28 Aralık 2014 - 3 Ocak 2015
|
PROF.DR. KUTLU EMRE'Yİ KAYBETTİK

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya
Fakültesi Arkeoloji Bölümü emekli öğretim
üyelerinden Prof.Dr. Kutlu Emre bugün vefat
etmiştir. Saygı değer hocamızın naaşı yarın Kocatepe
Cami’nde kılınacak ikindi namazını müteakiben
Karşıyaka Mezarlığında defnedilecektir. Değerli
hocamıza Allah’tan rahmet, kederli ailesine baş
sağlığı dileriz. Hocalarımızın da hocalığını yapmış,
değerli bir bilim insanını kaybetmenin üzüntüsü
içindeyiz. Camiamızın başı sağ olsun.
Arkeologlar Derneği, 25.12.2014
|
SERAMİĞİN DUAYENİ YILIN
SON GÜNÜ VEDA ETTİ

Türkiye ’nin önemli
seramik sanatçılarından ve eğitimcisi Hamiye
Çolakoğlu, 2014 yılının son gününde 81 yaşında
Ankara ’da yaşamını
yitirdi. Opera sanatçısı Deva Çolakoğlu’nun da
ablası olan Hamiye Çolakoğlu’na 2004 yılında plastik
sanatlarda prestijli ödüllerden biri olan ÇAĞSAV
Onur Ödülü sunulmuştu. Ödülün gerekçesi şöyleydi:
“Seramik sanatının yaygınlaşması ve uygulamalarının
zenginleştirilmesi yönündeki çabaları, bir eğitmen
olarak değişik kurumlarda verdiği özverili
hizmetler, yetiştirdiği başarılı öğrenciler, Kültür
Bakanlığı’nda DÖSİM’in kuruluşu ve geleneksel
sanatları yaşatmaya dönük projelere katkıları,
kendine özgü biçim anlayışı ve pişirme teknikleriyle
kişilikli bir seramik-heykel dili geliştirmesi, Türk
seramik sanatını İtalya’dan
ABD ’ye yabancı
ülkelerde başarıyla temsil etmesi, müzelerde, büyük
bina ve yerleşkelerde kalıcı yapıtlar
bırakması,sanatla ilgili gönüllü kuruluşlara
katkıları ve 50. sanat yılında hala ilk günkü
heyecanını kaybetmeden çalışması nedeniyle seramikci
– eğitimci, Prof. Hamiye Çolakoğlu’na verilmiştir.”
FLORANSA’DA EĞİTİM GÖRDÜ

1933 yılında Trabzon
Sürmene’de doğan Hamiye Çolakoğlu, İtalya’da
Floransa Devlet Seramik Sanat Okulu’nda 1959-1963
yılları arasında Teknoloji ve Yüksek Pişirim ve
Perugia Üniversitesi’nde Sanat Tarihi ve İtalyan
Edebiyatı eğitimi aldı.
Uzun yıllar Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi’nde çalışan Çolakoğlu, Seramik Bölümü’nün
de kuruluşunda yer aldı. Büyük duvar uygulamaları
arasında Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi (1981),
Bilkent Üniversitesi ‘Bilgi Işığı’ duvar uygulaması
ve porselen heykeli (1997), ‘Bozhöyük Bağımsızlık
Anıtı’ (1997) ve Eskişehir’de ‘Sevgi Ağacı’ (2001)
bulunmakta. Birçok kişisel ve karma sergiye katılan
sanatçı 10’u aşkın ödül aldı. Bu ödüller arasında
1961’de II Giornale D’Italy tarafından düzenlenen
uluslararası resim yarışmasında Gümüş Madalya ve
Diploma Ödülü, 1974 Uluslararası Kadın Kültür-Sanat
Organizasyonu ve Dünya Ödülü 1982, 43. Devlet Resim
Heykel Sergisi, 1982 Türkiye İş Bankası Ödülü
sayılabilir. Sanatçıya 1998 yılında Devlet Sanatçısı
ödülü, 2004 yılında ÇAĞSAV Onur Ödülü verildi.
Hamiye Çolakoğlu’nun cenazesi 5 Ocak Pazartesi günü
Hacettepe Üniversitesi GSF’nde yapılacak törenden
sonra öğle namazını takiben Kocatepe Camii’nde
kılınacak cenaze namazından sonra Karşıyaka
Mezarlığı’ndaki Çolakoğlu Aile Mezarlığı’nda toprağa
verilecek.
Radikal, 01.01.2015
|
İSTANBUL'UN AĞAÇLARI,
İSTANBUL'DAN DAHA YAŞLI

Türkiye, son yıllarda
ağaçları korumaya yönelik eylemlere pek sık sahne
oluyor. Her şey “Gezi Parkı” ile başladı demek
yanlış olmaz herhalde, sonrası Valide Bağ Korusu.
Ardından da Yırca
Köyü’nde kesilen 6 bin zeytin ağacı. Ağaçlara
kıyılmasına toplum sessiz kalmadı, karşı çıktı.
Türklerin ağaca olan sevgisi yeni değil elbet. Orta
Asya kültüründen beri kutsal sayılıyor. İstanbul’un
tarihine şahitlik eden yüzlerce yıllık ağaçlar da
bunun en güzel örneği. İstanbul’un en yaşlı ağacı
Alibeyköy Çırçır Mahallesi’ndeki 1500 yıllık çınar
ağacı. En yaşlı ikinci ağaç ise
Kocamustafapaşa’daki Sümbülefendi Camii’nin
avlusundaki 1400 yaşındaki servi. Topkapı
Sarayı’nın ikinci avlusunda yer alan ağaç, yaklaşık
bin yaşında. İki kez yangınla boğuşan ağaç hala
ayakta. Bizans döneminde dikilen ağacın çevresi ise
10 metre. Çengelköy iskelesindeki Çınaraltı
kahvesine adını veren çınar, yaklaşık 800 yaşında.
Ağacın yüksekliği ise 15 metre. 600 yaşındaki
Eyüpsultan çınarının, İstanbul’un manevi fatihi
Akşemsettin tarafından dikildiği söylenir.
İstanbul’un en eski
ağacı Alibeyköy Çırçır Mahallesi’nde. 1500 yıllık
olduğu tahmin edilen çınar ihtişamıyla baş
döndürüyor. Çevresi 12 metre olan ağacın, yaşına
rağmen sağlıklı duruşu ise dikkat çekiyor.
Mahalleli, eskiden bu civarda 13 tane yaşlı çınarın
bulunduğunu fakat bu ağaçların yol genişletme ve
inşaat gibi çalışmalar gerekçe gösterilerek
kesildiğini söylüyor.
Kocamustafapaşa’daki
Sümbülefendi Camii’nin avlusunda bulunan ağacın yaşı
1400. Efsaneye göre ağacın ismi 1940’lara kadar
ağaçta asılı olan zincirden geliyor. Rivayete göre
adalet dağıtan bu zincirin altına borcunu kabul
etmeyenler getirilirmiş. Eğer servinin altında duran
gerçekten borçlu ise zincir sallanarak omuzuna
değermiş. Zinciri görmek isteyenler ise Büyükşehir
Belediye Müzesi’ni ziyaret edebilir. Servinin
altında yer alan türbeyi ise İmam Hüseyin’in iki
kızının orada yattığı rivayetine dayanarak II.
Mahmut yaptırmış.
Eyüp’te bulunan çınarla
ilgili rivayete göre Akşemsettin, çınarı
İstanbul’un fethi sırasında Eyüp Sultan’ın kabrini
bulduğu yere diker. Akşemsettin’in öğrencisi Fatih
Sultan Mehmet ise hocasının sezgilerini sınamak için
fidanın yerini değiştirir. Fakat Akşemsettin kabrin
gerçek yerini yine gösterir. Çınar da Akşemsettin’in
isteğiyle orada kalır. Topkapı Sarayı’nın birinci
avlusundaki 560 yaşındaki ulu çınar, Fatih Sultan
Mehmet döneminden yadigar. Ağaç, ‘yeniçeriler
çınarı’ olarak anılıyor. Beyazıt’taki Sahaflar
Çarşısı’nın girişinde yer alan çınar, pek de iyi bir
şöhrete sahip değil. İdam cezalarının halka açık
yapıldığı 1960’lara kadar pek çok mahkum burada idam
edilmiş. Birçok infaz mahkumunun dallarında
sallandırılmasına izin veren çınar, şimdilerde
işportacıların meskeni.
Sultanahmet’in taşlı
çınarı
Sultanahmet’teki Alemdar
Caddesi’nin üzerinde yer alan çınar, 300 yaşında.
Tramvay yolunun ortasındaki ağaca eskiden saplı olan
taşın Fatih’in beyaz atının nalından sekerek ağaca
saplandığı söylenir. Fakat ağacın yaşı bu rivayeti
desteklemiyor. Taş ise yıllar sonra düşmüş. Bir anıt
ağaç da Emirgan’da. Birkaç yüz yıllık ağacı meşhur
yapan ise devrin ünlü edebiyatçılarının toplanma
mekanı olması. Çınaraltı Kahvesi de adını buradan
alıyor. Akademik tartışmaların da merkezi olan
çınaraltı, bugünlerde ne yazık ki eski ihtişamından
uzak. İstanbul’un diğer anıt ağaçları ise şöyle:
Beykoz Çayırı’ndaki 15 çınar, 300 yaşında. Anadolu
Kavağı iskeledeki çınar, 200 yaşında. Eyüp
Düğmeciler Camii çınarı 460 yaşında. Şehzadebaşı
Camii çınarı 450 yaşında. Sütlüce Çavuşbaşı Mahmut
Ağa Camii avlusundaki sakız ağaçları 470 yaşında.
Zaman, Haber: Nur
Muhammed Tarhan, 02.01.2015
|
ÇALINAN ESERLER 302'DEN
FAZLA

Ankara Devlet Resim ve
Heykel Müzesi’nde paha biçilemeyen 302 kayıp
eserden, geçen yıl 43’ünün, soruşturma kapsamında da
geçen kasımda 17’sinin bulunması sıcaklığını
korurken, yeni bir skandalın daha yaşandığı ortaya
çıktı.
Yapılan incelemeler sonucunda müzeden çalınan eser
sayısının 302’den fazla olduğu anlaşıldı.
‘Emanet eser’
Geçen kasımda ele geçirilen 17 eser arasında yer
alan önemli Türk ressamları Hoca Ali Rıza, Feyhmana
Duran ve Vecihi Bereketoğlu’na ait paha biçilemeyen
üç tablonun, kayıp 302 eser arasında bulunmadığı
gibi müze envanterine kayıtlı 4 bin 108 eser
arasında da yer almadığı belirlendi. Üç tablonun
müzeye 2000’de
Bolu Güzel Sanatlar
Galerisi’nden ‘geçici’ olarak getirilen eserler
arasında yer aldığı, müze deposunda değişik galeri
ve kurumlardan farklı zamanlarda gelen 577 eserin
sayım yapılmadan ‘emanet eser’ kapsamında yıllarca
bekletildiği anlaşıldı. Raporda, bekleyen bu
eserlerin, yeni bir komisyon oluşturularak en kısa
sürede sayılması ve orjinallik tespitinin yapılarak
uygun olanların müze envanterine kaydedilmesi görüşü
yer aldı.
Mualla da sahteymiş
Komisyonun bu raporunun ardından, kayıp eserler
için
Ankara Cumhuriyet
Başsavcılığı, Ankara Emniyeti ve Kültür Bakanlığı
yetkililerinden oluşan ekip, kayıp 302 eserin peşine
düştü. ‘Günışığı’ adlı gizli tanığın verdiği
bilgiler doğrultusunda yürütülen çalışmalar
doğrultusunda, 2013’te farklı zamanlarda 41 tablo,
kasım 2014’te ise 17 olmak üzere müzeden çalınan
toplam 61 tablo ele geçirildi.
Son operasyonda ele geçirilen 17 eser arasında
bulunan üç tablonun soruşturmanın seyrini
değiştirecek bir özelliğe sahip olduğu ortaya çıktı.
Hoca Ali Rıza’ya ait ‘Beykoz Çayırında’, Feyhaman
Duran’a ait ‘Ömeriye Cami’ ve Vecihi Bereketoğlu’na
ait ‘Manzara’ tablolarının, müze deposunda
bekletilen 577 emanet eser arasında olduğu
anlaşıldı. Üç eserin 2006’da kapatılan Bolu Güzel
Sanatlar Galerisi envanterine kayıtlı olduğu ve 1999
Marmara Depremi’nin
ardından 2000’de Ankara Resim ve Heykel Müzesi’ne
geçici olarak” getirildiği anlaşıldı. Emanet eserler
arasında bulunan ve
Başbakanlık’tan
müzeye gönderilen ünlü Ressam Fikret Mualla’ya ait
bir eserin de ‘sahte’ olduğu belirlendi.
Milliyet, Haber: Sertaç
Koç, 02.01.2015
|
BİN YLLIK ESERLER
MÜZEDE
Hasankeyf’te yapılan
kazı çalışmaları esnasında bulunan ve arkeolojik
kazı yapan Japon Arkeolog Yutka Miyake’nin bulduğu
MÖ 3 bin yıllık Mısır geleneklerine göre eğlence ve
bereket Tanrısı olduğuna inanılan Bes ve
Mezopotamya’nın ilk taş kolyesi Batman Müzesine
getirildi.
Müze yetkilileri,
bulunan tarihi eserin en az 5 bin yıllık olduğunu
belirterek, bölgedeki bir çok tarihi eserin daha
müzeye getirileceğini ifade ettiler.
haberler.com, 01.01.2014
|
|
HARPUT KALESİ'NDEKİ
ÇALIŞMALAR HEYECANLANDIRDI

Milattan önce 8.
yüzyılda Urartu Krallığı tarafından yapılan Harput
Kalesi’nde bu yıl yapılan çalışmalarda ortaya çıkan
seramik buluntular, iç kale kısmında yerleşimin MÖ
2500’lere dayandığına işaret ediyor.
Elazığ’ın eski
yerleşim yeri olan Harput Mahallesi’ndeki Harput
Kalesi’nde 5 yıl aradan sonra Elazığ Valisi Ömer
Faruk Koçak’ın çabaları ile İl Özel İdaresi ve
Elazığ Harput Kültür
eğitim Sanat,
Tarih, Turizm ve Araştırma Vakfı’nın maddi, Fırat
Üniversitesi’nin teknik desteği sonrası 3 ayrı
noktada kazı çalışmaları başlamıştı. Elazığ
arkeoloji ve
Etnoğrafya Müzesi Müdürlüğü sorumluluğunda, Fırat
Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğretim üyesi Doç.Dr.
İsmail Aytaç’ın Bilimsel Kazı Başkanlığı’nda 15
bilim uzmanı ve 30 işçiden oluşan ekip, Sarayönü,
Belek Burcu Kuzey
ve Doğu bölgesi olmak üzere 3 farklı noktada
başlayan kazı çalışmalarını tamamladı. Kazılarda
ortaya çıkan külttür varlıkları Fırat Üniversitesi
Eğitim Fakültesi atölyesinde kazı ekibi tarafından
incelenmeye alındı. Uzman ekip kültür varlıklarının
bir taraftan temizliğini, bir taraftan da
restorasyon çalışmasını yapıyor.
KALEDE MADEN
ATÖLYELERİ ÇIKTI
2014 Harput İç Kale kazılarını bitirdiklerini
belirten Fırat Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğretim
üyesi Doç.Dr. İsmail Aytaç, "Kazı çalışmalarımızı
bitirdik. Kazıdan çıkardığımız malzemelerinin
temizlik ve restorasyon çalışmalarına başladık. 2014
yılında yaklaşık 900 metre karelik bir alanda kazı
gerçekleşti. 3 farklı noktada yapılan kazı
çalışmasında 1 metre ile 4 metre arasında dolgu
toprak çıkarıldı. Özellikle kalenin önündeki Artuklu
Sarayı’nın önündeki 300 metre karelik alanda
Bizans, Selçuklu
beylikler ve Osmanlı dönemine ait çok sayıda
taşınabilir kültür varlığı elde edildi. Mimarı
katmanları çoğu Selçuklu sonra Osmanlı dönemine
aitti. Buralardaki çalışmaların mevcut planları
çıkarıldı. Seneye de kazı yaptığımız yerin batısına
saraya doğru açmaları gerçekleştirmeyi planlıyoruz.
Diğer açmalardan özellikle kalenin girişinden belek
burcu kuzeyinde yaklaşık 400 metrelik alan kazısı
yapıldı. Burada doğal zemine surun dibine ulaşıldı.
Batıya doğru yamacında zemine ulaşmak için az bir
kısım kaldı. Buradaki çalışmalarda da maden eritme
atölyeleri, özellikle ok uçları çok sayıda tespit
edildi. Kalede maden atölyelerinin olduğunu öğrenmiş
olduk. Aynı yerin belek burcu içerisinde kubbeli bir
mekanımız var. Orada yaklaşık 2,5 metre dolgu
bulunuyor. Bu dolguda 4 yaşam katmanı tespit ettik.
Özellikle mimaride ki bazı parçalar buranın önemli
bir mekan olduğunu düşündürüyor. 4 katlı olduğunu
bildiğimiz burcun biz şu anda 2. katındayız. Diğer
alt katları da 2015 yılı kazılarında ortaya
çıkartacağız" dedi.
"TARİH SIRALAMASI VE
YAŞANMIŞLIĞI BELİRLEYECEĞİZ"
Üçüncü açmanın Belek Burcu’nun doğusundaki mekan
olduğunu ifade eden Doç.Dr. İsmail Aytaç, "Burada
2,5 metrelik akıntı olarak gelen dolgu temizlendi,
taş zemine ulaşıldı. Bu çalıştığımız alanlarda
özellikle çok sayıda bakır sikkeye rastladık.
Bunların bir kısmını temizledik, okunabilirler var.
Bunlar özellikle Bizans, Osmanlı ve Selçuklu
dönemlerine ait sikkeler olduğunu biliyoruz.
Bahsettiğimiz mekanın üzerini branda ile diğerlerini
de geçici çatı ile kapattık. Seneye bu alanlarda
küçük sondajlar yapacağız. İhtiyaç olan yerleri
yeniden kazacağız. Kazı yaptığımız alanları
genişleterek mimari restorasyon planlarını
hazırlamış olacağız. Özellikle surlar dışındaki
çıkardığımız mekanları biz kazı ekibi olarak
çalışmasını yapmak istiyoruz. Daha önce de ok uçları
bulunduğun ancak bu yıl maden cürufunun bulunması
özellikle belek burcu üzerinde Maden atölyelerinin
bulunduğunu da gösteriyor. Bu Selçuklu dönemini
gösteriyor ama bazı buluntular Urartu dönemine kadar
gidebiliyor. Çıkan seramik, mutfak eşyalarının
kimyasal analizlerini de yapacağız. Bulunan
sikkelerin bir kısmını biz temizledik ama bir kısmı
için laboratuvar desteği alacağız. Böylece tarih
sıralaması ve yaşanmışlığı belirlemiş olacağız" diye
konuştu.
"İÇ KALE’NİN TARİHİ
MÖ 2500’LERE DAYANABİLİR"
Seramiklerin sırlı ve sırsız olarak ikiye
ayrıldığını dile getiren Doç.Dr. Aytaç, konuşmasına
şöyle devam etti:
"Sırsız seramiklerde küpler ve diğer su testileri
yoğunlukta. Sırlılar da ise peynir ve tuval küpleri
çok sayıda çıktı. Özellikle aslan figürlü
tasvirlerin olduğu Selçuklu dönemine ait örneklere
rastladık. Çok sayıda pipo çıktı. Bu kadar çok
olması burada seramik üretim merkezinin olabileceği
fikrini bize verdi. Şimdiye kadar seramik üretim
fırınlarına rastlamadık. Harput’un şanslılığı İç
Kale’de yerleşim sürekli iç içe gelmiş. Malzemeler
karışmış. En üste bir Bizans sikkesi, 1 metre toprak
altında Osmanlı sikkesine rastlayabiliyoruz. Ne
olursa olsun bütün bu buluntular bize yaşanmışlığın
kronolojisini veriyor. Bu senenin en önemli
buluntusu kalenin güney yamacında orta tunç çağına
yani milattan önce 2500’lere ait bir kaç seramik
parçası bulmuş olmamız. Bunların analizlerini
yapınca kesin tarih vereceğiz ama eğer bahsettiğimiz
örnekler eldeki ipuçlarını ispatlarsa kalenin
yerleşimini milattan önce 2500’lerde başladığı
öğreneceğiz. Bu da Milattan Önce 1000’lere inen
kalenin iç yerleşimin MÖ 2500’ler de yerleşim
olduğunu gösterecek. O açıdan orta tunç dönemine ait
seramik parçaları bulduğumuz alanda da 2015 kazı
döneminde çalışma yapmayı planlıyoruz."
Kazı Başkanı Aytaç, 5 yıl aradan sonra 2014 yılında
başlayan kazı çalışmalarına 2015 yılında daha erken
başlanmasının planlandığı sözlerine ekledi.
Milliyet, 30.12.2014
|
ÖREN YERLERİNE YABANCI
İLGİSİ
Antalya'da yılın ilk 9
ayında 2 milyon 614 yerli ve yabancı turist tarihi
ören yerleri ziyaret etti. 2014 sonu itibariyle
toplam ziyaretçi sayısının 2 milyon 800 bine
ulaşması bekleniyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığı verilerine göre Antalya
genelinde, bir kısmı ziyaretlere kapalı olsada
küçüklü ve büyüklü 284 tarihi ören yeri bulunuyor.
Antalya'nın tek UNESCO korumasındaki tarihi ören
yeri ise Antalya'nın Kaş İlçesi Kınık Mahallesi
sınırları içinde yer alan Xanthos yer alıyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Döner Sermaye İşletmesi
Merkez Müdürlüğü (DÖSİMM) Müze ve Örenyeri Merkez
Müdürlüğü verilerine göre 2014 yılının ilk 9 ayında
en fazla ziyaret edilen tarihi ören yerini
Antalya'nın Demre (Kale) İlçesi'nde bulunan Noel
Baba Kilisesi olduğu bildirildi. İlk 9 ayı içinde
Noel Baba Kilisesi'ni 464 bin 557 turistin ziyaret
ettiğini, yıl sonunda bu rakamın 500 bine
ulaşacağının tahmin edildiği belirtildi.
Bakanlık verilerine yine ikinci sırada Noel Baba
Kilisesi ile aynı Demre'de bulunan Myra antik kenti
olduğunu kaydedildi. Kazı çalışmalarının Akdeniz
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü
Öğretim Üyesi Prof.Dr. Nevzat Çelik tarafından
yapılan Myra antik kentini ilk 9 ayda 374 bin 821
turistin ziyaret ettiği, yıl sonuna kadar bu rakamın
400 bine ulaşmasının beklediği ifade edildi. Myra
antik kentinden sonra üçüncü sırada en fazla
ziyaretin Alanya Kalesi olduğu, kaleyi 319 bin 895
yerli ve yabancı turistin ziyaret ettiği kaydedildi.
Antalya bölgesinde en az ziyaretin ise dönemin
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay tarafından 3
yıl önce Side Antik Kent'te tapınaklar bölgesinin
korunmasına yönelik restorasyon ve onarım
çalışmasına bağlı Side Belediyesi'nin kontrolünde
Athena ve Apollon Tapınağı'na girişinde oldu.
Bakanlığın daha sonra kaldırdığı Athena ve Apollon
Tapınağı'nı ücretli 489 kişinin ziyaret ettiği
görüldü. 28 yıldır UNESCO korumasındaki Xanthos
antik kenti ise 33 bin 225 turistin ziyaret ettiği
aktarıldı. Bakanlık verilerine göre Antalya'daki
dünyaca ünlü tarihi ören yerleri Aspendos antik
tiyatroyu 170 bin 407, Phaselis antik kenti 170 bin
538, Olympos antik kenti 314 bin 151, Perge antik
kenti 147 bin 734, Patara antik kenti 163 bin 467,
Side antik tiyatro 148 bin 085, Side Müzesi 30 bin
53, Elmalı Müzesi 13 bin 982, Antalya Müzesi 109 bin
694, Arkykanda antik kenti 5 bin 582 ve Simena antik
kenti31 bin 306 turistin ziyaret ettiği öğrenildi.
Ziyaret kapsamında 34 bin müze kart satıldığı
belirtildi.
TARİHİ ÖREN YERLERİNE EN FAZLA FRANSIZLAR İLGİ
GÖSTERİYOR
De-Ha Turizm Seyahat Acentesi Fransız Kültür
Turizmi Uzmanı ve Kokartlı Turist Rehberi Eren
Ölçüoğlu, Antalya bölgesinde en fazla kültür ve
kültür varlıklarına ilgiyi Fransız turistlerin
çıktığını söyledi. Başta Noel Baba Kilisesi ve Myra
antik kenti ziyareti olmak üzere yıllık 600 bin
Fransız turistin Antalya bölhesinde kültür turuna
çıktığını belirten Ölçüoğlu, "Fransızlar, 'deniz,
kum ve güneş bizde de var' diyerek bir Alman, bir
Rus, bir Hollandalı ve İskandinav ülkesi Norveç ve
İsveçli bir turist gibi deniz, kum ve güneş
turizmine iltifat etmiyor. Bize geçmişin hayat
hikayelerini günümüze taşıyan eserler lazım diyerek
kültür, tarih, ve arkeoloji ve inanç turizmini
tercih ediyorlar. Fransızlar Antalya'daki tarihi
ören yerleri görünce buralar açık hava müzesi
diyerek heyacan duyuyorlar." dedi.
Rus Mobaly Turizm Seyahat Acentesi Kültür ve İnanç
Turizmi Sorumlu Müdürü Nathalia Baranov, Rusların,
Antalya'da kültür ve inanç turizmi kapsamında
birinci sırada ziyaret ettikleri yerin Demre'deki
Noel Baba Kilisesi olduğunu söyledi. Baranov, bazı
Rusların hacı olmak için İzmir'de Meryem Ana
Kilisesi ile Mersin'in Mut İlçesi'nde bulunan ve
Hz.İsa'nın havarilerinden Tarsus'lu Pavlus (Sen
Paul) ve yine Tarsus'ta yaşamış Hıristiyanlığın
öncülerinden Barnabes'in MS 41 yılında
Hıristiyanlığı yaymak için yaptığı Alahan
Manastırı'nı ziyaret ettiklerini kaydetti.
Bugün, 30.12.2014
|
İÜ MERKEZ KÜTÜPHANESİ
AVAN PROJESİ KROUMA KURULU TARAFINDAN ONAYLANDI
İstanbul Üniversitesi
Yapı İşleri ve Teknik Daire Başkanı Cemil Akçay
Twitter hesabından Merkez Kütüphanesi yerine
yapılacak yeni yapının avan projesinin Koruma Kurulu
tarafından onaylandığını açıkladı.

Şandor Hadi ve Hüseyin
Başçetinçelik tarafından 1969 yılında tasarlanan ve
1985 yılında yapımı biten Merkez Kütüphanesi'nin
yıkılarak yenisinin inşa edileceği 2012 yılında
gündeme gelmişti. Geçen sene içerisinde İstanbul
Üniversitesi Rektörü Yunus Söylet ise yapının bütçe
yetersizlikleri, yıkılma riski, çözülemeyen yapısal
sorunlar ve mevzuatlar nedeniyle
yıkılmasına karar verildiğini bildirmişti.
Bunun üzerine Haziran
ayında DOCOMOMO Türkiye Çalışma Grubu hazırladığı
raporla modern
mimarlığın önemli yapılarından Merkez
Kütüphanesi'nin kültür varlığı olarak tescillenmesi
için Koruma Kurulu'na başvuruda bulunmuştu.
Ama görünen o ki, 2012
yılından bu yana verilen kararlarda bir değişiklik
olmadı. İÜ Yapı İşleri ve Teknik Daire Başkanı Cemil
Akçay yapılacak yeni kütüphanenin avan projesinin
onaylandığını duyurdu. Bir modern yapı daha ne yazık
ki kurtulamadı.
Şandor Hadi ve Hüseyin
Başçetinçelik tarafından tasarlanan Merkez
Kütüphanesi'nin detaylarına
http://v2.arkiv.com.tr/p6995-istanbul-universitesi-merkez-kutuphanesi.html
linkinden erişebilirsiniz. Cemil Akçay'ın paylaştığı
binanın ön görünüşü ise aşağıda mevcut:

Arkitera, Haber: İlknur
Subaşı, 30.12.2014
|
SARDES'E İLGİ 5 YILDA 3
KAT ARTTI

Tarihe "altın parayı
icat eden uygarlık" olarak geçen Lidyalılar'ın
başkentleri, Salihli İlçesi'ndeki Sardes'e gelen
turist sayısı, tanıtım çalışmalarıyla 5 yılda 3
katına çıktı.
Salihli Turizm Derneği
(SATURDER) Başkanı Mustafa Uçar, AA muhabirine
yaptığı açıklamada, Salihli sınırları içinde bulunan
ve tarihe "parayı icat eden Lidyalılar'ın başkenti"
olarak geçen Sardes antik kentinde 1910 yılında
başlayan, 1958 sonrası tekrar hareketlenen kazılarda
önemli eserlerin gün yüzüne çıkarılmaya devam
ettiğini belirtti.
Yaklaşık 3 bin metrekare
alanda süren kazıların MÖ 7 ile MS 7'nci yüzyıllar
arasındaki 1400 yıllık tarihe ışık tuttuğunu, Lidya,
Pers, Hellenistik, Roma, Bizans, Osmanlı ve diğer
kültürlerden eserlerin bulunduğunu kaydeden
Uçar, akropol, gymnasium, sinagog, hamam,
mahkeme binası ve
evler oluşan bölümlerin yanı sıra Bin Tepeler olarak
adlandırılan Lidya Krallarının gömüldüğü 85
mezarın, Hıristiyanlığın 7 kutsal tapınağından biri
olan Artemis Tapınağı'nın da ortaya çıkarıldığını
hatırlattı.
Uzun süre dikkatlerden
uzak kalan, ender turist kafilelerinin geldiği antik
kente son yıllarda ilginin giderek arttığını
bildiren Uçar, Sardes'in artık 12 ay turisti
çektiğini, günde 8-10 otobüsle kafilelerin geldiğini
söyledi.
-"Yıllık 100 bin
ziyaretçiyi ağırlamaya doğru ilerliyor"
Uçar, devam eden
kazılarının yanında, antik kentin tanıtımı amacıyla
gerçekleştirilen çalışmaların bunda etkili olduğunu
bildirerek şöyle devam etti:
"Son dönemlerde gerek
yerel yönetimler, gerekse
sivil toplum
örgütleri Sardes'in tanıtımına büyük önem verdi.
Sempozyumlar ve konferanslara sürekli katılım
sağlanarak antik kentin önemi, Lidya Krallığı'nın
tarihsel süreçteki konumu işlendi. Hazırlanan
kataloglar, tanıtım amaçlı broşürler seyahat
acentelerine ulaştırıldı.
Ülke genelinde ve
yurt dışında tanıtımlar yapıldı. Bunun sonucu olarak
da antik kente turistin ilgisi her geçen gün arttı.
2010 yılında biletli 22
bin kişiyi ağırlayan ören yerinin ziyaretçi
sayısı, 2011'de 27 bin, 2012'de 30 bin, 2013'de 43
bin, 2014'te ise 65 bine ulaştı. Sardes, yıllık 100
bin ziyaretçiyi ağırlamaya doğru ilerliyor."
-"Artemis, dünyanın 4.
büyük tapınağı"
Paranın icadından sonra
birçok ilke imza atan Lidyalıların
Anadolu
'daki izlerin yalnızca Sardes'te bulunduğunu ifade
eden Mustafa Uçar, turistlerin İncil'de yer alan 7
kilise arasındaki Artemis tapınağının da ören
yerinde olduğuna vurgu yaparak, "Artemis Tapınağı,
dünyanın 4'ncü büyük tapınağından birisi. Toprak
altında da uzun yıllar saklı kaldığı için bozulmamış
vaziyette. Tapınağına rehberlerle geldiğinizde
insanlık tarihine kazandırılan bir çok deyimi burada
göreceksiniz. Tapınak, turistlerin ilgisini çok
çekiyor" ifadesini kullandı.
Turistler de Sardes'i
çok ilgi çekici bulduklarını, karşılaştıkları
kalıntılardan çok etkilendiklerini söyledi.
Radikal, 30.12.2014
|
ANTİK KENT KORUMASIZ!

Bitlis'te Van Gölü kıyısında 1.derece
arkeolojik ve doğal sit alanı olarak belirlenen
Tatvan antik kenti, 'tatil köyü' yapılmak için
2010'da satılmak istendi. Alana yatırım yapılması
için ön izin veren Maliye Bakanlığı Milli Emlak
Müdürlüğü, arazinin satış işleminin
gerçekleştirilebilmesi için görüş isteyince; Kültür
ve Turizm Bakanlığı, “2863 sayılı yasa kapsamında 1.
ve 2. derece arkeolojik sit alanlarında kalan
taşınmazların satış izni verilemeyeceğini”
belirterek bu talebe olumsuz yanıt verdi. Ancak bu
kararın ardından Van Kültür Varlıklarını Koruma
Kurulu, yatırımcının talebi üzerine 2011'de kentin
arkeolojik sit statüsünü kaldırdı.
Koruma Kurulu'nun aldığı kararda,
1.derece arkeolojik ve doğal sit olarak belirlenen
alanda yapılan yüzey araştırmasında herhangi bir
arkeolojik ve mimari kalıntının bulunamadığı; alanın
yerleşim merkezi olarak kullanıldığını gösteren
çanak, çömlek ve metal parçalarına ise
rastlanılamadığı belirtildi. Koruma Kurulu, sahanın
1. derece arkeolojik sit alanından çıkarılmasına
karar verirken Çevre ve Şehircilik Bakanlığı da
doğal sit statüsünü düşürdü.
'3 BİN YIL ÖNCESİNE AİT'
Bitlis Eren Üniversitesi Tarih Bölümü
öğretim üyesi Doç.Dr. Mehmet Demirtaş, alanın
1.derece arkeolojik sit statüsünün yenilenmesi için
change.org üzerinden imza kampanyası başlattı.
Koruma Kurulu'nun arkeolojik bulguya rastlanmadığını
belirten kararının gerçeği yansıtmadığını belirten
Demirtaş, “Alandaki mimari bulgulara baktığımızda
kentin Urartu dönemine, yani MÖ 800-900. yüzyıllara
ait olduğunu tahmin ediyoruz. Kayaların üzerinde
birtakım geometrik şekiller ve haç işaretleri
bulunuyor. Dolayısıyla Hıristiyanlık döneminde de
alanın kullanılmış olma ihtimali var. Alanda
kayalara oyulmuş iki küçük odacıkatan oluşan bir
yapı ile tandırı andıran, muhtemelen silo gibi
işlerde kullanılan çok sayıda kayalara oyulmuş yapı
var. Yerin altında çok sayıda mağara olduğu
biliniyor. Arazide bir an önce bilimsel kazılar
yapılarak antik kentin tarihi ortaya çıkarılmalı ve
alanın arkeolojik sit statüsü yenilenmeli” dedi.
'SİT STATÜSÜNÜ KALDIRTTIK'
Araziye tatil köyü yapmak isteyen
yatırımcı işadamı İsmail Kocakaplan ise bölgenin sit
statüsünden çıkarılmasını “Arazinin arkeolojik sit
ve doğal sit statüsünü kaldırttım. Ancak 50 milyon
dolar yatırım ve 100 kişi çalıştırma şartı önümüze
konarak ikinci ön izin verilmedi. Mahkemeye verdik.
Antik kentte tarihi mezarlıklar, kiliseler olur.
Burada hiçbir şey yok” diyerek savundu.
Birgün, Haber: Olgu
Kundakçı, 30.12.2014
|
İZMİR'DE TARİHİ KÖŞKTE YANGIN
İzmir'in Bornova
İlçesi'ndeki tarihi John Paterson Köşk'ünde çıkan
yangın hasara yol açtı.
Alınan bilgiye göre,
Mustafa Kemal Caddesi'nde bulunan köşkte henüz
bilinmeyen nedenle yangın çıktı. İhbar üzerine olay
yerine gelen itfaiye ekipleri yangına müdahale etti.
Kısa sürede söndürülen yangın hasara yol açtı.
Yangının çıkış nedenin belirlenmesi için çalışma
başlatıldı.
İzmir'in Levanten köşklerinden Paterson Köşk'ü,
İngiliz tacir John Paterson tarafından 1860 yılında
yaptırılmıştı. Daha önce de yanan 38 odalı köşkte,
1991 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından
restorasyon çalışmaları başlatıldı. Köşk, 2008
yılında imzalanan protokol ile 25 yıllığına İzmir
Büyükşehir Belediyesi'ne kiralanmıştı.
Sabah, 30.12.2014
******
PAYLAŞILAMAYAN KÖŞK
HARABE OLDU
İzmir Büyükşehir
Belediyesi yetkilileri hafta başında yangın sonucu
ciddi hasar gören Bornova’daki tarihi Paterson Köşkü
için 2 yıldır tahsis kararı beklediklerini açıkladı.

Büyükşehir Belediyesi,
Kültür ve
Turizm Bakanlığı’nın
mülkiyetinde bulunan
bornova’daki tarihi
Paterson Köşkü’nün zaman kaybedilmeden restore
edilmesi için bir an önce harekete geçilmesini
istedi.
Milli
emlak Genel
Müdürlüğü tarafından Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın
mülkiyetine verilen köşkteki tahribatın her gün
arttığını söyleyen Büyükşehir Belediye Başkanı
Aziz Kocaoğlu
“Sürecin uzaması, Paterson Köşkü’nün yaşatılmasını
zorlaştıracak” dedi. Yetkililer, köşkün
restorasyonuna yönelik tüm hazırlıklar yapılmış
olduğunu ancak binanın Belediye’ye tahsisinin iptal
edilmesi nedeniyle 2 yıldan bu yana tek bir adım
atılamadığını ifade etti.
Milliyet, 02.01.2015
|
GÖBEKLİ TEPE'YE NE
OLACAK?
Şanlıurfa’daki tarihin
en eski tapınağına ev sahipliği yapan Göbeklitepe’yi
duymayan kalmamıştır. Bu dünyaca ünlü, eşsiz
tapınağın kazılarını 1995 yılından beri yürüten
Klaus Schmidt’in, geçtiğimiz temmuz ayında kalp
krizi geçirerek vefat etmesi hepimizde derin bir
üzüntü yaratmıştı. Yaklaşık 20 yıldır Göbeklitepe’ye
kazı başkanlığı yapan Schmidt’ten sonra ise
kafalarda bazı sorular belirdi. Peki bundan sonra
Göbeklitepe’de ne olacak? Kazılara devam edilecek
mi? Göbeklitepe’ye yeni bir kazı başkanı mı gelecek?

Göbeklitepe kazılarının
bundan sonrası için yapılan plan, Klaus Schmidt’in
ekibinin kazılara devam etmesi yönünde. Ekibin,
Klaus Schmidt’in izinde, kazı alanının belli başlı
cevap bulması gereken yerlerde yapacağı kazılar
eşliğinde devam etmesi bekleniyor. Yani
Göbeklitepe’ye en azından şimdilik, herhangi bir
kazı başkanı arayışı söz konusu değil. Yıllardır
yapılan kazılar ve beraberinde günyüzüne çıkan
birbirinden değerli buluntuların etüt edilerek
yayınlanması için de çeşitli çalışmalar ekip
tarafından yürütülecek. Kazılacak alanların
sayısının azaltılarak, bulunan eserlerin üzerinde
yapılacak çalışmalara ağırlık verilmesi de gündemde.
arkeofili.com,
Haber: Erman Ertuğrul, 30.12.2014
|
HAYDARPAŞA GARI'NDA NELER OLUYOR?

Otel, AVM yapılacak
tartışmaları yandığı günden bu yana devam eden
tarihi Haydarpaşa Garı’nda restorasyon bir türlü
başlayamadı. Kültür Varlıkları Koruma Kurulu
restorasyonun gecikmesinin tarihi yapıya zarar
verdiğini düşünerek acil olarak çalışmalara
başlanmasını istedi. Aksi takdirde 2863 sayılı yasa
gereği, zarar veren kurum ve kuruluşlar hakkında
işlem başlatılacağını duyurdu.

Haydarpaşa Garı 28 Kasım
2010 tarihinde çatısında çıkan ağır yangından dolayı
çatısı çökmüş ve 4. katı kullanılamaz hale gelmişti.
Koruma Kurulu kararı ile 1997 yılında 1. Grup
korunması gerekli kültür varlığı olarak tescillenen
yapının etrafı da 2006 yılında kentsel ve tarihi sit
yapıldı. Yangın sonrası ortaya çıkan Haydarpaşa
projesi büyük tartışmalara neden oldu. 2011 yılında
5 Numaralı Kültür Varlıkları Koruma Kurulu 1/5000
Ölçekli Koruma amaçlı Nazım İmar Planlarını
onayladı. Planda tarihi Gar binası ‘Kültürel tesis,
turizm, konaklama’ alanında kalmıştı. İşte bu durum
tartışmaları alevlendirdi. Gar binası otel mi
oluyordu?

Hem Ulaştırma Bakanlığı
hem de planları onaylayan İstanbul 5 Nolu Koruma
Kurulu otel yapımına izin verilmeyeceğini
açıkladılar. Birleşik Taşımacılık Sendikası
planların iptali için dava açtı. İstanbul 9. İdare
Mahkemesi davayı reddetti. Kamuoyunda Haydarpaşa Gar
Projesine iptal kararı olarak yansıyan İstanbul 2.
İdare Mahkemesi’nde açılan davada ise mahkeme Koruma
amaçlı nazım imar planının Fuar Alanı Fonksiyonuna
ilişkin kısmını iptal etmişti. Açıkçası tarihi Gar
binası hala otel olma riskini taşıyordu.

TCDD Haydarpaşa Garı’n
restorasyonu için ihaleye çıktı. Delta İnşaat 12
milyon 473 bin liraya 500 günde bitirmek üzere
ihaleyi aldı. 27.12.2012 tarih 899 sayılı kararı ile
Koruma Kurulu restorasyon projesini onayladı. Bu
projeye göre, bodrum katın, tesisat ve idari
birimler olarak; zemin katın, gara hizmet eden
bekleme salonları, gişeler, kafeterya ve idari
birimler olarak; asma kat, 1., 2. ve 3. katlarda
idari birimler olarak; çatı katının da kulelerde
kafeterya, garın kısa kolunda konferans salonu, orta
aksta sergi alanı, uzun kolda da arşiv-çalışma
salonu-kitaplık olarak fonksiyonlandırıldı.

Ancak restorasyona bir
türlü başlanılamadı. Kadıköy Belediyesi inşaat
ruhsatını vermedi. Kadıköy Belediye Başkanı Aykurt
Nuhoğlu, “Yasal olarak plan süreçleri tamamlanmayan
ve eski eser binaya ilave yapılaşma getiren
restorasyon projesine onay vermemiz mümkün değildir”
açıklaması yaptı.

Bu açıklamadan bir hafta
sonra İstanbul 5 Numaralı Koruma Kurulu şu kararı
aldı; Söz konusu 12.09.2014 gün 2126 sayılı kararda
“…Kurulumuzca uzun süren tetkikler ve yerinde
inceleme toplantıları sonucu onaylanmış bulunan,
Kurulumuzun 27.12.2012 gün 899 sayılı kontür ve
gabari artışı getirmeyen restorasyon projelerinin
ivedilikle uygulanmasına, İstanbul’un simge
eserlerinden olan I. grup tescilli Haydarpaşa Gar
Binasının mevcut haliyle ivedi restorasyona ihtiyacı
bulunduğundan, restorasyon uygulaması gecikmesi ve
bu sebeple yapının zarar görmesi halinde buna sebep
olanların 2863 sayılı yasa kapsamında sorumlu
olacağına” karar verildi.

Sonuç olarak restorasyon
biran önce başlamalı. Tarihi yapı her geçen gün dış
etkenlere karşı hem statik hem de estetik açıdan
yıpranıyor. Mevcut yöneticiler her ne kadar tarihi
binanın otel olmayacağını ileri sürseler de ileride
otel olmasının önüne geçecek bir engel yok. Zira
imar planlarında turizm – konaklama fonksiyonu halen
geçerliliğini koruyor.


Radikal, Haber: Ömer Erbil, 30.12.2014
|
MECLİS'TEN SARAY DAVASI
TBMM Başkanlığı, Dolmabahçe Sarayı’nın çatı onarımı
sırasında yüzyıllık halıları yağmur altında
bırakarak çürütenler hakkında dava açtı. Halıların
onarımı için harcanan 73 bin TL sorumlulardan tazmin
edildi.

TBMM Başkanlığı, Meclis’e bağlı saraylarda
kaybolan ve yıpratılan tarihi eşyalara verilen
zararları affetmeyerek tek tek zimmet çıkarıp
kamu davaları açtı.
TBMM Başkanvekili Sadık Yakut,
Dolmabahçe Sarayı’ndaki yüzyıllık tarihi
halıların zarar görmesi konusunda soruşturma ve
akabinde dava açıldığını belirterek “Dolmabahçe
Sarayı’nda rulo halinde bulunan 6 tarihi halı
çatı onarımı sonrasında yağın yağmurlar
nedeniyle oluşan su sızması sonucunda
ıslanmıştır. Olaydan sonra idari soruşturma
başlatılmış ve sorumlular hakkında idari
soruşturma dışında kamu davası açılmıştır. Ön
inceleme heyeti tarafından halılara 73.500,00 TL
tazmin raporu değer biçilmiştir. Mahkeme
sürecinde yapılan bilirkişi incelemesinde dava
konusu halılarda oluşmuş olan tarihsel
yıpranmanın yanında ıslanma dolayısıyla ilave
bozulmanın cüzi olduğu belirtilmektedir” dedi.
Görev yerleri değişti
Yakut, halıların hasar görmesine sebep olan
saray yöneticilerinin tenzili rütbe ile farklı
yerlere sürüldüğünü kaydetti. Edinilen bilgeye
göre; Saray Müdür Yardımcısı
Beykoz Kasrı’nda şef olarak, koruma amiri
Beylerbeyi Sarayı’nda koruma memuru olarak, mal
saymanı Filizi Köşk’te Köşk ve Kasır Amiri
olarak, mal saymanlığında şef olarak görev yapan
bir personel Ihlamur Kasrı’nda,
Dolmabahçe Sarayı’nda koruma amir vekili
olarak görev yapan bir personel de
Maslak Kasrı’nda görevlendirildi.
Açılan dava sonucunda halılardaki hasarlarda
davalıların sorumluluklarının olmadığı
gerekçesiyle davanın reddine karar verildi.
12 yılda
uygulanan olay ve yaptırımlar
Yakut, Milli Saraylar’da 2002’den bu yana
meydana gelen eser ve eşyaya zarar getiren
olaylar ve uygulanan yaptırımları şöyle
sıraladı:
* Beylerbeyi’nde 8 gümüş şamdan onarıma
gönderildi. Dönüşte evsaf kaybına uğradı.
* 2009’da Yıldız Şale’deki Masa Zili
teşhirdeyken kayboldu. 5 bin TL zimmet
çıkarıldı. Zimmet ilgili personelden alındı.
* 2010’da Dolmabahçe Sarayı’nda yeni imalat 4
adet dolap üstü, 2 aplik eksik olduğu için
zimmet çıkarıldı.
* 2012’de Ihlamur Kasrı’nda Köşk ve Kasırlar
Şefi olarak görev yapan personelin zimmetinde
olan yeni imalat 4 perde bağı kayboldu.
Milliyet, Haber: Önder Yılmaz, 30.12.2014
|
BİLİNMEYEN ANTİK KENT
TURİZME KAZANDIRILIYOR

Kepez Belediyesi,
Lyrboton Kome'yi turizme kazandırmak için
çalışmalara başladı.
Perge uygarlığının bir
köyü olan Lyrboton Kome'nin, turizmin başkenti
Antalya'nın kent merkezinin hemen yanı başında
bulunmasına karşın, şehirde yaşayanların varlığından
haberdar olmadığı antik kent olduğu bildirilirken,
Elai Baris (Yağ çiftliği) olarak bilinen antik
kentin, Varsak'ın kuzeyinde bir tepecikte yer aldığı
bildirildi. Bitki örtüsünün işgalindeki,
definecilerin tehdidi adlındaki antik kentin gün
yüzüne çıkarılması bir kaç kez gündeme geldiği ancak
gerekli çalışmaların yapılmadığı kaydedildi.
Lyrboton Kome'yi turizme kazandırmak için
çalışmaları başlatan Kepez Belediye Başkanı Hakan
Tütüncü, Akdeniz Üniversitesi (AÜ) Edebiyat
Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr.
Nevzat Çevik ile antik kente keşif çalışması yaptı.
Keşif gezisine Başkan Yardımcıları Sebahat Adanır,
Mustafa Sağdur, Ramazan Alanay ile İmardan Sorumlu
Başkan Danışmanı Ramazan Eçiş, Cap Servisi Sorumlusu
ve Şehir Plancısı Barış Soykam da eşlik etti.
ZEYTİNYAĞI ÜRETİM
KÖYÜ
Prof.Dr. Nevzat Çevik,
1996 yılında ilk arkeolojik araştırmaları yaptığı
Lyrboton Kome'yi kentinin, tarihi hakkında ve
bölgede yapılacak çalışmalarla ilgili Başkan
Tütüncü'ye bilgi verdi. Prof.Dr. Nevzat Çevik de
Lyrboton Kome ile ilgili olarak şunları söyledi:
"Burası, antik adıyla Lyrboton Kome'dir. Elai Baris
olarak da bilinir (Yağ Çiftliği). Büyük bir antik
zeytinyağı üretim köyüdür, Lyrbos Köyü, Perge'ye
bağlıdır. Kadersizliği, bırakın turisti,
Antalyalılarıın bile binde birinin ancak bildiği,
özel ama küskün ve yetim yerlerden biri olmasıdır.
Hellenistik Dönem'de de burada yerleşim olması
beklense de kalıntılar büyük çoğunlukla Roma ve
Bizans Dönemi'nden kalmadır. Bugünkü Varsak'ın adı
13. yüzyıl başında yöreye gelen Üçok boyundan Tatar
Serdarı Baçu Han'ın 6 oğlundan biri olan Varsak
Bey'den gelir. O gün bu gündür bölgenin adı
'Varsak'tır. Bölgenin her yanında keşfettiğimiz
zeytinyağı işlikleri en çok buradadır. Çok sayıda ve
entegrelikler yüksek bir yağ üretimi olduğunu
göstermektedir. Bu üretimin ve yerleşimde
yaşanmışlığın diğer izleri çok sayıda sarnıç, 80'in
üzerinde mezar, 2 kattlı korunmuş konutlar, 1 küçük
hamam ve 3 de kilisedir. Döşemealtı'ndan gelip
Perge'ye giden Via Sebaste (İmparator Yolu) da
buradan geçer."
KEPEZ'E TURİZM
KİMLİĞİ KAZANDIRACAK
Kepez Belediye Başkanı
Hakan Tütüncü, antik kentin Kepez'e turizm kimliği
kazandıracağını belirterek, "Antik Lyrboton Kome'yi
gün yüzüne çıkarabilmek ve kültür turizminin
hizmetine sunabilmek için ilk adımı atıyoruz. Bundan
sonraki süreçte yapacağımız çalışmalarla birlikte
antik kent, Kepez'in de turizmden pay almasını katkı
sağlayacak bir yer olacak. Lyrboton Kome çok geniş
bir alan. Yapılacak çok çalışma var. Bağlantı
yolunun yapılması başta olmak üzere, gerekli
çalışmaları yaparak antik kenti Antalya'ya
kazandıracağız. Lyrboton Kome'nin turizme
kazandırılması 70 projemizde yer alıyordu. Bitki
temizliğinin, bağlantı yollarının yapılmasıyla bu
kenti turizmin dikkatine sunacağız. Daha sonra
rölöve, restorasyon çalışmalarıyla antik kentin
ayağa kaldırılması, bir kültür haziresi olarak
Antalya'ya armağan edilmesi gerekiyor" diye konuştu.
Haber Antalya,
29.12.2014
|
YANLIŞ RESTORASYON
UYGULAMALARI GÜN YÜZÜNE ÇIKTI
Daha önce çeşitli
zamanlarda restorasyona uğrayan Hırka-i Şerif
Camii’nin restorasyonunda çimento kullanıldığı
tespit edildi.

Özellikle cami içinde aydınlatma amacıyla elektrik
kullanımına başlanan yıllarda elektrik kablolarına
tesisat kanalı açmak için duvarlarda delikler
açıldığı gözlendi.
Mermer kapı girişlerinin çeşitli dönelerde farklı
renklere boyanarak asıl renginin dışında uygulamalar
yapıldığı yine restorasyon çalışmalarında ortaya
çıktı. Gerçekleştirilen son restorasyon çalışmasıyla
geçmişte yapılan yanlış uygulamaların telafisi için
yoğun bir çaba sarf ediliyor.
Çeşitli disiplinlerden ülkemize eğitime gelen
Uluslararası Öğrencilere Yurtdışı Türkler ve Akraba
Topluluklar Başkanlığı (YTB) tarafından eğitim bursu
veriliyor. Ülkeler arası kültür köprüsü olacak
gençler Türkiye'deki tahsil süreleri boyunca birçok
etkinlikle destekleniyorlar. Merkezi Ankara'da
bulunan TEKDER (Teknik Elemanlar Derneği) İstanbul
Şubesi tarafından gerçekleştirilen "Uluslararası
Öğrenciler için Mesleki Gelişim Projesi" farklı
disiplinlerde eğitim gören 500'e yakın Lisans ve
Lisansüstü öğrenciye seminer, teknik gezi, fuar
katılımı, staj vb. imkanları sunulacak.

"Uluslararası Öğrenciler için Mesleki Gelişim
Projesi" kapsamında Türkiye'nin kültürel mirası
uygulamalarıyla yerinde gösterildi. Mimarlık alanına
eğitim gören öğrenciler Hırka-i Şerif Camii'nin
restorasyon çalışmalarını şantiye şefi Restoratör
Mimar Erdem MIH'ın anlatımıyla yerinde inceledi.
Saha incelemesinin ardından TEKDER merkezinde
verilen Mimari Restorasyon semineriyle Türkiye'de ve
dünyada restorasyon çalışmaları hakkında detaylı
bilgi verildi. TEKDER Yönetim Kurulu Üyesi Mimar
Enes ALUÇ'un verdiği seminerde tarihi eserleri
korumanın önemine vurgu yapıldı. Aluç "Tarihi
eserleri korumak sadece mimarların ve
restoratörlerin değil, hepimizin görevidir." dedi.
"Uluslararası Öğrenciler için Mesleki Gelişim
Projesi" ile uluslararası düzeyde mesleki ve
kültürel sağlam bağların temelinin atılması
amaçlanıyor.
Hırka-i Şerif Camii, Hz.Muhammed'in Üveys
el-Karani'ye (Veysel Karani) hediye ettiği hırkanın
(Hırka-ı Şerif) muhafaza ve ziyaret edilmesi için
1851'de Padişah Sultan Abdülmecid tarafından
yaptırıldı.
Sabah, 29.12.2014
|
BİZANS GEMİLERİ TARİHE
IŞIK TUTACAK

İstanbul'un
Constantinople olarak bilindiği dönemlerde en büyük
limanlarından biri olan Yenikapı'da 10 yıl süren
kazılarda, 37 Bizans gemisi gün ışığına çıkarıldı.
Arkeologlar 5'inci ve 11'inci yüzyıllar arasında
inşa edilen gemilerin iyi korunmuş olduğunu
belirtti.
ABD'nin Texas A&M
Üniversitesi Deniz Arkeolojisi Enstitüsü'nden Cemal
Pulak, "Bugüne kadar tek bir noktada bu kadar fazla
ve iyi korunmuş gemi bulunmamıştı" ifadesini
kullandı. Journal of Nautical Archeology dergisinde
yayımlanan araştırmada imzası olan isimlerden biri
olan Pulak, 7'inci ve 11'inci yüzyıllara ait sekiz
gemi hakkında analiz yapıldığı bilgisini verdi.
Sonuçlar yüzyıllar öncesinde gemi inşaatlarının
sanıldığından daha karmaşık ve gelişmiş olduğuna
işaret etti.
Araştırmalarda gemilerin
yapımında iki modelin öne çıktığı belirtildi. İlk
modelde, geminin dış cephesi ilk önce inşa
edilirken, ikinci modelde ilk olarak iskelet
tamamlanıyordu. İskeletin tamamlanmasının ardından
dış cephe kaplamaları yerleştiriliyordu. Bulgular
ilk önce iskeletin yapılmasına yönelik dönüşümün
yedinci yüzyılda başladığını gösterdi.
Livescience sitesine
açıklama yapan Pulak, "Bilim ve mühendisliğin
tarihini en iyi şekilde anlayabilmek için eski gemi
yapımcılarının tasarım ve kavramsallaştırma
süreçlerini titiz bir şekilde gözden geçiriyoruz"
ifadesini kullandı. Pulak böylece gemilerin nasıl
inşa edildiği, geliştirildiği, tamir edildiği ve
kullanıldığını anlayacaklarını söyledi.
İstanbul’da
sergilenecekler
İncelenen sekiz gemiden
altısı tamamen yelken gücüyle hareket ettiği, iki
tanesinin ise uzun ve kürekle de hareketi sağlanan
kalyon olduğu belirtildi. Küçük gemilerin
uzunlukları 8 ile 14.7 metre arasında değişirken,
kalyonlar yaklaşık 30 metre olarak ölçüldü.
Yenikapı'da toplam altı kalyon çıkarıldığı ve
hepsinin Bizans dönemine ait olduğu belirtildi.
Bizans gemileri
hakkındaki temel bilgilerin geçmişte kitaplardaki
çizimlerle sınırlı kaldığını belirten Pulak,
Yenikapı'nın küçük sandallar, balıkçı tekneleri,
kargo ve donanma gemileri hakkında önemli yeni
bilgiler sunduğunu söyledi.
Pulak gemilerin
İstanbul'daki bir müzede sergilenmesinin
planlandığını belirtti.
Al
Jazeera, 29.12.2014
|
MİMAR SİNAN ESERİ ATİK VALİDE ŞİFAHANESİ'NİN BAŞINA
GELEN 'RESTORASYON' FELAKETİ

Osmanlı hükümdarı
II. Selim’in eşi Nur Banu Sultan tarafından Mimar
Sinan’a yaptırılan İstanbul’un en büyük 3. külliyesi
hüviyetindeki Atik Valide Külliyesi içerisinde yer
alan şifahanenin başı fena halde dertte. Yaklaşık
450 yıllık bir geçmişi bulunan şifahanenin,
‘yenilikçi’ akımın etkisinde fazlaca kalmış
insanların adeta egolarını tatmin ettiği deneysel
bir nesne haline gelmiş olması bizleri ziyadesiyle
üzüntüye sevketti. Tıp tarihimiz açısından oldukça
önemli sayılan ve bulunduğu muhit dolayısıyla
yıllarca ‘Toptaşı Bimarhanesi’
olarak adlandırılan şifahane, restore edildikten
sonra yeni kurulmuş olan bir vakıf üniversitesine
tahsis edildi. Fakat yapıdaki müdahalelerin
‘restorasyon’ bilimi kriterleri içerisinde nerede ve
nasıl konumlandırılacağı hayli merak konusu.
Restorasyon bilimi öncülerinden ünlü Sanat
Eleştirmeni John Ruskin’in “Restorasyon, bir
yapının başına gelebilecek en büyük felakettir”
sözünü anımsatan müdahalelerin bulunduğu
şifahanenin, özgün işlevinden ve görünümünden bu
denli uzakta olmasına Vakıflar Genel Müdürlüğü
yetkilileri ile Anıtlar Kurulu üyelerinin ne şekilde
izin verdiğini anlamakta güçlük çekiyoruz açıkçası.
Özgün eseri açığa çıkartmak yerine ironik bir
şekilde sanki şifahanenin görünmemesini ister gibi
boydan boya oldukça maliyetli cam giydirmelerle
nasıl kapatıldığını, bu uygulamaya kimlerin ve neden
izin verdiğini siz değerli takipçilerimiz
aracılığıyla yetkililere sormak istiyoruz.
Unutulmamalıdır ki Türk Mimarlık Sanatına adını
altın harflerle yazdırmış Mimar Koca Sinan’ın böyle
güzel bir eserine bu şekilde densiz müdahalelerde
bulunmak kimsenin haddine değildir.

Atik Valide Şifahanesi’nin restore edilmeden önceki hali

Atik Valide Şifahanesi’nin restore edildikten sonraki hali
 
 
 
Eski Fotoğrafları:
 
gorselgurultuler.com, 28.12.2014
|
TEKKEDEKİ TADİLATI BELEDİYE YAPTI, YANLIŞLIK VARSA
TÜM SUÇ ONLARDA

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın (GYV) Eyüp’teki
Diyalog Merkezi’nin, ‘sözleşmeyi tek taraflı
feshettik’ denilerek tahliye edilmesinde
hukuksuzluklar bitmek bilmiyor.
Vakıflar Genel Müdürlüğü, tahliye gerekçesi
olarak imar planına aykırı şekilde yangın merdiveni
inşa edilmesini ve lavaboların kadın-erkek şeklinde
ikiye ayrılmasını göstermişti. Vakıf Genel Sekreteri
Dr. Ahmet Muharrem Atlığ, “Bize yangın merdivenini
siz koydunuz diyorlar. Hayır, yangın merdiveni
buraya konulmuş zaten. Yangın merdiveni olmadan da
buradan ruhsat almak mümkün değil. Ama projenin
içerisinde yangın merdiveni yokmuş. Biz burayı
devralırken yangın merdivenli aldık.” dedi.
Kara Süleyman Tekkesi’ni 2010’da, 10 yıllık bir
protokolle devraldıklarını belirten Atlığ, “Mezarlık
haricindeki her şey belediye tarafından önceden imar
edilip Vakıflar Bölge Müdürlüğü’ne verildi. Vakıflar
da bize kiraladı. Şimdi de bize diyorlar ki, plana
uygun olmayan değişiklikler yaptınız. Eğer plana
uymayan değişikliklerle beraber burası imar
edildiyse bunu belediye yaptı. Suçlu olan belediye,
biz değiliz.” ifadelerini kullandı. Tekkeye önceki
gün gelen görevliler, hiçbir kimlik ve belge
göstermeden tahliye işlemini başlatmıştı. Vakfın
avukatı Ziya Özata, sorumlular hakkında ‘görevi
kötüye kullanmaktan’ suç duyurusunda bulunacaklarını
aktardı.
Özata şu açıklamayı yaptı: “Bize sözleşme gereği
30 günlük süre verilmesi gerekirken 1 hafta
içerisinde hukuksuz şekilde tahliye işlemi
gerçekleştirildi. Vakıflar Bölge Müdürlüğü,
hazırladıkları teknik raporu bize tebliğ etmedi.
Pazartesi günü tüm bu hukuksuzlar için suç
duyurusunda bulunacağız. Usulsüz şekilde tahliye
ettiler ve tüm eşyaları aldılar. Nereden hangi
kanalla hangi üst yazıyla geldikleri belli değil.
Zahmet edip ceplerinden bir belge çıkartıp biz şu
yetkiyle şu işlemi yapmaya geldik bile demediler.”
Binada tuvaletlerin ayrışmasının usule aykırı
olmadığını dile getiren Özata, “Daha önceden benim
bildiğim tek bir tuvalet var. Tek tuvaleti hem
kadınların hem erkeklerin kullanması zaten
kültürümüze ve inançlarımıza aykırı.” şeklinde
konuştu.
Zaman, Haber: Veysel Engi - Raf Ahmed, 28.12.2014
|
OKULUN DUVARINDAN TARİH ÇIKTI
Balıkesir’in Erdek
İlçesi’nde, geçen yıl restore
edilerek öğrenime açılan 1879 yılında yapılan Erdek
Anadolu İmam Hatip Lisesi’nin bahçe duvarının
sıvaları dökülünce altından Osmanlı döneminden kalma
mezar taşları çıktı.

Erdek Yalı Mahallesi’nde 1879 yılında Rumlar
tarafından okul olarak yaptırılan bina daha sonraki
yıllarda Menzil Hastanesi ve okul olarak hizmet
verdi. 1983 yılında meydana gelen deprem nedeniyle
boşaltılan ve onarımı tamamlandıktan sonra uzun
yıllar Atatürk İlköğretim Okulu olarak kullanılan 15
derslikli bina, 6 ay süren restorasyonun ardından
177 öğrencisiyle Anadolu İmam Hatip Lisesi adıyla
açıldı. Restorasyon çalışmaları öncesi sıvaları
dökülmesi nedeniyle istinat duvarlarında Osmanlı
döneminden kalma mezar taşları ortaya çıkınca onarım
yapılamadı. Duvarlardaki taşları gören Erdekliler,
bunların alınarak müzeye konulmasını istiyor.
Duvarda belki başka mezar taşları da olabileceğine
dikkat çeken Erdekliler, okulun restorasyonu
yapıldıktan sonra güzel bir görünüme kavuştuğunu
ancak duvarlarındaki mezar taşlarının birkaç seneden
beri ortaya çıktığını dile getiriyor.
OKUL DUVARI İÇİN ONARILACAK
Okul duvarlarının tadilat ve restorasyon
projesinin çizildikten sonra onarılacağını belirten
Erdek Anadolu İmam Hatip Lisesi Müdürü Ali Özdemir
okul duvarıyla ilgili projenin Anıtlar Kurulu’ndan
onaylandıktan sonra Milli Eğitim Bakanlığı
tarafından ihale edileceğini ve ihaleyi alan
firmanın duvarları yeniden inşa edeceğini söyledi.
Özdemir, "Duvardaki mezar taşlarını müze
yetkilileri de inceledi. Tarihi eser niteliğinde
değillermiş ancak hiçbir şekilde dokunamıyoruz,
dokunmak zor. Ancak yerinden söküldükten sonra
müzeye verilebilir" dedi.
Milliyet, 28.12.2014
|
İNGİLTERE'NİN WALES KENTİNDE BRONZ ÇAĞI DEFİNESİ
Bir tarlada gömülü bulunan egzotik/yabancı
silahların Geç Bronz Çağı’nda Wales’e, Güney
İngiltere’den ya da Fransa’dan uzun mesafeli deniz
yolculuğu vasıtasıyla gelmiş olabileceği
düşünülüyor.

Arkeologlar, Ocak 2013’te bir metal detektörcü
tarafından bulunan 2.5 kilogramlık kılıç, bıçak ve
kılıç kını yığınının Batı Wales’e deniz yoluyla
güney İngiltere ya da kuzey Fransa’dan gelmiş
olabileceğini söyledi.
İki kılıç parçası, bir kılıç kını, iki taraflı
bir bıçak ve altı bakır külçesinden oluşan
buluntular, Adrian Young tarafından birbirinden
birkaç metre uzakta, sürülmüş bir tarlada bulundu.
Wales Milli Müzesi’ndeki arkeologlar, buluntuları
2800 ila 3000 yıl öncesine tarihlerken, hukuki
görevliler buluntuları resmi olarak “define” olarak
niteledi. Wales Milli Müzesi’nin Tarih Öncesi Bölümü
Küratörü Adam Gwilt, “Kılıç, bıçak ve kın, bu
bölgede pek görülmeyen yabancı/egzotik parçalar.
Bakır külçelerin ise artık Cornwall’da da görüldüğü
gibi, Pembrokeshire definelerinin olağan parçaları
olduğunu biliyoruz” dedi.
arkeofili.com, Haber: Ayşe Bursalı, 28.12.2014
|
TOKİ GECEKONDULARI YIKTI, ORTAYA TARİHİ KENT ÇIKTI
Toplu Konut İdaresi (TOKİ) Başkanlığı’nın,
Nevşehir’de kentsel dönüşüm için yıktığı
gecekonduların altından 7 kilometre uzunluğunda
tarihi Birkent çıktı. TOKİ, bölgedeki gecekonduların
yıkımı için 90 milyon TL harcadı; yeraltındaki antik
şehrin ortaya çıkarılması üzerine saha terk edildi.
Nevşehir Belediye Başkanı Hasan Ünver, tarihi kentin
5 bin yıllık Hitit’lere dayandığını düşündüklerini
söyledi.

YENİ BİNALAR İÇİN TEMEL ATILACAKTI
Nevşehir Kalesi’nin eteklerindeki gecekonduları
ve çürük binaları yıkan TOKİ, bölgedeki 600 bin
metrekarelik alanı tamamen temizledi. TOKİ, bin 500
dolayında gecekonduyu yıktı ve bu çalışma için de 90
milyon TL harcama yaptı. TOKİ, yeni binaların
yapımına başlayacağı sırada, yeraltında tarihi bir
kente rastlandı.
Bölge, Kültür Ve Turizm Bakanlığı’na devredildi.
Bakanlık, tarihi kentle ilgili inceleme yapacak ve
kentin hangi uygarlığa ait olduğunu ortaya koyacak.
Restorasyonun ardındansa yeraltı kentinin, yerli ve
yabancı turistlerin ziyaretine açılacağı öğrenildi.

“90 MİLYONU ZARAR OLARAK GÖRMEYİZ”
TOKİ Başkanı Ergün Turan, konuyla ilgili yaptığı
açıklamada, bölgede yaşayan vatandaşları başka yere
taşıyarak dönüşüme başladıklarını belirterek
“Gecekonduları yıkınca altından yeraltı şehri çıktı.
Burası, 3. derece arkeolojik SİT alanı ilan edildi.
Bilinen bir yeraltı şehri değilmiş. Tamamen yeni bir
keşif. Bu şehirde 7 kilometrelik tüneller uzanıyor.
Bunun Nevşehir’e nasıl değer katacağının çalışması
yapılıyor” dedi.
Turan, bölgede tarihi bir kentin bulunması
üzerine inşaat çalışmalarını durdurduklarını
kaydederek “Projeyi şehrin dışına taşıyacağız. Bu
harcadığımız 90 milyon TL’yi de zarar olarak
görmüyoruz. Bu durumun Sayıştay’a takılacağını da
düşünmüyorum.” diye konuştu.

ÜRGÜP TAŞINDAN KONUT
TOKİ’nin yöresel mimariye uygun konut yapacağını
belirten Ergün Turan, bunun en güzel örneklerinden
birini Nevşehir’in Ürgüp İlçesi’nde
gerçekleştirdiklerini söyledi. Turan, Ürgüp’te düşük
gelirli vatandaşlar için 960 sosyal konut
yapıldığını ve bu yapılarda yöresel taşların
kullanıldığını ifade etti. Turan, konutların mart
ayında teslim edileceğini açıkladı.

“ŞEHİR 5 BİN YILLIK, HİTİT’LERE DAYANIYOR”
Bölgeye villa tipi evler yapmayı planladıklarını
belirten Nevşehir Belediye Başkanı Hasan Ünver,
“Burada 2 bini tapulu 7 bin civarında hak sahibi
vardı. Yeraltı şehri tespit edilince tüm çalışmayı
durdurduk. TOKİ de bu konuda çok anlayışlı hareket
etti. Şimdi, onlarla şehir dışında arazi takası
yapılacak” dedi.
Arkeologlarla çalışma başlatıldığını belirten
Ünver, “400 bin metrekareye yakın, dünyanın en büyük
yeraltı şehri. 7 kilometrelik yürüyüş yolu var.
Kiliseler, su yolları, su küpleri, galeriler ve
çeşmeler bulduk. Bölgenin Hititlere dayandığını yani
5 bin yıllık olduğunu öngörüyoruz. Çünkü kentteki
diğer yeraltı şehirleri de aynı döneme ait” diye
konuştu.

“ÜSTÜ ANTİK PARK OLACAK”
Ünver, yeraltındaki kentin temizliği, kazısı ve
yüzeyde yapılacak çalışma için ihale açacaklarını
belirterek “Burası tamamen temizlenecek. Yeraltında
sanat galerileri, yürüyüş yolları, el sanatları
merkezleri ve butik oteller olacak. Şehrin üstüne de
Türkiye’nin en büyük antik parkı yapılacak. Köksüz
bitkiler dikilecek. Yeraltı şehrinde yürüyüşler
yapılacak” dedi.


haberler.com, 28.12.2014
|
SAĞANAK YAĞIŞ TÜKE TAPINAĞINI SU İÇİNDE BIRAKTI

Sağanak yağış Antalya Side
antik kentinde agora
içinde bulunan Tüke(Tyche) Tapınağı’nı sular içinde
bıraktı.
Antalya’nın Manavgat
İlçesi'nde dün gece başlayan
sağanak yağış belirli aralıklarla devam ediyor.
Yağmur yağışına bağlı, antik kent içinde agora
içinde daire şeklinde MS 2′nci yüzyılda inşa
edilen Tüke Tapınağı etrafı sular içinde kaldı.
Tüke Tapınağı 2 yıl önce Antalya Valiliği, Kültür
ve Turizm Bakanlığı ve Side Belediyesi’nin
katkılarıyla Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü
Başkanı Prof.Dr. Hüseyin Alanyalı’nın öncülüğünde 18
ayda restorasyonu yaptırılarak kültür turizmine
açılmıştı.
Side’de Tüke Tapınağı yanı sıra dünyaca ünlü
Athena, Men ve Apollon tapınakları bulunmakta.
habertuar.com, 27.12.2014
|
ORYANTAL POMPEİİ'NİN KAZI AŞAMASI TAMAMLANDI
Arkeologlar, Doğu Çin’deki Sizhou antik kentinin
kazısını tamamladı. Yapısı ve düzeni tam olarak
anlaşılan antik kent, “Oryantal Pompeii” lakabıyla
anılıyor ve 2000 metrekareden daha fazla bir alana
yayılmış.

Tarihsel verilere göre Sizhou, 900 yıldan daha
önce var olan ve gelişmekte olan bir şehirdi. Fakat
Çin’in en büyük üç nehrinin kesiştiği bir bölgede
yer alması, İmparator Kangxi hükümdarlığı sırasında,
büyük bir tufanla beraber sular altında kalmasına
neden olmuş.
Kazı bölgesinde çalışan uzmanlar, Sizhou antik
kentinin belki de volkanik küllerin altında kalan
Pompeii’den daha iyi korunmuş olabileceğini
söylüyor.
Sizhou’nun dış kesiminde yer alan duvarın
uzunluğu 130 metre iken, iç kesiminde yer alan
duvarın uzunluğu ise 340 metre.
 
 
 
arkeofili.com, Haber: Erman Ertuğrul, 27.12.2014
|
VAN'DA 3 BİN YILLIK KALE BULUNDU
Van'da sanat tarihçileri
ve arkeologların yürüttüğü çalışmalar sayesinde, her
geçen gün kentin tarihi dokusuna yeni bir eser
ekleniyor.

Gürpınar İlçesi'ne bağlı Yurtbaşı Mahallesi'nde
Erken Demir Çağı'na ait olduğu değerlendirilen 3 bin
yıllık kale bulundu.
Yüzüncü Yıl Üniversitesi (YYÜ) Edebiyat Fakültesi
Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Mehmet
Top, mahalle muhtarı İrfan Yücel'in girişimleri
sonucu yerini tespit ettikleri kalede inceleme
yaptı.
İlçe merkezine yaklaşık 80 kilometre mesafedeki
kaleye, bir saatlik zorlu tırmanışın ardından
ulaşılabiliyor. Bölgeye hakim, yüksek bir tepenin
zirvesine kurulan kalenin duvarları, zamanla
yıkılarak taş yığınlarına dönüşmüş durumda.
Muhtar Yücel ve mahallelilerle kalenin bulunduğu
alana çıkan Top, burada bulduğu çanak, çömlek
parçalarını detaylı inceleme yapmak
amacıyla topladı.
Top,
AA muhabirine açıklamasında, 2007
yılından beri Hoşap Kalesi'nde kazı çalışması
yürüttüklerini ve kale civarındaki kültürel doku
hakkında araştırmalar yaptıklarını anımsattı.
Araştırmaların önemine değinen Top, muhtarın
bilgi vermesi üzerine Yurtbaşı Mahallesi'ndeki
kaleye ulaştıklarını söyledi. Kalenin bölge halkı
tarafından eskiden beri "Derbend Kalesi" adıyla
anıldığını anlatan Top, şöyle devam etti:
"Araştırmalarımda buranın Erken Demir Çağı'na ait
bir kale olabileceği fikrine ulaştım. Gerek buradaki
taş duvar kalıntıları gerekse yerlerde bulduğumuz
seramik parçaları buranın bir yerleşim yeri olduğunu
bize kanıtlıyor. Muhtemelen bir yayla yerleşimi.
İzler buradaki kültürün daha çok bizi Urartu
öncesi, Erken Demir Çağı'na götürebileceğine işaret
ediyor. Yani bu çağ, MÖ bin 200
ile bin 300'lerden başlıyor, MÖ bin 800'lü yıllara
kadar geliyor. Zaten biliyoruz ki Van'da kale
mimarisi o dönemlerde başlayarak daha sonraki
dönemlerde de devam etmiş."
Kalede yaptıkları araştırmanın bir ön temas
olduğunu ve daha detaylı incelemenin arkeologlar
tarafından yapılması gerektiğini anlatan Top,
konuyla alakalı Van Müzesi'ne bilgi verdiğini, bu
alanın kayıtlarda olmadığını, kayıtlara alınması
için gerekli işlemlerin başlatılacağını ifade etti.
Top, "Bu yaklaşık 3 bin yıllık bir kale. Çünkü o
dönem kaleleri, iri taşların oluşturduğu duvarlarla
yapılıyor ve kesinlikle harç kullanılmıyordu.
Bağlayıcı bir unsur yok. Bir yüzü ise düzeltilmişti.
Daha çok yaylaya ve vadiye hakim noktalarda
kuruluyordu. İşte aradığımız bu özelliklerin hepsini
burada görmemiz mümkün" dedi.
Sol Haber, 27.12.2014
|
AFRİKA'DA 7 BİN YIL ÖNCE EVCİL TAHILLAR
Barselona,
Treviso, Londra ve Kiev’li uzmanlardan oluşan bir
ekip Orta Sudan ve Nubia’daki iki neolitik
mezarlıkta arpa ve buğdayın varlığını kanıtladı.
Arpa ve buğday kalıntıları, ölü hediyelerinde ve
dişlerin üzerinde bulundu. 7000 yıl önce evcil
tahılların kullanılıyor olması, Afrika’da evcil
tahılların kullanım tarihini birkaç yüzyıl daha
erkene çekiyor.

7000 Yıl Önce Kuzey Afrika’da Beslenme
Araştırmanın sonuçları, Nil Nehri kıyısında
yaşayan insanların vahşi hayvanlar ve bitkilerle
birlikte, arpa ve buğday gibi ekinleri tükettiğini
gösterdi. Tarih öncesi insanlar büyük ihtimalle,
kendilerinden çok daha sonra bu bölgede yaşayan
Mısırlılar gibi, yarı-yerleşik bir hayat sürüyor ve
Nil’in suyundan faydalanıyorlardı.
Arpa ve buğday gibi ekinler ilk olarak
Ortadoğu’da 10,500 yıl önce yetiştirilmişti.
Ortadoğu’dan sonra ise Orta ve Güney Asya ile,
tahmin edilenden daha hızlı bir şekilde Avrupa ve
Kuzey Afrika’ya yayıldı.
Dr Wilmoed, Sudan ve Nubia’da karşılaşılan besin
düzeninin de sanılandan çok daha çeşitli olduğunu
belirtti. Tahıl tanelerinin mezarlara konulmuş
olması ise özel, sembolik bir anlamları olduğunu
gösteriyor.

Kafatasının arkasındaki beyaz renkli bölge, mezarda buraya, kafanın arkasına, bitki kalıntıları konulduğunu gösteriyor. Bu kalıntılara “fitolit” adı veriliyor.
Bitki ve Diş Kalıntıları ile
Tarihlendirme
Bulunan tahılların tarihlendirmeleri için yüksek
kalitede bir optik mikroskop ve radyokarbon
analizleri kullanıldı. Uzun süreler boyunca
korunabilen, fitolit ismi verilen mineral
yoğunluktaki bitki kalıntıları da bu süreçte
yardımcı oldu. Diğer bitki kalıntıları korunmamış
olmasına rağmen, fitolitler ve nişasta granülleri
hala korunmuştu. Binlerce yıllık dişlerde bulunan
diş plakları ve tartar da bu tarih öncesi insanların
beslenmesi hakkında bilgiler sağladı. Bitkiler MÖ
5.311 ve 5.066 yılları arasına tarihleniyor.
arkeofili.com, Haber: Ayşe Bursalı, 27.12.2014
|
'AYASOFYA MÜZE OLSUN' DİYEN KİM?
Prof.Dr. Semavi Eyice, Ayasofya’nın müze
yapılmasına dair talimatı Atatürk’ün değil, dönemin
Milli Eğitim Bakanı Zeynel Abidin Özmen’in verdiğini
ileri sürdü.

Bizans ve Osmanlı sanat tarihi uzmanı
Prof.Dr.
Semavi Eyice,
Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesiyle ilgili
bugüne kadar bilinmeyen bir konuyu gündeme getirdi.
Ayasofya’nın müze yapılmasındaki baş aktörün
Atatürk değil, dönemin Milli
eğitim Bakanı Zeynel Abidin Özmen olduğunu
savunan Eyice, “Özmen’in Ayasofya’nın anı defterine
yazdıklarını müzenin ilk müdürü Muzaffer Ramazanoğlu
döneminde okudum. Anı defterinin ilk sayfasında
Özmen’in el yazısıyla kaleme aldığı ‘İlk direktifi
verdim’ cümlesi de yaralıyordu. Anı defteri sonraki
yıllarda ortadan kayboldu. Ramazanoğlu’ndan sonra
göreve yapan müdürlere defterin akıbetini sorduğumda
bilmediklerini söylediler. İlk anı defterinin şuan
nerede olduğunu bilen kimse yok. Ortaya
çıkartılırsa, gerçekler de açığa çıkar” dedi.
‘Bir
İstanbul Aşığı’ olarak tanınan ve 40 yıl süreyle
Anıtlar Kurulu’nda da görev yapan 92 yaşındaki
Eyice, Ayasofya’yı da en iyi bilen isimlerden.
Eyice’nin çarpıcı açıklamaları şöyle:
‘Atatürk’ün direktifi yok’
“Milli Eğitim Bakanı Abidin Özmen’in Ayasofya’nın
ilk anı defterine yazdıklarını okudum. Atatürk’ün
direk talimatı olmadığını kaleme alıyordu. Özmen,
Ayasofya’nın mozaiklerini temizleme ve tamir
görevini üstlenen
ABD’li Thomas Wittemore’un, 1934’de Atatürk’e
müze konusunu önerdiğini bunun üzerine Mustafa Kemal
Paşa’nın
Çankaya’daki bir akşam sofrasında misafirlerine
Ayasofya’yı sekülerize edip müzeye dönüştürme
fikrini sorduğu yazıyordu. Özmen, ‘Ertesi gün ilk
direktifi verdim’ diye yazmış. Atatürk’ün talimat
verdiği yönünde hiç bir bilgi yok. Özmen, yazısında
Atatürk’ün Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi
yönünde arzusu olduğunu, direktifin kendi tarafından
verildiğini kaleme almış. Özmen’in yazdıkları ortaya
çıkartılırsa Ayasofya üzerindeki sis perdesi de
aralanır. Türk izinin Ayasofya’dan kaldırılmasını
isteyen gizli bir güç var. Bu gizli güç, elinden
gelen her şeyi yapıyor. Bizim kültürümüzde kiliseden
çevrilme camiler için birtakım gelenekler vardır.
Cuma hutbelerinde imam minbere kılıçla çıkar,
minberin merdiven başlarında birer sancak olurdu.
Ancak Ayasofya’nın sancakları ve minber kılıcı
ortada yok. Geçmişte görev yapan müdürlere Kılıç ve
sancakları sorduğumda bilmediklerini söylediler.”
Sahte imza
tartışması
Eski Türk Tarih Kurumu Başkanı ve MHP Grup
Başkanvekili
Yusuf Halaçoğlu, Ayasofya’nın müze olmasına
ilişkin karardaki Atatürk imzasının sahte olduğunu
öne sürmüş ve Ayasofya’nın tekrar cami yapılması
için
TBMM Başkanlığı’na teklif vermişti.
‘Silüet
bozuldu’
Ayasofya ve çevresinin altı su sarnıçlarıyla dolu
olduğunu da belirten Eyice, “Sarnıçlara balık
adamlar inip araştırma yaptılar. Bu çalışmanın
raporu ortada yok. Yeraltında
Bizans sütunları ve galeriler bulunduğu
belirtilmişti. Ancak detaylı olarak nelere
rastlandığı konusunda bilgi verilmedi. 1500 yıldır
ayakta duran bir eserin mahsenlerine düşmüş madeni
eserler mutlaka vardır. Ayasofya ve tarihi
yarımadanın altında yapılan araştırmaların raporları
açıklanmalıdır” dedi.
Eyice, günümüzde İstanbul’un tarihi dokusunun ciddi
hasar gördüğünü belirterek, “İstanbul, İstanbul
olmaktan çıkmış, dokusunu yitirmiştir. 40 katlı
binalar yapmak İstanbul’a değer katmak anlamına
gelmez” dedi.
Milliyet, Haber: Mert İnan, 27.12.2014
|
İLK POLİFONİK MÜZİK ESERİ BULUNDU
Avrupa müzik
geleneğinin başlangıcını oluşturan polifonik
müziğin, söylenmesi için yazılan, bilinen en erken
örneği bulundu. Birden çok ses için yazılan koro
müziği eseri MS 900 yılı civarında yazılmış. Eser
bir Birleşik Krallık Milli Kütüphanesi el yazmasında
bulundu.

Kısa bir ilahi olan parça Almanya’nın koruyucu
azizi Boniface’a adanmış. Eserin polifonik olması,
birden çok bağımsız melodiyi harmanladığı anlamına
geliyor. Eser günümüzde kullanılan nota çizgisinin
icadından önceki bir zamanda yazılmış. Reims’li
Piskosos Maternianus’un hayatıyla ilgili bir el
yazmasının içinde, erken müzik nota sistemlerini
inceleyen bir doktora öğrencisi tarafından bulunmuş.
Bulunan eserin birbirini tamamlayan iki vokal
kısmı var. Polifonik müzik 20. Yüzyıla kadar Avrupa
müziğini tanımlayan öge oldu, fakat ne zaman ortaya
çıktığı bilinmiyor. Öğrenci Giovanni Varelli’nin bu
keşfinden önce, erken Orta Çağ’da polifonik müzik
teorisi üzerine yazılmış yazılar biliniyor, ama
söylenmesi için yazılan en erken eser MS. 1000’li
yıllarda yazılmış bir “Winchester Troper” isimli bir
koleksiyondu.
Eser Zamanın Kurallarını Yıkıyor
Bu müzik eseri, o sırada müzik için koyulan
kuralların dışına çıkıyor. Bu da polifonik müziğin
bu en erken sürecinde bile, bestecilerin yeni şeyler
denediğini ve kuralları yıktığını gösteriyor.
Kurallar bir yandan koyulurken, aynı zamanda başka
besteciler tarafından da yıkılıyormuş. Teknik olarak
bu çeşit eserlere “organum” adı veriliyor.
İlk Polifonik Müzik Almanya’da Yazılmış
Kullanılan nota sistemi o zamanlarda en çok
Almanya’da kullanılıyormuş, bu da Varelli’yi eserin
kuzeybatı Almanya’da günümüzün Paderborn ya da
Düsseldorf’u çevresinde bir yerde yazıldığını
düşünmeye itmiş. Müziğin üstünde ayrıca Latince
“Aralığın 1’inde kutlanır” diye bir not da var. Bu
not Aziz Maternianus gününün kutlanıldığı zamandan
bahsediyor. Birçok manastır bu günü 30 Nisan’da
kutlarken, Almanya’dakiler 1 Aralık’ta kutlardı.
arkeofili.com, Haber: Ayşe Bursalı, 26.12.2014
|
EŞSİZ TAŞ DEVRİ KÖYÜ SULAR ALTINDA YOK OLUYOR
1999
yılında İngiltere/Wight Adası yakınlarında dalgıçlar
yuvasından dışarıya taşlar çıkartan bir ıstakoza
rastladılar. Şaşırtıcı olan ise ıstakozun yuvasından
attığı taşların taş devrinden kalma çakmak taşlarını
atıyor olmasıydı. Şimdi ise arkeologlar, 8000 yıllık
Bouldnor Kayalıkları adındaki bu eşsiz yerleşimin
sular altında yok olmasından korkmakta.

Bouldnor Kayalıkları Adlı Yerleşmenin
Önemi Nedir?
Bouldnor Kayalıkları, bazı buzulların erimesiyle
zamanla sular altında kalmış ve alüvyonlarla
kaplanmış bir taş devri yerleşmesi. Bu yerleşmeyi
önemli kılan en önemli şey ise kuru bir bir arazide
asla sağlam kalamayacak olan organik maddelerin
çamurlu koşullarda oldukça sağlam bir şekilde
günümüze kadar korunabilmiş olması. Bulunan
materyaller ise Wight Adası diye bir yer henüz daha
oluşmadığı bir zamandan kalma. Göçebe hayattan
yerleşik hayata geçiş sürecinde muhteşem bilgiler
verebilecek olan bu yerleşme ise şimdi sular altında
yok olma tehlikesi ile karşı karşıya. Yerleşik
hayata geçmediği düşünülen Mezolitik Dönem insanının
burada bir yerleşimlerinin olduğunu göstermesi
açısından da Bouldnor Kayalıkları’nın önemi büyük.
Taş Devri’nde orada yaşayan insanların ise deniz
seviyesindeki dalgalanmalardan dolayı orayı
terkettiği düşünülüyor. Bu müthiş yerleşme Taş
Devrinin Atlantis’i olarak da anılıyor.

Neredeyse hiç bozulmadan günümüze kadar ulaşabilmiş 8.000 yıllık fındıklar.
Bazıları hala günümüzdeki jilet bıçaklarından
daha keskin olan yüzlerce çakmaktaşı alet de bulunan
materyaller arasında. Ayrıca bulunan bazı ahşap
parçaların ise ahşap işçiliğinin en erken
örneklerini oluşturabileceği düşünülüyor.

Taş Devrinin Atlantis’i Kurtarılabilir
mi?
Taş Devrinin Atlantis’i lakaplı bölge için biran
önce kazılması gerektiğini savunan arkeologlar,
yerleşimin fırtınalarla ve erozyonlarla yavaş yavaş
yok olduğunu söylüyor. Buranın kazılmayı bekleyen
bir hazine olduğu ve eserlerin bekledikçe zarar
gördüğü konusunda hemfikirler. Bazı bölgelerde
erozyonun 50 cm derinliğe kadar etkilediği göz önüne
alındığında bu yerleşimin birkaç yıl içinde tamamen
yok olması ise en çok korkulan şey.

Yerleşimin tüm kazısının 200.000 pound’a mal
olacağı, sadece en riskli yerlerin kurtarılmasının
ise 20.000 pound’la yapılabileceğinin altını çizen
yetkililer bir daha böylesine değerli bir yerleşim
bulunamayabileceğini söylüyor.

arkeofili.com, Haber: Erman Ertuğrul, 26.12.2014
|
30.000 YIL ÖNCE AVRUPA'DA İNSANLAR MAMUT YİYORDU
Biyologlar 30.000 yıl önce insanların yemeklerini
nasıl paylaştıklarını ortaya çıkardı.

Predmosti, Çek Cumhuriyetinde bulunan ve 30.000
yıl önce Gravetiyan Kültürünün insanları tarafından
iskan edilmiş bir prehistorik yerleşmedir.
Yerleşimlerini ve heykellerini yapmak için 1000’den
fazla mamut kemiği kullanmış olan bu insanlar, bu
kemikleri soğuk steplerde buldukları leşlerden mi
topladılar yoksa kullandıkları bu kemikler mamut
avlamalarının bir sonucu muydu? Geçtiğimiz sezon
boyunca bu yerleşimde aynı zamanda birçok kopek
kalıntısı bulundu. Peki bu köpekler mamutları
avlamaya yardım mı ediyordu?

Tübingen araştırmacısı Hervé Bocherens ve beraber
çalıştığı uluslararası takımı, bölgeden insan ve
hayvan kemiklerinin karbon ve izotop analizlerini
yaptılar. Araştırmacılar testin sonuçlarının
insanların mamut yemesi ve paleolitik köpeklerin bu
hikayedeki rolü konusunda bilgi sahibi olmayı
amaçlamışlardı.

Sevmedikleri Etler Paleolitik Köpeklere
Veriliyordu
Yapılan analizlerin sonucu olarak; o dönemde
yaşamış Gravetiyan insanlarının çok miktarda mamut
eti tükettiği, avcı insanlardan arta kalan mamut
leşlerinin ise ayı, porsuk, kurt gibi etobur
hayvanlar tarafından da yendiğini gösterdi.
İlginçtir ki paleolitik köpeklere yapılan
analizlerde mamut tüketimine çok az rastlandı.
Paleolitik köpeklerin daha çok ren geyiği
-sahiplerinin temel gıdası olmayan- tükettiği ortaya
çıktı.
Buna benzer bir durum kuzey bölgelerindeki kendi
sevmediği eti köpeklerine yediren geleneksel
topluluklarda da görülmekte. Analizlerden elde
edilen sonuçlar aynı zamanda bu köpeklerin taşıma
işleri için yardımcı olduğu fikrini akla getirmekte.
Sonuç olarak edinilen bilgiler doğrultusunda
mamutların Avrupa’nın tarih öncesi yaşamının temel
bir bileşeni olduğuna ve köpeklerin ise o zamandan
itibaren insanların yardımcısı olduğunu söylemek
mümkün gözüküyor.

arkeofili.com, Haber: Erman Ertuğrul, 25.12.2014
|
PERU'DA 1500 YILLIK KEDİ PENÇELERİ
Kuzey Peru’da,
ritüel dövüşlerde kullanıldığı düşünülen bir çift
metal pençe arkeologlar tarafından bulundu. Bir
asilzade mezarında bulunan pençelerin, antik Moche
uygarlığına ait olduğu düşünülüyor.

Pençelerin en az 1500 yaşında olduğu tahmin
ediliyor. Gelecekteki araştırmalar ve testlerin,
buluntuların yaşı hakkında daha kesin bir bilgi
vermesi bekleniyor.
Arkeologlar, Trujillo kentinin yakınında kazı
yaptıkları sırada, pençelerle beraber asa, küpe,
seramik parçası ve maske de buldular. Asanın gücü
temsil ettiği, küpelerin statüyü temsil ettiği ve
seramik parçasının ise tipik bir elit şahsiyeti
temsil ettiği belirtildi. Aynı zamanda mezarda
bulunan asilzadenin kemikleri ise incelenmek üzere
alındı.

Araştırmacılar, pençelerin hayvan derisinden
yapılmış, tüm vücudu kaplayan bir ritüel dövüş
kostümünün parçası olduğunu iddia ettiler. İki erkek
arasında gerçekleşen dövüşün kazananına ödül olarak
bir çift pençe veriliyor, kaybeden ise tanrılara
kurban ediliyor olabilir.
Moche uygarlığı Trujillo kentinin etrafında
kurulmuş. Ünlü İnka uygarlığından daha eskiye
dayanıyor ve MS 800 yıllarında bilinmeyen bir
nedenden dolayı yok oluyor.

arkeofili.com, Haber: Erman Ertuğrul, 25.12.2014
|
KIBRIS'TA PAPHOS AGORA KAZISINDA ONLARCA BULUNTU
ÇIKARILDI

Hellenistik Dönemde Kıbrıs’ın başkenti olan antik
Nea Paphos kentinde, farklı kategorilerden
seramikler, pişmiş topraktan figürinler, sikkeler ve
metal objeler günyüzüne çıkartıldı.
Antik eserler departmanına göre, kazının dördüncü
sezonunda amaç sadece kazıp antik eserleri günyüzüne
çıkartmak değil, aynı zamanda, 2013 yılında kısmen
test edilmiş olan ‘açmaları lazerle tarama’ ve
jeoradar araştırma teknikleri ile bu eserleri koruma
ve kaydetme çalışmaları yapmak.
Kazılan bir kuyuda ise pişirme kapları, tabaklar,
ince kaplar, amforalar gibi çeşitli seramikler
içeren oldukça fazla taşınabilir eser bulundu.
Araştırma ekibi aynı zamanda pişmiş topraktan
figürinler, sikkeler ve metal objeler buldu. Bu
metal objeler arasında bulunan üç adet sapan taşının
ikisinde kabartma tekniğiyle yapılmış akrep
tasvirleri, diğerinde ise yıldırım tasviri dikkat
çekti.
arkeofili.com, Haber: Erman Ertuğrul, 25.12.2014
|
ATALARIMIZIN EN GERÇEKÇİ 8 REKONSTRÜKSİYONU
Önceki
insan türlerinin bize ne kadar benzediklerini, ne
kadar farklı oldukları hep merak ettik. İşte size
hayal gücümüzün sınırlarını zorlayan, kilden ve
silikondan arkeolojik buluntulara uygun olarak
şekillendirilmiş rekonstrüksiyonlar.
1- Australopithecus Afarensis
(3.9 milyon – 2.9 milyon yılları arası)

2- Paranthropus Boisei (2.3
milyon – 1.2 milyon yılları arası)

3- Australopithecus Africanus
(3.03 milyon – 2.04 milyon yılları arası)

4- Homo Erectus (2 milyon yıl
önce)

5- Homo Rhodesiensis (300 bin –
125 bin yılları arası)

6- Neanderthal (200 bin – 40 bin
yılları arası)


7- Homo Sapiens


arkeofili.com, Haber: Erman Ertuğrul, 24.12.2014
|
BRONZ ÇAĞI SİBİRYASINDAN TRAŞ BIÇAĞI
Arkeologlar,
Sibirya’nın Novosibirsk bölgesinde, Bronz Çağı’na
tarihlenen tıraş bıçağı buldular. Uzmanlar, 4000 yıl
önce, her iki taraftan törpülenmiş bu bronz
tabakanın sakal ve saç kesmek için kullanıldığına
inanıyor.

Buluntuyla ilgili ilginç olan diğer bir kısım
ise, erkeklerin kendi bireysel kimliklerini ortaya
çıkarmak istercesine, bu tür tıraş bıçakların, bronz
çağıyla birlikte popüler olmaya başlaması.
Sibirya Arkeoloji ve Etnografi Enstitüsü başı
Vyacheslav Molodin, alanın bronz çağına
tarihlenmesinin yıllar önceye dayandığı fakat bu
tıraş bıçağının bu alanda bulunan ilk bronz obje
olduğunu söyledi. Molodin sözlerine şöyle devam
etti: “Bu oldukça ince ve iki taraftan
keskinleştirilmiş bir bronz tabaka. Tıraş bıçağı
ismi ise şu an için verilmiş bir taslak isim. Bunun
sadece tıraş için kullanıldığını söylemek yanlış
olur” dedi.
Aynı zamanda Novosibirsk bölgesinde nadir olan
bir İskit mezarı höyüğü de bulunmuş. Mezardan ise
bronz çanlar ve bazı at koşumu parçaları çıkmış.

Tıraş bıçakları, birçok bronz çağı kültüründe
erkekler tarafından kullanılan ve genellikle
bronzdan yapılan oval şeklindeki keskin kenarlı
aletlerdir. Tıraşın geçmişi prehistorik zamanlara
kadar gidiyor. Köpekbalığı kemiği, deniz kabukları,
keskin çakmaktaşları kullanılan aletler arasında.
Bronz Çağı’nda ise popüler olmaya başlıyor.
2008 yılında ortaya atılan bir teze göre traş
bıçakları, o dönemde erkekler için bir statü sembolü
olabilir. Büyüklükleri ve sayıları göre önemleri
artmaktadır. Orta ve Geç Bronz Çağ’da ve Demir
Çağı’nda tıraş bıçakları, hem özensiz mezarlarda hem
de gösterişli mezarlarda görülür.
arkeofili.com, Haber: Erman Ertuğrul, 24.12.2014
|
YUNAN ADASI'NDA MÜTHİŞ NEOLİTİK KALINTILAR BULUNDU
Arkeologlar, Yunan adalarından Thassos’ta yer alan
neredeyse ulaşılması imkansız bir mağarada insan
kafatası kemikleri, hayvan kemikleri ve çok sayıda
deniz kabuğu buldu.

Ayrıca etkileyici desenlerle bezenmiş kilden bir
“masa” bulunduğu belirtiliyor! İlk izlenimlere göre
yanık izleri taşıyan masa, bir sunak olarak
kullanılıyordu. Hayvan kemiğinden yapılmış, flüt
benzeri bir obje de cabası! Bu iki buluntu da MÖ 5.
Bin yılın sonlarına tarihleniyor.
Mağaradaki diğer buluntular arasında olan,
sayısız çanak çömlek, öğütme taşı, iki adet çakmak
taşı kesici alet, üç adet kil ağırşak ve yapı
kalıntıları ise Neolitik Çağ’dan Erken Bronz Çağı’ı
arasına tarihleniyor.
Yüzeydeki çanak çömleklerden yola çıkılarak
Atspas Mağarası’nın çok uzun bir zaman aralığı
boyunca kullanıldığını gösteriyor. İlk tahminler,
MÖ 5. Bin yılın sonlarından, MÖ 3. Bin yılın
başlarına kadar olduğu yönünde.
Araştırmacılar, mağara duvarlarında demir
oksitler ve mineralizasyon izlerini tespit
ettiklerini söylediler ve bundan yola çıkarak
metallerin buradan elde edilmiş olabileceğini
belirttiler. Bazıları anıtsal sayılabilecek taş yapı
kalıntılarına dayanarak burada kalabalık ve aktif
bir topluluğun yaşamış olabileceğini de eklediler.
Büyük derecede merak uyandıran buluntularla
ilgili ne yazık ki şu ana kadar bir fotoğraf
yayınlanmadı.
arkeofili.com, Haber: Erman Ertuğrul, 20.12.2014
|
SEBASTAPOLİS ANTİK KENTİ İÇİN 10 EV KAMULAŞTIRILDI
 

Tokat'ın Sulusaray
İlçesi'ndeki Sebastapolis antik kentinin üzerinde bulunan evlerden 10'unun gelecek
yıl kamulaştırılacağı bildirildi.
Sulusaray Belediye Başkanı Halil Demirkol, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, antik kentte 22 yıl
aradan sonra geçen sene kazı çalışması yapıldığını
söyledi.
 

İl Özel İdaresinin bütçesinden ayrılan 200 bin
lirayla geçen yıl yapılan kazı çalışmasının 2,5 ay
sürdüğünü anımsatan Demirkol, "Sebastapolis
antik
kenti, Tokat'ın hatta Anadolu'nun gelecekte
medeniyetler şehri olacak. Antik kentin
büyüklüğü, Efes'i andırıyor. Efes kadar şehre sahip
olmanın mutluluğu içerisindeyiz" dedi.
Kazı çalışmalarının gelecek yıl da devam
edeceğini belirten Demirkol, "Kazı çalışmasının
süresinde de belli bir artış sağlayacağız.
Kamulaştırma çalışması yapılması gereken alanlar
vardı. Sayın Valimiz, Kaymakamımız ve diğer
yetkililerin de bulunduğu ortamda kamulaştırma
çalışmaları hakkında görüştük. 2015 yılını İl Özel
İradesi turizm yılı ilan etti. 2015 yılında 10 evin
kamulaştırılmasına karar verildi. Bu yıl Avrupa'dan
antik kente turistler geldi. İnşallah önümüzdeki
yıllarda turist sayısında artış olur. Antik kentin
üzerinde bulunan 100 evin kamulaştırılması lazım"
diye konuştu.
Sulusaray'ın antik kent üzerine kurulu olduğuna
dikkati çeken Demirkol, kazı çalışmalarına uzun süre
ara verildiğini ve geçen yıl yeniden
başlatıldığını anımsatarak, şunları söyledi:
"Bundan sonraki hedefimiz, kazı çalışmalarına ara
vermeden devam etmek. Kazı çalışmalarını önümüzdeki
yıllarda 12 aya yayarak buranın gün ışığına çıkması
için elimizden gelen çabayı sarf edeceğiz. Buradaki
kazı çalışması 40 yıl sürer. Bizim için önemli
olan, kazının tamamen bitirilmesinden ziyade
burayı turistlerin kafileler halinde gelip
gezebileceği kapasiteye ulaştırmak. İki yıldır
yapılan kazı çalışmaları sırasında hamam ve
kilisenin bir bölümü ortaya çıkarıldı."
Kazı çalışmalarını yürüten ekibe danışmanlık
yapan Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen Edebiyat
Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Başkanı Yrd.
Doç.Dr.
Şengül Dilek Ful ise "Buranın gün yüzüne çıkması
için çalışmalarımızı 2 yıldır sürdürüyoruz.
Sebastapolis antik kentinin gün yüzüne çıkması için
uzun yıllar kazı yapılması gerekiyor. 2 yıldır süren
kazı çalışmalarında Roma hamamı ve Bizans kilisenin
bir bölümüne ulaşıldı. Önümüzdeki yıllardaki
çalışmalarla hamam yapısının mimari planının
tamamıyla ortaya çıkartılmasını planlıyoruz.
Bölümlerinin tamamının tespitine yönelik çalışmalar
yapılması gerekiyor" diye konuştu.
- Sebastapolis Antik Kenti
Tokat kent merkezine 69 kilometre
uzaklıktaki Sulusaray'da bulunan ve kuruluşu kesin
olarak bilinmeyen Sebastapolis antik kentinin, bazı
kaynaklarda, MÖ 1. yüzyılda kurulduğu
belirtiliyor.
Roma İmparatoru Trajan zamanında, milattan sonra
98-117 yıllarında, Pontus Galatius ve Polemoniacus
eyaletlerinden ayrılarak Cappadocia (Kapadokya)
eyaletine dahil edildiği kaydedilen antik kentin, o
dönem geçiş yolları üzerinde bulunması ve günümüzde
de kullanılan termal kaynaklar sayesinde 2 bin yıl
kadar önce Karadeniz'in en büyük 5 şehrinden biri
olduğu anlatılıyor.
Roma İmparatorluğu döneminde çok az şehrin sahip
olduğu zenginliğin bir göstergesi olarak para basma
yetkisine sahip olduğu ifade edilen Sebastapolis'in,
büyük savaşlar, yıkımlar, afetler ve geçiş
yollarının değişmesi sonucu eski önemini kaybettiği,
zamanla unutulduğu kaydediliyor.
Hürriyet, 18.12.2014
|
İZMİR'DE YENİ BİR YUNAN KABARTMASI
İzmir Menemen
İlçesi, Gediz Deltası’nda yapılan yenileme
çalışmaları sırasında Antik Yunan Dönemi’ne ait bir
kabartma bulundu. Bulunan kabartma, İzmir
Arkeolojisi Müzesi’ne teslim edildi.
1.8 metre uzunluğunda, 1.5 metre genişliğinde, 30
cm kalınlığındaki kabartmada, sağ elinde bir salkım
üzüm, sol elinde bir kız çocuğunu taşıyan bir kadın
betimlenmiş.
DSİ’nin yaptığı çalışmalar sırasında Gediz
Nehri’nin alüvyon alanında keşfedilen kabartma,
herhangi bir tahribe uğramadan tarihi bir eser
olduğu anlaşılmış.
Müzeye kaldırılan eserin temizlenmesi ve tam
olarak hangi döneme ait olduğunun saptanması için
çalışmalar devam etmekte. Uzmanlar, kabartmanın
bulunduğu alanın, Antik Larissa kentine çok yakın
olmasından ötürü Gediz Nehri’nin akıntısıyla
şehirden buraya sürüklenmiş olabileceğini söylüyor.
arkeofili.com, Haber: Tolunay Bayram, 15.12.2014
|
|
AMPHİPOLİS'TE NELER OLUYOR?
Eylül ayından beri
Amphipolis kentinin ismi, birçok haber kaynağında
geçiyor. İlk başlarda önemsenmese bile, her hafta
hakkında yeni haber duyulan bir yeri insan bir süre
sonra görmezlikten gelemiyor ve Amphipolis’te neler
döndüğünü merak etmeye başlıyor. Amphipolis’te
işler, Büyük İskender’in adının karışmasıyla
birlikte iyice çığrından çıktı.

2012’de antik Amphipolis kentinin kuzeyinde kazı
yapan Yunan arkeologlar, Kasta Tepesi’nde bir anıt
mezar buldular. Daire şeklinde olan mezarın çevresi
497 metre ve mermerle kaplanmış kireç taşından
yapılmış. Kazıların sonucunda hepsi taş duvarlarla
kapatılmış üç oda ortaya çıktı. İhtişamlı mezarın
girişini bekleyen iki sfenks bulundu. Mezarda bir de
iskelet bulundu.

Büyük İskender’in Mezarı Mı?
Bilim adamları, iskeletin kimliğini ya da en
azından bu görkemli mezarda yatan kişinin yaşını ve
cinsiyetini belirlemek için çalışıyorlar. Büyük
İskender’in zamanına tarihlenen mezarda İskender’in
yattığına dair iddialar da var ama bu çok küçük bir
ihtimal; İskender’in Mısır’da gömülü olduğu
düşünülüyor. Amphipolis’te ise İskender’in annesi,
karısı, oğlu, bir generali ya da yakın arkadaşı ve
muhtemel sevgilisi (ve bir Amphipolis yerlisi)
Nearchos’un gömülmüş olabileceği düşünülüyor.
Tepenin yerliler tarafından Kraliçe Tepesi ismiyle
anılması da mezarda yatan kişinin kraliyete mensup
bir kişi, ve olasılıkla bir kadın olduğuna dair
ipuçları veriyor.

Anıt Mezardaki Görkemli Buluntular
Mezarın tarihlenmesinde yardımcı olan öğeler iki
karyatid – yani taştan yapılan ve mimari bir destek
biçimi olan kadın heykelleri oldu. Bunlar ilk odanın
çatısını destekliyor ve MÖ 4.yy’a özgü bir teknikle
inşa edilmişler. Karyatidlerden birinin yüzü tam
iken, diğerinin yüzü kayıp. Heykellerin üstünde
antik Kora heykellerini hatırlatan kırmızı ve mavi
boyalar bulundu. Mezarın büyüklüğü, asil birinin ya
da önemli bir figürün burada yattığını akla
getiriyor.


Araştırmaların başındaki arkeolog Katerina
Peristeri, mezarın İskender’in ölümünden hemen
sonraki bir devreye, MÖ 323 yılına denk geldiğini
belirtti. Alanın önemi burada bulunan ve Makedon
kültürünün özelliklerini taşıyan buluntulardan ileri
geliyor. Karyatidlerden sonraki ikinci odada ise
büyüleyici bir mozaik bulundu.
Amphipolis’teki Mozaik

Bunlardan biri Hades’in Persephone’yi kaçırmasını
resmeden bir mozaik. Bu mozaiğin orijinal renkleri
neredeyse tamamen korunmuş durumda. Mozaik siyah,
beyaz, gri, mavi, kırmızı ve sarı taşlardan
yapılmış. Yunan mitolojisinde yeraltı tanrısı Hades,
Zeus ve tanrıça Demeter’in kızı Persephone’yi gelini
olması için kaçırır. Mozaikte Hades’in arabası iki
beyaz at tarafından, tanrı Hermes’in önderliğinde
yeraltı dünyasına çekilirken görülüyor. Bu sahnenin
mezarda görülmesi, mezarı bir açıdan Büyük
İskender’in ailesine bağlıyor. İskender’in babası
Kral II. Philip’in de mezarının arasında bulunduğu
Vergina’daki kraliyet mezarlarında da aynı sahne bir
duvar resminde görülüyor.

Vergina’daki Persephone’nin
kaçırılışı sahnesi
En son haberlere göre, Amphipolis’teki mozaiğin
bulunduğu ikinci odada duvar resimleri de ortaya
çıktı. Arkeologlar sütunların üstündeki frizin
mermer bölümlerinin temizlik ve restorasyon süreci
sırasında kanatlı bir yaratık ile bir boğa resmini
açığa çıkardı. Bir sahnede bir erkek ve kadının
arasında duran bir boğa resmedilmiş.

Diğer bir sahnede ise ayaklı turuncu bir kazana
doğru yaklaşan kanatlı bir yaratık görülüyor.
Kırmızı, mavi ve aşı boyası örnekleri kazanın
ayakları ile kadın ve erkeğin kıyafetleri gibi
birkaç noktada görülüyor.

Anıt Mezarın Sakini Bulundu
Gömülü olan iskelet ise, üçüncü odanın tabanının
1.6 metre altında bulundu. Mezar büyük kireç taşı
bloklarla yapılmış. Mezarın içinde ayrıca demir ve
bakır çivilerle birlikte uzun ve ince bir çöküntüye
rastlanması, bir tabutun varlığını kanıtladı. Etrafa
saçılmış olarak da tabutun kendisinden kopan kemik
ve camdan dekorasyon parçaları bulundu.


Mezarın İnşasından Sonraki Süreç
Bu mezarın yapımında kullanılan mermer miktarı,
şu ana kadar bulunan herhangi bir Makedon mezarından
daha fazla. Bu da zamanında mezarın, göz önünde
olan, ihtişamlı bir yapı olduğunu gösteriyor.
Arkeolog Peristeri, mezarın bir zamanlar ziyarete
açık bir anıt olduğunu ama daha sonra kapatıldığını
açıkladı. Fakat bu mezarın birçok kez yağmalanmasını
engelleyememiş. Bu yağma da mezardaki iskeletin
kimliğini belirlemeyi oldukça zorlaştırmış. Girişi
kapatan duvarlar da yağmayı önlemek için
yerleştirilmiş.
Mezarda hem İskender zamanına (2.yy) hem de MÖ
2.yy’dan MS 3.yy arasına tarihlenen sikkeler de
bulunmuş. Peristeri son açıklamasında, mezardaki
iskeletin kötü bir durumda bulunduğunu, yaş ve
cinsiyetine ait bilgilerin birkaç ay içinde
öğrenileceğini belirtti.

Amphipolis’teki İskeletin Kimliği
Daha önceki açıklamalarında; bu ihtişamıyla
mezarın bir generale ait olabileceğini açıklayan
Peristeri, iskeletin kimliği hakkında başka bir
yorum yapmaktan kaçınıyor. Kültür bakanlığı
görevlisi Mendoni, DNA analizi yapılsa bile
kimliğinin hiçbir zaman bilinemeyebileceğini
belirtti.
Büyük İskender’in babasının Vergina’daki
mezarından alınan DNA örnekleriyle, Amphipolis
mezarından alınacak örneklerin karşılaştırılması
ihtimali konuşuluyor. Ama Vergina’daki Philip II’nin
cesedi yakılmıştı ve bu keşif 50 yıl önce
yapılmıştı, bu yüzden DNA örneğinin bulunabilmesi
zor görünüyor.
Kazı Süreci Sona Erdi
22 Kasım’da alanı ziyaret eden Yunanistan kültür
bakanı, kazının ikinci kısmının başladığını duyurdu.
Jeofizik uzmanları bölgeyi tarayarak çevrede başka
yapıların olup olmadığını araştıracak. Bu sırada
arkeologlar da mezarın içindeki çok renkli
dekorasyon ve fresklerin üstünü dikkatle açıyorlar.
Kazı kısmı bitmiş olsa da, şu ana kadar ortaya
çıkarılan bulguları değerlendirmek de oldukça zaman
alacak.
Rekonstrüksiyon Yapılacak
Kasta Tepesi’nin rekonstrüksiyonu için de
çalışmalar başlayacak. Mezarı çevreleyen 497
metrelik dairenin sadece 80 metresinin mermer
kaplaması yerinde duruyor. Bunun için çevreye
saçılan mimari parçalar belirlenmeye çalışılıyor. Şu
ana kadar 500 mermer parça bulundu. Yakında bulunun
Kerkinis Gölü’nün sularının çekilmesiyle de birçok
yeni parça su yüzüne çıktı. Bu parçaların bir kısmı
1936’da yapılan Kerkinis barajının yapımında
kullanılmış. Birçok diğer mermer parça da 1900’lerde
İngilizlerin başarısızlığa uğrayan bir ülkelerine
kaçırma girişiminden sonra dağınık olarak kalmış.

Amphipolis’in Dünyada ve Yunanistan’da
Etkisi
Mezarı bulan arkeolog Katerina Peristeri, pek az
arkeoloğun erişebildiği bir ün kazanmış oldu.
Peristeri, sadece geçen ay içinde Yunanistan’da üç
tane ödül almış. Arkeoloji dünyası dışında bütün
Yunanistan’ın gözü de bu kazının üstünde. Mezarın
milli kimliği pekiştirmeye katkısının nedeni Büyük
İskender ile bir bağının olduğunun düşünülmesi.

Yunanistan’ın Moralini Düzeltiyor
Mezar İskender’in oğluna, karısı Roxane’e, annesi
Olympias’a, yakın bir arkadaşına, ya da
generallerinden birine ait olabilir. Politik kargaşa
ve 6 yıldır süren ekonomik krizin içindeki
Yunanistan da böyle bir kahramanı ve efsaneyi
kucaklamaya hazır bekliyor. Atina Üniversitesi’nden
sosyolog Christos Kechagias, “İnsanların umutsuz
kriz zamanlarında kimliklerini yeniden oluşturma
şansları olur. Bu mezar Yunanlıların ihtişamlı antik
dönemleriyle olan bağlarını güçlendirme umutlarını
geri getiriyor” diyerek durumu açıkladı.
Yunan Medyasında Büyük Yer Etti
Yunan haber yayıncıları kazıdan gelen haberleri
büyülenmiş gibi bekliyorlar. Bir kazının günbegün
haberinin yapılması ve yeniliklerin bildirilmesi hiç
alışılmış bir şey değil. Fakat Amphipolis’te gün
ışığına çıkarılan Persephone’nin kaçırılışı mozaiği,
iki Karyatid heykeli, şu anda analiz altında olan
kireç taşı bir mezardan çıkan kemik kalıntıları ve
diğer her yeni gelişme medyada büyük yer etti.

Politik Bir Araç Olarak Amphipolis
Başbakan Samaras, konuşmalarında mezara önem
vermesinin yanında Ağustos’ta mezarın çevresini
eşiyle gezdi. Mezarın çevresindeki halkayı
dolaştıktan sonra mezarın girişinde, iki başsız
sfenksin önünde durarak “bütün Yunanları
gururlandıracak önemli bir keşifi duyurdu. Yerel
medya ve kültür bakanı ilgi yoğunluğundan memnunken,
Samaras’ın rakipleri keşfin politik bir araç olarak
kullanılmasından rahatsız. Bazıları da Amphipolis’in
gündem değiştirmek ve göz boyamak için
kullanıldığını düşünüyor. Yunanistan’da dört kişiden
biri işsiz ve gelirler, krizin başlangıcından beri
üçte bir oranında düştü. Medyada Samaras ve
hükümetinin mezara karşı tutumunu eleştiren
karikatürlerin çıkması da bu nedenle şaşırtıcı
değil.
,

İndiana Jones rolünde
Yunanistan Başbakanı
Amphipolis’in Bölgede Etkisi
Amphipolis’te ise mezarın bölgeyi kalkındıracağı
umutları var. Hafta sonu ortalama beş ziyaretçisi
olan müzenin artık iki bine yakın ziyaretçisi
oluyor. Daha açık bile olmayan mezar alanına turist
otobüsleri ve öğrenciler ziyarete geliyor.
Thesssaloniki Channel TV’nin reytingleri
Amphipolis’le ilgili yapılan yarım saatlik bir haber
zarfında %3ten %24e çıkıyor. Keşiflerin bütün ülkeyi
etkileyen ve özgüvenlerini artıran bir etkisi olmuş.

Arkeolog Peristeri ise resmi basın açıklaması
öncesinde bir konuşmak istemedi ve sözcüsü
aracılığıyla, keşfin Yunanistan’ın kültürel önemini
dünyaya hatırlatmasından mutlu olduğunu ama kopan
yaygaranın 35 yıldır devam ettirdiği bilimsel
araştırmaları değiştirmediğini söyledi.
arkeofili.com, Haber: Ayşe Bursalı, 13.12.2014
******
AMPHİPOLİS'TEKİ MUHTEŞEM MEZARI ROMALILAR MI
KAPATTI?
Amphipolis’te Neler Oluyor? dosyamızda
anlattığımız muhteşem mezarın girişleri
Romalılar tarafından kapatılmış olabilir.
Amphipolis’te hem karyatidlerin (kadın
şeklindeki mimari destek heykelleri), hem de
kadın başlı sfensklerin önü önce taşla
örülmüş, sonra da yakındaki Strymon
nehrinden getirilen kumlarla doldurulmuş.
Kemerli tavandaki deliklerin defineciler
tarafından değil, odaya kum doldurmak
amacıyla, girişlerin kapatılmasından sonra
açıldığı anlaşıldı.
Mimar Michael Lefantzis, mezarın Roma döneminde
kapatıldığını bildirdi. Örülen duvar da anıtın başka
bir yerinden getirilen taşlarla yapılmış. Romalılar
tarafından kapatılması mezarın birkaç yüzyıl boyunca
açık kaldığı anlamına geliyor. Fakat birkaç küçük
detay, mezarın sadece kısa bir süre açık kaldığı
iddiasını destekler gibi. Bunlardan ilki, mezarın
dışarı açık olan, yani sfenkslerin olduğu
bölümündeki boyaların, mezarın iç bölgelerindeki
boyalar kadar iyi korunmuş olması.

Diğer bir detay da girişleri kapatmak için örülen
duvarların harçsız yapılması. Bu Hellenistik dönemde
çok görülen bir uygulama olmasına karşın,
Romalıların hemen hemen hiç yapmadığı bir şeydi.
Romalılar neredeyse her zaman taşların arasında harç
kullanırdı.
En son detay ise iç odalarda yürüme ya da
kullanma nedeniyle oluşan pek fazla hasar olmaması.
İçerideki küçük bir basamakta yüzyıllar boyunca
kullanılan bir yerden beklenecek olan hasardan çok
daha az hasar tespit edildi. Basamağın kenarında
küçük kırıklar olmasına rağmen bir çok kısmı da
kırılmamış. Ayrıca uzun süre kullanılan basamakta
yumuşak bir eğim de oluşurdu.

Bahsedilen basamağın da görüldüğü yukarıdaki
resimde ayrıca kırmızı çimento içine mermer
parçaları döşenerek yapılmış taban da görülüyor.
Eğer mezar çok ziyaret edilseydi, hem bu tabanda hem
de bir sonraki odadaki mozaiğin üstünde, insanların
daha çok yürümesi gereken bölgelerde de bir hasar
görmemiz gerekirdi. Ama resimde de gördüğünüz üzere
tabanın her tarafı oldukça iyi korunmuş; bazı
bölgelerin daha fazla zarar gördüğü pek söylenemez.
İkinci odadaki mozaiğin ortasında bir delik
olduğu da gerçek, fakat bu delikteki bazı gevşek
parçaların yerinde bulunmuş olması, bu hasarın
kapatılma sırasında ya da hemen öncesinde ortaya
çıktığını gösteriyor. Ayrıca bu delik dışında,
mozaikte genel olarak da pek hasar görmüş olduğu
söylenemez. Buyrun siz de bakın:

Yine de, eğer Amphipolis’te Roma dönemine ait
herhangi bir buluntu bulunursa, bu mezarın büyük
ihtimalle Roma döneminde kapatıldığı anlamına
gelecek. Bu durumda mezarın çok az ziyaret
edildiğine dair görülen yukarıdaki kanıtlar, mezarın
önce kapatıldığı, bir ara açıldıktan sonra tekrar
kapatıldığı anlamına gelebilir.
Jeofizik Tarama Sonuçları Belli oldu
Yeni çıkan Jeofizik taramaları sonuçlarına göre,
Kasta Tepesi’nde insan müdahelesi oldukça az. İnsan
yapımı set, tepenin sadece küçük bir parçasıymış.
Jeofizik çalışmaları sayesinde gelecekte yapılacak
arkeolojik çalışmalarda incelenebilecek bölgelerin
belirlenmesi bekleniyor.

arkeofili.com, Haber: Ayşe Bursalı, 24.12.2014
|
21 - 27 Aralık 2014
|
PROF.DR. METİN AHUNBAY'I KAYBETTİK

İTÜ Mimarlık Fakültesi'nin çınarlarından biri
olarak anılan, bizans mimarisi ve sanatı
konusundaki çalışmalarıyla tanınan, mimarlık
tarihçisi Prof.Dr. Zeynep Ahunbay'ın da eşi
Prof.Dr. Metin Ahunbay bugün (25 Aralık) vefat
etti.
Metin Ahunbay'ın cenazesi 26 Aralık
2014, Cuma Günü Zincirlikuyu Camisi'nde
kılınacak ikindi namazını (saat:14.27) takiben
Zincirli Kuyu Mezarlığı'na defnedilecek.
Ailesine, dostalarına ve mimarlık camiasına
başsağlığı dileriz.
Arkitera, 25.12.2014
|
ARKEOLOJİ BÖLÜMÜNE
İLAHİYATÇI BAŞKAN
Mardin Artuklu
Üniversitesi’nde sular bir türlü durulmuyor.
Soruşturmalar, yolsuzluk suçlamaları, görevden
almalar ve akademik kayırma iddiaları sürüp gidiyor.
'Haksız ekonomik çıkar sağlamak, ihaleye fesat
karıştırmak, gizleme veya değiştirme, görevi kötüye
kullanmak' suçlamalarıyla üniversiteye baskın
yapılmış 68 kişi gözaltına alınmıştı. Rektör Prof.
Dr. Serdar Bedii Omay YÖK tarafından görevinden
alındı. Yerine eski
İstanbul
Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu tarafından
üniversiteden uzaklaştırılan, 28 Şubat mağduru
olarak bilinen Prof. Dr. Ahmet Ağırakça getirildi.
8 KADRONUN 5'İ
İLAHİYATÇI
Ancak bu buzdağının
görünen yüzü. Üniversitede bir de sessiz ve derinden
süren akademik kavga var ki kimse bu yönü görmüyor.
Artuklu Üniversitesi’nin tüm akademik kadroları
iddiaya göre ilahiyatçılar tarafından ele
geçiriliyor. Son dönemde üniversitenin
sosyal bilimler
kürsülerine alınan 8 akademik kadrodan 5’i ilahiyat
mezunu.
İŞTE İDDİAYA
GÖRE YENİ ATANAN O HOCALAR
Artuklu Üniversitesi
Sosyoloji Bölümü
Başkan Yardımcısı
Zülküf Kaya, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi mezunu. Felsefe Bölümü Başkanı Doç. Dr.
İbrahim Bor, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi mezunu. Yüksek lisansını
Ankara
Üniversitesi’nde “Gazali ve Swinburne’de Tanrının
Bilgisi” teziyle yapmış. Doktorasını ise yine aynı
üniversitede “İlahi Kelamın İmkan ve Tabiatı”
üzerine vermiş. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne
alınan Yrd. Doç. Abdurrahman Adak, yüksek lisansını
Dicle Üniversitesi’nde “Halifede Aranan Şartlar”
teziyle tamamlamış. Doktorasını ise yine Ankara
Üniversitesi’nde “Za’fi-i Gülşeni; Hayatı, Eserleri,
Edebi Şahsiyeti ve Divanının İncelenmesi” teziyle
vermiş. Tarih Bölümü’ne alınan Yrd. Doç. Zübeyr
Akçe, doktorasını Harran Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim
Dalı’nda “İsmail Hakkı Bursevi’nin Tuhfe-i
Recebiyye” adlı eserinin metin incelemesini yaparak
tamamlamış. Doç. Dr. Mehmet Akbaş, Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu. Yine Felsefe
Bölümü’ne araştırma görevlisi olarak alınan Muhammed
Fatih Kılıç, İstanbul Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi mezunu.
Bir süre önce üniversitede yaşananlara, kendisine
uygulanan mobbinge isyan eden Harvard Arkeoloji
Bölümü mezunu Yrd.Doç. Dr. Güner Coşkunsu arkeoloji
bölüm başkanlığı görevinden alınmıştı. O göreve önce
tarihçi Yrd. Doç. Dr. Ercan Gümüş atanmıştı.
Gümüş’ün istifası üzerine 17 Aralık’ta başkanlığa
ilahiyat kökenli Doç. Dr. Mehmet Akbaş getirildi.
Marmara Üniversitesi İlahiyat mezunu Akbaş İslam
Tarihçileri Derneği yönetiminde de yer alıyor.
Yüksek lisans tez konusu ise “Sahabenin İslam’ı
Tebliği (Suriye Bölgesi)”. Akbaş’ın arkeoloji ile
ilgisi olmayan tebliğlerinden bazılarının başlıkları
ise şöyle; “Seyfullah Lakabının Halid b. Velid’in
Cihadına Yansıması’’, ‘’Hz. Ömer Dönemindeki
fetihlerin ardından gerçekleştirilen tebliğ
faaliyetleri’’, ‘’Fetihlerden Sonra Suriye Bölgesine
Yerleşen Sahâbîlerin Mescidlerdeki İlmî
Faaliyetleri’’
YAŞANAN İLK
DEĞİL...
Güner Coşkunsu Mardin’de
korunması gerekli kültür varlıkları için mücadele
veren bir isimdi. Rapor tutuyor, yaşanan
usulsüzlüklere karşı duruyordu. Arkeolog olarak
öğrendiği ilmi hayatına yansıtan, çevresindeki
kültürel varlıkları korumaya çalışan bir isimdi.
Yerine bir ilahiyatçı akademisyen atanmasını anlamak
cidden zor. İlahiyat fakültesinin başına bir
arkeolog atanması kadar saçma. Lakin bu saçmalıklar
yeni değil. Arkeolojik sit alanı olan İstanbul
Tarihi Yarımada’yı korumakla görevli Kültür
Varlıkları Koruma Kurulu’nun başına onca arkeolog
dururken avukat atanıyorsa, üniversitenin arkeoloji
bölüm başkanlığına imam tayin etmeleri gayet
normal...
Radikal, Haber: Ömer
Erbil, 26.12.2014
|
TARİHİ TEKKEDE TAHRİFAT
YAPTILAR
Gazeteciler ve Yazarlar
Vakfı’na Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından
kiralanan Kara Süleyman Tekkesi, binada sözleşme
koşullarına uyulmadı ve tahrifat yapıldığı
gerekçesiyle boşaltıldı.

T.C Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'na kiralanan Kara
Süleyman Tekkesi, tahsis protokolünde bulunan
maddelere uyulmadığı gerekçesiyle boşaltıldı.

Tahsis protokolünde 10 seneliğine kiralanan vakıfta
tahrifat yapıldığı taktirde 1 hafta içersinde
boşaltılacağı belirtildi. Bir hafta önce Vakıflar
Bölge Müdürlüğü'nden gönderilen yazı neticesinde
içeride tahrifat yapıldığı ve protokole uyulmadığı
gerekçesiyle Vakfın boşaltıldığı belirtildi.

Sabah, 26.12.2014
|
BAŞKA BİR LOUVRE MÜZESİ
MÜMKÜN
Mona Lisa'nın
karşısındaki kalabalık bitecek demiyoruz ama, belki
de gidenlerin bile yeniden gitmesi gerekecek...

Louvre Müzesi, dünyanın
en büyük müzelerinden biri. I.M.Pei tarafından
tasarlanan cam piramidi ile Paris'in simge
yapılarından Louvre Müzesi'ni ziyaret etmek her
turistin boynunun borcuyken, müzenin içinde
yaşananlar her zaman bir sır olarak kalır.
Leonardo Da Vinci'nin
Mona Lisa'sına koşulur, geri kalan dünyanın en büyük
koleksiyonu ile ilgili hatıralar ise çoğu
ziyaretçinin hatırlarında silik kalır. Zaten ne
kadarı gezilir, gezilmek istense kaç gün yeter gibi
insanların zihinlerinde yer etmiş soru işaretleri
vardır.
New York Times'da Louvre
Müzesi'ni canlandırmaya baş koymuş, "ziyaretçiyi
düşün" stratejisiyle hareket eden bir başkanın
hikayesi yayınlandı. Hayırlısı diyelim, zaten herkes
Louvre'u daha bilinçli gezmek istemez mi?
Jean-Luc Martinez Louvre
Müzesi'nin Kahramanı mı Olacak?
Jean-Luc Martinez 2013
Nisan'dan beri Louvre Müzesi Başkanı. Paris'in
doğusunda, daha çok işçi sınıfının yaşadığı
Rosny-sous-Bois banliyösünde büyüyen Martinez,
Louvre Müzesi'ne ilk ziyaretini 11 yaşında bir okul
gezisiyle gerçekleştirmiş. Paris'in tarihi merkezine
göre daha yeni yapılarda vaktini geçiren Martinez'e
göre Louvre Müzesi yapısı ve içinde
barındırdıklarıyla insanlık tarihinin ne kadar derin
olduğunu hissettirmiş.

%70'i turistlerden
oluşan ziyaretçilerin kaotik bir ortamda kuyruklar
oluşturduğu, Martinez'in gürültülü bir havaalanına
benzettiği, insanların yönlerini şaşırıp, kaybolduğu
müze girişi başkana göre aslında diğer müzelerden
çok da farkı olmayan sorunlara işaret ediyor.
Örneğin Floransa'da Palazzo Strozzi'nin Başkanı
James Bradburne "Neredeyse herkes için müzeler
korkutucu mekanlardır." diyor. Müzeye gitmeyi bir
şehre ilk defa gelmekle eş tutan Bradburne,
işaretlerin azlığı nedeniyle Louvre da dahil her
müzenin ziyaretçilerini az bilgilendirdiğini de
ekliyor.
Louvre ve Kaybolmuşluk
Hissi
Makale, farklı
ziyaretçilerin müze ile ilgili düşündüklerini
biraraya getiriyor ve çıkan sonuç, çoğunluğun
gezerken hissettiklerini kapsıyor denebilir.
Örneğin Türkiye'den
giden ziyaretçi olan Berke Erat "Michelangelo
resimlerini bulamadık. Gerçekten Da Vinci Code
filminde gibiydim." diyor. Ya da İsrailli Naama
Barel ise yanına sesli rehber almadığı için çok
üzgün, çünkü tüm açıklamalar Fransızca.
Martinez de üniversitede
arkoeloji profesörü iken müzeye geldiğinde
farkettiği İngilizce yazılar üzerine "İngilizce. Ama
o kadar küçük ki. Kim okuyabilir bunu?" diye isyan
ettiğini hatırlatıyor.
Ama tabii ki, sıkıntılar
sadece turistler için geçerli değil. Fransız
ziyaretçiler de müzenin labirent gibi olmasından ve
kaybolmaktan şikayetçi.
Geçmişte belki müzeler
ziyaretçilerine yiyecek-içecek gibi kitaplar
dağıtarak karşılıyordu ama artık öyle değil. Zaten
Martinez'e göre müze bir kitap değil, fiziksel bir
durum. Sanatın daha iyi anlaşılabilmesi için
gezilmesi, dolaşılması gereken bir yer.
Geçen sene bir turist
gibi sırada 2,5 saat bekledikten sonra giriş
sayısını 5'ten 3'e düşürmeye karar veren Martinez,
böylece daha kontrollü bir girişin sağlanabileceğini
ve giriş sorunlarını daha büyük bir ölçekte mekansal
olarak çözümleyebileceklerini düşünüyor.
Kaybolmuşluk hissi
üzerinden hareket eden Martinez öncelikle, şu anda
Fransızca olarak yer alan yaklaşık 40.000 afiş,
duvar metni ve işaretini daha okunabilir ve basit
hale getirmeyi planlıyor. İkincil olarak İngilizce
ve İspanyolca'nın da eklenmesiyle tarihi 1190'lara
dayanan 2. Kral Philippe'in sarayında ziyaretçilerin
büyük çoğunluğunun Mona Lisa'yı ya da başka bir
bölümü bulmasının kolaylaşacağını düşünüyor.

Sosyeteye yakın
olmamasıyla, Fransa'daki müzeler devletten destek
alamadıkları zamanlarda onları finanse eden zengin
iş adamlarını görmezden gelmesiyle eleştirilen
Martinez küçük bir devrim yapmaya kararlı.
Bilgilerin daha erişilebilir olması, herkesin
faydalabilmesi gerektiğini düşünüyor ve şimdiden
bazılarının gözünde kahraman.
Peki Ya Mona Lisa?
Ama tabii, bazı
konularda mucize yaratılmayacağını da eklemek lazım.
Mona Lisa'nın etrafındaki kalabalık ve selfie
çılgınlığı uzunca bir süre azalmayacak.

Arkitera, Haber: İlknur
Sodaş, 26.12.2014
|
OSMANLI MİRASI YILLARA
DİRENİYOR

Ulus’ta Osmanlı
döneminde inşa edilen ve Kurtuluş Savaşı
yıllarında mermi imalatı yapılan 2 katlı tarihi
bina, kaderine terk edildi. Tarihi yapıya sahip
çıkılmadığını savunan vatandaşlar, binın restore
edilmesini istiyor.
Ulus Rüzgarlı
Sokağı'nın yanı başında, 1‘inci Meclis'in
arkasında yer alan asırlık bina kaderine terk
edildi. Tarihi yapının yakınında market
işletmeciliği yapan 48 yaşındaki Mehmet Cinkol,
binanın ayakta kalabilmek için direndiğini
belirterek şunları söyledi:
"Atıl durumda kalan binanın hikayesini bölgedeki
esnaftan dinliyoruz. Karşısında 1’inci
TBMM, arkasında
ise Roma Hamamı bulunuyor. Binanın en önemli
özelliği ise 150 yıl önce demir yerine çelik
konstrüksiyon ile yapılmış olması. Yoksa çoktan
çökerdi. Çocukluğumdan beri bu bölgedeyim ve
binanın yan tarafında market işletiyorum.
RESTORE EDİLMELİ
Mahallenin ileri
gelenlerinden öğrendiğim bilgilere göre, bina
Osmanlı döneminde at arabası imalathanesi
olarak, Kurtuluş Savaşı yıllarında ise mermi
yapımında kullanılmış. Daha sonra çeşitli
ticari işletmeler burada faaliyet gösterdi.
Sahiplerinin binayı aslına uygun olarak restore
edip, sokağımıza ve mahallemize bir tarihi eser
kazandırmasını istiyoruz."
Hürriyet, Haber: Hüseyin
Özbalı, 26.12.2014
|
250 YILLIK KİLİSE
RESTORE EDİLECEK

Samsun'un Tekkeköy İlçesi'nde 250 yıl önce yapıldığı
belirtilen ve bir süre cami olarak kullanıldıktan
sonra terk edilen Antyeri Kilisesi'nin, restorasyon
çalışmalarıyla ziyarete açılacağı açıklandı.
Tekkeköy Belediye Başkan Yardımcısı Özkan Karakaya,
yaptığı açıklamada, Antyeri Mahallesi'ndeki tarihi
yapının 18. yüzyılın sonlarına doğru inşa edildiğini
söyledi. Kilise olarak inşa edilen tarihi yapının,
mübadeleden sonra göçmenler tarafından 1997 yılına
kadar cami olarak kullanıldığını anlatan Karakaya,
mahalleye ikinci bir cami yapılmasıyla tarihi
mekanın terk edildiğini dile getirdi.
Samsun İl Özel İdaresi kapanmadan önce düzenlenen
bir çalışmayla tarihi yapının tescillendiğini ifade
eden Karakaya, "Yaptığımız çalışmalar neticesinde
burasının birinci derecede sit alanı olmasını
sağladık" dedi. Tekkeköy Belediyesi olarak
restorasyon için yeni çalışmalar yürüttüklerini
açıklayan Karakaya, şöyle konuştu: "Kültür
Müdürlüğümüzün üniversitelerle çalışması var. Bu
çalışmalar neticesinde aslına uygun restore
edilecek.
Şöyle bir algı olmasın, burasının ibadethane olarak
kullanılması gibi bir niyetimiz yok. Burasının
aslına uygun restore edilip ilçemize gelen
turistlerin gezmesi ve bunun neticesinde ilçemize
katkı sağlanması hem de dünya kültür varlıklarına
katkı sağlanması adına bir çalışmadır. Bu konuda da
gerekli alakayı bütün arkadaşlarımız gösteriyor."
''Dünyaya örnek
vermiş oluyoruz"
Projenin maliyetinin hesaplanarak restorasyon
çalışmalarına başlanacağını vurgulayan Karakaya,
restorasyonun en kısa zamanda tamamlanması için
ellerinden geleni yaptıklarını belirtti.
Karakaya, şunları kaydetti: "Dünyadaki camilere
saldırıları kesinlikle kınıyoruz ama bizim buradaki
yapılara sahip çıkmamız da bizim adımıza bir artı,
kim ne derse desin. Dışarıdakiler bizim oradaki
yapılarımıza sahip çıkmıyorlarsa onların ayıbıdır
ama biz buradaki hem kiliseden devşirme hem tarihi
diğer yapılara sahip çıkma adına gerekli adımları
atıyoruz. Dünyaya da böylece güzel bir örnek vermiş
oluyoruz."
Sabah, 26.12.2014
|
GEDİZ NEHRİ'NDE TARİHİ
KEŞİF
Manisa'da 1.2 milyon
yıl öncesine ait işlenmiş bir taş parçası buldu.
Keşif, insanların sanıldığından daha eski tarihlerde
Anadolu'dan Avrupa'ya geçtiğini gösterdi.

Manisa'da yapılan
kazılarda 1.2 milyon yıl öncesine ait işlenmiş
bir taş parçası buldu. Keşif, insanların
sanıldığından daha eski tarihlerde
Anadolu'dan
Avrupa'ya
geçtiğini göstergesi olarak değerlendiriliyor.
Manisa'nın Kula
İlçesi'nde Gediz Nehri civarında kazılar yapan
Harran Üniversitesi, İngiliz ve Hollanda'lı
bilim insanlarının ortak bilimsel çalışması,
Yontma Taş Çağı'na ait, insan eliyle işlenmiş
bir taş parçası buldu.
Gediz Nehri'nin
taşıdığı antik kalıntılardan biri olan kuvars
taşı, ilk insanların sanılandan daha eski
tarihlerde Asya'dan Avrupa'ya geçmek için
Anadolu'yu kullandığına işaret etti. 1.2 milyon
yıl öncesine ait, yaklaşık 5 cm uzunluğundaki
taşın ağır bir nesne kullanılarak
şekillendirildiği belirtildi.
Harran Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi, Coğrafya Bölümü öğretim
üyesi Prof.Dr. Tuncer Demir’inde içinde yer
aldığı Uluslararası bir grup 2001 yılından beri
Manisa’nın Kula
Volkanik yöresinde jeomorfolojik ve jeolojik
amaçlı bilimsel araştırma ve incelemeler
yapmakta idiler. Türk, İngiliz ve Hollandalı yer
bilimcilerden oluşan uluslararası bu araştırma
grubu, yaptıkları bu araştırma lar kapsamında
Erken Pleistosen döneminde oluştuğu ileri
sürülen Paleo-Gediz Nehri’ne ait bir menderes
büklümü ve bu büklümün taşkın ovası üzerinde
günümüzden takriben 1.240 ila 1.170 milyon
yılları arasında yaşadığı düşünülen insanların
el ürünü olan kuvarstan üretilmiş bir adet aleti
(artefakt)tesadüfen bulmuşlardır.
İNSANLIK TARİHİNİ
DEĞİŞTİRECEK KEŞİF
Bu buluntunun yaşı
ise, üzerinde bulunduğu taşkın ovası oluşumunun
öncesi ve sonrası dönemlerde meydana gelmiş
volkanik lav akıntılarının yüksek çözünürlüklü
radio-izotopik tarihleme ve paleomanyetik
ölçümler yolu ile belirlenmiştir. Güvenilir
mutlak yaş belirlemelerine dayanan bu tespit
Batı Anadolu da, şimdiye kadar bilinenlerin
aksine, insanlık tarihinin çok daha eski
dönemlere dayandığını ve Batı Anadolu’nun
günümüzden yaklaşık olarak 1.240 ile 1.170
milyon yıllar arasındaki dönemde insanların
Afrika’dan Avrupa’ya yayıldığı önemli göç yolu
üzerinde bulunduğunu ortaya koyması bakımından
son derece önemlidir.
Hernekadar Batı
Anadolu’da daha önce Paleolitik döneme ait
taştan yapılmış birtakım insan el ürünü aletler
bulunmuş ise de bu bulguların çok az bir
kısmının içinde bulunduğu jeolojik depoların
muhtemel yaşları ancak yaklaşık olarak
bilinmektedir. Bu sebepten dolayı Anadolu
yarımadasında insanlık tarihinin en eski
dönemleri hakkındaki bilgilerimiz yetersiz
düzeyde kalmıştır. Hernekadar Kula volkanik
yöresinden yaklaşık olarak 100 km güneyde
Denizli
havzasında, Büyük Menderes Grabeni üzerinde
bulunan Kocabaş’ta da 2007 yılında traverten
depoları içinde 1.3 milyon ile 1.1 milyon
yılları arasında yaşadığı tahmin edilenve
insanaait birkafa tası fosili bulunmuş isede bu
bu fosilin yaşı ile ilgili olarak birtakım
belirsizliklerin bulunduğu ileri sürülmektedir.
Halihazırda, Kula
volkanik yöresinde bulduğumuz bu aletin önemi,
onun ait olduğu dönemin ve dolayısı ile o
dönemde var olan insanların yaşadıkları zaman
aralığınınradio-izotopik tarihleme ve
paleomanyetik ölçümler yolu ile ve büyük bir
doğrulukla belirlenmesinden kaynaklanmaktadır.
Bulunan bu alet yaklaşık olarak 5cm uzunluğunda
bir kuvars kayacından oluşmaktadır. Alet
üzerindeki şekil ve izler üzerinde paleontoglar
tarafından yapılan incelemeler, bu şekil ve
izlerin doğal süreçlere bağlı olarak oluşmaktan
ziyade sert bir çekiç veya taş aletle vurulmalar
sonucunda oluştuğunu, dolayısı ile insan el
ürünü olduğu gerçeğini ortaya koymuştur. Bu
aletinait olduğu dönemin yaş tayini büyük bir
doğrulukla belirlenmiş ve Anadolu’da İnsan
tarafından yapılmış ve kullanılmış en eski alet
(artefakt) olma özelliğindedir.
Milliyet, 26.12.2014
|
ÇİN PARASININ ÜZERİNDE 'OSMANLICA' NE ARIYOR?
Bundan birkaç hafta önce Çin'de dolaşırken, bir
dostum, Çin parası Yuan'ın üzerinde kaç yazı türü
olduğunu bilip bilmediğimi sordu. 1 Yuan'ı bana
gösterince, "bu herhalde Arapça" dedim, sol alt
satırdaki ifadeye bakarak. "Yok canım", dedi. "Orada
1 Yuan Çin Halk Bankası yazıyor. Türkçe olarak."

Daha önce hiç aklıma gelmemişti. Memlekette
Osmanlıca tartışmaları alevlenince hatırladım.
Ben geçenlerde Çin’de dolaşırken, Çin parası
Yuan’ın üzerinde “Osmanlıca”nın da yer aldığını
görerek şaşırmıştım. Yuan’ın arka yüzünde 5
farklı alfabe ile, 5 farklı dilden yazılmış bir
ifade var. Elinizdeki 1 Yuan ise üzerinde 5 ayrı
dilde, 5 ayrı alfabede ‘1 Yuan Çin Halk Bankası”
yazıyor. Ben önce Osmanlıca değil, Arapça
sandım. “Yok, o Türkçe” dediler, Uygur Türkçesi
ama Arap alfabesi ile yazılmış. Uygurlar,
İslam’la birlikte Arap alfabesine geçmişler, Çin
idaresinde ise 1960’lardaki Kültür Devrimine
kadar Latin alfabesini kullanıyorlarmış, sonra
Arap alfabesine geçmişler. Ne olmuş? Arap
harfleri ile yazılmış Türkçe. Yani? Fonetik ve
yapı bakımından bazı farklılıklar mevcut ama
Osmanlıca demekte bir mahsur olmasa gerek.
Osmanlıca dediğiniz başka nedir ki? Uygur
Türkçesinin tamamını anlayamayabilirsiniz, o
kelimeleri o aralar nereden aldıklarına bağlı.
Aynı Osmanlıca gibi. Alfabeyi öğrenseniz bile o
dönemdeki Türkçe, Farsça, Arapça kelimelerin
terkibi önemli. Önerim şudur: Madem Osmanlıcayı
canlandırmak istiyoruz, Çin’de kanlı canlı hala
kullanılanı var. Uygurları ihmal etmeyelim,
onlarla da ilgilenelim lütfen.
Tayvanlı yönetmen Ang Lee’nin filmlerini
izlemeyi sever misiniz? Ben hepsini pek severim.
En son 2013 yapımı Pi’nin Yaşamı (Life of Pi)
ile En İyi Yönetmen Oscar’ını da almıştı. Bundan
yıllar önce Ang Lee’nin bir başka filmini
“Crouching Tiger, Hidden Dragon” (buradaki
sinemalarda galiba Kaplan ve Ejderha adıyla
oynamıştı)’ı seyrederken ilk kez Uygurların ne
kadar bizden olduğunun farkına vardım. Benim
hatam. Filmin içindeki şarkının tınısı zaten
yabancı gelmemişti. Sonra birden şarkı söyleyen
“gördüm bir güzel kız” dedi. Üstelik aynı bizim
Anadolu Türkçesi ile. Kalanı anlaşılmazdı. Ama
bana yetti. Film 2001’de yapılmış olduğuna göre,
demek ki, 2003’ten filan bahsediyorum. İşte o
zamandan beri, Uygurlara neler oluyor diye arada
bir bakıyorum. Filmdeki şarkıyı da doğrusu ya
hiç unutmadım.
Dünyada Çinlilere göre 10 milyon Uygurlara
göre ise 35 milyon kadar Uygur Türkü yaşıyor.
Onlar yaşadıkları topraklara Doğu Türkistan
diyorlar. Çinliler ise ŞinCang (XinJiang)
diyorlar. Çince manası da pek Uzay Yolu dizisi
tınısında. Xin yeni, Jiang ise sınır demek.
Geçenlerde bir Çinli diplomat bana “Biliyorsun,
Doğu Türkistan” diye bir yer yok dedi. Ben de,
“Tabii, Batı Ermenistan diye bir yer de yok”
diye cevap verdim. Ne yapalım akıllarda bir
yerde duruyor işte. İsteseniz de öyle,
istemeseniz de öyle.
Neyse konuyu daha fazla dağıtmayayım. Bundan
birkaç hafta önce Çin’de dolaşırken, bir dostum,
Çin parası Yuan’ın üzerinde kaç yazı türü
olduğunu bilip bilmediğimi sordu. 1 Yuan’ı bana
gösterince, “bu herhalde Arapça” dedim, sol alt
satırdaki ifadeye bakarak. “Yok canım”, dedi
dostum. “Orada 1 Yuan Çin Halk Bankası yazıyor.
Türkçe olarak” dedi. Yuan’ın üzerinde 5 ayrı
alfabeyle “1 yuan Çin Halk Bankası” yazıyor. Han
Çincesi, Moğolca, Uygurca, Çuang (Zhuang)
Çincesi Tibet dilinde. Uygur Türkçesi söz konusu
olduğunda, halk karşılığında helq’mi demek
lazım, xaliq mi diye bir doktrin münakaşası var.
Ama Türkçe işte. Arap harfleriyle yazılmış
Türkçe. Nedir? “Osmanlıca”. Ben bu durumda,
Uygurca’nın yaşayan Osmanlıca olarak kabul
edilip, üzerinde çalışılmaya başlanmasını
önerebilirim.
Hem belki bakarsınız Osmanlıca vesilesiyle
Şincang Uygur Özerk Bölgesi ile daha yakından
ilgilenmeye başlarız. Oralarda Çinli
dostlarımızın söylediği gibi İslamcı terör
örgütleri mi var, yoksa Uygur Türkleri yaşam
mücadelesi mi veriyor? Onunla da ilgileniriz.
Dünyanın neresinde Müslümanların bir derdi varsa
ilgilenmeye çalışıyoruz. Ben en son Mindanao
Müslümanlarının Filipinler hükümeti ile ateşkes
imzalanmasını ilgiyle izlemiştim. Moro İslamcı
Kurtuluş Cephesi barış masasına yeniden oturdu.
Arabuluculuğu İsviçrelilerin yapmasından pek
hoşlanmadığımı da hatırlıyorum. Belki İsviçre
Dışişleri Bakanlığı’ndaki dostlarımı
kıskandığımdandır. Ben bari bu vesileyle olsun
Uygur Türkleri ile azıcık ilgilenelim derim. Hem
dilleri “Osmanlıca”, hem Müslümanlar, hem de
üstüne üstlük Türkler. Ne diyeyim? Yoksa
ortadaki tartışma, fazlasıyla geçmişe mazi,
yenmişe kuzu derler bir tartışma gibi duruyor.
Radikal, Yazı: Güven Sak, 26.12.2014
|
MİLYONLARCA BELGE ÖZGÜRLÜĞÜNE KAVUŞTU
SALT Online,
kişisel arşivlerde, kurum depolarında sararan iki
milyona yakın belgeyi internet üstünden özgürce
kullanma imkanı sağlıyor. Peki ama neden? Vasıf
Kortun'la yeni arşiv kavramını konuştuk.

Bankalar Caddesi’ndeki SALT Galata’nın tarihi
binasından içeri girdiğinizde aslında bir bilgi
tapınağına adım atmış olursunuz. En azından eski
Osmanlı Bankası binasının bu yeni halinin
bendeki izlenimi budur. Alt katlardaki iki sergi
salonunda biri sabit, diğeri süreli iki sergi
vardır. Bazen üst katlardaki proje salonunda da
ilginç bir sergi görebilirsiniz. Bu birkaç sergi
alanı, o geniş mermer merdivenlerin çıktığı
devasa binada başka neler yapıldığı hakkında tam
bir fikir vermez. Bunun için bilgisayar başına
geçip saltonline.org’u tıklamanız gerekir. Çünkü
SALT’ın giriş katındaki harika kütüphanesi kadar
önemli bir başka hizmeti de açık arşividir.
Geçen hafta sonu Hürriyet Cumartesi’de Zeynep
Miraç’ın Ali Özgentürk’le sinema arşivi
hakkındaki söyleşisini okurken gördüm. Özgentürk
‘Vasıf Kortun’la konuşmuş’, arşivi SALT
aracılığıyla dijital ortama taşıyacaklarmış…
Bunu bir ay içinde ikinci kez duyuyorum. İlki
atölyesinde müthiş bir sanat tarihi koleksiyonu
oluşturan tanınmış bir ressamdı. Sanki arşivleri
kütüphane ve üniversitelere bağışlama
düşüncesinin yerini artık dijital bir kuruma
vermek almış gibi…
Kişisel çabalarla oluşturulan arşivlerin
geleceği hep kuşkulu bir mesele. Çoğu kez
arşivin ömrü sahibinin ömrü kadar. Sonrası
iyimser tahminle sahaflar. Bir de arşiv
çılgınlarının çoğu aslında çok kişisel bir
dürtüyle, o değerli eski malzemeye sahip olmak
ya da kendi hayatına dair bilgi ve belgeyi
saklamak, kendi tarihine sahip çıkmak için
biriktirir. Kimsenin bilmediği bu kapalı arşivin
aslında pek bir anlamı olmadığını fark ettiğinde
ise başkaları da kullansın ister. Tabii
çoğunlukla ulaşması mümkün olmayan o fotoğraf ve
belgeler, koyuldukları raf ve kutularda
sararmaya devam eder. Peki dijital ortam buna
bir çare olabilir mi? Olur gibi görünüyor.

Dijital alemin bariz güzelliği, özgürlüğü.
Her tür bilgi bedavaya ulaşılabilir vaziyette.
Tabii yerini biliyorsan ya da bilgilerin
efendisi Google seni yönlendiriyorsa öyle.
Arşivlenmiş bilginin de dijitale aktarılmışı çok
daha değerli. Çünkü nihai hedefine, yani o
bilgiyi arzu edene en iyi böylece ulaşabiliyor.
Bir güç ve iktidar alanı olarak bilgiyi
herkese açmak, neredeyse ideolojik bir tercih
meselesi. SALT kurulduğu günden bu yana, bir
ekip harıl harıl ellerindeki arşivleri dijital
ortama aktarıyor. An itibariyle 1.8 milyon belge
internete aktarılmış vaziyette. Osmanlı Bankası,
Garanti, Vasıf Kortun, Feridun Fazıl Tülbentçi
ve daha pek çok kişi ve kurumdan toplanan
belgeler bunlar. İçlerinde fotoğraf, mektup,
makale, kupür ve akla gelebilecek her şey var.
Çok masraflı ve zorlu bir iş bu. Peki bir sanat
kurumu, neden bununla uğraşıyor? Ben de Vasıf
Kortun’u aradım ve tüm saflığımla bu soruyu
sordum. “Çünkü” dedi, “bu malzeme kamu malı.
Bizim müştereğimiz. Tıpkı bir müzedeki malzeme
gibi. Nasıl müzeler herkese açık olmalıysa, bu
arşivlerin de öyle olması gerekiyor.”
Kortun ‘arşiv’ kavramının da değiştiğini
söylüyor. 20. Yüzyıl sonuna kadar arşiv iki
anlamıyla da ‘koruma altına almak’ demekti. Hem
zamanın etkisinden hem de görmemesi
gerekenlerden korumak… Kurumlar arşivleri yapar,
yığını tasnif edip kataloglarken anlamlandırır,
kendine göre ilişkilendirir ve yönlendirirdi.
Hala da önemi ölçüde böyle aslında. Pek çok
arşiv sadece uzmanlara açık, onların okumasına
tabi. Ama internette serbest dolaşan bilgi öyle
muazzam bir miktarda ki artık yeni
anlamlandırmalar mümkün. Üstelik bu bilgi öyle
eskisi gibi uzman elinden çıkmış ve tanımlanmış
bir bilgi de değil. 18. Yüzyılda Aydınlanma
çağının bilgi sahipleri, Diderot’nun
editörlüğünde ‘toplumu eğitmek’ için
Encyclopédie’yi hazırlıyorlardı. 19. Yüzyılda
her ülke kendi ansiklopedisini tam da bu yüzden,
‘bilgiyi yönlendirebilmek’ için yazdı. Bizim
Cumhuriyet sonrası Türk Ansiklopedisi, İslam
Ansiklopedisi çabaları da böyle bir şey.
“Britannica çağımızın en iyi ansiklopediydi”
diyor Vasıf Kortun. Sonra da hatırlatıyor,
“Bugün Wikipedia’da 22 bin kere daha fazla bilgi
var. Üstelik bu bilgiyi üretenler profesyoneller
değil.”
İnternetteki bilgi bir yığın aslında. Çoğu
amatör işi bir görsel, işitsel, yazılı malzeme
yığını. İşin demokratik yanı, kendi arşivini
oluşturmaya imkan vermesi. Yanılma riskini de
kendin alarak bütün bu bilgi içinde özgürce
dolaşabilirsin. SALT’ın yaptığı da bu bilgi
yığınına, orada olmayan çok özel belgeleri
katmak. “Artık anlamlandırma, yan yana getirme
anlamında kendi okumanı yapabilirsin” diyor
Kortun. Tabii bu yepyeni bir durum. Aydınlanma
çağı bilgiyi tanımlayıp formatlarken üç asır
sürecek bir yol açmıştı. Bugün nasıl bir yola
girdiğimizi hiçbirimiz tam bilmiyoruz.
Teknolojik olarak da entelektüel olarak da yeni
bir yol bu. Vasıf Kortun’un tabiriyle ‘Yeni
huylara geçiş’ aşamasındayız; ucunu kimsenin
görmediği…
SALT arşivinde 60’lardan günümüze sanat,
sosyal tarih, şehircilik ve mimarlık konulu
malzeme yer alıyor. Tabii bunlara ulaşmak için
saltonline.org’a girip, sol üst köşedeki küçük
‘SALT Araştıma’ satırını tıklayıp sonra da pek o
kadar basit olmayan arama motorunda gezinmeye
başlamanız gerek. Buradaki belgelerin hiçbirine
Google aracılığıyla ulaşamıyorsunuz. SALT
Araştırma Arşivi, benzeri pek çok başka arşiv
gibi Google’a kapalı. Bunun nedeni tamamen
teknik, yavaşlama, hatta kilitlenme risklerine
karşı bir önlem. Tabii ki pek çok kişinin
yararlanmasını da engelleyen bir durum bu.
Kağıt, bilgiyi taşımak, saklamak için çok
narin bir malzemeydi. Peki dijital ortam daha mı
sağlam? Bence hayır. Vasıf Kortun da birkaç
kuşak sonrası için bir garanti veremiyor.
Teknoloji o kadar hızlı değişiyor ki bugün
3.5’luk disketler bile açılamaz durumda, jpg
bile modası geçmiş bir format. “Ama daha iyi bir
yol yok, bunu yapmak zorundayız” diyor Kortun.
Sürekli yenileme, sürekli bakım ve restorasyon
isteyen bir şey dijital arşiv. Yani en az (belki
daha çok) kağıt yığınları kadar ilgi, masraf
isteyen bir iş. Ama neyse ki birileri bununla
uğraşıyor. Herkesin arşivini kabul ederler mi,
bilmiyorum. Aradığınız bilgi her ne ise orada
var mı onu da bilmiyorum. Ama tıpkı yarım
asırlık gazeteler bakabildiğimiz Milliyet arşivi
gibi SALT arşivinde de dolanmak çok zevkli. Bunu
biliyorum. Yararını zaman gösterecek…
Radikal, Haber: Cem Erciyes, 26.12.2014
|
DÜNYA İZMİR'İ KONUŞACAK

Türkiye'de turizmin
temellerinin atıldığı yer olarak kabul edilen İzmir,
8 bin 500 yıllık geçmişi ile çok önemli bir tarihi
mirası barındırıyor. Turizmde bereketli bir yılı
geride bırakan kent, 2015'e de umutla bakıyor. İzmir
Kültür ve Turizm Müdürü Abdülaziz Ediz, kentin
turizm beklentilerin SABAH'a anlattı. Ediz, UNESCO
Dünya Miras Listesi'ne giren Bergama'nın ardından
2015'te de Efes'in listeye dahil edileceğinin
müjdesini verdi. 2014'ün turizm açısından iyi
geçtiğini söyleyen Ediz, "11 ayda 1 milyon 269 bin
667 yabancı turisti ağırladık. Önümüzdeki yıllar
için 5 milyon turisti hedeflemeliyiz ki, 3 milyon
turisti kazanalım" dedi. Türkiye'de turizmin 70'li
yıllarda İzmir'de başladığına dikkat çeken Ediz, "12
Antik İyon Kenti'nin birçoğu İzmir'de yer alıyor.
Tarihe mal olmuş Alsancak, Çeşme ve Dikili limanları
kente ayrı bir değer katıyor. Bergama, Fokai,
Eritrai, Teos, Metropolis, Klaros, Tire, Birgi ve
Ödemiş diğer tarihi değerler. İzmir, tarih boyunca
insanların yaşam için tercih ettiği önemli bir
coğrafya olmuş. Bu nedenle İzmir her zaman
turistlerin gözdesi oldu" diye konuştu.
EFES İÇİN ÇALIŞIYORUZ
Bergama'nın UNESCO Dünya Miras Listesi'ne girmesinin
ardından Efes'in de 2015'te listeye dahil olması
için yoğun bir çalışma yürütüldüğünü anlatan Ediz,
şöyle devam etti: "Efes Müzesi 2014'te restore
edildi ve ziyarete açıldı. Efes'te yürüyüş
güzergahları düzenlendi ve engelsiz turizm için
herkesin rahat gezip görebileceği bir hale
getirildi. Bunların yanı sıra Metropolis ve Klaros
da ziyarete açıldı. Teos'un ise 2015'te ziyarete
açılması için çalışmalar devam ediyor." Yerel ve
merkezi yönetimin koordineli çalışması sayesinde
Bergama'nın 3 yıl içinde UNESCO Dünya Miras
Listesi'ne girdiğini belirten Ediz, "Bergama'nın bu
listeye dahil olması İzmir'in bilinirliği, tanıtımı
ve uluslararası arenada yer alması adına çok
prestijli oldu. 2014, kültür turizmi açısından
baktığımızda alt yapı, çevre düzenlemeleri, gezi
güzergahları ve aydınlatma konusunda Bergama'dan
Efes'e kadar yoğun çalışmalarla geçti" diye konuştu.
Adnan Menderes Havalimanı'nın bölge için merkez
konumda bulunduğunu kaydeden Ediz şunları söyledi:
"Manisa, Aydın ve İzmir iç içe olan kentlerimiz.
Kente gelen turistlerin iyi organize edilmesi
durumunda tüm Ege Bölgesi turizmden pay alacak.
İzmir merkez konumunu iyi kullanıp çevre illerle
koordine edilmeli. Örneğin Pamukkale, doğal
yapısıyla beraber jeolojik olarak traverten ve
termal potansiyeli ile Denizliİzmir aksında önemli
bir merkez. Aynı şekilde Muğla da hem tarihi hem de
doğal güzellikleriyle turistlerin yoğun olarak
tercih ettiği illerimiz arasında yer alıyor."
Sabah, 25.12.2015
|
İŞTE EMEK SİNEMASI
Beyoğlu Emek
Sineması yıkılsın yıkılmasın tartışmaları sürerken,
inşaatı yapacak Kamer İnşaat’ın yetkilileri
sinemanın olduğu gibi yeni yapılacak binanın en üst
katına taşınacağını söylemişti...

Geçen yıl son kiracı İnci Pastanesi’nin
tahliyesinden sonra Emek Sineması’nın da içinde
bulunduğu tarihi Serkldoryan Binası’nda başlayan
inşaat tüm hızıyla sürüyor.
Haftanın iki üç günü önünden geçtiğim, kardeşimin
ofisi hemen yan tarafında olduğu için inşaatın nasıl
adım adım yükseldiğine bir yıldır tanık oluyorum...
Emek Sineması gözlerimin önünde çöktü, Yeni Emek
Sineması gözlerimin önünde yükseliyor...
Bu fotoğrafı da dün çektim...
İşte Emek Sineması’nın son hali budur...
İstiklal Caddesi üzerindeki Serkldoryan Binası
arkaya doğru tamamen yıkıldı, yerine bu betonarme
kompleks yapılıyor.
Bu bina bittiği zaman içinde apart oteller,
dükkanlar, alışveriş merkezi, mağazalar olacak...
En üst katında da Emek Sineması adı verilen bir
salonla birlikte 5-6
sinema salonu daha...
Bu salonlardan birine tarihi Emek Sineması’ndan
sökülen orijinal tavan süslemeleri monte edilecek...
Merak ediyorum o tavan süslemeleri şu anda nerede ve
ne durumda acaba?
Bir yılı aşkın bir süredir hangi koşullarda
korunuyor?
Kamer İnşaat yetkililerinden rica etsem, -3-5 gün
sonra değil ama- bugün hemen gezdirirler mi bana
acaba?
“Emek Sineması taşınacak” denilen işte buydu...
Tavan süslemelerinin fotoğrafta gördüğünüz inşaat
bittikten sonra bir salona monte edilmesi!..
İnşaatta her sabah erken saatlerde başlayan hummalı
çalışma hava karardıktan sonra bile sürüyor...
Bu hızla giderse tahmininen önümüzdeki 5-6 ay içinde
tamamen bitmiş olacak bina...
Fotoğrafta gördüğünüz inşaatın en üst katı da Yeni
Emek Sineması olarak açılacak...
Demirören AVM’nin (fotoğrafta sağ arka tarafta
görünen) hemen yanıbaşında İstiklal Caddesi’nin
böyle bir komplekse ihtiyacı var mıydı?
Serkldoryan Binası ve Emek Sineması olduğu gibi
korunup restore edilemez miydi tartışmalarını unutup
yeni yapılan AVM’yi dolduracağız...
Yeni Türkiye’ye böyle bir Yeni Emek Sineması
yakışırdı zaten...
Hürriyet, Haber: Cengiz Semercioğlu, 25.12.2014
|
KOÇ VE SABANCI'NIN İNŞAATINA BAŞLADIĞI YENİ MÜZELERİ
2016'DA AÇILACAK
İstanbul’a iki yeni ve muhteşem
müze daha geliyor. Vehbi Koç Vakfı’nın Dolapdere’de
tasarımcı Kirsten Lees’e yaptıracağı Çağdaş Sanat
Müzesi ile Demet Sabancı Çetindoğan’ın ünlü mimar
Zaha Hadid’e Sütlüce’de yaptıracağı müzenin
inşaatları başladı. İki müzede 2016’da açılacak.

İstanbul iki yeni özel müzeye daha
kavuşuyor. Dolapdere’de Koç Grubu, uzun yıllar
boyunca metruk kalan Otokoç binasını İngiliz
tasarımcı Kirsten Lees’e tasarlatarak
Türkiye’nin en kapsamlı çağdaş sanat müzesi için
inşaata başladı. Demet Sabancı Çetindoğan ve eşi
Cengiz Çetindoğan ise Sütlüce’de ünlü mimar Zaha
Hadid’in tasarlayacağı Demsa Collection için
izinleri tamamladı, inşaat hazırlıklarına
başladı. İki müze de 2016 yılında açılacak.
50 MİLYON
EURO
Türkiye’nin ilk özel müzesi Sadberk Hanım
Müzesi’ni 1980 yılında açan Koç Grubu, 2007 yılında
hazırlıklarına başladığı Türkiye’nin en büyük çağdaş
sanat müzesini açmak için yola çıktı. Müze,
İstanbul’un kentsel dönüşümünde en hızlı değişimi
yaşamakta olan Dolapdere’de. 50 milyon Euro ile
hayata geçirilecek müzeyi İngiliz Grimshaw
Arhitects’ten Kirsten Lees tasarlıyor.
Müzede Vakfın 2007’den itibaren oluşturmaya
başladığı 1000’den fazla eser sergilenecek. Koç
Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu’nun yüzde 45’i Türk
veya Türkiye ile ilgili, yüzde 30’u Türkiye’ye komşu
ülkeler, yüzde 25’i ise dünyanın diğer
bölgelerindeki sanatçıların son 50 yılda ürettiği
eserlerden oluşturuluyor.

SADECE MÜZE
DEĞİL
Müze sadece bir müze olmayacak. Bölgede
orta öğretim, lise, güzel sanatlar ve üniversite
öğrencilerine yönelik eğitim programları
tasarlanıyor. Sergi alanlarına ilaveten özel eğitim
alanları inşaa ediliyor. Baştasarımcı Lees, Tate
Gallery ve British Film Institude ile yakın
çalışmalar yapmış bir tasarımcı. Koç Çağdaş Sanat
Müzesi’nin temel tasarım konsepti ve yaklaşımını ise
şöyle anlatıyor: “Geliştirdiğimiz proje müze
dinamik, insanları içine çeken çağdaş sanat için
çağdaş bir mimari yapıyla karşılık veriyor. Yapının
merkezinde içeride ve dışarıdaki kamusal alanlar
arasındaki sınırları silikleştiren bir iç sokak yer
alıyor. Bu sokak aynı zamanda ilginç aktivitelerin
ve sürprizlerin sunulduğu açık alanlarla birleşerek
yoldan geçenleri de cezbedecek. Böylece lokasyondaki
zıtlıkları da kucaklayacak.”

Adı Demsa
Collection
Türkiye’nin ilk tasarım müzesinin inşaatı
ise Sütlüce’de başlıyor. Türkiye’de daha önce Kartal
bölgesinde ilk eserini yapmaya hazırlanan ancak
projesi gerçekleşemeyen ünlü mimar Zaha Hadid, Demet
Sabancı Çetindoğan ve Cengiz Çetindoğan’ın Demsa
Collection adını verecekleri çağdaş sanat müzesini
gerçekleştirecek. Demet Sabancı Çetindoğan, Hadid’in
bütün dünya kentlerinde eseri olduğunu, İstanbul’u
da özellikle istediğini belirtiyor ve çok heyecanlı
olduğunu belirtiyor. Çetindoğan, şunları söylüyor:
“Dünyada tasarımıyla ünlü müzeler var. Sırf bu
binaları görmek için turistler geliyor. Bizim
müzemiz de öyle olacak diye düşünüyoruz. İzinlerimiz
tamam, inşaatımız başlıyor. 2016’da biteceğini
düşünüyoruz. Müzede aileden kalan antika ve sanat
eserlerini sergileyeceğiz. Koleksiyonumuzda ayrıca 4
bine yakın İslam eserleri bulunuyor. Türk resminin
klasikleri Osman Hamdi Bey, Şeker Ali Paşa, İbrahim
Çallı gibi önemli ressamların eserleri var. Ayrıca
çağdaş Türk resminin önemli isimleri yer alacak.
Müzenin 5 bin metrekarelik alanını resme, 2 bin
metrekaresini de Osmanlı ve İslam eserlerine
ayıracağız. Erken dönem Kur’anlar, Türkiye’nin en
büyük hat koleksiyonu da müzede yer alacak.”
Çetindoğan, Hadid istemediği için müzenin
çizimlerini paylaşmak istemiyor. Ancak müzenin
Çetindoğan çiftinin fikirleri olan tek bir sütun
tarafından desteklenen, merkezden ayrı bir küp
formunda hazırlanacağı belirtiliyor. Türkiye’nin
tasarımı ile dünyada söz sahibi olacağı müze de 2016
yılında açılmış olacak.
Hürriyet, Haber: Jale Özgentürk, 25.12.2014
|
ANADOLU'NUN EN ESKİ EL ALETİ BULUNDU

Türkiye’de bugüne
kadar yapılan kazılarda bulunan en eski el aleti
olan 1,2 milyon yaşındaki taş keski arkeologlar
tarafından gün yüzüne çıkarıldı.
Kazıları gerçekleştiren bilim
adamlarının hazırladığı rapor Quaternary Science
Reviews dergisinde ve Londra Üniversitesi Royal
Holloway Koleji’nin internet sitesinde
yayımlandı.
Kuvarsitten yapılmış olan ve 1,17
ila 1,24 yaşında olduğu tahmin edilen taş keski,
Gediz Nehri civarında kazı yapan arkeologlar
tarafından tesadüfen bulundu.
Uzmanlar söz konusu taş keskinin
bulunduğu bölgede imal edildiği yönündeki
yaklaşımın kabul edilmesi halinde ise Asya’dan
Avrupa’ya geçişin 70 bin yıl değil, çok çok daha
önce tamamlandığını ileri süren teorinin daha da
geçerli hale gelebileceğini söylüyor.
Rusya'nın Sesi, 24.12.2014
|
ANTALYA PERGE IŞIL IŞIL OLACAK
Antalya'nın en fazla ziyaret edilen antik
kentlerinin başında yer alan Perge'de 'Çevre Düzeni
Projesi' hayata geçiriliyor.
Proje kapsamında antik
kentin aydınlatılması ve mobese kameralarıyla
donatılması işlemine başlandı.
Antik tiyatronun
güneyindeki yaklaşık 109 bin metrekarelik alanda bir
otopark oluşturuldu. Ayrıca antik tiyatro da dahil
olmak üzere stadyum ile antik kentin tamamının
geceleri de ziyaret edilmesi amacıyla, aralarında
ledli sistemlerin de bulunduğu yüzlerce aydınlatma
sisteminin kurulması için altyapı çalışmalarına
başlandı. Bu sayede antik kenti hem gece ziyaret
mümkün olacak, hem 7/24 takiple kaçak kazıların
önüne geçilecek.
haberler.com, 24.12.2014
|
|
TARİHİ SURLAR YENİDEN AYAĞA KALKIYOR

Malatya
Merkez Battalgazi İlçesi'nde bulunan tarihi Kale
Surları ayağa kalkıyor. Battalgazi Belediye Başkanı
Selahattin Gürkan, surların tamamının aya
kaldırılması için çalışmaların devam ettiğini
söyledi.
Tarihi surların restorasyonu kapsamında önemli
adımların atıldığını belirten Battalgazi Belediye
Başkanı Selahattin Gürkan, surların Malatya
turizminin gelişmesi noktasında büyük önem arz
ettiğini belirterek “Battalgazi tarihi surları 2 bin
yıllık surlar olarak karşımıza çıkıyor. Bu surlar
1839 yılına kadar Malatya adına alınan iş ve
işlevler, şimdiki Eskimalatya dediğimiz yerde zuhur
etmiştir. Dolayısıyla geçmiş tarihimiz ve geçmiş
tarihimizde yaşanmış medeniyetlerin gün yüzüne
çıkarılması anlamında, kültürel mirasın ve kent
hafızasının oluşturulması noktasında, surlarla
ilgili 550 metrelik yerin kamulaştırılması ve
restorasyon projelerini yaptık. Bu, Koruma Kurulu
ve Kayseri Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü
onayı
ile Kültür Bakanlığı’nın tasdiki ile gerçekleşti.
Mahalli imkanlar bulduğumuz süreçte Sıttırız
dediğimiz kapının sağ ve sol akslarının belli
miktarları yapıldı. Bu dönemde gerek Fırat Kalkınma
Ajansı’na sunmuş olduğumuz projede, gerekse Kültür
Bakanlığı Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’na
sunmuş olduğumuz projede aşağı yukarı 1,5 milyon TL
bir rakama tekabül eden para, surların yapılması ve
devam etmesi noktasında Battalgazi Belediyesi’ne
aktarılmış durumdadır. Aralık ayının sonunda ihale
gerçekleşecektir. İhale gerçekleştikten sonra
surların ayağa kaldırılması noktasında
çalışmalarımız devam edecektir. Geri kalan kısmın
devam etmesi noktasında Kalkanıma Bakanlığı’na,
Devlet Planlama Teşkilatı’na vermiş olduğumuz bir
proje var. Devamı için ek kaynak sağlama çabası
içerisindeyiz. 2015 yılı genel bütçesi kapsamında
değerlendirilmesi için Kültür ve Turizm Bakanlığı’na
taleplerimizi iletmiş durumundayız. 2015 yılı
programında değerlendirildiği takdirde, 2700
metrelik kısım ile surların tümünün ayağa
kaldırılarak Malatya’da bir turizm merkezi
oluşturulması ve o surların içerinde sosyal ve
kültürel hayatın canlı canlı yaşandığı bir mekan
olması bakımında, Malatya'ya ve bölgeye bir turizm
kaynağı olacağı düşüncesindeyim” dedi.
Malatya Aktüel, 24.12.2014
|
BÜTÜN İZLERİYLE I. DÜNYA SAVAŞI
Birinci Dünya Savaşı’nın 100. Yılı anısına
düzenlenen ‘I. Dünya Savaşı’nda İttifak Cephesinde
Savaş ve Propaganda’ sergisi, dün akşam Bahattin
Öztuncay küratörlüğünde Koç Üniversitesi Anadolu
Medeniyetleri Araştırma Merkezi’nde (ANAMED) açıldı.
Koç Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili Ömer Mehmet
Koç’un koleksiyonu ile hazırlanan sergide, savaştan
günümüze kalan madalyalar, kartpostallar, kitaplar,
nişanlar, rozetler ve kişisel eşyalar sergileniyor.
Savaş dönemiyle ilgili kısa filmlerin de
gösterildiği sergide, yine o dönemle ilgili
bilgilendirici metinlere de yer verilmiş. Tüm
bunların yanında, Wilhelm Viktor Krausz’un 1915-1916
yılları arasında Türkiye’de yaptığı ve içinde
Mustafa Kemal
Atatürk’ün de bilinen ilk portresinin yer aldığı
resim çalışmalarından oluşan “Dünya Savaşında
Türkiye’den Resimler ve Çizimler” isimli albümü de
yer alıyor. Sergi, 22 Mart 2015’e kadar ziyaret
edilebilir.
Milliyet, 24.12.2014
|
MUSALLA'DAKİ MUSEVİ MEZARLARININ SIRRI

Musalla Mezarlığı'nda bulunan iki Musevi askere
mezarların sırrı aralandı. Musalla'daki Musevi
mezarlarının İsmet İnönü'nün emriyle 1941 yılında
askere alınan daha sonra Amela Taburu'nda
çalıştırılan ve ağır şartlara dayanamayarak 1942
yılında hayatını kaybeden Musevi askerler olduğu
anlaşıldı.
İkinci Dünya Savaşı'nın en kızgın zamanında yani
1941 yılında, Türkiye'de yaşayan ve yaşları 20 ile
40 yaş arasındaki bütün gayrimüslim erkekler aynı
anda askere alındı. İstanbul ve İzmir başta olmak
üzere yurt genelindeki gayrimüslim erkeklerin İsmet
Paşa’nın onayı ve emriyle Bakanlar Kurulu kararıyla
askere alınmalarına karar verilir. Yirmi Kur’a
Askerlik Yasası olarak bilinen uygulama ile yaşları
20 ile 40 arasında değişen erkek gayri müslimlerin
silah altına alınmasına karar verilir. Tarihte Yirmi
Kur'a İhtiyatlar olayı olarak bilinen bu olayla
birlikte gayrimuslim askerler Anadolu'da ağır
işlerde çalıştırılır. Bu askerlere silah da verilmez
Askerler 500'er kişiden oluşan "amele taburlarında"
çalıştırıldı. Çoğu birlik bulaşıcı hastalıklarla
boğuştu. Gayrimuslim askerler Zonguldak’ta tünel
inşaatlarında, Ankara’da Gençlik Parkı’nın
yapımında, Afyon, Karabük, Konya, Kütahya illerinde
taş kırma, yol yapma ve yük taşıma gibi ağır işlerde
çalıştırılmışlardı. Zaman zaman ‘gavur askerler’
diye aşağılandı. Çoğu varlıklı ailelere mensup olan
gayrimuslim askerler, Türk askerleri gibi dayanıklı
değildi. Amele Taburları'nda her gün gayrimuslim
askerlerin ölüm haberleri geliyordu.
MUSALLA'DA İKİ MUSEVİ ASKER MEZARI
Yirmi Kur'a Nafia askerleri içerisinde Konya'ya
da çalışmaya gelenler vardı. Taş kırma işlerinde
çalışan bu askerlerin bünyesi bir süre sonra bu ağır
şartları kaldıramadı. Ölüm haberleri gelmeye
başladı. Konya'da da yol yapımı ve taş kırma
işlerinde çalışan gayrimuslim askerlerden ölenler
oldu. Konya Musalla Mezarlığı'nda Müslüman
mezarlığının arasında iki Musevi askerin mezarı
bulunuyor. Yıllarca kimsenin dikkatini çekmeyen bu
iki Musevi askerin mezarları bakımsızlıktan yok
olmaya yüz tutmuş. Musalla Mezarlığı'ndaki bu
askerlerin ismi Vitali Benbasat diğeri ise İzmirli
Yuda oğlu Liya Asayaş. İkisi de 1942 yılında
hayatlarını kaybetti. İkisinin mezarında da anne
adı, baba adı yazmıyor. Sadece doğdukları yıl ve
öldükleri gün ay ve tarih yazıyor. Bir de tanınması
açısından mezarın başına “Davut Yıldızı” işlenmiş ve
mezarı taşı üzerine duygu yükle yazılar yazılmış. O
dönemde Vitali Benbasat'ın ve İzmirli Liya Asayaş'ın
cenazalerini büyük ihtimal o dönem Amele Taburu'nda
birlikte çalıştıkları Musevi arkadaşlarının
defnettiği tahmin ediliyor. Mezar taşlarında anne ve
baba adları yazmıyor.
MEZAR TAŞINDA DUYGU YÜKLÜ YAZI
1906 doğumlu Vitali Benbasat, 1942 yılında
hayatını kaybetmiş. İstanbul'dan Konya'ya
gönderildiği tahmin ediliyor. Musevi cemaati
arasında aynı isim ve soyisimdin çok sayıda insan
var. 38 yaşında vefat eden Vitali Benbasat'ın mezar
taşında şunlar yazıyor.
Ocağına dönemedin
Asker iken vefat ettin
Zalim Ölüm Pençeledi
Gençliğini Hederetti
Mezarını Erken Buldun
Ruhun Rahmete Kavuşsun..
Vitali Benbasat'ın mezarının 2 metre ilerisinde
ise başka bir Musevi bir askerin mezarı bulunuyor.
İzmirli Liya Asayaş ise 8 Ağustos 1942 tarihinde
hayatını kaybetmiş. İzmirli Yuda Obe'nin mezar
taşındaki yazılar zor okunuyor. Biri İstanbullu biri
İzmirli olan iki Musevi'nin yolları Konya'da
kesişti. Taş ocaklarında çalışan Vitali Benbasat ve
İzmirli Yula Asayaş'ın bünyesi zor şartları
kaldıramadı ve 1.5 yıl sonra hayatlarını kaybetti.
İki Musevi asker öldükten sonra arkadaşları
tarafından Konya'daki Musalla Mezarlığı'na
defnedildi. İsrail resmi arşivleri ise Musevilerin
askere alınma kararının Nazi Almanyası'nın isteği
üzerine alındığını yazdı.
HİTLERİN YAHUDİLERİ ÖLDÜRDÜĞÜNÜ BİLMEDİK
Rum, Ermeni ve Musevi erkekler 1941-42 yıllarında
Konya'da ve Anadolu'nun diğer şehirlerinde yol
yapımında, taş ocaklarında, tünel yapımında ve yük
taşımacılığında çalıştı. O yılları yaşamış olan 1903
yılı doğumlu İsrael Geron, anılarını şu şekilde dile
getirdi: “İkinci Dünya Savaşı’nda bütün azınlıkları
topladılar. 45 yaşına kadar olan bütün erkekleri
askere aldılar ve Anadolu’ya gönderdiler. Ben önce
Konya’ya gönderildim. Taş kırdık, yol yaptık. O
zamanlar yaklaşık 39- 40 yaşındaydım. Türkiye savaşa
girmedi. Haberleri radyodan dinler, sıramız ne zaman
gelecek diye beklerdik. Hitler’in Yahudileri
öldürdüğünü bilmedik, detaylı bilgi almak mümkün
olmazdı, ancak subaylar bize bunu ima eder, bir daha
İstanbul’a dönmeyeceğimizi söylerlerdi.”
20 KUR'A İHTİYATLAR OLAYI NEDİR?
Yirmi Kur'a Nafıa Askerleri'den ya da Yirmi Kur'a
İhtiyatlar Olayı 27 ile 40 yaş aralığındaki
gayrimüslim (Ermeni, Rum ve Yahudi) erkeklerin, II.
Dünya Savaşı nedeniyle Nisan 1941'de amele taburu
(ihtiyat eratı) olarak silah altına alınmasına
rağmen silahlı eğitim yaptırılmak yerine yol, köprü,
tünel inşaatlarında nafıa askerleri olarak Temmuz
1942'ye kadar çalıştırıldı. Askere alınan
gayrimüslimlerde daha önce askerliğini yapıp
yapmama, hastalık ve akıl sağlığı gibi kıstaslar
uygulanmadı. Gayrimuslim askerlerin terhis
edilmesinde dönemin Genelkurmay Başkanı Mareşal
Fevzi Çakmak Paşa'nın büyük çabası oldu.
AİLELERİYLE BİLE VEDALAŞAMADILAR
Yirmi Kur’a ne demek? Askeri literatürdeki
‘devre’ olayına o dönem kur’a diyorlardı. Mesela
1920 doğumlular kurası 1921 doğumlular kurası gibi.
Devlet tamanını almak için 20 Kur'a diyor. Yani
1921'den 1901 doğumlulara kadar 20 yıl boyunca doğan
azınlık erkekleri. Araştırmacı Yazar- Gazeteci Deniz
Ayas, o dönemi şu şekilde anlatıyor: “20 Kur'a
uygulaması oldukça sert olur. Yurt genelinde adeta
cadı avı başlar. Ermeniler,Yahudiler, Rumlar
kısacası tüm gayrimüslim erkek vatandaşlar
görüldükleri yerde yakapaça gözaltına alınır ve en
yakın askerlik şubesine götürülür. Birçoğu ailesi
ile bile vedalaşma zamanı bulamaz.” Rıfat N. Bali
ise kitabında uygulamanın diğer nedenini “Devletin
olası bir saldırıda gayrimüslimlerin casusluk
faaliyetlerini engellemek” şeklinde açıklıyor.
İKİNCİ BÖLGEDE 2 BİN 333 GAYRİMUSLİM
GÖREV YAPTI
Konya’nın da aralarında bulunduğu ikinci bölgede
bin 494 Rum, 664 Ermeni 175 Yahudi askerlik yapmış.
Birçoğu tren istasyonlarında buğday başta olmak
üzere yiyecek depolarında sevkıyatta kullanılmış.
Bazıları da taş kırma ve yol yapımı gibi ağır
işlerde çalışmış. Konya’da askerlik yapanlar
diğerlerine nazaran rahat. Trakya ve Batı bölgesinde
4 bin 811 Müslümanın (normal hizmetini yaptığı amele
taburlarında) 11 bin 939 Rum, 7 bin 318 Ermeni, bin
671 Yahudi görev yaptı. Üçüncü bölge olarak
isimlendirilen Doğu ve Güneydoğu'da ise 4 bin 869
Ermeni, ve Bin 199’u Rum askerlik görevini yerine
getirdi. Dördüncü Bölge olan Ege Bölgesi'nde ise 5
bin 72 Ermeni, bin 135 Rum, 500 Yahudi Amele
Taburları'nda görev yaptı.

KONYA DİĞER BÖLGELERE GÖRE ÇOK RAHATTI
Araştırmacı-Yazar Deniz Ayas, Musevi kökenli
askerlerin Rum ve Ermeni askerlere göre daha şanslı
olduğunu belirterek, şunları söylüyor: “1940'lı
yıllarda tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de büyük
bir kriz vardır. Rüşvet ise hala Türkiye'de devam
etmektedir. Rum ve Ermenilere göre zengin olan
Museviler rüşvet vererek kurtulmaya çalışır. Çok az
da olsa bazıları rüşvetle tanıdıkla kurtulur. Ancak
o dönem İstanbul dahil yurt genelinde Yahudiler,
Rumlar ve Ermenilere göre zengindir. Askerlik
yaparken Yahudiler parayı bastırıp Konya gibi
Kütahya gibi daha iyi yerlere giderler. Çünkü
Konya’da daha çok orduya buğday sevkıyatında
kullanılırlar. Ama Edirne gibi Tekirdağ gibi sınır
bölgelerine düşenler çok ağır şartlarda
çalıştırılır. Tünel kazdırmakta tren yolu inşaatında
çalıştırırlar.”
Merhaba Gazetesi, Haber: İbrahim Büyükeken,
24.12.2014
|
DAVUTOĞLU'NDAN BELEDİYE BAŞKANLARINA UYARI
Başbakan Davutoğlu, Esenler Belediyesi’nin
düzenlediği ''Geleceğin Şehirleri Sempozyumu''nda
belediye başkanlarını uyardı.
Davutoğlu, yemekte yaptığı konuşmada, bin yılı
devirmemiş bir şehrin gerçek anlamda bir mekan ve
tarihin testinden geçmiş bir şehir olmadığını
vurguladı.
Davutoğlu, belediye başkanlarını da uyararak,
"Şehre hükmetmeye kalkmayalım, şehre otorite
kullanmaya kalkmayalım. Özellikle belediye
başkanlarımıza söylüyorum. Önce şehrin talebesi
olalım. Diz çökelim onun önünde" dedi.
Bazı şehirlerin bir "açık hava müzesi" gibi muhafaza
edilmesi gerektiğine işaret eden Davutoğlu, bu
şehirleri olduğu gibi muhafaza etmenin "tarihi bir
borç" olduğunu söyledi.
Moderniteye örnek olarak
New York'u gösteren Başbakan, Manhattan ve
Harlem'i kıyaslayarak, "Şehri kuran burjuva ile
varoşlardaki köleleri, emekçiler ayrı iki dünyada
yaşar.
İstanbul'da hiçbir zaman sınıfsallık katmanı
içinde şehir insanları ayırmamıştır. Bizim şehirler
içinde getto da yoktur, varoş da yoktur" diye
konuştu.
Milliyet, 24.12.2014
|
ARAŞTIRMACILAR OSMANLI ARŞİVİNE DAVA AÇIYOR

İki yıl önce Sultanahmet’ten Kağıthane’ye taşınan
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde sular durulmuyor.
Nemlenmiş tarihi belgelerin ve depo duvarlarının
görüntülerinin ortaya çıkmasından sonra şimdi de bir
grup araştırmacı, TMMOB Mimarlar Odası’nın
öncülüğünde Başbakanlık Devlet Arşivleri Osmanlı
Daire Başkanlığı’na dava açmaya hazırlanıyor. Çoğu
doktora öğrencisi olan araştırmacılar, önceki akşam
TMMOB Mimarlar Odası’nın Karaköy’deki İstanbul
Büyükkent Şubesi’nde bir araya geldi. Toplantının
amacı, Osmanlı belgelerinin muhafaza edildiği
Kağıthane’deki bina ve burada aldıkları hizmete
ilişkin son bir senedir yaptıkları gözlemleri
paylaşmak, belgelerde vuku bulan deformasyon,
binadaki çatlak, su sızıntıları vs. gibi endişe
verici gelişmeler karşısında atılabilecek adımları
tartışmaktı. Tezleri için yılın 4-5 ayını arşivin
okuma salonlarında geçiren araştırmacılar, Osmanlı
Arşivleri’nde nemli hatta bazen su kabarcıkları
birikmiş tarihi belgelerin önlerine getirilmesinden,
su damlayan okuma salonlarından, kanalizasyon borusu
geçen depolardan ve nemden kabarmış duvarları
görmekten rahatsız.
Araştırmacılar, Mimarlar Odası’ndaki bu
toplantıların ilkini geçtiğimiz temmuzda yapmış ve
burada aldıkları karara göre Mimarlar Odası
yetkilileri ile birlikte binanın her yerini görmek
istediklerini İstanbul Valiliği ile Osmanlı Arşivi
Daire Başkanlığı’na iletmişlerdi. Süreci, Mimarlar
Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Sekreteri Ali
Hacıalioğlu şöyle anlatıyor: “İstanbul Valiliği’ne
ve Başbakanlık Osmanlı Arşivi Genel Müdürlüğü’ne bir
yazı yazıp konuyla ilgili bilirkişi heyeti
oluşturulması ve onların belirleyeceği tarihte,
onların da istediği kişilerle birlikte arşivi
ziyaret etmek istediğimizi söyledik. Amacımız,
arşivin durumuyla ilgili kamuoyunu aydınlatmak ve
iddiaların doğru olup olmadığını yerinde görmekti.
Cevap gelmedi. İsteğimizi tekrarladık. Bu kez
Valilik cevap verdi ve Devlet Arşivleri’ne ‘konuyla
ilgili ne yapıyorsunuz, bana ve ilgililerine cevap
verin’ diye bir yazı gönderdi. Bunun üzerine
arşivden bize, ‘Kağıthane İlçesi'nde inşa edilen
arşiv sitemizde belge muhafazası için her türlü
modern tedbir alınmış ve otomasyon sistemiyle
kontrol edilmektedir. Sistemde nem alma ve nem verme
dünya standartlarına göre yapılmaktadır. Belgeler
üzerinde olumsuz durum oluşturacak herhangi bir
durum bulunmamaktadır.’ diye iki ay önce bir cevap
verdi.”
Standartlara uygun değil
Araştırmacıların iddialarına göre, arşivde dünya
standardına uygunluk söz konusu değil. Adını vermek
istemeyen bir araştırmacı, “Uluslararası Arşiv
Konseyi’nin (International Council on Archives-ICA)
standartlarına göre arşiv binası yapılması düşünülen
yerin seçiminde en önemli kriterlerden biri, o
mahalde en az 100 yıl öncesine kadar sel ve su
baskını yaşanmamış olması şartı var. Kağıthane’de
daha geçtiğimiz temmuz ayında sel oldu. Daha eski
tarihlere gidilirse Milliyet gazetesinin 19.12.1963
tarihli sayısındaki habere göre Kağıthane’de halk
selden dama çıkmış ve insanlar sandallarla
kurtarılmış. Fotoğraflarıyla birlikte
görebilirsiniz. Bu olayın üzerinden 100 yıl
geçmedi.” diyor. Önceki gün alınan karara göre,
araştırmacılar ve Mimarlar Odası, Devlet Arşivleri
Genel Müdürlüğü’ne tekrar dilekçe gönderecek ve
bilirkişi heyeti ile birlikte arşivi ziyaret
taleplerini yineleyecek. Eğer olumsuz cevap
alırlarsa bu kez -önümüzdeki ocak ayının sonuna
doğru- yargı yoluna başvurulacak.
Toplantı sonunda katılımcıların fotoğraflarını
çekmek istedik. Eğer yüzleri görünürse bir daha
arşivlere alınmayacakları ve tezlerini tamamlayama
korkusu yaşayan araştırmacılar, objektifimize sırtı
dönük poz verdi. Bir yanda şakır şakır Osmanlıcaları
ile tarihi belgeleri okuyabilmek için çırpınan
araştırmacılar, diğer yanda Osmanlıca zorunlu mu
yoksa seçmeli mi ders olsun tartışmaları...
Yaşananlar oldukça ironik değil mi?

Olup biteni
anlatan fotoğraf
Adını vermek istemeyen bir araştırmacı: “Bu
fotoğraflar geçtiğimiz eylül ayında, bina
kompleksinin depoya paralel yeraltı katlarında
çekildi. Görüntünün alındığı duvarın dibinde kutu
kutu boyalar bulunmaktaydı, çünkü yer altından sızan
suyun basıncıyla sürekli çatlayan, kabaran duvarlar
sık sık boyanıyor, izler üstten kapatılıyor. Depoda
ideal nem oranının yüzde 65’i aşmaması gerekirken
duvarların hali bu. Sizce arşiv deposunun durumu ne
halde olabilir?” Arşivin müdavimleri sürekli gözlem
halinde, birçoğu gördüklerini fotoğraflıyor,
belgeliyor. Fakat yalana, iftiraya, okullarında
mobbinge maruz kalmamak için bunları
yaygınlaştıramıyor.
Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 24.12.2014
******
"ARŞİVLERİMİZ NE YAZIK Kİ ÇOK DARBE YEDİ"
Dün bu
sayfada yayımladığımız, “Araştırmacılar, Osmanlı
Arşivleri'ne dava açıyor” haberimiz ses getirdi.
2 Haziran 20123'te Sultanahmet'ten Kağıthane'deki
dere yatağına taşınan Başbakanlık Osmanlı Arşivleri
etrafındaki tartışmalar devam ediyor. Duayen
tarihçiler, sürecin ilk başında Kağıthane'nin doğru
bir tercih olmadığını ifade etmişti. Ama şimdi hepsi
‘bizi kimse kaale almadı' diyerek sitemlerini dile
getiriyor, konuyla ilgili pek konuşmak istemiyorlar.
Olayın peşinde artık genç araştırmacılar ve doktora
öğrencileri var. Arşivdeki nem durumunun son
fotoğraflarını onlar çekiyor, belgeliyor. Fakat
hepsi büyük bir korku içinde. Eğer kimlikleri
anlaşılırsa, bir daha arşivlere alınmama ve
tezlerini bitirememe endişesi taşıyorlar. Gelinen bu
noktayı, üç isme sorduk.
‘İçim
yanarak söylüyorum, büyük ihmal var’
Agah Oktay Güner (Eski Kültür
Bakanı-Türkiye Ekonomi ve Sosyal Araştırmalar
Vakfı-TESAK Başkanı): Arşivler bir milletin
hafızasıdır. Bizim arşivlerimiz ne yazık ki, çok
darbe yemiştir. Yeniden kağıda dönüştürülmesi için
Bulgaristan’a gönderilmek istenen arşivlerimizi,
Osmanlıca bilen bir demiryolları memuru fark etmiş,
amirlerini ikaz etmiş ve o cinayet onun himmetiyle
durdurulmuştu. Arşivlerimizde içim yanarak
söylüyorum, çok büyük ihmal vardır. Mao karşısında,
mağlup olacağını anlayan Chiang Kai Shek, önce
karısını kızını değil, arşivleri Formosa’ya (Tayvan)
kaçırmıştır. Formosa’ya bir konferansa davetliydim,
o vesileyle gördüm. Elyazması bütün eserler, özel
ağaçtan yapılmış kutuların içinde saklanıyor. Ve bu
kutular bir ayrı bölmede ve odada muhafaza ediliyor.
Tabii ki dere yatağına, rutubetli yere arşiv
yapılmaz. Ne olacak otelden, AVM’den! Bir millet
medeni eserleriyle ayakta kalır. Ama bunun için o
millete mensup olmanın şuurunda olmak lazım.
Araştırmacıların üzerindeki baskı konusuna hiç
girmeyelim, çocukların başı belaya girer.
Arşiv her
halükarda sur içinde olmalı
Prof.Dr. Ali Akyıldız (29 Mayıs
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü):
Arşiv, sur içinde olmalıdır. Şu anda Kağıthane’deki
binaya kimse gidemiyor. Hocaların ayağı oradan
kesildi. Oysa, Arşiv bir akademiydi eskiden;
öğrenciler hocalarla orada görüşür; sorularına cevap
ararlardı. Ben taşındığından bu yana bir kere
gittim, o da öğrencilerime Arşiv’i gezdirmek için.
Biz ve diğer meslektaşlarımız bu problemleri daha
önce dile getirdik, fakat kimse kaale almadı. Yerin
belirlenmesi siyasi otoriteye ait bir seçim. Yurt
dışında da şehirlerin dışında arşivler var ama
ulaşımı kolay olduğu için sorun olmuyor. Altyapıyı
hazırlamadan böyle bir şey yaparsanız bu şekilde
insanların ayağı çekilir. Genç araştırmacıların
yaşadığı baskıyı, korkuyu bilemiyorum ama arşiv her
halükarda sur içinde olmalı.
Arşivin
sahibi bu millet ama ülkede tuhaf şeyler yapılıyor
Semavi Eyice (Sanat tarihçisi):
Arşiv’in Sultanahmet’ten Kağıthane’ye taşındığını
birkaç ay önce öğrendim. Açıkçası hayret ettim.
Gülhane’deki eski askeri hastane restore edilip
aslında oraya taşınacaktı. Öyle bir düşünce vardı,
bir türlü bu uygulanmadı diye düşünüyordum ki çoktan
taşınmış. Vallahi Kağıthane’de olmasına ben de pek
taraftar değilim. Niye orası tercih edildi, kimin
aklına geldi bilmiyorum? Bizim memlekette birçok şey
‘ben yaptım oldu’, oluyor. Genç araştırmacıların
yaşadığı korkuya ben karışmam, Arşiv’in sahiplerinin
bileceği bir şey. Arşiv’in sahipleri bu millet tabii
ama ülkemizde tuhaf şeyler yapılıyor.
Zaman, Haber: Sevin Özarslan, 25.12.2014
|
DÜNYANIN SIFIR NOKTASI İSTANBUL
Üç devrin kültür, tarih ve
ticaret merkezi olan İstanbul 116 yıl öncesine kadar
dünyanın sıfır noktası olarak kabul edilirdi ve
dünya İstanbul'un doğusu ve batısı olarak ikiye
ayrılırdı.
İstanbul Sıfır Meridyen Çalıştayı 24 Aralık Perşembe
günü başlıyor. Tarih boyunca kordinat sistemleri ve
haritacılık konulu çalıştay İstanbul Aydın
Üniversitesi Florya Kampüsü'nde yapılacak. 116 yıl
öncesine kadar dünyanın sıfır noktası olarak kabul
edilen ve İstanbul Ayasofya Meydanı'nda bulunan
"Sıfır taşı"yla ilgili önemli bilgilerin verileceği
çalıştaydan bir bölüm...
"DÜNYA, SAATİNİ İSTANBUL'A GÖRE AYARLARDI"
Şu an dünyada "sıfır" noktası olarak, İngiltere'nin
Greenwich kasabası kabul edilir. Oysa 116 yıl
öncesine kadar, dünyanın "sıfır" noktası İstanbul'un
Sultan Ahmet Meydanı idi.
İstanbul sadece Osmanlı'nın başkenti olmamıştır.
İstanbul, yaklaşık 1.500 yıldır dünyanın
başkentidir. Dünyanın "sıfır noktası" kabul
edilmiştir. Bizans ve Roma'ya başkentlik yapmış, tüm
dünya, saatini İstanbul'a göre ayarlamıştır. 1884
yılına kadar tüm dünya, saatini İstanbul'a göre
ayarlardı. Arzın merkezini simgeleyen "milyon taşı",
bir diğer adıyla "sıfır taşı" buradadır.
'SIFIR TAŞI'
İSTANBUL AYASOFYA MEYDANI'NDA YER ALIRDI
Yaklaşık 1500 yıldır, dünyanın saatini ayarlarken
merkez kabul ettiği taş, İstanbul'da, ama çok az
insan biliyor bunu. İstanbul'da Sultan Ahmet
Meydanı'nda, Yerebatan Sarnıcı'nın girişinin
yanında. Yüzbinlece insan, yanından gelip geçiyor,
ama ne olduğunu bilmiyorlar.
Haritalar buna göre yapılır, saatler buna göre
ayarlanır, yön buna göre tayin edilirdi. Ama
unutmayın bu kabul, sadece Osmanlı döneminde değil,
Bizans ve Roma döneminde de var. Onlar da saatini,
yönünü bu taşa göre yapmıştır.
Bu taş aynı zamanda uzaklıkların hesaplanmasında da
"merkez"di.
1880'li yılların başında İngiltere'de bir Coğrafya
Kongresi düzenleniyor ve 1884 yılından itibaren,
İngiltere'nin Greenwich kasabası, "Başlangıç
Meridyeninin Geçtiği Yer" olarak kabul ediliyor. Ve
zamanla dünya, saatini artık Greenwich'e göre
ayarlamaya başlıyor. Saat dilimi için kullanılan
"GMT" ifadesi de buradan geliyor. Yani Greenwich
Mean Time.. İstanbul, dünyanın; saat, uzaklık, yön
merkezi olmaktan böylece çıkarılıyor.
"SIFIR TAŞI"NIN KISA TARİHİ
"Sıfır Taşı", İstanbul'da, Aya Sofya camii
karşısında Sultanahmet Meydanı'nın kuzeybatı
köşesinde Yerebatan Sarnıcı'nın girişinin yakınında,
tramvay yolunun yanında bulunur.
Bizans İmparatorluğu'nda Konstantinopolis şehrine
ulaşan tüm Antik Roma yollarının başlangıç noktası
ve dünya üzerindeki diğer şehirlerin bu şehre olan
uzaklığının hesaplanmasında kullanılan sıfır
noktasıdır.
İmparator I. Konstantinus tarafından 4. yüzyılda
yerleştirildiği kabul edilir. Bazı tarihi
kaynaklarda, Ayasofya'da yapılan kimi imparatorluk
törenlerinin kiliseden sonra bu anıt taşın altında
devam ettiği yazılmıştır.
Dünyanın Çeşitli Kentlerinin "Sıfır
Taşı"na Uzaklıkları
Tokyo - 8954 Km
London - 2502 "
Moskova - 1757 "
Mekke - 2407 "
Berlin - 1740 "
Amsterdam - 2214 "
Bakü - 1756 "
Tahran - 2040 "
Roma - 1377 "
Paris - 2258 "
Şam - 1488 "
Lefkoşa - 1846 "
DÜNYA İSTANBUL'UN DOĞUSU VE BATISI DİYE
İKİYE AYRILIRDI
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş
konuyla ilgili, "1884 yılına kadar İstanbul
Yerebatan Sarayı'nın önündeki milenyum taşı ve
Ayasofya kubbesinin üzerindeki hilalin içinden
geçtiği var sayılan meridyen 'sıfır' numaralı
meridyen idi. Haritalar buna göre yapılır, saatler
buna göre ayarlanır, yön buna göre tayin edilirdi,
Doğu Roma, Batı Roma gibi... İşte bu yüzden bir
tarihçiye göre, dünya, 'İstanbul'un doğusu' ve
'İstanbul'un batısı' diye ikiye ayrılır.
Napolyon, işte bu yüzden, 'İstanbul, dünya tek ülke
olsaydı başkent olurdu' açıklamasını yaptı.

Sabah, 24.12.2014
|
ŞEHİR TİYATROLARININ 100 YILLIK ARŞİVİ TALAN EDİLMİŞ
Darülbedayi’den bugüne 100 yıllık bir
sanat kurumu olan
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir
Tiyatroları’nın (İBBŞT) 100 yıllık arşivinin talan
edildiği ortaya çıktı.
En son “Cibali Karakolu” skandalıyla çalkalanan
Şehir Tiyatroları’nda sular durulmuyor. 100 yıllık
sanat kurumunun yaklaşık 100 bin materyalden oluşan
arşivinin üçte birinin talan edildiği ortaya çıktı.
Yaklaşık bir yıldır izini sürdüğümüz arşivin talan
edildiği bilgisini kurumun Genel Sanat Yönetmeni
Erhan Yazıcıoğlu ile Kütüphane Müdürü Enis Kayhan
doğruladı.
Yazıcıoğlu, göreve geldiğinde arşivin talan
edildiğinin tespit edildiğini, arşivi toparlamak
amacıyla da arşivi kapattıklarını açıkladı.
Yazıcıoğlu, “100. yılımızı kutlarken arşivde hiçbir
şeye ulaşamadım. Dosyaların içinde en önemli
belgeler, kuruluş belgeleri, 1900’lü yılların
gelişimini gösteren belgeler, müzelik eşyaların
kayıp olduğunu tespit ettik. Vasfı Rıza Zobu ile
Bedia Muvahhit’in fotoğrafları da vardı mesela”
dedi.
Yazıcıoğlu, “İznim olmadan arşivden hiçbir şey
çıkmayacak. Arşiv denetimde olacak. Bu arşiv artık
yol geçen hanı değil. Dünyanın en önemli arşivine
sahibiz” diye de ekledi.
Şu günlerde envanter oluşturmakla uğraşan Kütüphane
Müdürü Kayhan ise yaklaşık 100 bin materyalden
oluşan arşivde, 1930’lardan kalma nadir Osmanlı el
yazmaları, Osmanlıca oyun metinleri, yerli ve
yabancı kitaplar, dergiler, afişler, fotoğraf
albümleri, piyes metinleri bulunduğunu belirtti.
Kayhan, arşivdeki birçok materyalin de sahaflarda
bulunduğunu söyledi. Kayhan’ın arşivin halka açık
bir arşiv olmadığını belirtmesi üzerine Yazıcıoğlu
da bu nedenle arşivden belgelerin çalınmasının kurum
içi çalışanlarla ilgili olabileceğine işaret etti.
Şu günlerde arşivin envanterini hazırladıklarını,
kayıp parçaları araştırdıklarını belirten Kayhan,
arşivde kayda girmemiş, sağda solda kalmış
materyaller de olduğunu vurguladı.
‘Belgeler kiloyla satılmış’
İstanbul Büyükşehir Belediye Şehir Tiyatroları
arşivinin talan edildiğinin ortaya çıkması üzerine,
Erhan Yazıcıoğlu’ndan önceki genel sanat
yönetmenleri Orhan Alkaya ve Hilmi Zafer Şahin’in
görüşlerine başvurduk.
Hilmi Zafer Şahin, konuyla ilgili sorumuzu, “Eski
süreçleri bilmiyorum. Geçmişteki süreçte yangın,
taşınma vb. nedenlerle kayıplar olmuştur. Benim
dönemimde arşivdeki materyallerin listesi çıkarıldı.
Tarandı, düzenlendi”diye geçiştirdi.
Kendi döneminde arşivdeki materyalleri korumaya
almaya çalıştıklarını ve belli bir noktada da önünü
kestiklerini belirten Orhan Alkaya ise, “Çalınan,
alınıp geri getirilmeyen çok fazla belge var
maalesef. Sadece arşivden atılanlar bile paha
biçilmez” diyerek arşivdeki talan olayını doğruladı.
Yıllar önce, arşivden çıkarılan 1928 tarihli
evrakları hurdacıda bulduklarını, o evrakların
kiloyla satıldığını öğrendiklerini açıklayan Alkaya,
“Bu dağınıklığı anlatamam. Maalesef
Türkiye ’de arşiv yok etme alışkanlığı var. Biz
elimizden geleni yaptık, en azından eldekileri
kurtardık. Koruyoruz artık. Arşivdekiler kayda
geçiyor” dedi.
Cumhuriyet, Haber: Ceren Çıplak, 24.12.2014
|
KONT DRAKULA'NIN ZİNDANINDAKİ GİZLİ GEÇİT AÇILIYOR

Tokat Kalesi'nde
sürdürülen restorasyon çalışmaları sırasında bulunan
ve kent merkezindeki Pervane Hamamı'na indiği tahmin
edilen 'Ceylanyolu' gizli geçidinin açılması için
çalışma başlatıldı. Kale zindanlarında Kont
Dracula'nın da esir tutulduğu biliyor.
Tokat Valiliği ile İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü
tarafından Tokat Kalesi'nin turizme kazandırılması
amacıyla 2009 yılında restore çalışmaları
başlatıldı. 2010 yılında sona eren çalışmalar,
geçtiğimiz Eylül ayında yeniden başladı. Çalışmalar
kapsamında, Selçuklu ve Osmanlı döneminde savunma
amaçlı kullanılan kalenin burçları
sağlamlaştırılarak, kale çevresinde kazı çalışmaları
yapıldı.

3 arkeolog denetiminde
yapılan çalışmalarda erzak küpleri, askeri barınak,
kent merkezindeki Pervane Hamamı'na inen gizli geçit
ve 2 zindan bulundu. Bu zindanlardan birinde,
1431-76 yılları arasında yaşayan Eflak Beyliği
prensi Kont Drakula'nın esir tutulduğu belirtiliyor.
350 METRE UZUNLUĞUNDA
Kalede bulunan ve 'Ceylanyolu' olarak bilinen gizli
geçidin açılması için çalışma başlatıldı. Tünelin
giriş kısmının 10 metre ilerisinden sonra bulunan
taş ve toprakların çıkarılması için raylı sistem
kuruldu. İl Kültür ve Turizm Müdürü Abdurrahman
Akyüz, kaleye giderek burada incelemelerde bulundu.

Kalenin önemine değinen
Müdür Akyüz, "Osmanlı döneminde cezaevi olarak
kullanılan kalemizde pek çok ünlü hapis yatmıştır.
Kazıklı Voyvoda olarak anılan Kont Drakula da burada
yatmıştır. Bildiğiniz gibi turizme açılması amacıyla
kalemiz çok önemli. Şehir merkezinde bu kadar sarp
bir kale Türkiye'de yok denilecek kadar az" dedi.
Ceylanyolu'nun açılması için raylı sistem
kurulduğunu söyleyen Akyüz, şöyle konuştu:

"Buradaki toprak ve taşların el gücüyle çıkması
mümkün değil. Oranın temizliği için bu tertibatı
kurduk. Buranın tam metresini bilemiyoruz ama
300-350 metre civarında olduğunu, Pervane Hamamı
civarına indiğini tahmin ediyoruz. Şu andaki ilk
hedefimiz buranın şehre inen yolunu tamamen
temizlemek."
Ceylanyolu'nun Osmanlı döneminde kalede bulunan
askerlerin kent merkezine erzak ve su almak için
gitmesi amacıyla kullanıldığı tahmin ediliyor.
Radikal, Haber: Mustafa Turapoğlu, 24.12.2014
|
BODRUM'DA SİT ALANINA RES!

Rüzgar Elektrik Üretim Limited Şirketi, 1 Şubat
2012 tarihinde Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’ndan
(EPDK) Muğla’nın Bodrum İlçesine bağlı Karakuzu ve
Geriş mevkiinde Kentsel Sit Alanı olan tarihi
Sandıma Köyü ile Gümüşlük Köyü sınırları içerisinde
Rüzgar Elektrik Santrali kurulması için lisans aldı.
Bölgede kurulması planlanan 12 adet rüzgar türbini
için Muğla Valiliği tarafından ‘ÇED gerekli
değildir’ kararı verildi. 3 Ocak 2014 tarihinde 12
olan rüzgar türbini sayısı 13’e çıkartıldı. Rüzgar
Elektrik Santrali’nin Kentsel Sit Alanı olan Sandıma
Köyü ile Gümüşlük Köyüne zarar vereceğini savunan
bölge halkı ise ‘ÇED gerekli değildir’ kararının
iptal edilmesi için Bodrum İdare Mahkemesi’ne
başvurdu.
BODRUMLULARIN İTİRAZLARI
Taş evleriyle Kentsel SİT Alanı statüsünde olan
Sandıma Köyüne 392 metre uzaklıkta, tarihi Gümüşlük
Köyüne ise 287 metre uzakta kurulması planlan RES
türbinlerinin bölgenin tarihi ve ekolojik yapısına
zarar vereceğini savunan bölge halkı Muğla İdare
Mahkemesi’ne başvurarak ‘ÇED gerekli değildir’
kararının iptal edilmesini istedi. Dava
dilekçelerinde bölge halkı itirazlarını şu şekilde
sıraladı:
- Türbin direklerine 159.44 metreye kadar yakın olan
okul, sağlık tesisi, otel, ibadet yeri, vb. hassas
yerleşim ve kullanım alanları vardır.
- Turistik dinlenme tesislerine çok yakın durumda
inşa edilecek olan RES türbinlerinin gürültü
değerleri, yönetmeliklerinde belirtilen sınır
değerlerini bir hayli fazlası ile aşacaktır.
- Yüksek çevresel, kültürel, tarihi değerler olumsuz
etkilenecektir.
- Yapılacak olan ve mevcut
çevre kullanım şekillerine aykırı sanayi
ölçeğinde yollar, türbinleri dikebilmek için
oluşturulacak platformlar, arazinin topoğrafyasının
son
derece dik ve engebeli olması nedeni ile zorunlu
olan hafriyat, dolgu, stabilizasyon çalışmaları ve
püskürtme beton kaplı şevler doğal çevreyi kabul
edilemeyecek derecede tahrip edecek, neden olunacak
erozyon, kayma ve kaya düşmesi hareketleri alt
kotlardaki yerleşim alanlarında can ve mal kaybına
yol açacaktır. Doğanın içine bu şekilde bir
saldırı , geri dönülemeyecek bir tahribata neden
olacaktır.
-
Proje sonucunda bölgenin turizm faaliyeti
açısından çok değerli mera ve hazine alanları yok
edilecek, turizm amaçlı yatırımlar amaçlarına uygun
surette kullanılamayacak, bu durum geçimini büyük
ölçüde turizmden sağlayan bölge halkı için telafisi
imkansız zararların ve ekonomik çöküntünün doğmasına
yol açacaktır.
- Ana fay kırıkları ile çevrelenmiş proje alanında
ve yakın çevresinde projeden etkilenecek bölge için
önemli yer altı suları vardır. Titreşimlerden dolayı
alt kotlardaki yerleşimlerin kullanma suları
doğrudan etkilenecek, sular kaçacaktır.
- Proje sahası ve etki alanında depremsellik, kaya
düşmesi, vb. tehlikeler vardır. Projenin
gerçekleştirilmesi bu tür oluşumları arttıracak
niteliktedir. Proje alanı, Bodrum Yarımadası’nda
kayıt tutulmaya başladığından beri en yüksek tremor
kaydı almış olan 1. Derece deprem merkezidir. Söz
konusu arazinin tümü, önemli fay hatları ve
mendranlar (çatlaklar) üzerinde ve arasında yer
almaktadır.
- Bodrum Yarımadası’nda, graben bölgesinde
olduğundan dolayı, birçok faylanma hatları
mevcuttur. Bu da, Maden Teknik Arama Enstitüsü’nün
proje alanı ile ilgili sismik çalışma sonuçlarındaki
sismik haritalarda açıkça görülmektedir.
Radikal, Haber: İdrsi Emen, 24.12.2014
|
SEDEF ADASI'NA KRAL GİBİ İZİN

Suudi Arabistan Kralı
Abdullah Bin Abdülaziz’in kardeşi Saddam Bin
Abdülaziz’in Sedef Adası’nda 2011 yılında aldığı
dört dönüm arazi için bakanlıktan imar izni çıktı
İmara açılması konusunda hakkında zaman zaman çeşitli spekülasyonlar
yaratılan ‘Prens
Adaları’nın en sakin halkalarından Sedef Adası,
Suudi
Arabistan Kralı
Abdullah’ın kardeşi Saddam bin Abdülaziz’e de
cazip geldi.
2011 yılında
İstanbul’a gelen Prens Abdülaziz’in Sedef
Adası’nda 4 dönüm arazi satın aldı. Ancak SİT alanı
olan adada kendisine yaptırmak istediği malikane
için izin alamadı.
Adalar Belediyesi İmar İşleri Müdürlü ile
görüşüp izin isteyen ancak sit alanı olduğu
gerekçesiyle bir türlü izin alamayan Saddam Bin
Abdülaziz, imar yasağını Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı’ndan aldığı izinle deldi. Çocukları
tarafından baba Abdülaziz için yapılacak malikanenin
inşaatına önümüzdeki günlerde başlanılması
planlanırken, evin yaz ortasında hazır hale
getirilmesi bekleniyor. Abdülaziz evi yapacak
mimarını da
Suudi Arabistan’dan getirecek.
İmara kapalı
Adalar’ın yerleşime açık
olan en küçük adası olan Sedef’in 4-5 yıl önce imara
açılacağı ve villa yapılacağı iddiaları gündeme
geldi. Ancak sit
alanındaki ada halen imara kapalı. Yazlık nüfusu 400
kişiye yaklaşan, 120 ev bulunan adanın dörtte üçü
özel mülkiyette.
Fethi Paşa’nın torunları sattı
Osmanlı devlet adamlarından Fethi Ahmet Paşa’dan
torunları Şehsuvar Menemencioğlu ve kardeşi Reyan
Şehsuvaroğlu’na kalan Sedef Adası’nın mülkiyeti
Reyan Şehsuvaroğlu’nun 1986’da ölümüyle çocukları
Esra Bereket ile kardeşi Mehmet Birgen’e geçti.
Mehmet Birgen de 2011 yılında adadan 4 dönüm toprağı
Saddam Bin Abdülaziz’e sattı. Abdulaziz’in
Türkiye’deki tüm işleriyle danışmanı olarak Mehmet
Birgen ilgileniyor.
Vatan, Haber: Çağdaş Ulus, 24.12.2014
|
BOLKAR DAĞLARI'NDAKİ HİTİT YAZITI KORUMA ALTINA
ALINACAK

Bolkar Dağları'nda bir kayanın üzerinde bulunan
ve "en eski maden ocağı ruhsatı" olduğu öne sürülen,
Hititlerden kalma 2 bin 800 yıllık yazıt, koruma
altına alınacak.
Niğde
Kültür ve
Turizm Müdürü Tansel Tokmak, AA muhabirine
yaptığı açıklamada, Niğde'nin Ulukışla İlçesine
bağlı Madenköy yakınlarında bin 455 metre rakımdaki
kayanın üzerinde bulunan 2 bin 800 yıllık yazıtın,
o döneme ait maden ruhsatı kabul edildiğini söyledi.
Kayaya kazınan, 108 santimetre yüksekliğinde
ve 186 santimetre genişliğindeki yazıtın Geç Hitit
dönemine ait olduğunu belirten Tokmak, "Bu bölge
halen maden varlığı açısından zenginlik gösteriyor.
Milattan önce 8. yüzyılda yazıldığı tahmin edilen
yazıt, tarihte ilk maden ruhsatı olarak
bilinmektedir. Yazıtla ilgili ilk bilimsel
çalışmayı, 1973 yılında Prof.Dr. Mustafa Kalaç
yapmıştır. Eserin yıpranmaya başladığını ve önlem
alınmasının gerektiğini belirtmiştir. Yazıtta neler
yazdığını, ebadını ve şeklini resmetmiştir. 2013
yılında ise müzemize bağlı arkeologların yaptığı
inceleme sonucunda yazıtın yüzde 8'lik kısmının
bozulduğu ve tahrip olduğu tespit edildi"
- "Yazıt koruma altına alınacak"
Sarp ve ulaşılması güç bölgede yer alan yazıtın
korunmasına yönelik tedbirlerin alınması için
çalışma başlattıklarını ifade eden Tokmak, "2015
yılı çalışmaları kapsamında
güneş , yağmur, kar gibi etkenlerin neden olduğu
doğal aşınmanın engellenmesi için yazıt, sundurma
(yağmurdan, güneşten korunmak için yapılan ve arkası
bir duvara verilen çatı) ile koruma altına alınacak.
Yazıt, bundan sonraki aşamada da mulaj (Bir
eserin bal mumu, alçı ve benzeri
malzemelerle kalıbını çıkarmak için yapılan
işlemlerin bütünü) tekniğiyle kopyalanarak Niğde
Müzesi'nde 'Bolkar Maden Yazıtı' olarak
sergilenecek" diye konuştu.
Niğde Müze Müdürlüğü arkeologlarından Mustafa
Eryaman ise bölgede madenciliğin geçmişinin, karbon
14 ve karbon 12 metotları gibi bilimsel tarihleme
yöntemleriyle günümüzden 2 bin 800 yıl öncesine
kadar gittiğini tespit ettiklerini söyledi.
Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet
dönemlerinde de bölgede madenciliğin devam ettiğini
belirten Eryaman, şunları kaydetti:
"Bulgarmadeni Kaya Yazıtı başta olmak üzere antik
dönem galeriler, cüruf yığınları ve küçük çaplı
arkeolojik yerleşim yerleriyle Bolkar Dağları, tam
anlamıyla açık
hava maden müzesi konumundadır. 1973 yılında
arkeolog Mustafa Kalaç tarafından çevrilen
yazıtta, o dönem kral Warpalavas'ın prens
Tarhunzas'a, kendisini memnun etmesinden
dolayı Bolkar Dağları'nın denetimini verdiği,
bereket getirmesini istediği ve dağın bereket
getirdiği ifade ediliyor."
Yazıtta, Kral Warpalavas'ın prense hızlı ve
sağlıklı katırlar verdiği, prens Tarhunzas'ın
ise dağın iyilikler getirmesi dileğiyle her yıl
kurban adadığı bilgisinin yer aldığını anlatan
Eryaman, "Kim bu yazıtı kazır, siler ve parçalarsa
fırtına tanrısı Teşup onu kovalasın, tanrılar onu
yakalasın ve yine tanrılar onu yok
etsin" ifadelerinin bulunduğunu belirtti.
Radikal, Haber: Betül Abbak, 24.12.2014
|
BARAJ GÖLÜ ALTINDA KALACAK YERLERE COĞRAFİ ÖZELİK
ARAŞTIRMASI
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca desteklenen "Dicle
Nehri ve Garzan Vadisinin Çevre Jeomorfoloji
Projesi" kapsamında, yapımı süren Ilısu Barajı'nın
suları altında kalacak yerlerin
coğrafi özellikleri araştırılarak, veriler kayıt
altına alınacak.
Batman Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi
Dekanı Prof.Dr. Gülriz Kozbe tarafından
hazırlanan, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca
desteklenen proje ile baraj gölü altında kalacak
bölgenin coğrafi özellikleri araştırılarak, kültür
varlıklarının tespiti ve envanterinin çıkarılması
amaçlanıyor.
Prof.Dr. Kozbe, AA muhabirine yaptığı
açıklamada, Ilısu Barajı'nın tamamlanması ve su
tutulmasıyla yukarı Dicle Vadisi denilen büyük
vadide birçok arkeolojik eserle birlikte coğrafi
unsurların da sular altında kalacağını söyledi.
Projenin Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın
desteğiyle bu yıl hayata geçirildiğini aktaran
Kozbe, Raman-Gercüş, Kıra Dağı ve Garzan Vadisi gibi
üç farklı bölgede gerçekleştirilen yüzey ve
jeomorfoloji araştırmaları ile sular altında kalacak
coğrafyanın da kayıt altına alınacağını belirtti.

Kozbe, konuşmasını şöyle sürdürdü:
"Yaklaşık 15 yıldır devam eden kültür envanteri
çalışmaları çerçevesinde sürdürülen arkeolojik
çalışmalar, yüzey araştırmaları ile bunların
kayıtları tutulmaktadır. Bizim yaptığımız bu
arkeolojik eserlerin yanı sıra su altında
kalacak bölgedeki coğrafi, jeolojik ve klimatik
unsurlarında kayıt altına alınmasıdır. Proje ile su
altında kalacak bölgedeki coğrafi, jeolojik
ve klimatik unsurlar kayıt altına alınacak."
Projenin 2 yıl süreceğini anlatan Kozbe,
"Önümüzdeki yıllarda bölge sular altında olsa
bile kısmen kaybımızı minimize etmeye çalışarak
verileri belgelendirmiş olacağız" diye konuştu.
Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Fakültesi Coğrafya
Eğitim Anabilim Dalı Başkanı Doç.Dr. Sabri Karadağ
da 5 kişilik ekiple çalışmalara katıldıklarını,
proje ile sular altında kalacak olan ören yerleri,
tarihi yerleşmeler, doğal oluşumlar, mağaralar,
geçmişin izlerini taşıyan eserlerin
belgelendirilmesi ve raporlandırılmasının
yapılacağını söyledi.
Dicle Nehri'nin coğrafya üzerindeki serüvenini
ortaya koymak istediklerini sözlerine
ekleyen Karadağ, "Çünkü baraj suyu altında kaldıktan
sonra bir daha bunlara ulaşma, elde etme imkanımız
olmayacak" dedi.
Hürriyet, Haber: Yılmaz Ekinci, 24.12.2014
|
BATMAN'DA ORTAÇAĞ'A AİT ESERLER BULUNDU

Batman'da bir köy yolu çalışması sırasında
bulunan seramik parçalar ve surların Ortaçağ
dönemine ait olduğu belirlendi.
Batman'da
Dicle Nehri kenarında yer alan Salkımlı
Köyü'nün
grup köy yoluna olan bağlantı yolu yapımı sırasında
ortaya çıkan seramik ve eski surların Ortaçağ
yerleşim birimine ait olduğu tespit edildi.
Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Fakültesi Coğrafya
Eğitim Ana Bilim Dalı Başkanı
Doç.Dr. Sabri
Karadağ, bölgede yüzey araştırmaları
yaptıklarını, bir süre önce yol yapım çalışması
sırasında bazı eserlerin ortaya çıktığını söyledi.
Ortaya çıkan duvar yapılarını gördüklerini,
yaptıkları incelemelerde çok yoğun arkeolojik
buluntularla karşılaştıklarını aktaran Karadağ,
"Zirvede taş basamaklar, duvar ve mesken yapılar
mevcut. Burası yoğun bir Ortaçağ kale görünümünü
andırıyor. Dicle Vadisi'nde bu ve buna benzer birçok
yerleşim yerleri ile karşılaşıyoruz. Koruma amaçlı
kurulmuş bir Ortaçağ yerleşim birimi diyebiliriz"
diye konuştu.
Dicle Vadisi'nin yamaçlarında çok sayıda mağaranın
bulunduğunu, neolotik dönemin kalıntılarının yer
aldığını anlatan Karadağ, Ortaçağ'dan yakın günümüze
kadar devam eden bir yerleşimin sürekliliğinin
olduğunu aktardı.
Dicle Nehri kenarında yer alan Salkımlı Köyü'nde
mağarada yaşamın devam ettiğini anımsatan Karadağ,
konuşmasını şöyle sürdürdü: "Salkımlı Köyü hala
mağara içinde yerleşimi devam eden bir köy. Onun
arkasında Çayüstü Köyü var. Hala insanlar
mağaraların içinde yaşamlarını sürdürüyorlar.
Nereden baksanız Dicle'de 12 bin, 15 binden günümüze
gelen kesintisiz bir yaşam var. Dicle Vadisi'nin
milli parkın olmaması için hiçbir neden yok. Dicle
Vadisi'nde potansiyelin ülkeye kazanımının
sağlanması için bütün koşullar var. Bunun ülke
ekonomisine kazandırılması lazım. Çünkü insanlar
artık deniz, kum, güneş yerine kendilerini
heyecanlandıracak, kültürel varlıkların jeolojik
yapıları tercih ediyor. Bunların hepsi Dicle
Vadisi'nde mevcut."
Vatan, 24.12.2014
|
RHODİAPOLİS TİYATROSU VE STOASI RESTORE EDİLECEK

Kumluca Belediyesi ile Kültür ve Turizm İl
Müdürlüğü'nce hazırlanan proje kapsamında,
Rhodiapolis Antik Kenti Tiyatrosu ve Stoası'nın
(sütunlu galeri) restorasyonu için 26 Aralık Cuma
günü Kumluca Belediyesi'nde ihale yapılacağı
açıklandı. Kumluca Belediye Başkanı Hüsamettin
Çetinkaya, 2006 yılında kazı çalışmaları başlayan ve
bugüne kadar antik kentin büyük bölümü gün yüzüne
çıkan Rhodiapolis antik kentinde ilk restorasyon
işi ihalesinin antik kentin tiyatro ve stoası için
gerçekleştirileceğini söyledi.
İhaleyle 1350 metrekarelik antik tiyatro ve stoanın
restorasyonun yapılacağını aktaran Başkan Çetinkaya,
"İhale sonucu yer tesliminden itibaren 400 günde
çalışmalar tamamlanmış olacak. Böylece Kumluca'nın
tarihe açılan kapısı olarak gördüğümüz Rhodiapolis
antik kentinin tarihi değeri, turizme sağlayacağı
katkısı bir kat daha artacaktır. Rhodiapolis
tiyatrosu ve stoasının restorasyonu için yapılacak
ihale, bugüne kadar Rhodiapolis'e yapacağımız en
büyük katkı olacaktır" dedi.
Başkan Çetinkaya, belediye meclis toplantı salonunda
yapılacak ihalenin maliyetinin de Kültür ve Turizm
Bakanlığı Taşınmaz ve Kültür Varlıklarının
Korunmasına ait katkı payına gönderilen ödenekle
karşılanacağını bildirdi.
Kemer Gözcü, 23.07.2014
|
ANAVARZA'DA TARİHİ TAŞLAR YERİNE OTURACAK

Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in geçtiğimiz
günlerde Anavarza Antik Kenti’nde çalışmaları
yerinde incelemesinin ardından Anavarza’da tarihi
taşlar yerine oturtulmaya başlanacak.
Çukurova Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Kazı Başkanı Yrd.
Doç. Fatih Gülşen ve 70 kişilik ekibin çalışmalarını
sürdürdüğü Anavarza antik kentinde, ilk olarak
dünyanın en geniş ilk duble yolunda kazı çalışmaları
başlamıştı.
Bu çalışmaların ardından ekipler, tarihi kentin
yıkılmış olan taşlarını vinç yardımı ile bir araya
getirmeye başladı. Her bir parçası ayrı ayrı
numaralandırılan taşların bilgisayar ortamında
krokisinin çizileceği ve çizim tamamlandıktan sonra
taşların yerine oturtularak tarihi Anavarza antik
kentinin yeniden eski günlerine kavuşturulacağı
öğrenildi.
Çalışmalar hakkında bilgi veren Çukurova
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Kazı
Başkanı Yrd. Doç. Fatih Gülşen, "Kültür ve Turizm
Bakanı Ömer Çelik'in talimatları ile ödenekleri
artırılan Anavarza antik kentinde çıkarılan taşları
bir yerde topluyoruz. Alakapı yani zafer takından
düşmüş olan taşların taş planları çizilmesi
suretiyle bir vinç yardımı ile belirli bir ölçek
dahilinde numaralandırılmış olan bu blokların burada
görmüş olduğunuz taş parkına çekim işlemleri
tamamlandı. Bundan sonraki süreçte bu gördüğünüz 500
tane taşın her birinin cephe yüzlerinin çizimleri
sağlanacak ve sonra resitüsyon dediğimiz kağıt
üzerinde çizim üzerinde birleştirmesi aşaması
tamamlandıktan sonra da hangi taşın zafer takının
neresine ait olduğu tespit edilecek ve gördüğünüz
blok taşlar kaldırılarak zafer takı üzerindeki
yerlerine konulacak" dedi.
Sabah, 23.12.2014
|
|
İSTANBUL'UN TARİHİ SİZLERİ BEKLİYOR
İstanbul Arkeoloji
Müzeleri'nin, Yenikapı, Sirkeci ve Üsküdar'daki
arkeolojik ve kentsel sit alanları içinde kalan
istasyonlarda, 10 yıl boyunca sürdürdüğü kurtarma
kazılarında, farklı antik dönemlere tarihlenen pek
çok eser bulundu. Buluntular arasında, Theodosius
Limanı ve 5 ile 11. yüzyıllar arasına tarihlenen 37
gemi de yer alıyor. Tüm bu köklü tarihi gün ışığına
çıkaran kapsamlı sergi "Geçmişin İzleri ve İstanbul:
Marmaray Yenikapı, Üsküdar ve Sirkeci Kazıları"
başlığıyla Avusturya Hastanesi'nde ziyaretçilerini
bekliyor. Sergi 15 Şubat'a kadar gezilebilir.
Sabah, 23.12.2014
|
KAHRAMANMARAŞ'IN 3 BİN YILLIK MAĞARALARI TURİZME
KAZANDIRILIYOR

Pazarcık İlçesi'nde, Roma döneminde zengin ve
asilzadelerin kaya mezarları için yapıldığı
belirtilen "40 mağaralar", koruma altına alınıp ülke
turizmine kazındırılacak.
Yukarı Pazarcık bölgesindeki mağaralarda,
yaklaşık 10 metre derinlikteki su sarnıcı ve kaya
mezarlar bulunuyor. Roma döneminde zengin, soylu ve
rütbeli askerler için kayaların içi oyularak yapılan
mezarlar, farklı bölümlerden oluşuyor.
Araştırmalarda, mağaraların yaklaşık 3 bin yıl
öncesine ait olduğu belirtiliyor. Eşine az rastlanır
mezarların yaklaşık 4-5 metrekare kullanım alanı
bulunuyor. Duvarlarında oyulmuş raf ve üçgen
prizma şeklinde mum veya çıra koyacak küçük
oyukların bulunduğu mezarlar, Roma
dönemi asilzadelerinin yaşam şekillerine ilişkin
ipuçları veriyor.
Pazarcık Belediye Başkanı Yakup Hamdi Bozdağ'ın
başlattığı çalışmayla, "40 mağaralar" ile nilüfer
çiçeklerinin bulunduğu Bağlama Gölü, turizme
kazandırılacak.

Orman ve Su İşleri Bakanlığı Doğa Koruma ve Milli
Parklar Genel Müdürlüğü ekipleri, bölgede
incelemelerde bulundu. Ekipler, söz konusu yerlerin
restore edilmesi, koruma ve bakımlarının yapılması
için rapor tutarak bakanlığa sunacak.
Belediye Başkanı Yakup Hamdi Bozdağ, AA
muhabirine, amaçlarının Pazarcık'ı tarihiyle,
doğasıyla, iklimiyle turizme kazandırarak cazibe
merkezi haline getirmek olduğunu söyledi.
İlçenin tarihi geçmişinden örnekler veren Bozdağ,
şunları kaydetti:
"Biz buralarda daha önce kimler yaşamış, nereden
gelmişler bunu düzgünce araştırıp ülkemiz turizmine
kazandırmak istiyoruz. Çanakkale Müzesi, Nemrut
nasılsa öyle düzenli bir iş yapmak istedik. Söz
konusu yerlerin eski döneme ait yerleşim alanı
olduğu kesin. Biz istedik ki arkeologlar, Kültür ve
Turizm Bakanlığı yetkilileri buraların ne olduğuna
dair tabloyu ortaya çıkarsınlar ve çalışmalarımızı
bu yönde yapalım."
Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğünden
arkeolog Hamza Çalışkan ise incelemelerde birçok
tarihi eserin vatandaşlar tarafından tahrip
edildiğini gördüklerini söyledi.
Mağaraların geçmişten geleceğe önemli izler
aktaracağını ifade eden Çalışkan, tahribatın
giderilebilecek durumda olduğunu, yapılan çalışmalar
neticesinde turizme kazandırılabileceğini belirtti.
Hürriyet, 23.12.2014
|
KARL MARX'IN KULLANDIĞI OKUMA ODASI 5 SENE DAHA
KAPALI KALABİLİR

Londra'da yer alan
İngiltere'nin en önemli müzelerinden British Museum
yuvarlak okuma odası ile ilgili kararını veriyor.
Müze, Karl Marx dahil olmak üzere birçok
kuramcının kullandığı Yuvarlak Okuma Odası'nı
2020'ye kadar kullanıma açacak gibi görünmüyor.
Orada yer alan son sergi "Life and Death:
Pompeii and Herculaneum" 2013 Eylül ayında
bitmişti. Geçtiğimiz yıl içerisinde ise odanın
strüktürel yapısı olası problemler için
incelendi. Çok ciddi bir sorun görülmedi, ama
sergi platformunun kaldırılması gerektiğine
karar verildi ve güvenlik önlemleri yükseltildi.
Çalışmalar ocak ayında başlayacak ve 2016'nın
ortasında bitmesi planlanıyor.
Perde arkasında ise müze çalışanları bu
mekanın olası kullanımlarını görüşüyorlar. Öne
çıkan fikirlerden biri, ziyaretçilere
koleksiyonları tanıtan sembolik objelerin
sergilenmesi. Bir başka öneri ise, bu yuvarlak
odanın diğer global müzelerin uluslararası
koleksiyonları hakkında bilgi vermesi.
Okuma Odası 1857 yılında tamamlanmıştı. 1997
yılında kütüphane St Pancras'e taşındı. Müzenin
ana galerisi 2000 yılında açıldığında, Okuma
Odası tekrar kütüphane olarak hizmete girdi.
Bilgi merkezi olarak çalışan bu kütüphane müzede
sergilenen dünya kültürleri hakkında 25 bin
kitaplık bir kolkesiyona sahipti. Birçok
ziyaretçi odaya hayran kaldı ama çok azı
kitaplarla ilgilendi. 2007'de oda kapandı.
Projelerden sorumlu Müze Müdür Yardımcısı
Marilyn Standley "Okuma Odası'nın geleceğini
düşünürken ana sergi alanını da düşünmeliyiz.
Çünkü onlar ayrılmaz bir şekilde birbirleriyle
bağlantılılar." diyor. Projenin tamamlanması
için 5 seneye yakın bir süre öngörülüyor.
Standley diyor ki: "Biz fikirleri içimizde
tartışmalı, kamudan gerekli tepkileri almalı,
planları hazırlamalı, planlar için izin almalı,
fon bulmalı ve sergilemeliyiz. Doğrusunu yapmak
zorunda olduğumuz çok önemli bir oda burası."
Çalışmadaki en hassas soru orijinal okuma
masalarını ile nasıl başa çıkılacağı. Odanın
kullanılabilmesi için bazı masaların depoya
kaldırılması gerektiğine dair güçlü bir argüman
var. Fakat burası koruma altına alınmış bir
mekan olduğu için planlama onayı gerektiriyor.
Bu sırada, ilk onarım çalışmalarının 2016 yılı
ortalarında tamamlanmasından itibaren
ziyaretçiler kapıya yakın bir mesafede durarak
Okuma Odası'nı kullanabilecekler.
Arkitera, Kaynak: The Art Newspaper, Çev. İlknur
Sudaş, 23.12.2014
|
SURİYE'DE MEDENİYET YOK EDİLİYOR

Halep'te
bulunan tarihi Emevi Camii, Esed rejiminin
saldırıları sonucu büyük zarar gördü.
[Fotoğraf:
AA-Getty]
Birleşmiş Milletler Eğitim ve
Araştırma Kurumu (UNITAR), Suriye
2011'den bu yana süren iç savaşta
bölgenin asırlara dayanan
medeniyetini simgeleyen 290 kültürel
miras simgesinin zarar gördüğünü
açıkladı.
Uydu görüntülerine
dayanan açıklamaya göre, Esed
rejiminin saldırıları veya
çatışmalar nedeniyle 24 kültürel
miras alanı tamamen yıkıldı, 189'u
ise ciddi veya orta biçimde zarar
gördü. UNITAR'ın raporuna göre 77
kültürel miras ise kısmi biçimde
zarar gördü.
UNITAR'ın raporunda, "Bu
Suriye'nin büyük kültürel mirasına
yapılan verilmeye devam edilen
zararla ilgili bu korkutucu bir
durum. Bu bölgelerin korunması ve
diğer bölgelerin aynı zarara
uğramaması için ulusal ve
uluslararası çabalar artırılmalı "
ifadeleri kullanıldı.
Rapora göre, zarar verilen
bölgeler arasında UNESCO'nun dünya
mirası listesinde yer alan kültürel
miras bölgeleri de bulunuyor. Bu
alanların çoğu çatışmaların halen
devam ettiği Halep'te bulunuyor.
3 yıldan daha uzun bir süredir
devam eden savaşta zarar gören
yapıların en önemlilerinden biri de
Halep'te bulunan tarihi Emevi Camii.
2013 yılının Nisan ayında rejime
bağlı askerlerin saldırısı sonucu
tarihi 8. yüzyıla dayanan camii
kullanılamaz hale geldi, bazı
bölümleri ise tamamen yıkıldı.
Yıkılan kültürel miras alanları
arasında çöl bölgesinde bulunan
Tedmur'da (Palmira) yer alan
mezarlar ve Roma tapınakları da
bulunuyor.
Kaleler askeri üs oldu
Suriye'deki savaşta rejim ve
muhalifler genellikle şehirlerde yer
alan tarihi kaleleri askeri üs
olarak kullanıyorlar. Esed rejimine
bağlı ordunun Halep'in merkezinde
yer alan ve tarihi M.Ö 3000
yıllarına dayanan dünyanın en büyük
kalelerinden biri olan Halep
Kalesi'ne keskin nişancılar
yerleştirmesi bunun bir örneği.
Suriye'nin Humus şehrinde Lübnan
sınırı yakınlarındaki Şövalyeler
Kalesi de ülkedeki iç savaşa kurban
giden kültürel miraslardan biri.
Ortaçağ döneminden kalma kale uzun
süre muhalifler tarafından
kullanıldı. Mart ayında rejim
güçleri aylar süren bombalamaların
ardından kalenin kontrolünü ele
geçirdi. Suriye'nin kuzeyinde Bizans
döneminden kalma antik şehir Bosra
da çatışmalar ve bombalamalar sonucu
ciddi zarar gördü.
UNITAR'ın raporuna göre ayrıca,
başta Rakka olmak üzere IŞİD'in
hakim olduğu alanlarda da IŞİD'in
'sapkın' olarak nitelendirdiği
birçok tarihi türbe ve mezarlar
yıkıldı.
Reuters'a konuşan Suriye eski
yapıtlar ve müzeler Başkanı Memun
Abdulkerim, geçtiğimiz sene on
binlerce eserin zarar görmemeleri
için depolara kaldırıldığını
söyledi.
Suriye'de 2011 yılında başlayan
ayaklanmalar ve devam eden iç
savaşta şimdiye kadar 200 binden
fazla insan hayatını kaybetti.
Al Jazeera ve Reuters,
23.12.2014
|
ANADOLU'NUN İLK SPA MERKEZİ BULUNDU
Sabancı
Vakfı'nın desteğiyle İzmir'in Torbalı İlçesi
yakınlarında süren Metropolis antik kenti kazı
çalışmalarında, üçüncü Roma hamamı bulundu.

Sabancı Vakfı'ndan yapılan açıklamaya göre, Kültür ve Turizm Bakanlığının izni, Celal Bayar Üniversitesi'nin de işbirliğiyle 24 yıldır yürütülen kazı çalışmalarına, Metropolis Sevenler Derneği (MESEDER) ile Torbalı Belediyesi de katkı sağlıyor.
Bu yılki kazıda, Anadolu'nun "en erken SPA
merkezlerinden biri" olarak nitelendirilebilecek
Roma hamamı ortaya çıkarıldı.
Açıklamada görüşlerine yer verilen Kazı Başkanı
Celal Bayar Üniversitesi Arkeoloji Bölüm Başkanı
Öğretim Üyesi Doç.Dr. Serdar Aybek, hamamın
Metropolis halkı için, yöneticilerin onlara sunduğu
en önemli toplumsal aktivitelerden biri olduğunu
belirtti. Aybek, "Roma döneminde hamam ve spor
alanından oluşan bu yapı, kentin en canlı noktası.
Şüphesiz Metropolisliler için bir cazibe merkeziydi"
değerlendirmesinde bulundu.

Aybek, günümüzün popüler mekanları arasında olan
SPA merkezlerinin her yaş gurubundan insan için bir
rahatlama imkanı sunduğunu anlatarak, bu kültürün
Romalılar'daki hamam ve yıkanma geleneği ile
benzerlik içinde olduğunu kaydetti.
Doç.Dr. Aybek, SPA'nın açılımının Latince
'Sanitas Per Aquam' olduğunu, suyla gelen sağlık
anlamına geldiğini vurgulayarak, şu bilgileri verdi:
"Birçok uzman tarafından tanımlandığı gibi Roma
dünyasının hamamlara yüklediği sosyal anlam, spor ve
temizlenme eşliğinde gerçekleştirilen sohbetlerle
anlam kazanan keyifli bir keşif yolculuğudur.
Hamamlar, komşu dedikodularından, politik ve
felsefi sohbetlere, hatta kente dair alınan önemli
kararlara varıncaya değin her türlü sohbetin
yapıldığı, yemek davetlerinin verildiği, tüm
işlevlerinin yanında, belki de bir tür terapi
merkezi gibi yorumlanabilecek mimari bir kurgudur.
Geniş bir sosyalleşme ağı sunan ve Roma döneminin
belki de en önemli simgesi haline gelen bu yapılar
topluluğuna, şüphesiz Metropolisliler için de
vazgeçilemeyecek değerde bir anlam yüklenmişti."
Sabancı Vakfı Genel Müdürü Zerrin Koyunsağan da
Metropolis'te saklı tarihin dünya kültür mirasına
katılmasına destek sunmanın heyecanını yaşadıklarını
anlatarak, "Geçtiğimiz yıl zemininde keşfedilen ayak
izleri ve 70 metre uzunluğundaki koridorlarla
herkesi şaşırtan hamam yapısı bu yıl büyük ölçüde
açığa çıktı. Anadolu topraklarında yaşayan nesiller
boyunca bozulmadan günümüze ulaşmasıyla heyecan
veren Metropolis'in taşıdığı sırların aydınlanmasını
merakla takip ediyoruz" ifadelerini kullandı.
- "Hamamın iki salonu ortaya çıkarıldı"
Roma Hamamı ve Palaestra olarak tanımlanan büyük
yapı kompleksinde bu yıl sürdürülen çalışmalarla
hamam yapısının en görkemli iki salonu ortaya
çıkarıldı.
İlk salon, Roma hamamlarının en temel
bölümlerinden biri olan "frigidarium" oldu. Soğuk su
banyosunun yapıldığı bölüm olan ve "soğukluk" da
denilen frigidarium, ince ayrıntılarla bezenmiş
tasarımı ve mimari açıdan kaliteli işçiliğiyle
dikkati çekiyor. Frigidarium'un havuzunu dolduran su
sistemi için tasarlanan üç kubbedeki sarı, kırmızı,
beyaz ve mavi renkli mermerlerden yapılmış mozaikler
ve kaplamalar, bölgedeki nadir örnekler arasında
yerini aldı. Frigidarium bölümünün yanındaki diğer
salon ise yan yana dizilmiş beş odası ve mozaikli
zemini ile hamam yapısının ana mekanlarından biri
olarak göze çarpıyor.
-Metropolis kazıları
Torbalı yakınlarında, 1990'dan bu yana sürdürülen
kazılarla gün ışığına çıkarılmaya çalışılan
Metropolis Antik Kenti, Yeniköy ve Özbey mahalleleri
arasında yer alıyor. Metropolis'in tarihi, kentin
yakınlarındaki Geç Neolitik Çağ'daki ilk yerleşim
izlerinden Klasik Çağ'a, Hellenistik Çağ'dan Roma ve
Bizans dönemlerine, Beylikler ve Osmanlı tarihine
kadar uzanıyor.
Bugüne kadar yapılan kazılar sonunda
Hellenistik
döneme ait Antik Tiyatro, Bouleuterion (Meclis
Binası), Stoa (Sütunlu Galeri) ile Roma
İmparatorluğu döneminde inşa edilen iki hamam
yapısı, hamam ve palaestra (Spor Alanı) kompleksi,
Mozaikli Salon, Peristyl Ev, Dükkanlar, Genel
Tuvalet, Sokaklar gibi antik kent dokusunu oluşturan
yapılar ve mekanlar bulundu. Ayrıca bu mekanların
kazı çalışmaları sırasında seramik, sikke, cam,
mimari parçalar, figürler, heykeller, kemik ve
fildişi eserler, pithos (depolama küpü) ve birçok
Hellenistik dönem seramikleri ile maden eserlerden
oluşan 11 binin üzerinde tarihi eser gün yüzüne
çıkarıldı. Kazılarda elde edilen eserler, bugün
İzmir Arkeoloji, İzmir Tarih ve Sanat ile Selçuk
Efes müzelerinde sergileniyor.
Trt Türk, 22.12.2014
|
MONET'Yİ YUMRUKLAMAK SUÇ MU?
Claude Monet'nin resmini yumruklamak kötü bir fikir.
Bunu en zor yoldan öğrenen, hapis cezasına
çarptırılan isimse Andrew Shannon. Peki, sanatçının
bir tablosunu yumruklayıp, kurtulmanın başka bir
yolu var mı?

Andrew Shannon, İrlanda National Gallery'de
Monet'nin "Argenteuil Basin with a Single Sailboat"
(1874) isimli resmini yumrukladığı için geçen
haftalarda 5 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Peki ya, 10 milyon dolarlık empresyonist bir
resmi yumruklamanın bir yolu yok mu?
Dries Depoorter, Eiji Muroichi ve Tom Galle'in
tasarladığı bir video oyunu bunu mümkün kılıyor.
Kırmızı duvarlı bir galeride aynı resmin dijital
kopyasını yumruklayabilmeniz için bir avatarı
kontrol etmeniz yeterli. Sadece yumruğunuzu
kullanarak, resme istediğiniz ölçüde zarar
verebiliyorsunuz. Bir vuruş 3,143,600 dolarlık bir
zarar verirken, toplamda yaratabileceğiniz zarar
miktarı maksimum 12,574,400 $. En son darbeyi
vurduğunuzda resim yere düşüyor, alarm çalmaya
başlıyor ve oyunu kazanıyorsunuz.

Bu oyun, Ai Weiwei'nin sanat ve kültürdeki
tahribatı anlattığı, 2 bin yıllık bir vazoyu yere
atmasını referans alan bir kişinin Ai Weiwei'nin 1
milyon dolarlık bir vazosunu kırması gibi olaylar
zincirinin sonucunda oluşturulan başka bir
internet oyunu kadar başarılı olmayabilir. Ama
yine de oyun girişimcilerinin New York'ta bir
tasarım ve reklam grubu Monet Yumruklayıcı
Platformu'nu kurmasına engel olmadı.
Arkitera, Haber: İlknur Sudaş, 22.12.2014
|
DAVUD HEYKELİNE 200 BİN EURO'LUK DEPREM KORUMASI

İtalya’nın
Toskana bölgesinde geçen hafta yaşanan depremlerin
ardından, bölgedeki Floransa kentinde bulunan
Rönesans şaheseri Davut heykeline 200 bin euro’luk
deprem koruması sağlanmasına karar verildi.
Chianti ve Floransa yakınlarında geçen Perşembe
gecesinden itibaren 48 saat içinde en büyüğü 4.1
büyüklüğünde 250 kadar sarsıntı meydana gelmişti.
Depremler can kaybına yol açmazken, özellikle “açık
hava müzesi” niteliğinde olan Floransa kentindeki
sanat eserlerinin durumu yeniden gündeme geldi.
Kültür Bakanı Dario Franceschini, halen
Floransa’daki Accademia galerisinde sergilenen,
Rönesans sanatçısı Michelangelo’nun başyapıtlarından
Davut heykeli için özel önlem alınacağını açıkladı.
Franceschini, “Davut”un olası bir depremde zarar
görmesini önlemek için depreme dayanıklı bir
kaidenin üzerine oturtulacağını söyledi. Bakan,
“Davut gibi bir başyapıt herhangi bir riske açık
halde bırakılamaz” dedi.
200 bin euro değerindeki kaidenin masraflarının
devlet tarafından karşılanması ve bir yıl içinde
kullanılmaya başlanması bekleniyor.
Ancak Bakan’ın bu açıklaması da tüm
sanatseverleri tatmin etmeye yetmedi. Mimar Fernando
De Simone, “Kaide, ‘Davut’u depremden korumaya
yetmez. Zeminden gelen sarsıntıya karşı koruma
sağlasa da, binanın kubbesinin heykelin üzerine
yıkılmasını engelleyemez. ‘Davut’ depreme karşı
dayanıklı bir yeraltı müzesine taşınmalı” dedi.
Michelangelo Buonarroti’nin 1501-1504 yılları
arasında yaptığı Davut heykeli, dünya sanat
tarihinin başyapıtları arasında sayılıyor.
Yaklaşık 5 metre uzunluğundaki ve 5.5 ton
ağırlığındaki heykelin hem kendi ağırlığı, hem de
çevresel faktörler nedeniyle ayak bileklerinde ufak
aşınmalar oluştuğu ve yıkılma riski taşıdığı uyarısı
yapılmıştı.
Davut heykelinin sergilendiği Accademia
galerisini her yıl 1.5 milyon kadar turist ziyaret
ediyor.
Ziyaretçilerin yarattığı titreşimlerin heykele
daha fazla zarar vermesini engelemek amacıyla galeri
yetkilileri özel bir platform yerleştirmeyi de
planlıyor.
BBC Türkçe, 22.12.2014
|
TARİHİ AMBARLAR SANAT GALERİSİ OLDU

Demre'ye bağlı Beymelek Mahallesi'ndeki 'Beymelek
Taş Evler'in sahibi ve kapanan Beymelek Belediyesi
Başkanı Osman Güngör, satın aldığı 2 tarihi ambarı
restore ettirdi. Her biri yaklaşık 6 metrekare olan
2 ambar, 'Son Likyalı' lakaplı Elmalılı sanatçı
Hamdi Toşur tarafından sanat galerisi haline
getirildi.
Ambarlardan birine, çeşitli fotoğraf
sanatçılarının Beymelek yöresinde çektiği,
'yöremizden insan manzaraları' konulu fotoğraflar
yerleştirilirken, diğerine ise Hamdi Toşur'un bakır
rölyef, cam, mozaik, antik takılar, antik paralar ve
heykellerden oluşan yaklaşık 800 imitasyon sanat
eseri konuldu.
Beymelek Taş Evlerin işletmecisi Osman Güngör ve
sanatçı Hamdi Toşur, sanat galerisi haline getirilen
mekanda sanatseverlere yönelik mozaik, bakır rölyef,
takı, mum yapma, ağaç oyma ve ebru kursları
açılacağını, ayrıca merkezin yerli ve yabancı
konuklar için hem tatil hem de sanat yapılabilecek
bir şekle bürüneceğini belirtti.
Gerçek Gündem, Haber: Ahmet Acar, 22.12.2014
|
460 BİN TL'LİK SURE

Geçtiğimiz haftalarda Nişantaşı Mim Kemal Öke
Caddesi’nde yer alan Portakal Kültür ve Sanat
Evi’nde tanıtımı yapılan “Kış Müzayedesi” önceki gün
Conrad İstanbul Otel’de gerçekleşti. Sanat evinin
sahibi Rafi Portakal’la kızı Maya Bitargil’in
sunumuyla gerçekleşen müzayede ilgi büyüktü. İş ve
cemiyet hayatının önde gelen isimlerinin de
katıldığı müzayedede kıyasıya bir rekabet yaşandı.
Yaklaşık 170′in üzerinde eserin açık artırmaya
sunulduğu etkinlikte en pahalı fiyat 460bin TL’lik
fiyatıyla 1786 yılına ait Nesih hatla Enam Suresi,
Yasin Suresi, Hilye-i Şerifler, Mührü Nuhuvet,
Esmaül Hüsna ve İsmail Nebi isimlerinin yer aldığı
512 sayfadan oluşan kitap oldu. Kitabı satın alanın
ismi ise gizli tutuldu.
Müzayedeye beraber katılan Türkiye’nin en büyük
iş adamlarından Zafer Yıldırım ve Turgay Ciner,
müzayedenin her ne kadar ortalarında ayrılsalar da,
Zafer Yıldırım, 1 Milyon TL’yi aşkınlık birden çok
eser alarak müzayedeye damgasını vuran isim oldu.
Sözcü, Haber: Tarkan Abdullahoğlu, 22.12.2014
|

Taşkuyu
Mahallesi’nde bulunan Taşkuyu Mağarası 26 Aralık
2014 Cuma günü turizme açılıyor.
Restorasyon
çalışmalarının bittiğini belirten Tarsus
Belediye Başkanı Şevket Can, kentin değerlerine
değer kattıklarını ve bölgeye önemli bir
turistik alan kazandırdıklarını söyledi.
Çukurova Kalkınma
Ajansı’nın 2012 Yılı İş Koşulları ve Yaşam
Kalitesinin İyileştirilmesi Küçük Ölçekli
Altyapı Mali Destek Programı kapsamında Tarsus
Belediyesi tarafından yürütülen “Tarsus Taşkuyu
Mağarasının Turizme Açılması Projesi”
tamamlandı.
Tarsus’un düşman işgalinden kurtuluşunun 93. yıldönümü etkinlikleri kapsamında Taşkuyu Mağarasını hizmete açacaklarını söyleyen Belediye Başkanı Şevket Can, 2006 yılında ortaya çıkarılan Taşkuyu mağarasında Adana Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunun görüşü doğrultusunda Tarsus Belediyesi tarafından restorasyon ve aydınlatma yapıldığını ifade etti.
Tarsus'un turizm
çeşitliliği açısından Taşkuyu mağarasının çok
önemli olduğunu vurgulayan Başkan Can, “Taşkuyu
Mağarası, kentimizin en önemli inanç
merkezlerinden biri olan Eshab-ı Kehf
Mağarasının ulaşım yolu üzerinde ve yaklaşık 500
metre mesafededir. Taşkuyu Mağarasının büyük bir
kesimi, yoğun damlataş oluşumları ile kaplıdır.
Süt beyazından
kahverengi, kırmızı ve sarının değişik
tonlarında olan ve boyları 5 cm-10 cm, çapları
0.5 cm-4.5 m arasında değişen bu şekiller
sarkıt, dikit, sütun, makarna sarkıt ve
ekzantrikler (aykırı) suların damlaması ile
oluşmuşlardır. Buna karşılık duvarlarda perde ve
duvar damlataşları, tabanda ise örtü
damlataşları ile damlataş havuzları gelişmiştir.
Proje kapsamında
mağaranın turizme açılması için merdivenler,
yürüyüş platformları, seyir platformları,
aydınlatma ve tanıtım levhaları yapıldı. Taşkuyu
Mağarasının restore çalışması bitti.
Taşkuyu Mağarası’nın ziyarete açılması ile kentimize önemli bir turistik alan daha kazandırılmış olacak” dedi.Açılışın Tarsus’un kurtuluş etkinlikleri kapsamında yapılacağını söyleyen Başkan Can, 26 Aralık 2014 Cuma günü saat 14.00’da tüm Tarsusluların açılışa beklediklerini kaydetti.
Başkan Can,
projenin toplam bütçesinin 582.266,15 TL olup
ÇKA’nın 436.699,61 TL destekte bulunduğunu,
Tarsus Belediyesi’nin ise 145.566,54 TL katkıda
bulunduğunu söyledi.
Tarsus Haber, 21.12.2014
|
SAMSUN VALİ YARDIMCISI BORAZAN'DAN KÜLTÜR VARLIKLARI
İNCELEMESİ
Samsun Vali Yardımcısı Metin Borazan,
Kavak İlçesi'ndeki kültür varlıklarına yönelik
incelemede bulundu.
Borazan, beraberinde, Kaymakam Mevlüt Şeker ve
Vakıflar Bölge Müdürü Ali Şahin ile Tatarmuslu
Mahallesi’ndeki yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya
bulunan Tarihi Tatarmuslu Camisinde incelemede
bulundu.
Caminin tarihi dokusu hakkında yetkililerden
bilgi alan Borazan, inceleme heyetinden cami ile
ilgili rapor hazırlamasını istedi.
İnceleme heyetinin görüş bildirir raporunun
ardından caminin yerinde restorasyonu ya da bir
başka yere taşınmasının gündeme geleceği öğrenildi.
Samsun Haber, 21.12.2014
|
YENİ YIL HEDİYESİ OLARAK SANAT ESERİ

Contemporary Istanbul,
CI Editions eserleri ile sanatseverleri yeni bir
yıla uğurluyor!
Contemporary Istanbul’un yeni girişim ve
insiyatifi
CI Editions, 19-21 Aralık tarihlerinde özel ve
sınırlı sayıda eserleri The Sofa Hotel’de
ziyaretçilere sunuyor!
13-16 Kasım tarihlerinde gerçekleşen
Contemporary Istanbul’da, ziyaretçiler
tarafından büyük bir ilgi gören
CI Editions tarafından seçilen sanatçıların
dikkat çeken özel edisyon eserleri, yeni yıla
girerken sanatseverlerin edinebilecekleri en özel
hediyeler olmaya aday!
CI Editions tarafından özel olarak seçilen Hale
Tenger’in Ayyy yıldız. heykeli, Buğra Erol’un Evinde
gibi Hisset 1’i, Fırat Engin’in Untitled objeleri,
Orhan Cem Çetin’in fotoğrafları, Ali Emir Tapan,
Ardan Özmenoğlu’nun One &Only isimli ipek baskısı,
Ahmet Polat ve Sıtkı Kösemen’in fotoğrafları,
Erdoğan Zümrütoğlu’nun triptiği gibi özel edisyonlu
eserler, 19 Aralık Cuma akşamı gerçekleşen renkli
açılışın ardından, 20-21 Aralık günleri arasında
Nişantaşı The Sofa Hotel Hall Arts salonunda
sergilenecek.
CI Editions’a özel edisyon üreten Mustafa
Horasan, Gözde Türkkan, Book Lab, Seçkin Pirim,
Ahmet Duru, Selçuk Ceylan, Özlem Günyol & Mustafa
Kunt gibi sanatçıların eserleri, yeni yıla başlarken
ziyaretçilerin ulaşılabilir fiyatlarla
edinebilecekleri en anlamlı hediye olacak.
Bu yıl
Contemporary Istanbul’un öncelikli olarak ortaya
koyduğu yenilikler arasında bulunan CI Editions’ın
amacı öncelikle, edisyonların, sanat üretimi
sürecinde önemli bir rol oynadığını göstermek ve
sanatın farklı kitlelere ve sanatseverlere
ulaşmasını sağlayabilecek bir platform yaratmak. CI
Editions girişimi aslında sanatsevere sanatın
ulaşılabilir bir olgu olduğunu ve bir eser satın
almanın sadece parasal değil ‘kültürel’ bir değer
olduğunu göstermeyi amaçlıyor.
Bu önemli proje hakkında görüşlerini
açıklayan Contemporary Istanbul Yönetim Kurulu
Başkanı
Ali Güreli:
‘Her sanatçının Contemporary Istanbul için özel
olarak ürettiği edisyonlardan oluşan CI Editions
girişimi, Contemporary Istanbul’da gördüğü ilgi ile
beraber sanat fuarlarına şimdiden katılım için
davet aldı. Birbirinden değerli 17 Türk sanatçı ile
başlayan CI Editions projesi, 2015 yılında yabancı
sanatçılar ile birlikte 170 sanatçıyı bünyesine
katmayı hedefliyor. Sanatın daha geniş bir izleyici
kitlesiyle ve yeni sanatseverler ile buluşmasında
rol almaktan ötürü gururluyuz’ dedi.
Habertürk, 21.12.2014
|
TÜRK VE İSLAM ESERLERİ MÜZESİ AÇILDI

Kültür ve Turizm Bakanı
Ömer Çelik'in katılımıyla
Türk ve İslam Eserleri Müzesi açılışı yapıldı.
Bir süredir çalışmaların sürdüğü
müzenin restorasyonu için 16,4 milyon TL
harcandı. Sultanahmet Meydanı'nda bulunan
Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nin açılış
töreninde konuşan Bakan
Ömer Çelik, "bu kadar değerli bir eserin restore
edildikten sonra yeniden açılmasının kendisini
sevindirdiğini" söyledi. Ayrıca kültürel coğrafyanın
siyasi coğrafyanın ruhu olduğuna dikkati çekerek,
"dolayısıyla kültürel mirasa sahip çıkmanın bugün ve
gelecek için bir tercih değil zorunluluk olduğuna"
işaret etti.
Çelik, Bakanlık olarak kültür alanındaki
çalışmalarında önceliklerinin, Türkiye coğrafyasında
hayat bulmuş tüm medeniyetlere ait kültür
varlıklarını hiçbir ayrım yapmaksızın korumak ve
gelecek nesillere en sağlıklı şekilde ulaştırmak
olduğunu vurguladı.
"Müze
çalışmaları sürüyor"
Ömer Çelik, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın
halihazırda farklı illerde 47
müze uygulama çalışmasını sürdürdüğünü ayrıca
2003'ten bu yana Bakanlığın sorumluluğundaki 123
müzenin bakım, onarım ve teşhir tanzim
çalışmasının tamamlandığını, yine aynı dönem
içerisinde 44 yeni
müze ve bağlı birimin ilk defa ziyaretçisiyle
buluşturulduğunu söyledi. Çelik'e göre, halen 52
müzenin plan, proje, uygulama ve yeniden
inşasına yönelik çalışmalar sürüyor.
Açılışını yaptığı
Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nin sadece
müzecilik açısından değil, tarihi anlamda da
önemli bir yere sahip olduğunu söyleyen Bakan
Ömer Çelik şunları ifade etti:
"Müze, önemini, Türk ve İslam sanatı eserlerini
sistemli bir şekilde ilk defa bir araya
getirmesinden ve kurulduğu dönemde Batılı
devletlerin topraklarımızda başlattığı kültür
yağmasına karşı atılmış en somut adım olmasından
almaktadır. Ayrıca müzeye ev sahipliği yapan, 16.
yüzyıla ait İbrahim Paşa Sarayı, aynı zamanda mimari
olarak günümüze ulaşan tek sadrazam sarayı olması
açısından da önem taşımaktadır. Evkaf-ı İslamiye
Müzesi’nin kurulması, tam bir asır önce, İslam ve
Osmanlı sanatının en özgün örnekleri kabul edilen
vakıf eserlerinin ülke dışına çıkartılmasını
önlemek, ülkemiz insanının bu eserleri tanıyıp
korumasını sağlamak ve bu kültür hazinesini gelecek
nesillere kazandırabilmek amacıyla Evkaf Nazırı
Ürgüplü Hayri Bey ve Müze-i Hümayun Müdürü Halil
Edhem Bey tarafından gündeme getirilmiştir. Müze, 14
Nisan 1330, yani 27 Nisan 1914'te, Osmanlı
Devleti’nin en sancılı olduğu dönemlerden birinde
kapılarını açtığında, ülkemizde İslam sanat eserleri
yağmalanıyor ve vakıf eserleri adeta sistematik bir
şekilde çalınarak yurt dışına kaçırılıyordu.
Osmanlı'nın Birinci Dünya Savaşı'na girmesine 7 ay
kala açılan Evkaf-ı İslamiye, cami, türbe ve diğer
dini yapılardan gelen çok sayıda İslam sanat
eserinin bir araya getirilerek koruma altına
alınmasını sağlayarak vakıf eserlerini bir müze
çatısı altında toplamıştır."
45 bin eserden oluşuyor
Çelik, 2012'de başlanan ve 16,4 milyon TL
harcanarak restorasyonu tamamlanan, 100. yılı
kutlanan müzenin, Türk ve İslam sanatının hemen her
dönemine ait 45 bin eserden oluşan zengin bir
koleksiyonuna dair de şu bilgileri verdi:
"Müze koleksiyonunda, 8. yüzyıl sonuna tarihlenen ve
müzeye 1917'de kazandırılan Şam Evrakları mevcuttur.
Kur'an-ı Kerim'in ilk nüshalarının da muhafaza
edildiği, İslam dünyası ve İslam kitap sanatının
gelişimi açısından büyük bir hazine olan Şam
Evrakları için müze teşhirinde ilk defa bu boyutta
bir bölüm ayrılmıştır. Müze teşhirinde İslam
arkeolojisinin ilk kazısı olarak kabul edilen
Samarra kazısı buluntularının önemli bir bölümüne
yer verilmiş, yine 19. yüzyıl başında
gerçekleştirilen Rakka kazısı buluntuları restore
edilerek, kazı alanı canlandırması içinde
ziyaretçilerimizin beğenisine sunulmuştur.
Restorasyon çalışmaları sırasında ortaya çıkartılan
ve müze teşhirine dahil edilen hipodrom kalıntıları
ise bilim dünyasının araştırmasına sunulmuştur. Ana
hatlarıyla Peygamber sevgisinin sanata yansımasının
ele alındığı Kutsal Emanetler bölümünde müzemiz
koleksiyonlarında muhafaza edilen Hz. Peygamber'e
ait Mukaddes Emanetlere de yer verilmiştir."
Törene, Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı
Prof.Dr. Haluk Dursun, İstanbul İl Kültür ve Turizm
Müdürü Prof.Dr. Ahmet Emre Bilgili, Fatih Belediye
Başkanı Mustafa Demir, İstanbul Müftüsü Rahmi Yaran,
Türk ve İslam Eserleri Müzesi Müdürü Seracettin
Şahin ve müze çalışanları katıldı.
Habertürk, 21.12.2014
|
SMYRNA MECLİSİ İKİ BİN YIL SONRA GÜNEŞİ GÖRDÜ
İzmir Büyükşehir Belediyesi, Kültür ve
Turizm Bakanlığı tarafından sürdürülen Smyrna
(İzmir) kazı çalışmaları kapsamında
İzmir Agorası'nın gün yüzüne çıkarılması için
desteklerini sürdürüyor. Dokuz Eylül Üniversitesi
arkeoloji Bölümü Smyrna Antik Kenti kazı ekibi
tarafından yürütülen kazılarda yüzde 50 düzeyine
gelindi. Önümüzdeki 5 yıl içinde Agora'nın tamamının
önemli ölçüde gün ışığına çıkarılması hedeflendi.

Bugüne kadar Agora Meydanı'nı çevreleyen Batı
Portiko (Romalılar'ın soğuk ve sıcak iklim
koşullarına karşı sığındıkları yarı açık yapılar)
ile kuzeyini çevreleyen Bazilika (Kentin adli
işlerinin yürütüldüğü, depo,
borsa ve diğer ticari mekanların bulunduğu bina)
yapısının yanı sıra 'Mozaikli Yapı' diye tanımlanan
büyük bir salonu kent tarihine kazandıran kazı
ekibi, şimdi de Bouleuterion adı verilen 'Kent
Meclisi' yapısını gün ışığına çıkarıyor. Şu ana
kadar meclis yapısının podyumu, kürsü bölümü ile iki
basamaklı oturma yerlerinin koruma ve onarım
çalışmaları yapıldı.
Romalıların kentin idari kararlarını aldığı ve
resmi işlemlerin yürütüldüğü M.S. 2'nci Yüzyıl'a ait
meclis yapısı, yaklaşık 400 meclis üyesinin
oturabildiği büyüklüğe sahip.

İzmir Büyükşehir Belediyesi, 'Agora ve Çevresi
Koruma Geliştirme ve Yaşatma Projesi' ile Agora ve
Eşrefpaşa Caddesi arasında kalan niteliksiz
yapıların kamulaştırma ve yıkım çalışmalarını yaptı.
Yaklaşık 27 milyon liraya mal olan bu çalışmaların
ardından bölgede, çok sayıda kalıntıya ulaşıldı.
Özellikle antik Roma hamamı, kapladığı alanın
büyüklüğü ve bugüne kadar İzmir'de bulunanlar
arasında ilk olduğu için büyük önem taşıyor. Katlı
otopark tarafındaki niteliksiz yapıların
yıkılmasıyla birlikte, temeller üzerinde yapılan
çalışmalarda antik duvarlara rastlandı.
Bazilika'nın duvarlarında bulunan grafitiler,
Hellenistik ve Roma dönemlerinin deniz taşımacılığına
ilişkin önemli ipuçları veriyor. M.S. 2'nci
Yüzyıl'dan sonra yapıldığı öngörülen grafitilerin
konservasyon çalışmaları devam ederken, bulunan yeni
Yunanca grafitiler de kentin günlük yaşamına dair
önemli ipuçları verdi. Ayrıca tespit edilen
çizimlerdeki gemilerin, o dönemdeki gemi
tipolojisine ilişkin önemli bilgiler sunması
bekleniyor.

Bölgedeki çalışmalarda tespit edilen antik
kanalizasyon izleri, Agora'nın ve çevresindeki
yerleşim alanının atık su sorununu çözdüğünü ortaya
koyarken, temiz su ihtiyacı için sarnıçların
yapıldığı da tespit edildi. Ortaya çıkarılan su
kanalları, kentin o dönemi için büyük önem taşıyor.
Mevcut zeminden yaklaşık 5 metre aşağıda yapılan
kazılarda ortaya çıkarılan su kanalları, tarihi
Agora'da bundan sonra ortaya çıkabilecek muhtemel
buluntular konusunda da uzmanlara fikir veriyor.
İzmir Büyükşehir Belediyesi Tarihsel Çevre ve Kültür
Varlıkları Müdürlüğü tarafından hazırlanan 'Smyrna
Agorası Ören Yeri Güvenlik Duvarı Projesi', İzmir 1
No'lu Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu
tarafından onaylandı ve yapım çalışmaları hızla
devam ediyor. Proje, Büyükşehir Belediyesi
tarafından yapılan kamulaştırma ve yıkım çalışmaları
neticesinde yüksek kullanım yoğunluğuna sahip
İkiçeşmelik Caddesi ile bütünleşen tarihi Agora'nın
güvenliğini sağlamak amacıyla hazırlandı. Agora'nın
arkeolojik zenginliğini gözler önüne serecek biçimde
tasarlanan koruma duvarı, kentlilerin hem de
ziyaretçilerin dinlenmelerine olanak sağlayan oturma
alanlarına da sahip olacak.
Milliyet, 21.12.2014
|
BAZİLİKA, 2014 YILININ EN ÖNEMLİ ON KEŞFİ ARASINA
GİRDİ
Bursa’nın İznik İlçesi’nde göl kıyısının 20
metre açığında 1.5- 2 metre derinlikte bulunan ve
1600 yıl önce Aziz Neophytos’un adına inşa edilen
bazilika, Amerika Arkeoloji Enstitüsü’nün
(Archaeological Institute of America) tarafından
'2014 Yılının En Önemli 10 Keşfi' arasında
gösterildi.

Tarihi MÖ 4'üncü yüzyıla kadar uzanan,
Bitinya, Roma, Selçuklu ve Osmanlı uygarlıklarına ev
sahipliği yapan İznik’te geçen ocak ayında Bursa
Büyükşehir Belediyesi tarafından havadan yapılan
fotoğraf çekimleri sırasında, ilçe ile aynı adı
taşıyan gölün 20 metre açığında 1.5-2 metre
derinlikte bazilika formunda bir kilise kalıntısı
ortaya çıktı.

Fotoğrafları inceleyen Uludağ Üniversitesi Fen
Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Anabilim Dalı Başkanı
Prof.Dr. Mustafa Şahin’in bazilikanın bulunması
ardından bunların incelendiğini, tarihi kaynakların
araştırıldığını söyledi. Prof.Dr. Şahin, yapının
Roma askerleri tarafından İznik Gölü kıyısında
öldürülen 'Aziz Neophytos' adına yapılan kilise
olduğunun belirlendiğini açıkladı. Prof.Dr. Şahin,
Aziz Neophytos'un önce bazilikanın içine gömüldüğü,
ardından 740’da meydana gelen deprem nedeniyle
yakındaki Koimesis Kilisesi’ne götürüldüğünü
açıkladı. Sualtı ekiplerinin incelemesi sonucu
bazilikadaki mezar kapağının açık olması da antik
kaynakları doğruladığını kaydeden Prof.Dr. Şahin,
şöyle dedi:
"Yeri bilinmeyen bu kilise; büyük olasılıkla
tespit ettiğimiz bazilika. 740’daki depremle
yıkılarak göl derinliklerine gömülür ve unutulur.
Yazılı kaynaklarda, 8’inci yüzyılda Aziz
Neophytos’un naaşının, yine İznik’te bulunan
Koimesis Kilisesi’ne taşındığı ve oraya defnedildiği
anlatılır. Bu güne kadar naaşın neden taşındığı
bilinmemekteydi. Mezarlardan birinin kapağının açık
olması naaşın taşındığını doğrulamakta. Böylece
bazilikanın Aziz Neophytos’a ait olduğunu da
söyleyebiliriz."
Prof.Dr. Mustafa Şahin, büyük deprem ile üst
örtünün zemini kapladığını düşündüklerini de
kaydederek, "Enkazın kaldırılması durumunda mozaik
kaplamalı zemin döşemesi dahil tüm birimleri
sualtında görebiliriz. İznik ile birlikte Bursa’nın
kültür ve dinler tarihi açısından önemli bir çekim
merkezi olmasına da katkı sağlayacak bu yapıda
arkeolojik çalışmalar büyük önem taşımakta. Uludağ
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü olarak bilimsel
çalışmayı yürütmeye hazırız" dedi.

İznik’teki bu keşif dünyadan da büyük yankı
buldu. Uluslar arası haber ajanslarının yayını
sonrası Amerika Arkeoloji Enstitüsü, Prof.Dr.
Mustafa Şahin ile bağlantı kurarak detayları
hakkında bilgi aldı. Enstitünün bu ay yayınlanan
sayısında da bazilika 2014 yılında, 'Dünyadaki En
Önemli 10 Arkeolojik Keşif' arasına alındı.
Dergide, Prof.Dr. Mustafa Şahin’in görüşlerine de
yer verilerek, sualtı müzesi olması konusundaki
önerisi de yazıldı.
"İLK AZİZLERDEN"
Hıristiyanlık, Roma İmparatorluğu’nda 313
yılında Milano Fermanı ile serbest bırakıldı. Tarihi
kaynaklara göre, fermandan önce Hıristiyanlığın
yasak olduğu yıllarda henüz çocuk yaşta Aziz olan
Neophytos, Romalı bir asker tarafından İznik Gölü
kıyısında öldürüldü. Milano Fermanı’nın çıkmasının
ardından sevenleri Aziz Neophytos adına önce göl
kenarında bir kilise yaptı. Yüzyıllarca kilisenin
içinde mezarı bulunan Aziz Neophytos’un cenazesi
740’taki büyük depremle birlikte İznik içinde ki
başka bir kiliseye taşındı.
Akşam, 21.12.2014
|
ROMA BETONUNUN SAĞLAMLIĞININ SIRRI ÇÖZÜLDÜ

Amerikalı uzmanlar Roma döneminde yapılan
binaların neden günümüzdeki binalardan daha sağlam
olduğuna yönelik bir araştırma yaptı. Özellikle
Colosseum'un yüzlerce yıldır niçin çökmediği
sorusunun ecvabı arandı.
Bu amaçlma Romalıların kullandığı betonlar X
ışınından geçirilerek kontrol edildi. Bu çalışma
sırasında Romalıların beton yaparken gizli bir madde
kullanığı ortaya çıktı.
Betonları birbirine bağlamak için harçlarında yüzde
85 oranında volkanik kül kullanan Romalılar, betona
sağlamlığını bir kristal madde ile sağladıkları
belirtildi.
Kaliforniya'da yapılan testlerde bu kristalin hem
sağlamlık verdiği hem de çatlak oluşumunu
engellediği ispatlandı.Romalılar beton yapımında
kiraç taşı, volkanik küf ve volkanik kül
kullanıyordu.Harçlarda yüzde 85 Volkanik kül, tatlı
su ve kireç biraraya getirilip karıştırılıyordu.
Bilimadamları şimdi buldukları bu kristal maddenin
modern yapılarda kullanılıp kullanılmayacağını
inceliyor.
habervitrini.com, 21.12.2014
|
FORD TEKLİFİ KIRMADI, 100 MİLYON $'A SATTI
Ford’un kurucusu Henry Ford’un oğlu Edsel ve eşi
Eleanor’un kolleksiyonunda bulunan, Fransız ressam
Cezanne’a ait bir tablonun, 100 milyon dolara
satıldığı ortaya çıktı. “Ortaya çıktı” denilmesinin
nedeni ise, tablonun geçen yıl kamuoyundan gizli
olarak satılmış olması.

Söz konusu satış,
Detroit Free Press tarafından ortaya
çıkarılırken, “Edsel & Eleanor
Ford House” müzesi, bunun doğru olduğunu, söz
konusu eserin “daha iyi korunması” amacıyla
satıldığını bildirdi. Fransız ressam Paul Cezanne
tarafından 1904’te yapılan yağlı boya tablonun, 20.
yüzyılın ortalarından bu yana Ford ailesinin elinde
bulunduğu kaydedilirken, eserin orijinal haliyle
müzede durduğu hatırlatıldı.
Aileyi araya soktu
Adı açıklanmayan alıcının, tablo için iki kez
teklifte bulunduğu, ikinci teklifini, araya Ford
ailesinin hayattaki üyelerini de sokarak yaptığı
belirtiliyor. 100 milyon dolarlık teklifin,
Detroit’in iflası sonrasında yeniden
değerlendirildiğini ve iflas dolayısıyla eserin
zarar görmesinin engellenilmek istendiği
kaydedilirken, müze yetkilisi, “Ford ailesi, bu
satışın, söz konusu binanın ayakta tutulabilmesi
için gerekli olduğunu düşündü” ifadesini kullandı.
Bununla birlikte aynı alıcının, evde bulunan ve yine
Cezanne tarafından yapılan suluboya ikinci tabloyu
da almak istediği, ancak teklifin kabul edilmediği
de kaydedildi.
Satışın, iflas nedeniyle Detroit yönetiminin
envanterindeki eserlerin satılıp satılmaması
tartışması yaşanırken gerçekleştiğine dikkat
çekilirken, müzenin yıllık masraflarının yüksekliği
hatırlatıldı. Söz konusu müzede, ailenin sanat
koleksiyonuna ait gerçek ve reprodüksiyon eserler
bulunuyor. Bu eserlerin “asılları” ise Detroit Sanat
Enstitüsü tarafından saklanmakta.
Milliyet, 20.12.2014
|
HALFETİ'DE UCUBE OTEL İSYANI

Tarihi dokusu ile dikkat çeken ve Uluslararası
Belediyeler Birliği’nin Türkiye’de belirlediği 9
“sessiz şehir”den biri olan
Şanlıurfa’nın
Halfeti İlçesi’ndeki tepeye inşa edilen 5 katlı
otel,
tartışma konusu oldu.
Halfeti Belediye Başkanı
Mustafa Bayram, Kültür Varlıklarını Koruma
Kurulu yetkililerinin bölgede çalışma yaptığını
belirterek “Biz de o
otelden çok rahatsızız. İnşallah onu yıkacağız”
dedi.
Otel yapımına onayın kendisinden önceki belediye
başkanı tarafından verildiğini anlatan Bayram, “Halfeti’nin
tarihi dokusunu bozan
ucube bir
otel oldu. Benim o
otel inşaatıyla hiçbir alakam yok. Benden önceki
belediye başkanı izin vermiş. Fakat orayla ilgili
kaygılarımız var. Doğayı ve kenti bozuyor”
açıklamasını yaptı.
‘YENİ OTEL TALEBİ VAR’
Bölgeye yeni oteller yapılması için talepler
geldiğini belirten Başkan Bayram, “Bu bölge sit
alanı. Oraya herhangi bir şekilde otel veya bina
yapılamaz. Ancak daha önce böyle bir izin verilmiş.
Şu anda mevcut binalarda butik oteller yapıyor ve
ihtiyacı o şekilde karşılıyoruz” ifadesini kullandı.
Habertürk, Haber: Serhat Aktürk, Fotoğraf:
Hürriyet, 20.12.2014
|
TARİHİ KÖPRÜ SÖKÜLDÜ ORTADA KALDI

Samsun Karayolu yapım çalışmaları sırasında,
geçen ocak ayında ortaya çıkan tarihi köprünün başka
bir yere taşınmasına karar verilerek,
numaralandırılan taşları tek tek söküldü. Taşların
köprünün yeniden kurulacağı alanda dağınık şekilde
bırakılması görenlerin tepkisine neden oldu.
Sinop- Samsun karayolu inşaatı için Demirci Köyü
Yeni Cuma Deresi mevkisinde yapılan kazı çalışmaları
sırasında, geçen Ocak ayında tarihi bir köprü
bulundu. Bunun üzerine yol inşaatına ara verildi.
Karayolları 7'nci Bölge Müdürlüğü'nün röleve,
restitüsyon ve restorasyon projelerini inceleyen
Samsun Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu geçen
24 Eylül'de yaptığı toplantıda, tescilli tarihi taş
köprünün bulunduğu yerden 10 kilometre uzakta
Boyabat kavşağı mevkisine taşınıp teşhir edilmesine
karar verdi. Yaklaşık bir ay önce tarihi köprünün
taşları tek tek numaralandırılarak söküldü.
Belirlenen yerdeki boş araziye taşlar götürüldü.
Ancak gelişigüzel bir şekilde alana yayıldı.
'HAVALARIN İYİLEŞMESİ BEKLENİYOR'
Konuyla ilgili bilgi veren Karayolları 7'inci
Bölge Müdürlüğü Sanat Yapıları Baş Mühendisi Emine
Balaban, köprünün Osmanlı İmparatorluğu'nda 1839-
1861 yıllarında hüküm süren Padişah Abdülmecid
döneminde yapıldığının tahmin edildiğini belirtti.
Sökülen köprü taşlarının şantiyede muhafaza altında
olduğunu kaydeden Balaban, "Şu anda hava şartları
müsait olmadığı için Nisan ayında havaların biraz
daha iyileşmesiyle yeni yerine tekrar monte
edilecek. Taşların hepsi numaralandırılmış, kolona
göre sıralandırılmış, sökülmüş bir şekilde şantiyede
muhafaza ediliyor. Bir tanesinin bile kaybolması
mümkün değil" dedi.
Gerçek Gündem, Haber: İbrahim Aslan, 19.12.2014
|
CİZRE'DE ARKEOLOJİK KAZI ÇALIŞMASINDA İNSAN YÜZÜ
ÇIKTI

Şırnak’ın Cizre
İlçesi'nde bulunan İçkale’de
yapılan arkeolojik kazı çalışmalarında Osmanlı’ya
ait tarihi eserlerin yanı sıra insan yüzü ortaya
çıktı.




Şırnak Valiliği Cizre Kaymakamlığı tarafından
yapılan proje kapsamında tarihi İçkale’de 2013
Haziran ayında başlayan arkeolojik kazı çalışmaları
mali desteğin bitmesi ve yaşanan kış ayları
koşulları nedeniyle ara verildi. Yaklaşık 18 ay
devam eden kazı çalışmaları sonucu Genç Osmanlı’ya
ait olduğu tespit edilen lüle ve çanak-çömlek gibi
tarihi eserler ortaya çıktı. Bunun yanında da insan
yüzleri de bulundu. Batman Üniversitesi Fen ve
Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölüm Başkanı ve
aynı zamanda kazı çalışmaları Bilimsel Danışman
Başkanı Arkeolojik Profesör Dr. Gülriz Kozbe
danışmanlığında 5 arkeolog ve 35 kişilik ekiple 1
Haziran 2013 yılında başlanmıştı.
ÖDENEK ÇIKMADI, KAZILARA ARA VERİLDİ
Kazı çalışmaları hakkında açıklamalarda bulunan
Bilimsel Danışman Başkanı Arkeolog Gülriz Kozbe, “1
Haziran 2013 yılında başlayıp 2014 Aralık ayına
kadar sürdürdüğümüz 18 aydır devam eden Cizre İçkale
kazılarının son aşamasına geldik. Ama bu kazıların
bittiği anlamına gelmiyor. Kazılar daha uzun yıllar
devam edebilir. Restorasyon çalışmalarıyla birlikte
devam edebilir. Ancak Kalkınma Bakanlığı ve Köylere
Hizmet Götürme Birliği’nin mali desteğiyle Mardin
Müze Müdürlüğü’nün başkanlığı altında ve benimde
bilimsel danışmanlığı altında sürdürdüğümüz Cizre
kazılarının 2014 ödeneği sona erdiği için tabi
birazda kış koşulları nedeniyle sonuna geldik. 18
aydır yaptığımız çalışmalara kabaca bir rakam
verirsek 50 dönümlük bir alanda kazı yaptık.
Özellikle sur duvarlarının Cizre İçkale’yi kaplayan
duvarların temizlenmesi ve restorasyon çalışmaları
sırasında çok geniş alan açıldı. Bu sur duvarlarının
temellerine ulaşıldı.” diye konuştu.
“BÖLGEDE BULUNMAYAN BİR KOLEKSİYON BULDUK”
Kazıda çıkan eserler hakkında da bilgi veren
Arkeolog Gülriz Kozbe şunları söyledi: “En erken
kalıntılarımız 12. ve 13. yy. tarihlendiriliyor.
Genç Osmanlı’mız var. 18. yy. tarihliye bildiğimiz.
Tabi yoğun olarak bu bölgeye hakim olan Artuklu
buluntuları ele geçiyor. Artuklu gömüleri var.
Birkaç mezar alanımız var. Onun dışında yoğun olarak
genç Osmanlı’ya ait tarihlediğimiz bir lüle
koleksiyonumuz ortaya çıktı. Kabaca bir rakam
verirsek bugün Mardin Müzesi’nde kayıtlara geçmiş 3
bin - 3 bin 500 civarında lüle buluntusu var. Bu çok
önemli bir koleksiyondur. Hasankeyf’te dahi bu
bölgede bulunmayan bir koleksiyona sahip olmuş
olduk.”
haberciniz.net, 18.12.2014
|
URARTUCA, ÜNİVERSİTEDE DERS OLUYOR

Urartu Krallığı’nın 2 bin
800 yıl önce yıkılmasıyla artık konuşulmayan ve
dünyada çok az kişi tarafından bilinen ölü dil
Urartuca, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ndeki
(YYÜ) bilim insanları tarafından yeniden
canlandırılıyor. Urartuca’yı çözmek için çalışma
yürüten Yüzüncü Yıl Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Doç.Dr.
Rafet Çavuşoğlu, "Gelecek yıl Urartuca’yı ders
olarak öğrencilerimize okutacağız" dedi.
Tarihte Urartu’ya başkentlik yapmış olan eski
adı Tuşba olan Van’da, Urartuca YYÜ’de ders
olarak okutulacak. Van’ın Gürpınar İlçesi’ndeki
Çavuştepe Kalesi’nin bekçisi Mehmet Kuşman
tarafından da okunabildiği belirtilen Urartuca,
artık bilim insanlarının elinde. YYÜ Edebiyat
Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Doç.Dr.
Rafet Çavuşoğlu, Dil Bilimi Bölümü Öğretim Üyesi
Yrd. Doç.Dr. Orhan Varol ve Doktora Öğrencisi
Kenan Işık uzun yıllar yaptıkları çalışmalar
sonrası Urartuca’yı çözmeyi başardı.
Krallık yıkılınca dil öldü
Yaklaşık 2 bin 800 yıl önce Urartu
Krallığı’nın yıkılmasının ardından konuşulmayan
ve ölü dil olarak bilinen Urartuca’nın, sadece
bazı yazılı tabletlerde kaldığını belirten YYÜ
Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanı
Doç.Dr. Rafet Çavuşoğlu, araştırmalarla dilin
yeniden canlandırıldığını söyledi. Doç.Dr.
Çavuşoğlu, "Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü
önümüzdeki eğitim öğretim döneminde Urartuca’yı
seçmeli ders olarak okutacaktır. En önemli
hadiselerden biri Urartuca’nın şimdiye kadar ölü
bir dil olması ve Urartu’nun başkenti olan
Van’da bu dilin bilinmemesi. Yaptığımız
çalışmalar kapsamında doktora öğrencimiz Kenan
Işık, Urartuca üzerine 50 yıl çalışmış İtalyan
bilim insanı Prof.Dr. Mirzo Salvini birlikte
yaklaşık 10 yıla yakın birlikte çalıştı. Bu
çalışmayla birlikte Urartuca’yı kendisi de
geliştirdi. Şimdi de doktorasını bitiriyor.
Önümüzdeki eğitim öğretim yılı içerisinde
öğrencilerimiz lisans dersi olarak eğitim
öğretime Urartuca başlamış olacak" dedi.
Hürryet, 17.12.2014
|
KÜRATÖRÜ TARAFINDAN SOYULAN MÜZE
Taşkent’teki Özbekistan Devlet Sanat Müzesi’nin baş
küratörü Mirfayz Usmonov ve iki görevlinin 15 yıl
boyunca Müze’deki sanat eserlerini kopyalarıyla
değiştirdikleri ve orijinalleri sattıkları ortaya
çıktı. Usmonov dokuz yıl hapis cezası aldı, diğer
iki görevli ise sekizer yıla mahkum oldu.
Müzecilerin çaldıkları eserleri 100 ila 800 dolara,
1999’dan bu yana peyderpey elden çıkardıkları ortaya
çıktı. 20. yüzyılda Özbekistan’da yaşayan Rus ve
Sovyet avangard sanatçıların ve aralarında bir
İtalyan Rönesans ressamı ve heykeltıraşının da
bulunduğu 25 Avrupalı sanatçının eserlerini
alanların kimler olduğu ise bilinmiyor.
Bu, Müze’de son yıllardaki ilk hırsızlık olayı
değil. İddialara göre, daha önce de Müze’ye ait bazı
sanat eserleri Özbekistan’ın despot devlet başkanı
İslam Kerimov’un kızı Gülnara Kerimova’nın
Cenevre’deki villasında bulunmuştu. Ülkesinin
Birleşmiş Milletler temsilcisi ve İspanya elçisi
olan Kerimova, aynı zamanda siyaset bilimi
profesörü; Özbekistan Kültür ve Sanat Vakfı kurucusu
ve yöneticisi; moda tasarımcısı ve şarkıcı. Bundan
bir yıl önce Kerimova’nın Cenevre’deki evine gizlice
giren sürgündeki muhalif bir Özbek, Safar Bekzhan,
çeşitli Özbek müzelerinden buraya getirilmiş,
ülkenin usta ressamlarına ait 60 eserle
karşılaşmıştı. Bekhzan’ın amacı Özbek yönetiminin
yolsuzluklarını teşhir etmekti. Anlaşıldığı
kadarıyla, resimler yurtdışındaki sergilere katılma
bahanesiyle, Kerimova’nın vakfı aracılığıyla müze
koleksiyonlarından çıkarılmıştı. Bazıları başyapıt
değerindeki tabloların arasında Özbekistan Devlet
Sanat Müzesi’ne ait olanlar da vardı, mesela Lev
Renik’in Nar isimli tablosu. Devlet Müzesi’nin
1990’de ressamdan satın aldığı tablonun nasıl olup
da Cenevre’deki özel bir konutta bulunduğu kuşku
uyandırdı. Bir açıklama için aranan Müze müdürü
bulunamadı. Bunun üzerine, Müze’nin konservatörü
Nar’ın yerli yerinde durup durmadığını bilmediğini
ama belki de Renik’in birden çok Nar tablosu
yaptığını öne sürdü: “Lev Renik öleli çok oldu; kim
bilir ünlü Nar’ın kaç kopyasını yapmıştı.
Cenevre’deki onlardan biri olmalı”.

Safar Bekhzan, Lev Renik’in Nar isimli tablosuyla
Gülnara Kerimova’nın Cenevre’deki evinde
Özbekistan
Devlet Sanat Müzesi, kendi koleksiyonundaki sahte
eserlerin yanı sıra, orijinalliği kuşku götüren
başka sahte eserler de sergilediği için geçmiş
yıllarda eleştirilmişti. Hatta Veronese’nin bir
eseri olarak sergilenen ve kaynağı belli olmayan bir
tablo için 2012’de İtalyan Büyükelçiliği tarafından
uyarılmıştı. Oysa müze tabloyu Batı sanatının
unutulmuş bir başyapıtı olarak sunmuştu.

Özbekistan Devlet Sanat Müzesi
Özbekistan’ın bu en eski müzesi, Prens Nikolay
Konstantinoviç’in Taşkent sarayındaki koleksiyonunun
1918’de millileştirilmesiyle oluşturulmuştu.
1920’lerde ise, Hermitage dahil, Sovyetler
Birliği’ndeki başka müzelerden ve özel
koleksiyonlardan getirilen eserlerle birikimini
zenginleştirmişti.
e-skop.com, 16.12.2014
|
14 - 20 Aralık 2014
|
MEVLANA'NIN KAYSERİ'DEKİ
ÇİLEHANESİ 8 ASIRDIR AYAKTA

Hz. Mevlana’nın halvete
girdiği çilehane, günümüzde Hakırdaklı Mescidi
olarak biliniyor. Mevlana, burada Seyyid Burhaneddin
Hazretleri’nin gözetiminde bir rivayete göre 40,
diğerine göre 170 gün kalmış.
Hz. Mevlana, hocası
Seyyid Burhaneddin nezaretinde Kayseri’de bir
çilehanede halvete girdi. Burada bir rivayete göre
40, bir başka rivayete göre 170 gün kaldı. Günlerini
bir ibrik su ve bir parça ekmekle geçirdi. Bu
bilgiler 13. yüzyılda yaşayan Eflaki Ahmed Dede’nin
kaleme aldığı ‘Ariflerin Menkıbeleri’ adlı kitapta
yer alıyor. Ahmet Eflaki, kitabında Mevlana
Hazretleri’nin torunu Ulu Arif Çelebi ve o dönemle
ilgili bilgi sahibi olanların anlatımlarına yer
veriyor.
Mevlana’nın halvete
girdiği çilehane, günümüzde Seyyid Burhaneddin
Hazretlerinin çilehanesi olarak biliniyor.
Hakırdaklı Mescidi olarak kullanılan tarihi yapı,
Han Camii yanında, Seyyid Burhaneddin’in türbesine
yakın bir mesafede yer alıyor. Çilehane, 1100 ile
1200’lü yıllarda yaşayan Ahi Evran’ın yaptırdığı
‘Ahi Evran Zaviyesi’nin de yakınında bulunuyor.
Kayseri eski Vakıflar
Bölge Müdürü tarihçi-yazar Mehmet Çayırdağ, tonoz
şeklindeki çilehanenin beylikler hatta Selçuklu
dönemine kadar uzanan bir yapı olduğunu söylüyor.
Çayırdağ, tonozu da ‘tuğla, taş ve harçla örülmüş,
alttan obruk, yarım silindir biçiminde tavan örtüsü,
bir kemerin aralıksız devam etmesiyle oluşan örtü
biçimi’ olarak tanımlıyor. Çağırdağ, Ariflerin
Menkıbeleri’nde yer alan bu binayla ilgili şunları
söylüyor: “Ulu Arif Çelebi’nin verdiği Kayseri’deki
Moğol istilasıyla ilgili bilgiler kitapta yer
alıyor. Kayseri’nin yağmalandığı, taş üstünde taş
kalmadığı ifade ediliyor.
Ayrıca halvete giren
Mevlana’ya biraz ekmek ve su konulduktan sonra
kapıyı duvarla örerek içeride kaldığı biliniyor.
Mevlana’nın çilehaneye kapatılmasını hocasından
kendisinin istediği anlatılıyor. Hz. Mevlana daha
sonra Konya’ya gidiyor. Seyyid Burhaneddin
Hazretleri vefat ettiğinde Hz. Mevlana, hocasının
cenazesinden sonra şehre gelmiş. Burada hocasının
bazı kitaplarını alarak götürmüş.”

‘Bir şehre iki aslan
fazla olur’
Bugün Çilehane’nin
türbedarlığını, 18 yıldır Hamdi Sarp yapıyor.
Mescitteki manevi atmosferi birçok insanın teneffüs
ettiğini anlatan Sarp, ev hanımlarının, avukat,
doktor, öğretmen gibi mesleklere sahip insanların
mescit temizliğinde kendisine yardım ettiğini ve
burada belirli zamanlarda Kur’an-ı Kerim
okuduklarını anlatıyor.
Hamdi Sarp, Hz.
Mevlana’nın burada halvete girdiğini, fırıncının
ekmeğini pişirmesi gibi Seyyid Burhaneddin
Hazretleri’nin de öğrencisini piştiğine şahit olunca
dışarı çıkardığını söylüyor.
Mevlana ile birlikte
Seyyid Hazretleri’nin Konya’ya gittiği rivayetlerini
nakleden Sarp, “Seyyid Burhaneddin, ‘Konya’ya iki
aslan fazla olur. Ben Kayseri’ye geri döneyim.’
diyor. Seyyid Burhaneddin Hazretleri Kayseri’ye
dönüyor ve hayatının kalan kısmını burada yaşıyor.
Bizler de önemli insanların mekanı olan bu
çilehaneyi temiz tutarak mescitte ibadetlerin devam
etmesini sağlıyoruz. Kur’an-ı Kerim okuyoruz. Bu
faaliyetler bizi mutlu ediyor.” diyor.
Seyyid Burhaneddin
Hazretleri Çilehanesi, sonraki yıllarda mahalle
mescidi olarak hizmet vermiş. Yanındaki tarihi
caminin tamamen yıkılmasından sonra ise yeni cami
yapılmış.
Zaman, Haber: Ersan
Temizel, 19.12.2014
|
BAKAN ŞİMŞEK
SON NOKTAYI KOYDU!
Çatısında çıkan
yangından sonra otel veya alışveriş merkezi yapılmak
üzere satılacağı iddialarıyla gündeme gelen
Haydarpaşa Garı ile ilgili olarak bir soru
önergesini cevaplayan Şimşek, “Özelleştirme İdaresi,
özelleştirme kanunu kapsamındaki kuruluşları
düzenliyor. Haydarpaşa Garı bu özelleştirme
kapsamında değil” dedi.
Türkiye Gazetesi, Haber:
Şükran Kaban, 19.12.2014
|
|
9 ASIRDIR ÇÜRÜMEYEN
BEDEN ARTIK GÖRÜLEMEYECEK

Kastamonu’da yaklaşık 9
asırdır Aşıklı Sultan’ın teşhir edildiği çürümeyen
bedeni, ziyarete kapatıldı.
12. yüzyıl başlarında
Kastamonu Kalesi’nin fethi sırasında şehit olan
Aşıklı Sultan için yapılan türbedeki çürümemiş
bedenin ziyareti vatandaşlara kapatıldı. Honsalar
Mahallesi Kümbet Sokak üzerinde yer alan ve türbeye
de adını veren Aşıklı Sultan’ın camekan içerisinde
çürümeyen bedeninin gösterilmesi, dinen uygun
olmadığı gerekçesiyle ziyarete kapatıldı.
“9 ASIRDIR ÇÜRÜMEYEN
BEDEN, ZİYARETE GELENLERE İBRET VESİKASI OLUYORDU”
Türbeye de adını veren Aşıklı Sultan’ın bu kadar
çok ziyaret edilir kılan sebebinin bu zatın bedenin
çürümemiş olmasının yattığını ifade eden Aşıklı
Sultan Türbesi Yaptırma ve Yaşatma Derneği Başkanı
Nihat Sofuoğlu, “Gerçekten de on yıllardır, camekan
içerisinde teşhir edilen ve insanlara ibret olması
umulan Aşıklı Sultan’ın aşık kısmı etiyle, kemiğiyle
asırlardır durmaktadır. Aşıklı Sultan, Kastamonu’nun
fethi için buralara gelen Selçuklu ordusundaki
komutanlardan birisidir. 1185-1200 yılları arasında
cereyan eden fetih mücadelesi esnasında şehit düşmüş
ve şehit olduğu yere defnedilmiştir. Bedeni tam 9
asırdan fazla zamandır hiç çürümeden durmakta ve
adeta kendisini ziyarete gelenlere ibret vesikası
olmuştur” dedi.
“1116 YILINDAN BU
YANA GELEN BİR GELENEK”
Geçtiğimiz yıl türbede yeni bir dizayna
gidildiğini aktaran Sofuoğlu, “Bununla birlikte
türbede dizayn bakımından Kastamonu’da en güzel
mekanlardan biri haline geldi. Fakat restorasyon
çalışmalarının hemen akabinde zatların toprağa
defnedilmesi gündeme geldi. Daha öncesinden Aşıklı
Sultan’ın yattığı sandukanın ayak kısmında camekan
içerisinde zatın çürümeyen ayak kısmı
görülebiliniyordu. Fakat ayaklarının görünme
kısmının teşhir konumuna geleceği ve dinimize uygun
halde toprağa defnedilmesi gündeme geldi. Bunun ise,
bir doktorumuzun facebook ta yazı yazması üzerine
ortaya çıktığını öğrendik. Bunun üzerine Vakıflar
Bölge Müdürlüğümüzden, dernek başkanı olarak beni
çağırdılar ve bana ‘ne yapmamız’ gerektiği yönünde
soru sordular. Aşıklı Sultan, 1116 yılından bu yana
bu şekilde geldi. Biz, 1116 yılından bu yana olan
bir hadiseyi bugün değiştirmenin yanlış olacağına
inanıyoruz.
“BU ZATI GÖRENLER
DEĞİŞİYOR, BUNUN DEVAM ETMESİNİ İSTİYORUZ”
Aşıklı Sultan Türbesini ziyaret edenlerin
çürümeyen bedeni gördükten sonra farklı davranışlar
gösterdiklerine şahit olduklarını vurgulayan Nihat
Sofuoğlu, “Buraya türbeyi görmeye gelenler bilhassa
Aşıklı Sultan’ın çürümeyen ayaklarına bakmak
isteyenler, burada ilham alarak inanılmaz şekilde
insanların değişiklik gösterdikleri ve olumlu
davranış içerisinde bulunduklarına şahit olduk. Bu
yüzden bu güzel olayın devamının bu açıdan son
derece önemli ve yaralı olduğunun kanaatindeyim.
Yetkililerde bu konuda gerekli çalışmaları
yapacağına inanıyoruz. İnşallah olması gereken
şeklinde tekrar eski haline dönüştürülür. Çünkü amaç
vesiledir, amaç görevdir, amaç insanların Allah’ın
‘biz öyle yaptık, böyle yaptık, böyle oldu’ şeklinde
kısaca belirttiği ayetlerde ‘bu böyledir’ Yoksa
insanların kendi mücadelesi içerisinde bunu
başarmasının mümkün olamayacağı kesindir, alenidir
ve nettir” şeklinde konuştu.
“AŞIKLI SULTAN’IN AYAĞI, BİLGİSAYAR ORTAMINDA
GÖSTERİLECEK”
Vakıflar Bölge Müdürü Yavuz Yücebıyık ise
Aşıklı Sultan’ın ayağının gösterilmesiyle ilgili
olarak kurumlarına çok fazla şikayetlerin geldiğini
anlatarak, “Ayağının gösterilmesinin doğru
olmadığını hatta bilgi edinmeye sürekli mailler
atıldı. Bunun üzerine bir araştırmaya gidildi. Bu
konu hakkında bizim yeterli bilgiye sahip
olmadığımız için İl Müftülüğümüze görüşü soruldu. İl
Müftülüğümüzde, Diyanet İşleri Başkanlığına
yazdılar. Oradan gelen cevapta, kapatılmasının doğru
olacağını ve İslam dini açısından gösterilmesinin
uygun olmayacağını belirttiler. Dolayısıyla biz,
buranın sandukanın açık olan bölümünü kapatıp aynı
şekilde yine türbenin içerisine ziyaretler devam
ediyor” ifadelerini kullandı.
“TOPRAKTAN GELDİK, TOPRAĞA GİDERİZ”
Kastamonu İl Müftüsü Osman Aydın, Vakıflar Bölge
Müdürlüğünün vatandaşlardan gelen şikayet ve istek
üzerine kendilerine uzman görüşü sorduğunu
belirterek, “Biz de, konuyu Diyanet İşleri
Başkanlığına sorduk. Diyanet İşleri Başkanlığımız
da, konunun hassasiyeti bakımından fetvaya sordu.
Fetva da, ‘Topraktan yaratılan insanın öldüğünde
yine toprağa verilmesi İslami bir esastır. Cenazenin
kabre defnedilmeyip teşhiri şeklindeki uygulama,
İslam’ın cenazelerin defni ile ilgili hükümlerine
aykırıdır’ şeklinde görüş bildirdi. Bunun üzerine
bizde, Vakıflar Bölge Müdürlüğümüzü fetvanın verdiği
cevabı üst yazıyla bildirdik” dedi.
Akşam, 18.12.2014
|
|
TATE BRITAIN'İN ARŞİVİ DÜNYAYA AÇILIYOR
Tate Britain Müzesi, 20. yüzyıl sanatçılarına ait 52
bin fotoğraf, mektup, çizim defteri ve teknik
kayıtlardan oluşan arşivini ilk kez online olarak
yayımlayacak. Müze, İsteyen herkesin ulaşabileceği
materyallerin ilk bölümünü yayımladı.
Arşivin 79 sanatçıyı içeren 6 bin materyallik ilk
parçasında, ressam Paul Nash’in aşk mektupları,
Barbara Hepworth’ün detaylı heykel kayıtları ve
1950’lerin Londra’sındaki caz dünyasını yansıtan
Nigel Henderson’un çektiği 3000 fotoğraf bulunuyor.
Arşiv yöneticisi Adrian Glew, şimdiye kadar
yayımlanan ilk bölümün, 1 milyon adet materyal
içeren arşivin sadece yüzde altısını oluşturduğunu
söyledi. Arşivin tamamı ise 2015 yazına kadar
yayımlanmış olacak.
Akşam, 18.12.2014
|
ESKİ PATRİĞİN ARSASI
İADE EDİLDİ
1964 kararnamesiyle
devletin el koyduğu, daha sonra üzerine Fenerbahçe
Camii yapılan eski Fener Rum patriklerinden
Vapurci’nin arazisi Yargıtay kararıyla mirasçıları
adına tescil edilecek.

Yargıtay, Yunan uyruklu
azınlık mensuplarının mülk edinmelerine sınırlama
getiren 1964 tarihli kararname ile el konulan
Fenerbahçe
Camii'nin bulunduğu arazinin, halen
Yunanistan'da
yaşayan 92 yaşındaki Stamatis Papamanolaki adına
tescil edilmesi kararını onadı. Eski
İstanbul Patriği
Maksimos Vapurci'nin mirasçılarından olan
Papamanolaki'nin hukuk zaferi, söz konusu kararname
ile Hazine'ye devredilen diğer mülklerin iadesinin
de önünü açtı. Papamanolaki'nin ise arazideki
caminin varlığına razı olacağını, sadece arazinin
maddi değerini Hazine'den talep edeceği belirtildi.
1964’teki kararnameye
dayanılarak Hazine adına yapılan tapu kaydının
iptaline ve taşınmazın eski patriğin mirasçısı
Stamatis Papamanolaki adına tapuya tesciline karar
verdi.
Eski Patrik Maksimos
Vapurci’nin mirasçıları, Hazine’ye geçen ve eskiden
üzerinde köşk bulunan, şimdi ise Fenherbahçe
Camii'nin bulunduğu arazi için verdikleri hukuk
mücadelesini kazandı. Kökeni yarım asırdan öncesine
giden tapu mücalesinin öyküsü şöyle:
Yunan uyruklu azınlık mensubu Ernestuğ Vapurci, 1949
yılında
Vatan Kümiziyan
isimli kişiden
Kadıköy Zühtüpaşa
Mahallesi’nde bir köşk aldı. Erenstuğ Vapurci,
1971’de ölünce köşk, daha sonra Fener Patriği olacak
olan kardeşi Maksimos Vapurci ve diğer kardeşi Yani
Vapurci’ye geçti. Maksimos Vapurci 1972’de öldü.
Köşkün tek sahibi Yani Vapurci de 1974’de öldü.
Çocuğu olmadığı için köşk, eşi Kornilla Vapurci’ye
kaldı. Kornilla Vapurci, mahkemeden mirasçılık
belgesi aldı. Kornille Vapurci de 1982 yılında
düzenlediği vasiyetname ile köşkü ve üzerinde
bulunduğu araziyi evlatlığı Yunan asıllı Türk
vatandaşı Stamatis Papamanolaki’ye bıraktı.
Köşk’e el konuldu
Hazine, mahkemeye
başvurarak 1964 Kararnamesi’ne göre, Kornilia’nın
mirasçılık belgesinin iptalini istedi. Söz konusu
kararname, Yunan uyruklu vatandaşların Türkiye’deki
mallalarını satışı, mal alımı gibi işlemlerin
durdurulmasını öngörüyordu. Kadıköy 3. Sulh Hukuk
Mahkemesi, Hazine’nin talebini yerinde görerek
1985’de mirasçılık belgesini iptal etti. Köşk ve
üzerinde kurulu arazi devletin eline geçti. Dava
sürerken, Vapurci de hayatını kaybetti, köşkü
evlatlığı olan Stamatis Papamanolaki’ye bıraktı.
Mahkeme kararından sonra, 1986 yılında köşk yıkıldı.
Daha sonra arazi üzerine Fenerbahçe Camii inşa
edildi.
Mahkemenin lehte
kararı
Papamanolaki, 2008’de
Kadıköy 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’ne başvurarak köşk
ve arazinin kendisine verilmesini istedi. Mahkeme
1964
Bakanlar Kurulu
Kararnamesine göre, sadece Yunan uyruklu kişilerin
Türkiye’deki malları üzerinde her türlü hakkın
yasaklanmış olmasının hukuka uygun olmadığını
vurguladı. Kararda, 1964 kararnamesi ile Yunan
uyruklu kişilere ait taşınmazlara getirilen devir
yasağının geçici bir tedbir olarak anlaşılması
gerektiği, mülkiyet hakkını tamamen ortadan
kaldırmayacağı ifade edildi. Mahkeme bu gerekçeyle
Hazine adına olan tapu kaydının iptaline ve tapunun
davacı adına tesciline karar verdi. Ancak Yargıtay
3. Hukuk Dairesi yerel mahkemenin kararını bozdu.
Dairenin kararında, 1964 yılında çıkırılan kararname
ile taşınmazın Hazine’ye geçtiği, dolayısıyla,
davacının kendi adına tapu tescili istemesine
dayanak olan vasiyetnamenin vasiyetçisi konumunda
olan Kornelia Vapurci’nin taşınmaz yönünden Yani
Vapurci’nin mirasçısı olmadığının mahkeme kararıyla
saptanmış olduğu savunuldu.
"Mütekabiliyet var
mı?"
Dosyanın gönderildiği
yerel mahkeme ise kararında direndi. Mahkeme
kararında, kararnamenin 1964 tarihli kararnamenin
Yunanistan uyruklu kişilerin taşınmazlarının devrine
ilişkin geçici önlemler içerdiği vurgulandı ve bu
kararnamenin 1988’de çıkarılan başka bir Bakanlar
Kurulu kararnamesi ile yürürlükten kaldırıldığı
dikkat çekildi. Mahkemenin direnme kararı üzerine
dosya Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’na geldi. Kurul,
yerel mahkemenin 1964 kararnamesinin hüküm ve
sonuçlarına ilişkin görüşünü doğru buldu ancak
konunun mütekabiliyet (karşılıklılık) açısından da
değerlendirmesi gerekçesiyle mahkeme kararını bozdu.
Kurul kararında "karşılıklılık" ilkesi yönünden
araştırma yapılmasından sonra, taşınmazın Kornelia
tarafından edinilebileceğinin ve bu yolla mal
varlığına dahil olduğunun tespiti halinde davanın
kabulüne karar verilmesi, aksi durumda ise davanın
reddedilmesi" gerektiği belirtildi.
Hazine'nin tapusu
iptal
Mahkemenin mütekabiliyet
(karşılılık) olup olmadığını sorduğu Adalet
Bakanlığı Uluslararası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel
Müdürlüğü,
Dışişleri Bakanlığı
ve Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü'nden alınan
yazılarda Yani Vapurci'nin ölüm tarihi olan 16
Haziran 1974'de Türkiye ve Yunanistan devletleri
arasında miras ve gayrimenkul edinimi açısından
karşılıklılık bulunduğu belirtildi. Bunun üzerine
mahkeme taşınmazın Hazine'ye ait olan tapusunun
iptal edilerek Stamatis Papamanolaki adına tescil
edilmesine karar verdi.
Hazine'nin kararı temyiz etmesi de sonucu
değiştirmedi. Yargıtay 3. Hukuk Dairesi kararı onadı
ve ardından yine Hazine'nin yaptığı karar düzeltme
talebini de reddetti. Böylece taşınmazın halen
Atina'da yaşayan 92 yaşındaki Papamanolaki adına
tescil edilmesi kararı kesinleşti. Yıllarca
Türkiye'de yaşadıktan sonra Yunanistan'a taşınan
Papamanolaki'nin “arazinin üzerinde bulunan
Fenerbahçe Camii nin varlığını devam ettirmesine hiç
bir itirazının olmadığı, bu caminin kendisi
açısından da çok kutsal olduğu, sadece bu arazinin
maddi değerini tazmin için ilgili makamlar nezdinde
girişimlerde bulunacağı, talebinin uygun bulunması
halinde, caminin bulunduğu taşınmazı Hazine’ye iade
etmeye hazır olduğu” öğrenildi.
Rezidans olsa 30
milyon
dolar
Fenerbahçe bölgesinde iş
yapan gayrimenkul sektöründen uzmanlar ve emlakçiler
caminin bulunduğu araziyle ilgili şu bilgileri
veriyor: “Cami alanı yaklaşık 1.190 metrekare.
2.500-3 bin metrekareye kadar inşaat yapılabilir.
Etraftaki binalara bakıldığında emsal teşkil eder
ama bir imar sınırı yok. Dikey olarak iyi bir
konut projesi
yapılabilir. Bölgede arazi fiyatları ise metrekaresi
10 bin dolar civarında seyrediyor. Rezidans gibi bir
projede fiyat çok daha yukarı çıkar.”
Bu da arazinin 12 milyon dolara (yaklaşık 27.9
milyon TL) satılabileceğini gösteriyor. Böyle bir
konut projesi yapıldığında toplam satış bedeli 30
milyon doları (yaklaşık 69.9 milyon TL)
bulabiliyor."El konulan taşınmazlar istenebilir"
Mahkeme önyargısız
davrandı
Konuyu Milliyet'e
değerlendiren Papamanolaki'nin avukatı Barış Tan,
1964 kararnamesi uyarınca Rumlara ait taşınmazların
Hazine adına tesciline yönelik kararların, Yargıtay
denetiminden geçerek kesinleşse bile, kesin hüküm
niteliğinde olmadığını, dolayısıyla 1988 kararnamesi
itibariyle bu taşınmazların mirasçılar tarafından
talep edilebileceğine karar verilmesinin oldukça
önemli olduğunu belirterek şunları söyledi:
"İşin en zor tarafı bu
noktadaydı. Zira Rumların elindeki taşınmazlara
Hazinece el konulması, kendilerine veraset belgesi
dahi verilmemesi gibi Yargıtay'ın yıllarca vermeye
devam ettiği hukukun temel ilke ve kuramları ile
bağdaşmayan kararları vardı. Öncelikle İstanbul
Anadolu 8. Hukuk
Mahkemesi, bilahare Yargıtay Hukuk Genel Kurulu
verdiği bu yeni kararla, gerek Mukabele-i Bilmisil
Yasası, gerekse bu yasaya göre 1964 yılında
çıkarılan Bakanlar Kurulu Kararnamesinin, yabancı
uyruklu kişilerin Türkiye’deki malları üzerinde
temliki tasarruflarının durdurulmasını amaçlamakta
olduğunu, bu kişilerin mülkiyet hakkını ortadan
kaldıran veya mülkiyet hakkının kullanılması ile
ilgili olarak yapabilecekleri bir takım
borçlandırıcı işlemleri tamamen geçersiz ve hükümsüz
kılan bir düzenleme olmadığını belirledi. Böylece
mirasçı naspı ve muayyen mal vasiyeti gibi
tasarruflar birer borç doğurucu işlem olarak geçerli
kabul edildiler. 1964 Kararnamesinin getirdiği
önlemlerin geçici olduğu gibi, bu kararnameye
dayanılarak verilen mahkeme kararlarının dahi geçici
nitelikte olduğu belirlendi. Bu gerçekten son derece
doğru ve adil bir karardır. Bu karar verilirken,
dava konusu yerde bir cami olduğu ve davanın
kazanılması halinde arazinin bir gayrimüslime
geçeceği tartışma konusu yapılmamıştır. Mahkeme ve
Yargıtay, son derece tarafsız ve önyargısız
davranmıştır.”
Milliyet, Haber: Kemal
Göktaş, 18.12.2014
|
"CEVİZLİ TEKEL
HALKINDIR"

Cevizli Tekel Dayanışması, İstanbul
Şehir Üniversitesi’ne tahsis edilen doğal sit alanı
ve endüstri mirası Cevizli Tekel‘de, tescilli
fabrika yapılarının yıkılmasını Kartal Belediyesi
önünde protesto etti. Kartal Belediyesi’nin verdiği
yıkım ruhsatı ile 5 No’lu Koruma Kurulu’nun yıkım
kararlarının iptal edilmesi gerektiğini belirten
Cevizli Tekel Dayanışması, üniversite yerleşkesi
için tahsis edilen alanın halka açılıp park olarak
düzenlenmesini talep etti.
Cevizli Tekel Dayanışması adına basın
açıklamasını okuyan Mimarlar Odası Kartal
Temsilciliği Başkanı Esin Köymen, “Cevizli Tekel
kamusal alanının büyük kısmı tek katılımlı ve adrese
teslim bir ihaleyle Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun
kurucu üyesi olduğu Bilim ve Sanat Vakfı’na ait
İstanbul Şehir Üniversitesi’ne neredeyse bedelsiz
olarak 49 yıllığına tahsis edilmiştir. 2009 yılından
beri Cevizli Tekel alanının halkın kullanımına açık
park alanı olarak düzenlenmesi için mücadele
ediyoruz. Bu süre içinde mücadelemizde ortaklaşarak
birçok görüşme yaptığımız Kartal Belediyesi
yetkilileri, alan içinde endüstriyel miras olarak
tescillenmiş olan ve bizim de ısrarla mevcut
halleriyle korunmasını talep ettiğimiz yapıların
yıkım ruhsatlarını, Koruma Kurulu kararı
doğrultusunda onaylamıştır. Ve birkaç gün önce de bu
yapıların yıkımına başlanmıştır. Kartal Belediyesi
yetkililerinin anayasal ve kamusal sorumluluklarını
göz ardı ederek verdikleri yıkım ruhsatları iptal
edilmeli ve alan içindeki yıkım derhal
durdurulmalıdır” dedi.
‘KAMPÜS ISRARINDAN VAZGEÇİN'
5 No’lu Koruma Kurulu’nun alanda
korunması gereken tescilli yapılara verdiği yıkım
kararının 2863 sayılı Koruma Kanunu’na aykırı
olduğunu belirten Köymen, aynı zamanda bir bölümü 1.
derece arkeolojik sit olan alanda arkeolojik
çalışmalarının devam ettirilerek, kazı çalışmalarına
engel olan tahsislerin iptal edilmesi gerektiğini
söyledi. İstanbul Şehir Üniversitesi’nin bölgede tek
kalmış yeşil alanda üniversite kampüsü yapma
ısrarından vazgeçmesi gerektiğini belirten Köymen,
“Arkeolojik kazı çalışmaları tamamlanmadan alan
içinde herhangi bir planlama ve yıkım işlemi
yapılmamalıdır. Cevizli Tekel Kamusal alanı doğal ve
arkeolojik sit alanı olma özellikleri korunarak
içindeki Tekel’e ait endüstri mirası yapılarla
birlikte halka açık park olmalı. Depremi bekleyen
İstanbul’da afet anında bölge halkının toplanma
alanı olarak düzenlenmelidir” dedi.
Yapılan açıklama sonrası Kartal
Meydanı’na yürüyen Dayanışma üyeleri ''Tekel
halkındır, halkın kalacak”, “AKP halka hesap
verecek” sloganları attı.
Birgün, Haber: Olgu
Kundakçı, 17.12.2014
|
DÜNYACA ÜNLÜ BAZİLİKA BU HALE GELDİ

Bursa’nın dağ ilçelerinden Büyükorhan’daki Roma
dönemine ait bazilika, sponsor firma para olmayınca
atıl durumda kaldı.
Büyükorhan Belediye
Başkanı Hasan Taş, dağ yöresinde kırsal turizmi çok
önemsediklerini belirterek, "Bu yörenin tarım,
hayvancılık ve turizmden başka şansı yok.
Büyükorhan-Bursa yolunda birkaç eksiklik var. Yollar
tamamlandıktan sonra turizm Büyükorhan'da
hareketlenecek. Cenabı Allah'ın verdiği eşsiz
tabiat, güzel bir iklim, bol oksijen var. Bu
nimetten insanları yararlandırıp, halkı da bundan
istifade ettirmek istiyoruz. Bu zenginlik yörenin
geleceği için kullanılırsa çok büyük avantaj olur"
dedi.
Turizm konusunda Büyükorhan'da bazı güzelliklerin
atıl durumda olduğunu ifade eden Başkan taş,
"Hamamımız atıl halde. Diğer taraftan Bayındır ve
Karalar mağaraları ziyarete açılacak, ama atıl
halde. Görecik ve Belpınar yaylası gibi fevkalade
yerler atıl halde. Derecik'te Roma döneminden kalma
bazilikamız var.
Bir sponsorluk anlaşması yapılmış. Fakat sponsor
firma para bulamadığı için inşaatı durmuş durumda.
Eğer bu anlaşmayı Turizm Bakanlığı'na ya da
Büyükşehir Belediyesi'ne devredebilirsek bazilikayı
canlandıracağız. Turizm ile ilgili netlik kazanmayan
bazı çalışmalarımız var. Onları da zamanı gelince
açıklayacağız" diye konuştu.
Sabah, 17.12.2014
|
SUALTI MÜZESİNE DAHİL EDİLECEK

Antalya Side’de Mayıs ayına yetiştirilmesi
planlanan Sualtı Müzesi’nin kurulacağı Apollon
Tapınağı önünde yer alan su altındaki tarihi
mezarlar da müzeye dahil edilecek.
DTO Antalya Şube Başkanı Bekir İnanç Kendiroğlu,
deniz tabanında bulunan MÖ 7′nci yüzyıla ait
mezarların da müze bünyesine dahil edilmesi için
girişimde bulunduklarını belirtti. Mezarların 1′inci
Dünya Savaşı sırasında İngilizler tarafından tahrip
edilerek içlerinin boşaltıldığını belirten Bekir
İnanç Kendiroğlu, “Deniz dibindeki mezarların da
sualtı müzesine dahil edilmesi için hazırladığımız
projeyi bakanlığa sunduk. Gerekli izinlerin ardından
arkeolog dalgıçlar su altındaki bu mezarların
restorasyonunu yapacak. Mezarları sualtı müzesine
dahil etmeyi hedefliyoruz” diye konuştu. Mezarların
dalış turizmi için oldukça güzel tarihi eserler
olduğunu kaydeden Kendiroğlu, “Bu mezarların büyük
kısmı kum altında. Çevresini temizleyerek ortaya
çıkarmak ve sergilemek bölge turizmi için de önemli”
dedi.
Bir turizm merkezi olan Side’yi dünya çapında
sualtı turizm merkezi yapmayı hedeflediklerini
vurgulayan Kendiroğlu, “Mayıs ayında açılışı
yapılacak olan 100 heykelin yer alacağı sualtı
müzesi için gerekli izinlerin ve çalışmaların
ardından tarihi mezarlar da Side’ye kazandırılacak.
Side’ye dalış turizmi için binlerce turist gelmesini
istiyoruz” diye konuştu.
Sözcü, 17.12.2014
|
"TOPKAPI SARAYI İSTENSEYDİ 15 KATLI OLURDU
Önceki
gün Mimar Sinan Üniversitesi Sedad Hakkı Eldem
Oditoryumu’nda yapılan konferansın açılış
konuşmasını Mimarlık Bölümü Başkanı Prof.Dr. Demet
Fidan yaptı. Fidan 2001 yılından beri düzenlenen
konferansların amacının mimarlık öğrencilerinin
birikimlerine katkıda bulunmak olduğunu ifade etti.
“İnsan Yaşadığı Yere Benzer” başlığıyla
düzenlenen konferansta yazar Tunç, Umberto Eco’nun
“İnsan şehirler kurdu”cümlesini hatırlatarak, bir
medeniyet kurmanın mimariyle yakından ilgili
olduğunu söyledi. Umberto Eco’nun şehirlerle ilgili
cümlesinin kendisini çok etkilediğini söyleyen Tunç,
“Benim yıkıcılık üzerine olan düşüncelerimi ateşledi
ve ben uzun süredir neden bu kadar yıkıcı olduğumuzu
düşünüyorum” dedi.
MÜTEVAZI GEÇMİŞİN YERİNİ VAHŞİ AÇGÖZLÜLÜK
ALDI
Adapazarı’nda doğup büyüyen Tunç, Kendisi için
yıkımın kentsel dönüşüm ya da TOKİ ile
başlamadığını, söyledi. “Ben ortaokulda iken kent
estetiği, iki katlı evlerin olduğu, son derece
rafine bir yerdi” dedi, Adapazarı’nın “kendine özgü,
işaretleri olan bir şehir olduğunu” belirten Tunç,
“Bina cephelerine kuşlar için ev yapan incelikli bir
mimariden, kuşlar konmasın diye dikenli teller geren
bir mimariye geçiş yaşanıyor. İnşa kültürü değil
yıkım kültürü yürürlükte. Bize ne oldu? Yaşadığımız
yerlere benzediğimiz için mi hayatımızdaki kötülük
sıradanlaşıyor, içimizdeki şeytan dışarı çıktığı
için mi şehirlerimiz bu halde?” dedi. Yazar
konuşmasının devamında “İnsan mutsuz, çünkü hayat
yıkım-hız-doğayla savaş haline gelmiş vaziyette. Bu
yeni hayatın yarattığı bir depresyonun dibindeyiz.
Yoklara karışan her bina ile benim de bir parçam yok
oluyor. Kendimi her geçen gün biraz daha eksik
hissediyorum. Ahmet Hamdi Tanpınar; İstanbul, Paris
gibi sevdiği şehirler için “hayatımın tesadüfleri”
der. Benim hayatımın tesadüfleri 1999 depremiyle
yerle bir olan Adapazarı ve ülkem saydığım İstanbul.
Bu iki şehir benim için neydi, ne oldu? Ve
çocukluğumun rüyası Karasu. Yok olan bir diyarla
birlikte yok olan bir geçmiş ve bu mütevazı geçmişin
yerini alan vahşi açgözlülük…” sözlerine yer verdi.
VATAN, MİLLET, SAKARYA CADDELERİ VE
AZINLIKLAR
Osmanlı mimarisinde önemli bir yeri olan kuş
evlerini de hatırlatan yazar, “Topkapı Sarayı herkes
beni görsün, size hakim olmak istiyorum diyen bir
saray değildir. Yapamaz mıydı Osmanlı, bütün
İstanbul’a bakan 15 katlı bir saray?” sözleriyle
bugün yapılan”Ak Sarayların” ideolojik olduğunu
vurguladı. Tunç, Türkiye’nin çeşitli kırılma
noktalarını gördüğünü, İstanbul’un bir sanayi şehri
olarak belirlenmesiyle beraber 1950’de büyük bir
yıkım yaşadığını söyledi. O dönemde azınlıklara ait
yerlerin ellerinden alınmasının ardından caddelere
Vatan, Millet, Sakarya isimlerinin verilmesinin de
bu yıkımın önemli bir yapısı olduğunu söyledi.
Evrensel, 17.12.2014
|
50 YILLIK SÜRGÜNÜ 40 YIL ÖNCE BİTİRDİK Mİ?

Geçtiğimiz Mart ayında ele alınıp işlenmesi
gereken önemli bir tarihi olay, ülkenin sıcak
gündemi sebebiyle pas geçildi. 90 yıl önce 3 Mart
1924 günü çıkarılan bir kanunla Osmanlı Hanedanı'nın
vatandan çıkarılmasından bahsediyorum. 71'i erkek
85'i kadın 156 kişinin gemiler ve trenlerle meçhul
bir geleceğe doğru çıktıkları bu yolculuk sonrasında
aileler parçalanmış, yad ellerde bin bir sıkıntı
çekilerek dayanılmaz acılara katlanılmıştı. Ailenin
erkek üyeleri için 50 yıl süren vatan hasretinin en
azından kağıt üzerinde bitirilerek sürgünü sona
erdiren kanunun çıkarıldığı 15 Mayıs 1974 tarihinin
40. yıldönümüne de bu arada eriştik.
Sürgün kanununun çıktığı 3 Mart 1924 günü, son
padişah Sultan Mehmed Vahideddin Han, son halife
Abdülmecid Efendi ve şehzade unvanını taşıyan 35
kişiyle birlikte ailenin toplam 37 erkek üyesi
bulunuyordu. Ayrıca sultan denilen padişah ve
şehzade kızları (42 kişi), bu sultanların sultanzade
denilen erkek (16 kişi) ve hanımsultan denilen kız
çocukları (16 kişi), ayrıca buraya kadar
sayılanların zevc (18 kişi) ve zevceleri (27 kişi)
ile birlikte kanunun saydığı kişi sayısı 156'yı
bulmaktaydı. Aralarında 72 yaşında pir-i fani olan
da vardı, annesinin kucağında 15 günlük bebek olan
da. Sürgüne gitmesi gerekmediği halde, çocuklarından
ayrılamayan anneler, annelerinden ayrılamayan
çocuklar, kızı ölmüş bulunduğu için torunlarıyla
giden anneannelerin yanı sıra bendegan denilen
kalfa, ağa, mürebbiye, muallim gibi efendilerinden
ayrılamayan hizmetlilerle birlikte gerçek sürgün
sayısı 250'yi geçiyordu.
SÜRGÜN KADINLAR İÇİN 28, ERKEKLER İÇİN 50
YIL SÜRDÜ
1924 yılında başlayan sürgün hayatı, kadınlar için
28, erkekler için 50 yıl devam etti. 1952'de
hanedanın kadın üyelerinin vatana dönmesine imkan
veren kanun çıktığında, sürgüne giden 42 sultandan
17'si, aradan geçen 28 yıl içinde vefat etmiş
bulunuyordu. Diğerlerinin de bu izinden faydalanıp
sürekli kalmak için vatana dönmesi son derece zordu.
Mesela kocası ve oğlunun yasağı devam eden bir
sultan için bu izin aslında anlamsızdı.
Aradan yarım asır geçtikten sonra 1974'te hanedanın
erkek üyeleri için de vatana giriş izni verildiği
zaman sürgün listesindeki 37 erkek üyeden sadece
10'nu hayatta bulunuyordu. Artık yaşları ilerlemiş,
çoğunun İstanbul'da ne bir akrabaları, ne de
arkadaşları kalmıştı. Şam'da yaşayan bir aile ile
Mehmed Nazım Efendi ve hanımı dışında İstanbul'a
sürekli yaşamak için dönen olmadı. 90 sene önce tren
ve gemilerle vatanı terke etmeye mecbur bırakılan
Hanedan üyesi ve mensubu 156 kişiden bugün sadece
1918 doğumlu Bilun Hanımsultan hayattadır.
Osmanoğulları denilen Osmanlı Hanedan Ailesi'nde
bugün 25 şehzade ve 12 sultan hayattadır. Ayrıca
sultan çocukları olan 21 sultanzade ve 14
hanımsultan bulunmaktadır. Hayattaki şehzade ve
sultanlardan 11, sultanzade ve hanımsultanlardan da
9 tanesi İstanbul'da yaşıyor. Yani bu 72 kişiden
52'si hayatlarını yurt dışında, ABD, Almanya,
Fransa, İngiltere, İsviçre, Avusturya, İspanya,
Brezilya, Suriye, Mısır, Ürdün, Umman, Birleşik Arap
Emirlikleri, Lübnan ve Suudi Arabistan gibi
ülkelerde sürdürmektedir. Bu bilgiden yola çıkarak
sürgünün tam olarak ve gerçek manada bitmediğini
söyleyebiliriz.
1924'TE 111 KİŞİYDİLER ŞİMDİ 72
623 sene ile dünyanın gördüğü en uzun ömürlü
devletlerinden olan Osmanlı İmparatorluğu'nun
kurucusu Osman Gazi'nin sulbünden gelen ve onun en
yakın akrabaları olan şehzade, sultan, sultanzade ve
hanımsultanlar 3 Mart 1924 günü 111 kişi idi. Aradan
geçen 90 senede bu miktar azalsa da devam etti ve
günümüze 72 kişiyle ulaştı. Dünyadaki bütün
hanedanların yaşayan mensupları belli kurallara göre
takip edilmektedir. Osmanoğulları Hanedan Ailesi de
imparatorluk zamanından beri bu dört ana kategoride
kaydedilmekte. Yoksa Sultan İkinci Mahmud Han'ın
kanını taşıyan 300 civarında kişi şu anda hayattadır
ve kim oldukları bellidir. İşte hayattaki
şehzadelerin ve sultanların isimleri ve yaşadıkları
yerler…
Hayattaki şehzade ve sultanlar
1. Osman Bayezid Efendi
(1924,
Paris) Sultan Abdülmecid'in padişah olmayan
oğullarından Mehmed Burhaneddin Efendi'nin oğlu
İbrahim Tevfik Efendi'nin oğludur. Sürgün sırasında
annesinin karnında idi. Hanedan Reisi'dir.
Evlenmemiştir. New York'ta yaşıyor.
2. Dündar Efendi
(1930, Şam) Sultan
İkinci Abdülhamid'in oğlu MSelim Efendi'nin
torunudur. Hanedan İkinci Reisi'dir. Şam'da yaşıyor.
3. Harun Efendi
(1932, Lübnan)
Dündar Efendi'nin kardeşidir. Sürgünün 1974'te
bitmesinden sonra ailesiyle İstanbul'a yerleşti.
Hanımı, üç çocuğu, bunlardan sekiz torunu ve iki
torun çocuğu ile İstanbul'da yaşayan en kalabalık
Hanedan ailesinin reisidir.
4. Cengiz Efendi
(1939, Kahire)
Sultan Mehmed Reşad'ın torunu M. Nazım Efendi'nin
oğludur. Hanımıyla ABD'de yaşamaktadır. İki çocuğu
ve iki torunu var.
5. Osman Selaheddin Efendi
(1940,
İskenderiye) Sultan 5.Murad'ın torununun torunudur.
Hanımıyla İstanbul'da yaşıyor.
6. Ömer Abdülmecid Efendi (1941,
İskenderiye) Sultan Mehmed Reşad'ın torununun
oğludur. İngiltere'de yaşıyor.
7. Mehmed Ziyaeddin Efendi (1947,
Kahire) Cengiz Efendi'nin anne ayrı kardeşidir.
Hanımıyla İngiltere'de yaşıyor.
8. Selim Efendi
(1949, Viyana)
Sultan İkinci Abdülhamid'i torununun oğludur.
Hanımıyla Avusturya'da yaşıyor.
9. Selim Efendi
(1955, Frankfurt)
Osman Bayezid Efendi'nin ağabeyi Burhaneddin Cem
Efendi'nin oğludur. İsviçre'de yaşıyor.
10. Orhan Efendi (1959, Beyrut)
Sultan Abdülaziz Han neslinden gelen hayattaki tek
şehzadedir. Beyrut'ta yaşıyor.
11. Orhan Efendi (1963, Şam) Harun
Efendi'nin oğludur. Eşi ve çocukları ile İstanbul'da
yaşıyor. 5 çocuğu, bir kızından iki torunu var.
12. Ziyaeddin Efendi (1966, ABD)
Cengiz Efendi'nin oğludur. Hanımıyla ABD'de Oklahoma
City'de yaşıyor. Çocuğu yok.
13. Orhan Murad Efendi
(1972,
İngiltere) Osman Selaheddin Efendi'nin oğludur.
Hanımı ve iki oğlu ile İngiltere'de yaşıyor.
14. Osman Efendi
(1975, Salzburg)
Selim Efendi'nin oğludur. Salzburg'da yaşıyor.
15. Mahmud Efendi (1975, İngiltere)
Ömer Abdülmecid Efendi'nin oğludur. Hanımı ve oğlu
ile İngiltere'de yaşıyor.
16. Abdülhamid Efendi (1977,
Salzburg) Selim Efendi'nin oğludur. Hanımıyla
Salzburg'da yaşıyor. Çocuğu yok.
17. Abdülhamid Kayıhan Efendi
(1979, İstanbul) Harun Efendi'nin oğludur. Sürgünden
sonra İstanbul'da doğan ilk şehzadedir. İstanbul'da
yaşıyor.
18. Selim Süleyman Efendi (1979,
İngiltere) Osman Selaheddin Efendi'nin oğludur.
Hanımı ve oğlu ile Umman'da yaşıyor.
19. Nazım Efendi (1985, İngiltere)
Mehmed Ziyaeddin Efendi'nin oğludur. İngiltere'de
yaşıyor. Bekar.
20. Yavuz Selim Efendi
(1989,
İstanbul) Orhan Efendi'nin oğludur. İstanbul'da
yaşıyor. Bekar.
21. Turan Cem Efendi
(2004,
İngiltere) Orhan Murad Efendi'nin oğludur.
İngiltere'de yaşıyor.
22. Tamer Nihad Efendi
(2006,
İngiltere) Orhan Murad Efendi'nin oğludur.
İngiltere'de yaşıyor.
23. Muhammed Harun Efendi
(2007,
İstanbul) Abdülhamid Kayıhan Efendi'nin oğludur.
İstanbul'da yaşıyor.
24. Batu Bayezid Efendi
(2008,
İngiltere) S.Süleyman Efendi'nin oğludur. Umman'da
yaşıyor.
25. Ziya Reşad Efendi
(2012,
İngiltere) Mahmud Efendi'nin oğludur. En küçük
şehzadedir. İngiltere'de yaşıyor.
SULTANLAR
1. Leyla Sultan
(1947, Viyana)
Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın torununun kızı,
Selim Efendi'nin ablasıdır. Bir kızı var.
Salzburg'da yaşıyor.
2. Nilüfer Sultan (1953, ABD)
Burhaneddin Cem Efendi'nin kızı, Selim Efendi'nin
ablasıdır. İsviçre'de Cenevre'de yaşıyor.
3. Perihan Sultan
(1963, Beyrut)
Sultan Abdülaziz neslinden gelen hayattaki iki
sultandan biri ve Orhan Efendi'nin kardeşidir. Abu
Dabi'de yaşıyor.
4. Ayşe Sultan
(1964, ABD) Cengiz
Efendi'nin kızıdır. Eşi ve iki çocuğu ile ABD'de
yaşıyor.
5. Gülhan Sultan (1968, Beyrut)
Perihan Sultan'ın kardeşidir. Beyrut'ta yaşıyor.
6. Ayşe Gülnev Sultan (1971,
İngiltere) Osman Selaheddin Efendi'nin kızıdır. Eşi
ve beş çocuğu ile İngiltere'de yaşıyor.
7. Nurhan Sultan (1973, Şam) Harun
Efendi'nin kızıdır. Eşi ve iki çocuğu ile
İstanbul'da yaşıyor.
8. Nilhan Sultan (1987, İstanbul)
Orhan Efendi'nin kızıdır. Sürgünden sonra
İstanbul'da doğan ilk sultandır. Eşi ve iki çocuğu
ile İstanbul'da yaşıyor.
9. Nermin Sultan (1988, İngiltere)
M. Ziyaeddin Efendi'nin kızıdır. Dubai'de yaşıyor.
10. Nilüfer Sultan (1995, İstanbul)
Orhan Efendi'nin kızıdır. İstanbul'da yaşıyor.
11. Berna Sultan (1998, İstanbul)
Orhan Efendi'nin kızıdır. İstanbul'da yaşıyor.
12. Asyahan Sultan (2004, İstanbul)
Orhan Efendi'nin kızıdır. İstanbul'da yaşıyor.
Türkiye Gazetesi, Yazı: Dr. İbrahim Pazan,
17.12.2014
|
İŞTE BİN YIL ÖNCEKİ İSTANBULLUNUN ORTALAMA BOYU VE
YAŞI
Bathonea kazıları tarihe ışık
tutmaya devam ediyor. İskeletlerden elde edilen
verilere göre, bin yıl önceki İstanbullular ortalama
20- 35 yıl yaşamış. Erkeklerin boyları 1.65,
kadınların ise 1.50 arasındaymış. Tespit edilen
hastalıklarsa romatizma ve kireçlenmeymiş.
2007’de
yüzey
araştırmasıyla başlayıp 2009’da
kazı çalışmalarıyla devam eden Küçükçekmece
Gölü’nün Avcılar kıyısındaki
Bathonea Antik Kenti
kazıları tarihi aydınlatmaya devam ediyor.
Kazı çalışmalarında bulunanlarsa oldukça ilgi
çekici. Küçük liman ve apsisli dini yapının
bulunduğu birinci bölge ve sarayların yer aldığı
ikinci bölge olarak ayrılan
kazı alanında dünyada keşfi yapılan 3 antik
fenerden biri,
MÖ 1700-1500’lere denk gelen Hitit eserleri,
Hellenistik ve Roma dönemi limanları,
MS 11. yüzyılda 8 büyüklüğündeki İstanbul
depreminin ilk resmi kanıtları olan insan
iskeletleri bulundu. 1500 yıllık ilaç şişeleri de
kalıntılar arasında çıktı.
Kazı ekibi uzun yıllar süreceği planlanan
çalışmalarıyla bu yıl “turizm Oscar’ı” kabul edilen
Skalite ödülünü kazandı. Kocaeli Üniversitesi Fen
Edebiayat Fakültesi Arkeoloji Bölümü’nden
Kazı Başkanı
Doç.Dr.
Şengül Aydıngün ile
kazı evinde buluşup
kazının ilk gününden itibaren yaşanan
gelişmeleri konuştuk.

Kazının başlangıç hikayesi nedir?
Küçükçekmece Gölü’nün yukarısında Yarımburgaz
Mağarası var. Oradaki yaşam izleri MÖ 8000’lere
kadar gidiyor. Geçmiş yıllarda İstanbul’un Anadolu
yakasında Fikirtepe, Pendik gibi yerlerde günümüzden
8000 yıl öncesine ait Neolitik dönem dediğimiz izler
bulunmuştu. Avrupa tarafında ise Yarımburgaz ve
Yenikapı
kazılarıyla daha da eski Neolitik döneme ait
bulgulara rastlandı. Neolitik dönemde insanlar tarım
yapmaya başlamışlardı. İstanbul’un tam ortasında
MÖ 6500’lü yıllara ait izler vardı ancak ondan
sonra neler olduğuna dair bilgi yoktu. Yani eski
Tunç döneminde insanlar var mıydı ya da MÖ 2000’li
yıllarda Anadolu çok canlı bir uluslararası ticareti
Asurlularla yaşarken İstanbul unutulmuş muydu?
Anadolu’nun merkezindeki Hititler, çağdaşları
Yunanistan’daki Mikenler İstanbul’a ulaşmışlar
mıydı? İstanbul’un bu dönemleri çok karanlık.
Bu denli bilgisiz olunmasının sebebi
nedir?
Göl kıyısındaki arazi çok verimli tarıma uygun.
Bunun yanında tatlı su kaynakları ve av imkanı var.
Son 10-15 bin yıldır buradaki doğanın çok iyi
olduğunu tahmin edebiliyoruz. Yeterince
araştırılmadığını anlıyoruz.
Hangi yıl başladınız
kazıya?
2007’de İstanbul’un batı kısmındaki çoğu ilçenin
yüzey
araştırma iznini aldık. Kırklareli sınırına
kadar gittik. Fakat en şaşırtıcı bulgular
Küçükçekmece Gölü’nün çevresinden geldi. O sene çok
kurak bir seneydi. Dereler çekilmiş, su seviyeleri
düşmüş, halkımız kendi tarlasını sulayabilmek için
kuyular açmıştı. Bu sayede çok bilgi sahibi olduk.
Bulgularınız nelerdi?
Metalden önce kullanılan birtakım taş aletleri
bulduk. Bu aletlerin benzerleri Kuzey Mezopotamya’da
vardı ve ilk tarımsal faaliyetler
gerçekleştirilmişti. Bu çakmak taşı aletlerin
varlığı tarımın güneyden kuzeybatıya doğru bir rota
izleyerek Avrupa’ya geldiğinin kanıtları olabilir.
Devamını
kazılarda bulabilirsek daha kesin konuşabiliriz.
Ayrıca Firüzköy Yarımadası’nın ucunda, su
kenarlarında, 1.5 metre genişliğinde çok büyük
duvarlara rastlandı. Uzmanlar bu duvarların MÖ 3.,
4. yüzyıl yapı tekniğiyle yapıldığını söylüyor.
Çok büyük bir altyapı çalışması...
Bu kadar büyük bir altyapı bize bir de üstyapının
olduğunu düşündürttü. Hatta Firüzköy’ün en ucundaki
iki tarafı duvarla kaplı bir uzantının sonradan
yapılmış, büyük bir liman olduğunu varsayıyoruz.
Neden?
O ucun devamında, suyun içinde kesme taşlar ve iki
ayrı evreye ait kare plan veren bir yapı bulundu.
Halkın bize anlattığı, cuma günleri su yüzünde
görünen minare hikayesi vardı. Minare değilse bile
bunun bir deniz feneri olması mümkündü ve biz o
feneri bulduk. Antik çağda fenerler büyük limanlarda
olan yapılardı.
Küçükçekmece göl değilmiş yani.
Antik çağlarda derin bir körfez hatta her türlü
fırtınaya kapalı güvenli bir koy olduğu biliniyor.
Su altı çalışmalarımızla 5 tane çok büyük metal
parçasının sinyalini aldık. Bunların büyük ihtimalle
Roma dönemine tarihlenebilecek gemi çapaları
olduklarını düşünüyoruz.
Başka kalıntılar buldunuz mu?
Buradaki buluntular MÖ 4. yüzyıldan başlıyor.
Yenikapı’da çıkan buluntulardan 1000 yıl daha eski
gemilere ulaşabiliriz.
Bölgede başka limanlar var mı?
2009’da küçük bir liman daha bulduk. Limana yakın
bir yerde yuvarlak bir taşın kenarını fark ettik.
Taşın üzerindeki kenet sisteminin Hellenistik çağa
ait olduğunu gördük.

Başka yapılar var mı?
Farklı dönemlere ait pek çok yol kazdık. Bu yollar
ortada bir meydanda kesişiyor. Balık pazarı olduğunu
düşündüğümüz meydanın tamamı düzgün mermer taşlarla
döşenmiş. O dönem için önemli yatırımlar. Meydanın
çevresinde çok fazla devasa kesme taşlar var. Henüz
onlara dokunamadık.
Şehir planlaması nasıl?
İki
kazı alanımız var. Alanlarımızın her iki
bölgesinde de yer altında çok düzenli yapılmış su
kanalları bulduk. Yerden 15 metre aşağıda bir su
toplama havzası bulundu ve su hala akıyor. 2010’un
sonunda da 100 metre uzunluğu, 7 metre derinliği
olan açık bir sarnıç bulduk. MS 4-5. yüzyıllarda
yapılmış. Yeraltı sularıyla bu sarnıcı doldurdukları
anlaşılıyor. Sarnıç 7 bin metreküp kapasiteli.
Bölgede büyük bir nüfusun varlığına işaret ediyor.
Büyük yapı kalıntıları var mı?
Düzgün mimarili bir saray kompleksi ya da dini bir
yapı olduğunu düşündüğümüz yapılar var. Emperyal bir
şey kazdığımızı sanıyoruz. Kullanılan bütün
tuğlaların çoğunun üzerinde Roma’nın büyük
imparatoru Büyük Konstantin ve onun iki oğlunun
adlarının yazılı olduğu damgalar var. Tarihleme ve
sarayın gösterdiği planlamayı da baz alırsak çok
büyük bir yapı.
Daha eski kalıntılar da var mı?
Birinci bölgeyi kazarken sahile yakın fakat sahilden
tam 9 metre yukarıda bir deniz tabanının olduğunu
tespit ettik. Toprak kısmında denizde oluşan
gelgitlerle farklı katmanlar oluşmuş. Orası deniz
kabuklarıyla doluydu. Onları topladık,
kazıya devam ettik ve akabinde başka bir çağla
karşılaştık.
Hellenistik çağdan daha da mı eski?
MÖ 1700-1500’lere denk gelen, erken Hitit
çağına ait seramikler bulduk. Bir tanrı ve
tanrıçanın figürleri vardı ve demirden yapılmıştı.
Demir o dönemde çok zor elde edilen bir malzemeydi.
Dolayısıyla altından beş-altı kat daha değerliydi.
Bu Hititler’in buraya geldiğini gösterir
mi?
Onu bilemeyiz. Kendileri mi geldi, tüccarın biri mi
getirdi, bilmiyoruz. Ancak arada bir iletişimin
olduğu ortada.

11.
yüzyıldaki 8’lik deprem de Avcılar’ı vurmuş
İnsan iskeletlerine rastladınız mı?
Bir duvarın altında birbirine sarılmış 3 kişinin
iskeletini bulduk. O kemiklerin arasından da 7 yıl
hükümranlık sürmüş bir Bizans imparatorunun adına
basılmış bir (sikke) para çıktı. MS 1034-1041
tarihleri arasında olduğunu saptadık.
Önemli bir tarih mi?
İstanbul’da o tarihlerde 8 büyüklüğünde bir deprem
yaşandığı biliniyor fakat buna dair resmi bir kanıt
yoktu. Bu iskeletler ilk resmi kanıtımız oldu.
Başka iskeletler de buldunuz mu?
O depremden sonra o bölgeyi mezarlık haline
getirmişler. 70’ten fazla bireyin iskeletini bulduk.
3 ölünün aynı mezara gömüldüğü, anne ile bebeğin yan
yana olduğu, tek kafataslarına rastladığımız bir
mezarlıktı.
İskeletlerle ilgili bir genellemeniz var
mı?
Adli Tıp Uzmanı Dr. Ömer Turan Hoca’mızın bu konuyla
ilgili çalışmaları var. Mesela; insanlar çok genç
yaşta ölmüşler. Yaş ortalaması 20-35 arasında.
40’ını geçen çok az. Erkeklerin
boy ortalaması 1 metre 65 santimetre, kadınların
ise 1 metre 50 santimetre ile 1 metre 55 santimetre
arasında.
O kadar genç ölmelerinin sebebi nedir?
Savaş olduğunu düşünmüyoruz. Çünkü mezar
düzenlemeleri çok muntazam. Demek ki bu işe vakit
ayırmışlar. Kronik ya da salgın hastalıklar ve
yetersiz beslenmeden kaynaklanabilir.

‘Bir
şifa merkezi ya da kaplıca olabilir’
Kazılarda 440 toprak şişe bulunmuş...
1 metrekarelik bir alanda, üzerinde yanık izleri
olan, içi kum dolu, tahta bir kutuda saklandığı
anlaşılan unguanteriumlar (merhem ya da parfüm
şişesi), topraktan yapılma şişeler bulduk. Sevkıyata
hazır görünüyorlardı.
Şişelerin içinde ne vardı?
Şişelerdeki katranlanmış maddelerin içerisinde 3
tane önemli kimyasal madde çıktı. Maddelerden
birinin ilacın bozulmasını önleyen, diğerlerinin ise
ağrı kesici, uyuşturucu ve uyutucu özelliği taşıdığı
saptandı.
Üretim merkezi olabilir mi?
Bir ilaç üretim ya da depolama merkeziyle karşı
karşıya olabiliriz. Ecza deposu gibi bir şey olduğu
düşünülüyor. Hatta belki de antik kent bir şifa
merkezi ya da kaplıcaydı. Hepsi varsayım.

Genç
yaşta omurgaları büyük hasar görmüş
“İskeletlerin omurgaları çok hasar görmüş. Genç
yaşlarına rağmen kireçlenme ve romatizma gibi
rahatsızlıklar görüldü. Dişler ise çok sert
cisimlerle karşı karşıya kalmış. İyi pişmemiş ve
ayıklanmamış, içinde taşlar olan besinlerle
beslenmişler. İskeletlerden bazı hastalıkları tespit
etmek de mümkün. Mesela kafatası 7 cm kadar
kalınlaşmış bir iskelet bulduk. Bir kadının kaç kere
doğum yaptığını da tespit edebiliyoruz. Bir de 30
yaşın üzerindeki bir erkeğin kafatasındaki bir kesi
izi dikkatimizi çekti. Günümüzdeki beyin
ameliyatlarındaki gibi çok nizamlı kesiyle açılmış.
O dönemde bu şekilde operasyon yapmaları, tıbbi
müdahalelerde bir çeşit anestezinin kullanıldığını
düşündürüyor. Kemiklerde yapılacak biyolojik
çalışmalarla hangi maddenin kullanıldığını
öğrenebileceğiz. Kafatasındaki operasyon yapılan
bölgede iyileşme izleri çok belirgin.”
Turizm
cenneti olacak
“Bu kazı alanı çok cüzi bir düzenlemeyle ilgi
çekebilecek bir alan. İstanbul’a gelecek turistler
burayı gezmek istedikleri takdirde şehirde 1 gün
daha fazladan kalacak. Bu bölgenin, içinde arkeoloji
müzesi de olan bir kent parkı olması gibi
projelerimiz var. Böyle bir çekim merkezi olursa iç
turizmi de artırmış oluruz. Yeşilkent’i butik
otellerin, birkaç tane 5 yıldızlı otelin, alışveriş
ve eğlence merkezlerinin olduğu bir yer gibi
düşünün... Bu bizim yarattığımız katma değerin
çekimiyle 3-4 sene içinde gerçekleştirilebilecek bir
proje. Ancak bunun için Kadir Topbaş’tan destek
bekliyoruz.”

-İki tarafı duvarla
kaplı bu uzantının sonradan yapılmış, büyük bir
liman olduğu düşünülüyor. Suyun içinde kesme taşlar
da bulundu.

-Yerden 15 metre
aşağıda bir su toplama havzasına giden dar
kanallarda kazı ekibi keşif yapıyor.

-Büyük bir yapıya
ait olduğu düşünülen kalıntılardan çıkan her
tuğlanın üzerinde Büyük Konstantin ve onun iki
oğlunun adlarının yazılı olduğu damgalar var.
Habertürk, Haber: Aslı Öztürk, 17.12.2014
|
ANTİK KENTTE 3 BİN YILLIK İNSAN İSKELETİ BULUNDU
Tarihi İpek Yolu üzerinde yer alan ve özellikle Roma
döneminin önemli kentleri arasında gösterilen Misis
antik kentinde (Mopsouestia) yürütülen kazı
çalışmalarında 3 bin yıllık olduğu tahmin edilen
insan iskeleti bulundu.
Lokman Hekim'in Misis Köprüsü'nden geçerken
ölümsüzlük iksirini düşürdüğü rivayet edilen ve
"Ölümsüzlük şehri" olarak da bilinen antik kentte,
Yüreğir Belediyesi'nin hazırladığı "Ölümsüzlük Şehri
Misis Projesi" doğrultusunda, Kültür ve Turizm
Bakanlığı onayı ile Adana Müzesi başkanlığında, Roma
Antik Akdeniz Araştırmaları Enstitüsü ve Ulusal
Araştırma Merkezi'nden Prof.Dr. Anna Lucia D'Agata,
Pisa Üniversitesi'nden Prof.Dr. Giovanni Salmeri
konsorsiyumunda yürütülen kazı çalışmalarında önemli
bulguya rastlandı.
Kazı ekibi, antik kentin A açmasında, erken
İslami döneme ait kale kalıntılarını ortaya
çıkarmaya çalışırken, farklı bulguyla karşılaştı.
Prof.Dr. Salmeri ve Prof.Dr. D'Agata'nın detaylı
incelemesinin ardından bulgunun, insan
iskeleti olduğu belirlendi.
Uzman ekibin yaklaşık bir hafta
süren çalışmasıyla bulunduğu yerden çıkarılan
iskelet, analiz için kazı evinin deposuna götürüldü.
Prof.Dr. Salmeri, AA muhabirine, 7 bin yıllık
geçmişe sahip antik kentte Neolitik, Kalkolitik,
Genç Hitit, Roma ve Bizans dönemlerine ait
kalıntılara rastladıklarını söyledi.
Salmeri, "Kale surlarının iç kısmında 3 bin
yıllık olduğu tahmin edilen bir insan iskeleti
bulduk. Bu iskeletin, Misis antik kentinin geçmişi
hakkında bizlere önemi bilgiler vereceğine
inanıyoruz" dedi.
- Analiz sonuçları geçmişe ışık tutacak
Prof.Dr. Salmeri, kazı evinin deposuna taşınan
iskeletin, yaklaşık 2 ay sonra İtalya'dan gelecek
uzman ekip tarafından analizinin yapılacağını ifade
etti.
Salmari, "Analiz sonuçları, bize bu insan
iskeletinin cinsiyeti, genetik yapısı, yaşı, neden
hayatını kaybettiği, o dönemde nasıl beslendiği gibi
bilgiler verecek" diye konuştu.
İlk izlenimlerine göre, iskeletin normal insan
iskeletlerine göre daha uzun olduğunu vurgulayan
Salmeri, kesin sonuçların analizden sonra
öğrenileceğini kaydetti.
Profesyonel ekiple kazıyı sürdürdüklerini
bildiren Salmeri, Misis'in, tarihi çok eskilere
dayanan kent olduğunu sözlerine ekledi.
Hürriyet, Haber: Volkan Kaşik, 16.12.2014
|
ESARETİ ÇIKARDIKLARI GAZETELERLE UNUTTULAR

Birinci Dünya Savaşı’nda
esir düşen
Osmanlı askerlerinin, “esir
askerlerin moralini yüksek tutmak ve eğitim
faaliyetinde bulunmak” amacıyla, kamp ve çevresinden
haberler, bulmaca, bilmece, hikaye, şiir gibi
içeriklere sahip onlarca
gazete çıkardıkları ortaya çıktı. Elle yazıp
karbon kağıdı ile teksir ederek
gazete basan Mehmetçikler, sadece Mısır kampında
“Nilüfer, Ocak, Hilal, Türk Varlığı, Işık” gibi 23
gazete çıkardı.
Mehmetçik Rusya, Hindistan, Tataristan ve Sibirya
gibi farklı kamplarda ise “Püsküllü Bela, Köpük,
Niyet, Altay, Ne Münasebet” gibi adlarda 10’dan
fazla
gazete yayımladı. Konuyla ilgili makalesi
Yedikıta Tarih ve Kültür Dergisi’nin son sayısında
yer alan tarihçi-yazar
Dr. Ahmet Uçar,
Birinci Dünya Savaşı sırasında
esir tutulan 202 bin 156 Mehmetçiğin kamplarda
verdikleri hayatta kalma mücadelesini anlattı.
Savaş döneminde esir düşmenin savaştan daha ağır
olduğunu dile getiren Uçar, askerlerin çektikleri
çile dolu hayatlarını gazete çıkararak, eğitim
faaliyetlerinde bulunarak renklendirdiklerini
söyledi.
Burma Thatmyo Kampı’ndaki Türk esirlerin
‘İravadi-Son Havadis’ ismiyle çıkardıkları gazetenin
bir nüshası görülüyor.
Habertürk, 16.12.2014
|
ANTİK KENT ÜSTÜNE AVM'YE İZİN VEREN KURUL'A
SORUŞTURMA
Antik kent
üzerine AVM yapılmasına izin veren Bursa Kültür
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu üyeleri hakkında
'görevi kötüye kullanmak' suçundan Bursa Cumhuriyet
Başsavcılığı tarafından soruşturma başlatıldı.

Uludağ Üniversitesi, 2010 yılında Bursa’nın
Mudanya İlçesi'nde 1. derece sit alanı olan bölgenin
yakınında yaptığı yüzey çalışması sırasında yoğun
seramik parçalarına rastlayınca Bursa Kültür ve
Tabiat Varlıkları Koruma Bölge Kurulu’na bölgenin 1.
derece sit alanı ilan edilmesini önerdi. Öneri
üzerine bölgede incelemelerde bulunan koruma kurulu
tarihi limanı 3. derece arkeolojik sit alanı ilan
ederek imara açtı. Bölgenin imara açılmasıyla Tesco
Kipa Kitle Pazarlama Şirketi de 23
Eylül 2012 tarihinde aldığı ruhsatla bölgede
AVM yapmak için inşaat çalışmalarına başladı. Ancak
AVM’nin temel kazıları sırasında antik kentin MÖ
7. yüzyıla ait duvarı ile taş heykellere rastlanınca
bölge halkı AVM inşaatının durdurulması için koruma
kurulu ile müze müdürlüğüne başvurdu. Şikayetler
sonucunda bölgede incelemede bulunan Bursa Kültür ve
Tabiat Varlıkları Koruma Bölge Kurulu, bölgede
yeniden değerlendirme yapmak üzere 3 Aralık 2012
tarihinde inşaatı durdurma kararı aldı. Ancak inşaat
alanında incelemede bulunan kurulun kararında
herhangi bir değişiklik olmadı. 2 ay süreyle bölgede
incelemede bulunan koruma kurulu,
Myrleia antik kentinin 3. derece sit alanı olarak
kalmasını uygun bularak antik kent üzerine yapılan
alışveriş merkezinin devam ettirilmesi için izn
verdi. Temel kazıları sırasında bölgede çıkan tarihi
eserleri müzeye nakleden kurul, ayrıca Myrleia antik
kenti duvarlarının cam çerçevelerde korunarak
alışveriş merkezi içerisinde sergilenmesi kararını
aldı.
Ancak kurulun bu kararına itiraz eden bölge halkı
Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurdu. Bunun
üzerine Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı, Myrleia antik
kentini imara açılmasına onay veren Bursa Koruma
Kurulu üyeleri hakkında kamu davası açılması ve
cezalandırılmaları yönünde iddianame hazırlayarak
mahkemeye sundu.
‘GÖREVLERİNİ KÖTÜYE KULLANDILAR’
İddianamede, Myrleia Antik Kenti sınırlarında
yapılan sondaj kazılarında önemli tarihi kalıntı ve
buluntulara rastlanmasına rağmen, Bursa Kültür
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu üyelerinin inşai
faaliyetlere izin verdiğini ve görevi kötüye
kullanma suçunu işledikleri belirtildi. Savcılık,
Koruma Kurulu üyesi şüphelilerin ‘atılı suçu’
işlediklerini ifade ederek, her bir üyenin ayrı ayrı
cezalandırılmasını istedi.
BAKANLIK DA
SORUŞTURMA İSTEDİ
Antik kent üstü AVM yapılmasına izin veren koruma
kurulu hakkında bir şikayet de Kültür ve Turizm
Bakanlığı’na yapılmıştı. Bakanlık görevini kötüye
kullanmak iddiasıyla Koruma Kurulu’na soruşturma
izni vermiş, ancak bu karar 6 Kasım 2013 tarihinde
Ankara Bölge İdare Mahkemesi tarafından
reddedilmişti.
AVM BODRUMUNDA ANTİK KENT
Antik kente ait kalıntılar, 2014 yılında yapımı
tamamlanan antik AVM’nin bodrum katında cam
çerçeveler içinde sergileniyor. Yaklaşık 20 metre
uzunluğa ve 2 metre genişliğe sahip 2700 yıllık kent
duvarları ve tarihi kalıntılar, süpermarketin bodrum
katında cam çerçeve içine konulmuş durumda. Etrafı
cam çerçeveyle çevrilen tarihi kalıntılar
süpermarketin içinde müşterilere sergilenmesine
itiraz eden bölge halkı ise yürütmeyi durdurma
talebiyle Bursa 1. İdare Mahkemesi’ne başvurmuş,
mahkeme bölgenin incelenmesi için bir bilirkişi
heyeti görevlendirmişti. Antik kent üstü AVM
yapılmasının kamu yararına aykırı olduğunu savunan
bilirkişi heyeti ise AVM’nin kamu yararına aykırı
olduğunu belirterek bölgenin 1. Derece sit alanı
ilan edilmesini istemişti.
Radikal, Haber: İdris Emen, 16.12.2014
******
ANTİK KENTİ İMARA
AÇAN KARAR İPTAL EDİLDİ
Bursa 1. İdare
Mahkemesi, Myrleia antik kenti kalıntılarını AVM'nin
bodrum katında cam çerçevede sergilenmesine karar
veren Bursa Bursa Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma
Bölge Kurulu kararını iptal etti. Antik kent üstü
AVM inşaatına onay izni veren Koruma Kurulu
üyelerine ise Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı
tarafından, 'görevini kötüye kullanma' suçuyla
soruşturma açıldı.
Uludağ Üniversitesi, 2010 yılında Bursa'nın Mudanya
İlçesi'nde 1. derece sit alanı olan bölgenin
yakınında yaptığı yüzey çalışması sırasında yoğun
seramik parçalarına rastlayınca Bursa Kültür ve
Tabiat Varlıkları Koruma Bölge Kurulu'na bölgenin 1.
derece sit alanı ilan edilmesini önerdi.
Öneri üzerine bölgede
incelemelerde bulunan koruma kuruluysa tarihi limanı
3. derece arkeolojik sit alanı ilan etti. Bölgenin
imara açılmasıyla Tesco Kipa Kitle Pazarlama Şirketi
de 23
Eylül 2010
tarihinde aldığı ruhsatla bölgede AVM yapmak için
inşaat çalışmalarına başladı. Ancak AVM'nin temel
kazıları sırasında antik kentin MÖ 7. yüzyıla ait
duvarı ile taş heykellere rastlanınca bölge halkı
AVM inşaatının durdurulması için Koruma Kurulu ile
Müze Müdürlüğü'ne başvurdu.
2 ay süreyle bölgede incelemede bulunan koruma
kurulu, Şubat 2014 tarihinde Myrleia antik kentinin
3. derece sit alanı olarak kalmasını uygun bularak
kent üzerine yapılan alışveriş merkezinin devam
ettirilmesi için inşaat izni verdi. Temel kazıları
sırasında bölgede çıkan tarihi eserleri müzeye
nakleden kurul, ayrıca Myrleia kent duvarlarının cam
çerçevelerde korunarak alışveriş merkezi içerisinde
sergilenmesi kararını aldı. Bu karara tepki gösteren
sivil toplum kuruluşları Bursa 1. İdare Mahkemesi'ne
başvurarak bölgeyi imara açan kararın iptal
edilmesini istedi.
ANTİK KENT ÜSTÜ AVM:
KAMU YARARI YOK!
Bursa 1. İdare Mahkemesi bölgede incelemede
bulunması için bir bilirkişi heyeti görevlendirdi.
Bursa'da Mryleia antik kenti üzerine AVM yapılmasına
karşı açılan davada mahkemenin istediği bilirkişi
raporu hazırlandı. Rapora göre; sit alanında ortaya
çıkan tarihi yapılar Myrleia antik kent döneminde
kullanılan ticari yapıların kalıntısı, bulunan
figürler, yağ kandilleri, günlük kullanım kapları,
tıp aletleri, gümüş ve bronz sikkeler Roma dönemine,
cam çerçevelerde sergilenen tarihi duvar Hellenistik
döneme ait. Heyet raporunda, söz konusu bölgede
yapılacak kapsamlı bir kazı çalışması sonucunda
ortaya çıkarılacak olan tarihi kentin
ülke arkeolojisi
için paha biçilmez derecede değerli olduğunu
belirtti.
Bölgenin 1. dereceden sit alanı ilan edilmesi
gerektiğini savunan bilirkişi heyeti, Bursa Koruma
Bölge Kurulu'nun bölgeyi 3. derece sit alanı ilan
ederek imara açan kararının kültür varlıklarını
koruma yönetmelik kararlarına aykırı olduğunu tespit
etti. Antik kent duvarının süpermarket temelleri
arasında kaldığını ve kalıntıların uygun koruma
yöntemleriyle teşhir edilmediğini belirten heyet,
raporun sonuç bölümde antik kent üstü AVM
yapılmasına onay veren kurul kararının koruma yöntem
ve tekniklerine aykırı bir karar olduğunu, ayrıca
antik kent üstü inşaatın kamu yararına olmadığını
belirtti.
MAHKEME KURUL KARARI
İPTAL ETTİ
Bilirkişi raporunu
inceleyen Bursa 1. İdare Mahkemesi Antik kent üstü
AVM inşaatına izin veren Koruma Kurulu kararını
iptal etti. Antik kentin imara açılmasının hukuka
aykırı olduğunu tespit eden mahkeme iptal
gerekçesini şu şekilde belirtti: 'Söz konusu alanın
arkeolojik döneme ait kent kalıntılarının ve
yerleşim alanlarının yer aldığı bir alan olduğu,
alanın yapılaşmaya açılmaması gerekirken inşaat
yapımına izin verildiği ve Myrileia antik kenti
arkeolojik bütününün tahrip edilmesine yol açacak
şekilde yapılaşmaların olduğu, öte yandan,
arkeolojik kent kalıntılarının uygun koruma
yöntemleriyle teşhir edilmediği görüldüğünden anılan
işlemin iptali gerektiği sonucuna varılmıştır.''
Böylelikle 2012 tarihinde inşaatına başlanan ve 2014
tarihinde yapımı tamamlanan antik kent üstü AVM'nin
ruhsatı da iptal oldu.
KORUMA KURULUNA
SORUŞTURMA
Öte yandan antik kent üstü AVM inşaatına devam
kararı veren Koruma Kurulu üyeleri hakkında Bursa
Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 'görevini kötüye
kullanma' gerekçesiyle soruşturma açıldı. Bursa
Cumhuriyet Başsavcılığı, Myrleia antik kentini imara
açılmasına onay veren Bursa Koruma Kurulu üyeleri
hakkında kamu davası açılması ve cezalandırılmaları
yönünde iddianame hazırlayarak mahkemeye sundu.
İddianamede, Myrleia antik kenti sınırlarında
yapılan sondaj kazılarında önemli tarihi kalıntı ve
buluntulara rastlanmasına rağmen, Bursa Kültür
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu üyelerinin inşai
faaliyetlere izin verdiğini ve görevi kötüye
kullanma suçunu işledikleri belirtildi. Savcılık,
Koruma Kurulu üyesi şüphelilerin 'atılı suçu'
işlediklerini ifade ederek, her bir üyenin ayrı ayrı
cezalandırılmasını istedi. Antik kent üstü AVM
yapılmasına izin veren koruma kurulu hakkında bir
şikayet de Kültür ve Turizm Bakanlığı'na yapılmıştı.
Bakanlık görevini kötüye kullanmak iddiasıyla Koruma
Kurulu'na soruşturma izni vermiş, ancak bu karar 6
Kasım 2013 tarihinde
Ankara Bölge İdare
Mahkemesi tarafından reddedilmişti.
BAŞKAN : AVM'Yİ
MÜZEYE ÇEVİRMEK İSTİYORUZ
Antik kenti imara açan Kurul kararının mahkeme
tarafından iptal edilmesini son derece olumlu
bulduklarını söyleyen Mudanya Belediye Başkanı Hayri
Türkyılmaz sözlerine şu şekilde devam etti:
''Mahkemenin verdiği iptal kararının hukuki
araştırması yapılır. Ruhsat iptal etmek gerekirse
AVM'nin ruhsatı da iptal edilir. Biz antik kent
üzerine kurulan AVM'yi müze yapmak istiyoruz. Söz
konusu alanı Myrleia antik kent yaşam alanına
dönüştürmek istiyoruz. Ama öncelikle Mudanya
Belediyesi olarak söz konusu araziyi mal
sahiplerinden alıp Mudanya Belediyesi'nin mülkü
haline getirmemiz lazım. Bunun için de mal
sahipleriyle daha önce iki kez görüşmemiz oldu.
Hatta antik kentte bulunan özel arazilere karşılık
belediyenin başka arazilerini mal sahiplerine teklif
ettik. Onlar da bu teklifi değerlendireceklerini
söylediler. Sanırım bu mahkeme kararından sonra
tekliflerimize daha sıcak bakacaklardır.''
Radikal, Haber: İdris
Emen, 19.12.2014
|
NİHAT HATİPOĞLU'NUN OTELİNE KORUMA KURULU DA "KAÇAK"
DEDİ

Taraf Gazetesi 03.10.2014 günü Televizyonda dini
programlar yapan Prof.Dr. Nihat Hatipoğlu’na ait
Sultanahmette’ki Ayasultan oteli ile ilgili
haber yapmış ve otel binasının kaçak olduğunu
ileri sürmüştü.
İstanbul 4 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma
Kurulu, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na gönderdiği
bilgi notunda otelin kaçak olduğunu doğruladı.
Hatipoğlu’nun binayı Koruma Kurulu’ndan izin almadan
yenilediği ortaya çıktı.
Hatipoğlu’nun Sultanahmet’te bir binayı 4.5 milyon
liraya aldığı ve 3 yıllık inşaat çalışmasının
ardından Aya Sultan adını verdiği otelini 2012’de
hizmete açtığı, önceki binanın 12.5 metre olan
yüksekliğinin otele dönüştüğünde 15.5 metreye
ulaştığı
iddia edilmişti. Tüm bu çalışmaların da Koruma
Kurulu’ndan izin alınmadan yapıldığı ileri
sürülmüştü. Hatipoğlu da iddialar karşısında şöyle
konuşmuştu; ‘’Şu otelde kaçak bir kat var, gibi
yalan, dolan ve iftira dolu haberlerle bütün bu
hizmetleri akamete uğratmaya çabalayanlar var. Bu
mekan alındığında 4 katlı,
bugün 4 katlıdır. İşte belgesi. "İftiranızı geri
çekin" desek de duymazdan geldiler. Yalan
söylediler. Tekzip ediyoruz. Yayınlamıyor.
Vicdanınız yok mu, bu iftiralardan ne beklersiniz
diyoruz utanmadan sırıtıyorlar. Çünkü kendi
iradeleriyle değil, talimatla saldırıyor ve çamur
atıyorlar. Mahkeme-i Kübra'da bu iftiracıların
imanına talip olacağım. Bu yalan ve iftira
haberlerini yapan, yayan, vesile olan kim varsa,
asla hakkımı helal etmeyeceğim. "

İddiaların ortaya çıkmasından sonra İstanbul 4
Nolu Koruma Kurulu Kültür ve Turizm Bakanlığı’na
bilgi notu gönderdi. Otelin kentsel sit alanı içinde
kaldığı, binanın korunması gerekli kültür varlığı
olarak tescil kaydının bulunmadığı, 1/1000 ölçekli
Fatih İlçesi(Tarihi Yarımada) Koruma Amaçlı Uygulama
İmar Planında; 2. derece koruma bölgesinde, bitişik
nizamlı, yükseklik h:12.50 metre, 2. derece ticaret
alanında kaldığı vurgulanıyor.
Hazırlanan bilgi notunda, Fatih Belediyesi’nden otel
inşaatı ile ilgili kurula kesinlikle bilgi
verilmediğinin altı çizilerek şöyle deniliyor;
‘’Yürürlükte bulunan 1/1000 ölçekli Fatih
İlçesi(Tarihi Yarımada) Koruma Amaçlı Uygulama İmar
Planı notlarının ‘V-A. Yeni Yapılaşmalarda Genel
Hükümler’ başlığı altındaki V-A-2. maddesine göre
‘1. ve 2. derece Koruma Bölgelerinde yer alan
parsellerin tamamında bu plan notlarına uyularak
hazırlanan projelerde ilgili Koruma Kurulu uygun
kararı alınması zorunluluğu’ bulunmaktadır.’’

Güçlendirme uygulamalarında da Koruma Amaçlı
Uygulama İmar Planına göre kuruldan izin alınması
gerektiği de şu ifadelerle anlatılıyor;
‘’Güçlendirme uygulamalarına ilişkin (Tarihi
Yarımada) Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı
notlarının I-24. Maddesi, Kurulumuzun 14.05.2014
tarih ve 2573 sayılı kararıyla “…Planlama alanındaki
Korunması Gerekli Kültür Varlıkları Envanteri ve
Kayıp Taşınmaz Kültür Varlığı Envanteri’nde yer alan
kültür varlıkları dışındaki, işbu plan onay
tarihinde mevcut olan ve yapı kullanma izin
belgesine esas projesine uygun olan yapılarda,
yapının statik olarak tehlikeli olduğunun meri
mevzuat çerçevesinde, Üniversitelerin ilgili
birimlerince veya konu uzmanı kurum ve kuruluşça
verilecek teknik bir rapor ile belirlenmesi
durumunda, yapının ancak yapı kullanma izin
belgesine konu fonksiyonuyla güçlendirilmesi,
Belediyesi ve ilgili Koruma Kurulunca da uygun
bulunması halinde yapılabilir.’’
Ayasultan oteli 2012 yılında güçlendirme çalışması
adı altında yenilenerek yeniden açılıyor. Ancak
proje onayı için 4 Nolu Koruma Kurulu’na müracaat
edilmiyor. Koruma Kurulu kendisinden habersiz plan
notlarına aykırı olarak güçlendirme yada yenileme
yapanlar hakkında cumhuriyet savcılığına suç
duyurusunda bulunması gerekiyor. Fatih Belediyesi de
kurul onaysız güçlendirme ruhsatı verdiyse suç
işlemiş oluyor. Ruhsat verenler hakkında da savcılık
işlem yapabilir.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 16.12.2014
|
ANTİKA HIRSIZLARI ÇAMURA SAPLANDI

Bodrum'da antika eserleri çalarak kaçmaya
çalıştıkları iddia edilen 3 kişiden biri polis
ekiplerince gözaltına alındı.
Yalıkavak mevkisinde bulunan bir çiftliğe kamyonetle
giren kişiler, çiftlikte bulunan ve antika olduğu
öğrenilen eserlerin bir bölümünü kamyonete yükledi.
Olay sırasında çiftlikte devriye yapan bekçinin
düdük çalmasıyla panikleyerek kamyonetle kaçmaya
çalışan şüpheliler çamura saplandı.
Bekçinin durumu polis ekiplerine bildirmesi üzerine
bölgeye gelen ekipler, 3 şüpheliden M.A'yı
yakalarken, kaçan 2 kişiyi arama çalışması sürüyor.
Çiftlik işletmecisi Mevlüt Soyyılmaz, gazetecilere
yaptığı açıklamada, güvenlik elemanının sahayı
kontrol ettiği sırada hırsızlık olayının tespit
edildiğini söyledi.
Hırsızların antika eşyaları kamyonete yüklediğini
belirlediklerini anlatan Soyyılmaz, "Eşyaları alıp
panikleyerek çıkmaya çalışmışlar. Stabilize yola
kamyoneti panikle sürdükleri sırada çamura
saplanmışlar" dedi.
Antika eşyaların değerinin yaklaşık 10 bin
dolar olduğunu ifade eden Soyyılmaz, şöyle
konuştu:
"Burada bize ait olan ve değeri yaklaşık 10 bin
dolar olan antika eşyaları kamyonete koymuşlar.
Güvenlik arkadaşın durumu sorması üzerine hırsızlık
olayı ortaya çıkmış. Güvenlik bize
haber verdi ve polis ekipleri çalışma başlattı.
Şu anda bir kişi yakalanmış. Olayla ilgili gerekli
soruşturma devam ediyor."
Milliyet, 16.12.2014
|
|
KRALİÇE BÜSTÜNE 1 MİLYON EURO
Fransa Kraliçesi Jeanne de Bourbon’un 600 yıllık
büstü Paris’teki bir açık artırmada 1. 15 milyon
euroya satıldı.
V. Charles’ın eşi olan kraliçenin büstünün, 1370-1380 yıllarında kraliyet sanatçısı Jean de Liege tarafından yapıldığı düşünülüyor. Piasa Müzayede Evi yetkilileri, tüm detayların, büstün Kraliçe’nin mezar süsü olarak tasarlandığını işaret ettiğini, burun ve dudaklardaki küçük hasarlara rağmen iyi muhafaza edildiğini söyledi.
Büstün Belçikalı bir koleksiyoner tarafından satıldığını bildiren yetkililer, heykelin Fransız Devrimi'nde sökülüp saklandıktan sonra bir karaborsacı tarafından satılarak Fransa sınırından çıkarıldığını ve yıllar sonra da Belçikalı koleksiyonerin eline geçtiğini bildirdi.
Akşam, 16.12.2014
|
ANKARA ULUS'TA BÜYÜK TAKAS

Ankara’nın tarihi Ulus semti el
değiştiriyor. Semtin yüzde 40’ına sahip olan
Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) ile Ankara
Büyükşehir Belediyesi anlaştı. SGK, semtteki
taşınmazlarını son anda bir aksilik olmazsa
büyükşehire devredecek. Sosyal Güvenlik
Kurumu’nun Ulus’ta sahip olduğu taşınmazlar
arasında Anafartalar Çarsısı, Ulus İşhanı, Hal,
Gümrük Müsteşarlığı, Ulus Atatürk Heykeli’nin de
bulunduğu arazi ile Gençlik ve
Spor Bakanlığı’na bağlı birimlerin bulunduğu
bina da yer alıyor. Yetkililerden edinilen
bilgilere göre SGK ile Büyükşehir Belediyesi
arasındaki görüşmeler geçen yıl başladı. Geçen
yıl şimdiki Maltepe Pazarı’nın bulunduğu yerin
SGK’ya verilmesi yönünde bir karar alındı. Ancak
bu karar yargı süreçleri ve kimi itirazlar
nedeniyle uygulanamadı. Bunun üzerine tekrar
başlayan görüşmeler sonucunda SGK’ya Akköprü’de
bulunan itfaiye arazisinin verilmesi benimsendi.
Son anda zemin etütlerinde de bir sıkıntı
olmazsa, karşılıklı olarak devir gerçekleşecek.
TÜM BİRİMLER
TOPLANACAK
SGK yetkilileri, kendilerinin uzun süredir
geniş bir arazi arayışında bulunduğunu belirterek,
bu nedenle böyle bir takasın gündeme geldiğini
belirtti. Yetkililer, “171 milyon TL değerindeki
taşınmazlarımız karşılığında böyle bir arayışımız
söz konusuydu. Şimdi Ulus’taki taşınmazlarımız
karşılığında bize 171 milyon TL değerinde bir arazi
veriliyor. Verilecek olan itfaiye arazisinin toplam
büyüklüğü 89 dönümü geçiyor. Bu arsaya da Sosyal
Güvenlik Kurumu’nun tüm birimlerini toplayacak bir
bina yapacağız. Şu andaki hizmet binamız ihtiyaçlara
yanıt vermiyor. Birçok birim Kızılay’da, Emek’te,
Sıhhiye’de dağınık durumda bulunuyor” dediler.
GÖKÇEK
YIKACAĞIZ DEMİŞTİ
Ankra Büyükşehir Belediye Başkanı
Melih Gökçek, nisan ayında yaptığı açıklamada,
Ankara’nın en büyük meydanını Ulus’a yapacaklarını
belirterek, 100. Yıl Çarşısı’yla birlikte Ulus
Çarşısı, Gençlik Spor Genel Müdürlüğü, Anafartalar
Çarşısı ve Gümrük Bakanlığı’na ait binaları
yıkacaklarını söylemişti.
Hürriyet, Haber: Hacer Boyacıoğlu, 16.12.2014
******
ANKARA'NIN TARİHİ MEYDANI TEHDİT ALTINDA!
Ankara'nın tarihi meydanlarından Ulus’un Ankara
Büyükşehir Belediyesi’ne geçmesinin bir yıkım
olacağını söyleyen Mimarlar Odası Ankara Şube
Başkanı Tezcan Karakuş Candan, Ulus’ta bulunan
binaların Koruma Kurulu’ndan tescilli olduğuna
dikkat çekti.
Candan, “Ulus tarihi kent merkezi sadece Ankara’nın
değil, Türkiye’nin kültürel mirasını içeren
başkentin kimliği ile özdeşleşmiş birçok yapı ve
alanları içinde barındırmaktadır. Ulus bölgesi, Roma
dönemi yapıları, Osmanlı dönemi yapıları, erken
Cumhuriyet yapıları ve modern mimarlık örnekleri
ile hem konum hem de kültür gereği Ankara’nın
odağıdır. Ulus, ülkenin en önemli kentsel miras
alanlarından birisidir. Ulus Meydanı İşhanı, Ankara
Hali Binası, Ankara Belediyesi Ticaret Evi Odamızın
tescil talepleri ve hukuki başvuruları neticesinde
tescillidir. Büyükşehir Belediyesi bu yapıları
yıkamaz. Karşılıklı devir yapacak olan SGK ve
Büyükşehir Belediyesi tarihi kimliği yok etme
üzerine bir devri gerçekleştiremez. Sürecin
takipçisi olacağız. Yıkılması doğru değil" dedi.
SGK’nın Ulus’ta bulunan taşınmazlarından Ulus
İşhanı, Ankara hali tescilli yapılar arasında
bulunuyor.
Yapı, 16.12.2014
|
BİN 100 TONLUK TÜRBE 250 GÜNDE TAŞINACAK

1100 ton ağırlığındaki
türbenin raylarla taşınma ve korunmasını
işlemlerinin 250 gün içinde yapılacağı belirtildi.
Ilısu Baraj Gölü altında kalacak Hasankeyf
İlçesi'nde bulunan Zeynel Bey Türbesi'nin taşınması
için DSİ Genel Müdürlüğü Barajlar ve HES Dairesi
Başkanlığı tarafından ihaleye çıkarıldı.
29 Ocak 2015'te ihalesinin yapılacağı Zeynel Bey
Türbesi'nin taşınma ve koruma işi için tecrübeli
firmalar için ilana çıktı. Daha önce ihalesi yapılan
ve bazı şartları taşımadığı gerekçesiyle ikinci kez
ihaleye çıkarılan Zeynel Bey Türbesi'nin taşınma ve
koruma işlemlerinin, 250 gün içinde tamamlanacağı
belirtildi.
Duyuruda ihaleyi üstlenecek firmanın restorasyon
uzmanı, proje mimarı, proje mühendisi ve proje
ekibini de bulundurmanın bir zorunluluk olduğuna
dikkat çekildi. Raylarla taşınacak türbenin taşınma
işlemlerinin tamamen uzmanlar gözetiminde yapılacağı
bildirildi.
En az 5 yıl deneyimli elemanların inşaat mühendisi
alanında eski eserlerin onarımı ve güçlendirilmesi
konusunda da deneyimli olmalarının gerektiğine
işaret eden Barajlar ve HES Dairesi Başkanlığı'nın
uyarısında, "En az 1100 ton ağırlığında ihaleye
benzer işi üstlenen ve aynı boyutta yapılan tek
parça halinde taşınma işleri benzer iş olarak kabul
edilecektir. Bu işte benzer işe denk sayılacak
mühendislik veya mimarlık bölümleri diplomaları
kabul edilmeyecektir" denildi.
DSİ Genel Müdürlüğü, ihaleye yerli firmalarının yanı
sıra yabancı firmaların da katılabileceğine dikkat
çekti.
Zeynel Bey Türbesi, Raman Dağı eteğinde yapılan ve
Hasarkeyf'e 5 kilometre mesafedeki yeni yerleşim
birimine taşınacak.
Zeynel Bey Türbesi 1462- 1842 yılları arasında
Hasankeyf'e hakim olan Akkoyunlu hükümdarı Uzun
Hasan'ın, Otlukbeli Savaşı'nda yaralanıp burada ölen
oğlu Zeynel Bey için yaptırmıştır.
Anadolu dışı mimarı ve süslemesiyle ünlü
özellikleri, yapı ve plan, tuğla, malzeme ve bezeme
yönünden Azerbaycan'ın bin 322 tarihli 'Berde'
kümbetiyle benzer karakterdedir. Kuruluşu ve
bezemesiyle Azerbaycan ve Türkistan yöresi anıt
mezarlarının etkisi görülen Zeynel Bey Türbesi,
dıştan silindirik görünüşüne karşılık, içten
sekizgen planlıdır.
Gövde üzerinde firüze ve lacivert renkli sırlı tuğla
kaplamalarla mozaik çinilerden oluşan bitkisel ve
geometrik dekorasyonun yanı sıra , 'Allah',
'Muhammed', 'Ali', 'Ahmet' kelimelerin yer aldığı
kufi harfli Arapça yazıya da yer verilmiştir.
Sabah, 15.12.2014
|
TARİHİ AKKALE'NİN ÇEVRESİ TEMİZLENDİ
Mersin
Büyükşehir
Belediye Başkanı Burhanettin Kocamaz'ın
talimatıyla MÖ 4. yüzyıla ait olduğu tahmin edilen
tarihi Akkale'de
çevre temizliği yapıldı.
Büyükşehir Belediyesi Silifke ve Erdemli
Koordinasyon Daire Başkanlığı tarafından yapılan
çevre temizliğiyle, tarih ve doğa severlerin
Akkale'yi rahat gezebileceği bildirildi.
Mersin Büyükşehir Belediyesi Silifke-Erdemli
Koordinasyon Daire Başkanı Hasan
Gubaroğlu, Akkale'de temizlik yaparak tarihi
kalıntıyı gün yüzüne çıkarttıklarını kaydetti.
Akkale'nin restore edilmesi ve turizme açılması
gerektiğini belirten Gubaroğlu, yapılan temizlik
çalışmasıyla çalılarla kaplı tarihi eserin şimdi
olanca heybeti ile ortaya çıktığını ve
ziyaretçilerin gelmeye başladığını ifade etti.
Radikal, 15.12.2014
|
|
İNSUYU'NDAKİ GÖLLER DE KURUDU

Burdur’un en önemli turizm değerlerinden biri
olan İnsuyu, Türkiye’nin turizme açılan ilk mağarası
olma özelliği taşıyor. 1952 yılında Jeolog Dr.
Timuçin Aygen tarafından keşfedilmesinin ardından
1965 yılında ziyarete açılan ve içerisinde 9 adet
göl bulunan İnsuyu Mağarası’ndaki son üç göl de
tamamen kurudu.
Birkaç yıl öncesine kadar üzerinde kayıkla
gezilebilen göllerin kurumasında yağış rejiminin
bozulması ve kuraklık gibi etkenlerin olabileceğini
dile getiren uzmanlar, bunun yanında yeraltı
sularının bilinçsiz kullanımına da dikkat çekti.
Yörede açılan sondaj kuyularından çıkarılan suların
salma sulamada kullanılmasının önüne geçilmesi
gerektiğini dile getiren uzmanlar, tarımsal sulamada
damlama sisteminin yaygınlaştırılması gerektiğini
belirtiyor.
İnsuyu Mağarası’nın daha etkin tanıtılması,
korunması ve ziyaretçilere daha iyi hizmet
sunulabilmesi amacıyla mağaraya ‘Tabiat Anıtı’
statüsü verilmesi için de Bakanlıkça tescil
çalışmalarına başlandı. İnsuyu’nun turizme açıldığı
günden bu yana binlerce ziyaretçiyi ağırlayan bir
jeolojik miras özelliğini taşıyor.
Evrensel, Haber: Yusuf Yavuz, 15.12.2014
|
|
AYA YORGİ KİLİSESİ'NDE 4 MİLYON LİRALIK RESTORASYON
Mimar Sinan'ın yaptığı
Edirnekapı Mihrimah Sultan Camisi'ni restore eden
Vakıflar Genel Müdürlüğü, caminin karşısındaki 178
yıllık Aya Yorgi Kilisesi'ni ve bağlı yapılarını
yaklaşık 4 milyon TL maliyetle restore edecek. Proje
kapsamında kilisenin yanı sıra, okul binası, papaz
evi, bekçi evi, çan kulesi ve çeşme de yenilenecek.
Önümüzdeki günlerde başlayacak restorasyon, 2016
yılı sonunda tamamlanacak. Yazar Zafer Karaca'nın
"İstanbul'da Tanzimat Öncesi Rum Ortodoks
Kiliseleri" kitabına göre, kilisenin tarihi 8'inci
yüzyıla dayanıyor. 1438 yılında, Ayasofya
Kütüphanesi'ne ait bir İncilin, bu kiliseye
nakledildiği belirtiliyor.
Sabah, Haber: Hasan Ay, 15.12.2014
|
ÇATALHÖYÜK 6 BİN ÇOCUĞA DERSLİK OLDU

Sapsarı bir ovanın
ortasında dikkat çeken meyve ağaçlarıyla çevrili bir
alan var Konya'nın Çumra İlçesine bağlı Küçükköy'de.
Kiraz ve elma ağaçlarına uzanan çocukların
yüzlerindeki toprak lekeleri, yaklaşık 10 bin yıl
önce burada yaşamış yaşıtlarınınkilerle aynı. MÖ
7500'lerde bir yerleşim yeri olan Çatalhöyük'teki
çocuklar da, 2000'li yılların Türkiye'sinden
gelenlerin merakla baktığı bu evlerde oynadı, ağladı
ve odalardan birinin köşesine gömüldü. 1950'li
yıllarda arkeolog James Millard'ın keşfinden bu yana
Çatalhöyük'ün 10 bin yıllık evlerini birçok uzman
inceledi. Cilalı ve Bakır Taş çağlarından kalan
bölgeye çocukları getiren ise arkeoloji
çalışmalarını 20 yıldır finanse eden enerji şirketi
Shell'in Türkiye ofisi.
BÜYÜKLER DE KATILDI
"Çocuklara bu toprakların tarihini öğretmek,
büyüdüklerinde değerini anlamalarını sağlamak
istedik" diyen Shell Türkiye Ülke Başkanı Ahmet
Erdem, projeye çok önem verdiklerini belirtiyor.
Kazı çalışmalarının yanı sıra 2003'ten bu yana
"Çatalhöyük Arkeoloji Atölyeleri"nin de ana
sponsorluğunu üstlendiklerini anlatan Erdem, bugüne
kadar Türkiye'nin her yerinden 6 bin çocuğun bu
atölyelere katıldığını söylüyor. Proje kapsamında
kazı alanı, bir ay süreyle günübirlik atölye
çalışmalarına ev sahipliği yapıyor. Çocuklar önce
Çatalhöyük Neolitik Kenti hakkında
bilgilendiriliyor. Daha sonra bölgenin sorumlusu
Stanford Üniversitesi'nden Ian Hodder'le kazı
çalışmalarına katılıyor. Çatalhöyüklüler'in
kullandıkları eşyaları, evleri tanıyan çocuklar,
kilden Çatalhöyük kapları, figürler, ev maketleri
yapıyorlar. Ahmet Erdem, projenin geldiği noktayı
şöyle anlatıyor: "Önce sadece çocuk atölyesi olarak
başlayan proje şu anda aileler, öğretmenler, sivil
toplum kuruluşları ve kamu çalışanlarına da açık.
Çocuklarımız bu güzel deneyimi ailelerine öyle güzel
bir şekilde aktardılar ki aileler atölyeye katıldı.
Tarih bilinci bir zincir halinde ilerlemeye devam
ediyor."
UNESCO DÜNYA MİRASI LİSTESİ'NDE
Çatalhöyük'te kazılar 1993'ten bu yana aralıksız
sürüyor. Dünyanın en eski Neolitik yerleşimlerinden
biri olduğu anlaşılan Çatalhöyük'te, günlük ve
dinsel yaşam hakkında bilgiler sunan çok sayıda
tarihi eser açığa çıktı. Kent, otantikliğini ve
bütünlüğünü koruması ve sahip olduğu "evrensel
seçkin değer" gerekçeleriyle 2012'te UNESCO Dünya
Mirası Listesi'ne kabul edildi.
Sabah, 14.12.2014
|
100 YILLIK MUMYA
SERGİLENECEK
Peru’da 2 yıl önce bulunan 80 mumyadan biri, Fransa’nın Lyon kentindeki bir müzede sergilenecek.
Peru’nun başkenti Lima’ya 30 kilometre uzaklıkta Pachacamac kentinde bulunan 50’li yaşlarda bir kadına ait 100 yıllık mumya, ay sonunda Confluences Müzesi’nde sergilenmek üzere Lyon’a götürüldü.
Habertürk 14.12.2014
|

|
REDDİ MİRASIN BELGESİ ÇIKTI

Türk Edebiyatı'nın ünlü
yazarlarından Peyami Safa'yla ilgili miras
davasında, 53 yıl sonra ortaya çıkan belge ortalığı
karıştırdı.

Belgede yeğen Behçet
Safa'nın mirası reddettiği görülüyor. Belge, yazarın
yayın hakları nedeniyle mahkemelik olan Ötüken
Yayıncılık ve Alkım Yayıncılık arasındaki davada
delil oldu. Ancak davayı "Behçet Safa resmi mirasçı"
göründüğü için Alkım kazandı. Ötüken ise kararı
Yargıtay'a taşıdı. Milliyetçi-muhafazakar Peyami
Safa'nın çocuğu yoktu. Mirasçıları, eşi Nebahat Safa
ve İtalya'da yaşayan kendinden farklı görüşe sahip
yeğeni Behçet Safa'ydı. İstanbul 12. Sulh Hukuk
Mahkemesi'nin arşivinden çıkan 20 Eylül 1961 tarihli
belgeye göre; Behçet Safa amcasının mirasını
reddetti. Nebahat Safa ise telif hakkını 1971'de
Ötüken'e sattı. Nebahat Safa 2001'de öldü. Üç yıl
sonra Behçet Safa, amcasının telif haklarını 100 bin
liraya Alkım'a sattı. Peyami Safa'nın kitaplarının
yayınlanmasını durdurmasını isteyen Alkım, Ötüken'e
ihtarname gönderdi. Ötüken de Nebahat Safa ile
yaptıkları sözleşmeden hareketle karşı ihtarname
yolladı. Her iki yayınevi, 2004 ve sonrası basılan
kitapların toplatılması ve maddi tazminat talebiyle
İstanbul Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi'nde
karşılıklı dava açtı. Dava 6 yıl sürdü. Son
duruşmada 53 yıllık belge delil gösterildi. Ancak
resmi kayıtlara göre; Behçet Safa resmi mirasçı
görünüyordu. Dava, Alkım lehine sonuçlandı. Ötüken
ise son duruşmaya sunulan belgeyle birlikte
Yargıtay'a başvurdu. Belge son kararı etkileyebilir.
Sabah, 14.12.2014
|
OSMANLICAYI ÖĞRETEMEZLER
Politikacılar Osmanlıca için önce
bütün liselere dediler, kıyamet kopup işi biraz
incelemeye başlayınca imam hatiplerle sınırlıyız
diyorlar. Fark etmez; imam hatiplerin çoğunluğu
Arapça gibi Osmanlıcayı da öğretemez
Osmanlıca gündelik hayatımızda halk arasında ve
maalesef havas dediğimiz okumuşlar arasındada
ayrı bir dil olarak zikrediliyor. Giderayak
tarih ve edebiyat fakültelerinde bile “Osmanlıca
bilir” gibi abes bir deyiş söz konusudur. Oysa
Osmanlıca, Türkçenin sadece Arap harfleriyle
yazılmasıdır. Bunun ayrı bir dil olamayacağı çok
açıktır. Nitekim Türkçe; Aramca harflerden
kaynaklanan Estrangelos benzeri Uygur
harfleriyle, Köktürk Runik alfabesiyle, yakın
zamanlarda şimdi tamamen terk edilmekte olan
Kiril alfabesiyle hatta
Anadolu’nun Karamanlı denen Türk
Hıristiyanları tarafından Yunan harfleriyle ve
Ermeni harfleri ile yazıldı.
Osmanlıca denen dil bir dil değil, bir
bürokrat jargondur. Tıpkı orta zamandan yeni
zamanlara geçerken Avrupalıların yazı dillerinde
birtakım Yunan-Latin deyimlerini kullanmaları ve
barındırmaları gibi bir olaydır. İngilizler
bunlar atmayı denedi, başarılı olamadılar, daha
doğrusu ortaya çıkan ucube hoşlarına gitmedi.
Macarlar ve Almanlar bir hayli yol aldılar ama
yine hukuk ve felsefe dünyası Yunan-Latin
deyimlerinden temizlenmiş değildir, hiç kimsenin
temizlemeye de niyeti yoktur.
Türkçenin eski metinlerinin okunması ve
bilinmesi dar bir zümreye mahsus kalmamalıdır.
Üstelik bu zümrenin de bu işi iyi öğrenmediği
açıktır. Ancak bizim kuşağın bazı tarihçileri
ciddi bir eğitimden geçtikleri için eski
metinleri ustalıkla çevirmeyi öğrendiler. Bu
ciddi eğitimde yabancı hocalardan hatta yabancı
dilde tarih eğitimi görmelerinin payı vardır.
Profesör Mübahat Kütükoğlu ve Mehmet Genç gibi
imam hatip eğitimi veya klasik Şark dilleri
okumamış tarihçilerin Osmanlı metinlerini
yetkiyle okumalarında kendilerini arşivde
yetiştirmeleri; ama her şeyden evvel zaten geniş
okuma yapan, tarih bilgileri geniş uzmanlar
olmaları asıl nedendir.
Mazideki Avrupalı Osmanistlerin başarıları da
onların Latince-Yunanca ve kendi dillerindeki
tarihi edebi metinleri çok iyi öğrenmelerinden
ve bu alanda meleke kazanmalarından ileri gelir.
Misal mi istiyorsunuz; Paul Wittek aslen bir
Romanistti. Birinci Büyük Harp’te
Şam’da yedek subaylık yaparken Türkçe
öğrendi ve Osmanlıca metinlere girdi. Fekete
Lajos bütün Macar tarihçiler gibi Macar ve Latin
vesikalarını tahlilde uzman olduğu için Osmanlı
diplomatikası ve paleografyası dediğimiz
vesikalarını tahlilde öncü bir rol oynamıştır.
Türkiye’nin yaşadığı facia
Bu yanıyla bakarsanız Osmanlı metinlerini
incelemenin başı ve sonu yoktur; bazı adamların
ağzından düşmeyen bir yağ ve de bu konuda
geçerli olamaz. Eski toplumumuzun insanları
hatta 1928’den önce lise bitirenler bile bütün
Osmanlı vesika ve metinlerini doğru ve yetkili
olarak okuyor değillerdi. Bunu bizim kuşağın
mensupları bilir. Bir tarihte Tapu Kadastro’daki
vesikaları değerlendiren grupta siyakat yazı
dediğimiz mali kayıtların yazısını bazı genç
tarihçilerin yaşlı neslin emeklilerinden daha
çabuk ve doğru okuduğunu bizzat gördüm. Oysa
bugün
Avrupa’da genç kuşak tarihçiler eski kuşak
şarkiyatçılar kadar ustalıkla metin
kullanamıyorlar. Çünkü hümanist
eğitim dediğimiz ölü dillerde metin okuma
alışkanlığını tahsillerinde edinemediler.
Türkiye bu faciayı daha derin olarak yaşıyor.
İmam hatip liselerinde dahi yoğun Arapça hele
Farsçadan hiç
haber yok. Üniversitelerde aslında geç
dönemde başlayan eski metinleri değerlendirme de
eğitimin yeterince ciddi olmamasından dolayı
zayıf gidiyor. Dil öğrenmeyen ve yeterince
çalışmayan kimseler 1928 Harf Devrimi’ni
suçluyorlar.
Oysa Harf Devrimi ile Çinceden Latin harfli
bir dünyaya yahut piktografik yazıdan (resim
yazısından) fonetik bir alfabeye geçmiş değiliz.
Avrupa’daki şarkiyat şubelerinde bölüme yeni
giren talebelerin daha ilk haftalarda söktükleri
bu harfleri bizimkiler öğrenmezler. Öğrenemezler
demedim, çünkü merak ve sabır yoktur. Haftalarca
ellerinden düşürmedikleri
iPhone’a harcadıkları enerjiyi Arap
harflerine,
İngilizce gramerine veya müzik derslerindeki
notalara ayırsalar ve harcasalar başarılı
olabilirlerdi.
Zamanımızın politikacıları kolayı bulmuş;
Osmanlıca için önce bütün liselere dediler,
kıyamet kopup işi biraz incelemeye başlayınca
imam hatiplerle sınırlıyız diyorlar. Hiç fark
etmez; imam hatiplerin çoğunluğu Arapçayı nasıl
öğretemiyorsa Osmanlıca dediğinizi de öğretemez.
Çünkü bu işler yöntem bilen hoca ister,
öğrencinin de meraklısı gerekir. Sanat okuluna,
tarım enstitüsüne girecek öğrenciyi o kurumları
açmadığınız için imam hatibe yöneltirseniz,
gerekli sabır ve meraka sahip gençleri
bulamazsınız.
İyi hocalar gerekiyor
Ben bu memlekette 400 tane okulun binlerce ve
binlerce öğrencisine Osmanlıca öğretecek sayı ve
nitelikte bir öğretmen kalabalığı tanımıyorum,
böyle bir şeyin varlığına da inanmıyorum. Buna
inandığını söyleyen milli eğitim otoriteleri
bence ya hayal görüyorlar ya da göz boyamaya
çalışıyorlar.
Sosyal bilimlerde, hukukta, ilahiyatta uzman
yetiştirmek zordur. Batı’nın 18’inci ve 20’nci
yüzyıl arasındaki en büyük başarılarından birisi
hümanist gymnasium’lar dediğimiz liselerdi.
Buralarda dil, tarih, coğrafya eğitimine önem
verilirdi. Mesela
İsveç’teki liselerde İkinci Büyük Savaş’tan
evvel üç ölü (Latince, Yunanca ve atalarının
dili olan Norse), üç diri (İngilizce, Fransızca,
Almanca) dil öğretilirdi. Fransızlar, İtalyanlar
ve Almanlar Latinceyi mutlaka öğrenirlerdi.
Ciddiyetsiz bir hamle
Sivil-asker Osmanlı memurlarının sicili
ahvaldeki kayıtlarına bakarsanız muayyen
miktardan
Farsça öğretildiğini görürsünüz. Fransızca
19’uncu yüzyılda birçok lisede iyi öğretilmeye
çalışılır. Bugünün Türkiye’sinde yabancı okullar
dediğimiz yerlerde bile İngilizce, Almanca,
Fransızca gibi diller Latincesiz öğretilir.
Türkiye’de nesillerin tarih şuurunu ve edebiyat
ustalığını kazandıracak tipte bir dil eğitimden
uzak kaldığı açıktır.
Çözüm fen liselerinin karşılığı olan edebiyat
liseleri ve bunlar gibi çokça dil öğretecek az
sayıdaki imam hatiplerdi. Maalesef bu ciddiyet
politikacılar için benimsenmesi mümkün olmayan
bir tutumdur. Tasarlanan Türk edebiyat
liselerinin adı sosyal bilime çevrildi (çok
iddialı bir başlık). Ardından sayıları sınırsız
olarak artırıldı. Okullara giren öğrenciler ise
milli eğitimdeki memurlardan daha bilinçli ve
istekli. Osmanlıcayı öğrenmek istiyorlar ama
bunun Farsçası ve Arapçası nerede? Batı
dillerini uzmanca öğrenmeleri gerekiyor, en
azından 1940’larda denendiği gibi bir parça
Latince öğretecek adam nerede?
Bahsettiğim bu iki deney Osmanlıcanın da
nasıl öğretileceğinin şimdiden habercisidir.
Kimse kışkırtıcı nutuklar atmasın, bu tip
nutuklar için yapacak savunma bile bulunamaz.
Gene bir ciddiyetsiz hamle devri
başlıyor. Yapılmak istenen Osmanlıca öğretmek
değil, bir gösteridir.
Az sayıda okulda, gerçekten imtihanla alınan
öğrencilere biraz Arapça, Farsça, Latince ve bir
Avrupa dili öğretilebilir.
Bu öğrencilere Osmanlıca da en alasından talim
ettirilir. Binlerce ve binlerce çocuğa Osmanlıca
öğreteceğim demek bir kere öğretmen kıtlığından
dolayı onları her türlü edebiyat ve dil
öğretiminden soğutmak demektir. Türkiye’de
Osmanlıca öğretecek insan sayısı şu anda
sınırlıdır. Seçkinci bir öğretimle gereği kadar
öğrenciye Osmanlıca öğretilerek bir gelişme
sağlanabilir.
Milliyet, Yazı: İlber Ortaylı, 14.12.2014
|
"İSTANBUL'UN AHŞAP KÜLTÜRÜ YOK OLDU"

İstanbul’un şiirlere, şarkılara ve masallara konu
olan güzelliğinden
bugün geriye çok az şey kaldı. Boğaziçi’nin
yalıları, Bayezid ve Sultanmahmet civarında eski
medreseler, Zeyrek ve Süleymaniye’de konaklar ve
Kuzguncuk’ta sıcak komşuluk günlerinden yadigar
birkaç sokak...
Kaybolan güzellikler şimdi sadece dönemi anlatan
hatıralarda, romanlarda ve siyah beyaz fotoğraflarda
yaşıyor.
Mimar Prof.Dr. Reha Günay, eski
İstanbul sevdalılarından. 1950’li yıllarda
İTÜ’de Mimarlık eğitimi almaya başladığında,
henüz betonun ve plansız yapılaşmanın hışmına
uğramamış İstanbul’un eski zamanlardan kalma ahşap
konakları dikkatini çekmiş.
55 yıl boyunca devam etti
Yurtdışından getirttiği fotoğraf makinesiyle okuldan
artan zamanlarında İstanbul sokaklarında dolaşarak
bu eski ahşap evlerin, konakların ve köşklerin
fotoğraflarını çekmiş.
Daha kaliteli fotoğraflar elde edebilmek için
filmleri banyo etmeyi ve basmayı öğrenmiş.
Fotoğraflarını çektiği evlerin mimari özelliklerini,
planlarını, tarihlerini incelemiş. Genç bir öğrenci
hevesiyle başladığı bu çekimler tam 55 yıl boyunca
devam etmiş. Geriye bugün birçoğunun yerinde beton
apartmanlar yükselen eski ahşap konakların siyah
beyaz fotoğrafları kalmış.
Günay, geçtiğimiz haftalarda yaklaşık 4 bin
fotoğraflık arşivinden yaptığı derlemeyle
‘İstanbul’un Kaybolan Ahşap
konutları’ adlı albümü çıkardı. YEM Yayın’dan
çıkan albümde İstanbul’a kimliğini veren mimari
süreçlerin tarihiyle birlikte, her biri sanat eseri
değerinde olan yüzlerce ahşap evin resimleri yer
alıyor.
‘Koleksiyonumun küçük bir parçası’
Prof.Dr. Reha Günay, 55 yılın içinden süzülen
çalışmasını şöyle anlattı: “Her türlü zorluk içinde
1960 yılından bu zamana kadar evleri belgelemeye
çalıştım. Bunun için bütçesi olan hiçbir proje ya da
sponsor yoktu. Aslında hala da yok. O nedenle koca
bir ahşap konut kültürü belgelenemeden yok oldu.
Şimdiki dijital olanaklar o zaman olsaydı, belgeleme
işi hem daha kolay, hem de fazla olurdu. Size bu
kitapta sunduklarım benim küçük koleksiyonumun bir
parçası. İkinci kitapta yalılar ve ada evleri de
olacak...”
Milliyet, Haber: Musa Kesler, 14.12.2014
|
KÜÇÜKÇEKMECE'DEKİ BİN YILLIK AMELİYAT

Milattan önce 2 bine ait
izleri taşıyarak İstanbul'un tarihi
kronolojisindeki boşlukları dolduran
Küçükçekmece Gölü havzasındaki Bathonea
kazılarında bulunan bir kafatasındaki kesi izi,
1000 yıl öncesinde de beyin ameliyatı
yapıldığını ortaya çıkardı.
Kazı ekibinde yer alan Adli Tıp Uzmanı Dr. Ömer
Turan, açtıkları 70'e yakın mezardan birindeki
kafatasında belirgin olarak tıbbi bir girişim
tespit ettiklerini söyledi. Turan, şu bilgileri
verdi: "30 yaşın üzerinde olan kişinin kafatası,
günümüzdeki beyin ameliyatlarındaki gibi tıp
adamları tarafından çok nizamlı kesiyle açılmış.
Kafatasının açılması ağrılı ve acılı bir işlem.
Kişiyi uyutmak gerekir. Bu durum o dönemde de
bir çeşit anestezinin kullanıldığını
düşündürüyor."
Hürriyet, 14.12.2014
|
TANTEKİN'İN 50 YILLIK BİRİKİMİ SATIŞTA
Türkiye’de ilk kez bir antikacının tüm birikimi
satışa sunuluyor. Antikacı Duran Tantekin’in 50
yılda topladığı Osmanlı ressamlarının ve
oryantalistlerin eserleri, tablolar, objeler ve
mobilyalarını kapsayan bin 400 eser, ailesi
tarafından satışa çıkarılıyor.

2012'de ’de vefat
eden ünlü antikacı
Duran Tantekin, hayatı boyunca Osmanlı ve
oryantalist sanatçıların eserlerini topladı ve
Türkiye’ye kazandırdı. Tantekin’in koleksiyonundan,
18 ve 19. yüzyıla ait mobilyalar başta olmak üzere
tablolar, objeler ve çalışma masası gibi birbirinden
farklı bin 400’e yakın eser,
Beyaz Müzayede tarafından 3 bölüm halinde satışa
sunulacak. İlki bugün saat 13.00’te Zorlu Performans
Sanatları Merkezi Meydan Fuaye‘de düzenlenecek
müzayedeyi Aziz Karadeniz yönetecek. Müzayedenin
diğer bölümleriyse 16 ve 18 Aralık tarihinde
gerçekleşecek. Türk sanat tarihi ve müzayedeciliği
açısından da değer taşıyan organizasyonda satışa
sunulacak eserler arasında önemli başyapıtlar var.
ZANARO’NUN SON TABLOSU
Müzayedeye damgasını vuran eserlerden, saray ressamı
Fausto Zonaro’nun son tablosu 1929 tarihli “Üç
Güzeller”, 800 bin TL’ye satışa sunulacak.
Zonaro’nun diğer eserlerinden biri de “Dömeke
Savaşı”. Bu eserinden dolayı Zonaro, Sultan II.
Abdülhamid tarafından Osmanlı Nişanı ile
mükafatlandırılmış ve kendisine Akaretler’de 50
No’lu konak, atölye ve ev olarak tahsis edilmişti.
Hatta sultanın isteği üzerine Zonaro, “Dömeke
Savaşı”ndaki kompozisyonun aynısını Osmanlı Sarayı
için yağlıboya ile yaptı. “Dömeke Savaşı” 250 bin
TL’den satışa çıkacak. Tantekin’in koleksiyonunda,
Leonardo De Mango’nun 56 sayfa ve 721 orijinal kağıt
üzerine kendi el yazısı ile notlarının olduğu albüm
de bulunuyor. Ressamın 1859-1906 yılları arasında
farklı ülkelerde yaptığı eserler, dönemin sosyal
hayatını yansıtması bakımından önem taşıyor. Albüm
650 bin TL’den satışa sunulacak.
‘MIZRAKLI
SÜVARİ NÖBETTE’
Müzayedenin bir başka konuğu da “Mızraklı Süvari
Nöbette” adlı eseri ile
Halil Paşa... Tablo, yabancı sanat tacirleri
tarafından üzerindeki imza kazınıp İtalyan ressam
Francesco Saverio Altamura’ya atfedilerek Avrupa’da
satılmış ve en son Gianni Versace Koleksiyonu’na
girmişti. 1910’da Adolphe Thalasso’nun sınırlı
sayıda basılan L’Art Ottoman (Osmanlı Sanatı) adlı
kitabında orijinal imzasıyla yer alan resim,
Versace’nin ölümünden sonra Londra’da yapılan
müzayedenin kataloğunda
Duran Tantekin’in dikkatini çekmiş. Tantekin,
Halil Paşa’nın en önemli tablolarından “Mızraklı
Süvari Nöbette”yi 2009’da alıp Türkiye’ye getirmiş.
Eser, 300 bin TL’den satışa sunulacak.
Müzayedede ayrıca nadir bulunan, I. Abdülhamid
tuğralı gümüş leğen-ibrik 50 bin TL’ye satılacak.
İmparatorluğun güzel sanatlar fakültesi, “Sanayi-i
Nefise” hocalarından önemli oryantalist ressamlara,
Türk klasik ustalarından çağdaş ustaları Cevat
Dereli ve Burhan Uygur’a uzanan geniş yelpazede
birbirinden değerli eserler, yeni sahipleriyle
buluşacak.
‘Keşke eserler müzelere gitse’
Duran Tantekin’in kızı Jale Tantekin,
kendilerine ait bir müzayede şirketleri ve antika
dükkanları olmasına rağmen bu müzayedeyi yapmak
istemediklerini aktarıyor: “Bu müzayedeyi biz de
yapabilirdik ama bunun etik olmayacağını düşünüp
Aziz Bey ile yola çıktık. Genelde hiçbir müzayedeci
başka bir müzayedeciye eser vermez. Bu anlamda da
bir ilk diyebiliriz. Babamın A’dan Z’ye her şeye
merakı vardı. Neticede 50 yıllık birikim söz konusu.
Kardeşimle birlikte müzayedenin her şeyin satılacak
şekilde tasarlanmasını istedik. Bu nedenle de
fiyatları makul tuttuk.” Müzayedede yer alan
eserlerin çoğunun çocukluğundan beri evin bir
parçası olduğunu belirten Tantekin, “Babam her şeyi
toplardı. O yüzden geniş bir arşivi var. Sadece
birkaç parçayı kendimize ayırdık. Mesela 1935 yılına
ait bir mobilya var, o kendimi bildim bileli babamın
evindeydi. Ama bir yerde de eşyalardan ayrılmak
gerekiyordu. Eserlerin müzelere gitmesi bizi çok
mutlu eder. Böylece herkes bu eserleri görebilir”
diyor.
Türkiye’nin ilk ‘house sale’i
Beyaz Müzayede Yönetim Kurulu Başkanı Aziz
Karadeniz, “Türkiye’de ilk kez bir antikacının
“house sale”i (ev satışı) yapılıyor. Duran Tantekin,
Türk sanatı ve tarihiyle ilgili bir sürü eseri
Türkiye’ye getiren kişi. Bu tarz müzayedeler
özellikle Avrupa’da koleksiyonerler, müzeler ve
kültür bakanlıkları gibi kültür kuruluşları
tarafından ilgi görüyor. İngiltere ve Fransa gibi
erken koleksiyonerliğin başladığı ülkelerde,
vefatlar durumunda aileler ev satışı yaparlar.
Neticede sanat tarihidir bu. Bizde bu eserlerin
müzayedeyle birlikte önemli koleksiyonerler
tarafından alınmasını, müzeler tarafından
sahiplenilmesini istiyoruz. İlginç hikayesi olan
eserler var” diyor.
Habertürk, Haber: Ekin Türkantoz, 13.12.2014
|
TARİHİ BOSTANLARA İMAR PLANI REDDEDİLDİ
İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi, Yedikule’deki
tarihi bostanlık alana imar yolunu açan planları
reddetti.
Osmanlı saraylarına sebze yetiştirilen
Yedikule’deki tarihi bostanlık alana imar yolunu
açan planlar,
İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi, tarafından
Fatih Belediyesi’ne iade edildi. İstanbul
Büyükşehir Belediye Başkanı
Kadir Topbaş söz konusu planları bir kez daha
görüşülmek üzere veto etmişti.
Okmeydanı için onay
Bu arada İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi,
Okmeydanı’na ilişkin 1/5.000 Ölçekli Nazım İmar
Planı’nı oy çokluğu ile yeniden kabul etti. İBB
Meclisi’nde 13 Ağustos 2012 tarihinde kabul edilen
plana CHP grubu itiraz etmiş, 6. İdare Mahkemesi 3
Temmuz 2014’te yürütmeyi durdurma kararı
vermişti. Hazırlanan yeni plan, CHP’nin itirazları
arasında oyçokluğu ile yeniden kabul edildi.
Milliyet, 13.12.2014
|

|
TARİHİ SURLARA KURULAN RESTORASYON İSKELESİ ÇÖKTÜ: 2 YARALI
Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Bursa'nın İznik İlçesi'ndeki restorasyon çalışmaları özel bir firmaya yaptırılan Lefke Kapı Surları'nda iskele çöktü. Kazada yaralanan iki işçi hastaneye kaldırıldı.
İznik Lefke Kapı restorasyon çalışmaları geçen Ağustos ayında yapılan ihale ile özel bir firmaya verildi. Maliyeti 1 milyon 739 bin lira olan restorasyon çalışmaları devam ederken, kurulan iskele bugün çöktü. İskeleden düşen işçiler 54 yaşındaki Ünal Aykaç ile 39 yaşındaki İbrahim Artan yaralandı. İhbar üzerine sevk edilen 112 Acil Servisi tarafından ilk müdahaleleri yapılan işçiler, ambulans ile İznik Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı. İşçilerden durumu ağır olan İbrahim Artan, Bursa'da Muradiye Devlet Hastanesi'ne sevk edildi. Soruşturmaya, İznik Cumhuriyet Savcılığı'nca başlandı.
Radikal, Haber: Mehmet Buldu, 13.12.2014
|
BUYURUN SİZE ECDAT SEVGİSİ
Mihrimah Sultan
Camisi'nin dış cephesine kocaman klima kasasını
koyarsınız...
İlk mimarı Mimar Sinan olan, Adnan Menderes
zamanı yol genişletme bahanesiyle yıkılan
Fındıklı'daki Süheyl Bey Camisi'ni aslına uygun
yapmak şöyle dursun, yerine alçıpan, alüminyum ve
camla çirkin bir plazamsı inşa edersiniz...
Osmanlı ilk dönem mimarisinin cenneti Bursa'yı toplu
konut mezarlığına çevirirsiniz...
Bin yıldır ayakta duran, vaktiyle çini imalathanesi
olarak kullanılan Tekfur Sarayı'nın restorasyonunu
geciktirdikçe geciktirir, nihayetinde de
pencerelerine pimapen takarsınız...
Sirkeci'deki güzelim bir türbeyi Vakıflar'dan kiraya
verir; kebapçı yapılmasına, avlusuna çöp ve sebze
kasaları yığılmasına izin verirsiniz...
İstanbul'u İstanbul yapan tarihi siluetini hiç
sallamaz, Sultanahmet Camisi'nin arkasından yükselen
gökdelenlere izin verirsiniz... Tıraşlanacak diye
mahkeme kararı çıkar, bu yolda baskı yapmazsınız...
Kanuni'nin emaneti, Mimar Sinan'ın şaheseri
Süleymaniye Camisi avlusu kafelerle dolar, sesinizi
çıkarmazsınız...
Fatih'te tarihi çeşmeler dökülür, onarmazsınız...
Muş'ta tarihleri 1800'lere dayanan tarihi evler
birer birer yıkılıp yok olur, umursamazsınız...
Muş'a gelenlerin ağırlandığı tarihi Han soba tamiri
dükkanı olarak işletilir, tarihi bir miras göz göre
göre yok olur, dönüp bakmazsınız...
Din müderrislerinin yetiştiği Saray Cami Medresesi
yıkılıp harabeye döner, oralı olmazsınız...
Samsun'un Osmanlı'dan günümüze ulaşan yapıları
ilgisizlik ve bilgisizlikten harap haldedir, el
atmazsınız...
Müslüman Samsun'un merkezi olan kalenin kalan
surlarına bile sahip çıkmazsınız... Kimi sur
kalıntıları üzerine imarlı binalar dikilmiş, sur
kalıntıları binaların bodrumlarında saklanmıştır,
öyle bakarsınız...
Osmanlı mutfağının arka bahçesi olan, tarihi
surların dibindeki bostanları imara açacak plan
değişikliklerine imza atarsınız...
Yavuz Sultan Selim'in "Mezarımın üzerine örtün" diye
vasiyet ettiği kaftanını depoya atarsınız...
Kastamonu'da 550 yıllık, Fatih Sultan Mehmet'in
kayınbiraderinin yaptırdığı İsmail Bey Hamamı atıl
vaziyette yok olacağı günü bekler, imdadına
koşmazsınız...
Sadrazam Benderli Mehmet Selim Sırrı Paşa tarafından
inşa edilen Silivri'deki tarihi yapının dökülen
bahçe duvarlarını tamir etmez, merdiven
kenarlarındaki yabani otları temizlemez, otoban
kenarlarını süs bitkileriyle donatırken bu yapının
süs çiçeklerinin çürümesine göz yumarsınız...
Muhteşem tavan süslemesi, ahşap işlemeleri ve tarihi
dokusuyla görenleri kendine hayran bırakan
Osmaneli'ndeki tarihi ev ahır olarak kullanılır, ses
çıkarmazsınız...
Eski Urfa yeraltındaki 59 mağara ile yeniden inanç
turizminde adından söz ettirecekken yerel seçimde
belediyeye siz gelirsiniz, projeye gram katkıda
bulunmazsınız...
*
Konu Osmanlıca oldu mu 'Ecdat' dilinizden
düşmez...
Hiç şüphesiz, siz ecdadınızı pek seversiniz.
Hürriyet, Yazı: Melis Alphan, 13.12.2014
|
MUTFAKTA
90 MİLYON LİRALIK
GAUGUİN TABLOSU BULUNDU
Sicilya’da 70 yaşındaki
emekli işçinin sanat eğitimi alan oğlu, mutfakta
asılı tablonun Fransız ressam Gauguin’in
eserlerine çok benzediğini fark etti.
Yapılan testlerle tablonun gerçek olduğu anlaşıldı. 1975’te 68 TL’ye satın alınan tablonun şu anki değeri 90 milyon TL.
Hürriyet, 13.12.2014
|
|
ŞİMDİKİ KONUMUZ OSMANLI ARŞİVLERİ
Şimdi de
Osmanlı arşivlerinin Kağıthane'deki nemli
yerde çürümeye terk edildiğine dair bir
tartışma başladı. Oysa bu haberi yapanlar
azıcık araştırsa gerçek çok farklı
çıkacaktı. Bakın arşivlere ne oldu?
Bir internet sitesinde yer alan
ifadeler, TV açık oturumlarının önemli
konularından birisi haline geldi.
İfadeler, özetle şöyle:
“Sultanahmet'te bulunan Osmanlı
arşivlerinin bulunduğu bina, otel
yapılıp, dere yatağında bulunan
Kağıthane'ye taşınınca belgelerin
silinmeye başladığı ileri sürüldü.”
Bu haberden önce de, bu konuda
değerlendirmeler çıkmıştı. Osmanlıca
tartışmaları bu şekilde, yeni bir boyut
kazanıyor: "Dere yatağına inşa edilen
nemli binada, değerli Osmanlı belgeleri
çürüyor, bunlar ise sözümona
Osmanlıca'yı diriltmeye çalışıyorlar. Ne
yaman çelişki."
Kağıthane'deki Başbakanlık Osmanlı
Arşivleri, yolumun uğradığı bir yer.
Daha öncelerden, Cağaloğlu'ndaki yeri de
bilirim.
Gönül isterdi ki, bu haberi yapan
internet sitesinin muhabiri; böylesine
iddialı bir haberi yapmadan önce, gidip
bu yeni binayı gezse, gözleriyle orada
neler olduğuna tanıklık etse, ondan
sonra yazsaydı.
Kağıthane'deki Başbakanlık Osmanlı Arşivleri,
yolumun uğradığı bir yer. Daha öncelerden,
Cağaloğlu'ndaki yeri de bilirim.
Gönül isterdi ki, bu haberi yapan internet sitesinin
muhabiri; böylesine iddialı bir haberi yapmadan
önce, gidip bu yeni binayı gezse, gözleriyle orada
neler olduğuna tanıklık etse, ondan sonra yazsaydı.
Dün, günümü, bu arşivi yerinde görerek ve iddiaları
somut olarak araştırarak geçirdim.
İlk hamle Özal'dan
Hikaye, Turgut Özal döneminde başlıyor. Yıl 1985,
aylardan Mayıs… İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi’nde, "Osmanlı Arşivleri ve Osmanlı
Araştırmaları Sempozyumu" yapılıyor. Kürsüde,
Profesör Halil İnalcık var. Dinleyiciler arasında
da, dönemin Başbakanı Turgut Özal. Osmanlı
Arşivleri’nin bakımsız halde olmasından yakınan
İnalcık; bu arşivlerde, bugün 20'yi aşkın devletin
belgelerinin ve geçmişlerinin yer aldığına dikkat
çekerek, Özal'a şöyle sesleniyor: "Bu arşivlerin
sahibi olarak, onları bu hazine üzerinde çalışmaya
çağırmak, ev sahipliği ve kılavuzluk yapmak, hatta
bu malzemenin değerlendirilmesine ön ayak olmak
bizim ödevimizdir(...)İşte, bana arşivi verin
Osmanlı İmparatorluğunu yeniden kurayım derken bunu
kast ediyorum."
Bu tarihe kadar, Osmanlı Arşivi; Cağaloğlu'ndaki
İstanbul Valilik kompleksi içindeki bir binada
saklanıyordu. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan
Celal Güzel; Özal'ın talimatıyla, Cağaloğlu'ndaki
binayı İl Özel İdaresinden kiraladı. 1.5 yıl
öncesine kadar, Osmanlı Arşivleri, buradaki iki
binada hizmet verdi. (Orası, sitenin haberindeki
gibi 400 yıllık değil, 28 yıllıktı).
Ancak depolar Mahmutbey'deydi. Başka bazı binalara
dağılmışlardı. Belgelerin, 35 kilometre öteden
Cağaloğlu'na getirilmesi riskliydi. Tahrip olmaları
ihtimali vardı.
Bunun üzerine, arşivin bütünlük içinde hizmet
görebileceği yeni bir yer arandı. Kağıthane'de,
Sadabad Sarayı’nın karşısındaki alan seçildi. İmar
kararının alınması, yerin tahsis edilmesi gibi
noktalardaki bir çok bürokratik engel; dönemin
Başbakanı Tayyip Erdoğan'ın çabalarıyla aşılabildi.
Eskisinin beş katı büyüklüğünde
53 dönümlük bir araziye konuşlanan yeni Osmanlı
Arşivi; 122.000 metrekare kapalı alanda, bir buçuk
yıldır hizmet veriyor. Cağaloğlu'ndaki yerle
mukayese edildiğinde, 5 kattan daha fazla bir “alan
genişlemesi” söz konusu. Depolar, idare ve araştırma
salonları; bir bütün içinde yer alıyor. 650 kişilik
bir konferans salonu ve bu belgelerin dikkat çekici
olanlarının sergilendiği müze de, bu kompleksin
içinde.
Nem konusunu sordum. Şunları anlattılar: Bu binalar,
ilk yapıldığında, duvarların kuruması için beklendi.
Arşivcilik demek, “belgelerin korunması” demek.
Optimal ısı ve nemin görüleceği, güneşten korunaklı
yerlere gerek bulunuyor. Bu binanın içinde,
uluslararası standartlarda bir "iklimlendirme"
yapılıyor ve 24 saat boyunca, değerler bilgisayarla
izleniyor. Dere yatağı iddiası, boş bir iddia. Bina,
her türlü nem ve doğal afete karşı korunaklı bir
modern sistemle inşa edildi. İngiliz Kraliyet
Müzesi’nin, Thames nehri kenarında olduğunu da,
hatırlattılar.
Nem ve ısı düzeni
Müzede sergilenen belgeleri incelerken,
bazılarındaki sararmaları da gördüm. Örneğin,
belgelerden birisi, 1703 tarihli, yani 300 yıllık.
Bir diğeriyse, 1621 tarihli yani, 400 yıllık.
Maalesef, bir dönem, bu belgeler yeterince elverişli
koşullarda saklanamadığı için, bazı sararmalar ve
yıpranmalar oldu. Cumhuriyet'in kurulması ve
başkentin Ankara'ya nakliyle, bürokrasi de oraya
gitmişti. Belgeler, bir ara, sahipsiz kalmıştı.
Köklü olarak yeniden ele alma girişimleri, Özal'ın
gayretleriyle başladı.
Şu anda, arşivde; diğer depolardan 1300 kamyonla
taşınmış 95 milyon belge, 400 bin civarında defter
bulunuyor. Bunlardan 10 milyonu, dijital ortama
geçirilmiş durumda. Osmanlıca'ya hakim 350 uzman
görev yapıyor. Belgeleri tasnif etmeyi ve dijital
ortama geçirmeyi sürdürüyorlar.
Arşivin çalışma salonunu ziyaret ettiğimde, yüzden
fazla araştırmacı çalışıyordu. Bu sayının, yazları
daha da arttığı söylendi. Son derece elverişli bir
ortam var. Arşivde çalışmak isteyenler için, araba
park yeri de bulunuyor.
Eleştirileri veya kaygıları olan gazeteci ve
siyasetçilerin, mutlaka gezip görmeleri gereken bir
yer burası. Eksikleri, ihtiyaçları da
değerlendirerek, kamuoyunu bilgilendirebilirler.
Binayı dolaşırken, Türk Arşivciler Derneği'nin bir
bildirisine de tanık oldum. Bildirinin bir
bölümünden, şunları öğrenebiliyoruz: Daha önce
sözleşmeli çalışan personel, Arşiv Kanunu
çıkarılmadığı için, “kariyer uzmanlığı”na
yükselememiş. Bunun yerine, “araştırmacı” adıyla,
kadroya alınmışlar. Bunun sonucunda da, maaşlardan,
800 lira kadar bir kayıp yaşanmış. Yeni bir
düzenleme, ile bu mağduriyetin giderilmesini
istiyorlar.
Radikal, Yazı: Oral Çalışlar, 13.12.2014
******
İŞTE OSMANLI'NIN KOZMİK ODASI

19. Milli Eğitim
Şurası'nda,
Osmanlıcanın liselerde zorunlu ders olarak
okutulması yönündeki tavsiye kararı konuyu
Türkiye'nin gündemine taşıdı. Osmanlı Türkçesinin
öğretilmesini destekleyenler ve karşı çıkanlar
tezlerini ortaya koydu. Meseleyi bir de Osmanlı
Arşivleri açısından değerlendirmek gerekiyor.
Osmanlıcanın ana gövdesi bugün yaklaşık 100 milyon
civarında belge ve defterin muhafaza edildiği
"Osmanlı Arşivi"dir. Devlet Arşivleri Genel
Müdürlüğü bünyesindeki Başbakanlık Osmanlı Arşivi,
başta Türkiye olmak üzere müstakil devlet kurmuş
olan Orta Doğu, Balkan, Afrika ve Asya ülkelerinin
tarihine de kaynaklık etmekte, bu ülkelerin
arasındaki anlaşmazlıkların çözümüne ışık
tutmaktadır. Osmanlıcanın öğrenilmesindeki asıl gaye
bu yazı ile yazıp çizmekten ziyade tarihi belge ve
eserlerden en iyi şekilde istifade etmektir. Bu
hedef için en iyi kaynaklar da Osmanlı Arşivi'nde
yer alıyor. Arşivcilik, 1984'e kadar gözardı
edilmişti, ancak 3 yıl sonra çalışmalar
hızlandırıldı. Turgut Özal'ın destekleriyle
arşivcilik iyice ivme kazandı. Haşerelere karşı
ilaçlanan Osmanlı evrakı köhne depolardan çıkarıldı,
temizlenip dosyalandı ve günümüz Türkçesi'ne
çevrilmeye başlandı. Zengin Osmanlı arşivi,
imparatorluk bakiyesi 38 devletin evrakını
bünyesinde barındırıyor. Suriye, Libya, Kerkük,
Musul, Filistin başta olmak üzere Türkiye açısından
önemli birçok belge bu arşivde bulunuyor. Ayrıca,
bugün dünyaya Ermeni meselesi hususunda haklı
olduğumuzu yine Osmanlı Arşivi sayesinde ilan
edebiliyoruz.
GERÇEK TARİH BURADA
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından
Kağıthane'de açılışı yapılan Milli Arşiv Sitesi,
gerçek tarihi içinde barındırıyor..
Türkiye Gazetesi, 13.12.2014
******
ARŞİV
BİNASINDA KÜF VE SU İZİ
Tarihçilerin araştırma yaptıkları ve arşiv
belgelerine ulaştıkları odanın bulunduğu katta,
tesisat ve altyapı sorunları nedeniyle tavan su
akıtıyor, rutubet yüzünden duvarlar sürekli
boyanıyor...

Liselerde Osmanlıcanın zorunlu ders olması
tartışmalarıyla gözler
İstanbul
Kağıthane’deki yeni binasına taşınan Osmanlı
Arşivleri’ne çevrildi. Geçen yıl arşivlerin
Sultanahmet’teki tarihi binasından Kağıthane’ye inşa
edilen binaya taşınması ve eski arşiv binasının otel
olması büyük ses getirmişti.
TOKİ tarafından Kağıthane’deki binanın dere yatağı
ve deprem bölgesi olarak bilinen bir alana inşa
edilmesi, insanlık tarihinin büyük önem taşıyan
belgelerinin durumuna dair soru işaretleri
oluşturmuştu. Milliyet’in ulaştığı kaynaklar ve
fotoğraflar, arşiv binasında yaşanan sorunları
gözler önüne seriyor.
Kovalarla müdahale ediliyor
Tarihçilerin araştırma yaptıkları ve arşiv
belgelerine ulaştıkları odanın bulunduğu katta,
tesisat ve altyapı sorunları nedeniyle tavan su
akıtıyor, akan suya kovalarla müdahale ediliyor. Bu
durum Türk Standartları Enstitüsü’nün ‘arşiv
mekanlarının düzenlenmesi’ kurallarında yer alan
çatının su akıtmaması maddesine aykırı bir durum
teşkil ediyor. Özellikle yoğun yağışın olduğu
günlerde, arşiv binasında su baskınları meydana
geliyor.
Osmanlı Devleti’ne ait belgelerin bulunduğu
deponun, binanın giriş katının üç kat aşağısında yer
alması ise arşivlere dair kaygıların yoğunlaşmasına
neden oluyor.
Islağa yakın derecede nemli
Araştırmacılara ait fotoğraflarda, mayıs
yağmurlarından ötürü arşiv binasının etkilendiği
görülüyor. Mayısın sonlarında birkaç belgenin bizzat
kendisine ıslak teslim edildiğini aktaran bir
araştırmacı, belgelerin küf koktuğunu belirtti.
19
Temmuz’da yağan yağmurda ise binanın giriş
katına su dolduğu görülüyor. Arşiv depolarıyla aynı
hizada bulunan katlarda çekilen fotoğraflar,
duvarlarda rutubetin arttığını, bu yüzden duvarların
sürekli boyandığını gösteriyor.
19 Temmuz’da yağan yağmurun ardından arşivlerden
alınan belgelerin bazılarının ıslağa yakın derecede
nemli olması ve bu belgelerdeki mürekkeplerin
silinmeye yüz tutması, arşivlerin rutubet ve
yağmurdan etkilendiğine dair iddiaları
güçlendiriyor.
‘Tarihi bir suç
işlenmektedir’
Boğaziçi Üniversitesi Deprem Mühendisliği
Araştırma Enstitüsü Kurucu Başkanı ve
Boğaziçi Üniversitesi eski rektörü
Prof.Dr.
Semih Tezcan, arşiv binasının deprem bölgesinde
olmasının büyük risk taşıdığını vurguladı. Tezcan,
Kağıthane’de çatlak barındırmayan bir binayı
bulmanın zor olduğunu söyleyerek bu bölgedeki
arazinin sürekli
Haliç’e doğru kaydığını sözlerine ekledi. Bina
içinden çekilen fotoğrafları yorumlayan Tezcan,
“Osmanlı Arşivleri, bu kıymetli hazinemiz, temelleri
ve duvarları çatlak, her tarafı rutubetten ve su
sızıntılarından harap olmuş bir vaziyette,
İstanbul’un en yüksek deprem riski bulunan bir
bölgesinde ve çatlaklardan geçilmeyen çürük bir
binanın içinde bulunmaktadır. Tarihi ve milli büyük
bir suç işlenmektedir” değerlendirmesinde bulundu.
‘Nem oranı yüzde 35-55 arasında olmalı’
Yurtdışında arşivlerin bulunduğu binalarda iklim
kontrolünün nasıl olması gerektiğine dair kapsamlı
bilimsel çalışmalar yürütülüyor.
ABD’nin ulusal arşivinin bulunduğu binanın
mühendislik faaliyetlerinden sorumlu Landmark
şirketinin başkanı Ernest Conrad, kaleme aldığı
makalede arşivin kurulduğu binanın özelliklerine
göre iklim kontrolü yöntemlerine karar vermek
gerektiğini aktarıyor.
Arşivlere deposunda yer veren binaların gelişmiş
havalandırma, ısıtma ve iklimlendirme sistemleri
edinmesinin önemini özellikle vurgulayan Conrad, bu
sistemlerin yıl içinde mevsimsel değişikliklere göre
ayarlanması gerektiğini söylüyor.
Gelişmiş ve doğru bir şekilde çalışan iklim kontrol
kapasitesine sahip cihazların kurulduğu bu binalarda
sıcaklığın yazın 24,
kışın ise 21 derecede sabitlenebileceğini, nemlilik
oranının ise yüzde 35 ile yüzde 55 arasında
tutulmasının gerekli olduğunu aktarıyor.
Osmanlı Arşivleri’nin bulunduğu depoda ise nemi
kontrol altında tutması gereken cihazların bunu
başaramadığı ve yüksek elektrik faturalarına rağmen
nemin düşürülemediği iddialar arasında.

Belediye: Yansıyan sorun yok
Arşivler taşınmadan önce projeyle ilgili çalışan
Kağıthane Belediyesi sorularımıza, “Kağıthane’de
bulunan Osmanlı Arşivleri Daire Başkanlığı,
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’ne
bağlı bir kurum. Dolayısıyla sorduğunuz sorularla
ilgili en doğru ve en sağlıklı cevapları ilgili
Daire Başkanlığı’ndan alabileceğinizi düşünüyoruz.
Osmanlı Arşivleri Daire Başkanlığı ile olan
temaslarımızda bize yansıyan herhangi bir sorun
bulunmamaktadır” yanıtını verdi. Sorularımızı
ilettiğimiz Osmanlı Arşivleri Daire Başkanlığı ve
konuyla ilgili bir komisyon oluşturan Mimarlar Odası
ise bu haberin hazırlandığı sırada bize dönüş
yapmadı.

‘En önemli mesele personel azlığı’
Ünlü tarihçi Erhan Afyoncu, Osmanlı Arşivleri’nin
bir an önce eskisi gibi kaliteli eleman yetiştirmeye
devam etmesi gerektiğini vurgulayarak, “Başbakanlık
Osmanlı Arşivi, son derece kaliteli elemanlar
yetiştiren bir kurum. Bu elemanlar ayrıldı;
üniversitelerin tarih, edebiyat ve ilahiyat
fakültelerinde hoca oldu. Bu da arşivde insan
sayısının azalmasına sebebiyet verdi. Bana göre şu
an arşivin en önemli meselesi personel azlığı.
Personel eskisine göre çok daha düşük maaş alıyor.
Geçtiğimiz yıllarda arkadaşlara kadro verilirken
maaşları düşürüldü, bu da personel mutsuzluğuna neden oldu” dedi.
Milliyet, Haber: Özge Özdemir,
14.12.2014
|
ECDADIN MEZAR TAŞINDA BUNLAR YAZIYOR
Araştırmacı Yazar Nidayi Sevim, 20 şehirdeki Osmanlı
mezar taşlarında bulunan manzum eserleri bir kitapta
topladı. Mezar taşlarında, "Fani dünya bir
misafirhanedir, burada zevk isteyen deli divanedir"
gibi ilginç yazılar var.

Kitap Dostu yayınlarından çıkan eserde,
İstanbul Eyüpsultan, Edirnekapı, Beykoz,
Beyoğlu, Çemberlitaş, Karacahmet, Merkez Efendi gibi
mezarlıklar ve hazireler ile
Anadolu ’dan yaklaşık 20 ildeki tarihi mezar
taşları manzumelerine yer verildi.
Tarihi mezarlıklar ve mezar taşlarının tarih
araştırmalarının mihenk taşı olduğu gerçeğinden
hareket eden Sevim, araştırmasında 1500’lü yıllardan
başlayarak Osmanlı mezar taşlarındaki manzum
metinleri inceledi. Mezar taşlarında, şehirlerin
yapılanması, değişim süreçleri, afetler, salgın
hastalıklar, toplumların sosyolojik yapısı ve
eğilimleri gibi birçok konuda hayati öneme haiz
veriler bulunduğuna dikkat çeken yazar, “Mezar
taşları geleceği aydınlık görebilmemiz için bize
rehberlik eden, tarihimize ışık tutan, hiçbir yerde
ulaşamayacağım bilgilere sahip kaynak durumundadır”
sözleriyle özetledi araştırmanın gerekçesini.
‘Mezar taşlarını edebiyat tarihinin ulaşılamamış
hazinesi’ olarak tanımlayan Nidayi Sevim, geçmiş ile
gelecek arasında önemli bir köprü olduğunu, bir
kenarda unutularak kaderine terk edilmiş kitabelerin
birer birer gün yüzüne çıkacağına inandığını
belirtti. (Hürriyet / Aysel Alp)
1580’de ölen Sadrazam Mustafa Lala Paşa’nın Eyüp
Sultan Mezarlığı’ndaki mezar taşı ile başladığı
kitabını, yakın dönem mezar taşı manzumeleri ile
bitirdi.
Ey sual eden bu meşhed sahibin bunda gelüp
Fatih’i Kıbrıs olandır bu güzin’i gaziyan
Nice yıl serdar olup açtı Acem iklimini
Akıbet kıldı cihandan azm’ı ukba verdi can
Rihletin gördük te dedi Bülbüli tarihini
“Mustafa Paşayı eyleye Hüda cennet-i mekan”
(Ey gelip bu mezarın sahibini soran, bu Kıbrıs
fatihi seçkin gazidir. Acem memleketinde komutan
oldu. Can verdi, dünyadan ahrete göçtü. Bu göçü
gören Bülbüli tarihini dedi: Mustafa Paşa’ya cennet
makamlarından bir makam ver.”
Bitlis Ahlat Mezarlığından
- Her fikir sahibi insan için (bilinen) bir
gerçektir ki,
Ömür kısa bir elbise gibidir. (Mevlana Kadı
Kasım-1506)
Bursa-Emir Sultan Mezarlığı
- İbretle bak! Şu dünya bir misafirhanedir.
Devamlı oturan bir insan bulunmaz ne acayip bir
saraydır.
Sonunda zengin ve fakirin kazandığı bir kefendir.
Öyle ise buna gururlanan deli değil de ya nedir?
Tokat
Gelenler hoş safa gelsün
Bundan ala makam olmaz
Bu dünyaya gelen gider
Hiç kimseye vatan olmaz. (Hacı Ömer Efendi- 1798-99)
Gebze-Kocaeli
Fani dünya bir misafirhanedir
Burada zevk isteyen deli divanedir (Molla
İsmail-1779)
*
Bak ne söyler insana kabirdeki şu taşlar,
Bir yalan burada bitti, bir gerçek burada başlar.
Laedri (Söyleyeni Bilinmeyen)
Radikal, 12.12.2014
|
VAN GÖLÜ'NÜN SULARI ÇEKİLDİ, TARİHİ ESERLER ORTAYA
ÇIKTI
İklim değişikliğine bağlı olarak su
seviyesinin belirli periyotlarda değiştiği
Van Gölü'nde, 2 metreyi geçen çekilme, sular
altında kalan batık şehirlerin gün yüzüne çıkmasını
sağladı. Son 15 yılın en büyük su kaybının yaşandığı
belirtilen gölde, özellikle gölün su seviyesinin sığ
olduğu noktalardaki çekilmeler ise onlarca metreyi
buluyor.
Geçmişte kurulan ve göl seviyesinin yükselmesiyle
sular altında kalan şehirler de bu çekilmeyle gün
yüzüne çıktı. Van'ın
Erciş İlçesi'nde yıllardır su altında kalan
Osmanlı Kalesi tamamen gün yüzüne çıkarken, eski
Erciş'in yerleşimine ait kalıntılar da büyük oranda
gözlemlenebiliyor.

İklim değişikliğine bağlı olarak su seviyesinin
belirli periyotlarda değiştiği
Van Gölü'nde, 2 metreyi geçen çekilme, sular
altında kalan batık şehirlerin gün yüzüne çıkmasını
sağladı. Son 15 yılın en büyük su kaybının yaşandığı
belirtilen gölde, özellikle gölün su seviyesinin sığ
olduğu noktalardaki çekilmeler ise onlarca metreyi
buluyor.
Geçmişte kurulan ve göl seviyesinin yükselmesiyle
sular altında kalan şehirler de bu çekilmeyle gün
yüzüne çıktı. Van'ın
Erciş İlçesi'nde yıllardır su altında kalan
Osmanlı Kalesi tamamen gün yüzüne çıkarken, eski
Erciş'in yerleşimine ait kalıntılar da büyük oranda
gözlemlenebiliyor.
Radikal, 12.12.2014
|
IŞİD, YAĞMALADIĞI TARİHİ ESERLERİ TİCARETE
DÖNÜŞTÜRDÜ

Son dönemde özellikle de Ortadoğu ülkelerinde
sistematik olarak yağmalanan kültürel varlıklarla
ilgili vakalar giderek artıyor. Üstelik yasa dışı bu
ticaretten elde edilen gelirin de terör örgütlerinin
kasasına aktığı yönünde veriler elde ediliyor.
IŞİD’in de söz konusu bu yasa dışı ticaretten büyük
pay aldığı kaydediliyor.
BM Güvenlik Konseyi’ne sunulmak üzere Birleşmiş
Milletler’e bağlı bir analiz ekibinin kasım ayı
ortasında hazırladığı bir rapora göre, IŞİD’in mali
kaynaklarında tarihi eserlerin yağmalanmasından elde
edilen gelirler üçüncü sırada geliyor.
Rapora göre IŞİD arkeolojik kentlerden yağmalanan
eserlerin Suriye ve Irak’tan kaçırılmasını da teşvik
ediyor. Rapora göre söz konusu yasadışı ticaret
şimdiye kadar yapılandan çok daha sistemli ve
organize bir şekilde yürütülüyor. Hatta kimi zaman
eserleri çıkartmak için kazılar buldozerle
yapılıyor.
Arkeolog Neil Brodie’ye göre bu büyük bir
trajedi. Brodie “En iyi bilgilere doğrudan olay
mahalinde ya da uydudan çekilmiş fotoğraflarından
ulaşmak mümkün. Her yer resmen ay yüzeyi gibi
kraterlerle kaptı. Raporlarda Irak’taki bazı
alanlarda küçük çukurlar değil çok derin oyuklar
olduğu kaydediliyor. Hatta bunların tünellerle
birbirine bağlı oldukları belirtiliyor. Yani bazı
arkeolojik noktalara çok büyük hasar verilmiş
durumda. Sadece şöyle bir bakmak bile zararın
büyüklüğünü anlamaya yeter” diyor.
İskoç arkeolog, söz konusu yasa dışı ticaretin
boyutlarıyla ilgili bilgi vermenin ise hiç de kolay
olmadığını belirtiyor. Bunun nedeni bu eserlerin
çoğunun kökeniyle ilgili herhangi bir belge olmadan
satışa sunulması ve hatta birçok eserin açık
arttırma ya da galerilere hiç uğramadan özel
koleksiyonlarda yerini alması.
Brodie son 20 yılda sadece Irak’tan kaçırılan
eserlerle özel koleksiyonlar oluşturulduğuna dikkat
çekiyor. BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO),
Interpol ve Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç
ile Mücadele Ofisi’nin (UNODC) tahminlerine göre ise
söz konusu ticaretin boyutları 6 ila 8 milyar
Amerikan doları tutarında.
Uluslararası Tarihi Eser Satıcıları Derneği
(IADAA) bünyesinde çalışan Ursula Kampmann’a göre
ise bu fazlasıyla şişirilmiş bir rakam. Zira
Kampmann yasa dışı tarihi eser ticaretinden elde
edilen paranın, ABD ve Avrupa’daki tüm müzayede
evlerinin 2013 yılında elde ettikleri toplam karın
40 katı olmasını inandırıcı bulmadığını kaydediyor.
Taraf, 11.12.2014
******
IŞİD TARİH ESER
KAÇAKÇILIĞINA BAŞLADI

Irak ve Suriye’de geniş
bir bölgeyi kontrolü altında tutan IŞİD’in, bu
bölgelerdeki milyonlarca dolar değerindeki
tarihi eserleri
yağmalayıp sattığı belirtildi.
Avrupa Birliği’nin ortak
polis teşkilatı Europol’un eski Başkan Yardımcısı
Belçikalı Wily Bruggeman, bazı eserlerin Avrupa’ya
kaçırıldığını ve İngiltere’de satıldığını söyledi.
İngiliz The Times Gazetesi’ne konuşan ve halen
Belçika Federal Polis Teşkilatı’nın başkanlığını
yürüten Bruggeman, “IŞİD ele geçirdiği kasabalardaki
kiliseleri, müzeleri ve arkeolojik alanları
yağmalıyor. Taş oymalar, ahşap işler, ikonalar ve
resimleri toplayıp satıyorlar. Eskiden bunları
aracılarla özellikle Türkiye üzerinden Avrupa’ya
kaçırıyorlardı. Artık kendi
kaçakçılık
şebekeleri var” dedi.
Habertürk, 18.12.2014
|
ANAVARZA'DA KAZI ÇALIŞMALARI BAŞLADI

Adana'nın 70 kilometre
kuzeydoğusunda Dilekkaya Köyü yakınlarında bulunan
Roma dönemine ait antik kentteki kazı, Çukurova
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü
Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Fatih Gülşen başkanlığında
yürütecek.
Gülşen, gazetecilere yaptığı açıklamada, kazı ve
restorasyon çalışmalarını 50 işçi ve 20 teknik
ekiple sürdüreceklerini söyledi.
Antik kentte belgeleme ve taş planları çizimlerinin
tamamlandığını belirten Gülşen, "Bu dönemki
kazılarda 22,5 metre genişliğinde, 10,5 metre
uzunluğundaki zafer takı ile 2 bin 700 metre
uzunluğunda, 34 metre genişliğindeki sütunlu
caddenin 250 metrelik bölümünün restorasyonunu
hedefliyoruz" dedi.
Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, iki hafta önce
Anavarza'yı ziyaret etmiş, çalışmalar için 1 milyon
lira ödenek ayrıldığını açıklamıştı.
Antik kentte, kale, amfi tiyatro, tapınak, hamam ve
kral mezarları bulunuyor.
Sabah, 05.12.2014
|
7 - 13 Aralık 2014
|
TÜRKİYE'NİN İLK KÜLTÜR BAKANI VEFAT ETTİ

Bilkent Üniversitesinden yapılan yazılı
açıklamaya göre, Türkiye'nin ilk Kültür Bakanı ve
Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Halman, dün
hayatını kaybetti.
İstanbul'da 1931'de doğan Halman, Robert Kolej'i
bitirdikten sonra, yüksek lisansını 1954 yılında
Columbia Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü'nde
tamamladı. 1953-1960 arasında Columbia Üniversitesi,
1966-1971 ve 1972-1980 arasında Princeton
Üniversitesi, 1984-1986 arasında Pennsylvania
Üniversitesi'nde Türk Dilli, Edebiyatı ve Kültürü;
İslam ve İslam Kültürü ile
Ortadoğu konularında dersler veren Halman,
1986-1996 arasında New York Üniversitesi Ortadoğu
Dilleri ve Edebiyatı Bölümü'nde Bölüm Başkanlığı
yaptı. 1998'de Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı
Bölümü'nün Kurucu Başkanlığını yaan Halman, 2005'ten
bu yana da İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi
Dekanı olarak görev yapıyordu.
Kültür Bakanı, Kültür Büyükelçisi, UNİCEF Türkiye
Milli Komitesi Başkanı, UNESCO Yönetim Kurulu Üyesi,
ABD PEN Derneği Yönetim Kurulu Üyesi ve Journal of
Turkish Literature Baş Editörü görevlerini de
üstlenen Halman, Türkiye Bilimler Akademisi Hizmet
Ödülü, Columbia Üniversitesi "Thornton Wilder"
Çeviri Armağanı, Rockefeller Vakfı Bilimsel
Araştırma Bursu, Dışişleri Bakanlığı Üstün Hizmet
Ödülü, UNESCO Madalyası,
Ankara ve Boğaziçi Üniversitelerinden fahri
doktora, İngiltere'den "Sir" karşılığı "Knight Grand
Cross" ile ödüllendirildi.
Halman'ın 70 telif ve çeviri kitabı, 3 bin kadar
makalesi, 5 bini aşkın şiir çevirisi bulunuyor.
Hürriyet, 05.12.2014
|
TARİHİ SİVAS KONGRESİ
BİNASI DÖKÜLÜYOR
Milli Mücadele
yıllarında Sivas Kongresi'ne ev sahipliği yapan ve
2013 yılının Nisan ayında restorasyona alınan
Atatürk Kongre ve Etnoğrafya Müzesi'nde çalışmalar,
projenin Milli Saraylar Bilim Kurulu'ndan geçmemesi
nedeniyle yaklaşık 6 ay önce durduruldu. Binanın dış
cephesi ise zarar gördü.

DHA'nın haberine göre,
Cumhuriyet'in temellerinin atıldığı 4 Eylül 1919'da
yapılan Sivas Kongresi'ne ev sahipliği yapan o
dönemin Sivas Lisesi, günümüzün Atatürk Kongre ve
Etnografya Müzesi, 10 Ocak 2011'de imzalanan
protokol ile Milli Saraylar Daire Başkanlığı'na
devredildi. 122 yıllık tarihi bina, daha sonra İl
Özel İdare Müdürlüğü bünyesinde açılan ihale ile
2013 yılının Nisan ayında restorasyona alındı. Ancak
buradaki çalışmalar, Milli Saraylar Bilim Kurulu'nun
müzeyle ilgili hazırlanan son projeyi onaylamaması
nedeniyle durduruldu. 6 aydır herhangi bir çalışma
yapılmayan müze binasının dış cephesi zarar görmeye
başladı. Binanın yüzeyindeki yapıyı oluşturan
taşlarda kopma ve dökülmeler, merdivenlerinde
kırıklar oluştu.
'Ocak ayında
restorasyona devam edeceğiz'
Sivas İl Özel İdaresi
Genel Sekreteri Salih Ayhan, müzedeki restorasyon
çalışmalarının Ocak ayında yeniden başlayacağını
belirterek şunları söyledi:
"Kongre binası 2 yıldır
gündemimizde. Şu an 1'inci etap bir restorasyon
gerçekleştirdik. 2'nci etapta ise bir duraksama
yaşadık. Bunun sebebi de iç teşhir tanzim projemizin
bilim kurulu tarafından onaylanmaması. 30 Eylül
2014'de TBMM Başkanımız Cemil Çiçek'in başkanlığında
Ankara'da yapmış olduğumuz son toplantıda bir
strateji değişikliği yaparak, kalan restorasyonu
tamamlayıp ve çevre düzenlemesini işin içine alarak
yeni bir yol haritası çizip konuyu neticelendirmek
istiyoruz. Bugün sabah arkadaşlarımızla yaptığımız
son değerlendirme toplantısında da süreç çok hızlı
şekilde devam ediyor. 16 Aralık'ta bilim kurulunca
yapılacak olan değerlendirme toplantısı ve akabinde
kurul sonrası alınacak nihai kararlarla, inşallah
Ocak ayında tarihi kongre binamızla ilgili kesilen
restorasyonun devamını sağlayacağız. Bizim temel
gayemiz ve hedefimiz müzeyi 4 Eylül 2015 tarihine
yetiştirmek."
'Önemli bir zarar söz
konusu değil'
Salih Ayhan, aksayan
restorasyon döneminde binanın dış cephesinin zarar
gördüğü yolundaki eleştirilere ise şöyle cevap
verdi:
"Dış cephede esaslı bir
zarar söz konusu değil. Mevcut branda, fiziki yapıyı
sıkınıtıya sokacak ve onu deforme edecek bir durum
da değil. Ancak dış cephe püskürtme ve kumlama gibi
özel bir yöntemle, tarihi yapıyı tahrip etmeyen bir
yöntemle temizlenecek. Deforme olan kısımlar ise
restore edilecek. Yani dış cephemizle ilgili esaslı
bir restorasyon yok. Temizleme ve dış cephede
deforme olan kısımların tamiratı veya restorasyonu
yapılacak."
Yapı, 11.12.2014
|
|
OKUNACAK TARİHİ MEZAR
KALMAYABİLİR
Milli Eğitim Bakanlığı'nca düzenlenen
19'uncu Milli Eğitim
Şurası'nda Osmanlıca'
nın zorunlu ders olsun önerisi bir anda Türkiye'nin
gündemini meşgul etti.
‘’Gençlerimiz dedelerinin mezar taşlarını dahi
okuyamıyor.’’ Söyleminden sonra, Malatya da
bulunan bazı tarihi mezarlıkların durumunu
mercek altına alımak istedik. Ortaya çıkan tablo
içler acısı… Malatya’daki tarihi mezarlıklarda
bulunan Osmanlı dönemine ait mezarların halleri
perişan vaziyette…
Böyle devam etmesi halinde gençler osmanlıcayı
öğrendiğinde, Malatya’da okunacak tarihi mezar
taşının kalmaması tehlikesi var. Bu nedenle bir
an önce Malatya’da bulunan tarihi mezarlıkların
bakım ve temizliğinin yapılması gerekiyor.
Malatya Aktüle,
Haber: M. Yavuz Özhan, 12.12.2014 |
TARİHİ ESERLER TÜRKİYE'YE İADE EDİLDİ

ABD, New Jersey'deki
havaalanında ele geçirdiği tarihi eserleri New
York'ta düzenlenen törenle Türkiye'ye iade etti.
ABD'ye sokulmaya çalışılırken geçen sene
Newark Havalimanı'nda ABD Göçmenlik ve Gümrük
Muhafaza birimi yetkililerince ele geçirilen
Türkiye'ye ait MÖ 6. yüzyıldan kalma 65 parça
tarihi eser için tören düzenlendi.
Türkiye'nin New York Başkonsolosluğunda
düzenlenen törende konuşan ABD Göçmenlik ve
Gümrük Muhafaza birimine bağlı İç Güvenlik
Soruşturmaları Özel Ajanı Andrew McLees, ele
geçirilen eserlerle ilgili bir yıldan fazla
süren soruşturma yapıldığını ve eserlerin sahte
belgelerle ABD'de "sahte" bir kişiye
gönderildiğini belirtti.
McLees, ABD'nin 2007'den bu yana, 27
ülkeden 7 bin 150 eseri ait oldukları ülkeye teslim
ettiğini kaydetti.
New York Başkonsolosu Ertan Yalçın, tarihi
eserlerin ait olduğu yere gelmesinden memnuniyet
duyduklarını ifade ederek, ABD'li yetkililere
teşekkür etti.
Özel Ajanı McLees, eserlerin sınırda ele
geçirildikten sonra, Wisconson Üniversitesi'ndeki
Türk antikaları konusunda uzman bir profesöre
gönderildiğini belirtti.

McLees 2013 yılı Şubat ayında ele geçirilen
eserlerin tesliminin uzun sürmesiyle ilgili, sürecin
yavaş ilerlediğini ancak zamanın gerektiğine işaret
ederek, "Eserler sahte isim, sahte adres
kullanılarak gönderilmişti. Belli bir soruşturma
sürecini takip etmemiz gerekiyordu. Doğru
sahibinden emin olmamız gerekiyordu” dedi.

“Hedefimiz en kısa sürede ait olduğu yere
vermektir” diyen McLees, eserlerin ele
geçirilmesinden ve nereye ait olduğunu
öğrenilmesinden sonra ABD Dışişleri Bakanlığına
haber verildiğini, ardından bakanlığın
Türkiye'nin New York Başkonsolosluğu ve ilgili resmi
kurumlarla irtibata geçtiğini söyledi.

İADE EDİLEN ESERLER
Türkiye'ye teslim edilen tarihi eserler, Klasik ve
Hellenistik döneme ait gümüş ve bronz Miletos, Leukai
ve Phokai gibi Anadolu şehir darphanelerinde basılan
gümüş ve bronz sikkeler, bronz ok ucu, bronz kemer
tokası, üç yüzlü kovanlı ok ucu, saplı ve kanatlı ok
ucu gibi parçalardan oluşuyor.

Hürriyet, 11.12.2014
|
GALATASARAY ÜNİVERSİTESİ RESTORASYONU İKİ YILDIR
BEKLİYOR

Yanan 142 yıllık tarihi Galatasaray Üniversitesi
binasının restorasyonu iki yıldır bekliyor.
İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık
Fakültesi'nden Prof.Dr. Kutgün Eyüpgiller, İstanbul
III Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu
Müdürlüğü'nün restorasyon projesine binanın özgün
yapısını korumadığı için haklı olarak aylardır onay
vermediğini söyledi.
22 Ocak 2013'te çıkan yangında büyük hasar
görerek kullanılmaz hale gelen 1. grup tescilli
tarihi binanın Restorasyon Uygulama Projesi'nin
Nisan 2014’de tamamlanarak Kurul'a sunulması ve
onayın ardından restorasyona başlanması
bekleniyordu. Ancak geçen sekiz ayın ardından
Kurul'dan projeye onay çıkmadı.
Kurul özgün yapısını bozduğu için reddediyor
Binanın restorasyonu dair tartışmalar uzun
süredir devam ediyor. Yangından sonra restorasyon
için uzmanlardan oluşan bir grup kurulmuş ancak
üniversite yönetiminin restorasyon işlerini
Galatasaray Eğitim Vakfı'na bir protokolle
devretmesi üzerine bu grup istifa etmişti.
Geçtiğimiz nisan ayında istifa edenlerden
Prof.Dr. Kemal Kutgün Eyüpgiller, Vakfın hazırlattığı
restorasyon projesinin tarihi binayı "betonarmeye"
döndüreceğine dair Kültür ve Turizm Bakanlığına
dilekçe ile uyarıda bulunmuştu.
bianet'e konuşan Eyüpgiller, Koruma Kurulu'nun da
kendisiyle aynı gerekçelerle projeye onay
vermediğini söyledi.
"Koruma Kurulu, öneri restorasyon projesine
binanın özgün yapısını bozduğu, sadece dış kabuğunu
koruyarak içinin mekansal düzenini ve taşıyıcı
sistemini aslına uygun yapmadığı gerekçeleriyle onay
vermiyor.
Süslemeleri bile ısrar sonucu çizdiler
"Yani bu proje Koruma Kurulu'nun tarihi binaların
restorasyonuna dair 660 sayılı ilke kararına
aykırılık teşkil ediyor. Ancak ısrarla projenin
düzeltilmediğini, her seferinde aynı projenin
yeniden kurula sunulduğunu anlıyoruz. Kurul da her
seferinde aynı gerekçelerle projeyi geri çeviriyor.
"Kurulun aylar önce talep ettiği tarihi binanın
çok değerli kalemişi süslemelerinin rölövelerinin
dahi ancak uzun ısrarlardan sonra çizilebildiğini
öğrendik.
"Oysa çözüm çok basit. Restorasyon projesinin 660
sayılı ilke kararının ve yönetmeliklerin tarif
ettiği gibi restitüsyona uygun olarak, yıkım vs
önermeden, plan şemasına, mekansal düzene, özgün
malzemeye uygun olarak düzenlenmesi en fazla üç gün
alır."
Restorasyon tartışmalarıyla ilgili Galatasaray
Vakfı ise 20 Mart 2014'te yaptığı açıklamada,
Restorasyon Projesi'nin GSÜ yönetimi ihtiyaç planı
doğrultusunda hazırlandığını ifade etmişti.
Bianet, Haber: Nilay Vardar, 10.12.2014
|
BÜYÜK AYAR!

Hükümet, özellikle Gezi
olaylarında tepki gösterdiği Türk Mühendis ve Mimar
Odaları Birliği’nin (TMMOB) yapısını baştan aşağı
değiştirmeye hazırlanıyor. Hazırlanan kanun
taslağına göre TMMOB’un hazırladığı tüm
yönetmelikler, Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın uygun
görüşü ve onayı alınmadan yayınlanamayacak. Böylece
kamu kurumu niteliğini kaybeden TMMOB, dava açamaz
hale gelecek.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, iki yıl önce
gelen tepkiler üzerine geri çektiği Türk Mühendis ve
Mimar Odaları Birliği (TMMOB) yasasını yeniden
gündeme getiriyor. Özellikle Gezi olayları
sırasındaki çıkışlarıyla hükümetin tepkisini çeken
TMMOB’la ilgili yeni düzenlemeler, son şekli verilen
İmar Kanunu Taslağı’nda yerini aldı. Buna göre 6235
Sayılı Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği
Kanunu’nun (TMMOB) bazı maddelerinde dikkat çekici
değişiklikler yapılıyor.
BAKAN ONAYI
ŞARTI
Düzenlemeye eklenen geçici maddeyle 6235 Sayılı
Kanun uyarınca hazırlanan yönetmelikler, Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı’nca uygun görülüp onaylanmadan
yürürlüğe girmeyecek. Bu maddenin yürürlüğe
girmesiyle birlikte kanuna bağlı mevcut
yönetmeliklerin en geç 6 ay içerisinde yeniden
düzenlenerek bakanlığa sunulması gerekecek. Bu süre
bakanlık tarafından en fazla 6 ay daha
uzatılabilecek. Süre sonunda bakanlık tarafından
onaylanmayan yönetmelikler hükümsüz hale gelecek.
Mevcut yönetmelikte her ihtisas şubesi yalnız bir
oda açabilirken, hazırlanan düzenlemede her ihtisas
şubesinin oda açabileceği hükmü yer aldı.
İLİN ADIYLA
MESLEK ODASI
Taslak düzenlemeye göre, bölgesi içinde kendi
mesleği konusunda en az 25 meslek mensubu bulunan il
merkezlerinde, her meslek grubu için bir oda
kurulacak. Ayrı ayrı kurulan her meslek odası
bulunduğu ilin adıyla anılacak. Yeni kurulan odalar,
kuruluşlarını birliğe bildirdikten sonra tüzel
kişilik kazanacak. Kurulan odalar, birlik tarafından
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bildirilecek.
Çalışmaya göre yeterli sayıda meslek mensubu
bulunmayan veya oda kurulmayan yerlerdeki meslek
mensupları, bulundukları vilayetin merkezine en
yakın merkezi olan vilayetteki ilgili odaya tabi
olacak. En kıdemli üyenin seçeceği ve başkanlığını
yapacağı 5 kişilik kurucu kurulu en geç 6 ay içinde
belirlenecek.
NİSPİ TEMSİLE DÖNDÜ
Düzenlemeyle TMMOB’da “çoğunluk”
temsilinden “nispi temsil” sistemine de geçiliyor.
Buna göre Birlik Umumi Heyeti iki yılda bir
odaların, meslekte en az on yıl kıdemli olan üyeleri
arasından toplam üye sayısının yüzde 2’si oranında
ve üç kişiden az, 100 kişiden çok olmamak üzere
seçecekleri delegelerden oluşacak. Birlik Umumi
Heyeti, üye tam sayısının çoğunluğuyla toplanacak ve
kararlarını nispi temsil sistemiyle alacak. Birlik
Umumi Heyeti’nin seçimle ilgili toplantılarına
üyelerin katılmaları ve oy kullanmaları zorunlu
olacak. Geçerli bir mazereti olmaksızın
katılmayanlarla oy kullanmayanlar, Yüksek Haysiyet
Divanı’nca cezalandırılacak. Şube ve oda umumi
heyetleri üye tam sayısının çoğunluğuyla toplanacak.
Daha önce “çoğunlukla” karar alan heyetler,
düzenleme aynen yürürlüğe girerse nispi temsil
sistemiyle kararlarını alabilecek.
Kamu Kurumu ve Kuruluşları ile İktisadi
Devlet Teşekkülleri ve Kamu İktisadi Kuruluşlarında
asli ve sürekli olarak çalışan mühendislik ve
mimarlık meslekleri mensuplarının meslek ve
ihtisaslarıyla ilgili odaya girmeleri isteğe bağlı
olacak. Bununla birlikte aidat ödemekle yükümlü
olmayacaklar ancak aidat ödemeyenler yönetimde görev
alamayacak. Ancak bu kişiler görevlerinin gereği
olan işleri yaparken, mesleki bakımdan, odaya
kayıtlı meslektaşlarının yetkileriyle haklarına
sahip ve onların ödevleriyle yükümlü olacaklar.
TMMOB’un
dikkat çeken davaları
TMMOB, hükümetin birçok projesine karşı açtığı
iptal davalarıyla gündeme geldi. TMMOB’un son
dönemde dikkat çeken davaları şöyle:
* Üçüncü Havalimanı’nın çevre düzeni ve imar
planının iptali ve yürütmesinin durdurulması.
* Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nin Çevresel Etki
Değerlendirmesi (ÇED) raporu iptali.
* Akkuyu’nun Çevre Düzeni Planı’nın iptali
istemiyle açılan davada
Danıştay durdurma kararı verdi.
* Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın SİT statüsünün
değiştirilmesi kararını
Ankara 11. İdare Mahkemesi iptal etti.
Danıştay karara yapılan itirazi reddetti.
* 3. Köprü Projesi güzergahında parçalı
değişiklikler öngören 1/5000 imar planı
değişikliklerine karşı dokuz meslek odası 17
dava açtı.
* Yatağan, Yeniköy, Kemerköy ve Çatalağzı termik
santrallerinin özelleştirme sürecine ilişkin
açılan davalar sürüyor.
* Galataport ihalesiyle ilgili açılan davayı
görüşen Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu,
yürütmenin durdurulmasına karar verdi.
Gelirlerini
devretmişti
TMMOB, özellikle Gezi olaylarındaki
çıkışlarıyla gündeme gelmişti. TMMOB’un
Cumhurbaşkanlığı Sarayı başta olmak üzere üçüncü
havalimanı, üçüncü köprü ve HES’ler olmak üzere
birçok projeyle ilgili açtığı davalar bulunuyor.
TMMOB, bu davaların birçoğunda yürütmeyi durdurma
kararı aldı. Hükümet, Gezi olaylarının ardından
geceyarısı önergesiyle TMMOB’un ‘harita, plan, etüt
ve projelere’ belli parasal bedel karşılığında
verdiği vize yetkisini Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı’na devretmişti.
Soğancı: Bize
ayar veriliyor
TMMOB Başkanı Mehmet Soğancı, yasada
yapılacak değişiklikle ilgili “Yasamızda yapacakları
değişiklikle, bir türlü arka bahçesi yapamadıkları
örgütümüzü parçalayarak, bölerek güçsüzleştirmek,
etkisizleştirmek istiyorlar” eleştirisini getirdi.
Soğancı, “Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme
Kurulu’nun meslek örgütleri üzerine hazırladığı
raporla başlayan, Mesleki Hizmetler Genel
Müdürlüğü’nün oluşturulması ile devam eden, çok
sayıda meslektaşımız aleyhine çıkarılan
yönetmeliklerle sürdürülen, gece yarısı
operasyonuyla 3194 Sayılı Yasa’ya ekleme
yapılmasıyla devam eden sürece bakıldığında
mesleğimize, meslektaşlarımıza ve örgütümüze yönelik
bir ayar vermeye çalıştığı bilinen bir gerçektir”
dedi.
Bakan onayı
şart olacak
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Başkanı
Hüseyin Yeşil de artık tüm yönetmelik değişiklikleri
için bakan onayının şart olacağını söyledi. Şu anda
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız
hakkında bir soruşturma yürüttüklerini, eski Çevre
ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın 3 ay
meslekten men edildiğini hatırlatan Yeşil, “3-4
maddeden ibaret değişiklikle yeni bir birlik
kurulacak. Tüm işlemlerimiz bakanın onayına
sunulacak” dedi.
Pabuç
bırakmayız
TMMOB Maden Mühendisleri Odası İkinci
Başkanı Can Doğan ise birçok davaya müdahil
oldukları için ciddi bir operasyonla karşı karşıya
olduklarını söyledi. “Muhalefet örgütü olarak
çalışan TMMOB’un sesi kesilecek” diyen Doğan, şöyle
konuştu: “Bizim de yıllardır gelen mücadelemizin
kazanımları var. Bunlara kolay pabuç bırakmayız.
Tamamen TMMOB’u tarumar etmeye yönelik. Çevre ve
kentle ilgili konular arasına almaları tesadüf
değil. Kentlerin ve çevrenin yağmalanmasıyla lgili
davalarımız var, bunlara müdahil olduk. Bu
mücadelelerde önemli yerdeyiz, bunu yok etmek
istiyorlar. Ciddi bir saldırı var. Fiili olarak son
birkaç yıldır uygulanıyor. Yönetmelikleri Resmi
Gazete’de yayınlanmak üzere gönderiyoruz. Ama
birkaç zamandır yayınlamıyorlar, bakanlık görüşüyle
reddediliyor. Gayrıhukuki olarak yapılan şey hukuki
zemine oturtulmaya çalışılıyor. TMMOB, ağalık gibi
lanse ediliyor. Bunun geri çekilmesiyle ilgili
çalışmalar yapıyoruz. Bakana bağlı müsteşarlık gibi
olacağız. Parça parça yetki alanlarımız bakanlığa
bağlanacak.”
Dava hakkımız
kaldırılıyor
TMMOB Yönetim Kurulu Üyesi Mehmet Torun,
düzenlemeyle TMMOB’un kamu kurumu niteliğinin
kaldırıldığını söyledi. Bugüne kadar yüzlerce dava
açan TMMOB’un bu niteliğinin düşürülmesiyle dava
açamaz hale geleceğini söyleyen Torun,
“Özelleştirmeler, büyük projeler, enerji hatları
gibi projelerde birçok davamız bulunuyor. Ama artık
mahkemeler ‘sizin kamu kurumu niteliğiniz yok, hangi
yetkiyle dava açacaksınız’ diyerek davalarımızı
reddedebilir. Hazırlayacağımız yönetmelikler artık
bakanlık onayına sunulacak. Yani bundan sonra
yönetmelik hazırlayamayacağız, elimizi kolumuzu
bağlayacaklar” dedi.
Hürriyet, Haber: Erdinç Çelikkan, 10.12.2014
|
'PENCEREDEN RUMELİ' PARİS'TEYMİŞ
Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nden kayıp
olduğu anlaşılan eserlerle ilgili başlatılan
soruşturmada, paha biçilemeyen tablonun Paris’te
olduğu belirlendi.

Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nden önemli
Türk ressamlarına ait paha biçilmez 302 eserin kayıp
olduğunun anlaşılmasının ardından başlatılan
soruşturmada önemli bilgiler gün ışığına çıkmayı
sürdürüyor. Soruşturma kapsamında müzeden çalınan
tablolar arasında en değerlileri arasında yer alan
bir tablonun daha izine ulaşıldı.
Bir koleksiyonerde
Savcılığın kayıp tablolarla ilgili bilgisine
başvurduğu bir kişi, ressam Şevket Dağ’a ait,
‘Pencereden Rumeli’ adlı tablonun Türkiye’den
kaçırılarak
Fransa’ya götürüldüğünü söyledi. Bu kişinin
verdiği bilgiler doğrultusunda tablonun Fransa’nın
başkenti
Paris’te bir koleksiyonerin elinde olduğu
belirlendi. Savcılık ve Bakanlık yetkililerinin
tabloyu Türkiye’ye getirmek için çalışma
yürüttükleri öğrenildi. Tablonun Türkiye getirilmesi
halinde ele geçirilen tablo sayısı 62 olacak.
Soruşturmanın, ilerleyen günlerde genişleyerek
süreceği öğrenildi.
120’sinin 61’i bulundu
Müzeden çalındığı anlaşılan 302 eserden 120’sini
çok ünlü Türk ressamlara ait paha biçilmeyen
tablolar oluşturuyor. 2012’den bu yana yürütülen
soruşturma kapsamında 2013’te düzenlenen
operasyonlarda 44, geçen ay düzenlenen operasyonda
da 17 olmak üzere toplam 61 tablo bulundu. Bu
tablolar önemli işadamları, müzayede evi ve sanat
galerisi sahipleri ile bazı koleksiyonerlerden
çıktı.
Milliyet, Haber: Sertaç Koç, 10.12.2014
|
KORUMA KURULU'NA GÖRE GALATAPORT EŞSİZ FIRSAT!
Kültür Varlıkları Koruma Kurulu Kruvaziyer limanı
için 2012 yılında aldığı kararda Galataport projesi
için 'Tarihi Tophane Meydan Düzenlemesi' için eşsiz
bir fırsat ifadedesi kullanılmış.

İstanbul 2 Numaralı
Kültür Varlıkları Koruma Kurulu’na göre
Galataport projesi ‘’Tarihi Tophane Meydan
Düzenlemesi’’ için eşsiz bir fırsatmış. Yanlış
okumadınız Kültür Varlıkları Koruma Kurulu
Kruvaziyer limanı için 2012 yılında aldığı kararda
aynen bu ifadeyi kullanıyor. Oysa Galataport projesi
ile 1.2 km sahil bandına 22 metre yani 7 katlı otel,
alışveriş merkezleri yapılarak tarihi Tophane
meydanı ile deniz ilişkisi tamamen koparılacak.
Danıştay İdari Davaları Genel Kurulu en son
Galataport ile ilgili bilirkişi tespit edilerek
yürütmenin durdurulması istemli davanın yeniden
görüşülmesini istemişti. Kamuoyunda yürütmeyi
durdurma kararı verildi şeklinde algılanan karar,
aslında yeniden yargılamanın önünü açtı. Davaya en
çok etki etmesi beklenen İstanbul 2. Numaralı Kültür
Varlıklarını Koruma Kurulu kararlarıdır. Koruma
Kurulu Özelleştirme İdaresi’nce yapılan davaya konu
1 /5000 ölçekli Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı ve
1/1000 ölçekli Uygulama İmar Planı ile ilgili görüş
bildirmişti. 19.09.2012 tarihli görüşünde plan
olumlu bulunmuş, alanın tarihsel kimliğinin
korunması için de şu değerlendirme yapılmıştı…
-18. Yüzyıl başlarından itibaren İstanbul Saray ve
yönetim merkezinin kentin gelişmesine paralel olarak
Tarihi Yarımada’dan Boğaziçi sahillerine yayılması
ile Tophane Meydanı devletin
resmi protokol alanı olarak düzenlenmiş, yabancı
devlet büyükleri törenlerle burada karşılanmış,
ülkenin ve başkentin prestijli giriş kapısı olarak
kullanılmıştır.
-Günümüzde de Tarihi Yarımada – Sarayburnu – Topkapı
Sarayı’nın Marmara denizine açılan manzarası ile
Pera bölgesinden en etkileyici şekilde algılandığı
noktasıdır. İstanbul’un fethinden imparatorluğun son
dönemine kadar inşa edilmiş Osmanlı anıtları ile
bezenmiş ‘Denize açk meydan özelliği ile Osmanlı
mimarlığının bir açık müzesi niteliğindedir.
-Tophane-i Amire binası, Kılıç Ali Paşa Cami,
Tophane Çeşmesi, Nusretiye Cami, Tophane Kasrı ve
saat kulesinin sınırları ve tarihi meydan
karakterini belirlediği kentsel alan eşsiz bir
değerler topluluğudur.
Anıtsal meydanın günümüzdeki tek sorunu 1960’lı
yıllarda dönemin acil ihtiyaçlarını karşılamak
amacıyla inşa edilen Salıpazarı ofis ve depo
tesisleri yapılardır. Antrepo yapıları kentsel
mekanın özgün tarihi karakterini zedelemiş, tarihi
Tophane meydanının denizle bağlantısını
koparmıştır.
-Kurulumuz Kruvaziyer Liman olarak yeniden
tasarlanmasını olumlu değerlendirerek, plan
çalışmasının liman ve tarihi Tophane meydanı
düzenlemesi için eşsiz bir
fırsat olduğu görüşündedir.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 10.12.2014
|
TARİHİ KÖPRÜLER TRAFİĞE KAPATILDI
Edirne’de, yaşanan sel felaketi nedeniyle, Tarihi
Tunca ve Meriç Köprüleri, İl Kriz Masası’nın almış
olduğu karar gereği bir kez daha yaya ve araç
trafiğine kapatıldı.
Polis ekipleri, gece saat 24.00’da köprülerin
girişini dubalarla kapatarak, şerit çekti ve
araçların giriş-çıkışına izin verilmedi. Pazarkule
Sınır Kapısı’ndan
Edirne-Merkez istikamete ulaşımı sağlayan tarihi
köprüler, güvenlik nedeniyle 6 Aralık Cumartesi araç
trafiğine kapatılmıştı. Tunca ve Meriç Nehirleri’nin
su debilerinin düşmesi sonrası 8 Aralık Pazartesi
günü tekrar yaya ve araç trafiğine açılmıştı.
TARİHİ KÖPRÜLER TEKRAR KAPATILDI
Bulgaristan'ın aşırı yağışlardan dolayı dolan
Kırcaali ve Yazovir Barajları'nda su salımı yapacağı
bilgisi üzerine Edirne'de alarm verildi. Edirne
Valiliği İl Kriz Masası’nın almış olduğu ikinci bir
kararla tarihi köprüler saat 24.00 itibariyle polis
ekipleri tarafından, köprü girişlerine dubalar
konularak ve şerit çekilerek tekrar yaya ve araç
trafiğine kapatıldı.
MERİÇ VE TUNCA NEHİRLERİ’NİN SU DEBİLERİ
ARTACAK
Öte yandan,
Bulgaristan'ın Kırcaali ve Yazovir barajındaki
aşırı doluluktan dolayı gece saat 02.00 itibari ile
su salınımı yapacağı ve salınımın Arda Nehri'ni
ciddi manada etkileyeceği bildirildi. Arda Nehri'nin
etkilenmesine bağlı olarak Meriç Nehri'nin debisinin
de
bugün saat 13.00 itibari ile tetiklenmesi
bekleniyor.
KORKAN: "KARAAĞAÇLI HİÇBİR VATANDAŞIMIZ ŞU
AN MAĞDUR DEĞİL"
Karaağaç Mahallesi Muhtarı Agah Korkan ise
Karaağaç Semti’nde yaşayan vatandaşların evlerinde
herhangi bir sorun yaşamadığını belirterek, “Tabi ki
şu an da insanlarımızda bir panik var, sanki
Karaağaç’ı sular basmış. Tabi ki sular arazilere
girdi. Nehir kenarlarında yapılan setlerden dolayı
şu an hiçbir Karaağaçlı vatandaşımız mağdur değil”
dedi.
Milliyet, 10.12.2014
|
NEM MAKİNESİYLE KORUNACAK
UNESCO
tarafından Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınan
Sivas Divriği Ulu Cami, nem sorunu ile karşı karşıya
kalınca Vakıflar Genel Müdürlüğü, sorunu çözmek
amacıyla İtalya’dan nem engelleyici makine aldı.

Ahmed Şah tarafından 1228 yılında Ahlatlı Hürrem
Şah’a yaptırılan Divriği Ulu Cami ve
Darüşşifası’nın, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve
İtalyanların işbirliği ile gelecek nesillere daha
sağlıklı şekilde ulaşması hedefleniyor. Bu kapsamda
alınan nem engelleyici makinenin yapıyı koruması
bekleniyor.
İtalya’daki eski yapılarda da kullanılan makine,
yapıların duvarına asılıyor. Yerden çıkan nemin
oranını belirleyen makine, belirli bir düzeyin
üstünde olması durumunda hemen harekete geçiyor ve
nemi iterek, yapıya ulaşmasını engelliyor.
Camiyi koruma altına almak için yüzey taraması,
thermo–vision kameralar ile yüzey analizleri,
Stratigrafik analizler, elektrikli 3 D termografik
inceleme, AVT ile pasif sismik araştırma, nem
giderme testi ve kimyasal analizler yapıldı.
Analizler sonucunda camide, nem önleme makinelerinin
sonuçları Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce
Ankara’dan da GPS yöntemi ile takip
edilebiliyor. Genel Müdürlük, ocak ayında da,
İtalyan firmasının danışmanlığında hazırlanan
restorasyon projesi için ihaleye çıkacak. Vakıflar
Genel Müdürlüğü aynı makineyi, Süleyman Şah Mescidi
(İstanbul), Cacabey Camisi (Kırşehir) ve Sultanahmet
Camisi bünyesinde bir süre önce halıların
sergilendiği ancak nem dolayısıyla kapatılan fil
ahırları denilen yerde de kullanacak.
Hürriyet, Haber: Meltem Özgenç, 09.12.2014
|
SATILAN CAMİ VE
MESCİTLER GERİ ALINIYOR
Vakıflar
Genel Müdürü Adnan Ertem, 1935 yılında çıkarılan
kanunla satılan bazı cami ve mescitleri yeniden
kamulaştırıp restore edildiğini belirtirken, restore
edilen cami ve mecsitlerin yeniden ibadete
açacaklarını söyledi.
Yok olmaya yüz tutan tarihi
eserleri ayağa kaldırdıklarını belirten Vakıflar
Genel Müdürü Adnan Ertem, şöyle devam etti:
"Yıllardır kapalı olan camilerimizden İzmir'deki
Kumrulu Mescit diye bilinen Abdurrahman Mescidi,
Şeyh Bedri Efendi Türbesi ve Mescidi ve Baladur
Mescidi. Her üç camide çeşitli sebeplerle yıllardır
ibadete kapalıydı. Kumrulu Mescidi sokak arasında
kalmış, bakımsızlıktan, ilgisizlikten ve restore
edilememekten dolayı. Baladur Mescidi heyelan ve
afet riski sebebiyle ibadete kapatılmıştı. Fakat
baktık ki orada bir heyelan ve afet riski yok.
Bunların tekrar restorasyonunu gerçekleştirdik ve
ibadete açtık."
Ertem, İstanbul'da yok olan bazı tarihi yapıları da
yeniden inşa ettiklerine işaret ederek, "Şeyh Süheyl
Efendi Mescidi var, bir kısmı yolda kalmış, şu anda
restorasyonu tamamlandı. Uzun Yusuf Mescidi, Altı
Poğaça Mescidi var. Mesela Çapa'da, Kazasker
Abdurrahman Camisi var yok olmuştu, üzerinde bir
kafeterya vardı. O kafeteryayı kaldırdık, tekrar
aslına uygun düzenledik" dedi.
"KAMULAŞTIRMA ÇALIŞMALARI SÜRÜYOR"
Adnan Ertem, 1935 yılında çıkarılan bir kanunla bazı
cami ve mescitlerin satıldığına dikkati çekerek,
şunları kaydetti:
"Eğer camiler arasında 500 metre mesafe varsa, daha
aktif olana göre pasif durumda olanın satılmasına
imkan veren bir kanun. Her 500 metre kapsamında
olanın birisi satıldı diye bir ifade kullanmıyorum
ama bu kanun bağlamında mesela Şehzadebaşı
Camisi'nin 500 metre mesafesinde başka bir cami
satılmıştır.
Kilis'te bir cami de bu mahiyette satılmış.
Geçtiğimiz dönem bu caminin de kamulaştırma
işlemlerini gerçekleştirdik. Ardahan'da aynı
dönemde, aynı şekilde satılan bir başka caminin
kamulaştırma çalışmaları da sürüyor.
Bursa'da, Tavukçu Mescidi ile Zafranlı Mescidi,
bunlar zamanla satılmıştı. Birisi günümüzde ikamet
olarak kullanılıyordu. Onları tekrar sahiplerinden
satın aldık. Aslına uygun restore ederek tekrar
ibadete açtık."
Amaçlarının idareleri altındaki vakıfların
vakfiyeleri doğrultusunda hareket etmek olduğuna
işaret eden Ertem, "Vakfedenin emanet ettiği mülkü,
hangi şekilde kullanılmasını vasiyet etmişse o
emaneti, o vasiyet doğrultusunda yaşatmak
zorundayız, imkanlarımız ölçüsünde. Mesela birçok
satılmış camiden kamulaştırma işlemi
yapamadıklarımız da olabilir. Onları da zorluyoruz"
diye konuştu.
"12 YILDA 4 BİN CİVARINDA RESTORASYON"
Ertem, 2002 yılından bugüne kadar 4 bin civarında
restorasyon gerçekleştirdiklerini vurguladı.
Restore edilen yapılar arasında türbeden
kervansaraya, hamamdan camiye, medreselere kadar her
türlü eserin bulunduğunu anlatan Ertem, "Yeniden
ihya çalışmasına tabi tuttuklarımız da cami olarak,
rekonstrüksiyon mahiyetinde 100'ün üzerinde cami de
bu şekilde ibadete açıldı" dedi.
Ertem, İznik Ayasofya Camisi'nin, 1920'li yıllarda
geçirdiği yangından bugüne müze olarak
kullanıldığını dile getirerek, "Biz, 2011'de
restorasyonunu tamamladık, cami fonksiyonuna da
dönüştürdük. Şu anda ibadet edilir vaziyette"
ifadesini kullandı.
Trabzon Ayasofya Camisi'ni de 50 yıl aradan sonra
camiye dönüştürdüklerini kaydeden Ertem, yurt
çapındaki restorasyonlara yoğun şekilde devam
ettiklerini sözlerine ekledi.
Sabah, 09.12.2014
|
DANIŞTAY DA AOÇ'DE YÜRÜTMEYİ DURDURMA KARARI VERDİ
Danıştay 6. Dairesi, Atatürk Orman Çiftliğindeki
(AOÇ) arazinin, TBMM tarafından kullanılmasına
olanak sağlayan Koruma Bölge Komisyonunun kararına
yönelik açılan davada yürütmeyi durdurma kararı
verdi.

Meclis, Özelleştirme Yüksek Kurulunca TBMM'ye
tahsis edilen AOÇ'deki arazi üzerinde inşa edilmesi
planlanan Kongre ve Eğitim Tesislerinden mahkeme
süreci nedeniyle vazgeçmişti.
Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş
Candan, yazılı açıklamasında, AOÇ'taki bira
fabrikası alanına ilişkin ikinci yürütmeyi durma
kararı aldıklarını belirtti.
Daha önce Özelleştirme Yüksek Kurulu kararı ile
AOÇ Gazi Mahallesi 2100 ada 23-24 parseller için
hazırlanan planların onaylandığını hatırlatan
Candan, alanın TBMM'ye tahsis edildiğini dile
getirdi.
Candan, imar planları ile TBMM ve milletvekilleri
için eğitim, arşiv, kongre merkezi, spor tesisi,
tiyatro, müze, sergi salonu, depolama alanı gibi
tesislerin yapılmasının öngörüldüğünü belirterek, şu
bilgileri paylaştı: "Danıştay 6. Daire,
bilirkişi raporu düzenleninceye kadar imar
planlarının yürütmesini durdurmuştu. Ayrıca Ankara
Valiliği Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü Ankara 1
Nolu Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Komisyonu
11.02.2013 tarih ve 74 karar sayılı kararı ile
Özelleştirme İdaresi Başkanlığınca AOÇ 2100 ada
23-24 parsellere ilişkin hazırlanan 1/10000 ölçekli
AOÇ 1. derece doğal ve tarihi sit alanlarına ait
koruma amaçlı nazım imar planı değişikliği ve bu
değişiklik doğrultusunda bu parseller için
hazırlanan 1/5000 ölçekli koruma amaçlı nazım imar
planı ve 1/1000 ölçekli koruma amaçlı uygulama imar
planlarının, Korunan Alanlarda Yapılacak Planlara
Ait Yönetmeliğe uygun olduğuna karar vermişti."
Bu karara karşı 5 oda olarak açtıkları, planların
konu edildiği davada, bilirkişi raporu gelinceye
kadar Koruma Bölge Komisyonu kararının da
yürütmesinin durdurulmasına karar verildiğini
aktaran Candan, "Telafisi mümkün olmayan
zarar oluşturacağından mahkeme, bilirkişi raporunu
beklemeden yürütmeyi durdurma kararı veriyor, bu
bizim açımızdan oldukça değerli" ifadesini
kullandı.
TBMM, mülkiyeti Tütün, Tütün Mamulleri, Tuz ve
Alkol İşletmeleri A.Ş'ye ait olan ve Özelleştirme
Yüksek Kurulu'nca Meclis'e tahsis edilen AOÇ'deki
arazi üzerinde inşa edilmesi planlanan Kongre ve
Eğitim Tesislerinden, mahkeme süreci nedeniyle
vazgeçmişti.
Cumhuriyet, 09.12.2014
|
TÜRKİYE'DE BİR İLK:
YERALTI TURİZMİ

Çankırı'da yerin 150 metre altındaki Kaya Tuz
Mağarası'nın, içine kafe, restoran, spor aktivite
alanı, yürüyüş yolları ve tuz terapi odaları
yapılarak turizme kazandırılması için çalışmalar
sürüyor.
Çankırı Valisi
Vahdettin Özcan, Valilikte düzenlenen değerlendirme
toplantısında, mağaranın turizm açısından çok önemli
olduğunu söyledi.

Tuz
mağaralarını turizme açan çok sayıda ülke olduğunu
belirten Özcan, "Bizim mağaramız bunlardan daha iyi.
Hayata geçirmeyi planlandığımız uygulama Türkiye'de
ilk olacak. Kaya Tuzu Mağarasının bir bölümünü
turizme kazandırmak için, burada işletmecilik yapan
firmadan devraldık" dedi.

Özcan, projeyi
iki yıl içinde tamamlamayı hedeflediklerini
vurgulayarak mağaranın içine tuz terapi merkezi, çok
amaçlı toplantı salonu, galeriler, kafeterya,
restoran, çocuk oyun, ibadet, spor aktivite
alanları, dekoratif tuz havuzu, ahşap yürüyüş
yolları gibi düzenlemeler yapılacağını kaydetti.
Toplantıya Vali
Yardımcısı Fatih Yılmaz, Çankırı Karatekin
Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof.Dr. İbrahim
Demirtaş, Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof.Dr.
Alaybey Karoğlu, İl Özel İdaresi Genel Sekreteri
Hasan Yıldız,İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Şube
Müdürü Nusret Acar ve Mimar Nail Altıparmak katıldı.

İl Özel İdaresi
ile Kuzey Anadolu Kalkınma Ajansı (KUZKA) arasında
"Çankırı Kaya Tuzu Mağarasının Turizme
Kazandırılması Projesi" için protokol imzalanmıştı.

Akşam, 09.12.2014
|
PHASELİS'TE TARİH YAZILIYOR
Arkeolojik kalıntıların 1. derece sit alanı dışına
da uzandığı tespit edildi. Sit alanının
genişletilmesi için çalışma yürütülüyor. Otele
tahsisli alanda ise antik bir çiftlik yapısının
uzantıları belirlendi.

Phaselis antik kentinin bitişiğine yapılmak istenen
otel projesinin iptali için açılan davalar sürerken,
antik kentin yer aldığı arazide Akdeniz
Üniversitesi'ne bağlı Akdeniz Uygarlıkları Araştırma
Enstitüsü bünyesinde yapılan arkeolojik çalışmalar
kente ilişkin önemli bulguları açığa çıkardı. Antik
kentte yapılan yüzey araştırmaları arkeolojik
kültür varlıklarının 1. derece sit alanı dışına da
uzandığını ortaya koyuyor. Antik çağda konaklama
yeri olarak bilinen 'Mansio' yapı kalıntılarının yer
aldığı 1. derece arkeolojik sit alanının dışında
Phaselis ile Olympos arasındaki Likya Yolu'na ait
kalıntıların yanı sıra çiftlik yapıları, teraslar,
lokal yapı kalıntıları tespit edildi. 1. derece sit
sınırının genişletilmesi için Antalya Kültür
Varlıklarını Koruma Kurulu'na araştırma ekibi
tarafından yeni başvuru yapıldı. Rixos'a otel
projesi için tahsis edilen 878 parseldeki
kalıntıları tespit etmek için yapılan jeo-magnetik
alan etütlerinin sonuçları doğrultusunda tahsis
edilen alanda sondaj çalışmaları başlayacak.

Phaselis'te yapılan yüzey araştırmalarında
tespit edilen çiftlik yapısı
OTEL ARAZİSİNE UZANIYOR
Phaselis'te yüzey araştırmalarının 2014 raporuna göre, 'Mansio' yapısının kuzeybatısında, 1. derece sit alanının dışında bir çiftlik kompleksi ve buna bağlı yapılar tespit edildi. Raporda, “Komplekse ait yapıların bir kısmı güney istikametinde ilerlemekte olup yapılması planlanan Rixos oteli arazisi içerisinde yer aldığı tespit edilmiştir” denildi. Yine Rixos'a tahsis edilen parsele 50 metre mesafede başka yapı kalıntıları da bulundu. Ayrıca, rapora göre Çöğmen Tepesi üzerinde geç antikçağa tarihlenen iki seramik sanduka tarzı kiremit mezar, kent merkezinin kuzeybatısındaki nekropoliste ise 34 tane lahit belgelendi. Yine akropolisin üzerindeki sur ve yapılarla ilişkili sarnıç kalıntıları ve su sistemine ait kalıntılar bulundu. Akropolisin kuzeydoğusunda defineciler tarafından tahrip edilmiş hamam kalıntıları ve mozaik kaplamaları belirlendi.

Orta Liman çevresinde yapılan çalışmalarda MS.
2.-3. yüzyıllara tarihlenen bir yazıt tespit edildi
KURUL İNŞAATI DURDURMUŞTU
Antalya Koruma Kurulu, sit sınırının genişletilmesi
için daha önce yapılan başvuru üzerine 878 parsel ve
çevresinde bilimsel çalışmalar tamamlanana kadar
herhangi bir inşaat faliyetinde bulunulmamasına
karar vermişti. Rixos’a tahsis edilen arazinin
yaklaşık 20 dönümü 1. derece arkeolojik sit alanı.
Ancak yapılan çalışmalar sonucunda bu alan
genişleyebilir.

Mozaik kalıntıları da yapılan araştırmanın
bulguları arasında
Birgün, Haber: Olgu Kundakçı, 09.12.2014
|
SESSİZ YIKIM
49 yıllığına Şehir Üniversitesi’ne
tahsis edilen Kartal Cevizli Tekel Fabrikası için
temmuz ayında yıkım ruhsatı verildiği, geçen hafta
da yıkımın başladığı ortaya çıktı.
Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhcu, fabrika
bloklarından birinin çatısının yıkıldığını,
blokların tamamının yıkımı için hazırlık yapıldığını
belirterek “Yakında alana iş makineleri ile
girilecek” uyarısında bulundu.
1. derece arkeolojik sit, 3. derece doğal sit
özelliklerini bir arada barındıran Cevizli Tekel
arazisi İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin
planlarında 2003 yılında “Şehir Parkı” olarak
işaretlenmişti. 18 Eylül 2009’da ise İBB plan
değişikliğine giderek araziye “Eğitim Tesisleri”
fonksiyonu getirdi. 460 bin metrekarelik arazisinin
296 bin metrekarelik kısmı, Bilim ve Sanat Vakfı
(BİSAV) tarafından kurulan özel Şehir
Üniversitesi’ne 49 yıllığına tahsis edildi. BİSAV’ın
kurucuları arasında Başbakan
Ahmet Davutoğlu bulunuyor. Şehir Üniversitesi’nin
Mütevelli Heyeti Başkanı da eski Adalet ve Milli
Savunma Bakanı da Mahmut Oltan Sungurlu.
Tekel’in İstanbul Anadolu yakasındaki en değerli
arazisi olarak bilinen alanda, sigara, ambalaj ve
puro fabrikasına ait lojman, kreş, futbol, basketbol
sahaları, yüzme havuzu ve konukevi bulunuyor. Alanda
ayrıca, 4 bin 100 adet asırlık ağaç ve Bizans
dönemine ait olan Brias Sarayı kalıntıları yer
alıyor. Arazinin yapılaşmaya açılmaması için 2009
yılından beri bölge halkı mücadele ediyor. Ancak
gelinen son noktada yıkımın başlamak üzere olduğu
ortaya çıktı.
Ruhsat verildi
Kartal Belediyesi 4 Temmuz 2014’te fabrika
binalarının yıkımı için yıkım ruhsatı verdi.
Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhcu da geçen hafta
yıkımın başladığını tespit etti. Muhcu, arazide
Cumhuriyet döneminin endüstriyel mirası olan
fabrikaların yıkılarak yerine yeni binalar
dikileceğini, bölgenin yapı yoğunluğunun da
artırılacağını söyledi. Muhcu, “Kamuoyundan
saklanarak bir yıkım ruhsatı verilmiş. Arazi Şehir
Üniversitesi’ne bedelsiz denebilecek bir rakamla
tahsis edildi. Tahsisin durdurulması ve imar
planlarına karşı açılan davalar hala sürüyor” dedi.
Depremde ne olacak?
Bölgedeki bütün planlama ve kentleşme eşiklerinin
aşıldığına dikkat çeken Mimarlar Odası Başkanı Eyüp
Muhcu “Bölge, kamusal nitelikleri yanında önemli
değerlere de sahip. Hem arkeolojik hem doğal sit
alanı. Tekel binaları Cumhuriyet döneminin endüstri
mirası açısından önemli. Kartallıların deprem
sonrası sığınabileceği ender yerlerden. Bu
özellikleriyle geleceğe taşınması gereken araziyi
korumak yerine yapılaşmaya açıyorlar” diye konuştu.
Cumhuriyet, Haber: Özlem Güvemli, 09.12.2014
|
"TAŞINMAZ KÜLTÜR VARLIKLARI TEHDİT ALTINDA, DAVA
AÇACAĞIZ"

Taşınmaz Kültür Varlıkları Yapı
Esasları ve Denetimi Yönetmeliği değişti, Mimarlar
Odası ayağa kalktı: "Bu bir cinayettir. Süleymaniye
Camiinden, Ayasofya'ya Atatürk Kültür Merkezi'nden,
Sultanahmet'e tüm taşınmaz kültür varlıkları tehdit
altındadır. Hem yasaya hem Anayasa'ya aykırıdır,
derhal dava açacağız."
Kültür ve Turizm
Bakanlığı, Korunması Gerekli Taşınmaz Kültür
Varlıklarının Yapı Esasları ve Denetimine Dair
Yönetmeliği değiştirdi. İlk değişiklik amaç ve
kapsam maddelerinde yapıldı. Buna göre "Bu
Yönetmeliğin amacı, korunması gerekli taşınmaz
kültür varlıklarının gruplarının belirlenmesi,
bakımı, onarımı, yapı esasları ile yapıya ilişkin
proje ve uygulamaların denetim esaslarını
düzenlemektir" olan maddeden 'bakımı' ibaresi
çıkarıldı; yerine 'tadilat ve tamirat' ibaresi
getirildi. Aynı değişiklik 'kapsam' maddesinde de
yapıldı.
BELEDİYE UHDESİNDEKİ KUDEB'E GENİŞ YETKİ
Yönetmeliğin değişen bir başka maddesi ise
'tanımlarda' oldu. Buna göre tadilat ve tamiratların
içeriğini belirten, uygulamadan önce KUDEB
tarafından verilen 'onarım ön izin belgesi', Koruma
Bölge Kurulu Müdürlüğü veya Vakıflar Genel Müdürlüğü
tarafından da verilir hale getirildi.
Yine tadilat ve tamiratların onarım ön izin
belgesine uygun tamamlandığına dair ilgili idare
(il özel idaresi, büyükşehir belediyesi ve belediye)
tarafından verilen 'onarım uygunluk belgesi',
yapılan değişiklikle KUDEB, Vakıflar Genel Müdürlüğü
veya Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü tarafından
verilmesi mümkün kılındı.
Ayrıca kültür
varlıklarının tadilat ve tamiratının özgün biçim ve
malzemeye uygun olarak yapılması denetiminde
Vakıflar Genel Müdürlüğü de yetkili oldu.
30 GÜN İÇİNDE İNCELEME ZORUNLULUĞU
Yapıların fen ve
sağlık şartlarına uygunluğunu düzenleyen
10.maddede de değişiklik yapıldı. Buna göre, Koruma
Bölge Kurulunca değerlendirilmesi gereken
projelerin, imar yönetmeliğine uygunluk açısında
ilgili idarece en geç 30 gün içinde incelenmesi
zorunluluğu getirildi. Daha önce 'uygun' olsun
olmasın idarenin görüşü Koruma Bölge Kurulu'na
gönderilirken; yapılan değişiklikle sadece uygun
görülenler Kurula gönderilecek.
BELEDİYELERE
BY-PASS
10.maddeye yapılan bir eklemeyle Kültür ve Turizm
Bakanlığı ile Vakıflar Genel Müdürlüğü, kültür
varlıklarının onarımına yönelik hazırladıkları
rölöve, restitüsyon, restorasyon projelerini
doğrudan koruma bölge kurulu müdürlüğüne
gönderebilecekler.
Yine mevcut yönetmelikte il özel idareleri,
belediyeler; yapıların fen ve sağlık şartlarına
uygun tasarlanmadığını ya da hazırlanan restorasyon
projelerinde sağlık şartlarına uygun olmayan
hususlar tespit ettiklerinde gerekli düzeltmelerin
yapılması için gerekçeli kararını proje müellifine
bildirip, gerekli düzeltmelerin yapılmasını
istiyordu. İstenen değişiklikler taşınmaz kültür
varlıklarının koruma bölge kurullarınca onaylı
restorasyon projelerinde değişiklik gerektiriyorsa,
proje müellifince gerekli düzeltmeler yapıldıktan
sonra tekrar koruma bölge kurulundan onay
alınıyordu.
Yapılan değişikle bu süreç tamamen ortadan
kaldırıldı. Böylece restorasyon projelerinde sağlık
şartlarına uygunsuzluk tespit edilse bile
belediyeler ve il özel idare değişiklik isteyemez
hale getirildi.
Yönetmelikte yapılan değişiklikler, 7 Aralık 2014
tarihi itibariyle yürürlüğe girdi.
KUDEB NEDİR
Koruma, uygulama ve denetim bürosu (KUDEB): İl özel
idareleri, büyükşehir belediyeleri, Bakanlıkça izin
verilen belediyeler bünyesindeki koruma, uygulama ve
denetim bürolarını ifade ediyor. Türkiye genelinde
33 belediyede KUDEB bulunuyor.
TAŞINMAZ KÜLTÜR VARLIĞI NEDİR?
Yönetmelikte Taşınmaz kültür varlıkları: "Tarih
öncesi ve tarihi devirlere ait bilim, kültür, din ve
güzel sanatlarla ilgili bulunan veya tarih öncesi ya
da tarihi devirlerde sosyal yaşama konu olmuş
bilimsel ve kültürel açıdan özgün değer taşıyan yer
üstünde, yer altında veya su altındaki bütün
taşınmaz varlıklar" olarak tanımlanıyor.
TADİLAT VE TAMİRAT NEDİR?
Taşınmaz Kültür Varlıkları Yönetmeliğinde Tadilat ve
tamirat şöyle tanımlanıyor:
"Yapıların yaşamını sürdürmesini amaçlayan;
a) 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar
Kanunu’nun 21 inci maddesi uyarınca ruhsata tabi
olmayan: derz, iç ve dış sıva, boya, badana, oluk,
dere, doğrama, döşeme ile mimari öğe olarak ve sanat
tarihi açısından özellik arz etmeyen tavan
kaplamaları, elektrik ve sıhhi tesisat tamirleri
ile çatı onarımı ve kiremit aktarılması ve yörenin
özelliğine göre belediyelerce hazırlanacak imar
yönetmeliklerinde belirtilecek taşıyıcı unsuru
etkilemeyen müdahaleleri,
b) (a) bendinde belirtilen müdahaleler
sırasında yapıdaki ahşap, madeni, pişmiş toprak,
taş gibi çürüyen ya da bozularak eksilen mimari
öğelerin özgün biçimlerine uygun olarak aynı malzeme
ile değiştirilmesini, bozulan iç ve dış sıvaların,
kaplamaların, renk ve malzeme uyumu sağlanarak
özgün biçimlerine uygun olarak yenilenmesini"
BU BİR CİNAYETTİR, DERHAL DAVA AÇACAĞIZ
Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhçu, yönetmelik
değişikliğini Hürriyet'e yorumladı. Muhçu, yapılan
yönetmelik değişikliğinin hem 2863 sayılı Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu'na hem de
Anayasa'ya aykırı olduğunu belirterek, iptali için
derhal
Danıştay'a dava açacaklarını söyledi.
Muhçu, yönetmelikle iki önemli değişiklik
yapıldığına dikkat çekerek bunları şöyle özetledi:
"Birincisi belediyeler uhdesinde kurulan ve içinde
uzmanı olmayan KUDEB'e binlerce yıllık kültür
varlıklarımızın tamirat ve onarımı için 'izin verme'
yetkisi tanınıyor. Oysa bu yetki yasayla Kültür
Varlıkları Koruma Kurullarına verilmiş bir yetkidir.
KUDEB'e bu yetkinin verilebilmesi için ciddi
kadrosunun olması gerekir; restorasyon, restitüsyon,
rekonstrüksiyon konularını iyi bilen, koruma
alanında uzman mimar, sanat tarihçisi, arkeolog gibi
kadrolar gerekir ki böyle kadroları yok.
Mevcut haliyle kültür varlıklarımıza tamirat ve
onarım iznini KUDEB'lerin vermesi demek,
Süleymaniye, Ayasofya, Sultanahmet, Atatürk Kültür
Merkezi gibi tescillenmiş tüm kültür
varlıklarımızın, Cumhuriyet dönemi kamu yapılarının,
anıtların büyük bir tehdit altında olması demek.
1.Grup anıtsal yapılarla ilgili bir belirsizlik var;
bu yönetmeliğe onlar da dahil ise bu tam bir
cinayettir. Biz bu cinayeti durdurmak için
Danıştay'a dava açacağız.
Hükümet 12 yıllık iktidarı döneminde Cumhuriyet ve
kültür mirasımıza karşı açık tutum içinde. Sulukule,
Tarlabaşı gibi tarihi yerleşim alanlarını kaldırdı.
Bunun gibi yerleri kaldırmak için engel olarak
görülen Kültür Varlıkları Koruma Kurulları bypass
edilerek, kendi belediyeleri uhdesinde kurulan
KUDEB'lere yetki devredilerek tarihi mekanlar
yıkılarak, özgün mimarı özellikleri ortadan
kaldırılmaktadır. Bu kapsamda özellikle son günlerde
Cumhuriyet mirası niteliğindeki pek çok kamu
yapısına yönelik girişimler söz konusudur.
Ankara'da Ulus'taki İller Bankası buna bir
örnektir. Hükümet işine geldiğinde KUDEB'i işine
geldiğinde Kültür Varlıkları Bölge Kurulları
aracılığıyla kültür varlıklarımıza yönelik yıkım
sürecini hızlandırmak istemektedir.
Bu yönetmelikten önce KUDEB'ler basit onarım, bakım
izni vermekle yetkiliyken; şimdi tarihi varlıkların
tamirat ve onarımına ilişkin izin verecek. KUDEB
dediğimiz kurullar bazı belediyelerin uhdesinde
kuruldu ve içinde kendilerinin yönlendirebildiği,
daha sınırlı sayıda uzmanlar yer almaktadır. "
Hürriyet, Haber: Aysel Alp, 09.12.2014
******
SİT ALANLARINDA YENİ DÜZENLEME
İmardaki yapıyı baştan aşağı değiştiren kanun
taslağı, tartışma yaratacak yeni düzenlemeler
getiriyor. Düzenlemeye göre artık yeni 1/25 binlik
çevre düzeni planı yapılamayacak. Mevcut 1/25 bin
ölçekli çevre düzeni planları ise iki yıl içinde üst
veya alt kademede onaylanan planlarla
değerlendirilecek. Dikkat çeken bir değişiklik de
sit alanlarıyla ilgili yapılacak. Buna göre koruma
statüsünün önemi bakımından daha alt statüye
düşürülen doğal sit alanlarında mevcut her tür ve
ölçekte planların uygulanmasına bölge komisyonu
kararı doğrultusunda devam edilebilecek.
3194 Sayılı İmar Kanunu Tasarısı Taslağına
göre imar planlarında talep halinde, özel mezarlık
alanları ayrılabilecek. İmar planlarında mezarlık
alanı olarak belirlenen yerlerin özel mülkiyete tabi
kısımları mülkiyet sahiplerince özel mezarlık olarak
yapılıp işletilebilecek. Mevcut yapılarda
güçlendirme, yangın ve enerji verimliliği
konularında tedbirlerin alınmasına ilişkin proje
onay, yapı ruhsatı ve yapı kullanma izni
işlemlerinde hiçbir vergi, resim, harç ve herhangi
bir ad altında bedel veya ücret alınamayacak.
BAKANLIKÇA
TESPİT EDİLECEK
Hafriyat toprağı, inşaat ve yıkıntı
atıkları dolgu malzemesi olarak veya geri dönüşüme
tabi tutulup yapı malzemesi olarak kullanılacak.
Hafriyat toprağıyla inşaat ve yıkıntı atıklarının
döküm sahaları ilgili idarelerce tespit edilecek.
Ancak, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların
Dönüştürülmesi Hakkında Kanun kapsamındaki
alanlarla, bakanlıkça belirlenecek özel proje
alanlarında gerçekleştirilecek uygulamalar
neticesinde ortaya çıkacak inşaat ve yıkıntı
atıkları ile hafriyat toprağının döküm sahaları
bakanlıkça tespit edilecek.
1/25.000
ÇEVRE PLAN YOK
Kanunun yürürlük tarihinden itibaren yeni
1/25 bin ölçekli çevre düzeni planı yapılamayacak.
Mevcut 1/25 bin ölçekli çevre düzeni planları iki
yıl içinde üst veya alt kademede onaylanan planlarda
değerlendirilecek. Mevcudiyeti devam eden 1/25
binlik çevre düzeni planları iki yıl sonunda
herhangi bir karara gerek kalmaksızın 1/25 bin
ölçekli nazım imar planı olarak nitelendirilerek
uygulanacak. Düzenlemede SİT’lerle ilgili dikkat
çeken bir geçici madde de yer alıyor. Buna göre
koruma statüsünün önemi bakımından daha alt statüye
düşürülen doğal SİT alanlarında mevcut her tür ve
ölçekte planların uygulanmasına bölge komisyonu
kararı doğrultusunda devam edilebilecek.
Hürriyet, Haber: Erdinç Çelikkan, 10.12.2014
******
TARİHİ KORUMASIZ
BIRAKIYORLAR

Korunması gerekli
taşınmaz kültür varlıklarının tamirat ve tadilatı
artık belediye bünyesinde bulunan ve tartışmalı
uygulamaları nedeniyle eleştirilen Koruma Uygulama
ve Denetim Büroları’na (KUDEB) emanet. Koruma
Kurulları’nın yetkilerini gasp eden yönetmelik
değişikliği yerel yönetimlerin kültür varlıklarıyla
ilgili ruhsat ve iskan verme yetkilerini de ortadan
kaldırıyor. Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhcu,
KUDEB’lerin kadro, ekipman, deneyim ve bilgi
açısından yetersiz olduğuna dikkat çekti.
2005 tarihli “Korunması
gerekli taşınmaz kültür varlıklarının yapı esasları
ve denetimine dair yönetmelik” 9 yıl sonra
değiştirildi. 7 Aralık Pazar günü Resmi Gazete’de
yayımlanan değişiklik ile kültür varlıklarının bakım
ve onarımı ile yetkili olan KUDEB’lere tadilat ve
tamirat yetkisi verildi. Değişikliğe göre KUDEB,
kendi yaptığı tadilat ve tamiratın denetiminden de
sorumlu. Değişikliğe tepki gösteren Mimarlar Odası
Başkanı Eyüp Muhcu, 2005 yılında yönetmelik
çıkarıldığında gerekli arşive ve birikime sahip
olmadıkları için KUDEB’lerin yetkilerinin bakım ve
onarım ile sınırlandırıldığını ifade etti.
Tiyatro dekoru gibi
binalar
Muhcu, bu sınırlamaya
karşın KUDEB uygulamalarında çok ciddi sorunlarla
karşılaştıklarını vurgulayarak mimarlık camiasının
eleştirilerine hedef olan KUDEB çalışmalarını şöyle
anlattı:
“Kültür varlıklarının
mimari özellikleri ve tarihsel değerleri, hatalı
bakım ve onarım çalışmaları nedeniyle önemli ölçüde
zarar gördü. Örneğin tarihi yarımadada ve
Fener-Balat’taki KUDEB uygulamaları çok
tartışılıyor. Özellikle Fener-Balat çevresinde KUDEB
bakım ve onarım adı altında tiyatro dekoru gibi
cepheler üretti. Hem binalar hem sokaklar tarihsel
dokusunu ve değerlerini büyük ölçüde kaybetti.”
Yönetmelik değişikliği
ile verilen yetkinin bir sınırının da olmadığını
vurgulayan Muhcu “KUDEB’e binaların hem dış
cephesini hem de içindeki fonksiyonları
değiştirebilecek bir müdahale yetkisi veriliyor.
Oysa kültür varlıklarının korunmasında binanın
cephesi, fonksiyonu ve iç işleyişinin korunması
esastır” diye konuştu.
Tarih yok edilecek
Bu değişiklik sayesinde
kültür varlıklarıyla ilgili dönüşüm kararlarının
hızla uygulanacağının altını çizen Eyüp Muhcu
“Hatalı uygulamalara imza atan KUDEB, bundan sonra
yetki sınırları belirlenmediği için örneğin AKM,
Haydarpaşa Garı, Süleymaniye, Ayasofya gibi anıtsal
yapılara müdahale edebilecek. Mesela Haydarpaşa Garı
için hazırlanmış bir restorasyon projesine Kadıköy
Belediyesi onay vermedi. Yeni düzenlemeye göre KUDEB
aracılığıyla Haydarpaşa projesi onaylanabilecek.
Düzenleme ile birlikte Cumhuriyet döneminin mimari
mirası önemli ölçüde KUDEB’e teslim edildi. Bu
mirasın yok edilme süreci, sivil yurttaşların
yaşadığı mahallelerdeki kültürel varlıkların yok
edilme süreci hızlanacak. Sulukule ve
Tarlabaşı’ndaki dönüşüm bütün tarihi mahallelerde
hızlıca işletilecek” değerlendirmesinde bulundu.
Cumhuriyet, Haber: Özlem
Güvemli, 11.12.2014
|
|
1.4 MİLYON LİRALIK HEYKELİ MONTUYLA ÇALDI
İtalya'nın Roma
kentinde bulunan bir sanat galesi soygunla sarsıldı.
Galeride sergilenen en önemli eserlerden bir tanesi
kimliği belirlenemeyen bir kişi tarafından çalındı.
İtalyan basını çalınan eserin ünlü İtalyan
heykeltıraş Medardo Rosso'ya ait olduğunu duyurdu.
Sanatçı tarafından 1893-1895 yılları arasında
yapılan Hasta Çocuk isimli bronz büstün değerinin
500 bin euro (yaklaşık 1 milyon 394 bin lira) olduğu
kaydedildi. Hırsız eseri montunun içerisine
saklayarak çaldı.
Sabah, 09.12.2014
|
MÜZE SOYGUNUNDA 1 KİŞİ TUTUKLANDI
Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nden önemli
Türk ressamlarına ait paha biçilmez değerdeki
tabloların çalınarak satıldığının belirlenmesinin
ardından başlatılan soruşturmada önemli bir gelişme
yaşandı.
İstanbul’da sanat galericiliği ve müzayedecilikle
uğraşan Orhan Dağhan Özil ile aynı sektörde faaliyet
gösteren eski eşi Jale Nergis gözaltına alındı.
Hakim karşısına çıkan Özil tutuklanırken, eski eşi
Nergis ise savcılık sorgusunun ardından serbest
kaldı.
Milliyet, Haber: Sertaç Koç, 09.12.2014
|
SARAYIN SALTANAT KAPISI
RESTORE EDİLİYOR
Fatih Sultan Mehmet'in yaptırdığı Topkapı Sarayı'nın görkemli saltanat kapısı Bab-ı Humayun restore ediliyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Bab-ı Humayun kapısının rölöve ve restorasyon projelerinin hazırlanması için 4 Aralık'ta ihaleye çıkacak.
Sabah, 09.12.2014
|
|
OSMANLICA İMTİHANI!

Osmanlı Türkçesi dersini verebilecek
öğretmenlerin yetiştirilmesi gerektiğini belirten
uzmanlar, ‘el yazması’nın okunmasının mümkün
olamayacağını ama Ömer Seyfeddin, Halide Edip ve
Atatürk’ün eserlerini okuyabilecek düzeye
gelinebileceğini söyledi.
Milli
Eğitim Şurası’nda Osmanlı Türkçesinin,
Anadolu İmam Hatip Liseleri’nde zorunlu, diğer
okullarda ise seçmeli olması yönünde tavsiye kararı
alındı. Bu konuda başlayan tartışma, Cumhurbaşkanı
Recep
Tayyip Erdoğan’ın son açıklamasıyla daha da
alevlendi. Osmanlıca şu anda İmam Hatip okullarında
seçmeli, toplam 88 Sosyal Bilimler Lisesi’nde ise
zorunlu. İHL’lerde 11’inci sınıftan itibaren,
SBL’lerde ise 10. sınıftan itibaren haftada iki saat
Osmanlı Türkçesi dersi veriliyor. Bu dersi ise
Türkiye’de sadece tarih ve edebiyat mezunları
verebiliyor. Her yıl ise 8 bin 200 öğrenci tarih
bölümünü, 8 bin 300 öğrenci de edebiyat bölümünü
kayıt yaptırıyor. Uzmanlar Osmanlıca dersinin
verilebilmesi için bu bölümlerden mezun olanların en
az 6 ay kurs görmesi gerektiğine dikkat çekiyor.

‘Anlatıldığı kadar zor değil’
Prof.Dr. Namık Açıkgöz, Muğla Sıtkı Koçman
Üniversitesi Türk Dili Ve Edebiyatı Bölümü:
“Osmanlıca, anlatıldığı gibi zor ve karışık
değildir. İşin bu aşaması en geç lise yıllarında
halledilmelidir ve üniversiteye gelip edebiyat,
Türkçe, çağdaş Türk lehçeleri, tarih, arşivcilik
gibi bölümlerde okuyacak olan öğrenciler, hala
elifba ile uğraştırılmamalı; Doktora yapmış bir
akademisyen de bu tür basit bir işle meşgul
edilmemelidir. Öğenciler bu dersleri almakta geç
kalmışlardır. Lise 1. ve 2. sınıfta öğrenciler
basit Osmanlıca öğrense de, lise 3. ve 4.
sınıfta daha ileri seviye Osmanlıca
öğrenmelidir. Zorunlu olan ilk aşamada harfler
öğretilmeli; normal metinler okutulmalıdır.
Seçmeli olan ikinci aşamada, bazı gramer
kaideleri öğretilmeli.”
‘Öğrencilerim 1 ayda öğrendi’
Prof.Dr. Mikail Bayram, Ahi Evran
Üniversitesi: “Osmanlıca derslerin gündeme
getirilmesinde biraz geç kalındığını
düşünüyorum. Osmanlıca pratikte Türkçeden
farklı bir dil değildir. Osmanlıcanın yeni
nesile öğretilmek istenmesi son derece
hayati önem taşıyor. Burada korkulacak ne
var anlamıyorum. Yaşayan bir dil olan
Osmanlıca yakın tarihten örnekler alınarak
öğretilecek. Öğrenciler Peyami Safa ve Ömer
Seyfettin gibi değerli yazarların
romanlarını okuyup anlayabilecek. Ben
yıllardır öğrencilerime Osmanlıca
öğretiyorum. Bazı öğrencilerim bir ayda
Osmanlıca öğrendi. Bugüne kadar Osmanlıcanın
terk edilmesi büyük bir kayıptır.”
‘Sadece okuma öğretilmeli’
Murat Bardakçı, Tarihçi (dünkü Habertürk
gazetesindeki yazısından): “Osmanlıca yahut Eski
Türkçe derslerinin en büyük faydası öğrencinin
meselenin aslını öğrenmesi, yani Osmanlıca ile
Türkçe’nin aynı diller olduğunu anlamasını
sağlayacak olmasıdır. Maksat öğrenciye Refik
Halid, Hüseyin Rahmi, Reşad Nuri gibi Türkçe’nin
önemli yazarlarının eserleri ile 1900’lerin
başındaki gazeteleri orijinallerinden okuyabilme
bilgisini vermek ve daha gerilere gitmeyi
heveslilere bırakmak olmalı, akademisyenlerin
“gramer” merakı işe karıştırılmamalıdır. Eski
harfleri yazmayı öğretmek gereksizdir, bugün o
yazıyı okuyabilenin de hatasız şekilde yazması
artık imkansız gibidir ve sadece okumanın
öğretilmesi ile yetinilmelidir.”
‘Geç kalınmış bir uygulama’
Prof.Dr. Ahmet Şimşirgil,
Marmara Üniversitesi, Tarih Bölümü öğretim
üyesi: “Konunun tartışılması Osmanlıcanın
Türkçeden farklı bir dil olduğu algısını
değiştirmesi bakımından bile faydalı olmuştur.
Bugün Türkiye’de latin harfleri kullanıyoruz
dile Latin olmuyoruz. Osmanlıca da Türkçedir.
Osmanlıca dilinin öğretilmesi Osmanlı
medeniyetinin öğretilmesi bakımından önemlidir.
Bugün dedesinin mezar taşında yazanı, Topkapı
Sarayı’nın duvarlarında ne yazdığını bilmeyen
bir nesil var. Geç kalınmış bir uygulama.
Osmanlıca öğretirken gramere boğmadan metinler
üzerinden bir eğtim ile çocuklarımız bu dili
daha kolay bir şekilde öğrenebilir. Hatta sınıf
geçmesine etki eder not dahi verilmemeli.
Gramere kurallara boğmadan bu dili
öğretebiliriz.”
Sultan İkinci Abdulhamid’in torunu Şehzade
Orhan Osmanoğlu: “Bence Osmanlıca’nın
öğrenilmesi gerekiyor. Özellikle şimdiki
gençlerin öğrenmesi gerekiyor. Ben
çocuklarıma öğretmeye çalışıyorum. Ancak
öncelikle Osmanlıca’yı sevdirmek gerekiyor.
Başka bir dil olduğunu zannediyorlar. Ancak
başka bir dil değil. Osmanlıca eski
Türkçedir. Alfabesi
Arapça’dır. Fakat, bence öncelikle bir
iki yıl seçmeli olarak okutulmalı. Önce
sevdirelim gençlerimize. Bilsinler ki başka
bir dil değil. Kendi öz dilleri olduğunu
görsünler. Ondan sonra, bir iki yıl sonra
zorunlu yapılabilir. Arşivlerimize bile
giremiyoruz. Bu açıdan önemli.”
Prof.Dr.Yılmaz Kurt,
Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi
Araştırma ve Uygulama Merkezi (OTAM) Müdürü:
“Yeterli ön hazırlık yapılmadan bu şekilde
büyük işlere girişilmesi faydadan çok zarar
getirebilir. Bir lise öğrencisinin aldığı
temel Osmanlıca ile mezar taşı okuyabileceği
düşünülüyorsa, hayal kırıklığı
yaşayacaklardır. Ancak Ömer Seyfeddin,
Halide Edip gibi yazarlarımızı, Atatürk,
İnönü, Kazım Karabekir gibi devlet
adamlarımızı kendi kalemlerinden belki
okuyabilirler. Atatürk’ün 1928’de yapmış
olduğu Büyük Nutuk’unu anlayabilirler. El
yazısına girilebileceğini sanmıyorum.”
Prof.Dr. Bülent Arı, Sabahattin Zaim
Üniversitesi Rektör Yardımcısı, Dolmabahçe
Sarayı Eski Müdürü: “Elimizde Osmanlıca ile
ilgili mevcut kitaplar var. Bu kitaplar
tekrar gözden geçirilip günümüz müfredatına
uygun hazırlanabilir. Günümüz eğitimi için
19. asır Osmanlıcası örnek alınmalı. Daha
eski dönemlere gittiğimizde dil ağırlaştığı
için bunu öğretmek zor olur. El yazması
kitapları bu çocuklar anlayamaz. Tarih
bölümünde okuyan öğrenciler bile bu konuda
zorluk çekiyor. Burada verilen eğitimle
öğrenciler Ömer Seyfettin, Reşat Nuri, Ahmet
Rasim gibi yazarların yazdığı kitapları
okumayı öğrenecekler. Bundan ötesi olamaz.”
Vatan, 09.12.2014
|
|
İSTANBUL'UN TARİHİ
MÜZEYE GİRİYOR
İstanbul'un geçmişten bugüne tarihi ve kültürel mirasını bir arada sunabilmek amacıyla inşa edilmesi planlanan İstanbul Kent Müzesi'nin yapımına başlanıyor.
Topkapı Kültür Parkı içerisinde inşa edilecek müzenin ihalesi 29 Ocak 2015 tarihinde yapılacak.
Sabah, 09.12.2014
|
BU MÜZELERE GİRİŞ ARTIK ÜCRETSİZ

Başbakan
Ahmet Davutoğlu’nun,
Alevilere yönelik ilk somut hamlesi, Hacıbektaş
Müzesi’nin
ücretsiz gezilmesi oldu. Davutoğlu, Hacıbektaş
ziyaretinde bu kararı açıklamıştı. Bu karar üzerine
Kültür ve Turizm Bakanlığı çalışma başlattı.
2 Aralık’ta Kültür Varlıkları ve
Müzeler Genel Müdürlüğü, Döner Sermaye
İşletmesi’ne bir yazı yazarak, “kamuoyunun
beklentileri üzerine” Hacıbektaş ve Mevlana
müzelerinin
ücretsiz ziyarete açık bulundurulması talebini
iletti. Hacıbektaş ve Mevlana
müzelerinden, 7 Aralık itibarıyla 5 TL’lik giriş
ücreti alınmıyor. 7 Aralık tarihinden bu yana
iki
müze de
ücretsiz gezilebiliyor. Geçen yıl Mevlana’yı
yaklaşık 2 milyon, Hacıbektaş’ı da 500 bin kişinin
ziyaret ettiği düşünüldüğünde, devlet de yaklaşık
12.5 milyon TL’lik gelirden feragat etmiş oldu. En
çok ziyaret edilen
müzelere bakıldığında Mevlana 3, Hacıbektaş
6’ncı sırada yer alıyor. Nevşehir Hacıbektaş
Müzesi’nin ziyaretçi sayısı ise geçen yıl 468
bin 932 olmuştu.
MEVLANA GELİRDE DE İLK ÜÇTE
Geçen yıl müze ve ören yerlerini 29 milyon 533
bin 966 kişi ziyaret etti. Bu ziyaretler sonucunda
299 milyon 201 bin 450 TL gelir elde edildi. En çok
gelir elde edilen müze sıralamasında Topkapı Sarayı
birinci oldu. Topkapı’yı Ayasofya ve Mevlana
müzeleri izledi.

Habertürk, Haber: Volkan Yanardağ, 09.12.2014
|
İŞTE AKP'NİN OSMANLICA SEVGİSİ: ARŞİV BİNASI OTEL
OLDU, BELGELER TEHLİKEDE
Cumhurbaşkanı Erdoğan
"isteseler de istemeseler de bu ülkede Osmanlıca da
öğrenilecek ve öğretilecek" derken, Osmanlıca
sevgisi yine "paraya" tosladı. Osmanlı arşivleri
binası otel yapılırken, yeni bina dere yatağına
yapıldı. Dere yatağındaki tarihi belgelerse
silinmeye yüz tuttu.

19. Eğitim Şurası'nda Osmanlıcayı zorunlu ders
haline getirmeye yönelik komisyon kararına yönelik
tepkiler devam ederken, Cumhurbaşkanı Erdoğan,
"İlimde çok büyük güçlere sahip olan bir milletin bu
ilmi kaybetmesi felakettir. Bunun öğrenilmesini
istemeyenler var. İsteseler de istemeseler de bu
ülkede Osmanlıca da öğrenilecek ve öğretilecek. Bu
dinin bir sahibi var. Sahibi bu dini dünya var
oldukça muhafaza edecektir" dedi.
Erdoğan'ın bu sözleri sonrası bugün gündeme gelen
Osmanlı Arşivleri binası AKP'nin "Osmanlıca"
sevgisinin de sınırlarını ortaya koydu.
Sultanahmet'te bulunan Osmanlı arşivlerinin
bulunduğu 400 yıllık tarihi bina para hırsıyla otel
yapılınca arşivler dere yatağında bulunan
Kağıthane'deki bir binaya taşındı.
CNN Türk'ün
haberine göre, ticarethane Sokak’ta bulunan
Başbakanlık Osmanlı Arşivi binası boşaltılır
boşaltılmaz tadilata alınmış, binanın etrafına önce
büyük duvarlar örülmüştü. Başına da “Başbakanlık
Osmanlı Arşivi restorasyon çalışması” yazılmıştı.
Ancak çalışmalar zamanla yerini lüks bir otele
bıraktı. Arşiv bahçesinde bulunan limon, defne ve
asma ağaçları da kesildi. İnşaat sırasında asırlık
çınarlar da zarar gördü, kurumaya terk edildi.
Mülkiyeti İstanbul İl Özel İdaresi'ne ait bina,
İpekyolu Kuyumculuk Kıymetli Taşlar Turizm Otelcilik
San.Tic.Ltd.Şti tarafından kiralanarak, otele
dönüştürüldü. Otel de açılarak hizmete girdi.
Yaklaşık 100 milyon belge ve 370 bin defterin
bulunduğu arşiv için ise Cendere Vadisi’nde İstanbul
Büyükşehir Belediyesi’ne ait arsanın bir bölümü ile
hazine tarafından Milli Eğitim Bakanlığına tahsisli
arsanın bir bölümünden oluşan toplam 55 bin 809
metrekarelik alan tescillendi. Hassa Mimarlık
tarafından projeleri hazırlanan arşiv sitesinin
ihalesi, TOKİ tarafından gerçekleştirildi.
ORTAYLI TEPKİ GÖSTERMİŞTİ
Yaklaşık bir yıl önce açılışı yapılan yeni
Osmanlı Arşivleri binası Kağıthane Deresi’ne olan
yakınlığı ve bir o kadar merkeze uzak oluşu
sebebiyle tartışmalara neden oldu. Uzmanlar arşivi,
Kağıthane Deresi'nin çok yakınına, rutubetin bir
yere götürmenin risklerine dikkat çekmiş ve uyarıda
bulunmuştu. Prof.Dr. İlber Ortaylı, basına yansıyan
demeçlerinde, "Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin yeri
Bab-ı Ali’dir. Osmanlı arşivini Kağıthane’ye taşımak
ayıptır, görgüsüzlüktür, densizliktir. Eski bir
imparatorluğun, eski bir milletin yönetimine
yakışmıyor bu kadar laubalilik" diye çok sert bir
şekilde tepki göstermişti.
Arşiv binasının Kağıthane'de yapıldığı yerle
ilgili meslek odaları da olumsuz görüş bildirmiş,
İnşaat Mühendisleri odası, taşkın alanı içine arşiv
gibi özellik taşıyan binaların yapılmasının yanlış
olduğunu açıklamış, "Dere yatakları içerisinde
bulunan yerleri arşiv binası olarak kullanmamak
lazım" denilmişti.
RUTUBETTEN ZARAR GÖRÜYOR
Uzmanların uyarısını haklı çıkaran iddialar,
geçtiğimiz Haziran ve Temmuz aylarındaki yağışların
ardından gündeme geldi. Dere yatağındaki binayı su
bastığı, binada oluşan çatlaklar nedeniyle arşive su
sızdığı ve arşivden kokular gelmeye başladığı
iddiaları basına yansıdı. Arşivde çalışan
araştırmacılar ise bazı belgelerin ıslak ya da nemli
olduğunu ileri sürdü.
Bunun üzerine Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent
Şubesi, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü'ne konuyu
sordu. Ancak verilen cevapta, “Belge muhafazısı için
her türlü modern önlemin alındığını ve sistemde nem
alma nem vermenin dünya standartlarında yapıldığı”
belirtildi.
Sol Haber, 08.12.2014
|
ECDADIN MEZAR TAŞLARI VİNÇLE TRAKTÖRE!
Tokat'ta
Gaziosmanpaşa Bulvarı üzerinde bulunan
Gökmedrese'de 1926 yılından itibaren faaliyet
gösteren Tokat Müzesi, 2 yıl önce Sulusokak
Çarşısı'nda restorasyonu tamamlanan tarihi Arastalı
Bedesten'e taşındı. Fakat Gökmedrese'nin yanında yer
alan alanda çeşitli dönemlere ait mezar taşları ile
kabartma bezemeli yaklaşık 50 taş eser kaldı. Bu
eserlerin de Devegörmez Mahallesi'nde bulunan
Atatürk Evi ve Etnografya Müzesi'ne taşınmasına
karar verildi. Bunun için
sabah saatlerinde Gökmedrese yanında bulunan
yola gelen vinç yardımıyla tarihi mezar taşları
bulundukları yerden çıkartılarak, traktör römorkuna
üst üst konularak taşınma işlemi gerçekleştirildi.
Radikal, Haber: Mustafa Turapoğlu, 08.12.2014
|
|
TARİHİ KUŞ EVLERİ KORUMA ALTINDA
Kayseri'nin
merkez Melikgazi Belediyesi tarafından Gesi
bölgesindeki tarihi 141 taş kuşevi, özel proje ile
koruma altına alındı.

DHA'nın haberine göre, Melikgazi Belediye Başkanı
AK Partili Memduh Büyükkılıç, Gesi bölgesinin
evleri, doğal güzellikleri ve yetiştirilen ürünleri
adeta bir cazibe merkezi olduğunu ve belediye olarak
buranın planlanmasında özel bir yapılaşma
uygulayacaklarını bildirdi. Bu çerçevede
kuşevlerinin yapısal özelliği, işlevi ve yöreye
kazandırdığı anlamın önemli olduğunu söyledi.
Büyükkılıç, "Kuş evlerinde yöre insanı yüzyıllar
boyunca güvercin besledi. Bu güvercinler yöresel
yemeklerde kullanıldı. Ayrıca, en önemlisi güvercin
gübreleri bağlarda gübre olarak kullanıldı. Buram
buram Anadolu'nun güzelliklerini bağrında taşıyan
Melikgazi bu tarihi yapıları hem günümüz
ihtiyaçlarını karşılamak hem de gelecek kuşaklara
aktarmak amacı ile birçok tarihi mekan da
restorasyon çalışması yapmaktadır. İşte size
Çağırağası Konağı, Gesi Lisesi, Jandarma Mektebi
bunlar koruma altına alınan eserlerden bir kaçıdır.
Şimdi de Gesi Kuş evlerini koruma altına alacağız ve
çevresi ile bütünleşen bir yapı ile bu kuş evlerini
günümüzün turizm sektörüne kazandıracağız.
Tarihimize sahip çıkacağız. Belediye Meclisi'nde bu
yönde karar alındı" dedi.
Yapı, 08.12.2014
|
2 BİN YILLIK SIR ÇÖZÜLÜYOR

Araştırmacılar, yüzyılı
aşkın bir süredir arkeologları şaşırtan tarihi Yunan
"astronomik bilgisayarı" hakkında yeni ipuçları
buldular.
Dünya'nın ilk bilgisayarı olarak adlandırılan
"Antikythera Mechanism" 1901 yılında
Yunanistan açıklarında bir gemi kalıntısında
bulunmuştu. Ancak University of Puget Sound
fizik profesörü James Evans ve University of
Quilmes bilim tarihi profesörü Christián Carman
tarafından yürütülen yeni araştırma, saat
benzeri astronomik mekanizma hakkında yeni
bulgular bulmuş durumda.
Archive for History of Exact Science'da
yayınlanan araştırma, mekanizmanın üretim
tarihini MÖ 205 olarak belirlemekte
ve eski tahminlerden 50 ila 100 yıl arasında
daha yaşlı olduğunu söylemekte. Araştırmaya
göre, Antik Yunanlılar tutulmaları (güneş, ay)
daha önceki tahminlerden çok daha erken bir
tarihte belirleyebiliyor ve karmaşık
mekanizmaları üretebiliyorlardı.
Evans ve Carman'ın çalışması ayrıca tutulma
tahmini planının MÖ 205'te bulunmayan Yunan
trigonometrisine değil Babil aritmetik
yöntemlerine bağlı olduğu düşüncesini de
desteklemekteler.
Araştırmacılar MÖ 205 tarihine kendi kurdukları
bir çeşit eleme yöntemiyle ulaşmışlar. Evans ve
Carman, ürünün tutulma desenlerinin John Steele
tarafından tekrar kurulan Babil kaynakları ile
eşleşebileceği yüzlerce farklı yolu incelediler.
University of Puget Sound'un açıklamasına göre,
hesaplamalar "ay ve güneş anormalliklerini,
eksik güneş tutulmalarını, ay ve güneş
tutulmalarını ve diğer astronomik olguları"
içermekteydi.
Ayrıca bu son araştırma ile beraber mekanizmanın
tarihi, MÖ 212'de ölen Arşimet'in yaşam zamanına
da yaklaşmış oluyor. Böylelikle de ünlü
matematikçinin mekanizma ile bağlantılı
olabileceği şüpheleri destek kazanıyor.
Vatan, 08.12.2014
|
OSMANLI ŞEHZADESİNE BÜYÜK SAYGISIZLIK

10 yıl önce bakımsız halde
bulduğumuz Şehzade Orhan Efendi'nin kabrini
yaptırmak için Fransa'ya gittik Ama aidat ödenmedi
diye kabir kaldırılmış, kemikler de kimsesizler
mezarlığındaki mazgala atılmış! Şehzade Mehmed Orhan
Efendi... Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın
oğullarından Şehzade Mehmed Abdülkadir Efendi'nin
büyük oğlu... Vatandan çıkarıldıktan tam 68 yıl
sonra 1992 Ağustos'unda İstanbul'a gelişinin medyaya
yansımasıyla tanımıştı onu Türkiye. Yaşı 83'ü
bulmuştu artık. İstanbul'da kaldığı 2 hafta boyunca,
doğduğu şehir ve halkıyla hasret gidermeye çalıştı.
Vatandan uzun süren ayrılığın yanında o çok kısa
kavuşma ile ilgili intibalarını 1994 yılı başında
TGRT mikrofonlarına şöyle anlatıyordu: "Kendi
vatanımı gördüm. Cenab-ı Hakk'a dua ettim ki ben
ölmeden evvel bir kere vatanımı gördüm diye.
Vatandaşlarımla orda konuştuğum zaman içim açıldı.
Hem onlar hem ben beraber ağladık."
VATANA HASRET GİTTİ
Mehmed Orhan Efendi 15 yaşını süren bir delikanlı
iken çıktığı vatanını, ölmeden önce bir defa daha
gördüğü için Allah'a şükrediyor ve İstanbul'a tekrar
gitmeyi arzuluyordu...
-Vatanımı bir kere daha ölmeden gitmek istiyorum.
İnşallah gelecek sene bir 20 gün, bir ay için
gideceğim. Ne kadar ömrüm kaldı ki...
Ama yaşlı Şehzade bu arzusuna ulaşamadı. 12 Mart
1994'te Fransa'nın Nice şehrinde, 30 metrekarelik
kiralık odasında 85 yaşında vefat etti. Cenazesi iki
gün sonra yeğeni Melike Hanımsultan tarafından
bulundu. 14 Mart 1994 günü Nice'in 10 km
kuzeydoğusundaki bir tepenin üstünde bulunan Doğu
Yakası Mezarlığı'na defnedildi. Halbuki Şehzadenin
son arzusu vatanına, İstanbul'a gömülmekti.
Şehzade Mehmed Orhan Efendi'nin mezarının durumunu,
2006 yılı sonunda TRT'de gösterime giren
"Osmanoğlu'nun Sürgünü" belgeselinin çekimleri
sırasında alınan fotoğraflarda görmüştüm. Vefatından
10 yıl sonra bile mezar, başucunda 10 yıl önce defin
sırasında konulmuş ve üzerinde ismi yazan bir tahta
parçasının bulunduğu bir düzlükten ibaretti. Bir
padişah torununun hem de Hanedan Reisliği yapmış bir
şehzadenin kabrinin bu durumu yüreğimi dağlamıştı.

NİCE YOLLARINDA
Sonraki zamanlarda merhum Şehzade'nin kabrinin
yapılıp yapılmadığı konusunda hep bilgi almaya
çalıştım. Bu konuda Nice ile ilgisi olan Hanedan
Ailesi üyeleri ile yazıştım. Amacımız Türkiye
Gazetesi olarak şehzadenin mezarını mermerden
yaptırmaktı. Ancak 4-5 sene önce Paris'teki Hanedan
Vakfı'ndan gelen bir bilgi beni bu faaliyet
konusunda frenlemişti. Söylediklerine göre Nice
Belediyesi mezarın yaptırılması için Şehzade'nin
birinci derece akrabalarının müracaatını mecburi
tutuyordu. Şehzade'nin tek kızı 1933 doğumlu Necla
Sultan 2010'da Zürih'te vefat etmişti. Bu kızından
büyük torunu Mehmed Erol Brezilya'da, BPD
hastalığına yakalanan diğeri Osman Cem ise Zürih'te
müşahede altında yaşamaktaydı. Sağlığında da Şehzade
ile pek irtibatı olmayan 1943 doğumlu üvey oğlu
Mehmed Selim'in ise nerede olduğunu bilmiyordum.
Muhtemelen Şehzade'nin mezarı, yine başucunda ismi
yazılı bir levhanın iliştirildiği tahtanın bulunduğu
bir düzlük olarak duruyordur diye düşünüyordum.
Nihayet Nice'e gidip Şehzade'nin mezarının durumunu
gözlerimle görmeye karar verdim. Nice şehrinin
dışında ve ulaşılması hayli zor bir yerde olan
mezarlığa vardığımda ise nasıl büyük bir hayal
kırıklığı yaşayacağımı tahmin edemezdim.
Doğu Yakası Mezarlığı bir tepenin yamaçlarında
sekiler halinde düzenlenmiş mezarlık parselleri
şeklinde toplamda 2-3 futbol sahası genişliğinde
geniş bir araziydi. Mezarlığın bir yerinden
başlayarak yaptığım 1 saatlik bir koşuşturmadan
sonra işin içinden çıkamayacağımı, bu kadar büyük
bir alanda Mehmed Orhan Efendi'nin kabrini
bulamayacağımı anladım. Mezarlığın ana giriş kapısı
önündeki idare binasına gittim.
RUHSATI YOK BOŞALTTIK
-Ben, dedim, 1994 yılında vefat edip buraya gömülen
Osmanlı prensi Mehmed Orhan Efendi'nin mezarını
ziyaret edeceğim.
-Ah, Mehmed Orhan diye iç geçirdi görevli. Zayıf
İngilizcesiyle devam etti:
-Mezar yeri kullanma ruhsatı için gerekli para
yatırılmadığı için Nice Belediyesi onun mezarını
boşalttı...
Beynimden vurulmuşa döndüm.
-Nasıl yani, şimdi Mehmed Orhan Efendi'nin mezarı
boş mu? diye sordum. Peki, kemikleri nereye
götürüldü? diye ekledim endişeyle.
Sonradan adının Ahmed El Mahmoud olduğunu öğrendiğim
görevli şöyle dedi:
-Burada bir mezar yerinin kullanım ruhsatının
alınması ve bunun devam etmesi için belli bedellerin
ödenmesi gerekiyor. Bu meblağ mesela 6 yıl için 200
avro. 10, 20, 30 ve 50 yıl için ayrı tarifeler var.
Bu ücretler yıllarca ödenmeyince, yeni ölümler için
mezar yeri açmak amacıyla bu mezarlar belediye
tarafından boşaltılıyor. Sahibi çıkıp belediyeye
başvurmayan ve mezar yeri kullanım ruhsatı ücreti
ödenmeyen bu mezarlardaki kemikler de "ossuaire"
yani kemik çukuru denilen toplu mezarlara konuyor.
TOPLU MEZAR
Beynimin bir yeri söylenenlerin dehşet verici
manasını anlamayı reddediyordu. Bir anlayış
uyuşukluğu içinde,
-Bu yer nerede peki? dedim.
Görevli beni koridorun duvarında asılı büyük
mezarlık krokisinin önüne götürdü, gideceğim yeri
tarif etti. Tepeden aşağı kıvrıla kıvrıla giden ve
ziyaretçilerin genelde otomobilleriyle aştıkları
uzun yolda yürümeye başladım. İrili ufaklı haçlarla
ve heykellerle bezenmiş mezarlarla dolu sağlı sollu
parsellerin önünden geçerken ruhum iyice daraldı.
Sonunda 8-10 metre çapında, etrafı 1 metre
yüksekliğinde bir duvar formu verilmiş şimşirlerle
çevrili daire şeklinde bir alana eriştim. Şimşir
duvarın bir yerinde geçit veren açıklıktan içeri
adımımı attım. Zeminde 6-7 tane dikdörtgen şeklinde,
iki ucunda kaldırma halkaları olan demir kapaklar
yer alıyordu. Herhalde sahipsiz mezarlardan
çıkarılan kemikler bu kapaklar kaldırılarak çukura
atılıyordu. Kendi babamın kemikleri mezarından
çıkarılmış da bu çukura konulmuş gibi vicdan azabı
çekerek dairenin bir kenarına iliştim. Bir Fatiha ve
üç İhlas okuyup merhum Şehzadenin ruhuna bağışladım.
Tekrar Ahmed El Mahmoud'un ofisine girdim. Emin
olmak için,
-Mehmed Orhan Efendi'nin kemikleri gerçekten o
çukurda mı diye yineledim. O da üzüntüyle,
-Evet, diye tekrar etti, Mehmed Orhan şimdi orada...
11'inci parseldeki mezarından oraya nakledildi.
-Peki, dedim, yarım saat daha vaktim var. 1977'de
vefat eden Şehzade Mehmed Abdülaziz Efendi'nin kabri
hangi parselde acaba? Defterimi açıp Şehzade'nin
vefat tarihini ay ve günüyle söyledim: 19 Ocak 1977.
BUNUN VEBALİ KİMİN?
Ahmed el Mahmoud dolaptaki ciltli kayıt
defterlerinden 1977 yılına ait olanı çıkardı. İlgili
sayfada merhum Şehzade Mehmed Abdülaziz Efendi'nin
ismini buldu. Oradaki bazı bilgileri önündeki
bilgisayara girerek parselini belirledi ve yine
koridordaki haritadan bana yerini gösterdi. Yarım
saat içinde tepenin nerdeyse zirve noktasına gidip
gelmem ve şehre giden 88 numaralı otobüse yetişmem
lazımdı. İki tarafında yüksek servilerin yer aldığı
ortadaki merdivenli yoldan koşarak ilgili parsele
ulaşmaya çalıştım. Birbirine benzeyen birçok parsele
girip mezarları gözümle hızlıca taradım. Şansım
yaver gitmişti. Tepedeki bir parseldeki mezarlar
arasında, tam ortasında "Prince Abdul Aziz
1902-1977" yazan mezarı gördüm. Dualarımı okuyup
Şehzade Mehmed Abdülaziz Efendi'nin, burada yatan
diğer hanedan üyelerinin ve bütün Müslümanların
ruhlarına bağışladım.
Merhum Şehzade Mehmed Orhan Efendi örneğinde olduğu
gibi suçu sadece padişah torunu olmak olan 14
yaşında bir okul çocuğunu vatanından çıkarıp 50 yıl
sokmamanın vebali kimindir? Açtığımız denizaltı
metrosuna Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülhamid
Han'ın rüyası dedik, açacağımız köprüye Yavuz Sultan
Selim'in adını verdik, Osman Gazi'nin dedesi
Süleyman Şah'ın Suriye'deki türbesi için savaşı göze
aldık ama ne yazık ki torununun Nice'teki mezarına
sahip çıkamadık. Şu anda devletimizi yönetenlerin
Osmanlı sevgisini takdir ediyor. Ama unutmamalı ki
evlada yapılan bir iyilik babasına yapılmış sayılır.
Bu devleti 623 yıl yönetmiş bu kutlu hanedanın
torunlarına pasaport vermekten, bir iki törene davet
etmekten daha fazlasını yapmalıyız.
Nilhan Osmanoğlu Vatansever ve Y. Selim Osmanoğlu,
mezun oldukları İhlas Koleji'nde bulunmaktan
duydukları mutluluğu dile getirdi.
DEDEMİN SARAYINA MÜZE KARTLA GİREBİLİYORUM
Hayattaki 12 sultandan biri olan Nilhan Sultan: Bir
sultan olarak her an üzerinizde bir sorumluluk
hissediyorsunuz. Her sabah 650 yıllık hanedanlığın
ağırlığını taşıyarak uyanıyorsunuz...
Osmanlı padişahlarından Sultan II. Abdulhamid Han'ın
beşinci kuşaktan torunları olan Nilhan Osmanoğlu
Vatansever ve Yavuz Selim Osmanoğlu İhlas Koleji
Bahçelievler Kampüsü'nde düzenlenen bir söyleşiye
katıldı. Söyleşiyi Nilhan Sultan'ın eşi Mehmet
Behlül Vatansever, annesi Nuran Osmanoğlu, İhlas
Eğitim Kurumları Genel Müdürü Hami Koç, öğretmenler
ve büyük bir öğrenci topluluğu takip etti. Söyleşide
tarihçi-yazar İbrahim Pazan da Sultan II. Abdülhamid
ve hanedan soyuyla alakalı bilgiler verdi. Pazan,
Nilhan Sultan'ın şu anda hayatta olan 12 sultandan
biri olduğunu aynı zamanda Türkiye'de doğan ilk
sultan olduğunu söyledi. Pazan'dan sonra söz alan
Nilhan Sultan, bir sultan olarak nasıl
davranıyorsunuz, yaşantınızı nasıl etkiliyor
şeklindeki soru üzerine; "Her an üzerinizde bir
sorumluluk hissediyorsunuz. Her sabah 650 yıllık
hanedanlığın ağırlığını taşıyarak uyanıyorsunuz. Bu
yüzden konuşmalarıma, üslubuma her zaman dikkat
etmek zorundayım" dedi. Aynı soruya cevap veren
Yavuz Selim Efendi de zaman içinde bu durumun
maneviyatını anladığını ve o sorumlulukta hareket
ettiğini ifade etti. Bu durumla ilgili olarak
üniversitede çok zorluk çekmediğini anlatan Yavuz
Selim Osmanoğlu, yine de kimliğiyle çok ortaya
çıkmamaya çalıştığını söyledi. Öğrencilerden gelen
soruları içtenlikle cevaplayan Sultan, öğrencilere
Osmanlı torunu olduklarını asla unutmamaları
gerektiğini söyledi. Batının bize uymayan
taraflarını örnek almayın diyen Nilhan Sultan, gelen
başka bir soru üzerine, "Hanedanlık devam etseydi
bir günüm nasıl geçerdi? Herhalde yine aynı geçerdi
ama sarayın teamülleri farklılıkları olacaktır
elbette. Ama şimdi de aynı şuuru yaşıyorum." dedi.
Yine bir öğrencinin sormuş olduğu "Topkapı Sarayı'na
nasıl giriyorsunuz?" sorusuna cevap veren Nilhan
Sultan, "Müze kartımız var. Topkapı Sarayı'na müze
kartı ile giriyorum." dedi. Nilhan Sultan ayrıca
yapı ve karakter olarak da dedesi II.Abdülhamid
Han'a çok benzediğini de sözlerine ekledi.
Öğrencilerin sorularının bitiminin ardından Nilhan
Sultan ve Yavuz Selim Osmanoğlu'na çiçek takdim
edilirken, Nilhan Sultan'ın İhlas Koleji'ndeki
mezuniyet fotoğrafı da hediye edildi.

Türkiye Gazetesi, 08.12.2014
|
ASLANTEPE, GÖBEKLİTEPE VE SAFRANBOLU ZİNCİRE GİRDİ
Eylül ayı başında Anadolu Efes Tedarik Zinciri
Direktörü Gani Küçükkömürcü ve Efes Türkiye Kurumsal
İletişim Direktörü Can Karakaş'la Bilecik'e şerbetçi
otu hasatına giderken ilk sinyali İletişim Müdürü
Simge Balaban verdi:
- Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Birleşmiş
Milletler Kalkınma Programı (UNDP) işbirliği
çerçevesinde yürüttüğümüz "Gelecek
Turizmde-Sürdürülebilir Turizm Destek Fonu" projesi
kapsamında Malatya'daydık. Aslantepe Höyüğü, bu
kapsama alınabilir.
O an Malatya Double Tree by Hilton'un Genel Müdürü
Haluk Bilgili'nin heyecanını anımsadım:
- Aslantepe'yi Hilton'un dünya ağında tanıtacağız.
Derken kısa süre önce Anadolu Efes Genel Müdürü
Altuğ Aksoy'dan bir mektup geldi:
- Bu yıl 66 ilden gele 417 proje arasından fon
desteği almaya hak kazanan iller Şanlıurfa, Malatya
ve Karabük oldu.
Aksoy, projelerden ilkine dikkat çekti:
- Desteğe hak kazanan projelerden ilki Şanlıurfa
Ticaret ve Sanayi Odası tarafından Valilik ortaklığı
ile yürütülecek "Dünyanın En Eski Tapınağı
Göbeklitepe'de Taş İşçiliği" oldu. Projeyle,
dünyanın ilk tapınağı Göbeklitepe'de 12 bin yıl önce
başlamış taş işçiliğinin gelecek kuşaklara
aktarılması, bölgede nitelikli turist sayısının ve
turizm gelirinin artırılması amaçlanıyor. Bir "Taş
İşçiliği Atölyesi"nin kurulmasını hedefliyoruz.
Ardından ikinci projeye değindi:
- 'Malatya'nın Mirası Aslantepe" ile buradaki sosyal
ve kültürel potansiyeli harekete geçirecek yerel
kalkınma projesi planlandı. Proje ile tarihi
günümüzden 5 bin yıl öncesine dayanan Battalgazi
İlçesindeki arkeolojik yerleşim alanı olan Aslantepe
Höyüğü tanıtılıp geliştirilecek. Projeyi Aslantepe
Destekleme ve Geliştirme Derneği ile Battalgazi
Belediyesi hazırladı.
Sonra üçüncü proje üzerinde durdu:
- "Safranbolu Hatırası" da destek kapsamına girdi.
Safranbolu'yu ziyaret eden turistlerin hediyelik
eşya alma davranışı, beklentisi belirlenecek, yeni
tasarımların ortaya çıkarılmasına öncülük edilecek.
Karabük Üniversitesi ile Safranbolu Esnaf ve
Sanatkarlar Odası işbirliği çerçevesinde yürütülecek
projeyle hediyelik ürün çeşitliliği artırılacak,
yeni iş yaratılacak.
Aksoy'un mektubunu "5. Uluslararası Malatya Film
Festivali" için kente gittiğimde Haluk Bilgili ile
paylaştım, mutlu oldu:
- Bu bizim için çok güzel haber.
Otelin Satış Müdürü Fatih Günkent araya girdi:
- Malatya, kültür turizmi turlarının destinasyonları
arasında yok.
"Gelecek Turizmde" projesi Malatya'nın turlar
kapsamına alınmasını sağlar mı? Anadolu Efes,
Aslantepe kazısını yöneten Roma Lasepianza
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.
Marcella Frangipane'nın destek beklentisini de
karşılar mı?
Hürriyet, Yazı: Vahap Munyar, 08.12.2014
|
ANADOLU TOPRAKLARINDA YEŞERMİŞ VE YAYILMIŞ 16 İNANÇ
SİSTEMİ
Anadolu tüm
inanç sistemlerinin beşiği, geçiş güzergahı ve
sığınağı olarak dünyadaki en önemli bölge konumunda.
Ezidilerin komşu bir coğrafyada sırf inançları
yüzünden büyük bir zulüm gördükleri günümüzde,
Anadolu tarihine kazınmış ve kültürel mirasımız
olmuş 16 inanç sistemini sizler için derledik. İşte
o 16 inanış!
Anadolu bir dinler
beşiği. Dinlerin doğduğu, sığındığı, yayıldığı eşsiz
bir coğrafya. İlk inanışlardan Ezidilik'e kadar bir
çok inanç sistemine kucak açmış bu coğrafyada
yaşayan insanların tarih boyunca inanış biçimlerini
sizler için araştırdık... 13 bin yıl öncesine uzanan
bu gizemli yolculuğa çıkmaya hazır mısınız?
1.Dinlerin ve insanlığın beşiği Göbeklitepe:

Şanlıurfa'nın 15 Kilometre güneydoğusunda bulunan
Göbeklitepe'nin tarihi MÖ 11. yüzyıla dayanıyor.
Anadolu'daki bilinen ilk uygarlıkların MÖ 3000
civarında kurulduğunu düşünecek olursak, bölgedeki
son keşifler ışığında ulaşılan bu tarih, insanı
hayrete düşürmüyor değil...
Bu şaşırtıcılığının yanı sıra Göbeklitepe, şu ana
kadar keşfedilmiş insan eli ile inşa edilen ilk yapı
olarak kabul ediliyor. Göbeklitepe'de Doğal bir
tepenin üzerinde yer alan tapınağın çevresi düz
çizgiler halinde dizilmiş taşlarla sınırlandırılmış.
Tapınağın içindeki T biçimli sütunlarda, Anadolu'da
yaşadığına dair herhangi bir ize rastlanmayan bir
çok hayvan figürü yer alıyor. Bu durum da
Göbeklitepe'yi inşa edenlerin bu hayvanları görecek
kadar geniş bir bölgeye egemen olduğu yönündeki
tahminlere sebebiyet veriyor. Bazı sütunların
boyları 3 metreye ulaşmakla beraber, tapınakta yer
alan çizimlerin ise oldukça basit formlarda olduğunu
görmek mümkün. Dini bir merkez olan Göbeklitepe'de,
dikdörtgen şekilde iki büyük tapınak mevcut.
Tapınakların yanında yer alan çukurların adaklar
için açıldığı düşünülmekle beraber, Göbeklitepe'nin
tüm dinlerin ve inanış modellerinin çıkış noktası
olduğu da tahmin ediliyor.
2.Anadolu'nun mistik tanrıçası; Kibele:

Dünyada yaygın olarak bütün bölgelerde karşımıza
çıkan bir Ana Tanrıça inanışı vardır. Modern
zamanlarda bile "Doğa Ana" olarak anılarak karşımıza
çıkan bu küresel inancın temeli Anadolu topraklarına
dayanıyor. İlk Anadolu yerleşkeleri olan höyüklerde
tapılmaya başlanan bu tanrıça; çağlar boyunca
Hititler, Frigyalılar gibi Anadolu uygarlıklarının
yanı sıra Roma, Bizans gibi İmparatorluklar
sayesinde de günümüze kadar ulaşan bir etkiye
sahiptir. Göbeklitepe'nin hayvanlar ve tabiata
dayalı yapısının, Kibele inancının da temelini
attığı yönünde ipuçları verdiği düşünülüyor. Kökleri
Göbeklitepe'ye kadar uzanan Tanrıça Kibele'nin en
önemli özelliği tüm Anadolu ve çevre bölgelerde
tapılan tek ortak ilahi varlık olması. Kibele'nin;
Yunan mitolojisinde Artemis, Roma mitolojisinde ise
Diana olarak anılmış olduğu biliniyor. Kibele'nin
ruhunu barındırdığı düşünülen heykel ya da cisme
karşı ibadet, etrafına toplanan insanların yüzünü
ona dönmesi ve etrafında dönmesi şeklinde yapılırdı.
Anadolu'dan Balkanlar, Kafkasya, İran ve Arabistan
başta olmak üzere bir çok bölgeye yayılan bu ibadet
şekli büyük dinlerdeki bazı ibadet şekilleriyle
şaşırtıcı benzerlikler göstermiyor değil. Tartışmaya
açık bir şekilde Kıble ve Kibele tanımları
etimolojik açıdan aynı referansa dayanmakta olduğu
yönünde tahminler yürütülüyor.
Günümüz Türkçesinde
güneyi gösteren bir yön anlamında kullanılan
"Kıble", Arapça kökenli bir kelime ve
Arapçadaki karşılıklarından biri; Sıkıntılı bir
durumda yardım umularak başvurulan yer manasına
geliyor. Kıble kelimesinin ilk çağlarda yapılan
ticaret ve savaşlar yoluyla Anadolu'dan Arapçaya
geçen bir tanımlama olduğu tahmin ediliyor.
İslamiyet öncesi Arapların da tapınma modelleri
Kibele'ye yapılan ibadetlerle büyük benzerlikler
gösteriyor. Bir başka ilginç nokta da, Kibele'nin
simgesi olan ay, İslamiyet için de önemli bir
semboldür ve yine inanç ile doğrudan bağlantılıdır.
Ancak bu benzerliklerin kesin bir şekilde bağlantılı
olduğu yönünde henüz ispatlanmış bir sav bulunmuyor.
3.Hitit dini:

Hititler tarihte 1000 tanrılı devlet olarak
anılırlar. Hititlerin etkileşime açık inanç
sistemleri, onların hem Anadolu kökenli, hem de
Anadolu dışından bir çok dine kucak açmalarını
sağlıyordu. Hitit inanç sisteminde devletin ilk
dönemlerinde tanrılar küçük toprakların
koruyucularıydılar. Ancak devletin gücünün artması
ve Anadolu da bir imparatorluk haline gelmesinden
sonra tanrılar kendilerini sarayın ve devletin
bekçilerine dönüştüler. Hititlerin gözünde tanrıları
efendileriydi ve onlara hizmet etmek ve saygı duymak
bir zorunluluktu. Bir kaç tanrı ile başlayan Hitit
inanç sisteminin 1000 tanrılı bir dine dönüşmesi,
Hititlerin fetih stratejilerinin bir sonucudur.
Hititler topraklarını genişletmek istediklerinde,
sefer düzenleyecekleri bölgelerin tanrılarını
çalarak tapmaya başlarlardı. Bu durum, düşman
saflarının direncini kıran bir etki yaratırdı. Aynı
tanrıya tapan daha güçlü bir devletin egemenliğine
insanları boyun eğdirmek Hititler için savaştan çok
daha mantıklı bir çözüm yöntemiydi. İlk çok tanrılı
dinlerden birini oluşturan Hitit medeniyetinde
tanrılar olduğu gibi tanrıçalar ve çocuk tanrılar da
inancın bir parçasıydı. Önceleri sembollerle
özdeşleştirilen tanrıların, zaman içerisinde insan
formunda tasvir edilmeye başlanmış olması da, Hitit
dininin gelişen ve iletişime açık bir sistem
olduğunun en somut kanıtlarından olarak karşımıza
çıkıyor. Hitit inanç sisteminde dini bayramlar,
günah çıkartma yerine geçebilecek pişmanlık duaları
gibi, günümüzün en yaygın dinlerinde görülen ibadet
şekilleri mevcuttu. Bu sistemli inanç modelinin;
yüzyıllar boyunca Hitit İmparatorluğunun himayesinde
Anadolu'da etkileşimli bir din algısının
yerleşmesinde etkili olduğu, gelecek yüzyıllardaki
kozmopolit yapının temellerini attığı düşünülüyor.
4.Urartu dini:

Kökeni Asur medeniyetine kadar dayanan bir inanç
sistemine sahip olan Urartuların mitolojisinde 80'e
yakın çoğunluğu erkek olmak üzere tanrısal özelliğe
sahip varlık bulunmaktaydı. Urartuların kendi içine
daha kapanık tapınma modellerinin temelinde Akadlar,
Babiller, Sümerler ve Hititler gibi uygarlıkların
tapındığı tanrılar yattığı düşünülür. Urartular
bu tanrıları kendi dillerinde farklı adlarla anarak
tapındıkları bir inanç modeli kurmuşlardır. Kurban
kesme esasına dayalı bir ibadet sistemi olan
Urartular, kesilen kurbanların kanlarının başkent
Tuşpa'da toplanması için bir drenaj kanal sistemi
kurduğu da bilinmekte. Urartulardaki kurban geleneği
kendi çocuklarını kurban etmeye kadar varan, hatta
bu kurban etme ritüelinin nasıl yapılması
gerektiğini açıklayan tabletler yazılacak kadar
önemli bir ibadetti. Genelde kendileri ile
özdeşleştirilen hayvanların üstünde tasvir edilen
Urartu tanrı ve tanrıçalarının; evreni yönetmek, gök
olaylarına hükmetmek, güneşe hükmetmek, savaşlara
müdahale etmek gibi özellikleri olduğuna
inanırlardı.
5.Friglerin dini:

Büyük bir Anadolu medeniyeti olan Frigyalılar'ın
ana tanrıça Kibele'nin üstüne kurulmuş bir inanç
sistemleri vardı. "Kybele" olarak anılan ana
tanrıçaya benzer özellikler taşıyan "Matar" adında
bir tanrıçaya daha tapan Frigyalılar'ın bu
inanışları, modern İngilizcedeki "mother" yani anne
kelimesinin kökenini oluşturduğu düşünülüyor.
6.Lidyalıların dini:

Parayı bulan medeniyet olarak bilinen
Lidyalılar’ın, İyonlar’ın etkisi altında kalmış bir
inanç sistemleri vardı. Ana Tanrıça Kibele'yi bir
ilahi varlık olarak kabul eden Lidyalıların Uzun
saçlı rahiplerin hadım edildiği dinsel törenlerde,
çeşitli hediyelerini Kibele’ye sundukları
bıraktıkları eserlerden ortaya çıkartılan bulgular
arasında yer alır. Ayrıca Lidyalılar Zeus, Apollo
gibi Yunan tanrılarına da saygı gösteren iletişime
açık bir inanışa sahipti.
7.İyonların dini:

Yunan ve Roma mitolojisinin referansı olan
figürlerin temeli ilk kez MÖ 9. yüzyılda İyonyalı
destan şairi Homeros tarafından derlenerek
sistemleştirilmiş olması Anadolu'yu dinler tarihi
açısından önemli yapan bir başka nokta. İyonların
medeniyetinin ömrü belki çok uzun sürmedi ama
Homeros'un bir dine dönüştürdüğü mitoloji, Büyük
İskender'in önderliğinde Helen dünyasının dini
referans kaynağı olarak benimsendi. Balkanlardan,
Anadolu'ya, Arabistan'a, Mısır'a, İran'a ve hatta
Hindistan'a kadar yayılan bu inanç sistemi gittiği
her bölgede insanlara ulaştı. Bir anlamda İyonların
içine kapalı inanç modelleri küresel bir inanç
sistemine dönüşerek mirasını geleceğe taşıdı.
8.Pers ve Yunan Dünyasının dinleri:

Dünyadaki doğu-batı mücadelesinin temelini atan
Pers-Yunan savaşlarının arasında kalan Anadolu'nun,
savaşlar ve ticaret yolları üzerinden bu iki büyük
medeniyetin inanç sistemlerini de barındırdığı da
yadsınamaz. İki medeniyetin de işgal ordularıyla
birlikte getirdikleri dinlerinin, Anadolu'da
değişken bir inanç yapısının oluştuğu düşünülüyor.
Bölgede egemen olan gücün inancını benimseyen ya da
seferler sırasında Anadolu'ya gelip yerleşen
insanlar sayesinde Anadolu'nun bir dinler arenasına
dönmüş olması yadsınamaz.
9.Kommagene ve tanrılar dağı:

Bugün Nemrut dağı olarak bilinen bölgede
MÖ 1.
yüzyılda egemen olan Antiochos adlı bir kral, büyük
hedeflerle yeni bir din kurmak istemişti. Yunan ve
Perslerin dinini birleştirerek bu iki medeniyetin
arasında kalan bölge olan Anadolu'da herkesin
inanacağı bir inanç sistemi kurmak zaten ancak
Anadolu gibi bir coğrafyada hayal edilebilirdi.
Kutsal kabul edilen Nemrut Dağı'na bir tapınak alanı
kuran ve bugün turizmin gözbebeği heykeller yaptıran
Antiochos, kendisini tanrı ilan edecek kadar
idealine inanmıştı. Kısa bir dönem sürmesine rağmen,
bu melez din kendisine taraftarlar buldu ve bugün
karma inanç modelinin ilk inananlarının Anadolu
topraklarında yaşamış olduğunu biliyoruz.
10.Yahudilik:

Üç büyük dinden biri olan Yahudilik, Anadolu
topraklarına MÖ 4. yüzyılda gelmiş. Ünlü düşünür
Aristo'nun Anadolu'da yaşayan Yahudilerle görüş alış
verişinde bulunduğuna yönelik bulgular Yunan
kaynaklarında görülebiliyor. Anadolu'nun ilk
Yahudileri Milet, Foça, Bursa, Ankara gibi yerleşim
bölgelerinde inançlarını yaymışlar. Hatta Ankara
civarında bir bronz sütun üstünde Roma İmparatoru
Agustus'un Anadolu'daki Yahudilere tanıdığı haklar
bile yazılıdır. Yahudilerin Anadolu'ya ikinci büyük
yayılma dönemleri ise yüzyıllar sonra Osmanlı
Devleti'nin himayesinde gerçekleşmiş. Avrupa'da
kendilerine uygulanan baskı ve zulümden kaçan
Yahudilere, Osmanlı İmparatorluğu kucak açtığını ve
haklar tanınmış olduğunu hepimiz tarih
derslerimizden hatırlıyoruz. Bu dönemde 150.000'den
fazla Yahudinin Osmanlı'ya sığınarak Anadolu'ya
yayıldıkları düşünülüyor.
11.Roma dini:

Romalılar modern İngilizcedeki "religion" yani
din kelimesinin kökeni olan Latince "religare" ve
"religio" anlamına gelen "bağlanmak" adı altında,
İyonların kurduğu mitolojik temele dayanan bir inanç
sistemine sahipti. Anadolu'yu işgal ettiklerinde bu
inançlarını da beraberlerinde getirdiler. Aynı Yunan
ve Pers imparatorluklarının yaptığı gibi bölgenin
insanlarını etki altına aldılar. Ancak bölgenin
baskın dini karakterlerinin etkisi altında kalan
Romalılar, Kibele gibi kökeni Anadolu olan bir çok
yerel inanışa kucak açmak zorunda kaldılar ve bu
etkileşimli din modeli Mısır'da da uygulamak zorunda
kaldıkları bir sisteme dönüştü.
12.Hristiyanlık:

Anadolu hiç şüphesiz Hristiyanlık için çok önemli
bir bölgedir. İlk dönemlerinde Roma ve Yahudi
baskısı ile Kudüs çevresinde İsa'nın çarmıha
gerilmesiyle yok olma noktasına gelen Hristiyanlığın
temeli Anadolu'da atılmış olduğunu biliniyor. Aziz
Pavlus'un ilk yedi kiliseyi kurduğu Ege bölgesinde
yer alan Antik Efes, Yuhanna ve Hz. Meryem'e de ev
sahipliği yapmasıyla meşhur. Bunun yanı sıra
Kapadokya yine Hristiyanlar için önemli bir sığınak
görevi görmüş kutsal kabul edilen noktalardan biri .
Hatay bugün hala Hristiyanların hac ibadetleri için
geldiği bir bölgedir. Hepsinin yanı sıra modern
Hristiyanlık, Roma İmparatoru Konstantin'in
himayesinde İznik'te toplanan bir konsülde Roma'nın
resmi dini olarak kabul edildiğinden, bu dinin
gerçek temellerinin Anadolu'da atıldığını söylemek
yanlış olmaz. Bu konsülde, Yunan ve Roma
mitolojisindeki bir çok karakter Hristiyanlık
dininde barınacak şekilde simgeleştirilmiştir.
Bölgenin kozmopolit inanç yapısı bu şekilde bir
karar alınmasında önemli rol oynamıştır. Örnek
olarak mitolojik Zeus karakterinin tasviri modern
Hristiyanlık eserlerindeki Tanrı tasviri ile
aynıdır. En meşhur örneği Michalangelo'nun, Sistine
Şapeli'nde yer alan "Ademin yaratılışı" adlı
çizimidir. Bugün Anadolu'da Katolik ve
Protestanların yanı sıra Keldani, Süryani gibi
Hristiyanlık mezheplerine bağlı inananlar yaşamakta.
13.Müslümanlık:

Müslümanlık Anadolu'ya Arap ve Türkler'in
düzenledikleri seferler sayesinde gelmiş ve
yerleşmiş bir dindir. Özellikle 1071'de
Selçuklular'ın Malazgirt zaferi ile hızlı bir
şekilde Bizans topraklarında egemen olmaya başlayan
İslam dini için Anadolu, Osmanlı döneminde bir çok
inanışla barışık bir şekilde yayılışını sürdürmüş
olması açısından son derece önemli bir coğrafyadır.
İslam özellikle Osmanlı döneminde Anadolu'da
kültürel ve mimari açıdan yeniden şekillenmiştir.
Aya Sofya'nın fethi ile bildiğimiz anlamdaki Cami
mimarisinin temeli atılmıştır. Osmanlı'nın
sistematik yayılma politikası sayesinde
Balkanlardan, Karadeniz çevresine, Akdeniz'in tüm
kıyılarına ve tüm Avrupa'ya İslam'ın Anadolu
kültürüyle birlikte yayılmıştır. İslam dini diğer
dinler ve kültürlerle iletişime en etkin
şekilde Anadolu topraklarında geçmiştir. Bugün bazı
araştırmalara göre Anadolu'da yaşayan nüfusun
%90'dan fazlası Müslümandır. Sünni, Alevi ve Şii
gibi farklı mezhepler altında Müslümanlığa inanan
nüfusun bu büyük kesimi, Anadolu'daki inanç
sistemlerinin gelmiş geçmiş en homojen yapısını
oluşturmaktadır.
14.Şamanizm:

Türklerin Anadolu'ya sadece Müslümanlığı değil,
beraberlerinde, ilk çağlardan beri kültürlerinin
bir parçası olan Şamanizmin izlerini de taşımış
oldukları bilinir. Bugün Anadolu'da farkında olmadan
insanlar, şamanist kökenli ritüelleri yerine
getirmektedir. Kırklama, gidenin ardından su dökmek,
dilek ağacına çaput bağlamak, türbe ziyaretleri,
lahusadaki kadınların başına kırmızı kurdale takmak,
40 gün 40 gece düğün, 40'ı çıkması, çeşitli
sebeplerden dilek tutmak gibi bir çok ritüelin
şamanizm kökenli inanışlar olduğu düşünülmekte.
Bunun yanı sıra hayat ağacı olarak bilinen figürleri
taşıyan kilimler, nazar boncuğu gibi semboller de
yine Türklerin Anadolu'ya taşıdığı ve yüzyıllar
boyunca bu topraklarda barındırılmış bir inanç
sisteminin parçası olduğu dile getirilir. Özellikle
Osmanlı Devleti'nin ilk dönemlerinde, doğudan
getirilen Türkler'in oluşturduğu kalabalık Şamanist
obalar Anadoluda göçebe bir hayat sürmüş ve
inançlarını taşımışlardır. Popüler kültürde Ezel
Akay'ın çektiği "Hacıvat Karagöz Neden Öldürüldü?"
filminde, Karagöz karakterinin ve annesinin şamanist
olması şeklinde yansımaları görülebilen bu inanç
sistemi de Anadolu'daki kozmopolit inanç yapısının
farklı bir değeri olarak dikkat çeker.
15.Ezidilik:

Eezidiler; İslam sufiliğinin, Zerdüştlük ve Antik
Mezepotamya uygarlıklarının inanışlarının karması
bir inanışa sahiplerdir. Dördüncü Emevi Halifesi'nin
soyundan gelen Şeh Adi bin Musafir'ın temellerini
attığı bu dine inananlar, Kürt dilindeki Ezda ve
Xweda kelimelerinden türediği tahmin edilen Ezidi
adıyla anılır. Tanrının sadece yaratıcı rolünde
olduğu bu inanışta, Melek Tavus adında Tavuskuşu ile
simgelenen bir "düşmüş melek" ibadet için aracı
konumundadır. Melek Tavus, Tanrıya isyan etmiş ve
cezalandırılmış bir ilahi varlık olarak hem melek
hem de şeytan özellikleri taşımaktadır. Bu sebeple
Yezidilerin direkt şeytana taptıklarına yönelik de
bir yanlış inanış söz konusudur. Meshaf Reş ve Kitab
el Celve adında İki kutsal kitabı olan Ezidiler,
Anadolu'da Güneydoğu bölgesinde 1980'e kadar 20.000
civarında büyük bir nüfusla yer alıyorlardı. 12
Eylül döneminde gördükleri baskılardan Avrupa'ya
kaçan Ezidilerin bugün ancak 200 kişilik bir nüfusa
sahip olduğu düşünülüyor.
16.Diğer İnanışlar:

Çeşitli araştırmalara göre bugün Anadolu'da
yaşayanların 40.000 Budist, 728 Hindu inancına
sahip. Bunların büyük kısmı İstanbul, Ankara ve
İzmir gibi büyük şehirlerde yaşamakta. 2012 yılında
hazırlanan bir rapora göre de Anadolu
topraklarındaki nüfusun %2'si kendisini ateist
olarak tanımlıyor. Yine %2'lik bir çoğunluk
inançları konusunda kararsızken, 2010 yılında
yapılan bir araştırmaya göre ise Anadolu'da yaşayan
insanların %94'ü tek bir tanrının varlığına kesin
olarak inanmakta.
Dünya tarihi gibi dinler tarihi de Anadolu
toprakları olmaksızın asla bugünkü haliyle
anılamazdı. Çağlar boyunca, üzerinde yaşadığımız bu
coğrafyada kendine taraftarlar bulmuş bu inanışların
hepsi bizim kültürel mirasımızın bir parçasıdır.
Farkında olmadan sosyal hayatımızda yaptığımız, dile
getirdiğimiz, düşündüğümüz her şeyin içinde
hepsinden birer parça taşıyoruz. Bu inanışların
yarattığı kozmopolit kültürü gelecek nesillere de
taşımak üzerimize düşen önemli bir görev. Barışın
egemen olmasını dilediğimiz bu coğrafyada tüm
inanışlara hoşgörüyle bakmak, bölgedeki konumumuz
açısından son derece önem taşıyor, çünkü tüm dinlere
ev sahipliği yapmış bir coğrafyanın 80 milyon
nüfuslu yegane mirasçılarıyız.
Radikal, Haber: Oktay Volkan Alkaya, 08.12.2014
|
TARİHİ MİLLİ PARK ÜSTÜ YOL!

Çanakkale Boğaz Köprüsü planının açıklanmasının
ardından, Gelibolu Yarımadası’nda başlayan yol
çalışmalarının, Gelibolu Tarihi Milli Parkı’nın
içinden ve Sestos antik kentinin sınırlarından
geçtiği ortaya çıktı. Yol çalışmaları “Tarihi Milli
Park” tabelasının arkasında devam ediyor.
Tartışmalı Çanakkale Boğaz Köprüsü, geçtiğimiz
aylarda açıklanan 1/100.000 ölçekli plana girdi.
Köprünün Lapseki İlçesine bağlı Kocaveli Köyü ile
Gelibolu’ya bağlı Sütlüce Köyü arasında inşa
edileceği söyleniyor. Köprü planının ortaya
konmasının ardından tamamı sit alanı olan Gelibolu
Yarımadası’nda yol yapım çalışmaları hızlandı.
Bunlardan birisi olan Gelibolu Eceabat duble
yolu, Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Park’ının
içinden, Sestos Antik kentinin ise sit sınırlarından
geçiyor. Yolun tünel ağzı çalışmaları başlamış
durumda. “Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı”
tabelasının hemen arkasında devam eden tünel
çalışmalarının tarihi ve ekolojik dokuya zararı
olmaması olanaksız. Buna karşın Çanakkale Kültür
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Sestos (Akbaş)
Limanı, Kilye Koyu, Eceabat arasında 25 metre
genişliğindeki yol çalışmasına 19.06.2013 tarihinde
“uygundur” kararı verdi.
Bölgede kazı çalışmalarını yürüten Çanakkale 18
Mart Üniversitesi öğretim üyesi Doç.Dr. Reyhan
Körpe, antik çağda Yarımada ve Karadeniz’den
getirilen tahılların Sestos (Akbaş) Limanı’ndan
gemilere yüklendiğini ve Sestos’un, Gelibolu
Yarımadası’nın en önemli kentlerinden birisi
olduğunu söyledi. Sestos’ta yüzey çalışmalarına
devam eden Körpe’nin antik kentin sit sınırlarının
genişletilmesiyle ilgili bir projesi de bulunuyor.
Eğer antik kentin sınırları genişlerse, şu an yapımı
devam eden Gelibolu Eceabat duble yolu Sestos’un sit
sınırlarının içinde kalacak.
BÖLGENİN İMARA AÇILACAĞI ENDİŞESİ
Çanakkale Boğaz Köprüsü’nün Gelibolu çıkışında
yapılacağı göz önüne alındığında tarihi Gelibolu
Yarımadası Milli Park içinden geçen bu duble yola,
en azından boğaz köprüsü gerekçesiyle ihtiyaç
olmadığı görülüyor. Bu durumda en büyük endişe duble
yolun geçtiği güzergahın imara/ranta açılması olarak
ortaya çıkıyor. Öyle ki 3 bin 700 metre uzunluğunda
planlanan köprünün ayaklarının bulunduğu Lapseki ve
Gelibolu bölgeleri kentsel gelişim alanı ilan edildi
bile. Şehir Plancıları Odası Bursa Şubesi de,
böylesine büyük bir yol güzergahı ve bağlantı
yolları üzerinde ciddi bir yapılaşma baskısı meydana
geleceğini ifade etmişti.
UYGARLIKLARIN GEÇİŞ NOKTASI
1. ve 3. derece doğal, tarihi ve arkeolojik sit,
Milli Park gibi koruma statülerinin çakıştığı bir
yer olan Gelibolu Yarımadası, dünyanın en büyük
savaşlarından birisinin yaşandığı bir bölge.
Yarımada, Çanakkale Boğazının en dar yerinde
bulunması nedeniyle onlarca uygarlığın hep geçiş
noktası olmuş. MÖ 5. yüzyılın ortasinda Pers’ler
bogazin Anadolu yakasindaki Abidos’tan Sestos’a
yüzen gemileri birbirine bağlayarak, Çanakkale
Bogazı’na ilk köprüyü kurmuşlardı. Bu köprüden Pers
ordusunun Avrupa’ya geçmesi gibi, İskender’in
ordusunun buradan geçtiği biliniyor. Ayrıca Yunan
mitolojisinde Hero ile Leandros’un öyküleri de
boğazın karşılıklı iki kıyısındaki sonu acıklı biten
bir aşk öyküsünü anlatır.
Evrensel, Haber: Özer Akdemir, 08.12.2014
|
ŞİŞLİ'DE 100 YILLIK TARİHİ BİNA ÇÖKTÜ

Şişli
Kurtuluş’ta Akağalar Caddesi üzerinde bulunan
yaklaşık 100 yıllık tarihi bina çöktü. Binanın ön
cephesi, park halinde bulunan bir aracın üstüne
düştü.
Çökmenin etkisiyle aracın ön camlarında çatlaklar
oluşurken, aracın kaportası ise ezildi. Binanın ön
cephesinin koruma altına alınması ve çökme sırasında
cadde üzerinde kimsenin bulunmaması ise olası bir
faciayı önledi.
Olay yerine gelen zabıta ekipleri trafiği kontrol
altına aldıktan sonra belediye ekipleri, etrafa
saçılan moloz ve tahta parçalarını temizledi.
ARAÇ SAHİBİ OLAYA TEPKİ GÖSTERDİ
Olay yerine gelen araç sahibi binanın ön
cephesinin aracının üzerine çöktüğünü görünce tepki
gösterdi. Yeterli önlemlerin alınmadığını söyleyen
araç sahibi Hakan Aşkaya, ’’Bu bina üç seneden
beridir böyle duruyor. Bütün mahalle kaç kere ikaz
ettiler. Ama tarihi bina olduğu için hiçbir şey
yapılmadı. Tarihi binaysa hadi tamam araba önemli
değil, yapılır. Burada insanlar var. Çocuklar gelip
geçiyor. Bu tarihi bina diye böyle bekletilmesi mi
gerekiyor. Zaten yarısı dışarıdaydı” diye konuştu.
Mağdur olduğunu belirten Aşkaya, “Yaralı falan
yok ama bir şeyler yapılması için yaralı olması
gerekmiyor. Benim arabam gitti. Şimdi biz nereye
başvuracağız? Ne yapacağız? Tarihi bina bekleyelim
deniliyor. Tarihi binaysa insanların üstüne
yıkılması mı gerekiyor?’’ dedi.
Tutanak tutulmasının ardından araç sahibi aracını
binanın önünden alarak uzaklaşırken, bazı
vatandaşların da yaşananları evlerinin
pencerelerinden izlemesi dikkat çekti.
Akşam, 07.12.2014
|
BURASI DÜNYANIN EN ESKİ TATİL KÖYÜ

Seferihisar’ın
Sığacık Mahallesinin çehresi Seferihisar
Belediyesi’nin hazırladığı ve finansmanını İzmir
Büyükşehir Belediyesi’nin sağladığı projeyle
değişti. Bölgeyi kalkındırmak için başlatılan
projede yenileme ve düzenleme çalışmaları tamamlanan
500 yıllık 200 üzerindeki tarihi ev turizme
kazandırıldı. Seferihisar Belediye Başkanı Tunç
Soyer’in yeni hedefi tüm evleri kapsayacak ev
pansiyonculuğuyla, 600 yataklı dünyanın en eski
tatil köyünü Kaleiçi’nde oluşturarak, dünyayı farklı
bir turizm modeliyle tanıştırmak.
PROJE EĞİTİMLE BAŞLIYOR
Restorasyon çalışmasının ardından Yaşar
Üniversitesi ile yapılan protokolle Kaleiçi’nde
yaşayanları kapsayacak eğitim programı uygulanacak.
İlk etap 7-20 Aralık tarihleri arasında kayıtların
alınmasından sonra Ocak ayı içerisinde
gerçekleşecek. Ev pansiyonculuğu eğitimiyle misafir
karşılama, ağırlama, pansiyonculuk, güler yüz gibi
konularda sertifika verilecek. 2015 yılı itibariyle
eğitim programını tamamlayıp sertifika alan ev
sahipleri ev pansiyonculuğuna başlayacak.
KALEİÇİ DOKUSUNA UYGUN YENİLENDİ
Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer, çok
heyecanlı olduklarını söylediği projeyle ilgili
olarak şöyle konuştu: “Sığacık Kaleiçi dünyada
hayatın devam ettiği nadir kalelerden biri. Kanuni
Sultan Süleyman döneminde Rodos seferine hazırlık
olarak yaptırılmış. 500 yıldır içerisinde yaşamın
devam ettiği çok özel bir yer. İçerisinde bazıları
kale surları üzerine kurulmuş 284 ev var. Sığacık
Kalesi’ni kendine özgü yapısıyla birlikte yenilemeye
karar verdik ama tabi bu öyle kolay olmadı. Biz
göreve geldiğimiz 2009 yılında Kaleiçi
restorasyonunu yapmaya karar verdik. Kaleiçi’nin Sit
alanı olması nedeniyle içerisindeki evlerin
yıllardır bakım onarımı yapılamıyordu. Bunun için
öncelikle evlerin restorasyonu ile ilgili proje
hazırlayıp Anıtlar Kurulu’na başvurduk. Onayın
ardından İzmir Büyükşehir Belediyemizle birlikte
protokol yaptık. Büyükşehir Belediyemizin
finansmanıyla da hayalimizi gerçekleştirmeye
başladık. Büyükşehir Belediye Başkanımız Aziz
Kocaoğlu ve ekibine çok teşekkür ediyorum.”
ASIL PROJE BAŞLIYOR
Restorasyon çalışmasının tamamlanmasıyla birlikte
asıl hayal ettikleri projeye başlayacaklarını
belirten Başkan Soyer, şunları söyledi: “Şimdi bütün
çabamız burayı bir tatil köyü olarak pazarlamak.
Önce denenmemiş bir yöntemi deneyeceğiz. Belediye
olarak bu evlerin turizme kazandırılmasına öncülük
edeceğiz. Bu evlerin bir odasını turizme açmayı
hedefliyoruz. Yaşar Üniversitesi’yle bir eğitim
programı hazırladık. Ev sahiplerine istenen konfor
standartlarına ulaşılması için yapacakları yatırımda
rehberlik yapacağız, turizm hizmeti ile ilgili
eğitim programları uygulayacağız. Bunları da
Kaleiçi’ndeki ev sahipleriyle birlikte belediye
öncülüğünde yapacağız. Yavaş yavaş tüm evleri de
pansiyona dönüştürüp burayı bir tatil köyüne
dönüştürmek istiyoruz. Düşünsenize 500 yıllık bir
evin içerisinde uyandığınız bir tatil! Tamamen
organik ürünlerle hazırlanmış kahvaltı. Tarih kokan
sokaklar.”
İNSANLAR TATİLDE YENİ ŞEYLER KEŞFETMEK
İSTİYOR
Tüm dünyada her şey dahil sistemi ile sürdürülen
tatil anlayışından insanların uzaklaşmaya
başladığına işaret eden Başkan Soyer, sözlerini
şöyle sürdürdü: “Turizm artık sadece kitle turizmi
değil. İnsanlar artık gittikleri yerlerin
yemekleriyle, kültürüyle tanışmak istiyor. Ortaya
koyacağımız bu modelle birlikte elimizdeki büyük
hazine olan Sığacık’ı, Kaleiçi’ni tüm
zenginliklerimizi tüm dünyayla buluşturacağız. Diğer
önemsediğimiz şey Kaleiçi’nde yaşayan insanların
ekmeğini büyüterek, para kazandırmak olacak.”
AKADEMİSYENLER EĞİTİM VERECEK
Yaşar Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Murat Barkan
da yerel yönetim ve üniversite işbirliğinin olumlu
bir uygulama örneği olacak projeye akademik eğitim
destek sağlanacağını belirtti. Barkan, şunları
söyledi: “Özellikle turizm uzmanı akademisyenlerimiz
yerel halka bu konuda neler yapmaları gerektiğini
anlatacak. Dünyadaki ev pansiyonculuğu
uygulamalarından da örnek göstererek bu alanda
gelişmiş ülkelerden örnekler gösterecek, konaklamaya
gelecek turistlerin nasıl ağırlanması, ev pansiyonu
işletmeciliğinin nasıl yapılması gerektiğini
anlatacaklar. Seferihisar Belediyesi ile bilimsel
işbirliği projelerimizden biri olan bu uygulamayla
bölge turizminin daha da gelişeceğine inanıyorum.
Başkan Tunç Soyer’i girişimlerinden dolayı
kutluyorum.”
EĞİTİM İLK 40 EV SAHİBİNE
Seferihisar Belediyesi ve Yaşar Üniversitesi
tarafından açılacak eğitim programına katılmak
isteyen Kaleiçi ev sahiplerinin 7 Aralık Pazartesi
gününden itibaren Seferihisar Belediyesi Etüt Proje
Müdürlüğü’ne başvurmaları gerekecek. Başvuru
sahipleri sekiz günlük ücretsiz ilk etap eğitim
çalışmasına katılmaya hak kazanmış olacak.
KALEİÇİ RESTORASYONUNDA YAPILANLAR
Kale’de, tarihi dokunun algılanabilirliği
sağlandı. Proje kapsamında cephelerde niteliğini
kaybetmiş sıvaların onarımları gerçekleştirildi.
Bölgede bulunan Teos taşları cephede korunarak
restorasyon ilkeleri doğrultusunda temizlenerek gün
yüzüne çıkarıldı. Cephede bulunan malzemelerde derin
kırılma, kopma, eksilmenin olduğu yerlerde yenileme
yapıldı. Proje kapsamında bazı yerlerde onarım, bazı
yerlerde ise değişimlerle kapı, pencere, çatı ve
kepenklere müdahale edildi, elektrik ve su
bağlantıları yenilendi ve elektrik kabloları
yeraltına alınıp sokak aydınlatmaları direklerden
duvar apliklerine aktarıldı. Özgün haldeki
donanımlar, orijinaline uygun yenilendi. Yağmur
sularına önlem olarak açık kanal sistemiyle denize
deşarj sistemi yapıldı, yollara granit küp taş
döşendi.
Akşam, 07.12.2014
|
'ÇİNGENE KIZI'NA ZİYARETÇİ AKINI
Türkiye'nin az daha baraja kurban edeceği Zeugma
mozaikleri, şu anda dünyanın en çok merak edilen
kültür mirasları arasında. Özellikle Çingene Kızı
olarak anılan mozaik, büyük ilgi görüyor. 11 ayda
200 bin kişi mozaikleri görmeye gitti.

Zeugma mozaikleri tüm dünyanın ilgisini çekiyor.
Türkiye 'nin bir dönem baraj hoyratlığına az
daha kurban edeceği, yurtdışına çıkarılırken son
anda engellenen Zeugma mozaiklerini görmeye her yıl
onbinlerce kişi gidiyor.
Özellikle Zeugma antik
kentinde yapılan kazı
çalışmalarında ortaya çıkarılan ve 'Çingene Kızı'
olarak adlandırılan mozaik, yerli ve yabancı
turistlerin uğrak mekanı haline geldi. Zeugma Mozaik
Müzesi, açıldığı 2011'den bu yana toplam 600 bini
aşkın kişi tarafından ziyaret edilirken, bu yılın 11
ayında bu sayı 200 bine ulaşarak rekor kırdı.
Dünyanın en büyük mozaik müzesi unvanını Tunus
Bardo Müzesi'nden devralan ve saç örgüleri, çıkık
elmacık kemikleri nedeniyle "Çingene kızı" diye
adlandırılan mozaiğin de sergilendiği Zeugma Mozaik
Müzesi, 25 bini kapalı olmak üzere 30 bin
metrekarelik alanda kurulu.

KENTİN SİMGESİ OLDU
Önceki yıl "Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat
Büyük Ödülü"ne layık görülen müzede Çingene Kızı,
Mars heykeli, Roma dönemine ait çeşmeler ve Fırat
Nehri kenarındaki villalarda bulunan mozaikler
sergileniyor. Kısa sürede kentin simgesi haline
gelen müzenin ziyaretçi sayısı da her geçen gün
artıyor. Açıldığı günden beri ağırladığı ziyaretçi
sayısı 610 bine ulaşan müze, 179 bin 193 kişiyle en
çok geçen yıl ziyaret edildi. Bu yıl geride kalan 11
ayda ise 198 bin 317 kişinin uğradığı müze, şimdiden
en çok ziyaretçi sayısına ulaştı.
ZİYARETÇİ SAYISI BİR MİLYONA ULAŞACAK
Gaziantep Müze Müdür Yardımcısı Emine Öztürk,
Zeugma Mozaik Müzesi'nin sergilenen 2 bin 464
metrekare mozaikle dünya çapında üne ulaştığını
söyledi. Müzenin kent turizmine katkısına değinen
Öztürk, Gaziantep'in simgesi haline dönüşen müzenin
kente gelen turistlerin büyük bölümü tarafından
ziyaret ettiğini dile getirdi. Müzenin her geçen gün
daha fazla bilinir hale geldiğine işaret eden
Öztürk, "Gelecek yıllarda yeni rekorlar kırılacağını
düşünüyorum. En kısa sürede 1 milyon ziyaretçi
rakamını da göreceğimizi umuyorum" dedi.

'ÇİNGENE KIZI' İÇİN ÖZEL ALAN
Müzede, Zeugma antik
kentinde 1998'deki
kazılarda ortaya çıkarılan ve saç örgüleri, çıkık
elmacık kemikleri nedeniyle "Çingene Kızı" olarak
adlandırılan mozaik, en ilgi çeken eserler arasında
yer alıyor. Müzenin sembolü haline gelen mozaik,
hangi açıdan bakılırsa bakılsın ziyaretçiye
bakıyormuş izlenimi vermesiyle dikkati çekiyor.
Diğer mozaiklerden ayrı karanlık bir odada
ziyaretçilerin beğenisine sunulan Çingene Kızına,
labirenti andıran karanlık koridorlar aşılarak
ulaşılabiliyor. Özel aydınlatma sayesinde direkt
ilgiyi çeken Çingene Kızı, bu sayede daha gizemli
bir havaya bürünüyor.
Radikal, 07.12.2014
|
FABRİKADAN MÜZEYE

Hani hep diyoruz ya zaman
değişim, dönüşüm zamanı. Bazen en yakınımızdakilere
bazen de kendimize ve yaptıklarımıza inanamıyoruz.
Günümüze ayak uydurmaya çalışırken, kendimizdeki ve
etrafımızdaki değişimlere tanıklık etmemek mümkün
değil. Değişim dönüşümü, dönüşüm de birçok farklı
değeri hayatımıza dahil ediyor. Günlük yaşamda
kullandığımız pet şişelerden tutun da, giysiler,
arabalar, cam ve teneke ürünler gibi birçok nesne
geri dönüşümle tekrar hayata kazandırılıyor. Bazı
yapılar, binalar ve kültürel değerler de bu
devrimden payını alıyor. İlk olarak İngiltere'de
ortaya çıkan ve anında Batı Avrupa ülkeleri ve
Amerika tarafından takip edilen endüstriyel devrim,
18 ve 19. yüzyıllar arasında, kentsel ve kırsal
yaşam alanlarında sosyal bir bomba etkisi yarattı.
Nasıl mı? Tarımdaki gelişmeler bu sektördeki nüfus
ihtiyacını azaltarak, bu nüfusun kentlere göç
etmesine neden oldu. Böylece kent sanayisinde hazır
işgücü oluştu. Yaşam düzeyi yükseldi. Eskiden lüks
sayılan şeker, kahve, çay gibi mallar artık orta
sınıf ve alt sınıflar için doğal bir gereksinim
olmaya başladı. Bu da dolaylı olarak tüketim malı
talebini arttırdı. Böylece makineler dolayısıyla da
fabrikalar hayatımıza girmiş oldu.
LİSTEDEKİ YEDİ MÜZE
O dönemde insanlara işgücü sağlayan, milyonlarca
insanın hayatını bir çırpıda değiştirmesine neden
olan o fabrikaların birçoğu faaliyetini durdurmuş
olsa da sanatsever bireyler, büyük şirketler ya da
devlet desteğiyle artık günümüzde müze olarak hayat
buluyor. Fabrikadan müzeye dönüşmüş, dünyada
görülmesi gereken yedi müze listesine girmeyi
başaranlar arasında, Türkiye'den Santralistanbul da
yer alıyor. 1914'ten 1980'lere kadar kente elektrik
sağlayan Silahtarağa Elektrik Santrali, türbin ve
kazanlarının yıpranması sonucu ve Haliç'i kirlettiği
için 1983'te kapatıldı. 2004 yılında Bilgi
Üniversitesi'ne devredilen bina, 2007'de
Santralİstanbul projesiyle bir çağdaş sanatlar
müzesi, kültür ve eğitim merkezine dönüştü. Gelin
listenin devamına bir göz atalım:
- CaxiaForum, Barselona: 1911'de tekstil
fabrikası olarak inşa edilen ve daha sonra polis
merkezi olarak faaliyet gösteren bina şu anda sanat
galerisi olarak karşımıza çıkıyor.
- Centrale Montemartini, Roma: 400 yıl önce
inşa edilen bina öncelikle müze olarak kullanıldı.
1890-1930 yılları arasında enerji fabrikası olarak
faaliyete geçti. Daha sonra 400 kadar tarihi Roma
heykeline ev sahipliği yapan bir müze haline geldi.
- Dia Beacon: New York'un biraz dışında
Hudson nehri kıyısında, 1929 yılında bisküvi kutusu
fabrikası olarak inşaa edilen bu bina, günümüzde
1960'lardan bu yana Amerikan sanat eserlerine ev
sahipliği yapmakta.
- Çağdaş Sanatlar Müzesi, Massachusetts: 1860
yılında baskı fabrikası olarak kuruldu. 1900'lerin
başında elektronik parçalar üreten bir fabrika
haline geldi. 1990'lardan itibaren ise dünyanın en
büyük çağdaş sanatlar müzesi olma ünvanını aldı.
- Mattress Factory Sanat Müzesi, Pittsburgh:
1975 yılında sanatçı Barbara Luderowski tarafından
kurulan bu yatak fabrikası günümüzde kendi
sanatçılarına kalacak yer sağlamakla birlikte,
çeşitli sanat kursları ve özgün sergilerle hayat
buluyor.
- Tate Modern, Londra: 1947 ve 1963 yılları
arasında iki kademede inşaa edilen bu bina ilk
olarak elektrik santrali olarak faaliyete geçti.
1995 senesinde Herzog & de Meuron tarafından modern
sanat müzesine dönüştürüldü. Bugün yılda 4.7 milyon
ziyaretçi ağırlayarak dünyanın en çok ziyaret edilen
müzesi ünvanına sahip.
Kocaeli'deki kağıt müzesi
Henüz listeye girememiş olsa da Kocaeli'de, 1934
yılında İsmet İnönü ve Celal Bayar önderliğinde
kurulan kağıt fabrikasından bahsetmeden geçmek
istemiyorum. 2015 yılında Avrupa'nın en büyük kağıt
müzesi olmaya aday olan bu kompleks, aynı zamanda
film platosu olarak da hizmet vermeye başlıyor. Dizi
takipçilerinin yakından tanıdığı ve soluksuz takip
ettiği, bir dönemin fenomeni Lost adlı
dizinin yönetmenin de içinde bulunacağı yeni bir
dizi projesine ev sahipliği yapacak olan fabrikayı,
yakın zamanda dünyada ziyaret edilmesi gereken
müzeler listesinde görürseniz şaşırmayın.
Sabah, 06.12.2014
|
KLASİK RESİMLER GÜN YÜZÜNE ÇIKIYOR

Türkiye'de resme, sanata,
hatta ve antikaya ilgi her geçen gün artıyor.
Müzayedelerde rekor üstüne rekorlar kırılıyor ve
artık sanat medyada daha fazla yer alıyor.
Önümüzdeki iki hafta boyunca İstanbul iki önemli
müzayedede yüzlerce önemli klasik eserin satışına ev
sahipliği yapacak. Bunlardan biri 14 Aralık'ta
Shangari-La Bosphorus Otel'de gerçekleşecek olan
Antik A.Ş'nin Türk Resminin Usta Sanatçıları
müzayedesi. Üç güne yayılan bir diğer önemli
müzayede ise ünlü antikacı Duran Tantekin'in
ağırlıklı olarak Osmanlı ressamları ve
oryantalistlerinin eserleri, oryantalist konulu
antik tablolar, hatlar ve 18-19. yüzyıl
mobilyalarından oluşan koleksiyonu müzayedeye
çıkacak. Beyaz Müzayede tarafından düzenlenecek olan
ve Tantekin'in ailesi tarafından gerçekleştirilen
müzayede 13 Aralık, A6 Aralık ve 18 Aralık
tarihlerinde Zorlu Center'da gerçekleşecek.
NELER VAR?
Antik A.Ş. tarafından gerçekleştirilecek olan
müzayedede Türk resim tarihinin en değerli
sanatçılarına ait başyapıt eserler yer alacak. Şeker
Ahmet Paşa, Halil Paşa, Hoca Ali Rıza, Sami Yetik,
Şevket Dağ, Nazmi Ziya, İbrahim Çallı, Hikmet Onat,
Vecih Bereketoğlu, Şefik Bursalı, Cemal Tollu, Neşet
Günal, Nejad Melih Devrim gibi Türk resim tarihine
damgasını vurmuş sanatçıların işleri yer alıyor.
Müzayedenin öne çıkan eserleri arasında İbrahim
Çallı'nın Avluda Oturanlar isimli eseri yer
alıyor. Eserin muammen bedeli tam 1 milyon 700 bin
lira. İbrahim Çallı ve sanat tarihi kitaplarında yer
almış eserler arasında Manolyalar, Sahilde
Kadınlar, Mevleviler, Asker ve
Ada'da Gezinti gibi tablolar da yer alıyor.
Müzayedede 15 tablodan oluşan özel bir
oryantalistler koleksiyonu da satışa sunulacak.
Fausto Zonaro, Leonardo De Mango, Prieur Bardin,
Fabius Brest ve Presiozi imzalı İstanbul konulu
peyzajlar batılı sanatçıların gözünden İstanbul
belgeselini günümüzü taşıyor.
ANTİKACININ EVİ SATIŞTA
Beyaz Müzayede Yönetim Kurulu Başkanı Aziz Karadeniz
Duran Tantekin'in satışa çıkacak koleksiyonu için
"Türkiye'de daha önce önemli koleksiyonerlerin
koleksiyonu satıldı, ancak ünlü bir antikacının
'House Sale'i (Ev Satışı) ilk defa yapılıyor. Bu
yönüyle, bu müzayede Türk Sanat Tarihi ve
Müzayedeciliği açısından da çok önemli bir
müzayededir." diyor.
Sabah, 06.12.2014
|
KABA HALİL MEDRESESİ RESTORE EDİLİYOR

İstanbul Büyükşehir
Belediyesi, Fatih'teki Kaba Halil Medresesi'ni
restore ediyor. İstanbul Kadılığı ve Anadolu
Kazaskerliği görevlerinde bulunan Halil Efendi
tarafından yaptırılan tarihi medrese, İstanbul
Karagümrük Atik Ali Paşa Mahallesi'nde Hasan Fehmi
Paşa Caddesi ile Saray Ağası Caddesi'nin köşesinde
1754-1767 tarihlerinde inşa edildi. Avlu kapısı
oldukça etkileyici olan medresenin kitabesi ise
günümüze ulaşamadı. Girişi dikdörtgen bir avluya
açılan tarihi yapının avlusuna merdivenle
ulaşılıyor. Kagir medrese hücreleri ve dershane
avlunun etrafında sıralanıyor. Avluda ayrıca
kabirler bulunuyor. 2007 yılında proje ihalesi
yapılarak rölöve, restitüsyon ve restorasyon
projeleri hazırlanan tarihi yapı, Vakıflar Genel
Müdürlüğü'ne tahsis edildi. İstanbul Büyükşehir
Belediyesi, tarihi yapıyı restore ederek, kullanıma
açacak.
|
SURDİBİNE YERALTI OTOPARKI

İstanbul Ayvansaray'da tarihi Tokludede
Mahallesi'nde 5366 sayılı 'yenileme yasası'
kapsamında uygulanan Altınboynuz İnşaat'ın projesi,
inşaat sona yaklaşırken revize edildi. Şirketin
talebi üzerine Fatih Belediyesi Etüd Proje
Müdürlüğü'nün proje tadilatını içeren teklifi dün
Fatih Belediye Meclisi'nde oyçokluğuyla kabul
edildi.
İstanbul 2 No'lu Koruma Kurulu'nun 21 Ekim'de
onayladığı proje tadilatına göre, UNESCO dünya miras
listesindeki kara surlarının dibine bir de yeraltı
otoparkı yapılacak. Koruma Kurulu, yeraltı
otoparkına yönelik uygulamanın, Arkeoloji Müzesi
denetiminde yapılacak kazının sonuçlarının kurula
bildirilmesinden sonra değerlendirileceğine karar
verdi. Daha önce Altınboynuz şirketi tarafından
müzeden habersiz kaçak kazı yapılmış, geçen yıl sur
dibinde tonozlu bir arkeolojik yapı kepçelerle
parçalanmıştı.
Proje tadilatına ilişkin Fatih Belediye
Meclisi'ndeki oylamada CHP grubu ret oyu verdi. CHP
Grup Başkanvekili Soner Özimer, “Tarihi eserleriyle
ünlü olan Tokludede'de kat seviyeleri ve yapı
yoğunluğu oldukça yüksek bir proje uygulanıyor.
Projedeki yapıların saçak seviyeleri UNESCO'nun
koruma altına aldığı surları ve tarihi Rum
Kilisesi'nin saçak seviyesini geçmiş durumda.
Surların dibine yeraltı otoparkı yapmak Fatih'in
kalbine hançer saplamaktır” dedi.

Projede neler var?
Osmanlı-Türk mimarisine ait ahşap evlerden oluşan
Tokludede Mahallesi 2006'da 5366 sayılı yasa
kapsamında 'yenileme alanı' ilan edildi. Proje
alanındaki tescilli evler kepçelerle yıkıldı.
Projeyle birlikte Kuyu Sokak boyunca yükseklikleri 4
katı bulan bitişik nizam bir yapılaşma başladı, bu
bloklara otel fonksiyonu verildi. Bu sokakta sosyal
kültürel tesis ve kat otoparkı da yer alacak.
Ayvansaray Caddesi'ne bakan surların hemen
bitişiğine ise 'konut ve dükkanlar' inşa ediliyor.
Bizans döneminde şapel olan sonradan mescide
dönüştürülen Toklu Dede Mescidi ise proje kapsamında
'ihya' edilecek.
Birgün, Haber: Olgu Kundakçı, 06.12.2014
|
DEMİR KİLİSE YILBAŞINDA AÇILACAK

Dünya'nın tamamen
demirden yapılan tek kilisesi olan Fatih Balat'taki
Sveti Stefan Bulgar kilisesinin restorasyonu
tamamlanıyor. Ocak 2015'te ibadete açılması
planlanan tarihi kilise, yenilenmiş haliyle hizmet
verecek. Restorasyon çalışmaları, 2011 yılında
İstanbul'daki Bulgar Vakfı Başkanı Vasil Liaze'nin
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Başbakanlığı
döneminde yaptığı görüşmede talepte bulunması
üzerine başlatılmıştı. 3 yılda tamamlanan kilisenin
restorasyonu için 3 milyon lira harcandı.
GEMİLERLE GETİRİLDİ
Bulgar kilisesi 3 Mart 1878'de imzalanan Ayastefanos
Antlaşması ile özerk Bulgar Prensliği'nin isteği ve
Bulgar hükümetinin finansıyla 1898 yılında inşa
edildi. İstanbul'a Tuna Nehri üzerinden Karadeniz'e
gemilerle getirilen parçaların montajı yapıldıktan
sonra 8 Eylül 1898'de Eksarh I.Yosif'in kutsamasıyla
ibadete açıldı.
Sabah, 06.12.2014
|
FRANSA'DA PRANGAYA VURULARAK GÖMÜLMÜŞ İSKELETLER
BULUNDU

Fransa'nın güneyindeki Saintes kentinde, bir
zamanlar gladyatörlerle vahşi hayvanlar
arasındaki mücadelelere sahne olan amfitiyatro
yakınlarında yapılan kazıda, Roma döneminde
yaşadığı sanılan yüzlerce iskelet bulundu.
Birinci veya ikinci yüzyılda yaşadıkları tahmin
edilen bu iskeletlerden beşinin ise boyunlarında ve
bileklerinde prangalarla gömüldüğü tespit edildi.
İskeletlerden dördünün yetişkin, birinin ise bir
çocuğa ait olduğu anlaşılıyor.

Arkeologların yaklaşık bir yıl önce keşfettiği
kazı alanının Roma dönemine ait bir toplu mezarlık
olduğu düşünülüyor.

Hürriyet, 05.12.2014
|
KLASİK TÜRK RESMİ BAŞYAPITLAR KOLEKSİYONU SERGİSİ

Bali Art Gallery, Çağdaş Türk resim tarihinin
köklerini ve erken dönem gelişimini ele alan ve
birçok üstadın eserlerini bugüne kadar ilk defa bu
derece zengin bir koleksiyonda bir arada
sergileyerek kültür hayatımızın önemli bir armağanı
haline getiren bir sergi açıyor.
Cumhuriyet dönemine geçişin ve son dönem Osmanlı
hayatının resim sanatımızdaki yansımalarının genişçe
yer aldığı sergide ayrıca Osmanlı ferman (feraşet
fermanları) ve hilyeleri ile bir önceki dönem de
anılıyor.
“Klasik Türk Resmi, Başyapıtlar Koleksiyonu” adlı
sergide, resim sanatımızın ilgi odakları arasında
her zaman ön planda yer almış olan ressamların
eserlerine ağırlıklı bir yer ayrılmış.
Başta Halil Paşa (1857-1939) olmak üzere,
Hüseyin Zekai Paşa (1860-1919),
Hoca Ali Rıza (1858-1930),
Nazmi Ziya (1881-1937),
Feyhaman Duran (1886-1970),
Hikmet Onat (1882-1977)
gibi Cumhuriyet öncesi dönemle Cumhuriyet kuşakları
arasında köprü görevi üstlenmiş sanatçılar, geçiş
döneminin üstat düzeyindeki isimleri olarak sergide
yerlerini alıyorlar ve sonraki dönemlerin
sanatçılarıyla üslup ve ifade bağlantılarına, bir
anlamda ışık tutmuş oluyorlar.”
Sergide onyıllardır özel bir koleksiyonun
mahremiyetinde gözlerden ırak kalmış olan ve birçok
bakımdan şaşırtıcı ve etkileyici çok sayıda eser
sanatseverlere sunuluyor.
Prof Dr. Kaya Özsezgin: “Paris 'teki sanat
eğitiminden 1888'de İstanbul'a dönüşünden sonra,
Çengelköy'deki yalısının bahçesine yaptırdığı camlı
köşkten izlediği Boğaz manzaralarının etkisiyle
şiirli bir doğa atmosferini resimlerine taşıdığı
dönemin eseri olduğu kanısını güçlendiren yumuşak
etkili sonbahar peyzajı, belki de serginin en dikkat
çekici yapıtları arasındadır. Aynı doğa tutkusuna,
onu bir kuşak arayla izleyen Hikmet Onat'a ait iki
ayrı peyzajda da tanık olmaktayız” derken, serginin
bu etkileyici atmosferinden haberdar ediyor bizleri
ve kendi geçmişimizden yüzümüzü okşayan bir bahar
meltemini hissettiriyor.
Sergide 1880’lerin, 1900’lerin İstanbulu
canlanıyor; ve yapıları, insanları, tabiat
güzellikleri ile izleyenleri sımsıcak sarıp
sarmalıyor. Hüseyin Zekai Paşa’nın Salacak
sırtlarından Boğaz’a ve İstanbul’a bakan tablosunda
ise, yalnızca Boğazdaki köhnemiş konakların meyus ve
hüzünlü kocamışlıklarını değil, aynı zamanda o günün
İstanbul’unun 10 milyon ton kapasiteli limanına yük
boşaltmak için sıra bekleyen buharlı gemileri de
görüyoruz.
100 yıl öncesinin üstadları, bize sadece
“empresyonizm” gibi Batı Resim Akımlarının bize özgü
örneklerini vermiyor, derin ve zengin sesli, çok
renkli ve muhteşem ninniler ve şarkılarla unutulmuş
geçmişimizi kollektif hafızamızda yeniden ve güçlü
bir şekilde canlandırıyorlar. Bütün bu eserlerin
birarada olması da işte bu nedenle gerçekten çok
mühim bir kültürel ve sanatsal.
Bali Müzayede Salonu'ndaki nadide eserlerle yüklü
bu çok nadir sergi, 09 Aralık - 26 Aralık tarihleri
arasında gezilebilir.
Akşam, 05.12.2014
|
TARİHİN ÜSTÜNE TÜTÜN EKTİLER

Tokat’ın Erbaa İlçesi’nde birinci derecede
arkeolojik sit alanı olarak ilan edilen ve Hatti
Uygarlığı’na ev sahipliği yaptığı öne sürülen
Horoztepe Höyüğü’nün üzerindeki alana tütün ekildi.
Alanda önümüzdeki yıl kazı çalışmaları başlatılacak.
Erbaa’nın doğu bölgesinde bulunan ve
MÖ 2500-
1700 yıllarında Anadolu’da yaşayan Hatti
Uygarlığı’na ev sahipliği yaptığı öne sürülen
Horoztepe Höyüğü’nün üzeri, zamanla toprakla örtülüp
tepe biçimine geldi. Rakımı 325 metre olan höyükte
ilk kazı çalışması 1940 yılında yapıldı. Yapılan bu
kazıda Hitit ve Frig dönemlerine ait birçok eşya
bulundu. Ayrıca bölgede Çorum Alacahöyük tipinde bir
özellik gösterdiği belirlendi. Ancak daha sonra
burada yapılan çalışmalara ara verildi.
İlçede birkaç yıl önce hayatını kaybeden Yusuf
Şerbetçi’ye ait olan ancak daha sonra mirasçılarına
kalan 28 dönümlük arazi 1996 yılında birinci
derecede arkeolojik sit alanı olarak ilan edildi.
Ancak alanda herhangi bir kazı çalışması
başlatılamayınca, sahipleri tarafından arazinin
üzeri dönüm dönüm 5 aileye kiralandı. Kiralanan
araziye tütün ekildi. Görenlerin dikkatini çektiği
alanda Almanya’dan önümüzdeki günlerde gelecek olan
bir ekibin fizibilite çalışması başlatacağı ve
verecekleri rapor sonrası kazı başlatılacağı
bildirildi.
‘ALTINDAN TARİH FIŞKIRIYOR’
Bölgeyi ziyaret eten Erbaa Belediye Başkanı
Hüseyin Yıldırım, Horoztepe Höyüğü’nün tarihinin
MÖ 2700 yılına kadar dayandığını belirterek,
“Tokat’a baktığınızda Sebastapolis, Komana antik
kenti gibi yerler var. Buna bağlı olarak Erbaa’mızda
dünyada sayılı höyüklerden, Çorum’daki höyükten daha
büyük olduğu iddia edilen bir höyük var. Hatti
Uygarlığına ait yaşamlar var. Tabi şu anda üzerinde
tarım uygulanıyor ama altından tarih fışkırıyor.
1940′lı yıllarda ilk defa Çorum’da kazı yapan ekibin
gelerek burada başlatmış olduğu kazılar sayesinde
çıkarılmış, bugün Türkiye’de ve dünyada ses getiren
eserler burada bulundu. Ama o tarihten bugüne kadar
ciddi bir çalışma yapılmadı. sit alanı olarak
değerlendirildi fakat Türkiye’nin acı gerçeği tarihi
eser kaçakçıları buraları da tahrip etti” dedi.
Belediye olarak buraya yeniden ivme kazandırmak
istediklerini belirten Başkan Yıldırım, “Buranın
ortaya çıkarılması ile ilgili çalışma yürütüyoruz.
Bununla ilgili kaynaklarımızı ayırdık ve şu anda
Almanya Hamburg Üniversitesinden bir ekip gelerek
burada fizibilite çalışması yapıp dosya
hazırlayacak. Bizde bu dosyayı bakanlar kuruluna
sunup bir kazı izni alıp çalışma başlatacağız.
Burası hala şahıslara aittir. Burada sit alanı ilan
edilmiş. Üzerinde yapılaşma yapılmadı ama, tarla
olarak ekim yapılıyor’ diye konuştu.
HATTİ UYGARLIĞI
Hatti, MÖ 2500- 1700 yıllarında Anadolu’da
yaşamış bir uygarlık olarak biliniyor. İlk defa
Mezopotamya yazılı kaynaklarında Akkad sülalesi
döneminde (MÖ 2350-2150) kullanılan bu adlandırma,
MÖ 7′nci Yüzyıl Asur yıllıklarında görüldüğü
üzere, MÖ 630 tarihlerine değin süregelmiştir.
Böylece Anadolu en az 1500 yıl boyunca Hatti Ülkesi
olarak tanınmıştır. Bazı arkeolojik bulgular
Hatti’lerin sonrasında gelen Hititler ile aynı
ırktan olduğu varsayımında bulunmaktadır.
Sözcü, 05.12.2014
|
MİNG HANEDANINA AİT HEYKELLER SATIŞTA

Çukurcuma
Müzayede Evi'nin 6 Aralık'ta düzenleyeceği
müzayedede 358 parça eser
satışa sunulacak. İstanbul Grand Hyatt Otel'de,
16. Yüzyıl Çin, 18. ve 19. Yüzyıl Osmanlı ile Avrupa
dönemine ait eserlerin
satışa sunulacağı
müzayedenin en ilginç parçalarını, 16. Yüzyıl
Çin
Ming Hanedanı dönemine ait
heykeller oluşturuyor. 12 parça
heykellerin açılış fiyatı 12 bin 500 TL...
Müzayedenin en pahalı eseri ise Alman ressam
Eckenbrecher'in Malta Çarşısı adlı eseri.
Tablonun açılış fiyatı 300 bin TL..
TOPLAM 358 PARÇA ESER SATILACAK
Çukurcuma
Müzayede Kültür ve Sanatevi sahibi Muzaffer
Gültekin'in yöneteceği
müzayede de toplam 358 parça eser sunulacak.
Eserlerden bazıları, özellikleri ve
satışa sunulacakları fiyatlar şöyle; Çin zodiac
figürleri: 16. yy. Çin
Ming Hanedanı dönemine ait
heykellerin her biri 19 cm boyutunda. Ellerinde
farklı hayvan figürleri taşıyan, topraktan yapılmış
ve üzerleri boyalı-sırlı 12 adet Çin Zodiac
figüründen oluşan eser, 12 bin 500 lira açılış
bedeliyle
satışa sunulacak.
Heykellerin İstanbul'da bir koleksiyoner
tarafından satışa sunulduğu öğrenildi.
Çin atlı
savaşçı: 16. yüzyıl
Ming Hanedanına ait atlı savaşçı heykelinin
açılış fiyatı da 12 bin 500 lira olacak.
Çin zırhlı
saray askerleri: Çin heykellerinden 20. yy.
ortalarına ait Zırhlı Saray Askerleri ise 50 bin
lira açılış fiyatıyla satışa sunuluyor. 32-34 cm
boylarında, çok zengin mine işlemeli, akik, lapis,
lazoli, kaplan gözü, firuze ve mercan taşlar ile
aplikeli 4 adet heykel, benzerine az rastlanan
eserlerden.
Çin bereket heykelleri:
5 parça, altın
ile renklendirilmiş 15. yy. ahşap bereket heykelinin
açılış fiyatı ise 9 bin 500 TL olacak.
Malta
Çarşısı: 1821 Atina doğumlu Alman oryantalist ressam
ve gravür sanatçısı Themistokles Von Eckenbrecher'in
"Malta Çarşısı" adlı eseri 300 bin lira açılış
fiyatı ile satışa sunulacak.
Ahşap hilye-i şerif: Ceviz ağacı üzerine, sedef,
bağa ve kemik kakmalı, altın işlemeli.
Peygamberimizin dış görünüşünü tasvir eden yazılar
ve dört büyük halifenin isimleri ile bezeli. Orta
göbekte ise ‘Seni alemlere rahmet olsun diye
gönderdik' ayeti yer alıyor. Koleksiyonluk, nadir
görülen bir eser. 115.000 TL.
Hamid Aytaç imzalı 192
adet kartvizit ve 115 adet imza: Her biri aharlı
kağıt üzerine siyah mürekkeple çalışılmış, 7 adet
çerçeve içinde toplanarak levha haline
getirilmiştir. Yıllar süren bir çalışmanın sonucu
ortaya çıkan müzelik bir koleksiyon. 35.000 TL.
Tuğralı gümüş aplikeli osmanlı sehpa:
19. yy. ahşap
üzerine deri kaplı, yüzeyi tuğralı gümüş "Mızıka-i
Hümayun" armalı, tüm yüzeyi apliklerle süslemeli.
22.500 TL.
Osmanlı kanepe: 19. yy. Osmanlı ve
Selçuklu motifleri ile süslemeli, kemik kakmalı.
İlginç tasarımıyla dikkat çeken kanepenin orta kısmı
açıldığında sehpa oluyor. 30.000 TL.
Rus gümüş
minyeli yumurta: 20. yy başları, 88 gümüş damgalı,
mine işlemeli, çift başlı kartal figürlü, 12 cm
boyunda, taş aplikeli kallavi yumurta. 14.500 TL.
Canfes üçetek ve şalvar: 19. yy. Osmanlı, safran
rengi canfes kumaşlı, dival işi, yoğun olarak gümüş
klaptan ile aralarda altın klaptan ve pul süslemeli.
Saray işi şalvar, ve üç etek bindallı elbise. 5.500
TL.
Osmanlı örtü : 18. yy. Osmanlı, atlas kumaş
üzerine, sırma tel ile ayetler ve bitkisel desenler
bulunan iki adet örtü. 13.000 TL.
Rus mücevher
kutusu : 19. yy. altın yaldızlı bronz, dört ayaklı,
kapağının üzerinde çift başlı kartal aplikeli,
kilitli mücevher kutusu : 3.250 TL.
Kütahya sürahi:
19. yy. Osmanlı, tabanında Osmanlıca "Kütahya Hilmi"
usta imzalı, beyaz hamurlu, sırlı, floral motiflerle
bezenmiş, burgulu kulplu, kapaklı çift sürahi. 8.500
TL.
Bronz saat: 19. yy. Fransız. J. Marli imzalı
bronzdan mamul iki yanında kadın yüz figürleri
aplikeli, kadranı mineli masa saati. 2.500 TL.
Habertürk, Haber: Ergün Çolak, 05.12.2014
|