|
EMRE MADRAN'I KAYBETTİK
Emre Madran geçirdiği kalp krizi sonrası
aramızdan ayrıldı.
Eğitimci kişiliğinin yanı sıra, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi koruma
tarihi, geleneksel yapı malzemesi ve yapım
teknikleri, koruma mevzuatı, alan yönetimi,
korumanın yönetsel ve parasal yönleri alanlarındaki
çalışmaları ile tanınan, TMMOB Mimarlar Odası 40.
dönem (2006-2008) ve 41. dönem (2008-2010) Merkez
Yönetim Kurulu üyesi, ODTÜ Mimarlık Fakültesi emekli
öğretim üyesi Doç.Dr. Emre Madran, 26 Eylül 2013,
Perşembe günü aramızdan ayrıldı.
Kendisini saygı ve sevgiyle anıyor, mimarlık
camiasına ve yakınlarına başsağlığı diliyoruz.
ÖZGEÇMİŞ
1944 yılında İzmir'de doğdu. ODTÜ Mimarlık
Fakültesi'nde 1966 yılında Lisans, 1968'de
restorasyon yüksek lisans, 1996'da restorasyon
doktora eğitimini tamamladı. 1968-1973 yılları
arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü'nde, 1974-1981
yılları arasındaysa Kültür Bakanlığı'nda çalıştı.
1981 yılında ODTÜ Mimarlık Fakültesi Restorasyon
Bölümü'ne öğretim görevlisi olarak döndü. 1997
yılında doçent olduğu kurumdan, 2011 yılında emekli
olarak ayrıldı. TMMOB Mimarlar Odası 40. dönem
(2006-2008) ve 41. dönem (2008-2010) Merkez Yönetim
Kurulu üyeliği yaptı.
Akademik yaşamında ve Mimarlar Odası bünyesinde
uzun yıllar Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi koruma
tarihi, geleneksel yapı malzemesi ve yapım
teknikleri, koruma mevzuatı, alan yönetimi,
korumanın yönetsel ve parasal yönleri alanlarında
çalıştı. Çoğu kültür varlıklarının korunmasını konu
alan ve bir kısmını meslektaşları ile yazdığı
kitapları, 100'den fazla yayınlanmış makalesi
vardır. Ayrıca, yönetici, danışman ya da araştırmacı
olarak koruma amaçlı imar planı, tek yapı ölçeğinde
bir çok rölöve-restorasyon projeleri ve restorasyon
uygulamalarında görev almıştır. Koruma ve
Restorasyon Uzmanları ve ICOMOS Türkiye Milli
Komitesi üyesidir.
Arkitera, 28.09.2013
|
ÇAR MELİK KERVANSARAYI
AJANS DESTEĞİ İLE RESTORE EDİLİYOR
Tarihi İpekyolu
üzerindeki en önemli hanlardan biri olan
Şanlıurfa’daki Çar Melik Kervansarayı ayağa
kaldırılıyor.
Kervansaray, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki en
büyük ve en önemli hanlardan biri konumunda. Büyük
ölçüde yıkılan ve yok olmaya yüz tutulan
kervansaray, Şanlıurfa İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü
tarafından hazırlanan proje çerçevesinde restore
edilerek turizme kazandırılıyor. Projenin
finansmanını, Karacadağ Kalkınma Ajansı ve Kültür ve
Turizm Bakanlığı karşılıyor.
Şanlıurfa İl Özel İdaresince 3 Aralık
2012 tarihinde 398 milyon 969 bin 366 TL’ye ihale
edilen restorasyon işi Baran İnş. Tur. San. ve Tic.
Ltd. Şti. tarafından yapılıyor. 8. Ocak 2013
tarihinde yer teslimi yapılarak restorasyonu
başlayan işte, şimdiye kadar kervansarayın batı,
kuzey ve güney yapı alanlarının kazıları tamamlanmış
olup, doğu ve iç avlu kısımları için kazı
çalışmaları yapılmaktadır. Ayrıca güney ve batı dış
duvarların örme işi tamamlanmış olup, güney ve doğu
iç duvarlarının örülmesine devam edilmektedir. Bu
duvarların örülmesi işinin 1 ay içerisinde
tamamlanması planlanmaktadır. Kervansarayı
restorasyonunun, 2014 yılı sonunda bitirilmesi
öngörülüyor.
ÇAR
MELİK KERVANSARAYI
Çar Melik Kervansarayı, Şanlıurfa
Bozova İlçesi'ne bağlı Büyükhan Köyü’nde
bulunmaktadır. Büyükhan Köyü'ne, Şanlıurfa-Gaziantep
Otoyolu Suruç’a kavşağından 10 kilometrelik kara
yolu ile ulaşılmaktadır. Ayrıca Suruç İlçesi'nden
otoyol bağlantı yolu ile de ulaşım sağlanmaktadır.
Kesin inşa tarihi ve kim tarafından
yapıldığı bilinmemekte olup, plan ve inşa tarzına
bakılarak kervansarayın, Selçuklu ve Osmanlı
dönemine ait çizgiler taşıdığı görülmektedir. Kareye
yakın dikdörtgen planlı avlu, avlu ve güneyindeki
kapalı bölümden oluşan karma tipteki hanların
anıtsal önemli örneklerinden biridir. Evliya Çelebi
Seyahatnamesi’nde, Suruç'tan kalkarak batıya doğru
iki saatte Çar Melik Kalesi’ne ulaştığını, burasının
dört hükümdar (Çar Melik) kardeş tarafından
yapıldığı için bu ismi aldığını belirtir. 63,40 x
65,20 metre boyutlu bir avluya sahip olan
kervansaray, restorasyon çalışmalarına başlanmadan
önce güney cephesi dışında büyük ölçüde tahrip
olmuştur. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden daha çok
Suriye geleneklerinden izler taşıyan özgür konumu ve
yöredeki Han yapılarının en erken tarihli olması
bakımından çok önemli bir eserdir.
Olay
Medya, 04.10.2013
|
TARİHİ TAŞLAR KORUMA
ALTINDA
Tirebolu Kalesi içinde
bulunan tarihi Osmanlı mezar taşları uzmanların
denetiminde incelendi.
Tirebolu Belediye Başkanı Burhan Takır, “Kale içinde
bulunan mezar taşları şehir içindeki tarihi
mezarlıklardan toplanmış ve Giresun Turizm İl
Müdürlüğü’nde de kayıtlı bulunan taşlarımızdır ve
burada koruma altına alınmıştır” dedi. Tirebolu
Belediye Başkanı Burhan Takır, Tirebolu Kalesi
içinde bulunan mezar taşlarının şehir içindeki
tarihi mezarlıklardan toplandığını ve İl Kültür ve
Turizm Müdürlüğü tarafından kale içinde koruma
altına alındığını söyledi.
Kalenin SİT alanı
olduğunu ve buranın Trabzon Anıtlar Yüksek Kurulu
Müdürlüğü'ne bağlı olduğunu vurgulayan Başkan Takır,
"Belediye olarak bizim buraya bir çivi dahi çakmaya
yetkimiz yok. Sadece buranın tapusu belediye ile
Denizcilik Bakanlığı'na ait. Burası sit alanı olduğu
için Tirebolu Belediyesi ile hiçbir ilgisi yok. Ama
yine de belediye olarak elimizden geldiği kadar
korumaya çalışıyoruz. Bazı basın organları 'kale
atıl vaziyette, korunmuyor' gibi başlıklar atarak
haber yapıyor. Afaki haberlerle milleti yanıltmaya
kimsenin hakkı yok. Bize sorsunlar doğrusu
öğrensinler." dedi.
Bu arada vatandaşlardan
Şaban Aydınaslan ise kalenin sit alanı olduğu
gerekçesiyle kapalı olmasına tepki gösterdi.
Aydınaslan,"Koruma içgüdüsü ile kalenin kapalı
kalması hem Tirebolulular hem de turizm sektörü için
bir handikap. Vatandaş kaleye çıkıp, şehri temaşa
etse güzel olmaz mı? Aynı şekilde turistlerde kale
etrafını dolaşıp gidiyor. Buranın turizme
kazandırılması lazım." diye konuştu.
Birinci derecede
arkeolojik sit alanı ilan edilen Tirebolu Kalesi;
deniz kıyısında, yüksek bir kayalık üzerinde
bulunuyor. Tek bir giriş kapısı bulunan kalenin sur
duvarlarını dışarıdan aralıklarla yapılmış payanda
kuleler destekliyor. Kale içinde yer alan Osmanlı
dönemine ait mezar taşları ise bir okulun mezarlığa
yapılması sırasında getirilerek, kale içinde koruma
altına alınmış.
Giresun Gazete,
04.10.2013
|
SÜRYANİLERİN İLKOKULU
AÇILIYOR
Süryanilerin
anadilde eğitim için açtıkları davanın
sonuçlanması ve eğitim hakkının kabul
edilmesiyle beraber okul açma çalışmaları
başladı.
‘Demokratikleşme Paketi’ anadilde eğitimin önünü
açarken, Süryanilerin okul mücadelesi geçen yıl
başlamış ve mahkemeye taşınmıştı. Süryanilerin
yaşadığı süreci Beyoğlu Süryani Kadim Meryemana
Kilisesi Vakfı Başkanı Sait Susin’den dinledik:
“Lozan’ın ardından yapılan
yorum hatasıyla
azınlık sayılmadık. Lozan Antlaşması
‘gayrimüslim ekaliyetler’ der. Biz de bu
ekaliyetlere giriyoruz. Lozan’da ‘Azınlıklar
okul kurabilir, eğitim yapabilir’ diye yazar.
Ancak yönetmeliklerde bu hak Ermeni, Rum ve
Musevilere tanınıyor, Süryaniler dışarıda
bırakılıyordu.”
İlk kez 6 Haziran 2012’de Milli Eğitim
Müdürlüğü’ne verilen bir dilekçeyle Milli Eğitim
müfredatına ek olarak ayrıca Süryanice öğretecek
bir anaokulu isteyen cemaate “Süryani
topluluğuna mensup vatandaşlarımız, Lozan Barış
Antlaşması’nda azınlıklar arasında sayılmayıp
asli unsur olarak kabul edildiğinden” gerekçeli
bir ret yanıtı verilmişti. Bu cevabın üzerine
Azınlık Özel Öğretim Kurumları’na itiraz
ettiklerini ve süreci beklerken zaman kaybı
yaşamamak için mahkemeye de başvurduklarını
anlatan Susin, mahkemenin verdiği lehte kararla
yolun açıldığını vurguluyor:
“İlk toplantıda mahkeme lehimize karar verdi.
Bunun peşinden de çok güzel bir şey olur.
Kamu kurumları
normalde kaybettikleri davaları temyiz ederler.
Ama bu konu temyize gitmedi. Şu anda okul önünde
bir engel kalmadı.”
Yeşilköy’de
olabilir
Susin, okulu cemaatin yoğun olduğu
Bakırköy-Yeşilköy civarında açmayı
düşündüklerini söylüyor:
“Bizim ilk defa açacağımız ilkokul o civardaki
okulların kalitesinde olmalı. Dört başı mamur
bir okul açmak istiyoruz. Çeşitli okullarda
çalışan eğitmenlerimizi çağırdık. Yönetim
kurulumuzdan ekip oluşturduk. Eğitim konusunda
uzman cemaat üyelerimizle toplanacaklar. Azınlık
okullarından bilgiler alınacak. Hedefimiz
2014-2015 öğretim yılına yetişmek.”
Mardin heyecanlı:
Hocalar hazır
Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan
’ın açıkladığı ‘Demokratikleşme Paketi’nde
anadilde eğitime imkan verilmesi, özellikle
Süryanilerin yoğun olduğu Mardin’de sevinçle
karşılandı. Okul açılması için Mardin İl Milli
Eğitim Müdürlüğü’ne başvuran Süryaniler
taleplerinin kabul edilmesini bekliyor.
Midyat Süryani Cemaati ve Kiliseleri Vakfı
Yönetim Kurulu Başkanı Anto Nuay, hazırlıklarını
şöyle anlattı:
“Bizim için çok iyi olacak. Yalnız öğretmenlerin
kilise ve manastırlarımızda eğitim görmüş
olmaları lazım. Başka okullardan olursa bunun
masrafını kaldıramayız. Devlet bize yardım
ederse çok daha memnun oluruz. Bizim eğitilmiş
hocalarımız, okumuş eğitmenlerimiz var, onların
bu derslere girmesini istiyoruz.”
Midyat Süryani Kiliseleri Papazı İshak Ergün de
1928 yılından bu yana okul açamadıklarını
hatırlattı: “Süryanice tarihi, binlerce yıldır
kullanılan, bilinmesi gereken bir dildir. Cemaat
olarak burada kendi imkanlarımız dahilinde
kiliselerde, manastırlarda dualarımızı ve
ayinlerimizi Süryanice çocuklarımıza
öğretiyoruz.”
Mardin Artuklu Üniversitesi (MAÜ)
Türkiye ’de
Yaşayan Diller Enstitüsü Süryani Dili ve Kültürü
Anabilim Dalı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Mehmet Sait
Toprak ise 12 öğrenci ile yüksek lisansa
başladıklarını belirterek, “Birçok Süryani
derneğinin bizimle görüşmeleri oldu.
Öğrencilerimizden 5’i Süryaniceyi çok iyi
biliyor. Diğer öğrencilerimiz de başlangıç
düzeyinde Süryaniceyi verebilecek durumda.
Süryanice ders kitabının hazırlanması konusunda
bir ekip kurularak böyle bir çalışmanın
yapılabileceğini kendilerine söyledim. Bu çok
uzun bir zaman almaz” dedi.
Radikal, Haber: Ayça
Örer, 04.10.2013
|
"TARİHİ YARIMADA'YA YÜZ
NAKLİ YAPIYORUZ"
Fatih, 8500 yıllık tarihiyle İstanbul'un en eski
yerleşim alanlarından biri. Farklı inanç ve
kültürlere ait tarihi eserleri bir arada barındıran
ilçede son yıllarda büyük bir değişim yaşanıyor.
Kentsel yenileme ve restorasyon projeleriyle Fatih
kabuk değiştiriyor. Fatih Belediye Başkanı Mustafa
Demir de devam eden dönüşüm projeleri ve ilçenin
değişen yüzüyle ilgili SABAH'a çarpıcı açıklamalarda
bulundu. Fatih'in İstanbul'u, diğer metropollerden
farklı kılan özellikleri barındırdığını anlatan
Başkan Demir, "Farklı kültür ve inançlardan
insanların huzur içinde yaşadığı bir yer. Kilise,
sinagog ve caminin aynı sokakta olduğu başka bir yer
yok dünyada" dedi.
MÜLKİYET PROBLEMİ
Tarihi Yarımada'daki değerlerin yaşatılması,
soyut ve somut kültürel mirasın geleceğe taşıması
gibi bir sorumlulukları bulunduğunun altını çizen
Mustafa Demir, bu amaçla 2005'ten beri kentsel
yenileme çalışmalarının sürdüğünü anlattı. Yenileme
alanlarının Fatih'in yüzde 12'sini kapsadığını
belirten Demir şu bilgileri verdi: "Şu an 7 ayrı
bölgede dönüşüm var. Fener-Balat, Ayvansaray Türk
Mahallesi, Süleymaniye ve Yalı Mahallesi ile ilgili
çalışmalar devam ediyor. Çok tartışılan Sulukule'yi
bitirdik. Ayvansaray'ı 2014'ün sonunda, Yalı
Mahallesi'ni ise 2015'te tamamlamayı hedefliyoruz.
Kentsel dönüşüm ilan ettiğimiz alanlar, tarihi
eserlerin yoğunlukta olduğu yerler. Bu yüzden
yapılan tüm projelerin Anıtlar Kurulu tarafından
onaylanması gerekiyor. Ayrıca mülkiyet problemini de
aşmak biraz zaman alıyor." Yalı Mahallesi projesinin
Anıtlar Kurulu tarafından onaylandığını belirten
Demir, "Orayı özgür bırakıyoruz. Kendi içinde
dönüşecek bir potansiyeli var çünkü. Süleymaniye'de
ise mülk sahiplerini de dönüşüme dahil etmek için
çalışmamız var. Hızlandırma için bir yasal düzenleme
de gerekebilir" diye konuştu.
KAPALIÇARŞI'YA 200 MİLYON TL
Son 9 yılda tam 168 tarihi eserin restorasyonunu
gerçekleştirdiklerini belirten Belediye Başkanı
Demir şöyle devam etti: "Bunlar arasında ilk aklıma
gelenler Emir Buhari Tekkesi, Rüstem Paşa Medresesi
ve Alman Çeşmesi. Şu ana kadar restorasyon
çalışmalarına 150 milyon TL harcadık.
Kapalıçarşı'daki restorasyon projesi, tarihi eser
anlamında şu ana dek yapılmış en büyük proje. Sadece
proje için 20 milyon TL harcadık. Toplam maliyeti de
bunun 10 katı olacak." İlçedeki tarihi dokuya uygun
olarak ana arterler üzerindeki binaların dış
cephelerinde yapılan yenileme çalışmalarına da
değinen Mustafa Demir şöyle konuştu: "Bir şehirde
yaşayan insanlar hakkında fikir sahibi olmak için
mimarisine, mutfağına ve musikisine bakarsınız. Buna
'3 M' diyoruz. Tarihi eserler dışındaki binaların da
bölgenin dokusuna uygun olmasına gayret ediyoruz.
Tarihi Yarımada'daki ana arterlerde, Sirkeci Meydanı
ve Ankara Caddesi'nde binaların dış cephelerinde
yenileme yapılıyor. Zira oradaki binaları yıkıp
yeniden yapmak mümkün değil. Diğer ilçelerin yaptığı
cephe düzenlemelerinden farkımız, üniversite
desteğiyle her bina için farklı tasarım yapıyoruz.
Ben buna yüz nakli diyorum. Şu anda Tarihi
Yarımada'ya yüz naklini gerçekleştiriyoruz. Ve bu
yüz naklini gittikçe detaylandırıyoruz. Ana
arterlerden ara sokaklara giriyoruz artık."
'İHANET OLUR'
Bu değişimi gören insanların kendilerine gelerek
"Biz de binamızın cephesini yenilemek istiyoruz"
dediğini anlatan Mustafa Demir sözlerini şöyle
tamamladı: "İlçedeki mülklerin değerleri çok fazla.
Buna karsın binalar çirkin, birbirine benziyor.
Binaların mimarisini insanların kendi seçeneğine
bırakmak ihanet olur. Yurt dışında Tarihi Yarımada
muadili yerlerde dış kapının kolunu bile izinsiz
değiştiremezsiniz. 9 yıldır estetik kurulumuz
çalışıyor. Tarihi Yarımada'nın geçmişten günümüze
kadar yüklendiği misyonla oluşturulmuş bir
konseptimiz var. Bunu devam ettiriyoruz."
'HEDEFLERİME ULAŞTIM'
Mustafa Demir: "Göreve geldiğim ilk günkü
heyecanı taşıyorum. Geriye dönüp baktığımda
'Hedefime ulaştım' diyebilirim."
Sabah, Haber: Mesut
Altun, 04.10.2013
|
ABDÜLHAMİD HAN'IN SON
ŞAHİTLERİ
Abdülhamid Han’ın
Osmanlı’yı 33 sene idare ettiği Yıldız Sarayı, eski
günlerine dönüyor. Sultan’ın tahttan indirildiği
odanın eşyaları, yakın zamanda yerlerine getirildi.
Küçük Mabeyn’deki eşyalar, lal kesilmiş bir hüzün
içinde hala…
Geri
gelen eşyalar arasında halife Abdülmecid
Efendi’nin Abdülhamid’in Hal’i tablosundaki
vitrin ile siyah beyaz fotoğrafta görülen camlı
dolap da bulunuyor.
Yıldız Sarayı,
İmparatorluğun son yönetim merkezi… Devletin
yıkılışını görmüş bu mekanın hüznünü bugün bile her
köşesinde saklayan bir yanı var. Bilhassa II.
Abdülhamid Han’ın Osmanlı’yı 33 sene buradan idare
etmesi, saraya ayrıca önem kazandıran bir özellik.
Abdülhamid Han’ın 1909 yılında, hal edildiği yani
tahttan indirildiği Küçük Mabeyn, padişahın özel
ikametgahı. O günle ilgili Sultan’ın, “Ne yazıktır
ki, Türk’ün padişahına bu tebliği yapmak için bula
bula bir Ermeni, bir Yahudi, bir Arnavut ve bir
Gürcü bulmuşlar!” dediği rivayet edilir. İşte, o ana
şahitlik eden eşyalar, yıllar sonra yeniden Yıldız
Sarayı’na döndü.
Lal kesilmiş bir halde,
sanki o günü tekrar ber tekrar yaşayan hali var
odadaki eşyaların. Saray, 1909 yılında 34. Osmanlı
padişahı Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesinin
ardından İttihat ve Terakki’nin adeta yağmasına
uğrar. Saray eşyaları, Yıldız Komisyonu marifetiyle
tasfiye edilir. Hazine-i Hümayun’a, Matbaa-i
Amire’ye, Müzey-i Hümayun’a ve çeşitli devlet
dairelerine yollanır.
2011 yılında, İstanbul
İl Kültür Turizm Müdürlüğü, Kalender Orduevi’nde
restore edilecek eşyaların değerlendirilmesiyle
ilgili komisyon kurmuş ve buna Yıldız Sarayı’nı da
dahil etmişti. Yıldız Sarayı Müze Müdürü Ali İlker
Tepeköy, konuyla alakalı, “Kültür Bakanlığı’mızın
gayretleri işlerimizi kolaylaştırdı. Uzman
arkadaşlardan Nihal Çağlar da komisyona katılmıştı.
Onun tespiti sayesinde eşyalar, asıl yerine döndü.”
diyor. Askeriyenin de kendilerine çok yardımcı
olduğunu anlatan Tepeköy, giden eşyaların sarayla
yeniden buluştuğuna dikkat çekiyor. “Eşyalar,
Abdülhamid Han zamanında neredeyse şimdi orada.”
diyen Tepeköy, çalışmalara büyük bir hızla devam
ettiklerini söylüyor.
Meraklısına not: Malum,
Sultan Abdülhamid iyi bir marangoz. Lakin bu
eşyaları kendi tezgahından geçenler değil. Onlar
ağırlıklı olarak Beylerbeyi Sarayı’nda…
Zaman, Haber: Samet
Altıntaş, 04.10.2013
|
CUMHURİYET TÜRKİYESİ'NİN
İLK HEYKELİ
Marmaray tüp
geçidi inşaatı nedeniyle çevresi adeta kapatılıp
kuşatılmış olan
Sarayburnu
Atatürk Anıtı, bugün 87 yaşına giriyor.
Cumhuriyet Türkiye’sinin bu ilk anıt heykeli,
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı için Samsun’a giderken
İstanbul’dan hareket ettiği yere 3 Ekim 1926′da
konulmuştu.
Türkiye’deki ilk Atatürk
heykeli, 87 yıl önce bugün (3 Ekim 1926)
Sarayburnu’na konuldu. Heykelin olduğu nokta,
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı için Samsun’a giderken
İstanbul’dan hareket ettiği yerdir. Bronzdan
dökülmüş olan heykel, Avustralyalı heykeltıraş
Heinrinck Krippel’e aittir. Marmaray tüp geçit
çalışmaları nedeniyle iyiden iyiye görünmez bir
halde kalan Atatürk heykeli, onun muhteşem mazisini
bilenlere gurur vermeye devam ediyor.
Kaide ve heykel olmak
üzere iki kısımdan oluşan anıt, iki kademeli dörtgen
bir platform üzerinde yer almaktadır. Kaidenin üç
cephesine bronz madalyon şeklinde yazıtlar monte
edilmiştir. Ne var ki, artık bunların hiçbirisi
mevcut değildir. Dikdörtgen kaide üzerinde sivil
giysili Atatürk, devlet adamı kimliğiyle
görülmektedir.
Sarayburnu Atatürk
Anıtı, ele alınan dönem içinde Atatürk’ün devlet
adamı kimliği ile betimlendiği az sayıdaki
örneklerden birisidir. Atatürk’ün sağ eli belinde,
sol elini yumruk biçiminde sıkmış, başı dik, kaşları
hafif çatık, gözleri hafif kısıktır. Vücudu yay gibi
gergin, dinamik duruşu ve bu mimikleriyle bir
kararlılık ifadesi taşımaktadır.
Sözcü, 03.10.2013
|
FATİH'E KARŞI BU ZİNCİR
ÇEKİLMİŞTİ
Dünyanın en eski
kadırgasının da aralarında yer aldığı 20 bin esere
ev sahipliği yapan, arşivinde de 20 milyon belge
bulunan Beşiktaş'taki Deniz Müzesi, yaklaşık 6 yıl
süren restorasyonun ardından yarın açılacak.
Fatih Sultan Mehmet 'in
İstanbul'u kuşatma hazırlıkları yaptığı sırada Doğu
Roma İmparatoru tarafından Haliç'e gemilerin
girişinin engellenmesi için Haliç'in ağzına gerilen
devasa zincirden geriye kalan halkalar İstanbul
Deniz Müzesi'nde sergileniyor. Yeniden düzenlenen
müzenin yarın açılışı yapılacak.
Yaklaşık 20 bin parçanın
sergilendiği İstanbul Deniz Müzesi'nde dikkat çeken
bölümlerden biri 2. Mehmet'in İstanbul'u kuşattığı
sırada Haliç'in girişine çekilen devasa zincirden
geriye kalan halkalar.
30-35 SANTİM
BOYLARINDA DÖVME DEMİRDEN YAPILDI
İstanbul Deniz Müzesi
Sanat Tarihçisi Nalan Dönmez Yakarçelik, müzede
sergilenen zincirlerin Fatih Sultan Mehmet'in
İstanbul'u fethi sırasında Bizanslıların Haliç'in
ağzına gerdikleri zincirden bir parça olduğunu ve
dövme demirden yapıldığını söyledi.
Zincirlerin el yapımı olduğu için standart
olmadığını ve boylarının 30 ile 35 santimetre
arasında değiştiğini kaydeden Yakarçelik, bazı
zincir parçalarının Deniz Müzesi dışında Topkapı
Sarayı, Harbiye Askeri Müzesi ve Hisarlar Müzesi'nde
bulunduğunu söyledi. Müzede Haliç
demirleriyle ilgili olarak şu bilgiler veriliyor;
HALİÇ'İN AĞZINA
GERİLEN ZİNCİR VE İSTANBUL'UN FETHİ
Sultan 2. Mehmet
İstanbul kuşatması ile ilgili hazırlıklarını 23 Mart
1453 tarihinde tamamlayarak kuşatmayı başlatmak
üzere Edirne'den İstanbul'a hareket etmiştir. Bunun
üzerine Doğu Roma İmparatoru, Haliç Körfezi'ne
yabancı gemilerin girişinin engellenmesi için emir
vermiştir. 2 Nisan günü Bortolamio Soligo
tarafından Yalıköşkü civarındaki Kentenarion Kulesi
ile Galata Surları arasına zincir çekilmiştir. Bu
zincir çok iri ve yuvarlak baklalardan yapılmış ve
birbirine büyük demir kancalarla bağlanmış bir
zincirdir. Sağlam olması için de iki taraftan
surlara tutturulmuştur. Haliç surlarının zayıf
olduğunu ve buradan kente girişin daha kolay
olacağının düşünen Sultan 2. Mehmet donanmasına
Doğu Roma'nın
zincirle kapattığı Haliç'e girme emrini vermiştir.
Ancak başlatılan deniz taarruzu istenilen şekilde
sonuçlanmamış ve 20 Nisan tarihinde Zeytinburnu
açıklarında Osmanlı donanması ile müttefik filo
arasında yapılan savaşta Osmanlı donanması büyük
kayıplar vermiştir. Bunun üzerine
Sultan 2. Mehmet donanmayı karadan yürüterek
Haliç'e indirme kararı almıştır. 21-22 Nisan akşamı
önceden hazırlanmış olan kızaklarla
72 parça gemi Tophane
Limanı'ndan başlayarak, Humbaracı yokuşu, Asmalı
Mescit, Tepebaşı, Kasımpaşa güzergahından Haliç'e
indirilmiştir. 29 Mayıs gecesi başlatılan saldırı
sonucunda da İstanbul fethedilmiştir.
Deniz Müzesi, resmi
açılışı öncesi basın mensuplarına tanıtıldı. Müze
turu öncesi gazetecilere bilgi veren Deniz Müzesi
Komutanı Deniz Kurmay Albay Fatih Erbaş, müzenin
1897'de Binbaşı Süleyman Nutki tarafından
kurulduğunu ve çeşitli nedenlerle zaman zaman
İstanbul'dan taşındığını anlattı.
Erbaş, müzenin 2. Dünya
Savaşı'ndan sonra 1948'de Dolmabahçe Sarayı'nda
hizmetlerine devam ettiğini, 1961 yılından itibaren
ise Beşiktaş Meydanı'ndaki binasında faaaliyetlerini
sürdürdüğünü söyledi.
Müzedeki eserleri daha
iyi sergileyebilmek için 2005'te teşhir bölümünün
genişletilmesine karar verildiğini belirten Erbaş,
bu çerçevede bir proje yarışması düzenlendiğini ve
birinci olan eserin uygulamaya konulduğunu bildirdi.
Deniz Müzesi ana
binasının, bu yarışmada birinci olan projeye göre
inşa edildiğine dikkati çeken Erbaş,
2007 yılında çalışmalarına başlanan müze inşaatının
2011'de sona erdiğini aktardı.
Ana binada, kayıklar
galerisi, alt katında Barbaros Hayrettin Paşa Sergi
Salonu, üst katta Süleyman Nutki Çok Amaçlı Salonu
ve müzenin 15 yıl müdürlüğünü yapan Haluk
Şehsuvaroğlu'nun adını taşıyan salonun bulunduğunu
anlatan Erbaş, müzenin alt katında geçici sergiler
için kullandıkları Çaka Bey Sergi Salonu'nun hizmet
verdiğini, bunun yanında müzenin idari binası ve
satış reyonunun da ana binada yer aldığını belirtti.
Erbaş,
"Varlığımızın sebebi
önce Türk milletine daha sonra da insanlığa deniz
kültürü çerçevesinde hizmet vermektir" dedi.
ÖĞRETMEN, ÖĞRENCİ VE
GENÇLERE ÇAĞRI
Deniz Müzesi Komutanı
Deniz Kurmay Albay Fatih Erbaş, öğretmen ve
öğrencilere de müzeyi gezmeleri yönünde çağrıda
bulunarak, "Onları müzemizde misafir etmekten
memnuniyet duyarız. Toplu müze gezilerinde hiçbir
ücret alınmayacaktır. Zaten öğrenci tek başına
olduğunda 1 lira 70 kuruş ücret alınıyor. Normal
vatandaş ise 5 lira. İl Milli Eğitim Müdürlükleriyle
de irtibat halindeyiz. Okulları müzemize davet
ediyoruz" diye konuştu.
Albay Erbaş ayrıca, müze
ve müzenin önündeki alanın insanların, gençlerin
birbirleriyle buluşma noktası olmasını arzu
ettiklerini söyledi.
MÜZEDEKİ OSMANLI
ARŞİVİ
Osmanlı Devleti'ne dair
araştırma yapan tarihçi veya diğer bilim adamlarına
da seslenen Erbaş, müzenin, en önemli Osmanlı
arşivlerine ev sahipliği yapan ender yerlerden
birisi olduğunu, bu kişilerin müzede istediği
şekilde araştırma yapabileceğini ifade etti.
Erbaş, müzede çok fazla
eser olduğunu kaydederek, zaman zaman bu eserlerin
değiştirileceğini, müzeyi gezenlerin her
gelişlerinde farklı eserleri görebileceklerini, yeni
bölümlerin farklı zamanlarda devreye girebileceğini
anlattı.
Ziyaretçi defterine
yazılan talepleri çok önemsediğini vurgulayan Erbaş,
tadilata giren binadaki çalışmalar sona erdiğinde
talep edilen Şehitler ve Gaziler Odası'nı yeniden
oluşturacaklarını, bunun yanı sıra Gazi Mustafa
Kemal Atatürk'e ait çeşitli eserlerin de
sergileneceğini bildirdi.
MÜZE 3 BÖLÜMDEN
OLUŞUYOR
Müze, Deniz Tarihi Arşiv
Müdürlüğü, Deniz İhtisas Kütüphanesi ve Piri Reis
Araştırma Merkezi olmak üzere 3 bölümden oluşuyor.
Arşiv Müdürlüğü,
yaklaşık 20 milyon belge, 8 klasik katalog ile 1
indeks kataloga sahip. Müdürlükte, bu aşamada 15
katalog ile araştırmacılara hizmet verilmekte. Belge
Arşivi, Fotoğraf Arşivi ve Harita Arşivi olmak üzere
üç ana gruptan oluşuyor.
Deniz İhtisas
Kütüphanesi'nde, yaklaşık 21 bin 395 kitap
bulunuyor. Türkiye'de sahasındaki en kapsamlı ve
doyurucu kütüphane olma özelliğine sahip mekanda,
Osmanlıca, İngilizce ve Fransızca kitaplar yer
alıyor. Piri Reis'in istinsah edilmiş dört el
yazması da kütüphanede bulunan nadir eserlerden
biri.
Piri Reis Araştırma
Merkezi, Türkiye üniversitelerinde denizcilik
tarihinin araştırılması ve öğretilmesine yönelik
herhangi bir bölüm bulunmadığı gerekçesiyle bu
boşluğu doldurmak için İstanbul Deniz Müzesi
Komutanlığı bünyesinde 27 Mart 2005'te kuruldu.
Bünyesinde tarihçi, çevirmen ve grafikerlerin
bulunduğu merkezde, üniversitelerin tarih bölümleri
ile bunlara bağlı Sosyal Bilimler Enstitülerinde
deniz tarihi ile ilgili yapılan çalışmalar ile yurt
içinde ve dışında yayımlanan dokümanların takibi
yapılıyor, makale, bildiri ve kitaplar hazırlanıyor.
KOLEKSİYONLAR
İstanbul Deniz Müzesi,
yaklaşık 20 bin objeden oluşan koleksiyonlarının
zenginliği kadar geniş bir yelpazede çok çeşitli
kültürel varlıkları bir arada sergilemesi açısından
da seçkin bir müze olma özelliği taşıyor.
Konularına göre
gruplandırılan koleksiyonların arasında Atatürk'ün
eşyaları, tarihi kayıklar, silahlar, haritalar,
resimler, gemi modelleri, gemi baş figürleri, seyir
aletleri, gemi aksamları, plaketler, çanlar,
armalar, tuğralar, sancaklar, fenerler, beratlar,
fermanlar, el yazmaları, üniformalar, nişanlar,
madalyalar, sikkeler, damgalar, mühürler, mezar
taşları, kitabeler, taş baskılar, amforalar,
saatler, mobilyalar ve fotoğraflar bulunuyor.
Müze, kralların ve
padişahların kullandığı "Saltanat Kayıkları"ndan
14'üne ev sahipliği yapıyor.
"DÜNYADA ORJİNAL
OLARAK VAROLAN TEK KASIRGA"
Dünyada orijinal olarak
var olan tek kadırga olma özelliği taşıyan müzenin
en dikkati çeken eseri, "24 Çifte Kürekli Tarihi
Kadırga".
Kadırgayı, Osmanlı
sultanlarının yakın sularda kullandığı biliniyor.
Sultan IV. Mehmet (8 Ağustos 1648-8 Kasım 1687)
devrinde kullanıldığı tahmin edilen kadırga hakkında
devam eden araştırmalar, teknenin 16. yüzyıl
sonlarında inşa edildiğini gösteriyor.
DÜNYANIN EN BÜYÜK
ARMASI
Müzede, deniz tarihine
ışık tutan, geçmişi bugüne farklı perspektiflerde
yansıtan sergiler de bulunuyor.
Tarihi kayık
koleksiyonlarının görülebileceği "Tarihi Kayıklar
Sergisi"nde dünyanın yaşayan en eski gemisi olan
Tarihi Kadırga, 19. yüzyıla ait Osmanlı
padişahlarının ve yakınlarının törenler ve günlük
geziler için kullandıkları görkemli saltanat
kayıkları, piyade kayıkları, Mustafa Kemal Atatürk
tarafından kullanılan kayıklar, Refah Şilebi'ne ait
5 çifte kurtarma filikası, Ertuğrul Yatı'na ait 5
çifte filika, İnebolu Kayığı, Mabeyn Kayığı,
Tenezzüh Kayığı ve diğer kayıklar yer alıyor.
Osmanlı Donanması'nda
kullanılan ahşap eserlere ait örneklerin sunulduğu
"Osmanlı Ahşap Sanatı Sergisi'nde, dünyanın en büyük
arması olma özelliğini taşıyan, 14,5 metre
uzunluğundaki Orhaniye Fırkateyni'ne ait baş arması
ile 8 metrelik uzunluğuyla yine dünyanın sayılı
armaları arasında yer alan Aziziye Fırkateyni'ne
ait arma dikkati çekiyor.
Sergide, gemi baş
figürleri, tuğralar, armalar ve muhtelif ahşap
süslemeler ile çeşitli gemi modellerinin yanı sıra
bahriyeye ait gemilerde, kayıklarda ve binalarda
kullanılan ahşap süslemeler de bulunuyor.
TÜRK DENİZ TARİHİNDEN
SAYFALAR
Köklü Türk denizcilik
tarihine ışık tutan "Türk Deniz Tarihinden Sayfalar"
adlı sergide, Türk denizcilik tarihine damgasını
vuran şahıs, gemi ve olaylar kronolojik ve tematik
olarak ziyaretçiye sunuluyor.
Sergide, geçmişten
geleceğe uzanan köklü mirasa sahip Türk
denizciliğinin temellerinin ilk atıldığı andan
itibaren Çaka Bey, Umur Bey, Kemal Reis, Piri Reis,
Barbaros Hayrettin Paşa, Turgut Reis, Seydi Ali Reis
gibi büyük denizciler ile Türk denizciliği anlatan
eserler yer alıyor.
Akşam, 03.10.2013
|
|
TARİHE BRANDA!
Her ne kadar kamu kurum
ve kuruluşlarıyla tarihi eserlerimizin üzerine
titresek de, zaman zaman görmek istemediğimiz
kareler de yansıyor objektifimize… 1523 yılından
kalan, ecdat yadigarı tarihi bir ibadethanemiz Piri
Mehmet Paşa Camii… Kimin, ne amaçla çektiği belli
olmayan bir branda ile örtülmüş durumda. Amacınız
tarihi gölgelemekse, bunu bu branda ile başarmak
mümkün değil; altı asırdır ayakta kalan bir eseri
içimiz acıyarak fotoğraflıyor ve brandanın
kaldırılacağı günü bekliyoruz… İçimizin acıması;
insanımızın duyarsızlığından. Bilmem anlatabildik
mi?
Manşet Gazetesi,
03.10.2013
|
"GEZİ KURTULDU, MEYDAN
KAYBEDİLDİ"
Mimar Sinan Güzel
Sanatlar Üniversitesi tarafından düzenlenen
konferansta "Gezi'den sonra Taksim" masaya
yatırıldı. Konferansta konuşmacılar arasında bulunan
Karikatürist ve mimar Tan Oral, Taksim Gezi
Parkı'nda meydana gelen olayları değerlendirerek,
"Bütün olaylar sonunda Gezi kurtuldu, meydan
kaybedildi" dedi.
Mimar Sinan Güzel
Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) Mimarlık Fakültesi,
Şehir ve Bölge Planlama Bölümü tarafından düzenlenen
“Gezi’den sonra Taksim” konferansının 3. oturumu
MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü öğretim üyesi
Prof.Dr. Haydar Karabey moderatörlüğünde
gerçekleşti. Yapı-Endüstri Merkezi’nde (YEM)
düzenlenen, Aslı Odman, Tan Oral, Emre Zeytinoğlu ve
Herkes için mimarlık derneğinden de katılımcıların
konuşmacı olarak bulunduğu oturumda, Gezi olayları
öncesinde ve sonrasında Taksim, farklı bakış açıları
ile mercek altına alındı.
"Topçu Kışlası'nın
yeniden inşası hayaletlerin canlandırılmasıdır"
MSGSÜ Mimarlık Fakültesi
Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nden Öğretim
Görevlisi Aslı Odman, “Tarihin her anının
zikredilebildiği bir tarih yazılımı mümkün müdür?”
diye sorarak sunumuna başladı. Mekan, tarih ve
iktidar ilişkisini sorgulayan sunumunda Odman,
Taksim Topçu Kışlası'nın yeniden inşasını
“hayaletlerin canlandırılması” olarak niteledi.
"Bardağı taşıran son damla"nın kentsel dönüşümün
Taksim Meydanı'na geldiği zaman yaşandığını söyleyen
Odman, iktidarların ya da sermaye birikimlerinin
kendi tarihlerini yazmak istemesinden bahsetti.
Siyasi iktidarın kendi ihtiyaçlarına göre, tarihten
bir dönem seçerek, tarihi yazmaya çalıştığını ifade
eden Odman, şimdilerde ise neo-osmanlı ve Selçuklu
karışımı, Abdülhamit dönemini seçen bir tarih
anlayışı olduğunu ve kamusal alanların da buna göre
şekillendiğini belirtti.
"Gezi'de tarih
durduruldu"
Gezi’de tarihin
durdurulduğunu ifade eden Odman, "burada ne varmış"
denilerek, tüm gözlerin buraya çevrildiğini ve yan
yana gelmeyen pek çok kavramın burada yanyaya
geldiğini kaydetti. Odman, Osmanlı tarihinin kentte
konformist olarak yeniden kurulduğunu
söyleyerek,“Kentte neo-osmanlı hayaleti var” dedi.
"Geçmişin tüm
anlarının zikredilebileceği tarih Gezi'de yazıldı"
Taksim Gezi olaylarında
"tarihsel patlama" ile karşı karşıya kalındığını
söyleyen Odman, geçmişin tüm anlarının
zikredilebileceği tarih yazılımının gezi olaylarında
görüldüğünü ifade etti. Odman, “Gezi’den sonra
Taksim hatırlandı. Geçmişimizin tamamen
zikredilebileceği bir pencere açtı” şeklinde
konuştu.
"Gezi Kurtuldu,
Meydan Kaybedildi"
Odman’dan sonra söz alan
yazar, karikatürist ve mimar Tan Oral, Taksim Gezi
olayları ile ilgili çizdiği karikatürlerinden oluşan
bir sunum yaptı. Taksim Meydanı’ndaki yeni düzenleme
ile ilgili görüşlerini aktaran Oral, Taksim
Meydanı’nın bugünkü halinden sorumlu olanların
politikacılar olduğunu belirtti. Kentte yaşayanların
tepki vermekte geciktiğine vurgu yapan Oral, bütün
olaylar sonunda “Gezi kurtuldu, meydan kaybedildi”
dedi.
"Kent için şokla
değişim iyi birşey değildir"
Taksim Yayalaştırma
Projesi’nin 1996 yılında ilk defa kamuoyu ile
paylaşıldığını hatırlatan Oral, ardından siyasi
otoritenin hiçbir sese kulak vermediği, kentlilerin
ise duyarsız davrandığı bir süreç yaşandığına
dikkatleri çekti. Taksim Yayalaştırma Projesi'ni ilk
duyduğunda, projenin gerçek olabileceğine inanmak
istemediğini kaydeden Oral, “Kent için şokla değişim
iyi bir şey değildir. Kentler de insanlar gibi yavaş
yavaş değişir. Ölebilir de ama yeniden de doğabilir”
dedi.
"Trafiği hızlandırmak
yerine yavaşlatmak"
Taksim Yayalaştırma
Projesi’nin yaya ile araba arasında olması gereken
“barış”ı yok ettiğini belirten Oral, kent trafiğini
hızlandırmaya yönelik proje yerine, kent trafiğini
yavaşlatmaya yönelik projelerin üretilmesi
gerektiğine vurgu yaptı. Oral, “Trafiği
hızlandırdığınızda trafik sorunu çözülmez.
Hızlandırılmış trafik vardığı yeri sıkıştırır” dedi.
"Bu proje ile
Taksim'i yerin altına gömmeyin"
“Bu proje ile Taksim’i
yerin altına gömmeyin” diye defalarca uyarıda
bulunduğunu belirten Oral, kentlilerin sesinin Gezi
Parkı’nda çıktığını ve duyulduğunu söyledi. Tan
Oral, “Taksim’in ne’si vardı, bu proje neden
yapıldı” diye sorarak, Taksim’in eski meydanının
farklı insanların farklı ihtiyaçlarına cevaplar
verebilen, yılların enerjisi ile yapılmış, doğal bir
meydan olduğunu belirtti.
"Birşeyler yaparak
eleştirmeye inanıyoruz"
Oral’dan sonra Herkes
için Mimarlık Derneği’nden katılımcılar, Gezi Parkı
olayları öncesinde ve sonrasında düzenledikleri
etkinlikleri ve yaptıkları çalışmaları bir sunumla
anlattı. Dernek üyeleri, “Biz hep proaktif olmanın
yanındaydık. Bir şeyler yaparak eleştirmek
gerektiğine inandık” dedi.
"Kent, kime ve neye
göre düzenlemeli?"
En son söz alan MSGSÜ
Mimarlık Fakültesi’nden Yrd. Doç.Dr. Emre
Zeytinoğlu, Gezi eylemleri ile başlayan ve hala
devam eden bu süreç ile ilgili gözlemlerini
katılımcılar ile paylaştı. Herkesin farklı bir
Taksim algısı olduğuna dikkatleri çeken Zeytinoğlu,
meydanlar ile devlet arasındaki bağlantısını
anlattı. Taksim Meydanı'nda düzenlenen gösterilere,
siyasi mitinglere değinen Zeytinoğlu, meydanların ve
kentlerin devlet güçlerinin meşru kılındığı,
devletin kutsanması üzerine kurulu alanlar olduğunu
söyledi. “Kent iktidar alanıdır” diyen Zeytinoğlu,
kentlerin her zaman kriz alanları olduğunu belirtti.
Kamusal alanların hem kentlilerin hem de
iktidarların çıkarları için var olduğunu ve zaman
zaman bu çıkarların birbiri ile çatışabileceğine
dikkatli çeken Zeytinoğlu, “kentli nedir” sorusunu
da sordu. Zeytinoğlu, “Kent kime ve neye göre
düzenlenmeli” sorusunu da tartışmaya açtı.
Yapı, 03.10.2013
******
DALAN DÖNEMİNDEN
GÜNÜMÜZE TAKSİM PROJESİ
Gezi’den Sonra Taksim
konferansında konuşmacı olan Korhan Gümüş, Taksim
yayalaştırma projesinin tarihini katılımcılarla
paylaştı. Konuşmasında muhalefet biçimini de
eleştiren Gümüş, kamusallığın yaşamın içerisinde
taşıdığı potansiyelin profesyoneller tarafından
görülmesi gerektiğini vurguladı.
Yaptığı sunumda Taksim
projesinin arkeolojisini ortaya koyan Gümüş, Gezi
olayları sırasında yaşanan süreci kamusal alan
tartışmaları çerçevesinde değerlendirdi. Milli
rejimler içerisinde mekanın sürekli bir
temsiliyetler statüsünde olduğunu söyleyen Gümüş,
mekanın kendi semantiğini oluşturan ve mekana
bakışımızı koşullandıran durumun bu merkeziyetçi
rejim tarafından tanımlanmış olduğunu vurguladı.
Profesyonel bakışın da bu semantiğin içinde olduğunu
belirten Gümüş, “Cumhuriyet’in ilk gecikmiş
müdahalesinden başlayarak burada gerçekleşmiş olan
programın böyle bir kültürel bölünme yaratarak
sürdüğünü biliyoruz. Buradaki temel mesele; buradaki
ilk müdahale olan 19. yüzyıl kapitalizminin
dönüştürmüş olduğunu Pera’yla 20. yüzyılın modern
semtlerinin olduğu Şişli arasındaki bu kamusal alanı
yeniden tanımlama çabası aslında bir tür gecikmiş de
olsa Cumhuriyet’in manifestosu. Burada bir
çağdaşlaşma, modern bir Avrupa kentinde olması
gereken bir alt yapı oluşturma girişimi var. Daha
sonra modernleşmenin yarattığı sınıfsal asimetri
kültürel bölünme yoluyla birbirini dengelemeye
başlıyor ve devlet siyaseti iki gerilim hattı
arasında bu yerel mekanı dönüştürmeye çalışıyor”
şeklinde konuştu.
"Kenti bütün
deneyselliğinden arındırarak savunan bir kesimin
varlığını ilk defa o zaman fark ettim"
Bunun izlerinin ilk defa Dalan zamanında görüldüğünü
aktaran Gümüş süreci şöyle aktardı; “O zaman
altyapısı iyi oluşturulmamış bir yarışma yapıldı. Bu
yarışmanın sonucunda da tünelli, üzerindeki alanı
yeniden tanımlayan bir takım projeler ortaya çıktı.
Ondan sonra Nurettin Sözen zamanında yine bu
yarışmada ikinciliği elde etmiş bir proje grubunun,
belediyedeki yönetim kadrosuyla olan ilişkisinden
dolayı, üniversite adına bir altyapı projesi
şeklinde kurgulanmış bugünkü tünelli projenin ana
fikrini oluşturan çalışmayı tamamladıklarını gördük.
Maketiyle uygulama projesiyle İstanbul Teknik
Üniversitesi hocalarının hazırlamış olduğu projeyi
gördük. Nurettin Sözen zamanında bu proje ciddi
biçimde tartışılmaya başlandı. Bununla ilgili
toplantılar yaptık. Yapılan toplantıya davet edilen
kesimin projeyi tartışmasını bekliyorduk. Ancak
genellikle ulaşım projesinin tartışılmaz olduğuna ve
bunun bilimsel bir konu olduğuna belediye başkanını
ikna etmeye çalışan güçlü bir bilim çevresi vardı.
Bu bende hayal kırıklığı yarattı. Kenti bütün
deneyselliğinden arındırılmış, fikir üretiminden,
düşünceden arındırılmış, ulaşım meselesini bir
bilimsel gerçeklikmiş gibi savunan bir kesimin
varlığını ilk defa o zaman fark ettim. Bir alışveriş
merkezi tasarlıyorlardı meydanda, o da metroyu
finanse edecekti. Seçim dönemi gelmişti. Nurettin
Sözen de projeye pek sıcak bakmıyordu. İtirazların
olacağını o da fark etmişti. Bu proje bu şekilde
geçiştirildi”.
"Proje Erdoğan'ın
kucağına geldi"
Başbakan’ın İstanbul Belediye Başkanı olduğu zaman
çevresinde henüz deneyimli bir ekip olmadığını
belirten Gümüş, Erdoğan’ın bu projeyi kucağında
hazır bulduğunu söyledi ve şöyle devam etti:
“Projenin üzerine çekingen üç tane çember çizdi. Bu
çekingen çemberler aslında proje niteliğini
taşımayan, sadece burada olabilecek cami fikrini
ifade ediyordu. Kıyamet koptu tabii o zaman. Biz de
Mimarlar Odası’nda bu Taksim meselesini
tartışıyorduk. Belediyeyi bile davet etmiştik o
zaman. Bu tartışmalar sonucunda bizim asıl dikkat
çekmek istediğimiz şey, o çemberler değil, bu
tünellerin açılması sonrası Gümüşsuyu ve
Sıraselviler’de oluşacak durumdu. Şehrin tarihsel
topografyasının nasıl değişeceğine dikkat çekmeye
çalışıyorduk. Tuhaf bir şekilde, bazı profesyonel
çevreler bu çemberlere bakmayı daha çok önemsediler.
Daha fazla öne çıkardılar. 28 Şubat sürecinde de bu
çemberler ana konu oldu. Ali Müfit Gürtuna
çemberleri kazıdı projeden ve şimdi neden hala
itiraz ediyorsunuz diye sormaya başladı. Daha sonra
kaldırım projesine döndü iş ve bu noktaya kadar
geldik”.
"Profesyoneller
krizleri dönüştürmemeli"
Yaşamın değerlerini keşfetmekle yaşamın yerine
geçmek bazen birbirinin aynısı gibi gözükebiliyor
diyen Gümüş, aslında bu iki durum arasında taban
tabana zıtlık olduğunu vurguladı. Gümüş; “Yaşamın
yerine geçmekle, yaşamın kendi dinamikleri içinde
kamusal alanın özgürleşmesi meselesi camilerimiz,
müzelerimiz neo-klasik bir kamusal alandan
özgürlükçü bir kamusal alana nasıl geçeceğimizi
anlamak önemli. O çemberler çizildiğinde o zaman,
meselenin özü anlaşılmış olsaydı Türkiye’deki
demokratik gelişme çok daha farklı olabilirdi. Mekan
bu görüş içinde sürekli bir temsil edilen bir yerde
durdukça, biz bütün sınıfsal çelişkileri gidip
merkezi siyaset üzerinden tartışıyoruz. Oysa mekanın
kendisi bu sınıfsal asimetrinin oluştuğu yerdir.
Gezi gibi birkaç tane kamusal yarık açıldı toplumda.
Depremden sonra bir yarık açıldı mesela. Habitat
sırasında da farklı bir kamusal yarık açıldı. Biz
profesyoneller krizleri dönüştürmesek yerine geçmeye
çalışmasak inanın yaşam enerjisiyle dolu hayat
fışkıracak. Muhalefet biçimimizle kentin üretmiş
olduğu bu çelişkiyi sürekli olarak siyasetin
semantiği içinde yeniden üretiyoruz. Onun yapısını
çözmüyoruz. İstersek değiştirebiliriz” diyerek
sözlerini noktaladı.
Yapı, 03.10.2013
|
IRAK'A HAVAALANI BÜYÜKLÜĞÜNDE MÜZE
Irak asıllı İngiliz mimar Zaha Hadid Bağdat’ta havalimanı büyüklüğünde bir müze inşa edecek.
Irak Turizm ve Eski Eserler Bakanı Liwa Sumaism,
hükümetin, şu anki Irak Ulusal Müzesi’nin
koleksiyonlarına ev sahipliği yapacak yeni bir müze
inşa etmeyi planladığını söyledi. Irak’ın batısına
yapılacak müze 500 bin metrekarelik bir alan
kaplayan eski Muthanna Askeri Havaalanı’nın yerine
kurulacak ve Ulusal Müze’deki eserler de buraya
taşınacak.
Akşam, 03.10.2013
|
|
BAŞBAKAN İÇİN İBRE BEYLERBEYİ SARAYI
Milli Saraylar’a bağlı tarihi mekanların
Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Kamu Denetçiliği
Kurumu’na tahsis edilmesinin yolu açılıyor. Tahsis
için Meclis Başkanlık Divanı kararı yerine TBMM
Başkanı’nın onayı yeterli olacak.
TBMM
Milli Saraylar’a bağlı
Beykoz Kasrı’nın Başbakan’a bağlanacağı
tartışması sıcaklığını korurken,
TBMM Başkanlığı,
sürpriz bir
yönetmelik değişikliği yaparak Milli Saraylar’a
ait mekanların Cumhurbaşkanı, Başbakan ve
Kamu Denetçiliği Kurumu’na tahsis edilmesinin
yolunu açıyor.
Müze dışındaki tüm mekanlar
Tahsis için
Meclis Başkanlık Divanı kararı yerine sadece
TBMM Başkanı’nın onayı yeterli olacak.
Dolmabahçe Sarayı’nda ofisi bulunan Başbakan
için fiziki koşullardan kaynaklanan rahatsızlık
nedeniyle ibrenin Beylerbeyi Sarayı’na döndüğü, TBMM
Başkanlığı’nın buranın
bakım ve onarımı için çalışma yürüttüğü
öğrenildi.
TBMM Başkanlık Divanı, bugün gerçekleştireceği
toplantıda Milli Saraylara Bağlı Birimlerin
Tahsisine İlişki Yönetmelik’te sürpriz değişiklik
gerçekleştirecek. Başkanlık tarafından hazırlanan
değişikliğe göre, yönetmeliğin 5. maddesine, “Müze
olarak kullanılan yerler hariç olmak üzere Milli
Saraylar bünyesinde bulunan
mekanlar
ihtiyaç halinde TBMM Başkanı’nın onayı ile
Cumhurbaşkanlığı,
Başbakanlık, Kamu Denetçiliği Kurumu ve diğer
resmi kurumların kullanımlarına geçici olarak
tahsis edilebilir” ifadesi ekleniyor.
Bu düzenlemenin
kabul edilmesiyle Milli Saraylar’a bağlı müze
dışındaki tüm mekanlar TBMM Başkanlık Divanı’nın
kararına ihtiyaç duyulmadan sadece
Meclis Başkanı’nın onayı ile Cumhurbaşkanlığı,
Başbakanlık ve diğer kamu kurumlarına tahsis
edilebilecek.
Tadilat yürütülüyor
TBMM Başkanlığı’nın Milli Saraylar bünyesindeki tüm
saray ve
tarihi mekanlara yönelik bakım ve
onarım çerçevesinde Beylerbeyi Sarayı’nda da
kapsamlı tadilat yürüttüğü öğrenildi. Bugünkü TBMM
Başkanlık Divanı’nda 35 bin 582 metrekarelik 22
adet
askeri tabyanın, ‘Erzurum
Harp Tarihi Müzesi’ olarak yapılması için
ödenek ayrılması karara bağlanacak. Toplantıda
ayrıca,
Konya’nın Beyşehir
İlçesi Gölyaka kasabasında
bulunan
Selçuklu Sultanı 1. Alaaddin Keykubat döneminde
yapılan Büyük ve
Küçük Kubad-Abad
Sarayı kalıntıları ve
kazı faaliyetleri için ödenek tahsisine karar
verilecek.
Mlliyet, Haber: Önder Yılmaz, 03.10.2013
|
|
BEŞİKTAŞ'IN MOZAİKLERİ GERİ DÖNÜYOR
Çağdaş Türk sanatının kamusal alandaki
örneklerinden olan 21 duvar mozaiği tekrar
İstanbul’a kazandırılacak.
Beşiktaş Belediyesi’nin bir yılı aşkın bir
zamandır yürüttüğü çalışmalar sonucunda mozaiklerin
rölövelerinin çıkarılması aşamasına gelindi.
1950’lilerin sonunda 4. Levent’te çeşitli duvarlar
ve bina dış cephelerinde plastik sanatlarımızın
önemli isimleri Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabri Berkel,
Ercüment Kalmık, Eren Eyüboğlu, Nurullah Berk ve
Ferruh Başağa tarafından yapılan mozaikler,
özellikle 1970’li yıllardan başlayarak başlarına
gelen türlü örtüleme olayları sonucu kaybolmaya yüz
tutmuştu.
Akşam, 03.10.2013
|
MOR GABRİEL'İN İADESİ GELECEK HAFTA MASADA
Süryanilerin ikinci Kudüs'ü olarak
nitelendirdiği Midyat'taki Mor Gabriel Manastırı'nın
iadesi için hazırlıklar başladı. İadenin gelecek
hafta Vakıflar Meclisi toplantısında ele alınması
bekleniyor.
Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne geçen yıl
nisan ayında başvuran Süryani cemaati, 1615 yıllık
Mor Gabriel Manastırı'nın iadesini istemişti.
Yıllardır manastır için hukuk mücadelesi veren
Süryaniler, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun "Mor
Gabriel işgalci. Orası Hazine arazisidir" yönündeki
kararı sonrası tek umut olarak "tarihi iade"
sürecini görüyordu. Bu açıdan Süryanilerin geçen yıl
yaptığı iade başvurusunun, bugün sorunun çözümünü
çok kolaylaştırdığı ifade ediliyor. İadenin
Demokratikleşme Paketi'nde yer almasının ardından
Vakıflar Meclisi'nin önümüzdeki hafta yapacağı
toplantıda konuyu ele alması bekleniyor. 276
dönümlük alana kurulu Mor Gabriel Manastırı, sürecin
başladığı 2011'den beri yapılan en büyük alanın
iadesi olacak. Vakıflar daha önce en fazla İstanbul
Beykoz Anadoluhisarı'nda bulunan 98 dönümlük
Göksu/Panaiya Ayazması arazisini iade etmesiyle
gündeme gelmişti. Arazi, Kandilli Metemorfosis Hz.
İsa Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı'na iade edilmişti.
Sabah, Haber: Burcu
Çalık, 03.10.2013
******
'PAKET'İN SÜRYANİCESİ
Önümüzdeki ay, haftaya,
yarın ve bugün derken nihayet paket açıldı.
Türkiye ’de yaşayan
her Türkiyelinin olduğu gibi Süryanilerin de büyük
beklentileri vardı. Gayrimüslimler arasındaki en
önemli beklenti Ruhban Okulu’nun açılmasıyken
Süryaniler açısından ise andımızın kaldırılması, Mor
Gabriel davasının sonuçlanması ve Süryani okulunun
açılması önündeki yasal olmayan engellemelerin
kaldırılmasıydı. Her üç konu da Süryaniler açısından
hayati önemdeydi.
Mor Gabriel meselesi zaten AİHM’ye gitmişti. Sıra
okulun da AİHM’ye doğru yol alması beklenirken
Yargıtay’ın verdiği okul açılması yönündeki olumlu
karar Süryaniler açısından önemli adımlar olarak
görüldü. Bu iki temel sorun Süryaniler açısından
önemli ve olumlu bir şekilde sonuçlanınca Süryaniler
arasında sevince yol açtı.
Mor Gabriel davası 2004’te basit gerekçelerle
başlamış ve daha sonra dallanıp budaklanarak siyasi
bir sorun haline gelmişti. Dönüş yapmaya başlayan
Süryaniler bu davanın başlamasıyla dönüşlerini
askıya almışlardı. Bu dava Süryaniler açısından bir
demokrasi davası olarak algılanıyordu. Okul 1928
yılına kadar zaten açıktı. Yani pakette yer alan bu
önemli iki konu her koşulda Süryanilerin lehine
sonuçlanacaktı. Andımız çok önemli. Süryaniler, ya
Andımız’ın kaldırılmasını ya da insan, doğa, barış,
hoşgörü, kardeşlik sevgisini ön plana çıkaran bir
andın yeniden uyarlanmasını talep etmekteydiler.
Hatta bu konuyla ilgili yeni bir ant yazılmış ve
Meclis’te bulunan bazı vekillere bu yeni ant
dağıtılmıştı.
Mor Gabriel davasına AİHM karar vermeden Türkiye’nin
iade etmesiyle Türkiye önemli bir hamlede bulunmuş
oldu. Birincisi maddi bir tazminat ödemekten
kurtuldu. İkincisi Türkiye bu davalarla dünyadaki
imajının zedeleneceğini düşünerek fazla uzatmadan
sorunu çözmüş oldu.
Nefret söylemi suçları açısından da paket son derece
önemli. Çünkü dizilerde, sokakta, ticarette,
sohbetlerde her önüne gelen bir diğerini aşağılayıp
‘Gavur oğlu gavur’, ‘Gavurun kızı’, ‘Ermeni dölü’
gibi kavramları kullanmaktan geri kalmıyordu. Bu
pakette bu kavramların kullanılmasının suç teşkil
etmesi Süryanileri sevindiren önemli bir gelişme.
Bunlar Batı yasalarında yüz yıldır zaten suç
kapsamında.
Tuma Çelik
(ESU-Avrupa Süryaniler Birliği- Sabro Gazetesi
Sahibi): ‘Mor Gabriel’i sanki kendi
mallarıymış gibi ‘iade’ etmeleri tavrını yanlış
buluyoruz. Zaten bu arazi Süryani vakfına kayıtlıdır
ve vakfa aittir. Bir yanlışı düzeltip doğruyu yerine
getirdiler. Uluslararası mahkemelerde biz zaten
alacaktık araziyi. Boşu boşuna zaman kaybettik.
Doğruyu bulmak bu kadar geç olmamalıydı. Pakette
azınlıklar sadece Mor Gabriel ile ele alındı.
Azınlıklar tali halk olarak görüldüğü için yine
kimsenin aklına gelmedi. Sanki sorunları yokmuş gibi
algılanıyor. Oysa azınlıklar hala yabancı halk
olarak algılanıyor. Bunun giderilmesi lazım. Dini
ayrımcılığın cezalandırılması da olumlu. Keşke laik
devlet olarak tüm dinlere eşit durabilse. Türkiye’de
farklı etnik yapıların anadilde eğitim hakkı kabul
edilmeli. Bu paketle kabul edilmiyor ama
lütfediliyor. “Kendi imkanlarınla, paranla yap”
diyor ama bunu devlet bana sağlamalı. Ben ikinci
sınıf vatandaş mıyım ki bana farklı bir yol
gösteriyor. Andımız’ın kaldırılmasını çok olumlu
buluyorum. Dünyanın hiçbir ülkesinde kimsenin
varlığı bir başkası için değildir. Herkes Türk,
Kürt, Süryani olmak zorunda değildir. Ancak genel
olarak başlangıç anlamında olumlu bir paket;
yetersizlikler de
anayasa ile
giderilmeli.
Erol Dora (
BDP Mardin Süryani
Milletvekili):“Paket sadece Süryaniler
açısından değil bütün Türkiye’yi mutlu etmeli,
herkesi kucaklamalı.”
Süryani Milletvekili Erol Dora ise demokrasi
paketiyle Mor Gabriel Vakfı gayrimenkullerinin
iadesinin önünün açılmasını olumlu bulduğunu ifade
ederek, paketin çözüm sürecinin ilerlemesi açısından
oldukça eksik olduğunu düşünüyor. Dora, Heybeliada
Ruhban Okulu’na ilişkin düzenlemenin pakette yer
almamasını da eleştirdi.
Paketten Yargıtay, AİHM aşamasında bulunan Mor
Gabriel Vakfı arazilerinin iadesinin çıkmasını
olumlu bulan Erol Dora, Mor Gabriel Manastırı’nın
milattan sonra 387 tarihinde kurulduğunu ve dava
konusu gayrimenkullerin de bu manastıra ait olduğunu
hatırlattı. Bu arazilerin manastıra ait olduğunun
çevrede de bilindiğini aktaran Dora, “Bir manastırın
zaten başkasına ait gayrimenkulü kendi tasarrufuna
alması eşyanın tabiatına aykırıdır. Fakat kadastro
çalışması yapıldıktan sonra Mor Gabriel aleyhine
davalar açılmıştı” dedi. Bu davaların Süryani
halkını, Mor Gabriel Vakfı’nı ve Manastır
Metropoliti Sayın Samuel Aktaş’ı çok üzdüğünü dile
getiren Dora, davanın AB’nin de gündeminde olduğunu
hatırlattı. Erol Dora, “Süryani vatandaşlara ait
olan bir hakkın teslimi olumlu. Umarız diğer
gayrimüslimlere ait bütün gayrimenkuller iade
edilir” dedi. Erol Dora, pakette Heybeliada Ruhban
Okulu’nun açılmasına yönelik bir düzenlemenin
olmamasını ve gözden kaçırılmasını ise eleştirdi. En
büyük beklentilerden birinin bu olduğunu vurgulayan
Dora, “Türkiye’nin demokratikleşmesi, özgürleşmesi
için gerekli adımların bütün etnik gruplar,
ötekileştirilenler açısından da atılmasını
istediklerini” söyleyerek “Ruhban Okulu 1844 yılında
açılmış ve 1971 yılında kapatılmıştır” dedi. Bu
durumun keyfi ve Lozan Antlaşması’nın 40 ve 42.
maddelerine tamamen aykırı olduğunun altını çizen
Dora, bir an önce gerekli adımların atılmasını
istedi. Pakette yer alan eşbaşkanlığın zaten
kendileri açısından fiilen uygulandığını, üstelik
sadece merkez değil il ve ilçe düzeyinde
eşbaşkanlığın olduğunu belirten Dora, ‘Andımız’ın
kaldırılmasını da olumlu bulduğunu dile getirdi.
Bazı olumlu yanlarına karşın süreç açısından paketi
oldukça eksik bulan Dora, yargı reformuna yönelik
beklentiler olduğunu ancak bunun da pakette yer
almadığını ifade etti. TMK, TCK ve yerel
yönetimlerin güçlendirilmesi yönünde adım atılmamış
olmasını eleştiren Dora, seçim barajına ilişkin
düzenlemenin de beklentilerine yanıt vermediğini
söyledi. Dora, taleplerinin barajın tamamen
kaldırılması veya en azından yüzde 3 nispi temsil
sistemi şeklinde olması olduğunu söyledi. Sürecin
ilerletilmesi açısından pakette herhangi bir
düzenleme olmadığına vurgu yapan Dora, anadilinde
eğitimde de halkın beklentilerinin karşılanmadığını
dile getirdi. Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na
ilettikleri taslakta anadilinde de eğitim önündeki
bütün engellerin kaldırılmasını talep ettiklerini
ancak bunun karşılık bulmadığını söyledi.
Radikal, Haber: Muzaffer
İris, 04.10.2013
|
MÜZE GİŞELERİ BİR BİR
ÖZELLEŞİYOR
Kültür ve Turizm
Bakanlığı, bünyesindeki 105 müze ve örenyerinin de
gişe ve kontrol sistemlerini
özelleştirmek için düğmeye bastı. Bundan böyle
bakanlık bünyesinde bulunan 105 müze ve örenyerinin
işletmesini de özel
sektör üstlenecek. Özel sektör bu müze ve
örenyerlerinden elde edilen gelirin
sadece yüzde 20’sini bakanlığa verecek.
Eski Kültür ve
Turizm Bakanı Ertuğrul
Günay döneminde çıkarılan “Müze ve Örenyerleri
Gişelerinin İşletimi,
Giriş Kontrol Sistemlerinin
Modernizasyonu ve Yönetim
İşi” ihalesi ile aralarında Ayasofya, Topkapı
Müzesi, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Efes
örenyeri gibi Türkiye’nin en
önemli 48 müze ve örenyerinin gişe ve
kontrol sistemleri,
Eylül 2010 tarihinde gerçekleştirilen ihale ile
özelleştirilmişti. İhaleyi, MTM-TÜRSAB kazanırken,
müzelerin altında daha önce
Kültür ve Turizm
Bakanlığı Döner Sermaye
İşletme Merkez
Müdürlüğü’ne bağlı DÖSİMM mağazalarının
işletim hakkı da
TÜRSAB’a verilmişti. Bakanlığın hazırladığı ihale
ile hat, tezhip, çini
ve dokuma gibi geleneksel Türk el sanatlarından
müzelerde sergilenen
eserlerin replikasına, Türk lokumundan Türk
kahvesine kadar birçok ürünün yabancı firmalar
tarafından üretilip satılmasına da
olanak sağlıyordu.
Dava 3 yıldır
sürüyor
48 müze ve örenyerinin giriş
sistemlerinin özelleştirilmesinin ardından
Kültür
Sanat Sendikası, Danıştay’da, “özelleştirme
ihalesinin yasaya aykırı olduğu gerekçesiyle” dava
açmıştı. Sendika yetkililerinin verdiği bilgiye göre
dava 3 yıldır sürüyor
ve bir sonuç alınamadı.
Bakanlık da 3 yıl
sonra, bünyesindeki 105 müze ve örenyerinin giriş ve
kontrol sistemlerinin
özelleştirilmesi için düğmeye bastı. 105 Müze ve
Ören Yeri için “2 Aşama Müze ve Örenyerleri
Gişelerinin İşletimi,
Giriş Kontrol Sistemlerinin
Modernizasyonu ve Yönetimi
İşi” ihalesi yapılacak. İhale 30 Ekim Çarşamba günü
gerçekleştirilecek. Bu ihaleyle birlikte bir önceki
ihalede olduğu gibi 105 müze ve örenyerinin
gişelerini de özel sektör kontrol edecek. Müzekart
ve biletli ziyaretçi denetimi de özel sektör
aracılığıyla yapılacak. İhalenin geçici teminat
bedeli 291 bin 690 TL,
ihale şartname bedeli ise 5 bin
TL olarak belirlendi.
Cumhuriyet, Haber: Selda
Güneysu, 03.10.2013
|
'HÜSEYİN RAHMİ' YANIT
BEKLİYOR
Edebiyatımızın usta
isimlerinden Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın
uzun süre yaşadığı,
2000 yılında
Kültür ve Turizm Bakanlığı, İl
Özel İdaresi, Adalar
Kaymakamlığı ile Adalar Vakfı
işbirliğiyle müzeye
dönüştürülen Heybeliada’daki
evi, akıbetinin netleşmesini
bekliyor. İstanbul İl
Özel İdaresi’ne “müze
yapılması” için Gürpınar’ın varisleri tarafından
tahsis edilen ev,
bir süre önce Özel İdare’den
alınarak İstanbul
Büyükşehir Belediyesi’ne
verildi. Müzenin
kapatılarak yerine
İBB’nin mesleki
eğitim kursları
açacağı konuşulurken,
Müzecilik Meslek
Kuruluşu Derneği
bir açıklama yapıp
bakanlık ve İl Özel
İdaresi’nden konuyla ilgili
acil bilgi talep
ettiklerini duyurdu. Adalar Vakfı
ise Bakanlık
Müsteşarı Özgür
Özaslan’a haftalar önce bir yazı
gönderdi ve gelişmeleri
aktardı. Ancak her iki taraftan
da henüz bir yanıt
gelmedi.
Müzecilik Meslek
Kuruluşu Derneği’nin
açıklamasında, “Hüseyin Rahmi
Müzesi’nin kapatılarak
meslek kursu
yapılmaya değil,
etkinliklerle daha
da zenginleştirilmeye
ve yaşatılmaya ihtiyacı
olduğunu düşünüyoruz” denildi.
Türkiye’de
temalı müze
eksikliği olduğu vurgulanan
açıklamada, “özellikle
son zamanlarda,
birbirinden değerli
müzelere yönelik kapatma
çalışmaları, Türkiye
kültürel mirası için endişe
vericidir” ifadeleri yer
aldı.
Adalar Vakfı’nın Müsteşar Özgür
Özaslan’a gönderdiği
yazıda ise
vakfın kıt olanaklarıyla
müze evini 13 yıldır
ziyarete açık
tuttuğu, İl Özel
İdaresi’nden binanın
onarımı için ödenek beklerken, İBB’ye
tahsis edildiğini öğrendikleri kaydedildi.
“Bu tahsis ve
işlev değişikliğine
kültür ve müzelerden
sorumlu bakanlığımızın verdiği
onaya inanamadık”
denilen mektupta, “bir yanlış
bilgilenme ve enformasyon olduğuna inanmak
istiyor ve konuya
acilen müdahale
etmenizi diliyoruz” çağrısında bulunuldu.
Sorularımızı yanıtlayan
Adalar Vakfı Başkanı Halim
Bulutoğlu ise “Kültür
ve Turizm Bakanlığı’nın
görevinin edebiyatçılara
sahip çıkmak;
yenilerini yaratamıyorken en azından var
olan müze
evleri korumak” olduğunu söyledi. Bakanlığın “müze
kapatan kültür
bakanlığı” olarak anılmak
istemeyeceğini düşündüğünü söyleyen
Bulutoğlu, eğer söz
konusu işlev
değişikliği olursa buna herkesin,
özellikle de
Adalıların tepki göstereceğini belirtti.
Cumhuriyet, Haber: Aslı
Uluşahin, 02.10.2013
******
HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR'IN EVİ KURTULACAK MI?
Yazar Evleri Sorunu başlıklı yazımı okuyan bir dostum,
bana gözden kaçırdığım bir haberi gönderdi.
17 Eylül 2013 tarihli Milliyet’te şöyle bir haber
çıkmış: “Müzeden meslek kursu olur mu?” Haberin
özetini okuyalım; “Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi
yazarlarından Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın
Heybeliada’daki müze evi, İBB tarafından meslek
kursuna dönüştürülmek isteniyor. Ünlü yazarın 32 yıl
yaşadığı, elyazması eserleri, kitapları ve şahsi
eşyalarının sergilendiği müzeyi Kültür ve Turizm
Bakanlığı’ndan isteyen İBB’ye bakanlık olumlu yanıt
verdi. Son sözü, köşkün mülkiyet sahibi İl Özel
İdaresi söyleyecek. Adalar Belediye Başkanı Mustafa
Farsakoğlu ise, ‘Kurs merkezi gibi bir düşünce varsa
bu dehşet verici. Edebiyata, sanata çok derin bir
darbe vuracak bir anlayış. Yapamazlar, adalar ayağa
kalkar’ diyor. Türk edebiyatının en önemli
kalemlerinden Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın
Heybeliada’da 32 yıl yaşadığı köşk, 2000 yılında
dönemin Adalar Kaymakamı Mustafa Farsakoğlu’nun
girişimleri ve Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla
müze ev olarak hizmete açıldı. Ünlü yazarın
kitapları, gazete koleksiyonu, kendisine ait dantel
işleri, çalışma ve yatak odası ile aile
fotoğraflarının sergilendiği müze son birkaç aya
kadar ziyaretçilerini ağırlıyordu. Restorasyon
ihtiyacı nedeniyle kısa süreliğine kapanan müzeye
geçtiğimiz mart ayında İBB talip oldu.” İstanbul
Büyükşehir Belediyesi’nin buranın İSMEK’e (İstanbul
Sanat ve Meslek Eğitimi Kursları) verilmesi
talebinde bulunmuş olması bir kenara... Bütün
kademelerden hep evet onayını almış olması ilginç.
Sonunda iş İl Genel Meclisi İdari İşler Komisyonu’na
gelmiş ve şimdi orada onay için bekliyor!
Köşkü Abdullah Tanrınınkulu, İl Özel İdaresi’ne
satmış. Yalnız satış anlaşmasında buranın müze
olarak kullanılması şartı konulmuş. Adalar Belediye
Başkanı Mustafa Farsakoğlu, İstemihan Talay’ın
Kültür Bakanlığı zamanında buranın müzeye
çevrildiğini belirtiyor.
*
Evin satılması, onun amacı dışında kullanılmasına
yol açmamalı.
Ayrıca satın alınsa bile belediye, Kültür ve Turizm
Bakanlığı, buranın İSMEK olmasına müsaade etmemeli.
Adını andığım yazıda belirtmiştim. İngiliz besteci
Vaughan Williams’ın evi de satılmıştı, satın alan
kurum burayı müze olarak ziyarete açtı. Oysa bizde
tam tersi!
Bu evin de, yerel yönetim, büyükşehir belediyesi ya
da herhangi bir kurum yönetimi, ‘müze olarak’
yaşaması için gereken parayı vermeli. Ünlü bir
yazarın evinin, bir kurs alanına dönüştürülmesi
ancak bizim ülkemizde olacak, şaşırtıcı ve manasız
bir davranıştır.
İl Genel Meclisi bu değişimi onaylamamalıdır. Yoksa
kültür ve edebiyat tarihi önünde bağışlanmayacak bir
davranışta bulunacaklardır. Biz yazar evlerinin
onarılması, ziyarete açılmasını beklerken, bu olay
beni çok şaşırttı.
Burgazada’da yaşayan eski dostlarımdan Mukaddes
Orçun bu yazımı okuduktan sonra Sait Faik Abasıyanık
Müzesi’nin broşürünü verdi bana. Yazarın eserleri
üzerinde hak sahibi olan Darüşşafaka, orayı onardı
ziyarete açtı. Bir okurum da Kemal Tahir Müzesi’ni
sordu, belli zamanlarda ziyaret edilebiliyormuş.
Vakfın telefonunu veriyorum. Oradan saatleri
öğrenebilirsiniz: (0216) 355 56 92.
*
Hüseyin Rahmi Gürpınar evinin müze olarak kalması
için hepimiz destek vermeliyiz. Bir ayıptan
kurtulmak için...
Hürriyet, Yazı: Doğan Hızlan, 03.10.2013
|
BİR TARİH ÇÖKÜYOR
Mimarlar Odası'nın çıkardığı
Mimarlık Dergisi'nin 311. sayısı Cumhuriyet
döneminin en önemli 20 binasını seçti. Bu binalar
maddi, manevi ve sanatsal değerleri ile Türk
Cumhuriyetine mührünü vuran görkemli binalardır.
Yaptığım araştırmalara göre bu binalar sırası ile
şöyle; Türk Tarih Kurumu binası, (Turgut Cansever ve
Ertun Yener tarafından yapılmış) ODTÜ Kampus binası,
(Bertiniz Çinici ve Altuğ Çinici tarafından
yapılmış) Sergievi, (Şevki Balmumcu tarafından
yapılmış) Zeyrek SSK Binası, ( Sedat Hakkı Elden
tarafından yapılmış) Bu yüce eserler arasında
sayılan Anıtkabir Emin Onat ve Orhan Ardağ
tarafından yapılmış. Cumhuriyet tarihine mührünü
vuran bu binaların mimari özellikleri ve tarihi
işlevleri maddi ve manevi değerlerini artırmış, Türk
insanına geçmişten geleceğe bir kültür köprüsü
oluşturmuştur.
Acaba yöremizde de Türk kültürüne, Türk Milli
eğitimine mührünü vuran böyle tarihi binalar yok
mu?. Varsa bu binalara sahip çıkmasını biliyor
muyuz?.. Evet, yöremizde de böyle tarihi bir binamız
vardır. Çürümeye yüz tutmuş bu bina Beşikdüzü
İlçesi'nde eski ortaokul ve köy enstitüsünün ana
binasıdır, bu gün bir harabe olarak ayakta durmaya
çalışıyor. Beşikdüzü ve Türk Milli Eğitimi'ne büyük
hizmetler sunan bu bina çok değişik ve bugün dahi
bilinmeyen bir mimarlık ilkesi ile yapılmış. Adı
geçen binanın - Bugün hayatta olmayan ustalarından-
Mehmet Eyüpoğlu ve Hüseyin Candaş ile yaptığım bir
röportajda binanın yapılış öyküsünü şöyle
anlatmışlardı; "O binanın zemini tamamen bataklıktı.
Binanın temelini bugünün tekniğinde olmayan bir
yöntem ile attık. Bataklık olan temele yüzlerce
kızılağaç kazığı çaktık. O kazıkların üzerine temel
attık. Böyle binaların ömrü ortalama 500 yıldır. Bu
yöntem Mimar Sinan'ın da uyguladığı bir yöntemdir.
Adı gecen bina 1935-1936 yılları arasında yapıldı.
İmece usulü ile yapılan bu binada Beşikdüzülü her
ailenin bir taşı vardır. Beşikdüzü halkı binayı
yapmaya başlayınca zamanın Trabzon Valisi Kurmay
Yarbay Tahsin Uzel buna inanmamış, gelip gözleri ile
görünce şaşırmış hiç olmazsa; Devlet vatandaş
işbirliği ile yapılsın diyerek kendisi de maddi
destek sağlamış. Bunun dışında Gümrük eski Bakanı
Sayın Raif Karadeniz'in maddi ve manevi destekleri
sayesinde bina kısa sürede tamamlanmış.
Bugün kaderine terk edilmiş bina 1936-1938
yılları arasında eğitmen kursu binası olarak hizmet
sunmuş, daha sonra Beşikdüzü Köy Enstitüsü binası,
sonra da Beşikdüzü Ortaokulu ve Ticaret Lisesi
olarak kullanılmış. Bu okulda yetişen yüzlerce bilim
ve Devlet adamları arasında Prof. Hasan Zeki Kalay,
Prof. Ali Çolak, Prof. Hakkı Azmanoğlu, Prof.Dr. Ayhan
Demirbaş, Doç.Dr. Mehmet Yıldızlar ve Korgeneral
Salim Kukul ve daha niceleri... Köy enstitüsünün tek
eserinin korunması şöyle dursun, bazı sabit fikirli
insanlar, bina yıkılsın ve lisenin bahçesi
genişlesin gibi çağ dışı bir görüşü savunuyorlar.
Böylece Köy Enstitüsü'nün son izleri de silinmek mi
isteniyor bilinmez!. Bu konuda Trabzon Valisi'ni, İl
Milli Eğitim Müdürü'nü göreve çağırıyorum.
Cumhuriyetin ulu çınarını çürümeye terk etmeyelim.
Yazıktır, günahtır. Tarih bunun hesabını biz
aydınlardan mutlaka sorar...
Karadeniz'de Son Nokta, Haber: Murat Cihan,
02.10.2013
|
HOŞAP KALESİ'NDE GİZLİ GEÇİT BULUNDU
2007 yılından beri Mehmet Top başkanlığında kazı
çalışmaları sürdürülen
Hoşap Kalesi'nde gizli geçit bulundu. Yrd.
Doç.Dr. Mehmet Top, 'Kalenin girişindeki burcun doğu
tarafından başlayarak 70 santimetre genişliğinde, 1
metre 60 santimetre yüksekliğinde ve 2 metre
gittikten sonra 31 merdivenle devam eden bir gizli
geçit bulduk.
Bağlantı noktalarını göremiyoruz, bunu önümüzdeki
senelerde yapacağımız kazı çalışmalarıyla
temizlediğimizde ortaya çıkaracağız. Merdivenlerden
aşağıya doğru inildiğinde 2 metre yükseklikte su
olduğunu gördük. Muhtemelen o dönemde kalenin su
ihtiyacını karşılamak amacıyla kullanılmış. Burada
kendi imkanlarımızla oluşturduğumuz dalgıç
sistemiyle suyu kullanıyoruz' dedi.
Sabah, 02.10.2013
|
SELÇUKLU MÜZESİ İHALE
İÇİN GÜN SAYIYOR
Gevher Nesibe
Medresesi'nin Selçuklu Müzesi haline getirilmesi
için Kayseri Büyükşehir Belediyesi ihaleye çıkıyor.
İhale 7 Ekim Pazartesi günü yapılacak. Büyükşehir
Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki Selçuklu Müzesi ile
Türkiye'de bir ilke imza atılacağını söyledi.
Anadolu Selçuklu
hükümdarlarından Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından
kardeşi Gevher Nesibe Sultan'ın vasiyeti üzerine
1206 yılında yapımına başlanan Gevher Nesibe
Medresesi Anadolu'nun ve Dünyanın ilk Tıp Fakültesi
konumunda bulunuyor. Selçuklu medeniyetinin
Türkiye'deki en önemli eserlerinden birisi olan
Gevher Nesibe Medresesi'nin Kayseri Büyükşehir
Belediyesi tarafından Selçuklu Müzesi haline
getirilmesi için önümüzdeki hafta ihale yapılacak. 7
Ekim Pazartesi günü yapılacak olan ihale ile
çalışmalarına başlanacak müzenin bu yıl sonuna kadar
bitirilmesi planlanıyor.
Gevher Nesibe
Medresesi'nin bir kısmı Selçuklu Medeniyeti ile
ilgili uygarlığı ön plana çıkaran bir müze, diğer
kısmı ise şifahiye özelliğini taşıyan tıp müzesi
olarak düzenlenecek. Selçuklu Uygarlığı ile ilgili
olan kısımda; 'Selçuklu Kenti', 'mimarisi',
'sanatı', 'bilimi', 'giysisi' gibi unsurlar ile
'Kayseri'de Selçuklular', 'Anadolu'da Selçuklular'
gibi kısımlar yer alacak. Şifahiye ile ilgili
kısımda ise; 'hastalıklar', 'tedavi yöntemleri ve
aletleri', 'bilginler', 'ecza', 'su ve sağlık',
'müzik ile tedavi', 'renk ile tedavi' gibi kısımlar
bulunacak. Müze içerisinde sergilenecek Selçuklu
Etnografik eserlerinin yanı sıra, etkileşimli ve
teknolojik görsellik içeren alanlar yer alacak.
Böylece ziyaretçilerin; dinleyerek, deneyerek,
uygulayarak ve teknolojik aletleri kullanarak
bilgilenmeleri sağlanacak. Ayrıca çocukların müzeyi
ve Selçuklu'yu sevmesi için de faaliyet alanları
oluşturulacak. Yine müze eyvan ve avluları ile bina
dış kısımlarında çeşitli konser ve kültürel
faaliyetlerin yapılacağı mekanlar bulunacak.
"TÜRKİYE'DE BİR İLK
OLACAK"
Büyükşehir Belediye
Başkanı Mehmet Özhaseki, Selçuklu Müzesi ile
Türkiye'de bir ilke imza atacaklarını ifade ederek,
"Ülkemizde her yönüyle Selçuklu eserlerinin yer
aldığı kapsamlı bir müze yok. Selçuklular, Türklerin
Anadolu'ya girişi ile başlayan ve devam eden önemli
bir medeniyet. Yüzyıllar içinde önemli eserler
bırakmışlar. Çok değişik medeniyetlerle ilgili
çalışmalar olmasına rağmen Selçuklu ile ilgili derli
toplu bilgi alabileceğimiz, elde bulunan
malzemelerin sergilendiği, bulunmayanların da
dijital ortamda yansıtılabildiği bir müze yok. Biz
şimdi bunu sağlamaya çalışıyoruz" dedi.
Kayseri Gündem,
02.10.2013
|
FRİGYA'NIN EN ESKİ KÖYÜ BULUNDU
Eskişehir ve Kütahya sınırında yer alan İnönü
İlçesi, Aşağı Kuzfındık Vadisi'nde bulunan Kanlıtaş
yerleşmesinde Frigya’nın dip tarihine ışık tutacak
yeni bir kazı çalışması başlatıldı. Ağustos-Eylül
ayları arasında gerçekleşen Kanlıtaş Höyüğü kazısı,
Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji
Bölümü öğretim üyesi Doç.Dr. Ali Umut Türkcan’ın
başkanlığında ve Eskişehir Eti Arkeoloji Müzesi
Müdürlüğü ortaklığında yürütüldü. “Frigya
Bölgesi’nde kültür tarihinin derinliklerine inen bir
kazı yoktu.” diyen Doç.Dr. Türkcan, Kanlıtaş
Höyüğü’nün MÖ 6000'e kadar gittiğini ve bu seneki
buluntuları itibari ile Frigya’nın en eski köyü
olabileceğini belirtti. Ardından, Kanlıtaş
Höyüğü’nde 3 yıl süren yüzey araştırmalarını ve
ilk kazı sezonunun nasıl geçtiğini değerlendirdi.
Doç.Dr. Ali Umut Türkcan, Kanlıtaş yerleşmesinin
Frigya Bölgesi kültür tarihi derinliklerini
araştırmayı hedefleyen bir kazı projesi olarak yola
çıktığını ve Kanlıtaş’ın bu seneki buluntuları
itibari ile Frigya’nın en eski köyü olabileceğini
söyledi. Nedenini ise şu şekilde açıkladı:
“Kanlıtaş, yaklaşık MÖ 6000'e kadar gidiyor. Buna
yakın bir yerleşmemizi, 1990’larda İstanbul
Üniversitesi tarafından kazılmış Eskişehir’de bu
bölgenin tarih öncesi kültürünü belirleyen Orman
Fidanlığı yerleşmesinde görüyoruz. Bu yerleşmelerin
genel karakteristik özelliği yaygın olarak vadi
tabanlarına kurulmuş görünen höyükler gibi olmaması.
Yerleşmeler, kaya üzerine ya da yamaç üzerine
kurulmuşlar.” Bunun nedenini hala bilemediklerini
ifade eden Doç.Dr. Türkcan, kazı yapma
sebeplerinden birisinin MÖ 6000'den özellikle de MÖ
3000'e kadar Porsuk Nehri'nin havzasında gelişen bu
yerleşmelerin karakterlerini anlayabilmek olduğunu
söyledi.
Bu bölgenin adı; “Porsuk Kültürü”
Batı Anadolu’da bu tarihlerde kültür tarihi
içinde bir boşluk olduğunu belirten Doç.Dr.
Türkcan, o dönem yerleşmelere "Kalkolitik Dönem
Yerleşmeleri" adı verildiğinin, Kalkolitik
yerleşmelerin Neolitik Dönem sonrası artık yavaş
yavaş gerçek madenciliğe başlayarak köylerin daha da
büyüyerek kentlere doğru evrimleştiği bir dönem
olduğunun; ancak o dönemin özellikle Batı Anadolu
ve Kuzeybatı Anadolu’da gelişim aşamalarının daha
yeni anlaşılmaya başladığının bilgisini verdi.
Türkcan, ayrıca “Bu kültürel gelişim, özellikle Orta
Anadolu’da Kapadokya’dan Doğu Marmara’ya kadar MÖ
5000'den itibaren kesintiye uğruyor. Yerleşmelerin
çoğunun ovalardan kayalıklara ve yamaçlara doğru
çekilmeye ve küçülmeye başladıkları düşünülüyor.”
dedi. Bu bölgede özel bir kültürün varlığının Orman
Fidanlığı kazılarında da tespit edildiğini söyleyen
Doç.Dr. Türkcan, 1992-95 yıllarında Orman Fidanlığı
kazılarının belirleyici olduğunu ve bu bölgedeki
kültüre “Porsuk kültürü” adı verildiğini de
kaydetti.
Doç.Dr. Ali Umut Türkcan, Osmanlı başlangıç
tarihini veren kale, Karacahisar Kalesi’nin
karşısında bulunan Orman Fidanlığı’nın Eskişehir’in
Kanlıtaş’la beraber en eski yerleşmesi; ancak
Kanlıtaş’ın daha da erken bir döneme, Neolitik
Döneme gittiğine dair birtakım kuşkuları olduklarını
belirtti.
Anadolu kültür tarihinde bu bölge yeniden
anlaşılacak
Çalışmalar sırasında ortaya çıkarılan buluntuları
değerlendiren Doç.Dr. Ali Umut Türkcan şunları
söyledi: “Bu malzeme Orman Fidanlığı kurtarma
kazılarından sonra ilk defa çıkıyor. Anadolu kültür
tarihinde bu dönem malzemesinin eşi yok. Yoğun
bezeme çeşitlerine sahip seramik malzeme bu bölgeye
özgün bir malzeme olup Porsuk Kültürü'nü
tanımlamamız için en önemli göstergelerdendir.”.
Doç.Dr. Türkcan, yerleşmelerin yansıttığı dönemin
Anadolu için olduğu kadar Balkanlar'ın tarih öncesi
kültür tarihi içinde bir soru işareti olduğunu
söyledi ve bu malzemenin bazı özelliklerinin
Balkanlar'da Eski Yugoslavya’da geniş bir alana
yayılan tarih öncesi Vinca Kültürü'nün öncüsü olduğu
varsayımlarının da son yıllarda tartışılmakta
olduğunu kaydetti.
"Konya, Çatalhöyük ile çağdaş bir
yerleşme olabilir"
Doç.Dr. Türkcan, Kanlıtaş’ın Porsuk Kültürü'nün
en korunaklı ve en büyük yerleşmesi olduğunu, şu
anda yerleşmenin yaklaşık 100 metre yarı çapında
olduğunu ve yerleşme merkezinin bir kayalığın
üzerine yapılandığını belirtti. “Büyük olasılıkla
kaya yüzeylerini de yerleşme için kullanmışlar.”
diyen Türkcan, bu seneki kazılarda MÖ 6000'in
evrelerine hemen ulaştıklarını ifade etti. Doç.Dr.
Türkcan kazılar ilerlediğinde, Eskişehir’de
Seyitgazi ve Çukurhisar’da tabakasız olarak tespit
edilen MÖ 7000 Neolitik Döneme ait bulgular ortaya
çıkarsa, Konya'nın Çatalhöyük ile çağdaş bir
yerleşme olabileceğinin altını çizdi.
Höyüğün, son evresinde terk edilmiş olabileceğini
belirten Doç.Dr. Türkcan bu durumu ise “Genel
olarak tepe kesimlerinde daha sonraki dönemlerden
dolayı tahribat olur; ama biz bunu görmedik ve
yüzeyin hemen altında yoğun bir malzeme ve dağılmış
duvarların, geniş ve yanık bir dolgunun içinde
höyüğe rastladık.” şeklinde açıkladı. Doç.Dr. Ali
Umut Türkcan, çalışmalar sırasında ortaya çıkartılan
taş duvarların olduğu yerde yıkılması ve
sürüklenmemesinin ilgilerini çektiğini belirtti.
Ayrıca 1-2 sene içinde yerleşim planını ortaya
çıkarmış olacaklarının da bilgisini verdi.
"Bölgede Paleolitik Dönem’e ait çok
zengin veriler ortaya çıktı"
Doç.Dr. Türkcan, 2008 ve 2009 yıllarında kazı
öncesi yapılan yüzey araştırmaları hakkında ise
“Geçen sene Ankara Üniversitesi ile yerleşme
eteğinde yapılan jeoradar çalışmalarında yerin
yaklaşık 3 metre altında birbiriyle benzer mekanlar
ortaya çıktı. Yerleşmenin bugünkü düzleminin çok
daha altında büyük bir yerleşmenin daha varlığını
anlıyoruz. Bu durum Kanlıtaş’ın bize düşündüğümüzden
çok daha büyük bir yerleşim olduğunu gösteriyor.”
dedi.
Kazının amaçlarına değinen
Doç.Dr. Türkcan, bu
döneme ait yerleşme birimlerinin mimarisinin yanı
sıra beslenme sistemleri, çevre iklim ile ilgili
etkileşimlerini Palinoloji, Arkeozooloji,
Jeomorfoloji gibi disiplinlerle beraber çalışarak
ortaya çıkarmayı hedeflediklerinden bahsetti.
Osmangazi Üniversitesi Mühendislik Mimarlık
Fakültesi Jeoloji Mühendisliği Bölümü ile ortak bir
çalışma başlatacaklarını söyleyen Doç.Dr. Türkcan,
bölgede Eskişehir kültür tarihinin en eski kültür
bulgularına rastladıklarını, höyüğün de bulunduğu
Kuzfındık Vadisi ve onun civarlarında en azından GÖ
300 bin yıl öncesine kadar giden Paleolitik Dönem’e
ait çok zengin taş alet verilerinin ortaya çıktığını
belirtti. Buluntuların İstanbul Üniversitesi
Prehistorya Anabilim Dalı’ndan Berkay Yalçın adlı
uzmanın incelediğini söyledi.
Kanlıtaş, bir mermer bilezik üretim
merkezi
Kazıyı yapmadan önce yüzey araştırmalarında diğer
önemli bir konunun birçok buluntu grubuna
rastlamaları olduğunu belirten Doç.Dr. Türkcan, en
dikkat çekici olanın ise iyi kalitede yapılmış
mermer bilezikler olduğunu kaydetti. Türkcan
“Burada yoğun mermer bileziklerin yapıldığını
keşfettik; çünkü yüzeyde düzinelerce mermer bilezik
var. Çalışmalar sırasında mermer bileziklerin yapım
teknolojilerini bütün aşamalarının görülmesi
nedeniyle Kanlıtaş’ın bir mermer bilezik üretim
merkezi olduğunu çok açık söyleyebiliriz.” dedi. Bu
sene açılan mekanlardan birinde daha önce benzerini
görmedikleri aletleri mermer bileziklerle beraber
ortaya çıkardıklarının bilgisini veren Doç.Dr.
Türkcan, bunların mermer bilezik üretimi ile ilgili
olduklarını düşündüklerini ve bu durumun ileriki
aşamada mermer bilezik işliklerinin daha fazla
çıkacağını gösterdiğini belirtti.
"Süt üretiminin çeşitlenmesini daha iyi
anlayabileceğiz"
Doç.Dr. Ali Umut Türkcan, Kanlıtaş Höyüğü kazısı
ile mimari ve yerleşim tipini anlama, dönemin
çevresel etkilerini değerlendirebilme ve özellikle
de o dönem yerleşmeleri üzerindeki çevre ile kültürü
arasındaki etkileşimi anlayabilmeyi amaçladıklarını
söyledi. Diğer önemli amaçlardan bir tanesini ise
şu şekilde dile getirdi: “MÖ 5000'e doğru Avrupa’da
süt üretiminin ve sütün yan ürünlerinin
kullanıldığını biliyorduk. Özellikle bu son 10
senedir önemli bir konu olmaya başladı.
Buradaki
kaplarda yağlipit analizi yaptırabilirsek,
olasılıkla süt üretiminin çeşitlenmesini daha iyi
anlayabileceğiz; çünkü anladığımız kadarıyla Orta
veya Batı Anadolu’dan Avrupa’ya giden bir beslenme
teknolojisi olabilir.” Orman Fidanlığı kazısında
kesinleştirilmiş mutlak tarihlendirmelerin
olmadığından, Porsuk Kültürü'nün daha iyi
tarihlendirmelere ihtiyaç olduğunu belirten Doç.Dr.
Türkcan, Anadolu Üniversitesinin de destekleri ile
radyo karbon tarihlendirmesi ve ısı ışıma
(termoluminesans) ile mutlak tarihlendirme yoluna
gitmeye çalışacaklarını söyledi.
Anadolu Üniversitesi Rektörlüğü’nden maddi
desteğin yanı sıra manevi ve teknik çok büyük bir
destek aldıklarını, bu nedenle kendilerine destek
veren herkese teşekkürlerini ileten Doç.Dr. Ali
Umut Türkcan, Eskişehir’e de Anadolu Üniversitesine
bir kazı evi kazandırdıkları için memnuniyetini dile
getirdi ve sözlerine şöyle devam etti: “Okulumuzun
yanı sıra Atölyeler Müdürlüğü ve Ayniyat
Müdürlüğü’nün çok büyük desteğini gördük.
Eskişehir’e sabit bir kazı evi kazandırdık. Bu kazı
evinde sadece yatakhane değil; laboratuvarlar da
kuruldu ve önümüzdeki 5-10 sene arasında devamlı
çalışması düşünülüyor. Türkiye’nin en saygın ve faal
kurumlarından biri olan üniversitemizi temsil eden
bir okul şeklinde çalışacak bu tesisi oluşturmanın
gururu içindeyiz."
e-gazete.anadolu.edu.tr, Haber:
Çiler Özceylan,
02.10.2013
|
TARİHE MECLİS HİMAYESİ
Erzurum’daki Aziziye
Tabyası’nın da aralarında bulunduğu 22 tabya ile
Konya’da Alaaddin Keykubat’ın yaptırdığı Kubad Abad
Saray Külliyesi, Meclis’e devredilerek yenilenecek.
Milli Sarayları
bünyesinde bulunduran Meclis, tarihi mekanları
kalkındıracak iki büyük projeyi gündemine aldı.
93 Harbi’nde Erzurum’da Nene Hatun’un
kahramanlığıyla tarihe geçen Aziziye Tabyası’nın
da bulunduğu 22 tabya ile Konya’da Alaaddin
Keykubat’ın yaptırdığı Kubad Abad Saray
Külliyesi, Meclis’e devredilerek yenilenecek.
Meclis Başkanlık Divanı bugünkü toplantısında
Milli Saraylar envanterini genişletecek
projelerle ilgili karar alacak. Toplamda 80
dönümü aşan iki tarihi mekan, Meclis tarafından
devralınıp milyonlarca liralık harcamayla
yeniden ayağa kaldırılacak. Sultan Abdülmecid’in
yaptırdığı ve 93 Harbi’nde Rus işgaline
uğradığında Nene Hatun’un kahramanlığına sahne
olan Aziziye Tabyası’nın da bulunduğu 35 bin 583
metrekarelik 22 tabya, Erzurum Harp Tarihi
Müzesi olarak düzenlenecek.
MİLLİ SARAYLARIN
İLKİ
Konya Beyşehir’de Selçuklu Sultanı Alaaddin
Keykubat’ın yaptırdığı Kubad Abad Saray
Külliyesi ve kalıntıları da 56 bin 895
metrekareye yayılıyor. Döneminde devlet
başkanlığı ve parlamento görevlerini üstlenen ve
tarihi milli sarayların öncüsü olarak görülen
Kubad Abad’ın Meclis’e devredilmesine
Cumhurbaşkanlığı da aracılık etti. 33 yıldan
beri Kubad Abad kazısını yürüten Prof.Dr. Rüçhan
Arık, bölgenin Meclis’in himayesine alınması
için Cumhurbaşkanlığı’na başvurdu. Arık,
başvurusunda tarihi alanı şöyle anlattı:
KURTULAN TEK ÖRNEK
“Teknik ve uygarlık göstergesi altyapı,
planlama, yapı türü ve dekorasyon özellikleri
belirlenebilen tek Selçuklu sarayı, toplumumuzun
oluşma aşamasından elimize kalan tek örnek Kubad
Abad Saray Külliyesi’dir ve Milli Saray
kavramına en çok uyan, bu nitelemeyi en çok hak
eden varlığımızdır. Yakın zamana kadar alelade
bir yıkıntı, bir harabe sanılan bu anıt
kalıntılarda Selçuklu sanatının diğer kollarına
ait eşsiz buluntular ortaya çıkarılmaktadır.
Yüksek kalitede resimli çiniler gibi sanat
ürünleri bütün dünyada tanınmakta ve merak
uyandırmaktadır.”
Erzurum Valiliği de devredilmesini istediği 22
tabyayla ilgili şu bilgileri Meclis’e gönderdi:
“Sultan Abdülmecit tarafından 1852 yılı haziran
ayında yaptırılan Mecidiye Tabyası geniş bir
avlunun doğusunda yay şeklinde bir plan üzerine
kurulmuş olan yan yana koğuş odalarından meydana
gelmektedir. Mevcut en eski tabya olması
sebebiyle daha sonra yapılan tabyalarda görülen
karargah pusu ve topçu odaları gibi yeniliklere
sahip değildir. Erzurum şehrine hakim bir tepede
kurulmuş ileri bir karakol ve kışla
konumundadır. 1877 yılı 7-8 Kasım gecesi
Rusların gerçekleştirdiği Aziziye baskınına
şahit olmuş, çarpışmaları baş-komutan sıfatıyla
Ahmet Muhtar Paşa bu tabyadan sevk ve idare
etmiştir.”
Hürriyet, Haber: Bülent
Sarıoğlu, 02.10.2013
|
KAPANMAYAN KÜLTÜREL YARALAR
İstannbul 2010 Avrupa
Kültür Başkenti olduğu sene, yapılanların
yapılmayanların dosyasının yeniden açılmasını
öneriyorum.
Ne zaman yabancı ülkelerde inşa edilen bir
kütüphane haberi, bu haberde kullanılan kıskandırıcı
fotoğrafları görsem, ne zaman yeni bir konser salonu
haberini okusam, alışılmış deyimle içim hun olur.
Başkent seçildiği yıl, bu kentte kalıcı hiçbir bina
yapılmadı. Ufak tefek çalışmalara devletin verdiği
ödenek eriyip gitti. Para nerelere harcandı, ayrıca
kimler yaptıkları işler için ne kadar para aldı? Bu
dosya açıldığında sanırım gerçekleri öğreneceğiz!
Baştan garip bir tutum seçildi. Kültür ve Turizm
Bakanlığı, bildiğim kadarıyla bu çalışmaların
dışında bırakıldı. Genel kanı, paraların sadece
restorasyonlara harcandığı. Ama hangi binalar
olduğunu da bilmiyoruz.
Tekrar tekrar aynı konuları yazmak, başta yazarı
daha sonra da okuru sıkar ama belki sonuç alırız
iyimserliğiyle bunları yazıyorum. Sık sık yazacağım,
önerimden sonuç alıncaya kadar da sürdüreceğim, aynı
konuyu başka yazarların da konu etmesi için ısrar
edeceğim.
İstanbul’da hala yeni bir kütüphanemiz yok, mahalle
kitaplıkları projesi bir türlü uygulanmıyor,
yürürlüğe konmuyor. Kütüphanelerin yüzölçümü
yeniliklere elverişli değil. Özellikle kütüphaneler,
genel mesai saatlerinden sonra da açık olmalıdır.
Şimdi dünyanın birçok ülkesinde uygulanan, uzun saat
uygulamaları, hatta 24 saat uygulamaları okurun
kitaba ulaşması açısından, yararlı önlemlerdir.
Hala kütüphanenin, konser salonlarının yokluğu, bu
kent için gerçekten bir ayıptır! Her ay yeni bir
gökdelenin yükseldiği ve bununla övünüldüğü bir
kentte, kültür binalarının olmaması, uluslararası
sıralamada bu şehrin kültürel değerini düşürüyor.
Kültür turizminin egemen olduğu bir çağda bu
eksiklik hissedilir derecede bu unvanı zedeliyor.
Çok yazdım. Tekrar ediyorum, belediyeler, yeni
adıyla yerel yönetimler trilyonların harcandığı
sitelere bir kütüphane binasının yapılmasını şart
koşmalı. Ayrıca küçük konser salonları, tiyatro
salonları da yaptırmalı.
Trafiğin bu kadar yoğun olduğu bir kentte bir yerden
bir yere gitmenin zorluğunu İstanbul başkent
seçildiği yıl halletmeliydi.
Hürriyet, Yazı: Doğan Hızlan, 02.10.2013
|
LOUVRE'DA İSLAMİ ESERLERE BÜYÜK İLGİ
Louvre Müzesi’nin İslam Sanatı için inşa edilen yeni salonlarının hizmetteki birinci yılında 1. 740. 000 ziyaretçi kabul ettiği açıklandı.
Açıklama geçtiğimiz günlerde Paris’in bu ünlü müzesinin Twitter hesabında yer aldı. 4. 600 metrekarelik bir alanda gerçekleştirilen serginin tasarımında İtalyan mimar Mario Bellini ve Fransız mimar Rudy Ricciotti imzaları var. Arap eserlerinin yanı sıra Türk ve Fars eserlerinin yer aldığı serginin açılışı 17 Eylül 2012”de Fransa Devlet Başkanı François Holand tarafından yapılmıştı. Holand sergiyi açarken tarihi eserlerin fanatizme karşı yapılan mücadeledeki önemine değinmiş ve “İslam’ı görmek istiyorsanız, İslam buradadır” ibaresini kullanmıştı. Louvre’daki İslam Sanatı koleksiyonu 2012 Eylül ayından itibaren Batı müze kültürünün yeni görünümünü daha da zenginleştiriyor. Toplamda 3 bin parça eserin yer aldığı sergi yüzyılların mirasını sunuyor.
Akşam, 02.10.2013
|
|
|
ESKİSİ KÜTÜPHANE OLARAK
HİZMET VERECEK
Süleymaniye Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Eğitim
ve Araştırma Hastanesi Zeytinburnu'ndaki yeni yerine
taşındı. Süleymaniye'deki eski binasının, 2009
yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı'na
devredilmesinin ardından Zeytinburnu'ndaki Semiha
Şakir ek binasında hizmet veren hastane, artık
Kazlıçeşme'deki yeni binasında hizmet verecek. Yeni
yerine taşınmasıyla birlikte, hastanenin Fatih'teki
eski binası ise yeniden gündeme geldi. Daha önce
kültür merkezi olması planlanan tarihi Süleymaniye
Doğumevi ile Darü'ş-Şifa binasında restorasyon
çalışmaları yürütülüyordu. Her iki mekan da
restorasyonu tamamlandıktan sonra Süleymaniye Yazma
Eserler Kütüphanesi bünyesine katılacak. Süleymaniye
Doğumevi olarak bilinen Eski Tıp Medresesi ve
Darü'ş-Şifa'nın Süleymaniye Kütüphanesi'ne tahsisi
ile birlikte kütüphane yeni birimler de ihdas
edilerek dünya standartlarında hizmet vermeye
başlayacak.
Sabah, 02.10.2013
|
ÇİFT KATLI TAVAF
Tarihi Osmanlı revaklarının yıkımını da kapsayan
Kabe’yi genişletme çalışmaları devam ediyor...
Proje nedeniyle daha önce bir bölümü yıkılan
çatı katındaki tavaf alanı kullanılamıyor.
Kabe’nin siluetini değiştiren çelik platformda
ise Kabe’yi göremeden tavaf yapılıyor.
Kabe’yi
Genişletme Projesi nedeniyle bu yıl tüm
ülkelerin hac kontenjanları azaltılmıştı. Ancak
yine de milyonlarca kişi Mekke’ye akın etti.
Bittiğinde Kabe’nin alanını üçte bir oranında
genişletecek olan proje nedeniyle daha önce bir
bölümü yıkılan çatı katındaki tavaf alanı
kullanılamıyor. Özellikle yaşlı ve engelli hacı
adayları tavaf sırasında büyük zorluklar
yaşıyor.
MİNARELER DE SÖKÜLÜYOR
Bu yıl Kabe’nin ziyaretçilerini
bekleyen bir başka sürpriz ise Kabe’nin
minarelerinin de sökülmeye başlanması. İlk etabı
tamamlanan proje kapsamında, Kabe’nin Al Bait
Kuleleri’nin tam karşısına denk düşen ve Umre
Kapısı olarak bilinen bölümde, Kabe’nin ana
giriş kapısı olarak inşa edilen yeni minarenin
önündeki iki eski minarenin büyük bölümü
yıkılmış durumda.
Razaman ayında tekerlekli sandalyeyle
tavaf eden hacılar arasında izdiham yaşanmıştı.
Çok daha kalabalık olan Hac döneminde aynı
izdihamın yaşanmaması için Kabe’nin etrafına iki
katlı, çelik bir platform yapılması
kararlaştırıldı. Ancak Suudi yönetimi platformun
tek katının yeterli olacağını belirterek ikinci
katı yapmadı. Tavaflarını izdiham halinde çelik
platformda yapmaya çalışan engelli hacı
adaylarını bekleyen bir diğer kötü sürpriz ise,
Kabe’yi bütün olarak görememeleri oldu.
Osmanlı revaklarının yıkımını da kapsayan
Kabe’deki genişletme çalışmaları, Süleymaniye
Camisi’ni restore eden, Ataşehir’deki Mimar
Sinan Camisi ile Çamlıca Camisi’nin yapımını
üstlenen Gülsoy Grup tarafından yürütülüyor.
Proje bittiğinde 50 bin kişilik olan tavaf
kapasitesi 200 bin, 400 bin olan namaz kılma
kapasitesi 1 milyon 500 bin kişi olacak. Bab-u
Sefa Kapısı da proje kapsamında yeniden aslına
uygun olarak restore edilecek.
3 YILDA BİTECEK
Acil durumlarda hacıların tahliyesi
için de düzenleme yapılacak. Tavaf ve say
arasında, kadınlar için 2 bin kişilik yer
açılacak. Birinci kat yaşlı ve engelli hacıların
tavaf alanı olarak kullanılacak. 5 bin işçinin
çalıştığı proje 3 yılda tamamlanacak.
BU yıl yaklaşık 2 milyon kişinin beklendiği
kutsal topraklarda, Hac vazifesini yerine
getirecek olan toplam 59 bin 200 Türk hacı
adayından 44 bin 748’i Mekke’ye ulaştı. Bu
sayının dışında da 8 bin 283 Türk hacı adayı
Suudi Arabistan’a gelecek. Bu yıl şu ana kadar 9
Türk hacı adayı kalp krizi ve kalp yetmezliği
nedeniyle hayatını kaybetti.
Hac mevsimi nedeniyle, Türk işçiler Hac
vizeleri olmadığından izne ayrılıp yurda döndü.
Kısıtlama nedeniyle Mekke’de oturum izni
olmayanların da şehre giriş-çıkışları
yasaklandı.
Bu yıl tavaf yapmakta zorlanan hacı
adaylarının bir bölümü, Kabe’yi yıkım nedeniyle
şu anda tavaf yapılması mümkün olmayan üst
katlardan izledi. Daha şanslı olan VIP hacılar
ise Kabe’yi Al Bait Kuleleri’nin terasından,
vantilatörlerin serinlettiği açık havada,
kahvelerini yudumlayarak izlemeyi tercih etti.
Avludaki izdihama girmek istemeyen yaşlı ve
engelliler önceden revakların olduğu çatıdan
tavaf ederdi. Revaklar taşınmaya başlayınca
burada tavaf imkansız hale geldi.
Kabe’nin avlusuna çelik platform inşa
edildi.Tavaflarını çelik platformda yapan
engelli hacı adayları ise korkuluklar nedeniyle
Kabe’yi göremiyor.
Hürriyet, Haber: Fatma Aksu, 02.10.2013
|
ATATÜRK MÜZESİ 2 YILDIR KAPALI!
İstiklal Savaşı ve İzmir’in kurtuluşunda simge
yerlerden biri olarak bilinen İzmir Atatürk Müzesi
restorasyon gerekçesiyle 2 yıldır kapalı.
2013 yılında tamamlanması öngörülen İzmir Atatürk
Müzesi’nde, çalışmaların henüz başlamaması tepkileri
de beraberinde getirdi. İzmir İl Kültür ve Turizm
Müdürü Abdülaziz Ediz ise şu bilgileri verdi,
“Ödenek sıkıntı olmadı. Müze tarihi ve çok özellikli
bir yapı olduğundan proje safhası biraz zaman aldı.
Hazırlanan proje kuruldan geçerek ihale aşamasına
geldi. Restorasyon ihalesi Kasım sonuna kadar
tamamlanıp çalışmalara başlanacak. Proje aşamasının
2 yıl sürme nedeni ciddi zemin etütleri ve binanın
statik çalışmalarından kaynaklandı. 2015 yılının
başlarında bitirilecek.”
26 Ekim’de protesto
ADD İzmir Şubeleri Eşgüdüm Başkanı Ali Yanar ise 26
Ekim Cumartesi günü müze evin önünde protestoda
bulunacaklarını belirterek, “Atatürk Müzesi’nin iki
yıldır kapalı tutulması, İzmirliler’i üzüyor. Kültür
ve Turizm Bakanlığı yenileme çalışmalarını bahane
ederek Atatürk’e ait eşyaları 2 yıldır evin
deposunda çürümeye terk etti. 2011 yılına kadar
ziyarete açık olan müze birdenbire nasıl oluyor da
kullanılmaz, içine girilemez duruma geliyor? Müze
neden kapatılıyor. Proje hazırsa İzmirliler olarak
her türlü katkıyı yapmaya hazırız. Otele izin
vermeyiz” diye konuştu.
Atatürk’le aynı yaşta
Atatürk Müzesi Köşkü 1875-1880 yıllarında halı
tüccarı Takfor tarafından yaptırıldı. Neoklasik
tarzdaki bina, bodrum, zemin, birinci ve çatı katı
olmak üzere 852 metrekarelik bir alanı kaplıyor.
İzmir’in kurtuluş günü olan 9 Eylül 1922 tarihinde
sahibi tarafından terk edilen köşk, hazinenin
mülkiyetine geçti.
Vatan, Haber: Mert İnan,
02.10.2013
|
AKSARAY EVLERİNE RESTORE
Tarihi Aksaray evleri, Belediye Başkanı Nevzat Palta'nın sahip çıkması ve restore ettirmesiyle yeniden bütün ihtişamı ve güzelliği ile ortaya çıktı.
Belediye Başkanı Nevzat Palta'nın tarihi evlerin tarihi dokusunu gün yüzüne çıkarması vatandaşları memnun ediyor.
Başkan Palta, restore edilen evlerin en güzel şekilde değerlendirileceğini belirterek, "Klasik Aksaray evlerinden iki tanesi. 1900'lü yılların başları 1904-1905 gibi yapılmış. Tabii uzun yıllar bu binalarımızda değişik insanlarımız, milletvekilleri uzun süre oturmuşlar ve burada güzel hizmetler vermişler. 2 bina görülüyor, ama bu yandaki bina 2 tanesinin birleşiminden oluşmuş. 3 konak diyebiliriz rahatlıkla. Ama birleştirilerek büyük bir konak elde edilmiş. Bunun gibi Aksarayımızda onlarca bu mimari tarzda yapılmış, oluşturulmuş tarihi Aksaray evlerimiz var. Burası geçmiş yıllarda Aksaray Belediyesi'ne kazandırıldı. Burayı Aksaraylı hemşehrilerimizin veya dışarıdan gelen insanlarımızın kullanımına sunacağız. Sosyal ve kültürel faaliyetlerde kullanacağız. Yani bu hanımlara yönelik olabilir, gençlere yönelik olabilir. Dışarıdan gelen misafirlerimize veya Aksaraylı insanlarımıza otantik ve tarihi bir mekan içerisinde hizmet etme şansımız olacak." dedi.
Aksaray Kent Haber, 01.10.2013
|
|
|
ANADOLU'NUN MİRASI DÜNYAYA AÇILIYOR
UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’ne giren ve girmeye aday olan tarihi eserleri tüm dünyaya tanıtmak için Türkiye’den genç bir belgeselci ekibi yola çıktı.
Türkiye’nin ‘Anadolu Mirası’ adlı ilk 6K belgeseli için Red Epic Dragon ve Black Magic kameralar kullanarak, insansız hava aracı (İHA) ve multikopterlerle, 23 şehirdeki 31 kültür mirasını havadan ve yerden çekecek ekibi, UNESCO ile Kültür ve Turizm Bakanlığı da destekliyor. “Amacımız ülkemizin güzelliklerini ve kültürel mirasını yerli ve yabancı turiste tanıtarak Türkiye’ye katkıda bulunmak” diyen ‘Anadolu Mirası’ belgeselinin yapımcı ve yönetmeni Cenk Kalava, çalışmalarına tarihçi ve arkeologlardan oluşan akademik bir kadronun sürekli olarak destek verdiğini ve tarihi dokuyu tüm doğallıyla belgesellerine taşımayı planladıklarını anlatıyor. Senaryosu tamamlanan ‘Anadolu Mirası’ belgeseli, çekimleri ve montajı bittikten sonra başta TRT olmak üzere ulusal ve global televizyon kanallarında yayınlanacak. Belgeselde UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan Göreme ve Kapadokya Milli Parkı, İstanbul Tarihi Yarımada, Divriği Ulu Camisi ve Darüşşifası, Hattuşaş Boğazköy, Nemrut Dağı, Pamukkale Hierapolis, Safranbolu, Çatalhöyük ve Truva arkeolojik kenti ile listeye girmeye aday İshakpaşa Sarayı, Kekova ve Karain Mağarası gibi pek çok kültür mirası yer alacak.
Hürriyet, 01.10.2013
|
6 ASIRLIK KÖPRÜ RESTORE EDİLECEK
Edirne Uzuköprü'de Ergene Nehri üzerinde bulunan ve dünyanın en uzun taş köprüsü kabul edilen "Uzunköprü" 3 yıl sürecek restore sürecine giriyor.
Karayolları Genel Müdürlüğü dünyanın en uzun taş köprüsünün restorasyonu için düğmeye bastı. Projesi hazırlanan köprünün onarımı anıtlar kurulunun onayıyla başlayacak. Onarım sonrası trafiğe kapatılacak köprü, elektrik işletmesi tarafından aydınlatılarak turizme hizmet verecek. Yapılacak çalışma 3 yılda tamamlanacak. İlçeye ismini veren eski adı Ergene Köprüsü olan köprü,1426-2443 arasında Osmanlı padişahı 2.Murat tarafından dönemin baş mimarı Müslihiddin'e yaptırıldı.174 kemeri bulunan köprü,1392 metre uzunluğunda, 680 metre genişliğindedir.
Osmanlı'nın, Balkanlar'a yapacağı fetihlerde doğal engel olarak karşısına çıkan Ergene Nehri'ni aşmak için kurulan köprü, Türk ordusunun akınlarını kışın da sürdürebilmesini sağladı. En son 1963'te onarıldığı belirtilen köprünün restore edilerek ömrünün uzatılması hedefleniyor.
haberler.com 01.10.013
|
|
VAHDETTİN KÖŞKÜ'NDEKİ ÇALIŞMALAR SON AŞAMADA
Son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in tahta geçmeden
önce yaşadığı Çengelköy’deki Vahdettin Köşkü’nde
çalışmalar tamamlandı. Yıkılarak yeniden yapılan
köşk, iddialara göre Başbakanlık Çalışma Ofisi
olarak kullanılacak.
Boğaziçi Köprüsü’nü kullanarak Anadolu Yakası’na
geçerken sol tarafa bakarsanız, Çengelköy’ün
hemen üzerindeki tepede Vahdettin Korusu’nu
görürsünüz. Korunun tam tepesindeki iki dev yapı
ise, tarihi Vahdettin Köşkü yıkıldıktan sonra
yerine yapılan replika Vahdettin Köşkü’dür.
SOĞAN BAŞLI KUBBELİ
Osmanlı’nın son padişahı Vahdettin’in adını
taşıyan köşk, 2. Abdülhamit’in padişahlığı
döneminde Fransız-Türk levanten Mimar Alexandre
Vallaury’ye yaptırıldı. Soğan başlı kubbesiyle
mimari açıdan nadir yapılar arasında gösterilen
köşkün bulunduğu 60 dönümlük koru içinde küçük
köşkler, bahçıvan evi ve sera da yer alıyordu.
Köşk 1984 yılında, korunması gerekli taşınmaz
kültür varlığı olarak tescillendi.
Turgut
Özal’ın başbakanlığı döneminde korudaki köşkler
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından restore
edildi. Restorasyon çalışmalarını yıllar sonra
inceleyen İstanbul 6 Numaralı Kültür
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, yıllar önce
yapılan restorasyon sırasında köşklerin
betonarme olarak yenilendiğini üzerinin de ahşap
ile kaplandığını tespit etmiş ve tarihi
yapıların yıkılıp aslına uygun olarak yeniden
inşa edilmesine karar verdi.
TAMAMEN YIKILDI
Restorasyon geçiren ancak aslına uygun
yapılmayan çalışmalar sonucu harap hale gelen ve
aralarında Vahdettin Köşkü’nün de bulunduğu
yapılar yaklaşık 3 yıl önce tamamen yıkıldı.
SON SENARYO
Restorasyonun başında turistik tesis, daha
sonra yabancı devlet adamlarının kalacağı konuk
evi olacağı konuşulan Vahdettin Köşkü için son
senaryo ise Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’ın ofisi olacağı yönünde.
İddialara göre, geçtiğimiz günlerde onaylanan
Çengelköy’deki dev kamulaştırmanın amacı da,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın köşke gelip
gidişi sırasında trafiğe takılmaması için
yapıldı.
ÇENGELKÖY’Ü DEĞİŞTİRDİ
Bakanlar Kurulu, İstanbul Büyüşehir
Belediyesi’nin talebi üzerine toplam 4 bin
metrekarelik arazinin ‘acele kamulaştırlmasına’
karar verdi.
18 Haziran 2013 tarihli Bakanlar Kurulu
kararı Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’ün onaylamasından sonra 2
Temmuz tarihli Resmi
Gazete’de yayınlandı. Hazırlanan palana
göre, Boğaziçi Sahil Şeridi ve Öngörünüm Bölgesi
Uygulama İmar Planı ve Vahdettin Köşkü ve
Çevresi Yol Düzenlemesi Projesi kapsamında
vatandaşların tapulu arazilerinden 61 parselde,
2 metrekareden 197 metrekareye varan istimlak
yapılacak. Proje kapsamında Çengelköy’deki
ışıklar kaldırılıp, Çengelköy’den Boğaziçi
Köprüsü yönüne olan trafik tek yönlü olacak. İBB
tarafından daha önce kamulaştırılan ve halen
otopark olarak kullanılan 28 dönümlük araziye de
iki katlı yer altı otoparkı yapılacak.
Hürriyet, 01.10.2013
|
NADİDE ÇİNİLERİ KIRAN RESTORASYON FİRMASINA REKOR CEZA
Konya
Sahip Ata Külliyesi’ndeki 730 yıllık Selçuklu
çinilerini tahrip etme suçlamasıyla yargılanan
Gündağ Turizm İnşaat Ticaret ve Sanayi Limited
Şirketi ve yöneticileri, 1 milyon 246 bin TL
tazminat ödeyecek.
Türkiye’de restorasyon sırasında birçok tarihi
eses zarar görüyor. Sahip Ata Külliyesi de zarar
gören tarihi mekanlardan birisi. 2005 yılındaki
onarım, adeta faciayla sonuçlandı. Eyvan ve türbe
duvarlarındaki mor renkli altıgen Selçuklu
çinilerinden oluşan panolar kırılarak, yerlere
serildi.
Nadide çinilerin bu halini gören birçok
kişi gözyaşlarını tutamadı. Kırılanlar
birleştirildiğinde 437 çininin kayıp olduğu ortaya
çıktı. Mahkeme kayıtlarına göre, 7 Temmuz’da
restorasyon ihalesini alan Gündağ Turizm İnşaat
Ticaret ve Sanayi Limited Şirketi ile Vakıflar Bölge
Müdürlüğü arasında sözleşme imzalandı ve firma
çalışmalara başladı. 30 Temmuz günü firma
işçilerinin hangahın eyvan bölümündeki çini panoları
tahrip ettiği ve harç malzemesi olarak kullandığı
tespit edildi. 4 Ağustos’ta firmanın sözleşmesini
fesheden Vakıflar Bölge Müdürlüğü, Konya
Adliyesi’nde firma ve yöneticiler Aşur, Mikdat ve
Seher Taştan aleyhine tazminat davası açtı.
Konya 1. Asliye Mahkemesi’ndeki tazminat
davasında mahkeme heyeti, eyvan bölümündeki altıgen
700 adet çininin yerinden sökülerek tahrip
edildiğini, hangahın türbe bölümünün batı ve güney
cephesindeki 437 çininin ise yerinden söküldüğünü ve
halen kayıp olduğunu belirledi. Mahkemenin talebi
üzerine hazırlanan bilirkişi raporunda, tahrip
edilen ve kaybolan Selçuklu dönemi çinilerinin
zararının ölçülemez olduğu ifade edildi. Piyasada
alınıp satılan bir ürün olmadığı için fiyat
belirlenmesi zor oldu. 5 kez bilirkişi raporu
hazırlandı ve sonunda tahrip edilen her bir çiniye
bin TL fiyat biçildi. Kararını açıklayan Konya 1.
Asliye Mahkemesi, Gündağ Turizm İnşaat Ticaret ve
Sanayi Limited Şirketi ve yöneticilerini tazminat
ödemeye mahkum etti. Mahkeme heyeti, tahrip edilen
700 çini için 700 bin TL, yerinden sökülen ve halen
kayıp olan 437 çini için ise 546 bin 250 TL olmak
üzere toplam 1 milyon 246 bin TL tazminat miktarı
belirledi. Heyet, tazminatın dava tarihinden
itibaren işletilecek yasal faiziyle birlikte
davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsil
edilerek, davacıya verilmesine hükmetti. Davalıların
temyiz etmesi üzerine dosya Yargıtay’a gitti.
Gündağ Turizm İnşaat Ticaret ve Sanayi Limited
Şirketi yöneticisi Aşur Taştan, kararı temyiz
ettiklerini belirtiyor. Kendilerine komplo
kurulduğunu öne süren Taştan, “Çinileri kırmadığımı
mahkemede belgeledim. Bilirkişi raporları ve kamera
kayıtları, restorasyonu biz devralmadan çinilerin
kırıldığını gösteriyor. Biz acemi firma değiliz ki
çinileri kıralım. Türkiye’de adalet yok.” dedi. Öte
yandan Konya Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün firma
yöneticisi aleyhine açtığı ceza davası da sürüyor.
Konya 5. Asliye Ceza Mahkemesi, restorasyonu yapan
firma yetkilisine 18 ay hapis cezası verdi. Dosya da
şu an Yargıtay’da.
Zaman, Haber: Ünal Livaneli - Muzaffer Salcıoğlu,
01.10.2013
|
"ARAPGİR ESERİ EN YOĞUN
İLÇE"
Malatya Fotoğraf ve
Resim Sanatı Derneği (MAFDER) üyelerinden oluşan bir
grup geçtiğimiz hafta sonu Arapgir'de Bağbozumu
Fotoğraf Maratonu düzenledi.
MAFDER Arapgir'e
indikten sonra topluca yenen kahvaltının ardından
Bağbozumu Fotoğrafları yakalamak için Koru Köyüne
hareket etti. Burada bir süre üzüm bağlarında çekim
yaptıktan sonra ilçe merkezine gelerek çarşıaltı
mevkini gezdi. Ekip daha sonra Belediye Başkanı
Haluk Cömertoğlu rehberliğinde Osmanpaşa (Eskişehir)
vadisine giderek buradaki tarihi, doğal ve turistik
mekanları gezdi. İlçe merkezinde Malatya
Milletvekili Öznur Çalık ile karşılaşan MAFDER
üyeleri, önce şaşırdılar daha sonra bir müddet
milletvekili ile sohbet ettiler.
Osmanpaşa Vadisi'nde
Belediye Başkanı Cömertoğlu ile röportaj
gerçekleştiren MAFDER üyeleri, Arapgir'le ilgili,
belediye ile ilgili sorular sordular. Cömertoğlu ise
yaptığı açıklamada şunlara değindi; "Bugün, bizim
çalışma alanlarımızı gezmiş, görmüş, karelemiş
oldunuz. Kültür ve tarih mirası Malatya'nın en yoğun
ilçesi olan Arapgir'desiniz. 200 tescilli eser, 395
geleneksel konut, doğal ve tabiat varlıklarıyla da
müthiş bir varlık sebebi. Arapgir'deki varoluş ve
bugüne kadar aktarılan kültürel doku 2009'dan bugüne
el koymamızla yön değiştirdi. Aslında herşey toprak
altında kalmaya doğru gidiyorken, şu an tarihi
eserlerimiz ortaya çıkıyor, birer birer restore
ediliyor ve Malatya'nın zenginiyiz dediğimiz bir çok
eser son 3 yıl içerisinde tescil edilerek, röleve
çalışmaları yapılarak restore edilmeye çalışılıyor.
Arapgir doğal ürünleriyle, doğal yapısıyla, kendine
has bazı varlıklarıyla öne çıkmış bir yerdir. Burada
bizlerle birlikte tarihe ve doğaya şahitlik etmek
üzere buralara kadar gelen tüm katılımcılara
teşekkür ederim."
Gezi ile ilgili olarak
bir açıklama da MAFDER'den geldi. Yetkililerce
yapılan açıklamada Belediye Başkanı Haluk
Cömertoğlu'na ve gezi süresince kendilerine yardımda
bulunanlara teşekkür edildi.
Malatya Haber,
01.10.2013
|
AYASOFYA'NIN MERMERLERİ İASOS'TAN GİTMİŞ
Ayasofya Müzesi'nde kullanılan kırmızı renkli
mermerlerin Muğla'nın
Milas İlçesi'nde bulunan
İasos Antik Kenti'nden gönderildiği belirlendi.
Milas İlçesi'ne bağlı Kıyıkışlacık
Köyü'ndeki
İasos Antik Kenti'nde, Kültür ve Turizm
Bakanlığının izniyle Viterbo Tuscia Üniversitesi
tarafından yürütülen kazı çalışmaları devam ediyor.
Kazı çalışmalarında, Kültür ve Turizm Bakanlığı,
Viterbo Tuscia Üniversitesi ve Muğla Sıtkı Koçman
Üniversitesinden 28 uzman görev yapıyor.
İasos Antik Kenti Kazı Başkanı
Prof.Dr.
Marcello Spanu, AA muhabirine yaptığı açıklamada,
İasos'un, döneminde çok önemli bir liman kenti
olduğunu, dünyada çok az örneği bulunan kırmızı
renkli mermerlerin de burada çıkarıldığını anlattı.
İasos'tan çıkarılan kırmızı mermerin gemilerle başta
İstanbul olmak üzere dünyanın çeşitli kentlerine
gönderildiğine dikkati çeken Spanu, "MS 6. yüzyılda
yapımına başlanan
Ayasofya'nın duvar panolarında kullanılan
kırmızı renkli mermerlerin buradan gönderildiğini
belirledik" dedi.
Mermeri hidrolik sistemle kesiyorlardı
Kırmızı mermerin kutsal mekanlar ile bazı idari
yapılarda kullanıldığını vurgulayan Spanu,
mermerlerin Roma döneminde geliştirilen hidrolik bir
sistemle gelen siparişe uygun biçimde, ocak işçileri
tarafından kesildiğinin altını çizdi. Spanu,
"Araştırmalarımızda bir taş ocağı işçisinin, yaptığı
işi ve duasını anlattığı yazıt bulduk. İasos'taki bu
mermer ocağı, döneminde çok etkin kullanılan ve
yoğun sipariş alan bir işletmeymiş" diye konuştu.
Spanu, İasos'taki kırmızı mermerin ayrıca İtalyan
şair Dante'nin Ravenna kentindeki mezarında,
Yunanistan ve İsrail'deki bazı idari yapılarda da
kullanıldığını belirlediklerini ifade etti.
Habertürk, 30.09.2013
|
TARİHİ ÇEŞMEYE ŞAKA GİBİ YENİLEME
Çengelköy’deki 159 yıllık
Kavas Ahmed Ağa Çeşmesi’nin başına gelenler şaka
gibi! Tarihi çeşmeye tesisat döşediler, musluğun
etrafına beton attılar, üstelik musluğu da ters
taktılar.
Kaderine terk edilen, bakımsızlıktan dökülen,
çöplüğe çevrilen, depo olarak kullanılan tarihi
çeşmelerle ilgili sayısız örnek gördünüz bu
sütunlarda... Hatta geçtiğimiz haftalarda, asırlık
bir çeşmeye klima takıldığını göstermiştim. Şimdi,
yine bir tarihi çeşmenin başına gelenleri
anlatacağım. Çengelköy’deki
Kavas Ahmed Ağa Çeşmesi’nin hikayesi, ‘güler
misin, ağlar mısın’ dedirten cinsten...
KİM İZİN VERDİ?
1854 yılında yapılan ve Çengelköy’ün en önemli
kültürel miraslarından biri olan bu çeşmenin halini
görenler gözlerine inanamıyor şu günlerde. Zira bu
tarih yadigarına öyle şeyler yapılmış ki şaka gibi!
Güya tarihi çeşmenin yeniden kullanılmasını sağlamak
istemişler. Bunun için de çeşmeye tesisat
döşemişler. Evet... Mermerlerin üzerinden borular
geçirmişler resmen. Bu kadarla kalsa iyi. Takılan
muslukların etrafı da betonla sıvanmış. Musluklar da
öyle tarihi dokuya uygun, estetik falan değil,
rastgele seçilmiş... Ve... Bu çeşmeye yeniden hayat
vermek isteyenler, musluğu da ters takmış üstelik.
Sanki birileri bu tarihi eseri katletmek için özel
olarak çaba göstermiş ve başarılı da olmuş. Peki bu
olup bitenleri belediyesi, vakıfları hiç mi görmez?
Bu sözüm ona çeşmeye hayat verme operasyonuna kim
izin verir, yapılanları kimse denetlemez mi?
Habertürk, Haber: Esra Boğazlıyan, 30.09.2013
|
ATATÜRK'ÜN BABA EVİ ASLINA UYGUN ANI EVİ
Atatürk ’ün babası Ali Rıza Efendi’nin
Makedonya’nın Jupa İlçesi’ne bağlı Kocacık Köyü’nde
doğup büyüdüğü ev aslına uygun şekilde yeniden
yapıldı. Sadece temelleri kalan yapı, bir buçuk yıl
gibi kısa sürede yeniden ayağa kaldırıldı ve anı
evine dönüştürüldü. Proje, Kültür Bakanlığı’nın
girişimleriyle, Makedonya Kültür Bakanlığı,
Türkiye İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı
Başkanlığı (TİKA) ile Jupa Belediye Başkanlığı
tarafından imzalanan protokolle hayata geçirildi.
Önümüzdeki günlerde ziyarete açılacak ev için
yapılan arşiv ve saha çalışmalarında, sadece Kocacık
Köyü’ndeki değil, bölgedeki diğer yerleşim
merkezlerindeki Osmanlı evlerinin özgün mimarisi tek
tek incelendi.
Akşam gazetesinin haberine göre Ali Rıza Efendi’nin
evi,
Kültür ve Turizm Bakanlığı ’nın çalışmalarıyla
yöresel etnografik özelliklere uygun bir anlayışla
Atatürk’ün aile hatırasını ve ruhunu yaşatacak. İki
binadan oluşan evde, Kocacık Yörüklerinin
Makedonya’ya göçü hakkında bilgi veren Kocacık Anı
Odası, Ali Rıza Efendi’nin babası Kızıl Hafız Ahmet
Efendi ile annesi Ayşe Hanım, Çocuk Mustafa ve
Makbule Hanım, Ali Rıza Efendi ve Zübeyde Hanım Anı
odaları, Genç Mustafa Kemal’in Balkan günlerini
yansıtan bir canlandırma köşesi, yöresel motiflerle
beraber ziyaretçilerin beğenisine sunulacak. Anı
evinde ayrıca Atatürk’ün hayatı ve Makedonya’da
yaşayan Türk toplumuna ilişkin bilgiler veren
interaktif bilgi ekranları bulunacak ve belgesel
sunumları yapılacak.
Anı evindeki tüm bilgiler Türk Tarih Kurumu öğretim
üyeleri tarafından derlenerek bilimsel içerik
sağlandı. TİKA tarafından finanse edilen projede
Makedonya Kültür Bakanlığı da işletme ve program
faaliyetlerine yönelik giderleri karşıladı.
Radikal, 30.09.2013
|
NURUOSMANİYE'NİN ALTINDAN BİR NURUOSMANİYE DAHA ÇIKTI
Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün
Nuruosmaniye Camii'nde 17 milyon TL'lik bütçeyle
yaptırdığı restorasyon; mimarlık tarihi açısından
çok önemli 2 sırrı günyüzüne çıkardı. Osmanlı
mimarisinde bir dönüm noktası kabul edilen ilk barok
cami Nuruosmaniye'de Türkiye'nin ilk fore kazık
sistemine ulaşıldı. Restorasyon ekibi, bunun
sevincini yaşarken 'Osmanlının Nuru' diye bilinen
Nuruosmaniye Camii'nde çalışmalar gerçek anlamda
derinleştirildi.
420 KAMYON BALÇIK
Caminin altından tam 420 kamyon balçık
çıkarılarak, 8.5 metre derine inildi. 255 yıllık
tarihi caminin altında şimdiye kadar hiç kimsenin
bilmediği; 825 metrekare kullanım alanlı, 2 bin 42
metrekare büyüklüğünde bir alana ulaşıldı. 12'si oda
toplam 19 bölme ve halen işlev gören bir kuyuya
ulaşıldı.
17 MİLYON TL'LİK RESTORASYON
Vakıflar Genel Müdürlüğü camiyi, 2 yıl önce
restorasyona aldı. Aslına uygun restorasyon için
Prof.Dr. Füsun Alioğlu,
Prof.Dr. Feridun Çılı, Doç.Dr. Ahmet Güleç ve
Yard. Doç.Dr.Ahmet Vefa Çobanoğlu'ndan Süleymaniye
Bilim Kurulu oluşturuldu. Restorasyon için şimdiye
kadar toplam 17 milyon ödenek ayrılırken, ortalama
20 milyon TL'ye tamamlanması ve 2014'de tamamen
bitirilmesi hedefleniyor.
12 ODA 19 BÖLÜM
Bir su sarnıcına da benzeyen yapı topluluğu
içerisinde revaklı avlunun tamamını içerisine alan
12 oda dahil 19 ayrı bölümden oluşan sütunların yer
aldığı ve Yerebatan Sarnıcı'na benzeyen bir yapı
topluluğuna ulaşıldı.
ERTEM: MÜZE OLARAK DEĞERLENDİRİLEBİLİR
Vakıflar Genel Müdürü Dr. Adnan Ertem: "Nuruosmaniye
Camii'nin altında bir Nuruosmaniye daha var.
Cami yapısı gibi bir yapı topluluğu daha ortaya
çıktı. Asırlar önce depreme karşı radye temel
kullanılmış. İlk kez ulaşıldı. Sütunlar, bölmeler ve
bir de su toplama kuyusu var. Su terazisi gibi olan
kuyu bugün de işlevini görüyor. Mahmutpaşa Cami
civarında bir çeşmeye hatta Haliç'e kadar ulaşan bir
drenaj sağlıyor. Sultanahmet Camii'nin restorasyonu
sırasında da röntgenini çektik. Böyle bir yapı
topluluğu yoktu. Bir camii altında ilk kez böyle bir
yapıya ulaştık. Müze olarak da değerlendirilebilir."
'KAPALIÇARŞI, NURUNU KAÇIRMIŞ'
Vakıflar 1.Bölge Müdürü İbrahim Özekinci:
"Kapalıçarşı tadilat geçirirken, molozları camiye
dökülmüş. Dış mekanda yine Kapalıçarşı yangınlarıyla
çıkan karbonlar caminin her yerine yapışmış,
simsiyah olmuştu. Nuruosmaniye'nin adeta nuru
kaçmıştı. Mikro kumlamayla temizlendi. Çalışmalar
sürüyor."
Habertürk, 30.09.2013
|
"MİMAR SİNAN'IN ÇIRAKLIK, KALFALIK, USTALIK DÖNEMİ
YOKTU"
Harvard
Üniversitesi Ağa Han İslam Sanatı Kürsüsü Profesörü
ve Ağa Han İslam Mimarisi Programı'nın direktörü
Gülru Necipoğlu'nun daha önce İngiltere Reaktion
Book Yayınevi ve Amerika Princeton Üniversitesi
Yayınları tarafından yayımlanan The Age of Sinan:
Architectural Culture in the Ottoman adlı eseri,
“Sinan Çağı: Osmanlı İmparatorluğu'nda Mimari
Kültür” (Bilgi Üniversitesi Yayınları) adıyla
Türkçeye çevrildi. Bilgi Üniversitesi tarafından,
kitap vesilesiyle geçen hafta düzenlenen “Sinan ve
Palladio” adlı konferansa katılmak üzere İstanbul'a
gelen Necipoğlu, 20 yıl önce tasarladığı eserinde
Mimar Sinan ile ilgili ezber bozan bilgiler veriyor,
farklı bir 'Mimarbaşı' portresi çiziyor.
İstinye'deki evinde yaptığımız röportajda Necipoğlu
ayrıca, Topkapı Sarayı, 2010'da yapılması planlanan
Sur-i Sultani projesi, son yıllardaki selatin cami
özlemi ve restorasyonlarla ilgili eleştirilerde
bulundu.
Kitabınızı yazarken, bugüne kadar yazılan
eserleri bir kenara koyarak ilk kaynakları yeniden
taradınız. Bilinenin aksine nasıl bir Mimar Sinan
portresiyle karşılaştınız?
Araştırmaya başladığımda zannettim ki, Mimar
Sinan ile ilgili bilinmeyen belgeler yine bulunur.
Çünkü yeni arşiv katalogları yapıldı, eskiden okura
açık olmayan belgeler ortaya çıktı. Fakat daha
önceki araştırmacılar Mimar Sinan’ı çok güzel
araştırmışlar anlaşılan. . Doğrudan doğruya Sinan’ın
hayatına dair yeni bir belge bulamadım. Ama mevcut
belgeleri yeniden gözden geçirince insan değişik
yorumlar getirebiliyor. Kitabımı zenginleştiren yeni
bilgiler Mimar Sinan’ın hamileriyle ve yapıların
süreciyle ilgili. Burada önem verdiğim iki nokta
var, eserlerin yapım süreci ve Mimarbaşı’nın
yaşadığı çağda algılanışı. Yani Mimar Sinan’ın inşa
ettiği eserlere bakanlar, kullananlar veyahut
kendisini tanıyanlar onu nasıl tanımlamışlar? Mimar
Sinan, hayattayken gerçekten büyük bir sanatçı mimar
olarak algılandı mı, yoksa biz mi onu büyütüyoruz…
Bununla ilgili
Prof.Dr. Uğur Tanyeli’nin
iddiası vardı. Mimar Sinan’ın Cumhuriyet döneminde
mitleştirildiğine dair. Kitabınızın Türkçe
baskısında bu tartışmaya cevap veren bölümler
eklediniz sanırım…
Evet, son senelerde Türkiye’de böyle bir tartışma
oldu. ‘Mimar Sinan o eserleri tek başına yapmadı,
birçok ustayla çalıştı ve sanatsal dahi kavramı o
dönemde yoktu. Sinan’ı biz büyütüyoruz, Cumhuriyet
döneminde keşfedildi çünkü bir milli dehaya
ihtiyacımız vardı’ şeklinde fikirler ortaya atıldı.
Bu görüşe katılmadığımı kitabımda belirttim. Mimar
Sinan, kendi çağında o güne kadar gelmiş geçmiş en
büyük mimar olarak algılanıyor. Daha yaşarken kabul
görmüş, değeri fark edilmiş. Öldükten sonra
keşfedilen biri değil. Alıntıladığım kaynaklar bunu
yeterince gösteriyor.
Bu yorumların kaynağı nedir, nasıl ortaya
çıkıyor?
Bu tür sonuçları çıkaranlar ya da yorumları
yapanlar, genelde birincil kaynak veya arşiv
araştırmasına lüzum görmüyor. Halbuki Farsça ve
Osmanlıca yazılan 16. yüzyıl tarih kaynaklarında,
bilhassa da Süleymanname’lerde, Mimar
Sinan’ı müthiş metheden, göklere çıkaran bölümler
var. “Parmaklarında bin marifet”, “zihni ve zekası
ile çağın Aristo’su”, “bugün Öklid yaşasaydı Mimar
Sinan’a yamak olurdu” gibi cümleler yer alıyor resmi
tarihlerde. Biliyorsunuz İskenderiyeli matematikçi
Öklid milattan önce 330-275 yıllarında yaşadı.
Kitapta bunları alıntılıyorum. Kısacası Sinan’a
yapılan bu atıflar, döneminin en önemli
tarihçilerinin eserlerinde onun ne derece kabul
gördüğünü gösteriyor.
Mimar Sinan döneminde yapılan camileri İstanbul
haritasına yerleştirdim, buradan ne kadar büyük bir
inşaat patlaması yaşandığı anlaşılıyor. Bunları
kimler yaptırdı diye baktığımızda Osmanlı
Devleti’nin en seçkinleri olduğunu görüyoruz. Tüccar
sınıfından sadece iki kişi var ve ulema hiç yok.
Aşağı yukarı da hepsi ya hanedan üyesi ya da
devşirme. Türk kökenli paşalar epey az. Bu da
oldukça ilginç.
Bunu nasıl yorumlamalıyız ya da nasıl
anlamalıyız?
Şöyle yorumluyorum: 15. ve 16. yüzyıl devşirme
ile kul sisteminin zirvesinde olduğu bir dönem.
Gazalarla imparatorluk genişledikçe o yörelerden
birçok Hıristiyan çocuk devşiriliyor. Onlar
büyüdüklerinde Osmanlı’dan daha çok Osmanlı
oluyorlar diyebiliriz. Biliyorsunuz Sinan’ın kendisi
de Kayseri’nin Ağırnas Köyü'nden İstanbul’a getirilen
bir devşirme. Bana göre, devşirme kökenli seçkinler,
kendi kimliklerini mimariye döktüklerinde çok iyi
birer Müslüman olduklarını ispatlama ihtiyacı
duyuyorlar. Kitapta daha çok Mimar Sinan’ın yaptığı
camileri ve cami odaklı külliyeleri ele aldım. Bu
camiler böyle bir duygunun ifadesi. Ancak buraya bir
şerh düşelim: Bir saray ağası olan Sinan dahil,
seçkin devşirmelerin vakfiyelerine baktığımızda bu
eserleri, padişaha veya akranlarına yaranmak için
değil, gerçek bir samimiyetle, hissiyatla gönülden
yaptırdıkları göze çarpıyor.
Kitabınıza Sinan Çağı adını verirken
sadece mimariyi kapsamadığı anlaşılıyor…
O dönemin inanç ve zihniyetlerini merak ettim.
Araştırma yaparken benim için en ilginç kaynaklar,
Ankara’da Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde çalışırken
taradığım vakfiyeler oldu. Çünkü, bu vakfiyelerden
sadece birkaç tanesi çalışılmış. Kitabımda ele
aldığım eserlerin aşağı yukarı yüzde doksanının
vakfiyeleri Ankara’da mevcut. Vakfiyelere bakınca,
daha çok hamilerin dünyası ortaya çıkıyor. Sinan’ın
tek bir vakfiyesi var ve yayınlanmış. Mimar Sinan’ın
kimliği hakkında bu vakfiyede çarpıcı ipuçları yer
alıyor. Onun kimliği üzerine yürütülen yanlış
bilgilerin bir kısmına bu belgede yanıt
bulabiliyoruz.
Mesela?
Mesela Mimar Sinan’ın iki vakfiyesi olduğu
düşünülüyor. Oysa bunlardan sadece biri Mimar
Sinan’a ait. Diğeri Kanuni Sultan Süleyman’ın,
Süleymaniye Camii yapılırken bina eminliğine atadığı
Bina Emini Sinan adında başka birinin vakfiyesi.
Mimarbaşının kendi vakfiyesini incelediğimizde
Kayseri’den geldiği, devşirme olduğu, inançlı bir
Müslüman olduğu ortaya çıkıyor. Mimar Sinan’ın
ağabeyi Hıristiyan olarak Kayseri’de kalıyor. Sinan
ağabeyinin iki oğlunu İstanbul’a getirtip onları
yeniçeri teşkilatına sokuyor ve onların kızlarına
konaklar bağışlıyor. Fakat herbirine birer de vazife
veriyor: “Ben öldükten sonra ruhuma şu sureleri
okumanızı istiyorum” diyor. Bu bence çok ilginç;
hangi sureler olduğunu bile belirtmiş.
Bir de şu da var: Kanuni Sultan Süleyman, bugün
Süleymaniye Külliyesi’nin yanı başında Sinan’ın
türbesinin olduğu yerde ona çok büyük bir arsa
bağışlıyor ki, camii yapılırken orada yaşasın,
inşaatını gözetlesin diye. Hatta Sinan’ın konağı
külliyenin bir parçasıymış gibi onunla bütünleşmiş.
Vakfiyesinde mimarbaşının kendi konağı çok ayrıntılı
bir şekilde tarif ediliyor. Konağın üç avlusunun
bulunduğunu ve içinde birkaç hamamı olduğunu
öğreniyoruz. Buradan onun epey hali vakti yerinde
olduğu ortaya çıkıyor. Yani döneminde değeri
anlaşılmamış basit bir yapı ustası değil.
Mimar Sinan, günümüzde anlaşılamıyor
belki de, restorasyonlara bu yansıyor mu?
2010’dan itibaren neredeyse bütün İstanbul
camileri elden geçti, nakışları da yeniden yapıldı.
Buraya her geldiğimde camilerin durumu nasıl diye
ziyaret ederim.
Süleymaniye’yi nasıl buldunuz?
Doğrusu yapısal restorasyonları, tamirleri makul
buluyorum fakat kalem işlerini, nakışları ve
halıları beğenmiyorum. Kullandıkları renkler Osmanlı
nakkaşlarının tonlarına uymuyor. Çok fazla canlı ve
tabiri caizse “cart” renkler kullanılıyor. İtalya’da
bir tarihi yapıt boyanacaksa ne komiteler kurulur,
sanat tarihçilerine danışılır, eskiden hangi tür
boyalar kullanılmış diye belki de yıllar süren
analizler yapılır. İtalya restorasyon konusunda çok
ileri olduğu için onları örnek verdim.
Bizde de her cami için üç-dört kişiden
oluşan bilim kurulu var, fakat yeterli olmayabilir.
Yakında Vakıflar Genel Müdürlüğü, İtalyan
restoratörlerle ilgili bir proje başlatacak.
İtalyanlar Türk meslektaşlarına eğitim verecekler.
Nakkaşlar eğitilse iyi olur. Aslında doğrusunu
söylemek gerekirse Türkiye’de gayet donanımlı
restoratörler var, mesela Zeynep Ahunbay gibi.
Kendisiyle Mostar Köprüsü’nün restorasyonunun
komitesindeydik. UNESCO’nun üstlendiği bir projeydi
bu. Ahunbay, çok bilgili ve tecrübelidir.
Başkaları
da var. Restorasyon bölümleri çok iyi olan
üniversitelerimiz mevcut. Ama Vakıflar Genel
Müdürlüğü genellikle kendi elemanlarını kullanıyor.
Vakıflar’ın restoratör kadrosunda 16 kişi
var, bir de Restoratör Derneği’yle işbirliği
yapıyorlar.
Bence İtalya ile işbirliği illa yapılması da
gerekmez. Burada olan isimler de değerlendirmeli.
Ama onları kullanmıyorlar mı diyorsunuz?
Evet… Daha doğrusu kullanmak istemiyorlar, kendi
kadrolarını tercih ediyorlar. Dünden bugüne bu hep
böyle gelmiş. Bunların aşılması lazım. Ben bazen
gerçekten dua ediyorum, aman ellemesinler tarihi
yapıtları diye. Kaliteli projeler yapılmıyor değil.
Ama bilhassa nakış ve bezeme işlerinde hatalar göze
çarpıyor. Bazı tarihi camilerde ise, mahalleli karar
vermiş, ‘bizim camimizde neden çini yok’ diyerek
baştan aşağı Kütahya çinileri ile süslemişler.
Aslında Anıtlar Kurulu bu konuda çok
kararlı diye biliyoruz. İzin çıkmadan bir çivi bile
çakılmasına izin vermiyorlar son yıllarda. Eskiden
olan bir şey mi acaba? 1950-60’lı yıllarda bu tür
müdahaleler yapılmış.
Öyle deniyor ama yine de bazen göz yumuyorlar
anlaşılan. Örneğin, Mimar Sinan’ın Çarşamba’da
Tercüman Yunus Bey Camii yepyeni çinilerle
kaplanmış. Eskiden çinileri yoktu, ama ibadethaneyi
kullanan cemaat böyle istemiş ve arzularını
gerçekleştirebilmişler. Tarihi bilinç eksik.
‘Tarihimizi sahipleniyoruz’ deyip bilinçsizce
müdahaleler yapmak tarihi de yok etmek oluyor. Bu
tür yanlışlar sadece bugüne özgü değil, zaten
Osmanlılar da çeşitli barok ve Avrupai desenlerle
eskiyen kalem işlerini güncellemişler. Ama
yakınlarda bu olgunun boyutları büyüdü çünkü çok
fazla sayıda yapı yenileniyor. Ülkemizdeki yenileme
projeleri aslında bizler için birer tarihi araştırma
vesilesi olabilir. Orijinal bezemeler nasıldı,
sonraki boyaların altında izleri kaldı mı acaba,
gibi sorulara yanıt arayan zihniyetler yerleşmemiş.
Sanat, kültür, mimari… Bu kavramları
algılayışımızda bir sorun mu var?
Şöyle bir şey var: Bunu Topkapı Sarayı ile ilgili
doktora tezimi ve kitabımı hazırladığımdan beri
gözlemliyorum (kitabın Türkçe çevirisi Yapı ve Kredi
Bankası tarafından yayınlandı). Bizde sanat ve
mimari daha çok turistik olarak anlaşılıyor. Zaten
bakanlığımızın adı da Kültür ve Turizm Bakanlığı.
2010’da Harvard Üniversitesi’nden izinli olarak
buradaydım. Sonradan gerçekleşmeyen Sur-i Sultani
projesi için danıştılar. Topkapı Sarayı’nda yapmak
istenen şuydu: Aya İrini’yi bir Bizans müzesine
çevirmek ve tamamen yıkılmış olan Yalı Kasrı’nı
yeniden inşa etmek. Bu bir turistik lunapark
yaklaşımı. Onun yerine sarayın gereken yerlerini ve
elektrik tesisatını tamir edin diye önerdiysem de
herhalde fazla ilgilenmediler.
Gözlemlediğiniz başka neler oldu sarayda?
Topkapı Sarayı’nda ve etrafındaki bahçelerde
araştırma projeleri, arkeolojik kazılar ve
incelemeler yapılabilir. Ama hep tercih edilen
yaklaşım yerli ve yabancı turistlerin ziyaretine
yönelik olmuş.
Mimar Sinan camilerinin tipolojisinin
kimlik, bellek ve adap kavramları çerçevesinde
biçimlendiğini okuyoruz kitapta. Nasıl bir mimari
adabı vardı Mimar Sinan’ın?
Kitapta kimlik derken hem Sinan’ın ve hassa
mimarlarının sistemleştirdiği “klasik dönem” Osmanlı
mimari kimliğini, hem de kadın ve erkek banilerin
kimliklerini mimari aracılığıyla nasıl inşa
ettiklerini kastediyorum. Bilhassa Kanuni Sultan
Süleyman döneminde kul sisteminin devletin
merkezileşmesinde önemli rol oynaması ve Safevilerle
yapılan savaşlar nedeniyle daha sıkı bir Sünni din
politikası izlenmesi, Osmanlı mimarisinde derin
izler bıraktı. Kanuni döneminde her mahallede ve
köyde mescit ya da cami inşa edilmesinin mecbur
tutulmasıyla ilgili fermanlar ve Ebu Suud’un
fetvalarını ele aldım. Görüyoruz ki, imparatorluğun
resmi dini de yeniden inşa ediliyor o yıllarda.
Bugün ‘Osmanlı İslamı’ olarak kabul gören kavram
aslında 14. ve 15. yüzyılda farklıydı. Din
üzerindeki devlet kontrolü ve Şeyhülislamlık
makamının önemi Kanuni devrinde artıyor. Mimar
Sinan’ın dini yapıları da bu resmi inanç sistemini
mimari diliyle görsel ve mekansal olarak ifade
ediyor. Kitabımda mimarlık kültürü açısından bu
olguyu yorumlamayı amaçladım. Aynı dönemde tasavvuf
da halk ve seçkinler arasında yaygınlaşıyor,
bilhassa Halveti ve Mevlevi tarikatleri ön plana
çıkıyor. Dolayısıyla Sünni devletin desteklediği bu
tasavvuf anlayışının da mimarideki izlerini takip
ettim.
Bellek konusuna gelince, banilerin geleceğe
bırakmak istedikleri anıları ele aldım. Mesela
Kapudan Sinan Paşa Külliyesi (Rüstem Paşa’nın
kardeşi) Beşiktaş’ın merkezinde en güzide cami
külliyesi olarak hala yerini koruyor. Osmanlı
seçkinleri için Mimar Sinan bu tür anıtsal eserleri
inşa ederken bir ‘yer duygusu’ yaratan kalıcı bellek
nişaneleri oluşturuyor. Banilerin vakfiyelerinde
tesis ettikleri şartlar aracılığıyla da bu binaları
yaptıran kişi ve ailelerin hatıraları asırlar
boyunca devam ettiriliyor. Dolayısıyla mimarinin
bellek inşasında oynadığı rolü etraflıca ele
alıyorum.
Adap, bundan evvelki Sinan kitaplarında ele
alınmayan bir kavram. Mimariyi sadece plan tipleri
ve üslup ile bağlantılı bir alan olmaktan çıkararak,
toplumda kabul gören adap kuralları bağlamında bina
programlarının oluşmasını yorumluyorum. Mesela bir
bani toplum içindeki statüsünü aşan türde bir bina
yaptırırsa kınanıyor. Bir paşa da padişahınkinden
büyük bir saray ya da cami yaptıramaz, kınanır.
Padişahın ve hanedan mensuplarının dışında herkes
sadece birer şerefeli ve tek bir minareli cami
yaptırabiliyor. Aynı adap kuralı hanım sultanlarla
evli sadrazam ve vezirler için de geçerli. Hanedan
kadınları, genellikle devşirme kökenli olan
kocalarından daha görkemli “prestij” anıtları
ısmarlayabiliyorlar Mimar Sinan’a. Bu kurallar çok
ciddiye alınıyor. Evliya Çelebi
Seyahatname’sinde,
Gariki Efendi diye birinin çifte şerefeli cami
yaptırdı diye idam edildiğini yazıyor. Osmanlılarda
mimar, bani ve toplum arasında yazılmamış bir
sözleşme ve müzakere sonucu olarak mimari adap
kodlarının oluştuğunu öne sürüyorum. Mimar Sinan’ı
ele alan kitaplar genellikle onun eserlerini
gençlik, orta ve olgunluk çağı gibi çizgisel bir
üslup evrimi açısından yorumlar.
Sinan Çağı
ise çizgisel bir gelişim olmadığı tezini vurguluyor.
Cami ve cami külliyelerinin hem banilerin sosyal
statüsü, hem de yapıların imparatorluk
coğrafyasındaki konumlarına uygun ve münasip biçimde
tasarımının yapıldığı anlaşılıyor. Adap meselesini
araştırırken çok ilginç vakalar da tespit ettim.
Mesela?
Mesela III. Murat on küsur yıl Manisa’da
şehzadelik yapıyor ve o sırada Muradiye Camii’ni
inşa ettiriyor. Sonra padişah olduğunda Manisalılar,
‘Bu cami bize küçük geliyor, genişletin padişahım’
diye ricada bulunuyor. İstanbul ile Manisa arasında
geliş gidişler oluyor. Vakfın mütevellisi padişahla
konuşuyor. Bu konuşmanın bütün aşamalarını
fermanlardan ve arşiv belgelerinden takip
edebiliyoruz, zaten yayınlanmış bu belgeler. Ama
belgeler mimari adap açısından incelenmemiş. Padişah
caminin merkezi kubbesinin üç yandan sundurmalarla
yani çatılarla genişletilmesini onaylıyor. Fakat
caminin cemaatinin bir kısmı padişahın emrine karşı
çıkıp daha gösterişli kubbeli yan sofalar tercih
ettiği anlaşılıyor, Bu arada bir belgeden
öğreniyoruz ki, Manisa halkı değişik gruplara
bölünmüş, her biri başka bir projeyi destekliyor.
Caminin çoğu yıkılmış, yeni temeller atılmış,
padişahın emrettiğinden daha görkemli bir inşaat
başlamış bile. Bunun üzerine III. Murad Mimar
Sinan’ı çağırıyor ve ondan yeni bir proje çizmesini
istiyor ve bu çizimi uygulayacak olan hassa mimarına
halktan kimsenin karışmamasını tembih ediyor.
Sonunda padişah ilk onayladığı projeden daha
görkemli ve pahalı bir cami inşa etmeye mecbur
kalıyor ister istemez. Kitapta eserleri
yaptıranların kimlikleri ve ne gibi süreçler
sonucunda yapıların meydana geldiğini ele aldım.
Mimar Sinan’ın eserleri genelde çıraklık,
kalfalık, ustalık diye üçe ayrılıyor. Böyle bir şey
yok mu?
Evet, böyle bir şey yok. Bu kanı Evliya
Çelebi’nin Edirne Selimiye Camii tarifinden
kaynaklanıyor; sözde bunu babasından duymuş.
Sinan’ın kendi dilinden şair-nakkaş Mustafa Sai’ye
yazdırdığı otobiyografilerinde böyle bir düşünceye
rastlanmıyor. Olamaz da. Baş mimar olarak atanan
biri yaptığı esere bu benim çıraklık ve kalfalık
eserim demez, zaten usta bir mimar olmuştur o. Ama
bu söylem bir kere kitaplara yazıldığı için
sorgulanmadan tekrarlanagelmiş. Ben Mimar Sinan’ın
yapılarını üçe ayırmıyorum. Kitabımın ilk iki bölümü
yukarıda anlattığım kavramlarla ilgili, son bölümde
tek tek binaların analizini yapıyorum. Sinan üzerine
yazılan kitaplar binaları genellikle kronolojiye
göre sıralıyor. Bense banilerin statüsü ve yapıların
coğrafi konumlarına göre sıralıyorum. Padişahlar,
hanım sultanlar, baş vezirler -çoğu zaten hanım
sultanlarla evli- ve vezirlerden başlayarak sosyal
hiyerarşinin daha alt basamaklarına inen bir düzen
bu. Coğrafi konuma gelince, başkent ile eyaletlerde
inşa edilen yapılarda çok belirgin farklılıklar var.
En görkemli yapılar İstanbul ve ikincil payitaht
olan Edirne’de yapılıyor. Geri kalan merkezlerde
daha küçük ölçekli yapılar inşa ediliyor. Başkent ve
eyaletler arasındaki farklılık dolayısıyla mimari
ile vurgulanıyor.
Mimar Sinan eserlerini otobiyografisinde
nasıl tarif ediyor?
Şehzadebaşı Camii’ni Süleymaniye’ye hazırlık
çalışması olarak betimliyor. Orada küçük ölçekte
bazı deneyler yapmış, ‘padişah çok beğendi,
tahminimden büyük taltiflerde bulundu. Ondan cesaret
alarak padişaha daha da görkemli bir cami yaptım’
diyor. Süleymaniye’yi tarif ederken muazzam bir
başyapıt olarak tanımlıyor. Sanatının zirvesine bu
eşsiz külliye ile eriştiğini açıkça ifade ediyor.
Kalfalık eseriymiş gibi anlatmıyor.
Süleymaniye Mimar Sinan’ın otobiyografilerinde
daha büyük bir yer tutuyor. Ayrıca bu çok daha
iddialı bir külliye, halka bir sürü servisler
sunuyor. Bir nevi üniversite şehri gibi.
Selimiye’nin ise sadece iki medresesi var. Sinan bu
eseri en yaratıcı başyapıtı olarak tarif ediyor.
Keferelerin mimar geçinenleri demişler ki,
Müslümanlar eğer Ayasofya’nınki gibi büyük bir kubbe
yapabilselerdi yaparlardı, bunu beceremedikleri
belli. Bu eleştiriden kalbi kırılan Mimar Sinan,
Selimiye’yi inşa ederek adeta kendi mimari gazasını
ilan ediyor. Tam da o yıllarda Kıbrıs fethediliyor,
fakat ardından Osmanlı donanması ilk defa
İnebahtı’da hezimete uğruyor. O yüzden Osmanlılarda
bir kendini sorgulama dönemi başlıyor, Kanuni
zamanının güvenli ihtişamı sarsılıyor. Bir de ilginç
olan Sinan Selimiye’yi bitirdiği sırada hamisi II.
Selim vefat ediyor ve padişah kendi eserini
göremiyor. III. Murat ise sara hastası olduğu için
seyahat etmiyor, İstanbul dışına çıkmıyor. O yüzden
uzun süre saray halkı Edirne’deki saraya gitmiyor ve
Sinan’ın bu şaheseri yeteri kadar takdir toplamıyor.
Selimiye Camii, Sinan’ın kendi sanatsal
mesleğinin son noktasına geldiğinde yenilikçi ve
eşsiz bir eser yaratma arzusunun ürünü. Her iki
caminin masraf defterlerine baktım, Selimiye
Süleymaniye’den çok daha ucuza inşa edilmiş. Bir
kere büyük bir külliyesi yok. Süleymaniye’nin inşası
10 yıl sürdü ise, Selimiye’ninki 5 yıl sürüyor.
Süleymaniye’nin çok önemli bir özelliği de,
imparatorluğun her yerinden çok değerli mermer
sütunlar getirilerek yapılması. Hassa mimarlarından
kimi Baalbek’e kimi Mısır’a gönderiliyor sütunları
getirmeleri için. Adeta imparatorluğun mermer
kaynaklarının haritası çıkarılarak bunların en
değerli örnekleri Süleymaniye’de kullanılıyor.
Burada ana kubbeyi taşıyan devasa sütunlar var.
Gereken boyutlarda mermerlerin bulunup nakledilmesi
caminin inşa edilmesini geciktiriyor ve caminin
planı oldukça karmaşık. Selimiye’nin kubbesi ise
sekiz filayağı üzerinde, pahalı sütunlar
kullanılmadan inşa ediliyor. Sinan bu eserini tarif
ederken göklere çıkarıyor ama Süleymaniye’yi hiçbir
şekilde memnun olmadığı bir yapıt olarak
betimlemiyor.
Mimar Sinan otobiyografilerini kime
yazdırmış?
Hem nakkaş (yani ressam), hem hattat, hem de şair
olan Mustafa Sai Çelebi’ye kendi dilinden
yazdırıyor. Ayrıca Mustafa Sai, Sinan’ın çeşitli
yapılarının kitabelerinin metinlerini yazıyor.
Anlaşılan Sinan’la yakın bir ilişkisi var ve aynı
zamanda görsel ve edebi duyarlılığı olduğu da belli.
Sai’nin anlattığına göre, artık yaşlanan Mimar Sinan
zamanın sayfasında kendi hatırasının izlerini
bırakmak için, birlikte yaptıkları söyleşileri nazım
ve nesir olarak kaleme almasını rica ediyor. Sai de
aziz üstadın sözlerine dayanarak Sinan’ın
otobiyografik metinlerini yazıyor. Sai, metinleri
kendi edebi sanatıyla süslemiş ama bazı yerlerde
söyleşileri Sinan’ın teknik diliyle verdiği
anlaşılıyor. Mesela İstanbul’da Kıztaşı adlı Bizans
sütununu çeşitli mekanik aletlerle yerinden söküp
Süleymaniye’ye taşıdıklarını bütün ayrıntılarıyla
anlatıyor, Büyükçekmece Köprüsü’nün yapılış
teknolojisini de tarif ediyor. İlginç olan, o
dönemde Avrupa’da ilk defa mimarların biyografileri
yazılıyor. Fakat hiçbiri birinci tekil şahıs sesiyle
yazılmamış. Sinan biyografisinde ise ben şöyle
yaptım, ben böyle yaptım diyerek övünen kendi sesini
dinliyoruz. Otobiyografilerin 17. ve 18. yüzyıl
nüshaları devamlı okunduklarını gösteriyor.
Derken, geç Osmanlı döneminde bir Viyana sergisi
oluyor. Padişah, o sergi için ‘Usul-i Mimari-yi
Osmani’ diye bir kitap hazırlatıyor. Almanca,
Fransızca ve Osmanlıca olmak üzere üç dilde
yayınlanan kitapta Sinan’ın otobiyografilerinden
Tezküretü’l Enbiye de üç dilde yayınlanıyor.
Sinan’ın ne derece önemli bir mimar olduğu, Osmanlı
mimari üslubunu doruğuna ulaştırdığı bu kitapta izah
ediliyor. Onun için Sinan’ın şöhreti kendi çağından
sonra hiçbir zaman azalmıyor. Batılılar, Viyana
sergisi için hazırlanan bu kitaptan sonra Osmanlı
mimarisine yakından ilgi duymaya başlıyor. İlk
olarak Alman oryantalistler Sinan üzerine kitapların
yazılmasına öncülük ediyor. Fatih Sultan Mehmet
üzerine biyografi yazan Osmanlı tarihçesi Franz
Babinger, Sinan’ın çok önemli olduğunu Avrupalılara
duyurmuş; Sinan için kullanılagelen ‘Türk Mikelanjı’
(Michelangelo) deyimini o icat ediyor.
Aslında siz bu Türk Mikelanjı ifadesine
karşısınız değil mi?
Evet, Sinan’ın illa da Michelangelo ile
karşılaştırılarak yüceltilmesi gerekmiyor. İtalyan
mimar Palladio, Mimar Sinan ve Michelangelo’nun
yaşadıkları dönemde birbirlerinden haberdar
oldukları tezini savunuyorum kitabımda. Bazen iddia
edildiği gibi Osmanlı ile İtalyan Rönesans
mimarisinin birbirinin zıddı olduğu görüşüne
katılmıyorum. Bir de hep tek taraflı bir etkiden söz
ediliyor. Sinan veya Osmanlıların, Rönesans’tan
nasıl etkilendikleri inceleniyor. Halbuki Avrupalı
mimarlar da Mimar Sinan’dan ilham alıyor ve onun
anıtsal kubbeli camilerinden haberdarlar. Ayrıca 16.
ve 17. yüzyılda Avrupalıların Osmanlı başkentinde ve
Edirne ile Lüleburgaz gibi yerlerde inşa edilen
Sinan yapılarına hayran kaldıkları; onun hamam ve
kubbe teknolojisi hakkında bilgi topladıklarına dair
bazı belgeler buldum. Demek ki, bu kültürler arası
etkileşim tek yönlü bir trafik değil, iki yönlü.
Bilgi Üniversitesi’nde geçen hafta (20
Eylül 2013) verdiğiniz Sinan ve Palladio adlı
konferansta “Sinan, Şiir yazılan bir mimar, onu
taklit eden günümüz mimarları için şiir yazıldığını
sanmıyorum demiştiniz. Bugünkü mimari estetik,
şiirler yazdıracak kadar duygulara hitap ediyor mu?
Kanımca etmiyor. Yeni cami mimarları, Osmanlı
mimarlık tarihini fazla bilmeden, kültürünü okumadan
eski plan tiplerinden alıntılar yaparak güzel bir
cami yarattıklarını zannediyorlar. Yakın zamanda
İstanbul silüetinin önemi anlaşıldığı için de her
tepeye bir cami konduruluyor. Burada fark edilmeyen
nokta şu: Süleymaniye Camii sadece silüet
oluşturmuyor, Sinan’ın camileri şehrin seyrini de
içine alan tasarımlardır. Süleymaniye’nin
avlusundan, kubbesindeki ve yan cephelerindeki seyir
teraslarından bakıldığında Sinan’ın bütün şehri
nasıl sergilediğini, onun yaratıcı zekasının şiirsel
ve ruhani parıltılarını görürsünüz.
Ayrıca en görkemli padişah külliyeleri sadece Sur
İçi’nde yapılıyordu. Boğaz tepelerine Osmanlı
devrinde hiçbir kubbeli cami inşa edilmemiş.
Boğaziçi’nin doğal manzaralarının şiirselliği
korunmuş, burada mütevazı boyutlu, kırma çatılı
camiler yalnızca sahil boyunca dizilmiş. Bu tutumun
gerisinde Sur İçi’nin dünyaca meşhur siluetiyle
bilinçli olarak bir karşıtlık yaratmak isteği de
yatıyor. Son yıllarda taklitçi kubbeli camiler her
bir tepeye oturtularak tarihi yarımadanın
ayrıcalıklı konumu enflasyona uğratılıyor. Bu
nereden kaynaklanıyor, tabi ki insanların kötü
niyetinden değil. Bunun bir eğitim sorunu olduğunu
düşünüyorum.
Benim hep söylediğim şey, bizde ilkokul ve
ortaokulda sanat ile mimari tarihi dersleri konmalı;
bu konuyu sadece üniversitelerde uzmanlar öğreniyor.
İtalya’da çok gezdim, en ücra köye bile gitseniz
küçükten büyüğe herkes çevresine çok sahip çıkıyor.
Manisa’daki olay gibi. Şimdilerde çok hızlı bir
kentsel dönüşüm oluyor, bilhassa İstanbul’da. Şunu
unutmamak gerekir ki, İstanbul bir Dubai veya Abu
Dhabi gibi 20. yüzyılda gelişen çöl şehri değil.
Venedik, Roma Paris, Kahire ve İsfahan gibi dünyaca
ünlü tarihi bir şehir. Gökdelenlere karşı değilim;
tabi ki olmalı ama onlara özel alanlar ayrılmalı,
sivri diş gibi Boğaz tepelerinden fırlamamaları
lazım..
Bütün bu anlattıklarınız çokça dile
getirilen selatin cami özlemine bir eleştiri mi?
Evet. Bizim birçok selatin camiimiz var. Acaba
bir tane daha hiç yerleşim bölgesi olmayan bir
alanda selatin camiine ihtiyaç var mı? Roma gibi
tarihi şehirlerde herkes hala San Pietro gibi eski
ibadethaneleri kullanıyor. Yeni bir kiliseye ihtiyaç
duymuyorlar. Hele de kendi eski kiliseleriyle
rekabet eden bir yapı yapmak akıllarına bile
gelmiyor. Ancak yeni bir şehir ya da semt kurulursa
cami yapılmalı. Ayrıca Mimar Sinan’ın çok güzel
küçük ve kubbesiz camiler de yaptığına dikkati
çekmek istiyorum.
Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 30.09.2013
******
"SİNAN SAYESİNDE OSMANLI TOPLUMUNU DAHA İYİ
ANLADIM"
Mimar Sinan’la ilgili kitabı Türkçeye çevrilen
Prof.Dr. Gülru Necipoğlu: “Sinan sayesinde o
dönemdeki Osmanlı toplumunu daha iyi anladığımı
düşünüyorum. Daha doğrusu zaman içinde evrilen
Osmanlı kimliklerini anladığımı sanıyorum”.
Harvard Üniversitesi
Sanat ve
Mimarlık
Tarihi Bölümü
Öğretim Üyesi
Prof.Dr. Gülru Necipoğlu’nun,
Mimar
Sinan ve eserlerini anlattığı “Sinan Çağı:
Osmanlı İmparatorluğu’nda
Mimari
Kültür” kitabı
İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıktı.
Necipoğlu ile kitabını konuştuk.
1993 yılından beri bu
kitap üzerinde çalışıyorsunuz. Böyle bir kitabı
hazırlamaya sizi yönlendiren ne oldu?
İtalyan Electa
Yayınevi’nden “Mimar Sinan hakkında bir kitap
yazar mısın?” dediler. Düşününce teklif cazip
geldi. Şimdiye kadar çok fazla ele alınmamış
noktalarına değinerek bir kitap yazarım dedim. Sonra
bu yayınevinin daha çok görselliğe önem verdiğini
öğrenince uygun olmayacağını düşündüm ve
Londra’da Reaction Books ile anlaşma yaptık.
Yani kendi başıma bir Sinan kitabı yazacağım diye
işe girişmedim.
Önsözde yapıtlarını gezdiğinizden
bahsediyorsunuz. Nereleri gezdiniz?
Hepsini gezdim. Bu kitap daha çok camilere ve cami
külliyelerine odaklandığı için aşağı yukarı 70 küsur
yapı var ve bunların birçoğu İstanbul’da. Bir de
Balkanlar’dan
Mekke-Medine
hac yoluna bağlanan
cadde üzerinde yapılmış külliyeler var. Hepsine
teker teker gittim. Kullanılmış olan dini
yazıtların,
Kuran’dan alıntıların hepsini not ettim. Çok
ilginç bir sonuç çıktı buradan.
Bursa ve
Edirne’deki erken Osmanlı yapılarında, Sinan
camilerindeki gibi Kuran ağırlıklı yazıtlar yok.
Mesela Bursa’daki Yeşil Cami’de
Farsça şiirler var,
Timur nasıl gelip oradaki adaleti bozmuş,
sultan nasıl aşlar dağıtmış gibi mesajlar da
verilebiliyor. Sinan camilerine girdiğimizde ise
neredeyse hepsi Kuran alıntılı ve bunlar tekrarlanan
ayetlerle surelerden oluşuyor. Bu da ilgimi çekti ve
kitabımda bir şekilde yorumlamaya çalıştım.
Bunda Yavuz Sultan
Selim’le birlikte halifeliğin Osmanlı’ya
geçmesinin etkisi olabilir mi?
Gerçekten de öyle.
Kanuni döneminde Şeyhülislam Ebu Suud yeni bir
Kuran tefsiri yapıyor. Bir de o dönemde
İran’daki Safevilerle savaşlar oluyor. Onlar
Şii. Osmanlılarda ise o dönemde ciddi bir Sünnileşme
politikası
hakim.
Tanrı’nın kelamı olarak en doğru metnin Kuran
olduğu düşünülüyor. Buna paralel olarak, erken
Osmanlı yapılarında çok daha girift yazıtlar var.
Yani pek okunmaz; iki-üç kat hat üst üste
bindirilmiş. Sinan yapılarında yazıların büyük
boyutlu tek bir tip hatla okunur biçimde yazılmasına
dikkat ediliyor.
Sinan’la ilgili neleri yanlış biliyoruz?
Sinan’ın kimliğiyle ilgili çeşitli
iddialar var. Devşirme mi, Türk mü,
Rum mu,
Ermeni mi? Hatta Balkanlar’dan devşirilmiş
olduğuyla ilgili iddialarda da bulunulmuş vaktiyle.
Bu daha çok milliyetçi düşüncenin ortaya çıkmaya
başladığı sırada belirmiş. Sinan Osmanlı tarihinde
ve
İslam tarihinde otobiyografisini yazdırmış tek
kişi olarak hiçbir şekilde etnik kimliğini ortaya
koymamış, bu onun için önemli olmamış. Kendini
gerçek bir Osmanlı olarak tanımlamayı
tercih ediyor. Sinan’ın annesi, babası kim ben
de
merak ediyorum ama bu bilinmiyor.
Farklı kökenli
insanlar istedikleri etnik kimliği ona
yakıştırarak onun mirasına sahip çıkmak istiyor.
Sinan’ın yapıları hakkında mitolojiler var. Ama
Sinan da kendi kendini kahramanlaştırıyor,
mitleştiriyor. Kendi dehasını ilan ederek gelecek
nesillerin onu algılayışını şekillendirmiş.
Çalışmalarınızı bitirdiğinizde Sinan
hakkındaki fikirlerinizde ne gibi bir değişme oldu?
Sinan sayesinde o dönemdeki Osmanlı toplumunu daha
iyi anladığımı düşünüyorum. Aslında Sinan çağındaki
Osmanlı kimliğini, daha doğrusu zaman içinde evrilen
Osmanlı kimliklerini anladığımı
sanıyorum. Sinan bile kendi dönemi içinde
değişiyor. Döneminin bağlamlarına göre Sinan’ı ve
çağını anlamaya çalıştım ama günümüzde Sinan daha
çok mitolojik boyutlarda algılanmak isteniyor. Biraz
sanal bir
dünyada yaşıyoruz
galiba. Tarih de masal gibi anlatılıyor.
Televizyondaki “Muhteşem
Yüzyıl” dizisinden tutun bütün toplum bu tarih
anlatılarına odaklandı. Kitabım
İngilizce olarak 2005’te yayımlandığında böyle
bir
ortam yoktu. Türkçesi bambaşka bir bağlama
oturuyor ve yepyeni bir güncellik kazanıyor.
Araştırmalarınız sırasında diziyi
incelediniz mi?
Tabii... Bütün öğrencilerim
Amerika’da Youtube’dan takip ediyorlar; çünkü
bizim için ilginç. Eşim Cemal Kafadar’la biz medyayı
çok yakından takip ediyoruz. Hayretler içinde
kalıyoruz. Aslında çok belge var. Bu dönemde giyilen
kıyafetlerin tamamen nasıl olduğuna dair
Süleymannameler var; ama hiç bunlara dikkat
edilmeden insanlar hayallerine göre müthiş kostümler
tasarlıyorlar. Türbanlar her renkten ve desenden.
Halbuki Osmanlıların herhangi bir minyatürüne
baktığınızda beyaz bir sarıktan başka bir şey
giymediklerini görüyoruz. Mitoloji devam ediyor.
O dönemin mimarisini yakından incelemiş biri
olarak, son dönemdeki cami projeleri hakkında neler
söylemek istersiniz?
Projeler, Ataşehir ve bilhassa yapılacak olan
Çamlıca projesiyle daha çok boyutsal bir
yarışmaya endekslendi. “Kaç tane
minare koyabiliriz, Sinan’ınkini aşan 34
metrelik bir kubbe ve bu 34 İstanbul plakasını
tekabül
eder” gibisinden
garip yarışlar yapıldığını görüyoruz.
“Sinan’ın ve öğrencilerinin eserlerinden öğeler
alıntılayıp daha gösterişlisini yaptık” deniyor.
Oysa bu yeni camiler
modern teknolojilerle ve alelade betonla
yapılan, şiirsellikten yoksun ibadethaneler.
Sinan’ın kullandığı değerli ve işlemesi zor taş veya
mermer gibi malzemeler kullanılmıyor. Dolayısıyla
camiler ucuzluyor. Bu kadar çok cami
yapılıp hepsinin aynı şemaları tekrarlamasıyla
aslında sanat eserlerimiz de bir şekilde enflasyona
uğruyor. Görenler hangisi gerçek hangisi
kopya onu da anlayamıyor.
Sinan’ın
Sultan Süleyman’la ilişkisini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Çok özel bir ilişki. Otobiyografik metinlerde Mimar
Sinan’la Sultan Süleyman başrolde. Bu metinlerde
Sinan’ın Süleyman’la ilişkisi bir çeşit aşk ilişkisi
olarak kurgulanıyor. Sinan, Süleyman’a olan aşkından
yani aşırı bağlılığından sanki onun için kendini
feda ediyor. O yüzden bu ilişki heykeltıraş-mimar
Ferhat ve Şirin’in aşk hikayesine benzetiliyor.
Ferhat nasıl Şirin için bir
dağ kazdıysa Sinan da Sultan Süleyman için
Süleymaniye’yi adeta bir dağ gibi İstanbul
silüetine yerleştiriyor. Bu tür incelikli şiirsel
imgeler kullanılıyor.
Padişahla başmimarının ilişkisi inişli çıkışlı.
Süleyman bazen onu azarlıyor, hatta Süleymaniye’yi
vaktinde tamamlaması için tehdit bile ediyor. Sinan
bu durumlarda Sultan Süleyman’ı kötülemektense onun
etrafındaki gammazları suçluyor. “Beni kıskandıkları
için padişaha aklımı yitirdiğimi söylediler, kubbeyi
tamamlamaya kadir olmadığımı iddia ettiler” gibi
dedikodulara yer veriyor otobiyografik metinlerde.
Ama sonunda tamamen
adil bir sultan olduğu için, Sinan da bu
iddiaların haksızlığını ortaya koyduğunda onu çok
ödüllendiriyor ve caminin açılma merasiminde de
anahtarı ona verdiriyor. Sinan hiçbir zaman
Kanuni’ye toz kondurmuyor.
Milliyet Pazar, Haber: Ebru Tepeler, 29.09.2013
******
SİNAN ÇAĞI İÇİNDE DEĞERLENDİRMEK
Alışılmış Mimar Sinan monografilerinin aksine Gülru
Necipoğlu, Sinan'ı efsaneden arınmış bir şahsiyet
olarak ve döneminin sosyal, siyasal, dini ve
toplumsal çevresi içerisinde, değerlendiriyor.
Gülru Necipoğlu'nun Sinan Çağı–Osmanlı İmparatorluğu'nda Mimari
Kültür kitabı Sinan'ı çağı içinde
değerlendiren kuşatıcı ve bütünleyici bir çalışma.
Genellikle bizim her alandaki zirve adlarımız çok
övülür ve anlaşılmaz olduğu düşüncesi ileri sürülür.
Necipoğlu, bu söylemi ortadan kaldırıyor. Belgelerin
ve bilgilerin ışığında Sinan'ı tanıdığımızda, onun
önemini, kurucu kişiliğini daha iyi anlıyoruz.
Türkçe Çeviriye Önsöz'de kitabı yazarken hedeflediği
hususları belirtiyor:
“Türkçe çeviride yazılı metinleri vurgulayışımın
nedeni pozitivist bir kaynak fetişizmini teşvik
etmek değil. Aksine, Sinan mimarisinin bağlamlarına,
yaşantısal pratiklerine ve anlam dünyalarına
açtıkları pencereyle, onun çağını daha yaratıcı
şekillerde hayal edebilmemize olanak tanımalarıdır.
Dolayısıyla, arşiv araştırmalarında bulduğum somut
belgelerle sınırlı kalmayıp, anlatıya yönelik nazım
ve nesir metinler aracılığıyla dönemin
zihniyetlerini, güzellik ile estetik kavramlarını ve
mimarlık kültürü söylemlerini tahayyül etmeyi
hedefledim.”
Sinan, bize nasıl öğretildi?
Özellikle akademideki öğrencilere nasıl tanıtıldı?
Güzel Sanatlar Akademisi'nde hocalık yapan Alman
mimar Bruno Taut'un görüşüne göre;
Sinan, “akılcı inşa tekniği ile oran
arasındaki ideal uyumu temsil eder.”
Necipoğlu, Sinan'ın dehasını
değerlendirirken bir gerçeğin de altını çiziyor:
“Sinan'ın eserleri, başında bulunduğu hassa
mimarları ocağının bir bakıma ortak bir kültürel
ürünü olarak ele alınmalıdır. Fakat bu, Sinan'ın bir
mimarlık dehası olduğunun yadsınması anlamına
gelmez. Üslup konusunda, bireysel sanatçı kimliği
ile bürokratik bir devlet örgütünün başı olmasından
kaynaklanan kurumsal kimliğini uzlaştırmak zorunda
kalan bir mimarbaşıydı o. Bu çözülmemiş gerilim,
onun yüzlerce anıtı kendi eserleri arasında sayan
otobiyografilerinde hissedilen ‘eser
sahipliği kaygısı'na sinmiştir.”
Mimar Sinan, Türkiye'de mimarlık denince ilk akla
gelen kişi. Onu, yaşadığı yılları, çağını, çağının
statü sahibi banilerini, çalışmalarını, dünyadaki
yerini, mimarbaşı olarak bürokrasiyle ilişkilerini
irdeliyor.
Genellikle Sinan hakkında yayınlar, onun bireysel
açıdan değerini, mimarlık konusundaki erişilmez
ustalığını iletirler.
Peki her şeyi kendi başına mı yaptı? Diğer
mimarların verdikleri emek bu başarının
sağlanmasında ne kadar rol oynadı?
Çoğu kitap, sanat tarihinin dar sınırları içinde
kalıyor, Sinan ekseninde mimarlığımızı anlatıyordu.
Kitaptan hem mimarlık tarihini öğreniyorsunuz, hem
Sinan'ın yaptıklarını ayrıntısıyla tanıyorsunuz.
Kitap sadece mimarların, sanat tarihçilerinin okuyup
yararlanacağı bir çalışma değil. Yazar, kitabı
hakkında, çalışmasının çok katmanlı bir amaç
güttüğünü belirtiyor.
Sıradan bir okur da, kitaptan fazlasıyla tat
alabilir, bilgi edinebilir. Yazar zaten ilk temel
bilgileri edindikten sonra okuma metinlerini seçme
özgürlüğünü okura tanıyor.
Sinan'ın yaşamını otobiyografisinden okumak mümkün.
Yazar, bunun çok biricik bir iş olduğunu, bırakın
Osmanlı toplumunu, Rönesans sanatçılarında bile
böyle bir çalışmaya rastlanmadığını yazmış.
Şimdiye kadar yazılan kitapları bir eleştiri
süzgecinden geçiriyor.
Taut'un ve Sedat Hakkı Eldem'in saptamalarının
Sinan'a yaklaşım derecesini tartışma gündemine
getirirken, yapısal akılcılık terimini bize sunuyor.
Necipoğlu, Sinan'ın ‘eser sahipliği kaygısı'na
değinerek, mimarlık alanındaki ortak çalışmaların
da yapıların gerçekleşmesindeki katkıyı ortaya
koyuyor. Böylece her zaman, Sinan'ın
‘fail
ve amil olmadığı' gerçeği ortaya çıkıyor.
Kitapta benim beğendiğim, yazarın ortaya koyduğu
bütüncül bir gerçekçi anlayış. Mimarinin tamamen
özerk bir alan oluşturmadığını savunmasıdır. Bu tez
doğrultusunda, mimariyi besleyen, etkileyen; mimari
dışındaki unsurları da inceleyince, mimariyi daha
gerçek bir platforma oturttuğumuz gibi, Sinan'ı da
daha iyi anlıyoruz.
Merkezdeki yapılarla taşradaki yapılar arasındaki
farkın gerekçelerini de bu kitapta bulabilirsiniz.
Gülru Necipoğlu'nun kitabında okunmasını salık
vereceğim bölümlerden biri de,
‘Aziz Üstadın
Portresi' başlığını taşıyor.
Mimar Sinan'ın ülkesinde; Gülru Necipoğlu'nun
yazdığı Sinan kitabı mutlaka okunmalı ve
kitaplığımızda bulunmalı.
Her kuşağın bir gün bu kitabı okutması gerekecek.
Hürriyet, Yazı: Doğan Hızlan, 28.09.2013
|
|
BU METRUK CAN YAKACAK
Tehlike saçan
metruk binalardan en çok mustarip olan bölgelerin
başında hiç kuşkusuz Fatih geliyor.
Çok sayıda eski,
ahşap ve kullanılmayan binanın olduğu bölgede
metruklar yüzünden her gün bir olay yaşanıyor.
Ne yıkılan ne de restore edilebilen baş belası metruklarla ilgili bir şikayet de Karagümrük’ten geliyor...
“Hırka-i Şerif Mahallesi Melekhoca İkinci Çıkmazı’ndaki metrukta evsizler yaşıyor. Her an kendiliğinden
yıkılma riski taşıyan bina 3 kez yandı. Buna rağmen
etrafında hiçbir önlem alınmıyor...”
Habertürk, 30.09.2013
|
SÜMELA'DAN SONRA MERYEM ANA GELİYOR
Giresun'un Şebinkarahisar
İlçesi'nde bulunan
Meryem Ana Manastırı turizme açılıyor.
Trabzon’daki
Meryem Ana (Sümela) Manastırı’na benzeyen, onun gibi
kayalıklara oyulan 4 katlı tarihi yapının
restorasyonu, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından
yapıldı. Şebinkarahisar Belediye Başkanı Şahin
Yılancı, “Harabe gitti, eser ortaya çıktı.
Trabzon’daki Meryem Ana Manastırı’na bir kardeş
geliyor. Büyük ilgi göreceğini düşünüyoruz” dedi.
Manastırın çevre düzenlemesi ve alt yapı hizmetleri
için Giresun İl Özel İdaresi 2 milyon TL harcadı.
Merkezden yapıya uzanan 11 kilometrelik yol
asfaltlandı, köyle arasındaki 600 metrelik yol ise
taşla kaplandı.
BİR AY İÇİNDE AÇILMASI PLANLANIYOR
Manastır için her kurumun sıkı çalıştığını
söyleyen Yılancı, Meryem Ana Manastırı’nın,
Hıristiyanlığın yayılmaya başladığı ilk yıllara ait
bir kaya tapınağı olduğunu vurguladı.
Işıklandırılması da tamamlanan yapının bugüne kadar
saklı kaldığına dikkat çeken Başkan Yılancı, “Bir ay
içinde turizme açmayı planlıyoruz. Meryem Ana
Manastırı’nın büyük ilgi göreceğini düşünüyoruz.
Hıristiyanlar için çok şey ifade eden bu yapı, diğer
turistler için de görsel ve kültür turizm anlamında
ilginç bulunuyor” diye konuştu.
HARABE HALİNDEN ESER KALMADI
Meryem Ana Manastırı’nın tanıtılması için
organizasyonlar düzenleneceğini söyleyen Yılancı,
“İç Anadolu’dan Karadeniz sahiline geçiş
noktasındayız. Sahile uzaklık şu an 2 saat,
çalışmalar bitince 1 saat 15 dakikaya düşecek.
Turistlerin Şebinkarahisar’da olmaktan, gezmekten
zevk alacağına inanıyoruz” dedi.
Görünüşü Trabzon’daki Sümela Manastırı’nı andıran
Meryem Ana Manastırı, Hıristiyanlığın yayılmaya
başladığı ilk yıllara ait. Bugüne kadar saklı kalan
tapınak, turistlerin uğrak yeri olmaya aday.
Akşam, Haber: Gürkan Ata, 29.09.2013
|
KUTSAL DAĞ 7 YILDA KÜLLERİNDEN DOĞDU
İzmir'in Selçuk İlçesi'nde, her yıl binlerce turisti
inanç turizmiyle kendine çeken Meryemana evinin de
içinde bulunduğu Bülbül Dağı 20 Ağustos 2006 yılında
çıkan orman yangınlarında büyük zarar gördü. Ancak
yedi yılda yapılan ağaçlandırma çalışması sonucu,
yanan yerler yemyeşil bir görünüme kavuştu.
Bülbül Dağı Sarıtepe mevkiinde yazın en sıcak
günlerinde başlayan yangında alevler Meryamana
Evi'nin kapısına kadar dayandı. Mucizevi şekilde
Meryemana Evi çevresindeki ağaçlar kurtuldu, burası
küçük bir yeşil ada halinde kaldı. Yangında 350
hektar alan kül olurken, o sırada Mmeryemana'yı
ziyaret eden çok sayıda turist yanmaktan kurtarıldı.
Yangına dayanıklı ağaçlandırma çalışmalarıyla kutsal
dağ yeniden yeşerdi. Kapkara alan yeşile büründü,
yeni bir orman filizlendi. Yeni yangın şeritleri de
yapılarak Meryamana evi güvenlik altına alındı.
YANGIN HAVUZU DA YAPILDI
Orman Bölge Müdürlüğü yetkilileri yanan sahaya 46
bin fıstıkçamı, 160 bin kızılçam, 30 bin kara servi,
21 bin mavi servi, 4 bin 500 toros sediri, 15 bin
yalancı akasya, 3 bin
Mersin, 900 mantar meşesi, 300 top akasya, 500
dişbudak, 315 defne, 3 bin zakkum, 200 erguvan ve
300 katırtırnağı dikti. Ayrıca Meryemana mevkisinde
orman yangınlarında kullanılmak üzere
helikopterlerin su alabileceği havuz da yapıldı.
haberler.com, 29.09.2013
|
SURİYE TARİHİNİ DUVARLAR KORUYOR
Suriye her anlamda yıkımdan geçiyor. İnsani
kayıpların yanısıra kültürel mirasını da kaybetmekle
karşı karşıya olan
Suriye için UNESCO'ya göre yağmacılara karşı
acil önlem alınması şart!
New York'taki Metropolitan Museum'un
toplantı salonunda, duvarda dönüp duran sunumda bazı
fotoğraflar var.
Suriye iç savaşının kültür yıkımına ait
fotoğraflarda bazı tarihi yapılardaki ağır hasarlar
gösteriliyor.
Suriye'de yaşananlar sadece ülkeyi değil dünya
tarihini de tehdit ediyor. Kötü haber şu: Ülkede
şiddet devam ederse, insan kayıplarının yanısıra
Bizans, Osmanlı, Yunan tarihi bombalardan ve
yağmalamadan nasibini alacak.
Bu toplantının ehemmiyetine gelince, "Suriye'deki
kültürel objeler risk altında" adıyla bir kırmızı
bülten duyurusu yapılacak ve toplantıya katılım üst
düzey. Nitekim ironi de aynı noktada ortaya çıkıyor.
Zira Amerika'nın askeri müdahalede bulunduğu veyahut
bulunma ihtimalinin olduğu bölgelerde tarih
yağmacıları cirit atıyor. Bugüne kadar bu kırmızı
bülten duyurusu Irak ve Afganistan için de yapılmış.
Yani kendi tarihlerine, kendi kültürel miraslarına
sıkı sıkıya bağlı Amerikalılar demokrasi kadar
tarihin de sorumluluğunu almak zorunda.
6 TARİHİ YAPI
TEHLİKEDE
"Suriye'de
sadece insani değil kültürel bir trajedi de
yaşanıyor. İnsanlar ölüyor.
Suriye'nin hem tarihi hem kimliği yıkılıyor."
UNESCO Genel Müdürü İrina Bokova toplantıyı bu
sözlerle açıyor.
Suriye'de halen önemli 10 bin tarihi eserin
varlığı kayıt altına alınmış durumda. Dünya
tarihinin ortak mirası olarak kabul edilen
Suriye'deki tarihi eserler yaşanan iç savaşta
yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. UNESCO,
kültürel mirasla orada yaşayan insanların ayrılamaz
bir bütün olduğunu, bölgeye uygulanacak
yaptırımların hem tarihi hem de insanları koruması
gerektiğini vurguluyor. UNESCO'ya göre kültürel
miras insanlara güç ve moral veriyor.
Suriye'de ölüm kalım savaşı veren halk bu
trajedi sona erince tarihi eserlere bakıp neşelenir
mi bilinmez, bunu tarih gösterecek. Ama son raporlar
orada yaşanan kültürel yıkımın ciddi boyutlarda
olduğunu gösteriyor. UNESCO Dünya Mirası
listesindeki Halep Antik Kenti, Bosra Antik Kenti,
Şam Antik Kenti, Crac des Chevaliers ve Qal'at Salah
El-Din kaleleri ile "Çölün Gelini" lakaplı antik
şehir Palmira'nın roket, tank ve hafif silahlar
nedeniyle ağır hasar gördüğü belirtiliyor.
UNESCO'nun raporunda; özellikle Halep'te bulunan
eserlerin yağmalandığı söyleniyor. Rapora göre, 14.
yüzyıldan kalma tarihi El Medine Çarşısın savaş ve
yangında şimdiden tahrip oldu ve ünlü Emevi Camii
minaresi yok oldu.
ICOM'DAN
KIRMIZI BÜLTEN
Genel Müdür Bokova, eser kaçakçılığı ile mücadele
için Türk ve Arap yetkililerle Lübnan'da toplantılar
yaptıklarını, tüm kültür bakanlarını ve emniyet
yetkililerini işbirliğine çağırdıklarını anlatıyor.
Time Dergisi, isyancıların yağmalanan tarihi
eserleri silahlarla takas ettiklerini duyurmuştu; bu
mesele doğru mu? Bu konuda kimse net bir şey
söylemek istemiyor. Ama eserlerin bir kısmının
yasadışı yollarla yurtdışına kaçırıldığı biliniyor.
Bu noktada devreye giren ICOM bir kırmızı bültenle
tarihçilere, koleksiyonerlere çağrıda bulunarak "Bu
listede yer alan objelere dikkat edin" diyor. Ama bu
uyarıların yeterli olmadığı aşikar. Nitekim
yetkililer gümrük memurlarına ve onca polis
kontrolüne rağmen bazı tarihi eserlerin daha geçen
günlerde Beyrut ve Amman'da ele geçirildiğini
söylüyorlar. ICOM bugüne kadar benzer listeleri
Irak, Mısır ve Afganistan için hazırlasa da
yetkililer Taliban'ın elinden birçok eseri
kaçıramadıklarını itiraf ediyor. Başarı
hanelerineyse geçen haftalarda Irak'a tonlarca
tarihi eserin iade edilmiş olmasını yazıyorlar.
Suriye'deki durumun Afganistan'daki kadar kötü
olduğu söyleyenirken, Afganistan'da yaşanan tarihi
silme operasyonunun bir başka versiyonunun Suriye'de
de son hızında sürdüğü vurgulanıyor.
Tarihçiler, 2011'den bu yana büyük bir trajedinin
yaşandığı, çok fazla can kaybının verildiği
Suriye'nin eski günlerine döneceğini umut ediyor.
Ama korkulan senaryo şu: Şayet yağma ve bombalama bu
hızıyla sürerse, Suriyeliler hiçbir zaman
tarihlerini bıraktıkları yerde bulamayacak.
Yetkililere göre bu uzun vadede turizm gelirlerini
de düşürecek, ekonominin yeniden turizm geliriyle
canlanması da mümkün olmayacak. Hani derler ya;
koyun can kasap et derdinde... Tam da öyle.
Habertürk, Haber: Elif Key, 29.09.2013
|
6 ASIRLIK AHŞAP SANDUKAYI ALMANYA'DAN GETİRMEK İÇİN
UĞRAŞIYOR
Konya'nın Akşehir
İlçesi'nde bulunan Şeyh Hacı
İbrahim Veli’nin türbesinden 1905 yılında Almanya'ya
kaçırılan 6 asırlık Şeyh Hacı İbrahim Veli
Sandukası’nın Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca geri
getirilerek ait olduğu yere konması istendi.
Müzayede evi ‘High Road Auctions’ tarafından
geçtiğimiz ay Londra'da satışa çıkarılan 17’nci ve
18’inci yüzyıla ait 4 adet Osmanlı mezar taşının
satışı, Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in
talimatı ile engellenmişti. Mezar taşları uzmanlar
eşliğinde İstanbul’a getirilerek, koruma altına
alındı. Bu haber, Mülhak Şeyh Hacı İbrahim Veli
Vakfı mütevellisi 74 yaşındaki Erkök Avcıoğlu’nu
heyecanlandırdı. Ömrünü Şeyh Hacı İbrahim Veli
Sandukası’nı Almanya'dan geri almaya adayan
Avcıoğlu, büyük dedesine ait ahşap işleme sanatının
nadide örneklerinden olan sandukanın Almanya’dan
getirilmesi için mücadele veriyor.Avcıoğlu, 1990’lı
yıllarda Kültür ve Turizm Bakanlığı’na başvurarak,
sandukanın Almanya’dan istenmesi için girişimde
bulunmuş. Sandukanın gündeme gelmesi için panel
düzenleyen Avcıoğlu, 2006 yılında Akşehir Asliye
Hukuk Mahkemesi’nde tespit davası açarak sandukanın
Hacı İbrahim Veli Türbesi’ne ait olduğunu tespit
ettirmiş.
ALMANYA’YA GİDİP SANDUKAYI İSTEYECEK
Hoca
Ahmet Yesevi’nin Anadolu’yu aydınlatmak için
gönderdiği şeyhlerin torunlarından olan Şeyh Hacı
İbrahim Veli’nin türbesi Konya’nın Akşehir İlçesi'ne
bağlı Alanyurt (Maruf) Köyü'nde bulunuyor. Türbede
bulunan ve ceviz ağacının gövdesinden oyma
tekniğiyle yapılmış işlemeli sanduka, 1905 yılında
çalınarak, Almanya’ya götürülmüş. İddialara göre,
Konya’da Almanya ticari konsolosluğu görevini
yürüten bir arkeolog, sandukanın parçalar halinde
türbeden kaçırılmasını sağlamış. O dönemden beri
sanduka Berlin’de Doğu Asya İslam Sanatları
Müzesi’nde sergileniyor. Müze kayıtlarında ‘Sembolik
mezar başlığı’ tanımıyla ve 1.564;21 envanter
numarasıyla yer alan sandukanın müzedeki tanıtım
yazısında 1359 tarihinde vefat eden Şeyh Hacı
İbrahim Veli’ye ait olduğu bilgisi yer alıyor. Vefat
etmeden önce sandukayı türbede görmek istediğini
anlatan Erkök Avcıoğlu, Berlin’e giderek, müze
yetkililerinden sandukayı bizzat isteyeceğini dile
getiriyor.
Zaman, 29.09.2013
|
GELSİN VERMEER'LER, DÜRER'LER, RUBENS'LER...
Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi ile
Dresden Devlet Sanat Koleksiyonları arasında,
gelecek dönemlerde ortak sergi projelerinin
geliştirilmesini kapsayan bir işbirliği anlaşması
imzalandı.
İşbirliği kapsamında SSM’de yapılması planlanan
sergilerde; Dresden Devlet Sanat Koleksiyonları
bünyesinde bulunan değerli sanat eserleri İstanbullu
sanatseverlerle buluşacak. Dresden Devlet Sanat
Koleksiyonları, bünyesinde yer alan 12 müze ile
dünyanın en kapsamlı koleksiyonlarından birine
sahip. 2010 yılında 450. yıldönümünü kutlayan
koleksiyonda; Van Eyk’ten Dürer’e, Rubens’ten
Vermeer’e sanat tarihinin bütün köşe taşları
bulunuyor. Anlaşma kapsamında ayrıca SSM
Koleksiyonları’nda bulunan değerli hat eserleri
Dresden Müzeleri’ne konuk olacak.
Zaman, 28.09.2013
|
EN BÜYÜK MİMARLIK
ÖDÜLÜNÜ ANIT EV ALDI
İngiltere'nin en prestijli mimarlık ödülü
RIBA Stirling'in bu yılki sahibi, 12'nci yüzyılda
yapılan ve mimari bir proje kapsamında orijinaline
bağlı kalınarak ev haline getirilen Astley Kalesi
oldu. 1978 yılında meydana gelen yangında büyük
hasar gören Warkwickshire'deki kale, 1 milyon 350
bin Sterlin harcanarak otantik bir tatil evine
dönüştürüldü. Londra'da düzenlenen ödül gecesinde
konuşan İngiliz Mimarlar Kraliyet Enstitüsü başkanı
Stephen Hodder, "Astley Kalesi, eski bir anıtı
modern mimariyle buluşturup tekrar
canlandırılabilmenin ve hayat vermenin çok başarılı
bir örneğidir" diye konuştu. Eski dönemden kalma
birçok ayrıntının tasarıma dahil edildiği kalede
ziyaretçiler, modern tasarım ile tarihi bir arada
gözlemliyor.
Sabah, 28.09.2013
|
|
İSTİKLAL YOLU, TARİH SİT ALANI OLDU
Kurtuluş Savaşı döneminde Karadeniz'den gelen
cephanenin Anadolu'ya taşındığı istiklal yolunun
Çankırı'dan geçen bölümü, tarihi sit alanı ilan
edildi.
Çankırı Valisi Vahdettin Özcan, gazetecilere yaptığı
açıklamada, Kurtuluş Savaşı döneminde Karadeniz'den
gelen cephanenin Anadolu'ya taşındığı istiklal
yolunun kent sınırları içinde kalan bölümlerinde
düzenlemeler yapıldığını söyledi.
Kurtuluş Savaşı sırasında deniz yoluyla
İstanbul'dan İnebolu'ya getirilen cephanenin
İnebolu-Kastamonu-Ilgaz-Çankırı-Ankara hattı
kullanılarak cepheye ulaştırıldığını hatırlatan
Özcan, "Cephane Çankırı'da Ayan Köyü, Korgun
İlçesi,
İkiçam Köyü, Ilgaz İlçesi, İnköy ve Kuşçayırı
köyleri sınırından geçerek
Ankara'ya, oradan da cepheye ulaşmaktaydı"
dedi.
Yolun sit alanı olması için başvuruda
bulunduklarını anlatan Özcan, İstiklal yolunun,
Kültür ve Turizm Bakanlığı Ankara 1 Numaralı Kültür
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'nun kararıyla
tarihi sit olarak tescil edildiğini dile getirdi.
Özcan, yolun tarihi dokusunu koruyarak herkes
tarafından tanınan bir hale getirebilmek için
çalışmalar yapacaklarını ifade ederek, "Tarihi ve
doğal dokuya uygun olarak ahşap malzemeden özel
tasarımlarla yolu gösteren levhalar yapılacak. 2009
yılından itibaren bu güzergahda çeşitli etkinlikler
yapıyorduk. Bu yıl da 26 Ekim'de yürüyüş
gerçekleştireceğiz" diye konuştu.
Hürriyet, 28.09.2013
|
TARİHİ HARMAN MAKİNESİ MÜZELİK OLDU
Tahtadan yapılmış tarihi harman makinesi, Çanakkale
Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ)'ne bağışlandı.
Tarihi makine, üniversite bahçesinde sergileniyor.
ÇOMÜ Ziraat Fakültesi bahçesine
yerleştirilmesinin ardından düzenlenen açılış
törenine harman makinesini bağışlayan, Çanakkale’nin
Kumburlu Köyü'nden Erdoğan ailesinin mensupları,
Rektör Yardımcısı Prof.Dr. Şükriye Aras Hisar,
Ziraat Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Feyzi Uğur, İl
Genel Meclisi Başkanı Ali Rıza Tekin, Gıda Tarım ve
Hayvancılık İl Müdürü Mustafa Akkuş, Tarım Kredi
Kooperatifleri Merkez Birliği Başkanı Mehmet
Özkurnaz, kurum ve kuruluş temsilcileri, üniversite
yöneticileri, akademik ve idari personelle
öğrenciler katıldı.İsmet Erdoğan, harman makinesinin
babasının hatırası olduğunu belirterek, "50 yılın
üzerinde bir makine. Pirinç ve buğday işlerinde
kullanılır. Babam dünyadan göçünce onun anısını
yaşatmak için bağışladık. Bunu bilmeyen gençler
olacaktır. Öğrencilerden beklentim, bu makineyi
muhafaza etmeleri, o zamanki şartları görmeleri."
dedi. Rektör Yardımcısı Hisar ise Erdoğan ailesine
ÇOMÜ adına teşekkür ederek, "Bizim için çok değerli
bir bağış. Tarım, insanlığın ilk doğduğu andan
itibaren başladı ve önemi hiç bitmeyecek." şeklinde
konuştu. Bağışın fakülte için çok önemli olduğunu
belirten Dekan Uğur da o günkü şartlarda köylülerin,
çiftçilerin Türkiye’nin değişik yerlerinde bu
makineyi kullandığını bildirerek, fakülteye
getirilmesine katkı sağlayan kurum ve kuruluşlara
teşekkür etti. Tarihi harman makinesinin, 1930’lu
yıllarda imal edildiği belirtildi.
Zaman, 28.09.2013
|
ABDÜLMECİD'İN 'GİZEMLİ' TABLOSU AÇIK ARTTIRMADA
Son Halife Abdülmecid Efendi'nin "Avludaki
Kadınlar" tablosu müzayedeye sunuluyor. 45 yıldır
özel bir koleksiyonda bulunan eser, 1 milyon 200 bin
TL'den satışa çıkacak.
"Avludaki Kadınlar" adlı eser, Şehzade Abdülmecid'in
döneminin ne denli aydın bir kişisi olduğunu
kanıtlamaktadır." 32. Osmanlı Padişahı Sultan
Abdülaziz'in oğlu, son Halife Abdülmecid Efendi'nin
"Avludaki Kadınlar" adlı eseri, 1990'da "Sanat
Çevresi" dergisinde böyle tanıtılmıştı.
Uzun yıllar
nerede olduğu bilinmeyen 1899 tarihli eser, Alif Art
Antikacılık A.Ş., tarafından 6 Ekim'de Esma Sultan
Yalısı'nda düzenlenecek "Osmanlı ve Karma Sanat
Eserleri Müzayedesi"nde satışa çıkacak. 1 milyon 200
bin TL'den satışa çıkacak eser, 177'ye 177 cm
boyutunda. Eserin 45 yıldır durduğu özel bir
koleksiyondan alındığını belirten yetkililer, bu
konuda ayrıntı vermiyor. Abdülmecid Efendi, birçok
sanatçının rüyalarını süsleyen Salon Des Artistes
Français sergilerine, 1927 ve 1935'te iki kez kabul
edilmişti.
Sabah, 28.09.2013
|
BEY SARAYI KURTULACAK MI?
Osmanlı’nın ilk sarayının Bursa’da olduğunu biliyor
muydunuz? Bugün üstünde orduevi bulunan Bey Sarayı,
eski günlerine dönmeyi bekliyor. Bursa Kent Konseyi
Başkanı Semih Pala, resmi çalışma başlattıklarını,
Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Savunma
Bakanlığı’nın ellerini çabuk tutması gerektiğini
söylüyor.
Osmanlı’nın ilk başkenti Bursa, imparatorluğun
kuruluş havasını bugünlere taşıyan bir ecdat
yadigarı... Hasan Ali Yücel’in deyişiyle, Bursa bir
tarih sergisidir, “Bize koskoca bir devlet veren
Osman Bey ve oğulları, türbelerinde değil, evlerinde
yatarlar. Emir Sultan, bu maneviyat hükümranı;
Süleyman Çelebi, bu Türkçeyi Allah evine sokan
insan, ne kadar aramızda, ne kadar bizimle
beraberdirler... Bursa, bir tarih sergisidir. Hiçbir
kitap onun kadar 1299’la 1923 arasındaki olayları
bize doğru haber veremez.”
Saray alanının günümüzdeki görünümü
Şehrin muhtelif yerlerinde, ilk dönem eserleri
halen ayakta duruyor. Bunlardan biri de devletin ilk
sarayı olan Bey Sarayı. Sarayın tarihi Osmanlı ile
başlamıyor. Daha önce Bitinyalılar tarafından MÖ
180-200 tarihlerinde yapıldığı serdedilen bir
kültürel miras. Ancak Bursa’nın fetih tarihi 1326
sonrası Orhan Gazi tarafından kalıntılar üzerine
yeniden inşa edilmiş. İstanbul’un fethine kadar,
yani 1453 senesine değin Edirne Sarayı ile beraber
resmi kabuller burada yapılmış ve önemli kararların
çoğu burada alınmış.
Divan-ı Hümayun’un toplandığı sarayda, ilk altı
padişah, devleti buradan yönetmiş. Yine şehzadelerin
evlilik ve sünnet düğünleri Bey Sarayı’nda
gerçekleşmiş. Zamanla gözden düşen Bey Sarayı,
1900’lü yılların başında son kalıntılarla tarihe
gömülmüş. Mustafa Armağan da halen orduevinin
altında bulunan Bey Sarayı’nın orijinal kapısına
St.Petersburg’daki bir müzede rastladığını söylemiş,
“St.Petersburg’daki bir müzede düzenlenen İslam ve
Osmanlı eserleri sergisinde, Yeşil Türbe’de olduğu
gibi iki kanatlı, üzeri dantela gibi işlenmiş ahşap
bir kapı gördüm.” ifadelerini kullanmıştı.
Sarayın yerinde bulunan orduevinin girişi
Üstad tarihçimiz Halil İnalcık, Osmanlı
arkeolojisi adını verdiği çalışma kapsamında,
buranın yeniden eski haline getirilmesi için
birtakım incelemelerde bulunmuştu. Hatta geçtiğimiz
aylarda ismi mahfuz bir vatandaş, TBMM Dilekçe
Komisyonu’na başvurarak; Osmanlı’nın ilk sarayının
kurtarılması talebini dile getirmişti. Dilekçe
işleme konulduktan sonra Milli Savunma Bakanlığı ile
irtibata geçilmiş, ancak bakanlık, orduevinin
taşınmaması hakkında belediye tarafından gösterilen
arazinin şehir merkezine uzaklığını da gerekçe
göstererek, ‘emekli personel ve gazi ailelerinin
orduevi ve tesislerden faydalanması zor olur’
görüşünü dile getirmişti. Bursa Kent Konseyi Başkanı
Semih Pala, Genelkurmay Başkanlığı’nın elini çabuk
tutması gerektiğini söylüyor: “Varsa bir talepleri
biz Bursa olarak bunların hepsini karşılarız. Millet
olarak ordumuzun tesislerini en güzel yerde kurmak
zaten görevimiz.” Pala’ya göre Bey Sarayı, şehrin
geçmişi için de, geleceği için de oldukça mühim.
Bursa’da
orduevinin yapılacağı çok daha güzel yerler var
Semih Pala (Bursa Kent Konseyi Başkanı):
Osmanlı, Bursa’yı fethettikten sonra 6 padişah, 130
yıl burasını baş saray olarak kullanmış. Bey
Sarayı’nda bir dünya tarihi var. Burası şehrin
geçmişi, geleceği için de turizm potansiyeli çok
yüksek olan bir yer. Saray, zaman kaybettirilmeden
eski haline getirilmeli. Bursalılar bu işin
farkında. Biz dünya için gerekli bir konuyu gündeme
getirdik. Bu, göz ardı edilecek bir mevzu değil.
Herkes üzerine düşeni yapmalı ve burayı insanlığın
önüne çıkarmalı. Şu an sarayın üzerinde orduevi var
ama burası doğal sit alanı. Kent içinde, böylesi
önemli bir yerde askeri nitelikli bir tesisin,
tarihi eserlerin içinde olması sıkıntı doğuruyor. Bu
işin muhataplarından biri de Genelkurmay Başkanlığı
ve Milli Savunma Bakanlığı. Bütün muhataplara
konuyla ilgili dosya gönderdik. Sarayın ne
olduğundan, yasal mevzuat gereğince neler yapılması
gerektiğine kadar hatırlatmada bulunduk. Yasalara
göre, orduevinin zaten o bölgede olmaması lazım,
çünkü doğal sit alanı. İşin ciddi yaptırımları var.
Bizden önce Anadolu topraklarını kullananların
tarihi var burada. Genelkurmay’ımız hiç tereddüt
etmesin, Bursa’da orduevinin yapılacağı çok güzel
yerler var. Hazine’nin, valinin, belediyenin
vereceği araziler var. Hatta Bursa Büyükşehir
Belediyesi’nin donanımlı bir orduevi yapıp teslim
etmesi de söz konusu, hiçbir ücret talep etmeden.
Recep Altepe, bu konularda çok hassas, askeriye en
iyi yerde olmalı. 2012’de resmi olarak
yazışmalarımız başladı. Herkes görevini yaptığında
saray ortaya çıkacak. Genelkurmay Başkanlığı ve
değerli komutanlardan Bursa adına ellerini çabuk
tutmalarını istiyoruz.
Zaman, Haber: Samet Altıntaş, 27.09.2013
|
SİLİFKE'DE TARİHİ BAĞ EVİ RESTORE EDİLİYOR
Mersin’in Silifke
İlçesi'nde 200 yıllık tarihi bağ
evi restore ediliyor. Bağ evinin yöresel lezzetlerin
buluştuğu bir kültür evi olarak hizmet vereceği
belirtildi.
Dededen toruna kalan bağ evi, Adana Kültür ve
Tabiat Varlıkları'nı Koruma Bölge Kurulu'nun
iziniyle Kültür Bakanlığı'nın desteğiyle aslı
korunarak tadilatı yapılıyor. Yaklaşık 200 yıllık
olduğu tahmin edilen tarihi bağ evinde restorasyon
çalışması başlattıklarını belirten evin sahibi Sami
Burkut, "2011 yılında Anıtlar Yüksek Kurulu Adana
Bölge Kurulu tarafından tescillenmiş olan, bağ
evimizi şu anda orijinali halini korumaktayız ve
Silifke İlçesi'ne turizm amaçlı bir kapı sunmak için
çalışıyoruz. Şu anda bize maliyeti kültür
bakanlığının vermiş olduğu bir hibe var. O hibenin
yanında bizim de kendi bütçemiz doğrultusunda evin
tamamı 70-80 bin civarına bir ödenekle devam
ettirmeyi düşünüyoruz. Tahminen bu rakamları aşacak
ama şu anki planımız bundan ibaret." dedi.
DEDEDEN
TORUNA GEÇEN KÜLTÜR MİRASINI KORUYORUZ
Burkut,
Tarihi dokusuyla ve tarihi kalıntılarıyla bizlere
geçmişimizi yaşatma imkanı sunan ve dededen toruna
kalan bu bağ evini restore ediyoruz. Bu evimizi
turizme kazandırıp Silifke’ nin geliştirilmesi
Silifke’mizin tanıtılması kültürel zenginliğinin
gösterilmesi adına bu şekilde bir çalışma içine
girdik.200 yıl önce dedemin dedesi olan Faik Efendi
manastırdan yani Arnavutluktan Silifke İlçesi'ne
yerleşmiş. Burada ticaretle uğraşmış ve burası bağ
evi olarak yapılmış. Bahçesinde de sebze meyve
yetiştiriciliği yapmış, aynı zamanda ilçemizin
ailelerinin düğünleri bu bahçede yapılmış. Dedemden
bizlere kalan bu yadigar evi biz de yıkmadan aslına
uygun bir şekilde koruyarak günümüz insanlarına
göstermek için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz.
Çünkü tarih çok önemli bir şey. Geçmişini bilmeyen
geleceğini asla bilemez." dedi. Gün geçtikçe tarihi
evlerde restorasyon çalışmalarının arttığın dikkat
çeken 30 yıllık restorasyon ustası Süleyman Uçan,
ise "Silifke kent merkezinde belde ve köylerinde
özellikle 1800 lü yıllara ait 150-125 yıllık
konakları, 150 yıllık yaşanmışlığını bozmadan
restore ediyoruz. Bu çalışma içinde projeler var.
Eski hali,bugünkü hali, kullanılacak hali diye. Bu
projelere uygun çalışıyoruz gelişi güzel
çalışmıyoruz. Bu çalışmaları bazı şahıslar şahsi
kendi maddi imkanlarıyla yaptırıyor bazıları da
kültür bakanlığı destekli yaptırıyorlar. Fakat çok
zorluklarla karşılaştıkları için uğraşmakta
istemiyorlar. Biz bu kültürümüzü bu eski evleri
tarihi yaşatmak için insanları teşvik ediyoruz.
Öneriyoruz yaptığımız işleri gösteriyoruz ve olumlu
sonuç alıyoruz. İnsanlar önce diyor ki buradan
hiçbir şey olmaz. Ama biz restore ettikten sonra
gelip gördüğünde ne kadar güzel olmuş keşke bende
bunu yıkmasaydım da yaptırsaydım diyen insanlarla
karşılaşıyoruz. Onun için bu meslekten de gurur
duyarak isteyerek ve gönülden yapıyoruz." diye
konuştu. Restorasyonun Silifke’de bulunan diğer
vatandaşlara da örnek olması beklenirken, tarihi
binaların restoresinin yapılması yerine yıkılarak
çok katlı binaların yapıldığı da dikkat çekiyor.
Zaman, 27.09.2013
|
|
TARLADAN ANTİK TİYATRONUN BASAMAKLARI ÇIKTI
Adana’nın Karataş İlçesi’nde kazı çalışmalarına başlanan Magarsus antik kentinde, antik tiyatronun basamakları gün yüzüne çıktı. Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in talimatıyla ilk kazmanın 26 Ağustos’ta vurulduğu kentin kuruluşu MÖ 7. yüzyıla dayanıyor. Adana Valisi Hüseyin Avni Coş, “Kazı ve temizlik çalışmalarının tamamlanmasıyla birlikte, önemli bir bölümü toprak altında kalan antik tiyatro, Adana ve ülke turizmine kazandırılacak. Kazı çalışmalarına başlanmasının üzerinden çok kısa bir süre geçmesine rağmen tiyatro basamaklarının ortaya çıkarılması, heyecan verici ve sevindirici bir gelişme” dedi.
Habertürk, Haber: Neşet Karadağ, 25.09.2013
|
VAN GOGH'UN TABLOSU
ARTIK KENDİ EVİNDE
Hollandalı ressam Vincent Van Gogh’un kayıp
olduğu sanılan ve Norveç’teki bir çatı katından
çıkan “Montmajour’da Günbatımı” adlı eseri
Amsterdam’daki Van Gogh Müzesi’ne asıldı.
Varlığı 1928’den beri bilinen tablonun orijinali
iki hafta önce bulunmuştu.
Akşam, 28.09.2013
|
|
22 - 28
Eylül 2013
|
OSMANLI'NIN KURULDUĞU
KALEDE 'LÜLE TAŞI' İZLERİ
Osman Bey tarafından
1288'de Bizanslılar'dan fethedilen, 1299'da ilk
hutbenin okutularak Osmanlı Beyliği'nin kurulduğu
Karacahisar Kalesi, kazı çalışmalarda lületaşından
yapılmış pipo, ağırşak ve baskıda kullanıldığı
öngörülen 3 eser bulundu.
Kazı Başkanı ve Anadolu
Üniversitesi (AÜ) Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi
Bölüm Başkanı Prof.Dr. Erol Altınsapan, yaptığı
açıklamada, ilk kez 1999'da AÜ'nün eski rektörü
Prof.Dr. Engin Ataç, tarihçi Prof.Dr. Halil İnalcık
ve Prof.Dr. Ebru Parman tarafından kazı çalışmaları
başlatılan Karacahisar Kalesi ve yerleşimindeki
çalışmaların hafta sonu tamamlandığını bildirdi.
Bu yıl 12 Ağustos'ta
başlayan kazıların AÜ Rektörlüğü'nün Araştırma
Fonu'ndan desteklendiğini hatırlatan Prof.Dr.
Altınsapan, şöyle konuştu:
"Eskişehir Valiliği'nin
desteğiyle de 1. Hava Kuvvet Komutanlığı'ndan elde
edilen helikopterle alanın hava fotoğrafları
çekildi. Bu yıl 500 metrekare bir alan kazdık. Bu
sezonda 14 birim ortaya çıkarttık. Bu birimlerin bir
kısmı koğuş, bir kısmı da yaşam alanı. Bu kale, 14.
yüzyıl ile 19. yüzyıl arasında kullanılmış. Kalede
farklı tabakalarda farklı yapı evreleri var.
Kazılarda, hamam tası, sikkeler, ok uçları,
ağırşaklar, kolye uçları, pirinç ve kemik yüzükler,
seramik malzemeler, ağırlıklar buldu. Dirhemleri
bulduğumuz mekanların işlik olduğu ortaya çıktı."
Altınsapan, kazıda lüle
taşından yapılmış malzemelerin de ortaya çıktığını
anlatarak, "Lüle
taşından pipo, ağarşak ve bir baskı aparatı ortaya
çıkarttık. Eskişehir'de lüle taşının Osmanlı
döneminden beri kullanıldığını tespit ettik.
Osmanlı'nın erken döneminde lüle taşının
kullanılması çok önemli. Lüle taşının Karacahisar
işgal edildiği dönemde kullanıldığını gösteriyor"
dedi.
Bu yıl kazılarda AÜ
Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim
üyeleri Yrd. Doç.Dr. Nilgün Çöl, Hasan Yılmazyaşar
ve Ali Gerengi görev aldığına değinen Prof.Dr.
Altıpsapan, gelecek yıl kazı süresini uzatıp,
imkanlarımızı artırarak daha yoğun bir çalışma
programı planlamayı düşündüklerini de sözlerine
ekledi.
Akşam, 25.09.2013
|
5 ASIRLIK HAMAMI BU HALE
GETİRMİŞLER!
16. yüzyılda
Beyoğlu’nda yapılan
Bahçeli Hamam’ın
tahrip edilmesi ve bara dönüştürülmesiyle ilgili
mekanın işletmecisi “Önceki kiracılar tahrip etti”
diyerek fotoğrafları delil gösterdi.
İstanbul
Beyoğlu’nda, 16.
yüzyılda yapılan
Bahçeli Hamam’ın
kubbesinin tahrip edilmesi ve üzerine 5 katlı bina
dikilmesiyle ilgili hakkında tahliye davası açılan
HamamBar adlı
mekanın işletmecileri, hamamın kendilerinden önceki
kiracı tarafından tahrip edildiğini söyleyerek bunun
tespit edilmesini istedi.Mülk sahibi tarafından
açılan tahliye davasında işletmeci tarafından
gösterilen fotoğraflar, 1970’li yıllarda tahrip
edildiğini ortaya koydu.
‘TARİHİ DOKUSUNA
ZARAR VERİLDİ’
Kültür Bakanlığı Anıtlar Yüksek Kurulu Bölge
Müdürlüğü tarafından açılan dava dosyasına giren
belgeye göre,mülk sahibi kiracısına dava konusu yeri
‘alkollü-alkolsüz kafe’ olarak işletmesi için izin
vermiş. ‘Tarihi hamama zarar veriliyor’ iddiası ilk
defa 1970 yılındaMimar Orhan Alsaç tarafından
hazırlanan bir raporla bildirilmiş. Raporda, “Mal
sahipleri kiracıları suçluyor. Hiçbir kiracımülk
sahibinden habersiz, tarihi bir hamamı hamamlıktan
çıkaracak tahribat yapamaz” yazıyor. 1997 tarihli
Mimar BesimÇeçener tarafından hazırlanan raporda ise
“Hamamın büyük kubbeyi taşıyan iç ana duvarları
yıkılmış. Yıkanma kısmı, üst örtüsü harici,
duvarları ve döşemesi tanınmayacak şekilde tahrip
edilerek büyük kısmı yok edilmiştir” deniliyor.
Mimar Çeçener, raporun sonuç bölümünde çarpıcı bir
değerlendirme yapıyor: “Hamam Mehmet Ağa tarafından
değilMimar Sinan tarafından yapılmıştır ve Ağa
Camii’nin avlusu içindeki sınırlarda yer alıyor.”
Tarihi hamamın kimin tarafından yapıldığı konusunda
çelişkili bilgiler var. İstanbul’un tek bahçeli
hamamı olma özelliğini taşıyan mekan, bazı
kaynaklara göre 1591 yılında Mimar Sinan tarafından,
bir kısım kaynaklara göre öğrencisi Davut Ağa
tarafından yaptırıldı. İstanbul’un en eski
hamamlarından kabul edilen Bahçeli Hamam’ın 1951
yılına kadar hamam olarak kullanıldığı biliniyor.
Habertürk, Haber: Tülay
Acar, 25.09.2013
|
İZMİR'DE BİR PLAN
ÇIKMAZI DAHA: BU KEZ EFES!
Selçuk
Belediyesi'nin hazırladığı, İzmir Büyükşehir
Belediyesi Meclisi tarafından da onaylanan 1/1000
ölçekli "Efes Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı" ile
ilgili İzmir 2 No'lu Koruma Kurulu değişiklik
istedi.
Belediyeden yapılan
yazılı açıklamaya göre, İzmir 2 No'lu Kültür
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'nun 11.07.2013
tarih ve 2557 sayılı kararı ile Efes Koruma Amaçlı
Uygulama İmar Planı'nda, Efes'te yeni servis yolları
düzenlenmesi, gezi güzergahları ve giriş kapıları
konusunda esnek davranılması, alan içinde su satış
büfeleri gibi sonradan farklı ticari amaçlarla da
kullanılabilecek alanlarının plana işlenmesi, ayrıca
mezarlık kullanımı ve tarımsal faaliyetlerin
düzenlenmesi gibi talepler sıralandı.
Selçuk Belediye Başkanı Hüseyin Vefa Ülgür, konuyu
meclis toplantısında değerlendirerek, "Bu değişiklik
talepleri, Efes'in geleceği ile ilgili kaygı verici
değişimler içeriyor. Talepler uzun vadede Efes için
sorun yaratabilecek kararlara yasal zemin
oluşturabilir" dedi.
Söz konusu değişiklik taleplerinin siyasi karar ve
her hükümetin Efes Ören Yeri ile ilgili farklı
istekleri olduğunu iddia eden Ülgür, şunları
kaydetti: "Herkesin oluruyla onaylanan planda 'Efes
içinde plan yürürlüğe girdikten sonra ticaret
yapılamaz' diyor. Şu anda istenen değişikliklerde
ise içeride ticareti serbest bırakacak yasal
boşluklar var. Su satılacakmış. Kapılarda suyunu
alan içeri girer, suyunu da içer. Bugün belediye su
diye ruhsat verir, yarın kola da satılır, kahve de
satılır. Çünkü su satışı diye özel bir ruhsat
yoktur. 'Su satacağım' diye ruhsat alır, restoran da
açarlar, kafe de açarlar. Bu partiler üstü bir
durumdur. Konunun İmar ve Hukuk Komisyonu tarafından
titizlikle incelenmesini rica ediyorum."
Ülgür’ün uyarılarının ardından konuyla ilgili
talepler ayrıntılı değerlendirilmek üzere ekim ayı
meclisinin gündemine aktarıldığı bildirildi.
Ege'de Son Söz, 25.09.2013
|
'DİREN BOZCAADA'
“Bozcaada” denince akla
ne gelir?.. Bilenlerin “sükunet-bağlar ve şarap”
dediğini duyar gibiyim.
O halde adı “koruma” olan bir planın öncelikle bu
değerleri gözetmesi gerekmez mi?
Ne var ki “tümü 3. derece sit” olan adaya dayatılan
yeni plan eğer hayata geçerse, ne o dinginlik
kalacak, ne bağlar, ne de kimliğini tamamlayan
geleneksel Ege evleriyle bezeli yerleşim dokusu…
Çanakkale’nin ilçesi konumundaki adamız, denebilir
ki “yaşamsal” bir tartışmayla kışa hazırlanıyor. Ada
sevdalıları, imar yerine adeta “imha”yı öngören
“sözde koruma” planını durdurabilmek için Bozcaada
Forumu’nu oluşturdu.
Kış aylarında 2 bin, yazın 5 bin nüfusu barındıran
40 bin m2’lik adayı “betonlaşma”ktan kurtarmak için
10 bini aşkın imza toplanmasını sağlayan
katılımcılar özetle diyorlar ki: “Bozcaada’ya
dokunmayın, bırakın Bozcaada olarak kalsın..”
Forumdaki ‘Gezi ruhu’
Forum, sadece imar
planını sorgulamak için değil, kanalizasyon vb.
altyapı sorunlarına da çözüm bulmak üzere, aydınlar,
uzmanlar ve bilinçli sakinlerin katılımıyla
kurulmuş.
Gazeteci Haluk Şahin izlenimlerini şöyle yazıyor:
“Bozcaadalılar adaya sahip çıkıyor. Bozcaada butik
bir bağcılık, şarapçılık, kültür adası kalsın
şeklindeki ifadelere yer verilen forumda yeni imar
planını bilmek ve kötü sürprizlerle karşılaşmamak
istiyor... Gezi ruhu budur, yaşadığın yere sahip
çıkmak.”
Bir diğer duyarlı gazeteci Ferai Tınç da Şehir
Plancıları Odası Bursa Şubesi’nin planla ilgili
eleştirilerine dikkat çekerek diyor ki: “Bu düpedüz
Bozcaada’yı ‘Avşalaştırma’ planı… Kıyıdaki arsalara
300 m2, bağların ortasına 500m2 inşaat izinleri;
minicik adaya 18 metre eninde yollar TOKİ’den başka
kimi memnun eder? Bozcaada, imar planını usulsüzlük
ve pervasızlıkla biçimlendirmeye kalkanlara terk
edilemez. 47 km2’lik adaya kruvazör limanı iş mi?”
Demokrasinin
inkarı
Bozcada Forumu, işte bu
planı durdurmak için her fırsatta toplanıyor.
Prof.Dr. Mine İnceoğlu, konuk olduğu Açık Gazete’de
“doğal yapıyı ve kimliği tamamen bozacak” dediği
planın halka duyurulmadan kabul edilmesinin çağdaş
ve demokratik şehircilikle nasıl çeliştiğini
anlatmış...
Oyuncu Cezmi Baskın’ın
“Diren Bozcaada” çağrısı üzerine herkesin ortak
fikri ise “Gezi Ruhu”nun adada da başarıya
ulaşacağı...
Nitekim Açık Radyo’nun kurucusu Ömer Madra da
“Gelecek şimdidir ey okur: Dünyanın her yerinden
direniş haberleri geliyor artık, farkında mısın?”
diye sorduğu “Mutluluk Rüyası Görmek” başlıklı
yazısında bakın ne diyor:
“Bulgaristan’dan Brezilya’ya, Mısır’dan Meksika’ya…
buralarda da Yedikule’den Munzur’a, Uludağ’dan
Bozcaada’ya, 3’üncü köprü’den 3’üncü havalimanına,
on bin yıllık tarih üzerine inşa edilen barajlardan
milyonlarca yıldır orada duran toprakların bağrını
yararak kazılacak kanala… yani, bütün
müştereklerimize eşzamanlı olarak yöneltilmiş
topyekun bir talan tasallutu ve buna başkaldıran
kitlelerin direnişi...”
Bozcaada’yı izleyeceğiz. Gelişmeleri mutlu
haberlerle paylaşmak umuduyla..
Cumuriyet, Yazı: Oktay
Ekinci, 25.09.2013
|
TARİHİ HANDA KAÇAĞA DUR!
Çemberlitaş'taki 450 yıllık Vezirhan, eksik tescil
nedeniyle yok olma tehlikesi yaşıyor. 1900'lü
yılların başına kadar korunan tarihi binanın bir
cephesi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında yıkılarak
yerine betonarme bina inşa edildi. Birinci derece
tarihi eser olarak tescil edilen eserin yıkılan
kısımları tescil dışı bırakıldı. Hanın içindeki
parseli satın alan Celal Girgin, 2011'de 8 katlı bir
yapı inşa etmeye başladı. Kaçak başlayan inşaat
hakkında koruma kurulu üç kez yıkım ve durdurma
kararı çıkarttı. İnşaat durmayınca yasal işlem
başlatıldı. İnşaat geçen yıl durdurulurken hanın 60
yıldan beri yüzde 80 hissedarı İşadamı İbrahim Şahin
de eserin rölövesini çıkarmak istedi. Ancak avluya
kadar gelen kaçak inşaat nedeniyle rölöve
çıkarılamadı. Eserle ilgili tarihi kayıtlara
başvuran Şahin, orijinal haliyle ilgili kayıtlara
ulaştı. Şahin, eserin aslına uygun tescil
edilmesini, kaçak inşaatla ilgili yetkililerin
gereğini yapmasını istedi.
Koruma kurulu da yaptığı
incelemede hanın asıl halinin ortaya çıkarılmasını
kararlaştırdı.
Sabah, Haber:
Zeynel Yaman, 25.09.2013
|
|
İNSANLIK ANITINA 'YARDIM
EDEN ELLER'
Heykeltıraş Mehmet
Aksoy’un ‘İnsanlık Anıtı’ heykelinı
hatırlayacaksınız, Başbakan tarafından ‘Ucube’ ilan
edilmiş ve hemen arkasından yıkılmıştı. O günden
beri sanat camiasında süren pek çok sansür, yasak ve
tehditlerin simgesi haline gelmişti ‘Ucube’. Bugün
kamusal alanda sanat yapma özgürlüğü tartışılıyor.
Hatta bu yılki Bienal bu tema etrafında birleşti ve
pek çok sanatçının kamusal işlerini çeşitli
mekanlarda sergiliyor.
POLİS 120 ELİ ÇÖPE
ATTI
Bienalde yer alan
işlerden biri de Wouter Osterholt ve Elke
Uiteutis’in beraber yaptıkları tek sayılık devamı
gelmeyen bir gazete. İş Kars’taki ‘İnsanlık Anıtı’
heykeli üzerine. Anıtın yıkılma kararının
alınmasıyla birlikte, sanatçılar kamusal alanda
yaptıkları işlerin bir parçası ve devamı olarak,
anıtın eksik kalan eline ithafen bir el yapıyorlar.
Osterholt ve Uitentuis’un İnsanlık Anıtı – Yardım
Eden Eller’i, elin gerçeğine uygun boyuttaki bir
kopyası. Sanatçılar, bunu bir el arabası üstünde
sokaklarda dolaştırarak oradan geçenlerin
verecekleri anlık tepkileri görebilmek için, anıtla
ilgili görüşlerini sormuşlar. Konuşanlardan kendi
ellerinin, istedikleri vaziyette bir alçı kalıbını
çıkarmışlar. Yaklaşık 120 adet döküm elden oluşan
seri, 2011 yılında Kars’taki bir tepeye geçici
olarak yerleştirilen alternatif bir İnsanlık
Anıtı’na dönüşmüş Yaklaşık 120 adet el kalıbını
Kars’a götürüp, yıkılan anıtın olduğu alana
yerleştiriyorlar.
Kars polisi bu eylemi
illegal buluyor ve alçıdan yapılmış tüm elleri çöpe
atıyor. Sanatçılar bu el kalıplarını yeniden yapmak
yerine tüm bu süreci anlatan bir gazete çıkarmaya
karar vermişler. Bütün bu sürecin ardından
yaptıkları çalışmayı içeren bir dökümasyon
hazırlamış. Sergide bu dökümasyonu ‘Yardım eden
eller’ adını taşıyan ‘İnsanlık Anıtı gazetesi’yle
sergiliyor. Gazetede görüştükleri insanların
düşünceleri ve el kalıplarının görselleri var.
Gazete Bienali ziyaret eden herkese ücretsiz
dağıtılıyor.
İnsanlık Anıtı – Yardım
Eden Eller Türkiye toplumunu tanımlayan çeşitli
politik ve kültürel görüşleri temsil etmekle
kalmıyor, ulusal anıt ve sembollerin yaratımı
konusunda demokrasi ve ifade özgürlüğünün
sınırlarını da araştırıyor.
İnsanların kamusal
alanda olma hakkı, sanatçının bu kamusal alanlarda
sanat yapma hakkı hiç olmadığı kadar tehdit
altındayken İstanbul’un çeşitli sanat mekanlarında
yer alan sergiler bütün işleriyle bunu tartışmaya
açıyor. Bütün bu tartışmalara göndermeleri olan
kolektif bir çalışma bu gazete.
Evrensel, Haber: Sevda
Aydın, 24.09.2013
|
|
DİLOVASI'NDA BİZANS DÖNEMİNE AİT İNSAN KEMİKLERİ BULUNDU
Kocaeli'nin Dilovası İlçesi'nde Körfez Geçiş Köprüsü'nün yapılacağı alanda çalışan işçiler Bizans dönemine ait olduğu belirlenen mezar buldu. 4 insana ait olduğu belirlenen kemikler, Kocaeli Etnografya ve Arkeoloji Müzesi arkeoloğları kazı alanında incelemelerde bulunduktan sonra Müze'ye götürdü.
İstanbul-İzmir arasındaki yolculuğu 3.5 saate indirecek Gebze-Orhangazi-İzmir Otoyolu projesinin en önemli geçiş noktası Körfez Köprüsü çalışmaları kapsamındaki üstgeçit ayağı çalışmaları sırasında 10'uncu Yüzyıl'a ait Bizanas dönemine ait 3 mezar bulundu. Mezar içersinde insan kemiklerini gören işçiler hemen polisi aradı. Kazı alanında inceleme yapan polis ekipleri de Kocaeli Müze Müdürlüğü'ne bilgi verdi. İki arkeolog kazı alanında inceleme yaptıktan sonra açılan mezar içersindeki insan kemiklerini müzeye götürdü. Diğer 3 mezarın da açılıp çıkacak olan kemiklerin müzeye götürüleceği açıklandı. Mezarların içinden şu ana kadar 4 kişiye ait kemik çıktığı belirtildi.
haberler.com, 24.09.2013
|
ALEKSANDRIA TROAS'TA KAZI ÇALIŞMALAR SONA ERDİ
Çanakkale'nin Ezine İlçesi Dalyan
Köyü'nde bulunan ve
Türkiye'nin en büyük antik kentlerinden biri olarak
kabul edilen Aleksandria Troas'ta, 2013 dönemi kazı
çalışmaları sona erdi.
İki yıldan beri kazılara başkanlık eden Ankara
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr.
Erhan Öztepe, bu yılki çalışmaların antik kentin
Hellenistik dönem geçmişine ilişkin önemli bulguları
günyüzüne çıkardığını söyledi. Öztepe, çalışmaların
kentin Roma ve Hellenistik dönemlerine ilişkin iki
noktasında yoğunlaştırıldığını belirterek,
"Bu iki alanda yürüttüğümüz çalışmalar, kentin bu
bölgedeki Hellenistik dönem dediğimiz MÖ 3. yüzyıl
dönemine ait buluntuları ortaya çıkarması bakımından
önemliydi. Bu iki noktada Hellenistik tabakalara
kadar inebildik. MÖ 5. yüzyıla kadar inen malzemeler
ele geçmeye başladı. Bu da bize MÖ 4. yüzyıl
sonundan önce de burada yerleşim anlamında bazı
izler olabileceği konusunda fikir verdi."
dedi.
Antik kentin 8 kilometreyi aşan bir sur uzunluğuna
ve takriben 5 bin dönümlük alana sahip olduğu
bilgisini veren Doç.Dr. Öztepe,
"Bu kadar
büyük ölçekteki bir kentin, senede üç ay gibi bir
sürede ve yaklaşık 25-30 kişilik bir bilimsel
heyetle araştırılması, nereden baksanız 200 yılı
aşkın bir süre gerektirir.” şeklinde konuştu.
Çalışmaları tamamlamak için kuşaklara ihtiyaç
olduğunu vurgulayarak, “Biz burada çalışan üçüncü
ekibiz. Bizden sonra dört beş kuşak daha burada
çalışmak durumunda. Kentin anlaşılabilmesi için bu
süreye ihtiyaç var diye düşünüyorum."
dedi.
Bugün, 24.09.2013
|
İNŞAAT KAZISINDAN TARİH FIŞKIRDI
Aydın’da bir inşaatın temel kazısı sırasında Genç
Roma Dönemi’ne ait kalıntılara ulaşılınca,
çalışmalara ara verildi.
Aydın’ın Mesudiye mahallesindeki eski bir bina bir süre önce yenisi
yapılmak üzere yıkıldı. Yeni binanın inşaatına
başlayan müteahhit firma, bölgenin birinci derece
arkeolojik sit alanında yer alması nedeniyle Aydın
Arkeoloji Müzesi Müdürlüğü denetiminde yaptığı temel
kazısı sırasında beklemediği bir sürprizle
karşılaştı. İş makineleriyle yapılan kazıda binanın
temelinde tarihi eser kalıntıları çıktı. Bunun
üzerine kazıya küreklerle devam edilerek kalıntılar
yeryüzüne çıkarıldı.
İnşaat alanında arkeologların yaptığı incelemelerin ardından alandan
çıkarılan tarihi kalıntıların Geç Roma dönemine
(MS 6'ncı Yüzyıla ait) olduğu anlaşıldı. Bunun
üzerine etrafı alüminyum barikatla çevrelenen inşaat
alanında çalışmalar durdurulurken çıkarılan
parçaların bir kısmı incelenmek üzere müzeye
götürüldü. Ayrıca tarihi buluntular, rapor haline
getirilerek Aydın Kültür Varlıklarını Koruma Bölge
Kurulu Müdürlüğü’ne sunuldu. Raporu değerlendiren
kurul inşaat alanını Birinci Derece Arkeolojik Sit
Alanı seviyesine yükseltip kazı ve temizlik
çalışmasının alanın tamamını kapsayacak şekilde
yapılmasına karar verdi. İnşaat ile ilgili son
kararı kurulun vereceği öğrenildi.
TARİH YATIYOR
Arkeologların yaptığı incelemede tarihi kalıntıların Geç Roma Dönemi’ne
ait olduğu belirlenirken kalıntıların çıkarıldığı
Mesudiye Mahalle Muhtarı Cemal Zingal,
mahallelerinin altında tarih yattığını söyledi.
Zingal, arkeolojik sit alanında olduğu için
mahallelerinin imar bakımından çok geri kaldığını
belirterek, “Altımızda resmen tarih yatıyor.
Sit alanı olduğu için imar izni önceden yoktu. İmar
bakımından çok geri kalmış bir mahalleyiz. Bakımsız
durumdayız. Fakat Aydın Belediyesi’nce sit alanı ile
ilgili karar alınınca, inşaat yasağı kalktığından
dolayı tüm mahalleli çok sevindi. Belediyenin
verdiği kat iznine göre mahallemizde inşaat
çalışmaları başladı. Ancak bu defa da inşaat
alanlarından tarihi eser buluntuları çıkıyor. Bu
nedenle inşaat çalışmaları durduruluyor. Yarım kalan
inşaatlara çöpler dolduğundan kötü bir görüntü
ortaya çıkıyor” dedi.
Mücadele, 24.09.2013
|
TARİH GÜN YÜZÜNE ÇIKIYOR
Kütahya'nın Simav İlçesi Belediye Başkanı Kasım Karahan, ilçesinin tarihini ortaya çıkartmak ve turizmde hak ettiği yere getirmek için Bizans dönemine ait kalıntıların bulunduğu Hisar tepesinde kazı çalışması başlattıklarını söyledi.
Belediyeye ait 20 işçi ile başladıkları kazılara Kütahya Müze Müdürlüğü'nün de destek verdiğini ifade eden Başkan Karahan, yapılan çalışmanın Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan izinli olduğunu belirtti. Kütahya Müze Müdürü Metin Türktüzün'ün başkanlık ettiği kazı çalışmalarına arkeologlar Serdar Ünan ile Özkan Sulak'ın da destek verdiğini belirten Karahan, "Sur duvarlarının ortaya çıkmasının ardından, yetkililerin de onay vermesi halinde kentin en yüksek kesimindeki Hisar Tepesi'ne tarihi bir restoran yapılacak" diye konuştu.
Hisar tepesindeki tarihi kalıntıların Bizans döneminde savunma ve sığınma amacıyla yapılan kale duvarları olduğunu tahmin ettiklerini de dile getiren Kütahya Müze Müdürü Metin Türktüzün ise konuşmasına şöyle devam etti :
"Sur duvarlarına, kalenin yukarısından aşağıya doğru bir toprak akıntısı var. Yağmur suları ve değişik nedenlerden dolayı akan topraklar kalenin sur duvarlarını kaplamış. Öncelikle temizleyip sur duvarlarını ortaya çıkarmaya çalışıyoruz.
Kütahya Kent Haber, 24.09.2013
|
|
|
KAYA MEZARLARDAN İNSAN KEMİKLERİ ÇIKTI
Adana'nın
Yumurtalık
İlçesi'nde Kaya Mezarlarda yapılan
kazı çalışmalarında insanlara ait kemik parçalarına
rastlandı.
Adana Vali Yardımcısı Halis Aslan'ın da
katılımıyla
Yumurtalık İlçesi Süleyman Kulesi çevresinde
bulunan kaya mezarlarda başlatılan araştırmalar
sürüyor.
Çukurova Üniversitesi
Arkeoloji Bölüm Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr.
Fatih
Gülşen'in başkanlığında yürütülen çalışmalarda,
açılan üçüncü kaya mezarda insan iskeletine ve
kafatası kemiklerine rastlandı.
Kafatasının bir çocuğa veya bir yetişkine ait
olup-olmadığı yapılacak incelemeler sonucu tespit
edilecek.
Yumurtalık Belediyesi'nin
Kültür ve Turizm Bakanlığı'na sunduğu 70 bin TL
bedelli proje kapsamında kaya mezarlarının gün
ışığına çıkarılması için amaçlanıyor.
haberler.com, 24.09.2013
|
MİLET ANTİK KENTİNDE TANRILAR İÇİN 'ADAK PARMAK'
BULUNDU
Milet antik kentinde, 1900'lü yılların başında
kazı çalışmaları yapılmış mağaranın zemininde
zamanla biriken toprağın, ziyaretçilerin daha iyi
koşullarda gezebilmesi için temizlenmesi sırasında
pişmiş topraktan yapılmış parmak figürleri bulundu.
Bulunan eserler, mağaranın antik dönemde kutsal alan
olarak kullanıldığını gösteriyor.
Milet Müzesi Müdürlüğü'nce
Doç.Dr. Philipp
Niewohner'in başkanlığındaki kazıda, antik
tiyatronun altındaki 20. yüzyılın başında kazılan
mağaranın zemininde zaman içerisinde birikmiş toprak
tabakasının temizlenmesi, böylece ziyaretçilerin
güvenli ve kuru bir şekilde mağarayı
gezebilmelerinin kolaylaştırılması ve mağaranın
fonksiyonu ile kullanım dönemlerinin anlaşılabilmesi
amacıyla temizlik çalışmaları başlatıldı.
Sürpriz şekilde arkeolojik buluntuları gün yüzüne
çıkaran çalışmalarda tanrı ve tanrıçalara sunulan
adaklara ulaşıldı.
Parmak figürleri, Korinth ve güney
İtalya'daki kazılarda, antik dönemde kutsal alan
olarak kullanılan mağaralardakiyle benzerlik
gösterirken, bu tür kült objelerin, hastalıkların
iyileşmesi için tanrı ya da tanrıçalara adak olarak
sunulduğu biliniyor.
Kuyuya saklanan pagan heykeller
Yapılan çalışmalarda, mağara içerisinde, dikdörtgen
şeklindeki yaklaşık 1 metre derinlikteki bir kuyuya
atılmış heykeller de bulundu.
Burunları eksik üç heykel başı ile başı eksik bir
büst parçasının, Hıristiyanlığın yaygınlaşıp,
imparator I. Theodosius'un pagan kültlerini
yasakladığı dönemde, birilerinin, eserleri yok
edilmekten kurtarmak için mağaradaki kuyuya saklamış
olabileceği düşünülüyor.
Kuyudan, milattan sonra 4. ve 5. yüzyıllara
tarihlenen bazıları sağlam durumda kandiller ve çatı
kiremiti parçalar da ortaya çıkarıldı. Böylece
mağaranın, bu tarihlerden itibaren kutsal alan
işlevini kaybettiğinin anlaşıldığı belirtildi.
Hürriyet, 24.09.2013
|
TARİHİ SARAY GÜN YÜZÜNE ÇIKARILIYOR
Mersin’in Tarsus
İlçesi'nde, 2012 yılında semt pazarı için yapılan
kazılar sonrasında bulunan mozaiklerin, Tarsus Müze
Müdürlüğü'nün yaptığı çalışmalar sonucu Roma
Dönemi'nde kullanılan saray, hamam, villa veya idari
birimleri ait olduğu tespit edildi.
Tarsus Müze
Müdürü Mehmet Çavuş, yaptığı açıklamada, kurtarma
çalışmalarının 23 Eylül Pazartesi günü başladığını
söyledi. Çavuş, şöyle dedi: “Tarsus İlçesi Eski
Ömerli Mahallesi, 3590 ada, 1 nolu parsel üzerine
(Zeytin Pazarı) 2012 yılında Tarsus Belediyesi'nce
kapalı semt pazarı yapımı hafriyat çalışmalarında,
anıtsal nitelikte mimariye sahip kültür dokusuna
rastlanılması sonucu Bakanlığımız, Kültür Varlıkları
ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nden alınan kazı ve
sondaj izin belgesi gereği, 2012 yılında çalışmaları
gerçekleştirilmiştir.
Tarsus antik kentinin kuzey noktasında, üst
zemin seviyesinden -90 santimetre kotta karşılaşılan
ve tonozlu olması muhtemel, dış ve iç duvarları
tuğla örgü sistemi ile içi harçlı moloz dolgu
kullanılmak suretiyle inşa edilen sarnıç yapısının,
izlenebilen uzantılarının yapılan ölçümlerinde 52
metre boyunda, 7.60 metre eninde, 4.10 metre iç
genişliğe, duvar kalınlıklarının ise 1.75 metre
ölçülerinde olduğu, iç duvarları sıvalı, batı
duvarının güney bölümünün 28.55 metrelik, doğu cephe
güney duvarının da hafriyat çalışmalarında 21.80
metrelik kısmının tamamen, 6.75 metrelik bölümünün
de kısmen tahribat yapıldığı tespit edilen 52x7.60
metre boyutlarındaki anıtsal sarnıç yapısı ve yapı
ile bağlantılı mimari kültür dokusu, su dağıtım
sistemi, mozaikli zemin ve alandaki yoğun kül
katmanlarından bu alanın Erken Roma Dönemi'nde
kullanıma alınan hamam, saray, villa veya idari
yapılar kompleksini barındırdığı tespit edilmiştir.
Bu bağlamda, Semt Pazarı hafriyat çalışmalarında
ortaya çıkan Tarsus antik kentinin bugüne kadar
korunagelen, zengin tarihi kültürel dokusunun bir
örneği olan ve kentin simgelerinden birisi
konumundaki anıtsal boyutlara sahip sarnıç binasının
ve mozaik zeminin tamamının ortaya çıkarılması,
sarnıcın iç dolgusunun temizliğinin yapılması ve
anıtsal yapının yakın çevresindeki kültürel dokunun
uzantılarının ve niteliğinin tamamen belgelenmesine
yönelik 2013 yılında da kurtarma kazısı
çalışmalarının gerçekleştirilmesi için Bakanlığımız,
Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nden
alınan 17.01.2013 tarih ve 11973 sayılı kazı ve
sondaj izin belgesi alınmıştır. Söz konusu kazı
alanında Bakanlığımızdan sağlanan ödenekle
23.09.2013 tarihinden itibaren Müze Müdürlüğümüzce
yapılacak kazı çalışmalarında; sarnıç, zemin mozaiği
ve bu alandaki kalıntıların gün ışığına çıkarılarak
Tarsus’un tarihi kültürel dokusunun turizme
kazandırılmasına yönelik ziyaret edilebilir
düzenlenmiş ören yeri haline getirilmesine yönelik
çalışmalar gerçekleştirilecektir. Kurtarma kazısı
çalışmalarında Kırşehir Üniversitesi Arkeoloji
Bölümü'nde görevli bulunan Yrd. Doç.Dr. Işık Adak
Adıbelli, Öğretim Görevlisi Hüseyin Adıbelli ile
diğer öğretim görevlileri ve öğrencileri de
Bakanlığımız, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel
Müdürlüğü'nden alınan izin doğrultusunda kazı ekibi
olarak görev yapacaklardır.”
Akşam, 24.09.2013
|
SEYİTÖMER HÖYÜĞÜ KÖYLÜLERİN GEÇİM KAYNAĞI OLDU
Kütahya'da, Seyitömer Linyit İşletmeleri (SLİ)
çalışma alanın da bulunan ve Dumlupnar Üniversitesi
(DPÜ) Arkeoloji Bölümü tarafından 8 yıldır yürütülen
höyük kurtarma kazıları, çevrede bulunan köylüler
için sigortalı iş kapısı konumuna geldi.
Çevre 10 köyden çalışma için kazılara katılan 250
kişi, kazı yapma, çıkan eserlerin toplanması,
fırçalama ve su ile yıkama gibi işlerde çalışıyor.
DPÜ Arkeoloji Bölümü ve Kazı Grubu Başkanı
Prof.Dr. Nejat Bilgen, yaptığı açıklamada, kazıların bu
yıl 8'inci yılına girdiğini söyledi.
SLİ'nin özelleşmesi nedeniyle bu yıl kazıların
geç başladığını belirten Bilgen, 'Bu sezon iki ay
gibi bir süre çalışmayı planlıyoruz. Şimdilik
havaların güzel gitmesi işimizi yapmaya fırsat
veriyor' dedi.
Yeni sezonda toplam 300 kişinin kazılarda görev
aldığını ifade eden Bilgen, şöyle konuştu:
'Bunların içinde 50'ye yakın kişi, üniversite
ekibimizden oluşuyor. Geriye kalan işçiler ise çevre
10 köyden buraya çalışmaya gelmektedir. Köylerden
gelen işçilerin ulaşımını da firma yetkilileri
sağlıyor. İşçilerimiz, hem ekonomik hem de sosyal
anlamda buradan yararlanıyor. Kazılara katılanlara,
maaş verilip sigorta yapılmaktadır. Bu kazılar,
onlar için ekmek kapısı konumuna gelmiş durumda. Hem
onlar ekonomik olarak faydalanıyor hem de biz işi
hızlı yürütme adına, onlardan faydalanıyoruz.'
Bilgen, sezonun kısa olmasından dolayı hızlı bir
şekilde kazı, atölyelerde çizim, restorasyon ve
fotoğraf çalışmalarının devam ettiğini ve bilim
hayatına katkı sunduklarını dile getirdi.
Üniversiteden bölüm öğrencilerinin kazı
alanlarında kendilerini geliştirme imkanı bulduğunu
da vurgulayan Bilgen, şöyle devam etti:
'Çalışmalarımız, geçen kazı sezonlarında höyüğün
tepe kısmında açığa çıkarılan Erken Tunç Çağı'nın B
evresine ait 'saray' da devam ediyor. Bu saray
yaklaşık 5 bin yıl önce büyük bir yangın geçirmiş.
Seramik üretimi ve uluslararası ticarette de önemli
bir yer edinmiş. İlk hafta da bile önemli
sayılabilecek bir taş kalıp çıkardık. Bu da, bölgede
yoğun ticari ilişkilerin olduğunu gösteriyor.
Bunlar, Mezopotamya'dan, Orta Anadolu'ya ve Batı
Anadolu'ya geçişin önemli noktalarından olduğunun
kanıtlarından. İnşallah bu sezon kapanmadan daha
farklı ve daha heyecan verici buluntuların
çıkacağını umuyoruz. Buradaki çalışmalar,
Kütahya'nın 5 bin yıl önce ne kadar önemli bir bölge
olduğunu gösteriyor. Batı, Doğu ve bölgeler arası
ticaret ve üretimi birbirine taşıdığını
görmekteyiz.'
Bilgen, kazılardan her yıl 2 bin civarında eseri
çıkarıp restorasyonunu yaptıktan sonra müzeye teslim
ettiklerini, bu sezonun kısa olması nedeniyle
ellerinden gelenin en iyisini yapacaklarını
sözlerine ekledi.
Yeni Şafak, 24.09.2013
|
İNGİLTERE'DE 2 BİN YILLIK MUMYALAR
İngiltere'nin Yorkshire kentinde 2 bin yıllık
mumyalar bulundu. Güney Yorkshire'da mumyalama
geleneğinin bir zamanlar var olduğunu söyleyen
uzmanlar, yapılan adli tıp testlerinde bazı
kemiklerin Kuzey Afrika'da doğup büyümüş kişilere
ait olduğunu keşfetti.
Sabah, 24.09.2013
|
MECLİS ESKİ HALİNE UYGUN YENİLENECEK
1961’de hizmete açılmasının ardından pek çok
‘eklenti’ yapılarak anıtsal özelliği zarar gören
TBMM binasının ‘eski haline’ döndürülmesi için 5
yıl sürecek restorasyonun ilk adımı olan röleve
çalışmaları başladı.
Yapımına 1937’de
Atatürk ’ün talimatıyla başlanan TBMM Ana
Binası’nın inşaatı araya 2.
Dünya Savaşı’nın girmesi nedeniyle ancak 1961’de
tamamlanmıştı. Aradan geçen 52 yılda binada ciddi
bir tadilat yapılmamasına karşın zamanla
ihtiyaçların artması ile çok sayıda ‘eklenti’
yapıldı. ‘Demokrasinin simgesi’ sayılan binanın
geçen yıl tescillenmesinin ardından bu yıl da kalıcı
bir
restorasyon yapılması için düğmeye basıldı. 5
yılda tamamen elden geçirilmesi planlanan TBMM Ana
Binası’nın 8 ay sürecek röleve çalışmaları sırasında
orijinal planda bulunmayan, daha sonra eklenen
yerler tek tek tespit edilecek. Bu teknikte orijinal
olmayan yerlerin üzerine siyah kare şeklinde işaret
konuluyor. Röleve çalışmasında lazer tekniği
kullanılıyor.
Genel Kurul’a dokunulmayacak
Röleveyle mevcut durum tespit edildiktan sonra
restitüsyon, yani eskiye dönük olarak orijinal proje
ortaya konulacak. Ardından restorasyon yapılacak.
Dış cephedeki kirli taşların temizliği yapılacak.
Bugüne kadar hiç bakılmayan elektrik hatları elden
geçirilecek. Vestiyer olarak yapılan bazı yerlerin
bile oda olarak kullanıldığı ifade ediliyor.
Meclis’in orijinal halinde milletvekillerinin halen
kullandığı odaların bulunduğu A ve B blok
bulunmuyordu. Yeni ek binanın hizmete girmesinin
ardından önce A, daha sonra B blok yıkılarak yeşil
alan yapılacak. TBMM Genel Sekreteri İrfan
Neziroğlu, özellikle komisyon çalışmaları nedeniyle
odaların bölündüğünü ve orijinalliği bozulmasın diye
kaldırılabilecek şekilde ahşaptan bölmeler
yapıldığını söyledi. Neziroğlu, “Yeni çalışmamızla
binayı eski orijinal haline getireceğiz. Genel Kurul
Salonu’na dokunmayacağız” dedi.
Radikal, 24.09.2013
|
BU AYIBI TEMİZLEYİN!
İzmir'in en önemli simgesi olan ve binlerce
İzmirli'nin her gün buluşma noktası olarak
belirlediği Tarihi Saat Kulesi'nin hali görenlerin
içini sızlatıyor. Tarihi kule, bakımsızlık ve
hırsızlık olayları nedeniyle harap halde geldi.
Fıskiyeleri, mermerleri kırılan, muslukları çalınan
Tarihi Saat Kulesi'nin içi de çöplüğe benziyor.
İzmirliler, Büyükşehir Belediyesi'nin hemen önündeki
Tarihi Saat Kulesi'nin bir an önce onarımdan
geçirilip temizlenerek eski günlerine döndürülmesini
isterken Yeni Asır'ın yaptığı araştırma tarihi
yapının onarımı için hazırlanan projenin bürokratik
süreç içinde beklediğini ortaya koydu.
"Sürekli çalınıyor"
Görüştüğümüz Büyükşehir Belediyesi yetkilileri,
hazırladıkları bakım ve onarım projesini geçtiğimiz
ay başında Konak Belediyesi bünyesindeki Koruma
Uygulama ve Denetim Bürosu'na gönderdiklerini ve
buradan onay beklendiğini söylediler. Yetkililer,
"Saat Kulesi'nin mülkiyeti kısa süre önce talebimiz
üzerine Hazine'den bize geçti. Onarım projesi
hazırladık, ancak projemiz KUDEB'ten onay bekliyor.
Onayın ardından Saat Kulesi onarımdan geçirilecek.
Çeşme ve fıskiyelerin değiştirilmesi için kurul
kararı gerekmiyor. Ancak, sürekli çalınıyor veya
kırılıyor" dediler.
Büyükşehir yetkilileri, tarihi yapının içinin de
çöplüğe dönmesi konusunda ise, "Biz her gün sürekli
temizliyoruz. Ancak, ardından vatandaşlar hemen
kirletiyor. O nedenle de böyle bir görüntü oluşuyor"
diye konuştular.
"Bizimle ilgisi yok"
Bu açıklamaların ardından görüştüğümüz Konak
Belediyesi bünyesindeki Koruma Uygulama ve Denetim
Bürosu yetkilileri, Büyükşehir Belediyesi'nin
aksine, projenin kendileriyle bir ilgisinin
olmadığını söylediler. Tarihi Saat Kulesi'nin sahip
olduğu önem nedeniyle sorumluluğunun da Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nda olduğunu
belirten KUDEB yetkilileri, "Biz projeyi oraya
gönderdik. Onayı oradan beklemeleri gerekiyor" diye
konuştular.
2.
Abdülhamit'in tahttaki 25. yılı için yaptırıldı
İzmir'in Konak Meydanı'nda bulunan Tarihi Saat
Kulesi, Osmanlı padişahı 2. Abdülhamit'in tahta
çıkışının 25. yılı için 1901'de Sadrazam Mehmet Said
Paşa tarafından Alman Konsolosluk binasını yapan
mimar Raymond Charles Pyaptırıldı. 25 metre
boyundaki kulenin dört çeşmesi bulunuyor. Kulenin
kolonları, Kuzey Afrika temasını esinlendiriyor.
Saati Alman İmparatoru II. Wilhelm'in
(hükümdarlığı:1888-1918) hediyesi olan kulenin
kurulma nedeninin, o dönemde saatlerin pahalı olması
olduğu ifade ediliyor.
Yeni Asır, Haber: Fatih Abacıoğlu, 23.09.2013
|
KÜLLERİNDEN DOĞAN ANTİK KENT!
DHA'nın haberine göre, Muğla’nın Milas
İlçesi’ne
bağlı Kıyıkışlacık Köyü’ndeki İasos antik kentinde
yarım asırdır kazı ve kurtarma çalışmalarını
sürdüren İtalyan arkeologlar, bugüne kadar
bilinmeyen bulgulara ulaştı. Antik kentin 3 bin 600
yıl önce Yunanistan’ın Santorini Adası’ndaki Tera
Yanardağı’nın patlamasının ardından küller altında
kaldığı ortaya çıktı. Kazı çalışmalarında 4 bin
yıllık kentin kanalizasyonuna ve antik tiyatrosuna
giden tünellere ulaşıldı.
İtalyanlar’ın dünyaca ünlü arkeoloji heyeti,
Studi Delle Tuscia Üniversitesi tarafından, Kültür
ve Turizm Bakanlığı’nın izniyle 53 yıldır sürdürülen
İasos Antik Kenti’ni kazı ve kurtarma
çalışmalarında, bir hafta önce bugüne kadar
bilinmeyenlere ulaşıldı. Kazı başkanı Studi Delle
Üniversitesi’nde görevli Prof.Dr. Marcello Spanu,
yardımcıları arkeolog Emanuele Borgia, arkeolog
Şevki Bardakçı, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Temsilcisi Selvet Karamahmut ve 28 İtalyan
arkeologla üniversite öğrencileri, yeni tarihi
mekanları gün ışığına çıkardı.
Yanardağın külleri altında kalmış
Antik kentin, 3 bin 600 yıl önce 200 kilometre
uzaklıktaki Yunanistan’ın Santorini Adası’nda
bulunan Tera Yanardağı’nın patlamasının ardından
küller altında kaldığı belirlendi. Prof.Dr.
Marcello Spanu, kazılar sırasında zeminden 1 metre
derinlikte bulunan İasos adının kazılı olduğu
agoraya giriş sütunlarının, kentin tarihiyle ilgili
çok yeni ve geniş bilgiler ortaya çıkardığını
belirtti.
Prof.Dr. Marcello Spanu şöyle dedi:
"Girit ve Santorini adalarındaki Minos
Uygarlığı’nın yok olmasına neden olan Tera
Yanardağı’nın patlamasının ardından antik kent
küllerin altında kalmış. O nedenle antik kentin
kanalizasyon sistemiyle, tiyatroya giden tünelleri
ilk günkü gibi kalmış. Yılda yaklaşık 100 bin euro
harcadığımız kazı ve restorasyon çalışmalarının
sonunda, burasının Türkiye’nin en büyük ve önemli
arkeoparklarından biri haline geleceğinden eminim."
Kazı başkan yardımcısı ve Akdeniz Medeniyetleri
Araştırma ve Uygulama Merkezi Görevlisi Uzman
Arkeolog Şevki Bardakçı da Hellenistik, Roma, Bizans,
Osmanlı dönemlerinde yaklaşık 4 bin yıldır
kullanılan İasos Antik Kenti ve Kıyıkışlacık
Köyü’ndeki tarihi ve kültürel zenginliklerinin
tanıtımında etkili olunamadığına vurgu yaptı.
Kurtarma ve restorasyon çalışmalarıyla büyük bir
alana dağılmış tarihi eserlerin gün ışığına
çıktığını, bölgenin geçmişiyle ilgili ciddi ve
değerli bulgular elde ettiklerini anlatan Bardakçı
şunları söyledi:
"Agora, Artemis Astias Kutsal Alanı, Zeus
Mefistos Alanı, Mozaik Evi, Akrapolis, Batı Limanı
Kulesi ve Piri Reis’in talimatıyla 2’nci Beyazıt
tarafından 1481- 1522 yıllarında inşa edilen limanda
yapılacak çalışmalar sonucunda, bölge kültür turizmi
açısından en zengin antik kentlerinden biri haline
gelecek. Antik kentin uydudan çekilen fotoğraf ve
görüntüleriyle tam yeri ve sayısal haritası
hazırlanıyor. Proje sona erdiğinde yılın 12 ayı
kültür turizmi için bölgeye turist akını yaşanacak.
Önümüzdeki yıldan itibaren İasos’u tanıtmak için
seyahat acenteleri ve tur operatörleriyle görüşerek,
günlük tekne turları ve cip safarileri
düzenlenmesini sağlayacağız."
Yapı, 23.09.2013
|
AKM ÇÜRÜMEYE TERK EDİLDİ
Restore edilmek üzere kapatılan Atatürk Kültür
Merkezi (AKM) çürümeye terk edildi. 2012 yılının
Mayıs ayından beri binanın taşıyıcı sisteminin
soyulması ve bazı söküm işlemleri dışında binaya bir
çivi dahi çakılmadı. Restorasyon projesi, bina
statiğini etkileyecek nitelikteki can ve mal
güvenliğiyle ilgili tespitler ile gerekli teknik
incelemelerin yapılacağı gerekçesiyle durduruldu.
Kaderine terk edilen kültür merkezi Gezi eylemleri
nedeniyle polis karakoluna döndü.
Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi ÇED
Komitesi Sekreteri Mücella Yapıcı, “binanın
güçlendirilemeyeceği” yönünde rapor hazırlanacağına
ilişkin duyumlar aldıklarını belirterek “Kültür ve
Turizm Bakanlığı’ndan gelen yazılar da bu duyumumuzu
doğruluyor. Başbakan AKM’yi yıkma sevdasından
vazgeçmiyor. Biz de AKM’den vazgeçmiyoruz” dedi.
Yapıcı, Gezi Parkı eylemleri döneminde AKM’nin halka
açıldığını anımsatarak “Oraya giren mimar
arkadaşlarımızın çektiği fotoğraflar ve yaptığı
tespitler bizi dehşete düşürdü. Bina soyulmuş soğana
çevrilmiş. Arşivler dağıtılmış. Operanın çok önemli
arşivleri ayaklar altında. Hiçbir tedbir alınmamış.
Bina zayıflatılmış. Neredeyse kendi halinde çökmeye
bırakılmış. Binalar insanlar gibidir.
Kullanılmadıkça çökerler” diye konuştu.
Polisi yıkılacak binaya sokmazlar
Yapıcı, Avrupa’nın en iyi opera binalarından biri
olan AKM’nin şu anda polis karakolu olarak
kullanıldığını söyledi. Binada statik bir problem
olmadığının polis karakolu olarak kullanılmasından
fark edileceğini belirten Yapıcı, “Devlet statik bir
problemi olan yere polisini niye soksun? Bu yüzyılda
‘burası güçlendirilemez’ demenin hiçbir bilimsel ve
teknik karşılığı yok. Bu kabul edilemez bir şey”
diye konuştu.
Yapıcı, “Gidişat henüz iktidarın AKM’yle ideolojik
hesaplaşmasının sona ermediğini, bu konuda da teknik
ve mesleki her türlü doğruyu, değeri türlü çeşit
hilelerle ayaklar altına alma isteğinin devam
ettiğini göstermektedir” değerlendirmesinde bulundu.
Kültür Sanat Sendikası İstanbul Şube Başkanı Haluk
Tolga İlhan da AKM ile ilgili açtıkları davayı
kazandıklarını anımsatarak “Kentsel sit alanı olduğu
için AKM davasını kazandık. Mahkeme ‘Yıkılmasın
onarılsın’ dedi. Bütçe olarak milyon dolarlar
ayrıldığı söyleniyor. Bu paranın nereye gittiği
meçhul. Restorasyon da yok ortada” diye konuştu.
Ertuğrul Günay’ın Kültür ve Turizm Bakanı olduğu
dönemde AKM’nin 29 Ekim tarihinde açılacağının
söylendiğini aktaran İlhan, “Şimdi polislerin
karakolu haline dönüştürüldü. Hükümet burayı
pasif-agresif davranarak açmak istemiyor.
Başbakan’ın diktatöryal bir tavrı var” yorumunda
bulundu.
İlhan, Cumhuriyet ideolojisinin kendisini mimari
üzerinden de kurgulayan bir sistem olduğunu
belirterek “AKM de bunlardan biri. Kentsel yapılar,
meydanlar buna yönelik şekillendirilmiştir.
Atatürk’ün tiyatroların, operaların kurulmasına çok
önem verdiğini biliyoruz. AKP’nin hıncını, ideolojik
hırslarını bu mimariyi yıkarak, bu sanatsal
kurumlara darbe vurarak birtakım kişisel ve
toplamsal muhalefeti gene bu yapıları yıkarak kurmak
istemesi çok anlamlı. Erdoğan hükümeti ideolojik
hırslarını sanat ve Cumhuriyetin yapılarına zarar
vererek tatmin etmektedir” diye konuştu.
Gerçek Gündem, Haber: Hazal Ocak, 23.09.2013
|
SİNAN'IN MİRASI DRİNA'YA RESTORASYON
TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı),
Sokollu Mehmet Paşa tarafından Mimar Sinan'a 1577'de
yaptırılan Bosna Hersek'teki Drina Köprüsü'nün
restorasyonunu üstlendi.
En son 1960'ta dönemin Yugoslavya hükümeti
tarafından, savaşta gördüğü ciddi tahribat nedeniyle
restore edilen Drina Köprüsü, 53 yıl sonra Türkiye
tarafından tekrar onarılıyor. Tarihi köprü için 5
milyon euroluk bütçe ayrıldı. TİKA'nın Aralık
2012'de yaptığı proje ihalesi sonucunda Bosna
Hersek'in Vişegrad şehrinde bulunan Drina
Köprüsü'nün yüklenicisi daha önce Mostar Köprüsü'nü
de yenileyen ER-BU firması olmuştu. TİKA, 2007'de
UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi'ne alınan ve
436 yıldır ayakta olan Drina Köprüsü'nün onarımını 2
yılda tamamlamayı planlıyor.
Sokollu Mehmet Paşa tarafından, 1571 ile 1577
arasında Mimar Sinan' a yaptırılan köprü, Avrupa
köprü mimarisinin en sıra dışı örneklerinden birini
oluşturuyor. Drina, zamanında Bosna eyaleti ile
Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti olan İstanbul
arasındaki anayol üzerinde kurulması nedeniyle
etrafındaki köy ve şehirlerin gelişmesinde önemli
rol üstlendi. Tarihte nice kanlı savaşa tanıklık
eden köprünü bölgedeki etnik unsurların son 350
yılını anlatan birçok şiir ve romana da konu olmuş.
En kapsamlı restorasyonu 1960'ta Yugoslavya hükümeti
tarafından savaş sonrası yapılan Drina Köprüsü,
bunun sonrasında belli yerlerinde irili ufaklı
onarımlardan geçirildi. Türkiye'nin tarihi aslına
uygun olarak gerçekleştireceği restorasyon 53 yıl
sonra yapılacak en kapsamlı onarımı ifade ediyor.
Restorasyonda köprü ayaklarının onarılmasından,
üzerindeki taşlarının yenilenmesine kadar pek çok
detay gerçekleştirilecek. TİKA, özellikle köprünün
ayaklarının 1900'lü yıllardan araç trafiğine
kapatıldığı 2003'e kadar maruz kaldığı yüklenme ve
savaşlar sırasında yaşadığı yıkımlar nedeniyle
önemli hasar aldığını saptadı. 2013 yılı boyunca
köprü ayaklarını güçlendirecek olan TİKA, 2014'te
ise köprü üzerindeki döşemelerin onarımını yapacak.
Drina Köprüsü tarihi açıdan simge olmuş pek
çok yapı gibi edebiyatta da önemli bir yer tutuyor.
Yazarlara ilham kaynağı olan köprü hakkında kaleme
alınmış en ünlü roman Balkan edebiyatının en önemli
isimlerinden Nobelli İvo Andriç'in yazdığı "Drina
Köprüsü". 1945'te yazılan ve köprünün hikayesini
baştan sona anlatan romanda başkarakter Drina
Köprüsü'nün kendisi ve tüm olaylar onun etrafında
dönüyor. Andriç, inşa edilişinden yıkılışına dek
köprünün hikayesini, üzerinde yaşanan aşkları,
acıları akıcı bir dille anlattığı romanıyla köprüyü
tüm dünyaya tanıtmış oldu. Drina, Türk edebiyatında
da Faik Baysal'ın "Drina'da Son Gün" romanına konu
olmuştu.
Edinilen bilgiye göre, dere
yatağında zaman içinde meydana gelen oyulmalar ve
köprü ayaklarındaki tahribatın onarılması için
TİKA'nın, bölgedeki hidroelektirik santralleriyle
yürüttüğü ortak çalışmalar esnasında ilginç
bulgulara ulaşıldı. Nehir yatağındaki suyun
çalışmaların yapılabilmesi için belli bir seviyeye
çekilmesi ile çok sayıda kemik gün yüzüne çıktı. Söz
konusu kemiklerin Bosna Savaşı'nda hayatını kaybeden
insanlara ait olduğundan şüphe ediliyor.
Sabah, Haber: Burcu
Çalık - Fisun Yalçınkaya, 23.09.2013
|
EDİRNE'NİN TARİHİ
KONAKLARI HAYATA DÖNÜYOR
Edirne'nin asırlık
konakları, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın proje
ve restorasyon desteğiyle hayata dönüyor.
Kentte, günümüze
ulaşan yaklaşık 45 sivil mimarlık örneğinin bir
bölümü kullanıyor, bir kısmı ise harap durumda.
Bu binaların içinde yer alan asırlık konaklar,
proje ve restorasyon çalışmasıyla turizme
kazandırılacak.
Kültür ve Turizm İl
Müdürü İrfan Özcan yaptığı açıklamada,
Edirne'den göç eden gayrimüslim vatandaşların
boşalttığı konakların, ciddi anlamda bakıma
ihtiyacı olduğunu söyledi. Bakım, onarım ve
restorasyon bazında vatandaşlara destek
verdiklerini belirten Özcan, "Hal böyle olunca,
Kültür ve Turizm Bakanlığı olarak bunlara destek
vermek durumundayız. Bakanlığımız, gerek proje
bazında gerek restorasyon bazında elinden
geldiğince vatandaşlarımıza yardım ediyor" dedi.
Özcan, tarihi konak sahiplerinin müracaatlarının
ardından, Bakanlığın uygun gördüğü projelere
destek verdiğini dile getirdi.
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge
Kurulunca kabul edilen projelere uygulama
desteği verdiklerini ifade eden Özcan, şöyle
konuştu:
"Bu destek, evin
konumu, özellikleri ve büyüklüğüne göre
değişiyor. Karşılıksız kredi yardımımız yetersiz
olursa, TOKİ'den düşük faizli ve uzun vadeli
kredi kullanma imkanı sunuluyor. Edirne'de TOKİ
kredileri marifetiyle restorasyon yapan
vatandaşlar da var."
Özcan, Edirne'deki
konakların yeniden hayata dönmesini sağlamak
için, vatandaşların Kültür ve Turizm
Bakanlığının sunduğu imkanlardan
yararlanmalarını sağlamaya çalıştıklarını dile
getirdi.
Kredi desteğinin,
Edirne'nin ufkunu açacak bir uygulama olduğunu
aktaran Özcan, şunları kaydetti:
"Özellikle
Kaleiçi'deki büyük konaklar arasında, bugün
turizme hizmet eden butik otellerimiz var. Büyük
otellerde kalmak istemeyen, tarihi havayı
solumak isteyen turistlerin kalmalarının mümkün
olduğu birçok otel var. Bunların birçoğu da
Kültür ve Turizm Bakanlığının sağladığı
imkanlarla düzenlenmiş ve otel haline
getirilmiştir."
Gazete 5, 22.09.2013
|
8500 YIL ÖNCE İSTANBULLU NASIL YAŞARDI?
Avrupa ile Asya'yı birbirine
bağlayacak olan bir demiryolu fikrinin ilk kez
1860'ta ortaya çıktığını artık herkes biliyor.
Memlekete telgrafı getiren, eğitim görsünler diye
gençleri Avrupa'ya gönderen o zarif sultan
Abdülmecit'in rüyasıydı bu proje. Etütler yapılmış,
tünellerin giriş çıkış noktaları tespit edilmiş ve
dört başı mamur bir proje ortaya çıkmıştı. Ama bu
rüyayı gerçeğe dönüştürmek ne ona, ne de ondan sonra
gelenlere nasip oldu. Fikrin ortaya çıkışından ancak
144 yıl sonra iki kıtayı birbirine bağlayacak yol
için ilk kazma vurulabildi.
Bugüne kadar yapılmış en büyük proje için start
verilirken hiç kimse toprağın altını düşünmemişti.
Aslında Marmaray istasyonunun çıkış yapacağı
Yenikapı'daki Langa Bostanları'nın eskiden bir liman
yeri olduğunu arkeolog ve tarihçiler biliyordu.
Projeyi hazırlayanlar İstanbul'u biraz bilen bir
sanat tarihçisine danışmış olsalardı burasının
Theodosius Limanı olduğunu öğrenebilirlerdi.
DENİZCİLİK TARİHİ İÇİN ÖNEMLİ
Neyse herkesin bildiği gibi dozerler eski
Langa Bostanları'na daldıklarında olay patladı.
Toprağın 3 metre altından önce bir gemi, sonra iki,
üç derken bugüne kadar 36 gemi ortaya çıktı.
Yenikapı kazı alanından sadece gemilerin çıktığı
sanılıyor. Ve bundan dolayı da eski liman
bölgesindeki arkeolojik araştırmanın dünya
denizcilik tarihi açısından önemli olduğu, başka da
bir işe yaramadığı düşünülüyor.
Oysa bu batık gemilerin ambarlarında İstanbul'un ne
yiyip içtiğini, ne giydiğini, kadınların nasıl
süslendiğini, erkeklerin hangi kılıçları
kuşandığını, ne cins ata bindiklerini, evlerinin,
mobilya ve mutfaklarının nasıl olduğunu gösteren on
binlerce obje ortaya çıktı. Kazı sayesinde Türkiye
yeni bir bilim dalına, bir müzeye, iki laboratuvara
sahip oldu.
EVLERİ ÇİÇEK GİBİYMİŞ
Daha önce defalarca gezdiğim kazı alanını
bir kez daha dolandım. Sayın Zeynep Kızıltan,
Prof.Dr. Ufuk Kocabaş, Prof.Dr. Vedat Onar, Prof.Dr.
Ünal Akkemik gibi hocalarla ve arazide çalışan çok
sayıda arkeologla söyleşiler yaptım. Üç gün süren bu
araştırmanın sonuçlarını şimdi sizinle paylaşacağım.
İstanbul'a ilk insanın Küçükçekmece Gölü
yakınlarındaki Yarımburgaz Mağarası'nda yerleştiği
biliniyor. Yenikapı kazıları sırasında 6.5 metre
derine inildiğinde çok önemli bir yerleşim alanına
ulaşıldı. Bu yerleşim alanında 8 bin 500 yıl önce
yerleşmiş olan hemşehrilerimizin izlerine rastlandı.
O zamanlarda Karadeniz ve Marmara bir gölmüş.
Yenikapı'da yerleşik hayata geçen bu insanların
balıkçılık ve tarım yaptığına dair emareler ortaya
çıktı. Dikdörtgen ve oval planlı evlerinin
temellerinde büyük dere taşları kullanılmış, üst
kısımları ise çamurla sıvanmış dal örtüleriyle inşa
edilmiş.
Eski İstanbulluların buraya yerleştikten sonra 1000
yıl kadar rahat yaşadığı, çanak çömlek işiyle
uğraştığı, meyve ağaçları ektiği, bahçe çitlerini
sağlamlaştırarak, daha sonraki çağlarda milyonlarca
insanın başına bela olan özel mülkiyetin temelini
attıklarını görüyoruz. Ama bundan 7 bin 500 yıl önce
kuzey buzullarının erimesiyle birlikte Akdeniz
yükselip önce Ege'ye sonra da Çanakkale'ye doğru
yürüyünce işler değişmiş. Çanakkale'yi yaran sular
İstanbul'a buradan da Karadeniz'e ulaşmış. Göller
yerini denizlere terk etmiş, insanlar kıyılardan
kaçıp yüksek tepelere evlerini kurmuşlar.
İlk hemşehrilerimiz bu büyük felakete rağmen
yüksekte yeni evler inşa ederek Yenikapı'da kalmayı
sürdürmüşler. Evlerine daha bir titizlenir olmuşlar.
Kazı alanında ortaya çıkan ve çeşitli dönemlere ait
olan vazolardan kadim İstanbulluların tarih boyunca
evlerinde kesme çiçek bulundurduklarını anlıyoruz.
Kazı alanında bulunan mutfak araç gereçlerinden
anlaşıldığı kadarıyla İstanbullular yemeğe çok
düşkünmüş.
Kazıda çıkan objeler Arkeoloji Müzesi'nde
sergileniyor. Topraktan pişirme ocağı olan maltız da
bunlardan biri.
Üç gözlü olan ocakta aynı anda üç çeşit yemeğin
pişirildiği anlaşılıyor. Maltızın sergilendiği cam
bölmenin yanında bir buton var. O düğmeye basınca
bölmenin arkasına yerleştirilen fonda görüntüler
ortaya çıkıyor, maltızın altında ateş yanmaya
başlıyor ve üstündeki kaplardan buharlar fışkırıyor.
DEVEKUŞU, AT, HAMSİ VE YUNUS SOFRALARDA
Yıllardır kazı alanında çalışan bilim insanlarından
biri olan İstanbul Üniversitesi Veterinerlik
Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı Başkanı Prof.Dr.
Vedat Onar'a, "Eskiler ne yiyip içerdi?" diye
sorduğumuzda balık tüketiminin birinci sırada
olduğunu öğrendik. Yenikapı'daki batıklardan
birinden çıkan amforaların içinde tuzlanmış hamsi
balıklarına rastlanmış.
Hamsi en çok tüketilen balıkmış ama bunun yanında
palamut, orfoz, orkinos, kılıç ve kedi balığı ve
istavrit gibi türlerin de kılçık ve kemikleri açığa
çıkmış. Bizim eski jenerasyon, yunus balığının etini
sofraya taşımış, yağını da kandillere doldurup
aydınlanmada kullanmış.
Bölgeden çıkan büyük ve küçükbaş hayvan
kemiklerinden et tüketiminin yüksek olduğu fikri
oluşmuş.
Beni en çok şaşırtan ise devekuşu butları oldu.
Prof.Dr.
Onar, bunların sayısının bir hayli fazla olduğunu,
Mısır'dan gelen gemilerle Afrika içlerinden
İstanbul'a devekuşu eti taşındığını anlattı.
Kemikler üzerine yapılan çalışmada bu butların
tütsülenmiş ya da kurutulmuş olarak İstanbul'a
geldiği belirlenmiş. Onar, kazı alanından tam 55 tür
hayvanın iskeletlerinin çıktığını söyledi. Aslan,
kaplan ve panter dışında her tür hayvanın
kalıntıları günışığına çıkmış.
Yarımburgaz Mağarası'nda yapılan araştırma sonuçları
bize İstanbul ormanlarında bir zamanlar aslanların
ve kaplanların yaşadığını da gösteriyor.
Bir de fil iskeletine ulaşılmış.
Bu hayvanın buraya kervanlarla geldiği ya da
hipodromda kullanıldığı sanılıyor.
Yenikapı kazılarını ilk günden bu yana takip eden
yazar ve arkeolog Emine Çaykara, meyve, sebze ve
ekmek tüketimi üzerine şu bilgileri verdi: "Botanik
buluntularına bakılırsa en çok incir, üzüm, vişne,
kiraz ve kavun yemiş eski İstanbullular.
Çitlembik, kızılcık, fındık, şeftali, erik, kabuklu
arpa tohumları, kişniş, çam fıstığı kozalakları,
yemek kültürlerinin işaretlerini veriyor. Kan
damlası, kaz ayağı, yoğurt otu ve düğün çiçeği gibi
yabani bitkileri ne yaptıklarını bilmiyoruz.
Ama çok eski zamanlardan beri kişnişi yemişler. Bir
de ilginçtir, gemilerle taşırken içi şarap ya da
zeytinyağı dolu amforaların ağzını kuru incirle
kapatmışlar. Araştırmacıların bulduğu organik
malzemeler arasında kabuklu arpa, dört-beş çeşit
ekmeklik ya da durum buğdayı gibi bugün unuttuğumuz
ya da belki kıyıda köşede kalmış tahıllar var. O
dönemde de ekmek en çok tüketilen besin, yani
değişen bir şey yok.
KADINLAR ÇOK BAKIMLI
Kazı alanında geçmişi 6 bin yıl öncesine kadar
uzanan incik boncuklar bulunmuş, kolyeler, broşlar,
bilezikler ortaya çıkmış. İlk gerdanlıklar geyik
boynuzlarından ve kemiklerden yapılmış, doğadaki
renkli taşlardan da yararlanılmış. Sonraki
dönemlerde altın girmiş devreye ve bütün diğer
malzemelerin pabucunu dama atmış. Biraz daha zaman
geçtiğinde, altın gerdanlıkların üzerine yakut,
zümrüt, yeşim gibi kıymetli taşlar işlenmeye
başlanmış. Kazı alanında kadın bakım aletleri içinde
en fazla tarağa rastlanmış. Şimşir, kemik ve
boynuzlardan yapılmış olan bu tarakların büyük bir
bölümü çift yanlı imal edilmiş. Bir yanında ince
dişler, diğerinde ise kalın. Özellikle ahşap olan
tarakların üstünde işlemeler ve süslemeler
bulunuyor. Bir tarağın orta yerinde, "Ey Tanrı,
yardım et!" yazıyor. Tarağın sahibinin bu
yakarışından, ne kadar derin acılar içinde olduğu
anlaşılıyor. Ama hikayenin sırrı asla çözülemiyor.
Yenikapı buluntuları arasında 6. yüzyıldan kalma
zarif bir kadın sandaleti de var. Sandaletin tabanı
kuş ve çiçek figürleriyle süslenmiş. Üstünde de
şöyle bir yazı var: "Sağlıkta kullanın hanımefendi,
güzellikte ve mutlulukta giyin bunu..." Bu ifadeden,
yuvarlak topuklu, sivri burunlu bu sandaletin
sahibine onu seven bir erkek tarafından hediye
edildiği anlaşılıyor.
Sabah, Haber: Ersin
Kalkan, 22.09.2013
******
İSTANBUL MEŞE CENNETİYMİŞ
İstanbul Arkeoloji
Müzesi tarafından Yenikapı'da yapılan arkeolojik
kazılarda toplanan Neolitik döneme ait 440 parça
odun örneğinin Karadeniz Teknik Üniversitesinde
incelemesi sonucu, İstanbul'un 8 bin yıl önce adeta
bir meşe cenneti olduğu ortayı çıktı.
KTÜ Orman
Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Bedri Serdar,
AA muhabirine yaptığı açıklamada, Yenikapı'da
yapılan kazılar sonucunda Bizans ve Neolitik
döneme ait gemiler,
mimari yapılar, odun ve ahşap parçalarının
ortaya çıkarıldığını
söyledi.
Yaklaşık 58 bin metrekarelik
alanda
gerçekleştirilen
kazılarda özellikle
Neolitik döneme ait odun ve ahşap örneklerinin
yıllarca kazı alanında
muhafaza edilerek incelenmelerinin beklendiğini
ifade eden Serdar, "Bu konuyla ilgili
İstanbul Arkeoloji
Müzesi Müdürü Zeynep Sevim Kızıltan'ın sunumunu
bir televizyon programında
izledim
ve daha sonra kendisiyle irtibata geçerek bu
örneklerden yararlanabilir miyiz, üzerlerinde
çalışabilir miyiz diye teklifte bulundum.
Kendisi de bizi gayet olumlu
karşıladı" dedi.
MARMARAY'DA 440 PARÇA ODUN ÖRNEĞİ
Serdar, konuyla ilgili KTÜ Fen Bilimleri
Enstitüsü Yüksek Lisans öğrencisi
Reha Mazlum'u İstanbul'a Kızıltan ile görüşmeye
gönderdiğini vurgulayarak, "Görüşme sonrası
Marmaray Projesi
kapsamında yapılan arkeolojik kazılarda
ortaya çıkan ve
arkeologlar tarafından toplanarak
numaralandırılan yaklaşık 6 kutu içerisindeki
440 parça odun örneği, Kültür ve
Turizm Bakanlığından
alınan özel
izinle hangi türe ait olduklarının tespiti için
bize gönderildi. Biz de konuyla ilgili
labaratuvarlarımızda çalışmalara başladık" diye
konuştu.
RASTLANAN AĞAÇ CİNSLERİ
Örneklerin 8 bin yıllık olmasından dolayı
teşhisin de zor olduğunu, bu sebeple 440 parça
odun örneğinden sadece 250'sinden teşhis için
kesit alabildiklerini belirten Serdar,
"Çalışmalar sonucu odun örnekleri arasında
ağırlıklı olarak meşe cinsine
rastlanldı. Meşeler
haricinde ise ardıç, göknar, dişbudak, akçaağaç,
karaağaç, söğüt, ceviz, incir, kestane ve porsuk
cinsleri de teşhis edildi.
İSTANBUL BİR MEŞE
CENNETİ
Türkiye'de meşenin
çok sayıda türü yaygın durumdadır. Neolitik
dönemde de çıkan odun örneklerine baktığımız
zaman bu örneklerin sayısının meşe anlamında
çok yüksek olduğunu
görüyoruz. Çalışmalarımızda da 240 ağaç
örneğinin yaklaşık 80'inin meşe olduğunu
tespit ettik. Dolayısıyla neolitik dönemde de
yani 8 bin sene öncesi için
özellikle İstanbul'un bir meşe cenneti
olduğunu söyleyebiliriz" dedi.
ÖZEL KUTULARDA
MUHAFAZA EDİLİYOR
Çalışmalarını yetkili kişilere teslim
ettiklerini ifade eden Serdar, "Kesit alınabilen
240 odun örneğine ait yaklaşık
500 daimi preparat
özel
kutular içerisinde depolandı. Kutular
içerisindeki preparatlar uzun yıllar muhafaza
edilebilecek ve bu da Neolitik döneme ait odun
örneklerinin uzun yıllar saklanabilmesine
olanak sağlayacak.
Tarihi eser niteliği taşıyan bu
örneklerin bir ömür saklanılabilecek olması da
şüphesiz tarihimiz
açısından oldukça önemli olacaktır" diye
konuştu.
Prof.Dr. Serdar, Türkiye'de yapılacak bu tip
kazılarda ortaya çıkacak
odun materyallerini de KTÜ Orman Fakültesi
bünyesinde teşhis ederek bilim dünyasına
kazandıracaklarını sözlerine ekledi.
Haber 7, 23.09.2013
|
BULGARİSTAN'DAKİ AYASOFYA'NIN ALTINDA 4 KİLİSE
YATIYOR
Bulgaristan'ın başkenti Sofya'daki Ayasofya
Kilisesi'nin altında yer alan arkeolojik bölüm,
görenleri hayrete düşürüyor.
Ziyarete de açılan ve müze haline getirilen
kilisenin altında bölümde, azizlerin defnedildiği
100 mezar ve eski çağlara ait tam 4 kilise kalıntısı
bulunuyor. Labirenti andıran koridorlar sayesinde
farklı zaman katmanları geçilebiliyor. Şu andaki
kilisenin 6. yüzyılda tamamlandığı tahmin edilirken,
yer altında bulunan kalıntılarda 4. yüzyıla ait
bulgular da görülebiliyor.
Bazilika olarak tarif edilen Sofya'daki
Ayasofya'nın tam altında, eski Roma dönemindeki
Serdika şehrinin mezarlığı görülebiliyor. Şu anda
teşhir edilen yaklaşık 50 mezar bulunuyor, fakat
daha toprak altında bir o kadar mezar yer alıyor.
Uzmanlar kilisenin altında yaklaşık 100 kabir
olduğunu ifade ediyor.
Kabirlerin bazıları tek kişilik kaya lahitlerde,
bir kısmı ise çoklu geniş tuğla mezarlarda yer
alıyor. Günümüze kadar ulaşan korunmuş mozaikler de
görülebiliyor. Yaklaşık 70 metrekare olan
mozaiklerin birçoğunda çiçek, kuş gibi figürler yer
alıyor. Şu anda mezarların içi boşken, kabirlerin
eski çağlarda define avcıları tarafından
yağmalandığı belirtiliyor. Kiliseyi gezerken, bazı
yerlerde yer altındaki mezarlığa bakan bazı
pencereler açılmış. Buradan da turistler göz ucuyla
da olsa kültürel zenginliği görebiliyor.
TEK BİLİNEN
MEZAR HONORİUS
Sergi esnasında bazı mezarlarda mültimedya
gösterisi de yer alırken, kazılarında keşfedilen
arkeolojik numunelerden bir kısmının hologramik
yansımaları bulunuyor. Hiçbir mezarın yazısına
rastlanmadığı için kime ait oldukları bilinmiyor.
Buna sadece bir tek istisna var: Honorius. Birkaç ay
içinde de Honorius adlı kişinin türbesinin
yapılarak, ziyarete açılması bekleniyor. Honorius'un
mezarı aslında kilisenin dışında yer alıyor. Projeye
göre bu mezarın kiliseye tünel sayesinde bağlanması
öngörülüyor. Honorius'un mezarı 80'li yıllarda
bulunmasına rağmen, o dönemde fazla ilgi görmemiş ve
bir kısmı kanalizasyon çalışmalarında yıkılmıştı.
Gelecek yıla, şu anda geçici olarak metal çatısı
yapılan bu mezarın şeffaf cam ile inşaatının
tamamlanması bekleniyor.
Honorius için "Tanrı'nın kölesi" yazısını kaynak
alan uzmanlar, bu kişinin Serdika'da önemli bir dini
adam olduğunu öne sürüyor.
BAŞKENTE
ADINI VEREN KİLİSE
Osmanlı döneminde Ayasofya'nın Siyavuş Paşa
Cami'si olarak kullanıldığı biliniyor. Mimarı yapısı
itibarıyla mabedin Kafkas stilinden esinlendiği
kaydediliyor. "Serdika benim Romam" diyen Roma
İmparatoru Justiniyanus, bu kiliseyi İstanbul'daki
Ayasofya'ya ithafen yaptırdığı kaydediliyor.
Başkent Sofya'ya adını veren bu kilise, en çok
turist çeken tarihi ederlerden biri.
Zaman, 22.09.2013
|
İŞTE TAKSİM'E YAPILMASI PLANLANAN CAMİ
Mimar
Ahmet Vefik Alp, Taksim'e yapılması planlanan
caminin son şeklini verdi. İlk hali fazla modern
bulunan proje değişikliklerin ardından Başbakan
Erdoğan'a iletildi. Eski projede dört halifeyi
sembolize eden dört hilal ve İslam kültürünü
sembolize eden bir büyük hilal yerine daha 'sakin'
bir minare geldi. Caminin kubbesini oluşturan doku
değişti. Sonsuzluk hissi veren çizgilerin yerini
Kuran'dan ayetler içeren yazılar aldı. Taksim'deki
eski mescidin yerine kurulması planlanan cami için,
2 bin 500 metrekarelik alandan yerin yedi kat altına
inilerek 17 bin metrekarelik inşaat alanı çıkarıldı.
Başbakan'ın masasındaki proje hayata geçerse Taksim
Camii'nde 70 kişilik kadınlar balkonuyla birlikte
1450 kişi birlikte ibadet edebilecek. Proje sahibi
Ahmet Vefik Alp, projenin detaylarını Hürriyet'e
anlattı:
BİZDEN SİNAN KOPYASI ÇIKMAZ
"İşe üç yıl önce başladık ama Başbakan Erdoğan'ın
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde de
toplantılar yapmıştık. Taksim Camii Kültür ve Sanat
Vakfı'na (o zaman dernekti) Sayın Erdoğan başkanlık
ediyordu. Taksim Camii sanıyorum Necmettin
Erbakan'ın hayaliydi ve yer olarak Gezi Parkı da
düşünülüyordu. Bense hem tepkiler azalır, hem de
Boğaz'dan görülür diye Atatürk Kütüphanesi yönündeki
minibüs durağı olarak kullanılan bölgeyi önermiştim.
28 Şubat vs, konu gündemden düştü. Üç yıl önce vakıf
'yeni arsa bulduk' diye geldi. Eski eser olarak
tescilli, Taksim'e adını veren su sarnıcının
(İstanbul'a su buradan taksim ediliyormuş)
arkasındaki, yakın geçmişe kadar otopark olarak
kullanılan 2 bin 500 metrekarelik arazi için
anlaşılmıştı. Bizden önce de üç ayrı mimara üç proje
çizdirmişler ama kabul görmemiş. Kendilerine en
başta şunu söyledik: "Bizden Mimar Sinan kopyası
çıkmaz." Çünkü mimari, gününü yansıtıyorsa
değerlidir.
NOTRE DAME KATEDRALİ KOPYALANIYOR MU
Milano'da Duomo, Roma'da San Pietro, Paris'te Notre
Dame gibi katedrallerin kopyalandığını görüyor
musunuz? Mimarlar yepyeni kiliseler, şapeller
yapmaya başladı. İsviçreli Fransız mimar Le
Corbusier'ın Ronchamp şapeli bir çığır açtı. Ama
cami mimarisi, bozuk plak gibi 500 sene evvele
takılı kaldı. Bunları anlattık, modern kilise ve
cami örneklerini gösterdik. 1982'de İTÜ'deki
görevimden ayrılarak Suudi Arabistan Kral Fahd
Üniversitesi'nde yedi sene ders verdim. Gördüm ki
daha o yıllarda İslam'ı bizden çok daha katı
uygulayan Suudiler dahi modern camiye geçmişler.
Bugün 500 sene evvelkini yapsam kültürel kodlamada
hata yapmış olurum. Ataşehir Camii'ne gittim
Selimiye'ye çok benziyor; Çamlıca da Sultanahmet'e
benziyor. Orada aslı varken sureti size ne verebilir
ki? Aslına, aslını yapan mimara da saygısızlık değil
mi? Mimar Sinan kendisi dahi kendini taklit
etmemiştir. Bir binası altıgendir, biri sekizgen,
farklı farklı plan şemalarını denemiştir. Ama şu da
var: Modern camii yapıyorum diye simgeleşmiş
minareli, kubbeli cami imajını reddedip AVM,
restoran gibi bir proje yapmanın taraflısı da
değiliz. Onun için bir denge aradık.
CUMHURİYETİN KODLARINI KULLANDIK
Aradığımız bir denge de şu oldu: Beyoğlu,
İstanbul'un Cumhuriyet'i temsil eden bir bölgesi.
Meydanda 1928'de İtalyan Pietro Canonica tarafından
yapılan Taksim Atatürk Anıtı var. Karşıda Atatürk
Kültür Merkezi. Taksim Camii, Cumhuriyet'in camii
olmalı dedik, Cumhuriyet'in kodlarını kullanarak
yorumladık. Bayrağımızı, Atatürkümüzü ve dinimizi
birleştirdik. Çünkü ihtiyacın bu olduğunu
düşünüyoruz. Camiye üstten bakıldığında ay-yıldız
görülüyor. İstanbul medeniyetlerin de buluştuğu
nokta. Yeraltındaki 7 katın üç katı da bu nedenle
dinler müzesi. Dinler kronolojik sırayla yukarı
çıkıyor. Cami, Taksim Anıtı ve Aya Triada Kilisesi
arasında kaldığı için büyüklüğü de önemliydi. Dev
gibi bir camii olsun diyenler de oldu ama biz ne
Taksim Anıtı'nı ezsin ne de Aya Triada kilisesinin
altında ezilsin istedik.
FAZLA MODERN BULUNDU
İlk projede, cami Allah'a yalvaran eller üzerinde
bir çanakta taşınıyordu. Çanağın üzerini kapayan,
kuş yuvası, ağaç kabuğu, beyin çizgilerine
benzetilen kubbe dokusu, benim için sonsuzluktu;
İslam'ın sonsuzluğunu gösteriyordu. Gizemli üç
noktada da Allah lafzı okunuyordu. Sofya'da, tek
Müslüman üyesi bulunmayan Dünya Mimarlar Birliği
jürisinden birincilik, Los Angeles'ta Dünya Tasarım
Ödülleri ikinciliği aldı. Londra Uluslararası
Yaratıcılık Yarışması'nda ise kısa listeye girdi.
Ancak Sayın Başbakan'dan dolaylı olarak 'Fazla
modern olmuş' mesajı geldi; vakıf da bunun üzerine
'Ne yapabilirsiniz' dedi. Kırmızı çizgilerimizi
aşmadan bazı rötuşlar yapabileceğimizi söyledim.
MİNARE DEĞİŞTİ KUBBEYE AYETLER EKLENDİ
Öncelikle minare değişti. Eski projede minare, dört
halifeyi sembolize eden dört hilal ile İslam dini ve
kültürünü sembolize eden bir büyük hilalden
oluşuyordu. Şimdi daha sakin bir minare geldi. Ona
ilaveten caminin kubbesini oluşturan doku değişti.
Sonsuzluk hissi veren çizgilerin yerini Kuran'dan
ayetler içeren yazılar aldı. Kubbe dünyayı temsil
ediyor. Kur'an ayetleri de İslam'ın yavaş yavaş
dünyayı sardığını... Çanağı taşıyan el açan
kolonların yerini de kemerle birleşen ayaklar aldı.
Dikdörtgen olan açıklıkları da kemer haline
getirdik. Dinler müzesi aynen korunuyor.
TAKSİM PLATFORMU'NA ANLATMAYA HAZIRIM
Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odası dava
açtığında ortada bu proje yoktu. Ama onlarda,
'Burada cami olmasın' tutumu var. Belki başta bu
projeyi görselerdi, dava da açmayabilirlerdi. Çünkü
bugünkü anlayışımızı, kültürümüzü, teknolojimizi,
malzememizi, işçiliğimizi yansıtacak, çağdaş
Cumhuriyet Türkiyesi'ni simgeleyecek, dünyada üç
ödül alan böyle bir projenin Türkiye ve Taksim'e çok
şey kazandıracağını düşünüyorum. Belki seçimden
sonra gündeme gelebilir. Bu projeyi ekarte edip
fotokopi gibi eski camileri tekrar etmek isteyenler
var. Ama etrafı orijinalleriyle dolu Taksim'e çağdaş
bir cami yapılmalı. İstanbul'u CHP kazanırsa bence
CHP de bu projeyi yapar.
GEZİ, PARK OLARAK KALMALI
Dünyada iki çeşit meydan var. İtalya'daki gibi dar
sokakların çıktığı, binalarla çevrili, sizi saran
meydanlar; Çin'deki Tiananmen Meydanı gibi geniş,
uçsuz bucaksız meydanlar. Taksim hiçbiri değil.
Marmara Oteli eskidi. AKM bir muamma. Topçu Kışlası
tekrar düşünülmeli. Gezi, bence park olarak kalmalı.
Şehir plancısı Prost oradan başlayıp Dolmabahçe'ye
kadar inen bölgeyi İstanbul'un Central Parkı olarak
önermiş. Kışla onun için yıkılmış. Normalde böyle
olmalıydı.
Sabah, 22.09.2013
|
ARDAHAN ÜNİVERSİTESİ, ARDAHAN'IN TARİHİ ESERLERİ VE
ÖREN YERLERİNİ TESPİT ETTİ
Binlerce yıl boyunca çok farklı kavimlere ve
milletlere ev sahipliği yapan Ardahan’da Ardahan
Üniversitesi akademisyenleri bir ilke daha imza
attı. ARÜ’lü akademisyenlerden oluşan bir araştırma
ekibi, “Ardahan İli Yüzey Araştırma Projesi”ni
hayata geçirdi. Proje, “Kaleler ve Kuleler Şehri”
unvanına sahip Ardahan’da arkeolojik anlamda
gerçekleştirilen ilk çalışma olmasıyla dikkat
çekiyor.
Ardahan Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim
Üyesi Yrd. Doç.Dr. Sami Patacı başkanlığındaki
araştırma ekibinde, Ardahan Üniversitesi
akademisyenlerinden Doç.Dr. Ahmet Evren Erginal,
Yrd. Doç.Dr. Zekiye Tunç, Öğr. Gör. Göknil Arda,
Arş. Gör. İsaf Bozoğlu ve Ardahan Üniversitesi Tarih
Bölümü öğrencilerinden Hatip Alagöz yer aldı. Kültür
ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler
Genel Müdürlüğü’nün 2013 yılı için verdiği izin
doğrultusunda Eylül 2013 ayı başından itibaren
Ardahan ili ve ilçelerinde başlatılan ve 10 gün
süren çalışma sırasında Ardahan’ın tarihi eserleri
ve tarihi ören yerleri tespit edildi.
Araştırmada tespit edilen ilk bulgulardan yola
çıkarak açıklama yapan Yrd. Doç.Dr. Patacı,
Ardahan’ın geçmişinin demir ve bronz çağına kadar
uzadığını belirterek, “Yüzey araştırmasına
başlamadan evvel tunç ve bronz çağı başından, demir
çağ ağırlıklı kültür varlıklarına rastlayacağımızı
tahmin ediyorduk. Yüzey araştırmaları sırasında da
bronz çağ ve demir çağ kültür varlıklarına
rastladık. Ancak bulgular bunlarla sınırlı değil.
Demir çağ sonrası orta çağa ve yakın çağa ilişkin
kültür varlıklarına da rastladık” diye konuştu.
Ardahan’a Özgü İlk Proje
1990’lı yıllarda Kuzeydoğu Anadolu Bölgesi’nde
kısa süreli arkeolojik çalışmalar yapıldığını
hatırlatan Yrd. Doç.Dr. Patacı, “Daha önce 1990’lı
yılların ortasında yüzey araştırmaları yapıldı. Bu
çalışmalarda Kars, Iğdır ve Erzurum gibi illerle
beraber Ardahan da ele alındı. Fakat bizim
araştırmamız sadece Ardahan ilini kapsıyor” diyerek,
ARÜ’lü akademisyenlerin hayata geçirdiği söz konusu
projenin sadece Ardahan’ı kapsadığını ve il ile
ilgili detaylı bir proje olmasıyla dikkat çektiğini
dile getirdi.
Ardahan’daki tarihi eserlerin korunması ve
gelecek nesillere miras bırakılmasının önemine de
değinen Yrd. Doç.Dr. Patacı, “Ardahan’daki kültür
varlıklarının korunması bakımından bölge halkının
bilinçlendirilmesi açısından bilim insanlarının da
yükümlü olduğu aşikardır. Hem bölge halkının, hem de
buradaki resmi kurumların kültür varlıklarına daha
çok sahip çıkması için bizler de elimizden geleni
yapacağız” dedi.
Ardahan Haberi, 21.09.2013
|
OSMANLILAR BÖYLE DÖNDÜ
AKŞAM’ın duyurduğu Osmanlı mezar taşı
hırsızlığında mutlu final. Londra’daki müzayedede
satışı engellenen Karacaahmet’e ait 4 tarihi mezar
taşı Kültür Bakanlığı’nın girişimiyle İstanbul’a
getirildi.
İngiltere’nin başkenti Londra’da 20 Ağustos’ta
High Road Auctions’ın düzenlediği müzayedede
satılması planlanan, Türkiye’nin girişimleri sonucu
satışından vazgeçilen Osmanlı mezar taşları ait
oldukları topraklara döndü. AKŞAM’ın satışın
yapılacağı gün “Karacaahmet’in İngiliz Hırsızları”
başlığıyla sürmanşetten duyurduğu skandala Kültür ve
Turizm Bakanlığı müdahale etti. Konuyla yakından
ilgilenen Bakan Ömer Çelik, ilk etapta Londra’ya
nasıl götürüldüğü henüz belirlenemeyen Osmanlı
dönemine ait 4 mezar taşının satışını durdurdu. Daha
sonra yapılan girişimlerle de mezar taşlarının
Türkiye’ye iadesi sağlandı.
MÜZEDE KORUNACAK
Tarihi Osmanlı mezar taşları özel yapılan
korumalı sandıklar içinde İstanbul Arkeoloji
Müzesi’ne ulaştırıldı. Büyük titizlikle sandıkların
içinden çıkartılan eserler, bugünden itibaren bir
hafta boyunca müzede sergilenecek. Eserler daha
sonra İstanbul Türk ve İslam Eseleri Müzesi
Müdürlüğü’nde koruma altına alınacak.
KATALOG FİYATI BİLE BELİRLENMİŞTİ
Müzayedede 244 No’lu eser olarak numaralandırılan
127 cm’lik mezar taşına 500 Sterlin; 177, 106 ve 130
cm boyundaki diğer üç taşa ise 600 Sterlin başlangıç
değeri biçilmişti. Taşların satışını Bakan Ömer
Çelik engelledi.
1154'TE HATİCE KADIN İÇİN YAPILMIŞ
Mezar taşlarından birisinin yazısı da uzmanlar
tarafından tespit edildi. Taşta Osmanlı Türkçesiyle
ve Arap harfleriyle “Merhume ve mağfure, Şerif
Mustafa Kerimesi, Hadice Kadın ruhuna, El- Fatiha
sene 1154” yazısı yer alıyor (Miladi takvime göre
1741). Diğer üç erkek mezar taşının ise 1730-40,
1761-62, 1772 yıllarına ait olduğu ortaya çıktı.
Akşam, Haber: Nebahat Koç, 21.09.2013
|
ODTÜ'DEN TARİH FIŞKIRDI
İçerisinden otoban
geçeceği için günlerdir
tartışılan ODTÜ Ormanı arazisinde Hellenistik,
Galat, Roma ve Bizans dönemlerine ait çanak ve
çömlekler bulunduğu ortaya
çıktı. Şu anda 1. derece doğal sit alanı
olan
ODTÜ Ormanı’nın üç ayrı bölgesi için de
arkeolojik sit kararının alındığı anlaşıldı. Bu
durum Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih
Gökçek’in yapmak istediği yol inşaatı
sırasında yalnızca ormanın değil, tarihi
eserlerin de yok olması anlamına geliyor.
Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan
Bayraktar da ODTÜ yerleşkesi
ve orman alanlarının bulunduğu,
güneyde
Eymir Gölü’nü de kapsayan 4 bin 85 hektarlık
alanın imar planlarının, rektörlüğün teklif
ettiği haliyle onaylanacağını ifade etmişti.
Talebin geldiği günden
itibaren üniversiteyle birlikte çalıştıklarını
anlatan Bayraktar, planların üniversitenin
bütünlüğünü bozmayacak iki ana ulaşım aksın
içerdiğini ifade ederek bunlardan birisinin
Anadolu Bulvarı’nın devamı olarak ODTÜ
arazisinin doğu kesiminden geçeceğini dile
getirmişti. ODTÜ’lü öğrencilerse bu
açıklamanın yanıltmaca olduğunu
belirterek ODTÜ Ormanı’ndan geçecek yolun Bakan
Bayraktar’ın bahsettiği yol olmadığını ifade
etti.
Hellenistik,
Galat, Roma, Bizans
Ancak ODTÜ
Ormanı’ndan otoban geçirmek için yapılan tüm
planlamalara ve anlaşmalara beklenmedik ve
yeni bir engel çıktı. ODTÜ
yerleşkesi içerisinde üç farklı bölgede
yapılan kazılarda tarihi eserlerin bulunması
ODTÜ Ormanı’ndan geçecek yol inşaatı
sırasında da tarihi eserlerin çıkma
ihtimalini gündeme
getirdi.
Bu üç farklı bölge
için 6 Mart 1995 tarihinde Kültür Bakanlığı’nca
alınan arkeolojik sit kararında,
bölgede“Friglerden itibaren iskan gören ve
Hellenistik, Galat, Roma ve Bizans dönemlerine
ait kültür katlarının barındırıldığı”
belirtildi. Söz konusu
kararda ODTÜ Ormanı için şu ifadeler
kullanıldı: “Koçumbeli ve Yalıncak 1.
Derece Arkeolojik Sit Alanlarının 1/5000 Ölçekli
Nazım İmar Planı üzerinde işlenmesi ve her iki
sit alanından geçen 15
metrelik yolun sit sınırı dışına
kaydırılması, ayrıca 15
metrelik yoldan ayrılarak Yalıncak 1.
Derece Arkeolojik Sit Alanı’nın içinden geçen 10
metrelik tali yol ve
bağlantılı otopark alanının da sit
dışına kaydırılmasına ilişkin nazım imar
planında gerekli değişikliğin yapılarak
değerlendirilmek
üzere kurulumuza gönderilmesine, ODTÜ tarafından
daha önce kazıları yapılan Yalıncak ve Koçumbeli
1. derece arkeolojik sit alanlarında arkeolojik
kazılarn yeniden
başlatılmasının Anıtlar ve Müzeler Genel
Müdürlüğü ile ODTÜ Rektörlüğü’ne önerilmesine
karar verildi.”
Cumhuriyet, Haber: Mert Taşçılar, 20.09.2013
|
1. ULUSLARARASI KÜLTEPE TOPLANTISI
"1. Uluslararası Kültepe Toplantısı"
Kayseri'de başladı.
Kültepe-Kaniş-Karum Kazıevi'ndeki toplantının
açılışında konuşan
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Kültepe
Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Fikri Kulakoğlu,
Kültepe kazılarının 1948 yılında başladığını
anımsattı.
Kazılarda yıllardır çalışan bilim adamlarının,
eserleri ve verileri farklı alanlarda
incelediklerini belirten Kulakoğlu, disiplinler
arası iletişimi geliştirmek için "1. Uluslararası
Kültepe Toplantısı"nı düzenlediklerini söyledi.
Toplantıya Türk ve yabancı bilim adamlarının
katıldığını ifade eden Kulakoğlu, şunları kaydetti:
"65 yıldır süren kazılarda görev alan
disiplinleri ilk kez bir araya getirdik. Türk ve
yabancı bilim adamlarımız 3 gün sürecek
toplantılarda 40'a yakın bildiri sunacak. Bugüne
kadar kazılarda yaklaşık 25 bin çivi yazılı tablet
ve çok sayıda arkeolojik eser elde edildi.
Kültepe'de, yazılı belgeler, kemik, bitki gibi
organik kalıntıların çalışıldığı geniş bir alan söz
konusu. Bu kadar yoğunlukta eserlerin olduğu bir
yerde çalışan bilim adamlarının sayısı da artıyor.
Çok farklı disiplinler arası bir çalışma var. Bu,
Kanada'dan,
ABD'den,
Avustralya'dan ve
Çin'den bilim adamlarının katıldığı bir
toplantı. Hem yazılı belgelerin hem de arkeolojik
kültür materyallerinin de değerlendirildiği bir
toplantı olması açısından ender bir toplantı."
Kültepe-Kaniş-Karum
Ören Yeri Kazıları Şeref Başkanı
Prof.Dr. Kutlu
Emre ise
Anadolu'da tarihi dönemi başlatan
ve sayıları binleri bulan çivi yazılı belgeleriyle
Kültepe'nin tek olduğuna dikkati çekti.
Emre, yazılı belgelerin yanı sıra zengin
arkeolojik buluntuların, yalnızca
Anadolu'yu değil, Kuzey
Mezopotamya'yı da aydınlattığını vurguladı.
Kayseri Vali Yardımcısı Haluk Tunçsu da kazılarda
ortaya çıkan tabletlerin tam çözümü yapıldığında
Mezopotamya ve Anadolu'daki ticari bağların net
bir şekilde ortaya çıkacağını kaydetti.
Toplantı, ABD'deki Azor Arkeoloji Kurumu Başkanı
Timothy P. Harrison ve diğer ülkelerden katılan
bilim adamlarının farklı konularda sunduğu
bildirilerle devam etti.
haberler.com, 20.09.2013
|
KANUNİ'NİN İÇ ORGANLARININ DEFNEDİLDİĞİ YER KİLİSE
ÇIKTI
Türk heyeti, Macaristan'da KanuniSultan
Süleyman'ın kalbinin ve iç organlarının defnedildiği
belirtilen yeri tespit ederek, bu alanda
incelemelerde bulundu.
TİKA Başkanı Serdar Çam'ın başkanlığındaki Türk
heyeti, Kanuni Sultan Süleyman'ın kalbi ve iç
organlarının gömülü olduğu belirtilen Zigetvar
Kalesi'ne yaklaşık 3 kilometre mesafede bulunan,
Macarca'da "türbe" anlamına gelen Turbek
Kilisesi'nin içine giren Türk bilim adamları, tarihi
kaynaklara göre Kanuni Sultan Süleyman'ın kalbinin
ve iç organlarının gömülü olduğu türbenin Turbek
Kilisesi'nin içinde yer aldığını belirtti.
TÜRK BİLİM ADAMLARI İNCELEMEDE BULUNDU
Heyette bulunan Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü
Başkanı Doç.Dr. Erhan Afyoncu, Kanuni Sultan
Süleyman'ın Zigetvar Kalesi'ni fethetmeden önce
vefat ettiğini belirterek, "Kanuni öldükten sonra
kalbi ve iç organları burada bir yere gömülüyor.
Daha sonra buraya bir türbe ve dergah yapılıyor.
1693'de burada bulunan türbe, Avusturalyalı bir
subay tarafından yıkılıyor ve üzerinde Katolik
kilisesi inşa ediliyor" diye konuştu.
Türk heyetindeki
sanat tarihi profesörü Nurhan Atasoy da
Afyoncu'nun açıklamalarına paralel olarak, kilisenin
içinde yer alan bölgenin mutlaka kazılması
gerektiğini belirtti. Atasoy, "Bu kilisenin bu
noktaya yapılmış olması tesadüf değildir, buradaki
türbenin üzerine bilinçli olarak yapılmış"
değerlendirmesinde bulundu.
MACAR HALKI DA KABUL EDİYOR
Türkiye 'nin Macaristan Fahri Konsolosu Laszlo
Horvath ise Macar halkı arasında da Kanuni'nin
kalbinin ve iç organlarının eskiden türbe olan bu
kilisenin içine gömüldüğü inandığını kaydetti.
Horvath, "Macar halkının bu inanışı üzerine 1913'de
kilisenin duvarına asılan yazıda da bu gerçek
belirtiliyor. O zamandan beri de herkes burada
gömüldüğünü biliyor. Burada yaşayan Macarlar, bu
durumu saygıyla karşılıyorlar" dedi.
KİLİSENİN GİRİŞİNDEKİ YAZI BİLGİLERİ
DOĞRULUYOR
Zigetvar Kalesi'ne yaklaşık 3 kilometre mesafede
bulunan Turbek kilisesinin girişindeki duvarda yer
alan yazı, adeta Kanuni'nin kalbi ve iç organlarının
burada defnedildiğini belgeliyor. 1913'te kilisenin
girişine asılan yazıda, "Kanuni Sultan Süleyman
Hazretleri'nin kalbi ve iç organları bu yerde
gömülmüştür ve bir anıt dikilmiştir. Allah rahmet
eylesin" ifadesi bulunuyor.
Konuyla ilgili çalışmalarda bulunan Türk ve Macar
tarihçiler, bugün düzenlenecek konferansta bir araya
gelerek, görüş alışverişinde bulunacaklar.
Radikal, 20.09.2013
|
DENİZ MÜZESİ 4 EKİM'DE AÇILIYOR
Yenileme çalışmalarının 2007'den beri devam
ettiği
Beşiktaş'taki
İstanbul Deniz Müzesi, 4 Ekim'de ziyarete
açılıyor.
Yapımı 1897 yılına dayanan deniz müzesi, 20 bin
esere ev sahipliği yapıyor. Arşivinde 20 milyon
belgenin bulunduğu müzenin ilgi çekici eseri ise
dünyanın en eski kadırgası.
4 Ekim'de ziyarete açılacak müze pazartesi ve salı
günleri hariç haftanın 5 günü 09.00-17.00 saatleri
arasında, hafta sonları ise 10.00-18.00 saatlerinde
gezilebilecek
Bilet ücreti
öğrenciler için 1 lira 70 kuruş, büyükler için ise 5
lira olacak.
Deniz Müzesi Komutanı Deniz Kurmay Albay Fatih
Erbaş, müzenin 1897'de Binbaşı Süleyman Nutki
tarafından kurulduğunu ve çeşitli nedenlerle zaman
zaman İstanbul'dan taşındığını anlattı.
Erbaş, müzenin 2. Dünya Savaşı'ndan sonra 1948'de
Dolmabahçe Sarayı'nda hizmetlerine devam ettiğini,
1961 yılından itibaren ise
Beşiktaş Meydanı'ndaki binasında faaaliyetlerini
sürdürdüğünü söyledi.
Müzedeki eserleri daha iyi sergileyebilmek için
2005'te teşhir bölümünün genişletilmesine karar
verildiğini belirten Erbaş, bu çerçevede bir proje
yarışması düzenlendiğini ve birinci olan eserin
uygulamaya konulduğunu bildirdi.
Deniz müzesi ana binasının, bu yarışmada birinci
olan projeye göre inşa edildiğine dikkati çeken
Erbaş, şunları kaydetti:
"2007 yılında çalışmalarına başlanan müzemizin
inşaatı 2011'de sona ermiştir. Ana binamızda,
kayıklar galerisi, alt katında Barbaros Hayrettin
Paşa Sergi Salonu, üst katta Süleyman Nutki Çok
Amaçlı Salonu ve müzemizin 15 yıl müdürlüğünü yapmış
Haluk Şehsuvaroğlu beyin adını taşıyan salonumuz
var. Alt katta geçici sergiler için kullandığımız
Çaka Bey sergi salonumuz hizmet veriyor. Bunun
yanında müzemizin idari binası ve satış reyonu da
ana binada yer almaktadır. Müzemizin daha önce
hizmet verilen kısmı ise şu an tadilatta. Tadilat
bittikten sonra müzemizin işleyişi bugünkünden biraz
farklı olacaktır."
Erbaş, müzenin envanterinde yaklaşık 20 bin eser
bulunduğunu söyledi. Dünyada eşi bulunmayan tarihi
kadırganın, müzenin en önemli eseri olduğunu
belirten Erbaş, şu bilgileri verdi:
"Osmanlı sultanlarından İkinci Mehmet'e ait olduğu
iddia edilen, yapılan çalışmalar neticesinde ancak
Üçüncü Mehmet zamanına kadar yani 17. yüzyılın
başına kadar getirebildiğimiz kadırgadan
bahsetmekteyiz. Kadırgalar iki bin yıl boyunca dünya
denizlerinde harp araç gereci olarak
kullanılmışlardır. Fakat bu kadırga harp araç gereci
olarak değil, padişahın gezi teknesi olarak
planlanmış ve yapılmış. Üzerindeki işlemelerden
sanat tarihçiler teknenin İkinci Mehmet'e kadar
geçmişi olabileceğini iddia etmekte ancak yaptığımız
bilimsel analizlerde henüz ikinci Mehmet zamanına
kadar gidemedik. Geldiğimiz noktada 3. Mehmet
zamanına ancak ulaşabilmekteyiz."
Tarih kitaplarında Genç Osman'a, ait bir kadırgadan
bahsedildiğini anlatan Erbaş, "4. Murat'ın Genç
Osman'ın kardeşi olduğunu biliyorsunuz. 4. Murat da
abisine yapılanları unutmayan ve onun aziz
hatıralarını saklamaya niyet etmiş bir padişah
olarak karşımıza çıkmıştır. Dolayısıyla 4. Murat'ın,
ağabeyi Genç Osman'ın hatırasına bu tekneyi saklamış
olması da ihtimaller içinde değerlendirilmektedir"
diye konuştu.
Deniz Müzesi Komutanı Erbaş, söz konusu eserin,
görev yaparken batmadan korumaya alınan dünyanın en
eski kadırgası olduğunu ifade etti.
Müzede 14 saltanat kayığı bulunduğunu belirten
Erbaş, kayıkların ağırlıklı olarak 19. ve 20.
yüzyıla ait olduğunu anlattı.
Albay Erbaş, müzede Piri Reis'in Kitabı
Bahriyesi'nin 4 nüshasının da bulunduğunu bildirdi.
Müze arşivinin de önemine değinen Erbaş, bu bölümün
Osmanlı döneminin en büyük ikinci arşivi
sayılabiecek özellikte olduğunu dile getirdi.
Arşivin tasnif ve sayısal ortama geçirilmesi
çalışmalarının sürdüğünü anlatan Erbaş, şunları
söyledi:
"Arşivimiz araştırmacılara açıktır. Bilimsel çalışma
yapan araştırmacıları, arşivimizden yararlanmaları
konusunda müzemize bekliyoruz. Araştırmalarını hayli
kolay bir prosedür çerçevesinde yapabilecekler.
Arşivimizde yaklaşık 20 milyon belge bulunmakta.
Ağırlıklı olarak 19 ve 20. yüzyıl başına ait Bahriye
Nezareti'ne ait belgelerdir. Arşivimizde ayrıca
harita, fotoğraf ve el yazması kitaplar da
bulunmakta.
Erbaş, müzede ahşap işlemelerin önemli bir yer
tuttuğunu belirterek, bu eserlerde Osmanlı
denizciliğinin ahşap işlemelerinde geldiği noktanın
çok iyi görülebildiğini ifade etti.
Kurmay Albay Erbaş müzede ayrıca, resim, top, mühür,
büst, ferman, el yazmaları, tablolar, fotoğraflar,
gravürler, armalar, tuğralar ve isim levhaları gibi
birçok malzemenin de yer aldığını vurguladı.
Erbaş, çocuk ve gençlere çağrıda bulunarak, "Müzemiz
İstanbul'un merkezinde, toplu taşımayla çok kolay
ulaşabileceğiniz bir yerde. Sizleri beklemektedir.
Geçmişinizi öğrenmeden geleceğe aydınlık insanlar
olarak ulaşamayacağınızın bilincinde olmanızı arzu
ediyoruz. Sizi güler yüzle karşılamaya hazırız.
Gelin size geçmişinizi güzel kelimelerle anlatalım"
diye konuştu.
İl Milli Eğitim Müdürlükleriyle de irtibat halinde
olduklarına dikkati çeken Erbaş, okulları müzelerine
davet ettiklerini ve toplu gezilerinde onlardan para
almadıklarını ifade etti.
Erbaş ayrıca, müze ve müzenin önündeki alanın
insanların, gençlerin birbirleriyle buluşma noktası
olmasını arzu ettiklerini söyledi.
Habertürk, 20.09.2013
|
'DÜNYANIN EN ÖNEMLİ KAZI ALANI'
Şanlıurfa’daki 12 bin yıllık Göbekli Tepe
arkeologlar tarafından ‘Dünya üzerindeki en önemli
kazı alanı’ olarak kabul ediliyor. ‘Medeniyetin
doğduğu yer olarak’ nitelen Göbekli Tepe bir çok
‘arkeolojik tabu’yu da yıktı.
Dünyanın en eski dini yapılar topluluğu olarak
bilinen, Şanlıurfa’daki 12 bin yıllık ‘Göbekli Tepe’
tapınağı arkeologlar tarafından ‘dünya üzerindeki en
önemli kazı alanı’ olarak kabul ediliyor. Dev
anıtların yer aldığı ve hala birçok sırrı saklayan
Cilalı Taş Devri’nden kalma bu tapınağı bilim
adamları ‘medeniyetin doğduğu yer’ olarak
adlandırıyor. Bölge her yıl binlerce arkeoloğu ve
tarih meraklısını ağırlıyor. 2012 yılında 2 bin
yabancının çevre köylere gelmesini sağlayan bu kadim
tapınak, bölge halkı için de önemli bir gelir
kaynağı olmaya başlıyor.
Hala sırrını koruyor
1990’lı yıllardan itibaren devam eden kazılara
rağmen, hala tam olarak ortaya çıkarılamayan tapınak
hakkında son ortaya çıkan bilgi hayli çarpıcıydı:
“Göbekli Tepe’de yaşayan insanlar, tapınağı gök
cisimlerinin hareketlerini izlemek ve onlara
tapınmak için inşa etti.”
İtalya’nın Milano kentindeki Polytechnic
Üniversitesi’nden Profesör Giulio Magli’nin yaptığı
araştırmaya göre, Sirius yıldızına göre hazırlanan
tapınak, bugüne kadar bilinen önemli bir arkeolojik
tabuyu da yıkıyor. Medeniyetlerin ilk olarak ‘tarım
alanları çevresinde kurulduğu’ yönündeki genel kabul
görmüş bilginin yıkılmasına neden olan Göbekli Tepe,
insanoğlunun yaptığı ilk yaşam alanı olarak,
şehirlerin tarım alanlarına göre değil, tarım
alanlarının kurulan şehre göre oluştuğunu
kanıtlıyor.
Önce tanrılar için yapı inşa ettiler
Göbekli Tepe’deki kazı çalışmalarını yürüten ekipte
yer lan Prof. Klaus Schmidt, tarihi eserlerin yer
aldığı alan genişliğini bir ‘tenis kortuna’
benzetiyor. Prof. Schmidt’e göre Göpekli Tepe’deki
buluntular medeniyetlerin kendileri için yapılar
inşa etmeye başlamadan önce, tanrıları ve
tapınakları için yapılar inşa etmeye başladığını
gösteriyor. İnsanların bu alanların çevresinde yaşam
alanları oluşturduklarını düşünen Profesör Schmidt,
insanları icatlara, tarımsal gelişmelere götüren
sürecin, ‘sosyalleşmek’ için yapılmadığını,
yıldızları izlemek için başladığını ve devamında
şehir hayatının oluştuğunu söylüyor.
Vatan,
19.09.2013
|
BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ ALMAN EVLERİ'Nİ RSTORE EDECEK
Konya Büyükşehir Belediyesi,
Konya Tren Garı'nın bulunduğu bölgedeki "Alman
Evleri" olarak bilinen tescilli yapıların
restorasyon çalışmalarına başlıyor.
Konya Tren Garı Hızlı Tren İstasyonu yanında
bulunan ve halk tarafından Alman Evleri olarak
bilinen tescilli binalar,
Konya Büyükşehir Belediyesi tarafından restore
edilecek. Büyükşehir Belediye Başkanı
Tahir Akyürek, "Yaklaşık 10 milyon liraya mal
olacak restorasyon çalışmalarının bitmesiyle
birlikte
Meram ve İstasyon bölgesine yeni bir soluk
geleceğini söyledi. Restorasyon çalışmaları
çerçevesinde
Devlet Demir Yolları (DDY)
ile bir protokol yaptıklarını belirten Başkan
Akyürek, "Yapılan protokol gereği
Meram'da bulunan
Ddy arazisinin bir bölümünde, 40 dairelik lojman
devam ediyor. Tamamen tescilli yapılardan oluşan
alanda başlayacak olan restorasyon çalışmaları için
yer teslimi yapıldı. Hızlı Tren İstasyonu'nun
bulunduğu alandaki Alman Evleri olarak bilinen
tescilli yapıların restorasyonuna başlıyoruz.
Buradaki alana
Ddy ile yaptığımız protokol çerçevesinde yeni
lojman yapıyoruz. 40 dairelik lojman inşaatımız,
Meram bölgesinde
Ddy arazisinin bir bölümünde devam ediyor.
Lojman binaları daha sonra buradan kalkacak. Tamamen
tescilli yapılardan oluşan alan restore edilerek
sosyal ve kültürel tesis olarak halkımızın ve
Meram bölgemizin hizmetinde olacak. Buradaki
tescilli yapıların tamamının restorasyonuna
başlıyoruz. Lojman inşaatıyla birlikte yaklaşık 10
milyon lirayı bulacak olan bu çalışmamızın
Meram bölgemize ve İstasyon bölgesine yeni bir
hava getireceğini görüyorum" diye konuştu.
haberler.com, 18.09.2103
|
15 - 21 Eylül 2013
|
TARİHİ EVLERİ KORUMA
DERNEĞİ KURUCULARINDAN PERİHAN BALCI YAŞAMINI
YİTİRDİ
Türkiye Tarihi Evleri
Koruma Derneği (TÜRKEV) kurucularından, ömrünü
tarihi Türk konutlarının fotoğraflarını çekmeye
adayan fotoğraf sanatçısı Perihan Balcı yaşamını
yitirdi.
Perihan Balcı, geleneksel sivil mimarinin korunup
yaşatılması için mücadele veren, Dede Efendi Evi
Müzesi'ni yaptırıp İstanbul'a armağan eden, Türkiye
Tarihi Evleri Koruma Derneği'nin Kurucu ve Onursal
Başkanı idi.
Cenazesi 14 Eylül 2013
Cumartesi günü İstanbul Levent Camii'nde kılınan
öğle namazını müteakip Edirnekapı Şehitliği'nde
defnedildi.
TAYHaber, 13.09.2013
|
ATATÜRK EVİ'NDE SKANDAL
Atatürk’ün Rize’yi
ziyareti sırasında kaldığı konağa, Atatürk'e suikast
girişiminde bulunduğu gerekçesiyle idam edilen Rize
milletvekili Ziya Hurşit’in resmi konuldu.
Olayın duyulması ile dün sosyal medyada adeta isyan
çıktı. Tartışmalar üzreine fotoğraf kaldırıldı.
Konuyu araştıran Rize Kültür ve Turizm Müdürlüğü,
2004 yılından bu yana duvarda asılı fotoğrafın
aslında Ziya Hurşit değil, Osmanlı döneminde
Lazistan milletvekilliği yapan Dr. Abidin bey
olduğunu ortaya çıkardı.
Rize’de
Atatürk evinin duvarında asılı olan ve altında
Atatürk’e
suikast girişiminde
bulunduğu için
idam edilen Ziya
Hurşit’in adının yazılı olduğu
fotoğraf
sosyal medyada
paylaşıldıktan sonra tartışma üzerine
kaldırıldı.
Konuyu araştıran Rize
Kültür ve
Turizm Müdürlüğü,
2004 yılından bu yana duvarda asılı fotoğrafın Ziya
Hurşit değil, Osmanlı döneminde Lazistan
milletvekilliği yapan Dr. Abidin bey olduğunu ortaya
çıkardı.
Atatürk’ün Rize’ye
gelişinin 89’uncu yıl dönümü kutlamaları nedeniyle 2
gün önce düzenlenen etkinlikler kapsamında Müftü
Mahallesi’nde Kültür ve Turizm Müdürlüğü’ne ait
Atatürk evi ziyaret
edildi.
MHP Rize İl Başkanı
Cem Kazmaz, Atatürk evinde oluşturulan milletvekili
köşesinde üzerinde Atatürk’e suikast girişiminde
bulunduğu için idam edilen Ziya Hurşit’in adının
yazılı olduğu fotoğrafı görüntüleyerek, sosyal
medyada paylaştı.
Gelen
tepkiler üzerine
Atatürk evindeki fotoğraf yerinden indirildi.
YANLIŞ
İSİM YAZILMIŞ
Rize Valisi Nurullah
Çakır’ın talimatı
üzerine Kültür ve Turizm Müdürlüğü ilgili
inceleme başlattı.
Yapılan incelemede duvarda asılı olan fotoğrafın
gerçekte bir dönem Lazistan milletvekilliği de
yapmış ancak Atatürk’e suikast girişiminden dolayı
idam edilen Ziya Hurşit’e ait olmadığı, Osmanlı’nın
son dönemlerinde Lazistan milletvekilliği yapan Dr.
Abidin Bey olduğu belirlendi. 2004 yılından bu yana
duvarda asılı fotoğrafın altına yanlışlıkla Ziya
Hurşit isminin yazıldığı tespit edildi. 9 yıllık
hatanın fark edilmesi üzerine fotoğraf yeniden
düzenlenerek Atatürk evine asılacak.
"KEŞKE FOTOĞRAFI
TANIYARAK ASSALARDI"
MHP Rize İl Başkanı Cem
Kazmaz, fotoğrafın suçluluk psikolojisi ile asılı
olduğu yerden indirildiğini belirterek, "Hatayı
gördüler. Keşke biz görmeden kaldırsalardı. Keşke
insanların kim olduğunu düşünerek, bilerek resmini
assalardı" dedi.
Mlliyet, 20.09.2013
|
ARTINTERNATIONAL 57 MİLYONLUK SATIŞLA
KAPANDI
İstanbul
’un yeni çağdaş
sanat fuarı
ArtInternational dün sona erdi. Fuar yönetiminden
yapılan açıklamaya göre toplam 21 milyon euroluk
(yaklaşık 57 milyon lira) satış yapıldı. 16-18 Eylül
tarihleri arasında
Haliç Kongre
Merkezi’nde gerçekleşen fuara, 52’si uluslararası
olmak üzere toplam 62 galeri 300’ü aşkın sanatçıyla
katılmıştı. Fuarı 15 bin kişi izledi.Aralarında Cem
Yılmaz, Ömer Karacan, Gülseli İnal, Özgü Namal,
Pelin Batu, Nil Karaibrahimgil, Hıncal Uluç, Arzum
Onan, Güler Sabancı, Sevil Sabancı, Esra Ezcacıbaşı,
Leyla Alaton, Didem Ciner, Ahmet Kocabıyık, Ender
Mermerci, Halis Komili, Alev Komili, Murat Ülker
gibi meşhurlar, Adnupam & Lekha Poddar, Ramin
Salsali, Nicola ve Beatrice Bulgari, Hanan Sayed
Worrell, HH Prince Farhad bin Bandar al Saud,
Alistair Hicks, Zaki Nusseibeh, Ahmet Kocabıyık ve
Ömer Koç gibi önemli koleksiyoncular da fuarı gezdi.
Ayrıca
Londra ’dan Tate
Modern, Royal Academy of Arts ve Whitechapel
Gallery, Paris’ten Centre Pompidou ve La Maison
Rouge – Fondation Antonie de Galbert’in
temsilcilerinin de fuarı gezdiği açıklandı.
Radikal, 20.09.2013
|
AZINLIK OKULLARI 90
YILDA ERİDİ
Tarih Vakfı için Yrd.
Doç.Dr. Selçuk Akşin Somel ve Nurcan Kaya tarafından
hazırlanan 3 ciltlik ‘Geçmişten Günümüze Azınlık
Okulları’ raporu, okulların karşılaştığı sıkıntıları
ortaya koyup çözüm önerileri sunuyor. Osmanlı
İmparatorluğu döneminde Musevilerin, Ermenilerin,
Rumların, Bulgarların, Keldanilerin, Süryanilerin,
Marunilerin ve başka toplulukların anadilde eğitim
yapan okullarının bulunduğuna dikkat çeken rapora
göre, 1894’le 2013 arasında 6415 azınlık okulu
kapatıldı. Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde 6437
okul varken
İstanbul ’da 302
gayrimüslim okulu bulunuyordu, bu okullarda toplam
29.850 öğrenci eğitim görüyordu.
Şimdi yalnızca İstanbul’da bulunan 22 okul var.
Bunların 16’sı Ermenilere, 5’i Rumlara, 1’i de
Musevilere ait. Okullar
Anadolu ’da
kapatıldı, İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada dışındaki
yerlerde okul kalmadı.
Rapor okullara cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren
‘bölücü fikirlerin aşılandığı fesat yuvası’ gözüyle
bakıldığını vurguluyor, örnek olarak
Milli Eğitim Bakanlığı
yazışmalarını gösteriyor. Ermenice ve İbranice
öğretmeni yetiştiren eğitim fakültesi yok, eşitlik
ilkesi ve Lozan Antlaşması’yla düzenlenen devlet
bütçesinden yararlanma hakkı uygulanmıyor.
‘Azınlık olduğunu ispatla’
En önemli sorunlardan
biri de çocuğun anne ve babasının T.C. vatandaşı
olması yanında Ermeni, Rum ve Musevi olduğunu da
ispatlaması zorunluluğu. Nüfus kayıtlarında Müslüman
görünen bir Ermeni ya da Rum çocuğun azınlık
okullarına kaydolması imkânsız. T.C. vatandaşı
olmayan Ermeni, Rum ve Museviler de sadece ‘misafir
öğrenci’ statüsünde okuyabiliyorlar. Anlatımlarla
desteklenen raporda bir katılımcı durumu şu sözlerle
ifade ediyor:
“70’li yıllar daha da zor yıllardı, bu okulların
öğrencilerinin azalmasının önemli nedenlerinden
birisi bence o milliyetçi cephelerin kurulduğu
yıllar. Okullarda öğretmen kadrolarının, onaylarının
zorluğu, öğrenci kayıtları… Kütük araştırması
yapılıyor, öğrencinin bir nesil öncesi işte
İslam çıkıyor,
halbuki bir dönem İslamlaşmışlar, kendi öz
kimliklerine, milliyetlerine dönmüşler, kabul
edilmiyordu… Çok sıkıntılar yaşandı.”
Lozan Antlaşması’nın 41. maddesine göre okullara
1970’e kadar yapılan katkı, bugün uygulanmıyor.
Okulların başka devletlerden para yardımı almasına
izin verilmiyor. Yunanistan’dan gelen kontenjan
öğretmenlerinin maaşları Yunanistan devleti
tarafından, Türkçe ve Türkçe kültür dersleri
öğretmenlerinin maaşları ise MEB tarafından
ödeniyor, sözleşmeli öğretmenler ve personel
maaşları, bina bakım-koruma giderleri, elektrik,
ısınma, iletişim, kırtasiye vb. giderleri için
devletten katkı alınmıyor.
Ermeni ve Musevi okullarında öğrenci sayısı bir
düzeyde sabitlense de Rum okulları için öğrenci
mevcudunun azlığı bugün en büyük sorun. 2012-2013
eğitim yılında Ermeni okullarında öğrenci sayısı,
67’si Ermenistanlı olmak üzere 3.137; Musevi
okullarında 688; Rum okullarında 230. Rapora göre
kamu otoriteyle yaşanan iletişim uyumsuzluğu,
okullara dayatılan Türk milliyetçisi bakış ve
andımızın okunma zorunluluğu; öğrenci yokluğundan
iki yıl üst üste eğitime ara veren okullarının
kapatılması diğer sorunlar.
Radikal, Haber: Ayça
Örer, 20.09.2013
|
EN ESKİ KADIRGA ZİYARETE AÇILIYOR
Yenileme
çalışmalarının 2007'den beri devam ettiği İstanbul
Beşiktaş'taki Deniz Müzesi, 4 Ekim'den itibaren
yeniden ziyaretçilerini ağırlayacak. Dünyanın en
eski kadırgasının da arasında yer aldığı 20 bin
esere ev sahipliği yapan müzenin arşivinde 20 milyon
belge bulunuyor. Deniz Müzesi Komutanı Deniz Kurmay
Albay Fatih Erbaş, dünyada eşi bulunmayan tarihi
kadırga için "Osmanlı sultanlarından Fatih Sultan
Mehmet'e ait olduğu iddia ediliyor ancak yapılan
çalışmalar neticesinde ancak Üçüncü Mehmet zamanına
yani 17'nci yüzyılın başına tarihleyebildik" dedi.
Fatih Erbaş, söz konusu eserin, görev yaparken
batmadan korumaya alınan dünyanın en eski kadırgası
olduğunu ifade etti. 4 Ekim'de ziyarete açılacak
müze pazartesi ve salı hariç haftanın 5 günü
gezilebilecek.
Sabah, Haber: Muharrem Aksakal,
20.09.2013
|
|
İSTANBUL'DAKİ MESCİDİ
İTALYANLAR RESTORE EDECEK
Tarihi eser restorasyonu
konusunda dünyanın en önde gelen ülkelerinden
İtalya, Türkiye’ye bu konuda eğitim verecek.
Son on yıldan bu yana
yaklaşık 4 bin eseri restore eden Vakıflar Genel
Müdürlüğü, bundan sonraki restorasyonların daha
modern yöntemlerle ve teknolojiyle yapılması için
İtalyan bilim insanlarından destek alacak. Genel
müdürlük, İtalyanlarla yapılacak işbirliği için
“Med-Art” isimli proje geliştirdi. Bu kapsamda,
İstanbul Zeyrek’teki Şeyh Süleyman Mescidi
uygulamalı eğitim için İtalyanlar tarafından restore
edilecek. Vakıflar Genel Müdürlüğü, başta
İstanbul’daki önemli eserler olmak üzere Türkiye’nin
dört bir tarafında artık yıkılmış olan eserleri
yeniden ayağa kaldırdı. Ancak zaman zaman bazı
eserlerin restorasyonu ile ilgili eleştiriler de
oldu. Genel müdürlük bir yandan yanlış malzeme
kullanılan eserleri yeniden onarma kararı alırken
bir yandan da dünyada eski eser onarımı konusunda
söz sahibi olan İtalya ile ortak çalışmak için proje
başlattı. Bir yıl sürecek olan Med-Art eğitim
projesi çerçevesinde, restorasyon konusunda çalışma
yapan VGM personeli mimar ve mühendisler arasından
seçilecek 30 kişi, 5 grup halinde İtalya’da teorik
ve uygulamalı restorasyon eğitimine katılacak. Bir
başka grup ise İtalyan uzmanlar tarafından verilecek
teorik eğitimlere ve Şeyh Süleyman Mescidi
Restorasyonu projesinde uygulamalı eğitime
katılacak.
Bizanslılardan kalan
Şeyh Süleyman Mescidi, 1491 yılında Şeyh Süleyman
tarafından mescide dönüştürüldü. Esere 1756
yılındaki yangından sonra Kazgan Hasan Ağa
tarafından minber eklendi. Alt kısmı kare, üst kısmı
sekizgen planlı binanın, Pantokrator Kilisesi’nin
şapeli veya vaftizhanesi olduğu tahmin ediliyor. Bu
eski ve farklı yapının restorasyonu İtalya-Türkiye
ortaklığında gerçekleştirilecek. Yapının onarımında
İtalya’da günümüzde kullanılmakta olan modern
restorasyon yöntemleri, malzeme ve teknolojisi
kullanılacak. Restorasyon sırasında VGM teknik
personelinin yanı sıra Türkiye’de eski eser onarımı
alanında çalışan kurum ve kuruluşlar, belediyeler,
firmalar, koruma kurulları ve üniversitelerden davet
edilecek teknik personel de eğitim alacak.
Zaman, Haber: Aslıhan
Aydın, 20.09.2013
|
İSTANBUL HEYKELLERİ
İstanbul Belediye Başkanı Kadir
Topbaş hafta sonunda konuşma yaptığı konferansta:
“Esasında meydanlarda ağaç olmaz. Ama bizim
insanlarımız meydanda da ağaç istiyor...” demiş..
Biraz doğru... Meydanlarda pek ağaç
yoktur... Ama heykeller, anıtlar vardır.
Peki dünya metropolü İstanbul'un meydanlarında
heykel var mı?
Yoksa heykeller giderek kayıp mı oluyor?
CHP İBB Meclis üyeleri Hakkı Sağlam ve Serdar
Bayraktar geçen ocak ayında bir önergeyle Başkan
Kadir Topbaş'a sordular:
"İstanbul'da sanat eserleri heykeller
kaldırılmıştır. Kaldırma gerekçesi nedir? Kaldırma
talimatını kim vermiştir? Bu heykeller şu anda
nerede bulunmaktadır?"
Önergede kaldırılan heykellerden örnekler de
verildi...
Hakkı Karayiğitoğlu'nun Lütfi Kırdar Kongre Merkezi
önüne, Işılar Kür'ün Kadıköy'e, Rahmi Aksungur'un
Maçka'ya, Ayşe Erkmen'in Beyoğlu Tünel'e, Meriç
Hızal'ın Üsküdar'a, Ertuğ Altan'ın Kabataş'a, Vedat
Somay'ın Yenikapı'ya, Mümtaz Işıkgör'ün Ihlamur'a,
Adem Yılmaz'ın Taksim Gezi Parkı'na, Ümit Öztürk'ün
AHL'nin girişine konulan heykelleri...
Aradan 8 ay geçti... Büyükşehir Belediyesi bu
önergeye cevap vermedi...
Milliyet, Yazı: Melih Aşık,
19.09.2013
|
O İMZA GÜNAY'IN ÇIKTI
Dönemin Resim Heykel Müzesi Müdürü,
görevden alınmasına neden olan raporda yer alan eski
Bakan Günay’ın imzasının sahte olduğu gerekçesiyle
suç duyurusunda bulunmuştu
Günay da ‘İmza attığımı hatırlamıyorum’ diyerek
Müdür Gündoğdu’ya destek olmuştu. Ancak Kriminal
Polis Laboratuvarı, belgedeki imzanın Günay’a ait
olduğunu ortaya koydu.
Kültür ve Turizm eski Bakanı, AKP Milletvekili
Ertuğrul Günay’ın, bakanlık görevinin son günlerinde
yaşanan ve yargıya da taşınan “ıslak imza” bilmecesi
çözüldü. Dönemin Ankara Resim Heykel Müzesi Müdürü
Ömer Gündoğdu, görevden alınmasına yol açan, Teftiş
Kurulu Başkanlığı’nın soruşturma raporundaki imzanın
Bakan Ertuğrul Günay’a ait olmadığı iddiasıyla
savcılığa suç duyurusunda bulunmuş, onaydaki Bakan
Günay’ın imzasıyla, orijinal olduğunu savunduğu
imzayı da savcılığa sunmuştu.
‘İmzalamış olamam’
Günay da, “Bir müfettiş raporuna imza attığımı
hatırlamıyorum” sözleriyle Gündoğdu’ya destek vermiş
ve o günlerde gazetelerde yaptığı açıklamalarda
şunları söylemişti: “24 Ocak’ta İstanbul’daydım ve
EMITT Fuarı’na katıldım. İstanbul’dan döndükten
sonra 25 Ocak’ta da devir-teslim yaparak görevimi
devrettim. Ayrıldığım gün böyle bir şeyi imzalamış
olmamam gerekir. Konu savcılığa intikal etmiş,
araştırıldıktan sonra gerçek ortaya çıkacaktır.”
‘Aynı şahıs atmış’
Belgedeki imzanın Günay’ın mı olduğu yoksa iddia
edildiği gibi taklit mi edildiği konusuna nokta,
Emniyet Genel Müdürlüğü Ankara Kriminal Polis
Laboratuvarı tarafından yapılan inceleme sonucu
konuldu. VATAN’ın ulaştığı 19 Ağustos 2013 tarihli
“Uzmanlık Raporu”nda, sahte olduğu iddia edilen
belge ile orijinal imza arasında yapılan
karşılaştırma sonucunda, “Bakan Ertuğrul Günay”
adına atılı imzaların aynı şahıs elinden çıktığı
yönünde kanaat hasıl olmuştur” denildi.
El hareketleri ve karakter aynı
Kriminal Polis Laboratuvarı’nın hazırladığı uzmanlık
raporunda, imzalar arasında yapılan karşılaştırma
sonucunda varılan tespitler ise şöyle sıralandı:
- İmzaların genel şekli, tersim tarzı ve inşa’a
karakteri,
- İmzaların başlangıç ve sonlandırılışı,
- İmzalar içerisindeki karakteristik el
hareketlerinin yapılışı
- Kaligrafik ve itiyadi diğer hususiyetler yönünden
aralarında benzerlikler bulunduğu tespit edilmiştir.
Vatan, Haber: Şule Türker, 19.09.2013
|
"KORUMA ALTINDA"
HARABEYE DÖNDÜ
Kütahya'nın Simav
İlçesi'ne bağlı Gökçeler Köyü'nde 40 yıldır
kullanılmayan 89 yıllık ahşap okul binası,
ilgisizlik yüzünden harabeye döndü ancak, "koruma
altında" olduğu için yıkılamıyor.
Okul binasının tarihi olduğunu belirten köylülerden
24 yaşındaki Mehmet Akif Kösem, içler acısı
görüntüsüyle harabaye dönen okulun 1924'te
Cumhuriyetin ilk yıllarında köy halkının
katkılarıyla tek katlı, 5 derslikli olarak
yapıldığını söyledi.
Yıllarca
eğitim veren ve pek
çok kişinin mezun olduğu okulun ilçede meydana gelen
depremler sonrası bu hale geldiğine vurgu yapan
Kösem, "Okulumuz Simav'ın ilk
eğitim yuvası.
1924'te çok sağlam malzemeden yapılmış. Hem yılların
verdiği yorgunluk hem de ilçemizde meydana gelen
büyük depremler ve sayısız artçı sarsıntılarla
bugünkü hale geldi. Özellikle çocuklarımız bu
bölgede oyun oynadıklarından çok büyük tehlike
altındalar. Tarihsel özelliği yüzünden gerekli
ilginin gösterilmesini bekliyoruz" dedi.
Köylülerden Ercan Ertem ise, köylülerin elinden bir
şey gelmediğini ve tarihi okulun bu haline çok
üzüldüklerini söyledi. Ertem, "Okulda 40 yıldır
eğitim verilmiyor.
Koruma altında olduğundan bir şey de yapılamıyor.
Bir tarihin gözümüzün önünde çürüyüp gitmesine
gönlümüz razı olmuyor. Ancak elimizden de bir şey
gelmiyor. İlgi bekliyoruz" diye konuştu.
61 yaşındaki Mehmet Balaban da "Atalarımızın okuduğu
bu okula sahip çıkılmasını bekliyoruz. Restore
edilebilir. Simav'ı vuran
19 Mayıs 2011'deki
5.9'luk depremde en çok zarar gören Gökçeler köyü
oldu. Eski okulumuz da bu depremden çok etkilendi.
Çocuklarımız bina içerisinde ve bahçesinde
oynuyorlar. Engelleyemiyoruz" şeklinde konuştu.
Okulun bahçesinde oynayan çocuklar da, "Korkuyoruz,
ancak oynuyoruz. Oynarken bina sallanıyor" dedi.
Gökçeler İlkokulu'nde şu an 3 derslikli yeni binada
tek
öğretmen, toplam 23
öğrenciye
eğitim veriyor.
Dördüncü sınıf öğrencileri ise taşımalı sistemde
Simav'daki okullarda
eğitim görüyor.
Cnn Türk, 19.09.2013
|
ŞEMSEDDİN SİVASİ
TÜRBESİ'NDE ONARIM BAŞLADI
Sivas Dikilitaş
Caddesi’nde bulunan Koca Hasan Paşa tarafından 1564
yılında yaptırılan Meydan Camii ve içinde bulunan
Şemseddin Sivasi Hazretlerinin türbesi bakım ve
onarıma alındı.
Meydan Camii'nin Atatürk caddesin ile olan
bağlantısı kalın suntalarla kapatılırken, Şemseddin
Sivasi Hazretlerinin Türbesi'nin etrafı da açılmaya
başladı.
Yapılacak çalışma ile Türbenin etrafı açılacak
olurken, Atatürk Caddesi'ne çıkan tali yol ise
daraltılacak. Meydan camii avlusuna inişlere ise
özürlü vatandaşların rahat bir şekilde inip
çıkmaları için rampalar yapılacak.
YOL ARAÇ TRAFİĞİNE KAPATILSIN
Sivas Halkı Atatürk Caddesi üzerinde bir çok
tali yolun bulunduğunu, Meydan Camii kesiminde
bulunan tali yolun araç trafiğine kapatılması
gerektiğini savunuyor.
Vatandaşlar, bu yolun araç trafiğine kapatılıp
yayalaştırılması ile birlikte hem türbenin hem
caminin zarar görmemesinin sağlanacağı, araç trafiği
olmayacağından dolayı cenazelerinde rahatlıkla
Meydan camiinden kalka bileceği gibi tali yoldan
Atatürk caddesine çıkışta yaşanan trafik
karmaşasının da sona ereceğini dile getiriyorlar.
Vatandaşların bu önerilerinin dikkate alınarak yolun
araç trafiğine kapatılıp yayalaştırılmasının
sağlanması konusunda çalışmanın yapılması
bekleniyor.
Sivas Hürdoğan, 19.09.2013
|
|
ÇİVİSİZ CAMİDE
RESTORASYON ÇALIŞMALARI
Samsun,
19 Mayıs Belediyesi sınırları içerisinde bulunan
çivisiz tarihi ahşap camiye sahip çıktı. 19 Mayıs
İlçesi'nde Yukarı Engiz Mahallesi, Fatih Bulvarı
üzerinde bulunun tarihi çivisiz ahşap caminin çevre
düzenleme çalışmaları devam ediyor. Çalışmaları
yerinde inceleyen 19 Mayıs Belediye Başkanı Osman
Topaloğlu, “Düzenleme çalışmaları ile ahşap caminin
etrafında meydan ve yürüyüş yolu, otopark alanı, wc,
şadırvan, amfi oturma alanı, iki adet süs havuzu,
kamelya ve yeşil alanların düzenlemesi yaparak
tarihi ve kültürel değerlerimize sahip çıkmaya devam
ediyoruz” dedi. Tek çivi kullanılmadan yapılan
Çivisiz Cami, yıkılmak üzere iken 5 yıl önce restore
edilerek yıkılmaktan kurtarıldı. Belediye tarafından
çevre düzenlenmesi yapılan Çivisiz Camii’nin kim
tarafından yapıldığı belli değil.
Anayurt Gazetesi, Haber:
Sarp Evliyagil, 19.09.2013
|
ÇANAKKALE BATIKLARINA BİLİMSEL ARAŞTIRMA
2015 yılı, Çanakkale Savaşı’nın 100. yıldönümü. Kül-tür ve Turizm Bakanlığı, yaklaşan yıldönümü için harekete geçerek, Çanakkale Savaşı deniz harekatlarında batan gemi ve denizaltılara yönelik bilimsel sualtı araştırmaları başlattı.
Çanakkale Müzesi Müdürlüğü başkanlığında, Dokuz Eylül Üniversitesi Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü’nün bilimsel danışmanlığında yürütülen araştırmalarda toplam sekiz adet batığa ilişkin çalışma yapıldı. Çalışmalar sonucunda deniz savaşına ilişkin bir harita ve coğrafi bilgi sistemi oluşturulması hedefleniyor. Öte yandan, dünya serbest dalış rekortmeni Şahika Ercümen, İkinci Dünya Savaşı’nda Karadeniz’de batan denizaltılarından U-20 batağına daldı.
Ercümen, “Batığa önlem alınmazsa bir tarih yok olacak.” dedi. Karasu Belediye Başkanı Mehmet İspiroğlu, batık gemi için proje hazırladıklarını ve Doğu Marmara Kalkınma Ajansı’na sunacaklarını aktardı.
Zaman, Haber: Duran Savaş, 19.09.2013
|
|
PİSİDİA ANTİOCHEİA ANTİK
KENTİ AYAĞA KALDIRILIYOR
Isparta'nın
Yalvaç İlçesi yakınlarındaki Pisidia Antiocheia
antik kentinde yer alan amfitiyatronun yıkılan
bölümlerindeki taşlar, numaralandırılarak vinç
yardımıyla kaldırılıyor. Taşlar gelecek yıl
yerlerine konulacak ve amfitiyatro yeniden hayat
bulacak.
Pisidia Antiocheia
antik kentinde bu yıl yapılan kazı
çalışmalarının son haftası, ören yerinde en
fazla tahribata uğramış yapı olan amfitiyatronun
yıkılan bölümlerinin restorasyonuna ayrıldı.
Amfitiyatronun yıkılan bölümleri
numaralandırılıp, fotoğraflandıktan sonra vinç
yardımıyla kaldırılıyor. Yıkılan bölümler
yeterli ödenek ayrılması halinde aslına uygun
şekilde 1 yıl içinde yerleştirilecek.
BU YILKİ ÖDENEK BİTTİ
Pisidia Antiocheia Antik Kenti Kazı Başkanı
Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat
Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Doç.Dr.
Mehmet Özhanlı, gelecek yıl yeterli ödenek
sağlanması halinde restorasyon çalışmalarının
tamamlanabileceğini söyledi. Tiyatronun ayağa
kaldırılabilmesi için ilk adımın atıldığını
belirten Doç.Dr. Özhanlı, "Bu çalışmaların
tamamlanmasından sonra gelen gruplar tiyatroyu
rahatlıkla gezebilirler. Ancak şu halde gezmek
oldukça tehlikeli. Bu yılki kazı çalışmaları
ödeneğin bitmesi nedeni ile önümüzdeki hafta
tamamlanacak" dedi.
YANLIŞ UYGULAMA YAPILMIŞ
Antik kentte 5 yıldır kazı çalışmalarını
sürdüren Doç.Dr. Mehmet Özhanlı, bu yılki
kazının son haftasını amfitiyatroya
ayırdıklarını kaydetti. Önceki yıllarda müze
tarafından yürütülen kazı çalışmaları sırasında
yanlış bir uygulama yapılması sonucu tiyatronun
yukarıdan aşağıya doğru kaymaya başladığını öne
süren Doç.Dr. Mehmet Özhanlı, alınan önlemler
sayesinde daha fazla deformasyona uğramasının
önüne geçildiğine işaret etti.
BU YILKİ ÇALIŞMALAR BAŞARILI
Bir vinç yardımıyla yerinden oynayan
taşların numaralandırılarak kaldırıldığını dile
getiren Doç.Dr. Mehmet Özhanlı, amfi
tiyatroların antik kentlerin olmazsa
olmazlarından olduğunu söyledi. Pisidia
Antiocheia antik kentindeki amfitiyatrosunun
kentin yamacına yaslanmış, oldukça küçük bir
tiyatro olmasına karşın bütün Yalvaç Ovası'na
hakim şekilde yerleştirildiğini vurgulayan
Doç.Dr. Özhanlı, şunları kaydetti:
"Ancak burada yıllar önce yapılan çalışmalarda
orkestranın (yarım daire biçimindeki kısım)
olduğu yer tamamen aşağıya doğru indirilmiş
olmasından dolayı kavealar (seyircilerin
oturdukları basamaklı yerler) biraz tehlikeye
girmişti. Bu yılki kazı çalışmalarımızda bu
orkestra içerisinde bulunan tüm malzemeleri önce
çizimi yapılıp fotoğrafladıktan sonra
numaralandırıp dışarıya aldık. Bir sonraki
adımda kaveanın akmasını engelleyecek bir duvar
örülerek tiyatronun restorasyonuna başlanmış
olacak. Bu bizim için önemliydi, çünkü 2008
yılından bu yana Bakanlar Kurulu kararıyla
yaptığımız kazıda ilk defa vinç getirebildik.
Buna göre bütçemizi ayarladık. Vincin yardımı
ile sahne açıldı. Bazı oturma gruplarını tekrar
yerine koyma şansımız oldu."
EFSANESİ OLDUKÇA İLGİNÇ
Amfitiyatronun tarihteki önemine de değinen
Doç.Dr. Özhanlı, Hristiyanlığı yayan ilk kadın
azize olarak bilinen Ayetekla'nın bu
amfitiyatroda aslanların önüne atıldığını
anlatarak şöyle dedi:
"Tiyatro geçmişte çok önemli olaylara tanıklık
etmiş bir yapıdır. Bunlardan en önemlisi de
Ayatekla'nın İkonya'da Aziz Paulus'u dinledikten
sonra Hıristiyanlığı kabul etmesi ve bakire
olarak kendisini Tanrı'ya ve öbür dünyaya
adaması oldukça önemlidir. Bundan dolayı da Aziz
Paulus'un peşinden Antiocheia'ya geldiğini
biliyoruz. Antiocheia'da bir sokakta yürürken
Alexandros isimli biri tarafından taciz ediliyor
ve onu ittirirken elbisesinin yırtıldığı
anlatılır. Bundan dolayı da Ayatekla'nın Kent
Konseyi'nde yargılandığı anlatılır. Yargılama
sonucunda canlı halde aslanlara atılmasına karar
verilmiştir. Bu olayın bu tiyatroda
gerçekleştiğini düşünüyoruz ve aç olan
aslanların Ayatekla'yı yemediği detaylı olarak
anlatılır. Onun bir Azize olduğu anlaşılır ve
daha sonra Silifke'ye gider ve ortadan
kaybolur."
Star, 18.09.2013
|
ARKEOLOJİ
PENCERESİNDEN FESTİVALLER
Akdeniz Üniversitesi Fen
Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi
Prof.Dr.
Nevzat Çevik, antik
dönemde
Antalya'da çok
sayıda festivalin düzenlendiğinin bilindiğini
belirtti.
Antik Çağ'da bölgedeki
en önemli festivallerden birinin Oinoanda'daki
Demostheneia Festivali olduğunu kaydeden
Prof.Dr.Çevik, şöyle konuştu: "Sadece Termessos'ta
bilinen 15 festival vardı. Kaynaklarda spor içerikli
panegyrics oyunların Myra, Rhodiapolis, Phaselis,
Olympos, Oinoanda, Patara, Balbura, Kormi, Tlos,
Sura'da yapıldığı, Gagai hatta Lyrboton Kome (Varsak)
gibi çok küçük bir yerleşimlerde bile festivaller
yapıldığı bilinmektedir. Bu nedenle Altın Portakal
Film Festivali aslında 50 yaşında değil, ilk tiyatro
binası yapımlarını baz alırsak en az 2300 küsür
yaşındadır" dedi.
SPONSOR DESTEĞİ
HATIRI SAYILIRDI
Kumluca (Rhodiapolis) ve
Mavikent (Gagai'de)
Asklepeia Festivali, Lyrboton Kome'de
Apollon
Festivali'nin her yıl periyodik olarak yapıldığını
belirten Prof.Dr.Çevik, şunları söyledi:
"Rhodiapolis kazılarında 2007'de bulduğumuz yazıtta,
Antiokhos Festivali için tiyatroda ayrıcalıklı yer
verilen ünlü aileden bahsedilmektedir. Bunlar bazı
memuriyetler tarafından karşılandığı gibi sponsor
desteği hatırı sayılır orandaydı. Bu festivaller
halkın yaşamında büyük etki oluştursa da aynı
zamanda politik mesajlar ve amaçlar içeriyordu. Spor
festivalleri ile sanat festivalleri rekabet
içindeydi. Ancak, bugün olduğu gibi sportif yarışlar
çok büyük kalabalıklar topluyor ve daha çok heyecan
veriyordu. Bu nedenle zaman içinde, özellikle Roma
dönemiyle birlikte, sanata ilgi spor yarışlarına
kanalize oluyordu."
Herodot'un kitabında
bahsettiği Likyalı Olen'in Likyalı kızlara övgü
ilahisi yazdığını anlatan Prof.Dr.Çevik, sözlerini
şöyle sürdürdü: "Delos'ta, Olen'de eski ilahiler
okunurdu. Olen'in Artems veya Akhaeia'ya bestelediği
kült şarkısı hazırlıklı gösterilere dönüşmüştü.
Likya'da müzikle şiir birlikte gösteriye dönüşürdü.
Bugünden daha kapsamlı müzik gösterileri tanrı
Apollon'un koruması
altındaydı.
Apollon'un himayesi
salt müziğe değil aynı zamanda şarkı, dans, felsefi
konuşmalar gibi her türlü artistik ve entelektüel
eylemleri de içeriyordu. İbadet, zafer, düğün,
doğum, ölüm, hasat, aşk gibi her türlü sosyal olgu
yer alıyordu. Dinsel festivaller müzik yarışmalarına
da vesile oluyordu."
BİR ENSTRÜMAN
ÇALAMAYAN EĞİTİMSİZ SAYILIRDI
Müzik ve diğer
sanatların okullarda öğretildiği Antik Çağ'da bir
enstrüman çalamayan veya şarkı söyleyemeyen
gençlerin eğitimsiz sayıldığını söyleyen
Prof.Dr.Çevik, "Müzik ve sanat gösterileri yanında
atletik-spor festivalleri de antik Likya toplumunun
rutin günlerini eğlenceli sosyal buluşmalara
dönüştürüyordu. Palaestralarda eğitim gören gençler
sporcu olarak yetişiyor ve festivallerde yer
alıyorlardı" dedi.
SOKAK SANATÇILARI
Patara'da bulunan bir
stel üzerinde betimlenen Euharistos sokak
sanatçılarının varlığından izler verdiğini belirten
Prof.Dr.Çevik, sözlerini şöyle sürdürdü: "Kel
kafasıyla
İsmail Dümbüllü'yü
anımsatan Euharistos geçmiş zamanın sokak
göstericileriyle günümüz meddahları arasında köprü
kurar. İkisi de keldir. Çünkü yüz mimikleri en iyi
kellerde ortaya çıkar. Saçlar yüzü saklar. Sosyal
elitlerin gösteri sanatlarının ve sportif yarışların
icrası ve yaygınlaştırılmasındaki rolleri büyüktü.
Bu kesim hem gösterileri destekliyor hem de varlığı
ve gelişmesi için çaba sarfediyorlardı. Antik ve
yazılı belgeler pekçok festival sponsorluğunun
varlığını kanıtlar. Bu festivaller daha sosyal bir
toplum oluşturmaya ve halkın daha kolay idare
edilmesine de yol açıyordu. Sponsorlar prestij
paylarını fazlasıyla alıyordu."
CAM ARKASINDA DİZİLER
DÜNYASI
Bugünle
karşılaştırıldığında modern aygıtların olmadığı
yakın geçmişte yüzlerce yıl boyunca, Antik Çağ'ın
gösteri sanatları düzeyinden çok gerilere
düşüldüğünü söyleyen Prof.Dr.Çevik, "Osmanlı ve
Bizans dönemindeki bu düşüş kültürel değişime bağlı
gerçekleşmişti. Bugün gerekçe biraz benzerse de aslı
farklıdır. Evlere giren internet, televizyonlar, CD
gösterim aygıtları ve daha pekçok elektronik aygıt
insanların gösteri izlemek için dışarı çıkmalarını
gereksiz kılmıştır. Artık, herkes elinde bir gösteri
makinesi ile dolaşmaktadır. Gerçek etki
karşılığından çok uzak olsa da, artık her yer
tiyatrodur, sinemadır, müzikholdür. Bu durumda,
makineleri aracı kılmayan gerçek insani gösteriyi
geleneksel tiyatrolarda devam ettiren canlı
gösterilerin hayatta kalması çok önemlidir. Yoksa
cam arkasındaki diziler dünyası, insanların sanat
beklentilerini doyurduğunu daha çok sanacaktır"
haberler.com, 18.09.2013
|
HOŞAP'TA 350 YILLIK
KANALİZASYON
Van Yüzüncü Yıl
Üniversitesi (YYÜ) Rektörü Prof.Dr. Peyami Battal,
Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü öğretim
üyesi Yrd. Doç.Dr. Mehmet Top tarafından Hoşap
Kalesi'nde yürütülen restorasyon çalışmalarını
inceledi. Yapılan kazılarda 350 yıllık kanalizasyon
sistemi ortaya çıkarılırken, Rektör Battal, "Yapılan
restorasyon çalışmalarının ardından Hoşap Kalesi
bölgenin cazibe merkezi olacak" dedi.
Mahmudi Beylerinden olan Süleyman Bey tarafından
1643 yılında inşa edilen Hoşap Kalesi'nde 2007
yılında başlatılan kazı ve sağlamlaştırma
çalışmaları bu yıl da Van YYÜ Fen Edebiyat Fakültesi
Sanat Tarihi Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç.Dr.
Mehmet Top tarafından yürütülüyor.
Şu ana kadar hamam, seyir köşkü ve harem kısımları
ortaya çıkan Hoşap Kalesi'nde surlar ve iç kısımlar
da onarılıyor. Bu yıl ortaya çıkarılan taş boruların
iç içe geçmesiyle döşenen hamam ve mutfak
ihtiyaçları için kullanılan 350 yıllık su ve
kanalizasyon sistemi ise en çok dikkat çeken kısım
oldu. Borularla kalenin her tarafına temiz su
taşındığı, kirli suyun da yine taş borularla tahliye
edildiği belirlendi.
Yapılan kazı ve
restorasyon çalışmalarıyla çok yol kat ettiklerini
söyleyen Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Mehmet Top,
"Kalede oluşturulan su ve kanalizasyon sistemi o
zamanki koşullara göre oldukça dikkat çekiyor.
Kalede 3 hamam, köşk ve mutfak ile karşılaştık. Bu
alanlarda hem temiz su, hem de pis su için
kanalizasyon sistemini bulduk. Tabi kale yüksek bir
taş üzerine kurulmuş buraya su nerden geliyor.
Onunda çalışmalarını yürüttük ve suyun kaleye
çıkrıklarla getirilerek depolandığını tespit ettik.
Ve depoların başladığı yerde bir birine geçmeli taş
borularla temiz su ve pis su için tesisatlar
çekilmiş. Bu tesisat sistemi kalenin hemen her
tarafına döşenmiş. Bu da gösteriyor ki burada 350
yıl boyunca temiz su kullanılarak kanalizasyon
sisteminden faydalanmış" dedi.
Kalede yapılan kazı ve restorasyon çalışmalardan çok
memnun olduklarını söyleyen YYÜ Rektörü Prof.Dr.
Peyami Battal, "Böyle bir çalışmayı öğretim
üyelerimiz ve öğrencilerimizin yapması,
üniversitemizin destek vermesi çok önemli. Hoşap
Kalesi kültürel miraslarımızdan biri. Kaleyi korumak
ve bölgenin kültür turizmine kazandırma amacı,
kazının önemini bir kat daha arttırmaktadır. Hoşap
Kalesi oldukça heybetli görüntüsüyle görülmesi
gereken biryer. Yapılan kazı ve restorasyon
çalışmalarıyla da kale eski güzelliğine tekrar
kavuşuyor. Restorasyon çalışmalarının tamimiyle
bitmesiyle birliktede Hoşap kalesi bir cazibe
merkezi olacaktır" dedi.
Gerçek Gündem, Haber:
Murat Çağlar, 18.09.2013
|
VATANDAŞIN 'SİT' SORUNU
BİTECEK
Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı tarafından yapılan çalışma ile ülke
genelindeki sit alanlarının envanteri çıkarılacak.
İlk etapta 6 ilde sit alanlarını belirleyen
Bakanlık, bu verileri elektronik ortama taşıyacak ve
vatandaşın kamusal alanlardaki işlemler hakkında
bilgi sahibi olmasını sağlayacak. Yatırım yapacak
kişi alacağı arsanın sit alanı olup olmadığını bu
sistem ile kolayca anlayabilecek. Tüm çalışmalar
sonrası vatandaşın elindeki mevcut sit alanlarının
takası da yapılacak. Böylece hem doğal alanlar
korunacak hem de vatandaşın mülkiyet hakkı
engellenmeyecek.
İNSAN HAKLARINA
AYKIRI
Doğal sit alanlarının imar transferi ve takas
hakkı olduğunu belirten Çevre ve Şehircilik Bakanı
Erdoğan Bayraktar, yeni düzenlemeyle sit alanında
mülkiyeti alan vatandaşların mağduriyetine son
vereceklerini söyledi. Konuyla ilgili çok sayıda
vatandaşın insan hakları mahkemesine başvurduğunu ve
kazandığını belirten Bakan Bayraktar, “Vatandaşın
hakkını vermek ve doğal sit alanlarını korumak bir
dizi çalışma yürütüyoruz. İnsanların arsası varsa,
ya parasını vermeli, ya yerine arsa vermeli ya da
imara açmalıyız” dedi.
En fazla sit alanı
Muğla’da
Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürü Osman
İyimaya, “Doğal sit alanları ile ilgili
çalışmalarımızı ve iş süreçlerini herkes
görebilecek” dedi. Yapılan ön çalışmada en fazla sit
alanının Muğla’da olduğu belirlendi. 6 bölge için
261 sit alanı olması beklenirken 333 alan olduğu
ortaya çıktı. Muğla’da 197, Bursa’da 88,
Kocaeli’inde 28, Sakarya’da 11, Düzce’de 6,
Yalova’da 3 alan sit alanı olarak tespit edildi.
Hürriyet, Haber:
Gülistan Alagöz, 18.09.2013
|
ZEYNELZADE HALK
KÜTÜPHANESİ RESTORASYONU TAMAMLANDI
İlk
olarak 1797 yılında (Hicri 1212) Akhisar’ın önemli
ailelerinden Zeynelzade Hacı Ali Ağaoğlu, Hacı Ali
Efendi tarafından Hashoca Mahallesinde yaptırılan
Zeynelzade Halk Kütüphanesi Akhisar Belediyesi
tarafından restorasyonu tamamlandı ve yeni yüzüne
kavuştu.
Kitaplar toplandıktan sonra 1805 yılında resmen
tescil edilen Zeynelzade Halk Kütüphanesinin binası
tek kubbeli tavanında alçı süslemeler bulunan bir
binaya sahiptir. İlk sayımlara göre 923 cilt
elyazması kitap bulunmaktaydı. Bu kitaplar arasında
Katip Çelebi'nin Keşfizzünun gibi çok değerli
kitapları da vardı. Hacı Ali Efendi'nin kurduğu
kütüphanenin zorunlu giderleri için, vakfiyesine
gelir olarak Akhisar çarşısında; üstünde 12 oda,
altında üç mağaza ve dört dükkan bulunan bir han,
bir bardakçı imalathanesi ve ayrıca çarşının değişik
semtlerinde sekiz dükkan ve Karaköy civarında Gördük
Deresi kenarında su ile çalışan bir un değirmeni ve
önünde elli dönüm tarla bırakmıştır. Ancak, bu vakıf
mülklerinin çoğu Akhisar çarşısının genel yangınında
yanmış, zamanla gelir toplanması olanaksızlaşmıştır.
Kütüphanenin tescilinden sonra ölünceye kadar Hacı
Ali Efendi mütevellilik görevini yürütmüştür.
Hacı Ali Efendi, aynı zamanda siyasi ve idari
yönleri de bulunan bir kişiydi. 1779 yılında Akhisar
Voyvodalığı yapmıştır. Ayrıca Sultan Hamit'in kızı
veya kız kardeşi olduğu sanılan Esma Sultan'ın hassı
olan Gördes'te yıllık tımar ve diğer gelirleri
toplamak için çalışmaları olmaktaydı.
Hacı Ali Efendi, 1814 yılında ölmüş ve kurduğu
kütüphanenin avlusuna gömülmüştür. Aynı yerde iki
oğlunun ve eşinin de mezarları bulunmaktadır.
Zeynelzade Halk Kütüphanesi binasında Akhisar
Belediyesi’nin başlattığı restorasyon çalışmaları
sonrası yeni yüzüne kavuştu.
Konu ile ilgili açıklama yapan Akhisar Belediye
Başkanı Salih Hızlı “Vakıflar Genel Müdürlüğü
bünyesinde bulunan ve restorasyon karşılığı 49
yıllığına kiraladığımız ülkemizin ilk resmi
kütüphanelerinden birisi olan Zeynepzade Halk
Kütüphanemiz yeni yüzüne kavuştu. Belediyemiz
tarafından restorasyona 208 Bin 195 TL ve il özel
idaresinden 220 Bin 575 TL destek ile yapılırken
restorasyon yaklaşık bir yıl sürdü. 50 metre kapalı
alana sahip ülkemizin ilk kütüphanemizin
içerisindeki işleme yazılar da gün yüzüne çıkmıştı.
Bahçesinde idari bina, tuvaletleri ve bahçesinde
peyzaj çalışmaları da modern bir şekilde faaliyete
geçmiştir. Şehrimizde bulunan bir çok taşınmaz
kültür varlığımıza sahip çıktık ve çıkmaya da devam
edeceğiz. Sahip olduğumuz kültür varlıklarımızın
yaşamasını sağlayarak gelecek nesillere iletme
konusunda büyük özen gösteriyoruz” dedi.
Akhisar Haber,
18.09.2013
|
SANDAL BEDESTENİ İHALEYE
ÇIKIYOR
Vakıflar Genel Müdürlüğü, Kapalıçarşı'da bulunan ve
restorasyonu nedeniyle yıllardır tartışmaların
odağında olan Sandal Bedesteni için ihaleye çıkma
kararı aldı. Restore yap-işlet -devret modeli ile
önümüzdeki günlerde ihale duyurusuna çıkacaklarını
açıklayan Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem,
"Maalesef bu güne kadar oradan istifade edemedik.
Çok düşük bir kira alıyoruz. İhale sonrası geliri en
az 6-7 kat artacak" dedi. Ertem, ayrıca Vakıflar
Taksim Bölge Müdürlüğü'nün de aynı şekilde
restorasyon karşılığı kiraya verileceğini belirtti.
SABAH'a özel açıklamalarda bulunan Ertem, söz konusu
ihalelerle Osmanlı eserlerinin hem
kalkındırıldığını, hem de ekonomiye önemli katkılar
sağlandığını belirtti.
RESTORE YAP-İŞLET
Ertem, genel müdürlüğün tüm gelirlerinin, söz
konusu restore yap-işlet-devret gibi modellerle
sağlandığını anlattı. Ertem, "Bazı tarihi eserlerin
kirası çok düşük. Söz konusu modelle yaptığımız
ihalelerde ise muazzam bir sonuç ortaya çıkıyor. Bu
eserin rehabilite edilmesi anlamında olumlu bir
sonuç doğruyacak. Ayrıca kurum açısından gelir elde
ediyoruz" diye konuştu.
Sabah, Haber: Burcu
Çalık, 18.09.2013
|
BURSA'DAKİ RESTORASYON
ÇALIŞMASINDA 700 YILLIK TARİH ÇIKTI
Bursa’nın tarihi
köylerinden olan Cumalıkızık’ta Orhan Gazi
tarafından yaptırılan caminin restorasyonu sürüyor.
Tarihi caminin duvarlarında 3 kat sıva üzerinde ayrı
ayrı hat yazılarına rastlanması, restorasyon
süresini uzattı.
Cumalıkızık Köyünde tarih tekrar canlanıyor. 307
hanenin bulunduğu tarihi köyde, tescilli yapılar bir
bir restore ediliyor. 1300’lü yıllarda Osmanlı
Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin oğlu Orhan Bey
tarafından köye yapılan ilk yapı olan Cumalıkızık
Camii, günümüze kadar gelmeyi başardı.
Yıldırım Belediyesi,
Kültür ve Turizm Bakanlığı iş birliğinde yapılan
caminin restorasyonunun geçen Ramazan ayında bitmesi
planlanıyordu ancak alanında uzman kişiler
tarafından restore edilen caminin duvarlarındaki
sıvaların altında ayrı ayrı hat sanatı örneklerine
rastlanması süreci uzattı.
Restorasyon çalışmaları
esnasında 200 yıl arayla atılan 3 ayrı sıvadaki hat
sanatı eserlerinin bir bir ortaya çıktığını belirten
Cumalıkızık Muhtarı Ahmet Kuş, tarihi köyün ilk
sosyal yapısı olan caminin restorasyon çalışmasının
sürdüğünü açıkladı. Hat yazılarının kime ait olduğu
ile ilgili bir bulguya rastlamadıklarını söyleyen
Kuş, restorasyon esnasında ikinci bir mihrap
bulunduğuna da dikkat çekti.
Cumalıkızık Köyü'nün ilk
isminin ‘Camilikızık’ olduğunu ifade eden Kuş,
restorasyon ile ilgili şu bilgileri verdi:
"Osmanlı döneminde caminin yarısı medrese olarak
kullanılıyordu. Daha sonra nüfusun artmasıyla
medrese kaldırılarak tamamı ibadethane olarak
kullanılmaya başlandı. Bunun üzerine başka bir
mihrap yapılırken, diğer mihrap tuğlalarla
kapatılmış. Restorasyon esnasında bu mihrap da
ortaya çıktı. Mihrabın önüne tuğla örmüşler.
Sıvamışlar. Bu mihrabı kapatmayacağız. İki mihrap da
birlikte kalacak. Bu caminin tarihi dokusu
bozulmasın diye ince elenip sık dokunarak
restorasyon çalışmaları sürüyor."
Caminin duvarlarından
çıkan el işi sanat eserlerinin korunacağını ifade
eden Kuş, “Duvarlardaki işlemeler zarar görmesin
diye çalışmalar yavaş yürüyor. 700 yıllık bir yapı
olduğu için sıvalar çok nazik. Eğer bu sıvalara ve
yazılara rastlanmasaydı geçen sene Ramazan ayında
açılacaktı. Bu ince işler çıkınca restorasyon uzadı”
ifadelerini kullandı.
Bursa Hakimiyet,
18.09.2013
|
ATATÜRK'ÜN EVİ İÇİN ÖZEL
EŞYA TALİMATI
Atatürk'ün doğduğu Selanik'teki tarihi evi
restorasyon sonrası ziyaret edenler eşyasız halini
görünce şaşırdı. Binanın "müze ev" den sergi
salonuna dönüşmesi tepki çekti
SABAH işin aslını araştırdı. Eşyaların çoğunun
imitasyon olduğu için kaldırıldığı, Kültür ve Turizm
Bakanlığı'nın, Türkiye'deki Atatürk'e ait bazı
orijinal eşyaları Selanik'e götürmeyi planladığı
öğrenildi
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal
Atatürk'ün doğduğu ev olan Yunanistan'ın Selanik
kentindeki tarihi bina geçtiğimiz günlerde yapılan
restorasyon çalışması sonrası yeniden açıldı. 3
yıllık tadilat sonrası yapılan açılışa Kültür ve
Turizm Ömer Çelik de katılmıştı. Ancak Atatürk'ün
evini daha önce de ziyaret etmiş olanlar içerisinde
eskiden bulunan eşyaları göremeyince şaşırdı. Eski
evdeki divanlar, perdeler, minderler, mutfak
eşyaları ve mangallardan eser yoktu. Bu durum gerek
evin yeni halini ziyaret eden SABAH Atina Temsilcisi
Stelyo Berberakis, gerekse ziyaretçiler tarafından
fark edildi. Evde Atatürk'ün fotoğrafları ve ışıklı
bilgi panolarından başka bir şey görmeyen
ziyaretçiler "Atatürk'ün eşyaları nerede" sorusunu
sordu. Berberakis'in evin neden bir sergi salonuna
dönüştürüldüğü ve daha önce evde bulunan eşyaların
neden kaldırıldığı sorularıyla birlikte SABAH Yazı
işleri'ne konuyu bildirmesinin ardından SABAH Ankara
Bürosu işin aslını araştırdı. Evde daha önce bulunan
eşyaların büyük bölümünün imitasyon olduğu ve
hiçbirinin Atatürk tarafından kullanılmadığı
öğrenildi. Bu eşyalar restorasyon sırasında evden
toplanarak Ankara, Samsun ve İznik'teki müzelere
götürüldü.
BAKAN ÇELİK BİZZAT İLGİLENİYOR
Bakan Çelik tadilat sırasında kendisine bu
bilginin aktarılması üzerine bizzat talimat vererek
tarihi yapının Atatürk'ün kullandığı özel eşyalarla
donatılması talimatını verdi. Bunun üzerine Kültür
ve Turizm Bakanlığı, Mustafa Kemal Atatürk'ün bazı
kişisel eşyalarının Selanik'teki Atatürk Evi
Müzesi'ne nakledilmesini kararlaştırdı. Atatürk'ün
hangi eşyalarının bu müzede sergileneceği, Kültür
Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nün yürüttüğü
çalışmalar ve yapılacak görüşmeler sonucu
netleşecek. Araştırmalar sonucunda, vatandaşların
ilgisini çekebilecek nitelikte özel eşyalar,
Selanik'teki evde sergilenecek. Atatürk'ün kişisel
eşyalarının Çankaya Köşkü, hayatının son günlerini
geçirdiği İstanbul Dolmabahçe Sarayı ve kabrinin yer
aldığı Anıtkabir ile bazı müzelerde bulunduğu
bilinirken, Bakanlık da söz konusu eşyalardan bir
bölümünü alıp, Selanik'e götürmek için
Cumhurbaşkanlığı, TBMM ve Genelkurmay Başkanlığı ile
ortak hareket edecek.
Sabah, Haber: Burcu
Çalık - Stelyo Berberakis, 18.09.2013
|
ANTİK KENTE 'T' TİPİ
CEZAEVİ
Aydın Söke’de bulunan
Antik Priene Kenti ve Büyük Menderes Milli Parkı’nın
bitişiğinde bulunan araziye
80 dönüm üzerine 1200 kişilik “T Tipi” bölge cezaevi
kuruluyor. Aydın Kültür ve Tabiat Koruma Kurulu
bölgede bulunan eski kemer kalıntısı nedeniyle
projeyi onaylamamıştı. Ancak kurul daha sonra aynı
projeyi onayladı. Şantiye çalışmasının başladığı
alanda gezip fotoğraf çeken mimar ve arkeologlar
cezaevinin sit alanı veya milli park alanı içinde
yer almadığını ancak bu iki yerin de tam sınırında
bulunduğunu anlattı. Uzmanlar, koruma ilkeleri
açısından doğru olmayan bu projenin derhal
durdurulması gerektiğini belirtti.
Aydın’ın Söke İlçesi'nde Antik Priene Kenti’nin
liman sahasına yapılan 1200 kişilik T Tipi bölge
cezaevinin temelleri bölge halkının, çevrecilerin ve
mimarların karşı çıkmasına rağmen 21 Temmuz’da
atıldı. Projenin 18 ayda tamamlanması planlanıyor.
Uzmanlar yeraltı sularıyla meşhur Boynak Köyü’ne
yapılan cezaevinin köyün yeraltı suları için de
tehlike oluşturacağını ifade ediyor. 2007 yılında
Alman Arkeolog Prof.Dr. Hans Lohmann, Dilek
Yarımadası dağlarında yaptığı yüzey araştırmasında
Priene akropolü’nün kuzeyinde Orta Bizans Dönemi’ne
ait yerleşim yeri ve Hellenistik Dönem’den kalma
anıt mezarlar olduğunu söylemişti. Lohmann, antik
kentin kuzeybatısında da tarihi Gözetleme
Kuleleri’ne rastlandığını ifade etmişti.
SİT ALANI KURALLARINDAN FAYDALANIR
Taraf’a konuşan Mimar Sibel Gürses, T Tipi bölge
cezaevinin 80 dönüm üzerine inşa edildiğini
belirterek şunları söyledi: “Cezaevinin inşa
edildiği yer Antik Priene Kenti ile Büyük Menderes
Milli Parkı’nın sınırlarında yer alıyor. Bu alan
Büyük Menderes havzasına bakan bir yer. Bölge konum
itibariyle sit alanı değil. Ancak sit alanlarına
yakın parsel de sit alanı koruma kurallarından
faydalanır. Bu gereklidir. Cezaevinin yapılacağı
Boynak Köyü ise yeraltı su kaynaklarıyla ünlü bir
yerdir. Bu köyde kanalizasyon da yok. Cezaeviyle
beraber köy nüfusu 4 bin civarında olacak. Bu da
ciddi bir çevre kirliliği getirecek, yeraltı suları
da kirlenecektir. Projeye onay vermesi için Aydın
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Müdürü’nü
nasıl ikna ettiklerini bilmiyoruz. Bölgede daha önce
yüzey araştırması yapan arkeologlar doğuda Priene
Kenti ve batı ucunda Thebai Kenti arasında çeşitli
yapı grupları olabileceğini de ispatladı. Projenin
durulması için http://www.change.org adli internet
sitesinde de imza kampanyası başlatıldı.
30 kişi için 1200 kişilik cezaevi yapılıyor
Söke’de yapılan T Tipi bölge cezaeviyle ilgili
konuşan Söke Cumhuriyet Başsavcısı Gürmen İlhanoğlu
cezaevinin gerekliliğini şu nedenlere dayandırmıştı:
“Söke’ye ağır ceza mahkemesinin gelmesinin yanı sıra
Kuşadası ve Didim ilçelerinden gelen tutuklularla 88
kişilik Söke Cezaevi’nin kapasitesi zaman zaman
120-130’lara ulaşırken ciddi bir barınma sorununu da
beraberinde getiriyor. Bir de yaz aylarında bölgede
nüfus artışı ile artan tutuklu sayısı
tutukevindeki sıkıntıları artırıyor. Bu nedenle
Söke’ye acil yeni cezaevi yapımı kaçınılmaz
olmuştur”
Taraf, Haber: Hüseyin
İstemil, 18.09.2013
|
"HAYIR, MEYDANLARDA DAHA
FAZLA AĞACA İHTİYAÇ VAR"
Peyzaj mimarı Dığış,
Kadri Topbaş’ın “Meydanlarda ağaç olmaz"
açıklamasını "dünyadaki belediyeler mümkün olduğunca
ekolojik bir şehirleşmeye imkan verecek düzenlemeler
yapıyor" sözlerini yorumluyor.
Union Meydanı, New York
''İstanbul
meydanlarındaki yeşil alanlar yeterli değil, daha
fazla ağaca ihtiyaç var. Kent meydanı yaratmak
anlamsız beton yüzeyler yaratmak anlamına
gelmemeli.''
Peyzaj mimarı Faruk
Dığış İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı
Kadir Topbaş’ın “Meydanlarda ağaç olmaz. Ama bizim
insanlarımız meydanda da ağaç istiyor. Dünyanın
gelişmiş kentlerin meydanlarına bakınız ağaç yoktur”
açıklamasını bianet'e böyle değerlendirdi.
"En ufak yeşil alana
dahi ihtiyacımız var"
Dığış dünyadaki kent
meydanlarında ağaçların yer aldığını söylüyor,
''sadece Avrupa’daki bazı tarihi meydanlarda ağaç
miktarı mimari dokunun tarihselliği nedeniyle yoğun
olmayabiliyor'' diyor.
''Topbaş’ın söz ettiği
gibi ağaçsız meydanlar sözkonusu değil. Örneğin
Belçika'nın meydanları farklı tarihsel
kültürel doku nedeniyle nispeten az ağaca sahiptir.
Brüksel'deki Grand Place Meydanı buna iyi bir örnek.
''Avrupa kentlerinde
kişi başına düşen aktif yeşil alan 35 ile 50
metrekare arasında değişiyor. İstanbul’da bu oranın
üç ile beş metrekareye düşüyor. Şehir içindeki en
ufak yeşil dokuya bile ihtiyacımız var.
''Dünyadaki meydan
düzenlemelerinde Topbaş’ın bahsettiği uygulama yok.
Aksine var olan yeşil alanlarla insanlar yetinmeyip
dikey bahçe, yaşayan duvar kavramlarını ortaya
çıkarttılar.
Dünyadaki belediyeler
mümkün olduğunca ekolojik bir şehirleşmeye imkan
verecek düzenlemeler yapmaya çalışıyorlar.”
"Taksim ile Eiffel
meydanı tasarımı aynıydı"
Dünyanın en yeşil ve
güzel meydanlarından biri olan Eiffel çevresi, 1935
ile 1951 yılları arasında İstanbul'un nazım planını
hazırlayıp uygulayan Henri Prost tarafından
tasarlanmış.
Dığış, Prost'un benzer
bir uygulamayı Taksim meydanı için de tasarladığını
ve meydanın Maçka yönünün tıpkı Paris'teki ağaçlık
arazi gibi yeşil bırakıldığını, ancak zamanla bu
bölgenin otellere ve özel sektöre bırakılarak Gezi
Parkı'na kadar daraldığını anlatıyor.
''Belediyenin yaptığı
meydan düzenlemesi ise sorunlu. Hiçbir yönetim
elindeki yetmiş, seksen yaşındaki ağaçları kesip
onun yerine üç beş yaşındaki fidanları meydana
yerleştirmez. Avrupa'nın hiçbir yerinde böyle bir
düzenleme yok."
''Dünya meydanlarında
yol genişletmesi gibi çevre düzenlemesi için meydan
alanının daraltılması, yeşil alanın ortadan
kaldırılması teklif dahi edilemez. Meydan
düzenlemeleri ise mevcut ihtiyaçlara göre, yeşil
alanlar korunarak yapılmalı.
“Taksim Meydanı
yayalaştırılıyoruz adı altında anlamsız,
fonksiyonsuz bir beton kütleye dönüştürüldü.
Dünyanın hiçbir yerinde tarihi kent meydanlarında
otoyol bariyeri kullanılmaz. Meydanın etrafı
otobanlarda kullanılan bariyerlerle dolduruldu.”
Bianet, Haber: Ebru
Tönel, 17.09.2013
|
İBRAHİM MÜTEFERRİKA
KOLEKSİYONU SAHİBİNİ ARIYOR
Osmanlı döneminde ilk
matbaayı kuran İbrahim Müteferrika (1674-1745),
vefat edene kadar matbaasında 17 kitap basıyor.
1920’lerde Beyoğlu’nda
kurulan kitap müzayede şirketi Librairie de Pera’nın
bugünkü sahibi Uğur Güracar, ilk Türk matbaasında
basılan 17 eser ile birlikte Müteferrika’nın
ölümünden sonra yayımlanan dört eseri kapsayan bir
koleksiyon oluşturdu. Bu koleksiyon önemli, çünkü
bugüne kadar 17 eserin bir arada olduğu bir
koleksiyon gün yüzüne çıkmamıştı. Hatta geçtiğimiz
mayıs ayında Yalova’da açılan İbrahim Müteferrika
Kağıt Müzesi’nde bile, müze yetkilileri çok arzu
etmesine rağmen böyle bir koleksiyon bulunmuyor.
Güracar, “Bu eserleri müzayedeye çıkarıp satmak gibi
bir fikrimiz yok. Bizim koleksiyonumuzda yer alıyor.
Ama görmek, satın almak isteyen koleksiyonerlere de
elbette kapımız açık.” diyor.
Koleksiyonun en değerli
eseri, Osmanlı İmpara-torluğu’nda ve İslam
dünyasında Arap harfleriyle basılan ilk kitap olan
Vankulu Lügati. Kapak içinde ebruların yer aldığı,
mücellidinin mührünün bulunduğu Vankulu Lügati, Lale
Devri’nin en değerli eseri olarak biliniyor.
Müteferrika’nın bastığı bir diğer kitap, Türk
denizcilik tarihine ilişkin önemli bir kaynak eser
olan, Katip Çelebi’nin yazdığı Tuhfetu’l-Kibar fi
Esfari’l-Bihar yani Deniz Seferleri Hakkında
Büyüklere Armağan.
Koleksiyonda,
‘Türkiye’de basılan ilk resimli kitap’ olarak
tanıtılan Tarih-i Hind-i Garbi’nin, değerine değer
katan bir özelliği bulunuyor. Müteferrika, bastığı
ilk üç kitaba adını yazmazken, bu eserin son
sayfasına, eseri bizzat kendi eliyle bastığını
belirten bir not düşmüş. İbrahim Müteferrika,
matbaasında kendisinin kaleme aldığı kitapları da
basıyor. Bunlardan biri, Osmanlı yönetim sisteminde
yeniden yapılanmanın gerekliliğini ve uygulama
yöntemlerini bilimsel bir şekilde anlattığı eseri,
Usule’l-Hikem fi Nizame’l-Ümem. Koleksiyonda
müellifi olduğu eserlerle birlikte, Müteferrika’nın
katkıda bulunduğu başka kitaplar da mevcut.
İlk Türk matbaacısı, 1745’te 71 yaşında vefat edince matbaa bir süre kapalı kalıyor. Devrin padişahı, matbaanın ruhsatını Müteferrika’nın bizzat yetiştirdiği Rumeli kadılarından İbrahim Efendi ve Ahmet Efendi’ye vermesine rağmen, sadece Vankulu Lügati’nin ikinci basımını yapabiliyorlar. Daha sonra I. Abdülhamid bu işin sürmesi için Divan-ı Hümayun beylikçilerinden Raşid Mehmet Efendi ile Vasıf Efendi’yi teşvik ederek makineleri Müteferrika’nın varislerinden alarak onların bu işe devam etmelerini sağlıyor. İki ortağın bastıkları ilk eser, Müteferrika Matbaası makinelerinden çıkan on sekizinci kitap, “Tarih-i Sami ve Şakir ve Suphi” adıyla biliniyor. Koleksiyondaki 21 eserin hepsi Türk-İslam ve Osmanlı tarihi açısından oldukça değerli. Bu değere yaraşır şekilde korunması da o kadar önemli.
Müteferrika
Koleksiyonu’ndaki eserler
Vankulu Lügati olarak
bilinen Cevheri’nin yazdığı Tercüme-i Sıhah-ı
Cevheri. Tuhfetu’l-Kibar fi Esfari’l-Bihari
Katip Çelebi. Tarih-i Seyyah, Judas Thasddaeus
Krusinski. Tarihu’l-Hindi’-Garbi El-Musemma Bi
Hadisi Nev. Tarih Timur-i Gurgan, İbn Arabşah.
Tarih-i Mısr-i Kadim ve Mısr-i Cedid, Süheyli
Efendi. Gülşen-i Hulefa, Nazmizade Murteza.
Grammaire Turque ou Methode Courte & Facile,
Jena-Baptiste Daniel Holdermann. Usulü’l-hikem
fi nizami’l-umem, İbrahim Müteferrika.
Fuyuzat-ı Mıknatısiyye, İbrahim Müteferrika.
Kitab-ı Cihannümali Katip Çelebi, İbrahim
Müteferrika-Katip Çelebi. Takvim el-Tevarih,
Katip Çelebi. Tarih-i Na’ima, Mustafa Na’ima.
Tarih-i Raşid, Mehmed Raşid. Tarih-i Asım,
Çelebizade Asım Efendi. Ahval-i Gazavat der
Diyar-ı Bosna, Ömer Bosnavi. Ferheng-i Şuuri,
Şuuri Hasan Efendi. “Tarih-i Sami ve Şakir ve
Suphi”, Raşid Mehmet Efendi ve Vasıf Efendi.
Tarih-i İzzi, Süleyman İzzi. İ’rabu’l-Kafiye,
Güzelhisarlı Zeyn,-Zade Hüseyin. Vankulu
Lügati’nin ikinci baskısı
Zaman, Haber: Sevinç
Özarslan, 17.09.2013
|
"ÇAĞDAŞ SANATTA DÜNYADA
ÖN SIRALARDAYIZ"
Gülsün Karamustafa,
“Vadedilmiş
Bir Sergi” ile
SALT Beyoğlu ve
SALT Galata’da
sanatseverlerle buluşuyor. Sanatçının bugüne kadar
düzenlenen en kapsamlı
sergisi, daha önce
Türkiye’de görülmemiş işlerine de yer veriyor. Son
yıllarda yurtdışı çalışmalarına ağırlık veren
Karamustafa, Türkiye’nin çağdaş sanatta ön
sıralardaki ülkelerden biri olduğunu düşünüyor.
Bu
serginizde,
Türkiye'de daha önce
sergilenmemiş
işlerinizden örnekler var. Daha önce görülmüş ve
görülmemiş işlerinizin buluşması, size neler
hissettiriyor?
Ben de işlerimi bu kapsamda bir arada
görmemiştim. Bu yeni durum kendi içlerinde de yeni
bir okumaya neden olacağı için beni etkiliyor.
Onları yan yana gördüğümde yeni bir beraberlik
oluşturduklarını gördüm. İzleyici bu sunumu
yorumladığı zaman geri dönüşü benim için önemli bir
veri olacak. Onun için bundan çok memnunum.
Serginizde farklı
yıllara ait işlerin birlikteliği ne gibi yeni
anlamlar, yeni okumalar getiriyor?
Mesela 1980'lerde yaptığım işlerle 2000 sonrası
yaptığım işler bir araya geldiğinde ve bunlarında
yanına 2013'te yeni ve daha önce görülmemiş bir işi
yan yana koyduğumda, bunların aslında bir diyaloga
sahip olduğunu görmek beni şaşırttı. Bu bir tema
veya meselelerin yaklaşık tekrarı değil. Tamamen
birbirinden ayrı içerikteki işler dahi olsa, bu yan
yana gelişlerinde yepyeni bir buluşma oluşuyor.
Belki de bugüne kadar
sergi için
düşündüğümüz ve başarabildiğimiz nokta da budur.
Çünkü bu
sergiyi yaparken
serginin
küratörleri Merve Elveren ve Duygu Demir'le birlikte
pek çok bağlamda düşünce ürettik. Bu üretilen
düşüncelerin içinde çok klasik olan tarihsel bir
yaklaşım vardı ki, bundan kaçındık. İkincisi
birbirine çok benzer işlerin bir araya gelmesiyle
bir kurgu oluşturulabilirdi, bundan da kaçındık.
Dolayısıyla uyguladığımız kurguyu "sarmal" olarak
adlandırdık.
Genel olarak
işlerinizde "göç" olgusu var. Bugün göç olgusuna
nasıl bakıyorsunuz?
Kendi çevremizde gözlemlediğimiz göç, en
şiddetli şekilde 70'lerin sonu ve 1980'lerde
yaşandı. O çok büyük bir çalkantıydı ve tüm yerleşik
değerler değişmek zorunda kaldı. Uzun süre yeni
değerlere karşı bir mücadele verildi. Bu mücadele
kendine has bir geçiş oluşturarak yerleşmeyi
başardı. Dolayısıyla o dönem aslında en şiddetli
yaşanan dönemdir. Bugün baktığımızda, yeni savaşları
ve göçün temel meselelerini düşündüğümüzde, durumun
değiştiğini görüyoruz. Mesela Avrupa, bugün göç için
ne kadar cazip? İnsanların bulundukları koşullardan
kaçma olgusuyla mı göç ettiklerini düşünmemiz
gerekiyor? Ortadoğu bugün çalkalanıyor, savaştan
kaçanlar ne yapsın? Tüm bunlar yeni göç durumları
doğuruyor. Afrika'daki insanların, küçük botlarla
bir yerden bir yere geçerken öldüklerini her gün
duyuyoruz. Göç devam ediyor ama belki biçim
değiştirdi. Ve belki 1980'lerde yaşandığı gibi
köyden kente doğru bir yoğunluk yaşanmıyor, ki bu
durum sadece Türkiye'de yaşanmadı, Meksika, Mısır
gibi ülkelerin büyük şehirlerinde şiddetle yaşandı,
belki onlardan daha değişik nitelikler taşıyor ama
devam eden bir şey olarak hayatımızda varlığını
sürdürüyor.
Arabesk kültür
1950'li yıllar sürecinde başlıyor ama 1970'ler ve
80'lerde yükseliyor. Bu süreç sizin işlerinize de
yansıdı. Siz arabesk kültüre nasıl bakıyor ve nasıl
tanımlıyorsunuz?
Arabesk kültürü benim dönemimde kendi çevremin
içinde dahi şiddetle yadsıyanlar, tehlikeli görenler
vardı. Hala da belki aynı tehlikeyi orada
görmekteler. Etrafımdaki olan bitene yabancılaşmadan
bakma ihtiyacını duyuyordum. Ve o ihtiyaç belki de
beni arabesk olgusuna daha yakından bakmama sebep
oluyordu. Etrafımda yaşanana ilgisiz kalamazdım. Ama
aynı zamanda çok da tehlikeli bir işle uğraşıyordum
sanatçı olarak. Çünkü "kitsch"le uğraşmanın bir
tehlikesi vardır sanatçı açısından. Eğer kendini
kaptırırsan sen de "kitsch"leşmeye başlarsın. Ve
mesafeni kaybedersen bir benzerini
gerçekleştirirsin. O dönemlerde kendimi o tuzaktan
korumaya çalıştığımı hatırlıyorum.
Son yıllarda yurt
dışı çalışmalarınıza ağırlık verdiniz. Yurt dışında
bulunduğunuz bu süreçte Türkiye çağdaş sanatını
nasıl gördünüz?
Türkiye çağdaş sanatı şu anda iyi
durumda.Tanınıyor, biliniyor ve özellikle genç
sanatçıların yeni üretimi ve katkıları bir hayli
önemli. Eskiden olduğu gibi tecrit edilmiş bir
konumda değiliz. Sanıyorum herhangi bir dünya ülkesi
gibi, sıralama gerekirse biraz da ön sıralarda bir
ülke olarak sanata devam ediyoruz.
Sergide kendi kişisel
tarihinizle ilgili işler de yer alıyor. Kendi
bireysel hareketliliğinizi toplumsal bellek
içerisinde nasıl tanımlıyor ya da
konumlandırıyorsunuz?
Sanatçı olarak 1990'dan sonra çok fazla hareket
halinde olmaya başladım. Çünkü o dönemde tüm dünya
sanatçıları buna benzer hayatlar sürüyordu. 1989'da
Berlin duvarının yıkılması ve Sovyet rejiminin
dağılmasıyla birlikte o güne kadar hayatın bir
parçası olan olan "Demirperde" yırtıldı. Bir sürü
kavram değişti. Paradigmalar yer değiştirdi. Bu
dönemde çok şey değişti. Sanatta merkez ve çevre yer
değiştirdi. Bugüne kadar tanımlanan New York, Paris,
Londra ekseninden kayıp giden sanat alanında,
periferi diye tanımlanan ülkelerin sanatçılarına da
açılarak, yeni bir alan oluştu. Bu alanın içinde ben
de benim gibi diğer dünya sanatçıları da çok hareket
ettik. Bu hareketlilik aslında önemliydi. Çünkü
sanat algısı değişiyordu. Hiçbir şey eskisi gibi
değildi. O dönemde sanatçıların bir çeşit
göçebeliğinden söz edilebilir, bu da aslında
doğrudur. Bizler birer göçebe gibi dolaşıp
çalışıyorduk. Ama bugün o hareketliliğin o dönemdeki
kadar yoğun olmadığını biliyorum. Ve o
hareketliliğin daha farklı bir yöne doğru kaydığını
biliyorum. Ama bu da kaçınılmaz bir durumdur. Sanat
pazarının konunun içine dahil olduğunu bir takım
şeylerin olgunlaşma dönemine girdiğini görüyorum. Bu
da kaçınılmaz sonuçlardan biridir.
Habertürk Haber: Hülya
Küpçüoğlu, 16.09.2013
|
|
BAŞBAKANIN MEZARI BULUNDU
Çin’in 7. yüzyılda yaşamış kadın siyasetçi Shangguan Wan’er’in mumyası bulundu. Çin’in kuzeybatısındaki Shaanxi kentinde bulunan mumya, 664 – 710 yılları arasında yaşamış olan Shangguan Wan’er’in Çin’in en güçlü kadın yöneticilerinden biri olduğunu gösteriyor.
Mezarı tahrip edildi
Çin’in ilk kraliçesi Wu Zetian’ın güvenilir yardımcısı olarak tanıtılan Shangguan Wan’er’in günümüzdeki karşılığı başbakanlık olan sorumlulukları üstlendiği belirtildi. “Kitabeler ile mezarın keşfi Tang Hanedanı’nda yapılan işçilik açısından büyük önem taşıyor” diyen tarihçi Du Wenyu, mezarın yağmalanmış ve zarar görmüş olduğunu açıkladı. Tahrip edilme izleri olduğunu söyleyen araştırmacı Geng Qinggang, Shangguan Wan’er’in entrikalı yaşamının ve güç kazanmak için için imparator olan kocası Li Xian’ı öldürmesinin bunda etkili olabileceğini söyledi. Sitede bütün bir iskelet bulunamadığı da belirtildi.
Sözcü, 16.09.2013
|
KARADENİZ'İN EFES'İ GÜN
YÜZÜNE ÇIKIYOR
Karadeniz’in “Efes”i olarak bilinen, 1. yüzyılda
inşa edildiği tahmin edilen Konuralp beldesindeki
antik tiyatroda kazı çalışmalarında 10 bin kişilik
tiyatro ortaya çıktı.
Kazılarla ilgili bilgi veren Düzce Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Nurperi
Ayengin “Bu tiyatro anıtsal bir yapı. Bu kadar iyi
korunmuş büyük bir tiyatro Batı Karadeniz
Bölgesi’nde yok. 10 bin kişilik tiyatroya sahip bir
şehrin zenginliğini siz düşünün.
Heyecanlanmamak mümkün
değil” diye konuştu.
Akşam, 16.09.2013
|
|
ESTETİK BELEDİYELERDEN
SORULACAK
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın TOKİ eliyle
başlattığı 'yöresel mimari' hamlesi, belediyelere
tanınan yeni yetkiyle hız kazandı. Bakanlığın
yönetmelik değişikliğiyle belediyeler, yapıların
inşasında yöresel mimarinin dikkate alınması ve
yöresel malzeme kullanılmasını zorunlu tutabilecek.
Bu kapsamda belediyeler bünyesinde kurulacak 'mimari
estetik komisyonları' mimari eserlerin ve projelerin
estetik olup olmadığına karar verebilecek. Proje
hazırlama ve ruhsat verme işlemi estetik
komiyonların kararına bağlanacak. Komisyonlar
tarafından 'özgün' kabul edilmeyen eserlerde ise ilk
müellif görüşü alınmadan değişikliğe gidilebilecek.
Mimarlar düzenlemeyi, Osmanlı Selçuklu mimarisini
canlandırma girişiminin bir parçası olarak
değerlendirdi.
'MİMARLIK MESLEĞİNE HAKARET'
İstanbul Serbest Mimarlar Derneği Başkanı Ersen
Gürsel, estetik değerlendirmenin belli kriterlere
dayandırılamayacağını belirtti. Belediyeler
bünyesinde kurulacak estetik komisyonlar tarafından
mimari projeler üzerinde verilecek kararların
projelerin özgün yapısına müdahale olacağını
belirten Gürsel, “Düzenlemeyle mimari projeler
kimliksiz bir hale gelecektir. Bunu çağdışı bir
hareket olarak, mimarlık mesleğine yapılmış bir
hakaret olarak görüyorum” dedi. Uygulamanın Osmanlı
Selçuklu mimarisini canlandıracak bir adım
olabileceğini belirten Gürsel, “Siyasi iktidar belli
bir ideolojinin ve inanç dünyasının değerleri
üzerine kurulu bir fiziki çevre yaratmak istiyor.
Bakırköy, İncirli, Merter'e gittiğinizde yeni
belediye binalarına, adalet saraylarına, kamu
binalarına baktığınızda bunu rahatlıkla
görebilirsiniz. Yerel değerleri standart kalıplara
değil, mimarların tasarımlarına bırakalım” dedi.
Mimar Korhan Gümüş ise “Estetik olan hangi hakla bir
komisyon tarafından belirlenebilir? Dünyanın hiçbir
yerinde herhangi bir kent yönetimi böyle bir
saçmalıktan söz etmiyor. Bu abesle iştigaldir.
Yerele benzemeye çalışmak çok sorunlu ve bunu
sorgulamak lazım. Bugün kamu yapılarına baktığınızda
Osmanlı-Selçuklu mimarisiyle yapılan uyduruk binalar
görüyorsunuz. Bunların hiç mimari değeri yok ve
hepsi çöp. Bu estetik kurullardan geçmeyen binalar
ancak özgün olabilir” dedi.
Birgün, Haber: Olgu Kundakçı, 16.09.2013
|
KONYAALTI'NDA TARİHİ
KEŞİF
Antalya
’nın Konyaaltı İlçesi Hurma Mahallesi’ndeki
hafriyat çalışması sırasında
Roma
dönemine ait lahit açığa çıkarıldı. Kültür
ve Turizm Bakanlığı’ndan yapılan açıklamaya
göre hafriyat çalışmasında ortaya çıkarılan
lahdin uzunluğu 224, genişliği 115,
derinliği ise 72 santimetre.
Kireçtaşından yekpare bir taşın oyulmasıyla
oluşturulan lahdin uzun yüzünün sol
tarafında, stilize çelenk içerisinde başı
örtülü bir kadın büstü bulunuyor. Orta
sahnede sağ eliyle sopa, sol eliyle saban
tutan ve önünde bir çift öküz bulunan erkek
çiftçi kabartması yer alıyor. Bu yüzün sağ
tarafında yine stilize çelenk içerisinde
cepheden verilmiş bir erkek büstü bulunuyor.
Diğer uzun yüzse kabaca tıraşlanarak boş
bırakılmış. Lahdin kısa yüzünde üzerinde
rozet bulunan birer kalkanla birer mızrak
betimi yer alıyor.
Açıklamada, “Üzerine oturduğu podyumda ve ön
yüzün alt bölümünde yer yer kırıklar bulunan
ve yerel
sanat ürünü
olduğu anlaşılan lahit üzerindeki büst
şeklinde gösterimden yola çıkılarak milattan
sonra 2-3. yüzyıla tarihlendirilmekte”
denildi.
Arkeolojik
kazılara 26 milyon lira
Türk bilim
heyetleri ve müze müdürlüklerince
gerçekleştirilen kazılara bu yıl 26 milyon
lira kaynak aktarıldı. Bakanlıktan yapılan
açıklamada “Kültür ve Turizm Bakanlığı
izinleri ile 2013’te Türk bilim heyetleri ve
müze müdürlüklerince 350’ye yakın kazı
çalışması gerçekleştirilirken bu çalışmalara
12 Eylül
2013 itibariyle 26 milyon 919 bin 120 lira
ödenek aktarıldı. Çalışmaların devamına ve
projelere bağlı olarak ödenek aktarılmaya
devam edilmesi planlanıyor” denildi.
Radikal, 16.09.2013
|
UCUBE HEYKELİ, AİHM'LİK
OLDU
Başbakan Erdoğan'ın Kars'taki 'ucube' diye
nitelendirdiği ve bir süre sonra yıkılan 'İnsanlık
Anıtı' heykellerinin heykel traşı Mehmet Aksoy İnsan
Hakları Mahkemesi'ne gittiğini söyledi.
Aksoy, dava sürecinin sürdüğünü belirterek, “Bugünkü
mahkemeler ne kadar adildir, yanlıdır ve değildir
onu sorgulamaya başladık. 'Ucube' ne anlama gelir
diye, Türk Dil Kurumuna soralım diyorlar. Sözlüğe
açın bakın. Cümle çok açık bir hakaret dolu”
dedi.Bursa Nilüfer Belediyesi tarafından bu yıl
dördüncüsü düzenlenen "Kuzgun Acar Heykel
Sempozyumu' kapsamında Bursalılarla buluşan
'İnsanlık Anıtı' heykeltraşı Mehmet Aksoy, Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan'ın 'İnsanlık Anıtı'
heykellerine 'ucube' sözüyle ilgili mahkeme davası
hakkında açıklamalarda bulundu.
Aksoy, “Biz o heykelleri 3 günde yapmadık. 3 senede
yaptık. Bu heykeller gecekondu değil, bir gecede
dikilmedi. Bu heykeli AKPli bir belediye başkanı
yaptırıyordu. Artık doğuda barış olsun, yeteri kadar
acı çekilmiş. Bunların hiçbiri gözetilmeden heykelim
yıkıldı. Aslında barış deyip, barış karşıtlığı oldu.
Dünyanın gözü önünde yıkıldı. Bütün Türkiye'deki
mahkemeleri denedik. İnsan Hakları Mahkemesine
gittik. Ben kötü bir şey yapmıyorum. Barış sürecine
bir katkı olacağını düşünüyorum" diye konuştu.
Bursa’da Altıparmak Meydanı'nda 850 bin TL'ye
yapılan 'Yüzen Taşlar' heykellerini de eleştiren
Aksoy, “Her heykeli yaparken o heykelin içeriği
nedir. Bu kültür nasıl bir kültürdür. Bunu iyice
bilmek lazım. En başta Hacivat Karagöz bir gölge
oyunudur. Bunu kaçırdığınız zaman Hacivat'ı
kaçırıyorsunuz demektir. Hacivat ve Karagöz perdeyle
ışıkta yansımalarla oynanan oyundur. Bütün bunları
düşünürsek ve yapılan işe böyle bakarsak iş ortada”
dedi.
Birgün, 15.09.2013
|
ALTINTEPE KALESİ'NİN
ARKA GİRİŞİ GÜN YÜZÜNE ÇIKARILDI
Altıntepe Kalesi
Kaynaklara göre, Urartular döneminden
kalan Altıntepe Kalesi,
Erzincan
il merkezinin kuzeydoğusunda yaklaşık 60 metre
yükseklikteki tepe üzerinde bulunuyor. Doğu Roma
İmparatorluğunun önemli bir merkezi konumundaki
tepenin doğu yüzündeki burun üzerinde üç nefli,
zemini mozaik kaplı bir kilise mevcut.
Sur duvarları, kabul salonu, açık hava tapınağı,
mezarları ve gelişmiş kanalizasyon şebekesiyle Doğu
Anadolu bölgesinde örnek bir yapıya sahip
Altıntepe'de, 2003 yılından itibaren Atatürk
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim
üyelerince kazı çalışması yürütülüyor.
Mynet Haber, 15.09.2013
|
|
PERİLİ KÖŞK'TE İKİ YENİ SERGİ
Borusan Contemporary, 13. İstanbul Bienali ile eşzamanlı olarak, iki yeni sergiye ev sahipliği yapıyor.
Dün Perili Köşk’te açılan sergilerden biri Sanat Direktörü Kathleen Forde’un küratörlüğünde hazırlanan Meksikalı sanatçı Rafael Lozano Hemmer’ın ‘Vicious Circular Breathing’ adlı sergisi. Sanatçı, ziyaretçilerin hareket, ses, parmak izi, nabız ve kalp atışlarıyla dahil olabildikleri işlerini biyotmetrik alıcılar, projeksiyon cihazları, özel yazılımlar ve mekanik motorlardan faydalanarak tasarladı. Küratörlüğünü Dr. Necmi Sönmez’in yürüttüğü “Segment #4” sergisi ise Ali Ömer Kazma, Erwin Redl, Paul Schwer gibi sanatçıların eserlerini bir araya getiriyor.
Zaman, 15.09.2013
|
100 BİN YILLIK SU AYGIRI
DİŞLERİ BULUNDU
Karain Mağarası Kazı
Başkanı Prof.Dr. Işın Yalçınkaya, AA muhabirine
yaptığı açıklamada, 28 yıldır süren Karain
kazılarının bu yılki bölümünün tamamlandığını
belirtti. Karain Mağarası'nın arkeolojik
araştırmaların yanı sıra doğa tarihi açısından da
önemli olduğunu vurgulayan Yalçınkaya, 300 metre
yüksekliğindeki mağaranın ön bölümündeki ovada
yüzbinlerce yıl önce göl olduğunu, burada birçok av
hayvanının yaşadığını kaydetti.
Mağarada su aygırı, fil
ve gergedanlara ait buluntuların bunun göstergesi
olduğuna işaret eden Yalçınkaya, şöyle konuştu:
"Karain Mağarası'nı bölümlere ayrılarak inceliyoruz.
Bir bölümde tamamen Yontmataş dönemi buluntuları
var. Buradaki kazılar sırasında 2 adet su aygırı
dişi bulundu. Bunlardan daha sağlam olanı Orta
Yontmataş dönemine ait. Oldukça sağlam olan dişin
kullanım nedeniyle aşındığı görülüyor.
Bu derece sağlam dişin
ortaya çıkarılması neredeyse imkansız. Diğer diş ise
Alt Yontmataş döneminden. Bu, diğerine göre daha
yaşlı bir su aygırına ait. Bu dişlerin 100 bin
yıllık olduğunu tahmin ediyoruz."
Dişler, o dönemdeki
insanların beslenme düzeni hakkında bilgi veriyor
Prof.Dr. Yalçınkaya, ele
geçen buluntuların Alt Yontmataş döneminden Orta
Yontmataş dönemi sonuna kadar insanların su
aygırlarıyla yaşadıkları, onları avladıkları ve
kadavralarını mağaraya getirdiklerini ortaya
çıkardığına dikkati çekerek, şöyle devam etti: "Bu
dişler Alt ve Orta Yontmataş dönemindeki insanların
beslenme düzeni, ortamları hakkında da bilgi
veriyor. Çünkü bu dönemlerde dünyada buzullar var.
Böyle bir dönemde Anadolu şanslı ve ayrıcalıklı
bölgelerden bir tanesi. Daha çok Afrika kıtasının
etkisi altında. Buzul etkisinden uzak. O bakımdan
burada kalın derili ya da büyük derili av
hayvanlarını bulmak mümkün. Bunun yanı sıra geçen
yıllarda burada fil ve gergedan kafatası ve
dişlerine de rastlamıştık."
Orta ve Alt Yontmataş
dönemlerinde, bugün Anadolu'da görülmeyen memeli
hayvanların varlığının bölgede yoğun olduğunu
anlatan Yalçınkaya, fil, gergedan ve su aygırı gibi
hayvanların avlandıktan sonra parçalanarak mağaraya
taşındığını söyledi. Yalçınkaya, bölgede at, aslan,
mağara ayısı gibi farklı hayvanların yanı sıra keçi
gibi küçük memeli hayvan kalıntılarına da
rastladıklarını kaydetti.
Karain Mağarası
Karain Mağarası,
Antalya'nın 30 kilometre kuzeybatısında, Döşemealtı
İlçesi'ne bağlı Yağca Köyü sınırları içinde denizden
yaklaşık 450 metre yükseklikte bulunuyor. 500 bin
yıllık olduğu belirlenen ve 63 yıl önce Prof.Dr.
İsmail Kılıç Kökten tarafından keşfedilen mağarada
1985 yılından bu yana Prof.Dr. Işın Yalçınkaya
başkanlığında kazı çalışmalarını gerçekleştiriliyor.
Alt Yontmataş devrinden
başlayarak Orta ve Üst Yontmataş evreleri, Neolitik,
Kalkolitik, Eski Tunç gibi protohistorik çağlarda ve
Klasik Çağ'da sürekli iskan edilen mağarada 11
metreyi bulan kültür dolgusu oluşmuş durumda. Klasik
dönemlerde adak mağara olarak kullanıldığı
belirlenen Karain Mağarası'nın dış duvarlarında
Grekçe kitabe ve nişler yer alıyor.
Milliyet, 15.09.2013
|
SAVAŞLARLA BERABER
TARİH DE YOK OLUYOR
Suriye, Irak, Mısır,
Afganistan, Bosna ve Kosova gibi dünyanın farklı
coğrafyalarında yaşanan iç karışıklık ve savaşlar,
tarihi ve kültürel eserlere büyük ölçüde zarar
veriyor.
Özellikle İslam
coğrafyasındaki tarihi yapılar, son çeyrek asırda
büyük zarar gördü. Suriye’de 2 buçuk yıldır devam
eden iç savaşta, UNESCO Dünya Mirası listesinde yer
alan altı tarihi mekan; Halep Antik Kenti, Şam Antik
Kenti, Bosra Antik Kenti, Krak Des Chevaliers (Haçlı
Kalesi) ve Qal’at Salah El-Din Kaleleri ile antik
şehir Palmira zarar gördü. UNESCO’ya göre Suriye’de
yaklaşık 10 müze iç savaştan etkilendi, dördü ağır
hasar aldı, biriyse tamamen yıkıldı.
1991’de patlak veren
Birinci Körfez Savaşı ve 2003 Amerikan işgali de
Irak’taki tarihi ve kültürel değerlere büyük zarar
verdi. Irak Ulusal Müzesi verilerine göre, işgal
sırasında yaklaşık 15 bin tarihi eser yağmalandı.
2006’da bu eserlerin bir bölümü, ABD’de Christie’s
gibi ünlü müzayede evlerinde ortaya çıktı. Bugün
yaklaşık 3 bini bulunup geri getirilebilen tarihi
eserlerin, büyük bir oranı bulunabilmiş değil. Arap
Baharı ile birlikte Mısır’da Hüsnü Mübarek’e karşı
patlak veren protestolarda nedense tarihi eserler
ana hedef oldu. UNESCO, 22 Ağustos 2013’te
yayınladığı bildiride, Malavi Müzesi’nde yaklaşık 48
parça eserin çalındığını belirtti. Afganistan’da ise
1992-1996 arasında süren iç savaş Kabil Ulusal
Müzesi çatısına yerleştirilen bombaların
patlatılması büyük zarar görmüş ama daha vahimi, bu
patlamanın ardından müze yağmalanmıştı.
Yugoslavya’nın
dağılmasıyla patlak veren Bosna Savaşı’nda ise
yaklaşık 255 cami büyük hasar gördü. Bosna Hersek
Kültür Mirası Haritası raporlarına göre yüzde 60’ı
Osmanlı döneminde inşa edilen tarihi camiler büyük
hasara uğradı. Balkanlar’ın bir diğer ülkesi
Kosova’da ise 1998-1999 yılları arasında cereyan
eden Kosova-Sırp Savaşı’nda birçok tarihi eser
tahrip oldu. Amerika Michigan Üniversitesi’nden,
Mimar Prof.Dr. Andrew Herscher ve Harvard
Üniversitesi’nden Aga Khan İslam Mimarisi Programı
Dokümantasyon Merkezi Müdürü András Riedlmayer’in
yaptığı ‘Kosova’da Tarihi Mimarinin Yıkımı’ adlı
akademik çalışmaya göre savaş sırasında 207 cami
zarar gördü. Çalışma aynı zamanda, 500’e yakın
tarihi çeşme, kütüphane ve pazarın da ağır tahribe
maruz kaldığını ortaya koyuyor.
UNESCO’nun
çalışmaları yetersiz
Fatih Üniversitesi Tarih
Anabilim Dalı Başkanı Doç.Dr. Erdoğan Keskinkılıç,
uluslararası toplumun, savaş dönemleri içinde tarihi
yerlerin, müzelerin zarar görmemesi adına belirli
normlar ve yasalar geliştirmesi gerektiğini
söylüyor. Uluslararası hukukta tarihi eserlerin
yağmalanma ve tahribine karşı caydırıcı yasaların
oluşturulması gerektiğini savunan Keskinkılıç,
UNESCO’nun tarihi eserleri koruma konusunda yaptığı
çalışmaların yetersiz olduğunu düşünüyor: “İllegal
yollarla yağma edilen tarihi eserlerin devlet
müzelerinde veya özel müzelerde sergilenemeyeceği
uluslararası hukukta açık ve net bir şekilde
belirtilmeli.”
Tarihi eserleri
koruma adına yapılacak ilk iş savaşların
durdurulması
Doç.Dr. Erhan Afyoncu
ise tarihi eserleri koruma adına yapılacak ilk işin
savaşların durdurulması olduğunu söylüyor. İnsanları
öldüren kişilerden tarihi korumayı beklenemeyeceğini
söyleyen Afyoncu, uluslararası örgütlerin çalınan ve
tahrip edilen eserlere yasak koyması gerektiğini
anlatıyor. Mısır’daki kütüphanede Osmanlı’ya ait
birçok yazmanın bulunduğunu söyleyen tarihçi,
“Türkiye olarak yaşananlardan ders çıkarmak gerek.
Osmanlı’ya ait birçok tarihi eser de bu ülkelerde
bulunuyor. Bu sebeple arşiv malzemelerinin ve
yazmaların kayıt altına alınması, kayıt altına
alınan eserlerin de bir kopyasının Türkiye’de
bulunması gerekir.” diyor.
Köprüden ne
istediniz!
Yugoslavya’nın
dağılmasıyla patlak veren Bosna Savaşı’nda yaklaşık
255 cami büyük hasar gördü. Yıkılan ve zarar gören
camiler arasında, Kanuni Sultan Süleyman döneminde
yapımı tamamlanan, Bijeljina ve Foça şehirlerindeki
Atik ve Aladza camileri de bulunuyor. Bosna Savaşı
sırasında Bosnalı Sırp ve Hırvatlar tarafından
tarihi Mostar Köprüsü yıkılmıştı. Köprü, Türkiye’nin
de desteğiyle 2004 yılında tekrar yapılmıştı.
Tarih yok oluyor
Suriye’de 2 buçuk yıldır
aralıksız devam eden şiddet olaylarında, farklı
dinlere ait tarihi ibadethaneler de hava
bombardımanına tutularak büyük hasar gördü.
Saldırılarda Halep’te bulunan ve yapımı 715-717
yılları arasında tamamlanan, içinde Hz. Zekeriya
peygamberin de kabrinin bulunduğu Emevi Camii,
Humus’ta içinde Halid bin Velid türbesi yer alan
Halid bin Velid Camii, Dera’da bulunan Hz. Ömer
Camii, milattan sonra 5. yüzyılda yapıldığı tahmin
edilen, Dera’nın Busra eş-Şam beldesinde Aziz
Sergius Linus ve Bacchus Katedrali, Humus’ta Şebbiha
milisleri tarafından vurulan Ummu’z-Zunnar Kilisesi
saldırıların hedef tahtası haline geldi. Yine
Humus’ta Lübnan sınırı yakınlarında bulunan Haçlı
Kalesi Krak Des Chevaliers de ülkedeki şiddetten
payını aldı.
Afganistan’da tarihin
çatısını yıktılar
1992-1996 arasındaki iç
savaşta birçok tarihi eserin yok olduğu
Afganistan’da da durum pek farksız değil. Mart
1993’te Kabil Ulusal Müzesi’nin çatısına
yerleştirilen bombaların patlatılması, müzenin
yağmalanmasına neden olmuştu. 2002’de ise 5. yüzyıla
ait ünlü iki Buda heykeli de yok edilmişti.
Arap Baharı, müzelere
sonbaharını yaşattı
İlginçtir, Arap
Baharı’nda diktatöre karşı yapılan protestolarda
göstericiler Kahire’deki Mısır Müzesi’ni de basmış,
tarihi iki mumyaya zarar vermişti. Müzede bulunan 10
tarihi eser de kırılmıştı. El Minye şehrindeki
Malavi Müzesi ise geçen hafta ülkenin yakın
tarihinde görülmüş en ciddi ve şiddetli müze
yağmalamalarından birine maruz kaldı. UNESCO, 22
Ağustos’ta yayınladığı bildiride, Malavi Müzesi’nde
yaklaşık 48 parça eserin çalındığını belirtti.
Müzede çalınan veya tahrip edilen objeler arasında
kireçtaşından yapılmış 3500 yıllık bir heykel ve 18.
hanedanın Firavunu Akhenaton’un kızının heykeli de
var.
Irak’ta tarih
yağmalandı
Mezopotamya toprakları
üzerinde kurulan ve derin bir geçmişe sahip olan
Irak Milli Kütüphanesi, Irak Ulusal Müzesi ve tarihi
birçok cami ve külliye 1991 Körfez Savaşı ve 2003
Amerikan işgalinde büyük hasar gördü. Birinci Körfez
Savaşı’nda İmam-ı Azam ve Abdülkadir Geylani
türbeleri bombaların hedefi oldu. İçinde binlerce
yıllık Kur’an ve elyazmalarının bulunduğu Bağdat
Kütüphanesi, bu savaşlarda yağmalandı. Irak Ulusal
Müzesi verilerine göre, işgal sırasında 15 bin kadar
tarihi eser çalındı. 3 bin kadarı Amerika’nın ünlü
müzayede evlerinden bulunup getirtildi ama geri
kalanının akıbeti hakkında bilgiye ulaşılamadı.
Savaşlar boyunca ayrıca, Nasiriye kentinde bulunan
Babil İmparatorluğu’ndan kalma Ur Zigurratı
tapınağı, başkent Bağdat’ta yer alan Ebu Hanife
Camii, Huzistan eyaletindeki Seyyedoşada Camii ve
Felluce’deki Hulafa El Raşid Camii de ağır hasar
gördü.
Zaman, Haber: Kamil
Arlı, 15.09.2013
|
ÇANKAYA KÖŞKÜ'NÜN
RESİM KOLEKSİYONU RESTORE EDİLDİ
Cumhurbaşkanı Abdullah
Gül, bir gün bir vesileyle Fatih Camii’ni gezerken
gözüne filayaklarından birine asılmış bir tablo
ilişti.
İlk bakışta altın
varakla kaplı olduğu pek anlaşılmayan bir çerçeveye
yerleştirilmiş bu alegorik tabloda Devlet-i
Aliyye’nin, yani Osmanlı Devleti’nin dünyaya bakışı
ve kainat tasavvuru anlatılıyor olmalıydı. Ressam,
Mekke ve Kufi bir hat çevrelediği Medine’yi ön
plandaki dünya küresinin merkezine yerleştirmişti.
Sağda Yıldız Sarayı’nın medhali, arka planda ise
daha küçük ölçekte Mekke ve Medine tasvirleri,
kubbeleri ve minareleriyle İstanbul silueti ve
Hamidiye Camii, gökyüzünde de gezegenler yer
alıyordu. Mekke tasvirinin hemen altına dikkatle
bakıldığı takdirde köprüleri ve tünelleriyle Hicaz
Demiryolu’nu görmek mümkündü. Ve tabii sol alt
köşede resmin yapıldığı tarih ve ressamın ismi: “27
Ramazanü’l-mübarek 1323 (25 Kasım 1905), Meşihat-i
Ulya Kalemi hulefasından Mimarzade Mehmed Ali.”
Bu hoş sürpriz
karşısında şaşıran Cumhurbaşkanı Abdullah Gül,
dikkatle inceleyince tablonun da, çerçevesinin de
son derece kötü durumda olduğunu fark etti ve bu
önemli eserin Köşk’teki tablolarla birlikte
restorasyon programına alınmasını emretti. Köşk’ün
sanat danışmanı Ömer Faruk Şerifoğlu tarafından
kapsamlı bir araştırma sonunda rapor hazırlandıktan
sonra Vakıflar’dan izin alındı ve tablo Çankaya
Köşkü’ne gönderildi.
Öteden beri güzel
sanatlara, özellikle resim sanatına özel bir ilgi
duyan Hayrünnisa Gül Hanımefendi, Çankaya’ya
taşındıktan sonra Köşk’ün deposuna yıllardır
düzensizce yığılan yüzlerce tablonun çok kötü
durumda olduğunu fark edince derhal harekete geçmiş
ve bu tabloların restore edilerek uygun şartlarda
depolanması ve Köşk’teki uygun mekanlarda
sergilenmesi için çalışmalara başlamıştı. Yerli ve
yabancı ressamların son derece değerli eserlerinin
de bulunduğu bu muhteşem koleksiyonun bir an önce
kurtarılması gerekiyordu. Türkiye’de tablo
restorasyon ve konservasyonu alanında uzman
bulunamadığı için yurtdışında ciddi bir araştırma
yapıldı. Sonunda, çalışmalarını Amsterdam
Üniversitesi’yle bağlantılı olarak yürüten Hollanda
Rijks Müzesi’nin (Kraliyet Müzesi) bu alanda öne
çıktığı ve gerekli akademik altyapıya sahip olduğu
tespit edilerek harekete geçildi.
Bu bilgiler ışığında 16
Ekim 2012 tarihinde Rijks Müzesi’yle bir sözleşme
imzalanarak Cumhurbaşkanlığı envanterine kayıtlı
tablo ve çerçevelerin restorasyon ve konservasyon
çalışmalarına başlandı. Müze tarafından
görevlendirilen uzman tablo restoratörü Barbara
Schoonhoven, ilk aşamada, Cumhurbaşkanlığı
koleksiyonunda öncelikli restorasyon ve konservasyon
ihtiyacı tespit edilen sanat değeri yüksek 43 tarihi
tabloyla ilgili detaylı inceleme raporları
hazırladı. Raporların tamamlanmasının ardından, aynı
müze tarafından görevlendirilen dört tablo
restoratörü ve iki çerçeve restoratörü, belirlenen
eserlerin tablo ve çerçeve konservasyonu
çalışmalarına Ankara’da başladılar. Mimarzade Mehmed
Ali Bey’in alegorik tablosu da bunlar arasındaydı.
TABLO RESTORASYONU
STÜDYOSU KURULDU
Çankaya Köşkü
yerleşkesinde kurulan stüdyoda dört ay kadar süren
çalışmalar neticesinde 43 eserin konservasyonu ve
dış etkilere karşı güçlendirilmesine yönelik
çalışmalar başarıyla tamamlandı. Ancak projenin 43
eserle sınırlı kalmaması, çalışmaların
sürdürülebilmesi için kurumsal bir kimlik şarttı. Bu
amaçla 3 Temmuz’da İstanbul Mimar Sinan Güzel
Sanatlar Üniversitesi’yle bir protokol imzalandı; bu
üniversitede, restorasyon için gerekli donanım ve
teknolojiye sahip bir Tablo Restorasyon Stüdyosu
bulunuyordu. Halen restorasyon ve konvervasyon
çalışmalarına bu stüdyoda devam ediliyor. Daha da
önemlisi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi’nde görev yapan akademisyenler, artık
Hollanda Rijks Müzesi’nin birikim, tecrübe ve
restorasyon tekniklerinden yararlanabilecek. Bu sene
ilk öğrencilerini alacak olan Türkiye’nin ilk Tablo
Restorasyon ve Konservasyon Bölümü’nde ülkemizin bu
alandaki ihtiyacına cevap verebilecek uzmanlar
yetiştirilecek.
Hayrünnisa Gül
Hanımefendi, bu önemli proje hakkında bilgi vermek
ve yapılan çalışmaları yerinde göstermek amacıyla,
önceki gün, sanat konularında yazan gazetecileri
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin
Bomonti’deki kampüsünde ağırladı ve bugüne kadar
yapılanları büyük bir heyecanla anlattı. Rijks
Müzesi Restorasyon Bölüm Başkanı Robert van Langh’ın
da katıldığı toplantıda, Barbara Schoonhoven,
restorasyon aşamalarını Mimarzade Mehmed Ali Bey’in
alegorik tablosuyla, Ayvazovski’nin “Kış” ve
Hollandalı ressam Petrus van Schendel’ın 1841
tarihli “Balık Pazarı” adlı tabloları üzerinde
gösterdi. Özellikle Mimarzade’nin tablosu -çok
badireler atlatmış olmalı ki- adeta delik deşik
olmuş ve çeşitli malzemelerle gelişigüzel yamanıp
durmuştu.
Elden geçirilen
tabloların restorasyon öncesi ve sonrasında çekilen
görüntüleri karşılaştırılınca, kültür mirasımızın
korunması için bu ve benzeri alanlarda uzmanlığın ne
kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılıyor.
Seçkin bir sanatsever
olan Hayrünnisa Gül Hanımefendi’nin dikkati,
titizliği ve gayreti sayesinde Çankaya Köşkü’ndeki
koleksiyonlar artık ilmi usullerle uygun şartlarda
ve mekanlarda korunuyor ve dönüşümlü olarak
sergilenmek suretiyle yaşamaları sağlanıyor.
Darısı diğer
koleksiyonların başına!
Zaman, 15.09.2013
|
KALBİNE MUHTEŞEM TÜRBE
Kanuni Sultan Süleyman’ın
1566’da 72 yaşındayken hayatını kaybettiği
Macaristan’daki Zigetvar Kalesi çevresine gömülü
olan kalbinin ve iç organlarının bulunması konusunda
önemli mesafe kat edildi.
TİKA, iç organların gömüldüğü yerde bulunan ve zaman
içinde yok olan
türbenin
koordinatlarını,
türbeyle ilgili
çalışmalar yapan 12 kişilik Macar bilim adamları
ekibine verdi. Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik,
Macar makamlarıyla görüşmelerin sürdüğünü,
organların gömülü olduğu yere yeni bir
türbe yapılacağını,
bunun Macaristan turizmini patlatacağını söyledi.
TURBEK BÖLGESİNDE
Araştırmaları yürüten 12 kişilik Macar bilim adamı
grubunun başkanlığını Macaristan’ın Pecs
Üniversitesi’nden Prof. Norbert Pap yapıyor.
Kanuni’nin iç organlarının gömülü olduğu mezarının
Turbek bölgesinde olduğu sanılıyor. Kazı araştırma
heyeti başkanı Pap, araştırmanın Türkiye’de büyük
ses getirdiğini bildiğini belirterek, “Şunu
içtenlikle söylüyorum. Biz Kanuni’nin iç organlarını
aramıyoruz. Bizim için iç organlarının gömüldüğü yer
önemli” dedi.
‘KÜÇÜK BUZUL ÇAĞI’
Pap, 16. yüzyıl ortasından 17. yüzyıl ortalarına
kadar bölgede, “küçük buzul çağı” döneminin
yaşandığını belirterek, “Şimdiki jeolojik yapıyla o
zamanki jeolojik yapı çok farklı. O zaman bölge
bataklık ve sularla kaplıydı. Şimdi ise kuru;
akarsular tamamen kurumuş durumda. Dolayısıyla
Kanuni Sultan Süleyman’ın
iç organlarının gömüldüğü yer o dönemin jeolojik
yapısına göre aranması gerekiyor” dedi.
Kanuni Sultan Süleyman,
1566’da Zigetvar Kalesi’nin kuşatması sırasında
hayatını kaybetti. Cesedi bozulmasın diye iç
organları çıkarılarak ilaçlandı ve otağının
bulunduğu yere gömüldü. 2. Selim babası Kanuni’nin
iç organlarının gömülü olduğu yere türbe, etrafına
da külliye yaptırdı. Bu yapılar daha sonra yıkıldı
Habertürk, Haber: Bülent
Aydemir, 15.09.2013
******
ERDOĞAN, KANUNİ'NİN
KALBİNİN BULUNMASI İÇİN TALİMAT VERDİ
Türk İşbirliği ve
Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) heyeti, Kanuni
Sultan Süleyman'ın kalbi ve iç organlarının
gömüldüğü Zigetvar Kalesi çevresindeki yerin tespit
çalışmalarındaki son durumu yerinde görmek ve
bölgedeki diğer projeleri incelemek amacıyla 19
Eylül'de Macaristan'a gidecek.
Kanuni Sultan Süleyman, 7 Eylül 1566'da seferdeyken
72 yaşında vefat etmiş, naaşının İstanbul'a
getirilmesi için iç organları Zigetvar Kalesi
çevresine gömülmüştü. Daha sonra Kanuni'nun oğlu 2.
Selim, buraya bir türbe ve külliye yaptırmış, 150
yıl ayakta kalan binalar Zigetvar Kalesi'nin
Osmanlı'nın elinden çıkmasıyla tahrip edilmişti.
TİKA Başkanı Serdar Çam, konuya ilişkin yaptığı
açıklamada, bölgedeki çalışmaları Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın Macaristan'a yaptığı ziyaretle
şekillendirdiklerini, heyetlerin ön hazırlıklar
yapmak üzere yaklaşık 2 yıldır çalıştığını söyledi.
Çalışmaların hangi aşamada olduğunu yerinde görmek
amacıyla önümüzdeki günlerde Macaristan'a bir
ziyaret gerçekleştireceklerini bildiren Çam, "Biz
sadece Kanuni'nin iç organlarının bulunduğu bölgeyle
ilgili bir süreci yürütmüyoruz. Macaristan'da
yaklaşık 9-10 tane restorasyon ile ilgili konumuz
var Budapeşte, Zigetvar, Peç ve Mohaç'ta. Bunlar
peyder pey şekillenecek projeler" diye konuştu.
"KANUNİ'NİN İÇ
ORGANLARI BUGÜNE KALMAZ"
Çam, 19-21 Eylül tarihleri arasında
gerçekleştirilecek ziyaret kapsamında öncelik
sıralamasına göre planlamaların ve
bütçelendirmelerin yapılacağını da kaydederek, Türk
ve Macar bilim adamlarının bir araya gelerek konuyla
ilişkili bulguları paylaşacaklarını belirtti.
Akademisyenlerin daha düzenli ve bilimsel düzeyde
çalışmaları yürüteceklerini ifade eden Çam, "Arşiv
çalışmaları yapıldı. Daha önceden yapılmış bilimsel
çalışmalar var. Dolayısıyla biz tarafları
dinleyeceğiz ve ona göre adımlarımızı atmaya devam
edeceğiz" ifadelerini kullandı.
Kanuni Sultan Süleyman'ın iç organlarının bulunduğu
bölgeyle ilgili çalışmaların sonuçlarını
değerlendireceklerini bildiren Çam, şunları
kaydetti:
"Orada asıl olan Kanuni'nin iç organlarının bulunup
bulunmaması değil. Kanuni'nin iç organları bugüne
kalmaz, iç organların bulunduğu yerde bir yapı
olduğu söyleniyor. Onun yeri konusunda çalışmalar
yapılıyor. Ayrıca bölgede, Osmanlıların yaptığı
başka hayır işleri var. Konuyla ilgili
çalışmalarımız yoğunlaştı. Başbakanımızın
talimatıyla vefa borcumuzu ödeyeceğiz."
Radikal, 17.09.2013
|
23 MİLYON YAŞINDA AĞAÇ
FOSİLİ
Çanakkale'nin Gökçeada
İlçesi'nde faaliyet gösteren Etis Ekolojik Tarım
Ürünleri şirketinin sahibi Nusret Avcı, kendisine
ait zeytinlikte bir ağaç fosili buldu. Bilim
adamlarının yaptığı incelemede, fosilinin 23 milyon
yaşında ve defnegiller ailesine ait olduğu
belirlendi.
Gökçeada'da Etis
Ekolojik Tarım Ürünleri şirketinin sahibi Nusret
Avcı, 1 yıl önce çiftliğin yakınlarında dere
yatağında dikkatini çeken bir obje gördü. Ağaç
fosili olduğunu düşündüğü objeden İstanbul
Üniversitesi Orman Fakültesi Orman Mühendisliği
Bölüm Başkanı Prof.Dr. Ünal Akkemik'e numune
gönderdi. Laboratuvar çalışmaları sonucu Prof.Dr.
Ünal Akkemik, fosilin defnegiller ailesine ait
olduğunu saptadı. İstanbul Teknik Üniversitesi
Yerbilimleri Enstitüsü öğretim üyesi Prof.Dr. Mehmet
Sakınç ise objenin 23 milyon yaşında olduğunu
belirledi.
Prof.Dr. Akkemik ve
Prof.Dr. Sakınç, Gökçeada'ya gelerek Nusret Avcı'ya
ait işletmede ağaç fosilini tanıttı. Prof.Dr. Ünal
Akkemik, şöyle dedi:
"Objenin hangi ağaç
cinsine ait olduğunu belirlemek için önce objeden
mikroskobik boyutta ince kesitler aldırdım. Bu
kesitler ağaç halindeyken var olan ve taşlaşma
sürecinde de bozulmayan odun yapısını gösteriyor.
Böylece, kesitlerdeki özelliklere dayanarak fosil
örneğin defnegiller ailesine ait olduğunu saptadım.
Yani Gökçeada'da 23 milyon yıl önce defnegiller
ailesine ait ağaçlar varmış. Bu bulgu adanın geçmiş
dönemdeki orman yapısı hakkında bize bilgi verecek.
Bu da orman tarihini ortaya çıkarmak açısından büyük
önem taşıyor. O zaman hangi ağaçlar varmış, bugün
hangi ağaçlar var karşılaştırma yapabileceğiz.
Kıyaslama, iklimi karşılaştırma olanağı da verecek."
Prof.Dr. Akkemik, bu
örneğin Gökçeada için ilk kayıt olduğunu, devam
edecek çalışmalarla çok daha fazla sayıda örneğin
bulunabileceğini belirtti. Adanın jeolojik
dönemlerde yoğun volkanik patlamaların etkisinde
kalması nedeniyle fosilleşmenin yaygın olduğu bir
ortama sahip olduğuna da işaret etti.
"AKDENİZ ORTAMINI
KARAKTERİZE EDİYOR"
Bu tür ağaçların Akdeniz
ortamını karakterize ettiğini belirten Prof.Dr.
Mehmet Sakınç ise, 23 milyon yaşındaki defnegiller
ailesine ait bu fosilin, bölge florası ve coğrafyası
bakımından önemli olduğunu söyledi. Prof.Dr. Sakınç,
şöyle konuştu:
"Yalnız bu ağaçların
nasıl bu hale geldiği konusu önemli. Bu ağaçlar
günümüzden 23 milyon yıl öncesine ait. Fosilleşmeye
başlaması da bir volkanizmaya bağlı bu bölgede ve
buradan Bolu'ya kadar, Kütahya, Uşak, Edremit,
Trakya'nın bir kısmı, Yunan Adaları’nın bir kısmı
gibi yerlerde büyük bir volkanizmanın varlığını
biliyoruz. Volkan harekete geçtiğinde, çıkarttığı
küller son derece zengin silis içeriyor. Bunlar bir
bulut şeklinde ormanların veya ağaçların üzerini
kapladığında ağaçlar ilk önce bu yüksek sıcaklığın
etkisiyle yanıyorlar. Yüksek oranda silisyum dioksit
içeren bu toz bulutundaki silisyum dioksit ağaç
dokusunun içine hızlıca giriyor ve ağaç hızlı bir
şekilde taşlaşmaya başlıyor. Bu tür fosilleşmiş
ağaçlar volkanizma nerede olduysa o dönemlerde
oralarda yaygın olarak bulunabiliyor. Bunların
benzer örneklerini Bolu, Kızılcahamam, Edremit,
Trakya ve Yunan adalarında da görebiliyorsunuz.
Fosilleşmiş ağaçlar bölgenin florası ve coğrafyası
bakımından önemli. Aynı zamanda da Yunan
adalarındaki fosillerle karşılaştırma yapma
açısından önemli."
Etis Ekolojik Tarım
Ürünleri Şirketi' sahibi Nusret Avcı ise, ağaç
fosilinin keşfinin kendisini heyecanlandırdığını
belirtip, yakın zamanda kurmayı hedefledikleri
Zeytincilik ve Zeytinyağı Müzesi'nde bu ağaç
fosilini sergileyeceklerini ifade etti.
Akşam, 15.09.2013
|
"BURASI İŞLEME MERKEZİ"
Arslantepe Höyüğü Kazı
Başkanı ve Roma Lasepianza Üniversitesi Arkeoloji
Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Marcella Frangipane,
Arslantepe’deki kazı bulgularının Malatya’nın eski
bir bakır, gümüş ve metal işleme merkezi olduğunu
gösterdiğini söyledi.
Prof.Dr. Marcella
Frangipane, çok eskiden bu bölgenin, Malatya
bölgesinin tam ortada kaldığını ifade ederek, “Bir
tarafta Mezopotamya kültürü, bir tarafta Orta
Anadolu kültürü, bir tarafta Doğu Anadolu kültürü. O
zaman burası her zaman merkez. Arkeolojide çok beli
olarak gösteriyor, MÖ 5 bin 500 yıl önce burada bir
merkez vardı. Bağlantısı Mezopotamya ile Orta
Anadolu ile ve Doğu Anadolu ile. Buraya bakır
geliyor. Kuzey Anadolu’da ve Doğu Anadolu’da çok
bakır, gümüş ve metal var. Buraya metal getiriliyor,
işliyorlar, sonra Mezopotamya’ya gönderiyorlar.
Burası işleme merkezi” dedi.
Malatya’nın tarihsel
sürecinin Elbistan’ın önemli bir merkez olarak
gösterdiğini söyleyen Prof.Dr. Marcella Frangipane,
“Elbistan’da araştırma az. İnşallah daha fazla
araştırma ve kazı olacak. Elbistan arkeolojik açıdan
önemli bir yer” diye konuştu.
Malatya Haber,
14.09.2013
|
SURİYE'NİN TARİHİ
ANITLARI TEHDİT ALTINDA
UNESCO’nun yaptığı
açıklamaya göre, Suriye topraklarında yer alan altı
tarihi anıt yok olma tehlikesi ile karşı karşıya
olan dünya mirasları listesine dahil edildi.
Söz konusu listeye dahil edilen Şam, Halep ve Basra
şehirlerinin tarihi bölgeleri, Palmira’nın
arkeolojik anıtları, ayrıca Krak de Chevaliers
Kalesi ve Salah-ad-Din Kalesi, Kuzey Suriye’deki
I-VI. yüzyıllara ait köyler’in isimleri korkarız
tarih kitaplarının sayfalarında görülebilecek.
Suriye’de çatışmaların sürmesi bu olasılığı daha da
artırıyor. Rusya’nın Sesi’ne konuşan UNESCO Dünya
Mirası Komitesi üyesi Karim Hendili, bu tehlikeli
durumun düzeltilmesi için hiç bir imkanın şimdilik
olmadığını belirtti. Hendili şunu söyledi:
"UNESCO Suriye’de silahlı çatışma koşullarında bütün
bu dünya miras anıtlarının korunmasının mümkün
olmadığını düşünüyor. Bütün anıtlar şimdiye kadar
büyük hasar görmüş oldu. Bu nedenle UNESCO onları
yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olan dünya
mirasları listesine dahil etme kararını aldı. Bu
anıtların kurtarılması için silahlı çatışmanın
durdurulması gerekiyor. En şiddetli savaş
eylemlerinin yapıldığı Halep en büyük yıkıma
uğradı. Elverişli cografi konumu sayesinde
Halep, Suriye’nin önemli ekonomi merkeziydi. Ancak
savaş sırasında bunun Halep için olumsuz etkileri
oldu. l0. Yüzyılda kurulmuş eski kalesi ciddi
derecede hasar aldı. Ortadoğu’nun en eski
pazar yerlerinden biri şiddetli yangın sonucunda
pratik olarak tümüyle tahrip oldu. Dünyanın en büyük
ve en eski camilerinden biri olan Umayyad camiinin
minaresi de yok oldu. Savaşların yapıldığı
bölgelerden aldığımız fotograflar anıtların feci
hale geldiğini gösteriyor”.
3 bin yıllık tarihe sahip olan Suriye’de farklı
kültürlerin birleşmesi sayesinde çok sayıda
arkeolojik anıtlar, tarihi şehirler, anıt ve sanat
eserleri bulunuyor.
Birkaç on yıl önce Suriye silahlı çatışmanın meydana
gelmesi halinde kültürel değerlerin korunmasına dair
bir sürü uluslararası anlaşma imzalamıştı. Ama ne
yazık ki bugün ülkede imzalanmış sözleşmeleri
hatırlayan pek kişi yok.
Suriye’de silahlı çatışmalar 2011 yılının Mart
ayından beri devam ediyor.
Evrensel, 14.09.2013
|
TÜRK RESMİNİN REKORTMEN
KADINI
Dünyanın en büyük müzayede evlerinden Christie's
Dubai, 29-30 Ekim'de yapacağı müzayedeye
hazırlanıyor. Bu müzayedenin en önemli özelliği Türk
ressam Fahrelnisa Zei'e (1901- 1991) ait bir
yağlıboya tablonun 3-5 milyon dolar aralığında
satışa çıkacak olması. Satış gerçekleşirse, hem Türk
sanatçılar hem de Christie's Dubai'nin satışını
gerçekleştirdiği Ortadoğu coğrafyası sanatçıları
arasında en pahalı eser olacak. Bu rekor halen 2.8
milyon dolarla İranlı sanatçı Parviz Tanavoli'ye
ait.
İNŞALLAH 29 EKİM HEDİYESİ OLUR
1962 tarihli tablo, Fahrelnisa Zeid'in oğlu Raad
Bin Zeid Koleksiyonu'ndan müzayedeye girdi. 2.1
metreye 5.5 metre boyutlarındaki eserin orijinal adı
"Break of the Atom and Vegetal Life". Eserin
fiyatının yüksek olmasında ailenin elinde fazla Zeid
tablosu kalmamış olması etkili bir unsur. Tablonun
peşinde olduğu bilinen önemli bir Türk koleksiyoner
bu rekor fiyata imza atabilecek mi bilinmez. Ama
Christie's Dubai-Türk, İran ve Arap Ülkeleri Modern
ve Çağdaş Sanat Satış Direktörü Hala Khayat,
"Müzayede tam da 29 Ekim'de. İnşallah Türk
koleksiyoner alırsa, Türkiye'ye doğum günü hediyesi
olur" diyor. Hala Khayat ile sanat piyasasını ve
Dubai 16'ncı sezon müzayedesini konuştuk.
Eserin fiyatı niye yüksek?
Büyük boyutu, kusursuzluğu, aile koleksiyonundan
çıkması ve tabii konusu belirleyici oldu. Ürdün'de
yaşayan bir kadın, atom parçacıkları ve doğal hayat
üzerine 1960'larda kafa yormuş, bunu resmetmiş!
Tabloda iç dünyasındaki patlamayı görebiliyorsunuz.
Ayrıca 1960'lı yıllar Zeid'in en iyi dönemlerinden.
Ortadoğu'daki gerilim ve savaş ihtimali sanat
satışlarını etkiler mi?
Christie's çok üst segmentte bir müşteri grubuna
sahip. İyi bir esere milyon dolarlar verecek biri,
savaş olsa da, olmasa da o parayı ödüyor.
Dolayısıyla satışların gerilimden etkileneceğini
söyleyemem.
Bu hassas dönemde size gelen eser sayısında
değişiklik oldu mu?
Evet. Bölge ülkelerinden koleksiyonerler, likite
dönmek veya ülkelerinden taşındıkları için eser
satıyor. Bir kısmı da çatışmalarda zarar görür
endişesiyle bize getiriyor. Eser yok olup gitmesin,
güvenli bir evde 'yaşasın' diye…
Ayda
ortalama kaç eser geliyor size?
Önceden 200 kadardı. Savaş ihtimalleriyle iki katına
çıktı. Tabii ki hepsi satışa çıkmıyor. Bu rakam bize
gelen satış başvurusu.
Batı dünyası Dubai'den eser alıyor mu?
Christie's Dubai ilk kurulduğu 2006'da Batılı
alıcıların oranı yüzde 5'ti. Şimdi bu oran yüzde
50'ye geldi. Bölge sanatına ilginin arttığını
gösteriyor.
Bu müzayedede başka hangi Türk sanatçılar var?
15 sanatçı var: Murat Pulat, Candan Öztürk,
Abdurrahman Öztoprak, Erol Akyavaş, Firat Neziroğlu,
Ayça Telgeren, Aylin Olukman, Özlem Şimşek, Murat
Germen, Gülin Hayat Topdemir, Yusuf Aygeç, Sultar
Acar, Gülşah Bayraktar, Yuşa Yalçıntaş ve Ansen.
Türk sanatçıları Türk koleksiyonerler mi alıyor?
Dört-beş yıl önce öyle denebilirdi. Artık değil.
Türk sanatçıların eserlerini yüzde 85 oranında
yabancı koleksiyonerler alıyor.
SATILMASINI İSTEMEDİ
ChrIstIe's Dubai Türk, İran ve Arap Ülkeleri
Modern ve Çağdaş Sanat Satış Direktörü Hala Khayat,
Fahrelnisa Zeid'in eseri için "Sanatçının satmaya
asla yanaşmadığı bir eser. Satışa ailesi çıkardı.
Umarım Türkiye'ye döner" diyor.
ONLİNE SATIŞ 24 EKİM'DE BAŞLIYOR
ChrIstIe's Dubai, salon müzayedelerine online
satışı da ekledi. 24 Ekim 2013'te başlayacak online
satış iki hafta devam edecek ve 11 Kasım'da sona
erecek. Hala Khayat, başta ABD ve Avrupa olmak üzere
Batı dünyasından artan müşteriler nedeniyle Dubai'de
ilk kez online satış da gerçekleştireceklerini
söylüyor.
Sabah, Haber: Handan
Bayındır, 14.09.2013
|
ANTEP'İ GEÇİNCE
ZEUGMA'YI GÖRECEKSİN ŞAŞIRMA
GAP nedeniyle büyük bir
kısmı sular altında kalan Zeugma antik kentinde
sürdürülen arkeolojik kazılar, yeni bulgularla
yaklaşık 3 bin yıllık tarihe ışık tutuyor. Geçmişte
neler yaşanmış, nasıl yaşanmış, kimler yaşamış?
Bulunan eserler sadece Geç Hitit dönemini değil,
aynı zamanda Romalıların ihtişamlı hayatlarını da
yansıtıyor.
Kulağımıza yüzyılları
fısıldayan bu antik kente varabilmemiz için hiçbir
tabela yok. Sanki ne Nizip’in ne de Antep’in
umurunda değil… Geçmişe dokunma çabamıza hediye gibi
birkaç yüz metre kala gördüğümüz Zeugma Antik Kent
tabelası bizi gülümsetiyor…
Zeugma’nın tarihi 2005
yılına kadar milattan önce 305’e kadar uzanıyordu.
Ancak 2007/08’de yapılan çalışmalarda çok daha eski
dönemlere kadar gittiği ortaya çıkartıldı. Çünkü
bölgenin en yüksek tepesi Belkıs’ta, milattan önce
9. ve 8. yüzyıldan kalma Geç Hitit dönemine ait
eski Aramca yazıtlar ve seramikler bulundu.
Zeugma’daki kazı
çalışmalarına 2017 yılına kadar İş Bankası destek
veriyor. Banka, daha önce de bu kazıları sosyal
sorumluluk projesi çerçevesinde desteklemişti.
2017’de bitmesi öngörülen bu Muzalar Evi kazı
çalışmalarıyla, antik dönemden kalan yeni bir villa
daha açık hava müzesinde sergileniyor olacak.
Dionysos ve Danae evlerinin kazıları tamamlandıktan
sonra 2010 yılında farklı bir mimari konstrüksiyonla
açık hava müzesi olarak ziyarete açıldı.
Zeugma kazı çalışmaları
başkanı Prof.Dr. Kutalmış Görkay, Muzalar Evi’yle
(Esin Perileri Evi) ilgili “Tek bir ev mi yoksa
birbirine yapışık farklı evler mi henüz netlik
kazanmış değil.” diyor ve kazı hakkında önemli
bilgiler veriyor. Kazı çalışmaları (2007’de) ilk
etapta çok derin bir açma olduğu için ekibi
zorlamış. Evler arasındaki sokakları gösteriyor;
Esin Perileri Evi’nin giriş kısmını kazıdıklarını,
ancak avlusu ve geri kalan mekanlarının yamacın
altından çıkacağını söylüyor. Bu kısmın da ekibi
oldukça zorlayacağını düşünüyor. Çalışmalar
sırasında Prof. Görkay’ı ve ekibini en çok
heyecanlandıran şey, bu eve adını da veren Muzalar
mozaiği olmuş.
Misafire ilham veren
mozaikler
Muzalar eski Yunan
mitolojisinde esin perileri, ilham perileri ya da
ufak tanrıçalar olarak da adlandırılıyor. Geometrik
bir desen olan bu mozaikte ilham perileri
madalyonlar içerisine konmuş. Perilerin kimlere
ilham verdikleri ise isimlerinden belli...
Sanatçılara, filozoflara, astrologlara, bilim
adamlarına ve tarihçilere… Mozaiğin ortasında yer
alan baş peri Kalliope (destan, epik şiirleri),
etrafında ise Thalia (komedya), Melpomene
(tragedya), Terpsikhore (müzik ve dans), Erato (aşk
şiirleri), Polythymnia (kutsal şiirler), Euterpe
(müzik), Kleio (tarih) ve Urania (gök bilimi) isimli
periler resmedilmiş.
Şu anda Muzalar Evi’nde (Esin Perileri Evi) kazı
çalışmaları sürdürülüyor.
Mozaiğin bulunduğu oda
ise çok özel davetlilerin ağırlandığı ufak bir yemek
salonuymuş. Böyle bir eve misafir olanlar, ev
sahibinin bahsedeceği konuları yerdeki mozaikten
anlıyormuş. Edebiyattan, müzikten, tarihten,
astronomiden… Ve her sahne misafire ev sahibinin
kendine yakın bulduğu konuyu ve entelektüel
altyapısını gösteriyormuş.
Prof. Görkay, Muzalar
Evi’ni anlatırken Zeugma’daki 3 yanık izinden
bahsediyor. 253 yılındaki Sasani saldırısının
izleri... 4. yüzyılda ufak bir yapılaşma olsa da 520
yılında meydana gelen ikinci yangın ve daha sonraki
yıllardaki savaşlar nedeniyle çok ciddi tahribatlar
yaşamış.
Avlularda su
motifleri
Zeugma’daki Roma
konutları iklimden dolayı genelde kuzeye
yönlendirilmiş olarak karşımıza çıkıyor. Evlerin
çoğu bitişik nizam. Çeşitli ahşap dikmelere ve ahşap
çatı konstrüksiyonlara sahip evlerin hepsi tek ya da
çift avlulu. Avlular, evin en önemli kısımlarından.
Amaçları evin ışık, hava ve yağmur alması. Yağmur
önemli çünkü kışın avlulardan akıp sarnıçları
dolduruyor, evlerin yaz su ihtiyaçlarını karşılıyor.
Avlu mozaikleri ise genelde suyla ilgili sahnelerle
dolu (balıklar, deniz tanrısı Poseidon vs.). Evler
aynı zamanda antik dönemde yaşamış insanların özel
yaşantılarıyla ilgili önemli ipuçları da veriyor.
Fresklerin desenlerine yaklaşıldığında o evde
yaşayan insanların şiirleri, dilekleri veya
düşünceleri görülebilir.
Son olarak Prof. Görkay,
kazı çalışmalarını korumanın ve aynı anda kaçak kazı
yapılmasını önlemenin çok zor olduğunu söylüyor.
Fırat’ın iki yakasını
bir araya getiren Zeugma
Köprü anlamına gelen
Zeugma esasında karşılıklı iki kent, Apamea ve
Selevkos, olarak kurulmuş. MÖ 205 yılında Büyük
İskender'in komutanlarından birinci Selevkos
Nikator, Batı Anadolu'dan başlayıp Hindistan'a kadar
uzanan coğrafya üzerinde bir krallık kurar ve Yunan
polis modelini baz alarak bölgede bir sürü şehirler
inşa eder. Bu şehirlerden biri de Zeugma'dır. Bölge
Hellenistik dönemlerde önemli, ancak Zeugma asıl
zenginliğini Romalıların bu bölgeyi MÖ 31 yılında
kendi imparatorluklarına dahil etmeleriyle kazanır.
Bütün antik yolların birleştiği, ekonomik ve
jeopolitik açıdan çok önemli olan bu noktayı
Romalılar lejyon kenti olarak kurar. Üçüncü yüzyılın
ortasında Sasaniler, şehri yakar ve kenti tahrip
eder. Kent yavaş yavaş önemini yitirir. Nehrin iki
yakası için köprü vazifesi gören Zeugma, bu
özelliğini Birecik'e kaptırır.
Zaman Cumaertesi,
Haber: Ahu Temizsoy, 14.09.2013
|
FATİH, KÜLLERİNDEN
DOĞUYOR
Roma, Bizans ve Osmanlı
İmparatorluğu ile üç dünya imparatorluğuna
başkentlik yapmış, büyük medeniyetlerin, farklı din,
dil ve kültüre mensup milyonlarca insanın izlerini
taşıyan Fatih’te yapılan restorasyon çalışmalarıyla
ilçede tarih ve kültür ihya oluyor.
2004 ve 2009 Yerel
Seçimleri’nde Fatih Belediye Başkanı seçilen Fatih
ile Eminönü’nün birleşmesiyle Tarihi Yarımada’nın da
içinde bulunduğu Fatih’e belediye başkanı olan
Mustafa Demir, İstanbul’un mirasını barındıran
ilçede kentsel dönüşümün diğer ilçelerden farklı bir
dinamiği olduğunu söylüyor.
“Tarihi Yarımada olarak nitelendirdiğimiz bu bölgede
her tarafı yıkıp yeniden yapmak mümkün değil. Bu
yüzden dönüşümü kendi küllerinden yeniden yaratarak
sürdürmek zorundayız. Ayrım gözetmeksizin bizden
önce yaşamış tüm medeniyetlere ait tarihi eserleri
korumak ve yeniden yaşatmak için var gücümüzle
çalışıyoruz.”
Her tarafından tarih fışkıran semtte bu özen içinde
yapılan bir dizi restorasyon çalışması Fatih’in ve
Tarihi Yarımada’nın çehresini değiştiriyor.
Demir bu değişimi şöyle anlatıyor: “Beşikçizade
Tekkesi, Emir Buhari Tekkesi, Sümbül Efendi Tekkesi,
Sultanahmet Medresesi, Rüstempaşa Medresesi, Hadım
Hasan Paşa Medresesi, Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi
gibi tarihi eserlerimizin restorasyonunu tamamladık.
Sinan Paşa Medresesi, Ekmekçizade Ahmet Paşa
Medresesi, Murat Molla Kütüphanesi, Alman Çeşmesi
gibi tarihi eserlerimizde de çalışmalarımız devam
ediyor. Fatih Camii, Süleymaniye Camii gibi büyük
camilerimizin de restorasyonu yapıldı, çevre
düzenlemeleri devam ediyor. Bu liste uzayıp gidiyor.
“
Fatih’i Türkiye’nin herhangi bir semtinden ayıran
özelliği, farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış
olması. “Roma, Bizans ve Osmanlı İmparatorluğu ile
1.500 yıl dünya imparatorluğuna başkentlik yapmış
bir yer burası. Böyle bir yerde belediye
başkanıysanız tabii ki turizm gelirini artırmak
önceliğiniz olmalı. Biz bu bölgedeki eserlerin
restorasyonunu gerçekleştirirken sürekli bunu göz
önünde bulunduruyoruz. Çünkü İstanbul
Kapalıçarşı’sıyla, Mısır Çarşısı’yla, Yerebatan
Sarnıcı, Topkapı Sarayı, Ayasofya ve
Sultanahmet’iyle İstanbul’dur. Dışarıdan biri gelip
bunları görmeden giderse İstanbul’u gördüm diyebilir
mi? Bu yüzden biz. İstanbul’un tümüne hizmet eder
gibi çalışıyoruz.”
Mustafa Demir, ilçenin 2023 hedefinin turist
sayısını 63 milyona, bırakılacak geliri de 86
milyara çıkarmak olduğunu söylüyor.
“Bu hedefi gerçekleştirebilmek için dünyada belki
ilk vgönüllü turizm elçileriyle çalışıyoruz. Sürekli
hareket eden ‘turizm zabıtaları’ ile bu çalışmaları
destekliyoruz.”
Akşam, Haber: Sayım
Çınar, 14.09.2013
|
TÜRK ÇAĞDAŞ SANATINDA
BÜYÜK AİLELER DEVLET GİBİ
İstanbul bugünlerde
sanatsal etkinliklerle soluk alıp veriyor adeta. Koç
Holding’in sponsorluğunda gerçekleşen 13. İstanbul
Bienali, Akbank Yönetim Kurulu Başkanı Suzan Sabancı
Dinçer’in desteğiyle şehre gelen Anish Kapoor
sergisi... Bienal’e paralel düzenlenen onlarca sergi
ve etkinlik şehre yüzlerce yabancı koleksiyoner,
gazeteci, sanatsever ve galeri yöneticisinin de
gelmesine neden oldu. Sakıp Sabancı Müzesi’nde
açılan Anish Kapoor sergisinde sohbet ettiğimiz
Akbank Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı ve Murahhas
Üyesi Hayri Çulhacı’nın, “Sergi için
düzenlediğimiz basın toplantısına katılanların
yarısına yakını yabancıydı” sözleri de bunu teyit
eder nitelikteydi.
Yeni nesil sanat
okuyor
Kentte sanat adına verilen davetlerden birisi de
dün Kıbrıslı Yalısı’ndaydı. Davetlileri iş adamı
Halis Komili ve kızı Arzu Komili karşıladı. Tam da
bu noktada bir parantez açmak gerekiyor. Gelişen
Türk sanat piyasasına paralel olarak görünen o ki
Beyaz Türklerin çocukları, artık işletme değil,
sanat okuyor. Halis Komili’nin kızı Arzu Komili
Galeri Mana’nın başında.
İnci Aksoy’un, bir süre Metropolitan Müzesi İslami
Sanat Bölümü’nde de çalışan kızı Eda Aksoy, Pınar
Yoldaş’ın Süzer Plaza’daki “Bir başka
Evrim/Alterevolution” sergisinin küratörlüğünü
yapıyor.
Jefi Kamhi’nin kızı Lara Kamhi, Cem Boyner’in
sanatçı kızı Elif Boyner aklıma gelen birkaç isim.
Halis Komili’ye iş adamlarının çocuklarının değişen
eğitim tercihlerini sordum. Halis Komili hızlı bir
çıkış yapan Çağdaş Türk sanatının tercihlerin bu
yöne evrilmesinde etkili olduğunu söylerken ekledi:
“İkinci, üçüncü kuşak sanatla daha ilgili. Dünyanın
her yerinde gelişim bu yönde oldu.”
‘Medici ailesi
gibiler’
Kentte bu hafta sonu düzenlenecek etkinliklerden
birisi de Artinternational İstanbul. Haliç’te
düzenlenecek sergiye Anish Kapoor, Richard Hudson
gibi dev isimlerin eserleriyle katılan New York
merkezli Leila Heller Gallery’in sahibi Leila
Taghinia da Kıbrıslı Yalısı’ndaydı.
Yaptığımız sohbette dünyada Çağdaş Türk sanatının
gelişimi kadar desteklenme biçimiyle de
konuşulduğunu söylerken ilginç tespitlerde bulundu:
“Başta Katar olmak üzere Ortadoğu ülkelerinde,
Asya’da sanat devlet eliyle gelişiyor. Dev müzeleri
devlet kuruyor. Abu Dhabi, Bahreyn, Doha, Dubai,
Katar hepsinde böyle. Türkiye’de ise bu misyonu Koç,
Sabancı, Eczacıbaşı gibi büyük aileler üstlenmiş
durumda. Türkiye’de sanatın özel sektör katkısıyla
bu kadar büyümesi bize inanılmaz ve çok saygı
uyandırıcı geliyor. Devlet katkısı Türkiye’de çok
az. Zenginleriniz 21. yüzyılın Medici ailesi
(İtalyan rönesansını etkileyen varlıklı aile)
gibiler. Rönesans dönemini hatırlatıyorlar.”
‘Koleksiyoner sayınız artıyor’
Dünya çapında tanınan 20 büyük Türk
koleksiyonerin bulunduğunu kaydeden Taghinia bu
isimlerin alım refleksiyle ilgili de çarpıcı
tespitler yaptı: “Koç, Sabancı, Eczacıbaşı,
Demirören, Barut ailesi gibi büyük koleksiyonerler,
önemli eserleri yatırım için değil kamusal miras
bırakmak amacıyla alıyorlar. Aldıkları önemli
eserleri satmıyor, koleksiyonlarında tutuyorlar.
Türkiye gelişen bir ülke. Servet birikimine paralel
olarak koleksiyoner sayısı hızla artıyor. Biz
yabancı galeriler de Türkiye’deki fuarlara katılmak,
koleksiyonerlerle tanışmak için İstanbul’a çok sık
geliyoruz. Koleksiyonerleriniz çok cesur, hiç
ummadığınız eserleri bağenip, alıyorlar.
Koleksiyoner sayınız her yıl katlanarak artıyor”
diyor. New York sanat piyasasının önde gelen
isimlerinden Leila Taghinia’ya göre Türkiye’de ilk
20’nin arkasından gelen ve giderek güçlenen 200
kişilik büyük koleksiyoner grubu daha var.
Milliyet, Haber: Songül
Hatırasu, 14.09.2013
|
EZELİ REKABETTEN KALAN
SON ÇEŞME KADERİNE TERKEDİLDİ
İstanbul’un turistik
semtlerinden Çengelköy’de büyük bir bölümü toprağın
altında kalan 160 yıllık bir çeşme var. Burası aynı
zamanda asırlık bir rekabetin de tanığı... İşte bir
çeşme üzerinden efsanevi cirit takımları Lahanacılar
ile Bamyacıların, Fenerbahçe-Galatasaray rekabetini
aratmayan hikâyesi.
Osmanlı
İmparatorluğu’nun efsanevi iki cirit takımı
Lahanacılar ve Bamyacılar’ın ezeli rekabetinden
geriye kalan en önemli eserlerden biri olan Lahana
Çeşmesi kaderine terk edildi. Çengeköy Polis
Karakolu önünde bulunan 160 yıllık çeşmenin büyük
bir bölümü toprağın altında kaldı. Musluğu çalınan
çeşmenin ön yüzü aslına uygun olmayan bir şekilde
yeşile boyandı. Kurnasının olduğu bölüm ise beton
dökülerek yol çalışması yapıldığı sırada kaldırımın
altında bırakıldı. Çeşmenin restorasyonu için
yapılan bütün girişimler Anıtlar Kurulu’na takıldı.
Çengelköy sakinleri ise, bir zamanlar su içtikleri
çeşmeden yeniden suyun akmasını istiyor.
Lahanaspor,
bamyacılara karşı
Lahana Çeşmesi’nin
tarihi, 15. yüzyılda Lahanacılar ve Bamyacılar
takımlarının kurulmasına dayanır. Amasya ile
Merzifon arasındaki ovada Sultan Çelebi Mehmed’in
talimatıyla iki cirit takımı kurulur. Bu sayede hem
ata sporu cirit gelişir hem de askerler her dönem
savaşa hazır tutulur. Amasya’nın bamyası,
Merzifon’un ise lahanasının meşhur olmasından dolayı
iki takım bu isimleri alır. Bamyacılar kırmızı,
lahanacılar yeşil kadifeden yapılan giysilerle
meydanlarda boy gösterir. Bu iki spor takımının
karşılaşmaları bugünün Fenerbahçe ile Galatasaray
rekabeti kadar o dönemde ilgi görür. Zamanla
Lahanacılar Anadolu halkını, Bamyacılar ise sarayı
temsil eder. Birçoğu iyi birer okçu olan Osmanlı
padişahları da ezeli rekabetin taraftarları
olmuştur. Sultan III. Selim 1791 tarihli mermer
nişanının tepesini bir lahanayla, Sultan II. Mahmud
ise 1811 tarihli nişanının tepesini bamyayla süsler.
Her iki takım adına da çeşitli anıtlar dikilmiş
ancak bunlardan pek azı günümüze ulaşabilmiş. Bu
anıtlardan en önemlisi ise Çengelköy’de bulunan
Lahana Çeşmesi. 1854 yılında Serkavas Ahmet Ağa
tarafından yaptırılan çeşme, uzun zamanlar bölge
halkı tarafından kullanıldı.
İstanbul’un boğaza hâkim
noktalarından biri olan Lahana Çeşmesi de
günümüzdeki haliyle kaderine terk edilmiş durumda.
Çengelköy Karakolu’nun önündeki Lahana formunu
taşıyan çeşme, kentte bulunan anıt eserler konusunda
sütun çeşme tarzında türünün son örnekleri arasında
yer alıyor. 2008 yılında İSKİ önderliğinde yapılış
hikâyesi, mimari yapıları, hat ve tezhip
sanatlarının icra edildiği zarafetleriyle
İspanya’nın Zaragoza kentinde düzenlenen Expo’da
‘Hayat İçin Çeşmeler’ başlığıyla dünyanın beğenisine
sunulan sekiz tarihi İstanbul çeşmesinden biri oldu.
Anadolu yakası Boğaz hattı üzerinde önünden her gün
yüz binlerce insanın geçtiği bir cadde üzerinde
bulunan 160 yıllık çeşmenin büyük bir bölümü
toprağın altında kaldı.
Restorasyon için
gönüllü olanlar Anıtlar Kurulu’na takılıyor
Lahana Çeşmesi’nin
kurtarılması için mücadele veren 35 yıllık
Çengelköylü Ali Serim, İstanbul’un önemli simge
eserlerinden birine değer verilmediğinden yakınıyor:
“Çocukluğunda suyunu içmiş bir İstanbullu olarak
üzüntüm, tarihi eserlerin korunması konusunda
duyarlılık gösteren insanlardan daha büyük.” Serim,
yapılması gerekenin anıt eserin yükseltilerek bir
kaide üzerine oturtulması, önemli mermer işçiliğini
saklayan boyaların taş üzerinden alınması ve su
tesisatının bağlanmasından ibaret olduğunu söylüyor.
Çengelköy Mahalle
Muhtarı Can Cumurcu da, çeşmeyle ilgili her kanaldan
müracaat ettiklerini ancak değerlendirmeye alınan
taleplerin sonuçsuz kaldığını anlatıyor. Çeşmeyi
yeniden eski haline getirmek için muhtarlığa
gelenlerin olduğunu söyleyen Cumurcu, Anıtlar
Kurulu’nun izni olmadan çeşmeye herhangi bir
restorasyon yapılamadığını ifade ediyor. Cumurcu,
“Lahana Çeşmesi hakkında Başbakanlığa kadar yazılar
yazdım. Ancak Anıtlar Kurulu’nun onayı olmadan
hiçbir işlem yapılamıyor. Bize müracaat eden kişiler
çeşmeyi eski haline döndürmek istiyor ama bu mümkün
değil. Yetkililerin bir an önce bu tarihi esere
gereken önemi vermesi gerekiyor.” diyor.
Babaannemin su
içtiği çeşmeden çocuklarım da içsin
Lahana Çeşmesi hakkında
çocukların çeşmeyi tanımaları için bir kitap yazan
mimar Simla Sunay ise, çeşmenin bakımsız ve kaderine
terk edilmiş olmasının üzücü olduğunu söylüyor. “Biz
yerel halk olarak, suyu akmayan, kurnası olmayan ve
zamanında sözde restorasyonla yeşil yağlıboya
boyanan, araçların park ettiği kaldırıma gömülü
duran çeşmenin aslına uygun olarak yeşile boyanmadan
restorasyonunun gerçekleşmesini diliyoruz.” diyen
Sunay, çeşmenin kurtarılması için ellerinden geleni
yaptıklarını söylüyor. Sunay, “Sürecin takipçisi
olacağız. Dilerim İstanbul’da suyu akmayan,
onarılmamış, işlevini yitirmiş çeşme kalmaz.
Evlerimizde musluklarımız olabilir ama sokaklar,
meydanlar halka aitse eğer, çeşmelerden de su
akmalı. Babaannemin su içtiği çeşmeden benim
çocuklarım da içsin istiyorum.” diyor.
Zaman, Haber: Burak Çan,
13.09.2013
|
HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR
MÜZESİ, İBB'YE DEVREDİLİYOR
İstanbul Heybeliada'da
bulunan Hüseyin Rahmi Gürpınar Müze binası, İstanbul
Büyükşehir Belediyesi'ne (İBB) devrediliyor.
Yazar Gürpınar'ın
(1864-1944) evi olan ve sonradan müzeye dönüştürülen
üç katlı köşk için Mart ayında Kültür ve Turizm
Bakanlığı'na başvuran İBB, yapının İstanbul Sanat ve
Meslek Eğitimi Kursları (İSMEK) için kullanılmak
üzere devrini talep etmişti. Temmuz ayında İBB'ye
olumlu yanıt veren Bakanlık, Kültür Varlıklarını
Koruma Kurulu'ndan izin alınması şartıyla müzenin
devrine hazır olduğunu iletmişti.
Müze binasının kütüphane
ve kurs merkezi olarak kullanılmak üzere 25
yıllığına İBB'ye bedelsiz tahsis edilmesi yönündeki
teklif geçtiğimiz günlerde İl Genel Meclisi'nin
gündemine taşındı. Meclis'in ve Koruma Kurulu'nun
onayının ardından bina İBB'ye devredilecek.
Haber Sol, 13.09.2013
******
MÜZEDEN MESLEK KURSU
OLUR MU?
İstanbul Büyükşehir
Belediyesi, usta kalem Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın
Heybeliada’daki müze evini meslek kursuna
dönüştürmek istiyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı bu
isteğe olumlu yanıt verdi.
Meşrutiyet ve Cumhuriyet
dönemi yazarlarından Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın
Heybeliada’daki
müze evi, İstanbul
Büyükşehir Belediyesi’nce(İBB)
meslek kursuna
dönüştürülmek isteniyor. Ünlü yazarın 32 yıl
yaşadığı, el yazması
eserleri, kitapları
ve şahsi eşyalarının sergilendiği müzeyi Kültür ve
Turizm
Bakanlığı’ndan isteyen
İBB’ye bakanlık
olumlu yanıt verdi. Son sözü, köşkün mülkiyet
sahibi İl Özel
İdaresi söyleyecek.
Adalar
Belediye Başkanı
Mustafa Farsakoğlu ise, “Kurs
merkezi gibi bir
düşünce varsa bu
dehşet verici.
Edebiyata sanata çok derin bir darbe vuracak bir
anlayış. Yapamazlar, adalar ayağa kalkar” diyor.
Türk edebiyatının en önemli kalemlerinden Hüseyin
Rahmi Gürpınar’ın Heybeliada’da 32 yıl yaşadığı
köşk, 2000 yılında
dönemin Adalar Kaymakamı Mustafa Farsakoğlu’nun
girişimleri ve Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla
müze ev olarak hizmete açıldı. Ünlü yazarın,
kitapları, gazete koleksiyonu, kendisine ait dantel
işleri, çalışma ve
yatak odası ile
aile
fotoğraflarının sergilendiği müze son birkaç aya
kadar ziyaretçilerini ağırlıyordu. Restorasyon
ihtiyacı nedeniyle kısa süreliğine kapanan müzeye
geçtiğimiz Mart ayında İBB
talip oldu.
Bakanlık onay verdi
Müze binasının İstanbul halkına
sanat ve meslek
eğitimi veren İstanbul Sanat ve Meslek Eğitimi
Kursları’nca(İSMEK) kütüphane ve kurs merkezi olarak
kullanılmak üzere belediyeleri adına tahsisini
isteyen belediye,
nisan ayında da
Kültür ve Turizm Bakanlığı’na tahsis için
görüş sordu.
Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü,
kendine tahsisli binanın İBB’ye tahsis edilmesine
Bakanlık ‘olur’uyla onay verdi. Onay yazısında,
“İlgili Kültür Varlıklarını Koruma Kurulundan
izin alınması
koşuluyla, Bakanlığımızca tahsiste sakınca
bulunmamıştır” denildi. Bu onayın ardından da tahsis
talebi İstanbul Valisi Hüseyin Avni
Mutlu’nun imzasıyla
köşkün mülkiyet sahibi İl Özel İdaresi’nde iletildi.
İl Genel Meclisi’nin Eylül ayında gerçekleşen
toplantıda
Meclis’e sunulan
teklif, yapılan oylamanın ardından
İdari İşler
Komisyonu’na sevk edildi. Komisyonun vereceği
raporun ardından teklif Meclis’te oylanarak köşkün
tahsis edilip edilmeyeceğine karar verilecek.
Kurs fikri dehşet
verici
Kurs fikrine Adalar Belediye Başkanı Farsakoğlu
tepkili. Köşkün İstemihan Talay’ın kültür bakanı
olduğu dönemde müzeye çevrildiğini ve adanın turizmi
için önemli olduğunu kaydeden Farsakoğlu, “Böyle bir
yazarı,
çağdaş bir ülkede
göklere çıkarırlar. Bırakın başka bir amaçla
kullanmayı enstitüler kurarlar. Kurs merkezi gibi
bir düşünce varsa bu dehşet verici. Edebiyata ve
sanata derin darbe vuracak bir anlayış. Böyle
birşeyi
kabul etmemiz
mümkün değil. Hukuki
mücadele
başlatırız. Adalar ayağa kalkar, adalılar asla izin
vermez. İBB’nin adalarda 264 tane taşınmazı var.
Kursu onlardan birine yapsın. Daha önce de
Büyükada’da kurs
merkezi yapacağız diye işçilerin lojmanlarını
yıktılar. Asıl amaç kurs merkezi değil. Zaten kurs
merkezine
ihtiyaç yok. Bizim
eğitim sanat
merkezimiz var. Kurs talepleri varsa
insanlar bize
gelir.”
O köşkte öldü
İstanbul’da 1864 yılında
dünyaya gelen Hüseyin Rahmi, Mekteb-i
Mülkiye’yedeki
öğreniminin ardından memurluk yaptı. Memurluğu
bırakarak
hayatını yazmaya
adayan Hüseyin Rahmi, İkdam, Söz, Milliyet ve
Cumhuriyet gazetelerine yazılar yazdı.
Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nde
5. ve 6. dönemlerde
Kütahya
milletvekili olan Hüseyin Rahmi, ömrünün son otuz
bir yılını geçirdiği Heybeliada’daki köşkünde
8 Mart 1944
tarihinde öldü ve oradaki Abbas Paşa mezarlığına
defnedildi. İstanbul halkının toplumsal, töresel
yaşantılarını, aile geçimsizlik-lerini, batıl
inançlarını, yaşadığı çağdaki Türk toplumunun
geçirmekte olduğu krizleri mizah
bir dille yansıtan Hüseyin Rahmi,
“Şık”, “Kuyruklu
Yıldız Altında Bir İzdivaç” ve
“Gulyabani” gibi romanların da arasında bulunduğu 54
eser kaleme aldı.
Müze için satın
alındı
Yazarın
yaşam öyküsünü
yansıtan eşyalar ile birçoğu
Fransızca çok
sayıda kitabın bulunduğu köşk, Gürpınar’ın varisi
Abdullah Tanrınınkulu tarafından 1964 yılında İl
Özel İdaresi’ne
satıldı.
Tanrınınkulu, köşk için önce 250 bin lira istedi bu
kaynak Valiliğe
aktarıldı. Yapılan kıymet tespiti ve pazarlıklar
sonucu köşk ve 447 metrekarelik arsası 133 bin
liraya müze müze olarak kullanılmak üzere satın
alındı.
Milliyet, Haber: Gürkan
Akgüneş, 17.09.2013
|
TEPEBAĞ TURİZME
KAZANDIRILIYOR
Adana Büyükşehir
Belediyesi
Başkan Vekili
Zihni Aldırmaz, Adana’nın en eski yerleşim birimi
olan Tepebağ Höyüğü’nün “Arkeolojik Park”a
dönüştürülmesi için başlatılan çalışmaların
devam ettiğini söyledi.
Elektronik
Haber Ajansı (e-ha) muhabirinin edindiği
bilgiye
göre, Aldırmaz, Bu kapsamda depremde ağır hasar
gören Tepebağ Höyüğü’ndeki toplam 58 binadan,
kamulaştırma işlemleri
tamamlanan 57. binanın da yıkıldığını açıkladı.
Seyhan ve Yüreğir’i
birbirine bağlayan dünyanın en eski köprüsü olan
Taşköprü’nün de içinde
yer aldığı Tepebağ’da “Arkeoloji Parkı”
kurma ve dünya turizmine
kazandırma çalışmaları kapsamında bölgedeki
tarihi dokular korunurken, Adana depreminde
ağır hasar gören ve
yapımı
mümkün olmayan evlerin Büyükşehir Belediyesi’nce
kamulaştırılarak yıkıldığını vurgulayan Aldırmaz,
“Tepebağ Höyüğü’ndeki kültür varlığı
tarihi eserlerimizi dünya turizmine
kazandırmak en büyük
hedefimizdir. Bu yönde Büyükşehir Belediyesi
olarak bütün imkanlarımızı seferber ediyoruz. Bu
kapsamda kamulaştırılması tamamlanan 57. binanın da
yıkımı tamamlandı” dedi.
Bugüne kadar 56 ayrı
binanın yıkımının gerçekleştiği Tepebağ
mahallesinde, dün de Büyükşehir Belediyesi İmar ve
Şehircilik Daire Başkanlığı’na bağlı Proje
Şube Müdürü Şahabettin Canımoğlu nezaretinde
gerçekleştirilen yıkım
işlemleri büyük bir titizlikle gerçekleşti.
Canımoğlu yıkım
işlemlerinin vatandaşlarla helalleşilip
gerekli işlemler
tamamlandıktan sonra gerçekleştiğini bildirdi.
E-Haber, 13.09.2013
|
SÜMELA'NIN RESTORASYONUNA 410 BİN TL
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Sümela Manastırı’nın “dünya mirası” olması için atağa geçti. Bakanlık manastırın restorasyonu için 410 bin TL ödenek ayırdı.
UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi’nde yer alan Sümela Manastırı’nın “dünya mirası” olması için harekete geçen bakanlık, ilk olarak manastırın şu andaki durumuna ilişkin bir belirleme çalışması yaptırarak arazi ölçümü ve mevcut durum belgelemesini tamamladı. Restorasyon proje çalışmaları ise rölöve, restitüsyon ve restorasyon çalışmaları olarak üç etapta gerçekleştirilecek. Sümela’nın duvarlarındaki fresklerin konservasyonu Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Restorasyon ve Konservasyon Merkez ve Bölge Laboratuvarı Müdürlüğü’nce gerçekleştirilecek. Manastır tasarım, malzeme, mimarlık ve işçilik açısından dünya literatüründe eşsiz bir yapı olarak kabul ediliyor. Trabzon Maçka’da Altındere Vadisi’nin dik yamaçlarında, deniz seviyesinden bin 150 metre yükseklikte doğal yapı ile bütünleşmiş Sümela Manastırı’nın 2012 yılındaki yerli ve yabancı ziyaretçi sayısı 400 bin civarındaydı.
Habertürk, 13.09.2013
|
|
|
SÜMELA MANASTIRI
'DÜNYANIN KALICI MİRASI' OLMA YOLUNDA
Kültür ve Turizm
Bakanlığı, Trabzon Maçka’nın gözbebeği Sümela
Manastırı’nın dünya mirası olması için harekete
geçti.
Restorasyon
çalışmalarına başlayan bakanlık manastırın rölöve,
restitüsyon ve restorasyonu için 410 bin lira ödenek
ayırdı. Çalışmalar mevcut durum belgelemesinin
ardından başlayacak.
Akşam, 13.09.2013
|
İBRAHİM PAŞA
SARAYI'NDAKİ MEZARLAR 'KARGA TULUMBA' TAŞINMIŞ
Restorasyondaki Türk ve
İslam Eserleri Müzesi’nde bir önceki restorasyonda
yapılan büyük bir skandal ortaya çıktı. İbrahim Paşa
Sarayı olarak da bilinen binanın bahçesindeki
mezarlar ‘karga tulumba’ taşınmış. Çoğunun üzerine
beton dökülmüş. Bu alanlar şimdi yürüyüş yolu.
Sultanahmet’teki İbrahim
Paşa Sarayı’nda (Türk ve İslam Eserleri Müzesi)
devam eden restorasyon çalışmaları, üzücü bir
gerçeği ortaya çıkardı. 1966 yılında başlayıp 1983’e
kadar süren bir önceki restorasyon sırasında sarayın
içinde bulunan kırka yakın mezar, Sultan I. Ahmet
Türbesi’ne adeta ‘karga tulumba’ taşınmış. Ayrı ayrı
mezarlardan alınan kemiklerin hepsi sadece bir
mezara nakledilmiş. Mezarlar taşınırken gerekli özen
gösterilmediği için kemiklerin birçoğu mezarlarda
unutulmuş, bazılarının üzerine beton dökülerek
kapatılmış. Şu an ekipler sarayda hummalı bir
çalışma yürütüyor. Edinilen bilgilere göre
restorasyonda çalışan ekipler, üzerine beton dökülen
üç tane mezara ulaştı. Bu mezarlara ait kemiklerin
önümüzdeki günlerde nereye gömüleceğine Anıtlar
Kurulu karar verecek. 27 Nisan 2014 yılında
kuruluşunun 100. yılında restorasyonu bitirmeyi
hedefleyen yetkililer, bir yandan giriş kattaki
kemerlerin üzerine önceki restorasyon sırasında
dökülen betonları kırıyor, bir yandan da zemin
araştırması yaparak alanda başka mezarların olup
olmadıklarını tespite çalışıyor. Türk ve İslam
medeniyetlerine ait önemli eserlerin bulunduğu müze,
restorasyon sonrasında meraklılarına kapılarını
açacak.
Dönemin tanıkları
iddiaları doğruluyor
İbrahim Paşa Sarayı,
1700’lü yıllardan sonra farklı amaçlarla kullanılır,
zaman içinde kışla, elçilik sarayı, defterhane,
mehterhane, dikimevi ve cezaevi olarak kullanılır.
Sarayın içinde bulunan Düğümlü Baba Tekkesi,
Cumhuriyet döneminde terk edilerek bakımsızlıktan
içler acısı bir hal alır.
19. asırda yaşayan
Düğümlü Baba, Amasralı olup asıl adı Mustafa’dır.
Bir ay kadar İbrahim Paşa Camii’nde imamlık
yaptıktan sonra Nakşibendiyye yolunda hilafet alır,
hacca gider. Döndükten sonra kendisine cezbe hali
gelir. Eline geçen ipleri düğümleyip elbisesine ve
sarığına hatta asasına bağlayıp gezdiği için
kendisine Düğümlü Baba denir. 1965 yılından kısa bir
süre önce yıktırılan tekkenin haziresinde yer alan
kabirler, Sultan I. Ahmet Türbesi’ne nakledilir.
Nakil işlemleri, dönemin tanıklarına göre alelacele
ve özensizce gerçekleştirilir.
Daha lise öğrencisiyken
sarayın restorasyonunda çalışmaya başlayan Macit
Sarı, restorasyona 17 yılını verir. Sarı’nın
anlattıkları, tarihi şahsiyetlere ait mezarların ne
derece bilinçsiz bir şekilde taşındığını gözler
önüne seriyor. Düğümlü Baba Tekkesi ve haziresinde
bulunan mezarların Ankara’dan gelen bir emirle hemen
taşındığını söyleyen Sarı, “Mezarlar ne yazık ki çok
lakayt bir şekilde taşındı. Ödenek yetersizliğinden
15 yıl süren restorasyon sırasında iki yıl iş
yapılıyor, iki yıl bekleniyordu. Restorasyon
bittikten dört yıl sonra paramızı ancak alabildik.
Başımızdaki yetkililer, ‘Yarın bir gün bu kadar
mezara ne oldu? diye soracak. Göstermelik bir nakil,
dua edilecek bir türbe yapalım’ dediler.”
ifadelerini kullanıyor. Sarı ile aynı dönemde
restorasyonda çalışan Osman Yabul da yapılanları
doğrulayarak şunları söylüyor: “Mezarların bir
kısmını abdest alarak taşıdık. Bir hafta boyunca
gözüme uyku girmedi. Taşıyabildiklerimizi taşıdık,
sonra mezarların üzerine beton dökerek kapattık.”
Mezarların bir kısmı
yürüme yolunun altında kalmış
Dönemin Rölöve Anıtlar
Kurulu Müdürü Hüsrev Tayla, şu an hasta yatağında
çok zor günler yaşıyor. Beyninde iki tümör olduğu
için konuşmakta zorlanan Tayla, aynı zamanda
Kocatepe ve Şakirin Camii gibi eserlere imza atmış
bir isim. İbrahim Paşa Sarayı’ndaki mezarların
taşınma kararını veren isim de o aynı zamanda. Bu
konuyla ilgili kendisiyle görüşmek istedik fakat
hastalığı buna izin vermedi. Tanıklar, taşınma
işleminin Tayla’nın rızası olmadan, emrivaki
yapılarak gerçekleştirildiğini söylüyor. Restoratör
Macit Sarı, konuyla ilgili, “Ankara’dan kendisine
yoğun bir baskı olduğuna bizzat ben şahidim.
İstemeye istemeye nakil işlemlerine onay verdi. Bize
sürekli serzenişte bulunur, ‘Mezar dediğin böyle
taşınmaz. İnsanların cesetlerine bile saygı
duyulmuyor.’ derdi. Tabii sessizliğini korumak
zorundaydı. Mezarların çoğu yürüme yolunun altında
kaldı maalesef.” şeklinde konuşuyor.
‘Şahısların kabirleri
belliyse toplu mezara konulamaz’
Prof.Dr. Suat Yıldırım,
şahıslara ait olan mezarların içindeki kemiklerin
alınarak toplu bir kabir yapılmasının uygun
olmadığını söylüyor. Hem dinen hem de örf ve adet
olarak kabirlere saygı gösterilmesi gerektiğini
ifade eden Yıldırım, “Mezar yerinin belli olması,
merhuma dua edilmesi önemli. Tabii mezarların çok
masrafa kaçmadan, mütevazı bir şekilde yapılması
gerekiyor.” diyor.
Zaman, Haber: Bünyamin
Köseli, 13.09.2013
|
İTALYAN SANATÇILARIN
GÖZÜNDEN İSTANBUL
13. İstanbul Bienali
paralelinde düzenlenen modern sanat projesi
Anteprima 2’de,
İtalyan sanatçıların
İstanbul gözlemlerini ortaya koydukları çağdaş sanat
eserleri Casa d’Italia Tiyatrosu’nda sergilenmeye
başlandı.
13. İstanbul Bienali
paralel etkinliği olarak düzenlenen modern sanat
projesi
Anteprima 2’de
ortaya çıkan eserler, Tepebaşı’ndaki Casa d’Italia
Tiyatrosu’nda sergilenmeye başlandı. Projede,
İtalyan sanatçılar,
İstanbul gözlemlerini, ortaya koydukları çağdaş
sanat eserlerine yansıtıyor. Türkiye’deki İtalya
Büyükelçiliği ve İstanbul İtalyan Kültür Merkezi’nin
desteğiyle hayata geçirilen proje kapsamında 7
İtalyan sanatçı, İstanbul’a gelip, bir süre
İstanbul’da yaşayıp, şehrin ve halkın içinde
yaptıkları sosyo ekonomik gözlemleri ve
eleştirilerini, ortaya koydukları sanat eserlerine
yansıtıyor.
40 METREKARELİK
HARİTA
Proje kapsamında
İstanbul’da bulunan sanatçılardan Margherita
Moscardini’nin cam tozlarıyla yaptığı eseri de Casa
d’Italia Tiyatrosu’nda sergileniyor. İstanbul’da 1
ay boyunca konaklayan sanatçı, şehrin 50 kilometre
dışındaki bir cam fabrikasından temin ettiği cam
tozlarıyla yaklaşık 40 metrekare büyüklüğünde bir
İstanbul haritası yaptı. Sanatçı, “İstanbul City
Hills On The Naturel History of Dispersion and
States of Aggregation” ismini verdiği eserinde
şehirdeki yoğun kentsel dönüşüm haline eleştirel bir
bakış getirmeyi hedeflediğini belirtiyor. Öte yandan
5 İtalyan sanatçı, Elisabetta Benassi, Anna
Franceschini, Pietro Mele, Marinella Senatore,
Giulio Squillacciotti’nin ortak projesi olan,
“Dünyanın filmi zaten çekildi. Şimdi sıra onu
değiştirmekte” ismini verdikleri video da aynı
salonda gösterimde.
Habertürk, Haber: Serkan
Akoç, 13.09.2013
|
CAMİDE TARİHİ KUR'AN
BULUNDU
Muğla'nın Bodrum
İlçesi'ndeki, tarihi geçmişe sahip Tepecik
Camisi'nde tesadüfen bir seccadeye sarılı
bulunan yaklaşık 1200 yıllık olduğu tahmin
edilen el yazması Kuran-ı Kerim ve tefsir,
törenle Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi
yetkililerine teslim edildi.
Tepecik
Mahallesi'ndeki 1737 yılında yapılan Tepecik
Camisi'nin imamı Yüksel Kılınçarslan, camide
bulunan eşyalar arasında tesadüfen seccadeye
sarılı Kuran-ı Kerim ve Tefsir kitapları buldu.
İmam Kılınçarslan, durumu AKP Milletvekili
Yüksel Özden ve Bodrum Müftüsü Emin Arık'a
bildirdi. Yapılan ön incelemenin ardından tarihi
Kuran-ı Kerim ve tefsir, bugün cuma namazının
ardından Çevre ve Şehircilik Bakan Yardımcısı
Muhammet Balta, Bodrum Müftüsü Emin Arık, AKP İl
Başkanı Nihat Öztürk'ün katıldığı törenle Bodrum
Sualtı Arkeoloji Müzesi Müdürü Emel Özkan'a
teslim edildi.
Milletvekili Özden,
yüzlerce yıldır camide sarılı vaziyette duran el
yazması Kuran-ı Kerim ve tefsir kitabının
yaklaşık 1200 yıllık olduğunun tahmin edildiğini
belirtip, "El Yazması Eserlerin Korunması Yasası
gereğince kitabı bakımının yapılması, korunması
ve kaydının yapılması için bugün müzeye teslim
edeceğiz. Kitabın üzerinde uzmanların yapacağı
araştırma ve bakımın ardından gerçek tarihide
saptanmış olacak" dedi. Özden, her iki eseri
Müze Müdürü Özkan'a teslim etti.
Zaman, 13.09.2013
|
EİFFEL'İN EN BÜYÜK
RAKİBİ YIKILAN LONDRA KULESİ YARIŞMAYLA YAPILMIŞTI
1890 yılında yarışmaya
açılan, 1902 yılında yapımı tam olarak tamamlansa da
kullanıma açılan Londra kulesi, açıldıktan 5 yıl
sonra strüktürel sorunlar nedeniyle yıkıldı.
Eiffel Kulesi, ilk yapıldığı yıllarda görünüşüyle
beğenilmese de 19. yüzyılın sonlarına doğru Paris’in
vazgeçilmezlerinden biri haline geldi. 7.500 ton
demir ve çelik kullanılarak 300 metreye kadar
yükselen kule, strüktürel becerinin ve yeniliğin
temsilcisi oldu. Eiffel Kulesi'nin tamamlanmasından
bir yıl sonra, 1890 yılında, Londra kendi kulesi
için bir yarışma düzenledi.
Hepsi Eiffel Kulesi
tasarımının bir çeşidi olan 68 tasarım elde edildi.
Amerika, Kanada, Almanya, İsveç, İtalya, Avusturya,
Türkiye ve Avusturalya’dan öneriler sunuldu.
Tasarımların çoğu, Eiffel Kulesi’nin estetik
görünümünün biçimsiz yorumlamalarıydı.
Stewart, Maclaren ve
Dunn tarafından tasarlanan öneri kazandı. Sergi
salonları, tiyatro, restoran ve Türk hamamını içeren
sekizgen planı, kulesi ve yaklaşık 50 metre daha
yüksek olması nedeniyle Eiffel Kulesi’ni geride
bıraktı. Kulenin tasarımı asla tam anlamıyla aslına
uygun olarak gerçekleştirilemedi. Belediye meclis
üyesi ve kulenin kurucusu Sir Edward Watkin, önemli
miktarda paralar harcadı.
Asıl kırılma noktası,
projenin ağır metal strüktürünün alt yapıyı tamamen
değiştirmeye neden olması ve projenin bu yüzden
ertelenmesiydi. Kulenin görkemli yüksekliği projenin
sonlanmasına neden oldu. Tamamlanmamış olan kule
1902’de açıldı ancak hemen sonra güvenlik problemi
nedeniyle kapatıldı. 1907 yılında da yıkıldı.
Eiffel Kulesi hala
Fransa’nın en uzun yapısı olarak saygınlığını
koruyor. Bu süre içerisinde Londra, çağın modası
olan cam ve çelik strüktürlü gökdelenlerin en
yükseğini gerçekleştirdi. Renzo Piano tarafından
tasarlanan The Shard, 2012 yılında tamamlandı. 310
metre yüksekliğindeki yapı İngiltere’nin ve aynı
zamanda tüm Avrupa’nın en uzun yapısı.
Arkitera, 13.09.2013
|
MEVLEVİHANE İBADETE KAPATILDI
Kilis'te tarihi 1500'lü yıllara dayanan Mevlevihane Mescidi, restorasyon nedeniyle ibadete kapatıldı.
Dünyada 45 mevlevihane bulunurken, bu mevlevihanelerden biri de Kilis'te bulunuyor. Sadece semahanesi kalan mevlevihanenin yapım tarihi konusunda değişik bilgiler yer alsa da yapımının 1535-1553 yılları arasında olduğu tahmin edilen Kilis Mevlevihanesi, Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'nde Mevlevihane'den şu şekilde söz edilmektedir:
"Cümleden mükellef bina-ı cedid Canboladiye kethüda yeri Ali Ağa'nın hayratıdır. Dört tarafı gül, gülistan ile müzeyyen ve havuz ve şadırvan sebilleri ile piraste bir Mevlevihane'dir."
Kilis Kent Haber, 12.09.2013
|
|
CİZRE İÇKALE'DEN
MEDRESE ÇIKTI
Şırnak'ın
Cizre İlçesi'nde,
Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından birinci derece
sit alanı ilan edilen Cizre Kalesi'nde yıkım ve
restorasyon çalışmaları sürerken, iç kalede Seffiye
Medresesi olduğu bilinen bir medresenin olduğu
ortaya çıktı. Hudut Tabur Komutanlığı tarafından 4
yıl önce boşaltılan Cizre Kalesi'nde, Cizre
Kaymakamlığı tarafından başlatılan yıkım
işlemlerinin ardından İçkale bölümündeki tarihi
yerler bir bir restore ediliyor. Geniş bir alana
sahip olan Cizre Kalesi'nde yapılan araştırma ve
arkeolojik çalışmalar sonucu, Emir Seyfettin Bin
İzzeddin Bey tarafından inşa edilen Seffiye
Medresesi'nin izlerine rastlandı. Yıllarca
askerlerin kaldığı alandaki Seffiye Medresesi'nde
sadece medreseye ait mihrap bulunuyor. Alandaki
restorasyon çalışması ise parça parça yapılıyor.
Seffiye Medresesi'nin yaklaşık olarak 60 metre
uzunluğunda ve 30 metre genişliğinde olduğunu tahmin
ediliyor.
Restorasyon çalışmalarından sonra ortaya çıkan
Seffiye Medresesi'ni ziyaret eden Kaymakam Şenol
Koca, Cihan'a yaptığı açıklamada, "Şu anda içinde
bulunduğumuz alan Seffiye Medresesi alanıdır. Bu
alanla ilgili Mardin Müzemiz kazı çalışmalarına
devam ediyor ve belli bir aşamaya geldi.
Çalışmalarımız bittiğinde medrese aslına uygun bir
şekilde hizmete açılacak." dedi.
Seffiye Medresesi'nin yapımı hakkında kesin bir
tarih bilinmezken, MÖ 4 bin yıllarında Guti
İmparatorluğu tarafından Cizre surları ve Cizre
Kalesi yapıldıktan sonra kale üzerinde Emir
Seyfettin İbn İzzettin Bey tarafından Seffiye
Medresesi yapıldığı belirtildi.
Sabah, 12.09.2013
|
OTEL KİTABEVİNİ
KOVARSA
Arkeoloji temalı kitabevi, aynı
zamanda Arkeoloji ve
Sanat Dergisi’nin yayın
bürosu Arkeopera,
Galatasaray’daki binasının
otele dönüştürülmek
istenmesi nedeniyle kepenk kapatacak.
20
Eylül’e dek
mekanı boşaltmak
durumunda olan
Arkeopera, aynı bölgede başka bir
mekanda varlığını
sürdürebilmek için direniyor.
Arkeoloji yayınları
satışının yanı sıra düzenlenen sergiler ve
konferanslarla da bir kültür evi niteliğindeki
üç katlı Arkeopera Kitabevi, 2000 yılından bu
yana işlevini sürdürüyor.
Yerli yabancı pek çok
ziyaretçisi bulunan
Arkeopera yabancı turizm dergilerinde de
İstanbul’da görülmesi gereken yerler arasında
gösteriliyor.
Tarih öncesinden
günümüze
Türkiye
arkeolojisi, eski uygarlıklar,
tarihi eserler, sanat
tarihi, mimarlık
tarihi ile ilgili pek çok
yayına yer veren
kitabevi arkeoloji ile ilgili hazırladığı
yayınlarla da
tanınıyor.
Arkeoloji ve Sanat Dergisi’nin
yayın yönetmeni, Arkeopera’nın
kurucusu arkeolog Nezih Başgelen,
günümüz
İstanbul’unda otel-rezidans-AVM
sarmalından kurtuluş olmadığını vurgulayarak
“Anlıyorum ki bu şehirde kültür ve sanatın
akropolisi sayılan Beyoğlu’nda da artık bizim
gibi kültür girişimlerine, kitaba ve
kitabevlerine yer bulabilmek zorlaşıyor,
hatta
imkansızlaşıyor” dedi.
Başgelen, bu durum
nedeniyle arşivlerini depoya kaldırdıklarını, on
binlerce
değerli harita, gravür,
fotoğraf, kitap
ve
görsel belgeyi
kutulara koyduklarını, ancak eserlerin
bu şekilde çürüme
tehlikesi içinde olduklarını belirtti.
Başgelen, “İğneyle kuyu kazarcasına arkeoloji ve
sanat alanında 1978’den bu yana araştırarak
ürettik. Sayısı 1500’e ulaşan
yayın projesini
Türkiye’ye
kazandırdık. Müslüman mahallesinde
salyangoz mu satacaksınız denilen
ortamda 35 yılda imkansız denen pek çok
kültürel girişimi başardık ve
Türkiye’de arkeoloji
yayıncılığının öncüsü olduk” dedi.
Cumhuriyet, Haber: Ceren Çıplak, 12.09.2013
|
ELAZIĞ'DA TABAN
MOZAİĞİ ELE GEÇİRİLDİ
Elazığ'da jandarma
ekiplerince bir araçta yapılan aramada antik döneme
ait olduğu tahmin edilen kilise taban mozaiği ele
geçirildi.
Edinilen bilgiye göre,
İl Jandarma Komutanlığı ekipleri,
Hankendi beldesi
yakınlarında yaptıkları uygulamada, şüphe üzerine
bazı araçları kontrol etti.
Ekipler,
Burdur'dan
Elazığ'a gelen bir
araçta yaptıkları aramada, antik döneme ait olduğu
tahmin edilen 1,5 metre uzunluğunda ve 1 metre
genişliğinde kilise taban mozaiği ele
geçirdi. Araçta bulunan 4 kişi ekiplerce gözaltına
alındı.
Taban mozağinin ise
yapılan incelemenin ardından Elazığ Arkeoloji ve
Etnografya Müzesi'ne teslim edildiği öğrenildi
haberler.com, 12.09.2013
|
TARİHİ İNCİ SİNEMASI
YIKILMAYI BEKLİYOR
İstanbul Pangaltı'da tarihi İnci Sineması'nın da
bulunduğu araziye rezidans ve otel yapılacak.
Pangaltı Ermeni Katolik Mıhitaryan Manastır ve
Mektebi Vakfı'na ait arazide bulunan ve 1946 yılında
inşa edilen İnci Pasajı ile Pangaltı Pasajı'nın da
bu kapsamda yıkılması planlanıyor. Vakfa ait
yaklaşık 15 dönümlük arazide kültür varlığı olarak
tescilli kilise ve okul dışında çoğu 2-3 katlı
dükkanlar yıkılacak. Vakıf tarafından, kiracı olan
dükkan sahiplerine dükkanların yıkılıp yeniden inşa
edileceği gerekçesiyle kira sözleşmelerinin
yenilenmeyeceğine dair ihtarnameler geldi. Kimi
dükkanlar ise şimdiden tahliye edildi.
TARİHİ
DÜKKANLAR YIKILACAK
Arazinin bulunduğu Halaskargazi Caddesi üzerinde
yıkılacak dükkanlardan biri 1929 yılında kurulan ve
ayakkabı tamiratı yapan tarihi Pangaltı Lostra
Salonu. Dükkan sahibi İbrahim Varlık 70 yıldır aynı
dükkanı işletiyor. Varlık, dükkanının yıkım kararına
şaşkın, “Şimdi anahtarı verin gidin diyorlar. Bu
saatten sonra yeni dükkan açacak halimiz yok.
Yıllarımız burada geçmiş, ne olacak diye bekliyoruz”
diyor.
Tarihi
İnci Pasajı ile Pangaltı Pasajı'nda manifaturacı,
tekstil dükkanları ve konfeksiyon atölyeleri
bulunuyor. Pangaltı pasajında bulunan dükkanların
yarısı boşalmış durumda. Ak-İş konfeksiyon
atölyesinin sahibi Ahmet Kozgül, 30 yıldır aynı
dükkanı işletiyor. Pasajdaki kiracıların yeterince
bilgilendirilmediğinden şikayetçi, “Yıllardır
müşterilerim beni burada biliyor, bir apartman
katında iş yapamam, ama elimizden bir şey gelmiyor”
diyor. İnci Pasajı'nda daha önce kapatılan ve şu an
atıl durumdaki tarihi İnci Sineması ise kapısı bir
naylon torbayla örtülmüş vaziyette yıkılmayı
bekliyor.
İBB'DEN ONAY ÇIKMIŞTI
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, CHP'li Meclis
üyelerinin ret oyuna rağmen araziye rezidans ve otel
yapımı için izin vermişti. Yapılan plan değişikliği
ile arazi “Turizm Tesis Alanı” ilan edilirken, emsal
3 olarak belirlenmiş yükseklik ise serbest
tutulmuştu. İBB Planlama Müdürlüğü ise Belediye
Meclisi'ne ilettiği görüşünde, plan değişikliğinin
Halaskargazi Caddesi üzerinde yapı, nüfus ve trafik
yoğunluğunu artırdığı, plan bütünlüğünü bozduğu,
sosyal donatı alanını azaltarak, silueti etkilediği
gerekçesiyle olumsuz görüş bildirmişti.
Birgün, Haber: Olgu Kundakçı, 12.09.2013
|
ANTİK YOLA DÖKÜLEN
ASFALT SÖKÜLECEK
Pamukkale örenyerinde bulunan Hierapolis antik
kentinde nekropelden geçen 2 bin yıllık tarihi yolun
üzerine 12 Eylül döneminin Devlet Başkanı olan Kenan
Evren'in talimatı ile 30 yıl önce döktürülen asfalt
yol Denizli İl Özel İdaresi tarafından hazırlanan
projeyle kaldırılmaya başlandı.
Asfaltı sökülen yolda
tarihi yolun ortaya çıkarılması çalışmaları yıl
sonuna kadar tamamlanacak.
12 Eylül askeri
darbesinden sonra dönemin Devlet Başkanı ve 7’nci
Cumhurbaşkanı Orgeneral
Kenan Evren , 11
Nisan 1983 tarihinde Milli Güvenlik Konseyi üyeleri
Orgeneral Nejat Tümer, Nurettin Ersin, Sedat Celasun
ve Tahsin Şahinkaya ile birlikte çıktığı
Ege gezisinde
Denizli’ye de geldi. Denizli Lisesi mezunu olan
Kenan Evren, Ege Ordu Komutanı iken ziyaret ettiği
Denizli’ye yıllar sonra yeniden geldi.
Denizli’de bazı açılış ve temel atma törenlerine
katılan Kenan Evren, Pamukkale örenyerindeki Koru
Motel’de kaldı. Olayın tanıklarının ifadelerine göre
Pamukkale ve Antik Hierapolis Kenti’ni MGK üyeleri
ile birlikte dolaşan Evren, müze, antik havuz ve
antik mezarlardan oluşan nekropol alanlarını gezdi.
Kenan Evren, Konsey üyeleri ile Nekropol alanındaki
antik yol ve antik havuzun çevresini gezerken,
üniforması ve pantolonunun paçaları toz olunca
kızdı. Turistik tesis sahipleri de tozdan şikayet
etti ve antik kente asfalt dökülemediğini söyledi.
Bunun üzerine sinirlenen Evren, "Ne demek asfalt
dökülmüyor, buraya derhal asfalt dökün" talimatı
verdi.
"TALİMATTAN BİR GÜN
SONRA ASFALTLANDI"
Kenan Evren’in, talimatı Denizli’den ayrılmasından
bir gün sonra antik kentte şu an Kuzey Kapısı’nın
bulunduğu bölümden antik havuzun bulunduğu alana
kadar 1670 metre uzunluğundaki yola asfalt döküldü
ve tarihi antik yol asfaltla kaplandı.
1992 yılında hayata geçirilen Pamukkale Koruma
Amaçlı İmar Planı kapsamında örenyerindeki oteller
yıkıldı, araç girişi yasaklandı. Son olarak Denizli
İl Özel İdaresi, asfaltlanan yolun kaldırılarak
Nekropol alanındaki antik yolun ortaya çıkarılması
için proje hazırladı.
Aydın Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından
onaylanan proje kapsamında antik yolun üzerindeki
asfalt kazındı. Antik yolun ortaya çıkarılması için
restorasyon çalışmalarına başlandı.
"ANTİK YOL 30 YILLIK
ESARETTEN KURTULACAK"
Denizli İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Adem Oklu,
antik yolun 30 yıl önce dökülen asfaltın altından
çıkarıldığını belirterek, "Denizli Pamukkale’deki
Hierapolis antik kentinde yapılan arkeolojik
çalışmayla 2 bin yıllık tarihi yol turizme
kazandırılacak" dedi.
Hierapolis nekropolü içinde 1670 metrelik antik
yolda restorasyon çalışmalarının başladığını
belirten Oklu, "Bu yol dünyanın en büyük lahit
kabirleriyle dolu antik mezarlığından birinden
geçiyor. Yolun bu değeri hiç hesaba katılmamış ve
ziyaretçiler toz ve toprağa bulaşmadan gezsinler,
diye tarihin üstü asfalt kaplanmış. Bakanlık ve
Anıtlar Yüksek kurulundan gerekli izinler alınarak,
bu asfaltın antik yolun üzerinden kaldırılması
kararlaştırıldı" dedi.
"ANTİK YOLDAN
GEÇİLEREK ŞEHRE GİRİLECEK"
Denizli Valisi Abdülkadir Demir, tarihi yolun
yıllardır asfalt altında kaldığını belirterek,
"Asfalt ve üzerindeki toprak kaldırılınca dönemin
şehre girişi olarak kullanılan tarihi taş yol ortaya
çıktı. Bu muhteşem bir şey" diye konuştu.
Antik yolun yıllarca asfaltın altında kalmasının
üzücü olduğunu dile getiren Vali Demir, "Yol tamamen
temizlenip, restore edildikten sonra çok harikulade
bir görüntü ortaya çıkacak. Kuzey kapısından
girdikten sonra antik taş yoldan, Kuzey
Nekropolü’nün içinden geçerek antik şehre girilecek.
Bu yerli ve yabancı turistlere muhteşem bir duygu ve
güzellik yaşatacak" dedi.
Radikal, 12.09.2013
|
DÖVENE DEĞİL, DÖVÜLENE DAVA
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) Sanat Tarihi Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Osman Erden'e, “polise direndiği ve kanuna aykırı yürüyüşe katıldığı” ileri sürülerek 6 aydan 3 yıla dek hapis istemiyle dava açıldı.
Erden, bianet’e yaptığı açıklamada, kendisini gözaltına alırken darp eden polisler hakkında yaptığı suç duyurusuyla ilgili bir işlem yapılmadığını söyledi.
“Ben şanslıydım”
Erden, 14 Temmuz’da TMMOB’un basın açıklamasına katılmak için İstiklal Caddesi’ndeydi, burada gözaltına alındı. Ertesi sabah bırakıldığında, yaşadıklarını bianet’e anlatmıştı:
“TMMOB’un basın açıklamasına katılmak için oradaydım ama ben gidene dek polis saldırısı başlamıştı. Akrepler dolaşıyordu. Plastik mermiler bana da isabet etti.”
“Arkadaşımın kafesine sığındıktan sonra tekrar İstiklal Caddesi’ne çıktığımda on, on beş kadar polis üzerime çullandı. Fotoğraflarda görülen dudak patlaması ve kafamdaki şişlikleri polisler bu sırada yaptı.”
Erden, caddeden meydandaki gözaltı otobüsüne götürülürken adını ve MSGSÜ’de öğretim üyesi olduğunu bağırdı. Otobüse bindirilirken de darp edildiğini söyleyen Erden, olayın devamını şöyle anlattı:
“Taksim İlkyardım Hastanesi’ne götürüldüm, belki kalabalık olduğu için, buraya kabul edilmedim. Daha sonra Kasımpaşa Karakolu’na oradan Haseki Hastanesi’ne götürüldüm. Buradaki sağlık raporunu bana vermediler.”
“Tekrar Kasımpaşa Karakolu’na götürüldüğümde MSGSÜ Rektörü ve Sosyoloji Bölüm Başkanı da oradaydı. Muhtemelen onlar olmasaydı bu kadar kolay serbest bırakılmazdım. İstanbul Barosu da avukat yollayarak çok yardımcı oldu. Ben şanslıydım, bu yardımları bulamayanlar var.”
İlk duruşma 25 Şubat’ta
Erden ile birlikte Gökhan İrez, Okan Ersoy, Onur Karataş, Gökhan Tanrıverdi ve Şevket Tokdabayev'in İstanbul 40. Asliye Ceza Mahkemesi'nde yargılanacağı davanın ilk duruşması 25 Şubat 2014'te.
Savcı Zeynel Sarıbuğa'nın hazırladığı iddianamede sanıklar, 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'nun 32. maddesi uyarınca "kanuna aykırı toplantı veya gösteri yürüyüşüne katılmakla" suçlanıyor.
bianet, Haber: Ayça Söylemez, 20.09.2013
|
SAGALASSOS'TA 16 ASIRLIK
ÇÖMLEK İŞLİĞİ
Burdur Ağlasun’da
yüzyıllara inat toprağın altında öylece uzanan
Sagalossos antik kentinde, 2013 dönemi kazı
çalışmalarında 5. yüzyıla ait bir çömlekçi işliği
kalıntıları ile karşılaşıldı.
Kültür ve Turizm
Bakanlığı ile Belçika Katholieke Lueven
Üniversitesi’nden Prof.Dr. Marc Waelkens
başkanlığında yürütülen çalışmalarda ulaşılan
çömlekçi işliğinin Roma İmparatorluğu genelinde
bilinen en iyi korunmuş çömlek işliği olduğu
düşünülüyor. Mekan, Sagalassos’ta 2013 yılının en
önemli buluntuları arasında yer alıyor.
Geç Roma döneminde
Sagalassos’ta kent ve kent yaşamı hakkında bilgilere
yeni bir yön vermesi açısından önemli olduğu
düşünülen işlikte bulunan matara kalıplarının
bazıları, ustasının içine bastığı yeşil kil hamuru
ile birlikte, astarlanıp pişirilmeye hazırlanmış
durumda ele geçirildi.
ÇOCUKLUK HAYALİYLE
BAŞLAYAN SAGALASSOS KAZILARI…
Sagalassos antik kenti
tarihe yazdırdığı yüzlerce ilginç öykülerden birini
daha 1990 yılında kazı ve restorasyon çalışmaları
başlarken de not düştü.
Heybeti ile her daim
insan elinden çıkan her esere konu olan Torosların
bir kolu Akdağ… Ve zaman içinde Akdağ’ın toprakları
altında kalan Sagalassos, 20. yüzyıla kadar uyuyor.
Çocukken okuduğu çizgi
romanlardan etkilenerek Türkiye’de bir kazı yapmanın
hayaliyle büyüyen Prof.Dr. Marc Waelkens, Kültür ve
Turizm Bakanlığı’nın önderliğinde çalışmalarına
başlayana dek.
PERİLER ŞEHRİ
SAGALASSOS
Tarihi MÖ 12 binlere
kadar giden Sagalassos tarihin akışı içinde
büyüyerek anıtsal yapılar, heykeller ve çeşmelerle
süslendi. MS 2. asrın başına kadar da ihtişamını
sürdürdü. Sonraki yüzyıllarda gelen depremler,
salgın hastalıklar ve Arap akınları nedeniyle terk
edildi.
Sagalassos, yüzlerce yıl
sonra ilk defa Fransız Dr. Paul Lucas tarafından 18.
yüzyılda keşfedildi. Lucas, kente ‘Periler şehri’
adını verdi.
Ne Büyük İskender’in
ordusunun ne de depremlerin yerküreden izlerini
silemediği Sagalassos antik kenti, çeşmelerinin
görkemi ve dünyanın en yüksek rakımlı tiyatrosuyla
yeniden ayakta.
Tarih boyunca
Hititlerden Friglere, Lidyalılardan Perslere,
Bizanslılardan Osmanlılara kadar tarihin akışını
değiştiren uygarlıkların üzerinde hakimiyet kurduğu
Sagalassos, yüzlerce yıl önce Roma’nın en zengin ve
güzel şehriydi.
Turizm Habercisi,
11.09.2013
|
TARİH PARA BASTI
Antalya
Arkeoloji Müzesi, Alanya Müzesi, Side Müzesi, Elmalı
Müzesi, Aspendos, Perge, Phaselis, Noel Baba
Müzesi'nin yanı sıra, aralarında Myra, Simena,
Patara, Termessos, Arykanda gibi ören yerlerinin
bulunduğu tarihi bölgeleri, 1 Ocak- 31 Ağustos 2013
tarihleri arasında 2 milyon 108 bin 510 ziyaretçi
gezdi. Bu yılın ilk 8 aylık verilerine göre 353 bin
262 ziyaretçi ile Noel Baba Müzesi, en çok ziyaret
edilen kültürel miras oldu. Noel Baba Müzesi'nin
ardından 310 bin 33 ziyaretçi ile Myra antik kenti
ikinci, 283 bin 153 giriş ile Alanya Kalesi
üçüncülük ipini göğüsledi. Bölgenin en büyük
arkeoloji müzesi olan Antalya Arkeoloji Müzesi, ilk
8 ayda 92 bin 876 ziyaretçi ile listenin ortalarında
yer aldı.
İLK 8 AYDA 7
MİLYON TL KAZANDIRDI
Müze ve ören
yerlerine gelen ziyaretçilerden, bu 8 aylık
dilimde 7 milyon 115 bin 757 TL gelir elde
edildi. Ören yerleri ve müzelerin en yoğun
olduğu ay Ağustos olarak açıklandı. Ağustos
ayında 463 bin 143 ziyaretçi, Temmuz ayında 390
bin 689, Haziran ayında 351 bin 25, Mayıs ayında
ise 375 bin 318 kişi ören yerleri ve müzeleri
dolaştı.
Ocak ayı ise gerek
kış şartları gerekse turizmdeki düşük seyir
nedeniyle yılın en kötü aylarının başında geldi.
Ocak ayında 47 bin 571 turist müze ve ören
yerlerini dolaştı. Bunlardan 14 bin 826'sı
ücretli, 13 bin 158'i ücretsiz, 14 bin 942'si
ise indirimli giriş yaptı. Gelirler toplamında
ise Ocak ayı 37 bin 335 TL ile sonuncu oldu.
GİRİŞLER EN
YÜKSEK 15, EN DÜŞÜK 3 TL
Müze ve ören yerleri
giriş ücretleri 3 ila 15 TL arası değişiyor.
Antalya Müzesi, Aspendos, Perge, Noel Baba
Müzesi ve Myra 15 TL, Side Müzesi, Alanya Kalesi
ve Side Tiyatrosu 10 TL ücret ödeyerek
gezilebiliyor. Ören yerlerinin giriş ücreti ise
3 ila 8 TL arasında yer alıyor.
Yeni Alanya, 11.09.2013
|
BURASI TAKSİM, TIMES
SQUARE DEĞİL!
Sabahtan akşama kadar
caddeleri, kavşakları analiz ediyorlar. Şeritleri
tek tek ele alıp üzerlerine ayrı hız işaretleri
koyuyorlar. Araçların hareket alanını
sınırlandırıyorlar. Toplu taşımayı teşvik ediyorlar.
Yayalar için güvenlikli ve konforlu alanlar
yaratıyorlar. Izgara planlı bir kent dokusu içinde
sayısız hemzemin kavşak... (Manhattan’ın
caddelerinin geçen yüzyıl başından bugüne karma
kullanım özelliğini muhafaza ettiği söylenebilir.)
Ya araçlara öncelik tanımaya çalışan bir sivri
akıllı yönetici çıkarsa ne oluyor? (Soru bana ait.)
“Geçmişte deneyenler oldu ama çok ciddi kamuoyu
tepkisi ile karşılaştı. Yönetiminde kim olursa
olsun, sürekli anketler ve danışma toplantıları ile
halkın görüşü alınıyor. Her adım araştırılarak
atılıyor...” Bu, iki hafta önce SALT Galata’da
bir konferans veren New York Ulaşım Departmanı’nın
ARGE Direktörü Mathiew Rowe’un çizdiği perspektif.
Bir de İstanbul’a bakalım: İtirazlardan sonra
Taksim’de ortadaki tanımsız alan park ile
birleştirildi. (Fena mı oldu? Uzmanlar bunu yıllar
önce önermişti.) Merdivenlerin önü otobüs parkı
olmaktan çıktı. Başka ne yapılabilirdi? Otobüs
durakları örneğin, farklı bir yere alınıp, buradaki
yoğunluk azaltılabilirdi. Gezi otopark olarak
kullanılmayabilirdi. Kuyruk yaratan otopark
girişleri iptal edilebilirdi. Hangi akla hizmet için
yapıldığı belli olmayan metro çıkışı kaldırım kenarı
yerine on metre daha ileriye alınıp yaya bölgesine
verilebilirdi, vs. Bunlar yerine tünel yapıldı.
(Benden söylemesi: N.Y. Belediyesi olsa bu tüneli
hemen kapatır.) Hem kaynak savurganlığı... hem de
saymakla bitmeyecek bir dolu sorun. Birkaçını
sayalım: Bir: Taksim’deki tünel işe yaramayacak,
çünkü trafik akışı hemen bir sonraki hemzemin
kavşakta tekrar kesilecek. (Harbiye’de, Osmanbey’de,
Beyoğlu’nda, Şişhane’de...) Ya da Büyükşehir
Belediyesi köstebekler gibi bütün caddeleri oyacak.
İki: Tünel ana arterin Gümüşsuyu, Sıraselviler ile
ilişkisini kopardığı için eskisinden daha fazla
zorluk yaratacak. Tarlabaşı’ndan gelen araçlar
gereksiz yere tünele girecekler, Asker Ocağı
Caddesi’nden çıkacaklar. Mete Caddesi’nden geri
dönüp, tekrar Gümüşsuyu tarafına ulaşacaklar. Üç:
Dalış rampalarının kenarlarındaki servis yolları
caddeleri daralttığı gibi, tek şeritli oldukları
için kâbus gibi bir trafik sıkışıklığı yaratacaklar.
Araçlar ile gelen yolcular mecburen, tünele inmemek
için yolcularını burada indirmeye çalışacaklar. Bu
da tam evlere şenlik bir dur- kalk sistemine
dönüşecek. (Oraya takılan insanlara sabır
diliyorum.) Daha bitmedi. Dört: Otobüs durakları
aşağıda yer aldığı için yaşlılar, çocuklular,
engelliler akıl almaz bir zorluk yaşayacaklar.
Otobüsler, taksiler, dolmuşlar aşağıda sıra
olacaklar. Aşağıya tıkışan insanlar zehir
soluyacaklar. Dalış rampalarının oluşturduğu
yarıklar hemzemin bir kavşakta olduğu gibi yaya
geçişlerine imkân tanımayacak. Beş: Bu keşmekeşe bir
de Büyükşehir Belediyesi’nin (sanki burası bir sürat
yoluymuş gibi) yerleştirdiği otoyol bariyerleri
eklenmiş. Seyredin görüntüyü. Dahası da var. Altı:
Cumhuriyet Caddesi’nin kaldırımlarının genişliği
iyice daralmış, neredeyse bir metreye düşmüş. Ağaç
kökleri bile açıkta duruyor. Yanındaki boşluk otoyol
bariyerleri ile kapatılmış. Buraya ileride zabıta
kulübeleri yerleştirilebilir, bağlantı olmadığı için
çiçek falan konsa daha uygun olur. Yedi: Elmadağ
kavşağı ise tam bir lunaparka benzemiş. Çelik otoyol
bariyerlerinin içinde yayalar için geçitler
bırakılmış. Bu da yetmemiş: Sekiz: Asıl sürpriz ana
caddedeki bu daracık kaldırım değil. Dev projenin
Gezi Parkı’ndaki girişi unutulmuş! Belki de bilhassa
böyle yapılmış. (Yıllarca ayakta duran kapısı metro
şantiyesi yapılırken yıkılmıştı. Merdivenler de
yakın zamana kadar duruyordu.) Dokuz: Şimdi Gezi’yi
2. Dünya Savaşı’nın cephe hatlarında yapılanlara
benzer kalın bir beton çevreliyor ve içeri girmek
neredeyse imkânsız. Diyeceksiniz ki “sen de amma
safmışsın yöneticilerimiz zaten kaldırımları da,
parkı da kullanmamızı istemiyor”. Belki de şu: “Eğer
Taksim’e geleceksen ya arabanla gel, ya da metrodan
devam et. Yukarı çıkmaya kalkma.” Yok artık
demeyin: On: Ne de olsa adı “yayalaştır-ma” projesi.
Gezi’nin ortadan koparılmasına aldıran yok. Yaya
köprüsünün yıkılması ile parkın yarısı kullanım dışı
kalmış durumda. “Madem yıktınız ertesi gün buraya
geçici bir çelik iskele ya da portatif bir köprü
koyabilirdiniz, yenisi yapılana kadar.” (Örnek
mi? Venedik’te belediye yalnızca Bienal’de ulaşımı
kolaylaştırmak için mevcut köprülerin eğimini
düşürecek iskeleler yapıyor.) Görüldüğü gibi
yöneticilerin böyle bir kaygısı yok. O zaman ikinci
varsayım güç kazanıyor: “Yaya alanı”nın bağlantıları
bilerek ve isteyerek koparılmış. Taksim Meydanı
deyince bugüne kadar AKM önündeki dikdörtgen alanı
anlıyorduk. (Meydan kışla ahırlarının ve burada
bulunan birkaç yapının 1939’da yıkılması ile
oluşmuştu. Amaç törenlere, gösterilere elverişli bir
alan yaratmaktı.) Şimdi meydan “L biçimi” kazanmış
durumda. Yanına bir beton çölü eklendi. Bu boşluğun
nasıl kullanılacağı bilinmiyor. Eminönü Meydanı’nda
olduğu gibi belki burayı seyyar satıcılar mesken
tutar. Belki belediye burada çadırlar kurar ve
ticari etkinlikler düzenler. Yağmur, kar yağarsa
eğimli yüzeyinde kayılır, yağmazsa top oynanır,
paten yapılır. Lunapark, go-kart pisti de olabilir,
otopark olarak da kullanılabilir. Ne de olsa burası
değerli bir alan. Bu kadar para harcayıp Gezi’nin
orijinal balüstradlarını harabeye çevirmek, ya da
mermer merdivenlerin önüne devasa bir havalandırma
yapısı duvarı dikmek de ayrı bir maharet. Taksim
bitti, şimdi sıra İstanbul’un diğer meydanlarında:
Belediye raflarında bekleyen projeleri görseniz
dudaklarınız uçuklar. Raflar kentin bütün
meydanlarını, kavşaklarını köstebekler gibi
tünellere çevirmeye çalışan projelerle dolu. Bunlar
büyük bir cüretle otoyollarda kullanılan bariyerleri
Taksim’deki gibi kentin merkezindeki kaldırımlara
çakmaktan başka bir vizyonu olmayan projeler. Asıl
fark nedir derseniz, onu da söyleyelim: Eşsiz bir
tarihî şehir olan İstanbul’daki ulaşım projelerini
müteahhitler yapıyor. Kapitalizmin merkezi olan
N.Y.’de bağımsız uzmanlar!
Taraf, Yazı: Korhan
Gümüş, 10.09.2013
******
PROJE, İSTANBULLULARA
ZARAR VERİYOR
Mimar Korhan Gümüş,
trafiğe açılan Taksim tünelini gezerek izlenimlerini
yazdı. Gümüş, hatalı yapılan projenin İstanbullulara
zarar verdiğini söyleyerek “Altı kişi ölmeyebilir,
12 kişi kör kalmayabilirdi” dedi.
Bugün Taksim’de
Büyükşehir Belediyesi’nin yarattığı zorluklar ve
sorunlar bu kadar masraf yapılmadan da
gerçekleştirilebilirdi. Maddi tarafını bir kenara
koyalım, altı kişi ölmeden, binlerce kişi
yaralanmadan, 12 kişi kör olmadan da zorluklar
yaratılabilirdi. Büyükşehir Belediyesi’nin bu
zorlukları yaratmak için bu kadar uğraşmasını bir
türlü anlamıyorum. Örneğin Tarlabaşı Bulvarı ile
Cumhuriyet Caddesi arasındaki yolun meydanla
bağlantıları koparılmış olsaydı, hiç masraf yapmadan
da bugünkü duruma yakın bir zorluk yaratılabilirdi.
Ama o zaman yayalar toplu taşıma araçlarına daha
kolay erişeceklerdi. Zehir solumayacaklardı. Bu
nedenle aşağıdaki ek zorluklar için bu kadar masraf
yapılmış olmalı.
KAVŞAĞIN BİR FAYDASI YOK
Taksim Meydanı’ndaki
tünelli kavşağın bir faydası yok. Zaten trafik
sonraki kavşaklarda tıkanıyor. Ama meydana ulaşan
servis yolları caddeleri, kaldırımları daralttığı
gibi dur kalk yüzünden eskisinden daha fazla trafik
tıkanıklığı yaratıyor. Yeraltı tünelindeki otobüs
durağının kaldırımı bir buçuk metreye indirilmiş.
İnsanlar izbe bir yerde, üstelik araçların geçtiği
yola taşıyor. Karşı tarafta, meydana bitişik olan
kaldırımın arkasında ise 60 metre kullanılmayan bir
boşluk inşa edilmiş. Bu boşluğun neden yapıldığını
kimse bilmiyor. Acaba eski projeden mi geriye kaldı?
KALDIRIMLAR GÜVENLİ
YÜRÜNEMEYECEK KADAR DAR
Dar kaldırımın olduğu
durakta yürüyen merdivenlerin genişliği 1 metre
genişliğinde. Geniş boşluğun olduğu tarafta ise
yürüyen merdivenlerin genişliği 0.75 metre kadar. Bu
farklılığın neden yapıldığı bilinmiyor. Projelerde
havalandırma bacaları genellikle kenarlara,
duvarlara yapıştırılır. Yalnızca mimari projelerde
değil, köy evlerinde bile bacalar duvarlara
bitişiktir. Odaların ortasına yapılmaz. Ancak
projede havalandırmalar tam da Gezi’nin girişinin
merdivenlerinin olduğu yere, meydanın ortasına 50
metre uzunluğundaki havalandırma yapısı inşa
edilmiş. Tarlabaşı tarafında da 0.30 metrelik,
güvenli yürünemeyecek kadar kaldırımlar yapılmış.
Yayalar yukarı çıkıp aşağıya inmek kaldırıma
benzeyen betonu kullanıyorlar.
PARK EĞRİ BÜĞRÜ BİR
DUVARLA ENGELLENİYOR
Devasa bir beton alan
olan Cumhuriyet Caddesi 1 metrelik kaldırımlarla
meydana bağlanıyor. Parkın kullanımı ise gereksiz
yere yapılan 0.40 metrelik eğri büğrü bir beton
duvarla engellenmiş. Gezi Parkı’nının iki parçasını
birbirine bağlayan yaya köprüsü yıkılmadan
korunabilir ve ek masrafa girmeden bu zarif köprü
yerinde durabilirdi. Ancak bu yapılmadı, köprü
yıkıldı ve yerinede geçici bir iskele köprü yapmadı.
Bu nedenle parkın yarısı şu anda işlevsiz kalmış
durumda. Köprü veya geçişi sağlayacak geçidin ne
zaman yapılacağı da belli değil.
YAYALAR ÇAMURUN İÇİNDEN
GEÇEREK PARKA ULAŞIYOR
Tarihi bir eser olduğu
Koruma Kurulu kararlarında yer alan Prost’un
düzenlemesinin meydana bakan köşesi, balüstradlar,
merdivenler yıkılmış durumda. Yayalar çamur ve
eğimli bir zeminden parka ulaşmaya çalışıyor.
Tamiratların ne zaman yapılacağı konusunda bir
gelişme yok. Elmadağı kavşağında ve birçok yerde
yayalar ile cadde arasında otoyol bariyerleri konmuş
vaziyette. Diğer caddelerde, hemzemin geçitlerde
korkuluk ve bariyerler bulunmuyor. Proje bedelleri,
uygulama bedelleri ve altyapı düzenlemeleri ile
birlikte İstanbullulara verilen zararın yanında,
maddi zararın boyutu çok küçük kalıyor.
Taraf, 19.09.2013
******
YENİ TAKSİM
MEYDANI'NIN ABSÜRDLÜKLERİ
Taksim Meydanı,
yayalaştırma projesinin ardından farklı bir hal
aldı. 2 metrelik duraktan 60 metrelik durağa, 50
santimlik ‘kaldırımcık’tan meydanın ortasındaki
havalandırma yapısına kadar meydandaki hataları
mimar Korhan Gümüş ile inceledik...
Taksim Meydanı
Yayalaştırma Projesi’nin ilk ürünleri olan araç
tüneli ve yayalaştırılmış bölgenin tasarımındaki
ciddi sorunlar dikkat çekiyor.
Daha önce Şişli
yönündeki kaldırımlarla yol arasına koyulan otoyol
bariyerlerini gündeme getirerek bunların
kaldırılmasını sağlayan mimar Korhan Gümüş ile
birlikte Taksim Meydanı’nı bir uçtan diğer uca
gezerek meydanın yeni halindeki absürdlükleri
inceledik:
Tarlabaşı’nda u
dönüşü çilesi: Tarlabaşı Bulvarı’ndan
gelerek tünele girmeden u dönüşü yapmak isteyenler
için yapılan tek şeritli servis yolu önemli bir
trafik sıkışıklığı yaratmış. Talimhane’den gelen 3
şeritli yolun doğrudan 90 derece açıyla bağlanarak
sıkışıklık yarattığı bu yolu çok sayıda otobüs ve
Taksim’deki sarı dolmuşların tümü kullanıyor. Bu
nedenle özellikle iş çıkışı saatleri ve Taksim’in
yoğun olduğu haftasonu günlerinde sarı dolmuşlara
binen bir yolcu 15-20 dakikasını bu yoldan u dönüşü
yapma çilesinde geçirmek zorunda kalıyor. Buradaki
trafik daha iyi düzenlenebilirdi.
Yenikapı yönünde
2 metrelik durak: Taksim’den Yenikapı
yönüne giden otobüslerin geçtiği durakta yolculara
beklemeleri için ayırılan durağın genişliği yaklaşık
2 metre. Bu dar alan özellikle yoğun saatlerde
yolcuların sığamadığı bir hale dönüşürken yola taşan
yayalar nedeniyle cebe giremeyen otobüsler yolu
tıkıyor. Bu durağın bir diğer sorunu da
havalandırmasının olmaması. Her daim geniz yakan,
zehirli hava trafiğin yoğun olduğu saatlerde
dayanması zor hale geliyor.
Şişli yönünde 60
metrelik durak: Taksim’den Şişli yönüne
gidecek yolcuların beklemesi için ayrılan durak ise
60 metre genişliğinde! Yer altına milyonlarca lira
harcayarak neden böylesine dev bir alan açıldığı
sorusuna bir yanıt bulmak imkansız.
Şişli yönünde 1
metrelik yürüyen merdiven: Anlaşılan
belediye her yerde bir sıkışıklık yaratmak istiyor.
Standart genişlikteki yürüyen merdivenle inilen 2
metre genişliğindeki Yenikapı yönü durağının aksine
60 metrelik Şişli yönü durağına 2 kişinin yanyana
durmasının imkansız olduğu daracık yürüyen
merdivenlerle iniliyor. Böylesine geniş bir alanda
neden bu dar merdivenlerin kullanıldığına dair
belediye henüz bir açıklama yapmadı.
Beton zeminde
yükseklik farkı: Yolun yeraltına
alınmasıyla ortaya çıkan beton alanda önemli
yükseklik farkları var. Bu fark yağmur durumunda su
birikmesine yol açacağı gibi eğer dolguyla bu fark
kapatılırsa bu sefer de Talimhane cephesindeki
binaları su basacak - çünkü bu betonda su gideri
için bir yer (en azından şimdilik) ayırılmamış.
Gezi Parkı’nın
girişleri sorunlu: Gezi Parkı’nın
Talimhane’ye bakan tarafındaki bölge insanlar
tarafından parkın ana girişi gibi kullanıldığından
buradaki çimler kısa süre içinde yok oldu. Belediye,
tünelin yaya çıkışlarını da tam bu bölgenin
karşısına yaparak insanların parka giriş için burayı
kullanmasını adeta teşvik etti. Gezi Parkı’nın
merdivenleri ise onarılmayı bekliyor. Henry Prost’un
yaptırdığı bu tarihi merdivenler inşaatlar sırasında
devlet tarafından tahrip edilmişti.
Havalandırma
Yapısı Meydanı: Araç tüneliyle birlikte
meydanın en kritik noktalarından birine dev bir
havalandırma yapısı kurulmuş. Bu yapı kapladığı dev
hacimle ve Gezi’nin merdivenlerinin hemen yanındaki
konumuyla İstiklal’den Gezi Parkı’na gelmek isteyen
insanların önünü kesiyor. Fotoğraf da Gezi
Parkı’ndan İstiklal Caddesi’ne bakarak çekildi.
Kaldırımcık:
Yayalaştırma projesi yayalara değil
araçlara önem verdiği için araç tünelinin Tarlabaşı
girişine kaldırım yapılmamış. Bu yüzden insanlar
otobüsten indikten sonra 30 metre yürüyerek bulvara
çıkmak yerine 200 metre yürüyerek önce Gezi Parkı
yakınındaki çıkıştan çıkmak, sonra Tarlabaşı’na geri
yürümek zorunda. Aynısı otobüs durağına erişmek
isteyen insanlar için de geçerli. Belediye tünel
girişlerine kaldırım yapmasa da göstermelik bir
‘kaldırımcık’ yapmış. Bu kaldırımcık o kadar dar ki
bir kişinin vücudu bile sığmıyor. Kaldırımcıkta
yürüyen veya kaldırımcıkta karşıdan biri geldiği
için yoldan yürümeye başlayan bir insana araba
çarptığında bunun sorumluluğu projeyi hatalı
tasarlayanlarda olacak.
Şişli yönünde de
trafik sorunu: Gezi Parkı’nın hemen yanında
Şişli’den gelen araçların u dönüşü yaptıkları servis
yolu Tarlabaşı tarafındaki yoldan daha dar. Bu
yüzden burada bekleyen taksiler, indirme işlemi
yapan araçlar trafiği tıkıyor. Yol bir otobüsün
ancak dönebileceği genişlikteyken bir de araçlar
bekleyince otobüslerin geçmesi imkansız hale
geliyor. Bu yolda trafik oluşmasının bir nedeni de
otobüsler. Bu tek şeritli yolun üzerine bir de
otobüs durağı yapıldığı için durakta otobüs durduğu
zaman arkasındaki araçlar da beklemek zorunda
kalıyor.
Otoyol
bariyerleri ve anlamsız boşluklar: Korhan
Gümüş’ün dikkat çektiği gibi Gezi Parkı’nın hemen
yanındaki bu noktada çok sayıda otoyol bariyeri
kullanılmış. Bu bariyerler Taksim Meydanı’ndaki
kitlesel bir eylemde oluşacak panik anında ya da
polis saldırısında kitlenin ezilmesine yol açma
tehlikesine de sahip. Eğer belediye bu bariyerleri
koyarken Taksim’de bir daha kitlesel eylem
yapılamayacağından eminse diyecek bir şey yok, ama
bariyerlerin arasında kalan anlamsız boşluk için de
belediyeden bir açıklama bekliyoruz.
Bir kaldırımcık
daha: Taksim Meydanı’nda ortaya çıkan dev
beton alanı Cumhuriyet Caddesi’ne fotoğrafta
gördüğünüz bir metre genişliğindeki kaldırım
bağlıyor. İki kişinin yan yana yürümekte zorlandığı
bu kaldırım o kadar plansız ki Gezi Parkı’ndaki
ağaçlar için ekstra çıkıntılar yapılmak zorunda
kalınmış. Üstelik park ile kaldırım arasına anlamsız
bir beton kütlesi sokulmuş. Ama bu çıkıntıları çok
da genişletemeyeceğini fark eden belediye, bir
ağacın kökünü çıkıntının dışında bırakmış. Bakalım
bu tuzak gibi kök, kaç kişinin düşmesine yol açacak.
Kaos kavşağı:
Elmadağ’a yapılan kavşak tasarımı nedeniyle araç
trafiği içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Kavşağın
ortasında biriken araçlar diğer yönelerden gelen
araçların geçmesine engel olunca trafik hiçbir yöne
ilerliyemiyor. Bu kavşakta yayaların geçmesi için
yapılan yerde ise ne bir yaya geçidi var, ne de bir
trafik ışığı.
Gezi Parkı hala
köprüsüz: Gezi Parkı’nın iki yakasını
birleştiren ve yol çalışmaları için yıkılan yaya
köprüsü hâlâ inşa edilmedi. Belediyenin bu inşaat
için neyi beklediği bilinmiyor.
‘Ya geri dolduralım, ya
uzatalım’
Korhan Gümüş belediyenin
bunca zorluk çıkarmak için yüz milyonlarca lira
harcamasına gerek olmadığını söylüyor. “Havalandırma
bacaları duvarların kenarına yapılır. Bu insanların
köylerde dahi uyguladığı bir mantıktır. Siz hiç
salonun ortasından baca geçen ev gördünüz mü?
Meydanın ortasındaki havalandırma tüneli tam da
böyle” diyen Gümüş bunu yapan mimarın hesap vermesi
gerektiğini belirtiyor. Gümüş’e göre belediyenin
hiçbir projesi olmadan meydanı beton doldurup
“gerisine sonra bakarız” demesi de kabul edilebilir
değil. Korhan Gümüş, bu noktadan sonra izlenebilecek
iki yolun olduğunu söylüyor: “İstanbul’u ziyaret
eden New York’un ulaşım ve ar-geden sorumlu müdürü,
kentlerinde geçmişte açılan hatalı tünelleri
doldurduklarını söylemişti. Bizim de artık buranın
doldurulmasını talep etmemiz lazım. Eğer bu yol
Şişhane’den Şişli’ye kadar yer altına alınıp burası
bir yürüme bölgesi ilan edilecek olsaydı anlardım ve
destek de verirdim. Ya bu uygulamaya gidilmeli ya da
tüneller geri doldurulmalı”.
Birgün, Haber: Onur
Erem, 19.09.2013
|
8 - 14 Eylül 2013
|
ANTİK 'CEHENNEM KAPISI'
ARALANDI
UNESCO Dünya Miras Listesi'nde yer alan
Pamukkale'deki Hierapolis antik kentinde 56 yıldır
İtalyan heyet tarafından yapılan kazılar, bu yıl
Denizli Valiliği'nin de desteğiyle hız kazandı.
Antik kentte Bizans döneminde Hristiyanlığın
kabulüyle mermer bloklarla kapatılan Plutonium'daki
"Cehennem Kapısı"nın olduğu alan iki metre kazıldı
ve mermer bloklar vinçlerle kaldırıldı.
Sabah, 12.09.2013
|
TAPINAK HAZİNESİ
İsrailli arkeologlar, Tapınak Dağı’nda Yahudiliğin ilk dönemlerinden ve Bizans döneminden kalan iki bohça dolusu hazine buldu.
Kudüs’teki Hebrew
Üniversitesi’nden arkeologların yıllardır yürüttüğü
kazılar sonucu bulunan müthiş hazinede,
altın külçeleri,
altın sikkeler ve takılar var. Kazıyı yöneten
Arkeolog Dr. Eilat Mazar, hazinenin Ophel
bölgesindeki çalışmalarda Bizanslılara ait bir kamu
binasının yaklaşık 50 metre derinlikteki kalıntıları
arasında bulunduğunu söyledi.
Persler’den kaçarken
bırakmışlar
Buluşu, “Nefes kesici ve
insanın hayatında bir kez görebileceği bir keşif”
olarak niteleyen Dr. Mazar, “Burada daha çok Bizans
dönemine ait önemli kalıntılara rastladık, o nedenle
üzerinde Yahudiliğin sembolü olan bir madalyonla
karşılaşmak tam bir sürpriz oldu” dedi. Dr. Mazar,
hazinenin MS 614 yılında Kudüs’ün Persler tarafından
işgal edilmesinin ardından bölgeden kaçan Yahudiler
tarafından terk edildiğini tahmin ettiklerini
söyledi.
Çok özel madalyon
Hazinedeki en değerli
parça, üzerinde eski dönemlerde Yahudiliğin sembolü
olan, bugün de İsrail devletinin ulusal sembolü
sayılan tapınak şeklinin bulunduğu altın madalyon.
Hazinedeki 36 altın külçesinin ise farklı Bizans
imparatorlarının yaşadığı, MS 4’üncü ve 7’nci
yüzyıllar arası dönemden kaldığı tahmin ediliyor.
Ayrıca iki büyük altın küpe, bir gümüş külçe ve
altın kaplı prizma şeklinde değerli taşlar da var.
Hürriyet, 12.09.2013
|
TABLOLAR BULUNAMADI,
TAZMİNAT VERİLDİ
Hollanda’nın
Rotterdam kentinde geçtiğimiz ekim ayında Kunsthalle
Müzesi’nden çalınan yedi başyapıt tablonun sahibi
vakıf, sigortadan 23.8 milyon dolar tazminat aldı.
Hırsızlar 90 saniyeden
kısa sürede, aralarında Picasso’nun ‘Tete
d’Arlequin’ ve Monet’nin ‘Waterloo Bridge’
tablolarının da olduğu yedi eseri çalmıştı.
Hollanda’daki en büyük soygunlarından biri olan
olayla ilgili önceki gün görülen davada, milyonlarca
dolar değerindeki
yedi tablonun sahibi Triton Vakfı’na 23.8 milyon
dolar tazminat verilmesini kararlaştırıldı. Tazminat
kararı, müzenin Romanyalı çete tarafından çalınan
tabloları gözden çıkardığı şeklinde yorumlandı.
ANNESİ YAKMAMIŞ
Polisler tabloların
yerini hala tespit edemedi. Çetenin baş elemanı Radu
Dogaru’nun annesi Olga Dogaru’nun, oğlunu korumak
için tabloları yaktığı iddia edilmiş, daha sonra bu
haber
yalanlanmıştı. Avukat Maria Vasii ise soyguna
karışan altı Rumen müvekkilinin 22 Ekim’deki
duruşmada suçlarını itiraf edeceklerini, cezalarının
da üçte bir oranında azalacağını umduğunu söyledi.
Hürriyet, 12.09.2013
|
DOPİNG 2 BİN YIL ÖNCE DE
VARMIŞ
Günümüzde spor
dünyasının en hararetli tartışma konularından biri
olan "doping"in tarihi ile ilgili yeni bir görüş
ortaya atıldı.
Anadolu Ajansı'nın
haberine göre, Aydın'ın Germencik İlçesi'ne bağlı
Ortaklar beldesindeki Magnesia antik kentinde 2 bin
yıllık stadyum üzerinde yapılan arkeolojik
incelemelerde ilginç bulgulara ulaşılırken,
yüzyıllar öncesinde sporcuların yarışmalarda
başarılı olmak için doping yaptığı tespit edildi.
Kazı Başkanı Prof.Dr.
Orhan Bingöl, bugüne kadar yaklaşık 50 bin metreküp
heyelan toprağının taşınmasıyla gün yüzüne çıkarılan
40 bin kişilik antik stadyumda, günümüzdeki kombine
bilet uygulaması benzeri tahsisli yerlerin
bulunduğunu kaydetti.
Stadyumdaki oturma
sıraları üzerinde ve sırtlıklarda oturacak kişi,
dernek, kurum ve topluluk isimlerinin yazılı
olduğunu dile getiren Bingöl, en ayrıcalıklı bölümün
ise doping maddesi olarak kullanılan adamotunun
üretildiği köyün sakinleri için ayrılmış olduğuna
dikkati çekerek, şunları söyledi:
"Stadyumdaki bir
bölümün tümü Efes'ten gelenlere ayrılmış. Ayrıca
fırıncılar, bahçıvanlar, kuş satıcıları gibi
derneklerin yanı sıra çeşitli politik grupların da
kombine bilete sahip oldukları gözlemleniyor.
Magnesia stadyumundaki bir yer tahsis yazıtı, iki
merdiven arasındaki 60 kişilik, en önemli ve bitiş
çizgisine en hakim iki oturma sırasının,
Mandragoreitoi isimli gruba ayrıldığını
göstermektedir. Bu grubun ismi Latince'de
Mandragora, yani bizim adamotu olarak bildiğimiz
bitkiden gelmektedir...
Tarihi kaynaklardan,
Magnesia çevresinde bu bitkiyi temin eden, üreten
bir köyün olduğu bilinmektedir. Bu bitkiyi temin
edip kuvvet şurubunu imal edenlere, stadyumda varış
çizgisini tam yandan gören özel bir bölümün ayrılmış
olması, doping uygulamasının son derece yasal ve
bunu imal eden kişilerin de son derece itibarlı
olduğunu göstermektedir. Gerçekleştirdiğimiz
arkeolojik incelemelerde dopingin o zaman bir suç
unsuru olmadığı, bilakis bunu üretenlerin teşvik
edildiği ve halk arasında saygın bir yerleri olduğu
anlaşılmaktadır."
Prof.Dr. Bingöl,
stadyumun podyumunda yer alan kabartmalardan, antik
çağdaki yarışmalar ve sporculara verilen ödüllerle
ilgili bilgi edinme imkanı yakaladıklarını da
belirtti.
Magnesia'daki
yazıtları incelediklerinde o dönemdeki yarışmaların,
cimnastik, atlı yarışlar ve müzik olmak üzere üç
kategoriden oluştuğu sonucuna vardıklarına işaret
eden Bingöl, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Yazıtlarda
belirtilen yarışma kategorilerini, kabartmalarda da
bulmaktayız. Kabartmalardan şunu anlıyoruz ki,
başarılı olan yarışmacılar sembolik olarak başlarına
taçlar takıyordu ve ellerine palmiye yaprakları
alıyordu. Ödüllerden biri ise hayli ilginç. Bir
kaide üstünde bir top kumaş tasviri var. Yani o
dönemde bir top kumaşın para ödülünden daha kıymetli
olduğunu öğreniyoruz.
Şimdiye kadar
stadyumda sadece 4 bölümün kabartmalarını ortaya
çıkarttık. Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel
Müdürlüğü'nün bu seneki ödenekleri ile bu yıl çok
uzun ve kapsamlı çalışma imkanı buluyoruz.
Kabartmaların tümü ortaya çıkartıldığında yaklaşık
125 kabartmaya sahip olacağız ve bunlar bize
Magnesia'daki yarışlar hakkında daha fazla bilgiler
verecek."
Hürriyet, 12.09.2013
|
KAYIP ESERLERİN GÖNÜLLÜ
TAKİPÇİLERİ
Türkiye,resmi kurum ve kuruluşlarıyla yurtdışına
kaçırılan eserlerin iadesi için uğraşırken, fahri
arkeoloji müfettişleri de aynı amaç için çalışıyor.
Avukat Remzi Kazmaz, yaklaşık 150 yıl önce
Bodrum'dan İngiltere'ye götürülen ve dünyanın 7
harikasından biri olan Mausoleum'un parçalarını
Türkiye'ye geri getirmek için kampanya düzenledi ve
bir kitap yazdı. Karun Hazinesi, Yorgun Herkül gibi
eserlerin iadesine katkı yapan gazeteci- yazar Özgen
Acar ise yurtdışındaki galeri ve sergilerin korkulu
rüyası haline geldi. Dünyanın yedi harikasından biri
olarak kabul edilen Mausoleum'un yapımına Karya
Satrabı Mausolos tarafından MÖ 355'te başlanmış.
Ölümünden sonra kız kardeşi ve aynı zamanda karısı
olan Artemissia yapımına devam etmiş. Mausoleum, 24
basamaklı bir piramidin taçlandırdığı dev bir anıt
mezar. İon düzeninde yapılmış eseri 36 sütun
süslüyordu ve orijinali 50 metre yüksekliğindeydi.
Tepesinde ise 4 atın çektiği bir zafer arabası
bulunuyordu. MS 13'üncü yüzyıla kadar korunan antik
mezar önce bir depremle yıkılmış, daha sonra taşları
Bodrum Kalesi'nin yapımında kullanılmış. Ayrıca bu
mezara ait birçok kabartma ve heykel 1857'de
İngilizler tarafından British Museum'a götürülmüş.
Bu yüzden bu anıta ait eserlerin çoğu British
Museum'da, kalıntıları ise Bodrum'da bulunuyor. 10
yıl önce Bodrum'da büro açan avukat Remzi Kazmaz,
Mausoleum'un son kalıntılarını gördüğünde içi
parçalanmış ve o an Mausoleum'u önce kendi ülkesinde
tanıtmaya, daha sonra onu ait olduğu yere geri
getirmek için uğraşmaya karar vermiş.
İKİ FİLM, İKİ KEZ KAMPANYA
Mausoleum'a dikkat çekmek için iki film yapan,
iki kez imza kampanyası düzenleyen, son olarak da
bir aşk romanı yazan Kazmaz, mücadelesini şöyle
anlatıyor: "Bodrum'un denizi, kumu, güneşi güzel
ama. Aslında masalımsı bir kent, antik bir kent.
Mausoleum'u hep duyardım. Yerine gidip gördüğümde
çok üzüldüm. Mausoleum'u bölgedeki insanlara ve
turistlere tanıtmak için 6 dakikalık bir kısa film
yaptım. Mausoleum'un kalıntılarının olduğu yerde o
filmi gösterdik. Ayrıca, Bodrum'un antik yanını öne
çıkarmak için 50 dakikalık bir film hazırladım. Daha
sonra Mausoleum'un geri getirilmesi için bir imza
kampanyası düzenledim." Hukuki mücadeleye de
girişeceğini söyleyen Kazmaz, İngiltere'nin de
dikkatini çekti. İngiltere'nin Ankara Büyükelçisi
David Reddaway, Kazmaz'a bir mektup yazarak,
sözkonusu eserlerin, 1846, 1857 ve 1859'da
İngiltere'ye tanınan imtiyazlar ve alanda kazı
yapmaya ve çıkarmaya yönelik izinleri düzenleyen
fermanlar ile Bodrum Kalesi'nden British Museum'a
taşındığını belirtti.
KRALİÇE'YE MEKTUP
Remzi Kazmaz, konuyla ilgili Kraliçe 2.
Elizabeth'e de mektup yazdı. British Museum'daki
eserleri geri getirmek için başlattığı sivil
inisiyatifin yurt içinde ve yurt dışında ses
getirdiğini belirten Kazmaz, "Bu eserin Türkiye'den
gittiğini bilmeyen birçok kişi bunu öğrendi.
Yılbaşına kadar bekleyeceğiz. Önümüzdeki yıl AİHM'de
dava açmayı düşünüyoruz" dedi. Türkiye'nin
yurtdışındaki eserlerinin peşine düşen diğer bir
isim de gazeteci Özgen Acar. "Tarih yerinde
güzeldir" diyen Acar, Elmalı Definesi, Perge
Çelenkli Lahidi, Dionysos heykelinin Türkiye'ye
getirilmesine katkı yaptı. Son olarak Hattuşaş
Sfenksi ve Yorgun Herkül heykelinin geri
getirilmesinde de önemli rol oynadı. 1990'da New
York'ta görev yaptığı zaman ABD'li bir çiftin müzede
sergilenen özel koleksiyonunu görmeye giden Acar, bu
koleksiyonda yer alan, sadece belden yukarısı
bulunan bir heykeli tanır gibi oldu. Heykelin
etrafında dolaşıp Türkiye ile bir bağlantısını
keşfetmeye çalışan Acar, bir süre sonra şüphe çekti.
Acar heykelin etrafında, güvenlik görevlileri de
Acar'ın etrafında daireler çizmeye başladı. Serginin
katalogunda eseri gösteren sayfayı Antalya Müzesi
Müdürü Kayhan Dörtlü'ye gönderen Acar, gelişmeleri
şöyle anlattı: "Türkiye'de 95 müze varken doğrudan
oraya gönderdim. Çünkü belleğim heykelin Antalya
Müzesi ile bağlantılı olduğunu söylüyordu. Kayhan
Dörtlü, bu heykelin, alt tarafı müzede bulunan
Yorgun Herkül heykelinin üst kısmı olduğunu
söyledi." Daha sonra Perge Kazısı Başkanı Prof. Jale
İnan'a durumu anlatan Özgen Acar, heykelin onun
girişimleri sayesinde 21 yıl sonra geri
getirildiğini belirtti.
MÜZEDE İSTENMEYEN
ADAM
Özgen Acar, sıkı takipçiliği yüzünden
yurtdışındaki galerilerin kara listesine girmiş.
Yurt dışındaki müzelerde gezerken yaşadıklarını
şöyle anlatıyor: "New York'ta bir galeride açılış
kokteyli düzenlemişlerdi. Halkla ilişkilerini
yapanlar bana da davetiye göndermişti. Orada yanıma
gelip 'Lütfen burayı terk edin' dediler. Bir başka
galeride de eserlere bakarken kendimi tanıtıp
kartımı verdim. Hemen güvenlikçi çağrıldı. Ceketimi
enseden tutup dışarı attılar. Bir tekme atmadıkları
kaldı. 5 yıl önce Amerikan müze yöneticileri, özel
koleksiyoncular, antika galerileri bu geri dönüş
akımını durdurmak için Florida'da bir toplantı
yaptılar. Toplantıyı açan müzenin hukuk danışmanı
konuşmasına "Bir Türk gazetecinin başlattığı geri
alma olayı karşısında ne gibi önlemler almalıyız?"
sözleri ile başlamıştı. 3 gün sempozyum yaptılar,
hatta bununla ilgili bir de kitap yayımladılar."
Sabah, Haber: Hasan Ay,
12.09.2013
|
TOPRAKTAN SANAT ESERİNE
Kiremit ve tuğlanın
anavatanı Eskişehir, Tepebaşı Belediyesi’nin
düzenlediği 7. Uluslararası Pişmiş Toprak
Sempozyumu’na ev sahipliği yapıyor.
Eskişehir’in tuğla ve
kiremit tarihine tanıklık eden
İsmet İnönü
Caddesi’ndeki eski Kurt Kiremit Fabrikası’nda
başlayan sempozyuma, aralarında
Türkiye ,
ABD ,
Almanya ,
Macaristan’ın da bulunduğu çok sayıda ülkeden
dünyaca ünlü terra-cotta sanatçıları katılıyor.
Toprağın sanata dönüştüğü ve 22 Eylül’e kadar
sürecek sempozyumda halka açık olarak bilimsel
toplantılar, konserler, sergiler, müzik ve tiyatro
etkinlikleri yer alacak. Kısa süre önce hayatını
kaybeden Prof.Dr. Taciser Sivas anısına düzenlenen
sempozyum kapsamında sanatçıların yapacakları
heykeller, daha sonra kentin muhtelif yerlerine
dikilecek. Daha önceki altı sempozyumda 70 heykel
yapıldı.
Radikal, 12.09.2013
|
|
4 ASIRLIK TARİHİN
ÜZERİNE 5. KAT
İstanbul'da,
Beyoğlu Ağa
Camii'ne gelir elde etmek amacıyla 16. yüzyılda
yapılan
Bahçeli Hamam'ın
üzerine dikilen 5 katlı bina ve hamamın bulunduğu
barın tahliyesi için, mülk sahibi tarafından dava
açıldı. Tarihi dokuya zarar verildiğini öne süren
mülk sahibi, belediyeye başvurarak tutanak tutturdu.
İstanbul
Beyoğlu'nda, 1951'e
kadar hamam olarak kullanılan bölgedeki arsa, 1970
yılında bir işadamına satıldı. Tapu kaydı bu yıldan
sonra kayıtlara işlendi. Hamamın üzerine 5 kat
çıkıldı, ardından asmakat yapıldı. Bina kiralandı.
Anıtlar Kurulu'na proje verildi. Projeye göre
hamamın, tarihi dokusu korunmak üzere kültürel
etkinlik amacıyla kullanılabileceği yönünde karar
verildi. Arsa, 1975'te şu anki mülk sahibi işadamı
H.P.'ye satıldı. Hamamın olduğu bölüme 2004'te
içkili lokanta ruhsatı verildi. Ruhsat 2010'da
yenilendi. Mülk sahibi, hamamda ve binada yasaya
aykırı yapılaşma olduğunu, tarihi dokuya zarar
verildiğini öne sürerek kiracıları aleyhine Asliye
Hukuk Mahkemesi'nde tahliye davası açtı.
'KİRACILAR KÖTÜ
NİYETLİ'
Mülk sahibi H.P.'nin avukatı Talat Güneş,
"Kiracımız usulsüz olarak izin almış ve tarihi
hamamın bulunduğu yeri 'bar' olarak işletmiştir.
Camiye 100 metre yakın yerlerde alkollü satış
ruhsatı verilemeyeceği yasağına rağmen alkol satışı
için ruhsat alınmış. Camiye uzak izlenimi yaratmak
için kapı numaralarını değiştirmişler. Kubbenin
üzerini delip ışıklı lambalar takmışlar. Vakıflar
Bölge Müdürlüğü de tarihi dokusuna zarar verdikleri
iddiasıyla haklarında dava açtı. Bizim şikayetimiz
üzerine belediye tutanak tuttu. İmara aykırılıkları
tespit etti. Mühürleme işlemi henüz resmi olarak
uygulanmadı. Burayı sanatsal etkinlikler için
kullanmak istiyoruz" dedi.
İZİN 1970'DE VERİLDİ
Beyoğlu Belediyesi
yetkilileri, tarihi hamamın bulunduğu alana 5 kat
iznin 1970'li yıllarda verildiğini, alkol ruhsatının
ise emniyet birimleri tarafından verildiğini
belirtti. Belediye yetkilileri, hamamın bulunduğu
kat ve asmakattaki imara aykırılıklarla ilgili
inceleme yapıp tutanak tuttuklarını da kaydetti.
İŞLETMECİ: HERŞEYİMİZ
YASAL
Beyoğlu'nda bulunan ve üzerine 5 katlı bina
dikilen Bahçeli Hamam'ın bulunduğu katta yer alan
barın işletmecileri, sözkonusu yerin turistik
işletme kapsamında olduğunu iddia ederek şu
açıklamayı yaptı: "İşletme ruhsatımız var, yasalara
uygun olarak aldık. Ayrıca kubbenin tarihi
dokularına kesinlikle zarar vermedik. Aksine burada
tarihi yaşatıyoruz. Hakkımızda şikayetçi olan ev
sahibi ile kira anlaşmamız var. Kiramızı düzenli
olarak ödüyoruz. Amaçları bizi dükkandan çıkarmak.
Habertürk, Haber: Tülay
Acar, 12.09.2013
|
HYPAİPA'DA YÜZEY
ÇALIŞMALARI TAM GAZ
İzmir'in
Ödemiş İlçesi'nde,
Van
Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Yard. Doç.Dr.
Hatice Kalkan
başkanlığındaki bilim kurulunun sürdürdüğü bugünkü
adı
Günlüce olan antik
Hypaipa kentinde yürütülen arkeolojik yüzey
araştırmaları devam ediyor. İlki geçtiğimiz yıl
yapılan çalışmaların ikinci dönemi Eylül başında
başlarken, çalışmaların 15 günlük bir süreyi
içerdiği bildirildi.
Kültür ve Turizm
Bakanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel
Müdürlüğü'nün izinleri ve
Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Bilimsel Araştırma Proje Başkanlığı'nın katkılarıyla
yürütülen çalışmalara, bilim kurulu üyesi olarak
Prof.Dr. Necla Arslan Sevin, Prof.Dr. Veli Sevin ve
Mersin Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü'nden Dr. Aylin Yaldır katılıyor;
Bakanlık temsilciliği görevini,
Ödemiş Müze
Müdürlüğü'nden arkeolog Ayşen Coşkuntuna Gürsel'in
yaptığı çalışmaların hafta sonu bitirilmesi
planlanıyor.
Ödemiş Belediye
Başkanlığınca da desteklenen 2013 yılı
çalışmalarında antik Hypaipa kentinin topografik
özellikleri ve toprak üstü mimarlık kalıntılarının
belgelenmesine ağırlık veriliyor.
Yüzey araştırmalarının
2014 yılında da devam edeceğini ifade eden Yard.
Doç.Dr.
Hatice Kalkan,
Ödemiş
Kaymakamlığı, Özel İdare Müdürlüğü ve
Ödemiş Belediye
Başkanlığının katkılarıyla kentin özellikle tarihi
dokularının yoğunlaştığı bölgelerinde kapsamlı bir
temizlik çalışmasının planlandığını söyledi.
HYPAİPA NERESİ?
Lydia bölgesinde, Küçük
Menderes'in
kuzeyinde, Sardeis kenti güneyinde ve Tmolos
(Bozdağ) dağı güney yamaçlarında kurulu olan bir
kenttir. Bugün üzerinde
Ödemiş'e bağlı
Datbey/Günlüce Köyünün kurulu olduğu Hypaipa kenti
ile ilgili olarak antik yazarlar, eserlerinde
coğrafi konumu bakımından Hypaipa'ya değinmişler,
fakat kent hakkında ayrıntılı hiçbir bilgi
vermemişlerdir.
Kent ile ilgili en
tanınmış söylence Arakhne (örümcek kız) mitosudur.
haberler.com, 11.09.2013
|
2300 YILLIK KADIN
HEYKELİ BULUNDU
Kaunos antik kenti kazılarında Bizans dönemine ait
yeni bir fırın ve merdivenlerin yanında duvar
taşlarının altında Hellenistik dönemine ait 2300
yıllık mermer kadın heykeli ortaya çıkarıldı. Kaunos
antik kenti kazılarında Bizans dönemine ait yeni bir
fırın ve merdivenlerin yanındaki duvar taşlarının
altında bulunan mermer taştan genç bir kadın
heykelini Kazı Başkan Yardımcısı Arkeolog Erkan Kart
ile Turizm Kültür Bakanlığı Kazılar Şube
Müdürlüğü'nde görevli Mehmet Kat ile tespit etti.
Sürpriz Heykelin yeri Kazı Başkanı Prof.Dr. Cengiz
Işık'a gösterildi.
Önce heykelin üzerindeki duvar taşları kalaslar ile
yan tarafa atıldı. İtinalı bir çalışma ile mermer
taştan kadın heykeli ortaya çıkarıldı. Yapılan
inceleme sonunda Hellenistik dönemine ait 2 bin 300
yıllık genç bir kadın heykeli olarak tespit edildi.
Bulunan Mermer Taştan Kadın Heykeli'nin kafa kısmı
bulunup, Fethiye İlçesi'nde bulunan Arkeolog
Müzesi'nde sergileneceği bildirildi.
Kaunos
Kazı Başkan Yardımcısı Erkan Kart, yaptığı
açıklamada; Dalyan beldesinde bulunan Kaunos antik
kentinde kazı çalışmalarının büyük bir hızla devam
ettiğini söyledi. Kart; 'Kazılarda son olarak Bizans
dönemine ait yeni fırın ve merdivenler bulduktan
sonra duvar taşlarının altında toprağa gömülmüş
heykeli tespit ettik. Kazı Başkanı Başkent
Üniversitesi Profesörlerinden Cengiz Işık'a durumu
'Sürpriz Heykel' olarak bildirdik' dedi.
Bulunan Hellenistik dönemine ait 2300 yıllık kadın
heykeli hakkında bilgi veren Kaunos Kazı Başkanı
Başkent Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof.Dr.
Cengiz Işık; ' Hellenistik dönemine ait 2300 yıllık
mermer taştan genç bir kızımız oldu. Açığa
çıkartılan kireç fırınının yanında bulunması ise,
büyük bir olasılıkla Bizans döneminde heykeli kireç
yapmak için getirmişler ve eritilmekten kurtulmuş'
diye konuştu.
Sabah, 11.09.2013
|
YARALARINI SARIYOR
22 Ocak’ta çıkan
yangında
kullanılamaz hale gelen
Galatasaray
Üniversitesi’nin
Ortaköy’deki tarihi binasında enkaz kaldırma
çalışmaları sürüyor.
Restorasyon için
gereken 20 milyon liranın 15 milyonu toplandı,
çalışmaların 1 yılda bitmesi planlanıyor.
Galatasaray
Üniversitesi, 22
Ocak akşamı çıkan
yangında büyük
hasar gören 142 yıllık tarihi binasının kapılarını
HABERTÜRK’e
açtı. Peki tarihi binada son durum ne?
Restorasyon
çalışmaları ne zaman başlayacak ve bina ne zaman
hizmete girecek?
Galatasaray
Üniversitesi
Rektörü Prof.Dr. Ethem Tolga,
restorasyon
çalışmaları için öncelikle hukuki süreci
beklediklerini, savcılık mütaalasından sonra
çalışmalara hız verildiğini açıkladı:
“Galatasaray,
bir devlet
üniversitesi.
Restorasyon
çalışmaları devletin kendi kuralları çerçevesinde
yapılıyor. Ancak biz
restorasyon
konusunda devlete yük olmak istemedik. Devreye
Galatasaray
EğitimVakfı girdi ve biz de vakıfla bir protokol
imzaladık. Protokol gereği 2 ay önce bina içindeki
enkazın toplanmasına başladık. Bir ay içinde enkaz
çalışmalarının bitmesi planlanıyor. Ardından
restorasyon
çalışmaları başlayacak.’’ Yanan tarihi binanın
restorasyonu için
gerekli projeler de hazır.
‘EĞİTİM AKSAMADI’
Prof. Tolga, ilgili kurullardan onay alındıktan
sonra fiziki
restorasyona
başlanacağını söyledi: “Hedefimiz bir yıl sonra
binamızı hizmete açmak. Bu iyimser bir tahmin. Bu
binada üç fakültemizin öğretimüyelerinin odaları
vardı. Onları şimdilik binalara yerleştirdik. Ama
yaşadığımız felakete rağmen
Galatasaray
Üniversitesi’nin
eğitimtakvimi bir gün bile aksamadı. Bu yıl da 23
Eylül’de eğitime başlayacağız. Hatta
yangına rağmen
üniversitemizin puanları yükseldi. Örneğin geçen yıl
hukuk fakültemize giren son öğrenci Türkiye
98’incisiydi. Bu yılki 88’inci.’’
ATATÜRK FOTOĞRAFI
HALA DUVARDA
Yanan tarihi binanın içi şantiye alanı gibi.
İskeleler kurulmuş, enkaz kaldırma çalışmaları
sürüyor. Duvarda ise onca felakete rağmen bir
Atatürk fotoğrafı
karşılıyor bizi. Peki restorasyon çalışmaları için
ne kadarlık bütçe gerekli? Prof. Tolga, sorumuzu “20
milyon lira” diye yanıtladı ve şöyle devam etti:
“Bunun 10 milyon lirasını Galatasaray Eğitim Vakfı
karşıladı. 5 milyon lirası ise Galatasaray Spor
Kulübü ile Galatasaray’ı sevenlerin attığı SMS’lerle
toplandı. 5 milyon liralık eksiğin yine
Galatasaray’a gönül verenler tarafından
tamamlanacağından şüphem yok. Binanın restorasyonu
devlet mekanizması içinde olmayacak. Vakıf, kendi
sistemi içinde çalışmalara başladı. Restorasyon için
yetkili bir şirketle anlaştılar. Ancak bu demek
değil ki restorasyon istenildiği gibi yapılacak. Tüm
çalışmalar devletin kurallarına uygun, Koruma
Kurulları’nın onayı alındıktan sonra aslına uygun
şekilde yapılacak.’’
HEM YANGINA HEM DE
DEPREME DAYANIKLI OLACAK
22 Ocak akşamı başlayan
yangından sonra basında ihmaller zinciri de masaya
yatırılmıştı. İhmaller arasında çelik zırhlı
kabloların kullanılmaması, alevleri hapseden yangına
dayanaklı boya kullanılmaması, çatıda hassas duman
dedektörlerinin olmaması ve yangın söndürme
cihazının bulunmadığı sıralanıyordu. Prof. Tolga’ya
bu iddiaları hatırlattığımızda, “Burası tarihi bir
bina ve bir devlet üniversitesi. İstediğiniz gibi
malzeme kullanamıyorsunuz ama bu yeni restorasyonda
eksikliklerin tamamının giderileceğine inanıyorum.
Binamız sadece yangına değil depreme karşı da
dayanaklı hale getirilecek’’ dedi.
Habertürk, Haber: Bülent
Günal, 11.09.2013
|
HİTİTLERİN DİNİ MERKEZİ
GÜN YÜZÜNE ÇIKIYOR
Samsun’un Vezirköprü
İlçesi Oymaağaç Köyü'nde bulunan Oymaağaç Höyüğü’nde
sekiz yıldır yapılan kazı çalışmalarında bulunan
Hititlerin dini merkezi "Nerik" gün yüzüne çıkıyor.
Kazı Başkanı Alman Arkeolog Doç.Dr. Rainer Czichan
bugün Müslümanlar için Mekke ne anlama geliyorsa
Hititler için o dönem Nerik’in aynı öneme sahip
olduğunu söyledi.
Samsun’un Vezirköprü
İlçesi Oymaağaç Köyü'nde bulunan Oymaağaç Höyüğü’nde
8 yıl önce Alman Arkeolog Doç.Dr. Rainer Czichan’ın
kazı başkanlığında başlatılan arkeolojik kazılar bu
yıl da devam etti. 2 ay önce başlatılan çalışmalarla
birlikte höyükteki kazı alanı genişledi. Yapılan
çalışmalarda üzerinde çivi yazısı bulunan 13 toprak
tablet, mühür, dini törenlerde kullanılan küçük
kaplar, mezarlar, gıda saklama çukurları, bir tünel,
mabet odası temelleri, sur duvarı, sur kapısı ve
çeşitli kalıntılar bulundu. Kazı Başkanı Arkeolog
Doç.Dr. Rainer Czichan, tabletlerin üzerindeki
yazılarda Hitit krallarının Nerik’e geldikleri;
burada hava tanrısına saygı gösterip, törenler
yaptıkları ve adakta bulunduklarının anlatıldığını
belirterek, "Bugün Müslümanlar için Mekke ne anlama
geliyorsa Hititler için o dönem Nerik aynı öneme
sahipti. Küçük bir yerdi ancak dini açıdan çok
önemliydi. Hititlerin Kuzeydeki en uç bölgesiydi"
dedi.
Hitit dönemine ait taştan yapılmış bir tünel de
bulduklarını söyleyen Doç.Dr. Czichan, "Tünel 40
basamaktan oluşuyor. Ana kaya içinde bir odaya doğru
gidiyor. Tünel sonunda bir oda olduğunu ve bu oda da
içme suyu havuzu olduğunu tahmin ediyoruz. Olası bir
kuşatma durumunda burada yaşayanların içme suyu için
bu tüneli kullandıklarını düşünüyoruz. Bunun
dışında, burada demir çağına, genç roma ve Bizans
dönemine ait kalıntılar da çıkmaya devam ediyor"
diye konuştu.
Çalışmaların 18 kişilik ekiple gerçekleştirildiğini
dile getiren Doç.Dr. Czichan, Hititlerle ilgili
bulunan kalıntıların günümüzden 3 bin 500 yıl
öncesine ait olduğunu belirtti. Doç.Dr. Czichan
höyükteki yerleşimin ise eski tunç çağına kadar
dayandığını dile getirerek Nerik’i duyan turistlerin
bölgeye gelerek bilgi aldığını da aktardı.
İl Kültür ve Turizm Müdürü Yüksel Ünal da Oymaağaç
Höyüğü’ne giderek kazı çalışmalarını yerinde
inceledi. Höyükte yapılan kazının Samsun tarihi için
çok önemli olduğunu ifade eden Ünal, "Nerik’in
burada bulunması kentin kültür ve turizmine da büyük
katkı sağlayacaktır. Kazı çalışmalarında büyük bir
aşama kat edildi. Nerik’in kalıntılarının ortaya
çıkarılmasını biz de heyecanla takip ediyoruz" diye
konuştu.
Hürriyet,11.09.2013
|
İNÖNÜ STADI'NIN YIKILMAYACAK OLAN TARİHİ KISMINDA YANGIN!
DHA'nın haberine göre, Beşiktaş İnönü Stadı'nda tarihi eser kapsamına girdiği için yıkılmayacak bölümünde saat 15.15 sıralarında yangın çıktı. İnşaat görevlilerinin fark etmesi üzerine olay yerine itfaiye ekipleri sevk edildi. Olay yerine kısa sürede ulaşan itfaiye, tarihi binanın üst katındaki pencere boşluğunda yangına müdahale etti. Çıkış nedeni belirlenemeyen yangın itfaiyenin müdahalesiyle kısa sürede söndürülürken, tarihi binadan uzun süre dumanların çıktığı görüldü. Yangının çıktığı kısmın alt katının müze, üst katının ise ofis olarak kullanıldığı belirtildi.
Sözcü,11.09.2013
|
TARİHİ YARIMADAYI KURTARMA ADIMI
Yıldız
Teknik Üniversitesi tarafından 2012’nin başında
kurulan İstanbul Tarihi Yarımada Uygulama ve
Araştırma Merkezi (İSTYAM), ekimde uluslararası bir
sempozyuma hazırlanıyor. Merkezi Yedikule surlarının
içinde olan İSTYAM’ın üzerinde durduğu en önemli
konu, bölgede yaşayanlarda tarihi yarımada bilinci
oluşturmak.
Sur içi diye tabir edilen tarihi yarımada
hepimizin bildiği gibi çok önemli bir bölge. İlk
İstanbul bu bölgede kuruldu, imparatorlukların
merkezi oldu, yüzlerce tarihi yapı ve kültürel
zenginlikler yine burada. Fakat tarihi yarımada bir
o kadar da ilgiye ve sahiplenilmeye muhtaç. Yıldız
Teknik Üniversitesi, bölgenin geleceğini teminat
altına almak için 2012 yılının başında İstanbul
Tarihi Yarımada Uygulama ve Araştırma Merkezi
(İSTYAM) kurdu. Fatih Belediyesi, Yedikule
Mahallesi’nde 5 bin 400 metrekarelik arazi içinde 2
bin metrekare kapalı alanı olan bir binayı 20 yıl
boyunca İSTYAM’a tahsis etti.
İSTYAM, bir yıldır hem sur içinde oturanlarda
‘nerede yaşadıklarına’ dair bir bilinç oluşturmak,
hem de ‘tarihi yarımada uzmanları’ yetiştirmek için
çalışmalar yapıyor. “Cankurtaran’da Dönüşüm ve
Cankurtaran’da Yaşayanlar” ya da “İstanbul’un İlk
Kadısı Tarafından Yaptırılan Hızır Bey Camii’nin
Restorasyon Süreci” gibi seminerlerin yanı sıra
Osmanlı Türkçesi atölyeleri açarak, evlerinin yanı
başındaki mezar kitabesini okumayı bilmeyen ama
öğrenmek isteyen tarihi yarımadalılarla
akademisyenleri bir araya getiriyor.
YTÜ Mimarlık Bölümü Bina Bilgisi Anabilim Dalı
Öğretim Üyesi Doç.Dr. Ferah Akıncı’nın öncülüğünde
kurulan İSTYAM, ekimde önemli bir sempozyuma
hazırlanıyor. İran, İtalya, Azerbaycan, Hollanda
gibi ülkelerden katılımcıların bildirilerini
sunacağı Uluslararası Tarihi Yarımada Sempozyumu 3-5
Ekim 2013’te gerçekleş-tirilecek. Sempozyumda
‘Tarihi yarımadanın sınırları genişliyor mu? Silüeti
bozan Zeytinburnu’ndaki ikiz kulelerin akıbeti ne
olacak? Bu konuda akademisyenler ne diyor? Tarihi
yarımada nefes almakta zorlanırken akademinin bu
emeği yeterli mi?’ gibi konular tartışılacak.
Akıncı, “Ben Fatih Malta’da büyüdüm. Tarihi
yarımadanın yitip giden değerlerini gözümüzle
gördük. Bu merkez, bölgedeki tarihsel dokunun en iyi
şekilde korunması ve kültürel sürekliliğin
sağlanmasına büyük katkı yapacak.” diyor.
ÜÇ KOMİSYON KURULDU
İSTYAM kapsamında kurulan üç önemli komisyon
bulunuyor. Op. Dr. Mehmet Görgülü ve ekibinin
oluşturduğu Biyolojik Materyal İnceleme Komisyonu,
tarihi yarımadada yapılan kazılardan elde edilen
yeni ve eski insan, hayvan ve bitkilere ait
biyolojik materyallerin analizini yapıyor. Buradaki
amaç; örneğin insan iskeletlerinde yaş, boy,
cinsiyet, hastalık gibi özelliklerin saptanması
yoluyla tarihi yarımadanın geçmişteki sakinlerini
kimliklendirmek.
‘Tarihi Yapılarda Deformasyon Ölçmeleri’ adını
taşıyan ikinci komisyon, tarihi yapılarda oluşan ya
da oluşabilecek deformasyonları saptıyor. Doç.Dr.
Atınç Pırtı, Yrd. Doç.Dr. R. Gürsel Hoşbaş, Uzman
Taylan Öcalan’dan oluşan komisyonun tecrübeleri
arasında sur içinde Fatih Camii deformasyon ölçme ve
değerlendirme çalışması yer alıyor. Konservatör Uğur
Genç yönetimindeki Tarihi Yarımada Deneysel
Araştırma Komisyonu ise sokak sokak gezerek cam,
taş, ahşap, fosil toplayıp binaları ve eserleri
korumak için malzeme analizi yapıyor, ayakta kalan
yapıların ömürlerini ve dayanıklılıklarını ölçüyor.
Sempozyumdan bazı
etkinlikler
“Tezhip ve Minyatür Sanatıyla İstanbul Tarihi
Yarımada-sı” ve “İstanbul Tarihi Yarımada Resim
Sergisi”, 3 Ekim 2013.
Tarih ve ‘şehirli’ arasındaki ilişkinin çeşitli
yönleriyle ele alınacağı tarihçi Teyfur Erdoğdu
yönetiminde gerçekleştirilecek Şehirli Atölyesi, 2
Ekim 2013.
Doç.Dr. Ercan Karakoç, “Osmanlı Devleti’nin Son
Dönemlerinde İstanbul’da Toplu Ulaşım”, 4 Ekim 2013.
“Tarihi Yarımadada Küçük Bir Çocuk Olmak” acaba
nasıl bir duygu? Bölgede büyüyen Yrd. Doç.Dr. Şule
Özkeçeci izlenimlerini aktaracak, 4 Ekim 2013.
Program çerçevesindeki ilginç atölyelerden biri
kesme şekerden Ayasofya Müzesi’nin yapılacağı Sugar
Sophia Maket Atölyesi olacak, 1-2 Ekim 2013.
Sempozyum oturumları ve etkinliklerin hepsi
İSTYAM’ın Yedikule’deki merkezinde yapılacak.
Katılmak isterseniz: www.istyam.yildiz.edu.tr, 0212
588 21 1
Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 11.09.2013
|
36 METRE DERİNDE TARİHİ ESER BASKINI
Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde yapılan kaçak
kazılarda bulunan eserlerden bazıları, yasa dışı
yollarla yurtdışına çıkarılıyor ve satılıyor. Bazı
eserler de güvenlik güçlerinin operasyonları
sayesinde son anda ele geçiriliyor. Sualtında
kırdığı rekorlarla tanınan emekli SAT komandosu
Namık Ekin, 1968'de tarihi eser kaçakçılarına
düzenledikleri operasyonu, anılarını yazdığı
"İmkansız Sadece Bir Kelimedir" kitabında anlattı.
Bodrum'daki tarihi anforaları çalan kaçakçılara
sualtında baskın yaptıklarını anlatan Ekin,
kaçakçıları, gizlice yaklaşıp maskelerini çıkarıp
yakaladıklarını söyledi. Preveze NATO Tatbikatı'ndan
sonra arkadaşlarıyla birlikte Bodrum Yalıkavak'ta
yaşayan Şahan Hoca'yı ziyaret ettiklerini anlatan
Ekin, kitabında operasyonun detaylarını şöyle
anlattı:
SUALTINDA SUÇÜSTÜ
Şahan
Hoca, aylardır ABD bayrağı taşıyan bir yatın aynı
yere demir attığını söyledi. Yabancı dalgıçların
buradan tarihi eserlerimizi kaçırdığından
şüpheleniyordu.
Sabah saatlerinde adamların dalış yaptığı yere
gittik.
Dalış malzemelerimizi kuşandık.
Dibe indiğimizde derinlik saatlerimiz 120 feet'i
(yaklaşık 36 metre) gösteriyordu.
Dibe inip biraz dolaştığımızda, gözlerimize
inanamadık.
Adamlar anforalar dahil birçok tarihi eseri küme
yapıp toplamış ve götürmek üzere hazırlamışlardı.
Daha sonra teknemize binip oradan uzaklaştık. Sahile
ulaşır ulaşmaz Şahan Hoca ve Reşat doğruca gidip
Müzeler Müdürlüğü'ne haber verdi. Bu arada ben de
daldığımız yeri sürekli kontrol ediyordum.
ABD bayraklı yat geldiğinde haber verecektim. Bir
süre sonra Şahan Hoca, yanlarında jandarma üsteğmen
ile birlikte geldi. Dalış yerini görüp bizden
bilgileri aldıktan sonra akşam pusu için sahil
muhafaza botları ile denizden operasyon
yapacaklarını söylediler. İki gece sonra teknenin
ışıklarını gördüğümüzde vakit gece yarısını
geçmişti. Jandarmanın fazla ekibi olmadığından
bizden yardım istediler.
KOMŞU'YA KAÇIRILACAKTI
Bir
jandarma üsteğmen ve jandarma astsubayını da
yanımıza alarak motor çalıştırmadan kürekle ABD
bayraklı yata doğru sessizce yaklaşmaya başladık.
Hedefe varmamıza 200 metre kala tüplerimizi taktık.
Jandarma üsteğmenin isteğiyle suya dalıp onları
suçüstü yakalayacaktık.
Yanlarına ulaşmamız 7-8 dakika sürdü. Adamlar, biz
el feneri kullanmadığımız için farkımızda
değillerdi.
İki dalgıç, halattan yapılmış ağlara tarihi
eserlerimizi dolduruyordu.
Daha önce planladığımız gibi arkadan yaklaşıp
maskelerini aniden çıkarttık.
Suyun altında neye uğradıklarını şaşırdılar. Hızlı,
fakat dikkatli biçimde satha doğru çıkmaya
başladılar.
Hemen teknenin çapasını kayalara sıkıştırdım. Bu
sayede teknenin kaçmamasını sağladık. Üçümüz
daldığımız yere doğru yüzüp çıktığımızda jandarma
botunun tekneye çoktan yanaşmış olduğunu gördük.
Olay çok şaşırtıcıydı.
Üçü Türk'tü. Aralarında iki de Yunanlı vardı. ABD
bandıralı Yunan yatı kullanarak, Türk kaçakçılarla
olayı organize etmişlerdi. Tarihi eserleri
Yunanistan'a kaçırmayı planlıyorlardı.
Gece yarısı Bodrum'a gidip ifade verdik. Bu
operasyonda SAT'ların olması büyük şanstı. Şahan
Hoca'nın evvelce orada bulunması ve yatı dürbünle
devamlı izlemesi olayı açığa çıkartmıştı. Ertesi gün
kaçakçıların bazı sualtı tarihi zenginliklerimizi
uçak kargosu ile demir, kalıp diye yutturup yurt
dışına çıkardıklarını öğrendik.
OTOMOBİLDEN ÇIKAN HAZİNE...
Tarihi eser kaçakçılığında kilit
noktalardan biri gümrük kapıları... Kaçakçıların bir
kısmı, kapılarda yapılan kontrollerde yakalanıyor.
2007'de kaçak kazı yapan bir Türk vatandaşı, bulduğu
eserleri yurtdışına kaçırırken Hırvatistan'ın Macelj
uluslararası karayolunda yakalandı. Otomobildeki
aramada, 115 adet sikke, 7 adet yüzük, 9 adet kurşun
sapan taşı ve 2 adet ok ucu olmak üzere toplam 133
parça eser ele geçirildi. Gümüş ve tunç sikkelerin
Arkaik-Klasik, Hellenistik ve Roma Dönemi'nde (MÖ
VII. yy-MS.II.yy) ve Doğu Roma İmparatorluğu
Dönemi'nde, Anadolu kentlerinde basıldığı tespit
edildi. Yakalanan şahıs sınır dışı edilirken, ele
geçirilen eserler de Türkiye'ye iade edildi.
Sabah, Haber: Hasan
Ay, 11.09.2013
|
HADRİANAUPOLİS ANTİK
KENTİNDEKİ KAZI ÇALIŞMALARI
Karabük'ün
Eskipazar
İlçesi'nde
Batı Karadeniz'in
"Zeugma"sı olarak adlandırılan Hadrianaupolis antik
kentinde kazı çalışması yapan Alman ve Avusturyalı
bilimciler, Katolik dünyasının önemli isimlerinden
biri olduğuna inanılan Aziz Stiylos Alpius'un
kalıntılarını bulmaya çalışıyor.
Hadrianaupolis'teki
kazılarda MÖ 1. yüzyılda kurulduğu ve MS 8. yüzyıla
kadar yerleşim amacıyla kullanıldığı tahmin edilen,
Anadolu'da
örnekleri hiç görülmeyen bazı zemin mozaiklerinin
ortaya çıkarıldığı
Eskipazar'da
gelecek yıl yapılacak olan kazı alanlarının
belirlenmesi için arkeojeo fizik ve tofografik
çalışmalar Alman ve Avusturyalı uzmanlarca
gerçekleştiriliyor. Kazı alanında incelemelerde
bulunan
Karabük İl Kültür
ve Turizm Müdürü
İbrahim Şahin,
Samsun
19 Mayıs
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Kazı
Başkanı Yrd. Doç.Dr. Vedat Keleş'ten bilgi aldı.
Yrd. Doç.Dr. Vedat Keleş,
Batı Karadeniz'in
"Zeugma"sı olarak adlandırılan Hadrianaupolis antik
kentinde daha önce ortaya çıkarılan eserlerin
çalışma yapılmadığı dönemlerde kaçak kazılar sonucu
tahrip olduğunu söyledi. Yapılan kazılarda antik
kentin
Anadolu'nun en
önemli Bizans kentlerinden biri olduğunu ancak
çalışma yapılmadığı zamanlarda define avcıları
tarafından yapılan kaçak kazıların bölgeye çok büyük
tahribatlar vermeye devam ettiğini dile getirdi. Bu
yılki çalışmaları kazı üzerine kurmadıklarını
anlatan Keleş, "Bundan sonra yapılacak kazı
çalışmalarına rehber olması ve planlaması bakımından
arkeojeo fizik çalışması ve tofografik çalışmalara
ağırlık verdik. Arkeolojide arkeoloji alanda kazıya
başlamadan önce yapılması planlanan en önemli
işlerden bir tanesi Arkeojeo fizik çalışmalarıdır.
Bu senede bu çalışmalara başladık. Almaya'dan ve
Avusturya'dan
alanlarında uzman ekiple çalışıyoruz. Yaklaşık 12
kişilik bir ekip ile bu çalışmaları yapıyoruz. Bu
çalışmaların sonucunda elde edilecek verilere göre
hangi alanda çalışacağımızı planlayacağız. Bir yerde
başarıya ulaşmak için sağlam alt yapıya ihtiyaç var.
Bu nedenle burada kazı evinin biran önce yapılmasını
ve bitirilmesini arzu ediyoruz. Kazı evi
bitirilmeden burada kazı yapılmasına ben şahsen
karşıyım. Ortaya çıkacak arkeolojik malzemelerin
konulacağı bir depo yok. Zaten etrafta çok ciddi
tahribatlar ve kaçak kazılar var. Bu sene
geldiğimizde yine kaçak kazıların yapıldığını tespit
ettik. Bu sene bu bölgede 5 noktaya elektrik direği
dikerek kamera sistemleri kurulacak ve uydu
üzerinden 24 saat takibe alacağız. Bu linki
jandarmaya vererek, onlar da 24 saat boyunca bu
bölgeyi gözetleyecek" dedi.
Daha önce ortaya
çıkarılan eserlerin turizme açılması için çatı
sistemlerinin yakında kurulmaya başlanacağını da
anlatan Keleş, "Turizme açmak çok önemli ama bizim
için önemli olan bir kültür varlığının kurtarılması.
Bu kaçak kazı yapanlar bu antik kente çok büyük
zarar veriyor. Bunları bir şekilde önlememiz lazım.
Bunun için gerekli çalışmaları hızlı bir şekilde
yetkililerin çözüp, gündüzleri de bölgeyi gezecek
bekçiler alması lazım. Kazı çalışmalarında şuana
kadar biraz sıkıntılı süreçten geçtik ama attığımız
adımlar doğru. Bundan sonra biraz daha hızlanır
çalışmalar. Burası
Anadolu'da en
önemli Bizans kenti. Çünkü Hadrianaupolis antik
çağda bir
Hac merkezi. Antik
çağ insanın bile
Hac vazifesini
yerine getirdiği yerlerden bir tanesi
Hadrianaupolis'tir. Buranın
Hac merkezi olduğu
iyi lanse edilirse Katolik dünyası buraya akın
edebilir. Roma İmparatoru
Hadrian tarafından
kurulmuş ve 8-9 kilometrelik bir alanı kaplayan
Karadeniz'in önemli
kentlerinden bir tanesi olup, burada doğmuş olan ve
Katolik dünyasının önemli isimlerden biri olan Aziz
Stylos Alpius'un burada olması burası için çok
önemli. Zaten Alman bilimciler Alpius'un burada
yaşadığını ve kalıntılarını tespit etmek için
bizimle çalışıyor. Eğer bunu net bir şekilde ortaya
çıkarırsak burası turist akınına uğrar" diye
konuştu.
Avusturya'dan gelen ve
Türk olan Dr. Sirri Seren ise, kullandıkları
sistemle yer altını 3 boyutlu olarak görüntüleyip
şehrin planını çıkarttıklarını söyleyerek, "Burada
jeofizik yöntemlerle hiç kazmadan yer altını
görüntülüyoruz. Bu iş için iki değişik metot
kullanıyoruz. Bunların biri manyetik sistem diğeri
de jeo radar. Buda dünyanın arkeolojide kullandığı
yeni sistem olan jeoradar. Buradaki aletle elektro
manyetik dalgaları yerin altına gönderip taşlardan
ve duvarlardan yansıyarak geri geliyor. Her şey
otomatik olarak bilgisayara yükleniyor. Yerin altı
üç boyutlu olarak görüntülüyoruz. Bu arkeologlar
için iki açıdan çok önemli. Şansa diye kazı yok ve
bütçesini planlayabilirler. Bu yöntemlere çok büyük
alanları çok kısa sürede ölçüp görüntüleyebiliyoruz.
Bir hafta ölçtüğümüz alanları binlerce yılda kazmak
mümkün değildir. Bir hafta 20 dönümlük alanı 5
santime 25 santim aralıkla tarıyoruz. Bu bir şehrin
planını çıkarmaktır neticedeve kazılar 4. boyuta
zaman boyutunu çıkarmak için gereklidir. Bugün
Avrupa'da bu
standart hale gelmiş ve bu Hadrianaupolis'te bu
standartlarda yapılıyor" dedi.
Seren, 4 gündür bölgede
çalışma yaptıklarını ve çok güzel buluntuları ortaya
çıkarttıklarını da anlatarak, "Bir kenarı yol
yapımında açılmış kilisenin komple ne durumda
olduğunu ve bütün yapılarını ortaya çıkarttık.
Şimdiye kadar 10 dönümlük alanda tarama yaptık ve
hepsinin içinde büyük bir yapılaşma var. Bazıları
çok sağlam temel ve duvarlara sahip olan büyük
yapılar. 10 metre genişliğinde büyük salonları olan
yapılar var. Tabii bunları arkeologlar daha iyi
değerlendirecektir" şeklinde konuştu.
Kültür ve Turizm Müdürü
İbrahim Şahin ise,
Hadrianaupolis kentinde ilk ortaya çıkarılan A
Kilisesi'nin üstünün kapatılması için çalışmaların
devam ettiğini söyleyerek, "İşi alan firma kendi
atölyesinde çatı imalatını yapıyor. Çok yakın
zamanda firma çatı katını kuracak. Buradaki ortaya
çıkan mozaiklerin üzerindeki örtüler kaldırılarak,
tadilat yapılarak, çevre düzenlemesi yapılarak
turizme açacağız. Üst tarafta kazı evi ile ilgili
projemiz ilk kurul toplantısına yetişecek ve
önümüzdeki kazı dönemine yetiştirmek için
çalışacağız" dedi.
Hadrianaupolis antik
kentindeki at, fil, panter, geyik ve grifon (sanat
tarihinde görülen karışık bir hayvana verilen isim)
gibi birçok hayvan figürleri dikkat çekiyor.
haberler.com, 10.09.2013
|
ARKEOLOJİK KAZILARDA YENİ ŞEHİR VE İSKELETLER ÇIKTI
Şırnak'ın Cizre
İlçesi'ndeki
İçkale'de yapılan arkeolojik kazı çalışmalarında
yeni bir şehir yapılanması ve 20'ye yakın iskelet
bulundu.
İçkale'de
yapılan arkeolojik kazı çalışmalarında 11., 13.
ve 15. yüzyıllar arasındaki tarihlere ait yeni
bir şehir yapılanması tesbit edildi. Kazıda
ayrıca 20'ye yakın iskelet ve üst üste, yan yana
olan mezarlıklar ortaya çıktı.
Cizre
Kaymakamı Şenol Koca, "Kazıda 11. ve 13.
yüzyıllara kadar ulaştık. Şehir yapılanması
ortaya çıkmaya başladı. Bununla birlikte
şehirdeki mezarlıklara ulaştık." dedi.
Mardin Müzesi arkeologlarından ve İçkale
arkeolojik kazı çalışmasından sorumlu arkeolog
Mesut Alp de 11 , 13 ve 15. yüzyıllara ait 20'ye
yakın mezar çıkardıklarını anlatarak,
"Mezarlarımızın basit sanduka mezar, ahşap mezar
ve pişmiş tuğladan yapılmış 3 çeşit mezar ortaya
çıktı." açıklamasında bulundu. Kazılarda ayrıca
çanak, çömlek, pipo ve sikkelerin bulunduğu
kaydedildi.
Haber 7, 10.09.2013
|
TUMLU KALESİ'NİN RESTORASYONU İÇİN 300 BİN TL ÖDENEK
AYRILDI
Adana Valisi Hüseyin Avni Coş, Ceyhan'da bulunan
Tumlu Kalesi'nin restorasyonu için 300 bin TL ödenek
ayrıldığını açıkladı.
Adana'daki tarihi ve kültürel değerlere yönelik
onarım ve restorasyon çalışmaları hız kazandı.
Çalışmalar kapsamında Ceyhan'a 17 kilometre
uzaklıkta bulunan Tumlu Kalesi, yeniden onarılacak.
Adana-Kozan kervan yolunu gözetlemeye ve
çevresindeki diğer kalelerle iletişim sağlayan 75
metre yükseklikteki tepeye kurulu kaledeki
çalışmalar kısa sürede başlayacak. Adana’nın tarih
boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yaptığını
belirten Adana Valisi Hüseyin Avni Coş, “Bilindiği
gibi Adana, tarihi İpek Yolu güzergahı üzerinde
bulunmasından dolayı, kaleler açısında da çok zengin
bir ilimizdir. Ortaçağ’dan günümüze ulaşan ve
geleceği selamlayan Tumlu Kalesi, önemli tarihi
değerlerimizden sadece bir tanesidir. Geçtiğimiz
günlerde Anavarza Kalesi ve Antik Kenti’nde
gerçekleştirilen temizlik, bakım ve onarım
çalışmaları ile Karataş’taki Magarsus Antik
Kenti’ndeki kazı çalışmalarının başlatılmasının
ardından, Kültür ve Turizm Bakanımız Sayın Ömer
Çelik’in talimatlarıyla sağlanan 300 bin TL.’lik
ödenek ile birlikte, Tumlu Kalesi’nde restorasyon
çalışmalarına da en kısa sürede başlanacak ve
bitirilecektir. İlgi ve desteklerinden dolayı Sayın
bakanımıza şükranlarımızı iletiyoruz.” diye konuştu.
Zaman, 10.09.2013
|
OLİMPOS ANTİK KENTİ KUŞ CENNETİ OLDU
Olimpos Antik Kenti Kazı Başkanı, Anadolu
Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi
Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. B. Yelda Olcay Uçkan,
Olympos antik kentinin barındırdığı kuş türleri ile
de adeta kuş cenneti olduğunu belirtti.
Talk And Breakfast Turizm Grubunun bu haftaki
konuğu Prof.Dr. B. Yelda Olcay Uçkan oldu. Uçkan,
turizm grubuna Olympos antik kenti kazıları,
kurtarma çalışmaları, Prof.Dr. B. Yelda Olcay
Uçkan, Antik Kenti’nin özelliklerini anlattı.
Olympos Antik Kenti’nin kent planının
çıkarıldığını anlatan Prof.Dr. B. Yelda Olcay
Uçkan, Olympos’un kazılmayan alt kısımlarında neler
bulunduğunu bildiklerini, ortaya çıkardıkları
eserleri korumak için çalışmalar yaptıklarını
belirtti.
Olympos’taki kazı ve kurtarma çalışmalarının
devam ettiğini anlatan Uçkan, Kültür ve Turizm
Bakanlığı’nın kazılar için verdiği paranın yanı sıra
sponsorların katkısıyla bu işleri sürdürdüklerini,
ancak bu işlerin daha iyi yürümesi için daha fazla
sponsorlara ihtiyaç duyulduğunu ifade etti.
Kuş cenneti
Olympos’da yapılan bir diğer çalışma kentin fauna ve
flora dokusunun incelenmesi olduğunu anlatan Uçkan,
‘’Bu kapsamda Anadolu ve Akdeniz Üniversitesi’nden
uzmanlarca hazırlanan raporlar endemik türlerin
varlığını ortaya koymaktadır. Özellikle kentte 79
kuş türünün tespit edilmesi, kuş gözlemciliğinin bir
eko-faaliyet olarak sunulmasını olası kılmaktadır.
Olympos kazısı gibi uzun soluklu kültürel
çalışmaların özel sektör tarafından da
desteklenmesi, yukarıda sözü edilen paydaşlar içinde
yer alması açısından önemlidir. Özel kuruluşların
Olympos’daki çalışmaları desteklemesi, kültürel
katkının yanı sıra Kültür ve Turizm Bakanlığı ile
yapılacak protokol sonrası verilen katkı oranında
vergi indirimi sağlaması da bir artı değer olarak
sunulabilir’’ dedi.
Olympos antik kenti hakkında
“Anadolu’nun güneybatısında, antik adıyla “Likya
Bölgesi’nde” yer alan Olympos, tarihi süreç içindeki
önemli konumunun yanı sıra günümüzde de turizm
açısından ilgi çeken bir antik kenttir’’ diyen
Uçkan, antik kent hakkında şunları söyledi:
“Günümüzde Antalya İli’ne 80 km. uzaklıktaki kent
derin bir vadi içinde konumlanır. Kent ortasından
geçen Olympos Çayı (Göksu) ile ikiye ayrılır.
Güneyinde Sepet ve Musa Dağı, kuzeyinde Omurga Dağı
ile çevrelenen kent, doğusundan Akdeniz’e açılır.
Günümüze ulaşan veriler, Olympos’un Roma Döneminde
tanınmış bir yerleşim olarak Likya Birliği’nin üç oy
hakkına sahip altı kenti arasında yer aldığını
gösterir. MÖ100 tarihinden sonra korsanlık
faaliyetleri nedeniyle Phaselis ile beraber Likya
Birliğinden ayrılır. Olympos’la ilişkisi bilinen
korsan Zeniketes’in Kilikyalı bir demirci olduğu ve
korsanların arasında lider konumuna çıktığı veya
yerel bir bey ya da haydut topluluğunun lideri
olduğu düşünülmektedir. Bununla birlikte
Zeniketes'in Kilikyalı değil de Olympos’lu olma
ihtimali ve topraklarını Roma Yönetimine karşı
savunma amacıyla mevcut düzene karşı durduğu savı
daha güçlüdür. Zeniketes’in Olympos’daki
hakimiyetinden rahatsız olan Roma İmparatorluğu MÖ
79’da Servilius İsauricus Vatia kumandasındaki
ordusunu kente yönlendirmiş ve Zeniketes’e ait tüm
kuvvetleri ortadan kaldırmıştır. Bu müdahale sonrası
Ager Publicus (Kamu toprağı) ilan edilen bu alanda
gerçekleşen şavaş antik yazarlar tarafından
aktarılmıştır. Olympos’un cezası Roma İmparatorluk
çağında sona erer ve kent tekrar Likya Birliği'nin
seçkin üyelerinden biri olur. Günümüzde kentin
kuzeyinde yer alan ve MS2.yüzyılın sonları -
MS3.yüzyılın başlarına tarihlenen Lykiarkh
Mezarındaki yazıttan Markus Aurelius Arkhepolis’in,
Likya Birliği’nde Lykiarkh (Birlik Başkanı)
görevinde bulunduğu anlaşılmıştır. Alanda yapılan
kazı çalışmaları sırasında bulunan bir diğer
yazıttan da aynı kişinin Lykiarkh görevinin yanı
sıra Grammateus ve başrahip olduğu ortaya çıkmıştır.
Bununla birlikte Olympos’un bu dönemde önemli bir
kent olduğunu vurgulayan diğer olay da Likya
Birliğinin aldığı kararı İmparatora iletilmesi için
bir Olympos vatandaşının seçilmesidir.
Günümüzdeki veriler, Hıristiyanlığın kente erken
ulaştığını gösterir. Olympos’un ve Lykia Bölgesi’nin
ilk piskoposu olan Methodios, Ortodoks geleneğe göre
Olympos ve ardından da Patara kentlerinin piskoposu
olmuştur. Dioclectianus döneminde (MS284-305)
Patara’da, kenti ziyaret eden Maksiminus Daia’nın
da katıldığı bir mahkeme tarafından idam edilmiştir.
Kaynaklardan, MS431 yılında Efes, MS451 yılında
İstanbul konsillerine katılan Aristokritos, MS457-
458 Konstantinopolis konsilinde Olympos’u temsil
eden Anatolius ve MS536’daki Konstantinopolis
Synodu’na katılmış olan Ioannes’in de Olympos
piskoposları olduğu öğrenilmektedir. MS6.yüzyıl
sonrası için Olympos hakkında, özellikle
MS7.yüzyılda Akdeniz’de etkili olan Arap akınları
nedeniyle kent hakkında bu döneme dair bilgilerimiz
sınırlıdır.
Bölgede MS6.yüzyıldan itibaren etkisini gösteren
doğal afet ve salgın hastalıklar kent hakkında bilgi
sahibi olmamızı engelleyen bir diğer unsurdur.
Antalya Körfezi’nde halen aktif olarak nitelenen fay
hatları, Olympos ve çevresini günümüze kadar etki
altında bırakmıştır. Buna bağlı olarak yakın
çevrelerde gerçekleşen tusunami felaketlerinin etkin
olduğu bilinmektedir.
Olympos’daki çalışmalar alanda sürdürülen kazıların
yanı sıra koruma, düzenleme ve restorasyon
çalışmalarını da içermektedir. Akdeniz kıyısında
yalnızca tarihi ile değil aynı zamanda içerdiği
turizm potansiyeli ile de yoğun ilgi gören
Olympos’un kültürel değerleriyle ortaya çıkarılması
ve yerel unsurlarıyla birlikte bir bütün olarak
korunarak yaşatılması 2000 yılından beridir
sürdürülen çalışmaların temel amacıdır. Bu amaç
doğrultusunda Olympos’da sürdürülen çalışmalar,
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve
Müzeler Genel Müdürlüğü, Anadolu Üniversitesi,
Antalya Valiliği, Antalya Özel İdaresi, Antalya İl
Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Antalya Müzesi, Kumluca
Kaymakamlığı, Kumluca Özel İdaresi, Kumluca Jandarma
Komutanlığı, Kumluca Orman İşletme Şefliği, Sivil
Toplu Kuruluşu olarak ÇEKÜL Vakfı, Güney Antalya
Altyapı Birliği (GATAB), Adrasan Belediyesi, Yazır
Köyü Muhtarlığı ve tüm Yazırlıların katılımıyla
Kamu, Yerel ve Sivil birlikteliğinin uygulamaya
geçtiği çarpıcı bir örneğini oluşturmaktadır.
Tüm bunların yanı sıra özellikle yaz aylarında antik
kente bağlı olarak gelişen ziyaretçi yoğunluğu da
göz önüne alındığında kent içinde gerçekleştirilecek
arkeolojik kazı ve restorasyon çalışmalarının
turizme olumlu katkısı da söz konusudur. Antalya ve
çevresinde yer alan ünlü antik kentlerin arasında
bulunan Olympos, özverili çalışmalarımıza cömertçe
cevap vermektedir. Görsel açıdan da etkileyici ve
yeni bir yüze sahip olan Olympos, ülkemizin en
önemli turizm potansiyeline sahip Antalya’nın kültür
turizmi konusunda attığı adıma katkı sağlayacaktır.
Olympos’da sürdürülen tüm bu çalışmaların
hedeflendiği noktaya ulaşması kamu, yerel yönetimler
ve tüm paydaşlarla ortak sorumluluk çerçevesinde
işbirliği anlayışıyla mümkündür. Avrupa Birliği
Altıncı Çerçeve Eylem Planı’da ifade edilen
“sürdürülebilirlik” ancak bu şekilde
gerçekleşebilir.
Tüm bu ilkeler çerçevesinde kentte oldukça yoğun
olan bitki temizliği ile çalışmalar
gerçekleştirilmektedir. Bu çerçevede Kumluca Orman
İşletme Şefliği koordinasyonuyla çalışılmakta ve
alanın flora ve faunasına zarar vermemek için
bilinçli bir seyreltme uygulanmaktadır. Bu
çalışmalar sonrası bitki örtüsü altında kalan kent
dokusu ve ikinci hatta üçüncü kat seviyesine kadar
yükselen yapı stokları ortaya çıkarılmaktadır. Söz
konusu alanda daha fazla derinleşmeden ortaya
çıkarılan duvarların iklimsel koşullardan olumsuz
etkilenmemesi için koruma ve sağlamlaştırma
çalışmaları gerçekleştirilmektedir. Ortaya çıkan tüm
bu mimari verilerin belgelenmesi çalışmanın önemli
bir ayağını oluşturmaktadır. Olympos kazılarında
başlangıçtan itibaren kullanılan üç boyutlu laser
tarayıcı sistemle belgelendirme işlemi de yapılmakta
ve sonrasında restitüsyon ve restorasyon
projelerinin hazırlanması süreci mimar ekip üyeleri
ile gerçekleştirilmektedir. Gerek belgelendirme
çalışmaları gerekse kent panoramasının
hazırlanmasına büyük katkı sağlayacak yeni teknoloji
üç boyutlu laser tarayıcı cihaz ve ekipmanı Anadolu
Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri kapsamında
hazırlanan projeden alınmıştır. Bu teknolojiyle
yapılan ölçümler hem sağlıklı veriler alınmasına hem
de kentin üç boyutlu modellemesinin yapılmasına
olanak sağlamaktadır.”
Turizm Gazetesi, 10.09.2013
|
İKİ DUVARIN ARASINDA BOSTAN MI PARK MI?
Fatih
Belediyesi, Yedikule Mahallesi’ne bağlı bir alanda
yer alan 1633 ve 2454 gibi numaralı ada olarak
anılan araziler, tarihçiler için İsmail Paşa Bahçesi
ya da Hazinedarbaşı Bostanı, Yedikuleliler içinse
Kezban ablanın, Hasan abinin bostanları.
“Bir moloz yığınıyla çok verimli ecdad
yadigarının arasında (bostanların neden korunması
gerektiğini ve bunun ne kadar mümkün olduğunu)
konuşuyoruz” diye bitirmişti Prof.Dr. Cemal Kafadar
sözlerini 8 Temmuz’da. Kendisine “Yedikule Kapı ile
Belgrad Kapı Arasında Kara Surları İç Koruma
Rekreasyon Projesi”nin temeline karşı değil tasarım
kararlarına ve uygulama yöntemlerine karşı
bostanları korumak isteyen bir grup kentlinin
düzenlediği basın açıklamasında konuşmak düşmüştü.
Bütün bu eylem ani karar verilmiş ve organik bir
biçimde oluşturulmuş bir basın açıklamasıydı, çünkü
bundan bir gün önce söz konusu alana gidenlerin
gördükleri fotoğraf karşısında sessiz kalmaları
güçtü ve bu tasarıma yapıcı önerilerle itiraz
edilmesi gerekiyordu.
6 Temmuz 2013 Yedikule Bostanları'ndaki çalışma.
Fotoğraf: Ali Taptık
Bir takım iş makineleri surların önünde, bostanların
ortasında uzaydan inmiş araçlar gibi duruyorlardı.
Yarısı “örtülmüş” bahçenin yeşil olan kısmında bir
kadın boyundan uzun bitkiden aceleyle bir şeyler
topluyor, çocukluğu İstanbul’da apartmanlar arasında
geçmiş ben, çevremde olup bitene aldığım mimarlık
eğitimi doğrultusunda anlam vermeye çalışıyorum, ve
o bitkinin fasulye olduğunu öğreniyorum. Bostanların
örtülmesinin nedeni kot yükseltmek. Park düzenlemesi
yapılacaksa, neden kot yükseltiliyor? Neden o canlı
toprakların üstüne renginden ölü olduğu belli,
içinde çuval ve beton parçaları olan bir toprak
örtülüyor? Neden Yedikule Konakları’nın duvarında
normal zeminden 1,5 metre yukarıda kırmızı spreyle
işaretlenmiş bir nokta var? Neden şimdi Temmuz’un
ortasında ürün verirken yapılıyor bunlar? Bu
soruların yanıtlarını hala anlamaya çalışıyorum.
Başlıkta geçen duvarlardan biri Theodosian Surları,
1500’den fazla yıllık geçmişe sahip dev boyutlu
yapılar. UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde yer
alan; restorasyon çalışmaları gerek tasarım
süreçleri, gerek de finansal yönleriyle hep tartışma
yaratmış bir anıt. Öteki duvarlar ise surlara göre
çok daha yeni. Sürekli yıkıp yeniden inşaa etmeye
kendisini dayamış bir ekonominin simgesi haline
gelmiş, kentsel yenileme alanlarına “Yedikule
Konakları” gibi tepeden inme projelerle inşa edilen
kapalı sitelerin duvarları. Bostanların bir
bölümünün aralarında sıkıştığı bu iki duvara iyi
bakmak neden bu noktada olduğumuzu anlamamız için
yeterli.
Fatih Belediyesi, Yedikule Mahallesi’ne bağlı bir
alanda yer alan 1633 ve 2454 gibi numaralı ada
olarak anılan araziler, tarihçiler için İsmail Paşa
Bahçesi ya da Hazinedarbaşı Bostanı, Yedikuleliler
içinse Kezban ablanın, Hasan abinin bostanları.
Karşısında korumaya çalışılan proje ise sorunu
aktarmayı daha da zorlaştıran bir ada sahip:
“Yedikule Kapı-Belgrad Kapı arası Park ve Rekreasyon
Alanı Düzenlemesi”. Fatih Belediyesi tarafından
yayımlanan proje broşüründe geçen işlevler
(restoranlar, kafeteryalar, basketbol sahaları,
jimnastik alanları, bisiklet parkuru, ıslanma
havuzu) bir parktan çok bir sosyal tesisi andırsa da
adındaki “rekreasyon” sözcüğünün nedeni budur
belki...
Sur içinde kalan kısımlarını park ve rekreasyon
projesinin örteceği tarihi Yedikule Bostanları sur
içi ve sur dışında 50 ila 100 metre aralığında Sur
Koruma Bandı olarak tanımlanmış kentsel sitin
içerisinde yer alıyor. Büyük bir bölümünün mülkiyet
hakları (belli parsellerde tartışmalı olsa da) Fatih
Belediyesi’nde bulunan bostanlar, ecrimisil ödeyen
ve genellikle Kastamonu bölgesinden gelmiş
bostancılar tarafından çalışılan topraklar. Suları,
anıtsal değer taşıyan ve Bizans zamanından beri
yaklaşık aynı yerde yer alan, derinlikleri 12 ile 28
metre arasında değişen örme taş su kuyularından
çekilen bu bostanların yıllık 10 tonu bulan
mahsulleri çevre pazarlarda satılmakta.
Bostancıların bir kısmının 3 nesildir çalıştığı bu
kentsel tarım alanı yaklaşık 100 kişiyi istihdam
ediyor. Yaşayan topraklarını, üretim veren kentsel
tarım alanlarının ekonomik potansiyelini kimse
düşünemiyor.
1807 tarihli haritada Yedikule Bostanları, F.
Kauffer ve I.B. Lechevalier
Yasalara ve yönetmeliklere bakıldığında İstanbul’u
yönetenler tarafından bostanların kendi iktidarları
döneminde hazırlanmış kurallarca 2012’e kadar
korunduğu görülüyor: 2005 tarihinde kabul edilmiş
“Tarihi Yarımada (Fatih) 1/1000 Ölçekli Koruma
Amaçlı Uygulama İmar Planı ve Plan Notları”nda “Sura
bitişik alanlardaki 1875 tarihli haritada yer alıp
da günümüze kadar mevcudiyetini devam ettiren bostan
alanları korunacaktır” ve “Hazırlanacak kentsel
tasarım-peyzaj projelerinde, Tarihi Yarımadanın
kimliğine uygun, ekolojik etütler yapılacak, mevcut
yeşil dokusu korunarak, Tarihi Yarımada ve İstanbul
ile özdeşleşen bitki ağaç türleri ile peyzaj
kalitesi zenginleştirilecek, mevcudiyetini devam
ettiren tarihi bostan alanlarının tarımsal karakteri
korunacaktır” ibaresiyle korunan bu bostanların
üstüne kurulmuş ilk kapalı site “Yedikule
Konakları”. 2007 tarihinde mahkemece iptal edilen bu
plan notları, 2012’ de yeniden düzenlendiğinde
bostanlar için “Sura bitişik alanlardaki 1875
tarihli haritada yer alan günümüze kadar
mevcudiyetini devam ettiren bostan alanları yeşil
alan bütününde tematik olarak değerlendirilecektir”
diyor. Bütün bu yeniden düzenlemeye neden olan 5366
sayılı yasaya dayanarak Bakanlar Kurulu tarafından
13.09.2006 tarihinde, özellikle Yedikule Bölgesi’ni
‘yenileme alanı’ ilan eden karar. Bu kapsamda
25.06.2013 günü II. Yenileme Anıtlar Kurulu’nun
kamuya yayılmamış, ancak Radikal Gazetesi’nde Elif
İnce ve İdris Emin’in haberiyle açığa çıkan
kararında parkın dahil olduğu parsellerin imara
açıldığı da görülüyor. Tekrar tekrar farketmemiz
gereken yerellikten uzak yönetim anlayışının, kente
dikte ettirdiklerinin bizleri nasıl bozuk bir
kurguyla baş başa bıraktığı. Böyle bir durumda kendi
aramızda konuşmamız bile zorlaşıyor. 5 Temmuz
tarihli II. Yenileme Anıtlar Kurulu onayı ile
uygulamasına başlanan ve Tarihi Yedikule
Bostanlarını Koruma Girişimi’nin çabaları ile revize
edildiği iddia edilen projenin ilk tanıtım broşürü
“halk arasında spor bilincini arttırmak ve
yaygınlaştırmak” ve “sporu daha erişilebilir ve 365
gün yapılabilir hale getirmek” gibi ifadelerle dolu.
İstanbul’un 2020 olimpiyatları için başvuru
dosyasında yer alan “Golden Gate” (Altın Kapı) spor
kompleksiyle bağlantısının farkına varıp
olimpiyatların İstanbul için daha nasıl tehlikeler
yaratabileceğini düşünmemiz gerekli.
Yedikule sur içindeki bostanlar, yaklaşık
1890'lar. Fotoğraf: Guillaume Berggren
Sözünü ettiğimiz park ve rekreasyon alanı
projesinin şimdi üzerleri örtülmüş bostanlara çok
yakın iki blokta yaşayanlar için ciddi bir aciliyeti
var: Bostanların ışıklandırılmamış, bakılmamış,
korunmamış, adeta göz ardı edilmiş bu alanın ufak
çaplı kriminal eylemlerin sürdüğü bir mekana
dönüştüğünü, özellikle Yedikule sahil şeridine inmek
için Yedikulekapı’ya bağlanmanın mümkün olmadığını
ifade ediyor “mahalleli”. Bir ağızmışçasına Fatih
Belediye Başkanı Mustafa Demir’in bu alanın tarihi
ve ekolojik değerini anlatmaya çalışan bir grup
insana ve olan bitene taraflı bir şekilde bakan
basın mensuplarına sunduğu argümanlar da bunlar;
sanki bostanları koruma girişimi çevrenin
iyileştirilmesini istemiyormuş gibi konuşuluyor.
Kutup Planlama tarafından tasarlanan projenin üç
boyutlu görselleri güvenli yaşanabilir bir alan
gösterse de bütün bu düzenlemenin kentsel-tarım
arazileri ile bütünleşik bir biçimde yapılabileceği
de açık. Tasarımcıların bostanları korumadan,
peyzajın bir parçası olarak düşünmeden, inşaat
maliyetlerini de göz önüne alacak yönetimsel
çözümler önermeden sıkıcı geometrik düzenlerle
çizdikleri proje, tasarım etiği konusunda lisans
derslerinde derinlemesine tartışılması gereken bir
vaka oluşturuyor. Tasarımcının sorumluluğu kime
karşıdır? Mal sahibi ya da iş verene yani sermaye ve
iktidara mı? Yoksa tasarladığı mekanlarda yıllarca
yaşayacak insanlara mı? Yoksa geçmiş nesillerin
birikimine ve gelecek nesillerin taleplerine mi?
Uzmanlık alanı ne olursa olsun mimarların ve
planlamacıların yükümlü oldukları, bu karmaşık
ilişkiler ağını derinlemesine analiz etmek ve
mesleklerini kente karşı sorumluluklarının
bilincinde icra etmek değil mi?
Tarihi Yedikule Bostanları Girişimi’nin her türlü
kanaldan kurmaya çalıştığı diyalog sürecinin de
etkin olamaması üzücü. Fatih Belediye Başkanı’nın
Hürriyet gazetesine verdiği “tarihçi hocalarımız
bizi uyardı, biz de projede revizyon yaparak 8 tane
100 m2 bahçe ekledik” sözleri 85.000 m2’lik alanın
yarısından çoğunun bostan olduğu düşünüldüğünde,
Belediye başkanının diyalog anlayışının göstermelik
jestlerle medyanın gözünü boyamaktan öteye
gitmediğini gösteriyor. Aslında katılımcı bir
süreçle tasarlanabilecek bu alanın bostan, tarım,
park ve rekreasyon hatta spor işlevlerini birlikte
yerine getirebileceğini hayal etmek kolay. Zor olan
böylesi bir projenin uzun vadede Yedikule
Konakları’na sosyal tesis niteliği taşıyacak bir
parktan daha çok “kar” getireceğine tarafları ikna
etmek. Sorumluluk, bu noktada, mimarlık eğitimleri
boyunca Turgut Cansever gibi mimarların
işverenlerini daha iyisini yapmaya ikna ettikleri
projelerin anlatıldığı okullarda okumuş mimarlara
düşüyor.
Yrd. Doç.Dr. Burcu Yiğit Turan’ın Yedikule
Bostanları Girişimi tarafından yayımlanan Peyzaj
Raporu’nda da belirttiği gibi Türkiye’nin 2003
yılında imzaladığı Avrupa Peyzaj Sözleşmesi’nin
“uygulama rehberi (2008)” uygulamalara dair
açıklamalarında ilgili bilimsel alanlardaki peyzaj
kavramı ve çalışmalarına ilişkin gelişmelerin ve
ilerlemelerin dikkate alındığını ve uygulayıcıların
da bu gelişmeleri dikkate alarak siyasa, plan, proje
üretmesi gerektiğinin altını çizer. Bilim
alanlarıyla ilgili olarak öne çıkardığı kavramlar
‘çevresel, kültürel, sosyal ve ekonomik
sürdürülebilirlik’, ‘toplumsal, duygusal algı,
aidiyet’, ‘çeşitliliğin unsuru olarak özel tarihsel
ve kültürel ögeler’ dir. Rehbere göre bu olgular
toplumların ve bireylerin özsaygıları, yaşam
kaliteleri ve varlıklarının güvencesi için temeldir:
“Peyzajlara yapılacak müdahalelerde her aşamada
katılım, danışma, fikir toplama ve onay alma
mekanizmaları işlemelidir.”
İlköğretim okullarında çevre eğitimini
tartıştığımız bir zamanda ileride daha da sıkışık
bir alanda yaşayacak gençlerin yediklerinin
topraktan nasıl yeşerdiğini yerinde görebilmeleri
için büyük bir fırsat olduğunu anlamamız gerekli.
Toprağın bilgisini almazsak üretim süreçlerinden
Hızla kopmaya devam edeceğiz.
Şu an dünyanın Amerika gibi belli bölgelerinde ciddi
sorun oluşturan obezite gibi çeşitli hastalıklara
maruz kalacağız ve bu kültürü pekiştireceğiz. Defne
Koryürek bir konuşmasında “İnsan İstanbul’da aç
kalır mı?” diye sormuştu. Ballard’dan çıkabilecek
bir bilimkurgu öyküsünü değil içinde yaşadığımız
deprem riskini düşünmemiz, belki de oluşabilecek
büyük çaplı bir felakette bu kentsel tarım
alanlarının potansiyelini fark etmemiz için önemli.
İstanbul’a ancak New York ve Hong Kong gibi
şehirlerdeki bostan uygulamalarını, hali hazırda
Aachen Üniversitesi, İTÜ, Bilkent, Okan Üniversitesi
gibi akademik kurumların yürütmüş olduğu
çalışmaları inceleyip, bütün paydaşların çıkarlarını
gözetecek bir proje yapmak olanaklı. Bu noktada
gerek belediyelerin, gerek onlara hizmet veren mimar
ve planlamacıların, gerekse de bu kenti paylaşan
bireylerin bu resme iyi bakıp harekete geçmeleri ve
bostanların üzerindeki örtüyü kaldırmaları
gerekiyor.
Bu yazı, YAPI Dergisi 382 Eylül sayısında
yayımlanmıştır.
Yapı, Yazı: Ali Taptık/Y. Mimar , 10.09.2013
|
"BU KOŞULLARDA DÜKKANI İSTEMEM"
Librairie de
Péra’nın bulunduğu binayı alan Ali Tanrıkulu’nun
‘Kitabevi yaşayacak’ açıklamasına Uğur Güracar’dan
yeni bir yanıt geldi. Kitabevi’nin sahibi Güracar
“Kendisine böyle bir teklif gelmediğini, bu
koşullarda orada olmak istemediklerini” söyledi.
Güracar, “Librairie de Péra’nın aynı isimle ve aynı
yerde yaşatılmak istendiği söylenmişti ama bana
böyle bir talep gelmedi” diyor: “Vakıflar Müdürlüğü
kanuni bir oldubitti ile bu işi bitirdi. Vakıflar’a
‘burada kalayım, restorasyonu yapayım, kiramı da
makul ölçüde arttırayım’ dedim. Anıtlar Kurulu’na da
Librairie de Péra’nın gayrimaddi bir kültür varlığı
olarak tescillenmesi için başvuru yaptım. İkisi de
reddedildi.” Güracar, Tanrıkulu’nun ‘prensipte
anlaşılırsa kira bedelinin kendileri için sorun
olmayacağı’ yönündeki açıklamasına cevaben ise
ortada somut bir fiyat bile olmadığının altını
çizdi. Bu koşullarda dükkanı istemediğini söyleyen
Güracar şöyle devam ediyor: “Beni oradan kazıyan,
yangından mal kaçırır gibi ihale yapan Vakıflar
Genel Müdürlüğü’dür. Ben bunun arasında yokum,
bundan rant istemiyorum. Orada kitapçı dükkanı
açabilirler. Ama sahaflığı da özel bilgilere sahip
olmadan yapamazsın... Ancak yerel mahkeme verdiği
kararı tekrar onarsa yerime dönebilirim.
Librairie de Péra oradan çıktığı zaman ölmeyecek
muhakkak ama o mekan
İstanbul ’un süsüydü.”
Radikal, Haber: Hülya Avtan, 10.09.2013
******
"LİBRARİE DE PERA'YI KORUMAYI ÖNERDİK"
Beyoğlu ’nun en eski kitapçısı Librairie de
Péra’nın kapanmasıyla ilgili tartışmalara Vakıflar
Genel Müdürü Adnan Ertem de katıldı. Kitabevinin
sahibi Uğur Güracar’ın gazetemizin dünkü sayısında
yer alan ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün süreç
içindeki tutumunu eleştiren açıklamalarının ardından
görüşlerine başvurduğumuz Ertem, görüşlerinin cevap
gibi algılanmasını istemediğini belirterek şöyle
konuştu: “Oradaki iki katlı yapı harap vaziyette.
Buranın restore edilmesi lazım. İki yıl önce biz
burayı programa aldığımızda. ‘Biz ihaleye çıkacağız,
senin yerini ayıracağız’ dedik. ‘İhaleyi alan kişiye
bunu söyleyeceğiz’ dedik. Kitabevinin aynen yerinde
kalmasını istiyorduk. Ancak bu teklifimizin ardından
aleyhimize dava açtı. Biz de mahkemede kendimizi
savunduk ve kazandık. İlk günkü teklifimizi kabul
etmiş olsaydı kiracılığı devam edecekti. Hem de
yapıyı kurtaracaktık.”
Librairie de Péra’nın sahibi Uğur Güracar’ın
kitabevini yaşatmaya yönelik tavrını anladığını ve
anlayışla karşıladığını belirten Ertem, “Bu hale
gelinmesinin temel müsebbiplerinden birisi
kendisidir. Bizi ya anlamadı ya da inanmadı” dedi.
İhaleyi kazanan Ali Tanrıkulu’nun kitabevinin
yaşatılacağına dair sözlerine teşekkür eden Ertem,
Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bir kültür evinin yok
edilmesine göz yummasının söz konusu olamayacağını
aktardı. İhalenin ardından kira bedelinin yükselme
ihtimalini sorduğumuz Ertem, “O Ali Bey’in
inisiyatifinde. Ama bizim ilk teklifimiz kabul
edilseydi cüzi bir kira artışı yapacaktık. Ve
muhatap sadece biz olacaktık” diye konuştu.
Bazı durumlarda katı davranmış olabileceklerini
ifade eden Ertem, Librairie de Péra konusunda öyle
olmadıklarını belirterek ekledi: “Binanın toplam
kirası 40 bin lira. İnşallah uygun bir kira istenir
ve Librairie de Péra yaşamaya devam eder.”
Radikal, 11.09.2012
|
AYASOFYA'YA YENİ IŞIK SİSTEMİ
Ayasofya Müzesi'nin dış cephelerini aydınlatan ışık
sistemi değiştirilecek. İstanbul İl Özel İdaresi
tarafından yapılacak ihaleyle dünya harikası
Ayasofya, teknolojik ışıklandırmayla aydınlatılacak.
Ayasofya Müzesi'nin görkemli yapısını yansıtmak
amacıyla kurulan ışık sistemi baştan aşağıya
yenilenecek. Teknolojik ışıklandırma sistemiyle
yapılacak yeni aydınlatma için bilimsel kurul
oluşturuldu. Üniversite üyeleri ve Dünya Aydınlatma
Birliği'nden uzmanların katılımıyla oluşturulan
kurul, Ayasofya Müzesi'nin evrensel standartlara
uygun yeni profesyonel aydınlatılmasıyla ilgili
çalışmayı yürütecek. 27 Ağustos tarihinde İl özel
İdaresi tarafından yapılacak ihale sonrasında işi
alan firma 400 gün içerisinde projeyi tamamlayacak.
Kubbe, minare ve duvarlarıyla özel bir mimariye
sahip olan tarihi yapının tüm noktalarına özel
ışıklandırma sistemiyle belirgin olarak yansıtılması
amaçlanıyor. İtalya, Fransa gibi ülkelerde eski
tarihi eserlerin ışıklandırma sistemiyle aynı
standartlara sahip, en yeni teknolojiyle yapılacak
aydınlatma uluslararası ekiplerle birlikte
denetlenecek. 1500 yıl önce inşa edilen Ayasofya'nın
restorasyon çalışmaları da devam ediyor. Tarihi
yapının yaşlı duvarları da sürekli olarak elden
geçiriliyor. Müzenin batı cephesinin duvarları
temizlenerek restore ediliyor. Ayasofya 'nın bahçe
kısmında 1739 yılında inşa edilen medresenin rölöve
ve restorasyon projesi de hazırlanıyor
Sabah, Haber:
Zeynel Yaman, 10.09.2013
|
2 BİN 400 YILLIK ALTIN TAÇ SAVUNMASI: BABAMDAN
KALMIŞTI
Türkiye'nin tarihi eserlerini yasa dışı yollarla
kaçıran hırsızlar, bu eserleri yurtdışında satmaya
çalışıyor. Bunu yaparken yakayı ele verenler de var.
Muğla Milas'tan çalınan 2 bin 400 yıllık tacı
İskoçya'da satmaya çalışırken yakalanan kişi, tacın
kendisine babasından kaldığını iddia etmiş. Kültür
ve Turizm Bakanlığı, Amerika, İngiltere, Danimarka,
İsviçre, Almanya, Bulgaristan, İtalya gibi
ülkelerdeki müze ve koleksiyonlarda yer alan veya
şahıslarda ele geçirilen eserlerle ilgili olarak
gerek diplomatik gerekse hukuki yollarla Türkiye'den
yasa dışı yollarla çıkarılmış eserlerin iadesine
yönelik çalışmaları sürdürüyor. Bu eserler arasında
Victoria & Albert Müzesi'ndeki Eros Başı ile Samsat
Steli, Berlin Pergamon Museum'daki
Aphrodisias-İhtiyar Balıkçı Heykeli ve Zeus Sunağı
gibi önemli eserler yer alıyor.
SOYGUN İÇİN EVİ SATIN ALDILAR
İadesi için uğraşılan eserlerden biri ise Muğla
Milas'tan çalınan Karia Satrabı Mousolos'un babası
Hekatomnos'a ait olan 2 bin 400 yıllık taç. Bu altın
taç, Milas'tan kaçırıldıktan sonra, geçen yıl
İskoçya'da bir Türk tarafından 2 milyon sterline (6
milyon 400 bin TL) satılmak üzereyken ele
geçirilmiş. Eser ile yakalanan kişi, "Bu bana
babamdan kaldı" diye savunma yapmış. Yaklaşık 2 yıl
önce Milas İlçesi Hisarbaşı Mahallesi'nde, bir grup,
sessiz sedasız kaçak kazı yapıyordu. Bunlar,
ellerine bir harita alıp, orayı burayı kazan
definecilerden değildi. Kazdıkları yerde Antik
Çağ'dan bir kralın mezarı olduğunu biliyorlardı.
Kaçak kazıyı aylardır yapıyorlardı. Açığa çıkmamak
için büyük bir gizlilikle çalışıyorlardı. Bunun için
de kazdıkları arazide bulunan gecekonduyu bile satın
aldılar. Akıllarındaki tek şey ise, kralın mezarında
yer alan hazineydi. Bu soygunu yaparken, son
yılların en önemli arkeolojik keşfi, umurlarında
bile değildi. Evin müştemilatının tabanından, oda
mezarın bulunduğu yere 12 metrelik bir delik açıp
oda mezara girdiler. İki metre kalınlığındaki
mermeri delmek için yerin 13 metre altına kadar
elektrik çekip büyük matkaplar kullandılar. Orada
büyük bir lahitle karşılaştılar. Kısa sürede anıt
mezardaki değerli tarihi eserleri talan ettiler.
Eserlerden bazıları yurtdışına kaçırıldı. Milas'tan
kaçırılan Karia Satrabı Mousolos'un babası
Hekatomnos'a ait 2 bin 400 yıllık taç da İskoçya'nın
Edinburg şehrinde bir Türk vatandaşının eline
geçmişti. Tacı, 2 milyon sterline satmak
istiyorlardı. Ancak, İskoç polisi, satış işlemi
yapılmadan şahsı yakaladı ve taca el koydu. Hemen
Türk makamlarıyla irtibata geçildi. Şahıs hakkında
İskoçya'da dava açıldı. Taçla yakalanan kişi, bu
süreçte ilginç bir savunma yaptı. Tacın, kendisine
babasından kaldığını iddia etti. Bunun üzerine
Kültür Bakanlığı yetkilileri, şahsın babasıyla
ilgili araştırma yaptı. Babasının hiç yurtdışına
çıkmadığı ortaya çıktı. Türkiye, toprak ve metal
analizini yapmak için tacı istedi.
EN ÖNEMLİ KEŞİF
Soyguncular sayesinde, son zamanların en önemli
arkeolojik keşfi de yapıldı. Anıt Mezar ve Kutsal
Alanı, Temenos Duvarı, Menandros Onur Sütunu, Podyum
ve Mezardan (Taşıyıcı Oda, Mezar Odası, Lahit ve
Dromos) oluşuyor. Antik dünyanın yedi harikasından
biri sayılan "Halikarnas Mozolesi"nden daha erken
bir dönemde, aynı boyutlarda Mausolus'un babasına
ait olan ve günümüze kadar ulaşabilmiş tek örnek
olması bakımından anıt, eşsiz bir değer taşıyor.
Antik çağ dünyasının en önemli mezar anıtı ve ölü
kültünün temsilcisi olan yapıt, hem mimari tasarımı
hem de sanatın diğer önemli kolları olan
heykeltraşlık ve duvar resim sanatı açısından üst
düzeyde. Özellikle "Hekatomnos Frizli Lahdi"
büyüklüğü, niteliği ve sahibinin öne çıkan
kişiliğiyle Klasik ve Hellenistik Anadolu'da tek
örneği. 2 metre 75 santim uzunluğunda, 2 metre 15
santim genişliğinde 1 metre 85 santim yüksekliğinde
devasa ve birinci sınıf mermer işçiliğiyle dört yüzü
birden kabartmalarla işlenmiş olan oda mezar
günümüzden 2 bin 400 yıl önceye ait. Bu oda
mezarında üzerinde bir tapınak bulunuyor. Kültür ve
Turizm Bakanlığı'nın, Anıt Mezar'ın olduğu bölgeye
arkeopark haline getirip turizme açmak için
çalışmaları sürüyor.
OĞLU MAUSOLOS YAPTIRDI
Hekatamnos, MÖ 6'ncı yüzyılın ortalarından
itibaren bölgeye Persler'in egemen olmasıyla diğer
kentler gibi Mylasa da merkezden atanan tiranlar
(satrap-vali) tarafından yönetilmeye başlanıldı.
Hekatamnos MÖ 395-377 yılları arasında hüküm
sürmüş ve kendi adına, ön yüzünde Mylasa'nın
baştanrısı Zeus Labrandos, arka yüzünde bir aslan
betimlemesi olan gümüş sikkeler bastırdı.
Hekatamnos'un MÖ 395'de ölümünden sonra Karya
satrabı olan oğlu Mausolos tarafından, şu anda yerin
altında olan ve en kısa sürede gün ışığına
çıkarılmayı bekleyen oda mezar ve lahiti yaptırıldı.
Sabah, Haber: Hasan
Ay, 10.09.2013
|
|
DİYARBAKIR'DA KİLİSE İSMİ AYİNİ
Diyarbakır Surp
Giragos Ermeni Kilisesi'nde "Kilise İsmi" ayin
düzenlenecek.
Ermeniler tarafından her yıl kiliselerin adına özgü
düzenlenen ayin, bu yıl Diyarbakır'daki Surp Giragos
Kilisesi'nde yarın yapılacak.
Çok sayıda kişinin katılacağı ayin için hazırlık
çalışmalarına başladıklarını anlatan Surp Giragos
Ermeni Kilesi Vakfı üyelerinden Pelin Ayık,
Ortadoğu 'nun en büyük kilisesinde yarın
'Kilise ismi' adında ayin yapacaklarını söyledi.
Ayık, yarın düzenlenecek ayini
Türkiye Ermenileri Patrikliği Genel Vekili
Başpiskopos Aram Ateşyan'ın yöneteceğini belirterek,"Yurt içi
ve dışında çok sayıda kişinin katılımıyla görkemli
bir ayin yapacağız. Diyarbakır'da belediye
başkanları ve çok sayıda sivil toplum örgütü
temsilcilerini de ayine davet ettik.
Amerika Adana Baş Konsolosu da katılacak"
dedi.
Radikal, 09.09.2013
|
VAN GOGH'UN KAYIP TABLOSU GÜN IŞIĞINA ÇIKARILDI
Hollandalı ünlü ressam Vincent Van Gogh'un kayıp
olduğu sanılan "Montmajour'da Günbatımı" adlı eseri,
Norveç'teki bir çatı katında yıllarca kaldıktan
sonra gün ışığına çıkarıldı.
Hollanda'nın başkenti
Amsterdam'daki Van Gogh Müzesi'nden yapılan
açıklamada, varlığı 1928'den beri bilinen tablonun
orijinal olduğunun belirlendiği bildirildi.
Uzmanlar, tarihçesini çok iyi bildikleri tablonun
orijinal olduğunun, Van Gogh'un çok iyi bilinen
kalın fırça darbelerini taşıyan eserde kullanılan
üslup ve fiziki malzemelere ve sanatçı ile kardeşi
arasında geçen yazışmalara bakılarak saptandığını
belirtti.
Ünlü ressamın ilk tam boyutlu tuval çalışması olan,
ağaçlar, çalılıklar ve gökyüzünün resmedildiği
tablodan, Van Gogh'un kardeşi Theo'ya yazdığı bir
mektupta bahsedildiğini ifade eden uzmanlar, söz
konusu mektuptan tablonun yapılış tarihinin 4 Temmuz
1888 olduğunun anlaşıldığını kaydetti.
Van Gogh'un kardeşine yazdığı mektupta, tabloyu
"dalları birbirine geçmiş meşe ağaçlarının bulunduğu
taşlarla kaplı bir fundalıkta yaptığını" belirttiği
kaydedildi.
"Hayatta bir kez karşılaşılabilecek bir
olay"
Van Gogh Müzesi Müdürü Axel Rueger, eserin ortaya
çıkarılması dolayısıyla düzenlenen törende yaptığı
konuşmada, eserin keşfedilişini "hayatta bir kez
karşılaşılabilecek bir olay" olarak niteledi.
Rueger, şu an, adı açıklanmayan özel bir
koleksiyoncuya ait olan eserin müzede 24 Eylül'den
itibaren sergilenmeye başlayacağını duyurdu.
Müzenin, 1990'lı yıllarda yaptırdığı incelemelerde,
kısmen üzerinde yazarın imzasının bulunmaması
nedeniyle tablonun orijinal olmadığı sonucuna
varıldığını belirten Rueger, ancak yeni araştırma
teknikleri sayesinde ve iki yıl süren incelemeler
sonucunda eserin orijinalliğine ikna olduklarını
kaydetti.
Araştırmacılardan Teio Meedendorp, diğer
araştırmacıların "tüm önemli sorularının cevaplarını
bulduklarını" söyledi.
Eserin ünlü ressamın kardeşi Theo Van Gogh'un
koleksiyonunda 180 numaralı tablo olarak geçtiğine
işaret eden uzmanlar, ilk kez 1901'de satılan
tablonun arkasında da 180 yazısının halen
görülebildiğine işaret etti.
Sadece 37 yıl süren kısa hayatı boyunca yalnızca bir
tablo satabilmiş olan, 1853 doğumlu Van Gogh'un
eserleri bugün dünyanın en pahalı tabloları arasında
yer alıyor.
El değmemiş güzelliği ve duygusal dürüstlüğü
yansıtan canlı renklerdeki tablolarıyla dikkati
çeken ve eserleriyle 20. yüzyıl resim sanatı
üzerinde derin izler bırakan Van Gogh, izlenimcilik
akımının öncüleri arasında bulunuyor.
Ünlü ressamın 140 eserinin sergilendiği Van Gogh
Müzesi her yıl milyonlarca ziyaretçi çekiyor.
Cnn Türk, 09.09.2013
|
BURSA'DAKİ TARİHİ ÇINARLAR ÖLÜYOR
Geçen yıl Cumhuriyet Caddesi başta olmak üzere
kuruyan birçok tarihi çınara bu yıl da Çakırhamam ve
Bursa Devlet Hastanesi önündeki asırlık çınarlar
eklendi. Bursa'nın en eski semti olan sur içi
Hisar'daki tarihi ağaçlardan olan Devlet Hastanesi
ile Merkez Laboratuvarı civarındaki çınar
ağaçlarının köklerine su gitmesine müsade edecek
toprak zemin bulunmaması kuruma sürecini hazırlıyor.
Ortadaki devasa çınar bu yıl kururken, etrafındaki
çok sayıda ağaçta asfalt ve beton ile boğulmuş
durumda bulunuyor.
Fahri Çevre Müfettişi Ali Turan, tarihi ağaçların
geçmişte Kültür ve Tabiat Varlıkları Kurulu
tarafından tescillenerek kayıt altına alındığını,
ancak bu ağaçlara karşı yanlış uygulamaların hiçbir
şekilde denetlenmediğini söyledi.
Bu asırlık canlıları bitirecek yanlış
uygulamalara müdahale edilmesini isteyen Ali Turan,
"Yeni uygulama ile Tabiat Varlıkları Komisyonu
ayrılarak sadece ağaçlar ve doğal hayat ile alakadar
olmaya başladı. Ancak bu alakadarlık geçiş dönemi
sebebiyle sadece kağıt üzerinde oluyor. Mevcut
tabiat varlıklarının yok olmasını engelleyecek bir
çalışmanın sergilendiğini henüz görmedik. Tabiat
Varlıkları Komisyonu'nun daha fazla saha çalışması
yapmasını, yanlış uygulamaları da düzeltmeleri için
yerel yönetimleri çok sık ve ciddi şekilde ikaz
etmesini bekliyoruz. Beşevler Bilginler Caddesi'nde
belediye stadyum inşaatı için onlarca yetişkin çam
ağacını kesti, kurulun bir çalışması olduğunu bu
bölge içinde duymadık" dedi.
YÜZLERCE TARİHİ AĞAÇ AYNI RİSK ALTINDA
Şehirde her geçen gün artan çevre düzenlemesi ve
yol çalışmaları sebebiyle yüzlerce tarihi ağaç
etrafının betonlaşma riski ile karşı karşıya
bulunuyor. Yapılan düzenlemelerde ağaçlara yönelik
hiçbir çalışma olmaması dikkat çekiyor. Devlet
Hastanesi önünde de otoparkların daha rahat
yapılması için 2 ay önce tretuvar düzenlemesi
yapıldı. Ancak bu bölgede çalışma planlayan
mühendisler, yol ortasında kurayan çınar ağacını
görüp, etraftaki diğer boğulmuş ağaçları kurtarmaya
yönelik bir düzenleme de yapmadı.
Atatürk Caddesi'nin başlangıcı olan Çakır Ağa
Hamamı önünde Başkan Hikmet Şahin döneminde yapılan
tretuvar düzenlemesi ile tarihi ağaçların etrafı
iyice kapatılmıştı. Bu tarihi ağaçlarda birkaç yıl
içerisinde kurutulmuş oldu. Bu arada Hisar semtinde
oturanlar, 4 ay önce İstanbul'da bir çınar ağacının
devrilmesi neticesi bir kişinin öldüğü hadiseyi
hatırlatarak, kurumuş dev ağacın lodoslu günlerde
devrilip can kaybına yol açmaması için bir an önce
kesilerek kaldırılmasını, yerine yetişkin ve etrafı
açık şekilde yeni bir ağaç konulmasını istiyor.
Bursa Hakimiyet, 09.09.2013
|
KÖŞK TÜRK RESMİNE ÖZEN GÖSTERİYOR
Mimar Sinan
Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde cumartesi günü saat
11.00’de Hayrünnisa Gül’ün de katıldığı bir tanıtım
toplantısı yapıldı.
Gelenlere verilen dosyanın ilk paragrafında şu
yazılıydı:
“Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül’ün talimatları
ve Sayın Hayrünnisa Gül’ün himayeleri doğrultusunda,
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği envanterine
kayıtlı tablo ve çerçevelerin aslına uygun olarak
korunması ve gelecek nesillere en iyi şekilde miras
bırakılması amacıyla bir takım çalışmalar
yapılmıştır.”
Gerçekten de bir sanat eserinin yapılması kadar onun
korunmasının da önemli olduğu kanısındayım.
Özellikle devlet kurumlarında sanat eserlerinin
envanteri konusunda eskilerde gevşek davranılmış,
tam listeler yapılamamıştır.
Köşk’te bine yakın tablo olduğu açıklandı, şimdi
bunların bir bölümünün restorasyonu yapılıyor,
çerçeveleri değiştiriliyor. Temin edilebildiği kadar
çerçevelerin orijinal malzemesine dikkat ediliyor.
Köşk’e bu dönemde yeni tablolar da alınmış,
Hayrünnisa Gül’ün açıkladığına göre, yeni
alınanların neler olduğunu Köşk’ten ayrılırken
açıklayacaklarmış.
Hayrünnisa Gül’ün Köşk’e geldiği andan itibaren
oradaki sanat objelerine gösterdiği ilgiyi, onların
onarımı, korunması için gösterdiği ciddi çabayı
yakından bilenlerdenim.
Bir tablonun kendisinden çerçevesine, taşınmasına
kadar çeşitli aşamalarda en küçük bir umursamazlık,
hoyratlık değerli bir sanat eserinin mahvına neden
olur.
Toplantıya katılan yetkililer aşağıdaki adlardan
oluşuyordu:
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Rektör
Vekili Prof.Dr. Kayhan Ülker, Genel Sekreteri Yrd.
Doç.Dr. Sezai Makas, Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı
Prof.Dr. Fatma Senyücel ile Sanat Eserleri
Konservasyonu ve Restorasyonu Bölüm Başkanı Doç.Dr.
Ömer Yiğit Aral ile söz konusu tablo ve çerçevelerin
restorasyon ve konservasyonundan sorumlu Hollanda
Rijks Müzesi Restorasyon Bölüm Başkanı Robert van
Langh ile Hollandalı uzman Barbra Schoonhoven.
Uzmanlar, bir tablonun konservasyonu ve restorasyonu
için nasıl çalışıldığı, hangi aşamalardan geçtiğine
dair detaylı bilgiler aktardılar.
Hayrünnisa Gül’ün konuşmasında, sadece Köşk’teki
tabloların değil, bütün sanat objelerinin bakımdan
geçirildiği, teşhir edilirken koruma önlemlerinden
de vazgeçilmediğini anlattı. Eldekilerin
sergilenmesi, onların yaşaması için tek yöntemdir
ama bütün eserlerin sergilenmesi sırasında
depolamanın da kurallarına riayet edilmesi şarttır.
***
Çalışmar için dünya çapında araştırmalar yapılmış,
Amsterdam Üniversitesi ile de bağlantılı olarak
çalışmalarını yürüten Hollanda Rijks Müzesi
(Kraliyet Müzesi) ile de ilişki kurulmuş olması
önemli.
Bu çalışmalar için Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi ile 3 Temmuz 2013 tarihinde bir
protokol imzalanmıştı.
“Restorasyon çalışmalarının MSGSÜ’de
gerçekleştirilmesinde, üniversitenin sahip olduğu
teknik özellikler, büynesinde yüksek Tablo
Restorasyon Stüdyosu’nun bulunması ve restorasyon
için gerekli donanım ve teknolojiye sahip olması
belirleyici olmuştur. Ayrıca üniversitede görev
yapan akademisyenlerin Hollanda Rijks Müzesi’nin
birikim, tecrübe ve restorasyon tekniklerinden
yararlanması da amaçlanmıştır. Bu sene ilk
öğrencilerini alacak olan Türkiye’nin ilk Tablo
Restorasyon Bölümü’nün de Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi bünyesinde birkaç yıl önce kurulmuş
olması, bu kararda etkili olmuştur.”
Envanterde yer alan tablolara takılan bir çip ile
Köşk içindeki yetkililer, hangi tablonun nerede
olduğunu iPHONE/iPAD’den izleyebiliyorlar, böylece
kaybolma riskleri ortadan kalkıyor. Köşk’e birçok
tablo Dolmabahçe Sarayı’ndan gelmişti. Uygulama
öncesi görünüm ile sonraki görünüm arasındaki farkı
mukayese ettiğinizde, çalışmaların ne kadar gerekli
olduğuna karar veriyorsunuz. İlgi çekici öykülerden
biri, Fatih Camisi’ne ait 1905’te yapılan Mimarzade
Mehmed Ali Bey’in tablosunun onarılması.
***
Dileğim, Hayrünnisa Gül’ün başlattığı bu
çalışmaların kurumsallaşması. Öneminin herkesçe
anlaşılması.
Hürriyet, Yazı: Doğan Hızlan, 09.09.2013
|
600 YILDIR FATİH'İN EMANETİ ŞEHİTLİĞİ KORUYORLAR
Fatih Sultan Mehmet, Avrupa yakasında ilk ayak
bastığı yer olan Rumelihisarı’nda şehit düşen
askerler için bir şehitlik tahsis ettirir. Şehitliği
Hacı Bayram Veli’nin halifelerinden olan Şeyh
Kızılca Bedrettin Mahmut Efendi’ye emanet eder.
Bugün Boğaziçi Üniversitesi içinde kalan şehitliği,
600 yıldır bu soydan gelenler koruyor.
Kutsal emanetleri koruma görevini üstlenen
kişilerin hayatı birçok filme konu olmuştur. Bu
bazen bir hazine bazen bir ibadethaneyi korumak
olarak çıkar karşımıza. Günümüzde dahi böyle emanet
bekçilerine rastlamak mümkün. Onlardan biri de Fatih
Sultan Mehmet’in 600 yıllık emanetini koruyan
Artemel ailesi. 1451 yılında Fatih Sultan Mehmet’in
Avrupa yakasına ilk ayak bastığı yer olan
Rumelihisarı çevresinde o dönemde eski bir Bizans
köyü vardır. 1451’de Sultan II. Mehmed’in emri ile
Osmanlı ordusunun öncü kuvvetlerinden,
akıncılarından, serdengeçtilerinden bir grup Osmanlı
askeri, Rumelihisarı’nın inşasına paralel olarak
Bizans’ın içlerine doğru cihada çıkar. Askerlerin
bir kısmı Rumelihisarı’nın hemen üst bölgesinde
şehit düşer. Fatih Sultan Mehmet, Avrupa yakasındaki
ilk şehitler için bir yer tahsis eder ve ismine
Şüheda Kuyusu der. Şehitliği koruma görevini ise
bizzat Hacı Bayram Veli’nin halifelerinden olan Şeyh
Kızılca Bedrettin Mahmut Efendi’ye emanet eder.
Şehitliğe gözcü olarak konulan Şeyh Bedrettin’e
Fatih’in vasiyeti ise şöyledir: “Bu şehitliği ne
olursa olsun koruyacaksın.”
Zamanla değişen çevreyle birlikte arazi Boğaziçi
Üniversitesi’nin içinde kalır. Şehitliğin
koruyuculuğu ise Şeyh Bedrettin’in torunlarından
Mehmet Nafi Artemel’e kadar uzanır. İngiltere’de
doğup büyüyen ve burada tahsilini yapan Artemel,
ilginç bir hikayeyle İstanbul’a döner ve şehitlik
için çalışmalara başlar. Şehitliğin koruyuculuğunu
kendisinin istemediğini, bunun kaderinde yazılı
olduğunu söyleyen Mehmet Nafi Artemel, “İngiltere’de
doğup büyüdüm. Hukuk alanında doktoramı yapıp
avukatlık mesleğine girecekken bıraktım. Babam Ali
Artemel, bana hep dergah ve şehitlikten bahsederdi.
İstanbul’a yaz tatilinde gider gelirdim ama bir gün
onun sürdürdüğü görevi devralacağım aklıma
gelmezdi.” diyor. İstanbul Ünivesitesi’nden
doktoramı alıp avukatlık mesleğine atılmak üzere
Artemel’e Boğaziçi Üniversitesi’nde boşalan bir
derse 3 aylığına girmesi için rica eder. Artemel de
teklifi kabul eder. “Bu iş kaderimde var ya,
Boğaziçi Üniversitesi içinde bulunan şehitlik ve
dergahı dolaştığım anda içime bir huzur doluyordu.”
diyen Artemel, daha sonra dedesinin vasiyet ettiği
şehitliği koruma görevini üstlenmeye karar verir.
Bütün kariyerini bırakır ve şehitlik için
çalışmalara başlar. Artemel, “1970’lerde şehitlik
için birlikte proje yaptığımız akrabalarımdan
birçoğu vefat etti. Bazıları korkmaya başladı. ‘Bu
şehitlik ve dergaha dokunan gidiyor’ diye birçoğu
bıraktı ilgilenmeyi. İş bana düştü. Şu anda benim
için tek önemli bir yer var, o da şehitlik. Ben her
yeri kurtaramam biliyorum ama bu şehitlik için canım
pahasına savaşırım. Bu Fatih’ten bana gelmiş bir
vasiyet.” diye konuşuyor.
Zamanla etrafında şekillenen yapılaşma yüzünden
şehitlik de nasibini almış. Birçok özel mülkiyet bu
arazilere talip olmuş, almak istemiş. Gecekonduların
bölgede artması şehitliği tehdit edince, Artemel
ailesinin çalışmaları sayesinde 1981 yılında
şehitlikle yol arasına bir duvar çekilir. Arazinin
tapusunu elinde bulunduran Mehmet Nafi Artemel, bu
araziyi Boğaziçi Üniversitesi’ne vakfeder. Birçok
öğrencinin varlığından dahi haberi olmayan şehitlik
için üniversite yönetiminin yakından takip ettiği
çalışmalar sayesinde restorasyon kararı alındı.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Boğaziçi
Üniversitesi’nin ortaklaşa yürüttüğü projenin
ihalesi geçtiğimiz günlerde yapıldı. Boğaziçi
Üniversitesi Rektör Danışmanı Prof.Dr. Mehmed
Özkan, arazinin restorasyonu sırasında manevi
atmosferin kaybolmaması için çalışmaları titizlikle
takip edeceklerini söylüyor. Restorasyonun 2014
yılında bitmesi amaçlanıyor.
Zaman, Haber: Cihan Acar - Cafer Can, 09.09.2013
|
TARİHİ KİLİSEDE BORÇ SIKINTISI
98 yıl sonra ibadete açılan Surp Giragos Ermeni
Kilisesi’nin sorunları bir türlü bitmedi.
Kilisenin restorasyonu için Diyarbakır Büyükşehir
Belediyesi 1 milyon lira hibe etti.
2.5 milyon lira da Ermeni Cemaati’nden toplanan
bağışlarla karşılandı. Kilise, kalan 1.5 milyon
liralık borcunu ise bir türlü ödeyemedi.
BAKANLIĞA
BAŞVURU
Kilise yönetimi, bunun üzerine Kültür ve Turizm
Bakanlığı’na buşvurdu.
Mevzuat gereği borcun ödenmesi için kilise devrinin
Kültür ve Turizm Bakanlığı’na geçmesi gerekiyor.
Ermeniler ise bu fikre sıcak bakmıyor.
Bakanlığa başvurduklarını belirten Surp Giragos
Ermeni Kilisesi Vakfı Başkanı Ergün Ayık, “Bize
‘Eğer burayı Kültür Bakanlığı’na devrederseniz
restorasyonunu yaparız’ dediler. Bu durumda burası
bir müze kilise olarak devam edecekti. Doğrusu bu,
bizim pek istemediğimiz bir şeydi" dedi.
Kilise kalan borcunu ödemek için Ermeni Cemaati’nden
yardım bekliyor.
Bu arada, Diyarbakır
Büyükşehir Belediyesi ve Surp Giragos Ermeni
Kilisesi arasında bir protokol imzalandı.
Buna göre onarımı tamamlanan kilisenin
müştemilatında kent müzesi açılacak. Müzede
Ermenilere ait eserler sergilenecek.
Kilise vakfı, mülkünün bir bölümünü bedelsiz olarak
belediyeye tahsis edecek.
Ziyarete açık tüm yerlerin temizliğini sağlayacak
belediye, müzenin su ve elektrik beledini
karşılayacak. Müzenin yıl sonunda tamamlanması
planlanıyor.
'DÜZENLEME OLURSA GERİ DÖNERLER'
Öte yandan, Ergün Ayık, yurtdışında yaşayan
Ermenilerin gerekli çalışmalar yapılması halinde
yeniden kente dönebileceğini söyledi.
Kentte düzenleme yapılmasını isteyen Ayık,
“Diyarbakır'daki modern apartmanlarda yaşamak için
kente gelmezler. Bunu yapmak için Sur İlçesi'nin
düzenlenmesi gerekir" ifadelerini kullandı.
Ntvmsnbc, Haber: Süleyman Umut Gürhan, 09.09.2013
******
ERMENİ KİLİSESİ'NDE 'KENT MÜZESİ' AÇILIYOR
Diyarbakır ’daki 98 yıllık Ermeni kilisesi Surp
Giragos Kilisesi’nin bir bölümünde Ermeni
sanatçıların eserlerinin sergileneceği bir Kent
Müzesi açılacak. Kilise Vakfı’nın başkanı Ergün
Ayık, müzede Ermenilerin aile hayatı, kültürü, el
sanatları ve günlük yaşamıyla ilgili eserler yer
alacağını söyledi. Diyarbakır Büyükşehir Belediye
Başkanı
Osman Baydemir ile Surp Giragos Ermeni Kilisesi
Vakfı Başkanı Ergün Ayık ibadete açılan kilisenin
bir kısmının müze olması için daha önce bir protokol
imzalamıştı. Protokol gereğince Diyarbakır Ermeni
Surp Kilisesi Hıdır İlyas Bölümü, Surp Gregos
Kiliseleri Vakfı tarafından bedelsiz olarak
Büyükşehir Belediyesi’ne tahsis edildi. Sergilenecek
eserler arasında 1913 senesine ait Diyarbakır’ın
Lice İlçesi'nde yaşamış Ermeni ailelerinin
birbirine yazdığı mektupların yanı sıra eski
elbiseler, müzik aletleri, mutfak araçları, el
sanatları da var. Diyarbakır Surp Gragos Ermeni
Kilisesi 1376 yılında yapıldı. Sur İlçesi'nde
Ermenilerin yoğun yaşadığı Fatihpaşa Mahallesi’ndeki
kilise, 27 Mayıs 1915 tarihindeki Tehcir Kanunu’na
kadar Ermeniler tarafından kullanıldı.
Kilisenin çan
kulesi ise 1915 yılında top atışları ile yıkıldı. 1.
Dünya Savaşı sırasında Alman ordularının
karargahı olan kilise, daha sonra Sümerbank’ın pamuk
deposu olarak kullanıldı. 1960 yılından itibaren
tekrar ibadete açılan 3 bin metrekarelik alan
üzerindeki Surp Giragos Ermeni Kilisesi, 1980
yılından sonra Ermenilerin çeşitli nedenlerle göç
etmesi sonucu terk edildi.
Radikal, 09.09.2013
|
BOĞAZKÖY SFENKSİ'NİN İÇİNDEN SİGARA KUTUSU ÇIKTI
Hitit İmparatorluk dönemine ait yaklaşık 3 bin 300
yıllık Boğazköy Sfenksi, tam 94 yıl sonra,
Almanya'nın başkenti Berlin'deki müzenin duvarından
sökülerek yurda getirildi. Türkiye'den giden özel
ekip, çalışma sırasında sfenksin iç kısmına Alman
ustalar tarafından yerleştirilen tuğlaları sökünce,
eserin içinde sigara paketi ve şeker kutusu ile
karşılaştı.
DÜNYA SAVAŞI ÇIKINCA...
Boğazköy'de, 1906-1907 ve 1911-1912 yıllarında
Müze-i Hümayun başkanlığında ve Alman heyet
üyelerinin de katılımıyla yapılan kazılarda Hitit
Kraliyet Arşivi'ne ait 10 bin 400 tablet ve 2 sfenks
bulundu. Yapılan anlaşma gereğince, 1915 ve 1917
tarihlerinde tabletler ve sfenksler, temizleme,
onarım ve yayın çalışmaları için, iade edilmek üzere
Alman kazı ekibi üyeleri tarafından Berlin'e
götürüldü. Onarımları tamamlanan 3 bin tablet ile
sfenkslerden biri ve bu sfenkse ait kanat parçaları
1924-1942 yılları arasında iade edildi. Diğer
sfenksin iadesi için görüşmeler sürerken II. Dünya
Savaşı patlak verdi. Savaş sonrası Berlin
müzelerinin Doğu Almanya'da kalmasından dolayı da
ilişkiler kesildi.
İĞNEYLE KUYU KAZDILAR
Sfenks 1950 yılında Berlin Müzesi'nin bir duvarına
sabitlenerek sergilenmeye başlandı. Türkiye, 1973'de
Doğu Almanya'yı resmen tanıyınca, sfenksin iadesiyle
ilgili çalışmalar yeniden başladı. 1987 yılında geri
kalan 7 bin 400 tablet iade edildi. 2011 yılı içinde
Ankara ve Berlin'de yapılan toplantılar sonucunda
eserin iadesine ilişkin bir "mutabakat zaptı"
imzalandı. Eserin iadesi için anlaşma sağlandı, ama
ortada teknik bir sorun vardı. Eser, Berlin'deki
müzenin duvarına monte edilmişti. Eserin, dikkatle
duvardan sökülüp yurda getirilmesi için heykeltıraş
ve taş eser uzmanı olan İstanbul Restorasyon ve
Konservasyon Merkez Laboratuvarı Müdürü Ali Osman
Avşar ve ekibi görevlendirildi. Avşar, 2 hafta süren
eseri duvardan ayırma çalışmasını şöyle anlattı:
"Eserin içi boş. Buradan sadece dış kalıp, dışında
formu belirleyen parçaları götürmüşler. İçerdeki
parçaları yük olmasın diye götürmemişler. O
parçaları tuğlalarla destek yaparak duvara
sabitlemişler ve müzede teşhir etmeye başlamışlar.
Binanın bir parçası gibi. İçindeki tuğlalarla
birlikte yaklaşık 3 ton içindeki tuğlalarla
birlikte. İlk olarak duvardaki sıvaları aldık. Orada
iğneyle kuyu kazar gibi çalıştık. Çekiçle tuğlaları
çürütmeye başladık. Bayağı zahmetli oldu. Biz duvara
metal bir konstrüksiyon ile bağlanmış olmasını
bekliyorduk. Tuğla olması daha iyi oldu. Demiri
sökmek daha zor olurdu. Bu eser çok parçalı
kırıklardan oluşuyor. Çok küçük parçalar birbirine
yapıştırılarak oluşturulmuş. En ufak bir hatada
esere zarar verebilirdik. Sonunda mükemmel bir
şekilde onu duvardan ayırdık. Arkadaki tuğlaları
açarken ortada bir boşluk vardı. Orada o dönem o işi
yapan ustaları attığı boş bir sigara paketi ve bir
şeker kutusu çıktı."
GETİRİLİŞİ DERS OLDU
Eserin duvardan sökülmesi ve ambalajlanması 21 gün
sürdü. Ancak bu kez eseri müzeden çıkarma noktasında
bir sorun çıktı. Eserin boyu ambalajı ile birlikte
3.5 metreye çıkmıştı, müzenin kapıları ise 2
metreydi. Özel hazırlanan ambalajında sabitlenen
heykeli yan yatırmaya karar verdiler. Özel rampalar
yapıldı ve müzenin bazı kapıları söküldü. Eserin
müzeden çıkması için 3 gece çalışıldı. Boğazköy
Sfenksi, 26 gün süren zorlu bir çalışmanın ardından
uçağa yüklendi ve 27 Temmuz 2011'de Türkiye'ye
getirildi. İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde 20 günlük
restorasyonun ardından, eser, Çorum'a götürüldü, 26
Kasım 2011'de de Çorum Boğazköy Müzesi'nde sergiye
açıldı. Eserin sökülmesinden Çorum'daki müzeye
ulaşana kadar tüm süreci planladıklarını belirten
Ali Osman Avşar, "Planlı olduğumuz için sorun
çıkmadı. Bu eseri sapasağlam getirdik. Almanya'da
bize yardımcı olan restoratör aynı zamanda
üniversitede ders veriyor. O da bu konuyu
öğrencilerine ders olarak anlatıyor" diye konuştu.
10 YILDA 4 BİN ESER GETİRİLDİ
Yorgun Herakles, Boğazköy Sfenksi,
Karun Hazinesi... Bu paha biçilmez eserler, yıllar
önce koparıldı topraklarından... Onlar, uzun bir
mücadele sonunda Türkiye'ye döndü. Kimi zaman yıllar
süren davalar oldu, kimi zaman bilimsel ve
arkeolojik tartışmalar yaşandı. Ama, bu dönüş
yolculuğu hiç de kolay olmadı. Bu çalışmalar
sayesinden son 10 yılda toplam 4 bini aşkın eserin
iadesi sağlandı. Bu mücadelenin ardında isimsiz
kahramanlar var. Arkeologlar, çevirmenler, uzmanlar
ve fahri arkeoloji müfettişleri... Yıllar önce yasa
dışı yollardan yurtdışına çıkarılan ve halen o
ülkelerde sergilenen Anadolu'ya ait yüzlerce tarihi
eser daha var. Eros Başı, Samsat Steli, İhtiyar
Balıkçı heykeli ve daha niceleri. Türkiye, bu
eserleri yeniden ait olduğu topraklara getirmek için
mücadele veriyor. Ve yıllar sonra tarih evine,
Anadolu'ya dönüyor.
Sabah, Haber: Hasan
Ay, 09.09.2013
|
ROMA'NIN İHTİŞAMI YENİDEN
Ünlü coğrafyacılar Strabon ve Stephanos’un eğitim
gördüğü, Roma’nın en önemli kültür ve eğitim
merkezlerinden Nysa, gün yüzüne çıkıyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 485 bin lira bütçe
ayırdığı Aydın Sultanhisar’daki kentte bu yıl
yapılam çalışmalarda çok önemli yapılar ortaya
çıktı. Bakanlık tarafindan yapılan açıklamda
2.yüzyıldaki kentin iki yakasını birleştiren stadyum
köprüsüne doğru uzanan mermer döşemeye sahip sütunlu
ana cadde ile kuzeyindeki çarşı bazilikası ile bir
forumun yer aldığı alana girişi sağlayan anıtsal
kapının, insanlık tarihinin 2013 yılı kazanımları
arasında yer aldığı belirtildi.
Akşam, 09.09.2013
|
|
2 BİN ESER DEPODAN ÇIKARILIP SERGİLENECEK
Tarihi Mahmut Paşa Bedesteni’nin
dönüştürülmesiyle kurulan Anadolu Medeniyetleri
Müzesi, Türkiye’nin en önemli müzeleri arasında yer
alıyor.
Müzede Troya Hazinesi, Kanatlı Denizatı Broşu
gibi önemli tarihi eserler de bulunuyor. Bugüne
kadar müzenin sergilenen eserleri kadar, depolarda
kilitli tutulan eserleri de dikkat çekiyordu. Son
yıllara kadar depolarda gün yüzü görmeyen 2 bin
eser, ziyaretçilerle buluşmaya hazırlanıyor.
Tüm yenilikler müzenin restorasyonu ile
gerçekleşecek. Müzenin bulunduğu Mahmut Paşa
Bedesteni ve Kurşunlu Han’a 80’li yıllarda yapılan
betonarme ilaveler, incelendi. Taşıyıcılığını
kaybettiği belirlenen duvarlar, 2010 yılında Koruma
Kurulu’na sunulan restorasyon projesi doğrultusunda
orijinal duvarlara zarar vermeden özel bir sistemle
yıkıldı. Betonlar kırılarak değil, sulu kesim
denilen bir yöntemle parça parça alındı. Bedestenin
ilk halinde, çevresinde yer alan dükkanların bir
kısmı aslına uygun olarak müze içerisinde yeniden
inşa edildi. Betonarme yerine çelik konstrüksiyon
kullanıldı. Önceki onarımlarda yapılan yanlış
uygulamaların izleri temizlendi. Teşhir vitrinleri,
havalandırma, elektrik, altyapı ve üstyapısı tamamen
yenilendi. Son düzenlemelerle orijinal haline
döndürülerek, daha kullanışlı hale getirilen müze
binasında böylece müzenin kapalı bölümlerinde
bulunan eserlerin de sergilenmesi gündeme gelecek.
Depolarda yıllardır atıl vaziyette bekletilen antik
eserler de ziyaretçiler tarafından teşhir
bölümlerinde görülebilecek. Restorasyondan önce 8
bin olan teşhirdeki eser sayısının yeni eklenecek
eserlerle 10 bine çıkacağı tahmin ediliyor.
Eserlerin teşhirinde Paleotik, Neolitik, Kalkolitik,
Eski Tunç, Asur, Hitit, Frig, Geç Hitit, Urartu,
Lidya, günümüz Anadolu uygarlıkları şeklindeki
tarihsel akışa sadık kalınacak. Müzenin yeni teşhir
vitrinleri İstanbul’da yaptırılıyor.
Ağırlıklarından dolayı taşınamayan müze
teşhirindeki “Sultan Han Yazıtı” ve “Adilcevaz
Kabartması”, restorasyon süresince özel bir
muhafazayla müze içerisinde tutulacak. Müzenin 60’lı
yıllarda yapılan ahşap tavan süslemeleri korunuyor.
Bakanlık yetkilileri, müze ziyaretçilerinin tavan
süslemelerini çok sevdiğini ve korunmasını
istediklerini belirtiyor. Daha önce müzenin içinde
hizmet veren restorasyon ve konservasyon
laboratuvarları, yemekhane gibi bölümler orijinal
yapının içinden çıkarılıyor. Müzenin güvenliği de
yenilenen teknolojiyle birlikte artacak. Kamera
sayısı 80’den 126’ya çıkacak. Özel bölümlerde “yüz
tanıma sistemi” kullanılacak. Müzenin restorasyonu
toplam 9 milyon TL’ye mal olacak. Restorasyon
sürecinde açık tutulan, Troya Hazinesi, Kanatlı
Denizatı Broşu gibi son dönemde yurtdışından iadesi
gerçekleştirilen paha biçilemez eserlerin de
sergilendiği Dr. Turhan Özkan Salonu’nda ise
herhangi bir çalışma yapılmayacak.
Zaman, Haber: Aslıhan Aydın, 09.09.2013
|
ANTİK TAPINAKTA İKİNCİ ROMA HAMAMI BULUNDU
Çanakkale'nin
Ayvacık İlçesi'ne bağlı
Gülpınar beldesinde, Apollon Smintheus kutsal
alanı (Smintheion) arkeolojik kazılarında,
Roma dönemine ait iki hamam ortaya çıkarıldı.
Hamamın Bizans döneminde yeniden kullanıldığı, ancak
Roma dönemine ait izlerin büyük ölçüde
silindiği,
Roma mozaiklerinin üzerinin alçıyla kapatıldığı,
hamam odalarının ise iş yeri haline çevrildiği
anlaşıldı.
Kazı ekibinden
Samsun
Ondokuzmayıs
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Yrd.
Doç.Dr.
Davut Kaplan, Apollon Smintheus Kutsal Alanında
(Smintheion) iki adet hamam ortaya çıkardıklarını,
fakat yıkanma ile alakalı başka bir hamam yapısı
olabileceğini de söyledi.
Roma dünyasının günlük yaşamının bir parçası
olan yıkanma geleneğinin en güzel kanıtı olan hamam
yapılarının bazı ilkleri barındırdığını belirten
Kaplan,
Roma döneminde inşa edilen bu hamam yapılarının
büyük ölçüde kutsal alana gelen ziyaretçilerin
tapınağa ulaşmadan önce dinsel arınmasına hizmet
etmiş olabileceğini ifade etti. Kaplan, "Hamam
yapılarının, birer kapıyla bağlanan odaları, ısıtma
sitemine göre en sıcaktan soğuğa doğru sıralanıyor.
Yıkanma sırası takip edildiğinde bunun tersi olarak
soğuktan sıcağa diziliş söz konusudur.
Roma hamamlarının olmazsa olmazı olan ısıtma
sistemi, farklı teknik uygulamalarıyla karşımıza
çıkmaktadır. Temel seviyesinde korunmuş külhan
bölümünde tespit ettiğimiz 4 ayrı ocak, en az üç
mekanın tabandan ısıtıldığını ortaya koymaktadır. O
dönemde halka açık olan hamamda küçük ve özel bir
mekan da alttan ve duvardan ısıtmaya sahip. Bu mekan
olasılıkla, halka açık bölümlerden soyutlanmış, din
adamı ve yöneticilerin yıkandığı bir yer. Hamamın
diğer bölümlerin mekanlarının sadeliğine karşın, bu
özel odanın zemini mozaik tabana sahip. Ana
renklerin tümünü barındıran mozaikte, geometrik ve
bitkisel motifler bir arada kullanılmış ve adeta
renk cümbüşü meydana getirilmiş. Hamamın diğer bir
ilginç özelliği de, yapının ısıtılmasında ocakların
yakımı ve bakımında görevlendirilmiş kişilere ait
özel bir servis koridorunun varlığı. Tonoz örtüyle
kapalı olan bu koridora hamam dışından giriliyor.
Böylelikle görevliler, hamama yıkanmak için gelenler
ile karşılaşmıyor ve rahatsız etmiyor" dedi.
ÖDÜL KAZANAN SPORCULARIN İSİMLERİ KAZINAN
KAİDELER HALA DURUYOR
Tapınağın bitişiğinde bulunan büyük Hamam yapısı
önündeki yazıtlı heykel kaidelerin de dikkat
çektiğini söyleyen Kaplan, şöyle devam etti:
"Bu kaidelerin üzerinde kutsal alanda düzenlenen
'Apollon Smintheia Pauleia' şenlikleri kapsamında,
spor yarışmalarında pankration ve güreş alanında
birincilik kazanan sporculara ait yazıtlar
bulunmaktadır. Kaide ve yazıtlar korunmuş olmasına
karşın, bronzdan yapıldığı ve kaidelerin üzerine
konulduğu tahmin edilen heykeller ise bronz olmaları
nedeniyle günümüze ulaşmamışlardır. Heykellere ait
ayak izleri dışında herhangi bir bulgu ele geçmemiş
olmasına rağmen, en azından kutsal alanın ev
sahipliği yaptığı şenliklerin ve katılımların geniş
bir coğrafyaya yayıldığını göstermesi açısından
önemlidir."
BİZANSLI DEMİRCİ USTASINA AİT DÜKKAN VE
MALZEMELER ORTAYA ÇIKARILDI
Bulunan diğer hamamın da Romalılar tarafından
farklı amaçlar için kullanıldığını belirten Kaplan,
"Burada bulduğumuz kalıntılarda hamamın işlevini
tamamladıktan sonra,
Roma döneminden sonra, Bizans çağında tekrar
kullanıldığını görüyoruz. Hamamın bir bölümü demirci
dükkanı olarak kullanılmış. Bunun kalıntılarını
bulduk. Demirci örsleri,
Ocaklar ve bir takım yapılmış malzemeler bulduk.
Bunları muhafaza ediyoruz. Hamamın zeminindeki
mozaikler ise üzerlerine beton dökülerek tahrip
edilmiş. Bunların yine aynı dönemde yapılmış
olduğunu tahmin ediyoruz. Bizans çağında, Hıristiyan
olduktan sonra bu tür
Roma eserlerine çok sıcak bakmıyorlardı. Bu
nedenle, işleme ve mozaiklerin büyük çoğunluğu,
Bizans döneminde alçı ile kapatılmış. Yaptığımız
kazı çalışmalarında, alçının altından bu mozaik
işlemeleri ortaya çıkardık. Bunları bütünüyle
muhafaza edip, bölgeyi restorasyon çalışmasıyla
aslına uygun hale getirmeyi hedefliyoruz" dedi.
ÜÇÜNCÜ HAMAM ARANIYOR
Apollon Smintheus tapınağının, özerk bir yerleşim
olarak yapıldığını, ancak zamanla bölgedeki diğer
antik kentlere bağlamak için yollar oluşturulduğunu
da anlatan Kaplan, "Burası, çok önemli bir kutsal
alan.
Roma'nın son dönemlerinde, spor karşılaşmalarına
ağırlık verilmişti. Bu karşılaşmaların da büyük
kısmının burada yapıldığını düşünüyoruz. Burada,
kutsal mekan için büyük bir hamam var. İkinci bir
hamamı daha ortaya çıkardık. Sporcuların ve burayı
ziyarete gelen halkın kullanımı için yeterli
olmayınca bir hamam daha yapılmış. Su yollarını ve
yerleşimi göz önüne aldığımızda, burada üçüncü bir
hamamın daha var olduğuna inanıyoruz. Bunu ortaya
çıkarmak için de çalışmalarımız sürüyor" diye
konuştu.
Apollon Smintheus tapınağının restorasyonuyla
birlikte, ortaya çıkarılan hamamlar da onarılarak
ziyarete açılacak. Tapınak restorasyonuna ek olarak
çevre düzenlemesiyle de dikkat çeken Kutsal Alan
ziyaretçilerin beğenisini topluyor. Bölge, yeşil bir
alan ve görsel çevre düzenlemesiyle
Türkiye'de bir ilk olma özelliğini taşıyor.
haberler.com, 08.09.2013
|
GÖRMEZDEN GELMİŞLER
Projesine aykırı olarak
yapılan ve iskanı bulunmayan Demirören AVM ile
ilgili CHP’li belediye meclis üyeleri tarafından
yıllardır sunulan soru önergelerine Beyoğlu
Belediyesi, ilk kez yanıt verdi. Yanıtta Beyoğlu
Belediyesi’nin AVM inşaatı için 2 kez yıkım kararı
aldığı ancak uygulanmadığı ortaya çıktı. Beyoğlu
Belediyesi CHP grubu tarafından 1 Temmuz 2013 günü
verilen soru önergesine, İmar ve Şehircilik
Müdürlüğü 12 Ağustos 2013 günü Belediye Başkanı
Ahmet Misbah Demircan imzası ile yanıt verdi.
Belediyenin yanıtına göre Beyoğlu Belediyesi, inşaat
devam ederken 2011 yılında tespit edilen
aykırılıklar için yapı tatil tutanağı düzenleyerek
inşaatın mühürlenmesine karar verdi. Koruma bölge
kurulunun projeleri uygun görmesi üzerine yeni bir
yapı tatil tutanağı düzenlendi. Bu kez Beyoğlu
Belediye Encümeni kararı ile yıkım kararı çıktı.
Ayrıca inşaat sahiplerine para cezası kesildi ve
TCK’nin imar kirliliği maddesi uyarınca suç
duyurusunda bulunuldu. Ancak inşaat devam etti. 25
Mayıs 2012 tarihinde 3 ayrı parsel için ikinci kez
yapı tatil tutanağı düzenlendi. Yani ikinci kez
yıkım kararı çıktı. Savcılığa tekrar suç duyurusunda
bulunuldu. İBB iki kez ilçe belediyesine yıkım
kararını neden uygulamadığını sordu, ancak ilçe
belediyesinden bir yanıt gelmedi. İBB böyle bir
durumda yıkımı kendisi de yapabilir, ancak bu yola
da gidilmedi. AVM’nin içinde İBB Başkanı Kadir
Topbaş’ın ailesine ait Saray Muhallebicisi’nin
şubesi bulunuyor. Beyoğlu Belediyesi AVM’nin iskan
belgesinin bulunmadığını da açıkladı. Süreç devam
ederken İstanbul Yenileme Alanları Kültür ve Tabiat
Varlıkları Koruma Bölge Kurulu daha önce üzerinde
tarihi yapı olan parselin inşaat alanına
katılmasının imar yasalarına ve projeye aykırı
olduğuna ilişkin Kasım 2012’de kararını değiştirip
parsellerin birleştirilmesinin yasaya uygun olduğuna
hükmetti. Belediye de 3 parselin tek parsel haline
getirilmesinin kurul kararları doğrultusunda
uygulanmasına devam edildiğini kaydetti. AVM’nin
sahibi Demirörenler hakkında açılan dava da sürüyor.
Ancak parsel birleştirilmesi ile ilgili karar
değişikliği davanın önemli dayanaklarından birini
ortadan kaldırdı.
Cumhuriyet, Haber: Özlem Güvemli, 08.09.213
|
ROMA İMPARATORLUĞU'NUN DOĞUDAKİ SON KALESİ BULUNDU
Ilısu
Baraj sahası altındaki yer alacak Çattepe Höyük'te
kazı çalışmaları yapan arkeologlar, Doğu Roma
İmparatorluğu'nun MS 4. yüzyılda doğudaki son
kalesini bulurken, kazıda MS 5. yüzyıldan kalma
tarihi eserler çıkarıldı.
Ege Üniversitesi Arkeolog bölümünden Yrd.
Doç.Dr. Haluk Sağlamtimur başkanlığında Siirt Çattepe
Höyük'te 2009 yılından beri devam eden kazı
çalışmalarında çok önemli bulgulara rastlandı.
Tarihe ışık tutacak kazılarda Roma Kalesi'nin
varlığını gösteren bulgulara rastlandığını ifade
eden Sağlamtiymur, "2002 yılında Siirt'te Türbe
Höyük'te başlatılan kazı çalışmaları ile Mezopotamya
uygarlığının ilk liman kenti bulunmuştu. 2007
yılında Başur Höyük'te başlatılan çalışmalarda ise
MÖ 7. yüzyıldan kalma ilk oyun seti ve yerleşim
alanına rastladık. 2009 yılında Çattepe Höyük'te
başlattığımız çalışmalarda ise Doğu Roma
İmparatorluğu'nun MS 4. Yüzyılda doğuda yaptığı
kale bulundu. Höyükte yapılan kazı çalışmalarıyla
kale gün yüzüne çıktı. Kale 4. Yüzyılda höyüğün
etrafında yapılmış. Yapılan kazı çalışmalarında
ortaya çıkan bu kale, Roma'nın doğudaki son kalesi,
yani Siirt, Roma İmparatorluğu'nu bittiği ya da son
doğu sınırında olduğu bir noktada yer almıştır. Roma
Kalesi'nin büyük ve kalın duvarları höyüğün
içindekileri tahrip etmiş. Kalenin içindeki höyükte
yaptığımız kazıda ise MÖ4. ile 5. yüzyıldan kalma
tarihi eserler çıkarıldı" dedi.
"SİİRT, İNSANLIK TARİHİNİN EN ESKİ YERLEŞİM
YERİ"
Siirt'in Anadolu ve Mezopotamya uygarlıklarının
kesiştiği noktada yer aldığını ifade eden Siirt
Valisi Ahmet Aydın, 2002 yılından beri arkeologlar
tarafından türbe, höyük, Başur Höyük ve 2009 yılında
da Çattepe Höyük'te kazı çalışmaları yürüttüğünü
söyledi. Aydın, "Yapılan kazılarda 12 ile 13 bin yıl
öncesine dayanan ilk yerleşim biriminin burada
olduğu tespit edilmiştir. Bu insanlık tarihinde çok
önemli bir olaydır, ilk liman kenti yapılan kazıda
ortaya çıktı. İlk oyun seti yine Siirt'te çıkarıldı.
Çattepe Höyük'te yapılan son kazılarda ise Roma
İmparatorluğu'nun doğuda son kalesi yine Siirt'te
ortayla çıktı" diye konuştu.
Siirt'in keşfedilmeye değer bir il olduğunu
belirten Vali Aydın, kazılardan çıkarılan tarihi
eserlerin önümüzdeki aylarda yapılacak müzede
sergileneceğini sözlerine ekledi.
Zaman, 08.09.2013
******
SİİRT'TEKİ KURTARMA KAZILARI
Siirt Valisi
Ahmet Aydın, son yıllarda yapılan kazılarla
kentin tarihinin 12-12 bin 500 yıl öncesine
uzandığının görüldüğünü belirterek "Siirt,
Göbeklitepe'den daha eski tarihi ile dünyanın eski
yerleşim birimlerinden birisidir" dedi.
Vali Aydın, beraberinde
Siirt Üniversitesi
Rektörü Prof.Dr.
Murat Erman, Kültür ve Turizm Müdürü Cengizhan
Başaran ve iş adamı
Ethem Sancak ile Ilısu Baraj Gölü
altında kalacak bölgedeki kazıların
koordinatörlüğünü yapan Ege Üniversitesi Öğretim
Üyesi Yrd. Doç.Dr. Haluk Sağlamtimur'u ziyaret
ederek Siirt'te yürütülen çalışmalar hakkında bilgi
aldı.
Siirt'te 5 yerde kazı çalışması yaptıklarını
belirten Yrd. Dr. Sağlamtimur, bu kazılarda bölgenin
bilinen tarihini değiştirecek nitelikte birçok
bulguya ulaştıklarını söyledi.
Türbe Höyük'te tablet bulduklarını kaydeden
Sağlamtimur, şöyle konuştu:
"MÖ 1700-1600 yıllarına ait çivi yazısı ile
yazılmış bu kil tabletteki bilgiler, bilinenin
aksine bize burada kurumsal bir devletin varlığını
gösteriyor. Yine bu höyükte o dönemlere ait ilginç
toplu mezarlar bulduk. Büyük ölçekli bir höyük olan
Başur Höyük'te çalışmalarımız devam ediyor. Burada
son dönemlerde bulduğumuz oyun taşları dünyanın en
eski oyununa ait olmaları açısından bütün dünyada
büyük yankı uyandırdı. MÖ 3100-2900 yıllarına
tarihlenen domuz, köpek ve benzeri figürlerden
oluşan 49 taştan ibaret bu oyunun nasıl oynandığını
çözmeye çalışıyoruz.
Devam eden bir başka kazı alınımızda Kurtalan
İlçemizin Çattepe Köyü'nde bulunan höyük kazısıdır.
Bu kazılarda da geç Roma dönemine tarihlenen bir
limana ulaştık. Burası da Arap coğrafyacıların
kitaplarında yer alan önemli bir kenttir. Yaptığımız
kazılarda müzelerde sergilenmeye değer bir çok esere
ulaştık. Bu eserler
Siirt'te müze olmadığı için önce
Mardin daha sonra da
Batman Müzesine gönderilmeye başlandı."
"12-12 bin 500 yıllık bir geçmişten
bahsedebiliyoruz"
Vali
Ahmet Aydın ise kazı çalışmalarıyla
Siirt'in tarihini ortaya çıkmasını sağlaması
nedeniyle Yrd. Doç.Dr. Haluk Sağlamtimur'a teşekkür
etti.
Sağlamtimur'un
Siirt'te çok büyük katkılarda bulunduğunu
belirten Aydın, şunları söyledi:
"Hocamız büyük bir özveri ile yıllardan beri bu
kazı çalışmalarını yürütüyor. Çalışmalarından önce
Siirt'in 6-7 bin yıllık bir tarihe sahip
olduğunu söylerken, şimdi 12-12 bin 500 yıllık bir
geçmişten bahsedebiliyoruz. Bu geçmişi ile
Siirt,
Şanlıurfa'da bulunan Göbeklitepe'den daha
eskidir. Dolayısıyla
Siirt dünyanın en eski yerleşim birimlerinden
birisidir."
haberler.com, 08.09.2013
|
8 BİN YILLIK BONCUK TANELERİ BULUNDU
Karain Mağarası'nda yapılan kazı çalışmalarında,
MÖ 6 binli yıllardan kaldığı sanılan boncuk taneleri
bulundu.
Karain Mağarası Kazı Başkanı
Prof.Dr. Işın
Yalçınkaya, AA muhabirine yaptığı açıklamada,
mağaranın dünya tarihi açısından oldukça önemli bir
yerleşim yeri olduğunu söyledi.
Prof.Dr. Yalçınkaya, bu yılki kazı çalışmaları
sırasında binlerce yıl öncesinden kalma boncuk
taneleri bulduklarını belirterek, şunları söyledi:
"Gözle görmenin neredeyse mümkün olmadığı boncuk
taneleri çok detaylı bir çalışma sonucunda ortaya
çıkarıldı. Süslenme, Yontma Taş Devri, bilimsel
adıyla Paleolitik Çağ'da, yani günümüzden 40-45 bin
yıl önce başlıyor. Süslenme objeleri hem kişisel
görünüm hem de ritüel amaçlı kullanılıyor.
Bulduğumuz boncuklar, Kalkolitik (Bakır Taş Çağı) ve
Neolitik (Yeni Cilalı Taş) dönemlerine ait. Bunları
tıpkı pirinç ayıklar gibi ayıkladık. Normal
şartlarda bu kadar küçük boncukları görmek mümkün
değil."
Bulunan boncuklara en küçük denilebileceğini ama
en eskisi diyemeyeceklerinin altını çizen
Yalçınkaya, "İlk süslenme eylemleri 40-45 bin yıl
öncesine kadar iniyor. Bu boncuklara yerleşik döneme
geçildikten sonraki dönemin ilk örnekleri
diyebiliriz. MÖ 6 binler olarak
tarihlendirebildiğimiz boncuk taneleri şu ana kadar
bulunan, zamanının en küçük boncuğu. O zamanın
şartlarında bu boncuğu delmek için nasıl bir yöntem
kullanıldı henüz bilmiyoruz" diye konuştu.
Boncuklarla ilgili bazı ön bilgilere
ulaştıklarını belirten Yalçınkaya, sözlerini şöyle
sürdürdü:
"Boncuk ve süs eşya yapımında kemik, taş ve
deniz canlılarına ait kabuklar hammadde olarak
kullanılır. Hammaddelerinden yola çıkarak en azından
nasıl şekillendirildiğini anlayabiliyoruz. Özellikle
uzun kemiklerin veya silindir şeklindeki taşların
boncuk büyüklüğünde kesildikten sonra delindiklerini
sanıyoruz ama nasıl delinirken nasıl bir yöntem
kullanıldığını henüz bilmiyoruz."
Yalçınkaya, bu yılki kazılarda yoğun olarak
döneme uygun, deri, odun ve kemik işleme gibi günlük
yaşamda kullanılan aletler bulduklarını dile
getirerek, fildişinden yapılmış boğa boynuzu
şeklindeki ritüel amaçlı kolye başının dikkat çekici
buluntular arasında olduğunu söyledi.
Yalçınkaya,
kemik iğneler, pişmiş topraktan dokumacılıkta
kullanılan ağırlıklar, cilalanmış baltalar ve üzeri
baskılı mühür gibi eşyalar da bulduklarını sözlerine
ekledi.
Mağaradaki 11 metrelik kalın kültürel dolguda
insanlığın izlerini aradıklarını dile getiren
Yançınkaya, "Karain, sürekli iskanlaşma açısından
dünyanın önemli mağaralarından biri. Dünyanın birçok
mağarasında bir iki dönemi bulursunuz. Ama Alt
Yontmataş'tan Roma dönemine kadar uzanan kullanım
dünyada son derece az. Bu dönemler insanlık
tarihinin yüzde 99'luk bölümünü kapsar. O bakımdan
bu özelliğiyle Karain tek" dedi.
Sadece arkeolojik değil, doğa tarihi açısından
da mağaranın dünyada büyük öneme sahip olduğunu
vurgulayan Yalçınkaya, şöyle konuştu:
"Kazılarda özellikle avcılık ve toplayıcılık
dönemlerine denk düşen, ışık tutan veriler ortaya
çıkardık. Buzul dönemi için burada fillerin,
gergedanların ve kalın kabuklu canlıların
buluntularına ulaştık. Ayrıca mağara önünde bir göl
olduğunu ve bu canlıların göl çevresinde
yaşadıkların belirledik. Bu, Anadolu'da nesli
tükenen hayvanların o dönemlerde insanla ilişki
içinde yaşadığını ortaya koyuyor. Bırakın
Türkiye'de, dünyanın hiçbir mağarasında buradaki
özellikler yok."
Kazılarla ilgili bilgi veren Yalçınkaya,
kazılarda kazma kürek yerine mala, keski ve fırça
gibi ince detaylı araçlarla insan yaşamına ilişkin
buluntular araştırıldığını anlattı. Yalçınkaya,
"Mağarada kazılan her bir gram toprağı inceliyoruz.
Dolgulardan çıkan toprakları kovalarla 300 metre
aşağıdaki laboratuvara indiriyoruz. 28 yıldan bu
yana mağaradan çıkartılan 30 ton toprağın her bir
gramı detaylı şekilde inceledik" dedi.
Yalçınkaya, gerek iskan sürekliliği gerekse
materyal zenginliği açısından Karain'in eşi az
görülen bir iskan yeri olduğuna işaret ederek, buna
rağmen hak ettiği önemin verilmediğini, ikinci,
üçüncü sınıf sit alanı gibi görüldüğünü söyledi.
Karain Mağarası, Antalya'nın 30 kilometre
kuzeybatısında, Döşemealtı İlçesi'ne bağlı Yağca Köyü
sınırları içinde denizden yaklaşık 450 metre
yükseklikte bulunuyor. İnsanlık tarihinin ilk
yıllarından günümüze izler taşıyan Karain
Mağarası'nda bilim adamlarının çalışmaları 28 yıldan
bu yana devam ediyor. Alt Yontmataş devrinden
başlayarak Orta ve Üst Yontmataş evreleri, Neolitik,
Kalkolitik, Eski Tunç gibi protohistorik çağlarda ve
Klasik Çağ'da sürekli iskan edilen mağarada 11
metreyi bulan kültür dolgusu oluşmuş durumda.
Klasik dönemlerde adak mağara olarak
kullanıldığı belirlenen Karain Mağarası'nın dış
duvarlarında Grekçe kitabe ve nişler yer alıyor.
Hürriyet, 08.09.2013
|
SULTAN SÜLEYMAN'IN KALBİ NEREDE GÖMÜLÜ?
Seferdeyken vefat eden Kanuni Sultan
Süleyman’ın ölümü gizlenmişti. Şimdilerde Kanuni’nin
gerçek mezarının olduğu, daha doğrusu vücudunun iç
aksamının gömüldüğü yer araştırılıyor. Burada kalbi
de var mı onu bilemeyiz.
Hürrem Sultan’ın mezarı da
Kanuni Sultan Süleyman’ın yanında...
Ünlü Szigetvar (Zigetvar) Kalesi 5 Eylül 1566’da
düştü. Bugünkü Macaristan’da, Tuna’nın üzerindeki
bir adadadır. “Sziget” ada, “var” şehir ya da kale;
demek ki Tuna üzerindeki ada kalelerden biriymiş.
Kanuni’nin fethettiği kale neredeyse tamamen tahrip
edilmiş ve yeniden yapılmıştır. Bugünkü kale temelde
Osmanlı askeri mimarisini yansıtır.
5 Eylül’de zafer davulları vurduğunda cihan padişahı
Muhteşem Süleyman hasta olarak geldiği bu seferde
zaten iki gün önce vefat etmişti. Ölümü gizlendi.
Cesedin acele tahniti için iç organların çıkarılması
gerekiyordu; onlar çadırın içine gömüldü. Tahnit
edilip giydirilen padişahın naaşı tahtına oturtuldu
ve zafer geçidi yapan ordusunu selamladı.
Hastalığından dolayı gelişi istisnai olarak arabada
olmuştu. Naaşının nakli de arabada yapıldı.
İstanbul’a yaklaşıldığında ölüm haberi ancak
duyuldu. Orduda gulgule yeri göğü tuttu; yeni
padişah Sultan Selim Han’a biat edildi.
Süleymaniye Camii’nin avlusuna defnedilmişti
O gün bugündür Szigetvar’a yapılan türbe benzerinin
gerçek mezar olup olmadığı tartışılıyor. Osmanlı
tarihinde seferde ölen ikinci padişah türbesidir.
Kosova’daki Murat Hüdavendigar türbesinde de
padişahın iç aksamı gömülüydü ve o türbe bugüne
kadar bilhassa 1912’den sonra yapılan antlaşmalarla
olduğu gibi muhafaza ediliyor. Bu ikinci mezar yani
Kanuni Sultan Süleyman Han’ın Szigetvar’daki
türbesiyse Avusturya döneminde tahrip edildi,
yeniden yapıldı.
Yeniden yapılanın temsili olduğu
üzerinde duruluyor.
1980’lerin başında Macar hükümeti uygar bir tarih
anlayışıyla kaleyi savunan komutan Miklos Zrinyi ve
Kanuni’nin dev heykellerini Szigetvar sahralarına
dikmiş ve temsili türbeyi de Turgut Cansever’e
restore ettirmişti. 1986 yılında Pecs’te yapılan
Osmanlı Etütleri Kongresi’nde (Pecs şehrinin
Almancası Fünfkirchen tarihçi Peçevi’nin şehridir ve
oradaki cami kiliseye çevrilse de şekli muhafaza
edilen ilginç bir yapıdır) kongreye katılan
tarihçiler türbeyi ziyaret ettiler. Osmanlı edebiyat
tarihçilerinin en renklilerinden olan divan şiirinin
ünlü hizmetkarı Orhan Şaik Gökyay hoca türbede
Baki’nin mersiyesini okumuştur. İnsanlar o ünlü
terennümü hala unutamaz.
Bugünlerde Kanuni’nin kalbinin yeri hala bilinmiyor
diye bir haberi, İngiliz basınından Thorpe ortaya
attı. Pecs ve İstanbul üniversiteleri gerçek
mezarın, daha doğrusu iç aksamın gömüldüğü yeri
birlikte araştırıyor. Bu gömüde boşaltılan iç
aksamın içinde Kanuni Sultan Süleyman Han’ın kalbi
de var mı onu bilemeyiz. Malum olduğu üzere Kanuni
Sultan Süleyman’ın cenazesi Mimar Sinan’ın elinden
çıkan Süleymaniye’deki caminin avlusuna defnedildi.
Hürrem Sultan’ın da mezarı oradadır ve en başta
Ukrayna’dan gelen heyetlerin
resmi ziyaretgahı olmuştur.
Uygar milletler geçmişi inceler
Macaristan’ın içinde de ünlü Gyula Szeglü ekolünü
takiben şiddetli anti-Türk ve Osmanlı karşıtı
görüşler elan vardır ama tarih yazan milletlerden
olan Macarların tarihi ciddi olarak inceleyen
bilimsel kadroları ve ünlü Türkologları sayesinde
Osmanlı tarihi başka türlü mütalaa edilir. Bu ülkeyi
en satvetli zamanında fethederek güçlü Macar
krallığını topraklarına katan Muhteşem Süleyman Han
gibi bunu 1686’da elinde kılıcıyla savunan son Budin
Valisi Abdurrahman Abdi Paşa’nın Puda tepesinde
askeri müze yanındaki mezarı da aynı şekilde
onurlandırılır ve korunur.
Macarlar tarihlerine başka bir gözle bakar ve olduğu
gibi değerlendirir. Szigetvar ve Buda’daki iki mezar
bunun göstergesidir. Uygar milletler geçmişi
inceler. Yakasına sarılıp hesap sormak veya
geçmişten intikam almak şüphesiz yakışıklı bir tavır
değildir.
Milliyet, Yazı: İlber Ortaylı, 08.09.2013
|
ANTİK KENTTE 2 BİN YILLIK KEŞİF
Gölhisar İlçesi'ndeki Kibyra
antik kentinde
yaklaşık 2 bin yıllık olduğu belirtilen tırnak
makası ve açı ölçer bulundu.
Kibyra Antik Kenti Kazı Başkanı, Mehmet Akif
Ersoy Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Şükrü
Özüdoğru, AA muhabirine yaptığı açıklamada, bu yıl
ilk kez kentin nekropol alanındaki bir anıt mezarda
kazı çalışması gerçekleştirdiklerini söyledi.
Yapılan kazılarda sürpriz şekilde yeni aile
mezarlarının ortaya çıktığını anlatan Özüdoğru, bu
mezarların antik dönemde soyulmuş olmasına rağmen
içinde envanterlik nitelikte yüzlerce eser
bulunduğunu anlattı.
Gerekli işlemlerden sonra Burdur Müzesi'ne teslim
edilecek eserler arasında pişmiş topraktan yapılmış,
ölülerin yanına bırakılan hediyelik kandiller,
sikkeler ve metal buluntular olduğunu anlatan
Özüdoğru, "Tüm bu buluntular arasında en dikkat
çekici olanları antik dönemde kullanılmış tırnak
makası ve açı ölçer. Tırnak makası bronzdan, kesici
kısmı ise demirden yapılmış. Açı ölçer bir taş
ustasına ait. Her ikisi de çalışır durumda bulundu.
Yaklaşık 2 bin yıllık olan bu eserler kazı
alanımızda bilimsel anlamda bu yılın en ilginç ve
nadir eserleri" dedi.
Çalışır halde kabartmalı taş kapı bulundu
Özüdoğru, antik mezar kazısı sırasında cephesi
bloklarla örülmüş, arka bölümde iki yeraltı oda
mezar bulunan bir yapıyla karşılaştıklarını
bildirdi. Bu yapının hemen yanında çevresi
duvarlarla bölünmüş bir aile mezarının da ortaya
çıkarıldığını anlatan Özüdoğru, şunları kaydetti:
"Bu ailenin ilk fertleri, mezarın arka kısmında
ana kayaya oyulmuş yer altı oda mezarına gömü
yapmışlar. Fakat daha sonraki nesil, taştan daha
görkemli, yazıtlı ve podyumlu lahit mezarlar
yaptırmışlar. Bunlar açığa çıktı. Bunlar büyük
oranda da sağlam mezarlar. Özellikle iki yeraltı oda
mezarında kabartmalı, açılır kapanır, çalışır halde
kapılar çıktı. Bunlar ünik, yani bizi de
heyecanlandıran güzel buluntulardı."
Özüdoğru, Kibyra'da, stadyuma gelen yolun
kenarında bulunan anıt mezarın kentin ölü gömme
geleneği ve inançlarıyla ilgili önemli bilgiler
sunacağını kaydetti.
Kibyra'nın, Likya, Kayra, Pisidya ve Frigya,
bugünkü Fethiye, Denizli, Antalya ve Burdur'un
kesişme noktasında bulunduğunu anlatan Özüdoğru,
Hellenistik dönemde kurulan ve 4 farklı kültürü
bünyesinde barındıran Kibyra Antik Kenti'nin de
içinde bulunduğu Gölhisar Ovası'nda MÖ 5 binli
yıllardan başlayan kültür izleri bulunduğunu
belirtti.
Burdur Kent Haber, 08.09.2013
|
İZMİR FATİHİ'NİN KILICI 'SIR' OLDU
Yunan işgalindeki İzmir'e ilk giren ve yaralı
olmasına karşın hükümet konağına Türk bayrağını
çeken Yüzbaşı Şerafettin'e, Atatürk tarafından
verilen Timur'a ait değerli taşlarla süslü kılıcın
kaybolduğu ortaya çıktı. Son günlerine kadar Yüzbaşı
Şerafettin tarafından saklanan kılıç, o dönem
ailenin yaşadığı İstanbul'da valiliğe teslim
edilmesinden sonra kayıplara karıştı. Kurtuluş
Savası öncesi Yunan işgali altında 3 yılı aşkın
zaman geçiren İzmir, yarın kurtuluşunun 91. yılını
kutlayacak. İzmir müfrezesinin başında kente ilk
giren kişi olan 2. Süvari Tümenine bağlı 4. Alay
Kumandan Muavini Yüzbaşı Şerafettin, 91 yıl önce,
hükümet konağındaki Yunan bayrağını indirip yerine
Türk bayrağını çekerek yalnız İzmir'in kurtuluşunu
değil ulusal bağımsızlığın kazanıldığını da tüm
dünyaya ilan etti. Bunu üzerine Atatürk, "İzmir
Fatihi" Yüzbaşı Şerafettin'e İzmir soyadını vererek,
Buhara Cumhuriyeti tarafından gönderilen yakut ve
elmas gibi çok değerli taşlarla süslü, Büyük Türk
İmparatoru Timur'un kılıcını da armağan etti. Türk
ordusunun 9 Eylül'de İzmir'e girişini ve Yüzbaşı
Şerafettin'in yaşam hikayesini "Belgeleriyle" kaleme
alan Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve
İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdürü Prof.Dr. Kemal
Arı'ya göre, Sakarya Savaşının kazanılmasına çok
sevinen Buhara Cumhuriyeti, bir heyetle 3 kılıç
gönderdi. Kılıçlardan ilkini Mustafa Kemal Paşa'ya,
ikincisini İsmet Paşa'ya veren heyet, Atatürk'ten 3.
kılıcın da İzmir'e ilk giren Fatih'e verilmesini
istedi. Üzerinde değerli taşlar olan ve ünlü Türk
hükümdarı Timur'a ait bu kılıç, Atatürk 10 Eylül'de
İzmir'e girdiğinde yanındaydı. Atatürk kılıcı,
atının ayakları altına atılan bir bomba ile ağır
yaralanan, yarası sarıldıktan sonra da dörtnala
Konak Meydanı'na ulaşıp arkadaşlarıyla birlikte
Hükümet Konağı'ndaki Yunan Bayrağı'nı indirip, Türk
bayrağını göndere çeken Yüzbaşı Şerafettin'e verdi.
MÜZEYE BAĞIŞ
Kızı Binnaz Gönül Manioğlu'nun ifadesine göre
İstanbul'da yaşayan Yüzbaşı Şerafettin kılıcı son
günlerine kadar sakladı. Ancak bir gün kılıcın
İzmir'de kurulan bir müzeye bağışlanması teklifi
geldi. Yüzbaşı Şerafettin de kendisi felç olduğu
için kılıcı eşi Siret hanım aracılığıyla İstanbul
Valiliğine gönderdi. O günden bu yana kılıcın izinin
kaybolduğunu belirten Prof. Arı, "Kılıcın üzerinde
değerli yakut taşlarının olduğunu biliyoruz.
Resimleri de elimizde. Acaba, istenmedik kişilerin
eline geçti de, birilerini zengin mi etti. Bunu
bilmek zor" dedi. Yüzbaşı Şerafettin'in Antalya'nın
Kaş İlçesi'nde yaşayan 87 yaşındaki kızı Binnaz Gönül
Manioğlu, İnkilap Müzesinde sergilendiğini sandığı
kılıcın kaybolduğunu 1963'te İzmir'e gittiğinde
öğrendiğini anlatarak, şu bilgiyi verdi: "Müze
müdürü Şerafettin beyi tanıyordu ancak kılıçtan
haberi yoktu. Yaşadığım şoku hiç unutamıyorum.
Girişimlerimiz üzerine Genelkurmay'ın da talebiyle
yapılan tüm aramalar hayal kırıklığıyla sonuçlandı.
Ulusun malı olan babamın kılıcının bulunmasını
istiyorum." Yüzbaşı Şerafettin'in torunları Osman
Şerafettin ve Gül Sera Manioğlu da kılıcın müzede
olmadığını öğrendiklerinde büyük bir şok
geçirdiklerini söylediler.
Sabah, Haber: Şafak
İnce - Gül Kireklo, 08.09.2013
|
CAMİ-CEMEVİ KARDEŞLİĞİ BATI TRAKYA'DA 700 YILDIR
YAŞIYOR
Türkiye’de bugün temeli atılacak ‘Cami-Cemevi ve
Kültür Merkezi’nin daha kapsamlı hali, bundan 7 asır
önce Rumeli’de hayata geçirildi. Yunanistan’ın Batı
Trakya bölgesinde bulunan Ruşenler Köyü'ndeki Seyyid
Ali Sultan Dergahı, içinde barındırdığı cami ve
cemevi ile 700 yıldır kardeşlik ve hoşgörü mesajları
vermeyi sürdürüyor.
Türkiye’de cami ile cemevini yan yana
buluşturacak projenin, bundan 7 asır önce Rumeli’de
gönülleri fethetmeye giden derviş ve alperenler
tarafından hayata geçirildiği ortaya çıktı.
Yunanistan’ın Batı Trakya bölgesinde bulunan
Dimetoka’nın Ruşenler Köyü'ndeki Seyyit Ali Sultan
Dergahı’nda 700 yıl önce hayata geçirilen cami ile
cemevi, bugün de kardeşlik ve hoşgörü mesajları
vermeyi sürdürüyor. Dergah, cemevi, meydan evi, 500
kişilik aşevi-yemekhane, Tekke Camii, cami yanına
sonradan inşa edilen mescit ve türbe içerisinde yer
alan bir başka mescit ile Alevi ve Sünnilere hizmet
veriyor.
Seyyid Ali Sultan, 1350’li yıllarda Rumeli’ye
geçti. Bugün de çok sayıda kişi tarafından ziyaret
edilen Ruşenler Köyü'ndeki tekkesini ise 1380’lerde
kurarak ilim ve irfan faaliyetlerinde bulundu.
Seyyid Ali Sultan Dergahı, faaliyetlerini
sürdürüyor. Yüzyıllar önce bin dönüm arazi üzerine
kurulan dergah, bugün 60 dönümlük bir arazi üzerinde
yer alan onlarca farklı mekandan oluşuyor. Dergahta
cemevi, meydan evi, 500 kişilik aşevi-yemekhane, 50
kişilik misafirhane, kütüphane, dergahın ilk inşa
edildiği dönemden kalan cami temelleri, dergah
içerisine serpiştirilmiş 2 mescit, mutfak, kurban
kesim yerleri, derviş ve dergaha hizmet edenlerin
gömüldüğü Osmanlı döneminden kalma mezarlık ve
Seyyid Ali Sultan’ın 1402’de vefatı üzerine inşa
edilen türbesi bulunuyor. Seyyid Ali Sultan Dergahı,
bugün, başta Yunanistan olmak üzere Türkiye ve
Balkan ülkelerinden gelen çok sayıda ziyaretçiyi
ağırlıyor. Dergah ayrıca Seçek Yağlı Güreşleri ile
Ali Baba Panayırı gibi etkinliklerle binlerce
Müslüman Türk azınlık arasındaki kardeşlik ve
birliğin pekişmesine önemli katkılarda bulunuyor.
Ankara’da bugün temeli atılacak ‘Cami-Cemevi ve
Kültür Merkezi’ne Yunanistan’daki Alevilerden de
destek geldi. Seyyid Ali Sultan Dergahı Koruma
Heyeti Vakfı Başkanı Ahmet Kara Hüseyin, Sünni-Alevi
dayanışması adına projenin hayata geçirilmesinin
olumlu olduğunu söyledi. Hüseyin, “Kardeşlik,
birliktelik ve dayanışma adına iyi bir proje
olacağını umuyorum. İki yolun bir araya gelmesi
olumlu.” dedi. Seçek Azınlık Eğitim ve Kültür
Derneği Genel Sekreteri Hasan Bekirusta da şöyle
konuştu: “Bugün Ankara’da böyle bir projenin
gerçekleşeceğini duyduk. Gerçekten güzel projeler.
Batı Trakya’da 7 asırdır zaten var. Biz, yıllarca
tekkelerimize, camilerimize ve türbelerimize sahip
çıkıyorduk, çıkıyoruz, çıkacağız da. Bunlar bizim
geçmişimizdir.” Batı Trakya’da yayımlanan Rodop
Rüzgarı dergisinin Genel Yayın Yönetmeni İbrahim
İbram da bugün temeli atılacak Cami-Cemevi Kültür
Merkezi’ni önemli bulanlardan. Bunun bir örneğinin
Seyyid Ali Sultan Dergahı’nda görüldüğünü kaydeden
İbram, “Aynı kompleksin içerisinde hem cami hem
cemevi bulunuyor. Yıllarca burada yaşayan insanlara
hizmet etmiş. Hatta o bölgenin insanı Çanakkale
Savaşı’na giderken o kompleks içerisinde yer alan
cemevi ve camiyi ziyaret edip, orada dualar edip,
cepheye sevk edilmişler.” diye konuştu.
SEYYİD ALİ SULTAN, DİMETOKA’NIN FETHİNDE BÜYÜK
YARARLILIKLAR GÖSTERDİ
Orta Asya’daki Türkistan Nişabur’da 1310 yılında
doğan Seyyid Ali Sultan, Ahmet Yesevi’nin eğitimiyle
yetişir ve Anadolu’ya geçer. Kızıldeli Sultan olarak
da anılan Seyyid Ali Sultan, 40-45 yaşlarında
Rumeli’ye gider. Yıldırım Bayezid döneminde
Rumeli’nin fethine katılan Seyyid Ali Sultan bugün
Yunanistan’da bulunan Dimetoka ve yöresinin
Osmanlılar tarafından alınmasında büyük
yararlılıklar gösterdi. Bölgede kalarak hizmetlerine
devam eden Seyyid Ali Sultan’ın Dimetoka Ruşenler
Köyü'nde bulunan dergahı günümüzde bile Aleviliğin en
önemli tekkelerinden biri. Tekkenin içerisinde bir
mescit ve Seyyid Ali Sultan mezrasında da Tekke
Camii bulunmakta. Tekke Camii, Seyyid Ali Sultan
Dergahı’nın 300-350 metre kadar güneydoğusunda yer
alıyor. Eskiden çok daha büyük olduğu söylenen cami,
günümüzde bir tür mescit niteliğinde.
Zaman, Haber: Abdullah Aymaz - Hasan Hacı,
08.09.2013
|
MÜZE İNŞAATI BAŞLADI
Önce benden duyun. İstanbul
Çağdaş Sanat Müzesi’nin inşaatı başladı. Hani
eskiden adı İstanbul Resim Heykel Müzesi olan, Mimar
Sinan Üniversitesi’ne bağlı kurumdan söz ediyorum.
Hatırlatayım, Resim Heykel Müzesi yaklaşık 10 yıldır
kapalı. Veliaht Dairesi diye bilinen,
Dolmabahçe’deki tarihi saray binası yıllardır
perişan vaziyette. Sonra kapsamlı bir restorasyon
başlatıldı ama o da kar etmedi. Neticede bizzat
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül duruma müdahil oldu ve
müzenin buradan taşınmasına karar verildi.
Antrepolardan biri, önündeki eski Denizcilik
İşletmeleri ofis binasıyla birlikte üniversiteye bu
amaç için tahsis edildi. Mimar Emre Arolat, ruhunu
binanın betonarme grid’lerinden alan epey iddialı
bir proje hazırladı. Neticede, eski bina tamamen
boşaltıldı, içindeki 8 bin eserlik koleksiyon
gerekli koruma koşulları sağlanarak bu yeni yere, 5
No’lu Antrepo’ya taşındı ve hemen tabelası asıldı:
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Çağdaş Sanat
Müzesi.
İşin ilginci bütün bunlar biraz kendi kendine,
kamuoyuna öyle fazla yansıtılmadan yapıldı. Müzenin
Antrepo’ya taşınacağını Radikal’de Erkan Aktuğ haber
yapmış, işin perde arkasını Abdullah Kılıç ortaya
çıkartmış, ben de internette bulduğum projeyi
yayımlamıştım. Şimdi de önünden geçerken inşaatın
başladığını gördüm. Mimar Sinan Üniversitesi,
projenin detayları, maliyeti, kaynağın nereden
sağlanacağı, müzenin nasıl bir ‘fikri’ olacağı ve
nasıl işletileceği gibi pek çok soruyu ‘günü
geldiğinde’ yanıtlayacaklarını söylemişti. Günü,
devlet adamlarının projeyi onaylaması ve kaynağın
tahsis edilmesiyle gelecekti. Herhalde bu süreçler
de sessiz sedasız yaşandı ki, inşaata başlandı.
Öğrendiğime göre, Emre Arolat’ın projesi aynen
uygulanıyor. Eserler, liman bölgesinde kullanılan
konteynirleri çağrıştıran salonlarda sergilenecek ve
bu salonlar, geniş boşluklarda birbirine köprü ve
merdivenlerle bağlı olacak. Caddeye bakan tarafta,
eski Denizcilik İşletmeleri binasının sadece cephesi
korunacak, ama antreponun grid’lerden oluşan yapısı
korunacak. İnşaatın 1.5 yıl sürmesi bekleniyor. Yani
2015’te açılması planlanıyor. Bu arada müzenin eşsiz
koleksiyonu inşaat sırasında bu yapıda kalmaya devam
edecek. Bu herkes için sıkıntılı bir durum.
Koleksiyon binanın içinde oluşturulan özel ve
korunaklı bölümde durmaya devam edecek. İnşaat o
bölüme geldiğinde, yeniden başka tarafta aynı
koşullar sağlanıp eserler oraya nakledilecek.
Eminim, inşaatın başındaki mühendisler bu durumdan
pek memnun değildir ve sürenin uzamasına neden
oluyordur. Tabii Mimar Sinan Üniversitesi’nin de bu
konuda gelebilecek eleştirilere karşı tedirgin
olduğunu tahmin etmek güç değil. Ama belli ki daha
iyi bir formül bulamamışlar… Her şeyin planlandığı
gibi gitmesi ve müzenin geleceği hakkında sanat
dünyasına daha çok bilgi verilmesi dileklerimizle…
Radikal, Yazı: Cem Erciyes, 07.09.2013
|
TÜRKİYE'NİN EN BÜYÜK MÜZESİ'NDE SONA DOĞRU
Arkeolojik kazı çalışmalarının devam ettiği
Göbeklitepe'de bulunan ve dünyanın en eski tapınak
merkezi olarak kabul edilen buluntular dolayısıyla
''dünyanın en eski kenti'' olarak kabul edilen
Şanlıurfa'da, birkaç yıl önce Haleplibahçe semtinde
yapılması planlanan ''Temalı Park Projesi''nin temel
kazıları sırasında MS 5. ve 6. yüzyıllarda yapıldığı
sanılan, Roma dönemine ait yönetici sarayının
tabanında işlenen ''Savaşçı Amazon Kraliçeleri''
mozaikleri bulundu. Bunun üzerine arkeolojik
kazıların başlatıldığı alandaki eserler, oluşturulan
bilimsel danışma kurulunun eserlerin başka bir yere
nakli sırasında zarar görebileceği endişesi üzerine,
''Temalı Park Projesi''nde değişikliğe gidildi. Daha
sonra alanda yapılması kararlaştırılan ve üzerinde
çalışılan ''Arkeoloji Müzesi-Arkeopark ve Mozaik
Müzesi Projesi'', Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı
Faruk Çelik'in talimatıyla hızlandırılarak hayata
geçirildi.
''Türkiye'nin en büyük müze kompleksi"
Şanlıurfa
Müze Müdürü Müslüm Ercan, Kültür ve Turizm
Bakanlığının en prestijli projelerinden biri olarak
kabül edilen Haleplibahçe Müze Kompleksinde sona
doğru yaklaşıldığını ve çalışmaların devam ettiğini
söyledi. Müzelerin inşaatında dış cephenin yüzde 80,
iç mekanlarda ise tesisatların bitim noktasına
geldiğini ifade eden Ercan, çalışmalarda teşhir ve
tanzim çalışmalarına yoğunlaştıklarını belirtti.
Mevcut müzedeki eserlerinde 3 aya kadar komplekse
taşınmaya başlanacağını ifade eden Ercan, burayı
gezmek isteyen ziyaretçilerin geniş bir zaman
ayırması gerektiğini vurgulayarak, "Haleplibahçe
Müze Kompleksi toplam metre kare olarak Türkiye'nin
en büyüğü diyebiliyoruz. Yani müze kompleksi olarak
Türkiye'de 200 dönümlük bir müze yok. Şimdi bizim
toplam alanımız 200 dönüm kadar devasa bir alan,
bunun 30 dönümü Arkeoloji Müzesi'nin kapalı alanını
oluşturmaktadır" dedi.
Müze kompleksinin içerisinde yer alan mozaikler
bölümünde de üst ürtüde çalışmaların devam ettiğini
aktaran Ercan, şunları kaydetti: "Daha öncede
ziyaretçilerimizin gezdiği ve beğeniyle gördüğü
mozaikler bölümünde de çalışmalar devam ediyor. Üst
örtü bitmek üzere. Üst örtü bittikten sonra orada da
mozaikler basit bir restorasyondan geçirilip
ziyarete açılacak. Arkeoloji müzesi, Arkeo park ve
mozaik müzesi burası tam bir bütünlük oluşturacak
ziyaretçiler oradanda Şanlıurfa kalesi ve
Balıklıgöl'e geçecekler."
Projenin
bulunduğu alanın kentin önemli tarihi alanlarından
Balıklıgöl, Urfa Kalesi ve oteller bölgesine yakın
olduğunu hatırlatan Ercan, ''Böyle bir yerde olması,
ziyaretçi sayısına çok yararlı olacağı ve gelen
turist sayısında da artış olacağı düşüncesindeyiz''
dedi. Projenin hayata geçirilmesi için şu anda
hiçbir engelin kalmadığını dile getiren Müze Müdürü
Ercan, ''Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk
Çelik ile Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik'de
konuyu yakından takip ediyorlar. Müzedeki
çalışmaları biran önce tamamlayarak ziyaretcilere
açmak istiyoruz. Çalışmalara destek vermek amacıyla
Bakanlığımızdan 7 kişilik bir ekip geldi. Bu
arkadaşlarla birlikte teşhir ve tanzim konusunda
gerekli düzenlemeleri yapıyoruz" şeklinde konuştu.
Haber 7, 07.09.2013
|
BODRUM'A GÜZEL HABER
Muğla'nın Bodrum
İlçesi'ne bağlı Gümüşlük
beldesinde 2005 yılında kazı ve kurtarma
çalışmalarına başlanılan Myndos antik kentinde,
antik tiyatro ve hamamın ortaya çıkarılması için
çalışmalar hızlandırıldı.
Bağımsız Gümüşlük Belediye Başkanı Mehmet Tire,
CHP'li Bodrum Belediye Başkanı Mehmet Kocadon ve
Myndos Kentini Koruma ve Yaşatma Derneği Başkanı
Salih Güney, antik kentte incelemelerde bulunup,
Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Bodrum Sualtı
Arkeoloji Müzesi öncülüğündeki kazılara başkanlık
yapan kazı başkanı Prof.Dr. Mustafa Şahin'den
çalışmalar hakkında bilgi aldı. Güney'in “Güzel
Şeyler Bırak ki, Güzel Şeyler Bulasın” yazılı tişört
ile katıldığı incelemede, kazılarda bulunan Bizans
dönemine ait mezarlar nedeniyle Gümüşlük-Yalıkavak
Karayolu'nun kapatılıp, trafiğin başka yönden
verildiği belirtildi.
Yaklaşık 3 saatlik incelemenni ardından bir
açıklama yapan Başkan Tire, “Gümüşlük, antik Myndos
üzerine kurulmuştur. Gümüşlük Tarihi, Bodrum
Yarımadası içinde tarihsel dokusu ile çok özel bir
belde. 2 bin 400 yıllık geçmişi olan tarihi
kalıntıları Gümüşlük'e ayrı bir özellik ve güzellik
katmaktadır. Göreve geldiğimiz günden bugüne kadar
tarihi dokunun korunması, tanıtılması amacıyla
çalışmalarımızı en iyi şekilde sürdürdük.
Görevimizin son bulacağı güne kadar da sakin ve
sürdürülebilir bir yaşamı korumak, sahip olduğumuz
değerlerimize özen göstermek ve gelecek
nesillerimize bırakabilmek için en iyi şekilde
hizmetlerimize devam edeceğiz. Yapılan kazı tamamen
Kültür ve Turizm Bakanlığı izninde
gerçekleştirilmektedir. Myndos Kentini Koruma
Yaşatma ve Tanıtma Derneği'nin çok iyi çalışmalarda
bulunacağına ve Gümüşlük'e ciddi katkılarda
olacağına inanıyorum. Bu süreçte kapatılan yol
sebebiyle halkımızın gösterdiği hoşgörü ve
anlayışından dolayı ayrıca teşekkür ediyorum. Antik
Myndos Kenti tamamen gün ışığına çıktığında burası
kültür turizminin başkenti olacak nitelik taşıyor”
dedi.
“BODRUM YARIMADASI AÇIK HAVA MÜZESİNE
DÖNÜŞECEK”
Bodrum Belediye Başkanı Mehmet Kocadon da yükse
80'i halen denizde ve toprağın altında bulunan antik
kentin gün ışığına çıkarılması için Kültür ve Turizm
Bakanlığı'nın desteklediği projeye Bodrum'daki yerel
yönetimler ve odalarda büyük önem veriyor.
Destekliyor. Bodrum Yarımadası da Termera, Pedasa ve
Halikarnassos ile kentin 4 bin yıllık geçmişinde
büyük önem tutan Myndos kentinin gün ışığına
çıkarılması ile Bodrum'a kültür turizmi için gelen
turist sayısının 500 binlerden 2 milyona kadar
çıkacağına inanıyorum. Deniz, kum güneş , mavi
yolculuğun yanında artık yarımada tamamıyla dev bir
açık hava müzesine dönüşecek. Bodrum'daki sanayinin
altında kalan antik Hipodrom'da başta olmak üzere
bir kazılara ağırlık verip, genişleteceğiz” diye
konuştu.
Myndos Kentini Koruma ve Yaşatma Derneği Başkanı
Salih Güney ise “Arkeoloji bizim için güzel bir
yaşam rehberidir. Yaşadığımız yerde sahip olduğumuz
değerleri bilmeliyiz. Gümüşlük gerçekten önemli bir
tarihi yapıya sahiptir. Doğaya ilgi ve sevgi ile
yaklaşalım, gelecek nesillere güzel şeyler
bırakalım. Bu bakımdan bütün dünyada olduğu gibi
bizler de değerlerimize sahip çıkıyoruz. İnanıyorum
ki aynı özeni halkımız da gösterecektir” dedi.
Hürriyet, Haber: Yaşar Anter, 07.09.2013
|
TOPRAĞIN ALTINDAN 5 BİN YILLIK GEÇMİŞ ÇIKIYOR
MÖ 3000'li yıllara dayanan
İlk Tunç Çağı'na
ait bir şehir olan ve konutlarla kale surlarının
ortak yapıldığı bir mimariye sahip olan Hacılar
Büyük Höyük kazı çalışmaları yerinde inceleyen
Vali Yılmaz, kazı başkanlığını yapan İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü
Öğr. Üyesi Prof.Dr. Gülsüm Umurtak'tan kazılar
hakkında bilgi alıp, ortaya çıkan eserler ve
somut deliller hakkında bilgi aldı.
Burdur'u
anlatırken sürekli binlerce yıllık bir tarihi
mirasa sahip olduğunun vurgulandığını, ve o
binlerce yıllık tarihin 5 in yıl öncesine
dayandığını ve şimdilerde ortaya çıkarıldığını
dile getiren Vali Nurettin Yılmaz, "Baktığımız
zaman o dönemin tarihini burada görebiliyoruz.
Bir zenginlik, bir kültürü burada görüyoruz.
Mimari açıdan baktığımız zaman, savaş tarihine
dair ışık tutacak bir yapıdan bahsediyoruz.
İnsanların yaşam yerlerini savunma alanı olarak
da hazırlaması çok önemli bir durum. İnsanlar
kale duvarlarının içeni konut yaparken, burada
kale duvarlarıyla konut duvarları beraber
hazırlanmış. Bu sistem uzun yıllar hem dünyada,
hem Anadolu'da büyük bir örnek oldu. Burada
gördüğümüz şehrin birden kurulduğunudur,
eklemelerin olmadığını düşünüyoruz. Burasını
uzun süre düşünüp hazırlamışlar. Bir daire
sistemi kurarken binaların iç dizaynlarınıda
hazırlamışlar. Çalışmalar belki çok uzun süre
devam edecek. Kibyra, Sagalassos hala devam
ediyor. Bu sene Hacılar Büyük Höyük kazısında,
arkadaşlarımız çalışmaları yapıp, kazı
bölgesinin etrafını koruma altına alacaklar."
dedi.
İstanbul Üniversitesi olarak kazı çalışmalarına
2011 yılında başladıklarını belirten Kazı
Başkanı Prof.Dr. Gülsüm Umurtak, "Bende
İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölüm
başkanıyım. 35 yıldır bu bölgede çalışmalar
yaptık. 1985 ve 86 yılında Hacılar'da mezarlık
arama çalışmaları yapmıştık. Bu bölgeyle ilgili
100'ün üzerinde ortak ve bağımsız yayınlarımız
var. Bu güne kadar Anadolu'da Türkiye
Arkeolojisinde bilinmeyin yada çok az bilinen
bir kenti kazmaya başladık. İlerisi için çok
önemli projelerimiz var. Bu projeler
gerçekleşirse çok önemli kazanımlar elde etmiş
olacak." dedi ve yaşamı boyunca kazılara devam
edeceğini söyledi.
Burdur Gazetesi, Haber: Bahtiyar Turan,
07.09.2013
|
KÜTAHYA'DA 1800 YILLIK ESERLER BULUNDU
Kütahya'nın Çavdarhisar
İlçesi'ndeki Aizanoi antik kenti kazılarında bin 800
yıllık tarihi eserler gün ışığına çıkıyor.
Kültür ve Turizm
Bakanlığı ile Pamukkale Üniversitesi tarafından
gerçekleştirilen kazı çalışmalarında, 2013 yılı
içerisinde dört önemli tarihi esere ulaşıldı. Bu
sezon kayıtlara "önemli" ibaresiyle geçen ilk eser
pişmiş bir toprak mask oldu.
Ardından, sezonun bitimine yaklaşılan bugünlerde
kentin tiyatro kompleksinde Hermes tipinde bir
heykel ortaya çıkarıldı. Dikkati çeken diğer iki
buluntu ise sfenks heykeli ile Pudicitia tipinde bir
kadın heykeli oldu.
Roma dönemine ait olduğu tespit edilen ve dönemin
imparatoriçeleri, yönetici eşleri ile rahibeleri
tarafından en sevilen kadın heykel tiplerinden biri
olarak kabul edilen nadide eser adeta kazı sezonunun
kapanış armağanı oldu.
Uzmanlar, sırt kısmına ulaşılan sfenksin,
yıkıldığı tahmin edilen bir köprünün giriş ya da
çıkışına yerleştirilmiş olabileceğini varsayıyor.
SFENKS
HEYKELLERİ
Mısır medeniyetinden, Yunan sanatına da geçen
sfenkslerin MÖ 6'ncı yüzyıl olarak tarihlendirilen
Arkaik çağda kullanıldığı biliniyor. Sfenks heykelleri antik çağ boyunca yol
kavşakları gibi yerlerde kötü güçlere karşı defedici
ve bazen de sadece dekoratif amaçlı olarak
kullanılıyordu.
Haber 7, 07.09.2013
|
TORBALI'DA NİF DAĞI KAZILARI
Torbalı İlçesi'nin Dağkızılca
Köyü'nde Nif Dağı
kazıları, sezonun başlamasıyla birlikte yaklaşık 3
aydan bu yana aralıksız bir şekilde sürdürülüyor.
Ancak kazılarda ortaya çıkartılan tarihi eserlerin
güneşten zarar görmemesi amacıyla gölgelik yapılması
yerine çarşafla örtünmesi tepkiye neden oluyor.
Uzmanlar, maddi imkansızlıklar nedeniyle yapılamayan
gölgelikler yüzünden, ortaya çıkan motiflerin zarar
görebileceğini belirtti.
Uzmanlara göre
Torbalı, gelecek yıllarda inanç ve kültür
turizmi başta olmak üzere turizm firmalarının adresi
olacak. İlçede bulunan tarihi yapıtlar, dağ
köylerinin eski taş evleri ve tarihi sokakları
kentin cazibe merkezi olması için önemli değer
katıyor. Kent merkezinde tarihi Metropolis Antik
Kenti'nin yanı sıra Sultan 2. Abdülhamid'in
padişahlık döneminde yaptırdığı okullar, camiler,
havuzlar ve çeşmeler başta olmak üzere bir dizi eser
bulunuyor. Öte yandan Dağkızılca Nif Dağı kazı
çalışmaları, kentin gelecek yıllardaki kaderini
değiştirecek. Uzmanlara göre,
Torbalı gelecek yıllarda turizm sektöründe
önemli bir yere sahip olacak. Büyük bir titizlikle
uzun zamandır kazıları devam eden Dağkızılca Köyü
Nif Dağı kazıları, sezonun başlamasıyla birlikte
yaklaşık 3 aydan bu yana aralıksız bir şekilde
sürdürülüyor.
Bölgenin en önemli kazıları arasında olan Nif
Dağı kazılarında şimdiye kadar birçok önemli bulguya
rastlandı. Kazı Başkanı
İstanbul Üniversitesi'nden
Prof.Dr. Elif Tül
Tulunay önderliğinde yürütülen çalışmalar kapsamında
birçok önemli veriye ulaşılmış ve bu çalışmalar
bilim dünyasında kayıt altına alınarak uluslararası
sempozyumlarda paylaşılmıştı. Dağkızılca Köyü'nde
yapılan çalışmalarda, milattan önce 8. yüzyıl ve
milattan sonra 13. yüzyıla ait kalıntılar bulunmuş,
arkeolojik kazılarla mezarların yanı sıra ilk kez
gün ışığına çıkarılan bir Geometrik/Arkaik Dönem
yerleşkesi (MÖ 8. yüzyılın son çeyreğinden 6.
yüzyılın ortalarına dek), bir kale (MÖ 8. yüzyılın
son çeyreğinden 14. yüzyıla dek) bir kilise
kompleksi (13. yüzyıl) Nif Dağı'nın barındırdığı
önemli kültür varlıkları ülkeye kazandırıldı.
BÖLGE İNANÇ VE DOĞA TURİZMİNİN ADRESİ OLACAK
İzmir Kalkınma Ajansı'nın desteğiyle bölgeye
geçtiğimiz yıllarda bir kazı evi kazandırıldı. 3
katlı kazı evi, 70 kişi kapasiteli ve depreme 12 kat
dayanıklı olarak inşa edildi. Dağkızılca Köyü'nde
bulunan Olympos Dağı kazılarının başlamasının on
ikinci yılına yetiştirilen kazı evi, Olympos Dağı
kazılarında görev alan kazı görevlilerinin
kalmasının yanı sıra, müzik dinletileri, sinema,
bölge çocuklarına eğitici çizgi film gösterileri
gibi birçok etkinliğe ev sahipliği yapıyor. Kazı
evinin içerisinde ise kütüphane, laboratuar, depo,
konaklama yerleri bulunuyor. Sürdürülen bu yılki
çalışmalarda da oldukça önemli bulgulara ulaşıldığı
belirtiliyor.
MOTİFLERİN GÜNEŞTEN KORUNMASI GEREKİYOR
Çalışmalarda ortaya çıkartılan tarihi motiflerin
güneşten korunabilmesi adına bazı yerlere
gölgelikler yapılması ise büyük önem arz ediyor.
Maddi imkansızlıklar yüzünden bu gölgelikler ise bir
türlü yapılamıyor. Güneş ışığından korunmaması
durumunda bu eserlerin büyük ölçüde zarar
görebileceği belirtilirken, kazı ekibi, motiflerin
korunması için ilginç yöntemlere başvurarak,
motiflerin üzerini kimi zaman battaniye, kimi zaman
bölgeden temin ettikleri çarşaf veya topladıkları
çalılarla kapatmak zorunda kalıyor. Bölge halkı,
eserlerin korunması için yetkililere çağrıda
bulunarak, kazıların desteklenmesini istiyor.
haberler.com, 07.09.2013
|
ATV'DEN PICASSO SANSÜRÜ
ATV’de önceki gece yayımlanan “Ada” adlı filmde
Pablo Picasso’nun, 1962’de yapmış olduğu tablosu
sansüre uğradı. Picasso’nun “Oturan Kadın” adını
taşıyan resimlerinden birinin, “göğüsleri andıran
çizimler” yüzünden mozaiklenmesi sosyal medyada
tepkiyle karşılandı.
Cumhuriyet'ten
Fırat Kozok'un haberine
göre, Scarlett Johansson, Michael Clarke Duncan,
Ewan McGregor ve Sean Bean’in de rol aldığı filmde
Lincoln Six Eco (Ewan McGregor) ve Jordan Two-Delta
(Scarlett Johansson) görünüşe göre ütopik ama dışa
kapalı bir tesiste yaşamaktadırlar. Dikkatle kontrol
edilen bu ortamın tüm diğer sakinleri gibi, onlar da
“Ada”ya gönderilmek için seçilmeyi umut ediyorlar;
söylentiye göre burası gezegendeki son kirletilmemiş
bölgedir. Ama aslında kendilerinin birer klon
olduklarını ve ölmelerinin yaşamalarından daha
değerli olduğunu keşfettiklerinde cüretkar bir kaçış
planlarlar. Bilmedikleri bir ortamda, bir zamanlar
yuvaları olan kurumun sinsi güçleri tarafından
amansızca takip edilen Lincoln ve Jordan, Ada
hakkındaki gerçeği ortaya çıkarmak ve geride
kalanları kurtarmak için hayatlarını riske atarlar.
Böyle bir filmde, gerçeküstücü bir tablodaki
“göğüslerin” kapatılması, TV kanallarındaki keyfi
sansürlemenin nerelere vardığının çarpıcı bir örneği
olarak nitelendi.
Haber Sol, 07.09.2013
|
TANPINAR'IN NARMANLI HAN'I HUZUR BULMUYOR
Narmanlı
Han’ı, Yapı Kredi Koray GYO 2001’de almıştı. 10 yıl
boyunca herhangi bir işlem yapılmayınca varisler
dava açarak hisselerini geri aldı. Tanpınar’ın
‘Huzur’ romanını yazdığı Narmanlı Han ile ilgili
dava temyiz aşamasında.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın büyük eseri ‘Huzur’u
yazdığı, Aliye Berger ve Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi
önemli yazar ve sanatçıların yıllarını geçirdiği
Narmanlı Han, mülk sahipleriyle Yapı Kredi Koray GYO
şirketi arasındaki anlaşmazlıklardan dolayı kaderine
terk edilmiş durumda. İstanbul Beyoğlu’nda bulunan
han, bir zamanlar bölgenin sanat merkezi iken
şimdilerde girişindeki şans oyunları bayilerine ve
tüm ailesiyle hana yerleşen bir bekçiye ev sahipliği
yapıyor.
2001 yılında Yapı Kredi Koray GYO ile hanın 27
varisi arasında gayrimenkul hissesi karşılığında
inşaat yapımı ve satış vaadi sözleşmesi imzalandı.
Fakat şirket sözleşme imzalandıktan sonra geçen 10
yıl içinde hanla ilgili herhangi bir çalışma
yapmayınca hanın varisleri şirkete dava açarak
hisselerini geri aldı. Yapı Kredi Koray GYO’nun
inşaat çalışmalarına başlayamamasının sebebi ise
sivil toplum kuruluşlarının hassasiyetiydi. Han 1.
dereceden sit alanı olmasına rağmen Anıtlar
Kurulu’ndan imar izni alan Yapı Kredi Koray GYO’nun
daha sonra yapılan itirazlara takılması hanın
bugünkü durumuna gelmesindeki en büyük etken.
Sanatseverlerin projeye itiraz etmelerinin sebebi
ise hanın orijinaline göre restore edilmeyecek
olması. Projeye göre hana kat eklenecek ve hanın
üzeri açılır-kapanır sistemle kapatılacaktı. Proje
sonunda hanın simgesi kedilerin ve asırlık ağaçların
zarar görecek olması da itirazlara neden olmuştu.
Han sahiplerinden ve Yapı Kredi Koray GYO’dan alınan
bilgiye göre hanla ilgili açılan dava şu anda temyiz
sürecinde. Narmanlı ailesi temyiz süreci bittiğinde
hanı orijinaline göre restore etmek istiyor, fakat
varislerin sayısının çok olması bu ihtimali de
güçleştiriyor.
Zaman, Haber: Nur Muhammed Tarhan, 07.09.2013
|
İMPARATORLUĞUN DÖNÜŞÜ
Çanakkale’nin Biga
İlçesi'ne bağlı Kemer Köyü’nde,
Roma İmparatoru Augustus’un ‘ayrıcalıklı kent’
olarak ilan ettiği Parion’un kapılarını araladık.
Parion’un kazı çalışmalarında ‘meşe yapraklı
altın taç’tan, ‘Eros figürlü altın küpe’ye kadar
toplam 260 adet envanterli tarihi esere ulaşıldı.
2005’te Kültür ve Turizm Bakanlığı ile
Atatürk Üniversitesi adına
Prof.Dr. Cevat
Başaran başkanlığında yürütülen kazı çalışmaları,
aralarında arkeoloji ve restorasyon bölümü
öğrencilerinin de olduğu 24 kişilik teknik ekip ve
60 işçiyle sürüyor.
Roma Tiyatrosu, Roma Hamamı, Yamaç Yapısı, Odeio ve
Sevgililer Şapeli ile Parion’da belki daha Efes ve
Milet gibi yüzyıllarca sürecek bir kazanım herkesi
etkisi altına almış durumda. Kazı çalışmalarında
görev alan akademisyen Yrd. Doç.Dr. Ertuğ Ergüzer,
100 yıl süreceği öngörülen bu çalışmalarda ortaya
çıkan buluntularla bir müze inşa edilebileceğini
söyleyerek, “Şimdiki nüfusu 900 kişiden oluşan Kemer
Köyü’nde MÖ 8. Yüzyıl’da 80 bin kişi yaşıyordu.
Bugünün şartlarına bakarak o dönemin yaşam ve
teknoloji koşullarının daha iyi olduğunu ifade
edebiliriz” diyor.
Kalorifer de varmış
Parion’daki kazılarda dikkati çeken başka bir bulgu
ise ısıtma sistemleri. 2 bin yıllık geçmişe sahip
Roma Hamamı’nın günümüzdeki kalorifer sistemine
benzer bir sistemle ısıtılıyor olması, Roma
İmparatorluğu’nun o dönemde gelişmiş bir medeniyet
olduğunu söyleyen Ertuğ Ergüzer’in sözlerini
destekliyor.
Milat’tan Önce 8. Yüzyıl’ın sonlarında kurulan
Parion Antik Kent kadar Kemer Köyü halkıyla tanışma
hikayesi de ilginç. Kazı çalışmalarına öncülük eden
İÇDAŞ Genel Müdürü Bülent Engin, kazıya sponsor
olmalarının bir tesadüfle başladığını belirtiyor.
Engin, Kemer Köyü’ne sadece okul yapmak için
geldiklerini ifade ederek, “Okulun temel atma
işlemleri başladıktan sonra karşımıza her yerde
tarihi kalıntılar çıktı. Biz de elimizden geldiğince
destek olduk. Çanakkale’yi kalkındırmak,
eserlerimize sahip çıkmak için kolları sıvadık ve
böyle bir işe giriştik” diyor.
Parion kenti,
Anadolu arkeolojisine katkıda bulunurken
köylüler için de ekmek kapısı oldu. Köylüler, her
sene yaklaşık beş ay kadar süren kazıda çalışıyor.
Çevre köylerden gelen işçilerin kimisi evlilik
parası biriktiriyor. Kimisi de hayatında ilk kez
tarihi bir mekanda bulunduğunu belirterek, “Toprak
kazılırken tarihi eser çıkıyor. Ama bize de ekmek
çıkıyor” diyor.
Radikal, Haber: Sevtap Tatlıdil, 07.09.2013
|
GAZİANTEP EVLERİ ESKİ İHTİŞAMINA KAVUŞUYOR
5 bin
600 yıllık tarihiyle Türkiye’nin en eski yerleşim
yerlerinden olan Gaziantep, hareketli bir
restorasyon dönemi yaşıyor. Yenilenen ve betondan
arındırılan taş evlerde günlük hayat da bir taraftan
akmaya devam ediyor.
Gaziantep hızla gelişen sanayisi ve aldığı
göçlere rağmen tarihi dokusunu koruyabilen nadir
şehirlerimizden biri. Birçok medeniyete ev sahipliği
yapan Gaziantep’te restorasyon çalışmaları inanılmaz
bir hızla devam ediyor. Sokak sağlıklaştırma
çalışmaları kapsamında şimdiden 15 kilometrelik
alanda yaklaşık 2 bin yapı eski ihtişamına
kavuşturuldu. Dar sokaklarda koşturan çocuklar,
cumbalı evlerin pencerelerine kurumaya bırakılan
elbiselerle restore edilen evlerde hayat devam
ediyor.
Antep’in taş yollarında yürürken her an bir
tarihi dokuyla karşılaşabiliyor, dar ve dolambaçlı
sokaklarda asırlar öncesi yolculuğa çıkıyorsunuz. 5
bin 600 yıllık tarihiyle Türkiye’nin en eski
yerleşim yerleri arasında gösterilen Gaziantep,
geçmişten günümüze birçok farklı medeniyete ev
sahipliği yapmış. Laz’ından Türk’üne, Kürt’ünden
Arap’ına birçok kesimi içinde barındıran
Gaziantep’te, binlerce yıllık medeniyetlerin
eserlerini görmek mümkün. Tarihin kendisini tüm
sıcaklığıyla hissettirdiği yerlerin başında gelen
Bey Mahallesi, eskiden kandillerle aydınlatılırken
şimdilerde yerden aydınlatma sistemi ile gecelerin
uğrak mekanlarından biri haline geldi. Araçların
girmediği dar sokaklarda sadece yürüyerek o eşsiz
manzarayı doya doya hissedebiliyorsunuz.
Binalar,
yöreye özgü taş işçiliğinin güzel örnekleriyle dolu.
Dar sokaklardan oluşan Bey Mahallesi’nde evlerin yan
yana olması, Gazianteplilerin komşuluk ilişkilerini
de ortaya koyuyor. İsmini 1578 yılında kurulan Bey
Camii’nden alan mahalle, Mustafa Kemal Atatürk’ün de
nüfusa kayıtlı olduğu mahalle olarak biliniyor. Tüm
Osmanlı dönemi mahallelerinde olduğu gibi konut
dokusu, dar sokaklar ve çıkmazlar boyunca devam
ediyor. Sokakların genişliği zamanın şartlarına göre
düşünülmüş ve en fazla yüklü bir devenin
geçebileceği genişlikte tutulmuş.
Hanifioğlu Sokak, Noter Sokak, Eski Sinema Sokak,
Kayacık Ara Sokak, Öz Işık Çıkmazı ve Kıssa
Sokaklarını kapsayan projeye göre Koruma Amaçlı İmar
Planı’na aykırı betonarme yapılar yıkılarak tarihi
dokunun özgünlüğü korunuyor. 15 kilometrelik alanda
düzenlemeler yaptıklarını dile getiren Gaziantep
Büyükşehir Belediyesi İmar İşleri Başkanı Sezer
Cihan, yaklaşık 2 bin binaya müdahale ettiklerini
kaydediyor. Elmacı Pazarı’nın önünden başlayıp,
İnönü Caddesi’ne kadar yenileme çalışmalarının
sürdüğü bilgisini veren Cihan, Gaziantep’in tarihi
ve kültürel alanlarının eski haline
kavuşturulmasını, yaşatılmasını ve turizme
kazandırılmasını hedeflediklerini söylüyor.
Tarih gün yüzüne çıktı
Yaprak Mahallesi’nde de Bey Mahallesi’nde olduğu
gibi kendinizi zaman içerisinde yolculuğa çıkmış
hissediyorsunuz. Taş duvarlara dokunduğunuzda
duygularınız sizi Osmanlı asırlarına götürüyor. Her
sokağın ayrı bir tadı, ayrı bir ruhu var. Şehitkamil
Belediyesi tarafından Yaprak Mahallesi’nde devam
eden çalışmalarda sona gelindi. Amaçlarının eski
Antep evlerinde yaşanan hayatın devam etmesini
sağlamak olduğunu dile getiren Belediye Başkanı
Rıdvan Fadıloğlu, aynı zamanda ticari hayatın
yeniden canlı bir şekilde devam etmesini sağlamak
istediklerine değiniyor.
Kurtuluş Savaşı’nın simgeleşen yerleri arasında
yer alan Şahinbey İlçesi'nde de tarih yeniden
canlanıyor. Tekke Camii’nden Kabasakal Camii’ne
kadar olan alanda tüm sokakların yılın sonuna kadar
restore edilmesi hedeflenirken, toplam 7
kilometrelik bir alanın tarihi ihtişamına kavuşması
sağlanacak.
Zaman, Haber: İlhan Çulha, 07.09.2013
|
BOŞUNA ALTIN ARAMAYIN
Son 8 yılda Kültür Bakanlığı izniyle
gerçekleştirilen 860
define kazısından tek akçe dahi çıkmadı. Kısa
yoldan zengin olma hayali kuran
define avcılarının umutları suya düştü. Kazı
için başvuru sayısı 67’ye düştü.
Birçok filme konu olan ve kısa yoldan zengin olma
umuduyla yapılan
define aramaları hüsranla sonuçlandı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izniyle
gerçekleştirilen son 8 yıldaki 860
define kazısından hiçbir şey çıkmadı. Sonuç
alınamaması, devlet izni ile
define arayanların sayısında düşüşe neden oldu.
Bu yılın ilk 9 ayında bakanlığın kapısını çalan kişi
sayısı 67’de kaldı. Bakanlık yetkilileri, sonuç elde
edilememesini, vatandaşların hurafe peşinde
koşmasına bağladı.
DEFİNECİ SAYISI AZALDI
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, 1970’li yıllarda
yoğunlaşan ve 1984 yılında yönetmelikle sınırları
çizilen
define kazıları ile ilgili verileri “devlet
izinli
define avcılarının” sayısının son 8 yılın en
düşük seviyesine gerilediğini ortaya koydu. Bakanlık
yetkilileri, bu sayıda yıl sonuna kadar kayda değer
bir artış beklemediklerini söyledi.
GİRESUN KAZI ŞAMPİYONU
Bakanlık kaynakları, düşüşün en önemli nedeninin
artan kaçak define kazıları olduğunu belirterek bu
yıl devlet izinli kazının en fazla Karadeniz, en az
ise Güneydoğu Anadolu bölgesinde yapıldığı bilgisini
verdi. Bu yılın il bazında en çok kazı da 21 ile
Giresun’da gerçekleşti.
DEFİNE ARAMA MASRAFLI
Definecilik ile ilgili sosyal paylaşım siteleri
üzerinden yapılan yorumlar ise define bulma
hayaliyle yaşayanların bu hayalini adeta söndürür
nitelikte. Define avcılarının birçoğu, yaptıkları
açıklamalarda 30-40 yıldır define aradıklarını ancak
bir şey bulamadıkları için bu macerayı gençlere hiç
tavsiye etmiyorlar. Defineciler, iki hafta boyunca
çıkılan bir define avında bin TL’ye yakın masraf
yapıldığını ve eli boş dönme riskinin de yüksek
olduğunu vurguluyorlar.
Habertürk, Haber: Aykan Çufaoğlu, 07.09.2013
|
SİDE'DE SUR DİBİ KAZILARINDA MÖ 5. YÜZYILDAN KALMA
MOZAİK BULUNDU
Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü, 2,5 aydır
Side antik kentinde yaptığı kazı çalışmalarını
tamamladı. Kazı çalışmalarını tamamlayan üniversite
antik kentte restorasyon ve konservasyon çalışmasını
sürdüreceğini bildirdi.
Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü ve Side
Kazı Başkanı Prof.Dr. Hüseyin Sabri Alanyalı, eşi
Doç.Dr. Feriştah Alanyalı ile birlikte antik kentte
yaptıkları kazı çalışması ile ilgili bilgilendirme
yaptı. Antik kentte kazı çalışmasını, Kültür ve
Turizm Bakanlığı izni ile yaptıklarını hatırlatan
Alanyalı, kazı çalışmalarına Avusturya Graz
Üniversitesi, Münih Arkeoloji Enstitüsü ve Gerde
Heukel Stiftung'un bilimsel katkılarıyla
gerçekleştirdiklerini söyledi. Bu sene kazı
çalışmalarını 90 kişilik bir ekiple yaptıklarını
anlatan Alanyalı, antik şehirde 2,5 ay süre kazı
çalışmalarını tamamladıklarını, tarihi ören yerinde
restorasyon ve konservasyon çalışmalarının ise
sürdüğünü kaydetti. Bu senenin kazı çalışmaları
kapsamında Attius Philippus Suru çevresinde çevre
düzenlemesi, kazı ve konservasyon çalışması
yaptıklarını aktaran Alanyalı, bu çalışmalar
kapsamında MS 5'inci yüzyıla ait önenli bilgilere
ulaştıklarını kaydetti. Bu yıl ayrıca, Side
Müzesi'nin güneyindeki alanda geçen yıl başlatılan
çalışmaşlara devam ettiklerini belirten Alanyalı,
burada Attius Philippus'un devamı olarak 2014'de
çalışma yapacaklarını ifade etti.
Alanyalı, "Bu sene
antik kentte üç önemli çalışma yaptık.
Çalışmalarımızda MS 5'inci yüzyıla ait önemli
bulgulara ulaştık. Tapınaklar bölgesinde de 2013
yılında restorasyon projesi hazırlandı. Proje
kapsamında tapınaklar bölgesinde Antalya
Valiliği'nin desteğiyle uygulama çalışmalarına
başladık. Proje tamamlandıktan sonra alan
düzenlemesi yapılarak ziyaret açılması planlanıyor."
diye konuştu.Attius Philippsu Sur duvarı çevresinde
kazı çalışmalarını tamamladıklarını belirten
arkeolog Dr. Serap Erkoç ise çalışmalar kapsamında
MS 4 ve 5'inci yüzyıla ait olduğu tahmin edilen
mozaik bulduklarını söyledi. Sur dibinde kazı
çalışmalarını tamamladıklarını, planlama çalışması
yaptıklarını belirten Erkoç, sur dibinde restorasyon
çalışamalarının ise devam ettiğini kaydetti. Side
Kazı Başkanı Alanyalı, kazı çalışmalarını rahat bir
şekilde yapmaları için Anadolu Üniversitesi
Rektörlüğü tarafından kazı evinin onarıldığını
söyledi. Alanyalı, Side Kazı Evi onarımı için Rektör
Prof.Dr. Davut Aydın'a teşekkür etti. Side antik
kentinde kazı çalışmaları 1947 yılında Ordinaryüs
Prof.Dr. Arif Müfid Mansel tarafından
başlatılmıştı. Son 5 yıldır kazı çalışmalarını
Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nden Prof.Dr.
Alanyalı tarafından yürütülmekte.
Zaman, 07.09.2013
|
ANISH KAPOOR SSM'YE SIĞAR MI?
Sakıp Sabancı Müzesi büyük bir sergiye
hazırlanıyor. Oldukça büyük...
Biyomorfolojik formları, devasa kütlelere büründüren
Anish Kapoor'un eserleri 10 Eylül'de İstanbul'da,
Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi'nde
olacak.
Çoğumuz Kapoor'u, son çalışması, 2012
Londra Olimpiyatları'nın kırmızı ve heybetli
Orbit'inden hatırlıyor olabilir. Ya da "Olur mu
canım doğal formların yumuşaklıkla yontulduğu her
heykelini adım gibi biliyorum!" da diyebilirsiniz.
Ama herkesi bir heyecan sardığı kesin.
Anish Kapoor'un hayatını "çok kısaca" özetlersek;
1954 Mumbai doğumlu, halen 1970'li yıllardan bu yana
sanat eğitimi için gittiği İngiltere'de yaşıyor.
Londra'da Hornsey College of Art ve Chelsea School
of Art and Design'da sanat eğitimi gören sanatçı,
bugün Kraliyet Akademisi üyesi ve Britanya
İmparatorluk Nişanı sahibi. Eserlerinde öne çıkan
"pigment heykelleri" nin hikayesi ise Kapoorun,
1970'lerin sonunda ziyaret ettiği anavatanı
Hindistan'da gördüğü boya pigmentlerinden
etkilenmesine dayanıyor. 1990'da Venedik
Bienali'nde, 1992'de Documenta'da İngiltere'yi
temsil eden Kapoor, 1991 yılında aldığı Turner
Ödülü'yle İngiliz sanat ortamının önde gelen
sanatçılarından biri haline geliyor. Heykel ve
mimariyi, mühendislik ve teknolojiyi birleştiren,
alışılmışın dışında bir heykeltıraş olmasıyla ise
adından "Sanatın son 50 yılına yön veren sanatçı"
olarak bahsedilmeye başlanıyor.
Yine, Yeniden, Büyük!
İşlerini çoğunlukla tekrartekrar yapmanın bir
devinim olduğuna inanan Kapoor, her bir tekrarın bir
versiyon olduğuna, her bir yeniden yapım da yeni bir
filizlenme olduğuna inanmakta.
"İhtimallerle ilgileniyorum" diyen Kapoor,
çimentoyu akıtıp dondurduğu kalıplardan çıkacak
ürünün, eserin son hali olup olmadığıyla
ilgileniyor. Ne zamanki çıkan form ona birşeyler
çağrıştırır, o zaman nesnenin anlamsız olmaktan
çıktığını belirtiyor.
Çünkü onun için eserin fiziksel ve sosyal bağının
olması önemli, Mekanla ya da sosyal alan ile
iletişime geçmesi gerekiyor. Çoğu zaman iletişime
geçen doğa ile doğanın kendisi olur, bir ayna
sayesinde...
Anish Kapoor SSM Sığar mı?
Öncelikle belirtelim Normal Rosenthal
küratörlüğünde ki sergide Kapoor'un daha önce hiç
görmediğiniz eserleri yer alacak. Fakat devasa
heykeller sergi kapsamında yer almıyor. Binlerce
kiloluk taş heykeller ise, hem müzenin bahçesini hem
de Beyoğlu Akbank Sanat Galerisi'nin giriş katı için
hazırlanıyor.
Arkitera, Haber: Derya Gürsel, 06.09.2013
|
MUMYANIN SIRRI NE?
10 yaşındaki Alexander Kettler’ın Ağustos ayı
başında Almanya’daki büyükbabasının evinin
bodrumunda oyun oynarken bulduğu mumya dünya çapında
büyük ilgi uyandırmıştı. Eski tip bir lahidin içinde
bulunan mumyanın kimliğine dair araştırmalar hala
tüm hızla devam ediyor.
Mumya kemikleri birkaç kişiye ait
Almanya’nın yerel gazetelerinden Kreiszeitung’un
haberine göre mumyanın CT taramasında iyi korunmuş
insan kafatası, sol göz çukuruna saplanmış okun ucu
ve elleri göğsüne çapraz konulmuş mumyanın hasarsız
kemikleri görüldü. Haberin devamında Eski Mısır’a
özgü mumya ölüm maskesinin de lahidin yakınındaki
bir kutudan çıktığı söylendi. Mumyayı bulan
Alexander’ın babası Lutz-Wolfgang Kettler, 12 yıl
önce hayatını kaybeden kendi babasının 1950′li
yıllarda Kuzey Afrika’ya yolculuk etmiş olduğunu,
mumyayı tüyler ürpertici bir anı eşyası olarak eve
getirmiş olabileceğini söyledi. Mumyanın
sarılmasında kullanılan bandajların 20. yüzyıl
teknikleriyle yapıldığı ve makine dokuması olduğu
saptandı. Münih’teki Bogenhausen Hastanesi de mumya
üzerinde yaptıkları inceleme sonucu kafatası ile
birkaç kemiğin aynı insana ait olduğunu ama mumyanın
büyük bir bölümünün birkaç insana ait kemiklerin bir
araya getirilmesi ile oluştuğunu belirledi.
Olayın hala bir cinayet olup olmadığının
belirlenmeye çalışıldığını açıklayan Almanya
Polisi’nden Frank Bavendiek, “Öncelikle mumyanın kaç
yaşında olduğunun belirlenmesini bekleyeceğiz. Eğer
birkaç asırlık olduğu ortaya çıkarsa bu bir mumya
kabul edildiği için araştırma sonlanacak” dedi.
Sözcü, 06.09.2013
|
VAN'DA YAKLAŞIK 100 YILLIK ÜZENGİ BULUNDU
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Van Bölgesi Tarih ve Arkeoloji Merkezi
Müdürü Yrd. Doç.Dr. Erkan Konyar başkanlığında
Van Kalesi'nin güneyinde
bulunan eski Van şehrinde yürütülen kazı
çalışmalarında, yaklaşık 100 yıllık olduğu
değerlendirilen üzengi bulundu.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Van
Bölgesi Tarih ve Arkeoloji Merkez Müdürü Yrd.
Doç.Dr. Erkan Konyar başkanlığında eski Van
şehrinin ortaya çıkarılması için 60 kişilik
ekiple başlatılan çalışmalar yaklaşık 3 aydır
devam ediyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı adına
yapılan kazı çalışmaları;
İstanbul
Üniversitesi, Van Valiliği ve Aygaz Genel
Müdürlüğü tarafından destekleniyor. Birinci
Dünya savaşında Rus işgali sırasında Ermeni
çeteleri tarafından yakılıp yıkılan ve yerle bir
olan eski Van şehrinde sürdürülen kazı
çalışmalarında ortaya çıkan her buluntu, kazı
ekibini heyecanlanmasına neden oluyor.
Kazılara katılan Maltepe Üniversitesi Öğretim
Üyesi Yrd. Doç.Dr. Banu Konyar, Van'ın ilk
yerleşim merkezlerinden eski Van şehrinde
sürdürdükleri kazı çalışmaları sırasında en az
yüzyıllık olduğu değerlendirilen üzengi (eyerin
iki yanında asılı bulunan ve hayvana
binildiğinde ayakların basılmasına yarayan, altı
düz demir halka) bulduklarını söyledi. Konyar,
"Şu an bir üzenginin toprak altından
çıkarılışına tanık olduk, Osmanlı'ya ait bir
üzengiyle karşı karşıya kaldık. Çok sevindirici
bir şey. Neredeyse tümüne yakın ortaya çıktı.
Çok az bir parçası var kırık. Onlar da restore
edilecek boyutlarda. Çünkü o dönemin
özelliklerini anlamamızı sağlayacak. Muhtemelen
de in situ malzemeyle karşı karşıyayız. Yani
burada düşmüş olduğunu tahmin ediyoruz" dedi.
Star Gündem, 06.09.2013
|
CAMİ RESTORASYONUNDA TARİHİ CAM ÖRNEKLERİ BULUNDU
İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından
çalışmalara başlanan ve bir dönem verilen aranın
ardından tekrar restorasyonuna devam edilen
Fatih'teki Molla Zeyrek Camisi'nde farklı tarihi
dönemlere ait cam kalıntıları ortaya çıktı.
Tarihi camide gün ışığına çıkartılan camların
bilimsel değerlendirmesini yapan Doğuş Üniversitesi
Sanat ve Tasarım Fakültesi Endüstri Ürünleri
Tasarımı Bölümü Başkanı Prof.Dr. Üzlifat Canav
Özgümüş, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Molla
Zeyrek Camisi'nin (eski Pantokrator Manastır
Kilisesi) İstanbul'daki Orta Bizans dönemine ait en
önemli yapılardan biri olduğunu belirtti.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından 1997
yılında başlayan restorasyon çalışmalarının, bir ara
kesintiye uğramasına rağmen halen devam ettiğini
vurgulayan Özgümüş, yapının tarihinin 2. İoannes
Komnenos ve eşi İrini'ye kadar uzandığını,
kompleksin, manastır, kilise, imparatorluk gömütü,
hastane, eczane ve düşkünler evi gibi çeşitli
yapılardan oluştuğunu kaydetti.
Günümüzdeki yapının güneyindeki Pantokrator
Kilisesi, ortadaki imparatorluk gömütü, kuzeydeki
Meryem Ana'ya adanmış kiliseden ibaret olduğunu
ifade eden Özgümüş, "Manastır, 4. Haçlı Seferi
sonrasında, 1204-1261 yılları arasında Latin
yöneticilerinin ikametgahı olarak kullanılmış,
İstanbul'un fethinden sonra da medreseye
çevrilmiştir. Kilise de medresenin ilk müderrisinin
adını alarak camiye dönüştürülmüştür" diye konuştu.
Yeni Şafak, 06.09.2013
|
BAKANLAR BU SORULARA NE CEVAP VERECEK: HALİÇPORT İLE
İLGİLİ DÖRT BAKANA 49 SORU
CHP Milletvekili Melda Onur, Haliçport'a ilişkin
Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’ 8, Milli Savunma
Bakanı İsmet Yılmaz’a 8, Çevre ve Şehircilik Bakanı
Erdoğan Bayraktar’a 10 ve Ulaştırma Denizcilik ve
Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım’a 23 soru sordu.
Onur’un dört bakana detaylı açıklamalarla verdiği
soru önergelerinin metinleri şu şekilde;
Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’e;
24.07.2013 tarihinde gerçekleştirilen ve
“Haliçport” projesi adı ile anılan altında, ihale
ile Sembol Uluslararası Yatırım, Ekopark Turizm ve
Fine Otelcilik adlı firmalardan oluşan ortak girişim
grubuna devredilen Tarihi Haliç Tersaneleri’nin
(Tersane-i Amire) imara açılması konusu kamuoyu
gündemine taşınmıştır.
İstanbul Tarihi Yarımada Yönetim Planı içerisinde
doğal bir liman olan Haliç, İstanbul’un üstün
evrensel değer tanımı dahilindedir. Üstün Evrensel
Değeri Sürdürülebilmek için Gereken Yönetim ve
Koruma Planı, 2011 yılında İstanbul Büyükşehir
Belediye Meclisi’nden geçmiştir. UNESCO Dünya Mirası
Komitesince kabul edilen bu planda, ‘Sit ve koruma
alanları’ başlığı altında 105. sayfada şu ifadelere
yer verilmektedir:
“2009 yılında onaylanmış olan İstanbul İl Çevre
Düzeni Planı Kararlarında Yerleşim alanlarında
mekansal kaliteyi yükseltmek üzere oluşturulan
stratejiler Tarihi Yarımada’daki konut alanları
açısından önem taşınmaktadır.
-Tarihi konut alanlarının; doku, fonksiyon ve
özgün özellikleri korunarak sıhhileştirilmesi
-Konut alanlarının fiziki dönüşüm sürecine sosyal
boyutun kazandırılması
Belirlenen stratejiler doğrultusunda Tarihi
Yarımada’ya yönelik olarak geliştirilen plan
kararları ise aşağıdaki gibidir:
• “Haliç boyunca kültür, turizm ve rekreasyon
kullanımlarının geliştirilmesi, sanayi yapıları ve
tersanelerin kültür ve eğitim faaliyetlerinde
kullanılması öngörülmüştür.”
Bu bağlamda;
1-Haliçport Projesi adı altında sunulan bu ihale,
Bakanlığınızın imza koyduğu İstanbul Tarihi Yarımada
Yönetim Planı ve İstanbul İl Çevre Düzeni Planı’nın
İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin 10.05.2011
tarihli toplantısında revize edilmiş Plan Notu’nun
koşullarına ne ölçüde uymakta mıdır?
2-1455’den bugüne, 558 yıl boyunca varlığını
tersane olarak sürdürmüş olan Tersane-i Amire’yi,
üretim işlevinden tamamen kopararak onu dünya
çapında eşsiz kılan bu özelliğinin ortadan
kaldırılması kararının alınması sürecine
Bakanlığınız da dahil olmuş mudur? Bu kararın
kim(ler) tarafından, neden, nasıl ve neye
dayanılarak verilmiş olduğu Bakanlığınızın bilgisi
dahilinde midir? Benzer şekilde, söz konusu alanın
otel, yat limanı vb. tesislerle turizm alanı olarak
yeniden işlevlendirilmesi kararının, hangi
uzmanlıklara sahip kim(ler) tarafından, neden,
nasıl, hangi amaçla alınmış olduğu; karar
süreçlerinde hangi organ, yöntem ve mekanizmaların
kullanıldığı bilgileri Bakanlığınızda mevcut mudur?
Bu kararların alınmasında ilgili Koruma Kurullarına
danışılmış; onların görüşleri alınmış mıdır?
Bakanlığınız, sit alanı olarak korunan ve çok sayıda
tescilli yapı barındıran bu alanın; yat limanları, 5
yıldızlı oteller, dükkanlar, restoranlar, kongre ve
kültür merkezleri, sinema ve eğlence tesisleri, cami
ve otopark gibi yapılar inşa edilmek suretiyle
yeniden işlevlendirilmesi konusunda ne
düşünmektedir?
3-24 Nisan 1996′da, Haliç, İhale konusu alanın
kapsadığı Camialtı ve Taşkızak Tersaneleri’nde ait
bugüne kadar kaç adet tarihi yapı tescil edilmiştir?
Bu eserler ve özellikleri nelerdir? Bunlara ek
olarak gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet döneminde
sivil ve askeri denizcilik ve deniz endüstrisi
tarihimiz açısından önemi olan taşınır-taşınmaz
malzeme, araç-gereç, alet-edevat, proje-çizim-eskiz
vb. evrak ve doküman vb.nin envanteri çıkarılmış
mıdır? Tescilli yapılarla birlikte bu tür değerlerin
de korunmaları için gerekli tedbir ve hükümlere
ihale şartnamesinde yer verilmesi konusu, şartname
hazırlığı aşaması ve/veya sonrasında Bakanlığınızca
talep ve takip edilmiş midir? Şartnamenin, ihaleyi
alan firma ile bu hususa ilişkin yapılmış bir
protokol yapılmasını ve Bakanlığınızca onaylanacak
bir koruma planını vb. var mıdır öngörüp
öngörmediği, Bakanlığınızca bilinmekte ve/veya
izlenmekte midir?
4-Alınan karar ve belirlenen stratejiler
doğrultusunda sanayi üretimi işlevleri tamamen
sonlandırılarak tersane vasıfları ortadan
kaldırılacak olan Haliç Tersanesi Taşkızak ve
Camialtı Tersaneleri, tersane olma özelliğinden
çıkartılarak yat limanı, otel, alışveriş merkezi
vb.nin yer alacağı dışında hiçbir ayrıntısı
açıklanmamış olan bu şeklinde planlanan rekreasyon
projesi altında hangi şartlarda doku, fonksiyon ve
özgün özelliklerini koruyabilecektir?
5-Haliç’in 6 asırlık geçmişe dayanan yapısına ve
üstün evrensel değerlerine bu proje sebebiyle
verilebilecek zararlar nelerdir? 558 yıl boyunca
sanayi üretiminin sürdüğü ve bu yanı ile dünya
çapında eşi bulunmayan bir endüstriyel mirasın yok
edilmesinin bu ilk adımının yaratacağı maddi-manevi
kayıplar konusunda Bakanlığınızca yapılmış bir etüd,
değerlendirme vb. var mıdır? bu konuda bir etüt
çalışması yapmış mıdır? Fatih Sultan Mehmet’in
buyruğu ile kurulmaya başlanmış; yakın zamana kadar
da bütün Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri boyunca
gemicilik endüstrisinin yanı sıra bir çok diğer
endüstri dalının doğduğu ve geliştiği merkez olan;
ülkemizde mühendislik eğitiminin doğduğu
Mühendishane-i Bahri-i Humayun’un içinde yer aldığı
ecdad yadigarı Tersane-i Amire’nin, bu konuda
kapsamlı bir etüd ve bunun da ötesinde bir dünya
değeri olarak ‘üretim işlevi’nin çağın teknolojik
gelişmelerinin de yansıtılması suretiyle korunduğu,
yakın zamana kadar sürdürülmüş olan “eğitim
işlevi”nin de yeniden kazandırıldığı bir “yenileme,
geliştirme ve gelecek kuşaklara aktarma projesi”ni
hak etmekte olduğunu düşünür müsünüz?
6-Hem normatif hem maddi anlamda Haliç
Tersaneleri’nin turizm değerinde Haliçport projesi
ne gibi değişiklikler oluşturacaktır?
7-UNESCO’nun onayıyla kabul edilen ve
Bakanlığınızın da imza koyduğu Tarihi Yarımada
Yönetim Planı’na aykırı olduğu açıkça görülen
Haliçport ihale projesinin durdurulması, iptali ya
da projenin az önce ana hatları belirtilmiş olan
esaslar çerçevesinde Tarihi Yarımada Yönetim Planı
ile uyumlu bir biçime dönüştürülmesi şekilde kültür
ve eğitim faaliyetlerinde kullanılması yönünde proje
revizyonu için bir çalışma yapacak mısınız?
8-Buraya kadar sıralanmış olan sakınca ve
olumsuzluklara ek olarak, tarihsel ve kültürel
mirasın korunması ve arkeolojik değerlerin zarar
görmesi konusunda tehlike arz eden bu proje hakkında
Bakanlığınızca Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile
ortak bir çalışma yürütülmekte midir ya da
yürütülmesi düşünülmekte midir?
Haber Sol (Kısaltarak), Haber: Rıfat Doğan,
06.09.2013
|
APOLLON SMİNTHEİON TAPINAĞI'NA KAMYON ÇIKARILDIĞI
İDDİASINA YANIT
Apollon Smintheion
Tapınağı kazı heyetinden Yrd. Doç.Dr.
Davut Kaplan, tapınağa kamyon çıkarıldığı
iddialarına yanıt verdi. Kaplan, "Bir araba bir yere
çıkıyorsa oranın bir yolu vardır. Bizim tapınağın
arakasında Karayollarınınki kadar geniş bir yol var.
Kamyon tarihi eserlerin üzerine değil, bizim
yaptığımız dolgu malzemesinin üzerine çıktı" dedi.
Çanakkale'nin
Ayvacık İlçesi'ne bağlı
Gülpınar beldesinde yer alan Apollon Smintheus
Kutsal Alanı'nda (Smintheion'da) 1980 yılından bu
yana Prof.Dr. Coşkun Özgünel'in başkanlığında
sürdürülen kazı çalışmalarında restorasyon aşamasına
geçildi. Tapınak alanının bulunduğu yere yapılan
dolgunun ardından sütün ve kaidelerin montajında
başlandı. Yapılan dolgu çalışmaları esansında
getirilen malzemenin kamyonla tapınak alanı üzerine
çıkarılması, tartışmalara neden oldu. Dolgu
malzemesinin üzerine çıkarılan kamyonun, tarihi
eserlerin üzerine çıktığını düşünen vatandaşlar,
duruma tepki gösterdi.
Kazı heyetinde 10 yıldır
görev yapan Yrd. Doç.Dr.
Davut Kaplan, tartışmalara açıklık getirdi.
Kamyonun tarih eserlerin üzerine değil, yapılan
dolgu malzemesinin üzerine çıktığını belirten
Kaplan, "Dün çıkan bir
habere göre, biz tapınağa bir TIR çıkarmışız.
Sanki TIR, asfalt yolda gidermiş gibi tapınak
üzerinde geziyormuş. Bir araç bir yere çıkıyorsa
buranın bir yolu vardır. Biz de bu yolu yaptık.
Tapınağın arkasında yolumuz var. Her sene bu rampayı
yaparız araçların çıkması için. Bazen mermer taşırız
tapınağın üzerine, bazen mermerleri aşağıya
indiririz. Aynı şeyi burada da yaptık. Malzeme
indirdik aşağıya. Bu kamyonu, ters açıdan çekmişler.
Böyle çekince sanki basamakların üzerinde duruyormuş
gibi görünüyor. Aysa arkada devasa, Karayollarının
olduğu kadar büyük bir yol var. Rampadan biz bunu
çıkardık, malzemeyi indirdik. Tapınağa hiçbir zararı
yok çünkü tapınağın zaten temelleri yok. Bizim
yaptığımız restorasyonda, tapınak temellerinin 2
metre üzerindeyiz. Biz 2 metre yükselttik, ondan
sonra araç çıkardık. Statiğine, temelleri oynatmaya,
kaydırmaya hiçbir zararı yok. Buranın zemini sağlam.
Biz zaten sağlam olmayan tarafta restorasyon
yapıyoruz. Eğer temeller sağlamsa oraya hiç
dokunmuyoruz. Orijinal duruyor hepsi. Olmayan
taraflarda ise, hocamız 20 sene önce restorasyon
yapmış. Burası restorasyon köşesi. Yani temelleri
hiç olmayan yer. Biz de buraya ekleme yaptık.
Restorasyonda mermeri imitasyon malzemesi
kullanıyoruz. Mermerin içinde ne varsa aynısını
kullanıyoruz" dedi.
Yapılan dolgu malzemesinin üzerine orijinal
parçaları yerleştirerek tapınağı ayağa
kaldıracaklarını da söyleyen Kaplan, "Orijinal
parçalar burada kenarda duruyor. Mermer basamakların
hiçbir parçası elimizde yok. Onları imitasyon
yaptık. Burası tamamlanınca üzerine sütun ve
kaideleri de koyarak restorasyonu tamamlayacağız"
diye konuştu.
Roma döneminin en büyük tapınakları arasında yer
alan Apollon Smintheion Tapınağı hem Roma hem de
Bizans dönemi eserlerini barındırıyor. Tapınağın
çatı kısmında ise Truva Savaşı'nın anlatıldığı
figürler bulunuyor. Yapılan kazılarda ortaya
çıkarılan bu figürler de restorasyon çalışmaları
kapsamında yerlerine konularak tapınakta
ziyaretçilere Truva Savaşı'nın aşamaları
anlatılacak.
haberler.com, 05.09.2013
|
KARAMAN KALESİ ARKEO PARK OLACAK
Karaman Kalesi'nde, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca
başlatılan temizlik ve bilimsel kazı çalışmaları
sırasında Osmanlı ve
Selçuklu ile 14. yüzyıla ait çok sayıda tarihi
eser bulundu.
Karaman Valisi
Murat Koca,
Karaman Kalesinde devam eden kazı çalışmalarını
yerinde inceleyerek, yetkililerden bulunan eserler
hakkında bilgiler aldı. Vali Koca'nın gezisi
sırasında Kültür ve Turizm İl Müdürü Cengiz Orta ile
Müze Müdürü Abdulbaki Yıldız da hazır bulundu. Müze
Müdürü Yıldız, kazı sırasında çıkan tarihi eserler
hakkında Vali
Murat Koca'ya bilgiler verdi.
İncelemenin sonunda basın mensuplarının
sorularını cevaplayan Vali
Murat Koca, kazı çalışmaları ve restorasyonun
Karaman turizmine önemli katkılar sağlayacağına
inandığını söyledi. Vali Koca, "Kültür ve Turizm
Bakanlığımızın katkılarıyla toplam 260 bin lira
destekle kazı çalışmaları başladı. Daha önce burada
antik tiyatro yapılmıştı. Maalesef orijinal yapı
bozulmuştu, öncelikle bu düzeltildi. Toprak dışarı
çıkarıldı. Şuanda kazı çalışması devam ediyor.
İnşallah yılın sonunda tamamlanacak. Devamında da
daha önce gönderilmiş olan ve halen kazı nedeniyle
kullanamadığımız 2 milyon liralık esas restorasyon
çalışmasına başlanacak. Şu andaki gördüğümüz mekan
14. yüzyıla ait. İdari yapının bir kısmı açık alan.
Her geçen gün yeni bulgulara rastlanıyor. İçerideki
küçük parçalardan kalenin çok daha eskiye doğru
İslamiyetin öncesinde Bizanslılara kadar uzandığına
dair bilgiler var. Tabi bunlar ön bilgiler. Yeni
kazılarda ulaştığımız değerlerle bu bilgiler çok
daha net bir şekilde arkadaşlarımız tarafından
sonuçlandırılacak" dedi.
ARKEO PARK DÜŞÜNCESİ
Müze Müdürü Abdulbaki Yıldız ise,
Karaman Kalesinin 'Arkeo Park' yapılması yönünde
düşünceleri olduğunu açıkladı. 8 Temmuz tarihinde
başlayan ve 15 Aralık'ta bitirilmesi planlanan
çalışmaların şuanda 30 işçi, 5 uzman tarafından
devam ettirildiğini dile getire Müze Müdürü Yıldız,
"Çalışmalar sırasında çok sayıda
Selçuklu dönemine ait seramik parçaları ile 14.
yüzyıla ait 2 adet top namlusu bulduk. İçerisinde de
yine taştan top güllelerinin tespitini yaptık.
Ayrıca bir türbe yapısı olarak düşündüğümüz bir
mezar odasını dün itibariyle bulduk. Mezar odasının
içerisinde de duvarlarında muhtemelen alçı
süslemeler ve İslami yazılar ve motiflerle burasının
içinin dekoratif olarak süslendiğinin tespitini
yaptık. Bu mezarın dini vasıflı olabileceğini
düşünüyoruz. O dönemde Karamanoğulları Beyliği'nde
önemli bir zata ait bir türbe yapısı olduğunu
düşünüyoruz. Abdest alma alanlarını bulduk. Türbeyi
ziyaret etmek isteyen insanların önce abdest alma
bölümünde abdestini aldıktan sonra türbe ziyaretini
yaptıklarını tahmin ediyoruz. Çalışmalar
tamamlandıktan sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı'nda
restorasyon çalışmaları yapılacak. Bakanlık olarak
biz burayı Arkeo Parka dönüştürüp kent turizmine
kazandırmayı planlamaktayız. Zira yeni müze binamız
hemen kalenin karşısında olacak. Kale ve müze ortak
bütünlük içerisinde kent turizmine büyük katkı
sağlayacak" diye konuştu.
haberler.com, 05.09.2013
|
ANADOLU'DA 4 BİN YIL ÖNCE DE FINDIK TÜKETİLİYORMUŞ
Antik
tarım, arkeolojik bitki kalıntıları konularında
araştırmalar yapan
Avustralya’nın Queensland Üniversitesi Sosyal
Bilimler Fakültesi
Arkeoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Dr. Andrew
Fairbairn, AA muhabirine yaptığı açıklamada,
Kültepe’de bulunan kömür parçalarının elektron
mikroskobu altında yapılan incelemesinde fındık
kabuğu parçalarına rastladıklarını söyledi.
Kültepe’deki
yerleşimin geçmişinin İlk Tunç Çağı’ndan Demir
Çağı’na kadar gittiğini ifade eden Fairbairn, şöyle
devam etti:
"Tabletlerden elde
edilen verilerin dışında arkeolojik olarak örnekleri
toplanacak başka konular da var. Kazılarda bulunan
kömür ya da
tohum parçalarından o dönemin ekonomisi ya da
tarımı hakkında bilgi sahibi olduğumuz gibi,
çevresel değişiklikleri de izlememiz mümkün. Burada
asıl önemli dönem tabi ki Asur Ticaret Kolonileri
Çağı. Bunun öncesi için de yeni yapılan kazılar yeni
bilgiler sunmaya başlıyor. Özellikle MÖ İkinci binde
ya da Orta Tunç Çağı dediğimiz tüccarların yaşadığı
dönemde buradaki insanların nasıl yiyecek tedarik
ettiklerini, bunları nasıl geliştirdiklerini anlamak
mümkün. Burası da oldukça büyük bir şehir. Yeterli
ürün bulmak için bugün de olduğu gibi, dış
pazarlardan bu ürünleri tedarik etmiş olmalılar."
Fairbairn,
Kültepe’de oturan insanların büyük ihtimalle kendi
yiyeceklerini yetiştirebilecekleri tarlaları
olduğuna dikkati çekerek, "Bu anlamda da
meyve ve sebze gibi ihtiyaçlarını bu şekilde
temin etmiş olmaları mümkün. Elde edilen
kalıntılardan narın ne kadar
eskiden tedarik edildiğini,
sadece
Karadeniz bölgesinde yetişen fındığın nasıl
buralara kadar geldiğini anlama imkanına sahip
oluyoruz. Şimdilik çalışmanın çok başındayız. Henüz
tam olarak ne bulacağımızı bilmiyoruz ama böyle bir
proje başlatmak gerekiyordu" dedi.
Gelecek yıllardan
itibaren projenin geniş çaplı olarak süreceğini dile
getiren Fairbairn, Kültepe’deki kazılar devam ettiği
sürece bu projenin de yürüyeceğini sözlerine ekledi.
Kültepe Kazı
Başkanı Prof.Dr. Fikri Kulakoğlu da
Kayseri’nin doğal bitki örtüsünün bir parçası
olmayan fındığın büyük olasılıkla Asurlu tüccarlar
tarafından Karadeniz bölgesinden ithal edildiğini
anlattı.
Elde edilen
kalıntılardan, fındığın o dönem lüks bir ürün
olduğunu anladıklarını kaydeden Kulakoğlu, Karadeniz
bölgesinden fındığın yanı sıra bakır veya gümüşün de
ithal edildiğini bildirdi.
Posta, 04.09.2013
|
TÜRK ARKEOLOGLARDAN KOSOVA'DA ÖNEMLİ KEŞİF
Mimar
Sinan Üniversitesi arkeologları tarafından
geçtiğimiz yıl başkent Priştine yakınlarındaki
Ulpiana antik kentinde başlatılan arkeolojik kazı
çalışmaları sonucu 4. yüzyıla ait olduğu düşünülen
bir kilisenin duvar mozaikleri ortaya çıkarıldı.
Mimar Sinan Üniversitesi ile Kosova
Arkeoloji Enstitüsü tarafından yapılan 5
yıllık işbiriliği sonucu 2012'de başlayan
kazı çalışmaları çerçevesinde Kosova’ya
gelen arkeologlar, Ulpiana antik kentinde 4.
yüzyıla ait bir vaftizhaneyi ortaya
çıkarmıştı.
Mimar Sinan Üniversitesi
arkeologlarınıdan oluşan bir ekip, Doç.Dr.
Haluk Çetinkaya’nın başkanlığında
çalışmalarına devam etti. Çalışmalar sonucu bölgede bulunması
muhtemel kiliseye ait olduğu düşünülen duvar
mozaikleri gün yüzüne çıktı. Çetinkaya yaptığı açıklamada, ilk defa
geçen yıl yaptıkları çalışmalar çerçevesinde
Kosova’nın tek ve erken vaftizhanesini
ortaya çıkardıklarını ve bu vaftizhanenin 6.
yüzyıla değil 4. yüzyıla ait olduğunu
belirlediklerini söyledi.
“Bu tür vaftizhanelerin devamında bir
kilisenin gelmesi muhtemeldir. Kentte var
olan din şehitleri kiliselerinden birinin
burada olması gerekmekteydi. Kuzeyde olması
muhtemel kilisenin izini sürdük ve
duvarlarında yer alan mozaikleri gün yüzüne
çıkardık” diyen Çetinkaya, mozaiklerde
kilisenin yapımında maddi destek sağlamış
kişilerin isimlerinin bulunduğunu kaydetti.
Çetinkaya, mozaiklerin çok iyi durumda
olmadığını, zaman içerisinde tahrip
olduklarını belirtti. Mozaiklerin 30
metresini günyüzüne çıkardıklarını, gelecek
yıllarda tamamına ulaşmaya çalışacaklarını
kaydetti.
Türk arkeologların gün yüzüne çıkardığı
tarihi kilisenin duvar mozaiklerini,
Türkiye’nin Priştine Büyükelçisi Songül
Ozan, Kosova Kültür Bakanlığı temsilcileri
ile çok sayıda yerli ve yabancı yetkili
ziyaret etti.
Türkiye’nin Priştine Büyükelçisi Songül
Ozan, varılan bulguların çok büyük önem
arzettiğine dikkat çekerek, yapılan
çalışmaların Türkiye’nin her alanda olduğu
gibi bu tür bilimsel çalışmalarda da
Kosova’ya olan desteğinin süreceğinin en
güzel kanıtı olduğunu ifade etti.
Yetkililer Kosova Arkeoloji Enstitüsü’nün
sürdürdüğü çalışmaların bulunduğu alanı da
ziyaret etti. Ozan ve diğer yetkililer kazı
çalışmalarını sürdüren görevlilerden
ayrıntılı bilgi aldı.
Bu
tür bilimsel çalışmalarda da Kosova’ya olan
desteğinin süreceğinin en güzel kanıtı olduğunu
ifade etti.
Yetkililer Kosova Arkeoloji Enstitüsü’nün
sürdürdüğü çalışmaların bulunduğu alanı da ziyaret
etti. Ozan ve diğer yetkililer kazı çalışmalarını
sürdüren görevlilerden ayrıntılı bilgi aldı.
Türk arkeologlar daha önce antik kentin gün
yüzüne çıkarılan bölümlerinden 300 metre uzaklıkta
yepyeni bir bölümünü buldu. Bu yılki çalışmalar
yaklaşık 700 metre karelik bir alanda yapılıyor.
Maraş Gündem, 31.08.2013
|
1 - 7 Eylül 2013
|
MUHTEŞEM YÜZYILIN
MUHTEŞEM HATTATI
Süleymaniye Camii’nin
yazılarını yazan Ahmed Karahisari, kendi devrinde
sanatının zirvelerinde dolaşmıştı. Ardında yüzlerce
sanatlı yazı bırakan hattatlar pirinin hayat
hikayesi, eserlerinin aksine son derece gösterişsiz
ve sade.
Karahisari merhum,
nazik-ten (ince bedenli) idi. Bir beyaz nimteni
(mintan, gömlek) yedi sene miktarı giyip yine bir
fakire hibe etmişlerdir ki yeni dikilmiş gibi hiç
yıpranmamıştı.” diyor
Nefeszade Seyyid
İbrahim. Gülzar-ı Savab (Doğruluk Bahçesi) adlı
eserinde bu iki cümle ile tasvir ettiği hattatlar
piri Karahisari’nin sade ömründen işte böyle haber
veriyor. Ne hayret vericidir ki; sanatına yansımış
siretiyle Karahisari, dervişlik terbiyesini tam
idrak etmiş olacak ki benliğine bir dem göz
açtırmaz. Öyle ki, vefat yıldönümlerinde başına
gidip Fatiha okuyacak bir mezar taşı bile kalmamış
günümüze.
Ahmed Karahisari’nin,
1470 yılı öncesinde doğduğu tahmin ediliyor. Sultan
II. Bayezid devrinde dünyaya geldiği,
Afyonkarahisar’dan ayrılarak Dersaadet’e geçtiği ve
ömrünün sonuna kadar burada yaşadığı biliniyor. Bu
hattatlar pirinin bazı raviyanın aktardığından öte
gidemeyecek kadar az malumat edinebildiğimiz hayatı,
ibret verici sırlarla örülü.
Hat sanatının güneşi
oldu
Karahisari, Şeyh
Hamdullah’ın yazı talebelerinden İshak Cemaleddin
Halveti’ye intisab etmiş ve böylelikle tarikat
yoluna da girmiş. Ketebelerinden yani yazılarına
koyduğu imzalarından anlaşılacağı üzere Esedullah
Kirmani’nin talebesi. Hattat Karahisari hakkında söz
söyleyenler, kendisinin Arab ve Fars lisanlarında
şiir söyleyebilecek kadar bu dillere vakıf olduğunu
kaydediyor. Aklam-ı sitte denilen altı ana hat
türüne hakim olmakla birlikte “özellikle sülüs ve
nesih yazılarda Şeyh Hamdullah mektebi satır nizamı
ve harf güzelliği bakımından da Osmanlı tarzını da
ortaya çıkarmış.”
Her ne kadar bu mecrayı
yenileyecek atılımlarda bulunsa da yazıda ‘Yakut-ı
Musta’sımi’nin geliştirdiği ekole bağlı kalmış. O
devirde geçerli olan Yakut ekolünün en güzel
örneklerini veren büyük hattat, bu tarzı
geliştirerek bugün kendi ismiyle anılan Karahisari
tarzını ortaya çıkarmış. Böylece kendi devrinde
“Şemsü’l-Hat (Hat Güneşi), Yakut-ı Rum” diye
anılmaya başlamış.
Hak kelamıyla verilen
gözler yine onun fermanıyla alındı
Devrinin ileri gelen
sanatkarları arasında yer alan Karahisari, artık
sarayın gözde hattatı olacak ve bugün Türk-İslam
mimarisinin doruk noktası olan Süleymaniye Camii’ni
de tezyin etme şerefine erişecekti. 90 senelik uzun
ömründe evlat sevgisine erememiş olsa da Ferhad Paşa
ve Derviş Mehmet gibi yetiştirdiği ve evlat edindiği
Hasan Çelebi’yle gelecek kuşaklara tecrübesini
aktarmış. Hattatın tarihçe-i hayatında önemli bir
dönemeç, uğruna gözlerini kaybettiği Süleymaniye
yazılarıdır. Karahisari’nin gözlerini yitirmesi
şöyle nakledilir: “O cami kubbesinin yazılarını
yazma vazifesi Ahmed Şemsüddin Karahisari’ye
verilmişti. Karahisari, yanına talebesi Üsküdarlı
Hasan Çelebi’yi de alarak gece gündüz kesif bir
gayretin içine girer. Süleymaniye gibi muhteşem bir
mabedin yazılarının da aynı muhteşemliği
aksettirecek seviyede olması için bütün kuvvet ve
kudretini sarf eder büyük sanatkar. Öyle ki, son
yazının -Nur Suresi’ndeki ‘Allah gökleri
aydınlatmıştır’ ayeti- son tashihinde gözlerinin
feri tükenir ve ama olur.” Karahisari’nin, kalemiyle
yazdığı her bir harfin sonunda metrelerce
yükseklikteki iskeleden inerek şükür secdesi
yaptığı, sonra işine devam ettiği anlatılır. Kainata
kapanan gözleri hakikate açılınca, caminin kalan
yazılarını talebesi Hasan Çelebi tamamlar.
Hattatlar da atışır
Devrin bu en kıdemli
hattatının şöhreti, imparatorluğun her köşesine
yayılınca, gıpta damarı kabaran bazı hattatlar
onunla rekabet ederler. Gülzar-ı Sevab, kendisine
imrenen hattatlar arasından Bursalı Şerbetçizade
İbrahim Efendi’nin, Karahisari’ye mektup yollayarak
şiirle taşlamada bulunduğunu anlatır. Tabii
Karahisari de bunun altında kalmaz. Yolladığı Farsça
beyitlerden anlaşıldığı kadarıyla aralarında önü
alınmaz bir yarış vuku bulmuş. Tarihçiler, daha
sonra Bursalı hattatın İstanbul’a gelip
Karahisari’yle tanıştığını ve aralarında kadim bir
dostluk kurulduğunu nakleder.
“Hatt-ı hub içre beyaza
çıkarak kend-özünü, Yazının Karahisari’dir ağartan
yüzünü.”
Karahisari’nin bugün bir
kısmı Topkapı Sarayı ve Türk ve İslam Eserleri
Müzesi’nde muhafaza edilen Mushaf, En’am, dua
mecmuası ve murakka’ tarzında birçok eseri
bulunuyor. Kendi devrinde zirvelerde dolaşan
Karahisari’nin ekolü tahmin edilenin aksine pek de
uzun sürmedi. Vefatının ardından en fazla bir kuşak
sonrasına kadar kalabildiği görülen Karahisari
ekolünün son temsilcisi, Tophane’deki Kılıç Ali Paşa
Camii’nin hattatı Demircikulu Yusuf olmuş (öl.
1611). Süleymaniye kubbesine nakşeylediği yazıları
ise 19. yüzyılda yapılan restorasyona kadar
yaşayabilmiş. Tarihi kayıtlardan İstanbul Sütlüce’de
Mahmud Ağa Mescidi haziresinde medfun olduğunu
bildiğimiz büyük hattatın ne kabri ne de kendi
elleriyle yazdığı kitabesi maalesef bugüne kadar
gelebilmiş.
Zaman, Haber: Erkam
Emre, 06.09.2013
|
MARDİN'DE TOPRAĞI
KAZDIKÇA TARİH ÇIKIYOR
Geçmişten günümüze 30
medeniyete ev sahipliği yapan Mardin’de arkeolojik
kazılarda adeta toprağın altından tarih çıkıyor.
Şehirdeki kazılarda Asuriler dönemine ait 3 bin
yıllık tarihi küp ile 2 bin 800 yıllık topraktan
yapılmış banyo küveti bulundu.
Tarihi kent Mardin’de
son iki yılda birçok kazı çalışmasına önemli tarihi
eserlere ulaşıldı. Höyüklerde yapılan arkeolojik
kazılarda geçtiğimiz yıl 7 bin 500 yıllık oyuncak
araba ve 3 bin yıllık tapu bulunmuştu. Şimdilerde de
Mardin merkeze bağlı Gınavaz Höyüğü'ndeki kazılarda
3 bin yıllık küp ile 2 bin 800 yıllık banyo küveti
bulundu. Restore edilen küp ile banyo küveti müzede
teşhir edilmek üzere hazırlandı.
Toprağı kazdıkça tarih
fışkırdığını söyleyen Mardin Müzesi Müdürü Nihat
Erdoğan, “Kazılarda Asuriler zamanında buğday, arpa
ve mercimek gibi tahılların saklandığı 3 bin yıllık
küp bulundu. Şu ana kadar bulunan en büyük küp bu.
Banyo ve küvet kültürünün bu topraklardan çıkıp
dünyaya yayıldığının da en önemli ispatlarından
birisi. Ortaya çıkan bu eser, 2 bin 800 yıl önce
Mezopotamya topraklarında insanların banyo küveti
kullandığını gösteriyor. Bu bir belge, bunu
müzemizde teşhir ediyoruz.” diyor.
‘40 bin tarihi eseri
restore ettik’
2009’da Mardin
Müzesi’nde kurulan Restorasyon ve Konservasyon
Laboratuvarı ile şu ana kadar 43 bin eserden 40 bini
restore edildi. Müze laboratuarında aynı zamanda
tarihi yapıların taş, sıva, harç, derz, toprak
analizi de yapılıyor.
Nihat Erdoğan, şu ana
kadar 100’ün üzerinde yapının restorasyonunun
tamamlandığını söylüyor: “Ilısu Barajı’nda kurtarma
kazılarındaki yapılara katkı sağlıyoruz. Müzeler
için laboratuar çok önemli. Bu işi yapmasaydık bu
kadar eser depoda özellikle metal eserler korozyona
uğrayıp tarihi eser kimliğini yitirmiş olacaktı. Şu
anda yapılan çalışmalar neticesinde eserler sağlıklı
bir şekilde gelecek nesillere aktarılıyor.”
Zaman, Haber: Şeyhmus
Edis, 06.09.2013
|
|
TARİHİ MESCİTTE 200 GEMİ ÇİZİMİ
Alanya'da tarihi yarımadada bulunan mescit, iç duvarlarındaki gemi çizimleriyle yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekiyor. Alanya Müze Müdürü Seher Türkmen, tarihi yarımadadaki mescitte yaklaşık 200 gemi çizimi olduğunu söyledi. Mescitin Selçuklu veya Osmanlı döneminde kaldığını tahmin ettiklerini dile getiren Türkmen, mekan içindeki çizimlerin 14-17. yüzyıllar arasına tarihlendiğini kaydetti. Resimlerin neden yapıldığına dair araştırmacıların tezleri olduğunu ifade eden Türkmen, yabancı ülkedeki bir kilisede bulunan resimlerden yola çıkan bir araştırmacının, "Seyahate gidilirken sağ salim dönülsün" diyerek yola çıkılan geminin resimlerinin duvara işlediği sonucuna vardığını söyledi. Türkmen, şöyle konuştu: "Alanya bir liman kenti. Burada oturan insanlar limanda gördükleri gemilerin resimlerini çizmiş olabilir. Bazı araştırmacıların öne sürdüğü tez ise yine 'Sağ salim gittim, geldim. Şükür' diye gemiyi caminin iç duvarlarına çizmiş olabilir." İlçe Müftüsü Mustafa Topal ise Türk İslam kültüründe ibadethanede resme rastlanmadığını belirterek çizimlerin mescit kapandıktan sonra yapılmış olabileceğini savundu.
Sabah, 06.09.2013
|
28 ŞUBAT'TA 500 YILLIK
YAZMA ESERLER ÇÜRÜMEYE TERKEDİLMİŞ
28 Şubat sürecinde,
başörtülü öğrencilere yönelik ağır uygulamalar ve
ikna odalarıyla gündeme gelen İstanbul
Üniversitesi’nde zulümden elyazması tarihi
kitapların da nasibini aldığı ortaya çıktı.
Ergenekon davasında 15 yıl 8 ay hapisle
cezalandırılan Kemal Alemdaroğlu’nun rektörlüğü
döneminde edebiyat fakültesi kütüphanesinde yer alan
500 yıllık elyazması eserler toplatılıp depolara
kaldırılmış. 8 yıl boyunca uygun olmayan şartlarda
tutulan kıymetli eserler rutubet ve fareler
sebebiyle büyük zarar görmüş.
Depoya kaldırılan
eserler arasında Katip Çelebi'nin Cihannüma
(Elyazması-Hicri 1145), Firdevsi-i Rumi'nin
Süleymanname (El yazması- Hicri 1061), Şeyh Sadi'nin
Bostan (El yazması- Miladi 1618), İbn-i Ferişte'nin
Şerhi Menar (Miladi 1671) isimli eserlerinin yanı
sıra Müteferrika baskısı Nazmizade Murtaza
Efendi'nin bir eseri (Miladi 1729), Konstantin
Ipsilanti'nin Fenn-i Muhasara (Miladi 1794) ve yine
Müteferrika baskısı Tarih-i Raşit Efendi (Hicri
1153) gibi önemli eserler yer alıyor.
Edebiyat Fakültesi Türk
Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr.
Muhammet Nur Doğan, o günleri hala unutamadığını
belirtiyor. Üniversite yönetiminin bölüm
kitaplıklarını bilinçli olarak tasfiye ettiğini dile
getiren Doğan, şahit olduklarını şöyle anlatıyor:
“Elinde telsizle subay gibi geldiler. Utanç verici
bir şekilde kitapları bir suç aleti gibi topladılar.
Kitaplar, zimmet ve sayım yapılmadan depolara
atıldı. Sonra o kitapların bir kısmının da
sahaflarda satıldığını duyduk.” Sanat tarihçisi
Süleyman Faruk Göncüoğlu da, asistanlık döneminde
yaşanan bu olaya bizzat şahit olduğunu belirterek,
“Tarih ve Sanat Tarihi bölümünün kitaplığını perişan
ettiler. O kitaplıklar 100 yılda oluşmuştu.” diye
konuşuyor.
Yönetimin emriyle
kitapların taşınmasında görev alan Edebiyat
Fakültesi Öğretim Üyesi Doç.Dr. İshak Keskin,
yaşadıklarını, “Kültür hazinemize yapılan bir
saygısızlıktı. Kitapları, içim kan ağlayarak
taşıdım.” sözleriyle anlatıyor. Dönemin İÜ Kütüphane
ve Dokümantasyon Daire Başkanı Prof.Dr. Meral Alpay
şu an 75 yaşında olduğunu, hastalık sebebiyle fazla
bir şey hatırlamadığını söylüyor. Üniversite
yönetiminin kararı gereği bölüm kütüphanelerini bir
araya topladıklarını belirten Alpay, o günkü
şartlara göre kitapları en iyi şekilde taşıdıklarını
dile getiriyor. Bazı kitapların kaybolduğu iddiasını
ise kabul etmiyor.
Zaman, Haber: Ünal
Livaneli, 06.09.2013
|
MERYEM ANA 700 BİN
ZİYARETÇİ BEKLİYOR
Hıristiyanlar tarafından "hac merkezi" kabul edilen,
bu özelliğiyle de Türkiye'nin önemli inanç turizmi
merkezlerinden biri olan "Meryem Ana Evi"ni, yıl
sonuna kadar 700 bin kişinin ziyaret etmesi
bekleniyor.
İzmir'in Selçuk İlçesi'nde bulunan Meryem Ana Evi'ne
girişte bilet kesen Selçuk Belediyesi'nin
yetkililerinden alınan bilgiye göre, geçen yıl 630
bin olan ziyaretçi sayısının, bu yıl sonunda 700 bin
civarında olması bekleniyor. Meryem Ana Evi'ni,
1967'de Papa 6. Paul, 1979'da Papa 2. Jean Paul,
2006'da Papa 16. Benedict ziyaret etmişti.
Sabah, 06.09.2013
|
|
SAHİB ATA CAMİİ'NDE
'YAŞAM ÇİÇEĞİ'
Selçuklu Veziri Sahibi
Ata Fahreddin Ali tarafından 1258 yılında yaptırılan
ve günümüze ulaşan bu görkemli eser, tüm ihtişamıyla
zamana adeta meydan okurken, ezoterik bilgilerde,
hayatın sırrını gizlediğine inanılan yaşam çiçeği
desenlerinin, ana giriş kapısında bulunması, Sahib
Ata Camii’nin farklı bir boyutunu ortaya çıkardı.
Şehrimizde de bulunduğu, bugüne kadar fark
edilemeyen bu sembolü, hakkında yazdığı kitaplarla
dünyaya tanıtan, ünlü ezoterizm yazarlarından
Drunvalo Melchizedek, “geometrik sembolün tüm
evrenin ve yaşamın sırrını içinde barındırdığını”
iddiasını ortaya koymuştur.
“New Age” (Yeni Çağ) öğretilerinde önemli bir yere
sahip olan yaşam çiçeği, meraklılarını şehrimize
çekecek olmasıyla birlikte, şehrimizin bir başka
ezoterik yönünü ortaya çıkarması açısından da
sevindiricidir.
Dünyanın birçok bölgesinde bulunun yaşam çiçeği,
ülkemizde birkaç yerde bulunmuştur. Burdur
müzesindeki bir lahtin kapağında, Hacı Bektaş Veli
Türbesi’nde Efes antik kentinde ve Topkapı
Sarayı’nda sergilenen bir giysinin üzerinde de
bulunmaktadır. Ünlü Ressam Leonardo Da Vinci
tarafından da kullanıldığı iddia edilen sembolün
şehrimizde de bulunması, kültür ve turizm açısından
bir kazanç olacaktır.
Selçuklu sanatının şaheserlerinden ve taş
işçiliğinin çok ender görülen örneklerinden olan
portalın alt kısmında yer alan yaşam çiçeği, yerli
ve yabancı turistlerin ve özellikle ezoterizm
araştırmacıları tarafından ilgiyle karşılanacaktır.
Şehir kültür hayatına farklı bir bakış açısı
getirecek olan yaşam çiçeği, birçok insanı kendine
çekecek ve şehrimizin tanıtımına da olumlu katkılar
sağlayacaktır.
Taş, mermer, çini ve tuğlanın inanılmaz derecede
uyum içinde kullanıldığı kapıda yer alan emzikli
sebillerin de örneği az bulunmaktadır. Yaklaşık
sekiz asırlık bir geçmişi olan kapıdaki çiniler de
kültür çevrelerinin gurur kaynağı olmaya devam
etmektedir.
YAŞAM ÇİÇEĞİ NEDİR?
Dünyaca ünlü ezoterizm
yazarlarından Drunvalo Melchizedek tarafından ortaya
atılan bir iddiaya göre “evreni oluşturan kutsal
geometri”ye verilen bir isimdir. Tüm kutsal
oranların çıkış noktası olduğu savına göre bu
sembol, kendimizin ve evrenin gerçeğine giden yolda
bize rehberdir.
Yaşam Çiçeği’nin farklı çizimleri dünyanın birçok
bölgesinde, kadim medeniyetlerden günümüze intikal
eden eserlerde bulunmaktadır. Yaşam Çiçeği
denilmesinin nedeni, çiçek desenine olan
benzerliğinden değildir; aynı zamanda meyve
ağaçlarının evrelerini temsil etmesine olan inançtan
da kaynaklanmaktadır.
İç içe geçmiş çemberlerden oluşan Yaşam Çiçeği’nin,
hayatın sırrını içinde gizlediği ve hayatın sırrı
olduğu kabul edilir. Yaşam Çiçeği isminin yanı sıra
“sessizliğin dili” veya “ışığın dili” olarak da
adlandırılan geometrik şekil, hayatın tüm kodlarını
barındırdığı ve Atlantis kıtasından Antik Mısır’a
oradan da tüm dünyaya yayıldığı yine yazar Drunvalo
Melchizedek imzalı kitaplarda iddia edilmektedir.
Manşet Gazetesi,
05.09.2013
|
ASPENDOS'TA HASSAS
RESTORASYON
Kültür ve Turizm
Bakanlığı dünyanın en iyi korunmuş antik tiyatrosu
‘Aspendos’u minimum müdahaleyle yeniliyor.
Bakanlık Kültür
Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından
2010 yılında kapsamlı projeleri hazırlanan ve
çalışmaları Ocak ayında başlatılan tiyatronun
restorasyonu ziyarete açık olarak yapılıyor.
Seyirci kapasitesi ve
akustik özellikler bakımından benzersiz olan 2 bin
yıllık antik tiyatroda çalışmaların Eylül 2014’te
bitirilmesi planlanıyor.
ASPENDOS’UN TAŞLARI
TEMİZLENDİ
Kültür ve Turizm
Bakanlığı tarafından Ocak ayında başlatılan
çalışmalarla yenilenen Aspendos’un taşları özenle
temizlendi.
Dünyanın en önemli
kültürel varlıklarından biri olan Aspendos’u gelecek
kuşaklara aktarmak için sürdürülen çalışmalar
kapsamında bugüne kadar tiyatronun güney kuzey
analema duvarı boyunca drenaj kazısı yapıldı. Kazı
çalışmalarında çıkan bulgular doğrultusunda proje
revizyonu yapılarak ilgili koruma kurulunca
onaylandı.
Revakların ve tonozların
derzlerindeki çimento temizliği tamamlanarak aslına
uygun hale gelmesi sağlanan tarihi yapıda ayrıca
doğu cephesinde ve tiyatro içerisinde taş temizliği
de yapıldı.
ANTİK TİYATRO
SAĞLAMLAŞTIRILIYOR
Aspendos Antik
Tiyatrosu’nda sürdürülen restorasyon çalışmalarının
bundan sonraki ayağı ise oturma sıralarındaki
çimento derzler.
Tiyatronun bütünüyle
modern yöntemlerle sağlamlaştırılması hedeflenen
çalışmalar, derzlerinin sökülerek proje
doğrultusunda taş tamamlamalarının yapılmasını ve
Selçuklu sıvalarının konservasyonunu kapsıyor.
Kültür ve Turizm
Bakanlığı, Uluslararası Aspendos Opera ve Bale
Festivali başta olmak üzere önemli sanat
etkinliklerine ev sahipliği yapan antik tiyatronun
restorasyon çalışmalarından sonra yenilenen yüzüyle
sanatseverlerle buluşmasını hedefliyor.
ASPENDOS ANTİK
TİYATROSU
İki tepe üzerine kurulu
ve küçük tepenin doğu yamacına yaslanmış olan
Aspendos Antik Tiyatrosu MS 2. yy. da Marcus
Aurelius (161-180) döneminde inşa edildi.
Tanrılar ile devrin
imparatorlarına adanan Antik Tiyatro 19’uncu
yüzyılda başlayan arkeolojik çalışmalarla ortaya
çıkartıldı.
Atatürk’ün 1930 yılında
ziyaret edip “onarılıp yeniden kullanılması” için
talimat verdiği Aspendos her yıl yaz aylarında
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın organizatörlüğünde
düzenlenen etkinliklerde dünyanın dört bir yanından
konuklarını ağırlıyor.
Turizm Habercisi,
05.09.2013
|
MİDYAT'TA TESADÜFEN
ORTAYA ÇIKAN ORİJİNAL ROMA MEZARLIĞI HEYECAN YARATTI
MardinN'in Midyat
İlçesi'nde yol genişletme çalışmaları sırasında, MS
2'nci 3'üncü yüzyıl Roma dönemine ait, Putperestlik
geleneklerine göre gömülen insan iskeletleri ve
gömülenlerin kişisel eşyalarının olduğu orijinal
halde kaya mezarlık ortaya çıktı.
Midyat Kaymakamlığı
tarafından Suriyeli sığınmacıların yaşadığı Çadır
Kent yolunun genişletilmesi çalışmaları sırasında,
Roma Dönemi'ne ait Pagan ritüellerine göre gömülen
kaya mezarlar ortaya çıktı. Midyat’ın ilk yerleşim
yeri olan ve Süryaniler'in yoğunluklu olarak
yaşadığı Akçakaya Mahallesi’nde bulunan Süryani
Ortodoks Cemaati’ne ait Mor Hobil ve Mor Abrohom
Manastırı yanındaki yol çalışması sırasında, iş
makinesinin kazı yaptığı alanda, ilk belirlemelere
göre kayadan yontulmuş 4 oda mezar bulundu.
Gerçekleştirilen kazıda açılan ve yerin yaklaşık 2
metre altında bulunan ilk odanın içerisinde biri
ortada, diğerleri kayaların içi yontulmuş vaziyette
gömülü 11 mezar tespit edildi. Mezarların tahrip
edilmediği ve içinde iskeletlerin halen bulunduğu
görüldü.
MÜZE MÜDÜRLÜĞÜ KAZI
ÇALIŞMASI BAŞLATTI
Midyat Kaymakamı Oğuzhan
Bingöl, tesadüfen bulunan mezarlarla ilgili inceleme
yapılması için Mardin İl Müze Müdürlüğü'ne bilgi
verdi. Mardin Müze Müdürü Nihat Erdoğan, kazı
temsilcisi Mehmet Deniz öncülüğünde, 5 Arkeolog ve 2
antropolog ile 6 işçiden oluşan ekip oluşturulduğunu
söyledi. Bu ekip tarafından yapılan titiz çalışma
sayesinde tarihi oda mezar gün yüzüne çıkarıldı.
Ayrıca insan iskeletleri ile mezara gömülmüş bazı
kişisel eşyaların bulunduğu odadaki kazı çalışmaları
halen devam ediyor. Günde 8 saat çalışan ekip
üyeleri, herhangi bir bulguyu kaybetmemek için
odadan çıkardıkları toprağı elekle ayrıştırıyor.
2
VE 3’NCÜ YÜZYILA AİT VE ORİJİNAL HALİNDE
Yürütülen çalışmalar
hakkında bilgi veren Midyat Kaya Mezarları Kurtarma
Kazıları Başkanı Mardin Müze Müdürü Nihat Erdoğan,
kazı çalışmaları sonucu bulunan mezarlığın Roma
dönemine ait olduğunu olağanüstü iyi durumda
olduğunu belirtti. Nihat Erdoğan, şunları söyledi.
"Roma dönemine ait bir
mezarlık burası ve şuan onun içindeyiz. Üzerinde
bulunduğumuz ve kazı çalışmalarını yürüttüğümüz
saha, arkeolojik sit alanı olarak daha önce koruma
altına alınmış olan sahanın hemen yan tarafında
bulunuyor. Daha önce tahrip edilmiş Roma dönemine
ait mezarlar bulundu, ama ilk defa 2 ve 3'ncü
yüzyıla ait bir mezarı orijinal haliyle bulduk.
Ancak 2 ve 3'ncü yüzyıla ait Hz. İsa’dan sonra bu
şekilde bir mezar yok. Bununla ilgili bir arkeolojik
çalışma da yok. O dönemin yaşamına ilişkin bilgiler
vermesi açısından bu mezar çok önemli. Çünkü 5'inci
yüzyıl ve sonrasının Midyat’ını, Mardin’ini iyi
biliyoruz. Bu anlamda kazı çalışmaları var. Ama
2'nci ve 3'üncü yüzyıl dediğimiz bu yıllar ile
ilgili de burası önemli bir yer."
PUTPERESTLİK GELENEĞİNE
GÖRE GÖMÜLMÜŞLER
Oda mezarda gömülü
eşyalar arasında mezarlık hediyelerine de
rastladıklarını belirten Erdoğan şöyle devam etti:
"Bulduğumuz mezarlar,
Roma dönemine ait Pagan (Putperestlik) geleneği
şeklinde gömülmüş olan insanlara ait kaya
mezarlardır. Aynı aileye mensup bireylere ait bir
mezarda şuan kazı çalışmasını yapıyoruz. Arkeolog ve
antropologlardan oluşan kazı ekibimiz, çalışmalarını
büyük bir titizlikle yürütüyor. Pagan geleneklerine
göre kayanın yontulmasıyla oluşturulan oda mezarda
gömülü bulunan aile bireylerine ait kemiklere ve
bunlara ait mezarlık hediyeleri, bilezikler,
kandiller, kolyeler ve gözyaşı şişelerine rastladık.
Bu alandaki çalışmalar tamamlandığında, burada
bulunan buluntular ve eserler müzede sergilenecek.
Sonrasında da bu alanın teşhirini sağlayacağız. Bu
alanı temizledikten sonra da ziyaretçilere
açılabilir hale gelecek. O şekilde bir çalışma
yürütüyoruz. İki ay gibi bir sürede buradaki
çalışmaları tamamlamayı hedefliyoruz."
Kazı alanında
incelemelerde bulunan Midyat Kaymakamı Oğuzhan
Bingöl, kazı başkanı Mardin Müze Müdürü Nihat
Erdoğan'dan çalışmalar hakkında bilgi aldı. Kaymakam
Bingöl, kazı ekibine yaptıkları titiz
çalışmalarından ötürü teşekkür etti.
Haber 3, 05.09.2013
|
OLİMPOS ANTİK KENTİNDE
KAZILAR BAŞLADI
Kumluca İlçesi'ndeki
Olimpos antik kentinde,
2013 yılı kazı ve restorasyon çalışmaları başladı.
Olimpos Kazı Heyeti Başkanı, Anadolu Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi
Prof.Dr. Yelda Uçkan, gazetecilere yaptığı
açıklamada, bu yılki çalışmaların üç bölümde
sürdürüleceğini söyledi. Antik kentte kazı
çalışmalarının 2000 yılında başladığını anlatan
Uçkan, bu yıl ağırlıklı olarak, daha önceki yıllarda
ortaya çıkartılan yapıların restorasyonu ve
sağlamlaştırılması üzerine çalışacaklarını kaydetti.
Uçkan, şunları söyledi:
"Bu yılki kazı çalışmalarımız koruma ve onarım
ağırlıklı sürdürülecek. Özellikle geçen yıl
açtığımız nekropol caddesinde ortaya çıkan ve sivil
konutlar olduğunu düşündüğümüz konutlarda tahribatı
önlemek amacıyla ortaya çıkan yapıların onarımı ve
sağlamlaştırmasını yapacağız. Ören yerinin çevre
düzenlemesi yapacağız ve yenilenen bilgilerle
tabelalarını da güncelleyeceğiz. Ayrıca eser
deposunda gelecek yıl hazırlanması planlanan Olimpos
Kazısı kitabına ilişkin eser, envanterleme ve
belgeleme çalışmalarımız devam edecek."
Olimpos antik kentinin üç boyutlu modellenmesi
çalışmalarının da devam edeceğini belirten Uçkan, bu
çalışmayla antik kentin geçmişteki yapısını birebir
ortaya koymayı amaçladıklarını kaydetti. Uçkan, bu
yılki çalışmaların 16 kişilik ekiple sürdürüleceğini
bildirdi.
Olimpos'un bağlı olduğu Yazır Köyü Muhtarı Halil
Karataş da antik kentin ayağa kaldırılması için kazı
çalışmalarını desteklediklerini söyledi. Antik
kentin bölge için çok önemli olduğunu vurgulayan
Karataş, ören yerinin turizme de büyük katkısı
olduğunu bildirdi.
Sabah, 05.09.2013
|
MASASIZ, SİNEMASIZ,
KİTAPÇISIZ BİR BEYOĞLU
100 yıllık kitabevleri, “kamu yararı muğlak”
denilerek kapı önüne koyuluyor... Beyoğlu’nun tüm
tarihi mekanlarıyla birlikte kitapçıları da
“mutenalaşma”nın kurbanı.
İstanbul’un en iyi
kitapçılarından biri, Robinson Crusoe, maddi
sıkıntılar nedeniyle kapanma tehlikesiyle karşı
karşıya... Robinson, akıllıca bir çözüm yarattı ve
“önce öde sonra al” kampanyasıyla müdavimlerini
yardıma çağırdı.
Robinson’umuzu yalnız bırakmayacağız elbet. Peki
Beyoğlu’ndaki diğer kitapçıların hali ne olacak?
Pandora, Kelepir Kitap, Bengi ve Ana Kitabevi’nin de
bulunduğu bina el değiştirmiş, otel olacakmış...
Müdavimleri koşsa bile kurtaramayacak onları.
Korsan kitapla, e-kitapla mücadele eden kitabevleri,
kentsel dönüşüm furyasıyla baş edemez. “Mutenalaşma”
harekatının sonuçları bunlar: Her yer AVM, her yer
otel! Beyoğlu öylesine pahalandı, öylesine hızlı el
değiştiriyor ki, “butik” kitabevlerinin bile yaşama
şansı kalmadı.
Kamu yararı muğlakmış
Beyoğlu’nda kitapçılar için bir “dönemin
sonu”nun geldiği, Libraire de Pera’nın kapandığı
haberiyle tescillendi... Radikal’in haberinde,
1900’larda kurulan Libraire de Pera’nın, Vakıflar
Genel Müdürlüğü ile mücadelesinin sürdüğünü
öğreniyoruz.
Kitabevinin sahibi Uğur Güracar, restorasyonu
üstlenip yerinde kalmayı ve “kamu yararının
gözetilmesi”ni talep etmiş. Cevap, aslında her şeyi
anlatıyor: “Kamu yararı muğlak bir şeydir!”
Oysa devletimiz için kamu yararının ne olduğu muğlak
filan değil. Zira kamu yararı, rantla aynı anlama
geliyor artık. Misal, verimli tarım alanlarının
yapılaşmaya açılmasının gerekçesi de “kamu yararı”!
Ormanların talanı da “kamu yararı”na yapılıyor... Ve
elbette, Taksim Meydanı da “kamu yararı” için
yeniden düzenleniyor.
Belediye kitapçıya
sahip çık!
Kitapçısız, sokakları masasız, tarihi sinemasız
bir Beyoğlu’nun, turistler için de uzun vadede
ilginç olmaktan çıkacağını kimse düşünemiyor.
Beyoğlu’nu Beyoğlu yapan her rengini yavaş yavaş
yitirmesine aldırmıyorlar.
Turistlerin metrekarelerce uzanan beton bir meydanda
dolaşıp, lüks otellerde kalacağını ve bunlarla
zenginleşebileceğimizi düşünüyorlar.
Beyoğlu Belediyesi her yıl sahaf festivali yaparak,
yayıncılık kültürüne güzel bir katkıda bulunuyor.
Varolan kitabevlerini astronomik kiralara karşı
koruyan, onları destekleyen bir çözüm bulması çok mu
zor?
Özendiğimiz, yarışa girdiğimiz Avrupa kentlerinin
hiçbirinde 100 yıllık kitapçılar “yüksek kira”
nedeniyle tahliye edilmez. 100 yıllık sinemalar
acımasızca yerle bir edilmez. Kentin tarihi
merkezinin dokusu, kültürü bu kadar hunharca talan
edilmez.
BiREY HAKKININ GASPI
* Anayasanın birçok
yerinde “kamu yararı” ifadesi kullanılıyor. Bu
maddelerin çoğunda “kamu yararı” kavramı, birey
haklarının devlet tarafından gasp edilebileceği
anlamını taşıyor.
* “Kamu yararının” ne olduğuna dair bir görüş
birliği yok. Hukukçu Levent Korkut, bu soyut kavramı
bir makalesinde ele almış. (Kaynak:
ozgurtoplumundegerleri.com)
TÜRKiYE’DE KAÇ
KiTABEVi VAR?
* Bu yazıyı yazarken,
Türkiye ve İstanbul’da kaç kitapçının olduğunu merak
ettim. Tuhaftır, her şeyin dijitalleştiği, rakama
dökülebildiği bir çağda, kitabevlerine dair bilgi
yok.
* Bırakın kitabevini, yayınevlerinin sayısı bile net
değil. En son 7 yıl önce, Akademik Yayıncılar
Birliği bu soruyla yola çıkmış.
* Türkiye ISBN (International Standart Book Number /
Uluslararası Standart Kitap Numarası) Ajansı’nın
2006’daki beyanına göre, kendilerine kayıtlı 12 bin
704 yayınevi var. Bunlar, yayın dünyasının ancak
yüzde 70’ini temsil ediyor.
Milliyet, Yazı: Mehveş
Evin, 05.09.2013
|
|
'AYÇİÇEKLERİ'NİN FOTOĞRAFI BULUNDU
Hollandalı ressam Vincent van Gogh’un 70 yıl önce kaybolan ‘Ayçiçekleri’ tablosunun orijinaline uygun kopyası, İngiliz gazeteci ve sanat tarihçisi Martin Bailey tarafından tesadüfen bulundu.
Van Gogh’un 1887 tarihli tablosunun çeşitli kopyaları günümüzde farklı sergilerde görülebiliyor. Ancak tablonun orijinali, 1945’te ABD’nin Japonya’nın Aşiya kentine düzenlediği bombardıman sırasında kaybolmuştu. Tablonun Japon sahibi Koyata Yamamoto, çok ağır olan tabloyu kurtaramadan evini terk etmek zorunda kalmıştı. Kendi kitabı için araştırma yapan Bailey, orijinal tablonun kopyasını Japonya’da 1921’de basılan bir kitapta tesadüfen buldu. Bailey, Gogh’un modeli gelmediği için böyle bir tablo yarattığını belirterek “Muhtemelen model gelseydi ‘Ayçiçekleri’ tablosu olmazdı” dedi.
Hürriyet, 05.09.2013
|
AĞRI'DA DEĞİL, CUDİ'DE ARANACAK
Ağrı Dağı’nda
olduğuna inanılan Nuh’un Gemisi için yeni bir
tartışma başladı. Gemi şimdi de Şırnak’ta aranıyor.
Konuyu tartışmak için ay sonunda sempozyum
yapılacak.
Şırnak Üniversitesi, Nuh’un gemisi
araştırmalarına el attı.Üniversite, 27-29 Eylül
günlerinde gerçekleştirilecek Uluslararası Hz. Nuh
ve Cudi Dağı Sempozyumu’na ev sahipliği yapacak.
Musevi ve Hıristiyan kaynakları Nuh’un gemisinin
Ağrı Dağı’nda olduğuna inanıyor. İslami kaynaklar
Nuh’un Cizreli, gemisinin de Cudi Dağı’nda olduğu
görüşünde. Şırnak Üniversitesi’nden Ömer Ali
Yıldırım konu hakkında şunları söyledi:
- Bilim adamları İslami kaynaklardan yola çıkarak
Nuh’un gemisi hakkında jeolojik araştırmalar
yapıyoruz. Tezlerimizin bilimsel gerçekliğe daha
yakın olduğuna inanıyoruz.
- Ağrı Dağı yaşamaya uygun değil, zirveleri
buzullarla kaplı. Cudi Dağı 2 bin metre yükseklikte.
İnsan ve hayvanın yaşamasına elverişli. Cudi’de av
hayvanı var, Ağrı Dağı’nda ise yok!
- Nuh Peygamber’in gemiden bir güvercin uçurduğu ve
güvercinin gagasında zeytin dalıyla döndüğü
anlatılır. Cudi Dağı civarında zeytin ağaçları
varken Ağrı Dağı eteklerinde buna rastlamak mümkün
değil.
- Cudi Dağı ve eteklerinde çeşitli krallıklar, kaya
mezarlar ve kaya resimleri buluyoruz. Ayrıca
arkeolojik kalıntılar
ve geminin oturduğu zemin ile ilgili kalıntılar
mevcut.
Akşam, Haber: Şenol Demirci, 05.09.2013
|
DÜNYANIN İLK FLÜTÜ İLE
KONSER VERECEK
Bu yıl 4’üncüsü
gerçekleştirilecek Uluslararası Şefika Kutluer
Festivali 24 Eylül’de başlıyor.
Festivalde dünyanın ilk
flütü, antik flütçü Ljuben Dimkaroski’nin
aracılığıyla Türkiye’de ilk kez dinlenebilecek.
Ankara’da bu yıl
4’üncüsü gerçekleşecek Uluslararası Şefika Kutluer
‘Doğu Batı ile Buluşuyor’ Festivali 24 Eylül’de
Geleneksel Kore Dans ve Müzik Gösteri Grubu’nun
gösterisiyle başlayacak. 9 Ekim tarihine dek sürecek
festivalde yine Batı’nın orkestra ve solistleriyle
Doğu’nun geleneksel gösteri grupları aynı sahnede
buluşacak. Ankara Resim ve Heykel Müzesi’nde
gerçekleştirilecek festivalde flüt sanatçısı Şefika
Kutluer, 2 Ekim’de Gergely Kuklis şefliğinde
‘Brandenburg Bach Solistleri’ ile bir konser ve 4
Ekim’de İngiliz klavsenci David Wright eşliğinde
Bach’ın eserlerinden oluşan bir resital verecek.
Festival kapsamında Kosova Filarmoni Orkestrası 30
Eylül akşamı şef Baki Jashari eşliğinde sahnede
olacak.
MAĞARA AYISI
KEMİĞİNDEN
4’üncü Uluslararası
Şefika Kutluer Festivali’nin en ilgi çekici
etkinliği ise dünyanın ilk flütü olarak bilinen 55
bin yıl öncesine ait antik flütün Türkiye’de ilk kez
çalınacağı konser. Günümüzden yaklaşık 200 bin ila
28 bin yıl önce yaşamış insan türü olan
‘neandertal’lere ait olan antik flüt, mağara ayısı
kemiğinden yapılmış ve dünyada bir tek Slovenyalı
antik flüt sanatçısı Ljuben Dimkaroski tarafından
çalınabiliyor. Dimkaroski’nin antik flütü ile
katılacağı konser, 28 Eylül akşamı saat 19.00’da
gerçekleşecek. Şefika Kutluer antik flütçü Ljuben
Dimkaroski ve Sloven arpçı Zlobko Vajgl eşliğinde
bir konser verecek. Festivalin kapanış konseriyse, 9
Ekim’de Kazakistan Filarmoni Oda Orkestrası verecek.
Hürriyet, 05.09.2013
|
SÜLEYMANİYE'DE KENTSEL YENİLEME ÇALIŞMALARI DURDU
İstanbul’un Fatih
İlçesi'ndeki Süleymaniye’de
yıkılmaya yüz tutmuş tarihi evlerin aslına uygun
olarak restore edilmesini içeren kentsel yenileme
çalışmaları durduruldu.
Zaman’a konuşan Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir
Topbaş, birçok mülk sahibinin, ederinin birkaç katı
bedel talep etmesi sebebiyle çalışmanın durduğunu
söyledi. Süleymaniyelilere mülklerini ihya etmek
için ilgili birimlere başvurmaları çağrısında
bulunan Topbaş, “Mülk sahipleri gelip ‘hazırız’
deseler, makul şartlarda destek veririz. Süleymaniye
de birkaç yılda toparlanır.” dedi.
Kadir Topbaş’ın yaptığı açıklamaya göre proje
çerçevesinde belediye iştiraklerinden KİPTAŞ, semtte
iki yüzün üzerinde mülk edindi. Yine burayla ilgili
bazı yatırımcılarla görüşmeler yaptıklarını anlatan
Topbaş, meseleyi kimseyi mağdur etmeden, her mülkün
makul karşılığını vererek çözmek istediklerinin
altını çizdi. Birçok mülk sahibinin ederinin birkaç
katı bedel talep etmesi nedeniyle işin durduğunu ve
şu an için beklediğini söyledi. Süleymaniyelilere
kendi mülklerini ihya etmek için belediyenin ve
valiliğin ilgili birimlerine başvurmaları çağrısında
da bulunan Topbaş, “Tescilli yapıysa zaten
valiliğimizdeki fondan yüzde 60’a kadar yardım
alabiliyorlar. Bu maliyet için ciddi bir yardım bu.
Değilse biz proje yardımı da yaparız. Bu şekilde
herkes kazançlı çıkar. Mülk sahibi arkadaşlarımız
hemen yarın gelip biz bu işe hazırız deseler, makul
şartlarda biz desteğimizi veririz ve birkaç yıl
içinde Süleymaniye toparlanır.” şeklinde konuştu.
Zaman, Haber: Ahmet Balcı, 05.09.2013
|
TOPKAPI SARAYI'NDA DEĞİŞİM
Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik'in
talimatıyla yapılan çalışmalarla
Topkapı Sarayı Müzesi'ne Osmanlı ruhu geri
kazandırıldı.
Kültür ve Turizm Bakanlığından yapılan yazılı
açıklamaya göre, Osmanlı'dan emanet Topkapı
Sarayı'ndaki birçok bölüm, ocak ayından sonra
başlatılan çalışmalarla aslına uygun restore edildi.
Orijinal yapının korunduğu sarayda hayata geçirilen
dönem geleneklerine dair uygulamalar, konuklarını o
günlere götürerek Osmanlı dönemini yaşatıyor.
TARİHİ HAVUZLAR SUYA KAVUŞTU
Fatih Sultan Mehmet Han tarafından 1478'de
yaptırılan, 380 yıl boyunca devletin idare merkezi
ve padişahların resmi ikametgahı olarak kullanılan
tarihi mirasın akmayan havuzları yeniden faaliyete
geçirildi. Müzedeki harem ve bahçede yer alan 10
havuz, yürütülen çalışmalarla kullanılır hale geldi.
Yüzlerce yıl önceki güzelliklerine yeniden kavuşan
tarihi yapılar içinde ise harem 3. Murad Has
Odası'ndaki 19 musluklu "Selsebil" havuzu öne
çıkıyor.
TOPKAPI HAREMİ ASLINA DÖNDÜ
Topkapı Sarayı haremindeki 2 mescidin
kullanıldığı döneme uygun yenilenerek müzeye
kazandırılması ise büyük atılım olarak
değerlendiriliyor.
Saray müzeye dönüştürüldükten sonra depo olarak
sınıflandırılan Karaağalar ve Kadınlar mescitleri
aslına döndü. Mescitlerin bir ay içinde ziyarete
açılması planlanıyor.
Akıllardaki harem algısını değiştireceği düşünülen
mescitlerden Karaağalar'da yer alan Kabe motifli
çini panolar ise çini koleksiyonu bakımından çok
değerli.
Kadınlar Mescidi ise başka örneği olmayan bir
uygulamayla dikkati çekiyor. Bir kafesle görüntü
geçişinin sağlandığı mescitte, kadınlar kafes
ardından cemaate ve imama eşlik ediyor.
KUTSAL EMANETLERDE RESTORASYON VE KIYAFET
UYGULAMASI
Topkapı Sarayı'nın orijinal yapısına uygun
gerçekleştirilen çalışmalarla müzenin her bölümünde
dönemin ruhu yeniden can buluyor.
Müzedeki kutsal emanetlerin tamamı Sultan Reşat
döneminden 100 yıl sonra yeniden temizlenerek
restore edildi. Osmanlı geleneğinde yer alan ramazan
ayının 15. günlerindeki Hırka-i Şerif ziyaretleri,
geçen yıl eylül itibarıyla sarayda yeniden
uygulanmaya başlandı.
GÜL, LALE VE SÜMBÜL BAHÇELERİ
Topkapı Müzesi'nde yer alan tarihi Gülhane yeniden
kuruldu. Cumhuriyet döneminde kurulan Gülhane Parkı
ile isim benzerliği olan Osmanlı dönemi tarihi
Gülhane'ye 40 bin gül dikildi.
Müzeye ayrıca yarım milyon sümbül ve lale dikilerek,
özel bahçeler açıldı. Isparta Güneykent
Belediyesinin katkılarıyla bir de Isparta kokulu gül
bahçesi kuruldu.
TARİHİ KONSEPTE UYGUN KORUMA VE MEHTERAN KONSERLERİ
Topkapı Sarayı'nı koruyan
jandarma birliği artık yeni görev anlayışıyla
hizmet verecek. Oluşturulacak atlı birlikle,
askerler tarihi kıyafetlerle görev yapacak.
Sarayın dışında zaman zaman düzenlenen askeri
mehteran konserleri ise bundan sonra her çarşamba
saat 11.00'de Divan avlusunda hoş seda bırakacak.
SARAY ARŞİVİNDE ONLİNE HİZMET
Topkapı Sarayı Müzesi'nde hayata geçirilen
bir diğer yenilik ise Merkez Yazma Eserler
Kütüphanesi. Müzedeki kütüphane, yürütülen
çalışmalarla 7 yıldan sonra yeniden hizmet vermeye
başladı. Katalogların yayınlanmaya başladığı saray
arşivi ise ilk kez online hizmet verecek.
TOPKAPI'DAKİ DİĞER ÇALIŞMALAR
Müzede, haremin özel kabul ve bayramlaşma
alanı Hünkar Sofası'nın restorasyonu tamamlandı.
Ayrıca Zülüflü Baltacılar Ocağı tarihi kışla-ocak
olarak düzenlenerek açılışa hazır hale getirildi.
Piri Reis haritasının da bulunduğu sarayın bütün
harita gravür ve çizim koleksiyonları sergilenerek,
katalogları basıldı. Topkapı Sarayı Müzesi Yıllığı
ise 18 yıl aradan sonra yeniden hazırlanarak baskıya
verildi.
SARAYDAKİ YENİ ETKİNLİKLER
Topkapı Sarayı Müzesi'nde birçok yeni
uygulama hayata geçirildi.
Sarayın kullanıldığı dönemden sonra ilk kez Mevlit
Kandili'nde mevlit okunması uygulamasına benzer
biçimde Miraç Kandili'nde miraciye okunmaya
başlandı.
Müzenin restorasyonu biten konferans salonu, Enderun
Mektebi ve Haremi'nde yalnızca sultan bestekarların
eserlerinin seslendirildiği müze konserleri ve
konferanslar düzenlenmeye başlandı.
Sultanları anma ve vefa programları başlatılarak,
sempozyumlar ve sergiler eşliğinde Fatih Sultan
Mehmet ve 2. Bayezid, saray etkinlikleri kapsamında
ziyaretçilerle buluştu. Uluslararası Çin Sanatı ve
Topkapı Sarayı Koleksiyonları Sempozyumu
gerçekleştirildi.
Cuma namazlarına açılan Sofa Mescidi'nde cemaatle
öğlen ve ikindi namazları da kılınarak, hoparlörsüz
ezan okunuyor. Saray şenlikleri kapsamında ilk kez
atlı okçuluk ekibi, tarihi kostümlerle Enderun arka
avlusunda, sipahi kıyafetli atlılar da Birinci
Avlu'da ücretsiz gösteri yapıyor.
Sarayın geleneksel kültürüne uygun baklava alayları,
saray helvası ve saray şerbetleri, etkinlik
günlerinde ve özel konukların katıldığı davetlerde
ikram ediliyor. Eğitim alanı olarak da kullanılan
müzede, üniversite ve lise öğrencilerine "Şehir ve
Saray" temalı dersler veriliyor.
Sabah, 04.09.2013
|
SELÇUKLU MEZARLIĞI'NDA
ODA MEZAR BULUNDU
Yüzüncü Yıl
Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim
Üyesi Prof.Dr. Recai Karahan başkanlığında,
İslam dünyasının en büyük mezarlıklarından biri
olan Ahlat Seçuklu mezarlığında 2011 yılından bu
yana yürütülen kazı çalışmaları, bu yıl da 30
kişilik ekiple devam ediyor.
Mezarlıkta farklı
bilim adamları tarafından 46 yıldır süren
kazılarda çok sayıda eser gün ışığına
çıkarılırken, bu yılki kazılarda yeraltı mezar
odalarına rastlandı.
Prof.Dr. Karahan, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, Selçuklu Meydan
Mezarlığındaki kazıların, geçmiş yıllarda olduğu
gibi bu yıl da büyük bir hassasiyetle
yürütüldüğünü belirterek, kazı çalışmalarının
yanı sıra çevre temizliğine de önem verdiklerini
söyledi.
Mezarlıktaki tümsek
ve çukurlardan anlaşıldığı kadarıyla çok sayıda
akıtın varlığından söz edilebileceğini
vurgulayan Karahan, bu yıl devam eden kazılar
kapsamında kadılar mezarlığının bitiminde gün
ışığına çıkarılan mezar odasının kendileri
açısından büyük bir öneme sahip olduğunu ve
görsel açıdan güzel bir görüntü oluşturduğunu
ifade etti.
Karahan, mezarlığın
her yıl çok sayıda yerli ve yabancı turist
tarafından ziyaret edildiğini bildirerek, ortaya
çıkarılan tarihi mirasın ilçenin ve bölgenin
turizmine önemli katkı sunacağını kaydetti.
Mimari çeşitliliğin
artması ve mezarlığın temiz bir görünüme
kavuşmasıyla ilginin de artacağına inandığını
anlatan Karahan, şöyle konuştu:
"Bu yılki
çalışmalarımızda mimari çeşitliliği artırmaya
yönelik bir çalışma yaptık ve bir yeraltı
mezarlığı meydana çıkarttık. Şimdilik tek gözünü
yani tek odasını açabildik fakat yeraltı
mezarlarının genel yapısını incelediğimiz zaman
bu odadan başka odalar da olduğunu görüyoruz. Bu
alanın, mezarlıktaki en yüksek mezar taşının
altına doğru uzanmasından dolayı şu an için bu
bölümü kazmayı düşünmüyoruz."
Yeraltı mezar
odalarının Orta Asya'dan süregelen bir yapı
olduğuna değinen Karahan, Altay Türklerindeki
Pazırık Kurganı'nından bu yana bu tür yeraltı
mezarlarına rastlandığını sözlerine ekledi.
Haber 7, 04.09.2013
|
APOLLON'UN ÜSTÜNE TIR!
Hellenistik dönemin en önemli yapılarından sayılan
Troas antik kentindeki Apollon Tapınağı’nın üzerine
tonlarca ağırlıktaki mermer tozu yüklü TIR
çıkarıldı. Yaklaşık 2300 yıllık antik yapının
ortasına kadar çıkarılan araçtan işçiler yük
boşaltırken ziyaretçiler hayretle bu görüntüyü
izledi.
Tapınakta
beyaz çimento ile yapılan
restorasyon da uzmanlar tarafından eleştiri
yağmuruna tutuldu. Kazı Başkanı Prof.Dr. Coşkun
Özgünel ise uygulamanın ‘normal’ olduğunu söyledi.
Foça’da Ceneviz Osmanlı Kalesi’nin restorasyonunda
çimento kullanılmadığını, orijinal Horasan ile kireç
harcı kullanıldığını ve bu başarılı restorasyondan
dolayı da UNESCO Geçici Miras Listesi’ne
kaydedildiğini duyurmuştuk.
Türkiye ’nin pek çok yerinde devam eden
restorasyonlarla ilgili gelen mail’lerde çimentonun
yoğun şekilde kullanıldığı yönünde şikayetler aldık.
Ancak bir okuyucumuzdan gelen fotoğraf ve video
hepimizi şaşırttı. Fotoğrafta tonlarca ağırlıkta
yükü olan bir TIR, Apollon Tapınağı’nın ortasına
çıkmış yükünü boşaltıyordu. Diğer tarafta da günümüz
inşaatlarını andıran kalıplarla tapınağın taban
basamakları yeniden inşa ediliyordu. Okuyucumuz şu
notu düşmüştü: “Bu fotoğraf 30 Ağustos tarihinde
çekildi. Çimento yüklü kamyon çimento boşaltmak için
2500 yıllık tapınağın üzerine çıktı. Restorasyonda
çimento kullanılması da takdirinize...”
Fotoğrafın doğruluğunu öğrenmek için uzun yıllardır
Alexandria Troas Kazı Başkanlığı’nı yürüten Prof.Dr. Coşkun Özgünel’i telefonla aradık. Durumu
kendisine izah ettik. Açıkçası TIR’ın, bilgisi
dışında çıkarılmış olduğunu söylemesini bekliyorduk.
İşte Özgünel ile yaptığımız görüşme:
Apollon Tapınağı’nı ziyaret eden bir
okuyucumuzdan fotoğraf aldık. Çimento yüklü bir
kamyon Apollon Tapınağı’nın tam ortasında.
Olabilir.
Normal bir şey mi hocam?
Tabii. Restorasyon yapıyoruz.
Ama tapınağın üzerine çıkmış.
Ee nasıl boşaltacağız toprağın üzerine? Herhalde
önlemini aldık ki çıkardık.
Çimento kullanıyor musunuz, yoksa beyaz
kireç mi kullanıyorsunuz?
Beyaz çimentoyla birlikte mermer tozu kullanıyoruz.
Orijinal olması için mi yapılıyor?
Eğer
elinizde orijinal yoksa, onun imitasyonunu
yaparsınız.
Kalıp çakıp basamakları öyle düzenliyorsunuz
herhalde?
Tabii, tabii. çünkü elimizde sadece sütunlar ve üst
yapının yüzde 80’i var. Onun altında altyapıyla
ilgili hiçbir şey yok. Alttaki dolguydu, aynı
dolguyla kapandı bitti. Her şeyin statiği yapılıp da
restorasyon yapılıyor. Çimentosuz nasıl yapacağız?
Tutar mı? Kireç de tutmaz. Olan yerde orijinal
kullanılır, olmayan yerde taklit yapılır. Venedik
Tüzüğü’ne göre yapmamız gerekiyor. Yoksa olmayanı da
mermerden yapabiliriz ama insanları kandırırız
sonra.
Döneminde neyle yapılmış?
Kurşun kenetlerle yapılmış. Demir üzerine kurşun
akıtılarak yapılmış. Sütun ve üst yapıda bu tekniği
kullanacağız. Öteki köşeyi de öyle yaptık.
Daha önce bir model yapmıştınız.
Onun
devamını yapıyoruz. Üst yapı, çatının köşeleri
elimizde onları koyacağız. 8-10 sütun olacak
dikilen. Elimizde olanlarla yapıyoruz. Hepsini
yapamayız, o zaman yine restorasyon ilkelerine
aykırı. Tabii bilen bilmeyen çekiyor. İçeride proje
var görsünler diye. Kimsenin ona baktığı yok.
Koruma Kurulu’ndan onaylı mı?
Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’ndan proje
onaylanmadan nasıl yapabilirsiniz?
Çanakkale Kurulu’ndan onaylandı.
Aynı kurulun üyesiydiniz değil mi?
Benim üyeliğim devam ediyor ama ben imza atmıyorum.
Çok da tartışılıyor hocam restorasyonlarda
çimento kullanımı...
Oraya özel beton atılıyor. Onu bir anda atmanız
lazım. Öyle inşaata taban betonu ya da kat betonu
atmıyorsunuz ki. Özel beton geliyor, tapınağa zararı
yok.
Apollon Smintheus Tapınağı Biga
Yarımadası’nın güneybatı ucunda, Çanakkale ili
sınırları içinde Gülpınar beldesinde yer alıyor.
Jean Baptista le Chevalier 1785 yılında
Lektum-Babakale’den Alexandria Troas’a giderken
tapınağın toprak üstünde kalan kalıntılarını gördü
ve arkeoloji dünyasına ilk kez Apollon Smintheus
Tapınağı’nı tanıttı. R.P. Pullan 1861 yılında
tapınak alanına gelip kazı kararı aldı.
1866 yılında kazılara başlayıp Apollon Smintheus
Tapınağı’nı bilimsel olarak arkeoloji dünyasına
sundu. 1980 yılından bu yana ise tapınak ve
çevresinde kazı, sondaj ve restorasyon çalışmaları
Prof.Dr. Coşkun Özgünel tarafından sürdürülüyor.
Uzmanlar da şaşırdı
Yrd. Doç.Dr. Gülsün Tanyeli:
İnşaat kalıpları beni çok şaşırttı. İmitasyon ayrı
yerde yapılıp orada monte edilir. Burada özgün
basamakların üzerine bütünleme yapılıyorsa,
Çanakkale soğuk, yağışlı bir yer. Hepsi bozulur.
Lakin bunları yerinde görmek gerek. Coşkun Özgünel
tecrübeli bir arkeolog. Bu tür hata yapması mümkün
değil. Arkeolojik alan restorasyonları çok özel
yapılmalı. Çalışacak işçilerin bile tecrübeli
olmaları gerekir. O yüklü araç oraya çıkarken statik
hesaplanmalar yapıldı mı bilemiyoruz. Ancak fotoğraf
çok tartışılır.
Yrd. Doç.Dr. Yıldız Salman:
Çimento zamanla ana maddeyi oluşturan taş ile
etkileşime girerek yeni sorunlar çıkartabilir.
Dolayısıyla çimentonun grisini ve beyazını kullanmak
pek bir şey ifade etmez. Bunun için restorasyonlarda
çimento kullanımını pek tavsiye etmiyoruz.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 04.09.2013
|
BOZBURUN'DA TARİHİ
YAPILAR RESTORE EDİLEREK TURİZME KAZANDIRILIYOR
Kültür ve Turizm Bakanı
Ömer Çelik'in Ramazan Bayramı tatilini geçirdiği
Marmaris'in Bozburun beldesindeki tarihi yapıların
restore edilmesi ve turizme kazandırılması istendiği
öğrenildi.
Bozburun'daki yat kulübünde akşam yemeği yiyen ve
kahvaltı yapan Ömer Çelik, burada vatandaşlarla
sohbet etti. Bölge yaşayanı Çelik'ten
Adaboğazı'ndaki tarihi yapıların restore edilip
turizme kazandırılmasını istedi. Bakan Çelik bu
talepler üzerine Bakanlık görevlilerini arayarak
bölgeyle ilgili gerekli çalışmaların yapılması
talimatını verdi.
Bozburun Körfezi Coğrafik konumuyla bir iç deniz
niteliği taşıyor. Kıyı kesiminde Arkeolojik bölümler
var. Planlama alanı içinde kalan sit alanı 3.derece
Körfezin ağzında yer alan adada birinci derece
Arkeolojik Sit Alanı tescili yapıldı.
Tahribata uğrayan Patakis Kilisesi Bozburun Koyu
girişinde bulunuyor. Ayrıca bölgede tarihi yel
değirmeni ve kilisenin yanı sıra tahrip olmuş eski
evler de bulunuyor.
Türkiye Turizm,
03.09.2013
|
558 YILLIK ENDÜSTRİNİN HİKAYESİ
Kasımpaşa'dan Hasköy'e doğru uzanan Haliç,
Camialtı ve Taşkızak tersaneleri Fatih Sultan Mehmet
tarafından 1455 yılında kuruldu. Tersanei Amire
adıyla kurulan imparatorluk tersanesi bugün Haliç
tersaneleri adıyla anılıyor ancak kısa bir süre
içinde adı da kimliği de değişecek.
Gemilerin karadan
yürütüldüğü Haliç'e her biri 70 yat kapasiteli 2 yat
limanı, 400 oda kapasiteli 5
yıldızlı iki otel, dükkanlar,
restoranlar, kongre ve
kültür merkezleri, sinema
ve eğlence tesisleri, 1000 kişilik cami ve otopark
yapılacak.
İstanbul’un fethi
Haliç’in de kaderini değiştirdi. II. Mehmet’in
İstanbul
kuşatması sırasında donanmaya ait gemilerden bir
kısmının karadan yürütülerek Haliç’e indirmesi hala
konuşulan bir savaş taktiği olarak tarihe geçti.
İstanbul’un fethinden kısa bir süre sonra
Bizans döneminden kalan Kadırga Limanı tersane
olarak kullanıldı. 1455 yılında da Haliç’te bugünkü
tersanenin bulunduğu tarafta Bizans tersanesinin
kalıntıları üzerine birkaç gözden ibaret olan ilk
tersane kuruldu. Osmanlı tarihi boyunca önemli
hizmetler görecek dünyanın en eski endüstriyel
tesisinin temeli atılmış oldu.
Yavuz Sultan Selim (1512-1520) padişah olduktan
birkaç ay sonra donanmayı büyütme işine yeniden hız
verdi. Gelibolu ve İstanbul’da her biri 100 gözlü
toplam 200 kadırga alacak daha büyük tersaneler
kurulmasını emretti. 1513-1514 yıllarında Galata’nın
batısında büyük tersane için inşaata başlandı.
Mezarlıklar kaldırıldı
Venedik Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki
daimi temsilcisi Antonio Guistiniani’nin
anlattıklarına göre inşaat bölgesindeki mezarlar
taşındıktan sonra 1513 sonbaharında ilk 4 göz
tamamlandı. 1514 baharında 50, yaz sonuna doğru 100
göz hazır duruma geldi. 1515 yılında ise
imparatorluk tersanesi Haliç’te hizmet vermeye
başladı. 16. yüzyılın ortalarında Tersanei Amire
olarak adlandırılan tesis, en parlak dönemini Kanuni
Sultan Süleyman ve Sokullu Mehmet Paşa döneminde
yaşadı. Kaptanıderya Barbaros Hayrettin Paşa
tersaneye yeni bir düzen verdi.
Yeni gemilere direnç
17. yüzyılın başlarında yeni tip gemilerin yapımına
karşı bir direnç oldu. Bu dönemde kadırga tipi gemi
yapımına direnilmesi tersanede kalyon yapımına
başlanılmasını geciktirdi. 1571’deki İnebahtı
mağlubiyetinde daha büyük ve güçlü silahlarla
donatılmış yelkenli gemilerin geleneksel kadırgaya
üstünlüğü görüldü ve ilk kez 1647’de Tersanei
Amire’de büyük kalyon inşa edildi. 18. yüzyılın ilk
yıllarında tersanede yeni gemi inşaatına dair bir
bilgi yok. Sadece 1707’de Sadrazam Çorlulu Ali
Paşa’nın tersanenin merkezine bir cami ve Hasköy’de
yeni bir çıpa dökümhanesi (Lengerhane) yaptırdığı
biliniyor.
İTÜ’nün temelleri atıldı
Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın kaptanıderyalığı
sırasında özellikle gemi inşasında önemli gelişmeler
oldu. Haliç Tersanesi bir endüstri merkezi olmanın
yanında aynı zamanda bir okul özelliği de
gösteriyordu. Devletin diğer tersanelerindeki
idareciler, mühendis ve teknikerler buradan
yetişirdi. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin temeli
1773 yılında “Mühendishanei Bahrii Hümayun” olarak
tersanenin içinde atıldı. Tersanede her seviyede
teknik eleman yetiştiren sanat okulları vardı.
Havuz inşaatı başlıyor
Sultan III. Selim ve Küçük Hüseyin Paşa zamanında
Osmanlı gemi teknolojisinde başlatılan modernleşme
hareketi tersanenin bünyesindeki değişiklikleri de
beraberinde getirdi. Tersanenin genişletilmesi
amacıyla tersane bahçesinde yer alan Aynalıkavak
Sarayı yıktırılarak yerine Taşkızak ve Ağaçkızak
tesisleri kuruldu. Tersanei Amire’de gemiler önce
çeşm veya göz denilen yerlerde ve karada inşa
edilmekteydi. İnşası biten geminin suya indirilmesi
ve tamiri gerekenlerin kızaklara çekilmesi
gerekiyordu.
O dönemde Avrupa’daki tersanelerde gemilerin tamir
ve kalafat edilmeleri için havuzlar inşa edilmeye
başlanmıştı. Bu havuzlarda yapılan tamirlerle
gemiler çok daha uzun süre dayanabilmekteydi.
Sadrazam Damat Melek Mehmet Paşa ve Kaptanıderya
Küçük Hüseyin Paşa (1792-1803) döneminde Avrupa’da
havuzlarda muhafaza ve kalafat edilen gemilerin
yaklaşık 40-45 yıl dayandığı, Osmanlı gemilerinin 15
yıldan fazla dayanmadığı anlaşıldı ve tersanede bir
havuz inşa edilmesi kararlaştırıldı. İsveçli
mühendis Rhode’nin başkanlığında tersanedeki zahire
ambarlarının bitişiğinde havuz inşasına 4 Şubat 1797
günü başlanıldı.
Havuz inşasında ihtiyaç duyulan kereste Kidros ve
Cide’den, çam Misivri ve Akyolu’dan, meşe İzmit’ten
getirtildi. Havuz inşası için önemli bir malzeme
olan taş ise İstinye’deki taş ocaklarından sağlandı.
Havuz inşasında suda sertleşen bir yapıya sahip
olduğu için İtalya’daki Vezüv yanardağından çıkan
volkanik kül getirtilerek harç olarak kullanıldı.
Yapımına 1797’de başlanan havuz 3 yıl sonra 1880
yılında tamamlandı. 1875 yılında boyutları büyütülen
havuzun boyu 153 metre genişliği 16 metreydi.
Taş havuz 1821 yılında bitirildi
Günümüzde 2 No’lu havuz olarak nitelendirilen taş
havuz ise 2. Mahmut döneminde baş mühendis Manol
Kalfa yönetiminde 1821 yılında bitirildi. Bu dönemde
Haliç Tersanesi’nde 64 toplu Nusratiye, Tevfikiye,
Şadiye, Piri Şevket (1837) gemileri denize
indirildi.
İlk buharlı gemi
Aynı yıl ilk buharlı gemi yapımına başlandı. 1 No’lu
havuz diye bilinen taş havuzun inşaatına ise Sultan
Abdülmecit zamanında 1857 yılında Vasil Kalfa
gözetiminde başlandı. Yapımı 13 yıl süren havuz 1870
yılında Sultan Abdülaziz zamanında tamamlandı. 1876
yılında tahta çıkan II.Abdülhamit döneminde Haliç
Tersanesi büyük gemiler yapabilecek kapasiteydi.
1881 yılında Şat botunu yapan Haliç Tersanesi’nde
1885 yılında Hamidiye zırhlısı onarıldı. 1884
yılında Şimşiri hücumbotu denize indirmiştir.
Zırhlı, korvet ve fırkateyn yapımı sürdürüldü.
II.Abdülhamit’in son dönemlerinde tersane
çalışmaları aksamaya başladı. Gemilerin yurtdışından
alınmaları sonucu tersane bakım ve onarım
çalışmalarına yöneldi.
Haliç'in yeni hali
Haliç ve Taşkızak tersaneleri temmuz ayında da 49
yıllığına “yap-işlet-devret” modeliyle özel sektöre
devredildi. Tarihi Aynalıkavak Kasrı, Taşkızak
Tersanesi ve Divanhane binasının da bulunduğu 25
dönümlük alanda 2 yat limanı, 5 yıldızlı iki otel,
dükkanlar, restoranlar, kongre ve kültür merkezleri,
sinema ve eğlence tesislerinin kurulmasını öngören
projenin yapımını 1 milyar 346 milyon dolar teklif
veren “Sembol-Ekopark-Fine Otel” üstlendi. Kazanan
ortaklığın lider şirketi Sembol İnşaat’ın sahibi,
AKP iktidarıyla birlikte yıldızı hızla yükselen
Fettah Tamince. İnşaat 4 yılda tamamlanacak.
İlk proje Kartal araba vapuru
Haliç Tersanesi’nde inşasına başlanan ilk proje
Kartal araba vapuru oldu. Dönemin imkansızlıkları
içinde büyük riskler alınarak 1952-1953 yılında bir
kızak inşa edildi. Vapur 1 Temmuz 1953’te büyük bir
törenle denize indirildi ve 1954 yılında tamamlandı.
1960’lı yıllarda Deniz Kuvvetleri’ne 8 adet çıkarma
gemisi inşa etti. Son senelerde ise tersanede yolcu
gemileri, araba vapurları ve feribotlar inşa edildi.
Kasımpaşa deresi ile Atatürk Köprüsü arasında
bulunan 69 bin 810 metrekarelik bir alana yayılmış
olan, 475 metre uzunluğunda bir rıhtımı bulunuyor.
Pearl Harbor’dan kurtulan gemi
Camialtı ve Taşkızak tersanelerinde birçok tescilli
yapı da bulunuyor. Hasbahçe mesire yeri, Osmanlı
mührü ve tuğrası taşıyan bir çeşme, Valide Sultan
kızağı, Cumhuriyet döneminde yapılan 2 tarihi kızak
rampası, bir taş havuz bu eserler arasında. Tersane
bölgesinde bulunan 600 kişi kapasiteli tarihi
Çorlulu Ali Paşa Camisi’nin de ilginç bir öyküsü
var. 1941 yılındaki Pearl Harbor saldırısından
hastane gemisi Solace yara almadan kurtuldu. Savaş
sonrası hayatları bu gemi sayesinde kurtulan gençler
dernek kurup Solace gemisinin kabartması olan
madalyalar takmaya başladı.
ABD gemiden rahatsız oldu
Savaş karşıtı bir hava yarattığı için ABD hükümeti
bu gemiden rahatsız oldu ve satışa çıkardı. Gemiyi
Türkiye satın aldı ve Ankara ismini vererek
Avrupa’ya seferler yapmaya başladı. Uzun yıllar
kullanıldıktan sonra gemi hurdaya çıktı. 1980’li
yıllarda gemi İzmir Aliağa’da söküldü. Bu sırada
Haliç Tersanesi içindeki Çorlulu Ali Paşa Camisi’nin
şadırvanında yapılan restorasyon için kurşuna
ihtiyaç duyuldu. Solance’nin röntgen odasından
sökülen kurşun Haliç’e gönderildi ve şadırvanın
çatısına konuldu.
Cumhuriyet, 03.09.2013
|
DERBE HÖYÜĞÜ'NDEKİ KAZILARDA NEOLİTİK ÇAĞ'IN
İZLERİNE RASTLANDI
Selçuk Üniversitesi (SÜ)
Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü
ekiplerince, Karaman'ın Ekinözü Köyüne 3 kilometre
uzaklıktaki Derbe höyüğünde sürdürülen kazı
çalışmalarında, Neolitik Çağ'ın izlerine rastlandığı
bildirildi.
SÜ Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim
Üyesi Yrd. Doç.Dr. Mehmet Tekocak, yaptığı
açıklamada, Derbe'de 8 arkeolog ve 10 işçiyle
yaptıkları kazı çalışmalarında, 19 sondaj
çukuru açıldığını ve bu sondajlardan önemli
bulgulara ulaşıldığını söyledi.
Çalışmalarda, mezarlarla, çok sayıda pişmiş
topraktan yapılmış kap-kacak, cam ve metal objenin
gün ışığına çıktığını belirten Tekocak, tahribata
maruz kaldığından dolayı kalıntıların işlevlerini ve
plan tiplerini kesin olarak tespit etmenin şu an
için çok güç olduğunu ifade etti.
Höyükte, depolama ve yaşam alanı olarak
kullanılmış mekanların olduğunu dile getiren
Tekocak, şunları kaydetti:
"Çalışmalarımız arasında en önemli kalıntılar,
muhtemelen kiliseye ait olduğunu düşündüğümüz uzun
ve geniş duvarla, bir apsise ait çeyrek daire
şeklindeki duvarlardır. Buradaki mimari unsurların
farklı dönemlerde tamirat, değişiklik ve eklemeler
yapmak suretiyle tekrar kullanılmaya devam
edildiğini görüyoruz. Duvarların oldukça zayıf
işçiliğe sahip olması ve kimi zaman yıkılan
bölümlerde kerpiç duvar kullanılmasından
dolayı burada yaşayanların çok zengin topluluk
olmadığını düşünüyoruz. Çıkan pişmiş toprak, cam ve
metal buluntularının kayıt altına alındığı
laboratuvar çalışmaları yapıldı. Kazılarda ortaya
çıkan seramiklerin daha çok Demir Çağı, Hellenistik
ve Roma dönemi uygarlıklarına ait olduğunu, bu
durumda höyükte çok uzun bir süreçte yerleşimin
devam etmiş olabileceğini tahmin ediyoruz.
Çalışmalarda ele geçen az sayıdaki seramik
örneklerden, bu höyüğün Neolitik Çağ'a kadar
da gidebileceğini düşünüyoruz."
Derbe'nin turizm için önemli bir merkez
olabileceğini vurgulayan Tekocak, bugüne kadar
yapılan kazı çalışmaları sonucunda
bölgenin, Hristiyanlık için son derece büyük öneme
sahip Derbe antik kenti olup olmadığıyla ilgili
kesin verilere ulaşmaya çalıştıklarını sözlerine
ekledi
haberler.com, 03.09.2013
|
SAMSUN'DA 2 BİN 300 YILLIK MEZAR ODALARI BULUNDU
Samsun'un
İlkadım İlçesi'nde bir inşaat çalışmaları
sırasında Hellenistik dönemine ait olduğu belirlenen
mezar odaları ortaya çıktı.
Samsun'un
İlkadım İlçesi Rasathane Mahallesi
Bafra Caddesi'nde bir inşaat kazısı sırasında
yaklaşık MÖ 300 Hellenistik dönemine ait olduğu
belirtilen 6 mezar odası bulundu. Ayrıca
Samsun Arkeoloji ve Etnografya Müzesi
yetkilileri tarafından dünden beri yapılan kazı
çalışmalarında; 1 adet altın Yunan sikkesi (obol), 1
altın göz bandı, 1 çift küpe, 2 metal ayak bilekliği
(halhal), 1 metal saç iğnesi, 2 madeni ayna parçası
ve çok sayıda topraktan yapılmış tarihi kalıntılar
bulundu.
Yetkililer kazı çalışmalarının devam edeceğini
belirttiler.
haberler.com, 03.09.2013
|
|
TLOS GÖRKEMİNE YENİDEN KAVUŞACAK
Muğla'nın Seydikemer
İlçesi'nde bulunan ve her yıl
100 bin kişinin ziyaret ettiği
Tlos Antik Kenti, eski görkemli günlerine
yeniden kavuşturulacak. Geçen yıl Roma
imparatorlarına ait heykellerin bulunmasıyla
bölgedeki önemi iyice artan Tlos'ta kazılar
aralıksız olarak devam ediyor. Ekipler Tlos
Tiyatrosu'nu 3 boyutlu çizimlerle yeniden ayağa
kaldırmaya çalışıyor.
Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür
Teşkilatı'nın (UNESCO) Dünya Mirası Geçici
Listesi'nde bulunan,
Tlos antik kentinde kazı çalışmaları
Prof.Dr.
Taner Korkut başkanlığında sürüyor. Kazı ekipleri
tarafından aralıksız olarak devam eden çalışmalarda
önemli kalıntılara ulaşıldı. İçerisinde tanrıça
heykelinin de bulunduğu Roma imparatorlarına ait
heykellerin bulunması bölgeye olan ilgiyi daha da
artırdı. Devam eden çalışmalarda, Likya dönemine ait
antik tiyatroda restorasyona yönelik kazı
çalışmaları devam ediyor.
Kazı Başkanı Prof.Dr. Taner Korkut, gazetecilere
yaptığı açıklamada, bu yıl ki Tlos kazı
çalışmalarından birisinin de Tlos Tiyatrosu olduğunu
söyledi. Antik tiyatroda restorasyona yönelik kazı
çalışması yürüttüklerini belirten Korkut,
çalışmalarda bulunan tüm buluntuların bilgisayar
ortamında 3 boyutlu olarak çizilerek muhafaza
edildiğini açıkladı.
Korkut, yılda 100 bin kişi tarafından ziyaret edilen
Tlos antik kentinde; Kültür ve Turizm Bakanlığı,
Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji
Bölümü'nden 40 kişilik Türk ve yabancı bilim
adamları ve 40 işçiyle kazı çalışmalarını
yürüttüklerini kaydetti.
Bölgede 2005'ten bu yana 4 büyük alanda çalışma
yaptıklarını belirten Kazı Başkanı Akdeniz
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Taner Korkut, şöyle konuştu: "Şu anda akropol
kaya mezarları, stadyum, büyük hamam ve tiyatrodaki
çalışmalarımız devam ediyor. Özellikle antik
tiyatroda yoğunlaşan kazılarda, yüzlerce mimari blok
kaldırıldı ve taş tarlasına taşındı. Burada çok
sayıda tiyatro var. Ancak Tlos tiyatrosunun kendine
has bir yapısı var. Hem gösterişli sahne binası
hemde oturma sırası düzenlemesiyle çok özel bir
mimari yapısı var. Amacımız bu tiyatroyu eski
görkemli günlerindeki haline geri getirebilmek."
dedi.
Tlos antik kentindeki çalışmaların daha çok anıtsal
restorasyona yönelik devam ettiğini aktaran Taner
Korkut, bakanlık tarafından bölgede başlatılan pilot
uygulamanın da hızla devam ettiğini aktardı. Kültür
ve Turizm Bakanlığı'nın antik kent için 'alan
yönetimi planı' hazırlandığını ifade eden Korkut,
"Ön çalışmaları tamamlanan proje pilot olarak
Tlos'ta uygulanacak. Hazırlanan plan çerçevesinde
antik kentte yürüyüş yolları ve levhalandırmalar
oluşturulacak. Karşılama merkezine gelen
ziyaretçilerin daha güzel ortamlarda kenti gezmesi
için düzenlemeler yapılacak." dedi.
Sabah, 03.09.2013
|
KÜLLÜOBA KAZISI ÇALIŞMALARINA ARA VERİLDİ
Bilecik
Şeyh Edebali Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü tarafından yürütülen Küllüoba
kazısı çalışmalarına 2013-2014 eğitim-öğretim
döneminin başlaması nedeniyle ara verildi
bildirildi.
Eskişehir'in
Yenikent Köyü yakınında bulunan Küllüoba kazısı
çalışmalarına eğitim-öğretim döneminin başlamasıyla
ara verildiği belirtildi.
Arkeoloji Bölüm Başkanı
Prof.Dr. Turan Efe
başkanlığında, öğretim üyeleri ve
öğrenciler tarafından yaz döneminde aralıksız
sürdürülen kazılarda birçok arkeolojik bulgunun gün
yüzüne çıkartılarak bilim dünyasının hizmetine
sunulduğu kaydedildi.
Kazı alanını Bilecik
Şeyh Edebali Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr. Azmi
Özcan'ın da ziyaret ettiği ifade edildi.
Kazı alanında, 1996 yılından bu yana çalışmaların
sürdürüldüğü ve MÖ 3 bin yıla ait yerleşim
alanlarının bulunduğu aktarıldı.
haberler.com, 03.09.2013
|
|
DÜNYANIN EN ESKİ KÖPRÜSÜ TÜRKİYE'DE
Uluslararası Associated Press (AP) Haber Ajansı, Adana'da Seyhan Nehri üzerindeki Taşköprü'yü 'Dünyanın en eski köprüsü' başlığıyla haber yaptı. Haberde, Roma İmparatorluğu döneminde 384 yılında yapılan Taşköprü'nün çeşitli zamanlarda çekilmiş 10 fotoğrafına yer verildi.
Haberde Taşköprü'nün dünyada hala kullanılabilen en eski köprü olduğu vurgulanırken, teknik özellikleri hakkında da açıklamalar yer aldı. Sabancı Camii'nin görkemli manzarası önündeki Taşköprü'nün Roma İmparatorluğu döneminde İmparator Hadrian tarafından, mimar Auxentius'a inşa ettirildiği ve 'Justinian Köprüsü' adı verildiği kaydedildi. 2006 yılına kadar motorlu araçlara da açık olan köprünün, onarıldıktan sonra 2007 yılından itibaren sadece yaya ve bisiklet geçişine açıldığı bilgisi verildi. 310 metre uzunluğunda ve 11.4 metre genişliğindeki köprünün 21 gözlü olarak inşa edildiği, ancak günümüzde 14 gözlü olarak hizmet verdiği de haberde yer alan bilgiler arasında.
Zaman, 03.09.2013
|
MÜZAYEDECİYE HIRSIZLIK TUTUKLAMASI
Napoli’nin ünlü Girolamani Kütüphanesi’nden
çalınan antika değerinde nadir kitapların Almanya’da
açık arttırmaya çıkacağının öğrenilmesi üzerine
İtalyan savcılar, müzayede evi sahibi Herbert
Schauer’in tutuklanmasını istedi.
Almanya’nın ünlü antika müzayede evlerinden
birinin sahibi Herbert Schauer, Napoli’de 16’ncı
yüzyıldan kalan bir kütüphaneden aralarında Galileo
Galilei’nin çalışmalarının da yer aldığı 400 nadir
kitabı çalmakla suçlandı. Napoli’nin ünlü Girolamani
Kütüphanesi’nden çok sayıda antika değerinde nadir
kitabın çalınması olayını araştıran İtalyan
savcılar, bunlardan 400’ünün Almanya’da açık
arttırmaya çıkacağını öğrendi.
Avrupa çapında arama emri çıkartan İtalyan makamları
Alman polisinden Münih’teki Zisska&Schauer
Müzayedeevi ortaklarından Herbert Schauer’in, “suça
teşvik”, “sanat eseri hırsızlığı” ve “çalıntı mal
bulundurmak” suçlamalarıyla tutuklanmasını istedi.
Schrauer ise suçlamaları “abes, komik ve mesnetsiz”
buluyor. Girolamani Kütüphanesi’ndeki hırsızlık,
kütüphanede inceleme yapan bir sanat tarihçisinin
bazı kitapları çöpler arasında bulmasıyla
anlaşılmıştı. Çalınanlar arasında Rönesans’ın ilk
botanik, zooloji, fizik ve matematik kitaplarıyla
Avrupa’da yapılmış ilk akapunktur incelemeleri de
bulunuyordu.
Hürriyet, 03.09.2013
|
ÇAYIRHAN JULİAPOLİS ANTİK KENTİNDE KAZILAR BAŞLADI
Nallıhan İlçesi
Çayırhan beldesindeki 2 bin yıllık kayıp
juliopolis antik kentinde kazılar yeniden başladı.
Çayırhan Belediye Başkanı
Ömer Bayrak, geçtiğimi yıllarda
Anadolu Medeniyetleri Müze Müdürlüğü'nün
koordinatörlüğünde ve
Çayırhan Belediyesinin destekleriyle sürdürülen
kazıların yeniden başladığını bildirdi.
Bayrak, kayıp Juliopolis'te bu güne kadar
sürdürülen kazılarda 1000'nin üzerinde antik ve
tarihi esere rastlandığını belirterek, sürdürülen
kazılarda bu güne kadar 450 dolayında mezar odasına
ulaşıldığını söyledi.
Bayrak, "Sürdürülen kazılarda ortaya
çıkan oldukça gösterişli bir biçimde renkli
boyalarla süslenmiş ve kitabeli, erken roma dönemi
Hristiyan mezarı da dinler tarihi açısından
Çayırhan beldesinin önemli bir merkez olduğunu
ortaya koymaktadır" dedi.
Çayırhan beldesinin Juliopolis antik kenti
nekropolü ile birlikte kültürel anlamda yeni bir
boyut kazandığını dile getiren
Ömer Bayrak, şunları söyledi.
"Sürdürülen kazılarda ortaya çıkarılan ve büyük
çoğunluğu
Sarıyar Baraj Gölü altında kalan Juliopolis
antik kentinin savunma duvarları ortaya çıkarıldı.
Başlatılan kazalar ile kentin savunma duvarlarının
tamamının ortaya çıkmasını sağlayacağız. Julioplis
Nekropolü kazıları, Arkeoloji ve Eskiçağ tarihine
yepyeni bilgiler kazandırdığı gibi,
Çayırhan'da Kültür turizmini de son 3 yıl içinde
hayli hareketlendirmiştir. Geçen sürelerdeki yapılan
kazılarda ele geçen binlerce Kültür varlığının bir
bölümü,
Anadolu Medeniyetleri Müzesine ait alt salonda
ve Ankara bölümünde dört ayrı vitrinde sergilenerek
ulusal ve uluslararası ziyaretçilerin beğenisine
sunulmuştur."
haberler.com, 03.09.2013
|
BALAT'TAKİ KAMULAŞTIRMA 'ACELE İPTAL'
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile
belediyeler tarafından
kentsel dönüşüm yapılan semtlerde
anlaşmazlık halinde uygulanan ‘acele
kamulaştırma’ya fren geldi. Sulukule, Tarlabaşı,
Süleymaniye gibi ‘5366 sayılı Yıpranan Tarihi ve
Kültürel Varlıkların Yenilenmesi Yasası’
kapsamındaki pek çok projede, anlaşmaya
yanaşmayan vatandaşların mülklerine acele
kamulaştırma yapılmıştı.
Fatih Belediyesi Fener-Balat-Ayvansaray
Yenileme Alanı’nda da benzer yöntemle birçok
mülke ‘acele kamulaştırma’ uyguladı. Bunlardan
biri de Balat’taki Plato Meslek Yüksek Okulu’na
ait binaydı. Okul, Danıştay 6. Dairesi’nde dava
açtı. Danıştay yürütmeyi durdurma kararı
verirken, acele kamulaştırmaya izin veren
bakanlar kurulu kararı için de‘ “Hukuka
uyarlılık yok” tespiti yaptı. Acele
kamulaştırmayla ilgili ilk defa bakanlar kurulu
kararı iptal edilmiş oldu.
Gerekçe: Yurt savunması
Fener-Balat-Ayvansaray Yenileme Alanı Avan
Projesi 9 Aralık 2009’da Fatih Belediye
Meclisi’nde onaylanmıştı.
İstanbul Yenileme Alanları Koruma Kurulu
tarafından da onaylanan proje için Mimarlar
Odası, İstanbul 5. İdare Mahkemesi’nde dava
açmıştı. Mahkeme 7 Mayıs 2012’de ‘mahalle
kültürünü yok ettiği, tarihsel dokuya zarar
verdiği, kamu yararı olmadığı, şehircilik
ilkelerine aykırı olduğu’ gerekçeleriyle
projeleri iptal etmişti.
Bunun üzerine Fatih Belediyesi, bir yandan yeni
projeyi meclisten geçirirken diğer yandan da
kentsel dönüşüm için bakanlar kurulundan acele
kamulaştırma izni istedi. Bakanlar kurulu, 10
Eylül 2012 tarihinde, Kamulaştırma Kanunu’nun
‘yurt savunması veya olağanüstü durumlarda’
uygulanan 27. maddesini gerekçe göstererek acele
kamulaştırma kararı aldı. Böylece
Fener-Balat-Ayvansaray projesi içinde yer alan
Molla Aşkı, Balat Karabaş, Atik Mustafa Paşa,
Tahta Minare mahallelerinde vatandaşların
mülklerine el konulmaya başlandı. El konulmak
istenen binalardan biri de özel bir okuldu.
İçinde öğrencilerin bulunduğu bina için Fatih
Belediyesi acele kamulaştırma çıkarttı. Bunun
üzerine Plato Meslek Yüksek Okulu yönetimi,
bakanlar kurulunun acele kamulaştırma kararına
itiraz ederek Danıştay 6. Dairesi’nde yürütmeyi
durdurma davası açtı. Fatih Belediyesi ve
Başbakanlık benzer savunmalar yaparak, okulun
yenileme alanında kaldığını, kamu yararı
gözetildiğini ve yenileme projesinin hızlı bir
şekilde sonuçlandırılması amacıyla kararın
alındığını ileri sürdü.
Savunmalar yetersiz
Ancak mahkeme savunmaları yeterli bulmadı.
Mahkeme, acele kamulaştırma yönteminin
olağanüstü kamulaştırma usulü olarak
öngörüldüğünü, istisnai durumlarda uygulanacak
bir yöntem olduğunu vurguladı. Acele
kamulaştırma nedenlerini inceleyen mahkeme.
kararının gerekçesinde şöyle dedi:
“Bölgedeki bütün taşınmazların parsel bazında
bir inceleme yapılmadan acele kamulaştırmasına
karar verildiği, acele kamulaştırma gerektirecek
şartların olup olmadığı konusunda herhangi bir
değerlendirme ve tespit yapılmadığı, yenileme
alanı ilan edilmesi ve proje uygulanacak olması
gerekçe gösterilerek acele kamulaştırma kararı
alındığı anlaşılmaktadır. İlgili idarece
öncelikle taşınmaz malikleri ile anlaşma yoluna
gidilmesi, anlaşmanın gerçekleşmemesi halinde de
yine ilk önce olağan kamulaştırma yolunun tercih
edilmesi, ancak 2942 sayılı yasanın 27.
maddesinde yer alan acelelik halinin
bulunduğunun saptanması halinde acele
kamulaştırılması zorunlu bulunan taşınmazlara
yönelik olarak gerekli tespitler yapılarak
sebepleri de belirtilmek suretiyle bakanlar
kuruluna başvuruda bulunulması gerekmektedir.”
MAHKEME: HUKUKA UYARLILIK YOK
Mahkemenin iptal kararı: “Alanın yenileme alanı
olarak belirlenmesinin tek başına acele
kamulaştırma yapılmasına gerekçe teşkil
etmeyeceği, acele kamulaştırma prosedürünün
uygulanabilmesi için gerekli olağanüstü
durumların ve bu yönteme başvurulması ile
amaçlanan kamu yararının somut olarak ortaya
konulmadığı sonucuna varılmıştır. Taşınmazların
acele kamulaştırılmasını gerektirecek acelelik
halinin bulunmaması karşısında, dava konusu
taşınmazların acele kamulaştırılması yolunda
tesis edilen bakanlar kurulu kararında hukuka
uyarlılık bulunmamıştır.”
İPTAL EDİLEN İLK BAKANLAR KURULU KARARI
Davayı açan Avukat Taha Ayhan kararı şöyle
yorumladı:
“Her gün bir acele kamulaştırma kararı çıkıyor.
Yenileme alanlarında acele kamulaştırma yöntemi
ile uyuşmazlık gösteren mülk sahipleri zor
durumda kalıyor. Biz de bu yöntemle mağdur
edildik. Dava açarak hakkımızı geri aldık.
Ülkemizde acele kamulaştırma konusunda ilk defa
bir bakanlar kurulu kararı iptal edilmiş oldu.”
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 03.09.2013
|
GÜLBENKİAN'DA
OSMANLI SERGİSİ
Osmanlı’nın Ermeni
asıllı iş adamlarından Calouste Sarkis Gülbenkian’ın
Lizbon’da kurduğu Gülbenkian Müzesi, ekim ayında
aralarında Osmanlı eserlerinin de olduğu pek çok
objenin yer alacağı bir sergiye ev sahipliği
yapacak.
25 Ekim’de açılıp 26 Ocak’a kadar görülebilecek
“The Splendour of Cities: The Route of the Tile”
başlıklı sergide Calouste Sarkis Gülbenkian Vakfı’na
ait olan İznik çinilerinden oluşan bir
koleksiyon ziyaretçilerle buluşacak.
Sergide ayrıca,
Mısır’a ait antik eserlerin yanı
sıra
Asya’dan,
Batı
Avrupa’dan ve Kuzey
Afrika’dan eserler de yer
alacak.
Sergi genel olarak, binaların yüzeylerini
kaplayan
seramik işçiliğine odaklanacak.
Milliyet, 03.09.2013
|
|
KANUNİ'NİN KALBİ MACARİSTAN'DA MI?
Osmanlı İmparatorluğu'nun 10'uncu padişahı Kanuni
Sultan Süleyman'ın kalbini arama çalışmalarında sona
yaklaşıldı. Macaristan'ta 7 Eylül 1566'da
seferdeyken Zigetvar bölgesinde 72 yaşındayken vefat
eden Kanuni'nin kalbini bulmaya çalışan Macar
araştırmacı ekibi, 20 Eylül'de bir rapor
yayımlayacaklarını açıkladı. BBC'nin haberine göre
bilim insanları, şimdiye kadar önemli bulgular etti.
Sultan Süleyman'ın ölümünün ardından cenazesinin
İstanbul'a götürüldüğünü ancak kalbinin, daha sonra
bir Katolik Kilisesi'nin inşa edileceği yerdeki bir
mezara gömüldüğü iddiasını aktaran BBC, araştırma
ekibinin başındaki isimle röportaj yaptı. Pecs
Üniversitesi öğretim üyelerinden Profesör Norbert
Pap, "Mesele sadece Süleyman'ın kalbi değil. Son 400
yılın her katmanının yeniden yazılmasını
gerektirecek bulgular elde ettik" dedi. Haberde,
Kanuni'nin Viyana yolundaki Zigetvar Kalesi'nin
kuşatılması sırasında hayatını kaybettiği ve ölüm
nedeni ile naaşı konusunda iddialar olduğu
hatırlatıldı. İddialara göre Kanuni kuşatmada
yaralanınca öldü, bazılarına göre de geçirdiği
hastalıktan yaşamını yitirdi ve bir diğer iddiaya
göre kalenin fethinden sonra kalp krizinden hayatını
kaybetti. Ancak Kanuni'nin öldüğü ordudan saklandı.
Naaşı da çürümesin diye iç organları alındı. Kalbi
de altın kabın içine konulup Macar ekibin şu sıralar
kazı çalışmaları yaptığı alana gömüldü. Haberde bu
iddiaların Turbeki kilisesindeki kitabede
yazıldığının da altı çizildi. Kanuni'nin kayıp kalbi
hakkında konuşan Profesör Pap ise hikayenin siyasi
olduğuna inanıyor. Profesöre göre kitabe 1916'da
siyasi nedenlerle kilisenin papazı tarafından
konuldu. Dönemin Avusturya Macaristan
İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı
İmparatorluğu'yla müttefik olduğunu hatırlatan Pap,
"İki eski imparatorluğun ölümsüz dostluklarını
doğrulayacak sembollere ihtiyacı vardı. Efsane
buradan kaynaklanıyor" diye konuşuyor.
'TURİZMİ HAREKETLENDİRİR'
BBC'nin haberinde de Kanuni'nin kalbinin şimdilerde
aranma nedeni de siyasi. Haberde "Macaristan ile
Türkiye arasındaki ilişkilerde büyük canlanma
yaşanıyor. İki Başbakan çok iyi anlaşıyor.
Macaristan'a gelen Türk turist sayısı geçen yıl
yüzde 45 arttı" denildi. Kanuni'yle ilgili her türlü
mirasın da turizmi daha da hareketlendireceği
kaydedildi.
Sabah, 03.09.2013
******
ALPASLAN'IN MEZARI HELE BİR BULUNSUN, KANUNİ'NİN
KALBİ DE BİR YERDEN ÇIKAR
“Muhteşem Yüzyıl” dizisi sayesinde
son birkaç senedir
Kanuni ile yatıp
Hürrem ile kalkan Türkiye üç günden buyana
hükümdarın Macaristan’da gömülü kalbini tartışıyor;
gazetelerde, TV’lerde, internet sitelerinde bir
“Kanuni’nin kalbi” muhabbetidir
gidiyor... Tartışmayı tarihçilerimizin yahut
yazarlarımızın başlattığını zannetmeyin! Basınımız
bilgiye dayalı her haber gibi
“Kanuni'nin
kalbi” konusunuda yabancı basından ithal
etti! Haberi ilk defa geçen Pazar günü BBC duyurdu,
sonra BBC’nin Türkçe bölümünün sitesinde yer aldı ve
basınımız oradan alıp tepe tepe kullandı! Asıl
kaynaktan, yani BBC’den ise sadece bir-iki yerde
bahsedildi, hatta büyük gazetelerden biri bizim
Erhan Afyoncu’nun geçen sene bu konuda
yazmış olduğu makalenin bazı bölümlerini de kendi
araştırmaları imiş gibi yayınladı!
SIRADA FATİH VAR
Tarihini son senelerde dizilerden ve romanlardan
öğrenmeye merak salan Türkiye, önümüzdeki günlerde
Fatih’i tartışmaya başlayacak, zira
bir kanalda Fatih Sultan Mehmed ile
ilgili yepyeni bir dizi başlıyor. Aradan biraz zaman
geçsin, aynen Muhteşem Yüzyıl’da olduğu gibi
Fatih’in halvetinden
Kazıklı
Voyvoda’ya, Bizans’ın entrika dolu
hikayelerinden hükümdarın eceliyle mi yoksa
zehirlenerek mi can verdiği muamması gibisinden daha
dünya kadar tarihi mesele gündemimize yerleşecek!
Üstelik çok büyük bir ihtimalle,
Fatih
Sultan Mehmed’in iç organlarının nereye
gömüldüğünü bile tartışacağız! Zira, Fatih cenazesi
mumyalanmış olan son padişahımızdır, gerçi Kanuni de
tahnit edilmiştir ama tahnidin sebebi hükümdarın
taaa Macaristan’da vefat etmiş olması ve cesedini
İstanbul’a kadar bozulmadan getirilebilme
kaygusudur; Fatih ise hayata
İstanbul’un yakınlarında veda etmiş, Topkapı
Sarayı’na nakledilen cenazesi iktidar mücadelesi
içerisinde geçen birkaç gün boyunca bir köşede
unutulmuş ve kokmuş, hatırlanmasından sonra o
zamanlarda mevcut olan gelenek uyarınca
mumyalanmıştı. Kanuni Süleyman’ın
kalbinin nereye defnedildiği şimdilerde merak konusu
oldu ama onun kadar önemli, hatta daha da önemli
olan bir başka hükümdarın bırakın kalbini, mezarının
bile nerede olduğunu bilmiyor ve merak bile
etmiyoruz... Alparslan’dan, yani bize Anadolu’nun
kapılarını açan Malazgirt Savaşı’nın geçen hafta
942. yıldönümü büyük törenlerle kutladığımız
muzaffer kumandanının kayıp mezarından
sözediyorum...
MERV’DE NE OLDU?
Büyük Selçuklu İmparatoru
Alparslan, Malazgirt’ten bir sene
sonra, 1072’de, esir aldığı ve Türk olan bir kale
kumandanı tarafından öldürülmüş, aradan asırlar
geçmiş ve mezarının nerede olduğu unutulmuştu...
Türk Tarih Kurumu’nun eski başkanlarından
Prof. Yusuf Halaçoğlu, bundan birkaç sene
önce Alparslan’ın mezarının bulunduğu
bölgenin Türkistan’ın Merv şehri yakınlarında
olduğunu ve mezarın kesin yerinin belirlenmesine
çalışıldığını duyurmuştu ama tarihçilerin ve
arkeologların TÜBİTAK’ın desteği ile yaptıkları
kazılar konusunda sonradan ses-sada çıkmamıştı. Türk
Tarih Kurumu şimdilerde tarihten ziyade logosundaki
kartal figürünü ne yapıpda kaldırabileceğinin yolunu
bulmak ile meşgul olduğu için
Alparslan’ın mezarı konusundaki çalışmaların
akıbetinden haber almak artık gayet zor!
Kanuni Sultan Süleyman’ın Macaristan’da
defnedilen kalbinin yerini belirlemek tarih
bakımından tabii ki önemli bir çabadır ama Türkler’e
Anadolu’nun kapılarını açan koskoca
Alparslan’ın mezarını ortaya çıkartabilmek,
böyle bir çabadan daha önemlidir. Önce bu kayıp
mezarı bulalım,
Kanuni’nin Merv’e
göre iki adım ötemizde olan Zigetvar Ovası’ndaki
kalbi biraz daha bekleyebilir!
Habertürk, Yazı: Murat Bardakçı, 04.09.2013
|
İKİNCİ ASLANTEPE Mİ?
Yazıhan İlçesi'ne bağlı
Mısırdere Köyü’nün merkezinde bulunan ve köy
halkının ‘Kale’ olarak adlandırdığı höyük biçimli 3
katmanlı tepenin, Orduzu beldesindeki tarihi
Arslantepe Höyüğü’nün bir benzeri olarak arkeolojik
yerleşim alanı olabileceği belirtiliyor.
Mısırdere Köyü Muhtarı
Abdulhamit İlhan, höyük görünümlü katmanlı tepenin
definecilerin tehdidi altında bulunduğunu belirterek
Malatya Kültür ve Turizm il Müdürlüğü ve Malatya
Müze Müdürlüğü yetkililerine bölgenin arkeolojik
açıdan incelenmesi ve gerekiyorsa korunma altına
alınmasını istedi.
İlhan; "Jandarmadaki
Kayıtlara Göre Sit Alanı"
Ansiklopedik bilgilere
göre, çok eski bir yerleşme yerinin zamanla toprakla
örtülüp tepe biçimine gelmiş hali höyük olarak
adlandırılıyor. Höyükler genelde üst üste gelmiş çok
evreli yerleşim yeri birikimleridir. 1-40 metre
yükseklikte ve 1000-1500 metre genişlikte olurlar.
Mısırdere Köyü’nün
merkezinde bulunan ve köy halkının ‘Kale’ olarak
andığı höyük görünümlü tepe de dış görünüş
itibariyle 3 katmandan oluşuyor. Köy muhtarının
anlatımına göre tepe Jandarma kayıtlarında ‘Sit
alanı’ olarak kayıtlanmış.
Mısırdere Köyü Muhtarı
Abdulhamit İlhan, “Köyümüzün tarihi kayıtlara geçen
yaklaşık 500 yıllık bir tarihi var. Köyümüzde Kale
olarak andığımız höyük görünümlü tepeye dair
köyümüzün yaşlılarından edindiğimiz bilgiye göre,
burası yığma bir tepe ve tarih öncesine dayanan bir
geçmişi olduğu sanılıyor. Bizim büyüklerimiz ve
büyüklerimizin de kendilerinden önceki kuşaktan
bugüne aktarılan bilgilere göre bu tepenin değişik
katmanlarında odalar ve tüneller bulunuyor.
Büyüklerimiz buranın bir
yaşam merkezi olduğuna dair güçlü kanıtlar olduğunu
söylüyordu. Hatta daha önceden ev falan yapmak için
temel kazıldığında çatal kaşık gibi mutfak
aletlerinin ve küplerin çıktığını anlatırlardı”
diyor.
"Definecilerin
Kıskacında"
Mısırdere Köyü Muhtarı
Abdulhamit İlhan, Mısırdere bölgesinin tarihi bir
yerleşim alanı olduğuna dikkat çekiyor ve bölgenin
arkeolojik ve tarihsel anlamda incelemeye muhtaç
olduğunu söylüyor.
Malatya Kültür ve Turizm
İl Müdürlüğü yetkililerinin ‘Kale’ olarak anılan çok
katmanlı tepeyi incelemesi gerektiğine vurgu yapan
İlhan bir tehlikeye de dikkat çekiyor: “Kale, bazı
rivayetlere göre içinde define ve değerli tarihi,
arkeolojik eşyaları da barındırıyor. Bu yüzden
yıllardır definecilerin uğrak merkezi haline geldi.
Tepe, definecilerin tehdidi altında. Biz
definecileri gördüğümüzde jandarmaya haber
veriyoruz. Jandarma her defasında bu definecileri
kovuyor ya da gözaltına alıyor ama defineciler
tepeyi delik-deşik etmekten vazgeçmiyor. Bu durumda
devletin ilgili makamlarının burada inceleme yaparak
gerekiyorsa koruma altına alması bir zorunluluktur”
şeklinde konuşuyor.
Mısırdere’de bir başka
sit alanının Kale tepesinin 200 metre ilerisindeki
Taş Harman mevkiindeki tarihi kalıntılar olduğunu
belirten Muhtar İlhan, “Bölgedeki yasa dışı
kazıların önlenmesi için devlet makamları bir an
önce devreye girmelidir” diyor.
Yeni Malatya, Haber:
Güler Hazar, 02.09.2013
|
|
FATİH'TE BİN 200 TARİHİ ESER ELE GEÇİRİLDİ
Fatih'te alttın sikke, heykel, bilezik ve çeşitli değerli taşlardan oluşan bin 200 tarihi eser ele geçirildi. Olayla ilgili 5 kişi gözaltına alındı.
Tarihi eser kaçakçılığı, Güven Timleri Şube Müdürlüğüne bağlı güven timleri Fatih'te bavul taşıyan 5 kişiden şüphelenmesi üzerine ortaya çıktı. Şahıslardan şüphelenen güven timleri şüpheli şahısları durdurarak bavulu inceledi. Bavulu inceleyen güven timleri bavulda, 140 altın sikke, 7 haç, 2 bilezik, 2 heykel, kolye ve taşlardan oluşan bin 200 tarihi eser ele geçirdi. Kültür Bakanlığı'ndan gelen bilirkişi ön raporuna göre, eserlerin Bizans dönemindeki tarihi eserler olduğu öğrenildi. Gözaltına alınan 5 kişi karakola getirilerek sorgulandı. Sorgulanan şahıslar bavuldaki eserleri Doğu Anadolu'dan İstanbul'a paraya çevirmek için getirdiği öğrenildi. Karakolda işlemleri tamamlanan 5 şahıs savcılığa sevk edildi.
Zaman, Fotoğraf: Trt Haber, 02.09.2013
|
KONAK'A 'TARİHİ KONAK'
Kentin her noktasında, en az 100 yıllık tarihi
binaları restore ederek kent yaşamına kazandıran
Konak Belediyesi, Alanyalı Konağının yenileme
çalışmaları için kolları sıvadı. Uzun yıllardır
bakım görmediği için çürümeye yüz tutan Alanyalı
Konağı’na kurtarıcı eli Konak Belediyesi’nden geldi.
19’uncu yüzyılın sonlarında inşa edilen tarihi bina,
geçmişin tanıklığını geleceğe taşıyacak. Bin 838
metrekarelik alana sahip 3 katlı konağı yeniden
hayata döndürecek olan Konak Belediyesi, İzmir’in
bir gizli cevherini bir kez daha ortaya çıkaracak.
Saadet Mirci, Ayla Ökmen ve Basmane Semt Merkezi
binaları, Sarmaşıklı ev, Kadın Müzesi, Tekel Tütün
Deposu, Kavaflar Çarşısı, Selvili Han, Mülkiyeliler
Birliği, Abacıoğlu Hanı gibi tarihi binaları restore
ederek tarihi, çağdaş kent anlayışıyla buluşturan
Konak Belediye Başkanı Dr. Hakan, çalışmalarının
süreceğini belirtti. Abacıoğlu Hanı projesiyle
Philippe Rotthier Avrupa Mimarlık Ödülünü İzmir’e
getirdiklerini hatırlatan Başkan Tartan şöyle
konuştu:
“Bir kenti yönetmek, görev süresi boyunca kaldırım
yapmak, çöp toplamak, vergi almak değildir. Bunlar
elbette yerel yönetimlerin genel sorumluluklarıdır
ancak bir kenti yönetmek, o kentin tarihine,
kültürüne, insanına ve geleceğine sahip çıkmak
demektir. Bu anlayışın bir yansıması da tarihin
değerlerini çağdaş kent yaşamıyla bütünleştirmek.
İzmirlilerin her şeyin en iyisini hak ettiğini
düşünüyorum. Bunun için her çalışmamızda ‘önce
insan’ diyerek, İzmir’i tarihiyle, doğasıyla,
kültürüyle, insanıyla bir bütün olarak
değerlendiriyoruz. Tarihi Kentler Birliğinden üç
ödül aldık. Avrupa Mimarlık Ödülünü İzmir’e taşıdık.
Kentin her noktasında tarihin değerlerini
İzmirlilerle buluşturmaya devam edeceğiz.”
Alanyalılar Konağı:
19’uncu yüzyıl sonu ile 20’inci yüzyılın başlarında
inşa edilen Konak, uzun süre Alanyalı ailesi
tarafından kullanıldığı için adı ‘Alanyalı Konağı’
olarak kalmıştır. Bir süre ‘Kestelli Kız Ortaokulu’
olarak hizmet veren bina, 1985 yılına kadar ise
öğrenci konukevi olarak kullanılmıştır. 1985-1992
yılları arasında ise kültür etkinliklerine merkez
olan Alanyalı Konağı, yüksek tavanları ve
işlemeleriyle döneminin özelliklerini yansıtıyor.
Haber Ekspres, 02.09.2013
|
'MARAŞ ASLANI' 127 YIL SONRA YUVASINA DÖNDÜ
Kahramanmaraş Kalesi'nden 1886 yılında İstanbul
Arkeoloji Müzesi'ne götürülen Maraş aslanı heykeli,
127 yıl sonra Kahramanmaraş'a getirildi.
İl Kültür ve Turizm Müdürü Seydihan Küçükdağlı,
AA muhabirine yaptığı açıklamada, üzerindeki
hiyerogliflerle Gurgum krallarının soy ağaçlarını
barındıran heykelin Kahramanmaraş Kalesi'nden 1886
yılında İstanbul'a götürülüp, İstanbul Arkeoloji
Müzesi-Eski Şark Eserleri Müzesi'nde sergilenmeye
başladığını kaydetti.
2006 yılında başlatılan girişimler sonucunda
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın onayıyla müzedeki
Maraş aslanının kente getirildiğini ifade eden
Küçükdağlı, "İl Emniyet Müdürlüğü'nce tahsis edilen
araçla koruma altında nakil yapıldı. Maraş Aslanı,
Kahramanmaraş Arkeoloji Müzemize teslim edildi. Bu
bizim için çok önemliydi. 127 yıllık aradan sonra
aslanımız eski yerine döndü.
Yapılacak çalışmalarla
Maraş aslanı, teşhir edilecek ve halkımız görme
imkanı bulacak" diye konuştu.
Heykel üzerinde bulunan hiyeroglif yazıtların
Gurgum krallarının soy ağacını vermesi bakımından
oldukça önemli olduğunu belirten Küçükdağlı, Geç
Hitit Krallıklarının başkentlerinde, özellikle kapı
girişlerinin her iki tarafına bu türden aslan
heykellerinin dikildiğini söyledi.
Yeni Şafak, 02.09.2013
|
"BAZI MEKANLAR KENTİN BELLEĞİDİR"
bianet'in
gündeme getirdiği Beyoğlu Galata'daki asırlık
kitapçı ve Türkiye'nin ilk kitap müzayede mekanı
Librairie de Péra'nın artan kira nedeniyle kapanması
yeniden "somut olmayan kültürel miras" sorununu
tartışmaya açtı.
Tünel Galipdede Caddesi'nde yer alan dükkan 93
yıllık tarihiyle İstanbul'un ayakta kalan en eski
kitapçılarından biriydi.
Kadir Has Üniversitesi Kültür Varlıklarını Koruma
Yüksek Lisans Programı Yürütücüsü
Prof.Dr.
Füsun Alioğlu ve eski 2 Numaralı Kültür ve
Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu Başkanı
Prof.Dr. Mete Tapan bu
gibi dükkanların kentin belleği olduğunu belirterek
mutlaka korunması gerektiğini söyledi.
Listedeki "miras"lar
Türkiye, UNESCO'nun 2003 tarihli "Somut Olmayan
Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesi"ne taraf.
Bu sözleşmeye göre, “Somut Olmayan Kültürel
Miras”, toplulukların, grupların ve bireylerin,
kültürel miraslarının bir parçası olarak
tanımladıkları uygulamalar, temsiller, anlatımlar,
bilgiler, beceriler ve bunlara ilişkin araçlar,
gereçler ve kültürel mekanlar anlamına geliyor.
Tanımda, kuşaktan kuşağa aktarılan bu somut
olmayan mirasın, topluma kimlik duygusu verdiği ve
kültürel çeşitliliğe ve insan yaratıcılığına duyulan
saygıya katkıda bulunduğu ifade ediliyor.
Şu anda Türkiye'de meddahlık geleneği, mevlevi
sema törenleri, aşıklık geleneği, karagöz, Nevruz
(Azerbaycan, Hindistan, İran, Kırgızistan,
Özbekistan ve Pakistan ile ortak dosya, geleneksel
sohbet toplantıları (Yaren, Barana, Sıra Geceleri),
Alevi-Bektaşi ritüeli semah, Kırkpınar Yağlı Güreş
Festivali, geleneksel tören keşkeği ve mesir macunu
festivali bu listeye girdi.
Tapan: Kirayı devlet belirleyebilir
Mete Tapan da bu sözleşmeye gönderme yaparak
mutlaka bu tarz yerlerin korunması gerektiğini
"Yoksa ne Vefa Bozacısı, ne Muhiddin Hacı Bekir, ne
de Beyoğlu kalır" sözleriyle açıkladı.
"Endemik bitkiler vardır, aman ellemeyin, yok
olmasın denir. Hayvanlar için de o türün tükenmemesi
için korumaya alınır. İşte burada da aynı şey
geçerli. Kitapçıydı, sinemaydı, şekerciydi bunlar
kentin belleğinde yer eden mekanlar. Binalara
değerini veren ayrıca onların hangi amaçlarla
kullanıldıklarıdır.
"Bu tarz mekanların kira bedeli artıyorsa, mal
sahibini de suçlayamayız. İşte bu durumda araya
devlet girmeli. Aradaki kirayı ödemeli. Ki burada
Vakıflar Müdürlüğü'nün malı var, o zaman iş daha
kolay. Vakıflar zaten devlet demek. İhaleye çıkarken
buranın özel durumu var denip kirasını da devlet
belirleyebilir. Ancak tüm bunlar çıkarılacak yasalar
çerçevesinde olmalı."
Alioğlu: Kitapçı tescillenebilir
Füsun Alioğlu da, eğer gerekli ölçütleri
içeriyorsa Librairie de Péra'nın hem somut hem de
somut olmayan kültürel miras olarak kabul
edilebileceğini düşünüyor.
"Librairie de Péra'nın o mekana yerleşim biçimi,
tabelası, kitap rafları, sandalye, masa vb tefrişe
ilişkin ögeler özgünlüğüne korumakta ise bunlar
somut kültürel mirastır. Somut olmayan kültürel
miras ise Librairie de Péra'nın kendisidir. Başka
bir deyişle, Osmanlı Devleti’nin son döneminde 20.
yüzyılın başında burada bu kitapçının açılmış
olması. O dönemin toplumsal yapıdaki dönüşümünü
göstermesi, geçmişi anlamamızı sağlaması. İlk kitap
müzayedeciliğinin burada yapılması vb. durumlar
Librairie de Péra'yı somut olmayan kültürel miras
yapar.
"Bu gibi yerler, kentsel mekanda, toplumsal
kimliğe, kentsel belleğe ilişkin önemli izlerdir.
Somut ya da somut olmayan kültürel miras, özellikle
kentsel bellek bağlamında ülkemizde henüz anlaşılmış
bir değer değil. Kentin sahip olduğu bellek görünür
ya da görünmez, somut ya da somut olmayan tüm
sosyal, ekonomik, kültürel verilerde saklıdır.
Kentsel bellek bazen, mimari mirasın tasarım
özelliklerinde, malzeme ve yapım teknolojisinde, tüm
yapısal ayrıntılarında ortaya çıkabilir. Bazen de
kentsel dokunun sosyo-kültürel yapısında yer
alabilir. Bazen el ile dokunulabilir bazen ise
sadece duygusal ya da düşünsel olarak algılanabilir.
Librarie de Pera da taşıdığı somut ve somut olmayan
değerler nedeni ile kent belleğinin önemli
ögelerinden biri olabilir. Bu noktada da korunması
gerekir. Korumak ise özgün özellikleri ile bugüne
ulaşabilmiş bir kültürel mirası en az müdahale ile
ve sürdürülebilir bir yaklaşımla geleceğe
aktarabilmektir."
bianet.org, Haber: Nilay Vardar, 02.09.2013
******
BEYOĞLU'NUN EN ESKİ KİTAPÇISI KAPANDI
Beyoğlu Tünel’de, Galipdede Caddesi üzerindeki
kitapçı Librairie de kentsel dönüşümün
kurbanlarından biri oldu. 1900’lerin başında
kurulan Librairie de Péra dün itibariyle
kapılarını resmen kapattı. Açıldığı günden
itibaren el değiştirse de hep kitapçı olarak
varlığını sürdürmeyi başarmış mekan bundan üç
sene öncesinde Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne karşı
açtığı mücadeleyi şimdilik kaybetmiş görünüyor,
fakat mekanın bugünkü sahibi Uğur Güracar
mücadelelerinin hala devam ettiğini ve umudunu
yitirmediğini söylüyor.
1920’li yıllarda Alman Plathner tarafından
açılan Librairie de Péra başlarda Almanca
kitap , rehber, harita satmış. 1930’larda
ise Rum asıllı Türk vatandaşı Patriarcha
tarafından devralınmış. 10 yılın ardından devrin
romantik şairlerinden olan Patriarcha dükkanını
Bizantolog Militiadis Nomadis’e bırakmış. 1984’e
kadar Militiadis Nomadis’in kızı Talya Nomadis
tarafından işletilen kitapçı sonraki yıllarda
ise dükkanın müdavimlerinden Uğur Güracar
tarafından yaşatılmaya devam etti. Eski
Beyoğlu’nun yani Pera’nın düne kadar yaşayan son
kitapçısı, Cumhuriyet tarihinde ilk kitap
müzayedelerini yapan kurumdu aynı zamanda.
Yaklaşık bir asırlık geçmişiyle zengin bir
mirasın da sahibi olan Libraire de Péra eski ve
değerli kitap piyasasının da önderlerinden.
Mekanın hukuk mücadelesi üç sene önce Vakıflar
İdaresi’nden gelen tebligatla başlamış.
Restorasyon karşılığı kiraya verileceğine dair
bir yazıyla durumun bildirildiği Güracar,
“Restorasyon sonrası ihale söz konusuydu ve bu
durumda bizim burayı tekrar geri alabilmemiz
mümkün değildi, bunun farkındaydık” diyor. Bu
döneme kadar da her yıl kiraları yenilenmiş.
Güracar, restorasyonu kendisi üstlenip kira
ödemeye devam etmeyi ve yerlerinde kalmayı telep
ettiyse de bu talep bir reddedilmiş. Kamu
yararının gözetilmesine yönelik isteklerine
aldıkları cevap ise “Kamu yararı muğlak bir
şeydir” olmuş.
Kira on kat arttı
Yerel mahkemede görülen davada karar Librairie
de Péra’nın lehine sonuçlansa da Vakıflar
Müdürlüğü’nün baskıları devam etmiş. Teknik
hukuk açısından sorun olmamasından dolayı
kendilerine güvendiklerini söyleyen Güracar,
Yargıtay’ın yerel mahkeme kararını bozması
üzerine hayal kırıklığına uğramış. İdare 3 ay
içerisinde kararı bozduğu gibi Yargıtay’a itiraz
süreci beklenmeden ihale de yapılmış.
Güracar’ın tarihi kitapçının yeni sahibini
sorduğumuzda “
CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun oğlu
Ali Tanrıkulu çaycı yapmak için almış” diyor.
İhaleyi kazanan dört ortaktan biri olan Ali
Tanrıkulu mekan için 8 bin lira kira
ödediklerini ve bu kirayı verebildikleri
takdirde kitapçılığa devam edebileceklerini
söylemiş. Fakat bu, kiranın neredeyse 10’a
katlanması demek. “Böyle bir dükkanın başka bir
yerde tekrar açılma ihtimali var mı” sorusuna
“Kısa vadede söz konusu değil” şeklinde yanıt
veriyor Güracar ama internet sitesi üzerinden
geleneği sürdürmekte kararlı.
Türkiye’de semboller üzerinden
politika yapıldığını, böyle bir şeye dahil
olmak istemediği için basın ve halkla ilişkiler
kampanyası yürütmeyi özellikle reddettiğini
aktaran Güracar “Kent rantları yükseldikçe bu
doğal bir süreç ama uygar kentlerde bunlar
kamusal önceliklerle kurulur. Şehre karakter
veren, insan boyutunu muhafaza eden dükkanlar
vardır” diyor.
Robinson Crusoe destek istemişti
Son dönemde sıkça duymaya başladığımız kapanan
ve zor durumda olan kitapçılardan Robinson
Crusoe nakit sıkıntısıyla başa çıkabilmek için
‘RobKart’ ile müdavimlerinden destek istemişti.
Büyükparmakkapı ve Hasnup Galip sokaklarındaki
binanın el değiştirmesinin yeni bir otel
projesini gündeme getirmesi ise Pandora, Kelepir
Kitap ve Simurg’un eski yerini paylaşan Bengi ve
Ana Kitabevi’lerinin durumlarındaki
belirsizliğin sürmesine sebep oluyor.
Arkeopera’ya otel tehdidi
Beyoğlu’ndaki ‘kentsel dönüşüm’ün tehdit ettiği
mekanlara eklenen bir diğer halka ise Arkeopera.
Galatasaray Lisesi’nden aşağı inerken
Yeniçarşı Caddesi’nde sağınızda kalan Arkeopera,
bulunduğu binanın otele dönüştürülmek istenmesi
nedeniyle tahliye tehlikesiyle karşı karşıya.
Sadece kitapçı değil aynı zamanda yayınevi ve
sanat merkezi olarak da işlev gören Arkeopera’da
arkeoloji, sanat, mitoloji, mimarlık ve sanat
tarihi ile ilgili pek çok kaynak bulunuyor.
Ayrıca, her ay fotoğraf, resim, seramik
sergileri de düzenleniyor ve konferanslar
yapılıyor. Arkeoloji ve Sanat Yayınları’nın 2000
yılından beri faaliyet gösteren kitapçısı,
Türkiye’de eksikliği hissedilen arkeoloji
alanındaki boşluğun kapatılmasında önemli rol
üstleniyor. Henüz süreç sona ermiş değil fakat
Arkeopera’nın sahibi Nezih Başgelen ile
konuştuğumuzda tematik kitabevlerinin başarılı
örneklerinden olan bu mekanın aynı çizgide
etkinliklerini sürdüreceği yeni bir yer için
kültür ve sanat alanında sponsorluk yapmak
isteyen güçlü kuruluşların desteğine ihtiyaç
olduğuna dikkat çekiyor.
Radikal, Haber: Hülya Avtan, 03.09.2013
******
LİBRARİE DE PERA YAŞAYACAK
Pazartesi günü
kapılarını kapatmak zoruda kalan
İstanbul ’un en eski kitabevi Librairie de Péra
için umut doğdu.
Kitapevinin de bulunduğu binanın ihalesini alan dört
ortaktan Ali Tanrıkulu iki yıl sürmesi planlanan
restorasyon çalışmasının ardından, teknik bir
aksaklık çıkmazsa Librairie de Péra’yı aynı isimle
yaşatmak istediklerini söyledi. Binanın bir bütün
olarak kiralandığını söyleyen Tanrıkulu, kitapçının
içinde bulunduğu kısmın düzenlemenin ardından
yeniden açılması taraftarı olduklarını belirtti. Bu
konuda nihai kararın ise Kültür Bakanlığı ve
Vakıflar Müdürlüğü’ne ait olacağını dile getiren
Tanrıkulu binayı boşaltma işinin bakanlıkça
yürütüldüğünü aktardı.
Librairie de Péra’nın akıbeti ne olacak sorusuna ise
eğer prensipte anlaşılırsa dükkanı yine Uğur
Güracar’a kiralamayı istedikleri cevabını veren
Tanrıkulu, talep edilecek kira miktarının sorun
olmayacağını ifade etti.
Anlaşmanın sağlanamama durumunda ise “Aynı konseptle
ve aynı isimle mekanı yaşatmak istiyoruz” diyen
Tanrıkulu burada kararın Vakıflar Müdürlüğü, içinde
bulunduğu ortaklık ve Librairie de Péra’nın sahibi
Uğur Güracar’a bağlı olduğunu söylüyor.
Tanrıkulu’nun Librairie de Péra’nın restorasyon
sonrası yeniden açılacağını taahhüdünün ardından
görüşlerine başvurduğumuz Uğur Güracar ise “Yaptığım
işin karşılayabileceği fiyat verilirse muhteşem olur
tabi” cevabını verdi.
Radikal, Haber: Hülya Avtan,
05.09.2013
******
RANT PAYLAŞIMI
İSTEMİYORUM, MUHATABIM DEVLET"
Beyoğlu Galata'da yüksek
kira nedeniyle kapanan asırlık kitapçı Librairie de
Péra'nın sahibi Uğur Güracar, "Beni yerimden söken
devlettir, beni koruyacak olan da ihaleyi alan kişi
değil" diyor.
bianet'in gündeme
getirdiği 93 yıllık kitapçı
Libraire de Péra'nın
kapanacağı haberinin ardından binanın ihalesini alan
dört ortaktan biri olan Ali Tanrıkulu çeşitli
gazetelere "Kitapçıyı korumak isteriz" diye açıklama
yaptı.
Kitapçının sahibi Uğur
Güracar, Tanrıkulu'nun bianet'in haberinden sonra
kendisiyle hiçbir şekilde iletişime geçmediğini bu
yüzden kendisinin samimi olduğunu düşünmediğini
söyledi.
"Devlet hatasından
dönsün"
Güracar, zaten
muhatabının Tanrıkulu değil, Vakıflar Genel
Müdürlüğü yani devlet olduğunu söyledi.
"Ben Vakıflar Genel
Müdürlüğü ile ihaleyi alanlar arasındaki bu rant
paylaşımında rant istemiyorum. Bir hukuk devletinin
işlerliğini görmek ve hakkımın teslim edilmesini
istiyorum. Yerel mahkeme benim haklı olduğuma karar
getirmişti. Devlet hatasından dönsün istiyorum.
Devlet biraz daha fazla kira alacağım diye kamu
yararını hiçe sayıyor. Beni koruyacak olan ihaleyi
alan kişi değildir. Ben o binada yapılacak bir çaycı
dükkanının kitapçısı mı olacağım?"
Hatırlanacağı gibi
Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne ait binada kiracı olan
Güracar, 2. derece tarihi eser niteliğindeki binanın
üç yıl önce kiraya verilip restore edileceği ve
çıkması gerektiğini öğrendi.
Binayı kendisinin
restore edebileceğini, kira bedelini de
yükseltebileceğini söyledi. Böylelikle hem kendisi
dükkanda kalmış, hem binayı restore etmiş hem de 100
yıllık bir kitapçının daha yüz yıllar boyu
yaşamasını sağlayacaktı.
Ancak teklifi kabul
edilmedi.
Kiracılığının tespiti
için dava açtı, yerel mahkemede kazandı. Ancak
Yargıtay bozdu. Anıtlar Kurulu'na giderek dükkanın
"somut olmayan kültür varlığı" olarak tescilini
istedi; kabul edilmedi.
Dükkanın tarihçesi
93 yıllık kitapçının ilk
sahibi Adolph Plathner. Çeşitli Almanca kitapların
ithalat ve satışı yanında bazı İstanbul rehberleri
ve dil kitapları da yayınladı. Sonra dükkanı Yorgo
Patriarkias'a devretti.
Patriarkias da dükkanı
1940’da dünyaca ünlü bir Bizans tarihçisi olan
Miltiadis Nomidis’e devretti. İstanbul ve Galata’nın
surları, Kariye’nin freskleri üzerine yaptığı
araştırmalar konunun önde gelen referans kaynakları.
Nomidis ölünce dükkanı oğlu Constantin ve onun da
ölümünden sonra kızı Talya idare etmeye başladı.
Bianet, Haber: Nilay
Vardar, 05.09.2013
|
MESCİD-İ AKSA TEHLİKE ALTINDA
Bakan Ebu İşe, AA muhabirine yaptığı açıklamada,
İsrail hükümetinin Mescid-i Aksa çevresinde
yürüttüğü kazı çalışmalarının İslam kültürünü yok
etmeyi amaçladığını söyledi.
İslam dünyasına Mescid-i Aksa ile ilgili mesaj
vermek istediğini belirten İşe, "Bütün Müslüman
alemine seslenmek istiyorum. Mescid-i Aksa
tehlikededir, tehlikededir, tehlikededir" diye
konuştu.
İsrail yönetiminin amacının Mescid-i Aksa'nın altını
tamamen boşaltmak olduğuna vurgu yapan İşe,
Müslümanlara ait yerlerin muallakta olan bir yer
haline getirilmeye çalışıldığını ifade etti.
Mescid-i Aksa'ya karşı büyük komploların olduğunu
aktaran Bakan İşe, komplolara karşı mücadelelerinin
sürdüğünü, Filistin halkının İsrail'in oyunlarını
bozacağını ve Müslümanların da bu saldırılar
karşısında sessiz kalmaması gerektiğini vurguladı.
Ortak tarih
Bakan Ebu İşe, Türk hükümeti ve halkının her zaman
Filistinlilerin yanında olduğunu anımsatan İşe,
"Ortak tarihimizin yanında ortak kültürümüz de
mevcut. İki ülke arasında siyasi görüş birliği de
söz konusudur" ifadesini kullandı.
Keçiören'de düzenlenen 5. Filistin Kültür
Haftası'nın iki ülke arasındaki ortaklığa en iyi
örnek olduğunu söyleyen Ebu İşe, şunları söyledi:
"Bu etkinlikler Filistin kültürünün yanı sıra
Filistin ve Filistin halkının ana sorunlarını
tanıtmayı amaçlamaktadır. Bu tür aktiviteler her
zaman, izleyicileri az da olsa, Filistin kültürü ve
oradaki yaşam hakkında bilgilendirir. Bu tür
etkinliklerin sık sık yapılmasını istiyoruz ki Türk
kamuoyunun, Filistinli kardeşlerinin sıkıntılarını
daha yakından tanıması ve öğrenmesine yardımcı
olsun."
Ebu İşe, Türkiye'de misafir edilmekten duyduğu
memnuniyeti dile getirerek, "Bizleri burada çok
güzel ağırlıyorlar. Kendi evinde ve kardeşlerinin
yanında olduğunu hissettiriyorlar. Bu da Türk halkı
ve hükümetinin büyüklüğünü ve misafirperverliğini
gösteriyor" dedi.
Sabah (Kısaltarak), 02.09.2013
|
OSMANLI MEZAR TAŞLARI YURDA DÖNÜYOR
İngiltere'de bir
müzayededeki satışı Kültür ve Turizm Bakanı Ömer
Çelik'in girişimiyle durdurulan Osmanlı mezar
taşları Türkiye'ye getiriliyor. İngiltere'ye
kaçırılan mezar taşlarını AKŞAM Türkiye gündemine
taşımıştı...
Kültür ve
Turizm Bakanlığından yapılan yazılı açıklamada,
Kültür ve Turizm Bakanı Çelik'in, Londra'da satışa
çıkarılan 17'nci ve 18'inci yüzyıla ait dört Osmanlı
mezar taşının satışının durdurulmasını sağladığı
anımsatıldı.
Türk-İslam Eserleri Müzesi Müdürlüğü ve İstanbul
Büyükşehir Belediyesi Mezarlıklar Müdürlüğü
uzmanlarınca gerçekleştirilen incelemeler sonucunda,
mezar taşlarının İstanbul'dan çalındığına ilişkin
kanaatin kuvvetlendiğine işaret edilen açıklamada,
Çelik'in talimatı ve Bakanlığın ısrarlı takibiyle
yürütülen görüşmeler neticesinde, müzayede evinin
mezar taşlarını Türkiye'ye iadesini kabul ettiği
bildirildi.
Açıklamaya göre, mezar taşlarının iade
işlemlerine ilişkin prosedür, 29 Ağustos 2013
tarihinde tamamlandı. Eserler, Londra Kültür ve
Tanıtma Müşavirliğince müzayede evinden alınarak,
Türkiye'nin Londra Büyükelçiliğine teslim edildi.
Türkiye'ye getirilişinin ardından üzerlerinde
uzmanlarca yapılacak incelemeler sonucunda mezar
taşları ait oldukları yere konulacak. Yerleri
bulunamayan mezar taşları ise uygun bir müzede
sergilenecek.
Açıklamada görüşlerine yer verilen Kültür ve
Turizm Bakanı Ömer Çelik, "Mezar taşları hayatın ve
tarihin özeti, hayatın kodlarının nakşedildiği
eserlerdir. Bunların korunması da kültürel
mirasımızın korunmasının önceliklerindendir.
Kültürel mirasın korunması, 'geleceğimizin
tarihi'nin inşası için temeldir" değerlendirmesinde
bulundu. Çelik, bakanlığın bu konuda çok hassas
olduğunu vurguladı.
Bakan Çelik, buna benzer olayların
tekrarlanmaması için ilgili kurumlara "tarihi
eserlerin korunmasında hassasiyetin daha da
artırılması" talimatını verdi.
Akşam, 02.09.2013
|
YASAK KALKTI KANIT ORTAYA ÇIKTI
Denizli Doğa
Sevenler Derneği Başkanı Ümit Şıracı,
Hakkari’de terör yüzünden 30 yıldır sivillerin
gidemediği Reşko Dağı’na 26 Ağustos’ta Türkiye’nin
değişik illerinden 35 kişilik ekiple yaptığı
tırmanışta 3 bin 400 metre rakımdaki
Oramar Bölgesi’nde kaya resimleri buldu.
Denizli’de de tamgalar ve Türk kaya resimlerini
araştıran Şıracı, ilk kez görüntülediği 10 bin
yıllık kaya resimlerinin Türk kaya resimlerinin
birebir örneği olduğunu, bunun Türklerin 1071’den
önce Anadolu’da yaşadığının kanıtı olduğunu savundu.
Hakkari Dağcılık Doğa Sporları Derneği’nin
düzenlediği üç günlük Reşko Dağı tırmanışına Denizli
Doğa Sevenler Derneği (DOSEV) de altı dağcıyla
katıldı. Türkiye’nin değişik illerinden 35 dağcının
katıldığı tırmanışta terör yüzünden 30 yıldır
gidilemeyen bölgede dağcılar, doğal güzellikleri
görüntülerken, altı kişilik ekip 4 bin 168 rakımlı
Reşko Dağı’na zirve yaptı, Cilo buzullarını
inceledi.
Hakkari Dağcılık İl Temsilcisi Naci Ertunç’un,
1963 yılında bırakılan zirve defterini bulduğu
tırmanışa katılan altı kişiden biri olan Denizlili
dağcı Ümit Şıracı ise kaya resimlerinin izlerini
sürdü.
TÜRK İZLERİNE ULAŞTI
Bölgedeki iki rehberle Reşko Dağı’nın eteklerinde
büyük buzulun altında 3 bin 400 metre rakımdaki
Oramar Bölgesi’nde dere kenarında doğuya bakan
kayalık bölgede, kayaların üzerine kazınan kaya
resimlerinin izlerine ulaşan Ümit Şıracı, kayalara
kazınan motiflerin Türk kaya resimlerinin birebir
örneği olduğunu belirtip, tek tek görüntüledi.
Bölgede daha önce Sat Dağları, Tirşin Yaylası ve
Gavuruk bölgesinde kaya resimlerine rastlandığını,
ancak
Oramar Bölgesi’ndeki Türk kaya motiflerine ilk
kez ulaşıldığını dile getiren Şıracı, kaya
resimlerinin Türklerin 1071’den önce de Anadolu’da
yaşadığının kanıtı olduğunu belirtti.
DAHA ÖNCE GİDİLMESİ YASAKTI
Hakkari’de terör yüzünden 30 yıldır gidilmesi
yasak olan bölgeye kimsenin giremediği için kaya
resimlerinin bilmediğini, kendisine bölgede yaşayan
60 yaşındaki iki kişinin yardımcı olduğunu anlatan
Şıracı, "Dört gün süren Reşko Dağı, Cilo Dağı
tırmanışına DOSEV olarak altı kişilik ekiple
katıldık. Reşko Dağı zirve tırmanışına katılan altı
dağcıdan biri de bendim. Türk kaya resimleri
araştırmalarımı burada da sürdürdüm. Reşko
zirvesinin altındaki büyük buzulun 3 bin 400 metre
yüksekliğindeki eteklerinde
Oramar bölgesinde dere kenarında Türk kaya
motiflerine ulaştım. Dağ keçisi, geyik ile şaman
motifleri ve yüzlerce Türk Tamgası’nın kayaların
üzerine kazındığını gördüm ve belgeledim" dedi.
ORTA ASYA’DAKİ MOTİFLERLE AYNI
Sat Dağları, Tirşin Yaylası ve Gavuruk bölgesinde de
Türk kaya resimlerine rastlandığını, ancak
Oramar Bölgesi’ndeki motiflerin ilk kez gün
yüzüne çıkarıldığını bildiren Şıracı, "Bu bölgedeki
kaya resimleri o bölgede daha önceden keşfedilen
kaya resimlerinden daha farklı. Kaya motifleri daha
yoğun, sanki bir merkez görünümü var. Bir şaman
tanrıya ulaşma yeri gibi. Diğerlerinden daha
yüksekte. Etrafından taş yığınlarından oluşan Orta
Asya’dakilere benzer kurganlar (mezar) var.
Araştırmalar bu bölgede daha önce rastlanan
motiflerin en az 10 bin yıllık olduğunu gösteriyor"
diye konuştu.
ANADOLU’YA DAHA ÖNCE GELİNDİĞİNİN KANITI
Türk kaya motiflerinin Anadolu’ya Türklerin 1071’den
çok daha önce geldiğinin kanıtı olduğunu kaydeden
Şıracı, "Terör bitince bölgenin çok farklı
özellikleri ortaya çıkmaya başladı. 30 yaşındaki
köylüler yaylaya çıkmamış terör yüzünden. Terör
bitti, Türk kaya resimleri ortaya çıktı.
Yetkililerin belgelediğim kaya resimlerini inceleme
altına alıp, bu konuda çalışma yapmaları gerekiyor.
Belgelediğim motifleri konuyla ilgilenen Türk Tarihi
uzmanlarına da gönderdim" dedi. Türk tarihi
araştırmacılarından Nuray Bilgili Yakaryılmaz, kaya
motiflerinin Çin Yinshan Dağı petrogliflerine çok
benzediğini aynı çağda yapılmış ya da göçler yoluyla
taşınmış olabileceğini belirtti.
Araştırmacı Kürşat
Baytok ise Türk kaya motiflerinin bölgedeki diğer
kaya Bedizleri ve tamgaları ile uyumlu olduğunu,
bölgede bulunanların bile ötesinde olduğunu söyledi.
Habertürk, 02.09.2013
|
BİNA YAPMAK İÇİN TARİHİ KENTİ YIKIYORLAR
UNESCO’nun dünya kültür mirasları listesine aldığı
Libya’daki Antik Yunan’dan kalma Kirene kenti tehdit
altında. İki bin yıllık kentin yer aldığı
toprakların kendilerine ait olduğunu iddia eden
köylüler, yeni binalar yapılması için tarihi kenti
yıkıyor, yetkililer ise ses çıkarmıyor.
Libya’da emlak spekülatörleri, yeni binalara yer
açabilmek için iki bin yıllık Kirene antik kentini
kurban ediyor. Kirene’nin 10 kilometre karelik
nekropolü, toprakların sahibi olduğunu iddia eden
bölge sakinleri tarafından büyük hasara uğratıldı.
Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür
Örgütü’nün (UNESCO) dünya kültür mirası listesinde
yer alan Libya’daki beş bölgeden biri olmasına
rağmen, bölge köylülerinin burayı temizlemek ve
düzleştirmek için kazı ve hafriyat makineleri
getirdiği bildirildi. Köylülerin bu bölgeyi bina
projeleri yapan şirketlere satmayı planladığı
belirtiliyor.
Bayda Üniversitesi Arkeoloji Profesörü Ahmed
Hüseyin, France 24’e yaptığı açıklamada, “Bölge,
yaklaşık iki kilometre boyunca hasar gördü. Yaklaşık
200 kemer ve mezarın yanı sıra tarihi MS 200 yılına
kadar giden bir köprü yıkıldı” dedi. Hüseyin ayrıca,
tarihi eserlerin sanki çöpmüş gibi nehrin kenarına
atıldığını ekledi. Bu kültürel yıkıma bir son vermek
için bir kampanya yürüttüğünü belirten arkeoloji
profesörü, “Felaketi durdurmak için her şeyi
deniyorum, yerel yetkililerin yanı sıra arkeoloji
otoritelerine başvurdum, işe yaramadı. Cep
telefonundan Kültür Bakanı’nı bile aradım. Kendisine
bir mesaj bıraktım ancak henüz yanıt almadım” diye
konuştu.
Bölgedeki güvenlikten sorumlu yerel tugaylarla da
temasa geçtiğini kaydeden Ahmed Hüseyin, görünüşe
göre tugayın yalnızca yetkililerden talimat geldiği
takdirde müdahale edebileceğini söyledi.
Toprakların kendilerine ait olduğunu iddia eden
bölge sakinlerinin elinde ise herhangi bir resmi
belge bulunmuyor. Ancak yine de Kirene’yi sadece
devletin tazminat ödemesi ya da başka bir arsa
vermesi halinde terk edeceklerini belirtiyorlar.
Klasik Dönem’e ait en büyük antik Yunan
şehirlerinden biri olan Kirene, MS 365 yılındaki bir
depremde büyük bir hasar görene kadar kadar Roma
döneminde de önemli bir kent olmaya devam etti.
UNESCO, Kirene’yi, “Tüm dünyadaki en etkileyici
harabelerden biri” diye
tanımlıyor.
Yapı, 02.09.2013
|
FATİH CAMİİ'NE KAÇAK HAT
29 Mayıs 2012’de
restorasyonu tamamlanarak ibadete açılan Fatih
Camii’nde büyük bir skandala imza atıldı. Hattat
Prof.Dr. Hüsrev Subaşı, caminin tarihi giriş kapısı
üzerine kendi yazısını kazıttırdı. Subaşı
restorasyon sırasında caminin hatları ile ilgili
danışmanlık yapıyordu.
Restorasyonunun ardından
görkemli bir törenle ibadete açılan
Fatih Camii’nde, büyük bir
skandala imza atıldı. Prof.Dr. Hüsrev
Subaşı’nın imzasını taşıyan bir kitabe, caminin
ana giriş kapısı üzerine kazındı.
Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi Dekanı Prof.Dr.
Hüsrev Subaşı,
yaşanan gelişmeyi doğruladı. Kendi yazısının
mermere kazınarak cami kitabesi yerine
konulduğunu belirten Prof.Dr. Subaşı süreci,
“Restorasyon sırasında bu eksikliğin
tamamlanması için bilim heyetinden talep geldi.
Belirttiğim bilgiler ışığında orada mutlaka bir
kitabe olması gerektiği düşünüldü. Biliyorsunuz
Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı Fatih Camii
yıkılmıştı. III. Mustafa döneminde tekrar inşa
edildi. Burada bir ihmal olduğunu düşündük ve
tamamlamayı uygun gördük. Bir daha el değmez,
hazır başlamışken burayı da bitirelim istedik”
sözleriyle dile getirdi.
‘İYİ
NİYETLE YAZILDI’
Prof.Dr. Hüsrev Subaşı, bu eksikliğin
giderilmesiyle ilgili isteğin restorasyon
sırasında danışmanlık yapan bilim kurulundan
geldiğini belirtti. Restorasyonu yapılan
binalarda sonradan yapılan ilaveler bulunduğunu
ve bunlara ‘dönem eki’ diye müdahale
ettirilmediğini söyleyen Prof.Dr. Subaşı,
“Fatih Camii’ndeki yazılar dönemin yazıları
değildir.
Sonrasında yapılan müdahalelerle bozulmuşlardır.
Bana sorsanız bu yazıların üstünü koruyucu ile
kapatıp örtmek gerekir. Onun yerine, hat
sanatının zirvesine gelmiş, o sanatın geldiği
noktayı yansıtan yeni hatlar koyarım. Sanat
noktasında aşılmış, geçilmiş yazıları göstermem.
Hat sanatı bugün İslam tarihinin en yüksek
zirvesinde. Kaldı ki bugün yazdığımız yazılarda
50 sene, 100 sene sonra dönem eki olacaktır.
Kitabe yerine yazdığımız yazı da tamamen iyi
niyetle yazılmıştır” diye konuştu.
Marmara Üniversitesi Sanat Tarihi Bölüm
Başkanı Prof.Dr. Selçuk Mülayim
Olmayan bir şeyi koyamazsınız. Restorasyon
kurallarına aykırı. Ama şu sırada 200 eserde
restorasyon çalışması var. Türkiye’de bu kadar
restoratör mimar yok. Bir furya halinde
restorasyon yapıldığı zaman bu tür hatalar
kaçınılmaz olur. Başka eserlerde de böylesi
hatalarla karşılaşabiliriz. Kaldı ki Fatih
Camii’nde minareler hatalı restore edildi. 1950
öncesi fotoğraflarına baktığınız zaman
minarelerde kurşun külah olmadığını görürsünüz.
Caminin minaresinde taş tepelikler bulunur.
Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
Yrd. Doç.Dr. Tayfur Erdoğdu
Sanat tarihi açısından yapının orjinalitesini
değiştiren bir müdahaledir. III. Mustafa
döneminde yapılan camiye müdahaledir. Tamamen
işgüzarlıktır. Osmanlı mimari geleneğinde tamir
yapılan esere, tamirin yapıldığı yere tamir
kitabesi yerleştirilebilir. Ancak Fatih
Camii’nde yapılan böyle bir şey değil.
Bugün, Haber: Tuncay Opçin, 02.09.2013
|
OSMANLI SULTANLARINA AİT ESERLER YUTDIŞINDA
MÜZAYEDELERDE SATILIYOR
Osmanlı
padişahlarının mührü bulunan kitapların
yurtdışındaki sitelerde açık artırmayla satıldığı
ortaya çıktı. Almanya’da müzayede kuruluşu, Sultan
II. Mahmut’a ait tuğra ve mühür bulunan Makamat için
12 bin Euro fiyat verdi. Sultan III. Mustafa’nın
şahsına ait 1476 tarihli yazma eser daha önce
satılmıştı.
Kültür mirasımızın önemli ürünleri olan elyazması
eserler, tarih, din, dil, felsefe, coğrafya,
astroloji, fen bilimleri gibi çeşitli konularda,
yazıldığı dönem ve yere ait temel bilgileri
bünyesinde topluyor. Bilim ve sanat dünyasının ilk
elden kaynaklarını oluşturan bu eserler, en eskileri
10. yüzyıla kadar uzanıyor. Müzayede şirketleri de
tarihi öneme sahip bu kitapları satışa çıkartıyor.
Almanya’da faaliyet gösteren Keifer isimli müzayede
kuruluşunun satışa çıkardığı Makama bu eserlerden
biri. Özel koleksiyon kitap için 12 bin Euro
müzayede başlangıç fiyatı verildi.
Makamat, kafiyeli
bir ifade ile yazılmış 50 hikayeden oluşuyor.
Ayetler, hadisler ve atasözleri ile süslenen eser
içerisinde Sultan II. Mahmut’a ait bir tuğra ve
mührü bulunuyor. Eser, 12 bin Euro’dan alıcısını
bekliyor. Öte yandan özel koleksiyon kitapların
satışı ilk değil. Geçtiğimiz nisan ayında ise,
Londra’daki Sotheby’s Müzayede Şirketi tarafından
Sultan III. Mustafa’nın şahsına ait ve mührünü
taşıyan 1476 tarihli yazma eser 110 bin İngiliz
Sterlini’ne satılmıştı. Eserlerin saraydan ya da
bulunduğu yerden nasıl çıkarıldığı ise bilinmiyor.
Kitapların İstanbul’un işgali sırasında yağmalanan
özel koleksiyonlardan alınan eserler olduğu tahmin
ediliyor.
Eserin satılmaması konusunda mücadele eden
Yıldız Sarayı Vakfı Başkan Yardımcısı Ali Serim,
“Padişah ve ailesine ait olduğuna ilişkin kayıt ve
mühür bulunan kitaplar genelde hazineye kayıtlıdır.
Satılacak olan eser büyük ihtimalle çalıntı
olabilir. Hanedan malı olan yazma eserlere
müzayedelerde çok nadiren rastlanabilir. Çünkü hala
devlet malıdırlar. Bu üzücü durum ülkemizdeki nadir
eser koleksiyonlarının güvenliği için hayati önem
taşıyor.” dedi. Eserlerin hangi yollarla yurtdışına
çıkarıldığının bulunması gerektiğini dile getiren
Serim şöyle devam etti: “Bakanlık mutlaka bu eserin
ne yollarla yurtdışına götürüldüğünü, çalıntı olup
olmadığını, mal sahibinin kim olduğunu resmi
yollardan araştırmalı. Kültür Bakanlığı’nı bir
zamanlar Sultan II. Mahmut’un elinde tuttuğu bu
eserin satışını da durdurmasını istiyorum.”
Geçtiğimiz ağustos ayında ise Karacaahmet
Mezarlığı’ndan İngiltere’ye götürülen Osmanlı
dönemine ait mezar taşları müzayedede satılacaktı.
Londra’daki High Road Auctions isimli kuruluşun
müzayedesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın
girişimleri sonucunda iptal edilmişti.
Zaman, Haber: Burak Çan, 02.09.2013
|
ROMA'NIN 'AYRICAKLI KENTİ' PARION KAZIDA ORTAYA
ÇIKMAYA BAŞLADI
Çanakkale'nin Biga
İlçesi'ne bağlı Kemer Köyü'nde,
Roma İmparatoru Augustus'un 'ayrıcalıklı kent'
olarak ilan ettiği Parion'da 10. sezon arkeolojik
kazıları sürüyor. Roma İmparatoru Augustus'un
'ayrıcalıklı kent' olarak ilan ettiği Parion'da bu
yı1 Temmuz’da devam edilen kazı çalışmalarının 20
Eylül 2013'te bitmesi planlanıyor.
Parion Antik Kenti’nin kazı çalışmaları Türkiye
ekonomisine yaptığı çelik ve enerji üretimiyle büyük
katkıda bulunan İÇDAŞ tarafından 2005 yılından bu
yana destekleniyor. İstanbul Sanayi Odası’nın
Türkiye’nin en büyük 500 kuruluşu listesinde 9’uncu
sırada yer alan İÇDAŞ kazıyı sosyal sorumluluk
projesi olarak değerlendiriyor.
'SEVGİLİLER ŞAPELİ' YENİLENİYOR
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Atatürk
Üniversitesi adına Profesör Cevat Başaran
başkanlığında yürütülen kazılarda 70 işçinin yanı
sıra 20 kişilik teknik ekip görev yapıyor. Niğde
Müzesi'nden Hakan Erdoğan'ın Kültür ve Turizm
Bakanlığı temsilcisi olarak katıldığı çalışmalarda
antik kentin Nekropol, Tiyatro, Roma Hamamı, Odeon,
Yamaç Yapısı alanlarında yürütülen arkeolojik kazı
çalışmalarının yanında, kazısı geçen yıl tamamlanan
'Sevgililer Şapeli'nde röleve, restitüsyon ve
restorasyon proje çalışmaları yapılıyor.
ROMA’NIN AYRICALIKLI KENTİ
MÖ 8 yüzyıl sonlarında kurulan Parion antik kenti,
özellikle Roma dönemi içerisinde önemli gelişmelere
sahne oldu ve en parlak dönemini yaşadı. Bu dönemde
Roma imparatorları tarafından ayrıcalıklı kent
olarak ilan edilen Parion çeşitli mimari yapılarla
donatıldı. Geçen yılki kazılar sırasında ele geçen
Artemis Heykeli ve Kentauros/Triton gibi
buluntularıyla uzun süre gündemde kalan Parion kazı
çalışmalarında bu yıl da ilginç ve önemli
buluntuların ortaya çıkarılması bekleniyor.
Kazıların bu yıl bakanlığın ayırdığı 110 bin TL'lik
ödeneğin yanı sıra çalışmalara sponsor olan İçdaş
AŞ'nin iş makinesi ve iş gücü desteğiyle
yürütülüyor.
Türkiye Turizm, 01.09.2013
|
İNŞA POLİTİKALARININ EN TUTARSIZI
Son bir
haber mimarlık ve kent konusunda duyarlı
çevreleri yerinden kıpırdatmaya yetti:
Ankara Dışkapı’da 1936’da inşa edilmiş,
Çubuk Barajı’na bağlı Su Süzgeci Binası bir
gecede yıkıldı (yapi.com.tr, 13 Ağustos 2013).
Binanın yıkımında Mimarlar Odası Ankara
Şubesi’nin Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma
Kurulu’na yaptığı başvurunun dört ay boyunca
bekletilmesi arazi hakkında çoktan karar
verildiği şüphesini uyandırdı. Peki, bu yıkıma
sadece mimarlık cephesinden bakmak; hele ki
henüz birkaç ay önce
Gezi Parkı üzerinden başlayan sivil mücadele
silsilesi ve altı durmaksızın harlanan AKM
yıkımının ateşi söz konusuyken, bunları sadece
içinde bulunduğumuz zaman içerisinde birbirinden
bağımsız münferit gelişmeler olarak okumak
açıklayıcı olur mu?
Bugünkü modern kentleşme, her ne kadar mevcut
resmi tarih içerisinde Cumhuriyet’i milat olarak
alsa da, esasında Osmanlı’nın 19. yüzyıldaki
Batılılaşma hareketleriyle filizlenir.
İmparatorluğun başkenti
İstanbul ’da padişah ve kurmaylarının
çabalarıyla ‘Garp milletleri gibi’ şehirlere
sahip olma fikri öne çıkan itici güç olur. Henüz
1839’da Mustafa Reşid Paşa’nın (ki kendisi
Tanzimat Fermanı’nda imzası olan önemli
isimlerdendir) Alman mühendis Helmuth von
Moltke’yi görevlendirmesiyle İstanbul’a
‘kentsel’ bakışın ilk örneği peydah olur.
Tanzimat’ın estirdiği rüzgarın bir sonucu olan
von Moltke planı uygulamaya konulmaz; ancak
ileriye ışık tutacak bir kentsel bilinç
oluşturur. Mustafa Reşid Paşa bunu tek kelimeyle
özetler: “İntizam!” 1856’daki Aksaray yangını
ardından ilk uygulama geliverir: Mustafa Reşid
Paşa bu sefer İtalyan mühendis Luigi Storari’yi
görevlendirir. Bunun sonucunda ortaya ızgara
planlı ve geniş caddelerden oluşan Aksaray planı
çıkar. 20. yüzyıl başında Mimar Mazhar bu durumu
döneminin milliyetçi tavrı doğrultusunda
“riyakar ve milliyetsiz Tanzimat ruhu” olarak
nitelendirir.
Geleceğe bakan ecdad!
Bu kısa kentleşme hikayesini anlatmamın
sebebi ‘ecdad’ın mevzubahis kent olunca nerede
durduğunu göstermekti. Devamında Sultan II.
Abdülhamid ve kabinesinin alkış tuttuğu, Fransız
mimar Bouvard’ın Hamidyen modernleşmenin simgesi
olacak, ama aynı zamanda Sultan Bayezid
Medresesi, İbrahim Paşa Sarayı ve Sultanahmet
Külliyesi Medresesi dahil birçok Osmanlı
abidesinin yıkımına sebebiyet verecek, bütçe
yetersizliği sebebiyle iptal olan projesi de
var. Nihayetinde, kentsel politikalar söz konusu
olunca gelenekten çok geleceğe, faydaya ve
ihtişama bakan bir ecdadın olduğu aşağı yukarı
sezilebiliyor sanırım.
Erken Cumhuriyet dönemiyle devam edelim. Dönemin
çağdaş yapı tekniğini ‘Osmanlıcı’ üslupla
birleştiren I. Milli Mimari Dönem ardından biçim
olarak da Batı’ya öykünen II. Milli Mimari Dönem
gelir. Bu dönemin dikkati çeken, aynı zamanda da
eleştirilen tarafı, yapıların ‘kimliksiz’, başka
bir deyişle ‘evrensel’ oluşudur (Su Süzgeci
Binasının da bu dönemi tam olarak yansıtan
yapılardan biri olduğunun da ayrıca altını
çizelim).
İmparatorluğun İstanbulu’na mesafeli yaklaşan
Kemalist fikriyat, bizzat öz çocuğu bildiği,
1916 yangını sonrası iyice tenhalaşmış Ankara
üzerinden kendi kent idealini oluşturur.
Ankara’daki gelişmeler 1930’ların ortası
itibarıyla İstanbul’a sıçrar. Fransız mimar
Henri Prost’un hazırladığı Cumhuriyet’in
İstanbulu planı, İmparatorluğun vakti
zamanındaki titrek modern çizgisini, yeni
ideolojinin de elindeki güçle birlikte
katlayarak benimsediğini gösterir: Gelenek lazım
değilse reddedilir; ondan ziyade gelecek, fayda
ve ‘kendi’ ihtişamı önemlidir (Unutmadan, bugün
her fırsatta eleştirilen Prost’un planı, von
Moltke ve Bouvard’ın planlarıyla ilginç bir
şekilde örtüşür).
Yine ‘Şeflik dönemi’
Bugüne geri dönersek; kuvvetle muhtemel
ileride ‘inşaatçılığı’yla da çokça anılacak
mevcut iktidar, yaptığı kadar yıktığıyla da
tepki çekiyor. Peki yıkmak neden bu kadar tepki
doğuruyor? Şehirler biraz da ‘yıkılarak’
yapılmaz mı? Erdoğan ve ekibince Osmanlı
mirasının ihyası ve millete hizmet amacıyla bu
yola çıkıldığı ısrarla vurgulanıyor. AKM yerine
yapılabilecek bir binanın ‘barok’
olabileceğinden dem vurulurken, İstiklal Caddesi
binaları örnekleniyor; fakat bu binaların
Tanzimat’ın getirdiği Batılılaşma estetiği
çizgisinde, çok kimlikli bir anlayışla
yapıldığına dair en ufak bilgi verilmiyor (Bu
yapıların ‘barok’tan ziyade neo-barok, art
nouveau ve neo-rönesans üsluplarda olduğu
gerçeğini bir kenara bırakıyorum). Başbakan,
etrafındakilerle, çok kimlikli Osmanlıcı üslubu
sadece biçim olarak alıp arkasına holdingleri ve
ihalelerini yerleştirerek ilerliyor. Bunu
yaparken de hedefe, düşman yeldeğirmenleri
olarak ‘ucube’leri koyuyor; zira siyasetteki
‘zıttından güç alma’ tavrını gene sürdürüyor. Bu
ucubelerin de Erken Cumhuriyet Dönemi’nin
yapıları olduğunu belirtmeme herhalde gerek yok.
Mimar Mazhar ‘kimliksiz’ olarak nitelendirdiği
Tanzimat sonrası mimarisine haksızlık ediyordu;
bu, tek parti döneminde, önü alınamayan,
esasında da Tanzimat öncesine ait olan Topçu
Kışlası’nı yıkmak gibi hatalarla devam etti.
Kimliksizliği yererken, evrensel olan modern
üslup, ‘Modern Türk Mimarisi’ adı altında yeni
rejimin mimari kimliği haline getirildi.
Kemalizm ile mücadelesini sürdürdüğünü iddia
eden bugünkü iktidarsa, savaşını sadece fiziksel
alana dökmüş gibi gözüküyor. Bunu yaparken de
mücadele ettiğini iddia ettiği Şeflik Dönemi
politikalarını (Menderes döneminin inşa
politikalarını hatırlatırcasına) birebir
kullanıyor. Etraftaki ucubeleri yıkacağından dem
vururken, tek parti döneminin anekdotlarından
feyzalıyor; ancak bu alıntıları yaparken,
aynılarını birebir ürettiğinin ya farkında değil
ya da bizleri kandırıyor. Aslında zamanının
siyasi tavrından bağımsız ele alınması gereken,
döneminin nitelikli ve korunması farz
yapılarını, ideolojinin içerisine hapsedip
kolaya kaçıyor. Noktayı koymak gerekirse,
Başbakan ve ekibi, Cumhuriyet tarihi boyunca
inşa politikalarının en tutarsız kısımlarını şu
an için kendi bünyelerinde biraraya getirmiş
gibi gözüküyor.
Radikal İki, Yazı: Onur Atay/Mimar, Boğaziçi Üni., Tarih, 01.09.2013
|
ASLANTEPE KAZILARI İÇİN SPONSOR DESTEĞİ ÇAĞRISI
Arslantepe Höyüğü Kazı Başkanı ve Roma Lasepianza
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Marcella Frangipane, kazı çalışmaları için sezon
maliyetinin 100 bin euro olduğunu söyledi.Dünyanın
bilinen ilk sarayına
ev
sahipliği yapan Arslantepe'deki kazılar için ayrılan
ödeneğin kazılar için az olduğunu belirten Prof.Dr.
Marcella Frangipane, “Arslantepe Höyüğü’ndeki
kazıların bir sezonluk maliyeti yaklaşık 100 bin
euro. Bunu Roma Üniversitesi ile Fransa Dışişleri
Bakanlığı karşılıyor. O
para bizim için çok, ancak kazı için az. Buraya
ekipteki personel uçakla gelip gidiyor, kazıda 50
tane işçi çalışıyor, koruması için,
elektrik ve su için o para harcanıyor”
dedi.Arslantepe’deki kazılar için sponsor desteği
beklediklerini söyleyen Frangipane, “Arslantepe
artık dünyada tanınıyor. O zaman sponsorların
yardımını bekliyoruz” ifadesini kullandı.
Mynet Haber, 01.09.2013
|
2 BİN 600 YILLIK SURLAR GÜN YÜZÜNE ÇIKARILIYOR
Yozgat Valisi Abdulkadir Yazıcı, kazı
çalışmalarının sürdüğü Şahmuratlı Köyü'nde, Yard.
Doç.Dr. Abdulkadir Baran'dan çalışmalarla ilgili
bilgi alarak kazı gruplarının yaptığı çalışmaları
inceledi. Yozgat'ın nadide tarihi eserleri
bünyesinde barındıran bir il olduğunu belirten
Yazıcı, bu eserlerin turizme kazandırılması yönünde
çalışmaların sürdüğünü söyledi. Kerkenez'de, zamanla
kaybolan 7 kilometrelik daire içerindeki surların,
Yozgat turizmine kazandırılması gerektiğini
vurgulayan Yazıcı, "2 bin 600 yıllık tarihi bir
geçmişi olan bu nadide eserimizin bulunduğu alanın
bir an önce görünürlüğünün sağlanması gerekiyor. Bu
eserimiz dünyada, uzaydan görülen en büyük
kalıntılardan bir tanesi. Kerkenez'in ilimiz
turizmine kazandırılması için çalışmalar hızlı ve
başarılı bir şekilde sürüyor." diye konuştu. Tarihi
mekanda gezinti alanları, parklar ile yol yapımı
için planlamalar yapacaklarını belirten Vali Yazıcı,
yerli ve yabancı turistleri tarihi eserin bulunduğu
köye çekmeye çalışacaklarını kaydetti.
Kerkenes antik kentinde yüzey
araştırması
Kerkenes Dağı antik kentinde ilk yüzey
araştırması çalışmalarının 1993 yılında başladığını
hatırlatan Yazıcı, 1998-2000 yıllarında çalışmaların
katılımlı araştırma şekline dönüştüğünü ve 2001
yılından bugüne kadar kazı ve araştırmaların
aralıklarla sürdüğünü hatırlattı. Şehrin demir
çağında Milattan Önce 600 yıllarında Medler
tarafından kurulduğunun tahmin edildiğini, 2003
yılında yapılan kazı çalışmalarında Frigce yazıtlar
bulunduğunu kaydetti. Kentin yaklaşık 7 kilometrelik
surlarla çevrili olduğunu belirten Yazıcı, şunları
aktardı: "Antik kaynaklarda Pteria olarak kaydedilen
kentin burası olduğu düşünülüyor. MÖ 547
yılında Persler tarafından kent zaptedilmiş, halkı
esir alınarak kent yakılmış ve surlarının bazı
alanları da yıkılmıştır. Yerleşim alanı kamu
yapıları ve sivil yapı adaları ile gelişmiş bir su
toplama ve kullanma sistemi içermektedir. Kazı
çalışmaları sırasında bulunan bir mobilyaya ait
fildişi süsleme parçası Ankara Anadolu Medeniyetleri
Müzesi'nde sergilenmektedir. Antik kent yakılıp
yağmalandığı için nitelikli kültür varlıklarına
nadir olarak rastlanmaktadır. 2004 yılında yapılan
çalışmalarda saray yapı grubu girişinde kazı
çalışması yapılmış, avlu döşemeleri ortaya
çıkarılmıştır." Vali Yazıcı, ayrıca öğrenci
guruplarının ve bilim adamlarının rahatça ikamet ve
çalışmalarını temin için eski ilkokul bina ve
lojmanının tamiratını tamamlayarak hizmete
kazandırılacağını belirtti.
Yazıcı, Şahmuratlı
Köyü'nde incelemelerde bulunan
Abdullah Gül Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekanı
Prof.Dr. Nur Urfalıoğlu ve Mimarlık Bölüm Başkanı
Doç.Dr. Burak Asiliskender ile görüştü. Öğretim
üyeleri, köyün geleneksel yapı elemanlarının tetkik
ve tatbikinde örnek geliştirme ve incelemelerde
uygun bir zemin olduğunu, ODTÜ Öğretim Üyesi
Françoise Summers tarafından yıllardır üzerinde
çalışmalar yapılarak belli mesafeler alınmış bir
uygulamalar olduğunu, köyün doğal gıda üretimi
konusunda altyapısı olması nedeniyle ortak
çalışmalara imza atılabileceğini anlattı.
Yeni Şafak, 01.09.2013
|
KAUNOS'TA BİZANS DÖNEMİNE AİT FIRIN VE MERDİVENLER
BULUNDU
Muğla’nın Ortaca
İlçesi'ne bağlı Dalyan beldesinde
devam eden Kaunos Antik Kenti kazılarında Bizans
dönemine ait yeni bir fırın ve merdivenler bulundu.
Kaunos Kazı Başkan Yardımcısı Erkan Kart, Dalyan
beldesinde bulunan Kaunos Antik Kenti’nde kazı
çalışmalarının büyük bir hızla devam ettiğini
söyledi. Kazılarda son olarak Bizans dönemine ait
yeni bulgular ortaya çıkardıklarını açıklayan Kart,
“Apollo için kısa zaman içinde yaptığımız kazılarda;
Bizans döneminde yapılar için kullanılmış olan bir
fırın yapısıyla karşılaştık. Bu fırın buradaki
mermer heykellerin ve yapı parçalarının eritildiği
fırın olarak tahmin etmekteyiz. Şu anda bu kireç
izlerini görebiliyoruz. Bu duvar taşları da Bizans
döneminde kullanılmış, bu taşlarda duvar yapımında
kullanılmış gibi gösteriyor. Bu konuda şimdilik
yeterli bir bilgimiz yok. Buradaki merdivenler ise.
Agorada bulunan insan trafiği üstteki Apollo kutsal
alana girişini sağlayan merdivenler olarak
kullanmışlar. Muhtemelen buradaki izleri
gördüğümüzde bir motif olmalıdır; yani giriş kapılı
olduğunu tahmin edebiliyoruz. Bizans döneminde bu
kapıyı yıkmışlar ve oradaki mimari parçaları bu
parçaları duvar taşı olarak kullanmışlardır” dedi.
Son dönemde ortaya çıkan parçaları bir araya
getirmek istediklerini açıklayan Kart, “Son dönem
içinde yapmış olduğumuz kazılarda daha önce bulmuş
olduğumuz ve buluntuların hemen doğusunda yeni bir
ülke dramı parçaları meydana çıktı. Burada iki parça
bulunmaktadır. Geri kalan parçalar ise Bizans
döneminde duvar taşı olarak kullanılmış.
Diğer parçalar da çevredeki taşları duvar taşları
olarak görebiliyoruz. Bu parçaları toplayarak bir
araya getirmek istiyoruz” diye konuştu.
Haber 3, 01.09.2013
|
NOEL BABA'DA 'TARİHİ KAZI'K
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Noel Baba’nın memleketi
Antalya Demre İlçesi’nde süren Myra - Andriake
kazılarında 73 bin TL’lik
ödeme usulsüzlüğü tespit edince kazı başkanı
Prof.Dr. Nevzat Çevik’in görevine son verdi.
Kültür ve TurizmBakanlığı, Türkiye’nin en
kapsamlı kazı çalışmalarından biri olma özelliği
taşıyan,
Noel Baba’nın memleketi olarak bilinen
Antalya’nın Demre
İlçesi’ndekiMyra - Andriake
kazılarını soruşturdu. Bakanlık, kazı için alınan
malzemelerin faturalara normal fiyatlarından kat kat
fazla yansıtıldığını tespit etti. Bunun üzerine
bakanlık, 2009’da başlatılan kazıların 4 yıldır
başkanlığını yürüten Akdeniz Üniversitesi Fen
Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü ÖğretimÜyesi
Prof.Dr. Nevzat Çevik’in görevine aniden son verip
izinlerini ve kazı ruhsatını iptal etti. Kazı
başkanlığını da
AntalyaMüzeMüdürlüğü’ne devretti. Bakanlığın
Türkiye’nin en önemli kazı yerlerinden birindeki bu
operasyonunun nedenimerak konusu oldu. HABERTÜRK,
soruşturma raporuna ulaştı.
Soruşturma süreci,
Antalya Valiliği’nin ödemelerde usulsüzlük
yapıldığına ilişkin olarak Kültür Varlıkları ve
Müzeler GenelMüdürlüğü’ne şikayette bulunmasıyla
başladı. Ardından Kültür ve TurizmBakanlığı Teftiş
Kurulu Başkanlığı devreye girdi. Başkanlık,
önceliklemal-hizmet alımlarında faturalar ile satın
alma evraklarının düzgün bir şekilde
hazırlanmadığını ve yeterli fiyat araştırması
yapılmadan, yasal dayanağı olmayan
belgelendirmelerle fazla ödemelerde bulunulduğunu
tespit etti. Çalışmaların bilimselliği üzerinde de
şüphe oluşması üzerine başkanlık, inceleme raporu
hazırladı.
BÜTÇE ORTALAMA MİKTARIN 5 KATI
Raporda; Prof.Dr. Çevik başkanlığında 2009-2012
arasında kazı çalışmalarına bakanlıkça 1milyon 685
bin TL ödenek aktarıldığı vurgulandı. Kazılara
yıllık ortalama 420 bin TL ödenek tahsis edildiği,
bu miktarın Türkiye’deki tüm kazılar dikkate
alındığında, ortalamamiktarın 5 katına denk geldiği
belirtildi. Raporda Prof.Dr. Çevik’in kazı başkanı
olarak yaklaşık 73 bin TL’lik kamu kaynağıyla
fazladan ödeme yaptığı tespit edilerek bumiktarın
Çevik’ten tahsil edilmesi gerektiği vurgulandı. Kazı
başkanı Çevik birinci dereceden sorumlu tutuldu ve
ilgili rapor idari yönden gereğinin yapılması
talebiyle Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanlığı’na
da gönderildi. Bakanlıkça soruşturmanın devam ettiği
bildirildi.
SORUŞTURMA RAPORUNDAN
Raporda özetle şu tespitler yer aldı: Birim fiyatı
200 TL’lik sapan malzeme faturada 300 TL
gösterilmiş. Derz dolgu işiyle ilgili metrekaresi
3.98 TL’lik uygulama fiyat faturaya 22 TL olarak
yansıtılmış. Toplam kamu zararı 2 bin 522 TL.
Moloz taş duvarda derz yapılması imalatı fiyatı 36
TL iken faturada 150 TL gösterilmiş. Toplam zarar 16
bin TL. Fiber bar sabitleme işlemi için fazladan
ödenen fiyat 9 bin 440 TL. Epoxy Set-Araldit M1
malzemesinin piyasa temin değeri faturadaki bedelin
yarısı. Buna göre 30 bin TL’lik zarar var.
ÇEVİK SUÇLAMAYI KABUL ETMİYOR
Rapor sonuçlarını değerlendiren Prof. Nevzat Çevik,
“Bu çok aşağılık bir konu” diyerek şu ifadeleri
kullandı: “Bana hala resmi yazı gelmedi. Bizde de
hata çıkabilir ama kamuyu 73 bin TL’lik zarara
uğrattığımı kabul etmiyorum. Bilimve din adamının
parayla işi olmaz. Öte yandan bu inceleme tüm
kazılara yapıldığı gibi rutindir. Ben geçen yıl,
sponsor gelirleriyle devletin verdiğinden 3 katı
para harcadım. Bu harcamalar da kişisel değildi.
Kendi arabamızın benzinini dahi kendimiz alıyoruz.
Mahkemede hakkımı arayıp kazı başkanlığımı geri
alacağımfakat bu kez de ‘Ben bu kazıyı yapmıyorum’
diyeceğim.”
Habertürk, Haber: Aykan Çufaoğlu, 01.09.2013
|
AYASOFYA MÜZESİ RESTORASYONA ALINDI
Dünya kültür
mirasının önemli eserlerinden olan Ayasofya
Müzesi’nin dış cephesi restorasyona alındı.
Ayasofya
Müzesi Tabiat
şartları ve yılların yorgunluğunu gidermeye
yönelik çalışmada, yapı
depreme de dayanıklı hale getirilecek.
Yeni teknolojiyle yürütülen restorasyonda, dış cephenin batı cephesi bölümü devam ediyor.
Bozulan ve orijinal olmayan kaplamalar temizlenecek. Çökme ve kırılmalar da duvarın orijinal harcı ve taşlarıyla yenilenecek.
Bugün, Haber: Mehmet Ali Ay, 01.09.2013
|
|
|
30 YILDIR İLK KEZ SERGİLENİYOR
Rönesans’a damgasını vuran İtalyan ressam Leonardo da Vinci’nin (1452-1519) 52 çizimi İtalya’nın Venedik kentinde sergileniyor.
Geçen perşembe günü açılan “Leonardo da Vinci: Küresel Adam” adlı serginin adresi Gallerie dell’Academia. Serginin küratörü Annalisa Perissa Torriani, “Vitruvius Adamı” (The Vitruvian Man) adlı, 1492’de yapıldığı tahmin edilen eskizin serginin en çok ilgi çekecek yapıtı olacağını tahmin ediyor. Dünyanın dört bir yanında tişört ve başka aksesuvarların üzerinde baskısı yer alsa da, yapıtın orijinali 30 yıldır ilk kez sergileniyor. Da Vinci’nin, iç içe geçmiş iki erkek bedenini, uzuvları açık ve kapalı olmak üzere üst üste çizdiği ve insan uzuvlarının oranını incelediği yapıt, Gallerie dell’Academia’nın koleksiyonunda yer alıyor. Louvre ve British Museum gibi müzelerden ödünç verilen yapıtların da yer aldığı sergi 1 Aralık’a kadar açık kalacak.
Habertürk, 01.09.2013
|
ANTİK PARFÜMÜN İZİNDE
Antalya'nın Kemer
İlçesi'nin
yakınlarındaki Phaselis antik kentinde geçen yıl
başlatılan yüzey araştırmalarının bu yıl ikincisi
gerçekleştiriliyor. Akdeniz Uygarlıkları Araştırma
Enstitüsü Müdürü Prof.Dr. Murat Arslan'ın
başkanlığında yürütülen araştırmaların sonucunda,
flora, biyoloji ve kimya gruplarıyla işbirliği
yapılarak antik çağda Phaselis'te çok ünlü olan gül
ve zambaklardan arkeolojik parfüm ve yağlar
üretilecek.
GÜL YAĞI ÖNEMLİ GELİR KAYNAĞIYDI
Prof.Dr. Arslan "Phaselis gülünün ünü,
antik dönemde Uzakdoğu'ya kadar yayılmıştı," diyor
ve ekliyor: "Antik kaynaklara göre Phaselis'te
yetişen güllerden yapılan gül yağı o kadar
beğeniliyor ki ünü Nepal, Capua ve Praeneste'ye
kadar ulaşıyor. Kırmızı zambaklar da Antiokheia ve
Suriye'deki Laodikeia zambaklarından sonra
antikçağda en çok beğenilen zambaklar. Bir kilo gül
yağı elde etmek için, 2 milyon gül yaprağı, yani 4-5
ton gülün işlemden geçirildiği gerçeği göz önüne
alındığında, kentteki güllerin çok büyük bir alan
kapladığı düşünülmelidir. Gül yetiştiriciliğinin
böylesi geniş bir sahaya yayılması ve ünlü sofist ve
kültür tarihçisi Athenaios ile doğa bilimci
Plinius'un aktardığı bilgiler, Phaselis'te gül
yetiştiriciliğinin antikçağ ölçeğinde ihraç ürünleri
olarak ön sıralarda geldiğini gösteriyor. Ayrıca bu
güllerin yine Phaselis'te işlenerek ticari bir ürün
haline getirildiğine işaret ediyor. Günümüzde gül
yağı hammaddesinin kilosu yaklaşık 6 bin avro. Bu
maddenin antikçağdaki değeri düşünüldüğünde, gülün
Phaselis'e sağladığı gelir azımsanmayacak gibi.
Zambaklar da muhtemelen parfüm ve ilaç yapımında
kullanılıyordu."
ARKEOLOGLAR BAL DA YAPIYOR, ŞARAP DA
Günümüz dünyasında arkeolojik
araştırmaların, salt kazı çalışmalarının ötesine
geçerek disiplinler arası yöntemler ve ekip
çalışmalarına yöneldiğini belirten Prof.Dr. Arslan,
buna hem Türkiye'den hem de dünyadan örnekler
veriyor: "Antikçağda yapıldığı gibi zeytinyağı
üretiminin Klazomenai'da deneyi yapıldı. Sagalassos
kazılarında da antik suyolu onarılarak artık antik
çeşmeden su akıtılıyor. Amphoraların içinde bal
üretimleri, deneysel olarak halen yapılmaya devam
ediyor. Ayrıca İtalya'da da antik usullerle
yetiştirilen bağlardan elde edilen üzümlerle antik
yöntemlerle şarap üretimi gerçekleştiriliyor."
ARKEOLOJİK YÖNTEMLE PARFÜM ÜRETİLECEK
Prof.Dr. Murat Arslan, bitkilerin bir
kısmının tespitinin, ekibin flora grubu tarafından
yapıldığını anlatıyor: "Antikçağdaki bilinen
ürünlerin yerinde tespit ve kayıt çalışmaları devam
ediyor. Çünkü bu bitkilerin çiçek açma mevsimleri
değişiyor. Ekibimiz bitkilerin tespitine, bilimsel
tanıtımına ve kenti ziyarete gelen yerli ve yabancı
turistlerin açıklayıcı tabelalar aracılığıyla
bilgilendirilmesine odaklanıyor. Ancak ileriki
safhalarda üniversitemiz kimya bölümünün de
katkılarıyla söz konusu koku ve yağların elde
edilmesine, analizine ve deneysel arkeolojik
yöntemlerle üretilmesine çalışılacak."
Sabah, Haber: Figen
Yanık, 01.09.2013
|
MİNBERLERDEN MİNARELERE YOLCULUK
Binlerce yıl boyunca pek çok dilden ve
dinden uygarlığa ev sahipliği yapan Amasya’yı
keşfediyoruz... Şehrin güzelliğine, tarihsel
konumuna eşlik eden üç yapı, bazen banisi, bazen
de mimari özelliği ile tarihte önemli yere
sahip.
Selçuklu, İlhanlı, Osmanlı bir arada... Mahkeme Camii, Cumudar Türbesi
adlarıyla da bilinen yapı, şehrin merkezinde,
Dere Mahallesi’nde. Yeni restore edilen görkemli
Taşhan’ın ardında kalan yapı, günümüzde ilk
bakışta göze çarpan minaresiyle tanınıyor.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde; minaresinin
ahşap olduğunu belirttiği yapıdan Mahkeme Camii
olarak bahseder.
Yapının tarihi Anadolu Selçuklu’ya dayanıyor.
Cami kapısında bulunan kemer şeklindeki kitabeye
göre yapı, Said Ferruh ve Haznedar Yusuf isimli
iki kardeş tarafından yapılmış. 1237-1247
yılları arasında inşa edilen yapı, klasik
Selçuklu Ulu Camii plan tipinde.
Gıyaseddin 2.
Keyhüsrev’in veziri Ferruh Bey’in mezarı da
burada. Dikdörtgen planlı yapının kuzey cephesi,
Anadolu Selçuklu eserlerinde sıklıkla
rastlandığı üzere geometrik motifler ve mukarnas
dolgulu süslemelerle kaplı. Girişte sağda
minare, solda ise cami duvarına bitişik türbe
bulunur. İkisinin ortasında bulunan sivri
kemerli ve dışa doğru çıkıntılı taç kapıdan
yapıya giriliyor. Caminin aydınlatması,
duvarlardaki pencerelerle sağlanıyor. Kıble
duvarına dikey uzanan, üç nefli (sahınlı) plana
sahip yapının orta nefi üç kubbe, yan nefleri
ise beşik tonozla örtülü. Kesme taştan örülü
kalın ve güçlü duvarlara sahip yapının zaman
zaman amaç dışı kullanımları nedeniyle gerekli
özeni görmediği anlaşılıyor.
Çiniler Selçuklu’dan
2. Dünya Savaşı’nda buğday ambarı olan
yapının sade ama kıymetli mihrap yanı kıymetli
çinileri Selçuklu’dan kalma. Yapının değerini
artıran bir özelliği de ahşap minberi. Müzeye
taşınması gereken minberin bakımsızlıktan zarar
gören yerleri sıvanmış. Yapının kitabeleri de
Prof.Dr. Ali Yardım imzalı Amasya Burmalı
Minare Camii Kitabeleri eserine konu olmuş.
1590 depremi ve 1602 yangınlarında zarar
gören ahşap minarenin yerine yapılan minare
kesme taştan olup 17’nci yüzyıl Osmanlı mimarisi
özelliğinde burmalıdır (sarmal). Kare biçimi
bölümden silindirik gövdeye üçgenlerle geçilen
minarede gövdeyi saran burmalar şerefeye kadar
uzanır. Yanda bulunan türbe de kare tabana
oturur. Sekizgen planlı, piramit çatılı ve üç
cephesinde penceresi bulunan türbe iki katlı.
Batı cephesindeki pencere süslemeleri ile dikkat
çeker. Bir süre kütüphane olarak hizmet veren
türbenin üst katı günümüzde cami görevlilerinin
odası olarak kullanılıyor. Zemin katında ise
İlhanlılar döneminde Anadolu Nazırı Şehzade
Cumudar’ın mumyası bulunuyordu. Günümüzde Amasya
Müzesi’nde sergileniyor.
Beyazıd Paşa Camii Kitabesi kayaya
kazınmış
Vakfiyesi kayaya kazılı cami Çelebi Mehmet
devrinde Amasya valisi olan Beyazıd Paşa
tarafından 1414 yılında Mimar Yakup bin
Abdullah’a yaptırılan; ters T planlı, zaviyeli
(erken Osmanlı’da görülen, 16.yüzyılda
vazgeçilen plan tipi) cami tipinin güzel
örneklerinden. Amasya merkezde Kuş Köprüsü’ne
yakın olan yapı, kesme taştan. Son cemaat
yerinin beş gözlü kemerleri örten kubbelerin iç
yüzeyleri ayrı ayrı bezeli. Aralarına rozetler
yerleştirilmiş olan kemerler beyaz mermer ve
kırmızı taş ile örülü olup etrafında siyah
mermerden kıvrık dal ve yaprak motiflerinden
oluşan bordür bulunur.
Giriş kapısından küçük bir geçitle ulaşılan
ana mekan kıble yönünde birer kubbeyle örtülü
iki mekandan oluşur. İlk bölümün kubbesinde
aydınlık feneri var. Zengin mukarnaslarla
çevrili, sekizgen planlı, sekiz pencereli,
yüksek kasnaklı kubbeye tromplarla geçilir.
Zaviyeli cami planına uygun olarak ana mekanın
iki yanında, birer kapı ile açılan, kubbelerle
örtülü ikişer oda bulunur. Camide bulunan, yanan
kandillerin islerinin tahliye edildiği üç adet
is tahliye yeri önemli. Zira yıllar sonra
Sinan’ın yapacağı İstanbul Süleymaniye
Külliyesi’ndeki uygulamanın örneklerinden.
Yapının en önemli farkı, kitabesinin bir
kopyasının kayaya kazınmış olması. Köprünün
yakınındaki Leğen Kaya’nın doğusundaki
vakfiyenin kazındığı kaya iki metre
yüksekliğinde. Arapça 125 kelimeden oluşan
vakfiye, araları cetvelli sekiz satırdan
oluşuyor. 1418 tarihli kitabe celi sülüs yazı
ile yazılı.
Mehmet Paşa Camii’nin minberi Türk
mimarisinin en nadide örneklerinden
Mermer ve ahşap işlemeciliğinin en nadide
eserlerinin sahibi camii banisi Mehmet Paşa, hem
Sultan 2. Beyazid’ın veziri hem de oğlu Şehzade
Ahmed’in lalası. Bulunduğu mahalleye de adını
veren 1486 tarihli külliye Amasya merkezde
bulunuyor. Ters T planlı cami kesme taştan. Altı
kubbeyle örtülü son cemaat yerinin zemin
taşlarının çoğu orijinal. Beyaz mermer, taç
kapının iki yanında deprem denge sütunu, üstünde
ise kum saati motifli kitabe ve kilit taşları
var. Kare planlı caminin sekizgen kasnaklı
kubbesi kalem iş yazı ve motiflerle süslü. Tek
şerefeli minare son derece sade. Bölgede
rastlanan, sivri külahlı şadırvanı tamir görmüş
olsa da mermer havuz orjinaldir.
Mehmet Paşa Camii’nin minberi ebat olarak
küçük olsa da işlemeleri bakımından eşsiz. Her
iki yanı simetrik olan minberin motifsiz yanı
yok. Som mermere tablo gibi işlenen kıvrık dal
ve yaprak motifleri çok sanatlı olarak mermer
işlemeciliğinin en nadide örneklerinden. Ahşap
oymacılığının en güzel örneklerinden olan kapısı
ise günümüzde Amasya Müzesi’nde.
Star, Haber: belkıs Kamut Aktürk, 31.08.2013
|
DERBE HÖYÜĞÜ'NDE KAZI ÇALIŞMALARINDA İLK BULGULARA
RASTLANDI
Karaman Valisi Murat Koca, merkeze bağlı Ekinözü
Köyü'ndeki Derbe Höyüğü'nde başlatılan arkeolojik kazı
ve sondaj çalışmalarını yerinde inceledi.
Vali Koca’nın kazı alanında yaptığı incelemeler
sırasında İl Kültür ve Turizm Müdürü Cengiz Orta,
Karaman Müze Müdürü Abdülbari Yıldız ve Konya Selçuk
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd.
Doç.Dr. Mehmet Tekocak hazır bulundu. Kazı
çalışmaları hakkında Vali Koca’ya bilgiler veren
Yrd. Doç.Dr. Mehmet Tekocak, açılış günü yapmış
olduğu açıklamalarda bahsetmiş olduğu jeoradar
taramasında tespit edilen yaklaşık kare şeklindeki
yapının kazı çalışmalarında ortaya çıktığını ifade
ederek, "Jeoradar çalışmaları bizim için son derece
önemli. Bu yüzden höyüğün diğer alanlarında da
benzer çalışmaları yürüteceğiz ve böylece hem
zamandan, hem de işgücünden tasarruf edeceğiz. En
önemlisi de höyüğün farklı yerlerinde gelişigüzel
çukurlar açmayacağız, açacaklarımız ise bu
çalışmalar sonucu elde edilen kesin veriler
sonucunda gerçekleşecek. 11 Temmuz 2013 gününden bu
yana ortalama 10 işçi ve 8 arkeologla kazı
çalışmalar yürütüldü. Bu zaman zarfında 4.00x4.00
metre ölçülerinde 19 adet sondaj çukuru açıldı ve bu
sondajlarda mimari kalıntıların yanı sıra, mezarlar
ve çok sayıda pişmiş topraktan yapılmış kap kacak ve
de az sayıda cam ve metal obje gün ışığına çıktı.
Ortaya çıkan yapı kalıntılarının yoğun şekilde
tahribata maruz kalmış olması nedeniyle işlevlerini
ve plan tiplerini kesin olarak tespit edebilmek şu
an için çok güç görünmekle birlikte burada
muhtemelen depolama ve yaşam alanı olarak
kullanılmış mekanların olduğu söylenilebilir. Hatta
buradaki mimari unsurların farklı dönemlerde
tamirat, değişiklik ve eklemeler yapmak suretiyle
tekrar tekrar kullanılmaya devam ettiğini görüyoruz.
Öyle ki bazen bir duvarda taşların sökülmesiyle
oluşturulmuş küçük bir alanın bazen de bir mekanın
içerisinin veya mekanı oluşturan duvarın üzerine
mezarlar yerleştirilmiş. Duvarların oldukça zayıf
bir işçiliğe sahip olması, hatta kimi zaman yıkılan
bölümlerde kerpiç duvar kullanmaları nedeniyle
burada yaşayanların çok zengin bir topluluk
olmadığını düşünmekteyiz" dedi.
Çıkan pişmiş toprak, cam ve metal buluntuların kayıt
altına alındığı laboratuvar çalışmaları hakkında
bilgiler veren Tekocak, ele geçen seramikler daha
çok II. bin ile I. bine ait Demir Çağı, Hellenistik
ve Roma Dönemi uygarlıklarına ait olduğunu,
dolayısıyla da höyükte çok uzun bir süreçte
yerleşimin devam etmiş olabileceğini, ele geçen az
sayıdaki seramik örneklerden de bu höyüğün Neolotik
Çağa kadar da gidebileceğini düşündüklerini söyledi.
Bugüne kadar yapılan kazı çalışmaları sonucunda
burasının Hristiyanlık için son derece büyük öneme
sahip olan Derbe Antik kenti olup olmadığı ile
ilgili henüz kesin verilere sahip olmadıklarını,
bununla ilgili büyük bir titizlik ve sabırla
çalışmaya devam edeceklerini söyleyen Tekocak,
burasının Derbe olduğunun kanıtlanması halinde
bölgenin en azından Hristiyanlar için önemli olan
bir Antakya veya bir Efes kadar ilgi görebileceğini
sözlerine ekledi.
Tekocak, son olarak bugüne kadar var olan ilgi ve
destek için başta Kültür ve Turizm Bakanlığı olmak
üzere tüm kamu kurum ve kuruluşlarına teşekkür
ederek, bu desteğin artarak devam etmesi
temennisinde bulundu.Kazı alanında yapılan
incelemelere Vali Murat Koca’nın yanı sıra Selçuk
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd.
Doç.Dr. Mehmet Tekocak, Selçuk Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr. Hakkı Gökbel, İl Kültür ve Turizm Müdürü
Cengiz Orta ve yetkililer katıldı.
Kazı Başkanı Selçuk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü
Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Mehmet Tekocak,
Derbe’nin Hıristiyanlığın ilk dönem tarihi açısından
oldukça önemli olduğunu belirtti. Yapılan ön
çalışmalar sonucunda toprağın yaklaşık 70 cm altında
olan U şeklinde bir yapıya ulaştıklarını ve
Anadolu’da Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde büyük
öneme sahip Aziz Paulus’ un bir dönem yaşadığı,
Hıristiyanlığın doğup, geliştiği önemli merkezlerden
biri olduğunu ve oldukça büyük bir alanı kapladığını
söyleyen Tekocak, Derbe Höyüğü’ nün Hıristiyanlık
dönemine ait bir yerleşim yeri olmayıp MÖ 2 binden
itibaren iskan gördüğünü fakat muhtemelen Bizans
Çağı’ndan sonra bir daha yerleşim görmediğini ifade
etti.
Kazı Başkanı Tekocak’ın Derbe Höyüğü hakkında
verdiği bilgilerin ardından Vali Murat Koca
beraberindeki heyet ile kazı alanında yürütülen
çalışmaları yerinde inceledi ve çalışmalar hakkında
yetkililerden bilgi aldı.
Karaman'ın Sesi, 31.08.2013
|
RESTORASYON İÇİN BAĞIŞ TOPLUYOR
Fransa’nın dünyaca ünlü Louvre Müzesi, 1863’te Osmanlı toprağı olan Gökçeada yakınlarındaki Semadirek’te bulunan bir heykel için bağış kampanyası başlattı.
Müze yönetiminden yapılan açıklamada, “Semadirek’in Kanatlı Zaferi” adlı siyah ve gri mermerden heykelin restorasyonu için 1 milyon Euro (2.7 milyon TL) bağışa ihtiyaç duyulduğunu bildirdi. Yunan zafer tanrıçası Nike’ye adanan başsız heykel, Hellenistik dönemin en önemli örneklerinden biri olarak kabul ediliyor.
Osmanlı'dan alındı
Bir geminin pruvası için yapıldığı tahmin edilen ve Osmanlı’ya bağlı Semadirek adasından getirilen heykel, müzenin en çok ziyaret edilen eserleri arasında bulunuyor.
Hürriyet, 31.08.2013
|
|
9 YILDA 5 BİN BİNA RESTORE EDİLDİ
Beyoğlu
Belediyesi, 9 yılda 5 bin tarihi binayı yeniledi.
Belediye, işlev ve estetiğini yitiren binlerce
binayı restore etmeye devam ediyor.
2004’ten bugüne kadar aralarında Galata
Mevlevihanesi, Kasımpaşa Mevlevihanesi, Turabi Baba
Kütüphanesi, Tarihi Beyoğlu Belediyesi ve Karaköy
Voyvoda Karakolu’nun da yeraldığı 5 bin binayı
restore ettirdi.
Neler yapılıyor?
Aslına uygun olarak yenilenen binalardan biri de
Beyoğlu Belediye Binası. Tarihi dokusu korunarak
yenilenen bina birkaç ay içinde hizmete girecek.
Voyvoda Karakolu ise eski fonksiyonuna uygun
kullanılmak üzere yenilendi. Deniz yoluyla gelen
turistleri karşılayan bu tarihi bina günümüzde hala
güvenlik birimlerinin hizmetinde. 1979’da yanan
Kasımpaşa Mevlevihanesi yeniden inşa edildi.
Kurtuluş Savaşı’nda mühimmat deposu olarak
kullanılan Turabi Baba Kütüphanesi, yeniden ayağa
kaldırıldı.
Beyoğlu’nun simgelerinden Galata Mevlevihanesi de
aslına uygun yeni yüzüne kavuştu. Mevlevihane’nin
cephe restorasyonu, çatı tahkimatı, tüm tesisatları
yenilendi. 1491’de Fatih Sultan Mehmet ve 2. Beyazıt
devrinde İskender Paşa tarafından kurulan
İstanbul’un en eski Mevlevi Asitanesi olan Galata
Mevlevihanesi, III. Selim’in 1791-1792’de
gerçekleştirdiği yenileme sonucunda ana hatlarıyla
bugünkü yerleşim düzenine kavuşmuştu.
Milliyet, 31.08.2013
|
4'ÜNCÜ YAZIT BULUNDU
Moğolistan'ın başkenti Ulanbator'un 400 kilometre
güneydoğusunda 6 Temmuz'da bulunan Göktürk
alfabesiyle yazılmış iki dev eski Türk yazıtı, bilim
adamlarını heyecana boğdu. Japon araştırmacıların
yaptıkları keşfi öğrenen, Yıldız Teknik Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Mehmet Ölmez, konuyla ilgili Moğolistan
Büyükelçiliği ve çeşitli bilim adamları ile
iletişime geçti. Prof.Dr. Ölmez keşfin
ayrıntılarını SABAH'la paylaştı. Ölmez, Japon bilim
insanlarıyla birlikte çalışmayı yürüten Moğol Dr.
Ts. Bolorbaatar'ın kendilerine, "Anıtların büyüğü 3
metre 92 santim. Arkasında oyma yazıvar. Baş
tarafında Türk soylularının, atası Aşina soyunun dağ
keçisi damgası, aşağısında ise 3 satırlık yazı var.
İki anıtta 20 satır, 2 bin 832 harf ve 30'dan fazla
damga tespit edildi" bilgisini aktardığını söyledi.
İlk önce harfleri tanımlayıp sonra sözcükleri,
cümleleri okuma işini yapacaklarını söyleyen Ölmez,
"Şimdilik çizim ve işaretleri çözüp okuma işimiz
var. Anıtta en çok eski Türk dilindeki 'ebim e',
'begim e', 'yerim e' sözcüklerinin tekrarlandığını
ve bunların da 'ah evim', 'ah beyim', 'ah
memleketim' anlamına geliyor" dedi. 4'üncü bir
yazıtın ortaya çıkışının heyecanını yaşadıklarını
söyleyen Ölmez "Bu diğer 3 abideden çok daha farklı
bir yerde. Demek ki Anıt dikilen yerler sadece
yönetim merkeziyle sınırlı değilmiş" diye konuştu.
BİLGE KAĞAN YAZITI EN BÜYÜK OLANIYDI
Kül Tigin yazıtı mermerden yapılmış dört
yönlü bir taştan ibarettir. Bu taşın boyu 3.75
metredir. Bilge Kağan Yazıtı'nın yüksekliği ise 3.80
metredir. Doğu yüzünde 41 satır, güney ve kuzey
yüzlerinde 15'er satır yer almaktadır. Tonyukuk
yazıtlarından birinci yazıt 2.43 metre; ikinci yazıt
ise 2.17 metre yüksekliğindedir.
MEZARLIK KURMA TÖRENİNDEN Mİ?
Dr. Ts. Bolorbaatar "Yazıtların üzerindeki
damgalar, ölen asillere kurban amacıyla yapılan
kutsal mezarlığı kurma törenine katılan oymaklara
ait olabilir" diyor.
Sabah, Haber.
Nurdeniz Erken, 31.08.2013
******
"YAZITLARI YERİNDE
GÖRÜP İNCELEMEK İSTİYORUZ"
Önceki gün SABAH'a yaptığı açıklamada Moğol bilim
insanı Dr. Ts. Bolorbaatar'ın, Göktürk alfabesiyle
yazılmış iki yeni anıt bulunduğuna dair bir Moğol
internet sitesine verdiği röportaja dikkat çeken
Yıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Mehmet Ölmez "Dr. Ts.
Bolorbaatar'ın yeni anıtlarla ilgili yaptığı duyuru
çok çarpıcı. Anıtları yerinde görüp incelemek
istiyoruz. Ben yazıtları görmedim ve içeriğiyle
ilgili yorum yapmam doğru olmaz ama şu an bize düşen
heyecanla Japon araştırmacıların çalışmalarının
sonucunu beklemek, mümkünse ilgili bölgeye bir
araştırma seferi düzenlemektir" dedi.
Sabah, Haber:
Nurdeniz Erken, 01.09.2013
|
ANTALYA'DA AFRODİT HEYKELİ BULUNDU
Antalya'nın Gazipaşa
İlçesi'ndeki Antiocheia Ad Cragum antik kentindeki
kazı ve restorasyon çalışmalarında Afrodit heykeli
başı bulundu.
Kültür ve
Turizm Bakanlığı'ndan edinilen bilgiye göre, Güney
Köyünün Nohut Yeri mevkiinde yer alan antik kentte
yürütülen kazı ve restorasyon çalışmalarında yeni
bulgulara ulaşıldı.
Nebraska Üniversitesi adına Amerikalı
Prof.Dr.
Michael Hoff'un başkanlığında sürdürülen çalışmalar
kapsamında, büyük hamam yapısındaki kazılarda,
mozaikli mekanın ortasındaki havuzun içinde,
zemine yakın bir kotta Afrodit heykel başı ortaya
çıkarıldı.
Türk ve Amerikalı bilim adamlarıyla öğrencilerin
yer aldığı ekibin uzun süren çalışmalar neticesinde
ortaya çıkardığı heykel başı, yaklaşık 25
santimetre yüksekliğinde ve kaliteli mermerden
yontulmuş.
Yetkililer heykel başının saç bağlama şekli, saç
bandı gibi karakteristik özellikleriyle
Yunan tanrıçası Afrodit'e benzerlik gösterdiğini
belirledi. Hellenistik stilde yapıldığı belirlenen heykel
başının MS 2'nci yüzyıl sonlarıyla 3'üncü
yüzyıl başlarına ait olabileceği
bildirildi.
Çalışmalarda, Agora alanındaki "Agora Tapınağı"
diye adlandırılan yapının cellasını kaplayan
bitkisel ve geometrik bordür ve panolardan oluşan
mozaikler de bulundu.
Tekniğiyle erken Roma dönemi örnekleriyle
benzerlikler taşıyan mozaiklerin kesin tarihlemesi
henüz yapılamasa da kentin, erken Roma dönemine
kadar inen evrelere sahip olduğu düşünülüyor.
Akşam, 30.08.2013
|
NENE HATUN'UN EVİ MÜZE OLMAYI BEKLİYOR
Türk
tarihinde önemli bir yere sahip olan Nene Hatun’un
Erzurum’da 98 yaşında gözlerini kapattığı üç katlı
ev müzeye dönüştürülmeyi bekliyor. Erzurum’daki
birçok kurum Nene Hatun’un ismini taşıyan caddedeki
metruk evin restore edilmesini istiyor.
1877-1878 Osmanlı Rus Harbi’nde (93 Harbi)
Aziziye Tabyaları’nda kahramanca savaşan Nene
Hatun’un Erzurum’da kısa bir süre yaşadığı ev
bakımsızlığa terk edildi. Dönemin 3. Ordu Komutanı
Orgeneral Nurettin Baransel tarafından Mahallebaşı
semti Emin Kurbu Mahallesi’nde yaptırılan üç katlı
ev, Nene Hatun’a ‘ordu’nun hediyesi olarak tahsis
edilmişti. O tarihe kadar aynı mahalledeki toprak
damlı, taş duvarlı bir evde yaşayan Nene Hatun,
kendisine törenle hediye edilen evde üç yıl yaşadı.
Nene Hatun yakalandığı zatürreden 98 yaşında evinde
vefat etti.
Nene Hatun’un vefatının ardından yakınları
tarafından bir süre kullanılan bina daha sonra
kiraya verildi. 10 yıl önce de Nene Hatun’un üzerine
tapu kaydı olan bina, torunu Abdulkadir Arfat
tarafından işadamı Ayhan İncesu’ya satıldı. Erzurum
kadınının Nene Hatun’un kimliğinde
kahramanlaştırıldığını söyleyen İncesu, “Nene Hatun
bizim kadın kahramanımız. Nene Hatun’un gözlerini
kapattığı evin müze haline getirilmesini istiyoruz.
Nene Hatun’a ait eşyaların sergilendiği ve o dönemi
anlatan tabloların yer aldığı bir müzeyle vefamızı
gösterebiliriz.” diyor.
Erzurum Kalkınma Vakfı Başkanı Erdal Güzel,
tarihi dokusu zengin modern şehirlerde müzelerin
önemli bir yer tuttuğunu anlatıyor: “Avrupa’da hangi
şehre giderseniz gidin muhakkak o şehrin, ülkenin
veya dünyanın kültürüne, sanatına, yaşamına katkıda
bulunmuş kişilere ait müze evler görürsünüz. Tarihe
ismini altın harflerle yazdırmış Nene Hatun’un
evinin müzeye çevrilmesi konusundaki girişimleri
destekliyoruz. Bu konuda geç kalmış değiliz. Tarihi
şahsiyetlere sahip çıkmamız ve hatıralarını
yaşatmamız gerekiyor.”
Zaman, Haber: Orhan Yıldırım, 30.08.2013
|
DER SPIEGEL: KAPALIÇARŞI ÇÖKÜYOR MU?
İstanbul’un en turistik mekanlarından
Kapalıçarşı’nın bakımsızlığı, Alman Der Spiegel
dergisine de haber oldu.
Dergi, “İstanbul’daki Kapalıçarşı Çökebilir mi”
başlıklı Hasnain Kazım imzalı yazıda, her gün
binlerce kişinin ziyaret ettiği çarşının çökme
tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu ve acilen
bakımdan geçmesi gerektiğini belirterek şu
ifadelere yer verdi: “Çarşının yönetimi birçok
mağaza sahibinin dükkanların içinde daha fazla
alan açmak için izin almadan duvarları oyduğunu,
yıktığını hatta gizli bodrum katları açtığını ve
binanın yapısına zarar vererek yıkımına zemin
hazırladığını belirtiyor.” Çarşı yönetiminin
yaptırdığı incelemeye göre, yüzlerce dükkan
sahibinin duvarları yıktırması ya da oyması
nedeniyle çatı her an çökebilir. Der Spiegel,
yazıda bina yönetimine karşı çıkan esnafın
restorasyonla ilgili görüşlerine de yer verdi.
Kapalıçarşı’da dükkan sahibi Yunus “Bakım
parasını bizim ödememizi istiyorlar. Ancak tüm
masrafları bizim karşılamamız mümkün değil”
diyerek yönetimi eleştirdi.
Çatılar anten dolu
3 yıldır gündemde olan Kapalıçarşı’nın
restorasyonu ile ilgili Anıtlar Yüksel Kurulu
rapor hazırlamış, dükkanların alanlarını
genişletmek için tarihi binada tahribat
yarattığı ortaya çıkmıştı. Su depoları,
antenler, klimalarla çatının zarar gördüğü
belirtilen raporda restorasyonun aciliyetine de
yer veriliyor. Esnaf ise fikir birliğine
varamıyor.
Hürriyet, 30.08.2013
******
ÇARŞI HARAP VAZİYETTE
Kapalıçarşı, her geçen gün yıpranan dokusuyla
ayakta kalma mücadelesi veriyor. Bilinçsiz esnafın
dükkanları içinde daha geniş alanlar oluşturmak için
duvarları inceltmeleri 550 yıllık çarşının direncini
zorluyor.
Kapalıçarşı’da bir türlü başlatılamayan
restorasyon çalışmaları için harekete geçmek
gerekliliğini vurgulayan esnaf temsilcileri ve
uzmanlar şunları söyledi:
Sinan Genim (Mimar):
“Çarşının
yıkılması gibi bir durum söz konusu değil ama çarşı
harap bir vaziyette. Çarşının derleyip toparlanmaya
ihtiyacı var. Ancak mevcut düzenlemelerle bunu
yapmak çok kolay görünmüyor. Çarşı 1954 yılında
yandıktan sonra 1955 yılında özel bir kanunla
restore edildi. Bana kalırsa yine öyle bir kanun
çıkarmak gerekli. Kamudan bu iş için bir harcama
yapılmasına karşıyım.
Çünkü çarşının yüzde 100’e yakını özel mülkiyet
alanı. Ancak bazı çarşı sakinleri ellerindeki
tapudan daha fazla alan kullanıyor. Bunları tespit
etmek lazım. Özellikle Avrupalı turistler İstanbul’a
geldiğinde kaos görmek istiyorlar. Çarşıyı çok
muntazam hale getirirsek alışveriş merkezlerinden
farkı kalmaz. Biraz o kaosa müsade etmek de lazım.”
Hasan Fırat (Kapalıçarşı Esnaf Derneği
Başkanı): “Kapalıçarşı’nın yıkılacağını
söylemek büyük bir ayıp. Her gün binlerce insanın
sirküle olduğu kentin adeta can damarı bu bölge.
Çarşıya ilişkin restorasyon çalışmaları sürüyor. 550
senelik bir yapıdan bahsediyoruz.
Bazı çarşı esnafının dükkanlarında alan kazanmak
adına duvarları incelttiği görüldü, tespitleri
yapıldı. Tespitler sonucunda tehlike arz eden
kısımlar restorasyon çalışmaları sırasında eski
hallerine geri dönüştürülecek ve güçlendirilecek.
Çarşı en son 1985 yılında küçüp çaplı bir onarımdan
geçti ve epey yaşlı. Bazı yetersizlikler var.
Örneğin, enerjisi yetersiz. Her geçen gün maliyetler
de artıyor. Buranın yapısı eski ancak işleyişini
modernize etmek lazım. Tamir edilmediğinde doku her
geçen gün harap oluyor.”
Prof.Dr. İlber Ortaylı (Galatasaray
Üniversitesi Öğretim Üyesi): “Çarşının
yıkılacağını söylemek olacak şey değil. Bazı
esnafların alan kazanmak adına dükkanlarında açtığı
yerler yapının çökelti yapmasına neden oluyor. Bunun
takip edilmesi ve cezalandırılması gerekir. Bir an
önce düzenlemeye gidilmeli.”
Milliyet, 30.08.2013
|
İSTANBUL'DA ÇEKİLDİ, WASHINGTON'DA BULUNDU
İstanbul’u gezenler bilirler ki, bir ömür onu
tanımaya yetmez. Zira her bakışta yeni bir güzelliği
keşfolunur. Washington’da tevafuk eseri ortaya çıkan
İstanbul fotoğraflarını içeren Artamonoff sergisi,
kentin 1930-1947 yıllarını bugüne taşıyor.
Fotoğraf makinesiyle İstanbul’un tanışmasından bu
yana çok fotoğrafçı gelip geçti bu şehirden.
Sultanın hususi istihdam ettiği fotoğrafçılardan,
eline kamerasını alıp şehri karış karış dolaşan
seyyahlara kadar yüzlercesi şehrin hayatını ve
mimarisini belgeledi. Hasılı, siyah beyaz
fotoğraflar, tebrik kartpostalları veya hareketli
görüntülerle bugünlere geniş bir kaynak sağlanmış
oldu. İstanbul’un tarihten gelen ehemmiyetine binaen
tüm dikkatleri üzerine çektiği ve fotoğrafçılar için
gerçek bir memba olduğu inkar edilemez. Ancak kayıt
altına alınmış binlerce görsel belgenin mevcudiyeti
bu koca kentin tüm sırlarının bilindiği anlamına
gelmiyor. Şehrin henüz gün yüzüne çıkmamış, sırrı
çözülmemiş onlarca köşesi, tılsımıyla göçüp giden
yaşanmışlığı mevcut. Bu müktesebatı kavramada,
İstanbul’un dört bir yanına ulaşıp gördüklerini
kayıt altına alan fotoğrafçıların payı elbette
büyük. Yarım asır sonra keşfedilecek çalışmasıyla
İstanbul görsel hafızasına katkıda bulunanlardan
biri de Nicholas V. Artamonoff. İstanbul’un
1930’lu-40’lı yıllarına tanıklık eden fotoğrafçının
çektiği kareler, Washington’da bir tevafuk sonunda
bulundu.
Tevafuk ucunda bir İstanbul
Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma
Merkezi (ANAMED) bugünlerde, ‘Artamonoff Bizans
İstanbul’u İmgeleri 1930-1947’ fotoğraf sergisine ev
sahipliği yapıyor. Şehirde geniş imar hareketleri
öncesinde çekilen fotoğraflar, özellikle Bizans
dönemi yapısı birçok kalıntı hakkında önemli görsel
malzeme sunuyor. 542 parçadan oluşan ve Cumhuriyet
Dönemi İstanbul fotoğraflarını içeren koleksiyonda,
sadece günümüze ulaşmayan Bizans mimari ve
arkeolojik kalıntıları değil, şehrin kültürel ve
sosyal hayatı hakkında da ipuçları bulunuyor.
Fotoğraflara ulaşan ve aynı zamanda serginin
küratörlüğünü yapan Dr. Günder Varinlioğlu’nun
fotoğrafları bulması da tam bir tesadüf. 2010’da
Washington DC’deki kütüphanede, dosyaları
incelerken, içinde yüzlerce İstanbul fotoğrafı olan
eski bir dosyaya denk gelir. Tabii Bizans bakiyesi
eserlerin bulunduğu bu fotoğraflar karşısında
şaşkınlığını saklayamaz ve hemen araştırmaya
koyulur. Ne ilginçtir ki, esrarengiz dosya hemen
kendini ele vermez. Zira fotoğraflarda kimin
çektiğine dair hiçbir ibarenin bulunmaması dosyadaki
gizemi bir kat daha artırır. Sonra kataloğun
köşesindeki tek bir Artamonoff mührü, iki sene
sürecek kaynak ve arşiv taramasına kapı açan uzun
bir süreci başlatacaktır. Elli yılı aşkın bir
süredir Dumbarton Oaks Araştırma Kütüphanesi
raflarında keşfedilmeyi bekleyen fotoğraflar,
İstanbul araştırmacıları ve meraklılarına sırrını
ifşa edecektir.
‘Kim bu Artamonoff?’
Günder Varinlioğlu’nun Artamonoff’u araştırması
adeta iğneyle kuyu kazmak gibi zor bir süreci
kapsıyor. Onu bulmak için ilk adres olarak ABD
Göçmen Bürosu’na gidilmiş. Buradan alınan belgelere
göre gizemli fotoğrafçının 1908 yılında doğduğu ve
1947’de Türkiye’den Amerika’ya göç ettiği
anlaşılmış. Fakat asıl maksat yani Amerika’dan önce
yaşamına dair hiçbir bilgi elde edilememiş. Bu
sayede fotoğrafların arkasındaki düzenli tarihler
üzerinden bir çıkarım yapmış Varinlioğlu. Buna göre
Artamonoff, İstanbul’da kısa süre yaşamış bir turist
değil, öğrenci olarak uzun süre ikamet ettiği
varsayımı üzerinden gitmiş. Artamonoff, Amerika’ya
göç ettiğine göre, İstanbul’daki Robert Koleji
mezunu olabileceği ihtimali üzerinde durmuş ve
okulun New York’taki mütevelli heyetine başvurmuş.
Okulun 1920’li kayıtlarına inildiğinde meçhul
fotoğrafçının izine nihayet ulaşılmış. Tam adı
Nicholas Victor Artamonoff, 1922’de İstanbul Robert
Koleji’ne girmiş ve 1930’da elektrik mühendisliği
bölümünden mezun olmuş. Sonrasında okulun idari
bölümünde yöneticilik yapmış ve 14 yaşında
kapısından içeri girdiği okulda tam 25 yıl geçirmiş.
Projenin ilerleyen safhalarında Washington’daki
Enstitüsü Freer/Sackler Koleksiyonu’nda da
Artamonoff’un eserleri olduğu anlaşılmasıyla,
araştırma iyice genişlemiş.
İstanbul’un Bizans yüzü
“Artamonoff Bizans İstanbul’u imgeleri 1930-1947”
sergisi, Osmanlı’dan bakiye kalan Türk toplumu ve
Bizans arkeolojisi üzerine önemli görseller
barındırıyor. Artamonoff’un, mimari veya sanat
tarihi eğitimi almamasına rağmen, o dönem İstanbul’u
ziyaret eden gezgin ve araştırmacılarla yakın bir
temas halinde olduğu anlaşılıyor. Özellikle
Ayasofya’nın rölöve çalışmaları için İstanbul’da
bulunan Amerikalı mimar Robert Van Nice’ın arşivi
Vidinlioğlu ve ekibini büyük oranda aydınlatmış.
Sergi, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki arkeoloji
çalışmalarına tanıklık etmesi bakımından önemli
veriler içeriyor. 6 Ekim’e kadar görülebilecek
sergiye, www.icfa.doaks.org/collections/artamonoff
adresinden de ulaşabilmek mümkün.
Zaman, Haber: Erkam Emre, 30.08.2013
|
RUM OKULU, 49 YIL SONRA İKİ ÖĞRENCİYLE DERSBAŞI
YAPIYOR
Gökçeada’da yarım asır sonra açılmasına izin verilen
Özel Gökçeada Rum İlkokulu’na yalnızca iki öğrenci
kayıt yaptırdı. Yeni başvuru olmazsa okul, iki
öğrenci, iki öğretmen ve bir müdürle dersbaşı
yapacak. Köyde hiç çocuk bulunmaması sebebiyle
okulun açılıp açılmayacağı uzun süre tartışılmıştı.
Çanakkale’nin Gökçeada
İlçesi'nde yarım asır sonra
açılmasına izin verilen Özel Gökçeada Rum
İlkokulu’na (Aya Todori İlk Mektebi), şimdiye kadar
sadece iki öğrenci kayıt yaptırdı. Okulda bir müdür
ve iki öğretmen görev yapacak.
İlçe merkezine 4 kilometre mesafedeki
Zeytinli Köyü'nde 1951 yılında eğitime başlayan
azınlık okulu, 1964’te kurucusunun isteği
doğrultusunda kapatıldı. 2012 yılı Ağustos ayında
Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı tarafından onarılan
okulun eğitim öğretime başlaması için, 38 yıl sonra
adaya dönen Anna Koçumal’ın müracaatı, Milli Eğitim
Bakanlığı tarafından kabul edildi. Köyde hiç çocuk
olmaması sebebiyle okulun öğrenci bulamayacağı için
açılmayacağı uzun süre tartışıldı. Eğitim yılının
başlamasına kısa süre kala, iki öğrencinin kayıt
yaptırdığı öğrenildi. Koçumal, açılışa kadar bu
sayının artmasını beklediklerini söyledi.
İKİ ÖĞRENCİ, İKİ ÖĞRETMEN, BİR MÜDÜR
Okulun müdürlüğüne, Zeytinli’de yaşayan Yorgi
Berber ile Stella Berber’in kızları Paraskevi Berber
getirildi. Gökçeada İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü
tarafından atanan bir öğretmenin yanı sıra okul
yönetimi de sözleşmeli bir öğretmen aldı. Sayı
değişmezse iki öğrenciye iki öğretmen eğitim
verecek. Onların başında da bir müdür yer alacak. Bu
şekilde okul, toplam 5 mevcutla yeni eğitim yılına
başlamış olacak.
Gökçeada’da Dereköy, Tepeköy, Zeytinli ve
Eski Bademli olmak üzere dört Rum köyü bulunuyor.
1970’li yıllarda 6 bin civarında Rum vatandaşın
yaşadığı ilçede, bu sayı zamanla yaşlılardan oluşan
200 kişi civarına indi. Türkiye’de yaşanan çeşitli
sıkıntılar ve o dönemde ekonomik avantajlar
sebebiyle adadaki Rum nüfusunun çoğu başta
Yunanistan olmak üzere Avrupa ülkelerine göç
etmişti. Gökçeada Belediye Başkanı Yücel Atalay,
yaptığı açıklamada buradaki vatandaşların tamamının
yaşlı ve çocuksuz olduğunu söyledi. Söz konusu
okulun iki öğrenciyle öğretime başlayacağını
belirterek, açılmasının ilçe için önemli olduğunu
ifade etti.
Zaman, Haber: Mehmet Güler, 30.08.2013
|
98 CAMİ NASIL KAYBOLDU?
Fatih Belediye Başkanı
Mustafa Demir,
tarihi yarımadada eserlerin kaybolmasına tepki
göstererek "Fatih'te Uzun Yusuf
Camii'nin ihya edildi ama bu mescitler, bu
camiler
tarihi yarımada içerisinde nasıl kaybolmuş
anlayabilmiş değilim" dedi.
Fatih Sultan Mehmed döneminde Seyit Ömer
Mahallesi'nde yapılan ve zaman içinde yıkılarak
kaybolan Uzun Yusuf
Cami, Fatih Belediyesi,
Vakıflar Genel Müdürlüğü ve hayırseverler
tarafından yürütülen titiz çalışmalarla yeniden ihya
ediliyor. Çalışmaların nasıl yürütüldüğünü yerinde
incelemek için mescide gelen Fatih Belediye Başkanı
Mustafa Demir, Uzun Yusuf Medresesi ve kaybolan
medreseler hakkında bilgiler verdi.
10 BİN ESER VAR
Fatih'te medreselerin,
camilerin gün yüzüne çıkmasını yarımadanın
bereketi olarak gören Başkan Demir, Fatih'te 10 bine
yakın tarihi eserlerin olduğunu söyledi.
Kaybolmuş, terk edilmiş tarihi eserlerin içerisinde
cami ve medreselerin çok önemli olduğunu
belirten Başkan
Mustafa Demir, " Yarımadada ibadete açık 350
tane
camimiz var. İmar planlarına göre 98 tane daha
caminin ibadete açık olması gerekir. Bu kayıp
camilerimizden bir tanesi de Uzun Yusuf
Cami'siydi" dedi.
Uzun Yusuf Camii'si hakkında bilgiler veren Demir,
Fatih Sultan Mehmet döneminde Fatih mahiyetinde
çalışmış, Yusuf Uzun adına yapılmış bir cami
olduğunu ifade etti.
Kasım 2011'de çalışmalara başlanmak için kurul
tarafından camiinin onaylandığını hayırsever
vatandaşların da desteğiyle çalışmalara başlandığını
dile getiren Başkan Demir, "Kurban Bayramı'na
yetişmez ama 3-4 ay içerisinde ibadethaneye açılır"
şeklinde konuştu.
"Uzun Yusuf Camii'nin gün yüzüne çıkarılması bizim
için sürpriz oldu" diyen Başkan Demir, aynı
mahallemizde Yayla Mescidi Camii'nin de olduğunu da
hatırlattı.
"BİZİM İÇİN DE SÜRPRİZ OLDU"
Tarihi yarımada da tarihi eserlerin kaybolmasına
tepki gösteren Başkan Mustafa Demir, "Bu mescitler,
bu camiler nasıl olmuşta yıkılmış, bu beni çok
şaşırtıyor.
Tarihi yarımada içerisinde kaybolmasını
anlayabilmiş değilim. Çünkü bunlar bizim hafızamız.
Eserlerimiz geçmişe ait kültürümüzü, medeniyetimizi
geleceğe taşıyor. Bu anlamda hafıza nasıl silinmiş
anlayabilmiş değilim" ifadelerini kullandı.
Çevredeki insanların da gün yüzüne çıkartılan
eserleri mahallelerinde gördükçe çok sevindiklerini
belirten Başkan Demir, diğer eserlerinde gün yüzüne
çıkması için dua ettiklerini söyledi.
Habertürk, 30.08.2013
|
HIRSIZLARIN YENİ GÖZDESİ MÜZELER
Mısır'da devam
eden kaos ortamını fırsat bilen hırsızlar, ülkenin
en değerli müzelerini yağmalamaya başladı. Malavi
Müzesi'nden 500 eser, Kahire Müzesi'nden ise paha
biçilemez 50 parça çalındı. Olayın kontrolden
çıktığı belirtiliyor.
Mısır'da kaos ortamı sürerken ülkenin en değerli
müzeleri yağmalanmaya başlandı. Belirsizlik ortamını
fırsat bilen hırsızlar paha biçilemez eserleri
çalıyor. En son Minye kentindeki Malavi Müzesi
kimliği henüz belirlenemeyen kişilerce yağmalandı.
Müzede bulunan çok sayıda tarihi eser tahrip
edilirken, paha biçilmez parçaların da çalındığı
tespit edildi. Müzede kayıtlı bulunan 791 eserden
45’i restorasyonla kurtarıldı, çalınan eserlerden
170 ise geri getirildi.
Euronews'e konuşan yetkililer, Mısır genelinde
saldırıya uğrayan müzeler arasında en çok zarar
görenin Malavi Müzesi olduğunu belirtiyor.
Malavi'den 500 kadar parçanın kaybolduğuna dikkat
çekilirken, Kahire Müzesi’ndeki saldırıda ise 50
eserin çalındığı belirtildi.
Yapı, 29.08.2013
|
HADRİANUS TAPINAĞI GÜN IŞIĞINA ÇIKACAK
Balıkesir'in Erdek
İlçesi'nde, Kyzikos antik kentinde yeniden başlatılan kazılar çerçevesinde
Hadrianus Tapınağı'nın 10-15 yıl içinde gün ışığına
çıkarılması bekleniyor.
Kazı Grubu Başkanı
Doç.Dr.
Nurettin Koçhan, antik kent alanında
2006 yılından itibaren her yıl
ortalama 60 gün kazı
yapabildiklerini söyledi.
Yaz ve sonbahar aylarındaki
çalışmalar için Kültür ve
Turizm Bakanlığı'nca ödenek
aktarıldığını belirten Koçhan, şöyle
konuştu:
"Kazılarımız, Hadrianus Tapınağı
üzerinde devam ediyor. Bu yıl
tapınağın batı kısmında kazılarımızı
sürdüreceğiz.
Geçen yılki kazılarımızda tonozlara
ulaşmıştık.Bu
yıl tapınağın altyapısının nasıl
olduğunu ortaya çıkarmaya
çalışacağız. Önemli olan, tapınağın alt kısmının
ortaya çıkmasıdır. Aynı tempoda
çalışırsak yıkıntının da çok fazla
olması nedeniyle tapınağın etrafının
açılması 10-15 yıl alır.
Geçen yıla kadar buradaki sütun
sayısını bilmiyorduk. Şu an elimizde
olan sütun kaidesi parçaları, bu
tapınağın kısa kenarında 8, uzun
kenarında da 16 sütun olması
gerektiğini ortaya koyuyor."
Koçhan, Anadolu'daki en büyük
tapınaklardan biri olan
Hadrianus'un, 116 metre 23
santimetre uzunluğa sahip olduğunu
sözlerine ekledi.
Cnn Türk, 29.08.2013
|
TRİPOLİS'TE BİN 500 YILLIK MOZAİKLİ EV BULUNDU
Denizli'nin
Buldan İlçesi yakınlarındaki Tripolis
antik kentinde yürütülen çalışmalarda, bin 500 yıl önce
zengin ailelerin oturduğu ve odalarının tabanları
mozaik kaplı ev bulundu.
Denizli'nin
Buldan İlçesi yakınlarında bulunan Tripolis
antik kentindeki kazı ve restorasyon çalışmaları
devam ediyor.
Denizli Valisi
Abdülkadir Demir'in büyük önem verdiği kazılarla
ilgili olarak bu yıl Tripolis'e toplam 1 milyon
TL'ye yakın kaynak ayrıldı.
Denizli Valisi
Abdülkadir Demir, sabah saatlerinde Tripolis
antik kentine giderek incelemelerde bulundu. 10
arkeolog, 2 restoratör, 20 öğrenci ve 35 işçi ile
yürütülen çalışmalarda şimdiye dek bir çok önemli
yapı ortaya çıkarılırken, kiliseler ve kemerli
agoralar ön plana çıkıyor.
Pamukkale Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç
Dr.
Bahadır Duman başkanlığında yürütülen
çalışmalarda son olarak ortaya çıkarılan mozaikli ev
ise büyük ilgi görüyor.
Denizli Valisi
Abdülkadir Demir, bölgedeki incelemelerde
özellikle mozaikli evle ilgili bilgi alırken,
bölgedeki çalışmaları genişleyerek devam etmesini
istedi.
"EVİN TABANININ TAMAMINDA MOZAİK VAR"
Yılsonuna kadar özellikle Tripolis'teki Agora'nın
tamamlanması gerektiğini belirten Vali Demir,
"Bölgede yürütülen çalışmalarda
Denizli'nin bir avantajı ortaya çıktı.
Tripolis'te yürütülen çalışmalarda buradaki
yapıların erozyonla kapandığını görüyoruz" dedi.
Yürütülen çalışmalarda hiç beklemedikleri bir yapıya
ulaştıklarını kaydeden Vali Demir,"Kentin ana
yapısının dışında mozaikli evle karşılaştık.
Mozaikli yapılar
Laodikya antik
kentinin yanı sıra burada da
karşımız çıktı. Buradaki mozaiğin bir farkı var.
Evin ana yapılarının tamamının tabanında mozaik var.
Mozaikler yeni yapılmış gibi duruyor. Neredeyse 150
metrekarelik bir salon var ve mozaikler üst derecede
korunmuş. Bunun dışında kalan bölgelerdeki evleri de
yine kazı heyetimiz ortaya çıkaracak" diye konuştu.
"MOZAİKLİ EV 8 ODADAN OLUŞUYOR"
Tripolis antik kentinde kazı çalışmalarını
yürüten
Pamukkale Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç
Dr.
Bahadır Duman ise yıl sonuna kadar önemli
yapılara ulaşmaya devam edeceklerini ifade ederek,
éKemerli agoradaki çalışmalarımız devam ederken,
kentin ana yapısının dışındaki mozaikli eve
rastladık. 8 odadan oluşan mozaikli bir evde kazı
çalışmaları yapıyoruz. Taban döşemeleri tamamen
renkli taşlarla döşenmiş durumda. Bu evin kentin
zengin ailelerinden birisine ait olduğunu
düşünüyoruz" diye konuştu.
haberler.com, 29.08.2013
|
AKAMENİDLERİN İZİNDE
Çukurova Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Yrd.
Doç.Dr. Serdar Girginer, 2007 yılında ilk kazma
vurulan ve bu yıl 7. sezon kazı çalışmalarına
başlanılan Tatarlı höyüğünden çıkarılan 2 binden
fazla eseri müzeye kazandırdıklarını söyledi.
Ceyhan Belediye
Başkanı Hüseyin Sözlü, Tatarlı höyüğünde devam eden
kazı alanında incelemelerde bulundu. Kazı Başkanı
Yrd. Doç.Dr. K. Serdar Girginer’den bilgi alan
Sözlü, kazı alanını Tatarlı Muhtarı Mehmet Alşan ile
birlikte gezdi.
Girginer, her geçen gün yeni bilgilere
ulaştıklarını söyleyerek, “MÖ 559 yılında kurulan
Akamenid İmparatorluğu’nun izlerine rastladık. Bu
döneme ait bir kabartma bulundu. Bu bize yeni bir
yol yeni bir ışık olacak buluştur.” dedi.
HİTİT DÖNEMİNE AİT
2007 yılında mütevazı bir bütçe ile ilk kazmayı
vurduklarını söyleyen Serdar Girginer, kazılarının
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür Varlıkları ve
Müzeler Genel Müdürlüğü, Çukurova Üniversitesi ile
Ceyhan Belediyesi’nin destekleri ile sürdürüldüğünü
söyledi.
Girginer, kazılarda bölge ve Hitit dünyası için
çok önemli veriler elde edildiğini ve şimdiye kadar
Adana Arkeoloji Müzesi’ne envanterlik ve etütlük
eser olmak üzere yaklaşık 2 bin eser
kazandırıldığını aktardı.
Girginer, şimdiye kadarki kazılarda bu büyük
yerleşim biriminin yukarı şehir bölümünde
çalışıldığını belirterek, “Bu kalenin dışında bu
höyüğün yaklaşık 10-12 katı büyüklüğünde bir aşağı
şehri mevcut. Yukarı şehir bölgesinde benzerlerine
büyük Hitit merkezlerinde de rastlanılan sur
sistemleri, aşağı şehir ve kutsal 7 pınara inen taş
döşemeli ve rampalı bir yol ile çok büyük bir MÖ
II. bin kutsal yapısı açığa çıkarıldı.” ifadelerini
kullandı.
4000 YAŞINDAKİ ŞEHİR
Girginer şunları söyledi: “Bu sene çalışmaları
yaklaşık 30 kişilik uzman ve öğrencilerden oluşan
ekiple yapıyoruz. Maddi desteklerle orantılı olarak
kazıların eylül ayının sonuna kadar devam
ettirilmesi planlanıyor. Ek desteklerin sağlanması
durumunda kasım ayı sonuna kadar kazıların
sürdürülmesi düşünülüyor. Tatarlı höyüğünün Amanos
dağlarının hemen batı çıkışında yer alan,
dolayısıyla çok önemli jeopolitik ve stratejik bir
konumda bulunan, özellikle Hitit çağdaşı dönemde
Çukurova’da yaşayan Kizzuwatna ülkesinin büyük bir
olasılıkla hem başkenti hem de dini merkezi olan
Lawazantiya ile aynı kent olduğu düşünülüyor. Güçlü
savunma sistemleri, kutsal törenlerde kullanılan
sunu kaplarının yoğunluğu ve çeşitliliği, 4 bin
yıllık gelişmiş bir tekstil üreticiliği, yedi pınara
sahip olması, Aşağı Şehir ile Sitadeli ayıran bir
ırmağının bulunması ve bunun gibi birçok veri bu
eşitlemeyi olanaklı kılmaktadır.”
BELEDİYE BAŞKANI'NDAN TEŞEKKÜR
Ceyhan Belediye Başkanı Hüseyin Sözlü ise
mütevazı bir bütçe ile yola çıktıklarını
anımsatarak, “Serdar bey bize geldiğinde ne
gerekiyorsa yapmaya hazır olduğumuzu kendisine
söylemiştik. Kendisine, ekip arkadaşlarına ve
öğrencilerimize ne kadar güvendiğimizi söylemiştik.
Onlar da bizleri hiç mahcup etmediler büyük bir
sabırla ülkemiz için büyük önem taşıyan tarihi
buluntuları ortaya çıkardılar. Desteğimiz
sürecektir, emeği geçen herkese çok teşekkür
ediyorum.” şeklinde konuştu.
Daha sonra Tatarlı kazılarından elde edilen
envanteri gezen Ceyhan Belediye Başkanı Hüseyin
Sözlü, kazı ekibiyle fotoğraf çektirdi.
Akşam, 29.08.2013
|
ATATÜRK ORMAN ÇİFTLİĞİ'NDE SİT KALKIYOR
TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi'nden yapılan
açıklamaya göre Atatürk Orman Çiftliği'nde yapılan
Başbakanlık Hizmet Binası nedeniyle Atatürk Orman
Çiftliği tarihi çekirdek alanın sit derecesi
kalkıyor. Başbakanlık hizmet binası girişiyle karşı
karşıya olan Devlet mezarlığı tören alanı girişi
kapatılıyor.
TMMOB Mimarlar Odası
Ankara Şubesi’nden yapılan açıklamaya
göre
Atatürk Orman Çiftliği ’nde yapılan
Başbakanlık Hizmet Binası nedeniyle Atatürk
Orman Çiftliği tarihi çekirdek alanın sit
derecesi kalkıyor. Başbakanlık hizmet binası
girişiyle karşı karşıya olan Devlet
mezarlığı tören alanı girişi kapatılıyor.
Mimarlar Odası Ankara Şube Sekreter Üyesi
Tezcan Karakuş Candan, Odaya gelen bilgiler
ve yetkililerle yapılan görüşmeler
sonucunda, Başbakanlık Hizmet binasının
yapılması için 1.Derece Sit alanı olan
AOÇ’nin 3.dereceye düşürüldüğünü, bununla
ilgili davalar devam ederken, AOÇ de tarihi
çekirdek alanda SİT’in tamamen kaldırılmak
istendiğini ifade etti. Candan
“Ankara 1 numaralı Kültür Varlıklarını
Koruma Bölge Müdürlüğü uzmanı tarafından
hazırlanan raporda, tarihi çekirdek alan
içerisinde kalan 63886 ada 5 parselin tarihi
sit statüsünün kaldırılmasının uygun olacağı
görüşü ile Ankara 1 numaralı Kültür
varlıklarını koruma bölge kururu tarafından
5 Ağustos 2013 tarih 865 sayılı kararla
onaylanmıştır. Koruma kurulları Başbakana
bağlı onların istediklerini yerine getiren
bir kurul haline gelmiştir. Tarihi sit
özelliği kaldırılan ve “Sürdürülebilir
Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı” olarak
belirlenen kararı yargıya taşıyacağız.”
dedi
DEVLET MEZARLIĞI TÖREN ALANI
GİRİŞ YOLU KAPANIYOR
Candan Başbakanlık Hizmet Binasının
yapılmasıyla birlikte Atatürk Orman
Çiftliğinin güvenlik nedeniyle halka
kapatılacağını ve oradan kuş
uçurtmayacaklarını daha önce defalarca kez
ilettiklerini söyleyerek,
“Bunun ilk
örneği Devlet Mezarlığının başına geldi”
dedi. Candan
“Başbakanlık
Hizmet Binası girişi Devlet Mezarlığı Tören
yolu’ ile karşı karşıya,
Başbakan’ın “hizmet binasına
girerken, Devlet Mezarlığı girişini görmek
istemediği, bu tören yolunun kapatılması
istediği için plan değişikliği yapıldığı
bilgisi tarafımıza iletildi. Bunun üzerine
yaptığımız görüşmelerde, tören alanı yolunun
kapatılarak, kullanılmayacağı, nizamiye
girişlerinin ve kulübelerinin kaldırılarak
yıkılacağı bir plan değişikliği önerisi
hazırlandığını öğrenmiş bulunmaktayız. Milli
Savunma Bakanlığı’na görüş sorulmadan
hazırlanan bu plan değişikliği emri vaki
olarak Bakanlığa sunulmuş olması da bilgimiz
dahilindedir.” dedi. Devlet Mezarlığı
projesinin müellifi Mimar Özgür Ecevit’in bu
süreçten herhangi bir bilgisi ve onayı
olmadığını ileten Candan, “Bir ülkenin
yöneticilerinin, ülkenin Kurtuluş Savaşında
şehit düşmüş Gazilerinin yattığı yerin,
tören giriş alanını keyfi bir şekilde,
beğenmedim değiştirin deme hakkı yoktur.
Bakanlar, başbakanlar, milletvekilleri gelip
geçici olduklarını bu halka hizmet etmek
için orada olduklarını unutmamalı. Milli
Savunma Bakanlığı’nın yetki alanında olan
Devlet Mezarlığının tören girişinin
kapatılmasına müsaade edilecek mi?
göreceğiz?” dedi.
AOÇ arazisi içinde yer alan halka açık olan
536.000 metrekarelik bir alanda bulunan
Devlet Mezarlığı 356.000 metrekare yeşil
alanı Başbakanlık hizmet binası ile birlikte
halkın rahatça dolaşamayacağı bir alan
haline gelecek diyen Candan
“Başbakanın hedefinde Cumhuriyetten sonra
Cumhuriyetin kurulması için Kurtuluş
Savaşı’nda Şehit düşen Gaziler’in mezar
alanları var. Bu durum tamamen ideolojik ve
kabul edilemez, her iki kararı da yargıya
taşıyacağız” şeklinde konuştu.
Radikal, 29.08.2013
|
OSMANLI'NIN İLK FETHETTİĞİ KALE AYAĞA KALKACAK
Osman Bey tarafından 1288'de
Bizanslılar'dan fethedilen, 1299'da ilk hutbenin
okutularak
Osmanlı Beyliği'nin kurulduğu Karacahisar
Kalesi, devam eden kazı çalışmalarının ardından
restore edilerek turizme kazandırılacak.
Kazı Başkanı ve Anadolu Üniversitesi (AÜ)
Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölüm Başkanı
Prof.Dr. Erol Altınsapan, yaptığı açıklamada, ilk kez
1999'da tarihçi Prof.Dr. Halil İnalcık ve Prof.Dr.
Ebru Parman tarafından kazı çalışmaları başlatılan
Karacahisar Kalesi ve yerleşimindeki çalışmaların
devam ettiğini hatırlattı.
Karacahisar Kalesi'ndeki kazıların bu yıl 12
Ağustos'ta başladığını ifade eden Prof.Dr.
Altınsapan, şöyle konuştu:
"Çalışmalar iç kalede devam ediyor. Kazılarda
Osmanlı askerlerine ait birimler ortaya çıktı.
Mekanların koğuş olabileceğini düşünüyoruz. Geçen
yıl da askeri ihtiyaçlar için kullanılan nalbant,
terzi, berber gibi işlikleri tespit etmiştik. Bu yıl
askeri mekanlar olduğunu düşündüğümüz alanların
kazısını devam ettireceğiz. Kazılarda ok uçları,
seramik parçaları, sikkeler ve bazı metaller
karşımıza çıkıyor. İç kalede zaviye alanında da
kazılar yaptık."
ESKİŞEHİR 2013 TÜRK DÜNYASI KÜLTÜR
BAŞKENTİ
Prof.Dr. Altınsapan, eylül ayı boyunca devam
edecek 2013 yılı çalışmalarının AÜ Rektörlüğünün
Araştırma Fonu'ndan alınan destekle sürdüğünü ve
Eskişehir Valiliğinin desteğiyle de askeri
birimlerden elde edilen helikopterle alanın hava
fotoğraflarının da çekildiğini bildirdi.
Eskişehir'in 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti
olduğunu hatırlatan Prof.Dr. Altınsapan, şunları
söyledi:
"Karacahisar Kalesi'ndeki çalışmaların da bu
bağlamda değerlendirileceğine inanıyorum. Öncelikle
iç kalenin bütün unsurlarıyla ortaya çıkması için
çalışıyoruz. Bunun ardından bir restorasyon
çalışması yapılabilir. İç kaledeki çalışmaların 3-5
yıl içinde biteceğine inanıyorum. Kazının ardından
Osmanlı'nın ilk fethettiği, rüştünü ispatladığı,
Osman Bey adına hutbe okutulan kale, ayağa
kalkacak."
AÜ Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim
Üyesi Dr. Ali Gerengi ise kazıların üçüncü
sezonundaki buluntuların bir önceki yıllara benzer
olduğunu vurguladı.
Habertürk, 29.08.2013
|
HASANKEYF'İN İLK SAKİNLERİ
Batman'ın antik
İlçesi Hasankeyf'te Japon arkeoloji ekibinin yaptığı
kazılarda, 11 bin 500 yıl önceki Neolotik Çağ'a ait,
içerisinde insan iskeletlerinin yer aldığı boyalı
mezarlar bulundu.
Hasankeyf
kazıları Başkanı Prof.Dr. Abdüsselam Uluçam,
Hasankeyf'in yeni yerleşim yerine bir an önce
taşınması gerektiğini, taşınma işlemleri bitmeden
sular altında kalmasının söz konusu olmadığını
söyledi. Prof.Dr. Uluçam, şöyle dedi:
"Hasankeyf'te kazılacak kamuya ait alan kalmadı.
Yaklaşık 12 yıldır burada kazı çalışmalarını
sürdürüyorum. Kamusal alanlarda kazı çalışmalarımız
tamamlandı. DSİ'nin istimlak etmesi durumunda
şahıslara ait topraklarda kazı çalışmasını
yapabiliriz. Yeni yerleşim alanın altında kazı
çalışmaları yapılmadan sular altında kalması mümkün
değil. O alanı kazmadığımız zaman çalışmamız eksik
kalır. Taşıma işlemleri ihaleye verildi. 15 eserin
taşınması işlemleri yakında başlayacak. Ayrıca kale
kayalarının sudan korunması gerekir. Aksi takdirde
kalenin kayalarında çökme meydana gelir. Hasankeyf
köprü sular altında kalacak. Ancak köprü
ayaklarındaki Suçluklu dönemine ait rölyefleri
taşıyacağız. Hasankeyf'te 15 eserler taşınacak.
Şuanda Hasankeyfliler'in yaşadığı ve 1966 yılında
yapılan gecekondu tabir ettiğimiz bu evler kalkacak
ki, illa yeni Hasankeyf'e değil nereye taşınsa
taşınsın, Ortaçağ kentini kazmamız lazım. Bunları
belgelememiz gerekir."
NEOLİTİK DÖNEMİNE AİT KÖY BULUNDU
Batman'da Hasankeyf Kazı Başkanlığı bünyesinde ve
Japonya Tsukuba Üniversitesi'nden Prof.Dr. Yutuka
Mıyake'nın bilimsel danışmanlığında, 12 uzman ve 6
öğrenci ile 40 işçinin çalıştığı Hasankeyf
höyüğü'nde bu yıl Neolitik dönemine ait 18 boyalı
mezar bulundu. Prof.Dr. Yutuka Mıyake, bu höyüğün
neolitik dönemin başlangıcına, günümüzden 11 bin 500
yıl önceki döneme denk geldiğini belirterek şöyle
dedi:
"Burayı, bölgede ilk kurulan köy olarak
biliyoruz. Burada göçebe hayatı yaşanmış. Bir
zamandan sonra yerleşik hayata geçilmiştir. Burada
çok sayıda yuvarlak evler var. Burada yaşamını
sürdürmüşler. 9 metre genişlinde bir yapı bulunuyor.
Bu yapı özel bir bina olarak düşünüyoruz. Taban
üzerinde dikili taş var. Siirt'te bir höyükte
bulunan bir olduğu gibi burada da bir dikili taş
bulundu. 30 adet gömü tespit ettik. 11 bin 500
yıllık binadır. Dikili taş; 1.5-2 metre uzunluğunda
olduğunu düşünüyoruz. Burada çok görüldü, tabanın
altına gömülmüş insan isketeni bulduk. O dönemde
mezarlık olmadığı, yaşadıkları yerin altına
insanları gömüyorlardı. Kemik üzerinde boya izleri
var. Turuncu ve siyah boya ile kemikler boyanmış. 11
bin ila 11 bin 500 yıllarına ait mezar bulundu. 15
Ağustos'ta kazılara başlandı ve 18 insan iskeleti
bulundu. Geçen yılla birlikte yaklaşık 80 insan
iskeleti tespit ettik."
Akşam, 29.08.2013
|
KİLİSTRA'DA 'BİRLİKTE YAŞAMIN SIRLARI' ARAŞTIRILIYOR
SÜ Sanat Tarihi Bölümü tarafından yürütülen,
Kilistra, Altınekin ve Ladik'i kapsayan,
"Ortaçağ'dan Günümüze Konya İli ve Güneybatı
İlçeleri Yüzey Araştırması" çalışmalarının ikinci
periyodu başladı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı denetim ve izninde,
Konya Büyükşehir Belediyesinin desteğiyle yapılan
araştırmanın başkanlığını yürüten SÜ Sanat Tarihi
Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Ali Boran, çalışma
ile bölgede tüm dönemlere ait tarihi eserleri
araştırıp envanter çıkaracaklarını söyledi.
Aziz Paulos'un yaşadığı yer
Konya kent merkezinin güneyinde yeralan
Kilistra'nın "önemli ve tarihi bir kent" olduğunu
vurgulayan Boran, şunları kaydetti:
"Burada yüzyıllar boyunca birlikte yaşamış olan
toplumların ve mensup oldukları dinlerin, dillerin
ve kültürlerin ortaya koyduğu eserleri, bölgeye ve
ülkemize kazandırmak istiyoruz. İnsanların ilgisini
bu tarihi kente çekerek, bölge turizminin
gelişmesine katkı sağlamak istiyoruz. Yapılan tüm
çalışmalar, bölgeye hak ettiği değeri kazandırmak
içindir. Çok eski dönemlere ışık tutan bu tarihi
kentin bütün evrelerini araştırarak, rapor halinde
ortaya koymak istiyoruz. Çalışmanın bir evresini
oluşturan ve 'Konya'nın Kapadokyası' olarak bilinen
Kilistra, Hz. İsa'nın havarilerinden Aziz Paulos'un
yaşadığı yerlerden biridir. Bu nedenle Hristiyanlar
için son derece önemli bir yerleşim yeridir.
Özellikle son yıllarda önemli hale gelen inanç
turizmi sayesinde Kilistra başta olmak üzere,
Altınekin ve Ladik'e turizmcilerin ilgisini
arttırmaya çalışacağız. Bu çalışma sonunda, bölgede
birlikte yaşamış olan farklı inanç ve kültürlere
mensup toplulukların etkileşimleri net bir şekilde
ortaya konulacak."
Prof.Dr. Boran, araştırmanın sonunda bölgeyle
ilgili yayın da yapılacağını, tüm çalışmaların ana
hedefinin bölgedeki tarihi zenginliği, dünya
turizminin ilgisine sunmak olduğunu sözlerine
ekledi.
Yeni Şafak, 29.08.2013
|
'PRUSIAS AD HYPİUM' ANTİK KENTİ GÜN YÜZÜNE ÇIKIYOR
''Prusias
ad Hypium'' olarak bilinen bölgede 1. yüzyılda
inşa edildiği tahmin edilen antik tiyatrodaki kazı
çalışmalarına sürdüren Düzce Üniversitesi (DÜ) Fen
Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi
Yrd. Doç.Dr. Nurperi Ayengin, Konuralp'in Batı
Karadeniz'in Aspendos'u olabilecek potansiyele sahip
olduğunu söyledi.
Ayengin, gazetecilere yaptığı açıklamada
Konuralp'lilerin Erken Hellenistik dönemle başlayıp
Roma döneminde daha da büyüyen bir antik kentin
üzerinde yaşadığını anlattı. Burada yapılan kazı
çalışmalarının dünya'da ses getireceğini vurgulayan
Ayengin, ''Kazı çalışmaları dolayısıyla buraya çok
sayıda turist gelecek. Akademik anlamda bilimsel
yayınlar yapılacak. Yani hem akademik anlamda hem de
turizm anlamda ses getirecek bir çalışma olacaktır"
şeklinde konuştu.
Konuralp halkının da kazı çalışmasından oldukça
mutlu olduğunu, daha önce yapılması gerektiği
yönünde telkinde bulunduklarını sözlerine ekleyen
Ayengin, çalışmaların süresinin ve hızının bütçeye
bağlı olduğunu belirterek, şöyle konuştu:
''Bu tür çalışmalarda ödenek en büyük sıkıntıdır.
Ödenek bizim çalışmamıza ne kadar imkan veriyorsa, o
kadar çalışabiliyoruz. Seneye bütçemiz
daha da artacak ve daha iyi çalışacağız diye umut
ediyorum. İnsanlar artık tatilde, sadece deniz
kenarına gidelim demiyor. Arkeolojik yerleri de
gezip görmek istiyor. Devletimizin de artan bu
rağbete paralel olarak, kültür turizmine daha çok
destek veriyor. Bizim kazı alanımızın en büyük şansı
burada anıtsal bir mimarı var. Konuralp bu konuda
çok şanslı. Burada yapılacak kazı ve restorasyon
çalışmalarından sonra hemen hemen tamamlanmış bir
tiyatro ortaya çıkacak. Konuralp'in Batı
Karadeniz'in Aspendos'u olabilecek potansiyele sahip
olduğunu düşünüyorum.''
DÜ Rektörü Prof.Dr. Funda Sivrikaya Şerifoğlu'nun
kendilerine her türlü desteği verdiğine de işaret
eden Ayengin, bugüne kadar Düzce'de hiçbir
arkeolojik çalışma yapılmadığını vurguladı. Ayengin,
DÜ'ye geldikten sonra bu nedenle "Düzce İli
Arkeolojik Yüzey Araştırması Projesi"ne başvurduğunu
kaydetti.
Sabah, 29.08.2013
|
|
'İNCİ KÜPELİ KIZ'
NEW YORK'A
GİDECEK
Hollandalı ressam
Johannes Vermeer’in (1632-1657) başyapıtlarından
biri olan “İnci
Küpeli Kız” adlı tablo, ekim ayında,
koleksiyonunda yer aldığı Hollanda’nın Lahey
kentindeki Mauritshuis Kraliyet Resim Galerisi
tarafından 3 aylığına ABD’nin
New York kentine gönderilecek.
Hollandalı başka ressamlara ait 15 tabloyla
birlikte New York’a gönderilecek olan dünyaca ünlü
tablo, New York’taki Frick Collection’da
sergilenecek. Sergi 22 Ekim’de açılacak.
Habertürk, 28.08.2013
|
TARİHİ MAKEDONYA KULESİ'NİN MÜZEYE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ
Roma İmparatorluğu döneminde kentin korunması için
yapılan kalenin dört büyük kulesinden biri olan
Makedonya Kulesi'nin müze haline getirilmesine
yönelik çalışmalar sürüyor.
Edirne Valiliği İl Özel İdaresi
ekipleri, Çavuşbey Mahallesi Mumcular Sokak'taki
kulenin yanında bulunan elektrik trafosuna
ait binayı kepçeyle yıktı.
Edirne Valisi
Hasan Duruer, yıkım alanında incelemelerde
bulunduktan sonra gazetecilere yaptığı açıklamada,
kulenin yanındaki trafoya ait binayı görüntü
kirliliğine neden olduğu için yıktıklarını söyledi.
Çalışmanın
Edirne Belediyesi ve TREDAŞ ile müşterek
yürütüldüğünü ifade eden Duruer, şöyle konuştu:
"Önemli olan tarihi bir şehre sahip çıkılmasıdır.
Bu şehirde kirlilik meydana getiren, daha sonra
yapılan fakat şehrin güzelliğini
Bozan yapıları, tabelaları ve buna benzer
ögeleri kaldırmak düşüncesiyle müşterek bir çalışma
yapıyoruz. Belediye başkanımıza ve TREDAŞ müdürümüze
ayrı ayrı teşekkür ediyorum. İnşallah
Makedonya Kulesi'yle ilgili yapacağımız güzel
çalışmalar olacak. Bunu da kamuoyuyla
paylaşacağız. Burasının arkeoloji müzesi olarak, hem
açık müze hem de küçük objelerin sergilendiği bir
müze olması için çalışma yapıyoruz."
Bir gazetecinin, "Binanın yıkılması konusundaki
süreci anlatır mısınız" sorusuna Duruer, "Maalesef
1991 yılında kurul tarafından karar alınmasına
rağmen, şu ana kadar yıkılamamış. Çok geç bir süre.
Zamanında keşke yapılmasaydı ve zamanında da
yıkılabilseydi, şehre sahip çakılabilseydi" yanıtını
verdi.
Edirne Belediye Başkanı
Hamdi Sedefçi ve
UNESCO Dünya Kültür Mirası Alan Yönetim Başkanı
ve Gazi Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi
Mimarlık Bölümü Öğretim Görevlisi Dr. Nurçin Çelik
de yıkım çalışmalarını inceledi.
Makedonya Kulesi
Roma İmparatorluğu döneminde kentin korunması
için yapılan kalenin dört büyük kulesinden biri olan
Makedonya Kulesi, çalışmalar tamamlandığında
arkeoloji müzesi olarak hizmet verecek.
Geçirdiği deprem ve yangının ardından kentin
siluetini bozduğu gerekçesiyle 1953'te belli katları
dinamitle patlatıldığı iddia edilen, şimdilerde ise
kentin ortasında binalar arasında kalan
Makedonya Kulesi, müze olarak tarihe ışık
tutacak
haberler.com, 28.08.2013
|
"YARGI KARARI VAR, TAKSİM'E İŞ MAKİNESİ GİREMEZ"
TMMOB'a bağlı Mimarlar Odası, yargı kararlarına
rağmen “Taksim Yayalaştırma Projesi" kapsamında
Taksim'de iş makinelerinin çalıştığını belirterek
bunun hukuk dışı olduğunu belirtti.
Bugün Taksim'e yeniden iş makineleri girdi.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi yaptığı açıklamada,
yayalaştırma projesinin tamamlanması kapsamında
Sıraselviler ve Gümüşsuyu istikametlerinden Taksim
Meydanı'na ulaşımı sağlamak amacıyla yol düzenlemesi
yapıldığını belirtti. Bu çalışma ile Sıraselviler ve
Gümüşsuyu Caddeleri'nden gelen araçlar AKM önünden
geçerek Mete Caddesi'ne bağlanacak.
İstanbul 1. İdare Mahkemesi 6 Haziran 2013'te
Taksim Meydanı yayalaştırma Projesine ilişkin 1/5000
ölçekli Koruma Amaçlı İmar Planı ve 1/1000 Ölçekli
Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı değişikliklerinin
koruma kurul karar ve ilkeleriyle planlama
esaslarına uygun bulmadığı için iptaline oy birliği
ile karar vermişti.
Bu karar Taksim’de yayalaştırma, battı-çıktı,
Gezi Parkı ve Topçu Kışlası gibi tüm projeleri
kapsıyor.
Oda yaptığı açıklamada, bu karar ile Taksim
Yayalaştırma Projesi’nin hukuki dayanağı kalmadığını
belirterek iş makinelarının çalışma yapmasının suç
teşkil ettiğini belirtti.
Sorumlular hakkında derhal işlem yapılması talep
edildi. Mimarlar Odası 15 Temmuz'da bu inşaatlarla
ilgili suç duyurusunda bulunmuştu.
Bianet, 28.08.2013
|
SELİMİYE MEYDANI'NDA HAN KAPISI ARANACAK
Edirne Belediye Başkanı
CHP'li
Hamdi Sedefçi, Dünya Kültür Mirası
Listesi'ndeki
Selimiye Camii ve Külliyesi'nin meydan
yenileme projesi
UNESCO tarafından kabul edilmesine rağmen
Edirne Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma
Kurulunca kabul edilmediğini ve alanda sismik
araştırmalara göre var olduğu sanılan tarihi han
kapısı duvarları için kazı yapılacağını söyledi.
Mimar Sinan'ın 'Ustalık eserim' dediği
Selimiye Camii önünde bulunan meydanı
yeniden düzenlemek isteyen
Edirne Belediye Başkanı
Hamdi Sedefçi, Kültür Tabiat Varlıkları
Koruma Kurulu'ndan izin alamadı. Yaklaşık 2 yıl
önce proje çalışmalarını tamamlayan ve
UNESCO tarafından kabul edilen meydan
yenileme projesi
Edirne Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma
Kurulu tarafından alanda "Han duvarları
kalıntıları var" denilerek kabul edilmedi. Bu
sabah
Edirne Valisi
Hasan Duruer ile meydan projesiyle ilgili
olarak bir araya geldiğini belirten
Edirne Belediye Başkanı
CHP'li
Hamdi Sedefçi,
Selimiye Meydanı'nda kazı yapılarak varsa
han duvarlarının ortaya çıkarılacağını söyledi.
Sedefçi, şöyle dedi:
"Selimiye
Meydan Projesi 2 yıldır Anıtlar Kurulu, belediye
arasında gidip geliyordu. Bugün
Edirne Valisi ile birlikte toplantı yaptık
ve toplantıya müze müdürümüz, alan yönetim
başkanımız da katıldı. Bu işin çözümlenmesi için
bir çalışma yaptık. Yemiş Kapanı Hanı olduğu
ortaya çıktı ve fotoğrafları vardı. Sabah
görüşmemizde kuruldan yardım istedik. Orada
'müze denetiminde kazı yapılsın. Eğer aşağıda
han kalıntıları varsa ona göre karar alınsın.
Yoksa da projenin önünü açarak izin verilsin.
Önerimiz kurulda görüşülecek büyük ihtimalle
kazı kararı çıkarak,
Edirne Valiliği, belediyemizin desteğiyle
Müze Müdürlüğünün uhdesinde hemen kazıya
başlayarak. Bir ay içinde sonuca ulaşacağımızı
tahmin ediyoruz. Yapılan sismik araştırmalarda
süreklilik arz eden bir duvar görünmüyor. Kurul
tarafından inşallah sondaj kararı alınarak buna
yakında başlamayı planlıyoruz ve projemizin
önünün açılması ihtimali şu an doğmuş oluyor."
HAN DUVARI ÇIKARSA?
Yapılacak kazı sonucu var olduğu sanılan
Yemiş Kapanı Hanı duvarlarının ortaya
çıkarılması halinde üzerine kırılmaz camla
üzerini kapatmak istediklerini kaydeden Sedefçi
sözlerini şöyle tamamladı:
"Söz konusu han,
Selimiye'nin önünde ortası boş etrafında
kubbeleri olan epey büyük bir han. Fotoğraflarda
Selimiye'nin 50 metre aşağısında ve büyük
bir ihtimalle
Selimiye'ye gelir getirmek üzere Arasta ile
birlikte yapıldı. Projeleri yok. Sadece
fotoğrafları var. 1912'lerden kalan fotoğraflar.
Süreklilik arz eden bir temel dokusu varsa o
zaman gerekiyorsa o temellerin bir kısmını
açarak üstünü kırılmaz camla kapatarak sunma
şansına kavuşabiliriz diye düşünüyorum. Sondajla
hepsi ortaya çıkacak neyse karar verilecek ve
gerekeni yapacağız."
Edirne Belediyesi tarafından yapılan meydan
yenileme projesinde
Selimiye Camii'nin çevresinde çok amaçlı
tanıtım ofisleri, meydanın içinde ise yeşil
alan, dinlenme alanları, çeşitli su havuzları,
miting ve konser için alanları bulunuyor.
haberler.com, 28.08.2013
|
EDİRNE'DE
ALAY MEYDANI
Edirne Sarayı’nın alay meydanı, arkeolojik kazı çalışmalarıyla ortaya çıkarılıyor.
“Avcı” lakabıyla tanınan IV. Mehmed’in sünnet şöleninin gerçekleştirildiği meydandaki kazı çalışmaları sürüyor.
Habertürk, 28.08.2013
|
|
|
MAGARSUS'TA KAZI ÇALIŞMALARI BAŞLIYOR
Adana'nın Karataş İlçesi'ndeki, Magarsus antik kentinde kazı ve temizlik çalışmaları başlıyor.
Çukurova Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Fatih Gülşen ve ekibinin katılımıyla, öncelikle antik tiyatroda yürütülecek kazı ve temizlik çalışmalarına Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından ihtiyaç duyulan ilk dilim ödenek gönderildi. İler ki dönemlerde de gereken ödenekler etap etap aktarılmaya devam edileceği bildirildi. Antik tiyatroda bitki ve ot temizliği ile başlanacak çalışmalar sonrasında, kazı çalışmalarının tiyatro çevresinde genişletilmesi öngörülüyor.
2013 yılında yürütülecek çalışmalar sonrasında antik tiyatronun planının çıkarılması sonrasında 2014 yılında tiyatronun rölöve ve restorasyon projelerinin hazırlanarak, hayata geçirilmesi planlanıyor.
Adana Valiliği tarafından da her yönüyle desteklenen çalışmaların, iklim şartlarının uygunluğuna bağlı olarak yılsonuna kadar sürmesi planlanıyor.
Sabah, 28.08.2013
|
MUSTAFA CANLI: TARİHİ
KONAKLARI TURİZME KAZANDIRMAK İSTİYORUZ
Gümüşhane Belediye
Başkanı Mustafa Canlı "Ziyaretçiler konaklarda
oturmak, sohbet etmek ve tarihi yaşamak istiyorlar.
Biz de bu nedenle tarihi konakları turizme
kazandırmak istiyoruz" diye konuştu.
Gümüşhane Belediye Başkanı Mustafa Canlı, kentte
kendine has özellikleri bulunan 50'nin üzerinde
tarihi konak bulunduğunu, yerli ve yabancı
turistlerin buralara büyük ilgi gösterdiğini ifade
etti. Özdenoğlu, Balyemez ve Hasan Fehmi Ataç
konaklarının restore edildiğini söyleyen Canlı,
"Ziyaretçiler konaklarda oturmak, sohbet etmek ve
tarihi yaşamak istiyorlar. Biz de bu nedenle
konakları turizme kazandırmak istiyoruz" dedi.
Türkiye Turizm,
25.08.2013
|
|
KÜLTÜR VE TURİZM
BAKANLIĞI DESTEĞİYLE RİZE'NİN TARİHİ EVLERİ YAŞIYOR
Rize Kültür ve Turizm
Müdürü Hocaoğlu 2006 yılında başlattığı karşılıksız
hibe desteği ile Rize'deki tarihi konak ve evler
onarıldığını bildirdi. Hocaoğlu, "Evler yüz yıldır
dimdik ayakta. Bakanlığın yardımıyla yüz yıl daha
ayakta durmaları sağlanıyor. Bir yandan da Rize
turizmine katkı sağlamış oluyoruz. Yaklaşık 230
tescilli tarihi ev olduğunu belirterek, "Tarihi
özelliği bulunup da tescilli olmayan 300'ün üzerinde
ev olduğunu tahmin ediyoruz" dedi.
Hocaoğlu, "Bunlar hakikaten çok önemli. Rize'nin
sivil mimarisinin en güzel örneklerini yansıtıyor.
Rize merkez, Çamlıhemşin ve Fındıklı konakları başta
olmak üzere Hemşin ve İkizdere konakları diye tabir
ettiğimiz evler, gelen ziyaretçilerin ilgisini
çekiyor " diye konuştu.
Hocaoğlu, varisleri çok olan konakların bazıları
bakımsız, bazıları yıkılma tehlikesiyle karşı
karşıya olduğunu belirterek “Bakanlığın 2006
yılından itibaren yardımı ile bu evler, böylelikle
bakımsızlıktan kurtarıldı. Maddi imkansızlıklar
nedeniyle bakılmayan evlerin projeleri yapılıp
onarımına başlandı.. 2012 yılı itibarıyla kırkı
aşkın proje yardımı, yaklaşık 20 uygulama yardımı
gerçekleştirdik. Ağırlıklı olarak merkez, Fındıklı
ve Çamlıhemşin ilçelerinde proje yardımı yaptık. Bu
yıl itibarıyla 12 uygulama devam ediyor. 9 proje
için de çalışmalar sürüyor."
Türkiye Turizm,
25.08.2013
|