30 Mart - 5 Nisan 2014
|
EFES'İN ATASI ZİYARETE AÇILDI

Efes Müze Müdürlüğü'nün 1990'lı yıllarda yaptığı
kazılarda Efes'in atası olduğu ortaya çıkan Ayasuluk
Kalesi, 2007’den beri süren restorasyon
çalışmalarının ardından Kültür ve Turizm Bakanlığı
tarafından ziyarete açıldı. Efes'in MÖ 1050'de
Yunan kolonistler tarafından kurulduğu sanılıyordu.
Ancak yapılan kazılar, Efes'in tarihini tamamen
değiştirdi. Ayasuluk'un Yunan kolonistlerce değil,
Anadolu'daki topluluklarca kurulan ilk yerleşim
noktalarından biri olduğu anlaşıldı.
BAŞKENT BİLE OLMUŞ
Kazılarda, Ayasuluk Kalesi'nin Hitit
İmparatorluğu döneminde bir krallığa başkentlik
yaptığı bile ortaya çıktı. Bunun ardından kazı
çalışmaları yoğunlaştırıldı. 2007'den beri Pamukkale
Üniversitesi tarafından yürütülen çalışmalara Selçuk
Belediyesi de destek verdi. Kalenin sur duvarları
onarıldı, kale içerisinde yer alan Aziz Jean
Anıtında (bazilika) kazı ve onarım çalışmaları
yapıldı. Kale, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel
Müdürlüğü'nün 18 Mart tarihli yazısıyla ziyarete
açıldı. Ayasuluk, Türkiye'nin en çok ziyaret edilen
ve en çok gelir elde edilen müzeleri arasında yer
alan Efes Müze Müdürlüğü'ne bağlı olarak faaliyet
gösterecek.
YENİ GÖZDESİ OLACAK
Kale, Efes Müze Müdürlüğü'ne bağlı düzenlenmiş
örenyeri olarak faaliyet gösterecek. Efes
Örenyeri'ni geçen yıl 1 milyon 848 bin kişi ziyaret
etmiş, 40 milyon TL gişe geliri bırakmıştı. Ayasuluk
Kalesi'nin ziyarete açılmasıyla Efes'e olan ilginin
artması bekleniyor.
Akşam, Haber: Volkan Yanardağ, 03.04.2014
|
10 MİLYONLUK TABLO BAKIN NEREDEN ÇIKTI

Paul Gauguin’in “Masa üzerindeki meyveler ya da
köpekli natürmort” isimli tablosu ile Pierre
Bonnard’ın “İki koltuklu kadın” adlı eseri 8 Haziran
1970’te Londra’daki bir evden çalınmıştı.
Gauguin’in 1889 yapımı tablosuna 15-35 milyon euro
(44-102 milyon TL) arası değer biçiliyor.
Bonnard’ın eserininse 600 bin euro (yaklaşık 1
milyon 760 TL) değerinde olduğu belirtiliyor.
Filmleri aratmayan soygunda, biri polis kılığındaki
3 hırsız, tabloların bulunduğu evin sahibesine alarm
sistemini kontrol etmek istediklerini söyleyerek
içeri girdi.
Ev sahibi hırsızlara çay hazırlamak için mutfağa
gittiğinde de tabloları çerçevelerinden çıkararak
çaldı.
İtalyan jandarmasından bugün yapılan açıklamaya
göre, iki tablo çalındıktan sonra Londra’dan Paris’e
götürüldü.
Paris’ten de Torino trenine binen soyguncular,
muhtemelen bir aksilikle karşılaştıkları için İtalya
sınırında trenden indi ve tabloları trende bıraktı.
70 TL'ye satın almış
Tabloların değerinden habersiz demiryolu yetkilileri
de iki eseri önce depoya kaldırdı.
Sonra da 1975’te açık artırmayla Fiat fabrikasında
çalışan bir işçiye 45 bin İtalyan liretine yani 23
euroya (yaklaşık 70 TL) sattı.
Tabloları yıllarca Torino’daki evinde tutan işçi,
emekli olduktan sonra memlekti Sicilya’ya taşınınca
tabloları da yanında götürdü ve evinin mutfağına
astı.
Tabloların gerçek hikayesi ise ancak işçinin oğlunun
bir kitapta Gauguin’in başka bir eserini görmesiyle
ortaya çıktı.
İşçinin oğlu, babasının tablosuyla kitapta gördüğü
Gauguin arasındaki benzerlikleri fark edince aile
tabloları uzmanlara gösterdi.
Tabloların gerçek değeri anlaşılınca da polise haber
verildi.
Birkaç ay önce ele geçirilen tablolar bugün Roma’da
basın toplantısında sergilendi.
Tabloların gerçek
sahibine iade edilmesi bekleniyor.
Vatan, 03.04.2014
|
RESİM İÇİN HAYAT BOYU MÜCADELE ETTİ

Türkiye sanatının önemli isimlerinden ressam Naile
Akıncı, 91 yaşında hayata veda etti. Sanatçı, tuval
başında olabilmek için yaşamı boyunca mücadele
etmiş, ancak ilerleyen yaşta istediği gibi çalışma
olanağı bulabilmişti. Son güne kadar resim yapmayı
sürdüren Akıncı, cuma günü uğurlanacak.
“Benim açımdan resim bir yaşam biçimi hatta
yaşam nedenidir. Sanatçının emekliliği olmaz,
olamaz” diyen ressam Naile Akıncı, 91 yaşında
aramızdan ayrıldı. Eyüp çeşitlemeleri başta
olmak üzere yapıtlarındaki özgün dili ve renk
anlayışıyla hafızalara kazınan Akıncı, Türk
resminin yaşayan en büyük ustalarından biriydi.
Onu yakından tanıma, birçok kez söyleşi yapıp
sohbet etme olanağı bulduğum için kendimi çok
şanslı hissediyorum. Hatta Evin Sanat
Galerisi’nin terasında Bebek Sırtları serisini
üretirken, aynı zamanda atölyesi olan
salonundaki bir köşede resim yaparken onu
hayranlıkla izlediğimi hatırlıyorum.
Geçen yıl kasım ayında açtığı son sergisi öncesi
yaptığımız, heyecanlanmaması için özellikle kısa
tuttuğumuz son söyleşide 90 yaşında
otoportresini yaparken ne hissettiğini
sorduğumda “umutlarımı, düş kırıklıklarımı,
mutluluklarımı, sanatsal ve yaşamsal
mücadelelerimi, özetle bende iz bırakan her şeyi
ifade ediyor” cevabını vermişti.
Naile Akıncı ne çok ortalarda olmayı ne de çok
kendini anlatmayı seven bir sanatçıydı.
Mütevazıydı ama istediklerini yapabilmek için
-ki o da tuvaline yeterli vakit ayırmaktı-
mücadeleyi hiç elinden bırakmadı. Ben son
döneminde yaşlılığına ve hastalıklarına karşı
verdiği mücadeleye şahidim.
Ama onu gençliğinden beri tanıyanlar, özellikle
de yaşamındaki en büyük destekçilerinden biri
olan oğlu Cengiz Akıncı çocukluğundan beri resim
yapabilmek için verdiği mücadeleyi sık sık
dillendirirdi. Zaten kendisi de söyleşilerimiz
sırasında üstü kapalı da olsa karşılaştığı
zorlukları anlatırdı.

Naile Akıncı ilkokuldayken amcasına özenip resim
yapmaya başlar. Ortaokulda resim yapma yeteneği
fark edilir. Tam akademi sınavlarına gireceği
sırada yirmi gün arayla annesini ve kız
kardeşini kaybeder. İki yıl sonra 1938’de
hayalini gerçekleştirip akademiye girdiğinde bu
kez hastalıklar peşini bırakmaz. Sonunda ara
vere vere 14 yılda tamamlar eğitimini. Naile
Akıncı bunu kendisi hiç dillendirmez ama çok
zarif ve güzel bir kadındır. Hatta dönemin ünlü
ressamlarının ona hayran olduğunu söylerler.
Avni Arbaş’ın yaptığı portresi de o günlere
aittir.
Sonra devreye evlilik girer. Tarihçi olan kocası
ilk başlarda destekler resim yapmasını ama bir
süre sonra özellikle de çocukları doğduktan
sonra resme vakit ayırmasını pek istemez. Daha
doğrusu ondan düzenli yemek yapma, çocuklarına
bakma gibi bir ev kadınının yapması beklenen her
şeyi istemeye, aksayınca da sorun çıkarmaya
başlar. Naile Akıncı aynı zamanda öğretmenlik de
yapmaktadır. İş, çocuk, ev ve eş arasındaki
dengeyi kurar. Ama bu arada zaman zaman çok
bunalsa da şartları sonuna dek zorlayarak resim
yapmayı da ihmal etmez. 1970’lerden sonra oğlu
Cengiz büyüyünce kocasından göremediği desteği
oğlundan görür. Ve asıl üretken dönemi de
1980’lerden sonra başlar. Ancak 60’lı yaşlardan
sonra resmin ondan beklediği sadakat ve
fedakarlığı gösterebilecek koşulları oluşturur.
Hiç bitmeyen bir tutkuyla resim yapar, sergiler
açar.
Onu hep 90 yaşına dek aşkla baktığı tuvalinin
karşısında ve birkaç yıl öncesine dek
sergilerinin açılışlarında tüm zarafeti ve
şıklığıyla bir köşede otururken hatırlayacağım.
Naile Hanım, 2013 Kasımı’na dek resim yapmaya
devam etmiş. Yataktan kalkamaz hale gelince de
geceleri gizli gizli ağlamaya başlamış. Cengiz
Akıncı, “Eğer annemi hiç kurtulamadığı
hastalıkları biraz rahat bıraksa daha bu aşkla
uzun yıllar resim yapardı” diyor. Onun yaşam ve
çalışma azmi, üretkenliği hepimize, tüm
kadınlara ders olmalı…
Naile Akıncı’nın cenazesi cuma öğle vakti
Zincirlikuyu Camii’nde kılınacak namazın
ardından Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedilecek.
Naile Akıncı
Kimdir?
1923 yılında Van’da doğdu. 1952’de DGSA Zeki
Kocamemi Atölyesi’nden mezun oldu. 1949 yılında
resim yapmaya başladı. İlk kişisel sergisini
1964 yılında İstanbul’da açtı. Aramızdan
ayrılana dek 50’ye yakın kişisel sergi
gerçekleştirdi. 1988 yılında 50. Sanat Yılı ve
Türk Resmine katkılarından dolayı Kültür
Bakanlığı Onur Ödülü’ aldı. 2005 ‘de ‘Görsel
Sanatlara’ dalında 2010 yılında Mimar Sinan
Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi tarafından
yine sanat yaşamına katkılarından dolayı
‘Akademi Ödülü’ verildi. 2003’te TÜYAP 13.
Artist Sanat Fuarı’nda ‘Onur Sanatçısı’, 2005
yılında ise Görsel Sanatlar’ dalında Sedat
Simavi Ödülü verildi. Naile Akıncı gerek
peyzajlarında gerekse portrelerinde her zaman
konuyu ikinci planda bıraktı, plastik
kaygılarının önüne geçmesine izin vermedi.
Fener ve Balat çeşitlemeleri başta olmak üzere
desenlerinde doğayı hiçbir zaman olduğu gibi
yansıtma yolunu seçmedi. Renk de desen ve
kompozisyondan sonra geldi. Bu yüzden de
çeşitlemelerinde hiçbir zaman tekrara düşmedi.
Radikal, Yazı: Müge Akgün, 03.04.2014
|
ASPENDOS 4 AY ZİYARETE KAPALI
Antalya’nın geçen yıl en çok turist çeken bölgesi
olan
Aspendos,
restorasyon nedeniyle 4 ay boyunca
ziyaretçi kabul edemeyecek.
Aspendos, geçen yıl elde ettiği yaklaşık 1.5
milyon lira ile “turizmin darphanesi” gibi
çalışmıştı.
Aspendos, haziranda kısmen de olsa ziyarete
açılıp çeşitli festival ve gösterilere ev sahipliği
yapabilecek. Tüm
restorasyonun ise eylülde bitirilmesi
planlanıyor.
Dünyanın en iyi korunmuş
antik
tiyatrosu olarak gösterilen Aspendos’ta geçen
yıl ocak ayında başlayan restorasyon çalışmaları
devam ediyor. Bir yılı aşkın süredir yapılan
çalışmalarda, restorasyona rağmen turistlerin de
Aspendos’u gezebilmesine imkan sağlanıyordu. Ancak
Kültür ve Turizm Bakanlığı kararıyla Aspendos bu kez
ziyarete kapatıldı.
Habertürk, Haber: Aykan Çufaoğlu, 02.04.2014
|
ASIRLIK TARİHİ KONAK SATILIYOR
1800’lü yılların sonunda yaptırılan Abud Efendi
Konağı 4 milyon doları olan yatırımcıları bekliyor.
Sultanahmet Meydanı’na yaklaşık 70 metre uzaklıkta
olan bina şu an yüzde 20 kapasiteyle hizmet veriyor.
Yücel Kültür Vakfı’na 1972 yılında geçmiş olan 3243
metre karelik konak alanı tarih serüveni boyunca,
dini eğitim veren bir konak, Hıristiyan okulu ve
kültür vakfı olarak hizmet vermiş. Yücel Kültür
Vakfı bina için restorasyon projelerini hazırlatmış.
Vakfı şu an birkaç şirketle yap-işlet-devret modeli
üzerinde görüşüyor. Öte yandan binanın altına 1939
yılında Türkiye’de kadın ve erkeğin ilk kez bir
arada sinema izlediği Alemdar Sineması da kurulmuş.

Bu bina alıcısını bekliyor… Yap işlet devret
sistemi ile satılacak olan Yücel Kültür Vakfı’nın
Sultanahmet’teki binası Yerebatan Sarnıcı’nın
Gülhane Parkı istikametine doğru biraz aşağısında
bulunuyor. 1800’lerin sonunda inşa edilen ve Abud
Efendi Konağı adını alan bu bina bahçe ve
müştemilatları ile birlikte 3243 metrekarelik bir
alanı kapsıyor. Konağın bulunduğu alan 1983 yılında
Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından koruması gerekli
ikinci derece tarihi eser olarak tescil edilmiş
durumda.
Şam eşrafından olan Abud Efendi'nin Topkapı
Sarayı'na yakın bu binada konuklarını ağırladığı
biliniyor. Daha sonra 1950 yıllarında Abud
Efendi'nin büyük oğlu Ferid Bey tarafından
Amerikalılara satılarak, bir süre YMCA (Young Men's
Christian Association) olarak hizmet verdi. Bizans
dönemi kalıntıları ile çevrili olan binada Bizansın
ilk ve en önemli yapılarından biri olan Chalkopteria
-Hagia Manastırı kalıntılarının bir kısmının bu ada
parselinde olduğu tahmin ediliyor.
4 MİLYON
DOLAR TALEP ETTİLER
Restorasyon işlemleriyle ilgili olarak konuşan
Yücel Kültür Vakfı Genel Sekreteri Haluk Kula
“Binanın içinde az bir faaliyetimiz var. Bina 1969
yılından beri vakfımıza ait. Şu an burada kısıtlı
olarak aktiviteler yürütüyoruz” dedi.
Kula, restorasyonla ilgili olarak bazı firmalarla
görüştüklerini söyledi ama isim vermedi. Vakıf
binanın satışı için 4 milyon dolar talep ediyor.
Hürriyet, Haber: Can Mumay, 02.04.2014
|
PİKNİĞE GİTTİ TARİHİ HEYKEL BULDU
Alikahya’da
oturan bir kişi ailesiyle birlikte piknik için
gittiği Sapanca’da bir heykel bularak Müze Müdürlüğü
ekiplerine teslim etti.
İzmit Alikahya Mahallesi Mahmudiye Sokak No.9’da
oturan Mustafa Serdar isimli vatandaş aileyle
birlikte hafta sonu Sapanca’ya piknik yapmaya gitti.
Piknik alanında kadın figürü olan bir heykel bulan
vatandaş heykeli alarak eve getirdi. Birkaç gün
araştırma yapan Serdar, okuduğu haberler karşısında
heykeli yetkililere teslim etmeye karar verdi.
Kocaeli Müze Müdürlüğünü arayan Mustafa Serdar
eve gelen yetkililere polis nezaretinde bulduğu
heykeli teslim etti. Roma dönemine ait olduğu
düşünülen kadın figürlü heykel yetkililerce
incelenmek üzere koruma altına alındı. Assan
Hanil’de işçi olarak çalışan evli ve 2 çocuk babası
Mustafa Serdar “bulduğum heykeli satmaya kalksam
başım belaya girecekti. Çok borcum olmasına rağmen
heykeli yetkililere teslim etmeye karar verdim”
dedi.
Özgür Kocaeli, Haber: Faruk Kıyak, 01.04.2014
|
BERKSOY MÜZESİ İÇİN MÜZAYEDE

Türkiye’nin önemli ressamlarından Semiha
Berksoy’un Venedik Bienali’nde sergilenen
tablolarının da yer aldığı 10 eserden oluşan
koleksiyon müzayedeye çıkıyor.
Beyaz Müzayede tarafından 27.si
gerçekleştirilecek olan 2014 yılının ilk çağdaş ve
modern sanat müzayedesinde, ‘Evliyalı Ev’ isimli
250x297 cm ebatlarındaki çarşaf resim, ‘Lola Blau’,
‘Annem ve Ben’, ‘Zeki Müren’ ve ‘Cihangir’den Boğaz’
gibi Semiha Berksoy’un en önemli yapıtları satışa
sunulacak. Bu satışlardan elde edilecek gelir,
Beyoğlu’nda kurulacak “Semiha Berksoy Müzesi” için
kullanılacak. Müzayededen eser alan
koleksiyonerlerin isimlerine müzenin girişine
asılacak plaketlerde yer verilecek.
Müzayedede eserleri satışa çıkacak bir diğer
önemli isim Mübin Orhon. “Lekesel Soyutlama’’nın en
önemli ustalarından olan Orhon’un 1962 tarihli
195x130 ebadındaki “Dripping Rouge” isimli başyapıtı
450 bin-600 bin TL tahmini fiyat aralığı ile satışa
sunuluyor. Türk çağdaş sanatının önemli kadın
ressamlarından Fahrelnisa Zeid’in iki önemli yapıtı
satışa sunulacak. Zeid’in 1984’te, dönemin Ürdünlü
meşhur sanat eleştirmeni Meg Abu Hamdan’ı resmettiği
‘Lady In Red’ isimli portrenin ilgi görmesi
bekleniyor. Eserin tahmini fiyat aralığı 250 bin-350
bin TL. 27. Beyaz Müzayede’de ayrıca Nejad Melih
Devrim, Erol Akyavaş, Burhan Doğançay, Adnan Çoker,
Ömer Uluç, Ferruh Başağa, Komet, Mehmet Güleryüz,
Alaettin Aksoy, Neşe Erdok, Burhan Uygur ve Orhan
Peker gibi ustaların kıymetli eserleri de yer
alıyor. Müzayedenin bir diğer özelliği ise Zorlu
Performans Sanatları Merkezi’nde yapılacak ilk
müzayede olması. 9-12 Nisan tarihleri arasında
Meydan Fuaye’de sergilenecek 218 eser, 13 Nisan
Pazar günü saat 14.00’te aynı mekanda satışa
çıkacak.
Zaman, 01.04.2014
|
BİN YILLIK ÇINARA BÜYÜKŞEHİR KORUMASI

Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nin
işbirliğinde gerçekleştirilen çalışmalar, asırlık
çınarların canına can katacak.
İzmir Büyükşehir Belediyesi, Buca Kaynaklar Köyü
Meydanı'nda bulunan birisi tescilli 6 adet çınar
ağacını korumak ve bakımını yapmak için Ege
Üniversitesi Ziraat Fakültesi ile işbirliği yaptı.
Bir tanesi yaklaşık 1000 yaşında olan ağaçların
bakım ve restorasyon işi akademisyenlerin de
desteğiyle çalışmalara başladı. Büyükşehir
Belediyesi ve Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarlığı
öncülüğünde devam eden çalışmalarla asırlık ağaçlar,
zarar veren bakterilerden arındırılıyor ve çürüyen
kısımları özel ilaçlarla tedavi edilerek kontrol
altına alınıyor. Bu kapsamda böcek tahribatına maruz
kalan alanlar da özel macun ile kapatılıyor.
Çevre düzenlemesinin ardından Nisan ayının
ortalarında tamamlanması hedeflenen çalışmayla çınar
ağaçları koruma altına alınarak daha uzun yıllar
tarihe tanıklık etmeye devam edecek.
Neler yapılıyor?
Ölmüş dokuları ortadan kaldırıp canlı dokuya
ulaşmak için öncelikle kazıma işlemi yapılıyor. Diş
çürüklerinde yapıldığı gibi, çürük ve ölü dokular
temizleniyor, bitkinin uzun yaşamasını sağlayan,
çürüklere karşı önlem alan, özel dolgular
uygulanıyor. Ağaç yüzeyindeki açık kavuklar hava
almayacak şekilde paslanmaz çivi, tel ve su bazlı
özel alaşımla kaplanarak gövde dokusu koruma altına
alınıyor. Statik olarak dengesizlik yaşayacak,
çürümüş ana dallarda temel budamalar yapılıyor.
Rüzgardan sıkıntı yaşayacak dallar için de çelik
tellerle gergi şeklinde statik koruma yapılıyor.
Tescilli anıt çınar
Kaynaklar Merkez Mahallesi Meydanı’nda bulunan 30
metre boy ve 4 metre çapındaki anıt çınar ağacının
(Kunduracı Çınarı-Platanus orientalis) yaşının
1000’e yakın olduğu biliniyor. Ağaç, Orman Bakanlığı
Milli Parklar Genel Müdürlüğü İzmir Başmühendisliği
tarafından Eylül 1994 yılında tescillenmişti.
Kaynaklar'ın simgesi olan 1000 yaşındaki Kunduracı
Çınar'ı, adını içindeki kovukta ayakkabı tamirciliği
yapmasından alıyor.
Gerçek Gündem, 01.04.2014
|
GALATASARAY BİNASINA BETONARME İTİRAZI

Yangında büyük zarar gören 142 yıllık tarihi
Galatasaray Üniversitesi binasının restorasyon
projesiyle "betonarmeye" döndürüleceğine dair iddia
var.
22 Ocak 2013'te çıkan yangında büyük hasar
görerek kullanılmaz hale gelen 1. grup tescilli
tarihi binanın söküm ve temizlik işlemleri eylül
ayında tamamlandı.
Rölöve, Restitüsyon ve Restorasyon Avan
Projeleri, İstanbul III Numaralı Kültür Varlıklarını
Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü’nde sırasıyla şubat ve
mart 2014'te onaylandı.
Yangının ardından uzmanlardan oluşan bir grup
kurulmuş ancak üniversite yönetiminin restorasyon
işlerini Galatasaray Eğitim Vakfı'na bir protokolle
devretmesi üzerine bu grup istifa etmişti.
O ekip içinde yer alan İstanbul Teknik
Üniversitesi Mimarlık Fakültesi'nden Prof.Dr. Kemal
Kutgün Eyüpgiller, Kültür ve Turizm Bakanlığına
gönderdiği dilekçede binaya dair kamuoyunda oluşan
kaygıların giderilmesi için gerekli incelemenin
yapılmasını ve sorumluların cezalandırılmasını talep
etti.
"Betonarme bina hedefleniyor"

Galatasaray Üniversitesi'nin
yangından önceki hali
Dilekçesinde söz konusu binayla ilgili olarak,
sorumluların tarafından hazırlatılmakta olan
projeyle 1.grup Kültür Varlığı statüsünde olan
binanın yıktırılarak yerine betonarme yeni bir
binanın yapılmasını hedeflendiği belirtildi.
Ayrıca, dış görünüşü dışında tarihi yapının plan
şeması, mekansal düzeni ve son derece kıymetli
dekorasyonunun da dikkate alınmadığı, bodrum kat
ilave edilmek istendiği, kat düzeninin dahi
değiştirilmesinin düşünüldüğü yönünde bilgiler
olduğu ifade edildi.
"Bina yangın geçirse de sağlam"
Dilekçede, binanın yangın geçirmiş
olmasına karşın mimari ve yapısal özellikleriyle
yıkılarak yeniden inşa edilmeyi gerektirmeyecek
derecede sağlam olduğuna dikkat çekilerek mevzuat
gereği de kültür varlığı yapıların yeniden inşa
edilmeleri zorunlu olduğu durumlarda dahi, bu
yapıların özgün yapım teknikleri, malzemeleri ve
plan şemalarına uygun olarak inşa edilmeleri
gerektiği belirtildi.
Buna örnek olarak tarihi İzmir
Milhal Paşa Ena Meslek Lisesi, İstanbul Çırağan
Sarayı ve Kandilli Adile Sultan Sarayı gösterildi.
Bu binaların yangın geçirmiş olmasına ve on yıllar
boyunca tahribata açık olmalarına karşın başarılı
restorasyon süreçleriyle yeniden kullanıma açıldığı
ifade edildi.
Üstünün örtülmemesi kasti mi?
Yine dilekçede, kurulun yapının geçici üst örtü
ile örtülmesini istemesine karşın bu kararın yerine
getirilmediği ve yapının hava koşullarının
tahribatına açık bırakıldığı hatırlatılarak bunun
"kasti" olma ihtimaline dikkat çekildi.
Ayrıca "Rölöve-Restitüsyon ve
Restorasyon Projeleri" yerine "Restorasyon Avan
Projesi" terimi kullanılmasının bu tescilli yapının
özgün yapısının ortadan kaldırılmasının hedeflendiği
kaygısını arttırdığı belirtildi.
Galatasaray Vakfı ise 20 Mart'ta yaptığı
açıklamada, Restorasyon Avan Projesi'nin GSÜ
yönetimi ihtiyaç planı doğrultusunda hazırlandığını
ifade etti. Hazırlığı süren Restorasyon Uygulama Projesi'nin
Nisan 2014’de tamamlanarak Kurula sunulacağı ve
onayın ardından inşaata başlanacağı eklendi.
Binanın tarihçesi
Galatasaray Üniversitesi'nin yanan binası, Feriye
Sarayları olarak da bilinen ve Çırağan Sarayı'nın
müştemilatıdır. Sultan Abdülaziz döneminde mimar Sarkis Balyan
tarafından 1871'de inşa edilen ve resmi adı "İbrahim
Tevfik Efendi Sahil Sarayı" olan bina, uzun yıllar
Galatasaray Lisesi'nin dersliği ve yatakhanesi
olarak kullanıldı. Daha sonra Galatasaray İlkokulu'na tahsis edilen
bina 1992'den beri üniversite olarak kullanılıyor.
Bianet, Haber: Nilay Vardar, 01.04.2014
|
DA VİNCİ'Yİ YANMAKTAN NASIL KURTARIRSINIZ?

Onlar olmasaydı, müzeler
dolmayacak, medeniyet de sanat tarihi de eksik
kalacaktı. Ressam, öğretmen ve müze
görevlisiydiler… Dünyanın gördüğü en korkunç
savaşa silah kullanmasını bile bilmeden
katıldılar. Bugüne dek gölgelerde kalan bu
kahramanların hikayeleri önce kitap, sonra film
oldu. Onları yılmadan arayıp bulan yazar bu
destanı Hürriyet’e anlattı.
Medeniyet tarihi, isimleri bugüne dek gölgelerde
kalmış bir avuç insana çok şey borçlu.
Kendilerine Monuments Men (Anıt Askerleri) diyen
bu sıradışı karakterler, Nazilerin yağmaladığı
milyonlarca eseri yok olmaktan kurtardı. Onların
isimlerini yok olmaktan kurtaransa, aynı isimle
bir kitap yazan, tarih meraklısı ve sanat aşığı
Amerikan işadamı Robert Edsel.
Edsel’in konuya ilgisi Floransa’daki müzelerde
gezerken, “Yüzyılın en yıkıcı savaşından sanat
eserleri nasıl sağ kurtuldu” sorusuyla başladı.
Biraz araştırınca, 2. Dünya Savaşı sırasında
Müttefik ordularında ‘Monuments, Fine Arts and
Archives - Anıtlar, Güzel Sanatlar ve Arşivler’
adlı, o güne dek ihmal edilmiş bir birime
ulaştı. Edsel’in bize anlattığına göre, burada
çalışanlar kendilerine kısaca ‘Monuments
Soldiers – Anıt Askerleri’ diyordu.
Edsel, 2006’da onlardan birine, Lane Faison
isimli askere ulaştı. Faison’un oğlu “Babam
konuşmakta güçlük çekiyor” diye uyarmasına
rağmen onunla saatlerce sohbet etti. Görüşme
sonrası Faison, sandalyesini Edsel’e iyice
yaklaştırıp, “Hayatım boyunca seninle tanışmayı
bekledim” diyecekti. Bir hafta sonra da 99
yaşında vefat etti. “Lane’den o kadar
etkilenmiştim ki, ölümünün ardından, bu
kahramanların hikayesini dünyaya duyurmaya yemin
ettim. Bu uğurda kitaplar yazdım, vakıf kurdum.”
Araştırmaları Edsel’i, filmde George Clooney’nin
canlandırdığı Kıdemli Albay George Stout ismine
götürdü. Monuments Men’in hikayesi onunla
başlıyor. Stout, kariyerini sanat eserlerinin
bakımı ve korunması alanında ilerletmiş, Harvard
Üniversitesi’nde çalışan bir uzmandı.
ABD savaşa katıldığında bin bir dil dökerek,
dönemin başkanı Roosevelt’i ikna etti.
Roosevelt’in de desteğiyle bir birim kuruldu ve
bu birim Normandiya Çıkarması’ndan saatler
sonra,
Fransa’da 10 askerle işe başladı. Edsel’in
ifadesiyle ‘kültürel hazineyi koruma savaşına’
13 farklı milletten, büyük çoğunluğu asker
olmayan (sanat tarihçisi, ressam, müzisyen, müze
görevlisi vb) 350 gönüllü katıldı. Bu görev
esnasında iki kişi hayatını kaybetti. “Yaş
ortalaması 40 olan ve her şeylerini geride
bırakan bu gönüllüler silah kullanmayı bile
bilmiyorlardı.”
Kitabın isminin çağrıştırdığının aksine, birim
sadece erkeklerden oluşmuyordu. Örneğin, filmde
Cate Blanchett tarafından canlandırılan Rose
Valland, Nazilerin yağma merkezi olarak
kullandıkları Jeu de Paume Müzesi’nde casusluk
yaparak bir tren dolusu sanat eserinin
Almanya’ya kaçırılmasını önledi. Valland,
Monuments Men içindeki 30 kadından sadece
biriydi. Edsel, kitabının filme çekilmesi
aşamasında oyuncularla da yakın çalışmış. O
sırada her hafta Clooney’le telefonda
görüştüğünü anlatıyor: “Clooney bu kitabın iyi
bir öğrencisi oldu. Diğer oyuncular da...
Çekimler esnasında film icabı bile olsa sanat
eserlerinin yakılışına tanık olmak onları
kahretti.” Kurtarılanlarsa, bugün hepimizi mest
ediyor.
Hitler
için binlerce eser çalındı
,Monuments Men (Anıt Askerleri) tarafından
kurtarılan eserlere dair rakamlar dudak
uçuklatıyor. 5 milyondan fazla eser Nazilerden
geri alınıp el konulduğu ülkelere iade edildi.
,Bunlar arasında Da Vinci’den ‘Kürklü Kadın’,
Michelangelo’dan ‘Brüjlü Madonna’, Vermeer’den
‘Astronom’ gibi paha biçilemez örnekler var.
Toplam değerleri trilyonlarca
dolar.
,Monuments Men sadece tünel, bodrum ve
madenlerden çalıntı eser kurtarmadı. Mevcutları
da çalınmaktan korudu. Savaş sürerken, Louvre
Müzesi’nden 400 bin, Hermitage Müzesi’nden 1
milyon 200 bin eser tahliye edildi. Yine gizleme
amacıyla Mona Lisa’nın yeri altı defa
değiştirildi.
,Van Gogh için “Gökyüzünü yeşil, ağacı mavi
resmetmek insanlık dışıdır” diyen Hitler’in
emriyle ‘uygunsuz’ görülen eserler yok edildi.
Kitabın yazarı Edsel’e göre, en iyimser tahminle
1 milyon eser artık yok.
,Naziler, Hitler için toplanan eserlerin
envanterini çıkardı ve albümler oluşturdu.
Bunlara eserlerin fotoğrafları konuldu; eserin
ismi ve hangi aileden çalındığı not düşüldü. Bu
albümlerden 39 tanesi 1945’te Monuments Men
tarafından bulundu (2007’de 4 tanesine daha
ulaşıldı).
Hürriyet, Haber: Ayla Günerhan, 30.03.2014
|
ATAKÖY'DE VİNÇLER YENİDEN ÇALIŞTI

İstanbul 9. İdare Mahkemesi’nin yürütmeyi
durdurma kararı vermesine ve inşaai faaliyetlere son
verilmesini istemesine rağmen, Özyazıcı - Karadeniz
Örme ortaklığına verilen 174 parselde inşaat
çalışmaları sürüyor. Konuyla ilgili Bakırköy
Belediyesi yetkililerinin verdiği cevap ise oldukça
ilginç: ‘‘Derdinizi pazartesi yeni başkana
anlatırsınız.’’
Mimarlar Odası tarafından açılan davada sadece
tarihi Baruthane binalarının bulunduğu parsel değil
komşu parseller de dava konusu edilerek 160, 174 ve
182 numaralı parsellerde devam eden inşaai
faaliyetlere zemin olan yapı ruhsatlarının hukuka
uygun olmadığı ileri sürülmüştü.
Telafisi güç zararlar
İstanbul 1 No’lu Kültür Varlıkları Koruma Kurulu’nu
da devre dışı bırakan uygulama için İstanbul 9.
İdare Mahkemesi de yürütmeyi durdurma kararı
vermişti. Kararda şöyle denilmişti: “Olayın özelliği
dikkate alınarak, dava konusu işlemin uygulanması
halinde telafisi güç zararlar doğurabilecek
nitelikte olması nedeniyle davalı idareden savunma
ve ara kararı cevabı alınıncaya kadar işlemin
yürütmesinin durdurulmasına oybirliğiye karar
verildi.”
Karar var mı yok mu?
Karardan sonra Bakırköy Belediyesi inşaatları
mühürlemiş, çalışmaları durdurmuştu. Yaklaşık bir
haftadır her 3 parselde de inşai faaliyet yoktu.
Ancak önceki gün TOKİ’nin hasılat paylaşımı esasına
göre Özyazıcı - Karadeniz Örme ortaklığına konut
yapımı için verdiği 174 numaralı parselde vinçler ve
işçiler çalışmaya başladı. Bunun üzerine Ataköy
Koruma ve Güzelleştirme Derneği durumu Bakırköy
Belediyesi’ne şikayet etti. Yapı Denetim Bölümü’nden
Gökçer Filiz, derneğe önce kendilerine bir
mahkeme kararı ulaştığını ve bu nedenle çalışma
izninin verildiğini söyledi. Dernek kararı isteyince
de Filiz, önce kararı hukuk servisine
gönderdiklerini ifade etti ardından da kararın
verilemeyeceğini belirtti.
Başkan Yardımcısı Yervant Özuzun da mahkeme
kararı olduğunu ileri sürdü ancak kararı derneğe
vermedi. Mimarlar Odası’nı aradığımızda da
kendilerine ulaşan bir mahkeme kararı olmadığını
öğrendik. Bakırköy Belediyesi’nden Gökçer Filiz’e
ulaştık. Filiz mahkeme kararı olup olmadığını
bilmediğini, bilgi için başkanlığa müracaat etmemizi
istedi. Basın Danışmanlığını aradığımızda ise
aldığımız cevap oldukça ilginç oldu: “Seçim
nedeniyle kimseye ulaşamıyoruz. Mahkeme kararı varsa
bile sizinle paylaşamayız. Pazartesi nasılsa Başkan
Ateş Ünal Erzen olmayacak. Yeni gelecek başkana
derdinizi anlatırsınız.” Dernek yöneticileri inşaat
çalışmalarının seçim nedeniyle oluşan boşluktan
yararlanmak için yapıldığını belirterek pazartesi
suç duyurusunda bulunacaklarını belirttiler.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 30.03.2014
|
TARİHİ CİLTÇİLİK MAKİNELERİ MÜZEYE KAZANDIRILMAYI
BEKLİYOR

Muzaffer Karaca’nın koleksiyonundaki 19. ve 20.
yüzyıldan kalma ciltçilik makineleri, onları üreten
Almanların dahi elinde bulunmuyor.
Kitabın elle yazıldığı ve tezhiplerle süslendiği
devirlerin olmazsa olmazıydı mücellitler. Sanat
eseri kitapların muhafazası için onların emekleri
gerekliydi. Arapça ‘ciltleyen’ manasındaki
mücellitler, günümüzün yok olan meslek erbabı
arasında. Ciltçilik, Türk klasik sanatlarını
yürütmek için çalışan bir avuç insanın elinde
hayatını sürdürme mücadelesi veriyor. Bir köşeye
atılan eski aletler ve işi bitti denilerek hurdacıya
teslim edilen makineler ise adeta tarihi eser
niteliğinde. Mesleğin son ustalarından Muzaffer
Karaca işte bu alet ve makinelerin
koleksiyonerliğini yapıyor. Türkiye’de halihazırda
işleyen birçok cilt atölyesinin kurulmasında emeği
bulunan Karaca, işe 12 yaşında Beyazıt’taki
Darülfünun Matbaası’nda başlamış. Boyunun
yetişmemesi yüzünden tabureye çıkıp tezgahın
üzerinde tutkal sürdüğü günleri hatırlıyor.
16 yaşında Almanya’ya cilt işçisi olmak üzere
gittiğinde, ciltçiliğin hayatını değiştireceğini
belki de bilmemektedir Muzaffer Karaca. Bir yandan
Almanca öğrenirken bir yandan, orada kazandığı
tecrübeyi ülkesinde hayata geçirmeye ahdeder. Zaman
içinde eski ustalardan kalan makineleri tamir ederek
çalışır hale getirir ve bunu bir uğraşı alanı yapar.
Muzaffer Karaca, eskicilerden topladığı makinelerin
paslarını almış, boyamış, gelin gibi alımlı hale
getirmiş. Başta Alman, İngiliz, Amerikan ve İsviçre
menşeli kitap presleri, cendereler, yaldızlama ve
gofre makineleri, fihrist ağzı açma, kağıt kesme
gibi makineleri halihazırda bir mahzende muhafaza
ediyor. 19. ve 20. yüzyıla ait ciltleme
makinelerinin miadı 1960’lı yıllarda dolup yeni
teknoloji ürünü makineler tedavüle çıkınca, eskiler
kıymete binmiş. Bu makinelerin değerini artıran
başka bir husus ise bazı örneklerinin sadece
Türkiye’de bulunması. Zira Almanlar bu makineleri
II. Dünya Savaşı’nda eriterek ağır silah yapımında
kullanmış. Karaca, dünyaca ünlü Heidelberg basım
makineleri şirketinin kendisine bir teklifte
bulunduğunu fakat yüksek meblağlı bu teklifi ancak
Türkiye’de yapılacak bir müze karşılığında kabul
edeceğini söylemiş. “Dedemin yaptığı makineler.
Bunları senden almaya ve Almanya’ya götürmeye
geldim.” diyen şirket temsilcisini şakayla karışık
geri çevirmiş. “Tüm makinelerim için 500 bin Euro
teklif ettiler ama belki daha fazla yapıyor,
bilemiyoruz ki..” diyen Muzaffer Usta, tarihi
mirasın burada kalmasından yana. Türkiye’nin en
önemli müzelerinden birine başvuru yapan Karaca,
kendisine verilen cevapta “söz konusu objelerin
konsept dışı kaldığı, değerlendirecek uzmanlık
bilgisine sahip olunmadığı ve müzeye kazandırmanın
uygun olmadığı” gibi cevaplarla geri çevrildiğini
ifade ediyor.
Zaman, Haber: Erkam Emre, 30.03.2014
|

Elazığ’da şehrin ortasında kaderine terk edilen
kilise bugün otopark olarak kullanılıyor. Bir
zamanların ibadethanesinin duvarları aynı zamanda
çevredekilerin sıkıştıklarında ihtiyaçlarını
giderdikleri bir umumi tuvalet hizmeti de görüyor.
Agos gazetesinden Serdar Korucu'nun haberine
göre, dönemine ait kartpostallarda Ermeni Protestan
Kilisesi olarak geçen ancak 1973’te Diyarbakır
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunca
‘Tarihi Süryani Kilisesi’ olarak tescil edilen bina
bugün özel mülk statüsünde.
UN FABRİKASI
19. yüzyılın sonlarında yapılan taş örgülü bu
ibadethane, Anadolu’da Hıristiyan nüfusun
azaltılmasının ardından sahipsiz kalan pek çok
kilise gibi uzun zaman farklı amaçlarla kullanılmış.
Cumhuriyet döneminde önce Arpacı Un Fabrikası olarak
işlev gördükten bir süre sonra kaderine terk
edilmiş. Mahallenin çocuklarının içinde oyun
oynamaması için hakkında korku dolu hikayeler
anlatılan bina bir yandan yanı başında kurulan salı
pazarına ev sahipliği yapmış bir yandan da
koyunların mekanı olmuş. Fakat kilisenin durumu
bugün de çok farklı değil.
2007’de yapılan resmi açıklamalarda mimarisi
bozulmadan hastaneye dönüştürüleceği duyurulsa da
geçen 7 yılda kilisenin etrafında hiçbir değişiklik
yok. İbadethane Elazığ’ın merkezi konumunda olması
nedeniyle en tercih edilen otoparklardan birine
dönüşmüş durumda. Üstelik gece de açık olan, hem de
24 saat bekçisi bulunmasıyla iftihar eden bir
otoparka…
Bu otopark araçları park etmek için sadece
kiliseyi çevreleyen araziyi değil binanın içini de
kullanıyor. Bir zamanlar dua edenlerin doldurduğu
mekana bugün arabalar birer ikişer sıralanıyor.
Kilisenin apsisindeki kilit taşı üzerinde yer alan,
bugün silinmiş olsa da dikkatli bakıldığında fark
edilebilen Meryem Ana ve Bebek İsa motifinin hemen
altına çekiliyor minivanlar. Bu büyük araçlar
binanın içine girerken kapı girişine de zarar
veriyor. Otoparkta onları ikaz eden kimse de yok.
Define kazıları nedeniyle bir zamanlar zemini
paramparça edilmiş kilise farklı amaçlarla da
kullanılıyor. Kimi çöplerini hala buraya atarken
kimi ise tuvalet ihtiyacını gideriyor usulca. Bu
ibadethanede bir zamanlar inananların Tanrı’ya dua
ettiklerini unuturcasına…
Oda Tv, 29.03.2014
|
KÜTAHYA'DA ARKEOLOJİ SEMPOZYUMU

Kütahya'da, Dumlupınar Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fakültesi Arkeoloji Bölümü tarafından düzenlenen 4.
Uluslararası Arkeoloji Sempozyumu düzenlendi.
Sempozyumun açılışında bir konuşma yapan Arkeoloji
Bölüm Başkanı Prof.Dr. Nejat Bilgen sempozyumun
İlk Tunç Çağının incelendiği bir sempozyum
olduğunu kaydederek, Seyitömer Höyük kazılarıyla
ilgili bilgiler verdi.
2 günde altı oturum halinde devam eden sempozyumun
ilk oturumu Prof.Dr. Aliye Özden’in oturum
başkanlığında gerçekleşti. Birinci oturumda “Erken
Tunç Çağı’nda Seyitömer Höyük” başlığı altında bir
sunum yapan Prof.Dr. Nejat Bilgen, Tarihin sırlı
hazinesi olarak nitelendirilen Seyitömer Höyük’te
yüzlerce tarihi eseri gün yüzüne çıkardıklarını
belirterek çıkan eserler ve mimari yapılar konusunda
bilgiler vererek şunları söyledi: “Seyitömer Höyüğü,
Kütahya’nın 25 kilometre kuzeybatısında, Çelikler
Seyitömer Elektrik Üretim A.Ş. Rezerv sahasında,
eski Seyitömer Kasabası’nın bulunduğu alan
içerisinde yer almaktadır. Seyitömer Höyük Kazısı
Projesinin amacı: höyüğün etkilediği alanda bulunan
12 milyon ton kömürü kullanılabilir duruma getirmek.
2006 yılında başlatılan ve 2006-2013 yılları
arasında birçok mimari esere ulaştık.”
Bilgen, Seyitömer Höyükte Roma ve Helenistik dönem
katmanlarının kaldırıldığını belirterek dönemler ve
dönemlerde ilgili kazılarda bulunan buluntular
konusunda bilgiler verdi. Bilgen, yaklaşık 8 yılda,
4 tane uluslararası sempozyum gerçekleştirdiklerini
bunun yeni kurulmuş bir bölüm için oldukça önemli
olduğunun altını çizerek “Bence iki önemli adım var.
Biri Seyitömer’de gerçekleştirmekte olduğumuz kazı.
İkincisi de bu kazıda çaba gösteren öğrencilerimiz.
Bu iki etkenin, bize katkılarıyla 4. Uluslararası
Arkeoloji Sempozyumu’nu yapma fırsatını
yakaladık”dedi.
Sempozyumda gerçekleştirilen oturumlarda; Öğr. Gör.
Nazan Ünan, Dr. Nazım Kamış, Yrd. Doç.Dr. Erkan
Fidan, Yrd. Doç.Dr. Fikret Özbay, Arş. Gör. Asuman
Kuru, Yrd. Doç.Dr. Sinem Türkteki, Arş. Gör. Semra
Çarıkoğlu, Prof.Dr. Nejat Bilgen, Prof.Dr. Halime
Hüryılmaz, Prof.Dr. Turan Efe, Doç.Dr. Ayşegül
Aykurt, Yrd. Doç.Dr. Ralf Becks, Dr. Tayfun Caymaz,
Ark. Halil Hamdi Ekiz, Yrd. Doç.Dr. Figen Çevirici
Coşkun, Ark. Laura Harrison, Arş. Gör. Rabia Akarsu,
Yrd. Doç.Dr. Derya Yılmaz, Yrd. Doç.Dr. Murat
Türkteki, Öğr. Gör. Zeynep Bilgen, Dr. Barbara
Horejs- Christopher Britsch, Yrd. Doç.Dr. Şengül
Aydıngün- Jesus Gil Fuensanta, Yrd. Doç.Dr. Deniz
Sarı, Doç.Dr. Umut Türkcan-Ark. Cansu Topal, Ark.
Metin Türktüzün, Ark. Serdar Ünan, Ark. Semih Ünal,
Yrd. Doç.Dr. Derya Yalçıklı, Ark. Borislan Ivanov
Borsilavov, Dr. Fulya Dedeoğlu yaptıkları çalışmalar
konusunda bilgiler sundu.
Milliyet, 29.03.2014
|
SİNOP'TAKİ İKONALAR TURİSTLERİN İLGİ ODAĞI

Kültür ve Turizm İl Müdürü Tosun,
Sinop Arkeoloji Müzesi'nde sergilenen ikonalara
turistlerin büyük ilgi gösterdiğini belirtti. Tosun:
"Sinop kruvaziyer turizminde önemli bir durak oldu.
Kentin tarihi mekanlarını gezen turistler özellikle
arkeoloji müzesinde Hristiyanlığın en eski ikonaları
ile karşılaşınca şaşırıyorlar, ikonalara turistlerin
ilgisi büyük"
Sinop Kültür ve Turizm Müdürü Hikmet Tosun, Sinop
Arkeoloji Müzesi'nde sergilenen ikonalara
(Ortodokslarda İsa, Meryem veya ermişlerin tahta
üzerine mumlu ve yumurtalı boyalarla yapılmış dini
içerikli resimleri) turistlerin ilgisinin büyük
olduğunu söyledi.
Tosun, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Sinop'un
kruvaziyer turizminde önemli duraklardan biri haline
geldiğini, son 5 yılda ABD, İsrail, İngiltere,
Almanya, Norveç ve İsveç'ten yaklaşık 100 bin
turistin kenti ziyaret ettiğini belirtti.
Turistlerin, kentin tarihi ve turistik mekanlarını
gezdiğini anlatan Tosun, görülen önemli mekanlar
arasında tarihi Sinop Cezaevi ve Sinop Arkeoloji
Müzesi'nin bulunduğunu vurguladı.
Sinop Arkeoloji Müzesi'nde Hristiyanlığın en eski
ikonalarından bazılarının sergilendiğini belirten
Tosun, turistlerin ikonalarla karşılaştıklarında çok
şaşırdıklarını, bu nedenle özellikle yabancı
turistlerin müzeye ilgisinin yoğun olduğunu
kaydetti.
"Paha biçilemez değerdeler"
Sinop ve çevresinde 19. yüzyılda bulunan
kiliselerden bugüne kadar kaldığı tahmin edilen
ikonaların Sinop Arkeoloji Müzesi'nde muhafaza
edildiğini dile getiren Tosun, "Kestane ağacından
yapılmış panolara alçı sıvanarak, bazılarında ise
bez alçı bir arada kullanılarak, üzerinde çeşitli
boya ve altın yaldızlarla yapılan ikonalar,
Hristiyanlığın en eski ikonalarından ve bugün paha
biçilemez değerde" diye konuştu.
Kökleri Bizans'a kadar uzanan, Hristiyan inancına
göre dini olayların ve dini ruhaniyeti olan
kişilerin konu edildiği tasvirlere "ikona" adının
verildiğini ifade eden Tosun, şunları kaydetti:
"Başlangıçta sanat değeri taşımayan ikonalar zamanla
gelişerek, diğer toplumlara yayılarak hem bir sanat
ekolü olmuş hem de dinsel kültün değişmez bir
parçası haline gelmiştir. İkonaları savunan ve
kiliselerde ikonalara yer veren Hristiyan mezhebi
Ortodokslardır. Karadeniz'de Hristiyanlığın
yayıldığı en eski merkez Sinop Balatlar Kilisesi ve
Aziz Fokas Kilisesi'dir. İngilizlerin 1994-1997
yıllarında Sinop Çiftlik Köyündeki Aziz Fokas
Kilisesi'nde yaptıkları kazı çalışmalarından çıkan
bulgular, 2010 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla
Sinop Balatlar Kilisesi'nde başlatılan ve devam eden
kazılarda ortaya çıkan bulgular da bunu
doğrulamaktadır."
Sabah, 29.03.2014
|
TARİHİN ÜZERİNE BU KEZ ÜNİVERSİTE DİKTİLER

İstanbul'da Cevizli TEKEL arazisi İstanbul Şehir
Üniversitesi'ne parça parça tahsis ediliyor.
Üniversite yerleşkesinin planlandığı alanın
komşusunda bulunan 24 dönümlük koruluk ile Dragos
kazılarıyla gün yüzüne çıkarılan Bizans Hamamı'nın
uzantısının tespit edildiği 46 dönümlük arazinin de
Özelleştirme Yüksek Kurulu tarafından üniversiteye
tahsis edildiği ortaya çıktı. Tekel İşletmeleri
Genel Müdürlüğü mülkiyetindeki 236 ve 238
parsellerin üniversiteye tahsisi için Maliye
Hazinesi'ne bedelsiz devrine karar verildi.
236 parselde yapılan yüzey taramaları sonucunda
alanda gömülü yapı kalıntıları tespit edilmiş, ancak
Kartal Belediyesi'nin başvurusuna karşın alan
arkeolojik sit ilan edilmemişti. Tamamı 3. derece
doğal sit alanı olan arazinin Bizans dönemine ait
bir yerleşim yeri olduğu düşünülüyor. Üniversiteye
tahsis edilen 236 parselde yapılan kazılar ise
Kültür Bakanlığı'nın bu yıl için hala kazı ruhsatı
vermemesi nedeniyle durmuş durumda.
10 METRELİK ALANLA YETİNİLDİ
1974'te geç Roma, erken Bizans dönemine ait hamam
kalıntısı tespit edilen arazide kazılar 2010'dan bu
yana Kartal Belediyesi ve İstanbul Arkeoloji
Müzeleri işbirliğinde sürdürülüyor. 207 parselde
erken Bizans dönemine ait hamam kalıntıları ve
hamamın güneyinde kilise kalıntıları açığa
çıkarıldı, iskelet ve bebek mezarları bulundu. 1.
derece arkeolojik sit alanı ilan edilen bu alana
komşu 236 parselde ise Bizans Hamamı kalıntılarının
devam ettiği tespit edildi.
Yapılan yüzey taraması yerin altında 4,5 ve 9,5
metre derinliğinde çok sayıda yapı kalıntısı
olduğunu ortaya koydu. Kartal Belediyesi, 236
parselin de 1. derece arkeolojik sit ilan edilmesi
için 5 No'lu Kültür Varlıklarını Koruma Bölge
Kurulu'na başvurdu; ancak Kurul, bu parselde
yalnızca Bizans Hamamı'nın uzantısı olarak tespit
edilen 10 metrelik alanın 1. derece arkeolojik sit
ilanıyla yetindi. Üniversiteye devredilmiş 237
parselde yüzey taraması yapılmasına ise izin
verilmedi.
'KAZI İÇİN HALA RUHSAT ALAMADIK'
Kartal Belediyesi, kazılar tamamlanmadan 236
parselin de İstanbul Şehir Üniversitesi'ne tahsis
edilmesine karşı çıkıyor. BirGün'e konuşan bir
belediye yetkilisi, “O parselde sadece 200
metrekarelik bir alanda sondaj çalışması yapabildik.
Yüzey taramasında arazinin tamamında kalıntıların
devam ettiği görülüyor, dolayısıyla bu alanın
tamamının 1. derece arkeolojik sit ilan edilmesi
gerekirdi. Ancak herhangi bir buluntu yokmuşçasına
üniverisiteye tahsis edildi. Bu arazide 2014 yılında
da kazı çalışması yapabilmek için yaptığımız ruhsat
başvurusuna Kültür Bakanlığı'ndan hala yanıt
gelmedi. Ruhsat olmayınca kazıları yürütemiyoruz.
Arkeologlarımız alanda daha önceki yıllarda çıkan
malzemelerin tasnifiyle uğraşıyorlar” dedi.
'KOCAMAN BİR TARİH YATIYOR'
Mimarlar Odası Kartal Şube Başkanı Esin Köymen
ise Cevizli Tekel arazisindeki diğer parsellerin
planlamasının tamamlandığına dikkat çekerek,
“2003'te bu alan şehir parkı olarak planlanmıştı.
Şimdi o plan kadük haline getirilerek parça parça
planlama yapılıyor, üniversiteye tahsis ediliyor.
Orada endüstriyel miras olan bir sanayi yapısı var.
Bizans dönemine ait kocaman bir tarih yatıyor. Bizim
talebimiz çok açık. Burası bir park alanı olarak
düzenlenebilir, bir TEKEL müzesi yapılır, bir
arkeopark konseptiyle birleştirilerek halkın
kullanımına açılır. Arkeolojik çalışmalar
bitirilmeden bu alanın üniversiteye tahsis edilmesi
zaten yanlış” dedi.
İstanbul Şehir Üniversitesi yetkilileri sorularımıza
cevap vermedi.
NE OLMUŞTU?
Endüstriyel miras fabrika binaları ile 4 bin 100
ağacın yer aldığı Cevizli TEKEL arazisinin 296
dönümlük alanı (237 parsel) 49 yıllığına AKP’ye
yakınlığı ile bilinen Bilim ve Sanat Vakfı’nın
kurduğu İstanbul Şehir Üniversitesi’ne kiralanmıştı.
Gerçek Gündem, Haber: Olgu Kundakçı, 29.03.2014
|
KAYIP KENT GERMANİCİA GÜN YÜZÜNE ÇIKTI

Çukurova Üniversitesi (ÇÜ) Fen-Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü'nün davetlisi olan Adana Valiliği
İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Şube Müdür Vekili
Hititolog Ayşe Ersoy, 'Germanicia Antik Kenti ve
Mozaikleri' konulu konferans verdi. Ersoy, yapılan
kazı çalışmalarıyla Germanicia antik kentinin
Kahramanmaraş'ta olduğunun kesinleştiğini bildirdi.
ÇÜ Arkeoloji Kulübü tarafından düzenlenen 'Arkeoloji
Konferansları'nın ilkini veren Hititolog Ayşe Ersoy,
Kahramanmaraş'ta 2007 yılında kaçak kazı sonucu
ortaya çıkarılan ve kazısı h'len devam eden
Germanicia Antik Kenti ve Mozaikleri hakkında
bilgiler verdi.
Ersoy, antik haritalarda Germenicia antik kentinin
Kahramanmaraş'ta bulunduğunun gösterilmesine rağmen,
hiçbir mimari kalıntının günümüze kadar gelmemiş
olması nedeniyle, bugüne kadar bilim çevrelerince
yerinin tespit edilemediğini belirterek, 'Ancak
kaçak kazı sonucu ortaya çıkarılan mozaiklerle,
kayıp kent Germanicia antik kentinin
Kahramanmaraş'ta olduğu kesinlik kazandı' dedi.
Tesadüfen bulunan mozaiklerin, toprağa gömülen 1500
yıllık Antik Kent'i gün yüzüne çıkardığını ifade
eden Ayşe Ersoy, 'Kent antik Roma'da kendine ait
para bastıracak kadar önemli ve ihtişamlı bir şehir
olmasına rağmen, uğradığı istilalar ve yangınlar
sonucu yakılıp yıkılarak toprağın derinliklerine
gömülmüş. Tam 1500 yıl sonra bulunan mozaikler,
Antik Kenti gün yüzüne çıkardı' dedi.
KAZILARA 2007 YILINDA BAŞLANDI
Adana Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Şube
Müdür Vekili Hititolog Ayşe Ersoy
konuşmasında,'Vatandaşlardan gelen ihbarları
değerlendiren Kahramanmaraş Müze Müdürlüğü, halkın
gösterdiği farklı yerlerde 2007 yılında kazı
çalışmalarına başladı. Germanicia Antik Kenti ve
Mozaikleri ile ilgili yapılan kurtarma kazıları ve
sondaj çalışmalarıyla, birçok mozaik ve kent
kalıntısı ortaya çıkarıldı.14 ayrı alandan çıkarılan
ve tescili yapılan mozaiklerin,'Geç Roma-Erken
Bizans Dönemi'ne ait olduğu anlaşıldı. Bu mozaikler,
o döneme ait birçok yaşam tarzı hakkındada bize
önemli bilgiler veriyor. Güç ve zenginliğin simgesi
olan villaların tabanlarını süsleyen mozaikler
üzerinde, Germanicia'nın günlük ve sosyal yaşamını
tasvir eden figürler bulunuyor.' şeklinde konuştu.
Ortaya çıkarılan mozaikler sayesinde
Germanicia antik kentinin faunası,
florası, sosyal yaşantısı ve kültürünün günümüze
taşındığınıda dile getiren Ayşe Ersoy,'Antik Kent'e
ait mozaikleri, Anadolu Mozaikleri arasında eşsiz ve
önemli kılan, bugüne kadar hiçbir mozaikte
bulunmayan dönemin villalarının mozaikler üzerinde
işlenmiş olmasıdır' dedi.
'Germanicia Antik Kenti ve Mozaikleri'nin Çukurova
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nde tez konusu
olduğunu da bildiren Ersoy, Antik Kent ile ilgili
yapılan çalışmaların kitaplaştırılacağını ifade
etti.
Mithat Özsan Amfisi'nde gerçekleşen ve Fen Edebiyat
Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Yrd. Doç.Dr.
Serdar Girginer, Akademisyenler ve Arkeoloji Bölümü
öğrencilerinin yoğun ilgi gösterdiği konferans,
soruların yanıtlanmasıyla sona erdi.
Sabah,
28.03.2014
|
KÜÇÜK AYVASIL KİLİSESİ TURİZME KAZANDIRILACAK

Trabzon'un
Çarşı Mahallesi'ndeki tarihi Küçük Ayvasıl
Kilisesi'nin kapsamlı restorasyon ve röleve
çalışması için Kültür ve
Turizm Bakanlığından ödenek talep edildiği
bildirildi.
Trabzon Valisi Abdil Celil Öz, AA muhabirine
yaptığı açıklamada, Küçük Ayvasıl Kilisesi'nin
kentin en eski kiliselerinden olduğunu söyledi.
Kilisenin üç nefli bir bazilika olduğunu belirten Öz, "Küçük Ayvasıl Kilisesi'nin narteksi yok. Nefler içten ve dıştan yuvarlak planlı ve zemininde kriptası var. Giriş kapısında Bizans kabartması ile 884-885 tarihinde 1. Basil zamanına ait onarım kitabesi bulunuyor. İçerisinde daha geç dönemlere ait fresk kalıntıları ve Naosta 'T' şekilli iki ayak ve iyon başlıklı sütunu var" dedi.
Öz, Küçük Ayvasıl Kilisesi'nin ziyarete kapalı olduğunu ifade ederek, "Kilise kent merkezinde kurulmuş olmasına rağmen şu anda harabe vaziyettedir. Bu nedenle de uzun süredir kapısı kilitli ve ziyarete kapalı. Kilisenin kapsamlı restorasyon ve röleve çalışması için Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğünce, Kültür ve Turizm Müdürlüğünden istenen bilgi ve rapor gönderilmiştir" diye konuştu.
"Öncelikle kilisenin temizliği yapılacak"
Kilisenin restorasyon maliyetinin yaklaşık 25 bin lira olduğunu vurgulayan Öz, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Bu kapsamda kilisenin restorasyonu için Kültür ve Turizm Bakanlığı Döner Sermaye İşletme Müdürlüğünden ödenek talep edilmiştir. Ödenek geldiği takdirde tarihi Küçük Ayvasıl Kilisesi de turizme kazandırılacak. Öncelikle kilisenin temizliği yapılacak. Restorasyonla kilisenin mevcut dokusu ortaya çıkartılacak. Mevcut doku bozulmadan yapının korunmasına ve sağlamlaştırılmasına yönelik de çalışmalar yapılacak."
Öz, Küçük Ayvasıl Kilisesi'nin Trabzon turizmi açısından da önemli olduğuna dikkati çekerek, "Küçük Ayvasıl Kilisesi yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekebilecek noktada yer alıyor. Hem Trabzon merkezinde bulunması hem de en eski kiliselerden birisi olmasından dolayı çok önemlidir. Küçük Ayvasıl Kilisesi restore edildikten sonra turizme olan ilgiyi üst noktalara taşıyacaktır" dedi.
Trabzon'daki tarihi eserlere değer verilmesini amaçladıklarını vurgulayan Vali Öz, Kültür ve Turizm Bakanlığından ödenek geldiği takdirde kısa sürede çalışmalara başlayacaklarını ve kiliseyi turizme kazandıracaklarını kaydetti.
|
DÜNYANIN İLK GÖZLEMEVİ TÜRKİYE'DE İNŞA EDİLMİŞ

Derginiz "Popüler Bilim" okurlarını hayrete
düşürecek bir "keşfi" sayfalarına taşıdı. 12 bin
yıl önce Şanlıurfa Göbeklitepe'de inşa edilen
yapı bilim insanlarını da şaşkına çevirdi.
Tarihin
gördüğü en ilgi çekici ve etkileyici şehirlerden
biri olan Şanlıurfa ili sınırları içinde yer
alan Göbeklitepe, 1995 yılında son derece
gizemli bir keşfe ev sahiliği yaptı. Kazı
başkanı değerli arkeolag Prof.Dr. Klaus Schmidt
önderliğinde başlatılan kazıların ardından
yapılan incelemeler sonucu, keşfedilen yapıların
dünryanın en eski yapımı tapınaklar olduğu
ortaya çıktı. Kazılan bu bölgenin bir tapınak
kompleksi veya kült alanı olduğu bilim insanları
tarafından kabul edildi. Tapınakların yaklaşık
12 bin yıl önce inşa edilmeye başlandığı
anlaşıldığında ister istemez tüm ilgi
Göbeklitepe üzerinde yoğunlaştı. Çünkü
avcı-topyayıcı biçimde hayatını sürdüren insan
topluluklarının bu şekilde muazzam tapınaklar
inşaa edebilmesi bilim camiasında imkansız
olarak görülüyordu.
Yeni görüş
O güne kadar bilim insanları arasında genel
kabul edilen görüş insanların avcı-toplayıcı
yaşam tarzından yerleşik ve tarım odaklı yaşam
tarzına geçtikten ve ilk evleri, yerleşim
yerlerini vb. inşa ettikten sonra ve bilirli bir
zamanın ardından kült evleri ve tapınaklar
yapmış oldukları yönündeydi. Fakat Göbeklitepe
tapınaklarının keşfi bu hipotezi altüst etti.
Ortaya çıkan yeni görüşe göre çok büyük
ihtimalle bu tapınaklar yerleşim yerlerinden
daha önce inşa edilmişti. Bu demekki dini
inançlar tarımdan sonra veya tarımla birlikte
değil ondan önce ortaya çıkmıştı. Avcı-toplayıcı
ilkel sanılan insanlard inşa etmesi son derece
güç olan bu tapınakları bir şekilde inşa
edebilmişlerdi. Üstelik yalnızca tonlarca
ağırlıktaki taşları yüzmetrelerce öteden taşıyıp
daha önceden belirlenmiş yerlere yerleştirmemiş,
bu taşların ezerine hayvan kabartmaları ve
birtakım semboller de işleyebilmiştir.
En
heyecan verici keşif
İnsanlık tarihi boyunca yapılmış olan
arkeolojik keşiflerin pek azı Göbeklitepe'nin
keşfi kadar kendi geçmişimize bakış açımızı
değiştirebilmiştir. İnsanlığın geçmişi zaman
olarak ne kadar geriye alınırsa ortaya çıkan
gizem o oranda artmaktadır. Bundan yüzyıl
öncesine ait bir yapının keşfi asla aynı merakı
uyandırmamaktadır. Geçmişle ilgili merak
uyandıran keşifler genelde biyolojik,
antrolopolojik keşiflerdir. İşte Göbeklitepe
papınaklarını keşfi yakın zamanda yapılmış olan
en uzak ve heyecan verici keşiftir.
Yeniçağ, 26.03.2014
|
TAŞINMAZ KÜLTÜR VARLIĞI SAYISI ARTTI

Tarih öncesindeki konumuyla dikkat çeken ve pek
çok antik yerleşim merkezine sahip Kırklareli’de
gerçekleştirilen envanter çalışmasıyla, kayıtlı
taşınmaz kültür varlığı sayısının bilinenden daha
yüksek olduğu tespit edildi.
Kırklareli Kültür ve Turizm Müdür Vekili Fikret
Macit, yaptığı açıklamada, farklı medeniyetlerin
geçiş bölgesinde olan Kırklareli’nin kültür varlığı
açısından zengin olduğunu söyledi.
Kırklareli’de taşınmaz kültür varlığı
envanterinin ilk kez çıkartıldığına dikkat çeken
Macit, “Kırklareli’de hiç taşınmaz kültür varlığı
envanter çalışması yapılmamış. Çeşitli gezi ya da
köylülerin haber vermesi üzerine görünen tarihi
yapılar envanter listesine kaydedilmiş” diye
konuştu.
Macit, envanter çalışmaları kapsamında geniş
ölçüde alan taraması yapıldığını, 199 yerleşim
biriminde, Kırklareli’nin tarihine ışık tutacak 937
eser bulunduğunu vurguladı.
Tarama çalışmalarının 6 ay sürdüğünü belirten
Macit, şöyle konuştu:
“Arazi çalışmaları bitti. Sisteme veri girişleri
yapılıyor. Vakıflar Bölge Müdürlüğü kabul komisyonu
veri girişlerini kontrol ederek tescilleme işlemini
yapılacak. Kırklareli’de şimdiye kadar envanter
çalışması yapılmamış. Çeşitli gezi ya da köylülerin
haber vermesi üzerine görünen tarihi yapılar
envanter listesine kaydedilmiş. Sanat tarihçisi,
mimar, arkeolog ve şehir plancısının yer aldığı ilk
kez bu kadar geniş çaplı bir arazi taraması yapıldı.
İl, ilçe, belde ve köyler dahil 199 yerleşim
alanında tarama yapıldı. Kayıtlarda 460 gözüken
taşınmaz kültür varlığı sayımız, yapılan arazi
çalışmalarıyla 937′ye yükseldi.”
Macit, bugüne kadar Trakya’da sadece Edirne’nin
Lalapaşa İlçesinde dolmenlerin olduğunun
bilindiğini, çalışmalar sırasında Kofçaz İlçesinde
de iyi durumda olan dolmenler ve kayıtlarda olmayan
birçok kale tespit edildiğini dile getirdi.
Macit, tespit edilen kültür varlıklarının
haritalandırma çalışmalarında da sona gelindiğini
kaydetti.
Yeni Şafak, 26.03.2014
|
TRAK TAPINAKLARI YOK OLMA TEHLİKESİYLE KARŞI KARŞIYA

Antik çağda Trakya bölgesinde yaşayan Trak
topluluğundan günümüze kalan tapınakları, koruma
altına alınmadığı için tahribata açık duruma geldi.
Traklar üzerine önemli çalışmaları bulunan Trakya
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü
Başkanı Prof.Dr. Engin Beksaç, AA muhabirine
yaptığı açıklamada, Traklar’dan kalan dönemin çok
fazla bilinmediğini, o dönemden kalan birçok eserin
de yok olup gitme tehlikesi altında olduğunu
söyledi.
Trakya’nın kültür ve tarih açısından çok zengin
ancak tanıtım açısından zayıf bir bölge olduğunu
belirten Beksaç, şöyle konuştu:
“Edirne ve Kırklareli’de doğal kayalar üzerine
şekillendirilmiş önemli Trak tapınakları bulunuyor.
Yaptığımız çalışmalarda birçok tapınak ortaya
çıkardık. Edirne sınırları içerisinde 30 tapınak
belirledik. Büyüklü ve küçüklü şekilde
Kırklareli’dekileri de kattığımız zaman bunların
sayısı 50′yi aşmış durumda. Şu anda bu tapınakların
hiçbiri turizme açılmadığı gibi tanıtımı da
gerçekleştirilmedi. Tahribata açık durumdalar.
Romanya ve Bulgaristan gibi ülkelerde aynı tarihi
özelliği taşıyan yapılar turizme açıldı.”
“Trakya için önemli bir kazanç”
Beksaç, buldukları yapılar arasında geçmişi 8 bin
yıl önceye dayanan bir tapınak da bulunduğunu ve bu
tapınağın Trakya için önemli bir kazanç
olabileceğini vurguladı.
Trakya’da bulunan türde tapınaklara Avrupa’nın
birçok bölgesinde ilgi gösterildiğini ancak Trakya
bölgesindeki tapınakları yeterince tanıtılmadığı
için bilinmediğini aktaran Beksaç, şöyle devam etti:
“Bu yapılara baktığımız zaman Trak kültürünü,
ruhunu ve değerlerini anlıyoruz. Trak
tapınaklarındaki din, madde tapınım şeklinde
olmaktan çok İslam terminolojisiyle ifade etmek
gerekirse bir tevhid dini şeklinde ortaya çıkmış.
Dini ibadet soyut kavramlar çevresinde şekilleniyor
ve doğayla kaynaşmış bir biçimdedir. Korkunç bir
astronomi ve gizem bilgisi var. Bunların arasında
Trak tapınakları bir dünya ve evren sembolü olarak
duruyor.”
Beksaç, İbrahim Peygamberin oğlunu kurban etme
olayının geçtiği yerin de bir kaya tapınağı olduğunu
söyledi.
Mısır piramitlerinin ülkesine önemli bir girdi
sağladığını anımsatan Beksaç, “Trak tapınaklarının
korumaya alınarak, turizme açılması gerekiyor. Bu
bölgenin turizm açısından daha fazla tanınmasını da
sağlar” diye konuştu.
haberler.com, 13.03.2014
|
23 - 29 Mart 2014
|
ATİLLA HAN'IN KURGANI
BULUNDU
Macaristan’in başkenti
Budapeşte’de Tuna Nehri üzerinde yeni bir köprü
temellerinin inşaatı sırasında inşaat işçileri
tarafından 6. yüzyıla ait muhteşem bir kurgan ortaya
çıkarıldı. Yapılan incelemelere göre kurgan odası
büyük bir Hun öndere özgü olduğuna kesinlik kazandı.
Büyük olasılıkla Attila Han'nın kurganı olduğu ileri
sürülüyor.
‘’Bu gömü alanı
kesinlikle inanılmaz!’’ diye ifade eden Budapeşte
Üniversitesi'nden tarihçi ve mezar araştıran
uzmanlar ekibinin üyesi Albrecht Rümschtein
sözlerini şöyle sürdürdü: ‘’Çok sayıda at isleketi
bulduk, yanı sıra çeşitli silah ve diğer eserler
bulundu, hepisi Hunlar’ın geleneksel sanatiyle
bağlantılı. Bu nesneler arasında bir de meteor
demirden yapılmış büyük bir kılıç bulunuyor, bir
efsaneye göre Attila Han'a tanrı Mars tarafından
bizzat verildiği iddia edilen "İskitlerin Kutsal
Savaş Kılıç"ı olacağına kesin gözüyle bakılıyor.
Aslında, bu her şeye muktedir olan Attila Han'nın
dinlenme yeri kesin olarak görünüyor, ama bunu
kanıtlamak için daha çok incelemeler, araştırmalar
yapmamız gerekiyor."
Roma tarihçileri
tarafından "Tanrının Kırbacı" diye adlandırılan
Attila Han, Orta Asya kökenli bir göçebe topluluk
olan Hun Türkleri’nin hanı idi. MS 434’ten MS 453’te
son evliliğini yaptığı Got kökenli güzel ve genç bir
prenses olan İldiko ile düğün gecesindeki ölümüne
dek Hunları yönetti. Doğu ve Batı Roma’ya karşı bir
çok akın düzenlemesi nedeniyle ‘’Barabr İstilası’’
ya da ‘’Kavimler Göçü’’ diye adlandırılan
hareketliliği tetiklemiş oldu. Bu büyük hareketlilik
sayesinde Cermen kökenli uluslar Batı Roma’nın
çöküşünü ve ardından Avrupa’nın ‘’Orta/Karanlık
Çağlara’’a itilmesini sağlamış oldular. Bir çoğu
Macar’a göre de Atilla Han Macaristan’ın
kurucusudur. Bu gömü alanının bulunması yüzyıllardan
beri tartışma konusu olan Hunlar ve Attila Han'nın
kökeni ve kimliği ile ilgili bir çok konuya ilişkin
açıklık kazandıracak. Alanda bulunan çanak çömlek ve
takıların incelenmesinin sonucu gelenek-görenek,
köken ve ticari ilişkileri konularına ışık tutacak
ve kötü diye nitelendirilen bu toplumun bilim
adamlarınca daha iyi anlaşılmasını sağlayacak.

KURGAN NEDİR?
Kurgan - Türk ve Altay kültüründe kutsal
mezar, türbe. Korgan olarak da
söylenir.İçinde ulu ve kutlu kişilerin
yattığı dikkat çekici gömüt. Eski Türk
geleneklerinde genellikle yığma tepeler ve
höyükler şeklindedir. Genelde devlet
yöneticisi olanlar için yapılmışlardır.
Ceset odasının döşemesi genelde ağaç
kütükleri ve kalastan yapılır. Cesetlerin
başı doğuya çevrilmiş olur ve eşyaları ile
birlikte gömülürler. Kurganların farklı
bölgelerinde at cesetlerine de
rastlanabilir. Örneğin Esik Kurganı MÖ 5
Yüzyıla ait olup Kazakistan’ın başkenti
Almatı’nın yaklaşık 50 kilometre doğusunda
yer alır. Esik Kurganı dünyada içerisinde en
çok altın bulunan ikinci mezardır. Yazının
Göktürk kitabelerinin alfabesine benzerliği
ve eserlerin özelliklerinin Hun sanatına çok
uygun oluşu nedeniyle Hun eseri olarak
nitelendirmişlerdir. Ancak eldeki veriler
Türklerle iç içe yaşayan ve Türkleşmiş bir
kavim olan İskitlere de ait olabileceğini
göstermektedir. Esik Kurganda 18-25 yaşları
arasında bir Tekin/Tigin (Prens)’in mezarı
ve ona ait ait elbise bulunduğu için bu
prense "Altın Tigin" (Altın Prens) adı
verilmiştir. Kurgan İyesi veya Kümbet İyesi
türbenin koruyucu ruhunu ifade eder. Orada
yatan kişinin ruhu değildir. Orayı koruyan
başka bir varlıktır. Kurganları soyanların
başına bu iyenin felaket getireceğine
inanılır. Kurgan sözcüğü komşu kültürlere de
geçmiş ve bazı slav dillerinde Anıt anlamı
kazanmıştır (Örneğin; Mamayev Kurgan). Zaman
zaman Kümbet kavramı ile eşdeğer kullanılır.
Kadın Haberleri, Kaynak: worldnewsdailyreport.com, hungary-archeologists-discover-tomb-of-attila-the-hun, 27.03.2014
|
KÜÇÜK KARAOSMANOĞLU HANI
AYAĞA KALKIYOR
1700’lü yıllarda
yapılan, geçmişte İpek Yolu ticaretinin önemli
hanlarından biri olan Küçük Karaosmanoğlu Han,
tarihi dokusuna uygun kalınarak yeniden
projelendirildi. İçinde 18 odalı butik bir otelde
bulunacak olan handa, turizme yönelik ürünlerin
satılacağı 21 dükkan, Osmanlı yemekleri ve
tatlılarının konuklara sunulacağı kafe tarzı
restoran, çikolata evinin de bulunacağı belirtildi.
Projenin haziran ayında tamamlanıp, hanın hizmete
girmesinin beklendiği kaydedildi.

8 MİLYON LİRALIK
YATIRIM
Projeyi gerçekleştiren,
aynı zamamanda inşaat ve turizm şirketi sahibi Halim
Kahraman, 8 milyon lira yatırımla atıl drumda olan,
bir çöplüğe dönüşen Küçük Karaosmanoğlu Hanı’nı
yeniden hayata dönüdürdüklerini belirterek, “Han,
binlerce yıllık geçmişe sahip tarihi Agora ve
Kemeraltı Çarşısı’nın önemli asklarından biri olan
Havra Sokağı üzerinde bulunuyor. Her gün yüzlerce
turistin ziyarete geldiği tarihi çarşıda, özellikle
Agora’yı gezmeye gelen turistlerin konaklayıp
soluklanacağı, alışveriş yapabilecekleri önemli bir
mekan oluşturuyoruz. Ege’nin ünlü doğaltaşlarını
kullandığımız çalışmada, 24 saat led aydınlatma
sisitemi ile geceleri de karanlık olan bölgeyi
aydınlatacak bir proje bu. Konsept içinde yer alacak
işletlemeleri şeçerken özen gösteriyoruz. Konusunda
turizmle uğraşan, farkı firmaları tercih ediyoruz.
Hem turizme hem de bu kentte yaşayanlara 5 yıldızlı
hizmet vereceğiz. Gelen turist hanımızda kaldığında,
bu kentin tarihini soluyacak” dedi.

Gerçek Gündem, Haber:
Mustafa Oğuz, 27.03.2014
|
SARAY VE CAMİLER SUYA GÖMÜLEBİLİR

Raporda, deniz seviyesi yükselirse
"Dolmabahçe Sarayı ve camisi, Beylerbeyi Sarayı ve
Ortaköy Camisi dahil, Boğaziçi boyunca uzanan tarihi
ve kültürel sitelerin turizm sektörüne zarar verecek
şekilde hasar görebileceği" belirtildi.
Uluslararası Finans Kurumu (IFC) ve Avrupa İmar ve
Kalkınma Bankası'nın (EBRD) Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı ve TOBB ile ortak hazırladığı "İklim Riski
Olay İncelemesi, Pilot İklim Değişimine Karşı Uyum
Piyasa Çalışması: Türkiye" başlıklı rapor geçtiğimiz
günlerde yayımlandı. Raporda iklim değişikliklerinin
Türkiye'de şimdiden görülmeye başlandığı ve gelecek
on yıllarda yoğunlaşacağı belirtildi.
BUNLAR YAŞANACAK
Raporda iklim değişikliğine bağlı olarak Türkiye'nin
gelecekte yaşayacağı tahmin edilen deneyimler şöyle:
Tüm mevsimlerde her yerde ısıda bir artış var ancak artışlar yazları kışlardan daha fazla.
Yıllık yağış miktarında Türkiye'nin güney kesimlerinde azalışlar ve kuzey doğusunda olası hafif artışlar olabilir.
Toprak kaymalarıyla birlikte nehir suları ve yağmur sularından kaynaklanan sel risklerini artıran daha yoğun yağış vakaları yaşanabilir.
Suyun öneminin artmasına yol açan, sıcak hava ve kuraklıkların süresi ve yoğunluğunda artış görülebilir.
Deniz yüzeylerinde yükselme, nehir deltaları ya da kıyı kentlerinin alçak konumlu bölgelerinde sel risklerinde artışa rastlanabilir."
ÖZEL SEKTÖRE ETKİSİ
Raporda iklim değişikliğinin Türkiye'de özel sektör
üzerindeki olası etkileri ise şöyle sıralandı (-)
olumsuz, (+) olumlu:
Yazın kış mevsiminden daha belirgin olsa da tüm mevsimlerde görülecek ısı artışları: (-) İşgücü için ısıdan kaynaklanan sıkıntı, özellikle açık havada ya da havalandırılmamış binalarda çalışanlar için. Bunun işin sürdürülmesi ve sağlık ile güvenlik süreçleri üzerine potansiyel etkisi bulunuyor. (-) Enerji sarfiyatı / emisyon artışını düşürme hedefiyle uyumsuz potansiyele sahip ve işletme maliyetlerinde artışla sonuçlanan soğutma teknolojisiyle enerjiye talep artışı. (+) İşletme maliyetlerinde düşüşle sonuçlanacak kış dönemi ısınma maliyetinde azalış. (+) Ülkenin belli bölgelerinde ara mevsimlerde de ziraat ürünü alınabilmesi imkanı. (+)
Ülkenin güney bölgelerinde yağış azalışı: (-) Tarım ticaretinin azalan kar ve artan işletme maliyetiyle karşılaşması sonucuyla tarımsal verimlilikte düşüş. (-) Su ihtiyacında artış, batıda Gediz ve Sakarya, doğuda Dicle ve Fırat havzalarında. Bu ticari, sanayi ve kamusal su kullanımında kısıtlamalarla sonuçlanabilir.
Kuraklık ve hava sıcaklığı sürelerinde artış ve yoğunlaşma: (-) Ticari, sanayi ve kamu kullanıcıların su kullanımları üzerine kısıtlamalar. (-) Özel sektörün dayandığı altyapıda artan sıcak dalgası frekanslarının neden olduğu hasar. (örn. yollar ve demiryolları)
Deniz yüzeyinin yükselişi: (-) Nehir deltası ya da kıyı kentlerinin alçak konumdaki bölgelerinde, fiziksel varlıkların hasarı ve hizmetlerde aksamayla sonuçlanacak su baskınlarına uğraması. (-) Sigorta primleri yükselebilir ya da sigorta yapılamaz hale gelinebilir ve koşullardan etkilenen varlıkların değeri azalır. (-) Kıyı ovalarının alçak konumdaki bölgelerinde zirai faaliyetlerin kesintiye uğraması. (-) Dolmabahçe Sarayı ve Camisi, Beylerbeyi Sarayı ve Ortaköy Camisi dahil, Boğaziçi boyunca yer alan tarihi ve kültürel yerlerin turizm endüstrisi üzerinde zararlı etkilere sahip olabilecek şekilde hasar görmesi."
Sabah, 26.03.2014
|
ORMANDAN SONRA TARİHİ DE YOK EDECEK
Orman
alanlarını yok ettiği için tartışılan 3. köprü ve
bağlantı yollarının tarihi ve kültürel sitlerin de
üzerinden geçeceği ortaya çıktı. Koruma kurulunun
tespitine göre yollar, tescilli surlar ve su
galerisinin üzerinden, tescilli eserlerin ise
yanından geçiyor.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı koruma
kurulları, 3. köprü ve bağlantı yolları ile 3.
havalimanının yapıldığı bölgede ‘doğal sit’ ve
kültürel varlıkların olduğunu açıkladı. Özellikle 3.
köprü bağlantı yollarının geçtiği güzergahta çok
sayıda korunan alan yer alıyor.
İstanbul 1 No’lu Kültür Varlıkları Koruma Kurulu
1 / 25 bin ölçekli planlarda 3. köprü güzergahının
arkeolojik sit alanı ilan edilen 4 antik yerleşim
yeri ile Çatalca’da İnceğiz Mağaraları ile
Silivri’de tarihi Anastasius Surları’nın üzerinden
geçtiğini belirtiyor. Arkeolojik sit alanlarında
tıpkı Yenikapı’da olduğu gibi kurtarma kazıları
yapılması gerekir. Bu durumda da yolun yapım süresi
olarak açıklanan 2015 yıl sonuna kadar tamamlanması
oldukça zor görünüyor. Çünkü 2863 sayılı yasa gereği
arkeolojik sit alanlarında müzenin kurtarma kazısı
yapması ve bulunan eserleri belgelemesi şart
koşuluyor. Hatta koruma kurulu yol güzergahının
değiştirilmesini bile isteyebilir. Kurula, 1/1000
ölçekli uygulama imar planları ulaştığında
arkeolojik sitlerin durumu daha da netlik kazanmış
olacak.
Dersim Kültürel ve Doğal Miras Koruma Girişimi
Yürütme Kurulu Üyesi avukat Barış Yıldırım, Kültür
ve Turizm Bakanlığı’na bağlı koruma kurullarına yazı
yazarak 3. havalimanı ve 3. köprü ile bağlantı
yollarının güzergahında herhangi bir tescillenmiş
kültür varlığı, arkeolojik ve doğal sit alanı olup
olmadığını sordu. Koruma kurullarından üçü yazıya
yanıt verdi.
Yüzey araştırması yapılması gerekir
İstanbul 3 Numaralı Kültür Varlıkları Koruma Bölge
Kurulu 3 sayfalık yanıt yolladı. Yanıtta, 3. köprü
ve bağlantı yollarının bir kısmının Boğaziçi
Öngörünüm Bölgesi, Boğaziçi Gerigörünüm Etkilenme
Bölgesi’nde kaldığı belirtildi. Ayrıca alanın
1995’te İstanbul Kuzey Karadeniz Kuşağı Doğal Sit
Alanı ilan edildiği de anlatıldı. 3 No’lu Koruma
Kurulu’nun verdiği yanıtta projeyle ilgili kurulun
uygulama imar planlarının bazı maddelerinde
değişiklikliğe izin verdiği ancak bölgede yüzey
araştırması yapılması, ayrıca herhangi bir yeni
kültür varlığı bulunması durumunda da koruma
kuruluna
haber verilmesi gerektiği belirtiliyor.
Kurulun yazısında köprü
güzergahı için hazırlanan planlarda ve sorumluluk
bölgelerinde 3 pafta 146 parselde top mevzii, çeşme
ve kayıkhanenin bulunduğu ve hazırlanan 1/2500
ölçekli bilgi paftasına eklenmesine, arşivde
saklanmasına ayrıca tescilli yapılara herhangi bir
fiziki müdahalede bulunulmaması gerektiğine dair
karar verildiği de anlatıldı.
1 No’lu Kurul: 8 bölgede 8 eser var
İstanbul 1 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge
Kurulu Müdürlüğü’nün yanıtında ise uzunca bir liste
yer alıyor. Kurul, 3. havalimanının yapılacağı
bölgede kendi yetki alanlarında kalan kısmında
herhangi bir tescilli yapının bulunmadığı anlatıldı.
Ancak 3. köprü ve bağlantı yollarının geçtiği
bölgelerdeki tescilli yapılar ise şöyle sıralandı:
Çatalca ve Silivri: İnceğiz Mağaraları, Maltepe
Antik Nekropolü ve Yerleşim Alanı (1. derece
arkeolojik sit)
Silivri: Anastasius Surları (Arkeolojik sit alanı)
Gaziosmanpaşa ve Sultangazi: Kırkçeşme Su Galerisi
Hattı
Avcılar: Ispartakule Spradon Antik Kenti (1. ve 3.
derece arkeolojik sit alanı)
Arnavutköy: Şamlar Köyü Dutlar Mevkii kayaya oyulmuş
mezar yapısı
Çatalca İğneağzı: Kartepe (Umurtepe) Mağara ve Antik
Taş Ocağı (1. derece doğal ve 2. derece arkeolojik
sit)
Arnavutköy: Sazlıbosna Filiboz Örenyeri (1. derece
arkeolojik sit)
Silivri: Küçükkılıçlı Köyü Antik Yerleşim Alanı (1.
derece arkeolojik sit)
Eserlerin üzerinden geçiyor
Yazıda 3. köprü bağlantı yollarının geçtiği
noktalarda bulunan bu eserlerle ilgili, yolların
eserlerin neresinden de geçtiği tek tek belirtildi.
Örneğin, Silivri’deki 20 metrelik koruma alanının
belirlenen Anastasius Surları’nın ‘üzerinden
geçtiği’, Kırkçeşme Su Galerisi Hattı’nın üzerinden
geçtiği açıkça
ifade edilirken, diğer eserlerin bazıları içinse
‘sınırdan’ geçtiği ya da ‘yakın mesafeden’ geçtiği
ifadeleri kullanıldı.
6 No’lu Kurul: Tarihi eser çıkarsa çalışma durur
İstanbul Anadolu Yakası’ndaki kültür
varlıklarından sorumlu İstanbul 6 Numaralı Kültür
Varlıklarını Koruma Bölge Müdürlüğü yazdığı yazıda
3. havalimanının yapılacağı bölgenin kendi
müdürlükleri yetki alanında olmadığını anlattı.
Müdürlük yüzde 3. Boğaz Köprüsü’nün Anadolu Yakası
çıkışının doğal ve tarihi sit statüsünde sayılan
‘Boğaziçi Sit Alanı’ olduğunu ancak bölgede herhangi
bir kültür varlığı olmadığını belirtti. Yazıda köprü
için hazırlanan planlarının kanunlar açısından bir
sakıncasının olmadığı, bir buluntuya rastlanması
halinde çalışmaların durdurulması ve kurula bilgi
verilmesi gerektiği konusunda bir karar verildiği de
anlatılıyor.
‘Doğal sitlerde kesin yapı yasağı var’
Koruma kurullarına başvuru yapan avukat Barış
Yıldırım, sit alanlarının
milli parklardan daha üst seviye bir korumaya
sahip olduğunu belirterek, doğal sit alanlarında bu
projelerin yapılamayacağını şu sözlerle anlattı:
“Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek
Kurulu’nun Doğal Sitler, Koruma ve Kullanma
Koşulları ile ilgili ilke kararında 1. derece doğal
sit alanı şu şekilde açıklanıyor: ‘Bilimsel muhafaza
açısından evrensel değeri olan, ilginç özellik ve
güzelliklere sahip olması ve ender bulunması
nedeniyle kamu yararı açısından mutlaka korunması
gerekli olan, korumaya yönelik bilimsel çalışmalar
dışında aynen korunacak alanlardır. Bu alanlarda,
bitki örtüsü, topografya, siluet etkisini
bozabilecek, tahribata yönelik eylemde bulunulamaz.
Kesin yapı yasağı olmakla birlikte, resmi ve özel
kuruluşlarca zorunlu olan alanlarda, teknik altyapı
hizmetleri (kanalizasyon, açık otopark, telesiyej,
teleferik, içme suyu, enerji nakil hattı, doğalgaz
hattı) uygulamalarının koruma bölge kurulunun uygun
göreceği şekliyle yapılabilir...” Yıldırım yazısında
“Burada kesinlikle köprü ya da otoyollardan söz
edilemez” dedi.
Radikal, Haber: Serkan Ocak, 25.03.2014
|
2 BİN 200 YIL ÖNCE ET VE BALIK PİŞİRİLEN IZGARALAR

Ayvacık İlçesi sınırları içinde yer alan Assos
antik kentinde, geçmişi 2 bin 200 yıl öncesine
ulaşan, topraktan ve kilden yapılmış ızgara
parçaları bulundu.
Antik kentteki kazıların başkanlığını yürüten
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Fen
Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi
Prof.Dr. Nurettin Arslan, yörede yaşayan insanların
özelikle balık ya da et gibi ürünleri kesinlikle
yağda kızartmayıp, daha sağlıklı şekilde ateş
üzerinde ızgara yaparak yedikleri konusunda önemli
ip uçları ele geçtiğini söyledi.
Buluntular arasında pişmiş topraktan ve kilden
yapılmış ızgaralar, bunlara ait parçalar ile
pişirmeyle ilgili küçük ocakların varlığını tespit
ettiklerini aktaran Arslan, "Bunları elle
taşınabilir küçük ocak olarak nitelendirebiliriz.
Yuvarlak şekilde. Altında ateş yakılıyor, üst
tarafına ise kaplar konuyor. Bunların bazılarının
'Sakallı Hermes' figürlü yapıldığını görmekteyiz"
dedi.
Arslan, antik dönem insanının yemek konusunda
günümüz insanlarından daha sağlıklı beslendiğinin
söylenebileceğini belirterek, "Bazı ızgaraların
yüksek ayakları var. Bunlar doğrudan ateş üzerine
konuyor. Ateşe en dayanıklı malzeme toprak olduğunu
için ele geçen ızgaraların tamamı topraktan
yapılmış. Bunların yapımının maliyeti de az olduğu
için bu türler tercih edilmiş" diye konuştu.
'Şimdiki ızgaralardan daha
sağlıklı ve dayanıklı'
Izgaraların hepsinin elle şekillendirildiğini,
bazılarının formunun yuvarlak, bazılarının ise
dikdörtgen şeklinde olduğunu ifade eden Arslan,
şunları söyledi:
"Geçmişi 2 bin 200 yıl öncesine uzanan bu
ızgaralar bence şimdiki ızgaralardan daha sağlıklı
ve dayanıklı. Izgaraların üzerinde genelde balık ve
et pişirildiğini düşünüyoruz. Çünkü Assosluların
bunları hiçbir zaman kızartıp, yemediğini biliyoruz.
Deniz kenarında olduğu için balık bol miktar
avlanıyor. Geçen yıl da pişirilen balıkların konduğu
oldukça işlevsel tabaklar ve olta iğneleri
bulmuştuk."
Prof.Dr. Nurettin Arslan, kentte yaşayanların
sağlıklı beslenip, uzun ömürlü olduğu yönünde
bilgiler olduğunu kaydetti.
Yeni Şafak, 25.03.2014
|
ARKEOLOJİNİN KALBİ BURDUR'DA ATACAK

Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi (MAKÜ) Arkeoloji
Bölümü Antik Çağ Kültürleri Topluluğu Türkiye'de
beşincisi yapılacak olan Uluslararası Arkeoloji
Öğrencileri Sempozyumu için geçtiğimiz yıl Harran
Üniversitesi'nde gerçekleşen yarışmaya girerek
üniversiteler arasından yeterli oyu alıp sempozyuma
ev sahipliği yapma hakkını kazanmıştı.
DİKKAT ÇEKEN KONULAR
25 Mart Salı günü MAKÜ Konferans ve sergi salonunda açılışla başlayacak sempozyum programında 50 bildiri arasında yer alan 'Hamamlarda duvardan ısıtma sistemi', 'Kağıt para restorasyonu', 'Oyuncak', 'Antik çağda kürtaj', 'Eşcinsellik', 'Ölü gömme adetleri', 'Modern insanı modern yapan DNA'lar gibi bildirilerin yer aldığı öğrenildi. Sempozyuma yurt içi ve yurt dışından 48 üniversitenin katılacağı belirtildi.
Sabah, 25.03.2014
|
TRUVA MİLLİ PARKI ALANI ÇÖPLÜĞE ÇEVRİLDİ
Çanakkale’de bulunan ve dünyaca ünlü Truva
kazılarının da yapıldığı Truva Milli Parkı’nı,
bilinçsiz vatandaşlar tarafından çöplüğe çevrildi.
Döküldükten sonra yakılan çöplerin içinde bir kedi
de can verdi.
Dünya Kültür Mirası listesinde bulunan Truva antik
kenti, dünyanın dört bir tarafından ziyaretçi çeken
yerlerden biri. Antik kent ve çevresi, tarihi milli
park kapsamında yer alıyor. Aynı zamanda doğa
güzelliğiyle de dikkat çeken bu alana dökülen
çöpler, çirkin bir görüntü oluşturuyor. Parkın
Yeniköy köyünün sahil kısmı çöplüğe dönüştürülmüş.
Boşaltılan çöpler, daha sonra yakılmış.
Çöplerin
içinde bulunan bir kedi de telef olmuş. Bölgenin,
Yeniköy'ün çöpleriyle şehir çöplüğüne dönüştürüldüğü
iddia edilirken Köy Muhtarı Bülent Ayvaz, çöplerin
kimler tarafından döküldüğü hakkında bilgisi
olmadığını söyledi.
Bugün, 25.03.2014
|
GRE MİGRO HÖYÜĞÜ YOL ÇALIŞMASINDAN ZARAR GÖRDÜ
Genişletilen Batman-Diyarbakır yeni yol güzergahındaki tarihi ‘Gre Migro’ höyüğünün bir kısmı zarar gördü. Batman Kent merkezine 15 kilometre uzaklıkta, Üçyol güzergahı üzerindeki Bıçakçı (Kerike) Köyü bitişiğindeki tarihi höyüğün büyük bölümü, yol çalışmalarından zarar gördü. Zemin kısmı neolotik, üst kısmı ise ortaçağ dönemine ait tarihi höyüğün yarısı, duble yol alanında kaldı.
Kültür ve Turizm Il Müdürlüğü, höyük alanında
hafriyat çalışmaları başta olmak üzere, çukur ve
kazı yapılmaması için ‘uyarı’ levhası monte etti.
Uyarı levhası çürümeye terk edilirken, höyüğün bir
kısmı zarar gördü. Batman Turizm ve Kültür Il
Müdürlüğü’nün daha önce höyük alanına monte ettiği
’2863 sayılı yasaya göre höyükte hafriyat yapmak,
çukur açmak yasaktır. Höyük alanında izinsiz kazı
yapanlar hakkında en az iki yıl hapis cezası
verilir’ yazılı tabelaya aldırış eden olmadı.
Uyarı levhasına rağmen yol genişletme
çalışmalarında tarihi höyüğün büyük bölümünün yola
girdiğini belirten Turizm Tanıtma Derneği Başkanı
Emin Bulut, “Höyükte büyük bir çukur açılsa bile
resmi kurumlar hemen harekete geçiyor. Oysa yol
genişletme çalışmalarında neredeyse höyüğün yarısı
yolda kaldı. Kimsenin harekete geçtiği yok.” dedi.
Bulut, 2004 yılındaki yol genişletme çalışmaları
sırasında höyüğün zemin kısmının bir bölümünde bazı
tarihi eserlere rastlandığını hatırlattı. Bulut,
“Yolun kestiği höyükte o döneme ait kabkacak, kemik
parçaları şu an yüzeydedir. Bu eserler kazı
yapılamadan çıplak gözle bile görülebiliyor.
Yetkililerin biran önce önlem alıp höyükte gerekli
çalışmayı yapmasını arzu ediyoruz.” diye konuştu.
Yol çalışması sonrası ortaya çıkan eserlerin yol
kenarına kadar sıçradığını belirten Arkeolog Faysal
Nayman, yüzeye çıkan kalıntılar arasından neolitik
döneme ait obsidyen’den yapılmış aletlerin de
bulunduğunu söyledi.
haberler.com, 25.03.2014
|
ÇAĞDAŞ SANATTAN NEFRET EDİYORUM!

Türkiye sanat ortamında herkes çağdaş sanata
bayılıyormuş sanabiliriz. Ama hiç de öyle değil
hatta bazıları için son derece antipatik br kavram.
Bunun nedenini sorgulamak lazım.
Hayır, başlıktaki bu söz bana ait değil. Ama bu
cümleyi sarf eden sevdiğim arkadaşlarım var. İşin
ilginci son günlerin hafiften biberli siyasi
ortamını, ‘Sarıgülcü müsün Sırrıcı mı’
tartışmalarını da hatırlatan bir yanı var bunun.
Sinemacı mısın, edebiyatçı mı, tiyatrocu musun
çağdaş sanatçı mı?
Çağdaş sanat için günümüz kültür sanat ortamının
lokomotifi diyoruz. Mesela Hasan Bülent Kahraman,
bir zamanlar kendini edebiyatta, sinemada ifade eden
yaratıcı enerjinin çağdaş sanat alanında
toplandığını söylüyor. Uluslararası alanda Türkiyeli
sanatçıların gördüğü ilgiye, büyük sermayenin kültür
yatırımlarını buraya yönlendirmesine, Bienali 350
bin kişinin gezmesine, sayısız galeri ve sanat
kurumuna bakarak Türkiye sanat ortamında herkes
çağdaş sanata bayılıyor sanabiliriz. Ama hiç de öyle
değil.
‘Çağdaş sanat’ bazı insanlar için son derece
antipatik bir kavram. Bu alanla ilgili her şeyden
uzak duruyor ve büyük bir şüpheyle yaklaşıyorlar.
Kültür sanatla sınırlı bir ilişkisi olanlar, yani
sinema, tiyatro, edebiyat gibi alanlarla da pek
ilgilenmeyenler ayrı bir mesele. Bana daha ilginç
gelen, entelektüel faaliyetler içinde olan bazen bir
sanat dalıyla uzmanlık derecesinde ilgilenen
kişiler. İçlerinde yazarlar, sinemacılar hatta
ressamlar bile var. Bazıları öyle yaşını başını
almış değil, sadece 30’lu yaşlarında olan beyaz
yakalı kadınlar ve adamlar. Çağdaş sanatın
farkındalar, en az bir kaç sergi görmüşler ama rahat
bir ortamda “Çağdaş sanattan nefret ediyorum”
diyebiliyorlar. “İlgilenmiyorum, beğenmiyorum,
sevmiyorum, bana hitap etmiyor” filan da değil, sert
bir yargı, güçlü bir duygu, tuhaf bir kızgınlık;
tümden reddediş.
Bazen çağdaş sanatla birlikte büyümüş bir nesilden
olduğumu düşünüyorum. İzmir’den üniversite için
geldiğim İstanbul’daki ilk hafta sonum, Sultanahmet
Meydanı’nda İstanbul Bienali’nin birincisini gezerek
geçti. Lisede hayran hayran Fransız
empresyonistlerine bakan, Vakko ve Esbank sanat
galerilerine bir şey gelsin diye bekleyen bir genç
adam için burası tam bir darı ambarıydı. Ve tabii
tıka basa doldurduk midemizi. Genç Etkinlik’ler, 40
Numara’dan Devlet Han’a kendiliğinden düzenlenen
sergiler, yeni galeriler filan geldi geçti... Bienal
ile birlikte biz de büyüdük ve sayısız sergi, belki
on binlerce iş görmüş olduk. Eskilerin tabiriyle
gözümüzü eğitme
fırsatıydı bu; ya da işte bir sanat alanını iyi
takip etme.
90’larda enstelasyonun, politik toplumsal eleştirisi
estetik arayışı çok daha doğrudan işlerin dönemiydi.
Resim çağdaş sanat sergilerinde daha az görülürdü.
Sergiler her zaman kendince bohem avangard bir
atmosferin, sistem dışı bir ruh halinin toplanma
yerleri gibi olurdu. Dolayısıyla bana sorarsanız bu
işlerle bir ilişkiye girmek için çok daha kolay
zamanlardı. Zamanla çağdaş sanatın ve sanatçıların
küresel sanat piyasıyla kurdukları sağlam ilişkiler,
o büyük ciddi kurumlar ve yapıtların daha karmaşık
bir dil konuşması yeni başlayanlar için işi gittikçe
güçleştirdi. Yani benim kuşağımdan olup da 90’larda
çağdaş sanatla ilk karşılaşmasını yaşayamayanlar,
treni kaçırdı. 2000’lerde artık çok daha kolay
ulaşılabilir olan, her yerde karşımıza çıkan bu
sanat alanı, aslında bir yandan da kendi içine
kapanmaya başladı. Artık çağdaş sanat eserlerinde
İngiltere’deki meşhur sergiye adını veren
‘sensetion’ (duygusallık ve sansasyon) dönemi
bitmiş, öncelikle kendi alanına referans veren bir
sanat kendini gösterir olmuştu. Yani çağdaş sanatın
diğer ustalarını, önceki işleri, dünya sanatını
bilmiyorsanız işiniz zor demekti. Bugün çağdaş
sanatın, sadece sanat profesyonellerinin çok akıcı
biçimde konuşabildiği kendine özel bir dili var ve
öğrenmek öyle kolay değil.
Ne yapalım ki kültür sanat alanında ‘yeni’ olan hala
ve en güçlü biçimde, çağdaş ya da son yıllarda
söylendiği gibi gibi ‘güncel’ sanat.
Geçenlerde bir grup iş adamı ve üst düzey yöneticiye
konuşma yaparken dinlediğim Hüsamettin Koçan,
insanın yeni olan karşısında duyduğu endişeden söz
ediyordu. Emek verip, gayret edip, öğrenip kendimizi
yetiştirdiğimiz ve zevk aldığımız bir alan varken
yeni ve farklı başka bir alana tekrar emek vermek
insana doğal olarak zor gelir. Ama sanatta esas olan
‘yenilik’. Dolayısıyla Koçan, dinleyicilerine bu tür
endişeleri aşıp çağdaş sanata ilgi göstermeyi
tavsiye ediyordu.
2000’lerle birlikte edebiyat da sinema da ve
2010’larda genç tiyatro da çok hareketlendi.
Bunların arkasında da çağdaş sanatla aynı
dinamiklerin olduğunu söyleyebiliriz. Evet, yepyeni
çok genç bir izleyici kitlesi de oluştu.
Multidisipliner izleyiciler. Ama bu sanatta
disiplinler arası olmaktan söz edilen bir dönemde,
her alanın kendi korumacı dilini oluşturduğu
gerçeğini de değiştirmiyor. Kesişim kümeleri çok
sınırlı ve bir alanda kendini yeterli gören diğeri
karşısındaki bilgisizliğini ‘nefret’ duygusuyla
perdeleyebiliyor. Tuhaf biçimde hala kendimizi
loncalara hapsetmeye, onların güvenli
ayrıcalıklarından yararlanmaya çalışıyoruz. Kendi
küçük çevremizde bir konunun ‘bileni’ olma
ayrıcalığını bizden esirgeyen her şeyden ‘nefret’
ederek kendimizden uzaklaştırmayı seçiyoruz. Yani
çağdaş sanat kendi içine kapanıyor kapanmasına ama
entelektüelin de hiç mi suçu yok? Bunu da sormak
gerekiyor.
Sanatın kitlesini geliştirmek, ticari galerilerin
bir numaralı meselesi olmayabilir. Ama sanat
merkezleri ve müzeler için elzem bir konu.
O nedenle bu konuyu bir de üç sanat kurumunun
yöneticisine ve eleştirmen Necmi Sönmez’e sordum.
Onların önceden yazıp yolladıkları görüşlerini de
yarından itibaren yayımlayacağız.
Radikal, Yazı:
Cem Erciyes, 24.03.2014
******
ÇAĞDAŞ SANATTAN NEFRET EDİYORUM! 2

Kültür dünyasında çağdaş sanata mesafeli
duranlar, hatta onu reddedenler var. Pazartesi günü
Cem Erciyes'in bu konuyu ele alan yazısını
yayımlamıştık. Şimdi de kültür kurumu yöneticileri
ile bir eleştirmenin konuyla ilgili görüşlerini
paylaşıyoruz.
Kuşkunun kaynağı keyif endüstrisi
Vasıf Kortun (Salt):
Yerelde
‘entelektüel kesimin’ güncel sanata olan şüphesi
yeni bir durum değil, o ayrı bir konu... Şimdiki
durum daha ziyade güncel sanatın diğer kültürel
ifadelerden koparak keyif endüstrisinin ve
neoliberalizmin kucağına oturmasıyla başlayan kuşku.
‘Entelektüel faaliyetler içinde olduğunu’
söylediklerinin bunun fevkinde olduklarını
sanmıyorum. İki farklı kuşkuyu aynı bağlamda ele
almamamız gerekiyor. Yüksel Arslan da güncel
sanattan nefret eder örneğin ve Ömer Uluç’a
bayılırız çünkü okuryazardır, Cihat Burak fetişi hiç
bitmez zira hem mimar hem yazardır, ha bir de
ressamdır. Abidin Dino bir entelektüel ve bir
sinemacıdır ve sanatçıdır da ama sadece sanatçı olsa
o değere binmez. SALT ‘güncel sanat kurumu’ olmamak
üzere yola çıktı. Tam da güncel sanata hatta
görselliğe verilen bu ayrıcalıktan feragat etmek
için. Güncel sanatla sorunu olan çok sayıda sanatçı
da var hatta haklılar. Mesela Hüseyin Alptekin, İz
Öztat, Banu Cennetoğlu...
Rahatsız edici
şeylerden kaçınıyoruz
Melih Fereli (Arter):
Yakın arkadaş grubumda da benzeri ifadeler kullanan
kişiler var; üstelik aynı temel eğitimden geçmiş
olmamıza rağmen! Bence esas neden eleştirel
düşünceye uzaklık, merak eksikliği! “Rahatsız”
edici, düşünmeye davet eden hiçbir şey, sanat dahi
olsa, üzerinde emek vermeye değer biçimde
algılanmıyor. Tam tersi bir yaklaşım
içselleştirilmedikçe -ki bu da ancak eğitim
felsefemizin sorgulanıp reforme edilmesiyle mümkün-
çağdaş sanata karşı duruşlara daha çok
rastlayacağız. Ama bizler yine de ‘sahile vurmuş
deniz yıldızlarını birer birer denize fırlatarak
onların hayatında fark yaratan çocuk misali’ çağdaş
sanat kulvarında ilerlemeye devam edeceğiz.
Çaba ve özveri gerek
Necmi
Sönmez (eleştirmen): Çağdaş Sanat belli bir
birikim, özel ilgi ve ön bilgilendirme süreçleriyle
formlanan bir yaratı alanıdır. Nasıl ki herkesin
kırmızı rengi sevmesi beklenemezse, herkesin çağdaş
sanatı anlaması, onu takip etmesi de beklenemez.
Nefret söylemi kilitlenmiş, algı dünyasını
geliştiremeyen kişilerin içine düştükleri bir
tuzaktır. Oysa görsel sanatlar ister klasik ister
modern, isterse çağdaş olsunlar, görmeyi, bunu
dönüştürerek soyutlamayı sağladıkları için çok
farklı yorumların kapılarını aralayan anahtar
gibidirler. Sanatın sürekliliğinde yeni ve farklı
olanın her
zaman bir cazibesi vardır. Kişilerin bunun
peşine düşmeleri için belli bir birikime, çaba ve
özveriyle şekillenen uzun bir yolda yürümeyi göz
önüne alması gerekiyor.
Müzelerdeki özgün yapıtlara
bakarak onların aydınlattığı yolda kişiselleşmek
kolay değil. Nam June Paik’ı, Bill Viola’yı, Beuys’u
algılamadan Altan Gürman’ı, Füsun Onur’u, Seyhun
Topuz’u kavramamız da mümkün değil.
Çağdaş sanat şiddetli
bir kopuşla geldi
Levent Çalıkoğlu (
İstanbul Modern):
Benim çevremde de
kimi entelektüel izleyicinin çağdaş sanata bir
mesafeyle yaklaştığına şahit oluyorum. Çağdaş
sanatçılar edebiyat,
sinema , tiyatro gibi disiplinlere meraklı iken
nasıl oluyorda diğer disiplinlerdeki üreticiler
çağdaş sanata mesafeyla yaklaşıyor? Hatta senin de
belirttiğin gibi küçümsüyor. Bu kırılma ve mesafe ne
zaman doğdu?
Kanımca 1980’li yıllarda modernden kopan çağdaş
sanatçıların kavramsala yaklaşması ile bu yarılma
ortaya çıktı. Öncesinde neredeyse net bir temsil
görüyordu tüm izleyiciler. Bir şeyin, bir durumun
temsili, sembolü veya soyutlamasıyda görsel sanat.
Düşünsel bir faaliyetin sanat yapıtının merkezi
olarak konumlandırılmaya başlanması ile çağdaş
sanatçılar kendilerine ait bir yol inşa etmeye
başladılar. Bu yol uluslararasıydı ve o günün
koşullarında neredeyse 20. Yüzyılın başına Dada’ya
ve Kavramsal sanatın kurucusu Duchamp’a uzanıyordu.
Bence kesin olan şu: Ne sinema ne edebiyat ne de
tiyatromuzda (ki belki de üretimlerinin doğası
gereği) temsilden şiddetli bir kopuş olmadı.
Özellikle 1980 ve hatta 90’larda bunu görmek tekil
örnekler hariç mümkün değil. Oysa çağdaş sanat
topyekün geçmişle varolan bağını kopardı. Kolay
tarif edilemeyen, erken örneklerde kendi içine
kapalı, dışarıdan bakıldığında kolaycacık üretilmiş
izlenimi uyandıran bir yapıyla kendisini ortaya
koydu. Bu anlaşılmaz bir durumdu tabii ki. Görünüşte
ne bir emek vardı ne de paylaşımcı bir ilişki.
Haliyle görüneni anlayabilmek için zaman ayırmak,
metinlere başvurmak gerekiyordu. Sinema, Edebiyat ve
Tiyatro’nun icrası için harcanılan zaman ve emek de
sanat yapıtının başarısı ve varlığı için bir önkoşul
olarak algılanıyordu.
Bir başka önemli durum ise çağdaş sanatın eleştirmen
ve yazarının sanatçılarla eşzamanlı olarak
doğmamasıdır. 1980’li yıllarda çağdaş sanatı
anlayan, destekleyen, yazan ve eleştiren çok az ve
etkili sanat yazarı var. İlginçtir onların
kullandıkları dil de kendi içine kapalı ve neredeyse
anlaşılmaz. Böyle bir dönem bu aslında. Kavramlardan
bahsederken anlaşılmaz olmayı tercih etmek belki de
dönemin modası olmuş. Gerçekten de ilk örnekleri
açıklayan sanat yazılarının çoğu girift metinler.
Eminim bu metinler de diğer disiplinler tarafından
uzak ve hatta ukalaca bulunmuştur.
O tarihlerde başlayan bu ayrılık ve kopuş
bugün hala devam ediyor gibi görünüyor. Çünkü o
kuşaklar bugün hala sanat dünyamızın içinde ve
aradaki mesafeyi kapatma gibi bir çaba içerisinde
olmamışlar. Buna karşılık genç jenerasyonlar çok
daha etkileşim içerisinde ve birbirlerinden
beslenmeye öncelik tanıyorlar. Sınırları ve
disiplinleri kategorileştirmeden yeni ve yaratıcı
alanlar açmaya özen gösteriyorlar.
Radikal, Yazı
Cem Erciyes, 25.03.2014
|
KONYA'YA TARİHİ ÇARŞI

Konya’daki Tarihi Bedesten’de 2 bin 687
işyerinde restorasyon çalışması devam ediyor.
100 milyon liraya mal olacak proje ile tarihi
bir çarşı ortaya çıkarılacak.
Bugüne
kadar 2 bin 450 işyerinin restorasyonunun
tamamlandığı Bedesten ile Konya’ya marka değer
katacak tarihi bir çarşı kazandırılacak. Yürütülen
proje sonraki etaplarla birlikte 100 milyon lirayı
bulacak.
Restore edilen işyerlerinden bin 400 tanesi zemin
kattaki dükkanlardan oluşuyor. Çalışmalarda 530 ton
demir, 110 ton alüminyum, 53 bin metrekare çatı
kaplama, 10 bin metrekare kepenk yapıldı. Bugüne
kadar bin 50 metre kanalizasyon, bin 175 metre
telekomünikasyon ve sinyalizasyon, 13 bin metrekare
doğal taş döşemesi, 4 bin 500 metre sundurma, 10 bin
metrekare cam imalatı yapıldı.
Bölgedeki altyapı çalışmaları da büyük bir
titizlikle ilerliyor. Su, kanalizasyon, fiber optik
kablo, elektrik, doğalgaz, Telekom gibi alanlarda
birçok farklı kuruluş çalışıyor. Projenin devamında
ise Bedesten’den Mevlana’ya kadar olan alan ve
Alaaddin Caddesi cephe düzenlemeleri
gerçekleştirilecek.
TOKİ Haber, 24.03.2014
|
KENTİN ORTASINDA
DEMİR YUMRUK
Çinli sanatçı Liu Bolin'in "Demir Yumruk" isimli çalışması Fransa'nın başkenti Paris'teki modern sanat galersi Grand Palais'in önüde sergilenmeye başladı.
7 ton ağırlığındaki demirden yapılam dev yumruk turistlerin ilgi odağı oldu.
Bolin eseri için "Çin'de gerçeklerin yansıması" yorumunu yaptı.
Sabah, 23.03.2014
|
|
800 YILLIK SIR ORTAYA MI ÇIKIYOR?

Her şey 3 hafta önce Bizans tarihçisi Paul
Magdalino’yla gerçekleştirdiğimiz röportajla
başladı.
I.Manuel Komnenos dönemi ağırlıklı geçen
söyleşide Profesör’ün bir cümlesi bizi inanılmayacak
bir noktaya çekti. Kaynaklarda Komnenos’un İstanbul
Boğazı’nın kuzeyine yaptırdığı belirtilen ‘Kataskepe
Manastırı’nın Koç Üniversitesi civarında olduğunu,
ancak bu manastırdan hiçbir izin günümüze
ulaşmadığını söyledi. Bu bölgenin yaşadığım yere
yakınlığı beni araştırmalarımı derinleştirmeye sevk
etti; sıkı durun işte başlıyor…
KATASKEPE YERALTI MANASTIRI
Röportaj yaptığım Paul Magdalino’nun kitabı
dışında Kataskepe Manastırı’ndan bahseden iki esere
daha rastlıyorum. Eserlerin sahibi İngiliz tarihçi
Micheal Angold ve Avusturyalı tarihçi Andrew Stone.
Manastırın tam ismi Saint Michael Kataskepe
Manastırı olarak geçiyor. Manuel Komnenos hanedana
sadakatini göstermek için Blachernae Sarayı ve Büyük
Saray’daki restore çalışmalarından sonra hanedan
üyelerine özel bir mezarlık yaptırmak istiyor.
Akabinde Kataskepe Manastırı ve Kataskepe Vakfı
kuruluyor. İkinci Haçlı Seferini başarıyla savuran
Manuel Komnenos muhteşem bir öngörüye sahip. Olası
yeni bir haçlı seferine karşı geniş kapsamlı bir
çalışma başlatan Komnenos, Kudüs’te bulunan kutsal
emanetleri İstanbul’a getiriyor. Eş zamanlı olarak
Boğazın kuzeyine yaptırdığı manastıra da kraliyet
hazinesinden yüklü bir para harcıyor. Burada ilginç
olan kaynaklara Kataskepe Manastırı’nın ‘Yeraltı
Manastırı’ olarak geçiyor olması!.. Devam ediyoruz…
KUTSAL EMANETLER KATASKEPE’DE
Evet Komnenos normal bir manastır değil yer altı
manastırı yaptırıyor; hazineden çok yüklü bir
harcama yapılmasının nedeni de bu. Haçlı seferleri
ve taht için kardeşini bir tehdit olarak gören
Komnenos, tüm ihtimalleri düşünerek şehir
merkezinden 50 kilometre uzaklıkta yer altına
yaptırdığı manastırla birlikte gizli tüneller, kaçış
yolları ve bu yollar üzerinde de tuzaklar
yaptırıyor. Komnenos, istila tehlikesini de
atlamayarak birçok hazine ve emaneti de yer altı
manastırına getiriyor. İmparator Kataskepe’yi
kaynaklarda ‘kutsal adamlar’ diye tabir edilen
kesişlere emanet ediyor ve olası bir istila
sırasında burayı terk etmelerini istiyor. Manuel
Komnenos 1180’de öldükten sonra kaotik bir döneme
giren Bizans İmparatorluğu, 1204’te Haçlı Seferi
sonrası Latin istilasına uğruyor. İstanbul
yağmalanıyor, eserlerin bir kısmı tahrip ediliyor,
bir kısmı kaçırılıyor. Ama hala nerede olduğu
bilinmeyen, kaybolan birçok emanet var; özellikle de
Hz. İsa’nın son akşam yemeğinde kullandığı kase…
İşte tam da bu noktada Kataskepe Manastırı önemini
daha da artırıyor. Bir manastır için yüklü bir para
harcayan ve tuzaklarla burayı koruyan Komnenos,
buraya çok değerli bir emaneti saklamış olsa
gerek!..
AKŞAM EKİBİ MANASTIRI BULDU
Bu bilgiler insana ‘kafayı yedirtir.’ Tabii ki
yerimde duramıyordum, üstüne üstlük bahsedilen yer
oturduğum bölgeye çok yakınken. Bizans tarihi okuyan
arkadaşlarla istişare halinde kalıp, Koç
Üniversitesi civarında yaptığımız 3 haftalık
araştırma sonucunda ormanın içinde bir deliğe
rastladık. Önce sıradan bir kaya oyuğu gibi gözüken
boşluktan biraz eğilince, olağan bir şey olmadığını
anladık. Girmekte kararlıydık. Normal yürüyerek
değil, kayarak girmek zorunda kaldık. Kaygan bir
zemin üzerinde biraz ilerledikten sonra önümüze bir
çukur çıktı. Yaklaşık 4 metrelik yükseklikten
aşağıya atladıktan sonra, sağ tarafımızda 30
santimlik bir boşluk gördük. Sürünerek boşluktan
geçip kafamızı kaldırdığımızda şok olduk!..
Yüzyıllar önce yapıldığı açıkça gözlenen, ucu bucağı
olmayan bir koridorla baş başa kaldık. Dönüp
birbirimize baktık. Yaklaşık 250-300 metre yürüdük.
İki kişinin yan yana yürüyemeyeceği kadar dar olan
tünelde gittikçe nefes almakta zorlanıyorduk. Ve bir
süre sonra geri dönmeye kara verdik. Bu konuda
yaptığım uzun araştırmalar ve karşılaştığım manzara
sonucunda çok rahat şekilde buranın Kataskepe
Manastırı olduğunu söyleyebilirim.
800 yıllık sır perdesini kaldırmaya çok yaklaştık.
Akşam, Haber: Burhancan Terzi, 23.03.2014
|
5 ASIRLIK CAMİDE DEFİNE İDDİASI

Muğla’nın Ortaca İlçesi, Dalyan Beldesi’nde, 5
asırlık Dalyan Merkez Camisi’nin restorasyon işinde
çalışan 5 işçinin, aniden ortadan kaybolması, halk
arasında define bulup kaçtıkları söylentilerine
neden oldu.
Aydın Vakıflar Bölge Müdürlüğü yetkilileri,
işçilerin izinli gittiğini belirtirken, caminin
yapımı sırasında ileride minarenin yıkılması
durumunda kullanılmak üzere minberinin altına bir
miktar atın gömüldüğü konuşuluyor.
Kanuni Sultan Süleyman’ın Rodos seferinden önce
yaptırdığı söylenen cami, bölgedeki önemli tarihi
eserlerden biri olarak biliniyor. 1514 yılında
başlanıp 4 yılda tamamlanan, geniş bir avlu içinde
yer alan içten 10x10 metre ölçülerinde kare planlı,
tek kubbeli kübik bir yapı olan Dalyan Merkez
Camisi’nin restitüsyon, restorasyon ve çevre
düzenleme projesi, Aydın Vakıflar Bölge
Müdürlüğü’nce yapılması kararlaştırıldı. Genç
Osmanlı Dönemi’ne ait caminin, 2011 yılında proje
tamamlanarak onaylandı. İhaleyi kazanan şirket geçen
29 Nisan’da sözleşme imzalanıp, restorasyon
çalışmasına başlandı. Ancak, Dalyan’ın turizm
bölgesi olması nedeniyle inşaat yasakları nedeniyle
çalışma durdurulup, sezon sonu olan 15 Kasım
sonrasına bırakıldı.
Önce betonarme olan minare, yerine 1956 yılında
çekilmiş orijinal fotoğrafına uygun olarak taştan
yapılması için yıkıldı. Betonarme olan son cemaat
yerinin de orijinaline uygun olarak kemerli
yapılması için yıkıldı. Çalışmalar sırasında camide
aşırı derecede nem olduğu gözlenince bunun da
giderilmesi için zeminin kazılmasına karar verildi.
Uzman mimar ve teknikler eşliğinde çalışmalar
sürerken tarihi caminin restorasyonunda çalışan 5
işçi, iddiaya göre geçen 25 Şubat’ta ortadan
kayboldu. Kısa sürede halk arasında işçilerinin
çalışmalar sırasında define bulup, ortadan
kaybolduğu söylentileri yayılmaya başlandı.
MİNBERİN ALTINA DEFİNE İDDİASI
Doğma büyüme Dalyanlı olan 25 yıllık turizmci
Özay Akdoğan, beldede yaşayanların büyük bölümünün
tarihi camide define bulunduğuna inandığını söyledi.
Akdoğan, şunları anlattı:
"Dedelerimizden bize aktarılana göre cami yapılırken
ileriki günlerde eğer minare yıkılırsa yeniden
yaptırılsın ve restore edilebilsin diye minberin
altına bir miktar altın saklanmış. İşçiler aniden
ortadan kaybolunca bu definenin bulunduğunu
düşünüyoruz. Camiye burayı restore edecek kişi ve
kuruluşun isminin bulunduğu tabela konulmamış. Bu
insanlar kim ve nasıl izin verilmiş? Ruhsat ve proje
bilgileri yok. Anıtlar Kurulu’ndan geldilerse hangi
arkeolog ile çalıştıkları, başlarında kimin olduğu
her zaman yazılır. Camimizin talan edildiğini
düşünüyorum."
YETKİLİLER NE DİYOR
Aydın Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nden, adının
açıklanmasını istemeyen bir yetkili ise iddiaların
asılsız olduğunu belirterek, "Osmanlı her şeyini
kayıt altına almış. Hiçbir kayıtta camide altın veya
define olduğu yazmıyor. Ayrıca şimdiye kadar da
ülkemizde hiçbir camide define bulunmuş değil.
Çalışmalar sırasında 2-3 kez vakıf adına gelip
incelemeler yapıldı. Her şey yasalara uygun" dedi.
Cami içi ve avlusunda yasal olmayan hiçbir
çalışmaya izin verilmediğin ide belirten Vakıflar
Bölge Müdürlüğü yetkilisi, "İşçilerin ortadan
kaybolduğu da doğru değil. Restorasyonda çalışan 5
işçi de Kayseri’nin Mimar Sinan Beldesi’nden ve
hepsi de akraba. İçlerinden birinin yakını vefat
ettiği için hepsine birden izin verildi. Çalışmalara
önümüzdeki günlerde başlanacak" diye konuştu.
Akşam, 23.03.2014
|

|
DEFİNECİ KARDEŞLER HALA GÖÇÜK ALTINDA
Kayseri Sarıoğlan'ın Burunören Köyü'nde define ararken göçük altında kalan iki kardeşi arama çalışmaları sürüyor. Altında Roma döneminden kalma mezar olduğuna inanılan yeri 2 aydır kazan üniversiteli kardeşler Muhittin (22) ve Razaman Sevalkalaycı (24) kardeşler ile kuzenleri 22 yaşındaki Reşit Koç, iddiaya göre kendi kazdıkları 35 metrelik tünelde oluşan göçüğün altında kalmışlardı. Tünelin başında bulunan ve metan gazından etkilenen Reşit Koç kurtarılırken kardeşlere ulaşılamadı. Tünelde gaz oranı düşürülemeyince devreye kepçe girdi. Kepçeyle kazıya başlayan ekipler, göçük altındaki öğrencilere ulaşmaya çalışıyor. Havanın kararması nedeniyle kazıya ara veren ekipler, dün tekrar çalışmaya başladı. 25 metre derinlikte bir patlama meydana geldiği ve göçüğe bunun neden olduğu sanılıyor.
Sabah, Haber: Ali Altundaş, 23.09.2014
|
BURSA'DA TARİHİ KÖPRÜ KORUMA ALTINDA

Bursa’nın bilinen en
eski köprüsü olan ve Orhan Gazi’nin eşi Nilüfer
Hatun tarafından 14. yüzyılda yaptırılan Hasköy
Nilüfer Hatun Köprüsü, ağır tonajlı araç geçişine
kapatıldı.
Büyükşehir
Belediyesi’nden konuya ilişkin yapılan
açıklamada; ‘Korunması gerekli taşınmaz kültür
varlığı’ kapsamında yer alan tarihi köprünün
ulaşım ve güvenlik bakımından UKOME Kurulu’nda
değerlendirildiği ve ağır tonajlı araç geçişine
kapatılması, gerekli fiziki düzenlemelerin
yapılması, trafik akışının düzenlenmesi yönünde
kararlar alındığı ifade edildi.
UKOME’de alınan
kararlar doğrultusunda tarihi köprüde ağır
tonajlı taşıt geçişine engel olacak şekilde
fiziki düzenlemeler yapılırken, ağır taşıt
trafiği alternatif güzergah olarak Mudanya
Yolu’na yönlendirildi.
14. yüzyılda
Orhan Gazi’nin eşi Nilüfer Hatun tarafından
yaptırılan köprü, Nilüfer Deresi üzerinde Geçit
Köyü’nün güneybatısında yer alıyor. Bursa’nın
varlığını sürdüren en eski yapıtlarından ve
bilinen en eski köprüsü olan Nilüfer Köprüsü,
kesme taşlarla ve tuğla kullanılarak yapıldı.
Köprü, biri büyük olmak üzere 4 sivri kemerden
oluşmakta iken sonraki yıllarda dere yatağının
dolması üzerine tuğladan 4 küçük kemer daha
eklendi.
Bursa Olay, 22.03.2014
|
16 - 22 Mart 2014
|
74 YIL SONRA
İADE
Norveç'te bir müze, II.
Dünya Savaşı sırasında Nazi döneminde Yahudi sanat
simsarından çalınan Matisse'nin tabloyu iade etme
kararı aldı.
Hermann Göring
tarafından el konulan 20 milyon dolarlık 'Şömine
Önündeki Mavili Kadın' adlı başyapıtın simsarın
varislerine verileceği açıklandı.
Akşam, 22.03.2014
|
|
BÜYÜK MECİDİYE CAMİİ
MAYIS'TA AÇILIYOR
İstanbul
Vakıflar 1. Bölge Müdürü İbrahim Özekinci, Büyük
Mecidiye Camisi'nde gerçekleştirilen restorasyon
çalışmaları hakkında yaptığı değerlendirmede,
"Boğazın İncisi" olarak anılan caminin aslına
uygun haline getirildiğini söyledi. Camiden ilk
şikayetlerin tavandan çeşitli sıvaların
dökülmesiyle gelmeye başladığını ifade eden
Özekinci, daha sonra yapılan incelemelerin
ardından camide acil onarım yapılması gerektiği
kararının çıktığını dile getirdi.
Özekinci, 2011'de Kuveyt
Türk'ün sponsorluğunda çalışmaya başladıklarını
belirterek, "Burası bir dolgu zemin ve Abdülmecid
tarafından 1853'de ibadete açılan bir cami. Klasik
Osmanlı mimarisinden modern usule geçişin en önemli
eserlerinden birisi. Eski klasik dikdörtgen, ahşap
kepenkli pencerelerden devasa pencerelere geçilmiş.
Son derece şeffaf, ferah, aydınlık cami sistemlerine
geçilen barok tarzının en önemli eserlerinden
birisi" diye konuştu.
Camide yaşanan deprem ve yangınlar
İbrahim Özekinci, 1894'te yaşanan İstanbul
depreminin camiye büyük zarar verdiğini ve caminin
minarelerinin yıkıldığını anlattı. Eski fotoğraflara
bakıldığında yapıda minarelerin yivli ve minare
külahlarında kurşun olduğunun görüldüğünü ancak
depremin ardından yapılan onarımdan sonra yivli
minare gövdesinin yok olduğunu gördüklerini anlatan
Özekinci, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Cami daha sonra çeşitli
onarımlardan geçmiş ama bizim için en önemli onarım
Vakıflar Bölge Müdürlüğünün 1964'te yaptığı
onarımdır. Bu yılda artık caminin tamamen
kullanılamaz hale geldiği yönünde raporlar çıkmış.
Ciddi bir onarım geçirmiş, orada baktığımız zaman
kubbenin tamamen kaldırıldığını görüyoruz. Çift
cidarlı betonarme bir kubbe yapılmış ama esas
betonarme bir kubbe yapılmış. Asıl önemlisi ise
güçlendirme işlemleri yapılmış ve bunu gerçekten
önemsiyoruz."
Veriler
karşılaştırıldığında 1950-1960'lı yıllarda yapılan
restorasyonlarda hep büyük hataların yapıldığı
yönünde demeçler verdiklerinin altını çizen
Özekinci, "Bilim kurulumuzun yaptığı
değerlendirmeler neticesinde buradaki
güçlendirmelerin gerçekten mükemmel olduğu ortaya
çıktı ve da bu bizi çok sevindirdi, zeminimiz çok
sağlam" ifadelerini kullandı.
Özekinci, 1984'te yapıda
yangınlar çıktığını ve 1985'te yeni bir restorasyon
yapıldığını anımsatarak, şu bilgileri verdi: "Bu
tarihten sonraki en kapsamlı restorasyon ise işte bu
çalışmamız. Çalışmaya başladığımız zaman şunu
gördük; dış cephelerde özellikle taş yüzeylerde çok
ciddi bozulmalar vardı. İsten, çevre kirliliği ve
benzeri olaylardan dolayı da simsiyah bir yapıya
dönüşmüştü. Yani dünyanın gözü önündeki bir yapının
maalesef tehlike arz ettiğini görüyorduk. İşte
burada çok ciddi bir çalışma başlattık. Caminin
kubbesinin aleminin düzeltilmesinden zemine kadar
tamamen elden geçti. Burada özellikle taş
değişimleri çok zamanımızı aldı. Taşların üzerinde
gerçekten çok güzel motifler var. Sadece kesme bir
taş değil, bunun üzerinde ayrıca o dönemin
motiflerini tek tek işlemek zorundasınız ve bunlar
devasa ağırlıkta taşları vinçlerle yerine
koyabiliyorsunuz. İşte bu taş değişimleri yapıldı ve
kubbedeki kurşunlarımız yenilendi."
Özekinci, minarenin
alemlerindeki kurşunların tekrar düzeltildiğini
ifade ederek, "Şerefe altında gördüğümüz o yaprak
motifleri vardır ve onlar tekrar onarıldı, yerlerine
konuldu. Bunun haricinde dış cephelerde mikro
kumlama yöntemiyle çok hassas işçilikle temizlikler
yapıldı. Değişmesi gereken taşlar tek tek kesilerek,
yerlerine monte edildi" dedi.
50 kişilik ekip, 3 yıl çalıştı
İstanbul Vakıflar 1. Bölge Müdürü İbrahim Özekinci,
restorasyon çalışmalarında 3 yıl boyunca 50 kişilik
bir ekibin görev yaptığını belirterek, ekibin büyük
özen ve özveriyle başarılı bir çalışma yaptığını
anlattı. Camideki en önemli çalışmalarından birinin
stucco sıvalar olduğunu anlatan Özekinci,
konuşmasını şöyle devam ettirdi:
"Bu sıvalar gerçekten
çok özellikli. Burada özellikle
TBMM Milli
Saraylardan Sorumlu Genel Sekreterliğimize çok
teşekkür ediyoruz. Çünkü uzman ekiplerimizi Milli
Saraylardan getirdik. İşte bu çalışmalar neticesinde
stucco sıvalar da yapıldı. İkincisi kalem işleri...
Tamamen elden geçirildi. Ahşap yapıların
deformasyonları, elektronik tesisat tümüyle
onarıldı. Zeminde bazı yerlerde uygun olmayan
betonlar vardı, onlar kaldırıldı. Cami içerisini
'kara sıva' dediğimiz çimento harçlardan arındırdık
ve normal horasan harcı yaptık. Caminin girişindeki
asma kat kısmını kaldırdık ve cami aslına uygun
haline getirildi."
Özekinci, cami
çevresindeki korkulukların da onarıldığını
belirterek, şunları söyledi: "Halkımız 'Biraz geç
kalındı' diyebilir ama eski eserler gerçekten çok
titiz davranılmasını gerektiriyor. Vakıflar Genel
Müdürlüğü olarak restorasyon ilkemiz; minimum
müdahale ve maksimum koruma ilkelerine dayanıyor.
Yani bir şeyin yenisini yapmak çok kolay ama korumak
çok zor ve zaman gerektiriyor. Çünkü biz bunların
belge niteliğini ortadan kaldıramayız. Bunları
gelecek nesillere aktarma zorunluluğumuz, sahip
çıkma şuurumuz var. Çok şükür sona yaklaştık ve
mayıs ayında inşallah camiyi cemaatimizle
buluşturacağız."
Caminin restorasyonunda 8 milyon liraya yakın para
harcandığını ifade eden Özekinci, "Rıhtım bölümüyle
caminin bitişiği avlu kısmında küçük çatlaklar
görüyoruz. Biz bunun da araştırmasını yaptık ve
rıhtım bölümünde kaymalar olduğunu tespit ettik.
Arkadaşlarımız gerekli çalışmaları yaptı. Onlar şu
anda Anıtlar Kurulu'nda, inşallah kurul kararı
çıktığında rıhtım bölümünde ciddi bir güçlendirme
yapacağız" bilgisini verdi.
Hürriyet, 22.03.2014
|
İSTANBUL'UN YARALI YÜZÜ
İstanbul birbirini
uyumla izleyen tepeler üzerine kurulu bir kenttir.
Sur içinin Yeditepe üstüne kurulmuş olması dışında,
Boğaz’ın iki yakasını kaplayan tepeleriyle Haliç’in
Beyoğlu yakasındaki tepeler buna örnektir.
Sarayburnu tepesini süsleyen Ayasofya, Sultanahmet,
Topkapı Sarayı, Yeşilköy yönünden gelen tatlı eğimle
İstanbul’un görünümünün başlangıcıdır. Bu görüntü,
Boğaz’ı, Rumeli Yakası kıyılarını renklendiren
Dolmabahçe Sarayı, Beşiktaş, Ortaköy kıyıları ile
camisi, yalılar eşliğinde Bebek, Rumeli Hisarı ve
daha ötelere uzanır. Üstleri irili ufaklı yapıların
yer aldığı ağaçlıklı ya da yeşil birbirini izleyen
tepelerdir.
Anadolu Yakası, Selimiye
Kışlası’nın kuleli dev yapısıyla yer aldığı tepenin
altından Harem, Salacak, Üsküdar kıyısı boyunca
Sinan’ın kuş kafesini andıran Şemsi Paşa Camisi’ni
içine alarak Kuzguncuk, Beylerbeyi kıyıları,
Beylerbeyi Sarayı’yla birlikte Kandilli’nin
birbirinden güzel ahşap yalılarını kapsayarak
Küçüksu Kasrı, Anadolu Hisarı ve Boğaz’ın ötelerine
kadar uzanır. İrili ufaklı yapılarla bezeli yeşil ya
da ağaçlıklı tepeler uyumlu bir biçimde birbirlerini
izler.

Bugün Rumeli yakasına bakıldığında Dolmabahçe
Sarayı’nı cüceleştiren en azından üç dört otel
tepelere uyumla yerleşmiş yapıların arasından
fışkırmaktadır. Boğaz’ın Rumeli yakasının yuvarlak
tepelerini Beşiktaş sırtlarından başlayarak Ortaköy,
Bebek, Hisarüstü’den neredeyse Yeniköy’e kadar
uzanan çok katlı kuleler, gökdelenler tepe olmaktan
çıkarmıştır. Beton kazıklı tepeler haline
getirmiştir. Artık ne ağaçları, ne güzelim yeşilliği
görebilir ne de algılayabilirsiniz. Tepeler yara
almış, Boğaz hastalanmıştır.
Anadolu yakasında Çamlıca’dan başlayarak
ağaçlıkların yerini betondan ormanlar almıştır.
Tepelerin yeşili betondan yamalarla kaplıdır.
Öncelikle Çamlıca tepesi betonlaştırılmış, ardından
Süleymaniye çakması bir caminin dikilmek
istenmesiyle de İstanbul’un en güzel mesire
yerlerinden biri olan bu tepe de yok olup
gidecektir. Ne çam, ne de Çamlıca (çamlık) kalmıştır
artık. Tarihsel geçmişiyle bir kültürel miras da yok
olup gitmektedir.
İstanbul’un yaralı yüzü Haliç’ten bakıldığında da
yansıyor. Kasımpaşa kıyıları, Azapkapı’dan
başlayarak bir dizi tersane yapısıyla Hasköy’e kadar
uzanır. Kasımpaşa İskelesi’nin yanındaki buruna
Kuzey Deniz Saha Komutanlığı, bembeyaz yapısıyla, ak
bir martı konmuş gibidir.
Hemen üstünde ak bir kartal görünümündeki Deniz
Hastanesi yapısı yer alır. Bu yapıyı Okmeydanı
tepesiyle Levent yükseltisi izler. Şimdi bu
yükseltiyi neredeyse gökyüzüyle birleştirmeye
kalkan, Boğaz yönünde de kendini belli eden devasa
beton direkleri andıran kulelerle gökdelenler doğal
güzelliği ortadan kaldırmayı sürdürüyor. Kıyıda bir
süredir boşaltılarak Büyükşehir Belediyesine
devredilen Kuzey Deniz Saha Komutanlığının ak
yapısını demirden kara bir çatı örtüp karartmış
durumda gözü tırmalıyor.
Evrensel, Yazı: Adnan
Özyalçıner, 21.03.2014
******
HARCANAN DÜNYA MİRASLARI

Eski Yeşilçam
filmlerinden birinde bir “fabrika kızı” belki de
Hülya Koçyiğit, kendisine onca kötülük etmiş
delikanlının işsiz güçsüz çaresiz kalmasına “Hak
yerini buldu” gibi gülümser, “Seni işsiz bırakacak
değiliz ya” derdi. “Yarın bizim fabrikaya uğra.” O
zamanlar Beykoz’da, Paşabahçe’de, Zeytinburnu’da,
Haliç kıyılarında fabrikalar diziliydi. Birinde
olmazsa ötekinde iş bulmak işten değildi. Hem de
kadrolu, sigortalı, çünkü çoğu kamu malıydı.
Sonra çoğu endüstri müzesi ya da dünya mirası
niteliğini taşıyan bu fabrikaların topraklarının
üstündeki tarih değerinden fazla ettiği
hesaplanıverdi. Adı özelleştirme olan bir işlem
başladı. Sümerbank’ın kilometre karelerle hesaplanan
arazileri halk yararına kullanılmak üzere şimdilik
boş bırakıldı. TEKEL fabrikaları devroldu, Şişecam
Trakya’ya taşındı. Bu uygulamalar işçi
terbiyesi/eğitimi almış bir kitleyi taşınan
fabrikanın çevresinden uzaklaştırdı. Fabrikaların
yeni işçileri endüstri, sendika, örgüt terbiyesi vb.
kavramlarıyla yeni tanıştılar. Eski işçi mekanları
ve semtler de otel ve benzerlerine mekan olmak üzere
boşaltıldı.
Haliç kıyısından başlayabiliriz. Haliç kıyısında
göze çarpan ilk iş yeri Sütlüce’deki et kesim
tesisidir. Temeli 29 Ekim 1919’da atılıp 20 Temmuz
1925’te işletmeye açılan bu tesis buz fabrikası ve
soğuk hava deposu da içermektedir. 1928’de “Karaağaç
Müessesatı Meclisi İdaresi” adı ile
bağımsızlaştırılır, 1932’de “Karaağaç Müesseseleri
Müdürlüğü” ismiyle ve belirgin bir bütçe ile
Belediye İdaresine bağlanır. Bu modern kesim yeri
1955’te İstanbul Belediyesine bağlıysa da ayrı bir
bütçe ile yönetilmektedir. 1000 personeli vardır ve
52 bin metrekarelik bir alanda faaliyet
göstermektedir.
Mezbaha 1985’te yalnızca et dağıtım merkezi olarak
çalışır. Bedrettin Dalan’ın İstanbul Büyükşehir
Belediye Başkanlığı döneminde (1984-1989) Haliç
projeleri kapsamında kültür merkezine dönüştürülmesi
kararlaştırılır. Kağıthane ve Halıcıoğlu
istikametine bir araç altgeçidi inşa edilir.
Sonrasında yapılandırma birkaç yıl gecikme ile
tamamlanıp Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire
Başkanlığına verilir. Ne var ki yapısal
düzenlemeler sanatsal etkinliklerin uygulanmasına
yeterli düzeyde cevap veremez. İhaleler yapılır.
Katılımcı firmalar, tesisin “kültür merkezi” olarak
işletilemeyeceğini ifade ederler. Çünkü dev salonlar
sadece toplantı ve sınırlı bazı etkinliklerin
yapılabilmesine olanak vermektedir. Yönetim, tesisin
adını değiştirerek kongre turizmine yönelir.
Günümüzde Sütlüce Mezbahası, Haliç Kongre Merkezi
adıyla ve sadece kalabalık toplantılar için
kullanılabilen bir tesistir.

Evrensel, Yazı: Sennur
Sezer, 21.03.2014
******
ZEDELENEN GÖVDE
İstanbul’un bir özelliği
de eski İstanbul’u (Rumeli Yakası) çepeçevre kuşatan
surlarıdır. Yedikule kıyılarından başlayan sur
duvarları, Topkapı, Edirnekapı, Ayvansaray, Balat,
Fener, Cibali boyunca sürer. Unkapanı, Eminönü
yöresinde uzunca bir boşluk bıraktıktan sonra
Sarayburnu, Ahırkapı, Kumkapı, Yenikapı, Narlıkapı
yoluyla Yedikule’ye ulaşarak kenti bir kuşak gibi
sarar. İlk yapılışı İsa’dan 657 yıl önce kentin
kuruluş yıllarına rastlar. Costantinus (MS 306-307)
ile II. Teodosius (MS 408-450) tarafından 412-418
tarihinde tamamlanır.
Bin yılı aşkın süre içinde surlar, birçok kez
kuşatılsa da aşılamamıştır. 1204’te Latinler’in
İstanbul’u ele geçirişlerinden sonra 1453’te ikinci
kez Fatih Sultan Mehmet’in ordularınca aşılmıştır.
Osmanlı döneminde çeşitli onarımlar gören surlar,
bugüne yarı yıkık olarak ulaşabilmiştir.
Günümüzde de onarılarak ayakta tutulmaya çalışılan
surlar, eski yapısını tam olarak koruyabilmekte
midir, bilmem. Onarılmayan yıkık bölümlerse ufalanıp
yok olmaktadır.
Bildiğim kadarıyla Silivrikapı yönündeki surların
büyük bölümü onarımdan geçmiş tarihsel bir görünüm
kazanmıştır. Surların bu tarihsel görünümünü bozup
bozmadığını bilemediğim surun dibinde yer alan eski
su çukurlarındaki bostanları kaldırmaya kalkan Fatih
Belediyesi, tarihsel görünümünü kazandırdığı surun
duvarına Silivrikapı Kapalı Buz Pisti binasının
çatısını bitiştirmekten nedense çekinmemiştir.
Kapalı Buz Pateni’nin Silivrikapı halkıyla,
gençliğiyle bir ilintisi olur mu olmaz mı tartışması
bir yana, tarihsel bir anıtı gülünçleştirmeye
kimsenin hakkı olmamalıdır.
Bu arada yine onarım görmüş olan Yedikule Surlarının
Sahil yolunun girişindeki büyük bedenine Recep
Tayyip Erdoğan afişi asmanın da haklı bir nedeni
yoktur, olmamalıdır.
Yeşilköy burnundan başlayarak Ataköy, Bakırköy,
Kazlıçeşme, Samatya, Yenikapı, Kumkapı, Ahırkapı’dan
Sarayburnu açıklarına girinti çıkıntılarıyla uzanan
kıyı şeridi gerçekten İstanbul’un güzelliğine ayrı
bir güzellik katar. Eskiden beri bu kıyılarda
akşamları oturulup dinlenildiği gibi bir zamanlar bu
kıyılardan denize girilirdi. Sahil yolunun
düzenlenmesiyle bugün de dinlenilen, serinlenilen
bir konumda olan bu kıyının Samatya ile Yenikapı
arası bir yapım kargaşası, karmaşası içinde. Toz
duman olmuş. Güzelim koy, deniz doldurularak
kilometrelerce uzunluk ve genişlikteki bir burunla
bölünüyor. Kentin miting alanı olarak düşünülen bu
çıkıntının çevresi ağaçlarla çevrili. Kıyı şeridinin
Yenikapı dahil ötesini kapatmış, göstermiyor.
İstanbul’un tek kalmış sahil suru olan Samatya
Surlarının bu parçası çakma burunla birleştirilerek
kara suru yapılmış. Yapım alanı toz duman, damperli
kamyonların biri girip biri çıkıyor. Bu arada yapım
alanının parmaklıkları içinde kalan Yaşar Kemal’in
heykeli de, toza toprağa bulanmış durumda, “Burası
miting alanı olunca neler olur acaba?” diye
düşünerek olacakları bekliyor gibi duruyor olduğu
yerde.
Topkapı suriçinde Pazartekke’de Millet Caddesi
üstünde manastır kalıntısı Mustafa Çavuş Mescidi
bulunmaktadır. Eski adı bilinmeyen bu Bizans
yapısının tarihi de kesin değildir. Fatih’ten sonra
harap durumda olan buradaki manastırın bir parçası
Fatih döneminde yaşayan Mustafa Çavuş tarafından
mescide çevrilmiştir.
Daha önce mahalle içinde bulunan mescit, yıkımlarla
ortaya çıkmış, garaj düzenlemesi sırasında da İETT
Garajının içinde kalmıştır. Bugün garaj dışında olsa
da dikenli teller, çinko plakalarla çevrilidir.
Bunca eski bir tarihsel yapının bu tür eklemelerden
kurtarılarak ortaya çıkarılması gerekir. Onca
tarihsel anıt yapıyı gün ışığına çıkarmakla övünen
Fatih Belediyesinin bu mescidi görmezden
gelmeyeceğini umarım.
Galata Köprüsü’nden Haliç’e bakıldığında Unkapanı
Köprüsü’ne rağmen Haliç kıvrımı (Altın Boynuz)
Kasımpaşa Cibali kıyılarına kadar gözle
görülebilirdi. Aynı biçimde Haliç’ten bakıldığında
Unkapanı, Galata köprüleriyle ana liman
gözlemlenirdi. Haliç Metro Köprüsü’nün Unkapanı
Köprüsü’nden birkaç metre yüksek oluşu nedeniyle
bugün ne Haliç’ten Limanı, ne Limandan Haliç’i görüp
izleyebilirsiniz. Ayrıca köprünün ortasından
yükselen parmaklıklar, demir bir kafes gibi Azapkapı
yönünden bakıldığında Süleymaniye Camisi’nin
görüntüsünü de engelliyor.
Altıncı Daire, yani Beyoğlu Belediye Binası,
Tünel’de Şişhane yokuşunun başındadır.
1855 yılında yapılan bir düzenlemeyle kent on dört
bölgeye ayrılmıştı. Bunlardan altıncısı
Beyoğlu-Galata bölgesiydi. Bina, 1879-1883 yılları
arasında bir İtalyan mimar tarafından yapılmıştır.
Türkiye’nin ilk belediye binası olması bakımından
tarihsel bir özellik taşımaktadır. Yenilenmelerde
kimi değişikliklere uğramışsa da anıtsal yapısını
korumuştur. Bugün üstüne ya da arkasına yapılan
camlı kübik kat/ yapı her neyse, bütün çirkinliğiyle
tarihi binanın görünümünü zedelemektedir.
Yeraltı otoparkları, üstünden bakıldığından açıklık
bir yeşil alan görünümündedir. Rengarenk açan
çiçekleri, yemyeşil çimenleriyle, üstüne oturulup
dinlenilebilecek banklarıyla bir parkı andırır. Öyle
de düzenlenmiştir.
Yağmur yağdığında mis gibi toprak kokusu duyulsa da
altı beton olduğundan akan yağmur suları, yer altına
geçemeyip kanalizasyonlardan denize boşalacaktır.
Kentin bağrı delinerek yapılan yer altı otoparkları,
araç sıkışıklığını, trafik yoğunluğunu önlemekte
yararlı olsa da yağmur sularını geçirmediği için
kuraklığa neden olan en önemli etkendir.
Evrensel, Yazı: Adnan
Özyalçıner, 22.03.2014
******
TARİHİ FABRİKA
FESHANE'Yİ YIKTILAR
Eyüp İlçesi'nin
Defterdar semtinde Türkiye’nin çeşitli şehirlerini,
yemeklerini tanıtmak üzere panayırlar açılıyor.
Fes-hane Uluslararası Fuar Kongre ve Kültür
Merkezinde. Bahçede şişme lunaparklar kuruluyor. Her
gördüğümde bir grup sanatçının bu mekanın endüstri
müzesi kimliğini de koruyarak kültür ve sanat
merkezi yapılması için binayı işgalini hatırlıyorum.
İşgal boyunca sergiler, konserler, basın
açıklamaları... Bir yanda müzikçiler, öte yanda
ressamlar, yazarlar. Başaramıyoruz ya da
beceremiyoruz. Böylece eski makineleri hâlâ duran
Feshane, makinelerden arındırılıp temiz pak
kiralanan bir panayır alanı oluyor.
Feshane, daha doğrusu Feshane Dokuma Fabrikası 1835
yılında Osmanlı ordusunun yeni kıyafetlerinin temini
için gereken çuha ve fesin yapımı için kuruldu 1893
yılında Chicago’da açılmış olan Uluslararası sergide
Feshane fabrikası sergilediği yünlü kumaşlar ve
feslerle ödüle layık görülmüştür. Feshane’de kumaş
ve fes dışında özel olarak halı da üretilmiştir.
Feshane binası, türünün ilk prefabrik çelik
kons-trüksiyon tekstil fabrikasıdır. Kolonlar
Belçika’da döküm olarak imal edilerek getirilmiştir.
Bina bu özelliğiyle de büyük önem taşır.
Feshane öteki dokuma fabrikaları gibi kadın
çalışanların kalabalık olduğu bir işyeridir.
Cumhuriyetten önce görülen işçi hareketlerinde
Ermeni ve Rum öncülerin hareketi başlattığından söz
edilir. 1872-1907 tarihleri arasında gerçekleşen 50
grevden 9’u kadınların çalıştığı dokuma
endüstrisindedir. 22 Ağustos 1876’da Feshane’de
çalışan 50 kadar Rum ve Ermeni kadın işçi, Bab-ı
Ali’ye yürümüş, sadrazama bir dilekçe vererek,
ödenmeyen ücretlerinin ödenmesini istemişlerdi.
Kadınların çalıştığı dokuma endüstrinin devlete
bağlı kesiminde çalışanlar için yapılan bir
saptamaya göre 1891 yılında Yedikule kumaş
fabrikasında 350, Zeytinburnu fabrikasında 800 işçi
çalışmaktadır. 1953 yılında Feshane fabrikasında 389
kadın işçi çalışmaktadır.
1986 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi
tarafından Haliç ve çevresini düzenleme projesi
kapsamında fabrika boşaltılmış hazır giyim bölümü
Bakırköy sanayi işletmesine taşınmış, büyük dokuma
salonu dışında fabrika yıkılmıştır.
1992 yılında Büyükşehir Belediyesi ve özel bir
kuruluşun girişimiyle çağdaş el sanatları müzesine
dönüştürülen Feshane binası 1998 yılında İstanbul
Büyükşehir Belediyesinin yeni bir proje kapsamında
yenileme çalışmalarını başlatmasıyla bugünkü
işlevine kavuşturulmuştur.
Evrensel, Yazı Sennur
Sezer, 22.03.2014
|
SELFİE ÇEKERKEN TARİHİ
HEYKELİ KIRDI

Bir kimsenin fotoğraf
makinesiyle veya cep telefonuyla kendi fotoğrafını
çekmesine ‘selfie’ deniyor. Yüzyıl kadar eskiye
dayanan bu kelimenin hayatımıza girmesi ise bu
fotoğrafların İnternet üzerinden paylaşılmasıyla
oldu.
Geçtiğimiz yıla
damgasını vuran bu sözcük öylesine ünlendi ki,
prestijli yayın evi Oxford kelimeyi sözlüğüne
katmakla yetinmedi, aynı zamanda yılın kelimesi
seçti.
Son olarak Oscar törenlerinde Sunucu Ellen
DeGeneres’in, salondaki Hollywood ünlülerinin
arasına karışarak, çektiği “toplu selfie” 3 milyon
kişi tarafından paylaşıldı ve sosyal medyada yeni
bir akım yarattı.
Tüm dünyada çeşitli
gruplar, okullarda, iş yerlerinde, aile
toplantılarında, akıllı telefonlarından kendileri ve
beraberindekilerin fotoğrafını çekip, “toplu selfie”
olarak Twitter ve Facebook’ta paylaşmaya başladılar.
Şimdiye kadar sosyal
medyada paylaşılan ‘toplu selfie’ler tebessüme neden
olurken, İtalya’dan gelen bir haber bu kadar da
olmaz dedirtti.
SARHOŞ SATİRİ’NİN
BACAĞINI KOPARDI
Milano kentindeki tarihi bir heykelin kucağına
oturarak fotoğraf çekmeye çalışan bir kişi, 19.
yy’dan kalma Greko-Romen heykelinin bacağını
kopardı.
Hellenistik devrine ait, yarı insan yarı hayvan
olarak betimlenmiş ve sızmış halde uyuyan “Sarhoş
Satiri” heykeli, İtalya’nın en ünlü akademik
kurumlarından olan Brere Güzel Sanatlar Akademisinde
sergileniyor.
Heykelin bacağının
koptuğunu, kırık parçalarla karşılaşınca anlayan
çalışanlar, güvenlik kameraları kayıtlarını
inceledi. İncelemede, adı açıklanmayan bir
öğrencinin fotoğraf çekerken bacağı kopardığı
görülüyor.
Ancak öğrencinin bacak kopmadan önce fotoğrafı çekip
çekemediği ise bilinmiyor.
Evrensel, 21.03.2014
|
YENİ BİR DİNOZOR
KEŞFEDİLDİ: CEHENNEM TAVUĞU

Utah Üniversitesi araştırmacıları, Amerika'nın kuzey
eyaletlerinde yaptıkları kazılarda yeni bir dinozor
fosili keşfetti. Görünümü nedeniyle "Cehennem
tavuğu" olarak bilinen dinozora Amerikan Doğal Tarih
Müzesi yetkilileri, araştırmanın gerçekleşmesini
sağlayan bağışçı müze müdürünün torununun ismini
verdi. En az 66 milyon yıl önce yaşamış "cehennem
tavuğu" olarak tanınan dinozor "Anzu wyliei" ismi
ile bilim dünyasındaki yerini aldı. Oviraptrorosaurs
türündeki 3.35 metre boyunda ve 286 kilogram
ağırlığında olduğu tahmin edilen dinozora ait üç
fosili bir araya getiren bilim adamları,
birleştirdikleri ayrı parçaların neredeyse dinozorun
tüm iskeletini meydana getirdiğini keşfetti.
Buluntuların, canlının biyolojik özelliklerine dair
oldukça geniş bir yelpazede bilgi sağlayabileceğini
tahmin eden uzmanlar, dişe sahip olmayan, kafasında
ibriği, öldürücü pençeleri ve uzun ince bacaklarıyla
ödül için dövüştürülen güçlü tavuklara benzediği
için "cehennem tavuğu" olarak tanınan dinozorun ana
türü hakkında yeterli bilginin henüz elde
edilemediğini belirtti. Araştırmayı yürüten ekipte
bulunan bilim adamı Hans Sues, "O bölgede böyle bir
canlının bulunabileceğine dair ipuçları vardı ancak
kazılarda dinozora ait kemiklerle iskeletin
neredeyse yüzde 80'i bir araya getirilebiliyor"
diyerek bu kadar detaylı araştırma fırsatı
bulabileceklerini tahmin etmediklerini belirtti.
Kazılarda elde edilen fosil parçaları
Pittsburgh'daki Carnegie Doğa Tarihi Müzesi'nde
sergilenecek.
Sabah, 21.03.2014
|
ATAKÖY'DE TOKİ'YE MAHKEME "DUR" DEDİ

Ataköy sahilde
İstanbul 1 No’lu
Kültür Varlıkları Koruma Kurulu’nu devre dışı
bırakan TOKİ’ye mahkemeden dur kararı çıktı.
Radikal’in ortaya çıkardığı, Ataköy sahilde yer alan
TOKİ’ye ait arazideki hukuksuzluklara karşı İstanbul
9. İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı verdi.
Mimarlar Odası’nın açtığı davayı görüşen mahkeme, 25
Şubat’ta verdiği kararda Kültür ve Turizm ile Çevre
ve Şehircilik bakanlıklarından iddialarla ilgili
belge ve bilgileri isteyerek şöyle dedi:
“Olayın özelliği ve davanın durumu dikkate alınarak,
dava konusu işlemin uygulanması halinde telafisi güç
zararlar doğurabilecek nitelikte bulunması nedeniyle
davalı idareden savunma ve ara kararı cevabı
alınıncaya kadar dava konusu işlemin yürütmesinin
durdurulmasına oy birliği ile karar verildi.”
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 20.03.2014
|
|
MİNİ ETEKLİ KADIN
HEYKELİNE SALDIRI
Bursa’nın merkez
Nilüfer İlçesi’nde, 2013 yılında gerçekleştirilen
“Uluslararası Kuzgun Acar Heykel Sempozyumu”
kapsamında Güney Koreli Sanatçı Weongeun Kim
tarafından yapılan “Gerçek Aşk” isimli mini etekli
kadın heykeli, ayak kısımları kırılarak yerinden
sökülmek istendi.
Zarar gören heykel,
Nilüfer Belediyesi
tarafından depoya kaldırılırken, onarımı için Güney
Koreli sanatçı ile iletişime geçildi. Yüzüncüyıl
Mahallesi’ndeki Özlüce Parkı’ndaki heykele yapılan
saldırıyı
Facebook’tan
duyuran Nilüfer Belediyesi, “Emniyet tarafından
gerekli işlemler başlatıldı” açıklaması yapıldı.
Milliyet, 20.03.2014
|
TROYA İMAR TEHDİDİ ALTINDA
Milli Parklar Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikle,
tabiat alanlarının yanı sıra tarihi-arkeolojik
alanlar da imar tehdidi altına girdi.
Yeni düzenlemeye göre,
milli parklarda önce müdahale sonra plan değişikliği
yapılacak. Bu düzenlemeyle beraber ‘tahta at’ıyla
simgeleşen
Troya antik kenti, Büyük Taarruz’un yapıldığı
alan ve Göreme de koruma bölge kurulu kararı
olmaksızın imar müdahalesine açık hale geldi.
Milliyet, Haber: Mithat
Yurdakul, 20.03.2014
|
KAYIP FABERGE YUMURTASI BULUNDU
Dünya genelinde 53 tane olduğu bilinen fakat günümüzde 45'inin yeri belli olan Faberge yumurtalarından biri daha bulundu.
İsmi açıklanmayan bir sanatseverin 8 bin sterline aldığı sanat eserinin 20 milyon sterlin değerindeki Faberge'lerden biri olduğu düşünülüyor.
Çarlık Rusyası döneminde, Gustav Faberge ve Carl Faberge tarafından yapılan kaz yumurtası büyüklüğündeki mücevher işlemeli yumurtalar, Çar III. Aleksandr tarafından eşi için Paskalya hediyesi olarak sipariş edilmişti.
Faberge yumurtalarının bir diğer özelliği her birinin içerisinden bir sürpriz çıkması.
Sabah, 20.03.2014
|
|
TARİHİ YALIYA TUHAF DOLGU

Çengelköy sahilinde 1811’den kalma tescilli
Abdullah Ağa Yalısı’nın önüne yapılan kaçak beton
dolgu, Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan ’ın danışmanı Mustafa
Varank ile ismi bilinmeyen bir şahıs arasında
geçtiği öne sürülen ses kaydı dolayısıyla tekrar
gündeme geldi. Yalının kiracısı Sütiş’in yetkilileri
Radikal’e yaptıkları açıklamada beton dolguyu
kendilerinin yaptırdığını, sonra da
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) tarafından
usulsüz bulunarak yıkıldığını söyledi. Yalının
restorasyonunu yapan Sinan Genim ise “Başbakan
görmüş sinirlenmiş, ‘sökün bunu’ dedi söktüler”
dedi.
Hiçbir izin alınmamış
Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait yalı hem tescilli
kültür varlığı, hem de Boğaziçi öngörünüm alanında.
Yalıya yapılacak her türlü müdahale için ilgili
Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’ndan ve
Boğaziçi İmar Müdürlüğü’nden izin almak gerekiyor.
Uydu görüntülerine göre 14 Eylül-7 Ekim 2012
arasında denize yapılmış beton dolgu içinse hiçbir
izin alınmamış. Tepkili vatandaşların sosyal
medyadan paylaştığı fotoğraflara göre dolgu, iş
makineneleriyle 20 Aralık 2012’de yıkılmış.
Sütiş: İç dekorasyonuna dokunmadık
Yalının kiracısı Sütiş, Radikal’e yaptığı açıklamada
beton dolguyu kendilerinin yaptırdığını kabul etti.
Sütiş’in kurumsal iletişim sorumlusu Sercan Ersan,
“Yalının yan tarafından denize kanalizasyon akıyor,
beton çıkma yaparak kokuyu engelleyebilir miyiz
dedik. Belediye usulsüz buldu yıktırdı. Tarihi
yapının iç dekorasyonunda hiçbir şeye dokunmadık,
sürekli denetlendik” dedi. Ersan, usülsüz işlem
hakkında belediyeden kendilerine tebliğ edilen
herhangi bir ceza olmadığını belirtti.
Sinan Genim: Başbakan emir verdi söktüler
Üsküdar Belediyesi, Boğaziçi öngörünüm alanında
kalan yalının İBB’nin yetkisinde olduğunu
belirtirken İBB yetkilileri sorularımıza cevap
vermedi. 2007’de yalının restorasyonunu yapan Sinan
Genim ise yalının önündeki ilk dolguyu 2009’da
İSKİ’nin yaptığını, 2012’de bu dolgunun betonla
kaplandığını belirterek “Onu da Başbakan emir verdi
söktüler. Başbakan görmüş sinirlenmiş, sökün bunu’
dedi söktüler” dedi.
Denize kanalizasyon akıyor
Mart 2009’da Milliyet gazetesinde çıkan haberde
İSKİ’nin koruma kurulundan izin almadan o sırada
restorasyonda olan yalının önüne taş dolgu yaptığı
belirtilmiş. İSKİ, taş dolgunun geçici olarak ve
yalının yanından denize dökülen atıksu kanalının
tıkanmaması için yapıldığını ve Küçüksu arıtma
tesisi tamamlanınca kaldırılacağını belirtmiş.
Sütiş’in beton dolgusu yıkılmasına rağmen ‘geçici’
taş dolgu
bugün hala yerinde. Mimarlar Odası İstanbul Şube
Başkanı Sami Yılmaztürk, “Boğaziçi Yasası uyarınca
yapı olduğu gibi korunmak zorundadır, zemine de
hiçbir şekilde müdahale edilemez. Ancak 1994’ten
itibaren, özellikle de 2002 sonrasında Boğaziçi
sınırlarında birçok yapının yatırımcı talepleri
doğrultusunda inşa edildiği, hiçbir kurul kararının
dikkate alınmadığı biliniyor. Sadece Boğaziçi’ndeki
rant bile
AKP iktidarının varlığını açıklamaya yeterlidir”
diye konuştu.
Radikal, Haber: Elif İnce, 20.03.2014
|
'TARİH ÖNCESİ YAŞAM'
MÜZESİ AÇILDI

İzmir'de yerleşik
yaşamın 8 bin 500 yıllık olduğunu kanıtlayan
buluntuların çıkarıldığı Yeşilova Höyüğü'nü
bulunduğu alanda 'Bornova Belediyesi Tarih Öncesi
Yaşam Müzesi' açıldı.
Müze ziyaretçileri
buluntu sergisi, kazı evi ve alanı, tarih öncesi köy
evinde tarih öncesi yaşamla ilgili bilgi
edinebilecek.
Bornova Belediye Başkanı
CHP'li Prof.Dr. Kamil Okyay Sındır, Bornova'nın bir
kültür kenti olduğunu, 'Tarih Öncesi Yaşam Müzesi'ni
de bunun sonucu olarak yaptıklarını söyledi. Sındır,
"Yeşilova Höyüğü 8 bin 500 yıllık bir höyük.
Kazılar, bize tarih öncesi dönemle ilgili bilgiler
verdi. Bulguları başka bir yerdeki müzede sergiliyor
olmaktan mutlu olmadım. Kazı alanı yakınındaki bir
müzede sergilenmesi gerekitiğine inandım. Bugün bunu
gerçekleştirdik. Kent kimliğinin kazandırılması
yönünden çok önemli bir işlevi olacak.
Gerek öğrencilerin
eğitimi gerekse turizm açısından büyük ilgi
göreceğine inanıyorum. Turizm rehberlerinin
güzergahında yeralacak. Müzeyi mimari bir yarışma
sonucu yaptık. Fonskiyonel bir yapı olmasının
yanırısa kent için estetik bir yapı kazandırdık.
Dünya Mimarlık Yarışması'nda ilk 10 proje arasında
yeraldı. Tarih Öncesi Yaşam Müzesi'ne yöre halkının
da sahip çıkacağına inanıyorum" dedi.
Yeşilova Höyüğü Kazı
Başkanı Yrd. Doç.Dr. Zafer Derin, kent tarihini
değiştiren buluntuların bu bölgeden çıktığını
söyledi. Müzenin birkaç bölümden oluştuğuna, pek çok
unsuru içinde barındırdığına dikkat çeken Yrd.
Doç.Dr. Derin, "Sergi alanı var. Kazı evinde yapılan
çalışmalar izlenebiliyor. Tarih öncesi yaşamdan köy
evi var. Burada o dönemin yaşamıyla ilgili bilgiler
öğrenelibilinecek. Eğitim parkı var. Yeşilova Höyüğü
kazı alanı da müze içinde yeralıyor. Tüm bu
unsurları Türkiye'de bir araya getiren ilk müze olma
özelliğini taşıyor. Dünyada da benzerleri çok az.
Bir kültür merkezi işlevi görecek" dedi.
BELEDİYE BAŞKANLARI
YALNIZ BIRAKMADI
Tarih Öncesi Yaşam
Müzesi açılışında Bornova Belediye Başkanı Kamil
Okyay Sındır'ı, hepsi CHP'li olan Buca Belediye
Başkanı Ercan Tatı, Karabağlar Belediye Başkanı
Sıtkı Kürüm ve Çiğli Belediye Başkanı Metin Solak
yalnız bırakmadı. CHP Bornova Belediye Başkan adayı
Olgun Atilla, Mimarlar Odası İzmir Şubesi Başkanı
Hasan Topal, Karacaoğlan ve Yeşilova Mahalleleri
Kültür ve Dayanışma Derneği (KAYED) Başkanı İbrahim
Aktaş ve Bornovalılar da açılışa katıldı.
Gerçek Gündem,
19.03.2014
|
MYNDOS'UN YENİ HAZİNELERİ

Myndos antik kentinde devam eden kazılarda
yeni bir pythos (küp) mezar ve bir seramik
atölyesi bulundu.
Pers krallığına karşı gelen Karyalıların
lideri, satrap Mausolos’un kurduğu antik kent
Myndos’ta kazılar sürüyor. Uludağ Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölüm Başkanı
Prof.Dr. Mustafa Şahin tarafından yürütülen
kazılarda iki pithos (küp) mezar ile bir seramik
atölyesi bulundu.
Al Jazeera'nın haberine göre Myndos antik
kentindeki yaşama dair ipuçları vermesi beklenen
seramik atölyesi, antik kentin dönemin
ticaretinde ne kadar etkili olduğuna dair de bir
fikir oluşturacak.
Bodrum’un Gümüşlük
İlçesi'nde yer alan Myndos
antik kentinde Karyalılar, MÖ 7. yüzyılda
yerleşti. MS. Akdeniz ve Batı Anadolu’yu
etkileyen depremler sonucu büyük bir bölümünün
sualtında kaldığı düşünülen antik kentin bir
kısmı bugün de ziyarete açık.
Gerçek Gündem, 19.03.2014
|
İSTANBUL'UN YENİ BİR RESİM MÜZESİ OLDU
Yedi yıl
önce kapanan İstanbul Resim Heykel Müzesi'nin binası
Milli Saraylar tarafından restore edilip 'Resim
Müzesi' adıyla yeniden açılıyor. Mimar Sinan
Üniversitesi'nin bıraktığı binada şimdi Milli
Saraylar'ın koleksiyonu sergilenecek. Klasik
eserlerin sergilendiği müze için 'Osmanlı resmi
müzesi' diyebiliriz.
Bir zamanlar
İstanbul Resim Heykel Müzesi’ni ağırlayan
Dolmabahçe’deki tarihi bina, tekrar bir resim müzesi
olarak kapılarını açıyor. Ama bu kez sahibi ve
dolayısıyla ağırladığı koleksiyon farklı. Yıllarca
Mimar Sinan Üniversitesi koleksiyonunu ağırlamıştı.
Cumartesi günü artık Milli Saraylar Resim Müzesi
olarak kapılarını açacak.
Şu sıralar bir yandan bahçe düzenlemesi yapılan, bir
yandan da tablolar asılmasına devam edilen yapının
restorasyonu iki yıl sürmüş. Veliaht Dairesi olarak
bilinen bu yapının
Türkiye sanat tarihinde, acıklı hikayesiyle de
ayrı bir yeri var. Veliaht Dairesi 1937 yılında müze
olmuş, uzun yıllar Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi İstanbul Resim Heykel Müzesi olarak
kullanılmıştı. Türk sanat tarihini temsil eden
görkemli koleksiyonuna rağmen binanın yenilenmesi
için kaynak bulmakta güçlük çeken üniversite, 2007
yılında müzeyi kapattı. Daha sonra Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’ün de müdahalesiyle üniversiteye yeni
bir bina verildi ve Veliaht Dairesi de tamamen Milli
Saraylar’a geçti. Mimar Sinan Resim Heykel Müzesi
koleksiyonu, çağdaş bir müze olarak yenilenme
çalışmaları süren Fındıklı’daki Antrepo No:5’e
taşındı.
Milli Saraylar iki yılda tarihi binalar konusundaki
birikimini de harekete geçirip, Veliaht Dairesi’ni
yenilemiş ve binayı bir müze olarak düzenlemiş.
Milli Saraylar’a bağlı pek çok müzede sergilenen çok
değerli tablolar burada toplanmış. Ayrıca Milli
Saraylar’a bağlı olmayan Topkapı Sarayı’nın
depolarındaki bazı resimler de ödünç alınıp restore
edilerek sergiye dahil edilmiş.
Milli Saraylar Koleksiyonu’nda altı yüz civarında
resim var. Bunların 202’si yeni müzede sergileniyor.
Sergilenen resimler içinde çok sayıda Şeker Ahmed
Paşa, Ayvazovski, Zonaro, Osman Hamdi Bey gibi
Osmanlı’nın son döneminde çalışmış ünlü ressamlara
ait eser yer alıyor. Resim sorumlusu Gülsen Sevinç
Kaya, ‘son dönem Osmanlı sarayının resim beğenisini
yansıtan’ bir müze olduklarını söylüyor. Çünkü Milli
Saraylar’ın koleksiyonu da 19. Yüzyıl Osmanlı
padişahlarının yaptırdığı, satın aldığı, beğendiği
ve saraylarda kendine yer bulabilen resimlerden
oluşuyor. Tabii içlerinde Osmanlı asker ressamların
da, sarayda görevli yabancı ressamların da klasik
dönemin belli başlı neredeyse bütün ustalarının da
işleri var. (Tabii sanat tarihimizde pek anılmayan
Ermeni, Rum ressamlar burada da yok.) Dolayısıyla
bize klasik Türk resminin oluştuğu dönem hakkında
iyi bir fikir veren bu müze için ‘Osmanlı resmi
müzesi’ demek mümkün.
Çarşamba günü düzenlenen basın turunda konuştuğumuz
Müze Şefi Recep İmat, restorasyona çok özendiklerini
anlattı. Tavandaki resimler, yaldızlı süslemeler,
özel sıvalar tamamen yenilenmiş ve yapı neredeyse
içindeki koleksiyonla rekabet eden bir ışıltı
kazanmış. İki kanattan oluşan yapının bir kanadı
halen restorasyonda. Tamamlandığında sosyal alan
olarak kullanılması tasarlanıyor.
Müzenin hemen girişinde Topkapı Sarayı’ndan
getirilen iki büyük ve ünlü resim karşılıyor
ziyaretçileri. Veliahd Dairesi’ni yaptıran Sultan
Abdülmecit ve onun ardından tahta geçen o dönemin
veliahdı Sultan Abdülaziz. İlk salonda askeri
konudaki resimler, son halife Abdülmecid Efendi’nin
kütüphanesi olarak bilinen salonda ise İstanbul
manzaraları yer alıyor. Bir salonda Abdülaziz
döneminde Paris Goupil galerisinden satın alınan
resimler, bir başkasında Zonaro ve Chlebowski gibi
saray ressamları, bir diğerinde Oryantalist
resimler, bir başkasında Şeker Ahmed Paşa gibi yaver
ressamlar var. Sarayın büyük salonu ise deniz
resimleriyle Osmanlı’da çok sevilen ünlü Rus ressam
Ayvazovski’ye ayrılmış. Müze, Milli Saraylar
koleksiyonundaki bazı Cumhuriyet dönemi
sanatçılarının eserlerine ayrılan küçük bir salonla
tamamlanıyor.
Milli Saraylar, Saat Müzesi’nin ardından Resim
Müzesi’ni de açmış oldu. Benzer obje müzeleriyle
ellerindeki eski eser koleksiyonunu daha iyi
gösterecekleri bir strateji benimsemişler. Gülsen
Sevinç Kaya, ‘Koridorlarda asılı bu resimleri
ziyaretçiler iyi göremiyordu. Şimdi bu müzede
hepsini topluca inceleyip, eserlerle vakit geçirme
olanağı bulacaklar’ diye özetliyor meseleyi. Bu
müzeyle birlikte
Beşiktaş ’tan başlayıp Karaköy’e kadar uzanacak,
içinde Dolmabahçe Sarayı’nın, Mimar Sinan
Üniversitesi’nin açacağı Çağdaş Sanatlar Müzesi’nin
ve İstanbul Modern’in olduğu bir tür ‘müzeler
vadisi’ de oluşmaya başlıyor.
Veliaht Dairesi olan bu eski saray, aslında sanat
müzesi olmak için ideal bir mekan değil. Resim
Heykel Müzesi’nin eski müdürlerinden Prof. Ferid
Özşen’in bu yapının ‘klasik’ resim örneklerinin
sergileneceği sembolik bir mekan olarak
kullanılması, ama esas Mimar Sinan koleksiyonu için
yeni ve çağdaş bir bina yapılması gibi fikirleri
vardı. Şimdi bu fikir bir ölçüde gerçekleşmiş oldu.
Bina, Mimar Sinan Üniversitesi’nden alındığında
Başbakana, Cumhurbaşkanına tahsis edilecek gibi
dedikodular da çıkmıştı; neyse ki doğru çıkmadı.
Binanın tekrar bir sanat kurumu olarak kamuya
açılması iyi bir çözüm. Geniş bahçesi, manzarası,
kafeleriyle insanların vakit geçireceği bir yer
olabilir. Tabii etrafındaki resmi kurumların aşırı
güvenlik boğuntusundan sıyrılıp da oraya ulaşmayı
başaranlar için… Her şey iyi hoş olsa bile şu soruyu
da sormadan edemiyoruz. Madem resim müzesi olacaktı
bu bina neden Mimar Sinan’dan alındı? Milli Saraylar
ve Mimar Sinan koleksiyonları birleştirilip Osmanlı
dönemi tamamen burada toplanamaz mıydı? Nitekim
Milli Saraylar’ın talebine rağmen Mimar Sinan’ın da
kendi koleksiyonundaki bazı resimleri bu müzeye
ödünç vermeye yanaşmadığı söyleniyor. Anlaşılan
onlar da söz konusu eserleri iki sene sonra
açacakları kendi müzeleri için ellerinde tutmak
istemiş. Yani ortada tuhaf bir rekabet ve işbirliği
eksikliği yok değil.
Yukarıda soruya iyimser bir cevap vermek de mümkün.
Sonuçta her müze, kendi bakış açısıyla farklı bir
dünya sunar. Milli Saraylar Resim Müzesi, MSGÜ
Çağdaş Sanatlar Müzesi ve İstanbul Modern birbirine
teğet geçen hatta biraz örtüşen ama değişik alanlara
doğru açılan üç farklı kurum olacak. Aslında her
müzenin koleksiyonu başka bir ağırlık taşıyor.
‘Klasik Osmanlı dönemi’, ‘Cumhuriyet’in modern
sanatı’ ve günümüzün ‘çağdaş sanatı’ birbiri ardına
gezilebilecek üç müzede toplanmış olacak. Makus
talihini yenen Veliaht Dairesi adına da kentimizin
yeni bir müzesi oldu diye kendi adımıza da
sevinebiliriz.
Radikal, Yazı: Cem Erciyes, 19.03.2014
******
RESİM HEYKEL MÜZESİ EL DEĞİŞTİRMİŞ GİBİ

Bir zamanlar İstanbul Resim Heykel Müzesi’ni
ağırlayan Dolmabahçe’deki tarihi bina, tekrar bir
resim müzesi olarak kapılarını açıyor. Ama bu kez
sahibi ve dolayısıyla ağırladığı koleksiyon farklı.
Yıllarca Mimar Sinan Üniversitesi koleksiyonunu
ağırlamıştı. 22 Mart Cumartesi günü artık Milli
Saraylar Resim Müzesi olarak kapılarını açacak.
Şu sıralar bir yandan bahçe düzenlemesi yapılan, bir
yandan da tabloların asılmasına devam edilen yapının
restorasyonu iki yıl sürmüş. Veliaht Dairesi olarak
bilinen bu yapının Türkiye sanat tarihinde, acıklı
hikayesiyle de ayrı bir yeri var. Veliaht Dairesi
1937 yılında müze olmuş, uzun yıllar Mimar Sinan
Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Resim Heykel
Müzesi olarak kullanılmıştı. Binanın yenilenmesi
için kaynak bulmakta güçlük çeken üniversite, 2007
yılında müzeyi kapattı. Daha sonra Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’ün de müdahalesiyle üniversiteye yeni
bir bina verildi ve Veliaht Dairesi de tamamen Milli
Saraylar’a geçti. Mimar Sinan Resim Heykel Müzesi
koleksiyonu, çağdaş bir müze olarak yenilenme
çalışmaları süren Fındıklı’daki Antrepo No:5’e
taşındı.
Milli Saraylar iki yılda tarihi binalar konusundaki
birikimini de harekete geçirip, Veliaht Dairesi’ni
yenilemiş ve binayı bir müze olarak düzenlemiş.
Milli Saraylar’a bağlı pek çok müzede sergilenen çok
değerli tablolar burada toplanmış. Ayrıca Milli
Saraylar’a bağlı olmayan Topkapı Sarayı’nın
depolarındaki bazı resimler de ödünç alınıp restore
edilerek sergiye dahil edilmiş.

Milli Saraylar Koleksiyonu’nda altı yüz civarında
resim var. Bunların 202’si yeni müzede sergileniyor.
Sergilenen resimler içinde çok sayıda Şeker Ahmed
Paşa, Ayvazovski, Zonaro, Osman Hamdi Bey gibi
Osmanlı’nın son döneminde çalışmış ünlü ressamlara
ait eser yer alıyor. Milli Saraylar’ın koleksiyonu
da 19. yüzyıl Osmanlı padişahlarının yaptırdığı,
satın aldığı, beğendiği ve saraylarda kendine yer
bulabilen resimlerden oluşuyor. Tabii içlerinde
Osmanlı asker ressamların da sarayda görevli yabancı
ressamların da klasik dönemin belli başlı neredeyse
bütün ustalarının da işleri var. (Tabii sanat
tarihimizde pek anılmayan Ermeni, Rum ressamlar
burada da yok.) Dolayısıyla bize klasik Türk
resminin oluştuğu dönem hakkında iyi bir fikir veren
bu müze için ‘Osmanlı resmi müzesi’ demek mümkün.
Padişahlar karşılıyor!
Dün düzenlenen basın turunda konuştuğumuz Müze Şefi
Recep İmat, restorasyona çok özendiklerini anlattı.
Tavandaki resimler, yaldızlı süslemeler, özel
sıvalar tamamen yenilenmiş ve yapı neredeyse
içindeki koleksiyonla rekabet eden bir ışıltı
kazanmış. İki kanattan oluşan yapının bir kanadı
halen restorasyonda. Tamamlandığında sosyal alan
olarak kullanılması tasarlanıyor.
Müzenin hemen girişinde Topkapı Sarayı’ndan
getirilen iki büyük ve ünlü resim karşılıyor
ziyaretçileri: Veliaht Dairesi’ni yaptıran Sultan
Abdülmecit ve onun ardından tahta geçen o dönemin
veliahdı Sultan Abdülaziz. İlk salonda askeri
konudaki resimler, son halife Abdülmecid Efendi’nin
kütüphanesi olarak bilinen salonda ise İstanbul
manzaraları yer alıyor. Bir salonda Abdülaziz
döneminde Paris Goupil galerisinden satın alınan
resimler, bir başkasında Zonaro ve Chlebowski gibi
saray ressamları, bir diğerinde Oryantalist
resimler, bir başkasında Şeker Ahmed Paşa gibi yaver
ressamlar var. Sarayın büyük salonu ise deniz
resimleriyle Osmanlı’da çok sevilen ünlü Rus ressam
Ayvazovski’ye ayrılmış. Müze, Milli Saraylar
koleksiyonundaki bazı Cumhuriyet dönemi
sanatçılarının eserlerine ayrılan küçük bir salonla
tamamlanıyor.

Her şey iyi hoş olsa bile şu soruyu da sormadan
edemiyoruz: Madem resim müzesi olacaktı bu bina
neden Mimar Sinan’dan alındı? Milli Saraylar ve
Mimar Sinan koleksiyonları birleştirilip Osmanlı
dönemi tamamen burada toplanamaz mıydı? Nitekim
Milli Saraylar’ın talebine rağmen Mimar Sinan’ın da
kendi koleksiyonundaki bazı resimleri bu müzeye
ödünç vermeye yanaşmadığı söyleniyor. Anlaşılan
onlar da söz konusu eserleri iki sene sonra
açacakları kendi müzeleri için ellerinde tutmak
istemiş. Yani ortada tuhaf bir rekabet ve işbirliği
eksikliği yok değil.
Yukarıdaki soruya iyimser bir cevap vermek de
mümkün. Sonuçta her müze, kendi bakış açısıyla
farklı bir dünya sunar. Milli Saraylar Resim Müzesi,
MSGÜ Çağdaş Sanatlar Müzesi ve İstanbul Modern
birbirine teğet geçen hatta biraz örtüşen ama
değişik alanlara doğru açılan üç farklı kurum
olacak. Aslında her müzenin koleksiyonu başka bir
ağırlık taşıyor. ‘Klasik Osmanlı dönemi’,
‘Cumhuriyet’in modern sanatı’ ve günümüzün ‘çağdaş
sanatı’ birbiri ardına gezilebilecek üç müzede
toplanmış olacak. Makus talihini yenen Veliaht
Dairesi adına da kentimizin yeni bir müzesi oldu
diye kendi adımıza da sevinebiliriz.
Radikal, Yazı Cem Erciyes, 20.03.2014
******
DOLMABAHÇE'DE YENİ RESİM MÜZESİ

İstanbul
Resim Heykel Müzesi’nin 1937’den bu yana kullandığı
Dolmabahçe Sarayı’ndaki Veliahd Dairesi, dört yıl
süren restorasyonun ardından Milli Saraylar Resim
Müzesi’ne dönüştürüldü. 22 Mart Cumartesi günü
açılacak müzede, Topkapı Sarayı’ndan ve TBMM’ye
bağlı diğer saraylardan şimdilik 202 tablo
sergilenecek.
İstanbul, yeni bir resim müzesi kazandı. Daha
önce Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'ne
bağlı olan Dolmabahçe Sarayı'ndaki Resim ve Heykel
Müzesi'nin kullandığı fakat 2011'de olaylı bir
şekilde boşaltılan Veliahd Dairesi, dört yıl süren
restorasyonun ardından Milli Saraylar Resim
Müzesi'ne dönüştürüldü. Milli Saraylar Tablo
Koleksiyon Sorumlusu ve Resim Müzesi Küratörü Gülsen
Sevinç Kaya, müzeyle ilgili dün basına özel
düzenlenen gezide bilgi verdi. 21 Mart’ta açılacak
müzede, Topkapı Sarayı'ndan 28 eserin yanı sıra
TBMM'ye bağlı diğer sarayların envanterine kayıtlı
toplam 174 resim, tematik bir düzende sergileniyor.
Aslında Topkapı Sarayı'ndan 5 yıllığına sergilenmek
üzere 44 eser alındı. Fakat depolardan çıkarılan ve
çoğu padişah portreleri ile resmi törenleri anlatan
bu eserlerin durumu iyi olmadığı için hepsi
Yıldız'daki Milli Saraylar Tablo Restorasyon ve
Konservasyon Merkezi'nde elden geçiriliyor. Müzede
şimdilik Topkapı'dan bugüne kadar ortalarda pek
görünmeyen 28 eser bulunuyor. Diğerleri ise müzenin
henüz restorasyonu bitmeyen ikinci kısmında sonra
teşhir edilecek.
Topkapı’dan gelenler arasında Polonyalı ressam
Stanislav Chlebowski'nin 3 metre 45 cm
büyüklüğündeki Sultan Abdülaziz portresi, ressam
padişah Halife Abdülmecid Efendi'nin ünlü Nasihat
tablosu, İtalyan ressam Valery'nin Nemika Sultan
portresi, Sultan II. Mahmud ve III. Selim
portreleri, Maltalı ressam Amadeo Preziosi'nin
Sultan Abdülmecid'in Beylerbeyi’ne Gelişi tablosu
var.
Milli Saraylar Resim Müzesi'nin tamamının
restorasyonu bittiğinde ziyaretçilerin görebileceği
tablo sayısı yaklaşık 400 olacak. Aslında Milli
Saraylar'ın tablo koleksiyonunda 650 resim var.
Fakat hepsine müzede yer verilmeyecek, diğerleri
sarayların duvarlarını süslemeye devam edecek. 30
salondan oluşan yeni müzenin ziyarete açılan 11
odasının temaları şöyle: Sultan Abdülmecid ve Sultan
Abdülaziz Salonu, Osmanlı'da Batılılaşma Dönemi
Resimleri Salonu, İstanbul Görünümleri Salonu
(Sultan Abdülmecid'in kütüphane olarak kullandığı
bölüm), Paris'teki Goupil Sanat Galerisi'nden Satın
Alınan Tablolar, Ivan Konstantinovic Ayvazovski
Salonu, Saray Ressamları Salonu, Oryantalist
Ressamlar Salonu, Yaver Ressamlar Salonu,
1870-1890'lı Yıllarda Etkin Olan Türk Ressamları,
Portreler ve Tarihi Konulu Kompozisyonlar/Osmanlı
Sarayında Manzara Salonu, 1890-1930'lu Yıllarda
Etkin Olan Türk Ressamları. Osmanlı sarayında Batı
tarzında resim anlayışı, Sultan Abdülaziz döneminde
Paris’teki Goupil Sanat Galerisi’nden satın alınan
tablolarla başlıyor. Bu eserler, müzenin ikinci
bölümünde yer alıyor.
Sultan Abdülaziz'in intihar ettiği belirtilen
oğlu Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi portresi ile
Bellini'nin Fatih Sultan Mehmet tablosunun Fausto
Zonaro tarafından yapılmış 1907 tarihli kopyası,
bugüne kadar sergilenmemiş birkaç eser arasında.
Halife Abdülmecid'in yaptığı II. Abdülhamid'in
tahttan indirilişini resmeden ‘II. Abdülhamid Han'ın
Hal'i' tablosu, tarihin canlı bir tanığı olarak
müzedeki yerini almış. Türk resim sanatının önemli
isimlerinden Osman Hamdi Bey, Hoca Ali Rıza, Şevket
Dağ, İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Halil Paşa, Osman
Nuri Paşa, Şeker Ahmet Paşa, Süleyman Seyyid,
Hüseyin Zekai Paşa'nın eserlerini bu tematik
bölümlerde görmek mümkün.
Veliahd Dairesi'nin eski kiracısı Resim ve
Heykel Müzesi'nin arşivinde 12 bin tablo bulunuyor
ve bunların büyük bir kısmı Milli Saraylar'dan Mimar
Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nin envanterine
geçen tablolar. Milli Saraylar Dairesi Başkanlığı,
yeni açtıkları müze vesilesiyle resimlerin bir
kısmını sergilemek üzere üniversiteden istemiş,
fakat bugüne kadar olumlu bir cevap alınamamış.
Saray koleksiyonlarındaki tabloların
sergilendiği Milli Saraylar Resim Müzesi'ni,
Dolmabahçe Sarayı'nın ziyaretçileri ayrıca bir bilet
almadan gezebilecek. Sadece müzeyi ziyaret etmek
isteyenler ise sarayın Beşiktaş'taki kapısından
girerek, eserleri pazartesi ve perşembe günleri
hariç her gün görebilir.
Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 20.03.2014
|
TARİH HIRSIZLARINA "DUR" DİYECEKLER
Yemen’in
tarihi mirası yaklaşık iki yıldır yağmalanıyor,
hırsızlarsa 28 sterlin ceza ödeyerek serbest
kalıyordu. Yeni kurulan bağımsız konsey, BM ile
çalışarak bu talanın önüne geçmeye hazırlanıyor.

Yemen, tarihi mirasını koruma altına almak için
bağımsız bir konsey kuruyor. Taraf'ın haberine göre,
geçen ay kurulacağı açıklanan konsey için
çalışmalara hız veren Yemen, Milli Diyalog
Konferansı, Birleşmiş Milletler ve Körfez İşbirliği
Konseyi ile görüşmeler yaptı. Görüşmeler
neticesinde; muhaliflerin ve İslami grupların, bu
mirası yağmalamasına son verme kararı alındı. Konsey
ayrıca, tarih ve sanat çevrelerinden uzmanların hem
finans, hem de yönetim olarak bağımsız çalışmalar
yürütmesine de imkan sağlayacak.
Milisler el koydu
Yemen’de yaşanan ekonomik ve politik
olumsuzluklar yüzünden, yaklaşık iki yıldır ülkedeki
pek çok müzede yağmalama ve hırsızlık vakaları
yaşanıyordu. 2011’de Abyan Müzesi yağmalanmış, geçen
Mart’ta da Mukalla Müzesi’nin bulunduğu şehri ele
geçiren milisler, sultana ait tahtı çalmışlardı.
Ekim’de ise Sana kentindeki Milli Müze’de de yedi
tarihi kılıç ve el yazması bir Kuran’a, radikal
İslamcılar tarafından el konulmuştu.
Cezalar caydırıcı değil
İnsan hakları ve özgürlükler üzerine çalışan bir
grubun başkanı olan Arwa Othman, “Yemen’de
kaçakçılıkla ilgili yasalar, caydırıcılık niteliği
taşımıyor. Öyle ki, ülkede kaçakçılık yapmanın veya
tarihi eser çalmanın cezası; sadece 28 sterlin”
ifadelerinde bulundu.
Othman ayrıca, “Ne politikacılar, ne de ülkede
yaşayanlar milli mirasın öneminden haberdar.
Arkeologlar için kazı alanları kuruluyor.
Sonra da başında bekleyen yağmacılar, eserlere
çıkar çıkmaz el koyarak satıyor. Yeni kurulan
bağımsız konsey ve Birleşmiş Milletler’in de
yardımıyla, umarım bu tarihi talanın önüne
geçeceğiz” dedi.
Yapı, 19.03.2014
|

|
EYÜP'TE TARİHİ BİNA ALEVLERE TESLİM OLDU
Eyüp İslambey Mahallesi Fahri Korutürk Caddesi Bali Baba Çıkmaz Sokak'ta 2 katlı tarihi ahşap binada dün yangın çıktı.
İtfaiyenin müdahalesine rağmen alevler binanın tamamını sarınca çok sayıda itfaiye ekibi destek verdi.
Yangın bitişik binalara sıçramadan kontrol altına alındı.
Ahşap binanın içinde ve çatısında çökme meydana geldi. Yanan binanın uzun süredir boş olduğu öğrenildi.
Sabah, 19.03.2014
|
"KABE'DE BENİM EVİM DAHİL 5 METREYİ AŞANLAR TEZ
YIKILA!"
Kabe çevresindeki yüksek binalar büyük
eleştiri alıyor. II. Selim ise 1574 tarihli
fermanında kendi evi dahil 5 metreye geçen her evin
yıkılmasını emrediyor.
Osmanlı Arşivleri’nde, son dönemlerde özellikle
İslam dünyası tarafından sıkça eleştirilen Kabe
çevresindeki yüksek binalarla ilgili bir fermana
rastlandı. Sultan II. Selim tarafından dönemin Harem
Şeyhi Kadı Hüseyin’e 30 Eylül 1574’te gönderilen
fermanla Kabe’nin çevresindeki ortalama 5 metreden
yüksek binalar ile bitişiğindeki evlerin yıkılması
emredildi.

Yedikıta Tarih ve Kültür Dergisi’nin son
sayısında makalesi yer alan tarihçi-yazar Selman
Soydemir Osmanlı Arşivleri’nden çıkan belgenin,
özellikle Mekke ve Medine söz konusu olduğunda
Osmanlı padişahlarının ne kadar hassas davrandığını
gösterdiğini söyledi. Yavuz Sultan Selim’in 1517’de
Mısır’ı fethiyle Mekke ve Medine hizmetlerinin
Osmanlıların uhdesine geçtiğini anlatan Soydemir,
Hicaz’ın yönetimini Memluklulardan devraldıktan
sonra İslam dünyasının tek lideri olan Osmanlı
Devleti’nin, artık hac hizmetlerini de üstlendiğini,
II. Selim’in kendisini “Hadimü’l-Haremeyn” yani
“mukaddes toprakların hizmetçisi” olarak gördüğünü
aktardı.

Kabe’nin eski hali. Hacılar ve ziyarete gelenler rahatlıkla görebiliyor.
Gözleri gibi baktılar
Selman Soydemir, Sultan II. Selim’in Harem-i
Şerif’in etrafındaki tuvaletlerin kokusundan
hacıların rahatsız olduğunu belirterek, bu
tuvaletlerin Harem-i Şerif’ten uzaklaştırılmasına,
Harem-i Şerif’e bitişik olan evlerin hacılara ve
Beytullah’a verdikleri zarardan dolayı
yıktırılmasına dair Harem Şeyhi Kadı Hüseyin’e
ferman gönderdiğini söyledi.
Padişah Selim’in Kabe’nin çevresinde 6 arşın yani
ortalama 5 metreden yüksek bina yapılmamasının da
emrettiğini dile getiren Soydemir, hatta Sultan
Selim’in, Harem-i Şerif’in duvarına bitişik bir ev
satın aldığını, bunun geliriyle Fetih Suresi okutup
testilerle su dağıttırdığını, ancak o evin de
istisna tutulmadan yıktırılmasını emrettiğini
vurguladı. Soydemir, şu bilgileri verdi:
“Osmanlı revakları dahi hürmeten Kabe’den alçak inşa
edilmişti. Fermanda yer alan diğer bir husus ise
Mescid-i Haram’ı yüksekten görecek şekilde evler
yapılması ve bu evlerde uygunsuz davranışlarda
bulunularak ibadet edenlerin rahatsız edilmesi
konusu. Fermanda, bunların da engellenmesi
emrediliyor. Burada Osmanlıların Mescid-i Haram’ı
yüksekten görecek şekilde yapılan binalara pek sıcak
bakmadıkları dikkati çekiyor. Bugün bu anlayışın
maalesef devam ettirilmediğini görüyoruz.”

Son hali. Üst geçitte yürüyen hacılar, etrafı dev gökdelenlerle kaplanmış. Kabe’nin görünütüsü bu inşaat karmaşası içinde kaybolup gitmiş
Fermanın Türkçesi
Sultan II. Selim tarafından dönemin Harem Şeyhi Kadı
Hüseyin’e 30 Eylül 1574’te gönderilen fermanın
Türkçesi şöyle:
“Mekke-i Mükerreme Kadısına ve Harem Şeyhi Kadı
Hüseyin’e hüküm ki; hala İstanbul’a tafsilatlı
arzuhal sunulup Harem-i Şerif duvarlarına bitişik
evlerin ve medreselerin tuvaletlerinin sıcak
günlerde kokmakta olduğu ve bu kokudan hacıların
ziyade sıkıntı çekmekte olduğu ifade edilmiştir.
Ayrıca bazı Rafızi itikatlı Acemler hakikaten
Harem-i Şerif haricinde yüksek evler yapıp,
Beytullahi’l-Haram’a ve Harem-i Şerif’e yüksekten
bakıp uygun olmayan çeşitli hareketlerde bulunup
Harem-i Şerif‘te ibadet eden salih zatları rahatsız
etmektedir. Şimdi, daha önce tarafımdan Harem-i
Şerif duvarına bitişik bir ev satın alınıp, yılda
120 altın sikkeye kiraya verilip, devletimin ve
saltanatımın devam ve bekası için Sure-i Fetih
okunup testilerle su dağıtılırdı. Harem-i Şerif
duvarına bitişik olması uygun görülmeyip, evvela bu
evin yıkılması ve zikrolunan paranın Cidde
mahsulünden tayin olunması babında Cidde Emini’ne
hükm-i hümayunum gönderilmiştir. Buyurdum ki, hükm-i
şerifim sana ulaştığında asla geciktirmeyip emrim
gereğince ilk başta o evi ve daha sonra Harem-i
Şerif duvarlarına bitişik olan evleri, kimin olursa
olsun tamamen yıkarak ortadan kaldırasın ve Harem-i
Şerif dahilinde binadan eser bırakmayasın. Harem-i
Şerif’in dışında münasip bir yerde yaptırasın.
Harem-i Şerif’e bitişik veya 6 arşından yakın ev
veya yüksekbina olduğu halde yıktırmamışsan neticesi
size ait olup özrünüz kabul edilmeyecektir. Kimseye
itimat etmeyip, kendiniz bizzat ilgilenip, gevşeklik
etmekten kaçınasınız.”

Vatan, 19.03.2014
|
GELİR KAPI MÜZESİ
En çok hasılat saraydan... Geçen yıl 72 milyon lira
gelir getiren Topkapı'yı 53 milyonla Ayasofya
izledi.
Müze değil
darphane... Kültür ve Turizm Bakanlığı, geçen yıl
müze ve örenyerlerinin gişelerinden 300 milyon TL'yi
aşkın gelir elde etti. Hasılatta ilk sıra, 72 milyon
TL ile Topkapı Sarayı Müzesi'nin oldu. Topkapı'yı 53
milyon TL ile Ayasofya Müzesi ve 40 milyon TL ile
Efes Antik Kenti izledi. Bakanlık hatırı sayılır bir
gelir kapısı olan giriş ücretlerinde düzenlemeye
gitti. 303 müze ve örenyerinin 115'inin ücretsiz
gezilebileceğini duyuran Döner Sermaye İşletmesi
Merkez Müdürlüğü, Topkapı, Ayasofya ve Efes'in giriş
ücretini 25'ten 30 TL'ye çıkardı. 15 Nisan'dan
itibaren yürürlüğe girecek yeni giriş ücretleri,
5-30 TL arasında değişiyor.
Akşam, 19.03.2014
|
|
|
ÜÇ BİN 200 YILLIK KANSER VAKASI
Sudan'ın Nil nehri kıyılarındaki bir mezarda bulunan 3 bin 200 yıllık kanserli insan iskeleti üzerinde yapılan araştırmalar hastalığın kökenine dair umut ışığı oldu.
İngiltere'nin Durham Üniversitesi'nden Michaela Binder'ın bulduğu iskeletin 25 ila 35 yaşlarındaki bir insana ait olduğunu belirten uzmanlar, kanserin modern bir problem olduğu iddiasının da büyük yara aldığını belirtiyor.
Çünkü iskelet milattan önce 1200'lü yıllarda kanser dolayısıyla insanların hayatını kaybettiğini kanıtlıyor.
Sabah, 19.03.2014
|
HAN TÜMERTEKİN'DEN HALİÇ DAYANIŞMASINA CEVAP GELDİ

Haliç Tersaneleri'nin yeniden kullanımı
projesinin mimar Han Tümertekin tarafından
yapılacağı iddiaları Haliç Dayanışması'nı
harekete geçirmişti. Dün yayınlanan
basın açıklamasında Han Tümertekin'e
şeffaflık çağrısı yapan Dayanışma, şu ifadelere
yer vermişti:
"Haliç Dayanışması olarak
Temmuz 2013'ten bu yana, sözkonusu alanın, Haliç
Tersaneleri bütünlüğünün, Haliç'in ve dolayısı
ile kente/bize ait değerlerin korunması,
yaşatılması konusunda söz hakkımız olduğundan
yola çıkarak örgütlenmiş durumdayız. Tersane
emekçileri, mahalleler, meslek örgütleri,
STK'lar, uzmanlar ve kent hakkını savunan
bireylerden oluşan Haliç Dayanışması
örgütlenmesi olarak, 6 asırlık geçmişi olan bu
alanın varlığını, üretim ve eğitim programları
ile şeffaf bir süreçte sürdürmesini talep
ediyoruz.
Bu bağlamda, Y. Mimar Han Tümertekin,
Prof.Dr. Oğuz Ceylan ve ekibinin -eğer yeni bir
taksim kışlası mimarı olarak anılmak
istemiyorlarsa !- hazırlamak üzere oldukları
projelerini kamuoyu ile paylaşmalarını
bekliyoruz."
Tümertekin'den Cevap
Haliç Dayanışması'nın çağrısına Han
Tümertekin'den beklenen cevap geldi. Bugün
tarafımıza bildirilen açıklamada Tümertekin,
projenin müellifi olmadığını belirtti. Açıklama
metninde şu ifadeler yer aldı:
"Haliç Dayanışması tarafından yayınlanan ve
içinde adımın geçtiği çağrı metninde yer alan
konunun açıklığa kavuşturulması amacı ile
yazıyorum.
Söz konusu projenin müellifi değilim.
Yatırımcının görüşmekte olduğu mimar
adaylarından biriyim."
Arkitera, Haber: Bahar Bayhan, 18.03.2014
|
KOCATEPE CAMİSİ MİMARI HÜSREV TAYLA VEFAT ETTİ

Kocatepe Camisi ve Şakirin Camisi gibi birçok
önemli eserin mimarı Hüsrev Tayla 17 Mart Pazartesi
günü vefat etti.
Hüsrev Tayla Kimdir?
1925 yılında Bursa'da doğan Hüsrev Tayla 1942
yılında girdiği Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nden
1948 yılında mimar olarak mezun oldu. 1952 ile 1953
yıllarında İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi
Bölümü'nde de öğrenim gören Tayla mesleki kariyeri
boyunca çoğunlukla Bursa ve İstanbul'da çalışmıştır.
Milli Eğitim Müdürlüğü, İstanbul Vakıflar
Başmüdürlüğü, İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi
ve İstanbul Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü gibi
kurumlarda görev alan Tayla, 1972 ile 1974 yılları
arasında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Mimarlık Bölümü'nde öğretim görevlisi olarak ders
vermiştir.
Çoğunlukla cami mimarisi ile tanınan Hüsrev
Tayla, İstanbul'da yer alan Şirinevler Camisi ve
Maltepe Camisi ile Adana'da yer alan Paktaş
Fabrikası Camii gibi cami projeleri tasarlamış ancak
en çok bilinen projeleri Ankara'da bulunan Kocatepe
Camisi ve İstanbul Karacaahmet Mezarlığı'ndaki
Şakirin Camisi olmuştur.
Arkitera, 18.03.2014
|
NOTRE DAME DE PARIS AYDINLANDI

Royal Philips, gotik katedrale daha önce
görülmemiş detayları ortaya çıkaran yeni bir LED
aydınlatma sistemi yerleştirdi. Aydınlatma sistemi,
"Bakire ve Çocuk" adlı heykelin tüm detaylarını
günyüzüne çıkarırken, gündüz veya gece farketmeden
gül pencereyi renkli detaylarıyla görmeyi mümkün
kıldı.
400 adet armatürü sistemli bir şekilde kullanan
aydınlatma düzeneği sadece katedrale dramatik bir
hava katmaya çalışmıyor elbette. Mekanda yapılacak
etkinliğe veya pencerelerden giren gün ışığına göre
kendini ayarlayabiliyor. Aynı zamanda elektrik
tüketimini de %80 oranında azaltmış.
Bazıları geleneksel aydınlatma sistemini özlemiş
olabilirler ama mekana ait yeni vistalar sunan bu
sistem tarihi bir binada farklı deneyimler
edinmemizi sağlıyor.
 
 
 
Arkitera, Derleyen: İlknur Sudaş, 18.03.2014
|
ANTALYA'DA ANTİK KENT SULAR ALTINDA KALACAK

Antalya Manavgat İlçesi Çardak Köyü’ndeki 1.
derece arkeolojik sit alanı olan antik kent ve o
döneme ait mezarlar sular altında kalma tehlikesiyle
karşı karşıya. Büyük bir alana yayılı antik kent,
yapılması planlanan “Antalya-Manavgat-Topsurlar
göleti rezervuar ve sulama alanı”nın içinde kalıyor.
DSİ 13. Bölge Müdürlüğü 1000 Günde 1000 Gölet Göl-Su
Projesi kapsamında Antalya’da depolama kapasitesini
arttırmak ve büyük sulama projelerini dışında kalan
kırsal kesimlerde kısa sürede sulu tarıma geçmek
amacıyla birçok bölgede gölet projeleri yaptı. Bu
gölet projelerinden biri de
“Antalya-Manavgat-Topsurlar göleti rezervuar ve
sulama alanı”. Bu alan içerisinde antik kent ve o
öneme ait mezar kalıntıları olduğu için Müdürlük,
Kültür ve Turizm Bakanlığı Antalya Kültür
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na başvurmuş.
BAŞKA YER MÜMKÜN MÜ
Kurul, 4 Haziran 2013 tarihinde gölet yapılması için
planlanan arazide antik dönem yapı kalıntıları
bulunduğu ve bu alanın 1. derece arkeolojik sit
alanı olduğu gerekçesiyle baraj alanının planlanan
alanın dışında başka bir yerde planlanması
gerektiğini belirtti. Ancak yine aynı kararda
“Barajın başka yerde mümkün olmaması ve bu durumun
ilgili idarece belgelere dayalı olarak Bakanlığımıza
iletilmesi halinde alana gönderilecek bir heyet ile
tekrardan değerlendirmeye alınacağı” ibaresi gölet
yapımı için bir açık kapı bıraktı.
MEZARLAR TAŞINACAK
Bu yazı üzerine çok geçmeden DSİ göletin başka bir
alanda yapılamayacağı gerekçesiyle Koruma Bölge
Kurulu’na başvurdu. Kurul, 16 Aralık 2013 tarihinde
alanla ilgili kararını verdi. Buna göre alanda bitki
temizliği yapılacak. Eğer arazide tespit edilebilen
yakın tarihli bir mezar varsa köy mezarlığına nakil
yapılacak. Müze Müdürlüğü denetiminde envanter
çalışmasından sonra gölet yapımı da
gerçekleştirilebilecek.
Taraf, Haber: Billur Özgül, 18.03.2014
|
MOZAİKLER ŞEHRİ ANTAKYA'DAKİ İLK KEŞİFLER

Antakya Harbiye’de çekilen yukarıdaki fotoğraf,
Princeton Üniversitesi arşivlerine 1937 yılında
girmiş.Üniversitesinin arşivinde bölgeyle ilgili
daha pek çok kare bulunuyor. Antakya’daki ilk
arkelojik kazıları anlatan bu tarihi fotoğrafların
bir kısmını 20 Nisan’a kadar AnaMed’de
görebilirsiniz.
Yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz Dakar isimli
yaşlı amca, 1900’lü yılların başında Antakya’nın
Harbiye İlçesi'nde yaşıyordu. Belli ki dinlenmek için
bir zeytin ağacının dibini seçmiş ve oturduğu
gölgelik ona bugün Hatay Arkeoloji Müzesi’nde
sergilenen 10x18 boyutlarındaki o dev mozaiği hediye
etmiş. Beşinci yüzyıla tarihlenen, çiçek
desenleriyle süslenmiş mozaiğin ortasında, boynunun
etrafı Pers kraliyet ailesinin sembolü olan kırmızı
kurdelelerle süslenmiş bir aslan bulunuyor. Bu
fotoğraf, Princeton Üniversitesi Sanat ve Arkeoloji
bölümünün arşivine 13 Mayıs 1937’de girmiş.
Üniversitenin arşivinde Antakya’daki mozaiklerle
ilgili daha pek çok fotoğraf yer alıyor. Çünkü
Antakya’daki ilk arkeolojik kazılar Princeton
Üniversitesi tarafından 1932-1939 yılları arasında
yapıldı. Bu tarihi fotoğrafların bir kısmını 20
Nisan’a kadar İstanbul’da görmek mümkün.
Beyoğlu’ndaki Anadolu Medeniyetleri Araştırma
Merkezi’nde (AnaMed) açılan “Asi’deki Antakya,
Mozaikler Şehrinde İlk Araştırmalar” sergisinde,
Antakya’daki ilk arkeolojik kazı çalışmalarına ait
fotoğraflar yer alıyor. Kazılar sırasında Roma
dönemi zenginlerinin yaşadığı Harbiye’deki evlerin
kalıntılarından görkemli mozaikler çıkarılmış.
Kazı
videosu da sergide
Murat Akar’ın küratörlüğünü üstlendiği sergide,
Hellenistik Doğu’nun önemli siyasal ve kültürel
merkezlerinden ve Roma İmparatorluğu’nun büyük
metropollerinden biri olan Antakya’nın en parlak
dönemine ait bulguların ortaya çıkarılma öyküsü
anlatılıyor. Sekiz sezon süren kazı çalışması,
gerçekleştirildiği yıllarda, bölgedeki en kapsamlı
araştırma olarak biliniyor. Sergi ayrıca o
yıllardaki kazı yöntemleri ve arşivleme teknikleri
hakkında dikkat çeken ipuçları veriyor.
Kazı günlükleri ışığında hazırlanan sergideki
fotoğraflara Princeton Üniversitesi Kazı Komitesi
tarafından hazırlanmış bir video da eşlik ediyor.
Pek çoğu bugün tamamen değişmiş kıyafet tarzları,
sokak manzaraları ve peyzajı belgeleyen görüntüler,
1930’lardaki Antakya kent yaşamını yansıtıyor.
Fotoğrafların hepsinde ayrı bir hikaye gizli.
Kazının Filistinli fotoğrafçısı Fadeel Nasser Saba
bile, Bizans dönemine ait villanın zengin
mozaiklerini fotoğraflamak üzere mozaiğin üzerine
kurulan iskelenin en tepesine çıkıyor ve kendisi de
başka bir makineye o anı belgelettiriyor.
Zaman, 18.03.2014
|

|
70 BİN ESER TAŞINIYOR
Şanlıurfa Müzesi'nde bulunan 70 bin eser, yapımı temmuz ayında tamamlanacak olan Edessa Arkeoloji Müzesi'ne taşınacak.
Müzedeki eserlerin, 200 dönüm alanda süren ve kompleks içerisinde yer alacak olan Edessa Arkeoloji Müzesi'ne taşınması kararlaştırıldı. Müze bu kararın ardından ziyarete kapatıldı. Müzedeki 70 bin eser de paketlenmeye başladı. Eserlerden 35 bini sikke.
Akşam, 18.03.2014
|
SUALTI TARİHİNİ GÜN YÜZÜNE ÇIKARIYORLAR

Denize kıyısı olmayan Konya'da
Selçuk Üniversitesi (SÜ) Su altı Arkeolojisi
ekibi, yaklaşık 15 yıldır Kültür ve Turizm
Bakanlığının izniyle yaptığı çalışmalarla,
Türkiye'nin su altındaki değerlerini tespit ediyor.
Ekip, Antalya'nın
Kemer İlçesi'nde kurulacak
su altı araştırma merkeziyle de bu çalışmalarını
taçlandırmaya hazırlanıyor.
SÜ Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Su altı
Arkeolojisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve SÜ Sualtı
Arkeolojisi Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü
Hakan Öniz, AA muhabirine yaptığı açıklamada, UNESCO
ile su altı kültür mirasının korunması amaçlı
kapasite yapılandırma konusunda uluslararası
faaliyetler yürüttüklerini söyledi.
Öniz, bu kapsamda uluslararası çalışmalar yapmak
amacıyla, geçen yıl
Kemer'de Sualtı Arkeolojisi Araştırma ve
Uygulama Merkezi'nin temelini attıklarını belirtti.
15 yıldır
Kemer'de su altı arkeolojisi faaliyeti
yürütülüyor.
Yaz aylarında belirli günlerde deniz kıyılarına
giderek, su altında araştırma yaptıklarını anlatan
Öniz, şöyle devam etti:
"Merkezimizi kuran
Prof.Dr. Ahmet Adil Tırpan'a Konya'da deniz yok, su
altı arkeoloji çalışmalarını nasıl yapacaksınız?'
diyorlardı. O da 'Bu doğru ama bundan 55 yıl önce
Teksas'taki bir üniversitede su altı arkeolojisiyle
ilgili eğitimlere başlanmış. Dünyada ve Türkiye'de
su altı arkeolojisini başlatan kurumların
bazılarının denize kıyısı yok' diyordu. Biz de bu
anlamda yaklaşık 15 yıldır
Kemer'de su altı arkeolojisi faaliyetlerimizi
yürütüyoruz. Rektörümüz Prof.Dr. Hakkı Gökbel'in
önderliğinde, üniversitemiz de bunu kazanıma
dönüştürdü. Bu kapsamda, birkaç ay içinde kütüphane,
sınıflar, misafirhane bölümleri ve
laboratuvarlarıyla
Kemer'de bir su altı merkezimiz hizmete
girecek."
Merkezin, uluslararası su altı arkeolojisi
çalışmaları yapmak amacıyla kurulduğunu dile getiren
Öniz, "Bir taraftan başka devletlerin su altı
arkeolojisi programlarını hayata geçirmek, diğer
taraftan da özelde Antalya, genelde ise tüm Türkiye
kıyılarında arkeolojik çalışmalar yapmak amacıyla
kuruldu" diye konuştu.
"Merkezde, su altı uzmanları
yetiştirilecek"
Öniz, Türkiye kıyılarında yapılan su altı
çalışmalarının büyük bölümünün, SÜ kadrosu
tarafından yürütüldüğünü vurgulayarak, şunları
kaydetti:
"SÜ Türkiye'de su altı arkeolojisi alanında
gerçekten öncü diyebiliriz. Ekibimiz, yaklaşık 50
kişiden oluşuyor. Her dönem 15'er kişilik gruplarla
çalışıyoruz. Türkiye'de denizlerin altında, bu
kıyılarda binlerce arkeolojik kalıntı var. Bunların
çok büyük bölümünde bilimsel çalışmalar yapılıyor.
Merkezimiz, bu keşifleri yapmak ve yeni arkeolojik
değerleri tespit etmek amacıyla faaliyetlerine devam
ediyor. Her ne kadar üniversite olarak bu alanda üst
teknolojiye sahip olsak da 8 bin 333 kilometrelik
kıyı şeridinden bahsediyoruz. Burada araştırmalara
ihtiyaç var. Bu dev şerit, istiridye kabuğu içindeki
inciye benziyor. İlk tarihin, coğrafyanın, tarımın
ve madenciliğin, yani bugün batının sahip çıktığı
bütün değerlerin büyük bölümünün doğduğu toprakların
kıyısında yaşıyoruz."
"Binlerce yıllık insanoğlu izinin bir bölümü
denizin derinliklerinde. Biz de o değerlerimizi
keşfetmek için çalışıyoruz" diyen Öniz, sözlerini
şöyle sürdürdü: "640 kilometre uzunluğundaki kıyı
şeridine sahip Antalya'da şu ana kadar Alanya,
Manavgat, Muratpaşa, Konyaaltı, Kemer, Kumluca,
Finike ve Demre ilçelerinde Tunç Çağı'ndan Osmanlı
dönemine kadar batık, liman, demirleme yeri ve başka
arkeolojik kalıntıların tespitini yaptık. Türkiye'de
SÜ ekibin yüz katı da olsa, yine herkes için
keşfedilecek kültürel miras vardır."
Habertürk, 17.03.2014
|
TARİHİ MEZARLAR BULUNDU
Kentin simgesi olan
Balıklıgöl Platosu’nda tarihi Urfa Kalesi
eteklerinde yapılan kazılarda çok sayıda mağara gün
yüzüne çıkarıldı. Kazı çalışmasında gün yüzüne
çıkartılan bazı mağaralarda; Ermeni ve Hıristiyan
mezarlıkları ile Kral Tahtı, Meryem Ana ve Hz.
İsa’nın resimleri bulunduğu kaydedildi. Titizlikle
yürütülen ve kazı alanına hiç kimsenin alınmadığı
alanda Suriyelilerin kazmakürekle çalıştığı ise
dikkat çekti. Mahalle sakinleri durumu polise
bildirdi. Polis ekipleri, Suriyelilerin görevli
arkeologların bilgisi dahilinde gündelik ücretle
çalıştığını belirledi.
Taraf, 17.03.2014
|
|
TARİHİ SURA GARAJ KAPISI

Fatih’te gerçekleştirilen “ihya” projesinde
tarihi 2000 yıllık İstanbul surlarına araç ve yaya
girişinde kapı olarak kullanmak için üç adet delik
açıldı. Uzmanlar bu uygulamayı skandal olarak
değerlendirdi. Fatih İlçesi Sultanahmet Mahallesi,
Oyuncu Çıkmazı Sokakta, Fatih Belediyesi imar
planlarında park alanı olarak görünen 80 ada 13
parsel alanda yaklaşık iki yıldır inşaat çalışması
yapılıyor. İmar planlarında park alanı olarak
görünen şahsa ait arsa 2011 yılında Sultanahmet’teki
Seven Hill Hotel’nin sahipleri Cemil Çelik ve Mehmet
Sarı tarafından satın alındı. Ancak alanın inşaat
izni bulunmuyordu. Bunun üzerine arsayı satın alan
firma inşaat yapabilmek için “tarihi yapıları ihya
kararı”na dayanarak 1900’lü yıllara ait bir
fotoğrafla söz konusu yerde bir yapılaşma olduğunu
öne sürerek “ihya” projesi için belediyeye başvuruda
bulundu. İstanbul 4 numaralı Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na sunulan fotoğraf
28.02.2012 gün ve 4426 sayılı kararıyla onaylandı ve
inşaat yapımının önü açıldı.
2000 YILLIK SUR DELİNDİ
İmar planlarında park alanı olarak görülen alana
inşaat yapılırken skandal bir uygulama meydana
geldi. “İhya” projesinin hemen önünde bulunan 2000
yıllık tarihi surlara bir adet araç, iki adet de
yaya girişine uygun kapı yapmak amacıyla üç adet
delik açıldı. Ayrıca bina yüksekliği 6.50 olması
gerekirken, bina 12.50 olarak yapıldı. Bunun üzerine
Kültür ve Turizm Bakanlığı’na şikayetler yapıldı.
Bakanlık ise söz konusu rekonstrüksiyon projesinin
koruma kurulunun onayladığı haline getirilmesine ve
sur duvarlarındaki müdahalelerle çevresinde yapılan
imalatların Fatih Belediye Başkanlığı Koruma
Uygulama ve Denetim Bürosu denetiminde
kaldırılmasına karar verdi. Bakanlık ayrıca 80 ada
26, 27 ve 28 sayılı parsellerde yer alan
taşınmazlardaki inşai faaliyetler hakkında Fatih
Belediyesi’nden bilgi istedi. Taraf’a konuşan Fatih
Belediyesi yetkilileri Sultanahmet Mahellesi, Oyuncu
Çıkmazı Sokaktaki 80 ada 13, 26 e 27 parsellerindeki
çalışmaların yapı tadil tutanağı ile tespit
edildiğini ve mühürlendiğini belirtti. Ayrıca 2
parseldeki kaçak yapılaşma ile ilgili suç
duyurusunda bulunulduğunu da dile getirdi.
Belediyenin mühürlemesine ve mahkeme sürecine rağmen
yapılaşma çalışmalarının ise hız kesmeden devam
ettiği görüldü.
KAÇAK YAPILAŞMA DURMUYOR
Taraf’a konuşan bölge halkı yapılaşmanın hukuksuz
olduğunu ancak bu duruma bir türlü engel
olunamadığını dile getirdi.Mimarlar Odası avukatı
Can Atalay Taraf’a yaptığı açıklamada şunları
söyledi: “Tarihi yapıların tahrip edilmesi kültür
varlıklarının korunmasına dair 2863 sayılı kanuna
aykırıdır. Yapılan tahribat kabul edilemez”
Taraf, Haber: Ayfer Çalıkıran, 16.03.2014
|
16/9 GÖKDELENLERİ BİLE BİLE YAPILDI

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve
AK Parti adayı Kadir Topbaş önceki akşam
CNNTürk’te katıldığı bir programda İstanbul’un
siluetine zarar veren 16/9 gökdelenleri için “Hata
yaptık” dedi. Topbaş, İstanbul’un otel ihtiyacı
olduğu için plan yaparken bu hataya düşüldüğüne
dikkat çekerek “Doğancılar’dan baktığınızda bu
hatayı görmezsiniz. Ancak teleobjektifle
bakıldığında minarelerle gökdelenleri o şekilde
görürsünüz. O fotoğraf biraz ajitasyon ama yine de
hatamızdır kabul ediyorum’’ şeklinde konuştu.
Mahkeme kararıyla yıkımı istenen, imar planları ve
inşaat ruhsatı iptal edilen 16/ 9 gökdelenleri için
Başkan Topbaş ilk defa hata yaptıklarını kabul eden
bir konuşma yaptı. Daha önce Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan da gökdelenleri
eleştirerek, “Gökdelenlerin sahibine tıraşla dedim
yapmadı, kendisine küstüm” demişti.
Şimdi gökdelenlerin yapıldığı tarihe geri dönelim
bir hata sonucu mu yoksa bilerek mi yapıldı bir göz
atalım. Tarih 18 Mayıs 2007. AK Parti’ye yakınlığı
ile bilinen Mesut Toprak’ın sahibi olduğu ASTAY
şirketi araziyi TMSF’den satın alıyor. 27 bin 791
metrekarelik arsanın imar durumu 1 emsal ve
fonksiyonu ticaret alanı, yükseklik ise 5 kat. Yeni
arsa sahibi bu plan şartlarında satın aldığı arazi
için üzerinden bir yıl geçmeden plan değişikliği
için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne müracaat
etti. 89 pafta 771 ada 12 parselin 1 olan emsal
değerinin 2,5’a çıkarılmasını ve fonksiyonunun
ticaret ve turizm olarak değiştirilip yüksekliğin
serbest bırakılmasını istedi. İstanbul Büyükşehir
Belediye Meclisi 16 Mayıs 2008 günü gündemine gelen
1/5000 ölçekli nazım imar planı değişikliği tüm
partilerin de desteği ile kabul edildi. Maalesef bu
plan değişikliğine mecliste kimse itiraz etmedi.
Ancak Mimarlar Odası plan değişikliğine itiraz edip
‘Tarihi Yarımada’ya çok yakın bir noktada bulunan
parseldeki yapılaşmanın getirilen yükseklik değeri
net bir şekilde belirtilmediğinden, İstanbulun
siluetini nasıl etkileyeceğinin tam anlaşılamadığı,
tarihi surlar ve tarihi yarımadaya etkilerinin
araştırılması’ istendi. Bu itirazdan sonra
meclisteki diğer partiler de uyandı.
Tartışılmıştı
İBB Meclis gündemine bu sefer 15 Mayıs 2009 günü
1/1000 ölçekli uygulama imar planı geldi. İşte bu
toplantıda, plan değişikliğine itirazlar yükseldi.
Meclisteki tartışmalar sorasında Saadet Partisi’nden
Ahmet Sadıkoğlu, “Bu plan ve yer incelendiğinde
sanki bu parsele ciddi imtiyazlar sağlanmış hissi
var” dedi.
CHP İmar Komisyonu üyesi Halil Sarıca ise “Zemin
kodu itibari ile İstanbul’un Marmara siluetinde
kalıyor. Tarihi Yarımada’ya çok yakın bir noktada
bulunan parsel, sur tecrit bandı dışında kalsa da
surlar ve tarihi yarımadaya etkileri açısından etüt
edilmelidir. Koruma kurulu görüşü alınmalıdır.
İleride Gökkafes, Park Otel gibi tartışmalara meydan
vermemek için, imar komisyonu üyesi olarak rapora
katılmıyorum” itirazını yaptı. Buna karşılık AK
Parti İmar Komisyonu Başkanı Sefer Kocabaş, “Alanı
turizm olmaya çok müsait. İstanbul’a hizmet vermeye
çok müsait. Biz bunu böyle değerlendirdik. Yeri kim
almış, kiminmiş bizi ilgilendirmez. Turizm tesisi
yapmaya müsaitse biz ona göre değerlendiririz’’
dedi. Uygulama planı oyçokluğu ile kabul edildi ve
inşaatın önü açıldı. Bu plana göre alınan ruhsatla
inşaat başladı.
Kurul da uyardı
İnşaatlar yükselmeye başlayınca şikayetler arttı.
İstanbul 4 No’lu Koruma Kurulu siluetin olumsuz
yönde etkileneceği yönünde uyarıyı hem belediyeye
hem de Kültür ve Turizm Bakanlığı’na yaptı. Dönemin
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay kendi
partisinden olan Zeytinburnu ve Büyükşehir
belediyelerine “İnşaatları durdurun” diye yazı
gönderdi. Ancak dinleyen olmadı. Radikal’in 14 Eylül
2011 tarihinde ‘İstanbul’un siluetine 3 gökdelen
sızdı’ manşetinden sonra başlayan tartışmalar da
inşaatları durduramadı. Ardından açılan davalar
gökdelenlerin bittikten sonra sonuçlandı. Bugün
gökdelenleri yapımına onay veren imar planları idare
mahkemelerince iptal edildi hatta siluete etki eden
katların tıraşlanmasına karar verildi ama İBB bu
kararları da uygulamadı.
İstanbul’un siluetine zarar verdiği herkes
tarafından malum olan gökdelenlerin serüveni böyle
iken İstanbul’a yeniden aday olan Kadir Topbaş’ın
hata yaptık demesini kabul etmek mümkün değil.
Ortada inşaat bile yok iken siluet konusunda onlarca
itiraz ve uyarı yapılmış zaten. Maalesef Başkan
Topbaş bunları kulak ardı etmiş. Artık Topbaş’tan
beklenen açıklamanın ‘‘Başkanlığı yeniden kazanmam
durumunda siluete etki ettiği mahkeme kararıyla
kesinleşen gökdelenlerin o katlarını tıraşlayacağım”
olması gerekirdi.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 16.07.2014
|
ÇİNİ SANATI UNESCO KÜLTÜR MİRASI OLUYOR
Kültür ve Turizm
Bakanlığı, Anadolu topraklarında bin yıldır
yaşatılan çiniciliğin, UNESCO İnsanlığın Somut
Olmayan Kültür Mirası Listesi'ne dahil edilmesi
amacıyla dosya hazırladı.
Çinicilik aday dosyası
hazırlanırken, Kütahya'da 417,
İznik'te 40, Nevşehir'de 85, Çanakkale'de 8 aktif
çini atölyesi ve Türkiye genelinde 25 bin çinici
olduğu vurgulandı. Daha önce meddahlık, nevruz,
semah, Kırkpınar yağlı güreşleri, mesir macunu ve
Türk kahvesi dünyanın korunacak ortak mirasları
listesine girmişti. Çini sanatı
UNESCO
Kültür Mirası oluyor Gediz Üniversitesi
Öğretim Üyesi Yrd.
Doç.Dr. Özgür Bozan,
“Ağır kalp, damar, akciğer, böbrek ve karaciğer
hastalıkları olanlar, kanser, şeker ve yüksek
tansiyon hastalarıyla yaşlıların, doktora danışmadan
kaplıca tedavisi görmemesi gerekiyor” dedi.
Bugün, 16.03.2014
|
|
"TÜRK MEZARI İLE CABER KALESİ BAMBAŞKA YERLERDEDİR"

Suriye'de çatışma bölgesinde kalan "Türk
Mezarı"nın asırlar öncesine dayanan bilinmezlerle
dolu ve hüzünlü bir öyküsü vardır ama
sanatçılarımızın pek dikkatini çekmemiş ve mezarı
Refik Halid Karay dışında hiçbir yazarımız konu
almamıştır.
Suriye'de ortalığın birbirine girmesine kadar
mevcudiyetinden sadece meraklıların ve uzmanlarının
haberdar olduğu Süleyman Şah'ın türbesi, yani "Türk
Mezarı", çevresindeki çatışmaların yoğunlaşması
üzerine gündeme geldi ve Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu muhtemel bir saldırıya anında karşılık
verileceğini söyledi. İşte, Ankara ve Lozan
Anlaşmaları'na göre Türk toprağı olan türbeyi konu
alan tek edebi örnek: Refik Halid'in 1928'de kaleme
aldığı "Türk Mezarı" yazısı...
Suriye'deki çatışmalar sınırlarımızın dışındaki
tek toprağımız olan sekiz buçuk dönümlük Türk
Mezarı'nın yani Süleyman Şah'ın türbesinin
yakınlarına kadar uzanınca, konu gündeme geldi ve
Türkiye kendi toprağı olan araziye herhangi bir
saldırı olması halinde karşılık vereceğini açıkladı.
Süleyman Şah 1086'da öldü ve Fırat kıyısındaki
Caber Kalesi'nin yakınına defnedildi. Mezarı
dokuz asır boyunca orada idi, Türkiye ile Fransa
arasında 1921'de imzalanan ve daha sonra Lozan'da da
aynen kabul edilen Ankara Anlaşması'na göre mezarın
bulunduğu alan Türk toprağı kabul edildi. Ama,
bölgede inşa edilen barajın sularının altında
kalmaması için 1973'te kuzeye nakledildi ve Türk
askerleri tarafından korunuyor.
Ders kitaplarında birkaç satırla geçiştirilen ve
Suriye'deki kanlı çatışmaların tırmanmasına
kadar pek bahsi geçmeyen
"Türk Mezarı"nı
anlatan görebildiğim en güzel yazı, edebiyatımızın
büyük ismi Refik Halid Karay'a aittir.
HALEP'TE YAYINLANDI
Yazı, Cumhuriyet'in ilanından sonra 150'likler
listesine alınan ve 1938'e kadar
Suriye'de sürgünde yaşamak zorunda kalan
Refik Halid'in ilk baskısı 1930'larda
Halep'te yapılan "Bir İçim Su"
isimli kitabında yeralır.
Refik Halid, "Türk
Mezarı" başlıklı yazısında önce mezarın
tarihini ve hakkındaki efsaneleri ve o senelerde
gayet bakımsız olan mezarın vaziyetini anlatır.
Süleyman Şah'ın bazı geceler
mezarından çıkarak Fırat sahiline indiğini hayal
eder ve Alparslan'ın bu büyük
kumandanını Fırat ile konuşturur; yine aynı kitapta
yeralan "Caber
Kalesi" başlıklı bir başka yazıda da
hem kaleden ve yine Süleyman Şah'tan
bahseder.
ESKİDEN MEZBELE GİBİYMİŞ
Aşağıda, Refik Halid Karay'ın 18 Mart 1929'da
yazıp "Bir İçim Su"
isimli eserinde
yayınladığı "Türk Mezarı"
yazısının
bazı bölümleri yeralıyor:
"Aşık Paşa Tarihi şöyle anlatıyor:
'...Geldikleri yola gitmediler, vilayet-i Haleb'e
(Halep vilayetine) geldiler.
Caber Kalesi'nin önüne vardılar ve ...Fırat
ırmağı önlerine geldi, geçmek istediler. Süleyman
Şah Gazi'ye eyittiler (dediler), 'Hanım, biz bu suyu
nice geçelim?' dediler. Süleyman Şah dahi atın suya
depti, önü yar imiş, at sürçtü. Süleyman Şah suya
düştü. Ecel mukaddermiş, Allah'ın rahmetine
kavuştu. Sudan çıkardılar,
Caber Kalesi'nin önüne defnettiler. Şimdiki
hinde (şimdilerde, şu anda) ona 'Mezar-ı Türk' (Türk
Mezarı) derler.'
...İşte şimdi ben, sekiz, on yaşında iken mektepte
hikayesini okuduğum bu hadiseden yedi yüz şu kadar
sene sonra, o Türk Mezarı'nın önündeyim. Önümde,
Kayahan Kabilesi'nin serdarı ve o serdarın önünde de
Garbi (Batı) Asya nehirlerinin serefrazı
(benzerlerinden daha üstün olanı) yatıyor.
...Bana keşke sormasanız:
- Bu mezar ne haldedir? Mamur veya harap mıdır?
Ruhani veya azametli midir?
Örtüsüz sanduka, kırık cam, yıkık kapı, kuş gübresi
ve badanasız duvarlar içinde bu feci ihmal
manzarasına bakarken dedim ki: 'İnsan dünya üzerinde
mezarını belli etmekten çekinmelidir; keşke
Süleyman Şah'ın naaşı, katili Fırat'ın elinde kalsa
idi... O bunu hiç olmazsa, yedi yüz sene sonra en
çirkin şekilde teşhir insafsızlığında bulunmazdı!'
Bana sakın sormayınız:
- Bu mezar ne haldedir? Türbenin kubbesi nasıl,
sandukanın boyu ne kadardır?
Zira size vereceğim cevaplar bir seyyahın alelade
tasvirlerine benzeyemiyecek... Ben bu mezarı
dışından değil, içinden ve içimden seyrettim. Aşiret
beyi Süleyman Şah'ın mezarına kurulan kubbe, torunu
Kanuni Süleyman'ın Avrupa ve Asya'da kurduğu
imparatorluğun semasıdır. Sandukası çok uzundu:
Ayak tarafı Basra'da ve başı Viyana'da idi. Ve çok
genişti: Kafkas dağlarından Atlas silsilesine
kadar!

FIRAT'A
TEŞEKKÜR
Türk Mezarı'nı arşınla ölçecek veya dürbünle görecek
adamın burada işi ne? Onu bir fotoğraf camına
aksettirmek veya bir kartpostal parçasına
sıkıştırmak... Bu ne hoppalık! Yere serili halıdan
veya tavana asılı kandilden ancak ayağının ve
burnunun ucundan ötesini göremeyenler bahsetsin!
Burada asıl seyredilecek şey Süleyman Şahın
mezarına serdikleri halı değil, onun oğulları
tarafından üç dünya kıt'ası üstünde hükmü yürütülen
saltanat fermanı ve asıl bakılacak şey kubbesine
astıkları kandil değil, evlatlarının Azof kalesinden
Cezair surlarına kadar diktikleri hamaset
(kahramanlık) bayrağıdır.
...Elli bin kişilik bir küçük kabilenin reisi şu
tosun bilir miydi ki nesli elli milyona hükmedecek,
elli çeşit milletten ordular yapacak? Ve elli bin
emiri karşısında selama durduracak! Irak çöllerinde
kavmine yurt aramaya çıkan bu başbuğ aklından
geçirebilir miydi ki kabilesi Bursa'ya girecek,
Edirne'ye yerleşecek, Bizans'a kurulacak; Mohaç
ovalarına çadır kuracak, Vistül nehrinden atlarını
sulayarak Balaton gölünde abdestini alacak?
Cengiz'in hışmından terk-i diyar eden bu Turan beyi
ümit eder miydi ki kabına sığmıyan o Cengiz'den eser
kalmıyacak ve kendi eseri ise Şarlken ile beraber
Avrupa'yı taksim etmek olacak?
Düşünce ve hatıralarımın ağırlığı, başımı hürmet ve
hayretle Süleyman Şah'ın çıplak sandukası önünde
yere eğdi.
Öyle tahayyül ettim ki, Elcezire'nin yanık toprakla
kuru ot kokan ve ceylan sürülerinin ayak sesleri
işitilen durgun yaz gecelerinde, bazen Süleyman Şah
sandukasından usulcacık çıkar, Fırat kenarına iner
ve kendisini boğan fakat neslini kuran nehirle
hasbıhal eder.
Ona belki de der ki:
- Bana yol vermedin, fakat kabilem senden daha
büyük sular üzerinden aştı, Tuna'yı atladı, Nil'den
geçti. Onun Akdeniz'e hükmettiği ve Karadeniz'i
kucakladığı devirler bile oldu... Bütün o haşmetli
günler artık tarihtir, biraz serap, biraz hayaldir.
Bunlarla övünmüyorum, avunuyorum ve sana hiç küskün
değilim, bilakis minnettarım, zira ey sevgili Murat
Çayı, sen bugün benim küçülmüş fakat kuvvetleşmiş
vatanımdan fışkıran ve bana neslinin selamlarını,
hürmetlerini getiren bir mübarek vasıtasın. Bırak,
ırkımın hasretine susamış yanık bağrıma suların
serinlik ve teselli versin!
Ve, Süleyman Şah'ın heybetli gölgesini, ay ışığı
altında Fırat'a eğilip bir avuç su alarak iştiyakla
içerken görüyorum."
BEYLER, KARIŞTIRMAYIN! TÜRK MEZARI İLE
CABER KALESİ BAMBAŞKA YERLERDİR
Suriye'deki Türk Mezarı'nın bulunduğu bölgede
çatışmaların artması üzerine gazetelerimiz ve
TV'lerimiz haberi resimli olarak gündeme
getiriyorlar...
Ama, bu haberlerin birkaçı dışında hemen tamamında
yanlış fotoğraf kullanılıyor,
"Türk Mezarı"
diye Rakka'nın doğusunda kalan
Caber Kalesi'nin resimleri veriliyor!
Habertürk, Yazı: Murat Bardakçı, 16.03.2014
|
MUSEVİLERE TAPULAR İADE

İzmir Musevi Cemaati Vakfı, mal varlıklarına
kavuştu. 18'i havra, 4'ü dükkan olmak üzere mezarlık
ve arazilerin bulunduğu 25 gayrimenkul ve eserin
geri verilmesi talebinde bulunan İzmir Musevi
Cemaati, 15'inin tapusunu aldı. Tapusu alınan mallar
arasında 11 havra bulunuyor.
İzmir Musevi Cemaati Vakfı Başkanı Sami Azar, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, İzmirli Musevilerin
1492 yılında İspanya'dan kovulan Sefarad Yahudileri
olduğunu anlatan Azar, çoğunluğu İstanbul'da olmak
üzere Türkiye'deki Musevilerin sayısının 17-18 bin
civarında olduğunu, İzmir'de de yaklaşık 350 aileye
mensup bin 100 civarında Musevi'nin bulunduğunu
vurguladı.
Vakıflar Kanunu'nun çıktığı 1936 yılında İzmirli
Yahudiler müracaat etmediği için vakıflara ait
mallarının tüzel kişilik kazanamadığını, İzmir
Musevi Cemaati'nin 13 Aralık 2011'de tüzel kişilik
kazanmasıyla ibadethaneler başta olmak üzere
taşınmazları vakıf şemsiyesi altında bir araya
getirmenin önünün açıldığını söyleyen Azar,
"Yerlerimiz tapuda sahipsiz olarak görünüyordu.
Havalarımız tapuda 'Musevi cemaati ibadethane'
şeklinde görünüyordu. Tüzel kişilik kazandıktan
sonra Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne müracaat ettik"
dedi.
"İade edilen 15 eserden 11'i havra"
Vakfın tescilinin ardından 25 eserin iadesi
talebinde bulunduklarını kaydeden Sami Azar,
tapusunu aldıkları 15 eser arasında 11'i havra, 2'si
dükkan, 1 arsa ve mezarlığın bulunduğunu dile
getirdi.
"Mülkiyeti bize geçen ibadethaneler İzmir'in birer
kültürel mirasıdır, bu amaçla değerlendirilecek"
diyen Azar, tapusunu aldıkları havralardan 9'unun
tarihi Kemeraltı çarşısında bulunduğunu, sırt sırta
vermiş 5 havranın bulunduğu dünyadaki tek şehrin
İzmir olabileceğini ifade etti.
İzmir'in de bu avantajını iyi kullanması gerektiğini
söyleyen Azar, "Prag'da aynı bölgede bulunan 3 havra
var. Bir birlerinden uzak olmasına rağmen en çok
dini turist çeken yerlerden biridir. İzmir'de sırt
sırta vermiş 5 havranın olması daha büyük bir
potansiyeli barındırıyor. Buna benzer bir durum
başka hiç bir yerde yok. İzmir'de 5 havranın aynı
yerde olmasını gözünüzde canlandırın. Her biri
düzeltilmiş olmasının oluşturacağı potansiyeli
düşünmek bile zor" diye konuştu.
"Restore edeceğiz"
Kemeraltı'ndaki 9 havranın 3'ünün kullanılır durumda
olduğunu, 6'sının metruk halde bulunduğunu anlatan
Azar, şunları söyledi:
"Bütün gücümüzde bunları yeniden ayağa kaldırmak
istiyoruz. İzmir'in Türkiye'nin kültür hazinesi
olarak kabul ettiğimiz bu yerleri kurtarmak için
çalışıyoruz. Büyük bir proje şeklinde ele alacağız.
Havraların tamamının yeniden ibadethane halinde
hizmet vermesi hem getireceği yükü kaldıramayız, hem
de dolduracak cemaatimiz yok. Aynı noktada olan
havralardan çökmek üzere olan 3'ünü de restore
ederek ibadethane, yahudi kültür merkezi, sergi
bölümü, müze şeklinde hizmete alacağız. Bu 5 eser
turizme kazandırılırsa İzmir'e çok büyük bir artı
değer sağlar."
"Çalıştayla yol haritasını belirleyeceğiz"
Sami Azar, havralar için mayıs ayında Kültür ve
Turizm Bakanlığı yetkilileri, yerel yöneticiler,
üniversiteler ile yurt içi ve dışından bilim
insanlarının katılımıyla bir çalıştay
düzenleyeceklerini, çalıştayda havralar için yol
haritasını belirleyeceklerini, hangi havranın ne
amaçla kullanılmasını belirledikten sonra
restorasyon çalışmalarına başlayacaklarını ifade
etti.
Bu eserlerin İzmir'in kültür ve turizmine büyük
katkısının olacağına inandığını belirten Azar,
"Bunları ayağa kaldırmak için fon nasıl
bulacaksınız. Çok ciddi kaynak lazım. Tüzel
kişiliğimizi kazanmadan önce bunları düşünmüştük. O
dönem, gerek Kültür ve Turizm Bakanlığı'na gerekse
İzmir Valiliği'ne sunduğumuz projeler çok beğenilmiş
ve arkasında olacaklarına dair sözler verilmişti. Bu
yerler için Türkiye içindeki fonların yanı sıra
dünyadaki bütün fonlara başvuracağız" dedi.
Sabah, 15.03.2014
|
YUNANİSTAN TARİHİ YAPILARINI SATIŞA ÇIKARIYOR!

Ekonomik krizdeki Yunanistan, Akropolis'in
çevresindeki tarihi binaları ve diğer simge
yapıları satışa çıkaracağını duyurduktan sonra
Atina büyük protestolara sahne oldu.
Yaklaşık
4 yıldır borç içinde olan hükümet, çareyi tarihi
binaları satmakta buldu. Özelleştirme kapsamına
alınan binalar arasında 1922'de Anadolu'dan
kaçan Yunanlar için inşa edilen göçmen konut
blokları ve Akropolis'in ayağında yer alan Plaka
bölgesindeki kültür bakanlığına ait neo-klasik
ofisler yer alıyor. Yunanistan'ın kültürel ve
mimari kimliğinin önemli parçası olan bu
yapıların satılması kararı Atina'da protestolara
neden oldu.
Bu süreç, ülkenin en önemli arkeoloji
komisyonu KAS'ın, Atina'nın en önemli iki
arkeolojik alanı Stoa of Attalos ve Panathenaic
Stadium'un özel firmalara kiralanabileceğine
karar vermesi ile patlak verdi. Fakat daha önce
tarihi eserlerin ticari kullanıma açılması kurul
tarafından reddedilmişti. 1998'de KAS, Calvin
Klein'ın, 2. yüzyıla ait Odeon of Herodes
Atticus Theatre'da kendi koleksiyonlarının
sergilenmesi karşılığında Yeni Akropolis
Müzesi'nin inşaatı için kaynak oluşturma
isteğini geri çevirmişti.
Arkitera, Kaynak: The Guardian, Derleme: Bahar
Bayhan, 15.03.2014
|
KADIKÖY'DE 119 YILLIK TARİHİ KİLİSE SANAT MERKEZİ
OLDU

Kadıköy Rasimpaşa
Mahallesi'nde uzun süredir
atıl durumda olan 119 yıllık tarihi bina restore
edilip sanat merkezi haline getirildi.
Yeldeğirmeni Sanat Merkezi’nin açılışında konuşan
Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk,
belediyelerin sadece yol, su, kanalizasyon gibi
işler yapmadığını belirtti. Öztürk, “İnsanların
yaşam standartlarını her alanda yükseltmek ve en
yaşanılabilir kentlerde ağırlamak istiyor
belediyeler. Kadıköy Belediyesi’de yıllardan beri
bunu yaptı.” dedi.
Kadıköy Rasimpaşa Mahallesi'nde uzun süredir atıl
durumda olan 119 yıllık tarihi bina, Kadıköy
Belediyesi tarafından restore edilip, sanat merkezi
haline getirildi. 1895'te manastır okul ve kilise
olarak inşa edilen tarihi Notre Dame du Rosaire
Kilisesi, "Yeldeğirmeni Sanat" adıyla hizmete
açıldı. Sanat merkezinin açılışı düzenlenen bir
etkinlikle gerçekleştirildi. Programa Kadıköy
Belediye Başkanı Selami Öztürk’te katıldı.
Etkinlikte sahne alan Ayangil Acapella Korosu, Yunus
Emre'nin şiirlerini seslendirdi. Program sonunda
verilen kokteylde açıklamalar yapan Belediye Başkanı
Selami Öztürk, belediyecilik anlayışının tamamen
değiştiğini ifade etti. Belediyelerin sadece yol,
su, kanalizasyon gibi işler yapmadığını belirten
Öztürk konuşmasında şu ifadelere yer verdi.
“İnsanların yaşam standartlarını her alanda
yükseltmek ve en yaşanılabilir kentlerde ağırlamak
istiyor belediyeler. Kadıköy Belediyesi’de yıllardan
beri bunu yaptı. Kültüre, sanata, spora ve sağlığa
önem verdi. Bu nedenle Kadıköy en yaşanılabilir ilçe
seçildi geçtiğimiz yıl Türkiye’de.”
Sanat merkezi haline dönüştürülen bina hakkında
bilgiler veren Başkan Öztürk yapının Fransız
kilisesi olduğunu kaydetti. Kilisenin 1895 yılında
yapıldığını belirten Öztürk, daha önce rahibe
eğitimi verilen kilisenin Kadıköy Belediyesi
tarafından satın alındığını söyledi. Başkan Öztürk
konuşmasına “Burada klasik müzik, Türk Sanat Müziği
gibi birçok kültürel sanatlar yapılacağı gibi
kurslar ve seminerler düzenlenecek. Dolayısıyla
bölgeye hayat katacak. Kadıköy’ün hangi bölgesine
kültür merkezi yaparsanız inanılmaz derecede verimli
şekilde çalışıyor. Bu merkezde Rasimpaşa
Mahallesi'nde önemli bir işlev görecek.” ifadelerine
yer verdi.
Star, 15.03.2014
|
9 - 15 Mart 2014
|
SÜPERMARKET BODRUMUNDA
ANTİK KENT
Bursa’nın Mudanya
İlçesi'nde bulunan Myrelia antik kentinde bina kat
yüksekliğini arttıran ve kentin bir kısmını imara
açan yeni imar planı Bursa Büyükşehir Belediyesi
tarafından onaylandı. Antik kent üstüne yapılan
süpermarketin inşaatı da tamamlandı.
Uludağ Üniversitesi, 2010 yılında Bursa’nın Mudanya
ilçesinde 1. derece sit alanı olan bölgenin
yakınında yaptığı yüzey çalışması sırasında yoğun
seramik parçalarına rastlayınca Bursa Kültür ve
Tabiat Varlıkları Koruma Bölge Kurulu’na bölgenin 1.
derece sit alanı ilan edilmesini önerdi.
Koruma kuruluysa tarihi limanı 3. derece sit alanı
ilan ederek imara açtı. Ardından Tesco Kipa Kitle
Pazarlama Şirketi de 23
Eylül 2012
tarihinde aldığı ruhsatla bölgede süpermarket
yapımına başladı. Ancak süpermarketin temel kazıları
sırasında antik kentin MÖ 7. yüzyıla ait duvarı ile
heykellere rastlanınca bölge halkı süpermarket
inşaatının durdurulması için koruma kuruluna
başvurdu. İki ay süreyle bölgede incelemede bulunan
koruma kurulu, tarihi Myrelia kentinin 3. derece SİT
alanı olarak kalmasını
uygun bularak kent
üzerine yapılan alışveriş merkezinin devam
ettirilmesine karar verdi. Kurul tarafından verilen
özel izinle antik kentin üzerinde yapılan
süpermarketin inşaatı bitti. Yaklaşık 20 metre
uzunluğa ve iki metre genişliğe sahip 2700 yıllık
kent duvarları ve tarihi kalıntılar, süpermarketin
bodrum katında cam çerçeve içine konulmuş. Etrafı
cam çerçeveyle çevrilen tarihi kalıntılar
süpermarketin içinde müşterilere sergilenecek. Bölge
halkı ise antik kent üzerine kurulan süpermarketin
yıkılması ve yerine müze yapılmasını istiyor.
Antik kent üzerine kurulan süpermarketin yıkılması
için açılan dava devam ederken, Mudanya Belediyesi
tarafından hazırlanan ve antik kentin bina kat
yüksekliğini 2’den 5’e çıkartan 1/1000 ölçekli
koruma amaçlı nâzım imar planı Bursa Büyükşehir
Belediyesi tarafından onaylanarak koruma kuruluna
gönderildi. Plan kurul tarafından da onaylandığı
takdirde tarihi Myrelia antik kentinde 2 olan kat
yüksekliği 5’e çıkarılacak, Myrelia antik kentinin
liman kısmında bulunan 50 bin metrekarelik alan ise
turizm alanı olarak imara açılacak.
‘Müze yapılmalı’
Antik kent üstünde
yapılan süpermarket inşaatının durdurulması
gerektiğini belirten bölge halkı ise antik kentin
imara açılmasına tepkili. Antik kentin müze
yapılması için
mücadele
edeceklerini
ifade eden Myrelia
Antik Kent Platformu bölgenin imara açılmaması için
şu çağrıda bulundu:
“Bizler, süpermarket konusunda olduğu gibi imar
konusunda da Myrelia antik kentini savunmaya devam
edeceğiz. Bölgedeki tarihi değerlerin ortaya
çıkarılması ve bunların başta Bursa olmak üzere tüm
dünyanın hizmetine sunulması için elimizden gelen
her şeyi yapmaya devam edeceğiz. Betonlaşmaya karşı
tarihi savunmaya devam edeceğiz. Başta koruma kurulu
olmak üzere tüm kurumları da bu konuda sorumlu
davranmaya çağırıyoruz.‘’
Radkal, Haber: İdris
Emen, 15.03.2014
|
|
LONDRA SİLUET İÇİN AYAĞA KALKTI
İngiltere’nin başkenti Londra’nın merkezinde yeni
yüksek binalar yapılması ve bu binalarla birlikte
bir gökdelenler topluluğu oluşturulmaya çalışılması,
“silüetin” bozulacağı eleştirilerini de beraberinde
getirdi.
Aziz Paul Katedrali yaklaşık 300
yıldır
Londra’nın en
yüksek binasıyken, son dönemde ardı ardına inşa
edilmeye başlanan ve planlanan binalar sayesinde bu
özelliğini kaybedecek.
Başkent için, 236 yeni bina
projesinden büyük bölümünün yüksek binalardan
oluştuğu, 33 tanesinin 40 ile 49 kat arasında
yüksekliğe sahip olacağı, iki tanesinin ise 75 katlı
olmasının öngörüldüğüne dikkat çekiliyor.
Milliyet, 15.03.2014
|
ÖĞRENCİLER, MÜZE GEZERKEN SAKIN
SUSAMAYIN!
Müzeler yaşayan yerler olsun,
gençler, öğrenciler, her kesimden insan orada uzun
uzun vakit geçirsin denir durur. İyi tamam ama
nerede ve nasıl? Gezip yorulup dinlenmek ya da bir
şeyler atıştırmak ya da bir çay molası vermek için
gireceğiniz müzenin kafe/restoran bölümü
fiyatlarıyla sizi zorlayabilir.
Oysa
Avrupa
kentlerindeki çoğu müzenin içinde; şık kafe ve
restoranların yanı sıra daha makul fiyatlarla hizmet
veren, bir çaya, kahveye 10 lira ödemenizin
gerekmediği kafeterya türü mekânlar da mevcut.
Saatlerce ayakta gezilen bir serginin sonunda bu
mekânlarda dinlenip açlığınızı, susuzluğunuzu
bastırabilirsiniz. Bizdeki durumu bir kere daha
gözden geçirmek üzere benim gibi öğrenci olan
arkadaşım Derya ile dört müzedeki altı kafeyi
gezdik. Sonuç: Öğrenciyseniz, bursunuzun hatırı
sayılır bir kısmını müze kafede bırakabilirsiniz!
İSTANBUL
MODERN/İstanbul Modern Cafe&Restoran
Bursu manzaraya bıraktık
Tophane’de İstanbul Modern’in
içinde yer alan İstanbul Modern Cafe&Restoran’ın
deniz manzarasına diyecek yok ama fiyatlarına var.
Ayran 9, limonata 12, kola gibi diğer içeceklerse 10
lira. Ana yemekler 36 ile 76, pizzalar 25 ile 37
arasında değişiyor. Hem karnımız doysun hem
olabildiğince ucuz olsun diyerek mozerella peyniri,
kekik ve domates sosundan oluşan ‘Pizza Margherita’
sipariş ediyoruz. Lezzeti gayet yerinde ama bir
öğrenci bütçesi için pek de uygun
değil. En makul fiyattaki pizza olan ‘Pizza
Margherita’yı seçip, en ucuz içecek olan ayrandan
sipariş ederseniz kişi başı 34 lira hesap
ödüyorsunuz. Üzerine bir de kahve içelim derseniz
hesabınıza 10 lira daha ekleniyor. Eh, bunun üzerine
bir de soğuk su iyi gider! 33 cl 4, 75 cl’lik su 7
lira. 38 liranızla vedalaşıp kafeden
ayrılabilirsiniz. Şu an yer alan sergiler
‘Rasathane’ 27 Nisan’a, ‘Komşular’ 8 Mayıs’a,
‘Hayallerden Gerçekler’ 1 Haziran’a kadar
görülebilir.
SABANCI MÜZESİ/Müzedechanga
Yemek yemeyi unutun
Emirgan’daki Sakıp Sabancı Müzesi’nde
yer alan Müzedechanga yeşil-mavi manzarasıyla
karşılıyor bizi. Havalar henüz yeterince ısınmadığı
için şimdilik dışarıya masa konulmamış. Mönüye
gelince... Örneğin kahvaltı tabağının içeriği geniş,
lakin fiyat 50 lira. Müzeyi gezmeye iki üç arkadaş
giderseniz öğrenci usulü hesabı bölüşerek kahvaltı
yapabilirsiniz. Tabii bunu yaparken kendinizi iyi
hissedebileceğinizi sanmıyorum. Mönünün diğer
sakinlerinden başlangıçlar 25-39, ana yemekler 47-70
arasında değişiyor. Biz birer kahve aldık; sıcak
içecekler 6-12 lira arası. Müzedeki ‘Uzak Komşu
Yakın Anılar’ sergisi 15 Haziran’a kadar
görülebilir.
PERA MÜZESİ/Pera Cafe
Hiç değilse bir çay içilir
İlk durağımız Beyoğlu’ndaki Pera
Müzesi’nin içinde yer alan Pera Cafe. Kafenin
ortasında büyük bir piyano karşılıyor bizi... Ferah
bir atmosfer ve masamızda kırmızı karanfiller...
Fiyatlara gelince; tostlar 8 ile 9, makarnalar 20,
salatalar 12 ile 20, sandviçler 10 ve 12 lira
arasında değişiyor. Kahveler ise 5 ile 10 lira
arası. 9 liraya kaşar peynirli ve janbonlu ‘Pera
Tost’ sipariş ediyoruz. Yanına da çay... Çayın
fiyatı 2.5 lira ve tadı da gayet iyi. “Makarnaya 20
lira verilir mi? Biz okulun orada 6 liraya yiyoruz”
diyecek olursanız da haklısınız. Yine de Pera Cafe,
gezdiğimiz güncel sanat müzelerinin kafeleri
arasında fiyatları en makul olanlardan biri. Müzede
devam eden ‘Aurora’ ve ‘Picasso’ sergileri de 20
Nisan’a kadar görülebilir.
RAHMİ M. KOÇ MÜZESİ/Café du Levant
Öğrenci dostu müze
Rahmi M. Koç Sanayi Müzesi Lengerhane
binasının yanında yer alan Café du Levant’ın dekoru
çok etkileyici. Fransız mutfağının sunulduğu,
Fransızca şarkıların çaldığı mekân Paris
Brasserie’si tarzında. Sergiyi gezdikten sonra bir
şeyler yemek için gittiğimiz kafede her şey çok
güzeldi, ta ki mönüyü görünceye kadar. Salata
çeşitleri 18-21 arası, çorba 12, balıklar 45 ve 65,
et ve kümes hayvanları 35-48 lira arasında
değişiyor. Biz “En iyisi bir kahve içelim” diyoruz
ve 10 liralık cappicuno’dan birer tane söylüyoruz.
Yanına ikram olarak fındıklı kurabiyelerimiz
geliyor. Bardağın dolu tarafına bakarsak müzedeki
‘Köprüler-2 Kıta Birleşirken’ ve ‘Ölçekli Dünyalar’
sergileri ücretsiz. Öğrencisiniz diye de atmosferden
mahrum kalmayın, bursu alınca bir kere de olsa gidin
canım!
RAHMİ M. KOÇ MÜZESİ/
Fenerbahçe Büfe
Rahmi Koç Müzesi’nde Fenarbahçe vapuru,
ziyaretçilerin dinlenebilmeleri için büfeye
dönüştürülmüş. Yorgunluk çayınızı/kahvenizi hareket
etmeyen bir vapurda içmek için Fenerbahçe Büfe
ideal. Üstelik öğrenci dostu. Kafe çalışanı her
yaştan ziyaretçinin bütçesi düşünülerek bu
fiyatların oluşturulduğunu söylüyor. Hatta bazı özel
okul öğrencileri “Bizim kantinden ucuz” diyormuş.
Fiyatlar Demlik Kafe ile aynı. Çay, simit, sandviç
bulunan büfede fiyatları 1 ile 4 lira arası.
RAHMİ M. KOÇ MÜZESİ/Demlik Kafe
Café du Levant pahalı geldiyse hemen yolun
karşısında Rahmi Koç Müzesi otomobil galerisinin
içerisinde Demlik Kafe bulunuyor. Demlik Kafe’nin
dekoru şirinliğiyle kendine çekiyor bizi. “Buradan
zarar gelmez” diyerek, kırmızı-beyaz pötikareli masa
örtülü masalardan birine otuyoruz. Kafede çay,
kahve, simit ve soğuk içecekler bulunuyor. Öğrenci
dostu Demlik’te çay ve simit 1, sandviçler 3, en
yüksek fiyatlı içecek olan kahve ise 4 lira.
Radikal, Haber: Esra Ülkar,
15.03.2014
|
ÇAKMA KALE

Tarihi Divriği Kalesi’ne
400 metre ek kale inşasını öngören proje tartışma
konusu oldu. Sivas Koruma Bölge Kurulu’nun
onayladığı projede, 800 yıllık kalede iç/dış sur
yapımı yer alırken, eteğindeki iki tarihi kilise yer
bulamadı. Divriği tarihi üzerine 50 yıldır çalışan,
eserler veren Necdet Sakaoğlu, kalenin tarihinin
Urartulara uzandığını belirterek, “Kalede görülen
izlerin tümünü sur olarak inşa edelim derseniz,
kalenin tarihsel imajını yapaylığa dönüştürürsünüz”
diyor. Dünya Mirası Divriği Çalışma Grubu’nun da
itiraz ettiği proje ihaleye çıkacak.
Divriği Kalesi
restitüsyon, restorasyon/güçlendirme projesi Kültür
ve Turizm Bakanlığı Kayseri Rölöve ve Anıtlar
Müdürlüğü tarafından Asır Restorasyon İnş. Müh.
Mimarlık Tic. ve San. Ltd.’ye hazırlatıldı. Proje
Sivas Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nca
onaylandı. Kaleyi kurtarma amaçlı projeye göre
mevcut surlara ek olarak yaklaşık 400 metre
uzunluğunda iç ve ilave dış kale inşa edilecek.
TAŞOCAĞI GİBİ KULLANILDI
Tarihçi Necdet Sakaoğlu
projeyi eleştirirken şu bilgileri verdi:
“Yapı, Mengücek meliki Ahmet Şah tarafından bir Türk
kalesi olarak inşa ettirilmiştir. Kalenin temeli
Urartulara, hatta neolitik çağa uzanıyor. Altındaki
tektonik mağara da eski çağlarda kullanılmış. Kalede
görülen izlerin tümünü sur olarak restore edelim
derseniz kalenin tarihsel imajını yapaylığa
dönüştürürsünüz. Tarihsel geçmiş yanıltıcı olur.
Hiçbir restorasyon, arkeolojik inceleme yapılmadan
olmaz. Önce çağ uzmanları, arkeologlar çalışacak,
raporlar hazırlanacak, ancak ondan sonra
restoratörlere görev düşer. Kalenin bütününü,
arkasını, önünü, içini, mağaralarını tümüyle
kapsayan genel kale arkeolojisi çalışması olmalıdır.
Kapıları çökmüş, duvarları yer yer yıkılmış, taş
ocağı gibi kullanıldığı zamanlar olmuş. 50 yıl önce
çalıştım, yer yer izleri var ama o izlere dayalı
yeni bir iç kale inşa etmek çok zor. Çaltı Çayı’na
bakan bir şikarhane kalıntısına bakıp burada da
boydan boya bir sur varmış sonucuna varılamaz. Orası
uçurum, kalede yaşayanları korumak için alçak koruma
duvarları belki vardı. Projeyi gördüm. Bu projeye
göre yapılırsa pek çok tenkit görebilir. Duvarlar,
özellikle iç kale çok abartılı. Kale bir konak, bir
saray değildir, her saldırı kalede iz bırakır. Kale
restorasyonları yıkıntıları da koruyarak
yapılmalıdır ki oranın geçmişte aldığı yaralar
okunabilsin.
İstanbul surlarını
bütün olarak gediksiz, yıkıntısız yapalım derseniz,
görece fethedilmediğini, bir saldırıya uğramadığını,
Fatih’in kuşatmadığını anlatmış olursunuz. Oysa
defalarca kuşatılmış, gedikler açılmış, gülleler
saplanmış, tüm bunları nasıl okuyacağız? İzleri
koruyarak. Divriği Kalesi’ndeki izleri de korumak
lazım. Mevcut yapının gelecek kuşaklara doğru
yansımalar vermesi önceliklidir.”
Hürriyet, Haber: Ali
Dağlar, 14.03.2014
|
2 BİN YILLIK MEKTUP OKUNACAK
Roma İmparatoru Hadrian’ın yaklaşık 2 bin yıl önce yazdığı, taş yazıt mektubun sırrı çözülüyor. Hadrian’ın Anadolu seferi sırasında ziyaret ettiği Pergamon (Bergama) halkı için kaleme aldığı ve arkeolojik kazılarda parçalanmış olarak bulunan mektup, yapboz yöntemiyle tamamlandı. Kazılarda çıkan 23 parça ile 19. yüzyılda bulunan 4 parçanın kopyası birleştirildi. Toplam 27 parça, Bergama Müzesinde sergilenmeye başlandı. Mektubun tam çözümüne ilişkin çalışmalar sürüyor. Pergamon’a ait kalıntılar 1870’li yıllarda de Batı Anadolu’da demiryolu döşenmesinde çalışan Alman bir mühendis tarafından bulundu. O tarihten bugüne kadar süren kazılarda paha biçilmez eserler ortaya çıkarken, birçoğu yurtdışına özellikle Almanya’ya kaçırıldı. Türkiye ile Almanya arasında bu eserler konusundaki itilaf yıllardan bu yana sürüyor.
Akşam, Haber: Volkan Yanardağ, 14.03.2013
|

|
KAPALIÇARŞI'DA
RESTORASYON
500 yıllık tarihi ile dünyanın ilk alış veriş
merkezi kabul edilen Kapalıçarşı, Fatih Belediyesi
tarafından restore ediliyor. Kapalıçarşı Yenileme
Alanı, proje ve uygulama çalışmalarının hızlı bir
şekilde başlayıp sonuçlandırılması maksadıyla 5 etap
olarak ele alındı. Toplam
110 bin 868 metrekare alana sahip Kapalıçarşı'da ilk
olarak 64 bin 488 metrekarelik bir bölüm için
yapılan rölöve, restitüsyon ve restorasyon projeleri
tamamlanıp, Yenileme Kurulu onayına sunuldu. Kurul
tarafından, ilk etapta 23 adet rölöve ve restitüsyon
projesi onaylandı.
Kapalıçarşı'nın dünya için de çok önemli bir değer
taşıdığına dikkat çeken Fatih Belediye Başkanı
Mustafa Demir, Kapalıçarşı'nın gerek kötü
kullanımdan, gerek yönetim eksikliğinden kaynaklanan
büyük sorunları olduğunu söyledi. Çarşının en büyük
çıkmazının yönetimi olmamasını vurgulayan Başkan
Demir, "Bugüne kadar herkes müdahaleyi kendi bildiği
gibi yapmış. Yağmur yağdığı zaman neredeyse tüm
çarşıyı su basıyor. Taşıyıcı duvarlar zamanla
kaldırılmış ve bu duvarlar vitrine dönüştürülmüş.
Tüm çarşı kablolarla dolu. Isıtma, havalandırma ve
yangına karşı önlem alabilme noktalarında çok ciddi
sıkıntılar var. Çatıya gelişigüzel monte edilen
klima motorları, tesisat kabloları ve depolar çatıyı
tamamen çürüme noktasına getirmiş. Kısacası
Kapalıçarşı'nın sıkıntıları anlatmakla bitmez. Biz
bugüne kadar yaptığımız çalışmalarla çarşının
röntgenini çektik, teşhisi koyduk. Artık tedaviye
başlıyoruz" dedi.
GÜNDE 500 BİN ZİYARETÇİ
Kapalıçarşı'da 64 cadde ve sokak, 22 kapı ve 3
bini aşkın dükkan bulunuyor. Yaklaşık 20 bin kişiye
istihdam sağlayan Kapalıçarşı'yı günde 500 bin kişi
ziyaret ediyor. Dünyanın en çok ziyaret edilen ilk
10 yeri arasında yer alan Kapalıçarşı'da
ziyaretçilerin etkilenmemesi için çalışmalar etap
etap yapılacak. Çarşı'da Fatih Belediyesi
kontrolünde yönetim kurularak, tek merkezden yönetim
sağlanacak. Restorasyonun bedeli 200 milyon lirayı
bulacak. Kapalıçarşı'nın çatısından güzel bir
manzaranın seyredilebildiğine de değinen Fatih
Belediye Başkanı Mustafa Demir, "Bir tarafınız
Süleymaniye bir tarafınız Beyazıt. Bu çatının da
onarımının ardından bir bölümünü seyir terası olarak
düzenlemek istiyoruz" dedi. Demir, Kapalıçarşı'nın
bugüne kadar sistematik bir restorasyon sürecinden
geçmediğini ve böylesine geniş çaplı bir tarihi eser
koruma projesinin de dünyada ilk olabileceğini
söyledi.
Sabah, Haber: Zeynel
Yaman, 14.03.2014
|
BALIKÇI AĞINA AMFORA
TAKILDI
Sinop'ta İnceburun
açıklarında trolle avlanan Şükrü Zarflıoğlu'na
ait balıkçı teknesinin ağına, içinde çok sayıda cam
bardak bulunan amfora (İki kulplu, dibi sivri, dar
boyunlu, karnı geniş testi) takıldı.
Roma dönemine ait olduğu
tespit edilen, içinde 31'i sağlam 4'ü kırık kadeh,
kulplu ve boğumlu üç çeşit cam bardak bulunan
amfora, Sinop Müze Müdürlüğüne teslim edildi.
AA muhabirine
açıklamalarda bulunan Zarflıoğlu, Sinop
İnceburun açıklarında avlanırken 90 metre derinlikte
trol ağına amfora takıldığını söyledi.
Ağzı ve altı açık
amforanın içinde çamura bulanmış 31'i sağlam 4'ü
kırık kadeh, kulplu ve boğumlu olmak üzere 3
çeşitten oluşan bardak seti bulunduğunu anlatan
Zarflıoğlu, "Bu zamana kadar onlarca amfora buldum
müzeye teslim ettim ama böylesini ilk defa gördüm"
dedi.
Sinop Müze Müdürlüğü'ne
teslim edilen ve Roma dönemine ait olduğu öğrenilen
amfora ise incelemeye alındı.
Sinop Kültür ve Turizm
Müdürü Hikmet Tosun, yaptığı açıklamada, bulunan
amforanın nadide bir Roma dönemi eseri olduğunu dile
getirerek, "Koleksiyonumuza dahil edilecek. Böylece
Sinop Arkeoloji Müzemiz daha da zenginleştirecek. Bu
zamana kadar müzemize yüzlerce amfora geldi
ama böyle içinde cam seti olan bir çeşit gelmedi.
Bu nadide Roma dönemi eseri, önümüzdeki dönemde
müzemizde sergilenecek" ifadelerini kullandı.
Memleket, 13.03.2014
|
"KIRK AYAKLI KÖPRÜ
KORUMA ALTINA ALINSIN"
Dünyanın en uzun taş
köprüsü olarak bilinen Kırk Ayaklı Köprü, Batman
Çayı Islah Projesi ile yok olma tehlikesiyle karşı
karşıya kalıyor. Kırk Ayaklı Köprü'nün volkanik
bazalt taşlarla yapıldığını ve dünyada eşine ender
rastlanan bir köprü olduğunu belirten uzmanlar,
köprünün koruma altına alınmasını istedi.
Batman merkezden 5 kilometre uzaklıkta bulunan,
dünyanın en uzun taş köprüsü olan Kırk Ayaklı Köprü
(Pira Pirpira), Batman Çayı Islah Projesi ile yok
ediliyor. Ortaçağ döneminde inşa edildiği tahmin
edilen 40 ayaklı köprünün yanı sıra Batman Çayı
havzasında yaşayan, aralarında sadece Batman Çayı
havzasında görülen Kız Kuşu'nun da bulunduğu birçok
endemik kuş türü ile bir ay önce tespit edilen su
samurlarının da yok olacağı belirtiliyor.
Batman Turizm ve Tanıtım Derneği Başkanı Emin Bulut,
12 bin yıllık, dünyanın ilk köy yerleşkesi olan Çeme
Helan Höyüğü'nün sular altında bırakıldığını, şimdi
de dünyanın en uzun taş köprüsünün de tehdit altında
olduğunu söyledi. Bulut, Batman Çayı üzerinde
bulunan dünyanın en uzun köprüsünün yok olmakla yüz
yüze kaldığını ifade ederek, şöyle konuştu: “Bıçakçı
(Kêrikê) Köyünde bulunan Grê Migro Höyüğü'nün hemen
altında Silvan’ın Pileka Köyünü ve Batman’ın Bıçaklı
(Kerikê) Köyünü birleştirdiğini tespit etmiştir. Şu
an 25 köprü ayağını tespit edebildik. Tabi toprak,
kum ve molozların altında kaybolan ayakları da
yapılacak arkeolojik çalışma sonucu ortaya
çıkacaktır.” dedi.
Dünyanın en uzun köprüsünün bulunduğu çayda, su
samurunun bir ay önce tespit edildiğini söyleyen
Bulut, Batman Çayı'nda 7 endemik kuş türünün
bulunduğunu anımsatarak, “Orada bir milyon hektarlık
mera alanının ve yeryüzünün en önemli endemik bitki
türleri ile endemik kuş türleri vardır. Tatlı su
martıları, Mahmuslu kız kuşları, toy kuşları, uçan
ördekler ve su horozları bizim orman ve su
mühendisleri ile yaptığımız araştırma ve alan
çalışması sonucu tespit ettiğimiz kuş türleri burada
yaşamaktadır. Bundan bir ay önce, bu çayda su samuru
bulunmuş ve Orman Su işleri mühendisleri tekrardan
Batman Çayı'na bıraktılar.” diye konuştu.
Kırk ayaklı köprünün, Kire (Qire) Dağı'ndan
getirilen volkanik bazalt taşlarla yapıldığını
belirten Arkeolog Faysal Nayman ise “Her bir kaya
bir metre genişliğinde kesme taşların arasına moloz
bırakılarak yapılmıştır. Yeryüzünde şu ana kadar en
büyük ve en ihtişamlı ve en uzun bir köprü konumunu
taşımaktadır. Bu köprü, bir an önce koruma altına
alınarak turizme açılmalıdır. Bunlar, insanlık
tarihinin en önemli ortak kültür mirasıdır.”
şeklinde konuştu.
Bugün, 13.03.2014
|
ORTAKÖY CAMİİ AÇILIŞA
HAZIRLANIYOR

İstanbul Boğazı'nın
sembol eserlerinden biri olan Beşiktaş'taki Büyük
Mecidiye (Ortaköy) Camii'nde restorasyon
çalışmalarında son aşamaya gelindi. Halk arasında
Ortaköy Camii olarak bilinen eserin restorasyonunu
Kuveyt Türk Katılım Bankası ve Vakıflar Genel
Müdürlüğü yürütürken, yüklenici firma olarak saha
çalışmalarını Gür Yapı İnşaat üstlendi.
3 MİLYONA MAL OLDU
İstanbul Vakıflar 1.
Bölge yetkililerinden alınan bilgilere göre 3 milyon
Türk Lirası'na mal olacak caminin restorasyon
çalışmalarının yüzde 90'ı tamamlandı. 3 yıldır
restorasyon çalışması devam eden cami Mayıs ayı
içerisinde ibadete açılacak. İstanbul'a gelen
turistlerin ilk durağı arasında yer alan Ortaköy
Camii'nin restorasyon çalışmaları 2011 Mayıs ayında
başlamıştı. 2013 yılı başında bitirilmesi planlanan
restorasyon un uzamasını yetkililer, 'Daha önceki
restorasyonlarda kullanılan çimento sıvanın
sökülmesi, bazı kapı geçişlerinin taş duvar
doldurularak yapılması ve geçmişteki
restorasyonlarda insan eliyle yapılan tahribatlar
restorasyonun uzamasına sebep oldu' şeklinde
açıklıyor.
İNCE İŞÇİLİK UZATTI
Ortaköy Camii'nin
restorasyonu hakkında bilgi veren Vakıflar
yetkilileri, restorasyon süresince yapılan
çalışmalarda çok hassas davrandıklarını bunun da ilk
restorasyon süresini uzattığını dile getirdi.
Yetkililer, dişçilerin kullandığı küçük aletlere
benzeyen araçlarla işlemeler yaptıklarını ve
metrekarelerce kalem işi gerektiren yerlerde ince
işçilik uyguladıklarını dikkat çekti.
ÖZGÜN HARÇ KULLANILDI
İç cephede daha önceki
restorasyonda her yerin çimento sıvayla kaplandığını
belirten yetkililer, 'Önceki sıvaların raspası
yapıldı. Özgün harç olarak bilim kurulu tarafından
da onaylanan 'Horasan' harcı uygulamasını bütün
duvarlarda uygulandı' ifadelerini kullandı.
5 kez restore edilmişti
Yapıldığı tarih olan
1853'ten günümüze kadar olan süreçte 5 kez restore
edilen Ortaköy Camii'nde restorasyon çalışmalarına
başlamadan önce caminin iç, dış ve çatı kısımlarında
deniz tuzu ve diğer sebeplerle bozulmalar meydana
gelmiş ayrıca çatısında biriken yağmur suları
sebebiyle kubbesinden parçalar düşmesi yetkilileri
hareket geçirmişti.
Vapur bacaları olumsuz
etkiledi
Restorasyon
çalışmalarına İstanbul'da bulunan üniversitelerden
deneyimli 4 adet öğretim üyesinden oluşan bilim
kurulu her hafta yapılan çalışmaları takip ediyor.
Yetkililer, dış cephede yapılan çalışmalarda ise
hava kirliliği ve vapurların bacalarından oluşan
karbon kirliliği tespit ettiklerini ve buna yönelik
çalışmalar yaptıklarını söyledi. Yetkililer tuzlu
suyun ve buharlaşan suyun dış cepheye olumsuz etki
ettiğini belirterek, 'Taş restorasyonu için 25 metre
yükseklikte kubbe kuruldu. Kubbe kurulduktan sonra
ana kubbe kasnağına baktığımızda önceden aşağıdan
bakıp proje çizildiği dönemde öngörülebilenden çok
sayıda erozyon olduğu tespit edildi' ifadelerini
kullandı.
Yeni Şafak, Haber: M
Sait Özkan, 13.03.2014
|

|
İSTANBUL'DA TARİHİ ESER KAÇAKÇILIĞI
Arnavutköy'de Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait 160 adet sikke ele geçirildi. Olayla ilgili 1 kişi gözaltına alındı.
İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Kaçakçılık Suçlarıyla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri, alınan bir ihbar üzerine soruşturma başlattı. Yapılan tespitlerin ardından harekete geçen ekipler, Arnavutköy'de bir eve baskın düzenledi. Evde yapılan aramalarda Roma, Bizans ve Osmanlı dönemine ait olduğu anlaşılan 160 adet sikke, Bizans dönemine ait 75 adet obje ile 1 adet dedektör ele geçirildi. Eserlerin ele geçirilmesi üzerine olayla ilgili 36 yaşındaki M.K. gözaltına alındı. Şüpheli M.K. hakkında 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıkları Kanununa Muhalefet suçundan adli işlem başlatıldığı bildirildi.
Türkiye Gazetesi, 13.03.2014
|
SİHİRBAZ HEYKELTIRAŞ RICHARD DEACON

İngiliz heykeltıraş Richard Deacon, retrospektif
sergisiyle Londra'daki ünlü Tate Britain'da. Aşina
olduğumuz malzemeleriden beklenmedik işler çıkaran
Richard Deacon, 12 ton ağırlığındaki seramikten ve
çeliği üç boyutlu çizimmişçesine akışkan biçime
sokabiliyor.
Herkesin sanata bakışı ayrı. Bakış derken, ilk
izlenimin hemen ardından gelen tepkiden
bahsediyorum. Bu tepki, öncelikle seyircinin mesleği
ile farklılık gösteriyor. Örneğin, bir
yazar kimi
zaman sanatçının esin kaynağını, kimi zamansa
karşıya geçirmek istediği mesajı düşünürken, bir
sanatçının ya da bir mimarın başkasının eserine
bakışı, kullanılan malzeme ya da tekniğe
odaklanabiliyor. Elbette bazı sanatçılar var ki,
7’den 77’ye, doktorundan mühendisine herkesi nasıl
olup da birkaç tonluk çeliği pamuk helva misali
yerleştirdiğini merak ettirmeyi başarıyor. İşte
bunlardan biri de Richard Deacon. Anthony Gormley ve
Anish Kapoor gibi İngiliz heykeltıraşlarla aynı
nesilden Deacon’ın retrospektif sergisi nisan sonuna
kadar Londra’daki Tate Britain’da yer alıyor.
1987 yılında
İngiltere ’nin prestijli Turner sanat ödülüne
layık görülen Deacon, mevzu heykelleri olduğunda
oldukça alçakgönüllü. “Tam olarak ne anlama
geldiklerini anlayan olduğunu sanmıyorum. Şahsen
kavradığımı düşünmüyorum, umarım insanların hoşuna
gidiyordur” diyor. Ahşaptan metale, camdan kauçuğa
pek çok farklı malzemeyi kullanarak yarattığı devasa
formlar kimi zaman ‘Mobius’ şeridi, kimi zaman da
Escher merdivenlerini andırıyor. 1998 tarihli yılan
gibi oynak ‘After’ (Sonra) başlıklı heykel, dairesel
kıvrımlarıyla iç/dış, ön/arka ve başlangıç/bitiş
kavramlarını yerle bir ediyor.
Deacon’ın devasa şekilleri etrafında dolanırken,
sanki uzaktaki kenarda bir kıpırtı var hissine
kapılıyor insan. Bir yandan sünger, deri ve mermer
nasıl olur da bu şekillere girer diye düşünürken,
bir yandan da önünüzdeki formun nasıl olur da
sonsuza dek devam ediyor gibi göründüğünü merak
ediyorsunuz.
1949 doğumlu sanatçı, heykellerine ‘Mammoth’ (Mamut,
1989), ‘Lock’ (Kilit, 1990) ve ‘Fold’ (Katlama,
2012) bir hayli tanımlayıcı isimler veriyor olsa da
heykellerinin bir tanesi bile tek bakışla yanından
geçip gitmeye olanak tanımıyor. Bir kere içinize
sinmiyor tek bir bakış. Nitekim Deacon’ın 12 ton
ağırlığında seramiği ya da çeliği bile üç boyutlu
çizimmişçesine akışkan biçime nasıl soktuğunu
anlamak her yiğidin harcı değil. Sanki dilinizin
ucundaki bir kelime kadar yakın ya da her gün
görmeye alıştığınız bir şekil kadar tanıdık geliyor
çoğu Deacon heykeli. Öte yandan bu heykeller
beklediğiniz açıyla kıvrılmıyor, arkasında boşluk
olacağını sandığınız bir kıvrım size sürpriz
yapıveriyor. Uzun lafın kısası, Deacon heykelleriyle
aşina olduğunuzu sandığınız malzemeleri beklenmedik
şekillere sokarak hem beklentilerinizi hem de
dolu/boş gibi kavram algılarınızı yerle bir ediyor.
Richard Deacon’ın 1970’lerden günümüze 40’a yakın
eseri, 27 Nisan’a kadar Tate Britain’da.
Radikal, Haber: Neylan Bağcıoğlu, 13.03.2014
|
ÇANAKKALE ŞEHİTLİĞİ'NE 16.7 MİLYON RENK

16.7 milyon farklı rengin
kullanıldığı yeni ışıklandırma sistemiyle Çanakkale
Şehitleri Anıtı bütün ihtişamını, gecenin
karanlığında da sergilemeye devam ediyor.
I.
Dünya Savaşı sırasında Çanakkale Savaşları'nda
hayatlarını kaybeden 253 bin Türk askeri anısına
yaptırılan Çanakkale Şehitleri Anıtı, Philips
tarafından anlam ve hikayesine uygun olarak
aydınlatıldı. Çanakkale Şehitleri Anıtı'nın
aydınlatma projesinde kullanılan LED projektör
teknolojisi, daha önce aynı firma tarafından
Boğaziçi Köprüsü üzerinde kullanılmıştı. Çanakkale
Şehitler Anıtı, üstüne yansıyan Atatürk ve Türkiye
haritası silueti ile gecenin karanlığında da
ihtişamını yeni yüzüyle sergilemeye devam ediyor.
GÜNÜN ANLAMINA GÖRE RENK SEÇİMİ
Çanakkale Şehitleri Anıtı'na yerleştirilen
GPRS'li LED aydınlatma sistemi sayesinde aynı
zamanda enerji tasarrufu sağlandığı belirtilirken,
ışıklandırma sisteminde 16 milyon 700 bin ayrı renk
kullanıldığı açıklandı. Philips, kullanılan GPRS
sistemi sayesinde internetten renk sisteminin
istendiğinde günün önem ve anlamına göre sadece
kırmızı yeşil gibi renklere de sabitlenebileceğini
açıkladı. 41.7 metre yüksekliğindeki anıt, yeni
yapılan ışıklandırma ile uzak mesafelerden de fark
edilecek.
EYFEL KULESİ'NDEN ÇANAKKALE'YE ...
Yeni proje hakkında bilgi veren Philips Türkiye
CEO'su Göktuğ Gür, "Paris'teki Eyfel Kulesi'nden
Londra'daki Big Ben'e; İstanbul'daki Boğaz
köprülerinden Atina'daki Akropolis'e kadar dünya
çapında birçok aydınlatma projesine imza atmış bir
şirket olarak şehir ve ülke simgelerini aydınlatarak
referans projeler gerçekleştirmek bizim için çok
önemli. Bu kapsamda, Türkiye tarihinin de önemli bir
simgesi olan Çanakkale Şehitleri Anıtı'nı
aydınlatmak bizim için gurur vericidir" dedi.
Sabah, Haber: Deniz Derin, 13.03.2014
|
KONYA VALİLİK BİNASI
TARİHİ GÖRÜNÜMÜNE KAVUŞUYOR
Valilik binasındaki
yenileme çalışmaları devam ediyor. İç düzenlemelerin
tamamlandığı binada dış cephe restore çalışmalarına
başlandı. Konya İl Özel İdaresi İmar ve Yapı
Hizmetleri Dairesi
Yapı Kontrol Müdürlüğü'nden alınan bilgiye
göre binanın tarihi dokusunun korunarak,
restorasyonun yapılacağı öğrenildi. Çalışmaların bu
ay içerisinde tamamlanacağı bildirildi. Uzun
yıllardır bakım yapılmadığı için yıpranan binanın
dış cephesindeki taşlar temizlenerek geçmişteki
tarihi görünümüne kavuşacak. Geçtiğimiz aylarda da
Valilik Binası'nın arka kapısı vatandaşların
hizmetine açılmıştı.
Merhaba Haber,
13.03.2014
|
|
 |
25 MİLYON DOLARLIK KASE
Sotheby’s Müzayede Evi nisan ayında Hong Kong’da düzenleyeceği açık artırma öncesinde medyaya tanıtım yaptı.
Müzayede evinin Asya şubesinin Çin porselenleri alanındaki başkan yardımcısı Nicolas Chow’un tanıttığı küçük kase, açık artırmaya çıkacak parçaların en nadide ve dolayısıyla da en pahalı olanlarından biri olarak nitelendiriliyor.
Uzmanlar, kaseye 25 ila 38.5 milyon dolar (56 milyon ila 86.2 milyon TL) arasında bir değer biçiyor.
Habertürk, 13.03.2014
|
GORDİON, PİRAMİTLERİYLE ÜNLÜ MISIR'A RAKİP OLABİLİR

Turizm sektörü, askeri müdahale, şiddet olayları
ve siyasi istikrarsızlıklar nedeniyle Mısır'dan
ayağını kesen turisti Türkiye'ye tümülüslerle
çekecek.
Ankaralı turizmcilere göre, dokunduğu her şeyi
altına çevirmesiyle efsaneleşmiş Frigya
Kralı Midas'ın şehri Gordion, piramitleriyle ünlü
Mısır'a rakip olabilir.
Anadolu Turizm İşletmecileri Derneği (ATİD)
Başkanı Seçim Aydın, Anadolu'nun sahip olduğu zengin
ve kültürel birikimle daha fazla turisti
çekebileceğini söyledi.
Türkiye'de kıyı şeritlerde deniz, kum ve güneş
turizmine uygun alanların yanı sıra iç bölgelerde
de kültür, tarih, inanç, gastronomi ve sağlık
turizmi için büyük imkanların var olduğunu belirten
Aydın, Ankara'nın Polatlı İlçesi yakınlarındaki
Yassıhöyük'te yer alan tümülüslerin, dünya tarihi
açısından çok önemli olduğunu vurguladı.
Mısır'a rakip "3 K" modeli
Aydın, turizmde öne çıkan deniz, güneş ve kum
gibi özelliklerin Ankara'da olmadığını, bu nedenle
başkente uygun projelerin üretilmesi gerektiğini
vurgulayarak, şöyle devam etti:
"Ankara'nın bir turizm master planına ve bu plan
çerçevesinde de yeni projelere ihtiyacı var.
Sahillerimizde, deniz-kum-güneş anlamına gelen '3
S' modeli öne çıkıyor. Buna orantılı olarak da
Ankara'da kültür, kongre ve kaplıca turizminin öne
çıkacağı '3 K' modeline yönelmemiz gerekiyor. Bunlar
yapılmıyor mu? Yapılıyor ama küçük ölçekli
girişimciler tarafından ve bunlar da potansiyelin
tamamıyla kullanılması için yeterli değil.
Yassıhöyük,
Gordion tümülüsler vadisi turizmde acilen
kullanılması gereken bir zenginlik. Burada 110
tümülüs var. Şu ana kadar sadece birinde kazılar
yapıldı ve açıldı. O da Frigya Kralı Midas'ın
mezarı.
O mezar bile dünya tarihini etkileyen bir isme
ait ve çok önemli ancak diğer tümülüslerdeki
kazıların da tamamlanmasıyla bu bölge Mısır'daki
piramitlere rakip olabilir, turizm için bir rota
haline getirilebilir. Bu alanın dışında da inanç
turizmi, sağlık ve kongre turizmi için de Ankara'da
çok fazla imkan var. Bunlar da değerlendirilmeli.
Özel idarelerin kapatılmasıyla belediyelere önemli
bir kaynak aktarılacak. Bu kaynak, başkent turizmi
için kullanılırsa Ankara turizmde uçar."
Anadolu Ajansı, 12.03.2014
|
ALAADDİN CAMİSİ'NİN RESTORASYONUNA BAŞLANIYOR

Kitabesi bulunan en eski Selçuklu eserleri
arasında gösterilen ve bahçesinde Selçuklu
sultanlarının mezarı bulunan Konya'daki
Alaaddin Camisi için, Vakıflar
Genel Müdürlüğünce restorasyon ihalesine çıkılıyor.
Yapımına, Selçuklu Sultanı 1. Rükneddin Mesud
tarafından başlanan ve Alaaddin Keykubat tarafından
1221'de tamamlanan Alaaddin Tepesi'ndeki cami,
abanoz ağacından "minberi", avlusunda bulunan
Selçuklu sultanlarının türbesi ile kente gelen yerli
ve yabancı turistlerin en çok ziyaret
ettiği mekanlar arasında yer alıyor.
Tepenin üzerinde, kesme taşlar ile inşa edilen
cami, Selçuklu mimarisinin en belirgin özelliklerini
barındırıyor.
Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem, AA muhabirine
yaptığı açıklamada, Konya'nın tarihi zenginlikleri
bakımından en şanslı iller arasında yer aldığını
söyledi.
Türkiye'deki tarihi ve kültürel
mirasın korunmasına yönelik çalışmalar
yürüttüklerini aktaran Ertem, her yıl onlarca eserin
restorasyonunu başarıyla gerçekleştirdiklerini ifade
etti.
Ertem, Konya ve Edirne'deki vakıf eserlerinin
tamamının elden geçeceğine dikkati çekerek,
"Buraları biraz ihmal etmişiz gibi bir durum var.
Onun için bu yıl Konya ve Edirne'de bir atılım
içinde olacağız" dedi.
"Önümüzdeki
günlerde ihaleye çıkılacak"
Alaaddin Camisi'nde önümüzdeki günlerde
restorasyon çalışmalarına başlanacağını bildiren
Ertem, şöyle konuştu:
"Önümüzdeki günlerde Alaaddin
Camisi'nin restorasyonunu yapmak için ihaleye
çıkacağız. Bu ihale davet usulü ile olacak. Bu da
kamuoyunda bilinen davet usulü ama teknik olarak
belli istekler doğrultusunda yapacağız. Eski eser
restorasyonu konusunda alanında uzman, bu işin
altından kalkabilecek firmaları davet edeceğiz. Alaaddin
Camisi önemli, hassasiyeti olan, nazlı bir eser.
Statik anlamda sıkıntıları olan bir yer. Onun için
mutlaka işin ehli, uzmanı firmaları çağırmamız,
onlara emanet etmemiz gerekiyor."
Restorasyon çalışmaları 3 yıl sürebilir
Ertem, restorasyon süresinin, caminin zemin
sağlamlaştırma analizine göre belirleneceğini
belirterek, şunları kaydetti:
"Caminin restorasyonu ile ilgili net bir süre
öngörmedik. İhaleye çıktığımızda bunu
belirleyeceğiz. Ama tahminim, 3 yıl gibi bir zaman
alır. Şimdiki haliyle restorasyon yaptığımız
takdirde en fazla iki senede biter. Ama statik
anlamda bir problem var gibi görünüyor. Yaptığımız
tetkiklerden bir problem çıkmazsa biz bunu çok hızlı
şekilde bitiririz. Bir problem çıkarsa öncelikle
güçlendirme yapmamız gerekiyor. Güçlendirmeden sonra
restorasyon yapmamız gerekir ki; bu da bir hayli
zaman alacaktır. Eski eserlerde süre
konusunda teşkilatımızın sıkıştırılmaması
gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bunlar hassas
eserler. Yıllardır el değmemiş eserler. Şimdi
bunların tamamını ele alıyoruz. Biraz zaman
alabilir. Cemaatin sabırlı olması gerekiyor. Yeter
ki yaptığımız iş, eseri kurtarmaya yönelik ve
ecdadın bıraktığı o kalitede, güzellikte olsun. Süre
telafi olur. İşin içine girdiğimizde süre de
kendiliğinden ortaya çıkacak. Başlangıç itibarıyla 2
yıl süre vererek başlayacağız."
Anadolu Ajansı, Haber: Abdullah Doğan, 12.03.2014
|
KİLİSEYE KARŞI KADIN HAKLARıNI SUNDU
ABD'li profesör ve amatör tarihçi William Varvel, Leonardo da Vinci'nin dünyaca ünlü eseri Mona Lisa'yı yorumladı.
Varvel'a göre Mona Lisa, kadınların da din adamı olabilmesini savunan bir feministti. Varvel, Mona Lisa üzerinde 12 yıl çalıştıktan sonra yazdığı kitapta, tablonun 16'ncı yüzyılda Katolik Kilisesi'ne karşı kadın haklarını hararetle savunan bir feministi betimlediğini öne sürdü.
Mona Lisa'nın orijinalini görmek için Paris'teki Louvre Müzesi'ne hiç gitmediğini belirten Varvel, "Bana özel tur düzenlerlerse giderim" dedi.
Sabah, 12.03.2014
|
|
"TOPÇU KIŞLASI ONAYI UYGUNDUR"

Beyoğlu’ndan sorumlu 2 No’lu Koruma Kurulu’nun
‘kamu yararına aykırı’ diyerek reddettiği Topçu
Kışlası projesi, yeniden gündemde. Gezi Parkı Koruma
ve Güzelleştirme Derneği’nin ‘Topçu Kışlası’
projesine Yüksek Kurul’da verilen onayın iptal
edilmesi için açtığı dava,
İstanbul 6. İdare Mahkemesi’nce reddedildi.
Topçu Kışlası Projesi, 2 No’lu Koruma Kurulu’nca
‘kamu yararına aykırı’ diyerek reddedildikten hemen
sonra Başbakan
Tayyip Erdoğan ’dan “Reddi reddederiz”
açıklaması gelmişti. Ardından 2013 Şubat’ta Kültür
Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu, 2 No’lu Koruma
Kurulu’nun reddettiği projeyi, hiçbir gerekçe
göstermeden onaylamıştı.
Bunun üzerine Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme
Derneği bakanlığa dava açarak yüksek kurul kararının
iptalini ve yürütmesinin durdurulmasını istedi.
İstanbul 6. İdare Mahkemesi, 31 Mayıs’ta ‘Telafisi
mümkün olmayan zararlar doğacağı’ gerekçesiyle
‘yürütmeyi durdurma’ kararı verdi.
Ancak aynı
mahkeme, 21 Şubat 2014’te davanın reddedilmesine
karar vererek “Dava konusu işlemde hukuki
isabetsizlik görülmemiştir” dedi.
Mahkeme, açılan davanın “Eserin ihyasını engelleme
sonucunu doğuracak” bir dava olmadığını, mahkemenin
ancak “projenin eserin aslına
uygun olup olmadığını” inceleyebileceğini,
davacının bu yönde bir “bilgi ve belge ortaya
koyamadığını” belirtti. Kararda şöyle denildi:
“Davacı taraf, Taksim Gezi Parkı’nın park olarak
korunmasının kamu yararı ve ihtiyaçlarına daha uygun
olduğu,
bugün herhangi bir kalıntısı dahi bulunmayan bir
yapının ihyasının bu amaca hizmet etmediği
iddiasında bulunmuştur. Ancak bu iddialar, Topçu
Kışlası’nın taşınmaz kültür varlığı olarak tesciline
ilişkin işleme karşı açılan bir davada
incelenebilecek türden iddialardır.”
“Parka kanunen giremezler”
Kararı Danıştay’da temyiz edeceklerini belirten Gezi
Parkı Koruma ve Güzelleştirme Derneği Avukatı Birkan
Işın, “İmar planları iptal edildiği için kanunen
parka giremezler. Ancak bu kararın hiçbir gerekçesi
yok. Biz Topçu Kışlası’nın temel planlarının bile
olmadığını, yeniden inşa için yeterli bilgi
olmadığını belirtmiş, uzman görüşlerini de
sunmuştuk. İki kere hukuğa aykırı bulunarak
yürütmeyi durdurma verilmiş davada iptal talebinin
kabul edilmesi beklenir” dedi. Mimarlar Odası’nın
avukatı Can Atalay da mahkeme kararının hukuksuz
olduğunu savunarak “2 No’lu Koruma Kurulu, Topçu
Kışlası’nın tescil edilmiş olmasını bir gerekçe
olarak kabul etmemiş ve avan projeyi reddetmişti. Bu
durumda idare mahkemesinin ‘Tescil kararına dava
açın’ diyerek dosyayı reddetmesi kabul edilemez”
dedi.
‘İmar planlarının iptali Danıştay’dan dönerse
tehlikeli’
1. İdare Mahkemesi 6 Haziran 2013 günü Gezi
Parkı’nda yapılaşmanın önünü açan 1/1000 ve 1/5000
ölçekli imar planlarını iptal eden bir karar
almıştı. Bakanlığın itirazı üzerine dava halen
Danıştay’da görülüyor. Projeye dayanak imar planları
iptal edildiği için şu anda Topçu Kışlası’nın
yapılmasının hukuken mümkün olmadığını belirten
Avukat Can Atalay, “Danıştay’dan planların iptal
kararı geri çevrilirse kışla yapılabilir mi?”
sorusuna cevaben “Uzun vadede Gezi Parkı’nı herhangi
bir mahkeme kararı korumuyor, Haziranda ayağa kalkan
insanlar ve bugün 7 arkadaşımızın yanına eklenen
Berkin koruyor. Bütün bu davaları dikkatle takip
etmek boynumuz borcu” dedi.
Radikal, Haber: Elif İnce, 12.03.2014
******
TOPÇU KIŞLASI:
HUKUKUN ÇİLEĞİ Mİ?
Radikal Gazetesi’nden
Elif İnce’nin haberine göre, Beyoğlu’ndan sorumlu 2
No’lu Koruma Kurulu’nun ‘kamu yararına aykırı’
diyerek reddettiği Topçu Kışlası projesi, yeniden
gündemde. Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme
Derneği’nin ‘Topçu Kışlası’ projesine Yüksek
Kurul’da verilen onayın iptal edilmesi için açtığı
dava, İstanbul 6. İdare Mahkemesi’nce reddedildi.
Topçu Kışlası Projesi, 2
No’lu Koruma Kurulu’nca ‘kamu yararına aykırı’
diyerek reddedildikten hemen sonra Başbakan Tayyip
Erdoğan ’dan “Reddi reddederiz” açıklaması gelmişti.
Ardından 2013 Şubat’ta Kültür Varlıklarını Koruma
Yüksek Kurulu, 2 No’lu Koruma Kurulu’nun reddettiği
projeyi, hiçbir gerekçe göstermeden onaylamıştı.
Bunun üzerine Gezi Parkı
Koruma ve Güzelleştirme Derneği bakanlığa dava
açarak yüksek kurul kararının iptalini ve
yürütmesinin durdurulmasını istedi. İstanbul 6.
İdare Mahkemesi, 31 Mayıs’ta ‘Telafisi mümkün
olmayan zararlar doğacağı’ gerekçesiyle ‘yürütmeyi
durdurma’ kararı verdi. Ancak aynı mahkeme, 21 Şubat
2014’te davanın reddedilmesine karar vererek “Dava
konusu işlemde hukuki isabetsizlik görülmemiştir”
dedi.
Taksim’deki Gezi
Parkı’na Topçu Kışlası yapılması ile ilgili kararın
altında imzası bulunan öğretim üyesi Metin
Şenbil’in, 11 Ağustos günü Zaman gazetesinde
“Taksim Kışlası yerine ya Taksim Modern olsa idi?”
başlıklı bir makalesi yayımlandı. Şenbil, yazısında
Topçu Kışlası’nı yayaları tutma projesi olarak
sunuyor, klişe ve garabetlerle Olimpiyatlara
bağlıyor.
“…Aşırı yoğunluk nedeni
ile alanın alışveriş, dinlence ve eğlence mekanı
özellikleri giderek erimeye başlamış, alanın
kalitesi de son yıllarda giderek bozulmaya yüz
tutmuştur…”
“..…Sosyo-kültürel,
eğlence ve dinlence aktiviteleri donatılmış bir
Taksim Kışlası, daha önce kendine yer arayan
STK’lara, vakıflara, yer sıkıntısı çeken
tiyatrolara, atölyelere, sanat galerilerine ve daha
birçok benzer aktiviteye, kahve ve çayhanelere ev
sahipliği yaparak alanın, İstiklal Caddesi’ni
dengeleyecek ve rahatlatacak, tekrar canlanmasına
katkı sağlayacaktır…”
Yazıyı okuyan
İstanbulluların “Emek sinemasını yıkıp yanında
Demirören AVM yapıp bu plan nasıl olacak?” diye
sorduklarını duyar gibiyiz. Ama tutarsızlıklar ve
garabetler sürüyor.
Örneğin şu tümceyi duyan
biri Taksim’i kuş uçmaz kervan geçmez, aktivitesi
olmayan bir çöküntü yeri zanneder “…Taksim, yakın
gelecekte İstanbul’un önemli toplu taşıma
merkezlerinden birisi olacaktır…”
Eskiye kötü diyen
Şenbil, Topçu Kışlası projesini “yeni ve modern
Taksim’e yakışır bulmaktadır” ancak, nedense
İstiklal Caddesi’ni “eski haline (!) kavuşturmayı
amaçlamaktadır.
* …“Taksim yayalaştırma
projesi, zamanında tasarlanan durağan şehrin tam
aksine 14 milyonu barındıran ve yüksek seviyelerde
dinamizm gösteren bir metropoliten alanın, giderek
değişen anlayışının dışavurumudur….”
* “…Yayaların önemli bir
kısmının burada tutularak, dahası dağıtılarak,
İstiklal Caddesi’nin eski günlerine dönmesinin önü
açılabilir…”
Benzer çelişki ve
tutarsızlıkları bünyesinde barındıran bu makaleyi
yazan Şenbil şimdi de Ankara’nın ulaşım ana planını
yapmaya soyundu.
Ankara Ulaşım Ana Planı
çalışmaları son derece gizli bir şekilde
yürütülüyor. Her şey Ankaralıların gözü önünde
cereyan ediyor, dozerler çalışıyor, yeni yollar
yapılıyor ama ortada plan yok. Planı sorduğunuzda
yanıt yok…
Yani Şenbil, Ankara’da
nerelerin değerleneceğini belirleyen ekibin içinde
yer alıyor.
Ankara Ulaşım Ana PLANI
2038 proje ekibinde de bulunan Metin Şenbil’in de
içinde bulunduğu Koruma Yüksek kurulun Topçu
kışlasını onama kararına karşı, İstanbul 6. İdare
mahkemesinden de onay çıktı. Metin Şenbil’in topçu
kışlasını; Taksim meydanının çileğine benzetmesi ve
“Taksim modern” yapılsa ne olurdu? Şeklinde kaleme
aldığı yazıları da var.
“Mahkeme kararını
değerlendiren Çalgüner; Kararın “hukukilik”
açısından verildiğini “yerindelik” kararı olmadığını
belirtti. “Bina bazında” olaya yaklaşıldığını,
meydanla birlikte “tüm planı” değerlendiren bir
karar değildir. dedi.Şekli bir karar.Maalesef idare
mahkemeleri son zamanlarda genellikle, ”Esası,
usule boğduran” bu tip kararlara sıklıkla
sığınıyorlar dedi.
Öğretim elemanı Kent ve
Bölge plancısısı Tahir Çalgüner’ e Taksim meydanı
hakkındaki teknik fikirlerini sorduk.
Çalgüner; “Taksim kışlası veya Taksim modern
mi?” tartışmasının kalem kavgası yaratmak amaçlı
olduğunu söylüyor. Meydanın insanlara ve
güvercinlere bırakılmasını savunan Çalgüner; define
avcılığı yaparak planlama yapılmaz. O zaman Swiss
oteli de yıkalım yerine “şark kahvesi” mi? inşa
edelim dedi. Çalgüner’in konu ile ilgili teknik
görüşleri özetle aşağıdadır.
“Taksim meydanından
kaç…. İstiklal caddesine tut” (yayalaştırma)
espirisi.
“Taksinde yapılmak
istenen Topçu kışlası görüntüsündeki proje; “Dünyada
mekan ahrette iman”felsefesinin aslında bir kentsel
izdüşümü ve avam bir uygulaması olarak karşımıza
çıkıyor.”Mekanı” araç olarak kullanan bir zihniyet,
imar vurgunları ile imar zengini olabildiği gibi
ideolojik olarak mekanlar üzerinde ideolojik
kodlarını yerleştirmeyi de ihmal etmiyor. Bu amaçla
seçtikleri yerlerde toplum ve toplumsal yaşam
odakları. Simgeler. Böylelikle mekansal kurgudan
yola çıkarak, bir toplum mühendisliği çerçevesinde
özlemledikleri toplum modelini de desteklemek aracı
olarak da bu tip projeleri gündeme getiriyorlar.
Topçu kışlası buna iyi
bir örnek.Ankara’dan AOÇ ve Beyaz saray
vurgusu.Ulusta tüm cumhuriyet dönemi yapılarının
yıkılması gibi.Ankara kentsel projelerin altından da
aslında binlerce gezi parkı olayı çıkar.Ben yaptım
oldu zihniyeti ile planlamayı
merkezileştirdiler..Büyükşehir belediye yetkilerinin
“il” sınırına dayandığı “çevre ve şehircilik
bakanlığının nerede ise “tek bakanlık” olarak işlev
gördüğü günümüzde jakobenist projeci yaklaşımlar ve
mekansal izdüşümleri,Planlamanın önüne geçmiş
durumda.196O’ların söylemi olan “plan mı? plav mı?
Söylemi yerini PLAN MI? PROJE Mİ? Söylemine yerini
bıraktı.
Bu avam
zihniyet; “kentsel
tasarım” disiplinini “bilimsel” bulmaz. Planlama
atölyelerinin şehircilik bölümlerinden kalkmasını
ister. Düşünen çizen tasarlayan insan
istemez.”Tasarlanan mekana göre insan” odaklı bir
anlayışa sahiptir.
PROJEDEKİ TEKNİK AMAÇ;
Taksim Meydanı meydansızlaştırarak, Yayayı İstiklal
caddesine yönelterek caddenin kalabalığında eritmek.
Topçu kışlası projesi
Taksim’de hayat geçseydi neler olurdu? Projeyi
incelediğimizde meydanın yapılaştırılarak
parçalandığını, ölçeğinin küçültüldüğünü, alan
düzenlemelerinde ise; park ve yeşil ile
daraltıldığını söyleyebiliriz. Böylelikle
insanlara ” yürümeye zorunlu yaya” yaratmak amaçlı
kontrol edilebilir ölçekte alanın parçalanarak
küçültüldüğünü görürüz. İnsanlara “yayalaştırma”
şirinliği altında vaat edilen aslında, yürüyen
durmayan konuşmayan sadece vitrinlere bakan insan
Modeli”dir. Duran adam, konuşan adam, bankta oturan,
demokrasi taleplerini meydanlarda dile getirebilecek
insan modelini istemiyorlar. Taksim meydanından önce
güvercinleri kovdular… Sonra insanları… İnsanları
bir yerlere kanalize ederek meydanları
insansızlaştırmamak gerekir. Non-stop yürüyen
duraksama yapmadan yürüyen sosyo-fobik insan
modeli. Mekanı da buna göre biçimlendirilecek. Artık
gösteri ve toplumsal miting alanları içinde kentin
ve kentlinin uzağında kontrollü, dar mekanlar ve
sanite yerler bulurlar diye düşünüyorum.
Adı ne olursa olsun
Taksim Meydanını işlevsizleştirme olacak bu
güzelleme projesi, Yeni kapı dolgu alanı üzerinde
yaratılacak sözde miting ve gösteri alanı oluşturma
çabalarıyla bağlantılı olarak
değerlendirilmelidir.Yarın bir gün çıkarlarda; “Ağaç
sevgimiz insan sevgisinden kaynaklanır” derler ve
taksim meydanının her bir metre karesini
ağaçlandırıyoruz derlerse şaşırmayın.. Taksime
yapılacak en büyük samimiyetsiz kötülükte bu olur.
kemalistler.org,
12.03.2014
|
TARİHİ ÇARŞININ ORTASINDAN DEVE MEZARLIĞI ÇIKTI!
İzmir ’e tarihi Keramaltı Çarşısı’nda yaklaşık
2.5 metre derinlikte
müze görevlileri nezaretinde yapılan kazıda
çıkan deve dişleri, çeneleri ve kemikleri çevrede
kazıları izleyen
esnaf ve çarşıya alışverişe gelen vatandaşları
şaşırttı. Yaklaşık 700 metrekare büyüklüğündeki
alanın, hem tarihi İpek Yolu ticaretinde hem de
bundan 60-70 yıl önce yük taşımacılığında
yararlanılan deve kervanlarının dinlenme yeri olarak
da kullanıldığı, ölen develerin bu alanda açılan
çukurlara gömüldüğü dile getirildi.

Arkeologlar, yıllar önce gemilerin yanaştığı limanın
deve kemiklerinin bulunduğu alana kadar uzandığını
ve bu alanı doldurmak için başka bölgelerden
getirilen
toprak içinde deve kemiklerin gelmiş olabileceği
ihtimaline de dikkat çekti.
Radikal, 11.03.2014
|
TROİA KAZILARINDA YENİ BİR DÖNEM BAŞLADI
Çanakkale
merkeze bağlı Tevfikiye Köyü sınırları içinde
bulunan ve 5 bin yıllık geçmişe ışık tutan Troia
Antik Kenti'nde yeni dönem kazıları, Çanakkale
Onsekiz Mart Üniversitesi’nin (ÇOMÜ, İÇDAŞ ile
sponsorluk anlaşması imzalanmasıyla birlikte Doç.Dr. Rüstem Aslan başkanlığındaki kazı ekibi
tarafından sürdürülecek.
Yıllarca Alman Tübingen Üniversitesi himayesinde
Alman arkeologların kazdığı ve Alman firmalarının
sponsorluk yaptığı Troia antik kentinde yeni bir
dönem başladı. Kazıları yürütecek ÇOMÜ ile çelik,
demir, enerji ve tersanecilik alanlarında faaliyet
gösteren İÇDAŞ Firması arasında sponsorluk anlaşması
imzalandı. ÇOMÜ Rektörü Prof.Dr. Sedat Laçiner'in
makam odasındaki imza törenine İÇDAŞ Genel Müdürü
Bülend Engin ve Troia Kazı Heyeti Başkanı Doç.Dr.
Rüstem Aslan katıldı. Prof.Dr. Rektör Laçiner ve
İÇDAŞ Genel Müdürü Bülent Engin'in protokolü
imzalamasıyla Troia kazılarında artık yeni bir dönem
başladı.
ÇOMÜ Rektörü Prof.Dr. Sedat Laçiner, ilk defa
Troia kazılarının yönetiminin bir Türk ekip
tarafından yapılacağını belirterek, tarihi bir anın
yaşandığını söyledi. Geçen yıl alınan kararla Troia
kazılarının ÇOMÜ himayesinde yürütülmesinin
kararlaştırıldığını anlatan Prof.Dr. Rektör
Laçiner, "Daha önce küçük bir bütçeyle
çalışılıyordu. Bundan sonra Kültür ve Turizm
Bakanlığı bütçesi, üniversitemizin, Türk sanayici ve
işadamlarının yapacağı cömert katkılarla süreç
hızlanacak. Hedefimiz kazı süresini 12 aya kadar
çıkarabilmek. Troia'dan çıkacak eserler
Çanakkale'nin turizm ve kültür alanında lig
atlamasını sağlayacak. Belki de Türkiye'nin en
önemli tarihi uğrak yerlerinden biri haline gelecek"
diye konuştu.
ÖNEMLİ OLAN TROİA'NIN KORUNMASI
Troia Kazı Heyeti Başkanlığı görevine getirilen
ÇOMÜ Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim
Üyesi Doç.Dr. Rüstem Aslan da Alman Arkeolog
Prof.Dr. Manfred Osman Korfmann ile başlayıp
Prof.Dr.
Ernst Pernicka ile devam eden 25 yıllık kazıların
2012 yılında sona erdiğini hatırlattı. 25 yılın
sonunda yeni bir süreç başladığının altını çizen
Doç.Dr. Aslan, "Troia'nın dibinde bir dünya müzesi
yükseliyor. Bu da Çanakkale'nin bir kültür ve
üniversite kenti olmasında önemli işlev sağlayacak"
dedi.
Troia Kazıları'na ana sponsor olan İÇDAŞ'ın Genel
Müdürü Bülend Engin de, kendilerine bu onuru yaşatan
ÇOMÜ'ye teşekkür etti.
Gerçek Gündem, 11.03.2014
|

|
DİNOZORLARI ASİT YAĞMURU YOK ETMİŞ
Japonya'nın Chiba şehrinde bulunan Gezegen Araştırma Merkezi'de görev yapan uzmanlar, 65.5 milyon yıl önce yeryüzündeki türlerin yüzde 80'inin yok olmasına neden olan meteorun, asit yağmurlarıyla böyle bir etki oluşturduğu teorisini ortaya attı.
Teoriye göre okyanusa düşen meteor, atmosferi güçlü bir asit olan sülfür trioksitle (SO3) doldurunca şiddetli asit yağmurları yağarak canlıların yok olmasına neden oldu.
Fosillerden edinilen bilgiye göre, yeryüzünde yaşayan canlıların yüzde 60 ila 80'i yok oldu. Bazı hayvan türleri ise okyanusun derinliklerinde saklanarak hayatta kaldı.
Sabah, 11.03.2014
|
72 DOLARA ALINAN TABLO 75 MİLYON DOLARA SATILDI

1958'de 72 dolara satılan,
restorasyondan geçince Leonardo da Vinci'ye ait
olduğu anlaşılan tabloyu 75 milyon dolara satın alan
koleksiyoncunun ismi açıklanmadı.
Rönesans döneminin ünlü sanatçısı Leonarda da
Vinci'ye ait 1513 tarihli ahşap panel üzerine yağlı
boya resim 75 milyon dolarlık rekor bir fiyata gizli
bir müşteri tarafından satın alındı. Salvator Mundi
(Dünya'nın Kurtarıcısı) adlı portre 1958'de da
Vinci'nin stüdyosunda çalışan başka bir ressama ait
olduğu düşünülerek 72 dolara elden çıkarılmıştı.
2000'li yılların başında tabloyu satın alan New
Yorklu sanat tüccarları Alexander Parish ve Robert
Simon eser üzerinde yapılan detaylı temizlik
çalışmaları ve onarımların ardından resmin Leonardo
da Vinci tarafından yapıldığını kanıtlamıştı.
FİYATI ÇOK MAKUL
İngiltere'nin başkenti Londra'da ünlü müzayede
firması Sothbey's tarafından geçen hafta pazartesi
günü yapılan açık artırmada portreyi kimin satın
aldığı tüm araştırmalara rağmen bilinmiyor.
Londra'daki galeri sahiplerinden Anthony
Crichton-Stuart söz konusu satış bedelini da
Vinci'nin Batı sanatı için önemi nedeniyle oldukça
"makul" olarak niteledi. Crichton-Stuart, "66
santimetre uzunluğundaki portre tüm Batı sanatının
en büyüleyici ve önemli ismi tarafından imzalanmış"
dedi.
Sabah, 11.03.2014
|
ÜFTADE TEKKESİ RESTORE
EDİLDİ

Üftade Mehmed Muhiddin
Hazretleri tarafından 16. yüzyılın sonlarına doğru
yaptırılan cami ve tekke yapılan restore çalışması
ile ilk günkü orijinal haline kavuşturuldu. Bursa
Büyükşehir Belediyesi tarafından 2010 yılında
başlatılan çalışmalar sonucu tamamlanan tarihi yapı
düzenlenen törenle hizmete açıldı.
Açılışa katılan Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu,
şehirdeki birçok tarihi eser gibi Üftade Tekkesi ve
Camii’nin de yenilenmesi nedeniyle Başkan Recep
Altepe’yi kutladı. Osmanlı’nın 500 yıl boyunca
dünyaya barış, adalet ve hoşgörü dağıttığını,
Osmanlı’dan kopan bölgelerin sıkıntılardan
kurtulamadığını dile getiren Bakan Müezzinoğlu,
“Bizler, dünden ders alan, dündeki değerlerimizin
anlamını iyi kavrayan, o değerlerin gölgesinde
medeniyet sunacak bir anlayışın mensuplarıyız. Onun
için bu restorasyon çalışmasını sadece bir yenileme
ya da yaşatma değil ecdadın anlayışına sahip
nesillerin dünyaya bir mesajı olarak algılamamız
gerektiğine inanıyorum. İnşallah buralar, muhteşem
tarihi geçmişten muhteşem tarihi geleceğe yürüyüşün
adımları olacaktır” dedi.
4 milyon TL harcandı
Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe ise, Üftade
Hazretlerinin, Aziz Mahmud Hüdayi gibi birçok önemli
talebesini yetiştirdiği tarihi tekkenin ayağa
kaldırılması için 2010 yılından itibaren yoğun çaba
sarf ettiklerini söyledi. Büyükşehir Belediyesi
olarak tarihi yapıyı çevreleyen binaların
kamulaştırılarak yıkıldığını, tekkenin dergah ve
mescitle beraber baştan sona yenilendiğini, çevre
yollarla birlikte yaklaşık 4 milyon TL’lik harcama
yapıldığını belirten Başkan Altepe, “Emir Sultan,
Üftade Hazretleri, Somuncu Baba, İsmail Hakkı
Bursevi gibi birçok evliyayı bağrında yaşatan
Bursa’mız önemli bir restorasyonu daha
gerçekleştirmiş oldu. Mescit dışında büyük bölümü
günümüze ulaşamayan 500 yıllık Üftade Tekkesi ve
Camii’ni tekrar gün yüzüne çıkardık. İnşallah inanç
turizmi açısından önemli bir durak olan burası,
sosyal ve kültürel bir merkez niteliğini kazanacak.
Üftade Hazretleri’nin koruma altındaki kıyafetleri
ve eşyaları da burada özel bir bölümde sergilenecek”
şeklinde konuştu.
Bursa Valisi Münir Karaloğlu, Üftade Hazretleri’nin
Bursa’ya anlam veren en önemli manevi şahsiyetlerden
biri olduğunu vurguladı. Karaloğlu, “Tarihi
eserlerin ayağa kaldırılmasında, restore edilmesinde
Büyükşehir Belediyemizin çok büyük gayretleri var.
Bugün de ayağa kalkan eserlerden birini hizmete
açıyoruz. Emeği geçenlere teşekkür ediyorum”
ifadelerini kullandı.
Konuşmaların ardından protokol üyeleri, Bursa
Müftüsü Prof.Dr. Mehmet Emin Ay’ın okuduğu duanın
ardından, kurdela keserek tekke ve camiyi yeniden
hizmete açtı. Molla Fenari Mahallesi’nde bulunan
tekke ve caminin açılışına vatandaşlar büyük ilgi
gösterdi.
TOKİ Haber, 10.03.2014
|
YAŞAYAN EN BÜYÜK 6 SANATÇI
Yaşayan en büyük
sanatçılar gibi öznel bir konuyu ele alıp bunları
listelemek tartışmalı olsa da sanat dünyasında
ayakta kalmayı başarabilmiş yaşayan en büyük 6
modern sanatçı, sanat dünyasından 100 elit
eleştirmen tarafından oylandı.
Ellsworth Kelly: 10 Oy
70’ler ve
80’lerde uzun bir süre boyunca Kelly, döneminin
sanat akımlarına bağlı kalmayı reddetti ve
işlerini uzun süre satamadı. Bu listedeki diğer
sanatçıların aksine Kelly soyutlama tarzına sıkı
sıkıya bağlı kaldı ve Sherman gibi sinema
dünyalarına girmeyi reddetti.
Bugün Kelly, sanat eleştirmenleri arasında
güçlü bir itibara ve eserlerini satacak yüksek
satış fiyatlarına sahip. 2009 tarihli eseri
‘Green White’ 1.6 milyon dolara satıldı. Kelly
bugün New York’ta, doğduğu küçük şehirden 96.560
km uzakta yaşıyor. 2. Dünya Savaşı’nda asker
olarak bir süre görev yaptıktan sonra ordudan
aldığı ‘GI BILL’ bursuyla Boston’a Güzel
Sanatlar okumaya gitti.
Sonra da Paris’te 6 yıl yaşadı. Kelly’nin
kariyeri resimden litografyaya, çizimden heykele
çeşitlilik gösterse de son dönem verdiği eserler
sade renklerle yaptığı resimlere yoğunlaşmıştır.
2013’te ABD Başkanı Obama tarafından “Ulusal
Sanat Madalyası” ödülünü aldı.

Cindy Sherman: 12 Oy
Sherman 12 oy ile
listeye girmeyi başarabilen tek kadın sanatçı
olma özelliğini taşıyor. Bu modern sanat dünyası
için hem güzel bir başarı hem de endişelendirici
bir eleştiri. 1970’lerde çektiği filmsel
anlatımlı fotoğrafları ünlü olmasa da Sherman
şahsına münhasır edimsel fotoğraflar sunmaya
devam etti.
Bu portrelerin çoğunda Sherman modelinin
saçına, makyajına, kostümüne karar verip her
şeyi kendi elleriyle yapan yönetmen rolündeydi.
Ellsworth Kelly gibi Sherman da New York’ta
yaşıyor ve çalışıyor ve Museum of Modern
Art’taki (MoMA) retrospektif sergisinin tadını
çıkarıyor.
MOMA sergisinden önce bile eserleri
“Sotheby’s”de 13.7 milyon dolar gibi fiyatlara
alıcı buluyordu ancak başarısına rağmen Sherman
hala pek tanınmayan biri.
Öyle ki bir gün New York’ta Robin Williams
gibi ünlülerin katıldığı bir yemekte, yemek
masasındakiler kimin Cindy olduğunu bilmiyordu
ve birbirlerine sorup duruyorlardı.


Bruce Nauman: 17 Oy
Sherman’ın
işlerinin geneli fotoğrafla sınırlanmış olsa da,
bu listedeki sanatçıların çoğu geniş kapsamlı
ürünler ortaya çıkardı. Bruce Nauman’ın işleri
de 60’lardan beri performatif, fotografik,
sinematik, heykelle ve baskı teknikleri olmak
üzere geniş bir yelpazeye yerleşmiştir.
17 oy almış Nauman, New Mexico’da geniş bir
bölgede çalışıp yaşamakta ve enerjisinin çoğunu
heykellerine vermiş durumda.
1966’da Wisconsin Üniversitesi’nden mezun
olduğundan beri Nauman ‘sanat gibi görünmeyen sanat
yapmak’ ile ilgilendi ve bu da dünyanın en zengin
sanat koleksiyonerlerinin ilgisini kısa sürede
çekti. Nauman’ın açık artırma rekoru 9.9 milyon
dolarla 1967 yapımı alçıdan heykeli ‘Henry Moore
Bound to Fail’e ait.



Richard Serra: 19 Oy
Listedeki diğerleri gibi Richard Serra da New
York’ta yaşayan Amerikalı bir sanatçı. Eserlerinde
kullandığı ana malzeme ise metal levhalar.
Serra, 1970’lerde ilk olarak lastik, cam elyaf ve
dökme kurşun kullanarak büyük ölçekli heykeller
yaratmaya başladı.
Sanat çalışmaları Amerika ve Avrupa’da sık sık
halka açık alanlarda sergilendi ve bazen içinde
yürüterek izleyicileri eserlerle etkileşime geçmeye
zorladı. Serra’nın işleri kariyerinin başından beri
çok yüksek fiyatlara alıcı buldu. 1981’de Federal
Plaza için yaptığı "Tilted Arc" eseri 175,000 dolar
gibi tartışmalı bir komisyonla alıcı bulmuştu.




Jasper Johns: 20 Oy
Jasper genel halk
içinde en çok son dönem yaptığı iş olan ikonik
resim ‘Flag’ (Bayrak) ile ünlendi.
1930’da doğan ve Güney Carolina’da yetişem
Johns kısa süre üniversitede kaldıktan sonra
sanat öğretmenlerinin New York’a taşınması
gerektiği öğütlerini dinleyerek taşındı.
1980’lerden beri Johns 4 veya 5 resim daha
yaptı.
Bazı yıllar hiç çalışmadı. Resimlerinin her
biri sonrasında oldukça yüksek meblağlara satın
alındı. “Met in New York “ Johns’un ‘White
Flag’ resmine tam 200 milyon dolar ödedi.
Johns yine de sanat dünyasında Çağdaş
Sanatlar Vakfı’nın Kurul Başkan’lığını yaparak
1963’ten beri farklı bir şekilde var olmayı
sürdürüyor. Vakıf müzisyenler, dansçılar,
kareograflar ve şairler de dahil her türden
sanatçıya 10 milyon dolardan fazla para dağıttı.


Gerhard Richter: 24 Oy
Richter’in
eserlerinin fiyatı üzerine Wall Street
Journal’da yer alan etkileyici bir makale, ilk
eserlerinden biri olan 1980’lerdeki ‘White
Candle’ tablosunun satılamadığına değiniyordu.
İşe ilk giriştiğinde Richer arkadaşları,
ailesi, doktorları hatta komşularıyla konuşarak
eserlerini almaya ikna etmeye çalışıyordu.
Şimdiyse eserleri en çok satan sanatçılardan
üstelik ‘White Candle’ tablosu 16 milyon dolara
satın alındı.
Richter bu listedeki Amerikan olmayan tek
sanatçı ve diğerlerinin aksine New York’ta
yaşamıyor. Hala memleketi Almanya’da Cologne
şehrinde yaşıyor.
1990’larda MOMA işlerinden bir seriyi aldığında Richter’in kariyeri de
yükselişe başladı. O günden beri üretimi verimli
bir şekilde devam etti, (3000 civarında tablo,
Warhol’un 8000 civarı eserinden daha az ancak
Dali’nin 1200 eserinden fazla)
Ancak buna rağmen sadece Richter eserleri
satan New York Galeri’de binlerce kişilik bir
alıcı istek listesi bekliyor ve talep her geçen
gün artıyor.


Habertürk, 10.03.2014
|
İNANÇ TURİZMİ ATAĞI
Kültür Bakanlığı’ndan inanç turizmi hamlesi… Türkiye’nin dört bir yanındaki kiliselerin restorasyonu için ödenek ayrıldı. Amaç hem tarihi yapıları korumak hem de turist sayısını artırmak.
Alternatif turizm kapsamında inanç turizmini yeni bir dinamik olarak gören Kültür ve Turizm Bakanlığı, Anadolu'daki kiliseleri ayağa kaldırmak için yatırım yapıyor. Hıristiyanların tarihi mabetleri restore edilerek, yüksek gelir getiren inanç turizmine hazırlanıyor. Bakanlık, 2014 planına çok sayıda kiliseyi dahil etti. Demre’deki Aziz Nikolas Kilisesi, 800 bin lira ödenekle aslan payını aldı. Restorasyon programına giren diğer yapılar şunlar:
- Aziz Helia (İzmir), Şark Kırık (Adana), Aziz Nikolas (Demre), Öşki Kilisesi (Erzurum), İşhan (Artvin), Yason (Ordu) kiliseleri - Erkekler Manastırı, Kızlar Manastırı, Elmalı ve Tokalı kiliseleri (Nevşehir)
- Misli Kilisesi (Niğde)
- Ağaçaltı, Karagedik, Yılanlı, Sümbüllü ve Pürenliseki kiliseleri (Aksaray).
Akşam, Haber: Volkan Yanardağ, 10.03.2014
|
 |
|
CERVANTES'İN SIR MEZARI
İspanya’nın en önemli yazarı Cervantes’in
Trinitarians Manastırı’nda bulunan fakat manastır
binası büyüdükçe şu an tam olarak nerede olduğu
bilinmeyen mezarı aranıyor.
Don Quixote adlı romanıyla tüm dünyanın en
önemli yazarları arasında yer alan Cervantes, 1616
Nisan ayında manastıra defnedildi ancak günümüzde
yazarın tam olarak nereye gömüldüğü bilinmiyor.
Madrid Belediyesi birkaç hafta içinde başlaması
planlanan tarihi analizlerin ilk etabı için 12-14
bin euro arasında bir bütçe tahsis etti.
Akşam, 10.0.2014
|
YATAĞINI DA HES'E KAPTIRDI

Arhavi’de şehir içine yapılması planlanan Kavak
Hidroelektrik Santralı (HES) projesinin ulaşımını
kolaylaştırmak için 18. Yüzyıl’dan kalma Orçi
Köprüsü’nün hemen yanında kaçak bir köprü yapılıyor.
Yeni köprünün yapımı sırasında dere yatağıyla
oynayan firma, Orçi Deresi Köprüsü’nün açıkta
kalmasına neden oldu. Tescilli köprünün iki ayağı
bakımsızlıktan yıkılırken, ayakta kalan tek parçası
ise HES’e karşı direniyor.
Artvin’in Arhavi İlçesi Ortacalar yolu üzerine
Osmanlı döneminden kalma Orçi Deresi Köprüsü, 1990
yılında
Kültür Bakanlığı tarafından tescillenerek koruma
altına alındı. 1995 yılında köprünün iki gözü
bakımsızlıktan yıkılınca bölge halkı restorasyon
için Karayolları Genel Müdürlüğü’ne başvurdu.
Karayolları Bölge Müdürlüğü
bütçe yetersizliğinden dolayı köprünün
önümüzdeki yıllarda restore edilebileceğini
belirterek tarihi köprüyü kaderine terk etti.
2012 yılında MNG firması tarafından Kavak HES
projesi başlatıldı. Projenin ulaşımını
kolaylaştırmak için Ermiş
İnşaat , tarihi köprünün 65 metre uzağında 15
metre uzunluğunda kaçak olduğu belirtilen bir köprü
yapmaya başladı. Bunun üzerine Orçi Deresi
Köprüsü’nün ayakta kalan tek gözü de korumasız
kaldı.
‘Restore edilmeli’Dere yatağının
değiştirilmesi sonucunda yıkım süreci hızlanan
tarihi köprünün bir an önce restore edilerek koruma
altına alınmasını isteyen bölge halkı ise
Trabzon Kültür Varlıklarını Koruma Bölge
Kurulu’na başvuruda bulundu. Yeni köprünün tarihi
köprüye zarar verdiğini savunan Arhavi Doğa Koruma
Platformu, acil tedbir istiyor:
‘’Köylere ulaşım sorununun çözülmesi için bölgeye
bir köprü lazım. Ancak bu köprü bölge halkı için
değil HES inşaatı için yapılıyor. HES projesini
kolaylaştırmak için kaçak köprünün yapılmasına
karşıyız. Üstelik köprü tarihi Orçi Köprüsü’nün
koruma bandı içinder. Yeni köprü tarihi köprüye
zarar veriyor. Tarihi köprünün restore edilmesini ve
kaçak köprü yapımının da durdurulmasını istiyoruz.’’
Radikal, Haber: İdris Emen, 10.03.2014
|
TARİHİ YOLA ASFALT DÖKTÜLER

Elazığ Karakoçan’dan başlayarak Bingöl Kığı,
Sancak ve Karlıova İlçelerinden Kara Cehennem
Ormanları’na kadar uzanan Urartuların, 2 bin 800 yıl
önce inşa ettiği karayolu yok olma tehdidi altında.
Karayolları Sekizinci Bölge Müdürlüğü tarafından
gerçekleştirilen yol çalışması tarihi Urartu yolunda
ağır tahribat meydana getirdi.
Urartulardan günümüze kadar kalabilen kalelerin
yanında, kazılarda elde edilen arkeolojik bulgular
ve yollar bulunuyor. Urartu Karayolu, Bingöl-Elazığ
arasında, 1980’lerde keşfedildi. Dünyanın en eski
yolu olma özelliğini taşıyan karayolu, bölünmüş yol
çalışmalarında tahrip ediliyor.
TOPRAK ALTINDA KALDI
Karayolları Sekizinci Bölge Müdürlüğü Bingöl-Elazığ
arasındaki yol genişletme çalışmasını sırasında
Bingöl’e doğru uzanan tarihi yolu dikkate almadı.
Taşlarla örülmüş tarihi yolun üzerine asfalt
döküldü. Çalışmalar yüzünden hem toprak hem de
asfalt altında kalan tarihi mirasın geri kalan kısmı
ise yol kenarında yapılan hayvan barınaklarının
inşası sırasında da ağır hasara uğradı.
100 KM’LİK SAKLI YOL
Tahrip edilen 2 bin 800 yıllık tarihi yol Doğu ve
Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yaşayan ve sürekli göç
halinde olan Beritanlılar tarafından hala
kullanılıyor. Dağlarda, yaylalarda, araçların
gidemediği bölgelerden bu yolun geçtiğini belirten
Beritanlılar, dağlarda hayvanlarını bu yollardan
geçiriyor. Yıllardır bölgede hayvancılık yapan
Beritanlılar, hala kullandıkları Urartu yolunu şu
şekilde anlattı: “Koyun sürülerimizi ve Atlarımızı
bu yoldan geçiriyorduk. Karakoçan’dan başlayan eski
yol (Urartu yolu), Sancak, Kığı ve oradan Karlıova
Karacehennem ormanlarından geçiyor, Solhan ve Muş’u
bir birine bağlıyor. Bu karayolunun sadece bu
bölgede kalan kısmı sağlam kaldı. Bingöl dağlarında
ise yolun keşfedilmemiş 100 kilometrelik bölümü daha
var.”.
URARTULARDAN BUGÜNE ÇOK AZ ESER KALDI
Urartu Devleti en güçlü döneminde (MÖ 8-7.yy),
günümüzdeki Doğu Anadolu, Kuzeybatı İran, Irak’ın
küçük bir bölümü ile kuzeyde Aras Vadisi’ne
egemendi. MÖ 8. Yüzyıl’da Kent ve kale inşa
ettiler, Doğu Anadolu’da sulama amaçlı ilk göletleri
kurdular, kanallar ve karayolu sistemlerini
geliştirdiler. Dere yataklarında dev taş blokları
kullanarak dayanıklı köprüler inşa ettiler. Doğu
Anadolu bölgesinde Urartular döneminde yapılan bir
çok yapı olmasına rağmen, sadece bazıları günümüze
kadar varlığını koruyabildi.
Taraf, Haber: Remzi Budancir, 09.03.2014
|
TROYA HAZİNELERİNİN ESRARI

31 Mayıs 1873 yılında Heinrich Schliemann’ın
Troya’da (Hisarlık) bulduğu ve hukuk dışı yollarla
yurt dışına kaçırdığı hazineler, arkeoloji tarihinin
en önemli buluntuları arasındadır.
Schliemann’ın her türlü hile ve oyunla kaçırdığı
eserleri, 5 Ağustos 1873 günü Almanya’daki bir
gazetede ‘Priamos’un Hazineleri’ olarak yayımlaması,
kısa süre içerisinde hem kendisinin hem de
buluntuların ünlü olmasını sağlamıştır. Troya
buluntularının önemini başından itibaren bilen
Osmanlı Devleti, buluntuların peşine düşmüştür.
Osmanlı Devleti, dönemin müze müdürü Anton Dethier’i
uluslararası hukukun tüm kurallarını zorlayarak,
hazineleri geri alması için Atina’ya yollar. Sekiz
ay süren dava sürecinde, Schliemann’ı kayıran Yunan
mahkemesi, olayı çıkmaza sokunca, Osmanlı Devleti
maalesef 50 bin altın frank karşılığında, mahkemeyi
sulfla sonuçlandırarak, buluntulardan vazgeçer.
Bir süre Avrupa’da sergilenen buluntular, dünya
kamuoyuna Schliemann tarafından, karısının takılarla
çekilmiş fotoğrafıyla tanıtılır. Eserler II. Dünya
Savaşı’na kadar Berlin’de sergilenir. Savaş
sonrasında, pek çok diğer sanat eserleriyle birlikte
ortadan kaybolan eserlerin akıbeti uzun süre
bilinemez. Sovyetler Birliği’nin 90’lı yılların
başında parçalanması sürecinde 1992 yılında, Troya
hazinelerinin, Moskova’daki Puşkin Müzesi’nin
deposunda saklandığı açıklanır. II. Dünya Savaşı
sırasında Stalin’in tasarladığı müze için Avrupa’dan
savaş ganimeti şeklinde eser toplayan genç subay
Antonova, hazineleri doğrudan Puşkin Müzesi’nin
depolarına saklamıştır. Troya ören yerinden
Schliemann dönemi kazıları sırasında çıkan, Osmanlı
Devleti’nin el koyarak İstanbul’daki müzeye
yolladığı küçük bir hazine daha olsa da, Troya
eserlerinin büyük bölümü maalesef çıkarıldığı
topraklardan koparılarak götürülmüştür.
Troya hazinelerini ünlü kılan hiç kuşkusuz,
buluntuların Troya gibi antik dönem destanlarının
merkezi olan bir yerden çıkmış olmasıydı, ancak
hazinelerdeki usta işçilik ve tasarım da
buluntularının giderek ünlenmesinde büyük rol
oynamıştır. Modern dönem araştırmaları eserlerin
genel olarak günümüzden 4500 yıl önce yapıldığını
ortaya koymuştur. Bu dönemde Anadolu ve Ege
Bölgesi’nde de benzeri buluntular var olmasına
rağmen yoğunluk ve farklı özellikteki buluntuların
bir arada olması, Troya hazinelerini daha önemli
kılmaktadır. Peki ama acaba bu eserleri yapan ve
tasarlayan usta Troyalı mıydı? Böylesi bir sorunun
cevabını vermek hiç kolay olmasa da eserlerin nerede
ve nasıl üretildiği konusunda bazı somut veriler söz
konusudur.
Hazinelerin çıktığı dönem olarak da tanımlanan Troya
II kenti, aslında kentin hem mimari, hem teknolojik
büyük bir atılım gösterdiği döneme denk düşmektedir.
Bu dönemde Troyalı ustalar bakır ve kalayın belirli
oranda karışımıyla elde edilen tunçtan sert kılıç,
mızrak ve ok uçları gibi objeler
üretebilmekteydiler. Aynı zamanda ilk kez hızlı
dönen çömlekçi çarkıyla seri üretim çanak çömlekler
üretilebilmekteydi. Farklı uzmanlık alanlarındaki
zanaatkarlardan en ön plana çıkanlarsa
kuyumculardır. Kazılardan ve hazine buluntuları
içinden çıkan kalıplar, küçük külçeler, büyüteç
olarak kullanılmış dağ kristalinden yapılan pek çok
eser, altın, bakır, gümüş ve elektron gibi
metallerden yapılmış eserlerin Troya’daki ustalar
tarafından üretilmiş olduğunu ortaya koymaktadır.
Troyalı kuyumcuların kullandıkları ve % 96’lık bir
altın oranına sahip hammadde oldukça ender rastlanan
bir durumdur. Bu kadar kıymetli altın madeninden
sadece küçük takılar değil, sosluk, kadeh ve benzeri
büyük kaplar da üretiliyordu. Bununla birlikte
farklı oranlarda bakırla sertleştirilmiş gümüş ve
elektron olarak tanımlanan altın-gümüş alaşımı da
takı ve başka amaçlarlar için işleniyordu. Ancak hiç
kuşkusuz ‘Priamos Hazinesi’ olarak adlandırılan
buluntuların etkileyici olması sadece yapıldığı
malzeme nedeniyle değil, daha çok takı
buluntularının desen ve biçim zenginliğidir. Bütün
takıların tek tek desen ve biçim olarak tasarlandığı
anlaşılmaktadır.
Schliemann’ın 1873 yılında kaçırdığı eserler
arasında en muhteşem buluntu olarak kabul edilen pul
pul işlenmiş alınlığın dışında, zülüf halkaları,
bilezikler, farklı tiplerdeki yüzükler, başlı ya da
pullu iğneler, sepetçik biçimli küpeler de göze
çarpmaktadır. Takılar ne kadar küçük olursa olsun,
her eserde bir aplikasyon ve ek süsleme de
yapılmıştır. Yaklaşık 13 kg. toplam altını kapsayan
‘Priamos Hazineleri’ arasında sadece Hazine A olarak
adlandırılan takılar bile 8800 küçük parça altından
tasarlanmıştır. Söz konusu bu parçalar 5
milimetreden daha küçüktür. Bu kadar küçük objeler
bile çiçek, yaprak, yıldız ve baklava desenleri gibi
detaylarla şekillendirilmişlerdir. Bunun da ötesinde
oyma ve baskı yöntemiyle de üretilmiş, ya da
lehimlenerek tutturulmuş minik altın prizmatik
objeler de üretilmiştir. Büyüteç olmadan yapılması
imkansız bu eserlerin üretimi sırasında, Troyalı
kuyumcular kuvarstan yapılmış mercekleri büyüteç
olarak kullanmışlardır. Bu mercekler de ayrı bir taş
yontma ustalığına işaret etmektedir. Altının yanı
sıra taş işçiliğinin en güzel örneklerini de hazine
buluntuları arasında görebilmekteyiz. Doğal
kaynakları sadece Afganistan bölgesinde olan mavi
renkli lapislazuliden yaklaşık 30 cm. büyüklüğünde
törensel baltalar üstün ustalık işçiliğini ortaya
koymaktadır.
Günümüzden yaklaşık 4500 yıl önce Troyalılar,
Anadolu ve uzak bölgelerle gerçekleştirdikleri
ticaret ilişkileriyle zengin ve efsanevi bir kent
yaratmışlardır. Bu zengin kentin kuyumcuları, taş
ustaları, tasarımcıları, Anadolu takı sanatının en
üstün ve arı eserlerini bizlere kazandırmışlardır.
Akşam, Yazı: Rüstem Aslan, 09.03.2014
|
"DEVLET ELİYLE KÜLTÜR VARLIĞI YOK EDİLDİ"

İstanbul Mimarlar Odası,
Devlet Konukevi’ne dönüştürme çalışmaları süren
Çengelköy’deki Vahdettin Köşkü’nü takibe aldı.
Mimarlar Odası Büyükkent Şubesi Yönetim Kurulu
Başkanı Sami Yılmaztürk, “Orada devlet eliyle
hukuka aykırı olarak yürüyen işlemler var. Çok
sayıda ağaç kesilmiş ve 1’inci grup tescilli bir
kültür varlığı temelli yok edilmiş durumda”
dedi.
Koruma Kurulu’ndan orada ne işlemler
yapıldığını soracaklarını belirten ve 17 Aralık
Operasyonu’na gönderme yaparak rant vurgusu
yapan Yılmaztürk şunları söyledi:
“Vahdettin Köşkü olarak bilinen yapı, bugün
itibariyle Boğaziçi’nden sorumlu
İstanbul 3 Numaralı Koruma Kurulu kararına
aykırı olarak yıkılmış, dört duvar arasında
betonarme yapılmış, cephesi ahşapla kaplanmış,
1’inci grup tescilli bir eski eserdi. 3 Numaralı
Kurul bu hükümet döneminde yapının yıkılıp
yeniden inşası doğrultusunda karar almıştı ve
boş duruyordu. Yakın zamanda inşaatla birlikte
ağaçlar kesilmeye başlandı. Restorasyon
demiyorum; kötü bir uygulama ile betonarme
duvarlar yapılmış, keyfe ve ihtiyaca göre eski
eser varmış gibi yapan bir uygulama söz konusu
orada. Çok sayıda ağaç kesildi ve bir kültür
varlığı temelli yok edilmiş durumda. Daha sonra
ilave inşaatlar yapıldı. Vahdettin Köşkü hariç
orada 4 tane daha köşk olması lazım. Bugün nasıl
büyük siteler görürsünüz, üstte villalar vardır
ama hepsi yeraltından otoparklarla birbirine
bağlanmıştır; orada da aynı şekilde bağlantılar,
otoparklarla bu köşkleri birbirine bağlayan
inşaatlar söz konusu. Boğaziçi,1983 tarihli
yasayla koruma alınmıştır. Herhangi bir kat
yapmanız suçtur. Bir vatandaş zemini kazıp da
istinat duvarı yapamaz. 2002’den sonra bu sayı
arttı. Perde çekilip onarım adı altında bina
sökülüp yerine betonarme yapılıyor. 17 Aralık’ta
gördük, tamamen ranttan pay alma çerçevesinde,
hukuk dışı işlemler söz konusu orada. Devlet
eliyle ağaçlar kesilmiş, zemin değişmiş, mevcut
yapıya uygun olmayan bir yapı. Mimarlar Odası
olarak takip ediyoruz.”
Hürriyet, Haber: Ali Dağlar, 08.03.2014
|
ANTİK PHASELİS'İ KİM KORUYACAK?

Tamince’ye Rixos Otel
yapsın diye tahsis edilen antik şehir tehlikede...
Çevre Mühendisleri Odası’nın gündeminde Olimpos
Milli Parkı içine Rixos Oteli yapmak isteyen Fettah
Tamince var. Oda, ‘Tanrı korusun’ anlamına gelen
Phaselis’teki tahsisi kaldırmaya çalışıyor.
Geçtiğimiz hafta Atatürk Orman Çiftliği’ndeki
Başbakanlık binasıyla ilgili, mahkemeden iptal
kararı çıkaran Çevre Mühendisleri Odası’nın (ÇMO)
yeni hedefi, işadamı Fettah Tamince’ye 5 yıldızlı
Rixos Oteli yapması için tahsis edilen Olimpos Milli
Park’ı içindeki Phaselis antik kenti oldu.
280 odalı otel izni var
ÇMO, birinci derece Arkeolojik Sit Alanı olan
dünyaca ünlü Phaselis antik kentinde yapılacak 5
yıldızlı otel ve tatil köyü projesini kurtarmak
amacıyla 2 ayrı dava açtı. Helen dilinde ‘Tanrı
korusun’ anlamına gelen antik kent ‘Phaselis’in
korunup korunamayacağı davaların sonucunda belli
olacak.
Rixos Otelleri zincirinin bir parçası
olacak şekilde, Beydağları Olimpos Milli Park
sınırları içinde bulunan ve bir kısmı 1. derece
Arkeolojik Sit Alanı’nda bulunan alana, 280 odalı, 3
adet yüzme havuzlu, 6 adet Tenis Kortlu, 100 Araçlık
Üzeri Kapalı Otoparkı olan, 1000 kişi kapasiteli
otel ve tatil köyü yapılması projesi ortaya çıktı.
Söz konusu proje için sözkonusu alan, Tamince’nin
Ares Phasilis Ltd. şirketine tahsis edildi. Ancak
alanın, sözkonusu projenin hazırlanmasından önce
tahsis edildiği ve imar planının bu tahsisin
ardından hazırlandığı ortaya çıktı. Ayrıca,
Tamince’ye tahsis edilen alanın “Milli Park” olması
ve uluslararası sözleşmelerle korunmuş tarihi Antik
Phasilis kentinin hemen arkasında ve arkeolojik
alana bitişik iç içe bir alan olması da büyük bir
tartışma yaratıyor.
Baran Bozoğlu: Sit alanını tahsis ettiler
ÇMO, önceki gün projeyi iptal ettirmek için 2
ayrı dava açtı. ÇMO Başkanı Baran Bozoğlu, açtıkları
davayla ilgili şu bilgileri verdi: “İnşaat alanının
hemen yanı ile denize bakan kısmının önü Phaselis
Liman Kenti. Tahsis edilen alanda 5 yıldızlı
turistik tesis yapımı amaçlanıyor. Tesisin ve otelin
yapımı, inşaat aşaması, inşaat ve sonrası kullanımı,
alt yapı tesisleri antik kente, doğal site ve milli
parkın bu bölümünde kalan orman ekosistemine zarar
verecek konumda. Ayrıca, Antalya İl Çevre ve
Şehircilik Müdürlüğü, proje için ‘ÇED gerekli
değildir’ kararı verdi. Olacak şey değil. Proje için
tahsis edilen alanın 20 dönüm kadarı 1. Derece
Arkeolojik Sit Alanı olmasına rağmen bununla ilgili
hiçbir inceleme bulunulmadığı ortaya çıkıyor. Milli
Park statüsünde ve orman olan alanla ilgili özel bir
değerlendirme yapılmıyor, hatta 161 bin metrekare
alana oturacak ve içinde tenis kortu, otel, 3 yüzme
havuzu, ve AVM bulunacak kompleks için kaç ağaç
kesileceğine ilişkin bilgi dahi bulunmuyor.”
Vatan, Haber: Gülümhan Gülten, 08.03.2014
******
TAMİMCE'DEN 'ANTİK KENT' AÇIKLAMASI
Olimpos Milli
Park’ı içindeki Phaselis antik kentinde otel ve
tatil köyü projesi hazırlığındaki işadamı Fettah
Tamince, VATAN’ın konuyu gündeme taşıması üzerine
sessizliğini bozdu. Geçen hafta Çevre Mühendisleri
Odası tarafından iptali için dava açılan projeyle
ilgili Tamince, şöyle konuştu: “Güneş ve toprak
enerjisi kullanılarak, arazideki tüm bitki ve ağaç
rölövesine uygun ve dokunulmadan, teması sağlık ve
doğal yaşam üzerine kurgulanan bir proje. En çok
yatırım yaptığım Antalya’ya ve çevreye zarar verecek
bir projenin peşinde olmam mümkün değil. Şehrin
tarihi dokusuna ve doğasına ters düşecek bir
projeyle turizm yapılabileceğine inanmıyorum.”
Vatan, 11.03.2014
******
PHASELİS'TEKİ OTEL PROJESİ BAŞTAN SONA USULSÜZ ÇIKTI

Antalya’yı ayağa kaldıran ve geçtiğimiz günlerde
yargıya taşınan Phaselis antik kenti bitişiğindeki
otel projesinin tahsisinden planlamasına, ÇED
dosyasından inşaat emsal oranının belirlenmesine
kadar baştan aşağı usulsüz olduğu ortaya çıktı.
Antalya’nın Kemer İlçesinde bulunan ve 2 bin 700
yıllık geçmişe sahip olan Phaselis antik kentinin
bitişiğinde otel yapılmak istenmesine yönelik
tepkiler üzerine projenin sahibi iş adamı Fettah
Tamince “Phaselis’e proje yapacak kadar çıldırmadım”
ifadelerini kullanmıştı. Yerel bir gazeteye konuşan
Rixos otellerinin sahibi Tamince, ABD’li mimarlarca
tasarlandığını belirttiği projesini savunarak, alana
uygulanacak yapıların temel kazısı yapılmadan inşa
edilecek 2 katlı 193 bungalovdan oluşacağını öne
sürmüştü.
PROJE ÇELİŞKİLİ
Projeye dava açan kuruluşlardan biri olan TMMOB
Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) konuyla ilgili bir
basın açıklaması yaparak, bir kısmı 1. derece
arkeolojik sit, tamamı ise milli mark sınırında
bulunan otel girişimi hakkındaki çarpıcı ayrıntıları
kamuoyuyla paylaştı. TMMOB ÇMO Başkanı Baran
Bozoğlu, tarihi ve doğal bir alan olan Phaselis’in
toplumdan koparılarak ranta açıldığına işaret ettiği
açıklamasında, burada yapılması planlanan otel
projesindeki hukuksuzluklar ve bilim dışı
uygulamalar hakkındaki bilgiler verdi.
“Alanda süreç bilim dışı ve tersten işletilerek
rantın önü açılmıştır” diyen Bozoğlu, “Önce alan
tahsis edilmiş, daha sonra şirket, gereken evrakları
toparlamış, proje hazırlanmış, Uzun Devreli Gelişim
Planı yapılmış, ardından imar planları yapılmıştır.
Yani, önce milli park sınırları içerisinde orman
olarak belirlenen arazi, yatırım amaçlı tahsis
edilmiş, ardından buna uygun yasal prosedür yerine
getirilmiştir. Milli Parklar Kanunu 8. Maddesinde
açıkça ‘...Milli park ve tabiat parklarının gelişme
planları kesinleşmeden bu Kanunda sözü edilen izin
verilemez’ denilmektedir. 180 dönümlük,
biyoçeşitliliği yoğun olan, doğal alan, orman alanı
herhangi bir plan olmadan tahsis edilmiş, tahsis
işleminin ardından planlar hazırlanmıştır!”
ifadelerini kullandı.
‘ORMAN KANUNUNA AYKIRI’
Otel için ayrılan alanın tahsis bedeli hakkında
Orman Bölge Müdürlüğü’ne sormalarına rağmen bu
bedelin öğrenilemediğine dikkat çeken Bozoğlu,
tahsis bedelinin sorgulanması gerektiğini ve bu
konuda Bakanlığın şeffaf hareket etmesi gerektiğini
belirterek, “Orman Kanu’nun 17. maddesi hangi
durumlarda ormanlık alanın tahsis edilebileceğini ya
da kiralanabileceğini belirlemiştir. Buna göre 17.
maddenin 3. Fıkrasında ‘...Devlet ormanları üzerinde
bulunması veya yapılmasında kamu yararı ve zaruret
olması halinde’ denilmektedir. Yasanın bu maddesi,
ormanlık alanda yapılabilecek tesisleri tek tek
saymış, bu tesislerin yapımına da ancak ‘kamu
yararı ve zaruret hali’nin bulunması durumunda izin
vermektedir. Alanda otel ve tatil köyü yapılacağı
açıktır. Ne var ki, Yasanın bu maddesi Milli Park
Statüsündeki Ormanlık alanda, otel veya tatil köyü
yapımına izin vermediği gibi, otel veya tatil köyü
yapımında ‘kamu yararı ve zaruret’ de
bulunmamaktadır” görüşünü savundu.
Evrensel, Haber: Yusuf Yavuz, 11.03.2014
|
İÜ'DEN İBRETLİK AÇIKLAMA: ADININ BATHONEA OLDUĞU
BİLE ŞÜPHELİ

Bathonea antik kentine TOKİ’nin konut yapmak
istediğini dün duyurmuştuk. Arkeoloji dünyasını
ayağa kaldıran bu gelişmeye Kültür ve Turizm
Bakanlığı da tepki gösteriyor. Resmi açıklama
yapılmadı belki ama Kültür Varlıkları ve Müzeler
Genel Müdürlüğü araştırma yapmaya başladı bile.
Bakanlık ören yeri statüsüne almak için çaba sarf
ettiği arazinin TOKİ’ye devredilmesinin şokunu
yaşıyor.
Bir bakanlık yetkilisi “Ören yeri için
İstanbul Üniversitesi’ne sormaya bile gerek
yokken nezaketen kendilerine bildirelim dedik. Onlar
ise yangından mal kaçırırcasına araziyi TOKİ’ye
devrettiler. Bakanlığın kamulaştırma için
üniversitenin görüşüne ihtiyacı olmadığı halde
görüşüne başvuruyor. Bir bilim yuvasına bu
yakışmadı. Ancak buranın takipçisi olacağız. Ören
yeri fikrimizden vazgeçmiş değiliz ’’ diye tepki
gösterdi. Bakanlığın asıl korkusu arazinin Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı’nca ‘afet alanı’ ilan edilmesi.
Öyle bir durumda bakanlığın eli kolu bağlanıyor. İÜ
ise kazıların abartıldığını ileri sürerek
yapılaşmanın Sit’ten çıkarılan alanda olacağını
belirtti.
TOKİ’nin görevi toplu konut inşaa etmek. Evsiz
vatandaşlarımıza uygun fiyatla konut imkanı
sağlamak. Ancak bunu yaparken doğal sit alanlarına,
tescilli tarihi binalara, arkeolojik sit alanlarına
saygı göstermesi beklenir. Ataköy sahilde tescilli
Baruthane binalarının bulunduğu alanda Kültür
Varlıkları Koruma Kurulu’na danışmadan inşaata
başlıyor, bunu da kılıfına uydurarak “Tabiat
Varlıkları Komisyonu’ndan izin aldım” diyerek
geçiştiriyor. Aslında Koruma Kurulu’ndan izin alması
gerektiğini TOKİ yöneticilerinin bilmemesine imkan
yok. Lakin bir oldubittiye getirip kamuoyu
uyanıncaya kadar binalar yükselir mantığını devreye
sokuyor. Devletin bir kurumu alenen 2863 sayılı
yasayı çiğniyor. Bunu yapanlar hakkında şimdiye
kadar yasanın 65 maddesinde belirtilen 2 ile 5 yıl
arasındaki hapis cezası hiç uygulanmadı.
Üniversiteye tepki var
Gerek
sosyal medyada gerekse arkeoloji dünyasında ilgi
çeken son
haber için İÜ’ye de büyük tepki var. Üniversite Cerrahpaşa ve Çapa’daki binaların yenilenmesi karşılığında sit alanında bulunan arazilerini TOKİ’ye apar topar devretmişti. Acele etmesinin sebebi bakanlığın bu arazileri kamulaştırmak istemesiydi. Kendi bünyesinde en köklü kürsülerden birini oluşturan Arkeoloji Bölümü öğrencilerinin itiraz ettiği bu devir işlemi bilim dünyasını da derinden yaraladı. Antalya Perge’de kazı ve restorasyon çalışmalarını uzun yıllardır İÜ yürütüyor. TOKİ burada konut ya da AVM yapsa üniversite sessiz mi kalacak? İstanbul 1 Nolu Kültür Varlıkları Koruma Kurulu’nun vereceği ret kararı ile bu ütopik düşüncenin bir an önce biteceğini umut ediyorum. Sadece ben değil tüm arkeoloji camiası aynı umudun içinde.
İstanbul Üniversitesi ise olayla ilgili ibretlik bir
açıklama yaptı. “Universite özetle diyor ki; TOKİ
ile apar topar protokol yapmadık, çalışmalar
2011’den beri sürdürülüyor, geçtiğimiz ocak
sonuçlandırdık. 1. derece arkeolojik SİT’e ağaç bile
dikilmesi mümkün değilken herhangi yapı zaten
yapılamaz. Koruma Kurulu kararı ile 2010’da SİT
alanından çıkarılan alanda yapı uygundur. Diğer kazı
alanı göle uzanan kültürel bir alan oluşturması için
TOKİ’ye devredilmesi uygun görülmüştür. Tahsisi
yetkisi sadece üniversitemize ait olmayıp
Başbakanlık’ın uhdesindedir. ‘‘
Asıl can alıcı nokta sona saklanmış. Bu alanın
Bathonea bile olmadığını ileri süren üniversite
kazıların abartıldığı görüşünde. İşte o açıklama:
‘‘Söz konusu eski yerleşmenin Bathonea olmadığı
konusunda kazının bilimsel danışmanlarından
universitemiz öğretim üyesi Prof.Dr. Oğuz Tekin’in
yazıları bulunmaktadır. Bu bağlamda bilimsel olarak
Bathonea olduğu kanıtlanmamış bir ‘Thrakia Geç Antik
Dönem/Erken Bizans (köy)’ yerleşkenin Bathonea
olarak adlandırılması bilimsellikten uzaktır. Ayrıca
kazı alanında Hititler’e ve Hitit Dönemi’ne ait
herhangi bir kent, yerleşim ve yapı kalıntısı
bulunmamaktadır. Hititler’e ait olduğu
iddia edilen kimi küçük buluntuların arkeoloji
bilimi çerçevesindeki akademik bir yaklaşımla
değerlendirilmesi gerekmektedir. Hititler’e ait
olduğu iddia edilen kimi küçük buluntuların
değerlendirilmesi popülist değil akademik
yaklaşımlarla gerçekleşecektir.’’
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 08.03.2014
******
BATHONEA DEĞİL, ANTİK KÖY
Küçükçekmece Göl Havzası
içinde devam eden ve
İstanbul tarihi için büyük şans olarak
nitelendirilen Bathonea antik kentine TOKİ
tarafından konut yapılmak istenmesine tepkiler çığ
gibi büyüyor. İstanbul Üniversitesi’nin Çapa ve
Cerrahpaşa hastanelerinin yenilenmesi karşılığında
1. derece arkeolojik sit alanlarının da bulunduğu
arazilerini TOKİ’ye devrettiğini duyurmuştuk. TOKİ
bu arazilerde konut yapmak için İstanbul 1 Nolu
Kültür Varlıkları Koruma Kurulu’na proje sunmuştu.
Hali hazırda arkeolojik kazıların devam ettiği
parsellerin de içinde bulunduğu proje için dün
İstanbul Üniversitesi’nden bilim dünyasını şaşkına
uğratan bir açıklama geldi.
İşte o açıklama: ‘‘Habere konu edilen arkeolojik
kazıların devam ettiği alanın Bathonea antik kenti
olduğuna dair bugüne değin kazılar sırasında
herhangi bir yazılı belge ele geçmemiş olduğu
bilinmektedir. Söz konusu eski yerleşmenin Bathonea
olmadığı konusunda söz konusu kazının bilimsel
danışmanlarından üniversitemiz öğretim üyesi
Prof.Dr. Oğuz Tekin’in yazıları bulunmaktadır. Bu
bağlamda bilimsel olarak Bathonea olduğu
kanıtlanmamış bir ‘Thrakia Geç Antik Dönem/Erken
Bizans kome (köy)’ yerleşkesinin Bathonea olarak
adlandırılması bilimsellikten uzaktır.’’
Byzantion’un parçası
Bu açıklama ile İÜ, sit alanı
olan arazilerini TOKİ’ye peşkeş çekmesinin ayıbını
örtmek için ‘‘burada ismi Bathonea bile olmayan
küçük bir antik köy bulunuyor, konut yapılmasının ne
sakıncası var’’ demek istiyor. İÜ bunu yazarken de
kendi üniversitesinden Prof. Oğuz Tekin’in
makalelerini örnek gösteriyor. Ne demiş Tekin bir de
ona bakalım. Tekin’in Arkeoloji ve Sanat dergisinin
132. sayısındaki makalesinden alıntılar veriyorum:
‘‘... Byzantion’un egemenlik alanı klasik ve
Helenistik çağlarda olasılıkla Silivri
teritoryumunun başladığı yere kadar uzanıyordu. Bu
nedenle Küçükçekmece ve civarı da kesinlikle
Byzantion’un bir parçasıydı. Orada polis statüsünde
ayrı bir kent bulunması söz konusu değildir.’’
’’...Antik Çağ yazarlarının eserlerinde sadece
Bathynias adlı çayın adı geçmekte iken Bathonea adlı
bir yerin adının geçmemesi tesadüf değildir. Çünkü
yazıtlarda adı geçen Bathonea bir yer adı olmayıp
etnik bir sınıfı işaret etmektedir.”
Yine Eski Çağ Enstitüsü
Haberler isimli dergide de Tekin, ‘‘Sadece
yazıtlarda adı geçen Bathonea, bir toponim yani yer
adı olmayıp toplumsal bir sınıfı (cemaat) işaret
etmektedir.”
Yine İÜ’den Prof. Hamdi Sayar da Bathonea olmadığı
görüşünde ve şöyle diyor: ‘‘Eski çağlarda bazı
yerleşmeler var ki şehir ama şehir statüsünde değil.
Son araştırmalara göre burası İstanbul ile Balkanlar
arasında bir yol istasyonu.’’
Bulunmaz bir tarihi fırsat
Şimdi de Bathonea ismi nerden çıktı ona bir göz
atalım. Bathonea ismi bir asır önce bulunan iki
yazıtta geçiyor. Biri halihazırda Arkeoloji Müzeleri
bahçesinde duran ve Haliç Tersanesi’nde 19 yüzyıl
sonlarına doğru bulunan lahitin üzerinde yer
almaktadır. Arif Müfid Mansel bu lahitin üzerindeki
yazıtı okuyarak yayımlıyor. Lahitin üzerinde
‘‘Bathonea’lı Rufus’un oğlu Damas’ın 33 yıl
yaşadığı’’ kaydı var. İkinci yazıt ise Gümüşyaka’da
20. yüzyıl başlarında bulunmuş bir stel üzerinde
Bathonea ismi yer alıyor. Prof.Dr. Semavi Eyice bu
yazıtlardan yola çıkarak ortaya koyduğu makalede,
‘‘Küçükçekmece dolaylarında Bathonea adında küçük
bir yerleşim yerinin varlığı, bazı mezar
kitabelerinden tahmin edilebilir ise de kesin yeri
bilinmemektedir’’ diyor. Ortada bir Bathonea kenti
var ancak bunun yeri tam olarak bilinmiyor. Bilimsel
kazıları sürdüren Yrd. Doç. Şengül Aydıngün de
kesinlikle burası ‘Bathonea’ demiyor. Ancak her
geçen yıl kazılardan gelen buluntuların adım adım
kendilerini o yöne götürdüğünü düşünüyor.
Buranın Bathonea olmadığı fikrini savunan İÜ’den
Prof. Tekin ile Prof. Sayar, Kültür ve Turizm
Bakanlığı izni ile sürdürülen Bathonea arkeolojik
kazılarının bilimsel danışmanları. Yani kazı başkanı
bu iki farklı görüşe rağmen hiç bilimsel kıskançlık
yapmadan her iki ismi de danışman olarak kazı
heyetinde bulunduruyor. Üstelik Bathonea ismine
itiraz ettikleri makaleleri de kazının resmi
internet sitesinden çekinmeden yayımlıyor. Halen
o makaleler site ziyaretçileri tarafından okunuyor.
Çünkü buranın adının Bathonea olmasının ya da
olmamasının bir önemi yok. 3 antik liman, bir deniz
feneri, duvarları ile ayakta duran su sarnıcı ve
kazdıkça bilim heyetini şaşırtmaya devam eden
arkeolojik buluntuları ile inanılmaz bir yerleşim
yerini konuşuyoruz. Devam eden kazılar İstanbul
tarihi için bulunmaz bir fırsat. Hititlere ait
olduğu sanılan 2 yapı adak heykelciği müthiş bir
buluntu. Daha önce Trakya’da hiç Hitit izlerine
rastlanmamıştı. Şimdi bu gerçeklerle yüz yüzeyken bu
arazilerin TOKİ’ye peşkeş çekilmesine kılıf bulmak
düşüncesiyle “Burada bir antik şehir yok demek” tek
kelimeyle insafsızlık olur. İsmi Bathonea ya da
başka bir isim olmasının ne önemi var? Buluntular
buranın arkeolojik sit olması için yeterli bir
neden. Asla bu arkeolojik alana ve sitten nasıl
çıkarıldığı
bugün çok iyi anlaşılan parsellere TOKİ’nin
konut yapmasına izin verilmemesi gerekir.
Radikal,
Haber: Ömer Erbil, 09.03.2014
******
ARKEOLOGLAR DERNEĞİ İSTANBUL ŞUBESİNİN BASINA VE KAMUOYUNA AÇIKLAMASI:
BATHONEA ANTİK YERLEŞİMİNİN İÜ’DEN TOKİ’YE DEVRİ HAKKINDA
İstanbul Küçükçekmece Gölü’nün güney kıyılarında, 2009 yılından bu yana yürütülen arkeolojik yüzey araştırmaları ve kazılarla ortaya çıkarılan, Neolitik dönemden Osmanlı dönemine kadar geniş bir zaman dilimini kapsayan arkeolojik bulgular, İstanbul’un geçmişine yeni boyutlar katacak keşiflerdendir. ‘Bathonea’ olarak adlandırılan yerleşmede, Roma dönemine tarihlendirilen antik liman, yol, sur, büyük bir sarnıç vb. anıtsal yapı kalıntıları da açığa çıkarılmıştır. Yerleşmedeki mimari kalıntıların arkeolojik öneminin yanı sıra, oldukça iyi durumda korunagelmiş olmaları Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, alanın ören yeri olarak düzenlenerek ziyarete açılması yönündeki girişimlerine de vesile olmuştur. Bu bağlamda, yerleşmenin mimari kalıntılarının yerinde korunması kadar, ziyarete açılması da son derece önemlidir.
İstanbul Üniversitesi’nin Cerrahpaşa ve İstanbul Tıp Fakülteleri binalarının yenilenmesi karşılığında TOKİ’ye devrettiği araziler, Avcılar İlçesi 4440, 4441, 4450, 4434, 4435, 5951 ve 5955 numaralı parsellerden oluşmaktadır. 4440, 4441 ve 4450 numaralı parseller I. Derece Arkeolojik Sit Alanıdır ve Kültür Bakanlığı bu alanı “Bathonea 1. Etap Ören Yeri” olarak önermiştir. 4434, 4435, 5951 ve 5955 nolu parseller ise 2010 yılında I. Derece Arkeolojik Sit Alanından, III. Derece Arkeolojik Sit Alanına düşürülmüş ve ardından da İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin uyguladığı çok sayıda arkeolojik sondajda herhangi bir kültür varlığına rastlanmaması üzerine ilgili kurul tarafından Sit Kararı kaldırılmıştır.
Arkeolojik yerleşmenin bulunduğu parselleri de içeren taşınmazın İstanbul Üniversitesi tarafından TOKİ’ye devredilmesi, bu alanın inşaata açılması tehlikesini doğurmuştur. Yukarıda özetlendiği üzere, arkeolojik önemi ve bir ören yeri olarak düzenlenmesi konusunda hiç bir akademik çevrenin kuşku duymadığı özgün arkeolojik kalıntıların bulunduğu bu yerde inşaat yapılması kabul edilemez. Alanın mülkiyetinin kime ait olduğuna bakılmaksızın, 2863 sayılı yasa ile güvence altına alındığı gibi, I. Derece Arkeolojik Sit Alanlarında inşaa faaliyetleri kesinlikle yasaktır. Ayrıca mülkiyet sahibi kurumun üniversite olması bu konuda daha duyarlı davranılması yönünde kamuoyunun beklentisini de yükseltmektedir.
Söz konusu parsellerden I. Derece Arkeolojik Sit Alanı ilan edilmiş olanlarda bir yapılaşma teorik olarak mümkün değildir. III. Dereceden kurul kararı ile düşürülmüş parseller ise 1. Derece arkeolojik site yakınlığından dolayı koruma ilkeleri gereği yapılaşmaya açılamaz. Nitekim, arkeolojik sitlerin çevreleri ile birlikte korunması gerekir ve bu alanlarda yapılaşmaya gidildiği takdirde ortaya çıkacak rant baskısı, alt yapı, yol vb. gereksinimlerin karşılanması, hiç kuşkusuz hemen yakınında bulunan Arkeolojik Siti de olumsuz etkileyecektir.
Söz konusu antik yerleşim, artık batıya doğru genişleyen kent içinde kalmıştır. Böylesine önemli ve iyi korunmuş bir antik yerleşmenin arkeolojik kalıntılarının sergilenmesine yönelik projelerin geliştirilerek şehir yaşamına kazandırılması, İstanbul için büyük bir şanstır. Ülkemizin ilk arkeoloji bölümlerinden birini bünyesinde barındıran, köklü ve pek çok konuda öncü İstanbul Üniversitesi’nin, sahip olduğu arazide yer alan bu arkeolojik sit alanının bilimsel olduğu kadar toplumsal olarak da değerlendirilmesinde daha korumacı ve destekleyici davranması; burada yürütülen çok disiplinli bilimsel çalışmaları destekleyerek ve kent yaşamına entegre ederek bilimin toplumsallaşmasına da katkı sağlaması beklenmektedir.
Kamuoyuna saygıyla duyurulur.
|
MISIR'DA ANTİK HEYKEL BULUNDU
Mısır'da, 9. Firavun III. Amenhotep'in kızı İsis'in heykelinin bulunduğu bildirildi.
Mısır Tarihi Eserler Bakanı Muhammed İbrahim tarafından yapılan yazılı açıklamada, 1,7 metre boyunda ve 52 santimetre genişliğindeki heykelin, Tarihi Eserler Bakanlığının iş birliğiyle Horig Sorzaan başkanlığındaki Avrupalı bir heyetçe Luksor kentinde bulunduğu belirtildi.
Heykelin, 3. Tapınağa ait 14 metre uzunluğundaki büyük kapının bir parçası olduğu aktarılan açıklamada, ayrıca antik eserin ilk defa tek başına bulunmasının önemli olduğu, genellikle Amenhotep ailesine ait heykellerde ebeveyn ve kız kardeşlerin bir arada bulunduğu kaydedildi.
Eski Mısır'da 18. hanedan döneminin 9. firavunu olan III. Amenhotep'in MÖ 1391 ve 1353 yıllarında hüküm sürdüğü ifade ediliyor.
Sabah, 08.03.2014
|
 |
SURİYE'DEN 51 PARÇA TARİHİ ESER KAÇIRILDI

Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) denetiminde
bulunan,
Suriye’nin
Rakka kentinde, “Herqla’’ arkeolojik alanındaki
müze deposu
yağmalanarak soyuldu. MÖ 9 binli yıllara ait
yüzlerce çömlek ve mozaik
yağmacılar tarafından çalındı. Paha biçilemeyen
tarihi eserlerin Türkiye üzerinden kaçırılması
ihtimaline karşı tüm sınır kapıları eserlerin
resimleri gönderilerek uyarıldı.
Suriye’de yaşanan tarih talanına Türkiye
kayıtsız kalmadı. Kültür ve Turizm Bakanlığı,
uluslararası tarihi eser kaçakçıları tarafından
yağmalanan, 51 parça mozaik, toprak eser, ikon
ve taş eserlerin Türkiye üzerinden başka ülkelere
çıkışını önlemek için harekete geçti. Çalınan
eserlerin fotoğrafları tüm gümrük kapılarına
dağıtıldı.
İLK KONUTUN BULUNDUĞU YER
Suriye’nin kuzeydoğusunda bulunan Rakka kenti,
ülkenin en önemli tarihi ve arkeolojik alanlarını
içerisinde barındırıyor. Tarihte MÖ 9 binli yıllarda
insanoğlunun yerleştiği ilk konut burada bulunuyor.
Rakka, MÖ 3 binli yıllardan bu yana birçok uygarlığa
ev sahipliği yaptı. Burada yaşayan her uygarlık
Rakka’ya miras olarak birçok eser bıraktı.
Suriye’deki iç savaşı fırsat bilen define
avcılarının, arkeolojik alanlardaki müze ve depoları
soyarak yurtdışındaki işadamlarına milyonlarca dolar
karşılığında sattıkları, kepçe ve dozerlerle
arkeolojik alanlarda kazılar yaparak tarihi dokuya
zarar verdikleri ileri sürülüyor.
Habertürk, Haber: Nihat Uludağ, 07.03.2014
|
İSTANBUL'UN KEŞFEDİLMEYEN 450 YILLIK ŞAHESERİ

Bu yıl 450 yaşında olan ve İstanbul en önemli
simgelerinden olmaya aday Mağlova, belgesel oluyor.
Tarih boyunca kaderi hep su ile yoğrulmuş
İstanbul, bugünlerde tarihinin en kurak yıllarından
birisini yaşıyor. Analizlere göre son 80 yılın en
kurak dönemini yaşayan İstanbul’da şehre yeni
kaynaklar temin etmek için birbirinden farklı ve
yeni projelerin temelleri atılıyor.
Ancak 3 tarafı denizlerle çevrili olan ve dünyada
içinden deniz geçen tek kent olan İstanbul yalnızca
bugün değil tarih boyunca sürekli suya ulaşmaya
çalışmış, Roma-Bizans ve Osmanlı İmparatorlukları
döneminde şehre bir çok su eseri kazandırılmış.
Bu eserlerin en önemlisi ise bu yıl 450 yaşında
olan ve halen ayakta vazifesine devam eden 36 metre
yüksekliğindeki Mağlova Kemeri…
Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle Mimar Sinan
tarafından 1554 – 1564 yılları arasında inşa edilen
kemer, özellikleriyle dünyanın keşfedilmeye muhtaç
şaheserleri arasında sayılıyor.
Mağlova’yı dünyaya tanıtmak ve ülke turizmine
katkı sağlamak amacıyla aynı isimde bir belgesel
çalışması yürütülüyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel
Müdürlüğü’ne yapım desteği başvurusunda bulunan
belgeselin danışmanları arasında Abdullah Gül
Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekanı Nur
Urfalıoğlu ve Su Vakfı Başkan Yardımcısı Ali Uyumaz
da yer alıyor.
Son Dakika, 07.03.2014
|
SELİMİYE CAMİİ SİLUETİ DAVALIK ETTİ

Selimiye Camii'nin siluetini engelleyecek
ayrıcalıklı imar yapımına izin verildiğini iddia
eden TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent
Edirne Temsilciliği, yargı yoluna gitti.
İddiaya göre Selimiye
Camii'nin siluetini engelleyecek ayrıcalıklı imar
yapımına Edirne Belediyesi'nden izin çıkınca, TMMOB
Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Edirne
Temsilciliği 'Selimiye Camii'nin siluetini
bozamazsınız" gerekçesiyle belediyenin ilgili
makamına itirazda bulundu.
Belediyenin, yapılan itirazı
uygun görmemesi üzerine Mimarlar Odası İstanbul
Büyükkent Şubesi Edirne Temsilciliği bu kez Edirne
İdare Mahkemesi'ne dava açtı. İddiaya göre 28 Şubat
tarihinde gerçekleşen keşif sırasında mahkeme
huzurunda arsa sahiplerinden bir kişi odanın Edirne
Temsilcisi Turgut Çakır'ın üzerine yürüyerek, sözlü
hakarette bulundu. TMMOB Mimarlar Odası İstanbul
Büyükkent Şubesi üyeleri ve Edirne Temsilciliği
üyeleri saldırıyı kınamak adına Edirne Adliyesi'ne
suç duyurusunda bulundular.
TMMOB Mimarlar Odası
İstanbul Büyükkent Şubesi Başkanı Sami Yılmaztürk
yaptığı basın açıklamasında, meslek odaları,
demokratik kitle örgütü temsilcileriyle birlikte tek
başına olmadığını hissettirmek için Edirne'de
olduklarını ifade etti. Mimarlar Odası ve meslek
odalarının kamu ve toplum yararı bir mücadelenin
savunucusu olarak mücadele ettiğini dile getiren
Yılmaztürk, "Her daim toplumun yararının savunucusu
olmuşlar bu doğrultuda uzmanlıklar çerçevesinde
ilgili kurumlara raporlar sunmuşlar. Eğer raporların
gereği yapılmamışsa yine kamunun haklarını korumak
için yargı yoluna başvurmuşlardır. Edirne'de de bu
konuda açılmış pek çok dava bulunmaktadır. Özellikle
Edirne'de Selimiye siluetini de korumak, kamu
yararını, kamu hukukunu şehirciliğin temel
ilkelerini korumak adına yaptığımız itiraza rağmen
açmış olduğumuz bir dava söz konusudur. Davanın
keşfi sırasında arkadaşımıza bir saldırı söz konusu
olmuştur. Bu imar hakkının verdiği cesaretle
yargının gözetimi önünde yargının keşfi sırasında
saldırmaya cesaret etmesi kabul edilemez. Bu
çerçevede yargının da değerlendirilmesi bu şeye izin
vermiş olması kabul edilemez. Biz belediyenin bu
keşif sırasındaki saldırıyı kabul etmediğimizi
kınadığımızı ve buradaki tüm temsilcilerle birlikte
bu davanın arkasında olduğumuzu belirtmek için
buradayız. Saldırgan hakkında da suç duyurusunda
bulunduk" ifadelerini kaydetti
Edirne Yenigün, 07.03.2013
|
2 - 8 Mart 2014
|
ÖZEL HABER
|
GÜNÜN SORUSU:
BİR BİZANS SARAYI "EHLİ" ELLERCE NASIL YOK EDİLİR?
YANIT: "TAMAMLANARAK"!..
Bizans İmparatorluk Sarayı 12. yüzyıldan itibaren Edirnekapı’nın kuzey tarafında yer alan Blakhernai Sarayı’na taşınmış, imparatorluk buradan yönetilmiştir. Halk arasında Tekfur Sarayı olarak bilinen yapı, bu saray kompleksinin güney ucundaki birimdir. Saray kompleksinin diğer birimleri büyük ölçüde yok olmuş, yalnızca bu yapı günümüze kadar ulaşabilmiştir.
Konstantinopolis’in Osmanlılar tarafından ele geçirilmesinin ardından çeşitli amaçlarla kullanılmış olan yapı, 18. yüzyılda çini imalathanesi, 19. yüzyılda ise cam imalathanesi olarak kullanılmıştır. 1864 yangınında büyük zarar gören yapı 20. yüzyıl ortalarında çeşitli onarımlar geçirmiş, avluya açılan kemerleri taşıyan situnlar yenilenmiştir.
1970 yılında Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü’ne bağlanarak bir ‘müze’ sıfatı kazanmıştır.Theodosius surlarına bitişik olarak inşa edilmiş olan yapı, dikdörtgen planlı, üç katlı bir binadır. Giriş katı dört kemerli bir açıklıkla doğrudan kuzey tarafındaki avluya açılmaktadır. Zemin katta bulunan üç sıra sütun, birinci katın tonozlarını taşımaktaydı. İkinci kat zemini ise olasılıkla ahşaptandı. İkinci kat dört duvarındaki pencereler ve güney doğu köşesinde konsollara oturan büyük balkonu ile kentin ve Haliç’in güzel manzarasına hakim bir mekandı. Ayrıca bu katın güney duvarında bir çıkma üzerine oturmuş küçük bir şapel yer almaktaydı. Yapının iç kızmında bir merdiven izi görülmediğinden, üst kata olasılıkla batı tarafında yer alan rampadan ulaşılmaktaydı.
Bizans sivil mimarisinin İstanbulda ayakta kalabilmiş tek örneği olması bakımından Tekfur Sarayı’nın mimarlık tarihinde özel bir yeri vardır: avluya bakan kuzey cephesinin bezemesi, yapının giriş katının üst katlarla bağlantısının olmaması ve tamamen avluya açılıyor olması, iç duvarlardaki nişler, konsollar üzerine oturan balkonu ve özellikle de bir çıkma üzerine inşa edilmiş minik şapeli ile eşsiz bir örnektir. Bu şapel, ancak bir kişinin içine girip ibadet edebileceği boyutlarda bir ‘özel ibadethane’dir. Şapeli örten küçük kubbenin yarısı dışarı taşkın, çıkmanın üzerinde durmaktadır. Doğu tarafındaki apsisi ise yine bir küçük yarım kubbe ile örtülmüştür. Bu kişisel şapel eşsiz bir örnektir.
Bizans saray mimarisi konusunda önemli bir bilgi kaynağ da olan bu çok değerli yapının başına ne yazık ki ‘restorasyon felaketi’ geldi. İnşaat alanına konulan tabeladaki başlık, bu felaketi tanımlamaktadır: “Tekfur Sarayı Tamamlama İnşaatı”!

Tamamlama sözcüğü işin ne menem bir şey olduğunu gösteriyor. Sadece dört beden duvarı kalmış olan yapı, mevcut haliyle konsolide edilip korunmak yerine tamamlanıyorsa, özgün niteliği yok olacak demektir. Nitekim öyle de oldu.
1. Zemin kata yeni sütunlar dikildi ve duvarlardaki izleri dışında hiçbir kalıntısı bulunmayan kat tonozları tamamlandı, avluya açılan giriş katından yeni imalat birinci kata çıkan, orijinalde olmayan bir merdiven konuldu.

2. Bütün pencereler orijinal biçimleri bilinmemesine karşın tamamlandı, çift camlı pencere kanatları takıldı. Bunlar sadece malzeme olarak değil, görünüm itibarıyla da modern pencerelerdir.

Pencere üzerlerindeki süs keramikleri yeni üretim olarak tamamlandı. Üst katta nedense ‘tamamlanmadan bırakılan’ balkona açılan kapı ise, duvardan çıkan konsollara açılan anlamsız bir kapı olarak ‘tamamlanmıştır’.

3. Şapel dışarıdan algılanmayacak biçimde tamamlandı. ‘Tamamlama’ operasyonu öncesinde şapelin harika mimarisi dışarıdan bakıldığında kolayca algılanabiliyorken, artık bu görüntü fotoğraflarda kaldı.

Şimdi şapel bina duvarına asılmış bir kutu gibi duruyor. İşin en vahimi de şapelin kubbesi artık algılanamıyor, çünkü orijinalinde olmayan bir biçimde kırma çatı ile örtülmüş. Üstelik kırma çatı kubbeciğin üzerindeki kemeri de hiç dikkate almadan yerleştirilmiş, kemerin sadece uç kısımları görünür kalmış.

4. Ve son olarak da yapının elektrik, havalandırma vs. gibi tesisatı yapılmakta. Yapıya son darbeyi de vurmak üzere getirilen çok sayıda büyük boy klima cihazı, yapının tasarlanan işlevi konusunda da bir fikir veriyor.

Çatısı örtülüp, kat tonozları tamamlandığına, pencereler çift cam olarak yenilendiğine, avlu tamamen ahşap bir zeminle (olasılıkla altına beton bir zemin de atılmıştır) kaplandığına, ve çok sayıda klima da konulacağına göre, restoran olarak da kullanılabilir.
Büyük ölçüde baştan yapılan (‘tamamlanan’) ve modern kullanıma uygun olarak modern tesisatla donatılan bu yapı, artık bir 12. yüzyıl Bizans sarayı kalıntısı olmaktan çıkmış, bu önemli yapının mimari bütünlüğü ve özgünlüğü bozulmuş, estetik değerinin algılanabilme olanağı kalmamıştır. Yapıda ve avlusunda bilimsel bir kazı çalışması ve belgeleme yapılmadığı için ne yazık ki bu çok değerli tarih yok olmuştur. Bütün bunlar da bir ‘bilim heyeti’nin öneri ve onayı ile yapılmıştır.

TAYHaber, Yazı ve fotoğraflar: Prof.Dr. Engin Akyürek, 08.03.2014 |
|
KALEDE RESTORASYON ÇALIŞMASI

Şanlıurfa Müze Müdürü
Müslüm Ercan yaptığı açıklamada, kaledeki bir surda,
19 Nisan 2013'de yaklaşık 10 metre genişliğinde, 15
metre yüksekliğinde çökme meydana geldiğini
hatırlattı.
Olayın ardından burç olarak tanımlanan surun
arkasında kalan toprağın arkeolojik kazı niteliğinde
boşaltıldığını ifade eden Ercan, çalışmalar
sırasında yaklaşık 100 metrekarelik kapalı bir
mekana ulaştıklarını söyledi.
Söz konusu alandaki restorasyon çalışmalarının 10
Mart Pazartesi günü başlayacağını aktaran Ercan,
"Aktif olarak orada olacağız ve yeni bulunan mekanın
içerisinde bir miktar hafriyatı arkeolojik kazı
şeklinde temizleyeceğiz. Daha sonra ise
ziyaretçilere açılacak. Çalışmaların 220 günde
tamamlanması öngörülüyor. İnşallah restorasyonda
sonra Urfa Kalesi de müzemizin en önemli ören yeri
olarak hizmet verecek" şeklinde konuştu.
Ercan, aynı dönemde, tarihin sıfır noktası olarak
nitelendirilen Göbeklitepe'de çevre düzenlemesi ve
ören yeri altyapı çalışmalarına da başlayacaklarını
sözlerine ekledi.
Gap Gündemi,
07.03.2014
|

|
AZİZİYE CAMİ
YENİDEN İBADETE AÇILDI
Aziziye Camii’nde
Mülhak Şeyh Ahmet Efendi Vakfı tarafından başlatılan
restorasyon çalışmaları tamamlandı ve yeniden
ibadete açıldı.
Açılışa
Konya Valisi
Muammer Erol, Konya İl Müftüsü Şükrü Özbuğday,
Mülhak Şeyh Ahmet Efendi Vakfı mütevelli heyeti
Seyit Nazım Burhanzade ve çok sayıda vatandaş
katıldı.
Konya Hakimiyet,
07.03.2014
|
SAKIN GÖZLERİNİ AÇMA

Çengelköy’deki Vahdettin
Köşkü’nün bulunduğu 50 dönümlük alan Devlet
Konukevi oluyor. Daha önce bu araziden ayrılan
bölümlerin geri satın alınmasıyla 70 dönüme
çıkarılan alana helikopter pisti de yapılıyor.
Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde birçok devlet
adamının kaldığı, yabancı devlet adamlarının
ağırlandığı köşkler, Orhan Veli’nin “İstanbul’u
dinliyorum gözlerim kapalı” adlı şiirini yazdığı
koru içinde yer alıyor.
Son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in tahta geçmeden
önce yaşadığı Çengelköy’deki Vahdettin Köşkü’nün
bulunduğu 50 dönümlük alan Devlet Konukevi
oluyor. Boğaz’ı tepeden gören arazi içinde
Vahdettin Köşkü, Köçeoğlu Köşkü, Kadın Efendi
Köşkü ve Ağalar Dairesi yıkılıp orijinaline
uygun olarak yeniden inşa edildi. Daha önce bu
araziden ayrılan ve 3’üncü şahıslara satılan
bölümler de yeniden geri satın alınıp, proje
alanına dahil edildi. Toplam 70 dönümlük alanda
helikopter pisti de olacak.
ÖZAL DA
İSTEMİŞTİ
İlk başlarda Başbakan
Tayyip Erdoğan’ın çalışma ofisi olarak düşündüğü
Vahdettin Köşkü için 1988’de dönemin Başbakanı
Turgut Özal, ‘Başbakanlık Dinlenme Evi’ yapılması
için talimat vermiş, restorasyon başlamış fakat
Özal’ın ölümü sonrası çalışma durdurulmuştu.
Restorasyon işini alan Vakıf İnşaat, ‘ödeneksizlik’
dolayısıyla 1998 yılında köşkleri kaderine terk
etmişti. Çengelköy’ün tepesinde bulunan ve
Vahdettin’in tahta geçmeden önce kaldığı Köşk, soğan
biçimindeki kubbesiyle tanınıyor. Osmanlı ve
Cumhuriyet döneminde birçok devlet adamının kaldığı,
yabancı devlet adamlarının ağırlandığı köşkler,
Orhan Veli’nin sık sık gelerek şehri izlediği bir
mekan. Köşkler, Orhan Veli’nin “İstanbul’u
dinliyorum gözlerim kapalı” adlı şiirini yazdığı
koru içinde yer alıyor.
2007’DE
VAKIFLAR’A
Taşınmaz Kültür ve
Tabiat Varlıkları İstanbul Bölge Kurulu’nun 14
Haziran 1985 tarih ve 1457 sayılı kararı ile uygun
bulunan ve Boğaziçi İmar Müdürlüğü’nce 16 Aralık
1985 tarihinde onaylanarak inşaatına başlanan
yapılar, 1990 yılına kadar kaba yapı olarak
tamamlanıp, dış cepheleri ahşap kaplanarak,
doğramaları takıldı. Vahdettin Köşkü’nün Erkan
Mumcu’nun Kültür Bakanlığı döneminde otel yapılmak
üzere 49 yıllığına bir yabancı ortakla birlikte Alp
Delimollaoğlu’na turizm amaçlı olarak kiralandığı
ancak
Başbakan Erdoğan’ın bundan haberi olmadığı ileri
sürüldü. Otel yapımı için ruhsat çıkmayan Vahdettin
Köşkü, Devlet Bakanı Hayati Yazıcı’nın döneminde
Kültür Bakanlığı’na tahsisi iptal edilip, Vakıflar’a
devredildi. Vakıflar Genel Müdürlüğü, tarihi Köşk’ü
Başbakanlığın kullanımına verdi. Toplam inşaat alanı
12 bin metrekare olan Vahdeddin Koru ve Köşkleri’nin
yanı sıra söz konusu alandaki sosyal tesisler,
tesisat mekanları ve kapalı otopark alanı toplamı
ise 4 bin metrekare. Projenin mimarlığını Sinan
Genim üstlendi. Kadın Efendi Köşkü’nün bulunduğu
bahçenin Kuzey duvarına bitişik olan ‘Limonluk’un
daha büyük örnekleri Dolmabahçe ve Yıldız Sarayı ile
Şale Köşkü’nde bulunuyor. Oturmak ve misafir
ağırlamak için de kullanılan, demir konstrüksiyonlu,
tek katlı bu yapı aynı zamanda çiçek ve bitki serası
olarak inşa ediliyor.
NİLÜFER HAVUZU
Yıkılarak yeniden yapılan köşklerin yanı sıra
eskiden de korunun içindeki Köçeoğlu Köşkü önünde
yer alan büyük havuz ise içinde hem nilüfer
çiçeklerinin yetiştirildiği bir süs havuzu, hem de
küçük teknelerle gezinti yapılan bir su havuzu
olarak korunacak. 90 santimetre derinliğinde,
çevresi 45 santimetre koruma duvarları bulunan ve
zaman içinde çeşitli tamirler gören ve üst bölümü
tamamen tahrip olan havuzun bir benzeri Beylerbeyi
Sarayı’nın üst bahçesinde bulunuyor. Koruda, 10
fıstıkçamı, 10 at kestanesi ve 25 ıhlamur ağacıyla
birlikte meşe, Lübnan sediri, defne, erguvan ve
sakız gibi toplam 300 ağaç da korumaya alındı.
Akasya, defne aylangoz gibi bahçeyi ve
fıstıkçamlarını saran ağaçlar ise kesildi. Bu
ağaçların yerine Boğaz’ın florasına uygun ıhlamur,
at kestanesi, fıstıkçamı, çitlenbik, erguvan gibi
ağaçlar dikilecek.
CARİYESİNE
BAĞIŞLAMIŞTI
Padişah Vahdettin, yurtdışına kaçarken şahsi
mülkü olan bu araziyi Zehra isimli bir cariyesine
bağışladı. Daha sonraları bazı bölümleri ifraz
edilerek satılan ve günümüzde 50 bin 614 metrekare
büyüklüğünde olan alan içindeki yapılar hakkında
Sedad Hakkı Eldem tarafından yayınlanan Köçeoğlu
Köşkü’ne ait üst kat planı, cephesi ve bazı
fotoğraflar ile Vahdettin Köşkü’nün yıkımı sırasında
çekilen, 2 Mart 1955 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde
yayınlanan fotoğraf dışında pek fazla belge yok.
Zaman içinde giderek köhneleşen yapılar 1950-60
tarihleri arasında peşi sıra yıkılır. Vahdettin’in
adını taşıyan köşk, 2’nci Abdülhamit’in padişahlığı
döneminde Fransız-Türk levanten Mimar Alexandre
Vallaury’ye yaptırıldı. Orijinaline bağlı kalınarak
inşa edilen soğan başlı kubbesiyle, mimari açıdan
nadir yapılar arasında gösterilen Köşk’ün bulunduğu
korudaki köşkler, 1984 yılında, korunması gerekli
taşınmaz kültür varlığı olarak tescillenmiş, Turgut
Özal’ın başbakanlığı döneminde korudaki köşkler
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından restore
ettirilmişti.
BÖLGEYE ÖZEL
TRAFİK DÜZENLEMESİ
Çengelköy sırtlarındaki Vahdettin Köşkü ve
korudaki çalışmalar sürerken Çengelköy trafiğine
soluk aldırmak amacıyla geçen yıl kamulaştırma
yoluyla yeni düzenlemeye gidildi. Bakanlar Kurulu,
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin talebi üzerine
toplam 4 bin metrekarelik arazinin ‘acele
kamulaştırılmasına’ karar verdi. 18 Haziran 2013
tarihli Bakanlar Kurulu kararı, Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’ün onaylamasından sonra 2 Temmuz
tarihli Resmi Gazete’de yayınlandı. Hazırlanan
palana göre, Boğaziçi Sahil Şeridi ve Öngörünüm
Bölgesi Uygulama İmar Planı ve Vahdettin Köşkü ve
Çevresi Yol Düzenlemesi Projesi kapsamında
vatandaşların tapulu arazilerinden 61 parselde, 2
metrekareden 197 metrekareye varan istimlak
yapılması öngörüldü. Proje kapsamında Çengelköy’deki
ışıklar kaldırılıp, Çengelköy’den Boğaziçi Köprüsü
yönüne olan trafik tek yönlü olacak. İBB tarafından
daha önce kamulaştırılan ve halen otopark olarak
kullanılan 28 dönümlük araziye de 2 katlı yeraltı
otoparkı yapılacak.
KIRIM
HARBİ’NDE HASTANE OLMUŞTU
Kırım Harbi sırasında İtalyan yaralılarına
hastane olarak tahsis edilen yapı daha sonra 37 bin
altına Sultan Abdülmecid tarafından satın alınarak,
oğlu Burhaneddin (1849-76) Efendi’ye tahsis edilir.
Burhaneddin Efendi’nin ölümü sonrası ise yapı ve
bahçesi Sultan 2’nci Abdülhamid tarafından kardeşi
Vahideddin Efendi’ye verilir. Daha sonra Sultan
6’ncı Mehmed Vahideddin ismiyle tahta geçecek olan
Vahideddin Efendi eski köşkü elden geçirir ve kuzeye
doğru bir kanat ilave ederek büyütür. Mehmed
Vahideddin Efendi’nin annesi küçük yaşta vefat
ettiği için şehzadeyi Sultan Abdülmecid’in Kadın
Efendileri’nden Şayeste Hanım büyütmüştür. Anneliği
olan bu hanım için de 2 katlı bir köşk yaptırır ve
ona tahsis eder.
Hürriyet, Haber: Fatma Aksu, 07.03.2014
|
TARİHİ SIBYAN MEKTEBİ YANDI
Beyoğlu Kasımpaşa'da restorasyonu planlanan tarihi sıbyan mektebinde dün yangın çıktı.
Alev ve dumanlar tüm sokağı kaplarken, itfaiye ekipleri yangını güçlükle kontrol altına aldı. İncelemelerde bulunan Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan bu sırada itfaiyenin su hortumunun yerinden çıkmasıyla ıslandı.
Demircan, "Herhangi bir yaralanma ve ölüm yok. Bu binada restorasyon ve bakım çalışması yapacaktık" dedi.
Sabah, Haber:
Mustafa Kaya, 07.03.2014
|
|
BATHONEA ANTİK KENTİNE TOKİ EVLERİ

İstanbul ’da ilk defa Hitit izlerinin bulunduğu
Küçükçekmece Gölü kenarındaki Bathonea Antik Kenti
kazılarının yapıldığı araziye TOKİ’nin konut yapmak
istediği ortaya çıktı. Kültür ve Turizm Bakanlığı
2013 yılındaki Bathonea kazı sonuçlarını görünce
araziyi kamulaştırarak ören yeri statüsüne almak
istedi. Bu yönde raporlar hazırlandı, bilimsel
gerekçeler belirlendi. Bakanlık, İstanbul’un ilk
ören yeri için İstanbul Üniversitesi’ne de görüşünü
sordu. Üniversite arazinin elinden çıkacağını
anlayınca apar topar TOKİ ile anlaşma yolunu seçti.
9 Ocak’ta yapılan protokole göre TOKİ üniversitenin
Çapa ve Cerrahpaşa’daki binalarını yenileyecek,
Avcılar’daki kampüste
sosyal tesisler yapacak, bunun karşılığında da
üniversiteye ait 7 parsele konut inşa edecek. TOKİ,
1. derece arkeolojik SİT alanında konut yapmak için
İstanbul 1 Nolu Koruma Kurulu’na geçen hafta resmen
başvurdu. Şimdi kurulun kararı merakla bekleniyor.
Neolitik çağ izleri
Kocaeli Üniversitesi’nden Yrd. Doç.Dr. Şengül
Aydıngün, 2006 yılında Küçükçekmece Gölü havzası
içinde Kültür ve Turizm Bakanlığı izni ile 2 yıl
yüzey araştırması yaptı. Buluntular oldukça
ilginçti. Neolitik Dönem hatta Paleolitik Dönem
buluntularına bile rastlayınca 2009 yılında bilimsel
arkeolojik kazı için bakanlıktan izin aldı. Bu
sırada da arazinin SİT dereceleri belirlendi. İlk
iki yılık kazılarda önemli buluntular elde edildi.
Bölgede sürdürülen yüzey araştırmaları ve kazı
çalışmalarında 800.000 yıl öncesinden itibaren
tarımın başladığı Neolitik Dönem, Tunç, Demir ve
Antik Çağları (Helen, Roma ve Bizans) kapsayıp
Osmanlı Dönemi sonlarına ulaşan kesintisiz bir
zaman dilimine ait önemli arkeolojik verilerle
karşılaşıldı. Bunlar arasında MÖ 7000’lerde
Avrupa ’ya tarımın İstanbul üzerinden ulaştığını
kanıtlayan çakmak taşından tarım aletleri,
günümüzden 2700-2600 yıl öncesine ait iki antik
liman ve dünyada keşfi yapılan üçüncü antik fener,
Hititlere ait olduğu düşünülen 2 adet yapı adak
heykelciği ile yine Hitit dönemi pişmiş toprak
eserler, antik Roma yolları, Bizans sarnıcı,
bazilika kalıntıları, yeraltı su kanalları bölgenin
önemini ortaya çıkardı.
Kazı, her geçen yıl daha da iyi sonuçlar vermeye
başladı. Dünyanın en önemli 10 kazısı arasına giren
Bathonea kazıları özellikle 2013 yılı kazı sezonunda
arkeoloji dünyasının tüm dikkatlerini üzerine
çekmeyi başardı. Ne var ki bu çalışmalar bazı
çevreleri rahatsız etti. Arazide İstanbul
Üniversitesi bilimsel tarım uygulamaları yapıyordu.
Üniversite kendisine ait 3. derece arkeolojik sit alanında tekno-park yapmak istedi. Bu nedenle 1
No’lu Koruma Kurulu’na müracaat edilerek yaklaşık
200 hektarlık 4434, 4435, 5955, 5951 numaralı
parseller 2010 yılında anlaşılmaz bir şekilde sit’ten çıkarıldı. Çünkü arazinin bir tarafı 3.
derece sit alanıyken diğer tarafı 1. derece sit
alanıydı. İki sit alanı arasında kalan parsellerin
sit’ten çıkarılmasının akla ve mantığa uyacak bir
yanı yoktu. Şimdi bu araziler konut yapımı için
TOKİ’ye devredildi.
İstanbul tarihine ayna
2013 yılı kazılarında ortaya çıkan bilimsel veriler
Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İstanbul Valiliği’ni
de heyacanlandırdı. Bakanlık bölgenin ören yeri
olması için uzmanlara rapor hazırlattı. İstanbul’un
ikinci tarihi yarımadası olarak yeni bir turizm
çekim merkezi olması planlandı. Efes, Troya, Bergama
gibi ören yeri statüsü kazandırılarak bir yandan
turistlerin bu bölgeyi ziyaret etmesi düşünülürken
diğer yandan İstanbul’un karanlıkta kalmış
dönemlerini açığa çıkarmak amacıyla bilimsel
arkeolojik kazıların sürdürülmesi hedeflendi.
İÜ apar topar devretti
Bakanlık kamulaştırma yapmak için İstanbul
Üniversitesi’ne geçen yıl sonunda görüşünü sordu.
İstanbul Üniversitesi arazinin elinden çıkacağını
anlayınca görüş bildirmek yerine apar topar TOKİ ile
anlaşma yoluna gitti. 9 Ocak 2014’te üniversite ile
TOKİ arasında protokol imzalandı. Bu protokole göre
‘‘İstanbul Üniversitesi’nin faaliyetlerini yürüttüğü
Cerrahpaşa, Çapa ve Avcılar yerleşkelerindeki
eğitim-öğretim ve hizmet binaları ile tescilli
yapıların olası deprem risklerinin ortadan
kaldırılması, modern tesislerde eğitim-öğretim
hizmetleri ile diğer hizmetlerini sürdürebilmesinin
temini için bu alanlarda eğitim-öğretim, sağlık,
araştırma ve çevre düzenlemesinin yapılması ve inşa
edilecek bu tesislerin finansmanının da
üniversitenin atıl durumda olan Halkalı ve
Avcılar’daki taşınmazları üzerinde proje
gerçekleştirilmesi suretiyle mahsuplaşılmıştır.’’
Yerleşime uygun değil
Yüzyıllardır göl kıyısı ve havza içinde yerleşen
birçok medeniyete ait yapıların, yaklaşık 300 yılda
bir depremlerle birçok kere yıkıldığı ve bölgenin bu
nedenle terk edildiği arkeolojik kazı çalışmalarında
bilimsel olarak ortaya konmuştu. Jeolojik açıdan
yerleşmeye uygun olmayan bu alanın TOKİ tarafından
yerleşime açılmak istenmesi de başka bir tezat
oluşturdu. Diğer yandan TOKİ’nin konut yapmak
istediği 4440, 4441 ve 4450 numaralı parseller ise
1. derece arkeolojik SİT alanı içinde kalıyor. 2863
sayılı yasa sit alanlarında inşaat izni vermiyor.
Aynı zamanda bu parsellerde Bathonea bilimsel
kazıları devam ediyor. Ancak TOKİ tüm bunlar
yokmuşçasına bu parsellerde konut yapmak için
İstanbul 1 Nolu Kültür Varlıkları Koruma Kurulu’na
müracaat etti. Aynı zamanda da Küçükçekmece ve
Avcılar Belediyesi ile İstanbul Büyükşehir
Belediyesi’ne yazı gönderip görüşlerini sordu.
Üniversite ile yapılan protokolün hatırlatıldığı
yazıda şöyle denildi:
‘‘İstanbul Üniversitesi mülkiyetinde bulunan Avcılar
İlçesi Tahtakale Mahallesi 4434, 4435, 4440, 4441,
4450, 5951 ve 5955 nolu parseller ile Küçükçekmece
Halkalı Mahallesi 4651 nolu parselleri kapsayan
alanlara yönelik hazırlanacak imar planı
çalışmalarına altlık teşkil etmek üzere meri imar
planları ile görüşlerinizi, projelerinizi, ileriye
dönük planlarımızı idaremize bildirin.”
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 07.03.2014
|
AVRUPA'NIN EN BÜYÜK DİNOZORU LİZBON'DA

Portekiz'in başkenti Lizbon'un kuzeyinde yakın bir
zaman içinde bulunan fosillerin, Avrupa'daki en
büyük dinozor türüne ait olabileceği bildirildi.
Keşfi yapan bilim adamları, "Torvosaurus gurneyi"
adı verilen dinozor türünün, ustura şeklinde 10
santimetre uzunluğundaki dişleri, 10 metreye ulaşan
boyu ve 4-5 ton gelen ağırlığıyla Jura Devri'nin
karada yaşayan en büyük dinozorlarından biri
olduğuna işaret etti. Araştırmacılara göre, fosile
ilişkin bulgular İberya yarımadasında 150 milyon yıl
önce yaşamış bu türün vücudunda seyrek, dikensi
tüyler bulunduğunu gösteriyor. Yeni dinozor türü,
Christophe Hendrickx ve Octavio Mateus adlı
araştırmacılar tarafından PLOS ONE adlı dergide
bilim dünyasına tanıtıldı. Yapılan keşfin ilk kez
Torvosaurus familyasına mensup ikinci bir türün
ortaya çıkarılması açısından önem taşıdığını
kaydeden araştırmacılar, T. gurneyi türünün diş
sayısı, ağzının büyüklüğü ve şekille aynı familyaya
ait Kuzey Amerika'da yaşamış T. tanneri türünden
ayrıldığına işaret etti. Araştırmacılara göre, T.
gurneyi, büyük dinozorları avlayarak besleniyordu.
Sabah, 07.03.2014
|
RUM PATRİĞİ'NDEN AYASOFYA UYARISI

14 Ortodoks Kilisesi'nin patrik ve
başpiskoposu İstanbul'da toplandı. Fener Rum Patriği
Bartholomeos, "Ayasofya ibadete açılırsa kilise
olmalı" dedi.
Fener Rum Patriği Bartholomeos, Ayasofya'nın
camiye çevrilmesine karşı olduğunu belirterek böyle
bir girişimin tüm Hıristiyan dünyası tarafından
tepkiyle karşılanacağını söyledi.
Bartholomeos,
Ayasofya ibadete açılacaksa camiye değil kiliseye
dönüştürülmesi gerektiğini iddia etti.
Bartholomeos'un daveti üzerine, 14 Ortodoks
Kilisesi'nin patrik ve başpiskoposları dün
İstanbul'da bir araya geldi. Toplantı,
Bartholomeos'un yönettiği ayinle başladı. Aya Yorgi
Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi Kilisesi'nde
başlayan ve 9 Mart'a kadar sürecek toplantının ana
teması, Panortodoks Konsili'nin teolojik ve teknik
prosedürlerinin görüşülmesi ve hazırlanması olacak.
Buluşmada, Ortadoğu'daki Hıristiyan toplumların
durumu değerlendirilecek. Buluşma, 9 Mart'ta
Ortodoksluk Bayramı kapsamında tüm ruhani liderlerin
katılacağı ayinle sona erecek. Patrikhane'deki Aya
Yorgi Kilisesi'nde gerçekleştirilen ayin sonrası
cemaate yaptığı konuşmasında Ayasofya'nın camiye
çevrileceği iddialarına değinen Bartholomeos,
Ayasofya ibadete açılacaksa, kuruluş amacına hizmet
ederek açılması gerektiğini söyledi. Bartholomeos,
"Ayasofya'nın Tanrı'nın ibadetine açılması söz
konusu ise mutlak surette Hıristiyan inancının
ibadetine açılması gereklidir, zira kuruluş amacı,
kilise olarak hizmet vermektir. Ayasofya'ya sahip
çıkmaktayız, Ortodoks ve Helen dünyası olarak da
bizim en kutsal değerlerimizdendir" dedi.
TEKVÜCUT OLURUZ
Agos gazetesinin haberine göre; İstanbul'u ziyaret
eden turistlerin başta Ayasofya olmak üzere birçok
önemli yeri ve anıtı gezmek fırsatını bulduklarını
hatırlatan Bartholomeos, "Ancak son dönemde Türk
kamuoyunun bir kesiminde Ayasofya'nın camiye
çevrilmesi yönünde bir meyil gözlemleniyor. Kilise
olarak biz buna karşı durmaktayız. Bizimle beraber
böyle bir olasılık karşısında tüm Hıristiyan dünyası
mezhep farkı tanımaksızın yekvücut olup tepkisini
ortaya koyacaktır" dedi.
Sabah, 07.03.2014
|
ABDÜLHAMİD'İN TEKKESİ BEŞİKTAŞ'IN ORTASINDA VEFA
BEKLİYOR

İstanbul’un orta yerinde kaderine terk edilmiş
iki konağın hikayesi bir hayli dikkat çekici. Sultan
Abdülhamid’in şeyhi Muhammed Zafir Efendi için inşa
edilen bu iki köşkte dönemin meşhur isimleri de
ağırlanmıştı.
Şehrin orta yerinde
gizemini muhafaza eden binalar için perdeyi
aralayınca ta Tunus’a kadar uzanan bir hikaye ile
karşılaştık. Bizi bir buçuk asır evveline götüren
Beşiktaş Barbaros Bulvarı’ndaki tarihi yapılarla
ilgili hikayenin merkezinde Sultan II. Abdülhamid’in
şeyhi Muhammed Zafir Efendi bulunuyor. Sultanın
şeyhine karşı beslediği derin muhabbetten ötürü inşa
ettirdiği Ertuğrul Tekkesi’ne ait bu görkemli
meskenler, bugün Zafir Efendi Külliyesi’ndeki köhne
haliyle terk edilmiş vaziyette. Yıllara yenik düşmüş
bu izbe konaklar, bir asır boyunca Zafir ailesinin
sığınağı olurken ve devrin meşhur isimlerini de
çatısı altında misafir etmiş.

Abdülhamid ile tanışma
1828 yılında Trablusgarp’ın Mısrata şehrinde
dünyaya gelen Muhammed Zafir Efendi’nin dedesi Kuzey
Afrika’nın saygın meşayihinden Hamza Zafir, babası
Muhammed Hasan el-Medeni Efendi’ydi. Babası, Şazeli
tarikatının Medeniyye şubesininin piri olan ve
civarında nüfuz sahibi bir kimseydi. Muhammed Zafir
Efendi, Kuzey Afrika, Mısır ve Medine’de tahsil
gördü, pek çok ilim erbabından feyz alıp son olarak
babasından icazet aldı. Kardeşi Hamza Zafir
aracılığıyla payitaht İstanbul’a ziyaretlerde
bulundu. İlki 1871 yılına tekabül eden bu
ziyaretlerde, Şeyh Zafir, Sultan Abdülaziz’in
validesi Pertevniyal Valide Sultan’ın iltifatına
mazhar oldu. Davet üzerine, İstanbul’da tesis
edilecek ilk Şazeli tekkesi için hazırlıklarda
bulundu. Sarayın hürmetini kazanan Muhammed Zafir
Efendi, Unkapanı Balmumcu’ya yerleşti. Zafir Efendi,
bu sırada henüz şehzade olan Abdülhamid’le
Süleymaniye’de bir cuma namazında tanışacak ve
müstakbel Sultan’ın derin muhabbetini kazanacaktır.
Sultan Abdülhamid-i Sani tahta geçince, ümmeti
toplama ve bir sancak altında bir araya getirme
teşebbüsleri çerçevesinde daha şehzade iken
tanıştığı ve bağlandığı Muhammed Zafir Efendi’nin
Kuzey Afrika ve Arabistan’daki nüfuzundan da
istifade eder.

Konaklar inşa ediliyor
Cifir ve remil ilimlerinde de üstad sayılan Zafir
Efendi’nin Abdülhamid daha şehzade iken, padişah
olacağını söylediğine dair rivayetler var. Bu yüzden
Osmanlı’daki son müneccimbaşılardan sayılabilir.
Sultan, çok sevdiği şeyhi için Beşiktaş’ta yeni bir
dergah inşa ettirir. Üç buçuk dönümlük arazi içinde
yer alan Ertuğrul Tekkesi, 1888 yılında açılır.
Ardından tekkenin bahçesine sultanın emriyle iki
katlı 18 odalı bir ahşap konak inşa edilir. Birkaç
sene sonra da Ermeni Osep Kalfa bugün bahçedeki taş
konağı yapar. Buraya Zafir Efendi’nin eşlerinden
Deblic Hanım ve çocukları yerleştirilir.
Tekkenin zikir gününde şehrin dört bir yanından
gelen derviş, mürid ve muhibler iki saat süren
zikirlere iştirak ederdi. Bu zikirlere Sultan’ın da
teşrif ettiği ve cuma selamlıklarında burayı ziyaret
ettiği ve zikri kafes arkasından takip ettiği
hatıratlarda yer alıyor. Dönemin kudretli
isimlerinden Mithat Paşa, padişahın şeyhine karşı bu
alakasından pek memnun değildi. Bu yakınlık yüzünden
nüfuz sahibi olduğunu düşünüyor, bir fırsatını bulup
çeşitli tertipler düzenleyerek onu Medine’ye
göndermek istiyordu. Neyse ki, sultanın keskin
feraseti sayesinde Zafir Efendi vefatına kadar
sarayın uhdesinde yaşamış, saray işlerine
karışmamıştı. Zafir Efendi’den bahseden bütün
eserlerde onun son derece takva sahibi bir kişi
olduğu, padişahın kendisine duyduğu muhabbeti hiçbir
zaman suiistimal etmediği anlatılıyor.
Zafir Efendi 2 Eylül 1903’te vefat edince,
tekkenin bahçesindeki türbeye defnedildi. Sarayın
sermimarı İtalyan Raimondo D’Aranco, dönemin üslubu
olan Art Nouveau tarzında bir türbe, çeşme ve
kütüphane imar etmişti. Şeyh Zafir’in ardından
halefi Ebu’l-Hasan Zafir postnişinliğe geçse de kısa
süre sonra bu görevden ayrılarak Mısır’a göç etti.
Görevi devralan İbrahim Efendi, tekke ve zaviyelerin
kapandığı 1925 yılına kadar bu mekanda irşad
görevini sürdürdü. Aile eşrafından vefat edenler
burada veya Yahya Efendi’ye defnedildiler. Bugün,
üzerinden Barbaros Bulvarı geçen Hasanpaşa Deresi
kenarında bulunan 15 odalık koğuşlarda Mağrip
ülkelerinden getirilen dervişler ikamet etmiş,
zekası ile sivrilenler de uzun süre İstanbul’da
çeşitli yüksek mekteplere gönderilerek devlet
kademesinde istihdam edilmişti. Şeyh Zafir, Mısır,
Tunus ve Trablusgarp’ın işgali sırasında buraların
Müslüman toprağı kalabilmesi için çalışarak, sultana
itaat ve sadakat için neşriyatta bulunmuştu.
Nihayet, bu manevi müessese gibi binlerce tekkenin
kapanmasını öngören kanunla beraber, Ertuğrul
Tekkesi de kapılarını mensuplarına kapattı. Fakat
buradaki yaşam her devirde önemli isimler için bir
cazibe merkezi olmuş, çifte konaklar çatısı altında
birçok kişiyi ağırlamıştı. Sultan II. Abdülhamid ve
kızı Ayşe Sultan, annesi Müşfika Kadın Efendi, Hasan
Ali Yücel, Cemal Reşit Rey, eski başbakan Bülent
Ecevit’in annesi Nazlı Ecevit ve kendisi, Tanburi
Faize Ergin, ressam Çallı İbrahim burada bulunmuş,
muhabbet meclislerine bizzat iştirak etmişlerdir.
Zaman geçti, konaklar çok Zafir ailesinin
mirasçılarının elinden çıktı. Uzun yıllar harabe
halde kalan konaklar, bugün de etrafı tel örgülerle
çevrili biçiminde kadere teslim bir vaziyette
bekliyor. 2010 yılında tamamlanan restorasyon
çalışmasıyla ihya edilen Zafir Efendi Dergahı’nın
açılışında konuşan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bu
iki konağı da yakınlarınca yeniden canlandırılması
ricasında bulunmuştu.

Zafir Efendi’nin oğlu ve dergahın son şeyhi İbrahim
Zafir.
Konak elden
çıkıyor
Zafir Efendi’nin Beşiktaş Barbaros Bulvarı’ndaki
konağında yaşayan çocuklarından bir kısmı Avrupa’ya
giderek tahsil gördü. Hatta içlerinden Abdullah
Zafir, Oxford Üniversitesi’nde Türk ve Fars dili
profesörlüğü yaptı. Kardeşlerden Ahmed Zafir büyük
bir maceraya kalkışarak Trablusgarp, Hindistan ve
oradan da Hicaz’a yürüyerek gitmişti. Konağın geçmiş
sakinleri arasında hayırsever Kazım Zafir, ressam
Mehmed Ali Laga da bulunuyor. Aileden hukukçu,
hekim, ressam, kimyager, mimar ve profesörler çıkmış
fakat konağın hikayesini kitap haline getiren Güngör
Tekçe’nin tabiriyle, ilk şeyh efendilerin ardından
hiçbir din alimi veya mutasavvıf çıkmamıştır.
Zaman, Haber: Erkam Emre, 07.03.2014
|
GÜNDOĞDU: ÜÇ AYLIK KAZI ÇALIŞMASIYLA TARİH GÜN YÜZÜNE
ÇIKMAZ
DSP Antalya Büyükşehir Belediye başkanı
adayı Mücahit Gündoğdu, antik kentlerdeki tarihi
eserlerin gün yüzüne çıkmasında 'yerel yönetimlere'
daha fazla yetki verilmesi gerektiğini bildirdi.
Gündoğdu, eski Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul
Günay'ın 2 yıl önce Türkiye'de bir ilke imza atarak
Side Antik Kent'te yıllarca bakımsız olan ve içinde
Apollon Tapınağı'nın da bulunduğu 'tapınaklar
bölgesinin' alanını Side Belediyesi'ne tahsis ederek
yerinde doğru bir karar verdiğini söyledi.
Mücahit Gündoğdu, Gazipaşa'nın Güney Köyünde bulunan
ve kazı çalışmalarını ABD'den Nebraska
Üniversitesi'nin yaptığı alanda incelemede bulundu.
Gündoğdu, ardından Gündoğmuş ve İbradı ilçelerini
ziyaret ederek seçilmesi halinde yapacağı hizmetler
hakkında bilgilendirme yaptı. Antalya bölgesinde
irili ufaklı 302 antik kent ve tarihi ören yerinin
bulunduğunu belirten Gündoğdu, bunun sadece UNESCO
koruması altında Xanthos Antik Kent'in olmasının
üzüntü verici olduğunu kaydetti. Gündoğdu, Kültür ve
Turizm Bakanlığı'nın düşük bütçeli desteği ve yazın
üç aylık çalışmasıyla toprak altından yatan tarihin
gün yüzüne çıkamayacağını belirten Gündoğdu,
"Side Antik Kent'in kazılarını yapan Anadolu
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Prof.Dr.
Hüseyin Alanyalı 66 yıl içinde antik kentin yüzde
10'nun gün yüzüne çıkarılabildiğini söylüyor.
Tamamının gün yüzüne çıkması için 5 asırlık zamana
ihtiyaç olduğunu belirtiyor. Aynı ekip Side
Belediyesi ve Antalya İl Özel İdare Müdürlüğü'nün
desteğiyle 16 ay gibi kısa sürede Tüke Tapınağı'nı
ayağa kaldırdı. Üç aylık çalışma ve kısıtlı bütçe
ile tarih gün yüzüne çıkmaz. Yılın 12 ayı çalışma
yapmak gerekir. Burdur'un Ağlasun İlçesinde bulunan
Sagalassos Antik Kent'te Belçikalılar yılın 12 ayı
çalışma yapıyor. Tarihi ören yerinin yüzde 80'nini
de gün yüzüne çıkardı. Üç aylık çalışma ile
yapılsaydı yüzde 15 bile gün yüzüne çıkmazdı. Eski
Bakan Günay'ın Side Antik Kent'te tapınaklar
bölgesinin tahsisini Side Belediyesi'ne tahsisini
doğru buluyoruz." diye konuştu.
Antalya'nın Kaş İlçesi Kınık beldesinde bulunan
Xanthos ve Letoon antik kentlerin UNESCO koruması
altına alınmasında bölgede 60 yıldır kazı çalışması
yapan Fransız arkeologlara borçlu olduğunu anlatan
Gündoğdu, Likya Birliği'nin başkenti olan Xanthos'un
28 yıldır UNESCO'da insanlık kültür mirası
listesinde bulunduğunu ifade etti.
Bugün, 06.03.2014
|
İZMİR'DEKİ TÜNEL EFSANESİ GERÇEK ÇIKTI

Bahçesinde tarihi bir su kanalı bulunan Agora
semtindeki evi satın alarak restore eden Konak
Belediyesi, bir tarihi daha su yüzüne çıkartarak
kentin turizmine katkıda bulunmaya hazırlanıyor.
Yıllarca kulaktan kulağa dolaşarak efsaneleşen Agora
ile Kadifekale'yi birbirine bağlayan tüneller,
Konak'ın tarih kokan geçmişine bir ışık daha tuttu.
Ortaya çıktıktan sonra arkeoloji çevrelerinde büyük
yankı uyandıran su kanallarının korunması için ilk
destek, Konak Belediye Başkanı Hakan Tartan'dan
geldi. Agora semtinde bir gecekondunun bahçesinden
başlayan, Kadifekale'ye doğru gittiği belirlenen ve
içinden su akan tünel, belediyenin gecekonduyu satın
almasıyla tarihi öneminin yanında turizme
kazandırılacak bir değere dönüştü.
Tünelin içinde bulunan çeşmenin de doğurganlığı
arttırmayı ve sütü bollaştırmayı
ifade eden "Sütveren Anne" inancının başlangıç
noktasını oluşturduğu ortaya çıktı. Meryem Ana'ya
kadar gidebilen bir inanışın parçası olan bu çeşme
ve şehrin tarihi su şebekesi, Tünelli Ev projesiyle
dünyaya açılacak.
Başkan Tartan, yaptığı açıklamada Büyük
İskender'in Kadifekale efsanesinin Tünelli Ev'le
gerçek bir boyut kazanacağını ifade ederek
"Avlusundan tünele girilen ev, Arkeopark projesini
gerçekleştireceğimiz Altınpark alanına çok yakın bir
konuma sahip. Yine bu bölgede bir semt merkezimiz,
Kadın Müzesi ile Radyo ve Demokrasi Müzemiz yer
alıyor. Tünelli Ev'in projesi de tamamlanarak
restorasyon çalışmalarına başlandı. Proje Koruma
Kurulu'nca da onaylandı. Restorasyondan sonra semt
tarihi ve anı evi olarak kentin hizmetine sunacağız.
Agora ve Basmane çevresi, her geçen gün eski güzel
anılarına, turizm merkezi olacağı bir geleceğe
yaklaşıyor. Kente küçük sihirli dokunuşlarla
İskender'in rüyasında gördüğü kat kat mutlu
insanların yaşadığı İzmir'i
bugün gerçekleştiriyoruz" dedi.
Radikal, 06.03.2014
|

|
7 BİN YILLIK AYAK İZLERİ BULUNDU
İngiltere'nin Northumberland bölgesindeki bir sahilde hayvanlara ve insanlara ait olduğu düşünülen 7000 yıllık ayak izleri bulundu.
Ülkenin son günlerdeki aşırı yağmurlu dönemi bir çok insanın evine zarar verdi ama aynı zamanda çok sayıda arkeolojik hazineyi de gün ışığına çıkardı. Bir kısmının insalara ait olduğu sanılan izler turbalık bir alanda korunmuş vaziyette bulundu. İzlerin dalgalar sayesinde açığa çıktığı düşünülüyor. Geçen sene bölgeye yakın bir kasaba olan Low Hauxley’de de benzer buluntular bulunmuş ve bazılarının yetişkinlere ve çocuklara ait oldukları doğrulanmıştı. Son buluntuları sahilde köpeğini gezdirirken bulduğunu açıklayan arkeolog Barry Mead, izlerin hangi hayvan yahut hayvanlara ait olduğunu henüz netleştiremediklerini açıkladı. Geçen yılki kazılarda da görev alan Mead, şimdilerde sıklıkla Druridge Körfezi’ni baştan sona yürüyüp yeni izler arıyor.
Radikal, 06.03.2014
|
ORHAN OSMANOĞLU'NDAN MİRAS AÇIKLAMASI
Sultan II. Abdülhamid'in torunlarından
Orhan
Osmanoğlu, medyada yer alan veraset davası
ile ilgili şöyle konuştu: "Yürüyen bir süreç var.
Gazetelerde çıkan haberlerle uzaktan yakından hiçbir
alakamız yok. Biz ne Galatasaray Adası'nı
istedik ne de 'İstanbul'un yarısını istiyoruz'
dedik.
Üsküdar Üniversitesi
Tarih Kulübü
tarafından üniversitenin Altunizade kampüsünde
"Torunlarının Gözüyle
II. Abdülhamid
konulu söyleşi düzenlendi. Söyleşiye II.
Abdülhamid'in soyundan gelen Orhan Osmanoğlu, Nurhan
Osmanoğlu, Nilhan Osmanoğlu, Yavuz Selim Osmanoğlu,
Berna Sultan Osmanoğlu ve Abdülhamid Kayıhan
Osmanoğlu konuşmacı olarak katıldı. Söyleşi
öncesinde basın mensuplarının sorularını yanıtlayan
II. Abdülhamid'in torununun torunu Orhan Osmanoğlu,
son günlerde medyada yer alan veraset davasıyla
ilgili bilgi verdi. 2010 yılında veraset davası
açtıklarını ifade eden Orhan Osmanoğlu, şöyle
konuştu: "Yürüyen bir süreç var. Gazetelerde çıkan
haberlerle uzaktan yakından hiçbir alakamız yok. Biz
ne Galatasaray Adası'nı istedik, ne de 'İstanbul'un
yarısını istiyoruz' dedik.
Veraset davasına kendileri dışında da müdahiller
olduğunu dile getiren Osmanoğlu, sözlerini şöyle
sürdürdü: "Sultan Abdülhamid'in resmi kayıtlarda 11
hanımı olduğu görülüyor. Dedem Selim Efendi'nin de 4
eşi olduğu görülüyor. Onların tarafından,
ailelerinden katıldığını zannediyorum. Biz, şimdi
öncelikle verasetnamenin çıkmasını istiyoruz ki kim
torunu kim değil, kim yakın onlar belirlensin. Dava
sonrasına da değinen Osmanoğlu, şunları söyledi:
"Önce verasetnameyi açtıktan sonra, tabi ki
ilerleyen zaman da Türkiye Cumhuriyeti şuan
gerçekten adalet ve demokrasiye doğru gidiyorsa ki,
büyük bir yol kat ettik. Bulgar vakıfları kendi
vakıflarını aldı. Bir takım Rum vatandaşları tekrar
haklarını aldı. Niye biz almayalım diye. Ama bu
gazetelerde bahsedilen İstanbul'un yarısı gibi bir
şey değil.
Sultan Abdülhamid'in çok büyük bir mal varlığına
sahip olduğunu dile getiren Osmanoğlu, sözlerine
şöyle devam etti: "Fakat bizim istediğimiz burada
Milli Emlak'a giden ve Milli Emlak'tan başka
kişilere peşkeş çekilenler. Başka holdinglere veya
şirket gruplarına satılan yerleri inşallah talep
edeceğiz.
Osmanoğlu, bazı tarihçilerin, miras alamayacakları
yönündeki açıklamalarıyla ilgili de şöyle konuştu:
"Buna Türk adaleti karar verecek. Mahkeme, 'Siz hak
talep edemezsiniz. Bir hakkınız yok' da diyebilir.
Bizim boynumuz kıldan incedir.
Söyleşide öğrencilere tek tek kendini tanıtan
hanedan üyeleri öğrencilerin sorularını cevapladı.
Bir tarih programında II. Abdülhamid'in içki
içtiğine ilişkin yorumların yapıldığına değinen
Orhan Osmanoğlu, "Dedemiz değil içki kesinlikle
abdestsiz gezmeyen bir padişah nasıl içki içtiğini
ben anlamıyorum. Şehzadeyken de alkol almadığını en
yakını olan kızı Ayşe Sultan kitabında yazıyor"
dedi.
Osmanoğlu, 31 Mart olayı ile bağlantılandırılan
darbelere ilişkin soruya ise şöyle karşılık verdi:
"Günlük siyasete girmek istemiyorum ama günümüze
kadar bu olaylar öyle devam ediyor. Geride
bırakalım, artık dik durmanın zamanı diyorum."
Nilhan Osmanoğlu ise hanedan üyelerinin miras
talebiyle ilgili bir soruya, "Sultan Abdülhamid'in
kendine ait mülkleri vardı. Sizin dedenizin mal
varlığı olsa bunu istemez misiniz?" karşılığını
verdi.
Sabah, 06.03.2014
|
MARDİN KALESİ'NDE RESTORASYON ÇALIŞMASI BAŞLADI

Moğolların ünlü hükümdarı Timur’u bile çileden
çıkaran direnişle tarihe mal olan Mardin Kalesi’nde
restorasyon çalışmaları başladı. 218 yıl aradan
sonra ilk defa restorasyon kapsamına alınan Mardin
Kalesi için yüklenici firma İtalya’dan özel olarak
getirdiği çelik bariyerleri, kale etrafında monte
etmeye başladı. Restorasyon çalışması kapsamında
kaleden düşecek kaya parçalarına karşı şehri korumak
için kale etrafında 450 metre çapında özel çelik
bariyerler kurulacak.
Kale içinde yapılacak arkeolojik kazılardan sonra
kalenin etrafında kaya ıslahı çalışmaları
başlayacak. Ayrıca, kale içinde bulunan Artuklu
Hükümdarlığı döneminden kalma yaklaşık 900 yıllık
tarihi cami yeniden restore edilerek ibadete
kazandırılacak.
Vali Dr. Ahmet Cengiz, Mardin Kalesi'nde 218 yıl
aradan sonra ilk defa restorasyon çalışması
başlattıklarını belirterek, dünyanın en büyük kalesi
olan kartal kalesini turizme kazandırmak için kaleye
özel ilgi duyduklarını belirtti. Mardin Kalesi'nin
birçok medeniyete ev sahipliği yaptığını belirten
Vali Dr. Ahmet Cengiz, 'Dünya şehri olan Mardin'in
yıldız olarak parlamasını istiyoruz. Bunun için her
alanda çalışma yapıyoruz. Bu tarihi kentin, dünya
kamuoyuna tanıtılması ve dünyada hak ettiği yere
gelmesini sağlamak için mücadele ediyoruz.” dedi.
RESTORASYON 2 YILDA BİTECEK
Mardinlilerin 60 yıllık kaleye çıkma hayalini
gerçekleştirdiklerini ifade eden Vali Cengiz, şöyle
konuştu: ”Tarihte fethedilmeyen tek kale olarak
adını yazdıran Mardin Kalesi'nin restorasyon
çalışmasını 2 yılda bitirmeyi hedefliyoruz.
Çalışmaların hızlı bir şekilde bitirilmesi ve
kalenin bir an önce turizme açılması için gerekli
talimatlar verildi. Restorasyon çalışması ile
birlikte kale içinde bulunan Artuklu Hükümdarlığı
döneminden kalma yaklaşık 900 yıllık tarihi camiyi
yeniden halkın ibadetine açmayı hedefliyoruz.
Kaledeki kilise, cami, saraylar ortaya çıkarılacak
ve turizme kazandırılacak. Mardin Kalesi'nin ne
kadar önemli bir yere, bir yapıya sahip olduğunu,
insanlar kaleye çıkınca daha iyi anlayacak. Bunun
için mimarlarımız, teknik ekibimiz kalede gerekli
çalışmaları başlattı. Mardinlilerin, artık özlem
duydukları kaleye en kısa zamanda kavuşacağına
inanıyorum.“ diye konuştu.
KALE ETRAFINDA 450 METRE ÇELİK HALAT KURULDU
Restore çalışması ilgili bilgi veren Karacan Grup
şantiye şefi Aytek Alıcı, Mardin Kalesi'nde restore
çalışmalarına başladıklarını söyledi. Alıcı, ”Şu
anda kalenin etrafında güvenlik bariyerleri ve çelik
halatlar kuruyoruz. Kale restorasyonu için
İtalya’dan özel çelik bariyerler getirdik. Kaleden
düşecek kayaları tutmak için kale etrafında 450
metre çapında çelik bariyerler ve halatlar
kurulacak. Çelik bariyerlerle şehrin güvenliğini
kontrol altına alacağız. Kale içinde arkeolojik
kazılar yapılacak. Kaya ıslahı yapılacak. Kalenin
restorasyon işi yaklaşık 750 gün sürecek. Bu iş
Türkiye’de bir ilk olacak. Bunun için Mardin Kalesi
için özel bir ekip çalışacak.” şeklinde konuştu.
Bugün, 06.03.2014
|
OSMANLI'DAKİ İLGİNÇ
VAKIFLAR

Osmanlı
medeniyeti aynı zamanda "vakıf
medeniyeti" olarak tarihteki yerini alıyor.
Osmanlı'daki sivil toplum, insan haysiyetinin ve
hayatının korunması, güzelleştirilmesi, sosyal
düzenin her türlü tehlike ve sarsıntılardan
korunması amacıyla vakıf yolu ile camiler,
medreseler, dergahlar, aşevleri, hanlar,
hamamlar, kervansaraylar,
bedestenler ve köprüler yaptırdı.
Bir gönüllük,
merhamet ve sevgi medeniyetine sahip olan
Osmanlı, kendi kişisel imkanlarıyla hiçbir
menfaat gözetmeksizin binlerce hayır kurumunun
temelini attı, yeri geldiğinde de tüm birikimini
bağışlamasını bildi.
Çok özel konulara
bile el atılması ise vakıf medeniyetinin nasıl
bir incelik üzerine inşa edildiğini gösteriyor.
Zengin bir çeşitliliğe sahip olan
vakıf geleneğinde oldukça ilginç vakıflar da yer
alıyor.
- Sıcak pide
dağıtan, çeyiz hazırlayan vakıf
AA muhabirinin,
Vakıflar Genel Müdürlüğünün "Tarihteki İlginç
Vakıflar" kitabından derlediği bilgilere göre,
"Güzel Yazı Öğreten Vakıf", bilgiyle beraber
güzel yazıya da ne kadar önem verildiğini
gösteriyor. Dünyanın en ünlü hattatlarının
çıktığı Osmanlı'da güzel yazı yazma tarihi bir
gelenek olarak görülmüş, bu iş için vakıf kurulmuş. Hattat
muallimler tarafından talebelere, asgari haftada
iki gün güzel yazı dersi verilerek, hocalarına
günlük on akçe ödeniyordu.
"Kızlara Çeyiz
Hazırlayan Vakıf" çeyize ihtiyacı olan kızları
tespit edip, çeyizlerini üstlendi. "Duvar
Yazılarını Silen Vakıf", her an cami, medrese,
kışla, çeşme, han, hamam, bahçe gibi yerlerin
duvarlarının çirkin yazı ve resimlerden
temizlenmesini ve çevrelerinin bakımlı kalmasını
sağladı.
"Sıcak Pide
Dağıtan Vakfı", vakıf sıcak pide alıp müezzinler
vasıtasıyla fukaraya sadaka olarak dağıttı.
"Yaz Günlerinde
Soğuk Su Dağıtan Vakıf", yapılan sebilde, yaz
mevsiminde buzlu veya karlı soğuk su
bulunduruldu. Gelen geçen her susuza vakfın
aldığı bardaklarla Allah rızası için su ikram
edildi.
"Öğrencilere Piknik
Yaptıran Vakıf", kurulan bu vakıfla ilk mektep
talebelerini her yıl iki defa pikniğe
götürürdü.
- Boğazda temiz
hava aldıran vakıf bile kurulmuş
"Helalleşme Vakfı",
sevap, vakfın (yani kendisinin) üzerinde hakkı
olup da helalleşemediği kimselerin olsun diye
kuruldu. Bir şekilde gıybetini yapıp, bilerek ya
da bilmeyerek üzmüş olabileceği, helalleşmek
istediği ama helalleşemediği kimseler olacağı
düşüncesiyle kazanacağı sevabı (helalleşmek
ümidiyle) onlara bağışlıyor. Bu durum
medeniyetin ilim adamlığı anlayışını da gözler
önüne seriyor.
"Meyve Yediren
Vakıf", vakfa ait bağdan, ahaliye, çocuklara
meyve dağıtırdı. "Boğazda Temiz Hava Aldıran
Vakıf", önce belirlenen yere çeşme yaptırırmış.
Sonra yanına bir köşk ve bir de liman... Vakıf,
buraya gelen insanlar burada konaklayıp boğaz
havası alsınlar, boğazın güzelliklerini
seyrederek dinlensinler diye kuruluyor.
Kitapta yer alan
ilginç diğer vakıflardan bazıları ise şöyle:
"Doktorların Güzel
Huylu Olmasını İsteyen Vakıf, İsrafı Önleyen
Vakıf, Yaz ve Kışta İnsanların İstirahati İçin
Kamp Tesis Eden Vakıf, Camilerdeki Saatleri
Tamir Eden Vakıf, Kışın Abdest Alanlara Sıcak Su
Temin Eden Vakıf, Zararlı Haşaratı İmha Eden Su
Vakfı, Göl Temizleyen Vakıf, İflas Eden
Tüccarlara Yardım Eden Vakıf."
Konya Hakimiyet,
06.03.2014
|
1901 SOYGUNUNUN ALTINLARINI BULDULAR
ABD'nin Kaliforniya eyaletinde bir ailenin, evlerinin bahçesinde köpeklerinin bulduğu hazinenin, 1901'de San Francisco'daki darphane soygununda çalınan altınlar olduğu öne sürüldü.
İddiayı ortaya atan San Francisco Chronicle gazetesi, haberinde soyguncuların bir asır önce altınları buraya saklamış olabileceğini belirttiyse de ABD Darphanesi hazinenin herhangi bir soygun ile ilişkili olmadığı açıklamasını yaptı.
Kuzey Kaliforniya'da John ve Mary çiftinin bulduğu 1847-1894 tarihleri arasına ait bin 427 parça altın paranın 10 milyon dolar değerinde olduğu tahmin ediliyor.
Sabah, 06.03.2014
|
|
PALMİRA'DAKİ AÇIK HAVA MÜZESİ YAĞMALANIYOR

Suriye'de 3 yılı aşkın süredir devam eden iç
savaş nedeniyle ülkedeki can kayıplarının yanı sıra
tarihi eser kaçakçılığı da artarak devam ediyor.
Suriye İnsan Hakları Örgütü'nün (SNHR) raporuna göre
Beşar Esad güçlerinin çeşitli kentlerde muhaliflere
yönelik ağır silahlarla önceki gün düzenlediği
operasyonlarda 41 kişi daha hayatını kaybetti. Öte
yandan Suriye Arap Haber Ajansı (SANA), ülkede yeni
bir tarihi eser kaçakçılığının ortaya çıkarıldığını
duyurdu. SANA'nın sitesinde yayınlanan habere göre,
Suriye rejimine bağlı yetkililer, ülkenin antik
zamanların önemli dini ve ticari merkezi olan
bölgesinde 9 tarihi eser buldu. Haberde, başkent
Şam'ın 215 kilometre kuzeydoğusunda ve Humus
kentinin de 155 kilometre doğusundaki Palmira
bölgesinde bulunan eserlerin teröristlerce çalındığı
belirtildi. 9 çalıntı eserin bir çiftliğin içindeki
mağarada bulunduğu bildirildi. Ancak haberde bulunan
eserlerin geçmişleri hakkında detaylı bilgi
verilmedi. UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi'ne
alınan Palmira bölgesi "açık hava müzesi" olarak
biliniyor.
Sabah, 06.03.2014
|
KONYA'DA TARİHİ RESTORE

Konya’da Mevlana
Kültür Vadisi Projesi kapsamında 10 yılda 2 bin 327
bina restore edildi. Ayrıca şehrin tamamındaki
tarihi yapıların envanteri de çıkarılıyor.
Konya merkezde Mevlana
Kültür Vadisi Projesi kapsamında 10 yılda 2 bin 327
tarihi yapının restorasyonunu tamamladıklarını
hatırlatan Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir
Akyürek, dünyadaki en büyük restorasyon projesi
olan Tarihi Bedesten’de 2 bin 687 binanın
restorasyonun tamamlanmak üzere olduğunu dile
getirdi.
Tarihi yapıların ihya edilerek gelecek nesillere
ulaştırılması ve geçmişe vefanın gösterilmesi
açısından restorasyon çalışmalarına büyük önem
verdiklerini belirten Başkan Akyürek, restore edilen
eserler arasında Akçeşme Mahallesi’nde ve şehrin
farklı yerlerinde bulunan Konya evlerinin, Sultan
Selim, Aziziye ve Kapu Camiiler başta olmak üzere 11
adet caminin, tarihi hanların, çeşmelerin,
medreselerin ve türbelerin bulunduğunu ifade etti.
Konya’nın tamamındaki tarihi yapıların envanteri
çalışması yürüttüklerini belirten Başkan Akyürek,
“Yeni Büyükşehir Yasası kapsamında sadece merkezde
değil, köyler, beldeler ve ilçelerdeki tarihi
yapıların tamamını restorasyon kapsamına alacağız.
Bunlar bize tarihten gelen miraslardır, ecdadımızın
miraslarıdır. Geçmişten bize miras kalan eserler
aslında bulundukları köylerin, beldelerin ve
ilçelerin tapu kayıtlarıdır, bizlere birer
emanettir. Bu emanete en güzel şekilde sahip çıkmak
gerekir” dedi.
Konya’nın tamamındaki tarihi eserlere sahip çıkıp
koruyacaklarını ve yeniden ziyaret edilebilir hale
getireceklerini kaydeden Başkan Akyürek, bu konuda
bir master plan çerçevesinde yoğun bir çalışma
yürüttüklerini dile getirdi.
TOKİ Haber, 05.03.2014
|
T.C.Mİ, ABDÜLAZİZ'İN TUĞRASI MI KALACAK?
İstanbul
Üniversitesi Beyazıt Kampüsü ana giriş kapısı
restore ediliyor. Üzerinde ikinci bir örtü bulunan
tarihi tuğranın açılıp temizlendiği görülebiliyor.
Restorasyon bittiğinde T.C. mi kalacak tuğra mı
belli değil.

Eski adı ‘Seraskerlik Kapısı’. Osmanlı
Devleti’nde Harbiye Nezareti’nin (Milli Savunma
Bakanlığı) ve Seraskerlik’in (Genel Kurmay
Başkanlığı) giriş kapısıydı. Cumhuriyetle beraber
Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesi’nin giriş kapısı
oldu. Üniversite denilince akla ilk gelen yapılardan
biridir.
110 yıl önce onarılmıştı
Yaklaşık 4 yıl önce İstanbul Üniversitesi’nin
tarihi duvarlarının restorasyonu ile başlayan
‘tarihe sahip çıkma projesi’ kapsamında
üniversitenin Yapı İşleri ve Teknik Daire Başkanlığı
tarafından restore ediliyor. Yapı ilk olarak 1864
yılında Harbiye Nezareti binasının giriş kapısı
olarak yapıldı. Binanın mimarı Fransız mimar
Bourgeois. Kapıyı da aynı mimarın yaptığı söylense
de bir başka görüşe göre, yapımında Londra’da
mimarlık eğitimi alan Bekir Paşa’nın planları
kullanılmış.
O tarihten bu yana hiç tam anlamıyla bir
restorasyon sürecinden geçmemiş. Bir tek 1894
İstanbul depreminden sonra Raimondo Daranco
tarafından onarılmış.
Hürriyet Gazetesi'nden Abdullah Yıldırım'ın
haberine göre, restorasyonla birlikte, kapının üst
kısmındaki ‘T.C.’ ibareli madalyon yeniden gündeme
geldi. 2 yıl önce İstanbul Üniversitesi öğrencileri
ve Ulusal Öğrenci Konseyi’nin sosyal medyadan
başlattıkları “Tarihimi Geri Ver” kampanyasında, şu
an ‘T.C.’ harflerinin olduğu noktada 1933 yılına
kadar Sultan Abdülaziz tuğrasının olduğu, bu tarihi
değerin yeniden gün yüzüne çıkarılması gerektiği
belirtilmişti.
Koruma Kurulu karar verecek
Üniversitenin Yapı İşleri ve Teknik Daire
Başkanlığı yetkilileri, restorasyonun İstanbul İl
Özel İdaresi desteğiyle yaklaşık 5 aydır sürdüğünü,
2 aya kadar da biteceğini söylüyor.
Yetkililer ‘T.C’. tabelasının geleceğiyle ilgili
kararın Koruma Kurulu onayında olduğunu belirterek,
“Bu gibi tarihi yapıların nasıl onarılacağı Koruma
Kurulu tarafından belirlenir. Bu konu henüz
netleşmiş değil. Heyet ‘T.C.’nin olduğu gibi
muhafaza edilmesini de isteyebilir, altındaki
tuğranın gün yüzüne çıkarılmasını da. Durum birkaç
haftaya kadar belli olur” şeklinde bir açıklama
yaptılar.
Yapı, 05.03.2014
|
SEYİTÖMER HÖYÜĞÜ KURTARMA KAZILARI
Kütahya’da,
Çelikler Seyitömer Elektrik Üretim Anonim Şirketi
çalışma alanın da bulunan ve Dumlupnar Üniversitesi
(DPÜ) Arkeoloji Bölümü tarafından 8 yıldır yürütülen
höyük kurtarma kazıları kapsamında çıkarılan 303
eser, restorasyonu tamamlanarak Kütahya Arkeoloji
Müzesine teslim edildi.
DPÜ Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü ve
Seyitömer Höyüğü Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Nejat
Bilgen, AA muhabirine yaptığı açıklamada, il
merkezine 25 kilometre uzaklıkta yer alan höyükte,
daha önce Afyonkarahisar ile Eskişehir müze
müdürlüklerinin yaptığı kazıların, 2006 yılında
kendilerine devredildiğini söyledi.
Çalışmalar tamamlanınca önemli bir değere sahip
kömürün ekonomiye kazandırılacağını belirten Bilgen,
şöyle konuştu:
“Kütahya’da Seyitömer Höyüğü, Kütahya il
merkezine 26 kilometre uzaklıkta, Çelikler Seyitömer
Elektrik Üretim AŞ’nin rezerv sahasında, eski
Seyitömer beldesinin bulunduğu alan içerisinde yer
almaktadır. Höyüğün etkilediği alanda, 12 milyon ton
kömür rezervinin kullanılabilir duruma getirilmesi
amacıyla 1989 yılından itibaren ilk Eskişehir Müze
Müdürlüğü, 1990-1995 yılları arasında da
Afyonkarahisar Müze Müdürlüğü tarafından kazı
çalışmaları yürütülmüştür. Bir süre ara verilen kazı
çalışmalarına, DPÜ ve Türkiye Kömür İşletmeleri
Genel Müdürlüğü (TKİ) arasında imzalanan 5+1 yıllık
protokol ile bize devredilmiştir. 2011 yılında
yapılan ek protokol ile kazı çalışmaları 3 yıl daha
uzatıldı. Seyitömer Linyit İşletmeleri’nin 2013
yılında özelleştirilmesi sonucu çalışmalar, Çelikler
Seyitömer Elektrik Üretim AŞ iş birliğiyle devam
ettirilmektedir. Yapılan yeni protokol gereği her
yıl altı aylık periyotlar halinde gerçekleştirilen
kazı çalışmaları, tüm hızıyla devam etmektedir.
Protokol gereği ara verilen kış sezonunda, DPÜ Fen
Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü
laboratuvarlarında, 10 uzmanın görev aldığı
çalışmalarda daha önce çıkarılan 303 eseri,
restorasyon ve belgeleme işlemlerini tamamlayarak
Kütahya Arkeoloji Müzesine teslim ettik.”
Bilgen, bu yıl kazı çalışmalarına mayıs ayında
başlamayı planladıklarını sözlerine ekledi.
haberler.com, 04.03.2014
|
ERDOĞAN'A KARŞI 12 BİN SİT ALANI
Türkiye’de
2002’ye kadar 58 olan sit alanı sayısı son 12 yılda
14 bine çıktı. Doğayı korumanın yolu, sit alanı ilan
ettirmek oldu.
Başbakan Recep Tayip Erdoğan önceki gün
Muğla’daki seçim mitinginde “Türkiye’de 2 bin
civarında doğal sit alanı var, bu alanların yaklaşık
200’ü Muğla’da. Bu alanlara ilgili vatandaşlarımızın
mağduriyetine yol açan keyfi uygulamalara son
vereceğiz” deyince gözler sit alanlarına çevrildi.
Erdoğan’ın bu sözleri üzerine son 12 yıllık dönemde
sit alanlarındaki değişimi araştırdık: 12 yılda sit
alanı sayısında ciddi bir artış var. Bunun nedeni
ise hükümet uygulamaları.
2002’DE SİT ALANI SAYISI 58’Dİ
2002 yılında Türkiye’de henüz çılgın projeler yokken
11’i doğal sit alanı olmak üzere sadece 58 sit alanı
bulunuyordu. Bu sayı 2013’e gelindiğinde 14 bini
aştı. Türkiye’de sit alanlarının büyük bir kısmı
arkeolojik alanlardan oluşuyor. 11 bin 399
arkeolojik sit alanı var. Doğal sit alanı ise
Başbakan’ın da ifade ettiği gibi 2 bine yakın.
DOĞA İÇİN KOŞUYORLAR
Peki bu sayı 12 yılda nasıl bu kadar çok arttı? İki
nedeni var. Birincisi vatandaşın doğal hayatı yok
eden inşaatlara karşı, yaşadığı yeri sit alanı ilan
ettirerek koruyacağını düşünmesi ve Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı’na başvurması. Çevre talanı
arttıkça endişeli çevreciler de sit başvurusunda
bulunarak sit sayısını artırıyor. Alakır
Vadisi’ndeki HES projesi bu durumun örneklerinden
biri.
Doğa harikası Alakır Vadisi’nde beş yıl önce HES
projeleri yapıldı. Böyle bir projeden önce
Alakırlılıarın sit başvurusu yapmak akıllarına bile
gelmemişti. HES projelerinin gündeme gelmesinden
sonra Alakırlılar burayı 1. derece sit alanı ilan
ettirdi. Ancak sit alanı ilan edilmesi HES
projelerine engel olamadı. Sit alanı sayısındaki
artışın diğer bir nedeni de Koruma Kurulu sayısının
artması.
Demir: Başbakan’ın gözü Muğla’da
CHP Muğla Milletvekili Prof.Dr. Nurettin Demir,
Türkiye’nin en fazla doğal sit alanına sahip
şehrinin Muğla olduğunu söyledi. Muğla’nın yüzde
67’sinin orman arazisi olduğunu aktaran Demir,
sözlerine şöyle devam etti: “Muğla 197 ören yeri,
bin 124 kilometre deniz kıyısına sahip. Bu yüzden
herkesin gözü burada. Tabii ki Başbakan’ın da gözü
burada. Onlar için buradaki en büyük sorun sit alanı
arazisi. Başbakan Erdoğan yeni talan edeceği için
yerler düşünüyordur, o yüzden böyle bir açıklama
yapmıştır. Maalesef üzülüyoruz bu açıklamalar için.
Muğla’da sit alanından rahatsız olan insanlar vardır
ancak bunların sayısı çok azdır.”
Kahraman: Koruma Kurulları da arttı
TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı
Tayfun Kahraman, konuyu Taraf’a değerlendirdi.
Koruma Bölge Kurullarının sayısının AKP
iktidarı döneminde arttığını söyleyen Kahraman,
“Bölge Kurullarının sayısının artmasıyla birlikte
daha fazla sit alanı ilan edildiği bir gerçek” dedi.
Kahraman sözlerini şöyle sürdürdü: “Koruma Bölge
Kurulları son zamanlarda bu alanlara daha çok
eğildi. Bu süreçte de sit alanlarının sayısı arttı.
Sit alanlarını kaldırma konusuna gelince...
Alanlardaki sit statüsünü kaldırmak tamamen teknik
ve bilimsel bir meseledir. Bu teknik ve bilimsel işe
karar verecek olan da Koruma Bölge Kurullarıdır. Bu
kurulları böyle bir siyasi baskı altına almak ve sit
statüsünü kaldırmak bilimselliğe aykırıdır.”
Taraf, Haber: Billur Özgül, 04.03.2014
|
HEVSEL BAHÇELERİ'NE KONUT YAPILAMAZ!

Diyarbakır’daki Hevsel Bahçeleri’nde
ağaçların kesilmesi sonrasında başlayan eylemle
ilgili Diyarbakır Valisi Mustafa Cahit Kıraç
açıklama yaptı.
Kıraç, açıklamada kesimin üniversiteyle ilgili
olduğunu ve kendileriyle hiçbir ilgisinin olmadığını
belirtti. Kıraç şöyle konuştu: “Hevsel Bahçeleri 12
bin yıldan beri bölgenin tahıl ambarıdır. Son olarak
rezerv alanları içinde ilan edilmesiyle birlikte
dokusuna uygun, rekreasyon alanı yürüme bantları,
bisiklet ve koşu yolları daha sonra detaylarıyla
ortaya çıkacak. Büyükşehir Belediye Başkanı’yla
yaptığımız toplantıda söyledim, bir kez daha
paylaşıyorum. Hevsel Bahçeleri, doğanın kendisine
verdiği görev dışında başka bir görev yapamaz. Orada
konut yapılamaz, zaten alan kumsal bir alandır.
Diyarbakırlının Hevsel Bahçelerine gösterdiği
duyarlılıktan dolayı teşekkür ediyorum. Ağaç
kesimine tepki var ancak üniversitenin kendi iç
çalışmasıdır, valiliğimizle alakası yoktur.”
Taraf, 04.03.2014
******
TOKİ'DEN 'HEVSEL BAHÇELERİ' AÇIKLAMASI
Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanlığı'ndan
yapılan açıklamada, "TOKİ'nin, Diyarbakır Hevsel
Bahçelerini kapsayan alanda herhangi bir konut
uygulaması veya imar planı çalışması
bulunmamaktadır" denildi.
Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanlığı
(TOKİ), İdare'nin,
Diyarbakır Hevsel Bahçelerini kapsayan alanda
herhangi bir konut uygulaması veya imar planı
çalışması bulunmadığını bildirdi.
TOKİ'den yapılan açıklamada, bazı basın yayın
organlarında, "
Diyarbakır 8 bin yıllık Hevsel için ayakta"
ve "8 bin yıllık tariheTOKİ
hançeri" başlıklı haberler yer aldığı anımsatıldı.
Söz konusu haberlerde, "Hevsel Bahçelerinde
ağaçlar yok edildikten sonra
TOKİ binalarının yükseleceği" gibi gerçek dışı
iddialarda bulunulduğu belirtilen açıklamada, şunlar
kaydedildi:
"TOKİ'nin,
Diyarbakır Hevsel Bahçelerini kapsayan alanda
herhangi bir konut uygulaması veya imar planı
çalışması bulunmamaktadır.
İdaremiz ile
Diyarbakır Valiliği,
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ve Sur
Belediyesi arasında imzalanan protokoller
kapsamında, 'Diyarbakır
Alipaşa ve Lalebey Mahallesi Kentsel Yenileme
(Gecekondu Dönüşüm) Projesi' ve 'Diyarbakır
Tarihi Sur Koruma Bandı Kentsel
Yenileme Projesi' çalışmaları sürdürülmektedir."
Açıklamada, gerçek dışı ve spekülatif amaçlı,
kurumu yıpratmayı hedefleyen haberlere itibar
edilmemesi gerektiği ifade edildi.
Anadolu Ajansı, Haber: Duygu Can, 04.03.2014
|
ATATÜRK ORMAN ÇİFTLİĞİ KURTULUYOR

Yeni Başbakanlık Binası'nın
yapıldığı Atatürk Orman Çiftliği arazisi ile
ilgili mahkemeden karar çıktı.
Ankara Tabiat Varlıkları Bölge Komisyonu 2
Şubat 2012'de, Atatürk Orman Çiftliği'nin de
içinde bulunduğu yeni Başbakanlık binasının
yapıldığı 7 hektarlık alanı tarihi SİT alanı
olmaktan çıkarıldı.
Mimarlar Odası, Çevre Mühendisleri Odası, Şehir
Plancıları Odası, Peyzaj Mimarları Odası ve
Ziraat Mühendisleri Odası komisyonun verdiği,
SİT derecesinin düşürülme kararının iptali için
Kültür ve Turizm Bakanlığı'na dava açtılar.
Başbakanlık da davaya davalının yanında durarak
müdahil oldu.
MAHKEME O KARARI İPTAL ETTİ
Bugün görülen duruşmada mahkeme kararı iptal
etti. Bu karara göre şu anda Başbakanlık binası
inşaatının durması ve binanın yıkılması
gerekiyor.
İnşaatın yapıldığı bölge Ankara'nın nefes
aldığı, hava kirliliğini azaltan, yeraltı suları
açısından zengin ve endemik türleri barındıran
nadir alanlardan olmasının yanı sıra,
Cumhuriyet'in hafızalarından olması nedeniyle
önemli sayılıyor.
Atatürk Orman Çiftliği arazisinde inşa edilen ve tartışmalara konu olan Yeni Başbakanlık Binası
Hürriyet, Haber: Melis Alphan, 04.03.2014
|
ZEUGMA'NIN MOZAİKLERİ ABD'DE ZEMİN SÜSÜ
Zeugma mozaiklerine ait
12 parçanın ABD’deki Bowling Green State
Üniversitesi’nde zemin süsü olarak kullanıldığı
ortaya çıktı. Mozaiklerin 1965’te kaçak kazılar
sonunda kaçırıldığı tahmin ediliyor.

Türkiye’nin en önemli tarihsel zenginlikleri
arasındaki Zeugma mozaiklerine ait 12 parçanın
ABD’nin Ohio eyaletindeki Bowling Green State
Üniversitesi tarafından zemin süsü olarak
kullanıldığı ortaya çıktı. 1965’te üniversite
tarafından Manhattan‘da bir sanat galerisinden satın
alınan Zeugma mozaiklerinin Türkiye’ye iade edilmesi
için yapılan resmi girişimlerden ise sonuç
alınamadı.
Gaziantep’teki Birecik Baraj Gölü kıyısında
bulanan Zeugma Antik Kenti, milattan önce 300
yılında Büyük İskender tarafından ‘Selevkia
Euphrates’ adıyla kurulmuştu. Daha sonra Kommagene
Krallığı’nın 4 büyük şehrinden biri olan kent,
milattan önce 31’den itibaren
Roma İmparatorluğu’na bağlanırken ‘köprü’
anlamındaki Zeugma adını almıştı. 1998-1999’da
Birecik Barajı’nın suları altında kalmaması için
yürütülen kazılarda bulunan eserler Zeugma Mozaik
Müzesi’nde sergilenirken, bazı parçaların ABD’de
zemin süsü olarak kullanıldığı ortaya çıktı.
Ohio’daki Bowling Green State Üniversitesi’nin
koridorlarında zemin süsü olarak kullanılan
mozaiklerin 1965’te
kaçak kazılarla kaçırıldığı tahmin ediliyor.
46 yıl gizli odalarda
1965-2011 arasında üniversitenin kapalı odalarında
tutulan 12 parça mozaik, 3 yıl önce zeminde
sergilenmeye başladı. 2011’e kadar
Antakya kökenli olduğu sanılan mozaikleri
inceleyen üniversitenin öğretim üyesi Dr. Stephanie
Hooper, Zeugma antik kentini doğruladı. Bunun
üzerine Kültür ve
Turizm Bakanlığı, mozaiklerin iadesini istedi.
Federal Soruşturma Bürosu olan
FBI’ya bile başvuran bakanlık,
Anadolu’nun kültür hazinesinin iadesi için
kararlılıkla diplomatik ilişkilerini sürdürdü. FBI
ise konunun kendilerini ilgilendirmediği belirterek,
topu üniversite yetkililerine attı. Üniversite de 3
yıldır Türkiye’yi oyalayarak mozaiklerin iadesini
yapmadı.
Milliyet, Haber: Gökhan Karakaş, 04.03.2014
|
EMEK'TE DERİN TAHRİBAT
Tarihi Emek Sineması'nı
yıkan Grand Pera projesi inşaatı çevresindeki
tescilli Serkildoryan, İsketinj ve Melek
apartmanlarını tahribata uğrattı. Yenileme Kurulu
onaylı projeye aykırı süren inşaatın ilgilileri
hakkında su duyurunda bulundu.
İstanbul Beyoğlu'nun simgesi tarihi Emek Sineması'nı
yıkan Grand Pera projesi inşaatının çevresindeki
korunması gereken kültür varlığı olan Cercle
D'orient (Serkildoryan), İsketinj apartmanı ve Melek
apartmanını tahribata uğrattığı ortaya çıktı.
İstanbul 1 Nolu Yenileme Alanları Kültür
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, Kamer İnşaat
tarafından yıkılan Emek Sineması'nın yerine
yapılacak Grand Pera projesinin onaylanmış projeye
aykırı olarak sürdürüldüğünü tespit etti. Yenileme
Kurulu, hem projeye aykırı işlemden Kurul'a gerekli
bilgi, belge ve raporun iletilmememiş olması
nedeniyle, hem de çevresindeki kültür varlığı
yapılarda yarattığı tahribattan ötürü inşaatı
sürdürenler hakkında 12 Şubat'ta suç duyurusunda
bulundu.
SERKİLDORYAN ÇATLADI
Kurul'un yerinde yaptığı incelemede ise Serkildoryan
binasında çatlaklar tespit edildi. Ayrıca Emek'in
bulunduğu “338 adada yapılan kazı uygulamalarında
gerekli önlemlerin alınmamış olması sebebiyle”
tescilli Melek apartmanının duvarlarında çatlaklar
oluştuğu belirlendi. 1 Nolu Yenileme Kurulu
ilgililer hakkında 2863 sayılı Kültür ve Tabiat
Koruma Kanunu'nun 65. maddesi kapsamında suç
duyurusunda bulundu. Kanun maddesi 2 yıldan 5 yıla
kadar hapis cezası öngörüyor.
TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Yenileme
Kurulu'nun tespiti üzerine bugün Karaköy'deki
binasında açıklama yaptı. Mimarlar Odası ÇED Danışma
Kurulu Sekreteri Mücella Yapıcı, “Mimarlar Odası'nın
itiraz ettiği projeye dahi aykırı sürdürülen, bir
inşaatla karşı karşıyayız. Hiçbir tedbir alınmadan,
büyük bir vandallıkla Emek Sineması yıkıldı. Ancak
yalnızca Emek Sineması değil Serkildoryan'ı da,
Melek apartmanı ve İsketinj apartmanını tahrip eden
inşaat Kurul kararlarına aykırı bir şekilde
sürdürülüyor, bu suçtur” dedi.
YASAYA AYKIRI İNŞAAT
Mimarlar Odası, geçen cuma günü Beyoğlu Belediyesi
ve Kamer İnşaat hakkında İstanbul Cumhuriyet
Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu. Beyoğlu
Belediyesi'nin inşaatı ivedilikle durduruması
gerektiğini belirten Avukat Can Atalay “Yapılan
uygulama 2863 sayılı yasaya aykırıdır, koruma
kurallarına hiçbir şekilde uygun davranılmamaktadır.
Bu inşaatı durdurmayanlar da aynı suçu işliyor”
dedi. Kamer İnşaat ile ilgili suç duyurusunun
Başsavcılığın gerekçe göstermeden kabul etmediğini
söyleyen Atalay, “Eğer bu inşaat durmazsa delilleri
toplamayan savcılar da sorumlu olacaktır” diye
konuştu.
Yenileme Kurulu'nun Grand Pera projesini yasaya
aykırı bir şekilde sürdüren ilgililer hakkında
yaptığı suç duyurusunda Kurul'daki İstanbul
Büyükşehir Belediyesi ile Beyoğlu Belediyesi
temsilcilerinin karşı oy kullanması ise dikkat
çekti. Serkildoryan binasına komşu Demirören'de de
benzer bir tahribat yaşanmış, Belediye temsilcisi
Kurul'un suç duyuruna karşı oy kullanmıştı.
***
NE OLMUŞTU?
Beyoğlu Belediyesi'nin 2006'da 5366 sayılı yasa
kapsamında Emek'in bulunduğu adayı 'yenileme alanı'
ilan etmesi Kamer İnşaat'ın Grand Pera projesine
dayanak olmuştu. Projeye göre 1883 yılında inşa
edilmiş birinci sınıf tescilli eser olan
Serkildoryan binasının restore edilmesi, binanın
arkasında yer alan Emek, İpek ve Rüya sinemalarının
yerine ise 10 katlı bir bina yapılması
öngörülüyordu. Kamer İnşaat tarafından Emek
Sineması'nın bu binanın üstteki katına 'moving'
yöntemiyle taşınacağı belirtiliyordu. İlgililer,
“Yıkmıyoruz, söküyoruz” açıklaması yapmıştı
Birgün, Haber: Olgu Kundakçı, 03.03.2014
|
ARKEOLOGLAR İSTİHDAM MAĞDURU
Türkiye’de yılda iki bin arkeolog mezun olsa da,
Kültür ve Turizm Bakanlığı yalnızca 15 kişiye
istihdam sağlıyor. Arkeologlar kurdukları platform
ile daha fazla istihdam için mücadele ediyor.

Atanamayan öğretmenlerden sonra, arkeologlar da
örgütlenip, haklarını aramaya başladı. Türkiye’de 41
üniversitede arkeoloji bölümü var. ÖSYM bu bölüm
için 2768 kontenjan ayırmış durumda. Yılda ortalama
iki bin kişinin mezun olduğunu varsayarsak;
Bakanlığın alımı yüzde biri bile bulmuyor. Çünkü
Bakanlık, bünyesinde sadece yılda 15 arkeologa
istihdam sağlayabiliyor. Arkeologlar, Kültür
Bakanlığı bünyesi dışında farklı çalışma alanlarında
imkanların da çok kısıtlı olduğunu dile getiriyor.
Öyle ki, bu durum bölüm öğrencilerini, okumaya
başladıkları ilk yıllardan itibaren umutsuz ve
mutsuz insanlar haline dönüştürüyor.
Konuyla ilgili olarak kurulan ve daha fazla
istihdamın, devlet nezdinde nitelikli arkeologların
yetiştirilmesi için mücadele veren Arkeologlar
Derneği Başkan Yardımcısı Binnur Çelebi, niteliksiz
ve deneyimsiz, kağıt üzerinde diplomalı arkeologlar
yetiştirildiğine dikkat çekiyor.
VEKİLDEN TWITTER ENGELİ
Çelebi, son yıllarda özellikle sosyal medya
üzerinden çalışmalarını yürüttükleri Arkeolog
İstihdam Platformu ile gündemde olan bir isim.
Çelebi, arkeologların sıkıntıları için “Bütün bu
yanlış ve haksız uygulamalara son verdirerek,
arkeolojinin ülkemizde çanakçömlekçi olarak değil de
saygın bir bilim dalı olması için çabalıyoruz.
Basında, bırakın yeterince sesimizi duyurmak için
yer almayı, meslektaşımız olan AKP Van
Milletvekili Sayın Gülşen Orhan bile, Twitter
üzerinden kendisine sorunlarımızı anlattığımızda
hesabımızı engellemekle yetindi. Tek isteğimiz bu
hazin durumu, biraz olsun iyiye çevirebilmek. On
binlerce gencimize istihdam yaratmak aslında çok da
zor değil. Bildiğim kadarıyla geçen yıl Diyanet
Başkanlığı bünyesine 3750 personel alındı. Oysa 50
yılda Kültür Bakanlığı’na bu kadar personel
alınmadı. İşte en büyük fark ve problem bu...”
ifadelerinde bulundu.
İMZALAR MECLİSE SUNULDU
İstihdamın yanı sıra, ücret almadan kazılara
katılmak isteyen yeni mezunların da sıkıntı yaşadığı
kaydediliyor. Kazı çalışmalarına katılacakların
seçiminin üniversitedeki kazı başkanlarının
tekelinde olduğunu dile getiren platform, “Kültür
Bakanlığı bu konuyla ilgili de bir çalışma yapmalı.
Yeni mezunlar kazılarda yer almak istiyor ama
öğretmenler buna müsaade etmiyor. Ortak bir havuz
oluşturulmalı ve mezunlar sırayla bu havuzdan
kazılara dağıtılmalı” ifadelerinde bulundu. Arkeolog
İstihdam Platformu çalışmalarını sadece sosyal medya
üzerinden yapmıyor.
Başlattıkları bir imza
kampanyasıyla iki binden fazla imza toplayıp,
Meclis’e sunup, daha fazla istihdam ve sorunların
çözülmesine dair başvuruda bulunmuşlar. Atama
öncesindeyse Bakanlığa faks çekme eylemi yapıp,
BİMER kanalıyla da soru yağmuruna tutmuşlar.
Platforma tek destek ise CHP Muğla Milletvekili
Tolga Çandar’dan gelmiş. Meclise arkeologların
sorunlarıyla ilgili bir soru önergesi veren Çandar,
Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan, meslek ile ilgili
herhangi yeni bir proje olup olmadığı, istihdam
probleminin nasıl düzeltileceği ve yabancı kazılara
Türkiyeli arkeologları çalıştırma zorunluluğu
getirilip getirilmeyeceğinin cevaplarını istedi.
Taraf, Haber: Tunca Öğreten, 03.03.2014
|
GÖRENLER ARTIK SU İÇMİYOR

Karaçomak Barajı'nda tarihin en düşük su seviyesi
yaşanıyor. Türkiye'de her geçen gün hissedilmeye
başlanan kuraklığın en çok etkilendiği Kastamonu'da,
Karaçomak Barajı'nda da su seviyesi giderek düşüyor.
TARİHİ MEZARLIK GÜN YÜZÜNE ÇIKTI
Kastamonu'nun içme suyu ihtiyacının karşılanması
için yapılan Karaçomak Barajı'nda, yağışların yeteri
kadar yağmaması nedeniyle su sıkıntısı yaşanıyor.
Yıllık 23 milyon metreküp suya ihtiyacı olan
Karaçomak Barajı'nda şuan 6 milyon metreküp su
kalırken çekilen su nedeniyle daha önce bilinmeyen
tarihi bir mezarlık ortaya çıktı. Mezar taşlarında
Arabi harfle yazılar bulunurken, mezarın hangi
döneme ait olduğu belirlenemedi. Suların
çekilmesiyle gün yüzüne çıkan mezarların bir
kısmının varlığını yitirdiği görüldü. Mezar taşları
incelendiğinde kadın, erkek ve çocuk mezarları
olduğu anlaşılıyor.
Benzer manzara Adana'da ortaya çıktı
Öte yandan barajdan içme suyu tedarik eden
vatandaşlar ile baraj çevresinde yaşayan köylüler,
baraj içerisinde bulunan toplu mezar nedeniyle
tedirgin olduklarını belirtti. Bazı vatandaşlar,
daha öne barajdan kullandıkları içme suyunu
mezarlıkların ortaya çıkması sonrası başka
kaynaklardan tedarik ettiklerini söylediler.
Son yılların en kurak mevsimini yaşayan Kastamonu'da
hem içme suyu hem de sulama suyu temini ve taşkın
koruma amaçlı projelendirilip 1973 yılında hizmete
sunulan Karaçomak Barajı, tarihinin en düşük su
seviyelerinden birine ulaştı. Normal su kotunda 23
milyon metreküp göl hacmi, 1.54 kilometrekare göl
alanı olan Karaçomak Barajı'nda doluluk oranının
şuan yüzde 19 seviyesinin altına düştüğü belirtildi.
Su seviyesinin düşüklüğü yüzünden barajın üst
tarafında en az 16 futbol sahası büyüklüğünde bir
alan açığa çıkarken, kış mevsiminde de yeteri kadar
kar yağışı olmaması, barajın eski doluluk seviyesine
ulaşmasına yönelik umutları aynı zamanda tüketmiş
oldu.
Milliyet (Kısaltarak), 03.03.2014
|
VAN'IN PERİ BACALARI TEHLİKEDE

Van’ın Başkale İlçesi Yavuzlar Köyü’nde bulunan
ve Kapadokya yöresindeki peri bacaları ile benzerlik
gösterdiği için ‘Vanadokya’ diye adlandırılan peri
bacaları, turizme katkı sunduğu kadar köylüler için
tehlike oluşturmaya başladı. Kayaların aşınması
sonucu meydana gelen peri bacalarının tepelerinde
bulunan kayalar, havaların ısınıp karların erimesi
ve yağmur sularının aşındırmasıyla birlikte evlere
doğru yuvarlanıyor. Evleri peri bacalarının
yakınında bulunan köylüler, devletin kendilerine
daha emniyetli bir yerde ev yapmasını istedi.
Başkale İlçesi’ne 33 kilometre uzaklıkta ve İran
sınırında bulunan 100 haneli Yavuzlar Köyü’nde,
Nevşehir’in Ürgüp İlçesi’ndeki turizm cenneti
Kapadokya’yı aratmayan peri bacaları yöreye
gelenlerin büyük ilgisini çekiyor. Ancak yağmur
suları ve rüzgarların aşındırmasıyla gün geçtikte
incelince tepelerindeki kayalar düşerek yakınındaki
evlere doğru yuvarlanıyor. Özellikle bahar aylarında
karların erimesi ve yağmurların başlamasıyla
birlikte endişelerinin arttığını belirten Yavuzlar
Köyü’nde oturanlar, burada önlem almasını istiyor.
‘BÜYÜK BİR TEHLİKE ATLATTIK’
Son olarak geçen yıl yaklaşık 100 kilo ağırlığında
bir kayanın evlerine isabet ederek bir odalarını
yıktığını anlatan Abdulkerim Yorgun, o sırada evde
kimsenin olmamasının faciayı önlediğini söyledi. 4
yıl önce defalarca yetkililere başvuru yaptıklarını
anlatan Yorgun, şunları söyledi:
“Bize konut sözü verildi. Ancak şu ana kadar bir
gelişme olmadı. Son olarak bir kepçe gönderilerek
evimizin hemen yanına bir set kazıldı. Bununla
önlemeye çalıştılar. Bu da olmadı. Yine havaların
ısınmasıyla karlar eriyor ve yağmur yağmaya başladı.
Kayaların yerinden oynadığını fark ediyoruz. Korku
içinde evimizde uyuyoruz. Umarım bir sıkıntı
yaşamadan soruna çözüm bulunur. En uygun çözüm peri
bacalarının yakınında oturanlara tehlike olmayan
yerde ev yapılmasıdır.”
Evrensel, 03.03.2014
|
AB BAKANLIĞI: "MOR GABRİEL İADESİNDEN MEMNUNUZ"

Avrupa Birliği Bakanlığı ndan yapılan
açıklamada,
Türkiye ’deki Süryani vatandaşlarına ait Mor
Gabriel Manastırı Vakfı’nın taşınmaz mallarının
iadesinin, kardeşlik dokusunun güçlenmesi için
kazanım olarak değerlendirildiği bildirildi.
Bakanlık,
Başbakan Erdoğan tarafından açıklanan
Demokratikleşme Paketi çerçevesinde, 25 Şubat
2014’te, manastırın sorun teşkil eden arazinin
Vakfılar Genel Müdürlüğü tarafından Mor Gabriel
Manastır Vakfı adına tescili dolayısıyla açıklama
yayınladı. Hükümetin attığı adımın Türkiye’nin AB
üyelik sürecinde de olumlu etkilerinin olacağının
görüldüğüne işaret edilen açıklamada “Yerel seçim
gündemine rağmen hükümetimizin reform gündeminden
taviz vermemesi de ulusal ve uluslararası ölçekte
hükümetimize karşı yargısız infaz niteliğindeki
eleştirilere de anlamlı bir cevap teşkil edecektir.
Ülkemizin istikrar ve huzur atmosferine yönelik
saldırıların yoğunlaştığı bir dönemde hükümetimizin
bu adımı tereddütsüz şekilde atması da önemle not
edilmelidir” denildi.
Radikal, 03.03.2014
|
|
AVRUPA'NIN EN ESKİ KİTAPEVİ
Polonya Krakov'daki Rynek Meydanı’nda bulunan Matras
kitabevinin Avrupa’nın en eski kitabevi olduğu
belirlendi.
1600'de Franz Jacop Mertzenich adlı Alman tüccar tarafından açıldı.
Kurucusunun ölümü ve Frankfurt Kitap Fuarı’nın açılmasının getirdiği ticari darlık yüzünden 1625 yılında kapandı. İki yüzyıl sonra yine aynı yerde tekrar açıldı. Şimdi yüzyıların tanıklığıyla ziyaretçilerine ev sahipliği yapıyor.
Akşam, 03.03.2014
|
MEVLANA MÜZESİ İÇİNDE ARTIK NAMAZ KILINABİLECEK
Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Mevlana Müzesi’ni
aslına döndürmek için başlattığı çalışma, olumlu
sonuç verdi. Mevlana Celaleddin Rumi’nin türbesinin
bulunduğu bölümde küçük bir mescit açıldı. Türbe
ziyareti yapanlar bundan böyle, namazlarını da türbe
içinde kılabilecek.
Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem, Mevlana Müzesi
olarak resmi kayıtlarda geçen ancak aslı bir
Mevlevihane olan türbenin içinde namaz kılınması
gerektiğini belirtmişti. Mevlevihanelerde, semah ile
birlikte namazın olması gerektiğine işaret eden
Ertem, bunun için bürokratik işlemlere başlamıştı.
Mevlana Müzesi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında ‘tekke
ve zaviyelerin kapatılması kanunu’ kapsamında
kapatılmış, bir süre sonra ise taşıdığı önem
dolayısı ile ‘müze’ olarak yeniden açılmıştı.Ertem,
müze olarak açılması için de türbenin Vakıflar’dan
alınarak, Kültür Bakanlığı’na devredildiğini
hatırlattı. Bu süre zarfında da mevlevihanede sadece
semah yapıldığını aktardı. Ertem, semahın namazdan
ayrı olmaması gereğinden hareketle bu girişimleri
başlattığını ifade etti.
Adnan Ertem, bugün müze statüsünde olan
mevlevihanenin aslına kavuşması için yaptığı
girişimlerden olumlu netice aldı. Kültür ve Turizm
Bakanlığı’nın da onayı ile türbe içinde,
orijinalinde de mescit olarak kullanılan ancak bugün
boş olan küçük odanın yeniden mescide dönüştürülmesi
sağlandı.
Zaman, Haber: Aslıhan Aydın, 03.03.2014
|
"PANAYİA SOUMEA İKONASI AYİNE GELSİN"

Trabzonlular, Aziz Luka'nın çizdiği
ancak mübadelede Atina'ya götürülen Meryem Ana ve
Hz. İsa'yı tasvir eden ikonayı bu yılki Sümela
ayininde sergilemek istiyor.
Trabzon'daki Sümela Manastırı 88 yıl aradan sonra
başlayan ayinlerin önümüzdeki ağustosta yapılacak
4'üncüsüne hazırlanıyor. Manastırın bulunduğu Maçka
Belediye Başkanı Başkanı Ertuğrul Genç, İncil'i
yazanlar arasında yer alan Aziz Luka'nın çizdiği ve
bugün Yunanistan'da bulunan "Panagia Soumela"
(Sümela Manastırı) ikonasının bu yılki ayine
getirtilmesi için harekete geçtiklerini söyledi.
Ayinlerin başlamasıyla iki ülke arasındaki
ilişkilerin geliştiğini söyleyen Genç, "Aslında
Paskalya Ayini'nin de burada gerçekleştirilmesini
çok istedik ama olmadı. Bunun üzerine Sümela
İkonası'nın buraya getirtilmesi için girişimlere
başladık. Kültür ve Turizm Bakanlığı'yla bağlantıya
geçtik. Konuyu Fener Rum Patriği Bartholomeos'a da
söyleyeceğim. Hiç olmazsa bu yıl gerçekleştirilecek
ayine getirilerek, orada insanlara gösterilsin.
Hatta birkaç gün Trabzon'daki müzede de sergilenmesi
çok iyi olur. Zaten o ikonanın vatanı burası" dedi.
MUCİZELERİ OLDUĞUNA İNANILIYOR
İncil yazarı Aziz Luka'nın yaptığı en
değerli üç mucizevi ikonasından biri olarak kabul
edilen ve sürekli yanında taşıdığı ikonanın, birçok
insanı kötü hastalıklardan kurtardığına, cin ve
şeytana tutsak olanların kötü ruhlardan
arındırıldığına inanılıyor. Bu nedenle tarihteki çok
önemli, birçok Bizans ve Batılı krallının önünde taç
giydirildiği ikona, manastır birçok kez saldırıya
uğramasına rağmen günümüze kadar hayatta kalmayı
başardı.
İNÖNÜ'YLE GÖRÜŞME YAPILMIŞTI
1923'teki nüfus mübadelesinde bölgeyi terk eden
papazlar, Sümela'daki kutsal eşyalarla birlikte
ikonayı da 1 km uzaklıktaki Aziz Barnaba Kilisesi'ne
gömdü. Yunanistan Başbakanı Eleftherios Venezelos'un
Türkiye Başbakanı İsmet İnönü ile birlikte yaptığı
görüşmeler sonucunda 22 Ekim 1931'de Sümela
Manastırı'nın en son keşişlerinden biri olan Peder
Amrosios'un aldığı ikona, 20 yıl Atina'daki Benaki
Müzesi'nde sergilendi.
Sabah, Haber: Ulaş
Uğraş Özdemir, 03.03.2014
|
SON İMAR PLANIYLA FATİH'İN TARİHİ SİLİNDİ
Yolsuzluk ve rüşvet operasyonuna konu olan
İstanbul’un Fatih İlçesinde, 2005’e kadar imar
planlarında yer alan 211 tarihi mekanın, son planda
turizm tesisi, park ve ticaret alanı olarak
gösterildiği ortaya çıktı.
Eminönü’nde 1999-2004 yıllarında belediye
başkanlığı yapan, şimdi ise Saadet Partisi (SP)
Fatih adayı olan Lütfi Kibiroğlu, “Bu eserler için
4,5 yıl uğraştık. Eskiden var olduklarını ortaya
çıkardık, tescil ettirdik. Bilgilerini de Koruma
Kurulu’na verdik. Arşivlerde bunların hepsi var. Ama
yeni planda bütün envanteriyle işlediğimiz tarihi
mekanlar ortada yok.” dedi.
Fatih Belediyesi’nin Fatih’in 1/1000’lik imar
planlarını 15 Ekim 2012 tarihinde yeniden
düzenleyerek askıya çıkardığını ifade eden Lütfi
Kibiroğlu, yeni plana işlenmeyen tarihi eserlerin
sayısının ilk incelemeye göre 211 olduğunu söyledi.
Yapılacak araştırmalarla bu sayının artacağını
söyleyen Kibiroğlu, “Fatih ve Eminönü birleşince
2012’de yeniden imar planı yapıldı.
Bizim
zamanımızda yapılan imar planında var olan ama yeni
planda yer almayan 211 tane tarihi mekan olduğunu
gördük. Ama burayı çok daha iyi bilen bir uzman, bir
sanat tarihçisi araştırmaya kalksa daha çok kayıp
eser çıkar. Bu eserler sadece cami de değil.
Osmanlı’dan kalan hamam, çeşme, medrese ve birçok
sivil mimarlık örneği var.” şeklinde konuştu.
Eminönü’nde 1999-2004 yılları arasında
belediye başkanlığı yapan Lütfi Kibiroğlu, son
planda yapılan değişikliklere de itiraz ettiklerini
ve planın iptal edilmesi için İstanbul Büyükşehir
Belediye Başkanlığı, Fatih Belediyesi ve Kültür ve
Turizm Bakanlığı’na dava açtıklarını belirtti. Dava
dilekçesinde ise tarihi eserlerin çeşitli işlemlerle
envanter dışı bırakıldığının ve geri dönülmez bir
şekilde ortadan kaldırılmak istendiğinin altını
çizdiklerini söyledi. Kibiroğlu, son imar planında
yer almayan tarihi eserlerin listesini mahkemeye
sunduklarını dile getirerek bazılarını şu şekilde
sıraladı: Acemoğlanlar Mescidi, Bostancı Başı Camii,
Çatladı Kapı Camii, Defterdar İbrahim Efendi
Mescidi, Hobyar Camii, Kepekçiler Mescidi ve
Çeşmesi, Şehremini Mescidi, Mimar Ayas Camii, Yeni
Bahçe Mescidi Halil Attar Namazgahı, Zeytuniye
Camii. Son planda olmayan sivil mimarlık
örneklerinden bazıları ise şöyle: Arpa Emini
Mektebi, Emir Buhari Mektebi, İmrahor Langa Hamamı,
Ayşe Hatun Tekkesi, Gülşeni Tekkesi (Ümmü Sinan
Tekkesi), Hekimbaşı Ömer Efendi Medresesi, Vani
Tekkesi…
Kibiroğlu, kentsel yenileme projelerinde ise
belediyenin tüccar mantığıyla çalıştığını belirtti.
Bu konuda da şu görüşü dile getirdi: “Belediye bu
değerli yerlerden kar elde etmek istiyor. Evlerini
satmak istemeyen Fatih’teki mülk sahipleri de
istimlak ile tehdit ediliyor. İşte bir Sulukule
örneği var. Yapılan şey iyidir kötüdür, o ayrıca
tartışılır. Ama sen vatandaşın malını ucuzca aldın.
Buraları sattın. Sattığın insanlar da memnun değil.
Birçok proje de mahkemelik.”
Zaman, Haber: Cafer Can - Nur Muhammed Tarhan,
03.03.2014
|
YENİ ARKEOLOJİ MÜZESİ
YAPILACAK

AKP Malatya İl Başkanı
Avukat Bülent Tüfenkçi, Malatya’ya yakışır modern
yeni bir arkeoloji müzesi projesinin Kültür ve
Turizm Bakanlığı’nın 2014 yatırım programına
alınarak 100 bin TL ödenek ayrıldığını kaydetti.
AKP Malatya İl Başkanı
Avukat Bülent Tüfenkçi, konuyla ilgili olarak
yaptığı açıklamada, AKP iktidarları döneminde
Türkiye’deki kültür varlıklarının korunması ve
iyileştirilmesi için restorasyon ve konservasyon
çalışmalarına önem verdiklerini ve 12 yılda
Malatya’daki 10 kültür varlığının bakım ve onarım
çalışmasının tamamlandığını belirtti.
Malatya'nın il merkezi
ve ilçelerinde bu yıl yarım kalan kültür ve turizm
binalarının tamamlanma çalışmalarına ağırlık
verileceğini ifade eden Bülent Tüfenkçi, Pütürge
İlçesine Nemrut Hizmet evi ikmal, teşhir tanzimi ve
çevre düzenlemesi yapım işinin 21 Ekim 2014 tarihine
kadar tamamlanacağını, Akçadağ İlçesindeki Kültür
Merkezi inşaatına 10 bin lira ödenek ayrıldığını,
Beşkonaklar müze evi teşir tanzimi ve çevre
düzenlemesi işi ile 1 milyon lira maliyetli
Malatya’ya yakışır modern yeni bir arkeoloji müzesi
projesinin de Bakanlığın 2014 yılı yatırım
programına alındığını ve ilk etapta bu yıl için 100
bin lira ödenek ayrıldığını kaydetti.
Bülent Tüfenkçi,
"Malatya’da son 12 yılda 6 özel tiyatroya toplam 30
bin TL maddi destek sağlandı. Malatya’da yerel
yönetimlerin turizm için altyapı yatırımlarına
2002-2013 döneminde toplam 6 Milyon TL maddi destek
sağlandı.2002 yılında 734 olan işletme belgeli
konaklama tesisi yatak kapasitesi, 2013 yılında
1.806’ya ve konaklayan kişi sayısı 56 bin 543’ten
118 bin 549’a yükseldi. Malatya’mızın da içerisinde
yer aldığı DAP illerinin turizm amaçlı proje ve
altyapı uygulamalarına son 4 yılda 50 milyon 550 bin
TL harcama yapıldı. Bu illerin altyapı turizm
alanındaki uygulamalarının toplam proje tutarı 91
milyon TL. DAP kapsamında bölgedeki illerde muhtelif
bakım, onarım ve restorasyonları çalışmalarına bu
yıl için 12 milyon TL kaynak ayrıldı. Kars,
Doğubeyazıt, Erzurum, Malatya ve Elazığ gibi
yerleşim merkezlerinde önemli tarihi ve arkeolojik
SİT alanları yer almaktadır. Bölgede Malatya'mızı
tarihi bir marka şehir haline getirmek hedefimizdir"
dedi.
Malatya Haber,
02.03.2014
|
EYFEL KULESİ 125. YAŞ KUTLAMALARINA HAZIRLANIYOR

Fransa’nın simgelerinden olan ve 31 Mart 1889
tarihinde hizmete giren 324 metre yüksekliğindeki
Eyfel Kulesi’nin 125’inci yıldönümü kutlamaları için
müzik ve ışıklandırma şovları hazırlandı.
Bu ayın son günü
yapılacak kutlamaya çok sayıda turist ve Fransız’ın
katılması bekleniyor. Eyfel Kulesi’ne 125 yılda, 300
milyondan fazla ziyaretçi geldi. Seine Nehri
kıyısında heybetli duruşuyla ziyaretçileri kendine
çeken Eyfel Kulesi’nin ziyaretçi rekorunu hiçbir
tarihi eser kıramadı. Eyfel Kulesi’nin zirvesine
çıkmak isteyenlerden 14.50 Euro alınıyor. Eyfel
Kulesi’nin benzerleri Japonya’dan Amerika’ya kadar
birçok ülkede yapılsa da orijinali gibi ilgi
görmedi. Eyfel Kulesi’nin muhteşem ışıklandırma
sistemi 1985 yılında mühendis Pierre Bideau
tarafından yapıldı. Eyfel Kulesi’nin kurulmasından
sonra, Londra’da da benzer bir yapı kurmak için bir
proje başlatılmıştı. Watkins Tower adı verilen bu
yapının inşasına 1891 yılında başlanmış olmasına
rağmen çalışma başarılı olamamış ve 1907 yılında
yıkılmıştı.
Zaman, 02.03.2014
|
BİZANS'IN 'MUHTEŞEM'İ KOMNENOS
Dünyanın en önemli Bizans tarihçilerinden Paul
Magdalino eşliğinde zaman makinesine girdik; 37 yıl
hükümdarlık yapan Komnenos’u ve Bizans yapılarını
konuştuk. Magdalino yapıların aktif kullanarak
korunacağını belirtiyor. Komnenos için ise “Büyük
bir yönetici, Bizans’ın Sultan Süleyman’ı” diyor.

‘Muhteşem Yüzyıl’ın bir tarih furyası başlattığı
kaçınılmaz bir gerçek. Tarih programları, tarih
köşeleri gittikçe artıyor. Tabii ki internet
siteleri de bu ilgiye kayıtsız kalmıyor. Geçtiğimiz
haftalarda Kanuni Sultan Süleyman’ın 46 yıllık
hükümdarlığından yola çıkılarak ‘tarih boyunca en
uzun hüküm süren hükümdarlar’ listesi yapılmıştı.
Bilgilerimi tazelemek için bu galeriye göz attım. Şu
an okuduğunuz haberin çıkış noktası da o anda
başladı. Nedense I. Manuel Komnenos’un üzerinde
durdum. Bizans İmparatorluğu’nun başında 37 yıl gibi
çok uzun bir süre kalan Manuel’in hayatını daha da
irdelemek istedim. Tam da bu noktada bir kitapla
karşılaştım. Kitabın ismi The Empire Of Manuel
Komnenos’tu. Eserin sahibi ise Paul Magdalino isimli
bir tarihçi. Yeni sekme açıp Magdalino’yu tarattım.
O da ne, Koç Üniversitesi’nde öğretim görevlisi
diyor! Dünyada sayılı olan Bizans tarihçilerinden
birinin yanı başımızda olması beni daha da
heyecanlandırdı. Hocaya ulaşmak için Twitter’dan
şansımı denemek istedim. Paul Magdalino’ya ait bir
kullanıcı hesabı çıkmaması beni hayal kırıklığına
uğratsa da, atılan bir tweet gözümden kaçmadı.
Alican Kutlay isimli kullanıcının “İroni dediğin, 29
Mayıs’ta (İstanbul’un fethi) Paul Magdalino ile
Beyoğlu’nda rakı balık yapmaktır” gönderisi bana
kapıları açmış oldu. Alican Kutlay ile bir ortak
arkadaşımız üzerinden temasa geçtim ve Koç
Üniversitesi’nde yüksek lisans yapan bu yardımsever
insan sayesinde Profesör Magdalino’nun odasına konuk
olmayı başardık…
“Birleşik Krallık’tan geliyorum” diye girdi söze
Profesör Magdalino; büyük babasının Yunan olduğunu
da belirtti. Oxford’da eğitim görmüş, hayatının
büyük kısmı ise öğretim görevlisi olarak İskoçya’da
St. Andrews Üniversitesi’nde geçmiş... Paul
Magdalino kendini anlatırken tabii ki benim aklımdan
‘Neden İstanbul’a gelmiş’ sorusu geçiyor. Meğer bir
‘İstanbul aşığı’ymış: “İstanbul tutkuyla bağlı
olduğum bir şehir ve araştırma konusu da Bizans
İmparatorluğu. Bizans’la ilgili çalışmaları
İstanbul’da daha fazla yükseltmeyi hedefliyordum her
zaman. Öğretim dilinin İngilizce, kütüphanenin çok
zengin olması nedeniyle de Koç Üniversitesi’ni
seçtim” sözleriyle adımlarının planlı bir tercih
olduğunun altını çiziyor.
VEFA KİLİSE CAMİİ AKTİF OLMALI
Yaşadığımız coğrafyada 1000 yıldan fazla hüküm
sürmüş bir Bizans İmparatorluğu var. “Bizans
dönemine ait yapılara, eserlere gerekli önemin
verildiğini düşünüyor musunuz?” diyorum. Paul Hoca
burada alışılagelmişin dışında bir vurgu yapıyor:
“Bildiğiniz gibi çoğu Bizans kilisesi, camiye
çevrildi. Şu anda o yapıların iyi durumda olması
için hala cami olarak işlevlerini sürdürmeleri
gerekir. Çünkü kiliseden camiye çevrilen bazı
yapılar cami olarak kullanılmıyor. Mesela Vefa
Kilise Camii var, oraya gitsen namaz kılabilirsin
fakat daha işlevsel olmalı. Aktif cami olarak
kullanılırsa insanlara buraya daha iyi bakacağından
eserler ve yapılar daha iyi durumda olur.”
Bizans döneminden kalan yapıların bu şekilde
korunacağını ve ayakta kalacağını belirten
Magdalino’dan kutsal emanetler hakkında bilgi almak
istiyorum: “Çoğu kutsal emanet İstanbul’daydı; hem
Büyük Saray’da; hem de Ayasofya’da. Gerçek ‘haç’
dahi İstanbul’daydı. Ancak Dördüncü Haçlı Seferi’nde
1204’te İstanbul istilaya uğradı ve emanetlerin bir
kısmı kayboldu. Bir kısmı da bu istila sırasında
alınmış ve Roma’ya, Venedik’e götürülmüştür. Ama
mesela Vaftizci Yahya’nın kol kemiği hala
İstanbul’da, Topkapı’da sergileniyor.”

Esas konumuza dönmek istiyorum; Paul
Magdalino’nun ‘favori kralı’, hakkında kitap yazdığı
I. Manuel Komnenos’a. Sözü Profesör Magdalino’ya
bırakıyoruz: “1143 ve 1180 yılları arasında hüküm
sürdü. Öncelikle Manuel çok farklı yeteneğe ve bir
kişiliğe sahip. Çok enerjiktir. Topraklarında
yaşayan diğer medeniyetlere, kültürlere çok saygılı
ve hoşgörülüdür. Devlet içinde harmoniyi sağlamıştır
ve bu kolay bir şey değildir. Tüm bu yeteneklere
sahip olduğu için benim favori Bizans İmparatorum
Manuel Komnenos’tur.”
KOMNENOS SARAYA ÇOK HAKİM
“Komnenos saraya çok hakim ve bu konuda kendisine
deha diyebiliriz. Bu açıdan Kanuni Sultan Süleyman’a
benzetilebilir. Tabii I. Süleyman kadar yapı inşa
ettirmemiştir. Komnenos’un bu konuda en büyük
özelliği halihazırda kalan binaları restore
ettirmesi. Komnenos’un bu hamleleri bize atalarına
olan sadakatini gösterir. Örneğin Ayvansaray’daki
Blakhernai Sarayı’na yeni odalar ekletiyor ve dış
duvarlarını güçlendiriyor. Tekfur Sarayı’ndan
Balat’a kadar ulaşan surları da Manuel Komnenos
yaptırmıştır.”
Magdalino kitabında bir de Kataskepe adında bir
yerden bahsediyordu, onu hatırlatıyorum hemen… “Evet
doğru diyorsunuz. Orası saray değil manastır. Ve
büyük ihtimal bu civarda yani Koç Üniversitesi’nin
bulunduğu civarda. Ancak ondan da hiçbir iz hiçbir
kanıt günümüze ulaşmamış.” Komnenos’un ayrıca bir
askeri deha olduğu da ifade edilir. Tüm kaynaklarda
İkinci Haçlı Seferi’ndeki müthiş stratejisinden söz
edilir. Profesör bu konuda da yine ilginç detaylar
veriyor: “İkinci Haçlı Seferi’nde Haçlı Ordusu
Almanlar ve Fransızlardan oluşuyordu ve Kudüs’e
gitmeye çalışıyorlardı. Bizans’la da araları iyi
değildi aslında. Ama Haçlı Ordusu buralara kadar
geldiğinde Komnenos onlara Anadolu’ya geçmelerinde
yardım etti. Fakat şöyle bir ayrıntı var ki Komnenos
ordusuyla onlara katılmadı. Burada iki hipotez var.
Birincisi; evet, Komnenos Haçlıları kendi eliyle
Türklerin önüne atmıştır. İkincisi ise şöyledir;
Anadolu’da o dönemde hala Yunan popülasyonu vardır
ve Haçlı ordusu Anadolu’dan geçerken, yerel halk
zehirli yemeklerle Haçlı Ordusu’na büyük bir darbe
vurmuştur. Bu seferde asıl hedef Kudüs’tü.
İstanbul’u da konuştular ama daha sonra
vazgeçtiler.”
Akşam, Haber: BurhancanTerzi, 02.03.2014
|
KORUMA(MA) KURULLARI ÖZERKLİĞİNİ YİTİRDİ

Kültür varlıklarnı koruma kurulları ile ilgili
son dönemde birçok konu gündeme geldi. Üzülerek
söylemek gerekirse de bu konuların hemen hemen
tamamı da kamuoyunda tartışmalı konular. Doğal sit
alanına yapılan Urla Villaları, 1. derece arkeolojik
sit alanı olan Phaselis antik kentine yapılması
planlanan otel ya da bungalov tipi turistik tesis,
eylemlere neden olan Gezi Parkı’na Topçu Kışlası
projese, çok önemli mozaiklerin bulunduğu İzmir
Kemalpaşa’daki BİM’e ait arsadaki depo inşaatı,
İstanbul Ataköy sahilinde tarihi baruthane
depolarının bulunduğu alanda otel, avm, rezidans
projesi koruma kurullarının da içinde olduğu
tartışmalı meselelerin başında geliyor. Aslında
geçmişten önekler vermeye kalkarsak unuttuğumuz ama
bir çırpıda hatırlayabileceğimiz koruma kurullarının
da içinde bulunduğu çok sayıda konuyu
sıralayabiliriz. Bunlara da bir kaç örnek verecek
olursak;
Beşiktaş ’ta Başbakanlık Ofisi’nin yanında
tarihi tütün deposu yıkılıp yerine Shangri-La Oteli,
koruma kurulu kararlarıyla yapılmıştı. Yine doğal
sit alanı olan
Atatürk Orman Çiftliği’ne yapımına izin verilen
Başbakanlık binası, Yedikule’de Fatih Belediyesi’nin
park projesi adı altında Sur koruma bandı içinde
imara açtığı tarihi bostan alanları, Ayvansaray’da
tescilli Osmanlı evleri, İstanbul’un ilk sineması
olma özelliğine sahip Taksim’deki Majik Sineması,
kamuoyunda büyük tartışmalara neden olan Emek
Sineması hep koruma kurulu kararları ile yerle bir
edildi. Peki adı üstünde koruma kurulu olan bir
kurum nasıl oluyor da korunması gerekli kültür
varlıklarını veya doğal güzellikleri aldıkları
kararlarla korumak yerine yok ediyor? Şimdi koruma
kurullarının kuruldukları ilk günden itibaren 63
yılda geçirdiği evrime bir göz atalım.
Ülkemizde kültür varlıklarına yönelik saptama ve
belgeleme yetkisi ilk kez 1951 yılında 5805 sayılı
yasa ile Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek
Kurulu’na verildi. Kurul 1973 yılında 1710 sayılı
Eski Eserler Kanunu ile imar mevzuatı ile ilgili
yetkilere de sahip oldu. Şehirlerde kültür
varlıklarının ve doğal güzelliklerin korunması
yönünde kararlar almaya başladı. 12 Eylül
ihtilalinden sonra 1983 yılında 5805 sayılı yasa
ortadan kaldırılıp, 1710 sayılı eski eserler yasası
da değiştirildi. 2863 sayılı Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma yasası kabul edildi. Yasayla
birlikte Gayri Menkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek
Kurulu’nun da ismi Taşınmaz Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kurulu oldu. 1987 yılında 2863
sayılı yasada değişiklik yapılarak 3386 sayılı
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu
çıkarıldı. Korunması gerekli taşınmaz kültür
varlıkları ile ilgili olarak, kanunda belirtilen
görevlerin bilimsel esaslara göre yürütülmesini
sağlamak üzere Kültür Bakanlığı’na bağlı Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu, sorumluluk
bölgeleri ve merkezleri bakanlıkça belirlenecek
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulları
kuruldu. Yüksek kurul aldığı ilke kararları ile
bölge kurullarının alacakları kararların
dayanaklarını belirlerken aynı zamanda bölge
kurullarında anlaşmazlıklara neden olan, çatışma
konularını da çözme vazifesini yerine getiriyordu.
2005 yılına kadar 5 üyeli bölge Kurullarında
bakanlıkça 3 üye atanıyor 2 üye de YÖK tarafından
belirleniyordu. 2005 yılından sonra yapılan
değişiklikle YÖK tarafından üye ataması iptal
edilerek, kurul üyeleri tamamen Kültür Bakanlığı
tarafından belirlenir oldu. Yani özerkliğini tamamen
yitirerek siyasetin oyuncağı haline geldi. Bakanlık
siyasi iktidarın istemediği kararlar alan kurul
üyelerini faks emriyle bir gecede değiştirmeye
başladı. Bunlar da yeterli olmadı. Kültür ve tabiat
varlıkları ikiye ayrılarak, tabiat varlıkları
komisyonu oluşturulup, bu komisyonlar da Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı’na bağlandı. Üstelik çakışan
alanlarla ilgili kararları yani bir parselde hem
tabiat varlığı hem kültür varlığı olduğunda son söz
tabiat varlıkları komisyonuna bırakıldı. Maalesef bu
değişiklik de eski Kültür Bakanı Ertuğrul Günay
döneminde yapıldı.
Siyasetin etkisine girdiler
1951 yılında tamamen özerk olan ve üniversitelerdeki
arkeolog, mimar, sanat tarihçilerden oluşan
Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek
Kurulu’nun aldığı kararlar yasa kadar belirleyici
olup, bilimsel kararlar alabilen bağımsız bir yapıya
sahipti. Ancak aradan geçen yıllar içinde kurullar
her 10 yılda bir özerkliklerini tamamen kaybetti.
2005 yılında kadar kurullarda YÖK tarafından atanan
2 üye kararların alınmasında siyasilere karşı
direnebiliyordu. Bu nedenle 2863 sayılı Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu gereği bir çok sit
alanı korunabilmiş ve yenileri eklenmişken bugün o
alanlar birer birer ‘sit’ten düşürüldü. Kültür
Bakanlığı tarafından atanan kurul üyeleri siyasi
iktidarın isteklerine boyun eğmek zorunda kaldı. YÖK
tarafından atanan kurul üyeleri daha önceki
dönemlerde de siyasi baskılara maruz kaldıklarında
idari mahkemelerden geri dönebiliyordu. Bugün Kültür
Bakanlığı kurul üyelerini kendilerine yakın olduğunu
düşündükleri isimlerden oluşturuyor. Eskiden
üniversitede akademik kariyer aranırken, şimdi
sektörde mimar, şehir plancısı olarak çalışan
isimler bile kurullarda görev almaya başladı.
İstanbul’da 6 bölge koruma kurulu, 2 de yenileme
alanları koruma kurulu bulunuyor. Bu kurullar içinde
TOKİ, Çevre Şehircilik Bakanlığı’nda memur olarak
çalışan isimler bile üye ya da raportör olarak görev
alıyor. Daha da ötesi şuan hali hazırda maaşını
belediyelerden alan kurul çalışanları olduğu
biliniyor. (Bir sonraki yazıda hangi kurulda
çalıştıklarını da tek tek yazacağım.)
Son olarak kurulların aldığı kararlar şeffaf ve
kamuoyunun ulaşabileceği şekilde olması gerekirken,
gazeteciler bile kurul kararlarına ulaşamıyor.
Alınan kararlar kamuoyundan gizleniyor. Taki ilgili
kurumlara dağıtımı yapıldıktan sonra kamuoyu alınan
karardan haberdar olabiliyor. Çoğu
zaman da iş işten geçmiş oluyor.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 02.03.2014
|
SANAT HEPİMİZİ TAMİR EDİP İYİLEŞTİR

Yıldız Holding’in binalarından birine giriyoruz.
Açık kapıdan gözüm takılıyor içeri, işte orada;
‘Mavi Senfoni’… Türk resminin en pahalı
tablolarından biri… Bulunduğu salonda ise boş
tuvaller, fırçalar, önlükler ve renk renk boya…
Burhan Doğançay artık yok ama başyapıtı boş
tuvallerle dolu bir salonda… Birazdan ise başka bir
şey olacak; Hüsamettin Koçan, Yıldız Holding’in üst
düzey yöneticilerine hem kendi hikayesini, hem de
resim sanatını anlatacak. Burada, yani Yıldız
Holding’in Çamlıca’da bulunan binasında bazen
alışılmışın dışında, harika şeyler oluyor… Jilet
gibi takım elbiseleriyle holdingin üst düzey
yetkilileri bazen ellerini kollarını boyaya
bulaştırıyorlar… Bazen patronları Murat Ülker’le
birlikte sergi geziyorlar… Geçen hafta da Hüsamettin
Koçan eşliğinde 40 kadar çalışan ceketleri,
kravatları çıkarıp tulumları giydi. Tuvallerin
karşısına geçtiler, renklerini seçtiler, gözleri
bağlandı ve başladılar çizmeye, boyamaya… İçlerinden
nasıl geliyorsa gözleri bağlı resim yaptılar. Ve
inanın harika işler ortaya çıktı. İşte tüm bunları
ve sanata olan ilgisini Yıldız Holding’in Yönetim
Kurulu Başkanı Murat Ülker’le konuştuk.
Siz her seferinde koleksiyoner değil de
sanatsever olduğunuzu söylüyorsunuz. Sizce
koleksiyonerle sanatsever arasında nasıl bir ayrım
var?
Bu sözü, ben ne isem öyle ifade edileyim, diye
söylemiştim. Kendime bakıyorum ve bir koleksiyoner
görmüyorum. Koleksiyonerlik bir derleme işidir.
Belli bir iddia ister.
Nasıldır?
Belli bir döneme yönelirsin, bir seri yaparsın, bir
ustaya yönelirsin. Serini tamamlamak neredeyse en
önemli amacın olur. Ben eserleri belli bir seri,
ressam, dönem tamamlamak amaçlı almıyorum. Benim bir
eseri almam için manasını, bende uyandırdığı
duyguları, altında yatan fikri sevmem lazım. Yani ne
koleksiyonerim ne de koleksiyoner iddiası taşıyorum.
Koleksiyonerlik bir tür sahiplenmedir. Ben eserlere
karşı öyle bir sahiplenme hissi yaşamam. Eserlerin
bende oluşturduğu duygu önemlidir. Eh o zaman ben
neyim? Sanatseverim! Ayrıca eserler için de, "benim,
bizim" gibi laflar da kullanmam. Eser kime ait? Önce
sanatçısına. Sonra ona bakıp ondan esinlenen,
estetik duygusundan faydalanan insanlara, yani o
sanatı gören ve sevenlere. Ben onlara sanatseverler
diyorum!
Çok merak ediyorum, müzayede
şirketlerinde, sanatçılarda bir beklenti oluştu mu
sizce? Yani sonuçta siz o tabloyu rekor bir fiyata
alarak tarihe geçtiniz ve bundan sonra değer verip
aldığınız her tablonun sanatsal değeri daha da
katlanacaktır. Sorumluluk hissettiriyor mu bu?
Müzayede şirketlerinde, sanatçılarda oluşan
beklentiyi ben bilemem ama sanatçılarımızın
eserlerinin değerine varmasını temenni edebilirim.
Türkiye’de sanatçılarımızın eserlerinin bir fiyat
eşiğini atlaması lazım. ‘Mavi Senfoni’ ile sanıyorum
o eşiğin geçilmesine bir şekilde vesile olduk.
Üstelik bunu kıymetli ustamız Burhan Doğançay
yaşarken olması, kendisinin eserinin değerini bizzat
görmesi benim için ayrıca sevindirici olmuştur.
Dediğim gibi; buna vesile olmaktan sadece memnuniyet
duyarım. Ben sanata bir yatırım olarak bakmıyorum
ama ressamlarımızın eserlerinin gerçek değerlerine
ulaşmasını da önemsiyorum. ‘Mavi Senfoni’yi
aldığımda sanatçılarımızın, Türk eserlerinin
değerini artırmak yolunda bir adım atmak bana nasip
olduysa ne mutlu bana.
Bir sanat eserinde sizi çeken ne oluyor
peki?
Benim bir eseri almak için önce sevmem lazım, beni
mutlu etmesi lazım. Manası, bana verdiği duygular
çok önemli. Bir eseri almadan arkasında yatan fikri,
sanatçının ne düşünerek yaptığını anlamaya
çalışırım. Aldığım cevaplar bana uygun ise o eser da
bana uygundur. Eser alırken herkesin bir kriteri
vardır. Benim işi ve fikrini sevmem lazım. Altında
bana bir şey öğretecek, bir şey söyleyecek, ilgimi
çekecek fikirler olması lazım.
İslam eserlerine de ilgilisiniz. Peki,
sizce Türkiye’de İslami eserlere, hat sanatına ilgi
yeterli mi?
İslam eserleri bakımından ülkemizin oldukça zengin
olduğunu düşünüyorum. Ama maalesef bu kıymetli
eserlerin çok azı toplumla buluşma imkanı buluyor.
Yıldız Holding’le biz bu konuda sponsorluklar
yapıyoruz. Türk İslam Eserleri Müzesi’nde el yazması
Kur’an-ı Kerim’lerin onarılması ve sergilenmesine
vasıta olduk. Kur’an-ı Kerim’in indirilişinin 1400.
yılındaki bu sergi çok kıymetliydi. En önemlisi 250
el yazması Kur’an-ı Kerim’in ziyaret
edilebilmesiydi. Keza hat eserlerinin de
sergilenmesine destek olmaya çalışıyoruz. Ama
yüzlerce hatta binlerce eserin gün yüzüne çıkması
lazım. Bu eserlerin sergilenmesinde yeni
teknolojiden de faydalanmak iyi olur. Türkiye’de bir
şeyler öğrenebileceğimiz, interaktif bir İslam
eserleri müzesi olmamasından dolayı üzüntü
duyuyorum. Böyle bir müze kurulması, şahane
eserlerin sergilenmesi ilgiyi çok artırır, diye
düşünüyorum.
Yıldız Holding çalışanlarıyla sergilere
gidiyorsunuz, geçen hafta da Hüsamettin Koçan’la
Yıldızlı Sohbetler etkinliğinize katıldım. Orada
müthiş bir enerji vardı. Bu enerji bir patron olarak
size ne katıyor?
Bizim işimiz yorucudur. Sanat ise hepimizi tamir
edip iyileştirir diye düşünüyorum. Mümkün olduğunca
kendimin de çalışma arkadaşlarımın da sanat ile iç
içe olmasını isterim. Sanat insanlara değişik bakış
açıları geliştiriyor. Değişik bakış açılarının
arkadaşlarımın yaptıkları işe de olumlu
yansıyacağını düşünüyorum.
Bir sanatsever olarak Türkiye sanat
dünyası için hayaliniz nedir?
Yurtdışındaki müzelerde, sanat fuarlarında bizden
sanatçıları gördüğüm zaman tabii ki mutlu oluyorum.
Daha önce 'Mavi Senfoni’de de konu olmuştu ya, orada
da belirttiğim gibi sanatçılarımızın sadece fiyat
değil ulusal eşiği de atlamasını çok isterim. Daha
çok sanatçımızın yurtdışında da değer bulması sanat
dünyasının gelişmesini sağlar, elbette. Ama benim
asıl düşündüğüm; sanatçılarımızın eserleri ile
birlikte toplumumuzun duygu dünyası, bu coğrafyanın
ne hissettiği de dünya tarafından anlaşılır.
‘Mavi Senfoni’yi satın alıp karşısına
geçtiğinizde ne hissetmiştiniz?
Elbette hoş hislerdi. Mavi Senfoni’nin yapılış
hikayesini, Burhan Doğançay’ın onu nasıl bir emekle,
nasıl duygularla yaptığını önceden öğrenmiştim. İlk
gördüğümde de çok sevmiştim. Bize geldiğinde de
tabloya baktığımda da sanırım düşündüğüm; her bir
kıvrımında bir mana olduğuydu. Ben bu kıvrımlardan
bazıları kişisel olarak da tanıdığım bildiğim
şeyler, geçmişim, yaşadığım şehir… Her köşesinde
ayrı ayrı düşüncelere dalmak, etkilenmek mümkün.
Uzun zaman bakabileceğiniz, her seferinde yeni
ayrıntılar keşfedeceğiniz, yeni hikayeler
bulabileceğiniz bir tablo.
Akşam, Haber: Sibel Oral, 02.03.2014
|
PAUL KLEE İLE YÜRÜYÜŞE ÇIKMAK

Sanat tarihinin en özgün isimlerinden Paul Klee,
130 eseri ve günlüklerinden, mektuplarından
örneklerle Londra'daki Tate Modern'de...
Savaş, göç ve hastalıkların içinde –ana-babasının
mesleği sebebiyle- müzikle büyümüş bir sanatçı Paul
Klee, şiir çiziyor kağıda ve kanvasa ömrü boyunca.
Savaştan hemen önce gittiği Tunus’un ışığına aşık
oluyor ve buranın aydınlığı yeni tablolarında ‘renk’
ile ortaya çıkıyor. Burada yazdığı bir notta: “Renk
bana sahip oldu, bundan sonra onu takip edeceğim.
Renk ve ben, bundan sonra biriz” diyor.
Bu romantik şairin kelimeleri renklerdir. Tate
Modern’daki ‘Görünür Kılmak’ adlı sergide görünürün
ve yaşananın ötesini anlatan Klee’nin resimleri, 17
odada, uzun metinler ve büyük bir coşkuyla
sunuluyor. Londra’da 10 yılın ardından gerçekleşen
bu ilk kapsamlı sergide Klee’nin 130 eseri
bulunuyor.
Küçük yaşlardan itibaren müzik eğitimi alıp, 16
yaşında resme, 18 yaşında da düzenli olarak günlük
tutmaya başlayan Klee böylece kayıt altına almaya
başlar yaşamı. İsviçre’den İtalya’ya, Almanya’ya,
İngiltere’ye, Tunus’a ve Mısır’a uzanan ömründe
yaptığı her resme bir numara verir ve külliyatına
katar.
Sergideki eserler kronolojik olarak dizilmiş yani
sanatçının sıralamasına sadık kalınmış.
Avrupa ’da savaş patlak verdiğinde Klee nerede
ve ne yapıyordur, kimler savaşa gitmiştir, o
ölümlere, büyük üzüntülere nasıl katlanmıştır? İçine
büyük umutlar eken Weimar Cumhuriyeti’nin
kuruluşunun ardından hangi görevi almıştır? Neler
hayal etmiştir Avrupa ile ilgili? Nazi
yükselişindeki Almanya’da başına neler gelmiştir?
Sergide resimlerin yanı sıra sunulan Klee’nin
günlüğünden seçili notlar, dönemini ve
dönemdaşlarını da anlatıyor izleyiciye. Bir örnek
olarak Klee’nin daha sonra Bauhaus’ta birlikte ders
vereceği Kandinsky’den “müstesna olarak iyi ve salim
kafalı bir kişi” olarak bahsetmesi verilebilir.
1911’de arkadaşı Moilliet, Klee’nin resimlerini
Kandinsky’ye taşıyor ve Klee’ye “bu Rus’un öznel ve
konusuz” resimleriyle dönüyor.
Nazi baskısı
Pastoral İsviçre’de tevazu içinde doğmuş, Birinci
Dünya Savaşı’ndan sonra Weimar’ı, bir Yahudi
olarak Nazi baskısını yaşamış bir adamın, resim ve
renk arayışından savaşa, sistematik nefrete ve
parçalanışlara geniş bir his skalasında
gerçekleştiği aşikar seyahatlerinde yazdıkları ve
resmettiklerini düşünüyoruz. İlhamı, hocalık yaptığı
Bauhaus’tan dost kübistlere, expresyonistlere ve
sürreelistlere etki etti. Formlar, imgeler ve
renkler gibi,
teknik ve
zaman ile ilişkisi de onun ziyadesiyle özgün ve
yenilikçi olarak anılmasını sağladı.
Savaşın sanatı üzerindeki etkisinin açık olduğu
sanat tarihçilerince vurgulanıyor. Örneğin 1918
tarihli ‘Remembrance Sheet of a Conception’ adlı
teatral suluboya resimde, şiddet bir başın üzerinde
dönen robotik figür ve fetus ile tasvir ediliyor.
Fetus bize bakar, boyuna ok saplanır, bir elde kadeh
vardır… Sanat eleştirmeni Clemence Greenberg,
Klee’nin resimlerini dünyanın halini protesto
etmekten uzak ancak olduğu haliyle daha rahat başa
çıkmaya dönük buluyor. Klee ikna etmeyi reddediyor,
bu inkar/ret ile zararsızlaştırdığı ‘hal’i, şefkatle
tekrar önümüze getiriyor. Greenberg, Klee’nin
ironisinin hiçbir zaman sert olmadığını savunuyor.
17 oda boyunca, 130 resme bakmak, bir günlükten ve
başka yazılardan bir ömrün konsantre şahitliğini
yapmak…
İngiltere’nin önemli gazetelerinden The Guardian,
Klee’nin yüzden fazla harika resmini art arda
görmenin çok fazla çikolata yemek gibi bir deneyim
olduğunu yazıyor. Klee resim yapmak için “Bir
çizgiyi yürüşüye çıkarmak” diyor günlüğünde. Klee
ile çizgisinin uzun yürüşüne eşlikte güzellikten,
canlılıktan, coşku ve olumlu histen yorgun düşmek de
mümkün demek. Tate Modern’de Paris’te kübizm ile
tanıştığı yıl olan 1912’den öldüğü tarih 1940’a
kadar adım adım Klee takibi, 9 Mart’a kadar sürecek.
Radikal, Haber: Gülnaz Can, 02.03.2014
|
OSMANLI ARŞİVİ DİJİTALLEŞTİ

Çin devi Huawei, 120
kilometre uzunluğundaki raflarda saklanan 96 milyon
Osmanlı belgesini, 374 bin defteri dijital ortama
aktardı.
Dünyada 2 milyardan fazla kişinin bilgi ve
teknolojiye erişimini sağlayan
Huawei,
Barselona'da düzenlenen Mobil Dünya Kongresi'nde
(MWC) beş farklı ürün tanıttı. Yapılan araştırmalara
göre 2013'ün üçüncü çeyreğinde dünya akıllı telefon
pazarındaki üçüncü isim Huawei, MWC 2014 etkinliği
kapsamında tanıttığı iki yeni MediaPad tablet,
dünyanın en hızlı taşınabilir MiFi'ı, giyilebilir
ilk teknolojik ürün TalkBand B1 ve geniş açılı
selfie fotoğraflar çekebilen Ascend G6 akıllı
telefonla fuarda büyük ilgi gördü. Çin şirketi,
Milliyet'e 120 kilometre uzunluğundaki raflarda
saklanan Osmanlı arşivini dijital
ortama aktardığını açıkladı.
TÜRKİYE STRATEJİK KONUMDA
Dünyanın 4G, LTE bağlantı lideri Huawei, Türkiye'yi
yakından takip ediyor. Orta Asya ve Kafkaslar Bölge
Yönetim Merkez üssü olan Türkiye, 750 çalışanı,
60'tan fazla iş ortağıyla iletişim teknolojilerinin
ve ülke ekonomisinin gelişiminde itici güç olarak
rol oynuyor. Bunu Global Cihaz Bölümü Pazarlama
Direktörü Shao Yang şu şekilde açıklıyor; "Yatırım
açısından global pazara yerel pazardan daha çok önem
verdiğimizden kaynaklarımızı deniz aşırı ülkelere
yönlendiriyoruz. Türkiye yatırım açısından önemli 15
ülkeden biri, çok hızlı gelişiyor ve büyük bir
pazara sahip. Bu yüzden Türkiye'de dikkatli ortaklar
arıyoruz."
ÖNEMLİ BİR PAZAR
Uluslararası Medya İlişkileri Başkan Yardımcısı
Roland Sladek'se, "Türkiye genç ve dinamik bir
yapıya sahip olduğundan Huawei için önemli bir pazar
haline geliyor. Üçüncü büyük Ar-Ge merkezimizi
Tükiye'ye konumlandırmamızın nedenlerinden biri de
bu" dedi.
FATİH PROJESİ
Huawei ve MEB işbirliğiyle yüksek port yoğunluklu GE
ağ anahtarları sayesinde binlerce öğrenci, yeni
nesil cihazlarla bağlantı kurarak teknolojiyi
eğitimin bir parçası olarak kullanmaya başladı.
Huawei'nin, altyapı hizmetiyle 500'ün altında nüfusa
sahip 1799 köy halkının iletişime kavuşması, Çin
şirketinin Türkiye'de gerçekleştirdiği projelerden
yalnızca biri.
Huawei yetkilileri 2016'da 3G şebekelerinin tüm
dünya nüfusunun yüzde 85'ini, 4G'ninse yüzde 50'sini
kapsayacağını ve 2018'de mobil abone sayısının tüm
dünyada 6.5 milyara ulaşacağını öngörüyor.
120 KM'LİK OSMANLI ARŞİVİ
Türkiye'nin 2023 hedeflerine bilgi teknolojileriyle
ulaşacağını öngören firma, Türkiye'de kamu ve
devlete sunduğu teknolojik ürünleriyle destek olmak
ve Orta Doğu'daki dijital uçurumun kapanmasına
katkıda bulunmak istiyor. Bu yüzden Türkiye'de
birçok kurumsal projeye imza atan Huawei'nin bizim
ve gelecek nesiller adına gerçekleştirdiği en önemli
proje, Osmanlı arşivlerinin dijital ortamda
saklanması.
Huawei, Osmanlı arşivlerinin tamamının taranarak
dijital ortamda saklanmasında önemli bir görev
üstlendi. Milliyet'ten Onur Binay'ın haberine göre;
Osmanlı arşivi projesi öncesinde Osmanlı
arşivlerinden kalan 96 milyon belge ve 374 bin
defter, 120 kilometre'lik raflarda saklanıyordu.
Şimdiyse dijital ortama aktarılan arşivler, iki adet
Huawei OceanStor N8500 depolama cihazında korunuyor.
Sunuculardaki tüm verilerin bir kopyası da Ankara'da
yedekleniyor.
Arşivdeki tüm belgelere yıpranma riski olmadan ve
istenildiği anda ulaşılabilmeyi sağlayacak projeyle
hedeflenen belgelerin sayısal ortamda, yedekli ve
güvenli bir şekilde saklamak.
Huawei'nin tercih
edilme sebebiyse sunduğu yüksek güvenilirlik ve
performans. Proje, Osmanlı Arşivleri personeliyle
birlikte Temmuz-Aralık arasında, 5 aylık zaman
diliminde tamamlanarak kullanıma girdi.
Türkiye Gazetesi, 01.03.2014
|
"İSTANBUL'A KORUMA PLANI ŞART"
"Tarihi Yarımada'da
Ne Oluyor?" başlıklı panelde Prof.Dr. Akyürek,
Prof.Dr. Dinçer, Doç.Dr. Eres, Perouse, Köksal,
kentsel dönüşüm, yeniden ihya, mega projelerin
kıskancındaki tarihi yarımadanın geleceğini konuştu.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve
Bölge Planlama Bölümü'nün "Tarihi Yarımada'da Ne
Oluyor?" başlıklı panelinde kentsel dönüşüm, yeniden
ihya, mega projelerin kıskancındaki tarihi
yarımadanın geleceği konuşuldu.
Bianet'te yer alan habere göre, MSGSÜ Şehir ve
Bölge Planlama Bölümü'nden Prof.Dr. Gülşen Özaydın
moderatörlüğünde gerçekleştirilen panelde İstanbul
Üniversitesi Sanat Tarihi Bizans Sanatı Anabilim
Dalı'ndan Prof.Dr. Engin Akyürek, Yıldız Teknik
Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü'nden
Prof.Dr. İclal Dinçer, İstanbul Teknik Üniversitesi
Mimarlık Bölümü'nden Doç.Dr. Zeynep Eres, Fransız
Anadolu Araştırmaları Enstitüsü'nden Jean François
Perouse, MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü
Öğretim Üyesi Aykut Köksal konuşmacılar arasındaydı.
"Yenikapı dolgu projesi yapıyı bozdu"
Paneldeki ilk konuşmacı Aykut Köksal, yapımı
neredeyse tamamlanan Yenikapı Dolgu projesinin
tarihi yarımadanın bugüne kadar yapısını bozan en
kötü proje olduğunu belirterek dünden bugüne,
yarımadanın yaşayan bir kültür varlığı olarak ele
alınması gerektiğini belirtti.
Köksal, Bizans saray mimarlığının günümüze en iyi
ulaşan nadir örneklerinden Tekfur Sarayı'nın hatalı
restorasyonlar ile tanınmaz hale geldiğini,
restorasyon işlemleri esnasında içeri alınmadığını
ve işlemlerinin ancak belediye başkanlarının
twitter'dan paylaştığı şirket reklamları sayesinde
takip edilebildiğini ifade etti.
"İstenmeyen figürler sur dışına itiliyor"
Jean François Perouse,'İstanbul'un genel
yüzölçümünün yanında 1560 hektar gibi ufak bir
alanda bulunan yarımadanın sayısız projeyle yeniden
işlevlendirildiğine dikkat çekti.
"Bir müze kent projesi ile üretim faaliyetleri
bölgeden dışarı itilip her geçen gün turizme daha
çok ağırlık veriliyor.Yıllar önce şekillendirilen
Laleli bölgesinden sonra Historia AVM'nin açılışıyla
nasıl bir yarımada tahayyül edildiği ortaya çıkıyor.
Süleymaniye ve Küçükpazar mahallelerinde göçmenler
ve bekarları hedef alan dönüşüm, Sulukule'de
Romanları hedef alıyor."
"Sivil toplumun denetimine kapalı bir
yarımada"
Yarımadada okullar, kamu kuruluşları mülkleri,
TCDD arazilerinin tehdit altında olan yeni alanlar
olduğunu belirten İclal Dinçer, geçtiğimiz günlerde
kullanıma açılan Haliç Metro köprüsünün dünya miras
komitesi ve akademisyenlerin tasarım düzenlemeleri,
değişiklik taleplerine karşın tarihi yarımada
silüetini ve üstün evrensel değerini olumsuz yönde
etkilediğini belirtti.
Yarımadada otoriter ve sivil toplumun denetimine
kapalı hale gelen bir yerel yönetim anlayışıyla
karşı karşıya olunduğuna dikkat çeken Dinçer
"Sulukule'de dönüşüm öncesi müzakere yöntemini
denedik. Bugün müzakere değil mücadele günüdür"
diyerek sözünü bitirdi.
"Bizans eserleri korunmuyor"
Engin Akyürek, Türkiye Arkeolojik Yerleşmeler
Projesi'nin (TAY) hazırladığı envantere göre sur
içinde Bizans dönemine ait 173 adet yapı/mimari
kalıntısı olduğunu söyledi.
Osmanlı döneminde camiye dönüştürülmeyen Bizans
eserlerinin yok olduğunu, İstanbul Büyükşehir
Belediyesi önündeki çitli alanda yine Bizans
dönemine ait Polyeuktos Kilisesi kalıntılarını
yıllardır sahipsiz kaldığını dile getirdi.
Eminönü Acımusluk Sokakta bulunan Botaniates
Sarayı kalıntısı olduğu düşünülen yapının bir
esnafın meşrubat deposu olarak kullanıldığını, bu
tür ikincil kullanımların kültür varlıklarında
tahribatı arttırdığını vurguladı.
Türkiye'de restorasyon uygulamalarının yeni
gelişmeye başladığı ve beton şap kullanılarak hatalı
şekilde yapılan Fenari İsa, Hirami Ahmet, Bodrum
Cami restorasyonlarının o dönemde malzeme yoksunluğu
göz önüne alınarak değerlendirilebileceğini söyleyen
Akyürek, geriye kalan Bizans eserlerinin "kitlesel
restorasyon furyası"nın kurbanı olduğunu söyledi.
"Koruma planı şart"
Zeynep Eres, tarihi yarımadada 100'den fazla
rekonstrüksiyon projesi olduğunu bu projelerdeki
eserlerin bir çoğunun aslında uygun yerlerde
konumlandırılmadığını ve sahte bir tarih yaratılmaya
çalışıldığını vurguladı.
İnşa edilmesi planlanan Osmanlı dönemi
rekonstrüksiyon projeleriyle tarihi yarımadanın bir
"Osmanlı Disneyland"ı olarak düzenlendiğini söyledi.
Tarihi yarımadada bütünsel ölçekli bir koruma planı
oluşturulması gerekliliğini hatırlattı.
Yapı, 28.02.2014
|
İSTANBUL'DA TARİHİ ESER KALMADI

Ağa Camii’nin restorasyonunu mimar Korhan
Gümüş’le konuştuk. Gümüş, “İstanbul tarihine saygı
gösterilerek değil, inşaat mantığıyla yenileniyor.
20 yılda bütün tarihi binalar asıllarının kopyası
haline geldi.” diyor.
İstiklal Caddesi
boyunca yürürken dikkat kesilmeyenlerin neredeyse
görmediği Hüseyin Ağa Camii, 1594’ten beri orada.
Tepesinden bakan binalar arasında kaybolan caminin
tartışmalı başlayan restorasyonu yine tartışmalı
bitti. Yanına yapılan alışveriş merkezinin temelini
sarstığı iddiasına eklenen “Binanın orijinalliği
bozuldu” iddiasını mimar Korhan Gümüş’le konuştuk.
Gümüş’e göre, Ağa Camii’nin restorasyonu bir simge,
“Bu dönüşüm yalnızca tarihsel bir yapının yok
olmasının değil, inşaat zihniyetinin öncelendiğinin
de göstergesi.” diyor.

Cami bir yandan cuma
namazı için hazırlanırken, bir yandan avlusunda
oturanlara, gelip geçenlere, duraklayanlara ev
sahipliği ediyor. Şadırvanın karşısında dinlenen
Metin Efe, Beyoğlu esnafı. Restorasyon sonrası ilk
kez uğrayabilmiş. Bir arkadaşıyla da buluşacağı için
aradaki zamanı burada geçiriyor. “Yeni halini nasıl
buldunuz?” sorusuna, “Güzel, temiz olmuş.
Beyoğlu’nun cami ihtiyacı malum, açılması iyi oldu.”
diye yanıt veriyor. Biraz durakladıktan sonra
sohbete giren 76 yaşındaki Kemal Bey’in “Güzel ama
ışıklandırmaları beğenmedim. Ortamın uhrevi havasını
kaybetmiş” itirazına katılıp, “Tabii eskisi gibi
olamıyor. Zaten ne varsa eskide var. Biz ne yapsak
onun gibi olamıyor.” diye ekliyor.

Mimar Korhan Gümüş, İstanbul’un değişen çehresini
uzun yıllardır takip eden isimlerden. Camide
buluşuyoruz, gelmesiyle ilk itirazını dillendiriyor:
“Şu haliyle 2013 modeli bir bina olmuş.” Bunun
açıklaması da şöyle:
“Dışarıdan baktığımızda yapının üzerindeki çok
katmanlı tarihsel dönemlerin izlerini taşıyan
müdahalelerin hepsi kazınarak homojen bir şeye
dönüştürülmüş. 2013 model bir bina olmuş. Üzerindeki
doküman korunmadığı için neyin orijinal neyin sahte
olduğunu anlayamıyoruz. İkinci büyük restorasyonda
yapılan çerçeveler ve dönemin özelliklerini gösteren
düzenlemeler ortadan kaldırılıp yapı anonim bir 16.
yüzyıl yapısına dönüştürülmüş. Tabii ona da
dönüştürülemediği için yapılan her şeyin sahte
olduğu anlaşılıyor. Taklit, çağdaş, her zaman
yapılabilecek bir yapı olmuş.”

Arada beş değil yüz fark buluruz
Gümüş’ün “İlk başta göze çarpan farklar neler?”
sorusuna yanıtı: “Arada beş değil yüz fark bulunur.”
Bir sıralama yapacak olursak şunları maddeliyor:
-Saçaklarda 19. yüzyıl sonunda Osmanlı
modernleşmesinin izi olan palmet filizler yok
edildi. Bu fark caminin cephesinden çekilen
eski/yeni fotoğraflarda da görünüyor.
-Doğrama ve ince yapı detaylarında yapılan
dönüşümle, II. Mahmut döneminde eklenen pencerenin
dokusu bozuldu. Yapılan düzenlemeyle pencereler çift
camlı hale getirildi, buna karşın “herhangi bir
apartmana kullanılabilecek doğramalar konuldu.”
-Engelliler için yapılan alüminyum korkuluklar da
camiye yeni eklenen detaylardan. Gümüş buna “Elbette
engelliler için düzenlemeler getirilmeli ama bu
düzenlemeler mimari zekadan yardım alınarak
yapıldığında tarihsel dokuyla uyum sağlanabilirdi.”
diye itiraz ediyor.

-Değişik dönemlerde yapılan yenileme ve
restorasyonlarla yine o dönemin özelliklerini
taşıyan tarihsel doku son restorasyonda ortadan
kaldırıldı. Özellikle dış cephede bu değişimi görmek
mümkün.
-Bina içindeki düzenlemelerde (mihrap,
aydınlatma, yer döşemeleri) eski hali değiştirildi.
Aydınlatmada kullanılan LED ışıklandırma, floresan
ampuller caminin dokusuyla tamamen uyumsuz.
-Pencere bordürleri, ince yapı donatıları tek
tip, homojen hale getirildi.
Şehir inşaatla yönetiliyor
“Taksim Ağa Camii, Süleymaniye gibi bir anıt yapı
değil ama Beyoğlu’nun en eski yapısı.” diyen Korhan
Gümüş, restorasyon uygulamalarının dünyaya kapalı
olduğunu vurguluyor: “Dönüşüm deneysel zekaya
açılamıyor. Küçük Ayasofya’yı mahvettiler,
Süleymaniye’yi mahvettiler. Dünyanın her yerinde
restorasyon uluslararası standartlarla ve deney
alışverişiyle yapılır. Bu alanın önü kapatıldı. Türk
halkını rehin alıyor bu kapalı mafya sistemi.
Gençlik deneysel işlere yönelmezse, ülkenin gelir
düzeyi orta gelir bandında gider. Restorasyon her
açıdan eğitim gerektiren zenginleştirici bir
uğraştır. Ağa Camii’nin restorasyonu bunu
kaybettiğimizi gösteriyor. Gençlere kendilerini
geliştirme fırsatı sunmuyor bu sistem. O inşaatta
amele olarak, taşeron olarak çalışabilirsiniz, yük
taşıyabilirsiniz ama zekanızı geliştiremezsiniz
diyorlar. O yüzden Ağa Camii’nin yaşadığını bir
tarihi yapının yok olması olarak görmüyorum. Şehir
sadece inşaatla kalkındırılmaya çalışılıyor. Bu
alanları deneyselliğe açarsanız, doğru dürüst mimari
projeler yapan, restorasyon yapan insanlar çıkar
ortaya. Piyasacı mantık ‘Kaçak kat nasıl yaparım, bu
projeyi belediyeden nasıl geçiririm?’ diye
düşünüyor.”
Hafta içinde Tarlabaşı’nda bir binanın yıkılması
da Gümüş’e göre aynı zihniyetin ürünü: “Narmanlı,
Beyoğlu’ndaki en eski yapılarından biri, orasını
otel yapmaya çalışıyorlar. İETT binasını otel
yapmaya çalışıyorlar, birine mağaza yaptılar. Bu
dönüşümün nereye gideceği belli. Beyoğlu’nda bu
yöntemi çok kullandılar. Gece girip duvarlara zarar
verip çökmesini sağladılar. Yerin üstünde ne kadar
varsa yerin altına da o kadar çok yapılıyor.
Araştırmadan proje çizilir mi? Bu piyasa odaklı
dönüşümün belirtisi. Bina kadar bir hacmi bir de
toprağın altında üretiyorlar. Topografya değişti.”
Kutsal Emanetler’e de
saygı yok

Surlar yok edildi.
Sütlüce Mezbahası’nın dönüşümü bu anlayışla yapıldı.
Topkapı Sarayı’na gidin, Süleymaniye’ye gidin,
İstanbul’da bir tane tarihi eser kalmadı. Son 20
yılda hepsi taklitlerine dönüştü. Topkapı’nın bütün
orijinal halini çöpe attılar. En çok değer verilen
Kutsal Emanetler’in hali içler acısı. Sergileme
ekipmanları, kapılar, doğramalar... Topkapı Sarayı
artık yok. Uzaktan silüeti görünüyor ama içi
boşaltıldı. İstanbul tarihsel topografyası içinde
sur varlığını korumuş tek şehirdi. Avrupa’da böyle
bir şehir yok. Zaten onlar Ortaçağ’da İstanbul gibi
dünya şehri değildi. Bu zenginliği inşaat yoluyla
harcadık. Turizm hedefiyle “değerlerimizi tanıtalım”
düşüncesinden çıkıp, kentle insanı yakınlaştıran,
tarihi dışlamayan bir anlayışın oturtulması
gerekiyordu.
Zaman, Haber: Ayça Örer, 23.02.2014
|