Haberler logo Mart '14 Arşivi

30 Mart - 5 Nisan 2014

EFES'İN ATASI ZİYARETE AÇILDI

 

 

Efes Müze Müdürlüğü'nün 1990'lı yıllarda yaptığı kazılarda Efes'in atası olduğu ortaya çıkan Ayasuluk Kalesi, 2007’den beri süren restorasyon çalışmalarının ardından Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından ziyarete açıldı. Efes'in MÖ 1050'de Yunan kolonistler tarafından kurulduğu sanılıyordu. Ancak yapılan kazılar, Efes'in tarihini tamamen değiştirdi. Ayasuluk'un Yunan kolonistlerce değil, Anadolu'daki topluluklarca kurulan ilk yerleşim noktalarından biri olduğu anlaşıldı.

 

BAŞKENT BİLE OLMUŞ

Kazılarda, Ayasuluk Kalesi'nin Hitit İmparatorluğu döneminde bir krallığa başkentlik yaptığı bile ortaya çıktı. Bunun ardından kazı çalışmaları yoğunlaştırıldı. 2007'den beri Pamukkale Üniversitesi tarafından yürütülen çalışmalara Selçuk Belediyesi de destek verdi. Kalenin sur duvarları onarıldı, kale içerisinde yer alan Aziz Jean Anıtında (bazilika) kazı ve onarım çalışmaları yapıldı. Kale, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nün 18 Mart tarihli yazısıyla ziyarete açıldı. Ayasuluk, Türkiye'nin en çok ziyaret edilen ve en çok gelir elde edilen müzeleri arasında yer alan Efes Müze Müdürlüğü'ne bağlı olarak faaliyet gösterecek. 

 

YENİ GÖZDESİ OLACAK

Kale, Efes Müze Müdürlüğü'ne bağlı düzenlenmiş örenyeri olarak faaliyet gösterecek. Efes Örenyeri'ni geçen yıl 1 milyon 848 bin kişi ziyaret etmiş, 40 milyon TL gişe geliri bırakmıştı. Ayasuluk Kalesi'nin ziyarete açılmasıyla Efes'e olan ilginin artması bekleniyor. 

Akşam, Haber: Volkan Yanardağ, 03.04.2014

10 MİLYONLUK TABLO BAKIN NEREDEN ÇIKTI

 

 

Paul Gauguin’in “Masa üzerindeki meyveler ya da köpekli natürmort” isimli tablosu ile Pierre Bonnard’ın “İki koltuklu kadın” adlı eseri 8 Haziran 1970’te Londra’daki bir evden çalınmıştı.

Gauguin’in 1889 yapımı tablosuna 15-35 milyon euro (44-102 milyon TL) arası değer biçiliyor.

Bonnard’ın eserininse 600 bin euro (yaklaşık 1 milyon 760 TL) değerinde olduğu belirtiliyor.

Filmleri aratmayan soygunda, biri polis kılığındaki 3 hırsız, tabloların bulunduğu evin sahibesine alarm sistemini kontrol etmek istediklerini söyleyerek içeri girdi. Ev sahibi hırsızlara çay hazırlamak için mutfağa gittiğinde de tabloları çerçevelerinden çıkararak çaldı. İtalyan jandarmasından bugün yapılan açıklamaya göre, iki tablo çalındıktan sonra Londra’dan Paris’e götürüldü. Paris’ten de Torino trenine binen soyguncular, muhtemelen bir aksilikle karşılaştıkları için İtalya sınırında trenden indi ve tabloları trende bıraktı.

70 TL'ye satın almış
Tabloların değerinden habersiz demiryolu yetkilileri de iki eseri önce depoya kaldırdı. Sonra da 1975’te açık artırmayla Fiat fabrikasında çalışan bir işçiye 45 bin İtalyan liretine yani 23 euroya (yaklaşık 70 TL) sattı.

Tabloları yıllarca Torino’daki evinde tutan işçi, emekli olduktan sonra memlekti Sicilya’ya taşınınca tabloları da yanında götürdü ve evinin mutfağına astı.

Tabloların gerçek hikayesi ise ancak işçinin oğlunun bir kitapta Gauguin’in başka bir eserini görmesiyle ortaya çıktı. İşçinin oğlu, babasının tablosuyla kitapta gördüğü Gauguin arasındaki benzerlikleri fark edince aile tabloları uzmanlara gösterdi. Tabloların gerçek değeri anlaşılınca da polise haber verildi. Birkaç ay önce ele geçirilen tablolar bugün Roma’da basın toplantısında sergilendi.

 

Tabloların gerçek sahibine iade edilmesi bekleniyor.

Vatan, 03.04.2014

RESİM İÇİN HAYAT BOYU MÜCADELE ETTİ

 

 

Türkiye sanatının önemli isimlerinden ressam Naile Akıncı, 91 yaşında hayata veda etti. Sanatçı, tuval başında olabilmek için yaşamı boyunca mücadele etmiş, ancak ilerleyen yaşta istediği gibi çalışma olanağı bulabilmişti. Son güne kadar resim yapmayı sürdüren Akıncı, cuma günü uğurlanacak.

 

“Benim açımdan resim bir yaşam biçimi hatta yaşam nedenidir. Sanatçının emekliliği olmaz, olamaz” diyen ressam Naile Akıncı, 91 yaşında aramızdan ayrıldı. Eyüp çeşitlemeleri başta olmak üzere yapıtlarındaki özgün dili ve renk anlayışıyla hafızalara kazınan Akıncı, Türk resminin yaşayan en büyük ustalarından biriydi. Onu yakından tanıma, birçok kez söyleşi yapıp sohbet etme olanağı bulduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Hatta Evin Sanat Galerisi’nin terasında Bebek Sırtları serisini üretirken, aynı zamanda atölyesi olan salonundaki bir köşede resim yaparken onu hayranlıkla izlediğimi hatırlıyorum.

Geçen yıl kasım ayında açtığı son sergisi öncesi yaptığımız, heyecanlanmaması için özellikle kısa tuttuğumuz son söyleşide 90 yaşında otoportresini yaparken ne hissettiğini sorduğumda “umutlarımı, düş kırıklıklarımı, mutluluklarımı, sanatsal ve yaşamsal mücadelelerimi, özetle bende iz bırakan her şeyi ifade ediyor” cevabını vermişti.

Naile Akıncı ne çok ortalarda olmayı ne de çok kendini anlatmayı seven bir sanatçıydı. Mütevazıydı ama istediklerini yapabilmek için -ki o da tuvaline yeterli vakit ayırmaktı- mücadeleyi hiç elinden bırakmadı. Ben son döneminde yaşlılığına ve hastalıklarına karşı verdiği mücadeleye şahidim.

Ama onu gençliğinden beri tanıyanlar, özellikle de yaşamındaki en büyük destekçilerinden biri olan oğlu Cengiz Akıncı çocukluğundan beri resim yapabilmek için verdiği mücadeleyi sık sık dillendirirdi. Zaten kendisi de söyleşilerimiz sırasında üstü kapalı da olsa karşılaştığı zorlukları anlatırdı.

 




Naile Akıncı ilkokuldayken amcasına özenip resim yapmaya başlar. Ortaokulda resim yapma yeteneği fark edilir. Tam akademi sınavlarına gireceği sırada yirmi gün arayla annesini ve kız kardeşini kaybeder. İki yıl sonra 1938’de hayalini gerçekleştirip akademiye girdiğinde bu kez hastalıklar peşini bırakmaz. Sonunda ara vere vere 14 yılda tamamlar eğitimini. Naile Akıncı bunu kendisi hiç dillendirmez ama çok zarif ve güzel bir kadındır. Hatta dönemin ünlü ressamlarının ona hayran olduğunu söylerler. Avni Arbaş’ın yaptığı portresi de o günlere aittir.

Sonra devreye evlilik girer. Tarihçi olan kocası ilk başlarda destekler resim yapmasını ama bir süre sonra özellikle de çocukları doğduktan sonra resme vakit ayırmasını pek istemez. Daha doğrusu ondan düzenli yemek yapma, çocuklarına bakma gibi bir ev kadınının yapması beklenen her şeyi istemeye, aksayınca da sorun çıkarmaya başlar. Naile Akıncı aynı zamanda öğretmenlik de yapmaktadır. İş, çocuk, ev ve eş arasındaki dengeyi kurar. Ama bu arada zaman zaman çok bunalsa da şartları sonuna dek zorlayarak resim yapmayı da ihmal etmez. 1970’lerden sonra oğlu Cengiz büyüyünce kocasından göremediği desteği oğlundan görür. Ve asıl üretken dönemi de 1980’lerden sonra başlar. Ancak 60’lı yaşlardan sonra resmin ondan beklediği sadakat ve fedakarlığı gösterebilecek koşulları oluşturur. Hiç bitmeyen bir tutkuyla resim yapar, sergiler açar.

Onu hep 90 yaşına dek aşkla baktığı tuvalinin karşısında ve birkaç yıl öncesine dek sergilerinin açılışlarında tüm zarafeti ve şıklığıyla bir köşede otururken hatırlayacağım. Naile Hanım, 2013 Kasımı’na dek resim yapmaya devam etmiş. Yataktan kalkamaz hale gelince de geceleri gizli gizli ağlamaya başlamış. Cengiz Akıncı, “Eğer annemi hiç kurtulamadığı hastalıkları biraz rahat bıraksa daha bu aşkla uzun yıllar resim yapardı” diyor. Onun yaşam ve çalışma azmi, üretkenliği hepimize, tüm kadınlara ders olmalı…

Naile Akıncı’nın cenazesi cuma öğle vakti Zincirlikuyu Camii’nde kılınacak namazın ardından Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedilecek.

Naile Akıncı Kimdir?
1923 yılında Van’da doğdu. 1952’de DGSA Zeki Kocamemi Atölyesi’nden mezun oldu. 1949 yılında resim yapmaya başladı. İlk kişisel sergisini 1964 yılında İstanbul’da açtı. Aramızdan ayrılana dek 50’ye yakın kişisel sergi gerçekleştirdi. 1988 yılında 50. Sanat Yılı ve Türk Resmine katkılarından dolayı Kültür Bakanlığı Onur Ödülü’ aldı. 2005 ‘de ‘Görsel Sanatlara’ dalında 2010 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi tarafından yine sanat yaşamına katkılarından dolayı ‘Akademi Ödülü’ verildi. 2003’te TÜYAP 13. Artist Sanat Fuarı’nda ‘Onur Sanatçısı’, 2005 yılında ise Görsel Sanatlar’ dalında Sedat Simavi Ödülü verildi. Naile Akıncı gerek peyzajlarında gerekse portrelerinde her zaman konuyu ikinci planda bıraktı, plastik kaygılarının önüne geçmesine izin vermedi. 


Fener ve Balat çeşitlemeleri başta olmak üzere desenlerinde doğayı hiçbir zaman olduğu gibi yansıtma yolunu seçmedi. Renk de desen ve kompozisyondan sonra geldi. Bu yüzden de çeşitlemelerinde hiçbir zaman tekrara düşmedi.

Radikal, Yazı: Müge Akgün, 03.04.2014

ASPENDOS 4 AY ZİYARETE KAPALI

Antalya’nın geçen yıl en çok turist çeken bölgesi olan Aspendos, restorasyon nedeniyle 4 ay boyunca ziyaretçi kabul edemeyecek. Aspendos, geçen yıl elde ettiği yaklaşık 1.5 milyon lira ile “turizmin darphanesi” gibi çalışmıştı. Aspendos, haziranda kısmen de olsa ziyarete açılıp çeşitli festival ve gösterilere ev sahipliği yapabilecek. Tüm restorasyonun ise eylülde bitirilmesi planlanıyor.

 

Dünyanın en iyi korunmuş antik tiyatrosu olarak gösterilen Aspendos’ta geçen yıl ocak ayında başlayan restorasyon çalışmaları devam ediyor. Bir yılı aşkın süredir yapılan çalışmalarda, restorasyona rağmen turistlerin de Aspendos’u gezebilmesine imkan sağlanıyordu. Ancak Kültür ve Turizm Bakanlığı kararıyla Aspendos bu kez ziyarete kapatıldı.

Habertürk, Haber: Aykan Çufaoğlu, 02.04.2014

ASIRLIK TARİHİ KONAK SATILIYOR

 

1800’lü yılların sonunda yaptırılan Abud Efendi Konağı 4 milyon doları olan yatırımcıları bekliyor. Sultanahmet Meydanı’na yaklaşık 70 metre uzaklıkta olan bina şu an yüzde 20 kapasiteyle hizmet veriyor. Yücel Kültür Vakfı’na 1972 yılında geçmiş olan 3243 metre karelik konak alanı tarih serüveni boyunca, dini eğitim veren bir konak, Hıristiyan okulu ve kültür vakfı olarak hizmet vermiş. Yücel Kültür Vakfı bina için restorasyon projelerini hazırlatmış. Vakfı şu an birkaç şirketle yap-işlet-devret modeli üzerinde görüşüyor. Öte yandan binanın altına 1939 yılında Türkiye’de kadın ve erkeğin ilk kez bir arada sinema izlediği Alemdar Sineması da kurulmuş.

 

 

Bu bina alıcısını bekliyor… Yap işlet devret sistemi ile satılacak olan Yücel Kültür Vakfı’nın Sultanahmet’teki binası Yerebatan Sarnıcı’nın Gülhane Parkı istikametine doğru biraz aşağısında bulunuyor. 1800’lerin sonunda inşa edilen ve Abud Efendi Konağı adını alan bu bina bahçe ve müştemilatları ile birlikte 3243 metrekarelik bir alanı kapsıyor. Konağın bulunduğu alan 1983 yılında Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından koruması gerekli ikinci derece tarihi eser olarak tescil edilmiş durumda.

 

Şam eşrafından olan Abud Efendi'nin Topkapı Sarayı'na yakın bu binada konuklarını ağırladığı biliniyor. Daha sonra 1950 yıllarında Abud Efendi'nin büyük oğlu Ferid Bey tarafından Amerikalılara satılarak, bir süre YMCA (Young Men's Christian Association) olarak hizmet verdi. Bizans dönemi kalıntıları ile çevrili olan binada Bizansın ilk ve en önemli yapılarından biri olan Chalkopteria -Hagia Manastırı kalıntılarının bir kısmının bu ada parselinde olduğu tahmin ediliyor.

 

4 MİLYON DOLAR TALEP ETTİLER

Restorasyon işlemleriyle ilgili olarak konuşan Yücel Kültür Vakfı Genel Sekreteri Haluk Kula “Binanın içinde az bir faaliyetimiz var. Bina 1969 yılından beri vakfımıza ait. Şu an burada kısıtlı olarak aktiviteler yürütüyoruz” dedi.

 

Kula, restorasyonla ilgili olarak bazı firmalarla görüştüklerini söyledi ama isim vermedi. Vakıf binanın satışı için 4 milyon dolar talep ediyor. 

Hürriyet, Haber: Can Mumay, 02.04.2014

PİKNİĞE GİTTİ TARİHİ HEYKEL BULDU

 

Alikahya’da oturan bir kişi ailesiyle birlikte piknik için gittiği Sapanca’da bir heykel bularak Müze Müdürlüğü ekiplerine teslim etti.

 

İzmit Alikahya Mahallesi Mahmudiye Sokak No.9’da oturan Mustafa Serdar isimli vatandaş aileyle birlikte hafta sonu Sapanca’ya piknik yapmaya gitti. Piknik alanında kadın figürü olan bir heykel bulan vatandaş heykeli alarak eve getirdi. Birkaç gün araştırma yapan Serdar, okuduğu haberler karşısında heykeli yetkililere teslim etmeye karar verdi.

 

Kocaeli Müze Müdürlüğünü arayan Mustafa Serdar eve gelen yetkililere polis nezaretinde bulduğu heykeli teslim etti. Roma dönemine ait olduğu düşünülen kadın figürlü heykel yetkililerce incelenmek üzere koruma altına alındı. Assan Hanil’de işçi olarak çalışan evli ve 2 çocuk babası Mustafa Serdar “bulduğum heykeli satmaya kalksam başım belaya girecekti. Çok borcum olmasına rağmen heykeli yetkililere teslim etmeye karar verdim” dedi.

Özgür Kocaeli, Haber: Faruk Kıyak, 01.04.2014

BERKSOY MÜZESİ İÇİN MÜZAYEDE

 

 

Türkiye’nin önemli ressamlarından Semiha Berksoy’un Venedik Bienali’nde sergilenen tablolarının da yer aldığı 10 eserden oluşan koleksiyon müzayedeye çıkıyor.

 

Beyaz Müzayede tarafından 27.si gerçekleştirilecek olan 2014 yılının ilk çağdaş ve modern sanat müzayedesinde, ‘Evliyalı Ev’ isimli 250x297 cm ebatlarındaki çarşaf resim, ‘Lola Blau’, ‘Annem ve Ben’, ‘Zeki Müren’ ve ‘Cihangir’den Boğaz’ gibi Semiha Berksoy’un en önemli yapıtları satışa sunulacak. Bu satışlardan elde edilecek gelir, Beyoğlu’nda kurulacak “Semiha Berksoy Müzesi” için kullanılacak. Müzayededen eser alan koleksiyonerlerin isimlerine müzenin girişine asılacak plaketlerde yer verilecek.

 

Müzayedede eserleri satışa çıkacak bir diğer önemli isim Mübin Orhon. “Lekesel Soyutlama’’nın en önemli ustalarından olan Orhon’un 1962 tarihli 195x130 ebadındaki “Dripping Rouge” isimli başyapıtı 450 bin-600 bin TL tahmini fiyat aralığı ile satışa sunuluyor. Türk çağdaş sanatının önemli kadın ressamlarından Fahrelnisa Zeid’in iki önemli yapıtı satışa sunulacak. Zeid’in 1984’te, dönemin Ürdünlü meşhur sanat eleştirmeni Meg Abu Hamdan’ı resmettiği ‘Lady In Red’ isimli portrenin ilgi görmesi bekleniyor. Eserin tahmini fiyat aralığı 250 bin-350 bin TL. 27. Beyaz Müzayede’de ayrıca Nejad Melih Devrim, Erol Akyavaş, Burhan Doğançay, Adnan Çoker, Ömer Uluç, Ferruh Başağa, Komet, Mehmet Güleryüz, Alaettin Aksoy, Neşe Erdok, Burhan Uygur ve Orhan Peker gibi ustaların kıymetli eserleri de yer alıyor. Müzayedenin bir diğer özelliği ise Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde yapılacak ilk müzayede olması. 9-12 Nisan tarihleri arasında Meydan Fuaye’de sergilenecek 218 eser, 13 Nisan Pazar günü saat 14.00’te aynı mekanda satışa çıkacak.

Zaman, 01.04.2014

BİN YILLIK ÇINARA BÜYÜKŞEHİR KORUMASI

 

 

Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nin işbirliğinde gerçekleştirilen çalışmalar, asırlık çınarların canına can katacak.

 

İzmir Büyükşehir Belediyesi, Buca Kaynaklar Köyü Meydanı'nda bulunan birisi tescilli 6 adet çınar ağacını korumak ve bakımını yapmak için Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi ile işbirliği yaptı.

Bir tanesi yaklaşık 1000 yaşında olan ağaçların bakım ve restorasyon işi akademisyenlerin de desteğiyle çalışmalara başladı. Büyükşehir Belediyesi ve Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarlığı öncülüğünde devam eden çalışmalarla asırlık ağaçlar, zarar veren bakterilerden arındırılıyor ve çürüyen kısımları özel ilaçlarla tedavi edilerek kontrol altına alınıyor. Bu kapsamda böcek tahribatına maruz kalan alanlar da özel macun ile kapatılıyor.

 

Çevre düzenlemesinin ardından Nisan ayının ortalarında tamamlanması hedeflenen çalışmayla çınar ağaçları koruma altına alınarak daha uzun yıllar tarihe tanıklık etmeye devam edecek.

 

Neler yapılıyor?

Ölmüş dokuları ortadan kaldırıp canlı dokuya ulaşmak için öncelikle kazıma işlemi yapılıyor. Diş çürüklerinde yapıldığı gibi, çürük ve ölü dokular temizleniyor, bitkinin uzun yaşamasını sağlayan, çürüklere karşı önlem alan, özel dolgular uygulanıyor. Ağaç yüzeyindeki açık kavuklar hava almayacak şekilde paslanmaz çivi, tel ve su bazlı özel alaşımla kaplanarak gövde dokusu koruma altına alınıyor. Statik olarak dengesizlik yaşayacak, çürümüş ana dallarda temel budamalar yapılıyor. Rüzgardan sıkıntı yaşayacak dallar için de çelik tellerle gergi şeklinde statik koruma yapılıyor.

 

Tescilli anıt çınar

Kaynaklar Merkez Mahallesi Meydanı’nda bulunan 30 metre boy ve 4 metre çapındaki anıt çınar ağacının (Kunduracı Çınarı-Platanus orientalis) yaşının 1000’e yakın olduğu biliniyor. Ağaç, Orman Bakanlığı Milli Parklar Genel Müdürlüğü İzmir Başmühendisliği tarafından Eylül 1994 yılında tescillenmişti. Kaynaklar'ın simgesi olan 1000 yaşındaki Kunduracı Çınar'ı, adını içindeki kovukta ayakkabı tamirciliği yapmasından alıyor.

Gerçek Gündem, 01.04.2014

GALATASARAY BİNASINA BETONARME İTİRAZI

 

 

Yangında büyük zarar gören 142 yıllık tarihi Galatasaray Üniversitesi binasının restorasyon projesiyle "betonarmeye" döndürüleceğine dair iddia var.

 

22 Ocak 2013'te çıkan yangında büyük hasar görerek kullanılmaz hale gelen 1. grup tescilli tarihi binanın söküm ve temizlik işlemleri eylül ayında tamamlandı.

 

Rölöve, Restitüsyon  ve Restorasyon Avan Projeleri, İstanbul III Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü’nde sırasıyla şubat ve mart 2014'te onaylandı. 

 

Yangının ardından uzmanlardan oluşan bir grup kurulmuş ancak üniversite yönetiminin restorasyon işlerini Galatasaray Eğitim Vakfı'na bir protokolle devretmesi üzerine bu grup istifa etmişti.

 

O ekip içinde yer alan İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi'nden Prof.Dr. Kemal Kutgün Eyüpgiller, Kültür ve Turizm Bakanlığına gönderdiği dilekçede binaya dair kamuoyunda oluşan kaygıların giderilmesi için gerekli incelemenin yapılmasını ve sorumluların cezalandırılmasını talep etti.

 

"Betonarme bina hedefleniyor"

 


Galatasaray Üniversitesi'nin yangından önceki hali

 

Dilekçesinde söz konusu binayla ilgili olarak, sorumluların  tarafından hazırlatılmakta olan projeyle 1.grup Kültür Varlığı statüsünde olan binanın yıktırılarak yerine betonarme yeni bir binanın yapılmasını hedeflendiği belirtildi.

 

Ayrıca, dış görünüşü dışında tarihi yapının plan şeması, mekansal düzeni ve son derece kıymetli dekorasyonunun da dikkate alınmadığı, bodrum kat ilave edilmek istendiği, kat düzeninin dahi değiştirilmesinin düşünüldüğü yönünde bilgiler olduğu ifade edildi.

 

"Bina yangın geçirse de sağlam"

Dilekçede, binanın yangın geçirmiş olmasına karşın mimari ve yapısal özellikleriyle yıkılarak yeniden inşa edilmeyi gerektirmeyecek derecede sağlam olduğuna dikkat çekilerek mevzuat gereği de kültür varlığı yapıların yeniden inşa edilmeleri zorunlu olduğu durumlarda dahi, bu yapıların özgün yapım teknikleri, malzemeleri ve plan şemalarına uygun olarak inşa edilmeleri gerektiği belirtildi.

 

Buna örnek olarak tarihi İzmir Milhal Paşa Ena Meslek Lisesi, İstanbul Çırağan Sarayı ve Kandilli Adile Sultan Sarayı gösterildi. Bu binaların yangın geçirmiş olmasına ve on yıllar boyunca tahribata açık olmalarına karşın başarılı restorasyon süreçleriyle yeniden kullanıma açıldığı ifade edildi.

 

Üstünün örtülmemesi kasti mi?

Yine dilekçede, kurulun yapının geçici üst örtü ile örtülmesini istemesine karşın bu kararın yerine getirilmediği ve yapının hava koşullarının tahribatına açık bırakıldığı hatırlatılarak bunun "kasti" olma ihtimaline dikkat çekildi.

 

Ayrıca "Rölöve-Restitüsyon ve Restorasyon Projeleri" yerine "Restorasyon Avan Projesi" terimi kullanılmasının bu tescilli yapının özgün yapısının ortadan kaldırılmasının hedeflendiği kaygısını arttırdığı belirtildi.

 

Galatasaray Vakfı ise 20 Mart'ta yaptığı açıklamada, Restorasyon Avan Projesi'nin GSÜ yönetimi ihtiyaç planı doğrultusunda hazırlandığını ifade etti. Hazırlığı süren Restorasyon Uygulama Projesi'nin Nisan 2014’de tamamlanarak Kurula sunulacağı ve onayın ardından inşaata başlanacağı eklendi.

 

Binanın tarihçesi

Galatasaray Üniversitesi'nin yanan binası, Feriye Sarayları olarak da bilinen ve Çırağan Sarayı'nın müştemilatıdır. Sultan Abdülaziz döneminde mimar Sarkis Balyan tarafından 1871'de inşa edilen ve resmi adı "İbrahim Tevfik Efendi Sahil Sarayı" olan bina, uzun yıllar Galatasaray Lisesi'nin dersliği ve yatakhanesi olarak kullanıldı. Daha sonra Galatasaray İlkokulu'na tahsis edilen bina 1992'den beri üniversite olarak kullanılıyor.

Bianet, Haber: Nilay Vardar, 01.04.2014

DA VİNCİ'Yİ YANMAKTAN NASIL KURTARIRSINIZ?

 

 

Onlar olmasaydı, müzeler dolmayacak, medeniyet de sanat tarihi de eksik kalacaktı. Ressam, öğretmen ve müze görevlisiydiler… Dünyanın gördüğü en korkunç savaşa silah kullanmasını bile bilmeden katıldılar. Bugüne dek gölgelerde kalan bu kahramanların hikayeleri önce kitap, sonra film oldu. Onları yılmadan arayıp bulan yazar bu destanı Hürriyet’e anlattı.

 

Medeniyet tarihi, isimleri bugüne dek gölgelerde kalmış bir avuç insana çok şey borçlu. Kendilerine Monuments Men (Anıt Askerleri) diyen bu sıradışı karakterler, Nazilerin yağmaladığı milyonlarca eseri yok olmaktan kurtardı. Onların isimlerini yok olmaktan kurtaransa, aynı isimle bir kitap yazan, tarih meraklısı ve sanat aşığı Amerikan işadamı Robert Edsel.


Edsel’in konuya ilgisi Floransa’daki müzelerde gezerken, “Yüzyılın en yıkıcı savaşından sanat eserleri nasıl sağ kurtuldu” sorusuyla başladı. Biraz araştırınca, 2. Dünya Savaşı sırasında Müttefik ordularında ‘Monuments, Fine Arts and Archives -  Anıtlar, Güzel Sanatlar ve Arşivler’ adlı, o güne dek ihmal edilmiş bir birime ulaştı. Edsel’in bize anlattığına göre, burada çalışanlar kendilerine kısaca ‘Monuments Soldiers – Anıt Askerleri’ diyordu.


Edsel, 2006’da onlardan birine, Lane Faison isimli askere ulaştı. Faison’un oğlu “Babam konuşmakta güçlük çekiyor” diye uyarmasına rağmen onunla saatlerce sohbet etti. Görüşme sonrası Faison, sandalyesini Edsel’e iyice yaklaştırıp, “Hayatım boyunca seninle tanışmayı bekledim” diyecekti. Bir hafta sonra da 99 yaşında vefat etti. “Lane’den o kadar etkilenmiştim ki, ölümünün ardından, bu kahramanların hikayesini dünyaya duyurmaya yemin ettim. Bu uğurda kitaplar yazdım, vakıf kurdum.”


Araştırmaları Edsel’i, filmde George Clooney’nin canlandırdığı Kıdemli Albay George Stout ismine götürdü. Monuments Men’in hikayesi onunla başlıyor. Stout, kariyerini sanat eserlerinin bakımı ve korunması alanında ilerletmiş, Harvard Üniversitesi’nde çalışan bir uzmandı. ABD savaşa katıldığında bin bir dil dökerek, dönemin başkanı Roosevelt’i ikna etti. Roosevelt’in de desteğiyle bir birim kuruldu ve bu birim Normandiya Çıkarması’ndan saatler sonra, Fransa’da 10 askerle işe başladı. Edsel’in ifadesiyle ‘kültürel hazineyi koruma savaşına’ 13 farklı milletten, büyük çoğunluğu asker olmayan (sanat tarihçisi, ressam, müzisyen, müze görevlisi vb) 350 gönüllü katıldı. Bu görev esnasında iki kişi hayatını kaybetti.  “Yaş ortalaması 40 olan ve her şeylerini geride bırakan bu gönüllüler silah kullanmayı bile bilmiyorlardı.”


Kitabın isminin çağrıştırdığının aksine, birim sadece erkeklerden oluşmuyordu. Örneğin, filmde Cate Blanchett tarafından canlandırılan Rose Valland, Nazilerin yağma merkezi olarak kullandıkları Jeu de Paume Müzesi’nde casusluk yaparak bir tren dolusu sanat eserinin Almanya’ya kaçırılmasını önledi. Valland, Monuments Men içindeki 30 kadından sadece biriydi. Edsel, kitabının filme çekilmesi aşamasında oyuncularla da yakın çalışmış. O sırada her hafta Clooney’le telefonda görüştüğünü anlatıyor: “Clooney bu kitabın iyi bir öğrencisi oldu. Diğer oyuncular da... Çekimler esnasında film icabı bile olsa sanat eserlerinin yakılışına tanık olmak onları kahretti.” Kurtarılanlarsa, bugün hepimizi mest ediyor.

 

Hitler için binlerce eser çalındı

,Monuments Men (Anıt Askerleri) tarafından kurtarılan eserlere dair rakamlar dudak uçuklatıyor. 5 milyondan fazla eser Nazilerden geri alınıp el konulduğu ülkelere iade edildi.


,Bunlar arasında Da Vinci’den ‘Kürklü Kadın’, Michelangelo’dan ‘Brüjlü Madonna’, Vermeer’den ‘Astronom’ gibi paha biçilemez örnekler var. Toplam değerleri trilyonlarca dolar.


,Monuments Men sadece tünel, bodrum ve madenlerden çalıntı eser kurtarmadı. Mevcutları da çalınmaktan korudu. Savaş sürerken, Louvre Müzesi’nden 400 bin,  Hermitage Müzesi’nden 1 milyon 200 bin eser tahliye edildi. Yine gizleme amacıyla Mona Lisa’nın yeri altı defa değiştirildi.


,Van Gogh için “Gökyüzünü yeşil, ağacı mavi resmetmek insanlık dışıdır” diyen Hitler’in
emriyle ‘uygunsuz’ görülen eserler yok edildi.


Kitabın yazarı Edsel’e göre, en iyimser tahminle 1 milyon eser artık yok.


,Naziler, Hitler için toplanan eserlerin envanterini çıkardı ve albümler oluşturdu. Bunlara eserlerin fotoğrafları konuldu; eserin ismi ve hangi aileden çalındığı not düşüldü. Bu albümlerden 39 tanesi 1945’te Monuments Men tarafından bulundu (2007’de 4 tanesine daha ulaşıldı).

Hürriyet, Haber: Ayla Günerhan, 30.03.2014

ATAKÖY'DE VİNÇLER YENİDEN ÇALIŞTI

 

 

İstanbul 9. İdare Mahkemesi’nin yürütmeyi durdurma kararı vermesine ve inşaai faaliyetlere son verilmesini istemesine rağmen, Özyazıcı - Karadeniz Örme ortaklığına verilen 174 parselde inşaat çalışmaları sürüyor. Konuyla ilgili Bakırköy Belediyesi yetkililerinin verdiği cevap ise oldukça ilginç: ‘‘Derdinizi pazartesi yeni başkana anlatırsınız.’’


Mimarlar Odası tarafından açılan davada sadece tarihi Baruthane binalarının bulunduğu parsel değil komşu parseller de dava konusu edilerek 160, 174 ve 182 numaralı parsellerde devam eden inşaai faaliyetlere zemin olan yapı ruhsatlarının hukuka uygun olmadığı ileri sürülmüştü. 

Telafisi güç zararlar
İstanbul 1 No’lu Kültür Varlıkları Koruma Kurulu’nu da devre dışı bırakan uygulama için İstanbul 9. İdare Mahkemesi de yürütmeyi durdurma kararı vermişti. Kararda şöyle denilmişti: “Olayın özelliği dikkate alınarak, dava konusu işlemin uygulanması halinde telafisi güç zararlar doğurabilecek nitelikte olması nedeniyle davalı idareden savunma ve ara kararı cevabı alınıncaya kadar işlemin yürütmesinin durdurulmasına oybirliğiye karar verildi.” 

Karar var mı yok mu?
Karardan sonra Bakırköy Belediyesi inşaatları mühürlemiş, çalışmaları durdurmuştu. Yaklaşık bir haftadır her 3 parselde de inşai faaliyet yoktu. Ancak önceki gün TOKİ’nin hasılat paylaşımı esasına göre Özyazıcı - Karadeniz Örme ortaklığına konut yapımı için verdiği 174 numaralı parselde vinçler ve işçiler çalışmaya başladı. Bunun üzerine Ataköy Koruma ve Güzelleştirme Derneği durumu Bakırköy Belediyesi’ne şikayet etti. Yapı Denetim Bölümü’nden Gökçer Filiz, derneğe önce kendilerine bir mahkeme kararı ulaştığını ve bu nedenle çalışma izninin verildiğini söyledi. Dernek kararı isteyince de Filiz, önce kararı hukuk servisine gönderdiklerini ifade etti ardından da kararın verilemeyeceğini belirtti. Başkan Yardımcısı Yervant Özuzun da mahkeme kararı olduğunu ileri sürdü ancak kararı derneğe vermedi. Mimarlar Odası’nı aradığımızda da kendilerine ulaşan bir mahkeme kararı olmadığını öğrendik. Bakırköy Belediyesi’nden Gökçer Filiz’e ulaştık. Filiz mahkeme kararı olup olmadığını bilmediğini, bilgi için başkanlığa müracaat etmemizi istedi. Basın Danışmanlığını aradığımızda ise aldığımız cevap oldukça ilginç oldu: “Seçim nedeniyle kimseye ulaşamıyoruz. Mahkeme kararı varsa bile sizinle paylaşamayız. Pazartesi nasılsa Başkan Ateş Ünal Erzen olmayacak. Yeni gelecek başkana derdinizi anlatırsınız.” Dernek yöneticileri inşaat çalışmalarının seçim nedeniyle oluşan boşluktan yararlanmak için yapıldığını belirterek pazartesi suç duyurusunda bulunacaklarını belirttiler.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 30.03.2014

TARİHİ CİLTÇİLİK MAKİNELERİ MÜZEYE KAZANDIRILMAYI BEKLİYOR

 

 

Muzaffer Karaca’nın koleksiyonundaki 19. ve 20. yüzyıldan kalma ciltçilik makineleri, onları üreten Almanların dahi elinde bulunmuyor.

 

Kitabın elle yazıldığı ve tezhiplerle süslendiği devirlerin olmazsa olmazıydı mücellitler. Sanat eseri kitapların muhafazası için onların emekleri gerekliydi. Arapça ‘ciltleyen’ manasındaki mücellitler, günümüzün yok olan meslek erbabı arasında. Ciltçilik, Türk klasik sanatlarını yürütmek için çalışan bir avuç insanın elinde hayatını sürdürme mücadelesi veriyor. Bir köşeye atılan eski aletler ve işi bitti denilerek hurdacıya teslim edilen makineler ise adeta tarihi eser niteliğinde. Mesleğin son ustalarından Muzaffer Karaca işte bu alet ve makinelerin koleksiyonerliğini yapıyor. Türkiye’de halihazırda işleyen birçok cilt atölyesinin kurulmasında emeği bulunan Karaca, işe 12 yaşında Beyazıt’taki Darülfünun Matbaası’nda başlamış. Boyunun yetişmemesi yüzünden tabureye çıkıp tezgahın üzerinde tutkal sürdüğü günleri hatırlıyor.  

 

16 yaşında Almanya’ya cilt işçisi olmak üzere gittiğinde, ciltçiliğin hayatını değiştireceğini belki de bilmemektedir Muzaffer Karaca. Bir yandan Almanca öğrenirken bir yandan, orada kazandığı tecrübeyi ülkesinde hayata geçirmeye ahdeder. Zaman içinde eski ustalardan kalan makineleri tamir ederek çalışır hale getirir ve bunu bir uğraşı alanı yapar. Muzaffer Karaca, eskicilerden topladığı makinelerin paslarını almış, boyamış, gelin gibi alımlı hale getirmiş. Başta Alman, İngiliz, Amerikan ve İsviçre menşeli kitap presleri, cendereler, yaldızlama ve gofre makineleri, fihrist ağzı açma, kağıt kesme gibi makineleri halihazırda bir mahzende muhafaza ediyor. 19. ve 20. yüzyıla ait ciltleme makinelerinin miadı 1960’lı yıllarda dolup yeni teknoloji ürünü makineler tedavüle çıkınca, eskiler kıymete binmiş. Bu makinelerin değerini artıran başka bir husus ise bazı örneklerinin sadece Türkiye’de bulunması. Zira Almanlar bu makineleri II. Dünya Savaşı’nda eriterek ağır silah yapımında kullanmış. Karaca, dünyaca ünlü Heidelberg basım makineleri şirketinin kendisine bir teklifte bulunduğunu fakat yüksek meblağlı bu teklifi ancak Türkiye’de yapılacak bir müze karşılığında kabul edeceğini söylemiş. “Dedemin yaptığı makineler. Bunları senden almaya ve Almanya’ya götürmeye geldim.” diyen şirket temsilcisini şakayla karışık geri çevirmiş. “Tüm makinelerim için 500 bin Euro teklif ettiler ama belki daha fazla yapıyor, bilemiyoruz ki..” diyen Muzaffer Usta, tarihi mirasın burada kalmasından yana. Türkiye’nin en önemli müzelerinden birine başvuru yapan Karaca, kendisine verilen cevapta “söz konusu objelerin konsept dışı kaldığı, değerlendirecek uzmanlık bilgisine sahip olunmadığı ve müzeye kazandırmanın uygun olmadığı” gibi cevaplarla geri çevrildiğini ifade ediyor.

Zaman, Haber: Erkam Emre, 30.03.2014

 

Elazığ’da şehrin ortasında kaderine terk edilen kilise bugün otopark olarak kullanılıyor. Bir zamanların ibadethanesinin duvarları aynı zamanda çevredekilerin sıkıştıklarında ihtiyaçlarını giderdikleri bir umumi tuvalet hizmeti de görüyor.

 

Agos gazetesinden Serdar Korucu'nun haberine göre, dönemine ait kartpostallarda Ermeni Protestan Kilisesi olarak geçen ancak 1973’te Diyarbakır Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunca ‘Tarihi Süryani Kilisesi’ olarak tescil edilen bina bugün özel mülk statüsünde.

 

UN FABRİKASI

19. yüzyılın sonlarında yapılan taş örgülü bu ibadethane, Anadolu’da Hıristiyan nüfusun azaltılmasının ardından sahipsiz kalan pek çok kilise gibi uzun zaman farklı amaçlarla kullanılmış. Cumhuriyet döneminde önce Arpacı Un Fabrikası olarak işlev gördükten bir süre sonra kaderine terk edilmiş. Mahallenin çocuklarının içinde oyun oynamaması için hakkında korku dolu hikayeler anlatılan bina bir yandan yanı başında kurulan salı pazarına ev sahipliği yapmış bir yandan da koyunların mekanı olmuş. Fakat kilisenin durumu bugün de çok farklı değil.

 

2007’de yapılan resmi açıklamalarda mimarisi bozulmadan hastaneye dönüştürüleceği duyurulsa da geçen 7 yılda kilisenin etrafında hiçbir değişiklik yok. İbadethane Elazığ’ın merkezi konumunda olması nedeniyle en tercih edilen otoparklardan birine dönüşmüş durumda. Üstelik gece de açık olan, hem de 24 saat bekçisi bulunmasıyla iftihar eden bir otoparka…

 

Bu otopark araçları park etmek için sadece kiliseyi çevreleyen araziyi değil binanın içini de kullanıyor. Bir zamanlar dua edenlerin doldurduğu mekana bugün arabalar birer ikişer sıralanıyor. Kilisenin apsisindeki kilit taşı üzerinde yer alan, bugün silinmiş olsa da dikkatli bakıldığında fark edilebilen Meryem Ana ve Bebek İsa motifinin hemen altına çekiliyor minivanlar. Bu büyük araçlar binanın içine girerken kapı girişine de zarar veriyor. Otoparkta onları ikaz eden kimse de yok.

Define kazıları nedeniyle bir zamanlar zemini paramparça edilmiş kilise farklı amaçlarla da kullanılıyor. Kimi çöplerini hala buraya atarken kimi ise tuvalet ihtiyacını gideriyor usulca. Bu ibadethanede bir zamanlar inananların Tanrı’ya dua ettiklerini unuturcasına…

Oda Tv, 29.03.2014

KÜTAHYA'DA ARKEOLOJİ SEMPOZYUMU

 

 

Kütahya'da, Dumlupınar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü tarafından düzenlenen 4. Uluslararası Arkeoloji Sempozyumu düzenlendi.


Sempozyumun açılışında bir konuşma yapan Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Nejat Bilgen sempozyumun İlk Tunç Çağının incelendiği bir sempozyum olduğunu kaydederek, Seyitömer Höyük kazılarıyla ilgili bilgiler verdi.


2 günde altı oturum halinde devam eden sempozyumun ilk oturumu Prof.Dr. Aliye Özden’in oturum başkanlığında gerçekleşti. Birinci oturumda “Erken Tunç Çağı’nda Seyitömer Höyük” başlığı altında bir sunum yapan Prof.Dr. Nejat Bilgen, Tarihin sırlı hazinesi olarak nitelendirilen Seyitömer Höyük’te yüzlerce tarihi eseri gün yüzüne çıkardıklarını belirterek çıkan eserler ve mimari yapılar konusunda bilgiler vererek şunları söyledi: “Seyitömer Höyüğü, Kütahya’nın 25 kilometre kuzeybatısında, Çelikler Seyitömer Elektrik Üretim A.Ş. Rezerv sahasında, eski Seyitömer Kasabası’nın bulunduğu alan içerisinde yer almaktadır. Seyitömer Höyük Kazısı Projesinin amacı: höyüğün etkilediği alanda bulunan 12 milyon ton kömürü kullanılabilir duruma getirmek. 2006 yılında başlatılan ve 2006-2013 yılları arasında birçok mimari esere ulaştık.”


Bilgen, Seyitömer Höyükte Roma ve Helenistik dönem katmanlarının kaldırıldığını belirterek dönemler ve dönemlerde ilgili kazılarda bulunan buluntular konusunda bilgiler verdi. Bilgen, yaklaşık 8 yılda, 4 tane uluslararası sempozyum gerçekleştirdiklerini bunun yeni kurulmuş bir bölüm için oldukça önemli olduğunun altını çizerek “Bence iki önemli adım var. Biri Seyitömer’de gerçekleştirmekte olduğumuz kazı. İkincisi de bu kazıda çaba gösteren öğrencilerimiz. Bu iki etkenin, bize katkılarıyla 4. Uluslararası Arkeoloji Sempozyumu’nu yapma fırsatını yakaladık”dedi.


Sempozyumda gerçekleştirilen oturumlarda; Öğr. Gör. Nazan Ünan, Dr. Nazım Kamış, Yrd. Doç.Dr. Erkan Fidan, Yrd. Doç.Dr. Fikret Özbay, Arş. Gör. Asuman Kuru, Yrd. Doç.Dr. Sinem Türkteki, Arş. Gör. Semra Çarıkoğlu, Prof.Dr. Nejat Bilgen, Prof.Dr. Halime Hüryılmaz, Prof.Dr. Turan Efe, Doç.Dr. Ayşegül Aykurt, Yrd. Doç.Dr. Ralf Becks, Dr. Tayfun Caymaz, Ark. Halil Hamdi Ekiz, Yrd. Doç.Dr. Figen Çevirici Coşkun, Ark. Laura Harrison, Arş. Gör. Rabia Akarsu, Yrd. Doç.Dr. Derya Yılmaz, Yrd. Doç.Dr. Murat Türkteki, Öğr. Gör. Zeynep Bilgen, Dr. Barbara Horejs- Christopher Britsch, Yrd. Doç.Dr. Şengül Aydıngün- Jesus Gil Fuensanta, Yrd. Doç.Dr. Deniz Sarı, Doç.Dr. Umut Türkcan-Ark. Cansu Topal, Ark. Metin Türktüzün, Ark. Serdar Ünan, Ark. Semih Ünal, Yrd. Doç.Dr. Derya Yalçıklı, Ark. Borislan Ivanov Borsilavov, Dr. Fulya Dedeoğlu yaptıkları çalışmalar konusunda bilgiler sundu.

Milliyet, 29.03.2014

SİNOP'TAKİ İKONALAR TURİSTLERİN İLGİ ODAĞI

 

 

Kültür ve Turizm İl Müdürü Tosun, Sinop Arkeoloji Müzesi'nde sergilenen ikonalara turistlerin büyük ilgi gösterdiğini belirtti. Tosun: "Sinop kruvaziyer turizminde önemli bir durak oldu. Kentin tarihi mekanlarını gezen turistler özellikle arkeoloji müzesinde Hristiyanlığın en eski ikonaları ile karşılaşınca şaşırıyorlar, ikonalara turistlerin ilgisi büyük"

 

Sinop Kültür ve Turizm Müdürü Hikmet Tosun, Sinop Arkeoloji Müzesi'nde sergilenen ikonalara (Ortodokslarda İsa, Meryem veya ermişlerin tahta üzerine mumlu ve yumurtalı boyalarla yapılmış dini içerikli resimleri) turistlerin ilgisinin büyük olduğunu söyledi.

Tosun, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Sinop'un kruvaziyer turizminde önemli duraklardan biri haline geldiğini, son 5 yılda ABD, İsrail, İngiltere, Almanya, Norveç ve İsveç'ten yaklaşık 100 bin turistin kenti ziyaret ettiğini belirtti.

Turistlerin, kentin tarihi ve turistik mekanlarını gezdiğini anlatan Tosun, görülen önemli mekanlar arasında tarihi Sinop Cezaevi ve Sinop Arkeoloji Müzesi'nin bulunduğunu vurguladı.

Sinop Arkeoloji Müzesi'nde Hristiyanlığın en eski ikonalarından bazılarının sergilendiğini belirten Tosun, turistlerin ikonalarla karşılaştıklarında çok şaşırdıklarını, bu nedenle özellikle yabancı turistlerin müzeye ilgisinin yoğun olduğunu kaydetti.


"Paha biçilemez değerdeler"

Sinop ve çevresinde 19. yüzyılda bulunan kiliselerden bugüne kadar kaldığı tahmin edilen ikonaların Sinop Arkeoloji Müzesi'nde muhafaza edildiğini dile getiren Tosun, "Kestane ağacından yapılmış panolara alçı sıvanarak, bazılarında ise bez alçı bir arada kullanılarak, üzerinde çeşitli boya ve altın yaldızlarla yapılan ikonalar, Hristiyanlığın en eski ikonalarından ve bugün paha biçilemez değerde" diye konuştu.

Kökleri Bizans'a kadar uzanan, Hristiyan inancına göre dini olayların ve dini ruhaniyeti olan kişilerin konu edildiği tasvirlere "ikona" adının verildiğini ifade eden Tosun, şunları kaydetti:
"Başlangıçta sanat değeri taşımayan ikonalar zamanla gelişerek, diğer toplumlara yayılarak hem bir sanat ekolü olmuş hem de dinsel kültün değişmez bir parçası haline gelmiştir. İkonaları savunan ve kiliselerde ikonalara yer veren Hristiyan mezhebi Ortodokslardır. Karadeniz'de Hristiyanlığın yayıldığı en eski merkez Sinop Balatlar Kilisesi ve Aziz Fokas Kilisesi'dir. İngilizlerin 1994-1997 yıllarında Sinop Çiftlik Köyündeki Aziz Fokas Kilisesi'nde yaptıkları kazı çalışmalarından çıkan bulgular, 2010 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla Sinop Balatlar Kilisesi'nde başlatılan ve devam eden kazılarda ortaya çıkan bulgular da bunu doğrulamaktadır."

Sabah, 29.03.2014

TARİHİN ÜZERİNE BU KEZ ÜNİVERSİTE DİKTİLER

 

 

İstanbul'da Cevizli TEKEL arazisi İstanbul Şehir Üniversitesi'ne parça parça tahsis ediliyor. Üniversite yerleşkesinin planlandığı alanın komşusunda bulunan 24 dönümlük koruluk ile Dragos kazılarıyla gün yüzüne çıkarılan Bizans Hamamı'nın uzantısının tespit edildiği 46 dönümlük arazinin de Özelleştirme Yüksek Kurulu tarafından üniversiteye tahsis edildiği ortaya çıktı. Tekel İşletmeleri Genel Müdürlüğü mülkiyetindeki 236 ve 238 parsellerin üniversiteye tahsisi için Maliye Hazinesi'ne bedelsiz devrine karar verildi.

 

236 parselde yapılan yüzey taramaları sonucunda alanda gömülü yapı kalıntıları tespit edilmiş, ancak Kartal Belediyesi'nin başvurusuna karşın alan arkeolojik sit ilan edilmemişti. Tamamı 3. derece doğal sit alanı olan arazinin Bizans dönemine ait bir yerleşim yeri olduğu düşünülüyor. Üniversiteye tahsis edilen 236 parselde yapılan kazılar ise Kültür Bakanlığı'nın bu yıl için hala kazı ruhsatı vermemesi nedeniyle durmuş durumda.

 

10 METRELİK ALANLA YETİNİLDİ

1974'te geç Roma, erken Bizans dönemine ait hamam kalıntısı tespit edilen arazide kazılar 2010'dan bu yana Kartal Belediyesi ve İstanbul Arkeoloji Müzeleri işbirliğinde sürdürülüyor. 207 parselde erken Bizans dönemine ait hamam kalıntıları ve hamamın güneyinde kilise kalıntıları açığa çıkarıldı, iskelet ve bebek mezarları bulundu. 1. derece arkeolojik sit alanı ilan edilen bu alana komşu 236 parselde ise Bizans Hamamı kalıntılarının devam ettiği tespit edildi.

 

Yapılan yüzey taraması yerin altında 4,5 ve 9,5 metre derinliğinde çok sayıda yapı kalıntısı olduğunu ortaya koydu. Kartal Belediyesi, 236 parselin de 1. derece arkeolojik sit ilan edilmesi için 5 No'lu Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'na başvurdu; ancak Kurul, bu parselde yalnızca Bizans Hamamı'nın uzantısı olarak tespit edilen 10 metrelik alanın 1. derece arkeolojik sit ilanıyla yetindi. Üniversiteye devredilmiş 237 parselde yüzey taraması yapılmasına ise izin verilmedi.

 

'KAZI İÇİN HALA RUHSAT ALAMADIK'

Kartal Belediyesi, kazılar tamamlanmadan 236 parselin de İstanbul Şehir Üniversitesi'ne tahsis edilmesine karşı çıkıyor. BirGün'e konuşan bir belediye yetkilisi, “O parselde sadece 200 metrekarelik bir alanda sondaj çalışması yapabildik. Yüzey taramasında arazinin tamamında kalıntıların devam ettiği görülüyor, dolayısıyla bu alanın tamamının 1. derece arkeolojik sit ilan edilmesi gerekirdi. Ancak herhangi bir buluntu yokmuşçasına üniverisiteye tahsis edildi. Bu arazide 2014 yılında da kazı çalışması yapabilmek için yaptığımız ruhsat başvurusuna Kültür Bakanlığı'ndan hala yanıt gelmedi. Ruhsat olmayınca kazıları yürütemiyoruz. Arkeologlarımız alanda daha önceki yıllarda çıkan malzemelerin tasnifiyle uğraşıyorlar” dedi.

 

'KOCAMAN BİR TARİH YATIYOR'

Mimarlar Odası Kartal Şube Başkanı Esin Köymen ise Cevizli Tekel arazisindeki diğer parsellerin planlamasının tamamlandığına dikkat çekerek, “2003'te bu alan şehir parkı olarak planlanmıştı. Şimdi o plan kadük haline getirilerek parça parça planlama yapılıyor, üniversiteye tahsis ediliyor. Orada endüstriyel miras olan bir sanayi yapısı var. Bizans dönemine ait kocaman bir tarih yatıyor. Bizim talebimiz çok açık. Burası bir park alanı olarak düzenlenebilir, bir TEKEL müzesi yapılır, bir arkeopark konseptiyle birleştirilerek halkın kullanımına açılır. Arkeolojik çalışmalar bitirilmeden bu alanın üniversiteye tahsis edilmesi zaten yanlış” dedi.


İstanbul Şehir Üniversitesi yetkilileri sorularımıza cevap vermedi.

 

NE OLMUŞTU?

Endüstriyel miras fabrika binaları ile 4 bin 100 ağacın yer aldığı Cevizli TEKEL arazisinin 296 dönümlük alanı (237 parsel) 49 yıllığına AKP’ye yakınlığı ile bilinen Bilim ve Sanat Vakfı’nın kurduğu İstanbul Şehir Üniversitesi’ne kiralanmıştı.

Gerçek Gündem, Haber: Olgu Kundakçı, 29.03.2014

KAYIP KENT GERMANİCİA GÜN YÜZÜNE ÇIKTI

 

 

Çukurova Üniversitesi (ÇÜ) Fen-Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü'nün davetlisi olan Adana Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Şube Müdür Vekili Hititolog Ayşe Ersoy, 'Germanicia Antik Kenti ve Mozaikleri' konulu konferans verdi. Ersoy, yapılan kazı çalışmalarıyla Germanicia antik kentinin Kahramanmaraş'ta olduğunun kesinleştiğini bildirdi.

ÇÜ Arkeoloji Kulübü tarafından düzenlenen 'Arkeoloji Konferansları'nın ilkini veren Hititolog Ayşe Ersoy, Kahramanmaraş'ta 2007 yılında kaçak kazı sonucu ortaya çıkarılan ve kazısı h'len devam eden Germanicia Antik Kenti ve Mozaikleri hakkında bilgiler verdi.


Ersoy, antik haritalarda Germenicia antik kentinin Kahramanmaraş'ta bulunduğunun gösterilmesine rağmen, hiçbir mimari kalıntının günümüze kadar gelmemiş olması nedeniyle, bugüne kadar bilim çevrelerince yerinin tespit edilemediğini belirterek, 'Ancak kaçak kazı sonucu ortaya çıkarılan mozaiklerle, kayıp kent Germanicia antik kentinin Kahramanmaraş'ta olduğu kesinlik kazandı' dedi.

Tesadüfen bulunan mozaiklerin, toprağa gömülen 1500 yıllık Antik Kent'i gün yüzüne çıkardığını ifade eden Ayşe Ersoy, 'Kent antik Roma'da kendine ait para bastıracak kadar önemli ve ihtişamlı bir şehir olmasına rağmen, uğradığı istilalar ve yangınlar sonucu yakılıp yıkılarak toprağın derinliklerine gömülmüş. Tam 1500 yıl sonra bulunan mozaikler, Antik Kenti gün yüzüne çıkardı' dedi.
 

KAZILARA 2007 YILINDA BAŞLANDI

Adana Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Şube Müdür Vekili Hititolog Ayşe Ersoy konuşmasında,'Vatandaşlardan gelen ihbarları değerlendiren Kahramanmaraş Müze Müdürlüğü, halkın gösterdiği farklı yerlerde 2007 yılında kazı çalışmalarına başladı. Germanicia Antik Kenti ve Mozaikleri ile ilgili yapılan kurtarma kazıları ve sondaj çalışmalarıyla, birçok mozaik ve kent kalıntısı ortaya çıkarıldı.14 ayrı alandan çıkarılan ve tescili yapılan mozaiklerin,'Geç Roma-Erken Bizans Dönemi'ne ait olduğu anlaşıldı. Bu mozaikler, o döneme ait birçok yaşam tarzı hakkındada bize önemli bilgiler veriyor. Güç ve zenginliğin simgesi olan villaların tabanlarını süsleyen mozaikler üzerinde, Germanicia'nın günlük ve sosyal yaşamını tasvir eden figürler bulunuyor.' şeklinde konuştu.

Ortaya çıkarılan mozaikler sayesinde Germanicia antik kentinin faunası, florası, sosyal yaşantısı ve kültürünün günümüze taşındığınıda dile getiren Ayşe Ersoy,'Antik Kent'e ait mozaikleri, Anadolu Mozaikleri arasında eşsiz ve önemli kılan, bugüne kadar hiçbir mozaikte bulunmayan dönemin villalarının mozaikler üzerinde işlenmiş olmasıdır' dedi.


'Germanicia Antik Kenti ve Mozaikleri'nin Çukurova Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nde tez konusu olduğunu da bildiren Ersoy, Antik Kent ile ilgili yapılan çalışmaların kitaplaştırılacağını ifade etti.
Mithat Özsan Amfisi'nde gerçekleşen ve Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Yrd. Doç.Dr. Serdar Girginer, Akademisyenler ve Arkeoloji Bölümü öğrencilerinin yoğun ilgi gösterdiği konferans, soruların yanıtlanmasıyla sona erdi.

Sabah, 28.03.2014

KÜÇÜK AYVASIL KİLİSESİ TURİZME KAZANDIRILACAK

 

 

Trabzon'un Çarşı Mahallesi'ndeki tarihi  Küçük Ayvasıl Kilisesi'nin kapsamlı restorasyon ve röleve çalışması için Kültür  ve Turizm Bakanlığından ödenek talep edildiği bildirildi.

Trabzon Valisi Abdil Celil Öz, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Küçük  Ayvasıl Kilisesi'nin kentin en eski kiliselerinden olduğunu söyledi.

Kilisenin üç nefli bir bazilika olduğunu belirten Öz, "Küçük Ayvasıl  Kilisesi'nin narteksi yok. Nefler içten ve dıştan yuvarlak planlı ve zemininde  kriptası var. Giriş kapısında Bizans kabartması ile 884-885 tarihinde 1. Basil  zamanına ait onarım kitabesi bulunuyor. İçerisinde daha geç dönemlere ait fresk  kalıntıları ve Naosta 'T' şekilli iki ayak ve iyon başlıklı sütunu var" dedi.
 
Öz, Küçük Ayvasıl Kilisesi'nin ziyarete kapalı olduğunu ifade ederek,  "Kilise kent merkezinde kurulmuş olmasına rağmen şu anda harabe vaziyettedir. Bu  nedenle de uzun süredir kapısı kilitli ve ziyarete kapalı. Kilisenin kapsamlı  restorasyon ve röleve çalışması için Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel  Müdürlüğünce, Kültür ve Turizm Müdürlüğünden istenen bilgi ve rapor  gönderilmiştir" diye konuştu.

 "Öncelikle kilisenin temizliği yapılacak"
 Kilisenin restorasyon maliyetinin yaklaşık 25 bin lira olduğunu  vurgulayan Öz, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Bu kapsamda kilisenin restorasyonu için Kültür ve Turizm Bakanlığı  Döner Sermaye İşletme Müdürlüğünden ödenek talep edilmiştir. Ödenek geldiği  takdirde tarihi Küçük Ayvasıl Kilisesi de turizme kazandırılacak. Öncelikle  kilisenin temizliği yapılacak. Restorasyonla kilisenin mevcut dokusu ortaya  çıkartılacak. Mevcut doku bozulmadan yapının korunmasına ve sağlamlaştırılmasına  yönelik de çalışmalar yapılacak."

Öz, Küçük Ayvasıl Kilisesi'nin Trabzon turizmi açısından da önemli  olduğuna dikkati çekerek, "Küçük Ayvasıl Kilisesi yerli ve yabancı turistlerin  ilgisini çekebilecek noktada yer alıyor. Hem Trabzon merkezinde bulunması hem de  en eski kiliselerden birisi olmasından dolayı çok önemlidir. Küçük Ayvasıl  Kilisesi restore edildikten sonra turizme olan ilgiyi üst noktalara taşıyacaktır"  dedi.

Trabzon'daki tarihi eserlere değer verilmesini amaçladıklarını  vurgulayan Vali Öz, Kültür ve Turizm Bakanlığından ödenek geldiği takdirde kısa  sürede çalışmalara başlayacaklarını ve kiliseyi turizme kazandıracaklarını  kaydetti.

Milliyet, 27.03.2014

DÜNYANIN İLK GÖZLEMEVİ TÜRKİYE'DE İNŞA EDİLMİŞ

 

 

Derginiz "Popüler Bilim" okurlarını hayrete düşürecek bir "keşfi" sayfalarına taşıdı. 12 bin yıl önce Şanlıurfa Göbeklitepe'de inşa edilen yapı bilim insanlarını da şaşkına çevirdi.

 

Tarihin gördüğü en ilgi çekici ve etkileyici şehirlerden biri olan Şanlıurfa ili sınırları içinde yer alan Göbeklitepe, 1995 yılında son derece gizemli bir keşfe ev sahiliği yaptı. Kazı başkanı değerli arkeolag Prof.Dr. Klaus Schmidt önderliğinde başlatılan kazıların ardından yapılan incelemeler sonucu, keşfedilen yapıların dünryanın en eski yapımı tapınaklar olduğu ortaya çıktı. Kazılan bu bölgenin bir tapınak kompleksi veya kült alanı olduğu bilim insanları tarafından kabul edildi. Tapınakların yaklaşık 12 bin yıl önce inşa edilmeye başlandığı anlaşıldığında ister istemez tüm ilgi Göbeklitepe üzerinde yoğunlaştı. Çünkü avcı-topyayıcı biçimde hayatını sürdüren insan topluluklarının bu şekilde muazzam tapınaklar inşaa edebilmesi bilim camiasında imkansız olarak görülüyordu. 

 

Yeni görüş

O güne kadar bilim insanları arasında genel kabul edilen görüş insanların avcı-toplayıcı yaşam tarzından yerleşik ve tarım odaklı yaşam tarzına geçtikten ve ilk evleri, yerleşim yerlerini vb. inşa ettikten sonra ve bilirli bir zamanın ardından kült evleri ve tapınaklar yapmış oldukları yönündeydi. Fakat Göbeklitepe tapınaklarının keşfi bu hipotezi altüst etti. Ortaya çıkan yeni görüşe göre çok büyük ihtimalle bu tapınaklar yerleşim yerlerinden daha önce inşa edilmişti. Bu demekki dini inançlar tarımdan sonra veya tarımla birlikte değil ondan önce ortaya çıkmıştı. Avcı-toplayıcı ilkel sanılan insanlard inşa etmesi son derece güç olan bu tapınakları bir şekilde inşa edebilmişlerdi. Üstelik yalnızca tonlarca ağırlıktaki taşları yüzmetrelerce öteden taşıyıp daha önceden belirlenmiş yerlere yerleştirmemiş, bu taşların ezerine hayvan kabartmaları ve birtakım semboller de işleyebilmiştir.

 

En heyecan verici keşif

İnsanlık tarihi boyunca yapılmış olan arkeolojik keşiflerin pek azı Göbeklitepe'nin keşfi kadar kendi geçmişimize bakış açımızı değiştirebilmiştir. İnsanlığın geçmişi zaman olarak ne kadar geriye alınırsa ortaya çıkan gizem o oranda artmaktadır. Bundan yüzyıl öncesine ait bir yapının keşfi asla aynı merakı uyandırmamaktadır. Geçmişle ilgili merak uyandıran keşifler genelde biyolojik, antrolopolojik keşiflerdir. İşte Göbeklitepe papınaklarını keşfi yakın zamanda yapılmış olan en uzak ve heyecan verici keşiftir.

Yeniçağ, 26.03.2014

TAŞINMAZ KÜLTÜR VARLIĞI SAYISI ARTTI

 

 

Tarih öncesindeki konumuyla dikkat çeken ve pek çok antik yerleşim merkezine sahip Kırklareli’de gerçekleştirilen envanter çalışmasıyla, kayıtlı taşınmaz kültür varlığı sayısının bilinenden daha yüksek olduğu tespit edildi.

 

Kırklareli Kültür ve Turizm Müdür Vekili Fikret Macit, yaptığı açıklamada, farklı medeniyetlerin geçiş bölgesinde olan Kırklareli’nin kültür varlığı açısından zengin olduğunu söyledi.

 

Kırklareli’de taşınmaz kültür varlığı envanterinin ilk kez çıkartıldığına dikkat çeken Macit, “Kırklareli’de hiç taşınmaz kültür varlığı envanter çalışması yapılmamış. Çeşitli gezi ya da köylülerin haber vermesi üzerine görünen tarihi yapılar envanter listesine kaydedilmiş” diye konuştu.

 

Macit, envanter çalışmaları kapsamında geniş ölçüde alan taraması yapıldığını, 199 yerleşim biriminde, Kırklareli’nin tarihine ışık tutacak 937 eser bulunduğunu vurguladı.

 

Tarama çalışmalarının 6 ay sürdüğünü belirten Macit, şöyle konuştu:

“Arazi çalışmaları bitti. Sisteme veri girişleri yapılıyor. Vakıflar Bölge Müdürlüğü kabul komisyonu veri girişlerini kontrol ederek tescilleme işlemini yapılacak. Kırklareli’de şimdiye kadar envanter çalışması yapılmamış. Çeşitli gezi ya da köylülerin haber vermesi üzerine görünen tarihi yapılar envanter listesine kaydedilmiş. Sanat tarihçisi, mimar, arkeolog ve şehir plancısının yer aldığı ilk kez bu kadar geniş çaplı bir arazi taraması yapıldı. İl, ilçe, belde ve köyler dahil 199 yerleşim alanında tarama yapıldı. Kayıtlarda 460 gözüken taşınmaz kültür varlığı sayımız, yapılan arazi çalışmalarıyla 937′ye yükseldi.”

 

Macit, bugüne kadar Trakya’da sadece Edirne’nin Lalapaşa İlçesinde dolmenlerin olduğunun bilindiğini, çalışmalar sırasında Kofçaz İlçesinde de iyi durumda olan dolmenler ve kayıtlarda olmayan birçok kale tespit edildiğini dile getirdi.

 

Macit, tespit edilen kültür varlıklarının haritalandırma çalışmalarında da sona gelindiğini kaydetti.

Yeni Şafak, 26.03.2014

TRAK TAPINAKLARI YOK OLMA TEHLİKESİYLE KARŞI KARŞIYA

 

 

Antik çağda Trakya bölgesinde yaşayan Trak topluluğundan günümüze kalan tapınakları, koruma altına alınmadığı için tahribata açık duruma geldi.

 

Traklar üzerine önemli çalışmaları bulunan Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Başkanı Prof.Dr. Engin Beksaç, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Traklar’dan kalan dönemin çok fazla bilinmediğini, o dönemden kalan birçok eserin de yok olup gitme tehlikesi altında olduğunu söyledi.

 

Trakya’nın kültür ve tarih açısından çok zengin ancak tanıtım açısından zayıf bir bölge olduğunu belirten Beksaç, şöyle konuştu:

“Edirne ve Kırklareli’de doğal kayalar üzerine şekillendirilmiş önemli Trak tapınakları bulunuyor. Yaptığımız çalışmalarda birçok tapınak ortaya çıkardık. Edirne sınırları içerisinde 30 tapınak belirledik. Büyüklü ve küçüklü şekilde Kırklareli’dekileri de kattığımız zaman bunların sayısı 50′yi aşmış durumda. Şu anda bu tapınakların hiçbiri turizme açılmadığı gibi tanıtımı da gerçekleştirilmedi. Tahribata açık durumdalar. Romanya ve Bulgaristan gibi ülkelerde aynı tarihi özelliği taşıyan yapılar turizme açıldı.”

 

“Trakya için önemli bir kazanç”

Beksaç, buldukları yapılar arasında geçmişi 8 bin yıl önceye dayanan bir tapınak da bulunduğunu ve bu tapınağın Trakya için önemli bir kazanç olabileceğini vurguladı.

 

Trakya’da bulunan türde tapınaklara Avrupa’nın birçok bölgesinde ilgi gösterildiğini ancak Trakya bölgesindeki tapınakları yeterince tanıtılmadığı için bilinmediğini aktaran Beksaç, şöyle devam etti:

“Bu yapılara baktığımız zaman Trak kültürünü, ruhunu ve değerlerini anlıyoruz. Trak tapınaklarındaki din, madde tapınım şeklinde olmaktan çok İslam terminolojisiyle ifade etmek gerekirse bir tevhid dini şeklinde ortaya çıkmış. Dini ibadet soyut kavramlar çevresinde şekilleniyor ve doğayla kaynaşmış bir biçimdedir. Korkunç bir astronomi ve gizem bilgisi var. Bunların arasında Trak tapınakları bir dünya ve evren sembolü olarak duruyor.”

 

Beksaç, İbrahim Peygamberin oğlunu kurban etme olayının geçtiği yerin de bir kaya tapınağı olduğunu söyledi.

 

Mısır piramitlerinin ülkesine önemli bir girdi sağladığını anımsatan Beksaç, “Trak tapınaklarının korumaya alınarak, turizme açılması gerekiyor. Bu bölgenin turizm açısından daha fazla tanınmasını da sağlar” diye konuştu.

haberler.com, 13.03.2014



23 - 29 Mart 2014

ATİLLA HAN'IN KURGANI BULUNDU

 

Macaristan’in başkenti Budapeşte’de Tuna Nehri üzerinde yeni bir köprü temellerinin inşaatı sırasında inşaat işçileri tarafından 6. yüzyıla ait muhteşem bir kurgan ortaya çıkarıldı. Yapılan incelemelere göre kurgan odası büyük bir Hun öndere özgü olduğuna kesinlik kazandı. Büyük olasılıkla Attila Han'nın kurganı olduğu ileri sürülüyor.

 

‘’Bu gömü alanı kesinlikle inanılmaz!’’ diye ifade eden Budapeşte Üniversitesi'nden tarihçi ve mezar araştıran uzmanlar ekibinin üyesi Albrecht Rümschtein sözlerini şöyle sürdürdü: ‘’Çok sayıda at isleketi bulduk, yanı sıra çeşitli silah ve diğer eserler bulundu, hepisi Hunlar’ın geleneksel sanatiyle bağlantılı. Bu nesneler arasında bir de meteor demirden yapılmış büyük bir kılıç bulunuyor, bir efsaneye göre Attila Han'a tanrı Mars tarafından bizzat verildiği iddia edilen "İskitlerin Kutsal Savaş Kılıç"ı olacağına kesin gözüyle bakılıyor. Aslında, bu her şeye muktedir olan Attila Han'nın dinlenme yeri kesin olarak görünüyor, ama bunu kanıtlamak için daha çok incelemeler, araştırmalar yapmamız gerekiyor."

 

Roma tarihçileri tarafından "Tanrının Kırbacı" diye adlandırılan Attila Han, Orta Asya kökenli bir göçebe topluluk olan Hun Türkleri’nin hanı idi. MS 434’ten MS 453’te son evliliğini yaptığı Got kökenli güzel ve genç bir prenses olan İldiko ile düğün gecesindeki ölümüne dek Hunları yönetti. Doğu ve Batı Roma’ya karşı bir çok akın düzenlemesi nedeniyle ‘’Barabr İstilası’’ ya da ‘’Kavimler Göçü’’ diye adlandırılan hareketliliği tetiklemiş oldu. Bu büyük hareketlilik sayesinde Cermen kökenli uluslar Batı Roma’nın çöküşünü ve ardından Avrupa’nın ‘’Orta/Karanlık Çağlara’’a itilmesini sağlamış oldular. Bir çoğu Macar’a göre de Atilla Han Macaristan’ın kurucusudur. Bu gömü alanının bulunması yüzyıllardan beri tartışma konusu olan Hunlar ve Attila Han'nın kökeni ve kimliği ile ilgili bir çok konuya ilişkin açıklık kazandıracak. Alanda bulunan çanak çömlek ve takıların incelenmesinin sonucu gelenek-görenek, köken ve ticari ilişkileri konularına ışık tutacak ve kötü diye nitelendirilen bu toplumun bilim adamlarınca daha iyi anlaşılmasını sağlayacak.

 


 

KURGAN NEDİR?
Kurgan - Türk ve Altay kültüründe kutsal mezar, türbe. Korgan olarak da söylenir.İçinde ulu ve kutlu kişilerin yattığı dikkat çekici gömüt. Eski Türk geleneklerinde genellikle yığma tepeler ve höyükler şeklindedir. Genelde devlet yöneticisi olanlar için yapılmışlardır. Ceset odasının döşemesi genelde ağaç kütükleri ve kalastan yapılır. Cesetlerin başı doğuya çevrilmiş olur ve eşyaları ile birlikte gömülürler. Kurganların farklı bölgelerinde at cesetlerine de rastlanabilir. Örneğin Esik Kurganı MÖ 5 Yüzyıla ait olup Kazakistan’ın başkenti Almatı’nın yaklaşık 50 kilometre doğusunda yer alır. Esik Kurganı dünyada içerisinde en çok altın bulunan ikinci mezardır. Yazının Göktürk kitabelerinin alfabesine benzerliği ve eserlerin özelliklerinin Hun sanatına çok uygun oluşu nedeniyle Hun eseri olarak nitelendirmişlerdir. Ancak eldeki veriler Türklerle iç içe yaşayan ve Türkleşmiş bir kavim olan İskitlere de ait olabileceğini göstermektedir. Esik Kurganda 18-25 yaşları arasında bir Tekin/Tigin (Prens)’in mezarı ve ona ait ait elbise bulunduğu için bu prense "Altın Tigin" (Altın Prens) adı verilmiştir. Kurgan İyesi veya Kümbet İyesi türbenin koruyucu ruhunu ifade eder. Orada yatan kişinin ruhu değildir. Orayı koruyan başka bir varlıktır. Kurganları soyanların başına bu iyenin felaket getireceğine inanılır. Kurgan sözcüğü komşu kültürlere de geçmiş ve bazı slav dillerinde Anıt anlamı kazanmıştır (Örneğin; Mamayev Kurgan). Zaman zaman Kümbet kavramı ile eşdeğer kullanılır.

Kadın Haberleri, Kaynak: worldnewsdailyreport.com, hungary-archeologists-discover-tomb-of-attila-the-hun, 27.03.2014

KÜÇÜK KARAOSMANOĞLU HANI AYAĞA KALKIYOR

 

     

 

1700’lü yıllarda yapılan, geçmişte İpek Yolu ticaretinin önemli hanlarından biri olan Küçük Karaosmanoğlu Han, tarihi dokusuna uygun kalınarak yeniden projelendirildi. İçinde 18 odalı butik bir otelde bulunacak olan handa, turizme yönelik ürünlerin satılacağı 21 dükkan, Osmanlı yemekleri ve tatlılarının konuklara sunulacağı kafe tarzı restoran, çikolata evinin de bulunacağı belirtildi. Projenin haziran ayında tamamlanıp, hanın hizmete girmesinin beklendiği kaydedildi.





8 MİLYON LİRALIK YATIRIM

Projeyi gerçekleştiren, aynı zamamanda inşaat ve turizm şirketi sahibi Halim Kahraman, 8 milyon lira yatırımla atıl drumda olan, bir çöplüğe dönüşen Küçük Karaosmanoğlu Hanı’nı yeniden hayata dönüdürdüklerini belirterek, “Han, binlerce yıllık geçmişe sahip tarihi Agora ve Kemeraltı Çarşısı’nın önemli asklarından biri olan Havra Sokağı üzerinde bulunuyor. Her gün yüzlerce turistin ziyarete geldiği tarihi çarşıda, özellikle Agora’yı gezmeye gelen turistlerin konaklayıp soluklanacağı, alışveriş yapabilecekleri önemli bir mekan oluşturuyoruz. Ege’nin ünlü doğaltaşlarını kullandığımız çalışmada, 24 saat led aydınlatma sisitemi ile geceleri de karanlık olan bölgeyi aydınlatacak bir proje bu. Konsept içinde yer alacak işletlemeleri şeçerken özen gösteriyoruz. Konusunda turizmle uğraşan, farkı firmaları tercih ediyoruz. Hem turizme hem de bu kentte yaşayanlara 5 yıldızlı hizmet vereceğiz. Gelen turist hanımızda kaldığında, bu kentin tarihini soluyacak” dedi.





Gerçek Gündem, Haber: Mustafa Oğuz, 27.03.2014

SARAY VE CAMİLER SUYA GÖMÜLEBİLİR

 

 

Raporda, deniz seviyesi yükselirse "Dolmabahçe Sarayı ve camisi, Beylerbeyi Sarayı ve Ortaköy Camisi dahil, Boğaziçi boyunca uzanan tarihi ve kültürel sitelerin turizm sektörüne zarar verecek şekilde hasar görebileceği" belirtildi.

 

Uluslararası Finans Kurumu (IFC) ve Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası'nın (EBRD) Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve TOBB ile ortak hazırladığı "İklim Riski Olay İncelemesi, Pilot İklim Değişimine Karşı Uyum Piyasa Çalışması: Türkiye" başlıklı rapor geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Raporda iklim değişikliklerinin Türkiye'de şimdiden görülmeye başlandığı ve gelecek on yıllarda yoğunlaşacağı belirtildi.

BUNLAR YAŞANACAK
Raporda iklim değişikliğine bağlı olarak Türkiye'nin gelecekte yaşayacağı tahmin edilen deneyimler şöyle:

Tüm mevsimlerde her yerde ısıda bir artış var ancak artışlar yazları kışlardan daha fazla.

Yıllık yağış miktarında Türkiye'nin güney kesimlerinde azalışlar ve kuzey doğusunda olası hafif artışlar olabilir.

Toprak kaymalarıyla birlikte nehir suları ve yağmur sularından kaynaklanan sel risklerini artıran daha yoğun yağış vakaları yaşanabilir.

Suyun öneminin artmasına yol açan, sıcak hava ve kuraklıkların süresi ve yoğunluğunda artış görülebilir.

Deniz yüzeylerinde yükselme, nehir deltaları ya da kıyı kentlerinin alçak konumlu bölgelerinde sel risklerinde artışa rastlanabilir."

ÖZEL SEKTÖRE ETKİSİ
Raporda iklim değişikliğinin Türkiye'de özel sektör üzerindeki olası etkileri ise şöyle sıralandı (-) olumsuz, (+) olumlu:

Yazın kış mevsiminden daha belirgin olsa da tüm mevsimlerde görülecek ısı artışları: (-) İşgücü için ısıdan kaynaklanan sıkıntı, özellikle açık havada ya da havalandırılmamış binalarda çalışanlar için. Bunun işin sürdürülmesi ve sağlık ile güvenlik süreçleri üzerine potansiyel etkisi bulunuyor. (-) Enerji sarfiyatı / emisyon artışını düşürme hedefiyle uyumsuz potansiyele sahip ve işletme maliyetlerinde artışla sonuçlanan soğutma teknolojisiyle enerjiye talep artışı. (+) İşletme maliyetlerinde düşüşle sonuçlanacak kış dönemi ısınma maliyetinde azalış. (+) Ülkenin belli bölgelerinde ara mevsimlerde de ziraat ürünü alınabilmesi imkanı. (+)

Ülkenin güney bölgelerinde yağış azalışı: (-) Tarım ticaretinin azalan kar ve artan işletme maliyetiyle karşılaşması sonucuyla tarımsal verimlilikte düşüş. (-) Su ihtiyacında artış, batıda Gediz ve Sakarya, doğuda Dicle ve Fırat havzalarında. Bu ticari, sanayi ve kamusal su kullanımında kısıtlamalarla sonuçlanabilir.

Kuraklık ve hava sıcaklığı sürelerinde artış ve yoğunlaşma: (-) Ticari, sanayi ve kamu kullanıcıların su kullanımları üzerine kısıtlamalar. (-) Özel sektörün dayandığı altyapıda artan sıcak dalgası frekanslarının neden olduğu hasar. (örn. yollar ve demiryolları)

Deniz yüzeyinin yükselişi: (-) Nehir deltası ya da kıyı kentlerinin alçak konumdaki bölgelerinde, fiziksel varlıkların hasarı ve hizmetlerde aksamayla sonuçlanacak su baskınlarına uğraması. (-) Sigorta primleri yükselebilir ya da sigorta yapılamaz hale gelinebilir ve koşullardan etkilenen varlıkların değeri azalır. (-) Kıyı ovalarının alçak konumdaki bölgelerinde zirai faaliyetlerin kesintiye uğraması. (-) Dolmabahçe Sarayı ve Camisi, Beylerbeyi Sarayı ve Ortaköy Camisi dahil, Boğaziçi boyunca yer alan tarihi ve kültürel yerlerin turizm endüstrisi üzerinde zararlı etkilere sahip olabilecek şekilde hasar görmesi."

Sabah, 26.03.2014

ORMANDAN SONRA TARİHİ DE YOK EDECEK

 

Orman alanlarını yok ettiği için tartışılan 3. köprü ve bağlantı yollarının tarihi ve kültürel sitlerin de üzerinden geçeceği ortaya çıktı. Koruma kurulunun tespitine göre yollar, tescilli surlar ve su galerisinin üzerinden, tescilli eserlerin ise yanından geçiyor.

 

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı koruma kurulları, 3. köprü ve bağlantı yolları ile 3. havalimanının yapıldığı bölgede ‘doğal sit’ ve kültürel varlıkların olduğunu açıkladı. Özellikle 3. köprü bağlantı yollarının geçtiği güzergahta çok sayıda korunan alan yer alıyor. İstanbul 1 No’lu Kültür Varlıkları Koruma Kurulu 1 / 25 bin ölçekli planlarda 3. köprü güzergahının arkeolojik sit alanı ilan edilen 4 antik yerleşim yeri ile Çatalca’da İnceğiz Mağaraları ile Silivri’de tarihi Anastasius Surları’nın üzerinden geçtiğini belirtiyor. Arkeolojik sit alanlarında tıpkı Yenikapı’da olduğu gibi kurtarma kazıları yapılması gerekir. Bu durumda da yolun yapım süresi olarak açıklanan 2015 yıl sonuna kadar tamamlanması oldukça zor görünüyor. Çünkü 2863 sayılı yasa gereği arkeolojik sit alanlarında müzenin kurtarma kazısı yapması ve bulunan eserleri belgelemesi şart koşuluyor. Hatta koruma kurulu yol güzergahının değiştirilmesini bile isteyebilir. Kurula, 1/1000 ölçekli uygulama imar planları ulaştığında arkeolojik sitlerin durumu daha da netlik kazanmış olacak.


Dersim Kültürel ve Doğal Miras Koruma Girişimi Yürütme Kurulu Üyesi avukat Barış Yıldırım, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı koruma kurullarına yazı yazarak 3. havalimanı ve 3. köprü ile bağlantı yollarının güzergahında herhangi bir tescillenmiş kültür varlığı, arkeolojik ve doğal sit alanı olup olmadığını sordu. Koruma kurullarından üçü yazıya yanıt verdi.

Yüzey araştırması yapılması gerekir
İstanbul 3 Numaralı Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu 3 sayfalık yanıt yolladı. Yanıtta, 3. köprü ve bağlantı yollarının bir kısmının Boğaziçi Öngörünüm Bölgesi, Boğaziçi Gerigörünüm Etkilenme Bölgesi’nde kaldığı belirtildi. Ayrıca alanın 1995’te İstanbul Kuzey Karadeniz Kuşağı Doğal Sit Alanı ilan edildiği de anlatıldı. 3 No’lu Koruma Kurulu’nun verdiği yanıtta projeyle ilgili kurulun uygulama imar planlarının bazı maddelerinde değişiklikliğe izin verdiği ancak bölgede yüzey araştırması yapılması, ayrıca herhangi bir yeni kültür varlığı bulunması durumunda da koruma kuruluna haber verilmesi gerektiği belirtiliyor.


Kurulun yazısında köprü
güzergahı için hazırlanan planlarda ve sorumluluk bölgelerinde 3 pafta 146 parselde top mevzii, çeşme ve kayıkhanenin bulunduğu ve hazırlanan 1/2500 ölçekli bilgi paftasına eklenmesine, arşivde saklanmasına ayrıca tescilli yapılara herhangi bir fiziki müdahalede bulunulmaması gerektiğine dair karar verildiği de anlatıldı.

1 No’lu Kurul: 8 bölgede 8 eser var
İstanbul 1 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü’nün yanıtında ise uzunca bir liste yer alıyor. Kurul, 3. havalimanının yapılacağı bölgede kendi yetki alanlarında kalan kısmında herhangi bir tescilli yapının bulunmadığı anlatıldı. Ancak 3. köprü ve bağlantı yollarının geçtiği bölgelerdeki tescilli yapılar ise şöyle sıralandı:


Çatalca ve Silivri: İnceğiz Mağaraları, Maltepe Antik Nekropolü ve Yerleşim Alanı (1. derece arkeolojik sit)
Silivri: Anastasius Surları (Arkeolojik sit alanı)
Gaziosmanpaşa ve Sultangazi: Kırkçeşme Su Galerisi Hattı
Avcılar: Ispartakule Spradon Antik Kenti (1. ve 3. derece arkeolojik sit alanı)
Arnavutköy: Şamlar Köyü Dutlar Mevkii kayaya oyulmuş mezar yapısı
Çatalca İğneağzı: Kartepe (Umurtepe) Mağara ve Antik Taş Ocağı (1. derece doğal ve 2. derece arkeolojik sit)
Arnavutköy: Sazlıbosna Filiboz Örenyeri (1. derece arkeolojik sit)
Silivri: Küçükkılıçlı Köyü Antik Yerleşim Alanı (1. derece arkeolojik sit)

Eserlerin üzerinden geçiyor
Yazıda 3. köprü bağlantı yollarının geçtiği noktalarda bulunan bu eserlerle ilgili, yolların eserlerin neresinden de geçtiği tek tek belirtildi. Örneğin, Silivri’deki 20 metrelik koruma alanının belirlenen Anastasius Surları’nın ‘üzerinden geçtiği’, Kırkçeşme Su Galerisi Hattı’nın üzerinden geçtiği açıkça ifade edilirken, diğer eserlerin bazıları içinse ‘sınırdan’ geçtiği ya da ‘yakın mesafeden’ geçtiği ifadeleri kullanıldı.
 

6 No’lu Kurul: Tarihi eser çıkarsa çalışma durur

İstanbul Anadolu Yakası’ndaki kültür varlıklarından sorumlu İstanbul 6 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Müdürlüğü yazdığı yazıda 3. havalimanının yapılacağı bölgenin kendi müdürlükleri yetki alanında olmadığını anlattı. Müdürlük yüzde 3. Boğaz Köprüsü’nün Anadolu Yakası çıkışının doğal ve tarihi sit statüsünde sayılan ‘Boğaziçi Sit Alanı’ olduğunu ancak bölgede herhangi bir kültür varlığı olmadığını belirtti. Yazıda köprü için hazırlanan planlarının kanunlar açısından bir sakıncasının olmadığı, bir buluntuya rastlanması halinde çalışmaların durdurulması ve kurula bilgi verilmesi gerektiği konusunda bir karar verildiği de anlatılıyor.
 

‘Doğal sitlerde kesin yapı yasağı var’

Koruma kurullarına başvuru yapan avukat Barış Yıldırım, sit alanlarının milli parklardan daha üst seviye bir korumaya sahip olduğunu belirterek, doğal sit alanlarında bu projelerin yapılamayacağını şu sözlerle anlattı: “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun Doğal Sitler, Koruma ve Kullanma Koşulları ile ilgili ilke kararında 1. derece doğal sit alanı şu şekilde açıklanıyor: ‘Bilimsel muhafaza açısından evrensel değeri olan, ilginç özellik ve güzelliklere sahip olması ve ender bulunması nedeniyle kamu yararı açısından mutlaka korunması gerekli olan, korumaya yönelik bilimsel çalışmalar dışında aynen korunacak alanlardır. Bu alanlarda, bitki örtüsü, topografya, siluet etkisini bozabilecek, tahribata yönelik eylemde bulunulamaz. Kesin yapı yasağı olmakla birlikte, resmi ve özel kuruluşlarca zorunlu olan alanlarda, teknik altyapı hizmetleri (kanalizasyon, açık otopark, telesiyej, teleferik, içme suyu, enerji nakil hattı, doğalgaz hattı) uygulamalarının koruma bölge kurulunun uygun göreceği şekliyle yapılabilir...” Yıldırım yazısında “Burada kesinlikle köprü ya da otoyollardan söz edilemez” dedi.

Radikal, Haber: Serkan Ocak, 25.03.2014

2 BİN 200 YIL ÖNCE ET VE BALIK PİŞİRİLEN IZGARALAR

 

 

Ayvacık İlçesi sınırları içinde yer alan Assos antik kentinde, geçmişi 2 bin 200 yıl öncesine ulaşan, topraktan ve kilden yapılmış ızgara parçaları bulundu.

 

Antik kentteki kazıların başkanlığını yürüten Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Nurettin Arslan, yörede yaşayan insanların özelikle balık ya da et gibi ürünleri kesinlikle yağda kızartmayıp, daha sağlıklı şekilde ateş üzerinde ızgara yaparak yedikleri konusunda önemli ip uçları ele geçtiğini söyledi.

 

Buluntular arasında pişmiş topraktan ve kilden yapılmış ızgaralar, bunlara ait parçalar ile pişirmeyle ilgili küçük ocakların varlığını tespit ettiklerini aktaran Arslan, "Bunları elle taşınabilir küçük ocak olarak nitelendirebiliriz. Yuvarlak şekilde. Altında ateş yakılıyor, üst tarafına ise kaplar konuyor. Bunların bazılarının 'Sakallı Hermes' figürlü yapıldığını görmekteyiz" dedi.

 

Arslan, antik dönem insanının yemek konusunda günümüz insanlarından daha sağlıklı beslendiğinin söylenebileceğini belirterek, "Bazı ızgaraların yüksek ayakları var. Bunlar doğrudan ateş üzerine konuyor. Ateşe en dayanıklı malzeme toprak olduğunu için ele geçen ızgaraların tamamı topraktan yapılmış. Bunların yapımının maliyeti de az olduğu için bu türler tercih edilmiş" diye konuştu.

 

'Şimdiki ızgaralardan daha sağlıklı ve dayanıklı'

Izgaraların hepsinin elle şekillendirildiğini, bazılarının formunun yuvarlak, bazılarının ise dikdörtgen şeklinde olduğunu ifade eden Arslan, şunları söyledi:

"Geçmişi 2 bin 200 yıl öncesine uzanan bu ızgaralar bence şimdiki ızgaralardan daha sağlıklı ve dayanıklı. Izgaraların üzerinde genelde balık ve et pişirildiğini düşünüyoruz. Çünkü Assosluların bunları hiçbir zaman kızartıp, yemediğini biliyoruz. Deniz kenarında olduğu için balık bol miktar avlanıyor. Geçen yıl da pişirilen balıkların konduğu oldukça işlevsel tabaklar ve olta iğneleri bulmuştuk."

 

Prof.Dr. Nurettin Arslan, kentte yaşayanların sağlıklı beslenip, uzun ömürlü olduğu yönünde bilgiler olduğunu kaydetti.

Yeni Şafak, 25.03.2014

ARKEOLOJİNİN KALBİ BURDUR'DA ATACAK

 

 

Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi (MAKÜ) Arkeoloji Bölümü Antik Çağ Kültürleri Topluluğu Türkiye'de beşincisi yapılacak olan Uluslararası Arkeoloji Öğrencileri Sempozyumu için geçtiğimiz yıl Harran Üniversitesi'nde gerçekleşen yarışmaya girerek üniversiteler arasından yeterli oyu alıp sempozyuma ev sahipliği yapma hakkını kazanmıştı.

DİKKAT ÇEKEN KONULAR
25 Mart Salı günü MAKÜ Konferans ve sergi salonunda açılışla başlayacak sempozyum programında 50 bildiri arasında yer alan 'Hamamlarda duvardan ısıtma sistemi', 'Kağıt para restorasyonu', 'Oyuncak', 'Antik çağda kürtaj', 'Eşcinsellik', 'Ölü gömme adetleri', 'Modern insanı modern yapan DNA'lar gibi bildirilerin yer aldığı öğrenildi. Sempozyuma yurt içi ve yurt dışından 48 üniversitenin katılacağı belirtildi.

Sabah, 25.03.2014

TRUVA MİLLİ PARKI ALANI ÇÖPLÜĞE ÇEVRİLDİ

 

Çanakkale’de bulunan ve dünyaca ünlü Truva kazılarının da yapıldığı Truva Milli Parkı’nı, bilinçsiz vatandaşlar tarafından çöplüğe çevrildi. Döküldükten sonra yakılan çöplerin içinde bir kedi de can verdi.

Dünya Kültür Mirası listesinde bulunan Truva antik kenti, dünyanın dört bir tarafından ziyaretçi çeken yerlerden biri. Antik kent ve çevresi, tarihi milli park kapsamında yer alıyor. Aynı zamanda doğa güzelliğiyle de dikkat çeken bu alana dökülen çöpler, çirkin bir görüntü oluşturuyor. Parkın Yeniköy köyünün sahil kısmı çöplüğe dönüştürülmüş. Boşaltılan çöpler, daha sonra yakılmış.

Çöplerin içinde bulunan bir kedi de telef olmuş. Bölgenin, Yeniköy'ün çöpleriyle şehir çöplüğüne dönüştürüldüğü iddia edilirken Köy Muhtarı Bülent Ayvaz, çöplerin kimler tarafından döküldüğü hakkında bilgisi olmadığını söyledi.

Bugün, 25.03.2014

GRE MİGRO HÖYÜĞÜ YOL ÇALIŞMASINDAN ZARAR GÖRDÜ

 

Genişletilen Batman-Diyarbakır yeni yol güzergahındaki tarihi ‘Gre Migro’ höyüğünün bir kısmı zarar gördü. Batman Kent merkezine 15 kilometre uzaklıkta, Üçyol güzergahı üzerindeki Bıçakçı (Kerike) Köyü bitişiğindeki tarihi höyüğün büyük bölümü, yol çalışmalarından zarar gördü. Zemin kısmı neolotik, üst kısmı ise ortaçağ dönemine ait tarihi höyüğün yarısı, duble yol alanında kaldı.

 

Kültür ve Turizm Il Müdürlüğü, höyük alanında hafriyat çalışmaları başta olmak üzere, çukur ve kazı yapılmaması için ‘uyarı’ levhası monte etti. Uyarı levhası çürümeye terk edilirken, höyüğün bir kısmı zarar gördü. Batman Turizm ve Kültür Il Müdürlüğü’nün daha önce höyük alanına monte ettiği ’2863 sayılı yasaya göre höyükte hafriyat yapmak, çukur açmak yasaktır. Höyük alanında izinsiz kazı yapanlar hakkında en az iki yıl hapis cezası verilir’ yazılı tabelaya aldırış eden olmadı.

 

Uyarı levhasına rağmen yol genişletme çalışmalarında tarihi höyüğün büyük bölümünün yola girdiğini belirten Turizm Tanıtma Derneği Başkanı Emin Bulut, “Höyükte büyük bir çukur açılsa bile resmi kurumlar hemen harekete geçiyor. Oysa yol genişletme çalışmalarında neredeyse höyüğün yarısı yolda kaldı. Kimsenin harekete geçtiği yok.” dedi.

 

Bulut, 2004 yılındaki yol genişletme çalışmaları sırasında höyüğün zemin kısmının bir bölümünde bazı tarihi eserlere rastlandığını hatırlattı. Bulut, “Yolun kestiği höyükte o döneme ait kabkacak, kemik parçaları şu an yüzeydedir. Bu eserler kazı yapılamadan çıplak gözle bile görülebiliyor. Yetkililerin biran önce önlem alıp höyükte gerekli çalışmayı yapmasını arzu ediyoruz.” diye konuştu.

 

Yol çalışması sonrası ortaya çıkan eserlerin yol kenarına kadar sıçradığını belirten Arkeolog Faysal Nayman, yüzeye çıkan kalıntılar arasından neolitik döneme ait obsidyen’den yapılmış aletlerin de bulunduğunu söyledi.

haberler.com, 25.03.2014

ÇAĞDAŞ SANATTAN NEFRET EDİYORUM!

 

 

Türkiye sanat ortamında herkes çağdaş sanata bayılıyormuş sanabiliriz. Ama hiç de öyle değil hatta bazıları için son derece antipatik br kavram. Bunun nedenini sorgulamak lazım.

 

Hayır, başlıktaki bu söz bana ait değil. Ama bu cümleyi sarf eden sevdiğim arkadaşlarım var. İşin ilginci son günlerin hafiften biberli siyasi ortamını, ‘Sarıgülcü müsün Sırrıcı mı’ tartışmalarını da hatırlatan bir yanı var bunun. Sinemacı mısın, edebiyatçı mı, tiyatrocu musun çağdaş sanatçı mı?

Çağdaş sanat için günümüz kültür sanat ortamının lokomotifi diyoruz. Mesela Hasan Bülent Kahraman, bir zamanlar kendini edebiyatta, sinemada ifade eden yaratıcı enerjinin çağdaş sanat alanında toplandığını söylüyor. Uluslararası alanda Türkiyeli sanatçıların gördüğü ilgiye, büyük sermayenin kültür yatırımlarını buraya yönlendirmesine, Bienali 350 bin kişinin gezmesine, sayısız galeri ve sanat kurumuna bakarak Türkiye sanat ortamında herkes çağdaş sanata bayılıyor sanabiliriz. Ama hiç de öyle değil.

‘Çağdaş sanat’ bazı insanlar için son derece antipatik bir kavram. Bu alanla ilgili her şeyden uzak duruyor ve büyük bir şüpheyle yaklaşıyorlar. Kültür sanatla sınırlı bir ilişkisi olanlar, yani sinema, tiyatro, edebiyat gibi alanlarla da pek ilgilenmeyenler ayrı bir mesele. Bana daha ilginç gelen, entelektüel faaliyetler içinde olan bazen bir sanat dalıyla uzmanlık derecesinde ilgilenen kişiler. İçlerinde yazarlar, sinemacılar hatta ressamlar bile var. Bazıları öyle yaşını başını almış değil, sadece 30’lu yaşlarında olan beyaz yakalı kadınlar ve adamlar. Çağdaş sanatın farkındalar, en az bir kaç sergi görmüşler ama rahat bir ortamda “Çağdaş sanattan nefret ediyorum” diyebiliyorlar. “İlgilenmiyorum, beğenmiyorum, sevmiyorum, bana hitap etmiyor” filan da değil, sert bir yargı, güçlü bir duygu, tuhaf bir kızgınlık; tümden reddediş.

Bazen çağdaş sanatla birlikte büyümüş bir nesilden olduğumu düşünüyorum. İzmir’den üniversite için geldiğim İstanbul’daki ilk hafta sonum, Sultanahmet Meydanı’nda İstanbul Bienali’nin birincisini gezerek geçti. Lisede hayran hayran Fransız empresyonistlerine bakan, Vakko ve Esbank sanat galerilerine bir şey gelsin diye bekleyen bir genç adam için burası tam bir darı ambarıydı. Ve tabii tıka basa doldurduk midemizi. Genç Etkinlik’ler, 40 Numara’dan Devlet Han’a kendiliğinden düzenlenen sergiler, yeni galeriler filan geldi geçti... Bienal ile birlikte biz de büyüdük ve sayısız sergi, belki on binlerce iş görmüş olduk. Eskilerin tabiriyle gözümüzü eğitme
fırsatıydı bu; ya da işte bir sanat alanını iyi takip etme.

90’larda enstelasyonun, politik toplumsal eleştirisi estetik arayışı çok daha doğrudan işlerin dönemiydi. Resim çağdaş sanat sergilerinde daha az görülürdü. Sergiler her zaman kendince bohem avangard bir atmosferin, sistem dışı bir ruh halinin toplanma yerleri gibi olurdu. Dolayısıyla bana sorarsanız bu işlerle bir ilişkiye girmek için çok daha kolay zamanlardı. Zamanla çağdaş sanatın ve sanatçıların küresel sanat piyasıyla kurdukları sağlam ilişkiler, o büyük ciddi kurumlar ve yapıtların daha karmaşık bir dil konuşması yeni başlayanlar için işi gittikçe güçleştirdi. Yani benim kuşağımdan olup da 90’larda çağdaş sanatla ilk karşılaşmasını yaşayamayanlar, treni kaçırdı. 2000’lerde artık çok daha kolay ulaşılabilir olan, her yerde karşımıza çıkan bu sanat alanı, aslında bir yandan da kendi içine kapanmaya başladı. Artık çağdaş sanat eserlerinde İngiltere’deki meşhur sergiye adını veren ‘sensetion’ (duygusallık ve sansasyon) dönemi bitmiş, öncelikle kendi alanına referans veren bir sanat kendini gösterir olmuştu. Yani çağdaş sanatın diğer ustalarını, önceki işleri, dünya sanatını bilmiyorsanız işiniz zor demekti. Bugün çağdaş sanatın, sadece sanat profesyonellerinin çok akıcı biçimde konuşabildiği kendine özel bir dili var ve öğrenmek öyle kolay değil.

Ne yapalım ki kültür sanat alanında ‘yeni’ olan hala ve en güçlü biçimde, çağdaş ya da son yıllarda söylendiği gibi gibi ‘güncel’ sanat.


Geçenlerde bir grup iş adamı ve üst düzey yöneticiye konuşma yaparken dinlediğim Hüsamettin Koçan, insanın yeni olan karşısında duyduğu endişeden söz ediyordu. Emek verip, gayret edip, öğrenip kendimizi yetiştirdiğimiz ve zevk aldığımız bir alan varken yeni ve farklı başka bir alana tekrar emek vermek insana doğal olarak zor gelir. Ama sanatta esas olan ‘yenilik’. Dolayısıyla Koçan, dinleyicilerine bu tür endişeleri aşıp çağdaş sanata ilgi göstermeyi tavsiye ediyordu.

2000’lerle birlikte edebiyat da sinema da ve 2010’larda genç tiyatro da çok hareketlendi. Bunların arkasında da çağdaş sanatla aynı dinamiklerin olduğunu söyleyebiliriz. Evet, yepyeni çok genç bir izleyici kitlesi de oluştu. Multidisipliner izleyiciler. Ama bu sanatta disiplinler arası olmaktan söz edilen bir dönemde, her alanın kendi korumacı dilini oluşturduğu gerçeğini de değiştirmiyor. Kesişim kümeleri çok sınırlı ve bir alanda kendini yeterli gören diğeri karşısındaki bilgisizliğini ‘nefret’ duygusuyla perdeleyebiliyor. Tuhaf biçimde hala kendimizi loncalara hapsetmeye, onların güvenli ayrıcalıklarından yararlanmaya çalışıyoruz. Kendi küçük çevremizde bir konunun ‘bileni’ olma ayrıcalığını bizden esirgeyen her şeyden ‘nefret’ ederek kendimizden uzaklaştırmayı seçiyoruz. Yani çağdaş sanat kendi içine kapanıyor kapanmasına ama entelektüelin de hiç mi suçu yok? Bunu da sormak gerekiyor.

Sanatın kitlesini geliştirmek, ticari galerilerin bir numaralı meselesi olmayabilir. Ama sanat merkezleri ve müzeler için elzem bir konu.


O nedenle bu konuyu bir de üç sanat kurumunun yöneticisine ve eleştirmen Necmi Sönmez’e sordum. Onların önceden yazıp yolladıkları görüşlerini de yarından itibaren yayımlayacağız.

Radikal, Yazı: Cem Erciyes, 24.03.2014

 

******


ÇAĞDAŞ SANATTAN NEFRET EDİYORUM! 2

 

 

Kültür dünyasında çağdaş sanata mesafeli duranlar, hatta onu reddedenler var. Pazartesi günü Cem Erciyes'in bu konuyu ele alan yazısını yayımlamıştık. Şimdi de kültür kurumu yöneticileri ile bir eleştirmenin konuyla ilgili görüşlerini paylaşıyoruz.

 

Kuşkunun kaynağı keyif endüstrisi
Vasıf Kortun (Salt): Yerelde ‘entelektüel kesimin’ güncel sanata olan şüphesi yeni bir durum değil, o ayrı bir konu... Şimdiki durum daha ziyade güncel sanatın diğer kültürel ifadelerden koparak keyif endüstrisinin ve neoliberalizmin kucağına oturmasıyla başlayan kuşku. ‘Entelektüel faaliyetler içinde olduğunu’ söylediklerinin bunun fevkinde olduklarını sanmıyorum. İki farklı kuşkuyu aynı bağlamda ele almamamız gerekiyor. Yüksel Arslan da güncel sanattan nefret eder örneğin ve Ömer Uluç’a bayılırız çünkü okuryazardır, Cihat Burak fetişi hiç bitmez zira hem mimar hem yazardır, ha bir de ressamdır. Abidin Dino bir entelektüel ve bir sinemacıdır ve sanatçıdır da ama sadece sanatçı olsa o değere binmez. SALT ‘güncel sanat kurumu’ olmamak üzere yola çıktı. Tam da güncel sanata hatta görselliğe verilen bu ayrıcalıktan feragat etmek için. Güncel sanatla sorunu olan çok sayıda sanatçı da var hatta haklılar. Mesela Hüseyin Alptekin, İz Öztat, Banu Cennetoğlu...

Rahatsız edici şeylerden kaçınıyoruz

Melih Fereli (Arter): Yakın arkadaş grubumda da benzeri ifadeler kullanan kişiler var; üstelik aynı temel eğitimden geçmiş olmamıza rağmen! Bence esas neden eleştirel düşünceye uzaklık, merak eksikliği! “Rahatsız” edici, düşünmeye davet eden hiçbir şey, sanat dahi olsa, üzerinde emek vermeye değer biçimde algılanmıyor. Tam tersi bir yaklaşım içselleştirilmedikçe -ki bu da ancak eğitim felsefemizin sorgulanıp reforme edilmesiyle mümkün- çağdaş sanata karşı duruşlara daha çok rastlayacağız. Ama bizler yine de ‘sahile vurmuş deniz yıldızlarını birer birer denize fırlatarak onların hayatında fark yaratan çocuk misali’ çağdaş sanat kulvarında ilerlemeye devam edeceğiz.

Çaba ve özveri gerek

Necmi Sönmez (eleştirmen): Çağdaş Sanat belli bir birikim, özel ilgi ve ön bilgilendirme süreçleriyle formlanan bir yaratı alanıdır. Nasıl ki herkesin kırmızı rengi sevmesi beklenemezse, herkesin çağdaş sanatı anlaması, onu takip etmesi de beklenemez. Nefret söylemi kilitlenmiş, algı dünyasını geliştiremeyen kişilerin içine düştükleri bir tuzaktır. Oysa görsel sanatlar ister klasik ister modern, isterse çağdaş olsunlar, görmeyi, bunu dönüştürerek soyutlamayı sağladıkları için çok farklı yorumların kapılarını aralayan anahtar gibidirler. Sanatın sürekliliğinde yeni ve farklı olanın her zaman bir cazibesi vardır. Kişilerin bunun peşine düşmeleri için belli bir birikime, çaba ve özveriyle şekillenen uzun bir yolda yürümeyi göz önüne alması gerekiyor.

Müzelerdeki özgün yapıtlara bakarak onların aydınlattığı yolda kişiselleşmek kolay değil. Nam June Paik’ı, Bill Viola’yı, Beuys’u algılamadan Altan Gürman’ı, Füsun Onur’u, Seyhun Topuz’u kavramamız da mümkün değil.

Çağdaş sanat şiddetli bir kopuşla geldi

Levent Çalıkoğlu ( İstanbul Modern): Benim çevremde de kimi entelektüel izleyicinin çağdaş sanata bir mesafeyle yaklaştığına şahit oluyorum. Çağdaş sanatçılar edebiyat, sinema , tiyatro gibi disiplinlere meraklı iken nasıl oluyorda diğer disiplinlerdeki üreticiler çağdaş sanata mesafeyla yaklaşıyor? Hatta senin de belirttiğin gibi küçümsüyor. Bu kırılma ve mesafe ne zaman doğdu?


Kanımca 1980’li yıllarda modernden kopan çağdaş sanatçıların kavramsala yaklaşması ile bu yarılma ortaya çıktı. Öncesinde neredeyse net bir temsil görüyordu tüm izleyiciler. Bir şeyin, bir durumun temsili, sembolü veya soyutlamasıyda görsel sanat. Düşünsel bir faaliyetin sanat yapıtının merkezi olarak konumlandırılmaya başlanması ile çağdaş sanatçılar kendilerine ait bir yol inşa etmeye başladılar. Bu yol uluslararasıydı ve o günün koşullarında neredeyse 20. Yüzyılın başına Dada’ya ve Kavramsal sanatın kurucusu Duchamp’a uzanıyordu.


Bence kesin olan şu: Ne sinema ne edebiyat ne de tiyatromuzda (ki belki de üretimlerinin doğası gereği) temsilden şiddetli bir kopuş olmadı. Özellikle 1980 ve hatta 90’larda bunu görmek tekil örnekler hariç mümkün değil. Oysa çağdaş sanat topyekün geçmişle varolan bağını kopardı. Kolay tarif edilemeyen, erken örneklerde kendi içine kapalı, dışarıdan bakıldığında kolaycacık üretilmiş izlenimi uyandıran bir yapıyla kendisini ortaya koydu. Bu anlaşılmaz bir durumdu tabii ki. Görünüşte ne bir emek vardı ne de paylaşımcı bir ilişki. Haliyle görüneni anlayabilmek için zaman ayırmak, metinlere başvurmak gerekiyordu. Sinema, Edebiyat ve Tiyatro’nun icrası için harcanılan zaman ve emek de sanat yapıtının başarısı ve varlığı için bir önkoşul olarak algılanıyordu.


Bir başka önemli durum ise çağdaş sanatın eleştirmen ve yazarının sanatçılarla eşzamanlı olarak doğmamasıdır. 1980’li yıllarda çağdaş sanatı anlayan, destekleyen, yazan ve eleştiren çok az ve etkili sanat yazarı var. İlginçtir onların kullandıkları dil de kendi içine kapalı ve neredeyse anlaşılmaz. Böyle bir dönem bu aslında. Kavramlardan bahsederken anlaşılmaz olmayı tercih etmek belki de dönemin modası olmuş. Gerçekten de ilk örnekleri açıklayan sanat yazılarının çoğu girift metinler. Eminim bu metinler de diğer disiplinler tarafından uzak ve hatta ukalaca bulunmuştur.


O tarihlerde başlayan bu ayrılık ve kopuş bugün hala devam ediyor gibi görünüyor. Çünkü o kuşaklar bugün hala sanat dünyamızın içinde ve aradaki mesafeyi kapatma gibi bir çaba içerisinde olmamışlar. Buna karşılık genç jenerasyonlar çok daha etkileşim içerisinde ve birbirlerinden beslenmeye öncelik tanıyorlar. Sınırları ve disiplinleri kategorileştirmeden yeni ve yaratıcı alanlar açmaya özen gösteriyorlar.

Radikal, Yazı Cem Erciyes, 25.03.2014

KONYA'YA TARİHİ ÇARŞI

 

 

Konya’daki Tarihi Bedesten’de 2 bin 687 işyerinde restorasyon çalışması devam ediyor. 100 milyon liraya mal olacak proje ile tarihi bir çarşı ortaya çıkarılacak.

 

Bugüne kadar 2 bin 450 işyerinin restorasyonunun tamamlandığı Bedesten ile Konya’ya marka değer katacak tarihi bir çarşı kazandırılacak. Yürütülen proje sonraki etaplarla birlikte 100 milyon lirayı bulacak.

Restore edilen işyerlerinden bin 400 tanesi zemin kattaki dükkanlardan oluşuyor. Çalışmalarda 530 ton demir, 110 ton alüminyum, 53 bin metrekare çatı kaplama, 10 bin metrekare kepenk yapıldı. Bugüne kadar bin 50 metre kanalizasyon, bin 175 metre telekomünikasyon ve sinyalizasyon, 13 bin metrekare doğal taş döşemesi, 4 bin 500 metre sundurma, 10 bin metrekare cam imalatı yapıldı.

Bölgedeki altyapı çalışmaları da büyük bir titizlikle ilerliyor. Su, kanalizasyon, fiber optik kablo, elektrik, doğalgaz, Telekom gibi alanlarda birçok farklı kuruluş çalışıyor. Projenin devamında ise Bedesten’den Mevlana’ya kadar olan alan ve Alaaddin Caddesi cephe düzenlemeleri gerçekleştirilecek.

TOKİ Haber, 24.03.2014

KENTİN ORTASINDA
DEMİR YUMRUK

 

Çinli sanatçı Liu Bolin'in "Demir Yumruk" isimli çalışması Fransa'nın başkenti Paris'teki modern sanat galersi Grand Palais'in önüde sergilenmeye başladı.

7 ton ağırlığındaki demirden yapılam dev yumruk turistlerin ilgi odağı oldu.

Bolin eseri için "Çin'de gerçeklerin yansıması" yorumunu yaptı.

Sabah, 23.03.2014

800 YILLIK SIR ORTAYA MI ÇIKIYOR?

 

 

Her şey 3 hafta önce Bizans tarihçisi Paul Magdalino’yla gerçekleştirdiğimiz röportajla başladı.

I.Manuel Komnenos dönemi ağırlıklı geçen söyleşide Profesör’ün bir cümlesi bizi inanılmayacak bir noktaya çekti. Kaynaklarda Komnenos’un İstanbul Boğazı’nın kuzeyine yaptırdığı belirtilen ‘Kataskepe Manastırı’nın Koç Üniversitesi civarında olduğunu, ancak bu manastırdan hiçbir izin günümüze ulaşmadığını söyledi. Bu bölgenin yaşadığım yere yakınlığı beni araştırmalarımı derinleştirmeye sevk etti; sıkı durun işte başlıyor… 

 

KATASKEPE YERALTI MANASTIRI

Röportaj yaptığım Paul Magdalino’nun kitabı dışında Kataskepe Manastırı’ndan bahseden iki esere daha rastlıyorum. Eserlerin sahibi İngiliz tarihçi Micheal Angold ve Avusturyalı tarihçi Andrew Stone. Manastırın tam ismi Saint Michael Kataskepe Manastırı olarak geçiyor. Manuel Komnenos hanedana sadakatini göstermek için Blachernae Sarayı ve Büyük Saray’daki restore çalışmalarından sonra hanedan üyelerine özel bir mezarlık yaptırmak istiyor. Akabinde Kataskepe Manastırı ve Kataskepe Vakfı kuruluyor. İkinci Haçlı Seferini başarıyla savuran Manuel Komnenos muhteşem bir öngörüye sahip. Olası yeni bir haçlı seferine karşı geniş kapsamlı bir çalışma başlatan Komnenos, Kudüs’te bulunan kutsal emanetleri İstanbul’a getiriyor. Eş zamanlı olarak Boğazın kuzeyine yaptırdığı manastıra da kraliyet hazinesinden yüklü bir para harcıyor. Burada ilginç olan kaynaklara Kataskepe Manastırı’nın ‘Yeraltı Manastırı’ olarak geçiyor olması!.. Devam ediyoruz…

 

KUTSAL EMANETLER KATASKEPE’DE

Evet Komnenos normal bir manastır değil yer altı manastırı yaptırıyor; hazineden çok yüklü bir harcama yapılmasının nedeni de bu. Haçlı seferleri ve taht için kardeşini bir tehdit olarak gören Komnenos, tüm ihtimalleri düşünerek şehir merkezinden 50 kilometre uzaklıkta yer altına yaptırdığı manastırla birlikte gizli tüneller, kaçış yolları ve bu yollar üzerinde de tuzaklar yaptırıyor. Komnenos, istila tehlikesini de atlamayarak birçok hazine ve emaneti de yer altı manastırına getiriyor. İmparator Kataskepe’yi kaynaklarda ‘kutsal adamlar’ diye tabir edilen kesişlere emanet ediyor ve olası bir istila sırasında burayı terk etmelerini istiyor. Manuel Komnenos 1180’de öldükten sonra kaotik bir döneme giren Bizans İmparatorluğu, 1204’te Haçlı Seferi sonrası Latin istilasına uğruyor. İstanbul yağmalanıyor, eserlerin bir kısmı tahrip ediliyor, bir kısmı kaçırılıyor. Ama hala nerede olduğu bilinmeyen, kaybolan birçok emanet var; özellikle de Hz. İsa’nın son akşam yemeğinde kullandığı kase… İşte tam da bu noktada Kataskepe Manastırı önemini daha da artırıyor. Bir manastır için yüklü bir para harcayan ve tuzaklarla burayı koruyan Komnenos, buraya çok değerli bir emaneti saklamış olsa gerek!..

 

AKŞAM EKİBİ MANASTIRI BULDU

Bu bilgiler insana ‘kafayı yedirtir.’ Tabii ki yerimde duramıyordum, üstüne üstlük bahsedilen yer oturduğum bölgeye çok yakınken. Bizans tarihi okuyan arkadaşlarla istişare halinde kalıp, Koç Üniversitesi civarında yaptığımız 3 haftalık araştırma sonucunda ormanın içinde bir deliğe rastladık. Önce sıradan bir kaya oyuğu gibi gözüken boşluktan biraz eğilince, olağan bir şey olmadığını anladık. Girmekte kararlıydık. Normal yürüyerek değil, kayarak girmek zorunda kaldık. Kaygan bir zemin üzerinde biraz ilerledikten sonra önümüze bir çukur çıktı. Yaklaşık 4 metrelik yükseklikten aşağıya atladıktan sonra, sağ tarafımızda 30 santimlik bir boşluk gördük. Sürünerek boşluktan geçip kafamızı kaldırdığımızda şok olduk!.. Yüzyıllar önce yapıldığı açıkça gözlenen, ucu bucağı olmayan bir koridorla baş başa kaldık. Dönüp birbirimize baktık. Yaklaşık 250-300 metre yürüdük. İki kişinin yan yana yürüyemeyeceği kadar dar olan tünelde gittikçe nefes almakta zorlanıyorduk. Ve bir süre sonra geri dönmeye kara verdik. Bu konuda yaptığım uzun araştırmalar ve karşılaştığım manzara sonucunda çok rahat şekilde buranın Kataskepe Manastırı olduğunu söyleyebilirim. 


800 yıllık sır perdesini kaldırmaya çok yaklaştık. 

Akşam, Haber: Burhancan Terzi, 23.03.2014

5 ASIRLIK CAMİDE DEFİNE İDDİASI

 

 

Muğla’nın Ortaca İlçesi, Dalyan Beldesi’nde, 5 asırlık Dalyan Merkez Camisi’nin restorasyon işinde çalışan 5 işçinin, aniden ortadan kaybolması, halk arasında define bulup kaçtıkları söylentilerine neden oldu.

 

Aydın Vakıflar Bölge Müdürlüğü yetkilileri, işçilerin izinli gittiğini belirtirken, caminin yapımı sırasında ileride minarenin yıkılması durumunda kullanılmak üzere minberinin altına bir miktar atın gömüldüğü konuşuluyor.

 

Kanuni Sultan Süleyman’ın Rodos seferinden önce yaptırdığı söylenen cami, bölgedeki önemli tarihi eserlerden biri olarak biliniyor. 1514 yılında başlanıp 4 yılda tamamlanan,  geniş bir avlu içinde yer alan içten 10x10 metre ölçülerinde kare planlı, tek kubbeli kübik bir yapı olan Dalyan Merkez Camisi’nin restitüsyon, restorasyon ve çevre düzenleme projesi, Aydın Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nce yapılması kararlaştırıldı. Genç Osmanlı Dönemi’ne ait caminin, 2011 yılında proje tamamlanarak onaylandı. İhaleyi kazanan şirket geçen 29 Nisan’da sözleşme imzalanıp, restorasyon çalışmasına başlandı. Ancak, Dalyan’ın turizm bölgesi olması nedeniyle inşaat yasakları nedeniyle çalışma durdurulup, sezon sonu olan 15 Kasım sonrasına bırakıldı.

 

Önce betonarme olan minare, yerine 1956 yılında çekilmiş orijinal fotoğrafına uygun olarak taştan yapılması için yıkıldı. Betonarme olan son cemaat yerinin de orijinaline uygun olarak kemerli yapılması için yıkıldı. Çalışmalar sırasında camide aşırı derecede nem olduğu gözlenince bunun da giderilmesi için zeminin kazılmasına karar verildi.


Uzman mimar ve teknikler eşliğinde çalışmalar sürerken tarihi caminin restorasyonunda çalışan 5 işçi, iddiaya göre geçen 25 Şubat’ta ortadan kayboldu. Kısa sürede halk arasında işçilerinin çalışmalar sırasında define bulup, ortadan kaybolduğu söylentileri yayılmaya başlandı.

 

MİNBERİN ALTINA DEFİNE İDDİASI

Doğma büyüme Dalyanlı olan 25 yıllık turizmci Özay Akdoğan, beldede yaşayanların büyük bölümünün tarihi camide define bulunduğuna inandığını söyledi. Akdoğan, şunları anlattı:
"Dedelerimizden bize aktarılana göre cami yapılırken ileriki günlerde eğer minare yıkılırsa yeniden yaptırılsın ve restore edilebilsin diye minberin altına bir miktar altın saklanmış. İşçiler aniden ortadan kaybolunca bu definenin bulunduğunu düşünüyoruz. Camiye burayı restore edecek kişi ve kuruluşun isminin bulunduğu tabela konulmamış. Bu insanlar kim ve nasıl izin verilmiş? Ruhsat ve proje bilgileri yok. Anıtlar Kurulu’ndan geldilerse hangi arkeolog ile çalıştıkları, başlarında kimin olduğu her zaman yazılır. Camimizin talan edildiğini düşünüyorum."

 

YETKİLİLER NE DİYOR

Aydın Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nden, adının açıklanmasını istemeyen bir yetkili ise iddiaların asılsız olduğunu belirterek, "Osmanlı her şeyini kayıt altına almış. Hiçbir kayıtta camide altın veya define olduğu yazmıyor. Ayrıca şimdiye kadar da ülkemizde hiçbir camide define bulunmuş değil. Çalışmalar sırasında 2-3 kez vakıf adına gelip incelemeler yapıldı. Her şey yasalara uygun" dedi.

 

Cami içi ve avlusunda yasal olmayan hiçbir çalışmaya izin verilmediğin ide belirten Vakıflar Bölge Müdürlüğü yetkilisi, "İşçilerin ortadan kaybolduğu da doğru değil. Restorasyonda çalışan 5 işçi de Kayseri’nin Mimar Sinan Beldesi’nden ve hepsi de akraba. İçlerinden birinin yakını vefat ettiği için hepsine birden izin verildi. Çalışmalara önümüzdeki günlerde başlanacak" diye konuştu.

Akşam, 23.03.2014

DEFİNECİ KARDEŞLER HALA GÖÇÜK ALTINDA

 

Kayseri Sarıoğlan'ın Burunören Köyü'nde define ararken göçük altında kalan iki kardeşi arama çalışmaları sürüyor. Altında Roma döneminden kalma mezar olduğuna inanılan yeri 2 aydır kazan üniversiteli kardeşler Muhittin (22) ve Razaman Sevalkalaycı (24) kardeşler ile kuzenleri 22 yaşındaki Reşit Koç, iddiaya göre kendi kazdıkları 35 metrelik tünelde oluşan göçüğün altında kalmışlardı. Tünelin başında bulunan ve metan gazından etkilenen Reşit Koç kurtarılırken kardeşlere ulaşılamadı. Tünelde gaz oranı düşürülemeyince devreye kepçe girdi. Kepçeyle kazıya başlayan ekipler, göçük altındaki öğrencilere ulaşmaya çalışıyor. Havanın kararması nedeniyle kazıya ara veren ekipler, dün tekrar çalışmaya başladı. 25 metre derinlikte bir patlama meydana geldiği ve göçüğe bunun neden olduğu sanılıyor.

Sabah, Haber: Ali Altundaş, 23.09.2014

BURSA'DA TARİHİ KÖPRÜ KORUMA ALTINDA

 

 

Bursa’nın bilinen en eski köprüsü olan ve Orhan Gazi’nin eşi Nilüfer Hatun tarafından 14. yüzyılda yaptırılan Hasköy Nilüfer Hatun Köprüsü, ağır tonajlı araç geçişine kapatıldı.

 

Büyükşehir Belediyesi’nden konuya ilişkin yapılan açıklamada; ‘Korunması gerekli taşınmaz kültür varlığı’ kapsamında yer alan tarihi köprünün ulaşım ve güvenlik bakımından UKOME Kurulu’nda değerlendirildiği ve ağır tonajlı araç geçişine kapatılması, gerekli fiziki düzenlemelerin yapılması, trafik akışının düzenlenmesi yönünde kararlar alındığı ifade edildi.

 

UKOME’de alınan kararlar doğrultusunda tarihi köprüde ağır tonajlı taşıt geçişine engel olacak şekilde fiziki düzenlemeler yapılırken, ağır taşıt trafiği alternatif güzergah olarak Mudanya Yolu’na yönlendirildi.

 

14. yüzyılda Orhan Gazi’nin eşi Nilüfer Hatun tarafından yaptırılan köprü, Nilüfer Deresi üzerinde Geçit Köyü’nün güneybatısında yer alıyor. Bursa’nın varlığını sürdüren en eski yapıtlarından ve bilinen en eski köprüsü olan Nilüfer Köprüsü, kesme taşlarla ve tuğla kullanılarak yapıldı. Köprü, biri büyük olmak üzere 4 sivri kemerden oluşmakta iken sonraki yıllarda dere yatağının dolması üzerine tuğladan 4 küçük kemer daha eklendi.

Bursa Olay, 22.03.2014



16 - 22 Mart 2014

74 YIL SONRA
İADE

 

Norveç'te bir müze, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi döneminde Yahudi sanat simsarından çalınan Matisse'nin tabloyu iade etme kararı aldı.

 

Hermann Göring tarafından el konulan 20 milyon dolarlık 'Şömine Önündeki Mavili Kadın' adlı başyapıtın simsarın varislerine verileceği açıklandı. 

Akşam, 22.03.2014

BÜYÜK MECİDİYE CAMİİ MAYIS'TA AÇILIYOR

 



İstanbul Vakıflar 1. Bölge Müdürü İbrahim Özekinci, Büyük Mecidiye Camisi'nde gerçekleştirilen restorasyon çalışmaları hakkında yaptığı değerlendirmede, "Boğazın İncisi" olarak anılan caminin aslına uygun haline getirildiğini söyledi. Camiden ilk şikayetlerin tavandan çeşitli sıvaların dökülmesiyle gelmeye başladığını ifade eden Özekinci, daha sonra yapılan incelemelerin ardından camide acil onarım yapılması gerektiği kararının çıktığını dile getirdi.

 

Özekinci, 2011'de Kuveyt Türk'ün sponsorluğunda çalışmaya başladıklarını belirterek, "Burası bir dolgu zemin ve Abdülmecid tarafından 1853'de ibadete açılan bir cami. Klasik Osmanlı mimarisinden modern usule geçişin en önemli eserlerinden birisi. Eski klasik dikdörtgen, ahşap kepenkli pencerelerden devasa pencerelere geçilmiş. Son derece şeffaf, ferah, aydınlık cami sistemlerine geçilen barok tarzının en önemli eserlerinden birisi" diye konuştu.
 

Camide yaşanan deprem ve yangınlar
İbrahim Özekinci, 1894'te yaşanan İstanbul depreminin camiye büyük zarar verdiğini ve caminin minarelerinin yıkıldığını anlattı. Eski fotoğraflara bakıldığında yapıda minarelerin yivli ve minare külahlarında kurşun olduğunun görüldüğünü ancak depremin ardından yapılan onarımdan sonra yivli minare gövdesinin yok olduğunu gördüklerini anlatan Özekinci, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Cami daha sonra çeşitli onarımlardan geçmiş ama bizim için en önemli onarım Vakıflar Bölge Müdürlüğünün 1964'te yaptığı onarımdır. Bu yılda artık caminin tamamen kullanılamaz hale geldiği yönünde raporlar çıkmış. Ciddi bir onarım geçirmiş, orada baktığımız zaman kubbenin tamamen kaldırıldığını görüyoruz. Çift cidarlı betonarme bir kubbe yapılmış ama esas betonarme bir kubbe yapılmış. Asıl önemlisi ise güçlendirme işlemleri yapılmış ve bunu gerçekten önemsiyoruz."
 

Veriler karşılaştırıldığında 1950-1960'lı yıllarda yapılan restorasyonlarda hep büyük hataların yapıldığı yönünde demeçler verdiklerinin altını çizen Özekinci, "Bilim kurulumuzun yaptığı değerlendirmeler neticesinde buradaki güçlendirmelerin gerçekten mükemmel olduğu ortaya çıktı ve da bu bizi çok sevindirdi, zeminimiz çok sağlam" ifadelerini kullandı.
 

Özekinci, 1984'te yapıda yangınlar çıktığını ve 1985'te yeni bir restorasyon yapıldığını anımsatarak, şu bilgileri verdi: "Bu tarihten sonraki en kapsamlı restorasyon ise işte bu çalışmamız. Çalışmaya başladığımız zaman şunu gördük; dış cephelerde özellikle taş yüzeylerde çok ciddi bozulmalar vardı. İsten, çevre kirliliği ve benzeri olaylardan dolayı da simsiyah bir yapıya dönüşmüştü. Yani dünyanın gözü önündeki bir yapının maalesef tehlike arz ettiğini görüyorduk. İşte burada çok ciddi bir çalışma başlattık. Caminin kubbesinin aleminin düzeltilmesinden zemine kadar tamamen elden geçti. Burada özellikle taş değişimleri çok zamanımızı aldı. Taşların üzerinde gerçekten çok güzel motifler var. Sadece kesme bir taş değil, bunun üzerinde ayrıca o dönemin motiflerini tek tek işlemek zorundasınız ve bunlar devasa ağırlıkta taşları vinçlerle yerine koyabiliyorsunuz. İşte bu taş değişimleri yapıldı ve kubbedeki kurşunlarımız yenilendi."
 

Özekinci, minarenin alemlerindeki kurşunların tekrar düzeltildiğini ifade ederek, "Şerefe altında gördüğümüz o yaprak motifleri vardır ve onlar tekrar onarıldı, yerlerine konuldu. Bunun haricinde dış cephelerde mikro kumlama yöntemiyle çok hassas işçilikle temizlikler yapıldı. Değişmesi gereken taşlar tek tek kesilerek, yerlerine monte edildi" dedi.
 

50 kişilik ekip, 3 yıl çalıştı
İstanbul Vakıflar 1. Bölge Müdürü İbrahim Özekinci, restorasyon çalışmalarında 3 yıl boyunca 50 kişilik bir ekibin görev yaptığını belirterek, ekibin büyük özen ve özveriyle başarılı bir çalışma yaptığını anlattı. Camideki en önemli çalışmalarından birinin stucco sıvalar olduğunu anlatan Özekinci, konuşmasını şöyle devam ettirdi:

 

"Bu sıvalar gerçekten çok özellikli. Burada özellikle TBMM Milli Saraylardan Sorumlu Genel Sekreterliğimize çok teşekkür ediyoruz. Çünkü uzman ekiplerimizi Milli Saraylardan getirdik. İşte bu çalışmalar neticesinde stucco sıvalar da yapıldı. İkincisi kalem işleri... Tamamen elden geçirildi. Ahşap yapıların deformasyonları, elektronik tesisat tümüyle onarıldı. Zeminde bazı yerlerde uygun olmayan betonlar vardı, onlar kaldırıldı. Cami içerisini 'kara sıva' dediğimiz çimento harçlardan arındırdık ve normal horasan harcı yaptık. Caminin girişindeki asma kat kısmını kaldırdık ve cami aslına uygun haline getirildi."

 

Özekinci, cami çevresindeki korkulukların da onarıldığını belirterek, şunları söyledi: "Halkımız 'Biraz geç kalındı' diyebilir ama eski eserler gerçekten çok titiz davranılmasını gerektiriyor. Vakıflar Genel Müdürlüğü olarak restorasyon ilkemiz; minimum müdahale ve maksimum koruma ilkelerine dayanıyor. Yani bir şeyin yenisini yapmak çok kolay ama korumak çok zor ve zaman gerektiriyor. Çünkü biz bunların belge niteliğini ortadan kaldıramayız. Bunları gelecek nesillere aktarma zorunluluğumuz, sahip çıkma şuurumuz var. Çok şükür sona yaklaştık ve mayıs ayında inşallah camiyi cemaatimizle buluşturacağız."

Caminin restorasyonunda 8 milyon liraya yakın para harcandığını ifade eden Özekinci, "Rıhtım bölümüyle caminin bitişiği avlu kısmında küçük çatlaklar görüyoruz. Biz bunun da araştırmasını yaptık ve rıhtım bölümünde kaymalar olduğunu tespit ettik. Arkadaşlarımız gerekli çalışmaları yaptı. Onlar şu anda Anıtlar Kurulu'nda, inşallah kurul kararı çıktığında rıhtım bölümünde ciddi bir güçlendirme yapacağız" bilgisini verdi.

Hürriyet, 22.03.2014

İSTANBUL'UN YARALI YÜZÜ

 

  

 

İstanbul birbirini uyumla izleyen tepeler üzerine kurulu bir kenttir. Sur içinin Yeditepe üstüne kurulmuş olması dışında, Boğaz’ın iki yakasını kaplayan tepeleriyle Haliç’in Beyoğlu yakasındaki tepeler buna örnektir.

Sarayburnu tepesini süsleyen Ayasofya, Sultanahmet, Topkapı Sarayı, Yeşilköy yönünden gelen tatlı eğimle İstanbul’un görünümünün başlangıcıdır. Bu görüntü, Boğaz’ı, Rumeli Yakası kıyılarını renklendiren Dolmabahçe Sarayı, Beşiktaş, Ortaköy kıyıları ile camisi, yalılar eşliğinde Bebek, Rumeli Hisarı ve daha ötelere uzanır. Üstleri irili ufaklı yapıların yer aldığı ağaçlıklı ya da yeşil birbirini izleyen tepelerdir.

 

Anadolu Yakası, Selimiye Kışlası’nın kuleli dev yapısıyla yer aldığı tepenin altından Harem, Salacak, Üsküdar kıyısı boyunca Sinan’ın kuş kafesini andıran Şemsi Paşa Camisi’ni içine alarak Kuzguncuk, Beylerbeyi kıyıları, Beylerbeyi Sarayı’yla birlikte Kandilli’nin birbirinden güzel ahşap yalılarını kapsayarak Küçüksu Kasrı, Anadolu Hisarı ve Boğaz’ın ötelerine kadar uzanır. İrili ufaklı yapılarla bezeli yeşil ya da ağaçlıklı tepeler uyumlu bir biçimde birbirlerini izler.





Bugün Rumeli yakasına bakıldığında Dolmabahçe Sarayı’nı cüceleştiren en azından üç dört otel tepelere uyumla yerleşmiş yapıların arasından fışkırmaktadır. Boğaz’ın Rumeli yakasının yuvarlak tepelerini Beşiktaş sırtlarından başlayarak Ortaköy, Bebek, Hisarüstü’den neredeyse Yeniköy’e kadar uzanan çok katlı kuleler, gökdelenler tepe olmaktan çıkarmıştır. Beton kazıklı tepeler haline getirmiştir. Artık ne ağaçları, ne güzelim yeşilliği görebilir ne de algılayabilirsiniz. Tepeler yara almış, Boğaz hastalanmıştır.


Anadolu yakasında Çamlıca’dan başlayarak ağaçlıkların yerini betondan ormanlar almıştır. Tepelerin yeşili betondan yamalarla kaplıdır. Öncelikle Çamlıca tepesi betonlaştırılmış, ardından Süleymaniye çakması bir caminin dikilmek istenmesiyle de İstanbul’un en güzel mesire yerlerinden biri olan bu tepe de yok olup gidecektir. Ne çam, ne de Çamlıca (çamlık) kalmıştır artık. Tarihsel geçmişiyle bir kültürel miras da yok olup gitmektedir.

İstanbul’un yaralı yüzü Haliç’ten bakıldığında da yansıyor. Kasımpaşa kıyıları, Azapkapı’dan başlayarak bir dizi tersane yapısıyla Hasköy’e kadar uzanır. Kasımpaşa İskelesi’nin yanındaki buruna Kuzey Deniz Saha Komutanlığı, bembeyaz yapısıyla, ak bir martı konmuş gibidir.

Hemen üstünde ak bir kartal görünümündeki Deniz Hastanesi yapısı yer alır. Bu yapıyı Okmeydanı tepesiyle Levent yükseltisi izler. Şimdi bu yükseltiyi neredeyse gökyüzüyle birleştirmeye kalkan, Boğaz yönünde de kendini belli eden devasa beton direkleri andıran kulelerle gökdelenler doğal güzelliği ortadan kaldırmayı sürdürüyor. Kıyıda bir süredir boşaltılarak Büyükşehir Belediyesine devredilen Kuzey Deniz Saha Komutanlığının ak yapısını demirden kara bir çatı örtüp karartmış durumda gözü tırmalıyor.

Evrensel, Yazı: Adnan Özyalçıner, 21.03.2014


******


HARCANAN DÜNYA MİRASLARI

 

 

Eski Yeşilçam filmlerinden birinde bir “fabrika kızı” belki de Hülya Koçyiğit, kendisine onca kötülük etmiş delikanlının işsiz güçsüz çaresiz kalmasına “Hak yerini buldu” gibi gülümser, “Seni işsiz bırakacak değiliz ya” derdi. “Yarın bizim fabrikaya uğra.” O zamanlar Beykoz’da, Paşabahçe’de, Zeytinburnu’da, Haliç kıyılarında fabrikalar diziliydi. Birinde olmazsa ötekinde iş bulmak işten değildi. Hem de kadrolu, sigortalı, çünkü çoğu kamu malıydı.

Sonra çoğu endüstri müzesi ya da dünya mirası niteliğini taşıyan bu fabrikaların topraklarının üstündeki tarih değerinden fazla ettiği hesaplanıverdi. Adı özelleştirme olan bir işlem başladı. Sümerbank’ın kilometre karelerle hesaplanan arazileri halk yararına kullanılmak üzere şimdilik boş bırakıldı. TEKEL fabrikaları devroldu, Şişecam Trakya’ya taşındı. Bu uygulamalar işçi terbiyesi/eğitimi almış bir kitleyi taşınan fabrikanın çevresinden uzaklaştırdı. Fabrikaların yeni işçileri endüstri, sendika, örgüt terbiyesi vb. kavramlarıyla yeni tanıştılar. Eski işçi mekanları ve semtler de otel ve benzerlerine mekan olmak üzere boşaltıldı.

Haliç kıyısından başlayabiliriz.  Haliç kıyısında göze çarpan ilk iş yeri Sütlüce’deki et kesim tesisidir. Temeli 29 Ekim 1919’da atılıp  20 Temmuz 1925’te  işletmeye açılan bu tesis buz fabrikası ve soğuk hava deposu da içermektedir. 1928’de “Karaağaç Müessesatı Meclisi İdaresi” adı ile bağımsızlaştırılır, 1932’de “Karaağaç Müesseseleri Müdürlüğü” ismiyle ve belirgin bir bütçe ile Belediye İdaresine bağlanır. Bu modern kesim yeri 1955’te İstanbul Belediyesine bağlıysa da ayrı bir bütçe ile yönetilmektedir. 1000 personeli vardır ve 52 bin metrekarelik bir alanda faaliyet göstermektedir.

Mezbaha 1985’te yalnızca et dağıtım merkezi olarak çalışır. Bedrettin Dalan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde (1984-1989) Haliç projeleri kapsamında kültür merkezine dönüştürülmesi kararlaştırılır. Kağıthane ve Halıcıoğlu istikametine bir araç altgeçidi inşa edilir. Sonrasında yapılandırma birkaç yıl gecikme ile tamamlanıp Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığına verilir.  Ne var ki yapısal düzenlemeler sanatsal etkinliklerin uygulanmasına yeterli düzeyde cevap veremez. İhaleler yapılır. Katılımcı firmalar, tesisin “kültür merkezi” olarak işletilemeyeceğini ifade ederler. Çünkü dev salonlar sadece toplantı ve sınırlı bazı etkinliklerin yapılabilmesine olanak vermektedir. Yönetim, tesisin adını değiştirerek kongre turizmine yönelir. Günümüzde Sütlüce Mezbahası, Haliç Kongre Merkezi adıyla ve sadece kalabalık toplantılar için kullanılabilen bir tesistir.




Evrensel, Yazı: Sennur Sezer, 21.03.2014

 

******


ZEDELENEN GÖVDE

 

 

İstanbul’un bir özelliği de eski İstanbul’u (Rumeli Yakası) çepeçevre kuşatan surlarıdır. Yedikule kıyılarından başlayan sur duvarları, Topkapı, Edirnekapı, Ayvansaray, Balat, Fener, Cibali boyunca sürer. Unkapanı, Eminönü yöresinde uzunca bir boşluk bıraktıktan sonra Sarayburnu, Ahırkapı, Kumkapı, Yenikapı,  Narlıkapı yoluyla Yedikule’ye ulaşarak kenti bir kuşak gibi sarar. İlk yapılışı İsa’dan 657 yıl önce kentin kuruluş yıllarına rastlar. Costantinus (MS 306-307) ile II. Teodosius (MS 408-450) tarafından 412-418 tarihinde tamamlanır.


Bin yılı aşkın süre içinde surlar, birçok kez kuşatılsa da aşılamamıştır. 1204’te Latinler’in İstanbul’u ele geçirişlerinden sonra 1453’te ikinci kez Fatih Sultan Mehmet’in ordularınca aşılmıştır.


Osmanlı döneminde çeşitli onarımlar gören surlar, bugüne yarı yıkık olarak ulaşabilmiştir.
Günümüzde de onarılarak ayakta tutulmaya çalışılan surlar, eski yapısını tam olarak koruyabilmekte midir, bilmem. Onarılmayan yıkık bölümlerse ufalanıp yok olmaktadır.
Bildiğim kadarıyla Silivrikapı yönündeki surların büyük bölümü onarımdan geçmiş tarihsel bir görünüm kazanmıştır. Surların bu tarihsel görünümünü bozup bozmadığını bilemediğim surun dibinde yer alan eski su çukurlarındaki bostanları kaldırmaya kalkan Fatih Belediyesi, tarihsel görünümünü kazandırdığı surun duvarına Silivrikapı Kapalı Buz Pisti binasının çatısını bitiştirmekten nedense çekinmemiştir. Kapalı Buz Pateni’nin Silivrikapı halkıyla, gençliğiyle bir ilintisi olur mu olmaz mı tartışması bir yana, tarihsel bir anıtı gülünçleştirmeye kimsenin hakkı olmamalıdır.


Bu arada yine onarım görmüş olan Yedikule Surlarının Sahil yolunun girişindeki büyük bedenine Recep Tayyip Erdoğan afişi asmanın da haklı bir nedeni yoktur, olmamalıdır.


Yeşilköy burnundan başlayarak Ataköy, Bakırköy, Kazlıçeşme, Samatya, Yenikapı, Kumkapı, Ahırkapı’dan Sarayburnu açıklarına girinti çıkıntılarıyla uzanan kıyı şeridi gerçekten İstanbul’un güzelliğine ayrı bir güzellik katar. Eskiden beri bu kıyılarda akşamları oturulup dinlenildiği gibi bir zamanlar bu kıyılardan denize girilirdi. Sahil yolunun düzenlenmesiyle bugün de dinlenilen, serinlenilen bir konumda olan bu kıyının Samatya ile Yenikapı arası bir yapım kargaşası, karmaşası içinde. Toz duman olmuş. Güzelim koy, deniz doldurularak kilometrelerce uzunluk ve genişlikteki bir burunla bölünüyor. Kentin miting alanı olarak düşünülen bu çıkıntının çevresi ağaçlarla çevrili. Kıyı şeridinin Yenikapı dahil ötesini kapatmış, göstermiyor. İstanbul’un tek kalmış sahil suru olan Samatya Surlarının bu parçası çakma burunla birleştirilerek kara suru yapılmış. Yapım alanı toz duman, damperli kamyonların biri girip biri çıkıyor. Bu arada yapım alanının  parmaklıkları içinde kalan Yaşar Kemal’in heykeli de, toza toprağa bulanmış durumda, “Burası miting alanı olunca neler olur acaba?” diye düşünerek olacakları bekliyor gibi duruyor olduğu yerde.


Topkapı suriçinde Pazartekke’de Millet Caddesi üstünde manastır kalıntısı Mustafa Çavuş Mescidi bulunmaktadır. Eski adı bilinmeyen bu Bizans yapısının tarihi de kesin değildir. Fatih’ten sonra harap durumda olan buradaki manastırın bir parçası Fatih döneminde yaşayan Mustafa Çavuş tarafından mescide çevrilmiştir.


Daha önce mahalle içinde bulunan mescit, yıkımlarla ortaya çıkmış, garaj düzenlemesi sırasında da İETT Garajının içinde kalmıştır. Bugün garaj dışında olsa da dikenli teller, çinko plakalarla çevrilidir. Bunca eski bir tarihsel yapının bu tür eklemelerden kurtarılarak ortaya çıkarılması gerekir. Onca tarihsel anıt yapıyı gün ışığına çıkarmakla övünen Fatih Belediyesinin bu mescidi görmezden gelmeyeceğini umarım.


Galata Köprüsü’nden Haliç’e bakıldığında Unkapanı Köprüsü’ne rağmen Haliç kıvrımı (Altın Boynuz) Kasımpaşa Cibali kıyılarına kadar gözle görülebilirdi. Aynı biçimde Haliç’ten bakıldığında Unkapanı, Galata köprüleriyle ana liman gözlemlenirdi. Haliç Metro Köprüsü’nün Unkapanı Köprüsü’nden birkaç metre yüksek oluşu nedeniyle bugün ne Haliç’ten Limanı, ne Limandan Haliç’i görüp izleyebilirsiniz. Ayrıca köprünün ortasından yükselen parmaklıklar, demir bir kafes gibi Azapkapı yönünden bakıldığında Süleymaniye Camisi’nin görüntüsünü de engelliyor.


Altıncı Daire, yani Beyoğlu Belediye Binası, Tünel’de Şişhane yokuşunun başındadır.
1855 yılında yapılan bir düzenlemeyle kent on dört bölgeye ayrılmıştı.  Bunlardan altıncısı Beyoğlu-Galata bölgesiydi. Bina, 1879-1883 yılları arasında bir İtalyan mimar tarafından yapılmıştır. Türkiye’nin ilk belediye binası olması bakımından tarihsel bir özellik taşımaktadır. Yenilenmelerde kimi değişikliklere uğramışsa da anıtsal yapısını korumuştur. Bugün üstüne ya da arkasına yapılan camlı kübik kat/ yapı her neyse, bütün çirkinliğiyle tarihi binanın görünümünü  zedelemektedir.


Yeraltı otoparkları, üstünden bakıldığından açıklık bir yeşil alan görünümündedir. Rengarenk açan çiçekleri, yemyeşil çimenleriyle, üstüne oturulup dinlenilebilecek banklarıyla bir parkı andırır. Öyle de düzenlenmiştir.


Yağmur yağdığında mis gibi toprak kokusu duyulsa da altı beton olduğundan akan yağmur suları, yer altına geçemeyip kanalizasyonlardan denize boşalacaktır. Kentin bağrı delinerek yapılan yer altı otoparkları, araç sıkışıklığını, trafik yoğunluğunu önlemekte yararlı olsa da yağmur sularını geçirmediği için kuraklığa neden olan en önemli etkendir.

Evrensel, Yazı: Adnan Özyalçıner, 22.03.2014

 

******


TARİHİ FABRİKA FESHANE'Yİ YIKTILAR

 

 

Eyüp İlçesi'nin Defterdar semtinde Türkiye’nin çeşitli şehirlerini, yemeklerini tanıtmak üzere panayırlar açılıyor. Fes-hane Uluslararası Fuar Kongre ve Kültür Merkezinde. Bahçede şişme lunaparklar kuruluyor. Her gördüğümde bir grup sanatçının bu mekanın endüstri müzesi kimliğini de koruyarak kültür ve sanat merkezi yapılması için binayı işgalini hatırlıyorum. İşgal boyunca sergiler, konserler, basın açıklamaları... Bir yanda müzikçiler, öte yanda ressamlar, yazarlar.  Başaramıyoruz ya da beceremiyoruz. Böylece eski makineleri hâlâ duran Feshane, makinelerden arındırılıp temiz pak kiralanan bir panayır alanı oluyor.


Feshane, daha doğrusu Feshane Dokuma Fabrikası 1835 yılında Osmanlı ordusunun yeni kıyafetlerinin temini için gereken çuha ve fesin yapımı için kuruldu 1893 yılında Chicago’da açılmış olan Uluslararası sergide Feshane fabrikası sergilediği yünlü kumaşlar ve feslerle ödüle layık görülmüştür. Feshane’de kumaş ve fes dışında özel olarak halı da üretilmiştir.


Feshane binası, türünün ilk prefabrik çelik kons-trüksiyon tekstil fabrikasıdır. Kolonlar Belçika’da döküm olarak imal edilerek getirilmiştir. Bina bu özelliğiyle de büyük önem taşır.


Feshane öteki dokuma fabrikaları gibi kadın çalışanların kalabalık olduğu bir işyeridir. Cumhuriyetten önce görülen işçi hareketlerinde Ermeni ve Rum öncülerin hareketi başlattığından söz edilir. 1872-1907 tarihleri arasında gerçekleşen 50 grevden 9’u kadınların çalıştığı dokuma endüstrisindedir. 22 Ağustos 1876’da Feshane’de çalışan 50 kadar Rum ve Ermeni kadın işçi, Bab-ı Ali’ye yürümüş, sadrazama bir dilekçe vererek, ödenmeyen ücretlerinin ödenmesini istemişlerdi. Kadınların çalıştığı dokuma endüstrinin devlete bağlı kesiminde çalışanlar için yapılan bir saptamaya göre 1891 yılında Yedikule kumaş fabrikasında 350, Zeytinburnu fabrikasında 800 işçi çalışmaktadır. 1953 yılında Feshane fabrikasında 389 kadın işçi çalışmaktadır.


1986 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Haliç ve çevresini düzenleme projesi kapsamında fabrika boşaltılmış hazır giyim bölümü Bakırköy sanayi işletmesine taşınmış, büyük dokuma salonu dışında fabrika yıkılmıştır.


1992 yılında Büyükşehir Belediyesi ve özel bir kuruluşun girişimiyle çağdaş el sanatları müzesine dönüştürülen Feshane binası 1998 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesinin yeni bir proje kapsamında yenileme çalışmalarını başlatmasıyla bugünkü işlevine kavuşturulmuştur.

Evrensel, Yazı Sennur Sezer, 22.03.2014

SELFİE ÇEKERKEN TARİHİ HEYKELİ KIRDI

 



Bir kimsenin fotoğraf makinesiyle veya cep telefonuyla kendi fotoğrafını çekmesine ‘selfie’ deniyor. Yüzyıl kadar eskiye dayanan bu kelimenin hayatımıza girmesi ise bu fotoğrafların İnternet üzerinden paylaşılmasıyla oldu.  

 

Geçtiğimiz yıla damgasını vuran bu sözcük öylesine ünlendi ki, prestijli yayın evi Oxford kelimeyi sözlüğüne katmakla yetinmedi, aynı zamanda yılın kelimesi seçti.


Son olarak Oscar törenlerinde Sunucu Ellen DeGeneres’in, salondaki Hollywood ünlülerinin arasına karışarak, çektiği “toplu selfie” 3 milyon kişi tarafından paylaşıldı ve sosyal medyada yeni bir akım yarattı.

 

Tüm dünyada çeşitli gruplar, okullarda, iş yerlerinde, aile toplantılarında, akıllı telefonlarından kendileri ve beraberindekilerin fotoğrafını çekip, “toplu selfie” olarak Twitter ve Facebook’ta paylaşmaya başladılar.

 

Şimdiye kadar sosyal medyada paylaşılan ‘toplu selfie’ler tebessüme neden olurken, İtalya’dan gelen bir haber bu kadar da olmaz dedirtti.

 

SARHOŞ SATİRİ’NİN BACAĞINI KOPARDI
Milano kentindeki tarihi bir heykelin kucağına oturarak fotoğraf çekmeye çalışan bir kişi, 19. yy’dan kalma Greko-Romen heykelinin bacağını kopardı.

Hellenistik devrine ait, yarı insan yarı hayvan olarak betimlenmiş ve sızmış halde uyuyan “Sarhoş Satiri” heykeli, İtalya’nın en ünlü akademik kurumlarından olan Brere Güzel Sanatlar Akademisinde sergileniyor.

Heykelin bacağının koptuğunu, kırık parçalarla karşılaşınca anlayan çalışanlar, güvenlik kameraları kayıtlarını inceledi. İncelemede, adı açıklanmayan bir öğrencinin fotoğraf çekerken bacağı kopardığı görülüyor.

Ancak öğrencinin bacak kopmadan önce fotoğrafı çekip çekemediği ise bilinmiyor.

Evrensel, 21.03.2014

YENİ BİR DİNOZOR KEŞFEDİLDİ: CEHENNEM TAVUĞU

 

 

Utah Üniversitesi araştırmacıları, Amerika'nın kuzey eyaletlerinde yaptıkları kazılarda yeni bir dinozor fosili keşfetti. Görünümü nedeniyle "Cehennem tavuğu" olarak bilinen dinozora Amerikan Doğal Tarih Müzesi yetkilileri, araştırmanın gerçekleşmesini sağlayan bağışçı müze müdürünün torununun ismini verdi. En az 66 milyon yıl önce yaşamış "cehennem tavuğu" olarak tanınan dinozor "Anzu wyliei" ismi ile bilim dünyasındaki yerini aldı. Oviraptrorosaurs türündeki 3.35 metre boyunda ve 286 kilogram ağırlığında olduğu tahmin edilen dinozora ait üç fosili bir araya getiren bilim adamları, birleştirdikleri ayrı parçaların neredeyse dinozorun tüm iskeletini meydana getirdiğini keşfetti. Buluntuların, canlının biyolojik özelliklerine dair oldukça geniş bir yelpazede bilgi sağlayabileceğini tahmin eden uzmanlar, dişe sahip olmayan, kafasında ibriği, öldürücü pençeleri ve uzun ince bacaklarıyla ödül için dövüştürülen güçlü tavuklara benzediği için "cehennem tavuğu" olarak tanınan dinozorun ana türü hakkında yeterli bilginin henüz elde edilemediğini belirtti. Araştırmayı yürüten ekipte bulunan bilim adamı Hans Sues, "O bölgede böyle bir canlının bulunabileceğine dair ipuçları vardı ancak kazılarda dinozora ait kemiklerle iskeletin neredeyse yüzde 80'i bir araya getirilebiliyor" diyerek bu kadar detaylı araştırma fırsatı bulabileceklerini tahmin etmediklerini belirtti. Kazılarda elde edilen fosil parçaları Pittsburgh'daki Carnegie Doğa Tarihi Müzesi'nde sergilenecek.

Sabah, 21.03.2014

ATAKÖY'DE TOKİ'YE MAHKEME "DUR" DEDİ

 

 

Ataköy sahilde İstanbul 1 No’lu Kültür Varlıkları Koruma Kurulu’nu devre dışı bırakan TOKİ’ye mahkemeden dur kararı çıktı.

Radikal’in ortaya çıkardığı, Ataköy sahilde yer alan TOKİ’ye ait arazideki hukuksuzluklara karşı İstanbul 9. İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı verdi.

Mimarlar Odası’nın açtığı davayı görüşen mahkeme, 25 Şubat’ta verdiği kararda Kültür ve Turizm ile Çevre ve Şehircilik bakanlıklarından iddialarla ilgili belge ve bilgileri isteyerek şöyle dedi:

“Olayın özelliği ve davanın durumu dikkate alınarak, dava konusu işlemin uygulanması halinde telafisi güç zararlar doğurabilecek nitelikte bulunması nedeniyle davalı idareden savunma ve ara kararı cevabı alınıncaya kadar dava konusu işlemin yürütmesinin durdurulmasına oy birliği ile karar verildi.”

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 20.03.2014

MİNİ ETEKLİ KADIN HEYKELİNE SALDIRI

 

Bursa’nın merkez Nilüfer İlçesi’nde, 2013 yılında gerçekleştirilen “Uluslararası Kuzgun Acar Heykel Sempozyumu” kapsamında Güney Koreli Sanatçı Weongeun Kim tarafından yapılan “Gerçek Aşk” isimli mini etekli kadın heykeli, ayak kısımları kırılarak yerinden sökülmek istendi.

 

Zarar gören heykel, Nilüfer Belediyesi tarafından depoya kaldırılırken, onarımı için Güney Koreli sanatçı ile iletişime geçildi. Yüzüncüyıl Mahallesi’ndeki Özlüce Parkı’ndaki heykele yapılan saldırıyı Facebook’tan duyuran Nilüfer Belediyesi, “Emniyet tarafından gerekli işlemler başlatıldı” açıklaması yapıldı.

Milliyet, 20.03.2014

TROYA İMAR TEHDİDİ ALTINDA

 

Milli Parklar Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikle, tabiat alanlarının yanı sıra tarihi-arkeolojik alanlar da imar tehdidi altına girdi.

 

Yeni düzenlemeye göre, milli parklarda önce müdahale sonra plan değişikliği yapılacak. Bu düzenlemeyle beraber ‘tahta at’ıyla simgeleşen Troya antik kenti, Büyük Taarruz’un yapıldığı alan ve Göreme de koruma bölge kurulu kararı olmaksızın imar müdahalesine açık hale geldi.

Milliyet, Haber: Mithat Yurdakul, 20.03.2014

KAYIP FABERGE YUMURTASI BULUNDU

 

Dünya genelinde 53 tane olduğu bilinen fakat günümüzde 45'inin yeri belli olan Faberge yumurtalarından biri daha bulundu.

İsmi açıklanmayan bir sanatseverin 8 bin sterline aldığı sanat eserinin 20 milyon sterlin değerindeki Faberge'lerden biri olduğu düşünülüyor.

Çarlık Rusyası döneminde, Gustav Faberge ve Carl Faberge tarafından yapılan kaz yumurtası büyüklüğündeki mücevher işlemeli yumurtalar, Çar III. Aleksandr tarafından eşi için Paskalya hediyesi olarak sipariş edilmişti.

Faberge yumurtalarının bir diğer özelliği her birinin içerisinden bir sürpriz çıkması.

Sabah, 20.03.2014

TARİHİ YALIYA TUHAF DOLGU

 

 

Çengelköy sahilinde 1811’den kalma tescilli Abdullah Ağa Yalısı’nın önüne yapılan kaçak beton dolgu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ’ın danışmanı Mustafa Varank ile ismi bilinmeyen bir şahıs arasında geçtiği öne sürülen ses kaydı dolayısıyla tekrar gündeme geldi. Yalının kiracısı Sütiş’in yetkilileri Radikal’e yaptıkları açıklamada beton dolguyu kendilerinin yaptırdığını, sonra da İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) tarafından usulsüz bulunarak yıkıldığını söyledi. Yalının restorasyonunu yapan Sinan Genim ise “Başbakan görmüş sinirlenmiş, ‘sökün bunu’ dedi söktüler” dedi.

Hiçbir izin alınmamış
Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait yalı hem tescilli kültür varlığı, hem de Boğaziçi öngörünüm alanında. Yalıya yapılacak her türlü müdahale için ilgili Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’ndan ve Boğaziçi İmar Müdürlüğü’nden izin almak gerekiyor. Uydu görüntülerine göre 14 Eylül-7 Ekim 2012 arasında denize yapılmış beton dolgu içinse hiçbir izin alınmamış. Tepkili vatandaşların sosyal medyadan paylaştığı fotoğraflara göre dolgu, iş makineneleriyle 20 Aralık 2012’de yıkılmış. 

Sütiş: İç dekorasyonuna dokunmadık
Yalının kiracısı Sütiş, Radikal’e yaptığı açıklamada beton dolguyu kendilerinin yaptırdığını kabul etti. Sütiş’in kurumsal iletişim sorumlusu Sercan Ersan, “Yalının yan tarafından denize kanalizasyon akıyor, beton çıkma yaparak kokuyu engelleyebilir miyiz dedik. Belediye usulsüz buldu yıktırdı. Tarihi yapının iç dekorasyonunda hiçbir şeye dokunmadık, sürekli denetlendik” dedi. Ersan, usülsüz işlem hakkında belediyeden kendilerine tebliğ edilen herhangi bir ceza olmadığını belirtti.

Sinan Genim: Başbakan emir verdi söktüler
Üsküdar Belediyesi, Boğaziçi öngörünüm alanında kalan yalının İBB’nin yetkisinde olduğunu belirtirken İBB yetkilileri sorularımıza cevap vermedi. 2007’de yalının restorasyonunu yapan Sinan Genim ise yalının önündeki ilk dolguyu 2009’da İSKİ’nin yaptığını, 2012’de bu dolgunun betonla kaplandığını belirterek “Onu da Başbakan emir verdi söktüler. Başbakan görmüş sinirlenmiş, sökün bunu’ dedi söktüler” dedi.

 

Denize kanalizasyon akıyor
Mart 2009’da Milliyet gazetesinde çıkan haberde İSKİ’nin koruma kurulundan izin almadan o sırada restorasyonda olan yalının önüne taş dolgu yaptığı belirtilmiş. İSKİ, taş dolgunun geçici olarak ve yalının yanından denize dökülen atıksu kanalının tıkanmaması için yapıldığını ve Küçüksu arıtma tesisi tamamlanınca kaldırılacağını belirtmiş. Sütiş’in beton dolgusu yıkılmasına rağmen ‘geçici’ taş dolgu bugün hala yerinde. Mimarlar Odası İstanbul Şube Başkanı Sami Yılmaztürk, “Boğaziçi Yasası uyarınca yapı olduğu gibi korunmak zorundadır, zemine de hiçbir şekilde müdahale edilemez. Ancak 1994’ten itibaren, özellikle de 2002 sonrasında Boğaziçi sınırlarında birçok yapının yatırımcı talepleri doğrultusunda inşa edildiği, hiçbir kurul kararının dikkate alınmadığı biliniyor. Sadece Boğaziçi’ndeki rant bile AKP iktidarının varlığını açıklamaya yeterlidir” diye konuştu.

Radikal, Haber: Elif İnce, 20.03.2014

'TARİH ÖNCESİ YAŞAM' MÜZESİ AÇILDI

 

 

İzmir'de yerleşik yaşamın 8 bin 500 yıllık olduğunu kanıtlayan buluntuların çıkarıldığı Yeşilova Höyüğü'nü bulunduğu alanda 'Bornova Belediyesi Tarih Öncesi Yaşam Müzesi' açıldı.

 

Müze ziyaretçileri buluntu sergisi, kazı evi ve alanı, tarih öncesi köy evinde tarih öncesi yaşamla ilgili bilgi edinebilecek.

 

Bornova Belediye Başkanı CHP'li Prof.Dr. Kamil Okyay Sındır, Bornova'nın bir kültür kenti olduğunu, 'Tarih Öncesi Yaşam Müzesi'ni de bunun sonucu olarak yaptıklarını söyledi. Sındır, "Yeşilova Höyüğü 8 bin 500 yıllık bir höyük. Kazılar, bize tarih öncesi dönemle ilgili bilgiler verdi. Bulguları başka bir yerdeki müzede sergiliyor olmaktan mutlu olmadım. Kazı alanı yakınındaki bir müzede sergilenmesi gerekitiğine inandım. Bugün bunu gerçekleştirdik. Kent kimliğinin kazandırılması yönünden çok önemli bir işlevi olacak.

 

Gerek öğrencilerin eğitimi gerekse turizm açısından büyük ilgi göreceğine inanıyorum. Turizm rehberlerinin güzergahında yeralacak. Müzeyi mimari bir yarışma sonucu yaptık. Fonskiyonel bir yapı olmasının yanırısa kent için estetik bir yapı kazandırdık. Dünya Mimarlık Yarışması'nda ilk 10 proje arasında yeraldı. Tarih Öncesi Yaşam Müzesi'ne yöre halkının da sahip çıkacağına inanıyorum" dedi.

 

Yeşilova Höyüğü Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Zafer Derin, kent tarihini değiştiren buluntuların bu bölgeden çıktığını söyledi. Müzenin birkaç bölümden oluştuğuna, pek çok unsuru içinde barındırdığına dikkat çeken Yrd. Doç.Dr. Derin, "Sergi alanı var. Kazı evinde yapılan çalışmalar izlenebiliyor. Tarih öncesi yaşamdan köy evi var. Burada o dönemin yaşamıyla ilgili bilgiler öğrenelibilinecek. Eğitim parkı var. Yeşilova Höyüğü kazı alanı da müze içinde yeralıyor. Tüm bu unsurları Türkiye'de bir araya getiren ilk müze olma özelliğini taşıyor. Dünyada da benzerleri çok az. Bir kültür merkezi işlevi görecek" dedi.

 

BELEDİYE BAŞKANLARI YALNIZ BIRAKMADI

Tarih Öncesi Yaşam Müzesi açılışında Bornova Belediye Başkanı Kamil Okyay Sındır'ı, hepsi CHP'li olan Buca Belediye Başkanı Ercan Tatı, Karabağlar Belediye Başkanı Sıtkı Kürüm ve Çiğli Belediye Başkanı Metin Solak yalnız bırakmadı. CHP Bornova Belediye Başkan adayı Olgun Atilla, Mimarlar Odası İzmir Şubesi Başkanı Hasan Topal, Karacaoğlan ve Yeşilova Mahalleleri Kültür ve Dayanışma Derneği (KAYED) Başkanı İbrahim Aktaş ve Bornovalılar da açılışa katıldı.

Gerçek Gündem, 19.03.2014

MYNDOS'UN YENİ HAZİNELERİ

 

 

Myndos antik kentinde devam eden kazılarda yeni bir pythos (küp) mezar ve bir seramik atölyesi bulundu.

 

Pers krallığına karşı gelen Karyalıların lideri, satrap Mausolos’un kurduğu antik kent Myndos’ta kazılar sürüyor. Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Mustafa Şahin tarafından yürütülen kazılarda iki pithos (küp) mezar ile bir seramik atölyesi bulundu.

 

Al Jazeera'nın haberine göre Myndos antik kentindeki yaşama dair ipuçları vermesi beklenen seramik atölyesi, antik kentin dönemin ticaretinde ne kadar etkili olduğuna dair de bir fikir oluşturacak.

 

Bodrum’un Gümüşlük İlçesi'nde yer alan Myndos antik kentinde Karyalılar, MÖ 7. yüzyılda yerleşti. MS. Akdeniz ve Batı Anadolu’yu etkileyen depremler sonucu büyük bir bölümünün sualtında kaldığı düşünülen antik kentin bir kısmı bugün de ziyarete açık.

Gerçek Gündem, 19.03.2014

İSTANBUL'UN YENİ BİR RESİM MÜZESİ OLDU

 

Yedi yıl önce kapanan İstanbul Resim Heykel Müzesi'nin binası Milli Saraylar tarafından restore edilip 'Resim Müzesi' adıyla yeniden açılıyor. Mimar Sinan Üniversitesi'nin bıraktığı binada şimdi Milli Saraylar'ın koleksiyonu sergilenecek. Klasik eserlerin sergilendiği müze için 'Osmanlı resmi müzesi' diyebiliriz.

 

Bir zamanlar İstanbul Resim Heykel Müzesi’ni ağırlayan Dolmabahçe’deki tarihi bina, tekrar bir resim müzesi olarak kapılarını açıyor. Ama bu kez sahibi ve dolayısıyla ağırladığı koleksiyon farklı. Yıllarca Mimar Sinan Üniversitesi koleksiyonunu ağırlamıştı. Cumartesi günü artık Milli Saraylar Resim Müzesi olarak kapılarını açacak.


Şu sıralar bir yandan bahçe düzenlemesi yapılan, bir yandan da tablolar asılmasına devam edilen yapının restorasyonu iki yıl sürmüş. Veliaht Dairesi olarak bilinen bu yapının Türkiye sanat tarihinde, acıklı hikayesiyle de ayrı bir yeri var. Veliaht Dairesi 1937 yılında müze olmuş, uzun yıllar Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Resim Heykel Müzesi olarak kullanılmıştı. Türk sanat tarihini temsil eden görkemli koleksiyonuna rağmen binanın yenilenmesi için kaynak bulmakta güçlük çeken üniversite, 2007 yılında müzeyi kapattı. Daha sonra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de müdahalesiyle üniversiteye yeni bir bina verildi ve Veliaht Dairesi de tamamen Milli Saraylar’a geçti. Mimar Sinan Resim Heykel Müzesi koleksiyonu, çağdaş bir müze olarak yenilenme çalışmaları süren Fındıklı’daki Antrepo No:5’e taşındı.


Milli Saraylar iki yılda tarihi binalar konusundaki birikimini de harekete geçirip, Veliaht Dairesi’ni yenilemiş ve binayı bir müze olarak düzenlemiş. Milli Saraylar’a bağlı pek çok müzede sergilenen çok değerli tablolar burada toplanmış. Ayrıca Milli Saraylar’a bağlı olmayan Topkapı Sarayı’nın depolarındaki bazı resimler de ödünç alınıp restore edilerek sergiye dahil edilmiş.


Milli Saraylar Koleksiyonu’nda altı yüz civarında resim var. Bunların 202’si yeni müzede sergileniyor. Sergilenen resimler içinde çok sayıda Şeker Ahmed Paşa, Ayvazovski, Zonaro, Osman Hamdi Bey gibi Osmanlı’nın son döneminde çalışmış ünlü ressamlara ait eser yer alıyor. Resim sorumlusu Gülsen Sevinç Kaya, ‘son dönem Osmanlı sarayının resim beğenisini yansıtan’ bir müze olduklarını söylüyor. Çünkü Milli Saraylar’ın koleksiyonu da 19. Yüzyıl Osmanlı padişahlarının yaptırdığı, satın aldığı, beğendiği ve saraylarda kendine yer bulabilen resimlerden oluşuyor. Tabii içlerinde Osmanlı asker ressamların da, sarayda görevli yabancı ressamların da klasik dönemin belli başlı neredeyse bütün ustalarının da işleri var. (Tabii sanat tarihimizde pek anılmayan Ermeni, Rum ressamlar burada da yok.) Dolayısıyla bize klasik Türk resminin oluştuğu dönem hakkında iyi bir fikir veren bu müze için ‘Osmanlı resmi müzesi’ demek mümkün.
Çarşamba günü düzenlenen basın turunda konuştuğumuz Müze Şefi Recep İmat, restorasyona çok özendiklerini anlattı. Tavandaki resimler, yaldızlı süslemeler, özel sıvalar tamamen yenilenmiş ve yapı neredeyse içindeki koleksiyonla rekabet eden bir ışıltı kazanmış. İki kanattan oluşan yapının bir kanadı halen restorasyonda. Tamamlandığında sosyal alan olarak kullanılması tasarlanıyor.


Müzenin hemen girişinde Topkapı Sarayı’ndan getirilen iki büyük ve ünlü resim karşılıyor ziyaretçileri. Veliahd Dairesi’ni yaptıran Sultan Abdülmecit ve onun ardından tahta geçen o dönemin veliahdı Sultan Abdülaziz. İlk salonda askeri konudaki resimler, son halife Abdülmecid Efendi’nin kütüphanesi olarak bilinen salonda ise İstanbul manzaraları yer alıyor. Bir salonda Abdülaziz döneminde Paris Goupil galerisinden satın alınan resimler, bir başkasında Zonaro ve Chlebowski gibi saray ressamları, bir diğerinde Oryantalist resimler, bir başkasında Şeker Ahmed Paşa gibi yaver ressamlar var. Sarayın büyük salonu ise deniz resimleriyle Osmanlı’da çok sevilen ünlü Rus ressam Ayvazovski’ye ayrılmış. Müze, Milli Saraylar koleksiyonundaki bazı Cumhuriyet dönemi sanatçılarının eserlerine ayrılan küçük bir salonla tamamlanıyor.


Milli Saraylar, Saat Müzesi’nin ardından Resim Müzesi’ni de açmış oldu. Benzer obje müzeleriyle ellerindeki eski eser koleksiyonunu daha iyi gösterecekleri bir strateji benimsemişler. Gülsen Sevinç Kaya, ‘Koridorlarda asılı bu resimleri ziyaretçiler iyi göremiyordu. Şimdi bu müzede hepsini topluca inceleyip, eserlerle vakit geçirme olanağı bulacaklar’ diye özetliyor meseleyi. Bu müzeyle birlikte Beşiktaş ’tan başlayıp Karaköy’e kadar uzanacak, içinde Dolmabahçe Sarayı’nın, Mimar Sinan Üniversitesi’nin açacağı Çağdaş Sanatlar Müzesi’nin ve İstanbul Modern’in olduğu bir tür ‘müzeler vadisi’ de oluşmaya başlıyor.


Veliaht Dairesi olan bu eski saray, aslında sanat müzesi olmak için ideal bir mekan değil. Resim Heykel Müzesi’nin eski müdürlerinden Prof. Ferid Özşen’in bu yapının ‘klasik’ resim örneklerinin sergileneceği sembolik bir mekan olarak kullanılması, ama esas Mimar Sinan koleksiyonu için yeni ve çağdaş bir bina yapılması gibi fikirleri vardı. Şimdi bu fikir bir ölçüde gerçekleşmiş oldu. Bina, Mimar Sinan Üniversitesi’nden alındığında Başbakana, Cumhurbaşkanına tahsis edilecek gibi dedikodular da çıkmıştı; neyse ki doğru çıkmadı. Binanın tekrar bir sanat kurumu olarak kamuya açılması iyi bir çözüm. Geniş bahçesi, manzarası, kafeleriyle insanların vakit geçireceği bir yer olabilir. Tabii etrafındaki resmi kurumların aşırı güvenlik boğuntusundan sıyrılıp da oraya ulaşmayı başaranlar için… Her şey iyi hoş olsa bile şu soruyu da sormadan edemiyoruz. Madem resim müzesi olacaktı bu bina neden Mimar Sinan’dan alındı? Milli Saraylar ve Mimar Sinan koleksiyonları birleştirilip Osmanlı dönemi tamamen burada toplanamaz mıydı? Nitekim Milli Saraylar’ın talebine rağmen Mimar Sinan’ın da kendi koleksiyonundaki bazı resimleri bu müzeye ödünç vermeye yanaşmadığı söyleniyor. Anlaşılan onlar da söz konusu eserleri iki sene sonra açacakları kendi müzeleri için ellerinde tutmak istemiş. Yani ortada tuhaf bir rekabet ve işbirliği eksikliği yok değil.


Yukarıda soruya iyimser bir cevap vermek de mümkün. Sonuçta her müze, kendi bakış açısıyla farklı bir dünya sunar. Milli Saraylar Resim Müzesi, MSGÜ Çağdaş Sanatlar Müzesi ve İstanbul Modern birbirine teğet geçen hatta biraz örtüşen ama değişik alanlara doğru açılan üç farklı kurum olacak. Aslında her müzenin koleksiyonu başka bir ağırlık taşıyor. ‘Klasik Osmanlı dönemi’, ‘Cumhuriyet’in modern sanatı’ ve günümüzün ‘çağdaş sanatı’ birbiri ardına gezilebilecek üç müzede toplanmış olacak. Makus talihini yenen Veliaht Dairesi adına da kentimizin yeni bir müzesi oldu diye kendi adımıza da sevinebiliriz.

Radikal, Yazı: Cem Erciyes, 19.03.2014

 

******


RESİM HEYKEL MÜZESİ EL DEĞİŞTİRMİŞ GİBİ

 

 

Bir zamanlar İstanbul Resim Heykel Müzesi’ni ağırlayan Dolmabahçe’deki tarihi bina, tekrar bir resim müzesi olarak kapılarını açıyor. Ama bu kez sahibi ve dolayısıyla ağırladığı koleksiyon farklı. Yıllarca Mimar Sinan Üniversitesi koleksiyonunu ağırlamıştı. 22 Mart Cumartesi günü artık Milli Saraylar Resim Müzesi olarak kapılarını açacak.

Şu sıralar bir yandan bahçe düzenlemesi yapılan, bir yandan da tabloların asılmasına devam edilen yapının restorasyonu iki yıl sürmüş. Veliaht Dairesi olarak bilinen bu yapının Türkiye sanat tarihinde, acıklı hikayesiyle de ayrı bir yeri var. Veliaht Dairesi 1937 yılında müze olmuş, uzun yıllar Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Resim Heykel Müzesi olarak kullanılmıştı. Binanın yenilenmesi için kaynak bulmakta güçlük çeken üniversite, 2007 yılında müzeyi kapattı. Daha sonra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de müdahalesiyle üniversiteye yeni bir bina verildi ve Veliaht Dairesi de tamamen Milli Saraylar’a geçti. Mimar Sinan Resim Heykel Müzesi koleksiyonu, çağdaş bir müze olarak yenilenme çalışmaları süren Fındıklı’daki Antrepo No:5’e taşındı.

Milli Saraylar iki yılda tarihi binalar konusundaki birikimini de harekete geçirip, Veliaht Dairesi’ni yenilemiş ve binayı bir müze olarak düzenlemiş. Milli Saraylar’a bağlı pek çok müzede sergilenen çok değerli tablolar burada toplanmış. Ayrıca Milli Saraylar’a bağlı olmayan Topkapı Sarayı’nın depolarındaki bazı resimler de ödünç alınıp restore edilerek sergiye dahil edilmiş. 

 




Milli Saraylar Koleksiyonu’nda altı yüz civarında resim var. Bunların 202’si yeni müzede sergileniyor. Sergilenen resimler içinde çok sayıda Şeker Ahmed Paşa, Ayvazovski, Zonaro, Osman Hamdi Bey gibi Osmanlı’nın son döneminde çalışmış ünlü ressamlara ait eser yer alıyor. Milli Saraylar’ın koleksiyonu da 19. yüzyıl Osmanlı padişahlarının yaptırdığı, satın aldığı, beğendiği ve saraylarda kendine yer bulabilen resimlerden oluşuyor. Tabii içlerinde Osmanlı asker ressamların da sarayda görevli yabancı ressamların da klasik dönemin belli başlı neredeyse bütün ustalarının da işleri var. (Tabii sanat tarihimizde pek anılmayan Ermeni, Rum ressamlar burada da yok.) Dolayısıyla bize klasik Türk resminin oluştuğu dönem hakkında iyi bir fikir veren bu müze için ‘Osmanlı resmi müzesi’ demek mümkün.

Padişahlar karşılıyor!
Dün düzenlenen basın turunda konuştuğumuz Müze Şefi Recep İmat, restorasyona çok özendiklerini anlattı. Tavandaki resimler, yaldızlı süslemeler, özel sıvalar tamamen yenilenmiş ve yapı neredeyse içindeki koleksiyonla rekabet eden bir ışıltı kazanmış. İki kanattan oluşan yapının bir kanadı halen restorasyonda. Tamamlandığında sosyal alan olarak kullanılması tasarlanıyor.

Müzenin hemen girişinde Topkapı Sarayı’ndan getirilen iki büyük ve ünlü resim karşılıyor ziyaretçileri: Veliaht Dairesi’ni yaptıran Sultan Abdülmecit ve onun ardından tahta geçen o dönemin veliahdı Sultan Abdülaziz. İlk salonda askeri konudaki resimler, son halife Abdülmecid Efendi’nin kütüphanesi olarak bilinen salonda ise İstanbul manzaraları yer alıyor. Bir salonda Abdülaziz döneminde Paris Goupil galerisinden satın alınan resimler, bir başkasında Zonaro ve Chlebowski gibi saray ressamları, bir diğerinde Oryantalist resimler, bir başkasında Şeker Ahmed Paşa gibi yaver ressamlar var. Sarayın büyük salonu ise deniz resimleriyle Osmanlı’da çok sevilen ünlü Rus ressam Ayvazovski’ye ayrılmış. Müze, Milli Saraylar koleksiyonundaki bazı Cumhuriyet dönemi sanatçılarının eserlerine ayrılan küçük bir salonla tamamlanıyor.

 




Her şey iyi hoş olsa bile şu soruyu da sormadan edemiyoruz: Madem resim müzesi olacaktı bu bina neden Mimar Sinan’dan alındı? Milli Saraylar ve Mimar Sinan koleksiyonları birleştirilip Osmanlı dönemi tamamen burada toplanamaz mıydı? Nitekim Milli Saraylar’ın talebine rağmen Mimar Sinan’ın da kendi koleksiyonundaki bazı resimleri bu müzeye ödünç vermeye yanaşmadığı söyleniyor. Anlaşılan onlar da söz konusu eserleri iki sene sonra açacakları kendi müzeleri için ellerinde tutmak istemiş. Yani ortada tuhaf bir rekabet ve işbirliği eksikliği yok değil.

Yukarıdaki soruya iyimser bir cevap vermek de mümkün. Sonuçta her müze, kendi bakış açısıyla farklı bir dünya sunar. Milli Saraylar Resim Müzesi, MSGÜ Çağdaş Sanatlar Müzesi ve İstanbul Modern birbirine teğet geçen hatta biraz örtüşen ama değişik alanlara doğru açılan üç farklı kurum olacak. Aslında her müzenin koleksiyonu başka bir ağırlık taşıyor. ‘Klasik Osmanlı dönemi’, ‘Cumhuriyet’in modern sanatı’ ve günümüzün ‘çağdaş sanatı’ birbiri ardına gezilebilecek üç müzede toplanmış olacak. Makus talihini yenen Veliaht Dairesi adına da kentimizin yeni bir müzesi oldu diye kendi adımıza da sevinebiliriz.

Radikal, Yazı Cem Erciyes, 20.03.2014



******


DOLMABAHÇE'DE YENİ RESİM MÜZESİ

 

 

İstanbul Resim Heykel Müzesi’nin 1937’den bu yana kullandığı Dolmabahçe Sarayı’ndaki Veliahd Dairesi, dört yıl süren restorasyonun ardından Milli Saraylar Resim Müzesi’ne dönüştürüldü. 22 Mart Cumartesi günü açılacak müzede, Topkapı Sarayı’ndan ve TBMM’ye bağlı diğer saraylardan şimdilik 202 tablo sergilenecek. 

 

İstanbul, yeni bir resim müzesi kazandı. Daha önce Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'ne bağlı olan Dolmabahçe Sarayı'ndaki Resim ve Heykel Müzesi'nin kullandığı fakat 2011'de olaylı bir şekilde boşaltılan Veliahd Dairesi, dört yıl süren restorasyonun ardından Milli Saraylar Resim Müzesi'ne dönüştürüldü. Milli Saraylar Tablo Koleksiyon Sorumlusu ve Resim Müzesi Küratörü Gülsen Sevinç Kaya, müzeyle ilgili dün basına özel düzenlenen gezide bilgi verdi. 21 Mart’ta açılacak müzede, Topkapı Sarayı'ndan 28 eserin yanı sıra TBMM'ye bağlı diğer sarayların envanterine kayıtlı toplam 174 resim, tematik bir düzende sergileniyor. Aslında Topkapı Sarayı'ndan 5 yıllığına sergilenmek üzere 44 eser alındı. Fakat depolardan çıkarılan ve çoğu padişah portreleri ile resmi törenleri anlatan bu eserlerin durumu iyi olmadığı için hepsi Yıldız'daki Milli Saraylar Tablo Restorasyon ve Konservasyon Merkezi'nde elden geçiriliyor. Müzede şimdilik Topkapı'dan bugüne kadar ortalarda pek görünmeyen 28 eser bulunuyor. Diğerleri ise müzenin henüz restorasyonu bitmeyen ikinci kısmında sonra teşhir edilecek.

 

Topkapı’dan gelenler arasında Polonyalı ressam Stanislav Chlebowski'nin 3 metre 45 cm büyüklüğündeki Sultan Abdülaziz portresi, ressam padişah Halife Abdülmecid Efendi'nin ünlü Nasihat tablosu, İtalyan ressam Valery'nin Nemika Sultan portresi, Sultan II. Mahmud ve III. Selim portreleri, Maltalı ressam Amadeo Preziosi'nin Sultan Abdülmecid'in Beylerbeyi’ne Gelişi tablosu var.

 

Milli Saraylar Resim Müzesi'nin tamamının restorasyonu bittiğinde ziyaretçilerin görebileceği tablo sayısı yaklaşık 400 olacak. Aslında Milli Saraylar'ın tablo koleksiyonunda 650 resim var. Fakat hepsine müzede yer verilmeyecek, diğerleri sarayların duvarlarını süslemeye devam edecek. 30 salondan oluşan yeni müzenin ziyarete açılan 11 odasının temaları şöyle: Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz Salonu, Osmanlı'da Batılılaşma Dönemi Resimleri Salonu, İstanbul Görünümleri Salonu (Sultan Abdülmecid'in kütüphane olarak kullandığı bölüm), Paris'teki Goupil Sanat Galerisi'nden Satın Alınan Tablolar, Ivan Konstantinovic Ayvazovski Salonu, Saray Ressamları Salonu, Oryantalist Ressamlar Salonu, Yaver Ressamlar Salonu, 1870-1890'lı Yıllarda Etkin Olan Türk Ressamları, Portreler ve Tarihi Konulu Kompozisyonlar/Osmanlı Sarayında Manzara Salonu, 1890-1930'lu Yıllarda Etkin Olan Türk Ressamları. Osmanlı sarayında Batı tarzında resim anlayışı, Sultan Abdülaziz döneminde Paris’teki Goupil Sanat Galerisi’nden satın alınan tablolarla başlıyor. Bu eserler, müzenin ikinci bölümünde yer alıyor.

 

Sultan Abdülaziz'in intihar ettiği belirtilen oğlu Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi portresi ile Bellini'nin Fatih Sultan Mehmet tablosunun Fausto Zonaro tarafından yapılmış 1907 tarihli kopyası, bugüne kadar sergilenmemiş birkaç eser arasında. Halife Abdülmecid'in yaptığı II. Abdülhamid'in tahttan indirilişini resmeden ‘II. Abdülhamid Han'ın Hal'i' tablosu, tarihin canlı bir tanığı olarak müzedeki yerini almış. Türk resim sanatının önemli isimlerinden Osman Hamdi Bey, Hoca Ali Rıza, Şevket Dağ, İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Halil Paşa, Osman Nuri Paşa, Şeker Ahmet Paşa, Süleyman Seyyid, Hüseyin Zekai Paşa'nın eserlerini bu tematik bölümlerde görmek mümkün.

 

Veliahd Dairesi'nin eski kiracısı Resim ve Heykel Müzesi'nin arşivinde 12 bin tablo bulunuyor ve bunların büyük bir kısmı Milli Saraylar'dan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nin envanterine geçen tablolar. Milli Saraylar Dairesi Başkanlığı, yeni açtıkları müze vesilesiyle resimlerin bir kısmını sergilemek üzere üniversiteden istemiş, fakat bugüne kadar olumlu bir cevap alınamamış.

 

Saray koleksiyonlarındaki tabloların sergilendiği Milli Saraylar Resim Müzesi'ni, Dolmabahçe Sarayı'nın ziyaretçileri ayrıca bir bilet almadan gezebilecek. Sadece müzeyi ziyaret etmek isteyenler ise sarayın Beşiktaş'taki kapısından girerek, eserleri pazartesi ve perşembe günleri hariç her gün görebilir.

Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 20.03.2014

TARİH HIRSIZLARINA "DUR" DİYECEKLER

 

Yemen’in tarihi mirası yaklaşık iki yıldır yağmalanıyor, hırsızlarsa 28 sterlin ceza ödeyerek serbest kalıyordu. Yeni kurulan bağımsız konsey, BM ile çalışarak bu talanın önüne geçmeye hazırlanıyor.

 

 

Yemen, tarihi mirasını koruma altına almak için bağımsız bir konsey kuruyor. Taraf'ın haberine göre, geçen ay kurulacağı açıklanan konsey için çalışmalara hız veren Yemen, Milli Diyalog Konferansı, Birleşmiş Milletler ve Körfez İşbirliği Konseyi ile görüşmeler yaptı. Görüşmeler neticesinde; muhaliflerin ve İslami grupların, bu mirası yağmalamasına son verme kararı alındı. Konsey ayrıca, tarih ve sanat çevrelerinden uzmanların hem finans, hem de yönetim olarak bağımsız çalışmalar yürütmesine de imkan sağlayacak.

 

Milisler el koydu

Yemen’de yaşanan ekonomik ve politik olumsuzluklar yüzünden, yaklaşık iki yıldır ülkedeki pek çok müzede yağmalama ve hırsızlık vakaları yaşanıyordu. 2011’de Abyan Müzesi yağmalanmış, geçen Mart’ta da Mukalla Müzesi’nin bulunduğu şehri ele geçiren milisler, sultana ait tahtı çalmışlardı. Ekim’de ise Sana kentindeki Milli Müze’de de yedi tarihi kılıç ve el yazması bir Kuran’a, radikal İslamcılar tarafından el konulmuştu.

 

Cezalar caydırıcı değil

İnsan hakları ve özgürlükler üzerine çalışan bir grubun başkanı olan Arwa Othman, “Yemen’de kaçakçılıkla ilgili yasalar, caydırıcılık niteliği taşımıyor. Öyle ki, ülkede kaçakçılık yapmanın veya tarihi eser çalmanın cezası; sadece 28 sterlin” ifadelerinde bulundu.

 

Othman ayrıca, “Ne politikacılar, ne de ülkede yaşayanlar milli mirasın öneminden haberdar. Arkeologlar için kazı alanları kuruluyor.

 

Sonra da başında bekleyen yağmacılar, eserlere çıkar çıkmaz el koyarak satıyor. Yeni kurulan bağımsız konsey ve Birleşmiş Milletler’in de yardımıyla, umarım bu tarihi talanın önüne geçeceğiz” dedi.

Yapı, 19.03.2014

EYÜP'TE TARİHİ BİNA ALEVLERE TESLİM OLDU

 

Eyüp İslambey Mahallesi Fahri Korutürk Caddesi Bali Baba Çıkmaz Sokak'ta 2 katlı tarihi ahşap binada dün yangın çıktı.
İtfaiyenin müdahalesine rağmen alevler binanın tamamını sarınca çok sayıda itfaiye ekibi destek verdi.

Yangın bitişik binalara sıçramadan kontrol altına alındı.

Ahşap binanın içinde ve çatısında çökme meydana geldi. Yanan binanın uzun süredir boş olduğu öğrenildi.

Sabah, 19.03.2014

"KABE'DE BENİM EVİM DAHİL 5 METREYİ AŞANLAR TEZ YIKILA!"

 

Kabe çevresindeki yüksek binalar büyük eleştiri alıyor. II. Selim ise 1574 tarihli fermanında kendi evi dahil 5 metreye geçen her evin yıkılmasını emrediyor.

Osmanlı Arşivleri’nde, son dönemlerde özellikle İslam dünyası tarafından sıkça eleştirilen Kabe çevresindeki yüksek binalarla ilgili bir fermana rastlandı. Sultan II. Selim tarafından dönemin Harem Şeyhi Kadı Hüseyin’e 30 Eylül 1574’te gönderilen fermanla Kabe’nin çevresindeki ortalama 5 metreden yüksek binalar ile bitişiğindeki evlerin yıkılması emredildi.



 

Yedikıta Tarih ve Kültür Dergisi’nin son sayısında makalesi yer alan tarihçi-yazar Selman Soydemir Osmanlı Arşivleri’nden çıkan belgenin, özellikle Mekke ve Medine söz konusu olduğunda Osmanlı padişahlarının ne kadar hassas davrandığını gösterdiğini söyledi. Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Mısır’ı fethiyle Mekke ve Medine hizmetlerinin Osmanlıların uhdesine geçtiğini anlatan Soydemir, Hicaz’ın yönetimini Memluklulardan devraldıktan sonra İslam dünyasının tek lideri olan Osmanlı Devleti’nin, artık hac hizmetlerini de üstlendiğini, II. Selim’in kendisini “Hadimü’l-Haremeyn” yani “mukaddes toprakların hizmetçisi” olarak gördüğünü aktardı.




Kabe’nin eski hali. Hacılar ve ziyarete gelenler rahatlıkla görebiliyor.


Gözleri gibi baktılar
Selman Soydemir, Sultan II. Selim’in Harem-i Şerif’in etrafındaki tuvaletlerin kokusundan hacıların rahatsız olduğunu belirterek, bu tuvaletlerin Harem-i Şerif’ten uzaklaştırılmasına, Harem-i Şerif’e bitişik olan evlerin hacılara ve Beytullah’a verdikleri zarardan dolayı yıktırılmasına dair Harem Şeyhi Kadı Hüseyin’e ferman gönderdiğini söyledi.

Padişah Selim’in Kabe’nin çevresinde 6 arşın yani ortalama 5 metreden yüksek bina yapılmamasının da emrettiğini dile getiren Soydemir, hatta Sultan Selim’in, Harem-i Şerif’in duvarına bitişik bir ev satın aldığını, bunun geliriyle Fetih Suresi okutup testilerle su dağıttırdığını, ancak o evin de istisna tutulmadan yıktırılmasını emrettiğini vurguladı. Soydemir, şu bilgileri verdi:

“Osmanlı revakları dahi hürmeten Kabe’den alçak inşa edilmişti. Fermanda yer alan diğer bir husus ise Mescid-i Haram’ı yüksekten görecek şekilde evler yapılması ve bu evlerde uygunsuz davranışlarda bulunularak ibadet edenlerin rahatsız edilmesi konusu. Fermanda, bunların da engellenmesi emrediliyor. Burada Osmanlıların Mescid-i Haram’ı yüksekten görecek şekilde yapılan binalara pek sıcak bakmadıkları dikkati çekiyor. Bugün bu anlayışın maalesef devam ettirilmediğini görüyoruz.”

 


Son hali. Üst geçitte yürüyen hacılar, etrafı dev gökdelenlerle kaplanmış. Kabe’nin görünütüsü bu inşaat karmaşası içinde kaybolup gitmiş

 

Fermanın Türkçesi
Sultan II. Selim tarafından dönemin Harem Şeyhi Kadı Hüseyin’e 30 Eylül 1574’te gönderilen fermanın Türkçesi şöyle:
“Mekke-i Mükerreme Kadısına ve Harem Şeyhi Kadı Hüseyin’e hüküm ki; hala İstanbul’a tafsilatlı arzuhal sunulup Harem-i Şerif duvarlarına bitişik evlerin ve medreselerin tuvaletlerinin sıcak günlerde kokmakta olduğu ve bu kokudan hacıların ziyade sıkıntı çekmekte olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca bazı Rafızi itikatlı Acemler hakikaten Harem-i Şerif haricinde yüksek evler yapıp, Beytullahi’l-Haram’a ve Harem-i Şerif’e yüksekten bakıp uygun olmayan çeşitli hareketlerde bulunup Harem-i Şerif‘te ibadet eden salih zatları rahatsız etmektedir. Şimdi, daha önce tarafımdan Harem-i Şerif duvarına bitişik bir ev satın alınıp, yılda 120 altın sikkeye kiraya verilip, devletimin ve saltanatımın devam ve bekası için Sure-i Fetih okunup testilerle su dağıtılırdı. Harem-i Şerif duvarına bitişik olması uygun görülmeyip, evvela bu evin yıkılması ve zikrolunan paranın Cidde mahsulünden tayin olunması babında Cidde Emini’ne hükm-i hümayunum gönderilmiştir. Buyurdum ki, hükm-i şerifim sana ulaştığında asla geciktirmeyip emrim gereğince ilk başta o evi ve daha sonra Harem-i Şerif duvarlarına bitişik olan evleri, kimin olursa olsun tamamen yıkarak ortadan kaldırasın ve Harem-i Şerif dahilinde binadan eser bırakmayasın. Harem-i Şerif’in dışında münasip bir yerde yaptırasın. Harem-i Şerif’e bitişik veya 6 arşından yakın ev veya yüksekbina olduğu halde yıktırmamışsan neticesi size ait olup özrünüz kabul edilmeyecektir. Kimseye itimat etmeyip, kendiniz bizzat ilgilenip, gevşeklik etmekten kaçınasınız.”

 



Vatan, 19.03.2014

GELİR KAPI MÜZESİ

 

En çok hasılat saraydan... Geçen yıl 72 milyon lira gelir getiren Topkapı'yı 53 milyonla Ayasofya izledi.

 

Müze değil darphane... Kültür ve Turizm Bakanlığı, geçen yıl müze ve örenyerlerinin gişelerinden 300 milyon TL'yi aşkın gelir elde etti. Hasılatta ilk sıra, 72 milyon TL ile Topkapı Sarayı Müzesi'nin oldu. Topkapı'yı 53 milyon TL ile Ayasofya Müzesi ve 40 milyon TL ile Efes Antik Kenti izledi. Bakanlık hatırı sayılır bir gelir kapısı olan giriş ücretlerinde düzenlemeye gitti. 303 müze ve örenyerinin 115'inin ücretsiz gezilebileceğini duyuran Döner Sermaye İşletmesi Merkez Müdürlüğü, Topkapı, Ayasofya ve Efes'in giriş ücretini 25'ten 30 TL'ye çıkardı. 15 Nisan'dan itibaren yürürlüğe girecek yeni giriş ücretleri, 5-30 TL arasında değişiyor.

Akşam, 19.03.2014

ÜÇ BİN 200 YILLIK KANSER VAKASI

 

Sudan'ın Nil nehri kıyılarındaki bir mezarda bulunan 3 bin 200 yıllık kanserli insan iskeleti üzerinde yapılan araştırmalar hastalığın kökenine dair umut ışığı oldu.

İngiltere'nin Durham Üniversitesi'nden Michaela Binder'ın bulduğu iskeletin 25 ila 35 yaşlarındaki bir insana ait olduğunu belirten uzmanlar, kanserin modern bir problem olduğu iddiasının da büyük yara aldığını belirtiyor.

Çünkü iskelet milattan önce 1200'lü yıllarda kanser dolayısıyla insanların hayatını kaybettiğini kanıtlıyor.

Sabah, 19.03.2014

HAN TÜMERTEKİN'DEN HALİÇ DAYANIŞMASINA CEVAP GELDİ

 

 

Haliç Tersaneleri'nin yeniden kullanımı projesinin mimar Han Tümertekin tarafından yapılacağı iddiaları Haliç Dayanışması'nı harekete geçirmişti. Dün yayınlanan basın açıklamasında Han Tümertekin'e şeffaflık çağrısı yapan Dayanışma, şu ifadelere yer vermişti: 

"Haliç Dayanışması olarak Temmuz 2013'ten bu yana, sözkonusu alanın, Haliç Tersaneleri bütünlüğünün, Haliç'in ve dolayısı ile kente/bize ait değerlerin korunması, yaşatılması konusunda söz hakkımız olduğundan yola çıkarak örgütlenmiş durumdayız. Tersane emekçileri, mahalleler, meslek örgütleri, STK'lar, uzmanlar ve kent hakkını savunan bireylerden oluşan Haliç Dayanışması örgütlenmesi olarak, 6 asırlık geçmişi olan bu alanın varlığını, üretim ve eğitim programları ile şeffaf bir süreçte sürdürmesini talep ediyoruz.

 

Bu bağlamda, Y. Mimar Han Tümertekin, Prof.Dr. Oğuz Ceylan ve ekibinin -eğer yeni bir taksim kışlası mimarı olarak anılmak istemiyorlarsa !- hazırlamak üzere oldukları projelerini kamuoyu ile paylaşmalarını bekliyoruz."

 

Tümertekin'den Cevap

Haliç Dayanışması'nın çağrısına Han Tümertekin'den beklenen cevap geldi. Bugün tarafımıza bildirilen açıklamada Tümertekin, projenin müellifi olmadığını belirtti. Açıklama metninde şu ifadeler yer aldı:

"Haliç Dayanışması tarafından yayınlanan ve içinde adımın geçtiği çağrı metninde yer alan konunun açıklığa kavuşturulması amacı ile yazıyorum.

 

Söz konusu projenin müellifi değilim.

 

Yatırımcının görüşmekte olduğu mimar adaylarından biriyim."

Arkitera, Haber: Bahar Bayhan, 18.03.2014

KOCATEPE CAMİSİ MİMARI HÜSREV TAYLA VEFAT ETTİ

 

 

Kocatepe Camisi ve Şakirin Camisi gibi birçok önemli eserin mimarı Hüsrev Tayla 17 Mart Pazartesi günü vefat etti.

 

Hüsrev Tayla Kimdir?

1925 yılında Bursa'da doğan Hüsrev Tayla 1942 yılında girdiği Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nden 1948 yılında mimar olarak mezun oldu. 1952 ile 1953 yıllarında İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü'nde de öğrenim gören Tayla mesleki kariyeri boyunca çoğunlukla Bursa ve İstanbul'da çalışmıştır. Milli Eğitim Müdürlüğü, İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü, İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi ve İstanbul Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü gibi kurumlarda görev alan Tayla, 1972 ile 1974 yılları arasında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Bölümü'nde öğretim görevlisi olarak ders vermiştir.

 

Çoğunlukla cami mimarisi ile tanınan Hüsrev Tayla, İstanbul'da yer alan Şirinevler Camisi ve Maltepe Camisi ile Adana'da yer alan Paktaş Fabrikası Camii gibi cami projeleri tasarlamış ancak en çok bilinen projeleri Ankara'da bulunan Kocatepe Camisi ve İstanbul Karacaahmet Mezarlığı'ndaki Şakirin Camisi olmuştur.

Arkitera, 18.03.2014

NOTRE DAME DE PARIS AYDINLANDI

 

 

Royal Philips, gotik katedrale daha önce görülmemiş detayları ortaya çıkaran yeni bir LED aydınlatma sistemi yerleştirdi. Aydınlatma sistemi, "Bakire ve Çocuk" adlı heykelin tüm detaylarını günyüzüne çıkarırken, gündüz veya gece farketmeden gül pencereyi renkli detaylarıyla görmeyi mümkün kıldı. 

 

400 adet armatürü sistemli bir şekilde kullanan aydınlatma düzeneği sadece katedrale dramatik bir hava katmaya çalışmıyor elbette. Mekanda yapılacak etkinliğe veya pencerelerden giren gün ışığına göre kendini ayarlayabiliyor. Aynı zamanda elektrik tüketimini de %80 oranında azaltmış.

Bazıları geleneksel aydınlatma sistemini özlemiş olabilirler ama mekana ait yeni vistalar sunan bu sistem tarihi bir binada farklı deneyimler edinmemizi sağlıyor.









Arkitera, Derleyen: İlknur Sudaş, 18.03.2014

ANTALYA'DA ANTİK KENT SULAR ALTINDA KALACAK

 

 

Antalya Manavgat İlçesi Çardak Köyü’ndeki 1. derece arkeolojik sit alanı olan antik kent ve o döneme ait mezarlar sular altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya. Büyük bir alana yayılı antik kent, yapılması planlanan “Antalya-Manavgat-Topsurlar göleti rezervuar ve sulama alanı”nın içinde kalıyor.

DSİ 13. Bölge Müdürlüğü 1000 Günde 1000 Gölet Göl-Su Projesi kapsamında Antalya’da depolama kapasitesini arttırmak ve büyük sulama projelerini dışında kalan kırsal kesimlerde kısa sürede sulu tarıma geçmek amacıyla birçok bölgede gölet projeleri yaptı. Bu gölet projelerinden biri de “Antalya-Manavgat-Topsurlar göleti rezervuar ve sulama alanı”. Bu alan içerisinde antik kent ve o öneme ait mezar kalıntıları olduğu için Müdürlük, Kültür ve Turizm Bakanlığı Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na başvurmuş.
 

BAŞKA YER MÜMKÜN MÜ
Kurul, 4 Haziran 2013 tarihinde gölet yapılması için planlanan arazide antik dönem yapı kalıntıları bulunduğu ve bu alanın 1. derece arkeolojik sit alanı olduğu gerekçesiyle baraj alanının planlanan alanın dışında başka bir yerde planlanması gerektiğini belirtti. Ancak yine aynı kararda “Barajın başka yerde mümkün olmaması ve bu durumun ilgili idarece belgelere dayalı olarak Bakanlığımıza iletilmesi halinde alana gönderilecek bir heyet ile tekrardan değerlendirmeye alınacağı” ibaresi gölet yapımı için bir açık kapı bıraktı.
 

MEZARLAR TAŞINACAK
Bu yazı üzerine çok geçmeden DSİ göletin başka bir alanda yapılamayacağı gerekçesiyle Koruma Bölge Kurulu’na başvurdu. Kurul, 16 Aralık 2013 tarihinde alanla ilgili kararını verdi. Buna göre alanda bitki temizliği yapılacak. Eğer arazide tespit edilebilen yakın tarihli bir mezar varsa köy mezarlığına nakil yapılacak. Müze Müdürlüğü denetiminde envanter çalışmasından sonra gölet yapımı da gerçekleştirilebilecek.

Taraf, Haber: Billur Özgül, 18.03.2014

MOZAİKLER ŞEHRİ ANTAKYA'DAKİ İLK KEŞİFLER

 



Antakya Harbiye’de çekilen yukarıdaki fotoğraf, Princeton Üniversitesi arşivlerine 1937 yılında girmiş.Üniversitesinin arşivinde bölgeyle ilgili daha pek çok kare bulunuyor. Antakya’daki ilk arkelojik kazıları anlatan bu tarihi fotoğrafların bir kısmını 20 Nisan’a kadar AnaMed’de görebilirsiniz.

 

Yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz Dakar isimli yaşlı amca, 1900’lü yılların başında Antakya’nın Harbiye İlçesi'nde yaşıyordu. Belli ki dinlenmek için bir zeytin ağacının dibini seçmiş ve oturduğu gölgelik ona bugün Hatay Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen 10x18 boyutlarındaki o dev mozaiği hediye etmiş. Beşinci yüzyıla tarihlenen, çiçek desenleriyle süslenmiş mozaiğin ortasında, boynunun etrafı Pers kraliyet ailesinin sembolü olan kırmızı kurdelelerle süslenmiş bir aslan bulunuyor. Bu fotoğraf, Princeton Üniversitesi Sanat ve Arkeoloji bölümünün arşivine 13 Mayıs 1937’de girmiş. Üniversitenin arşivinde Antakya’daki mozaiklerle ilgili daha pek çok fotoğraf yer alıyor. Çünkü Antakya’daki ilk arkeolojik kazılar Princeton Üniversitesi tarafından 1932-1939 yılları arasında yapıldı. Bu tarihi fotoğrafların bir kısmını 20 Nisan’a kadar İstanbul’da görmek mümkün. Beyoğlu’ndaki Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’nde (AnaMed) açılan “Asi’deki Antakya, Mozaikler Şehrinde İlk Araştırmalar” sergisinde, Antakya’daki ilk arkeolojik kazı çalışmalarına ait fotoğraflar yer alıyor. Kazılar sırasında Roma dönemi zenginlerinin yaşadığı Harbiye’deki evlerin kalıntılarından görkemli mozaikler çıkarılmış.

 

Kazı videosu da sergide

Murat Akar’ın küratörlüğünü üstlendiği sergide, Hellenistik Doğu’nun önemli siyasal ve kültürel merkezlerinden ve Roma İmparatorluğu’nun büyük metropollerinden biri olan Antakya’nın en parlak dönemine ait bulguların ortaya çıkarılma öyküsü anlatılıyor. Sekiz sezon süren kazı çalışması, gerçekleştirildiği yıllarda, bölgedeki en kapsamlı araştırma olarak biliniyor. Sergi ayrıca o yıllardaki kazı yöntemleri ve arşivleme teknikleri hakkında dikkat çeken ipuçları veriyor.

 

Kazı günlükleri ışığında hazırlanan sergideki fotoğraflara Princeton Üniversitesi Kazı Komitesi tarafından hazırlanmış bir video da eşlik ediyor. Pek çoğu bugün tamamen değişmiş kıyafet tarzları, sokak manzaraları ve peyzajı belgeleyen görüntüler, 1930’lardaki Antakya kent yaşamını yansıtıyor. Fotoğrafların hepsinde ayrı bir hikaye gizli. Kazının Filistinli fotoğrafçısı Fadeel Nasser Saba bile, Bizans dönemine ait villanın zengin mozaiklerini fotoğraflamak üzere mozaiğin üzerine kurulan iskelenin en tepesine çıkıyor ve kendisi de başka bir makineye o anı belgelettiriyor.

Zaman, 18.03.2014

70 BİN ESER TAŞINIYOR

 

Şanlıurfa Müzesi'nde bulunan 70 bin eser, yapımı temmuz ayında tamamlanacak olan Edessa Arkeoloji Müzesi'ne taşınacak.

 

Müzedeki eserlerin, 200 dönüm alanda süren ve kompleks içerisinde yer alacak olan Edessa Arkeoloji Müzesi'ne taşınması kararlaştırıldı. Müze bu kararın ardından ziyarete kapatıldı. Müzedeki 70 bin eser de paketlenmeye başladı. Eserlerden 35 bini sikke.

Akşam, 18.03.2014

SUALTI TARİHİNİ GÜN YÜZÜNE ÇIKARIYORLAR

 

 

Denize kıyısı olmayan Konya'da Selçuk Üniversitesi (SÜ) Su altı Arkeolojisi ekibi, yaklaşık 15 yıldır Kültür ve Turizm Bakanlığının izniyle yaptığı çalışmalarla, Türkiye'nin su altındaki değerlerini tespit ediyor. Ekip, Antalya'nın Kemer İlçesi'nde kurulacak su altı araştırma merkeziyle de bu çalışmalarını taçlandırmaya hazırlanıyor.

 

SÜ Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Su altı Arkeolojisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve SÜ Sualtı Arkeolojisi Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Hakan Öniz, AA muhabirine yaptığı açıklamada, UNESCO ile su altı kültür mirasının korunması amaçlı kapasite yapılandırma konusunda uluslararası faaliyetler yürüttüklerini söyledi.

 

Öniz, bu kapsamda uluslararası çalışmalar yapmak amacıyla, geçen yıl Kemer'de Sualtı Arkeolojisi Araştırma ve Uygulama Merkezi'nin temelini attıklarını belirtti. 15 yıldır Kemer'de su altı arkeolojisi faaliyeti yürütülüyor.

 

Yaz aylarında belirli günlerde deniz kıyılarına giderek, su altında araştırma yaptıklarını anlatan Öniz, şöyle devam etti:

"Merkezimizi kuran Prof.Dr. Ahmet Adil Tırpan'a Konya'da deniz yok, su altı arkeoloji çalışmalarını nasıl yapacaksınız?' diyorlardı. O da 'Bu doğru ama bundan 55 yıl önce Teksas'taki bir üniversitede su altı arkeolojisiyle ilgili eğitimlere başlanmış. Dünyada ve Türkiye'de su altı arkeolojisini başlatan kurumların bazılarının denize kıyısı yok' diyordu. Biz de bu anlamda yaklaşık 15 yıldır Kemer'de su altı arkeolojisi faaliyetlerimizi yürütüyoruz. Rektörümüz Prof.Dr. Hakkı Gökbel'in önderliğinde, üniversitemiz de bunu kazanıma dönüştürdü. Bu kapsamda, birkaç ay içinde kütüphane, sınıflar, misafirhane bölümleri ve laboratuvarlarıyla Kemer'de bir su altı merkezimiz hizmete girecek."

 

Merkezin, uluslararası su altı arkeolojisi çalışmaları yapmak amacıyla kurulduğunu dile getiren Öniz, "Bir taraftan başka devletlerin su altı arkeolojisi programlarını hayata geçirmek, diğer taraftan da özelde Antalya, genelde ise tüm Türkiye kıyılarında arkeolojik çalışmalar yapmak amacıyla kuruldu" diye konuştu.

 

"Merkezde, su altı uzmanları yetiştirilecek"

Öniz, Türkiye kıyılarında yapılan su altı çalışmalarının büyük bölümünün, SÜ kadrosu tarafından yürütüldüğünü vurgulayarak, şunları kaydetti:

"SÜ Türkiye'de su altı arkeolojisi alanında gerçekten öncü diyebiliriz. Ekibimiz, yaklaşık 50 kişiden oluşuyor. Her dönem 15'er kişilik gruplarla çalışıyoruz. Türkiye'de denizlerin altında, bu kıyılarda binlerce arkeolojik kalıntı var. Bunların çok büyük bölümünde bilimsel çalışmalar yapılıyor. Merkezimiz, bu keşifleri yapmak ve yeni arkeolojik değerleri tespit etmek amacıyla faaliyetlerine devam ediyor. Her ne kadar üniversite olarak bu alanda üst teknolojiye sahip olsak da 8 bin 333 kilometrelik kıyı şeridinden bahsediyoruz. Burada araştırmalara ihtiyaç var. Bu dev şerit, istiridye kabuğu içindeki inciye benziyor. İlk tarihin, coğrafyanın, tarımın ve madenciliğin, yani bugün batının sahip çıktığı bütün değerlerin büyük bölümünün doğduğu toprakların kıyısında yaşıyoruz."

 

"Binlerce yıllık insanoğlu izinin bir bölümü denizin derinliklerinde. Biz de o değerlerimizi keşfetmek için çalışıyoruz" diyen Öniz, sözlerini şöyle sürdürdü: "640 kilometre uzunluğundaki kıyı şeridine sahip Antalya'da şu ana kadar Alanya, Manavgat, Muratpaşa, Konyaaltı, Kemer, Kumluca, Finike ve Demre ilçelerinde Tunç Çağı'ndan Osmanlı dönemine kadar batık, liman, demirleme yeri ve başka arkeolojik kalıntıların tespitini yaptık. Türkiye'de SÜ ekibin yüz katı da olsa, yine herkes için keşfedilecek kültürel miras vardır."

Habertürk, 17.03.2014

TARİHİ MEZARLAR BULUNDU

 

Kentin simgesi olan Balıklıgöl Platosu’nda tarihi Urfa Kalesi eteklerinde yapılan kazılarda çok sayıda mağara gün yüzüne çıkarıldı. Kazı çalışmasında gün yüzüne çıkartılan bazı mağaralarda; Ermeni ve Hıristiyan mezarlıkları ile Kral Tahtı, Meryem Ana ve Hz. İsa’nın resimleri bulunduğu kaydedildi. Titizlikle yürütülen ve kazı alanına hiç kimsenin alınmadığı alanda Suriyelilerin kazmakürekle çalıştığı ise dikkat çekti. Mahalle sakinleri durumu polise bildirdi. Polis ekipleri, Suriyelilerin görevli arkeologların bilgisi dahilinde gündelik ücretle çalıştığını belirledi.

Taraf, 17.03.2014

TARİHİ SURA GARAJ KAPISI

 

 

Fatih’te gerçekleştirilen “ihya” projesinde tarihi 2000 yıllık İstanbul surlarına araç ve yaya girişinde kapı olarak kullanmak için üç adet delik açıldı. Uzmanlar bu uygulamayı skandal olarak değerlendirdi. Fatih İlçesi Sultanahmet Mahallesi, Oyuncu Çıkmazı Sokakta, Fatih Belediyesi imar planlarında park alanı olarak görünen 80 ada 13 parsel alanda yaklaşık iki yıldır inşaat çalışması yapılıyor. İmar planlarında park alanı olarak görünen şahsa ait arsa 2011 yılında Sultanahmet’teki Seven Hill Hotel’nin sahipleri Cemil Çelik ve Mehmet Sarı tarafından satın alındı. Ancak alanın inşaat izni bulunmuyordu. Bunun üzerine arsayı satın alan firma inşaat yapabilmek için “tarihi yapıları ihya kararı”na dayanarak 1900’lü yıllara ait bir fotoğrafla söz konusu yerde bir yapılaşma olduğunu öne sürerek “ihya” projesi için belediyeye başvuruda bulundu. İstanbul 4 numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na sunulan fotoğraf 28.02.2012 gün ve 4426 sayılı kararıyla onaylandı ve inşaat yapımının önü açıldı.
 

2000 YILLIK SUR DELİNDİ
İmar planlarında park alanı olarak görülen alana inşaat yapılırken skandal bir uygulama meydana geldi. “İhya” projesinin hemen önünde bulunan 2000 yıllık tarihi surlara bir adet araç, iki adet de yaya girişine uygun kapı yapmak amacıyla üç adet delik açıldı. Ayrıca bina yüksekliği 6.50 olması gerekirken, bina 12.50 olarak yapıldı. Bunun üzerine Kültür ve Turizm Bakanlığı’na şikayetler yapıldı. Bakanlık ise söz konusu rekonstrüksiyon projesinin koruma kurulunun onayladığı haline getirilmesine ve sur duvarlarındaki müdahalelerle çevresinde yapılan imalatların Fatih Belediye Başkanlığı Koruma Uygulama ve Denetim Bürosu denetiminde kaldırılmasına karar verdi. Bakanlık ayrıca 80 ada 26, 27 ve 28 sayılı parsellerde yer alan taşınmazlardaki inşai faaliyetler hakkında Fatih Belediyesi’nden bilgi istedi. Taraf’a konuşan Fatih Belediyesi yetkilileri Sultanahmet Mahellesi, Oyuncu Çıkmazı Sokaktaki 80 ada 13, 26 e 27 parsellerindeki çalışmaların yapı tadil tutanağı ile tespit edildiğini ve mühürlendiğini belirtti. Ayrıca 2 parseldeki kaçak yapılaşma ile ilgili suç duyurusunda bulunulduğunu da dile getirdi. Belediyenin mühürlemesine ve mahkeme sürecine rağmen yapılaşma çalışmalarının ise hız kesmeden devam ettiği görüldü.
 

KAÇAK YAPILAŞMA DURMUYOR
Taraf’a konuşan bölge halkı yapılaşmanın hukuksuz olduğunu ancak bu duruma bir türlü engel olunamadığını dile getirdi.Mimarlar Odası avukatı Can Atalay Taraf’a yaptığı açıklamada şunları söyledi: “Tarihi yapıların tahrip edilmesi kültür varlıklarının korunmasına dair 2863 sayılı kanuna aykırıdır. Yapılan tahribat kabul edilemez”

Taraf, Haber: Ayfer Çalıkıran, 16.03.2014

16/9 GÖKDELENLERİ BİLE BİLE YAPILDI

 

 

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve AK Parti adayı Kadir Topbaş önceki akşam CNNTürk’te katıldığı bir programda İstanbul’un siluetine zarar veren 16/9 gökdelenleri için “Hata yaptık” dedi. Topbaş, İstanbul’un otel ihtiyacı olduğu için plan yaparken bu hataya düşüldüğüne dikkat çekerek “Doğancılar’dan baktığınızda bu hatayı görmezsiniz. Ancak teleobjektifle bakıldığında minarelerle gökdelenleri o şekilde görürsünüz. O fotoğraf biraz ajitasyon ama yine de hatamızdır kabul ediyorum’’ şeklinde konuştu. Mahkeme kararıyla yıkımı istenen, imar planları ve inşaat ruhsatı iptal edilen 16/ 9 gökdelenleri için Başkan Topbaş ilk defa hata yaptıklarını kabul eden bir konuşma yaptı. Daha önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da gökdelenleri eleştirerek, “Gökdelenlerin sahibine tıraşla dedim yapmadı, kendisine küstüm” demişti.


Şimdi gökdelenlerin yapıldığı tarihe geri dönelim bir hata sonucu mu yoksa bilerek mi yapıldı bir göz atalım. Tarih 18 Mayıs 2007. AK Parti’ye yakınlığı ile bilinen Mesut Toprak’ın sahibi olduğu ASTAY şirketi araziyi TMSF’den satın alıyor. 27 bin 791 metrekarelik arsanın imar durumu 1 emsal ve fonksiyonu ticaret alanı, yükseklik ise 5 kat. Yeni arsa sahibi bu plan şartlarında satın aldığı arazi için üzerinden bir yıl geçmeden plan değişikliği için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne müracaat etti. 89 pafta 771 ada 12 parselin 1 olan emsal değerinin 2,5’a çıkarılmasını ve fonksiyonunun ticaret ve turizm olarak değiştirilip yüksekliğin serbest bırakılmasını istedi. İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi 16 Mayıs 2008 günü gündemine gelen 1/5000 ölçekli nazım imar planı değişikliği tüm partilerin de desteği ile kabul edildi. Maalesef bu plan değişikliğine mecliste kimse itiraz etmedi. Ancak Mimarlar Odası plan değişikliğine itiraz edip ‘Tarihi Yarımada’ya çok yakın bir noktada bulunan parseldeki yapılaşmanın getirilen yükseklik değeri net bir şekilde belirtilmediğinden, İstanbulun siluetini nasıl etkileyeceğinin tam anlaşılamadığı, tarihi surlar ve tarihi yarımadaya etkilerinin araştırılması’ istendi. Bu itirazdan sonra meclisteki diğer partiler de uyandı. 

Tartışılmıştı
İBB Meclis gündemine bu sefer 15 Mayıs 2009 günü 1/1000 ölçekli uygulama imar planı geldi. İşte bu toplantıda, plan değişikliğine itirazlar yükseldi. Meclisteki tartışmalar sorasında Saadet Partisi’nden Ahmet Sadıkoğlu, “Bu plan ve yer incelendiğinde sanki bu parsele ciddi imtiyazlar sağlanmış hissi var” dedi. CHP İmar Komisyonu üyesi Halil Sarıca ise “Zemin kodu itibari ile İstanbul’un Marmara siluetinde kalıyor. Tarihi Yarımada’ya çok yakın bir noktada bulunan parsel, sur tecrit bandı dışında kalsa da surlar ve tarihi yarımadaya etkileri açısından etüt edilmelidir. Koruma kurulu görüşü alınmalıdır. İleride Gökkafes, Park Otel gibi tartışmalara meydan vermemek için, imar komisyonu üyesi olarak rapora katılmıyorum” itirazını yaptı. Buna karşılık AK Parti İmar Komisyonu Başkanı Sefer Kocabaş, “Alanı turizm olmaya çok müsait. İstanbul’a hizmet vermeye çok müsait. Biz bunu böyle değerlendirdik. Yeri kim almış, kiminmiş bizi ilgilendirmez. Turizm tesisi yapmaya müsaitse biz ona göre değerlendiririz’’ dedi. Uygulama planı oyçokluğu ile kabul edildi ve inşaatın önü açıldı. Bu plana göre alınan ruhsatla inşaat başladı. 

Kurul da uyardı
İnşaatlar yükselmeye başlayınca şikayetler arttı. İstanbul 4 No’lu Koruma Kurulu siluetin olumsuz yönde etkileneceği yönünde uyarıyı hem belediyeye hem de Kültür ve Turizm Bakanlığı’na yaptı. Dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay kendi partisinden olan Zeytinburnu ve Büyükşehir belediyelerine “İnşaatları durdurun” diye yazı gönderdi. Ancak dinleyen olmadı. Radikal’in 14 Eylül 2011 tarihinde ‘İstanbul’un siluetine 3 gökdelen sızdı’ manşetinden sonra başlayan tartışmalar da inşaatları durduramadı. Ardından açılan davalar gökdelenlerin bittikten sonra sonuçlandı. Bugün gökdelenleri yapımına onay veren imar planları idare mahkemelerince iptal edildi hatta siluete etki eden katların tıraşlanmasına karar verildi ama İBB bu kararları da uygulamadı.


İstanbul’un siluetine zarar verdiği herkes tarafından malum olan gökdelenlerin serüveni böyle iken İstanbul’a yeniden aday olan Kadir Topbaş’ın hata yaptık demesini kabul etmek mümkün değil. Ortada inşaat bile yok iken siluet konusunda onlarca itiraz ve uyarı yapılmış zaten. Maalesef Başkan Topbaş bunları kulak ardı etmiş. Artık Topbaş’tan beklenen açıklamanın ‘‘Başkanlığı yeniden kazanmam durumunda siluete etki ettiği mahkeme kararıyla kesinleşen gökdelenlerin o katlarını tıraşlayacağım” olması gerekirdi.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 16.07.2014

ÇİNİ SANATI UNESCO KÜLTÜR MİRASI OLUYOR

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Anadolu topraklarında bin yıldır yaşatılan çiniciliğin, UNESCO İnsanlığın Somut Olmayan Kültür Mirası Listesi'ne dahil edilmesi amacıyla dosya hazırladı.

 

Çinicilik aday dosyası hazırlanırken, Kütahya'da 417, İznik'te 40, Nevşehir'de 85, Çanakkale'de 8 aktif çini atölyesi ve Türkiye genelinde 25 bin çinici olduğu vurgulandı. Daha önce meddahlık, nevruz, semah, Kırkpınar yağlı güreşleri, mesir macunu ve Türk kahvesi dünyanın korunacak ortak mirasları listesine girmişti. Çini sanatı UNESCO Kültür Mirası oluyor Gediz Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Özgür Bozan, “Ağır kalp, damar, akciğer, böbrek ve karaciğer hastalıkları olanlar, kanser, şeker ve yüksek tansiyon hastalarıyla yaşlıların, doktora danışmadan kaplıca tedavisi görmemesi gerekiyor” dedi.

Bugün, 16.03.2014

"TÜRK MEZARI İLE CABER KALESİ BAMBAŞKA YERLERDEDİR"

 



Suriye'de çatışma bölgesinde kalan "Türk Mezarı"nın asırlar öncesine dayanan bilinmezlerle dolu ve hüzünlü bir öyküsü vardır ama sanatçılarımızın pek dikkatini çekmemiş ve mezarı Refik Halid Karay dışında hiçbir yazarımız konu almamıştır.

Suriye'de ortalığın birbirine girmesine kadar mevcudiyetinden sadece meraklıların ve uzmanlarının haberdar olduğu Süleyman Şah'ın türbesi, yani "Türk Mezarı", çevresindeki çatışmaların yoğunlaşması üzerine gündeme geldi ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu muhtemel bir saldırıya anında karşılık verileceğini söyledi. İşte, Ankara ve Lozan Anlaşmaları'na göre Türk toprağı olan türbeyi konu alan tek edebi örnek: Refik Halid'in 1928'de kaleme aldığı "Türk Mezarı" yazısı...

Suriye'deki çatışmalar sınırlarımızın dışındaki tek toprağımız olan sekiz buçuk dönümlük Türk Mezarı'nın yani Süleyman Şah'ın türbesinin yakınlarına kadar uzanınca, konu gündeme geldi ve Türkiye kendi toprağı olan araziye herhangi bir saldırı olması halinde karşılık vereceğini açıkladı.

Süleyman Şah 1086'da öldü ve Fırat kıyısındaki Caber Kalesi'nin yakınına defnedildi. Mezarı dokuz asır boyunca orada idi, Türkiye ile Fransa arasında 1921'de imzalanan ve daha sonra Lozan'da da aynen kabul edilen Ankara Anlaşması'na göre mezarın bulunduğu alan Türk toprağı kabul edildi. Ama, bölgede inşa edilen barajın sularının altında kalmaması için 1973'te kuzeye nakledildi ve Türk askerleri tarafından korunuyor.

Ders kitaplarında birkaç satırla geçiştirilen ve Suriye'deki kanlı çatışmaların tırmanmasına kadar pek bahsi geçmeyen "Türk Mezarı"nı anlatan görebildiğim en güzel yazı, edebiyatımızın büyük ismi Refik Halid Karay'a aittir.

HALEP'TE YAYINLANDI
Yazı, Cumhuriyet'in ilanından sonra 150'likler listesine alınan ve 1938'e kadar Suriye'de sürgünde yaşamak zorunda kalan Refik Halid'in ilk baskısı 1930'larda Halep'te yapılan "Bir İçim Su" isimli kitabında yeralır. Refik Halid, "Türk Mezarı" başlıklı yazısında önce mezarın tarihini ve hakkındaki efsaneleri ve o senelerde gayet bakımsız olan mezarın vaziyetini anlatır. Süleyman Şah'ın bazı geceler mezarından çıkarak Fırat sahiline indiğini hayal eder ve Alparslan'ın bu büyük kumandanını Fırat ile konuşturur; yine aynı kitapta yeralan "Caber Kalesi" başlıklı bir başka yazıda da hem kaleden ve yine Süleyman Şah'tan bahseder.

ESKİDEN MEZBELE GİBİYMİŞ
Aşağıda, Refik Halid Karay'ın 18 Mart 1929'da yazıp "Bir İçim Su" isimli eserinde yayınladığı "Türk Mezarı" yazısının bazı bölümleri yeralıyor:

"Aşık Paşa Tarihi şöyle anlatıyor:

'...Geldikleri yola gitmediler, vilayet-i Haleb'e (Halep vilayetine) geldiler. Caber Kalesi'nin önüne vardılar ve ...Fırat ırma­ğı önlerine geldi, geçmek istediler. Süleyman Şah Gazi'ye eyittiler (dediler), 'Hanım, biz bu suyu nice geçelim?' dediler. Sü­leyman Şah dahi atın suya depti, önü yar imiş, at sürçtü. Süleyman Şah suya düştü. Ecel mukaddermiş, Allah'ın rah­metine kavuştu. Sudan çıkardılar, Caber Kalesi'nin önüne defnettiler. Şimdiki hinde (şimdilerde, şu anda) ona 'Mezar-ı Türk' (Türk Mezarı) derler.'

...İşte şimdi ben, sekiz, on yaşında iken mektepte hi­kayesini okuduğum bu hadiseden yedi yüz şu kadar sene sonra, o Türk Mezarı'nın önündeyim. Önümde, Kayahan Kabilesi'nin serdarı ve o serdarın önünde de Garbi (Batı) Asya nehirlerinin serefrazı (benzerlerinden daha üstün olanı) yatıyor.
...Bana keşke sormasanız:

- Bu mezar ne haldedir? Mamur veya harap mıdır? Ruhani veya azametli midir?

Örtüsüz sanduka, kırık cam, yıkık kapı, kuş gübresi ve badanasız duvarlar içinde bu feci ihmal manzarasına bakarken dedim ki: 'İnsan dünya üzerinde mezarını belli etmekten çekinmelidir; keşke Süleyman Şah'ın naaşı, katili Fırat'ın elinde kalsa idi... O bunu hiç olmazsa, yedi yüz sene sonra en çirkin şekilde teşhir insafsızlığında bulunmazdı!'

Bana sakın sormayınız:

- Bu mezar ne haldedir? Türbenin kubbesi nasıl, san­dukanın boyu ne kadardır?

Zira size vereceğim cevaplar bir seyyahın alelade tas­virlerine benzeyemiyecek... Ben bu mezarı dışından değil, içinden ve içimden seyrettim. Aşiret beyi Süleyman Şah'ın mezarına kurulan kubbe, torunu Kanuni Süleyman'ın Av­rupa ve Asya'da kurduğu imparatorluğun semasıdır. San­dukası çok uzundu: Ayak tarafı Basra'da ve başı Viyana'da idi. Ve çok genişti: Kafkas dağlarından Atlas silsilesine kadar!

 

 

FIRAT'A TEŞEKKÜR
Türk Mezarı'nı arşınla ölçecek veya dürbünle görecek adamın burada işi ne? Onu bir fotoğraf camına aksettirmek veya bir kartpostal parçasına sıkıştırmak... Bu ne hoppalık! Yere serili halıdan veya tavana asılı kandilden ancak ayağının ve burnunun ucundan ötesini göremeyenler bahsetsin! Burada asıl seyredilecek şey Süley­man Şahın mezarına serdikleri halı değil, onun oğulları tarafından üç dünya kıt'ası üstünde hükmü yürütülen saltanat fermanı ve asıl bakılacak şey kubbesine astıkları kandil değil, evlatlarının Azof kalesinden Cezair surlarına kadar diktikleri hamaset (kahramanlık) bayrağıdır.

...Elli bin kişilik bir küçük kabilenin reisi şu tosun bilir miydi ki nesli elli milyona hükmedecek, elli çeşit milletten ordular yapacak? Ve elli bin emiri karşısında selama durduracak! Irak çöllerinde kavmine yurt aramaya çıkan bu baş­buğ aklından geçirebilir miydi ki kabilesi Bursa'ya girecek, Edirne'ye yerleşecek, Bizans'a kurulacak; Mohaç ovalarına çadır kuracak, Vistül nehrinden atlarını sulayarak Balaton gölünde abdestini alacak? Cengiz'in hışmından terk-i diyar eden bu Turan beyi ümit eder miydi ki kabına sığmıyan o Cengiz'den eser kalmıyacak ve ken­di eseri ise Şarlken ile beraber Avrupa'yı taksim etmek olacak?


Düşünce ve hatıralarımın ağırlığı, başımı hürmet ve hayretle Süleyman Şah'ın çıplak sandukası önünde yere eğdi.

Öyle tahayyül ettim ki, Elcezire'nin yanık toprakla kuru ot kokan ve ceylan sürülerinin ayak sesleri işitilen durgun yaz gecelerinde, bazen Süleyman Şah sandukasından usulcacık çıkar, Fırat kenarına iner ve kendisini boğan fakat neslini kuran nehirle hasbıhal eder.

Ona belki de der ki:
- Bana yol vermedin, fakat kabilem senden daha büyük sular üzerinden aştı, Tuna'yı atladı, Nil'den geçti. Onun Akdeniz'e hükmettiği ve Karadeniz'i kucakladığı devirler bile oldu... Bütün o haşmetli günler artık tarihtir, biraz serap, biraz hayaldir. Bunlarla övünmüyorum, avunuyorum ve sana hiç küskün değilim, bilakis minnettarım, zira ey sevgili Murat Çayı, sen bugün benim küçülmüş fakat kuvvetleşmiş vatanımdan fışkıran ve bana neslinin selamlarını, hürmetlerini getiren bir mübarek vasıtasın. Bırak, ırkımın hasretine susamış yanık bağrıma suların serinlik ve teselli versin!
Ve, Süleyman Şah'ın heybetli gölgesini, ay ışığı altında Fırat'a eğilip bir avuç su alarak iştiyakla içerken görüyorum."

BEYLER, KARIŞTIRMAYIN! TÜRK MEZARI İLE CABER KALESİ BAMBAŞKA YERLERDİR
Suriye'deki Türk Mezarı'nın bulunduğu bölgede çatışmaların artması üzerine gazetelerimiz ve TV'lerimiz haberi resimli olarak gündeme getiriyorlar...

Ama, bu haberlerin birkaçı dışında hemen tamamında yanlış fotoğraf kullanılıyor, "Türk Mezarı" diye Rakka'nın doğusunda kalan Caber Kalesi'nin resimleri veriliyor!

Habertürk, Yazı: Murat Bardakçı, 16.03.2014

MUSEVİLERE TAPULAR İADE

 

 

İzmir Musevi Cemaati Vakfı, mal varlıklarına kavuştu. 18'i havra, 4'ü dükkan olmak üzere mezarlık ve arazilerin bulunduğu 25 gayrimenkul ve eserin geri verilmesi talebinde bulunan İzmir Musevi Cemaati, 15'inin tapusunu aldı. Tapusu alınan mallar arasında 11 havra bulunuyor.

İzmir Musevi Cemaati Vakfı Başkanı Sami Azar, AA muhabirine yaptığı açıklamada, İzmirli Musevilerin 1492 yılında İspanya'dan kovulan Sefarad Yahudileri olduğunu anlatan Azar, çoğunluğu İstanbul'da olmak üzere Türkiye'deki Musevilerin sayısının 17-18 bin civarında olduğunu, İzmir'de de yaklaşık 350 aileye mensup bin 100 civarında Musevi'nin bulunduğunu vurguladı.

Vakıflar Kanunu'nun çıktığı 1936 yılında İzmirli Yahudiler müracaat etmediği için vakıflara ait mallarının tüzel kişilik kazanamadığını, İzmir Musevi Cemaati'nin 13 Aralık 2011'de tüzel kişilik kazanmasıyla ibadethaneler başta olmak üzere taşınmazları vakıf şemsiyesi altında bir araya getirmenin önünün açıldığını söyleyen Azar, "Yerlerimiz tapuda sahipsiz olarak görünüyordu. Havalarımız tapuda 'Musevi cemaati ibadethane' şeklinde görünüyordu. Tüzel kişilik kazandıktan sonra Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne müracaat ettik" dedi.
 

"İade edilen 15 eserden 11'i havra"
Vakfın tescilinin ardından 25 eserin iadesi talebinde bulunduklarını kaydeden Sami Azar, tapusunu aldıkları 15 eser arasında 11'i havra, 2'si dükkan, 1 arsa ve mezarlığın bulunduğunu dile getirdi.

"Mülkiyeti bize geçen ibadethaneler İzmir'in birer kültürel mirasıdır, bu amaçla değerlendirilecek" diyen Azar, tapusunu aldıkları havralardan 9'unun tarihi Kemeraltı çarşısında bulunduğunu, sırt sırta vermiş 5 havranın bulunduğu dünyadaki tek şehrin İzmir olabileceğini ifade etti.

İzmir'in de bu avantajını iyi kullanması gerektiğini söyleyen Azar, "Prag'da aynı bölgede bulunan 3 havra var. Bir birlerinden uzak olmasına rağmen en çok dini turist çeken yerlerden biridir. İzmir'de sırt sırta vermiş 5 havranın olması daha büyük bir potansiyeli barındırıyor. Buna benzer bir durum başka hiç bir yerde yok. İzmir'de 5 havranın aynı yerde olmasını gözünüzde canlandırın. Her biri düzeltilmiş olmasının oluşturacağı potansiyeli düşünmek bile zor" diye konuştu.

 

"Restore edeceğiz"
Kemeraltı'ndaki 9 havranın 3'ünün kullanılır durumda olduğunu, 6'sının metruk halde bulunduğunu anlatan Azar, şunları söyledi:

"Bütün gücümüzde bunları yeniden ayağa kaldırmak istiyoruz. İzmir'in Türkiye'nin kültür hazinesi olarak kabul ettiğimiz bu yerleri kurtarmak için çalışıyoruz. Büyük bir proje şeklinde ele alacağız. Havraların tamamının yeniden ibadethane halinde hizmet vermesi hem getireceği yükü kaldıramayız, hem de dolduracak cemaatimiz yok. Aynı noktada olan havralardan çökmek üzere olan 3'ünü de restore ederek ibadethane, yahudi kültür merkezi, sergi bölümü, müze şeklinde hizmete alacağız. Bu 5 eser turizme kazandırılırsa İzmir'e çok büyük bir artı değer sağlar."

 

"Çalıştayla yol haritasını belirleyeceğiz"

Sami Azar, havralar için mayıs ayında Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkilileri, yerel yöneticiler, üniversiteler ile yurt içi ve dışından bilim insanlarının katılımıyla bir çalıştay düzenleyeceklerini, çalıştayda havralar için yol haritasını belirleyeceklerini, hangi havranın ne amaçla kullanılmasını belirledikten sonra restorasyon çalışmalarına başlayacaklarını ifade etti.

Bu eserlerin İzmir'in kültür ve turizmine büyük katkısının olacağına inandığını belirten Azar, "Bunları ayağa kaldırmak için fon nasıl bulacaksınız. Çok ciddi kaynak lazım. Tüzel kişiliğimizi kazanmadan önce bunları düşünmüştük. O dönem, gerek Kültür ve Turizm Bakanlığı'na gerekse İzmir Valiliği'ne sunduğumuz projeler çok beğenilmiş ve arkasında olacaklarına dair sözler verilmişti. Bu yerler için Türkiye içindeki fonların yanı sıra dünyadaki bütün fonlara başvuracağız" dedi.

Sabah, 15.03.2014

YUNANİSTAN TARİHİ YAPILARINI SATIŞA ÇIKARIYOR!

 

 

Ekonomik krizdeki Yunanistan, Akropolis'in çevresindeki tarihi binaları ve diğer simge yapıları satışa çıkaracağını duyurduktan sonra Atina büyük protestolara sahne oldu.

 

Yaklaşık 4 yıldır borç içinde olan hükümet, çareyi tarihi binaları satmakta buldu. Özelleştirme kapsamına alınan binalar arasında 1922'de Anadolu'dan kaçan Yunanlar için inşa edilen göçmen konut blokları ve Akropolis'in ayağında yer alan Plaka bölgesindeki kültür bakanlığına ait neo-klasik ofisler yer alıyor. Yunanistan'ın kültürel ve mimari kimliğinin önemli parçası olan bu yapıların satılması kararı Atina'da protestolara neden oldu.

 

Bu süreç, ülkenin en önemli arkeoloji komisyonu KAS'ın, Atina'nın en önemli iki arkeolojik alanı Stoa of Attalos ve Panathenaic Stadium'un özel firmalara kiralanabileceğine karar vermesi ile patlak verdi. Fakat daha önce tarihi eserlerin ticari kullanıma açılması kurul tarafından reddedilmişti. 1998'de KAS, Calvin Klein'ın, 2. yüzyıla ait Odeon of Herodes Atticus Theatre'da kendi koleksiyonlarının sergilenmesi karşılığında Yeni Akropolis Müzesi'nin inşaatı için kaynak oluşturma isteğini geri çevirmişti.

Arkitera, Kaynak: The Guardian, Derleme: Bahar Bayhan, 15.03.2014

KADIKÖY'DE 119 YILLIK TARİHİ KİLİSE SANAT MERKEZİ OLDU

 

 

Kadıköy Rasimpaşa Mahallesi'nde uzun süredir atıl durumda olan 119 yıllık tarihi bina restore edilip sanat merkezi haline getirildi.

 

Yeldeğirmeni Sanat Merkezi’nin açılışında konuşan Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, belediyelerin sadece yol, su, kanalizasyon gibi işler yapmadığını belirtti. Öztürk, “İnsanların yaşam standartlarını her alanda yükseltmek ve en yaşanılabilir kentlerde ağırlamak istiyor belediyeler. Kadıköy Belediyesi’de yıllardan beri bunu yaptı.” dedi.

Kadıköy Rasimpaşa Mahallesi'nde uzun süredir atıl durumda olan 119 yıllık tarihi bina, Kadıköy Belediyesi tarafından restore edilip, sanat merkezi haline getirildi. 1895'te manastır okul ve kilise olarak inşa edilen tarihi Notre Dame du Rosaire Kilisesi, "Yeldeğirmeni Sanat" adıyla hizmete açıldı. Sanat merkezinin açılışı düzenlenen bir etkinlikle gerçekleştirildi. Programa Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk’te katıldı. Etkinlikte sahne alan Ayangil Acapella Korosu, Yunus Emre'nin şiirlerini seslendirdi. Program sonunda verilen kokteylde açıklamalar yapan Belediye Başkanı Selami Öztürk, belediyecilik anlayışının tamamen değiştiğini ifade etti. Belediyelerin sadece yol, su, kanalizasyon gibi işler yapmadığını belirten Öztürk konuşmasında şu ifadelere yer verdi. “İnsanların yaşam standartlarını her alanda yükseltmek ve en yaşanılabilir kentlerde ağırlamak istiyor belediyeler. Kadıköy Belediyesi’de yıllardan beri bunu yaptı. Kültüre, sanata, spora ve sağlığa önem verdi. Bu nedenle Kadıköy en yaşanılabilir ilçe seçildi geçtiğimiz yıl Türkiye’de.”

Sanat merkezi haline dönüştürülen bina hakkında bilgiler veren Başkan Öztürk yapının Fransız kilisesi olduğunu kaydetti. Kilisenin 1895 yılında yapıldığını belirten Öztürk, daha önce rahibe eğitimi verilen kilisenin Kadıköy Belediyesi tarafından satın alındığını söyledi. Başkan Öztürk konuşmasına “Burada klasik müzik, Türk Sanat Müziği gibi birçok kültürel sanatlar yapılacağı gibi kurslar ve seminerler düzenlenecek. Dolayısıyla bölgeye hayat katacak. Kadıköy’ün hangi bölgesine kültür merkezi yaparsanız inanılmaz derecede verimli şekilde çalışıyor. Bu merkezde Rasimpaşa Mahallesi'nde önemli bir işlev görecek.” ifadelerine yer verdi.

Star, 15.03.2014



9 - 15 Mart 2014

SÜPERMARKET BODRUMUNDA ANTİK KENT

 

 

Bursa’nın Mudanya İlçesi'nde bulunan Myrelia antik kentinde bina kat yüksekliğini arttıran ve kentin bir kısmını imara açan yeni imar planı Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından onaylandı. Antik kent üstüne yapılan süpermarketin inşaatı da tamamlandı.


Uludağ Üniversitesi, 2010 yılında Bursa’nın Mudanya ilçesinde 1. derece sit alanı olan bölgenin yakınında yaptığı yüzey çalışması sırasında yoğun seramik parçalarına rastlayınca Bursa Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Bölge Kurulu’na bölgenin 1. derece sit alanı ilan edilmesini önerdi.

Koruma kuruluysa tarihi limanı 3. derece sit alanı ilan ederek imara açtı. Ardından Tesco Kipa Kitle Pazarlama Şirketi de 23 Eylül 2012 tarihinde aldığı ruhsatla bölgede süpermarket yapımına başladı. Ancak süpermarketin temel kazıları sırasında antik kentin MÖ 7. yüzyıla ait duvarı ile heykellere rastlanınca bölge halkı süpermarket inşaatının durdurulması için koruma kuruluna başvurdu. İki ay süreyle bölgede incelemede bulunan koruma kurulu, tarihi Myrelia kentinin 3. derece SİT alanı olarak kalmasını uygun bularak kent üzerine yapılan alışveriş merkezinin devam ettirilmesine karar verdi. Kurul tarafından verilen özel izinle antik kentin üzerinde yapılan süpermarketin inşaatı bitti. Yaklaşık 20 metre uzunluğa ve iki metre genişliğe sahip 2700 yıllık kent duvarları ve tarihi kalıntılar, süpermarketin bodrum katında cam çerçeve içine konulmuş. Etrafı cam çerçeveyle çevrilen tarihi kalıntılar süpermarketin içinde müşterilere sergilenecek. Bölge halkı ise antik kent üzerine kurulan süpermarketin yıkılması ve yerine müze yapılmasını istiyor.


Antik kent üzerine kurulan süpermarketin yıkılması için açılan dava devam ederken, Mudanya Belediyesi tarafından hazırlanan ve antik kentin bina kat yüksekliğini 2’den 5’e çıkartan 1/1000 ölçekli koruma amaçlı nâzım imar planı Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından onaylanarak koruma kuruluna gönderildi. Plan kurul tarafından da onaylandığı takdirde tarihi Myrelia antik kentinde 2 olan kat yüksekliği 5’e çıkarılacak, Myrelia antik kentinin liman kısmında bulunan 50 bin metrekarelik alan ise turizm alanı olarak imara açılacak.

 

‘Müze yapılmalı’
Antik kent üstünde yapılan süpermarket inşaatının durdurulması gerektiğini belirten bölge halkı ise antik kentin imara açılmasına tepkili. Antik kentin müze yapılması için mücadele edeceklerini ifade eden Myrelia Antik Kent Platformu bölgenin imara açılmaması için şu çağrıda bulundu:
“Bizler, süpermarket konusunda olduğu gibi imar konusunda da Myrelia antik kentini savunmaya devam edeceğiz. Bölgedeki tarihi değerlerin ortaya çıkarılması ve bunların başta Bursa olmak üzere tüm dünyanın hizmetine sunulması için elimizden gelen her şeyi yapmaya devam edeceğiz. Betonlaşmaya karşı tarihi savunmaya devam edeceğiz. Başta koruma kurulu olmak üzere tüm kurumları da bu konuda sorumlu davranmaya çağırıyoruz.‘’

Radkal, Haber: İdris Emen, 15.03.2014

LONDRA SİLUET İÇİN AYAĞA KALKTI

 

İngiltere’nin başkenti Londra’nın merkezinde yeni yüksek binalar yapılması ve bu binalarla birlikte bir gökdelenler topluluğu oluşturulmaya çalışılması, “silüetin” bozulacağı eleştirilerini de beraberinde getirdi.

 

Aziz Paul Katedrali yaklaşık 300 yıldır Londra’nın en yüksek binasıyken, son dönemde ardı ardına inşa edilmeye başlanan ve planlanan binalar sayesinde bu özelliğini kaybedecek.

 

Başkent için, 236 yeni bina projesinden büyük bölümünün yüksek binalardan oluştuğu, 33 tanesinin 40 ile 49 kat arasında yüksekliğe sahip olacağı, iki tanesinin ise 75 katlı olmasının öngörüldüğüne dikkat çekiliyor.

Milliyet, 15.03.2014

ÖĞRENCİLER, MÜZE GEZERKEN SAKIN SUSAMAYIN!

 

Müzeler yaşayan yerler olsun, gençler, öğrenciler, her kesimden insan orada uzun uzun vakit geçirsin denir durur. İyi tamam ama nerede ve nasıl? Gezip yorulup dinlenmek ya da bir şeyler atıştırmak ya da bir çay molası vermek için gireceğiniz müzenin kafe/restoran bölümü fiyatlarıyla sizi zorlayabilir.


Oysa Avrupa kentlerindeki çoğu müzenin içinde; şık kafe ve restoranların yanı sıra daha makul fiyatlarla hizmet veren, bir çaya, kahveye 10 lira ödemenizin gerekmediği kafeterya türü mekânlar da mevcut. Saatlerce ayakta gezilen bir serginin sonunda bu mekânlarda dinlenip açlığınızı, susuzluğunuzu bastırabilirsiniz. Bizdeki durumu bir kere daha gözden geçirmek üzere benim gibi öğrenci olan arkadaşım Derya ile dört müzedeki altı kafeyi gezdik. Sonuç: Öğrenciyseniz, bursunuzun hatırı sayılır bir kısmını müze kafede bırakabilirsiniz!

 

İSTANBUL MODERN/İstanbul Modern Cafe&Restoran
Bursu manzaraya bıraktık

Tophane’de İstanbul Modern’in içinde yer alan İstanbul Modern Cafe&Restoran’ın deniz manzarasına diyecek yok ama fiyatlarına var. Ayran 9, limonata 12, kola gibi diğer içeceklerse 10 lira. Ana yemekler 36 ile 76, pizzalar 25 ile 37 arasında değişiyor. Hem karnımız doysun hem olabildiğince ucuz olsun diyerek mozerella peyniri, kekik ve domates sosundan oluşan ‘Pizza Margherita’ sipariş ediyoruz. Lezzeti gayet yerinde ama bir öğrenci bütçesi için pek de uygun değil. En makul fiyattaki pizza olan ‘Pizza Margherita’yı seçip, en ucuz içecek olan ayrandan sipariş ederseniz kişi başı 34 lira hesap ödüyorsunuz. Üzerine bir de kahve içelim derseniz hesabınıza 10 lira daha ekleniyor. Eh, bunun üzerine bir de soğuk su iyi gider! 33 cl 4, 75 cl’lik su 7 lira. 38 liranızla vedalaşıp kafeden ayrılabilirsiniz. Şu an yer alan sergiler ‘Rasathane’ 27 Nisan’a, ‘Komşular’ 8 Mayıs’a, ‘Hayallerden Gerçekler’ 1 Haziran’a kadar görülebilir.

 

SABANCI MÜZESİ/Müzedechanga
Yemek yemeyi unutun

Emirgan’daki Sakıp Sabancı Müzesi’nde yer alan Müzedechanga yeşil-mavi manzarasıyla karşılıyor bizi. Havalar henüz yeterince ısınmadığı için şimdilik dışarıya masa konulmamış. Mönüye gelince... Örneğin kahvaltı tabağının içeriği geniş, lakin fiyat 50 lira. Müzeyi gezmeye iki üç arkadaş giderseniz öğrenci usulü hesabı bölüşerek kahvaltı yapabilirsiniz. Tabii bunu yaparken kendinizi iyi hissedebileceğinizi sanmıyorum. Mönünün diğer sakinlerinden başlangıçlar 25-39, ana yemekler 47-70 arasında değişiyor. Biz birer kahve aldık; sıcak içecekler 6-12 lira arası. Müzedeki ‘Uzak Komşu Yakın Anılar’ sergisi 15 Haziran’a kadar görülebilir.

 

PERA MÜZESİ/Pera Cafe
Hiç değilse bir çay içilir

İlk durağımız Beyoğlu’ndaki Pera Müzesi’nin içinde yer alan Pera Cafe. Kafenin ortasında büyük bir piyano karşılıyor bizi... Ferah bir atmosfer ve masamızda kırmızı karanfiller...
Fiyatlara gelince; tostlar 8 ile 9, makarnalar 20, salatalar 12 ile 20, sandviçler 10 ve 12 lira arasında değişiyor. Kahveler ise 5 ile 10 lira arası. 9 liraya kaşar peynirli ve janbonlu ‘Pera Tost’ sipariş ediyoruz. Yanına da çay... Çayın fiyatı 2.5 lira ve tadı da gayet iyi. “Makarnaya 20 lira verilir mi? Biz okulun orada 6 liraya yiyoruz” diyecek olursanız da haklısınız. Yine de Pera Cafe, gezdiğimiz güncel sanat müzelerinin kafeleri arasında fiyatları en makul olanlardan biri. Müzede devam eden ‘Aurora’ ve ‘Picasso’ sergileri de 20 Nisan’a kadar görülebilir.

 

RAHMİ M. KOÇ MÜZESİ/Café du Levant
Öğrenci dostu müze

Rahmi M. Koç Sanayi Müzesi Lengerhane binasının yanında yer alan Café du Levant’ın dekoru çok etkileyici. Fransız mutfağının sunulduğu, Fransızca şarkıların çaldığı mekân Paris Brasserie’si tarzında. Sergiyi gezdikten sonra bir şeyler yemek için gittiğimiz kafede her şey çok güzeldi, ta ki mönüyü görünceye kadar. Salata çeşitleri 18-21 arası, çorba 12, balıklar 45 ve 65, et ve kümes hayvanları 35-48 lira arasında değişiyor. Biz “En iyisi bir kahve içelim” diyoruz ve 10 liralık cappicuno’dan birer tane söylüyoruz. Yanına ikram olarak fındıklı kurabiyelerimiz geliyor. Bardağın dolu tarafına bakarsak müzedeki ‘Köprüler-2 Kıta Birleşirken’ ve ‘Ölçekli Dünyalar’ sergileri ücretsiz. Öğrencisiniz diye de atmosferden mahrum kalmayın, bursu alınca bir kere de olsa gidin canım!


RAHMİ M. KOÇ MÜZESİ/ Fenerbahçe Büfe
Rahmi Koç Müzesi’nde Fenarbahçe vapuru, ziyaretçilerin dinlenebilmeleri için büfeye dönüştürülmüş. Yorgunluk çayınızı/kahvenizi hareket etmeyen bir vapurda içmek için Fenerbahçe Büfe ideal. Üstelik öğrenci dostu. Kafe çalışanı her yaştan ziyaretçinin bütçesi düşünülerek bu fiyatların oluşturulduğunu söylüyor. Hatta bazı özel okul öğrencileri “Bizim kantinden ucuz” diyormuş. Fiyatlar Demlik Kafe ile aynı. Çay, simit, sandviç bulunan büfede fiyatları 1 ile 4 lira arası.

RAHMİ M. KOÇ MÜZESİ/Demlik Kafe
Café du Levant pahalı geldiyse hemen yolun karşısında Rahmi Koç Müzesi otomobil galerisinin içerisinde Demlik Kafe bulunuyor. Demlik Kafe’nin dekoru şirinliğiyle kendine çekiyor bizi. “Buradan zarar gelmez” diyerek, kırmızı-beyaz pötikareli masa örtülü masalardan birine otuyoruz. Kafede çay, kahve, simit ve soğuk içecekler bulunuyor. Öğrenci dostu Demlik’te çay ve simit 1, sandviçler 3, en yüksek fiyatlı içecek olan kahve ise 4 lira.

Radikal, Haber: Esra Ülkar, 15.03.2014

ÇAKMA KALE

 

 

Tarihi Divriği Kalesi’ne 400 metre ek kale inşasını öngören proje tartışma konusu oldu. Sivas Koruma Bölge Kurulu’nun onayladığı projede, 800 yıllık kalede iç/dış sur yapımı yer alırken, eteğindeki iki tarihi kilise yer bulamadı. Divriği tarihi üzerine 50 yıldır çalışan, eserler veren Necdet Sakaoğlu, kalenin tarihinin Urartulara uzandığını belirterek, “Kalede görülen izlerin tümünü sur olarak inşa edelim derseniz, kalenin tarihsel imajını yapaylığa dönüştürürsünüz” diyor. Dünya Mirası Divriği Çalışma Grubu’nun da itiraz ettiği proje ihaleye çıkacak.

 

Divriği Kalesi restitüsyon, restorasyon/güçlendirme projesi Kültür ve Turizm Bakanlığı Kayseri Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü tarafından Asır Restorasyon İnş. Müh. Mimarlık Tic. ve San. Ltd.’ye hazırlatıldı. Proje Sivas Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nca onaylandı. Kaleyi kurtarma amaçlı projeye göre mevcut surlara ek olarak yaklaşık 400 metre uzunluğunda iç ve ilave dış kale inşa edilecek.

 

TAŞOCAĞI GİBİ KULLANILDI

Tarihçi Necdet Sakaoğlu projeyi eleştirirken şu bilgileri verdi:
“Yapı, Mengücek meliki Ahmet Şah tarafından bir Türk kalesi olarak inşa ettirilmiştir. Kalenin temeli Urartulara, hatta neolitik çağa uzanıyor. Altındaki tektonik mağara da eski çağlarda kullanılmış. Kalede görülen izlerin tümünü sur olarak restore edelim derseniz kalenin tarihsel imajını yapaylığa dönüştürürsünüz. Tarihsel geçmiş yanıltıcı olur. Hiçbir restorasyon, arkeolojik inceleme yapılmadan olmaz. Önce çağ uzmanları, arkeologlar çalışacak, raporlar hazırlanacak, ancak ondan sonra restoratörlere görev düşer. Kalenin bütününü, arkasını, önünü, içini, mağaralarını tümüyle kapsayan genel kale arkeolojisi çalışması olmalıdır. Kapıları çökmüş, duvarları yer yer yıkılmış, taş ocağı gibi kullanıldığı zamanlar olmuş. 50 yıl önce çalıştım, yer yer izleri var ama o izlere dayalı yeni bir iç kale inşa etmek çok zor. Çaltı Çayı’na bakan bir şikarhane kalıntısına bakıp burada da boydan boya bir sur varmış sonucuna varılamaz. Orası uçurum, kalede yaşayanları korumak için alçak koruma duvarları belki vardı. Projeyi gördüm. Bu projeye göre yapılırsa pek çok tenkit görebilir. Duvarlar, özellikle iç kale çok abartılı. Kale bir konak, bir saray değildir, her saldırı kalede iz bırakır. Kale restorasyonları yıkıntıları da koruyarak yapılmalıdır ki oranın geçmişte aldığı yaralar okunabilsin. İstanbul surlarını bütün olarak gediksiz, yıkıntısız yapalım derseniz, görece fethedilmediğini, bir saldırıya uğramadığını, Fatih’in kuşatmadığını anlatmış olursunuz. Oysa defalarca kuşatılmış, gedikler açılmış, gülleler saplanmış, tüm bunları nasıl okuyacağız? İzleri koruyarak. Divriği Kalesi’ndeki izleri de korumak lazım. Mevcut yapının gelecek kuşaklara doğru yansımalar vermesi önceliklidir.”

Hürriyet, Haber: Ali Dağlar, 14.03.2014

2 BİN YILLIK MEKTUP OKUNACAK

 

Roma İmparatoru Hadrian’ın yaklaşık 2 bin yıl önce yazdığı, taş yazıt mektubun sırrı çözülüyor. Hadrian’ın Anadolu seferi sırasında ziyaret ettiği Pergamon (Bergama) halkı için kaleme aldığı ve arkeolojik kazılarda parçalanmış olarak bulunan mektup, yapboz yöntemiyle tamamlandı. Kazılarda çıkan 23 parça ile 19. yüzyılda bulunan 4 parçanın kopyası birleştirildi. Toplam 27 parça, Bergama Müzesinde sergilenmeye başlandı. Mektubun tam çözümüne ilişkin çalışmalar sürüyor. Pergamon’a ait kalıntılar 1870’li yıllarda de Batı Anadolu’da demiryolu döşenmesinde çalışan Alman bir mühendis tarafından bulundu. O tarihten bugüne kadar süren kazılarda paha biçilmez eserler ortaya çıkarken, birçoğu yurtdışına özellikle Almanya’ya kaçırıldı. Türkiye ile Almanya arasında bu eserler konusundaki itilaf yıllardan bu yana sürüyor.

Akşam, Haber: Volkan Yanardağ, 14.03.2013

KAPALIÇARŞI'DA RESTORASYON

 

500 yıllık tarihi ile dünyanın ilk alış veriş merkezi kabul edilen Kapalıçarşı, Fatih Belediyesi tarafından restore ediliyor. Kapalıçarşı Yenileme Alanı, proje ve uygulama çalışmalarının hızlı bir şekilde başlayıp sonuçlandırılması maksadıyla 5 etap olarak ele alındı. Toplam
110 bin 868 metrekare alana sahip Kapalıçarşı'da ilk olarak 64 bin 488 metrekarelik bir bölüm için yapılan rölöve, restitüsyon ve restorasyon projeleri tamamlanıp, Yenileme Kurulu onayına sunuldu. Kurul tarafından, ilk etapta 23 adet rölöve ve restitüsyon projesi onaylandı.

Kapalıçarşı'nın dünya için de çok önemli bir değer taşıdığına dikkat çeken Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, Kapalıçarşı'nın gerek kötü kullanımdan, gerek yönetim eksikliğinden kaynaklanan büyük sorunları olduğunu söyledi. Çarşının en büyük çıkmazının yönetimi olmamasını vurgulayan Başkan Demir, "Bugüne kadar herkes müdahaleyi kendi bildiği gibi yapmış. Yağmur yağdığı zaman neredeyse tüm çarşıyı su basıyor. Taşıyıcı duvarlar zamanla kaldırılmış ve bu duvarlar vitrine dönüştürülmüş. Tüm çarşı kablolarla dolu. Isıtma, havalandırma ve yangına karşı önlem alabilme noktalarında çok ciddi sıkıntılar var. Çatıya gelişigüzel monte edilen klima motorları, tesisat kabloları ve depolar çatıyı tamamen çürüme noktasına getirmiş. Kısacası Kapalıçarşı'nın sıkıntıları anlatmakla bitmez. Biz bugüne kadar yaptığımız çalışmalarla çarşının röntgenini çektik, teşhisi koyduk. Artık tedaviye başlıyoruz" dedi.

GÜNDE 500 BİN ZİYARETÇİ
Kapalıçarşı'da 64 cadde ve sokak, 22 kapı ve 3 bini aşkın dükkan bulunuyor. Yaklaşık 20 bin kişiye istihdam sağlayan Kapalıçarşı'yı günde 500 bin kişi ziyaret ediyor. Dünyanın en çok ziyaret edilen ilk 10 yeri arasında yer alan Kapalıçarşı'da ziyaretçilerin etkilenmemesi için çalışmalar etap etap yapılacak. Çarşı'da Fatih Belediyesi kontrolünde yönetim kurularak, tek merkezden yönetim sağlanacak. Restorasyonun bedeli 200 milyon lirayı bulacak. Kapalıçarşı'nın çatısından güzel bir manzaranın seyredilebildiğine de değinen Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, "Bir tarafınız Süleymaniye bir tarafınız Beyazıt. Bu çatının da onarımının ardından bir bölümünü seyir terası olarak düzenlemek istiyoruz" dedi. Demir, Kapalıçarşı'nın bugüne kadar sistematik bir restorasyon sürecinden geçmediğini ve böylesine geniş çaplı bir tarihi eser koruma projesinin de dünyada ilk olabileceğini söyledi.

Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 14.03.2014

BALIKÇI AĞINA AMFORA TAKILDI

 

Sinop'ta İnceburun açıklarında trolle avlanan Şükrü Zarflıoğlu'na ait balıkçı teknesinin ağına, içinde çok sayıda cam bardak bulunan amfora (İki kulplu, dibi sivri, dar boyunlu, karnı geniş testi) takıldı.

 

Roma dönemine ait olduğu tespit edilen, içinde 31'i sağlam 4'ü kırık kadeh, kulplu ve boğumlu üç çeşit cam bardak bulunan amfora, Sinop Müze Müdürlüğüne teslim edildi.

 

AA muhabirine açıklamalarda bulunan Zarflıoğlu, Sinop İnceburun açıklarında avlanırken 90 metre derinlikte trol ağına amfora takıldığını söyledi.

 

Ağzı ve altı açık amforanın içinde çamura bulanmış 31'i sağlam 4'ü kırık kadeh, kulplu ve boğumlu olmak üzere 3 çeşitten oluşan bardak seti bulunduğunu anlatan Zarflıoğlu, "Bu zamana kadar onlarca amfora buldum müzeye teslim ettim ama böylesini ilk defa gördüm" dedi.

 

Sinop Müze Müdürlüğü'ne teslim edilen ve Roma dönemine ait olduğu öğrenilen amfora ise incelemeye alındı.

 

Sinop Kültür ve Turizm Müdürü Hikmet Tosun, yaptığı açıklamada, bulunan amforanın nadide bir Roma dönemi eseri olduğunu dile getirerek, "Koleksiyonumuza dahil edilecek. Böylece Sinop Arkeoloji Müzemiz daha da zenginleştirecek. Bu zamana kadar müzemize yüzlerce amfora geldi ama böyle içinde cam seti olan bir çeşit gelmedi. Bu nadide Roma dönemi eseri, önümüzdeki dönemde müzemizde sergilenecek" ifadelerini kullandı.

Memleket, 13.03.2014

"KIRK AYAKLI KÖPRÜ KORUMA ALTINA ALINSIN"

 

Dünyanın en uzun taş köprüsü olarak bilinen Kırk Ayaklı Köprü, Batman Çayı Islah Projesi ile yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Kırk Ayaklı Köprü'nün volkanik bazalt taşlarla yapıldığını ve dünyada eşine ender rastlanan bir köprü olduğunu belirten uzmanlar, köprünün koruma altına alınmasını istedi.

Batman merkezden 5 kilometre uzaklıkta bulunan, dünyanın en uzun taş köprüsü olan Kırk Ayaklı Köprü (Pira Pirpira), Batman Çayı Islah Projesi ile yok ediliyor. Ortaçağ döneminde inşa edildiği tahmin edilen 40 ayaklı köprünün yanı sıra Batman Çayı havzasında yaşayan, aralarında sadece Batman Çayı havzasında görülen Kız Kuşu'nun da bulunduğu birçok endemik kuş türü ile bir ay önce tespit edilen su samurlarının da yok olacağı belirtiliyor.

Batman Turizm ve Tanıtım Derneği Başkanı Emin Bulut, 12 bin yıllık, dünyanın ilk köy yerleşkesi olan Çeme Helan Höyüğü'nün sular altında bırakıldığını, şimdi de dünyanın en uzun taş köprüsünün de tehdit altında olduğunu söyledi. Bulut, Batman Çayı üzerinde bulunan dünyanın en uzun köprüsünün yok olmakla yüz yüze kaldığını ifade ederek, şöyle konuştu: “Bıçakçı (Kêrikê) Köyünde bulunan Grê Migro Höyüğü'nün hemen altında Silvan’ın Pileka Köyünü ve Batman’ın Bıçaklı (Kerikê) Köyünü birleştirdiğini tespit etmiştir. Şu an 25 köprü ayağını tespit edebildik. Tabi toprak, kum ve molozların altında kaybolan ayakları da yapılacak arkeolojik çalışma sonucu ortaya çıkacaktır.” dedi.

Dünyanın en uzun köprüsünün bulunduğu çayda, su samurunun bir ay önce tespit edildiğini söyleyen Bulut, Batman Çayı'nda 7 endemik kuş türünün bulunduğunu anımsatarak, “Orada bir milyon hektarlık mera alanının ve yeryüzünün en önemli endemik bitki türleri ile endemik kuş türleri vardır. Tatlı su martıları, Mahmuslu kız kuşları, toy kuşları, uçan ördekler ve su horozları bizim orman ve su mühendisleri ile yaptığımız araştırma ve alan çalışması sonucu tespit ettiğimiz kuş türleri burada yaşamaktadır. Bundan bir ay önce, bu çayda su samuru bulunmuş ve Orman Su işleri mühendisleri tekrardan Batman Çayı'na bıraktılar.” diye konuştu.

Kırk ayaklı köprünün, Kire (Qire) Dağı'ndan getirilen volkanik bazalt taşlarla yapıldığını belirten Arkeolog Faysal Nayman ise “Her bir kaya bir metre genişliğinde kesme taşların arasına moloz bırakılarak yapılmıştır. Yeryüzünde şu ana kadar en büyük ve en ihtişamlı ve en uzun bir köprü konumunu taşımaktadır. Bu köprü, bir an önce koruma altına alınarak turizme açılmalıdır. Bunlar, insanlık tarihinin en önemli ortak kültür mirasıdır.” şeklinde konuştu.

Bugün, 13.03.2014

ORTAKÖY CAMİİ AÇILIŞA HAZIRLANIYOR

 

 

İstanbul Boğazı'nın sembol eserlerinden biri olan Beşiktaş'taki Büyük Mecidiye (Ortaköy) Camii'nde restorasyon çalışmalarında son aşamaya gelindi. Halk arasında Ortaköy Camii olarak bilinen eserin restorasyonunu Kuveyt Türk Katılım Bankası ve Vakıflar Genel Müdürlüğü yürütürken, yüklenici firma olarak saha çalışmalarını Gür Yapı İnşaat üstlendi.

 

3 MİLYONA MAL OLDU

İstanbul Vakıflar 1. Bölge yetkililerinden alınan bilgilere göre 3 milyon Türk Lirası'na mal olacak caminin restorasyon çalışmalarının yüzde 90'ı tamamlandı. 3 yıldır restorasyon çalışması devam eden cami Mayıs ayı içerisinde ibadete açılacak. İstanbul'a gelen turistlerin ilk durağı arasında yer alan Ortaköy Camii'nin restorasyon çalışmaları 2011 Mayıs ayında başlamıştı. 2013 yılı başında bitirilmesi planlanan restorasyon un uzamasını yetkililer, 'Daha önceki restorasyonlarda kullanılan çimento sıvanın sökülmesi, bazı kapı geçişlerinin taş duvar doldurularak yapılması ve geçmişteki restorasyonlarda insan eliyle yapılan tahribatlar restorasyonun uzamasına sebep oldu' şeklinde açıklıyor.

 

İNCE İŞÇİLİK UZATTI

Ortaköy Camii'nin restorasyonu hakkında bilgi veren Vakıflar yetkilileri, restorasyon süresince yapılan çalışmalarda çok hassas davrandıklarını bunun da ilk restorasyon süresini uzattığını dile getirdi. Yetkililer, dişçilerin kullandığı küçük aletlere benzeyen araçlarla işlemeler yaptıklarını ve metrekarelerce kalem işi gerektiren yerlerde ince işçilik uyguladıklarını dikkat çekti.

 

ÖZGÜN HARÇ KULLANILDI

İç cephede daha önceki restorasyonda her yerin çimento sıvayla kaplandığını belirten yetkililer, 'Önceki sıvaların raspası yapıldı. Özgün harç olarak bilim kurulu tarafından da onaylanan 'Horasan' harcı uygulamasını bütün duvarlarda uygulandı' ifadelerini kullandı.

 

5 kez restore edilmişti

Yapıldığı tarih olan 1853'ten günümüze kadar olan süreçte 5 kez restore edilen Ortaköy Camii'nde restorasyon çalışmalarına başlamadan önce caminin iç, dış ve çatı kısımlarında deniz tuzu ve diğer sebeplerle bozulmalar meydana gelmiş ayrıca çatısında biriken yağmur suları sebebiyle kubbesinden parçalar düşmesi yetkilileri hareket geçirmişti.

 

Vapur bacaları olumsuz etkiledi

Restorasyon çalışmalarına İstanbul'da bulunan üniversitelerden deneyimli 4 adet öğretim üyesinden oluşan bilim kurulu her hafta yapılan çalışmaları takip ediyor. Yetkililer, dış cephede yapılan çalışmalarda ise hava kirliliği ve vapurların bacalarından oluşan karbon kirliliği tespit ettiklerini ve buna yönelik çalışmalar yaptıklarını söyledi. Yetkililer tuzlu suyun ve buharlaşan suyun dış cepheye olumsuz etki ettiğini belirterek, 'Taş restorasyonu için 25 metre yükseklikte kubbe kuruldu. Kubbe kurulduktan sonra ana kubbe kasnağına baktığımızda önceden aşağıdan bakıp proje çizildiği dönemde öngörülebilenden çok sayıda erozyon olduğu tespit edildi' ifadelerini kullandı.

Yeni Şafak, Haber: M Sait Özkan, 13.03.2014

İSTANBUL'DA TARİHİ ESER KAÇAKÇILIĞI

 

Arnavutköy'de Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait 160 adet sikke ele geçirildi. Olayla ilgili 1 kişi gözaltına alındı.

 

İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Kaçakçılık Suçlarıyla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri, alınan bir ihbar üzerine soruşturma başlattı. Yapılan tespitlerin ardından harekete geçen ekipler, Arnavutköy'de bir eve baskın düzenledi. Evde yapılan aramalarda Roma, Bizans ve Osmanlı dönemine ait olduğu anlaşılan 160 adet sikke, Bizans dönemine ait 75 adet obje ile 1 adet dedektör ele geçirildi. Eserlerin ele geçirilmesi üzerine olayla ilgili 36 yaşındaki M.K. gözaltına alındı. Şüpheli M.K. hakkında 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıkları Kanununa Muhalefet suçundan adli işlem başlatıldığı bildirildi. 

Türkiye Gazetesi, 13.03.2014

SİHİRBAZ HEYKELTIRAŞ RICHARD DEACON

 

 

İngiliz heykeltıraş Richard Deacon, retrospektif sergisiyle Londra'daki ünlü Tate Britain'da. Aşina olduğumuz malzemeleriden beklenmedik işler çıkaran Richard Deacon, 12 ton ağırlığındaki seramikten ve çeliği üç boyutlu çizimmişçesine akışkan biçime sokabiliyor.

 

Herkesin sanata bakışı ayrı. Bakış derken, ilk izlenimin hemen ardından gelen tepkiden bahsediyorum. Bu tepki, öncelikle seyircinin mesleği ile farklılık gösteriyor. Örneğin, bir yazar kimi zaman sanatçının esin kaynağını, kimi zamansa karşıya geçirmek istediği mesajı düşünürken, bir sanatçının ya da bir mimarın başkasının eserine bakışı, kullanılan malzeme ya da tekniğe odaklanabiliyor. Elbette bazı sanatçılar var ki, 7’den 77’ye, doktorundan mühendisine herkesi nasıl olup da birkaç tonluk çeliği pamuk helva misali yerleştirdiğini merak ettirmeyi başarıyor. İşte bunlardan biri de Richard Deacon. Anthony Gormley ve Anish Kapoor gibi İngiliz heykeltıraşlarla aynı nesilden Deacon’ın retrospektif sergisi nisan sonuna kadar Londra’daki Tate Britain’da yer alıyor.


1987 yılında İngiltere ’nin prestijli Turner sanat ödülüne layık görülen Deacon, mevzu heykelleri olduğunda oldukça alçakgönüllü. “Tam olarak ne anlama geldiklerini anlayan olduğunu sanmıyorum. Şahsen kavradığımı düşünmüyorum, umarım insanların hoşuna gidiyordur” diyor. Ahşaptan metale, camdan kauçuğa pek çok farklı malzemeyi kullanarak yarattığı devasa formlar kimi zaman ‘Mobius’ şeridi, kimi zaman da Escher merdivenlerini andırıyor. 1998 tarihli yılan gibi oynak ‘After’ (Sonra) başlıklı heykel, dairesel kıvrımlarıyla iç/dış, ön/arka ve başlangıç/bitiş kavramlarını yerle bir ediyor.


Deacon’ın devasa şekilleri etrafında dolanırken, sanki uzaktaki kenarda bir kıpırtı var hissine kapılıyor insan. Bir yandan sünger, deri ve mermer nasıl olur da bu şekillere girer diye düşünürken, bir yandan da önünüzdeki formun nasıl olur da sonsuza dek devam ediyor gibi göründüğünü merak ediyorsunuz.


1949 doğumlu sanatçı, heykellerine ‘Mammoth’ (Mamut, 1989), ‘Lock’ (Kilit, 1990) ve ‘Fold’ (Katlama, 2012) bir hayli tanımlayıcı isimler veriyor olsa da heykellerinin bir tanesi bile tek bakışla yanından geçip gitmeye olanak tanımıyor. Bir kere içinize sinmiyor tek bir bakış. Nitekim Deacon’ın 12 ton ağırlığında seramiği ya da çeliği bile üç boyutlu çizimmişçesine akışkan biçime nasıl soktuğunu anlamak her yiğidin harcı değil. Sanki dilinizin ucundaki bir kelime kadar yakın ya da her gün görmeye alıştığınız bir şekil kadar tanıdık geliyor çoğu Deacon heykeli. Öte yandan bu heykeller beklediğiniz açıyla kıvrılmıyor, arkasında boşluk olacağını sandığınız bir kıvrım size sürpriz yapıveriyor. Uzun lafın kısası, Deacon heykelleriyle aşina olduğunuzu sandığınız malzemeleri beklenmedik şekillere sokarak hem beklentilerinizi hem de dolu/boş gibi kavram algılarınızı yerle bir ediyor.


Richard Deacon’ın 1970’lerden günümüze 40’a yakın eseri, 27 Nisan’a kadar Tate Britain’da.

Radikal, Haber: Neylan Bağcıoğlu, 13.03.2014

ÇANAKKALE ŞEHİTLİĞİ'NE 16.7 MİLYON RENK

 

 

16.7 milyon farklı rengin kullanıldığı yeni ışıklandırma sistemiyle Çanakkale Şehitleri Anıtı bütün ihtişamını, gecenin karanlığında da sergilemeye devam ediyor.

 

I. Dünya Savaşı sırasında Çanakkale Savaşları'nda hayatlarını kaybeden 253 bin Türk askeri anısına yaptırılan Çanakkale Şehitleri Anıtı, Philips tarafından anlam ve hikayesine uygun olarak aydınlatıldı. Çanakkale Şehitleri Anıtı'nın aydınlatma projesinde kullanılan LED projektör teknolojisi, daha önce aynı firma tarafından Boğaziçi Köprüsü üzerinde kullanılmıştı. Çanakkale Şehitler Anıtı, üstüne yansıyan Atatürk ve Türkiye haritası silueti ile gecenin karanlığında da ihtişamını yeni yüzüyle sergilemeye devam ediyor.

GÜNÜN ANLAMINA GÖRE RENK SEÇİMİ
Çanakkale Şehitleri Anıtı'na yerleştirilen GPRS'li LED aydınlatma sistemi sayesinde aynı zamanda enerji tasarrufu sağlandığı belirtilirken, ışıklandırma sisteminde 16 milyon 700 bin ayrı renk kullanıldığı açıklandı. Philips, kullanılan GPRS sistemi sayesinde internetten renk sisteminin istendiğinde günün önem ve anlamına göre sadece kırmızı yeşil gibi renklere de sabitlenebileceğini açıkladı. 41.7 metre yüksekliğindeki anıt, yeni yapılan ışıklandırma ile uzak mesafelerden de fark edilecek.

EYFEL KULESİ'NDEN ÇANAKKALE'YE ...
Yeni proje hakkında bilgi veren Philips Türkiye CEO'su Göktuğ Gür, "Paris'teki Eyfel Kulesi'nden Londra'daki Big Ben'e; İstanbul'daki Boğaz köprülerinden Atina'daki Akropolis'e kadar dünya çapında birçok aydınlatma projesine imza atmış bir şirket olarak şehir ve ülke simgelerini aydınlatarak referans projeler gerçekleştirmek bizim için çok önemli. Bu kapsamda, Türkiye tarihinin de önemli bir simgesi olan Çanakkale Şehitleri Anıtı'nı aydınlatmak bizim için gurur vericidir" dedi.

Sabah, Haber: Deniz Derin, 13.03.2014

KONYA VALİLİK BİNASI TARİHİ GÖRÜNÜMÜNE KAVUŞUYOR

 

Valilik binasındaki yenileme çalışmaları devam ediyor. İç düzenlemelerin tamamlandığı binada dış cephe restore çalışmalarına başlandı. Konya İl Özel İdaresi İmar ve Yapı Hizmetleri Dairesi Yapı Kontrol Müdürlüğü'nden alınan bilgiye göre binanın tarihi dokusunun korunarak, restorasyonun yapılacağı öğrenildi. Çalışmaların bu ay içerisinde tamamlanacağı bildirildi. Uzun yıllardır bakım yapılmadığı için yıpranan binanın dış cephesindeki taşlar temizlenerek geçmişteki tarihi görünümüne kavuşacak. Geçtiğimiz aylarda da Valilik Binası'nın arka kapısı vatandaşların hizmetine açılmıştı.

Merhaba Haber, 13.03.2014

25 MİLYON DOLARLIK KASE

 

Sotheby’s Müzayede Evi nisan ayında Hong Kong’da düzenleyeceği açık artırma öncesinde medyaya tanıtım yaptı.

Müzayede evinin Asya şubesinin Çin porselenleri alanındaki başkan yardımcısı Nicolas Chow’un tanıttığı küçük kase, açık artırmaya çıkacak parçaların en nadide ve dolayısıyla da en pahalı olanlarından biri olarak nitelendiriliyor.

Uzmanlar, kaseye 25 ila 38.5 milyon dolar (56 milyon ila 86.2 milyon TL) arasında bir değer biçiyor.

Habertürk, 13.03.2014

GORDİON, PİRAMİTLERİYLE ÜNLÜ MISIR'A RAKİP OLABİLİR

 

 

Turizm sektörü, askeri müdahale, şiddet olayları ve siyasi istikrarsızlıklar nedeniyle Mısır'dan ayağını kesen turisti Türkiye'ye tümülüslerle çekecek.

 

Ankaralı turizmcilere göre, dokunduğu her şeyi altına çevirmesiyle efsaneleşmiş Frigya Kralı Midas'ın şehri Gordion, piramitleriyle ünlü Mısır'a rakip olabilir.

 

Anadolu Turizm İşletmecileri Derneği (ATİD) Başkanı Seçim Aydın, Anadolu'nun sahip olduğu zengin ve kültürel birikimle daha fazla turisti çekebileceğini söyledi.

 

Türkiye'de kıyı şeritlerde deniz, kum ve güneş turizmine uygun alanların yanı sıra iç bölgelerde de kültür, tarih, inanç, gastronomi ve sağlık turizmi için büyük imkanların var olduğunu belirten Aydın, Ankara'nın Polatlı İlçesi yakınlarındaki Yassıhöyük'te yer alan tümülüslerin, dünya tarihi açısından çok önemli olduğunu vurguladı.

 

Mısır'a rakip "3 K" modeli

Aydın, turizmde öne çıkan deniz, güneş ve kum gibi özelliklerin Ankara'da olmadığını, bu nedenle başkente uygun projelerin üretilmesi gerektiğini vurgulayarak, şöyle devam etti:
"Ankara'nın bir turizm master planına ve bu plan çerçevesinde de yeni projelere ihtiyacı var. Sahillerimizde, deniz-kum-güneş anlamına gelen '3 S' modeli öne çıkıyor. Buna orantılı olarak da Ankara'da kültür, kongre ve kaplıca turizminin öne çıkacağı '3 K' modeline yönelmemiz gerekiyor. Bunlar yapılmıyor mu? Yapılıyor ama küçük ölçekli girişimciler tarafından ve bunlar da potansiyelin tamamıyla kullanılması için yeterli değil. Yassıhöyük, Gordion tümülüsler vadisi turizmde acilen kullanılması gereken bir zenginlik. Burada 110 tümülüs var. Şu ana kadar sadece birinde kazılar yapıldı ve açıldı. O da Frigya Kralı Midas'ın mezarı.

 

O mezar bile dünya tarihini etkileyen bir isme ait ve çok önemli ancak diğer tümülüslerdeki kazıların da tamamlanmasıyla bu bölge Mısır'daki piramitlere rakip olabilir, turizm için bir rota haline getirilebilir. Bu alanın dışında da inanç turizmi, sağlık ve kongre turizmi için de Ankara'da çok fazla imkan var. Bunlar da değerlendirilmeli. Özel idarelerin kapatılmasıyla belediyelere önemli bir kaynak aktarılacak. Bu kaynak, başkent turizmi için kullanılırsa Ankara turizmde uçar."

Anadolu Ajansı, 12.03.2014

ALAADDİN CAMİSİ'NİN RESTORASYONUNA BAŞLANIYOR

 

 

Kitabesi bulunan en eski Selçuklu eserleri arasında gösterilen ve bahçesinde Selçuklu sultanlarının mezarı bulunan Konya'daki Alaaddin Camisi için, Vakıflar Genel Müdürlüğünce restorasyon ihalesine çıkılıyor.

 

Yapımına, Selçuklu Sultanı 1. Rükneddin Mesud tarafından başlanan ve Alaaddin Keykubat tarafından 1221'de tamamlanan Alaaddin Tepesi'ndeki cami, abanoz ağacından "minberi", avlusunda bulunan Selçuklu sultanlarının türbesi ile kente gelen yerli ve yabancı turistlerin en çok ziyaret ettiği mekanlar arasında yer alıyor.

 

Tepenin üzerinde, kesme taşlar ile inşa edilen cami, Selçuklu mimarisinin en belirgin özelliklerini barındırıyor.

 

Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Konya'nın tarihi zenginlikleri bakımından en şanslı iller arasında yer aldığını söyledi.

 

Türkiye'deki tarihi ve kültürel mirasın korunmasına yönelik çalışmalar yürüttüklerini aktaran Ertem, her yıl onlarca eserin restorasyonunu başarıyla gerçekleştirdiklerini ifade etti.

 

Ertem, Konya ve Edirne'deki vakıf eserlerinin tamamının elden geçeceğine dikkati çekerek, "Buraları biraz ihmal etmişiz gibi bir durum var. Onun için bu yıl Konya ve Edirne'de bir atılım içinde olacağız" dedi.

 

"Önümüzdeki günlerde ihaleye çıkılacak"

Alaaddin Camisi'nde önümüzdeki günlerde restorasyon çalışmalarına başlanacağını bildiren Ertem, şöyle konuştu:

"Önümüzdeki günlerde Alaaddin Camisi'nin restorasyonunu yapmak için ihaleye çıkacağız. Bu ihale davet usulü ile olacak. Bu da kamuoyunda bilinen davet usulü ama teknik olarak belli istekler doğrultusunda yapacağız. Eski eser restorasyonu konusunda alanında uzman, bu işin altından kalkabilecek firmaları davet edeceğiz. Alaaddin Camisi önemli, hassasiyeti olan, nazlı bir eser. Statik anlamda sıkıntıları olan bir yer. Onun için mutlaka işin ehli, uzmanı firmaları çağırmamız, onlara emanet etmemiz gerekiyor."

 

Restorasyon çalışmaları 3 yıl sürebilir

Ertem, restorasyon süresinin, caminin zemin sağlamlaştırma analizine göre belirleneceğini belirterek, şunları kaydetti:

"Caminin restorasyonu ile ilgili net bir süre öngörmedik. İhaleye çıktığımızda bunu belirleyeceğiz. Ama tahminim, 3 yıl gibi bir zaman alır. Şimdiki haliyle restorasyon yaptığımız takdirde en fazla iki senede biter. Ama statik anlamda bir problem var gibi görünüyor. Yaptığımız tetkiklerden bir problem çıkmazsa biz bunu çok hızlı şekilde bitiririz. Bir problem çıkarsa öncelikle güçlendirme yapmamız gerekiyor. Güçlendirmeden sonra restorasyon yapmamız gerekir ki; bu da bir hayli zaman alacaktır. Eski eserlerde süre konusunda teşkilatımızın sıkıştırılmaması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bunlar hassas eserler. Yıllardır el değmemiş eserler. Şimdi bunların tamamını ele alıyoruz. Biraz zaman alabilir. Cemaatin sabırlı olması gerekiyor. Yeter ki yaptığımız iş, eseri kurtarmaya yönelik ve ecdadın bıraktığı o kalitede, güzellikte olsun. Süre telafi olur. İşin içine girdiğimizde süre de kendiliğinden ortaya çıkacak. Başlangıç itibarıyla 2 yıl süre vererek başlayacağız."

Anadolu Ajansı, Haber: Abdullah Doğan, 12.03.2014

KİLİSEYE KARŞI KADIN HAKLARıNI SUNDU

 

ABD'li profesör ve amatör tarihçi William Varvel, Leonardo da Vinci'nin dünyaca ünlü eseri Mona Lisa'yı yorumladı.

Varvel'a göre Mona Lisa, kadınların da din adamı olabilmesini savunan bir feministti. Varvel, Mona Lisa üzerinde 12 yıl çalıştıktan sonra yazdığı kitapta, tablonun 16'ncı yüzyılda Katolik Kilisesi'ne karşı kadın haklarını hararetle savunan bir feministi betimlediğini öne sürdü.

Mona Lisa'nın orijinalini görmek için Paris'teki Louvre Müzesi'ne hiç gitmediğini belirten Varvel, "Bana özel tur düzenlerlerse giderim" dedi.

Sabah, 12.03.2014

"TOPÇU KIŞLASI ONAYI UYGUNDUR"

 

 

Beyoğlu’ndan sorumlu 2 No’lu Koruma Kurulu’nun ‘kamu yararına aykırı’ diyerek reddettiği Topçu Kışlası projesi, yeniden gündemde. Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme Derneği’nin ‘Topçu Kışlası’ projesine Yüksek Kurul’da verilen onayın iptal edilmesi için açtığı dava, İstanbul 6. İdare Mahkemesi’nce reddedildi.


Topçu Kışlası Projesi, 2 No’lu Koruma Kurulu’nca ‘kamu yararına aykırı’ diyerek reddedildikten hemen sonra Başbakan Tayyip Erdoğan ’dan “Reddi reddederiz” açıklaması gelmişti. Ardından 2013 Şubat’ta Kültür Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu, 2 No’lu Koruma Kurulu’nun reddettiği projeyi, hiçbir gerekçe göstermeden onaylamıştı.


Bunun üzerine Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme Derneği bakanlığa dava açarak yüksek kurul kararının iptalini ve yürütmesinin durdurulmasını istedi. İstanbul 6. İdare Mahkemesi, 31 Mayıs’ta ‘Telafisi mümkün olmayan zararlar doğacağı’ gerekçesiyle ‘yürütmeyi durdurma’ kararı verdi.

Ancak aynı mahkeme, 21 Şubat 2014’te davanın reddedilmesine karar vererek “Dava konusu işlemde hukuki isabetsizlik görülmemiştir” dedi.


Mahkeme, açılan davanın “Eserin ihyasını engelleme sonucunu doğuracak” bir dava olmadığını, mahkemenin ancak “projenin eserin aslına uygun olup olmadığını” inceleyebileceğini, davacının bu yönde bir “bilgi ve belge ortaya koyamadığını” belirtti. Kararda şöyle denildi: “Davacı taraf, Taksim Gezi Parkı’nın park olarak korunmasının kamu yararı ve ihtiyaçlarına daha uygun olduğu, bugün herhangi bir kalıntısı dahi bulunmayan bir yapının ihyasının bu amaca hizmet etmediği iddiasında bulunmuştur. Ancak bu iddialar, Topçu Kışlası’nın taşınmaz kültür varlığı olarak tesciline ilişkin işleme karşı açılan bir davada incelenebilecek türden iddialardır.”

“Parka kanunen giremezler”
Kararı Danıştay’da temyiz edeceklerini belirten Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme Derneği Avukatı Birkan Işın, “İmar planları iptal edildiği için kanunen parka giremezler. Ancak bu kararın hiçbir gerekçesi yok. Biz Topçu Kışlası’nın temel planlarının bile olmadığını, yeniden inşa için yeterli bilgi olmadığını belirtmiş, uzman görüşlerini de sunmuştuk. İki kere hukuğa aykırı bulunarak yürütmeyi durdurma verilmiş davada iptal talebinin kabul edilmesi beklenir” dedi. Mimarlar Odası’nın avukatı Can Atalay da mahkeme kararının hukuksuz olduğunu savunarak “2 No’lu Koruma Kurulu, Topçu Kışlası’nın tescil edilmiş olmasını bir gerekçe olarak kabul etmemiş ve avan projeyi reddetmişti. Bu durumda idare mahkemesinin ‘Tescil kararına dava açın’ diyerek dosyayı reddetmesi kabul edilemez” dedi.

 

‘İmar planlarının iptali Danıştay’dan dönerse tehlikeli’
1. İdare Mahkemesi 6 Haziran 2013 günü Gezi Parkı’nda yapılaşmanın önünü açan 1/1000 ve 1/5000 ölçekli imar planlarını iptal eden bir karar almıştı. Bakanlığın itirazı üzerine dava halen Danıştay’da görülüyor. Projeye dayanak imar planları iptal edildiği için şu anda Topçu Kışlası’nın yapılmasının hukuken mümkün olmadığını belirten Avukat Can Atalay, “Danıştay’dan planların iptal kararı geri çevrilirse kışla yapılabilir mi?” sorusuna cevaben “Uzun vadede Gezi Parkı’nı herhangi bir mahkeme kararı korumuyor, Haziranda ayağa kalkan insanlar ve bugün 7 arkadaşımızın yanına eklenen Berkin koruyor. Bütün bu davaları dikkatle takip etmek boynumuz borcu” dedi.

Radikal, Haber: Elif İnce, 12.03.2014

 

******


TOPÇU KIŞLASI: HUKUKUN ÇİLEĞİ Mİ?

 

Radikal Gazetesi’nden Elif İnce’nin haberine göre, Beyoğlu’ndan sorumlu 2 No’lu Koruma Kurulu’nun ‘kamu yararına aykırı’ diyerek reddettiği Topçu Kışlası projesi, yeniden gündemde. Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme Derneği’nin ‘Topçu Kışlası’ projesine Yüksek Kurul’da verilen onayın iptal edilmesi için açtığı dava, İstanbul 6. İdare Mahkemesi’nce reddedildi.

 

Topçu Kışlası Projesi, 2 No’lu Koruma Kurulu’nca ‘kamu yararına aykırı’ diyerek reddedildikten hemen sonra Başbakan Tayyip Erdoğan ’dan “Reddi reddederiz” açıklaması gelmişti. Ardından 2013 Şubat’ta Kültür Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu, 2 No’lu Koruma Kurulu’nun reddettiği projeyi, hiçbir gerekçe göstermeden onaylamıştı.

 

Bunun üzerine Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme Derneği bakanlığa dava açarak yüksek kurul kararının iptalini ve yürütmesinin durdurulmasını istedi. İstanbul 6. İdare Mahkemesi, 31 Mayıs’ta ‘Telafisi mümkün olmayan zararlar doğacağı’ gerekçesiyle ‘yürütmeyi durdurma’ kararı verdi. Ancak aynı mahkeme, 21 Şubat 2014’te davanın reddedilmesine karar vererek “Dava konusu işlemde hukuki isabetsizlik görülmemiştir” dedi.

 

Taksim’deki Gezi Parkı’na Topçu Kışlası yapılması ile ilgili kararın altında imzası bulunan öğretim üyesi Metin Şenbil’in, 11 Ağustos günü Zaman gazetesinde  “Taksim Kışlası yerine ya Taksim Modern olsa idi?” başlıklı bir makalesi yayımlandı. Şenbil, yazısında Topçu Kışlası’nı yayaları tutma projesi olarak sunuyor, klişe ve garabetlerle Olimpiyatlara bağlıyor.

 

“…Aşırı yoğunluk nedeni ile alanın alışveriş, dinlence ve eğlence mekanı özellikleri giderek erimeye başlamış, alanın kalitesi de son yıllarda giderek bozulmaya yüz tutmuştur…”

 

“..…Sosyo-kültürel, eğlence ve dinlence aktiviteleri donatılmış bir Taksim Kışlası, daha önce kendine yer arayan STK’lara, vakıflara, yer sıkıntısı çeken tiyatrolara, atölyelere, sanat galerilerine ve daha birçok benzer aktiviteye, kahve ve çayhanelere ev sahipliği yaparak alanın, İstiklal Caddesi’ni dengeleyecek ve rahatlatacak, tekrar canlanmasına katkı sağlayacaktır…”

 

Yazıyı okuyan İstanbulluların “Emek sinemasını yıkıp yanında Demirören AVM yapıp bu plan nasıl olacak?” diye sorduklarını duyar gibiyiz. Ama tutarsızlıklar ve garabetler sürüyor.

 

Örneğin şu tümceyi duyan biri Taksim’i kuş uçmaz kervan geçmez, aktivitesi olmayan bir çöküntü yeri zanneder “…Taksim, yakın gelecekte İstanbul’un önemli toplu taşıma merkezlerinden birisi olacaktır…”

 

Eskiye kötü diyen Şenbil, Topçu Kışlası projesini “yeni ve modern Taksim’e yakışır bulmaktadır” ancak, nedense İstiklal Caddesi’ni “eski haline (!) kavuşturmayı amaçlamaktadır.

 

* …“Taksim yayalaştırma projesi, zamanında tasarlanan durağan şehrin tam aksine 14 milyonu barındıran ve yüksek seviyelerde dinamizm gösteren bir metropoliten alanın, giderek değişen anlayışının dışavurumudur….”

 

* “…Yayaların önemli bir kısmının burada tutularak, dahası dağıtılarak, İstiklal Caddesi’nin eski günlerine dönmesinin önü açılabilir…”

 

Benzer çelişki ve tutarsızlıkları bünyesinde barındıran bu makaleyi yazan Şenbil şimdi de Ankara’nın ulaşım ana planını yapmaya soyundu.

 

Ankara Ulaşım Ana Planı çalışmaları son derece gizli bir şekilde yürütülüyor. Her şey Ankaralıların gözü önünde cereyan ediyor, dozerler çalışıyor, yeni yollar yapılıyor ama ortada plan yok. Planı sorduğunuzda yanıt yok…

 

Yani Şenbil, Ankara’da nerelerin değerleneceğini belirleyen ekibin içinde yer alıyor.

 

Ankara Ulaşım Ana PLANI  2038 proje ekibinde de bulunan Metin Şenbil’in de içinde bulunduğu Koruma Yüksek kurulun Topçu kışlasını onama kararına karşı, İstanbul 6. İdare mahkemesinden de onay çıktı. Metin Şenbil’in topçu kışlasını; Taksim meydanının çileğine benzetmesi ve “Taksim modern” yapılsa ne olurdu?  Şeklinde kaleme aldığı yazıları da var.

 

“Mahkeme kararını değerlendiren  Çalgüner; Kararın “hukukilik” açısından verildiğini “yerindelik” kararı olmadığını belirtti. “Bina bazında” olaya yaklaşıldığını, meydanla birlikte “tüm planı” değerlendiren bir karar değildir. dedi.Şekli bir karar.Maalesef idare mahkemeleri  son zamanlarda genellikle, ”Esası, usule boğduran”  bu tip kararlara sıklıkla sığınıyorlar dedi.

 

Öğretim elemanı Kent ve Bölge plancısısı Tahir Çalgüner’ e Taksim meydanı hakkındaki teknik fikirlerini sorduk. Çalgüner; “Taksim kışlası veya Taksim modern mi?” tartışmasının kalem kavgası yaratmak amaçlı olduğunu söylüyor. Meydanın insanlara ve güvercinlere bırakılmasını savunan Çalgüner; define avcılığı yaparak planlama yapılmaz. O zaman Swiss oteli de yıkalım yerine “şark kahvesi” mi? inşa edelim dedi. Çalgüner’in konu ile ilgili  teknik görüşleri özetle aşağıdadır.

 

“Taksim meydanından kaç…. İstiklal caddesine tut” (yayalaştırma) espirisi.

 

“Taksinde yapılmak istenen Topçu kışlası görüntüsündeki proje; “Dünyada mekan ahrette iman”felsefesinin aslında bir  kentsel izdüşümü ve  avam bir uygulaması olarak karşımıza çıkıyor.”Mekanı” araç olarak kullanan bir zihniyet, imar vurgunları ile imar zengini olabildiği gibi ideolojik olarak mekanlar üzerinde ideolojik kodlarını yerleştirmeyi de ihmal etmiyor. Bu amaçla seçtikleri yerlerde toplum ve toplumsal yaşam odakları. Simgeler. Böylelikle mekansal kurgudan yola çıkarak, bir toplum mühendisliği çerçevesinde özlemledikleri toplum modelini de desteklemek aracı olarak da  bu tip projeleri gündeme getiriyorlar.

 

Topçu kışlası buna iyi bir örnek.Ankara’dan AOÇ ve Beyaz saray vurgusu.Ulusta tüm cumhuriyet dönemi yapılarının yıkılması gibi.Ankara kentsel projelerin altından da  aslında binlerce gezi parkı olayı çıkar.Ben yaptım oldu zihniyeti ile planlamayı merkezileştirdiler..Büyükşehir belediye yetkilerinin “il” sınırına dayandığı “çevre ve şehircilik bakanlığının nerede ise “tek bakanlık” olarak işlev gördüğü günümüzde jakobenist projeci yaklaşımlar ve mekansal izdüşümleri,Planlamanın önüne geçmiş durumda.196O’ların söylemi olan “plan mı? plav mı? Söylemi yerini PLAN MI? PROJE Mİ? Söylemine yerini bıraktı.

 

Bu avam zihniyet; “kentsel tasarım” disiplinini “bilimsel” bulmaz. Planlama atölyelerinin şehircilik bölümlerinden kalkmasını ister. Düşünen çizen tasarlayan insan istemez.”Tasarlanan mekana göre insan” odaklı bir anlayışa sahiptir.

 

PROJEDEKİ TEKNİK AMAÇ;  Taksim Meydanı meydansızlaştırarak, Yayayı İstiklal caddesine yönelterek caddenin kalabalığında eritmek.

 

Topçu kışlası projesi Taksim’de hayat geçseydi neler olurdu? Projeyi incelediğimizde meydanın yapılaştırılarak parçalandığını, ölçeğinin küçültüldüğünü, alan düzenlemelerinde ise; park ve yeşil ile daraltıldığını söyleyebiliriz. Böylelikle insanlara ” yürümeye zorunlu yaya” yaratmak amaçlı kontrol edilebilir ölçekte alanın parçalanarak küçültüldüğünü görürüz. İnsanlara “yayalaştırma” şirinliği altında vaat edilen aslında, yürüyen durmayan konuşmayan sadece vitrinlere bakan insan Modeli”dir. Duran adam, konuşan adam, bankta oturan, demokrasi taleplerini meydanlarda dile getirebilecek insan modelini istemiyorlar. Taksim meydanından önce güvercinleri kovdular… Sonra insanları… İnsanları bir yerlere kanalize ederek meydanları insansızlaştırmamak gerekir. Non-stop yürüyen duraksama yapmadan yürüyen  sosyo-fobik insan modeli. Mekanı da buna göre biçimlendirilecek. Artık gösteri ve toplumsal miting alanları içinde kentin  ve kentlinin uzağında kontrollü, dar mekanlar ve sanite yerler bulurlar diye düşünüyorum.

 

Adı ne olursa olsun Taksim Meydanını işlevsizleştirme olacak bu güzelleme projesi, Yeni kapı dolgu alanı üzerinde yaratılacak sözde miting ve gösteri alanı oluşturma çabalarıyla bağlantılı olarak değerlendirilmelidir.Yarın bir gün çıkarlarda; “Ağaç sevgimiz insan sevgisinden kaynaklanır” derler ve taksim meydanının her bir metre karesini ağaçlandırıyoruz derlerse şaşırmayın.. Taksime yapılacak en büyük samimiyetsiz kötülükte bu olur.

kemalistler.org, 12.03.2014

TARİHİ ÇARŞININ ORTASINDAN DEVE MEZARLIĞI ÇIKTI!

 

  

 

İzmir ’e tarihi Keramaltı Çarşısı’nda yaklaşık 2.5 metre derinlikte müze görevlileri nezaretinde yapılan kazıda çıkan deve dişleri, çeneleri ve kemikleri çevrede kazıları izleyen esnaf ve çarşıya alışverişe gelen vatandaşları şaşırttı. Yaklaşık 700 metrekare büyüklüğündeki alanın, hem tarihi İpek Yolu ticaretinde hem de bundan 60-70 yıl önce yük taşımacılığında yararlanılan deve kervanlarının dinlenme yeri olarak da kullanıldığı, ölen develerin bu alanda açılan çukurlara gömüldüğü dile getirildi.






Arkeologlar, yıllar önce gemilerin yanaştığı limanın deve kemiklerinin bulunduğu alana kadar uzandığını ve bu alanı doldurmak için başka bölgelerden getirilen toprak içinde deve kemiklerin gelmiş olabileceği ihtimaline de dikkat çekti.

Radikal, 11.03.2014

TROİA KAZILARINDA YENİ BİR DÖNEM BAŞLADI

 

Çanakkale merkeze bağlı Tevfikiye Köyü sınırları içinde bulunan ve 5 bin yıllık geçmişe ışık tutan Troia Antik Kenti'nde yeni dönem kazıları, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nin (ÇOMÜ, İÇDAŞ ile sponsorluk anlaşması imzalanmasıyla birlikte Doç.Dr. Rüstem Aslan başkanlığındaki kazı ekibi tarafından sürdürülecek.

 

Yıllarca Alman Tübingen Üniversitesi himayesinde Alman arkeologların kazdığı ve Alman firmalarının sponsorluk yaptığı Troia antik kentinde yeni bir dönem başladı. Kazıları yürütecek ÇOMÜ ile çelik, demir, enerji ve tersanecilik alanlarında faaliyet gösteren İÇDAŞ Firması arasında sponsorluk anlaşması imzalandı. ÇOMÜ Rektörü Prof.Dr. Sedat Laçiner'in makam odasındaki imza törenine İÇDAŞ Genel Müdürü Bülend Engin ve Troia Kazı Heyeti Başkanı Doç.Dr. Rüstem Aslan katıldı. Prof.Dr. Rektör Laçiner ve İÇDAŞ Genel Müdürü Bülent Engin'in protokolü imzalamasıyla Troia kazılarında artık yeni bir dönem başladı.

 

ÇOMÜ Rektörü Prof.Dr. Sedat Laçiner, ilk defa Troia kazılarının yönetiminin bir Türk ekip tarafından yapılacağını belirterek, tarihi bir anın yaşandığını söyledi. Geçen yıl alınan kararla Troia kazılarının ÇOMÜ himayesinde yürütülmesinin kararlaştırıldığını anlatan Prof.Dr. Rektör Laçiner, "Daha önce küçük bir bütçeyle çalışılıyordu. Bundan sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı bütçesi, üniversitemizin, Türk sanayici ve işadamlarının yapacağı cömert katkılarla süreç hızlanacak. Hedefimiz kazı süresini 12 aya kadar çıkarabilmek. Troia'dan çıkacak eserler Çanakkale'nin turizm ve kültür alanında lig atlamasını sağlayacak. Belki de Türkiye'nin en önemli tarihi uğrak yerlerinden biri haline gelecek" diye konuştu.

 

ÖNEMLİ OLAN TROİA'NIN KORUNMASI

Troia Kazı Heyeti Başkanlığı görevine getirilen ÇOMÜ Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Rüstem Aslan da Alman Arkeolog Prof.Dr. Manfred Osman Korfmann ile başlayıp Prof.Dr. Ernst Pernicka ile devam eden 25 yıllık kazıların 2012 yılında sona erdiğini hatırlattı. 25 yılın sonunda yeni bir süreç başladığının altını çizen Doç.Dr. Aslan, "Troia'nın dibinde bir dünya müzesi yükseliyor. Bu da Çanakkale'nin bir kültür ve üniversite kenti olmasında önemli işlev sağlayacak" dedi.

 

Troia Kazıları'na ana sponsor olan İÇDAŞ'ın Genel Müdürü Bülend Engin de, kendilerine bu onuru yaşatan ÇOMÜ'ye teşekkür etti.

Gerçek Gündem, 11.03.2014

DİNOZORLARI ASİT YAĞMURU YOK ETMİŞ

 

Japonya'nın Chiba şehrinde bulunan Gezegen Araştırma Merkezi'de görev yapan uzmanlar, 65.5 milyon yıl önce yeryüzündeki türlerin yüzde 80'inin yok olmasına neden olan meteorun, asit yağmurlarıyla böyle bir etki oluşturduğu teorisini ortaya attı.

Teoriye göre okyanusa düşen meteor, atmosferi güçlü bir asit olan sülfür trioksitle (SO3) doldurunca şiddetli asit yağmurları yağarak canlıların yok olmasına neden oldu.

Fosillerden edinilen bilgiye göre, yeryüzünde yaşayan canlıların yüzde 60 ila 80'i yok oldu. Bazı hayvan türleri ise okyanusun derinliklerinde saklanarak hayatta kaldı.

Sabah, 11.03.2014

72 DOLARA ALINAN TABLO 75 MİLYON DOLARA SATILDI

 

 

1958'de 72 dolara satılan, restorasyondan geçince Leonardo da Vinci'ye ait olduğu anlaşılan tabloyu 75 milyon dolara satın alan koleksiyoncunun ismi açıklanmadı.

 

Rönesans döneminin ünlü sanatçısı Leonarda da Vinci'ye ait 1513 tarihli ahşap panel üzerine yağlı boya resim 75 milyon dolarlık rekor bir fiyata gizli bir müşteri tarafından satın alındı. Salvator Mundi (Dünya'nın Kurtarıcısı) adlı portre 1958'de da Vinci'nin stüdyosunda çalışan başka bir ressama ait olduğu düşünülerek 72 dolara elden çıkarılmıştı. 2000'li yılların başında tabloyu satın alan New Yorklu sanat tüccarları Alexander Parish ve Robert Simon eser üzerinde yapılan detaylı temizlik çalışmaları ve onarımların ardından resmin Leonardo da Vinci tarafından yapıldığını kanıtlamıştı.

FİYATI ÇOK MAKUL
İngiltere'nin başkenti Londra'da ünlü müzayede firması Sothbey's tarafından geçen hafta pazartesi günü yapılan açık artırmada portreyi kimin satın aldığı tüm araştırmalara rağmen bilinmiyor. Londra'daki galeri sahiplerinden Anthony Crichton-Stuart söz konusu satış bedelini da Vinci'nin Batı sanatı için önemi nedeniyle oldukça "makul" olarak niteledi. Crichton-Stuart, "66 santimetre uzunluğundaki portre tüm Batı sanatının en büyüleyici ve önemli ismi tarafından imzalanmış" dedi.

Sabah, 11.03.2014

ÜFTADE TEKKESİ RESTORE EDİLDİ

 

 

Üftade Mehmed Muhiddin Hazretleri tarafından 16. yüzyılın sonlarına doğru yaptırılan cami ve tekke yapılan restore çalışması ile ilk günkü orijinal haline kavuşturuldu. Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından 2010 yılında başlatılan çalışmalar sonucu tamamlanan tarihi yapı düzenlenen törenle hizmete açıldı.

Açılışa katılan Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu, şehirdeki birçok tarihi eser gibi Üftade Tekkesi ve Camii’nin de yenilenmesi nedeniyle Başkan Recep Altepe’yi kutladı. Osmanlı’nın 500 yıl boyunca dünyaya barış, adalet ve hoşgörü dağıttığını, Osmanlı’dan kopan bölgelerin sıkıntılardan kurtulamadığını dile getiren Bakan Müezzinoğlu, “Bizler, dünden ders alan, dündeki değerlerimizin anlamını iyi kavrayan, o değerlerin gölgesinde medeniyet sunacak bir anlayışın mensuplarıyız. Onun için bu restorasyon çalışmasını sadece bir yenileme ya da yaşatma değil ecdadın anlayışına sahip nesillerin dünyaya bir mesajı olarak algılamamız gerektiğine inanıyorum. İnşallah buralar, muhteşem tarihi geçmişten muhteşem tarihi geleceğe yürüyüşün adımları olacaktır” dedi.

4 milyon TL harcandı
Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe ise, Üftade Hazretlerinin, Aziz Mahmud Hüdayi gibi birçok önemli talebesini yetiştirdiği tarihi tekkenin ayağa kaldırılması için 2010 yılından itibaren yoğun çaba sarf ettiklerini söyledi. Büyükşehir Belediyesi olarak tarihi yapıyı çevreleyen binaların kamulaştırılarak yıkıldığını, tekkenin dergah ve mescitle beraber baştan sona yenilendiğini, çevre yollarla birlikte yaklaşık 4 milyon TL’lik harcama yapıldığını belirten Başkan Altepe, “Emir Sultan, Üftade Hazretleri, Somuncu Baba, İsmail Hakkı Bursevi gibi birçok evliyayı bağrında yaşatan Bursa’mız önemli bir restorasyonu daha gerçekleştirmiş oldu. Mescit dışında büyük bölümü günümüze ulaşamayan 500 yıllık Üftade Tekkesi ve Camii’ni tekrar gün yüzüne çıkardık. İnşallah inanç turizmi açısından önemli bir durak olan burası, sosyal ve kültürel bir merkez niteliğini kazanacak. Üftade Hazretleri’nin koruma altındaki kıyafetleri ve eşyaları da burada özel bir bölümde sergilenecek” şeklinde konuştu.

Bursa Valisi Münir Karaloğlu, Üftade Hazretleri’nin Bursa’ya anlam veren en önemli manevi şahsiyetlerden biri olduğunu vurguladı. Karaloğlu, “Tarihi eserlerin ayağa kaldırılmasında, restore edilmesinde Büyükşehir Belediyemizin çok büyük gayretleri var. Bugün de ayağa kalkan eserlerden birini hizmete açıyoruz. Emeği geçenlere teşekkür ediyorum” ifadelerini kullandı.

Konuşmaların ardından protokol üyeleri, Bursa Müftüsü Prof.Dr. Mehmet Emin Ay’ın okuduğu duanın ardından, kurdela keserek tekke ve camiyi yeniden hizmete açtı. Molla Fenari Mahallesi’nde bulunan tekke ve caminin açılışına vatandaşlar büyük ilgi gösterdi.

TOKİ Haber, 10.03.2014

YAŞAYAN EN BÜYÜK 6 SANATÇI

 

Yaşayan en büyük sanatçılar gibi öznel bir konuyu ele alıp bunları listelemek tartışmalı olsa da sanat dünyasında ayakta kalmayı başarabilmiş yaşayan en büyük 6 modern sanatçı, sanat dünyasından 100 elit eleştirmen tarafından oylandı.

 

Ellsworth Kelly: 10 Oy

70’ler ve 80’lerde uzun bir süre boyunca Kelly, döneminin sanat akımlarına bağlı kalmayı reddetti ve işlerini uzun süre satamadı. Bu listedeki diğer sanatçıların aksine Kelly soyutlama tarzına sıkı sıkıya bağlı kaldı ve Sherman gibi sinema dünyalarına girmeyi reddetti.

 

Bugün Kelly, sanat eleştirmenleri arasında güçlü bir itibara ve eserlerini satacak yüksek satış fiyatlarına sahip. 2009 tarihli eseri ‘Green White’ 1.6 milyon dolara satıldı. Kelly bugün New York’ta, doğduğu küçük şehirden 96.560 km uzakta yaşıyor. 2. Dünya Savaşı’nda asker olarak bir süre görev yaptıktan sonra ordudan aldığı ‘GI BILL’ bursuyla Boston’a Güzel Sanatlar okumaya gitti.

 

Sonra da Paris’te 6 yıl yaşadı. Kelly’nin kariyeri resimden litografyaya, çizimden heykele çeşitlilik gösterse de son dönem verdiği eserler sade renklerle yaptığı resimlere yoğunlaşmıştır. 2013’te ABD Başkanı Obama tarafından “Ulusal Sanat Madalyası” ödülünü aldı.
 




 

Cindy Sherman: 12 Oy

Sherman 12 oy ile listeye girmeyi başarabilen tek kadın sanatçı olma özelliğini taşıyor. Bu modern sanat dünyası için hem güzel bir başarı hem de endişelendirici bir eleştiri. 1970’lerde çektiği filmsel anlatımlı fotoğrafları ünlü olmasa da Sherman şahsına münhasır edimsel fotoğraflar sunmaya devam etti.


Bu portrelerin çoğunda Sherman modelinin saçına, makyajına, kostümüne karar verip her şeyi kendi elleriyle yapan yönetmen rolündeydi. Ellsworth Kelly gibi Sherman da New York’ta yaşıyor ve çalışıyor ve Museum of Modern Art’taki (MoMA) retrospektif sergisinin tadını çıkarıyor.
 

MOMA sergisinden önce bile eserleri “Sotheby’s”de 13.7 milyon dolar gibi fiyatlara alıcı buluyordu ancak başarısına rağmen Sherman hala pek tanınmayan biri.
 

Öyle ki bir gün New York’ta Robin Williams gibi ünlülerin katıldığı bir yemekte, yemek masasındakiler kimin Cindy olduğunu bilmiyordu ve birbirlerine sorup duruyorlardı.
 






 

Bruce Nauman: 17 Oy

Sherman’ın işlerinin geneli fotoğrafla sınırlanmış olsa da, bu listedeki sanatçıların çoğu geniş kapsamlı ürünler ortaya çıkardı. Bruce Nauman’ın işleri de 60’lardan beri performatif, fotografik, sinematik, heykelle ve baskı teknikleri olmak üzere geniş bir yelpazeye yerleşmiştir.
 

17 oy almış Nauman, New Mexico’da geniş bir bölgede çalışıp yaşamakta ve enerjisinin çoğunu heykellerine vermiş durumda.
 

1966’da  Wisconsin Üniversitesi’nden mezun olduğundan beri Nauman ‘sanat gibi görünmeyen sanat yapmak’ ile ilgilendi ve bu da dünyanın en zengin sanat koleksiyonerlerinin ilgisini kısa sürede çekti. Nauman’ın açık artırma rekoru 9.9 milyon dolarla 1967 yapımı alçıdan heykeli ‘Henry Moore Bound to Fail’e ait. 

 





 

Richard Serra: 19 Oy

Listedeki diğerleri gibi Richard Serra da New York’ta yaşayan Amerikalı bir sanatçı. Eserlerinde kullandığı ana malzeme ise metal levhalar.
 

Serra, 1970’lerde ilk olarak lastik, cam elyaf ve dökme kurşun kullanarak büyük ölçekli heykeller yaratmaya başladı.

 

Sanat çalışmaları Amerika ve Avrupa’da sık sık halka açık alanlarda sergilendi ve bazen içinde yürüterek izleyicileri eserlerle etkileşime geçmeye zorladı. Serra’nın işleri kariyerinin başından beri çok yüksek fiyatlara alıcı buldu. 1981’de Federal Plaza için yaptığı "Tilted Arc"  eseri 175,000 dolar gibi tartışmalı bir komisyonla alıcı bulmuştu.








 

Jasper Johns: 20 Oy

Jasper genel halk içinde en çok son dönem yaptığı iş olan ikonik resim ‘Flag’ (Bayrak) ile ünlendi.
1930’da doğan ve Güney Carolina’da yetişem Johns kısa süre üniversitede kaldıktan sonra sanat öğretmenlerinin New York’a taşınması gerektiği öğütlerini dinleyerek taşındı. 1980’lerden beri  Johns 4 veya 5 resim daha yaptı.

 

Bazı yıllar hiç çalışmadı. Resimlerinin her biri sonrasında oldukça yüksek meblağlara satın alındı. “Met in New York “ Johns’un  ‘White Flag’ resmine tam 200 milyon dolar ödedi.


Johns yine de sanat dünyasında Çağdaş Sanatlar Vakfı’nın Kurul Başkan’lığını yaparak 1963’ten beri farklı bir şekilde var olmayı sürdürüyor. Vakıf müzisyenler, dansçılar, kareograflar ve şairler de dahil her türden sanatçıya 10 milyon dolardan fazla para dağıttı.
 






 

Gerhard Richter: 24 Oy

Richter’in eserlerinin fiyatı üzerine Wall Street Journal’da yer alan etkileyici bir makale, ilk eserlerinden biri olan 1980’lerdeki ‘White Candle’ tablosunun satılamadığına değiniyordu.
İşe ilk giriştiğinde Richer arkadaşları, ailesi, doktorları hatta komşularıyla konuşarak eserlerini almaya ikna etmeye çalışıyordu. Şimdiyse eserleri en çok satan sanatçılardan üstelik ‘White Candle’ tablosu 16 milyon dolara satın alındı.


Richter bu listedeki Amerikan olmayan tek sanatçı ve diğerlerinin aksine New York’ta yaşamıyor. Hala memleketi Almanya’da Cologne şehrinde yaşıyor.


 1990’larda MOMA işlerinden bir seriyi aldığında Richter’in kariyeri de yükselişe başladı. O günden beri üretimi verimli bir şekilde devam etti, (3000 civarında tablo, Warhol’un 8000 civarı eserinden daha az ancak Dali’nin 1200 eserinden fazla)


Ancak buna rağmen sadece Richter eserleri satan New York Galeri’de binlerce kişilik bir alıcı istek listesi bekliyor ve talep her geçen gün artıyor.







Habertürk, 10.03.2014

İNANÇ TURİZMİ ATAĞI

 

 

Kültür Bakanlığı’ndan inanç turizmi hamlesi… Türkiye’nin dört bir yanındaki kiliselerin restorasyonu için ödenek ayrıldı. Amaç hem tarihi yapıları korumak hem de turist sayısını artırmak.

Alternatif turizm kapsamında inanç turizmini yeni bir dinamik olarak gören Kültür ve Turizm Bakanlığı, Anadolu'daki kiliseleri ayağa kaldırmak için yatırım yapıyor. Hıristiyanların tarihi mabetleri restore edilerek, yüksek gelir getiren inanç turizmine hazırlanıyor. Bakanlık, 2014 planına çok sayıda kiliseyi dahil etti. Demre’deki Aziz Nikolas Kilisesi, 800 bin lira ödenekle aslan payını aldı. Restorasyon programına giren diğer yapılar şunlar: 
- Aziz Helia (İzmir), Şark Kırık (Adana), Aziz Nikolas (Demre), Öşki Kilisesi (Erzurum), İşhan (Artvin), Yason (Ordu) kiliseleri - Erkekler Manastırı, Kızlar Manastırı, Elmalı ve Tokalı kiliseleri (Nevşehir)
- Misli Kilisesi (Niğde)
- Ağaçaltı, Karagedik, Yılanlı, Sümbüllü ve Pürenliseki kiliseleri (Aksaray). 

Akşam, Haber: Volkan Yanardağ, 10.03.2014

CERVANTES'İN SIR MEZARI

 

İspanya’nın en önemli yazarı Cervantes’in Trinitarians Manastırı’nda bulunan fakat manastır binası büyüdükçe şu an tam olarak nerede olduğu bilinmeyen mezarı aranıyor.

 

 Don Quixote adlı romanıyla tüm dünyanın en önemli yazarları arasında yer alan Cervantes, 1616 Nisan ayında manastıra defnedildi ancak günümüzde yazarın tam olarak nereye gömüldüğü bilinmiyor. Madrid Belediyesi birkaç hafta içinde başlaması planlanan tarihi analizlerin ilk etabı için 12-14 bin euro arasında bir bütçe tahsis etti. 

Akşam, 10.0.2014

YATAĞINI DA HES'E KAPTIRDI

 

 

Arhavi’de şehir içine yapılması planlanan Kavak Hidroelektrik Santralı (HES) projesinin ulaşımını kolaylaştırmak için 18. Yüzyıl’dan kalma Orçi Köprüsü’nün hemen yanında kaçak bir köprü yapılıyor. Yeni köprünün yapımı sırasında dere yatağıyla oynayan firma, Orçi Deresi Köprüsü’nün açıkta kalmasına neden oldu. Tescilli köprünün iki ayağı bakımsızlıktan yıkılırken, ayakta kalan tek parçası ise HES’e karşı direniyor.


Artvin’in Arhavi İlçesi Ortacalar yolu üzerine Osmanlı döneminden kalma Orçi Deresi Köprüsü, 1990 yılında Kültür Bakanlığı tarafından tescillenerek koruma altına alındı. 1995 yılında köprünün iki gözü bakımsızlıktan yıkılınca bölge halkı restorasyon için Karayolları Genel Müdürlüğü’ne başvurdu. Karayolları Bölge Müdürlüğü bütçe yetersizliğinden dolayı köprünün önümüzdeki yıllarda restore edilebileceğini belirterek tarihi köprüyü kaderine terk etti.


2012 yılında MNG firması tarafından Kavak HES projesi başlatıldı. Projenin ulaşımını kolaylaştırmak için Ermiş İnşaat , tarihi köprünün 65 metre uzağında 15 metre uzunluğunda kaçak olduğu belirtilen bir köprü yapmaya başladı. Bunun üzerine Orçi Deresi Köprüsü’nün ayakta kalan tek gözü de korumasız kaldı.


‘Restore edilmeli’Dere yatağının değiştirilmesi sonucunda yıkım süreci hızlanan tarihi köprünün bir an önce restore edilerek koruma altına alınmasını isteyen bölge halkı ise Trabzon Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na başvuruda bulundu. Yeni köprünün tarihi köprüye zarar verdiğini savunan Arhavi Doğa Koruma Platformu, acil tedbir istiyor:
‘’Köylere ulaşım sorununun çözülmesi için bölgeye bir köprü lazım. Ancak bu köprü bölge halkı için değil HES inşaatı için yapılıyor. HES projesini kolaylaştırmak için kaçak köprünün yapılmasına karşıyız. Üstelik köprü tarihi Orçi Köprüsü’nün koruma bandı içinder. Yeni köprü tarihi köprüye zarar veriyor. Tarihi köprünün restore edilmesini ve kaçak köprü yapımının da durdurulmasını istiyoruz.’’

Radikal, Haber: İdris Emen, 10.03.2014

TARİHİ YOLA ASFALT DÖKTÜLER

 

 

Elazığ Karakoçan’dan başlayarak Bingöl Kığı, Sancak ve Karlıova İlçelerinden Kara Cehennem Ormanları’na kadar uzanan Urartuların, 2 bin 800 yıl önce inşa ettiği karayolu yok olma tehdidi altında. Karayolları Sekizinci Bölge Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilen yol çalışması tarihi Urartu yolunda ağır tahribat meydana getirdi.

Urartulardan günümüze kadar kalabilen kalelerin yanında, kazılarda elde edilen arkeolojik bulgular ve yollar bulunuyor. Urartu Karayolu, Bingöl-Elazığ arasında, 1980’lerde keşfedildi. Dünyanın en eski yolu olma özelliğini taşıyan karayolu, bölünmüş yol çalışmalarında tahrip ediliyor.
 

TOPRAK ALTINDA KALDI
Karayolları Sekizinci Bölge Müdürlüğü Bingöl-Elazığ arasındaki yol genişletme çalışmasını sırasında Bingöl’e doğru uzanan tarihi yolu dikkate almadı. Taşlarla örülmüş tarihi yolun üzerine asfalt döküldü. Çalışmalar yüzünden hem toprak hem de asfalt altında kalan tarihi mirasın geri kalan kısmı ise yol kenarında yapılan hayvan barınaklarının inşası sırasında da ağır hasara uğradı.
 

100 KM’LİK SAKLI YOL
Tahrip edilen 2 bin 800 yıllık tarihi yol Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yaşayan ve sürekli göç halinde olan Beritanlılar tarafından hala kullanılıyor. Dağlarda, yaylalarda, araçların gidemediği bölgelerden bu yolun geçtiğini belirten Beritanlılar, dağlarda hayvanlarını bu yollardan geçiriyor. Yıllardır bölgede hayvancılık yapan Beritanlılar, hala kullandıkları Urartu yolunu şu şekilde anlattı: “Koyun sürülerimizi ve Atlarımızı bu yoldan geçiriyorduk. Karakoçan’dan başlayan eski yol (Urartu yolu), Sancak, Kığı ve oradan Karlıova Karacehennem ormanlarından geçiyor, Solhan ve Muş’u bir birine bağlıyor. Bu karayolunun sadece bu bölgede kalan kısmı sağlam kaldı. Bingöl dağlarında ise yolun keşfedilmemiş 100 kilometrelik bölümü daha var.”.
 

URARTULARDAN BUGÜNE ÇOK AZ ESER KALDI
Urartu Devleti en güçlü döneminde (MÖ 8-7.yy), günümüzdeki Doğu Anadolu, Kuzeybatı İran, Irak’ın küçük bir bölümü ile kuzeyde Aras Vadisi’ne egemendi. MÖ 8. Yüzyıl’da Kent ve kale inşa ettiler, Doğu Anadolu’da sulama amaçlı ilk göletleri kurdular, kanallar ve karayolu sistemlerini geliştirdiler. Dere yataklarında dev taş blokları kullanarak dayanıklı köprüler inşa ettiler. Doğu Anadolu bölgesinde Urartular döneminde yapılan bir çok yapı olmasına rağmen, sadece bazıları günümüze kadar varlığını koruyabildi.

Taraf, Haber: Remzi Budancir, 09.03.2014

TROYA HAZİNELERİNİN ESRARI

 

 

31 Mayıs 1873 yılında Heinrich Schliemann’ın Troya’da (Hisarlık) bulduğu ve hukuk dışı yollarla yurt dışına kaçırdığı hazineler, arkeoloji tarihinin en önemli buluntuları arasındadır.

 

Schliemann’ın her türlü hile ve oyunla kaçırdığı eserleri, 5 Ağustos 1873 günü Almanya’daki bir gazetede ‘Priamos’un Hazineleri’ olarak yayımlaması, kısa süre içerisinde hem kendisinin hem de buluntuların ünlü olmasını sağlamıştır. Troya buluntularının önemini başından itibaren bilen Osmanlı Devleti, buluntuların peşine düşmüştür. Osmanlı Devleti, dönemin müze müdürü Anton Dethier’i uluslararası hukukun tüm kurallarını zorlayarak, hazineleri geri alması için Atina’ya yollar. Sekiz ay süren dava sürecinde, Schliemann’ı kayıran Yunan mahkemesi, olayı çıkmaza sokunca, Osmanlı Devleti maalesef 50 bin altın frank karşılığında, mahkemeyi sulfla sonuçlandırarak, buluntulardan vazgeçer. 


Bir süre Avrupa’da sergilenen buluntular, dünya kamuoyuna Schliemann tarafından, karısının takılarla çekilmiş fotoğrafıyla tanıtılır. Eserler II. Dünya Savaşı’na kadar Berlin’de sergilenir. Savaş sonrasında, pek çok diğer sanat eserleriyle birlikte ortadan kaybolan eserlerin akıbeti uzun süre bilinemez. Sovyetler Birliği’nin 90’lı yılların başında parçalanması sürecinde 1992 yılında, Troya hazinelerinin, Moskova’daki Puşkin Müzesi’nin deposunda saklandığı açıklanır. II. Dünya Savaşı sırasında Stalin’in tasarladığı müze için Avrupa’dan savaş ganimeti şeklinde eser toplayan genç subay Antonova, hazineleri doğrudan Puşkin Müzesi’nin depolarına saklamıştır. Troya ören yerinden Schliemann dönemi kazıları sırasında çıkan, Osmanlı Devleti’nin el koyarak İstanbul’daki müzeye yolladığı küçük bir hazine daha olsa da, Troya eserlerinin büyük bölümü maalesef çıkarıldığı topraklardan koparılarak götürülmüştür. 

 

Troya hazinelerini ünlü kılan hiç kuşkusuz, buluntuların Troya gibi antik dönem destanlarının merkezi olan bir yerden çıkmış olmasıydı, ancak hazinelerdeki usta işçilik ve tasarım da buluntularının giderek ünlenmesinde büyük rol oynamıştır. Modern dönem araştırmaları eserlerin genel olarak günümüzden 4500 yıl önce yapıldığını ortaya koymuştur. Bu dönemde Anadolu ve Ege Bölgesi’nde de benzeri buluntular var olmasına rağmen yoğunluk ve farklı özellikteki buluntuların bir arada olması, Troya hazinelerini daha önemli kılmaktadır. Peki ama acaba bu eserleri yapan ve tasarlayan usta Troyalı mıydı? Böylesi bir sorunun cevabını vermek hiç kolay olmasa da eserlerin nerede ve nasıl üretildiği konusunda bazı somut veriler söz konusudur. 
Hazinelerin çıktığı dönem olarak da tanımlanan Troya II kenti, aslında kentin hem mimari, hem teknolojik büyük bir atılım gösterdiği döneme denk düşmektedir. Bu dönemde Troyalı ustalar bakır ve kalayın belirli oranda karışımıyla elde edilen tunçtan sert kılıç, mızrak ve ok uçları gibi objeler üretebilmekteydiler. Aynı zamanda ilk kez hızlı dönen çömlekçi çarkıyla seri üretim çanak çömlekler üretilebilmekteydi. Farklı uzmanlık alanlarındaki zanaatkarlardan en ön plana çıkanlarsa kuyumculardır. Kazılardan ve hazine buluntuları içinden çıkan kalıplar, küçük külçeler, büyüteç olarak kullanılmış dağ kristalinden yapılan pek çok eser, altın, bakır, gümüş ve elektron gibi metallerden yapılmış eserlerin Troya’daki ustalar tarafından üretilmiş olduğunu ortaya koymaktadır. Troyalı kuyumcuların kullandıkları ve % 96’lık bir altın oranına sahip hammadde oldukça ender rastlanan bir durumdur. Bu kadar kıymetli altın madeninden sadece küçük takılar değil, sosluk, kadeh ve benzeri büyük kaplar da üretiliyordu. Bununla birlikte farklı oranlarda bakırla sertleştirilmiş gümüş ve elektron olarak tanımlanan altın-gümüş alaşımı da takı ve başka amaçlarlar için işleniyordu. Ancak hiç kuşkusuz ‘Priamos Hazinesi’ olarak adlandırılan buluntuların etkileyici olması sadece yapıldığı malzeme nedeniyle değil, daha çok takı buluntularının desen ve biçim zenginliğidir. Bütün takıların tek tek desen ve biçim olarak tasarlandığı anlaşılmaktadır. 


Schliemann’ın 1873 yılında kaçırdığı eserler arasında en muhteşem buluntu olarak kabul edilen pul pul işlenmiş alınlığın dışında, zülüf halkaları, bilezikler, farklı tiplerdeki yüzükler, başlı ya da pullu iğneler, sepetçik biçimli küpeler de göze çarpmaktadır. Takılar ne kadar küçük olursa olsun, her eserde bir aplikasyon ve ek süsleme de yapılmıştır. Yaklaşık 13 kg. toplam altını kapsayan ‘Priamos Hazineleri’ arasında sadece Hazine A olarak adlandırılan takılar bile 8800 küçük parça altından tasarlanmıştır. Söz konusu bu parçalar 5 milimetreden daha küçüktür. Bu kadar küçük objeler bile çiçek, yaprak, yıldız ve baklava desenleri gibi detaylarla şekillendirilmişlerdir. Bunun da ötesinde oyma ve baskı yöntemiyle de üretilmiş, ya da lehimlenerek tutturulmuş minik altın prizmatik objeler de üretilmiştir. Büyüteç olmadan yapılması imkansız bu eserlerin üretimi sırasında, Troyalı kuyumcular kuvarstan yapılmış mercekleri büyüteç olarak kullanmışlardır. Bu mercekler de ayrı bir taş yontma ustalığına işaret etmektedir. Altının yanı sıra taş işçiliğinin en güzel örneklerini de hazine buluntuları arasında görebilmekteyiz. Doğal kaynakları sadece Afganistan bölgesinde olan mavi renkli lapislazuliden yaklaşık 30 cm. büyüklüğünde törensel baltalar üstün ustalık işçiliğini ortaya koymaktadır. 


Günümüzden yaklaşık 4500 yıl önce Troyalılar, Anadolu ve uzak bölgelerle gerçekleştirdikleri ticaret ilişkileriyle zengin ve efsanevi bir kent yaratmışlardır. Bu zengin kentin kuyumcuları, taş ustaları, tasarımcıları, Anadolu takı sanatının en üstün ve arı eserlerini bizlere kazandırmışlardır. 

Akşam, Yazı: Rüstem Aslan, 09.03.2014

"DEVLET ELİYLE KÜLTÜR VARLIĞI YOK EDİLDİ"

 

 

İstanbul Mimarlar Odası, Devlet Konukevi’ne dönüştürme çalışmaları süren Çengelköy’deki Vahdettin Köşkü’nü takibe aldı.

 

Mimarlar Odası Büyükkent Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Sami Yılmaztürk, “Orada devlet eliyle hukuka aykırı olarak yürüyen işlemler var. Çok sayıda ağaç kesilmiş ve 1’inci grup tescilli bir kültür varlığı temelli yok edilmiş durumda” dedi.

 

Koruma Kurulu’ndan orada ne işlemler yapıldığını soracaklarını belirten ve 17 Aralık Operasyonu’na gönderme yaparak rant vurgusu yapan Yılmaztürk şunları söyledi:
“Vahdettin Köşkü olarak bilinen yapı, bugün itibariyle Boğaziçi’nden sorumlu İstanbul 3 Numaralı Koruma Kurulu kararına aykırı olarak yıkılmış, dört duvar arasında betonarme yapılmış, cephesi ahşapla kaplanmış, 1’inci grup tescilli bir eski eserdi. 3 Numaralı Kurul bu hükümet döneminde yapının yıkılıp yeniden inşası doğrultusunda karar almıştı ve boş duruyordu. Yakın zamanda inşaatla birlikte ağaçlar kesilmeye başlandı. Restorasyon demiyorum; kötü bir uygulama ile betonarme duvarlar yapılmış, keyfe ve ihtiyaca göre eski eser varmış gibi yapan bir uygulama söz konusu orada. Çok sayıda ağaç kesildi ve bir kültür varlığı temelli yok edilmiş durumda. Daha sonra ilave inşaatlar yapıldı. Vahdettin Köşkü hariç orada 4 tane daha köşk olması lazım. Bugün nasıl büyük siteler görürsünüz, üstte villalar vardır ama hepsi yeraltından otoparklarla birbirine bağlanmıştır; orada da aynı şekilde bağlantılar, otoparklarla bu köşkleri birbirine bağlayan inşaatlar söz konusu. Boğaziçi,1983 tarihli yasayla koruma alınmıştır. Herhangi bir kat yapmanız suçtur. Bir vatandaş zemini kazıp da istinat duvarı yapamaz. 2002’den sonra bu sayı arttı. Perde çekilip onarım adı altında bina sökülüp yerine betonarme yapılıyor. 17 Aralık’ta gördük, tamamen ranttan pay alma çerçevesinde, hukuk dışı işlemler söz konusu orada. Devlet eliyle ağaçlar kesilmiş, zemin değişmiş, mevcut yapıya uygun olmayan bir yapı. Mimarlar Odası olarak takip ediyoruz.”

Hürriyet, Haber: Ali Dağlar, 08.03.2014

ANTİK PHASELİS'İ KİM KORUYACAK?

 

 

Tamince’ye Rixos Otel yapsın diye tahsis edilen antik şehir tehlikede...


Çevre Mühendisleri Odası’nın gündeminde Olimpos Milli Parkı içine Rixos Oteli yapmak isteyen Fettah Tamince var. Oda, ‘Tanrı korusun’ anlamına gelen Phaselis’teki tahsisi kaldırmaya çalışıyor.

Geçtiğimiz hafta Atatürk Orman Çiftliği’ndeki Başbakanlık binasıyla ilgili, mahkemeden iptal kararı çıkaran Çevre Mühendisleri Odası’nın (ÇMO) yeni hedefi, işadamı Fettah Tamince’ye 5 yıldızlı Rixos Oteli yapması için tahsis edilen Olimpos Milli Park’ı içindeki Phaselis antik kenti oldu.

280 odalı otel izni var
ÇMO, birinci derece Arkeolojik Sit Alanı olan dünyaca ünlü Phaselis antik kentinde yapılacak 5 yıldızlı otel ve tatil köyü projesini kurtarmak amacıyla 2 ayrı dava açtı. Helen dilinde ‘Tanrı korusun’ anlamına gelen antik kent ‘Phaselis’in korunup korunamayacağı davaların sonucunda belli olacak.

 

Rixos Otelleri zincirinin bir parçası olacak şekilde, Beydağları Olimpos Milli Park sınırları içinde bulunan ve bir kısmı 1. derece Arkeolojik Sit Alanı’nda bulunan alana, 280 odalı, 3 adet yüzme havuzlu, 6 adet Tenis Kortlu, 100 Araçlık Üzeri Kapalı Otoparkı olan, 1000 kişi kapasiteli otel ve tatil köyü yapılması projesi ortaya çıktı. Söz konusu proje için sözkonusu alan, Tamince’nin Ares Phasilis Ltd. şirketine tahsis edildi. Ancak alanın, sözkonusu projenin hazırlanmasından önce tahsis edildiği ve imar planının bu tahsisin ardından hazırlandığı ortaya çıktı. Ayrıca, Tamince’ye tahsis edilen alanın “Milli Park” olması ve uluslararası sözleşmelerle korunmuş tarihi Antik Phasilis kentinin hemen arkasında ve arkeolojik alana bitişik iç içe bir alan olması da büyük bir tartışma yaratıyor.

Baran Bozoğlu: Sit alanını tahsis ettiler

ÇMO, önceki gün projeyi iptal ettirmek için 2 ayrı dava açtı. ÇMO Başkanı Baran Bozoğlu, açtıkları davayla ilgili şu bilgileri verdi: “İnşaat alanının hemen yanı ile denize bakan kısmının önü Phaselis Liman Kenti. Tahsis edilen alanda 5 yıldızlı turistik tesis yapımı amaçlanıyor. Tesisin ve otelin yapımı, inşaat aşaması, inşaat ve sonrası kullanımı, alt yapı tesisleri antik kente, doğal site ve milli parkın bu bölümünde kalan orman ekosistemine zarar verecek konumda. Ayrıca, Antalya İl Çevre ve Şehircilik Müdürlüğü, proje için ‘ÇED gerekli değildir’ kararı verdi. Olacak şey değil. Proje için tahsis edilen alanın 20 dönüm kadarı 1. Derece Arkeolojik Sit Alanı olmasına rağmen bununla ilgili hiçbir inceleme bulunulmadığı ortaya çıkıyor. Milli Park statüsünde ve orman olan alanla ilgili özel bir değerlendirme yapılmıyor, hatta 161 bin metrekare alana oturacak ve içinde tenis kortu, otel, 3 yüzme havuzu, ve AVM bulunacak kompleks için kaç ağaç kesileceğine ilişkin bilgi dahi bulunmuyor.”

Vatan, Haber: Gülümhan Gülten, 08.03.2014



******


TAMİMCE'DEN 'ANTİK KENT' AÇIKLAMASI

 

Olimpos Milli Park’ı içindeki Phaselis antik kentinde otel ve tatil köyü projesi hazırlığındaki işadamı Fettah Tamince, VATAN’ın konuyu gündeme taşıması üzerine sessizliğini bozdu. Geçen hafta Çevre Mühendisleri Odası tarafından iptali için dava açılan projeyle ilgili Tamince, şöyle konuştu: “Güneş ve toprak enerjisi kullanılarak, arazideki tüm bitki ve ağaç rölövesine uygun ve dokunulmadan, teması sağlık ve doğal yaşam üzerine kurgulanan bir proje. En çok yatırım yaptığım Antalya’ya ve çevreye zarar verecek bir projenin peşinde olmam mümkün değil. Şehrin tarihi dokusuna ve doğasına ters düşecek bir projeyle turizm yapılabileceğine inanmıyorum.”

Vatan, 11.03.2014

 

******


PHASELİS'TEKİ OTEL PROJESİ BAŞTAN SONA USULSÜZ ÇIKTI

 

 

Antalya’yı ayağa kaldıran ve geçtiğimiz günlerde yargıya taşınan Phaselis antik kenti bitişiğindeki otel projesinin tahsisinden planlamasına, ÇED dosyasından inşaat emsal oranının belirlenmesine kadar baştan aşağı usulsüz olduğu ortaya çıktı.

Antalya’nın Kemer İlçesinde bulunan ve 2 bin 700 yıllık geçmişe sahip olan Phaselis antik kentinin bitişiğinde otel yapılmak istenmesine yönelik tepkiler üzerine projenin sahibi iş adamı Fettah Tamince “Phaselis’e proje yapacak kadar çıldırmadım” ifadelerini kullanmıştı. Yerel bir gazeteye konuşan Rixos otellerinin sahibi Tamince, ABD’li mimarlarca tasarlandığını belirttiği projesini savunarak, alana uygulanacak yapıların temel kazısı yapılmadan inşa edilecek 2 katlı 193 bungalovdan oluşacağını öne sürmüştü.

PROJE ÇELİŞKİLİ
Projeye dava açan kuruluşlardan biri olan TMMOB Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) konuyla ilgili bir basın açıklaması yaparak, bir kısmı 1. derece arkeolojik sit, tamamı ise milli mark sınırında bulunan otel girişimi hakkındaki çarpıcı ayrıntıları kamuoyuyla paylaştı. TMMOB ÇMO Başkanı Baran Bozoğlu, tarihi ve doğal bir alan olan Phaselis’in toplumdan koparılarak ranta açıldığına işaret ettiği açıklamasında, burada yapılması planlanan otel projesindeki hukuksuzluklar ve bilim dışı uygulamalar hakkındaki bilgiler verdi.

 

“Alanda süreç bilim dışı ve tersten işletilerek rantın önü açılmıştır” diyen Bozoğlu, “Önce alan tahsis edilmiş, daha sonra şirket, gereken evrakları toparlamış, proje hazırlanmış, Uzun Devreli Gelişim Planı yapılmış, ardından imar planları yapılmıştır. Yani, önce milli park sınırları içerisinde orman olarak belirlenen arazi, yatırım amaçlı tahsis edilmiş, ardından buna uygun yasal prosedür yerine getirilmiştir. Milli Parklar Kanunu 8. Maddesinde açıkça ‘...Milli park ve tabiat parklarının gelişme planları kesinleşmeden bu Kanunda sözü edilen izin verilemez’ denilmektedir. 180 dönümlük, biyoçeşitliliği yoğun olan, doğal alan, orman alanı herhangi bir plan olmadan tahsis edilmiş, tahsis işleminin ardından planlar hazırlanmıştır!” ifadelerini kullandı.

 

 ‘ORMAN KANUNUNA AYKIRI’
Otel için ayrılan alanın tahsis bedeli hakkında Orman Bölge Müdürlüğü’ne sormalarına rağmen bu bedelin öğrenilemediğine dikkat çeken Bozoğlu, tahsis bedelinin sorgulanması gerektiğini ve bu konuda Bakanlığın şeffaf hareket etmesi gerektiğini belirterek, “Orman Kanu’nun 17.  maddesi hangi durumlarda ormanlık alanın tahsis edilebileceğini ya da kiralanabileceğini belirlemiştir. Buna göre 17. maddenin 3. Fıkrasında ‘...Devlet ormanları üzerinde bulunması veya yapılmasında kamu yararı ve zaruret olması halinde’ denilmektedir. Yasanın bu maddesi,  ormanlık alanda yapılabilecek tesisleri tek tek saymış,  bu tesislerin yapımına da ancak ‘kamu yararı ve zaruret hali’nin bulunması durumunda izin vermektedir. Alanda otel ve tatil köyü yapılacağı açıktır.  Ne var ki, Yasanın bu maddesi Milli Park Statüsündeki Ormanlık alanda, otel veya tatil köyü yapımına izin vermediği gibi, otel veya tatil köyü yapımında  ‘kamu yararı ve zaruret’ de bulunmamaktadır” görüşünü savundu.

Evrensel, Haber: Yusuf Yavuz, 11.03.2014

İÜ'DEN İBRETLİK AÇIKLAMA: ADININ BATHONEA OLDUĞU BİLE ŞÜPHELİ

 

 

Bathonea antik kentine TOKİ’nin konut yapmak istediğini dün duyurmuştuk. Arkeoloji dünyasını ayağa kaldıran bu gelişmeye Kültür ve Turizm Bakanlığı da tepki gösteriyor. Resmi açıklama yapılmadı belki ama Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü araştırma yapmaya başladı bile. Bakanlık ören yeri statüsüne almak için çaba sarf ettiği arazinin TOKİ’ye devredilmesinin şokunu yaşıyor.


Bir bakanlık yetkilisi “Ören yeri için İstanbul Üniversitesi’ne sormaya bile gerek yokken nezaketen kendilerine bildirelim dedik. Onlar ise yangından mal kaçırırcasına araziyi TOKİ’ye devrettiler. Bakanlığın kamulaştırma için üniversitenin görüşüne ihtiyacı olmadığı halde görüşüne başvuruyor. Bir bilim yuvasına bu yakışmadı. Ancak buranın takipçisi olacağız. Ören yeri fikrimizden vazgeçmiş değiliz ’’ diye tepki gösterdi. Bakanlığın asıl korkusu arazinin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca ‘afet alanı’ ilan edilmesi. Öyle bir durumda bakanlığın eli kolu bağlanıyor. İÜ ise kazıların abartıldığını ileri sürerek yapılaşmanın Sit’ten çıkarılan alanda olacağını belirtti.
TOKİ’nin görevi toplu konut inşaa etmek. Evsiz vatandaşlarımıza uygun fiyatla konut imkanı sağlamak. Ancak bunu yaparken doğal sit alanlarına, tescilli tarihi binalara, arkeolojik sit alanlarına saygı göstermesi beklenir. Ataköy sahilde tescilli Baruthane binalarının bulunduğu alanda Kültür Varlıkları Koruma Kurulu’na danışmadan inşaata başlıyor, bunu da kılıfına uydurarak “Tabiat Varlıkları Komisyonu’ndan izin aldım” diyerek geçiştiriyor. Aslında Koruma Kurulu’ndan izin alması gerektiğini TOKİ yöneticilerinin bilmemesine imkan yok. Lakin bir oldubittiye getirip kamuoyu uyanıncaya kadar binalar yükselir mantığını devreye sokuyor. Devletin bir kurumu alenen 2863 sayılı yasayı çiğniyor. Bunu yapanlar hakkında şimdiye kadar yasanın 65 maddesinde belirtilen 2 ile 5 yıl arasındaki hapis cezası hiç uygulanmadı. 

Üniversiteye tepki var
Gerek sosyal medyada gerekse arkeoloji dünyasında ilgi çeken son haber için İÜ’ye de büyük tepki var. Üniversite Cerrahpaşa ve Çapa’daki binaların yenilenmesi karşılığında sit alanında bulunan arazilerini TOKİ’ye apar topar devretmişti. Acele etmesinin sebebi bakanlığın bu arazileri kamulaştırmak istemesiydi. Kendi bünyesinde en köklü kürsülerden birini oluşturan Arkeoloji Bölümü öğrencilerinin itiraz ettiği bu devir işlemi bilim dünyasını da derinden yaraladı. Antalya Perge’de kazı ve restorasyon çalışmalarını uzun yıllardır İÜ yürütüyor. TOKİ burada konut ya da AVM yapsa üniversite sessiz mi kalacak? İstanbul 1 Nolu Kültür Varlıkları Koruma Kurulu’nun vereceği ret kararı ile bu ütopik düşüncenin bir an önce biteceğini umut ediyorum. Sadece ben değil tüm arkeoloji camiası aynı umudun içinde.


İstanbul Üniversitesi ise olayla ilgili ibretlik bir açıklama yaptı. “Universite özetle diyor ki; TOKİ ile apar topar protokol yapmadık, çalışmalar 2011’den beri sürdürülüyor, geçtiğimiz ocak sonuçlandırdık. 1. derece arkeolojik SİT’e ağaç bile dikilmesi mümkün değilken herhangi yapı zaten yapılamaz. Koruma Kurulu kararı ile 2010’da SİT alanından çıkarılan alanda yapı uygundur. Diğer kazı alanı göle uzanan kültürel bir alan oluşturması için TOKİ’ye devredilmesi uygun görülmüştür. Tahsisi yetkisi sadece üniversitemize ait olmayıp Başbakanlık’ın uhdesindedir. ‘‘

Asıl can alıcı nokta sona saklanmış. Bu alanın Bathonea bile olmadığını ileri süren üniversite kazıların abartıldığı görüşünde. İşte o açıklama: ‘‘Söz konusu eski yerleşmenin Bathonea olmadığı konusunda kazının bilimsel danışmanlarından universitemiz öğretim üyesi Prof.Dr. Oğuz Tekin’in yazıları bulunmaktadır. Bu bağlamda bilimsel olarak Bathonea olduğu kanıtlanmamış bir ‘Thrakia Geç Antik Dönem/Erken Bizans (köy)’ yerleşkenin Bathonea olarak adlandırılması bilimsellikten uzaktır. Ayrıca kazı alanında Hititler’e ve Hitit Dönemi’ne ait herhangi bir kent, yerleşim ve yapı kalıntısı bulunmamaktadır. Hititler’e ait olduğu iddia edilen kimi küçük buluntuların arkeoloji bilimi çerçevesindeki akademik bir yaklaşımla değerlendirilmesi gerekmektedir. Hititler’e ait olduğu iddia edilen kimi küçük buluntuların değerlendirilmesi popülist değil akademik yaklaşımlarla gerçekleşecektir.’’

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 08.03.2014



******


BATHONEA DEĞİL, ANTİK KÖY

 

Küçükçekmece Göl Havzası içinde devam eden ve İstanbul tarihi için büyük şans olarak nitelendirilen Bathonea antik kentine TOKİ tarafından konut yapılmak istenmesine tepkiler çığ gibi büyüyor. İstanbul Üniversitesi’nin Çapa ve Cerrahpaşa hastanelerinin yenilenmesi karşılığında 1. derece arkeolojik sit alanlarının da bulunduğu arazilerini TOKİ’ye devrettiğini duyurmuştuk. TOKİ bu arazilerde konut yapmak için İstanbul 1 Nolu Kültür Varlıkları Koruma Kurulu’na proje sunmuştu. Hali hazırda arkeolojik kazıların devam ettiği parsellerin de içinde bulunduğu proje için dün İstanbul Üniversitesi’nden bilim dünyasını şaşkına uğratan bir açıklama geldi.


İşte o açıklama: ‘‘Habere konu edilen arkeolojik kazıların devam ettiği alanın Bathonea antik kenti olduğuna dair bugüne değin kazılar sırasında herhangi bir yazılı belge ele geçmemiş olduğu bilinmektedir. Söz konusu eski yerleşmenin Bathonea olmadığı konusunda söz konusu kazının bilimsel danışmanlarından üniversitemiz öğretim üyesi Prof.Dr. Oğuz Tekin’in yazıları bulunmaktadır. Bu bağlamda bilimsel olarak Bathonea olduğu kanıtlanmamış bir ‘Thrakia Geç Antik Dönem/Erken Bizans kome (köy)’ yerleşkesinin Bathonea olarak adlandırılması bilimsellikten uzaktır.’’


Byzantion’un parçası
Bu açıklama ile İÜ, sit alanı olan arazilerini TOKİ’ye peşkeş çekmesinin ayıbını örtmek için ‘‘burada ismi Bathonea bile olmayan küçük bir antik köy bulunuyor, konut yapılmasının ne sakıncası var’’ demek istiyor. İÜ bunu yazarken de kendi üniversitesinden Prof. Oğuz Tekin’in makalelerini örnek gösteriyor. Ne demiş Tekin bir de ona bakalım. Tekin’in Arkeoloji ve Sanat dergisinin 132. sayısındaki makalesinden alıntılar veriyorum: ‘‘... Byzantion’un egemenlik alanı klasik ve Helenistik çağlarda olasılıkla Silivri teritoryumunun başladığı yere kadar uzanıyordu. Bu nedenle Küçükçekmece ve civarı da kesinlikle Byzantion’un bir parçasıydı. Orada polis statüsünde ayrı bir kent bulunması söz konusu değildir.’’


’’...Antik Çağ yazarlarının eserlerinde sadece Bathynias adlı çayın adı geçmekte iken Bathonea adlı bir yerin adının geçmemesi tesadüf değildir. Çünkü yazıtlarda adı geçen Bathonea bir yer adı olmayıp etnik bir sınıfı işaret etmektedir.”


Yine Eski Çağ Enstitüsü Haberler isimli dergide de Tekin, ‘‘Sadece yazıtlarda adı geçen Bathonea, bir toponim yani yer adı olmayıp toplumsal bir sınıfı (cemaat) işaret etmektedir.”
Yine İÜ’den Prof. Hamdi Sayar da Bathonea olmadığı görüşünde ve şöyle diyor: ‘‘Eski çağlarda bazı yerleşmeler var ki şehir ama şehir statüsünde değil. Son araştırmalara göre burası İstanbul ile Balkanlar arasında bir yol istasyonu.’’

Bulunmaz bir tarihi fırsat
Şimdi de Bathonea ismi nerden çıktı ona bir göz atalım. Bathonea ismi bir asır önce bulunan iki yazıtta geçiyor. Biri halihazırda Arkeoloji Müzeleri bahçesinde duran ve Haliç Tersanesi’nde 19 yüzyıl sonlarına doğru bulunan lahitin üzerinde yer almaktadır. Arif Müfid Mansel bu lahitin üzerindeki yazıtı okuyarak yayımlıyor. Lahitin üzerinde ‘‘Bathonea’lı Rufus’un oğlu Damas’ın 33 yıl yaşadığı’’ kaydı var. İkinci yazıt ise Gümüşyaka’da 20. yüzyıl başlarında bulunmuş bir stel üzerinde Bathonea ismi yer alıyor. Prof.Dr. Semavi Eyice bu yazıtlardan yola çıkarak ortaya koyduğu makalede, ‘‘Küçükçekmece dolaylarında Bathonea adında küçük bir yerleşim yerinin varlığı, bazı mezar kitabelerinden tahmin edilebilir ise de kesin yeri bilinmemektedir’’ diyor. Ortada bir Bathonea kenti var ancak bunun yeri tam olarak bilinmiyor. Bilimsel kazıları sürdüren Yrd. Doç. Şengül Aydıngün de kesinlikle burası ‘Bathonea’ demiyor. Ancak her geçen yıl kazılardan gelen buluntuların adım adım kendilerini o yöne götürdüğünü düşünüyor.


Buranın Bathonea olmadığı fikrini savunan İÜ’den Prof. Tekin ile Prof. Sayar, Kültür ve Turizm Bakanlığı izni ile sürdürülen Bathonea arkeolojik kazılarının bilimsel danışmanları. Yani kazı başkanı bu iki farklı görüşe rağmen hiç bilimsel kıskançlık yapmadan her iki ismi de danışman olarak kazı heyetinde bulunduruyor. Üstelik Bathonea ismine itiraz ettikleri makaleleri de kazının resmi internet sitesinden çekinmeden yayımlıyor. Halen o makaleler site ziyaretçileri tarafından okunuyor. Çünkü buranın adının Bathonea olmasının ya da olmamasının bir önemi yok. 3 antik liman, bir deniz feneri, duvarları ile ayakta duran su sarnıcı ve kazdıkça bilim heyetini şaşırtmaya devam eden arkeolojik buluntuları ile inanılmaz bir yerleşim yerini konuşuyoruz. Devam eden kazılar İstanbul tarihi için bulunmaz bir fırsat. Hititlere ait olduğu sanılan 2 yapı adak heykelciği müthiş bir buluntu. Daha önce Trakya’da hiç Hitit izlerine rastlanmamıştı. Şimdi bu gerçeklerle yüz yüzeyken bu arazilerin TOKİ’ye peşkeş çekilmesine kılıf bulmak düşüncesiyle “Burada bir antik şehir yok demek” tek kelimeyle insafsızlık olur. İsmi Bathonea ya da başka bir isim olmasının ne önemi var? Buluntular buranın arkeolojik sit olması için yeterli bir neden. Asla bu arkeolojik alana ve sitten nasıl çıkarıldığı bugün çok iyi anlaşılan parsellere TOKİ’nin konut yapmasına izin verilmemesi gerekir.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 09.03.2014


******



ARKEOLOGLAR DERNEĞİ İSTANBUL ŞUBESİNİN BASINA VE KAMUOYUNA AÇIKLAMASI:

BATHONEA ANTİK YERLEŞİMİNİN İÜ’DEN TOKİ’YE DEVRİ HAKKINDA

İstanbul Küçükçekmece Gölü’nün güney kıyılarında, 2009 yılından bu yana yürütülen arkeolojik yüzey araştırmaları ve kazılarla ortaya çıkarılan, Neolitik dönemden Osmanlı dönemine kadar geniş bir zaman dilimini kapsayan arkeolojik bulgular, İstanbul’un geçmişine yeni boyutlar katacak keşiflerdendir. ‘Bathonea’ olarak adlandırılan yerleşmede, Roma dönemine tarihlendirilen antik liman, yol, sur, büyük bir sarnıç vb. anıtsal yapı kalıntıları da açığa çıkarılmıştır. Yerleşmedeki mimari kalıntıların arkeolojik öneminin yanı sıra, oldukça iyi durumda korunagelmiş olmaları Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, alanın ören yeri olarak düzenlenerek ziyarete açılması yönündeki girişimlerine de vesile olmuştur. Bu bağlamda, yerleşmenin mimari kalıntılarının yerinde korunması kadar, ziyarete açılması da son derece önemlidir.

İstanbul Üniversitesi’nin Cerrahpaşa ve İstanbul Tıp Fakülteleri binalarının yenilenmesi karşılığında TOKİ’ye devrettiği araziler, Avcılar İlçesi 4440, 4441, 4450, 4434, 4435, 5951 ve 5955 numaralı parsellerden oluşmaktadır. 4440, 4441 ve 4450 numaralı parseller I. Derece Arkeolojik Sit Alanıdır ve Kültür Bakanlığı bu alanı “Bathonea 1. Etap Ören Yeri” olarak önermiştir. 4434, 4435, 5951 ve 5955 nolu parseller ise 2010 yılında I. Derece Arkeolojik Sit Alanından, III. Derece Arkeolojik Sit Alanına düşürülmüş ve ardından da İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin uyguladığı çok sayıda arkeolojik sondajda herhangi bir kültür varlığına rastlanmaması üzerine ilgili kurul tarafından Sit Kararı kaldırılmıştır.

Arkeolojik yerleşmenin bulunduğu parselleri de içeren taşınmazın İstanbul Üniversitesi tarafından TOKİ’ye devredilmesi, bu alanın inşaata açılması tehlikesini doğurmuştur. Yukarıda özetlendiği üzere, arkeolojik önemi ve bir ören yeri olarak düzenlenmesi konusunda hiç bir akademik çevrenin kuşku duymadığı özgün arkeolojik kalıntıların bulunduğu bu yerde inşaat yapılması kabul edilemez. Alanın mülkiyetinin kime ait olduğuna bakılmaksızın, 2863 sayılı yasa ile güvence altına alındığı gibi, I. Derece Arkeolojik Sit Alanlarında inşaa faaliyetleri kesinlikle yasaktır. Ayrıca mülkiyet sahibi kurumun üniversite olması bu konuda daha duyarlı davranılması yönünde kamuoyunun beklentisini de yükseltmektedir.

Söz konusu parsellerden I. Derece Arkeolojik Sit Alanı ilan edilmiş olanlarda bir yapılaşma teorik olarak mümkün değildir. III. Dereceden kurul kararı ile düşürülmüş parseller ise 1. Derece arkeolojik site yakınlığından dolayı koruma ilkeleri gereği yapılaşmaya açılamaz. Nitekim, arkeolojik sitlerin çevreleri ile birlikte korunması gerekir ve bu alanlarda yapılaşmaya gidildiği takdirde ortaya çıkacak rant baskısı, alt yapı, yol vb. gereksinimlerin karşılanması, hiç kuşkusuz hemen yakınında bulunan Arkeolojik Siti de olumsuz etkileyecektir.

Söz konusu antik yerleşim, artık batıya doğru genişleyen kent içinde kalmıştır. Böylesine önemli ve iyi korunmuş bir antik yerleşmenin arkeolojik kalıntılarının sergilenmesine yönelik projelerin geliştirilerek şehir yaşamına kazandırılması, İstanbul için büyük bir şanstır. Ülkemizin ilk arkeoloji bölümlerinden birini bünyesinde barındıran, köklü ve pek çok konuda öncü İstanbul Üniversitesi’nin, sahip olduğu arazide yer alan bu arkeolojik sit alanının bilimsel olduğu kadar toplumsal olarak da değerlendirilmesinde daha korumacı ve destekleyici davranması; burada yürütülen çok disiplinli bilimsel çalışmaları destekleyerek ve kent yaşamına entegre ederek bilimin toplumsallaşmasına da katkı sağlaması beklenmektedir.


Kamuoyuna saygıyla duyurulur.

MISIR'DA ANTİK HEYKEL BULUNDU

 

 

Mısır'da, 9. Firavun III. Amenhotep'in kızı İsis'in heykelinin bulunduğu bildirildi.

 

Mısır Tarihi Eserler Bakanı Muhammed İbrahim tarafından yapılan yazılı açıklamada, 1,7 metre boyunda ve 52 santimetre genişliğindeki heykelin, Tarihi Eserler Bakanlığının iş birliğiyle Horig Sorzaan başkanlığındaki Avrupalı bir heyetçe Luksor kentinde bulunduğu belirtildi.

Heykelin, 3. Tapınağa ait 14 metre uzunluğundaki büyük kapının bir parçası olduğu aktarılan açıklamada, ayrıca antik eserin ilk defa tek başına bulunmasının önemli olduğu, genellikle Amenhotep ailesine ait heykellerde ebeveyn ve kız kardeşlerin bir arada bulunduğu kaydedildi.

Eski Mısır'da 18. hanedan döneminin 9. firavunu olan III. Amenhotep'in MÖ 1391 ve 1353 yıllarında hüküm sürdüğü ifade ediliyor.

Sabah, 08.03.2014

SURİYE'DEN 51 PARÇA TARİHİ ESER KAÇIRILDI

 



 Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) denetiminde bulunan, Suriye’nin Rakka kentinde, “Herqla’’ arkeolojik alanındaki müze deposu yağmalanarak soyuldu. MÖ 9 binli yıllara ait yüzlerce çömlek ve mozaik yağmacılar tarafından çalındı. Paha biçilemeyen tarihi eserlerin Türkiye üzerinden kaçırılması ihtimaline karşı tüm sınır kapıları eserlerin resimleri gönderilerek uyarıldı.

 

Suriye’de yaşanan tarih talanına Türkiye kayıtsız kalmadı. Kültür ve Turizm Bakanlığı, uluslararası tarihi eser kaçakçıları tarafından yağmalanan, 51 parça mozaik, toprak eser, ikon ve taş eserlerin Türkiye üzerinden başka ülkelere çıkışını önlemek için harekete geçti. Çalınan eserlerin fotoğrafları tüm gümrük kapılarına dağıtıldı.

 

İLK KONUTUN BULUNDUĞU YER

Suriye’nin kuzeydoğusunda bulunan Rakka kenti, ülkenin en önemli tarihi ve arkeolojik alanlarını içerisinde barındırıyor. Tarihte MÖ 9 binli yıllarda insanoğlunun yerleştiği ilk konut burada bulunuyor. Rakka, MÖ 3 binli yıllardan bu yana birçok uygarlığa ev sahipliği yaptı. Burada yaşayan her uygarlık Rakka’ya miras olarak birçok eser bıraktı. Suriye’deki iç savaşı fırsat bilen define avcılarının, arkeolojik alanlardaki müze ve depoları soyarak yurtdışındaki işadamlarına milyonlarca dolar karşılığında sattıkları, kepçe ve dozerlerle arkeolojik alanlarda kazılar yaparak tarihi dokuya zarar verdikleri ileri sürülüyor.

Habertürk, Haber: Nihat Uludağ, 07.03.2014

İSTANBUL'UN KEŞFEDİLMEYEN 450 YILLIK ŞAHESERİ

 

 

Bu yıl 450 yaşında olan ve İstanbul en önemli simgelerinden olmaya aday Mağlova, belgesel oluyor.

 

Tarih boyunca kaderi hep su ile yoğrulmuş İstanbul, bugünlerde tarihinin en kurak yıllarından birisini yaşıyor. Analizlere göre son 80 yılın en kurak dönemini yaşayan İstanbul’da şehre yeni kaynaklar temin etmek için birbirinden farklı ve yeni projelerin temelleri atılıyor.

 

Ancak 3 tarafı denizlerle çevrili olan ve dünyada içinden deniz geçen tek kent olan İstanbul yalnızca bugün değil tarih boyunca sürekli suya ulaşmaya çalışmış, Roma-Bizans ve Osmanlı İmparatorlukları döneminde şehre bir çok su eseri kazandırılmış.

 

Bu eserlerin en önemlisi ise bu yıl 450 yaşında olan ve halen ayakta vazifesine devam eden 36 metre yüksekliğindeki Mağlova Kemeri…

 

Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle Mimar Sinan tarafından 1554 – 1564 yılları arasında inşa edilen kemer, özellikleriyle dünyanın keşfedilmeye muhtaç şaheserleri arasında sayılıyor.

 

Mağlova’yı dünyaya tanıtmak ve ülke turizmine katkı sağlamak amacıyla aynı isimde bir belgesel çalışması yürütülüyor.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’ne yapım desteği başvurusunda bulunan belgeselin danışmanları arasında Abdullah Gül Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekanı Nur Urfalıoğlu ve Su Vakfı Başkan Yardımcısı Ali Uyumaz da yer alıyor.

Son Dakika, 07.03.2014

SELİMİYE CAMİİ SİLUETİ DAVALIK ETTİ





 Selimiye Camii'nin siluetini engelleyecek ayrıcalıklı imar yapımına izin verildiğini iddia eden TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Edirne Temsilciliği, yargı yoluna gitti.

 

İddiaya göre Selimiye Camii'nin siluetini engelleyecek ayrıcalıklı imar yapımına Edirne Belediyesi'nden izin çıkınca, TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Edirne Temsilciliği 'Selimiye Camii'nin siluetini bozamazsınız" gerekçesiyle belediyenin ilgili makamına itirazda bulundu.

 

Belediyenin, yapılan itirazı uygun görmemesi üzerine Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Edirne Temsilciliği bu kez Edirne İdare Mahkemesi'ne dava açtı. İddiaya göre 28 Şubat tarihinde gerçekleşen keşif sırasında mahkeme huzurunda arsa sahiplerinden bir kişi odanın Edirne Temsilcisi Turgut Çakır'ın üzerine yürüyerek, sözlü hakarette bulundu. TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi üyeleri ve Edirne Temsilciliği üyeleri saldırıyı kınamak adına Edirne Adliyesi'ne suç duyurusunda bulundular.

 

TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Başkanı Sami Yılmaztürk yaptığı basın açıklamasında, meslek odaları, demokratik kitle örgütü temsilcileriyle birlikte tek başına olmadığını hissettirmek için Edirne'de olduklarını ifade etti. Mimarlar Odası ve meslek odalarının kamu ve toplum yararı bir mücadelenin savunucusu olarak mücadele ettiğini dile getiren Yılmaztürk, "Her daim toplumun yararının savunucusu olmuşlar bu doğrultuda uzmanlıklar çerçevesinde ilgili kurumlara raporlar sunmuşlar. Eğer raporların gereği yapılmamışsa yine kamunun haklarını korumak için yargı yoluna başvurmuşlardır. Edirne'de de bu konuda açılmış pek çok dava bulunmaktadır. Özellikle Edirne'de Selimiye siluetini de korumak, kamu yararını, kamu hukukunu şehirciliğin temel ilkelerini korumak adına yaptığımız itiraza rağmen açmış olduğumuz bir dava söz konusudur. Davanın keşfi sırasında arkadaşımıza bir saldırı söz konusu olmuştur. Bu imar hakkının verdiği cesaretle yargının gözetimi önünde yargının keşfi sırasında saldırmaya cesaret etmesi kabul edilemez. Bu çerçevede yargının da değerlendirilmesi bu şeye izin vermiş olması kabul edilemez. Biz belediyenin bu keşif sırasındaki saldırıyı kabul etmediğimizi kınadığımızı ve buradaki tüm temsilcilerle birlikte bu davanın arkasında olduğumuzu belirtmek için buradayız. Saldırgan hakkında da suç duyurusunda bulunduk" ifadelerini kaydetti

Edirne Yenigün, 07.03.2013



2 - 8 Mart 2014


ÖZEL HABER


GÜNÜN SORUSU:



BİR BİZANS SARAYI "EHLİ" ELLERCE NASIL YOK EDİLİR?

YANIT: "TAMAMLANARAK"!..


Bizans İmparatorluk Sarayı 12. yüzyıldan itibaren Edirnekapı’nın kuzey tarafında yer alan Blakhernai Sarayı’na taşınmış, imparatorluk buradan yönetilmiştir. Halk arasında Tekfur Sarayı olarak bilinen yapı, bu saray kompleksinin güney ucundaki birimdir. Saray kompleksinin diğer birimleri büyük ölçüde yok olmuş, yalnızca bu yapı günümüze kadar ulaşabilmiştir.

Konstantinopolis’in Osmanlılar tarafından ele geçirilmesinin ardından çeşitli amaçlarla kullanılmış olan yapı, 18. yüzyılda çini imalathanesi, 19. yüzyılda ise cam imalathanesi olarak kullanılmıştır. 1864 yangınında büyük zarar gören yapı 20. yüzyıl ortalarında çeşitli onarımlar geçirmiş, avluya açılan kemerleri taşıyan situnlar yenilenmiştir.

1970 yılında Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü’ne bağlanarak bir ‘müze’ sıfatı kazanmıştır.Theodosius surlarına bitişik olarak inşa edilmiş olan yapı, dikdörtgen planlı, üç katlı bir binadır. Giriş katı dört kemerli bir açıklıkla doğrudan kuzey tarafındaki avluya açılmaktadır. Zemin katta bulunan üç sıra sütun, birinci katın tonozlarını taşımaktaydı. İkinci kat zemini ise olasılıkla ahşaptandı. İkinci kat dört duvarındaki pencereler ve güney doğu köşesinde konsollara oturan büyük balkonu ile kentin ve Haliç’in güzel manzarasına hakim bir mekandı. Ayrıca bu katın güney duvarında bir çıkma üzerine oturmuş küçük bir şapel yer almaktaydı. Yapının iç kızmında bir merdiven izi görülmediğinden, üst kata olasılıkla batı tarafında yer alan rampadan ulaşılmaktaydı.

Bizans sivil mimarisinin İstanbulda ayakta kalabilmiş tek örneği olması bakımından Tekfur Sarayı’nın mimarlık tarihinde özel bir yeri vardır: avluya bakan kuzey cephesinin bezemesi, yapının giriş katının üst katlarla bağlantısının olmaması ve tamamen avluya açılıyor olması, iç duvarlardaki nişler, konsollar üzerine oturan balkonu ve özellikle de bir çıkma üzerine inşa edilmiş minik şapeli ile eşsiz bir örnektir. Bu şapel, ancak bir kişinin içine girip ibadet edebileceği boyutlarda bir ‘özel ibadethane’dir. Şapeli örten küçük kubbenin yarısı dışarı taşkın, çıkmanın üzerinde durmaktadır. Doğu tarafındaki apsisi ise yine bir küçük yarım kubbe ile örtülmüştür. Bu kişisel şapel eşsiz bir örnektir.

Bizans saray mimarisi konusunda önemli bir bilgi kaynağ da olan bu çok değerli yapının başına ne yazık ki ‘restorasyon felaketi’ geldi. İnşaat alanına konulan tabeladaki başlık, bu felaketi tanımlamaktadır: “Tekfur Sarayı Tamamlama İnşaatı”!





Tamamlama sözcüğü işin ne menem bir şey olduğunu gösteriyor. Sadece dört beden duvarı kalmış olan yapı, mevcut haliyle konsolide edilip korunmak yerine tamamlanıyorsa, özgün niteliği yok olacak demektir. Nitekim öyle de oldu.

1. Zemin kata yeni sütunlar dikildi ve duvarlardaki izleri dışında hiçbir kalıntısı bulunmayan kat tonozları tamamlandı, avluya açılan giriş katından yeni imalat birinci kata çıkan, orijinalde olmayan bir merdiven konuldu.





2. Bütün pencereler orijinal biçimleri bilinmemesine karşın tamamlandı, çift camlı pencere kanatları takıldı. Bunlar sadece malzeme olarak değil, görünüm itibarıyla da modern pencerelerdir.





Pencere üzerlerindeki süs keramikleri yeni üretim olarak tamamlandı. Üst katta nedense ‘tamamlanmadan bırakılan’ balkona açılan kapı ise, duvardan çıkan konsollara açılan anlamsız bir kapı olarak ‘tamamlanmıştır’.





3. Şapel dışarıdan algılanmayacak biçimde tamamlandı. ‘Tamamlama’ operasyonu öncesinde şapelin harika mimarisi dışarıdan bakıldığında kolayca algılanabiliyorken, artık bu görüntü fotoğraflarda kaldı.






Şimdi şapel bina duvarına asılmış bir kutu gibi duruyor. İşin en vahimi de şapelin kubbesi artık algılanamıyor, çünkü orijinalinde olmayan bir biçimde kırma çatı ile örtülmüş. Üstelik kırma çatı kubbeciğin üzerindeki kemeri de hiç dikkate almadan yerleştirilmiş, kemerin sadece uç kısımları görünür kalmış.





4. Ve son olarak da yapının elektrik, havalandırma vs. gibi tesisatı yapılmakta. Yapıya son darbeyi de vurmak üzere getirilen çok sayıda büyük boy klima cihazı, yapının tasarlanan işlevi konusunda da bir fikir veriyor.





Çatısı örtülüp, kat tonozları tamamlandığına, pencereler çift cam olarak yenilendiğine, avlu tamamen ahşap bir zeminle (olasılıkla altına beton bir zemin de atılmıştır) kaplandığına, ve çok sayıda klima da konulacağına göre, restoran olarak da kullanılabilir.

Büyük ölçüde baştan yapılan (‘tamamlanan’) ve modern kullanıma uygun olarak modern tesisatla donatılan bu yapı, artık bir 12. yüzyıl Bizans sarayı kalıntısı olmaktan çıkmış, bu önemli yapının mimari bütünlüğü ve özgünlüğü bozulmuş, estetik değerinin algılanabilme olanağı kalmamıştır. Yapıda ve avlusunda bilimsel bir kazı çalışması ve belgeleme yapılmadığı için ne yazık ki bu çok değerli tarih yok olmuştur. Bütün bunlar da bir ‘bilim heyeti’nin öneri ve onayı ile yapılmıştır.





TAYHaber, Yazı ve fotoğraflar: Prof.Dr. Engin Akyürek, 08.03.2014

KALEDE RESTORASYON ÇALIŞMASI

 

 

Şanlıurfa Müze Müdürü Müslüm Ercan yaptığı açıklamada, kaledeki bir surda, 19 Nisan 2013'de yaklaşık 10 metre genişliğinde, 15 metre yüksekliğinde çökme meydana geldiğini hatırlattı.
Olayın ardından burç olarak tanımlanan surun arkasında kalan toprağın arkeolojik kazı niteliğinde boşaltıldığını ifade eden Ercan, çalışmalar sırasında yaklaşık 100 metrekarelik kapalı bir mekana ulaştıklarını söyledi.


Söz konusu alandaki restorasyon çalışmalarının 10 Mart Pazartesi günü başlayacağını aktaran Ercan, "Aktif olarak orada olacağız ve yeni bulunan mekanın içerisinde bir miktar hafriyatı arkeolojik kazı şeklinde temizleyeceğiz. Daha sonra ise ziyaretçilere açılacak. Çalışmaların 220 günde tamamlanması öngörülüyor. İnşallah restorasyonda sonra Urfa Kalesi de müzemizin en önemli ören yeri olarak hizmet verecek" şeklinde konuştu.


Ercan, aynı dönemde, tarihin sıfır noktası olarak nitelendirilen Göbeklitepe'de çevre düzenlemesi ve ören yeri altyapı çalışmalarına da başlayacaklarını sözlerine ekledi.

Gap Gündemi, 07.03.2014

AZİZİYE CAMİ
YENİDEN İBADETE AÇILDI

 

Aziziye Camii’nde Mülhak Şeyh Ahmet Efendi Vakfı tarafından başlatılan restorasyon çalışmaları tamamlandı ve yeniden ibadete açıldı.

 

Açılışa Konya Valisi Muammer Erol, Konya İl Müftüsü Şükrü Özbuğday, Mülhak Şeyh Ahmet Efendi Vakfı mütevelli heyeti Seyit Nazım Burhanzade ve çok sayıda vatandaş katıldı.

Konya Hakimiyet, 07.03.2014

SAKIN GÖZLERİNİ AÇMA

 

 

Çengelköy’deki Vahdettin Köşkü’nün bulunduğu 50 dönümlük alan Devlet Konukevi oluyor. Daha önce bu araziden ayrılan bölümlerin geri satın alınmasıyla 70 dönüme çıkarılan alana helikopter pisti de yapılıyor. Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde birçok devlet adamının kaldığı, yabancı devlet adamlarının ağırlandığı köşkler, Orhan Veli’nin “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı” adlı şiirini yazdığı koru içinde yer alıyor.

 

Son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in tahta geçmeden önce yaşadığı Çengelköy’deki Vahdettin Köşkü’nün bulunduğu 50 dönümlük alan Devlet Konukevi oluyor. Boğaz’ı tepeden gören arazi içinde Vahdettin Köşkü, Köçeoğlu Köşkü, Kadın Efendi Köşkü ve Ağalar Dairesi yıkılıp orijinaline uygun olarak yeniden inşa edildi. Daha önce bu araziden ayrılan ve 3’üncü şahıslara satılan bölümler de yeniden geri satın alınıp, proje alanına dahil edildi. Toplam 70 dönümlük alanda helikopter pisti de olacak.

 

ÖZAL DA İSTEMİŞTİ

İlk başlarda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın çalışma ofisi olarak düşündüğü Vahdettin Köşkü için 1988’de dönemin Başbakanı Turgut Özal, ‘Başbakanlık Dinlenme Evi’ yapılması için talimat vermiş, restorasyon başlamış fakat Özal’ın ölümü sonrası çalışma durdurulmuştu. Restorasyon işini alan Vakıf İnşaat, ‘ödeneksizlik’ dolayısıyla 1998 yılında köşkleri kaderine terk etmişti. Çengelköy’ün tepesinde bulunan ve Vahdettin’in tahta geçmeden önce kaldığı Köşk, soğan biçimindeki kubbesiyle tanınıyor. Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde birçok devlet adamının kaldığı, yabancı devlet adamlarının ağırlandığı köşkler, Orhan Veli’nin sık sık gelerek şehri izlediği bir mekan. Köşkler, Orhan Veli’nin “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı” adlı şiirini yazdığı koru içinde yer alıyor.

 

2007’DE VAKIFLAR’A

Taşınmaz Kültür ve Tabiat Varlıkları İstanbul Bölge Kurulu’nun 14 Haziran 1985 tarih ve 1457 sayılı kararı ile uygun bulunan ve Boğaziçi İmar Müdürlüğü’nce 16 Aralık 1985 tarihinde onaylanarak inşaatına başlanan yapılar, 1990 yılına kadar kaba yapı olarak tamamlanıp, dış cepheleri ahşap kaplanarak, doğramaları takıldı. Vahdettin Köşkü’nün Erkan Mumcu’nun Kültür Bakanlığı döneminde otel yapılmak üzere 49 yıllığına bir yabancı ortakla birlikte Alp Delimollaoğlu’na turizm amaçlı olarak kiralandığı ancak Başbakan Erdoğan’ın bundan haberi olmadığı ileri sürüldü. Otel yapımı için ruhsat çıkmayan Vahdettin Köşkü, Devlet Bakanı Hayati Yazıcı’nın döneminde Kültür Bakanlığı’na tahsisi iptal edilip, Vakıflar’a devredildi. Vakıflar Genel Müdürlüğü, tarihi Köşk’ü Başbakanlığın kullanımına verdi. Toplam inşaat alanı 12 bin metrekare olan Vahdeddin Koru ve Köşkleri’nin yanı sıra söz konusu alandaki sosyal tesisler, tesisat mekanları ve kapalı otopark alanı toplamı ise 4 bin metrekare. Projenin mimarlığını Sinan Genim üstlendi. Kadın Efendi Köşkü’nün bulunduğu bahçenin Kuzey duvarına bitişik olan ‘Limonluk’un daha büyük örnekleri Dolmabahçe ve Yıldız Sarayı ile Şale Köşkü’nde bulunuyor. Oturmak ve misafir ağırlamak için de kullanılan, demir konstrüksiyonlu, tek katlı bu yapı aynı zamanda çiçek ve bitki serası olarak inşa ediliyor.

NİLÜFER HAVUZU
Yıkılarak yeniden yapılan köşklerin yanı sıra eskiden de korunun içindeki Köçeoğlu Köşkü önünde yer alan büyük havuz ise içinde hem nilüfer çiçeklerinin yetiştirildiği bir süs havuzu, hem de küçük teknelerle gezinti yapılan bir su havuzu olarak korunacak. 90 santimetre derinliğinde, çevresi 45 santimetre koruma duvarları bulunan ve zaman içinde çeşitli tamirler gören ve üst bölümü tamamen tahrip olan havuzun bir benzeri Beylerbeyi Sarayı’nın üst bahçesinde bulunuyor. Koruda, 10 fıstıkçamı, 10 at kestanesi ve 25 ıhlamur ağacıyla birlikte meşe, Lübnan sediri, defne, erguvan ve sakız gibi toplam 300 ağaç da korumaya alındı. Akasya, defne aylangoz gibi bahçeyi ve fıstıkçamlarını saran ağaçlar ise kesildi. Bu ağaçların yerine Boğaz’ın florasına uygun ıhlamur, at kestanesi, fıstıkçamı, çitlenbik, erguvan gibi ağaçlar dikilecek.

 

CARİYESİNE BAĞIŞLAMIŞTI

Padişah Vahdettin, yurtdışına kaçarken şahsi mülkü olan bu araziyi Zehra isimli bir cariyesine bağışladı. Daha sonraları bazı bölümleri ifraz edilerek satılan ve günümüzde 50 bin 614 metrekare büyüklüğünde olan alan içindeki yapılar hakkında Sedad Hakkı Eldem tarafından yayınlanan Köçeoğlu Köşkü’ne ait üst kat planı, cephesi ve bazı fotoğraflar ile Vahdettin Köşkü’nün yıkımı sırasında çekilen, 2 Mart 1955 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan fotoğraf dışında pek fazla belge yok. Zaman içinde giderek köhneleşen yapılar 1950-60 tarihleri arasında peşi sıra yıkılır. Vahdettin’in adını taşıyan köşk, 2’nci Abdülhamit’in padişahlığı döneminde Fransız-Türk levanten Mimar Alexandre Vallaury’ye yaptırıldı. Orijinaline bağlı kalınarak inşa edilen soğan başlı kubbesiyle, mimari açıdan nadir yapılar arasında gösterilen Köşk’ün bulunduğu korudaki köşkler, 1984 yılında, korunması gerekli taşınmaz kültür varlığı olarak tescillenmiş, Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde korudaki köşkler Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından restore ettirilmişti.

 

BÖLGEYE ÖZEL TRAFİK DÜZENLEMESİ

Çengelköy sırtlarındaki Vahdettin Köşkü ve korudaki çalışmalar sürerken Çengelköy trafiğine soluk aldırmak amacıyla geçen yıl kamulaştırma yoluyla yeni düzenlemeye gidildi. Bakanlar Kurulu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin talebi üzerine toplam 4 bin metrekarelik arazinin ‘acele kamulaştırılmasına’ karar verdi. 18 Haziran 2013 tarihli Bakanlar Kurulu kararı, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün onaylamasından sonra 2 Temmuz tarihli Resmi Gazete’de yayınlandı. Hazırlanan palana göre, Boğaziçi Sahil Şeridi ve Öngörünüm Bölgesi Uygulama İmar Planı ve Vahdettin Köşkü ve Çevresi Yol Düzenlemesi Projesi kapsamında vatandaşların tapulu arazilerinden 61 parselde, 2 metrekareden 197 metrekareye varan istimlak yapılması öngörüldü. Proje kapsamında Çengelköy’deki ışıklar kaldırılıp, Çengelköy’den Boğaziçi Köprüsü yönüne olan trafik tek yönlü olacak. İBB tarafından daha önce kamulaştırılan ve halen otopark olarak kullanılan 28 dönümlük araziye de 2 katlı yeraltı otoparkı yapılacak.

 

KIRIM HARBİ’NDE HASTANE OLMUŞTU

Kırım Harbi sırasında İtalyan yaralılarına hastane olarak tahsis edilen yapı daha sonra 37 bin altına Sultan Abdülmecid tarafından satın alınarak, oğlu Burhaneddin (1849-76) Efendi’ye tahsis edilir. Burhaneddin Efendi’nin ölümü sonrası ise yapı ve bahçesi Sultan 2’nci Abdülhamid tarafından kardeşi Vahideddin Efendi’ye verilir. Daha sonra Sultan 6’ncı Mehmed Vahideddin ismiyle tahta geçecek olan Vahideddin Efendi eski köşkü elden geçirir ve kuzeye doğru bir kanat ilave ederek büyütür. Mehmed Vahideddin Efendi’nin annesi küçük yaşta vefat ettiği için şehzadeyi Sultan Abdülmecid’in Kadın Efendileri’nden Şayeste Hanım büyütmüştür. Anneliği olan bu hanım için de 2 katlı bir köşk yaptırır ve ona tahsis eder.

Hürriyet, Haber: Fatma Aksu, 07.03.2014

TARİHİ SIBYAN MEKTEBİ YANDI

 

Beyoğlu Kasımpaşa'da restorasyonu planlanan tarihi sıbyan mektebinde dün yangın çıktı.

Alev ve dumanlar tüm sokağı kaplarken, itfaiye ekipleri yangını güçlükle kontrol altına aldı. İncelemelerde bulunan Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan bu sırada itfaiyenin su hortumunun yerinden çıkmasıyla ıslandı.

Demircan, "Herhangi bir yaralanma ve ölüm yok. Bu binada restorasyon ve bakım çalışması yapacaktık" dedi.

Sabah, Haber: Mustafa Kaya, 07.03.2014

BATHONEA ANTİK KENTİNE TOKİ EVLERİ

 

 

İstanbul ’da ilk defa Hitit izlerinin bulunduğu Küçükçekmece Gölü kenarındaki Bathonea Antik Kenti kazılarının yapıldığı araziye TOKİ’nin konut yapmak istediği ortaya çıktı. Kültür ve Turizm Bakanlığı 2013 yılındaki Bathonea kazı sonuçlarını görünce araziyi kamulaştırarak ören yeri statüsüne almak istedi. Bu yönde raporlar hazırlandı, bilimsel gerekçeler belirlendi. Bakanlık, İstanbul’un ilk ören yeri için İstanbul Üniversitesi’ne de görüşünü sordu. Üniversite arazinin elinden çıkacağını anlayınca apar topar TOKİ ile anlaşma yolunu seçti. 9 Ocak’ta yapılan protokole göre TOKİ üniversitenin Çapa ve Cerrahpaşa’daki binalarını yenileyecek, Avcılar’daki kampüste sosyal tesisler yapacak, bunun karşılığında da üniversiteye ait 7 parsele konut inşa edecek. TOKİ, 1. derece arkeolojik SİT alanında konut yapmak için İstanbul 1 Nolu Koruma Kurulu’na geçen hafta resmen başvurdu. Şimdi kurulun kararı merakla bekleniyor.

Neolitik çağ izleri
Kocaeli Üniversitesi’nden Yrd. Doç.Dr. Şengül Aydıngün, 2006 yılında Küçükçekmece Gölü havzası içinde Kültür ve Turizm Bakanlığı izni ile 2 yıl yüzey araştırması yaptı. Buluntular oldukça ilginçti. Neolitik Dönem hatta Paleolitik Dönem buluntularına bile rastlayınca 2009 yılında bilimsel arkeolojik kazı için bakanlıktan izin aldı. Bu sırada da arazinin SİT dereceleri belirlendi. İlk iki yılık kazılarda önemli buluntular elde edildi. Bölgede sürdürülen yüzey araştırmaları ve kazı çalışmalarında 800.000 yıl öncesinden itibaren tarımın başladığı Neolitik Dönem, Tunç, Demir ve Antik Çağları (Helen, Roma ve Bizans) kapsayıp Osmanlı Dönemi sonlarına ulaşan kesintisiz bir zaman dilimine ait önemli arkeolojik verilerle karşılaşıldı. Bunlar arasında MÖ 7000’lerde Avrupa ’ya tarımın İstanbul üzerinden ulaştığını kanıtlayan çakmak taşından tarım aletleri, günümüzden 2700-2600 yıl öncesine ait iki antik liman ve dünyada keşfi yapılan üçüncü antik fener, Hititlere ait olduğu düşünülen 2 adet yapı adak heykelciği ile yine Hitit dönemi pişmiş toprak eserler, antik Roma yolları, Bizans sarnıcı, bazilika kalıntıları, yeraltı su kanalları bölgenin önemini ortaya çıkardı.


Kazı, her geçen yıl daha da iyi sonuçlar vermeye başladı. Dünyanın en önemli 10 kazısı arasına giren Bathonea kazıları özellikle 2013 yılı kazı sezonunda arkeoloji dünyasının tüm dikkatlerini üzerine çekmeyi başardı. Ne var ki bu çalışmalar bazı çevreleri rahatsız etti. Arazide İstanbul Üniversitesi bilimsel tarım uygulamaları yapıyordu. Üniversite kendisine ait 3. derece arkeolojik sit alanında tekno-park yapmak istedi. Bu nedenle 1 No’lu Koruma Kurulu’na müracaat edilerek yaklaşık 200 hektarlık 4434, 4435, 5955, 5951 numaralı parseller 2010 yılında anlaşılmaz bir şekilde sit’ten çıkarıldı. Çünkü arazinin bir tarafı 3. derece sit alanıyken diğer tarafı 1. derece sit alanıydı. İki sit alanı arasında kalan parsellerin sit’ten çıkarılmasının akla ve mantığa uyacak bir yanı yoktu. Şimdi bu araziler konut yapımı için TOKİ’ye devredildi. 

İstanbul tarihine ayna
2013 yılı kazılarında ortaya çıkan bilimsel veriler Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İstanbul Valiliği’ni de heyacanlandırdı. Bakanlık bölgenin ören yeri olması için uzmanlara rapor hazırlattı. İstanbul’un ikinci tarihi yarımadası olarak yeni bir turizm çekim merkezi olması planlandı. Efes, Troya, Bergama gibi ören yeri statüsü kazandırılarak bir yandan turistlerin bu bölgeyi ziyaret etmesi düşünülürken diğer yandan İstanbul’un karanlıkta kalmış dönemlerini açığa çıkarmak amacıyla bilimsel arkeolojik kazıların sürdürülmesi hedeflendi. 

İÜ apar topar devretti
Bakanlık kamulaştırma yapmak için İstanbul Üniversitesi’ne geçen yıl sonunda görüşünü sordu. İstanbul Üniversitesi arazinin elinden çıkacağını anlayınca görüş bildirmek yerine apar topar TOKİ ile anlaşma yoluna gitti. 9 Ocak 2014’te üniversite ile TOKİ arasında protokol imzalandı. Bu protokole göre ‘‘İstanbul Üniversitesi’nin faaliyetlerini yürüttüğü Cerrahpaşa, Çapa ve Avcılar yerleşkelerindeki eğitim-öğretim ve hizmet binaları ile tescilli yapıların olası deprem risklerinin ortadan kaldırılması, modern tesislerde eğitim-öğretim hizmetleri ile diğer hizmetlerini sürdürebilmesinin temini için bu alanlarda eğitim-öğretim, sağlık, araştırma ve çevre düzenlemesinin yapılması ve inşa edilecek bu tesislerin finansmanının da üniversitenin atıl durumda olan Halkalı ve Avcılar’daki taşınmazları üzerinde proje gerçekleştirilmesi suretiyle mahsuplaşılmıştır.’’ 

Yerleşime uygun değil
Yüzyıllardır göl kıyısı ve havza içinde yerleşen birçok medeniyete ait yapıların, yaklaşık 300 yılda bir depremlerle birçok kere yıkıldığı ve bölgenin bu nedenle terk edildiği arkeolojik kazı çalışmalarında bilimsel olarak ortaya konmuştu. Jeolojik açıdan yerleşmeye uygun olmayan bu alanın TOKİ tarafından yerleşime açılmak istenmesi de başka bir tezat oluşturdu. Diğer yandan TOKİ’nin konut yapmak istediği 4440, 4441 ve 4450 numaralı parseller ise 1. derece arkeolojik SİT alanı içinde kalıyor. 2863 sayılı yasa sit alanlarında inşaat izni vermiyor. Aynı zamanda bu parsellerde Bathonea bilimsel kazıları devam ediyor. Ancak TOKİ tüm bunlar yokmuşçasına bu parsellerde konut yapmak için İstanbul 1 Nolu Kültür Varlıkları Koruma Kurulu’na müracaat etti. Aynı zamanda da Küçükçekmece ve Avcılar Belediyesi ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yazı gönderip görüşlerini sordu. Üniversite ile yapılan protokolün hatırlatıldığı yazıda şöyle denildi:
‘‘İstanbul Üniversitesi mülkiyetinde bulunan Avcılar İlçesi Tahtakale Mahallesi 4434, 4435, 4440, 4441, 4450, 5951 ve 5955 nolu parseller ile Küçükçekmece Halkalı Mahallesi 4651 nolu parselleri kapsayan alanlara yönelik hazırlanacak imar planı çalışmalarına altlık teşkil etmek üzere meri imar planları ile görüşlerinizi, projelerinizi, ileriye dönük planlarımızı idaremize bildirin.”

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 07.03.2014

AVRUPA'NIN EN BÜYÜK DİNOZORU LİZBON'DA

 

 

Portekiz'in başkenti Lizbon'un kuzeyinde yakın bir zaman içinde bulunan fosillerin, Avrupa'daki en büyük dinozor türüne ait olabileceği bildirildi. Keşfi yapan bilim adamları, "Torvosaurus gurneyi" adı verilen dinozor türünün, ustura şeklinde 10 santimetre uzunluğundaki dişleri, 10 metreye ulaşan boyu ve 4-5 ton gelen ağırlığıyla Jura Devri'nin karada yaşayan en büyük dinozorlarından biri olduğuna işaret etti. Araştırmacılara göre, fosile ilişkin bulgular İberya yarımadasında 150 milyon yıl önce yaşamış bu türün vücudunda seyrek, dikensi tüyler bulunduğunu gösteriyor. Yeni dinozor türü, Christophe Hendrickx ve Octavio Mateus adlı araştırmacılar tarafından PLOS ONE adlı dergide bilim dünyasına tanıtıldı. Yapılan keşfin ilk kez Torvosaurus familyasına mensup ikinci bir türün ortaya çıkarılması açısından önem taşıdığını kaydeden araştırmacılar, T. gurneyi türünün diş sayısı, ağzının büyüklüğü ve şekille aynı familyaya ait Kuzey Amerika'da yaşamış T. tanneri türünden ayrıldığına işaret etti. Araştırmacılara göre, T. gurneyi, büyük dinozorları avlayarak besleniyordu.

Sabah, 07.03.2014

RUM PATRİĞİ'NDEN AYASOFYA UYARISI

 

 

14 Ortodoks Kilisesi'nin patrik ve başpiskoposu İstanbul'da toplandı. Fener Rum Patriği Bartholomeos, "Ayasofya ibadete açılırsa kilise olmalı" dedi.

 

Fener Rum Patriği Bartholomeos, Ayasofya'nın camiye çevrilmesine karşı olduğunu belirterek böyle bir girişimin tüm Hıristiyan dünyası tarafından tepkiyle karşılanacağını söyledi.

Bartholomeos, Ayasofya ibadete açılacaksa camiye değil kiliseye dönüştürülmesi gerektiğini iddia etti. Bartholomeos'un daveti üzerine, 14 Ortodoks Kilisesi'nin patrik ve başpiskoposları dün İstanbul'da bir araya geldi. Toplantı, Bartholomeos'un yönettiği ayinle başladı. Aya Yorgi Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi Kilisesi'nde başlayan ve 9 Mart'a kadar sürecek toplantının ana teması, Panortodoks Konsili'nin teolojik ve teknik prosedürlerinin görüşülmesi ve hazırlanması olacak. Buluşmada, Ortadoğu'daki Hıristiyan toplumların durumu değerlendirilecek. Buluşma, 9 Mart'ta Ortodoksluk Bayramı kapsamında tüm ruhani liderlerin katılacağı ayinle sona erecek. Patrikhane'deki Aya Yorgi Kilisesi'nde gerçekleştirilen ayin sonrası cemaate yaptığı konuşmasında Ayasofya'nın camiye çevrileceği iddialarına değinen Bartholomeos, Ayasofya ibadete açılacaksa, kuruluş amacına hizmet ederek açılması gerektiğini söyledi. Bartholomeos, "Ayasofya'nın Tanrı'nın ibadetine açılması söz konusu ise mutlak surette Hıristiyan inancının ibadetine açılması gereklidir, zira kuruluş amacı, kilise olarak hizmet vermektir. Ayasofya'ya sahip çıkmaktayız, Ortodoks ve Helen dünyası olarak da bizim en kutsal değerlerimizdendir" dedi.

TEKVÜCUT OLURUZ
Agos gazetesinin haberine göre; İstanbul'u ziyaret eden turistlerin başta Ayasofya olmak üzere birçok önemli yeri ve anıtı gezmek fırsatını bulduklarını hatırlatan Bartholomeos, "Ancak son dönemde Türk kamuoyunun bir kesiminde Ayasofya'nın camiye çevrilmesi yönünde bir meyil gözlemleniyor. Kilise olarak biz buna karşı durmaktayız. Bizimle beraber böyle bir olasılık karşısında tüm Hıristiyan dünyası mezhep farkı tanımaksızın yekvücut olup tepkisini ortaya koyacaktır" dedi.

Sabah, 07.03.2014

ABDÜLHAMİD'İN TEKKESİ BEŞİKTAŞ'IN ORTASINDA VEFA BEKLİYOR

 

 

İstanbul’un orta yerinde kaderine terk edilmiş iki konağın hikayesi bir hayli dikkat çekici. Sultan Abdülhamid’in şeyhi Muhammed Zafir Efendi için inşa edilen bu iki köşkte dönemin meşhur isimleri de ağırlanmıştı.

 

Şehrin orta yerinde gizemini muhafaza eden binalar için perdeyi aralayınca ta Tunus’a kadar uzanan bir hikaye ile karşılaştık. Bizi bir buçuk asır evveline götüren Beşiktaş Barbaros Bulvarı’ndaki tarihi yapılarla ilgili hikayenin merkezinde Sultan II. Abdülhamid’in şeyhi Muhammed Zafir Efendi bulunuyor. Sultanın şeyhine karşı beslediği derin muhabbetten ötürü inşa ettirdiği Ertuğrul Tekkesi’ne ait bu görkemli meskenler, bugün Zafir Efendi Külliyesi’ndeki köhne haliyle terk edilmiş vaziyette. Yıllara yenik düşmüş bu izbe konaklar, bir asır boyunca Zafir ailesinin sığınağı olurken ve devrin meşhur isimlerini de çatısı altında misafir etmiş.

 

 

Abdülhamid ile tanışma

1828 yılında Trablusgarp’ın Mısrata şehrinde dünyaya gelen Muhammed Zafir Efendi’nin dedesi Kuzey Afrika’nın saygın meşayihinden Hamza Zafir, babası Muhammed Hasan el-Medeni Efendi’ydi. Babası, Şazeli tarikatının Medeniyye şubesininin piri olan ve civarında nüfuz sahibi bir kimseydi. Muhammed Zafir Efendi, Kuzey Afrika, Mısır ve Medine’de tahsil gördü, pek çok ilim erbabından feyz alıp son olarak babasından icazet aldı. Kardeşi Hamza Zafir aracılığıyla payitaht İstanbul’a ziyaretlerde bulundu. İlki 1871 yılına tekabül eden bu ziyaretlerde, Şeyh Zafir, Sultan Abdülaziz’in validesi Pertevniyal Valide Sultan’ın iltifatına mazhar oldu. Davet üzerine, İstanbul’da tesis edilecek ilk Şazeli tekkesi için hazırlıklarda bulundu. Sarayın hürmetini kazanan Muhammed Zafir Efendi, Unkapanı Balmumcu’ya yerleşti. Zafir Efendi, bu sırada henüz şehzade olan Abdülhamid’le Süleymaniye’de bir cuma namazında tanışacak ve müstakbel Sultan’ın derin muhabbetini kazanacaktır. Sultan Abdülhamid-i Sani tahta geçince, ümmeti toplama ve bir sancak altında bir araya getirme teşebbüsleri çerçevesinde daha şehzade iken tanıştığı ve bağlandığı Muhammed Zafir Efendi’nin Kuzey Afrika ve Arabistan’daki nüfuzundan da istifade eder.

 

 

Konaklar inşa ediliyor

Cifir ve remil ilimlerinde de üstad sayılan Zafir Efendi’nin Abdülhamid daha şehzade iken, padişah olacağını söylediğine dair rivayetler var. Bu yüzden Osmanlı’daki son müneccimbaşılardan sayılabilir. Sultan, çok sevdiği şeyhi için Beşiktaş’ta yeni bir dergah inşa ettirir. Üç buçuk dönümlük arazi içinde yer alan Ertuğrul Tekkesi, 1888 yılında açılır. Ardından tekkenin bahçesine sultanın emriyle iki katlı 18 odalı bir ahşap konak inşa edilir. Birkaç sene sonra da Ermeni Osep Kalfa bugün bahçedeki taş konağı yapar. Buraya Zafir Efendi’nin eşlerinden Deblic Hanım ve çocukları yerleştirilir.

 

Tekkenin zikir gününde şehrin dört bir yanından gelen derviş, mürid ve muhibler iki saat süren zikirlere iştirak ederdi. Bu zikirlere Sultan’ın da teşrif ettiği ve cuma selamlıklarında burayı ziyaret ettiği ve zikri kafes arkasından takip ettiği hatıratlarda yer alıyor. Dönemin kudretli isimlerinden Mithat Paşa, padişahın şeyhine karşı bu alakasından pek memnun değildi. Bu yakınlık yüzünden nüfuz sahibi olduğunu düşünüyor, bir fırsatını bulup çeşitli tertipler düzenleyerek onu Medine’ye göndermek istiyordu. Neyse ki, sultanın keskin feraseti sayesinde Zafir Efendi vefatına kadar sarayın uhdesinde yaşamış, saray işlerine karışmamıştı. Zafir Efendi’den bahseden bütün eserlerde onun son derece takva sahibi bir kişi olduğu, padişahın kendisine duyduğu muhabbeti hiçbir zaman suiistimal etmediği anlatılıyor.

 

Zafir Efendi 2 Eylül 1903’te vefat edince, tekkenin bahçesindeki türbeye defnedildi. Sarayın sermimarı İtalyan Raimondo D’Aranco, dönemin üslubu olan Art Nouveau tarzında bir türbe, çeşme ve kütüphane imar etmişti. Şeyh Zafir’in ardından halefi Ebu’l-Hasan Zafir postnişinliğe geçse de kısa süre sonra bu görevden ayrılarak Mısır’a göç etti. Görevi devralan İbrahim Efendi, tekke ve zaviyelerin kapandığı 1925 yılına kadar bu mekanda irşad görevini sürdürdü. Aile eşrafından vefat edenler burada veya Yahya Efendi’ye defnedildiler. Bugün, üzerinden Barbaros Bulvarı geçen Hasanpaşa Deresi kenarında bulunan 15 odalık koğuşlarda Mağrip ülkelerinden getirilen dervişler ikamet etmiş, zekası ile sivrilenler de uzun süre İstanbul’da çeşitli yüksek mekteplere gönderilerek devlet kademesinde istihdam edilmişti. Şeyh Zafir, Mısır, Tunus ve Trablusgarp’ın işgali sırasında buraların Müslüman toprağı kalabilmesi için çalışarak, sultana itaat ve sadakat için neşriyatta bulunmuştu. Nihayet, bu manevi müessese gibi binlerce tekkenin kapanmasını öngören kanunla beraber, Ertuğrul Tekkesi de kapılarını mensuplarına kapattı. Fakat buradaki yaşam her devirde önemli isimler için bir cazibe merkezi olmuş, çifte konaklar çatısı altında birçok kişiyi ağırlamıştı. Sultan II. Abdülhamid ve kızı Ayşe Sultan, annesi Müşfika Kadın Efendi, Hasan Ali Yücel, Cemal Reşit Rey, eski başbakan Bülent Ecevit’in annesi Nazlı Ecevit ve kendisi, Tanburi Faize Ergin, ressam Çallı İbrahim burada bulunmuş, muhabbet meclislerine bizzat iştirak etmişlerdir.

 

Zaman geçti, konaklar çok Zafir ailesinin mirasçılarının elinden çıktı. Uzun yıllar harabe halde kalan konaklar, bugün de etrafı tel örgülerle çevrili biçiminde kadere teslim bir vaziyette bekliyor. 2010 yılında tamamlanan restorasyon çalışmasıyla ihya edilen Zafir Efendi Dergahı’nın açılışında konuşan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bu iki konağı da yakınlarınca yeniden canlandırılması ricasında bulunmuştu.

 


Zafir Efendi’nin oğlu ve dergahın son şeyhi İbrahim Zafir.

 

Konak elden çıkıyor

Zafir Efendi’nin Beşiktaş Barbaros Bulvarı’ndaki konağında yaşayan çocuklarından bir kısmı Avrupa’ya giderek tahsil gördü. Hatta içlerinden Abdullah Zafir, Oxford Üniversitesi’nde Türk ve Fars dili profesörlüğü yaptı. Kardeşlerden Ahmed Zafir büyük bir maceraya kalkışarak Trablusgarp, Hindistan ve oradan da Hicaz’a yürüyerek gitmişti. Konağın geçmiş sakinleri arasında hayırsever Kazım Zafir, ressam Mehmed Ali Laga da bulunuyor. Aileden hukukçu, hekim, ressam, kimyager, mimar ve profesörler çıkmış fakat konağın hikayesini kitap haline getiren Güngör Tekçe’nin tabiriyle, ilk şeyh efendilerin ardından hiçbir din alimi veya mutasavvıf çıkmamıştır.

Zaman, Haber: Erkam Emre, 07.03.2014

GÜNDOĞDU: ÜÇ AYLIK KAZI ÇALIŞMASIYLA TARİH GÜN YÜZÜNE ÇIKMAZ

 

DSP Antalya Büyükşehir Belediye başkanı adayı Mücahit Gündoğdu, antik kentlerdeki tarihi eserlerin gün yüzüne çıkmasında 'yerel yönetimlere' daha fazla yetki verilmesi gerektiğini bildirdi. Gündoğdu, eski Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın 2 yıl önce Türkiye'de bir ilke imza atarak Side Antik Kent'te yıllarca bakımsız olan ve içinde Apollon Tapınağı'nın da bulunduğu 'tapınaklar bölgesinin' alanını Side Belediyesi'ne tahsis ederek yerinde doğru bir karar verdiğini söyledi.

Mücahit Gündoğdu, Gazipaşa'nın Güney Köyünde bulunan ve kazı çalışmalarını ABD'den Nebraska Üniversitesi'nin yaptığı alanda incelemede bulundu. Gündoğdu, ardından Gündoğmuş ve İbradı ilçelerini ziyaret ederek seçilmesi halinde yapacağı hizmetler hakkında bilgilendirme yaptı. Antalya bölgesinde irili ufaklı 302 antik kent ve tarihi ören yerinin bulunduğunu belirten Gündoğdu, bunun sadece UNESCO koruması altında Xanthos Antik Kent'in olmasının üzüntü verici olduğunu kaydetti. Gündoğdu, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın düşük bütçeli desteği ve yazın üç aylık çalışmasıyla toprak altından yatan tarihin gün yüzüne çıkamayacağını belirten Gündoğdu, "Side Antik Kent'in kazılarını yapan Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Prof.Dr. Hüseyin Alanyalı 66 yıl içinde antik kentin yüzde 10'nun gün yüzüne çıkarılabildiğini söylüyor. Tamamının gün yüzüne çıkması için 5 asırlık zamana ihtiyaç olduğunu belirtiyor. Aynı ekip Side Belediyesi ve Antalya İl Özel İdare Müdürlüğü'nün desteğiyle 16 ay gibi kısa sürede Tüke Tapınağı'nı ayağa kaldırdı. Üç aylık çalışma ve kısıtlı bütçe ile tarih gün yüzüne çıkmaz. Yılın 12 ayı çalışma yapmak gerekir. Burdur'un Ağlasun İlçesinde bulunan Sagalassos Antik Kent'te Belçikalılar yılın 12 ayı çalışma yapıyor. Tarihi ören yerinin yüzde 80'nini de gün yüzüne çıkardı. Üç aylık çalışma ile yapılsaydı yüzde 15 bile gün yüzüne çıkmazdı. Eski Bakan Günay'ın Side Antik Kent'te tapınaklar bölgesinin tahsisini Side Belediyesi'ne tahsisini doğru buluyoruz." diye konuştu.

Antalya'nın Kaş İlçesi Kınık beldesinde bulunan Xanthos ve Letoon antik kentlerin UNESCO koruması altına alınmasında bölgede 60 yıldır kazı çalışması yapan Fransız arkeologlara borçlu olduğunu anlatan Gündoğdu, Likya Birliği'nin başkenti olan Xanthos'un 28 yıldır UNESCO'da insanlık kültür mirası listesinde bulunduğunu ifade etti.

Bugün, 06.03.2014

İZMİR'DEKİ TÜNEL EFSANESİ GERÇEK ÇIKTI

 

 

Bahçesinde tarihi bir su kanalı bulunan Agora semtindeki evi satın alarak restore eden Konak Belediyesi, bir tarihi daha su yüzüne çıkartarak kentin turizmine katkıda bulunmaya hazırlanıyor.

Yıllarca kulaktan kulağa dolaşarak efsaneleşen Agora ile Kadifekale'yi birbirine bağlayan tüneller, Konak'ın tarih kokan geçmişine bir ışık daha tuttu. Ortaya çıktıktan sonra arkeoloji çevrelerinde büyük yankı uyandıran su kanallarının korunması için ilk destek, Konak Belediye Başkanı Hakan Tartan'dan geldi. Agora semtinde bir gecekondunun bahçesinden başlayan, Kadifekale'ye doğru gittiği belirlenen ve içinden su akan tünel, belediyenin gecekonduyu satın almasıyla tarihi öneminin yanında turizme kazandırılacak bir değere dönüştü.

Tünelin içinde bulunan çeşmenin de doğurganlığı arttırmayı ve sütü bollaştırmayı ifade eden "Sütveren Anne" inancının başlangıç noktasını oluşturduğu ortaya çıktı. Meryem Ana'ya kadar gidebilen bir inanışın parçası olan bu çeşme ve şehrin tarihi su şebekesi, Tünelli Ev projesiyle dünyaya açılacak.

Başkan Tartan, yaptığı açıklamada Büyük İskender'in Kadifekale efsanesinin Tünelli Ev'le gerçek bir boyut kazanacağını ifade ederek "Avlusundan tünele girilen ev, Arkeopark projesini gerçekleştireceğimiz Altınpark alanına çok yakın bir konuma sahip. Yine bu bölgede bir semt merkezimiz, Kadın Müzesi ile Radyo ve Demokrasi Müzemiz yer alıyor. Tünelli Ev'in projesi de tamamlanarak restorasyon çalışmalarına başlandı. Proje Koruma Kurulu'nca da onaylandı. Restorasyondan sonra semt tarihi ve anı evi olarak kentin hizmetine sunacağız. Agora ve Basmane çevresi, her geçen gün eski güzel anılarına, turizm merkezi olacağı bir geleceğe yaklaşıyor. Kente küçük sihirli dokunuşlarla İskender'in rüyasında gördüğü kat kat mutlu insanların yaşadığı İzmir'i bugün gerçekleştiriyoruz" dedi.

Radikal, 06.03.2014

7 BİN YILLIK AYAK İZLERİ BULUNDU

 

İngiltere'nin Northumberland bölgesindeki bir sahilde hayvanlara ve insanlara ait olduğu düşünülen 7000 yıllık ayak izleri bulundu.

 

Ülkenin son günlerdeki aşırı yağmurlu dönemi bir çok insanın evine zarar verdi ama aynı zamanda çok sayıda arkeolojik hazineyi de gün ışığına çıkardı. Bir kısmının insalara ait olduğu sanılan izler turbalık bir alanda korunmuş vaziyette bulundu. İzlerin dalgalar sayesinde açığa çıktığı düşünülüyor. Geçen sene bölgeye yakın bir kasaba olan Low Hauxley’de de benzer buluntular bulunmuş ve bazılarının yetişkinlere ve çocuklara ait oldukları doğrulanmıştı. Son buluntuları sahilde köpeğini gezdirirken bulduğunu açıklayan arkeolog Barry Mead, izlerin hangi hayvan yahut hayvanlara ait olduğunu henüz netleştiremediklerini açıkladı. Geçen yılki kazılarda da görev alan Mead, şimdilerde sıklıkla Druridge Körfezi’ni baştan sona yürüyüp yeni izler arıyor.

Radikal, 06.03.2014

ORHAN OSMANOĞLU'NDAN MİRAS AÇIKLAMASI

 

Sultan II. Abdülhamid'in torunlarından Orhan Osmanoğlu, medyada yer alan veraset davası ile ilgili şöyle konuştu: "Yürüyen bir süreç var. Gazetelerde çıkan haberlerle uzaktan yakından hiçbir alakamız yok. Biz ne Galatasaray Adası'nı istedik ne de 'İstanbul'un yarısını istiyoruz' dedik.

Üsküdar Üniversitesi Tarih Kulübü tarafından üniversitenin Altunizade kampüsünde "Torunlarının Gözüyle II. Abdülhamid konulu söyleşi düzenlendi. Söyleşiye II. Abdülhamid'in soyundan gelen Orhan Osmanoğlu, Nurhan Osmanoğlu, Nilhan Osmanoğlu, Yavuz Selim Osmanoğlu, Berna Sultan Osmanoğlu ve Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu konuşmacı olarak katıldı. Söyleşi öncesinde basın mensuplarının sorularını yanıtlayan II. Abdülhamid'in torununun torunu Orhan Osmanoğlu, son günlerde medyada yer alan veraset davasıyla ilgili bilgi verdi. 2010 yılında veraset davası açtıklarını ifade eden Orhan Osmanoğlu, şöyle konuştu: "Yürüyen bir süreç var. Gazetelerde çıkan haberlerle uzaktan yakından hiçbir alakamız yok. Biz ne Galatasaray Adası'nı istedik, ne de 'İstanbul'un yarısını istiyoruz' dedik.

Veraset davasına kendileri dışında da müdahiller olduğunu dile getiren Osmanoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: "Sultan Abdülhamid'in resmi kayıtlarda 11 hanımı olduğu görülüyor. Dedem Selim Efendi'nin de 4 eşi olduğu görülüyor. Onların tarafından, ailelerinden katıldığını zannediyorum. Biz, şimdi öncelikle verasetnamenin çıkmasını istiyoruz ki kim torunu kim değil, kim yakın onlar belirlensin. Dava sonrasına da değinen Osmanoğlu, şunları söyledi: "Önce verasetnameyi açtıktan sonra, tabi ki ilerleyen zaman da Türkiye Cumhuriyeti şuan gerçekten adalet ve demokrasiye doğru gidiyorsa ki, büyük bir yol kat ettik. Bulgar vakıfları kendi vakıflarını aldı. Bir takım Rum vatandaşları tekrar haklarını aldı. Niye biz almayalım diye. Ama bu gazetelerde bahsedilen İstanbul'un yarısı gibi bir şey değil.

Sultan Abdülhamid'in çok büyük bir mal varlığına sahip olduğunu dile getiren Osmanoğlu, sözlerine şöyle devam etti: "Fakat bizim istediğimiz burada Milli Emlak'a giden ve Milli Emlak'tan başka kişilere peşkeş çekilenler. Başka holdinglere veya şirket gruplarına satılan yerleri inşallah talep edeceğiz.

Osmanoğlu, bazı tarihçilerin, miras alamayacakları yönündeki açıklamalarıyla ilgili de şöyle konuştu: "Buna Türk adaleti karar verecek. Mahkeme, 'Siz hak talep edemezsiniz. Bir hakkınız yok' da diyebilir. Bizim boynumuz kıldan incedir.

Söyleşide öğrencilere tek tek kendini tanıtan hanedan üyeleri öğrencilerin sorularını cevapladı. Bir tarih programında II. Abdülhamid'in içki içtiğine ilişkin yorumların yapıldığına değinen Orhan Osmanoğlu, "Dedemiz değil içki kesinlikle abdestsiz gezmeyen bir padişah nasıl içki içtiğini ben anlamıyorum. Şehzadeyken de alkol almadığını en yakını olan kızı Ayşe Sultan kitabında yazıyor" dedi.

Osmanoğlu, 31 Mart olayı ile bağlantılandırılan darbelere ilişkin soruya ise şöyle karşılık verdi: "Günlük siyasete girmek istemiyorum ama günümüze kadar bu olaylar öyle devam ediyor. Geride bırakalım, artık dik durmanın zamanı diyorum."

Nilhan Osmanoğlu ise hanedan üyelerinin miras talebiyle ilgili bir soruya, "Sultan Abdülhamid'in kendine ait mülkleri vardı. Sizin dedenizin mal varlığı olsa bunu istemez misiniz?" karşılığını verdi.

Sabah, 06.03.2014

MARDİN KALESİ'NDE RESTORASYON ÇALIŞMASI BAŞLADI

 

 

Moğolların ünlü hükümdarı Timur’u bile çileden çıkaran direnişle tarihe mal olan Mardin Kalesi’nde restorasyon çalışmaları başladı. 218 yıl aradan sonra ilk defa restorasyon kapsamına alınan Mardin Kalesi için yüklenici firma İtalya’dan özel olarak getirdiği çelik bariyerleri, kale etrafında monte etmeye başladı. Restorasyon çalışması kapsamında kaleden düşecek kaya parçalarına karşı şehri korumak için kale etrafında 450 metre çapında özel çelik bariyerler kurulacak.

Kale içinde yapılacak arkeolojik kazılardan sonra kalenin etrafında kaya ıslahı çalışmaları başlayacak. Ayrıca, kale içinde bulunan Artuklu Hükümdarlığı döneminden kalma yaklaşık 900 yıllık tarihi cami yeniden restore edilerek ibadete kazandırılacak.

Vali Dr. Ahmet Cengiz, Mardin Kalesi'nde 218 yıl aradan sonra ilk defa restorasyon çalışması başlattıklarını belirterek, dünyanın en büyük kalesi olan kartal kalesini turizme kazandırmak için kaleye özel ilgi duyduklarını belirtti. Mardin Kalesi'nin birçok medeniyete ev sahipliği yaptığını belirten Vali Dr. Ahmet Cengiz, 'Dünya şehri olan Mardin'in yıldız olarak parlamasını istiyoruz. Bunun için her alanda çalışma yapıyoruz. Bu tarihi kentin, dünya kamuoyuna tanıtılması ve dünyada hak ettiği yere gelmesini sağlamak için mücadele ediyoruz.” dedi.

RESTORASYON 2 YILDA BİTECEK
Mardinlilerin 60 yıllık kaleye çıkma hayalini gerçekleştirdiklerini ifade eden Vali Cengiz, şöyle konuştu: ”Tarihte fethedilmeyen tek kale olarak adını yazdıran Mardin Kalesi'nin restorasyon çalışmasını 2 yılda bitirmeyi hedefliyoruz. Çalışmaların hızlı bir şekilde bitirilmesi ve kalenin bir an önce turizme açılması için gerekli talimatlar verildi. Restorasyon çalışması ile birlikte kale içinde bulunan Artuklu Hükümdarlığı döneminden kalma yaklaşık 900 yıllık tarihi camiyi yeniden halkın ibadetine açmayı hedefliyoruz. Kaledeki kilise, cami, saraylar ortaya çıkarılacak ve turizme kazandırılacak. Mardin Kalesi'nin ne kadar önemli bir yere, bir yapıya sahip olduğunu, insanlar kaleye çıkınca daha iyi anlayacak. Bunun için mimarlarımız, teknik ekibimiz kalede gerekli çalışmaları başlattı. Mardinlilerin, artık özlem duydukları kaleye en kısa zamanda kavuşacağına inanıyorum.“ diye konuştu.

KALE ETRAFINDA 450 METRE ÇELİK HALAT KURULDU
Restore çalışması ilgili bilgi veren Karacan Grup şantiye şefi Aytek Alıcı, Mardin Kalesi'nde restore çalışmalarına başladıklarını söyledi. Alıcı, ”Şu anda kalenin etrafında güvenlik bariyerleri ve çelik halatlar kuruyoruz. Kale restorasyonu için İtalya’dan özel çelik bariyerler getirdik. Kaleden düşecek kayaları tutmak için kale etrafında 450 metre çapında çelik bariyerler ve halatlar kurulacak. Çelik bariyerlerle şehrin güvenliğini kontrol altına alacağız. Kale içinde arkeolojik kazılar yapılacak. Kaya ıslahı yapılacak. Kalenin restorasyon işi yaklaşık 750 gün sürecek. Bu iş Türkiye’de bir ilk olacak. Bunun için Mardin Kalesi için özel bir ekip çalışacak.” şeklinde konuştu.

Bugün, 06.03.2014

OSMANLI'DAKİ İLGİNÇ VAKIFLAR

 

 

Osmanlı medeniyeti aynı zamanda "vakıf medeniyeti" olarak tarihteki yerini alıyor. Osmanlı'daki sivil toplum, insan haysiyetinin ve hayatının korunması, güzelleştirilmesi, sosyal düzenin her türlü tehlike ve sarsıntılardan korunması amacıyla vakıf yolu ile camiler, medreseler, dergahlar, aşevleri, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, bedestenler ve köprüler yaptırdı. 

 

Bir gönüllük, merhamet ve sevgi medeniyetine sahip olan Osmanlı, kendi kişisel imkanlarıyla hiçbir menfaat gözetmeksizin binlerce hayır kurumunun temelini attı, yeri geldiğinde de tüm birikimini bağışlamasını bildi.

 

Çok özel konulara bile el atılması ise vakıf medeniyetinin nasıl bir incelik üzerine inşa edildiğini gösteriyor. Zengin bir çeşitliliğe sahip olan vakıf geleneğinde oldukça ilginç vakıflar da yer alıyor. 

 

- Sıcak pide dağıtan, çeyiz hazırlayan vakıf

AA muhabirinin, Vakıflar Genel Müdürlüğünün "Tarihteki İlginç Vakıflar" kitabından derlediği bilgilere göre,  "Güzel Yazı Öğreten Vakıf", bilgiyle beraber güzel yazıya da ne kadar önem verildiğini gösteriyor. Dünyanın en ünlü hattatlarının çıktığı Osmanlı'da güzel yazı yazma tarihi bir gelenek olarak görülmüş, bu iş için vakıf kurulmuş. Hattat muallimler tarafından talebelere, asgari haftada iki gün güzel yazı dersi verilerek, hocalarına günlük on akçe ödeniyordu

 

"Kızlara Çeyiz Hazırlayan Vakıf" çeyize ihtiyacı olan kızları tespit edip, çeyizlerini üstlendi. "Duvar Yazılarını Silen Vakıf", her an cami, medrese, kışla, çeşme, han, hamam, bahçe gibi yerlerin duvarlarının çirkin yazı ve resimlerden temizlenmesini ve çevrelerinin bakımlı kalmasını sağladı.

 

 "Sıcak Pide Dağıtan Vakfı", vakıf sıcak pide alıp müezzinler vasıtasıyla fukaraya sadaka olarak dağıttı.

 

"Yaz Günlerinde Soğuk Su Dağıtan Vakıf", yapılan sebilde, yaz mevsiminde buzlu veya karlı soğuk su bulunduruldu. Gelen geçen her susuza vakfın aldığı bardaklarla Allah rızası için su ikram edildi.

 

"Öğrencilere Piknik Yaptıran Vakıf", kurulan bu vakıfla ilk mektep talebelerini her yıl iki defa pikniğe götürürdü. 

 

- Boğazda temiz hava aldıran vakıf bile kurulmuş

"Helalleşme Vakfı", sevap, vakfın (yani kendisinin) üzerinde hakkı olup da helalleşemediği kimselerin olsun diye kuruldu. Bir şekilde gıybetini yapıp, bilerek ya da bilmeyerek üzmüş olabileceği, helalleşmek istediği ama helalleşemediği kimseler olacağı düşüncesiyle kazanacağı sevabı (helalleşmek ümidiyle) onlara bağışlıyor. Bu durum medeniyetin ilim adamlığı anlayışını da gözler önüne seriyor. 

 

"Meyve Yediren Vakıf", vakfa ait bağdan, ahaliye, çocuklara meyve dağıtırdı. "Boğazda Temiz Hava Aldıran Vakıf", önce belirlenen yere çeşme yaptırırmış. Sonra yanına bir köşk ve bir de liman... Vakıf, buraya gelen insanlar burada konaklayıp boğaz havası alsınlar, boğazın güzelliklerini seyrederek dinlensinler diye kuruluyor.     

 

Kitapta yer alan ilginç diğer vakıflardan bazıları ise şöyle: 

"Doktorların Güzel Huylu Olmasını İsteyen Vakıf, İsrafı Önleyen Vakıf, Yaz ve Kışta İnsanların İstirahati İçin Kamp Tesis Eden Vakıf, Camilerdeki Saatleri Tamir Eden Vakıf, Kışın Abdest Alanlara Sıcak Su Temin Eden Vakıf, Zararlı Haşaratı İmha Eden Su Vakfı, Göl Temizleyen Vakıf, İflas Eden Tüccarlara Yardım Eden Vakıf."

Konya Hakimiyet, 06.03.2014

1901 SOYGUNUNUN ALTINLARINI BULDULAR

 

ABD'nin Kaliforniya eyaletinde bir ailenin, evlerinin bahçesinde köpeklerinin bulduğu hazinenin, 1901'de San Francisco'daki darphane soygununda çalınan altınlar olduğu öne sürüldü.

İddiayı ortaya atan San Francisco Chronicle gazetesi, haberinde soyguncuların bir asır önce altınları buraya saklamış olabileceğini belirttiyse de ABD Darphanesi hazinenin herhangi bir soygun ile ilişkili olmadığı açıklamasını yaptı.

Kuzey Kaliforniya'da John ve Mary çiftinin bulduğu 1847-1894 tarihleri arasına ait bin 427 parça altın paranın 10 milyon dolar değerinde olduğu tahmin ediliyor.

Sabah, 06.03.2014

PALMİRA'DAKİ AÇIK HAVA MÜZESİ YAĞMALANIYOR

 

 

Suriye'de 3 yılı aşkın süredir devam eden iç savaş nedeniyle ülkedeki can kayıplarının yanı sıra tarihi eser kaçakçılığı da artarak devam ediyor. Suriye İnsan Hakları Örgütü'nün (SNHR) raporuna göre Beşar Esad güçlerinin çeşitli kentlerde muhaliflere yönelik ağır silahlarla önceki gün düzenlediği operasyonlarda 41 kişi daha hayatını kaybetti. Öte yandan Suriye Arap Haber Ajansı (SANA), ülkede yeni bir tarihi eser kaçakçılığının ortaya çıkarıldığını duyurdu. SANA'nın sitesinde yayınlanan habere göre, Suriye rejimine bağlı yetkililer, ülkenin antik zamanların önemli dini ve ticari merkezi olan bölgesinde 9 tarihi eser buldu. Haberde, başkent Şam'ın 215 kilometre kuzeydoğusunda ve Humus kentinin de 155 kilometre doğusundaki Palmira bölgesinde bulunan eserlerin teröristlerce çalındığı belirtildi. 9 çalıntı eserin bir çiftliğin içindeki mağarada bulunduğu bildirildi. Ancak haberde bulunan eserlerin geçmişleri hakkında detaylı bilgi verilmedi. UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi'ne alınan Palmira bölgesi "açık hava müzesi" olarak biliniyor.

Sabah, 06.03.2014

KONYA'DA TARİHİ RESTORE

 

 

Konya’da Mevlana Kültür Vadisi Projesi kapsamında 10 yılda 2 bin 327 bina restore edildi. Ayrıca şehrin tamamındaki tarihi yapıların envanteri de çıkarılıyor.

 

 

 

Konya merkezde Mevlana Kültür Vadisi Projesi kapsamında 10 yılda 2 bin 327 tarihi yapının restorasyonunu tamamladıklarını hatırlatan Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek,  dünyadaki en büyük restorasyon projesi olan Tarihi Bedesten’de 2 bin 687 binanın restorasyonun tamamlanmak üzere olduğunu dile getirdi.

Tarihi yapıların ihya edilerek gelecek nesillere ulaştırılması ve geçmişe vefanın gösterilmesi açısından restorasyon çalışmalarına büyük önem verdiklerini belirten Başkan Akyürek, restore edilen eserler arasında Akçeşme Mahallesi’nde ve şehrin farklı yerlerinde bulunan Konya evlerinin, Sultan Selim, Aziziye ve Kapu Camiiler başta olmak üzere 11 adet caminin, tarihi hanların, çeşmelerin, medreselerin ve türbelerin bulunduğunu ifade etti.

Konya’nın tamamındaki tarihi yapıların envanteri çalışması yürüttüklerini belirten Başkan Akyürek, “Yeni Büyükşehir Yasası kapsamında sadece merkezde değil, köyler, beldeler ve ilçelerdeki tarihi yapıların tamamını restorasyon kapsamına alacağız. Bunlar bize tarihten gelen miraslardır, ecdadımızın miraslarıdır. Geçmişten bize miras kalan eserler aslında bulundukları köylerin, beldelerin ve ilçelerin tapu kayıtlarıdır, bizlere birer emanettir. Bu emanete en güzel şekilde sahip çıkmak gerekir” dedi.

Konya’nın tamamındaki tarihi eserlere sahip çıkıp koruyacaklarını ve yeniden ziyaret edilebilir hale getireceklerini kaydeden Başkan Akyürek, bu konuda bir master plan çerçevesinde yoğun bir çalışma yürüttüklerini dile getirdi.

TOKİ Haber, 05.03.2014

T.C.Mİ, ABDÜLAZİZ'İN TUĞRASI MI KALACAK?

 

İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü ana giriş kapısı restore ediliyor. Üzerinde ikinci bir örtü bulunan tarihi tuğranın açılıp temizlendiği görülebiliyor. Restorasyon bittiğinde T.C. mi kalacak tuğra mı belli değil.

 

 

Eski adı ‘Seraskerlik Kapısı’. Osmanlı Devleti’nde Harbiye Nezareti’nin (Milli Savunma Bakanlığı) ve Seraskerlik’in (Genel Kurmay Başkanlığı) giriş kapısıydı. Cumhuriyetle beraber Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesi’nin giriş kapısı oldu. Üniversite denilince akla ilk gelen yapılardan biridir.

 

110 yıl önce onarılmıştı

Yaklaşık 4 yıl önce İstanbul Üniversitesi’nin tarihi duvarlarının restorasyonu ile başlayan ‘tarihe sahip çıkma projesi’ kapsamında üniversitenin Yapı İşleri ve Teknik Daire Başkanlığı tarafından restore ediliyor. Yapı ilk olarak 1864 yılında Harbiye Nezareti binasının giriş kapısı olarak yapıldı. Binanın mimarı Fransız mimar Bourgeois. Kapıyı da aynı mimarın yaptığı söylense de bir başka görüşe göre, yapımında Londra’da mimarlık eğitimi alan Bekir Paşa’nın planları kullanılmış.

 

O tarihten bu yana hiç tam anlamıyla bir restorasyon sürecinden geçmemiş. Bir tek 1894 İstanbul depreminden sonra Raimondo Daranco tarafından onarılmış.

 

Hürriyet Gazetesi'nden Abdullah Yıldırım'ın haberine göre, restorasyonla birlikte, kapının üst kısmındaki ‘T.C.’ ibareli madalyon yeniden gündeme geldi. 2 yıl önce İstanbul Üniversitesi öğrencileri ve Ulusal Öğrenci Konseyi’nin sosyal medyadan başlattıkları “Tarihimi Geri Ver” kampanyasında, şu an ‘T.C.’ harflerinin olduğu noktada 1933 yılına kadar Sultan Abdülaziz tuğrasının olduğu, bu tarihi değerin yeniden gün yüzüne çıkarılması gerektiği belirtilmişti.

 

Koruma Kurulu karar verecek

Üniversitenin Yapı İşleri ve Teknik Daire Başkanlığı yetkilileri, restorasyonun İstanbul İl Özel İdaresi desteğiyle yaklaşık 5 aydır sürdüğünü, 2 aya kadar da biteceğini söylüyor.

 

Yetkililer ‘T.C’. tabelasının geleceğiyle ilgili kararın Koruma Kurulu onayında olduğunu belirterek, “Bu gibi tarihi yapıların nasıl onarılacağı Koruma Kurulu tarafından belirlenir. Bu konu henüz netleşmiş değil. Heyet ‘T.C.’nin olduğu gibi muhafaza edilmesini de isteyebilir, altındaki tuğranın gün yüzüne çıkarılmasını da. Durum birkaç haftaya kadar belli olur” şeklinde bir açıklama yaptılar.

Yapı, 05.03.2014

SEYİTÖMER HÖYÜĞÜ KURTARMA KAZILARI

 

Kütahya’da, Çelikler Seyitömer Elektrik Üretim Anonim Şirketi çalışma alanın da bulunan ve Dumlupnar Üniversitesi (DPÜ) Arkeoloji Bölümü tarafından 8 yıldır yürütülen höyük kurtarma kazıları kapsamında çıkarılan 303 eser, restorasyonu tamamlanarak Kütahya Arkeoloji Müzesine teslim edildi. 

 

DPÜ Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü ve Seyitömer Höyüğü Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Nejat Bilgen, AA muhabirine yaptığı açıklamada, il merkezine 25 kilometre uzaklıkta yer alan höyükte, daha önce Afyonkarahisar ile Eskişehir müze müdürlüklerinin yaptığı kazıların, 2006 yılında kendilerine devredildiğini söyledi.

 

Çalışmalar tamamlanınca önemli bir değere sahip kömürün ekonomiye kazandırılacağını belirten Bilgen, şöyle konuştu:

“Kütahya’da Seyitömer Höyüğü, Kütahya il merkezine 26 kilometre uzaklıkta, Çelikler Seyitömer Elektrik Üretim AŞ’nin rezerv sahasında, eski Seyitömer beldesinin bulunduğu alan içerisinde yer almaktadır. Höyüğün etkilediği alanda, 12 milyon ton kömür rezervinin kullanılabilir duruma getirilmesi amacıyla 1989 yılından itibaren ilk Eskişehir Müze Müdürlüğü, 1990-1995 yılları arasında da Afyonkarahisar Müze Müdürlüğü tarafından kazı çalışmaları yürütülmüştür. Bir süre ara verilen kazı çalışmalarına, DPÜ ve Türkiye Kömür İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TKİ) arasında imzalanan 5+1 yıllık protokol ile bize devredilmiştir. 2011 yılında yapılan ek protokol ile kazı çalışmaları 3 yıl daha uzatıldı. Seyitömer Linyit İşletmeleri’nin 2013 yılında özelleştirilmesi sonucu çalışmalar, Çelikler Seyitömer Elektrik Üretim AŞ iş birliğiyle devam ettirilmektedir. Yapılan yeni protokol gereği her yıl altı aylık periyotlar halinde gerçekleştirilen kazı çalışmaları, tüm hızıyla devam etmektedir. Protokol gereği ara verilen kış sezonunda, DPÜ Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü laboratuvarlarında, 10 uzmanın görev aldığı çalışmalarda daha önce çıkarılan 303 eseri, restorasyon ve belgeleme işlemlerini tamamlayarak Kütahya Arkeoloji Müzesine teslim ettik.”

 

Bilgen, bu yıl kazı çalışmalarına mayıs ayında başlamayı planladıklarını sözlerine ekledi.

haberler.com, 04.03.2014

ERDOĞAN'A KARŞI 12 BİN SİT ALANI

 

Türkiye’de 2002’ye kadar 58 olan sit alanı sayısı son 12 yılda 14 bine çıktı. Doğayı korumanın yolu, sit alanı ilan ettirmek oldu.

 

Başbakan Recep Tayip Erdoğan önceki gün Muğla’daki seçim mitinginde “Türkiye’de 2 bin civarında doğal sit alanı var, bu alanların yaklaşık 200’ü Muğla’da. Bu alanlara ilgili vatandaşlarımızın mağduriyetine yol açan keyfi uygulamalara son vereceğiz” deyince gözler sit alanlarına çevrildi. Erdoğan’ın bu sözleri üzerine son 12 yıllık dönemde sit alanlarındaki değişimi araştırdık: 12 yılda sit alanı sayısında ciddi bir artış var. Bunun nedeni ise hükümet uygulamaları.
 

2002’DE SİT ALANI SAYISI 58’Dİ
2002 yılında Türkiye’de henüz çılgın projeler yokken 11’i doğal sit alanı olmak üzere sadece 58 sit alanı bulunuyordu. Bu sayı 2013’e gelindiğinde 14 bini aştı. Türkiye’de sit alanlarının büyük bir kısmı arkeolojik alanlardan oluşuyor. 11 bin 399 arkeolojik sit alanı var. Doğal sit alanı ise Başbakan’ın da ifade ettiği gibi 2 bine yakın.
 

DOĞA İÇİN KOŞUYORLAR
Peki bu sayı 12 yılda nasıl bu kadar çok arttı? İki nedeni var. Birincisi vatandaşın doğal hayatı yok eden inşaatlara karşı, yaşadığı yeri sit alanı ilan ettirerek koruyacağını düşünmesi ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na başvurması. Çevre talanı arttıkça endişeli çevreciler de sit başvurusunda bulunarak sit sayısını artırıyor. Alakır Vadisi’ndeki HES projesi bu durumun örneklerinden biri.

Doğa harikası Alakır Vadisi’nde beş yıl önce HES projeleri yapıldı. Böyle bir projeden önce Alakırlılıarın sit başvurusu yapmak akıllarına bile gelmemişti. HES projelerinin gündeme gelmesinden sonra Alakırlılar burayı 1. derece sit alanı ilan ettirdi. Ancak sit alanı ilan edilmesi HES projelerine engel olamadı. Sit alanı sayısındaki artışın diğer bir nedeni de Koruma Kurulu sayısının artması.
 

Demir: Başbakan’ın gözü Muğla’da
CHP Muğla Milletvekili Prof.Dr. Nurettin Demir, Türkiye’nin en fazla doğal sit alanına sahip şehrinin Muğla olduğunu söyledi. Muğla’nın yüzde 67’sinin orman arazisi olduğunu aktaran Demir, sözlerine şöyle devam etti: “Muğla 197 ören yeri, bin 124 kilometre deniz kıyısına sahip. Bu yüzden herkesin gözü burada. Tabii ki Başbakan’ın da gözü burada. Onlar için buradaki en büyük sorun sit alanı arazisi. Başbakan Erdoğan yeni talan edeceği için yerler düşünüyordur, o yüzden böyle bir açıklama yapmıştır. Maalesef üzülüyoruz bu açıklamalar için. Muğla’da sit alanından rahatsız olan insanlar vardır ancak bunların sayısı çok azdır.”
 

Kahraman: Koruma Kurulları da arttı
TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Tayfun Kahraman, konuyu Taraf’a değerlendirdi. Koruma Bölge Kurullarının sayısının AKP iktidarı döneminde arttığını söyleyen Kahraman, “Bölge Kurullarının sayısının artmasıyla birlikte daha fazla sit alanı ilan edildiği bir gerçek” dedi. Kahraman sözlerini şöyle sürdürdü: “Koruma Bölge Kurulları son zamanlarda bu alanlara daha çok eğildi. Bu süreçte de sit alanlarının sayısı arttı. Sit alanlarını kaldırma konusuna gelince... Alanlardaki sit statüsünü kaldırmak tamamen teknik ve bilimsel bir meseledir. Bu teknik ve bilimsel işe karar verecek olan da Koruma Bölge Kurullarıdır. Bu kurulları böyle bir siyasi baskı altına almak ve sit statüsünü kaldırmak bilimselliğe aykırıdır.”

Taraf, Haber: Billur Özgül, 04.03.2014

HEVSEL BAHÇELERİ'NE KONUT YAPILAMAZ!

 

 

Diyarbakır’daki Hevsel Bahçeleri’nde ağaçların kesilmesi sonrasında başlayan eylemle ilgili Diyarbakır Valisi Mustafa Cahit Kıraç açıklama yaptı.

 

Kıraç, açıklamada kesimin üniversiteyle ilgili olduğunu ve kendileriyle hiçbir ilgisinin olmadığını belirtti. Kıraç şöyle konuştu: “Hevsel Bahçeleri 12 bin yıldan beri bölgenin tahıl ambarıdır. Son olarak rezerv alanları içinde ilan edilmesiyle birlikte dokusuna uygun, rekreasyon alanı yürüme bantları, bisiklet ve koşu yolları daha sonra detaylarıyla ortaya çıkacak. Büyükşehir Belediye Başkanı’yla yaptığımız toplantıda söyledim, bir kez daha paylaşıyorum. Hevsel Bahçeleri, doğanın kendisine verdiği görev dışında başka bir görev yapamaz. Orada konut yapılamaz, zaten alan kumsal bir alandır. Diyarbakırlının Hevsel Bahçelerine gösterdiği duyarlılıktan dolayı teşekkür ediyorum. Ağaç kesimine tepki var ancak üniversitenin kendi iç çalışmasıdır, valiliğimizle alakası yoktur.”

Taraf, 04.03.2014

 

******


TOKİ'DEN 'HEVSEL BAHÇELERİ' AÇIKLAMASI

 

Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanlığı'ndan yapılan açıklamada, "TOKİ'nin, Diyarbakır Hevsel Bahçelerini kapsayan alanda herhangi bir konut uygulaması veya imar planı çalışması bulunmamaktadır" denildi.

 

Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ), İdare'nin, Diyarbakır Hevsel Bahçelerini kapsayan alanda herhangi bir konut uygulaması veya imar planı çalışması bulunmadığını bildirdi.

 

TOKİ'den yapılan açıklamada, bazı basın yayın organlarında, " Diyarbakır 8 bin yıllık Hevsel için ayakta" ve "8 bin yıllık tariheTOKİ hançeri" başlıklı haberler yer aldığı anımsatıldı.

 

Söz konusu haberlerde, "Hevsel Bahçelerinde ağaçlar yok edildikten sonra TOKİ binalarının yükseleceği" gibi gerçek dışı iddialarda bulunulduğu belirtilen açıklamada, şunlar kaydedildi:

"TOKİ'nin, Diyarbakır Hevsel Bahçelerini kapsayan alanda herhangi bir konut uygulaması veya imar planı çalışması bulunmamaktadır.

 

İdaremiz ile Diyarbakır Valiliği, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ve Sur Belediyesi arasında imzalanan protokoller kapsamında, 'Diyarbakır Alipaşa ve Lalebey Mahallesi Kentsel Yenileme (Gecekondu Dönüşüm) Projesi' ve 'Diyarbakır Tarihi Sur Koruma Bandı Kentsel Yenileme Projesi' çalışmaları sürdürülmektedir."

 

Açıklamada, gerçek dışı ve spekülatif amaçlı, kurumu yıpratmayı hedefleyen haberlere itibar edilmemesi gerektiği ifade edildi.

Anadolu Ajansı, Haber: Duygu Can, 04.03.2014

ATATÜRK ORMAN ÇİFTLİĞİ KURTULUYOR

 

 

Yeni Başbakanlık Binası'nın yapıldığı Atatürk Orman Çiftliği arazisi ile ilgili mahkemeden karar çıktı.

 

Ankara Tabiat Varlıkları Bölge Komisyonu 2 Şubat 2012'de, Atatürk Orman Çiftliği'nin de içinde bulunduğu yeni Başbakanlık binasının yapıldığı 7 hektarlık alanı tarihi SİT alanı olmaktan çıkarıldı.

Mimarlar Odası, Çevre Mühendisleri Odası, Şehir Plancıları Odası, Peyzaj Mimarları Odası ve Ziraat Mühendisleri Odası komisyonun verdiği, SİT derecesinin düşürülme kararının iptali için Kültür ve Turizm Bakanlığı'na dava açtılar. Başbakanlık da davaya davalının yanında durarak müdahil oldu.

MAHKEME O KARARI İPTAL ETTİ
Bugün görülen duruşmada mahkeme kararı iptal etti. Bu karara göre şu anda Başbakanlık binası inşaatının durması ve binanın yıkılması gerekiyor.

İnşaatın yapıldığı bölge Ankara'nın nefes aldığı, hava kirliliğini azaltan, yeraltı suları açısından zengin ve endemik türleri barındıran nadir alanlardan olmasının yanı sıra, Cumhuriyet'in hafızalarından olması nedeniyle önemli sayılıyor.

 


Atatürk Orman Çiftliği arazisinde inşa edilen ve tartışmalara konu olan Yeni Başbakanlık Binası


Hürriyet, Haber: Melis Alphan, 04.03.2014

ZEUGMA'NIN MOZAİKLERİ ABD'DE ZEMİN SÜSÜ

 

Zeugma mozaiklerine ait 12 parçanın ABD’deki Bowling Green State Üniversitesi’nde zemin süsü olarak kullanıldığı ortaya çıktı. Mozaiklerin 1965’te kaçak kazılar sonunda kaçırıldığı tahmin ediliyor.

 

 

Türkiye’nin en önemli tarihsel zenginlikleri arasındaki Zeugma mozaiklerine ait 12 parçanın ABD’nin Ohio eyaletindeki Bowling Green State Üniversitesi tarafından zemin süsü olarak kullanıldığı ortaya çıktı. 1965’te üniversite tarafından Manhattan‘da bir sanat galerisinden satın alınan Zeugma mozaiklerinin Türkiye’ye iade edilmesi için yapılan resmi girişimlerden ise sonuç alınamadı.


Gaziantep’teki Birecik Baraj Gölü kıyısında bulanan Zeugma Antik Kenti, milattan önce 300 yılında Büyük İskender tarafından ‘Selevkia Euphrates’ adıyla kurulmuştu. Daha sonra Kommagene Krallığı’nın 4 büyük şehrinden biri olan kent, milattan önce 31’den itibaren Roma İmparatorluğu’na bağlanırken ‘köprü’ anlamındaki Zeugma adını almıştı. 1998-1999’da Birecik Barajı’nın suları altında kalmaması için yürütülen kazılarda bulunan eserler Zeugma Mozaik Müzesi’nde sergilenirken, bazı parçaların ABD’de zemin süsü olarak kullanıldığı ortaya çıktı. Ohio’daki Bowling Green State Üniversitesi’nin koridorlarında zemin süsü olarak kullanılan mozaiklerin 1965’te kaçak kazılarla kaçırıldığı tahmin ediliyor.  

46 yıl gizli odalarda  
1965-2011 arasında üniversitenin kapalı odalarında tutulan 12 parça mozaik, 3 yıl önce zeminde sergilenmeye başladı. 2011’e kadar Antakya kökenli olduğu sanılan mozaikleri inceleyen üniversitenin öğretim üyesi Dr. Stephanie Hooper, Zeugma antik kentini doğruladı. Bunun üzerine Kültür ve Turizm Bakanlığı, mozaiklerin iadesini istedi. Federal Soruşturma Bürosu olan FBI’ya bile başvuran bakanlık, Anadolu’nun kültür hazinesinin iadesi için kararlılıkla diplomatik ilişkilerini sürdürdü. FBI ise konunun kendilerini ilgilendirmediği belirterek, topu üniversite yetkililerine attı. Üniversite de 3 yıldır Türkiye’yi oyalayarak mozaiklerin iadesini yapmadı. 

Milliyet, Haber: Gökhan Karakaş, 04.03.2014

EMEK'TE DERİN TAHRİBAT

 

Tarihi Emek Sineması'nı yıkan Grand Pera projesi inşaatı çevresindeki tescilli Serkildoryan, İsketinj ve Melek apartmanlarını tahribata uğrattı. Yenileme Kurulu onaylı projeye aykırı süren inşaatın ilgilileri hakkında su duyurunda bulundu.

 

İstanbul Beyoğlu'nun simgesi tarihi Emek Sineması'nı yıkan Grand Pera projesi inşaatının çevresindeki korunması gereken kültür varlığı olan Cercle D'orient (Serkildoryan), İsketinj apartmanı ve Melek apartmanını tahribata uğrattığı ortaya çıktı. İstanbul 1 Nolu Yenileme Alanları Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, Kamer İnşaat tarafından yıkılan Emek Sineması'nın yerine yapılacak Grand Pera projesinin onaylanmış projeye aykırı olarak sürdürüldüğünü tespit etti. Yenileme Kurulu, hem projeye aykırı işlemden Kurul'a gerekli bilgi, belge ve raporun iletilmememiş olması nedeniyle, hem de çevresindeki kültür varlığı yapılarda yarattığı tahribattan ötürü inşaatı sürdürenler hakkında 12 Şubat'ta suç duyurusunda bulundu.

SERKİLDORYAN ÇATLADI
Kurul'un yerinde yaptığı incelemede ise Serkildoryan binasında çatlaklar tespit edildi. Ayrıca Emek'in bulunduğu “338 adada yapılan kazı uygulamalarında gerekli önlemlerin alınmamış olması sebebiyle” tescilli Melek apartmanının duvarlarında çatlaklar oluştuğu belirlendi. 1 Nolu Yenileme Kurulu ilgililer hakkında 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Koruma Kanunu'nun 65. maddesi kapsamında suç duyurusunda bulundu. Kanun maddesi 2 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası öngörüyor.

TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Yenileme Kurulu'nun tespiti üzerine bugün Karaköy'deki binasında açıklama yaptı. Mimarlar Odası ÇED Danışma Kurulu Sekreteri Mücella Yapıcı, “Mimarlar Odası'nın itiraz ettiği projeye dahi aykırı sürdürülen, bir inşaatla karşı karşıyayız. Hiçbir tedbir alınmadan, büyük bir vandallıkla Emek Sineması yıkıldı. Ancak yalnızca Emek Sineması değil Serkildoryan'ı da, Melek apartmanı ve İsketinj apartmanını tahrip eden inşaat Kurul kararlarına aykırı bir şekilde sürdürülüyor, bu suçtur” dedi.


YASAYA AYKIRI İNŞAAT
Mimarlar Odası, geçen cuma günü Beyoğlu Belediyesi ve Kamer İnşaat hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu. Beyoğlu Belediyesi'nin inşaatı ivedilikle durduruması gerektiğini belirten Avukat Can Atalay “Yapılan uygulama 2863 sayılı yasaya aykırıdır, koruma kurallarına hiçbir şekilde uygun davranılmamaktadır. Bu inşaatı durdurmayanlar da aynı suçu işliyor” dedi. Kamer İnşaat ile ilgili suç duyurusunun Başsavcılığın gerekçe göstermeden kabul etmediğini söyleyen Atalay, “Eğer bu inşaat durmazsa delilleri toplamayan savcılar da sorumlu olacaktır” diye konuştu.

Yenileme Kurulu'nun Grand Pera projesini yasaya aykırı bir şekilde sürdüren ilgililer hakkında yaptığı suç duyurusunda Kurul'daki İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Beyoğlu Belediyesi temsilcilerinin karşı oy kullanması ise dikkat çekti. Serkildoryan binasına komşu Demirören'de de benzer bir tahribat yaşanmış, Belediye temsilcisi Kurul'un suç duyuruna karşı oy kullanmıştı.

 

***

 

NE OLMUŞTU?

Beyoğlu Belediyesi'nin 2006'da 5366 sayılı yasa kapsamında Emek'in bulunduğu adayı 'yenileme alanı' ilan etmesi Kamer İnşaat'ın Grand Pera projesine dayanak olmuştu. Projeye göre 1883 yılında inşa edilmiş birinci sınıf tescilli eser olan Serkildoryan binasının restore edilmesi, binanın arkasında yer alan Emek, İpek ve Rüya sinemalarının yerine ise 10 katlı bir bina yapılması öngörülüyordu. Kamer İnşaat tarafından Emek Sineması'nın bu binanın üstteki katına 'moving' yöntemiyle taşınacağı belirtiliyordu. İlgililer, “Yıkmıyoruz, söküyoruz” açıklaması yapmıştı

Birgün, Haber: Olgu Kundakçı, 03.03.2014

ARKEOLOGLAR İSTİHDAM MAĞDURU

 

Türkiye’de yılda iki bin arkeolog mezun olsa da, Kültür ve Turizm Bakanlığı yalnızca 15 kişiye istihdam sağlıyor. Arkeologlar kurdukları platform ile daha fazla istihdam için mücadele ediyor.

 

 

Atanamayan öğretmenlerden sonra, arkeologlar da örgütlenip, haklarını aramaya başladı. Türkiye’de 41 üniversitede arkeoloji bölümü var. ÖSYM bu bölüm için 2768 kontenjan ayırmış durumda. Yılda ortalama iki bin kişinin mezun olduğunu varsayarsak; Bakanlığın alımı yüzde biri bile bulmuyor. Çünkü Bakanlık, bünyesinde sadece yılda 15 arkeologa istihdam sağlayabiliyor. Arkeologlar, Kültür Bakanlığı bünyesi dışında farklı çalışma alanlarında imkanların da çok kısıtlı olduğunu dile getiriyor. Öyle ki, bu durum bölüm öğrencilerini, okumaya başladıkları ilk yıllardan itibaren umutsuz ve mutsuz insanlar haline dönüştürüyor.

Konuyla ilgili olarak kurulan ve daha fazla istihdamın, devlet nezdinde nitelikli arkeologların yetiştirilmesi için mücadele veren Arkeologlar Derneği Başkan Yardımcısı Binnur Çelebi, niteliksiz ve deneyimsiz, kağıt üzerinde diplomalı arkeologlar yetiştirildiğine dikkat çekiyor.
 

VEKİLDEN TWITTER ENGELİ
Çelebi, son yıllarda özellikle sosyal medya üzerinden çalışmalarını yürüttükleri Arkeolog İstihdam Platformu ile gündemde olan bir isim. Çelebi, arkeologların sıkıntıları için “Bütün bu yanlış ve haksız uygulamalara son verdirerek, arkeolojinin ülkemizde çanakçömlekçi olarak değil de saygın bir bilim dalı olması için çabalıyoruz. Basında, bırakın yeterince sesimizi duyurmak için yer almayı, meslektaşımız olan AKP Van Milletvekili Sayın Gülşen Orhan bile, Twitter üzerinden kendisine sorunlarımızı anlattığımızda hesabımızı engellemekle yetindi. Tek isteğimiz bu hazin durumu, biraz olsun iyiye çevirebilmek. On binlerce gencimize istihdam yaratmak aslında çok da zor değil. Bildiğim kadarıyla geçen yıl Diyanet Başkanlığı bünyesine 3750 personel alındı. Oysa 50 yılda Kültür Bakanlığı’na bu kadar personel alınmadı. İşte en büyük fark ve problem bu...” ifadelerinde bulundu.
 

İMZALAR MECLİSE SUNULDU
İstihdamın yanı sıra, ücret almadan kazılara katılmak isteyen yeni mezunların da sıkıntı yaşadığı kaydediliyor. Kazı çalışmalarına katılacakların seçiminin üniversitedeki kazı başkanlarının tekelinde olduğunu dile getiren platform, “Kültür Bakanlığı bu konuyla ilgili de bir çalışma yapmalı. Yeni mezunlar kazılarda yer almak istiyor ama öğretmenler buna müsaade etmiyor. Ortak bir havuz oluşturulmalı ve mezunlar sırayla bu havuzdan kazılara dağıtılmalı” ifadelerinde bulundu. Arkeolog İstihdam Platformu çalışmalarını sadece sosyal medya üzerinden yapmıyor.

Başlattıkları bir imza kampanyasıyla iki binden fazla imza toplayıp, Meclis’e sunup, daha fazla istihdam ve sorunların çözülmesine dair başvuruda bulunmuşlar. Atama öncesindeyse Bakanlığa faks çekme eylemi yapıp, BİMER kanalıyla da soru yağmuruna tutmuşlar. Platforma tek destek ise CHP Muğla Milletvekili Tolga Çandar’dan gelmiş. Meclise arkeologların sorunlarıyla ilgili bir soru önergesi veren Çandar, Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan, meslek ile ilgili herhangi yeni bir proje olup olmadığı, istihdam probleminin nasıl düzeltileceği ve yabancı kazılara Türkiyeli arkeologları çalıştırma zorunluluğu getirilip getirilmeyeceğinin cevaplarını istedi.

Taraf, Haber: Tunca Öğreten, 03.03.2014

GÖRENLER ARTIK SU İÇMİYOR

 

 

Karaçomak Barajı'nda tarihin en düşük su seviyesi yaşanıyor. Türkiye'de her geçen gün hissedilmeye başlanan kuraklığın en çok etkilendiği Kastamonu'da, Karaçomak Barajı'nda da su seviyesi giderek düşüyor.
 
TARİHİ MEZARLIK GÜN YÜZÜNE ÇIKTI 
Kastamonu'nun içme suyu ihtiyacının karşılanması için yapılan Karaçomak Barajı'nda, yağışların yeteri kadar yağmaması nedeniyle su sıkıntısı yaşanıyor. Yıllık 23 milyon metreküp suya ihtiyacı olan Karaçomak Barajı'nda şuan 6 milyon metreküp su kalırken çekilen su nedeniyle daha önce bilinmeyen tarihi bir mezarlık ortaya çıktı. Mezar taşlarında Arabi harfle yazılar bulunurken, mezarın hangi döneme ait olduğu belirlenemedi. Suların çekilmesiyle gün yüzüne çıkan mezarların bir kısmının varlığını yitirdiği görüldü. Mezar taşları incelendiğinde kadın, erkek ve çocuk mezarları olduğu anlaşılıyor.

 

Benzer manzara Adana'da ortaya çıktı

Öte yandan barajdan içme suyu tedarik eden vatandaşlar ile baraj çevresinde yaşayan köylüler, baraj içerisinde bulunan toplu mezar nedeniyle tedirgin olduklarını belirtti. Bazı vatandaşlar, daha öne barajdan kullandıkları içme suyunu mezarlıkların ortaya çıkması sonrası başka kaynaklardan tedarik ettiklerini söylediler.
 
Son yılların en kurak mevsimini yaşayan Kastamonu'da hem içme suyu hem de sulama suyu temini ve taşkın koruma amaçlı projelendirilip 1973 yılında hizmete sunulan Karaçomak Barajı, tarihinin en düşük su seviyelerinden birine ulaştı. Normal su kotunda 23 milyon metreküp göl hacmi, 1.54 kilometrekare göl alanı olan Karaçomak Barajı'nda doluluk oranının şuan yüzde 19 seviyesinin altına düştüğü belirtildi. Su seviyesinin düşüklüğü yüzünden barajın üst tarafında en az 16 futbol sahası büyüklüğünde bir alan açığa çıkarken, kış mevsiminde de yeteri kadar kar yağışı olmaması, barajın eski doluluk seviyesine ulaşmasına yönelik umutları aynı zamanda tüketmiş oldu.
Milliyet (Kısaltarak), 03.03.2014

VAN'IN PERİ BACALARI TEHLİKEDE

 

 

Van’ın Başkale İlçesi Yavuzlar Köyü’nde bulunan ve Kapadokya yöresindeki peri bacaları ile benzerlik gösterdiği için ‘Vanadokya’ diye adlandırılan peri bacaları, turizme katkı sunduğu kadar köylüler için tehlike oluşturmaya başladı. Kayaların aşınması sonucu meydana gelen peri bacalarının tepelerinde bulunan kayalar, havaların ısınıp karların erimesi ve yağmur sularının aşındırmasıyla birlikte evlere doğru yuvarlanıyor. Evleri peri bacalarının yakınında bulunan köylüler, devletin kendilerine daha emniyetli bir yerde ev yapmasını istedi.

 

Başkale İlçesi’ne 33 kilometre uzaklıkta ve İran sınırında bulunan 100 haneli Yavuzlar Köyü’nde, Nevşehir’in Ürgüp İlçesi’ndeki turizm cenneti Kapadokya’yı aratmayan peri bacaları yöreye gelenlerin büyük ilgisini çekiyor. Ancak  yağmur suları ve rüzgarların aşındırmasıyla gün geçtikte incelince tepelerindeki kayalar düşerek yakınındaki evlere doğru yuvarlanıyor. Özellikle bahar aylarında karların erimesi ve yağmurların başlamasıyla birlikte endişelerinin arttığını belirten Yavuzlar Köyü’nde oturanlar, burada önlem almasını istiyor.

‘BÜYÜK BİR TEHLİKE ATLATTIK’
Son olarak geçen yıl yaklaşık 100 kilo ağırlığında bir kayanın evlerine isabet ederek bir odalarını yıktığını anlatan Abdulkerim Yorgun, o sırada evde kimsenin olmamasının faciayı önlediğini söyledi. 4 yıl önce defalarca yetkililere başvuru yaptıklarını anlatan Yorgun, şunları söyledi:
“Bize konut sözü verildi. Ancak şu ana kadar bir gelişme olmadı. Son olarak bir kepçe gönderilerek evimizin hemen yanına bir set kazıldı. Bununla önlemeye çalıştılar. Bu da olmadı. Yine havaların ısınmasıyla karlar eriyor ve yağmur yağmaya başladı. Kayaların yerinden oynadığını fark ediyoruz. Korku içinde evimizde uyuyoruz. Umarım bir sıkıntı yaşamadan soruna çözüm bulunur. En uygun çözüm peri bacalarının yakınında oturanlara tehlike olmayan yerde ev yapılmasıdır.”

Evrensel, 03.03.2014

AB BAKANLIĞI: "MOR GABRİEL İADESİNDEN MEMNUNUZ"

 

 

Avrupa Birliği Bakanlığı ndan yapılan açıklamada, Türkiye ’deki Süryani vatandaşlarına ait Mor Gabriel Manastırı Vakfı’nın taşınmaz mallarının iadesinin, kardeşlik dokusunun güçlenmesi için kazanım olarak değerlendirildiği bildirildi. Bakanlık, Başbakan Erdoğan tarafından açıklanan Demokratikleşme Paketi çerçevesinde, 25 Şubat 2014’te, manastırın sorun teşkil eden arazinin Vakfılar Genel Müdürlüğü tarafından Mor Gabriel Manastır Vakfı adına tescili dolayısıyla açıklama yayınladı. Hükümetin attığı adımın Türkiye’nin AB üyelik sürecinde de olumlu etkilerinin olacağının görüldüğüne işaret edilen açıklamada “Yerel seçim gündemine rağmen hükümetimizin reform gündeminden taviz vermemesi de ulusal ve uluslararası ölçekte hükümetimize karşı yargısız infaz niteliğindeki eleştirilere de anlamlı bir cevap teşkil edecektir. Ülkemizin istikrar ve huzur atmosferine yönelik saldırıların yoğunlaştığı bir dönemde hükümetimizin bu adımı tereddütsüz şekilde atması da önemle not edilmelidir” denildi.

Radikal, 03.03.2014

AVRUPA'NIN EN ESKİ KİTAPEVİ

 

Polonya Krakov'daki Rynek Meydanı’nda bulunan Matras kitabevinin Avrupa’nın en eski kitabevi olduğu belirlendi.

 

1600'de Franz Jacop Mertzenich adlı Alman tüccar tarafından açıldı.

Kurucusunun ölümü ve Frankfurt Kitap Fuarı’nın açılmasının getirdiği ticari darlık yüzünden 1625 yılında kapandı. İki yüzyıl sonra yine aynı yerde tekrar açıldı. Şimdi yüzyıların tanıklığıyla ziyaretçilerine ev sahipliği yapıyor.

Akşam, 03.03.2014

MEVLANA MÜZESİ İÇİNDE ARTIK NAMAZ KILINABİLECEK

 

Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Mevlana Müzesi’ni aslına döndürmek için başlattığı çalışma, olumlu sonuç verdi. Mevlana Celaleddin Rumi’nin türbesinin bulunduğu bölümde küçük bir mescit açıldı. Türbe ziyareti yapanlar bundan böyle, namazlarını da türbe içinde kılabilecek.

 

Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem, Mevlana Müzesi olarak resmi kayıtlarda geçen ancak aslı bir Mevlevihane olan türbenin içinde namaz kılınması gerektiğini belirtmişti. Mevlevihanelerde, semah ile birlikte namazın olması gerektiğine işaret eden Ertem, bunun için bürokratik işlemlere başlamıştı. Mevlana Müzesi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında ‘tekke ve zaviyelerin kapatılması kanunu’ kapsamında kapatılmış, bir süre sonra ise taşıdığı önem dolayısı ile ‘müze’ olarak yeniden açılmıştı.Ertem, müze olarak açılması için de türbenin Vakıflar’dan alınarak, Kültür Bakanlığı’na devredildiğini hatırlattı. Bu süre zarfında da mevlevihanede sadece semah yapıldığını aktardı. Ertem, semahın namazdan ayrı olmaması gereğinden hareketle bu girişimleri başlattığını ifade etti.  

 

Adnan Ertem, bugün müze statüsünde olan mevlevihanenin aslına kavuşması için yaptığı girişimlerden olumlu netice aldı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın da onayı ile türbe içinde, orijinalinde de mescit olarak kullanılan ancak bugün boş olan küçük odanın yeniden mescide dönüştürülmesi sağlandı.

Zaman, Haber: Aslıhan Aydın, 03.03.2014

"PANAYİA SOUMEA İKONASI AYİNE GELSİN"

 

 

Trabzonlular, Aziz Luka'nın çizdiği ancak mübadelede Atina'ya götürülen Meryem Ana ve Hz. İsa'yı tasvir eden ikonayı bu yılki Sümela ayininde sergilemek istiyor.

 

Trabzon'daki Sümela Manastırı 88 yıl aradan sonra başlayan ayinlerin önümüzdeki ağustosta yapılacak 4'üncüsüne hazırlanıyor. Manastırın bulunduğu Maçka Belediye Başkanı Başkanı Ertuğrul Genç, İncil'i yazanlar arasında yer alan Aziz Luka'nın çizdiği ve bugün Yunanistan'da bulunan "Panagia Soumela" (Sümela Manastırı) ikonasının bu yılki ayine getirtilmesi için harekete geçtiklerini söyledi. Ayinlerin başlamasıyla iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştiğini söyleyen Genç, "Aslında Paskalya Ayini'nin de burada gerçekleştirilmesini çok istedik ama olmadı. Bunun üzerine Sümela İkonası'nın buraya getirtilmesi için girişimlere başladık. Kültür ve Turizm Bakanlığı'yla bağlantıya geçtik. Konuyu Fener Rum Patriği Bartholomeos'a da söyleyeceğim. Hiç olmazsa bu yıl gerçekleştirilecek ayine getirilerek, orada insanlara gösterilsin. Hatta birkaç gün Trabzon'daki müzede de sergilenmesi çok iyi olur. Zaten o ikonanın vatanı burası" dedi.

MUCİZELERİ OLDUĞUNA İNANILIYOR
İncil yazarı Aziz Luka'nın yaptığı en değerli üç mucizevi ikonasından biri olarak kabul edilen ve sürekli yanında taşıdığı ikonanın, birçok insanı kötü hastalıklardan kurtardığına, cin ve şeytana tutsak olanların kötü ruhlardan arındırıldığına inanılıyor. Bu nedenle tarihteki çok önemli, birçok Bizans ve Batılı krallının önünde taç giydirildiği ikona, manastır birçok kez saldırıya uğramasına rağmen günümüze kadar hayatta kalmayı başardı.

İNÖNÜ'YLE GÖRÜŞME YAPILMIŞTI
1923'teki nüfus mübadelesinde bölgeyi terk eden papazlar, Sümela'daki kutsal eşyalarla birlikte ikonayı da 1 km uzaklıktaki Aziz Barnaba Kilisesi'ne gömdü. Yunanistan Başbakanı Eleftherios Venezelos'un Türkiye Başbakanı İsmet İnönü ile birlikte yaptığı görüşmeler sonucunda 22 Ekim 1931'de Sümela Manastırı'nın en son keşişlerinden biri olan Peder Amrosios'un aldığı ikona, 20 yıl Atina'daki Benaki Müzesi'nde sergilendi.

Sabah, Haber: Ulaş Uğraş Özdemir, 03.03.2014

SON İMAR PLANIYLA FATİH'İN TARİHİ SİLİNDİ

 

Yolsuzluk ve rüşvet operasyonuna konu olan İstanbul’un Fatih İlçesinde, 2005’e kadar imar planlarında yer alan 211 tarihi mekanın, son planda turizm tesisi, park ve ticaret alanı olarak gösterildiği ortaya çıktı.

 

Eminönü’nde 1999-2004 yıllarında belediye başkanlığı yapan, şimdi ise Saadet Partisi (SP) Fatih adayı olan Lütfi Kibiroğlu, “Bu eserler için 4,5 yıl uğraştık. Eskiden var olduklarını ortaya çıkardık, tescil ettirdik. Bilgilerini de Koruma Kurulu’na verdik. Arşivlerde bunların hepsi var. Ama yeni planda bütün envanteriyle işlediğimiz tarihi mekanlar ortada yok.” dedi.

 

Fatih Belediyesi’nin Fatih’in 1/1000’lik imar planlarını 15 Ekim 2012 tarihinde yeniden düzenleyerek askıya çıkardığını ifade eden Lütfi Kibiroğlu, yeni plana işlenmeyen tarihi eserlerin sayısının ilk incelemeye göre 211 olduğunu söyledi. Yapılacak araştırmalarla bu sayının artacağını söyleyen Kibiroğlu, “Fatih ve Eminönü birleşince 2012’de yeniden imar planı yapıldı.

Bizim zamanımızda yapılan imar planında var olan ama yeni planda yer almayan 211 tane tarihi mekan olduğunu gördük. Ama burayı çok daha iyi bilen bir uzman, bir sanat tarihçisi araştırmaya kalksa daha çok kayıp eser çıkar. Bu eserler sadece cami de değil. Osmanlı’dan kalan hamam, çeşme, medrese ve birçok sivil mimarlık örneği var.” şeklinde konuştu.

 

Eminönü’nde 1999-2004 yılları arasında belediye başkanlığı yapan Lütfi Kibiroğlu, son planda yapılan değişikliklere de itiraz ettiklerini ve planın iptal edilmesi için İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı, Fatih Belediyesi ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’na dava açtıklarını belirtti. Dava dilekçesinde ise tarihi eserlerin çeşitli işlemlerle envanter dışı bırakıldığının ve geri dönülmez bir şekilde ortadan kaldırılmak istendiğinin altını çizdiklerini söyledi. Kibiroğlu, son imar planında yer almayan tarihi eserlerin listesini mahkemeye sunduklarını dile getirerek bazılarını şu şekilde sıraladı: Acemoğlanlar Mescidi, Bostancı Başı Camii, Çatladı Kapı Camii, Defterdar İbrahim Efendi Mescidi, Hobyar Camii, Kepekçiler Mescidi ve Çeşmesi, Şehremini Mescidi, Mimar Ayas Camii, Yeni Bahçe Mescidi Halil Attar Namazgahı, Zeytuniye Camii. Son planda olmayan sivil mimarlık örneklerinden bazıları ise şöyle: Arpa Emini Mektebi, Emir Buhari Mektebi, İmrahor Langa Hamamı, Ayşe Hatun Tekkesi, Gülşeni Tekkesi (Ümmü Sinan Tekkesi), Hekimbaşı Ömer Efendi Medresesi, Vani Tekkesi…

 

Kibiroğlu, kentsel yenileme projelerinde ise belediyenin tüccar mantığıyla çalıştığını belirtti. Bu konuda da şu görüşü dile getirdi: “Belediye bu değerli yerlerden kar elde etmek istiyor. Evlerini satmak istemeyen Fatih’teki mülk sahipleri de istimlak ile tehdit ediliyor. İşte bir Sulukule örneği var. Yapılan şey iyidir kötüdür, o ayrıca tartışılır. Ama sen vatandaşın malını ucuzca aldın. Buraları sattın. Sattığın insanlar da memnun değil. Birçok proje de mahkemelik.”

Zaman, Haber: Cafer Can - Nur Muhammed Tarhan, 03.03.2014

YENİ ARKEOLOJİ MÜZESİ YAPILACAK

 

 

AKP Malatya İl Başkanı Avukat Bülent Tüfenkçi, Malatya’ya yakışır modern yeni bir arkeoloji müzesi projesinin Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 2014 yatırım programına alınarak 100 bin TL ödenek ayrıldığını kaydetti.

 

AKP Malatya İl Başkanı Avukat Bülent Tüfenkçi, konuyla ilgili olarak yaptığı açıklamada, AKP iktidarları döneminde Türkiye’deki kültür varlıklarının korunması ve iyileştirilmesi için restorasyon ve konservasyon çalışmalarına önem verdiklerini ve 12 yılda Malatya’daki 10 kültür varlığının bakım ve onarım çalışmasının tamamlandığını belirtti.

 

Malatya'nın il merkezi ve ilçelerinde bu yıl yarım kalan kültür ve turizm binalarının tamamlanma çalışmalarına ağırlık verileceğini ifade eden Bülent Tüfenkçi, Pütürge İlçesine Nemrut Hizmet evi ikmal, teşhir tanzimi ve çevre düzenlemesi yapım işinin 21 Ekim 2014 tarihine kadar tamamlanacağını, Akçadağ İlçesindeki Kültür Merkezi inşaatına 10 bin lira ödenek ayrıldığını, Beşkonaklar müze evi teşir tanzimi ve çevre düzenlemesi işi ile 1 milyon lira maliyetli Malatya’ya yakışır modern yeni bir arkeoloji müzesi projesinin de Bakanlığın 2014 yılı yatırım programına alındığını ve ilk etapta bu yıl için 100 bin lira ödenek ayrıldığını kaydetti.

 

Bülent Tüfenkçi, "Malatya’da son 12 yılda 6 özel tiyatroya toplam 30 bin TL maddi destek sağlandı. Malatya’da yerel yönetimlerin turizm için altyapı yatırımlarına 2002-2013 döneminde toplam 6 Milyon TL maddi destek sağlandı.2002 yılında 734 olan işletme belgeli konaklama tesisi yatak kapasitesi, 2013 yılında 1.806’ya ve konaklayan kişi sayısı 56 bin 543’ten 118 bin 549’a yükseldi. Malatya’mızın da içerisinde yer aldığı DAP illerinin turizm amaçlı proje ve altyapı uygulamalarına son 4 yılda 50 milyon 550 bin TL harcama yapıldı. Bu illerin altyapı turizm alanındaki uygulamalarının toplam proje tutarı 91 milyon TL. DAP kapsamında bölgedeki illerde muhtelif bakım, onarım ve restorasyonları çalışmalarına bu yıl için 12 milyon TL kaynak ayrıldı. Kars, Doğubeyazıt, Erzurum, Malatya ve Elazığ gibi yerleşim merkezlerinde önemli tarihi ve arkeolojik SİT alanları yer almaktadır. Bölgede Malatya'mızı tarihi bir marka şehir haline getirmek hedefimizdir" dedi.

Malatya Haber, 02.03.2014

EYFEL KULESİ 125. YAŞ KUTLAMALARINA HAZIRLANIYOR

 

 

Fransa’nın simgelerinden olan ve 31 Mart 1889 tarihinde hizmete giren 324 metre yüksekliğindeki Eyfel Kulesi’nin 125’inci yıldönümü kutlamaları için müzik ve ışıklandırma şovları hazırlandı.

 

Bu ayın son günü yapılacak kutlamaya çok sayıda turist ve Fransız’ın katılması bekleniyor. Eyfel Kulesi’ne 125 yılda, 300 milyondan fazla ziyaretçi geldi. Seine Nehri kıyısında heybetli duruşuyla ziyaretçileri kendine çeken Eyfel Kulesi’nin ziyaretçi rekorunu hiçbir tarihi eser kıramadı. Eyfel Kulesi’nin zirvesine çıkmak isteyenlerden 14.50 Euro alınıyor. Eyfel Kulesi’nin benzerleri Japonya’dan Amerika’ya kadar birçok ülkede yapılsa da orijinali gibi ilgi görmedi. Eyfel Kulesi’nin muhteşem ışıklandırma sistemi 1985 yılında mühendis Pierre Bideau tarafından yapıldı. Eyfel Kulesi’nin kurulmasından sonra, Londra’da da benzer bir yapı kurmak için bir proje başlatılmıştı. Watkins Tower adı verilen bu yapının inşasına 1891 yılında başlanmış olmasına rağmen çalışma başarılı olamamış ve 1907 yılında yıkılmıştı.

Zaman, 02.03.2014

BİZANS'IN 'MUHTEŞEM'İ KOMNENOS

 

Dünyanın en önemli Bizans tarihçilerinden Paul Magdalino eşliğinde zaman makinesine girdik; 37 yıl hükümdarlık yapan Komnenos’u ve Bizans yapılarını konuştuk. Magdalino yapıların aktif kullanarak korunacağını belirtiyor. Komnenos için ise “Büyük bir yönetici, Bizans’ın Sultan Süleyman’ı” diyor.

 

 

‘Muhteşem Yüzyıl’ın bir tarih furyası başlattığı kaçınılmaz bir gerçek. Tarih programları, tarih köşeleri gittikçe artıyor. Tabii ki internet siteleri de bu ilgiye kayıtsız kalmıyor. Geçtiğimiz haftalarda Kanuni Sultan Süleyman’ın 46 yıllık hükümdarlığından yola çıkılarak ‘tarih boyunca en uzun hüküm süren hükümdarlar’ listesi yapılmıştı. Bilgilerimi tazelemek için bu galeriye göz attım. Şu an okuduğunuz haberin çıkış noktası da o anda başladı. Nedense I. Manuel Komnenos’un üzerinde durdum. Bizans İmparatorluğu’nun başında 37 yıl gibi çok uzun bir süre kalan Manuel’in hayatını daha da irdelemek istedim. Tam da bu noktada bir kitapla karşılaştım. Kitabın ismi The Empire Of Manuel Komnenos’tu. Eserin sahibi ise Paul Magdalino isimli bir tarihçi. Yeni sekme açıp Magdalino’yu tarattım. O da ne, Koç Üniversitesi’nde öğretim görevlisi diyor! Dünyada sayılı olan Bizans tarihçilerinden birinin yanı başımızda olması beni daha da heyecanlandırdı. Hocaya ulaşmak için Twitter’dan şansımı denemek istedim. Paul Magdalino’ya ait bir kullanıcı hesabı çıkmaması beni hayal kırıklığına uğratsa da, atılan bir tweet gözümden kaçmadı. Alican Kutlay isimli kullanıcının “İroni dediğin, 29 Mayıs’ta (İstanbul’un fethi) Paul Magdalino ile Beyoğlu’nda rakı balık yapmaktır” gönderisi bana kapıları açmış oldu. Alican Kutlay ile bir ortak arkadaşımız üzerinden temasa geçtim ve Koç Üniversitesi’nde yüksek lisans yapan bu yardımsever insan sayesinde Profesör Magdalino’nun odasına konuk olmayı başardık…
“Birleşik Krallık’tan geliyorum” diye girdi söze Profesör Magdalino; büyük babasının Yunan olduğunu da belirtti. Oxford’da eğitim görmüş, hayatının büyük kısmı ise öğretim görevlisi olarak İskoçya’da St. Andrews Üniversitesi’nde geçmiş... Paul Magdalino kendini anlatırken tabii ki benim aklımdan ‘Neden İstanbul’a gelmiş’ sorusu geçiyor. Meğer bir ‘İstanbul aşığı’ymış: “İstanbul tutkuyla bağlı olduğum bir şehir ve araştırma konusu da Bizans İmparatorluğu. Bizans’la ilgili çalışmaları İstanbul’da daha fazla yükseltmeyi hedefliyordum her zaman. Öğretim dilinin İngilizce, kütüphanenin çok zengin olması nedeniyle de Koç Üniversitesi’ni seçtim” sözleriyle adımlarının planlı bir tercih olduğunun altını çiziyor. 

 

VEFA KİLİSE CAMİİ AKTİF OLMALI

Yaşadığımız coğrafyada 1000 yıldan fazla hüküm sürmüş bir Bizans İmparatorluğu var. “Bizans dönemine ait yapılara, eserlere gerekli önemin verildiğini düşünüyor musunuz?” diyorum. Paul Hoca burada alışılagelmişin dışında bir vurgu yapıyor: “Bildiğiniz gibi çoğu Bizans kilisesi, camiye çevrildi. Şu anda o yapıların iyi durumda olması için hala cami olarak işlevlerini sürdürmeleri gerekir. Çünkü kiliseden camiye çevrilen bazı yapılar cami olarak kullanılmıyor. Mesela Vefa Kilise Camii var, oraya gitsen namaz kılabilirsin fakat daha işlevsel olmalı. Aktif cami olarak kullanılırsa insanlara buraya daha iyi bakacağından eserler ve yapılar daha iyi durumda olur.”
Bizans döneminden kalan yapıların bu şekilde korunacağını ve ayakta kalacağını belirten Magdalino’dan kutsal emanetler hakkında bilgi almak istiyorum: “Çoğu kutsal emanet İstanbul’daydı; hem Büyük Saray’da; hem de Ayasofya’da. Gerçek ‘haç’ dahi İstanbul’daydı. Ancak Dördüncü Haçlı Seferi’nde 1204’te İstanbul istilaya uğradı ve emanetlerin bir kısmı kayboldu. Bir kısmı da bu istila sırasında alınmış ve Roma’ya, Venedik’e götürülmüştür. Ama mesela Vaftizci Yahya’nın kol kemiği hala İstanbul’da, Topkapı’da sergileniyor.”

 

 

Esas konumuza dönmek istiyorum; Paul Magdalino’nun ‘favori kralı’, hakkında kitap yazdığı I. Manuel Komnenos’a. Sözü Profesör Magdalino’ya bırakıyoruz: “1143 ve 1180 yılları arasında hüküm sürdü. Öncelikle Manuel çok farklı yeteneğe ve bir kişiliğe sahip. Çok enerjiktir. Topraklarında yaşayan diğer medeniyetlere, kültürlere çok saygılı ve hoşgörülüdür. Devlet içinde harmoniyi sağlamıştır ve bu kolay bir şey değildir. Tüm bu yeteneklere sahip olduğu için benim favori Bizans İmparatorum Manuel Komnenos’tur.”

 

KOMNENOS SARAYA ÇOK HAKİM

“Komnenos saraya çok hakim ve bu konuda kendisine deha diyebiliriz. Bu açıdan Kanuni Sultan Süleyman’a benzetilebilir. Tabii I. Süleyman kadar yapı inşa ettirmemiştir. Komnenos’un bu konuda en büyük özelliği halihazırda kalan binaları restore ettirmesi. Komnenos’un bu hamleleri bize atalarına olan sadakatini gösterir. Örneğin Ayvansaray’daki Blakhernai Sarayı’na yeni odalar ekletiyor ve dış duvarlarını güçlendiriyor. Tekfur Sarayı’ndan Balat’a kadar ulaşan surları da Manuel Komnenos yaptırmıştır.” 


Magdalino kitabında bir de Kataskepe adında bir yerden bahsediyordu, onu hatırlatıyorum hemen… “Evet doğru diyorsunuz. Orası saray değil manastır. Ve büyük ihtimal bu civarda yani Koç Üniversitesi’nin bulunduğu civarda. Ancak ondan da hiçbir iz hiçbir kanıt günümüze ulaşmamış.” Komnenos’un ayrıca bir askeri deha olduğu da ifade edilir. Tüm kaynaklarda İkinci Haçlı Seferi’ndeki müthiş stratejisinden söz edilir. Profesör bu konuda da yine ilginç detaylar veriyor: “İkinci Haçlı Seferi’nde Haçlı Ordusu Almanlar ve Fransızlardan oluşuyordu ve Kudüs’e gitmeye çalışıyorlardı. Bizans’la da araları iyi değildi aslında. Ama Haçlı Ordusu buralara kadar geldiğinde Komnenos onlara Anadolu’ya geçmelerinde yardım etti. Fakat şöyle bir ayrıntı var ki Komnenos ordusuyla onlara katılmadı. Burada iki hipotez var. Birincisi; evet, Komnenos Haçlıları kendi eliyle Türklerin önüne atmıştır. İkincisi ise şöyledir; Anadolu’da o dönemde hala Yunan popülasyonu vardır ve Haçlı ordusu Anadolu’dan geçerken, yerel halk zehirli yemeklerle Haçlı Ordusu’na büyük bir darbe vurmuştur. Bu seferde asıl hedef Kudüs’tü. İstanbul’u da konuştular ama daha sonra vazgeçtiler.”

Akşam, Haber: BurhancanTerzi, 02.03.2014

KORUMA(MA) KURULLARI ÖZERKLİĞİNİ YİTİRDİ

 

 

Kültür varlıklarnı koruma kurulları ile ilgili son dönemde birçok konu gündeme geldi. Üzülerek söylemek gerekirse de bu konuların hemen hemen tamamı da kamuoyunda tartışmalı konular. Doğal sit alanına yapılan Urla Villaları, 1. derece arkeolojik sit alanı olan Phaselis antik kentine yapılması planlanan otel ya da bungalov tipi turistik tesis, eylemlere neden olan Gezi Parkı’na Topçu Kışlası projese, çok önemli mozaiklerin bulunduğu İzmir Kemalpaşa’daki BİM’e ait arsadaki depo inşaatı, İstanbul Ataköy sahilinde tarihi baruthane depolarının bulunduğu alanda otel, avm, rezidans projesi koruma kurullarının da içinde olduğu tartışmalı meselelerin başında geliyor. Aslında geçmişten önekler vermeye kalkarsak unuttuğumuz ama bir çırpıda hatırlayabileceğimiz koruma kurullarının da içinde bulunduğu çok sayıda konuyu sıralayabiliriz. Bunlara da bir kaç örnek verecek olursak; Beşiktaş ’ta Başbakanlık Ofisi’nin yanında tarihi tütün deposu yıkılıp yerine Shangri-La Oteli, koruma kurulu kararlarıyla yapılmıştı. Yine doğal sit alanı olan Atatürk Orman Çiftliği’ne yapımına izin verilen Başbakanlık binası, Yedikule’de Fatih Belediyesi’nin park projesi adı altında Sur koruma bandı içinde imara açtığı tarihi bostan alanları, Ayvansaray’da tescilli Osmanlı evleri, İstanbul’un ilk sineması olma özelliğine sahip Taksim’deki Majik Sineması, kamuoyunda büyük tartışmalara neden olan Emek Sineması hep koruma kurulu kararları ile yerle bir edildi. Peki adı üstünde koruma kurulu olan bir kurum nasıl oluyor da korunması gerekli kültür varlıklarını veya doğal güzellikleri aldıkları kararlarla korumak yerine yok ediyor? Şimdi koruma kurullarının kuruldukları ilk günden itibaren 63 yılda geçirdiği evrime bir göz atalım.


Ülkemizde kültür varlıklarına yönelik saptama ve belgeleme yetkisi ilk kez 1951 yılında 5805 sayılı yasa ile Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’na verildi. Kurul 1973 yılında 1710 sayılı Eski Eserler Kanunu ile imar mevzuatı ile ilgili yetkilere de sahip oldu. Şehirlerde kültür varlıklarının ve doğal güzelliklerin korunması yönünde kararlar almaya başladı. 12 Eylül ihtilalinden sonra 1983 yılında 5805 sayılı yasa ortadan kaldırılıp, 1710 sayılı eski eserler yasası da değiştirildi. 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma yasası kabul edildi. Yasayla birlikte Gayri Menkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’nun da ismi Taşınmaz Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu oldu. 1987 yılında 2863 sayılı yasada değişiklik yapılarak 3386 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu çıkarıldı. Korunması gerekli taşınmaz kültür varlıkları ile ilgili olarak, kanunda belirtilen görevlerin bilimsel esaslara göre yürütülmesini sağlamak üzere Kültür Bakanlığı’na bağlı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu, sorumluluk bölgeleri ve merkezleri bakanlıkça belirlenecek Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulları kuruldu. Yüksek kurul aldığı ilke kararları ile bölge kurullarının alacakları kararların dayanaklarını belirlerken aynı zamanda bölge kurullarında anlaşmazlıklara neden olan, çatışma konularını da çözme vazifesini yerine getiriyordu. 2005 yılına kadar 5 üyeli bölge Kurullarında bakanlıkça 3 üye atanıyor 2 üye de YÖK tarafından belirleniyordu. 2005 yılından sonra yapılan değişiklikle YÖK tarafından üye ataması iptal edilerek, kurul üyeleri tamamen Kültür Bakanlığı tarafından belirlenir oldu. Yani özerkliğini tamamen yitirerek siyasetin oyuncağı haline geldi. Bakanlık siyasi iktidarın istemediği kararlar alan kurul üyelerini faks emriyle bir gecede değiştirmeye başladı. Bunlar da yeterli olmadı. Kültür ve tabiat varlıkları ikiye ayrılarak, tabiat varlıkları komisyonu oluşturulup, bu komisyonlar da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlandı. Üstelik çakışan alanlarla ilgili kararları yani bir parselde hem tabiat varlığı hem kültür varlığı olduğunda son söz tabiat varlıkları komisyonuna bırakıldı. Maalesef bu değişiklik de eski Kültür Bakanı Ertuğrul Günay döneminde yapıldı. 

Siyasetin etkisine girdiler
1951 yılında tamamen özerk olan ve üniversitelerdeki arkeolog, mimar, sanat tarihçilerden oluşan Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’nun aldığı kararlar yasa kadar belirleyici olup, bilimsel kararlar alabilen bağımsız bir yapıya sahipti. Ancak aradan geçen yıllar içinde kurullar her 10 yılda bir özerkliklerini tamamen kaybetti. 2005 yılında kadar kurullarda YÖK tarafından atanan 2 üye kararların alınmasında siyasilere karşı direnebiliyordu. Bu nedenle 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu gereği bir çok sit alanı korunabilmiş ve yenileri eklenmişken bugün o alanlar birer birer ‘sit’ten düşürüldü. Kültür Bakanlığı tarafından atanan kurul üyeleri siyasi iktidarın isteklerine boyun eğmek zorunda kaldı. YÖK tarafından atanan kurul üyeleri daha önceki dönemlerde de siyasi baskılara maruz kaldıklarında idari mahkemelerden geri dönebiliyordu. Bugün Kültür Bakanlığı kurul üyelerini kendilerine yakın olduğunu düşündükleri isimlerden oluşturuyor. Eskiden üniversitede akademik kariyer aranırken, şimdi sektörde mimar, şehir plancısı olarak çalışan isimler bile kurullarda görev almaya başladı. İstanbul’da 6 bölge koruma kurulu, 2 de yenileme alanları koruma kurulu bulunuyor. Bu kurullar içinde TOKİ, Çevre Şehircilik Bakanlığı’nda memur olarak çalışan isimler bile üye ya da raportör olarak görev alıyor. Daha da ötesi şuan hali hazırda maaşını belediyelerden alan kurul çalışanları olduğu biliniyor. (Bir sonraki yazıda hangi kurulda çalıştıklarını da tek tek yazacağım.)


Son olarak kurulların aldığı kararlar şeffaf ve kamuoyunun ulaşabileceği şekilde olması gerekirken, gazeteciler bile kurul kararlarına ulaşamıyor. Alınan kararlar kamuoyundan gizleniyor. Taki ilgili kurumlara dağıtımı yapıldıktan sonra kamuoyu alınan karardan haberdar olabiliyor. Çoğu zaman da iş işten geçmiş oluyor.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 02.03.2014

SANAT HEPİMİZİ TAMİR EDİP İYİLEŞTİR

 

 

Yıldız Holding’in binalarından birine giriyoruz. Açık kapıdan gözüm takılıyor içeri, işte orada; ‘Mavi Senfoni’… Türk resminin en pahalı tablolarından biri… Bulunduğu salonda ise boş tuvaller, fırçalar, önlükler ve renk renk boya… Burhan Doğançay artık yok ama başyapıtı boş tuvallerle dolu bir salonda… Birazdan ise başka bir şey olacak; Hüsamettin Koçan, Yıldız Holding’in üst düzey yöneticilerine hem kendi hikayesini, hem de resim sanatını anlatacak. Burada, yani Yıldız Holding’in Çamlıca’da bulunan binasında bazen alışılmışın dışında, harika şeyler oluyor… Jilet gibi takım elbiseleriyle holdingin üst düzey yetkilileri bazen ellerini kollarını boyaya bulaştırıyorlar… Bazen patronları Murat Ülker’le birlikte sergi geziyorlar… Geçen hafta da Hüsamettin Koçan eşliğinde 40 kadar çalışan ceketleri, kravatları çıkarıp tulumları giydi. Tuvallerin karşısına geçtiler, renklerini seçtiler, gözleri bağlandı ve başladılar çizmeye, boyamaya… İçlerinden nasıl geliyorsa gözleri bağlı resim yaptılar. Ve inanın harika işler ortaya çıktı. İşte tüm bunları ve sanata olan ilgisini Yıldız Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker’le konuştuk. 

 

Siz her seferinde koleksiyoner değil de sanatsever olduğunuzu söylüyorsunuz. Sizce koleksiyonerle sanatsever arasında nasıl bir ayrım var?
Bu sözü, ben ne isem öyle ifade edileyim, diye söylemiştim. Kendime bakıyorum ve bir koleksiyoner görmüyorum. Koleksiyonerlik bir derleme işidir. Belli bir iddia ister. 

 

Nasıldır?
Belli bir döneme yönelirsin, bir seri yaparsın, bir ustaya yönelirsin. Serini tamamlamak neredeyse en önemli amacın olur. Ben eserleri belli bir seri, ressam, dönem tamamlamak amaçlı almıyorum. Benim bir eseri almam için manasını, bende uyandırdığı duyguları, altında yatan fikri sevmem lazım. Yani ne koleksiyonerim ne de koleksiyoner iddiası taşıyorum. Koleksiyonerlik bir tür sahiplenmedir. Ben eserlere karşı öyle bir sahiplenme hissi yaşamam. Eserlerin bende oluşturduğu duygu önemlidir. Eh o zaman ben neyim? Sanatseverim! Ayrıca eserler için de, "benim, bizim" gibi laflar da kullanmam. Eser kime ait? Önce sanatçısına. Sonra ona bakıp ondan esinlenen, estetik duygusundan faydalanan insanlara, yani o sanatı gören ve sevenlere. Ben onlara sanatseverler diyorum!

 

Çok merak ediyorum, müzayede şirketlerinde, sanatçılarda bir beklenti oluştu mu sizce? Yani sonuçta siz o tabloyu rekor bir fiyata alarak tarihe geçtiniz ve bundan sonra değer verip aldığınız her tablonun sanatsal değeri daha da katlanacaktır. Sorumluluk hissettiriyor mu bu?
Müzayede şirketlerinde, sanatçılarda oluşan beklentiyi ben bilemem ama sanatçılarımızın eserlerinin değerine varmasını temenni edebilirim. Türkiye’de sanatçılarımızın eserlerinin bir fiyat eşiğini atlaması lazım. ‘Mavi Senfoni’ ile sanıyorum o eşiğin geçilmesine bir şekilde vesile olduk. Üstelik bunu kıymetli ustamız Burhan Doğançay yaşarken olması, kendisinin eserinin değerini bizzat görmesi benim için ayrıca sevindirici olmuştur. Dediğim gibi; buna vesile olmaktan sadece memnuniyet duyarım. Ben sanata bir yatırım olarak bakmıyorum ama ressamlarımızın eserlerinin gerçek değerlerine ulaşmasını da önemsiyorum. ‘Mavi Senfoni’yi aldığımda sanatçılarımızın, Türk eserlerinin değerini artırmak yolunda bir adım atmak bana nasip olduysa ne mutlu bana.

 

Bir sanat eserinde sizi çeken ne oluyor peki? 
Benim bir eseri almak için önce sevmem lazım, beni mutlu etmesi lazım. Manası, bana verdiği duygular çok önemli. Bir eseri almadan arkasında yatan fikri, sanatçının ne düşünerek yaptığını anlamaya çalışırım. Aldığım cevaplar bana uygun ise o eser da bana uygundur. Eser alırken herkesin bir kriteri vardır. Benim işi ve fikrini sevmem lazım. Altında bana bir şey öğretecek, bir şey söyleyecek, ilgimi çekecek fikirler olması lazım.

 

İslam eserlerine de ilgilisiniz. Peki, sizce Türkiye’de İslami eserlere, hat sanatına ilgi yeterli mi? 
İslam eserleri bakımından ülkemizin oldukça zengin olduğunu düşünüyorum. Ama maalesef bu kıymetli eserlerin çok azı toplumla buluşma imkanı buluyor. Yıldız Holding’le biz bu konuda sponsorluklar yapıyoruz. Türk İslam Eserleri Müzesi’nde el yazması Kur’an-ı Kerim’lerin onarılması ve sergilenmesine vasıta olduk. Kur’an-ı Kerim’in indirilişinin 1400. yılındaki bu sergi çok kıymetliydi. En önemlisi 250 el yazması Kur’an-ı Kerim’in ziyaret edilebilmesiydi. Keza hat eserlerinin de sergilenmesine destek olmaya çalışıyoruz. Ama yüzlerce hatta binlerce eserin gün yüzüne çıkması lazım. Bu eserlerin sergilenmesinde yeni teknolojiden de faydalanmak iyi olur. Türkiye’de bir şeyler öğrenebileceğimiz, interaktif bir İslam eserleri müzesi olmamasından dolayı üzüntü duyuyorum. Böyle bir müze kurulması, şahane eserlerin sergilenmesi ilgiyi çok artırır, diye düşünüyorum.

 

Yıldız Holding çalışanlarıyla sergilere gidiyorsunuz, geçen hafta da Hüsamettin Koçan’la Yıldızlı Sohbetler etkinliğinize katıldım. Orada müthiş bir enerji vardı. Bu enerji bir patron olarak size ne katıyor?
Bizim işimiz yorucudur. Sanat ise hepimizi tamir edip iyileştirir diye düşünüyorum. Mümkün olduğunca kendimin de çalışma arkadaşlarımın da sanat ile iç içe olmasını isterim. Sanat insanlara değişik bakış açıları geliştiriyor. Değişik bakış açılarının arkadaşlarımın yaptıkları işe de olumlu yansıyacağını düşünüyorum.  

 

Bir sanatsever olarak Türkiye sanat dünyası için hayaliniz nedir? 
Yurtdışındaki müzelerde, sanat fuarlarında bizden sanatçıları gördüğüm zaman tabii ki mutlu oluyorum. Daha önce 'Mavi Senfoni’de de konu olmuştu ya, orada da belirttiğim gibi sanatçılarımızın sadece fiyat değil ulusal eşiği de atlamasını çok isterim. Daha çok sanatçımızın yurtdışında da değer bulması sanat dünyasının gelişmesini sağlar, elbette. Ama benim asıl düşündüğüm; sanatçılarımızın eserleri ile birlikte toplumumuzun duygu dünyası, bu coğrafyanın ne hissettiği de dünya tarafından anlaşılır.

 

‘Mavi Senfoni’yi satın alıp karşısına geçtiğinizde ne hissetmiştiniz?
Elbette hoş hislerdi. Mavi Senfoni’nin yapılış hikayesini, Burhan Doğançay’ın onu nasıl bir emekle, nasıl duygularla yaptığını önceden öğrenmiştim. İlk gördüğümde de çok sevmiştim. Bize geldiğinde de tabloya baktığımda da sanırım düşündüğüm; her bir kıvrımında bir mana olduğuydu. Ben bu kıvrımlardan bazıları kişisel olarak da tanıdığım bildiğim şeyler, geçmişim, yaşadığım şehir… Her köşesinde ayrı ayrı düşüncelere dalmak, etkilenmek mümkün. Uzun zaman bakabileceğiniz, her seferinde yeni ayrıntılar keşfedeceğiniz, yeni hikayeler bulabileceğiniz bir tablo. 

Akşam, Haber: Sibel Oral, 02.03.2014

PAUL KLEE İLE YÜRÜYÜŞE ÇIKMAK

 

 

Sanat tarihinin en özgün isimlerinden Paul Klee, 130 eseri ve günlüklerinden, mektuplarından örneklerle Londra'daki Tate Modern'de...

 

Savaş, göç ve hastalıkların içinde –ana-babasının mesleği sebebiyle- müzikle büyümüş bir sanatçı Paul Klee, şiir çiziyor kağıda ve kanvasa ömrü boyunca. Savaştan hemen önce gittiği Tunus’un ışığına aşık oluyor ve buranın aydınlığı yeni tablolarında ‘renk’ ile ortaya çıkıyor. Burada yazdığı bir notta: “Renk bana sahip oldu, bundan sonra onu takip edeceğim. Renk ve ben, bundan sonra biriz” diyor.


Bu romantik şairin kelimeleri renklerdir. Tate Modern’daki ‘Görünür Kılmak’ adlı sergide görünürün ve yaşananın ötesini anlatan Klee’nin resimleri, 17 odada, uzun metinler ve büyük bir coşkuyla sunuluyor. Londra’da 10 yılın ardından gerçekleşen bu ilk kapsamlı sergide Klee’nin 130 eseri bulunuyor.


Küçük yaşlardan itibaren müzik eğitimi alıp, 16 yaşında resme, 18 yaşında da düzenli olarak günlük tutmaya başlayan Klee böylece kayıt altına almaya başlar yaşamı. İsviçre’den İtalya’ya, Almanya’ya, İngiltere’ye, Tunus’a ve Mısır’a uzanan ömründe yaptığı her resme bir numara verir ve külliyatına katar.


Sergideki eserler kronolojik olarak dizilmiş yani sanatçının sıralamasına sadık kalınmış. Avrupa ’da savaş patlak verdiğinde Klee nerede ve ne yapıyordur, kimler savaşa gitmiştir, o ölümlere, büyük üzüntülere nasıl katlanmıştır? İçine büyük umutlar eken Weimar Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ardından hangi görevi almıştır? Neler hayal etmiştir Avrupa ile ilgili? Nazi yükselişindeki Almanya’da başına neler gelmiştir? Sergide resimlerin yanı sıra sunulan Klee’nin günlüğünden seçili notlar, dönemini ve dönemdaşlarını da anlatıyor izleyiciye. Bir örnek olarak Klee’nin daha sonra Bauhaus’ta birlikte ders vereceği Kandinsky’den “müstesna olarak iyi ve salim kafalı bir kişi” olarak bahsetmesi verilebilir. 1911’de arkadaşı Moilliet, Klee’nin resimlerini Kandinsky’ye taşıyor ve Klee’ye “bu Rus’un öznel ve konusuz” resimleriyle dönüyor. 

Nazi baskısı
Pastoral İsviçre’de tevazu içinde doğmuş, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Weimar’ı, bir Yahudi olarak Nazi baskısını yaşamış bir adamın, resim ve renk arayışından savaşa, sistematik nefrete ve parçalanışlara geniş bir his skalasında gerçekleştiği aşikar seyahatlerinde yazdıkları ve resmettiklerini düşünüyoruz. İlhamı, hocalık yaptığı Bauhaus’tan dost kübistlere, expresyonistlere ve sürreelistlere etki etti. Formlar, imgeler ve renkler gibi, teknik ve zaman ile ilişkisi de onun ziyadesiyle özgün ve yenilikçi olarak anılmasını sağladı.


Savaşın sanatı üzerindeki etkisinin açık olduğu sanat tarihçilerince vurgulanıyor. Örneğin 1918 tarihli ‘Remembrance Sheet of a Conception’ adlı teatral suluboya resimde, şiddet bir başın üzerinde dönen robotik figür ve fetus ile tasvir ediliyor. Fetus bize bakar, boyuna ok saplanır, bir elde kadeh vardır… Sanat eleştirmeni Clemence Greenberg, Klee’nin resimlerini dünyanın halini protesto etmekten uzak ancak olduğu haliyle daha rahat başa çıkmaya dönük buluyor. Klee ikna etmeyi reddediyor, bu inkar/ret ile zararsızlaştırdığı ‘hal’i, şefkatle tekrar önümüze getiriyor. Greenberg, Klee’nin ironisinin hiçbir zaman sert olmadığını savunuyor.


17 oda boyunca, 130 resme bakmak, bir günlükten ve başka yazılardan bir ömrün konsantre şahitliğini yapmak…


İngiltere’nin önemli gazetelerinden The Guardian, Klee’nin yüzden fazla harika resmini art arda görmenin çok fazla çikolata yemek gibi bir deneyim olduğunu yazıyor. Klee resim yapmak için “Bir çizgiyi yürüşüye çıkarmak” diyor günlüğünde. Klee ile çizgisinin uzun yürüşüne eşlikte güzellikten, canlılıktan, coşku ve olumlu histen yorgun düşmek de mümkün demek. Tate Modern’de Paris’te kübizm ile tanıştığı yıl olan 1912’den öldüğü tarih 1940’a kadar adım adım Klee takibi, 9 Mart’a kadar sürecek.

Radikal, Haber: Gülnaz Can, 02.03.2014

OSMANLI ARŞİVİ DİJİTALLEŞTİ

 

 

Çin devi Huawei, 120 kilometre uzunluğundaki raflarda saklanan 96 milyon Osmanlı belgesini, 374 bin defteri dijital ortama aktardı.

 

Dünyada 2 milyardan fazla kişinin bilgi ve teknolojiye erişimini sağlayan Huawei, Barselona'da düzenlenen Mobil Dünya Kongresi'nde (MWC) beş farklı ürün tanıttı. Yapılan araştırmalara göre 2013'ün üçüncü çeyreğinde dünya akıllı telefon pazarındaki üçüncü isim Huawei, MWC 2014 etkinliği kapsamında tanıttığı iki yeni MediaPad tablet, dünyanın en hızlı taşınabilir MiFi'ı, giyilebilir ilk teknolojik ürün TalkBand B1 ve geniş açılı selfie fotoğraflar çekebilen Ascend G6 akıllı telefonla fuarda büyük ilgi gördü. Çin şirketi, Milliyet'e 120 kilometre uzunluğundaki raflarda saklanan Osmanlı arşivini dijital ortama aktardığını açıkladı.


TÜRKİYE STRATEJİK KONUMDA
Dünyanın 4G, LTE bağlantı lideri Huawei, Türkiye'yi yakından takip ediyor. Orta Asya ve Kafkaslar Bölge Yönetim Merkez üssü olan Türkiye, 750 çalışanı, 60'tan fazla iş ortağıyla iletişim teknolojilerinin ve ülke ekonomisinin gelişiminde itici güç olarak rol oynuyor. Bunu Global Cihaz Bölümü Pazarlama Direktörü Shao Yang şu şekilde açıklıyor; "Yatırım açısından global pazara yerel pazardan daha çok önem verdiğimizden kaynaklarımızı deniz aşırı ülkelere yönlendiriyoruz. Türkiye yatırım açısından önemli 15 ülkeden biri, çok hızlı gelişiyor ve büyük bir pazara sahip. Bu yüzden Türkiye'de dikkatli ortaklar arıyoruz."


ÖNEMLİ BİR PAZAR
Uluslararası Medya İlişkileri Başkan Yardımcısı Roland Sladek'se, "Türkiye genç ve dinamik bir yapıya sahip olduğundan Huawei için önemli bir pazar haline geliyor. Üçüncü büyük Ar-Ge merkezimizi Tükiye'ye konumlandırmamızın nedenlerinden biri de bu" dedi.


FATİH PROJESİ
Huawei ve MEB işbirliğiyle yüksek port yoğunluklu GE ağ anahtarları sayesinde binlerce öğrenci, yeni nesil cihazlarla bağlantı kurarak teknolojiyi eğitimin bir parçası olarak kullanmaya başladı. Huawei'nin, altyapı hizmetiyle 500'ün altında nüfusa sahip 1799 köy halkının iletişime kavuşması, Çin şirketinin Türkiye'de gerçekleştirdiği projelerden yalnızca biri.


Huawei yetkilileri 2016'da 3G şebekelerinin tüm dünya nüfusunun yüzde 85'ini, 4G'ninse yüzde 50'sini kapsayacağını ve 2018'de mobil abone sayısının tüm dünyada 6.5 milyara ulaşacağını öngörüyor.


120 KM'LİK OSMANLI ARŞİVİ
Türkiye'nin 2023 hedeflerine bilgi teknolojileriyle ulaşacağını öngören firma, Türkiye'de kamu ve devlete sunduğu teknolojik ürünleriyle destek olmak ve Orta Doğu'daki dijital uçurumun kapanmasına katkıda bulunmak istiyor. Bu yüzden Türkiye'de birçok kurumsal projeye imza atan Huawei'nin bizim ve gelecek nesiller adına gerçekleştirdiği en önemli proje, Osmanlı arşivlerinin dijital ortamda saklanması.


Huawei, Osmanlı arşivlerinin tamamının taranarak dijital ortamda saklanmasında önemli bir görev üstlendi. Milliyet'ten Onur Binay'ın haberine göre; Osmanlı arşivi projesi öncesinde Osmanlı arşivlerinden kalan 96 milyon belge ve 374 bin defter, 120 kilometre'lik raflarda saklanıyordu. Şimdiyse dijital ortama aktarılan arşivler, iki adet Huawei OceanStor N8500 depolama cihazında korunuyor. Sunuculardaki tüm verilerin bir kopyası da Ankara'da yedekleniyor.


Arşivdeki tüm belgelere yıpranma riski olmadan ve istenildiği anda ulaşılabilmeyi sağlayacak projeyle hedeflenen belgelerin sayısal ortamda, yedekli ve güvenli bir şekilde saklamak.

Huawei'nin tercih edilme sebebiyse sunduğu yüksek güvenilirlik ve performans. Proje, Osmanlı Arşivleri personeliyle birlikte Temmuz-Aralık arasında, 5 aylık zaman diliminde tamamlanarak kullanıma girdi.

Türkiye Gazetesi, 01.03.2014

"İSTANBUL'A KORUMA PLANI ŞART"

 

"Tarihi Yarımada'da Ne Oluyor?" başlıklı panelde Prof.Dr. Akyürek, Prof.Dr. Dinçer, Doç.Dr. Eres, Perouse, Köksal, kentsel dönüşüm, yeniden ihya, mega projelerin kıskancındaki tarihi yarımadanın geleceğini konuştu.

 

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü'nün "Tarihi Yarımada'da Ne Oluyor?" başlıklı panelinde kentsel dönüşüm, yeniden ihya, mega projelerin kıskancındaki tarihi yarımadanın geleceği konuşuldu.

 

Bianet'te yer alan habere göre, MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü'nden Prof.Dr. Gülşen Özaydın moderatörlüğünde gerçekleştirilen panelde İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bizans Sanatı Anabilim Dalı'ndan Prof.Dr. Engin Akyürek, Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü'nden Prof.Dr. İclal Dinçer, İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü'nden Doç.Dr. Zeynep Eres, Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü'nden Jean François Perouse, MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi Aykut Köksal konuşmacılar arasındaydı.

 

"Yenikapı dolgu projesi yapıyı bozdu"

Paneldeki ilk konuşmacı Aykut Köksal, yapımı neredeyse tamamlanan Yenikapı Dolgu projesinin tarihi yarımadanın bugüne kadar yapısını bozan en kötü proje olduğunu belirterek dünden bugüne, yarımadanın yaşayan bir kültür varlığı olarak ele alınması gerektiğini belirtti.

 

Köksal, Bizans saray mimarlığının günümüze en iyi ulaşan nadir örneklerinden Tekfur Sarayı'nın hatalı restorasyonlar ile tanınmaz hale geldiğini, restorasyon işlemleri esnasında içeri alınmadığını ve işlemlerinin ancak belediye başkanlarının twitter'dan paylaştığı şirket reklamları sayesinde takip edilebildiğini ifade etti.

 

"İstenmeyen figürler sur dışına itiliyor"

Jean François Perouse,'İstanbul'un genel yüzölçümünün yanında 1560 hektar gibi ufak bir alanda bulunan yarımadanın sayısız projeyle yeniden işlevlendirildiğine dikkat çekti.

 

"Bir müze kent projesi ile üretim faaliyetleri bölgeden dışarı itilip her geçen gün turizme daha çok ağırlık veriliyor.Yıllar önce şekillendirilen Laleli bölgesinden sonra Historia AVM'nin açılışıyla nasıl bir yarımada tahayyül edildiği ortaya çıkıyor. Süleymaniye ve Küçükpazar mahallelerinde göçmenler ve bekarları hedef alan dönüşüm, Sulukule'de Romanları hedef alıyor."

 

"Sivil toplumun denetimine kapalı bir yarımada"

Yarımadada okullar, kamu kuruluşları mülkleri, TCDD arazilerinin tehdit altında olan yeni alanlar olduğunu belirten İclal Dinçer, geçtiğimiz günlerde kullanıma açılan Haliç Metro köprüsünün dünya miras komitesi ve akademisyenlerin tasarım düzenlemeleri, değişiklik taleplerine karşın tarihi yarımada silüetini ve üstün evrensel değerini olumsuz yönde etkilediğini belirtti.

 

Yarımadada otoriter ve sivil toplumun denetimine kapalı hale gelen bir yerel yönetim anlayışıyla karşı karşıya olunduğuna dikkat çeken Dinçer "Sulukule'de dönüşüm öncesi müzakere yöntemini denedik. Bugün müzakere değil mücadele günüdür" diyerek sözünü bitirdi.

 

"Bizans eserleri korunmuyor"

Engin Akyürek, Türkiye Arkeolojik Yerleşmeler Projesi'nin (TAY) hazırladığı envantere göre sur içinde Bizans dönemine ait 173 adet yapı/mimari kalıntısı olduğunu söyledi.

 

Osmanlı döneminde camiye dönüştürülmeyen Bizans eserlerinin yok olduğunu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi önündeki çitli alanda yine Bizans dönemine ait Polyeuktos Kilisesi kalıntılarını yıllardır sahipsiz kaldığını dile getirdi.

 

Eminönü Acımusluk Sokakta bulunan Botaniates Sarayı kalıntısı olduğu düşünülen yapının bir esnafın meşrubat deposu olarak kullanıldığını, bu tür ikincil kullanımların kültür varlıklarında tahribatı arttırdığını vurguladı.

 

Türkiye'de restorasyon uygulamalarının yeni gelişmeye başladığı ve beton şap kullanılarak hatalı şekilde yapılan Fenari İsa, Hirami Ahmet, Bodrum Cami restorasyonlarının o dönemde malzeme yoksunluğu göz önüne alınarak değerlendirilebileceğini söyleyen Akyürek, geriye kalan Bizans eserlerinin "kitlesel restorasyon furyası"nın kurbanı olduğunu söyledi.

 

"Koruma planı şart"

Zeynep Eres, tarihi yarımadada 100'den fazla rekonstrüksiyon projesi olduğunu bu projelerdeki eserlerin bir çoğunun aslında uygun yerlerde konumlandırılmadığını ve sahte bir tarih yaratılmaya çalışıldığını vurguladı.

 

İnşa edilmesi planlanan Osmanlı dönemi rekonstrüksiyon projeleriyle tarihi yarımadanın bir "Osmanlı Disneyland"ı olarak düzenlendiğini söyledi. Tarihi yarımadada bütünsel ölçekli bir koruma planı oluşturulması gerekliliğini hatırlattı.

Yapı, 28.02.2014

İSTANBUL'DA TARİHİ ESER KALMADI

 

 

Ağa Camii’nin restorasyonunu mimar Korhan Gümüş’le konuştuk. Gümüş, “İstanbul tarihine saygı gösterilerek değil, inşaat mantığıyla yenileniyor. 20 yılda bütün tarihi binalar asıllarının kopyası haline geldi.” diyor.

 

İstiklal Caddesi boyunca yürürken dikkat kesilmeyenlerin neredeyse görmediği Hüseyin Ağa Camii, 1594’ten beri orada. Tepesinden bakan binalar arasında kaybolan caminin tartışmalı başlayan restorasyonu yine tartışmalı bitti. Yanına yapılan alışveriş merkezinin temelini sarstığı iddiasına eklenen “Binanın orijinalliği bozuldu” iddiasını mimar Korhan Gümüş’le konuştuk. Gümüş’e göre, Ağa Camii’nin restorasyonu bir simge, “Bu dönüşüm yalnızca tarihsel bir yapının yok olmasının değil, inşaat zihniyetinin öncelendiğinin de göstergesi.” diyor.

 

 

Cami bir yandan cuma namazı için hazırlanırken, bir yandan avlusunda oturanlara, gelip geçenlere, duraklayanlara ev sahipliği ediyor. Şadırvanın karşısında dinlenen Metin Efe, Beyoğlu esnafı. Restorasyon sonrası ilk kez uğrayabilmiş. Bir arkadaşıyla da buluşacağı için aradaki zamanı burada geçiriyor. “Yeni halini nasıl buldunuz?” sorusuna, “Güzel, temiz olmuş. Beyoğlu’nun cami ihtiyacı malum, açılması iyi oldu.” diye yanıt veriyor. Biraz durakladıktan sonra sohbete giren 76 yaşındaki Kemal Bey’in “Güzel ama ışıklandırmaları beğenmedim. Ortamın uhrevi havasını kaybetmiş” itirazına katılıp, “Tabii eskisi gibi olamıyor. Zaten ne varsa eskide var. Biz ne yapsak onun gibi olamıyor.” diye ekliyor.

 

 

Mimar Korhan Gümüş, İstanbul’un değişen çehresini uzun yıllardır takip eden isimlerden. Camide buluşuyoruz, gelmesiyle ilk itirazını dillendiriyor: “Şu haliyle 2013 modeli bir bina olmuş.” Bunun açıklaması da şöyle:

“Dışarıdan baktığımızda yapının üzerindeki çok katmanlı tarihsel dönemlerin izlerini taşıyan müdahalelerin hepsi kazınarak homojen bir şeye dönüştürülmüş. 2013 model bir bina olmuş. Üzerindeki doküman korunmadığı için neyin orijinal neyin sahte olduğunu anlayamıyoruz. İkinci büyük restorasyonda yapılan çerçeveler ve dönemin özelliklerini gösteren düzenlemeler ortadan kaldırılıp yapı anonim bir 16. yüzyıl yapısına dönüştürülmüş. Tabii ona da dönüştürülemediği için yapılan her şeyin sahte olduğu anlaşılıyor. Taklit, çağdaş, her zaman yapılabilecek bir yapı olmuş.”

 

 

Arada beş değil yüz fark buluruz

Gümüş’ün “İlk başta göze çarpan farklar neler?” sorusuna yanıtı: “Arada beş değil yüz fark bulunur.”

 

Bir sıralama yapacak olursak şunları maddeliyor:

-Saçaklarda 19. yüzyıl sonunda Osmanlı modernleşmesinin izi olan palmet filizler yok edildi. Bu fark caminin cephesinden çekilen eski/yeni fotoğraflarda da görünüyor.

-Doğrama ve ince yapı detaylarında yapılan dönüşümle, II. Mahmut döneminde eklenen pencerenin dokusu bozuldu. Yapılan düzenlemeyle pencereler çift camlı hale getirildi, buna karşın “herhangi bir apartmana kullanılabilecek doğramalar konuldu.”

-Engelliler için yapılan alüminyum korkuluklar da camiye yeni eklenen detaylardan. Gümüş buna “Elbette engelliler için düzenlemeler getirilmeli ama bu düzenlemeler mimari zekadan yardım alınarak yapıldığında tarihsel dokuyla uyum sağlanabilirdi.” diye itiraz ediyor.

 

 

-Değişik dönemlerde yapılan yenileme ve restorasyonlarla yine o dönemin özelliklerini taşıyan tarihsel doku son restorasyonda ortadan kaldırıldı. Özellikle dış cephede bu değişimi görmek mümkün.

-Bina içindeki düzenlemelerde (mihrap, aydınlatma, yer döşemeleri) eski hali değiştirildi. Aydınlatmada kullanılan LED ışıklandırma, floresan ampuller caminin dokusuyla tamamen uyumsuz.

-Pencere bordürleri, ince yapı donatıları tek tip, homojen hale getirildi.

 

Şehir inşaatla yönetiliyor

“Taksim Ağa Camii, Süleymaniye gibi bir anıt yapı değil ama Beyoğlu’nun en eski yapısı.” diyen Korhan Gümüş, restorasyon uygulamalarının dünyaya kapalı olduğunu vurguluyor: “Dönüşüm deneysel zekaya açılamıyor. Küçük Ayasofya’yı mahvettiler, Süleymaniye’yi mahvettiler. Dünyanın her yerinde restorasyon uluslararası standartlarla ve deney alışverişiyle yapılır. Bu alanın önü kapatıldı. Türk halkını rehin alıyor bu kapalı mafya sistemi. Gençlik deneysel işlere yönelmezse, ülkenin gelir düzeyi orta gelir bandında gider. Restorasyon her açıdan eğitim gerektiren zenginleştirici bir uğraştır. Ağa Camii’nin restorasyonu bunu kaybettiğimizi gösteriyor. Gençlere kendilerini geliştirme fırsatı sunmuyor bu sistem. O inşaatta amele olarak, taşeron olarak çalışabilirsiniz, yük taşıyabilirsiniz ama zekanızı geliştiremezsiniz diyorlar. O yüzden Ağa Camii’nin yaşadığını bir tarihi yapının yok olması olarak görmüyorum. Şehir sadece inşaatla kalkındırılmaya çalışılıyor. Bu alanları deneyselliğe açarsanız, doğru dürüst mimari projeler yapan, restorasyon yapan insanlar çıkar ortaya. Piyasacı mantık ‘Kaçak kat nasıl yaparım, bu projeyi belediyeden nasıl geçiririm?’ diye düşünüyor.”

 

Hafta içinde Tarlabaşı’nda bir binanın yıkılması da Gümüş’e göre aynı zihniyetin ürünü: “Narmanlı, Beyoğlu’ndaki en eski yapılarından biri, orasını otel yapmaya çalışıyorlar. İETT binasını otel yapmaya çalışıyorlar, birine mağaza yaptılar. Bu dönüşümün nereye gideceği belli. Beyoğlu’nda bu yöntemi çok kullandılar. Gece girip duvarlara zarar verip çökmesini sağladılar. Yerin üstünde ne kadar varsa yerin altına da o kadar çok yapılıyor. Araştırmadan proje çizilir mi? Bu piyasa odaklı dönüşümün belirtisi. Bina kadar bir hacmi bir de toprağın altında üretiyorlar. Topografya değişti.”

 

Kutsal Emanetler’e de saygı yok

 

 

Surlar yok edildi. Sütlüce Mezbahası’nın dönüşümü bu anlayışla yapıldı. Topkapı Sarayı’na gidin, Süleymaniye’ye gidin, İstanbul’da bir tane tarihi eser kalmadı. Son 20 yılda hepsi taklitlerine dönüştü. Topkapı’nın bütün orijinal halini çöpe attılar. En çok değer verilen Kutsal Emanetler’in hali içler acısı. Sergileme ekipmanları, kapılar, doğramalar... Topkapı Sarayı artık yok. Uzaktan silüeti görünüyor ama içi boşaltıldı. İstanbul tarihsel topografyası içinde sur varlığını korumuş tek şehirdi. Avrupa’da böyle bir şehir yok. Zaten onlar Ortaçağ’da İstanbul gibi dünya şehri değildi. Bu zenginliği inşaat yoluyla harcadık. Turizm hedefiyle “değerlerimizi tanıtalım” düşüncesinden çıkıp, kentle insanı yakınlaştıran, tarihi dışlamayan bir anlayışın oturtulması gerekiyordu.

Zaman, Haber: Ayça Örer, 23.02.2014




.. TAY Projesi . Kuruçeşme Cad. 67/B
34345 Kuruçeşme İstanbul
Tel: 0 (212) 265 7858 - Faks: 0 (212) 287 1298
e.posta: info@tayproject.org

Copyright©1998 TAY Projesi