olacağız. Dilerim İstanbul’da suyu akmayan, onarılmamış, işlevini yitirmiş çeşme kalmaz. Evlerimizde musluklarımız olabilir ama sokaklar, meydanlar halka aitse eğer, çeşmelerden de su akmalı. Babaannemin su içtiği çeşmeden benim çocuklarım da içsin istiyorum.” diyor.

Zaman, Haber: Burak Çan, 13.09.2013

HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR MÜZESİ, İBB'YE DEVREDİLİYOR

 

 

İstanbul Heybeliada'da bulunan Hüseyin Rahmi Gürpınar Müze binası, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne (İBB) devrediliyor.

 

Yazar Gürpınar'ın (1864-1944) evi olan ve sonradan müzeye dönüştürülen üç katlı köşk için Mart ayında Kültür ve Turizm Bakanlığı'na başvuran İBB, yapının İstanbul Sanat ve Meslek Eğitimi Kursları (İSMEK) için kullanılmak üzere devrini talep etmişti. Temmuz ayında İBB'ye olumlu yanıt veren Bakanlık, Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu'ndan izin alınması şartıyla müzenin devrine hazır olduğunu iletmişti.

 

Müze binasının kütüphane ve kurs merkezi olarak kullanılmak üzere 25 yıllığına İBB'ye bedelsiz tahsis edilmesi yönündeki teklif geçtiğimiz günlerde İl Genel Meclisi'nin gündemine taşındı. Meclis'in ve Koruma Kurulu'nun onayının ardından bina İBB'ye devredilecek.

Haber Sol, 13.09.2013

 

******


MÜZEDEN MESLEK KURSU OLUR MU?

 

 

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, usta kalem Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Heybeliada’daki müze evini meslek kursuna dönüştürmek istiyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı bu isteğe olumlu yanıt verdi.

 

Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi yazarlarından Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Heybeliada’daki müze evi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce(İBB) meslek kursuna dönüştürülmek isteniyor. Ünlü yazarın 32 yıl yaşadığı, el yazması eserleri, kitapları ve şahsi eşyalarının sergilendiği müzeyi Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan isteyen İBB’ye bakanlık olumlu yanıt verdi. Son sözü, köşkün mülkiyet sahibi İl Özel İdaresi söyleyecek. Adalar Belediye Başkanı Mustafa Farsakoğlu ise, “Kurs merkezi gibi bir düşünce varsa bu dehşet verici. Edebiyata sanata çok derin bir darbe vuracak bir anlayış. Yapamazlar, adalar ayağa kalkar” diyor.  


Türk edebiyatının en önemli kalemlerinden Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Heybeliada’da 32 yıl yaşadığı köşk, 2000 yılında dönemin Adalar Kaymakamı Mustafa Farsakoğlu’nun girişimleri ve Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla müze ev olarak hizmete açıldı. Ünlü yazarın, kitapları, gazete koleksiyonu, kendisine ait dantel işleri, çalışma ve yatak odası ile aile fotoğraflarının sergilendiği müze son birkaç aya kadar ziyaretçilerini ağırlıyordu. Restorasyon ihtiyacı nedeniyle kısa süreliğine kapanan müzeye geçtiğimiz Mart ayında İBB talip oldu.

Bakanlık onay verdi
Müze binasının İstanbul halkına sanat ve meslek eğitimi veren İstanbul Sanat ve Meslek Eğitimi Kursları’nca(İSMEK) kütüphane ve kurs merkezi olarak kullanılmak üzere belediyeleri adına tahsisini isteyen belediye, nisan ayında da Kültür ve Turizm Bakanlığı’na tahsis için görüş sordu.
Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü, kendine tahsisli binanın İBB’ye tahsis edilmesine Bakanlık ‘olur’uyla onay verdi. Onay yazısında, “İlgili Kültür Varlıklarını Koruma Kurulundan izin alınması koşuluyla, Bakanlığımızca tahsiste sakınca bulunmamıştır” denildi. Bu onayın ardından da tahsis talebi İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun imzasıyla köşkün mülkiyet sahibi İl Özel İdaresi’nde iletildi. İl Genel Meclisi’nin Eylül ayında gerçekleşen toplantıda Meclis’e sunulan teklif, yapılan oylamanın ardından İdari İşler Komisyonu’na sevk edildi. Komisyonun vereceği raporun ardından teklif Meclis’te oylanarak köşkün tahsis edilip edilmeyeceğine karar verilecek.

Kurs fikri dehşet verici
Kurs fikrine Adalar Belediye Başkanı Farsakoğlu tepkili. Köşkün İstemihan Talay’ın kültür bakanı olduğu dönemde müzeye çevrildiğini ve adanın turizmi için önemli olduğunu kaydeden Farsakoğlu, “Böyle bir yazarı, çağdaş bir ülkede göklere çıkarırlar. Bırakın başka bir amaçla kullanmayı enstitüler kurarlar. Kurs merkezi gibi bir düşünce varsa bu dehşet verici. Edebiyata ve sanata derin darbe vuracak bir anlayış. Böyle birşeyi kabul etmemiz mümkün değil. Hukuki mücadele başlatırız. Adalar ayağa kalkar, adalılar asla izin vermez. İBB’nin adalarda 264 tane taşınmazı var. Kursu onlardan birine yapsın. Daha önce de Büyükada’da kurs merkezi yapacağız diye işçilerin lojmanlarını yıktılar. Asıl amaç kurs merkezi değil. Zaten kurs merkezine ihtiyaç yok. Bizim eğitim sanat merkezimiz var. Kurs talepleri varsa insanlar bize gelir.” 

 

O köşkte öldü

 

 

İstanbul’da 1864 yılında dünyaya gelen Hüseyin Rahmi, Mekteb-i Mülkiye’yedeki öğreniminin ardından memurluk yaptı. Memurluğu bırakarak hayatını yazmaya adayan Hüseyin Rahmi, İkdam, Söz, Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerine yazılar yazdı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 5. ve 6. dönemlerde Kütahya milletvekili olan Hüseyin Rahmi, ömrünün son otuz bir yılını geçirdiği Heybeliada’daki köşkünde 8 Mart 1944 tarihinde öldü ve oradaki Abbas Paşa mezarlığına defnedildi. İstanbul halkının toplumsal, töresel yaşantılarını, aile geçimsizlik-lerini, batıl inançlarını, yaşadığı çağdaki Türk toplumunun geçirmekte olduğu krizleri mizah     bir dille yansıtan Hüseyin Rahmi,     “Şık”, “Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç” ve “Gulyabani” gibi romanların da arasında bulunduğu 54 eser kaleme aldı.

 

Müze için satın alındı

Yazarın yaşam öyküsünü yansıtan eşyalar ile birçoğu Fransızca çok sayıda kitabın bulunduğu köşk, Gürpınar’ın varisi Abdullah Tanrınınkulu tarafından 1964 yılında İl Özel İdaresi’ne satıldı. Tanrınınkulu, köşk için önce 250 bin lira istedi bu kaynak Valiliğe aktarıldı. Yapılan kıymet tespiti ve pazarlıklar sonucu köşk ve 447 metrekarelik arsası 133 bin liraya müze müze olarak kullanılmak üzere satın alındı.

Milliyet, Haber: Gürkan Akgüneş, 17.09.2013

TEPEBAĞ TURİZME KAZANDIRILIYOR

 

 

Adana Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili Zihni Aldırmaz, Adana’nın en eski yerleşim birimi olan Tepebağ Höyüğü’nün “Arkeolojik Park”a dönüştürülmesi için başlatılan çalışmaların devam ettiğini söyledi.

 

Elektronik Haber Ajansı (e-ha) muhabirinin edindiği bilgiye göre, Aldırmaz, Bu kapsamda depremde ağır hasar gören Tepebağ Höyüğü’ndeki toplam 58 binadan, kamulaştırma işlemleri tamamlanan 57. binanın da yıkıldığını açıkladı.

 

Seyhan ve Yüreğir’i birbirine bağlayan dünyanın en eski köprüsü olan Taşköprü’nün de içinde yer aldığı Tepebağ’da “Arkeoloji Parkı” kurma ve dünya turizmine kazandırma çalışmaları kapsamında bölgedeki tarihi dokular korunurken, Adana depreminde ağır hasar gören ve yapımı mümkün olmayan evlerin Büyükşehir Belediyesi’nce kamulaştırılarak yıkıldığını vurgulayan Aldırmaz, “Tepebağ Höyüğü’ndeki kültür varlığı tarihi eserlerimizi dünya turizmine kazandırmak en büyük hedefimizdir. Bu yönde Büyükşehir Belediyesi olarak bütün imkanlarımızı seferber ediyoruz. Bu kapsamda kamulaştırılması tamamlanan 57. binanın da yıkımı tamamlandı” dedi.

 

Bugüne kadar 56 ayrı binanın yıkımının gerçekleştiği Tepebağ mahallesinde, dün de Büyükşehir Belediyesi İmar ve Şehircilik Daire Başkanlığı’na bağlı Proje Şube Müdürü Şahabettin Canımoğlu nezaretinde gerçekleştirilen yıkım işlemleri büyük bir titizlikle gerçekleşti. Canımoğlu yıkım işlemlerinin vatandaşlarla helalleşilip gerekli işlemler tamamlandıktan sonra gerçekleştiğini bildirdi.

E-Haber, 13.09.2013

SÜMELA'NIN RESTORASYONUNA 410 BİN TL

 

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Sümela Manastırı’nın “dünya mirası” olması için atağa geçti. Bakanlık manastırın restorasyonu için 410 bin TL ödenek ayırdı.


UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi’nde yer alan Sümela Manastırı’nın “dünya mirası” olması için harekete geçen bakanlık, ilk olarak manastırın şu andaki durumuna ilişkin bir belirleme çalışması yaptırarak arazi ölçümü ve mevcut durum belgelemesini tamamladı. Restorasyon proje çalışmaları ise rölöve, restitüsyon ve restorasyon çalışmaları olarak üç etapta gerçekleştirilecek. Sümela’nın duvarlarındaki fresklerin konservasyonu Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Restorasyon ve Konservasyon Merkez ve Bölge Laboratuvarı Müdürlüğü’nce gerçekleştirilecek. Manastır tasarım, malzeme, mimarlık ve işçilik açısından dünya literatüründe eşsiz bir yapı olarak kabul ediliyor. Trabzon Maçka’da Altındere Vadisi’nin dik yamaçlarında, deniz seviyesinden bin 150 metre yükseklikte doğal yapı ile bütünleşmiş Sümela Manastırı’nın 2012 yılındaki yerli ve yabancı ziyaretçi sayısı 400 bin civarındaydı.

Habertürk, 13.09.2013

SÜMELA MANASTIRI 'DÜNYANIN KALICI MİRASI' OLMA YOLUNDA

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Trabzon Maçka’nın gözbebeği Sümela Manastırı’nın dünya mirası olması için harekete geçti.

 

Restorasyon çalışmalarına başlayan bakanlık manastırın rölöve, restitüsyon ve restorasyonu için 410 bin lira ödenek ayırdı. Çalışmalar mevcut durum belgelemesinin ardından başlayacak.  

Akşam, 13.09.2013

İBRAHİM PAŞA SARAYI'NDAKİ MEZARLAR 'KARGA TULUMBA' TAŞINMIŞ

 

 

Restorasyondaki Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde bir önceki restorasyonda yapılan büyük bir skandal ortaya çıktı. İbrahim Paşa Sarayı olarak da bilinen binanın bahçesindeki mezarlar ‘karga tulumba’ taşınmış. Çoğunun üzerine beton dökülmüş. Bu alanlar şimdi yürüyüş yolu.

 

Sultanahmet’teki İbrahim Paşa Sarayı’nda (Türk ve İslam Eserleri Müzesi) devam eden restorasyon çalışmaları, üzücü bir gerçeği ortaya çıkardı. 1966 yılında başlayıp 1983’e kadar süren bir önceki restorasyon sırasında sarayın içinde bulunan kırka yakın mezar, Sultan I. Ahmet Türbesi’ne adeta ‘karga tulumba’ taşınmış. Ayrı ayrı mezarlardan alınan kemiklerin hepsi sadece bir mezara nakledilmiş. Mezarlar taşınırken gerekli özen gösterilmediği için kemiklerin birçoğu mezarlarda unutulmuş, bazılarının üzerine beton dökülerek kapatılmış. Şu an ekipler sarayda hummalı bir çalışma yürütüyor. Edinilen bilgilere göre restorasyonda çalışan ekipler, üzerine beton dökülen üç tane mezara ulaştı. Bu mezarlara ait kemiklerin önümüzdeki günlerde nereye gömüleceğine Anıtlar Kurulu karar verecek. 27 Nisan 2014 yılında kuruluşunun 100. yılında restorasyonu bitirmeyi hedefleyen yetkililer, bir yandan giriş kattaki kemerlerin üzerine önceki restorasyon sırasında dökülen betonları kırıyor, bir yandan da zemin araştırması yaparak alanda başka mezarların olup olmadıklarını tespite çalışıyor. Türk ve İslam medeniyetlerine ait önemli eserlerin bulunduğu müze, restorasyon sonrasında meraklılarına kapılarını açacak.

 

Dönemin tanıkları iddiaları doğruluyor

İbrahim Paşa Sarayı, 1700’lü yıllardan sonra farklı amaçlarla kullanılır, zaman içinde kışla, elçilik sarayı, defterhane, mehterhane, dikimevi ve cezaevi olarak kullanılır. Sarayın içinde bulunan Düğümlü Baba Tekkesi, Cumhuriyet döneminde terk edilerek bakımsızlıktan içler acısı bir hal alır.

19. asırda yaşayan Düğümlü Baba, Amasralı olup asıl adı Mustafa’dır. Bir ay kadar İbrahim Paşa Camii’nde imamlık yaptıktan sonra Nakşibendiyye yolunda hilafet alır, hacca gider. Döndükten sonra kendisine cezbe hali gelir. Eline geçen ipleri düğümleyip elbisesine ve sarığına hatta asasına bağlayıp gezdiği için kendisine Düğümlü Baba denir. 1965 yılından kısa bir süre önce yıktırılan tekkenin haziresinde yer alan kabirler, Sultan I. Ahmet Türbesi’ne nakledilir. Nakil işlemleri, dönemin tanıklarına göre alelacele ve özensizce gerçekleştirilir.

 

Daha lise öğrencisiyken sarayın restorasyonunda çalışmaya başlayan Macit Sarı, restorasyona 17 yılını verir. Sarı’nın anlattıkları, tarihi şahsiyetlere ait mezarların ne derece bilinçsiz bir şekilde taşındığını gözler önüne seriyor. Düğümlü Baba Tekkesi ve haziresinde bulunan mezarların Ankara’dan gelen bir emirle hemen taşındığını söyleyen Sarı, “Mezarlar ne yazık ki çok lakayt bir şekilde taşındı. Ödenek yetersizliğinden 15 yıl süren restorasyon sırasında iki yıl iş yapılıyor, iki yıl bekleniyordu. Restorasyon bittikten dört yıl sonra paramızı ancak alabildik. Başımızdaki yetkililer, ‘Yarın bir gün bu kadar mezara ne oldu? diye soracak. Göstermelik bir nakil, dua edilecek bir türbe yapalım’ dediler.” ifadelerini kullanıyor. Sarı ile aynı dönemde restorasyonda çalışan Osman Yabul da yapılanları doğrulayarak şunları söylüyor: “Mezarların bir kısmını abdest alarak taşıdık. Bir hafta boyunca gözüme uyku girmedi. Taşıyabildiklerimizi taşıdık, sonra mezarların üzerine beton dökerek kapattık.”

 

Mezarların bir kısmı yürüme yolunun altında kalmış

Dönemin Rölöve Anıtlar Kurulu Müdürü Hüsrev Tayla, şu an hasta yatağında çok zor günler yaşıyor. Beyninde iki tümör olduğu için konuşmakta zorlanan Tayla, aynı zamanda Kocatepe ve Şakirin Camii gibi eserlere imza atmış bir isim. İbrahim Paşa Sarayı’ndaki mezarların taşınma kararını veren isim de o aynı zamanda. Bu konuyla ilgili kendisiyle görüşmek istedik fakat hastalığı buna izin vermedi. Tanıklar, taşınma işleminin Tayla’nın rızası olmadan, emrivaki yapılarak gerçekleştirildiğini söylüyor. Restoratör Macit Sarı, konuyla ilgili, “Ankara’dan kendisine yoğun bir baskı olduğuna bizzat ben şahidim. İstemeye istemeye nakil işlemlerine onay verdi. Bize sürekli serzenişte bulunur, ‘Mezar dediğin böyle taşınmaz. İnsanların cesetlerine bile saygı duyulmuyor.’ derdi. Tabii sessizliğini korumak zorundaydı. Mezarların çoğu yürüme yolunun altında kaldı maalesef.” şeklinde konuşuyor.

 

‘Şahısların kabirleri belliyse toplu mezara konulamaz’

Prof.Dr. Suat Yıldırım, şahıslara ait olan mezarların içindeki kemiklerin alınarak toplu bir kabir yapılmasının uygun olmadığını söylüyor. Hem dinen hem de örf ve adet olarak kabirlere saygı gösterilmesi gerektiğini ifade eden Yıldırım, “Mezar yerinin belli olması, merhuma dua edilmesi önemli. Tabii mezarların çok masrafa kaçmadan, mütevazı bir şekilde yapılması gerekiyor.” diyor.

Zaman, Haber: Bünyamin Köseli, 13.09.2013

İTALYAN SANATÇILARIN GÖZÜNDEN İSTANBUL

 

 

13. İstanbul Bienali paralelinde düzenlenen modern sanat projesi Anteprima 2’de, İtalyan sanatçıların İstanbul gözlemlerini ortaya koydukları çağdaş sanat eserleri Casa d’Italia Tiyatrosu’nda sergilenmeye başlandı.

 

13. İstanbul Bienali paralel etkinliği olarak düzenlenen modern sanat projesi Anteprima 2’de ortaya çıkan eserler, Tepebaşı’ndaki Casa d’Italia Tiyatrosu’nda sergilenmeye başlandı. Projede, İtalyan sanatçılar, İstanbul gözlemlerini, ortaya koydukları çağdaş sanat eserlerine yansıtıyor. Türkiye’deki İtalya Büyükelçiliği ve İstanbul İtalyan Kültür Merkezi’nin desteğiyle hayata geçirilen proje kapsamında 7 İtalyan sanatçı, İstanbul’a gelip, bir süre İstanbul’da yaşayıp, şehrin ve halkın içinde yaptıkları sosyo ekonomik gözlemleri ve eleştirilerini, ortaya koydukları sanat eserlerine yansıtıyor.

 

40 METREKARELİK HARİTA

Proje kapsamında İstanbul’da bulunan sanatçılardan Margherita Moscardini’nin cam tozlarıyla yaptığı eseri de Casa d’Italia Tiyatrosu’nda sergileniyor. İstanbul’da 1 ay boyunca konaklayan sanatçı, şehrin 50 kilometre dışındaki bir cam fabrikasından temin ettiği cam tozlarıyla yaklaşık 40 metrekare büyüklüğünde bir İstanbul haritası yaptı. Sanatçı, “İstanbul City Hills On The Naturel History of Dispersion and States of Aggregation” ismini verdiği eserinde şehirdeki yoğun kentsel dönüşüm haline eleştirel bir bakış getirmeyi hedeflediğini belirtiyor. Öte yandan 5 İtalyan sanatçı, Elisabetta Benassi, Anna Franceschini, Pietro Mele, Marinella Senatore, Giulio Squillacciotti’nin ortak projesi olan, “Dünyanın filmi zaten çekildi. Şimdi sıra onu değiştirmekte” ismini verdikleri video da aynı salonda gösterimde.

Habertürk, Haber: Serkan Akoç, 13.09.2013

CAMİDE TARİHİ KUR'AN BULUNDU

 




Muğla'nın Bodrum İlçesi'ndeki, tarihi geçmişe sahip Tepecik Camisi'nde tesadüfen bir seccadeye sarılı bulunan yaklaşık 1200 yıllık olduğu tahmin edilen el yazması Kuran-ı Kerim ve tefsir, törenle Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi yetkililerine teslim edildi.

Tepecik Mahallesi'ndeki 1737 yılında yapılan Tepecik Camisi'nin imamı Yüksel Kılınçarslan, camide bulunan eşyalar arasında tesadüfen seccadeye sarılı Kuran-ı Kerim ve Tefsir kitapları buldu. İmam Kılınçarslan, durumu AKP Milletvekili Yüksel Özden ve Bodrum Müftüsü Emin Arık'a bildirdi. Yapılan ön incelemenin ardından tarihi Kuran-ı Kerim ve tefsir, bugün cuma namazının ardından Çevre ve Şehircilik Bakan Yardımcısı Muhammet Balta, Bodrum Müftüsü Emin Arık, AKP İl Başkanı Nihat Öztürk'ün katıldığı törenle Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi Müdürü Emel Özkan'a teslim edildi.

Milletvekili Özden, yüzlerce yıldır camide sarılı vaziyette duran el yazması Kuran-ı Kerim ve tefsir kitabının yaklaşık 1200 yıllık olduğunun tahmin edildiğini belirtip, "El Yazması Eserlerin Korunması Yasası gereğince kitabı bakımının yapılması, korunması ve kaydının yapılması için bugün müzeye teslim edeceğiz. Kitabın üzerinde uzmanların yapacağı araştırma ve bakımın ardından gerçek tarihide saptanmış olacak" dedi. Özden, her iki eseri Müze Müdürü Özkan'a teslim etti.

Zaman, 13.09.2013

EİFFEL'İN EN BÜYÜK RAKİBİ YIKILAN LONDRA KULESİ YARIŞMAYLA YAPILMIŞTI

 

1890 yılında yarışmaya açılan, 1902 yılında yapımı tam olarak tamamlansa da kullanıma açılan Londra kulesi, açıldıktan 5 yıl sonra strüktürel sorunlar nedeniyle yıkıldı.





Eiffel Kulesi, ilk yapıldığı yıllarda görünüşüyle beğenilmese de 19. yüzyılın sonlarına doğru Paris’in vazgeçilmezlerinden biri haline geldi. 7.500 ton demir ve çelik kullanılarak 300 metreye kadar yükselen kule, strüktürel becerinin ve yeniliğin temsilcisi oldu. Eiffel Kulesi'nin tamamlanmasından bir yıl sonra, 1890 yılında, Londra kendi kulesi için bir yarışma düzenledi.

Hepsi Eiffel Kulesi tasarımının bir çeşidi olan 68 tasarım elde edildi. Amerika, Kanada, Almanya, İsveç, İtalya, Avusturya, Türkiye ve Avusturalya’dan öneriler sunuldu. Tasarımların çoğu, Eiffel Kulesi’nin estetik görünümünün biçimsiz yorumlamalarıydı.

 

Stewart, Maclaren ve Dunn tarafından tasarlanan öneri kazandı. Sergi salonları, tiyatro, restoran ve Türk hamamını içeren sekizgen planı, kulesi ve yaklaşık 50 metre daha yüksek olması nedeniyle Eiffel Kulesi’ni geride bıraktı. Kulenin tasarımı asla tam anlamıyla aslına uygun olarak gerçekleştirilemedi. Belediye meclis üyesi ve kulenin kurucusu Sir Edward Watkin, önemli miktarda paralar harcadı.

 

Asıl kırılma noktası, projenin ağır metal strüktürünün alt yapıyı tamamen değiştirmeye neden olması ve projenin bu yüzden ertelenmesiydi. Kulenin görkemli yüksekliği projenin sonlanmasına neden oldu. Tamamlanmamış olan kule 1902’de açıldı ancak hemen sonra güvenlik problemi nedeniyle kapatıldı. 1907 yılında da yıkıldı.





Eiffel Kulesi hala Fransa’nın en uzun yapısı olarak saygınlığını koruyor. Bu süre içerisinde Londra, çağın modası olan cam ve çelik strüktürlü gökdelenlerin en yükseğini gerçekleştirdi. Renzo Piano tarafından tasarlanan The Shard, 2012 yılında tamamlandı. 310 metre yüksekliğindeki yapı İngiltere’nin ve aynı zamanda tüm Avrupa’nın en uzun yapısı. 

 

  

Arkitera, 13.09.2013

MEVLEVİHANE İBADETE KAPATILDI

 

 

Kilis'te tarihi 1500'lü yıllara dayanan Mevlevihane Mescidi, restorasyon nedeniyle ibadete kapatıldı.

 

Dünyada 45 mevlevihane bulunurken, bu mevlevihanelerden biri de Kilis'te bulunuyor. Sadece semahanesi kalan mevlevihanenin yapım tarihi konusunda değişik bilgiler yer alsa da yapımının 1535-1553 yılları arasında olduğu tahmin edilen Kilis Mevlevihanesi, Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'nde Mevlevihane'den şu şekilde söz edilmektedir:

"Cümleden mükellef bina-ı cedid Canboladiye kethüda yeri Ali Ağa'nın hayratıdır. Dört tarafı gül, gülistan ile müzeyyen ve havuz ve şadırvan sebilleri ile piraste bir Mevlevihane'dir."

Kilis Kent Haber, 12.09.2013

CİZRE İÇKALE'DEN MEDRESE ÇIKTI

 

 

Şırnak'ın İlçesi'nde, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından birinci derece sit alanı ilan edilen Cizre Kalesi'nde yıkım ve restorasyon çalışmaları sürerken, iç kalede Seffiye Medresesi olduğu bilinen bir medresenin olduğu ortaya çıktı. Hudut Tabur Komutanlığı tarafından 4 yıl önce boşaltılan Cizre Kalesi'nde, Cizre Kaymakamlığı tarafından başlatılan yıkım işlemlerinin ardından İçkale bölümündeki tarihi yerler bir bir restore ediliyor. Geniş bir alana sahip olan Cizre Kalesi'nde yapılan araştırma ve arkeolojik çalışmalar sonucu, Emir Seyfettin Bin İzzeddin Bey tarafından inşa edilen Seffiye Medresesi'nin izlerine rastlandı. Yıllarca askerlerin kaldığı alandaki Seffiye Medresesi'nde sadece medreseye ait mihrap bulunuyor. Alandaki restorasyon çalışması ise parça parça yapılıyor. Seffiye Medresesi'nin yaklaşık olarak 60 metre uzunluğunda ve 30 metre genişliğinde olduğunu tahmin ediliyor.

Restorasyon çalışmalarından sonra ortaya çıkan Seffiye Medresesi'ni ziyaret eden Kaymakam Şenol Koca, Cihan'a yaptığı açıklamada, "Şu anda içinde bulunduğumuz alan Seffiye Medresesi alanıdır. Bu alanla ilgili Mardin Müzemiz kazı çalışmalarına devam ediyor ve belli bir aşamaya geldi. Çalışmalarımız bittiğinde medrese aslına uygun bir şekilde hizmete açılacak." dedi.

Seffiye Medresesi'nin yapımı hakkında kesin bir tarih bilinmezken, MÖ 4 bin yıllarında Guti İmparatorluğu tarafından Cizre surları ve Cizre Kalesi yapıldıktan sonra kale üzerinde Emir Seyfettin İbn İzzettin Bey tarafından Seffiye Medresesi yapıldığı belirtildi.

Sabah, 12.09.2013

OTEL KİTABEVİNİ KOVARSA

 

 

Arkeoloji temalı kitabevi, aynı zamanda Arkeoloji ve Sanat Dergisi’nin yayın bürosu Arkeopera, Galatasaray’daki binasının otele dönüştürülmek istenmesi nedeniyle kepenk kapatacak.

 

20 Eylül’e dek mekanı boşaltmak durumunda olan Arkeopera, aynı bölgede başka bir mekanda varlığını sürdürebilmek için direniyor.

 

Arkeoloji yayınları satışının yanı sıra düzenlenen sergiler ve konferanslarla da bir kültür evi niteliğindeki üç katlı Arkeopera Kitabevi, 2000 yılından bu yana işlevini sürdürüyor. Yerli yabancı pek çok ziyaretçisi bulunan Arkeopera yabancı turizm dergilerinde de İstanbul’da görülmesi gereken yerler arasında gösteriliyor.

 

Tarih öncesinden günümüze Türkiye arkeolojisi, eski uygarlıklar, tarihi eserler, sanat tarihi, mimarlık tarihi ile ilgili pek çok yayına yer veren kitabevi arkeoloji ile ilgili hazırladığı yayınlarla da tanınıyor.

 

Arkeoloji ve Sanat Dergisi’nin yayın yönetmeni, Arkeopera’nın kurucusu arkeolog Nezih Başgelen, günümüz İstanbul’unda otel-rezidans-AVM sarmalından kurtuluş olmadığını vurgulayarak “Anlıyorum ki bu şehirde kültür ve sanatın akropolisi sayılan Beyoğlu’nda da artık bizim gibi kültür girişimlerine, kitaba ve kitabevlerine yer bulabilmek zorlaşıyor, hatta imkansızlaşıyor” dedi.

 

Başgelen, bu durum nedeniyle arşivlerini depoya kaldırdıklarını, on binlerce değerli harita, gravür, fotoğraf, kitap ve görsel belgeyi kutulara koyduklarını, ancak eserlerin bu şekilde çürüme tehlikesi içinde olduklarını belirtti.

 

Başgelen, “İğneyle kuyu kazarcasına arkeoloji ve sanat alanında 1978’den bu yana araştırarak ürettik. Sayısı 1500’e ulaşan yayın projesini Türkiye’ye kazandırdık. Müslüman mahallesinde salyangoz mu satacaksınız denilen ortamda 35 yılda imkansız denen pek çok kültürel girişimi başardık ve Türkiye’de arkeoloji yayıncılığının öncüsü olduk” dedi.

Cumhuriyet, Haber: Ceren Çıplak, 12.09.2013

ELAZIĞ'DA TABAN MOZAİĞİ ELE GEÇİRİLDİ

Elazığ'da jandarma ekiplerince bir araçta yapılan aramada antik döneme ait olduğu tahmin edilen kilise taban mozaiği ele geçirildi.

 

Edinilen bilgiye göre, İl Jandarma Komutanlığı ekipleri, Hankendi beldesi yakınlarında yaptıkları uygulamada, şüphe üzerine bazı araçları kontrol etti.

 

Ekipler, Burdur'dan Elazığ'a gelen bir araçta yaptıkları aramada, antik döneme ait olduğu tahmin edilen 1,5 metre uzunluğunda ve 1 metre genişliğinde kilise taban mozaiği ele geçirdi. Araçta bulunan 4 kişi ekiplerce gözaltına alındı.

 

Taban mozağinin ise yapılan incelemenin ardından Elazığ Arkeoloji ve Etnografya Müzesi'ne teslim edildiği öğrenildi

haberler.com, 12.09.2013

TARİHİ İNCİ SİNEMASI YIKILMAYI BEKLİYOR

 

İstanbul Pangaltı'da tarihi İnci Sineması'nın da bulunduğu araziye rezidans ve otel yapılacak. Pangaltı Ermeni Katolik Mıhitaryan Manastır ve Mektebi Vakfı'na ait arazide bulunan ve 1946 yılında inşa edilen İnci Pasajı ile Pangaltı Pasajı'nın da bu kapsamda yıkılması planlanıyor. Vakfa ait yaklaşık 15 dönümlük arazide kültür varlığı olarak tescilli kilise ve okul dışında çoğu 2-3 katlı dükkanlar yıkılacak. Vakıf tarafından, kiracı olan dükkan sahiplerine dükkanların yıkılıp yeniden inşa edileceği gerekçesiyle kira sözleşmelerinin yenilenmeyeceğine dair ihtarnameler geldi. Kimi dükkanlar ise şimdiden tahliye edildi.

 

TARİHİ DÜKKANLAR YIKILACAK

Arazinin bulunduğu Halaskargazi Caddesi üzerinde yıkılacak dükkanlardan biri 1929 yılında kurulan ve ayakkabı tamiratı yapan tarihi Pangaltı Lostra Salonu. Dükkan sahibi İbrahim Varlık 70 yıldır aynı dükkanı işletiyor. Varlık, dükkanının yıkım kararına şaşkın, “Şimdi anahtarı verin gidin diyorlar. Bu saatten sonra yeni dükkan açacak halimiz yok. Yıllarımız burada geçmiş, ne olacak diye bekliyoruz” diyor.

 

Tarihi İnci Pasajı ile Pangaltı Pasajı'nda manifaturacı, tekstil dükkanları ve konfeksiyon atölyeleri bulunuyor. Pangaltı pasajında bulunan dükkanların yarısı boşalmış durumda. Ak-İş konfeksiyon atölyesinin sahibi Ahmet Kozgül, 30 yıldır aynı dükkanı işletiyor. Pasajdaki kiracıların yeterince bilgilendirilmediğinden şikayetçi, “Yıllardır müşterilerim beni burada biliyor, bir apartman katında iş yapamam, ama elimizden bir şey gelmiyor” diyor. İnci Pasajı'nda daha önce kapatılan ve şu an atıl durumdaki tarihi İnci Sineması ise kapısı bir naylon torbayla örtülmüş vaziyette yıkılmayı bekliyor.

 

İBB'DEN ONAY ÇIKMIŞTI

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, CHP'li Meclis üyelerinin ret oyuna rağmen araziye rezidans ve otel yapımı için izin vermişti. Yapılan plan değişikliği ile arazi “Turizm Tesis Alanı” ilan edilirken, emsal 3 olarak belirlenmiş yükseklik ise serbest tutulmuştu. İBB Planlama Müdürlüğü ise Belediye Meclisi'ne ilettiği görüşünde, plan değişikliğinin Halaskargazi Caddesi üzerinde yapı, nüfus ve trafik yoğunluğunu artırdığı, plan bütünlüğünü bozduğu, sosyal donatı alanını azaltarak, silueti etkilediği gerekçesiyle olumsuz görüş bildirmişti.

Birgün, Haber: Olgu Kundakçı, 12.09.2013

ANTİK YOLA DÖKÜLEN ASFALT SÖKÜLECEK

 

 

Pamukkale örenyerinde bulunan Hierapolis antik kentinde nekropelden geçen 2 bin yıllık tarihi yolun üzerine 12 Eylül döneminin Devlet Başkanı olan Kenan Evren'in talimatı ile 30 yıl önce döktürülen asfalt yol Denizli İl Özel İdaresi tarafından hazırlanan projeyle kaldırılmaya başlandı.

Asfaltı sökülen yolda tarihi yolun ortaya çıkarılması çalışmaları yıl sonuna kadar tamamlanacak.

12 Eylül askeri darbesinden sonra dönemin Devlet Başkanı ve 7’nci Cumhurbaşkanı Orgeneral Kenan Evren , 11 Nisan 1983 tarihinde Milli Güvenlik Konseyi üyeleri Orgeneral Nejat Tümer, Nurettin Ersin, Sedat Celasun ve Tahsin Şahinkaya ile birlikte çıktığı Ege gezisinde Denizli’ye de geldi. Denizli Lisesi mezunu olan Kenan Evren, Ege Ordu Komutanı iken ziyaret ettiği Denizli’ye yıllar sonra yeniden geldi.

Denizli’de bazı açılış ve temel atma törenlerine katılan Kenan Evren, Pamukkale örenyerindeki Koru Motel’de kaldı. Olayın tanıklarının ifadelerine göre Pamukkale ve Antik Hierapolis Kenti’ni MGK üyeleri ile birlikte dolaşan Evren, müze, antik havuz ve antik mezarlardan oluşan nekropol alanlarını gezdi.

Kenan Evren, Konsey üyeleri ile Nekropol alanındaki antik yol ve antik havuzun çevresini gezerken, üniforması ve pantolonunun paçaları toz olunca kızdı. Turistik tesis sahipleri de tozdan şikayet etti ve antik kente asfalt dökülemediğini söyledi. Bunun üzerine sinirlenen Evren, "Ne demek asfalt dökülmüyor, buraya derhal asfalt dökün" talimatı verdi.

"TALİMATTAN BİR GÜN SONRA ASFALTLANDI"
Kenan Evren’in, talimatı Denizli’den ayrılmasından bir gün sonra antik kentte şu an Kuzey Kapısı’nın bulunduğu bölümden antik havuzun bulunduğu alana kadar 1670 metre uzunluğundaki yola asfalt döküldü ve tarihi antik yol asfaltla kaplandı.

1992 yılında hayata geçirilen Pamukkale Koruma Amaçlı İmar Planı kapsamında örenyerindeki oteller yıkıldı, araç girişi yasaklandı. Son olarak Denizli İl Özel İdaresi, asfaltlanan yolun kaldırılarak Nekropol alanındaki antik yolun ortaya çıkarılması için proje hazırladı.

Aydın Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından onaylanan proje kapsamında antik yolun üzerindeki asfalt kazındı. Antik yolun ortaya çıkarılması için restorasyon çalışmalarına başlandı.

"ANTİK YOL 30 YILLIK ESARETTEN KURTULACAK"
Denizli İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Adem Oklu, antik yolun 30 yıl önce dökülen asfaltın altından çıkarıldığını belirterek, "Denizli Pamukkale’deki Hierapolis antik kentinde yapılan arkeolojik çalışmayla 2 bin yıllık tarihi yol turizme kazandırılacak" dedi.

Hierapolis nekropolü içinde 1670 metrelik antik yolda restorasyon çalışmalarının başladığını belirten Oklu, "Bu yol dünyanın en büyük lahit kabirleriyle dolu antik mezarlığından birinden geçiyor. Yolun bu değeri hiç hesaba katılmamış ve ziyaretçiler toz ve toprağa bulaşmadan gezsinler, diye tarihin üstü asfalt kaplanmış. Bakanlık ve Anıtlar Yüksek kurulundan gerekli izinler alınarak, bu asfaltın antik yolun üzerinden kaldırılması kararlaştırıldı" dedi.

"ANTİK YOLDAN GEÇİLEREK ŞEHRE GİRİLECEK"
Denizli Valisi Abdülkadir Demir, tarihi yolun yıllardır asfalt altında kaldığını belirterek, "Asfalt ve üzerindeki toprak kaldırılınca dönemin şehre girişi olarak kullanılan tarihi taş yol ortaya çıktı. Bu muhteşem bir şey" diye konuştu.

Antik yolun yıllarca asfaltın altında kalmasının üzücü olduğunu dile getiren Vali Demir, "Yol tamamen temizlenip, restore edildikten sonra çok harikulade bir görüntü ortaya çıkacak. Kuzey kapısından girdikten sonra antik taş yoldan, Kuzey Nekropolü’nün içinden geçerek antik şehre girilecek. Bu yerli ve yabancı turistlere muhteşem bir duygu ve güzellik yaşatacak" dedi.

Radikal, 12.09.2013

DÖVENE DEĞİL, DÖVÜLENE DAVA





Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) Sanat Tarihi Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Osman Erden'e, “polise direndiği ve kanuna aykırı yürüyüşe katıldığı” ileri sürülerek 6 aydan 3 yıla dek hapis istemiyle dava açıldı.

Erden, bianet’e yaptığı açıklamada, kendisini gözaltına alırken darp eden polisler hakkında yaptığı suç duyurusuyla ilgili bir işlem yapılmadığını söyledi.

“Ben şanslıydım” Erden, 14 Temmuz’da TMMOB’un basın açıklamasına katılmak için İstiklal Caddesi’ndeydi, burada gözaltına alındı. Ertesi sabah bırakıldığında, yaşadıklarını bianet’e anlatmıştı:

“TMMOB’un basın açıklamasına katılmak için oradaydım ama ben gidene dek polis saldırısı başlamıştı. Akrepler dolaşıyordu. Plastik mermiler bana da isabet etti.”

“Arkadaşımın kafesine sığındıktan sonra tekrar İstiklal Caddesi’ne çıktığımda on, on beş kadar polis üzerime çullandı. Fotoğraflarda görülen dudak patlaması ve kafamdaki şişlikleri polisler bu sırada yaptı.”

Erden, caddeden meydandaki gözaltı otobüsüne götürülürken adını ve MSGSÜ’de öğretim üyesi olduğunu bağırdı. Otobüse bindirilirken de darp edildiğini söyleyen Erden, olayın devamını şöyle anlattı:

“Taksim İlkyardım Hastanesi’ne götürüldüm, belki kalabalık olduğu için, buraya kabul edilmedim. Daha sonra Kasımpaşa Karakolu’na oradan Haseki Hastanesi’ne götürüldüm. Buradaki sağlık raporunu bana vermediler.”

“Tekrar Kasımpaşa Karakolu’na götürüldüğümde MSGSÜ Rektörü ve Sosyoloji Bölüm Başkanı da oradaydı. Muhtemelen onlar olmasaydı bu kadar kolay serbest bırakılmazdım. İstanbul Barosu da avukat yollayarak çok yardımcı oldu. Ben şanslıydım, bu yardımları bulamayanlar var.”

İlk duruşma 25 Şubat’ta

Erden ile birlikte Gökhan İrez, Okan Ersoy, Onur Karataş, Gökhan Tanrıverdi ve Şevket Tokdabayev'in İstanbul 40. Asliye Ceza Mahkemesi'nde yargılanacağı davanın ilk duruşması 25 Şubat 2014'te.

Savcı Zeynel Sarıbuğa'nın hazırladığı iddianamede sanıklar, 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'nun 32. maddesi uyarınca "kanuna aykırı toplantı veya gösteri yürüyüşüne katılmakla" suçlanıyor.

bianet, Haber: Ayça Söylemez, 20.09.2013

SAGALASSOS'TA 16 ASIRLIK ÇÖMLEK İŞLİĞİ

 

 

Burdur Ağlasun’da yüzyıllara inat toprağın altında öylece uzanan Sagalossos antik kentinde, 2013 dönemi kazı çalışmalarında 5. yüzyıla ait bir çömlekçi işliği kalıntıları ile karşılaşıldı.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Belçika Katholieke Lueven Üniversitesi’nden Prof.Dr. Marc Waelkens başkanlığında yürütülen çalışmalarda ulaşılan çömlekçi işliğinin Roma İmparatorluğu genelinde bilinen en iyi korunmuş çömlek işliği olduğu düşünülüyor. Mekan, Sagalassos’ta 2013 yılının en önemli buluntuları arasında yer alıyor.

 

Geç Roma döneminde Sagalassos’ta kent ve kent yaşamı hakkında bilgilere yeni bir yön vermesi açısından önemli olduğu düşünülen işlikte bulunan matara kalıplarının bazıları, ustasının içine bastığı yeşil kil hamuru ile birlikte, astarlanıp pişirilmeye hazırlanmış durumda ele geçirildi.

 

 

ÇOCUKLUK HAYALİYLE BAŞLAYAN SAGALASSOS KAZILARI…

Sagalassos antik kenti tarihe yazdırdığı yüzlerce ilginç öykülerden birini daha 1990 yılında kazı ve restorasyon çalışmaları başlarken de not düştü.

 

Heybeti ile her daim insan elinden çıkan her esere konu olan Torosların bir kolu Akdağ… Ve zaman içinde Akdağ’ın toprakları altında kalan Sagalassos, 20. yüzyıla kadar uyuyor.

Çocukken okuduğu çizgi romanlardan etkilenerek Türkiye’de bir kazı yapmanın hayaliyle büyüyen Prof.Dr. Marc Waelkens, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın önderliğinde çalışmalarına başlayana dek.

 

PERİLER ŞEHRİ SAGALASSOS

Tarihi MÖ 12 binlere kadar giden Sagalassos tarihin akışı içinde büyüyerek anıtsal yapılar, heykeller ve çeşmelerle süslendi. MS 2. asrın başına kadar da ihtişamını sürdürdü. Sonraki yüzyıllarda gelen depremler, salgın hastalıklar ve Arap akınları nedeniyle terk edildi.

 

Sagalassos, yüzlerce yıl sonra ilk defa Fransız Dr. Paul Lucas tarafından 18. yüzyılda keşfedildi. Lucas, kente ‘Periler şehri’ adını verdi.

 

Ne Büyük İskender’in ordusunun ne de depremlerin yerküreden izlerini silemediği Sagalassos antik kenti, çeşmelerinin görkemi ve dünyanın en yüksek rakımlı tiyatrosuyla yeniden ayakta.

 

Tarih boyunca Hititlerden Friglere, Lidyalılardan Perslere, Bizanslılardan Osmanlılara kadar tarihin akışını değiştiren uygarlıkların üzerinde hakimiyet kurduğu Sagalassos, yüzlerce yıl önce Roma’nın en zengin ve güzel şehriydi.

Turizm Habercisi, 11.09.2013

TARİH PARA BASTI

 

Antalya Arkeoloji Müzesi, Alanya Müzesi, Side Müzesi, Elmalı Müzesi, Aspendos, Perge, Phaselis, Noel Baba Müzesi'nin yanı sıra, aralarında Myra, Simena, Patara, Termessos, Arykanda gibi ören yerlerinin bulunduğu tarihi bölgeleri, 1 Ocak- 31 Ağustos 2013 tarihleri arasında 2 milyon 108 bin 510 ziyaretçi gezdi. Bu yılın ilk 8 aylık verilerine göre 353 bin 262 ziyaretçi ile Noel Baba Müzesi, en çok ziyaret edilen kültürel miras oldu. Noel Baba Müzesi'nin ardından 310 bin 33 ziyaretçi ile Myra antik kenti ikinci, 283 bin 153 giriş ile Alanya Kalesi üçüncülük ipini göğüsledi. Bölgenin en büyük arkeoloji müzesi olan Antalya Arkeoloji Müzesi, ilk 8 ayda 92 bin 876 ziyaretçi ile listenin ortalarında yer aldı.

 

İLK 8 AYDA 7 MİLYON TL KAZANDIRDI

Müze ve ören yerlerine gelen ziyaretçilerden, bu 8 aylık dilimde 7 milyon 115 bin 757 TL gelir elde edildi. Ören yerleri ve müzelerin en yoğun olduğu ay Ağustos olarak açıklandı. Ağustos ayında 463 bin 143 ziyaretçi, Temmuz ayında 390 bin 689, Haziran ayında 351 bin 25, Mayıs ayında ise 375 bin 318 kişi ören yerleri ve müzeleri dolaştı.

 

Ocak ayı ise gerek kış şartları gerekse turizmdeki düşük seyir nedeniyle yılın en kötü aylarının başında geldi. Ocak ayında 47 bin 571 turist müze ve ören yerlerini dolaştı. Bunlardan 14 bin 826'sı ücretli, 13 bin 158'i ücretsiz, 14 bin 942'si ise indirimli giriş yaptı. Gelirler toplamında ise Ocak ayı 37 bin 335 TL ile sonuncu oldu.

 

GİRİŞLER EN YÜKSEK 15, EN DÜŞÜK 3 TL

Müze ve ören yerleri giriş ücretleri 3 ila 15 TL arası değişiyor. Antalya Müzesi, Aspendos, Perge, Noel Baba Müzesi ve Myra 15 TL, Side Müzesi, Alanya Kalesi ve Side Tiyatrosu 10 TL ücret ödeyerek gezilebiliyor. Ören yerlerinin giriş ücreti ise 3 ila 8 TL arasında yer alıyor.

Yeni Alanya, 11.09.2013

BURASI TAKSİM, TIMES SQUARE DEĞİL!

 

 

Sabahtan akşama kadar caddeleri, kavşakları analiz ediyorlar. Şeritleri tek tek ele alıp üzerlerine ayrı hız işaretleri koyuyorlar. Araçların hareket alanını sınırlandırıyorlar. Toplu taşımayı teşvik ediyorlar. Yayalar için güvenlikli ve konforlu alanlar yaratıyorlar. Izgara planlı bir kent dokusu içinde sayısız hemzemin kavşak... (Manhattan’ın caddelerinin geçen yüzyıl başından bugüne karma kullanım özelliğini muhafaza ettiği söylenebilir.) Ya araçlara öncelik tanımaya çalışan bir sivri akıllı yönetici çıkarsa ne oluyor? (Soru bana ait.) “Geçmişte deneyenler oldu ama çok ciddi kamuoyu tepkisi ile karşılaştı. Yönetiminde kim olursa olsun, sürekli anketler ve danışma toplantıları ile halkın görüşü alınıyor. Her adım araştırılarak atılıyor...” Bu, iki hafta önce SALT Galata’da bir konferans veren New York Ulaşım Departmanı’nın ARGE Direktörü Mathiew Rowe’un çizdiği perspektif. Bir de İstanbul’a bakalım: İtirazlardan sonra Taksim’de ortadaki tanımsız alan park ile birleştirildi. (Fena mı oldu? Uzmanlar bunu yıllar önce önermişti.) Merdivenlerin önü otobüs parkı olmaktan çıktı. Başka ne yapılabilirdi? Otobüs durakları örneğin, farklı bir yere alınıp, buradaki yoğunluk azaltılabilirdi. Gezi otopark olarak kullanılmayabilirdi. Kuyruk yaratan otopark girişleri iptal edilebilirdi. Hangi akla hizmet için yapıldığı belli olmayan metro çıkışı kaldırım kenarı yerine on metre daha ileriye alınıp yaya bölgesine verilebilirdi, vs. Bunlar yerine tünel yapıldı. (Benden söylemesi: N.Y. Belediyesi olsa bu tüneli hemen kapatır.) Hem kaynak savurganlığı... hem de saymakla bitmeyecek bir dolu sorun. Birkaçını sayalım: Bir: Taksim’deki tünel işe yaramayacak, çünkü trafik akışı hemen bir sonraki hemzemin kavşakta tekrar kesilecek. (Harbiye’de, Osmanbey’de, Beyoğlu’nda, Şişhane’de...) Ya da Büyükşehir Belediyesi köstebekler gibi bütün caddeleri oyacak. İki: Tünel ana arterin Gümüşsuyu, Sıraselviler ile ilişkisini kopardığı için eskisinden daha fazla zorluk yaratacak. Tarlabaşı’ndan gelen araçlar gereksiz yere tünele girecekler, Asker Ocağı Caddesi’nden çıkacaklar. Mete Caddesi’nden geri dönüp, tekrar Gümüşsuyu tarafına ulaşacaklar. Üç: Dalış rampalarının kenarlarındaki servis yolları caddeleri daralttığı gibi, tek şeritli oldukları için kâbus gibi bir trafik sıkışıklığı yaratacaklar. Araçlar ile gelen yolcular mecburen, tünele inmemek için yolcularını burada indirmeye çalışacaklar. Bu da tam evlere şenlik bir dur- kalk sistemine dönüşecek. (Oraya takılan insanlara sabır diliyorum.) Daha bitmedi. Dört: Otobüs durakları aşağıda yer aldığı için yaşlılar, çocuklular, engelliler akıl almaz bir zorluk yaşayacaklar. Otobüsler, taksiler, dolmuşlar aşağıda sıra olacaklar. Aşağıya tıkışan insanlar zehir soluyacaklar. Dalış rampalarının oluşturduğu yarıklar hemzemin bir kavşakta olduğu gibi yaya geçişlerine imkân tanımayacak. Beş: Bu keşmekeşe bir de Büyükşehir Belediyesi’nin (sanki burası bir sürat yoluymuş gibi) yerleştirdiği otoyol bariyerleri eklenmiş. Seyredin görüntüyü. Dahası da var. Altı: Cumhuriyet Caddesi’nin kaldırımlarının genişliği iyice daralmış, neredeyse bir metreye düşmüş. Ağaç kökleri bile açıkta duruyor. Yanındaki boşluk otoyol bariyerleri ile kapatılmış. Buraya ileride zabıta kulübeleri yerleştirilebilir, bağlantı olmadığı için çiçek falan konsa daha uygun olur. Yedi: Elmadağ kavşağı ise tam bir lunaparka benzemiş. Çelik otoyol bariyerlerinin içinde yayalar için geçitler bırakılmış. Bu da yetmemiş: Sekiz: Asıl sürpriz ana caddedeki bu daracık kaldırım değil. Dev projenin Gezi Parkı’ndaki girişi unutulmuş! Belki de bilhassa böyle yapılmış. (Yıllarca ayakta duran kapısı metro şantiyesi yapılırken yıkılmıştı. Merdivenler de yakın zamana kadar duruyordu.) Dokuz: Şimdi Gezi’yi 2. Dünya Savaşı’nın cephe hatlarında yapılanlara benzer kalın bir beton çevreliyor ve içeri girmek neredeyse imkânsız. Diyeceksiniz ki “sen de amma safmışsın yöneticilerimiz zaten kaldırımları da, parkı da kullanmamızı istemiyor”. Belki de şu: “Eğer Taksim’e geleceksen ya arabanla gel, ya da metrodan devam et. Yukarı çıkmaya kalkma.” Yok artık demeyin: On: Ne de olsa adı “yayalaştır-ma” projesi. Gezi’nin ortadan koparılmasına aldıran yok. Yaya köprüsünün yıkılması ile parkın yarısı kullanım dışı kalmış durumda. “Madem yıktınız ertesi gün buraya geçici bir çelik iskele ya da portatif bir köprü koyabilirdiniz, yenisi yapılana kadar.” (Örnek mi? Venedik’te belediye yalnızca Bienal’de ulaşımı kolaylaştırmak için mevcut köprülerin eğimini düşürecek iskeleler yapıyor.) Görüldüğü gibi yöneticilerin böyle bir kaygısı yok. O zaman ikinci varsayım güç kazanıyor: “Yaya alanı”nın bağlantıları bilerek ve isteyerek koparılmış. Taksim Meydanı deyince bugüne kadar AKM önündeki dikdörtgen alanı anlıyorduk. (Meydan kışla ahırlarının ve burada bulunan birkaç yapının 1939’da yıkılması ile oluşmuştu. Amaç törenlere, gösterilere elverişli bir alan yaratmaktı.) Şimdi meydan “L biçimi” kazanmış durumda. Yanına bir beton çölü eklendi. Bu boşluğun nasıl kullanılacağı bilinmiyor. Eminönü Meydanı’nda olduğu gibi belki burayı seyyar satıcılar mesken tutar. Belki belediye burada çadırlar kurar ve ticari etkinlikler düzenler. Yağmur, kar yağarsa eğimli yüzeyinde kayılır, yağmazsa top oynanır, paten yapılır. Lunapark, go-kart pisti de olabilir, otopark olarak da kullanılabilir. Ne de olsa burası değerli bir alan. Bu kadar para harcayıp Gezi’nin orijinal balüstradlarını harabeye çevirmek, ya da mermer merdivenlerin önüne devasa bir havalandırma yapısı duvarı dikmek de ayrı bir maharet. Taksim bitti, şimdi sıra İstanbul’un diğer meydanlarında: Belediye raflarında bekleyen projeleri görseniz dudaklarınız uçuklar. Raflar kentin bütün meydanlarını, kavşaklarını köstebekler gibi tünellere çevirmeye çalışan projelerle dolu. Bunlar büyük bir cüretle otoyollarda kullanılan bariyerleri Taksim’deki gibi kentin merkezindeki kaldırımlara çakmaktan başka bir vizyonu olmayan projeler. Asıl fark nedir derseniz, onu da söyleyelim: Eşsiz bir tarihî şehir olan İstanbul’daki ulaşım projelerini müteahhitler yapıyor. Kapitalizmin merkezi olan N.Y.’de bağımsız uzmanlar!

Taraf, Yazı: Korhan Gümüş, 10.09.2013

 

******


PROJE, İSTANBULLULARA ZARAR VERİYOR

 

Mimar Korhan Gümüş, trafiğe açılan Taksim tünelini gezerek izlenimlerini yazdı. Gümüş, hatalı yapılan projenin İstanbullulara zarar verdiğini söyleyerek “Altı kişi ölmeyebilir, 12 kişi kör kalmayabilirdi” dedi.

 

Bugün Taksim’de Büyükşehir Belediyesi’nin yarattığı zorluklar ve sorunlar bu kadar masraf yapılmadan da gerçekleştirilebilirdi. Maddi tarafını bir kenara koyalım, altı kişi ölmeden, binlerce kişi yaralanmadan, 12 kişi kör olmadan da zorluklar yaratılabilirdi. Büyükşehir Belediyesi’nin bu zorlukları yaratmak için bu kadar uğraşmasını bir türlü anlamıyorum. Örneğin Tarlabaşı Bulvarı ile Cumhuriyet Caddesi arasındaki yolun meydanla bağlantıları koparılmış olsaydı, hiç masraf yapmadan da bugünkü duruma yakın bir zorluk yaratılabilirdi. Ama o zaman yayalar toplu taşıma araçlarına daha kolay erişeceklerdi. Zehir solumayacaklardı. Bu nedenle aşağıdaki ek zorluklar için bu kadar masraf yapılmış olmalı.
 

KAVŞAĞIN BİR FAYDASI YOK

Taksim Meydanı’ndaki tünelli kavşağın bir faydası yok. Zaten trafik sonraki kavşaklarda tıkanıyor. Ama meydana ulaşan servis yolları caddeleri, kaldırımları daralttığı gibi dur kalk yüzünden eskisinden daha fazla trafik tıkanıklığı yaratıyor. Yeraltı tünelindeki otobüs durağının kaldırımı bir buçuk metreye indirilmiş. İnsanlar izbe bir yerde, üstelik araçların geçtiği yola taşıyor. Karşı tarafta, meydana bitişik olan kaldırımın arkasında ise 60 metre kullanılmayan bir boşluk inşa edilmiş. Bu boşluğun neden yapıldığını kimse bilmiyor. Acaba eski projeden mi geriye kaldı?

KALDIRIMLAR GÜVENLİ YÜRÜNEMEYECEK KADAR DAR

Dar kaldırımın olduğu durakta yürüyen merdivenlerin genişliği 1 metre genişliğinde. Geniş boşluğun olduğu tarafta ise yürüyen merdivenlerin genişliği 0.75 metre kadar. Bu farklılığın neden yapıldığı bilinmiyor. Projelerde havalandırma bacaları genellikle kenarlara, duvarlara yapıştırılır. Yalnızca mimari projelerde değil, köy evlerinde bile bacalar duvarlara bitişiktir. Odaların ortasına yapılmaz. Ancak projede havalandırmalar tam da Gezi’nin girişinin merdivenlerinin olduğu yere, meydanın ortasına 50 metre uzunluğundaki havalandırma yapısı inşa edilmiş. Tarlabaşı tarafında da 0.30 metrelik, güvenli yürünemeyecek kadar kaldırımlar yapılmış. Yayalar yukarı çıkıp aşağıya inmek kaldırıma benzeyen betonu kullanıyorlar.
 

PARK EĞRİ BÜĞRÜ BİR DUVARLA ENGELLENİYOR

Devasa bir beton alan olan Cumhuriyet Caddesi 1 metrelik kaldırımlarla meydana bağlanıyor. Parkın kullanımı ise gereksiz yere yapılan 0.40 metrelik eğri büğrü bir beton duvarla engellenmiş. Gezi Parkı’nının iki parçasını birbirine bağlayan yaya köprüsü yıkılmadan korunabilir ve ek masrafa girmeden bu zarif köprü yerinde durabilirdi. Ancak bu yapılmadı, köprü yıkıldı ve yerinede geçici bir iskele köprü yapmadı. Bu nedenle parkın yarısı şu anda işlevsiz kalmış durumda. Köprü veya geçişi sağlayacak geçidin ne zaman yapılacağı da belli değil.
 

YAYALAR ÇAMURUN İÇİNDEN GEÇEREK PARKA ULAŞIYOR

Tarihi bir eser olduğu Koruma Kurulu kararlarında yer alan Prost’un düzenlemesinin meydana bakan köşesi, balüstradlar, merdivenler yıkılmış durumda. Yayalar çamur ve eğimli bir zeminden parka ulaşmaya çalışıyor. Tamiratların ne zaman yapılacağı konusunda bir gelişme yok. Elmadağı kavşağında ve birçok yerde yayalar ile cadde arasında otoyol bariyerleri konmuş vaziyette. Diğer caddelerde, hemzemin geçitlerde korkuluk ve bariyerler bulunmuyor. Proje bedelleri, uygulama bedelleri ve altyapı düzenlemeleri ile birlikte İstanbullulara verilen zararın yanında, maddi zararın boyutu çok küçük kalıyor.

Taraf, 19.09.2013

 

******


YENİ TAKSİM MEYDANI'NIN ABSÜRDLÜKLERİ

 

Taksim Meydanı, yayalaştırma projesinin ardından farklı bir hal aldı. 2 metrelik duraktan 60 metrelik durağa, 50 santimlik ‘kaldırımcık’tan meydanın ortasındaki havalandırma yapısına kadar meydandaki hataları mimar Korhan Gümüş ile inceledik...

 

 

Taksim Meydanı Yayalaştırma Projesi’nin ilk ürünleri olan araç tüneli ve yayalaştırılmış bölgenin tasarımındaki ciddi sorunlar dikkat çekiyor.

 

Daha önce Şişli yönündeki kaldırımlarla yol arasına koyulan otoyol bariyerlerini gündeme getirerek bunların kaldırılmasını sağlayan mimar Korhan Gümüş ile birlikte Taksim Meydanı’nı bir uçtan diğer uca gezerek meydanın yeni halindeki absürdlükleri inceledik:

 

Tarlabaşı’nda u dönüşü çilesi: Tarlabaşı Bulvarı’ndan gelerek tünele girmeden u dönüşü yapmak isteyenler için yapılan tek şeritli servis yolu önemli bir trafik sıkışıklığı yaratmış. Talimhane’den gelen 3 şeritli yolun doğrudan 90 derece açıyla bağlanarak sıkışıklık yarattığı bu yolu çok sayıda otobüs ve Taksim’deki sarı dolmuşların tümü kullanıyor. Bu nedenle özellikle iş çıkışı saatleri ve Taksim’in yoğun olduğu haftasonu günlerinde sarı dolmuşlara binen bir yolcu 15-20 dakikasını bu yoldan u dönüşü yapma çilesinde geçirmek zorunda kalıyor. Buradaki trafik daha iyi düzenlenebilirdi.

 

 

Yenikapı yönünde 2 metrelik durak: Taksim’den Yenikapı yönüne giden otobüslerin geçtiği durakta yolculara beklemeleri için ayırılan durağın genişliği yaklaşık 2 metre. Bu dar alan özellikle yoğun saatlerde yolcuların sığamadığı bir hale dönüşürken yola taşan yayalar nedeniyle cebe giremeyen otobüsler yolu tıkıyor. Bu durağın bir diğer sorunu da havalandırmasının olmaması. Her daim geniz yakan, zehirli hava trafiğin yoğun olduğu saatlerde dayanması zor hale geliyor.

 

 

Şişli yönünde 60 metrelik durak: Taksim’den Şişli yönüne gidecek yolcuların beklemesi için ayrılan durak ise 60 metre genişliğinde! Yer altına milyonlarca lira harcayarak neden böylesine dev bir alan açıldığı sorusuna bir yanıt bulmak imkansız.

 

 

Şişli yönünde 1 metrelik yürüyen merdiven: Anlaşılan belediye her yerde bir sıkışıklık yaratmak istiyor. Standart genişlikteki yürüyen merdivenle inilen 2 metre genişliğindeki Yenikapı yönü durağının aksine 60 metrelik Şişli yönü durağına 2 kişinin yanyana durmasının imkansız olduğu daracık yürüyen merdivenlerle iniliyor. Böylesine geniş bir alanda neden bu dar merdivenlerin kullanıldığına dair belediye henüz bir açıklama yapmadı.

 

 

Beton zeminde yükseklik farkı: Yolun yeraltına alınmasıyla ortaya çıkan beton alanda önemli yükseklik farkları var. Bu fark yağmur durumunda su birikmesine yol açacağı gibi eğer dolguyla bu fark kapatılırsa bu sefer de Talimhane cephesindeki binaları su basacak - çünkü bu betonda su gideri için bir yer (en azından şimdilik) ayırılmamış.

 

 

Gezi Parkı’nın girişleri sorunlu: Gezi Parkı’nın Talimhane’ye bakan tarafındaki bölge insanlar tarafından parkın ana girişi gibi kullanıldığından buradaki çimler kısa süre içinde yok oldu. Belediye, tünelin yaya çıkışlarını da tam bu bölgenin karşısına yaparak insanların parka giriş için burayı kullanmasını adeta teşvik etti. Gezi Parkı’nın merdivenleri ise onarılmayı bekliyor. Henry Prost’un yaptırdığı bu tarihi merdivenler inşaatlar sırasında devlet tarafından tahrip edilmişti.




 

Havalandırma Yapısı Meydanı: Araç tüneliyle birlikte meydanın en kritik noktalarından birine dev bir havalandırma yapısı kurulmuş. Bu yapı kapladığı dev hacimle ve Gezi’nin merdivenlerinin hemen yanındaki konumuyla İstiklal’den Gezi Parkı’na gelmek isteyen insanların önünü kesiyor. Fotoğraf da Gezi Parkı’ndan İstiklal Caddesi’ne bakarak çekildi.

 

 

Kaldırımcık: Yayalaştırma projesi yayalara değil araçlara önem verdiği için araç tünelinin Tarlabaşı girişine kaldırım yapılmamış. Bu yüzden insanlar otobüsten indikten sonra 30 metre yürüyerek bulvara çıkmak yerine 200 metre yürüyerek önce Gezi Parkı yakınındaki çıkıştan çıkmak, sonra Tarlabaşı’na geri yürümek zorunda. Aynısı otobüs durağına erişmek isteyen insanlar için de geçerli. Belediye tünel girişlerine kaldırım yapmasa da göstermelik bir ‘kaldırımcık’ yapmış. Bu kaldırımcık o kadar dar ki bir kişinin vücudu bile sığmıyor. Kaldırımcıkta yürüyen veya kaldırımcıkta karşıdan biri geldiği için yoldan yürümeye başlayan bir insana araba çarptığında bunun sorumluluğu projeyi hatalı tasarlayanlarda olacak.

 

 

Şişli yönünde de trafik sorunu: Gezi Parkı’nın hemen yanında Şişli’den gelen araçların u dönüşü yaptıkları servis yolu Tarlabaşı tarafındaki yoldan daha dar. Bu yüzden burada bekleyen taksiler, indirme işlemi yapan araçlar trafiği tıkıyor. Yol bir otobüsün ancak dönebileceği genişlikteyken bir de araçlar bekleyince otobüslerin geçmesi imkansız hale geliyor. Bu yolda trafik oluşmasının bir nedeni de otobüsler. Bu tek şeritli yolun üzerine bir de otobüs durağı yapıldığı için durakta otobüs durduğu zaman arkasındaki araçlar da beklemek zorunda kalıyor.

 

 

Otoyol bariyerleri ve anlamsız boşluklar: Korhan Gümüş’ün dikkat çektiği gibi Gezi Parkı’nın hemen yanındaki bu noktada çok sayıda otoyol bariyeri kullanılmış. Bu bariyerler Taksim Meydanı’ndaki kitlesel bir eylemde oluşacak panik anında ya da polis saldırısında kitlenin ezilmesine yol açma tehlikesine de sahip. Eğer belediye bu bariyerleri koyarken Taksim’de bir daha kitlesel eylem yapılamayacağından eminse diyecek bir şey yok, ama bariyerlerin arasında kalan anlamsız boşluk için de belediyeden bir açıklama bekliyoruz.

 


 
Bir kaldırımcık daha: Taksim Meydanı’nda ortaya çıkan dev beton alanı Cumhuriyet Caddesi’ne fotoğrafta gördüğünüz bir metre genişliğindeki kaldırım bağlıyor. İki kişinin yan yana yürümekte zorlandığı bu kaldırım o kadar plansız ki Gezi Parkı’ndaki ağaçlar için ekstra çıkıntılar yapılmak zorunda kalınmış. Üstelik park ile kaldırım arasına anlamsız bir beton kütlesi sokulmuş. Ama bu çıkıntıları çok da genişletemeyeceğini fark eden belediye, bir ağacın kökünü çıkıntının dışında bırakmış. Bakalım bu tuzak gibi kök, kaç kişinin düşmesine yol açacak.

 


 
Kaos kavşağı: Elmadağ’a yapılan kavşak tasarımı nedeniyle araç trafiği içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Kavşağın ortasında biriken araçlar diğer yönelerden gelen araçların geçmesine engel olunca trafik hiçbir yöne ilerliyemiyor. Bu kavşakta yayaların geçmesi için yapılan yerde ise ne bir yaya geçidi var, ne de bir trafik ışığı.

 


 
Gezi Parkı hala köprüsüz: Gezi Parkı’nın iki yakasını birleştiren ve yol çalışmaları için yıkılan yaya köprüsü hâlâ inşa edilmedi. Belediyenin bu inşaat için neyi beklediği bilinmiyor.


 
‘Ya geri dolduralım, ya uzatalım’

Korhan Gümüş belediyenin bunca zorluk çıkarmak için yüz milyonlarca lira harcamasına gerek olmadığını söylüyor. “Havalandırma bacaları duvarların kenarına yapılır. Bu insanların köylerde dahi uyguladığı bir mantıktır. Siz hiç salonun ortasından baca geçen ev gördünüz mü? Meydanın ortasındaki havalandırma tüneli tam da böyle” diyen Gümüş bunu yapan mimarın hesap vermesi gerektiğini belirtiyor. Gümüş’e göre belediyenin hiçbir projesi olmadan meydanı beton doldurup “gerisine sonra bakarız” demesi de kabul edilebilir değil. Korhan Gümüş, bu noktadan sonra izlenebilecek iki yolun olduğunu söylüyor: “İstanbul’u ziyaret eden New York’un ulaşım ve ar-geden sorumlu müdürü, kentlerinde geçmişte açılan hatalı tünelleri doldurduklarını söylemişti. Bizim de artık buranın doldurulmasını talep etmemiz lazım. Eğer bu yol Şişhane’den Şişli’ye kadar yer altına alınıp burası bir yürüme bölgesi ilan edilecek olsaydı anlardım ve destek de verirdim. Ya bu uygulamaya gidilmeli ya da tüneller geri doldurulmalı”.

Birgün, Haber: Onur Erem, 19.09.2013



8 - 14 Eylül 2013

ANTİK 'CEHENNEM KAPISI' ARALANDI

 

UNESCO Dünya Miras Listesi'nde yer alan Pamukkale'deki Hierapolis antik kentinde 56 yıldır İtalyan heyet tarafından yapılan kazılar, bu yıl Denizli Valiliği'nin de desteğiyle hız kazandı. Antik kentte Bizans döneminde Hristiyanlığın kabulüyle mermer bloklarla kapatılan Plutonium'daki "Cehennem Kapısı"nın olduğu alan iki metre kazıldı ve mermer bloklar vinçlerle kaldırıldı.

Sabah, 12.09.2013

TAPINAK HAZİNESİ

 

 

İsrailli arkeologlar, Tapınak Dağı’nda Yahudiliğin ilk dönemlerinden ve Bizans döneminden kalan iki bohça dolusu hazine buldu.

 

Kudüs’teki Hebrew Üniversitesi’nden arkeologların yıllardır yürüttüğü kazılar sonucu bulunan müthiş hazinede, altın külçeleri, altın sikkeler ve takılar var. Kazıyı yöneten Arkeolog Dr. Eilat Mazar, hazinenin Ophel bölgesindeki çalışmalarda Bizanslılara ait bir kamu binasının yaklaşık 50 metre derinlikteki kalıntıları arasında bulunduğunu söyledi. 

 

Persler’den kaçarken bırakmışlar

Buluşu, “Nefes kesici ve insanın hayatında bir kez görebileceği bir keşif” olarak niteleyen Dr. Mazar, “Burada daha çok Bizans dönemine ait önemli kalıntılara rastladık, o nedenle üzerinde Yahudiliğin sembolü olan bir madalyonla karşılaşmak tam bir sürpriz oldu” dedi. Dr. Mazar, hazinenin MS 614 yılında Kudüs’ün Persler tarafından işgal edilmesinin ardından bölgeden kaçan Yahudiler tarafından terk edildiğini tahmin ettiklerini söyledi.

 

Çok özel madalyon

Hazinedeki en değerli parça, üzerinde eski dönemlerde Yahudiliğin sembolü olan, bugün de İsrail devletinin ulusal sembolü sayılan tapınak şeklinin bulunduğu altın madalyon. Hazinedeki 36 altın külçesinin ise farklı Bizans imparatorlarının yaşadığı, MS 4’üncü ve 7’nci yüzyıllar arası dönemden kaldığı tahmin ediliyor. Ayrıca iki büyük altın küpe, bir gümüş külçe ve altın kaplı prizma şeklinde değerli taşlar da var.

Hürriyet, 12.09.2013

TABLOLAR BULUNAMADI, TAZMİNAT VERİLDİ

 

 

Hollanda’nın Rotterdam kentinde geçtiğimiz ekim ayında Kunsthalle Müzesi’nden çalınan yedi başyapıt tablonun sahibi vakıf, sigortadan 23.8 milyon dolar tazminat aldı.

 

Hırsızlar 90 saniyeden kısa sürede, aralarında Picasso’nun ‘Tete d’Arlequin’ ve Monet’nin ‘Waterloo Bridge’ tablolarının da olduğu yedi eseri çalmıştı. Hollanda’daki en büyük soygunlarından biri olan olayla ilgili önceki gün görülen davada, milyonlarca dolar değerindeki yedi tablonun sahibi Triton Vakfı’na 23.8 milyon dolar tazminat verilmesini kararlaştırıldı. Tazminat kararı, müzenin Romanyalı çete tarafından çalınan tabloları gözden çıkardığı şeklinde yorumlandı.

 

ANNESİ YAKMAMIŞ

Polisler tabloların yerini hala tespit edemedi. Çetenin baş elemanı Radu Dogaru’nun annesi Olga Dogaru’nun, oğlunu korumak için tabloları yaktığı iddia edilmiş, daha sonra bu haber yalanlanmıştı. Avukat Maria Vasii ise soyguna karışan altı Rumen müvekkilinin 22 Ekim’deki duruşmada suçlarını itiraf edeceklerini, cezalarının da üçte bir oranında azalacağını umduğunu söyledi.

Hürriyet, 12.09.2013

DOPİNG 2 BİN YIL ÖNCE DE VARMIŞ

 

Günümüzde spor dünyasının en hararetli tartışma konularından biri olan "doping"in tarihi ile ilgili yeni bir görüş ortaya atıldı.

 

 

Anadolu Ajansı'nın haberine göre, Aydın'ın Germencik İlçesi'ne bağlı Ortaklar beldesindeki Magnesia antik kentinde 2 bin yıllık stadyum üzerinde yapılan arkeolojik incelemelerde ilginç bulgulara ulaşılırken, yüzyıllar öncesinde sporcuların yarışmalarda başarılı olmak için doping yaptığı tespit edildi.

 

 

Kazı Başkanı Prof.Dr. Orhan Bingöl, bugüne kadar yaklaşık 50 bin metreküp heyelan toprağının taşınmasıyla gün yüzüne çıkarılan 40 bin kişilik antik stadyumda, günümüzdeki kombine bilet uygulaması benzeri tahsisli yerlerin bulunduğunu kaydetti.

 

 

Stadyumdaki oturma sıraları üzerinde ve sırtlıklarda oturacak kişi, dernek, kurum ve topluluk isimlerinin yazılı olduğunu dile getiren Bingöl, en ayrıcalıklı bölümün ise doping maddesi olarak kullanılan adamotunun üretildiği köyün sakinleri için ayrılmış olduğuna dikkati çekerek, şunları söyledi:

 

 

"Stadyumdaki bir bölümün tümü Efes'ten gelenlere ayrılmış. Ayrıca fırıncılar, bahçıvanlar, kuş satıcıları gibi derneklerin yanı sıra çeşitli politik grupların da kombine bilete sahip oldukları gözlemleniyor. Magnesia stadyumundaki bir yer tahsis yazıtı, iki merdiven arasındaki 60 kişilik, en önemli ve bitiş çizgisine en hakim iki oturma sırasının, Mandragoreitoi isimli gruba ayrıldığını göstermektedir. Bu grubun ismi Latince'de Mandragora, yani bizim adamotu olarak bildiğimiz bitkiden gelmektedir...

 

 

Tarihi kaynaklardan, Magnesia çevresinde bu bitkiyi temin eden, üreten bir köyün olduğu bilinmektedir. Bu bitkiyi temin edip kuvvet şurubunu imal edenlere, stadyumda varış çizgisini tam yandan gören özel bir bölümün ayrılmış olması, doping uygulamasının son derece yasal ve bunu imal eden kişilerin de son derece itibarlı olduğunu göstermektedir. Gerçekleştirdiğimiz arkeolojik incelemelerde dopingin o zaman bir suç unsuru olmadığı, bilakis bunu üretenlerin teşvik edildiği ve halk arasında saygın bir yerleri olduğu anlaşılmaktadır."

 

 

Prof.Dr. Bingöl, stadyumun podyumunda yer alan kabartmalardan, antik çağdaki yarışmalar ve sporculara verilen ödüllerle ilgili bilgi edinme imkanı yakaladıklarını da belirtti.

 

 

Magnesia'daki yazıtları incelediklerinde o dönemdeki yarışmaların, cimnastik, atlı yarışlar ve müzik olmak üzere üç kategoriden oluştuğu sonucuna vardıklarına işaret eden Bingöl, sözlerini şöyle sürdürdü:

 

 

"Yazıtlarda belirtilen yarışma kategorilerini, kabartmalarda da bulmaktayız. Kabartmalardan şunu anlıyoruz ki, başarılı olan yarışmacılar sembolik olarak başlarına taçlar takıyordu ve ellerine palmiye yaprakları alıyordu. Ödüllerden biri ise hayli ilginç. Bir kaide üstünde bir top kumaş tasviri var. Yani o dönemde bir top kumaşın para ödülünden daha kıymetli olduğunu öğreniyoruz.

 

 

Şimdiye kadar stadyumda sadece 4 bölümün kabartmalarını ortaya çıkarttık. Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nün bu seneki ödenekleri ile bu yıl çok uzun ve kapsamlı çalışma imkanı buluyoruz. Kabartmaların tümü ortaya çıkartıldığında yaklaşık 125 kabartmaya sahip olacağız ve bunlar bize Magnesia'daki yarışlar hakkında daha fazla bilgiler verecek."

 











Hürriyet, 12.09.2013

KAYIP ESERLERİN GÖNÜLLÜ TAKİPÇİLERİ

 

 

Türkiye,resmi kurum ve kuruluşlarıyla yurtdışına kaçırılan eserlerin iadesi için uğraşırken, fahri arkeoloji müfettişleri de aynı amaç için çalışıyor. Avukat Remzi Kazmaz, yaklaşık 150 yıl önce Bodrum'dan İngiltere'ye götürülen ve dünyanın 7 harikasından biri olan Mausoleum'un parçalarını Türkiye'ye geri getirmek için kampanya düzenledi ve bir kitap yazdı. Karun Hazinesi, Yorgun Herkül gibi eserlerin iadesine katkı yapan gazeteci- yazar Özgen Acar ise yurtdışındaki galeri ve sergilerin korkulu rüyası haline geldi. Dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilen Mausoleum'un yapımına Karya Satrabı Mausolos tarafından MÖ 355'te başlanmış. Ölümünden sonra kız kardeşi ve aynı zamanda karısı olan Artemissia yapımına devam etmiş. Mausoleum, 24 basamaklı bir piramidin taçlandırdığı dev bir anıt mezar. İon düzeninde yapılmış eseri 36 sütun süslüyordu ve orijinali 50 metre yüksekliğindeydi. Tepesinde ise 4 atın çektiği bir zafer arabası bulunuyordu. MS 13'üncü yüzyıla kadar korunan antik mezar önce bir depremle yıkılmış, daha sonra taşları Bodrum Kalesi'nin yapımında kullanılmış. Ayrıca bu mezara ait birçok kabartma ve heykel 1857'de İngilizler tarafından British Museum'a götürülmüş. Bu yüzden bu anıta ait eserlerin çoğu British Museum'da, kalıntıları ise Bodrum'da bulunuyor. 10 yıl önce Bodrum'da büro açan avukat Remzi Kazmaz, Mausoleum'un son kalıntılarını gördüğünde içi parçalanmış ve o an Mausoleum'u önce kendi ülkesinde tanıtmaya, daha sonra onu ait olduğu yere geri getirmek için uğraşmaya karar vermiş.

İKİ FİLM, İKİ KEZ KAMPANYA
Mausoleum'a dikkat çekmek için iki film yapan, iki kez imza kampanyası düzenleyen, son olarak da bir aşk romanı yazan Kazmaz, mücadelesini şöyle anlatıyor: "Bodrum'un denizi, kumu, güneşi güzel ama. Aslında masalımsı bir kent, antik bir kent. Mausoleum'u hep duyardım. Yerine gidip gördüğümde çok üzüldüm. Mausoleum'u bölgedeki insanlara ve turistlere tanıtmak için 6 dakikalık bir kısa film yaptım. Mausoleum'un kalıntılarının olduğu yerde o filmi gösterdik. Ayrıca, Bodrum'un antik yanını öne çıkarmak için 50 dakikalık bir film hazırladım. Daha sonra Mausoleum'un geri getirilmesi için bir imza kampanyası düzenledim." Hukuki mücadeleye de girişeceğini söyleyen Kazmaz, İngiltere'nin de dikkatini çekti. İngiltere'nin Ankara Büyükelçisi David Reddaway, Kazmaz'a bir mektup yazarak, sözkonusu eserlerin, 1846, 1857 ve 1859'da İngiltere'ye tanınan imtiyazlar ve alanda kazı yapmaya ve çıkarmaya yönelik izinleri düzenleyen fermanlar ile Bodrum Kalesi'nden British Museum'a taşındığını belirtti.

KRALİÇE'YE MEKTUP
Remzi Kazmaz, konuyla ilgili Kraliçe 2. Elizabeth'e de mektup yazdı. British Museum'daki eserleri geri getirmek için başlattığı sivil inisiyatifin yurt içinde ve yurt dışında ses getirdiğini belirten Kazmaz, "Bu eserin Türkiye'den gittiğini bilmeyen birçok kişi bunu öğrendi. Yılbaşına kadar bekleyeceğiz. Önümüzdeki yıl AİHM'de dava açmayı düşünüyoruz" dedi. Türkiye'nin yurtdışındaki eserlerinin peşine düşen diğer bir isim de gazeteci Özgen Acar. "Tarih yerinde güzeldir" diyen Acar, Elmalı Definesi, Perge Çelenkli Lahidi, Dionysos heykelinin Türkiye'ye getirilmesine katkı yaptı. Son olarak Hattuşaş Sfenksi ve Yorgun Herkül heykelinin geri getirilmesinde de önemli rol oynadı. 1990'da New York'ta görev yaptığı zaman ABD'li bir çiftin müzede sergilenen özel koleksiyonunu görmeye giden Acar, bu koleksiyonda yer alan, sadece belden yukarısı bulunan bir heykeli tanır gibi oldu. Heykelin etrafında dolaşıp Türkiye ile bir bağlantısını keşfetmeye çalışan Acar, bir süre sonra şüphe çekti. Acar heykelin etrafında, güvenlik görevlileri de Acar'ın etrafında daireler çizmeye başladı. Serginin katalogunda eseri gösteren sayfayı Antalya Müzesi Müdürü Kayhan Dörtlü'ye gönderen Acar, gelişmeleri şöyle anlattı: "Türkiye'de 95 müze varken doğrudan oraya gönderdim. Çünkü belleğim heykelin Antalya Müzesi ile bağlantılı olduğunu söylüyordu. Kayhan Dörtlü, bu heykelin, alt tarafı müzede bulunan Yorgun Herkül heykelinin üst kısmı olduğunu söyledi." Daha sonra Perge Kazısı Başkanı Prof. Jale İnan'a durumu anlatan Özgen Acar, heykelin onun girişimleri sayesinde 21 yıl sonra geri getirildiğini belirtti.

MÜZEDE İSTENMEYEN ADAM
Özgen Acar, sıkı takipçiliği yüzünden yurtdışındaki galerilerin kara listesine girmiş. Yurt dışındaki müzelerde gezerken yaşadıklarını şöyle anlatıyor: "New York'ta bir galeride açılış kokteyli düzenlemişlerdi. Halkla ilişkilerini yapanlar bana da davetiye göndermişti. Orada yanıma gelip 'Lütfen burayı terk edin' dediler. Bir başka galeride de eserlere bakarken kendimi tanıtıp kartımı verdim. Hemen güvenlikçi çağrıldı. Ceketimi enseden tutup dışarı attılar. Bir tekme atmadıkları kaldı. 5 yıl önce Amerikan müze yöneticileri, özel koleksiyoncular, antika galerileri bu geri dönüş akımını durdurmak için Florida'da bir toplantı yaptılar. Toplantıyı açan müzenin hukuk danışmanı konuşmasına "Bir Türk gazetecinin başlattığı geri alma olayı karşısında ne gibi önlemler almalıyız?" sözleri ile başlamıştı. 3 gün sempozyum yaptılar, hatta bununla ilgili bir de kitap yayımladılar."

Sabah, Haber: Hasan Ay, 12.09.2013

TOPRAKTAN SANAT ESERİNE

 

Kiremit ve tuğlanın anavatanı Eskişehir, Tepebaşı Belediyesi’nin düzenlediği 7. Uluslararası Pişmiş Toprak Sempozyumu’na ev sahipliği yapıyor.

Eskişehir’in tuğla ve kiremit tarihine tanıklık eden İsmet İnönü Caddesi’ndeki eski Kurt Kiremit Fabrikası’nda başlayan sempozyuma, aralarında Türkiye , ABD , Almanya , Macaristan’ın da bulunduğu çok sayıda ülkeden dünyaca ünlü terra-cotta sanatçıları katılıyor. Toprağın sanata dönüştüğü ve 22 Eylül’e kadar sürecek sempozyumda halka açık olarak bilimsel toplantılar, konserler, sergiler, müzik ve tiyatro etkinlikleri yer alacak. Kısa süre önce hayatını kaybeden Prof.Dr. Taciser Sivas anısına düzenlenen sempozyum kapsamında sanatçıların yapacakları heykeller, daha sonra kentin muhtelif yerlerine dikilecek. Daha önceki altı sempozyumda 70 heykel yapıldı.

Radikal, 12.09.2013

4 ASIRLIK TARİHİN ÜZERİNE 5. KAT

 

 

İstanbul'da, Beyoğlu Ağa Camii'ne gelir elde etmek amacıyla 16. yüzyılda yapılan Bahçeli Hamam'ın üzerine dikilen 5 katlı bina ve hamamın bulunduğu barın tahliyesi için, mülk sahibi tarafından dava açıldı. Tarihi dokuya zarar verildiğini öne süren mülk sahibi, belediyeye başvurarak tutanak tutturdu.

İstanbul Beyoğlu'nda, 1951'e kadar hamam olarak kullanılan bölgedeki arsa, 1970 yılında bir işadamına satıldı. Tapu kaydı bu yıldan sonra kayıtlara işlendi. Hamamın üzerine 5 kat çıkıldı, ardından asmakat yapıldı. Bina kiralandı. Anıtlar Kurulu'na proje verildi. Projeye göre hamamın, tarihi dokusu korunmak üzere kültürel etkinlik amacıyla kullanılabileceği yönünde karar verildi. Arsa, 1975'te şu anki mülk sahibi işadamı H.P.'ye satıldı. Hamamın olduğu bölüme 2004'te içkili lokanta ruhsatı verildi. Ruhsat 2010'da yenilendi. Mülk sahibi, hamamda ve binada yasaya aykırı yapılaşma olduğunu, tarihi dokuya zarar verildiğini öne sürerek kiracıları aleyhine Asliye Hukuk Mahkemesi'nde tahliye davası açtı.

'KİRACILAR KÖTÜ NİYETLİ'
Mülk sahibi H.P.'nin avukatı Talat Güneş, "Kiracımız usulsüz olarak izin almış ve tarihi hamamın bulunduğu yeri 'bar' olarak işletmiştir. Camiye 100 metre yakın yerlerde alkollü satış ruhsatı verilemeyeceği yasağına rağmen alkol satışı için ruhsat alınmış. Camiye uzak izlenimi yaratmak için kapı numaralarını değiştirmişler. Kubbenin üzerini delip ışıklı lambalar takmışlar. Vakıflar Bölge Müdürlüğü de tarihi dokusuna zarar verdikleri iddiasıyla haklarında dava açtı. Bizim şikayetimiz üzerine belediye tutanak tuttu. İmara aykırılıkları tespit etti. Mühürleme işlemi henüz resmi olarak uygulanmadı. Burayı sanatsal etkinlikler için kullanmak istiyoruz" dedi.

İZİN 1970'DE VERİLDİ
Beyoğlu Belediyesi yetkilileri, tarihi hamamın bulunduğu alana 5 kat iznin 1970'li yıllarda verildiğini, alkol ruhsatının ise emniyet birimleri tarafından verildiğini belirtti. Belediye yetkilileri, hamamın bulunduğu kat ve asmakattaki imara aykırılıklarla ilgili inceleme yapıp tutanak tuttuklarını da kaydetti.

İŞLETMECİ: HERŞEYİMİZ YASAL
Beyoğlu'nda bulunan ve üzerine 5 katlı bina dikilen Bahçeli Hamam'ın bulunduğu katta yer alan barın işletmecileri, sözkonusu yerin turistik işletme kapsamında olduğunu iddia ederek şu açıklamayı yaptı: "İşletme ruhsatımız var, yasalara uygun olarak aldık. Ayrıca kubbenin tarihi dokularına kesinlikle zarar vermedik. Aksine burada tarihi yaşatıyoruz. Hakkımızda şikayetçi olan ev sahibi ile kira anlaşmamız var. Kiramızı düzenli olarak ödüyoruz. Amaçları bizi dükkandan çıkarmak.

Habertürk, Haber: Tülay Acar, 12.09.2013

HYPAİPA'DA YÜZEY ÇALIŞMALARI TAM GAZ




 
İzmir'in Ödemiş İlçesi'nde, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Yard. Doç.Dr. Hatice Kalkan başkanlığındaki bilim kurulunun sürdürdüğü bugünkü adı Günlüce olan antik Hypaipa kentinde yürütülen arkeolojik yüzey araştırmaları devam ediyor. İlki geçtiğimiz yıl yapılan çalışmaların ikinci dönemi Eylül başında başlarken, çalışmaların 15 günlük bir süreyi içerdiği bildirildi.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nün izinleri ve Yüzüncü Yıl Üniversitesi Bilimsel Araştırma Proje Başkanlığı'nın katkılarıyla yürütülen çalışmalara, bilim kurulu üyesi olarak Prof.Dr. Necla Arslan Sevin, Prof.Dr. Veli Sevin ve Mersin Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nden Dr. Aylin Yaldır katılıyor; Bakanlık temsilciliği görevini, Ödemiş Müze Müdürlüğü'nden arkeolog Ayşen Coşkuntuna Gürsel'in yaptığı çalışmaların hafta sonu bitirilmesi planlanıyor.

 

Ödemiş Belediye Başkanlığınca da desteklenen 2013 yılı çalışmalarında antik Hypaipa kentinin topografik özellikleri ve toprak üstü mimarlık kalıntılarının belgelenmesine ağırlık veriliyor.

Yüzey araştırmalarının 2014 yılında da devam edeceğini ifade eden Yard. Doç.Dr. Hatice Kalkan, Ödemiş Kaymakamlığı, Özel İdare Müdürlüğü ve Ödemiş Belediye Başkanlığının katkılarıyla kentin özellikle tarihi dokularının yoğunlaştığı bölgelerinde kapsamlı bir temizlik çalışmasının planlandığını söyledi.

 

HYPAİPA NERESİ?

Lydia bölgesinde, Küçük Menderes'in kuzeyinde, Sardeis kenti güneyinde ve Tmolos (Bozdağ) dağı güney yamaçlarında kurulu olan bir kenttir. Bugün üzerinde Ödemiş'e bağlı Datbey/Günlüce Köyünün kurulu olduğu Hypaipa kenti ile ilgili olarak antik yazarlar, eserlerinde coğrafi konumu bakımından Hypaipa'ya değinmişler, fakat kent hakkında ayrıntılı hiçbir bilgi vermemişlerdir.

Kent ile ilgili en tanınmış söylence Arakhne (örümcek kız) mitosudur.

haberler.com, 11.09.2013

2300 YILLIK KADIN HEYKELİ BULUNDU

 

 

Kaunos antik kenti kazılarında Bizans dönemine ait yeni bir fırın ve merdivenlerin yanında duvar taşlarının altında Hellenistik dönemine ait 2300 yıllık mermer kadın heykeli ortaya çıkarıldı. Kaunos antik kenti kazılarında Bizans dönemine ait yeni bir fırın ve merdivenlerin yanındaki duvar taşlarının altında bulunan mermer taştan genç bir kadın heykelini Kazı Başkan Yardımcısı Arkeolog Erkan Kart ile Turizm Kültür Bakanlığı Kazılar Şube Müdürlüğü'nde görevli Mehmet Kat ile tespit etti. Sürpriz Heykelin yeri Kazı Başkanı Prof.Dr. Cengiz Işık'a gösterildi.

Önce heykelin üzerindeki duvar taşları kalaslar ile yan tarafa atıldı. İtinalı bir çalışma ile mermer taştan kadın heykeli ortaya çıkarıldı. Yapılan inceleme sonunda Hellenistik dönemine ait 2 bin 300 yıllık genç bir kadın heykeli olarak tespit edildi. Bulunan Mermer Taştan Kadın Heykeli'nin kafa kısmı bulunup, Fethiye İlçesi'nde bulunan Arkeolog Müzesi'nde sergileneceği bildirildi.
Kaunos Kazı Başkan Yardımcısı Erkan Kart, yaptığı açıklamada; Dalyan beldesinde bulunan Kaunos antik kentinde kazı çalışmalarının büyük bir hızla devam ettiğini söyledi. Kart; 'Kazılarda son olarak Bizans dönemine ait yeni fırın ve merdivenler bulduktan sonra duvar taşlarının altında toprağa gömülmüş heykeli tespit ettik. Kazı Başkanı Başkent Üniversitesi Profesörlerinden Cengiz Işık'a durumu 'Sürpriz Heykel' olarak bildirdik' dedi.

Bulunan Hellenistik dönemine ait 2300 yıllık kadın heykeli hakkında bilgi veren Kaunos Kazı Başkanı Başkent Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof.Dr. Cengiz Işık; ' Hellenistik dönemine ait 2300 yıllık mermer taştan genç bir kızımız oldu. Açığa çıkartılan kireç fırınının yanında bulunması ise, büyük bir olasılıkla Bizans döneminde heykeli kireç yapmak için getirmişler ve eritilmekten kurtulmuş' diye konuştu.

Sabah, 11.09.2013

YARALARINI SARIYOR

 

 

22 Ocak’ta çıkan yangında kullanılamaz hale gelen Galatasaray Üniversitesi’nin Ortaköy’deki tarihi binasında enkaz kaldırma çalışmaları sürüyor. Restorasyon için gereken 20 milyon liranın 15 milyonu toplandı, çalışmaların 1 yılda bitmesi planlanıyor.

Galatasaray Üniversitesi, 22 Ocak akşamı çıkan yangında büyük hasar gören 142 yıllık tarihi binasının kapılarını HABERTÜRK’e açtı. Peki tarihi binada son durum ne? Restorasyon çalışmaları ne zaman başlayacak ve bina ne zaman hizmete girecek?

Galatasaray Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Ethem Tolga, restorasyon çalışmaları için öncelikle hukuki süreci beklediklerini, savcılık mütaalasından sonra çalışmalara hız verildiğini açıkladı:

Galatasaray, bir devlet üniversitesi. Restorasyon çalışmaları devletin kendi kuralları çerçevesinde yapılıyor. Ancak biz restorasyon konusunda devlete yük olmak istemedik. Devreye Galatasaray EğitimVakfı girdi ve biz de vakıfla bir protokol imzaladık. Protokol gereği 2 ay önce bina içindeki enkazın toplanmasına başladık. Bir ay içinde enkaz çalışmalarının bitmesi planlanıyor. Ardından restorasyon çalışmaları başlayacak.’’ Yanan tarihi binanın restorasyonu için gerekli projeler de hazır.

‘EĞİTİM AKSAMADI’
Prof. Tolga, ilgili kurullardan onay alındıktan sonra fiziki restorasyona başlanacağını söyledi: “Hedefimiz bir yıl sonra binamızı hizmete açmak. Bu iyimser bir tahmin. Bu binada üç fakültemizin öğretimüyelerinin odaları vardı. Onları şimdilik binalara yerleştirdik. Ama yaşadığımız felakete rağmen Galatasaray Üniversitesi’nin eğitimtakvimi bir gün bile aksamadı. Bu yıl da 23 Eylül’de eğitime başlayacağız. Hatta yangına rağmen üniversitemizin puanları yükseldi. Örneğin geçen yıl hukuk fakültemize giren son öğrenci Türkiye 98’incisiydi. Bu yılki 88’inci.’’

 

 

ATATÜRK FOTOĞRAFI HALA DUVARDA
Yanan tarihi binanın içi şantiye alanı gibi. İskeleler kurulmuş, enkaz kaldırma çalışmaları sürüyor. Duvarda ise onca felakete rağmen bir Atatürk fotoğrafı karşılıyor bizi. Peki restorasyon çalışmaları için ne kadarlık bütçe gerekli? Prof. Tolga, sorumuzu “20 milyon lira” diye yanıtladı ve şöyle devam etti:

“Bunun 10 milyon lirasını Galatasaray Eğitim Vakfı karşıladı. 5 milyon lirası ise Galatasaray Spor Kulübü ile Galatasaray’ı sevenlerin attığı SMS’lerle toplandı. 5 milyon liralık eksiğin yine Galatasaray’a gönül verenler tarafından tamamlanacağından şüphem yok. Binanın restorasyonu devlet mekanizması içinde olmayacak. Vakıf, kendi sistemi içinde çalışmalara başladı. Restorasyon için yetkili bir şirketle anlaştılar. Ancak bu demek değil ki restorasyon istenildiği gibi yapılacak. Tüm çalışmalar devletin kurallarına uygun, Koruma Kurulları’nın onayı alındıktan sonra aslına uygun şekilde yapılacak.’’

 

 

HEM YANGINA HEM DE DEPREME DAYANIKLI OLACAK

22 Ocak akşamı başlayan yangından sonra basında ihmaller zinciri de masaya yatırılmıştı. İhmaller arasında çelik zırhlı kabloların kullanılmaması, alevleri hapseden yangına dayanaklı boya kullanılmaması, çatıda hassas duman dedektörlerinin olmaması ve yangın söndürme cihazının bulunmadığı sıralanıyordu. Prof. Tolga’ya bu iddiaları hatırlattığımızda, “Burası tarihi bir bina ve bir devlet üniversitesi. İstediğiniz gibi malzeme kullanamıyorsunuz ama bu yeni restorasyonda eksikliklerin tamamının giderileceğine inanıyorum. Binamız sadece yangına değil depreme karşı da dayanaklı hale getirilecek’’ dedi.

Habertürk, Haber: Bülent Günal, 11.09.2013

HİTİTLERİN DİNİ MERKEZİ GÜN YÜZÜNE ÇIKIYOR

 

 

Samsun’un Vezirköprü İlçesi Oymaağaç Köyü'nde bulunan Oymaağaç Höyüğü’nde sekiz yıldır yapılan kazı çalışmalarında bulunan Hititlerin dini merkezi "Nerik" gün yüzüne çıkıyor. Kazı Başkanı Alman Arkeolog Doç.Dr. Rainer Czichan bugün Müslümanlar için Mekke ne anlama geliyorsa Hititler için o dönem Nerik’in aynı öneme sahip olduğunu söyledi.

 

Samsun’un Vezirköprü İlçesi Oymaağaç Köyü'nde bulunan Oymaağaç Höyüğü’nde 8 yıl önce Alman Arkeolog Doç.Dr. Rainer Czichan’ın kazı başkanlığında başlatılan arkeolojik kazılar bu yıl da devam etti. 2 ay önce başlatılan çalışmalarla birlikte höyükteki kazı alanı genişledi. Yapılan çalışmalarda üzerinde çivi yazısı bulunan 13 toprak tablet, mühür, dini törenlerde kullanılan küçük kaplar, mezarlar, gıda saklama çukurları, bir tünel, mabet odası temelleri, sur duvarı, sur kapısı ve çeşitli kalıntılar bulundu. Kazı Başkanı Arkeolog Doç.Dr. Rainer Czichan, tabletlerin üzerindeki yazılarda Hitit krallarının Nerik’e geldikleri; burada hava tanrısına saygı gösterip, törenler yaptıkları ve adakta bulunduklarının anlatıldığını belirterek, "Bugün Müslümanlar için Mekke ne anlama geliyorsa Hititler için o dönem Nerik aynı öneme sahipti. Küçük bir yerdi ancak dini açıdan çok önemliydi. Hititlerin Kuzeydeki en uç bölgesiydi" dedi.

Hitit dönemine ait taştan yapılmış bir tünel de bulduklarını söyleyen Doç.Dr. Czichan, "Tünel 40 basamaktan oluşuyor. Ana kaya içinde bir odaya doğru gidiyor. Tünel sonunda bir oda olduğunu ve bu oda da içme suyu havuzu olduğunu tahmin ediyoruz. Olası bir kuşatma durumunda burada yaşayanların içme suyu için bu tüneli kullandıklarını düşünüyoruz. Bunun dışında, burada demir çağına, genç roma ve Bizans dönemine ait kalıntılar da çıkmaya devam ediyor" diye konuştu.

 



Çalışmaların 18 kişilik ekiple gerçekleştirildiğini dile getiren Doç.Dr. Czichan, Hititlerle ilgili bulunan kalıntıların günümüzden 3 bin 500 yıl öncesine ait olduğunu belirtti. Doç.Dr. Czichan höyükteki yerleşimin ise eski tunç çağına kadar dayandığını dile getirerek Nerik’i duyan turistlerin bölgeye gelerek bilgi aldığını da aktardı.

İl Kültür ve Turizm Müdürü Yüksel Ünal da Oymaağaç Höyüğü’ne giderek kazı çalışmalarını yerinde inceledi. Höyükte yapılan kazının Samsun tarihi için çok önemli olduğunu ifade eden Ünal, "Nerik’in burada bulunması kentin kültür ve turizmine da büyük katkı sağlayacaktır. Kazı çalışmalarında büyük bir aşama kat edildi. Nerik’in kalıntılarının ortaya çıkarılmasını biz de heyecanla takip ediyoruz" diye konuştu.

Hürriyet,11.09.2013

İNÖNÜ STADI'NIN YIKILMAYACAK OLAN TARİHİ KISMINDA YANGIN!

 

 

DHA'nın haberine göre, Beşiktaş İnönü Stadı'nda tarihi eser kapsamına girdiği için yıkılmayacak bölümünde saat 15.15 sıralarında yangın çıktı. İnşaat görevlilerinin fark etmesi üzerine olay yerine itfaiye ekipleri sevk edildi. Olay yerine kısa sürede ulaşan itfaiye, tarihi binanın üst katındaki pencere boşluğunda yangına müdahale etti. Çıkış nedeni belirlenemeyen yangın itfaiyenin müdahalesiyle kısa sürede söndürülürken, tarihi binadan uzun süre dumanların çıktığı görüldü. Yangının çıktığı kısmın alt katının müze, üst katının ise ofis olarak kullanıldığı belirtildi.

Sözcü,11.09.2013

TARİHİ YARIMADAYI KURTARMA ADIMI

 

 

Yıldız Teknik Üniversitesi tarafından 2012’nin başında kurulan İstanbul Tarihi Yarımada Uygulama ve Araştırma Merkezi (İSTYAM), ekimde uluslararası bir sempozyuma hazırlanıyor. Merkezi Yedikule surlarının içinde olan İSTYAM’ın üzerinde durduğu en önemli konu, bölgede yaşayanlarda tarihi yarımada bilinci oluşturmak.

 

Sur içi diye tabir edilen tarihi yarımada hepimizin bildiği gibi çok önemli bir bölge. İlk İstanbul bu bölgede kuruldu, imparatorlukların merkezi oldu, yüzlerce tarihi yapı ve kültürel zenginlikler yine burada. Fakat tarihi yarımada bir o kadar da ilgiye ve sahiplenilmeye muhtaç. Yıldız Teknik Üniversitesi, bölgenin geleceğini teminat altına almak için 2012 yılının başında İstanbul Tarihi Yarımada Uygulama ve Araştırma Merkezi (İSTYAM) kurdu. Fatih Belediyesi, Yedikule Mahallesi’nde 5 bin 400 metrekarelik arazi içinde 2 bin metrekare kapalı alanı olan bir binayı 20 yıl boyunca İSTYAM’a tahsis etti.

 

İSTYAM, bir yıldır hem sur içinde oturanlarda ‘nerede yaşadıklarına’ dair bir bilinç oluşturmak, hem de ‘tarihi yarımada uzmanları’ yetiştirmek için çalışmalar yapıyor. “Cankurtaran’da Dönüşüm ve Cankurtaran’da Yaşayanlar” ya da “İstanbul’un İlk Kadısı Tarafından Yaptırılan Hızır Bey Camii’nin Restorasyon Süreci” gibi seminerlerin yanı sıra Osmanlı Türkçesi atölyeleri açarak, evlerinin yanı başındaki mezar kitabesini okumayı bilmeyen ama öğrenmek isteyen tarihi yarımadalılarla akademisyenleri bir araya getiriyor.  

 

YTÜ Mimarlık Bölümü Bina Bilgisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç.Dr. Ferah Akıncı’nın öncülüğünde kurulan İSTYAM, ekimde önemli bir sempozyuma hazırlanıyor. İran, İtalya, Azerbaycan, Hollanda gibi ülkelerden katılımcıların bildirilerini sunacağı Uluslararası Tarihi Yarımada Sempozyumu 3-5 Ekim 2013’te gerçekleş-tirilecek. Sempozyumda ‘Tarihi yarımadanın sınırları genişliyor mu? Silüeti bozan Zeytinburnu’ndaki ikiz kulelerin akıbeti ne olacak? Bu konuda akademisyenler ne diyor? Tarihi yarımada nefes almakta zorlanırken akademinin bu emeği yeterli mi?’ gibi konular tartışılacak. Akıncı, “Ben Fatih Malta’da büyüdüm. Tarihi yarımadanın yitip giden değerlerini gözümüzle gördük. Bu merkez, bölgedeki tarihsel dokunun en iyi şekilde korunması ve kültürel sürekliliğin sağlanmasına büyük katkı yapacak.” diyor.

 

ÜÇ KOMİSYON KURULDU

İSTYAM kapsamında kurulan üç önemli komisyon bulunuyor. Op. Dr. Mehmet Görgülü ve ekibinin oluşturduğu Biyolojik Materyal İnceleme Komisyonu, tarihi yarımadada yapılan kazılardan elde edilen yeni ve eski insan, hayvan ve bitkilere ait biyolojik materyallerin analizini yapıyor. Buradaki amaç; örneğin insan iskeletlerinde yaş, boy, cinsiyet, hastalık gibi özelliklerin saptanması yoluyla tarihi yarımadanın geçmişteki sakinlerini kimliklendirmek.

 

‘Tarihi Yapılarda Deformasyon Ölçmeleri’ adını taşıyan ikinci komisyon, tarihi yapılarda oluşan ya da oluşabilecek deformasyonları saptıyor. Doç.Dr. Atınç Pırtı, Yrd. Doç.Dr. R. Gürsel Hoşbaş, Uzman Taylan Öcalan’dan oluşan komisyonun tecrübeleri arasında sur içinde Fatih Camii deformasyon ölçme ve değerlendirme çalışması yer alıyor. Konservatör Uğur Genç yönetimindeki Tarihi Yarımada Deneysel Araştırma Komisyonu ise sokak sokak gezerek cam, taş, ahşap, fosil toplayıp binaları ve eserleri korumak için malzeme analizi yapıyor, ayakta kalan yapıların ömürlerini ve dayanıklılıklarını ölçüyor.

 

Sempozyumdan bazı etkinlikler

 “Tezhip ve Minyatür Sanatıyla İstanbul Tarihi Yarımada-sı” ve “İstanbul Tarihi Yarımada Resim Sergisi”, 3 Ekim 2013.

 Tarih ve ‘şehirli’ arasındaki ilişkinin çeşitli yönleriyle ele alınacağı tarihçi Teyfur Erdoğdu yönetiminde gerçekleştirilecek Şehirli Atölyesi, 2 Ekim 2013.

 Doç.Dr. Ercan Karakoç, “Osmanlı Devleti’nin Son Dönemlerinde İstanbul’da Toplu Ulaşım”, 4 Ekim 2013.

 “Tarihi Yarımadada Küçük Bir Çocuk Olmak” acaba nasıl bir duygu? Bölgede büyüyen Yrd. Doç.Dr. Şule Özkeçeci izlenimlerini aktaracak, 4 Ekim 2013.  

 

Program çerçevesindeki ilginç atölyelerden biri kesme şekerden Ayasofya Müzesi’nin yapılacağı Sugar Sophia Maket Atölyesi olacak, 1-2 Ekim 2013. Sempozyum oturumları ve etkinliklerin hepsi İSTYAM’ın Yedikule’deki merkezinde yapılacak. Katılmak isterseniz: www.istyam.yildiz.edu.tr, 0212 588 21 1

Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 11.09.2013

36 METRE DERİNDE TARİHİ ESER BASKINI

 

 

Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde yapılan kaçak kazılarda bulunan eserlerden bazıları, yasa dışı yollarla yurtdışına çıkarılıyor ve satılıyor. Bazı eserler de güvenlik güçlerinin operasyonları sayesinde son anda ele geçiriliyor. Sualtında kırdığı rekorlarla tanınan emekli SAT komandosu Namık Ekin, 1968'de tarihi eser kaçakçılarına düzenledikleri operasyonu, anılarını yazdığı "İmkansız Sadece Bir Kelimedir" kitabında anlattı. Bodrum'daki tarihi anforaları çalan kaçakçılara sualtında baskın yaptıklarını anlatan Ekin, kaçakçıları, gizlice yaklaşıp maskelerini çıkarıp yakaladıklarını söyledi. Preveze NATO Tatbikatı'ndan sonra arkadaşlarıyla birlikte Bodrum Yalıkavak'ta yaşayan Şahan Hoca'yı ziyaret ettiklerini anlatan Ekin, kitabında operasyonun detaylarını şöyle anlattı:

SUALTINDA SUÇÜSTÜ

Şahan Hoca, aylardır ABD bayrağı taşıyan bir yatın aynı yere demir attığını söyledi. Yabancı dalgıçların buradan tarihi eserlerimizi kaçırdığından şüpheleniyordu. Sabah saatlerinde adamların dalış yaptığı yere gittik. Dalış malzemelerimizi kuşandık. Dibe indiğimizde derinlik saatlerimiz 120 feet'i (yaklaşık 36 metre) gösteriyordu. Dibe inip biraz dolaştığımızda, gözlerimize inanamadık.
Adamlar anforalar dahil birçok tarihi eseri küme yapıp toplamış ve götürmek üzere hazırlamışlardı.
Daha sonra teknemize binip oradan uzaklaştık. Sahile ulaşır ulaşmaz Şahan Hoca ve Reşat doğruca gidip Müzeler Müdürlüğü'ne haber verdi. Bu arada ben de daldığımız yeri sürekli kontrol ediyordum.


ABD bayraklı yat geldiğinde haber verecektim. Bir süre sonra Şahan Hoca, yanlarında jandarma üsteğmen ile birlikte geldi. Dalış yerini görüp bizden bilgileri aldıktan sonra akşam pusu için sahil muhafaza botları ile denizden operasyon yapacaklarını söylediler. İki gece sonra teknenin ışıklarını gördüğümüzde vakit gece yarısını geçmişti. Jandarmanın fazla ekibi olmadığından bizden yardım istediler.

KOMŞU'YA KAÇIRILACAKTI

Bir jandarma üsteğmen ve jandarma astsubayını da yanımıza alarak motor çalıştırmadan kürekle ABD bayraklı yata doğru sessizce yaklaşmaya başladık. Hedefe varmamıza 200 metre kala tüplerimizi taktık. Jandarma üsteğmenin isteğiyle suya dalıp onları suçüstü yakalayacaktık.
Yanlarına ulaşmamız 7-8 dakika sürdü. Adamlar, biz el feneri kullanmadığımız için farkımızda değillerdi. İki dalgıç, halattan yapılmış ağlara tarihi eserlerimizi dolduruyordu. Daha önce planladığımız gibi arkadan yaklaşıp maskelerini aniden çıkarttık. Suyun altında neye uğradıklarını şaşırdılar. Hızlı, fakat dikkatli biçimde satha doğru çıkmaya başladılar.


Hemen teknenin çapasını kayalara sıkıştırdım. Bu sayede teknenin kaçmamasını sağladık. Üçümüz daldığımız yere doğru yüzüp çıktığımızda jandarma botunun tekneye çoktan yanaşmış olduğunu gördük. Olay çok şaşırtıcıydı. Üçü Türk'tü. Aralarında iki de Yunanlı vardı. ABD bandıralı Yunan yatı kullanarak, Türk kaçakçılarla olayı organize etmişlerdi. Tarihi eserleri Yunanistan'a kaçırmayı planlıyorlardı. Gece yarısı Bodrum'a gidip ifade verdik. Bu operasyonda SAT'ların olması büyük şanstı. Şahan Hoca'nın evvelce orada bulunması ve yatı dürbünle devamlı izlemesi olayı açığa çıkartmıştı. Ertesi gün kaçakçıların bazı sualtı tarihi zenginliklerimizi uçak kargosu ile demir, kalıp diye yutturup yurt dışına çıkardıklarını öğrendik.

OTOMOBİLDEN ÇIKAN HAZİNE...
Tarihi eser kaçakçılığında kilit noktalardan biri gümrük kapıları... Kaçakçıların bir kısmı, kapılarda yapılan kontrollerde yakalanıyor. 2007'de kaçak kazı yapan bir Türk vatandaşı, bulduğu eserleri yurtdışına kaçırırken Hırvatistan'ın Macelj uluslararası karayolunda yakalandı. Otomobildeki aramada, 115 adet sikke, 7 adet yüzük, 9 adet kurşun sapan taşı ve 2 adet ok ucu olmak üzere toplam 133 parça eser ele geçirildi. Gümüş ve tunç sikkelerin Arkaik-Klasik, Hellenistik ve Roma Dönemi'nde (MÖ VII. yy-MS.II.yy) ve Doğu Roma İmparatorluğu Dönemi'nde, Anadolu kentlerinde basıldığı tespit edildi. Yakalanan şahıs sınır dışı edilirken, ele geçirilen eserler de Türkiye'ye iade edildi.

Sabah, Haber: Hasan Ay, 11.09.2013

HADRİANAUPOLİS ANTİK KENTİNDEKİ KAZI ÇALIŞMALARI

 

 

Karabük'ün Eskipazar İlçesi'nde Batı Karadeniz'in "Zeugma"sı olarak adlandırılan Hadrianaupolis antik kentinde kazı çalışması yapan Alman ve Avusturyalı bilimciler, Katolik dünyasının önemli isimlerinden biri olduğuna inanılan Aziz Stiylos Alpius'un kalıntılarını bulmaya çalışıyor.

 

Hadrianaupolis'teki kazılarda MÖ 1. yüzyılda kurulduğu ve MS 8. yüzyıla kadar yerleşim amacıyla kullanıldığı tahmin edilen, Anadolu'da örnekleri hiç görülmeyen bazı zemin mozaiklerinin ortaya çıkarıldığı Eskipazar'da gelecek yıl yapılacak olan kazı alanlarının belirlenmesi için arkeojeo fizik ve tofografik çalışmalar Alman ve Avusturyalı uzmanlarca gerçekleştiriliyor. Kazı alanında incelemelerde bulunan Karabük İl Kültür ve Turizm Müdürü İbrahim Şahin, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Vedat Keleş'ten bilgi aldı. Yrd. Doç.Dr. Vedat Keleş, Batı Karadeniz'in "Zeugma"sı olarak adlandırılan Hadrianaupolis antik kentinde daha önce ortaya çıkarılan eserlerin çalışma yapılmadığı dönemlerde kaçak kazılar sonucu tahrip olduğunu söyledi. Yapılan kazılarda antik kentin Anadolu'nun en önemli Bizans kentlerinden biri olduğunu ancak çalışma yapılmadığı zamanlarda define avcıları tarafından yapılan kaçak kazıların bölgeye çok büyük tahribatlar vermeye devam ettiğini dile getirdi. Bu yılki çalışmaları kazı üzerine kurmadıklarını anlatan Keleş, "Bundan sonra yapılacak kazı çalışmalarına rehber olması ve planlaması bakımından arkeojeo fizik çalışması ve tofografik çalışmalara ağırlık verdik. Arkeolojide arkeoloji alanda kazıya başlamadan önce yapılması planlanan en önemli işlerden bir tanesi Arkeojeo fizik çalışmalarıdır. Bu senede bu çalışmalara başladık. Almaya'dan ve Avusturya'dan alanlarında uzman ekiple çalışıyoruz. Yaklaşık 12 kişilik bir ekip ile bu çalışmaları yapıyoruz. Bu çalışmaların sonucunda elde edilecek verilere göre hangi alanda çalışacağımızı planlayacağız. Bir yerde başarıya ulaşmak için sağlam alt yapıya ihtiyaç var. Bu nedenle burada kazı evinin biran önce yapılmasını ve bitirilmesini arzu ediyoruz. Kazı evi bitirilmeden burada kazı yapılmasına ben şahsen karşıyım. Ortaya çıkacak arkeolojik malzemelerin konulacağı bir depo yok. Zaten etrafta çok ciddi tahribatlar ve kaçak kazılar var. Bu sene geldiğimizde yine kaçak kazıların yapıldığını tespit ettik. Bu sene bu bölgede 5 noktaya elektrik direği dikerek kamera sistemleri kurulacak ve uydu üzerinden 24 saat takibe alacağız. Bu linki jandarmaya vererek, onlar da 24 saat boyunca bu bölgeyi gözetleyecek" dedi.

 

Daha önce ortaya çıkarılan eserlerin turizme açılması için çatı sistemlerinin yakında kurulmaya başlanacağını da anlatan Keleş, "Turizme açmak çok önemli ama bizim için önemli olan bir kültür varlığının kurtarılması. Bu kaçak kazı yapanlar bu antik kente çok büyük zarar veriyor. Bunları bir şekilde önlememiz lazım. Bunun için gerekli çalışmaları hızlı bir şekilde yetkililerin çözüp, gündüzleri de bölgeyi gezecek bekçiler alması lazım. Kazı çalışmalarında şuana kadar biraz sıkıntılı süreçten geçtik ama attığımız adımlar doğru. Bundan sonra biraz daha hızlanır çalışmalar. Burası Anadolu'da en önemli Bizans kenti. Çünkü Hadrianaupolis antik çağda bir Hac merkezi. Antik çağ insanın bile Hac vazifesini yerine getirdiği yerlerden bir tanesi Hadrianaupolis'tir. Buranın Hac merkezi olduğu iyi lanse edilirse Katolik dünyası buraya akın edebilir. Roma İmparatoru Hadrian tarafından kurulmuş ve 8-9 kilometrelik bir alanı kaplayan Karadeniz'in önemli kentlerinden bir tanesi olup, burada doğmuş olan ve Katolik dünyasının önemli isimlerden biri olan Aziz Stylos Alpius'un burada olması burası için çok önemli. Zaten Alman bilimciler Alpius'un burada yaşadığını ve kalıntılarını tespit etmek için bizimle çalışıyor. Eğer bunu net bir şekilde ortaya çıkarırsak burası turist akınına uğrar" diye konuştu.

 

Avusturya'dan gelen ve Türk olan Dr. Sirri Seren ise, kullandıkları sistemle yer altını 3 boyutlu olarak görüntüleyip şehrin planını çıkarttıklarını söyleyerek, "Burada jeofizik yöntemlerle hiç kazmadan yer altını görüntülüyoruz. Bu iş için iki değişik metot kullanıyoruz. Bunların biri manyetik sistem diğeri de jeo radar. Buda dünyanın arkeolojide kullandığı yeni sistem olan jeoradar. Buradaki aletle elektro manyetik dalgaları yerin altına gönderip taşlardan ve duvarlardan yansıyarak geri geliyor. Her şey otomatik olarak bilgisayara yükleniyor. Yerin altı üç boyutlu olarak görüntülüyoruz. Bu arkeologlar için iki açıdan çok önemli. Şansa diye kazı yok ve bütçesini planlayabilirler. Bu yöntemlere çok büyük alanları çok kısa sürede ölçüp görüntüleyebiliyoruz. Bir hafta ölçtüğümüz alanları binlerce yılda kazmak mümkün değildir. Bir hafta 20 dönümlük alanı 5 santime 25 santim aralıkla tarıyoruz. Bu bir şehrin planını çıkarmaktır neticedeve kazılar 4. boyuta zaman boyutunu çıkarmak için gereklidir. Bugün Avrupa'da bu standart hale gelmiş ve bu Hadrianaupolis'te bu standartlarda yapılıyor" dedi.

 

Seren, 4 gündür bölgede çalışma yaptıklarını ve çok güzel buluntuları ortaya çıkarttıklarını da anlatarak, "Bir kenarı yol yapımında açılmış kilisenin komple ne durumda olduğunu ve bütün yapılarını ortaya çıkarttık. Şimdiye kadar 10 dönümlük alanda tarama yaptık ve hepsinin içinde büyük bir yapılaşma var. Bazıları çok sağlam temel ve duvarlara sahip olan büyük yapılar. 10 metre genişliğinde büyük salonları olan yapılar var. Tabii bunları arkeologlar daha iyi değerlendirecektir" şeklinde konuştu.

 

Kültür ve Turizm Müdürü İbrahim Şahin ise, Hadrianaupolis kentinde ilk ortaya çıkarılan A Kilisesi'nin üstünün kapatılması için çalışmaların devam ettiğini söyleyerek, "İşi alan firma kendi atölyesinde çatı imalatını yapıyor. Çok yakın zamanda firma çatı katını kuracak. Buradaki ortaya çıkan mozaiklerin üzerindeki örtüler kaldırılarak, tadilat yapılarak, çevre düzenlemesi yapılarak turizme açacağız. Üst tarafta kazı evi ile ilgili projemiz ilk kurul toplantısına yetişecek ve önümüzdeki kazı dönemine yetiştirmek için çalışacağız" dedi.

 

Hadrianaupolis antik kentindeki at, fil, panter, geyik ve grifon (sanat tarihinde görülen karışık bir hayvana verilen isim) gibi birçok hayvan figürleri dikkat çekiyor.

haberler.com, 10.09.2013

ARKEOLOJİK KAZILARDA YENİ ŞEHİR VE İSKELETLER ÇIKTI

 

 

Şırnak'ın Cizre İlçesi'ndeki İçkale'de yapılan arkeolojik kazı çalışmalarında yeni bir şehir yapılanması ve 20'ye yakın iskelet bulundu.

 

İçkale'de yapılan arkeolojik kazı çalışmalarında 11., 13. ve 15. yüzyıllar arasındaki tarihlere ait yeni bir şehir yapılanması tesbit edildi. Kazıda ayrıca 20'ye yakın iskelet ve üst üste, yan yana olan mezarlıklar ortaya çıktı.

 

Cizre Kaymakamı Şenol Koca, "Kazıda 11. ve 13. yüzyıllara kadar ulaştık. Şehir yapılanması ortaya çıkmaya başladı. Bununla birlikte şehirdeki mezarlıklara ulaştık." dedi.

 

Mardin Müzesi arkeologlarından ve İçkale arkeolojik kazı çalışmasından sorumlu arkeolog Mesut Alp de 11 , 13 ve 15. yüzyıllara ait 20'ye yakın mezar çıkardıklarını anlatarak, "Mezarlarımızın basit sanduka mezar, ahşap mezar ve pişmiş tuğladan yapılmış 3 çeşit mezar ortaya çıktı." açıklamasında bulundu. Kazılarda ayrıca çanak, çömlek, pipo ve sikkelerin bulunduğu kaydedildi.

Haber 7, 10.09.2013

TUMLU KALESİ'NİN RESTORASYONU İÇİN 300 BİN TL ÖDENEK AYRILDI

 

Adana Valisi Hüseyin Avni Coş, Ceyhan'da bulunan Tumlu Kalesi'nin restorasyonu için 300 bin TL ödenek ayrıldığını açıkladı.

 

Adana'daki tarihi ve kültürel değerlere yönelik onarım ve restorasyon çalışmaları hız kazandı. Çalışmalar kapsamında Ceyhan'a 17 kilometre uzaklıkta bulunan Tumlu Kalesi, yeniden onarılacak. Adana-Kozan kervan yolunu gözetlemeye ve çevresindeki diğer kalelerle iletişim sağlayan 75 metre yükseklikteki tepeye kurulu kaledeki çalışmalar kısa sürede başlayacak. Adana’nın tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yaptığını belirten Adana Valisi Hüseyin Avni Coş, “Bilindiği gibi Adana, tarihi İpek Yolu güzergahı üzerinde bulunmasından dolayı, kaleler açısında da çok zengin bir ilimizdir. Ortaçağ’dan günümüze ulaşan ve geleceği selamlayan Tumlu Kalesi, önemli tarihi değerlerimizden sadece bir tanesidir. Geçtiğimiz günlerde Anavarza Kalesi ve Antik Kenti’nde gerçekleştirilen temizlik, bakım ve onarım çalışmaları ile Karataş’taki Magarsus Antik Kenti’ndeki kazı çalışmalarının başlatılmasının ardından, Kültür ve Turizm Bakanımız Sayın Ömer Çelik’in talimatlarıyla sağlanan 300 bin TL.’lik ödenek ile birlikte, Tumlu Kalesi’nde restorasyon çalışmalarına da en kısa sürede başlanacak ve bitirilecektir. İlgi ve desteklerinden dolayı Sayın bakanımıza şükranlarımızı iletiyoruz.” diye konuştu.

Zaman, 10.09.2013

OLİMPOS ANTİK KENTİ KUŞ CENNETİ OLDU

Olimpos Antik Kenti Kazı Başkanı, Anadolu Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. B. Yelda Olcay Uçkan, Olympos antik kentinin barındırdığı kuş türleri ile de adeta kuş cenneti olduğunu belirtti.

 

Talk And Breakfast Turizm Grubunun bu haftaki konuğu Prof.Dr. B. Yelda Olcay Uçkan oldu. Uçkan, turizm grubuna Olympos antik kenti kazıları, kurtarma çalışmaları, Prof.Dr. B. Yelda Olcay Uçkan,  Antik Kenti’nin özelliklerini anlattı.

 

Olympos Antik Kenti’nin kent planının çıkarıldığını anlatan Prof.Dr. B. Yelda Olcay Uçkan, Olympos’un kazılmayan alt kısımlarında neler bulunduğunu bildiklerini, ortaya çıkardıkları eserleri korumak için çalışmalar yaptıklarını belirtti.

 

Olympos’taki kazı ve kurtarma çalışmalarının devam ettiğini anlatan Uçkan, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın kazılar için verdiği paranın yanı sıra sponsorların katkısıyla bu işleri sürdürdüklerini, ancak bu işlerin daha iyi yürümesi için daha fazla sponsorlara ihtiyaç duyulduğunu ifade etti.
 
Kuş cenneti 
Olympos’da yapılan bir diğer çalışma kentin fauna ve flora dokusunun incelenmesi olduğunu anlatan Uçkan, ‘’Bu kapsamda Anadolu ve Akdeniz Üniversitesi’nden uzmanlarca hazırlanan raporlar endemik türlerin varlığını ortaya koymaktadır. Özellikle kentte 79 kuş türünün tespit edilmesi, kuş gözlemciliğinin bir eko-faaliyet olarak sunulmasını olası kılmaktadır. 


Olympos kazısı gibi uzun soluklu kültürel çalışmaların özel sektör tarafından da desteklenmesi, yukarıda sözü edilen paydaşlar içinde yer alması açısından önemlidir. Özel kuruluşların Olympos’daki çalışmaları desteklemesi, kültürel katkının yanı sıra Kültür ve Turizm Bakanlığı ile yapılacak protokol sonrası verilen katkı oranında vergi indirimi sağlaması da bir artı değer olarak sunulabilir’’ dedi.

 

Olympos antik kenti hakkında

“Anadolu’nun güneybatısında, antik adıyla “Likya Bölgesi’nde” yer alan Olympos, tarihi süreç içindeki önemli konumunun yanı sıra günümüzde de turizm açısından ilgi çeken bir antik kenttir’’ diyen Uçkan, antik kent hakkında şunları söyledi:
 “Günümüzde Antalya İli’ne 80 km. uzaklıktaki kent derin bir vadi içinde konumlanır. Kent ortasından geçen Olympos Çayı (Göksu) ile ikiye ayrılır. Güneyinde Sepet ve Musa Dağı, kuzeyinde Omurga Dağı ile çevrelenen kent, doğusundan Akdeniz’e açılır.


Günümüze ulaşan veriler, Olympos’un Roma Döneminde tanınmış bir yerleşim olarak Likya Birliği’nin üç oy hakkına sahip altı kenti arasında yer aldığını gösterir. MÖ100 tarihinden sonra korsanlık faaliyetleri nedeniyle Phaselis ile beraber Likya Birliğinden ayrılır. Olympos’la ilişkisi bilinen korsan Zeniketes’in Kilikyalı bir demirci olduğu ve korsanların arasında lider konumuna çıktığı veya yerel bir bey ya da haydut topluluğunun lideri olduğu düşünülmektedir. Bununla birlikte Zeniketes'in Kilikyalı değil de Olympos’lu olma ihtimali ve topraklarını Roma Yönetimine karşı savunma amacıyla mevcut düzene karşı durduğu savı daha güçlüdür. Zeniketes’in Olympos’daki hakimiyetinden rahatsız olan Roma İmparatorluğu MÖ 79’da Servilius İsauricus Vatia kumandasındaki ordusunu kente yönlendirmiş ve Zeniketes’e ait tüm kuvvetleri ortadan kaldırmıştır. Bu müdahale sonrası Ager Publicus (Kamu toprağı) ilan edilen bu alanda gerçekleşen şavaş antik yazarlar tarafından aktarılmıştır. Olympos’un cezası Roma İmparatorluk çağında sona erer ve kent tekrar Likya Birliği'nin seçkin üyelerinden biri olur.  Günümüzde kentin kuzeyinde yer alan ve MS2.yüzyılın sonları - MS3.yüzyılın başlarına tarihlenen Lykiarkh Mezarındaki yazıttan Markus Aurelius Arkhepolis’in, Likya Birliği’nde Lykiarkh (Birlik Başkanı) görevinde bulunduğu anlaşılmıştır. Alanda yapılan kazı çalışmaları sırasında bulunan bir diğer yazıttan da aynı kişinin Lykiarkh görevinin yanı sıra Grammateus ve başrahip olduğu ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte Olympos’un bu dönemde önemli bir kent olduğunu vurgulayan  diğer  olay da Likya Birliğinin aldığı kararı İmparatora iletilmesi için bir Olympos vatandaşının seçilmesidir.


Günümüzdeki veriler, Hıristiyanlığın kente erken ulaştığını gösterir. Olympos’un ve Lykia Bölgesi’nin ilk piskoposu olan Methodios, Ortodoks geleneğe göre Olympos ve ardından da Patara kentlerinin piskoposu olmuştur. Dioclectianus döneminde (MS284-305) Patara’da, kenti ziyaret eden  Maksiminus Daia’nın da katıldığı bir mahkeme tarafından idam edilmiştir. Kaynaklardan, MS431 yılında Efes, MS451 yılında İstanbul konsillerine katılan Aristokritos, MS457- 458 Konstantinopolis konsilinde Olympos’u temsil eden Anatolius ve MS536’daki Konstantinopolis Synodu’na katılmış olan Ioannes’in de Olympos piskoposları olduğu öğrenilmektedir. MS6.yüzyıl sonrası için Olympos hakkında, özellikle MS7.yüzyılda Akdeniz’de etkili olan Arap akınları nedeniyle kent hakkında bu döneme dair bilgilerimiz sınırlıdır. 
Bölgede MS6.yüzyıldan itibaren etkisini gösteren doğal afet ve salgın hastalıklar kent hakkında bilgi sahibi olmamızı engelleyen bir diğer unsurdur. Antalya Körfezi’nde halen aktif olarak nitelenen fay hatları, Olympos ve çevresini günümüze kadar etki altında bırakmıştır. Buna bağlı olarak yakın çevrelerde gerçekleşen tusunami felaketlerinin etkin olduğu bilinmektedir.
Olympos’daki çalışmalar alanda sürdürülen kazıların yanı sıra koruma, düzenleme ve restorasyon çalışmalarını da içermektedir. Akdeniz kıyısında yalnızca tarihi ile değil aynı zamanda içerdiği turizm potansiyeli ile de yoğun ilgi gören Olympos’un kültürel değerleriyle ortaya çıkarılması ve yerel unsurlarıyla birlikte bir bütün olarak korunarak yaşatılması 2000 yılından beridir sürdürülen çalışmaların temel amacıdır. Bu amaç doğrultusunda Olympos’da sürdürülen çalışmalar, Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü, Anadolu Üniversitesi, Antalya Valiliği, Antalya Özel İdaresi, Antalya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Antalya Müzesi, Kumluca Kaymakamlığı, Kumluca Özel İdaresi, Kumluca Jandarma Komutanlığı, Kumluca Orman İşletme Şefliği, Sivil Toplu Kuruluşu olarak ÇEKÜL Vakfı, Güney Antalya Altyapı Birliği (GATAB),  Adrasan Belediyesi, Yazır Köyü Muhtarlığı ve tüm Yazırlıların katılımıyla  Kamu, Yerel ve Sivil birlikteliğinin uygulamaya geçtiği çarpıcı bir örneğini oluşturmaktadır. 


Tüm bunların yanı sıra özellikle yaz aylarında antik kente bağlı olarak gelişen ziyaretçi yoğunluğu da göz önüne alındığında kent içinde gerçekleştirilecek arkeolojik kazı ve restorasyon çalışmalarının turizme olumlu katkısı da söz konusudur. Antalya ve çevresinde yer alan ünlü antik kentlerin arasında bulunan Olympos, özverili çalışmalarımıza cömertçe cevap vermektedir. Görsel açıdan da etkileyici ve yeni bir yüze sahip olan Olympos,  ülkemizin en önemli turizm potansiyeline sahip Antalya’nın kültür turizmi konusunda attığı adıma katkı sağlayacaktır. Olympos’da sürdürülen tüm bu çalışmaların hedeflendiği noktaya ulaşması kamu, yerel yönetimler ve tüm paydaşlarla ortak sorumluluk çerçevesinde işbirliği anlayışıyla mümkündür. Avrupa Birliği Altıncı Çerçeve Eylem Planı’da ifade edilen “sürdürülebilirlik” ancak bu şekilde gerçekleşebilir.


Tüm bu ilkeler çerçevesinde kentte oldukça yoğun olan bitki temizliği ile çalışmalar gerçekleştirilmektedir. Bu çerçevede Kumluca Orman İşletme Şefliği koordinasyonuyla çalışılmakta ve alanın flora ve faunasına zarar vermemek için bilinçli bir seyreltme uygulanmaktadır. Bu çalışmalar sonrası bitki örtüsü altında kalan kent dokusu ve ikinci hatta üçüncü kat seviyesine kadar yükselen yapı stokları ortaya çıkarılmaktadır. Söz konusu alanda daha fazla derinleşmeden ortaya çıkarılan duvarların iklimsel koşullardan olumsuz etkilenmemesi için koruma ve sağlamlaştırma çalışmaları gerçekleştirilmektedir. Ortaya çıkan tüm bu mimari verilerin belgelenmesi çalışmanın önemli bir ayağını oluşturmaktadır. Olympos kazılarında başlangıçtan itibaren kullanılan üç boyutlu laser tarayıcı sistemle belgelendirme işlemi de yapılmakta ve sonrasında restitüsyon ve restorasyon projelerinin hazırlanması süreci mimar ekip üyeleri ile gerçekleştirilmektedir. Gerek belgelendirme çalışmaları gerekse kent panoramasının hazırlanmasına büyük katkı sağlayacak yeni teknoloji üç boyutlu laser tarayıcı cihaz ve ekipmanı Anadolu Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri kapsamında hazırlanan projeden alınmıştır. Bu teknolojiyle yapılan ölçümler hem sağlıklı veriler alınmasına hem de kentin üç boyutlu modellemesinin yapılmasına olanak sağlamaktadır.”

Turizm Gazetesi, 10.09.2013

İKİ DUVARIN ARASINDA BOSTAN MI PARK MI?

 

Fatih Belediyesi, Yedikule Mahallesi’ne bağlı bir alanda yer alan 1633 ve 2454 gibi numaralı ada olarak anılan araziler, tarihçiler için İsmail Paşa Bahçesi ya da Hazinedarbaşı Bostanı, Yedikuleliler içinse Kezban ablanın, Hasan abinin bostanları.

 

“Bir moloz yığınıyla çok verimli ecdad yadigarının arasında (bostanların neden korunması gerektiğini ve bunun ne kadar mümkün olduğunu) konuşuyoruz” diye bitirmişti Prof.Dr. Cemal Kafadar sözlerini 8 Temmuz’da. Kendisine “Yedikule Kapı ile Belgrad Kapı Arasında Kara Surları İç Koruma Rekreasyon Projesi”nin temeline karşı değil tasarım kararlarına ve uygulama yöntemlerine karşı bostanları korumak isteyen bir grup kentlinin düzenlediği basın açıklamasında konuşmak düşmüştü. Bütün bu eylem ani karar verilmiş ve organik bir biçimde oluşturulmuş bir basın açıklamasıydı, çünkü bundan bir gün önce söz konusu alana gidenlerin gördükleri fotoğraf karşısında sessiz kalmaları güçtü ve bu tasarıma yapıcı önerilerle itiraz edilmesi gerekiyordu.

 


6 Temmuz 2013 Yedikule Bostanları'ndaki çalışma. Fotoğraf: Ali Taptık



Bir takım iş makineleri surların önünde, bostanların ortasında uzaydan inmiş araçlar gibi duruyorlardı. Yarısı “örtülmüş” bahçenin yeşil olan kısmında bir kadın boyundan uzun bitkiden aceleyle bir şeyler topluyor, çocukluğu İstanbul’da apartmanlar arasında geçmiş ben, çevremde olup bitene aldığım mimarlık eğitimi doğrultusunda anlam vermeye çalışıyorum, ve o bitkinin fasulye olduğunu öğreniyorum. Bostanların örtülmesinin nedeni kot yükseltmek. Park düzenlemesi yapılacaksa, neden kot yükseltiliyor? Neden o canlı toprakların üstüne renginden ölü olduğu belli, içinde çuval ve beton parçaları olan bir toprak örtülüyor? Neden Yedikule Konakları’nın duvarında normal zeminden 1,5 metre yukarıda kırmızı spreyle işaretlenmiş bir nokta var? Neden şimdi Temmuz’un ortasında ürün verirken yapılıyor bunlar? Bu soruların yanıtlarını hala anlamaya çalışıyorum.

Başlıkta geçen duvarlardan biri Theodosian Surları, 1500’den fazla yıllık geçmişe sahip dev boyutlu yapılar. UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde yer alan; restorasyon çalışmaları gerek tasarım süreçleri, gerek de finansal yönleriyle hep tartışma yaratmış bir anıt. Öteki duvarlar ise surlara göre çok daha yeni. Sürekli yıkıp yeniden inşaa etmeye kendisini dayamış bir ekonominin simgesi haline gelmiş, kentsel yenileme alanlarına “Yedikule Konakları” gibi tepeden inme projelerle inşa edilen kapalı sitelerin duvarları. Bostanların bir bölümünün aralarında sıkıştığı bu iki duvara iyi bakmak neden bu noktada olduğumuzu anlamamız için yeterli.

 

 

Fatih Belediyesi, Yedikule Mahallesi’ne bağlı bir alanda yer alan 1633 ve 2454 gibi numaralı ada olarak anılan araziler, tarihçiler için İsmail Paşa Bahçesi ya da Hazinedarbaşı Bostanı, Yedikuleliler içinse Kezban ablanın, Hasan abinin bostanları. Karşısında korumaya çalışılan proje ise sorunu aktarmayı daha da zorlaştıran bir ada sahip: “Yedikule Kapı-Belgrad Kapı arası Park ve Rekreasyon Alanı Düzenlemesi”. Fatih Belediyesi tarafından yayımlanan proje broşüründe geçen işlevler (restoranlar, kafeteryalar, basketbol sahaları, jimnastik alanları, bisiklet parkuru, ıslanma havuzu) bir parktan çok bir sosyal tesisi andırsa da adındaki “rekreasyon” sözcüğünün nedeni budur belki...

Sur içinde kalan kısımlarını park ve rekreasyon projesinin örteceği tarihi Yedikule Bostanları sur içi ve sur dışında 50 ila 100 metre aralığında Sur Koruma Bandı olarak tanımlanmış kentsel sitin içerisinde yer alıyor. Büyük bir bölümünün mülkiyet hakları (belli parsellerde tartışmalı olsa da) Fatih Belediyesi’nde bulunan bostanlar, ecrimisil ödeyen ve genellikle Kastamonu bölgesinden gelmiş bostancılar tarafından çalışılan topraklar. Suları, anıtsal değer taşıyan ve Bizans zamanından beri yaklaşık aynı yerde yer alan, derinlikleri 12 ile 28 metre arasında değişen örme taş su kuyularından çekilen bu bostanların yıllık 10 tonu bulan mahsulleri çevre pazarlarda satılmakta. Bostancıların bir kısmının 3 nesildir çalıştığı bu kentsel tarım alanı yaklaşık 100 kişiyi istihdam ediyor. Yaşayan topraklarını, üretim veren kentsel tarım alanlarının ekonomik potansiyelini kimse düşünemiyor.  

 


1807 tarihli haritada Yedikule Bostanları, F. Kauffer ve I.B. Lechevalier



Yasalara ve yönetmeliklere bakıldığında İstanbul’u yönetenler tarafından bostanların kendi iktidarları döneminde hazırlanmış kurallarca 2012’e kadar korunduğu görülüyor: 2005 tarihinde kabul edilmiş “Tarihi Yarımada (Fatih) 1/1000 Ölçekli Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı ve Plan Notları”nda “Sura bitişik alanlardaki 1875 tarihli haritada yer alıp da günümüze kadar mevcudiyetini devam ettiren bostan alanları korunacaktır” ve “Hazırlanacak kentsel tasarım-peyzaj projelerinde, Tarihi Yarımadanın kimliğine uygun, ekolojik etütler yapılacak, mevcut yeşil dokusu korunarak, Tarihi Yarımada ve İstanbul ile özdeşleşen bitki ağaç türleri ile peyzaj kalitesi zenginleştirilecek, mevcudiyetini devam ettiren tarihi bostan alanlarının tarımsal karakteri korunacaktır” ibaresiyle korunan bu bostanların üstüne kurulmuş ilk kapalı site “Yedikule Konakları”. 2007 tarihinde mahkemece iptal edilen bu plan notları, 2012’ de yeniden düzenlendiğinde bostanlar için “Sura bitişik alanlardaki 1875 tarihli haritada yer alan günümüze kadar mevcudiyetini devam ettiren bostan alanları yeşil alan bütününde tematik olarak değerlendirilecektir” diyor. Bütün bu yeniden düzenlemeye neden olan 5366 sayılı yasaya dayanarak Bakanlar Kurulu tarafından 13.09.2006 tarihinde, özellikle Yedikule Bölgesi’ni ‘yenileme alanı’ ilan eden karar. Bu kapsamda 25.06.2013 günü II. Yenileme Anıtlar Kurulu’nun kamuya yayılmamış, ancak Radikal Gazetesi’nde Elif İnce ve İdris Emin’in haberiyle açığa çıkan kararında parkın dahil olduğu parsellerin imara açıldığı da görülüyor. Tekrar tekrar farketmemiz gereken yerellikten uzak yönetim anlayışının, kente dikte ettirdiklerinin bizleri nasıl bozuk bir kurguyla baş başa bıraktığı. Böyle bir durumda kendi aramızda konuşmamız bile zorlaşıyor. 5 Temmuz tarihli II. Yenileme Anıtlar Kurulu onayı ile uygulamasına başlanan ve Tarihi Yedikule Bostanlarını Koruma Girişimi’nin çabaları ile revize edildiği iddia edilen projenin ilk tanıtım broşürü “halk arasında spor bilincini arttırmak ve yaygınlaştırmak” ve “sporu daha erişilebilir ve 365 gün yapılabilir hale getirmek” gibi ifadelerle dolu. İstanbul’un 2020 olimpiyatları için başvuru dosyasında yer alan “Golden Gate” (Altın Kapı) spor kompleksiyle bağlantısının farkına varıp olimpiyatların İstanbul için daha nasıl tehlikeler yaratabileceğini düşünmemiz gerekli. 

 


Yedikule sur içindeki bostanlar, yaklaşık 1890'lar. Fotoğraf: Guillaume Berggren

 

Sözünü ettiğimiz park ve rekreasyon alanı projesinin şimdi üzerleri örtülmüş bostanlara çok yakın iki blokta yaşayanlar için ciddi bir aciliyeti var: Bostanların ışıklandırılmamış, bakılmamış, korunmamış, adeta göz ardı edilmiş bu alanın ufak çaplı kriminal eylemlerin sürdüğü bir mekana dönüştüğünü, özellikle Yedikule sahil şeridine inmek için Yedikulekapı’ya bağlanmanın mümkün olmadığını ifade ediyor “mahalleli”. Bir ağızmışçasına Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir’in bu alanın tarihi ve ekolojik değerini anlatmaya çalışan bir grup insana ve olan bitene taraflı bir şekilde bakan basın mensuplarına sunduğu argümanlar da bunlar; sanki bostanları koruma girişimi çevrenin iyileştirilmesini istemiyormuş gibi konuşuluyor.

Kutup Planlama tarafından tasarlanan projenin üç boyutlu görselleri güvenli yaşanabilir bir alan gösterse de bütün bu düzenlemenin kentsel-tarım arazileri ile bütünleşik bir biçimde yapılabileceği de açık. Tasarımcıların bostanları korumadan, peyzajın bir parçası olarak düşünmeden, inşaat maliyetlerini de göz önüne alacak yönetimsel çözümler önermeden sıkıcı geometrik düzenlerle çizdikleri proje, tasarım etiği konusunda lisans derslerinde derinlemesine tartışılması gereken bir vaka oluşturuyor. Tasarımcının sorumluluğu kime karşıdır? Mal sahibi ya da iş verene yani sermaye ve iktidara mı? Yoksa tasarladığı mekanlarda yıllarca yaşayacak insanlara mı? Yoksa geçmiş nesillerin birikimine ve gelecek nesillerin taleplerine mi? Uzmanlık alanı ne olursa olsun mimarların ve planlamacıların yükümlü oldukları, bu karmaşık ilişkiler ağını derinlemesine analiz etmek ve mesleklerini kente karşı sorumluluklarının bilincinde icra etmek değil mi?

 

Tarihi Yedikule Bostanları Girişimi’nin her türlü kanaldan kurmaya çalıştığı diyalog sürecinin de etkin olamaması üzücü. Fatih Belediye Başkanı’nın Hürriyet gazetesine verdiği “tarihçi hocalarımız bizi uyardı, biz de projede revizyon yaparak 8 tane 100 m2 bahçe ekledik” sözleri 85.000 m2’lik alanın yarısından çoğunun bostan olduğu düşünüldüğünde, Belediye başkanının diyalog anlayışının göstermelik jestlerle medyanın gözünü boyamaktan öteye gitmediğini gösteriyor. Aslında katılımcı bir süreçle tasarlanabilecek bu alanın bostan, tarım, park ve rekreasyon hatta spor işlevlerini birlikte yerine getirebileceğini hayal etmek kolay. Zor olan böylesi bir projenin uzun vadede Yedikule Konakları’na sosyal tesis niteliği taşıyacak bir parktan daha çok “kar” getireceğine tarafları ikna etmek. Sorumluluk, bu noktada, mimarlık eğitimleri boyunca Turgut Cansever gibi mimarların işverenlerini daha iyisini yapmaya ikna ettikleri projelerin anlatıldığı okullarda okumuş mimarlara düşüyor.

Yrd. Doç.Dr. Burcu Yiğit Turan’ın Yedikule Bostanları Girişimi tarafından yayımlanan Peyzaj Raporu’nda da belirttiği gibi Türkiye’nin 2003 yılında imzaladığı Avrupa Peyzaj Sözleşmesi’nin “uygulama rehberi (2008)” uygulamalara dair açıklamalarında ilgili bilimsel alanlardaki peyzaj kavramı ve çalışmalarına ilişkin gelişmelerin ve ilerlemelerin dikkate alındığını ve uygulayıcıların da bu gelişmeleri dikkate alarak siyasa, plan, proje üretmesi gerektiğinin altını çizer. Bilim alanlarıyla ilgili olarak öne çıkardığı kavramlar ‘çevresel, kültürel, sosyal ve ekonomik sürdürülebilirlik’, ‘toplumsal, duygusal algı, aidiyet’, ‘çeşitliliğin unsuru olarak özel tarihsel ve kültürel ögeler’ dir. Rehbere göre bu olgular toplumların ve bireylerin özsaygıları, yaşam kaliteleri ve varlıklarının güvencesi için temeldir: “Peyzajlara yapılacak müdahalelerde her aşamada katılım, danışma, fikir toplama ve onay alma mekanizmaları işlemelidir.” 

 

İlköğretim okullarında çevre eğitimini tartıştığımız bir zamanda ileride daha da sıkışık bir alanda yaşayacak gençlerin yediklerinin topraktan nasıl yeşerdiğini yerinde görebilmeleri için büyük bir fırsat olduğunu anlamamız gerekli. Toprağın bilgisini almazsak üretim süreçlerinden Hızla kopmaya devam edeceğiz.

Şu an dünyanın Amerika gibi belli bölgelerinde ciddi sorun oluşturan obezite gibi çeşitli hastalıklara maruz kalacağız ve bu kültürü pekiştireceğiz. Defne Koryürek bir konuşmasında “İnsan İstanbul’da aç kalır mı?” diye sormuştu. Ballard’dan çıkabilecek bir bilimkurgu öyküsünü değil içinde yaşadığımız deprem riskini düşünmemiz, belki de oluşabilecek büyük çaplı bir felakette bu kentsel tarım alanlarının potansiyelini fark etmemiz için önemli. İstanbul’a ancak New York ve Hong Kong gibi şehirlerdeki bostan uygulamalarını, hali hazırda Aachen Üniversitesi, İTÜ, Bilkent, Okan Üniversitesi gibi akademik kurumların  yürütmüş olduğu çalışmaları inceleyip, bütün paydaşların çıkarlarını gözetecek bir proje yapmak olanaklı. Bu noktada gerek belediyelerin, gerek onlara hizmet veren mimar ve planlamacıların, gerekse de bu kenti paylaşan bireylerin bu resme iyi bakıp harekete geçmeleri ve bostanların üzerindeki örtüyü kaldırmaları gerekiyor.

Bu yazı, YAPI Dergisi 382 Eylül sayısında yayımlanmıştır.

Yapı, Yazı: Ali Taptık/Y. Mimar , 10.09.2013

"BU KOŞULLARDA DÜKKANI İSTEMEM"

 

Librairie de Péra’nın bulunduğu binayı alan Ali Tanrıkulu’nun ‘Kitabevi yaşayacak’ açıklamasına Uğur Güracar’dan yeni bir yanıt geldi. Kitabevi’nin sahibi Güracar “Kendisine böyle bir teklif gelmediğini, bu koşullarda orada olmak istemediklerini” söyledi.


Güracar, “Librairie de Péra’nın aynı isimle ve aynı yerde yaşatılmak istendiği söylenmişti ama bana böyle bir talep gelmedi” diyor: “Vakıflar Müdürlüğü kanuni bir oldubitti ile bu işi bitirdi. Vakıflar’a ‘burada kalayım, restorasyonu yapayım, kiramı da makul ölçüde arttırayım’ dedim. Anıtlar Kurulu’na da Librairie de Péra’nın gayrimaddi bir kültür varlığı olarak tescillenmesi için başvuru yaptım. İkisi de reddedildi.” Güracar, Tanrıkulu’nun ‘prensipte anlaşılırsa kira bedelinin kendileri için sorun olmayacağı’ yönündeki açıklamasına cevaben ise ortada somut bir fiyat bile olmadığının altını çizdi. Bu koşullarda dükkanı istemediğini söyleyen Güracar şöyle devam ediyor: “Beni oradan kazıyan, yangından mal kaçırır gibi ihale yapan Vakıflar Genel Müdürlüğü’dür. Ben bunun arasında yokum, bundan rant istemiyorum. Orada kitapçı dükkanı açabilirler. Ama sahaflığı da özel bilgilere sahip olmadan yapamazsın... Ancak yerel mahkeme verdiği kararı tekrar onarsa yerime dönebilirim.


Librairie de Péra oradan çıktığı zaman ölmeyecek muhakkak ama o mekan İstanbul ’un süsüydü.”

Radikal, Haber: Hülya Avtan, 10.09.2013

 

******


"LİBRARİE DE PERA'YI KORUMAYI ÖNERDİK"

 

Beyoğlu ’nun en eski kitapçısı Librairie de Péra’nın kapanmasıyla ilgili tartışmalara Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem de katıldı. Kitabevinin sahibi Uğur Güracar’ın gazetemizin dünkü sayısında yer alan ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün süreç içindeki tutumunu eleştiren açıklamalarının ardından görüşlerine başvurduğumuz Ertem, görüşlerinin cevap gibi algılanmasını istemediğini belirterek şöyle konuştu: “Oradaki iki katlı yapı harap vaziyette. Buranın restore edilmesi lazım. İki yıl önce biz burayı programa aldığımızda. ‘Biz ihaleye çıkacağız, senin yerini ayıracağız’ dedik. ‘İhaleyi alan kişiye bunu söyleyeceğiz’ dedik. Kitabevinin aynen yerinde kalmasını istiyorduk. Ancak bu teklifimizin ardından aleyhimize dava açtı. Biz de mahkemede kendimizi savunduk ve kazandık. İlk günkü teklifimizi kabul etmiş olsaydı kiracılığı devam edecekti. Hem de yapıyı kurtaracaktık.”


Librairie de Péra’nın sahibi Uğur Güracar’ın kitabevini yaşatmaya yönelik tavrını anladığını ve anlayışla karşıladığını belirten Ertem, “Bu hale gelinmesinin temel müsebbiplerinden birisi kendisidir. Bizi ya anlamadı ya da inanmadı” dedi. İhaleyi kazanan Ali Tanrıkulu’nun kitabevinin yaşatılacağına dair sözlerine teşekkür eden Ertem, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bir kültür evinin yok edilmesine göz yummasının söz konusu olamayacağını aktardı. İhalenin ardından kira bedelinin yükselme ihtimalini sorduğumuz Ertem, “O Ali Bey’in inisiyatifinde. Ama bizim ilk teklifimiz kabul edilseydi cüzi bir kira artışı yapacaktık. Ve muhatap sadece biz olacaktık” diye konuştu.


Bazı durumlarda katı davranmış olabileceklerini ifade eden Ertem, Librairie de Péra konusunda öyle olmadıklarını belirterek ekledi: “Binanın toplam kirası 40 bin lira. İnşallah uygun bir kira istenir ve Librairie de Péra yaşamaya devam eder.”

Radikal, 11.09.2012

AYASOFYA'YA YENİ IŞIK SİSTEMİ

 

 

Ayasofya Müzesi'nin dış cephelerini aydınlatan ışık sistemi değiştirilecek. İstanbul İl Özel İdaresi tarafından yapılacak ihaleyle dünya harikası Ayasofya, teknolojik ışıklandırmayla aydınlatılacak. Ayasofya Müzesi'nin görkemli yapısını yansıtmak amacıyla kurulan ışık sistemi baştan aşağıya yenilenecek. Teknolojik ışıklandırma sistemiyle yapılacak yeni aydınlatma için bilimsel kurul oluşturuldu. Üniversite üyeleri ve Dünya Aydınlatma Birliği'nden uzmanların katılımıyla oluşturulan kurul, Ayasofya Müzesi'nin evrensel standartlara uygun yeni profesyonel aydınlatılmasıyla ilgili çalışmayı yürütecek. 27 Ağustos tarihinde İl özel İdaresi tarafından yapılacak ihale sonrasında işi alan firma 400 gün içerisinde projeyi tamamlayacak. Kubbe, minare ve duvarlarıyla özel bir mimariye sahip olan tarihi yapının tüm noktalarına özel ışıklandırma sistemiyle belirgin olarak yansıtılması amaçlanıyor. İtalya, Fransa gibi ülkelerde eski tarihi eserlerin ışıklandırma sistemiyle aynı standartlara sahip, en yeni teknolojiyle yapılacak aydınlatma uluslararası ekiplerle birlikte denetlenecek. 1500 yıl önce inşa edilen Ayasofya'nın restorasyon çalışmaları da devam ediyor. Tarihi yapının yaşlı duvarları da sürekli olarak elden geçiriliyor. Müzenin batı cephesinin duvarları temizlenerek restore ediliyor. Ayasofya 'nın bahçe kısmında 1739 yılında inşa edilen medresenin rölöve ve restorasyon projesi de hazırlanıyor

Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 10.09.2013

2 BİN 400 YILLIK ALTIN TAÇ SAVUNMASI: BABAMDAN KALMIŞTI

 

 

Türkiye'nin tarihi eserlerini yasa dışı yollarla kaçıran hırsızlar, bu eserleri yurtdışında satmaya çalışıyor. Bunu yaparken yakayı ele verenler de var. Muğla Milas'tan çalınan 2 bin 400 yıllık tacı İskoçya'da satmaya çalışırken yakalanan kişi, tacın kendisine babasından kaldığını iddia etmiş. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Amerika, İngiltere, Danimarka, İsviçre, Almanya, Bulgaristan, İtalya gibi ülkelerdeki müze ve koleksiyonlarda yer alan veya şahıslarda ele geçirilen eserlerle ilgili olarak gerek diplomatik gerekse hukuki yollarla Türkiye'den yasa dışı yollarla çıkarılmış eserlerin iadesine yönelik çalışmaları sürdürüyor. Bu eserler arasında Victoria & Albert Müzesi'ndeki Eros Başı ile Samsat Steli, Berlin Pergamon Museum'daki Aphrodisias-İhtiyar Balıkçı Heykeli ve Zeus Sunağı gibi önemli eserler yer alıyor.

SOYGUN İÇİN EVİ SATIN ALDILAR
İadesi için uğraşılan eserlerden biri ise Muğla Milas'tan çalınan Karia Satrabı Mousolos'un babası Hekatomnos'a ait olan 2 bin 400 yıllık taç. Bu altın taç, Milas'tan kaçırıldıktan sonra, geçen yıl İskoçya'da bir Türk tarafından 2 milyon sterline (6 milyon 400 bin TL) satılmak üzereyken ele geçirilmiş. Eser ile yakalanan kişi, "Bu bana babamdan kaldı" diye savunma yapmış. Yaklaşık 2 yıl önce Milas İlçesi Hisarbaşı Mahallesi'nde, bir grup, sessiz sedasız kaçak kazı yapıyordu. Bunlar, ellerine bir harita alıp, orayı burayı kazan definecilerden değildi. Kazdıkları yerde Antik Çağ'dan bir kralın mezarı olduğunu biliyorlardı. Kaçak kazıyı aylardır yapıyorlardı. Açığa çıkmamak için büyük bir gizlilikle çalışıyorlardı. Bunun için de kazdıkları arazide bulunan gecekonduyu bile satın aldılar. Akıllarındaki tek şey ise, kralın mezarında yer alan hazineydi. Bu soygunu yaparken, son yılların en önemli arkeolojik keşfi, umurlarında bile değildi. Evin müştemilatının tabanından, oda mezarın bulunduğu yere 12 metrelik bir delik açıp oda mezara girdiler. İki metre kalınlığındaki mermeri delmek için yerin 13 metre altına kadar elektrik çekip büyük matkaplar kullandılar. Orada büyük bir lahitle karşılaştılar. Kısa sürede anıt mezardaki değerli tarihi eserleri talan ettiler. Eserlerden bazıları yurtdışına kaçırıldı. Milas'tan kaçırılan Karia Satrabı Mousolos'un babası Hekatomnos'a ait 2 bin 400 yıllık taç da İskoçya'nın Edinburg şehrinde bir Türk vatandaşının eline geçmişti. Tacı, 2 milyon sterline satmak istiyorlardı. Ancak, İskoç polisi, satış işlemi yapılmadan şahsı yakaladı ve taca el koydu. Hemen Türk makamlarıyla irtibata geçildi. Şahıs hakkında İskoçya'da dava açıldı. Taçla yakalanan kişi, bu süreçte ilginç bir savunma yaptı. Tacın, kendisine babasından kaldığını iddia etti. Bunun üzerine Kültür Bakanlığı yetkilileri, şahsın babasıyla ilgili araştırma yaptı. Babasının hiç yurtdışına çıkmadığı ortaya çıktı. Türkiye, toprak ve metal analizini yapmak için tacı istedi.

EN ÖNEMLİ KEŞİF
Soyguncular sayesinde, son zamanların en önemli arkeolojik keşfi de yapıldı. Anıt Mezar ve Kutsal Alanı, Temenos Duvarı, Menandros Onur Sütunu, Podyum ve Mezardan (Taşıyıcı Oda, Mezar Odası, Lahit ve Dromos) oluşuyor. Antik dünyanın yedi harikasından biri sayılan "Halikarnas Mozolesi"nden daha erken bir dönemde, aynı boyutlarda Mausolus'un babasına ait olan ve günümüze kadar ulaşabilmiş tek örnek olması bakımından anıt, eşsiz bir değer taşıyor. Antik çağ dünyasının en önemli mezar anıtı ve ölü kültünün temsilcisi olan yapıt, hem mimari tasarımı hem de sanatın diğer önemli kolları olan heykeltraşlık ve duvar resim sanatı açısından üst düzeyde. Özellikle "Hekatomnos Frizli Lahdi" büyüklüğü, niteliği ve sahibinin öne çıkan kişiliğiyle Klasik ve Hellenistik Anadolu'da tek örneği. 2 metre 75 santim uzunluğunda, 2 metre 15 santim genişliğinde 1 metre 85 santim yüksekliğinde devasa ve birinci sınıf mermer işçiliğiyle dört yüzü birden kabartmalarla işlenmiş olan oda mezar günümüzden 2 bin 400 yıl önceye ait. Bu oda mezarında üzerinde bir tapınak bulunuyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın, Anıt Mezar'ın olduğu bölgeye arkeopark haline getirip turizme açmak için çalışmaları sürüyor.

OĞLU MAUSOLOS YAPTIRDI
Hekatamnos, MÖ 6'ncı yüzyılın ortalarından itibaren bölgeye Persler'in egemen olmasıyla diğer kentler gibi Mylasa da merkezden atanan tiranlar (satrap-vali) tarafından yönetilmeye başlanıldı. Hekatamnos MÖ 395-377 yılları arasında hüküm sürmüş ve kendi adına, ön yüzünde Mylasa'nın baştanrısı Zeus Labrandos, arka yüzünde bir aslan betimlemesi olan gümüş sikkeler bastırdı. Hekatamnos'un MÖ 395'de ölümünden sonra Karya satrabı olan oğlu Mausolos tarafından, şu anda yerin altında olan ve en kısa sürede gün ışığına çıkarılmayı bekleyen oda mezar ve lahiti yaptırıldı.

Sabah, Haber: Hasan Ay, 10.09.2013

DİYARBAKIR'DA KİLİSE İSMİ AYİNİ

 

Diyarbakır Surp Giragos Ermeni Kilisesi'nde "Kilise İsmi" ayin düzenlenecek.

Ermeniler tarafından her yıl kiliselerin adına özgü düzenlenen ayin, bu yıl Diyarbakır'daki Surp Giragos Kilisesi'nde yarın yapılacak. 

Çok sayıda kişinin katılacağı ayin için hazırlık çalışmalarına başladıklarını anlatan Surp Giragos Ermeni Kilesi Vakfı üyelerinden Pelin Ayık, Ortadoğu 'nun en büyük kilisesinde yarın  'Kilise ismi' adında ayin yapacaklarını söyledi.

Ayık, yarın düzenlenecek ayini Türkiye Ermenileri Patrikliği Genel Vekili Başpiskopos Aram Ateşyan'ın yöneteceğini belirterek,"Yurt içi ve dışında çok sayıda kişinin katılımıyla görkemli bir ayin yapacağız. Diyarbakır'da belediye başkanları ve çok sayıda sivil toplum örgütü temsilcilerini de ayine davet ettik. Amerika Adana Baş Konsolosu da katılacak" dedi.

Radikal, 09.09.2013

VAN GOGH'UN KAYIP TABLOSU GÜN IŞIĞINA ÇIKARILDI

 

 

Hollandalı ünlü ressam Vincent Van Gogh'un kayıp olduğu sanılan "Montmajour'da Günbatımı" adlı eseri, Norveç'teki bir çatı katında yıllarca kaldıktan sonra gün ışığına çıkarıldı.


Hollanda'nın başkenti Amsterdam'daki Van Gogh Müzesi'nden yapılan açıklamada, varlığı 1928'den beri bilinen tablonun orijinal olduğunun belirlendiği bildirildi.

Uzmanlar, tarihçesini çok iyi bildikleri tablonun orijinal olduğunun, Van Gogh'un çok iyi bilinen kalın fırça darbelerini taşıyan eserde kullanılan üslup ve fiziki malzemelere ve sanatçı ile kardeşi arasında geçen yazışmalara bakılarak saptandığını belirtti.

Ünlü ressamın ilk tam boyutlu tuval çalışması olan, ağaçlar, çalılıklar ve gökyüzünün resmedildiği tablodan, Van Gogh'un kardeşi Theo'ya yazdığı bir mektupta bahsedildiğini ifade eden uzmanlar, söz konusu mektuptan tablonun yapılış tarihinin 4 Temmuz 1888 olduğunun anlaşıldığını kaydetti.

Van Gogh'un kardeşine yazdığı mektupta, tabloyu "dalları birbirine geçmiş meşe ağaçlarının bulunduğu taşlarla kaplı bir fundalıkta yaptığını" belirttiği kaydedildi.

"Hayatta bir kez karşılaşılabilecek bir olay"
Van Gogh Müzesi Müdürü Axel Rueger, eserin ortaya çıkarılması dolayısıyla düzenlenen törende yaptığı konuşmada, eserin keşfedilişini "hayatta bir kez karşılaşılabilecek bir olay" olarak niteledi.

Rueger, şu an, adı açıklanmayan özel bir koleksiyoncuya ait olan eserin müzede 24 Eylül'den itibaren sergilenmeye başlayacağını duyurdu.

Müzenin, 1990'lı yıllarda yaptırdığı incelemelerde, kısmen üzerinde yazarın imzasının bulunmaması nedeniyle tablonun orijinal olmadığı sonucuna varıldığını belirten Rueger, ancak yeni araştırma teknikleri sayesinde ve iki yıl süren incelemeler sonucunda eserin orijinalliğine ikna olduklarını kaydetti.

Araştırmacılardan Teio Meedendorp, diğer araştırmacıların "tüm önemli sorularının cevaplarını bulduklarını" söyledi.

Eserin ünlü ressamın kardeşi Theo Van Gogh'un koleksiyonunda 180 numaralı tablo olarak geçtiğine işaret eden uzmanlar, ilk kez 1901'de satılan tablonun arkasında da 180 yazısının halen görülebildiğine işaret etti.

Sadece 37 yıl süren kısa hayatı boyunca yalnızca bir tablo satabilmiş olan, 1853 doğumlu Van Gogh'un eserleri bugün dünyanın en pahalı tabloları arasında yer alıyor.

El değmemiş güzelliği ve duygusal dürüstlüğü yansıtan canlı renklerdeki tablolarıyla dikkati çeken ve eserleriyle 20. yüzyıl resim sanatı üzerinde derin izler bırakan Van Gogh, izlenimcilik akımının öncüleri arasında bulunuyor.

Ünlü ressamın 140 eserinin sergilendiği Van Gogh Müzesi her yıl milyonlarca ziyaretçi çekiyor.

Cnn Türk, 09.09.2013

BURSA'DAKİ TARİHİ ÇINARLAR ÖLÜYOR

 

 

Geçen yıl Cumhuriyet Caddesi başta olmak üzere kuruyan birçok tarihi çınara bu yıl da Çakırhamam ve Bursa Devlet Hastanesi önündeki asırlık çınarlar eklendi. Bursa'nın en eski semti olan sur içi Hisar'daki tarihi ağaçlardan olan Devlet Hastanesi ile Merkez Laboratuvarı civarındaki çınar ağaçlarının köklerine su gitmesine müsade edecek toprak zemin bulunmaması kuruma sürecini hazırlıyor. Ortadaki devasa çınar bu yıl kururken, etrafındaki çok sayıda ağaçta asfalt ve beton ile boğulmuş durumda bulunuyor.


Fahri Çevre Müfettişi Ali Turan, tarihi ağaçların geçmişte Kültür ve Tabiat Varlıkları Kurulu tarafından tescillenerek kayıt altına alındığını, ancak bu ağaçlara karşı yanlış uygulamaların hiçbir şekilde denetlenmediğini söyledi.

 

Bu asırlık canlıları bitirecek yanlış uygulamalara müdahale edilmesini isteyen Ali Turan, "Yeni uygulama ile Tabiat Varlıkları Komisyonu ayrılarak sadece ağaçlar ve doğal hayat ile alakadar olmaya başladı. Ancak bu alakadarlık geçiş dönemi sebebiyle sadece kağıt üzerinde oluyor. Mevcut tabiat varlıklarının yok olmasını engelleyecek bir çalışmanın sergilendiğini henüz görmedik. Tabiat Varlıkları Komisyonu'nun daha fazla saha çalışması yapmasını, yanlış uygulamaları da düzeltmeleri için yerel yönetimleri çok sık ve ciddi şekilde ikaz etmesini bekliyoruz. Beşevler Bilginler Caddesi'nde belediye stadyum inşaatı için onlarca yetişkin çam ağacını kesti, kurulun bir çalışması olduğunu bu bölge içinde duymadık" dedi.

YÜZLERCE TARİHİ AĞAÇ AYNI RİSK ALTINDA

Şehirde her geçen gün artan çevre düzenlemesi ve yol çalışmaları sebebiyle yüzlerce tarihi ağaç etrafının betonlaşma riski ile karşı karşıya bulunuyor. Yapılan düzenlemelerde ağaçlara yönelik hiçbir çalışma olmaması dikkat çekiyor. Devlet Hastanesi önünde de otoparkların daha rahat yapılması için 2 ay önce tretuvar düzenlemesi yapıldı. Ancak bu bölgede çalışma planlayan mühendisler, yol ortasında kurayan çınar ağacını görüp, etraftaki diğer boğulmuş ağaçları kurtarmaya yönelik bir düzenleme de yapmadı.

 

Atatürk Caddesi'nin başlangıcı olan Çakır Ağa Hamamı önünde Başkan Hikmet Şahin döneminde yapılan tretuvar düzenlemesi ile tarihi ağaçların etrafı iyice kapatılmıştı. Bu tarihi ağaçlarda birkaç yıl içerisinde kurutulmuş oldu. Bu arada Hisar semtinde oturanlar, 4 ay önce İstanbul'da bir çınar ağacının devrilmesi neticesi bir kişinin öldüğü hadiseyi hatırlatarak, kurumuş dev ağacın lodoslu günlerde devrilip can kaybına yol açmaması için bir an önce kesilerek kaldırılmasını, yerine yetişkin ve etrafı açık şekilde yeni bir ağaç konulmasını istiyor.

Bursa Hakimiyet, 09.09.2013

KÖŞK TÜRK RESMİNE ÖZEN GÖSTERİYOR

 

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde cumartesi günü saat 11.00’de Hayrünnisa Gül’ün de katıldığı bir tanıtım toplantısı yapıldı.

Gelenlere verilen dosyanın ilk paragrafında şu yazılıydı:
“Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül’ün talimatları ve Sayın Hayrünnisa Gül’ün himayeleri doğrultusunda, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği envanterine kayıtlı tablo ve çerçevelerin aslına uygun olarak korunması ve gelecek nesillere en iyi şekilde miras bırakılması amacıyla bir takım çalışmalar yapılmıştır.”


Gerçekten de bir sanat eserinin yapılması kadar onun korunmasının da önemli olduğu kanısındayım. Özellikle devlet kurumlarında sanat eserlerinin envanteri konusunda eskilerde gevşek davranılmış, tam listeler yapılamamıştır.


Köşk’te bine yakın tablo olduğu açıklandı, şimdi bunların bir bölümünün restorasyonu yapılıyor, çerçeveleri değiştiriliyor. Temin edilebildiği kadar çerçevelerin orijinal malzemesine dikkat ediliyor. Köşk’e bu dönemde yeni tablolar da alınmış, Hayrünnisa Gül’ün açıkladığına göre, yeni alınanların neler olduğunu Köşk’ten ayrılırken açıklayacaklarmış.


Hayrünnisa Gül’ün Köşk’e geldiği andan itibaren oradaki sanat objelerine gösterdiği ilgiyi, onların onarımı, korunması için gösterdiği ciddi çabayı yakından bilenlerdenim.


Bir tablonun kendisinden çerçevesine, taşınmasına kadar çeşitli aşamalarda en küçük bir umursamazlık, hoyratlık değerli bir sanat eserinin mahvına neden olur.


Toplantıya katılan yetkililer aşağıdaki adlardan oluşuyordu:
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Rektör Vekili Prof.Dr. Kayhan Ülker, Genel Sekreteri Yrd. Doç.Dr. Sezai Makas, Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Fatma Senyücel ile Sanat Eserleri Konservasyonu ve Restorasyonu Bölüm Başkanı Doç.Dr. Ömer Yiğit Aral ile söz konusu tablo ve çerçevelerin restorasyon ve konservasyonundan sorumlu Hollanda Rijks Müzesi Restorasyon Bölüm Başkanı Robert van Langh ile Hollandalı uzman Barbra Schoonhoven.


Uzmanlar, bir tablonun konservasyonu ve restorasyonu için nasıl çalışıldığı, hangi aşamalardan geçtiğine dair detaylı bilgiler aktardılar.


Hayrünnisa Gül’ün konuşmasında, sadece Köşk’teki tabloların değil, bütün sanat objelerinin bakımdan geçirildiği, teşhir edilirken koruma önlemlerinden de vazgeçilmediğini anlattı. Eldekilerin sergilenmesi, onların yaşaması için tek yöntemdir ama bütün eserlerin sergilenmesi sırasında depolamanın da kurallarına riayet edilmesi şarttır.

***
   
Çalışmar için dünya çapında araştırmalar yapılmış, Amsterdam Üniversitesi ile de bağlantılı olarak çalışmalarını yürüten Hollanda Rijks Müzesi (Kraliyet Müzesi) ile de ilişki kurulmuş olması önemli.


Bu çalışmalar için Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ile 3 Temmuz 2013 tarihinde bir protokol imzalanmıştı.


“Restorasyon çalışmalarının MSGSÜ’de gerçekleştirilmesinde, üniversitenin sahip olduğu teknik özellikler, büynesinde yüksek Tablo Restorasyon Stüdyosu’nun bulunması ve restorasyon için gerekli donanım ve teknolojiye sahip olması belirleyici olmuştur. Ayrıca üniversitede görev yapan akademisyenlerin Hollanda Rijks Müzesi’nin birikim, tecrübe ve restorasyon tekniklerinden yararlanması da amaçlanmıştır. Bu sene ilk öğrencilerini alacak olan Türkiye’nin ilk Tablo Restorasyon Bölümü’nün de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi bünyesinde birkaç yıl önce kurulmuş olması, bu kararda etkili olmuştur.”


Envanterde yer alan tablolara takılan bir çip ile Köşk içindeki yetkililer, hangi tablonun nerede olduğunu iPHONE/iPAD’den izleyebiliyorlar, böylece kaybolma riskleri ortadan kalkıyor. Köşk’e birçok tablo Dolmabahçe Sarayı’ndan gelmişti. Uygulama öncesi görünüm ile sonraki görünüm arasındaki farkı mukayese ettiğinizde, çalışmaların ne kadar gerekli olduğuna karar veriyorsunuz. İlgi çekici öykülerden biri, Fatih Camisi’ne ait 1905’te yapılan Mimarzade Mehmed Ali Bey’in tablosunun onarılması.
   
***

Dileğim, Hayrünnisa Gül’ün başlattığı bu çalışmaların kurumsallaşması. Öneminin herkesçe anlaşılması.

Hürriyet, Yazı: Doğan Hızlan, 09.09.2013

600 YILDIR FATİH'İN EMANETİ ŞEHİTLİĞİ KORUYORLAR

 

 

Fatih Sultan Mehmet, Avrupa yakasında ilk ayak bastığı yer olan Rumelihisarı’nda şehit düşen askerler için bir şehitlik tahsis ettirir. Şehitliği Hacı Bayram Veli’nin halifelerinden olan Şeyh Kızılca Bedrettin Mahmut Efendi’ye emanet eder. Bugün Boğaziçi Üniversitesi içinde kalan şehitliği, 600 yıldır bu soydan gelenler koruyor.

 

Kutsal emanetleri koruma görevini üstlenen kişilerin hayatı birçok filme konu olmuştur. Bu bazen bir hazine bazen bir ibadethaneyi korumak olarak çıkar karşımıza. Günümüzde dahi böyle emanet bekçilerine rastlamak mümkün. Onlardan biri de Fatih Sultan Mehmet’in 600 yıllık emanetini koruyan Artemel ailesi. 1451 yılında Fatih Sultan Mehmet’in Avrupa yakasına ilk ayak bastığı yer olan Rumelihisarı çevresinde o dönemde eski bir Bizans köyü vardır. 1451’de Sultan II. Mehmed’in emri ile Osmanlı ordusunun öncü kuvvetlerinden, akıncılarından, serdengeçtilerinden bir grup Osmanlı askeri, Rumelihisarı’nın inşasına paralel olarak Bizans’ın içlerine doğru cihada çıkar. Askerlerin bir kısmı Rumelihisarı’nın hemen üst bölgesinde şehit düşer. Fatih Sultan Mehmet, Avrupa yakasındaki ilk şehitler için bir yer tahsis eder ve ismine Şüheda Kuyusu der.  Şehitliği koruma görevini ise bizzat Hacı Bayram Veli’nin halifelerinden olan Şeyh Kızılca Bedrettin Mahmut Efendi’ye emanet eder. Şehitliğe gözcü olarak konulan Şeyh Bedrettin’e Fatih’in vasiyeti ise şöyledir: “Bu şehitliği ne olursa olsun koruyacaksın.”

 

Zamanla değişen çevreyle birlikte arazi Boğaziçi Üniversitesi’nin içinde kalır. Şehitliğin koruyuculuğu ise Şeyh Bedrettin’in torunlarından Mehmet Nafi Artemel’e kadar uzanır. İngiltere’de doğup büyüyen ve burada tahsilini yapan Artemel, ilginç bir hikayeyle İstanbul’a döner ve şehitlik için çalışmalara başlar.  Şehitliğin koruyuculuğunu kendisinin istemediğini, bunun kaderinde yazılı olduğunu söyleyen Mehmet Nafi Artemel, “İngiltere’de doğup büyüdüm. Hukuk alanında doktoramı yapıp avukatlık mesleğine girecekken bıraktım. Babam Ali Artemel, bana hep dergah ve şehitlikten bahsederdi. İstanbul’a yaz tatilinde gider gelirdim ama bir gün onun sürdürdüğü görevi devralacağım aklıma gelmezdi.” diyor. İstanbul Ünivesitesi’nden doktoramı alıp avukatlık mesleğine atılmak üzere Artemel’e Boğaziçi Üniversitesi’nde boşalan bir derse 3 aylığına girmesi için rica eder. Artemel de teklifi kabul eder.  “Bu iş kaderimde var ya, Boğaziçi Üniversitesi içinde bulunan şehitlik ve dergahı dolaştığım anda içime bir huzur doluyordu.” diyen Artemel, daha sonra dedesinin vasiyet ettiği şehitliği koruma görevini üstlenmeye karar verir. Bütün kariyerini bırakır ve şehitlik için çalışmalara başlar. Artemel, “1970’lerde şehitlik için birlikte proje yaptığımız akrabalarımdan birçoğu vefat etti. Bazıları korkmaya başladı. ‘Bu şehitlik ve dergaha dokunan gidiyor’ diye birçoğu bıraktı ilgilenmeyi. İş bana düştü. Şu anda benim için tek önemli bir yer var, o da şehitlik. Ben her yeri kurtaramam biliyorum ama bu şehitlik için canım pahasına savaşırım. Bu Fatih’ten bana gelmiş bir vasiyet.” diye konuşuyor.

 

Zamanla etrafında şekillenen yapılaşma yüzünden şehitlik de nasibini almış. Birçok özel mülkiyet bu arazilere talip olmuş, almak istemiş. Gecekonduların bölgede artması şehitliği tehdit edince, Artemel ailesinin çalışmaları sayesinde 1981 yılında şehitlikle yol arasına bir duvar çekilir. Arazinin tapusunu elinde bulunduran Mehmet Nafi Artemel, bu araziyi Boğaziçi Üniversitesi’ne vakfeder. Birçok öğrencinin varlığından dahi haberi olmayan şehitlik için üniversite yönetiminin yakından takip ettiği çalışmalar sayesinde restorasyon kararı alındı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nin ortaklaşa yürüttüğü projenin ihalesi geçtiğimiz günlerde yapıldı. Boğaziçi Üniversitesi Rektör Danışmanı Prof.Dr. Mehmed Özkan, arazinin restorasyonu sırasında manevi atmosferin kaybolmaması için çalışmaları titizlikle takip edeceklerini söylüyor. Restorasyonun 2014 yılında bitmesi amaçlanıyor.

Zaman, Haber: Cihan Acar - Cafer Can, 09.09.2013

TARİHİ KİLİSEDE BORÇ SIKINTISI

 

98 yıl sonra ibadete açılan Surp Giragos Ermeni Kilisesi’nin sorunları bir türlü bitmedi.

Kilisenin restorasyonu için Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi 1 milyon lira hibe etti.

 

2.5 milyon lira da Ermeni Cemaati’nden toplanan bağışlarla karşılandı. Kilise, kalan 1.5 milyon liralık borcunu ise bir türlü ödeyemedi.

 

BAKANLIĞA BAŞVURU
Kilise yönetimi, bunun üzerine Kültür ve Turizm Bakanlığı’na buşvurdu.

 

Mevzuat gereği borcun ödenmesi için kilise devrinin Kültür ve Turizm Bakanlığı’na geçmesi gerekiyor. Ermeniler ise bu fikre sıcak bakmıyor.

 

Bakanlığa başvurduklarını belirten Surp Giragos Ermeni Kilisesi Vakfı Başkanı Ergün Ayık, “Bize ‘Eğer burayı Kültür Bakanlığı’na devrederseniz restorasyonunu yaparız’ dediler. Bu durumda burası bir müze kilise olarak devam edecekti. Doğrusu bu, bizim pek istemediğimiz bir şeydi" dedi.

 

Kilise kalan borcunu ödemek için Ermeni Cemaati’nden yardım bekliyor.

 

 

Bu arada, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ve Surp Giragos Ermeni Kilisesi arasında bir protokol imzalandı.

 

Buna göre onarımı tamamlanan kilisenin müştemilatında kent müzesi açılacak. Müzede Ermenilere ait eserler sergilenecek. Kilise vakfı, mülkünün bir bölümünü bedelsiz olarak belediyeye tahsis edecek. Ziyarete açık tüm yerlerin temizliğini sağlayacak belediye, müzenin su ve elektrik beledini karşılayacak. Müzenin yıl sonunda tamamlanması planlanıyor.

 

'DÜZENLEME OLURSA GERİ DÖNERLER'
Öte yandan, Ergün Ayık, yurtdışında yaşayan Ermenilerin gerekli çalışmalar yapılması halinde yeniden kente dönebileceğini söyledi.

 

Kentte düzenleme yapılmasını isteyen Ayık, “Diyarbakır'daki modern apartmanlarda yaşamak için kente gelmezler. Bunu yapmak için Sur İlçesi'nin düzenlenmesi gerekir" ifadelerini kullandı.

Ntvmsnbc, Haber: Süleyman Umut Gürhan, 09.09.2013

 

******


ERMENİ KİLİSESİ'NDE 'KENT MÜZESİ' AÇILIYOR

 

 

Diyarbakır ’daki 98 yıllık Ermeni kilisesi Surp Giragos Kilisesi’nin bir bölümünde Ermeni sanatçıların eserlerinin sergileneceği bir Kent Müzesi açılacak. Kilise Vakfı’nın başkanı Ergün Ayık, müzede Ermenilerin aile hayatı, kültürü, el sanatları ve günlük yaşamıyla ilgili eserler yer alacağını söyledi. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir ile Surp Giragos Ermeni Kilisesi Vakfı Başkanı Ergün Ayık ibadete açılan kilisenin bir kısmının müze olması için daha önce bir protokol imzalamıştı. Protokol gereğince Diyarbakır Ermeni Surp Kilisesi Hıdır İlyas Bölümü, Surp Gregos Kiliseleri Vakfı tarafından bedelsiz olarak Büyükşehir Belediyesi’ne tahsis edildi. Sergilenecek eserler arasında 1913 senesine ait Diyarbakır’ın Lice İlçesi'nde yaşamış Ermeni ailelerinin birbirine yazdığı mektupların yanı sıra eski elbiseler, müzik aletleri, mutfak araçları, el sanatları da var. Diyarbakır Surp Gragos Ermeni Kilisesi 1376 yılında yapıldı. Sur İlçesi'nde Ermenilerin yoğun yaşadığı Fatihpaşa Mahallesi’ndeki kilise, 27 Mayıs 1915 tarihindeki Tehcir Kanunu’na kadar Ermeniler tarafından kullanıldı.

 

Kilisenin çan kulesi ise 1915 yılında top atışları ile yıkıldı. 1. Dünya Savaşı sırasında Alman ordularının karargahı olan kilise, daha sonra Sümerbank’ın pamuk deposu olarak kullanıldı. 1960 yılından itibaren tekrar ibadete açılan 3 bin metrekarelik alan üzerindeki Surp Giragos Ermeni Kilisesi, 1980 yılından sonra Ermenilerin çeşitli nedenlerle göç etmesi sonucu terk edildi.

Radikal, 09.09.2013

BOĞAZKÖY SFENKSİ'NİN İÇİNDEN SİGARA KUTUSU ÇIKTI

 

 

Hitit İmparatorluk dönemine ait yaklaşık 3 bin 300 yıllık Boğazköy Sfenksi, tam 94 yıl sonra, Almanya'nın başkenti Berlin'deki müzenin duvarından sökülerek yurda getirildi. Türkiye'den giden özel ekip, çalışma sırasında sfenksin iç kısmına Alman ustalar tarafından yerleştirilen tuğlaları sökünce, eserin içinde sigara paketi ve şeker kutusu ile karşılaştı.

DÜNYA SAVAŞI ÇIKINCA...
Boğazköy'de, 1906-1907 ve 1911-1912 yıllarında Müze-i Hümayun başkanlığında ve Alman heyet üyelerinin de katılımıyla yapılan kazılarda Hitit Kraliyet Arşivi'ne ait 10 bin 400 tablet ve 2 sfenks bulundu. Yapılan anlaşma gereğince, 1915 ve 1917 tarihlerinde tabletler ve sfenksler, temizleme, onarım ve yayın çalışmaları için, iade edilmek üzere Alman kazı ekibi üyeleri tarafından Berlin'e götürüldü. Onarımları tamamlanan 3 bin tablet ile sfenkslerden biri ve bu sfenkse ait kanat parçaları 1924-1942 yılları arasında iade edildi. Diğer sfenksin iadesi için görüşmeler sürerken II. Dünya Savaşı patlak verdi. Savaş sonrası Berlin müzelerinin Doğu Almanya'da kalmasından dolayı da ilişkiler kesildi.

İĞNEYLE KUYU KAZDILAR
Sfenks 1950 yılında Berlin Müzesi'nin bir duvarına sabitlenerek sergilenmeye başlandı. Türkiye, 1973'de Doğu Almanya'yı resmen tanıyınca, sfenksin iadesiyle ilgili çalışmalar yeniden başladı. 1987 yılında geri kalan 7 bin 400 tablet iade edildi. 2011 yılı içinde Ankara ve Berlin'de yapılan toplantılar sonucunda eserin iadesine ilişkin bir "mutabakat zaptı" imzalandı. Eserin iadesi için anlaşma sağlandı, ama ortada teknik bir sorun vardı. Eser, Berlin'deki müzenin duvarına monte edilmişti. Eserin, dikkatle duvardan sökülüp yurda getirilmesi için heykeltıraş ve taş eser uzmanı olan İstanbul Restorasyon ve Konservasyon Merkez Laboratuvarı Müdürü Ali Osman Avşar ve ekibi görevlendirildi. Avşar, 2 hafta süren eseri duvardan ayırma çalışmasını şöyle anlattı: "Eserin içi boş. Buradan sadece dış kalıp, dışında formu belirleyen parçaları götürmüşler. İçerdeki parçaları yük olmasın diye götürmemişler. O parçaları tuğlalarla destek yaparak duvara sabitlemişler ve müzede teşhir etmeye başlamışlar. Binanın bir parçası gibi. İçindeki tuğlalarla birlikte yaklaşık 3 ton içindeki tuğlalarla birlikte. İlk olarak duvardaki sıvaları aldık. Orada iğneyle kuyu kazar gibi çalıştık. Çekiçle tuğlaları çürütmeye başladık. Bayağı zahmetli oldu. Biz duvara metal bir konstrüksiyon ile bağlanmış olmasını bekliyorduk. Tuğla olması daha iyi oldu. Demiri sökmek daha zor olurdu. Bu eser çok parçalı kırıklardan oluşuyor. Çok küçük parçalar birbirine yapıştırılarak oluşturulmuş. En ufak bir hatada esere zarar verebilirdik. Sonunda mükemmel bir şekilde onu duvardan ayırdık. Arkadaki tuğlaları açarken ortada bir boşluk vardı. Orada o dönem o işi yapan ustaları attığı boş bir sigara paketi ve bir şeker kutusu çıktı."

GETİRİLİŞİ DERS OLDU
Eserin duvardan sökülmesi ve ambalajlanması 21 gün sürdü. Ancak bu kez eseri müzeden çıkarma noktasında bir sorun çıktı. Eserin boyu ambalajı ile birlikte 3.5 metreye çıkmıştı, müzenin kapıları ise 2 metreydi. Özel hazırlanan ambalajında sabitlenen heykeli yan yatırmaya karar verdiler. Özel rampalar yapıldı ve müzenin bazı kapıları söküldü. Eserin müzeden çıkması için 3 gece çalışıldı. Boğazköy Sfenksi, 26 gün süren zorlu bir çalışmanın ardından uçağa yüklendi ve 27 Temmuz 2011'de Türkiye'ye getirildi. İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde 20 günlük restorasyonun ardından, eser, Çorum'a götürüldü, 26 Kasım 2011'de de Çorum Boğazköy Müzesi'nde sergiye açıldı. Eserin sökülmesinden Çorum'daki müzeye ulaşana kadar tüm süreci planladıklarını belirten Ali Osman Avşar, "Planlı olduğumuz için sorun çıkmadı. Bu eseri sapasağlam getirdik. Almanya'da bize yardımcı olan restoratör aynı zamanda üniversitede ders veriyor. O da bu konuyu öğrencilerine ders olarak anlatıyor" diye konuştu.

10 YILDA 4 BİN ESER GETİRİLDİ
Yorgun Herakles, Boğazköy Sfenksi, Karun Hazinesi... Bu paha biçilmez eserler, yıllar önce koparıldı topraklarından... Onlar, uzun bir mücadele sonunda Türkiye'ye döndü. Kimi zaman yıllar süren davalar oldu, kimi zaman bilimsel ve arkeolojik tartışmalar yaşandı. Ama, bu dönüş yolculuğu hiç de kolay olmadı. Bu çalışmalar sayesinden son 10 yılda toplam 4 bini aşkın eserin iadesi sağlandı. Bu mücadelenin ardında isimsiz kahramanlar var. Arkeologlar, çevirmenler, uzmanlar ve fahri arkeoloji müfettişleri... Yıllar önce yasa dışı yollardan yurtdışına çıkarılan ve halen o ülkelerde sergilenen Anadolu'ya ait yüzlerce tarihi eser daha var. Eros Başı, Samsat Steli, İhtiyar Balıkçı heykeli ve daha niceleri. Türkiye, bu eserleri yeniden ait olduğu topraklara getirmek için mücadele veriyor. Ve yıllar sonra tarih evine, Anadolu'ya dönüyor.

Sabah, Haber: Hasan Ay, 09.09.2013

ROMA'NIN İHTİŞAMI YENİDEN

 

Ünlü coğrafyacılar Strabon ve Stephanos’un eğitim gördüğü, Roma’nın en önemli kültür ve eğitim merkezlerinden Nysa, gün yüzüne çıkıyor.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 485 bin lira bütçe ayırdığı Aydın Sultanhisar’daki kentte bu yıl yapılam çalışmalarda çok önemli yapılar ortaya çıktı. Bakanlık tarafindan yapılan açıklamda 2.yüzyıldaki kentin iki yakasını birleştiren stadyum köprüsüne doğru uzanan mermer döşemeye sahip sütunlu ana cadde ile kuzeyindeki çarşı bazilikası ile bir forumun yer aldığı alana girişi sağlayan anıtsal kapının, insanlık tarihinin 2013 yılı kazanımları arasında yer aldığı belirtildi.

Akşam, 09.09.2013

2 BİN ESER DEPODAN ÇIKARILIP SERGİLENECEK

 

 

Tarihi Mahmut Paşa Bedesteni’nin dönüştürülmesiyle kurulan Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Türkiye’nin en önemli müzeleri arasında yer alıyor.

 

Müzede Troya Hazinesi, Kanatlı Denizatı Broşu gibi önemli tarihi eserler de bulunuyor. Bugüne kadar müzenin sergilenen eserleri kadar, depolarda kilitli tutulan eserleri de dikkat çekiyordu. Son yıllara kadar depolarda gün yüzü görmeyen 2 bin eser, ziyaretçilerle buluşmaya hazırlanıyor.

 

Tüm yenilikler müzenin restorasyonu ile gerçekleşecek. Müzenin bulunduğu Mahmut Paşa Bedesteni ve Kurşunlu Han’a 80’li yıllarda yapılan betonarme ilaveler, incelendi. Taşıyıcılığını kaybettiği belirlenen duvarlar, 2010 yılında Koruma Kurulu’na sunulan restorasyon projesi doğrultusunda orijinal duvarlara zarar vermeden özel bir sistemle yıkıldı. Betonlar kırılarak değil, sulu kesim denilen bir yöntemle parça parça alındı. Bedestenin ilk halinde, çevresinde yer alan dükkanların bir kısmı aslına uygun olarak müze içerisinde yeniden inşa edildi. Betonarme yerine çelik konstrüksiyon kullanıldı. Önceki onarımlarda yapılan yanlış uygulamaların izleri temizlendi. Teşhir vitrinleri, havalandırma, elektrik, altyapı ve üstyapısı tamamen yenilendi. Son düzenlemelerle orijinal haline döndürülerek, daha kullanışlı hale getirilen müze binasında böylece müzenin kapalı bölümlerinde bulunan eserlerin de sergilenmesi gündeme gelecek. Depolarda yıllardır atıl vaziyette bekletilen antik eserler de ziyaretçiler tarafından teşhir bölümlerinde görülebilecek. Restorasyondan önce 8 bin olan teşhirdeki eser sayısının yeni eklenecek eserlerle 10 bine çıkacağı tahmin ediliyor. Eserlerin teşhirinde Paleotik, Neolitik, Kalkolitik, Eski Tunç, Asur, Hitit, Frig, Geç Hitit, Urartu, Lidya, günümüz Anadolu uygarlıkları şeklindeki tarihsel akışa sadık kalınacak. Müzenin yeni teşhir vitrinleri İstanbul’da yaptırılıyor.

 

Ağırlıklarından dolayı taşınamayan müze teşhirindeki “Sultan Han Yazıtı” ve “Adilcevaz Kabartması”, restorasyon süresince özel bir muhafazayla müze içerisinde tutulacak. Müzenin 60’lı yıllarda yapılan ahşap tavan süslemeleri korunuyor. Bakanlık yetkilileri, müze ziyaretçilerinin tavan süslemelerini çok sevdiğini ve korunmasını istediklerini belirtiyor. Daha önce müzenin içinde hizmet veren restorasyon ve konservasyon laboratuvarları, yemekhane gibi bölümler orijinal yapının içinden çıkarılıyor. Müzenin güvenliği de yenilenen teknolojiyle birlikte artacak. Kamera sayısı 80’den 126’ya çıkacak. Özel bölümlerde “yüz tanıma sistemi” kullanılacak. Müzenin restorasyonu toplam 9 milyon TL’ye mal olacak. Restorasyon sürecinde açık tutulan, Troya Hazinesi, Kanatlı Denizatı Broşu gibi son dönemde yurtdışından iadesi gerçekleştirilen paha biçilemez eserlerin de sergilendiği Dr. Turhan Özkan Salonu’nda ise herhangi bir çalışma yapılmayacak.

Zaman, Haber: Aslıhan Aydın, 09.09.2013

ANTİK TAPINAKTA İKİNCİ ROMA HAMAMI BULUNDU

 

 

Çanakkale'nin Ayvacık İlçesi'ne bağlı Gülpınar beldesinde, Apollon Smintheus kutsal alanı (Smintheion) arkeolojik kazılarında, Roma dönemine ait iki hamam ortaya çıkarıldı. Hamamın Bizans döneminde yeniden kullanıldığı, ancak Roma dönemine ait izlerin büyük ölçüde silindiği, Roma mozaiklerinin üzerinin alçıyla kapatıldığı, hamam odalarının ise iş yeri haline çevrildiği anlaşıldı.

 

Kazı ekibinden Samsun Ondokuzmayıs Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç.Dr. Davut Kaplan, Apollon Smintheus Kutsal Alanında (Smintheion) iki adet hamam ortaya çıkardıklarını, fakat yıkanma ile alakalı başka bir hamam yapısı olabileceğini de söyledi. Roma dünyasının günlük yaşamının bir parçası olan yıkanma geleneğinin en güzel kanıtı olan hamam yapılarının bazı ilkleri barındırdığını belirten Kaplan, Roma döneminde inşa edilen bu hamam yapılarının büyük ölçüde kutsal alana gelen ziyaretçilerin tapınağa ulaşmadan önce dinsel arınmasına hizmet etmiş olabileceğini ifade etti. Kaplan, "Hamam yapılarının, birer kapıyla bağlanan odaları, ısıtma sitemine göre en sıcaktan soğuğa doğru sıralanıyor. Yıkanma sırası takip edildiğinde bunun tersi olarak soğuktan sıcağa diziliş söz konusudur. Roma hamamlarının olmazsa olmazı olan ısıtma sistemi, farklı teknik uygulamalarıyla karşımıza çıkmaktadır. Temel seviyesinde korunmuş külhan bölümünde tespit ettiğimiz 4 ayrı ocak, en az üç mekanın tabandan ısıtıldığını ortaya koymaktadır. O dönemde halka açık olan hamamda küçük ve özel bir mekan da alttan ve duvardan ısıtmaya sahip. Bu mekan olasılıkla, halka açık bölümlerden soyutlanmış, din adamı ve yöneticilerin yıkandığı bir yer. Hamamın diğer bölümlerin mekanlarının sadeliğine karşın, bu özel odanın zemini mozaik tabana sahip. Ana renklerin tümünü barındıran mozaikte, geometrik ve bitkisel motifler bir arada kullanılmış ve adeta renk cümbüşü meydana getirilmiş. Hamamın diğer bir ilginç özelliği de, yapının ısıtılmasında ocakların yakımı ve bakımında görevlendirilmiş kişilere ait özel bir servis koridorunun varlığı. Tonoz örtüyle kapalı olan bu koridora hamam dışından giriliyor. Böylelikle görevliler, hamama yıkanmak için gelenler ile karşılaşmıyor ve rahatsız etmiyor" dedi.

 

ÖDÜL KAZANAN SPORCULARIN İSİMLERİ KAZINAN KAİDELER HALA DURUYOR

Tapınağın bitişiğinde bulunan büyük Hamam yapısı önündeki yazıtlı heykel kaidelerin de dikkat çektiğini söyleyen Kaplan, şöyle devam etti:

"Bu kaidelerin üzerinde kutsal alanda düzenlenen 'Apollon Smintheia Pauleia' şenlikleri kapsamında, spor yarışmalarında pankration ve güreş alanında birincilik kazanan sporculara ait yazıtlar bulunmaktadır. Kaide ve yazıtlar korunmuş olmasına karşın, bronzdan yapıldığı ve kaidelerin üzerine konulduğu tahmin edilen heykeller ise bronz olmaları nedeniyle günümüze ulaşmamışlardır. Heykellere ait ayak izleri dışında herhangi bir bulgu ele geçmemiş olmasına rağmen, en azından kutsal alanın ev sahipliği yaptığı şenliklerin ve katılımların geniş bir coğrafyaya yayıldığını göstermesi açısından önemlidir."

 

BİZANSLI DEMİRCİ USTASINA AİT DÜKKAN VE MALZEMELER ORTAYA ÇIKARILDI

Bulunan diğer hamamın da Romalılar tarafından farklı amaçlar için kullanıldığını belirten Kaplan, "Burada bulduğumuz kalıntılarda hamamın işlevini tamamladıktan sonra, Roma döneminden sonra, Bizans çağında tekrar kullanıldığını görüyoruz. Hamamın bir bölümü demirci dükkanı olarak kullanılmış. Bunun kalıntılarını bulduk. Demirci örsleri, Ocaklar ve bir takım yapılmış malzemeler bulduk. Bunları muhafaza ediyoruz. Hamamın zeminindeki mozaikler ise üzerlerine beton dökülerek tahrip edilmiş. Bunların yine aynı dönemde yapılmış olduğunu tahmin ediyoruz. Bizans çağında, Hıristiyan olduktan sonra bu tür Roma eserlerine çok sıcak bakmıyorlardı. Bu nedenle, işleme ve mozaiklerin büyük çoğunluğu, Bizans döneminde alçı ile kapatılmış. Yaptığımız kazı çalışmalarında, alçının altından bu mozaik işlemeleri ortaya çıkardık. Bunları bütünüyle muhafaza edip, bölgeyi restorasyon çalışmasıyla aslına uygun hale getirmeyi hedefliyoruz" dedi.

 

ÜÇÜNCÜ HAMAM ARANIYOR

Apollon Smintheus tapınağının, özerk bir yerleşim olarak yapıldığını, ancak zamanla bölgedeki diğer antik kentlere bağlamak için yollar oluşturulduğunu da anlatan Kaplan, "Burası, çok önemli bir kutsal alan. Roma'nın son dönemlerinde, spor karşılaşmalarına ağırlık verilmişti. Bu karşılaşmaların da büyük kısmının burada yapıldığını düşünüyoruz. Burada, kutsal mekan için büyük bir hamam var. İkinci bir hamamı daha ortaya çıkardık. Sporcuların ve burayı ziyarete gelen halkın kullanımı için yeterli olmayınca bir hamam daha yapılmış. Su yollarını ve yerleşimi göz önüne aldığımızda, burada üçüncü bir hamamın daha var olduğuna inanıyoruz. Bunu ortaya çıkarmak için de çalışmalarımız sürüyor" diye konuştu.

 

Apollon Smintheus tapınağının restorasyonuyla birlikte, ortaya çıkarılan hamamlar da onarılarak ziyarete açılacak. Tapınak restorasyonuna ek olarak çevre düzenlemesiyle de dikkat çeken Kutsal Alan ziyaretçilerin beğenisini topluyor. Bölge, yeşil bir alan ve görsel çevre düzenlemesiyle Türkiye'de bir ilk olma özelliğini taşıyor.

haberler.com, 08.09.2013

GÖRMEZDEN GELMİŞLER

 

Projesine aykırı olarak yapılan ve iskanı bulunmayan Demirören AVM ile ilgili CHP’li belediye meclis üyeleri tarafından yıllardır sunulan soru önergelerine Beyoğlu Belediyesi, ilk kez yanıt verdi. Yanıtta Beyoğlu Belediyesi’nin AVM inşaatı için 2 kez yıkım kararı aldığı ancak uygulanmadığı ortaya çıktı. Beyoğlu Belediyesi CHP grubu tarafından 1 Temmuz 2013 günü verilen soru önergesine, İmar ve Şehircilik Müdürlüğü 12 Ağustos 2013 günü Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan imzası ile yanıt verdi. Belediyenin yanıtına göre Beyoğlu Belediyesi, inşaat devam ederken 2011 yılında tespit edilen aykırılıklar için yapı tatil tutanağı düzenleyerek inşaatın mühürlenmesine karar verdi. Koruma bölge kurulunun projeleri uygun görmesi üzerine yeni bir yapı tatil tutanağı düzenlendi. Bu kez Beyoğlu Belediye Encümeni kararı ile yıkım kararı çıktı. Ayrıca inşaat sahiplerine para cezası kesildi ve TCK’nin imar kirliliği maddesi uyarınca suç duyurusunda bulunuldu. Ancak inşaat devam etti. 25 Mayıs 2012 tarihinde 3 ayrı parsel için ikinci kez yapı tatil tutanağı düzenlendi. Yani ikinci kez yıkım kararı çıktı. Savcılığa tekrar suç duyurusunda bulunuldu. İBB iki kez ilçe belediyesine yıkım kararını neden uygulamadığını sordu, ancak ilçe belediyesinden bir yanıt gelmedi. İBB böyle bir durumda yıkımı kendisi de yapabilir, ancak bu yola da gidilmedi. AVM’nin içinde İBB Başkanı Kadir Topbaş’ın ailesine ait Saray Muhallebicisi’nin şubesi bulunuyor. Beyoğlu Belediyesi AVM’nin iskan belgesinin bulunmadığını da açıkladı. Süreç devam ederken İstanbul Yenileme Alanları Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Bölge Kurulu daha önce üzerinde tarihi yapı olan parselin inşaat alanına katılmasının imar yasalarına ve projeye aykırı olduğuna ilişkin Kasım 2012’de kararını değiştirip parsellerin birleştirilmesinin yasaya uygun olduğuna hükmetti. Belediye de 3 parselin tek parsel haline getirilmesinin kurul kararları doğrultusunda uygulanmasına devam edildiğini kaydetti. AVM’nin sahibi Demirörenler hakkında açılan dava da sürüyor. Ancak parsel birleştirilmesi ile ilgili karar değişikliği davanın önemli dayanaklarından birini ortadan kaldırdı.

Cumhuriyet, Haber: Özlem Güvemli, 08.09.213

ROMA İMPARATORLUĞU'NUN DOĞUDAKİ SON KALESİ BULUNDU

 

 

Ilısu Baraj sahası altındaki yer alacak Çattepe Höyük'te kazı çalışmaları yapan arkeologlar, Doğu Roma İmparatorluğu'nun MS 4. yüzyılda doğudaki son kalesini bulurken, kazıda MS 5. yüzyıldan kalma tarihi eserler çıkarıldı.

 

Ege Üniversitesi Arkeolog bölümünden Yrd. Doç.Dr. Haluk Sağlamtimur başkanlığında Siirt Çattepe Höyük'te 2009 yılından beri devam eden kazı çalışmalarında çok önemli bulgulara rastlandı. Tarihe ışık tutacak kazılarda Roma Kalesi'nin varlığını gösteren bulgulara rastlandığını ifade eden Sağlamtiymur, "2002 yılında Siirt'te Türbe Höyük'te başlatılan kazı çalışmaları ile Mezopotamya uygarlığının ilk liman kenti bulunmuştu. 2007 yılında Başur Höyük'te başlatılan çalışmalarda ise MÖ 7. yüzyıldan kalma ilk oyun seti ve yerleşim alanına rastladık. 2009 yılında Çattepe Höyük'te başlattığımız çalışmalarda ise Doğu Roma İmparatorluğu'nun MS 4. Yüzyılda doğuda yaptığı kale bulundu. Höyükte yapılan kazı çalışmalarıyla kale gün yüzüne çıktı. Kale 4. Yüzyılda höyüğün etrafında yapılmış. Yapılan kazı çalışmalarında ortaya çıkan bu kale, Roma'nın doğudaki son kalesi, yani Siirt, Roma İmparatorluğu'nu bittiği ya da son doğu sınırında olduğu bir noktada yer almıştır. Roma Kalesi'nin büyük ve kalın duvarları höyüğün içindekileri tahrip etmiş. Kalenin içindeki höyükte yaptığımız kazıda ise MÖ4. ile 5. yüzyıldan kalma tarihi eserler çıkarıldı" dedi. 

 

"SİİRT, İNSANLIK TARİHİNİN EN ESKİ YERLEŞİM YERİ" 

Siirt'in Anadolu ve Mezopotamya uygarlıklarının kesiştiği noktada yer aldığını ifade eden Siirt Valisi Ahmet Aydın, 2002 yılından beri arkeologlar tarafından türbe, höyük, Başur Höyük ve 2009 yılında da Çattepe Höyük'te kazı çalışmaları yürüttüğünü söyledi. Aydın, "Yapılan kazılarda 12 ile 13 bin yıl öncesine dayanan ilk yerleşim biriminin burada olduğu tespit edilmiştir. Bu insanlık tarihinde çok önemli bir olaydır, ilk liman kenti yapılan kazıda ortaya çıktı. İlk oyun seti yine Siirt'te çıkarıldı. Çattepe Höyük'te yapılan son kazılarda ise Roma İmparatorluğu'nun doğuda son kalesi yine Siirt'te ortayla çıktı" diye konuştu. 

 

Siirt'in keşfedilmeye değer bir il olduğunu belirten Vali Aydın, kazılardan çıkarılan tarihi eserlerin önümüzdeki aylarda yapılacak müzede sergileneceğini sözlerine ekledi.

Zaman, 08.09.2013

 

******


SİİRT'TEKİ KURTARMA KAZILARI

 

Siirt Valisi Ahmet Aydın, son yıllarda yapılan kazılarla kentin tarihinin 12-12 bin 500 yıl öncesine uzandığının görüldüğünü belirterek "Siirt, Göbeklitepe'den daha eski tarihi ile dünyanın eski yerleşim birimlerinden birisidir" dedi.

 

Vali Aydın, beraberinde Siirt Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Murat Erman, Kültür ve Turizm Müdürü Cengizhan Başaran ve iş adamı Ethem Sancak ile Ilısu Baraj Gölü altında kalacak bölgedeki kazıların koordinatörlüğünü yapan Ege Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Haluk Sağlamtimur'u ziyaret ederek Siirt'te yürütülen çalışmalar hakkında bilgi aldı.

 

Siirt'te 5 yerde kazı çalışması yaptıklarını belirten Yrd. Dr. Sağlamtimur, bu kazılarda bölgenin bilinen tarihini değiştirecek nitelikte birçok bulguya ulaştıklarını söyledi.

 

Türbe Höyük'te tablet bulduklarını kaydeden Sağlamtimur, şöyle konuştu:

"MÖ 1700-1600 yıllarına ait çivi yazısı ile yazılmış bu kil tabletteki bilgiler, bilinenin aksine bize burada kurumsal bir devletin varlığını gösteriyor. Yine bu höyükte o dönemlere ait ilginç toplu mezarlar bulduk. Büyük ölçekli bir höyük olan Başur Höyük'te çalışmalarımız devam ediyor. Burada son dönemlerde bulduğumuz oyun taşları dünyanın en eski oyununa ait olmaları açısından bütün dünyada büyük yankı uyandırdı. MÖ 3100-2900 yıllarına tarihlenen domuz, köpek ve benzeri figürlerden oluşan 49 taştan ibaret bu oyunun nasıl oynandığını çözmeye çalışıyoruz.

Devam eden bir başka kazı alınımızda Kurtalan İlçemizin Çattepe Köyü'nde bulunan höyük kazısıdır. Bu kazılarda da geç Roma dönemine tarihlenen bir limana ulaştık. Burası da Arap coğrafyacıların kitaplarında yer alan önemli bir kenttir. Yaptığımız kazılarda müzelerde sergilenmeye değer bir çok esere ulaştık. Bu eserler Siirt'te müze olmadığı için önce Mardin daha sonra da Batman Müzesine gönderilmeye başlandı."

 

"12-12 bin 500 yıllık bir geçmişten bahsedebiliyoruz"

Vali Ahmet Aydın ise kazı çalışmalarıyla Siirt'in tarihini ortaya çıkmasını sağlaması nedeniyle Yrd. Doç.Dr. Haluk Sağlamtimur'a teşekkür etti.

 

Sağlamtimur'un Siirt'te çok büyük katkılarda bulunduğunu belirten Aydın, şunları söyledi:

"Hocamız büyük bir özveri ile yıllardan beri bu kazı çalışmalarını yürütüyor. Çalışmalarından önce Siirt'in 6-7 bin yıllık bir tarihe sahip olduğunu söylerken, şimdi 12-12 bin 500 yıllık bir geçmişten bahsedebiliyoruz. Bu geçmişi ile Siirt, Şanlıurfa'da bulunan Göbeklitepe'den daha eskidir. Dolayısıyla Siirt dünyanın en eski yerleşim birimlerinden birisidir."

haberler.com, 08.09.2013

8 BİN YILLIK BONCUK TANELERİ BULUNDU

 

 

Karain Mağarası'nda yapılan kazı çalışmalarında, MÖ 6 binli yıllardan kaldığı sanılan boncuk taneleri bulundu.

 

 

Karain Mağarası Kazı Başkanı Prof.Dr. Işın Yalçınkaya, AA muhabirine yaptığı açıklamada, mağaranın dünya tarihi açısından oldukça önemli bir yerleşim yeri olduğunu söyledi.

 

 

Prof.Dr. Yalçınkaya, bu yılki kazı çalışmaları sırasında binlerce yıl öncesinden kalma boncuk taneleri bulduklarını belirterek, şunları söyledi:

 

 

"Gözle görmenin neredeyse mümkün olmadığı boncuk taneleri çok detaylı bir çalışma sonucunda ortaya çıkarıldı. Süslenme, Yontma Taş Devri, bilimsel adıyla Paleolitik Çağ'da, yani günümüzden 40-45 bin yıl önce başlıyor. Süslenme objeleri hem kişisel görünüm hem de ritüel amaçlı kullanılıyor. Bulduğumuz boncuklar, Kalkolitik (Bakır Taş Çağı) ve Neolitik (Yeni Cilalı Taş) dönemlerine ait. Bunları tıpkı pirinç ayıklar gibi ayıkladık. Normal şartlarda bu kadar küçük boncukları görmek mümkün değil."

 

 

Bulunan boncuklara en küçük denilebileceğini ama en eskisi diyemeyeceklerinin altını çizen Yalçınkaya, "İlk süslenme eylemleri 40-45 bin yıl öncesine kadar iniyor. Bu boncuklara yerleşik döneme geçildikten sonraki dönemin ilk örnekleri diyebiliriz. MÖ 6 binler olarak tarihlendirebildiğimiz boncuk taneleri şu ana kadar bulunan, zamanının en küçük boncuğu. O zamanın şartlarında bu boncuğu delmek için nasıl bir yöntem kullanıldı henüz bilmiyoruz" diye konuştu.

 

 

Boncuklarla ilgili bazı ön bilgilere ulaştıklarını belirten Yalçınkaya, sözlerini şöyle sürdürdü:

 

 

"Boncuk ve süs eşya yapımında kemik, taş ve deniz canlılarına ait kabuklar hammadde olarak kullanılır. Hammaddelerinden yola çıkarak en azından nasıl şekillendirildiğini anlayabiliyoruz. Özellikle uzun kemiklerin veya silindir şeklindeki taşların boncuk büyüklüğünde kesildikten sonra delindiklerini sanıyoruz ama nasıl delinirken nasıl bir yöntem kullanıldığını henüz bilmiyoruz."

 

 

Yalçınkaya, bu yılki kazılarda yoğun olarak döneme uygun, deri, odun ve kemik işleme gibi günlük yaşamda kullanılan aletler bulduklarını dile getirerek, fildişinden yapılmış boğa boynuzu şeklindeki ritüel amaçlı kolye başının dikkat çekici buluntular arasında olduğunu söyledi.

Yalçınkaya, kemik iğneler, pişmiş topraktan dokumacılıkta kullanılan ağırlıklar, cilalanmış baltalar ve üzeri baskılı mühür gibi eşyalar da bulduklarını sözlerine ekledi.

 

Mağaradaki 11 metrelik kalın kültürel dolguda insanlığın izlerini aradıklarını dile getiren Yançınkaya, "Karain, sürekli iskanlaşma açısından dünyanın önemli mağaralarından biri. Dünyanın birçok mağarasında bir iki dönemi bulursunuz. Ama Alt Yontmataş'tan Roma dönemine kadar uzanan kullanım dünyada son derece az. Bu dönemler insanlık tarihinin yüzde 99'luk bölümünü kapsar. O bakımdan bu özelliğiyle Karain tek" dedi.

 

Sadece arkeolojik değil, doğa tarihi açısından da mağaranın dünyada büyük öneme sahip olduğunu vurgulayan Yalçınkaya, şöyle konuştu:

"Kazılarda özellikle avcılık ve toplayıcılık dönemlerine denk düşen, ışık tutan veriler ortaya çıkardık. Buzul dönemi için burada fillerin, gergedanların ve kalın kabuklu canlıların buluntularına ulaştık. Ayrıca mağara önünde bir göl olduğunu ve bu canlıların göl çevresinde yaşadıkların belirledik. Bu, Anadolu'da nesli tükenen hayvanların o dönemlerde insanla ilişki içinde yaşadığını ortaya koyuyor. Bırakın Türkiye'de, dünyanın hiçbir mağarasında buradaki özellikler yok."

 

Kazılarla ilgili bilgi veren Yalçınkaya, kazılarda kazma kürek yerine mala, keski ve fırça gibi ince detaylı araçlarla insan yaşamına ilişkin buluntular araştırıldığını anlattı. Yalçınkaya, "Mağarada kazılan her bir gram toprağı inceliyoruz. Dolgulardan çıkan toprakları kovalarla 300 metre aşağıdaki laboratuvara indiriyoruz. 28 yıldan bu yana mağaradan çıkartılan 30 ton toprağın her bir gramı detaylı şekilde inceledik" dedi.

 

Yalçınkaya, gerek iskan sürekliliği gerekse materyal zenginliği açısından Karain'in eşi az görülen bir iskan yeri olduğuna işaret ederek, buna rağmen hak ettiği önemin verilmediğini, ikinci, üçüncü sınıf sit alanı gibi görüldüğünü söyledi.

 

Karain Mağarası, Antalya'nın 30 kilometre kuzeybatısında, Döşemealtı İlçesi'ne bağlı Yağca Köyü sınırları içinde denizden yaklaşık 450 metre yükseklikte bulunuyor. İnsanlık tarihinin ilk yıllarından günümüze izler taşıyan Karain Mağarası'nda bilim adamlarının çalışmaları 28 yıldan bu yana devam ediyor. Alt Yontmataş devrinden başlayarak Orta ve Üst Yontmataş evreleri, Neolitik, Kalkolitik, Eski Tunç gibi protohistorik çağlarda ve Klasik Çağ'da sürekli iskan edilen mağarada 11 metreyi bulan kültür dolgusu oluşmuş durumda.

 

Klasik dönemlerde adak mağara olarak kullanıldığı belirlenen Karain Mağarası'nın dış duvarlarında Grekçe kitabe ve nişler yer alıyor.

 


Hürriyet, 08.09.2013

SULTAN SÜLEYMAN'IN KALBİ NEREDE GÖMÜLÜ?

 

Seferdeyken vefat eden Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümü gizlenmişti. Şimdilerde Kanuni’nin gerçek mezarının olduğu, daha doğrusu vücudunun iç aksamının gömüldüğü yer araştırılıyor. Burada kalbi de var mı onu bilemeyiz.

 


Hürrem Sultan’ın mezarı da Kanuni Sultan Süleyman’ın yanında...

 

Ünlü Szigetvar (Zigetvar) Kalesi 5 Eylül 1566’da düştü. Bugünkü Macaristan’da, Tuna’nın üzerindeki bir adadadır. “Sziget” ada, “var” şehir ya da kale; demek ki Tuna üzerindeki ada kalelerden biriymiş. Kanuni’nin fethettiği kale neredeyse tamamen tahrip edilmiş ve yeniden yapılmıştır. Bugünkü kale temelde Osmanlı askeri mimarisini yansıtır.


5 Eylül’de zafer davulları vurduğunda cihan padişahı Muhteşem Süleyman hasta olarak geldiği bu seferde zaten iki gün önce vefat etmişti. Ölümü gizlendi. Cesedin acele tahniti için iç organların çıkarılması gerekiyordu; onlar çadırın içine gömüldü. Tahnit edilip giydirilen padişahın naaşı tahtına oturtuldu ve zafer geçidi yapan ordusunu selamladı. Hastalığından dolayı gelişi istisnai olarak arabada olmuştu. Naaşının nakli de arabada yapıldı. İstanbul’a yaklaşıldığında ölüm haberi ancak duyuldu. Orduda gulgule yeri göğü tuttu; yeni padişah Sultan Selim Han’a biat edildi.

Süleymaniye Camii’nin avlusuna defnedilmişti
O gün bugündür Szigetvar’a yapılan türbe benzerinin gerçek mezar olup olmadığı tartışılıyor. Osmanlı tarihinde seferde ölen ikinci padişah türbesidir. Kosova’daki Murat Hüdavendigar türbesinde de padişahın iç aksamı gömülüydü ve o türbe bugüne kadar bilhassa 1912’den sonra yapılan antlaşmalarla olduğu gibi muhafaza ediliyor. Bu ikinci mezar yani Kanuni Sultan Süleyman Han’ın Szigetvar’daki türbesiyse Avusturya döneminde tahrip edildi, yeniden yapıldı.

Yeniden yapılanın temsili olduğu üzerinde duruluyor.


1980’lerin başında Macar hükümeti uygar bir tarih anlayışıyla kaleyi savunan komutan Miklos Zrinyi ve Kanuni’nin dev heykellerini Szigetvar sahralarına dikmiş ve temsili türbeyi de Turgut Cansever’e restore ettirmişti. 1986 yılında Pecs’te yapılan Osmanlı Etütleri Kongresi’nde (Pecs şehrinin Almancası Fünfkirchen tarihçi Peçevi’nin şehridir ve oradaki cami kiliseye çevrilse de şekli muhafaza edilen ilginç bir yapıdır) kongreye katılan tarihçiler türbeyi ziyaret ettiler. Osmanlı edebiyat tarihçilerinin en renklilerinden olan divan şiirinin ünlü hizmetkarı Orhan Şaik Gökyay hoca türbede Baki’nin mersiyesini okumuştur. İnsanlar o ünlü terennümü hala unutamaz.
Bugünlerde Kanuni’nin kalbinin yeri hala bilinmiyor diye bir haberi, İngiliz basınından Thorpe ortaya attı. Pecs ve İstanbul üniversiteleri gerçek mezarın, daha doğrusu iç aksamın gömüldüğü yeri birlikte araştırıyor. Bu gömüde boşaltılan iç aksamın içinde Kanuni Sultan Süleyman Han’ın kalbi de var mı onu bilemeyiz. Malum olduğu üzere Kanuni Sultan Süleyman’ın cenazesi Mimar Sinan’ın elinden çıkan Süleymaniye’deki caminin avlusuna defnedildi. Hürrem Sultan’ın da mezarı oradadır ve en başta Ukrayna’dan gelen heyetlerin resmi ziyaretgahı olmuştur.

Uygar milletler geçmişi inceler
Macaristan’ın içinde de ünlü Gyula Szeglü ekolünü takiben şiddetli anti-Türk ve Osmanlı karşıtı görüşler elan vardır ama tarih yazan milletlerden olan Macarların tarihi ciddi olarak inceleyen bilimsel kadroları ve ünlü Türkologları sayesinde Osmanlı tarihi başka türlü mütalaa edilir. Bu ülkeyi en satvetli zamanında fethederek güçlü Macar krallığını topraklarına katan Muhteşem Süleyman Han gibi bunu 1686’da elinde kılıcıyla savunan son Budin Valisi Abdurrahman Abdi Paşa’nın Puda tepesinde askeri müze yanındaki mezarı da aynı şekilde onurlandırılır ve korunur.
Macarlar tarihlerine başka bir gözle bakar ve olduğu gibi değerlendirir. Szigetvar ve Buda’daki iki mezar bunun göstergesidir. Uygar milletler geçmişi inceler. Yakasına sarılıp hesap sormak veya geçmişten intikam almak şüphesiz yakışıklı bir tavır değildir.

Milliyet, Yazı: İlber Ortaylı, 08.09.2013

ANTİK KENTTE 2 BİN YILLIK KEŞİF

 

 

Gölhisar İlçesi'ndeki Kibyra antik kentinde yaklaşık 2 bin yıllık olduğu belirtilen tırnak makası ve açı ölçer bulundu. 

 

Kibyra Antik Kenti Kazı Başkanı, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Şükrü Özüdoğru, AA muhabirine yaptığı açıklamada, bu yıl ilk kez kentin nekropol alanındaki bir anıt mezarda kazı çalışması gerçekleştirdiklerini söyledi.

 

Yapılan kazılarda sürpriz şekilde yeni aile mezarlarının ortaya çıktığını anlatan Özüdoğru, bu mezarların antik dönemde soyulmuş olmasına rağmen içinde envanterlik nitelikte yüzlerce eser bulunduğunu anlattı.

 

Gerekli işlemlerden sonra Burdur Müzesi'ne teslim edilecek eserler arasında pişmiş topraktan yapılmış, ölülerin yanına bırakılan hediyelik kandiller, sikkeler ve metal buluntular olduğunu anlatan Özüdoğru, "Tüm bu buluntular arasında en dikkat çekici olanları antik dönemde kullanılmış tırnak makası ve açı ölçer. Tırnak makası bronzdan, kesici kısmı ise demirden yapılmış. Açı ölçer bir taş ustasına ait. Her ikisi de çalışır durumda bulundu. Yaklaşık 2 bin yıllık olan bu eserler kazı alanımızda bilimsel anlamda bu yılın en ilginç ve nadir eserleri" dedi.

 

Çalışır halde kabartmalı taş kapı bulundu

Özüdoğru, antik mezar kazısı sırasında cephesi bloklarla örülmüş, arka bölümde iki yeraltı oda mezar bulunan bir yapıyla karşılaştıklarını bildirdi. Bu yapının hemen yanında çevresi duvarlarla bölünmüş bir aile mezarının da ortaya çıkarıldığını anlatan Özüdoğru, şunları kaydetti:

"Bu ailenin ilk fertleri, mezarın arka kısmında ana kayaya oyulmuş yer altı oda mezarına gömü yapmışlar. Fakat daha sonraki nesil, taştan daha görkemli, yazıtlı ve podyumlu lahit mezarlar yaptırmışlar. Bunlar açığa çıktı. Bunlar büyük oranda da sağlam mezarlar. Özellikle iki yeraltı oda mezarında kabartmalı, açılır kapanır, çalışır halde kapılar çıktı. Bunlar ünik, yani bizi de heyecanlandıran güzel buluntulardı."

 

Özüdoğru, Kibyra'da, stadyuma gelen yolun kenarında bulunan anıt mezarın kentin ölü gömme geleneği ve inançlarıyla ilgili önemli bilgiler sunacağını kaydetti.

 

Kibyra'nın, Likya, Kayra, Pisidya ve Frigya, bugünkü Fethiye, Denizli, Antalya ve Burdur'un kesişme noktasında bulunduğunu anlatan Özüdoğru, Hellenistik dönemde kurulan ve 4 farklı kültürü bünyesinde barındıran Kibyra Antik Kenti'nin de içinde bulunduğu Gölhisar Ovası'nda MÖ 5 binli yıllardan başlayan kültür izleri bulunduğunu belirtti.  

Burdur Kent Haber, 08.09.2013

İZMİR FATİHİ'NİN KILICI 'SIR' OLDU

 

 

Yunan işgalindeki İzmir'e ilk giren ve yaralı olmasına karşın hükümet konağına Türk bayrağını çeken Yüzbaşı Şerafettin'e, Atatürk tarafından verilen Timur'a ait değerli taşlarla süslü kılıcın kaybolduğu ortaya çıktı. Son günlerine kadar Yüzbaşı Şerafettin tarafından saklanan kılıç, o dönem ailenin yaşadığı İstanbul'da valiliğe teslim edilmesinden sonra kayıplara karıştı. Kurtuluş Savası öncesi Yunan işgali altında 3 yılı aşkın zaman geçiren İzmir, yarın kurtuluşunun 91. yılını kutlayacak. İzmir müfrezesinin başında kente ilk giren kişi olan 2. Süvari Tümenine bağlı 4. Alay Kumandan Muavini Yüzbaşı Şerafettin, 91 yıl önce, hükümet konağındaki Yunan bayrağını indirip yerine Türk bayrağını çekerek yalnız İzmir'in kurtuluşunu değil ulusal bağımsızlığın kazanıldığını da tüm dünyaya ilan etti. Bunu üzerine Atatürk, "İzmir Fatihi" Yüzbaşı Şerafettin'e İzmir soyadını vererek, Buhara Cumhuriyeti tarafından gönderilen yakut ve elmas gibi çok değerli taşlarla süslü, Büyük Türk İmparatoru Timur'un kılıcını da armağan etti. Türk ordusunun 9 Eylül'de İzmir'e girişini ve Yüzbaşı Şerafettin'in yaşam hikayesini "Belgeleriyle" kaleme alan Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdürü Prof.Dr. Kemal Arı'ya göre, Sakarya Savaşının kazanılmasına çok sevinen Buhara Cumhuriyeti, bir heyetle 3 kılıç gönderdi. Kılıçlardan ilkini Mustafa Kemal Paşa'ya, ikincisini İsmet Paşa'ya veren heyet, Atatürk'ten 3. kılıcın da İzmir'e ilk giren Fatih'e verilmesini istedi. Üzerinde değerli taşlar olan ve ünlü Türk hükümdarı Timur'a ait bu kılıç, Atatürk 10 Eylül'de İzmir'e girdiğinde yanındaydı. Atatürk kılıcı, atının ayakları altına atılan bir bomba ile ağır yaralanan, yarası sarıldıktan sonra da dörtnala Konak Meydanı'na ulaşıp arkadaşlarıyla birlikte Hükümet Konağı'ndaki Yunan Bayrağı'nı indirip, Türk bayrağını göndere çeken Yüzbaşı Şerafettin'e verdi.

MÜZEYE BAĞIŞ
Kızı Binnaz Gönül Manioğlu'nun ifadesine göre İstanbul'da yaşayan Yüzbaşı Şerafettin kılıcı son günlerine kadar sakladı. Ancak bir gün kılıcın İzmir'de kurulan bir müzeye bağışlanması teklifi geldi. Yüzbaşı Şerafettin de kendisi felç olduğu için kılıcı eşi Siret hanım aracılığıyla İstanbul Valiliğine gönderdi. O günden bu yana kılıcın izinin kaybolduğunu belirten Prof. Arı, "Kılıcın üzerinde değerli yakut taşlarının olduğunu biliyoruz. Resimleri de elimizde. Acaba, istenmedik kişilerin eline geçti de, birilerini zengin mi etti. Bunu bilmek zor" dedi. Yüzbaşı Şerafettin'in Antalya'nın Kaş İlçesi'nde yaşayan 87 yaşındaki kızı Binnaz Gönül Manioğlu, İnkilap Müzesinde sergilendiğini sandığı kılıcın kaybolduğunu 1963'te İzmir'e gittiğinde öğrendiğini anlatarak, şu bilgiyi verdi: "Müze müdürü Şerafettin beyi tanıyordu ancak kılıçtan haberi yoktu. Yaşadığım şoku hiç unutamıyorum. Girişimlerimiz üzerine Genelkurmay'ın da talebiyle yapılan tüm aramalar hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Ulusun malı olan babamın kılıcının bulunmasını istiyorum." Yüzbaşı Şerafettin'in torunları Osman Şerafettin ve Gül Sera Manioğlu da kılıcın müzede olmadığını öğrendiklerinde büyük bir şok geçirdiklerini söylediler.

Sabah, Haber: Şafak İnce - Gül Kireklo, 08.09.2013

CAMİ-CEMEVİ KARDEŞLİĞİ BATI TRAKYA'DA 700 YILDIR YAŞIYOR

 

 

Türkiye’de bugün temeli atılacak ‘Cami-Cemevi ve Kültür Merkezi’nin daha kapsamlı hali, bundan 7 asır önce Rumeli’de hayata geçirildi. Yunanistan’ın Batı Trakya bölgesinde bulunan Ruşenler Köyü'ndeki Seyyid Ali Sultan Dergahı, içinde barındırdığı cami ve cemevi ile 700 yıldır kardeşlik ve hoşgörü mesajları vermeyi sürdürüyor.

 

Türkiye’de cami ile cemevini yan yana buluşturacak projenin, bundan 7 asır önce Rumeli’de gönülleri fethetmeye giden derviş ve alperenler tarafından hayata geçirildiği ortaya çıktı.

Yunanistan’ın Batı Trakya bölgesinde bulunan Dimetoka’nın Ruşenler Köyü'ndeki Seyyit Ali Sultan Dergahı’nda 700 yıl önce hayata geçirilen cami ile cemevi, bugün de kardeşlik ve hoşgörü mesajları vermeyi sürdürüyor. Dergah, cemevi, meydan evi, 500 kişilik aşevi-yemekhane, Tekke Camii, cami yanına sonradan inşa edilen mescit ve türbe içerisinde yer alan bir başka mescit ile Alevi ve Sünnilere hizmet veriyor.

 

Seyyid Ali Sultan, 1350’li yıllarda Rumeli’ye geçti. Bugün de çok sayıda kişi tarafından ziyaret edilen Ruşenler Köyü'ndeki tekkesini ise 1380’lerde kurarak ilim ve irfan faaliyetlerinde bulundu. Seyyid Ali Sultan Dergahı, faaliyetlerini sürdürüyor. Yüzyıllar önce bin dönüm arazi üzerine kurulan dergah, bugün 60 dönümlük bir arazi üzerinde yer alan onlarca farklı mekandan oluşuyor. Dergahta cemevi, meydan evi, 500 kişilik aşevi-yemekhane, 50 kişilik misafirhane, kütüphane, dergahın ilk inşa edildiği dönemden kalan cami temelleri, dergah içerisine serpiştirilmiş 2 mescit, mutfak, kurban kesim yerleri, derviş ve dergaha hizmet edenlerin gömüldüğü Osmanlı döneminden kalma mezarlık ve Seyyid Ali Sultan’ın 1402’de vefatı üzerine inşa edilen türbesi bulunuyor. Seyyid Ali Sultan Dergahı, bugün, başta Yunanistan olmak üzere Türkiye ve Balkan ülkelerinden gelen çok sayıda ziyaretçiyi ağırlıyor. Dergah ayrıca Seçek Yağlı Güreşleri ile Ali Baba Panayırı gibi etkinliklerle binlerce Müslüman Türk azınlık arasındaki kardeşlik ve birliğin pekişmesine önemli katkılarda bulunuyor.

 

Ankara’da bugün temeli atılacak ‘Cami-Cemevi ve Kültür Merkezi’ne Yunanistan’daki Alevilerden de destek geldi. Seyyid Ali Sultan Dergahı Koruma Heyeti Vakfı Başkanı Ahmet Kara Hüseyin, Sünni-Alevi dayanışması adına projenin hayata geçirilmesinin olumlu olduğunu söyledi. Hüseyin, “Kardeşlik, birliktelik ve dayanışma adına iyi bir proje olacağını umuyorum. İki yolun bir araya gelmesi olumlu.” dedi. Seçek Azınlık Eğitim ve Kültür Derneği Genel Sekreteri Hasan Bekirusta da şöyle konuştu: “Bugün Ankara’da böyle bir projenin gerçekleşeceğini duyduk. Gerçekten güzel projeler. Batı Trakya’da 7 asırdır zaten var. Biz, yıllarca tekkelerimize, camilerimize ve türbelerimize sahip çıkıyorduk, çıkıyoruz, çıkacağız da. Bunlar bizim geçmişimizdir.” Batı Trakya’da yayımlanan Rodop Rüzgarı dergisinin Genel Yayın Yönetmeni İbrahim İbram da bugün temeli atılacak Cami-Cemevi Kültür Merkezi’ni önemli bulanlardan. Bunun bir örneğinin Seyyid Ali Sultan Dergahı’nda görüldüğünü kaydeden İbram, “Aynı kompleksin içerisinde hem cami hem cemevi bulunuyor. Yıllarca burada yaşayan insanlara hizmet etmiş. Hatta o bölgenin insanı Çanakkale Savaşı’na giderken o kompleks içerisinde yer alan cemevi ve camiyi ziyaret edip, orada dualar edip, cepheye sevk edilmişler.” diye konuştu.

 

SEYYİD ALİ SULTAN, DİMETOKA’NIN FETHİNDE BÜYÜK YARARLILIKLAR GÖSTERDİ

Orta Asya’daki Türkistan Nişabur’da 1310 yılında doğan Seyyid Ali Sultan, Ahmet Yesevi’nin eğitimiyle yetişir ve Anadolu’ya geçer. Kızıldeli Sultan olarak da anılan Seyyid Ali Sultan, 40-45 yaşlarında Rumeli’ye gider. Yıldırım Bayezid döneminde Rumeli’nin fethine katılan Seyyid Ali Sultan bugün Yunanistan’da bulunan Dimetoka ve yöresinin Osmanlılar tarafından alınmasında büyük yararlılıklar gösterdi. Bölgede kalarak hizmetlerine devam eden Seyyid Ali Sultan’ın Dimetoka Ruşenler Köyü'nde bulunan dergahı günümüzde bile Aleviliğin en önemli tekkelerinden biri. Tekkenin içerisinde bir mescit ve Seyyid Ali Sultan mezrasında da Tekke Camii bulunmakta. Tekke Camii, Seyyid Ali Sultan Dergahı’nın 300-350 metre kadar güneydoğusunda yer alıyor. Eskiden çok daha büyük olduğu söylenen cami, günümüzde bir tür mescit niteliğinde.

Zaman, Haber: Abdullah Aymaz - Hasan Hacı, 08.09.2013

MÜZE İNŞAATI BAŞLADI

 

Önce benden duyun. İstanbul Çağdaş Sanat Müzesi’nin inşaatı başladı. Hani eskiden adı İstanbul Resim Heykel Müzesi olan, Mimar Sinan Üniversitesi’ne bağlı kurumdan söz ediyorum.

Hatırlatayım, Resim Heykel Müzesi yaklaşık 10 yıldır kapalı. Veliaht Dairesi diye bilinen, Dolmabahçe’deki tarihi saray binası yıllardır perişan vaziyette. Sonra kapsamlı bir restorasyon başlatıldı ama o da kar etmedi. Neticede bizzat Cumhurbaşkanı Abdullah Gül duruma müdahil oldu ve müzenin buradan taşınmasına karar verildi. Antrepolardan biri, önündeki eski Denizcilik İşletmeleri ofis binasıyla birlikte üniversiteye bu amaç için tahsis edildi. Mimar Emre Arolat, ruhunu binanın betonarme grid’lerinden alan epey iddialı bir proje hazırladı. Neticede, eski bina tamamen boşaltıldı, içindeki 8 bin eserlik koleksiyon gerekli koruma koşulları sağlanarak bu yeni yere, 5 No’lu Antrepo’ya taşındı ve hemen tabelası asıldı: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Çağdaş Sanat Müzesi.

İşin ilginci bütün bunlar biraz kendi kendine, kamuoyuna öyle fazla yansıtılmadan yapıldı. Müzenin Antrepo’ya taşınacağını Radikal’de Erkan Aktuğ haber yapmış, işin perde arkasını Abdullah Kılıç ortaya çıkartmış, ben de internette bulduğum projeyi yayımlamıştım. Şimdi de önünden geçerken inşaatın başladığını gördüm. Mimar Sinan Üniversitesi, projenin detayları, maliyeti, kaynağın nereden sağlanacağı, müzenin nasıl bir ‘fikri’ olacağı ve nasıl işletileceği gibi pek çok soruyu ‘günü geldiğinde’ yanıtlayacaklarını söylemişti. Günü, devlet adamlarının projeyi onaylaması ve kaynağın tahsis edilmesiyle gelecekti. Herhalde bu süreçler de sessiz sedasız yaşandı ki, inşaata başlandı.

Öğrendiğime göre, Emre Arolat’ın projesi aynen uygulanıyor. Eserler, liman bölgesinde kullanılan konteynirleri çağrıştıran salonlarda sergilenecek ve bu salonlar, geniş boşluklarda birbirine köprü ve merdivenlerle bağlı olacak. Caddeye bakan tarafta, eski Denizcilik İşletmeleri binasının sadece cephesi korunacak, ama antreponun grid’lerden oluşan yapısı korunacak. İnşaatın 1.5 yıl sürmesi bekleniyor. Yani 2015’te açılması planlanıyor. Bu arada müzenin eşsiz koleksiyonu inşaat sırasında bu yapıda kalmaya devam edecek. Bu herkes için sıkıntılı bir durum. Koleksiyon binanın içinde oluşturulan özel ve korunaklı bölümde durmaya devam edecek. İnşaat o bölüme geldiğinde, yeniden başka tarafta aynı koşullar sağlanıp eserler oraya nakledilecek. Eminim, inşaatın başındaki mühendisler bu durumdan pek memnun değildir ve sürenin uzamasına neden oluyordur. Tabii Mimar Sinan Üniversitesi’nin de bu konuda gelebilecek eleştirilere karşı tedirgin olduğunu tahmin etmek güç değil. Ama belli ki daha iyi bir formül bulamamışlar… Her şeyin planlandığı gibi gitmesi ve müzenin geleceği hakkında sanat dünyasına daha çok bilgi verilmesi dileklerimizle…

Radikal, Yazı: Cem Erciyes, 07.09.2013

TÜRKİYE'NİN EN BÜYÜK MÜZESİ'NDE SONA DOĞRU

 

Arkeolojik kazı çalışmalarının devam ettiği Göbeklitepe'de bulunan ve dünyanın en eski tapınak merkezi olarak kabul edilen buluntular dolayısıyla ''dünyanın en eski kenti'' olarak kabul edilen Şanlıurfa'da, birkaç yıl önce Haleplibahçe semtinde yapılması planlanan ''Temalı Park Projesi''nin temel kazıları sırasında MS 5. ve 6. yüzyıllarda yapıldığı sanılan, Roma dönemine ait yönetici sarayının tabanında işlenen ''Savaşçı Amazon Kraliçeleri'' mozaikleri bulundu. Bunun üzerine arkeolojik kazıların başlatıldığı alandaki eserler, oluşturulan bilimsel danışma kurulunun eserlerin başka bir yere nakli sırasında zarar görebileceği endişesi üzerine, ''Temalı Park Projesi''nde değişikliğe gidildi. Daha sonra alanda yapılması kararlaştırılan ve üzerinde çalışılan ''Arkeoloji Müzesi-Arkeopark ve Mozaik Müzesi Projesi'', Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik'in talimatıyla hızlandırılarak hayata geçirildi.
 

''Türkiye'nin en büyük müze kompleksi"

Şanlıurfa Müze Müdürü Müslüm Ercan, Kültür ve Turizm Bakanlığının en prestijli projelerinden biri olarak kabül edilen Haleplibahçe Müze Kompleksinde sona doğru yaklaşıldığını ve çalışmaların devam ettiğini söyledi. Müzelerin inşaatında dış cephenin yüzde 80, iç mekanlarda ise tesisatların bitim noktasına geldiğini ifade eden Ercan, çalışmalarda teşhir ve tanzim çalışmalarına yoğunlaştıklarını belirtti. Mevcut müzedeki eserlerinde 3 aya kadar komplekse taşınmaya başlanacağını ifade eden Ercan, burayı gezmek isteyen ziyaretçilerin geniş bir zaman ayırması gerektiğini vurgulayarak, "Haleplibahçe Müze Kompleksi toplam metre kare olarak Türkiye'nin en büyüğü diyebiliyoruz. Yani müze kompleksi olarak Türkiye'de 200 dönümlük bir müze yok. Şimdi bizim toplam alanımız 200 dönüm kadar devasa bir alan, bunun 30 dönümü Arkeoloji Müzesi'nin kapalı alanını oluşturmaktadır" dedi.

Müze kompleksinin içerisinde yer alan mozaikler bölümünde de üst ürtüde çalışmaların devam ettiğini aktaran Ercan, şunları kaydetti: "Daha öncede ziyaretçilerimizin gezdiği ve beğeniyle gördüğü mozaikler bölümünde de çalışmalar devam ediyor. Üst örtü bitmek üzere. Üst örtü bittikten sonra orada da mozaikler basit bir restorasyondan geçirilip ziyarete açılacak. Arkeoloji müzesi, Arkeo park ve mozaik müzesi burası tam bir bütünlük oluşturacak ziyaretçiler oradanda Şanlıurfa kalesi ve Balıklıgöl'e geçecekler."

Projenin bulunduğu alanın kentin önemli tarihi alanlarından Balıklıgöl, Urfa Kalesi ve oteller bölgesine yakın olduğunu hatırlatan Ercan, ''Böyle bir yerde olması, ziyaretçi sayısına çok yararlı olacağı ve gelen turist sayısında da artış olacağı düşüncesindeyiz'' dedi. Projenin hayata geçirilmesi için şu anda hiçbir engelin kalmadığını dile getiren Müze Müdürü Ercan, ''Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik ile Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik'de konuyu yakından takip ediyorlar. Müzedeki çalışmaları biran önce tamamlayarak ziyaretcilere açmak istiyoruz. Çalışmalara destek vermek amacıyla Bakanlığımızdan 7 kişilik bir ekip geldi. Bu arkadaşlarla birlikte teşhir ve tanzim konusunda gerekli düzenlemeleri yapıyoruz" şeklinde konuştu.

Haber 7, 07.09.2013

BODRUM'A GÜZEL HABER

 

 

Muğla'nın Bodrum İlçesi'ne bağlı Gümüşlük beldesinde 2005 yılında kazı ve kurtarma çalışmalarına başlanılan Myndos antik kentinde, antik tiyatro ve hamamın ortaya çıkarılması için çalışmalar hızlandırıldı.

 

Bağımsız Gümüşlük Belediye Başkanı Mehmet Tire, CHP'li Bodrum Belediye Başkanı Mehmet Kocadon ve Myndos Kentini Koruma ve Yaşatma Derneği Başkanı Salih Güney, antik kentte incelemelerde bulunup, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi öncülüğündeki kazılara başkanlık yapan kazı başkanı Prof.Dr. Mustafa Şahin'den çalışmalar hakkında bilgi aldı. Güney'in “Güzel Şeyler Bırak ki, Güzel Şeyler Bulasın” yazılı tişört ile katıldığı incelemede, kazılarda bulunan Bizans dönemine ait mezarlar nedeniyle Gümüşlük-Yalıkavak Karayolu'nun kapatılıp, trafiğin başka yönden verildiği belirtildi.

 

Yaklaşık 3 saatlik incelemenni ardından bir açıklama yapan Başkan Tire, “Gümüşlük, antik Myndos üzerine kurulmuştur. Gümüşlük Tarihi, Bodrum Yarımadası içinde tarihsel dokusu ile çok özel bir belde. 2 bin 400 yıllık geçmişi olan tarihi kalıntıları Gümüşlük'e ayrı bir özellik ve güzellik katmaktadır. Göreve geldiğimiz günden bugüne kadar tarihi dokunun korunması, tanıtılması amacıyla çalışmalarımızı en iyi şekilde sürdürdük. Görevimizin son bulacağı güne kadar da sakin ve sürdürülebilir bir yaşamı korumak, sahip olduğumuz değerlerimize özen göstermek ve gelecek nesillerimize bırakabilmek için en iyi şekilde hizmetlerimize devam edeceğiz. Yapılan kazı tamamen Kültür ve Turizm Bakanlığı izninde gerçekleştirilmektedir. Myndos Kentini Koruma Yaşatma ve Tanıtma Derneği'nin çok iyi çalışmalarda bulunacağına ve Gümüşlük'e ciddi katkılarda olacağına inanıyorum. Bu süreçte kapatılan yol sebebiyle halkımızın gösterdiği hoşgörü ve anlayışından dolayı ayrıca teşekkür ediyorum. Antik Myndos Kenti tamamen gün ışığına çıktığında burası kültür turizminin başkenti olacak nitelik taşıyor” dedi.

 

“BODRUM YARIMADASI AÇIK HAVA MÜZESİNE DÖNÜŞECEK”

Bodrum Belediye Başkanı Mehmet Kocadon da yükse 80'i halen denizde ve toprağın altında bulunan antik kentin gün ışığına çıkarılması için Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın desteklediği projeye Bodrum'daki yerel yönetimler ve odalarda büyük önem veriyor. Destekliyor. Bodrum Yarımadası da Termera, Pedasa ve Halikarnassos ile kentin 4 bin yıllık geçmişinde büyük önem tutan Myndos kentinin gün ışığına çıkarılması ile Bodrum'a kültür turizmi için gelen turist sayısının 500 binlerden 2 milyona kadar çıkacağına inanıyorum. Deniz, kum güneş , mavi yolculuğun yanında artık yarımada tamamıyla dev bir açık hava müzesine dönüşecek. Bodrum'daki sanayinin altında kalan antik Hipodrom'da başta olmak üzere bir kazılara ağırlık verip, genişleteceğiz” diye konuştu.

 

Myndos Kentini Koruma ve Yaşatma Derneği Başkanı Salih Güney ise “Arkeoloji bizim için güzel bir yaşam rehberidir. Yaşadığımız yerde sahip olduğumuz değerleri bilmeliyiz. Gümüşlük gerçekten önemli bir tarihi yapıya sahiptir. Doğaya ilgi ve sevgi ile yaklaşalım, gelecek nesillere güzel şeyler bırakalım. Bu bakımdan bütün dünyada olduğu gibi bizler de değerlerimize sahip çıkıyoruz. İnanıyorum ki aynı özeni halkımız da gösterecektir” dedi.

Hürriyet, Haber: Yaşar Anter, 07.09.2013

TOPRAĞIN ALTINDAN 5 BİN YILLIK GEÇMİŞ ÇIKIYOR

 

 

MÖ 3000'li yıllara dayanan İlk Tunç Çağı'na ait bir şehir olan ve konutlarla kale surlarının ortak yapıldığı bir mimariye sahip olan Hacılar Büyük Höyük kazı çalışmaları yerinde inceleyen Vali Yılmaz, kazı başkanlığını yapan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğr. Üyesi Prof.Dr. Gülsüm Umurtak'tan kazılar hakkında bilgi alıp, ortaya çıkan eserler ve somut deliller hakkında bilgi aldı.

 

Burdur'u anlatırken sürekli binlerce yıllık bir tarihi mirasa sahip olduğunun vurgulandığını, ve o binlerce yıllık tarihin 5 in yıl öncesine dayandığını ve şimdilerde ortaya çıkarıldığını dile getiren Vali Nurettin Yılmaz, "Baktığımız zaman o dönemin tarihini burada görebiliyoruz. Bir zenginlik, bir kültürü burada görüyoruz. Mimari açıdan baktığımız zaman, savaş tarihine dair ışık tutacak bir yapıdan bahsediyoruz. İnsanların yaşam yerlerini savunma alanı olarak da hazırlaması çok önemli bir durum. İnsanlar kale duvarlarının içeni konut yaparken, burada kale duvarlarıyla konut duvarları beraber hazırlanmış. Bu sistem uzun yıllar hem dünyada, hem Anadolu'da büyük bir örnek oldu. Burada gördüğümüz şehrin birden kurulduğunudur, eklemelerin olmadığını düşünüyoruz. Burasını uzun süre düşünüp hazırlamışlar. Bir daire sistemi kurarken binaların iç dizaynlarınıda hazırlamışlar. Çalışmalar belki çok uzun süre devam edecek. Kibyra, Sagalassos hala devam ediyor. Bu sene Hacılar Büyük Höyük kazısında, arkadaşlarımız çalışmaları yapıp, kazı bölgesinin etrafını koruma altına alacaklar." dedi.


İstanbul Üniversitesi olarak kazı çalışmalarına 2011 yılında başladıklarını belirten Kazı Başkanı Prof.Dr. Gülsüm Umurtak, "Bende İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölüm başkanıyım. 35 yıldır bu bölgede çalışmalar yaptık. 1985 ve 86 yılında Hacılar'da mezarlık arama çalışmaları yapmıştık. Bu bölgeyle ilgili 100'ün üzerinde ortak ve bağımsız yayınlarımız var. Bu güne kadar Anadolu'da Türkiye Arkeolojisinde bilinmeyin yada çok az bilinen bir kenti kazmaya başladık. İlerisi için çok önemli projelerimiz var. Bu projeler gerçekleşirse çok önemli kazanımlar elde etmiş olacak." dedi ve yaşamı boyunca kazılara devam edeceğini söyledi.

Burdur Gazetesi, Haber: Bahtiyar Turan, 07.09.2013

KÜTAHYA'DA 1800 YILLIK ESERLER BULUNDU

 

 

Kütahya'nın Çavdarhisar İlçesi'ndeki Aizanoi antik kenti kazılarında bin 800 yıllık tarihi eserler gün ışığına çıkıyor.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Pamukkale Üniversitesi tarafından gerçekleştirilen kazı çalışmalarında, 2013 yılı içerisinde dört önemli tarihi esere ulaşıldı. Bu sezon kayıtlara "önemli" ibaresiyle geçen ilk eser pişmiş bir toprak mask oldu.

Ardından, sezonun bitimine yaklaşılan bugünlerde kentin tiyatro kompleksinde Hermes tipinde bir heykel ortaya çıkarıldı. Dikkati çeken diğer iki buluntu ise sfenks heykeli ile Pudicitia tipinde bir kadın heykeli oldu.

 

Roma dönemine ait olduğu tespit edilen ve dönemin imparatoriçeleri, yönetici eşleri ile rahibeleri tarafından en sevilen kadın heykel tiplerinden biri olarak kabul edilen nadide eser adeta kazı sezonunun kapanış armağanı oldu.

 

Uzmanlar, sırt kısmına ulaşılan sfenksin, yıkıldığı tahmin edilen bir köprünün giriş ya da çıkışına yerleştirilmiş olabileceğini varsayıyor.

 

SFENKS HEYKELLERİ

Mısır medeniyetinden, Yunan sanatına da geçen sfenkslerin MÖ 6'ncı yüzyıl olarak tarihlendirilen Arkaik çağda kullanıldığı biliniyor. Sfenks heykelleri antik çağ boyunca yol kavşakları gibi yerlerde kötü güçlere karşı defedici ve bazen de sadece dekoratif amaçlı olarak kullanılıyordu.
Haber 7, 07.09.2013

TORBALI'DA NİF DAĞI KAZILARI

 

 

Torbalı İlçesi'nin Dağkızılca Köyü'nde Nif Dağı kazıları, sezonun başlamasıyla birlikte yaklaşık 3 aydan bu yana aralıksız bir şekilde sürdürülüyor. Ancak kazılarda ortaya çıkartılan tarihi eserlerin güneşten zarar görmemesi amacıyla gölgelik yapılması yerine çarşafla örtünmesi tepkiye neden oluyor. Uzmanlar, maddi imkansızlıklar nedeniyle yapılamayan gölgelikler yüzünden, ortaya çıkan motiflerin zarar görebileceğini belirtti.

 

Uzmanlara göre Torbalı, gelecek yıllarda inanç ve kültür turizmi başta olmak üzere turizm firmalarının adresi olacak. İlçede bulunan tarihi yapıtlar, dağ köylerinin eski taş evleri ve tarihi sokakları kentin cazibe merkezi olması için önemli değer katıyor. Kent merkezinde tarihi Metropolis Antik Kenti'nin yanı sıra Sultan 2. Abdülhamid'in padişahlık döneminde yaptırdığı okullar, camiler, havuzlar ve çeşmeler başta olmak üzere bir dizi eser bulunuyor. Öte yandan Dağkızılca Nif Dağı kazı çalışmaları, kentin gelecek yıllardaki kaderini değiştirecek. Uzmanlara göre, Torbalı gelecek yıllarda turizm sektöründe önemli bir yere sahip olacak. Büyük bir titizlikle uzun zamandır kazıları devam eden Dağkızılca Köyü Nif Dağı kazıları, sezonun başlamasıyla birlikte yaklaşık 3 aydan bu yana aralıksız bir şekilde sürdürülüyor.

 

Bölgenin en önemli kazıları arasında olan Nif Dağı kazılarında şimdiye kadar birçok önemli bulguya rastlandı. Kazı Başkanı İstanbul Üniversitesi'nden Prof.Dr. Elif Tül Tulunay önderliğinde yürütülen çalışmalar kapsamında birçok önemli veriye ulaşılmış ve bu çalışmalar bilim dünyasında kayıt altına alınarak uluslararası sempozyumlarda paylaşılmıştı. Dağkızılca Köyü'nde yapılan çalışmalarda, milattan önce 8. yüzyıl ve milattan sonra 13. yüzyıla ait kalıntılar bulunmuş, arkeolojik kazılarla mezarların yanı sıra ilk kez gün ışığına çıkarılan bir Geometrik/Arkaik Dönem yerleşkesi (MÖ 8. yüzyılın son çeyreğinden 6. yüzyılın ortalarına dek), bir kale (MÖ 8. yüzyılın son çeyreğinden 14. yüzyıla dek) bir kilise kompleksi (13. yüzyıl) Nif Dağı'nın barındırdığı önemli kültür varlıkları ülkeye kazandırıldı.

 

BÖLGE İNANÇ VE DOĞA TURİZMİNİN ADRESİ OLACAK

İzmir Kalkınma Ajansı'nın desteğiyle bölgeye geçtiğimiz yıllarda bir kazı evi kazandırıldı. 3 katlı kazı evi, 70 kişi kapasiteli ve depreme 12 kat dayanıklı olarak inşa edildi. Dağkızılca Köyü'nde bulunan Olympos Dağı kazılarının başlamasının on ikinci yılına yetiştirilen kazı evi, Olympos Dağı kazılarında görev alan kazı görevlilerinin kalmasının yanı sıra, müzik dinletileri, sinema, bölge çocuklarına eğitici çizgi film gösterileri gibi birçok etkinliğe ev sahipliği yapıyor. Kazı evinin içerisinde ise kütüphane, laboratuar, depo, konaklama yerleri bulunuyor. Sürdürülen bu yılki çalışmalarda da oldukça önemli bulgulara ulaşıldığı belirtiliyor.

 

MOTİFLERİN GÜNEŞTEN KORUNMASI GEREKİYOR

Çalışmalarda ortaya çıkartılan tarihi motiflerin güneşten korunabilmesi adına bazı yerlere gölgelikler yapılması ise büyük önem arz ediyor. Maddi imkansızlıklar yüzünden bu gölgelikler ise bir türlü yapılamıyor. Güneş ışığından korunmaması durumunda bu eserlerin büyük ölçüde zarar görebileceği belirtilirken, kazı ekibi, motiflerin korunması için ilginç yöntemlere başvurarak, motiflerin üzerini kimi zaman battaniye, kimi zaman bölgeden temin ettikleri çarşaf veya topladıkları çalılarla kapatmak zorunda kalıyor. Bölge halkı, eserlerin korunması için yetkililere çağrıda bulunarak, kazıların desteklenmesini istiyor.

haberler.com, 07.09.2013

ATV'DEN PICASSO SANSÜRÜ

 

 

ATV’de önceki gece yayımlanan “Ada” adlı filmde Pablo Picasso’nun, 1962’de yapmış olduğu tablosu sansüre uğradı. Picasso’nun “Oturan Kadın” adını taşıyan resimlerinden birinin, “göğüsleri andıran çizimler” yüzünden mozaiklenmesi sosyal medyada tepkiyle karşılandı.

 

Cumhuriyet'ten Fırat Kozok'un haberine göre, Scarlett Johansson, Michael Clarke Duncan, Ewan McGregor ve Sean Bean’in de rol aldığı filmde Lincoln Six Eco (Ewan McGregor) ve Jordan Two-Delta (Scarlett Johansson) görünüşe göre ütopik ama dışa kapalı bir tesiste yaşamaktadırlar. Dikkatle kontrol edilen bu ortamın tüm diğer sakinleri gibi, onlar da “Ada”ya gönderilmek için seçilmeyi umut ediyorlar; söylentiye göre burası gezegendeki son kirletilmemiş bölgedir. Ama aslında kendilerinin birer klon olduklarını ve ölmelerinin yaşamalarından daha değerli olduğunu keşfettiklerinde cüretkar bir kaçış planlarlar. Bilmedikleri bir ortamda, bir zamanlar yuvaları olan kurumun sinsi güçleri tarafından amansızca takip edilen Lincoln ve Jordan, Ada hakkındaki gerçeği ortaya çıkarmak ve geride kalanları kurtarmak için hayatlarını riske atarlar.

 

Böyle bir filmde, gerçeküstücü bir tablodaki “göğüslerin” kapatılması, TV kanallarındaki keyfi sansürlemenin nerelere vardığının çarpıcı bir örneği olarak nitelendi.

Haber Sol, 07.09.2013

TANPINAR'IN NARMANLI HAN'I HUZUR BULMUYOR

 


 

Narmanlı Han’ı, Yapı Kredi Koray GYO 2001’de almıştı. 10 yıl boyunca herhangi bir işlem yapılmayınca varisler dava açarak hisselerini geri aldı. Tanpınar’ın ‘Huzur’ romanını yazdığı Narmanlı Han ile ilgili dava temyiz aşamasında.

 

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın büyük eseri ‘Huzur’u yazdığı, Aliye Berger ve Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi önemli yazar ve sanatçıların yıllarını geçirdiği Narmanlı Han, mülk sahipleriyle Yapı Kredi Koray GYO şirketi arasındaki anlaşmazlıklardan dolayı kaderine terk edilmiş durumda. İstanbul Beyoğlu’nda bulunan han, bir zamanlar bölgenin sanat merkezi iken şimdilerde girişindeki şans oyunları bayilerine ve tüm ailesiyle hana yerleşen bir bekçiye ev sahipliği yapıyor.

 

2001 yılında Yapı Kredi Koray GYO ile hanın 27 varisi arasında gayrimenkul hissesi karşılığında inşaat yapımı ve satış vaadi sözleşmesi imzalandı. Fakat şirket sözleşme imzalandıktan sonra geçen 10 yıl içinde hanla ilgili herhangi bir çalışma yapmayınca hanın varisleri şirkete dava açarak hisselerini geri aldı. Yapı Kredi Koray GYO’nun inşaat çalışmalarına başlayamamasının sebebi ise sivil toplum kuruluşlarının hassasiyetiydi. Han 1. dereceden sit alanı olmasına rağmen Anıtlar Kurulu’ndan imar izni alan Yapı Kredi Koray GYO’nun daha sonra yapılan itirazlara takılması hanın bugünkü durumuna gelmesindeki en büyük etken. Sanatseverlerin projeye itiraz etmelerinin sebebi ise hanın orijinaline göre restore edilmeyecek olması. Projeye göre hana kat eklenecek ve hanın üzeri açılır-kapanır sistemle kapatılacaktı. Proje sonunda hanın simgesi kedilerin ve asırlık ağaçların zarar görecek olması da itirazlara neden olmuştu. Han sahiplerinden ve Yapı Kredi Koray GYO’dan alınan bilgiye göre hanla ilgili açılan dava şu anda temyiz sürecinde. Narmanlı ailesi temyiz süreci bittiğinde hanı orijinaline göre restore etmek istiyor, fakat varislerin sayısının çok olması bu ihtimali de güçleştiriyor.

Zaman, Haber: Nur Muhammed Tarhan, 07.09.2013

İMPARATORLUĞUN DÖNÜŞÜ

 

 

Çanakkale’nin Biga İlçesi'ne bağlı Kemer Köyü’nde, Roma İmparatoru Augustus’un ‘ayrıcalıklı kent’ olarak ilan ettiği Parion’un kapılarını araladık. Parion’un kazı çalışmalarında ‘meşe yapraklı altın taç’tan, ‘Eros figürlü altın küpe’ye kadar toplam 260 adet envanterli tarihi esere ulaşıldı.


2005’te Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Atatürk Üniversitesi adına Prof.Dr. Cevat Başaran başkanlığında yürütülen kazı çalışmaları, aralarında arkeoloji ve restorasyon bölümü öğrencilerinin de olduğu 24 kişilik teknik ekip ve 60 işçiyle sürüyor.


Roma Tiyatrosu, Roma Hamamı, Yamaç Yapısı, Odeio ve Sevgililer Şapeli ile Parion’da belki daha Efes ve Milet gibi yüzyıllarca sürecek bir kazanım herkesi etkisi altına almış durumda. Kazı çalışmalarında görev alan akademisyen Yrd. Doç.Dr. Ertuğ Ergüzer, 100 yıl süreceği öngörülen bu çalışmalarda ortaya çıkan buluntularla bir müze inşa edilebileceğini söyleyerek, “Şimdiki nüfusu 900 kişiden oluşan Kemer Köyü’nde MÖ 8. Yüzyıl’da 80 bin kişi yaşıyordu. Bugünün şartlarına bakarak o dönemin yaşam ve teknoloji koşullarının daha iyi olduğunu ifade edebiliriz” diyor.

Kalorifer de varmış
Parion’daki kazılarda dikkati çeken başka bir bulgu ise ısıtma sistemleri. 2 bin yıllık geçmişe sahip Roma Hamamı’nın günümüzdeki kalorifer sistemine benzer bir sistemle ısıtılıyor olması, Roma İmparatorluğu’nun o dönemde gelişmiş bir medeniyet olduğunu söyleyen Ertuğ Ergüzer’in sözlerini destekliyor.


Milat’tan Önce 8. Yüzyıl’ın sonlarında kurulan Parion Antik Kent kadar Kemer Köyü halkıyla tanışma hikayesi de ilginç. Kazı çalışmalarına öncülük eden İÇDAŞ Genel Müdürü Bülent Engin, kazıya sponsor olmalarının bir tesadüfle başladığını belirtiyor. Engin, Kemer Köyü’ne sadece okul yapmak için geldiklerini ifade ederek, “Okulun temel atma işlemleri başladıktan sonra karşımıza her yerde tarihi kalıntılar çıktı. Biz de elimizden geldiğince destek olduk. Çanakkale’yi kalkındırmak, eserlerimize sahip çıkmak için kolları sıvadık ve böyle bir işe giriştik” diyor.
Parion kenti, Anadolu arkeolojisine katkıda bulunurken köylüler için de ekmek kapısı oldu. Köylüler, her sene yaklaşık beş ay kadar süren kazıda çalışıyor. Çevre köylerden gelen işçilerin kimisi evlilik parası biriktiriyor. Kimisi de hayatında ilk kez tarihi bir mekanda bulunduğunu belirterek, “Toprak kazılırken tarihi eser çıkıyor. Ama bize de ekmek çıkıyor” diyor.

Radikal, Haber: Sevtap Tatlıdil, 07.09.2013

GAZİANTEP EVLERİ ESKİ İHTİŞAMINA KAVUŞUYOR

 

 

5 bin 600 yıllık tarihiyle Türkiye’nin en eski yerleşim yerlerinden olan Gaziantep, hareketli bir restorasyon dönemi yaşıyor. Yenilenen ve betondan arındırılan taş evlerde günlük hayat da bir taraftan akmaya devam ediyor.

 

Gaziantep hızla gelişen sanayisi ve aldığı göçlere rağmen tarihi dokusunu koruyabilen nadir şehirlerimizden biri. Birçok medeniyete ev sahipliği yapan Gaziantep’te restorasyon çalışmaları inanılmaz bir hızla devam ediyor. Sokak sağlıklaştırma çalışmaları kapsamında şimdiden 15 kilometrelik alanda yaklaşık 2 bin yapı eski ihtişamına kavuşturuldu. Dar sokaklarda koşturan çocuklar, cumbalı evlerin pencerelerine kurumaya bırakılan elbiselerle restore edilen evlerde hayat devam ediyor.

 

Antep’in taş yollarında yürürken her an bir tarihi dokuyla karşılaşabiliyor, dar ve dolambaçlı sokaklarda asırlar öncesi yolculuğa çıkıyorsunuz. 5 bin 600 yıllık tarihiyle Türkiye’nin en eski yerleşim yerleri arasında gösterilen Gaziantep, geçmişten günümüze birçok farklı medeniyete ev sahipliği yapmış. Laz’ından Türk’üne, Kürt’ünden Arap’ına birçok kesimi içinde barındıran Gaziantep’te, binlerce yıllık medeniyetlerin eserlerini görmek mümkün. Tarihin kendisini tüm sıcaklığıyla hissettirdiği yerlerin başında gelen Bey Mahallesi, eskiden kandillerle aydınlatılırken şimdilerde yerden aydınlatma sistemi ile gecelerin uğrak mekanlarından biri haline geldi. Araçların girmediği dar sokaklarda sadece yürüyerek o eşsiz manzarayı doya doya hissedebiliyorsunuz.

Binalar, yöreye özgü taş işçiliğinin güzel örnekleriyle dolu. Dar sokaklardan oluşan Bey Mahallesi’nde evlerin yan yana olması, Gazianteplilerin komşuluk ilişkilerini de ortaya koyuyor. İsmini 1578 yılında kurulan Bey Camii’nden alan mahalle, Mustafa Kemal Atatürk’ün de nüfusa kayıtlı olduğu mahalle olarak biliniyor. Tüm Osmanlı dönemi mahallelerinde olduğu gibi konut dokusu, dar sokaklar ve çıkmazlar boyunca devam ediyor. Sokakların genişliği zamanın şartlarına göre düşünülmüş ve en fazla yüklü bir devenin geçebileceği genişlikte tutulmuş.

 

Hanifioğlu Sokak, Noter Sokak, Eski Sinema Sokak, Kayacık Ara Sokak, Öz Işık Çıkmazı ve Kıssa Sokaklarını kapsayan projeye göre Koruma Amaçlı İmar Planı’na aykırı betonarme yapılar yıkılarak tarihi dokunun özgünlüğü korunuyor. 15 kilometrelik alanda düzenlemeler yaptıklarını dile getiren Gaziantep Büyükşehir Belediyesi İmar İşleri Başkanı Sezer Cihan, yaklaşık 2 bin binaya müdahale ettiklerini kaydediyor. Elmacı Pazarı’nın önünden başlayıp, İnönü Caddesi’ne kadar yenileme çalışmalarının sürdüğü bilgisini veren Cihan, Gaziantep’in tarihi ve kültürel alanlarının eski haline kavuşturulmasını, yaşatılmasını ve turizme kazandırılmasını hedeflediklerini söylüyor.

 

Tarih gün yüzüne çıktı

Yaprak Mahallesi’nde de Bey Mahallesi’nde olduğu gibi kendinizi zaman içerisinde yolculuğa çıkmış hissediyorsunuz. Taş duvarlara dokunduğunuzda duygularınız sizi Osmanlı asırlarına götürüyor. Her sokağın ayrı bir tadı, ayrı bir ruhu var. Şehitkamil Belediyesi tarafından Yaprak Mahallesi’nde devam eden çalışmalarda sona gelindi. Amaçlarının eski Antep evlerinde yaşanan hayatın devam etmesini sağlamak olduğunu dile getiren Belediye Başkanı Rıdvan Fadıloğlu, aynı zamanda ticari hayatın yeniden canlı bir şekilde devam etmesini sağlamak istediklerine değiniyor.

 

Kurtuluş Savaşı’nın simgeleşen yerleri arasında yer alan Şahinbey İlçesi'nde de tarih yeniden canlanıyor. Tekke Camii’nden Kabasakal Camii’ne kadar olan alanda tüm sokakların yılın sonuna kadar restore edilmesi hedeflenirken, toplam 7 kilometrelik bir alanın tarihi ihtişamına kavuşması sağlanacak.

Zaman, Haber: İlhan Çulha, 07.09.2013

BOŞUNA ALTIN ARAMAYIN

Son 8 yılda Kültür Bakanlığı izniyle gerçekleştirilen 860 define kazısından tek akçe dahi çıkmadı. Kısa yoldan zengin olma hayali kuran define avcılarının umutları suya düştü. Kazı için başvuru sayısı 67’ye düştü.

 

Birçok filme konu olan ve kısa yoldan zengin olma umuduyla yapılan define aramaları hüsranla sonuçlandı.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izniyle gerçekleştirilen son 8 yıldaki 860 define kazısından hiçbir şey çıkmadı. Sonuç alınamaması, devlet izni ile define arayanların sayısında düşüşe neden oldu. Bu yılın ilk 9 ayında bakanlığın kapısını çalan kişi sayısı 67’de kaldı. Bakanlık yetkilileri, sonuç elde edilememesini, vatandaşların hurafe peşinde koşmasına bağladı.

DEFİNECİ SAYISI AZALDI
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, 1970’li yıllarda yoğunlaşan ve 1984 yılında yönetmelikle sınırları çizilen define kazıları ile ilgili verileri “devlet izinli define avcılarının” sayısının son 8 yılın en düşük seviyesine gerilediğini ortaya koydu. Bakanlık yetkilileri, bu sayıda yıl sonuna kadar kayda değer bir artış beklemediklerini söyledi.

GİRESUN KAZI ŞAMPİYONU
Bakanlık kaynakları, düşüşün en önemli nedeninin artan kaçak define kazıları olduğunu belirterek bu yıl devlet izinli kazının en fazla Karadeniz, en az ise Güneydoğu Anadolu bölgesinde yapıldığı bilgisini verdi. Bu yılın il bazında en çok kazı da 21 ile Giresun’da gerçekleşti.

DEFİNE ARAMA MASRAFLI
Definecilik ile ilgili sosyal paylaşım siteleri üzerinden yapılan yorumlar ise define bulma hayaliyle yaşayanların bu hayalini adeta söndürür nitelikte. Define avcılarının birçoğu, yaptıkları açıklamalarda 30-40 yıldır define aradıklarını ancak bir şey bulamadıkları için bu macerayı gençlere hiç tavsiye etmiyorlar. Defineciler, iki hafta boyunca çıkılan bir define avında bin TL’ye yakın masraf yapıldığını ve eli boş dönme riskinin de yüksek olduğunu vurguluyorlar.

Habertürk, Haber: Aykan Çufaoğlu, 07.09.2013

SİDE'DE SUR DİBİ KAZILARINDA MÖ 5. YÜZYILDAN KALMA MOZAİK BULUNDU

 

Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü, 2,5 aydır Side antik kentinde yaptığı kazı çalışmalarını tamamladı. Kazı çalışmalarını tamamlayan üniversite antik kentte restorasyon ve konservasyon çalışmasını sürdüreceğini bildirdi.

 

Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü ve Side Kazı Başkanı Prof.Dr. Hüseyin Sabri Alanyalı, eşi Doç.Dr. Feriştah Alanyalı ile birlikte antik kentte yaptıkları kazı çalışması ile ilgili bilgilendirme yaptı. Antik kentte kazı çalışmasını, Kültür ve Turizm Bakanlığı izni ile yaptıklarını hatırlatan Alanyalı, kazı çalışmalarına Avusturya Graz Üniversitesi, Münih Arkeoloji Enstitüsü ve Gerde Heukel Stiftung'un bilimsel katkılarıyla gerçekleştirdiklerini söyledi. Bu sene kazı çalışmalarını 90 kişilik bir ekiple yaptıklarını anlatan Alanyalı, antik şehirde 2,5 ay süre kazı çalışmalarını tamamladıklarını, tarihi ören yerinde restorasyon ve konservasyon çalışmalarının ise sürdüğünü kaydetti. Bu senenin kazı çalışmaları kapsamında Attius Philippus Suru çevresinde çevre düzenlemesi, kazı ve konservasyon çalışması yaptıklarını aktaran Alanyalı, bu çalışmalar kapsamında MS 5'inci yüzyıla ait önenli bilgilere ulaştıklarını kaydetti. Bu yıl ayrıca, Side Müzesi'nin güneyindeki alanda geçen yıl başlatılan çalışmaşlara devam ettiklerini belirten Alanyalı, burada Attius Philippus'un devamı olarak 2014'de çalışma yapacaklarını ifade etti.

 

Alanyalı, "Bu sene antik kentte üç önemli çalışma yaptık. Çalışmalarımızda MS 5'inci yüzyıla ait önemli bulgulara ulaştık. Tapınaklar bölgesinde de 2013 yılında restorasyon projesi hazırlandı. Proje kapsamında tapınaklar bölgesinde Antalya Valiliği'nin desteğiyle uygulama çalışmalarına başladık. Proje tamamlandıktan sonra alan düzenlemesi yapılarak ziyaret açılması planlanıyor." diye konuştu.Attius Philippsu Sur duvarı çevresinde kazı çalışmalarını tamamladıklarını belirten arkeolog Dr. Serap Erkoç ise çalışmalar kapsamında MS 4 ve 5'inci yüzyıla ait olduğu tahmin edilen mozaik bulduklarını söyledi. Sur dibinde kazı çalışmalarını tamamladıklarını, planlama çalışması yaptıklarını belirten Erkoç, sur dibinde restorasyon çalışamalarının ise devam ettiğini kaydetti. Side Kazı Başkanı Alanyalı, kazı çalışmalarını rahat bir şekilde yapmaları için Anadolu Üniversitesi Rektörlüğü tarafından kazı evinin onarıldığını söyledi. Alanyalı, Side Kazı Evi onarımı için Rektör Prof.Dr. Davut Aydın'a teşekkür etti. Side antik kentinde kazı çalışmaları 1947 yılında Ordinaryüs Prof.Dr. Arif Müfid Mansel tarafından başlatılmıştı. Son 5 yıldır kazı çalışmalarını Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nden Prof.Dr. Alanyalı tarafından yürütülmekte.

Zaman, 07.09.2013

ANISH KAPOOR SSM'YE SIĞAR MI?

 







Sakıp Sabancı Müzesi büyük bir sergiye hazırlanıyor. Oldukça büyük...

Biyomorfolojik formları, devasa kütlelere büründüren Anish Kapoor'un eserleri 10 Eylül'de İstanbul'da, Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi'nde olacak.

 

Çoğumuz Kapoor'u, son çalışması, 2012 Londra Olimpiyatları'nın kırmızı ve heybetli Orbit'inden hatırlıyor olabilir. Ya da "Olur mu canım doğal formların yumuşaklıkla yontulduğu her heykelini adım gibi biliyorum!" da diyebilirsiniz. Ama herkesi bir heyecan sardığı kesin.

 

 

Anish Kapoor'un hayatını "çok kısaca" özetlersek; 1954 Mumbai doğumlu, halen 1970'li yıllardan bu yana sanat eğitimi için gittiği İngiltere'de yaşıyor. Londra'da Hornsey College of Art ve Chelsea School of Art and Design'da sanat eğitimi gören sanatçı, bugün Kraliyet Akademisi üyesi ve Britanya İmparatorluk Nişanı sahibi. Eserlerinde öne çıkan "pigment heykelleri" nin hikayesi ise Kapoorun, 1970'lerin sonunda ziyaret ettiği anavatanı Hindistan'da gördüğü boya pigmentlerinden etkilenmesine dayanıyor. 1990'da Venedik Bienali'nde, 1992'de Documenta'da İngiltere'yi temsil eden Kapoor, 1991 yılında aldığı Turner Ödülü'yle İngiliz sanat ortamının önde gelen sanatçılarından biri haline geliyor. Heykel ve mimariyi, mühendislik ve teknolojiyi birleştiren, alışılmışın dışında bir heykeltıraş olmasıyla ise adından "Sanatın son 50 yılına yön veren sanatçı" olarak bahsedilmeye başlanıyor.

 

Yine, Yeniden, Büyük!

İşlerini çoğunlukla tekrartekrar yapmanın bir devinim olduğuna inanan Kapoor, her bir tekrarın bir versiyon olduğuna, her bir yeniden yapım da yeni bir filizlenme olduğuna inanmakta.

 

 

"İhtimallerle ilgileniyorum" diyen Kapoor, çimentoyu akıtıp dondurduğu kalıplardan çıkacak ürünün, eserin son hali olup olmadığıyla ilgileniyor. Ne zamanki çıkan form ona birşeyler çağrıştırır, o zaman nesnenin anlamsız olmaktan çıktığını belirtiyor.

 

Çünkü onun için eserin fiziksel ve sosyal bağının olması önemli, Mekanla ya da sosyal alan ile iletişime geçmesi gerekiyor. Çoğu zaman iletişime geçen doğa ile doğanın kendisi olur, bir ayna sayesinde...

 

Anish Kapoor SSM Sığar mı?

Öncelikle belirtelim Normal Rosenthal küratörlüğünde ki sergide Kapoor'un daha önce hiç görmediğiniz eserleri yer alacak. Fakat devasa heykeller sergi kapsamında yer almıyor. Binlerce kiloluk taş heykeller ise, hem müzenin bahçesini hem de Beyoğlu Akbank Sanat Galerisi'nin giriş katı için hazırlanıyor.

Arkitera, Haber: Derya Gürsel, 06.09.2013

MUMYANIN SIRRI NE?

 

 

10 yaşındaki Alexander Kettler’ın Ağustos ayı başında Almanya’daki büyükbabasının evinin bodrumunda oyun oynarken bulduğu mumya dünya çapında büyük ilgi uyandırmıştı. Eski tip bir lahidin içinde bulunan mumyanın kimliğine dair araştırmalar hala tüm hızla devam ediyor.

 

Mumya kemikleri birkaç kişiye ait

Almanya’nın yerel gazetelerinden Kreiszeitung’un haberine göre mumyanın CT taramasında iyi korunmuş insan kafatası, sol göz çukuruna saplanmış okun ucu ve elleri göğsüne çapraz konulmuş mumyanın hasarsız kemikleri görüldü. Haberin devamında Eski Mısır’a özgü mumya ölüm maskesinin de lahidin yakınındaki bir kutudan çıktığı söylendi. Mumyayı bulan Alexander’ın babası Lutz-Wolfgang Kettler, 12 yıl önce hayatını kaybeden kendi babasının 1950′li yıllarda Kuzey Afrika’ya yolculuk etmiş olduğunu, mumyayı tüyler ürpertici bir anı eşyası olarak eve getirmiş olabileceğini söyledi. Mumyanın sarılmasında kullanılan bandajların 20. yüzyıl teknikleriyle yapıldığı ve makine dokuması olduğu saptandı. Münih’teki Bogenhausen Hastanesi de mumya üzerinde yaptıkları inceleme sonucu kafatası ile birkaç kemiğin aynı insana ait olduğunu ama mumyanın büyük bir bölümünün birkaç insana ait kemiklerin bir araya getirilmesi ile oluştuğunu belirledi.

 

Olayın hala bir cinayet olup olmadığının belirlenmeye çalışıldığını açıklayan Almanya Polisi’nden Frank Bavendiek, “Öncelikle mumyanın kaç yaşında olduğunun belirlenmesini bekleyeceğiz. Eğer birkaç asırlık olduğu ortaya çıkarsa bu bir mumya kabul edildiği için araştırma sonlanacak” dedi.

Sözcü, 06.09.2013

VAN'DA YAKLAŞIK 100 YILLIK ÜZENGİ BULUNDU

 

 

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Van Bölgesi Tarih ve Arkeoloji Merkezi Müdürü Yrd. Doç.Dr. Erkan Konyar başkanlığında Van Kalesi'nin güneyinde bulunan eski Van şehrinde yürütülen kazı çalışmalarında, yaklaşık 100 yıllık olduğu değerlendirilen üzengi bulundu.

 

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Van Bölgesi Tarih ve Arkeoloji Merkez Müdürü Yrd. Doç.Dr. Erkan Konyar başkanlığında eski Van şehrinin ortaya çıkarılması için 60 kişilik ekiple başlatılan çalışmalar yaklaşık 3 aydır devam ediyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı adına yapılan kazı çalışmaları; İstanbul Üniversitesi, Van Valiliği ve Aygaz Genel Müdürlüğü tarafından destekleniyor. Birinci Dünya savaşında Rus işgali sırasında Ermeni çeteleri tarafından yakılıp yıkılan ve yerle bir olan eski Van şehrinde sürdürülen kazı çalışmalarında ortaya çıkan her buluntu, kazı ekibini heyecanlanmasına neden oluyor.

 

Kazılara katılan Maltepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Banu Konyar, Van'ın ilk yerleşim merkezlerinden eski Van şehrinde sürdürdükleri kazı çalışmaları sırasında en az yüzyıllık olduğu değerlendirilen üzengi (eyerin iki yanında asılı bulunan ve hayvana binildiğinde ayakların basılmasına yarayan, altı düz demir halka) bulduklarını söyledi. Konyar, "Şu an bir üzenginin toprak altından çıkarılışına tanık olduk, Osmanlı'ya ait bir üzengiyle karşı karşıya kaldık. Çok sevindirici bir şey. Neredeyse tümüne yakın ortaya çıktı. Çok az bir parçası var kırık. Onlar da restore edilecek boyutlarda. Çünkü o dönemin özelliklerini anlamamızı sağlayacak. Muhtemelen de in situ malzemeyle karşı karşıyayız. Yani burada düşmüş olduğunu tahmin ediyoruz" dedi.

Star Gündem, 06.09.2013

CAMİ RESTORASYONUNDA TARİHİ CAM ÖRNEKLERİ BULUNDU

 

 

İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından çalışmalara başlanan ve bir dönem verilen aranın ardından tekrar restorasyonuna devam edilen Fatih'teki Molla Zeyrek Camisi'nde farklı tarihi dönemlere ait cam kalıntıları ortaya çıktı.

 

Tarihi camide gün ışığına çıkartılan camların bilimsel değerlendirmesini yapan Doğuş Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü Başkanı Prof.Dr. Üzlifat Canav Özgümüş, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Molla Zeyrek Camisi'nin (eski Pantokrator Manastır Kilisesi) İstanbul'daki Orta Bizans dönemine ait en önemli yapılardan biri olduğunu belirtti.

 

İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından 1997 yılında başlayan restorasyon çalışmalarının, bir ara kesintiye uğramasına rağmen halen devam ettiğini vurgulayan Özgümüş, yapının tarihinin 2. İoannes Komnenos ve eşi İrini'ye kadar uzandığını, kompleksin, manastır, kilise, imparatorluk gömütü, hastane, eczane ve düşkünler evi gibi çeşitli yapılardan oluştuğunu kaydetti.

 

Günümüzdeki yapının güneyindeki Pantokrator Kilisesi, ortadaki imparatorluk gömütü, kuzeydeki Meryem Ana'ya adanmış kiliseden ibaret olduğunu ifade eden Özgümüş, "Manastır, 4. Haçlı Seferi sonrasında, 1204-1261 yılları arasında Latin yöneticilerinin ikametgahı olarak kullanılmış, İstanbul'un fethinden sonra da medreseye çevrilmiştir. Kilise de medresenin ilk müderrisinin adını alarak camiye dönüştürülmüştür" diye konuştu.

Yeni Şafak, 06.09.2013

BAKANLAR BU SORULARA NE CEVAP VERECEK: HALİÇPORT İLE İLGİLİ DÖRT BAKANA 49 SORU

 

 

CHP Milletvekili Melda Onur, Haliçport'a ilişkin Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’ 8, Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’a 8, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’a 10 ve Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım’a 23 soru sordu.

 

Onur’un dört bakana detaylı açıklamalarla verdiği soru önergelerinin metinleri şu şekilde;

Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’e;

 

24.07.2013 tarihinde gerçekleştirilen ve “Haliçport” projesi adı ile anılan altında, ihale ile Sembol Uluslararası Yatırım, Ekopark Turizm ve Fine Otelcilik adlı firmalardan oluşan ortak girişim grubuna devredilen Tarihi Haliç Tersaneleri’nin (Tersane-i Amire) imara açılması konusu kamuoyu gündemine taşınmıştır.

 

İstanbul Tarihi Yarımada Yönetim Planı içerisinde doğal bir liman olan Haliç, İstanbul’un üstün evrensel değer tanımı dahilindedir. Üstün Evrensel Değeri Sürdürülebilmek için Gereken Yönetim ve Koruma Planı, 2011 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nden geçmiştir. UNESCO Dünya Mirası Komitesince kabul edilen bu planda, ‘Sit ve koruma alanları’ başlığı altında 105. sayfada şu ifadelere yer verilmektedir:

 

“2009 yılında onaylanmış olan İstanbul İl Çevre Düzeni Planı Kararlarında Yerleşim alanlarında mekansal kaliteyi yükseltmek üzere oluşturulan stratejiler Tarihi Yarımada’daki konut alanları açısından önem taşınmaktadır.

 

-Tarihi konut alanlarının; doku, fonksiyon ve özgün özellikleri korunarak sıhhileştirilmesi
-Konut alanlarının fiziki dönüşüm sürecine sosyal boyutun kazandırılması


Belirlenen stratejiler doğrultusunda Tarihi Yarımada’ya yönelik olarak geliştirilen plan kararları ise aşağıdaki gibidir:

 

• “Haliç boyunca kültür, turizm ve rekreasyon kullanımlarının geliştirilmesi, sanayi yapıları ve tersanelerin kültür ve eğitim faaliyetlerinde kullanılması öngörülmüştür.”

 

Bu bağlamda;

 

1-Haliçport Projesi adı altında sunulan bu ihale, Bakanlığınızın imza koyduğu İstanbul Tarihi Yarımada Yönetim Planı ve İstanbul İl Çevre Düzeni Planı’nın İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin 10.05.2011 tarihli toplantısında revize edilmiş Plan Notu’nun koşullarına ne ölçüde uymakta mıdır?

 

2-1455’den bugüne, 558 yıl boyunca varlığını tersane olarak sürdürmüş olan Tersane-i Amire’yi, üretim işlevinden tamamen kopararak onu dünya çapında eşsiz kılan bu özelliğinin ortadan kaldırılması kararının alınması sürecine Bakanlığınız da dahil olmuş mudur? Bu kararın kim(ler) tarafından, neden, nasıl ve neye dayanılarak verilmiş olduğu Bakanlığınızın bilgisi dahilinde midir? Benzer şekilde, söz konusu alanın otel, yat limanı vb. tesislerle turizm alanı olarak yeniden işlevlendirilmesi kararının, hangi uzmanlıklara sahip kim(ler) tarafından, neden, nasıl, hangi amaçla alınmış olduğu; karar süreçlerinde hangi organ, yöntem ve mekanizmaların kullanıldığı bilgileri Bakanlığınızda mevcut mudur? Bu kararların alınmasında ilgili Koruma Kurullarına danışılmış; onların görüşleri alınmış mıdır? Bakanlığınız, sit alanı olarak korunan ve çok sayıda tescilli yapı barındıran bu alanın; yat limanları, 5 yıldızlı oteller, dükkanlar, restoranlar, kongre ve kültür merkezleri, sinema ve eğlence tesisleri, cami ve otopark gibi yapılar inşa edilmek suretiyle yeniden işlevlendirilmesi konusunda ne düşünmektedir?

 

3-24 Nisan 1996′da, Haliç, İhale konusu alanın kapsadığı Camialtı ve Taşkızak Tersaneleri’nde ait bugüne kadar kaç adet tarihi yapı tescil edilmiştir? Bu eserler ve özellikleri nelerdir? Bunlara ek olarak gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet döneminde sivil ve askeri denizcilik ve deniz endüstrisi tarihimiz açısından önemi olan taşınır-taşınmaz malzeme, araç-gereç, alet-edevat, proje-çizim-eskiz vb. evrak ve doküman vb.nin envanteri çıkarılmış mıdır? Tescilli yapılarla birlikte bu tür değerlerin de korunmaları için gerekli tedbir ve hükümlere ihale şartnamesinde yer verilmesi konusu, şartname hazırlığı aşaması ve/veya sonrasında Bakanlığınızca talep ve takip edilmiş midir? Şartnamenin, ihaleyi alan firma ile bu hususa ilişkin yapılmış bir protokol yapılmasını ve Bakanlığınızca onaylanacak bir koruma planını vb. var mıdır öngörüp öngörmediği, Bakanlığınızca bilinmekte ve/veya izlenmekte midir?

 

4-Alınan karar ve belirlenen stratejiler doğrultusunda sanayi üretimi işlevleri tamamen sonlandırılarak tersane vasıfları ortadan kaldırılacak olan Haliç Tersanesi Taşkızak ve Camialtı Tersaneleri, tersane olma özelliğinden çıkartılarak yat limanı, otel, alışveriş merkezi vb.nin yer alacağı dışında hiçbir ayrıntısı açıklanmamış olan bu şeklinde planlanan rekreasyon projesi altında hangi şartlarda doku, fonksiyon ve özgün özelliklerini koruyabilecektir?

 

5-Haliç’in 6 asırlık geçmişe dayanan yapısına ve üstün evrensel değerlerine bu proje sebebiyle verilebilecek zararlar nelerdir? 558 yıl boyunca sanayi üretiminin sürdüğü ve bu yanı ile dünya çapında eşi bulunmayan bir endüstriyel mirasın yok edilmesinin bu ilk adımının yaratacağı maddi-manevi kayıplar konusunda Bakanlığınızca yapılmış bir etüd, değerlendirme vb. var mıdır? bu konuda bir etüt çalışması yapmış mıdır? Fatih Sultan Mehmet’in buyruğu ile kurulmaya başlanmış; yakın zamana kadar da bütün Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri boyunca gemicilik endüstrisinin yanı sıra bir çok diğer endüstri dalının doğduğu ve geliştiği merkez olan; ülkemizde mühendislik eğitiminin doğduğu Mühendishane-i Bahri-i Humayun’un içinde yer aldığı ecdad yadigarı Tersane-i Amire’nin, bu konuda kapsamlı bir etüd ve bunun da ötesinde bir dünya değeri olarak ‘üretim işlevi’nin çağın teknolojik gelişmelerinin de yansıtılması suretiyle korunduğu, yakın zamana kadar sürdürülmüş olan “eğitim işlevi”nin de yeniden kazandırıldığı bir “yenileme, geliştirme ve gelecek kuşaklara aktarma projesi”ni hak etmekte olduğunu düşünür müsünüz?

 

6-Hem normatif hem maddi anlamda Haliç Tersaneleri’nin turizm değerinde Haliçport projesi ne gibi değişiklikler oluşturacaktır?

 

7-UNESCO’nun onayıyla kabul edilen ve Bakanlığınızın da imza koyduğu Tarihi Yarımada Yönetim Planı’na aykırı olduğu açıkça görülen Haliçport ihale projesinin durdurulması, iptali ya da projenin az önce ana hatları belirtilmiş olan esaslar çerçevesinde Tarihi Yarımada Yönetim Planı ile uyumlu bir biçime dönüştürülmesi şekilde kültür ve eğitim faaliyetlerinde kullanılması yönünde proje revizyonu için bir çalışma yapacak mısınız?

 

8-Buraya kadar sıralanmış olan sakınca ve olumsuzluklara ek olarak, tarihsel ve kültürel mirasın korunması ve arkeolojik değerlerin zarar görmesi konusunda tehlike arz eden bu proje hakkında Bakanlığınızca Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile ortak bir çalışma yürütülmekte midir ya da yürütülmesi düşünülmekte midir?

Haber Sol (Kısaltarak), Haber: Rıfat Doğan, 06.09.2013

APOLLON SMİNTHEİON TAPINAĞI'NA KAMYON ÇIKARILDIĞI İDDİASINA YANIT

 

Apollon Smintheion Tapınağı kazı heyetinden Yrd. Doç.Dr. Davut Kaplan, tapınağa kamyon çıkarıldığı iddialarına yanıt verdi. Kaplan, "Bir araba bir yere çıkıyorsa oranın bir yolu vardır. Bizim tapınağın arakasında Karayollarınınki kadar geniş bir yol var. Kamyon tarihi eserlerin üzerine değil, bizim yaptığımız dolgu malzemesinin üzerine çıktı" dedi.

 

Çanakkale'nin Ayvacık İlçesi'ne bağlı Gülpınar beldesinde yer alan Apollon Smintheus Kutsal Alanı'nda (Smintheion'da) 1980 yılından bu yana Prof.Dr. Coşkun Özgünel'in başkanlığında sürdürülen kazı çalışmalarında restorasyon aşamasına geçildi. Tapınak alanının bulunduğu yere yapılan dolgunun ardından sütün ve kaidelerin montajında başlandı. Yapılan dolgu çalışmaları esansında getirilen malzemenin kamyonla tapınak alanı üzerine çıkarılması, tartışmalara neden oldu. Dolgu malzemesinin üzerine çıkarılan kamyonun, tarihi eserlerin üzerine çıktığını düşünen vatandaşlar, duruma tepki gösterdi.

 

Kazı heyetinde 10 yıldır görev yapan Yrd. Doç.Dr. Davut Kaplan, tartışmalara açıklık getirdi. Kamyonun tarih eserlerin üzerine değil, yapılan dolgu malzemesinin üzerine çıktığını belirten Kaplan, "Dün çıkan bir habere göre, biz tapınağa bir TIR çıkarmışız. Sanki TIR, asfalt yolda gidermiş gibi tapınak üzerinde geziyormuş. Bir araç bir yere çıkıyorsa buranın bir yolu vardır. Biz de bu yolu yaptık. Tapınağın arkasında yolumuz var. Her sene bu rampayı yaparız araçların çıkması için. Bazen mermer taşırız tapınağın üzerine, bazen mermerleri aşağıya indiririz. Aynı şeyi burada da yaptık. Malzeme indirdik aşağıya. Bu kamyonu, ters açıdan çekmişler. Böyle çekince sanki basamakların üzerinde duruyormuş gibi görünüyor. Aysa arkada devasa, Karayollarının olduğu kadar büyük bir yol var. Rampadan biz bunu çıkardık, malzemeyi indirdik. Tapınağa hiçbir zararı yok çünkü tapınağın zaten temelleri yok. Bizim yaptığımız restorasyonda, tapınak temellerinin 2 metre üzerindeyiz. Biz 2 metre yükselttik, ondan sonra araç çıkardık. Statiğine, temelleri oynatmaya, kaydırmaya hiçbir zararı yok. Buranın zemini sağlam. Biz zaten sağlam olmayan tarafta restorasyon yapıyoruz. Eğer temeller sağlamsa oraya hiç dokunmuyoruz. Orijinal duruyor hepsi. Olmayan taraflarda ise, hocamız 20 sene önce restorasyon yapmış. Burası restorasyon köşesi. Yani temelleri hiç olmayan yer. Biz de buraya ekleme yaptık. Restorasyonda mermeri imitasyon malzemesi kullanıyoruz. Mermerin içinde ne varsa aynısını kullanıyoruz" dedi.

 

Yapılan dolgu malzemesinin üzerine orijinal parçaları yerleştirerek tapınağı ayağa kaldıracaklarını da söyleyen Kaplan, "Orijinal parçalar burada kenarda duruyor. Mermer basamakların hiçbir parçası elimizde yok. Onları imitasyon yaptık. Burası tamamlanınca üzerine sütun ve kaideleri de koyarak restorasyonu tamamlayacağız" diye konuştu.

 

Roma döneminin en büyük tapınakları arasında yer alan Apollon Smintheion Tapınağı hem Roma hem de Bizans dönemi eserlerini barındırıyor. Tapınağın çatı kısmında ise Truva Savaşı'nın anlatıldığı figürler bulunuyor. Yapılan kazılarda ortaya çıkarılan bu figürler de restorasyon çalışmaları kapsamında yerlerine konularak tapınakta ziyaretçilere Truva Savaşı'nın aşamaları anlatılacak.

haberler.com, 05.09.2013

KARAMAN KALESİ ARKEO PARK OLACAK

 

 

Karaman Kalesi'nde, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca başlatılan temizlik ve bilimsel kazı çalışmaları sırasında Osmanlı ve Selçuklu ile 14. yüzyıla ait çok sayıda tarihi eser bulundu.

 

Karaman Valisi Murat Koca, Karaman Kalesinde devam eden kazı çalışmalarını yerinde inceleyerek, yetkililerden bulunan eserler hakkında bilgiler aldı. Vali Koca'nın gezisi sırasında Kültür ve Turizm İl Müdürü Cengiz Orta ile Müze Müdürü Abdulbaki Yıldız da hazır bulundu. Müze Müdürü Yıldız, kazı sırasında çıkan tarihi eserler hakkında Vali Murat Koca'ya bilgiler verdi.

 

İncelemenin sonunda basın mensuplarının sorularını cevaplayan Vali Murat Koca, kazı çalışmaları ve restorasyonun Karaman turizmine önemli katkılar sağlayacağına inandığını söyledi. Vali Koca, "Kültür ve Turizm Bakanlığımızın katkılarıyla toplam 260 bin lira destekle kazı çalışmaları başladı. Daha önce burada antik tiyatro yapılmıştı. Maalesef orijinal yapı bozulmuştu, öncelikle bu düzeltildi. Toprak dışarı çıkarıldı. Şuanda kazı çalışması devam ediyor. İnşallah yılın sonunda tamamlanacak. Devamında da daha önce gönderilmiş olan ve halen kazı nedeniyle kullanamadığımız 2 milyon liralık esas restorasyon çalışmasına başlanacak. Şu andaki gördüğümüz mekan 14. yüzyıla ait. İdari yapının bir kısmı açık alan. Her geçen gün yeni bulgulara rastlanıyor. İçerideki küçük parçalardan kalenin çok daha eskiye doğru İslamiyetin öncesinde Bizanslılara kadar uzandığına dair bilgiler var. Tabi bunlar ön bilgiler. Yeni kazılarda ulaştığımız değerlerle bu bilgiler çok daha net bir şekilde arkadaşlarımız tarafından sonuçlandırılacak" dedi.

 

ARKEO PARK DÜŞÜNCESİ

Müze Müdürü Abdulbaki Yıldız ise, Karaman Kalesinin 'Arkeo Park' yapılması yönünde düşünceleri olduğunu açıkladı. 8 Temmuz tarihinde başlayan ve 15 Aralık'ta bitirilmesi planlanan çalışmaların şuanda 30 işçi, 5 uzman tarafından devam ettirildiğini dile getire Müze Müdürü Yıldız, "Çalışmalar sırasında çok sayıda Selçuklu dönemine ait seramik parçaları ile 14. yüzyıla ait 2 adet top namlusu bulduk. İçerisinde de yine taştan top güllelerinin tespitini yaptık. Ayrıca bir türbe yapısı olarak düşündüğümüz bir mezar odasını dün itibariyle bulduk. Mezar odasının içerisinde de duvarlarında muhtemelen alçı süslemeler ve İslami yazılar ve motiflerle burasının içinin dekoratif olarak süslendiğinin tespitini yaptık. Bu mezarın dini vasıflı olabileceğini düşünüyoruz. O dönemde Karamanoğulları Beyliği'nde önemli bir zata ait bir türbe yapısı olduğunu düşünüyoruz. Abdest alma alanlarını bulduk. Türbeyi ziyaret etmek isteyen insanların önce abdest alma bölümünde abdestini aldıktan sonra türbe ziyaretini yaptıklarını tahmin ediyoruz. Çalışmalar tamamlandıktan sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı'nda restorasyon çalışmaları yapılacak. Bakanlık olarak biz burayı Arkeo Parka dönüştürüp kent turizmine kazandırmayı planlamaktayız. Zira yeni müze binamız hemen kalenin karşısında olacak. Kale ve müze ortak bütünlük içerisinde kent turizmine büyük katkı sağlayacak" diye konuştu.

haberler.com, 05.09.2013

ANADOLU'DA 4 BİN YIL ÖNCE DE FINDIK TÜKETİLİYORMUŞ

 

 

Antik tarım, arkeolojik bitki kalıntıları konularında araştırmalar yapan Avustralya’nın Queensland Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Dr. Andrew Fairbairn, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Kültepe’de bulunan kömür parçalarının elektron mikroskobu altında yapılan incelemesinde fındık kabuğu parçalarına rastladıklarını söyledi.
 

Kültepe’deki yerleşimin geçmişinin İlk Tunç Çağı’ndan Demir Çağı’na kadar gittiğini ifade eden Fairbairn, şöyle devam etti:

"Tabletlerden elde edilen verilerin dışında arkeolojik olarak örnekleri toplanacak başka konular da var. Kazılarda bulunan kömür ya da tohum parçalarından o dönemin ekonomisi ya da tarımı hakkında bilgi sahibi olduğumuz gibi, çevresel değişiklikleri de izlememiz mümkün. Burada asıl önemli dönem tabi ki Asur Ticaret Kolonileri Çağı. Bunun öncesi için de yeni yapılan kazılar yeni bilgiler sunmaya başlıyor. Özellikle MÖ İkinci binde ya da Orta Tunç Çağı dediğimiz tüccarların yaşadığı dönemde buradaki insanların nasıl yiyecek tedarik ettiklerini, bunları nasıl geliştirdiklerini anlamak mümkün. Burası da oldukça büyük bir şehir. Yeterli ürün bulmak için bugün de olduğu gibi, dış pazarlardan bu ürünleri tedarik etmiş olmalılar."
 

Fairbairn, Kültepe’de oturan insanların büyük ihtimalle kendi yiyeceklerini yetiştirebilecekleri tarlaları olduğuna dikkati çekerek, "Bu anlamda da meyve ve sebze gibi ihtiyaçlarını bu şekilde temin etmiş olmaları mümkün. Elde edilen kalıntılardan narın ne kadar eskiden tedarik edildiğini, sadece Karadeniz bölgesinde yetişen fındığın nasıl buralara kadar geldiğini anlama imkanına sahip oluyoruz. Şimdilik çalışmanın çok başındayız. Henüz tam olarak ne bulacağımızı bilmiyoruz ama böyle bir proje başlatmak gerekiyordu" dedi.
 

Gelecek yıllardan itibaren projenin geniş çaplı olarak süreceğini dile getiren Fairbairn, Kültepe’deki kazılar devam ettiği sürece bu projenin de yürüyeceğini sözlerine ekledi.
 

Kültepe Kazı Başkanı Prof.Dr. Fikri Kulakoğlu da Kayseri’nin doğal bitki örtüsünün bir parçası olmayan fındığın büyük olasılıkla Asurlu tüccarlar tarafından Karadeniz bölgesinden ithal edildiğini anlattı.
 

Elde edilen kalıntılardan, fındığın o dönem lüks bir ürün olduğunu anladıklarını kaydeden Kulakoğlu, Karadeniz bölgesinden fındığın yanı sıra bakır veya gümüşün de ithal edildiğini bildirdi.

Posta, 04.09.2013

TÜRK ARKEOLOGLARDAN KOSOVA'DA ÖNEMLİ KEŞİF

 

Mimar Sinan Üniversitesi arkeologları tarafından geçtiğimiz yıl başkent Priştine yakınlarındaki Ulpiana antik kentinde başlatılan arkeolojik kazı çalışmaları sonucu 4. yüzyıla ait olduğu düşünülen bir kilisenin duvar mozaikleri ortaya çıkarıldı.

 

Mimar Sinan Üniversitesi ile Kosova Arkeoloji Enstitüsü tarafından yapılan 5 yıllık işbiriliği sonucu 2012'de başlayan kazı çalışmaları çerçevesinde Kosova’ya gelen arkeologlar, Ulpiana antik kentinde 4. yüzyıla ait bir vaftizhaneyi ortaya çıkarmıştı.

 

Mimar Sinan Üniversitesi arkeologlarınıdan oluşan bir ekip, Doç.Dr. Haluk Çetinkaya’nın başkanlığında çalışmalarına devam etti. Çalışmalar sonucu bölgede bulunması muhtemel kiliseye ait olduğu düşünülen duvar mozaikleri gün yüzüne çıktı. Çetinkaya yaptığı açıklamada, ilk defa geçen yıl yaptıkları çalışmalar çerçevesinde Kosova’nın tek ve erken vaftizhanesini ortaya çıkardıklarını ve bu vaftizhanenin 6. yüzyıla değil 4. yüzyıla ait olduğunu belirlediklerini söyledi.

 

“Bu tür vaftizhanelerin devamında bir kilisenin gelmesi muhtemeldir. Kentte var olan din şehitleri kiliselerinden birinin burada olması gerekmekteydi. Kuzeyde olması muhtemel kilisenin izini sürdük ve duvarlarında yer alan mozaikleri gün yüzüne çıkardık” diyen Çetinkaya, mozaiklerde kilisenin yapımında maddi destek sağlamış kişilerin isimlerinin bulunduğunu kaydetti.

 

Çetinkaya, mozaiklerin çok iyi durumda olmadığını, zaman içerisinde tahrip olduklarını belirtti. Mozaiklerin 30 metresini günyüzüne çıkardıklarını, gelecek yıllarda tamamına ulaşmaya çalışacaklarını kaydetti.

 

Türk arkeologların gün yüzüne çıkardığı tarihi kilisenin duvar mozaiklerini, Türkiye’nin Priştine Büyükelçisi Songül Ozan, Kosova Kültür Bakanlığı temsilcileri ile çok sayıda yerli ve yabancı yetkili ziyaret etti.

 

Türkiye’nin Priştine Büyükelçisi Songül Ozan, varılan bulguların çok büyük önem arzettiğine dikkat çekerek, yapılan çalışmaların Türkiye’nin her alanda olduğu gibi bu tür bilimsel çalışmalarda da Kosova’ya olan desteğinin süreceğinin en güzel kanıtı olduğunu ifade etti.

 

Yetkililer Kosova Arkeoloji Enstitüsü’nün sürdürdüğü çalışmaların bulunduğu alanı da ziyaret etti. Ozan ve diğer yetkililer kazı çalışmalarını sürdüren görevlilerden ayrıntılı bilgi aldı.

Bu tür bilimsel çalışmalarda da Kosova’ya olan desteğinin süreceğinin en güzel kanıtı olduğunu ifade etti.

 

Yetkililer Kosova Arkeoloji Enstitüsü’nün sürdürdüğü çalışmaların bulunduğu alanı da ziyaret etti. Ozan ve diğer yetkililer kazı çalışmalarını sürdüren görevlilerden ayrıntılı bilgi aldı.

 

Türk arkeologlar daha önce antik kentin gün yüzüne çıkarılan bölümlerinden 300 metre uzaklıkta yepyeni bir bölümünü buldu. Bu yılki çalışmalar yaklaşık 700 metre karelik bir alanda yapılıyor.

Maraş Gündem, 31.08.2013



1 - 7 Eylül 2013

MUHTEŞEM YÜZYILIN MUHTEŞEM HATTATI

 

 

Süleymaniye Camii’nin yazılarını yazan Ahmed Karahisari, kendi devrinde sanatının zirvelerinde dolaşmıştı. Ardında yüzlerce sanatlı yazı bırakan hattatlar pirinin hayat hikayesi, eserlerinin aksine son derece gösterişsiz ve sade.

 

Karahisari merhum, nazik-ten (ince bedenli) idi. Bir beyaz nimteni (mintan, gömlek) yedi sene miktarı giyip yine bir fakire hibe etmişlerdir ki yeni dikilmiş gibi hiç yıpranmamıştı.” diyor

Nefeszade Seyyid İbrahim. Gülzar-ı Savab (Doğruluk Bahçesi) adlı eserinde bu iki cümle ile tasvir ettiği hattatlar piri Karahisari’nin sade ömründen işte böyle haber veriyor. Ne hayret vericidir ki; sanatına yansımış siretiyle Karahisari, dervişlik terbiyesini tam idrak etmiş olacak ki benliğine bir dem göz açtırmaz. Öyle ki, vefat yıldönümlerinde başına gidip Fatiha okuyacak bir mezar taşı bile kalmamış günümüze.

 

Ahmed Karahisari’nin, 1470 yılı öncesinde doğduğu tahmin ediliyor. Sultan II. Bayezid devrinde dünyaya geldiği, Afyonkarahisar’dan ayrılarak Dersaadet’e geçtiği ve ömrünün sonuna kadar burada yaşadığı biliniyor. Bu hattatlar pirinin bazı raviyanın aktardığından öte gidemeyecek kadar az malumat edinebildiğimiz hayatı, ibret verici sırlarla örülü.

 

 

Hat sanatının güneşi oldu

Karahisari, Şeyh Hamdullah’ın yazı talebelerinden İshak Cemaleddin Halveti’ye intisab etmiş ve böylelikle tarikat yoluna da girmiş. Ketebelerinden yani yazılarına koyduğu imzalarından anlaşılacağı üzere Esedullah Kirmani’nin talebesi. Hattat Karahisari hakkında söz söyleyenler, kendisinin Arab ve Fars lisanlarında şiir söyleyebilecek kadar bu dillere vakıf olduğunu kaydediyor. Aklam-ı sitte denilen altı ana hat türüne hakim olmakla birlikte “özellikle sülüs ve nesih yazılarda Şeyh Hamdullah mektebi satır nizamı ve harf güzelliği bakımından da Osmanlı tarzını da ortaya çıkarmış.”

 

Her ne kadar bu mecrayı yenileyecek atılımlarda bulunsa da yazıda ‘Yakut-ı Musta’sımi’nin geliştirdiği ekole bağlı kalmış. O devirde geçerli olan Yakut ekolünün en güzel örneklerini veren büyük hattat, bu tarzı geliştirerek bugün kendi ismiyle anılan Karahisari tarzını ortaya çıkarmış. Böylece kendi devrinde “Şemsü’l-Hat (Hat Güneşi), Yakut-ı Rum” diye anılmaya başlamış.

 

 

Hak kelamıyla verilen gözler yine onun fermanıyla alındı

Devrinin ileri gelen sanatkarları arasında yer alan Karahisari, artık sarayın gözde hattatı olacak ve bugün Türk-İslam mimarisinin doruk noktası olan Süleymaniye Camii’ni de tezyin etme şerefine erişecekti. 90 senelik uzun ömründe evlat sevgisine erememiş olsa da Ferhad Paşa ve Derviş Mehmet gibi yetiştirdiği ve evlat edindiği Hasan Çelebi’yle gelecek kuşaklara tecrübesini aktarmış. Hattatın tarihçe-i hayatında önemli bir dönemeç, uğruna gözlerini kaybettiği Süleymaniye yazılarıdır. Karahisari’nin gözlerini yitirmesi şöyle nakledilir: “O cami kubbesinin yazılarını yazma vazifesi Ahmed Şemsüddin Karahisari’ye verilmişti. Karahisari, yanına talebesi Üsküdarlı Hasan Çelebi’yi de alarak gece gündüz kesif bir gayretin içine girer. Süleymaniye gibi muhteşem bir mabedin yazılarının da aynı muhteşemliği aksettirecek seviyede olması için bütün kuvvet ve kudretini sarf eder büyük sanatkar. Öyle ki, son yazının -Nur Suresi’ndeki ‘Allah gökleri aydınlatmıştır’ ayeti- son tashihinde gözlerinin feri tükenir ve ama olur.” Karahisari’nin, kalemiyle yazdığı her bir harfin sonunda metrelerce yükseklikteki iskeleden inerek şükür secdesi yaptığı, sonra işine devam ettiği anlatılır. Kainata kapanan gözleri hakikate açılınca, caminin kalan yazılarını talebesi Hasan Çelebi tamamlar.

 

Hattatlar da atışır

Devrin bu en kıdemli hattatının şöhreti, imparatorluğun her köşesine yayılınca, gıpta damarı kabaran bazı hattatlar onunla rekabet ederler. Gülzar-ı Sevab, kendisine imrenen hattatlar arasından Bursalı Şerbetçizade İbrahim Efendi’nin, Karahisari’ye mektup yollayarak şiirle taşlamada bulunduğunu anlatır. Tabii Karahisari de bunun altında kalmaz. Yolladığı Farsça beyitlerden anlaşıldığı kadarıyla aralarında önü alınmaz bir yarış vuku bulmuş. Tarihçiler, daha sonra Bursalı hattatın İstanbul’a gelip Karahisari’yle tanıştığını ve aralarında kadim bir dostluk kurulduğunu nakleder.

 

“Hatt-ı hub içre beyaza çıkarak kend-özünü, Yazının Karahisari’dir ağartan yüzünü.”

Karahisari’nin bugün bir kısmı Topkapı Sarayı ve Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde muhafaza edilen Mushaf, En’am, dua mecmuası ve murakka’ tarzında birçok eseri bulunuyor. Kendi devrinde zirvelerde dolaşan Karahisari’nin ekolü tahmin edilenin aksine pek de uzun sürmedi. Vefatının ardından en fazla bir kuşak sonrasına kadar kalabildiği görülen Karahisari ekolünün son temsilcisi, Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii’nin hattatı Demircikulu Yusuf olmuş (öl. 1611). Süleymaniye kubbesine nakşeylediği yazıları ise 19. yüzyılda yapılan restorasyona kadar yaşayabilmiş. Tarihi kayıtlardan İstanbul Sütlüce’de Mahmud Ağa Mescidi haziresinde medfun olduğunu bildiğimiz büyük hattatın ne kabri ne de kendi elleriyle yazdığı kitabesi maalesef bugüne kadar gelebilmiş.

Zaman, Haber: Erkam Emre, 06.09.2013

MARDİN'DE TOPRAĞI KAZDIKÇA TARİH ÇIKIYOR

 

 

Geçmişten günümüze 30 medeniyete ev sahipliği yapan Mardin’de arkeolojik kazılarda adeta toprağın altından tarih çıkıyor. Şehirdeki kazılarda Asuriler dönemine ait 3 bin yıllık tarihi küp ile 2 bin 800 yıllık topraktan yapılmış banyo küveti bulundu.

 

Tarihi kent Mardin’de son iki yılda birçok kazı çalışmasına önemli tarihi eserlere ulaşıldı. Höyüklerde yapılan arkeolojik kazılarda geçtiğimiz yıl 7 bin 500 yıllık oyuncak araba ve 3 bin yıllık tapu bulunmuştu. Şimdilerde de Mardin merkeze bağlı Gınavaz Höyüğü'ndeki kazılarda 3 bin yıllık küp ile 2 bin 800 yıllık banyo küveti bulundu. Restore edilen küp ile banyo küveti müzede teşhir edilmek üzere hazırlandı.

 

 

Toprağı kazdıkça tarih fışkırdığını söyleyen Mardin Müzesi Müdürü Nihat Erdoğan, “Kazılarda Asuriler zamanında buğday, arpa ve mercimek gibi tahılların saklandığı 3 bin yıllık küp bulundu. Şu ana kadar bulunan en büyük küp bu. Banyo ve küvet kültürünün bu topraklardan çıkıp dünyaya yayıldığının da en önemli ispatlarından birisi. Ortaya çıkan bu eser, 2 bin 800 yıl önce Mezopotamya topraklarında insanların banyo küveti kullandığını gösteriyor. Bu bir belge, bunu müzemizde teşhir ediyoruz.” diyor.

 

‘40 bin tarihi eseri restore ettik’

2009’da Mardin Müzesi’nde kurulan Restorasyon ve Konservasyon Laboratuvarı ile şu ana kadar 43 bin eserden 40 bini restore edildi. Müze laboratuarında aynı zamanda tarihi yapıların taş, sıva, harç, derz, toprak analizi de yapılıyor.

 

 

Nihat Erdoğan, şu ana kadar 100’ün üzerinde yapının restorasyonunun tamamlandığını söylüyor: “Ilısu Barajı’nda kurtarma kazılarındaki yapılara katkı sağlıyoruz. Müzeler için laboratuar çok önemli. Bu işi yapmasaydık bu kadar eser depoda özellikle metal eserler korozyona uğrayıp tarihi eser kimliğini yitirmiş olacaktı. Şu anda yapılan çalışmalar neticesinde eserler sağlıklı bir şekilde gelecek nesillere aktarılıyor.”

Zaman, Haber: Şeyhmus Edis, 06.09.2013

TARİHİ MESCİTTE 200 GEMİ ÇİZİMİ

 

 

Alanya'da tarihi yarımadada bulunan mescit, iç duvarlarındaki gemi çizimleriyle yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekiyor. Alanya Müze Müdürü Seher Türkmen, tarihi yarımadadaki mescitte yaklaşık 200 gemi çizimi olduğunu söyledi. Mescitin Selçuklu veya Osmanlı döneminde kaldığını tahmin ettiklerini dile getiren Türkmen, mekan içindeki çizimlerin 14-17. yüzyıllar arasına tarihlendiğini kaydetti. Resimlerin neden yapıldığına dair araştırmacıların tezleri olduğunu ifade eden Türkmen, yabancı ülkedeki bir kilisede bulunan resimlerden yola çıkan bir araştırmacının, "Seyahate gidilirken sağ salim dönülsün" diyerek yola çıkılan geminin resimlerinin duvara işlediği sonucuna vardığını söyledi. Türkmen, şöyle konuştu: "Alanya bir liman kenti. Burada oturan insanlar limanda gördükleri gemilerin resimlerini çizmiş olabilir. Bazı araştırmacıların öne sürdüğü tez ise yine 'Sağ salim gittim, geldim. Şükür' diye gemiyi caminin iç duvarlarına çizmiş olabilir." İlçe Müftüsü Mustafa Topal ise Türk İslam kültüründe ibadethanede resme rastlanmadığını belirterek çizimlerin mescit kapandıktan sonra yapılmış olabileceğini savundu.

Sabah, 06.09.2013

28 ŞUBAT'TA 500 YILLIK YAZMA ESERLER ÇÜRÜMEYE TERKEDİLMİŞ

 

 

28 Şubat sürecinde, başörtülü öğrencilere yönelik ağır uygulamalar ve ikna odalarıyla gündeme gelen İstanbul Üniversitesi’nde zulümden elyazması tarihi kitapların da nasibini aldığı ortaya çıktı. Ergenekon davasında 15 yıl 8 ay hapisle cezalandırılan Kemal Alemdaroğlu’nun rektörlüğü döneminde edebiyat fakültesi kütüphanesinde yer alan 500 yıllık elyazması eserler toplatılıp depolara kaldırılmış. 8 yıl boyunca uygun olmayan şartlarda tutulan kıymetli eserler rutubet ve fareler sebebiyle büyük zarar görmüş.

 

Depoya kaldırılan eserler arasında Katip Çelebi'nin Cihannüma (Elyazması-Hicri 1145), Firdevsi-i Rumi'nin Süleymanname (El yazması- Hicri 1061), Şeyh Sadi'nin Bostan (El yazması- Miladi 1618), İbn-i Ferişte'nin Şerhi Menar (Miladi 1671) isimli eserlerinin yanı sıra Müteferrika baskısı Nazmizade Murtaza Efendi'nin bir eseri (Miladi 1729), Konstantin Ipsilanti'nin Fenn-i Muhasara (Miladi 1794) ve yine Müteferrika baskısı Tarih-i Raşit Efendi (Hicri 1153) gibi önemli eserler yer alıyor.

 

Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Muhammet Nur Doğan, o günleri hala unutamadığını belirtiyor. Üniversite yönetiminin bölüm kitaplıklarını bilinçli olarak tasfiye ettiğini dile getiren Doğan, şahit olduklarını şöyle anlatıyor: “Elinde telsizle subay gibi geldiler. Utanç verici bir şekilde kitapları bir suç aleti gibi topladılar. Kitaplar, zimmet ve sayım yapılmadan depolara atıldı. Sonra o kitapların bir kısmının da sahaflarda satıldığını duyduk.” Sanat tarihçisi Süleyman Faruk Göncüoğlu da, asistanlık döneminde yaşanan bu olaya bizzat şahit olduğunu belirterek, “Tarih ve Sanat Tarihi bölümünün kitaplığını perişan ettiler. O kitaplıklar 100 yılda oluşmuştu.”  diye konuşuyor.

 

Yönetimin emriyle kitapların taşınmasında görev alan Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç.Dr. İshak Keskin, yaşadıklarını, “Kültür hazinemize yapılan bir saygısızlıktı. Kitapları, içim kan ağlayarak taşıdım.” sözleriyle anlatıyor. Dönemin İÜ Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanı Prof.Dr. Meral Alpay şu an 75 yaşında olduğunu, hastalık sebebiyle fazla bir şey hatırlamadığını söylüyor. Üniversite yönetiminin kararı gereği bölüm kütüphanelerini bir araya topladıklarını belirten Alpay, o günkü şartlara göre kitapları en iyi şekilde taşıdıklarını dile getiriyor. Bazı kitapların kaybolduğu iddiasını ise kabul etmiyor.

Zaman, Haber: Ünal Livaneli, 06.09.2013

MERYEM ANA 700 BİN ZİYARETÇİ BEKLİYOR

 

Hıristiyanlar tarafından "hac merkezi" kabul edilen, bu özelliğiyle de Türkiye'nin önemli inanç turizmi merkezlerinden biri olan "Meryem Ana Evi"ni, yıl sonuna kadar 700 bin kişinin ziyaret etmesi bekleniyor.

 

İzmir'in Selçuk İlçesi'nde bulunan Meryem Ana Evi'ne girişte bilet kesen Selçuk Belediyesi'nin yetkililerinden alınan bilgiye göre, geçen yıl 630 bin olan ziyaretçi sayısının, bu yıl sonunda 700 bin civarında olması bekleniyor. Meryem Ana Evi'ni, 1967'de Papa 6. Paul, 1979'da Papa 2. Jean Paul, 2006'da Papa 16. Benedict ziyaret etmişti.

Sabah, 06.09.2013

SAHİB ATA CAMİİ'NDE 'YAŞAM ÇİÇEĞİ'

 

 

Selçuklu Veziri Sahibi Ata Fahreddin Ali tarafından 1258 yılında yaptırılan ve günümüze ulaşan bu görkemli eser, tüm ihtişamıyla zamana adeta meydan okurken, ezoterik bilgilerde, hayatın sırrını gizlediğine inanılan yaşam çiçeği desenlerinin, ana giriş kapısında bulunması, Sahib Ata Camii’nin farklı bir boyutunu ortaya çıkardı.

Şehrimizde de bulunduğu, bugüne kadar fark edilemeyen bu sembolü, hakkında yazdığı kitaplarla dünyaya tanıtan, ünlü ezoterizm yazarlarından Drunvalo Melchizedek, “geometrik sembolün tüm evrenin ve yaşamın sırrını içinde barındırdığını” iddiasını ortaya koymuştur.

“New Age” (Yeni Çağ) öğretilerinde önemli bir yere sahip olan yaşam çiçeği, meraklılarını şehrimize çekecek olmasıyla birlikte, şehrimizin bir başka ezoterik yönünü ortaya çıkarması açısından da sevindiricidir.

Dünyanın birçok bölgesinde bulunun yaşam çiçeği, ülkemizde birkaç yerde bulunmuştur. Burdur müzesindeki bir lahtin kapağında, Hacı Bektaş Veli Türbesi’nde Efes antik kentinde ve Topkapı Sarayı’nda sergilenen bir giysinin üzerinde de bulunmaktadır. Ünlü Ressam Leonardo Da Vinci tarafından da kullanıldığı iddia edilen sembolün şehrimizde de bulunması, kültür ve turizm açısından bir kazanç olacaktır.

Selçuklu sanatının şaheserlerinden ve taş işçiliğinin çok ender görülen örneklerinden olan portalın alt kısmında yer alan yaşam çiçeği, yerli ve yabancı turistlerin ve özellikle ezoterizm araştırmacıları tarafından ilgiyle karşılanacaktır. Şehir kültür hayatına farklı bir bakış açısı getirecek olan yaşam çiçeği, birçok insanı kendine çekecek ve şehrimizin tanıtımına da olumlu katkılar sağlayacaktır.

Taş, mermer, çini ve tuğlanın inanılmaz derecede uyum içinde kullanıldığı kapıda yer alan emzikli sebillerin de örneği az bulunmaktadır. Yaklaşık sekiz asırlık bir geçmişi olan kapıdaki çiniler de kültür çevrelerinin gurur kaynağı olmaya devam etmektedir.

 

 

YAŞAM ÇİÇEĞİ NEDİR?

 


 

Dünyaca ünlü ezoterizm yazarlarından Drunvalo Melchizedek tarafından ortaya atılan bir iddiaya göre “evreni oluşturan kutsal geometri”ye verilen bir isimdir. Tüm kutsal oranların çıkış noktası olduğu savına göre bu sembol, kendimizin ve evrenin gerçeğine giden yolda bize rehberdir.

Yaşam Çiçeği’nin farklı çizimleri dünyanın birçok bölgesinde, kadim medeniyetlerden günümüze intikal eden eserlerde bulunmaktadır. Yaşam Çiçeği denilmesinin nedeni, çiçek desenine olan benzerliğinden değildir; aynı zamanda meyve ağaçlarının evrelerini temsil etmesine olan inançtan da kaynaklanmaktadır.

İç içe geçmiş çemberlerden oluşan Yaşam Çiçeği’nin, hayatın sırrını içinde gizlediği ve hayatın sırrı olduğu kabul edilir. Yaşam Çiçeği isminin yanı sıra “sessizliğin dili” veya “ışığın dili” olarak da adlandırılan geometrik şekil, hayatın tüm kodlarını barındırdığı ve Atlantis kıtasından Antik Mısır’a oradan da tüm dünyaya yayıldığı yine yazar Drunvalo Melchizedek imzalı kitaplarda iddia edilmektedir.

Manşet Gazetesi, 05.09.2013

ASPENDOS'TA HASSAS RESTORASYON

 

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı dünyanın en iyi korunmuş antik tiyatrosu ‘Aspendos’u minimum müdahaleyle yeniliyor.

 

Bakanlık Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından 2010 yılında kapsamlı projeleri hazırlanan ve çalışmaları Ocak ayında başlatılan tiyatronun restorasyonu ziyarete açık olarak yapılıyor.

 

Seyirci kapasitesi ve akustik özellikler bakımından benzersiz olan 2 bin yıllık antik tiyatroda çalışmaların Eylül 2014’te bitirilmesi planlanıyor.

 

ASPENDOS’UN TAŞLARI TEMİZLENDİ

Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Ocak ayında başlatılan çalışmalarla yenilenen Aspendos’un taşları özenle temizlendi.

 

Dünyanın en önemli kültürel varlıklarından biri olan Aspendos’u gelecek kuşaklara aktarmak için sürdürülen çalışmalar kapsamında bugüne kadar tiyatronun güney kuzey analema duvarı boyunca drenaj kazısı yapıldı. Kazı çalışmalarında çıkan bulgular doğrultusunda proje revizyonu yapılarak ilgili koruma kurulunca onaylandı.

 

Revakların ve tonozların derzlerindeki çimento temizliği tamamlanarak aslına uygun hale gelmesi sağlanan tarihi yapıda ayrıca doğu cephesinde ve tiyatro içerisinde taş temizliği de yapıldı.

 

ANTİK TİYATRO SAĞLAMLAŞTIRILIYOR

Aspendos Antik Tiyatrosu’nda sürdürülen restorasyon çalışmalarının bundan sonraki ayağı ise oturma sıralarındaki çimento derzler.

 

Tiyatronun bütünüyle modern yöntemlerle sağlamlaştırılması hedeflenen çalışmalar, derzlerinin sökülerek proje doğrultusunda taş tamamlamalarının yapılmasını ve Selçuklu sıvalarının konservasyonunu kapsıyor.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Uluslararası Aspendos Opera ve Bale Festivali başta olmak üzere önemli sanat etkinliklerine ev sahipliği yapan antik tiyatronun restorasyon çalışmalarından sonra yenilenen yüzüyle sanatseverlerle buluşmasını hedefliyor.

 

ASPENDOS ANTİK TİYATROSU

İki tepe üzerine kurulu ve küçük tepenin doğu yamacına yaslanmış olan Aspendos Antik Tiyatrosu MS 2. yy. da Marcus Aurelius (161-180) döneminde inşa edildi.

 

Tanrılar ile devrin imparatorlarına adanan Antik Tiyatro 19’uncu yüzyılda başlayan arkeolojik çalışmalarla ortaya çıkartıldı.

 

Atatürk’ün 1930 yılında ziyaret edip “onarılıp yeniden kullanılması” için talimat verdiği Aspendos her yıl yaz aylarında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın organizatörlüğünde düzenlenen etkinliklerde dünyanın dört bir yanından konuklarını ağırlıyor.

Turizm Habercisi, 05.09.2013

MİDYAT'TA TESADÜFEN ORTAYA ÇIKAN ORİJİNAL ROMA MEZARLIĞI HEYECAN YARATTI

 

 

MardinN'in Midyat İlçesi'nde yol genişletme çalışmaları sırasında, MS 2'nci 3'üncü yüzyıl Roma dönemine ait, Putperestlik geleneklerine göre gömülen insan iskeletleri ve gömülenlerin kişisel eşyalarının olduğu orijinal halde kaya mezarlık ortaya çıktı.

 

Midyat Kaymakamlığı tarafından Suriyeli sığınmacıların yaşadığı Çadır Kent yolunun genişletilmesi çalışmaları sırasında, Roma Dönemi'ne ait Pagan ritüellerine göre gömülen kaya mezarlar ortaya çıktı. Midyat’ın ilk yerleşim yeri olan ve Süryaniler'in yoğunluklu olarak yaşadığı Akçakaya Mahallesi’nde bulunan Süryani Ortodoks Cemaati’ne ait Mor Hobil ve Mor Abrohom Manastırı yanındaki yol çalışması sırasında, iş makinesinin kazı yaptığı alanda, ilk belirlemelere göre kayadan yontulmuş 4 oda mezar bulundu. Gerçekleştirilen kazıda açılan ve yerin yaklaşık 2 metre altında bulunan ilk odanın içerisinde biri ortada, diğerleri kayaların içi yontulmuş vaziyette gömülü 11 mezar tespit edildi. Mezarların tahrip edilmediği ve içinde iskeletlerin halen bulunduğu görüldü.

 

MÜZE MÜDÜRLÜĞÜ KAZI ÇALIŞMASI BAŞLATTI

Midyat Kaymakamı Oğuzhan Bingöl, tesadüfen bulunan mezarlarla ilgili inceleme yapılması için Mardin İl Müze Müdürlüğü'ne bilgi verdi. Mardin Müze Müdürü Nihat Erdoğan, kazı temsilcisi Mehmet Deniz öncülüğünde, 5 Arkeolog ve 2 antropolog ile 6 işçiden oluşan ekip oluşturulduğunu söyledi. Bu ekip tarafından yapılan titiz çalışma sayesinde tarihi oda mezar gün yüzüne çıkarıldı. Ayrıca insan iskeletleri ile mezara gömülmüş bazı kişisel eşyaların bulunduğu odadaki kazı çalışmaları halen devam ediyor. Günde 8 saat çalışan ekip üyeleri, herhangi bir bulguyu kaybetmemek için odadan çıkardıkları toprağı elekle ayrıştırıyor.

 

2 VE 3’NCÜ YÜZYILA AİT VE ORİJİNAL HALİNDE

Yürütülen çalışmalar hakkında bilgi veren Midyat Kaya Mezarları Kurtarma Kazıları Başkanı Mardin Müze Müdürü Nihat Erdoğan, kazı çalışmaları sonucu bulunan mezarlığın Roma dönemine ait olduğunu olağanüstü iyi durumda olduğunu belirtti. Nihat Erdoğan, şunları söyledi.

 

"Roma dönemine ait bir mezarlık burası ve şuan onun içindeyiz. Üzerinde bulunduğumuz ve kazı çalışmalarını yürüttüğümüz saha, arkeolojik sit alanı olarak daha önce koruma altına alınmış olan sahanın hemen yan tarafında bulunuyor. Daha önce tahrip edilmiş Roma dönemine ait mezarlar bulundu, ama ilk defa 2 ve 3'ncü yüzyıla ait bir mezarı orijinal haliyle bulduk. Ancak 2 ve 3'ncü yüzyıla ait Hz. İsa’dan sonra bu şekilde bir mezar yok. Bununla ilgili bir arkeolojik çalışma da yok. O dönemin yaşamına ilişkin bilgiler vermesi açısından bu mezar çok önemli. Çünkü 5'inci yüzyıl ve sonrasının Midyat’ını, Mardin’ini iyi biliyoruz. Bu anlamda kazı çalışmaları var. Ama 2'nci ve 3'üncü yüzyıl dediğimiz bu yıllar ile ilgili de burası önemli bir yer."

 

PUTPERESTLİK GELENEĞİNE GÖRE GÖMÜLMÜŞLER

Oda mezarda gömülü eşyalar arasında mezarlık hediyelerine de rastladıklarını belirten Erdoğan şöyle devam etti:

"Bulduğumuz mezarlar, Roma dönemine ait Pagan (Putperestlik) geleneği şeklinde gömülmüş olan insanlara ait kaya mezarlardır. Aynı aileye mensup bireylere ait bir mezarda şuan kazı çalışmasını yapıyoruz. Arkeolog ve antropologlardan oluşan kazı ekibimiz, çalışmalarını büyük bir titizlikle yürütüyor. Pagan geleneklerine göre kayanın yontulmasıyla oluşturulan oda mezarda gömülü bulunan aile bireylerine ait kemiklere ve bunlara ait mezarlık hediyeleri, bilezikler, kandiller, kolyeler ve gözyaşı şişelerine rastladık. Bu alandaki çalışmalar tamamlandığında, burada bulunan buluntular ve eserler müzede sergilenecek. Sonrasında da bu alanın teşhirini sağlayacağız. Bu alanı temizledikten sonra da ziyaretçilere açılabilir hale gelecek. O şekilde bir çalışma yürütüyoruz. İki ay gibi bir sürede buradaki çalışmaları tamamlamayı hedefliyoruz."

 

Kazı alanında incelemelerde bulunan Midyat Kaymakamı Oğuzhan Bingöl, kazı başkanı Mardin Müze Müdürü Nihat Erdoğan'dan çalışmalar hakkında bilgi aldı. Kaymakam Bingöl, kazı ekibine yaptıkları titiz çalışmalarından ötürü teşekkür etti.

Haber 3, 05.09.2013

OLİMPOS ANTİK KENTİNDE KAZILAR BAŞLADI

 

 

Kumluca İlçesi'ndeki nde, 2013 yılı kazı ve restorasyon çalışmaları başladı. Olimpos Kazı Heyeti Başkanı, Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Yelda Uçkan, gazetecilere yaptığı açıklamada, bu yılki çalışmaların üç bölümde sürdürüleceğini söyledi. Antik kentte kazı çalışmalarının 2000 yılında başladığını anlatan Uçkan, bu yıl ağırlıklı olarak, daha önceki yıllarda ortaya çıkartılan yapıların restorasyonu ve sağlamlaştırılması üzerine çalışacaklarını kaydetti.

Uçkan, şunları söyledi
:
"Bu yılki kazı çalışmalarımız koruma ve onarım ağırlıklı sürdürülecek. Özellikle geçen yıl açtığımız nekropol caddesinde ortaya çıkan ve sivil konutlar olduğunu düşündüğümüz konutlarda tahribatı önlemek amacıyla ortaya çıkan yapıların onarımı ve sağlamlaştırmasını yapacağız. Ören yerinin çevre düzenlemesi yapacağız ve yenilenen bilgilerle tabelalarını da güncelleyeceğiz. Ayrıca eser deposunda gelecek yıl hazırlanması planlanan Olimpos Kazısı kitabına ilişkin eser, envanterleme ve belgeleme çalışmalarımız devam edecek."

Olimpos antik kentinin üç boyutlu modellenmesi çalışmalarının da devam edeceğini belirten Uçkan, bu çalışmayla antik kentin geçmişteki yapısını birebir ortaya koymayı amaçladıklarını kaydetti. Uçkan, bu yılki çalışmaların 16 kişilik ekiple sürdürüleceğini bildirdi.

Olimpos'un bağlı olduğu Yazır Köyü Muhtarı Halil Karataş da antik kentin ayağa kaldırılması için kazı çalışmalarını desteklediklerini söyledi. Antik kentin bölge için çok önemli olduğunu vurgulayan Karataş, ören yerinin turizme de büyük katkısı olduğunu bildirdi.
Sabah, 05.09.2013

MASASIZ, SİNEMASIZ, KİTAPÇISIZ BİR BEYOĞLU

 

100 yıllık kitabevleri, “kamu yararı muğlak” denilerek kapı önüne koyuluyor... Beyoğlu’nun tüm tarihi mekanlarıyla birlikte kitapçıları da “mutenalaşma”nın kurbanı.

 

 

İstanbul’un en iyi kitapçılarından biri, Robinson Crusoe, maddi sıkıntılar nedeniyle kapanma tehlikesiyle karşı karşıya... Robinson, akıllıca bir çözüm yarattı ve “önce öde sonra al” kampanyasıyla müdavimlerini yardıma çağırdı.


Robinson’umuzu yalnız bırakmayacağız elbet. Peki Beyoğlu’ndaki diğer kitapçıların hali ne olacak? Pandora, Kelepir Kitap, Bengi ve Ana Kitabevi’nin de bulunduğu bina el değiştirmiş, otel olacakmış... Müdavimleri koşsa bile kurtaramayacak onları.


Korsan kitapla, e-kitapla mücadele eden kitabevleri, kentsel dönüşüm furyasıyla baş edemez. “Mutenalaşma” harekatının sonuçları bunlar: Her yer AVM, her yer otel! Beyoğlu öylesine pahalandı, öylesine hızlı el değiştiriyor ki, “butik” kitabevlerinin bile yaşama şansı kalmadı.

Kamu yararı muğlakmış
Beyoğlu’nda kitapçılar için bir “dönemin sonu”nun geldiği, Libraire de Pera’nın kapandığı haberiyle tescillendi... Radikal’in haberinde, 1900’larda kurulan Libraire de Pera’nın,  Vakıflar Genel Müdürlüğü ile mücadelesinin sürdüğünü öğreniyoruz.


Kitabevinin sahibi Uğur Güracar, restorasyonu üstlenip yerinde kalmayı ve “kamu yararının gözetilmesi”ni talep etmiş.  Cevap, aslında her şeyi anlatıyor: “Kamu yararı muğlak bir şeydir!”
Oysa devletimiz için kamu yararının ne olduğu muğlak filan değil. Zira kamu yararı, rantla aynı anlama geliyor artık. Misal, verimli tarım alanlarının yapılaşmaya açılmasının gerekçesi de “kamu yararı”! Ormanların talanı da “kamu yararı”na yapılıyor... Ve elbette, Taksim Meydanı da “kamu yararı” için yeniden düzenleniyor.

Belediye kitapçıya sahip çık!
Kitapçısız, sokakları masasız, tarihi sinemasız bir Beyoğlu’nun, turistler için de uzun vadede ilginç olmaktan çıkacağını kimse düşünemiyor. Beyoğlu’nu Beyoğlu yapan her rengini yavaş yavaş yitirmesine aldırmıyorlar.


Turistlerin metrekarelerce uzanan beton bir meydanda dolaşıp, lüks otellerde kalacağını ve bunlarla zenginleşebileceğimizi düşünüyorlar.


Beyoğlu Belediyesi her yıl sahaf festivali yaparak, yayıncılık kültürüne güzel bir katkıda bulunuyor. Varolan kitabevlerini astronomik kiralara karşı koruyan, onları destekleyen bir çözüm bulması çok mu zor?


Özendiğimiz, yarışa girdiğimiz Avrupa kentlerinin hiçbirinde  100 yıllık kitapçılar “yüksek kira” nedeniyle tahliye edilmez. 100 yıllık sinemalar acımasızca yerle bir edilmez. Kentin tarihi merkezinin dokusu, kültürü bu kadar hunharca talan edilmez.

 

BiREY HAKKININ GASPI

* Anayasanın birçok yerinde “kamu yararı” ifadesi kullanılıyor. Bu maddelerin çoğunda “kamu yararı” kavramı, birey haklarının devlet tarafından gasp edilebileceği anlamını taşıyor.
*  “Kamu yararının” ne olduğuna dair bir görüş birliği yok. Hukukçu Levent Korkut, bu soyut kavramı bir makalesinde ele almış. (Kaynak: ozgurtoplumundegerleri.com)

 

TÜRKiYE’DE KAÇ KiTABEVi VAR?

* Bu yazıyı yazarken, Türkiye ve İstanbul’da kaç kitapçının olduğunu merak ettim. Tuhaftır, her şeyin dijitalleştiği, rakama dökülebildiği bir çağda, kitabevlerine dair bilgi yok.
* Bırakın kitabevini, yayınevlerinin sayısı bile net değil. En son 7 yıl önce, Akademik Yayıncılar Birliği bu soruyla yola çıkmış.
* Türkiye ISBN (International Standart Book Number / Uluslararası Standart Kitap Numarası) Ajansı’nın 2006’daki beyanına göre, kendilerine kayıtlı 12 bin 704 yayınevi var. Bunlar, yayın dünyasının ancak yüzde 70’ini temsil ediyor.

Milliyet, Yazı: Mehveş Evin, 05.09.2013

'AYÇİÇEKLERİ'NİN FOTOĞRAFI BULUNDU

 

 

Hollandalı ressam Vincent van Gogh’un 70 yıl önce kaybolan ‘Ayçiçekleri’ tablosunun orijinaline uygun kopyası, İngiliz gazeteci ve sanat tarihçisi Martin Bailey tarafından tesadüfen bulundu.

 

Van Gogh’un 1887 tarihli tablosunun çeşitli kopyaları günümüzde farklı sergilerde görülebiliyor. Ancak tablonun orijinali, 1945’te ABD’nin Japonya’nın Aşiya kentine düzenlediği bombardıman sırasında kaybolmuştu. Tablonun Japon sahibi Koyata Yamamoto, çok ağır olan tabloyu kurtaramadan evini terk etmek zorunda kalmıştı. Kendi kitabı için araştırma yapan Bailey, orijinal tablonun kopyasını Japonya’da 1921’de basılan bir kitapta tesadüfen buldu. Bailey, Gogh’un modeli gelmediği için böyle bir tablo yarattığını belirterek “Muhtemelen model gelseydi ‘Ayçiçekleri’ tablosu olmazdı” dedi.

Hürriyet, 05.09.2013

AĞRI'DA DEĞİL, CUDİ'DE ARANACAK

 

Ağrı Dağı’nda olduğuna inanılan Nuh’un Gemisi için yeni bir tartışma başladı. Gemi şimdi de Şırnak’ta aranıyor. Konuyu tartışmak için ay sonunda sempozyum yapılacak.

 

Şırnak Üniversitesi, Nuh’un gemisi araştırmalarına el attı.Üniversite, 27-29 Eylül günlerinde gerçekleştirilecek Uluslararası Hz. Nuh ve Cudi Dağı Sempozyumu’na ev sahipliği yapacak. 


Musevi ve Hıristiyan kaynakları Nuh’un gemisinin Ağrı Dağı’nda olduğuna inanıyor. İslami kaynaklar Nuh’un Cizreli, gemisinin de Cudi Dağı’nda olduğu görüşünde. Şırnak Üniversitesi’nden Ömer Ali Yıldırım konu hakkında şunları söyledi: 
- Bilim adamları İslami kaynaklardan yola çıkarak Nuh’un gemisi hakkında jeolojik araştırmalar yapıyoruz. Tezlerimizin bilimsel gerçekliğe daha yakın olduğuna inanıyoruz. 
- Ağrı Dağı yaşamaya uygun değil, zirveleri buzullarla kaplı. Cudi Dağı 2 bin metre yükseklikte. İnsan ve hayvanın yaşamasına elverişli. Cudi’de av hayvanı var, Ağrı Dağı’nda ise yok! 
- Nuh Peygamber’in gemiden bir güvercin uçurduğu ve güvercinin gagasında zeytin dalıyla döndüğü anlatılır. Cudi Dağı civarında zeytin ağaçları varken Ağrı Dağı eteklerinde buna rastlamak mümkün değil. 
- Cudi Dağı ve eteklerinde çeşitli krallıklar, kaya mezarlar ve kaya resimleri buluyoruz. Ayrıca arkeolojik kalıntılar 
ve geminin oturduğu zemin ile ilgili kalıntılar mevcut. 

Akşam, Haber: Şenol Demirci, 05.09.2013

DÜNYANIN İLK FLÜTÜ İLE KONSER VERECEK

 

 

Bu yıl 4’üncüsü gerçekleştirilecek Uluslararası Şefika Kutluer Festivali 24 Eylül’de başlıyor.

Festivalde dünyanın ilk flütü, antik flütçü Ljuben Dimkaroski’nin aracılığıyla Türkiye’de ilk kez dinlenebilecek.

 

Ankara’da bu yıl 4’üncüsü gerçekleşecek Uluslararası Şefika Kutluer ‘Doğu Batı ile Buluşuyor’ Festivali 24 Eylül’de Geleneksel  Kore Dans ve Müzik Gösteri Grubu’nun gösterisiyle başlayacak. 9 Ekim tarihine dek sürecek festivalde yine Batı’nın orkestra ve solistleriyle Doğu’nun geleneksel gösteri grupları aynı sahnede buluşacak. Ankara Resim ve Heykel Müzesi’nde gerçekleştirilecek festivalde flüt sanatçısı Şefika Kutluer, 2 Ekim’de Gergely Kuklis şefliğinde ‘Brandenburg Bach Solistleri’ ile bir konser ve 4 Ekim’de İngiliz klavsenci David Wright eşliğinde Bach’ın eserlerinden oluşan bir resital verecek. Festival kapsamında Kosova Filarmoni Orkestrası 30 Eylül akşamı şef Baki Jashari eşliğinde sahnede olacak.

MAĞARA AYISI KEMİĞİNDEN

4’üncü Uluslararası Şefika Kutluer Festivali’nin en ilgi çekici etkinliği ise dünyanın ilk flütü olarak bilinen 55 bin yıl öncesine ait antik flütün Türkiye’de ilk kez çalınacağı konser. Günümüzden yaklaşık 200 bin ila 28 bin yıl önce yaşamış insan türü olan ‘neandertal’lere ait olan antik flüt, mağara ayısı kemiğinden yapılmış ve dünyada bir tek Slovenyalı antik flüt sanatçısı Ljuben Dimkaroski tarafından çalınabiliyor. Dimkaroski’nin antik flütü ile katılacağı konser, 28 Eylül akşamı saat 19.00’da gerçekleşecek. Şefika Kutluer antik flütçü Ljuben Dimkaroski ve Sloven arpçı Zlobko Vajgl eşliğinde bir konser verecek. Festivalin kapanış konseriyse, 9 Ekim’de Kazakistan Filarmoni Oda Orkestrası verecek.

Hürriyet, 05.09.2013

SÜLEYMANİYE'DE KENTSEL YENİLEME ÇALIŞMALARI DURDU

 

 

İstanbul’un Fatih İlçesi'ndeki Süleymaniye’de yıkılmaya yüz tutmuş tarihi evlerin aslına uygun olarak restore edilmesini içeren kentsel yenileme çalışmaları durduruldu.

 

Zaman’a konuşan Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, birçok mülk sahibinin, ederinin birkaç katı bedel talep etmesi sebebiyle çalışmanın durduğunu söyledi. Süleymaniyelilere mülklerini ihya etmek için ilgili birimlere başvurmaları çağrısında bulunan Topbaş, “Mülk sahipleri gelip ‘hazırız’ deseler, makul şartlarda destek veririz. Süleymaniye de birkaç yılda toparlanır.” dedi.

 

Kadir Topbaş’ın yaptığı açıklamaya göre proje çerçevesinde belediye iştiraklerinden KİPTAŞ, semtte iki yüzün üzerinde mülk edindi. Yine burayla ilgili bazı yatırımcılarla görüşmeler yaptıklarını anlatan Topbaş, meseleyi kimseyi mağdur etmeden, her mülkün makul karşılığını vererek çözmek istediklerinin altını çizdi. Birçok mülk sahibinin ederinin birkaç katı bedel talep etmesi nedeniyle işin durduğunu ve şu an için beklediğini söyledi. Süleymaniyelilere kendi mülklerini ihya etmek için belediyenin ve valiliğin ilgili birimlerine başvurmaları çağrısında da bulunan Topbaş, “Tescilli yapıysa zaten valiliğimizdeki fondan yüzde 60’a kadar yardım alabiliyorlar. Bu maliyet için ciddi bir yardım bu. Değilse biz proje yardımı da yaparız. Bu şekilde herkes kazançlı çıkar. Mülk sahibi arkadaşlarımız hemen yarın gelip biz bu işe hazırız deseler, makul şartlarda biz desteğimizi veririz ve birkaç yıl içinde Süleymaniye toparlanır.” şeklinde konuştu.

Zaman, Haber: Ahmet Balcı, 05.09.2013

TOPKAPI SARAYI'NDA DEĞİŞİM

 

Ömer Çelik'in talimatıyla yapılan çalışmalarla Müzesi'ne Osmanlı ruhu geri kazandırıldı.

Kültür ve Turizm Bakanlığından yapılan yazılı açıklamaya göre, Osmanlı'dan emanet Topkapı Sarayı'ndaki birçok bölüm, ocak ayından sonra başlatılan çalışmalarla aslına uygun restore edildi.

Orijinal yapının korunduğu sarayda hayata geçirilen dönem geleneklerine dair uygulamalar, konuklarını o günlere götürerek Osmanlı dönemini yaşatıyor.

TARİHİ HAVUZLAR SUYA KAVUŞTU
Fatih Sultan Mehmet Han tarafından 1478'de yaptırılan, 380 yıl boyunca devletin idare merkezi ve padişahların resmi ikametgahı olarak kullanılan tarihi mirasın akmayan havuzları yeniden faaliyete geçirildi. Müzedeki harem ve bahçede yer alan 10 havuz, yürütülen çalışmalarla kullanılır hale geldi.

Yüzlerce yıl önceki güzelliklerine yeniden kavuşan tarihi yapılar içinde ise harem 3. Murad Has Odası'ndaki 19 musluklu "Selsebil" havuzu öne çıkıyor.

TOPKAPI HAREMİ ASLINA DÖNDÜ
Topkapı Sarayı haremindeki 2 mescidin kullanıldığı döneme uygun yenilenerek müzeye kazandırılması ise büyük atılım olarak değerlendiriliyor.

Saray müzeye dönüştürüldükten sonra depo olarak sınıflandırılan Karaağalar ve Kadınlar mescitleri aslına döndü. Mescitlerin bir ay içinde ziyarete açılması planlanıyor.

Akıllardaki harem algısını değiştireceği düşünülen mescitlerden Karaağalar'da yer alan Kabe motifli çini panolar ise çini koleksiyonu bakımından çok değerli.

Kadınlar Mescidi ise başka örneği olmayan bir uygulamayla dikkati çekiyor. Bir kafesle görüntü geçişinin sağlandığı mescitte, kadınlar kafes ardından cemaate ve imama eşlik ediyor.

KUTSAL EMANETLERDE RESTORASYON VE KIYAFET UYGULAMASI
Topkapı Sarayı'nın orijinal yapısına uygun gerçekleştirilen çalışmalarla müzenin her bölümünde dönemin ruhu yeniden can buluyor.

Müzedeki kutsal emanetlerin tamamı Sultan Reşat döneminden 100 yıl sonra yeniden temizlenerek restore edildi. Osmanlı geleneğinde yer alan ramazan ayının 15. günlerindeki Hırka-i Şerif ziyaretleri, geçen yıl eylül itibarıyla sarayda yeniden uygulanmaya başlandı.

GÜL, LALE VE SÜMBÜL BAHÇELERİ
Topkapı Müzesi'nde yer alan tarihi Gülhane yeniden kuruldu. Cumhuriyet döneminde kurulan Gülhane Parkı ile isim benzerliği olan Osmanlı dönemi tarihi Gülhane'ye 40 bin gül dikildi.

Müzeye ayrıca yarım milyon sümbül ve lale dikilerek, özel bahçeler açıldı. Isparta Güneykent Belediyesinin katkılarıyla bir de Isparta kokulu gül bahçesi kuruldu.

TARİHİ KONSEPTE UYGUN KORUMA VE MEHTERAN KONSERLERİ
Topkapı Sarayı'nı koruyan birliği artık yeni görev anlayışıyla hizmet verecek. Oluşturulacak atlı birlikle, askerler tarihi kıyafetlerle görev yapacak.

Sarayın dışında zaman zaman düzenlenen askeri mehteran konserleri ise bundan sonra her çarşamba saat 11.00'de Divan avlusunda hoş seda bırakacak.

SARAY ARŞİVİNDE ONLİNE HİZMET
Topkapı Sarayı Müzesi'nde hayata geçirilen bir diğer yenilik ise Merkez Yazma Eserler Kütüphanesi. Müzedeki kütüphane, yürütülen çalışmalarla 7 yıldan sonra yeniden hizmet vermeye başladı. Katalogların yayınlanmaya başladığı saray arşivi ise ilk kez online hizmet verecek.

TOPKAPI'DAKİ DİĞER ÇALIŞMALAR
Müzede, haremin özel kabul ve bayramlaşma alanı Hünkar Sofası'nın restorasyonu tamamlandı. Ayrıca Zülüflü Baltacılar Ocağı tarihi kışla-ocak olarak düzenlenerek açılışa hazır hale getirildi.

Piri Reis haritasının da bulunduğu sarayın bütün harita gravür ve çizim koleksiyonları sergilenerek, katalogları basıldı. Topkapı Sarayı Müzesi Yıllığı ise 18 yıl aradan sonra yeniden hazırlanarak baskıya verildi.

SARAYDAKİ YENİ ETKİNLİKLER
Topkapı Sarayı Müzesi'nde birçok yeni uygulama hayata geçirildi.

Sarayın kullanıldığı dönemden sonra ilk kez Mevlit Kandili'nde mevlit okunması uygulamasına benzer biçimde Miraç Kandili'nde miraciye okunmaya başlandı.

Müzenin restorasyonu biten konferans salonu, Enderun Mektebi ve Haremi'nde yalnızca sultan bestekarların eserlerinin seslendirildiği müze konserleri ve konferanslar düzenlenmeye başlandı.

Sultanları anma ve vefa programları başlatılarak, sempozyumlar ve sergiler eşliğinde Fatih Sultan Mehmet ve 2. Bayezid, saray etkinlikleri kapsamında ziyaretçilerle buluştu. Uluslararası Çin Sanatı ve Topkapı Sarayı Koleksiyonları Sempozyumu gerçekleştirildi.

Cuma namazlarına açılan Sofa Mescidi'nde cemaatle öğlen ve ikindi namazları da kılınarak, hoparlörsüz ezan okunuyor. Saray şenlikleri kapsamında ilk kez atlı okçuluk ekibi, tarihi kostümlerle Enderun arka avlusunda, sipahi kıyafetli atlılar da Birinci Avlu'da ücretsiz gösteri yapıyor.

Sarayın geleneksel kültürüne uygun baklava alayları, saray helvası ve saray şerbetleri, etkinlik günlerinde ve özel konukların katıldığı davetlerde ikram ediliyor. Eğitim alanı olarak da kullanılan müzede, üniversite ve lise öğrencilerine "Şehir ve Saray" temalı dersler veriliyor.

Sabah, 04.09.2013

SELÇUKLU MEZARLIĞI'NDA ODA MEZAR BULUNDU

 

 

Yüzüncü Yıl Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Recai Karahan başkanlığında, İslam dünyasının en büyük mezarlıklarından biri olan Ahlat Seçuklu mezarlığında 2011 yılından bu yana yürütülen kazı çalışmaları, bu yıl da 30 kişilik ekiple devam ediyor.

 

Mezarlıkta farklı bilim adamları tarafından 46 yıldır süren kazılarda çok sayıda eser gün ışığına çıkarılırken, bu yılki kazılarda yeraltı mezar odalarına rastlandı.

 

Prof.Dr. Karahan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Selçuklu Meydan Mezarlığındaki kazıların, geçmiş yıllarda olduğu gibi bu yıl da büyük bir hassasiyetle yürütüldüğünü belirterek, kazı çalışmalarının yanı sıra çevre temizliğine de önem verdiklerini söyledi.

 

Mezarlıktaki tümsek ve çukurlardan anlaşıldığı kadarıyla çok sayıda akıtın varlığından söz edilebileceğini vurgulayan Karahan, bu yıl devam eden kazılar kapsamında kadılar mezarlığının bitiminde gün ışığına çıkarılan mezar odasının kendileri açısından büyük bir öneme sahip olduğunu ve görsel açıdan güzel bir görüntü oluşturduğunu ifade etti.

 

Karahan, mezarlığın her yıl çok sayıda yerli ve yabancı turist tarafından ziyaret edildiğini bildirerek, ortaya çıkarılan tarihi mirasın ilçenin ve bölgenin turizmine önemli katkı sunacağını kaydetti.

 

Mimari çeşitliliğin artması ve mezarlığın temiz bir görünüme kavuşmasıyla ilginin de artacağına inandığını anlatan Karahan, şöyle konuştu:

"Bu yılki çalışmalarımızda mimari çeşitliliği artırmaya yönelik bir çalışma yaptık ve bir yeraltı mezarlığı meydana çıkarttık. Şimdilik tek gözünü yani tek odasını açabildik fakat yeraltı mezarlarının genel yapısını incelediğimiz zaman bu odadan başka odalar da olduğunu görüyoruz. Bu alanın, mezarlıktaki en yüksek mezar taşının altına doğru uzanmasından dolayı şu an için bu bölümü kazmayı düşünmüyoruz."

 

Yeraltı mezar odalarının Orta Asya'dan süregelen bir yapı olduğuna değinen Karahan, Altay Türklerindeki Pazırık Kurganı'nından bu yana bu tür yeraltı mezarlarına rastlandığını sözlerine ekledi.

Haber 7, 04.09.2013

APOLLON'UN ÜSTÜNE TIR!

 

 

Hellenistik dönemin en önemli yapılarından sayılan Troas antik kentindeki Apollon Tapınağı’nın üzerine tonlarca ağırlıktaki mermer tozu yüklü TIR çıkarıldı. Yaklaşık 2300 yıllık antik yapının ortasına kadar çıkarılan araçtan işçiler yük boşaltırken ziyaretçiler hayretle bu görüntüyü izledi.

Tapınakta beyaz çimento ile yapılan restorasyon da uzmanlar tarafından eleştiri yağmuruna tutuldu. Kazı Başkanı Prof.Dr. Coşkun Özgünel ise uygulamanın ‘normal’ olduğunu söyledi.


Foça’da Ceneviz Osmanlı Kalesi’nin restorasyonunda çimento kullanılmadığını, orijinal Horasan ile kireç harcı kullanıldığını ve bu başarılı restorasyondan dolayı da UNESCO Geçici Miras Listesi’ne kaydedildiğini duyurmuştuk. Türkiye ’nin pek çok yerinde devam eden restorasyonlarla ilgili gelen mail’lerde çimentonun yoğun şekilde kullanıldığı yönünde şikayetler aldık. Ancak bir okuyucumuzdan gelen fotoğraf ve video hepimizi şaşırttı. Fotoğrafta tonlarca ağırlıkta yükü olan bir TIR, Apollon Tapınağı’nın ortasına çıkmış yükünü boşaltıyordu. Diğer tarafta da günümüz inşaatlarını andıran kalıplarla tapınağın taban basamakları yeniden inşa ediliyordu. Okuyucumuz şu notu düşmüştü: “Bu fotoğraf 30 Ağustos tarihinde çekildi. Çimento yüklü kamyon çimento boşaltmak için 2500 yıllık tapınağın üzerine çıktı. Restorasyonda çimento kullanılması da takdirinize...”


Fotoğrafın doğruluğunu öğrenmek için uzun yıllardır Alexandria Troas Kazı Başkanlığı’nı yürüten Prof.Dr. Coşkun Özgünel’i telefonla aradık. Durumu kendisine izah ettik. Açıkçası TIR’ın, bilgisi dışında çıkarılmış olduğunu söylemesini bekliyorduk. İşte Özgünel ile yaptığımız görüşme:


Apollon Tapınağı’nı ziyaret eden bir okuyucumuzdan fotoğraf aldık. Çimento yüklü bir kamyon Apollon Tapınağı’nın tam ortasında.

Olabilir.


Normal bir şey mi hocam?
Tabii. Restorasyon yapıyoruz.


Ama tapınağın üzerine çıkmış.
Ee nasıl boşaltacağız toprağın üzerine? Herhalde önlemini aldık ki çıkardık.


Çimento kullanıyor musunuz, yoksa beyaz kireç mi kullanıyorsunuz?
Beyaz çimentoyla birlikte mermer tozu kullanıyoruz.


Orijinal olması için mi yapılıyor?

Eğer elinizde orijinal yoksa, onun imitasyonunu yaparsınız.


Kalıp çakıp basamakları öyle düzenliyorsunuz herhalde?
Tabii, tabii. çünkü elimizde sadece sütunlar ve üst yapının yüzde 80’i var. Onun altında altyapıyla ilgili hiçbir şey yok. Alttaki dolguydu, aynı dolguyla kapandı bitti. Her şeyin statiği yapılıp da restorasyon yapılıyor. Çimentosuz nasıl yapacağız? Tutar mı? Kireç de tutmaz. Olan yerde orijinal kullanılır, olmayan yerde taklit yapılır. Venedik Tüzüğü’ne göre yapmamız gerekiyor. Yoksa olmayanı da mermerden yapabiliriz ama insanları kandırırız sonra.


Döneminde neyle yapılmış?
Kurşun kenetlerle yapılmış. Demir üzerine kurşun akıtılarak yapılmış. Sütun ve üst yapıda bu tekniği kullanacağız. Öteki köşeyi de öyle yaptık.


Daha önce bir model yapmıştınız.

Onun devamını yapıyoruz. Üst yapı, çatının köşeleri elimizde onları koyacağız. 8-10 sütun olacak dikilen. Elimizde olanlarla yapıyoruz. Hepsini yapamayız, o zaman yine restorasyon ilkelerine aykırı. Tabii bilen bilmeyen çekiyor. İçeride proje var görsünler diye. Kimsenin ona baktığı yok.


Koruma Kurulu’ndan onaylı mı?
Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’ndan proje onaylanmadan nasıl yapabilirsiniz? Çanakkale Kurulu’ndan onaylandı.


Aynı kurulun üyesiydiniz değil mi?
Benim üyeliğim devam ediyor ama ben imza atmıyorum.


Çok da tartışılıyor hocam restorasyonlarda çimento kullanımı...
Oraya özel beton atılıyor. Onu bir anda atmanız lazım. Öyle inşaata taban betonu ya da kat betonu atmıyorsunuz ki. Özel beton geliyor, tapınağa zararı yok.

Apollon Smintheus Tapınağı Biga Yarımadası’nın güneybatı ucunda, Çanakkale ili sınırları içinde Gülpınar beldesinde yer alıyor. Jean Baptista le Chevalier 1785 yılında Lektum-Babakale’den Alexandria Troas’a giderken tapınağın toprak üstünde kalan kalıntılarını gördü ve arkeoloji dünyasına ilk kez Apollon Smintheus Tapınağı’nı tanıttı. R.P. Pullan 1861 yılında tapınak alanına gelip kazı kararı aldı.


1866 yılında kazılara başlayıp Apollon Smintheus Tapınağı’nı bilimsel olarak arkeoloji dünyasına sundu. 1980 yılından bu yana ise tapınak ve çevresinde kazı, sondaj ve restorasyon çalışmaları Prof.Dr. Coşkun Özgünel tarafından sürdürülüyor.

 

Uzmanlar da şaşırdı

Yrd. Doç.Dr. Gülsün Tanyeli: İnşaat kalıpları beni çok şaşırttı. İmitasyon ayrı yerde yapılıp orada monte edilir. Burada özgün basamakların üzerine bütünleme yapılıyorsa, Çanakkale soğuk, yağışlı bir yer. Hepsi bozulur. Lakin bunları yerinde görmek gerek. Coşkun Özgünel tecrübeli bir arkeolog. Bu tür hata yapması mümkün değil. Arkeolojik alan restorasyonları çok özel yapılmalı. Çalışacak işçilerin bile tecrübeli olmaları gerekir. O yüklü araç oraya çıkarken statik hesaplanmalar yapıldı mı bilemiyoruz. Ancak fotoğraf çok tartışılır.


Yrd. Doç.Dr. Yıldız Salman: Çimento zamanla ana maddeyi oluşturan taş ile etkileşime girerek yeni sorunlar çıkartabilir. Dolayısıyla çimentonun grisini ve beyazını kullanmak pek bir şey ifade etmez. Bunun için restorasyonlarda çimento kullanımını pek tavsiye etmiyoruz.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 04.09.2013

BOZBURUN'DA TARİHİ YAPILAR RESTORE EDİLEREK TURİZME KAZANDIRILIYOR

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik'in Ramazan Bayramı tatilini geçirdiği Marmaris'in Bozburun beldesindeki tarihi yapıların restore edilmesi ve turizme kazandırılması istendiği öğrenildi.


Bozburun'daki yat kulübünde akşam yemeği yiyen ve kahvaltı yapan Ömer Çelik, burada vatandaşlarla sohbet etti. Bölge yaşayanı Çelik'ten Adaboğazı'ndaki tarihi yapıların restore edilip turizme kazandırılmasını istedi. Bakan Çelik bu talepler üzerine Bakanlık görevlilerini arayarak bölgeyle ilgili gerekli çalışmaların yapılması talimatını verdi.


Bozburun Körfezi Coğrafik konumuyla bir iç deniz niteliği taşıyor. Kıyı kesiminde Arkeolojik bölümler var. Planlama alanı içinde kalan sit alanı 3.derece Körfezin ağzında yer alan adada birinci derece Arkeolojik Sit Alanı tescili yapıldı.


Tahribata uğrayan Patakis Kilisesi Bozburun Koyu girişinde bulunuyor. Ayrıca bölgede tarihi yel değirmeni ve kilisenin yanı sıra tahrip olmuş eski evler de bulunuyor.

Türkiye Turizm, 03.09.2013

558 YILLIK ENDÜSTRİNİN HİKAYESİ

 

 

Kasımpaşa'dan Hasköy'e doğru uzanan Haliç, Camialtı ve Taşkızak tersaneleri Fatih Sultan Mehmet tarafından 1455 yılında kuruldu. Tersanei Amire adıyla kurulan imparatorluk tersanesi bugün Haliç tersaneleri adıyla anılıyor ancak kısa bir süre içinde adı da kimliği de değişecek.

 

Gemilerin karadan yürütüldüğü Haliç'e her biri 70 yat kapasiteli 2 yat limanı, 400 oda kapasiteli 5 yıldızlı iki otel, dükkanlar, restoranlar, kongre ve kültür merkezleri, sinema ve eğlence tesisleri, 1000 kişilik cami ve otopark yapılacak.

İstanbul’un fethi Haliç’in de kaderini değiştirdi. II. Mehmet’in İstanbul kuşatması sırasında donanmaya ait gemilerden bir kısmının karadan yürütülerek Haliç’e indirmesi hala konuşulan bir savaş taktiği olarak tarihe geçti. İstanbul’un fethinden kısa bir süre sonra Bizans döneminden kalan Kadırga Limanı tersane olarak kullanıldı. 1455 yılında da Haliç’te bugünkü tersanenin bulunduğu tarafta Bizans tersanesinin kalıntıları üzerine birkaç gözden ibaret olan ilk tersane kuruldu. Osmanlı tarihi boyunca önemli hizmetler görecek dünyanın en eski endüstriyel tesisinin temeli atılmış oldu.


Yavuz Sultan Selim (1512-1520) padişah olduktan birkaç ay sonra donanmayı büyütme işine yeniden hız verdi. Gelibolu ve İstanbul’da her biri 100 gözlü toplam 200 kadırga alacak daha büyük tersaneler kurulmasını emretti. 1513-1514 yıllarında Galata’nın batısında büyük tersane için inşaata başlandı.

Mezarlıklar kaldırıldı
Venedik Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki daimi temsilcisi Antonio Guistiniani’nin anlattıklarına göre inşaat bölgesindeki mezarlar taşındıktan sonra 1513 sonbaharında ilk 4 göz tamamlandı. 1514 baharında 50, yaz sonuna doğru 100 göz hazır duruma geldi. 1515 yılında ise imparatorluk tersanesi Haliç’te hizmet vermeye başladı. 16. yüzyılın ortalarında Tersanei Amire olarak adlandırılan tesis, en parlak dönemini Kanuni Sultan Süleyman ve Sokullu Mehmet Paşa döneminde yaşadı. Kaptanıderya Barbaros Hayrettin Paşa tersaneye yeni bir düzen verdi.

Yeni gemilere direnç
17. yüzyılın başlarında yeni tip gemilerin yapımına karşı bir direnç oldu. Bu dönemde kadırga tipi gemi yapımına direnilmesi tersanede kalyon yapımına başlanılmasını geciktirdi. 1571’deki İnebahtı mağlubiyetinde daha büyük ve güçlü silahlarla donatılmış yelkenli gemilerin geleneksel kadırgaya üstünlüğü görüldü ve ilk kez 1647’de Tersanei Amire’de büyük kalyon inşa edildi. 18. yüzyılın ilk yıllarında tersanede yeni gemi inşaatına dair bir bilgi yok. Sadece 1707’de Sadrazam Çorlulu Ali Paşa’nın tersanenin merkezine bir cami ve Hasköy’de yeni bir çıpa dökümhanesi (Lengerhane) yaptırdığı biliniyor.

İTÜ’nün temelleri atıldı
Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın kaptanıderyalığı sırasında özellikle gemi inşasında önemli gelişmeler oldu. Haliç Tersanesi bir endüstri merkezi olmanın yanında aynı zamanda bir okul özelliği de gösteriyordu. Devletin diğer tersanelerindeki idareciler, mühendis ve teknikerler buradan yetişirdi. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin temeli 1773 yılında “Mühendishanei Bahrii Hümayun” olarak tersanenin içinde atıldı. Tersanede her seviyede teknik eleman yetiştiren sanat okulları vardı.

Havuz inşaatı başlıyor
Sultan III. Selim ve Küçük Hüseyin Paşa zamanında Osmanlı gemi teknolojisinde başlatılan modernleşme hareketi tersanenin bünyesindeki değişiklikleri de beraberinde getirdi. Tersanenin genişletilmesi amacıyla tersane bahçesinde yer alan Aynalıkavak Sarayı yıktırılarak yerine Taşkızak ve Ağaçkızak tesisleri kuruldu. Tersanei Amire’de gemiler önce çeşm veya göz denilen yerlerde ve karada inşa edilmekteydi. İnşası biten geminin suya indirilmesi ve tamiri gerekenlerin kızaklara çekilmesi gerekiyordu.


O dönemde Avrupa’daki tersanelerde gemilerin tamir ve kalafat edilmeleri için havuzlar inşa edilmeye başlanmıştı. Bu havuzlarda yapılan tamirlerle gemiler çok daha uzun süre dayanabilmekteydi. Sadrazam Damat Melek Mehmet Paşa ve Kaptanıderya Küçük Hüseyin Paşa (1792-1803) döneminde Avrupa’da havuzlarda muhafaza ve kalafat edilen gemilerin yaklaşık 40-45 yıl dayandığı, Osmanlı gemilerinin 15 yıldan fazla dayanmadığı anlaşıldı ve tersanede bir havuz inşa edilmesi kararlaştırıldı. İsveçli mühendis Rhode’nin başkanlığında tersanedeki zahire ambarlarının bitişiğinde havuz inşasına 4 Şubat 1797 günü başlanıldı.

 

Havuz inşasında ihtiyaç duyulan kereste Kidros ve Cide’den, çam Misivri ve Akyolu’dan, meşe İzmit’ten getirtildi. Havuz inşası için önemli bir malzeme olan taş ise İstinye’deki taş ocaklarından sağlandı. Havuz inşasında suda sertleşen bir yapıya sahip olduğu için İtalya’daki Vezüv yanardağından çıkan volkanik kül getirtilerek harç olarak kullanıldı. Yapımına 1797’de başlanan havuz 3 yıl sonra 1880 yılında tamamlandı. 1875 yılında boyutları büyütülen havuzun boyu 153 metre genişliği 16 metreydi.

Taş havuz 1821 yılında bitirildi
Günümüzde 2 No’lu havuz olarak nitelendirilen taş havuz ise 2. Mahmut döneminde baş mühendis Manol Kalfa yönetiminde 1821 yılında bitirildi. Bu dönemde Haliç Tersanesi’nde 64 toplu Nusratiye, Tevfikiye, Şadiye, Piri Şevket (1837) gemileri denize indirildi.

İlk buharlı gemi
Aynı yıl ilk buharlı gemi yapımına başlandı. 1 No’lu havuz diye bilinen taş havuzun inşaatına ise Sultan Abdülmecit zamanında 1857 yılında Vasil Kalfa gözetiminde başlandı. Yapımı 13 yıl süren havuz 1870 yılında Sultan Abdülaziz zamanında tamamlandı. 1876 yılında tahta çıkan II.Abdülhamit döneminde Haliç Tersanesi büyük gemiler yapabilecek kapasiteydi. 1881 yılında Şat botunu yapan Haliç Tersanesi’nde 1885 yılında Hamidiye zırhlısı onarıldı. 1884 yılında Şimşiri hücumbotu denize indirmiştir. Zırhlı, korvet ve fırkateyn yapımı sürdürüldü. II.Abdülhamit’in son dönemlerinde tersane çalışmaları aksamaya başladı. Gemilerin yurtdışından alınmaları sonucu tersane bakım ve onarım çalışmalarına yöneldi.

Haliç'in yeni hali
Haliç ve Taşkızak tersaneleri temmuz ayında da 49 yıllığına “yap-işlet-devret” modeliyle özel sektöre devredildi. Tarihi Aynalıkavak Kasrı, Taşkızak Tersanesi ve Divanhane binasının da bulunduğu 25 dönümlük alanda 2 yat limanı, 5 yıldızlı iki otel, dükkanlar, restoranlar, kongre ve kültür merkezleri, sinema ve eğlence tesislerinin kurulmasını öngören projenin yapımını 1 milyar 346 milyon dolar teklif veren “Sembol-Ekopark-Fine Otel” üstlendi. Kazanan ortaklığın lider şirketi Sembol İnşaat’ın sahibi, AKP iktidarıyla birlikte yıldızı hızla yükselen Fettah Tamince. İnşaat 4 yılda tamamlanacak.

İlk proje Kartal araba vapuru
Haliç Tersanesi’nde inşasına başlanan ilk proje Kartal araba vapuru oldu. Dönemin imkansızlıkları içinde büyük riskler alınarak 1952-1953 yılında bir kızak inşa edildi. Vapur 1 Temmuz 1953’te büyük bir törenle denize indirildi ve 1954 yılında tamamlandı.


1960’lı yıllarda Deniz Kuvvetleri’ne 8 adet çıkarma gemisi inşa etti. Son senelerde ise tersanede yolcu gemileri, araba vapurları ve feribotlar inşa edildi. Kasımpaşa deresi ile Atatürk Köprüsü arasında bulunan 69 bin 810 metrekarelik bir alana yayılmış olan, 475 metre uzunluğunda bir rıhtımı bulunuyor.

Pearl Harbor’dan kurtulan gemi
Camialtı ve Taşkızak tersanelerinde birçok tescilli yapı da bulunuyor. Hasbahçe mesire yeri, Osmanlı mührü ve tuğrası taşıyan bir çeşme, Valide Sultan kızağı, Cumhuriyet döneminde yapılan 2 tarihi kızak rampası, bir taş havuz bu eserler arasında. Tersane bölgesinde bulunan 600 kişi kapasiteli tarihi Çorlulu Ali Paşa Camisi’nin de ilginç bir öyküsü var. 1941 yılındaki Pearl Harbor saldırısından hastane gemisi Solace yara almadan kurtuldu. Savaş sonrası hayatları bu gemi sayesinde kurtulan gençler dernek kurup Solace gemisinin kabartması olan madalyalar takmaya başladı.

ABD gemiden rahatsız oldu
Savaş karşıtı bir hava yarattığı için ABD hükümeti bu gemiden rahatsız oldu ve satışa çıkardı. Gemiyi Türkiye satın aldı ve Ankara ismini vererek Avrupa’ya seferler yapmaya başladı. Uzun yıllar kullanıldıktan sonra gemi hurdaya çıktı. 1980’li yıllarda gemi İzmir Aliağa’da söküldü. Bu sırada Haliç Tersanesi içindeki Çorlulu Ali Paşa Camisi’nin şadırvanında yapılan restorasyon için kurşuna ihtiyaç duyuldu. Solance’nin röntgen odasından sökülen kurşun Haliç’e gönderildi ve şadırvanın çatısına konuldu.

Cumhuriyet, 03.09.2013

DERBE HÖYÜĞÜ'NDEKİ KAZILARDA NEOLİTİK ÇAĞ'IN İZLERİNE RASTLANDI

 

Selçuk Üniversitesi (SÜ) Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü ekiplerince, Karaman'ın Ekinözü Köyüne 3 kilometre uzaklıktaki Derbe höyüğünde sürdürülen kazı çalışmalarında, Neolitik Çağ'ın izlerine rastlandığı bildirildi.

 

SÜ Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Mehmet Tekocak, yaptığı açıklamada, Derbe'de 8 arkeolog ve 10 işçiyle yaptıkları kazı çalışmalarında, 19 sondaj çukuru açıldığını ve bu sondajlardan önemli bulgulara ulaşıldığını söyledi.

 

Çalışmalarda, mezarlarla, çok sayıda pişmiş topraktan yapılmış kap-kacak, cam ve metal objenin gün ışığına çıktığını belirten Tekocak, tahribata maruz kaldığından dolayı kalıntıların işlevlerini ve plan tiplerini kesin olarak tespit etmenin şu an için çok güç olduğunu ifade etti.

 

Höyükte, depolama ve yaşam alanı olarak kullanılmış mekanların olduğunu dile getiren Tekocak, şunları kaydetti:

"Çalışmalarımız arasında en önemli kalıntılar, muhtemelen kiliseye ait olduğunu düşündüğümüz uzun ve geniş duvarla, bir apsise ait çeyrek daire şeklindeki duvarlardır. Buradaki mimari unsurların farklı dönemlerde tamirat, değişiklik ve eklemeler yapmak suretiyle tekrar kullanılmaya devam edildiğini görüyoruz. Duvarların oldukça zayıf işçiliğe sahip olması ve kimi zaman yıkılan bölümlerde kerpiç duvar kullanılmasından dolayı burada yaşayanların çok zengin topluluk olmadığını düşünüyoruz. Çıkan pişmiş toprak, cam ve metal buluntularının kayıt altına alındığı laboratuvar çalışmaları yapıldı. Kazılarda ortaya çıkan seramiklerin daha çok Demir Çağı, Hellenistik ve Roma dönemi uygarlıklarına ait olduğunu, bu durumda höyükte çok uzun bir süreçte yerleşimin devam etmiş olabileceğini tahmin ediyoruz. Çalışmalarda ele geçen az sayıdaki seramik örneklerden, bu höyüğün Neolitik Çağ'a kadar da gidebileceğini düşünüyoruz."

 

Derbe'nin turizm için önemli bir merkez olabileceğini vurgulayan Tekocak, bugüne kadar yapılan kazı çalışmaları sonucunda bölgenin, Hristiyanlık için son derece büyük öneme sahip Derbe antik kenti olup olmadığıyla ilgili kesin verilere ulaşmaya çalıştıklarını sözlerine ekledi

haberler.com, 03.09.2013

SAMSUN'DA 2 BİN 300 YILLIK MEZAR ODALARI BULUNDU

 

Samsun'un İlkadım İlçesi'nde bir inşaat çalışmaları sırasında Hellenistik dönemine ait olduğu belirlenen mezar odaları ortaya çıktı.

 

Samsun'un İlkadım İlçesi Rasathane Mahallesi Bafra Caddesi'nde bir inşaat kazısı sırasında yaklaşık MÖ 300 Hellenistik dönemine ait olduğu belirtilen 6 mezar odası bulundu. Ayrıca Samsun Arkeoloji ve Etnografya Müzesi yetkilileri tarafından dünden beri yapılan kazı çalışmalarında; 1 adet altın Yunan sikkesi (obol), 1 altın göz bandı, 1 çift küpe, 2 metal ayak bilekliği (halhal), 1 metal saç iğnesi, 2 madeni ayna parçası ve çok sayıda topraktan yapılmış tarihi kalıntılar bulundu.

 

Yetkililer kazı çalışmalarının devam edeceğini belirttiler.

haberler.com, 03.09.2013

TLOS GÖRKEMİNE YENİDEN KAVUŞACAK

 

     

 

Muğla'nın Seydikemer İlçesi'nde bulunan ve her yıl 100 bin kişinin ziyaret ettiği , eski görkemli günlerine yeniden kavuşturulacak. Geçen yıl Roma imparatorlarına ait heykellerin bulunmasıyla bölgedeki önemi iyice artan Tlos'ta kazılar aralıksız olarak devam ediyor. Ekipler Tlos Tiyatrosu'nu 3 boyutlu çizimlerle yeniden ayağa kaldırmaya çalışıyor.

 

Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı'nın (UNESCO) Dünya Mirası Geçici Listesi'nde bulunan, nde kazı çalışmaları Prof.Dr. Taner Korkut başkanlığında sürüyor. Kazı ekipleri tarafından aralıksız olarak devam eden çalışmalarda önemli kalıntılara ulaşıldı. İçerisinde tanrıça heykelinin de bulunduğu Roma imparatorlarına ait heykellerin bulunması bölgeye olan ilgiyi daha da artırdı. Devam eden çalışmalarda, Likya dönemine ait antik tiyatroda restorasyona yönelik kazı çalışmaları devam ediyor.





Kazı Başkanı Prof.Dr. Taner Korkut, gazetecilere yaptığı açıklamada, bu yıl ki Tlos kazı çalışmalarından birisinin de Tlos Tiyatrosu olduğunu söyledi. Antik tiyatroda restorasyona yönelik kazı çalışması yürüttüklerini belirten Korkut, çalışmalarda bulunan tüm buluntuların bilgisayar ortamında 3 boyutlu olarak çizilerek muhafaza edildiğini açıkladı.

Korkut, yılda 100 bin kişi tarafından ziyaret edilen Tlos antik kentinde; Kültür ve Turizm Bakanlığı, Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü'nden 40 kişilik Türk ve yabancı bilim adamları ve 40 işçiyle kazı çalışmalarını yürüttüklerini kaydetti.

Bölgede 2005'ten bu yana 4 büyük alanda çalışma yaptıklarını belirten Kazı Başkanı Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Taner Korkut, şöyle konuştu: "Şu anda akropol kaya mezarları, stadyum, büyük hamam ve tiyatrodaki çalışmalarımız devam ediyor. Özellikle antik tiyatroda yoğunlaşan kazılarda, yüzlerce mimari blok kaldırıldı ve taş tarlasına taşındı. Burada çok sayıda tiyatro var. Ancak Tlos tiyatrosunun kendine has bir yapısı var. Hem gösterişli sahne binası hemde oturma sırası düzenlemesiyle çok özel bir mimari yapısı var. Amacımız bu tiyatroyu eski görkemli günlerindeki haline geri getirebilmek." dedi.





Tlos antik kentindeki çalışmaların daha çok anıtsal restorasyona yönelik devam ettiğini aktaran Taner Korkut, bakanlık tarafından bölgede başlatılan pilot uygulamanın da hızla devam ettiğini aktardı. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın antik kent için 'alan yönetimi planı' hazırlandığını ifade eden Korkut, "Ön çalışmaları tamamlanan proje pilot olarak Tlos'ta uygulanacak. Hazırlanan plan çerçevesinde antik kentte yürüyüş yolları ve levhalandırmalar oluşturulacak. Karşılama merkezine gelen ziyaretçilerin daha güzel ortamlarda kenti gezmesi için düzenlemeler yapılacak." dedi.

Sabah, 03.09.2013

KÜLLÜOBA KAZISI ÇALIŞMALARINA ARA VERİLDİ

 

Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü tarafından yürütülen Küllüoba kazısı çalışmalarına 2013-2014 eğitim-öğretim döneminin başlaması nedeniyle ara verildi bildirildi. 

 

Eskişehir'in Yenikent Köyü yakınında bulunan Küllüoba kazısı çalışmalarına eğitim-öğretim döneminin başlamasıyla ara verildiği belirtildi.

 

Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Turan Efe başkanlığında, öğretim üyeleri ve öğrenciler tarafından yaz döneminde aralıksız sürdürülen kazılarda birçok arkeolojik bulgunun gün yüzüne çıkartılarak bilim dünyasının hizmetine sunulduğu kaydedildi. 

 

Kazı alanını Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Azmi Özcan'ın da ziyaret ettiği ifade edildi.

 

Kazı alanında, 1996 yılından bu yana çalışmaların sürdürüldüğü ve MÖ 3 bin yıla ait yerleşim alanlarının bulunduğu aktarıldı.

haberler.com, 03.09.2013

DÜNYANIN EN ESKİ KÖPRÜSÜ TÜRKİYE'DE

 

 

Uluslararası Associated Press (AP) Haber Ajansı, Adana'da Seyhan Nehri üzerindeki Taşköprü'yü 'Dünyanın en eski köprüsü' başlığıyla haber yaptı. Haberde, Roma İmparatorluğu döneminde 384 yılında yapılan Taşköprü'nün çeşitli zamanlarda çekilmiş 10 fotoğrafına yer verildi.

 

Haberde Taşköprü'nün dünyada hala kullanılabilen en eski köprü olduğu vurgulanırken, teknik özellikleri hakkında da açıklamalar yer aldı. Sabancı Camii'nin görkemli manzarası önündeki Taşköprü'nün Roma İmparatorluğu döneminde İmparator Hadrian tarafından, mimar Auxentius'a inşa ettirildiği ve 'Justinian Köprüsü' adı verildiği kaydedildi. 2006 yılına kadar motorlu araçlara da açık olan köprünün, onarıldıktan sonra 2007 yılından itibaren sadece yaya ve bisiklet geçişine açıldığı bilgisi verildi. 310 metre uzunluğunda ve 11.4 metre genişliğindeki köprünün 21 gözlü olarak inşa edildiği, ancak günümüzde 14 gözlü olarak hizmet verdiği de haberde yer alan bilgiler arasında.

Zaman, 03.09.2013

MÜZAYEDECİYE HIRSIZLIK TUTUKLAMASI

 

 

Napoli’nin ünlü Girolamani Kütüphanesi’nden çalınan antika değerinde nadir kitapların Almanya’da açık arttırmaya çıkacağının öğrenilmesi üzerine İtalyan savcılar, müzayede evi sahibi Herbert Schauer’in tutuklanmasını istedi.

 

Almanya’nın ünlü antika müzayede evlerinden birinin sahibi Herbert Schauer, Napoli’de 16’ncı yüzyıldan kalan bir kütüphaneden aralarında Galileo Galilei’nin çalışmalarının da yer aldığı 400 nadir kitabı çalmakla suçlandı. Napoli’nin ünlü Girolamani Kütüphanesi’nden çok sayıda antika değerinde nadir kitabın çalınması olayını araştıran İtalyan savcılar, bunlardan 400’ünün Almanya’da açık arttırmaya çıkacağını öğrendi.

Avrupa çapında arama emri çıkartan İtalyan makamları Alman polisinden Münih’teki Zisska&Schauer Müzayedeevi ortaklarından Herbert Schauer’in, “suça teşvik”, “sanat eseri hırsızlığı” ve “çalıntı mal bulundurmak” suçlamalarıyla tutuklanmasını istedi. Schrauer ise suçlamaları “abes, komik ve mesnetsiz” buluyor. Girolamani Kütüphanesi’ndeki hırsızlık, kütüphanede inceleme yapan bir sanat tarihçisinin bazı kitapları çöpler arasında bulmasıyla anlaşılmıştı. Çalınanlar arasında Rönesans’ın ilk botanik, zooloji, fizik ve matematik kitaplarıyla Avrupa’da yapılmış ilk akapunktur incelemeleri de bulunuyordu.

Hürriyet, 03.09.2013

ÇAYIRHAN JULİAPOLİS ANTİK KENTİNDE KAZILAR BAŞLADI

 

 

Nallıhan İlçesi Çayırhan beldesindeki 2 bin yıllık kayıp juliopolis antik kentinde kazılar yeniden başladı.

 

Çayırhan Belediye Başkanı Ömer Bayrak, geçtiğimi yıllarda Anadolu Medeniyetleri Müze Müdürlüğü'nün koordinatörlüğünde ve Çayırhan Belediyesinin destekleriyle sürdürülen kazıların yeniden başladığını bildirdi.

 

 Bayrak, kayıp Juliopolis'te bu güne kadar sürdürülen kazılarda 1000'nin üzerinde antik ve tarihi esere rastlandığını belirterek, sürdürülen kazılarda bu güne kadar 450 dolayında mezar odasına ulaşıldığını söyledi.

 

Bayrak, "Sürdürülen kazılarda ortaya çıkan oldukça gösterişli bir biçimde renkli boyalarla süslenmiş ve kitabeli, erken roma dönemi Hristiyan mezarı da dinler tarihi açısından Çayırhan beldesinin önemli bir merkez olduğunu ortaya koymaktadır" dedi.

 

Çayırhan beldesinin Juliopolis antik kenti nekropolü ile birlikte kültürel anlamda yeni bir boyut kazandığını dile getiren Ömer Bayrak, şunları söyledi.

"Sürdürülen kazılarda ortaya çıkarılan ve büyük çoğunluğu Sarıyar Baraj Gölü altında kalan Juliopolis antik kentinin savunma duvarları ortaya çıkarıldı. Başlatılan kazalar ile kentin savunma duvarlarının tamamının ortaya çıkmasını sağlayacağız. Julioplis Nekropolü kazıları, Arkeoloji ve Eskiçağ tarihine yepyeni bilgiler kazandırdığı gibi, Çayırhan'da Kültür turizmini de son 3 yıl içinde hayli hareketlendirmiştir. Geçen sürelerdeki yapılan kazılarda ele geçen binlerce Kültür varlığının bir bölümü, Anadolu Medeniyetleri Müzesine ait alt salonda ve Ankara bölümünde dört ayrı vitrinde sergilenerek ulusal ve uluslararası ziyaretçilerin beğenisine sunulmuştur."

haberler.com, 03.09.2013

BALAT'TAKİ KAMULAŞTIRMA 'ACELE İPTAL'

 

 

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile belediyeler tarafından kentsel dönüşüm yapılan semtlerde anlaşmazlık halinde uygulanan ‘acele kamulaştırma’ya fren geldi. Sulukule, Tarlabaşı, Süleymaniye gibi ‘5366 sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel Varlıkların Yenilenmesi Yasası’ kapsamındaki pek çok projede, anlaşmaya yanaşmayan vatandaşların mülklerine acele kamulaştırma yapılmıştı. Fatih Belediyesi Fener-Balat-Ayvansaray Yenileme Alanı’nda da benzer yöntemle birçok mülke ‘acele kamulaştırma’ uyguladı. Bunlardan biri de Balat’taki Plato Meslek Yüksek Okulu’na ait binaydı. Okul, Danıştay 6. Dairesi’nde dava açtı. Danıştay yürütmeyi durdurma kararı verirken, acele kamulaştırmaya izin veren bakanlar kurulu kararı için de‘ “Hukuka uyarlılık yok” tespiti yaptı. Acele kamulaştırmayla ilgili ilk defa bakanlar kurulu kararı iptal edilmiş oldu. 

Gerekçe: Yurt savunması
Fener-Balat-Ayvansaray Yenileme Alanı Avan Projesi 9 Aralık 2009’da Fatih Belediye Meclisi’nde onaylanmıştı. İstanbul Yenileme Alanları Koruma Kurulu tarafından da onaylanan proje için Mimarlar Odası, İstanbul 5. İdare Mahkemesi’nde dava açmıştı. Mahkeme 7 Mayıs 2012’de ‘mahalle kültürünü yok ettiği, tarihsel dokuya zarar verdiği, kamu yararı olmadığı, şehircilik ilkelerine aykırı olduğu’ gerekçeleriyle projeleri iptal etmişti.


Bunun üzerine Fatih Belediyesi, bir yandan yeni projeyi meclisten geçirirken diğer yandan da kentsel dönüşüm için bakanlar kurulundan acele kamulaştırma izni istedi. Bakanlar kurulu, 10 Eylül 2012 tarihinde, Kamulaştırma Kanunu’nun ‘yurt savunması veya olağanüstü durumlarda’ uygulanan 27. maddesini gerekçe göstererek acele kamulaştırma kararı aldı. Böylece Fener-Balat-Ayvansaray projesi içinde yer alan Molla Aşkı, Balat Karabaş, Atik Mustafa Paşa, Tahta Minare mahallelerinde vatandaşların mülklerine el konulmaya başlandı. El konulmak istenen binalardan biri de özel bir okuldu. İçinde öğrencilerin bulunduğu bina için Fatih Belediyesi acele kamulaştırma çıkarttı. Bunun üzerine Plato Meslek Yüksek Okulu yönetimi, bakanlar kurulunun acele kamulaştırma kararına itiraz ederek Danıştay 6. Dairesi’nde yürütmeyi durdurma davası açtı. Fatih Belediyesi ve Başbakanlık benzer savunmalar yaparak, okulun yenileme alanında kaldığını, kamu yararı gözetildiğini ve yenileme projesinin hızlı bir şekilde sonuçlandırılması amacıyla kararın alındığını ileri sürdü. 

Savunmalar yetersiz
Ancak mahkeme savunmaları yeterli bulmadı. Mahkeme, acele kamulaştırma yönteminin olağanüstü kamulaştırma usulü olarak öngörüldüğünü, istisnai durumlarda uygulanacak bir yöntem olduğunu vurguladı. Acele kamulaştırma nedenlerini inceleyen mahkeme. kararının gerekçesinde şöyle dedi:
“Bölgedeki bütün taşınmazların parsel bazında bir inceleme yapılmadan acele kamulaştırmasına karar verildiği, acele kamulaştırma gerektirecek şartların olup olmadığı konusunda herhangi bir değerlendirme ve tespit yapılmadığı, yenileme alanı ilan edilmesi ve proje uygulanacak olması gerekçe gösterilerek acele kamulaştırma kararı alındığı anlaşılmaktadır. İlgili idarece öncelikle taşınmaz malikleri ile anlaşma yoluna gidilmesi, anlaşmanın gerçekleşmemesi halinde de yine ilk önce olağan kamulaştırma yolunun tercih edilmesi, ancak 2942 sayılı yasanın 27. maddesinde yer alan acelelik halinin bulunduğunun saptanması halinde acele kamulaştırılması zorunlu bulunan taşınmazlara yönelik olarak gerekli tespitler yapılarak sebepleri de belirtilmek suretiyle bakanlar kuruluna başvuruda bulunulması gerekmektedir.”

 

MAHKEME: HUKUKA UYARLILIK YOK
Mahkemenin iptal kararı: “Alanın yenileme alanı olarak belirlenmesinin tek başına acele kamulaştırma yapılmasına gerekçe teşkil etmeyeceği, acele kamulaştırma prosedürünün uygulanabilmesi için gerekli olağanüstü durumların ve bu yönteme başvurulması ile amaçlanan kamu yararının somut olarak ortaya konulmadığı sonucuna varılmıştır. Taşınmazların acele kamulaştırılmasını gerektirecek acelelik halinin bulunmaması karşısında, dava konusu taşınmazların acele kamulaştırılması yolunda tesis edilen bakanlar kurulu kararında hukuka uyarlılık bulunmamıştır.”

 

İPTAL EDİLEN İLK BAKANLAR KURULU KARARI
Davayı açan Avukat Taha Ayhan kararı şöyle yorumladı:
“Her gün bir acele kamulaştırma kararı çıkıyor. Yenileme alanlarında acele kamulaştırma yöntemi ile uyuşmazlık gösteren mülk sahipleri zor durumda kalıyor. Biz de bu yöntemle mağdur edildik. Dava açarak hakkımızı geri aldık. Ülkemizde acele kamulaştırma konusunda ilk defa bir bakanlar kurulu kararı iptal edilmiş oldu.”

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 03.09.2013

GÜLBENKİAN'DA
OSMANLI SERGİSİ

 

Osmanlı’nın Ermeni asıllı iş adamlarından Calouste Sarkis Gülbenkian’ın Lizbon’da kurduğu Gülbenkian Müzesi, ekim ayında aralarında Osmanlı eserlerinin de olduğu pek çok objenin yer alacağı bir sergiye ev sahipliği yapacak.

 

25 Ekim’de açılıp 26 Ocak’a kadar görülebilecek “The Splendour of Cities: The Route of the Tile” başlıklı sergide Calouste Sarkis Gülbenkian Vakfı’na ait olan İznik çinilerinden oluşan bir koleksiyon ziyaretçilerle buluşacak.


Sergide ayrıca, Mısır’a ait antik eserlerin yanı sıra Asya’dan, Batı Avrupa’dan ve Kuzey Afrika’dan eserler de yer alacak. Sergi genel olarak, binaların yüzeylerini kaplayan seramik işçiliğine odaklanacak.

Milliyet, 03.09.2013

KANUNİ'NİN KALBİ MACARİSTAN'DA MI?

 

 

Osmanlı İmparatorluğu'nun 10'uncu padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın kalbini arama çalışmalarında sona yaklaşıldı. Macaristan'ta 7 Eylül 1566'da seferdeyken Zigetvar bölgesinde 72 yaşındayken vefat eden Kanuni'nin kalbini bulmaya çalışan Macar araştırmacı ekibi, 20 Eylül'de bir rapor yayımlayacaklarını açıkladı. BBC'nin haberine göre bilim insanları, şimdiye kadar önemli bulgular etti. Sultan Süleyman'ın ölümünün ardından cenazesinin İstanbul'a götürüldüğünü ancak kalbinin, daha sonra bir Katolik Kilisesi'nin inşa edileceği yerdeki bir mezara gömüldüğü iddiasını aktaran BBC, araştırma ekibinin başındaki isimle röportaj yaptı. Pecs Üniversitesi öğretim üyelerinden Profesör Norbert Pap, "Mesele sadece Süleyman'ın kalbi değil. Son 400 yılın her katmanının yeniden yazılmasını gerektirecek bulgular elde ettik" dedi. Haberde, Kanuni'nin Viyana yolundaki Zigetvar Kalesi'nin kuşatılması sırasında hayatını kaybettiği ve ölüm nedeni ile naaşı konusunda iddialar olduğu hatırlatıldı. İddialara göre Kanuni kuşatmada yaralanınca öldü, bazılarına göre de geçirdiği hastalıktan yaşamını yitirdi ve bir diğer iddiaya göre kalenin fethinden sonra kalp krizinden hayatını kaybetti. Ancak Kanuni'nin öldüğü ordudan saklandı. Naaşı da çürümesin diye iç organları alındı. Kalbi de altın kabın içine konulup Macar ekibin şu sıralar kazı çalışmaları yaptığı alana gömüldü. Haberde bu iddiaların Turbeki kilisesindeki kitabede yazıldığının da altı çizildi. Kanuni'nin kayıp kalbi hakkında konuşan Profesör Pap ise hikayenin siyasi olduğuna inanıyor. Profesöre göre kitabe 1916'da siyasi nedenlerle kilisenin papazı tarafından konuldu. Dönemin Avusturya Macaristan İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu'yla müttefik olduğunu hatırlatan Pap, "İki eski imparatorluğun ölümsüz dostluklarını doğrulayacak sembollere ihtiyacı vardı. Efsane buradan kaynaklanıyor" diye konuşuyor.

'TURİZMİ HAREKETLENDİRİR'
BBC'nin haberinde de Kanuni'nin kalbinin şimdilerde aranma nedeni de siyasi. Haberde "Macaristan ile Türkiye arasındaki ilişkilerde büyük canlanma yaşanıyor. İki Başbakan çok iyi anlaşıyor. Macaristan'a gelen Türk turist sayısı geçen yıl yüzde 45 arttı" denildi. Kanuni'yle ilgili her türlü mirasın da turizmi daha da hareketlendireceği kaydedildi.

Sabah, 03.09.2013

 

******


ALPASLAN'IN MEZARI HELE BİR BULUNSUN, KANUNİ'NİN KALBİ DE BİR YERDEN ÇIKAR

“Muhteşem Yüzyıl” dizisi sayesinde son birkaç senedir Kanuni ile yatıp Hürrem ile kalkan Türkiye üç günden buyana hükümdarın Macaristan’da gömülü kalbini tartışıyor; gazetelerde, TV’lerde, internet sitelerinde bir “Kanuni’nin kalbi” muhabbetidir gidiyor... Tartışmayı tarihçilerimizin yahut yazarlarımızın başlattığını zannetmeyin! Basınımız bilgiye dayalı her haber gibi “Kanuni'nin kalbi” konusunuda yabancı basından ithal etti! Haberi ilk defa geçen Pazar günü BBC duyurdu, sonra BBC’nin Türkçe bölümünün sitesinde yer aldı ve basınımız oradan alıp tepe tepe kullandı! Asıl kaynaktan, yani BBC’den ise sadece bir-iki yerde bahsedildi, hatta büyük gazetelerden biri bizim Erhan Afyoncu’nun geçen sene bu konuda yazmış olduğu makalenin bazı bölümlerini de kendi araştırmaları imiş gibi yayınladı!

 

SIRADA FATİH VAR

Tarihini son senelerde dizilerden ve romanlardan öğrenmeye merak salan Türkiye, önümüzdeki günlerde Fatih’i tartışmaya başlayacak, zira bir kanalda Fatih Sultan Mehmed ile ilgili yepyeni bir dizi başlıyor. Aradan biraz zaman geçsin, aynen Muhteşem Yüzyıl’da olduğu gibi Fatih’in halvetinden Kazıklı Voyvoda’ya, Bizans’ın entrika dolu hikayelerinden hükümdarın eceliyle mi yoksa zehirlenerek mi can verdiği muamması gibisinden daha dünya kadar tarihi mesele gündemimize yerleşecek! Üstelik çok büyük bir ihtimalle, Fatih Sultan Mehmed’in iç organlarının nereye gömüldüğünü bile tartışacağız! Zira, Fatih cenazesi mumyalanmış olan son padişahımızdır, gerçi Kanuni de tahnit edilmiştir ama tahnidin sebebi hükümdarın taaa Macaristan’da vefat etmiş olması ve cesedini İstanbul’a kadar bozulmadan getirilebilme kaygusudur; Fatih ise hayata İstanbul’un yakınlarında veda etmiş, Topkapı Sarayı’na nakledilen cenazesi iktidar mücadelesi içerisinde geçen birkaç gün boyunca bir köşede unutulmuş ve kokmuş, hatırlanmasından sonra o zamanlarda mevcut olan gelenek uyarınca mumyalanmıştı. Kanuni Süleyman’ın kalbinin nereye defnedildiği şimdilerde merak konusu oldu ama onun kadar önemli, hatta daha da önemli olan bir başka hükümdarın bırakın kalbini, mezarının bile nerede olduğunu bilmiyor ve merak bile etmiyoruz... Alparslan’dan, yani bize Anadolu’nun kapılarını açan Malazgirt Savaşı’nın geçen hafta 942. yıldönümü büyük törenlerle kutladığımız muzaffer kumandanının kayıp mezarından sözediyorum...

 

MERV’DE NE OLDU?

Büyük Selçuklu İmparatoru Alparslan, Malazgirt’ten bir sene sonra, 1072’de, esir aldığı ve Türk olan bir kale kumandanı tarafından öldürülmüş, aradan asırlar geçmiş ve mezarının nerede olduğu unutulmuştu... Türk Tarih Kurumu’nun eski başkanlarından Prof. Yusuf Halaçoğlu, bundan birkaç sene önce Alparslan’ın mezarının bulunduğu bölgenin Türkistan’ın Merv şehri yakınlarında olduğunu ve mezarın kesin yerinin belirlenmesine çalışıldığını duyurmuştu ama tarihçilerin ve arkeologların TÜBİTAK’ın desteği ile yaptıkları kazılar konusunda sonradan ses-sada çıkmamıştı. Türk Tarih Kurumu şimdilerde tarihten ziyade logosundaki kartal figürünü ne yapıpda kaldırabileceğinin yolunu bulmak ile meşgul olduğu için Alparslan’ın mezarı konusundaki çalışmaların akıbetinden haber almak artık gayet zor! Kanuni Sultan Süleyman’ın Macaristan’da defnedilen kalbinin yerini belirlemek tarih bakımından tabii ki önemli bir çabadır ama Türkler’e Anadolu’nun kapılarını açan koskoca Alparslan’ın mezarını ortaya çıkartabilmek, böyle bir çabadan daha önemlidir. Önce bu kayıp mezarı bulalım, Kanuni’nin Merv’e göre iki adım ötemizde olan Zigetvar Ovası’ndaki kalbi biraz daha bekleyebilir!

Habertürk, Yazı: Murat Bardakçı, 04.09.2013

İKİNCİ ASLANTEPE Mİ?

 

 

Yazıhan İlçesi'ne bağlı Mısırdere Köyü’nün merkezinde bulunan ve köy halkının ‘Kale’ olarak adlandırdığı höyük biçimli 3 katmanlı tepenin, Orduzu beldesindeki tarihi Arslantepe Höyüğü’nün bir benzeri olarak arkeolojik yerleşim alanı olabileceği belirtiliyor. 

 

Mısırdere Köyü Muhtarı Abdulhamit İlhan, höyük görünümlü katmanlı tepenin definecilerin tehdidi altında bulunduğunu belirterek Malatya Kültür ve Turizm il Müdürlüğü ve Malatya Müze Müdürlüğü yetkililerine bölgenin arkeolojik açıdan incelenmesi ve gerekiyorsa korunma altına alınmasını istedi. 

 

İlhan; "Jandarmadaki Kayıtlara Göre Sit Alanı"

Ansiklopedik bilgilere göre, çok eski bir yerleşme yerinin zamanla toprakla örtülüp tepe biçimine gelmiş hali höyük olarak adlandırılıyor. Höyükler genelde üst üste gelmiş çok evreli yerleşim yeri birikimleridir. 1-40 metre yükseklikte ve 1000-1500 metre genişlikte olurlar. 

 

Mısırdere Köyü’nün merkezinde bulunan ve köy halkının ‘Kale’ olarak andığı höyük görünümlü tepe de dış görünüş itibariyle 3 katmandan oluşuyor. Köy muhtarının anlatımına göre tepe Jandarma kayıtlarında ‘Sit alanı’ olarak kayıtlanmış. 

 

Mısırdere Köyü Muhtarı Abdulhamit İlhan, “Köyümüzün tarihi kayıtlara geçen yaklaşık 500 yıllık bir tarihi var. Köyümüzde Kale olarak andığımız höyük görünümlü tepeye dair köyümüzün yaşlılarından edindiğimiz bilgiye göre, burası yığma bir tepe ve tarih öncesine dayanan bir geçmişi olduğu sanılıyor. Bizim büyüklerimiz ve büyüklerimizin de kendilerinden önceki kuşaktan bugüne aktarılan bilgilere göre bu tepenin değişik katmanlarında odalar ve tüneller bulunuyor.

Büyüklerimiz buranın bir yaşam merkezi olduğuna dair güçlü kanıtlar olduğunu söylüyordu. Hatta daha önceden ev falan yapmak için temel kazıldığında çatal kaşık gibi mutfak aletlerinin ve küplerin çıktığını anlatırlardı” diyor. 

 

"Definecilerin Kıskacında"

Mısırdere Köyü Muhtarı Abdulhamit İlhan, Mısırdere bölgesinin tarihi bir yerleşim alanı olduğuna dikkat çekiyor ve bölgenin arkeolojik ve tarihsel anlamda incelemeye muhtaç olduğunu söylüyor.

Malatya Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü yetkililerinin ‘Kale’ olarak anılan çok katmanlı tepeyi incelemesi gerektiğine vurgu yapan İlhan bir tehlikeye de dikkat çekiyor: “Kale, bazı rivayetlere göre içinde define ve değerli tarihi, arkeolojik eşyaları da barındırıyor. Bu yüzden yıllardır definecilerin uğrak merkezi haline geldi. Tepe, definecilerin tehdidi altında. Biz definecileri gördüğümüzde jandarmaya haber veriyoruz. Jandarma her defasında bu definecileri kovuyor ya da gözaltına alıyor ama defineciler tepeyi delik-deşik etmekten vazgeçmiyor. Bu durumda devletin ilgili makamlarının burada inceleme yaparak gerekiyorsa koruma altına alması bir zorunluluktur” şeklinde konuşuyor. 

 

Mısırdere’de bir başka sit alanının Kale tepesinin 200 metre ilerisindeki Taş Harman mevkiindeki tarihi kalıntılar olduğunu belirten Muhtar İlhan, “Bölgedeki yasa dışı kazıların önlenmesi için devlet makamları bir an önce devreye girmelidir” diyor. 

Yeni Malatya, Haber: Güler Hazar, 02.09.2013

FATİH'TE BİN 200 TARİHİ ESER ELE GEÇİRİLDİ

 

 

Fatih'te alttın sikke, heykel, bilezik ve çeşitli değerli taşlardan oluşan bin 200 tarihi eser ele geçirildi. Olayla ilgili 5 kişi gözaltına alındı.

 

Tarihi eser kaçakçılığı, Güven Timleri Şube Müdürlüğüne bağlı güven timleri Fatih'te bavul taşıyan 5 kişiden şüphelenmesi üzerine ortaya çıktı. Şahıslardan şüphelenen güven timleri şüpheli şahısları durdurarak bavulu inceledi. Bavulu inceleyen güven timleri bavulda, 140 altın sikke, 7 haç, 2 bilezik, 2 heykel, kolye ve taşlardan oluşan bin 200 tarihi eser ele geçirdi. Kültür Bakanlığı'ndan gelen bilirkişi ön raporuna göre, eserlerin Bizans dönemindeki tarihi eserler olduğu öğrenildi. Gözaltına alınan 5 kişi karakola getirilerek sorgulandı. Sorgulanan şahıslar bavuldaki eserleri Doğu Anadolu'dan İstanbul'a paraya çevirmek için getirdiği öğrenildi. Karakolda işlemleri tamamlanan 5 şahıs savcılığa sevk edildi.

Zaman, Fotoğraf: Trt Haber, 02.09.2013

KONAK'A 'TARİHİ KONAK'

 

 

Kentin her noktasında, en az 100 yıllık tarihi binaları restore ederek kent yaşamına kazandıran Konak Belediyesi, Alanyalı Konağının yenileme çalışmaları için kolları sıvadı. Uzun yıllardır bakım görmediği için çürümeye yüz tutan Alanyalı Konağı’na kurtarıcı eli Konak Belediyesi’nden geldi. 19’uncu yüzyılın sonlarında inşa edilen tarihi bina, geçmişin tanıklığını geleceğe taşıyacak.  Bin 838 metrekarelik alana sahip 3 katlı konağı yeniden hayata döndürecek olan Konak Belediyesi, İzmir’in bir gizli cevherini bir kez daha ortaya çıkaracak.

Saadet Mirci, Ayla Ökmen ve Basmane Semt Merkezi binaları, Sarmaşıklı ev, Kadın Müzesi, Tekel Tütün Deposu, Kavaflar Çarşısı, Selvili Han, Mülkiyeliler Birliği, Abacıoğlu Hanı gibi tarihi binaları restore ederek tarihi, çağdaş kent anlayışıyla buluşturan Konak Belediye Başkanı Dr. Hakan, çalışmalarının süreceğini belirtti. Abacıoğlu Hanı projesiyle Philippe Rotthier Avrupa Mimarlık Ödülünü İzmir’e getirdiklerini hatırlatan Başkan Tartan şöyle konuştu:
“Bir kenti yönetmek, görev süresi boyunca kaldırım yapmak, çöp toplamak, vergi almak değildir. Bunlar elbette yerel yönetimlerin genel sorumluluklarıdır ancak bir kenti yönetmek, o kentin tarihine, kültürüne, insanına ve geleceğine sahip çıkmak demektir. Bu anlayışın bir yansıması da tarihin değerlerini çağdaş kent yaşamıyla bütünleştirmek. İzmirlilerin her şeyin en iyisini hak ettiğini düşünüyorum. Bunun için her çalışmamızda ‘önce insan’ diyerek, İzmir’i tarihiyle, doğasıyla, kültürüyle, insanıyla bir bütün olarak değerlendiriyoruz. Tarihi Kentler Birliğinden üç ödül aldık. Avrupa Mimarlık Ödülünü İzmir’e taşıdık. Kentin her noktasında tarihin değerlerini İzmirlilerle buluşturmaya devam edeceğiz.”

Alanyalılar Konağı:
19’uncu yüzyıl sonu ile 20’inci yüzyılın başlarında inşa edilen Konak, uzun süre Alanyalı ailesi tarafından kullanıldığı için adı ‘Alanyalı Konağı’ olarak kalmıştır. Bir süre ‘Kestelli Kız Ortaokulu’ olarak hizmet veren bina, 1985 yılına kadar ise öğrenci konukevi olarak kullanılmıştır. 1985-1992 yılları arasında ise kültür etkinliklerine merkez olan Alanyalı Konağı, yüksek tavanları ve işlemeleriyle döneminin özelliklerini yansıtıyor.

Haber Ekspres, 02.09.2013

'MARAŞ ASLANI' 127 YIL SONRA YUVASINA DÖNDÜ

 

 

Kahramanmaraş Kalesi'nden 1886 yılında İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne götürülen Maraş aslanı heykeli, 127 yıl sonra Kahramanmaraş'a getirildi.

 

İl Kültür ve Turizm Müdürü Seydihan Küçükdağlı, AA muhabirine yaptığı açıklamada, üzerindeki hiyerogliflerle Gurgum krallarının soy ağaçlarını barındıran heykelin Kahramanmaraş Kalesi'nden 1886 yılında İstanbul'a götürülüp, İstanbul Arkeoloji Müzesi-Eski Şark Eserleri Müzesi'nde sergilenmeye başladığını kaydetti.

 

2006 yılında başlatılan girişimler sonucunda Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın onayıyla müzedeki Maraş aslanının kente getirildiğini ifade eden Küçükdağlı, "İl Emniyet Müdürlüğü'nce tahsis edilen araçla koruma altında nakil yapıldı. Maraş Aslanı, Kahramanmaraş Arkeoloji Müzemize teslim edildi. Bu bizim için çok önemliydi. 127 yıllık aradan sonra aslanımız eski yerine döndü.

Yapılacak çalışmalarla Maraş aslanı, teşhir edilecek ve halkımız görme imkanı bulacak" diye konuştu.

 

Heykel üzerinde bulunan hiyeroglif yazıtların Gurgum krallarının soy ağacını vermesi bakımından oldukça önemli olduğunu belirten Küçükdağlı, Geç Hitit Krallıklarının başkentlerinde, özellikle kapı girişlerinin her iki tarafına bu türden aslan heykellerinin dikildiğini söyledi.

Yeni Şafak, 02.09.2013

"BAZI MEKANLAR KENTİN BELLEĞİDİR"

 

bianet'in gündeme getirdiği Beyoğlu Galata'daki asırlık kitapçı ve Türkiye'nin ilk kitap müzayede mekanı Librairie de Péra'nın artan kira nedeniyle kapanması yeniden "somut olmayan kültürel miras" sorununu tartışmaya açtı.

 

Tünel Galipdede Caddesi'nde yer alan dükkan 93 yıllık tarihiyle İstanbul'un ayakta kalan en eski kitapçılarından biriydi.

 

Kadir Has Üniversitesi Kültür Varlıklarını Koruma Yüksek Lisans Programı Yürütücüsü Prof.Dr. Füsun Alioğlu ve eski 2 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu Başkanı Prof.Dr. Mete Tapan bu gibi dükkanların kentin belleği olduğunu belirterek mutlaka korunması gerektiğini söyledi.

 

Listedeki "miras"lar

Türkiye, UNESCO'nun 2003 tarihli "Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesi"ne taraf.

 

Bu sözleşmeye göre, “Somut Olmayan Kültürel Miras”, toplulukların, grupların ve bireylerin, kültürel miraslarının bir parçası olarak tanımladıkları uygulamalar, temsiller, anlatımlar, bilgiler, beceriler ve bunlara ilişkin araçlar, gereçler ve kültürel mekanlar anlamına geliyor.

 

Tanımda, kuşaktan kuşağa aktarılan bu somut olmayan mirasın, topluma kimlik duygusu verdiği ve kültürel çeşitliliğe ve insan yaratıcılığına duyulan saygıya katkıda bulunduğu ifade ediliyor.

 

Şu anda Türkiye'de meddahlık geleneği, mevlevi sema törenleri, aşıklık geleneği, karagöz, Nevruz (Azerbaycan, Hindistan, İran, Kırgızistan, Özbekistan ve Pakistan ile ortak dosya, geleneksel sohbet toplantıları (Yaren, Barana, Sıra Geceleri), Alevi-Bektaşi ritüeli semah, Kırkpınar Yağlı Güreş Festivali, geleneksel tören keşkeği ve mesir macunu festivali bu listeye girdi.

 

Tapan: Kirayı devlet belirleyebilir

Mete Tapan da bu sözleşmeye gönderme yaparak mutlaka bu tarz yerlerin korunması gerektiğini "Yoksa ne Vefa Bozacısı, ne Muhiddin Hacı Bekir, ne de Beyoğlu kalır" sözleriyle açıkladı.

 

"Endemik bitkiler vardır, aman ellemeyin, yok olmasın denir. Hayvanlar için de o türün tükenmemesi için korumaya alınır. İşte burada da aynı şey geçerli. Kitapçıydı, sinemaydı, şekerciydi bunlar kentin belleğinde yer eden mekanlar. Binalara değerini veren ayrıca onların hangi amaçlarla kullanıldıklarıdır.

 

"Bu tarz mekanların kira bedeli artıyorsa, mal sahibini de suçlayamayız. İşte bu durumda araya devlet girmeli. Aradaki kirayı ödemeli. Ki burada Vakıflar Müdürlüğü'nün malı var, o zaman iş daha kolay. Vakıflar zaten devlet demek. İhaleye çıkarken buranın özel durumu var denip kirasını da devlet belirleyebilir. Ancak tüm bunlar çıkarılacak yasalar çerçevesinde olmalı."

 

Alioğlu: Kitapçı tescillenebilir

Füsun Alioğlu da, eğer gerekli ölçütleri içeriyorsa Librairie de Péra'nın hem somut hem de somut olmayan kültürel miras olarak kabul edilebileceğini düşünüyor. 

 

"Librairie de Péra'nın o mekana yerleşim biçimi,  tabelası, kitap rafları, sandalye, masa vb tefrişe ilişkin ögeler özgünlüğüne korumakta ise  bunlar somut kültürel mirastır. Somut olmayan kültürel miras ise Librairie de Péra'nın kendisidir. Başka bir deyişle, Osmanlı Devleti’nin son döneminde 20. yüzyılın başında burada bu kitapçının açılmış olması. O dönemin toplumsal yapıdaki dönüşümünü göstermesi, geçmişi anlamamızı sağlaması. İlk kitap müzayedeciliğinin burada yapılması vb. durumlar Librairie de Péra'yı somut olmayan kültürel miras yapar.

 

"Bu gibi yerler, kentsel mekanda,  toplumsal kimliğe, kentsel belleğe ilişkin önemli izlerdir. Somut ya da somut olmayan kültürel miras, özellikle kentsel bellek bağlamında ülkemizde henüz anlaşılmış bir değer değil. Kentin sahip olduğu bellek görünür ya da görünmez, somut ya da somut olmayan tüm sosyal, ekonomik, kültürel verilerde saklıdır. Kentsel bellek bazen, mimari mirasın tasarım özelliklerinde, malzeme ve yapım teknolojisinde, tüm yapısal ayrıntılarında ortaya çıkabilir. Bazen de kentsel dokunun  sosyo-kültürel yapısında yer alabilir. Bazen el ile dokunulabilir bazen ise sadece duygusal ya da düşünsel olarak algılanabilir. Librarie de Pera da taşıdığı somut ve somut olmayan değerler nedeni ile kent belleğinin önemli ögelerinden biri olabilir. Bu noktada da korunması gerekir. Korumak ise özgün özellikleri ile bugüne ulaşabilmiş bir kültürel mirası en az müdahale ile ve sürdürülebilir bir yaklaşımla geleceğe aktarabilmektir." 

bianet.org, Haber: Nilay Vardar, 02.09.2013



******


BEYOĞLU'NUN EN ESKİ KİTAPÇISI KAPANDI

 

 

Beyoğlu Tünel’de, Galipdede Caddesi üzerindeki kitapçı Librairie de kentsel dönüşümün kurbanlarından biri oldu. 1900’lerin başında kurulan Librairie de Péra dün itibariyle kapılarını resmen kapattı. Açıldığı günden itibaren el değiştirse de hep kitapçı olarak varlığını sürdürmeyi başarmış mekan bundan üç sene öncesinde Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne karşı açtığı mücadeleyi şimdilik kaybetmiş görünüyor, fakat mekanın bugünkü sahibi Uğur Güracar mücadelelerinin hala devam ettiğini ve umudunu yitirmediğini söylüyor.


1920’li yıllarda Alman Plathner tarafından açılan Librairie de Péra başlarda Almanca kitap , rehber, harita satmış. 1930’larda ise Rum asıllı Türk vatandaşı Patriarcha tarafından devralınmış. 10 yılın ardından devrin romantik şairlerinden olan Patriarcha dükkanını Bizantolog Militiadis Nomadis’e bırakmış. 1984’e kadar Militiadis Nomadis’in kızı Talya Nomadis tarafından işletilen kitapçı sonraki yıllarda ise dükkanın müdavimlerinden Uğur Güracar tarafından yaşatılmaya devam etti. Eski Beyoğlu’nun yani Pera’nın düne kadar yaşayan son kitapçısı, Cumhuriyet tarihinde ilk kitap müzayedelerini yapan kurumdu aynı zamanda. Yaklaşık bir asırlık geçmişiyle zengin bir mirasın da sahibi olan Libraire de Péra eski ve değerli kitap piyasasının da önderlerinden.
Mekanın hukuk mücadelesi üç sene önce Vakıflar İdaresi’nden gelen tebligatla başlamış. Restorasyon karşılığı kiraya verileceğine dair bir yazıyla durumun bildirildiği Güracar, “Restorasyon sonrası ihale söz konusuydu ve bu durumda bizim burayı tekrar geri alabilmemiz mümkün değildi, bunun farkındaydık” diyor. Bu döneme kadar da her yıl kiraları yenilenmiş. Güracar, restorasyonu kendisi üstlenip kira ödemeye devam etmeyi ve yerlerinde kalmayı telep ettiyse de bu talep bir reddedilmiş. Kamu yararının gözetilmesine yönelik isteklerine aldıkları cevap ise “Kamu yararı muğlak bir şeydir” olmuş. 

Kira on kat arttı
Yerel mahkemede görülen davada karar Librairie de Péra’nın lehine sonuçlansa da Vakıflar Müdürlüğü’nün baskıları devam etmiş. Teknik hukuk açısından sorun olmamasından dolayı kendilerine güvendiklerini söyleyen Güracar, Yargıtay’ın yerel mahkeme kararını bozması üzerine hayal kırıklığına uğramış. İdare 3 ay içerisinde kararı bozduğu gibi Yargıtay’a itiraz süreci beklenmeden ihale de yapılmış.


Güracar’ın tarihi kitapçının yeni sahibini sorduğumuzda “ CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun oğlu Ali Tanrıkulu çaycı yapmak için almış” diyor. İhaleyi kazanan dört ortaktan biri olan Ali Tanrıkulu mekan için 8 bin lira kira ödediklerini ve bu kirayı verebildikleri takdirde kitapçılığa devam edebileceklerini söylemiş. Fakat bu, kiranın neredeyse 10’a katlanması demek. “Böyle bir dükkanın başka bir yerde tekrar açılma ihtimali var mı” sorusuna “Kısa vadede söz konusu değil” şeklinde yanıt veriyor Güracar ama internet sitesi üzerinden geleneği sürdürmekte kararlı.
Türkiye’de semboller üzerinden politika yapıldığını, böyle bir şeye dahil olmak istemediği için basın ve halkla ilişkiler kampanyası yürütmeyi özellikle reddettiğini aktaran Güracar “Kent rantları yükseldikçe bu doğal bir süreç ama uygar kentlerde bunlar kamusal önceliklerle kurulur. Şehre karakter veren, insan boyutunu muhafaza eden dükkanlar vardır” diyor.

 

Robinson Crusoe destek istemişti
Son dönemde sıkça duymaya başladığımız kapanan ve zor durumda olan kitapçılardan Robinson Crusoe nakit sıkıntısıyla başa çıkabilmek için ‘RobKart’ ile müdavimlerinden destek istemişti. Büyükparmakkapı ve Hasnup Galip sokaklarındaki binanın el değiştirmesinin yeni bir otel projesini gündeme getirmesi ise Pandora, Kelepir Kitap ve Simurg’un eski yerini paylaşan Bengi ve Ana Kitabevi’lerinin durumlarındaki belirsizliğin sürmesine sebep oluyor.
 
 
Arkeopera’ya otel tehdidi
Beyoğlu’ndaki ‘kentsel dönüşüm’ün tehdit ettiği mekanlara eklenen bir diğer halka ise Arkeopera. Galatasaray Lisesi’nden aşağı inerken Yeniçarşı Caddesi’nde sağınızda kalan Arkeopera, bulunduğu binanın otele dönüştürülmek istenmesi nedeniyle tahliye tehlikesiyle karşı karşıya. Sadece kitapçı değil aynı zamanda yayınevi ve sanat merkezi olarak da işlev gören Arkeopera’da arkeoloji, sanat, mitoloji, mimarlık ve sanat tarihi ile ilgili pek çok kaynak bulunuyor. Ayrıca, her ay fotoğraf, resim, seramik sergileri de düzenleniyor ve konferanslar yapılıyor. Arkeoloji ve Sanat Yayınları’nın 2000 yılından beri faaliyet gösteren kitapçısı, Türkiye’de eksikliği hissedilen arkeoloji alanındaki boşluğun kapatılmasında önemli rol üstleniyor. Henüz süreç sona ermiş değil fakat Arkeopera’nın sahibi Nezih Başgelen ile konuştuğumuzda tematik kitabevlerinin başarılı örneklerinden olan bu mekanın aynı çizgide etkinliklerini sürdüreceği yeni bir yer için kültür ve sanat alanında sponsorluk yapmak isteyen güçlü kuruluşların desteğine ihtiyaç olduğuna dikkat çekiyor.

Radikal, Haber: Hülya Avtan, 03.09.2013

 

******


LİBRARİE DE PERA YAŞAYACAK

Pazartesi günü kapılarını kapatmak zoruda kalan İstanbul ’un en eski kitabevi Librairie de Péra için umut doğdu.


Kitapevinin de bulunduğu binanın ihalesini alan dört ortaktan Ali Tanrıkulu iki yıl sürmesi planlanan restorasyon çalışmasının ardından, teknik bir aksaklık çıkmazsa Librairie de Péra’yı aynı isimle yaşatmak istediklerini söyledi. Binanın bir bütün olarak kiralandığını söyleyen Tanrıkulu, kitapçının içinde bulunduğu kısmın düzenlemenin ardından yeniden açılması taraftarı olduklarını belirtti. Bu konuda nihai kararın ise Kültür Bakanlığı ve Vakıflar Müdürlüğü’ne ait olacağını dile getiren Tanrıkulu binayı boşaltma işinin bakanlıkça yürütüldüğünü aktardı.


Librairie de Péra’nın akıbeti ne olacak sorusuna ise eğer prensipte anlaşılırsa dükkanı yine Uğur Güracar’a kiralamayı istedikleri cevabını veren Tanrıkulu, talep edilecek kira miktarının sorun olmayacağını ifade etti.


Anlaşmanın sağlanamama durumunda ise “Aynı konseptle ve aynı isimle mekanı yaşatmak istiyoruz” diyen Tanrıkulu burada kararın Vakıflar Müdürlüğü, içinde bulunduğu ortaklık ve Librairie de Péra’nın sahibi Uğur Güracar’a bağlı olduğunu söylüyor.


Tanrıkulu’nun Librairie de Péra’nın restorasyon sonrası yeniden açılacağını taahhüdünün ardından görüşlerine başvurduğumuz Uğur Güracar ise “Yaptığım işin karşılayabileceği fiyat verilirse muhteşem olur tabi” cevabını verdi.

Radikal, Haber: Hülya Avtan, 05.09.2013

 

******


RANT PAYLAŞIMI İSTEMİYORUM, MUHATABIM DEVLET"

Beyoğlu Galata'da yüksek kira nedeniyle kapanan asırlık kitapçı Librairie de Péra'nın sahibi Uğur Güracar, "Beni yerimden söken devlettir, beni koruyacak olan da ihaleyi alan kişi değil" diyor.

 

bianet'in gündeme getirdiği 93 yıllık kitapçı Libraire de Péra'nın kapanacağı haberinin ardından binanın ihalesini alan dört ortaktan biri olan Ali Tanrıkulu çeşitli gazetelere "Kitapçıyı korumak isteriz" diye açıklama yaptı.

 

Kitapçının sahibi Uğur Güracar, Tanrıkulu'nun bianet'in haberinden sonra kendisiyle hiçbir şekilde iletişime geçmediğini bu yüzden kendisinin samimi olduğunu düşünmediğini söyledi.

 

"Devlet hatasından dönsün"

Güracar, zaten muhatabının Tanrıkulu değil, Vakıflar Genel Müdürlüğü yani devlet olduğunu söyledi.

 

"Ben Vakıflar Genel Müdürlüğü ile ihaleyi alanlar arasındaki bu rant paylaşımında rant istemiyorum. Bir hukuk devletinin işlerliğini görmek ve hakkımın teslim edilmesini istiyorum. Yerel mahkeme benim haklı olduğuma karar getirmişti. Devlet hatasından dönsün istiyorum. Devlet biraz daha fazla kira alacağım diye kamu yararını hiçe sayıyor. Beni koruyacak olan ihaleyi alan kişi değildir. Ben o binada yapılacak bir çaycı dükkanının kitapçısı mı olacağım?"

 

Hatırlanacağı gibi Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne ait binada kiracı olan Güracar, 2. derece tarihi eser niteliğindeki binanın üç yıl önce kiraya verilip restore edileceği ve çıkması gerektiğini öğrendi.

 

Binayı kendisinin restore edebileceğini, kira bedelini de yükseltebileceğini söyledi. Böylelikle hem kendisi dükkanda kalmış, hem binayı restore etmiş hem de 100 yıllık bir kitapçının daha yüz yıllar boyu yaşamasını sağlayacaktı.

 

Ancak teklifi kabul edilmedi.

Kiracılığının tespiti için dava açtı, yerel mahkemede kazandı. Ancak Yargıtay bozdu. Anıtlar Kurulu'na giderek dükkanın "somut olmayan kültür varlığı" olarak tescilini istedi; kabul edilmedi.

 

Dükkanın tarihçesi

93 yıllık kitapçının ilk sahibi Adolph Plathner. Çeşitli Almanca kitapların ithalat ve satışı yanında bazı İstanbul rehberleri ve dil kitapları da yayınladı. Sonra dükkanı Yorgo Patriarkias'a devretti.

 

Patriarkias da dükkanı 1940’da dünyaca ünlü bir Bizans tarihçisi olan Miltiadis Nomidis’e devretti. İstanbul ve Galata’nın surları, Kariye’nin freskleri üzerine yaptığı araştırmalar konunun önde gelen referans kaynakları. Nomidis ölünce dükkanı oğlu Constantin ve onun da ölümünden sonra kızı Talya idare etmeye başladı.

Bianet, Haber: Nilay Vardar, 05.09.2013

MESCİD-İ AKSA TEHLİKE ALTINDA

 

 

Bakan Ebu İşe, AA muhabirine yaptığı açıklamada, İsrail hükümetinin Mescid-i Aksa çevresinde yürüttüğü kazı çalışmalarının İslam kültürünü yok etmeyi amaçladığını söyledi.

İslam dünyasına Mescid-i Aksa ile ilgili mesaj vermek istediğini belirten İşe, "Bütün Müslüman alemine seslenmek istiyorum. Mescid-i Aksa tehlikededir, tehlikededir, tehlikededir" diye konuştu.

İsrail yönetiminin amacının Mescid-i Aksa'nın altını tamamen boşaltmak olduğuna vurgu yapan İşe, Müslümanlara ait yerlerin muallakta olan bir yer haline getirilmeye çalışıldığını ifade etti. Mescid-i Aksa'ya karşı büyük komploların olduğunu aktaran Bakan İşe, komplolara karşı mücadelelerinin sürdüğünü, Filistin halkının İsrail'in oyunlarını bozacağını ve Müslümanların da bu saldırılar karşısında sessiz kalmaması gerektiğini vurguladı.

Ortak tarih
Bakan Ebu İşe, Türk hükümeti ve halkının her zaman Filistinlilerin yanında olduğunu anımsatan İşe, "Ortak tarihimizin yanında ortak kültürümüz de mevcut. İki ülke arasında siyasi görüş birliği de söz konusudur" ifadesini kullandı.

Keçiören'de düzenlenen 5. Filistin Kültür Haftası'nın iki ülke arasındaki ortaklığa en iyi örnek olduğunu söyleyen Ebu İşe, şunları söyledi:
"Bu etkinlikler Filistin kültürünün yanı sıra Filistin ve Filistin halkının ana sorunlarını tanıtmayı amaçlamaktadır. Bu tür aktiviteler her zaman, izleyicileri az da olsa, Filistin kültürü ve oradaki yaşam hakkında bilgilendirir. Bu tür etkinliklerin sık sık yapılmasını istiyoruz ki Türk kamuoyunun, Filistinli kardeşlerinin sıkıntılarını daha yakından tanıması ve öğrenmesine yardımcı olsun."

Ebu İşe, Türkiye'de misafir edilmekten duyduğu memnuniyeti dile getirerek, "Bizleri burada çok güzel ağırlıyorlar. Kendi evinde ve kardeşlerinin yanında olduğunu hissettiriyorlar. Bu da Türk halkı ve hükümetinin büyüklüğünü ve misafirperverliğini gösteriyor" dedi.
Sabah (Kısaltarak), 02.09.2013

OSMANLI MEZAR TAŞLARI YURDA DÖNÜYOR

 

 

İngiltere'de bir müzayededeki satışı Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik'in girişimiyle durdurulan Osmanlı mezar taşları Türkiye'ye getiriliyor. İngiltere'ye kaçırılan mezar taşlarını AKŞAM Türkiye gündemine taşımıştı...

 

Kültür ve Turizm Bakanlığından yapılan yazılı açıklamada, Kültür ve Turizm Bakanı Çelik'in, Londra'da satışa çıkarılan 17'nci ve 18'inci yüzyıla ait dört Osmanlı mezar taşının satışının durdurulmasını sağladığı anımsatıldı. 

 

Türk-İslam Eserleri Müzesi Müdürlüğü ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Mezarlıklar Müdürlüğü uzmanlarınca gerçekleştirilen incelemeler sonucunda, mezar taşlarının İstanbul'dan çalındığına ilişkin kanaatin kuvvetlendiğine işaret edilen açıklamada, Çelik'in talimatı ve Bakanlığın ısrarlı takibiyle yürütülen görüşmeler neticesinde, müzayede evinin mezar taşlarını Türkiye'ye iadesini kabul ettiği bildirildi.

 

Açıklamaya göre, mezar taşlarının iade işlemlerine ilişkin prosedür, 29 Ağustos 2013 tarihinde tamamlandı. Eserler, Londra Kültür ve Tanıtma Müşavirliğince müzayede evinden alınarak, Türkiye'nin Londra Büyükelçiliğine teslim edildi.  

 

Türkiye'ye getirilişinin ardından üzerlerinde uzmanlarca yapılacak incelemeler sonucunda mezar taşları ait oldukları yere konulacak. Yerleri bulunamayan mezar taşları ise uygun bir müzede sergilenecek.

 

Açıklamada görüşlerine yer verilen Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, "Mezar taşları hayatın ve tarihin özeti, hayatın kodlarının nakşedildiği eserlerdir. Bunların korunması da kültürel mirasımızın korunmasının önceliklerindendir. Kültürel mirasın korunması, 'geleceğimizin tarihi'nin inşası için temeldir" değerlendirmesinde bulundu. Çelik, bakanlığın bu konuda çok hassas olduğunu vurguladı. 

 

Bakan Çelik, buna benzer olayların tekrarlanmaması için ilgili kurumlara "tarihi eserlerin korunmasında hassasiyetin daha da artırılması" talimatını verdi.

Akşam, 02.09.2013

YASAK KALKTI KANIT ORTAYA ÇIKTI

 

 

Denizli Doğa Sevenler Derneği Başkanı Ümit Şıracı, Hakkari’de terör yüzünden 30 yıldır sivillerin gidemediği Reşko Dağı’na 26 Ağustos’ta Türkiye’nin değişik illerinden 35 kişilik ekiple yaptığı tırmanışta 3 bin 400 metre rakımdaki Oramar Bölgesi’nde kaya resimleri buldu.

Denizli’de de tamgalar ve Türk kaya resimlerini araştıran Şıracı, ilk kez görüntülediği 10 bin yıllık kaya resimlerinin Türk kaya resimlerinin birebir örneği olduğunu, bunun Türklerin 1071’den önce Anadolu’da yaşadığının kanıtı olduğunu savundu.

Hakkari Dağcılık Doğa Sporları Derneği’nin düzenlediği üç günlük Reşko Dağı tırmanışına Denizli Doğa Sevenler Derneği (DOSEV) de altı dağcıyla katıldı. Türkiye’nin değişik illerinden 35 dağcının katıldığı tırmanışta terör yüzünden 30 yıldır gidilemeyen bölgede dağcılar, doğal güzellikleri görüntülerken, altı kişilik ekip 4 bin 168 rakımlı Reşko Dağı’na zirve yaptı, Cilo buzullarını inceledi. Hakkari Dağcılık İl Temsilcisi Naci Ertunç’un, 1963 yılında bırakılan zirve defterini bulduğu tırmanışa katılan altı kişiden biri olan Denizlili dağcı Ümit Şıracı ise kaya resimlerinin izlerini sürdü.

TÜRK İZLERİNE ULAŞTI
Bölgedeki iki rehberle Reşko Dağı’nın eteklerinde büyük buzulun altında 3 bin 400 metre rakımdaki Oramar Bölgesi’nde dere kenarında doğuya bakan kayalık bölgede, kayaların üzerine kazınan kaya resimlerinin izlerine ulaşan Ümit Şıracı, kayalara kazınan motiflerin Türk kaya resimlerinin birebir örneği olduğunu belirtip, tek tek görüntüledi. Bölgede daha önce Sat Dağları, Tirşin Yaylası ve Gavuruk bölgesinde kaya resimlerine rastlandığını, ancak Oramar Bölgesi’ndeki Türk kaya motiflerine ilk kez ulaşıldığını dile getiren Şıracı, kaya resimlerinin Türklerin 1071’den önce de Anadolu’da yaşadığının kanıtı olduğunu belirtti.

DAHA ÖNCE GİDİLMESİ YASAKTI
Hakkari’de terör yüzünden 30 yıldır gidilmesi yasak olan bölgeye kimsenin giremediği için kaya resimlerinin bilmediğini, kendisine bölgede yaşayan 60 yaşındaki iki kişinin yardımcı olduğunu anlatan Şıracı, "Dört gün süren Reşko Dağı, Cilo Dağı tırmanışına DOSEV olarak altı kişilik ekiple katıldık. Reşko Dağı zirve tırmanışına katılan altı dağcıdan biri de bendim. Türk kaya resimleri araştırmalarımı burada da sürdürdüm. Reşko zirvesinin altındaki büyük buzulun 3 bin 400 metre yüksekliğindeki eteklerinde Oramar bölgesinde dere kenarında Türk kaya motiflerine ulaştım. Dağ keçisi, geyik ile şaman motifleri ve yüzlerce Türk Tamgası’nın kayaların üzerine kazındığını gördüm ve belgeledim" dedi.

ORTA ASYA’DAKİ MOTİFLERLE AYNI
Sat Dağları, Tirşin Yaylası ve Gavuruk bölgesinde de Türk kaya resimlerine rastlandığını, ancak Oramar Bölgesi’ndeki motiflerin ilk kez gün yüzüne çıkarıldığını bildiren Şıracı, "Bu bölgedeki kaya resimleri o bölgede daha önceden keşfedilen kaya resimlerinden daha farklı. Kaya motifleri daha yoğun, sanki bir merkez görünümü var. Bir şaman tanrıya ulaşma yeri gibi. Diğerlerinden daha yüksekte. Etrafından taş yığınlarından oluşan Orta Asya’dakilere benzer kurganlar (mezar) var. Araştırmalar bu bölgede daha önce rastlanan motiflerin en az 10 bin yıllık olduğunu gösteriyor" diye konuştu.

ANADOLU’YA DAHA ÖNCE GELİNDİĞİNİN KANITI
Türk kaya motiflerinin Anadolu’ya Türklerin 1071’den çok daha önce geldiğinin kanıtı olduğunu kaydeden Şıracı, "Terör bitince bölgenin çok farklı özellikleri ortaya çıkmaya başladı. 30 yaşındaki köylüler yaylaya çıkmamış terör yüzünden. Terör bitti, Türk kaya resimleri ortaya çıktı. Yetkililerin belgelediğim kaya resimlerini inceleme altına alıp, bu konuda çalışma yapmaları gerekiyor. Belgelediğim motifleri konuyla ilgilenen Türk Tarihi uzmanlarına da gönderdim" dedi. Türk tarihi araştırmacılarından Nuray Bilgili Yakaryılmaz, kaya motiflerinin Çin Yinshan Dağı petrogliflerine çok benzediğini aynı çağda yapılmış ya da göçler yoluyla taşınmış olabileceğini belirtti.

Araştırmacı Kürşat Baytok ise Türk kaya motiflerinin bölgedeki diğer kaya Bedizleri ve tamgaları ile uyumlu olduğunu, bölgede bulunanların bile ötesinde olduğunu söyledi.

Habertürk, 02.09.2013

BİNA YAPMAK İÇİN TARİHİ KENTİ YIKIYORLAR

 

UNESCO’nun dünya kültür mirasları listesine aldığı Libya’daki Antik Yunan’dan kalma Kirene kenti tehdit altında. İki bin yıllık kentin yer aldığı toprakların kendilerine ait olduğunu iddia eden köylüler, yeni binalar yapılması için tarihi kenti yıkıyor, yetkililer ise ses çıkarmıyor.

 

 

Libya’da emlak spekülatörleri, yeni binalara yer açabilmek için iki bin yıllık Kirene antik kentini kurban ediyor. Kirene’nin 10 kilometre karelik nekropolü, toprakların sahibi olduğunu iddia eden bölge sakinleri tarafından büyük hasara uğratıldı. Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) dünya kültür mirası listesinde yer alan Libya’daki beş bölgeden biri olmasına rağmen, bölge köylülerinin burayı temizlemek ve düzleştirmek için kazı ve hafriyat makineleri getirdiği bildirildi. Köylülerin bu bölgeyi bina projeleri yapan şirketlere satmayı planladığı belirtiliyor.

 

Bayda Üniversitesi Arkeoloji Profesörü Ahmed Hüseyin, France 24’e yaptığı açıklamada, “Bölge, yaklaşık iki kilometre boyunca hasar gördü. Yaklaşık 200 kemer ve mezarın yanı sıra tarihi MS 200 yılına kadar giden bir köprü yıkıldı” dedi. Hüseyin ayrıca, tarihi eserlerin sanki çöpmüş gibi nehrin kenarına atıldığını ekledi. Bu kültürel yıkıma bir son vermek için bir kampanya yürüttüğünü belirten arkeoloji profesörü, “Felaketi durdurmak için her şeyi deniyorum, yerel yetkililerin yanı sıra arkeoloji otoritelerine başvurdum, işe yaramadı. Cep telefonundan Kültür Bakanı’nı bile aradım. Kendisine bir mesaj bıraktım ancak henüz yanıt almadım” diye konuştu.

 

Bölgedeki güvenlikten sorumlu yerel tugaylarla da temasa geçtiğini kaydeden Ahmed Hüseyin, görünüşe göre tugayın yalnızca yetkililerden talimat geldiği takdirde müdahale edebileceğini söyledi.

 

Toprakların kendilerine ait olduğunu iddia eden bölge sakinlerinin elinde ise herhangi bir resmi belge bulunmuyor. Ancak yine de Kirene’yi sadece devletin tazminat ödemesi ya da başka bir arsa vermesi halinde terk edeceklerini belirtiyorlar.

 

Klasik Dönem’e ait en büyük antik Yunan şehirlerinden biri olan Kirene, MS 365 yılındaki bir depremde büyük bir hasar görene kadar kadar Roma döneminde de önemli bir kent olmaya devam etti. UNESCO, Kirene’yi, “Tüm dünyadaki en etkileyici harabelerden biri” diye 
tanımlıyor.

Yapı, 02.09.2013

FATİH CAMİİ'NE KAÇAK HAT

 

29 Mayıs 2012’de restorasyonu tamamlanarak ibadete açılan Fatih Camii’nde büyük bir skandala imza atıldı. Hattat Prof.Dr. Hüsrev Subaşı, caminin tarihi giriş kapısı üzerine kendi yazısını kazıttırdı. Subaşı restorasyon sırasında caminin hatları ile ilgili danışmanlık yapıyordu.
 

Restorasyonunun ardından görkemli bir törenle ibadete açılan Fatih Camii’nde, büyük bir skandala imza atıldı. Prof.Dr. Hüsrev Subaşı’nın imzasını taşıyan bir kitabe, caminin ana giriş kapısı üzerine kazındı.

Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Hüsrev Subaşı, yaşanan gelişmeyi doğruladı. Kendi yazısının mermere kazınarak cami kitabesi yerine konulduğunu belirten Prof.Dr. Subaşı süreci, “Restorasyon sırasında bu eksikliğin tamamlanması için bilim heyetinden talep geldi.

Belirttiğim bilgiler ışığında orada mutlaka bir kitabe olması gerektiği düşünüldü. Biliyorsunuz Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı Fatih Camii yıkılmıştı. III. Mustafa döneminde tekrar inşa edildi. Burada bir ihmal olduğunu düşündük ve tamamlamayı uygun gördük. Bir daha el değmez, hazır başlamışken burayı da bitirelim istedik” sözleriyle dile getirdi.

‘İYİ NİYETLE YAZILDI’
Prof.Dr. Hüsrev Subaşı, bu eksikliğin giderilmesiyle ilgili isteğin restorasyon sırasında danışmanlık yapan bilim kurulundan geldiğini belirtti. Restorasyonu yapılan binalarda sonradan yapılan ilaveler bulunduğunu ve bunlara ‘dönem eki’ diye müdahale ettirilmediğini söyleyen Prof.Dr. Subaşı, “Fatih Camii’ndeki yazılar dönemin yazıları değildir.

Sonrasında yapılan müdahalelerle bozulmuşlardır. Bana sorsanız bu yazıların üstünü koruyucu ile kapatıp örtmek gerekir. Onun yerine, hat sanatının zirvesine gelmiş, o sanatın geldiği noktayı yansıtan yeni hatlar koyarım. Sanat noktasında aşılmış, geçilmiş yazıları göstermem. Hat sanatı bugün İslam tarihinin en yüksek zirvesinde. Kaldı ki bugün yazdığımız yazılarda 50 sene, 100 sene sonra dönem eki olacaktır. Kitabe yerine yazdığımız yazı da tamamen iyi niyetle yazılmıştır” diye konuştu.

Marmara Üniversitesi Sanat Tarihi Bölüm Başkanı Prof.Dr. Selçuk Mülayim
Olmayan bir şeyi koyamazsınız. Restorasyon kurallarına aykırı. Ama şu sırada 200 eserde restorasyon çalışması var. Türkiye’de bu kadar restoratör mimar yok. Bir furya halinde restorasyon yapıldığı zaman bu tür hatalar kaçınılmaz olur. Başka eserlerde de böylesi hatalarla karşılaşabiliriz. Kaldı ki Fatih Camii’nde minareler hatalı restore edildi. 1950 öncesi fotoğraflarına baktığınız zaman minarelerde kurşun külah olmadığını görürsünüz. Caminin minaresinde taş tepelikler bulunur.

Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Tayfur Erdoğdu
Sanat tarihi açısından yapının orjinalitesini değiştiren bir müdahaledir. III. Mustafa döneminde yapılan camiye müdahaledir. Tamamen işgüzarlıktır. Osmanlı mimari geleneğinde tamir yapılan esere, tamirin yapıldığı yere tamir kitabesi yerleştirilebilir. Ancak Fatih Camii’nde yapılan böyle bir şey değil.

Bugün, Haber: Tuncay Opçin, 02.09.2013

OSMANLI SULTANLARINA AİT ESERLER YUTDIŞINDA MÜZAYEDELERDE SATILIYOR

 

 

Osmanlı padişahlarının mührü bulunan kitapların yurtdışındaki sitelerde açık artırmayla satıldığı ortaya çıktı. Almanya’da müzayede kuruluşu, Sultan II. Mahmut’a ait tuğra ve mühür bulunan Makamat için 12 bin Euro fiyat verdi. Sultan III. Mustafa’nın şahsına ait 1476 tarihli yazma eser daha önce satılmıştı.

 

Kültür mirasımızın önemli ürünleri olan elyazması eserler, tarih, din, dil, felsefe, coğrafya, astroloji, fen bilimleri gibi çeşitli konularda, yazıldığı dönem ve yere ait temel bilgileri bünyesinde topluyor. Bilim ve sanat dünyasının ilk elden kaynaklarını oluşturan bu eserler, en eskileri 10. yüzyıla kadar uzanıyor. Müzayede şirketleri de tarihi öneme sahip bu kitapları satışa çıkartıyor. Almanya’da faaliyet gösteren Keifer isimli müzayede kuruluşunun satışa çıkardığı Makama bu eserlerden biri. Özel koleksiyon kitap için 12 bin Euro müzayede başlangıç fiyatı verildi.

 

Makamat, kafiyeli bir ifade ile yazılmış 50 hikayeden oluşuyor. Ayetler, hadisler ve atasözleri ile süslenen eser içerisinde Sultan II. Mahmut’a ait bir tuğra ve mührü bulunuyor.  Eser, 12 bin Euro’dan alıcısını bekliyor. Öte yandan özel koleksiyon kitapların satışı ilk değil. Geçtiğimiz nisan ayında ise, Londra’daki Sotheby’s Müzayede Şirketi tarafından Sultan III. Mustafa’nın şahsına ait ve mührünü taşıyan 1476 tarihli yazma eser 110 bin İngiliz Sterlini’ne satılmıştı. Eserlerin saraydan ya da bulunduğu yerden nasıl çıkarıldığı ise bilinmiyor. Kitapların İstanbul’un işgali sırasında yağmalanan özel koleksiyonlardan alınan eserler olduğu tahmin ediliyor.

 

Eserin satılmaması konusunda mücadele eden Yıldız Sarayı Vakfı Başkan Yardımcısı Ali Serim, “Padişah ve  ailesine ait olduğuna ilişkin kayıt ve mühür bulunan kitaplar genelde hazineye kayıtlıdır. Satılacak olan eser büyük ihtimalle çalıntı olabilir. Hanedan malı olan yazma eserlere müzayedelerde çok nadiren rastlanabilir. Çünkü hala devlet malıdırlar. Bu üzücü durum ülkemizdeki nadir eser koleksiyonlarının güvenliği için hayati önem taşıyor.” dedi. Eserlerin hangi yollarla yurtdışına çıkarıldığının bulunması gerektiğini dile getiren Serim şöyle devam etti: “Bakanlık mutlaka bu eserin ne yollarla yurtdışına götürüldüğünü, çalıntı olup olmadığını, mal sahibinin kim olduğunu resmi yollardan araştırmalı. Kültür Bakanlığı’nı bir zamanlar Sultan II. Mahmut’un elinde tuttuğu bu eserin satışını da durdurmasını istiyorum.” Geçtiğimiz ağustos ayında ise Karacaahmet Mezarlığı’ndan İngiltere’ye götürülen Osmanlı dönemine ait mezar taşları müzayedede satılacaktı. Londra’daki High Road Auctions isimli kuruluşun müzayedesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın girişimleri sonucunda iptal edilmişti.

Zaman, Haber: Burak Çan, 02.09.2013

ROMA'NIN 'AYRICAKLI KENTİ' PARION KAZIDA ORTAYA ÇIKMAYA BAŞLADI

 

 

Çanakkale'nin Biga İlçesi'ne bağlı Kemer Köyü'nde, Roma İmparatoru Augustus'un 'ayrıcalıklı kent' olarak ilan ettiği Parion'da 10. sezon arkeolojik kazıları sürüyor. Roma İmparatoru Augustus'un 'ayrıcalıklı kent' olarak ilan ettiği Parion'da bu yı1 Temmuz’da devam edilen kazı çalışmalarının 20 Eylül 2013'te bitmesi planlanıyor.


Parion Antik Kenti’nin kazı çalışmaları Türkiye ekonomisine yaptığı çelik ve enerji üretimiyle büyük katkıda bulunan İÇDAŞ tarafından 2005 yılından bu yana destekleniyor. İstanbul Sanayi Odası’nın Türkiye’nin en büyük 500 kuruluşu listesinde 9’uncu sırada yer alan İÇDAŞ kazıyı sosyal sorumluluk projesi olarak değerlendiriyor.

 

'SEVGİLİLER ŞAPELİ' YENİLENİYOR
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Atatürk Üniversitesi adına Profesör Cevat Başaran başkanlığında yürütülen kazılarda 70 işçinin yanı sıra 20 kişilik teknik ekip görev yapıyor. Niğde Müzesi'nden Hakan Erdoğan'ın Kültür ve Turizm Bakanlığı temsilcisi olarak katıldığı çalışmalarda antik kentin Nekropol, Tiyatro, Roma Hamamı, Odeon, Yamaç Yapısı alanlarında yürütülen arkeolojik kazı çalışmalarının yanında, kazısı geçen yıl tamamlanan 'Sevgililer Şapeli'nde röleve, restitüsyon ve restorasyon proje çalışmaları yapılıyor.

 

ROMA’NIN AYRICALIKLI KENTİ
MÖ 8 yüzyıl sonlarında kurulan Parion antik kenti, özellikle Roma dönemi içerisinde önemli gelişmelere sahne oldu ve en parlak dönemini yaşadı. Bu dönemde Roma imparatorları tarafından ayrıcalıklı kent olarak ilan edilen Parion çeşitli mimari yapılarla donatıldı. Geçen yılki kazılar sırasında ele geçen Artemis Heykeli ve Kentauros/Triton gibi buluntularıyla uzun süre gündemde kalan Parion kazı çalışmalarında bu yıl da ilginç ve önemli buluntuların ortaya çıkarılması bekleniyor.


Kazıların bu yıl bakanlığın ayırdığı 110 bin TL'lik ödeneğin yanı sıra çalışmalara sponsor olan İçdaş AŞ'nin iş makinesi ve iş gücü desteğiyle yürütülüyor.

Türkiye Turizm, 01.09.2013

İNŞA POLİTİKALARININ EN TUTARSIZI

 

 

Son bir haber mimarlık ve kent konusunda duyarlı çevreleri yerinden kıpırdatmaya yetti: Ankara Dışkapı’da 1936’da inşa edilmiş, Çubuk Barajı’na bağlı Su Süzgeci Binası bir gecede yıkıldı (yapi.com.tr, 13 Ağustos 2013). Binanın yıkımında Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu’na yaptığı başvurunun dört ay boyunca bekletilmesi arazi hakkında çoktan karar verildiği şüphesini uyandırdı. Peki, bu yıkıma sadece mimarlık cephesinden bakmak; hele ki henüz birkaç ay önce Gezi Parkı üzerinden başlayan sivil mücadele silsilesi ve altı durmaksızın harlanan AKM yıkımının ateşi söz konusuyken, bunları sadece içinde bulunduğumuz zaman içerisinde birbirinden bağımsız münferit gelişmeler olarak okumak açıklayıcı olur mu?


Bugünkü modern kentleşme, her ne kadar mevcut resmi tarih içerisinde Cumhuriyet’i milat olarak alsa da, esasında Osmanlı’nın 19. yüzyıldaki Batılılaşma hareketleriyle filizlenir. İmparatorluğun başkenti İstanbul ’da padişah ve kurmaylarının çabalarıyla ‘Garp milletleri gibi’ şehirlere sahip olma fikri öne çıkan itici güç olur. Henüz 1839’da Mustafa Reşid Paşa’nın (ki kendisi Tanzimat Fermanı’nda imzası olan önemli isimlerdendir) Alman mühendis Helmuth von Moltke’yi görevlendirmesiyle İstanbul’a ‘kentsel’ bakışın ilk örneği peydah olur. Tanzimat’ın estirdiği rüzgarın bir sonucu olan von Moltke planı uygulamaya konulmaz; ancak ileriye ışık tutacak bir kentsel bilinç oluşturur. Mustafa Reşid Paşa bunu tek kelimeyle özetler: “İntizam!” 1856’daki Aksaray yangını ardından ilk uygulama geliverir: Mustafa Reşid Paşa bu sefer İtalyan mühendis Luigi Storari’yi görevlendirir. Bunun sonucunda ortaya ızgara planlı ve geniş caddelerden oluşan Aksaray planı çıkar. 20. yüzyıl başında Mimar Mazhar bu durumu döneminin milliyetçi tavrı doğrultusunda “riyakar ve milliyetsiz Tanzimat ruhu” olarak nitelendirir.

 

Geleceğe bakan ecdad!

Bu kısa kentleşme hikayesini anlatmamın sebebi ‘ecdad’ın mevzubahis kent olunca nerede durduğunu göstermekti. Devamında Sultan II. Abdülhamid ve kabinesinin alkış tuttuğu, Fransız mimar Bouvard’ın Hamidyen modernleşmenin simgesi olacak, ama aynı zamanda Sultan Bayezid Medresesi, İbrahim Paşa Sarayı ve Sultanahmet Külliyesi Medresesi dahil birçok Osmanlı abidesinin yıkımına sebebiyet verecek, bütçe yetersizliği sebebiyle iptal olan projesi de var. Nihayetinde, kentsel politikalar söz konusu olunca gelenekten çok geleceğe, faydaya ve ihtişama bakan bir ecdadın olduğu aşağı yukarı sezilebiliyor sanırım.


Erken Cumhuriyet dönemiyle devam edelim. Dönemin çağdaş yapı tekniğini ‘Osmanlıcı’ üslupla birleştiren I. Milli Mimari Dönem ardından biçim olarak da Batı’ya öykünen II. Milli Mimari Dönem gelir. Bu dönemin dikkati çeken, aynı zamanda da eleştirilen tarafı, yapıların ‘kimliksiz’, başka bir deyişle ‘evrensel’ oluşudur (Su Süzgeci Binasının da bu dönemi tam olarak yansıtan yapılardan biri olduğunun da ayrıca altını çizelim).


İmparatorluğun İstanbulu’na mesafeli yaklaşan Kemalist fikriyat, bizzat öz çocuğu bildiği, 1916 yangını sonrası iyice tenhalaşmış Ankara üzerinden kendi kent idealini oluşturur. Ankara’daki gelişmeler 1930’ların ortası itibarıyla İstanbul’a sıçrar. Fransız mimar Henri Prost’un hazırladığı Cumhuriyet’in İstanbulu planı, İmparatorluğun vakti zamanındaki titrek modern çizgisini, yeni ideolojinin de elindeki güçle birlikte katlayarak benimsediğini gösterir: Gelenek lazım değilse reddedilir; ondan ziyade gelecek, fayda ve ‘kendi’ ihtişamı önemlidir (Unutmadan, bugün her fırsatta eleştirilen Prost’un planı, von Moltke ve Bouvard’ın planlarıyla ilginç bir şekilde örtüşür).

 

Yine ‘Şeflik dönemi’

Bugüne geri dönersek; kuvvetle muhtemel ileride ‘inşaatçılığı’yla da çokça anılacak mevcut iktidar, yaptığı kadar yıktığıyla da tepki çekiyor. Peki yıkmak neden bu kadar tepki doğuruyor? Şehirler biraz da ‘yıkılarak’ yapılmaz mı? Erdoğan ve ekibince Osmanlı mirasının ihyası ve millete hizmet amacıyla bu yola çıkıldığı ısrarla vurgulanıyor. AKM yerine yapılabilecek bir binanın ‘barok’ olabileceğinden dem vurulurken, İstiklal Caddesi binaları örnekleniyor; fakat bu binaların Tanzimat’ın getirdiği Batılılaşma estetiği çizgisinde, çok kimlikli bir anlayışla yapıldığına dair en ufak bilgi verilmiyor (Bu yapıların ‘barok’tan ziyade neo-barok, art nouveau ve neo-rönesans üsluplarda olduğu gerçeğini bir kenara bırakıyorum). Başbakan, etrafındakilerle, çok kimlikli Osmanlıcı üslubu sadece biçim olarak alıp arkasına holdingleri ve ihalelerini yerleştirerek ilerliyor. Bunu yaparken de hedefe, düşman yeldeğirmenleri olarak ‘ucube’leri koyuyor; zira siyasetteki ‘zıttından güç alma’ tavrını gene sürdürüyor. Bu ucubelerin de Erken Cumhuriyet Dönemi’nin yapıları olduğunu belirtmeme herhalde gerek yok.


Mimar Mazhar ‘kimliksiz’ olarak nitelendirdiği Tanzimat sonrası mimarisine haksızlık ediyordu; bu, tek parti döneminde, önü alınamayan, esasında da Tanzimat öncesine ait olan Topçu Kışlası’nı yıkmak gibi hatalarla devam etti. Kimliksizliği yererken, evrensel olan modern üslup, ‘Modern Türk Mimarisi’ adı altında yeni rejimin mimari kimliği haline getirildi. Kemalizm ile mücadelesini sürdürdüğünü iddia eden bugünkü iktidarsa, savaşını sadece fiziksel alana dökmüş gibi gözüküyor. Bunu yaparken de mücadele ettiğini iddia ettiği Şeflik Dönemi politikalarını (Menderes döneminin inşa politikalarını hatırlatırcasına) birebir kullanıyor. Etraftaki ucubeleri yıkacağından dem vururken, tek parti döneminin anekdotlarından feyzalıyor; ancak bu alıntıları yaparken, aynılarını birebir ürettiğinin ya farkında değil ya da bizleri kandırıyor. Aslında zamanının siyasi tavrından bağımsız ele alınması gereken, döneminin nitelikli ve korunması farz yapılarını, ideolojinin içerisine hapsedip kolaya kaçıyor. Noktayı koymak gerekirse, Başbakan ve ekibi, Cumhuriyet tarihi boyunca inşa politikalarının en tutarsız kısımlarını şu an için kendi bünyelerinde biraraya getirmiş gibi gözüküyor.
Radikal İki, Yazı: Onur Atay/Mimar, Boğaziçi Üni., Tarih, 01.09.2013

ASLANTEPE KAZILARI İÇİN SPONSOR DESTEĞİ ÇAĞRISI

 

Arslantepe Höyüğü Kazı Başkanı ve Roma Lasepianza Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Marcella Frangipane, kazı çalışmaları için sezon maliyetinin 100 bin euro olduğunu söyledi.Dünyanın bilinen ilk sarayına ev sahipliği yapan Arslantepe'deki kazılar için ayrılan ödeneğin kazılar için az olduğunu belirten Prof.Dr. Marcella Frangipane, “Arslantepe Höyüğü’ndeki kazıların bir sezonluk maliyeti yaklaşık 100 bin euro. Bunu Roma Üniversitesi ile Fransa Dışişleri Bakanlığı karşılıyor. O para bizim için çok, ancak kazı için az. Buraya ekipteki personel uçakla gelip gidiyor, kazıda 50 tane işçi çalışıyor, koruması için, elektrik ve su için o para harcanıyor” dedi.Arslantepe’deki kazılar için sponsor desteği beklediklerini söyleyen Frangipane, “Arslantepe artık dünyada tanınıyor. O zaman sponsorların yardımını bekliyoruz” ifadesini kullandı.

Mynet Haber, 01.09.2013

2 BİN 600 YILLIK SURLAR GÜN YÜZÜNE ÇIKARILIYOR

 

 

Yozgat Valisi Abdulkadir Yazıcı, kazı çalışmalarının sürdüğü Şahmuratlı Köyü'nde, Yard. Doç.Dr. Abdulkadir Baran'dan çalışmalarla ilgili bilgi alarak kazı gruplarının yaptığı çalışmaları inceledi. Yozgat'ın nadide tarihi eserleri bünyesinde barındıran bir il olduğunu belirten Yazıcı, bu eserlerin turizme kazandırılması yönünde çalışmaların sürdüğünü söyledi. Kerkenez'de, zamanla kaybolan 7 kilometrelik daire içerindeki surların, Yozgat turizmine kazandırılması gerektiğini vurgulayan Yazıcı, "2 bin 600 yıllık tarihi bir geçmişi olan bu nadide eserimizin bulunduğu alanın bir an önce görünürlüğünün sağlanması gerekiyor. Bu eserimiz dünyada, uzaydan görülen en büyük kalıntılardan bir tanesi. Kerkenez'in ilimiz turizmine kazandırılması için çalışmalar hızlı ve başarılı bir şekilde sürüyor." diye konuştu. Tarihi mekanda gezinti alanları, parklar ile yol yapımı için planlamalar yapacaklarını belirten Vali Yazıcı, yerli ve yabancı turistleri tarihi eserin bulunduğu köye çekmeye çalışacaklarını kaydetti.

 

Kerkenes antik kentinde yüzey araştırması

Kerkenes Dağı antik kentinde ilk yüzey araştırması çalışmalarının 1993 yılında başladığını hatırlatan Yazıcı, 1998-2000 yıllarında çalışmaların katılımlı araştırma şekline dönüştüğünü ve 2001 yılından bugüne kadar kazı ve araştırmaların aralıklarla sürdüğünü hatırlattı. Şehrin demir çağında Milattan Önce 600 yıllarında Medler tarafından kurulduğunun tahmin edildiğini, 2003 yılında yapılan kazı çalışmalarında Frigce yazıtlar bulunduğunu kaydetti. Kentin yaklaşık 7 kilometrelik surlarla çevrili olduğunu belirten Yazıcı, şunları aktardı: "Antik kaynaklarda Pteria olarak kaydedilen kentin burası olduğu düşünülüyor. MÖ 547 yılında Persler tarafından kent zaptedilmiş, halkı esir alınarak kent yakılmış ve surlarının bazı alanları da yıkılmıştır. Yerleşim alanı kamu yapıları ve sivil yapı adaları ile gelişmiş bir su toplama ve kullanma sistemi içermektedir. Kazı çalışmaları sırasında bulunan bir mobilyaya ait fildişi süsleme parçası Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde sergilenmektedir. Antik kent yakılıp yağmalandığı için nitelikli kültür varlıklarına nadir olarak rastlanmaktadır. 2004 yılında yapılan çalışmalarda saray yapı grubu girişinde kazı çalışması yapılmış, avlu döşemeleri ortaya çıkarılmıştır." Vali Yazıcı, ayrıca öğrenci guruplarının ve bilim adamlarının rahatça ikamet ve çalışmalarını temin için eski ilkokul bina ve lojmanının tamiratını tamamlayarak hizmete kazandırılacağını belirtti.

 

Yazıcı, Şahmuratlı Köyü'nde incelemelerde bulunan Abdullah Gül Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Nur Urfalıoğlu ve Mimarlık Bölüm Başkanı Doç.Dr. Burak Asiliskender ile görüştü. Öğretim üyeleri, köyün geleneksel yapı elemanlarının tetkik ve tatbikinde örnek geliştirme ve incelemelerde uygun bir zemin olduğunu, ODTÜ Öğretim Üyesi Françoise Summers tarafından yıllardır üzerinde çalışmalar yapılarak belli mesafeler alınmış bir uygulamalar olduğunu, köyün doğal gıda üretimi konusunda altyapısı olması nedeniyle ortak çalışmalara imza atılabileceğini anlattı.

Yeni Şafak, 01.09.2013

KAUNOS'TA BİZANS DÖNEMİNE AİT FIRIN VE MERDİVENLER BULUNDU

 

 

Muğla’nın Ortaca İlçesi'ne bağlı Dalyan beldesinde devam eden Kaunos Antik Kenti kazılarında Bizans dönemine ait yeni bir fırın ve merdivenler bulundu.

Kaunos Kazı Başkan Yardımcısı Erkan Kart, Dalyan beldesinde bulunan Kaunos Antik Kenti’nde kazı çalışmalarının büyük bir hızla devam ettiğini söyledi. Kazılarda son olarak Bizans dönemine ait yeni bulgular ortaya çıkardıklarını açıklayan Kart, “Apollo için kısa zaman içinde yaptığımız kazılarda; Bizans döneminde yapılar için kullanılmış olan bir fırın yapısıyla karşılaştık. Bu fırın buradaki mermer heykellerin ve yapı parçalarının eritildiği fırın olarak tahmin etmekteyiz. Şu anda bu kireç izlerini görebiliyoruz. Bu duvar taşları da Bizans döneminde kullanılmış, bu taşlarda duvar yapımında kullanılmış gibi gösteriyor. Bu konuda şimdilik yeterli bir bilgimiz yok. Buradaki merdivenler ise. Agorada bulunan insan trafiği üstteki Apollo kutsal alana girişini sağlayan merdivenler olarak kullanmışlar. Muhtemelen buradaki izleri gördüğümüzde bir motif olmalıdır; yani giriş kapılı olduğunu tahmin edebiliyoruz. Bizans döneminde bu kapıyı yıkmışlar ve oradaki mimari parçaları bu parçaları duvar taşı olarak kullanmışlardır” dedi.

Son dönemde ortaya çıkan parçaları bir araya getirmek istediklerini açıklayan Kart, “Son dönem içinde yapmış olduğumuz kazılarda daha önce bulmuş olduğumuz ve buluntuların hemen doğusunda yeni bir ülke dramı parçaları meydana çıktı. Burada iki parça bulunmaktadır. Geri kalan parçalar ise Bizans döneminde duvar taşı olarak kullanılmış.

Diğer parçalar da çevredeki taşları duvar taşları olarak görebiliyoruz. Bu parçaları toplayarak bir araya getirmek istiyoruz” diye konuştu.

Haber 3, 01.09.2013

NOEL BABA'DA 'TARİHİ KAZI'K

 



Kültür ve Turizm Bakanlığı, Noel Baba’nın memleketi Antalya Demre İlçesi’nde süren Myra - Andriake kazılarında 73 bin TL’lik ödeme usulsüzlüğü tespit edince kazı başkanı Prof.Dr. Nevzat Çevik’in görevine son verdi.

 

Kültür ve TurizmBakanlığı, Türkiye’nin en kapsamlı kazı çalışmalarından biri olma özelliği taşıyan, Noel Baba’nın memleketi olarak bilinen Antalya’nın Demre İlçesi’ndekiMyra - Andriake kazılarını soruşturdu. Bakanlık, kazı için alınan malzemelerin faturalara normal fiyatlarından kat kat fazla yansıtıldığını tespit etti. Bunun üzerine bakanlık, 2009’da başlatılan kazıların 4 yıldır başkanlığını yürüten Akdeniz Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü ÖğretimÜyesi Prof.Dr. Nevzat Çevik’in görevine aniden son verip izinlerini ve kazı ruhsatını iptal etti. Kazı başkanlığını da AntalyaMüzeMüdürlüğü’ne devretti. Bakanlığın Türkiye’nin en önemli kazı yerlerinden birindeki bu operasyonunun nedenimerak konusu oldu. HABERTÜRK, soruşturma raporuna ulaştı.

 

Soruşturma süreci, Antalya Valiliği’nin ödemelerde usulsüzlük yapıldığına ilişkin olarak Kültür Varlıkları ve Müzeler GenelMüdürlüğü’ne şikayette bulunmasıyla başladı. Ardından Kültür ve TurizmBakanlığı Teftiş Kurulu Başkanlığı devreye girdi. Başkanlık, önceliklemal-hizmet alımlarında faturalar ile satın alma evraklarının düzgün bir şekilde hazırlanmadığını ve yeterli fiyat araştırması yapılmadan, yasal dayanağı olmayan belgelendirmelerle fazla ödemelerde bulunulduğunu tespit etti. Çalışmaların bilimselliği üzerinde de şüphe oluşması üzerine başkanlık, inceleme raporu hazırladı.

BÜTÇE ORTALAMA MİKTARIN 5 KATI
Raporda; Prof.Dr. Çevik başkanlığında 2009-2012 arasında kazı çalışmalarına bakanlıkça 1milyon 685 bin TL ödenek aktarıldığı vurgulandı. Kazılara yıllık ortalama 420 bin TL ödenek tahsis edildiği, bu miktarın Türkiye’deki tüm kazılar dikkate alındığında, ortalamamiktarın 5 katına denk geldiği belirtildi. Raporda Prof.Dr. Çevik’in kazı başkanı olarak yaklaşık 73 bin TL’lik kamu kaynağıyla fazladan ödeme yaptığı tespit edilerek bumiktarın Çevik’ten tahsil edilmesi gerektiği vurgulandı. Kazı başkanı Çevik birinci dereceden sorumlu tutuldu ve ilgili rapor idari yönden gereğinin yapılması talebiyle Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanlığı’na da gönderildi. Bakanlıkça soruşturmanın devam ettiği bildirildi.

 

SORUŞTURMA RAPORUNDAN
Raporda özetle şu tespitler yer aldı:  Birim fiyatı 200 TL’lik sapan malzeme faturada 300 TL gösterilmiş. Derz dolgu işiyle ilgili metrekaresi 3.98 TL’lik uygulama fiyat faturaya 22 TL olarak yansıtılmış. Toplam kamu zararı 2 bin 522 TL.  Moloz taş duvarda derz yapılması imalatı fiyatı 36 TL iken faturada 150 TL gösterilmiş. Toplam zarar 16 bin TL.  Fiber bar sabitleme işlemi için fazladan ödenen fiyat 9 bin 440 TL.  Epoxy Set-Araldit M1 malzemesinin piyasa temin değeri faturadaki bedelin yarısı. Buna göre 30 bin TL’lik zarar var.

 

ÇEVİK SUÇLAMAYI KABUL ETMİYOR
Rapor sonuçlarını değerlendiren Prof. Nevzat Çevik, “Bu çok aşağılık bir konu” diyerek şu ifadeleri kullandı: “Bana hala resmi yazı gelmedi. Bizde de hata çıkabilir ama kamuyu 73 bin TL’lik zarara uğrattığımı kabul etmiyorum. Bilimve din adamının parayla işi olmaz. Öte yandan bu inceleme tüm kazılara yapıldığı gibi rutindir. Ben geçen yıl, sponsor gelirleriyle devletin verdiğinden 3 katı para harcadım. Bu harcamalar da kişisel değildi. Kendi arabamızın benzinini dahi kendimiz alıyoruz. Mahkemede hakkımı arayıp kazı başkanlığımı geri alacağımfakat bu kez de ‘Ben bu kazıyı yapmıyorum’ diyeceğim.”

Habertürk, Haber: Aykan Çufaoğlu, 01.09.2013

AYASOFYA MÜZESİ RESTORASYONA ALINDI

 

Dünya kültür mirasının önemli eserlerinden olan Ayasofya Müzesi’nin dış cephesi restorasyona alındı.
 

Ayasofya Müzesi Tabiat şartları ve yılların yorgunluğunu gidermeye yönelik çalışmada, yapı depreme de dayanıklı hale getirilecek.

Yeni teknolojiyle yürütülen restorasyonda, dış cephenin batı cephesi bölümü devam ediyor.

Bozulan ve orijinal olmayan kaplamalar temizlenecek. Çökme ve kırılmalar da duvarın orijinal harcı ve taşlarıyla yenilenecek.

Bugün, Haber: Mehmet Ali Ay, 01.09.2013

30 YILDIR İLK KEZ SERGİLENİYOR

 

 

Rönesans’a damgasını vuran İtalyan ressam Leonardo da Vinci’nin (1452-1519) 52 çizimi İtalya’nın Venedik kentinde sergileniyor.

Geçen perşembe günü açılan “Leonardo da Vinci: Küresel Adam” adlı serginin adresi Gallerie dell’Academia. Serginin küratörü Annalisa Perissa Torriani, “Vitruvius Adamı” (The Vitruvian Man) adlı, 1492’de yapıldığı tahmin edilen eskizin serginin en çok ilgi çekecek yapıtı olacağını tahmin ediyor. Dünyanın dört bir yanında tişört ve başka aksesuvarların üzerinde baskısı yer alsa da, yapıtın orijinali 30 yıldır ilk kez sergileniyor. Da Vinci’nin, iç içe geçmiş iki erkek bedenini, uzuvları açık ve kapalı olmak üzere üst üste çizdiği ve insan uzuvlarının oranını incelediği yapıt, Gallerie dell’Academia’nın koleksiyonunda yer alıyor. Louvre ve British Museum gibi müzelerden ödünç verilen yapıtların da yer aldığı sergi 1 Aralık’a kadar açık kalacak.

Habertürk, 01.09.2013

ANTİK PARFÜMÜN İZİNDE

 

 

Antalya'nın Kemer İlçesi'nin yakınlarındaki Phaselis antik kentinde geçen yıl başlatılan yüzey araştırmalarının bu yıl ikincisi gerçekleştiriliyor. Akdeniz Uygarlıkları Araştırma Enstitüsü Müdürü Prof.Dr. Murat Arslan'ın başkanlığında yürütülen araştırmaların sonucunda, flora, biyoloji ve kimya gruplarıyla işbirliği yapılarak antik çağda Phaselis'te çok ünlü olan gül ve zambaklardan arkeolojik parfüm ve yağlar üretilecek.

GÜL YAĞI ÖNEMLİ GELİR KAYNAĞIYDI
Prof.Dr. Arslan "Phaselis gülünün ünü, antik dönemde Uzakdoğu'ya kadar yayılmıştı," diyor ve ekliyor: "Antik kaynaklara göre Phaselis'te yetişen güllerden yapılan gül yağı o kadar beğeniliyor ki ünü Nepal, Capua ve Praeneste'ye kadar ulaşıyor. Kırmızı zambaklar da Antiokheia ve Suriye'deki Laodikeia zambaklarından sonra antikçağda en çok beğenilen zambaklar. Bir kilo gül yağı elde etmek için, 2 milyon gül yaprağı, yani 4-5 ton gülün işlemden geçirildiği gerçeği göz önüne alındığında, kentteki güllerin çok büyük bir alan kapladığı düşünülmelidir. Gül yetiştiriciliğinin böylesi geniş bir sahaya yayılması ve ünlü sofist ve kültür tarihçisi Athenaios ile doğa bilimci Plinius'un aktardığı bilgiler, Phaselis'te gül yetiştiriciliğinin antikçağ ölçeğinde ihraç ürünleri olarak ön sıralarda geldiğini gösteriyor. Ayrıca bu güllerin yine Phaselis'te işlenerek ticari bir ürün haline getirildiğine işaret ediyor. Günümüzde gül yağı hammaddesinin kilosu yaklaşık 6 bin avro. Bu maddenin antikçağdaki değeri düşünüldüğünde, gülün Phaselis'e sağladığı gelir azımsanmayacak gibi. Zambaklar da muhtemelen parfüm ve ilaç yapımında kullanılıyordu."

ARKEOLOGLAR BAL DA YAPIYOR, ŞARAP DA
Günümüz dünyasında arkeolojik araştırmaların, salt kazı çalışmalarının ötesine geçerek disiplinler arası yöntemler ve ekip çalışmalarına yöneldiğini belirten Prof.Dr. Arslan, buna hem Türkiye'den hem de dünyadan örnekler veriyor: "Antikçağda yapıldığı gibi zeytinyağı üretiminin Klazomenai'da deneyi yapıldı. Sagalassos kazılarında da antik suyolu onarılarak artık antik çeşmeden su akıtılıyor. Amphoraların içinde bal üretimleri, deneysel olarak halen yapılmaya devam ediyor. Ayrıca İtalya'da da antik usullerle yetiştirilen bağlardan elde edilen üzümlerle antik yöntemlerle şarap üretimi gerçekleştiriliyor."

ARKEOLOJİK YÖNTEMLE PARFÜM ÜRETİLECEK
Prof.Dr. Murat Arslan, bitkilerin bir kısmının tespitinin, ekibin flora grubu tarafından yapıldığını anlatıyor: "Antikçağdaki bilinen ürünlerin yerinde tespit ve kayıt çalışmaları devam ediyor. Çünkü bu bitkilerin çiçek açma mevsimleri değişiyor. Ekibimiz bitkilerin tespitine, bilimsel tanıtımına ve kenti ziyarete gelen yerli ve yabancı turistlerin açıklayıcı tabelalar aracılığıyla bilgilendirilmesine odaklanıyor. Ancak ileriki safhalarda üniversitemiz kimya bölümünün de katkılarıyla söz konusu koku ve yağların elde edilmesine, analizine ve deneysel arkeolojik yöntemlerle üretilmesine çalışılacak."

Sabah, Haber: Figen Yanık, 01.09.2013

MİNBERLERDEN MİNARELERE YOLCULUK

 

 

Binlerce yıl boyunca pek çok dilden ve dinden uygarlığa ev sahipliği yapan Amasya’yı keşfediyoruz... Şehrin güzelliğine, tarihsel konumuna eşlik eden üç yapı, bazen banisi, bazen de mimari özelliği ile tarihte önemli yere sahip.

 

Selçuklu, İlhanlı, Osmanlı bir arada... Mahkeme Camii, Cumudar Türbesi adlarıyla da bilinen yapı, şehrin merkezinde, Dere Mahallesi’nde. Yeni restore edilen görkemli Taşhan’ın ardında kalan yapı, günümüzde ilk bakışta göze çarpan minaresiyle tanınıyor. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde; minaresinin ahşap olduğunu belirttiği yapıdan Mahkeme Camii olarak bahseder.

 

Yapının tarihi Anadolu Selçuklu’ya dayanıyor. Cami kapısında bulunan kemer şeklindeki kitabeye göre yapı, Said Ferruh ve Haznedar Yusuf isimli iki kardeş tarafından yapılmış. 1237-1247 yılları arasında inşa edilen yapı, klasik Selçuklu Ulu Camii plan tipinde.

Gıyaseddin 2. Keyhüsrev’in veziri Ferruh Bey’in mezarı da burada. Dikdörtgen planlı yapının kuzey cephesi, Anadolu Selçuklu eserlerinde sıklıkla rastlandığı üzere geometrik motifler ve mukarnas dolgulu süslemelerle kaplı. Girişte sağda minare, solda ise cami duvarına bitişik türbe bulunur. İkisinin ortasında bulunan sivri kemerli ve dışa doğru çıkıntılı taç kapıdan yapıya giriliyor. Caminin aydınlatması, duvarlardaki pencerelerle sağlanıyor. Kıble duvarına dikey uzanan, üç nefli (sahınlı) plana sahip yapının orta nefi üç kubbe, yan nefleri ise beşik tonozla örtülü. Kesme taştan örülü kalın ve güçlü duvarlara sahip yapının zaman zaman amaç dışı kullanımları nedeniyle gerekli özeni görmediği anlaşılıyor.

 

Çiniler Selçuklu’dan

2. Dünya Savaşı’nda buğday ambarı olan yapının sade ama kıymetli mihrap yanı kıymetli çinileri Selçuklu’dan kalma. Yapının değerini artıran bir özelliği de ahşap minberi. Müzeye taşınması gereken minberin bakımsızlıktan zarar gören yerleri sıvanmış. Yapının kitabeleri de Prof.Dr. Ali Yardım imzalı Amasya Burmalı Minare Camii Kitabeleri eserine konu olmuş.

 

1590 depremi ve 1602 yangınlarında zarar gören ahşap minarenin yerine yapılan minare kesme taştan olup 17’nci yüzyıl Osmanlı mimarisi özelliğinde burmalıdır (sarmal). Kare biçimi bölümden silindirik gövdeye üçgenlerle geçilen minarede gövdeyi saran burmalar şerefeye kadar uzanır. Yanda bulunan türbe de kare tabana oturur. Sekizgen planlı, piramit çatılı ve üç cephesinde penceresi bulunan türbe iki katlı. Batı cephesindeki pencere süslemeleri ile dikkat çeker. Bir süre kütüphane olarak hizmet veren türbenin üst katı günümüzde cami görevlilerinin odası olarak kullanılıyor. Zemin katında ise İlhanlılar döneminde Anadolu Nazırı Şehzade Cumudar’ın mumyası bulunuyordu. Günümüzde Amasya Müzesi’nde sergileniyor.

 

Beyazıd Paşa Camii Kitabesi kayaya kazınmış

Vakfiyesi kayaya kazılı cami Çelebi Mehmet devrinde Amasya valisi olan Beyazıd Paşa tarafından 1414 yılında Mimar Yakup bin Abdullah’a yaptırılan; ters T planlı, zaviyeli (erken Osmanlı’da görülen, 16.yüzyılda vazgeçilen plan tipi) cami tipinin güzel örneklerinden. Amasya merkezde Kuş Köprüsü’ne yakın olan yapı, kesme taştan. Son cemaat yerinin beş gözlü kemerleri örten kubbelerin iç yüzeyleri ayrı ayrı bezeli. Aralarına rozetler yerleştirilmiş olan kemerler beyaz mermer ve kırmızı taş ile örülü olup etrafında siyah mermerden kıvrık dal ve yaprak motiflerinden oluşan bordür bulunur.

 

Giriş kapısından küçük bir geçitle ulaşılan ana mekan kıble yönünde birer kubbeyle örtülü iki mekandan oluşur. İlk bölümün kubbesinde aydınlık feneri var. Zengin mukarnaslarla çevrili, sekizgen planlı, sekiz pencereli, yüksek kasnaklı kubbeye tromplarla geçilir. Zaviyeli cami planına uygun olarak ana mekanın iki yanında, birer kapı ile açılan, kubbelerle örtülü ikişer oda bulunur. Camide bulunan, yanan kandillerin islerinin tahliye edildiği üç adet is tahliye yeri önemli. Zira yıllar sonra Sinan’ın yapacağı İstanbul Süleymaniye Külliyesi’ndeki uygulamanın örneklerinden.

 

Yapının en önemli farkı, kitabesinin bir kopyasının kayaya kazınmış olması. Köprünün yakınındaki Leğen Kaya’nın doğusundaki vakfiyenin kazındığı kaya iki metre yüksekliğinde. Arapça 125 kelimeden oluşan vakfiye, araları cetvelli sekiz satırdan oluşuyor. 1418 tarihli kitabe celi sülüs yazı ile yazılı.

 

Mehmet Paşa Camii’nin minberi Türk mimarisinin en nadide örneklerinden

Mermer ve ahşap işlemeciliğinin en nadide eserlerinin sahibi camii banisi Mehmet Paşa, hem Sultan 2. Beyazid’ın veziri hem de oğlu Şehzade Ahmed’in lalası. Bulunduğu mahalleye de adını veren 1486 tarihli külliye Amasya merkezde bulunuyor. Ters T planlı cami kesme taştan. Altı kubbeyle örtülü son cemaat yerinin zemin taşlarının çoğu orijinal. Beyaz mermer, taç kapının iki yanında deprem denge sütunu, üstünde ise kum saati motifli kitabe ve kilit taşları var. Kare planlı caminin sekizgen kasnaklı kubbesi kalem iş yazı ve motiflerle süslü. Tek şerefeli minare son derece sade. Bölgede rastlanan, sivri külahlı şadırvanı tamir görmüş olsa da mermer havuz orjinaldir.

 

Mehmet Paşa Camii’nin minberi ebat olarak küçük olsa da işlemeleri bakımından eşsiz. Her iki yanı simetrik olan minberin motifsiz yanı yok. Som mermere tablo gibi işlenen kıvrık dal ve yaprak motifleri çok sanatlı olarak mermer işlemeciliğinin en nadide örneklerinden. Ahşap oymacılığının en güzel örneklerinden olan kapısı ise günümüzde Amasya Müzesi’nde.

Star, Haber: belkıs Kamut Aktürk, 31.08.2013

DERBE HÖYÜĞÜ'NDE KAZI ÇALIŞMALARINDA İLK BULGULARA RASTLANDI

 

 

Karaman Valisi Murat Koca, merkeze bağlı Ekinözü Köyü'ndeki Derbe Höyüğü'nde başlatılan arkeolojik kazı ve sondaj çalışmalarını yerinde inceledi.

 

Vali Koca’nın kazı alanında yaptığı incelemeler sırasında İl Kültür ve Turizm Müdürü Cengiz Orta, Karaman Müze Müdürü Abdülbari Yıldız ve Konya Selçuk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Mehmet Tekocak hazır bulundu. Kazı çalışmaları hakkında Vali Koca’ya bilgiler veren Yrd. Doç.Dr. Mehmet Tekocak, açılış günü yapmış olduğu açıklamalarda bahsetmiş olduğu jeoradar taramasında tespit edilen yaklaşık kare şeklindeki yapının kazı çalışmalarında ortaya çıktığını ifade ederek, "Jeoradar çalışmaları bizim için son derece önemli. Bu yüzden höyüğün diğer alanlarında da benzer çalışmaları yürüteceğiz ve böylece hem zamandan, hem de işgücünden tasarruf edeceğiz. En önemlisi de höyüğün farklı yerlerinde gelişigüzel çukurlar açmayacağız, açacaklarımız ise bu çalışmalar sonucu elde edilen kesin veriler sonucunda gerçekleşecek. 11 Temmuz 2013 gününden bu yana ortalama 10 işçi ve 8 arkeologla kazı çalışmalar yürütüldü. Bu zaman zarfında 4.00x4.00 metre ölçülerinde 19 adet sondaj çukuru açıldı ve bu sondajlarda mimari kalıntıların yanı sıra, mezarlar ve çok sayıda pişmiş topraktan yapılmış kap kacak ve de az sayıda cam ve metal obje gün ışığına çıktı. Ortaya çıkan yapı kalıntılarının yoğun şekilde tahribata maruz kalmış olması nedeniyle işlevlerini ve plan tiplerini kesin olarak tespit edebilmek şu an için çok güç görünmekle birlikte burada muhtemelen depolama ve yaşam alanı olarak kullanılmış mekanların olduğu söylenilebilir. Hatta buradaki mimari unsurların farklı dönemlerde tamirat, değişiklik ve eklemeler yapmak suretiyle tekrar tekrar kullanılmaya devam ettiğini görüyoruz. Öyle ki bazen bir duvarda taşların sökülmesiyle oluşturulmuş küçük bir alanın bazen de bir mekanın içerisinin veya mekanı oluşturan duvarın üzerine mezarlar yerleştirilmiş. Duvarların oldukça zayıf bir işçiliğe sahip olması, hatta kimi zaman yıkılan bölümlerde kerpiç duvar kullanmaları nedeniyle burada yaşayanların çok zengin bir topluluk olmadığını düşünmekteyiz" dedi.

 

  



Çıkan pişmiş toprak, cam ve metal buluntuların kayıt altına alındığı laboratuvar çalışmaları hakkında bilgiler veren Tekocak, ele geçen seramikler daha çok II. bin ile I. bine ait Demir Çağı, Hellenistik ve Roma Dönemi uygarlıklarına ait olduğunu, dolayısıyla da höyükte çok uzun bir süreçte yerleşimin devam etmiş olabileceğini, ele geçen az sayıdaki seramik örneklerden de bu höyüğün Neolotik Çağa kadar da gidebileceğini düşündüklerini söyledi. Bugüne kadar yapılan kazı çalışmaları sonucunda burasının Hristiyanlık için son derece büyük öneme sahip olan Derbe Antik kenti olup olmadığı ile ilgili henüz kesin verilere sahip olmadıklarını, bununla ilgili büyük bir titizlik ve sabırla çalışmaya devam edeceklerini söyleyen Tekocak, burasının Derbe olduğunun kanıtlanması halinde bölgenin en azından Hristiyanlar için önemli olan bir Antakya veya bir Efes kadar ilgi görebileceğini sözlerine ekledi.






Tekocak, son olarak bugüne kadar var olan ilgi ve destek için başta Kültür ve Turizm Bakanlığı olmak üzere tüm kamu kurum ve kuruluşlarına teşekkür ederek, bu desteğin artarak devam etmesi temennisinde bulundu.Kazı alanında yapılan incelemelere Vali Murat Koca’nın yanı sıra Selçuk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Mehmet Tekocak, Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Hakkı Gökbel, İl Kültür ve Turizm Müdürü Cengiz Orta ve yetkililer katıldı.


Kazı Başkanı Selçuk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Mehmet Tekocak, Derbe’nin Hıristiyanlığın ilk dönem tarihi açısından oldukça önemli olduğunu belirtti. Yapılan ön çalışmalar sonucunda toprağın yaklaşık 70 cm altında olan U şeklinde bir yapıya ulaştıklarını ve Anadolu’da Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde büyük öneme sahip Aziz Paulus’ un bir dönem yaşadığı, Hıristiyanlığın doğup, geliştiği önemli merkezlerden biri olduğunu ve oldukça büyük bir alanı kapladığını söyleyen Tekocak, Derbe Höyüğü’ nün Hıristiyanlık dönemine ait bir yerleşim yeri olmayıp MÖ 2 binden itibaren iskan gördüğünü fakat muhtemelen Bizans Çağı’ndan sonra bir daha yerleşim görmediğini ifade etti.


Kazı Başkanı Tekocak’ın Derbe Höyüğü hakkında verdiği bilgilerin ardından Vali Murat Koca beraberindeki heyet ile kazı alanında yürütülen çalışmaları yerinde inceledi ve çalışmalar hakkında yetkililerden bilgi aldı.

Karaman'ın Sesi, 31.08.2013

RESTORASYON İÇİN BAĞIŞ TOPLUYOR

 

 

Fransa’nın dünyaca ünlü Louvre Müzesi, 1863’te Osmanlı toprağı olan Gökçeada yakınlarındaki Semadirek’te bulunan bir heykel için bağış kampanyası başlattı.

 

Müze yönetiminden yapılan açıklamada, “Semadirek’in Kanatlı Zaferi” adlı siyah ve gri mermerden heykelin restorasyonu için 1 milyon Euro (2.7 milyon TL) bağışa ihtiyaç duyulduğunu bildirdi. Yunan zafer tanrıçası Nike’ye adanan başsız heykel, Hellenistik dönemin en önemli örneklerinden biri olarak kabul ediliyor.

 

Osmanlı'dan alındı

Bir geminin pruvası için yapıldığı tahmin edilen ve Osmanlı’ya bağlı Semadirek adasından getirilen  heykel, müzenin en çok ziyaret edilen eserleri arasında bulunuyor.

Hürriyet, 31.08.2013

9 YILDA 5 BİN BİNA RESTORE EDİLDİ

 

Beyoğlu Belediyesi, 9 yılda 5 bin tarihi binayı yeniledi. Belediye, işlev ve estetiğini yitiren binlerce binayı restore etmeye devam ediyor.

 

2004’ten bugüne kadar aralarında Galata Mevlevihanesi, Kasımpaşa Mevlevihanesi, Turabi Baba Kütüphanesi, Tarihi Beyoğlu Belediyesi ve Karaköy Voyvoda Karakolu’nun da yeraldığı 5 bin binayı restore ettirdi.

 

Neler yapılıyor?
Aslına uygun olarak yenilenen binalardan biri de Beyoğlu Belediye Binası. Tarihi dokusu korunarak yenilenen bina birkaç ay içinde hizmete girecek. Voyvoda Karakolu ise eski fonksiyonuna uygun kullanılmak üzere yenilendi. Deniz yoluyla gelen turistleri karşılayan bu tarihi bina günümüzde hala güvenlik birimlerinin hizmetinde. 1979’da yanan Kasımpaşa Mevlevihanesi yeniden inşa edildi. Kurtuluş Savaşı’nda mühimmat deposu olarak kullanılan Turabi Baba Kütüphanesi, yeniden ayağa kaldırıldı.


Beyoğlu’nun simgelerinden Galata Mevlevihanesi de aslına uygun yeni yüzüne kavuştu. Mevlevihane’nin cephe restorasyonu, çatı tahkimatı, tüm tesisatları yenilendi. 1491’de Fatih Sultan Mehmet ve 2. Beyazıt devrinde İskender Paşa tarafından kurulan İstanbul’un en eski Mevlevi Asitanesi olan Galata Mevlevihanesi, III. Selim’in 1791-1792’de gerçekleştirdiği yenileme sonucunda ana hatlarıyla bugünkü yerleşim düzenine kavuşmuştu.

Milliyet, 31.08.2013

4'ÜNCÜ YAZIT BULUNDU

 

 

Moğolistan'ın başkenti Ulanbator'un 400 kilometre güneydoğusunda 6 Temmuz'da bulunan Göktürk alfabesiyle yazılmış iki dev eski Türk yazıtı, bilim adamlarını heyecana boğdu. Japon araştırmacıların yaptıkları keşfi öğrenen, Yıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Mehmet Ölmez, konuyla ilgili Moğolistan Büyükelçiliği ve çeşitli bilim adamları ile iletişime geçti. Prof.Dr. Ölmez keşfin ayrıntılarını SABAH'la paylaştı. Ölmez, Japon bilim insanlarıyla birlikte çalışmayı yürüten Moğol Dr. Ts. Bolorbaatar'ın kendilerine, "Anıtların büyüğü 3 metre 92 santim. Arkasında oyma yazıvar. Baş tarafında Türk soylularının, atası Aşina soyunun dağ keçisi damgası, aşağısında ise 3 satırlık yazı var. İki anıtta 20 satır, 2 bin 832 harf ve 30'dan fazla damga tespit edildi" bilgisini aktardığını söyledi.

İlk önce harfleri tanımlayıp sonra sözcükleri, cümleleri okuma işini yapacaklarını söyleyen Ölmez, "Şimdilik çizim ve işaretleri çözüp okuma işimiz var. Anıtta en çok eski Türk dilindeki 'ebim e', 'begim e', 'yerim e' sözcüklerinin tekrarlandığını ve bunların da 'ah evim', 'ah beyim', 'ah memleketim' anlamına geliyor" dedi. 4'üncü bir yazıtın ortaya çıkışının heyecanını yaşadıklarını söyleyen Ölmez "Bu diğer 3 abideden çok daha farklı bir yerde. Demek ki Anıt dikilen yerler sadece yönetim merkeziyle sınırlı değilmiş" diye konuştu.

BİLGE KAĞAN YAZITI EN BÜYÜK OLANIYDI
Kül Tigin yazıtı mermerden yapılmış dört yönlü bir taştan ibarettir. Bu taşın boyu 3.75 metredir. Bilge Kağan Yazıtı'nın yüksekliği ise 3.80 metredir. Doğu yüzünde 41 satır, güney ve kuzey yüzlerinde 15'er satır yer almaktadır. Tonyukuk yazıtlarından birinci yazıt 2.43 metre; ikinci yazıt ise 2.17 metre yüksekliğindedir.

MEZARLIK KURMA TÖRENİNDEN Mİ?
Dr. Ts. Bolorbaatar "Yazıtların üzerindeki damgalar, ölen asillere kurban amacıyla yapılan kutsal mezarlığı kurma törenine katılan oymaklara ait olabilir" diyor.

Sabah, Haber. Nurdeniz Erken, 31.08.2013

 

******


"YAZITLARI YERİNDE GÖRÜP İNCELEMEK İSTİYORUZ"

 

 

Önceki gün SABAH'a yaptığı açıklamada Moğol bilim insanı Dr. Ts. Bolorbaatar'ın, Göktürk alfabesiyle yazılmış iki yeni anıt bulunduğuna dair bir Moğol internet sitesine verdiği röportaja dikkat çeken Yıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Mehmet Ölmez "Dr. Ts. Bolorbaatar'ın yeni anıtlarla ilgili yaptığı duyuru çok çarpıcı. Anıtları yerinde görüp incelemek istiyoruz. Ben yazıtları görmedim ve içeriğiyle ilgili yorum yapmam doğru olmaz ama şu an bize düşen heyecanla Japon araştırmacıların çalışmalarının sonucunu beklemek, mümkünse ilgili bölgeye bir araştırma seferi düzenlemektir" dedi.

Sabah, Haber: Nurdeniz Erken, 01.09.2013

ANTALYA'DA AFRODİT HEYKELİ BULUNDU

 

 

Antalya'nın Gazipaşa İlçesi'ndeki Antiocheia Ad Cragum antik kentindeki kazı ve restorasyon çalışmalarında Afrodit heykeli başı bulundu.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan edinilen bilgiye göre, Güney Köyünün Nohut Yeri mevkiinde yer alan antik kentte yürütülen kazı ve restorasyon çalışmalarında yeni bulgulara ulaşıldı. 

 

Nebraska Üniversitesi adına Amerikalı Prof.Dr. Michael Hoff'un başkanlığında sürdürülen çalışmalar kapsamında, büyük hamam yapısındaki kazılarda, mozaikli mekanın ortasındaki havuzun içinde, zemine yakın bir kotta Afrodit heykel başı ortaya çıkarıldı.

 

Türk ve Amerikalı bilim adamlarıyla öğrencilerin yer aldığı ekibin uzun süren çalışmalar neticesinde ortaya çıkardığı heykel başı, yaklaşık 25 santimetre yüksekliğinde ve kaliteli mermerden yontulmuş. 

 

Yetkililer heykel başının saç bağlama şekli, saç bandı gibi karakteristik özellikleriyle Yunan tanrıçası Afrodit'e benzerlik gösterdiğini belirledi. Hellenistik stilde yapıldığı belirlenen heykel başının MS 2'nci yüzyıl sonlarıyla 3'üncü yüzyıl başlarına ait olabileceği bildirildi.

 

Çalışmalarda, Agora alanındaki "Agora Tapınağı" diye adlandırılan yapının cellasını kaplayan bitkisel ve geometrik bordür ve panolardan oluşan mozaikler de bulundu.

 

Tekniğiyle erken Roma dönemi örnekleriyle benzerlikler taşıyan mozaiklerin kesin tarihlemesi henüz yapılamasa da kentin, erken Roma dönemine kadar inen evrelere sahip olduğu düşünülüyor.

Akşam, 30.08.2013

NENE HATUN'UN EVİ MÜZE OLMAYI BEKLİYOR

 

 

Türk tarihinde önemli bir yere sahip olan Nene Hatun’un Erzurum’da 98 yaşında gözlerini kapattığı üç katlı ev müzeye dönüştürülmeyi bekliyor. Erzurum’daki birçok kurum Nene Hatun’un ismini taşıyan caddedeki metruk evin restore edilmesini istiyor.

 

1877-1878 Osmanlı Rus Harbi’nde (93 Harbi) Aziziye Tabyaları’nda kahramanca savaşan Nene Hatun’un Erzurum’da kısa bir süre yaşadığı ev bakımsızlığa terk edildi. Dönemin 3. Ordu Komutanı Orgeneral Nurettin Baransel tarafından Mahallebaşı semti Emin Kurbu Mahallesi’nde yaptırılan üç katlı ev, Nene Hatun’a ‘ordu’nun hediyesi olarak tahsis edilmişti. O tarihe kadar aynı mahalledeki toprak damlı, taş duvarlı bir evde yaşayan Nene Hatun, kendisine törenle hediye edilen evde üç yıl yaşadı. Nene Hatun yakalandığı zatürreden 98 yaşında evinde vefat etti.

 

Nene Hatun’un vefatının ardından yakınları tarafından bir süre kullanılan bina daha sonra kiraya verildi. 10 yıl önce de Nene Hatun’un üzerine tapu kaydı olan bina, torunu Abdulkadir Arfat tarafından işadamı Ayhan İncesu’ya satıldı. Erzurum kadınının Nene Hatun’un kimliğinde kahramanlaştırıldığını söyleyen İncesu, “Nene Hatun bizim kadın kahramanımız. Nene Hatun’un gözlerini kapattığı evin müze haline getirilmesini istiyoruz. Nene Hatun’a ait eşyaların sergilendiği ve o dönemi anlatan tabloların yer aldığı bir müzeyle vefamızı gösterebiliriz.” diyor.

 

Erzurum Kalkınma Vakfı Başkanı Erdal Güzel, tarihi dokusu zengin modern şehirlerde müzelerin önemli bir yer tuttuğunu anlatıyor: “Avrupa’da hangi şehre giderseniz gidin muhakkak o şehrin, ülkenin veya dünyanın kültürüne, sanatına, yaşamına katkıda bulunmuş kişilere ait müze evler görürsünüz. Tarihe ismini altın harflerle yazdırmış Nene Hatun’un evinin müzeye çevrilmesi konusundaki girişimleri destekliyoruz. Bu konuda geç kalmış değiliz. Tarihi şahsiyetlere sahip çıkmamız ve hatıralarını yaşatmamız gerekiyor.”

Zaman, Haber: Orhan Yıldırım, 30.08.2013

DER SPIEGEL: KAPALIÇARŞI ÇÖKÜYOR MU?

 

 

İstanbul’un en turistik mekanlarından Kapalıçarşı’nın bakımsızlığı, Alman Der Spiegel dergisine de haber oldu.

 

Dergi, “İstanbul’daki Kapalıçarşı Çökebilir mi” başlıklı Hasnain Kazım imzalı yazıda, her gün binlerce kişinin ziyaret ettiği çarşının çökme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu ve acilen bakımdan geçmesi gerektiğini belirterek şu ifadelere yer verdi: “Çarşının yönetimi birçok mağaza sahibinin dükkanların içinde daha fazla alan açmak için izin almadan duvarları oyduğunu, yıktığını hatta gizli bodrum katları açtığını ve binanın yapısına zarar vererek yıkımına zemin hazırladığını belirtiyor.” Çarşı yönetiminin yaptırdığı incelemeye göre, yüzlerce dükkan sahibinin duvarları yıktırması ya da oyması nedeniyle çatı her an çökebilir. Der Spiegel, yazıda bina yönetimine karşı çıkan esnafın restorasyonla ilgili görüşlerine de yer verdi. Kapalıçarşı’da dükkan sahibi Yunus “Bakım parasını bizim ödememizi istiyorlar. Ancak tüm masrafları bizim karşılamamız mümkün değil” diyerek yönetimi eleştirdi. 

 

Çatılar anten dolu

3 yıldır gündemde olan Kapalıçarşı’nın restorasyonu ile ilgili Anıtlar Yüksel Kurulu rapor hazırlamış, dükkanların alanlarını genişletmek için tarihi binada tahribat yarattığı ortaya çıkmıştı. Su depoları, antenler, klimalarla çatının zarar gördüğü belirtilen raporda restorasyonun aciliyetine de yer veriliyor. Esnaf ise fikir birliğine varamıyor.

Hürriyet, 30.08.2013

 

******


ÇARŞI HARAP VAZİYETTE

 

Kapalıçarşı, her geçen gün yıpranan dokusuyla ayakta kalma mücadelesi veriyor. Bilinçsiz esnafın dükkanları içinde daha geniş alanlar oluşturmak için duvarları inceltmeleri 550 yıllık çarşının direncini zorluyor.

 

Kapalıçarşı’da bir türlü başlatılamayan restorasyon çalışmaları için harekete geçmek gerekliliğini vurgulayan esnaf temsilcileri ve uzmanlar şunları söyledi: 

Sinan Genim (Mimar): “Çarşının yıkılması gibi bir durum söz konusu değil ama çarşı harap bir vaziyette. Çarşının derleyip toparlanmaya ihtiyacı var. Ancak mevcut düzenlemelerle bunu yapmak çok kolay görünmüyor. Çarşı 1954 yılında yandıktan sonra 1955 yılında özel bir kanunla restore edildi. Bana kalırsa yine öyle bir kanun çıkarmak gerekli. Kamudan bu iş için bir harcama yapılmasına karşıyım.


Çünkü çarşının yüzde 100’e yakını özel mülkiyet alanı. Ancak bazı çarşı sakinleri ellerindeki tapudan daha fazla alan kullanıyor. Bunları tespit etmek lazım. Özellikle Avrupalı turistler İstanbul’a geldiğinde kaos görmek istiyorlar. Çarşıyı çok muntazam hale getirirsek alışveriş merkezlerinden farkı kalmaz. Biraz o kaosa müsade etmek de lazım.”


Hasan Fırat (Kapalıçarşı Esnaf Derneği Başkanı): “Kapalıçarşı’nın yıkılacağını söylemek büyük bir ayıp. Her gün binlerce insanın sirküle olduğu kentin adeta can damarı bu bölge. Çarşıya ilişkin restorasyon çalışmaları sürüyor. 550 senelik bir yapıdan bahsediyoruz.


Bazı çarşı esnafının dükkanlarında alan kazanmak adına duvarları incelttiği görüldü, tespitleri yapıldı. Tespitler sonucunda tehlike arz eden kısımlar restorasyon çalışmaları sırasında eski hallerine geri dönüştürülecek ve güçlendirilecek.


Çarşı en son 1985 yılında küçüp çaplı bir onarımdan geçti ve epey yaşlı. Bazı yetersizlikler var. Örneğin, enerjisi yetersiz. Her geçen gün maliyetler de artıyor. Buranın yapısı eski ancak işleyişini modernize etmek lazım. Tamir edilmediğinde doku her geçen gün harap oluyor.”  


Prof.Dr. İlber Ortaylı (Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi): “Çarşının yıkılacağını söylemek olacak şey değil. Bazı esnafların alan kazanmak adına dükkanlarında açtığı yerler yapının çökelti yapmasına neden oluyor. Bunun takip edilmesi ve cezalandırılması gerekir. Bir an önce düzenlemeye gidilmeli.”

Milliyet, 30.08.2013

İSTANBUL'DA ÇEKİLDİ, WASHINGTON'DA BULUNDU

 

 

İstanbul’u gezenler bilirler ki, bir ömür onu tanımaya yetmez. Zira her bakışta yeni bir güzelliği keşfolunur. Washington’da tevafuk eseri ortaya çıkan İstanbul fotoğraflarını içeren Artamonoff sergisi, kentin 1930-1947 yıllarını bugüne taşıyor.  

 

Fotoğraf makinesiyle İstanbul’un tanışmasından bu yana çok fotoğrafçı gelip geçti bu şehirden. Sultanın hususi istihdam ettiği fotoğrafçılardan, eline kamerasını alıp şehri karış karış dolaşan seyyahlara kadar yüzlercesi şehrin hayatını ve mimarisini belgeledi. Hasılı, siyah beyaz fotoğraflar, tebrik kartpostalları veya hareketli görüntülerle bugünlere geniş bir kaynak sağlanmış oldu. İstanbul’un tarihten gelen ehemmiyetine binaen tüm dikkatleri üzerine çektiği ve fotoğrafçılar için gerçek bir memba olduğu inkar edilemez. Ancak kayıt altına alınmış binlerce görsel belgenin mevcudiyeti bu koca kentin tüm sırlarının bilindiği anlamına gelmiyor. Şehrin henüz gün yüzüne çıkmamış, sırrı çözülmemiş onlarca köşesi, tılsımıyla göçüp giden yaşanmışlığı mevcut. Bu müktesebatı kavramada, İstanbul’un dört bir yanına ulaşıp gördüklerini kayıt altına alan fotoğrafçıların payı elbette büyük. Yarım asır sonra keşfedilecek çalışmasıyla İstanbul görsel hafızasına katkıda bulunanlardan biri de Nicholas V. Artamonoff. İstanbul’un 1930’lu-40’lı yıllarına tanıklık eden fotoğrafçının çektiği kareler, Washington’da bir tevafuk sonunda bulundu.

 

Tevafuk ucunda bir İstanbul

Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi (ANAMED) bugünlerde, ‘Artamonoff Bizans İstanbul’u İmgeleri 1930-1947’ fotoğraf sergisine ev sahipliği yapıyor. Şehirde geniş imar hareketleri öncesinde çekilen fotoğraflar, özellikle Bizans dönemi yapısı birçok kalıntı hakkında önemli görsel malzeme sunuyor. 542 parçadan oluşan ve Cumhuriyet Dönemi İstanbul fotoğraflarını içeren koleksiyonda, sadece günümüze ulaşmayan Bizans mimari ve arkeolojik kalıntıları değil, şehrin kültürel ve sosyal hayatı hakkında da ipuçları bulunuyor. Fotoğraflara ulaşan ve aynı zamanda serginin küratörlüğünü yapan Dr. Günder Varinlioğlu’nun fotoğrafları bulması da tam bir tesadüf. 2010’da Washington DC’deki kütüphanede, dosyaları incelerken, içinde yüzlerce İstanbul fotoğrafı olan eski bir dosyaya denk gelir. Tabii Bizans bakiyesi eserlerin bulunduğu bu fotoğraflar karşısında şaşkınlığını saklayamaz ve hemen araştırmaya koyulur. Ne ilginçtir ki, esrarengiz dosya hemen kendini ele vermez. Zira fotoğraflarda kimin çektiğine dair hiçbir ibarenin bulunmaması dosyadaki gizemi bir kat daha artırır. Sonra kataloğun köşesindeki tek bir Artamonoff mührü, iki sene sürecek kaynak ve arşiv taramasına kapı açan uzun bir süreci başlatacaktır. Elli yılı aşkın bir süredir Dumbarton Oaks Araştırma Kütüphanesi raflarında keşfedilmeyi bekleyen fotoğraflar, İstanbul araştırmacıları ve meraklılarına sırrını ifşa edecektir.

 

‘Kim bu Artamonoff?’

Günder Varinlioğlu’nun Artamonoff’u araştırması adeta iğneyle kuyu kazmak gibi zor bir süreci kapsıyor. Onu bulmak için ilk adres olarak ABD Göçmen Bürosu’na gidilmiş. Buradan alınan belgelere göre gizemli fotoğrafçının 1908 yılında doğduğu ve 1947’de Türkiye’den Amerika’ya göç ettiği anlaşılmış. Fakat asıl maksat yani Amerika’dan önce yaşamına dair hiçbir bilgi elde edilememiş. Bu sayede fotoğrafların arkasındaki düzenli tarihler üzerinden bir çıkarım yapmış Varinlioğlu. Buna göre Artamonoff, İstanbul’da kısa süre yaşamış bir turist değil, öğrenci olarak uzun süre ikamet ettiği varsayımı üzerinden gitmiş. Artamonoff, Amerika’ya göç ettiğine göre, İstanbul’daki Robert Koleji mezunu olabileceği ihtimali üzerinde durmuş ve okulun New York’taki mütevelli heyetine başvurmuş. Okulun 1920’li kayıtlarına inildiğinde meçhul fotoğrafçının izine nihayet ulaşılmış. Tam adı Nicholas Victor Artamonoff, 1922’de İstanbul Robert Koleji’ne girmiş ve 1930’da elektrik mühendisliği bölümünden mezun olmuş. Sonrasında okulun idari bölümünde yöneticilik yapmış ve 14 yaşında kapısından içeri girdiği okulda tam 25 yıl geçirmiş. Projenin ilerleyen safhalarında Washington’daki Enstitüsü Freer/Sackler Koleksiyonu’nda da Artamonoff’un eserleri olduğu anlaşılmasıyla, araştırma iyice genişlemiş.

 

İstanbul’un Bizans yüzü

“Artamonoff Bizans İstanbul’u imgeleri 1930-1947” sergisi, Osmanlı’dan bakiye kalan Türk toplumu ve Bizans arkeolojisi üzerine önemli görseller barındırıyor. Artamonoff’un, mimari veya sanat tarihi eğitimi almamasına rağmen, o dönem İstanbul’u ziyaret eden gezgin ve araştırmacılarla yakın bir temas halinde olduğu anlaşılıyor. Özellikle Ayasofya’nın rölöve çalışmaları için İstanbul’da bulunan Amerikalı mimar Robert Van Nice’ın arşivi Vidinlioğlu ve ekibini büyük oranda aydınlatmış. Sergi, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki arkeoloji çalışmalarına tanıklık etmesi bakımından önemli veriler içeriyor. 6 Ekim’e kadar görülebilecek sergiye, www.icfa.doaks.org/collections/artamonoff adresinden de ulaşabilmek mümkün.

Zaman, Haber: Erkam Emre, 30.08.2013

RUM OKULU, 49 YIL SONRA İKİ ÖĞRENCİYLE DERSBAŞI YAPIYOR

 

 

Gökçeada’da yarım asır sonra açılmasına izin verilen Özel Gökçeada Rum İlkokulu’na yalnızca iki öğrenci kayıt yaptırdı. Yeni başvuru olmazsa okul, iki öğrenci, iki öğretmen ve bir müdürle dersbaşı yapacak. Köyde hiç çocuk bulunmaması sebebiyle okulun açılıp açılmayacağı uzun süre tartışılmıştı.

 

Çanakkale’nin Gökçeada İlçesi'nde yarım asır sonra açılmasına izin verilen Özel Gökçeada Rum İlkokulu’na (Aya Todori İlk Mektebi), şimdiye kadar sadece iki öğrenci kayıt yaptırdı. Okulda bir müdür ve iki öğretmen görev yapacak.

 

İlçe merkezine 4 kilometre mesafedeki Zeytinli Köyü'nde 1951 yılında eğitime başlayan azınlık okulu, 1964’te kurucusunun isteği doğrultusunda kapatıldı. 2012 yılı Ağustos ayında Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı tarafından onarılan okulun eğitim öğretime başlaması için, 38 yıl sonra adaya dönen Anna Koçumal’ın müracaatı, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından kabul edildi. Köyde hiç çocuk olmaması sebebiyle okulun öğrenci bulamayacağı için açılmayacağı uzun süre tartışıldı. Eğitim yılının başlamasına kısa süre kala, iki öğrencinin kayıt yaptırdığı öğrenildi. Koçumal, açılışa kadar bu sayının artmasını beklediklerini söyledi.

 

İKİ ÖĞRENCİ, İKİ ÖĞRETMEN, BİR MÜDÜR

Okulun müdürlüğüne, Zeytinli’de yaşayan Yorgi Berber ile Stella Berber’in kızları Paraskevi Berber getirildi. Gökçeada İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından atanan bir öğretmenin yanı sıra okul yönetimi de sözleşmeli bir öğretmen aldı. Sayı değişmezse iki öğrenciye iki öğretmen eğitim verecek. Onların başında da bir müdür yer alacak. Bu şekilde okul, toplam 5 mevcutla yeni eğitim yılına başlamış olacak.

 

Gökçeada’da Dereköy, Tepeköy, Zeytinli ve Eski Bademli olmak üzere dört Rum köyü bulunuyor. 1970’li yıllarda 6 bin civarında Rum vatandaşın yaşadığı ilçede, bu sayı zamanla yaşlılardan oluşan 200 kişi civarına indi. Türkiye’de yaşanan çeşitli sıkıntılar ve o dönemde ekonomik avantajlar sebebiyle adadaki Rum nüfusunun çoğu başta Yunanistan olmak üzere Avrupa ülkelerine göç etmişti. Gökçeada Belediye Başkanı Yücel Atalay, yaptığı açıklamada buradaki vatandaşların tamamının yaşlı ve çocuksuz olduğunu söyledi. Söz konusu okulun iki öğrenciyle öğretime başlayacağını belirterek, açılmasının ilçe için önemli olduğunu ifade etti.

Zaman, Haber: Mehmet Güler, 30.08.2013

98 CAMİ NASIL KAYBOLDU?

Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, tarihi yarımadada eserlerin kaybolmasına tepki göstererek "Fatih'te Uzun Yusuf Camii'nin ihya edildi ama bu mescitler, bu camiler tarihi yarımada içerisinde nasıl kaybolmuş anlayabilmiş değilim" dedi.


Fatih Sultan Mehmed döneminde Seyit Ömer Mahallesi'nde yapılan ve zaman içinde yıkılarak kaybolan Uzun Yusuf Cami, Fatih Belediyesi, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve hayırseverler tarafından yürütülen titiz çalışmalarla yeniden ihya ediliyor. Çalışmaların nasıl yürütüldüğünü yerinde incelemek için mescide gelen Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, Uzun Yusuf Medresesi ve kaybolan medreseler hakkında bilgiler verdi.

 

10 BİN ESER VAR

Fatih'te medreselerin, camilerin gün yüzüne çıkmasını yarımadanın bereketi olarak gören Başkan Demir, Fatih'te 10 bine yakın tarihi eserlerin olduğunu söyledi.


Kaybolmuş, terk edilmiş tarihi eserlerin içerisinde cami ve medreselerin çok önemli olduğunu belirten Başkan Mustafa Demir, " Yarımadada ibadete açık 350 tane camimiz var. İmar planlarına göre 98 tane daha caminin ibadete açık olması gerekir. Bu kayıp camilerimizden bir tanesi de Uzun Yusuf Cami'siydi" dedi.


Uzun Yusuf Camii'si hakkında bilgiler veren Demir, Fatih Sultan Mehmet döneminde Fatih mahiyetinde çalışmış, Yusuf Uzun adına yapılmış bir cami olduğunu ifade etti.


Kasım 2011'de çalışmalara başlanmak için kurul tarafından camiinin onaylandığını hayırsever vatandaşların da desteğiyle çalışmalara başlandığını dile getiren Başkan Demir, "Kurban Bayramı'na yetişmez ama 3-4 ay içerisinde ibadethaneye açılır" şeklinde konuştu.


"Uzun Yusuf Camii'nin gün yüzüne çıkarılması bizim için sürpriz oldu" diyen Başkan Demir, aynı mahallemizde Yayla Mescidi Camii'nin de olduğunu da hatırlattı.

 

"BİZİM İÇİN DE SÜRPRİZ OLDU"
Tarihi yarımada da tarihi eserlerin kaybolmasına tepki gösteren Başkan Mustafa Demir, "Bu mescitler, bu camiler nasıl olmuşta yıkılmış, bu beni çok şaşırtıyor. Tarihi yarımada içerisinde kaybolmasını anlayabilmiş değilim. Çünkü bunlar bizim hafızamız. Eserlerimiz geçmişe ait kültürümüzü, medeniyetimizi geleceğe taşıyor. Bu anlamda hafıza nasıl silinmiş anlayabilmiş değilim" ifadelerini kullandı.


Çevredeki insanların da gün yüzüne çıkartılan eserleri mahallelerinde gördükçe çok sevindiklerini belirten Başkan Demir, diğer eserlerinde gün yüzüne çıkması için dua ettiklerini söyledi.

Habertürk, 30.08.2013

HIRSIZLARIN YENİ GÖZDESİ MÜZELER

 

Mısır'da devam eden kaos ortamını fırsat bilen hırsızlar, ülkenin en değerli müzelerini yağmalamaya başladı. Malavi Müzesi'nden 500 eser, Kahire Müzesi'nden ise paha biçilemez 50 parça çalındı. Olayın kontrolden çıktığı belirtiliyor.

 

 

Mısır'da kaos ortamı sürerken ülkenin en değerli müzeleri yağmalanmaya başlandı. Belirsizlik ortamını fırsat bilen hırsızlar paha biçilemez eserleri çalıyor. En son Minye kentindeki Malavi Müzesi kimliği henüz belirlenemeyen kişilerce yağmalandı.

 

 

Müzede bulunan çok sayıda tarihi eser tahrip edilirken, paha biçilmez parçaların da çalındığı tespit edildi. Müzede kayıtlı bulunan 791 eserden 45’i restorasyonla kurtarıldı, çalınan eserlerden 170 ise geri getirildi.

 

 

Euronews'e konuşan yetkililer, Mısır genelinde saldırıya uğrayan müzeler arasında en çok zarar görenin Malavi Müzesi olduğunu belirtiyor. Malavi'den 500 kadar parçanın kaybolduğuna dikkat çekilirken, Kahire Müzesi’ndeki saldırıda ise 50 eserin çalındığı belirtildi.

Yapı, 29.08.2013

HADRİANUS TAPINAĞI GÜN IŞIĞINA ÇIKACAK

 

 

Balıkesir'in Erdek İlçesi'nde, Kyzikos antik kentinde yeniden başlatılan kazılar çerçevesinde Hadrianus Tapınağı'nın 10-15 yıl içinde gün ışığına çıkarılması bekleniyor.

 

Kazı Grubu Başkanı Doç.Dr. Nurettin Koçhan, antik kent alanında 2006 yılından itibaren her yıl ortalama 60 gün kazı yapabildiklerini söyledi. Yaz ve sonbahar aylarındaki çalışmalar için Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca ödenek aktarıldığını belirten Koçhan, şöyle konuştu:
"Kazılarımız, Hadrianus Tapınağı üzerinde devam ediyor. Bu yıl tapınağın batı kısmında kazılarımızı sürdüreceğiz. Geçen yılki kazılarımızda tonozlara ulaşmıştık.Bu yıl tapınağın altyapısının nasıl olduğunu ortaya çıkarmaya çalışacağız. Önemli olan, tapınağın alt kısmının ortaya çıkmasıdır. Aynı tempoda çalışırsak yıkıntının da çok fazla olması nedeniyle tapınağın etrafının açılması 10-15 yıl alır. Geçen yıla kadar buradaki sütun sayısını bilmiyorduk. Şu an elimizde olan sütun kaidesi parçaları, bu tapınağın kısa kenarında 8, uzun kenarında da 16 sütun olması gerektiğini ortaya koyuyor."

Koçhan, Anadolu'daki en büyük tapınaklardan biri olan Hadrianus'un, 116 metre 23 santimetre uzunluğa sahip olduğunu sözlerine ekledi.

Cnn Türk, 29.08.2013

TRİPOLİS'TE BİN 500 YILLIK MOZAİKLİ EV BULUNDU

 

 

Denizli'nin Buldan İlçesi yakınlarındaki Tripolis antik kentinde yürütülen çalışmalarda, bin 500 yıl önce zengin ailelerin oturduğu ve odalarının tabanları mozaik kaplı ev bulundu.

 

Denizli'nin Buldan İlçesi yakınlarında bulunan Tripolis antik kentindeki kazı ve restorasyon çalışmaları devam ediyor. Denizli Valisi Abdülkadir Demir'in büyük önem verdiği kazılarla ilgili olarak bu yıl Tripolis'e toplam 1 milyon TL'ye yakın kaynak ayrıldı. Denizli Valisi Abdülkadir Demir, sabah saatlerinde Tripolis antik kentine giderek incelemelerde bulundu. 10 arkeolog, 2 restoratör, 20 öğrenci ve 35 işçi ile yürütülen çalışmalarda şimdiye dek bir çok önemli yapı ortaya çıkarılırken, kiliseler ve kemerli agoralar ön plana çıkıyor. Pamukkale Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç Dr. Bahadır Duman başkanlığında yürütülen çalışmalarda son olarak ortaya çıkarılan mozaikli ev ise büyük ilgi görüyor. Denizli Valisi Abdülkadir Demir, bölgedeki incelemelerde özellikle mozaikli evle ilgili bilgi alırken, bölgedeki çalışmaları genişleyerek devam etmesini istedi.

 

"EVİN TABANININ TAMAMINDA MOZAİK VAR"

Yılsonuna kadar özellikle Tripolis'teki Agora'nın tamamlanması gerektiğini belirten Vali Demir, "Bölgede yürütülen çalışmalarda Denizli'nin bir avantajı ortaya çıktı. Tripolis'te yürütülen çalışmalarda buradaki yapıların erozyonla kapandığını görüyoruz" dedi. Yürütülen çalışmalarda hiç beklemedikleri bir yapıya ulaştıklarını kaydeden Vali Demir,"Kentin ana yapısının dışında mozaikli evle karşılaştık. Mozaikli yapılar Laodikya antik kentinin yanı sıra burada da karşımız çıktı. Buradaki mozaiğin bir farkı var. Evin ana yapılarının tamamının tabanında mozaik var. Mozaikler yeni yapılmış gibi duruyor. Neredeyse 150 metrekarelik bir salon var ve mozaikler üst derecede korunmuş. Bunun dışında kalan bölgelerdeki evleri de yine kazı heyetimiz ortaya çıkaracak" diye konuştu.

 

"MOZAİKLİ EV 8 ODADAN OLUŞUYOR"

Tripolis antik kentinde kazı çalışmalarını yürüten Pamukkale Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç Dr. Bahadır Duman ise yıl sonuna kadar önemli yapılara ulaşmaya devam edeceklerini ifade ederek, éKemerli agoradaki çalışmalarımız devam ederken, kentin ana yapısının dışındaki mozaikli eve rastladık. 8 odadan oluşan mozaikli bir evde kazı çalışmaları yapıyoruz. Taban döşemeleri tamamen renkli taşlarla döşenmiş durumda. Bu evin kentin zengin ailelerinden birisine ait olduğunu düşünüyoruz" diye konuştu.

haberler.com, 29.08.2013

AKAMENİDLERİN İZİNDE

 

 

Çukurova Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Yrd. Doç.Dr. Serdar Girginer, 2007 yılında ilk kazma vurulan ve bu yıl 7. sezon kazı çalışmalarına başlanılan Tatarlı höyüğünden çıkarılan 2 binden fazla eseri müzeye kazandırdıklarını söyledi.

 

Ceyhan Belediye Başkanı Hüseyin Sözlü, Tatarlı höyüğünde devam eden kazı alanında incelemelerde bulundu. Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. K. Serdar Girginer’den bilgi alan Sözlü, kazı alanını Tatarlı Muhtarı Mehmet Alşan ile birlikte gezdi. 

 

Girginer, her geçen gün yeni bilgilere ulaştıklarını söyleyerek, “MÖ 559 yılında kurulan Akamenid İmparatorluğu’nun izlerine rastladık. Bu döneme ait bir kabartma bulundu. Bu bize yeni bir yol yeni bir ışık olacak buluştur.” dedi.

 

HİTİT DÖNEMİNE AİT

2007 yılında mütevazı bir bütçe ile ilk kazmayı vurduklarını söyleyen Serdar Girginer, kazılarının Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü, Çukurova Üniversitesi ile Ceyhan Belediyesi’nin destekleri ile sürdürüldüğünü söyledi. 

 

Girginer, kazılarda bölge ve Hitit dünyası için çok önemli veriler elde edildiğini ve şimdiye kadar Adana Arkeoloji Müzesi’ne envanterlik ve etütlük eser olmak üzere yaklaşık 2 bin eser kazandırıldığını aktardı. 

 

Girginer, şimdiye kadarki kazılarda bu büyük yerleşim biriminin yukarı şehir bölümünde çalışıldığını belirterek, “Bu kalenin dışında bu höyüğün yaklaşık 10-12 katı büyüklüğünde bir aşağı şehri mevcut. Yukarı şehir bölgesinde benzerlerine büyük Hitit merkezlerinde de rastlanılan sur sistemleri, aşağı şehir ve kutsal 7 pınara inen taş döşemeli ve rampalı bir yol ile çok büyük bir MÖ II. bin kutsal yapısı açığa çıkarıldı.” ifadelerini kullandı.

 

4000 YAŞINDAKİ ŞEHİR

Girginer şunları söyledi: “Bu sene çalışmaları yaklaşık 30 kişilik uzman ve öğrencilerden oluşan ekiple yapıyoruz. Maddi desteklerle orantılı olarak kazıların eylül ayının sonuna kadar devam ettirilmesi planlanıyor. Ek desteklerin sağlanması durumunda kasım ayı sonuna kadar kazıların sürdürülmesi düşünülüyor. Tatarlı höyüğünün Amanos dağlarının hemen batı çıkışında yer alan, dolayısıyla çok önemli jeopolitik ve stratejik bir konumda bulunan, özellikle Hitit çağdaşı dönemde Çukurova’da yaşayan Kizzuwatna ülkesinin büyük bir olasılıkla hem başkenti hem de dini merkezi olan Lawazantiya ile aynı kent olduğu düşünülüyor. Güçlü savunma sistemleri, kutsal törenlerde kullanılan sunu kaplarının yoğunluğu ve çeşitliliği, 4 bin yıllık gelişmiş bir tekstil üreticiliği, yedi pınara sahip olması, Aşağı Şehir ile Sitadeli ayıran bir ırmağının bulunması ve bunun gibi birçok veri bu eşitlemeyi olanaklı kılmaktadır.”

 

BELEDİYE BAŞKANI'NDAN TEŞEKKÜR

Ceyhan Belediye Başkanı Hüseyin Sözlü ise mütevazı bir bütçe ile yola çıktıklarını anımsatarak, “Serdar bey bize geldiğinde ne gerekiyorsa yapmaya hazır olduğumuzu kendisine söylemiştik. Kendisine, ekip arkadaşlarına ve öğrencilerimize ne kadar güvendiğimizi söylemiştik. Onlar da bizleri hiç mahcup etmediler büyük bir sabırla ülkemiz için büyük önem taşıyan tarihi buluntuları ortaya çıkardılar. Desteğimiz sürecektir, emeği geçen herkese çok teşekkür ediyorum.” şeklinde konuştu. 

 

Daha sonra Tatarlı kazılarından elde edilen envanteri gezen Ceyhan Belediye Başkanı Hüseyin Sözlü, kazı ekibiyle fotoğraf çektirdi.

Akşam, 29.08.2013

ATATÜRK ORMAN ÇİFTLİĞİ'NDE SİT KALKIYOR

 

TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi'nden yapılan açıklamaya göre Atatürk Orman Çiftliği'nde yapılan Başbakanlık Hizmet Binası nedeniyle Atatürk Orman Çiftliği tarihi çekirdek alanın sit derecesi kalkıyor. Başbakanlık hizmet binası girişiyle karşı karşıya olan Devlet mezarlığı tören alanı girişi kapatılıyor.

 

TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nden yapılan açıklamaya göre Atatürk Orman Çiftliği ’nde yapılan Başbakanlık Hizmet Binası nedeniyle Atatürk Orman Çiftliği tarihi çekirdek alanın sit derecesi kalkıyor. Başbakanlık hizmet binası girişiyle karşı karşıya olan Devlet mezarlığı tören alanı girişi kapatılıyor.

Mimarlar Odası Ankara Şube Sekreter Üyesi Tezcan Karakuş Candan, Odaya gelen bilgiler ve yetkililerle yapılan görüşmeler sonucunda, Başbakanlık Hizmet binasının yapılması için 1.Derece Sit alanı olan AOÇ’nin 3.dereceye düşürüldüğünü, bununla ilgili davalar devam ederken, AOÇ de tarihi çekirdek alanda SİT’in tamamen kaldırılmak istendiğini ifade etti. Candan “Ankara 1 numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Müdürlüğü uzmanı tarafından hazırlanan raporda, tarihi çekirdek alan içerisinde kalan 63886 ada 5 parselin tarihi sit statüsünün kaldırılmasının uygun olacağı görüşü ile Ankara 1 numaralı Kültür varlıklarını koruma bölge kururu tarafından 5 Ağustos 2013 tarih 865 sayılı kararla onaylanmıştır. Koruma kurulları Başbakana bağlı onların istediklerini yerine getiren bir kurul haline gelmiştir. Tarihi sit özelliği kaldırılan ve “Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı” olarak belirlenen kararı yargıya taşıyacağız.” dedi

 

DEVLET MEZARLIĞI TÖREN ALANI GİRİŞ YOLU KAPANIYOR
Candan Başbakanlık Hizmet Binasının yapılmasıyla birlikte Atatürk Orman Çiftliğinin güvenlik nedeniyle halka kapatılacağını ve oradan kuş uçurtmayacaklarını daha önce defalarca kez ilettiklerini söyleyerek, “Bunun ilk örneği Devlet Mezarlığının başına geldi” dedi. Candan “Başbakanlık Hizmet Binası girişi Devlet Mezarlığı Tören yolu’ ile karşı karşıya, Başbakan’ın “hizmet binasına girerken, Devlet Mezarlığı girişini görmek istemediği, bu tören yolunun kapatılması istediği için plan değişikliği yapıldığı bilgisi tarafımıza iletildi. Bunun üzerine yaptığımız görüşmelerde, tören alanı yolunun kapatılarak, kullanılmayacağı, nizamiye girişlerinin ve kulübelerinin kaldırılarak yıkılacağı bir plan değişikliği önerisi hazırlandığını öğrenmiş bulunmaktayız. Milli Savunma Bakanlığı’na görüş sorulmadan hazırlanan bu plan değişikliği emri vaki olarak Bakanlığa sunulmuş olması da bilgimiz dahilindedir.” dedi. Devlet Mezarlığı projesinin müellifi Mimar Özgür Ecevit’in bu süreçten herhangi bir bilgisi ve onayı olmadığını ileten Candan, “Bir ülkenin yöneticilerinin, ülkenin Kurtuluş Savaşında şehit düşmüş Gazilerinin yattığı yerin, tören giriş alanını keyfi bir şekilde, beğenmedim değiştirin deme hakkı yoktur. Bakanlar, başbakanlar, milletvekilleri gelip geçici olduklarını bu halka hizmet etmek için orada olduklarını unutmamalı. Milli Savunma Bakanlığı’nın yetki alanında olan Devlet Mezarlığının tören girişinin kapatılmasına müsaade edilecek mi? göreceğiz?” dedi.

AOÇ arazisi içinde yer alan halka açık olan 536.000 metrekarelik bir alanda bulunan Devlet Mezarlığı 356.000 metrekare yeşil alanı Başbakanlık hizmet binası ile birlikte halkın rahatça dolaşamayacağı bir alan haline gelecek diyen Candan “Başbakanın hedefinde Cumhuriyetten sonra Cumhuriyetin kurulması için Kurtuluş Savaşı’nda Şehit düşen Gaziler’in mezar alanları var. Bu durum tamamen ideolojik ve kabul edilemez, her iki kararı da yargıya taşıyacağız” şeklinde konuştu.

Radikal, 29.08.2013

OSMANLI'NIN İLK FETHETTİĞİ KALE AYAĞA KALKACAK

 

 

Osman Bey tarafından 1288'de Bizanslılar'dan fethedilen, 1299'da ilk hutbenin okutularak Osmanlı Beyliği'nin kurulduğu Karacahisar Kalesi, devam eden kazı çalışmalarının ardından restore edilerek turizme kazandırılacak.

 

Kazı Başkanı ve Anadolu Üniversitesi (AÜ) Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölüm Başkanı Prof.Dr. Erol Altınsapan, yaptığı açıklamada, ilk kez 1999'da tarihçi Prof.Dr. Halil İnalcık ve Prof.Dr. Ebru Parman tarafından kazı çalışmaları başlatılan Karacahisar Kalesi ve yerleşimindeki çalışmaların devam ettiğini hatırlattı.

 

Karacahisar Kalesi'ndeki kazıların bu yıl 12 Ağustos'ta başladığını ifade eden Prof.Dr. Altınsapan, şöyle konuştu:

"Çalışmalar iç kalede devam ediyor. Kazılarda Osmanlı askerlerine ait birimler ortaya çıktı. Mekanların koğuş olabileceğini düşünüyoruz. Geçen yıl da askeri ihtiyaçlar için kullanılan nalbant, terzi, berber gibi işlikleri tespit etmiştik. Bu yıl askeri mekanlar olduğunu düşündüğümüz alanların kazısını devam ettireceğiz. Kazılarda ok uçları, seramik parçaları, sikkeler ve bazı metaller karşımıza çıkıyor. İç kalede zaviye alanında da kazılar yaptık."

 

ESKİŞEHİR 2013 TÜRK DÜNYASI KÜLTÜR BAŞKENTİ

Prof.Dr. Altınsapan, eylül ayı boyunca devam edecek 2013 yılı çalışmalarının AÜ Rektörlüğünün Araştırma Fonu'ndan alınan destekle sürdüğünü ve Eskişehir Valiliğinin desteğiyle de askeri birimlerden elde edilen helikopterle alanın hava fotoğraflarının da çekildiğini bildirdi.

 

Eskişehir'in 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti olduğunu hatırlatan Prof.Dr. Altınsapan, şunları söyledi:

"Karacahisar Kalesi'ndeki çalışmaların da bu bağlamda değerlendirileceğine inanıyorum. Öncelikle iç kalenin bütün unsurlarıyla ortaya çıkması için çalışıyoruz. Bunun ardından bir restorasyon çalışması yapılabilir. İç kaledeki çalışmaların 3-5 yıl içinde biteceğine inanıyorum. Kazının ardından Osmanlı'nın ilk fethettiği, rüştünü ispatladığı, Osman Bey adına hutbe okutulan kale, ayağa kalkacak."

 

AÜ Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Ali Gerengi ise kazıların üçüncü sezonundaki buluntuların bir önceki yıllara benzer olduğunu vurguladı.
Habertürk, 29.08.2013

HASANKEYF'İN İLK SAKİNLERİ

 

 

Batman'ın antik İlçesi Hasankeyf'te Japon arkeoloji ekibinin yaptığı kazılarda, 11 bin 500 yıl önceki Neolotik Çağ'a ait, içerisinde insan iskeletlerinin yer aldığı boyalı mezarlar bulundu.

 

Hasankeyf kazıları Başkanı Prof.Dr. Abdüsselam Uluçam, Hasankeyf'in yeni yerleşim yerine bir an önce taşınması gerektiğini, taşınma işlemleri bitmeden sular altında kalmasının söz konusu olmadığını söyledi. Prof.Dr. Uluçam, şöyle dedi:

"Hasankeyf'te kazılacak kamuya ait alan kalmadı. Yaklaşık 12 yıldır burada kazı çalışmalarını sürdürüyorum. Kamusal alanlarda kazı çalışmalarımız tamamlandı. DSİ'nin istimlak etmesi durumunda şahıslara ait topraklarda kazı çalışmasını yapabiliriz. Yeni yerleşim alanın altında kazı çalışmaları yapılmadan sular altında kalması mümkün değil. O alanı kazmadığımız zaman çalışmamız eksik kalır. Taşıma işlemleri ihaleye verildi. 15 eserin taşınması işlemleri yakında başlayacak. Ayrıca kale kayalarının sudan korunması gerekir. Aksi takdirde kalenin kayalarında çökme meydana gelir. Hasankeyf köprü sular altında kalacak. Ancak köprü ayaklarındaki Suçluklu dönemine ait rölyefleri taşıyacağız. Hasankeyf'te 15 eserler taşınacak. Şuanda Hasankeyfliler'in yaşadığı ve 1966 yılında yapılan gecekondu tabir ettiğimiz bu evler kalkacak ki, illa yeni Hasankeyf'e değil nereye taşınsa taşınsın, Ortaçağ kentini kazmamız lazım. Bunları belgelememiz gerekir."

 

NEOLİTİK DÖNEMİNE AİT KÖY BULUNDU

Batman'da Hasankeyf Kazı Başkanlığı bünyesinde ve Japonya Tsukuba Üniversitesi'nden Prof.Dr. Yutuka Mıyake'nın bilimsel danışmanlığında, 12 uzman ve 6 öğrenci ile 40 işçinin çalıştığı Hasankeyf höyüğü'nde bu yıl Neolitik dönemine ait 18 boyalı mezar bulundu. Prof.Dr. Yutuka Mıyake, bu höyüğün neolitik dönemin başlangıcına, günümüzden 11 bin 500 yıl önceki döneme denk geldiğini belirterek şöyle dedi:

"Burayı, bölgede ilk kurulan köy olarak biliyoruz. Burada göçebe hayatı yaşanmış. Bir zamandan sonra yerleşik hayata geçilmiştir. Burada çok sayıda yuvarlak evler var. Burada yaşamını sürdürmüşler. 9 metre genişlinde bir yapı bulunuyor. Bu yapı özel bir bina olarak düşünüyoruz. Taban üzerinde dikili taş var. Siirt'te bir höyükte bulunan bir olduğu gibi burada da bir dikili taş bulundu. 30 adet gömü tespit ettik. 11 bin 500 yıllık binadır. Dikili taş; 1.5-2 metre uzunluğunda olduğunu düşünüyoruz. Burada çok görüldü, tabanın altına gömülmüş insan isketeni bulduk. O dönemde mezarlık olmadığı, yaşadıkları yerin altına insanları gömüyorlardı. Kemik üzerinde boya izleri var. Turuncu ve siyah boya ile kemikler boyanmış. 11 bin ila 11 bin 500 yıllarına ait mezar bulundu. 15 Ağustos'ta kazılara başlandı ve 18 insan iskeleti bulundu. Geçen yılla birlikte yaklaşık 80 insan iskeleti tespit ettik."

Akşam, 29.08.2013

KİLİSTRA'DA 'BİRLİKTE YAŞAMIN SIRLARI' ARAŞTIRILIYOR

 

 

SÜ Sanat Tarihi Bölümü tarafından yürütülen, Kilistra, Altınekin ve Ladik'i kapsayan, "Ortaçağ'dan Günümüze Konya İli ve Güneybatı İlçeleri Yüzey Araştırması" çalışmalarının ikinci periyodu başladı.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı denetim ve izninde, Konya Büyükşehir Belediyesinin desteğiyle yapılan araştırmanın başkanlığını yürüten SÜ Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Ali Boran, çalışma ile bölgede tüm dönemlere ait tarihi eserleri araştırıp envanter çıkaracaklarını söyledi.

 

Aziz Paulos'un yaşadığı yer

Konya kent merkezinin güneyinde yeralan Kilistra'nın "önemli ve tarihi bir kent" olduğunu vurgulayan Boran, şunları kaydetti:

"Burada yüzyıllar boyunca birlikte yaşamış olan toplumların ve mensup oldukları dinlerin, dillerin ve kültürlerin ortaya koyduğu eserleri, bölgeye ve ülkemize kazandırmak istiyoruz. İnsanların ilgisini bu tarihi kente çekerek, bölge turizminin gelişmesine katkı sağlamak istiyoruz. Yapılan tüm çalışmalar, bölgeye hak ettiği değeri kazandırmak içindir. Çok eski dönemlere ışık tutan bu tarihi kentin bütün evrelerini araştırarak, rapor halinde ortaya koymak istiyoruz. Çalışmanın bir evresini oluşturan ve 'Konya'nın Kapadokyası' olarak bilinen Kilistra, Hz. İsa'nın havarilerinden Aziz Paulos'un yaşadığı yerlerden biridir. Bu nedenle Hristiyanlar için son derece önemli bir yerleşim yeridir. Özellikle son yıllarda önemli hale gelen inanç turizmi sayesinde Kilistra başta olmak üzere, Altınekin ve Ladik'e turizmcilerin ilgisini arttırmaya çalışacağız. Bu çalışma sonunda, bölgede birlikte yaşamış olan farklı inanç ve kültürlere mensup toplulukların etkileşimleri net bir şekilde ortaya konulacak."

 

Prof.Dr. Boran, araştırmanın sonunda bölgeyle ilgili yayın da yapılacağını, tüm çalışmaların ana hedefinin bölgedeki tarihi zenginliği, dünya turizminin ilgisine sunmak olduğunu sözlerine ekledi.

Yeni Şafak, 29.08.2013

'PRUSIAS AD HYPİUM' ANTİK KENTİ GÜN YÜZÜNE ÇIKIYOR

 

 

'''' olarak bilinen bölgede 1. yüzyılda inşa edildiği tahmin edilen antik tiyatrodaki kazı çalışmalarına sürdüren Düzce Üniversitesi (DÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Nurperi Ayengin, Konuralp'in Batı Karadeniz'in Aspendos'u olabilecek potansiyele sahip olduğunu söyledi.

Ayengin, gazetecilere yaptığı açıklamada Konuralp'lilerin Erken Hellenistik dönemle başlayıp Roma döneminde daha da büyüyen bir antik kentin üzerinde yaşadığını anlattı. Burada yapılan kazı çalışmalarının dünya'da ses getireceğini vurgulayan Ayengin, ''Kazı çalışmaları dolayısıyla buraya çok sayıda turist gelecek. Akademik anlamda bilimsel yayınlar yapılacak. Yani hem akademik anlamda hem de turizm anlamda ses getirecek bir çalışma olacaktır" şeklinde konuştu.

Konuralp halkının da kazı çalışmasından oldukça mutlu olduğunu, daha önce yapılması gerektiği yönünde telkinde bulunduklarını sözlerine ekleyen Ayengin, çalışmaların süresinin ve hızının bütçeye bağlı olduğunu belirterek, şöyle konuştu:
''Bu tür çalışmalarda ödenek en büyük sıkıntıdır. Ödenek bizim çalışmamıza ne kadar imkan veriyorsa, o kadar çalışabiliyoruz. Seneye bütçemiz daha da artacak ve daha iyi çalışacağız diye umut ediyorum. İnsanlar artık tatilde, sadece deniz kenarına gidelim demiyor. Arkeolojik yerleri de gezip görmek istiyor. Devletimizin de artan bu rağbete paralel olarak, kültür turizmine daha çok destek veriyor. Bizim kazı alanımızın en büyük şansı burada anıtsal bir mimarı var. Konuralp bu konuda çok şanslı. Burada yapılacak kazı ve restorasyon çalışmalarından sonra hemen hemen tamamlanmış bir tiyatro ortaya çıkacak. Konuralp'in Batı Karadeniz'in Aspendos'u olabilecek potansiyele sahip olduğunu düşünüyorum.''

DÜ Rektörü Prof.Dr. Funda Sivrikaya Şerifoğlu'nun kendilerine her türlü desteği verdiğine de işaret eden Ayengin, bugüne kadar Düzce'de hiçbir arkeolojik çalışma yapılmadığını vurguladı. Ayengin, DÜ'ye geldikten sonra bu nedenle "Düzce İli Arkeolojik Yüzey Araştırması Projesi"ne başvurduğunu kaydetti.

Sabah, 29.08.2013

 

 

'İNCİ KÜPELİ KIZ'
NEW YORK'A
GİDECEK

 

Hollandalı ressam Johannes Vermeer’in (1632-1657) başyapıtlarından biri olan “İnci Küpeli Kız” adlı tablo, ekim ayında, koleksiyonunda yer aldığı Hollanda’nın Lahey kentindeki Mauritshuis Kraliyet Resim Galerisi tarafından 3 aylığına ABD’nin New York kentine gönderilecek.

 

Hollandalı başka ressamlara ait 15 tabloyla birlikte New York’a gönderilecek olan dünyaca ünlü tablo, New York’taki Frick Collection’da sergilenecek. Sergi 22 Ekim’de açılacak.

Habertürk, 28.08.2013

TARİHİ MAKEDONYA KULESİ'NİN MÜZEYE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ

 

Roma İmparatorluğu döneminde kentin korunması için yapılan kalenin dört büyük kulesinden biri olan Makedonya Kulesi'nin müze haline getirilmesine yönelik çalışmalar sürüyor. 

 

Edirne Valiliği İl Özel İdaresi ekipleri, Çavuşbey Mahallesi Mumcular Sokak'taki kulenin yanında bulunan elektrik trafosuna ait binayı kepçeyle yıktı.

 

Edirne Valisi Hasan Duruer, yıkım alanında incelemelerde bulunduktan sonra gazetecilere yaptığı açıklamada, kulenin yanındaki trafoya ait binayı görüntü kirliliğine neden olduğu için yıktıklarını söyledi. 

 

Çalışmanın Edirne Belediyesi ve TREDAŞ ile müşterek yürütüldüğünü ifade eden Duruer, şöyle konuştu:

"Önemli olan tarihi bir şehre sahip çıkılmasıdır. Bu şehirde kirlilik meydana getiren, daha sonra yapılan fakat şehrin güzelliğini Bozan yapıları, tabelaları ve buna benzer ögeleri kaldırmak düşüncesiyle müşterek bir çalışma yapıyoruz. Belediye başkanımıza ve TREDAŞ müdürümüze ayrı ayrı teşekkür ediyorum. İnşallah Makedonya Kulesi'yle ilgili yapacağımız güzel çalışmalar olacak. Bunu da kamuoyuyla paylaşacağız. Burasının arkeoloji müzesi olarak, hem açık müze hem de küçük objelerin sergilendiği bir müze olması için çalışma yapıyoruz."

 

Bir gazetecinin, "Binanın yıkılması konusundaki süreci anlatır mısınız" sorusuna Duruer, "Maalesef 1991 yılında kurul tarafından karar alınmasına rağmen, şu ana kadar yıkılamamış. Çok geç bir süre. Zamanında keşke yapılmasaydı ve zamanında da yıkılabilseydi, şehre sahip çakılabilseydi" yanıtını verdi.

 

Edirne Belediye Başkanı Hamdi Sedefçi ve UNESCO Dünya Kültür Mirası Alan Yönetim Başkanı ve Gazi Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü Öğretim Görevlisi Dr. Nurçin Çelik de yıkım çalışmalarını inceledi.

 

Makedonya Kulesi

Roma İmparatorluğu döneminde kentin korunması için yapılan kalenin dört büyük kulesinden biri olan Makedonya Kulesi, çalışmalar tamamlandığında arkeoloji müzesi olarak hizmet verecek. 

Geçirdiği deprem ve yangının ardından kentin siluetini bozduğu gerekçesiyle 1953'te belli katları dinamitle patlatıldığı iddia edilen, şimdilerde ise kentin ortasında binalar arasında kalan Makedonya Kulesi, müze olarak tarihe ışık tutacak

haberler.com, 28.08.2013

"YARGI KARARI VAR, TAKSİM'E İŞ MAKİNESİ GİREMEZ"

 

 

TMMOB'a bağlı Mimarlar Odası, yargı kararlarına rağmen “Taksim Yayalaştırma Projesi" kapsamında Taksim'de iş makinelerinin çalıştığını belirterek bunun hukuk dışı olduğunu belirtti.

 

Bugün Taksim'e yeniden iş makineleri girdi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi yaptığı açıklamada, yayalaştırma projesinin tamamlanması kapsamında Sıraselviler ve Gümüşsuyu istikametlerinden Taksim Meydanı'na ulaşımı sağlamak amacıyla yol düzenlemesi yapıldığını belirtti. Bu çalışma ile Sıraselviler ve Gümüşsuyu Caddeleri'nden gelen araçlar AKM önünden geçerek Mete Caddesi'ne bağlanacak.

 

İstanbul 1. İdare Mahkemesi 6 Haziran 2013'te Taksim Meydanı yayalaştırma Projesine ilişkin 1/5000 ölçekli Koruma Amaçlı İmar Planı ve 1/1000 Ölçekli Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı değişikliklerinin koruma kurul karar ve ilkeleriyle planlama esaslarına uygun bulmadığı için iptaline oy birliği ile karar vermişti. 

 

Bu karar Taksim’de yayalaştırma, battı-çıktı, Gezi Parkı ve Topçu Kışlası gibi tüm projeleri kapsıyor.

 

Oda yaptığı açıklamada, bu karar ile Taksim Yayalaştırma Projesi’nin hukuki dayanağı kalmadığını belirterek iş makinelarının çalışma yapmasının suç teşkil ettiğini belirtti.

 

Sorumlular hakkında derhal işlem yapılması talep edildi. Mimarlar Odası 15 Temmuz'da bu inşaatlarla ilgili suç duyurusunda bulunmuştu.

Bianet, 28.08.2013

SELİMİYE MEYDANI'NDA HAN KAPISI ARANACAK

 

Edirne Belediye Başkanı CHP'li Hamdi Sedefçi, Dünya Kültür Mirası Listesi'ndeki Selimiye Camii ve Külliyesi'nin meydan yenileme projesi UNESCO tarafından kabul edilmesine rağmen Edirne Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulunca kabul edilmediğini ve alanda sismik araştırmalara göre var olduğu sanılan tarihi han kapısı duvarları için kazı yapılacağını söyledi.

 

Mimar Sinan'ın 'Ustalık eserim' dediği Selimiye Camii önünde bulunan meydanı yeniden düzenlemek isteyen Edirne Belediye Başkanı Hamdi Sedefçi, Kültür Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu'ndan izin alamadı. Yaklaşık 2 yıl önce proje çalışmalarını tamamlayan ve UNESCO tarafından kabul edilen meydan yenileme projesi Edirne Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu tarafından alanda "Han duvarları kalıntıları var" denilerek kabul edilmedi. Bu sabah Edirne Valisi Hasan Duruer ile meydan projesiyle ilgili olarak bir araya geldiğini belirten Edirne Belediye Başkanı CHP'li Hamdi Sedefçi, Selimiye Meydanı'nda kazı yapılarak varsa han duvarlarının ortaya çıkarılacağını söyledi. Sedefçi, şöyle dedi:

 

"Selimiye Meydan Projesi 2 yıldır Anıtlar Kurulu, belediye arasında gidip geliyordu. Bugün Edirne Valisi ile birlikte toplantı yaptık ve toplantıya müze müdürümüz, alan yönetim başkanımız da katıldı. Bu işin çözümlenmesi için bir çalışma yaptık. Yemiş Kapanı Hanı olduğu ortaya çıktı ve fotoğrafları vardı. Sabah görüşmemizde kuruldan yardım istedik. Orada 'müze denetiminde kazı yapılsın. Eğer aşağıda han kalıntıları varsa ona göre karar alınsın. Yoksa da projenin önünü açarak izin verilsin. Önerimiz kurulda görüşülecek büyük ihtimalle kazı kararı çıkarak, Edirne Valiliği, belediyemizin desteğiyle Müze Müdürlüğünün uhdesinde hemen kazıya başlayarak. Bir ay içinde sonuca ulaşacağımızı tahmin ediyoruz. Yapılan sismik araştırmalarda süreklilik arz eden bir duvar görünmüyor. Kurul tarafından inşallah sondaj kararı alınarak buna yakında başlamayı planlıyoruz ve projemizin önünün açılması ihtimali şu an doğmuş oluyor."

 

HAN DUVARI ÇIKARSA?

Yapılacak kazı sonucu var olduğu sanılan Yemiş Kapanı Hanı duvarlarının ortaya çıkarılması halinde üzerine kırılmaz camla üzerini kapatmak istediklerini kaydeden Sedefçi sözlerini şöyle tamamladı:

"Söz konusu han, Selimiye'nin önünde ortası boş etrafında kubbeleri olan epey büyük bir han. Fotoğraflarda Selimiye'nin 50 metre aşağısında ve büyük bir ihtimalle Selimiye'ye gelir getirmek üzere Arasta ile birlikte yapıldı. Projeleri yok. Sadece fotoğrafları var. 1912'lerden kalan fotoğraflar. Süreklilik arz eden bir temel dokusu varsa o zaman gerekiyorsa o temellerin bir kısmını açarak üstünü kırılmaz camla kapatarak sunma şansına kavuşabiliriz diye düşünüyorum. Sondajla hepsi ortaya çıkacak neyse karar verilecek ve gerekeni yapacağız."

 

Edirne Belediyesi tarafından yapılan meydan yenileme projesinde Selimiye Camii'nin çevresinde çok amaçlı tanıtım ofisleri, meydanın içinde ise yeşil alan, dinlenme alanları, çeşitli su havuzları, miting ve konser için alanları bulunuyor.

haberler.com, 28.08.2013

EDİRNE'DE
ALAY MEYDANI

 

Edirne Sarayı’nın alay meydanı, arkeolojik kazı çalışmalarıyla ortaya çıkarılıyor.

“Avcı” lakabıyla tanınan IV. Mehmed’in sünnet şöleninin gerçekleştirildiği meydandaki kazı çalışmaları sürüyor.

Habertürk, 28.08.2013

MAGARSUS'TA KAZI ÇALIŞMALARI BAŞLIYOR

 

 

'nın Karataş İlçesi'ndeki, nde kazı ve temizlik çalışmaları başlıyor.

 

Çukurova Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Fatih Gülşen ve ekibinin katılımıyla, öncelikle antik tiyatroda yürütülecek kazı ve temizlik çalışmalarına Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından ihtiyaç duyulan ilk dilim ödenek gönderildi. İler ki dönemlerde de gereken ödenekler etap etap aktarılmaya devam edileceği bildirildi. Antik tiyatroda bitki ve ot temizliği ile başlanacak çalışmalar sonrasında, kazı çalışmalarının tiyatro çevresinde genişletilmesi öngörülüyor.

2013 yılında yürütülecek çalışmalar sonrasında antik tiyatronun planının çıkarılması sonrasında 2014 yılında tiyatronun rölöve ve restorasyon projelerinin hazırlanarak, hayata geçirilmesi planlanıyor.


Valiliği tarafından da her yönüyle desteklenen çalışmaların, iklim şartlarının uygunluğuna bağlı olarak yılsonuna kadar sürmesi planlanıyor.

Sabah, 28.08.2013

MUSTAFA CANLI: TARİHİ KONAKLARI TURİZME KAZANDIRMAK İSTİYORUZ

 

Gümüşhane Belediye Başkanı Mustafa Canlı "Ziyaretçiler konaklarda oturmak, sohbet etmek ve tarihi yaşamak istiyorlar. Biz de bu nedenle tarihi konakları turizme kazandırmak istiyoruz" diye konuştu.


Gümüşhane Belediye Başkanı Mustafa Canlı, kentte kendine has özellikleri bulunan 50'nin üzerinde tarihi konak bulunduğunu, yerli ve yabancı turistlerin buralara büyük ilgi gösterdiğini ifade etti. Özdenoğlu, Balyemez ve Hasan Fehmi Ataç konaklarının restore edildiğini söyleyen Canlı, "Ziyaretçiler konaklarda oturmak, sohbet etmek ve tarihi yaşamak istiyorlar. Biz de bu nedenle konakları turizme kazandırmak istiyoruz" dedi.

Türkiye Turizm, 25.08.2013

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI DESTEĞİYLE RİZE'NİN TARİHİ EVLERİ YAŞIYOR

 

 

Rize Kültür ve Turizm Müdürü Hocaoğlu 2006 yılında başlattığı karşılıksız hibe desteği ile Rize'deki tarihi konak ve evler onarıldığını bildirdi. Hocaoğlu, "Evler yüz yıldır dimdik ayakta. Bakanlığın yardımıyla yüz yıl daha ayakta durmaları sağlanıyor. Bir yandan da Rize turizmine katkı sağlamış oluyoruz. Yaklaşık 230 tescilli tarihi ev olduğunu belirterek, "Tarihi özelliği bulunup da tescilli olmayan 300'ün üzerinde ev olduğunu tahmin ediyoruz" dedi.


Hocaoğlu, "Bunlar hakikaten çok önemli. Rize'nin sivil mimarisinin en güzel örneklerini yansıtıyor. Rize merkez, Çamlıhemşin ve Fındıklı konakları başta olmak üzere Hemşin ve İkizdere konakları diye tabir ettiğimiz evler, gelen ziyaretçilerin ilgisini çekiyor " diye konuştu.


Hocaoğlu, varisleri çok olan konakların bazıları bakımsız, bazıları yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu belirterek “Bakanlığın 2006 yılından itibaren yardımı ile bu evler, böylelikle bakımsızlıktan kurtarıldı. Maddi imkansızlıklar nedeniyle bakılmayan evlerin projeleri yapılıp onarımına başlandı.. 2012 yılı itibarıyla kırkı aşkın proje yardımı, yaklaşık 20 uygulama yardımı gerçekleştirdik. Ağırlıklı olarak merkez, Fındıklı ve Çamlıhemşin ilçelerinde proje yardımı yaptık. Bu yıl itibarıyla 12 uygulama devam ediyor. 9 proje için de çalışmalar sürüyor."

Türkiye Turizm, 25.08.2013




.. TAY Projesi . Kuruçeşme Cad. 67/B
34345 Kuruçeşme İstanbul
Tel: 0 (212) 265 7858 - Faks: 0 (212) 287 1298
e.posta: info@tayproject.org

Copyright©1998 TAY Projesi