Haberler logo Mayıs '14 Arşivi

25 - 31 Mayıs 2014

HARABE 'MERYEM ANA MANASTIRI' RESTORASYONLA TURİZME KAZANDIRILDI

 

Mağara içerisinde yer alan tarzda Türkiye'nin en büyük ikinci manastırı olan ve bir süre önce restorasyonu tamamlanan Meryem Ana Manastırı, ziyaretçilerini bekliyor.

 

 

Şebinkarahisar İlçesi'ndeki Kayadibi Köyü'nde kayalık bir tepedeki doğal mağara içerisine inşa edilen ve Ortodoks Rumlar tarafından kullanılan Meryem Ana Manastırı, restore edilerek turizme kazandırıldı. Yürüyerek yaklaşık 20 dakikada ulaşılan manastırın yapısı dört kademeden oluşuyor.

Giresun Müzesi Müdürü Hulusi Güleç, yaptığı açıklamada, Meryem Ana Manastırı'nın, restorasyonu öncesinde harabe bir halde olduğunu söyledi.

Manastırın, 1924'te terk edildikten sonra 1960 ve 1970'li yıllara kadar uzun süre tahribata uğradığını anlatan Güleç, şunları kaydetti:

"Burası 1986 yılında keşfedilmiş ancak koruma altına alınamamıştı. Daha sonraki yıllarda Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunca koruma altına alınarak 2006 yılında restorasyon projesi hazırlandı. 2011 yılında ödenek çıktı, restorasyona başlandı. Daha önceden patika bir yoldan gidilerek ulaşılıyordu, çok zordu, öncelikli yolunu yaptık. Manastırın tüm birimleri tek tek elden geçirilerek restorasyonu tamamlandı, kısa bir süre sonra tamamen ziyarete açılacak manastırı şimdi de ziyaret etmek mümkün. Geçtiğimiz günlerde de geçici kabulü yapılarak Kültür ve Turizm Bakanlığı olarak bize teslim edildi."



 

Dört kademeli bir yapı
Giresun Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölüm Başkanı Yrd. Doç.Dr. Gazanfer İltar ise manastırın yüksek bir tepedeki kayalık bir alanda bulunan doğal mağara içerisinde yer aldığını belirterek, "Dört kademeli bir yapılanma söz konusu. Birinci kademesi mağaranın hemen önünde, girişinde yer almakta ve burası Meryem Ana Manastırı'nın bahçesi şeklinde olup, bahçede kutsal ayazma çeşme sarnıç mezar yapısı gibi birimler bulunmakta" dedi.

Diğer üç kademenin ise üç katlı bir yapılanma gösterdiğini dile getiren İltar, "Tamamen mağara içerisindedir. Üç bölümün birinci katında kabul salonu, mutfak, yemek odası, ocak gibi birimler bulunur. İkinci katında keşiş odaları ve büyük bir teras yer alır, üçüncü katında ise manastırın vazikel planlı kilisesi yer alır. Manastır 27 bin 500 metrekaredir " ifadelerini kullandı.

 

 

Fener Rum Patrikhanesi manastırı satın almak istedi
Manastırla ilgili son belgenin Başbakanlık Osmanlı arşivinde yer aldığını aktaran Gazanfer İltar, şöyle konuştu:
"Manastırın baş papazı konumundaki Kominos Yuvanikyos öldüğü için o dönemin kanunları gereği bilavelet ölen gayrimüslimlerin mal varlıkları hazineye bırakılıyordu. Dolayısıyla Kominos Yuvanikyos öldükten sonra manastır da devlet hazinesine kalıyor. Daha sonra Fener Rum Patrikhanesi'nin Dahiliye Nezareti'ne uygun bir fiyatla tekrar manastırın kendilerine devredilmesi için bir yazısı var. Bu yazı Osmanlı arşivlerinde manastırla ilgili bilgi veren son belgedir."

İltar, manastırın Osmanlı döneminde de faal bir durumda olduğunu belirterek, "1890'lı yıllarda Osmanlı arşivinde kayıtları söz konusudur. Fener Rum Patrikhanesi'ne bağlı yapılar grubudur. Yapı 1. Dünya Savaşı'nın akabinde yavaş yavaş terk edilmiş ve 1924'teki mübadeleyle tamamen terk edilmiştir" dedi.

Hürriyet, Haber: Gültekin Yetgin, 30.05.2014

SARAYIN HAFIZASI KAYIT ALTINDA

 

İlk kez 1986’da çıkartılan Topkapı Sarayı Müzesi Yıllığı Kültür ve Turizm Bakanlığı talimatıyla tekrar hayat buluyor. Sarayla ilgili her şey böylece kayıt altına alınacak.

 

Tarihi yarımadanın en önemli mirası Topkapı Sarayı kendiyle rekabete devam ediyor. Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in talimatıyla yapılan çalışmalar sonucu kendi dokusuna yeniden kavuşan Topkapı Sarayı’nın son atağı 22 yıldır çıkarılmayan müze yıllığını yeniden çıkarmak oldu. 

 

SON SAYIDAN 22 YIL SONRA

İlk kez 1986’da Topkapı Sarayı Müzesi ve İstanbul Topkapı Sarayını Sevenler Derneği tarafından çıkartılan yıllık, beş sayı yayınlandıktan sonra çeşitli sebeplerle 1992’den beri çıkarılamamıştı. Müzecilik faaliyetlerinin, kültürel etkinliklerin, önemli restorasyon ve projelerin kayda geçirildiği ve Topkapı Sarayı Müzesi’nin tarihinde önemli bir geçmişi olan bu yayının yeniden çıkarılması, özellikle yayınlanamadığı 22 yıla ışık tutması bakımından büyük önem taşıyor. 

 

KAMUYA AÇIK, ÜCRETSİZ

Yıllıkta 22 yazarın makalesi yer alıyor. ‘Topkapı Sarayı Müzesi Yıllık- 6’nın önsözünde “Topkapı Sarayı Müzesi sahip olduğu en önemli somut kültürel mirası olan saray mimarisi ve objelerini korumaya ve sergilemeye çabaladığı gibi saray dönemine ait somut olmayan kültürel mirası da yaşatmaya önem atfetmektedir” diyen Bakan Ömer Çelik’in imzası bulunuyor. Yıllık saraydan ücretsiz olarak temin edilecek. 

Akşam, 30.05.2014

FETİH MİRASI DEĞİL, DÜNYA MİRASI

 

 

Ayasofya’nın camiye çevrilmesi girişimlerine karşı imza kampanyası başlatan aydınlar ve akademisyenler, “Fetih zihniyetiyle, Ayasofya’yı siyasi bir oyuna alet ediyorlar” dedi.

 

İstanbul’un fethinin 561. yıldönümü nedeniyle Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi tartışmaları tekrar alevlendi. 2 Mayıs’ta Burdur Bağımsız Milletvekili Dr. Hami Yıldırım, Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılması için kanun teklifi verince cami yapılsın diyenler ve müze olarak kalsın diyenler farklı kampanyalar düzenlemeye başladı. Tarih Vakfı’nın öncülüğünde oluşturulan Kültürel Mirası İzleme Platformu, “Ayasofya neden müze olarak kalmalıdır” başlıklı bir metin hazırladı. 12 Mayıs’ta imzaya açılan metne Türkiye’den ve dünyadan bini aşkın akademisyen imza attı. Kampanyayla ilgili Cezayir Restoran’da dün bir panel düzenlendi. Panelde konuşan Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Şevket Pamuk, şunları aktardı: “1934'te Ayasofya'nın müzeye dönüştürülmesi, kardeşlikten yana bir tavırdı. Erdoğan, 2006'da Zapatero ile birlikte Medeniyetler İttifakı'nın öncülüğünü yaptı. Şimdi bu ittifakı yeniden göstermeli ve bir kez daha tüm dünyaya örnek olmalı.”

ANKOR WAT ÖRNEK OLSUN
Bilgi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Aydın Uğur da Angkor Wat ve Machu Picchu gibi dünyaya mal olmuş tarihi yapıtlardan örnek verdi. Uğur, sözlerini şöyle sürdürdü: “Önce Hindu, sonra Budist inancıyla kurulan Angkor Wat'ta bizim için asıl önemli olan hangi kralın, din adamının baskın çıkarak kime karşı bu eseri yaptırdığından çok, oradaki benzersiz ve büyüleyici ortamdır. Medeniyetler ötesi, mucizevi bir aşkınlık duygusunu ortak insanlık tarihine hayranlık duyarak o anda yaşa-mamızdır. Ayasofya da böyle bir yer.” 

BİR BİZANS MÜZEMİZ BİLE YOK
Mardin Artuklu Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Uğur Tanyeli, “Biz İstanbul'u sanki bin yıl Bizans başkenti değilmiş, tarihi 1453'te başlamış gibi düşünmekte diretiyoruz. Bu anlayışla hala İstanbul’da bir Bizans müzesi bile yok. Anlamamız gereken Ayasofya bir kiliseydi. Bu gerçeği sık sık inkar etme suretiyle konuşmaya devam edemeyiz. Bizans'la barış olmadıkça, bu kavga da devam edecektir” dedi. Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi konusu özellikle son bir yılda sıklıkla gündeme geldi.

ARINÇ, O GÜNÜ BEKLİYOR 
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, geçtiğimiz Kurban Bayramı’nda “Ayasofya bize birşeyler söylüyor. Bu mahsun Ayasofya'ya bakıyoruz, inşallah güleceği günlerin yakın olmasını Allah'tan diliyoruz" dedi. Pek çok hükümet yetkilisi bu yönde görüş bildirirken, bugünün fethin yıldönümü olması nedeniyle siyasilerden Ayasofya açıklamaları geldi. En tuhaf açıklamayı Saadet Partisi’nden Mustafa Öcal yaptı. Öcal, “Türkiye’nin belalardan kurtulmasınının yolu Ayasofya’yı cami olarak ibadete açmaktır" dedi. Anadolu Gençlik Derneği de, 31 Mayıs saat 04.00'da Ayasofya'nın ibadete açılması için 'Ayasofya Camii'nde Buluşuyoruz-Seccadeni al gel' başlıklı eylem yapacağını duyurdu.

“Ayasofya’yı elimizden aldılar” kompleksi devam ediyor 
Panelde Aysofya’nın camiye çevrilme tartışmasının ilk olarak 1950’li yıllarda Osman Yüksel Serdengeçti'nin kaleme aldığı saldırgan bir yazıyla başladığını söyleyen İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi gazeteci-yazar Murat Belge, sözlerini şöyle sürdürdü: “O yazıdan sonra Ayasofya cami yapılma tartışmaları zaman zaman alevlenmiştir. O tarihten bu yana ciddi bir rövanş takıntısı vardır. 'Biz vaktiyle dünyaya egemendik, bizi ne hale getirdiler, Ayasofya'yı da elimizden aldılar' gibi kompleksli söylemlerle beslenen hatalı, hastalıklı ve zararlı bir ruh hali hala devam ediyor. Bu yaklaşım, intikam isteyen, karşısındakini susturmaya çalışan bir tavrın uzantısıdır; tedaviye muhtaç bir düşünce yapısıdır. Bu, aynı zamanda İslam'ın tavrını da belirlemektedir. Ayasofya'nın ibadete açılması önerisi, İslamiyet'in başka dinlerle huzur ve barış içinde yaşayamayacağını, zaten yaşamaması gerektiğini vurgulayan bir öneridir.” 


İstanbul, UNESCO listesinden çıkar 
UNESCO, 1985’te İstanbul’u Dünya Mirası Listesi’ne alırken bu kararda etkili olan en önemli faktör kuşkusuz Ayasofya’ydı. Türkiye’nin Topkapı Sarayı’ndan sonra 3.5 milyon ziyaretçi sayısı ile en çok turist çeken ikinci müzesi olan Ayasofya, müze olma özelliğini yitirirse UNESCO, bu değişkiliği gündemine alacak. Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesine karşı verilecek karar ise İstanbul’u Dünya Mirası Listesi’nden çıkarmak olabilir. Nedeni de camiye çevrilmesi sırasında binanın özgünlüğünün bozulacak olması. 

Milletlerarası Anıtlar ve Sitler Konseyi (ICOMOS) Türkiye Milli Komite Yönetim Kurulu Üyesi Cevat Erder, konuyla ilgili şunları söyledi; “Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi sırasında Hıristiyan simgeleri kapatılacak. Müze, camiye çevrilirken yapının en ufak yerinde bile özgünlüğün değişecek olması, Türkiye’nin tarihi mirası yeterince koruyamadığını ortaya koyar. Ayrıca UNESCO, camiye dönüştürme kararını siyasi bir karar olarak niteler. Tarihi mirasın siyasete konu edildiğine hükmederek bu iki sebepten dolayı İstanbul’u Dünya Mirası Listesi’nden çıkarabilir.” 

Taraf, Haber: Billur Özgül, 29.05.2014

MARDİN UNESCO YOLUNDA

 

 

Binlerce yıllık geçmişe sahip eski Mardin'in, UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne alınması için 2014 yılında başvuru yapılacak.


Mardin'in, Birleşmiş Milletler Bilim Eğitim ve Kültür Teşkilatının (UNESCO) ''Dünya Mirası Geçici Listesine'' alınmasının ardından, Tarihi Dönüşüm Projesi kapsamında yürütülen çalışmalar hızlandırıldı.


Mardin Belediye Başkanı Mehmet Beşir Ayanoğlu, projeye 2009 yılında başladıklarını, Mardin'in tarihi yapısının korunması açısından çok önemli bir çalışma yürüttüklerini bildirdi.

 

''Şehir eski otantik haline kavuşturuluyor''
Sit alanı içinde yer alan sokakların tek tek kazıldığını, içme suyu ve kanalizasyon şebekesinin yenilendiğini, Telekom ve TEDAŞ kablolarının yerin altına alındığını anlatan Ayanoğlu, ''Şehir eski otantik haline kavuşturuluyor. Bu yıl sonuna kadar bu çalışmalarımızın yüzde 90-95'ini bitirmiş olacağız'' dedi.

Anadolu Ajansı, Haber: Şengül Oymak, 29.05.2014

ORTA ANADOLU'DA YENİ BİR HİTİT YERLEŞİMİ: NEVŞEHİR-OVAÖREN

 

Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi arkeoloji Bölümü Başkanı Prof.Dr. S. Yücel Şenyurt, Çukurova Üniversitesi’nde “Orta Anadolu’da Yeni Bir Hitit Yerleşimi: Nevşehir-Ovaören” konulu konferans verdi.


Çukurova Üniversitesi Arkeoloji Kulübü ile Arkeoloji Bölümü tarafından ortaklaşa düzenlenen ve Mithat Özsan Amfisi’nde gerçekleştirilen konferansı, Arkeoloji Kulübü üyeleri ile Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyeleri ve öğrencileri izledi.


Gazi Üniversitesi Edebiyat-Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Prof.Dr. Yücel Şenyurt, Nevşehir’in bugünkü Anadolu coğrafyasındaki konumunun gözden geçirildiğinde, Anadolu’nun tam ortasında yer almasının yanı sıra, kıtalar arasında köprü vazifesi görmesi nedeniyle öneminin bir kez daha ortaya çıktığını söyledi.


KAZILARA 2007 YILINDA BAŞLANDI
Prof.Dr. Şenyurt, konuşmasında, “Nevşehir’i, kendi il sınırları içerisinde yapılan kazılar açısından değerlendirecek olursak; Hacıbektaş’taki Suluca Karahöyük kazıları, Avanos’taki Camihöyük kazıları ve Sarılar Kasabasındaki Zank Höyük kazıları dışında çok bilimsel anlamda kazılar yapılmamıştı. 1996’da Ovaören’de yaptığımız yüzey araştırması sonunda 2007 yılında burada kazı çalışmalarına başladık. Gerçekleştirdiğimiz ön çalışmalarda ilk olarak surlara rastladık ve surların hangi döneme ait olduğunu araştırırken, kazı alanında günümüzden en az 3500 yıl önce Hitit dönemine ait olduğunu tespit ettiğimiz ve surlara saplanmış ok ucunu bulduk. Bu da bize buranın tarihi hakkında bilgi vermiş oldu” dedi.


“BELGELER, OVAÖREN’İN TARİHÇESİNE IŞIK TUTACAK”
2007 yılında başladıkları kazı çalışmalarıyla birlikte şu ana kadar yüzeyden 4 metre derinliğe kadar indiklerini ve Hitit Dönemi tabakalarına ulaştıklarını söyleyen Prof.Dr. Yücel Şenyurt, yapılan kazılarda kentin giriş kapısı başta olmak üzere sur duvarları, yerleşim alanları ile yerleşim yerinin tarihine ışık tutacak o dönemlerde kullanılmış çanaklar, mezarlar ve bazı araç gereç kalıntılara ulaştıklarını dile getirdi. Prof.Dr. Şenyurt, "En önemlisi ise kazılarımızda o dönemlerde kullanılmış mühür bulduk. Bu da bize o dönemlerde yazılı belgelerin olduğunu göstermekte ve biz bu yazılı belgeleri bularak Ovaören’in Anadolu ve Nevşehir’in tarihçisine ışık tutmuş olacağız. Ovaören kazılarını tamamlamamızla birlikte bölgede yeni bir turizm alanını da ortaya çıkarmış olacağız” diye konuştu.


NEVŞEHİR-OVAÖREN HAKKINDA
Nevşehir’in Gülşehir İlçesine bağlı Ovaören beldesinde Prof.Dr. Yücel Şenyurt başkanlığında 2007 yılında kazılara başlanmış olup kazılar hala devam etmektedir. Kalkolitik Çağ’dan Demir Çağı sonuna kadar kesintisiz bir yerleşime sahne olan Ovaören, ticaret yollarının kesişme noktasında yer alması sebebiyle Anadolu içinde oldukça önemli bir jeopolitik konuma sahip.

Milliyet, 29.05.2014

DEPODA BEKLETİLEN 2 BİN YILLIK MOZAİK RESTORE EDİLDİ

 

Samsun Arkeoloji ve Etnografya Müzesi tarafından 18 yıl önce bulunan ve yer olmadığı için depoda saklanan 2 bin yıllık mozaiğin restorasyonu tamamlandı. Mozaikte çeşitli bitkisel ve geometrik şekillerin bulunduğu belirtildi.

 

İlkadım İlçesi’ndeki Amisos antik kentinde 1996′da Arkeoloji ve Etnografya Müzesi tarafından yapılan kurtarma kazısı sonucunda, Geç Roma Dönemi’ne ait yaklaşık 2 bin yıllık mozaik ortaya çıkarıldı. 50 metrekarelik mozaik kazı sonrasında bulunduğu yerden alınarak müzeye götürüldü. Müzede sergilenecek yer olmadığı için mozaik depoda saklanmaya başlandı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na yapılan girişimler sonrasında teknik eleman desteği sağlandı ve mozaikler depodan çıkarılarak 6 ay önce restore edilmeye başlandı. Yapılan ilk çalışmaların ardından ikinci restoranyon çalışması da geçtiğimiz hafta yeniden başlatıldı. Yaklaşık bir hafta süren çalışma sonrasında mozaiğin restorasyonu tamamlandı. Çeşitli bitkisel tasvirler ve geometrik şekillerin bulunduğu mozaik restorasyonla birlikte yeniden gün yüzüne çıkmış oldu.

 

Arkeoloji ve Etnografya Müzesi Müdürü Muhsin Endoğru, son restorasyon çalışmasının da bitirilmesiyle birlikte mozaiğin depo dışında müzede oluşturulan bir alanda muhafaza edileceğini belirterek, “İstanbul Restorasyon ve Konservasyon Merkez Laboratuvarı Müdürlüğü’nden gelen 4 kişilik bir ekip titizlikle çalışmasını sürdürdü. Gerekli çalışmaları bitirip mozaiği sergilenecek duruma kavuşturduk. Şu an teşhir edilmeye hazır ancak müzemizde kapasite yetersizliğinden yer olmadığı için uygun bir alanda korunaklı bir şekilde saklayacağız” dedi.

haberler.com, 29.05.2014

ANTANDROS GÜN IŞIĞINA ÇIKIYOR SERGİSİ

 

 

Balıkesir’in Edremit İlçesi'ndeki efsanevi Kaz Dağları’nın antik zenginliği olan tarihi Antandros Kenti, fotoğraf sergisi ile beğeniye sunulacak.


Fotoğraf sanatçısı Firdevs Sayılan’ın Antandros fotoğrafları 3 Haziran 2014 Salı günü Edremit A. Sıdıka Erke Etnografya Müzesi’nde sergilenecek. Edremit Belediyesi ve Antandros Derneği tarafından kazı çalışmaları devam eden Kaz Dağları’nın ve Kuzey Ege’nin tarihi antik kenti Antandros’ta (AFİAP) sanat tarihçisi ve fotoğraf sanatçısı Firdevs Sayılan tarafından çekilen fotoğraflardan oluşan sergi 3 Haziran 2014 Salı günü A. Sıdıka Erke Etnografya Müzesi’nde açılacak. Kazı çalışmalarının devam ettiği tarihi Antandos antik kentinde ki çalışmaları yakından takip eden ünlü fotoğraf sanatçısının eserleri müzede bir hafta boyunca ziyarete açık kalacak. Edremit Belediye Başkanı Kamil Saka, ortaya çıkan bulgular ile antik kentin geçmişinin MÖ 8. Yüzyıla kadar uzandığını belirterek, “1989-1995 yılları arasında aralıklarla sürdürülen Müze kurtarma kazılarında ele geçen eserler Bursa arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir. Ege Üniversitesi Klasik Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr.Gürcan Polat ve ekibi 2001 yılından bu yana, farklı alanlarda çalışmalarını sürdürmektedir. Bu çalışmalar sırasında değerli fotoğraf sanatçısı Firdevs Sayılan çekilen fotoğraflar ile antik Antandros’u bir kez daha beğeniye sunacağız” dedi.

Milliyet, 29.05.2014

8 BİN YILLIK TARİH KORUMA ALTINDA

 

‘Kültürel Mirasımızın Sürdürülebilirliği’ konulu oturuma BASF Yapıştırıcı ve Reçineler Teknik Pazar Geliştirme Başkanı Dr. Ralph Lunkwitz, Mainz Roma Germen Merkez Müzesi Antik Çağ Gemileri Müzesi Konservasyon Direktörü Markus Wittköpper ve İstanbul Üniversitsi Taşınabilir Kültür Varlıklarını Koruma Bölümü ile Sualtı Kültür Kalıntılarını Koruma Anabilim Dalı Başkanı Doç Dr. Ufuk Kocabaş katıldı. Oturumda İstanbul’un 8 bin yıllık tarihinin BASF’nin yardımlarıyla koruma altına alındığı anlatıldı. TNS Global Genel Müdürü Murat Demiral, GfK Genel Müdürü Fulya Durmuş, Conento Genel Müdürü Melis Tufur ve Sürdürülebilirlik Akademisi YK Üyesi Semra Sevinç; tüketici davranışlarını paylaştı. Sürdürülerbilirlik Akademisi’nin Schneider Electrics ile işbirliğinde gerçekleştirdiği Yeşil Tüketim Araştırması’nın sonuçları da bu oturumda paylaşıldı.

Hürriyet, 29.05.2014

İNSANOĞLUNUN İLK TAKMA DİŞİ

 

 

Fransa’da yapılan kazı çalışmalarında arkeologlar şaşırtıcı bulgulara ulaştı. MÖ 3’üncü yüzyıl dönemine ait bir kadın cesedini inceleyen uzmanlar takma bir diş buldu.

 

Diş implantı, Fransa'nın kuzeyindeki La Chêne'de yürütülen arkeolojik kazılarda, keresteden yapılan bir mezarın içinde gömülü halde bulunan Demir Çağ'a ait bir kadın iskeletinden çıktı.

Öldüğünde 20-30 yaş aralığında olduğu tespit edilen kadının üst kesici dişinin yerinde demir bir çivi bulundu.

Çivinin ahşap veya kemikten yapılan bir takma dişi tutmak için kullanılmış olabileceği ve zamanla çürüyüp yok olan dişin yerinde kaldığı belirtiliyor. Bulgular Antiquity dergisinde yayımlandı.

BULGULAR DEMİR ÇAĞI DÖNEMİNDEN

Fransa'nın Champagne-Ardenne bölgesinde bir konut projesi inşası sırasında yapılan kazılarda bulunan ve aynı kapalı bölgeye gömülen dört yetişkin kadından birine ait olan gömünün MÖ 3'üncü yüzyıla ait olduğu ifade edildi.

Mezar içinde bulunan malzemeler, Orta ve Batı Avrupa'da gelişen La Tene kültürüne ait özellikler taşıyor.

Genç kadının iskeletinin bulunduğu 2009 yılındaki kazılara katılan Guillaume Seguin, BBC'ye yaptığı açıklamada "İskelet çok kötü muhafaza edilmiş" dedi.

Seguin şöyle devam etti: "Fakat dişler anatomiye uygun dizilmişti. Azıdişleri, küçük azıdişleri, köpekdişleri ve kesici dişler… Bir de orada metalden bir parça vardı. İlk tepkim, 'Bu da ne?' oldu." Dişler bir torbaya kondu ve incelemeye alındı. Seguin daha sonra kadının iskeletinde 31 yerine 32 diş olduğunu fark etti, kazı alanında çekilen fotoğraflarda da demir çivinin kayıp bir diş yerinde durduğu görüldü.

Bordeaux merkezli arkeoloji kurumu Archeosphere'de çalışan Seguin, "Dişlerle aynı boyutlarda ve aynı şekilde olmasından yola çıkarak varılan en iyi varsayım, bunun bir diş protezi olduğu veya en azından diş protezi yaratma girişimi olduğudur" diye konuştu.

 

 

SONRADAN MI YERLEŞTİRİLDİ?

Seguin, bu girişimin başarısıyla ilgili şüphe duymak için geçerli nedenler olduğuna dikkat çekiyor.

Birincisi, vücut içinde paslanıp aşınma eğiliminde olmasından dolayı demirin, diş implantı olarak kullanılması uygun değil. Diş implantı için modern hekimlikte titanyum malzemesinin kullanılması tercih ediliyor.

İkincisi, o dönemde steril hijyen koşullarının yoksunluğu nedeniyle, apseler oluşuyordu ve bu apseler de ilerleyen yaşlarda bireyin ölümüne neden olabiliyordu.

Kalıntıların kötü muhafaza edilmesinden dolayı, iskeletine ulaşılan kadının ölümünde diş implantının herhangi bir etkisi olup olmadığı tespit edilemiyor.

Fransa'da bulunan diş implantının Batı Avrupa'da görülen ilk takma diş olabileceği düşünülüyor fakat ilk protez diş olarak kabul edilen bulgular 5 bin 500 yıl önce Mısır ve Yakın Doğu'da elde edilmişti.

Fakat çoğunun, ölü bedenin bütünlüğünü korumak için sonradan yerleştirilmiş olduğuna inanılıyor.

Araştırmacılar Fransa'da bulunan diş implantının cesede sonradan yerleştirilmiş olabileceği ihtimalini göz ardı etmiyor ama implantın yaşam boyu kullandığına dair de kanıtlar olduğuna dikkat çekiyor.

Demir çivinin kemik veya ahşaptan yapılma dişi sabitlemek için kullanıldığına dair kesin bir kanıya da varılamıyor çünkü her iki malzeme de asitli toprakta erime özelliğine sahip.

DIŞ GÖRÜNÜME ÖNEM VERİYORLARDI

Bordeaux Üniversitesi'nde görevli Seguin ve diğer araştırmacılar gömülerin 'dış görünümüne önem veren, dönemin elit tabakasına mensup kişilere' ait olduğunu yazıyor.

Bilim insanları ayrıca, elde edilen bulguların Galyaların İtalya'nın kuzeyindeki Etrüsk medeniyetiyle iletişim halinde olduğu bir döneme denk geldiğine dikkat çekiyor.

Etrüskler, var olan dişlerin üzerlerine altın şeritler yerleştirerek Galyalılardan farklı bir düzenlemeye gitseler de, diş konusundaki ustalıklarıyla biliniyorlar. 

Milliyet, 29.05.2014

3. KÖPRÜ GÜZERGAHINDAN HAZİNE ÇIKTI

 

 

Kuzey Marmara Otoyolu ve bağlantılarındaki arkeolojik veriler dudak uçuklatıyor. Sadece 2 günlük yüzey araştırmasında inanılmaz buluntulara rastlandı; Lahit odası, paleolitik dönem kalıntılar, seramikler, sikkeler, Bizans'a ait bir karakol binası....

 

3. köprü güzergahında ‘ilk bakışta’ görünen arkeolojik buluntular şaşırttı. Ancak uluslararası finans kurumlarından kredi bulmak amacıyla hazırlanan ÇED raporunda belirlenen kültür varlıklarından ne İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin ne de koruma kurullarının haberi var. Marmaray projesi sırasında Yenikapı’da müze tarafından yapılan arkeolojik kazılarda çok sayıda tarihi eser ortaya çıkmış ve proje 7 yıl uzamıştı. Bu projenin de uzamasından korkulduğu için müze devre dışı bırakıldı. 

2 günde 26.5 kilometre yürüdüler ve...
3. köprü ve güzergahı ÇED raporundan muaf tutuldu. Ancak inşaatı yapan ICA Konsorsiyumu’nun uluslararası finans kurumlarından kredi bulabilmesi için göstermelik de olsa bir ÇED raporuna ihtiyacı var. Uluslararası danışmanlık ve mühendislik firması AECOM tarafından hazırlanan raporun 13’üncü bölümü Arkeoloji ve Kültürel Miras başlığını taşıyor.


Bu bölüm Regio Kültürel Miras ve Danışmanlık şirketi tarafından hazırlanmış. Arkeolog Gökhan Mustafaoğlu ve Uğur Dağ 2 gün boyunca yaklaşık 26.5 km yol yürüyerek yaptıkları gözlemlerde çarpıcı arkeolojik verilere rastladı. Güzergahın büyük bir kısmının ormanlık arazi, çalılık alan olmasından dolayı güzergahın tamamında yürüme şansları olmadı. Yürüdükleri alanlarla ilgili ise ön inceleme raporunun sonuç bölümünde ise şu öneride bulundu: ‘‘Bölge Koruma Kurulları’nın işbirliği içinde inşaat alanlarının ormansızlaştırılmasından sonra yoğun bir saha incelemesi yapılmalı, bölgenin arkeolojik potansiyeli göz önüne alındığında, fiziksel müdahaleyi de kapsayan tüm faaliyetlerin deneyimli arkeologların gözetimi altında yerine getirilmesi zorunludur.’’


Raporun sonuç bölümündeki öneriye rağmen Kuzey Marmara Otoyol güzergahındaki çalışmalarından İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin haberi bile yok. Müze yetkilileri kendilerine yapılan bir başvuru olmadığını belirtiyor. Oysa 2863 sayılı yasa gereği, inşaai faaliyet sırasında herhangi bir kültür varlığına rastlandığında inşaatın derhal durdurularak en yakın müzeye haber verilmesi zorunluluğu var. Ancak müteahhit firmalar proje uzar, başlarına açılır gerekçesiyle, kültür varlıklarını tahrip etme yoluna gidiyor. Bu nedenle de İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin yetkisini kullanarak yol çalışmalarını denetlemesi gerekir. Yol güzergahı İstanbul’da 4 ayrı koruma kurulunun yetki alanlarından geçiyor. Kurullarda bu çalışmalar için ‘‘Müze denetiminde yapılmalı’’ kararı alabilir.


1 No’lu Kurul’un 8 bölgede 8 eser olduğunu daha önce Radikal 25 Mart tarihinde duyurmuştu.


Çatalca ve Silivri: İnceğiz Mağaraları, Maltepe Antik Nekropolü ve Yerleşim Alanı (1. derece arkeolojik sit)
Silivri: Anastasius Surları (Arkeolojik sit alanı).
Gaziosmanpaşa ve Sultangazi: Kırkçeşme Su Galerisi Hattı.
Avcılar: Ispartakule Spradon Antik Kenti (1. ve 3. derece arkeolojik sit alanı).
Arnavutköy: Şamlar Köyü Dutlar Mevkii kayaya oyulmuş mezar yapısı.
Çatalca İğneağzı: Kartepe (Umurtepe) Mağara ve Antik Taş Ocağı (1. derece doğal ve 2. derece arkeolojik sit).
Arnavutköy: Sazlıbosna Filiboz Örenyeri (1. derece arkeolojik sit)
Silivri: Küçükkılıçlı Köyü Antik Yerleşim Alanı (1. derece arkeolojik sit).

 

‘Yüzeyde’ bulunanlar
‘‘Kuzey Marmara Otoyolu güzergahının sınırlı kısımlarında saha yürüyüşü gerçekleştirilmiş. 200 metrelik bir aralık incelemeye tabi tutulmuştur. Saha yürüyüşü, altyapı inşaatı projelerinde kültürel miras konusunda kapsamlı bilgi ve deneyime sahip 2 kıdemli arkeolog tarafından yapılmıştır. Saha yürüyüşü sırasında bölgenin jeolojik ve arkeolojik özellikleri dikkate alınarak zemin üzerindeki görünür arkeolojik izler, seramik parçaları, mimari kalıntılar, mezarlar, mezar izleri, tümsekler ve höyükler gözlemlenmiş, kaydedilmiştir.’’


‘‘Köprü ayaklarının inşa edileceği alanlar aynı zamanda tarihi varlıklar açısından yüksek bir potansiyele sahiptir. Literatürde bu alanlarda çok sayıda tarihi yerleşim bölgesinini varlığından bahsedilmektedir, fakat bu yerleşim bölgeleri henüz keşfedilmemiştir. Anadolukavağı ve Poyrazköy arasındaki tepelerden birisi üzerinde bulunduğu varsayılan Zeus Ourios tapınağı da bunlar arasındadır. Literatürde aynı zamanda Kibele tapınağından da söz ediliyor. Yenikapı kazıları sırasında Kibele’ye adanan bir sunak keşfedilmiştir. Bu bilgiler ışığında tarihte kilit rol oynamış olan İstanbul’da tarihi veya mimari varlıklarla karşılaşılması kaçınılmazdır.’’


‘‘Proje güzergahı ve etki alanları üzerindeki çok sayıda mimari yapı ve arkeolojik taşınmaz varlıklar, toprak altında kalmış veya bitki örtüsüyle kaplanmış olabilir. Bundan dolayı proje güzergahının ormansızlaştırma aşamasından sonra proje bölgesinin ormanlık arazileri ve çalılık alanlar üzerinde deneyimli arkeolojik ekipler tarafından sistematik bir saha incelemesi yürütülmelidir. İncelemenin sonuçlarına bağlı olarak daha fazla araştırma veya arkeolojik varlıkların korunması için arkeolojik test çukurları veya kurtarma kazıları gerekli olabilir.’’


‘‘Garipçe inşaat şantiyesi ile Garipçe Köyü arasındaki yol kenarında bazı çömlek parçaları ve kiremitler gözlemlenmiştir. Köyün ve Boğaz’ın gözetlenmesinde kullanılan bir kule ya da karakol olabileceği düşünülmektedir. Yüzey buluntuları Bizans ve Osmanlı dönemine aittir.’’


‘‘Uskumruköy’ün yaklaşık 2.5 km batısında inşaat etki alanı üzerinde, Tabya Tepe ile Mandıra Tepe arasındaki bayırlarda muhtemelen mimari bir yapıya ait seramikler ve taş bloklar keşfedilmiştir. Bulunan seramikler arasında yeşil sırlı çömlekler olduğu gözlemlemiştir.’’


“‘İnşaat koridorunun 1 km batısında bulunan Zirve Tepe’nin tepe ucunda diktörtgen şeklinde bir binaya ait temel kalıntıları bulunmuştur. Temel doğal taştan bina edilmiş olup, dış cephesi horosan harcı ile kaplanmıştır.’’


‘Başakşehir’de büyük olasılıkla insan eliyle yapılmış olduğu düşünülen kubbeli bir tünel keşfedilmiştir. L şeklindeki kalıntılara bir merdiven vasıtasıyla inilmektedir. Yapının ebatları 0.65 x 10.30 metre olarak belirlenmiş olup çok büyük olasılıkla bir lahit odası olduğu düşünülmektedir.’’

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 29.05.2014

 

******


RADİKAL'İN HABERİ İHBAR KABUL EDİLDİ, 3. KÖPRÜ YOLUNA MÜZE EL KOYDU

 

Radikal'in dünkü manşetinin ardından müze arkeologları 3. köprü güzergahına gitti. Güzergah didik didik aranacak ve hafriyat çalışmaları arkeologlarca denetlenecek. Kültür varlığına rastlanılması halinde kurul kararı doğrultusunda Yenikapı'daki gibi kazı başlayacak. Elde edilecek bulgulara göre belli noktalarda güzergah değişikliği de olabilir.

 

Radikal’in dün duyurduğu Kuzey Marmara Otobanı ve 3. Köprü projesi ile ilgili 2 günlük yüzey araştırmasında çıkan eserlerin sahipsiz bırakılması büyük yankı uyandırdı. Uluslararası finans kurumlarından kredi bulmak amacıyla hazırlanan ÇED raporunda belirlenen kültür varlıklarından İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin ve koruma kurullarının haberinin olmadığını, Yenikapı’da arkeolojik kazılarında olduğu gibi projenin uzaması riskine karşılık müzenin devre dışı bırakıldığını duyurmuştuk. 2 günlük yüzey araştırmasında bile çok sayıda paleolitik dönem, Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait eserler bulunduğuna dikkat çekmiştik.


Haberimizi ihbar kabul eden İstanbul Arkeoloji Müzesi köprü güzergahının yapıldığı alana 3 kişilik arkeolog ekibi gönderdi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın da onayı alınarak başlatılan incelemede güzergah boyunca bağlantı yolları ve moloz döküm sahalarında arkeologlar yüzey araştırması yapacak. Aynı zamanda hafriyat yapılan alanları da inceleyecek olan arkeologlar kültür varlığı tespit edilen yerlerde makinelerini durdurup gelinen noktayı bir rapor halinde ilgili kültür varlıkları koruma kuruluna bildirecekler. Yüzey araştırması sırasında tespit edilen mimari yapı ya da kültür varlıklarında yine ilgili koruma kurulunun vereceği karar doğrultusun da sondaj kazılarına başlanılacak. Bilimsel arkeolojik kazı durumu ise koruma kurulununun vereceği karar ile yapılabilecek. Güzergahın 1 ve 3. derece sit alanlarından geçen bölgeleri ile etki alanındaki araziler de incelemeye tabi tutulacak.

Ne yapılacak?
1. derece sit alanı olan güzergahının Silivri ve Çatalca hattında İnceğiz Mağaraları, Maltepe Antik Nekropolü ve Yerleşim Alanı ile Anastasius Surları ekibin ilk inceleme yapacağı alanlar olacak. Ispartakule Spradon Antik Kenti (1. ve 3. derece arkeolojik sit alanı içinde güzergahın geçtiği noktalar belirlenecek ve burada kurulun vereceği karar doğrultusunda sondaj kazıları gerçekleşecek. Yine Çatalca İğneağzı, 1. derece doğal ve 2. derece arkeolojik sit alanı içinde kalan Kartepe (Umurtepe) Mağara ve Antik Taş Ocağı da arkeologların incelemesi gereken önemli alanlar olacak. 1. derece arkeolojik sit olan Arnavutköy’deki Filiboz Antik kentinin de incelemeye tabi tutulacak önemli yerlerden biri olduğu belirtiliyor. 

İnşaat durur mu?
Yaklaşık 114 km’lik güzergah üzerinde çok sayıda sit alanı olduğu biliniyor. Aynı zamanda 2 günlük yüzey araştırmasında bile dudak uçuklatan cinsten arkeolojik veriler elde edildiği gerçeğine bakarak inşaatın duracağını söylemek yanıltıcı olur. Bazı noktalarda belki de güzergah değişikliğine gidilebilir. Çünkü müze arkeologlarının 2863 sayılı yasa kapsamında bir kültür varlığına rastlaması durumunda bu durumu ilgili koruma kuruluna bildirecekler. Kurul önüne gelen rapor doğrultusunda kararın verecek.


Bu tür hallerde kurullar bazen sondajın derinleştirilmesini ve alanda daha fazla sayıda sondaj açılmasını istedikleri oluyor. Çıkacak kültür varlığının niteliği ölçüsünde bilimsel kazılara devam ya da tamam kararı yine kurullarca verilecek. Arkeologların bu çalışmaları bazen haftalar hatta aylar alabilir. Saha bilimsel çalışmalar tamamlandıktan sonra inşaat yapan firmaya terk edilir. Henüz müze arkeologları sahaya yeni gitmişken, inşaat duracak ya da yavaşlayacak gibi bir tahminde bulunmak zor. Arkeologların çalışmadığı güzergahta yol çalışmaları devam ederken, arkeologların işlerini bitirdikten sonra o alanlara girilmesi de çalışma süresine etki etmeyebilir. Ancak ek maliyet getireceği kesin.

 

‘Dudak uçuklatan’ liste TBMM’de
CHP İstanbul Milletvekili Ali Özgündüz Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik tarafından yazılı olarak cevaplandırılması için soru önergesi verdi. işte o sorular:

Önergeye konu olan iddialar doğru mudur? Bakanlığınız bu konuda bir araştırma yapacak mıdır?

3. boğaz köprüsü inşaatı başlamadan önce, bölgede olabilecek tarihi eserlere ilişkin herhangi bir çalışma yapılmış mıdır? Yapılmamış ise İstanbul gibi dünyanın en önemli ve tarihi metropollerinden birinde bu çalışma neden yapılmamıştır? Yapılmış ise sonuçları nelerdir?

Bakanlığınızın veya herhangi bir biriminin, köprü inşaatını yapan firmanın aldığı raporun ‘Arkeoloji ve Kültürel Miras’ başlıklı kısmında yazanlardan haberi var mıdır? Varsa ne yapılmaktadır?

İddialar üzerine herhangi bir araştırma yaptırdınız mı? Yaptırdıysanız sonuçları nelerdir?

Eserlerle ilgili, en yakın müze veya koruma kuruluna haber vermeyerek inşaata devam eden firmayla ilgili ne gibi yaptırımlar uygulanacaktır?

Müzeye haber verilmemesi durumunda, koruma kurullarının harekete geçebileceği gerçeğinden hareketle koruma kurulları köprü inşaatının olduğu güzergahta bulunan tarihi eserlerle ilgili çalışma yapacak mıdır?

Dünyanın herhangi bir gelişmiş ülkesinde, böyle bir olay yaşandığında gündem değişir, sorumlular gereğini yapar. Bu işte sorumluluğu olanlarla ilgili ne gibi işlemler yapılacaktır?

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 30.05.2014

KARKAMIŞ ANTİK KENTİ KAZILARI ANLATLDI

 

Gaziantep Kulübü Derneği ve Gaziantep Turizm Derneği iş birliğiyle, Suriye sınırında bulan Karkamış İlçesi'nde 2011 yılında başlayan kazılar nedeniyle ‘Karkamış Antik Kenti ve Devam Eden Kazılar’ konulu konferans düzenledi.

 

Şehitkamil Kültür ve Kongre Merkezinde düzenlenen konferansa; Gaziantep Vali Yardımcısı Mehmet Taşdöğen, Şahinbey Kaymakamı Uğur Turan, Şahinbey Belediye Başkanı Mehmet Tahmazoğlu, Şehitkamil Belediye Başkanı Rıdvan Fadığlu, Gaziantep Kulübü Başkanı Kamil Gereçci, Gaziantep Turizm Derneği Başkanı Hülya Akkaya, Karkamış Antik Kenti Kazı Ekibi Başkanı Prof.Dr.Nicola Marchetti ile çok sayıda davetli katıldı.

 

Konferansın açılış konuşmasını yapan Hülya Akkaya, Gaziantep Turizm Derneği’nin kudurduğu günden bu yana kültürel değerlerin korunması ve turizm bilincinin oluşması için çalıştığını söyledi.

Türkiye- Suriye sınırında bulunması nedeniyle Karkamış antik kentinin uzun yıllardır ziyarete ve araştırmaya kapalı olduğunu hatırlatan Akkaya, “Bölgede 2011 yılında başlayan kazılar neticesinde ortaya çıkan tarihi eserlerin bu yıl Arkeopark projesiyle ziyarete açılması planlanmaktadır” dedi.

 

Kamil Gereçci ise üzerinde yaşadığımız toprakların tarihini bilmediğimizi söyleyerek, Karkamış antik kentinde Klikya, Yukarı Mezopotamya ve Geç Hitit dönemine ait eserlerin bulunduğunu belirtti. Gereçci, şöyle devam etti:

“Biz üzerinde yaşadığımız tarihi Cumhuriyet Döneminde fark etmişiz. Yerel bazda ise son 10 yıldır çalışmalar yapıyoruz. Yabancılar ise bunu 19′uncu yüzyılın başında fark ederek bizim topraklarımızda kazılar yapmış. 1900′lü yıllarda Sir Charles Wooley Karkamış Kazıları yapmıştır. İngiliz hükümeti o dönemde bu kazılara o kadar önem vermiştir ki; Ortadoğu’da önemli casusluk faaliyetlerini üstelenen Lawrance’in her türlü faaliyetini durdurarak bölgeye göndermiş ve Sir Charles Wooley’in emrine vermiştir. O dönemde çıkarılan eserler British Museum’da sergileniyor. Biz geç kalmış değiliz. Bu anlamda şu anda sürdürülen kazılar büyük önem taşımaktadır.”

Konuşmaların ardından Karkamış Antik Kenti Kazı Ekibi Başkanı Prof.Dr. Nicola Marchetti, ‘Karkamış Antik Kenti ve Devam Eden Kazılar’ konulu konferans düzenledi. Marchetti, kazılarla ilgili ortaya çıkan sorunlardan bahsederek, kazılar neticesinde gün yüzüne çıkarılan eserleri anlattı. Prof.Dr. Marchetti, “Kazılarla bir kentin nasıl kurulduğuna, nasıl geliştiğine ve genişlediğine şahit oluyoruz. İç ve dış Kent için çok geniş bir alan var. En önemli binalar ise Hitit döneminden kalma. Burada Demir Döneminden kalma eserlerle karşılaştık” diye konuştu.

haberler.com, 28.05.2014

KANALİZASYON KAZISINDA BİN 500 YILLIK ARŞİTRAV BULUNDU

 

Kütahya'nın Simav İlçesi'nde kanalizasyon kazısı sırasında Bizans dönemine ait olduğu tahmin edilen bin 500 yıllık arşitrav bulundu.

 

Simav Kent Müzesi sorumlusu arkeolog Özkan Sulak, AA muhabirine yaptığı açıklamada, yapılan kanalizasyon çalışmalarında Bizans Dönemine ait yaklaşık bin 500 yıllık olduğu tahmin edilen arşitrav bulunduğunu söyledi.

 

Arşitrav'ın terim anlamı hakkında bilgi veren Sulak, "Sütunların üzerine konulan yatay hatıl. Bu malzeme ise doldurmada dolgu malzemesi olarak kullanılmış. Devşirme yani başka bir yerden getirilip burada dolgu malzemesi olarak kullanılmış" ifadesini kullandı.

 

Mimaride arşitrav parçasının sütunların taşıdığı üst yapının bir parçası olarak kullanıldığını belirten Sulak, "Normalde bu arşitrav parçası daha çok antik dönemde, özellikle tapınaklarda üst yapıdaki dorik sütunların hemen üst kısmına yerleştirilerek kullanılmaktadır.  Burada bulduğumuz arşitravın parçasının bir duvar arşitravı olduğunu tahmin ediyorum. Yaklaşık olarak 1,5 metre uzunluğunda olup triglif ve metopları çok bariz olarak belirgindir."

 

Sulak, arşitrav parçasının Simav Kent Müzesi'nde sergilenmek üzerine koruma altına alındığını söyledi.

Memleket, 28.05.2014

"TREN İSTASYONLARI MÜZE OLSUN"

 

Kadıköy Belediyesi, "Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul 5 No’lu Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından "1. Grup Kültür Varlığı" olarak tescil edilen Haydarpaşa-Bostancı arasındaki 6 istasyonun müze veya kültür merkezi olarak kullanılması için Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’na başvurmaya hazırlanıyor. Belediyenin talebi Göztepe, Kızıltoprak, Feneryolu, Erenköy, Suadiye ve Bostancı istasyonlarının müze veya kültür merkezi olarak kullanılması yönünde.

 

TREN İSTASYONUNUN OLMADIĞI BİR GÖZTEPE DÜŞÜNEBİLİR MİSİNİZ 
Demiryolu mimarisinin özgün yapılarından olan istasyonların müze veya kültür merkezi olarak kullanılması için Bakanlığa iki kez talepte bulunduklarını hatırlatan Kadıköy Belediye Başkanı Aykurt Nuhoğlu, "Bu yapılar Anıtlar Kurulu’ndan tescilli. Tarihi eser. Hiçbir şekilde yıkılamaz. Kadıköy’de yaşayanlar da bu binaların kimliklerinin korunmasını istiyor. Tren istasyonunun olmadığı bir Göztepe düşünebilir misiniz? Hayal etmek bile mümkün değil. Bizim tavrımız sonuna kadar bu tren istasyonlarının kimlikleriyle kalması, müze olması ve kültür sanat etkinlikleriyle ilişkili bir kimlikle korunmaları ve geleceğe taşınmaları" diye konuştu.

Anadolu yakasındaki tren istasyonlarının ilk durağı olan Haydarpaşa ile ilgili sürecin devam ettiğini belirten Nuhoğlu, "Bize Haydarpaşa’nın bu haliyle korunacağı, bu kimliğin devam edeceği söylendi. Projeyle ilgili yürütmeyi durdurma kararı alındı. Süreç devam ediyor" dedi.

SUNAY AKIN: İSTASYONLAR TEMATİK MÜZE OLMALIDIR
Göztepe’de bulunan ‘Oyuncak Müzesi’ni kuran yazar Sunay Akın, 2009 yılında Belediye Meclis üyeliği yaptığı dönemde istasyonların "Kültür Hattı" olarak müze veya kültür merkezini talep etmişti. Bugün de atıl durumda kalacak istasyonların müze olarak değerlendirilmesi gerektiğini savunan Sunay Akın, "Müzeler toplumların hafızasıdır, beynidir, birlikte yaşama kültürünün bilgi mabetleridir. Haydarpaşa Garı Anadolu’nun gardırobudur. Haydarpaşa Garı Anadolu medeniyetlerinin anlatıldığı bir müze olmalıdır, 6 tren istasyonu da tematik müzeye dönüştürülmelidir" ifadelerini kullandı.

KIZILTOPRAK TREN İSTASYONU, VECİHİ HÜRKUŞ HAVACILIK MÜZESİ OLMALIDIR
Akın, "Kızıltoprak tren istasyonu, Vecihi Hürkuş Havacılık müzesi olmalıdır. Çünkü Cumhuriyet tarihimizin kahramanı Havacı Vecihi Hürkuş Kızıltoprak’lıdır. Kuşdili çayırında havaalanı vardı."

GÖZTEPE TREN İSTASYONUNDA HAREM AĞALARININ TARİHİ ANLATILMAZ MI
II. Abdülhamit’ın musahiplerinden Nadir Ağa’nın Göztepe tren istasyonunun yanında oturduğunu anlatan Akın, "Nadir Ağa’yla Osmanlı’da harem ağalarının olduğunu biliyoruz. Onların tarihi anlatılamaz mı?" dedi.

SARIKAMIŞ’TA KİBRİT KUTUSUNA SIĞAN ANILAR NEDEN SERGİLENMİYOR
Sarıkamış Harekatı sırasında esir düşen Teğmen Fuad’ın Kadıköy’lü olduğunu hatırlatan Sunay Akın, "Sarıkamış’ta binlerce askerimiz şehit oluyor, bazıları yaklaşık 2,5 yıl Sibirya’da esir kalıyor. Onlardan biri Teğmen Fuad. Teğmen Fuad’tan kibrit kutusunun içine sığacak büyüklükte iki tane el yapımı defter kalıyor. Sibirya’da sürgünde yaşadıklarını o kibrit kutusunun içindeki deftere yazmış, resimler yapmış. Şimdi bir evde duruyor. Bu merak edilmez mi? Bunlar neden sergilenmiyor?" dedi.

SORUMLU KÜLTÜR BAKANLIĞI’DIR
Kadıköy’e bulunan 6 tarihi istasyonun nasıl değerlendirileceğinin kararını Ulaştırma Bakanlığı’nın değil, Kültür Bakanlığı’nın vermesi gerektiğini savunan Sunay Akın, Kültür Bakanlığı’nı göreve çağırdı. Basında yer alan haberler üzerine Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı "Göztepe tren istasyonu yıkılmayacak ve olduğu gibi muhafaza edilecektir. Mevcut istasyonun 400 metre batısına Marmaray Projesi kapsamında yeni ve modern bir istasyon inşa edilecek ve o istasyon kullanılacaktır" açıklamasında bulunmuştu.

Hürriyet, Haber: Ezgi Çapa, 28.05.2014

800 PARÇA TARİHİ ESER ELE GEÇİRİLDİ

 

 

Tekirdağ’ın Malkara İlçesi’nde jandarma tarafından düzenlenen operasyonda 800 parça tarihi eser ele geçirilirken, olayla ilgili 3 kişi gözaltına alındı.

 

Tekirdağ Jandarma Komutanlığı Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ve Malkara İlçe Jandarma Komutanlığı Asayiş ekipleri, 45 yaşındaki Y.T., 60 yaşındaki N.C. ve 40 yaşındaki R.T.’nin tarihi eser aradığı bilgisi üzerine harekete geçti. 3 kişinin evlerinde mahkeme kararıyla arama yapıldı. Evlerde yapılan aramalarda Roma ve Bizans dönemlerine ait sikke, at ve balık karışımı heykeller, ağırşaklar, küçük heykeller, yüzükler, mühürler, halkalar, çeşitli savaş malzemeleri ve define aramakta kullanılan 3 dedektör ve özel dinleme kulaklıkları olmak üzere yaklaşık 800 parça obje ele geçirildi.

 

2000-2500 YILLIK GEÇMİŞ

3 zanlı jandarma ekipleri tarafından; Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’na Muhalefet’ suçlamasıyla gözaltına alındı. Tekirdağ Müze Müdürlüğü tarafından yapılan incelemede, eserlerin 2 bin ile 2 bin 500 yıllık geçmişe sahip oldukları belirlendi. Tarihi eserler Tekirdağ Müze Müdürlüğü’ne teslim edilirken, olayla ilgili başlatılan soruşturma sürüyor.

Hürriyet, 28.04.2014

"AYASOFYA ORTAK MİRASTIR, MÜZE KALMALI"

 

 

Kültürel Mirası İzleme Platformu’nun “Ayasofya müze olarak kalmalıdır” çağrısına 1050 kişi imza verdi. Düzenlenen panelde Engin Akarlı, Şevket Pamuk, Aydın Uğur, Uğur Tanyeli ve Murat Belge Ayasofya’yı konuştu.

 

Tarih Vakfı’nın öncülüğünde oluşturulan Kültürel Mirası İzleme Platformu, “Ayasofya müze olarak kalmalıdır” diyerek bir çağrı metni yayınladı.

 

Aralarında dünya çapında tarihçiler, mimarlık tarihçileri, koruma uzmanları, gazeteciler ve kanaat önderlerinin de bulunduğu 1050 isim bu çağrı metnini destekledi.

 

Kampanyayı bugün Cezayir Toplantı Salonu'ndaki basın toplantısında Platform'dan Deniz Ünsal tanıttı. Metin şöyle:

 

“Ayasofya, İstanbul ve Türkiye'nin olduğu kadar Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Avrupa'nın başlıca ortak dini, kültürel, sanatsal ve siyasi simgeleri arasında yer almaktadır. Ayasofya'nın müze olarak bütün ziyaretçilerine eşit şekilde açık olması, bu emsalsiz anıtın evrensel değerini yansıtan ve çok katmanlı tarihinin herhangi bir dönemini dışlamadan kucaklayan barışçıl ve kapsayıcı bir davranıştır. Bu güzide eserin İstanbul ve dünya tarihinin ortak mirası olarak yaşatılabilmesi müze statüsünde kalmasına bağlıdır.”

 

Toplantıda Prof.Dr. Engin Akarlı, Prof.Dr. Şevket Pamuk, Prof.Dr. Aydın Uğur, Prof.Dr. Uğur Tanyeli ve Murat Belge’nin katılımıyla bir panel de gerçekleşti.

 

Panelde Ayasofya’nın cami kalması isteğinin ardındaki argümanlar, Ayasofya’nın korunması, fetih söylemi gibi başlıklar konuşuldu.

 

Akarlı: Üç argümana cevap

“Ayasofya’nın cami olmasını isteyenlerin üç argümanı, bir de durum var.

* ‘Batının dayatmasıdır, biz de karşı dayatırız diye misilleme’. Bunun uzantısı olarak başka yerde camilere yapılanlar gösteriliyor.

* ‘Fetih sembolü’ vurgusu. Doğru ama bu Kuran’dan beri ‘Gidin şehirlere mabetlerin en büyüğünü cami yapın’ denmiş gibi bir inanç dolaşıyor, bu doğru değil. Bu bir örf, nerede çıktığını düşünmek lazım.

* ‘Vakfın iradesi doğrultusunda kullanılması lazım’ argümanı. Fatih’in kendisi de çok vakıf bozmuştur. Ali bir menfaate hizmet ediyorsa bozabilir.

* Durum: ‘Aslına rucu’ isteniyor. Ayasofya’nın aslı ne? Aslı 1453. Müslümanlık Türklüğe, Türklük Müslümanlığa indiriliyor. Bunun ifade ettiği yaklaşımda kafalar katılaşıyor ve diyalog zor oluyor. Fatih İstanbul’u aldığında ihya ederek tüm kültürlerin merkezi olan bir yer yapmak istiyor. Bir yandan Rom Ortodoks Kilisesi’ni ihya ediyor.

 

Belge: Cami sloganının başlangıcı

“ ‘Ayasofya cami olsun’ sloganını ilk politize eden olay 1950’lerde Serdengeçti’de yayınlanan Osman Yüksel’in yazısı. Kısa, ajitatif, saldırgan bir yazı.

“Fatih’in İstanbul’u alıp Ayasofya’yı camiye çevirmesindeki ruh haliyle bu zamanda ‘Ayasofya Cami olsun’ diyenlerin ruh halinde önemli farklar var.

“Fatih'te Müslümanlıktaki Ehl-i Beyit anlayışını görüyoruz. Herhangi bir kilise, havra camiye çevrildiğinde, isteyenler yeni kilise, havra yapsınlar diye başka yer gösterilirdi. 

"Serdegençti’deki yazıda ise rövanşizm denebilecek bir şey var; ‘Bizim şuradaki güzelim camimizi kilise yaptılar, biz de yaparız’. Rövanşizmden öte ‘Biz vaktiyle dünyaya egemendik, ama bu hallere düştük, bizden aldılar’ diyerek dünyaya kafa tutma hali var.

“Bu bana özelikle kötü geliyor. Ayasofya’nın niçin cami olmamasına dair gerekçeler sayabilirim ama sosyal psikolojik açıdan bakınca bunun çok hastalıklı, kompleksli bir ruh hali olduğu kanısındayım.

 “Bu aslında bir cami yapma meselesi değil, İslam’ın ne olacağına dair de bir tavır alma. Biraz mahalle çocuğu gibi ‘Aldım, fethettim istersem cami yaparım’ gibi bir olgunlaşmamış bir ideolojinin siyaseti mi olması lazım yoksa dünya ile anlaşan diyolog kuran hoşgörüyü kabul eden bir İslam mı istiyoruz. Ateist de olsam bu İslam’ı istiyorum doğrusu.”

 

Pamuk: Medeniyetler ittifakı 

“Devraldığımız tarihi ve kültürel varlıklara karşı çatışamadan yana mı yoksa hoşgörüden yana mı tavır alacağımız bu varlıklara karşı nasıl davranacağımız çok önemli.

“Tavrımızı çatışmadan mı barış ve hoşgörüden mi yana duracağımız belirliyor. Türkiye Cumhuriyeti Ayasofya’nın müze olarak kalmasını sağlayarak hoşgörü ve barıştan yana olduğunu bir kez daha dünyaya duyurmalıdır.

“Eğer Türkiye dünyada öncü olacaksa çatışmanın öncüsü değil barış ve hoşgörünün öncüsü olduğunu göstermelidir.

“Ayasofya’nın müze olarak kalması Türkiye Cumhuriyeti’nin medeniyetler çatışması zihniyeti içinde değil medeniyetler ittifakı içinde olduğunu tüm dünyaya gösterecektir.”

 

Uğur: Ayasofya’nın zenginliği

“Dünyada bazı binalar var ki bu sıra dışı büyüleyici yerlerde hep birlikte mucizevi bir yaratık olduğumuz duygusunu taşıyoruz. Hangi kralın hangisi indirdiği aklınıza gelmiyor, insanoğlunun büyük büyünün parçası olduğunu hatırlatıyor. Ayasofya da öyle bir yer.

“Uluslararası kültürel miras derken hepimizi aşan ortak kılan bir şeyleri temsil eden yerlerden bahsediyoruz. Buraları yerel itişmelerimiz içinde konumlandırmaya çalışmak hepimizi fakirleştirmek gibi.

“Yürürken Bizans villarını, saz kulübelerini görür gibiyim, karşıda Ayasofya. Hepsini aynı anda aynı gün görmek beni sıradanlıktan çıkarıyor o zenginlik başka bir şey yapıyor.

“Tüm bunlardan feragat etmek kendimize yap haksızlık. Ayasofya’yı zenginliklerin bir arada olmasına başka türlü yaklaşıp ortaklıktan çıkarmak düz enayilik gibi geliyor.”

 

Tanyeli: Ayasofya'yı rehin tutmuyoruz

“Siyasi itişmenin bir tezahürüyle daha karşı karşıyayız.  İttihat ve Terakki’den başlayan Bizans’la problemli ilişkinin bir parçası.

“Ayasofya’nın bırakın kitlesel olarak ibadete açılması, müze olarak kullanılması bile problemli. 1500 yaşında bir bina, bu yaşta olup özgünlüğünü koruyan ve kitle turizmine açılmış başka yapı yok. Ayasofya’da çarşı var, bin kişi giriyor. Müze kullanımı bile kısıtlanmalı.

“ Cami isteyenlerin argümanlarındaki vakıf vurgusunda da unutulan var. Ayasofya kiliseydi, İslam hukukunun incelikli bir yorumunu yaparsak vakfedilme süreci bile problemli hale gelir.

“ ‘Hristiyanlar camileri kilise yapıyor biz de kiliseleri camiye dönüştürelim’ argümanını da kültürel, insani nedenlerle ve 21. yüzyılda kullanamayız. Kiliseye dönüştürülen camiden çok daha fazla camiye dönüştürülen kilise var.

 “Ayasofya’yı dünyanın başka yerinde kiliseye dönüştürülen yapılar karşısında rehin tutmuyoruz. Ayasofya saygı gösterilmesi gereken bir yapı.

“Fetih hakkına dair konuşma 15. yüzyılda olağan olabilir ama 21. yüzyılda böyle konuşmak ciddi bir vehamete işaret ediyor.

“Bir grup iyi niyetlinin bir yapıyı camiye çevirme girişimi olmaktan daha vahim daha radikal Türkiye için yapısal bir soruna işaret ediyor.”

Bianet, Haber: Beyza Kural, 28.05.2014

ÜNLÜ RESSAM VEFAT ETTİ

Türk resminin önemli isimlerinden ressam Adnan Varınca vefat etti.

1918'de İstanbul'da doğan ressak Varınca, Saint-Josephe Fransız Erkek Lisesi'ni bitirdikten sonra, Güzel Sanatlar Akademisi'nde Lêopold Lêvy ve Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyelerinde öğrenim gördü. Bu okulu 1948'de bitirdi.

 

Bir süre resim öğretmenliği yaptı. 1957-1973 yılları arasında Paris'te çalıştı. Yurda döndükten sonra kişisel sergiler açtı. 1980 yılında, 4. Sedat Simavi Vakfı Görsel Sanatlar Ödülü'nü Turan Erol'la paylaştı. Adnan Varınca, 2006 yılında da resim alanında verilmesi kararlaştırılan Aydın Doğan Ödülü'nü aldı.

96 yaşında vefat eden sanatçı için yarın öğle vakti Teşvikiye Camii'nde cenaze töreni düzenlenecek. Sanatçının cenazesi Büyükada Mezarlığı'ndaki aile kabristanına defnedilecek.

Habertürk, 28.05.2014

BİR DEFTER, BİR SERGİ OSMAN HAMDİ

 

 

Osmanlı’nın en önemli ressamlarından Osman Hamdi Bey’in kızı Nazlı Hamdi’nin tuttuğu günlük sergiye taşındı. “Nazlı’nın Defteri, Osman Hamdi Bey’in Çevresi” şairinden ressamına, arkeologtan diplomatına Osman Hamdi Bey’in çevresini yansıtıyor.

 

Ressam, arkeolog ve Müze-i Hümayun’un kurucusu, Kaplumbağa Terbiyecisi'nin ressamı Osman Hamdi Bey’in kızı Nazlı Hamdi’nin, 14-18 yaşları arasındayken tuttuğu defter sergiye taşındı. “Nazlı’nın Defteri, Osman Hamdi Bey’in Çevresi”nde Osman Hamdi Bey'in dostlarıyla aile fertlerinin yazı ve anıları yer alıyor.  1907-1911 arasındaki döneme ışık tutan bir belge niteliğindeki serginin küratörlüğünü Edhem Eldem üstleniyor. Eldem'le konuştuk...

 

Nazlı’nın Defteri sizin elinize nasıl geçti? 
Defteri bana veren, Nazlı Hamdi’nin kızı Cenan Sarç’tır. 1913'te doğan Cenan Hanım’ı 2012'de kaybettik. Tam olarak hatırlamıyorum ama 10 yıl önce olduğunu sanıyorum. Osman Hamdi Bey’i bu tür özgün bir belge sayesinde biraz değişik bir açıdan ele alma arzusu ve bir tarihçi olarak bu denli ufak ve “sivri” bir belgeden geniş kapsamlı ve kendi içinde tutarlı bir anlatım çıkarma isteği defteri sergiye taşıma nedenim. 

 

Osman Hamdi Bey'in evine gelen konuklarını görüyoruz sergide. Onların hatıra defteri diyebiliriz.Kimlerle dirsek temasında bulunmuş Osman Hamdi Bey ve aliesi? 
Defterde yer alan kişilerin bir kısmı aile üyeleri, onun dışındakiler arasında arkeologlar, yazarlar, şairler, sanatçılar var. Bir de tespit edilemeyen, imzası okunamayan ya da okunsa da hakkında herhangi bir bilgiye ulaşılamayanlar da mevcut. 

 

Tüm bunlar arasından bizim bilmediğimiz bir Osman Hamdi portresi çıkıyor mu? Osman Hamdi'yle ilgili yeni çıkarımlar yapmak mümkün mü? 
Bu defterin Osman Hamdi konusunda bildiklerimizi değiştirmesini ya da yepyeni bilgiler kazandırmasını beklememek gerekir. Burada söz konusu olan, belirli bir çevrenin yapısı, nitelikleri, alışkanlıkları, davranışları hakkında bildiklerimizi ve hissettiklerimizi sınamak, artırmaktan ve perçinlemekten ibarettir. 

 

Osman Hamdi ile ilgili izler var mı? 
Pek tabii ki Nazlı Osman Hamdi’nin kızı olunca, defterde de babasının varlığı hissediliyor. Yazılar Nazlı’ya hitaben yazılmışsa da Osman Hamdi’nin dostları tarafından kaleme alınmıştır. Dolayısıyla Osman Hamdi’nin gölgesini defter boyunca görmek mümkün.

 

Neler yer alıyor sergide? 
Defterin sayfalarına birkaç satır söz veya bir imza bırakmış olan 30'dan fazla kişi, Nazlı’yı, ailesini, Osman Hamdi’nin Eskihisar’daki evini ve ailenin 1909’daki Avrupa gezisini tanıtan ve anlatan kısımlar...

 

KİMLER GELMİŞ KİMLER GEÇMİŞ

Servet-i Fünun yayıncısı Ahmed İhsan, arkeolog-casus Gertrude Bell, Bavyera Prensi Rupprecht, Şair Nigar ve diplomat, arkeologların yer aldığı sergi, 10 Temmuz'a kadar Koç Üniversitesi AnaMed'de görülebilir.

Akşam, Haber: Seray Şahinler, 28.05.2014

DEFİNE AVCILARI TARİHİ KİLİSEYİ HARABEYE ÇEVİRDİ

 

 

Her geçen yıl define avcılarının tahriplerine maruz kalan tarihi mekanlardan Hoşnavaz Kilisesi den geriye iki duvar kaldı. Olur İlçesine bağlı Yeşilbağlar Mahallesi'nde Hoşnavaz denen mevkii de bulunan Ermeni Kilisesi geçen yıllar içerisinde ve definecilerin tahriplerine daha fazla dayanamadı. Yeşilbağlar Mahallesi sakinlerinden bölgede yıllardır çobanlık yapan Cemil Yıldırım kilise hakkında sahip olduğu bilgilere göre; şuan sadece iki duvarı ayakta kalan kilisenin Ermeni Kilisesi olduğunu söyledi.

Cemil Yıldırım, "Kilisenin bulunduğu yerde bir Ermeni yaşıyormuş. Nazır Karadeniz adında birisi de o Ermeni'ye hizmetkarlık ediyormuş. Bende bu bilgileri, Nazır Karadeniz isimli şahsın oğlundan öğrendim" dedi.


Kilisenin kubbeli ve üç penceresi olduğunu aktaran Yıldırım, "Ben kilisenin o halini hatırlıyorum. Daha sonra kubbesi çöktü. Zaten definecilerde dadanınca Ermeni Kilisesi tahrip oldu. Bir şey bulup bulmadıklarını bilmiyoruz. Ancak yazık oldu bu tarihi mirasa." şeklinde konuştu.

Cemil Yıldırım, şimdiye kadar ne Kültür ve Turizm Bakanlığından ne de herhangi bir yetkili devlet kuruluşundan hiç kimsenin bu kiliseyi görmeye gelmediğini belirterek, "Siz gazeteciler ilk gelenler oldunuz" dedi.

Yine Yeşilbağlar Mahallesi sakinlerinden çobanlık yapan bölgeyi yakından tanıyan 56 yaşındaki Cengiz Yıldırım ise çocukluktan beri Hoşnavaz olarak bildikleri mevkideki Ermeni Kilisesinin zamanla definecilerin mekanı haline geldiğini belirterek "Çobanlık yaptığım için buraları çok iyi biliyorum. Definecilerin uğrak yerlerinden birisi de bu kilise idi. Her gün bir yerini kazdıkları için tahrip ede ede bu hale getirdiler. Burası kendine has bir Ermeni yerleşim yeriymiş. Ermenilerden kalma ceviz ağaçları vardı. Bizler o cevizleri gördük. Yine yaklaşık 40 yıl önce bizim köyde yaşamış Süleyman Dede isimli bir zattan duymuştuk. Kendisi Ermenilerin bu bölgede yaşadığı zamanı görmüş. Bize anlattığına göre kiliseden 1,5 kilometre yukarıda koyunlarının sütünü sağdıklarını ağaçtan yapılma kanallarla süt aşağıya indirdiklerini ve ailelerinin süt mamulleri imal ettiklerini anlatırdı." diye konuştu.

Hoşnavaz Ermeni Kilisesi'nden kimsenin haberi olmadığına vurgu yapan Cengiz Yıldırım, "Daha aşağılarda bulunan yerleşim yerleri ve kiliseleri incelemeye gelenleri gördük ancak buraya bildiğim kararıyla hiç kimse gelmedi" dedi.

Yıllardır define avcılarının tahribatlarına rağmen ayakta kalmaya çalışan Hoşnavaz Kilisesi çok yakın tarihte tamamen yok olacaktır.

Haber 7, 27.05.2014

BÜYÜK GÖZTEPE TÜMÜLÜSÜ'NDEKİ KAZI ÇALIŞMALARI

 

Karabük'ün Safranbolu İlçesi'ndeki Büyük Göztepe Tümülüs'ündeki kurtarma kazıları, 5 aylık aranın ardından yeniden başladı.

 

Karabük Üniversitesi (KBÜ) Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Şahin Yıldırım, AA muhabirine, milattan önce 4. yüzyıla ait olduğu tahmin edilen tümülüsün açıldığında Safranbolu'nun tarihine önemli bir ışık tutacak bulgulara ulaşacaklarını söyledi.

 

İki yıl önce başlatılan ve dönem dönem sürdürülen kazı çalışmalarına 5 aylık bir aranın ardından yeniden başladıklarını belirten Yıldırım, şöyle dedi:

"Kurtarma kazımıza 10 kişilik ekiple yeniden başladık. 20 metrelik bir tepeyi elle kazıyoruz. İskeletlere rastlamasaydık daha kolay ilerlerdik ancak çok titiz bir çalışma yapmak zorunda kaldığımız içi yavaş ilerliyoruz. Tepenin zeminden 50 santimetre kadar aşağısında 4 insan iskeletiyle karşılaştık. Burada Büyük İskender döneminden mezar anıtı bulmayı umut ediyoruz." 

 

Yıldırım, ilçeye bağlı Hacılarobası Köyü yakınlarında bulunan bir tümülüsün daha açılacağını, çalışmalara başladıklarını sözlerine ekledi.

Hakimiyet, 27.05.2014

42 YILLIK ARKEOLOJİK KAZI

 

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İstanbul Üniversitesi işbirliğiyle yürütülen kazının başkanı Prof.Dr. Sait Başaran, Enez İlçesi'nin, antik çağlarda, "Ainos" adıyla bilindiğini söyledi.

 

Yunanistan sınırının kıyısında, Ege Denizi'nin sahilinde yer alan Enez İlçesi'nin tarihi kayıtlarda da adından zenginliğiyle söz ettirdiğini belirten Başaran, şöyle konuştu:

"Enez, tarihte, Balkanları, Ege ve Anadolu'ya bağlayan deniz, nehir ve kara yollarının kesiştikleri yerde kurulmuş önemli bir kültür ve ticaret şehri olarak anılmıştır. Bu yılki kazılar, nekrepol, Kral Kızı Bazilikası ile tarihi kale içinde devam edecek. Daha önce yaptığımız kazılarda, Enez şehrinin etrafını çevreleyen sur kalıntılarının varlığına ulaşmıştık. Kazı çalışmalarında Almanya'dan gelen bir ekip de yer alıyor. Yaptıkları sismik, radar ve elektromanyetik çalışmalarla, surları birkaç noktada tespit ettiler."

 

FATİH SULTAN MEHMET ZAMANINDA FETHEDİLMİŞTİ

Başaran, Enez'in, geç antik çağda küçük Rodop bölgesinin başkenti olduğunu, Orta Çağ'da ise Semadirek ve Gökçe adalarını da içine alan bir prensliğin iyi korunmuş bir merkezi olduğunu söyledi.

 

Bu çağda Enez'e, Genovalı Gattelusi ve Doria aileleri 200 yıl süreyle egemen olduğunu belirten Başaran, ilçenin Fatih Sultan Mehmet zamanında 1456 yılında, Has Yunus Bey tarafından denizden ve karadan kuşatılarak fethedildiğini kaydetti. 

Trt Haber, 27.05.2014

AYASOFYA KONUSU

 

Geçen hafta Cenova’da olduğumu yazmıştım. “Neo- Ottomanizm” oturumunda İtalyan konuşmacılar Ayasofya’nın camiye çevrilmesi ihtimalinden ve hazırlığından söz ettiler.

 

Dönüşte de İtalyanlar’la işim bitmedi. İstanbul’u tanımak üzere gelmiş bir grup için konuşma istemişlerdi. Burada bana soru soran emekli profesör de “Nedir bu iş” diye sordu. 

 

Yani İtalyanlar bu konuda dikkatliler. Ve tabii, alkışlanacak bir hareket olarak değerlendirmiyorlar durumu. 

 

İtalyanlar’la bunu konuşmak, bir rastlantı. Bugün Avrupa’da kiminle olsa, “Türkiye’de neler oluyor?” konusu açıldı mı, söz mutlaka buraya gelir. Hiçbir yerde de, böyle bir girişimin yaratacağı tepki, bundan farklı olmaz. 

 

Her zaman örtülerin altında bir yerlerde varlığını bildiğimiz bir konuyu gene kim ısıttı, masaya sürdü, bilmiyorum. Bunun Tayyip Erdoğan’a karşı bir “provokasyon” olduğunu söyleyenlere de rastladım. Öneri olarak getirince Erdoğan zor bir durumda kalacak. “Haydi, yapalım,” derse Batı’nın artan şüphelerine yeni yakıt atmış olacak ve “ara açacak”; “Şimdi sırası değil” derse, fokurdayan tabanını hayal kırıklığına uğratacak... Olur mu, olur. 

 

Olur da, böyle bir provokasyonun yapılmasının, yapılmasından önce geçerli bir taktik olarak düşünülmesinin ortamını Erdoğan kendisi yarattı. Batı’yı düşman ilan eden, ona buna hakaret yerme geçecek şekilde, “papaz” diyen, böylece Batı’nın bu “düşman” rolünü --son kertede-- Hıristiyan olmalarına bağlayan kendisi. Kazlıçeşme’den Köln’e insanlara kefen giydirip meydanlara salan, akıldışı bir ajitasyosn zemini yaratan, bir “iç ve dış düşmanlar” edebiyatı yapan da kendisi. Herhangi bir “Ayasofya cami olsun!” kampanyasının başarılı, etkili olabilmesi için en uygun zemini Başbakan kendisi hazırlamış durumda. Ayrıca, bu girdiği ruh halinde bunu kendisinin de isteyeceğini tahmin ediyorum. 

 

Böyle bir şey de olur mu, bilemiyorum. Buna da, olur mu, olur, diyeceğim. 

 

Bugünlerde sık sık karşılaştığımız bir durum var: herhangi bir “öyle mi, böyle mi” kararı bir politik karar, stratejik karar, rasyonel karar olmaktan çıkıyor; oldukça kör bir itişmeye bağlanan, varoluşsal bir karar haline geliyor. Son analizde bir “ahlak seçme” yolçatında buluyoruz kendimizi.

Ve bunu bir buhran olarak yaşıyoruz. “Buhran”, çünkü o yolçatını bir uzlaşmazlık vesilesi olarak kullanıyoruz. 

 

Fatih Mehmed’in fetih sonrasında ilk işlerinden biri Ayasofya’yı camiye dönüştürmek olmuştu.

Fatih Mehmed bu ülkede öncelikle İslamcı kesimin sevgilisidir. Yani bugün Ayasofya’yı yeniden cami yaptığımızda, Fatih Mehmed’in çizgisini ve mirasını sürdürmüş oluruz. 

 

Öyle mi gerçekten. 

 

Osmanlı meşrebine ve İslamiyet yorumuna göre, “ehl-i kitab” denilen cemaatler vardır: Hıristiyanlar ve Yahudiler. Onların kitaplarını biz de --özünde-- kabul eder, sayarız. Ama onlar çeşitli nedenlerle bozulmuştur. Allah en son Muhammed’i seçmiş ve “hak dini”ni onun ağzından yaymıştır. O, “ahir zaman peygamberi”dir. 

 

Biz, “ehl-i kitab”ın ibadethanelerine de saygı duyarız. Bir yeri fethetmişsek, en belli başlı ibadethanelerini camiye çevirmemiz, bir fütuhat övünmesi değil, öncelikle bu saygının ifadesidir. Camiye çevirmekle, o binayı, aslında olması gereken şey yapmış oluyoruz. 

 

Bu fetih, 1453’te. O yıl ve yıllarda, bu bir hegemonya değil, bir medeniyet, hoşgörü ve açıklık ideolojisiydi. 

 

Zaman geçer, zaman birçok şeyi değiştirerek geçer. Bir çağda “adil”, “hoşgörülü” olarak kabul edilen şeyler öyle olmaktan çıkar. 815 yılında “kölene sevgi göster, yumuşak davran” diyen bir adam için, bugünün terminolojisinde “ilerici adam” diyebiliriz. 1915 veya 2015 yılında bu tavsiye hala “ilerici” bir tavsiye midir? 

 

2014 yılında eski bir kiliseyi camiye çevirmek, 1453 yılında camiye çevirmekle aynı şey değildir. Bunu yapanın niyeti, anlayışı, ahlak ölçüleri aynı değildir; dolayısıyla dünyada algılanışı da aynı olamaz. 

 

Daha çok şey var bu konuda söylenecek.

Taraf, Yazı: Murat Belge, 27.05.2014

YIKILMASIN  DEDİLER,
TAŞIDILAR

 

Tarihi yapılar şayet istenirse korunabiliyormuş dedirtecek bir örnek de İsviçre'nin Chene-Bourg kasabasında yaşanmıştı.

 

Twitter takipçilerimizden gelen katkı ile araştırdığımız Chene-Bourg tren istasyonu 19.yy ait bir bina. 

 

Fakat Fransa ile İsviçre arasındaki yeni bir demiryolu hattının ortasında kalan tarihi yapının geleceği muallakta değil.

 

Yapının tarihi eser niteliğini gözeten yetkililier 700 tonluk bina beş saat süren bir yolculukla rayların üzerinde 33 metre uzağa taşımıştı.

Arkitera, Haber: Derya Gürsel, 27.05.2014

MARDİN'İN 10 BİN YILLIK KENTİ

 

 

Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin Aspendos’u olarak anılan Dara’nın turizmden daha fazla pay alması için harekete geçildi. Tarihi dokuyu korumak için Mardin Müzesi ve Mardin Valiliği, Dara Köyü'nde ikamet eden vatandaşların mevcut yapılara ek inşaat yapmalarını yasakladı. Daha önce tarihi binaların üzerinde yapılan ek beton binalar ise yıkılması için mahkemenin vereceği karar bekleniyor. Valilik ile İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarihi dokunun korunması için 'Koruma Amaçlı İmar Planı' projesi hazırlandı. Proje kapsamında hedef ise bütün alanı koruma altına alınacak.

 

Antik Dara Harabeleri’nde 27 yıldan beri kazı çalışmalarının devam ettiğini belirten Mardin Valisi Dr. Ahmet Cengiz, Dara’daki kazı çalışmalarında şu ana kadar 200’ün üzerinde taşınabilir kültür varlığı bulunduğunu söyledi. 1,5 kilometrelik alan üzerine kurulu olan Dara’da son olarak 6. yüzyıla ait olduğu tahmin edilen süslü bir mozaik, su sarnıçları, hamamlar, köprüler, su kanalları 3 bin yıllık tarihi geçmişi bulunan insan kemikleri, kayalara oyulmuş mezarları bulunduğunu belirten Cengiz, ”Bu yılki kazının çok yönlü ve geniş alanı kapsayacak şekilde yapılması planlanıyor. Bu yıl Koruma Amaçlı İmar Planı projesini hayata geçirilecek. Bu çalışma ile ilgili ihaleye önümüzdeki günlerde çıkılacak. Hedef ise bütün alanı koruma altına almak.” dedi.

 

Tarihin üzerinde yapılan beton binalar yıkılacak

Dara’da kazılar uzun yıllar alabileceğini ifade eden Vali Cengiz, ”Toprağın altında saklı bir tarih var. Mezopotamya’nın Efes’i olarak tanımlanan Dara antik kentinin turizme açılması için burayı koruma altına almak gerekiyor. Ama daha da önemlisi Oğuz Köyü'nü başka bir yere taşımak gerekir. Bunun için çalışmalar devam ediyor. Valilik Dara Köyü'nde ikamet eden vatandaşların mevcut yapılara ek inşaat yapmaları yasaklandı. Mevcut daha önce tarihi dokunun üzerinde yapılan ek beton binalar yıkılması için mahkeme kararı bekleniyor. Karar çıktıktan sonra bu yapılar yıkılacak. Ve gerçek tarihi ortaya çıkaracağız.” ifadelerini kullandı.

 

2010 yılında başlatılan kazılarda Dara Harabeleri’nde bulunan ve halk arasında zindan olarak bilinen 40 metre derinliğindeki yer altı sığınaklar temizlenerek turizme kazandırıldığını kaydeden Vali Cengiz, ”Açık hava tiyatrosu ve kaya evlerin bulunduğu alanlarda gerçekleştirilen kazılarda ise Babil ve Pers imparatorluklarına ait askeri garnizon şehrinin erzak ve silah depoları ile kaya mezarlar ortaya çıkarıldı. Ayrıca şehrin yerleşim alanı olan toprak altında kalan kayalara oyulmuş tarihi evlerin de gün yüzüne çıkarılması için çalışmalar devam ediyor. Geçen yıl 100 bin üzerinde turist antik kent Dara’yı ziyaret etti. Burası Mardin için önemli bir turizm potansiyelidir. 30 medeniyetin izlerini barındıran Mardin’de yer altında ve yer üstünde bulunan tarihi eserleri gün ışığına çıkarılacak.” şeklinde konuştu.

TOKİ Haber, 26.05.2014

2 BİN YILLIK TARİH CANLANACAK

 

 

Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek, Tavas İlçesine bağlı Kızılcabölük Mahallesi'ne 1 kilometre uzaklıktaki ören yeri sırtı mevkinde yer alan Herakleia Hieronu'nun, Roma dönemine ait ve üzerinde çeşitli kabartmaların bulunduğu bir anıt mezar olduğunu hatırlattı.

 

Hieronu'n özellikle o bölgedeki yöneticiye ait bir mezar olması gerektiğini belirten Şimşek, Denizli Müzesi Müdürlüğü ile bölgede yaptıkları kazıda ortaya çıkan büyük blokların yer altındakilerinin devamı olduğunu ifade etti.

 

MS 40'lı yıllara ait olduğunu sanılan tapınak mezarın üzerinde Armetis, Apollon, Pan, Dionysos ve Herakles ile ilgili mitolojik sahnelerin işlendiğini belirten Şimşek, dört tarafı kabartmalı bloklarla çevrelenmiş mezarın bir tarafında ise gece gündüzün resmedildiğini anlattı.

 

12 burcun da simgelerle yer aldığı mezarın işçilik kalitesiyle de dikkati çektiğini kaydeden Celal Şimşek, işlemelerin Aphrodisiaslı ustalarca yapıldığınının tahmin edildiğini söyledi.

 

2 BİN YILLIK TARİHİ BİLİM DÜNYASI TANIMALI

Şimşek, bölgenin anıt mezar geleneği bakımından Herakleia Hieronu'nun ayrı bir yeri olduğunu belirterek, ''Umuyorum ki proje bittikten sonra mezarın restorasyonu yapılarak antik dönemdeki durumu ortaya çıkartılacak. Bu eserin tamamıyle restorasyonu yapılıp ayağa kaldırılırsa insanların gelip görmek isteyecekleri bir anıt mezar olarak karşılarına çıkacak. Bu yönüyle de tarih aydınlanmış olacak. Hemen hemen 2 bin yıllık mezar'' dedi. 

 

Celal Şimşek, mezarın restorasyonun ardından bilim dünyasına tanıtılması gerektiğini belirterek müze müdürlüğü ile birlikte 2 bin yıllık tarihi canlandıracaklarını söyledi.

 

Denizli Müze Müdürü Hasan Hüseyin Baysal ise, 1996-97 yıllarında kazı çalışması yaptıklarını hatırlatarak çıkartılan büyük blokların üzerindeki kabartmaları koruma altına aldıklarını belirtti.

 

Baysal, "Çalışma doğrultusunda anıt mezar mevcut malzemeyle restore edilebilecekse etmeye çalışacağız. Fakat edilemezse belli düzen içinde mimarı kabartmalar konumlarına göre yeniden yapılacak. Kabartmalarda mitolojik betimlemeler var. Yapılacak çalışmalardan sonra anıt mezarın tarihe ışık tutmasını hedefliyoruz" dedi.

 

Herakleia Hieronu'n batısında Aphrodisias, güneyinde Apollon ve Tabea, güneydoğusunda Sebastopolis ve Kidrama ile yakın ve çağdaş kentler bulunmaktadır. 

Trt Haber, 26.05.2014

AKP'DEN TUĞRA HAMLESİ

 

 

AKP Kocaeli Milletvekili Zeki Aygün ve arkadaşlarının yasa teklifi AKP yönetiminin onayından geçerek Meclis Başkanlığı’na sunuldu. Teklifle Türkiye Cumhuriyeti Dahilinde Bulunan Bilimum Benaii Resmiye ve Milliye Üzerindeki Tuğra ve Methiyelerin Kaldırılması Hakkında Kanun” yürürlükten kaldırılıyor. 1927’de çıkarılan kanun, imparatorluktan cumhuriyete geçiş sürecinde Osmanlı saltanatının resim kurumlardaki sembollerini temizlemeyi amaçlıyordu. Kanun, “Vaktiyle Osmanlı saltanatını temsil için konulmuş olan, yahut vaziyetlerine göre halen temsile delalet eden tuğra veya armalar ve bunlarla beraber olarak sultanların mediherini ihtiva eden kitabelerin” kaldırılmasını veya üstlerinin örtülmesini öngörüyor.

TARİHİ ESERLER İSTİSNA
Kanunda, “Tuğra ve arma ve kitabeler Devlet veya belediye malı olan binalarda bulunduğu halde kaldırılarak müzelere konulur. Yerlerinden kaldırılmalarıyla gerek kendilerinin, gerek bulundukları binaların, bedii veya tarihi kıymetlerine halel gelecek olanlar, eserin ve bulunduğu mahalin bedii kıymetini nakisedar etmemek üzere münasip vesait ile örtülür” hükmünü içeriyor.

AKP: AMACINI AŞTI
Kanunun tamamen yürürlükten kaldırılmasını isteyen AKP milletvekilleri, kanunun amacını aşan şekilde uygulandığını ve “geçmişle barışmak gerektiğini” savundular. Teklifin gerekçesi özetle şöyle: 
“Uygulamada 1927 yılında çıkarılan kanunun amacının da ötesine geçilerek bilinçsizce tuğra, arma ve methiyelerin söküldüğü, kazındığı ve yok edildikleri bilinmektedir. Yapılan tespitler göstermektedir ki kültür ve sanat dünyamız üzerinde büyük tahribat yapılmıştır. Taşınan, kaldırılan ve sökülen anıtlar, tuğralar, alametler ve benzeri sanat eserlerinin tekrar gün yüzüne çıkarılması, envanter çalışmalarının yapılması, bunların yeni nesiller tarafından değerlendirilmesi için gerekli eğitim, bilgilendirme ve bilinçlendirme faaliyetlerinin önünün açılması gerekmektedir. Tarihsel geçmişiyle barışık olmak her ülke için önemli bir husustur.

KENDİNLE BARIŞ
Bir milletin ömrünün uzun olabilmesi için her şeyden evvel kendini tanıması lazımdır. Kendini tanıması için de evvela tarihini bilmesi gerekir. Söz konusu kanun yürürlükten kaldırılarak Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde oluşturulacak bir komisyon marifetiyle kaldırılan, taşınan veya benzeri herhangi bir işleme maruz kalan tuğra, arma, methiye ve kitabelerin tespitinin yapılması, restorasyonlarının ve muhafazalarının sağlanması amaçlanmaktadır. Bu kanunun korumaya çalıştığı bir kamu yararı bugün için söz konusu olmadığından ve kanun hükmünü ifa ettikten sonra yürürlükte kalmasının bir gerekçi kalmamıştır. Kanun tarihi eserleri korumayı zorlaştırdığı gibi toplumun kendi medeniyet ve kültürü ile barışık şekilde geleceğe yürümesini de imkansızlaştırmaktadır. Tüm hükümleriyle yürürlükten kaldırılması gerekmektedir.” 

ÜNİVERSİTE KAPISINDA TUĞRA GERİ GELMİŞTİ
İstanbul Ünivesitesi'nin Beyazıt'taki ana giriş kapısında yaklaşık 10 ay süren restorasayon çalışması sonrasında T.C yazısnın bulunduğu yerdeki tuğra tekrar gün yüzüne çıkartılmıştı.

Radikal, 26.05.2014

TARİHİ GÖZTEPE İSTASYONU YIKILIYOR

 

 

1871 yılında yapımı tamamlanan 91 kilometrelik Haydarpaşa-Pendik banliyö tren hattı Haziran 2013 yılından beri çalışmıyor. Marmaray çalışmaları kapsamında yenilenecek tren hattının bünyesinde olan tarihi istasyonlar da yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya. İstanbul Anadolu Yakası'nın sembollerinden biri olan Göztepe Tren istasyonu da yıkılması kesinleşen tren istasyonlarından biri. İstasyonun yaşının 100'e yakın olduğu ifade ediliyor.

 

Haydarpaşa Pendik arasındaki banliyö tren seferlerine 19 Haziran 2013’ten bu yana ara verildi. Nedeni karşı yakadaki komşu İstasyon Halkalı-Sirkeci’yle aynı: Marmaray! Marmaray ve hızlı tren projeleri kapsamında Haydarpaşa Pendik arasındaki banliyö tren hattı da yenileniyor. Yenilenme kapsamında ise tarihi tarihi Göztepe Tren İstasyonu yıkılacak. Marmaray çalışmalarına aktif olarak katılan İspanyol OHL Göztepe İstasyonu’nu yıkıp yerine yeni ‘modern’ bir istasyon yapacak. (Marmaray çalışmalarına katılmış olan OHL’ye Türkiye Cumhuriyeti 932.8 milyon Euro ödeyecek. Bu rakam firmanın bugüne kadar aldığı en büyük iş oldu.) Haydarpaşa Pendik banliyö tren hattı arasında 16 tane istasyon var. Bu istasyonların büyük bir kısmının tarihi doku bozularak yıkılıp yeniden yapılacağı belirtiliyor.

 


İstasyonun yeni görünümü böyle olacak

 

1871 YILINDA HİZMETE GİRDİ

Konuyla ilgili olarak hurriyet.com.tr’nin sorularını yanıtlayan Kadir Has Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi Doç.Dr. Yonca Erkan Marmaray gibi bir raylı sistemi yenileme projesi olarak görmek istediğini belirtti. Erkan, “Fakat durum böyle değil. Marmaray’la söz konusu hat üzerindeki tarihi yapılar daha işlevsel bir hale getirilebilirdi.

 

Marmaray’ın kullanılacağı alan iki hattan üç hata çıktığı için Göztepe’deki tarihi istasyon yıkılıyor” dedi. Göztepe istasyonunun tarihi ve mimari bir değeri olduğunu açıklayan Erkan, “Banliyö hattı 1871 yılında hizmete giriyor. 20’inci yüzyılın ilk yıllarında Göztepe İstasyonu’nun yapıldığını tahmin ediyoruz. Marmaray Kartal Kadıköy hattına da bağlanabilirdi. Bu istasyonları yıkarak tarihi dokuya zarar vermiş oluyoruz” dedi.

 

Erkan aynı zamanda Göztepe istasyonunun yapılırken tünel istasyon olarak düşünülmesiyle de ekstra bir özelliği olduğun belirtti. Tünel istasyonlarda yolcular metro gibi bir süre yer altına yolculuk ediyor. 

 

27 ADET İSTASYON VAR

Anadolu yakasında Anadolu Bağdat hattının bir parçası olarak Haydarpaşa Gebze arasında 27 adet gar istasyon ve durak tesisi mevcut. Bunlar: Haydarpaşa, Söğütlüçeşme, Kızıltoprak, Feneryolu, Göztepe, Erenköy, Suadiye, Bostancı, Küçükyalı, İdealtepe, Süreyyaplajı, Maltepe, Cevizli, Atalar, Kartal, Yunus, Pendik, Kaynarca, Tersane, Güzelyalı, Aydıntepe, İçmeler, Tuzla, Çayırova, Fatih, Osmangazi, Gebze. Bu gar ve istasyonlardan Haydarpaşa, Kızıltoprak, Feneryolu, Göztepe, Erenköy, Suadiye, Bostancı, Maltepe, Kartal Yunus istasyon binaları tarihi ve tescilli yapılar.

 

 

Marmaray kapsamında yıkılacak olan Rumeli demiryolunun bir parçası olan Sirkeci Halkalı arasında 18 adet gar istasyon ve durak bulunuyor. Bunlar: Sirkeci, Cankurtaran, Kumkapı, Yenikapı, Kocamustafapaşa, Yedikule, Kazlıçeşme, Zeytinburnu, Yenimahalle, Bakırköy, Yeşilyurt, Yeşilköy, Florya, Menekşe, Küçükçekmece, Soğuksu, Kanarya Halkalı.

Hürriyet, Haber: Can Mumay, 26.05.2014

 

******


BAKANLIK: GÖZTEPE TREN İSTASYONU YIKILMAYACAK

Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı, Hürriyet gazetesinde çıkan ‘Maramaray çalışmaları kapsamınad tarihi Göztepe tren istasyonunun yıkılacağı’ yönnüdeki haber üzerine bir açıklama yaptı.

Bakanlık, resmi açıklamasında "Göztepe Tren İstasyonu yıkılmayacak ve olduğu gibi muhafaza edilecektir. Mevcut istasyonun 400 metre batısına Marmaray projesi kapsamında yeni ve modern bir istasyon inşa edilecek ve o istasyon kullanılacaktır." dedi.

Radikal, 26.05.2014

YURT DIŞINA KAÇIRILAN TARİHİ ESERLER GERİ GETİRİLECEK

 

Urartu medeniyetinin başkent olarak kullandığı Van’da, defineci ve kaçak kazı yapanlar tarafından yurt dışına kaçırıldığı iddia edilen tarihi eserlerin geri getirilmesi için proje hazırlandı.

 

Tuşba ismiyle Urartuların başkentliğini yaptığı dönemlerden kalan kale, çivi yazıtı, takı, savaş malzemeleri ve metal işlemelerle tarihi dönemlere ait önemli bilgilere ışık tutan ancak yasa dışı yollarla yurt dışına kaçırılan tarihi eserlerin Van’a getirilmesi konusunda somut adım atıldı.

 

Yüzüncü Yıl Üniversitesi (YYÜ) Arkeoloji Bölüm Başkanlığı tarafından yapılan araştırmalar sonucu, kaçırılarak yurt dışındaki müzelerde sergilendiği belirlenen yaklaşık 200 eser, çıkarıldıkları bölge, ait oldukları yer ve envanter numaralarıyla katalog haline getirilerek Kültür ve Turizm Bakanlığı Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğüne iletildi.

 

Van ve çevresinin Urartulara ve daha sonraki dönemlere ait eserler bakımından çok zengin olduğuna dikkati çeken YYÜ Arkeoloji Bölümü Başkanı Doç.Dr. Rafet Çavuşoğlu, bu bölgelerden yurt dışına çıkarılan eserlerle ilgili katalog hazırlayarak, Van’a ait olan eserlerin iadesini sağlamayı amaçladıklarını dile getirdi.

 

“Almanlar, İngilizler ve Ruslar bölgede kazı yapmış”

Yurtdışına çıkarılan eserlerin önemli bir bölümünün Toprakkale civarında defineciler ve kaçak kazı yapanlar tarafından bulunduğunu bildiren Çavuşoğlu, “Toprakkale bazı bilim adamlarına göre Urartuların ikinci başkenti, bazılarına göre de dini merkez olarak biliniyor. 19. yüzyılda Osmanlı toprakları içinde kalan mezopotamya bölgesinde, Avrupa’daki müzeleri eser doldurmak maksadıyla yapılan bir çok kazı var. Kaçak kazı yapanlar o çerçevede Van’a geliyor. Van’da ilk araştırmaları Alman Shuls başlatıyor. Çivi yazıtlarının kopyalarını alıyor ve Fransa’ya gönderiyor. Bir tarihi eser kaçakçısı olan Devgans, Toprakkale’deki Urartu merkezinden getirdiği 15 ile 30 santimetre arasında, hadım ağası heykelcikleri, mitolojik yaratıklardan oluşan taht parçasına ait eserleri Hanry Layart’ta sunuyor. Layart da bunları alarak nereden çıktığını, kime ait olduğunu belirleyerek British Museum adına satın alıyor. Daha sora Layart ile asistanı 1877-1880 yıllarında Van’a gelerek kazı yapmış ve buradan çıkardıkları eserleri British Museum adına İngiltere’ye götürmüş” dedi.

 

Bölgedeki Urartu eserlerinin zenginliğinden etkilenen Almanların ise 1890′lı yıllarda Van’a gelerek Toprakkale’de kazılar gerçekleştirdiğini ve buldukları eserleri Berlin Önasya Arkeoloji müzesine götürdüklerini ileri süren Çavuşoğlu, bu eserlerin Toprakkale’den çıkarılarak götürüldüğünün müzedeki envanter kayıtlarında da belirtildiğini aktardı.

 

Almanların ardından Rusların da bölgeye gelerek önemli tarihi eserleri kaçırdıklarını ifade eden Çavuşoğlu şöyle konuştu:

“Amacımız Toprakkale’den giden Van’a ait eserlerin tekrar kente getirilmesidir. Çünkü biz hazırladığımız katalogda tarihi eserlerin envanter numaralarına kadar belirledik. Bunların Van’a ait olduğundan, Toprakkale bölgesinden çıkarıldığından hiçbir şüphe bulunmamakta. Böyle belirlenen 200′e yakın eser bulunuyor. Bunların yeni açılacak Urartu müzesinde sergilenmesi için müracaatta bulunduk. Van’ın topraklarından çıkarılan ve Urartulara ait olan eserlerin yeniden ait oldukları topraklarda sergilenmesini istiyoruz. Bundan dolayı böyle bir girişimde bulunduk.”

 

Şu ana kadar 200′e yakın eser belirlediklerini ancak daha fazla eserin yurt dışına kaçırıldığını söyleyen Çavuşoğlu, bazı ülkelerin envanter ve tarihi eser bilgilerini paylaşmadığı için bu ülkelerdeki tarihi eserlerin sayısını bilemediklerini anlattı.

 

Dünyanın bir çok ülkesindeki müzelerde Van’dan götürülen Urartu eserlerinin sergilendiğini kaydeden Çavuşoğlu, “Japonya’ya varıncaya kadar her yerde Urartu eserleri var. Urartu kemerleri Japonya’daki müzelerde sergileniyor. Amerika’da, İsrail’de, Rusya’da, Avrupa’daki müzelerde buradan giden eserler var. Bunlar defineciler ya da kaçak kazılarla elde edilen eserler ve kaçak yollarla yurt dışına çıkarılmış. Buradaki hedefimiz kazılan yeri, ismi, yeri tam belli olan eserlerin iade edilmesi. Gürpınar İlçesi'nin Giyimli Köyü'nde adak levhaları var. Buradan giden yaklaşık 3 binin üzerinde adak levhası var. Büyük bölümü Almanya’da sergileniyor. Bunları kataloğa dahil etmedik çünkü soru işaretlerinin olduğu bölümler vardı. Ancak katalogdaki eserlerin tamamının nereye ve kime ait olduğu envanter numaralarına kadar belirlenmiş” dedi.

 

Eserlerin uluslararası iki anlaşma kapsamında geri alınabileceğini, daha önce Kültür ve Turizm Bakanlığının bu konuda çok önemli çalışmalara imza attığını hatırlatan Çavuşoğlu, bu eserlerin Van’a getirilerek yeni kurulacak Urartu Müzesi’nde sergilenmesinin Van ekonomisine ve turizmine çok büyük katkı sağlayacağını vurguladı.

haberler.com, Haber: Cemal Aşan - Sıtkı Yıldız, 25.05.2014

MARDİN KALESİ RESTORE EDİLİYOR

 

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın talimatıyla başlatılan çalışmalar kapsamında, Mardin Kalesi'nin, sur ve duvarının güçlendirilmesinin ardından ziyarete açılması planlanıyor.

 

Hamdaniler tarafından 10. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen ve Osmanlı Devleti'nde 3. Selim döneminde kısmen onarılan Mardin Kalesi'nin restorasyonu hakkında AA muhabirine bilgiler veren Vali Ahmet Cengiz, Mardin'in kültür varlıkları açısından dünyada nadir kentlerden biri olduğunu söyledi.

 

Mardin halkının ve turistlerin heyecanla beklediği kalenin en yakın zamanda turizme kazandırılacağını vurgulayan Cengiz, Başbakan Erdoğan'ın kalenin turizme kazandırılması konusunda talimatının olduğunu ve çalışmaları yakından takip ettiğini belirtti.

 

Tarihi kalenin turizme açılması için çalışmaların sürdüğünü bildiren Cengiz, şöyle konuştu:

"Geçmiş yıllarda bazı olaylar olmuş, tehlikeler atlatılmış. Kale duvarlarından düşen parçalar tehlike arz ediyor. İnsanların hayatını tehlikeye düşürmüştü. İlk etapta kale duvarlarının ve surlarının güçlendirilmesi lazım. Bunun için ihale yapıldı. Dünyaca ünlü bir firma çalışma başlattı."

 

KALENİN GEZİLMESİ CAN GÜVENLİĞİ AÇISINDAN RİSKLİ

Tahkimat çalışmaları bittikten ve can kaybı tehlikesi ortadan kalktıktan sonra kalenin bir kısmının turizme kazandırılacağını dile getiren Cengiz, şuanda kalenin gezilmesinin can güvenliği açısından doğru olmadığını anlattı.

 

Çalışmaların birkaç yılı bulabileceğini bildiren Cengiz, "Turistler kaleye çıkıp Mardin'i görmek istiyor ancak kalenin turizme açılması can güvenliği açısından çok doğru değil. Ama çalışmalar bitince kale turizme kazandırılacak" ifadelerini kullandı.

 

ARKEOLOJİK KAZI YAPMA TALEBİ

Mardin Artuklu Üniversitesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Yrd. Doç.Dr. Güner Coşkunsu da restorasyonu yapılarak turizme açılacak olan Mardin Kalesi'nde arkeolojik çalışmaların yapılması gerektiğini söyledi.

 

Bölüm olarak kalenin yamaçlarında ve eteklerinde yüzey araştırması ve kazı yapabileceklerini vurgulayan Coşkunsu, kalede yapılacak çok iş olduğunu aktardı.

 

"Arkeolojik çalışmalar ve laboratuvar tarihlendirmeleri bizi doğru bilgiye ulaştıracaktır. Kale ile kent arasında uzanan yeraltı tünelleri, çeşmeler ve kuyulara su taşıyan kanallar, sarnıçlar, ambarlar, kalenin içindeki ve yamaçlarındaki toprak altında olan eski yerleşim yerleri açığa çıkarılmayı bekliyor" diyen Coşkunsu, arkeolojik kazıların yapılması gerektiğine dikkati çekti.

 

Kalenin şuan askeri bölge olduğunu ifade eden Coşkunsu, konuşmasını şöyle tamamladı:

"Kale, askeri bölge olmaktan çıktığı andan itibaren definecilerin iştahını kabartacaktır. Kale her taraftan modern güvenlik teknolojileri ile korunmazsa defineciler ciddi zararlar verebilir. Tarihi, arkeolojiyi ve özellikle kaleye önem veren valimiz gerekli düzenlemelerin sağlanması ve önlemlerin alınması konusunda hassasiyet gösterecektir."

 

KARTAL YUVASI DENİLİYORDU

Kente hakim tepeye kurulan ve muhteşem taş yapıları taçlandıran kalenin 975 yılında Hamdaniler tarafından inşa edildiği tahmin ediliyor. Denizden bin 200 metre yükseklikte kurulan kalenin uzunluğu 1 kilometre. İçinde çeşitli zamanlarda Mardin'e uğrayan gezginlerin verdikleri bilgilerden ambar, sarnıç, hamam, cami gibi çok sayıda yapı olduğu tahmin ediliyor. Bugün sadece temelleri görülebilen kale, çok korunaklı olduğu için kartal yuvası olarak da adlandırılıyor.

Haber 7, 25.05.2014

"RESİM YAPMAK YERİNE BAĞIRMAMIZ LAZIM HEPİMİZİN

 

Ressam Mehmet Güleryüz, resme dair notları ve düşüncelerini derlediği “Resmigeçit” kitabıyla okurla buluştu. 2015’te İstanbul Modern’de açılacak retrospektifi öncesi çalışmalarını sorduğumuz Güleryüz, “Bir yıldır resim yapmıyorum” diyor.

 

Türkiye’nin önde gelen ressamlarından olan ve bu yıl 55’inci sanat yılını kutlayan 75 yaşındaki Mehmet Güleryüz’le, Ayşegül Sönmezay’ın yayına hazırladığı, sanata dair notları, bakışı ve birikimini derlediği “Resmigeçit” (İş Bankası Kültür Yayınları) adlı kitabını konuşmak üzere buluştuk. “Mavi gözlerinden çakmak çakmak ateşler çıkararak konuşma”nın ne demek olduğunu anlayacağınız, coşkulu bir ressam vardı karşımda. Resimlerinde gördüğünüz tüm heyecanı kendisiyle konuşurken de duyabileceğiniz biri Mehmet Güleryüz. Ancak röportaj sırasında, 2015’te İstanbul Modern’de açılacak retrospektif sergisinin hazırlıkları süren sanatçının, bir yıldır büyük resimler yapmadığını, küçük kağıtlarla sadece desen çalıştığını öğrendim.


Mehmet Güleryüz geçtiğimiz yıl Elipsis Gallery’de açılan “Göz Göre Göre” sergisi sırasında “Resmi bırakma noktasındayım” demişti. bugünse bir yıldır resim yapmadığını söylüyor. “Neden?” diye sorduğumda ise “Nükleer santraller kurulurken,  yokmuş gibi resim yapamam” diyor. Böylece Mehmet Güleryüz’le hem bir yıldır resmi nasıl bıraktığını hem de yeni kitabını konuştuk.
 

“Resmigeçit” kitabını hazırlamanızın amacı neydi?
Kitabın amacı ressamın resim üzerinde iç düşünceleri, sorularını yansıtan, bir çeşit laboratuvardan notlar hazırlamaktı. Bir fizikçi için nasılsa sanatçı da kendine bir araştırma laboratuvarı kuruyor; çevresi, içinden geldiği ortamın rolü, kavrama süreçlerine dair notlar tutuyor. Bu Kitap “Güldüğüme Bakma”nın hazırlık sürecinde çıktı. Ayşegül Sönmezay’ın da önerisiyle, nehir söyleşiden sanata dair bu notları ayırarak bir kısmını bu kitaba dönüştürdük. Durarak, aralar vererek de olsa altı-yedi yıllık bir süreci aldı bu kitap. Ortaya refleksiyonlar, bir çeşit düşünceler dizisi çıktı.

Kitapta, 20’nci yüzyıl Türk resmine dair notlar da önemli bir yer kaplıyor. Bugün nerede görüyorsunuz Türk resmini?
Çok ciddi, olgun bir noktada olduğunu söyleyebilirim. Bundan gurur duyuyorsam, mücadele verdiğimiz süreçlerin boşa gitmediğini görüyorumdur, bu da mühim. Türkiye çok özellikli bir ülke, karmaşık bir yapısı var, çok etkili ve kendi içine kapalı, zengin ama kapağını aralaması ve atması ciddi ve sancılı bir süreç.

 

Biraz açabilir misiniz. Nedir o örtülü olan kısım?
Sanatçının önce birey olması ve kendine müsaade etmesi lazım... Uzun yıllar sınırları çizili kaldı Türk resminin. 1960’lara kadar sınırları çiziliydi. Ne zaman müşterek estetiğin dışına, alışılmış olanların dışına çıkıldıysa, o zamanı ben Türk resminin başlangıcı sayıyorum.

 

Geçen yılki serginizde İstanbul’un tahribine odaklanmıştınız. Bugün gelinen noktada neler değişti, siz ne düşünüyorsunuz?
Bu dünden bugüne değişecek bir durum değil elbette. Sanatçı olarak uzun süredir doğayla ilgili resimler yapıyorum. Nezaketle İstanbul ve Türkiye özelinde söylüyorum: Büyük bir hoyratlık var. Kötü kullanımlar ve sonuçları var önümüzde.

 

Örneğin nedir bu durumlar?
Mesela, nükleer santraller meselesi var. Bunun için bağırıyorum. Bu Sabah aklımda onunla uyandım. Ülkenin her yanının hiç olmazsa şu anki halini korumak için bağırıyorum. Çünkü şu anki halini çok arayacağız ileride. Bunu bu hale getirenleri de kınıyorum. Bunun için yatıp kalkıp bağırmamız lazım hepimizin. Resim yapmak yerine bağırmamız lazım.

 

Bir yıl önceki röportajınızda resmi bırakma noktasındayım demiştiniz.
Resim yapmak istemiyorum dedim. Samimi söylüyorum, bir yıldır da resim yapmıyorum. Kendime küçük küçük desenler yapıyorum sadece. Prodüksiyon, boya yani madde olacak, satın alınacak halini yapmıyorum. Haa, geçinmek... Geçinmem başka bir şey... Kendimi resimden uzak tuttum, elimi sürmüyorum. Küçük kağıda çizdiğim desenlerimi alan olursa alır ama onları da sevmiyorlar. Elimde olan resimleri alan olursa alır, onlar eski suçlarım. Hiçbir zaman gösteremeyeceğim kadar çok çizimi olan biriyim. Kağıda çizimler bunlar. Resme olan temaslar...

 

Ben tekrar sormak istiyorum, gerçekten neden resim yapmıyorsunuz?
İçimden gelmiyor. Kırgınım, hakarete uğradık hepimiz, bu yüzden. Ama kırgınlık lafını vurgulamıyorum çünkü protestim, bu herhalde çocuksu bir şey değil.

Gezi sürecinde mi hakarete uğradığımızı düşünüyoruz?
Evet, Gezi sürecinde hakarete uğradık. Sanatçı olarak, düşünür olarak aşağılandık, farklı sözü olan insanlar olarak aşağılandık. Sayın başbakana hakaret içeren bir söz kullanmadım, kullanılmasından yana da değilim. Ama şahsen onun her sözünde hakarete uğradığımı düşünüyorum. Sanatçı onurumu çok ciddiye aldım. Buna yapılan saygısızlığı affetmeme imkan yok. Kişi olarak emniyetsiz ve aşağılanmış hissediyorum. Hiçbir şey olmamış gibi büyük aksiyonlar yapmak, resim yapmak içimden gelmiyor.

 

Biraz daha açıklayabilir misiniz?
Bu ülkede düşünce özgürlüğü adına büyük mücadeleler verdik. Kendi varlığımızı da ona göre disipline etmeye çalıştık. Hem ülkenin kaynaklarının bu şekilde kullanılması hem düşünce kaynaklarının ve varlığının zedelenmesi durumu var. Dünyanın her yerindeki aksiyonlara katılıyorum. Tüm dünyada yaşanan tecrübeler var. Nükleerden daha acil, daha önemli
ne olabilir? Bu gelecek nesillere mirasımız. Nefes hakkımız.

 

2015’te İstanbul Modern’de bir retrospektifiniz düzenlenecek. Şu an geldiğiniz süreç bu retrospektife nasıl yansıyacak?
O tamamen küratöre kalmış. Daha önce iki retrospektif oldu ama bu daha kapsamlı, elbette bir müzenin bakışı zannederim önemli bir tespit olacak. Ben de merak ediyorum, seyircilerden biri olarak ben de kendime bakacağım.

 

Resimle iç içe bir aileden geliyorsunuz. Siz nasıl resme yöneldiniz?
Ailemde resim sanatı vardı. Halam akademinin ilk kadın öğrencilerinden, Berlin’de okumuş falan. Evimizde bütün usta ressamların eserleri asılıydı. Resim ve hat sanatı bizim ailenin erkeklerinin hobisidir.

 

Peki o dönem mi ilham oldu size?
Ressam bünyenin seçimi, nelerin dikkatini çektiği çok farklıdır. Dokuma tezgahındaki iplikler de, bir hamam peştamalının rengi de, halı motifi, annesinin eteğinin rengi de gözüne takılabilir. Ben mesela bana verilen ilk kalemin rengini hep aklımda tutarım; kahverengiydi. Hem kokusunu hem de rengine duyduğum sevgiyi hatırlıyorum. Başlangıçta resim adı altında resme benzeyen şeyler yapabilirsiniz. Ama gerçekte sanat yapma meselesi sizin yaşama bakışınız ve bilmediklerinizin devreye girişiyle var olan bir şey.

Milliyet, Haber: Fisun Yalçınkaya, 25.05.2014

TOPKAPI SARAYI'NA
AHIR İÇİN İZİN ÇIKTI

 

Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu'ndan Topkapı Sarayı'nda görev yapan jandarmanın, emniyet ve asayiş hizmetlerinde kullandığı atlar için ahır yapılması için izi

n çıktı. Turistlerin ziyaretine açık olmayan Sarayburnu tarafından yapılacak prefabrik ahır 6 at kapasiteli olacak.

Ahırın bir ay içinde tamamlanması bekleniyor.

Sabah, Haber: Hasan Ay, 25.05.2014

GÖBEKLİTEPE'DE KANAL İZİ

 

Dünyanın en eski tapınak merkezi olarak kabul edilen ve bu yönüyle ”Tarihin sıfır noktası” şeklinde nitelendirilen Göbeklitepe’deki kazı çalışmalarında kanal izlerine rastlandı. Göbeklitepe Kazı Başkanı Prof.Dr. Schmidt: “Burada kireç taşı kaya platosuna üzerine insan eliyle işlenmiş kanala benzer.

 

“Tarihin sıfır noktası” olarak nitelendiren ve dünyanın en eski tapınak merkezi olarak kabul edilen Göbeklitepe’deki kazı çalışmalarında kanal izlerine rastlandı.

 

Göbeklitepe Kazı Başkanı Prof.Dr. Klaus Schmidt, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 15 Nisan’da başladıkları kazı çalışmalarının bu ayın sonuna kadar süreceğini söyledi.

 

Çalışmalarda 20 kişilik bilimsel ekibin yanı sınra Örencik Köyü'nden 30 işçinin yer aldığını vurgulayan Schmidt, kazının ikinci etabına ise sonbaharda devam edeceklerini belirtti.

 

Kazı alanı üzerine iki büyük koruma çatısı yapılacağını anlatan Schmidt, şöyle konuştu:

“Ana kazı alanında olduğu gibi kuzeybatı yönünde büyük bir koruma çatısı yapılacak. Ayrıca bunların taşıyıcılarının geleceği noktaları arkeolojik olarak araştırmamız gerekiyor. Çatı taşıyıcılarımız ana kaya üzerine yerleştirecek bu yüzden seçilen noktalarda ana kayaya ulaşmaya çalışıyoruz.”

 

Çatı ayağı için oluşturulan sondajda ana kayaya ulaştıklarını aktaran Schmidt, “Burada kireç taşı kaya platosuna üzerine insan eliyle işlenmiş kanala benzer bir oluşum belirledik. Koruma çatısı direk bu kayanın üzerine konularak beton gibi yabancı maddelerden kaçınılacak. Ana kaya üzerinde işlenmiş bu noktalarının işlevinin anlaşılması için etrafındaki kazı alanını genişletmemiz gerekiyor” dedi.

 

Schmidt, Göbeklitepe’nin 20′nci kazı sezonu olması nedeniyle bu yıl 2 sempozyum düzenleneceğini sözlerine ekledi.

haberler.com, 24.05.2014

OSMAN HAMDİ BEY NİYE POPÜLER?

 

Türk resminin ikon isminin neredeyse hiç sergilenmemiş olan tablosu bugün satışa çıkacak. Peki Osman Hamdi’nin sırrı ne? Gündemden düşmeyen ismin Türk sanatındaki yerini inceledik.

 

Osman Hamdi Bey’in ‘Cami Önü’ tablosu, bugün Antik A. Ş. tarafından düzenlenen ve Shangri - La Bosphorus’ta saat 15.00’de başlayacak 282’nci müzayedede 10 milyon TL’den satışa çıkarılacak. Gebze Belediye Başkanı Mustafa Zeki Bey koleksiyonundan satışa çıkan ve bugüne dek hiç sergilenmemiş olan tablo, Bursa Yeşil Camii önünde duran Osmanlı toplumundan farklı karakterleri temsil eden 16 figürü gösteriyor. Peki bu müzayede vesilesiyle gündeme gelen Osman Hamdi Bey’in sırrı nedir?

 

Hasan Bülent Kahraman’ın bir röportajında “Osman Hamdi aslında bizim Batı tipi modernleşmemizin bir tür ikonik ismi,” dediği Osman Hamdi Bey gerçekten de modernleşmenin tüm aşamalarında yer alıyor. Mesleklerini saymak yeterli bunu anlamak için. Önemli bir devlet adamı, ressam, arkeolog, müzeci, okul kurucusu, entelektüel Osman Hamdi Bey...

Pek çok madalya
Unvanlarına gelince... Fransa’dan Legion d’honneur, birinci dereceden Mecidi ve Osmani nişanlarıyla, Avrupa ve Amerika’daki üniversitelerinin fahri doktorluk unvanlarıyla, pek çok madalya ve ödülle onurlandırılmış. 1883 yılında kuruculuğunu üstlendiği Sanayi-i Nefise Mekteb-i Aliye’nin müdürlüğünü yapıyor, 1891’de ‘ilk türk müze binası’ olan İstanbul arkeoloji Müzesi’ni açıp Anadolu’nun her yerinden eserlerin istanbul’daki müzeye gönderilmesini sağlıyor. İşte bütün bu işler sırasında bir yandan da muhteşem tablolar resmediyor.

‘Eserlerini bulmak zor’
Osman Hamdi Bey uzun yıllar ressam olarak önemi anlaşılmamış bir sanatçı. Ressam yönünü öne çıkaran ilk eser, “Sanatta Batı’ya Açılış ve Osman Hamdi” (1971). Mustafa Cezar’ın kaleme aldığı kitaptan sonra daha çok ressam kimliğiyle ele alınıyor. Sanat tarihçisi Edhem Eldem’e göre Osman Hamdi Bey sadece ressam olarak değil, sanatın muhtelif dallarının kurumsallaşması konusundaki çalışmalarıyla biliniyor. Akademisyen Kaya Özsezgin, “Osman Hamdi anıtsal figür konulu kompozisyon geleneğinin öncüsü olarak bilinir” derken koleksiyoner Can Has ise “En önemli özelliği eserlerinin nadir bulunması” diyor...

Milliyet, Haber: Fisun Yalçınkaya, 24.05.2014

 

******


'CAMİ ÖNÜ'NE MİRASÇI ENGELİ

 

 

Usta Türk ressamların çalışmaları ile Osmanlı eserlerinin olduğu Antik AŞ’nin özel koleksiyonlar müzayedesi dün yapıldı. Shangri-La Otel’deki açık artırmada Türkiye rekoru bekleniyordu.

 

Osman Hamdi Bey’in “Yeşil Cami Önü” tablosunun 10 milyon liraya satışa sunulması planlanıyordu. Ancak eser, koleksiyon sahibi eski Gebze Belediye Başkanı Mustafa Zeki Bey’in mirasçılarının hak talep etmeleri nedeniyle satışa çıkarılamadı. Müzayedede, Halil Paşa’nın “Çeşme Yolu” eseri, 1 milyon 200 bin liraya satıldı. İş dünyası ve koleksiyonerlerin ilgi gösterdiği müzayedede 190 tablo ve antika yeni sahiplerini buldu.

Hürriyet, 25.05.2014

BİRAZ ANDY WARHOL'LAŞSAK DİYORUM

 

 

Pop sanatın kralı olarak tanımlanan Andy Warhol’un 87 eseri Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi’nde sergileniyor.

 

Yedirenk Sanat Dergisi adına izlenim derlemeye gittim. Çıkışta pop kültür cenneti ülkemiz adına fevkaladenin de fevkinde bir ampul yanıyordu kafamda. Vereceğim ilham siyaset arenamızı biraz renklendirebilirdi. Eli fırça tutan, grafikten anlayan emekçi halkımın cebi para dolsa, hep birlikte neşelensek fena mı olurdu?

 

Slovak asıllı Amerikan sanatçı Warhol’u fazla anlatmayacağım. (Bunun için Yedirenk’in Haziran sayısını almalısınız. Müthiş içeriklerle çıkıyor her ay, benden söylemesi.) Warhol’un ünlü simaların portleri ile konserve kutuları, dolar banknotları, kola şişeleri gibi popüler kültür nesnelerini kendince renklendirerek büyük bir ticari başarı kazandığını belirtmekle yetineyim. “İyi ticaret en iyi sanattır” buyuruyor muhterem. Bu düstur, sanatı boşveren bir millet olarak cuk oturur bize. Ama iş bilenin kılıç kuşananın tabii. Gidin görün hele bir sergiyi, ne demek istediğimi Warhol anlatır size.

 

Yapılacak şey çok basit: Alacaksınız politikacılarımızın fotoğraflarını, biraz büyüteceksiniz önce. Sonra toprağı bol olsun Andy amcanın Marilyn Monroe’ları, Liz Taylor’ları, Golda Meir’leri gibi boyayacaksınız. İstediğiniz gibi kareler, üçgenler, daireler kullanabilir, burunlarını, gözlerini, ağızlarını kalemle çizip belirgenleştirebilir, uygun göreceğiniz yerleri gölgelendirip onları daha gizemli kılabilirsiniz.

 

Kıpkırmızı Erdoğanlar, Masmavi Kılıçdaroğulları...

Dilerseniz Warhol’un Leninleri gibi tek renge de bulayabilirsiniz. Kıpkırmızı Tayyip Erdoğanlar, Masmavi Kemal Kılıçdaroğulları, Yemyeşil Devlet Bahçeliler, Eflatun Selahattin Demirtaşlar çıkacak ortaya. Veya parçalı bulutlu, rengarenk Bülent Arınçlar, Gürsel Tekinler, Oktay Vurallar, Pervin Buldanlar... Aklınıza kim gelirse artık; belediye başkanları, yüksek yargıçlar, üst düzey bürokratlar, sahne yıldızları. Özgürce boyayın ve sonra da çoğaltın bu el emeği, göz nuru parçaları. Sürümden kazanacaksınız, kopyalamada sınır tanımayın.

 

Hani maç kapılarında takımınızın şapkalarını, kaşkollarını, bayraklarını alıyorsunuz ya, bu şahane eserler de öyle kapışılacak. Bakın önümüzde iki seçim var. Yas mas dinlemez bu millet; yeniden miting cenneti olacak ülkemiz. Ayrıca Meclis’te her salı grupların cümbüşü, parti kampları, açılışlar, il başkanları toplantıları devam edecek. Adliye bahçelerinde, mahkeme kapılarında, parklarda her an bir gösteri... Her gönülde bir lider kükrerken bu fırsatı kaçıramazsınız. Gidip tezgah açacaksınız oralarda. Çok ilgi çekeceğinize, paraya para demeyeceğinize bahse girerim.

 

Yine köşeyi döndünüz!

Özellikle AKP’ye gönül veren yurttaşlarımız, evlerine asabilecekleri bu yüksek pop eserleri almazlarsa suçluluk duyacaklardır. Aslında diğer partililer de onlardan geri kalmayacaklar, liderlerinin bir tane sarısıyla yetinmeyip, bir de morundan almayı vatan hizmeti sayacaklardır. Bazıları çok renkliliği tercih edecektir. Sarı lacivert, siyah beyaz, sarı kırmızı olanlar cezbedecektir insanları. Vefalıdır bu millet, elitist sanata bakmasa bile böyle pop işlere bayılacaktır. Size bir şey söyleyeyim mi, liderler tezgahınıza gelmeseler bile, adamlarını gönderip o portrelerden örgütlere dağıtmak üzere bol bol satın aldırırlar. Hadi yine köşeyi döndünüz!

Sakın fazla havaya girerek “Ne de olsa Türkiye küçük Amerika” falan deyip ayakkabı kutularına, para kasalarına, kol saatlerine yanaşmayın. Soma faciasından geriye kalan tekme-tokat-yumruk fotolarına da girmeyin. Akıllı olun, basiretli bir tüccar gibi düşünün. Mesela Taner Yıldız ve Faruk Çelik’in çabalarını fırçanızla ikonik kılabilirsiniz. Polat Alemdar da çok güvenli bir satış imkanı sunar size. Keza futbolcu ve artist fotoları peynir ekmek gibi satılır.

 

Size biraz daha cesaret verebilmek adına Warhol üstadın bir sözünü aktarayım: “Ben her zaman en kolay şeyin peşinden giderim” diyor popun kralı, “çünkü en kolayıysa bana göre en iyisi de odur.”

 

Eğer bu çabalarınız takdir görmez ve eserleriniz elinizde kalırsa Warhol’un şu sözlerine yaslanıp yeni projeler için enerji toplayabilirsiniz:

 “İnsanlar sizi hiç yanlış anlamazsa ve her şeyi sizin söylediğiniz şekilde yaparlarsa, fikirlerinizin sadece aktarıcısı olurlar, siz de bundan sıkılırsınız. Ama sizi yanlış anlayan insanlarla çalışırsanız aktarım yerine dönüşüm elde edersiniz, bu da uzun vadede çok daha ilginçtir.”

Zaman, Haber: Nuriye Akman, 24.05.2014

HAMAMDA SADECE KENDİSİ YIKANIYOR

 

 

Antalya’nın tarihi Kaleiçi semtinde 600 yıllık Sefa Hamamı ayakta kalmak için direniyor. Roma ve Selçuklu mimarisini taşıyan hamamın işletmecisi Mustafa Yeşiltaş, restore yaptıramadığı hamamın artık para kazandırmadığından dert yandı.

 

Başından aşağı bir tas su döken Yeşiltaş, "Hamam Sit alanında kaldığı için bir değişiklik yapamıyoruz. Kimse gelmediği için hamamda sadece kendimiz yıkanıyoruz" dedi.

 

Antalya’nın tarihi ve turistik semti Kaleiçi’nde esnaflık yapan Sefa Hamamı’nın işletmecisi Yeşiltaş ailesi artık hamamcılık mesleğini yapamaz hale geldiklerini söyledi. Hamam kültürünün günümüzde modern sauna ve benzeri alanlarla birlikte kaybolmaya yüz tuttuğunu belirten aile, 600 yıllık geçmişe sahip hamamı ayakta tutmak için uğraş veriyor.

 

KUBBELERİ KAN VE YUMURTA KARIŞIMINDAN OLUŞTURULDU

Son bir asırdır hamamın işletmesini kendilerinin yaptığını belirten hamamın üçüncü kuşaktan işletmecisi Mustafa Yeşiltaş, hamamın en büyük özelliğinin hamamı inşa eden Selçuklu mimarilerinin ’Horasan’ diye tabir ettikleri kan, yumurta ve tuğla kırığından oluşturulan kubbe kısımlarının olduğunu söyledi. Bu tipte oluşan kubbeler sayesinde hamamın nefes aldığını belirten Yeşiltaş, sözlerini şöyle sürdürdü: "Hamam dedemden bize kaldı. Roma dönemi mimarisiyle yapılmış. Selçuklu döneminde yeniden inşa edilmiş. Eskiden kalma kanalizasyonu mevcut. Eski yıllardaki gibi alttan ısıtmalı ve odunla ısıtılıyor. Hamamın kubbeleri Horasan yapıyla oluşturulmuş. Kan, yumurta ve tuğla kırığıyla inşa edildiği için nefes alabilen bir yapıya sahip. Böylece içeride pis hava oluşmuyor. Yeni yapılan hamamlar beton yapı olduğu için nefes almıyor ve içeride fazla kalınca baş ağrısı yapıyor. Ama bizim hamamda böyle bir durum söz konusu değildir."

 

"RESTORASYON MALİYETİ HAMAMIN MALİYETİNİ AŞIYOR"

Hamamın geçmişte çok tercih edilen bir hamam olduğunu söyleyen Yeşiltaş, son dönemde yeni ve modern hamamların oluşmaya başlamasıyla tarihi hamamların rekabet edemez hale geldiğinden yakındı. Yerli vatandaşların kendilerini tercih etmediğini belirten Yeşiltaş, turistlere hitap etmek için restore etmek istediğini ancak hamamın Sit alanı içerisinde olduğundan dolayı birçok prosedürden geçmek zorunda olduklarını söyledi. Restorasyon maliyetinin hamamın yenisini yapmaktan daha pahalıya malolduğunu belirten Mustafa Yeşiltaş, şunları söyledi:

"Hamam Kaleiçi’nde olduğu için daha önce Roma hamamı olarak kullanılan bir yer. Hamam Sit alanında kaldığı için hamamda değişiklik yapamıyoruz. Bir değişiklik yapmak istediğimizde çok prosedürle uğraşıyoruz. Boya yapacağımız zaman dahi çok pahalıya malediliyor bize. Binayı yeniden yapacak kadar bir maliyet çıkıyor karşımıza."

 

"HAMAMDA SADECE KENDİMİZ YIKANIYORUZ"

Kaleiçi’nin otopark sorununun işletmeler için dezavantaj olduğunu kaydeden Yeşiltaş, atıl vaziyette kaldıklarını belirtip hamamın kurnasından bir tas su alıp başından aşağı dökerek, "Restore edilmediğinde daha çok geride kalıyoruz. Yeni bir mermer dahi döşeyemiyoruz. Vatandaşlarda bizi tercih etmiyor. Hamamda artık sadece kendimiz yıkanıyoruz. Kardeşlerim, akrabalarımız geliyor. Kendimiz yıkanıyoruz. Sadece turistik olarak çalışmak zorunda kaldık" diye konuştu.

Akşam, 23.05.2014

MUDANYA'DAKİ İKİ KİLİSENİN RESTORASYONU İÇİN ONAY BEKLENİYOR

 

 

Fener Rum Patrikhanesi adına Bursa Metropoliti Prof.Dr. Elpidophoros Lambriniadis tarafından 2012 yılında satın alınan Mudanya İlçesi'ndeki “Başmelekler” ile “Kemerli” kiliselerinin restorasyonuna, hazırlanan projelere onay verilmesinin hemen ardından başlanacak.

 

Lambriniadis, AA muhabirine yaptığı açıklamada, “dünyanın en eski üçüncü kilisesi” sayılan Kumyaka Mahallesi’ndeki Başmelekler Kilisesi ile Trilye Mahallesi’nde yer alan Kemerli Kilise’yi satın aldıktan sonra vakit geçirmeden restorasyonla ilgili çalışmalara başladıklarını söyledi.

Öncelikle bu yapıların ilk planlarını bulup projeler hazırladıklarını belirten Lambriniadis, ruhsat ve diğer izinlerle sürecin daha çabuk gerçekleşmesi için bir danışmanlık firmasıyla anlaştıklarını dile getirdi.

 

Bizans imparatorlarından 4′üncü Konstantinos Porphyrogenetos döneminde 780-797 yıllarında yaptırılan Başmelekler Kilisesi ile 13′üncü yüzyıldan kalma Kemerli Kilise’nin, Türkiye için çok önemli birer kültürel miras olduğunu vurgulayan Lambriniadis, “İki kilisenin restorasyonu için gerekli başvurular yapıldı. Ruhsatların onaylanmasının ardından restorasyon çalışmalarına başlanacak” dedi.

 

Başmelekler Kilisesi’nin, mevcut haliyle bile ciddi anlamda turist çektiğini anlatan Lambriniadis, burasının Ortodokslar için büyük öneme sahip olduğunu aktardı.

 

“Restorasyon çalışmaları tamamlandığında Mudanya, yabancı ziyaretçi anlamında Trabzon’daki Sümela Manastırı’na ciddi anlamda rakip olur” diyen Lambriniadis, ilçenin inanç turizminden hak ettiği payı fazlasıyla alacağına inandığını bildirdi.

 

Lambriniadis, Kemerli Kilise’ye bitişik arazideki evi de satın aldıkları bilgisini vererek, restorasyonun ardından bu binada, kilisede kullanılan kutsal eşyaların tutulacağını belirtti.

 

Restorasyonlar için maddi kaynak bulma çalışmalarının sürdüğünü dile getiren Lambriniadis, “Bu iki kilisenin, yaşayan mekanlar olmasını arzuluyoruz. Paskalya gibi özel günlerde yurt içi ve dışından gelecek misafirlerle ayinler yapılacak” diye konuştu.

 

Kumyaka Mahallesi Muhtarı Ramiz Batmaz ise Başmelekler Kilisesi restore edilince bölgeye ciddi anlamda turist akını beklediklerini anlattı.

 

Kilisenin şu anda metruk olduğuna değinen Batmaz, “Yavaş yavaş yıkılmalar başladı. Aslında etrafında güvenlik çemberi olması gerekir. Özellikle üst bölümdeki taşlar, ciddi tehlike oluşturuyor. Patrikhane, kiliseyi satın alınca camları geçici olarak tuğlayla kapatıldı ve giriş bölümlerine demir kapı konuldu. Toplu gelenler olduğunda ziyarete açılıyor” ifadesini kullandı.

 

Kiliselerin tarihi ve mimari özellikleri

Konstantinos Porphyrogennetos’un, 780 yılında kendisini fırtınadan kurtaran köylülere teşekkür etmek için yaptırdığı, “Taksiyarhon Kilisesi” olarak da bilinen Başmelekler Kilisesi, 1448 ve 1819 senelerinde onarıldı.

 

Geçmişte akıl hastalarının tedavi edildiği bir mekan olarak da bilinen kilise, 1922′ye kadar gerek Rumlar gerek Türkler tarafından ziyaret edildi ancak Siyi ya da şimdiki adıyla Kumyaka’ya Müslüman halkın yerleşmesiyle önemini kaybetti.

 

Naos, Narthex, Exo Narthex, Aziz Haralamboş ve Aziz Nikolas şapelleri, giriş mekanı, kuzeydoğuda bir oda ve tedavi hücresi olmak üzere 8 bölümden oluşan kilisede süsleme olarak sütun ve başlıklarıyla renkleri seçilemeyecek kadar harap durumdaki freskolar görülüyor.

 

Kemerlerinde, ayakta duran, başları haleli iki figür bulunan kiborion planlı bir yapı olan kilisenin, Hristiyanlığın ilk yıllarından itibaren mezar binalarında da görülen, dört duvar üzerine oturtulan beşik tonozlar ve yükselen kubbeden ibaret görünümü bulunuyor. Bu plan tipinin örneklerinden ikisi de İstanbul’da yer alıyor.

 

Trilye’deki Kemerli Kilise ise gezgin Dr. John Covel’in 1676 yılına ait el yazması bir belgesine göre, Panagia Pantobasilissa’ya adandı. İlk yapı, duvar tekniği ve başka özellikleri göz önünde bulundurularak 13′üncü yüzyıl sonlarında inşa edildi. İlk tabaka freskolar 14′üncü yüzyıl başları, ikinci tabaka freskolar da 18′inci yüzyıla (1723) tarihlendirildi. Burası, tarihte “duvarlarına ilk kez resim yapılan kilise” olarak kabul ediliyor.

 

Heybeliada’daki Aya Triada Manastırı’nın başrahibi de olan Lambriniadis, mülkiyeti, İstanbul’da yaşayan iş adamı Mete Yalçın’a ait olan iki kiliseyi, Fener Rum Patrikhanesi adına 10 Eylül 2012′de satın almıştı.

haberler.cm, 23.05.2014

'ÖDÜNÇ EROS BAŞI'NA VİZE

 

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın iadesini istediği, 1883’te İngiltere’ye kaçırılan, paha biçilemez değerdeki Eros Başı tarihi eseriyle ilgili olarak Londra’daki Victoria&Albert Müzesi’nin öne sürdüğü “uzun süreli ödünç olarak geri verme” koşulunu, “süresiz ödünç olarak geri verme” şeklinde değiştirilmesi durumunda kabul edeceği belirtildi. Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün söz konusu koşulun “süresiz olarak ödünç verme” şeklinde düzeltilmesi durumunda, “Zamanla Eros Başı’nın Türkiye’ye tam olarak iade edilmesinin önünün açılacağı” görüşünde olduğu öğrenildi.

 

Londra’daki Victoria&Albert Müzesi yetkilileri, geçen günlerde, Türkiye’nin iadesini istediği Eros Başı’nı “Türkiye’ye uzun süreli ödünç olarak geri vermeyi arzu ettiklerini, ancak bunun koşulları konusunda henüz bir anlaşmaya varılmadığını” açıklamışlar ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’na, Türkiye’nin “eserin yasal mülkiyetinin müzede olduğunu kabul etmesi” koşulunu sunmuşlardı. Eski Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ise müzenin koşulu karşısında Cumhuriyet’e bir açıklama yaparak, “Bizim dönemimizde de yapılan böyle bir öneriyi geri çevirdik. Çünkü bu kötü emsal teşkil eder. Diğer müzeler de bize ait olan eserlerin mülkiyetinin kendilerinde olduğunu kabul etmemiz konusunda bu koşulu bize örnek gösterebilirler. Örneğin iadesini istediğimiz ‘İhtiyar Balıkçı’ heykeli de var, onda da bu şartı koşabilirler” diyerek koşulun Türkiye’nin tarihi eserler konusunda elinin kolunun bağlanacağını dile getirmişti. Günay, bakanlığı döneminde sadece Penn Müzesi’nin Troya Hazineleri’nin iadesi konusunda bir koşul kabul ettiklerini, anlaşma maddesine de “Troya Hazineleri’nin ancak Türkiye’nin geri vermesi halinde iade edileceğini, geri verme zamanını da Türkiye’nin belirleyeceği” ifadesini koyduklarını da ifade etmişti.

 

‘Süresiz ödünç’e varız

Bu gelişmelerin ardından bakanlığın, Eros Başı ile ilgili olarak Victoria&Albert Müzesi’nin koşullarını nasıl değerlendirdiği ve ne tür bir girişimde bulunacağı merak konusu olmuştu. Bakanlıktan Cumhuriyet’e verilen bilgiye göre, Kültür Varlıkları Müzeler Genel Müdürlüğü, müzenin öne sürdüğü “uzun süreli ödünç olarak geri verme” koşulunun “süresiz ödünç olarak geri verme” şeklinde değiştirilmesinden yana. Genel müdürlük yetkilileri, koşulun “süresiz olarak ödünç verme” şeklinde düzeltilmesi durumunda, “zamanla Eros Başı’nın Türkiye’ye tam olarak iade edilmesinin önünün açılacağı” görüşüne hakim. Ancak bu koşulun kabul edilmesi, Türkiye’nin, müzenin öne sürdüğü bir diğer “Türkiye’nin, eserin yasal mülkiyetinin Londra’daki müzede olduğunu kabul etmesi” koşulu karşısında elini kolunu bağlıyor; iade anlaşmasını by-pass ediyor. Bakanlıkta, eserle ilgili olarak ağırlıklı görüş, Troya Hazineleri’nin iadesinde olduğu gibi, anlaşma maddesine, “eserin ancak Türkiye’nin geri vermesi halinde iade edileceği, geri verme zamanını da Türkiye’nin belirleyeceği” şeklinde bir ifadenin eklenmesi gerekeceği şeklinde ifade ediliyor. Aksi takdirde Eros Başı Türkiye’ye sadece “ödünç” verilmiş olacak.

 

Wilson İngiltere’ye götürmüştü

“Dünyadaki örneklerinin en iyilerinden biri olduğu” vurgulanan Eros Başı, MÖ 3. yüzyıla ait olan Sidamara Lahdi’nden sökülerek, 1883’te Londra’ya kaçırılmıştı. Lahit, 1883’te İngiliz arkeolog Charles Wilson tarafından Konya Ereğlisi’ndeki Sidamara antik kentinde bulunmuştu. Wilson, sonradan yeniden çıkarmak üzere lahti gömülü bırakmış, daha kolay taşınabildiği için, belki de kırılmış olan Eros Başı’nı yanında götürmüştü. Sidamara Lahdi 1898 yılında yeniden ortaya çıkarılmış ve İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne taşınmıştı. Wilson’ın kız kardeşi, Eros Başı’nı 1932’de Victoria&Albert Müzesi’ne bağışlamıştı. 1934 yılında Eros Başı’nın Türkiye’ye geri verilmesi gündeme gelmiş, ancak bunun Atina’dan kaçırılmış olan ve British Museum’da bulunan Elgin Mermerleri’nin Yunanistan’a iadesini de gündeme getirebileceği kaygısıyla tereddütler doğmuştu. Yine de Victoria&Albert Müzesi’nin o dönemdeki müdürü Eric Maclagan, büyük bir anıtın parçası olan Eros Başı’nın lahitle birlikte sergilendiğinde çok daha büyük bir değer kazanacağı yolunda rapor vermişti. Bunun üzerine, İngiliz yetkililer, Victoria&Albert Müzesi’nin Eros Başı’nı Türkiye’ye geri vermesini kabul etmişlerse de sonuçta bu iade gerçekleşmemişti.

Cumhuriyet, Haber: Selda Güneysu, 23.05.2014

HOLLANDA'DA YAPILAN ARAŞTIRMA BURSA'NIN TARİHİNİ DEĞİŞTİRECEK

 

Neolitik dönemle ilgili önemli verilere ulaşılan Barcın Höyüğü'ndeki kazılarda Bursa'nın tarihini değiştirecek kalıntılar çıkarken, gerçek kuruluş tarihinin belirlenmesi için il genelindeki diğer höyüklerde de çalışmalar başlıyor. Fokke Gerritsen'in öncülüğünde Hollanda'da yapılan karbon testinde 8 bin 600 yıl öncesinde gidildiği, bu tespitle Bursa'daki yerleşimle ilgili daha eski çağlara gidilebileceği ifade edildi.

 

 

Kültür varlıkları açısından Türkiye'nin sayılı illerinden biri olan Bursa'da ilk çiftçi ve hayvan yetiştiriciliğiyle ilgili önemli verilere ulaşılan Barcın Köyü'ndeki kazılarında 8 bin 600 yıl öncesine gidilirken, Bursa'daki bütün höyüklerin analizi çıkarılacak. Neolitik dönemle ilgili önemli verilere ulaşılan Barcın Höyüğü'ndeki kazılarda Bursa'nın tarihini değiştirecek kalıntılar çıkarken, gerçek kuruluş tarihinin belirlenmesi için il genelindeki diğer höyüklerde de kazı çalışmalarının yapılması talep edildi. Buna göre Demirtaş'taki Ilıpınar Höyüğü, Yenişehir'deki Barcın Höyüğü, Osmangazi Demirtaş Höyüğü, Çayırköy Höyüğü, Tepecik Höyüğü, Üyücek Tepe, Höyücek ve Karadin Höyükleri, İnegöl Cumatepe, Doğuteğe ve Akhisar Höyükleri, Yenişehir'deki Babasultan Höyüğü, Mustafakemalpaşa Dorak Köyü ile Tahtalı Köyü'ndeki kalıntılar, Akçalar Aktopraklık Höyüğü ve Büyükorhan'daki Derecik Bazilikası yeniden çalışılacak bölgeler olarak açıklandı.

DİĞER ÇALIŞMALARA ÖRNEK OLACAK

Hollanda Araştırma Enstitüsü tarafından Yenişehir Barçın Köyü'ndeki höyükte 2005 yılından bu yana sürdürülen kazılar sürüyor. Yapılan büyük çalışmaya Hollanda Araştırma Enstitüsü sahip çıkarken, 8 yıldır yürütülen çalışmalarla birlikte günümüzden 8 bin 600 yıl öncesine gidildi. Fokke Gerritsen'in öncülük ettiği kazı çalışmalarında Hollanda'da yapılan karbon testinde 8 bin 600 yıl öncesinde gidildiği, bu tespitle Bursa'daki yerleşimle ilgili daha eski çağlara gidilebileceği ifade edildi.

 

İSKELETLER BULUNDU

Yaklaşık 5 metre derinliğe ulaşan kazı alanında ev kalıntıları, avlular ve ocaklara ulaşılırken, 8 bin 400 yıllarına ait insan iskeletleri ve çeşitli heykeller bulundu. Bursa'dan 30 işçi ve 30 arkeoloji öğrencisiyle yürütülen çalışmalara ayrıca 9 üniversiteden Hollanda, Finlandiya, Avusturya, Japonya ve Bulgaristan'dan da uzmanlar katılıyor. 8 yıldır yapılan kazıda 30 bini aşkın kalıntı bulunduğunu belirten Koç Üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü'nden Arkeolog Yrd. Doç.Dr. Rana Özbal, 6 Eylül'e kadar çalışmayı tamamlayacaklarını söyledi. İlk çağlarda insanların daha çok eti ve sütünden yararlanabilecekleri koyun ve sığır gibi hayvanlar beslediğini ifade eden Özbal, en eski yerleşim tabakalarına ulaştıklarını belirtti. 8 yıldır höyükte çalıştıklarını ancak Bursa'dan herhangi bir mülki amirin kendilerini ziyaret etmediğini, yapılan çalışmaların göz ardı edilmemesi gerektiğini söyledi. 

Bursa'da Bugün, Haber: Rabia Deniz, 23.05.2014



18 - 24 Mayıs 2014

YIKILMAYA YÜZ TUTMUŞ KONAKLAR AYAĞA KALDIRILIYOR

 

 

İl Özel İdare İmar ve Kentsel Müdürlüğü, kültürel varlıkları ayağa kaldırmaya devam ediyor. Bu kapsamda Şarkışla İlçesi'nde bulunan 76 yıllık konak onarıma alınarak yeni yüzüyle ilçeye hizmet verecek. Şarkışla Merkez Yeni Mahalle, Beşpınar Sokağı’nda bulunan Mirza Mercan Konağı Özel İdare tarafından 1938 yılında taş temel üzerine inşa edilmiş, ahşap karkas arası taş dolgu duvar örme tekniği ile kullanılarak yapılmış olan konağı yeniden kültür hayatına kazandıracak. İl Özel İdaresi’nin ilçelerdeki kültür varlıklarının tespit edilmesine yönelik çalışmaları sırasında Koruma Uygulama Denetim Bürosunun (KUDEB) önerisiyle tescil edilen konak, ilçenin kültürel değerleri arasında yer alıyor. 2012 yılında 15.000 TL destek sağlanarak rolöve ve restorasyon projeleri hazırlatılan konağın onarımına ise başlandı. Yıkılmaya yüz tutmuş konağın ayağa kaldırılması için bu ender esere 100.000 TL de onarım desteği sağlayan Özelidare, işin en sağlıklı şekilde yürütülmesi amacıyla Koruma Uygulama Denetim Bürosunun takibi ile restorasyon çalışmalarını da sürdürüyor. Konağın onarım çalışmalarının bu yıl içerisinde tamamlanması planlanıyor. Şehrimizin barındırdığı geleneksel mirasımızın ender örneklerine sahip çıkmaya çalıştıklarını vurgulayan Genel Sekreter Salih Ayhan, bu eserleri gelecek kuşaklara aktarmak için çaba sarf ettiklerini dile getirdi. İl Özel İdaresi, İmar ve Kentsel İyileştirme Müdürlüğü bünyesinde faaliyetlerini sürdüren Koruma Uygulama Denetim Bürosu (KUDEB) tarafından taşınmaz kültür varlıklarının korunmasına yönelik yapılan çalışmalar kapsamında katkı payı almaya uygun görülen tarihi yapılara onarım ve proje desteğinin sürdüğünü hatırlatan Ayhan, “13 Nisan 2005 tarihli ve 25785 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan ‘Taşınmaz Kültür Varlıklarının Korunmasına Ait Katkı Payına Dair Yönetmelik’ kapsamında İdaremize yapılan başvurulardan biri olan Mirza Mercan Konağı da onarıma uygun görülerek restorasyon çalışmalarına alındı.” dedi. Taşınmaz Kültür Varlıklarının Korunmasına Ait Katkı Payına Dair Yönetmelik hakkında da bilgi veren Ayhan, “Bu yönetmeliğin amacı, belediyelerin ve il özel idarelerinin görev alanlarında kalan taşınmaz kültür varlıklarının korunması ve değerlendirilmesi amacıyla tahakkuk eden emlak vergisinin %10’u oranında tarh, tahakkuk ve tahsil edilecek katkı payının uygulama esaslarını belirlemektir. Taşınmaz Kültür Varlıklarının Korunmasına Katkı Payının tarh, tahakkuk ve tahsiline, tahsil edilen miktarın il özel idareleri tarafından açılacak banka hesabına aktarılmasına ve bu hesapta toplanan miktarın kullanılmasına ilişkin usul ve esasları kapsar. Bu yönetmelik, 21/07/1983 tarihli ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 12. maddesinin sekizinci fıkrasına dayanılarak hazırlanmıştır.” diye konuştu.

Hürdoğan, 23.05.2014

ÇİMENLİK KALESİ ROMA DÖNEMİNE AİT OLABİLİR

 

Hekimhan Çimenli Mahallesi’nin yaklaşık 3 kilometre kuzeyinde bulunan Çimenlik Kalesi diye tescillenerek sit alanı ilan edilen yerin Roma dönemine ait olabileceği kaydedildi. 

 

Çimenli Kalesi’nde ana kayaya oyulmuş 2 adet su biriktirme kuyusu ve kuyulara yönlendirilmiş su arkları bulunduğu aktarıldı. Alan yüzeyinde kaba ve ince seramik parçalarının bulunduğu belirtildi. Mimaride kullanılabilecek düzgün taşlar, yine ana kaya üzerinde kesilmiş düzgün taşlar, kayaçların etrafında seramik parçaları bulunduğu dile getirildi.

 

Alanın Malatya Müze Müdürlüğü’nün önerisi ile Sivas Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından sit alanı ilanı edildiği öğrenildi.

Malatya Güncel, 23.05.2014

BU OYUNA GELMEYİN BEYLER

 

 

Nemrut Dağı’na olan ilgisini uzun zamandır aleni bir şekilde ortaya koyan Malatya, bu ilgisinin karşılık bulmaması ile yeni bir atağa kalktı. Malatya basınında ‘Nemrut yolu su altında kalacak’ başlığıyla yayımlanan asparagas haberler ile Adıyaman-Malatya arasındaki ilişkiler yeniden bozulmak istendi.


Suyu, tarihi, turizmi ve kültürü ile bölgenin bütün illerine fayda sağlayan Adıyaman’ın değerlerini elinden koparmak isteyen Malatya yine akıllı durmadı!


Özellikle son yıllarda Nemrut Dağı ile ilgili tavrını açıkça ortaya koyan ve bu konuda Adıyaman ile her türlü polemiğe giren Malatya’da Nemrut sancısı yeniden başladı. Malatya basınında konu ile ilgili yapılan son haberler, “bu kadarına da pes!” dedirtti.


Malatya basınının son iddiasına göre; Adıyaman, Pütürge köylerinde yapılacak barajla Nemrut’a geçişi önleyip, Kahta arazilerini sulayacak! Konu ile ilgili asparagas haberleri çarşaf çarşaf yayımlayan yeni bir gündem oluşturmaya çalışan Malatya tarafının iddiasının devamında, Tepehan Beldesi yakınlarındaki Büyükçay barajıyla köyler, köprüler ve karayolu su altında kalacakmış!


Projeyi deşifre etmişler!
Adıyaman’ın, Nemrut Dağına Malatya tarafından giden yolu tamamen devre dışı bırakmak amacıyla başlattığı baraj projesini deşifre ettiklerini belirterek habercilikte çığır açan Malatya basınının sözde haberinin devamında şu bilgilere yer verildi: “Tepehan yakınlarındaki Büyükçay üzerine kurulacak baraj ve Hidroelektrik Santralı ile Kahta İlçesi'ndeki araziler sulanacak. Malatya tarafından ise Nemrut Dağına ulaşımı sağlayan köprüler ve kara yolu su altında kalacak. Böylece Malatya’nın 1980 yılından beri Nemrut Dağı’na ulaşımı sağlayan karayolu tarihe gömülecek.”


Baraj projesi gizlice hazırlanmış!
Pütürge İlçesine bağlı Tepehan beldesinde yapılması planlanan Büyükçay barajı ve Hidroelektrik Santrali (HES)’nin, çevre sakinleri ile Malatya’daki il yöneticilerinin haberi olmadan Adıyaman tarafından gizlice hazırlandığı ve DSİ Genel Müdürlüğü tarafından uygulamaya konulduğu da iddialar arasında yer alan bir başka bilgi olarak Malatya basını tarafından okuyuculara sunuldu. Konu ile ilgili Tepehan ve çevre köylerde yaşayan vatandaşlarla görüştüklerini de iddia eden basın organları, yöre halkının “bir baraj yapılacak dediler, Malatya’dan sorduk kimse doğrulamadı. Bu barajın bize ve bölgemize hiçbir faydası yok. Kim bu barajı çıkardı anlayamadık” dediklerini iddia ettiler.


Kahtayı sulayacak barajın inşasına 2012’de başlanmış!
Kahta Çayının bir kolu olan Büyük Çayla ilgili coğrafi bilgilerde veren basın şunları kaleme aldı: “Büyük Çay, Malatya-Pütürge İlçesine bağlı Tepehan beldesinin 4 kilometre güneydoğusunda yer alıyor. Büyük Çay Projesi ile 12 bin 322 hektar alanın sulanması ve 30MW kurulu güç ile yılda 84 GWh enerji üretimi hedefleniyor. Büyük Çay Barajı talvegden 79 metre yüksekliğinde, 4,06 hm³ dolgu hacminde olup; toplam rezervuar hacmi ise 147 bin 69 hm³’tür. Baraj ve HES için planlama ihalesi 16.11.2011 tarihinde yapılmış olup, 21.06.2012 tarihinde sözleşme imzalanarak işe başlanmıştır. Adıyaman-Kahta için büyük önem arz ettiği iddia edilen Büyük çay Barajı ve HES Projesi ile 123 bin 220 dekar arazinin sulaması amaçlandığı ifade ediliyor.”


Malatya’ya sorulmamış bile!
Pütürge İlçesine bağlı Tepehan beldesine 4 kilometre uzaklıktaki Arhalan ve Yeşildere bölgesinde yapılması planlanan baraj ve HES için, işin planlama ihalesinin yapıldığını da belirten basın organları, Baraj ve HES projesinin DSİ Kahramanmaraş Bölge Müdürlüğü ve Adıyaman Şube Müdürlüğü tarafından yürütüldüğünü iddia etti. Adıyaman tarafının barajı gizli tuttuğunu, Malatya’daki ilgili kurumlarında vatandaşı bilgilendirmemesinin köylüleri çileden çıkarttığını iddialarına ekleyen Malatya’daki basın organları, köylülerin “Baraj yapılacak ve köylerinizle arazileriniz su altında kalacak deniliyor. Ne zaman yapılacak, bizim durumumuz ne olacak. Bu konuda tam bir bilgi yok. Malatya topraklarında yapılacak olan baraj için Malatya’daki ilgili kurumlar neden bizleri bilgilendirmiyor” diye dert yandığını belirttiler.


Adıyaman planı deşifre olmuş!
“Adıyaman milletvekilleri ve siyasi kuruluşların önem verdiği baraj projesiyle Adıyaman bir taşla 2 kuş birden vuracak” diyerek haberi sürdüren basın, “Önce Tepehan ve köyleri su altında kalacak, toplanan su Kahta İlçesi'ndeki arazileri sulayacak. Asıl önemli olan ise Malatya’dan Nemrut Dağına ulaşımı sağlayan 2 köprü ile kara yolu ise su altında kalacak. Böylece Malatya’nın Nemrut Dağına ulaşımı engellenmiş olacak. Adıyaman’ın karayolunu devre dışı bırakmak amacıyla bu baraj projesini hazırladığı sanılıyor. Bu projenin deşifre olmasıyla Tepehan bölgesinde yapılacak baraja karşı tepki oluşmaya başladı. Malatya Valiliği ve Büyükşehir Belediye Başkanlığı ve Pütürge Belediye Başkanlığının ise projeden habersiz olmaları projenin gizlilikle yürütüldüğünü gösteriyor” diye belirttiler.


Adıyaman mileltvekillerinin ‘baraj’ sözünü kanıt olarak gösterdiler
Adıyaman milletvekillerinin baraj projeleriyle ilgili vaatlerini derleyen ve bunu kanıt olarak gösteren Malatya basını, haberin devamında şu bilgileri okuyucularıyla paylaştı: “Tepehan yakınlarındaki Büyükçay barajı ve Hidro Elektrik Santralinden (HES) köylüler bile bihaberken, Adıyaman’da Milletvekilleri Kahta’da sulu tarımın başlayacağını Adıyaman köylerinden Adalı, Akalın, Aktaş, Beşikli, Cumhuriyet, Çamlıca, Dardağan, Dikenli, Elbeyi, Eskitaş, Geldibuldu, Göçeri, Güdülge, Hasköy, İkizce, Karataş, Oluklu, Tuğlu, Ulupınar, Yenikuşak, Yeşilkaya, Arılı, Belenli, Belören, Boztarla, Büyükbey, Çakıreşme, Çaybaşı, Fıstıklı, Güzelçay, Habibler, Hacıyusuf, İslamköy, Karacaören, Köseler, Narsırtı, Ortanca, Ovacık, Susuz, Şahintepe, Şenköy, Akdoğan, Akkavak, Akkuş, Bostanlı, Bozpınar, Büyükbağ, Çardak, Ekinci, Erikli, Gökçe, Gölgeli, Hasandigin, Narince, Sıraca, Teknecik, Yapraklı ve Narlıdere köylerinin sulanacağını anlatıyor.”


Projeyi Ahmet Aydın takip etmiş
Adıyaman tarafından gizlilikle yürütüldüğü iddia edilen projenin AKP Grup Başkanvekili ve Adıyaman milletvekili Ahmet Aydın tarafından yürütüldüğünü de iddia edildiği haberlerde, bu yolla Nemrut yolunun tamamen kapatılacağı belirtildi. İşte Malatya basınının gündem saptırma adına imza attığı haberin devamı: “Adıyaman Milletvekili ve AKP Grup Başkanvekili Ahmet Aydın ise yaptığı bir açıklamada “Yapımı ve projesi devam eden Adıyaman için çok önemli olan Koçali Barajı, Gömikan Barajı, Besni Barajı, Büyükçay Barajı HES Projesi, Çetintep Barajı, Bebek I ve Aslanoğlu üniteleri ile Çelikhan Sulama projeleri hakkında gelişmeleri ciddi manada takip etmekteyiz, Büyükçay Barajı HES projesi Adıyaman-Kahta Projesi kapsamında olup, proje ile 123.220 dekar zirai arazinin cazibeli olarak sulanması sağlanacaktır. Planlama raporuna esas teşkil eden proje genel vaziyet planı taslağı onaylanmıştır” dediği öğrenildi. Tepehan yakınlarındaki Büyükçay Barajı HES Projesi hayata geçirildiğinde Malatya’dan Nemrut Dağına giden Tepehan-Büyüköz Köyü arasındaki 2 karayolu köprüsü ile karayolu tamamen su altında kalacağı gibi köyler ve mezra evleri de su altında kalacak. Tepehan’da tepki yaratan baraja karşı sesler yükselirken, Malatya Milletvekilleri, Siyasi Partiler, Belediye Başkanlarının konu hakkında açıklama yapmaları ve konuya eğilmeleri isteniyor.”

Adıyaman Haber, 23.05.2014

TARİH KORUCULARA EMANET

 

 

Diyarbakır’ın Ergani İlçesi'nde bulunan ve Anadolu’nun en eski mağara yerleşimlerinden Hilar Mağaraları ile tahıl ve evcilleştirmeye dayalı köy hayatının en eski örneklerinden Çayönü Tepesi, temizlik ve güvenliğini sağlayan 3 kişi ödenek yokluğundan işlerini bıraktı. Roma dönemine ait bazı kaya mezarların taş kapısı kırılırken, bazı mezarların içine çöp ve taşların atıldığı, Çayönü Tepesi etrafındaki panel çitler parçalandı.

 

2006 yılında yapılan kazılar ile gün yüzüne çıkarılarak turizme kazandırılan iki tarihi mekanda, önce işçi olarak çalışan ve daha sonra Diyarbakır Müze Müdürlüğünün asgari ücret ile güvenlikçi olarak çalıştırdığı 3 işçiye 4 ay ücret ödenmedi. Bunun üzerine işçiler işi bıraktı. Korumasız kalan Hilar Mağaraları ve Çayönü’nün bazı bölgeleri tahrip edildi. Daha önce ziyaretçileri girmesine izin verilmeyen kaya mezarlıkların içerisine taş ve çöplerin atıldığı ve bir mezarın taştan olan kapısının kırıldığı görüldü. Ana han mağarası içerisinde bulunan ışıklandırma sistemi sökülüp tahrip edilirken, duvarlara da yazılar yazıldığı belirlendi. Çayönü Tepesi’nin panel çitleri ile yerleşim içerisinde yer alan yürüyüş güzergahını belirleyen tabelalar söküldü.

 

4 yıl rehber, güvenlik ve temizlik işçisi olarak çalışan Kadri Yıldırım, “Aylık ücretlerimizi Arkeoloji Müze Müdürlüğü veriyordu. 4 ay ücret verilmeyince ayrılmak zorunda kaldık. Mağaraların içine atılan sigara izmaritleri, kırılan taşlar var. Durumu içler acısı, üzülmemek elde değil” dedi.

Mağaraların kazısı dahil 7 yıl çalışan Abbas Yorulmaz da “Bakanlığa yazı yazdık. Valiliğe yazı yazdık, 4 ay bekledik sonunda tükendik” dedi.

 

BEKÇİLERİN YERİNE KORUCU
Öte yandan Bölgede bekçilik yapmaları için korucuların görevlendirildiği ancak tarihi mekanın koruculara verilmesinin halkı rahatsız ettiği öğrenildi.

 

Hilar Mağaraları ve Çayönü’nün bağlı olduğu Sesverenpınar Köyü'nde aza olan Tarık Aslan, tarihi mekanların daha önce 3 bekçinin bulunduğunu, ücretleri aylarca ödenmediği için onların da görevi bıraktığını söyledi. Aslan, şöyle konuştu: “Köy korucularını getirdiler, gelenler koruculardan memnun değil. Böyle tarihi bir mekanda millet korucuları görünce rahatsız oluyor. Daha önce bekçiler gelenlere bilgi de verip aynı zamanda rehberlik yapıyorlardı. Şimdi korucular hiçbir şey yapmıyor. Devlet, 1.5 trilyona sadece yol yaptı. Trilyonlar gitti ama asgari ücret ile çalışan 3 işçinin ücreti bulunmadığından bu hale geldi”

 

KAYMAKAM MÜZEYİ SUÇLADI

Ergani Kaymakamı Erdin Yılmaz ise, tarihi mekanlarının korunması görevinin Diyarbakır Arkeloji Müzesi Müdürlüğünde olduğunu, ödenek yokluğundan söz konusu işçi ücretlerinin ödenmediğini söyledi. Yılmaz, “Tarihi mezarlarımızın bulunduğu bölgeye genel anlamda köy korucu ve askerlerle sağlamaya çalışıyoruz. Genel anlamda sorumluluk müze müdürlüğündedir. Oradaki eksiklik ve tahribatların önüne geçmek için çalışmalarımızı sürdürüyoruz” dedi.

 

ÇAYÖNÜ TEPESİ
Çayönü Tepesi, insanlık tarihinin en önemli aşamalarından birini yansıtıyor. Günümüzdeki kent uygarlığının köy yaşantısından, avcılık toplayıcılıktan besin üretimine geçtikleri ‘Neolitik dönem’ olarak bilinen, teknolojik yaşam biçimi, beslenme ekonomisi ve insan-çevre ilişkilerinin tümüyle değiştiği, kültür tarihi ile ilgili buluşlarda birçok ‘ilki’ de içeren canlı ve ilginç bir dönem olarak nitelendiriliyor. Çayönü, tahıl ve evcilleştirmeye dayalı köy hayatının en eski örneklerinden, günümüz uygarlığının da önemli bir basamağını oluşturuyor. Çayönü yerleşmesinin bu önemi yabani buğday, mercimekgiller gibi bitkilerin tarıma alınması, koyun ve keçinin evcilleşmesi ile gerçekleştirilmişti.

 

HİLAR MAĞARALARI

Mağaraların tarihi dokusu, coğrafi yapısı ve doğal sit alanı olma özellikleri nedeniyle eşsiz bir doğal güzelliğe ve arkeolojik değere sahip. Kayaların çevresinde çoğunlukla da doğu ve batı tarafında çok sayıda kaya mezar odaları bulunuyor. Kaya mezarlarının bazılarının dış cephelerinde Roma eyalet üslubunda kabartmalar yer alıyor.

Evrensel, 23.05.2014

CANFEDA HATUN CAMİSİ
RESTORE EDİLİYOR

 

Beykoz'da 426 yıllık Canfeda Hatun Camisi, restore ediliyor. İlçenin en eski camilerinden olan Akbaba Canfeda Hatun Camisi'nde Beykoz Belediyesi'nin girişimleriyle, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından ihya çalışmaları başlatıldı.

III. Murad döneminde Topkapı Sarayı'nda Harem Kethüdası olan Canfeda Hatun tarafından 1588 yılında yaptırılan camiye yılın her döneminde uzak ve yakından ziyaretçiler ilgi gösteriyor.

Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 23.05.2014

TİNER KOKAN TARİH

 

 

“İstanbul’un en güzel yeri neresi?” dense akla gelecek ilk yer tarihi yarımada olacaktır. Fakat tarihi yarımadanın güney sahilleri için bu tanımda bulunmak çok da doğru değil. Sirkeci’den başlayarak Yenikapı’ya kadar uzanan korniş, mühim tarihi eserleri ihtiva ettiği için iyi, metruk halde bırakılarak tinerci yuvasına dönüştüğü içinse kötü bir şöhrete sahip.

 

 
1-Sepetçiler Kasrı

Sirkeci Tren Garı’ndan yola çıktığınız vakit, takriben üç yüz metre ileride karşınıza çıkacak olan kasır. Zamanında, Sarayburnu’nun Haliç sınırları üzerinde uzanan iki mamur yapısından biri olarak günümüze sağ salim ulaşmış. 17. yüzyılda Sultan İbrahim dönemine rastlayan imarı, zaman içinde değişiklikler göstermiş. Cumhuriyet döneminde atıl kalmışsa da 80’li yıllarda yapılan rölöve çalışmalarıyla uyuşturucu müptelalarına yataklık yapmaktan kurtarılmış. Yeşilay Derneği’ne tahsis edilen bu leb-i derya kasrın tarihi önemi Sarayburnu akıntısından dışında kalması sebebiyle kayık ve kadırgalara sığınaklık yapmasından geliyor.  Tarihçi Grelot, burada vaktiyle 5-6 adet kayıkhane olduğunu rivayet ediyor. Padişahlar buradan kayıklarına biner, limandaki gemileri gözler ve sefere çıkan donanmayı seyredermiş.

 

 
2-İlk Atatürk heykeli

Sepetçiler Kasrı’ndan 400 metre ileride Türkiye tarihinin ilk Atatürk heykeli ile karşılaşacaksınız. Bir kısmı metal paravanlarla örtülen heykel, 6 Ekim 1926’da Avusturyalı heykeltıraş Heinrich Krippel’e ısmarlanmış. Heykel Osmanlı kadim dönemini ve geleneğini temsil eden Topkapı Sarayı’na sırtını vermek suretiyle yüzünü İstanbul’un Anadolu yakasına çevirmiş. Bir eli belinde, diğer eli ise yumruğunu sıkmış vaziyette uzaklara bakıyor. Milli Mücadele için İstanbul’dan ayrılan Mustafa Kemal Atatürk, kendi adına yapılan ilk heykelin açılışında bulunmamış. Ancak 1 Temmuz 1927’de cumhurbaşkanı sıfatıyla gelmiş. İnternetteki açılış videosunu seyredenler, heykel üzerine örtülen örtünün kaldırılışı esnasında kimi vatandaşların saygıdan şapkalarını çıkardıklarına şahit olacaktır.

 

 
3-Turgut Reis heykeli

İleride, Boğaz’ın demirbaşlarından biri olan deniz fenerine, ne kadar dalgalı ve akıntılı olursa olsun denize girenlerin eşliğinde balık tutanlara rastlayacaksınız. Bu arada denizden Marmara manzarasını izlerken, surlara göz atabilirsiniz. Sağ tarafında iki burç ve hemen önündeki açıklıkta Turgut Reis’in heykeli belirecektir. Heykele geçmeden evvel buradaki iki burcu dikkatlice incelemenizi tavsiye ederiz. Yaklaşık bin yıllık bir süredir şehri muhafaza eden duvarların üzerinde Grekçe ibareleri fark edeceksiniz. Ve nihayet heykel... Muhteşem asrın önde gelen simalarından Turgut Reis, Barbaros Hayrettin Paşa’nın komutasındaki donanmada bulunmuş Haçlılara karşı muzaffer olmuştu. Turgut Reis heykeli, arkasındaki toprağa gömülü çeşmenin nezaretinde, silik plastik tabelasıyla yine denizlere bakıyor.

 

 
4-Hristo Filantropos Kilisesi

İstanbul sahili bir sırlar dünyası. Zaman içinde tahrip olan ve yeniden yapıldığı açıkça gözlenen surları bu yüzden daha bir ince nazarla gözlemeli. İleride kilise olduğu anlaşılmayacak kadar duvarlaşmış bir yapıyı fark etmeniz işten bile değil. Duvarlara dikkat edin. Surlardaki dehlizlerden bir kısmı, 12. yüzyıldan kalma Hristo Filantropos Manastırı’na ait.  Merakınızı dizginleyip dış fasad ile yetinmeniz yerinde olacaktır. Zira alkol ve tinerle serkeşleşen sakinler, tarihe meraklı kimseleri pek sevmiyor. Rivayete göre Yunancadaki adı Mangana (Mühimmat Deposu) olan, kadın ve erkek manastırı olmak üzere ikiye ayrılan bir ibadethaneymiş burası. Demir Kapı olarak bilinen bu bölgede Bizans zamanından kalma dört ayrı kapı daha bulunuyormuş.

 

 
5-İncili Köşk (Sinan Paşa Köşkü)

Yukarıda yükselen sütunlar, Koca Sinan Paşa’nın tasarrufuyla imar edilen İncili Köşk’ün ayaktaki son kalıntısı.  Sultan III. Murad adına yaptırılan köşk, surlar üzerinde inşa edilmiş. Hemen altında Soteros Ayazması bulunuyormuş. Lale devrinin ardından II. Mahmud’un hükümdarlığı zamanında gözden düşen İncili Köşk, Sultan Aziz devrinde buradan geçen demiryolu ile tarihe karışmış. Sedat Hakkı Eldem, köşkün sahil kısmında sandalların yanaşabilmesi için küçük bir rıhtım bulunduğunu da rivayet ediyor. Köşkün kemerleri üzerindeki çeşme ise kara talihine feryat ediyor adeta. Önünden geçen arabaların egzoz dumanıyla kapkara olmuş kitabesinde okunabildiği kadarıyla şunlar yazıyor: Tasarruflar kılub, mimarı Davud/Nice sanatlar etdi anda mevcud/İçüb bu çeşmeden bay ü gedalar/İdeler şah-ı devrane dualar…

 

 
6-Ahırkapı

Tahmin edilebileceği gibi eskiden bu bölgede sarayın atlarının bulunması hasebiyle adına Ahırkapı denilmiş. Cankurtaran semti dahilinde bulunan mevki, Sur-ı Sultani sınırlarının hemen dışında kalırmış. Kapının üzerindeki kitabesinde Sultan III. Ahmed devrinde tamir gördüğü ifade ediliyor. Eski gravürlerde de resmedildiği gibi kapının hemen önünde balıkçı dalyanları bulunur, sarayın balık ihtiyacı buradaki bostancılar tarafından karşılanırmış. Doğan Kuban, burasının sarayların alışveriş kapısı olduğunu belirtiyor. Saray hayvanları için gelen otlar yine bu kapıdan alınırken, çöpler de buradan atılırmış. 1950’lerdeki Menderes imar hareketleri kapsamında Kennedy Caddesi çalışmaları sebebiyle bu mevkideki Yedekçiler Mescidi de feda edilmiş.

 

 
7-Bukoleon Sarayı

Bizans’ın Bukoleon Sarayı, Küçükayasofya’dan başlayıp 300 metre boyunca uzanan bir sahil sarayı idi vaktiyle. Bizans’a gemi yoluyla gelen asilzadelerin ve elçilerin ağırlandığı kompleks, 1870’li yıllardaki tren yolu ve 1950’lerdeki sahil yolu inşaatından fazlasıyla nasibini almış. İsmini, şimdi İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmekte bulunan aslanlardan alıyor. Bizans zamanında bir deniz fenerinin bulunduğu da rivayetler arasında. Zengin Bizans sanatlarının sergilendiği bu eşsiz sarayın kıymeti bugün bile görülebilen mermer sütunlardan anlaşılabilir. Gün içinde onlarca turistin gelip fotoğraf çektiği bu yapıya meraklı birinin girmesi halinde ikinci bir Sara Sierra vakası kaçınılmaz gibi görünüyor.

 

 
8-Küçük Ayasofya

Küçük Ayasofya Camii, diğer saydığımız tarihi eserlere nazaran daha bakımlı ve asli ortamında var olmaya devam ediyor. Eğer tarif ettiğimiz güzergahı takip ettiyseniz burada bir vakit namaz kılıp kiliseden devşirilmiş bu tarihi caminin gölgesinde dinlenebilirsiniz. Yapı aslında Bizans İmparatoru I. Jüstinyen ve karısı Theodara tarafından 527-536 yılları arasında yaptırılmış. Aya Sergios ve Bachos Kilisesi iken II. Bayezid döneminde camiye çevrilmiş ve o günden bu güne bu vazifesini sürdürüyor. Caminin içindeki porfir sütunlara, çiçek kabartma süslemelerine ve camekanla ayrılmış mahfile dikkat edin. Avludaki el sanatları atölyelerini gezebilir, kendi yağıyla kavrulup giden klasik sanat ustalarının limanına demirleyebilirsiniz.

Zaman, Haber: Erkam Emre, 23.05.2014

GİRİŞ ÜCRETİ POLEMİK KONUSU OLDU

 

Daha önce araç başı 5 lira alınan Nemrut Dağı girişinden şu günlerde 11 lira kişi başına alınması başta Adıyaman’da yaşayan vatandaşların tepkisine neden olurken, kimi vatandaşımıza göre bu ücret oldukça uygun. Kimi vatandaşımız “ Bu doğal bir güzellik kültürel bir zenginlik. Hem doğal hem de Adıyaman’a ait neden para vererek girelim ki?” derken kimi vatandaşımız ise “ Bu cüret gayet normal bu güzelliği görmek isteyen vatandaşımız 11 lirayı da vermeli” dediler. Konuyla ilgili polemikler devam ederken, yetkililerin giriş ücretinde indirim yapıp yapmayacakları merak konusu oldu.

 

Konuyla ilgili olarak görüşlerini aldığımız vatandaşlar şunları söylediler “ Nemrut kendi topraklarımızda doğal bir güzelliktir tarihi bir yerdir. Buraya ücret vererek girmek doğru değildir. Hele Adıyamanlı vatandaşlardan bu cüret alınmamalıdır”.

 

Bir başka vatandaşımız ise “ gayet normal. Ücret fazla değil. Böyle tarihi bir güzelliği görmek isteyenler bu parayı gözden çıkartmalıdır” dedi.

Adıyaman Haber, 22.05.2014

İSTANBUL'U SATIŞA ÇIKARDILAR

 

Özelleştirme Yüksek Kurulu, İstanbul’da 2 bin dönümlük 71 taşınmazı özelleştirecek. Özelleştirilecek yerler arasında doğal sit, arkeolojik alan, dere yatakları, yollar, belediye hizmet alanı, yeşil alan, askeri bölge, tarımsal üretim teknolojileri geliştirme parkı ve dini tesis de bulunuyor. Bu alanlara imar izni çıkarılıp rant elde edileceği tahmin ediliyor.

 

Özelleştirme Yüksek Kurulu, İstanbul’da 71 taşınmaz için özelleştirme kararı aldı. Kent genelinde yaklaşık 2 bin dönüm arazi bu kapsamda imara açılacak. Özelleştirilen taşınmazlar arasında yapılaşma yasağı olan dere yatakları ile yol, dini tesis, belediye hizmet alanı gibi parsellerin olması da dikkat çekiyor. Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şube Başkanı Sami Yılmaztürk, “Kim imarı olmayan yol, enerji nakil hatlarında kalan bir araziyi alır? Ya da belediye hizmet alanında kalan bir araziyi alıp ne yapacak vatandaş? Belediye binası mı inşa edecek? İstanbul’da imarlı alanlar bittiği için imarı olmayan alanları düşük değerle elden çıkarıp ardından imara açarak değerini yükseltecekler” dedi.

 

Resmi Gazete’te 8 Mayıs günü yayımlanan Özelleştirme Yüksek Kurulu Kararı’na göre Sarıyer Gümüşdere’de 590 bin 343 metrekarelik dere koruma, rekreasyon, dinlenme alanı, Rumelifeneri’nde toplam 28 bin 450 metrekarelik askeri alan, Kartal Gümüşpınar’da 257 bin metrekarelik yeşil alan ve yol, Silivri Alibey’de 56 bin 557 metrekarelik tarımsal üretim teknolojileri geliştirme parkı özelleştiriliyor. Çatalca Kaleiçi’nde 193 bin metrekarelik plansız alan, 197 bin 512 metrekarelik tarım alanı da bu kapsamda yapılaşmaya açılıyor. 8 bin 473 metrekarelik tarım alanı ise Eyüp Kemerburgaz’da özelleştirilecek. Fatih Binbirdirek’te 12 parselde toplam 16 bin 800 metrekarelik arkeolojik alan da özelleştirme kapsamında.

 

Cami alanı da satılık

Rumelifeneri’nde 21 bin metrekarelik açık spor tesisi ve yol, Silivri Alipaşa’da toplam 30 bin metrekarelik yol, park, dini tesis alanı, Çatalca Kaleiçi’nde 75 bin metrekarelik tarım ve enerji nakil hattı koruma kuşağının da özelleştirilmesi de tepkilere neden oldu. Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şube Başkanı Sami Yılmaztürk, şu anki imar durumuna göre yapılaşmaya gidilemeyecek bu arazileri satın alanların; daha sonra imar mevzuatını ve anayasaya aykırı şekilde buralara imar verileceğini bildiğini söyledi.

 

Yok pahasına

Özellikle Sarıyer Gümüşdere’de 3. köprü alanında kalan doğal sit olan ormanlık alanın özelleştirilme kapsamına alındığına dikkat çeken Yılmaztürk “3. köprü ve yeni havalimanı üzerindeki arazilerin hiçbiri yeşil alanı korumak için değil, rant kazanmak için yok pahasına satılacak. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ya da İBB tarafından yapı yasağı olan kamu alanları imara açılacak” dedi. Fatih’teki arkeolojik alandaki özelleştirmeye de tepki gösteren Yılmaztürk, “Dünyada arkeolojik değerleri gün yüzüne çıkarmak ve sergilemek için kamu özel mülkiyeti satın alır. Biz de ise tam tersi oluyor” dedi.

Cumhuriyet, Haber: Özlem Güvemli, 22.05.2014

AGORA'NIN ÜZERİNDE YİNE İŞ MAKİNESİ VAR

 

Agora kazılarında belediyeyi alkışlamalı. Bakanlık yapmalı, devlet el atsın gibi başından sağma düşüncelere hiç girmeyen, kendine Agora'yı görev edinen İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin buraya yatırdığı paranın hakkıma düşen kısmını kuruşuna kadar helal ediyorum. İzmir Ticaret Odası ile Kültür ve Turizm Bakanlığı ile ortak çalışan İzmir Büyükşehir Belediyesi çok ama çok önemli işlere imza atıyor.

 

Böyle başlıyordu 19 Aralık 2012 tarihli “Agora'da katliam” başlıklı yazım.

 

Agora'nın önünü örten ve İkiçeşmelik ile bağını kesen o iki hizbe yapının ardında neler dönüyor biliyor musunuz? İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin kamyonları ve kepçeleri tarihi gün yüzüne çıkarmak için hunharca, acımasızca vuruyor toprağa. Tarihin tam 1 metre yanında. “Tarihe zarar verir mi, bir şeyler yıkılır mı?” kimsenin umurunda değil.

 

Bu cümlelerle devam ediyor.

 

Aradan 1,5 yıl gibi bir zaman geçti. Dün Çankaya'daki bir işim için aracımı park ettiğim katlı otoparkta benzer bir görüntü çekti dikkatimi. Şansa fotoğraf makinem de yanımda. Asansör beklemeden son katta aldım soluğu. Evet, gerçekten büyük bir iş makinesi, 1,5 yıl önce fotoğrafını çektiğim iş makinesinden daha da içeride kazı çalışmalarına yardımcı oluyor.

 

Bu beni bir kez daha yaraladı. Arkeolog değilim, hiç kazı çalışması yapmadım, hatta kazı çalışmasında da bulunmadım. Ama bunu anlayabilecek kadar bilgim var. İzmir'in en tarihi bölgesi burası. O dev katlı otoparkı bile yerinden kaldırsanız kim bilir altından neler çıkacak. Ama biz gitmiş kazı alanı üzerinde, altında ne olduğu bilinmeyen bir alanda iş makinesi ile çalışmalara yardım ediyoruz. Zamanın yorduğu yapılar üzerinde böylesine sorumsuzca hareket etmemizin yanlış olduğu görüşündeyim.

 

Bu yapının Türkiye'de bir eşi yok. Etrafındaki birçok binanın altında da Agora'nın ek yapılarının, evlerin, hamamların olduğu düşüncesindeyim.

 

Anlamadım, biri işin hızlandırılmasını mı emretti ki, fırça yerine işi aceleye getirip kazı makinelerinden yardım alıyoruz.

 

Kentsel dönüşüm yapmıyoruz, tarih arıyoruz.

Yenigün Ege, Yazı: Eyüphan Gündoğdu, 22.05.2014

TOKİ, AYASOFYA'YI TAMAMLADI MI?

 

 

TOKİ’nin Trabzon’da gerçekleştirdiği Ayasofya Kentsel Dönüşüm Projesi’nde, rekreasyon düzenlemesinin yapımında sona gelindi.

 

Ayasofya Camisi’nin çevresine yürüyüş yolunun yanı sıra el sanatlarının satışının yapılacağı yerlerde yapılırken kısa sürede hizmete girmesi planlanıyor. Tarihi yapının çevresini çarpık yapılaşmadan kurtarmak amacıyla 44 bina kamulaştırılarak yıkıldı ve hak sahiplerine yaklaşık 40 milyon TL ödendi. Bölgenin imajını değiştiren Ayasofya Kentsel Dönüşüm Projesi’nde rekreasyon yapım çalışmalarında da sona gelindi. Çalışmalar hakkında bilgi veren Trabzon Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Orhan Fevzi Gümrükçüoğlu, “Ayasofya’nın tarihi kimliğini ortaya çıkarmak amacıyla başlatılan kentsel dönüşüm projesi çevre düzenlemesi yapım çalışmaları bitirilmesi ile bu tarihi mekan Türk ve dünya turizminin hizmetine sunulacak” dedi. Ayasofya’da, Trabzon’un yöresel el sanatları ürünlerinin satışı ve tanıtımının yapılacağı alanların da oluşturacağını kaydeden Gümrükçüoğlu, “Tarihin, kültürün ve sanatın kenti olan Trabzon’un, Ayasofya bölgesindeki bu güzel birliktelik, şehrimizi ileriye taşıyacak, dünya kenti yapacak adımların en önemlilerinden biri” diye konuştu.

Mgd Haber, 22.05.2014

RESTORASYONU 24 MİLYON TL TUTTU

 

CHP İstanbul Milletvekili Kadir Gökmen Öğüt, Başbakan Tayyip Erdoğan’a Mimar Sinan’ın eseri Süleymaniye Camisi’nin restorasyonunu sordu.

 

Önergeyi Erdoğan adına yanıtlayan Başbakan Yardımcısı Emrullah İşler, caminin restorasyonunu Güryapı İnşaat’ın üstlendiğini ve toplam 24 milyon 19 bin 477 TL harcama yapıldığını söyledi. 

Hürriyet, 22.05.2014

ATAKÖY SAHİLDEKİ İNŞAATLAR DURDU

 

 

Ataköy sahildeki inşaatların yapımına izin veren 1/5000 ve 1/1000 ölçekli imar planları için İstanbul 5. İdare Mahkemesi’nde açılan davada mahkeme yürütmeyi durdurma kararı verdi.

 

Mahkemenin atadığı 3 kişilik bilirkişi heyeti planların deprem riski göz önüne alınmadan hazırlandığından, kıyı kullanımının kamuya kapatıldığından ve 70 metre yüksekliğin sakıncalarından söz ederek planların ‘planlama ilke ve teknikleri ile kamu yararına uygun olmadığı’ sonucuna ulaşmıştı. Mahkemenin, bilirkişi heyetinin raporunun yeterli olduğunu düşünerek aldığı kararda şöyle denildi:
’’28.02.2012 onaylı 1/5000 ve 1/1000 ölçekli imar planı notu değişikliği şeklindeki imar plan tadilatlarında, planlama ve şehircilik ilkeleri ile kamu yararına ve hukuka uyarlılık bulunmamaktadır. Hukuka aykırı olduğu anlaşılan dava konusu işlemin uygulanması halinde telafisi güç ve imkansız zararları ortaya çıkaracağından dava sonuna kadar yürütülmesinin durdurulmasına oybirliği ile karar verildi.’’


Daha önce inşaat ruhsatına 9. İdare Mahkemesi’nde dava açılmış ve yürütmeyi durdurma alınmıştı. 5. İdare Mahkemesi’nde ise inşaat ruhsatına izin veren imar plan değişikliklerine dava açıldı. Böylelikle hem inşaat ruhsatları hem de imar planları için yürütmeyi durdurma çıktı.
İstanbul’da Bakırköy İlçesi Ataköy sahili Zeytinlik Mahallesi’nde tescilli Baruthane Yapılar Topluluğu’nun bulunduğu 412 bin metrekarelik arazi, Emlakbank ve TOKİ arasında imzalanan 14 Aralık 2001 tarihli protokolle TOKİ’ye devredilmişti. ‘Turizm alanı’ ilan edilen arazi parsellere bölünerek otel, AVM, akaryakıt istasyonu, rezidans ve benzeri fonksiyonlar tanımlandı. Bina yüksekliği 70 metre olarak belirlendi. TOKİ araziyi parsellere ayırarak satışa çıkardı. Bir kısmını da gelir paylaşımı yöntemiyle verdi.


Ataköy 2. Kısım karşısındaki 174 parsel hasılat paylaşımı esasına göre Karadeniz-Örme ortaklığına verildi, arazilerin bir kısmında inşaatlara başlandı. Tarihi Baruthane binalarının olduğu 160 parsel ise hasılat paylaşımı yöntemiyle Çelebican A.Ş.’ye verildi. ‘Blumar’ isimli projeyle AVM ve otel-rezidans planlandı. 181 parselde Simpaş evlerinin inşaatları yeni başladı. 182 parselde ise Bosphorus Otel’in inşaatı tamamlandı. Mimarlar Odası inşaat ruhsatlarının iptali için 160, 174 ve 182. parseller için dava açmış, İstanbul 9. İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı vermişti. Ancak daha sonra 174 ve 182. parseller için yürütmeyi durdurmayı kaldırmıştı. 

8/8 kusurlu
Radikal’in 13 Mayıs’ta duyurduğu bilirkişi raporuna mahkeme uydu ve yürütmeyi durdurma kararı verdi. Birçok gerekçenin sıralandığı bilirkişi raporunda özetle şu sonuçlara dikkat çekilmişti:
‘‘İmar tüzesi gereği 1/100 bin ölçekli Çevre Düzeni Planı’ndan (ÇDP) sonra 1/25 binlik ÇDP hazırlanmadan 1/5000 ölçekli Nazım İmar Planı hazırlanması, üst ölçekli bir plan denetimine olanak sağlamamaktadır.’’


‘‘Parsellerin komşuluğunda tescilli yapılar (Baruthane) yer almaktadır. İmar mevzuatı tescilli parsel komşuluğundaki yapılaşmalarda mevcut tescilli eserlerin yapılaşma hakları, dokusu vb. ile birlikte değerlendirme gerektirmektedir.’’


‘‘Vaziyet planında tanımlanan işlevlerin özel kullanıma konu olduğu, kıyı arkasındaki toplumun, kıyıyı kullanmasına olanak tanıyacak kamusal işlevlere konu edilmemiştir.’’


‘‘Siluet çalışması sonucunda belirlenen 70 metre yapı yüksekliğinin hangi kritere bağlı olarak tanımlandığı tam anlamı ile belirsizlik ortaya koymaktadır. Kıyı bandında 70 metrelik yapı yüksekliğin belirlenmesi, kıyı arkasında duvar etkisinin oluşturduğu bir yapılaşma düzeni tanımlaması açısından son derece olumsuzdur. ”


‘‘Deprem Master Planı’nda yer alan analiz çalışmalarında ‘sıvılaşma hassaslığı yüksek bölgeler’ olarak tespit edilen ve deprem kaynağına son derece yakın Ataköy’de, yoğun ve yüksek yapılaşma son derece önemli bir risk olarak karşımıza çıkmaktadır.’’

 

Şimdi ne olacak?

Davalılar 7 gün içerisinde Bölge İdare Mahkemesi’ne kararın iptali yönünde itiraz edebilecekler. Mahkemenin davalıların savunmalarını aldıktan sonra kesin kararını 1 ay içinde vermesi bekleniyor. İptal kararı çıkarsa bölgedeki inşaatların yapımına onay veren imar planları yasaya uygun olmadığından, inşaatların devam edebilmesi için, yeni plan notlarının hazırlanıp askıya çıkarılması gerekiyor. Bu süreçte inşaatların yasaya aykırı ve kamu yararı olmadığı gerekçesiyle yıkımı yönünde yeni bir dava da açılabilir.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 22.05.2014

KUBBENİN 166 YILLIK SIRRI

 

Sultan Abdülmecid tarafından 1848'de Çırağan Sarayı'na ek olarak yaptırılan Küçükmecidiye Camisi'nin 166 yıllık sırrı açığa çıktı:

Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün restorasyon çalışması kapsamında caminin kubbesindeki yıpranmış kurşun örtü sökülünce, pişmiş topraktan yapılmış 3 bin 200 adet kalın su borusu (künk) bulundu.

Uzmanlar, İstanbul'daki camilerde ilk kez böyle bir uygulamaya rastladı. Buna göre; pişmiş toprak künkleri, kubbenin yapımında veya ilk onarımda, kubbeyi yükseltmek amacıyla yerleştirilmiş olabilir.

Sabah, Haber: Hasan Ay, 21.05.2014

SİDE'NİN % 90'I TOPRAK ALTINDA

 




67 yılda yüzde 10′nu gün yüzüne çıkarılabilen dünyaca ünlü Side Antik Kent, mevcut haliyle bile yerli ve yabancı turistleri büyülüyor.

 

Apollon Tapınağı, Athena Tapınağı, Side Antik Tiyatro, Anıtsal Çeşme, Roma Hamamı ve AA Bazalikası ayakta olan Side Antik Kenti’nde arkeologlar 1947 yılında bu yana çalışma yapıyor. Her yıl binlerce turistin ziyaret ettiği Side Müzesi’nde yer alan tarihi eserlerin yüzde 90′ı, 1947-1967 yıllarında antik kentte kazı çalışmasını 20 yıl yürüten Prof.Dr. Arif Müfid Mansel ile öğrencisi Prof.Dr. Jale İnan’ın gün yüzüne çıkardığı eserler oluşturuyor. Arkeologlar, Side Antik Kent’in içinde yerleşim ve hayatın olması nedeniyle 67 yılda bugüne kadar yüzde 10′nun gün yüzüne çıkarılabildiğini, yüzde 90′nın toprak altında olduğunu belirtiyor.

 

1965 yıllarında Side’de pansiyoculukla ve Sidelilerin evinin bir odasını kiraya vererek başlayan turizmin 1990 yıllarda deniz, kum ve güneş turizmine kültür, tarih ve arkeoloji turizmininde eklenmesiyle antik kentin dünyada tanınmasının arttırdığını ifade ediyor.

 

Müzeler Haftası etkinlikleriyle birlikte Side Antik Kent’te kültür, tarih ve arkeolojik varlıklarını tanıma turları hız kazandı.

 

Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü ve Side Kazı Başkanı Prof.Dr. Hüseyin Alanyalı, günümüzde Side’nin dünyada tanınmasına ve arkeolojik varlıklarının gün yüzüne çıkmasında merhum Ordirayüs Prof.Dr. Arif Müfid Mansel ile öğrencisi Prof. Jale İnan’ın katkısının yüksek olduğunu söyledi.

 

Side Müzesi’nde sergilenen eserlerinin çoğunun arkeolojinin unutulmaz isimleri Arif Müfid Mansel ve Jale İnan olduğunu belirten Alanyalı, “Side’nin kültürel ve arkeolojik zenginliklerinin gün yüzüne çıkması Mansel ve İnan hocalarımızın gayretine borçluyuz. İki hocamızda dünya arkeolojisinin güzide isimleri. Kıt imkanlarla Side’nin gün yüzüne çıkmasını sağlamıştırlar. Side’de hayat iç içe olduğu için antik kenttin yüzde 90′nı toprak altında. Gün yüzüne çıkan arkeolojik zenginlikler insanları büyülüyor, toprak altındaki zenginlikler gün yüzüne çıkmasıyla Side kültür turizminde dünyada sesini daha gür duyuracaktır. Anadolu Üniversitesi, antik kentte 5 yıldır çalışma yapıyor. 5 yıl içinde Side Antik Kent’teki eserlerin tanımasına yönelik bir çok çalışma yaptık. En önemlisi de 1,5 yılda 18 asırlık Tüke Tapınağı’nı yeniden ayağa kaldırarak ve restore ederek ziyaret açtık.” dedi.

 

Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma Vakfı(ÇEKÜL) Başkanı Prof.Dr. Metin Sözen, Side’deki kazı çalışması ve tarihi eserlerin gün yüzüne çıkarılmasını 50 yıldır yakında takip ettiğini söyledi. Side’de bulunan Roma dönemi eserlerinin İtalya Roma’da bile olmadığını vurgulayan Sözen, Side’nin dünyanın sayılı antik kentlerinden biri olduğunu bugüne kadar yüzde 10′nun gün yüzüne çıkarılmasının bile insanları büyülediğini kaydetti.

 

Side’nin altında tarih yattığını ve bu zenginliği mutlaka gün yüzüne çıkarılması gerektiğini anlatan Sözen, “Side’de yaşayanlar çok şanlı. Dünyanın hiç bir ülkesi ve şehrinde arkeolojik zenginliğinin bu kadar olan bir yer yok. Burayı koruyacak olanlarda Sidelilerdir. Bu zenginliği görmeye dünya geliyor. Yüzde 90′nın toprağın altında bulunan eserlerin gün yüzüne çıkmasıyla Side dünyanın en ayrıcalıklı antik şehri olacaktır.”dedi.

 

Kültür Ve Turizm Bakanlığı verilerine göre Side Müzesi’nin geçen yıl 191 bin turistin ziyaret ettiğini bu sene bu rakamının 200 bini geçmesi beklendiğini ifade edildi. Öte yandan 2 yıl önce Kültür Ve Turizm Bakanlığı, Side Antik Kent’te tapınaklar bölgesinin restorasyonu ve korunması için bölgenin tahsisini Side Belediyesi’ne tahsis etmişti. Bakanlığın, Büyükşehir Yasası ile Side Belediyesi’nin tüzel kişiliğini kaybetmesi nedeniyle tapınaklar bölgesinin Side Belediyesi’ne devrettiği tahsisi geri aldığını belirtildi.

haberler.com, 21.05.2014

BU ESERLER SOMA'YA YARDIM İÇİN SATILACAK!

 



Osmanlı'nın ve Avrupa'nın farklı dönemlerine ait çok değerli eserler, Çırağan Sarayı'nda yapılacak müzayedede antika severlerle buluşacak. Çukurcuma Müzayede Kültür ve Sanat Evi'nin düzenleyeceği "Koleksiyonlar ve Karma Eserler Müzayedesi", 25 Mayıs Pazar günü yapılacak. Soma'da yaşanan maden faciasında hayatını kaybeden 301 madencinin ailelerine destek olmak amacıyla eserlerden 10'u bedelsiz olarak teklif usulu açık arttırmayla satışa sunulacak. Elde edilecek gelir, Soma'da şehit olan madencilerin ailelerine bağışlanacak.

Bu eserler; Atatürk sembollerinin olduğu hatıra para ve rozetler, tuğralı gümüş kaşık, tuğralı gümüş mücevher kutusu, gümüş yastık aynası, art-deco servis arabası, İngiliz tepsili jardenyer, Osmanlı rahle, gümüş hamam tası, Süleymaniye leğen-ibrik ve gümüş şamdandan oluşuyor.

- Gümüş şamdan: 19. yy gümüş dokuz kollu şamdan.
- Süleymaniye leğen ibrik: 19. yy Osmanlı, Süleymaniye işi gümüş kaplama pirinç metal, leğen ibrik. (haliyle) 42x38 cm.
- Osmanlı rahle: 19. yy Osmanlı, ceviz ağacı üzerine sedef ve gümüş kakmalı rahle. 85x85 cm.
- Tuğralı gümüş mücevher kutusu: 19. yy Sultan Abdülhamit Han tuğralı, kabartma çiçek motifli mücevher kutusu. 10x12 cm. 134 gr.
- Gümüş hamam tası: 800 ayar gümüş, kabartma çiçek motifli hamam tası. 18x4 cm. 264 gr.

Habertürk, Haber: Ergün Çolak, 21.05.2014

İKİNCİ SENFONİ SATILDI

 

Rus besteci Sergey Rahmaninov'un el yazması 2’nci Senfoni'si açık artırmada 1.2 milyon paunda satıldı.

 

Bestecinin en güzel senfonisi olarak bilinen eserin 320 sayfalık el yazması, 1908'de St. Petersburg’daki prömiyerinden sonra garip bir şekilde kaybolmuş ve 2004'te kişisel bir koleksiyonda bulunmuştu. Sotheby’s müzayedesi tarafından satılan el yazmasının, bestenin bilinen tek el yazımı kopyası olduğu düşünülüyor. Senfoni 2004'te Sotheby’s tarafından satışa sunulmuş, ancak Rachmaninov’un aile üyelerinin eser üstünde hak iddia etmesi ve eseri Rachmaninov’un birine sattığına dair hiçbir kanıt olmadığını öne sürmesiyle satış engellenmişti. El yazması beste 2005'ten beri British Library’de sergileniyordu. 

Akşam, 21.05.2014

42 BİN YILLIK MAMUT YAVRUSU LONDRA'DA SERGİLENİYOR

 

 

"Buzul çağı devleri: Mamutlar" adlı serginin basına tanıtımı başkent Londra'daki Doğal Tarih Müzesi'nde yapıldı. Soyları tükenen mamutlara ilişkin bilgilerin yer aldığı sergide, 42 bin yıl önce sadece bir aylıkken öldüğü düşünülen dişi bir mamut yavrusu dikkati çekiyor.

Sergi yetkililerinin Anadolu Ajansı muhabirine verdiği bilgiye göre, 2007 yılında Rusya'nın Sibirya bölgesinde yaşayan ren geyiği çobanı Yuri Khudi tarafından bulunan mamut, 85 santimetre boyunda ve 50 kilogram ağırlında. "Lyuba" ismi ise, yavru mamutu bulan çobanın eşinin adı ve Rusça'da "sevgi" anlamına geliyor.

Lyuba'nın bulunmasından sonra yapılan incelemelerde karnında halen anne sütü kalıntılarının tespit edildiğini belirten araştırmacılar, yavru mamutun bütün halde bulunan cansız bedeninin günümüze kadar mükemmel bir şekilde korunarak gelmesini ise hava ve toprak koşullarına bağlıyor.

Araştırmacılar, mamutun annesinin peşinde ilerlerken, eriyen buzul sularını geçmeye çalışırken öldüğünü, hortumunda toprak parçaları bulunması sebebiyle yavrunun boğulduğunu tahmin ediyor. Lyuba'nın kuyruğunun ise başka canlılar tarafından yendiği düşünülüyor.

Doğal Tarih Müzesi mamut araştırmacısı Profesör Adrian Lister sergiye ilişkin yaptığı açıklamada, 40 bin yıldan eski bir hayvanı görmenin hayatta birkez yakalanacak bir fırsat olduğunu söyledi. Lister ayrıca, buzul çağı hayvanlarının daha iyi anlaşılmasına yardımcı olması için Lyuba'nın büyük önem taşıdığını belirtti.

İklim değişikliği, avcılar ve doğada yaşanan değişikler mamutların neslinin tükenmesine neden olan etkenler arasında sayılıyor.

Lyuba ile mamutlara ait fildişi, fosil, kemikler ve gerçek boyutlarda yapılmış mamutlardan oluşan sergi, 23 Mayıs-7 Eylül tarihleri arasında Doğal Tarih Müzesi'nde ziyaretçilere açık olacak.

Habertürk, 21.05.2014

TAŞ İŞÇİLERİNİ KORUYAN BİN 800 YILLIK HERKÜL KABARTMASI

 

 

Bin 800 yıl önce Bursa’nın İznik İlçesi'ndeki taş ocağı işçilerini koruması için yapılan Herkül kabartması görenleri büyülüyor.

 

Bursa’nın İznik İlçesi'nde bin 800 yıl önce taş ocağında çalışan işçilerin hem korunması, hem de dini ibadetlerini yapabilmesi için kaya üzerine işlenen Herkül kabartması, yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekiyor.






Roma ve Bizans dönemlerinde işletilen ve rekristalize kalker blokların kesildiği taş ocağı için kaya üzerine işlenmiş bin 800 yıllık Herkül kabartması ziyaret edenleri büyülüyor. Deliklikaya olarak adlandırılan antik taş ocağında çalışan işçileri koruması ve ibadet etmeleri için yapıldığı düşünülen Herkül kabartması, o dönemde işçilere verilen önemi gözler önüne seriyor.





Yetkililer, 1990 senesinde Anıtlar Kurulu’nca sit alanı olarak tescil edilen Herkül kabartmasının, dökülen zeytin çorakları ve ilgisizlikten dolayı yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna dikkat çekiyor.

 

“Bin 800 yıllık Herkül kabartması”

 

 

MS 3. yüzyılda taş ocağında bulunan doğal kaya parçasına işlenen ve Yunan mitolojisinde göre Herakles olarak anılan Herkül, Zeus ile Miken Kralının kızı Alkmene’nin oğludur. Heykellerinin ve kabartmalarının o dönemde kötülükleri defettiğine inanılan Herkül, Delikkaya taş ocaklarında çalışan işçilere manevi ve bedensel güç aşılamak ve korumak amacıyla yapıldığı düşünülüyor. Kabartmada resmedilen Herkül’ün sağ elinde gücünü temsil eden asası, sol elinde ise öldürdüğü yedi başlı yılan bulunuyor.

arkeolojihaber.net, 20.05.2014

ARKEOLOGLAR, TARİHİ ZENGİNLİKLERE DİKKAT ÇEKMEK İÇİN 10 GÜN PEDAL ÇEVİRECEK

 

Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü arkeologlarından Ali Burak Ünal ile Esin Emre Arı'nın, Müzeler Haftası etkinlikleri kapsamında 10 boyunca Antalya Side Antik Kent'ten Muğla'nın Fethiye İlçesi sınırları içinde bulunan UNESCO koruması altında bulunan Letoon Antik Kent'e pedal çevireceği belirtildi.

Ali Burak Ünal ve Esin Emre Arı, Letoon Antik Kent'e ulaşmak için Side Anıtsal Çeşme'den hareket etti. Arkeolog Ali Burak Ünal ile Esin Emre Arı, aynı zamanda Prof.Dr. Hüseyin Alanyalı'nın kazı başkanlığı yaptığı Side kazılarında da görev aldıklarını söyledi.

Side Antik Kent'ten sonra Manavgat Şelalesi'ne uğrayacaklarını belirten arkeolog Ünal, arkeolog arkadaşı Arı ile birlikte pedal çevirerek Aspendos Antik Tiyatro, Perge Antik Kent, Selge Antik Kent, Termessos Atik Kent, Olimpos Antik Kent, Myra Antik Kent, Kekova(Batık Şehir), Tlos Antik Kent, Patara Meclisi, Likya Kaya mezarları ve Kaş'ın Kınık'ta UNESCO koruması altında bulunan Xanthos Antik Kent'i ziyaret edeceklerini kaydetti. Pedal çevirerek Antalya bölgesi ve ülkedeki tarihi ve kültürel zenginliklere dikkat çekmek istediklerini belirten Ünal, "Antalya adeta açık hava müzesi konumunda. Müzeler Haftası etkinlikleri kapsamında arkeolog arkadaş olarak pedal çevirerek tarih eserlerimize sahip çıkma ve zenginliğin farkına varma adına pedal çevirmeye karar verdik. Aynı zamanlarda arkeologlar olarak pedal çevirerek antik kentleri gezmek istedik. Yorulduğumuz yerde çadır kurarak dinleneceğiz. Pedal çevirerek antik kentlerimizi göreceğiz. " dedi.

Arkeolog Arı'da 10 gün sonra UNESCO koruması altında olan ve birbirine yakın olan Xanthos ve Letoon Antik Kenti'ne ulaşmayı hedeflediklerini kaydetti.

Bugün, 20.05.2014

KANAL İSTANBUL'UN GÜZERGAHI KESİNLEŞTİ

 

 

Başbakan Erdoğan'ın açıkladığı Kanal İstanbul'da projenin tamamlandığı ve  güzergahının kesinleştiği öğrenildi.

 

Sabah'ın haberine göre bütün altyapı çalışmaları tamamlanan projenin Başbakan Erdoğan'a sunulduğu belirtildi.Projenin detaylarının Haziran ayı içerisinde Başbakan Erdoğan tarafından kamuoyuna açıklanması bekleniyor.

 

44 kilometre uzunluğunda ve 200 metre genişliğindeki kanalın kesin güzergahı Yeniköy - Sazlıdere Barajı - Arnavutköy -Başakşehir - Küçükçekmece Gölü olacak.

Haziran'da güzergah açıklandıktan sonra deprem riski taşıyan bölgelerdeki nüfusu kaydırmak için merkezine Arnavutköy'ün oturduğu yeni bir İstanbul inşa edilmesi bekleniyor.

Kanal ile aynı anda eş zamanlı ilerleyecek çok sayıda yeni yerleşim birimi projesi hazırlanıyor. Ticaret alanları, turizm merkezleri ve rezerv alanları da belirlendi.

Ayrıca Kanal İstanbul'un kuzey ve güney ucunda birer lüks marina kurulacak. Kanal aksında bulunan arazilerin büyük bölümünün hazineye ait olması sebebiyle istimlak maliyeti de böylece en aza indirildi.

Ayrıca, güzergahta hiç orman alanı olmaması da projede belirleyici oldu. Planı, Bakanlığa bağlı Mekansal Planlama Genel Müdürlüğü hazırladı.


Habertürk, 20.05.2014

ROMA TİYATROSUNA YEDİ AY SONRA YENİDEN KAZMA VURULDU

 

 

Bursa’nın İznik İlçesi'nde, Roma tiyatrosunda 7 ay aradan sonra kazılar tekrar başladı.


Bursa İl Özel İdaresi tarafından gün yüzüne çıkarılan Roma tiyatrosunda ödenek yetersizliği sebebiyle kazılar 7 aydır yapılamıyordu. İlave ödenek gelmesiyle birlikte bugün kurtarma çalışmaları yeniden başladı. Geçmişi MÖ 4. yüzyıla kadar uzanan, Bitinya, Roma, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerine ev sahipliği yapan İznik, UNESCO dünya mirası listesine girmek için gün sayıyor.


Bursa İl Özel İdaresi’nin öncülüğünde 2 yıldır sürdürülen kurtarma çalışmaları için Roma tiyatrosuna 1 milyon 350 bin lira kaynak ayrıldı. 2013'ün 11'inci ayında ödenek kesilince çalışmalara 7 ay boyunca ara verildi. İznik'e Kültür Bakanlığı, bugün tiyatro kazısı için 50 bin lira ödenek gönderdi. Arkeolojik kurtarma çalışmaları yeniden başladı. Ancak bu ödeneğin yetersiz olduğu, kazıların yeniden durabileceği ileri sürüldü. Roma tiyatrosuna AB fonlarından 700 bin lira kaynak aktarılması için teşebbüsler sürüyor.


Roma tiyatrosunun mimarisinin çok özel olduğunu söyleyen arkeolog Umut Kapuci, "Romalılar, tiyatrolarını genellikle yamaca gelecek şekilde yapar. Fakat İznik tiyatrosu düz bir alana kurulu. İçe sahne meyli verebilmek ve akustiği sağlayabilmek için 7 adet taş galeri üzerine oturtulmuş. Bu da mimarisinin çok özel olduğunu gösteriyor. 7 galeriden 4'ü açılmış durumda. Geri kalan 3 galerinin ortaya çıkarılması için çalışmalar başladı. Tiyatronun doğu ve kuzey bölümleri açığa çıktı. Bugün güneyinde yer alan plan karelerde kazı başlattık. Tiyatronun sahnesi ortaya çıktı. Doğu-batı yönünde 84 metre genişliğinde, kuzey-güney yönünde de 63 metre genişliğinde olan sahne içi ortaya çıkmış durumda" dedi.

Milliyet, 20.05.2014

O PROJE İÇİN ÖNEMLİ KARAR!

 

 

Antalya’da tarihi Kaleiçi’nde bulunan ve 3’üncü Derece Arkeolojik Sit Alanı içerisinde yer alan Kesik Minare’nin cami olarak restore edilmesine ilişkin proje mahkeme tarafından iptal edildi


Şehir Plancıları Odası ve Mimarlar Odası Antalya Şubesi tarafından açılan davada Antalya 1. İdare Mahkemesi, Kaleiçi Kentsel ve 3. Derece Arkeolojik Sit Alanı içerisinde bulunan Kesik Minare Cami’nin Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce cami olarak restore edilmesi işlemini iptal etti. Odalar, söz konusu yapının turistik alanda bulunması ve yerleşik yaşamın çok az olması nedeniyle yapının müze olarak kullanımının gerek kültürel gerekse ekonomik açıdan daha faydalı olacağını savunmuştu.
 




HUKUKA UYARLIK BULUNMADI
Kesik Minare’nin cami olarak 7 ayrı yapı evresi geçirdiği, yapının birçok kullanım dönemi olduğundan bunlardan sadece birisinin ortaya çıkarılarak onarım ve işlev getirilmesinin yapının diğer dönemlerinin yok sayılması anlamına gelebileceği belirtilen mahkeme kararında, şöyle denildi:

"Yapının günümüze erişen parçalarından olan bölümlerinden açık hava müzesi işlevinin sürdürülebilir bir koruma ve restorasyon ilkeleri bağlamında uygun olduğu, yapının cami olarak kullanımının nasıl olduğu konusunda belirsizlikler bulunduğu, cami olarak plan elemanlarının tanımını yapmak için eldeki verilerin yetersiz olduğu, bu bağlamda yapının cami olarak kullanım kararı getirilmesi durumunda başta üst örtü ve duvarları olmak üzere birçok bölümün tamamlanmasının nasıl yapılacağı ya da yedi farklı evresi bulunan yapının hangi döneminin baz alınarak yapılacağının sağlam bir katının da bulunmadığı dikkate alındığında yapının ’açık hava müzesi’ olarak kullanım fonksiyonunun değiştirilmesine ilişkin dava konusu işlemde hukuka uyarlık bulunmamaktadır."

MAHKEME UYGULAMAYI İPTAL ETTİ
Kararla ilgili açıklama yapan Mimarlar Odası Antalya Şube Başkanı Osman Aydın, "Mahkeme uygulamayı iptal etti. Gerekçelerden de belli. Cami olması, bugüne kadar geçirdiği evrelerdeki ibadethaneleri gölgede bırakacak. Bu önemli bir karar. Bunun zaten açık hava müzesi olarak kalması ve bütün dönemleri gelecek kuşaklara aktarması çok önemliydi. Ondan önemlisi bu haliyle Kaleiçi’nin UNESCO Dünya Kültür Mirası’na alınması çok zordur. Ama Kesik Minare, Yivli Minare gibi Antalya’yı bütün dünyaya daha iyi tanıtacak ögeler vardır. Kesik Minare de bunlardan birisidir. Dünya mirasına alınması için de çaba sarf edilmelidir. Bizce Antalya yararına çok önemli bir mahkeme kararıdır" diye konuştu.

TÜRKİYE ÇAPINDA ÖNEMLİ KARAR
Şehir Plancıları Odası Antalya Şube Başkanı Haşim Dikencik ise kararı odaların zaferi olarak değerlendirirken şunları söyledi:

"Türkiye çapında önemli bir karar, sadece Antalya için değil ülke için önemli bir karar. Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün başvurusu üzerine Koruma Yüksek Kurulu’nun, burada bir cami yapılabileceğine dair kararı çıkmıştı. Ona istinaden planlama yapılacaktı, biz o karara dava açtığımız için daha planlar sonuçlanmadan mahkeme sonuçlanmış oldu."

Vatan, 20.05.2014

HİLAR MAĞARALARI TAHRİP EDİLİYOR

 

  

 

Dünyanın ilk yerleşim yerlerinden olan Hilar Mağaraları, gün gün tahrip ediliyor. Akropolü, kalesi ve MS 100-325 tarihleri arasında kaya mezarları olarak kullanılmış olması, tarihi dokusu, coğrafi yapısı ve doğal sit alanı olma özellikleri nedeniyle eşsiz bir güzelliğe ve arkeolojik değere sahip olan Hilar Mağaraları, son günlerde sahipsiz kaldı. 

 

Tarihi Hilar Mağaraları ve Çayönü'nün 7 yıldan bu yana güvenliğini sağlayan bekçiler, 4 aydan bu yana Ergani Belediyesinden maaşlarını alamadıkları gerekçesiyle iş bıraktı. Bekçilerin iş bırakmasının ardından mağaradaki bazı bölümlerde tahribatlar yapıldığı gözlendi. 





Yaklaşık 100 kilogramağırlığında olan mağara taşı, kimliği belirsiz kişilerce yuvarlanıp kırıldı. Mağara ziyaretine gelen aileler, gördüklerine inanamadı. Mağara kapağının parçalanmasına tepki veren vatandaşlar, tarihi eserlere sahip çıkılması gerektiğini ifade ettiler.

İlke Haber Ajansı, Haber: Veysi Demirci, 19.05.2014

YIKIMA DİRENEN SANAT

 

 

Kentsel dönüşüm çerçevesinde yıkım kararı verilen binalara resim yapan Ercan Yılmaz, sanatıyla kentsel yıkım hadisesine başka bir boyut katıyor. 

Sanatçı kentsel dönüşümün kurbanı olacak binaları kurtarma amacıyla ortaya çıkan projesinin şu cümleyle açıklıyor: ''Gerçekleştireceğim sanat eylemi bir yıkım projesidir.''

 

 

Bir sanatçı olarak, binaya yaptığı resimlerle kentsel dönüşüme sanatla direneceğini belirten Yılmaz, ''Yıkılmadan önce binaya, bir sanatçı dokunuşu gerçekleştirmek istiyorum. Fakat bol teknolojik makina, bol çelik darbelerine direnemeyeceği bir gerçektir.  Duvara yapıştırdığım bir kağıt parçası ne kadar direnebilecek güçlü balyoz darbelerine tanık olacağız'' diyor. 

 

'YIKILAN SADECE BİR BİNA DEĞİL, SANAT ESERİ OLACAK'

Yıkılan binaların anılarıyla, kimlikleriyle yıkıldığına inanan Yılmaz, yıkılacak olan binalara resim yapma nedenini şöyle açıklıyor:

''Bir binayı yıkmak demek onu yerle bir etmekten daha çok anılarını yok etme eylemidir, fakat anılar uzunca bir süre insanların hafızasında binanın bulunduğu yerde var olmaya devam edecektir. Yıkılmadan önceki bizim dokunuşumuz binanın yıkılma nedenini farklılaştıracaktır. Çünkü binaya yapılan sanatsal müdahale onu bir sanat eserine de dönüştürecektir. Sonuç olarak yıkılan sadece eski bir bina olmayıp sanat eseri olacaktır.'' 

 



'SANATÇI EMEĞİ DE BU BİNA İLE YIKILACAK'

Yapılan sanat işleriyle binanın var oluş ve yok oluş sebebini sorgulamayı amaçlayan Ercan Yılmaz, ''Yıkım, kelimesi bize dramatik sonuçları çağrışım yapsa da bazen yeni bir başlangıç da olabilir. Uzun emekler verilmiş ve değişik yaşanmışlıkların tanıklığını yapmış beton, demir, kapı, pencere vb. oluşan bir mekan yıkılacaktır'' diyor.

 

 

Sanatla kentsel dönüşüme direnişini ve binalarda vücut bulan sanatı herkesle paylaşmayı amaçladığını belirten Ercan Yılmaz, Binanın içinde, dışında, her köşesinde gerçekleştireceğim bu sanatsal izlerle binanın yıkılmasına tanıklık etmiş olacağız. Binayı yıkılmadan önce sanat galerisine dönüştürüp, insanların izlenimine sunacağız. Sanatçının emeği de bu bina ile birlikte yıkılacaktır. Öyleyse yok olacaktır'' açıklamasını yapıyor.

Birgün, 19.05.2014

DALİ'NİN ARANAN TABLOLARI AMERİKA'DA ORTAYA ÇIKTI

 

 

Sürrealizmin babası Dali’ye ait iki adet yağlı boya tablosu bulundu. Uzmanlar, resimlerden haberdar olduklarını ancak şimdiye kadar nerede bulunduklarını belgeleyemediklerini söyledi.

 

Bir tanesi Amerika Yale Universitesi'nde, diğeri kimliğini açıklamak istemeyen bir koleksiyonerde bulunan iki adet yağlı boya tablonun sürrealist ressam Dali'ye ait olduğu ortaya çıktı. Free Inclination Gala-Salvador Dali Vakfı'ndan sanat uzmanları resimlerin varlığından haberdar olduklarını ancak şimdiye kadar nerede bulunduklarını ve doğruluklarını belgeleyemediklerini bildirdi.

 

NASIL BAĞLARIZ BİLEMEDİK

'Libre İnclinacion Del Deseo' ve 'Simiulation of the Night' adlı eserleriyle ilgili, vakfın araştırma departmanından Montse Aguer, "Bu resimlerin varlığını teşhis etmiştik ama nerede olduklarını ve Dali'yle nasıl bağdaştırabileceğimizi bilmiyorduk. Resimleri onun yaptığını düşünüyorduk ama kanıtlamak zorundaydık. İkisi de Dali'nin sürrealist döneminden ve çok önemli. Gölgelerle ve büyük kaidelerle, Dali'nin tipik hayali manzarasını betimliyorlar" dedi. Resimlerin 1930'da yapıldığı ve iki ayrı sergide birer kez sergilendiği belirtildi. Vakıf, resimleri Dali'nin İspanyadaki evinde eski gazete kupürlerinde bulunan sergi resimlerinden olduğunu doğruladı. Yale Üniversitesi Galerisi'ne ait "Free Inclination of Desire" isimli tablonun 1935'te Kanarya Adaları'nda Tenerife'de diğerinin ise 1965'te San Francisco'da sergilendiği öğrenildi.

Akşam, 19.04.2014

ALİ RIZA EFENDİ İDDİASI!

 

Atatürk’ün babası anısına Makedonya’nın Kocacık Köyü'nde yapılan ev bugün açıldı. Ancak MHP'li Halaçoğlu "Evi yanlış yere yaptılar. Ali Rıza Efendi, o köyde hiç yaşamadı" dedi.

 

 

Atatürk’ün babasının doğum yeri olarak bilinen Makedonya’nın Kocacık Köyü'nde yaptırılan ”Ali Rıza Efendi Anıevi” bugün düzenlenen törenle açıldı. Ancak Türk Tarih Kurumu eski Başkanı ve MHP Grup Başkanvekili Yusuf Halaçoğlu, ”Atatürk’ün babası için yanlış yere ev yapıldı. Ali Rıza Efendi, bu köyde hiç yaşamadı” dedi.

 

Bugün açılışı canlı video bağlantısıyla Başbakan Erdoğan’ın yaptığı Anıevi Türkiye adına TİKA tarafından inşa edildi. Müze olarak kullanılacak ev etnolojik müze olarak düzenlendi. Evde Ali Rıza Efendi’nin babası Kızıl Hafız Ahmet Efendi ile annesi Ayşe Hanım, çocuk yaştaki Mustafa ve Makbule Hanım, Ali Rıza Efendi ve Zübeyde Hanım anı odaları ile Atatürk’ün Balkan günlerini yansıtan bölümler de yapıldı.

 

Ali Rıza Efendi orada yaşamadı iddiası!

gazeteport’a konuşan Türk Tarih Kurumu eski Başkanı ve MHP Grup Başkanvekili Yusuf Halaçoğlu ise evin yanlış yere yapıldığını savunuyor. Halaçoğlu ”Atatürk’ün babası henüz doğmadan, dedesi Kızıl Hafız Ahmet Selanik’e gitmiştir ve iki ay sonra Ali Rıza Efendi Selanik’te doğmuştur. Yani Kocacık, Ali Rıza Efendinin doğup büyüdüğü bir yer değildir. Ben bu konuyu Türk Tarih Kurumu Başkanlığım zamanında araştırıp öğrendim” dedi.

Sözcü, 19.05.2014

BAŞBAKAN, ATATÜRK'ÜN BABASININ EVİNİ AÇACAK

 

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bugün, Mustafa Kemal Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi’nin doğduğu Makedonya’nın Kocacık Köyü’ndeki Ali Rıza Efendi Anı Evi'ni açacak.

 

Makedonya'daki evin açılışını Başbakan, 19 Mayıs Atatürk Anma Gençlik ve Spor Bayramı etkinlikleri çerçevesinde, Ankara'dan yapacak.


TİKA'nın restore ettirdiği evin açılışı sırasında, Başbakan Yardımcısı Emrullah İşler de Makedonya'da olacak.


Makedonya’nın Jupa Belediyesi’ne bağlı Kocacık Köyü Mustafa Kemal Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi’nin doğduğu köy olarak biliniyor.

 

İKİ ANIEVİ İNŞA EDİLDİ

Ali Rıza Efendi anıevlerinin inşasında Makedonya Kültür Bakanlığı’nın çizdiği projeler doğrultusunda hareket edildi. Ali Rıza Efendi Anıevi Türkiye adına TİKA tarafından inşa edildi.
Müze olarak kullanılacak anı evlerinin biri yöresel kültürün sergileneceği etnolojik müze olarak planlandı. Bu ilk müze ev, Osmanlı dönemi Makedonya, Türklerin Kocacık’a gelişi ve Atatürk’ün Manastır günlerini anlatacak şekilde hazırlandı.

 

ÇOCUK MUSTAFA KEMAL EVİNDE...

Daha geniş bir alana sahip Ali Rıza Efendi’nin evi ise Mustafa Kemal Atatürk ve ailesinin hayatını anlatacak biçimde yaşayan bir ev düşüncesiyle tasarlandı. Bu kapsamda, Ali Rıza Efendi’nin babası Kızıl Hafız Ahmet Efendi ile annesi Ayşe Hanım, çocuk yaştaki Mustafa ve Makbule Hanım, Ali Rıza Efendi ve Zübeyde Hanım anı odaları, Mustafa Kemal’in Balkan günlerini yansıtan canlandırma köşeleri oluşturuldu.

 


Hürriyet, 19.05.2014

TARİHİ VAKIF ESERLERİ SOSYAL HAYATA ADAPTE

 

 

Vakıflar Genel Müdürlüğü, tarihi vakıf eserlerinin restorasyonu için adeta seferberlik ilan etti.

Son dönemde 4 bine yakın eserin restorasyonunu gerçekleştiren Genel Müdürlük, çalışmalar için 10 yıllık dönemde 1 milyar lira harcadı. 

 

70 BİN KİŞİYE İSTİHDAM

Kendi haline terk edilmiş ve değerlendirilmemiş vakıf taşınmazları da bu dönemde elden geçirildi ve değerlendirildi. Eski han, hamam, oturma alanları yenilenerek sosyal hayata sunuldu.  Kafe, restoran, eğlence alanları oluşturularak günlük hayata katılan tarihi taşınmazlar için de 2 milyar 600 milyon lira yatırım yapıldı. Bu alanlarda çalışanların sayısı 70 bine ulaştı. 2013 içinde 248 milyon liralık kira geliri elde edildi. Genel Müdürlüğün envanterinde Selçuklu ve Osmanlı eserlerinin yanı sıra Müslüman olmayan cemaatlerin vakıfları da bulunuyor. Cemaat vakıf eserlerinin (165 tane) bazılarının iade edilmesiyle ilgili çalışmalar sürüyor. 

Akşam, Haber: Erhan Seven, 19.05.2014

MISIRLILAR VEJETARYENMİŞ

 

Fransa'daki Lyon Üniversitesi'nden bir grup biliminsanı, antik Mısır'da insanların nasıl beslendiklerine ilişkin bir araştırma yaptı.

 

MÖ 3.500- M.S. 600 yılları arasında 45 mumya üzerinde araştırma yapan ekip, eski Mısır'da insanların yetenekli çiftçiler olduklarını; bolca arpa, buğday, sebze ve meyve tükettiklerini ortaya çıkardı. Bunların yanı sıra sarımsak, patlıcan, armut, mercimek tükettiklerini belirten Fransız ekip, antik Mısır'daki beslenmenin yüzde 10'una yakınınıysa tohumların oluşturduğunu söyledi. Araştırmanın başındaki Alexandra Touzeau mumyaların saç, kemik ve diş örneklerini inceleyerek antik Mısır'ın beslenme şekillerini anlayabildiklerini ve verilerin eski Mısırlıların vejetaryen olduğunu gösterdiğini söyledi.

Sabah, 19.05.2014

USTA İMZALAR BU MÜZAYEDEDE

 

 

Bali Müzayede’nin özel koleksiyonlardan çıkan ve değeri milyonları bulan 292 adet eseri satışa sunacağı ilkbahar müzayedesi, yarın saat 20.00’de Grand Hyatt İstanbul’un Balo Salonu’nda gerçekleştirilecek.

 

Usta isimlerin önemli eserlerinin yanı sıra Galatalı Ahmet Naili Efendi’nin hicri 1212 yılında yazımını bitirdiği Delail-i Hayrat-Hizbül Azam Ketebeli’nin de 220 bin liradan satışa sunulacağı müzayedede klasik, çağdaş ve modern resimler ile hat sanatı eserleri yer alacak. Müzayedede yeni sahipleriyle buluşacak eserler arasında usta hattatlara ait hilyeler ve hat levhaların yanı sıra padişah fermanları da bulunuyor. Klasik eserler arasında Nazmi Ziya, Diyarbakırlı Tahsin, Hikmet Onat, Leonardo De Mango ve Fabio Fabbi gibi imzaların dikkat çektiği müzayedede, 19’uncu yüzyıl İtalyan sanatçısı Fausto Zonaro’ya ait İstanbul Boğazı konulu yapıt 240 bin liradan müzayedeye çıkacak. Müzayedenin çağdaş ve modern resimleri arasında Burhan Doğançay, Mübin Orhon, Ömer Uluç ve Hale Asaf tabloları, ayrıca Canan Tolon’un 475 bin liradan müzayedeye çıkacak bir tablosu bulunuyor. Hat sanatı eserlerinin başında ise Yahya Hilmi Efendi’nin ‘Cüz, Hilye-i Şerif ve Kıtası’ndan oluşan eserleri, usta hattatların Kuran-ı Kerimleri, Sultan I. Abdülhamit ve Sultan II. Mahmut’un fermanları, Sultan Abdülmecid’in Zerendud Levhası geliyor.

Hürriyet, 18.05.2014

İSTANBUL'UN SURLARI HALA GÜVENSİZ

 

 

Geçtiğimiz yıl ABD'li Sarai Sierra cinayetiyle gündeme gelen tarihi surların çevresindeki güvenlik önlemlerini merak ettik, tura çıktık. Işıklandırma yok, kamera da... Bir cinayet daha olursa, şaşırmayın.

 

Son birkaç aydır gündemin ön sıralarında yer alan çocuk kayıpları ve ardından gelen cinayet haberleri vicdanlarımızda derin yaralar açmaya devam ediyor. Kars'ta tecavüz edilip öldürülen dokuz yaşındaki Mert'in, Sakarya'da piknikte kaçırılıp ardından tecavüz edilerek öldürülen yedi yaşındaki Ömer Den'in, Kırklareli'nde okula gitmek için evden çıkınca aynı kaderle karşılaşan 10 yaşındaki İbrahim Aktaş'ın, Adana'da öldürülen altı yaşındaki Gizem Akdeniz'in başına gelenler, insan sıfatı taşıyan herkesin unutamayacağı acılar. Bu canilere nasıl engel olunabileceğini yetkililere bırakıp olaya başka bir ihmal boyutundan bakmak istedik. Zira şehirlerde ihmal edildiği için bu tür olaylara zemin hazırlayan, katillerin işini kolaylaştıran ve suçlara davetiye çıkaran alanlar da bir o kadar önemli. Sahipsiz evler, gelişigüzel açılmış kuyular, yıkık ve virane kalıntılar her şehirde mevcut. İşte bu yüzden rotamı İstanbul'un tam kalbine, suriçine çevirdim. Malum İstanbul biraz da sur demek. 22 kilometrelik uzunluğuyla İstanbul'un Fatih semtini kuşatan surlar, 400'lü yıllarda İmparator II. Theodosius tarafından şehrin güvenliği için yapılmış, yüzyıllar sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından aşılabilmiş. Osmanlı'da da şehrin güvenliğini sağlayan surların şu an önemli bir kısmı, can güvenliğini korumaktan uzak. Bu surlara gitmemin bir nedeni de geçtiğimiz yılın başında gerçekleşen bir cinayet. Hatırlarsanız ABD'li Sarai Sierra'nın Cankurtaran sahilindeki tarihi sur kalıntılarındaki cesedine 12 gün sonra ulaşılmıştı. Daha önce aynı bölgede iki turist kadına da tecavüz edilmişti. Türkiye'nin ve ABD'nin kilitlendiği Sierra cinayetinin ardından yetkililerden surların güvenlik zafiyetine ilişkin açıklamalar duyduk. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Kadir Topbaş, İstanbul surlarının daha iyi korunacağını, turizme kazandırılacağını ve 2013'ün sonunda da surlarla ilgili projenin hazır hale geleceğini belirtmişti. Zeytinburnu Belediyesi de Topkapı'dan Kazlıçeşme sahiline kadar olan kısma MOBESE kameraları yerleştirileceğini açıklamıştı. Fakat hem cinayeti hem de surları unutmuş gibiyiz. Zira ne Sierra'nın öldürüldüğü yerde ne de devamında ışıklandırma var. MOBESE kamerası görebilene de aşkolsun!

SESSİZ, KARANLIK, ÜRKÜTÜCÜ
Foto muhabiri arkadaşımız Recai Kömür ile tura ilk önce Sierra cinayetinin olduğu yerden başladık. Günün tam ortasında gitmemize rağmen bölge o kadar sessiz ve karanlıktı ki sur kapısının dehlizlerine girmeye önce tereddüt ettik. Birbirimizden aldığımız cesaretle de kendimizi cinayetin işlendiği dehlizlerin içine attık. Sahil yolunun kenarında, Topkapı Sarayı'nın altındaki tarihi surların içi gerçekten ürkütücü. Yer yer pencereden ya da tavandaki bir delikten ışık sızan dehlizler, korku filmi için efekt yapmaya bile gerek bıraktırmayacak cinsten. İçeride ağır bir nem, idrar ve alkol kokusu var. Yerler burayı mesken tutanların, uyuşturucu bağımlılarının, tinercilerin battaniyeleri, alkol şişeleriyle dolu... Ve bu dehlizler Sarayburnu'ndan Samatya sahillerine kadar karşınıza çıkıyor. Sözde bazılarının etrafı tel örgülerle çevrilmiş ama içeriye kolaylıkla girilecek birçok nokta var. Çevre her tarafı boş, ama kilitli bir kapısı bulunan Nasrettin Hoca'nın türbesini andırıyor. İnsan buraları görünce bırakın bir çocuğun ya da yetişkinin öldürülmesini, bir düzine adamı kesseler kimsenin ruhunun duymayacağını iliklerine kadar hissediyor. 1907'de İstanbul'a gelen ünlü İspanyol edebiyatçı Ibanez'in "...Mutlak bir yalnızlık, ne bir insan izi, ne bir kuş cıvıltısı, ne ürperen otlar, ne vızıldayan böcekler; Avrupa'da hiçbir doğal görünümde asla rastlanmayacak bir kısırlık ve ölüm sessizliği" olarak özetlediği surlarda, 100 yıl sonra aynı duyguları hissetmek ürpertiyor beni. Oysa bu bölgelerin tez elden ışıklandırılması, turizme kazandırılması ve hatta bazı alanların bir kafeterya olarak işletmeye verilip güvenliğinin sağlanması mümkünken, sanki yeni bir cinayet haberinin merkezi olması için bekliyoruz. Boğaz'ın altından araçları geçirecek tünel kazısının yapıldığı alanın karşısında bile böyle bir dehliz mevcut. Bir yanda asrın projesini yaparken, karşısında asrın surlarını yeni facialar için bekletmek bir çelişki. Kısacası Sarayburnu'na gittim, gördüm ama topuklayarak tüydüm. Yenikapı'dan Yedikule Zindanları'na kadar bir sorun yok. Çevre düzenlemesi yapılan, ışıklandırılan, park ve bahçeye dönüştürülen sur dipleri insanı huzura sevk ediyor. Yedikule'den Mevlanakapı'ya olan kısım ise Kastamonu Cidelilerin bağ, bostan olarak kullandığı alan. Burada her tür sebzeyi yetiştirip satıyorlar. Aynı zamanda sur diplerinin güvenliğini sağlayan hoş bir uygulama. Ama sonrasında Ayvansaray'a kadar olan alan yine bakımsız. Edirnekapı'daki Anemas Zindanları ve Tekfur Sarayı'nın etrafı da pek tekin yerler değil.

İKİNCİ TEHLİKE TERK EDİLMİŞ EVLER
Ayvansaray'dan Balat'a dönünce bu kez sizi bekleyen tehlike, surlardan ziyade yıkılmak üzere olan evler... Çoğu terk edilmiş, kapısı-penceresi yok ama kullanıldığı belli. Üstelik burası surlardaki gibi mahallelerden uzak değil, tam içinde. Bir çocuk ya da yetişkinin başına gelebilecek her türlü tehlikeye hazır. Bu bölgede kentsel dönüşüm için projeler var ama iş ağırdan alındığı için her an bir 'kentsel ölüşüm' haberlerine konu olabilecek nitelikteler. Benzer durumla hemen yukarısındaki Zeyrek'te ve Süleymaniye Camii'nin etrafında da karşılaşmak mümkün. Virane halde ve suçlulara davetiye çıkarabilecek o kadar çok ev var ki... Bu boş evlerin birçoğuna da Suriye'den gelen mülteciler sığınmış. Evet acı ama gerçek; karanlık sur diplerinde, kaderine terk edilen ıssız evlerde, kapatılmayan çukurlarda ölüm sadece çocuklar için değil hepimiz için kol geziyor. Şehrin tam ortasında üstelik... Bir cansız bedenle daha karşılaşmadan bu çöküntü alanlarının bir an önce ıslahı gerekiyor.

AYDINLATMA VE KAMERA ŞART
Nevin Taş (Cankurtaran Mahallesi Muhtarı): 63 yaşındayım ve doğma büyüme buralıyım. Sierra cinayetinden sonra buradaki surların durumu çok gündeme geldi ama o günden bu yana hiçbir şey yapılmadı. Aydınlatma ve kamera şart. İlk zamanlar tedirgin olduk ve korktuk ama çok geçmeden unuttuk. O civarda bir otobüs durağı var. O durağın daha yakına alınmasına çalışıyorum. Kızım da işten eve saat 22.00'de geliyor. Hiç güvenli değil. Her şeyi de devletten beklememek lazım. Esnaf da kamera ve ışıklandırma sistemi yaptırabilir. İlçemize yeni atanan emniyet müdürüne de bu sorunu anlattık. Olumlu yaklaştı.

BÖLGE HALKI SURLARDAN KORKUYOR
Kemal Yıldız (Erol Taş Kültür Merkezi sahibi): 34 yıldır Sultanahmet Cankurtaran'dayım. Eskiye göre surların durumu iyi ama daha iyi olması lazım. Dünyanın hiçbir yerinde böyle güzel sahil başıboş bırakılmaz. İmparatorlukların merkezi. Ama Sarayburnu civarındaki surlar sahipsiz ve birini kesseniz kimsenin haberi olmaz. O dehlizleri kazsalar insan kemiği çıkar. Tinercisi, esrar içeni, şarapçı dolu o çevre. Bir bira için adam boğazlarlar. Bırakın gece, gündüz bile gitmiyorum oralara. Buradan Sirkeci'ye deniz manzarasını izleyerek gitmek isteyen turistlere de 'Tramvayla gidin, oralarda yürümeyin' diyorum. Burasının yürüyüş parkuru olması lazım. Acilen ışıklandırılmalı ve kameralar konulmalı. Esnafa verilecek birçok alan var. Buralara kafeler, büfeler açılsa, esnaf korur. Muhatabınız esnaf olur yani.

BİZİM VARLIĞIMIZ SURLARI KORUYOR
Ahmet Aksoy (Bahçıvan): Yıllardır Yedikule ile Topkapı arasındaki surlarda bostan işletiyoruz. Burası dedelerimizden kalma. Bizim varlığımız burayı koruyor ve dışarıdan gelenlerin barınmasını engelliyor. Bizi de çıkaracaklar diye duyuyoruz. Çık derlerse çıkarız ama sonra nasıl korunur? Günün her saati burada olduğumuz için yabancıların gelip suç işlemesi zor. Ama surların çoğu bakımsız ve tehlikeli.

10 YILDIR SURLARA YAKLAŞMIYORUM
Hayri Gövener (Esnaf): Yıllardır Cankurtaran'da oturuyorum ve 10 yıldır surların olduğu o karanlık bölgeye gitmedim. 10 yıl önce orada bostan vardı. Deniz Feneri'ne bir aile bakıyordu ve birkaç tane de ev vardı. Onlar koruyordu buraları... Hatta o dehlizlerde kağıt toplayan efendi çocuklar kalıyordu. Burada askeriye bölgesi, Darphane ve Matbaa Meslek Lisesi vardı. Bunlar kaldırılınca ıssızlığa terk edildi ve cinayet, kapkaç arttı. Sirkeci'ye kadar olan bölgede çay bahçeleri yapılabilir ve burası canlandırılabilir. Mevcut durumu tüyler ürpertici.

Sabah, Haber: Salih Zengin, 18.05.2014

DÜNYANIN EN BÜYÜK DİNOZORU

 

 

Bir çiftçinin rastlantıyla bulduğu fosil kalıntıları araştırmacıları şu ana kadar keşfedilen büyük dinozora götürdü. 84 ton ağırlığındaki dev dinozorun uzunluğu 40 metre boyu ise 20 metre.

Patagonya bölgesindeki kazı çalışmaları dünyanın en büyük dinozoruna ait kemikleri ortaya çıkardı.

Dinozora ait son derece iyi durumdaki fosilleşmiş kemikleri inceleyen uzmanlar, 77 ton ağırlığındaki dinozorun dünyada şimdiye kadar bilinen en büyük dinozor türü olan Arjantinozor'dan 7 ton daha ağır olduğunu bildirdi. Yapılan incelemeler, dinozorun başından kuyruğunun ucuna kadar uzunluğunun 40 metre, boyununsa 20 metre olduğunu gösterdi.

BBC'ye açıklamada bulunan araştırmacılar, "Dünyadaki tüm dev yapıdaki hayvanları geride bırakan büyüklükteki bu kemikler, yeni dinozorun dünyadaki gelmiş geçmiş en iri cüsseli hayvan olduğunu gösteriyor" dedi.

 

AYAĞINA TAKILDI

Dinozora ait fosiller ilk kez, Patangonya bölgesindeki La Flecha kenti yakındaki çöllük arazide yürürken dinozor kalıntılarına takılarak sendeleyen bir çiftçi tarafından bulundu.

Daha sonra Dr. Jose Luis Carballido ve Dr. Diego Pol başkanlığındaki, Egidio Fergulio Palaentoloji Müzesi'nden bilim ekibi tarafından yapılan kazı çalışmalarında, dinozora ait, tamamı son derece iyi durumda olan toplam 150 kadar kemik ortaya çıkarıldı.


DEV DİNOZORUN BİR ADI YOK

Araştırmacılar, kemiklerin bulunduğu yerdeki kayalar üzerinde yapılan incelemelere göre, 95 ila 100 milyon yıl önce, Patagonya ormanlarında yaşamış olduğu tahmin edilen bu dev cüsseli dinozor türünün henüz bilimsel bir adının bulunmadığına dikkati çekti.

Sabah, 18.05.2014

OSMANLI RESİM TARİHİ BU MÜZEDE

 

 

Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi'nin bir bölümü, yaklaşık yedi yıl süren restorasyon çalışmasının ardından Milli Saraylar Resim Müzesi olarak hizmete sunuldu.

 

Tarihimiz şüphesiz bizim en önemli mirasımız. Geçmişimize sahip çıkmak, edindiğimiz değerleri kaybetmemek ve hep hatırlamak... Yüzyıllarca bu topraklar ne savaşlar, ne başarılar, ne mutluluklar ve üzüntüler gördü. Tarihte kısa bir yolculuk yapmak, geçmişi hatırlamak için kimi zaman Dolmabahçe Sarayı'nı gezmek bile yeterli olabiliyor. Üstelik bir süre önce müzeye yeni bir bölüm daha eklendi. Sultan Abdülmecit döneminde tahta çıkmaya aday veliahtların ikamet ettikleri Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi, yaklaşık yedi yıl süren restorasyon çalışmaları sonrası Milli Saraylar Dairesi Resim Müzesi olarak açıldı. Depolardaki tarihi önem taşıyan, her biri birbirinden değerli tablolar da bu sayede gün yüzüne çıktı. Müzenin bulunduğu bölüm bir dönem kimlere evsahipliği yapmamış ki... Sultan Abdülaziz, Sultan V. Murad, Sultan II. Abdülhamid, Sultan V. Mehmed Reşad, Yusuf İzzettin Efendi, Sultan VI. Mehmed ve Halife Abdülmecid veliahtlık dönemlerinde bu daireyi kullanmışlar. Tanzimat'la birlikteyse bu daire şehzadelerin dışa kapalı sürdürdükleri hayatın sona ermesinin ve serbest yaşama geçişlerinin simgesi haline gelmiş. Kısacası sadece dairede bulunan resimler değil, dairenin kendisi bile başlı başına gezmek için bir neden. Yarın Dünya Müzeler Günü. Bu günün anlam ve önemini değerlendirmek isteyenler 22 Mart'ta kapılarını açan Milli Saraylar Dairesi Resim Müzesi'ni gezebilir. Müze 19 Mayıs'ta da ücretsiz olarak ziyarete açık.

MÜZEDE 11 FARKLI BÖLÜM BULUNUYOR
Müze, tematik bütünlük içinde 11 farklı bölümden oluşuyor.

Sultan Abdülmecid/Sultan Abdülaziz Salonu: Müzenin ilk bölümü Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz'in portrelerinin yer aldığı salon. Dolmabahçe Sarayı'nın bir bölümü, Sultan Abdülmecid tarafından kardeşi Abdülaziz için yaptırılmıştır. Bu nedenle bazı belgelerde Veliahd Dairesi, 'Aziz Efendi Dairesi' olarak da geçer.

Osmanlı'da Batılılaşma: Bu bölümde 18. yüzyılın başından itibaren Batı'yla yoğun iletişim kuran Osmanlı İmparatorluğu'nda askeri ve sosyal alandaki değişimin izleri görülüyor.

Abdülmecid Efendi / İstanbul Görünümleri: Bu mekan Abdülmecid Efendi'nin Veliahd Dairesi'ndeki kütüphanesinden oluşuyor. Sultan Abdülaziz ve Hayranıdil Kadınefendi'nin oğlu olarak 1868'de Dolmabahçe Sarayı'nda doğan Abdülmecid Efendi, Osmanlı İmparatorluğu'nun son veliahdı ve son halifesi. Hat ve müzik başta olmak üzere sanatın hemen bütün alanlarıyla ilgilenen Abdülmecid Efendi, halife seçildikten sonra Dolmabahçe Sarayı'na yerleşmiş, kütüphanesini de Dolmabahçe Sarayı'na taşımış. Bu bölümün çevresinde yerli ve yabancı ressamlara ait İstanbul manzaraları yer alıyor.

Goupil Galerisi'nden Saraya Satın Alınan Tablolar: Bu bölüm, Sultan Abdülaziz döneminde Paris'teki Goupil Sanat Galerisi'nden alınan tablolardan oluşuyor. Tablolar Sultan Abdülaziz ve yaveri Şeker Ahmed Paşa'nın beğenilerini yansıtıyor. Osmanlı sarayında Batı tarzında tabloların yer aldığı bir koleksiyon ilk kez Sultan Abdülaziz döneminde, Dolmabahçe Sarayı'nda oluşturulmuş.

Ivan Konstantinoviç Ayvazovski Salonu: Yapının en ihtişamlı mekanı. Merasim Salonu... Salon Rus ressam Ayvazovski'nin eserlerine ayrılmış.

Saray Ressamları: Sultan Abdülaziz saray ressamı olarak Polonyalı ressam Stanislaw Chlebowski ile çalışmayı tercih etmiş. Sultan II. Abdülhamid döneminde ise İtalyan ressam Luigi Acquarone ve onun ölümünden sonra, yine bir İtalyan ressam, Fausto Zonaro saray ressamı olarak görev yaptı. Salonda onların eserleri yer alıyor.

Oryantalist Ressamlar; Doğu'nun Cazibesi: Doğu'yu Avrupalı gözüyle betimleyen oryantalist resimlerin yer aldığı bölüm.

Yaver Ressamlar: Bu bölüm Osman Nuri Paşa, Şeker Ahmed Paşa gibi askeri kimlikleriyle ressam kimliklerini birleştiren ressamların eserlerine ayrılmış.

Türk Ressamları (1870-1890): Bu bölümde Şeker Ahmed Paşa, Süleyman Seyyid, Osman Hamdi Bey ve Halil Paşa gibi Batılı anlamda Türk resminin ikinci ve üçüncü kuşağını oluşturan ressamların eserleri var.

Osmanlı Sarayında Manzara: Salonun ortasındaki bölüm portreler ve tarihi konulu kompozisyonlara ayrılmış. Bu bölümün çevresinde çok sayıda yerli ve yabancı ressamın manzaraları sergileniyor.

Türk Ressamları (1890-1930): Son bölüm, Batılı anlamda Türk resminin üçüncü ve dördüncü kuşağını oluşturan ressamların eserlerine ayrılmış. Hüseyin Zekai Paşa, Hoca Ali Rıza, Şevket Dağ, İbrahim Çallı gibi ressamların eserleri yer alıyor.

DEPODAN MÜZEYE
Milli Saraylar Dairesi Resim Müzesi, Türkiye'nin ilk resim müzesi ve burada gerek Milli Saraylar Resim koleksiyonunda bulunan resimler, gerek TBMM binasında bulunan tarihi resimler gerekse de Topkapı Sarayı deposunda bulunan resimler sergileniyor. Topkapı'dan gelenler arasında Polonyalı ressam Stanislav Chlebowski'nin üç metrelik Sultan Abdülaziz portresi, ressam padişah Halife Abdülmecid Efendi'nin ünlü Nasihat tablosu, İtalyan ressam Valery'nin Nemika Sultan portresi, Sultan II. Mahmud ve III. Selim portreleri, Maltalı ressam Amadeo Preziosi'nin Sultan Abdülmecid'in Beylerbeyi'ne Gelişi tablosu var. Müzede daha önce hiç gün yüzüne çıkmamış eserler de var. Örneğin Sultan Abdülaziz'in intihar ettiği belirtilen oğlu Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi portresi ile Bellini'nin Fatih Sultan Mehmet tablosunun Fausto Zonaro tarafından yapılmış 1907 tarihli kopyası, bugüne kadar sergilenmemiş birkaç eser arasında. Halife Abdülmecid'in yaptığı II. Abdülhamid'in tahttan indirilişini resmeden II. Abdülhamid Han'ın Hal'i tablosu, tarihin canlı bir tanığı olarak müzedeki yerini almış.

EKSTRA BİLETE GEREK YOK
Saray koleksiyonlarındaki tabloların sergilendiği Milli Saraylar Resim Müzesi'ni, Dolmabahçe Sarayı'nın ziyaretçileri ayrıca bir bilet almadan gezebilecek. Sadece müzeyi ziyaret etmek isteyenler ise sarayın Beşiktaş'taki kapısından girerek, eserleri pazartesi ve perşembe günleri hariç her gün görebilir.

Sabah, Haber: Burcu Aldinç, 17.05.2014

CİZRE'DEKİ KAZILARDA OSMANLI'YA AİT ESERLER ORTAYA ÇIKTI

 

 

Şırnak'ın Cizre İlçesi'nde bulunan tarihi Bırca Belek Kalesi'nde yapılan arkeolojik kazı çalışmaları sonucu Osmanlı'ya ait tarihi eserler çıktı. arkeoloji Profesörü Dr. Gülriz Kozbe, yapılan kazılarda Osmanlı'ya ait olduğu tespit edilen lüle ve çanak çömlek gibi tarihi eserler çıkardıklarını söyledi.

Şırnak'ın Cizre İlçesi'nde, İçkale'de yapılan arkeolojik kazı çalışmalarında Osmanlı'ya ait tarihi eserler ortaya çıktı. Şırnak Valiliği Cizre Kaymakamlığı tarafından yapılan proje kapsamında, tarihi İçkale'de arkeolojik kazı çalışmaları başlatılmıştı. 2013 Haziran ayında başlayan kazı çalışmaları hızla devam ediyor. Yaklaşık 12 ay devam eden kazı çalışmaları sonucu yavaş yavaş tarihi bulgulara rastlanıyor. Son olarak yapılan kazılarda Osmanlı'ya ait bulgulara rastlandı. Kazılarda, Osmanlı'ya ait olduğu tespit edilen lüle ve çanak-çömlek gibi tarihi eserler ortaya çıktı. Kazı çalışmaları ile ilgili Batman Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölüm Başkanı ve aynı zamanda kazı çalışmaları Bilimsel Danışman Başkanı arkeoloji Profesörü Dr. Gülriz Kozbe, açıklamalarda bulundu.

Kazıların tüm hızıyla devam ettiğini ifade eden Dr. Gülriz Kozbe, şimdiye kadar yapılan kazılarda önemli bulgulara rastladıklarını söyledi. Son olarak yapılan kazı çalışmaları sonucu Osmanlı'ya ait tarihi eserlere rastlandıklarını belirten Gülriz Kozbe, tarihi İçkale'de bir medreseye de rastladıklarını açıkladı.

KAZI ÇALIŞMALARI DEVAM EDİYOR
Bırca Belek'teki kazı çalışmalarının, 1 Haziran 2013 tarihinden itibaren kesintisiz olarak devam etmekte olduğunu söyleyen Dr. Gülriz Kozbe, "Kazı çalışmaları Cizre Kaymakamlığı Köylere Hizmet Götürme Birliği projesi çerçevesinde Mardin Müze Müdürlüğü Başkanlığı'nda, benim de bilimsel danışman başkanlığında yürütülmektedir. 12 arkeologdan oluşan bilimsel heyetin katılımıyla İŞKUR'un bize temin ettiği işçi grubuyla birlikte kazıları yaklaşık bir yıldır kesintisiz sürdürmekteyiz. Bu kazılar sonucunda, daha önce kale içinde hiçbir araştırma yapılmamış, hiçbir çalışma yapılmamış. Çünkü uzun zaman askeri birliğe aitti. Onların kullanımı altında olduğu için hiçbir şekilde Kültür ve Turizm Bakanlığın arkeoloji çalışması ya da restorasyon çalışması yapılamıyordu. Dolayısıyla bu proje çerçevesinde başlayan çalışmalar sonucunda biz hem kültürel katları ortaya koyduk hem de mevcut olan bugün kısmen ayakta olan sur duvarlarını restorasyon projesi uyguladık. Bunlar hem koruma altına alındı, restorasyon çalışmaları devam etti. Hem de erken dönemlere ait mekanlar ortaya çıktıkça günümüzde de kullanılmak üzere tekrar yeniden donanımları sağlandı." diye konuştu.





"İÇKALE’DE YAPILAN KAZILAR SONUCU MEDRESE ORTAYA ÇIKTI"
Tarihi İçkale'de yapılan kazılar sonucu bir medrese ortaya çıktığını ifade eden Gülriz Kozbe, "12 aya yakın sürdürülen kazılar sonucunda bir medrese ortaya koyduk. Üst sınıfın, yönetici sınıfın oturduğu rezidansı saray diyebileceğimiz mekanları ortaya çıkardık. Islak zeminli mekanları ortaya çıkardık. İşte suyun kullanıldığı, hamam vazifesi gören bölümleri ortaya koyduk. Onun yanı sıra müştemilatın işte saray kesiminin yönetici sınıfın idamesini sağlayan, çalışanların olduğu kesimi sur duvarların dışında kalan yerleşim alanlarını ortaya çıkardık. Bu çerçevede su kuyuları bulduk, su kanalları bulduk. Güzel bir mezarlık alanı ortaya koyduk. Açılan mezarlarda büyük olasılıkla 12. ve 14. y.y. tarihlediğimiz Artuklu mezarları bile olabilir. Şu anki çalışmalar devam ediyor." şeklinde konuştu.

GENÇ OSMANLI’YA AİT LÜLELER BULUNDU
Yapılan kazılar sonucunda Genç Osmanlı'ya ait lüleler bulduklarını aktaran Dr. Gülriz Kozbe, şöyle devam etti: "Milattan sonra 12. y.y. tarihli en erken olsa da 11. veya 12. y.y.'a aittir. Bu Artuklu dönemi dediğimiz 15. y.y.'a kadar devam eden bir dönemdir. Bunun yanı sıra Osmanlımız var. Bir de Genç Osmanlı'mız var. 19. y.y. Osmanlısı var. Bu buluntular arasında mezarlıklar kayda değer bulundu. Mezarlıkların dışında çok büyük onlarca, yüzlerce pipo ile lüle ile temsil edilen bir lüle koleksiyonu var. Bu lülelerin çoğunluğu Genç Osmanlı'ya ait lülelerdir. Bunlar temizlenerek, bazıların parçaları birleştirerek Mardin Müzesi'nde restore edilmektedir. Ciddi bir koleksiyon oluşturmaktadır. Bu lülelerin başka bir örneğini de Hasankeyf'teki kazılarda buluyoruz. Lüle açısından hemen hemen bu bölgede neredeyse en büyük koleksiyona sahibiz. Bunun üzerine çalışmalar devam ediyor. Ortaya çıkardığımız çanak çömlekler kayda çok değer. Tamamen Artuklu'nun çok tipik 12. y.y. ve 14. y.y. tarihlenen mallarını buluyoruz, sırlı ve sırsız çanak çömlekler. Osmanlı'ya ait yeşil sırlı, sır altı mallar adını verdiğimiz çanak çömlek grupları var. Dışarıdan, Uzak Doğu'dan, Çin'den gelen buraya ithal edilmiş Çin porselen örneklerimiz var." ifadelerini kullandı. 12 kişilik heyetle ve İŞKUR'un sağladığı 50 kişilik işçi grubuyla devam etmekte olan kazıların, 2014 Aralık ayına kadar aralıksız devam edeceği belirtildi.

 


yazete.com, 17.05.2014

MİNİK ARKEOLOGLAR İŞ BAŞINDA

 

 

İzmir'in Selçuk İlçesi'ndeki Misket Anaokulu'nda minik arkeologlar yetiştiriliyor. Efes Müzesi ile yapılan işbirliği kapsamında Türkiye'de ilk kez bu yaşlarda arkeoloji eğitimi verilmeye başlandı.

 

Selçuk Misket Anaokulu öğrencileri, ilginç metotlarla arkeoloji öğrenerek usta arkeologlara taş çıkartıyor. Öğrencilerinin arkeolojik kazı bile yapmaya başladığını kaydeden Misket Anaokulu Müdürü ve Psikoloji Öğretmeni Sema Köseoğlu, "Efes Müzesi ile el ele vererek anaokulumuzda yeni bir eğitim öğretim şekli başlattık. Önce okulumuzda Arkeoloji Kulübü kurduk. Bu kulübe, velilerin izniyle isteyen öğrencileri üye yaptık. Müzeden iki arkeolog arkadaşımız bize gönüllü olarak destek oluyor. İki yıldır sürdürdüğümüz uygulamadan çocuklarımız da olumlu biçimde yararlanıyor" dedi.

 

ÇOCUKLAR ANTİK KIYAFET GİYİYOR

5- 6 yaş grubu öğrencilere çizgi filmler aracılığıyla arkeolojinin ne demek olduğunu öğrettiklerini açıklayan Köseoğlu, basit resimlerle insanlık tarihini anlattıklarını belirtti. Efes ve Selçuk'taki ören yerleri masallaştırarak anlattıklarını ifade eden Köseoğlu, "Yaratıcı drama teknikleri ile bu bilgileri çocuklara kurgulatıyoruz. Rulo kağıtlarla üç boyutlu maket çalışmaları yaptırıyoruz. Çocuklara antik kıyafetler giydirerek bu dersleri öyle almalarını sağlıyoruz. Efesin tarihini canlandıran basit oyunlar oynatıyoruz. İlçemizdeki ören yerlerine sık sık geziler düzenliyoruz. Bunun ötesinde, ünlü Artemis Mabedi kenarındaki eski askerlik şubesi bahçesine antik hediyelik eşyaları gömüyoruz. Kazı bölümleri oluşturup kurallara uygun şekilde kazılar yaptırıyoruz. Titizlikle çıkardıkları eserleri bulunca yaşadıkları mutluluk görülmeye değer. Önümüzdeki yıllarda da bu eğitime devam edeceğiz" diye konuştu.

Hürriyet, Haber: Veysel Erol, 17.05.2014

KIZLAR MANASTIRI'NIN RESTORASYONU DEVAM EDİYOR

 

 

Trabzon Belediyesi tarafından projesi yaptırılarak ihalesi Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca gerçekleştirilen tarihi Kızlar Manastırı'nda restorasyon çalışmaları hızlı bir şekilde sürdürülüyor.

 

Trabzon Belediyesi tarafından projesi yaptırılarak ihalesi Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca gerçekleştirilen tarihi Kızlar Manastırı'nın restorasyonu için yüklenici firmaya yer teslimi yapıldı.
Boztepe mahallesinde bulunan ve Trabzon turizmi için önemli bir yere sahip tarihi manastırın yeni hali şehre gelen turistler için çekim merkezi olacak. Aslına uygun olarak yapılacak olan Manastır içerisinde bulunan tarihi Kaya Kilisesi ve örneğine nadir rastlanan fresklerin gün yüzüne çıkarılması projenin en önemli kısmını oluşturuyor. Kent turizmine önemli katkı yapması beklenen manastırın restorasyon maliyeti 1 milyon 570 bin TL.
 

Konu ile ilgili açıklama yapan Trabzon Belediye Başkanı Dr. Orhan Fevzi Gümrükçüoğlu, "Tarihi Kızlar Manastırı'nın restorasyon projesini Belediyemiz kaynakları ile daha önce yaptırmıştık. Manastırın restorasyonunun yaptırılması için bu tarihi mekanı 5 yıl süre Kültür ve Turizm Bakanlığı'na devrettik. Israrlı takiplerimiz neticesinde Kültür ve Turizm Bakanlığımız tarafından bu tarihi mek'nın restorasyon ihalesi yapıldı ve yüklenici firma çalışmaları hızla bir şekilde sürdürülüyor. Restorasyonun tamamlanması ile turizme kazandırılacak olan tarihi mekan şehrin kültür sanat ve turizm hayatına önemli bir canlılık katacaktır. Bir tarih ve kültür kenti olan Trabzon turizmde de yükselen değer olmaya devam edecek" diye konuştu.
 

Boztepe'nin yamacında şehre h'kim bir mevkide kurulan Kızlar Manastırı 14. yüzyılda (1349-1390) 3.Aleksios tarafından yaptırılmış, yapılan ilavelerle 19 yüzyılda son şeklini almıştı.

Sabah, 15.05.2014



11 - 17 Mayıs 2014

18 MAYIS
MÜZELER GÜNÜ KUTLAMALARI İPTAL

 

Manisa'nın Soma İlçesi'nde yaşanan kömür madeni felaketinden sonra tüm dünyada 18 Mayıs'ta kutlanan Müzeler günü etkinlikleri de iptal edildi.

 Dünya kültür mirasının korunması ve müzeciliğin tanıtılması amacıyla Uluslararası Müzeler Konseyi (ICOM) tarafından tüm dünyada 18 Mayıs'ta kutlanan Müzeler Günü etkinlikleri Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından iptal edildi.

Arkitera, 16.05.2014

'VAMPİR' MEZARI

 

Polonya'da arkeologlar, 16'ncı yüzyıla ait olduğu sanılan; dişleri sökülmüş, ağzına tuğla koyulmuş ve dizlerine kazık çakılmış bir iskelet buldu.

Araştırmacılara göre ortaçağda insan kanıyla beslendiklerine inanılan "vampirler" mezardan kalkmasın diye dizlerine kazık çakılıp, dişleri sökülüp, kan emmelerini engellemek için ağızlarına tuğla koyularak gömülüyorlardı.

Sabah, 16.05.2014

KAPTAN-I DERYA ÇEŞMELERİ

 

 

Osmanlı’da çeşme yaptırmak padişahlara özgü bir davranış değil. Sultanlar çeşme yaptırır da kaptan-ı deryalar durur mu? Derya içre derya olan kaptan paşalar, suya olan sevdalarını karada da devam ettirmiş.

 

Üsküdar’dan ve Sultanahmet sırtlarından Boğaz’ı selamlayan III. Ahmet çeşmeleri, Tophane Meydanı’ndaki I. Mahmut Çeşmesi, çoğu zaman önünden geçtiğimiz, hepimizin bildikleri… Osmanlı sultanlarının yaptırdığı bu yapılar zarafetleriyle İstanbul’un önemli meydanlarında arz-ı endam ediyor. Ancak bir zamanlar şehrin baş köşeleri ve meydanlarında misafirlerine su ikram etmiş çeşmeler şimdilerde kıyıda köşede kalmış, zamana yenilmiş. Hele bir de kaptan-ı derya çeşmeleri var ki, onların hali hepten içler acısı. Hayatlarının büyük bir bölümünü denizde geçiren kaptan paşalar, suyu çok sevdiklerinden olsa gerek karaya çıktıklarında da suyla olan ilişkilerini kesmemiş ve özellikle şehr-i İstanbul’u çeşmelerle donatmışlar. Sokullu Mehmet Paşa’dan Öküz Mehmet Paşa’ya, Gedik Ahmet Paşa’dan Cezayirli Gazi Hasan Paşa’ya kadar birçok kaptan-ı derya, tarihî şehrin hemen hemen her semtinde bu sevdanın izlerini bırakmış. Ancak günümüzde kimi Faruk Nafiz’in Çoban Çeşmesi gibi sadece şiirlerde kaldı, kimi semt ve sokak adlarında. Biraz şanslı olanlar yarısı yola gömülmüş, yıkık dökük bir halde. Önemli bir kısmının ise varlığından ancak başka yerlere nakledilen kitabeleri vesilesiyle haberdarız. İşte bir zamanlar şehrin merkezindeyken şimdilerde sokak aralarında tutunmaya çalışan kaptan-ı derya çeşmelerinin hikayesi…

 


“Ber mucib-i vakfiye bu çeşmede saka gediği yoktur.” yazısı olan çeşmelerden sakaların su alması yasaktı.

 

Suyu aziz bilen Osmanlı, şehirlerini kimi zaman mütevazı, kimi zaman da şaşaalı çeşmelerle aziz kılmış. Meydanları, mahalleleri, sokakları çeşmelerle donatmış. Temizlik ve su içme amacıyla yapılan çeşmeler, kentlerin estetiğine de katkıda bulunarak halkın gündelik yaşamında önemli bir yer tutmuş. Sadece saraylar, hamamlar, şadırvanlar, camiler, sebiller ve büyük konaklara künklerle su getirildiği bu dönemde bütün evlere borularla su getirme imkanı olmadığından halk kullanacağı suyu mahalle çeşmelerinden alırdı. Bu nedenledir ki padişahlar başta olmak üzere hanım sultanlar, paşalar ve önemli kişiler hayrat olarak çeşme yaptırmış. Bunlar arasında kaptan-ı deryaların yeri ise ayrı. Gedik Ahmet Paşa, Filibeli Hafız Ahmet Paşa, Güzelce Ali Paşa, Cezayirli Gazi Hasan Paşa, Maryol Hacı Hüseyin Paşa, Kemankeş Kara Mustafa Paşa, Sokullu Mehmet Paşa, Öküz Mehmet Paşa, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Kaymak Mustafa Paşa ve Siyavuş Paşa gibi kaptan-ı deryalık yapmış devlet adamları İstanbul başta olmak üzere birçok kente çeşme yaptırmış. İstanbul’da ise Eyüp’ten Sarıyer’e kadar bu çeşmelere rastlamak mümkün. Bir zamanlar donanmanın ve denizcilerin merkezi olan Kasımpaşa’nın her sokağında bir kaptan paşa eseri var. Ancak birçoğu harap. Evler arasında, toprak altında, kuytuda, köşede kalmaktan, otopark olmaktan, bir de susuz kalmaktan o kadar sıkılmışlar ki büyük çoğunluğu Yahya Kemal’in Sessiz Gemisi’ne binmek üzere. İşte kaptan paşaların yadigarları...

 

 
Cezayirli Gazi Hasan Paşa Çeşmesi

Cezayirli Paşa’nın birden çok çeşmesi var. Bu hangisi derseniz Cezayirli Mektebi Sokağı’ndaki. Kesme taştan yapılmış barok üsluplu oldukça zarif bir çeşme. Zarafeti akantüs yaprağı ve fener motiflerinden geliyor. Evler arasında yol seviyesinin altında kalan çeşmenin etrafı tel örgülerle çevrili. Kaptan-ı derya çeşmeleri arasında en şanslı olanlarındandan biri. Suyu akmasa da pek zarar görmemiş. Zira o sokakta bir çeşme olduğunu fark etmek oldukça zor. Hele tel örgülerden çeşmeye ulaşmak mümkün değil. Kasımpaşa’da mektebi, çeşmesi ve kışlası ile ünlü olan Kaptan-ı Derya Cezayirli Sadrazam Gazi Hasan Paşa, kaptan-ı deryalar arasında en çok çeşme yaptıranı. Kendi servetiyle su tesislerine büyük katkılar yapmış, Topuzlu bendini ve Taksim su tesislerini tamir ettirmiş.



 
Uzun Piyale Paşa Çeşmesi

Kasımpaşa’da Nalıncı Yokuşu ile Nalıncı Mektebi Yokuşu’nun kesiştiği köşede yer alıyor. Kaptan-ı Derya Uzun Piyale Paşa tarafından yaptırılmış. Ön yüzde sivri kemerli birer nişlerden oluşan yan yana iki çeşme şeklinde... Soldakinin sivri kemeri tahrip olduğundan, sonradan sıvayla örülmüş. Ayna taşı parçalanmış, kaplamaları dökülmüş, altındaki tuğlalar gözüküyor. Her iki çeşmenin de tekneleri yol seviyesi altında kalmış ve harap durumda olup muslukları koparılmış. Zamana karşı direnen bu çeşme önünde park eden araçlardan görünmüyor. Denizcilik tarihimizin en az bilinen isimlerinden olan Piyale Paşa’nın Kasımpaşa’daki bir başka çeşmesi günümüze ulaşamamış. Kanuni Sultan Süleyman döneminde 14 yıl kaptan-ı deryalık yapan paşa, aslen Macaristan’da bir Hırvat kunduracının oğlu. Mohaç Seferi’nden sonra devşirilerek saray hizmetine alınır ve Enderun’da eğitim görür. Kısa zamanda gösterdiği başarılarla 1554 yılında Sinan Paşa’nın ölümü üzerine kaptan-ı deryalığa getirildiğinde daha kırk yaşında bile değildir. Preveze’den sonra Osmanlı’nın en büyük zaferi olan Cerbe Deniz Savaşı’nın kumandanı da Piyale Paşa’dır.



 
Sokullu Mehmet Paşa Çeşmesi

Eyüp Feshane Caddesi’nde bulunan çeşme, günümüzde aynı caddedeki Sokullu Mehmet Paşa Türbesi’nin altında kalmış. Buradan geçerken biraz daha dikkatli bakan gözler fark edebilir türbenin altında bir yapı daha olduğunu. Bursa kemerli nişi olan çeşme, Kalenderhane Caddesi’nde ve Kızıl Mescit’in yanındaki Sokullu çeşmeleri kadar dayanamamış anlaşılan.

 

 
Hatipzade Yahya Paşa Çeşmesi

Lale devri üslubunda yapılmış bir meydan ve iskele çeşmesi. Zamanla ne meydan kalmış, ne de iskele. Hatipzade çeşmesi bu duruma o kadar içerlemiş ki önce toprağın altına gömülmüş, ardından da bir tarafı yan yatmış. Hatta önce iş hanlarının arkasına saklanmış, şimdilerde ise Azapkapı-Haliç metro köprüsünün şantiyesine. Üstü otlarla kaplı çeşmenin tek cephesindeki kitabe sağlam kalmış. Üzerindeki lale motifleri ise pek seçilmiyor.

 

Bir seyyahın gözüyle

Osmanlı’nın suyla bütünleşmiş hali, 1550’lerde esir düşüp, üç yıl boyunca Kaptan-ı Derya Sinan Paşa’nın yanında kalan İspanyol ‘Pedro’nun Zorunlu İstanbul Seyahati’ne de yansıyor. Kanuni devrinde kölelikten hekimliğe yükselen Pedro’nun gözüyle; “Dünyada İstanbul ve Galata kadar çeşmesi bol bir şehir yoktur, her sokakta muhakkak bir çeşmeye rastlanır... Bıraktıkları her çeşit hayrat çoktur. Bu yönden, hayatta iken de bizden cömert davranırlar. Dört imparatorlarının yaptırdıkları dört muhteşem camiin etrafı, hayrat ile doludur. Paşalar da hayrat bırakırlar. Kasabalarda ve tenha yollar üzerinde, konuklar için kervansaraylar yaptırırlar; yollar açtırırlar; su gelmeyen yerlere, çeşmeler diktirirler. Halk bedava faydalansın diye, yaptırdıkları yapıların birçokları, öyle görünüşlüdürler ki, bayağı sarayları andırırlar.”

Zaman, Haber: Tuğba Öcek, 16.05.2014

DRAKULA'NIN EVİ 80 MİLYON DOLAR

 

Romanya'nın kuzeyinde, vampir hikâyeleriyle ünlü Transilvanya bölgesinde bulunan Bran Şatosu, Avrupa'nın köklü Habsburg hanedanı üyeleri tarafından satışa sunuldu.

Türk tarihine Kazıklı Voyvoda olarak geçen Vlad Drakula'ya ait olan şato, İrlandalı yazar Bram Stoker'ın kurgu romanı "Drakula" ile tarihe geçti. Bran Şatosu'nun fotoğraflarını gören ünlü yazar, insan kanıyla beslenen Drakula karakterine hayat verdi.

Şato, her yıl 500 bini aşkın kişi tarafından ziyaret ediliyor. 13'üncü yüzyılda inşa edildiği ve yüzyıllar boyunca çeşitli savaşçı ve şövalyelere ev sahipliği yaptığı belirtilen şatonun fiyatı 80 milyon dolar olarak açıklandı.

Sabah, 16.05.2014

TARİHİ KONAK MÜZEYE DÖNÜŞTÜRÜLECEK

 

 

Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğünce tescil edilen merhum hattat Saim Özel'in dedesine ait tarihi konakta restorasyon çalışmaları sürüyor. 8 köşeli kubbesiyle dikkati çeken konakta kente özgü kültürel unsurlar sergilenecek. Restorasyon çalışmalarını inceleyen SATSO Yönetim Kurulu Başkanı Mahmut Kösemusul, AA muhabirine, ticari faaliyetleri ve sanayi tesislerinin yanında Sakarya'nın tarih ve doğa turizmi açısından farklı özelliklere sahip olduğunu söyledi. Sosyal ve ekonomik açıdan kentin gelişmesi için ellerinden gelen gayreti gösterdiklerini belirten Kösemusul, "Taraklı ilçemiz tarihi özellikleri olan değerli bir mekan. Türkiye'de mimari özelliği bakımından tek fenerli köşkü satın aldık. Restorasyonu tamamlanmak üzere, her şey yolunda giderse yıl başında bitmiş olacak. Restorasyon sonrasında konak, içinde yöremize ait eşyanın sergileneceği müze olarak faaliyet gösterecek" diye konuştu. Kösemusul, kentin tarihi değerlerine gereken ilgiyi göstereceklerini kaydederek, bu projeyle diğer sivil toplum kuruluşlarına da rol model olacaklarını anlattı. - "Taraklı, kültür, doğa ve sağlık turizmi açısından büyük potansiyele sahip" Taraklı Belediye Başkanı Tacettin Özkaraman da ilçenin tarihi dokusunu sokaklarıyla sivil mimarlık örneği yapılarıyla koruyan, Türkiye'deki ender yerleşim birimlerinden olduğunu dile getirdi. İlçede bulunan tarihi yapıların korunması ve restorasyonu için gerekli çalışmaların yapıldığına dikkati çeken Özkaraman, "Taraklı, İstanbul, Ankara, Eskişehir, İzmir ve Bursa gibi Türkiye'nin büyük şehirlerine yakın tarihi bir ilçe. Bu nedenle hem kültürel alandaki bozulmamış yapıları, sokakları, el sanatları ve gelenekleriyle hem de yayla ve mezralarıyla her alanda büyük turizm potansiyeline sahip. Bunların yanında yer altından çıkarılan kaynak sularıyla aynı zamanda sağlık turizmi merkezi. Tüm bu özellikler bir araya geldiğinde Taraklı'nın ilerleyen süreçte hak ettiği yeri alacağını düşünüyoruz" şeklinde konuştu. Özkaraman, konağın "cihannüma" diye tabir edilen, fenere benzeyen, çatı arası bölümünün özel olduğuna dikkati çekerek, "Genelde bu cihannümalar kare ya da dikdörtgen planlıdır, Sekizgen planlı Türkiye'de yok. Tabii bu durum esere estetik özellik katıyor. Tüm bu değerleriyle Fenerli Konak, Taraklı'nın simge yapısıdır" ifadesini kullandı.

Star, 15.05.2014

BALİ MÜZAYEDE'DE CANAN TOLON'A 600 BİN

 

 

Grand Hyatt İstanbul’un Balo Salonu'nda yapılan müzayedede klasik , çağdaş ve modern resimler ile hat sanatı eserleri satışa sunuldu. Klasik resimlerde Diyarbakırlı Tahsin’in “Mehtapta Yelkenli” isimli eseri 55.000, Hikmet Onat’ın “Halimpaşa Korusu’ndan” eseri 100.000, Leonardo De Mango’nun “Kahvehane”si 135.000, Fabio Fabbi’nin “Rakkase”leri 110.000 liradan satıldı.

19.yüzyıl İtalyan sanatçısı Fausto Zonaro’ya ait İstanbul Boğazı konulu yapıtı ise müzayedede 240.000 Liradan satışa sunulup 310.000 Liradan alıcı buldu. Müzayedenin çağdaş ve modern resimleri arasında; Burhan Doğançay’ın “Mystery Woman” adlı çalışması 220.000, Mübin Orhon’un “Soyut Kompozisyon”larından biri 280.000, Ömer Uluç’un Paris döneminde yaptığı bir eser 320.000, Hale Asaf’ın “Şömine Başında” adlı eseri 200.000 Liradan satıldı. Canan Tolon’dan bir başyapıt da 475.000 Liradan satışa sunulup, 600.000 Liradan alıcı buldu.

 

 

Hat sanatı eserlerinden ise “Galatalı Ahmet Naili Efendi”nin Hicri 1212 yılında yazımını bitirdiği Delâil-i Hayrat – Hizbül Âzam Ketebeli 260.000 liradan alıcı buldu. Yahya Hilmi Efendi’nin “Cüz, Hilye-i Şerif ve Kıtası”ndan oluşan çok değerli eserleri 170.000 ve 210.000, Sultan I. Abdülhamid’in fermanı 140.000, Sultan II. Mahmut’un fermanı 45.000, Sultan Abdülmecit’in Zerendud Levhası da 45.000 Liradan yeni sahiplerinin oldu.

Radikal, 15.05.2014

ANTİK TİYATRO MEZARLIK OLARAK KULLANILIYOR

 

 

Amasra İlçesi'nde Roma dönemine ait olduğu tahmin edilen antik tiyatro, mezarlık olarak kullanılıyor.

 

Helenistik, Arkaik, Klasik, Roma, Bizans, Ceneviz, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait çok sayıda esere rastlanan İlçede Kum Mahallesi mevkisindeki antik tiyatro, 19. yüzyıldan sonra mezarlık olarak kullanılmaya başlandı.

 

Amasra-Bartın karayolunun 1970-1980′li yıllarda yapımı sırasında duvarları hasar gören, taşları da yol ve kaldırım çalışmalarında kullanıldığı belirtilen antik tiyatronun, gün yüzüne çıkarılması için mezarların başka bölgeye nakledilmesi gerekiyor.

 

Amasra Müze Müdürü Baran Aydın, AA muhabirine yaptığı açıklamada, antik tiyatronun üst kısmında karayolu çalışmaları nedeniyle bazı bölümlerin örtüldüğünü düşündüklerini söyledi.

Burada ileride bir kazı çalışması yapılması halinde antik tiyatronun büyük bölümünün açığa çıkacağını savunan Aydın, şöyle konuştu:

“Tabii, ne kadar korunmuştur, onu bilmemiz zor. Tiyatronun en iyi korunmuş kısmı, ‘Vomitorium’ dediğimiz tünelidir. Maalesef, şu anda alan, mezarlık olarak kullanıldığı için bizim orada herhangi bir arkeolojik kazı gibi bir faaliyetimiz söz konusu değil. Mevcut mezarlık yerine başka bir mezarlık seçilir ve mevcut mezarlar nakledilebilirse o zaman kazı yapılabilir. Tabi, bu da gerek belediye gerekse definlerin yakınlarıyla ilgili çok yönlü bir iş. Mezar olmayan noktalarda yapılabilecek kazılarda da oturma basamakları açığa çıkabilir.”

 

“15 bin kişilik olduğu sanılıyor”

Aydın, antik tiyatroya ait buluntuların, 1970 ve 1980′li yıllarda yol ve kaldırım çalışmalarında kullanılmış olabileceğini düşündüklerini dile getirerek, özellikle tiyatronun duvarlarını destekleyen büyük blokların, karayolunun altını doldurma amacıyla da kullanıldığını tahmin ettiklerini bildirdi.

 

Amasra’daki antik tiyatronun, yayılım olarak İzmir’in Seferihisar İlçesi'ndeki Teos Antik Kenti kadar göründüğüne işaret eden Aydın, “250-300 metre çapında 15 bin kişilik bir antik tiyatro olabilir. Tabi bizim orada sondaj kazısı yapıp tiyatronun ‘Analemna’ dediğimiz sağ ve sol duvarlarını bulmamız, en üst basamağı tespit etmemiz gerekir ki net bir şey söyleyebilelim” ifadesini kullandı.

 

“Kazı çalışmalarına başlamak istiyoruz”

Aydın, bunun için bölgedeki 5-6 noktada kazı yapmaları gerektiğini belirtti.

 

Türkiye’de bu şekilde mezarlık olarak kullanılan çok örnek olduğunu vurgulayan Aydın, şöyle devam etti:

“Müze Müdürlüğü olarak amacımız, yüzde 60′ı yapılar nedeniyle kaybolan eserlerin en azından yüzde 40′lık bölümünü kurtarmak. Bunun için de kazı çalışmalarına başlamak istiyoruz. Amasra, önümüzdeki 50 yıl boyunca hamam, depo ve yaşam alanı gibi ekstra yapıların çıkabileceği müstesna bir yerdir.”

 

Tiyatronun ön sıralarında o dönemin protokolünün veya kentin ileri gelenlerinin oturduğu “Prohedria” ismi verilen bank şeklinde oturma sıralarının olduğunu anımsatan Aydın, bu banklardan birinin Amasra’da Fatih Camisinin önünde olduğunu tespit ettiklerini vurguladı.

Sabah, 15.05.2014

ABD SANATA TUTUNUYOR

 

 

ABD ekonomisi son dönemde toparlanma sinyalleri verirken, bu iyileşmenin etkileri sanat piyasasında da görülüyor. Empresyonist ve modern sanat eserleriyle ilgili açık artırmada geçen hafta 285 milyon 900 bin dolarlık satış geliri elde eden ünlü müzayede evi Christie's, New York'taki son müzayedesinde 1 saatte 134 milyon 600 bin dolarlık satış rakamını yakaladı. Asyalı koleksiyoncuların eserleri almak için kıyasıya yarışıyor. 

 

SATIŞLAR 1 YILDA YÜZDE 80 ARTTI 

Ünlü müzayede evi Christie's, New York'ta bir haftada yapılan empresyonist ve modern sanat eserleri açık artırmalarında 285 milyon 900 bin dolarlık satış gerçekleştirirken, önceki yıla kıyasla satışlarını yüzde 80 artırdı.

 

TÜRK GALERİLER FUARDAN MEMNUN

Dünya çağdaş sanatının önemli temsilcileri de bir hafta süreyle kentte bir araya geldi. 190 çağdaş sanat galerisi, New York'taki küçük adacıklardan ''Randall Island'' adlı bölgede açılan uzun bir çadırda toplandı. Merkezi Londra olan "Frieze" sanat fuarında Türk galerisi NON'un sahibi Derya Demir, Frieze'e tek bir sanatçıyla katıldıkları belirterek, ilk defa katıldıklarını ve genel olarak sergiden memnun olduklarını dile getirdi. "Galeri NON" dışında "Rampa" adlı galeri de Frieze sanat fuarına katılan iki Türk galerisinden biri oldu.

Akşam, 15.05.2014

ESERİ, SAATCHI GALLERY'DE SÜRESİZ SERGİLENECEK

 

 

Genç sanatçılara el veren, onları sanat dünyasına kazandıran Londra’daki Saatchi Gallery’nin yeni misafiri Taha Alkan oldu.

 

27 yıl önce kurulan ve o günden beri modern sanatın önemli merkezleri arasında gösterilen galeri, Alkan’ın dijital sanat çalışması “Never Written Story” (Yazılmamış Hikaye) adlı çalışmasını süresiz sergileyecek. Andy Warhol, Damien Hirst, Jeff Koons’un eserlerine ev sahipliği yapan Saatchi Gallery’yi, her yıl 1,2 milyon kişi ziyaret ediyor. Tate’den sonra en çok gezilen sergi mekanı olarak biliniyor. 1984 Sivas doğumlu olan ve geçen yıl Amerika’ya yerleşen Taha Alkan’a dijital sanat çalışmasını ve sergi sürecini sorduk.

 

Birdenbire Saatchi Gallery’de karşımıza çıktınız. Sizi tanıyabilir miyiz?

Türkiye’de Uludağ Üniversitesi Mimarlık’ta okuduktan sonra Amerika’da Heritage Architecture isimli şirkette mimar ve tasarımcı olarak çalıştım. Akabinde Emre Arolat ile birlikte iki sene, tasarımcı ve görsel yönetmenlik yaptım. Sürecin sonunda mimari ve endüstriyel işlere sanatsal boyut getirmek duygusu ağır bastığından mimarlıkla dijital sanatı birleştiren bir eksene yerleştim. Bu çizgi New York-İstanbul arasında mekik dokuyarak devam ettiriyorum.

 

Dijital sanata ilginiz nasıl başladı?

Sanat bana okuldan önce ailemle geldi. Babamdan dolayı grafik tasarımla ve Apple bilgisayarlarla çocukken tanıştım. Çizim kabiliyetimin üzerine gidip mimar olmayı tercih ettim. Bu sırada bir sene sülüs hüsn-i hat eğitimi aldım. Klasik hat meşki bileğimi terbiye etti, gözüme ölçü ve kompozisyon duygusunu öğretti. Mimarlık eğitimini düşüncelerimle ve yeteneklerimle harmanlamaya çalıştım. Okulda öğrendiklerimin üzerine neler koyabileceğimi düşündüm. Çalışmalarım başlangıçta fark edilmiyorken daha sonra ilgi arttı.

 

Ne oldu?

Türkiye’den önce dijital sanat alanında dünyaca ünlü web sitelerinden (cgsociety.org, 3dtotal.com, cgarchitect.com) pek çok kere ödül kazandım. Çalışmalarım, uluslar arası önemli yayınlarda (3DArtist Magazine, 3dCreative) dünyanın en iyi çalışmaları arasına girdi.

 

Amerika’ya neden gittiniz?

NTV Tarih dergisi için Gezi Parkı olayları konulu biri kapak olmak üzere üç illüstrasyon çalıştım. Konudan ve kapaktan ötürü dergi kapatıldı. Bu çalışmaların minyatür versiyonu Hollanda’da Turkartoon isimli geçici bir sergide, Greek versiyonu ise New York’ta Güç Birliği sergisinin tema çalışması olarak sergilendi. Çalışmamı dünya çapında 18.000.000 kişi gördü. Türkiye’de de sergilemek istedim ama insanlar korktular, çekindiler. Biz de bu olaydan sonra eşimle Amerika’ya yerleştik.

 

Saatchi Gallery’de sürekli sergilenen Never Written Story’nin özelliği nedir?

Bu eser öncelikle doğduğum topraklara bir saygı duruşu. Teknik olarak uzun ve yoğun bir çalışmanın ürünü. Bunun altında 2d ve 3d başlıkları yatıyor. 3d, olmayan bir sahneyi ya da nesneyi bilgisayarda sanal olarak üretip, görüntü ortaya çıkarma sanatı. Bu tekniğin sonu Hollywood’da görsel efekt işleridir. Bir sahneyi fiziken gerçekleştirir gibi saçlardan ayakkabılara, trenin demir perçinlerinden pencereden sızan ışıklara her şey ince detaylarıyla ele alınıyor. Tıpkı bir filmin özel efektleri gibi resmin arkasındaki hikayenin ifadesini güçlendirecek her detay titizlikle görselleştiriliyor. Bu teknik karmaşanın ardından resme bakanlar sıcak bir duygu hissediyor. Tek dezavantajı, yapılan şeylerin fotoğraf sanılması, oysaki dijital tekniklerle yapılmış çağdaş tablolar.

 

Eserinizin Saatchi’ye kabul süreci nasıl gelişti?

Saatchi’ye yaptığımız kişisel başvurunun ardından çalışmamızın galerinin ikinci katındaki büyük dijital ekranda sergilenmeye hak kazandığını öğrendik ve mutlu olduk.

 

Farewell, The Green Mile, David El Turco… Eserlerinizin hepsinin bir hikayesi de var.

Elbette, aslında her resim arkasında bir hikayeyi barındırıyor. Bunlardan Farewell (Veda), TCDD emeklisi iki dedeme ve doğduğum topraklara saygı ve özlemimin bir ifadesidir. Her iki dedemi de görmedim. Resimde onlar kara bir trenle istasyondan ayrılırken annem ve babam, dünya istasyonundan ayrılan babalarına el sallıyor. Green Mile ise basit renk kompozisyonlarıyla birçok duyguyu büyük ustalıkla anlatabilen Japon ressamlarına bir saygı duruşu. Karlı bir günde kızağını çeken yaşlı Japon karakterimiz sıcak evinin yolunu tutmuş.

 

Bazı çalışmalarınız sanat tarihinin ustalarına göndermeler şeklinde.

Evet, mesela Michelangelo’nun ünlü Musa heykelini biraz Türki bir havaya sokup ‘David El Turco’ ismiyle yorumladım. Davud heykeli bu çalışmada kendisini hayran hayran izleyen ve elini uzatan bir çocuğun eline uzanır gibi diz çöküyor. Sırtındaki yelek ve başındaki fes ise yine NTV Tarih’in Oryantalizm konulu sayısının kapağı olarak yayınlanmıştı.

 

Osman Hamdi Bey’in Kaplumbağa Terbiyecisi’ni de görüyoruz çalışmalarınızda. Hatta terbiyeci olarak kendinizi resmetmişsiniz. Buradaki amacınız nedir?

Osman Hamdi Bey’in ünlü Kaplumbağa Terbiyecisi resminden ilhamla kendimi bir han revakında Osman Bey’in kaplumbağalarıyla canlandırarak resmettim. Maksadım, hem atalarımızın sanatını anlamak ve anlatmak, hem dijital sanatın imkanlarının her zaman kolay üretilen ve tüketilen formlardan ibaret olmadığını göstermekti. Özellikle Türkiye gibi görsel sanatların serpilme evresinde olduğu bir yerde bu başarıyı bir nebze yakaladığımızı düşünüyorum.

Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 15.05.2014

RESTORASYON ÇALIŞMASI SEBEBİYLE APOLLON TAPINAĞI BİLETLİ GİRİŞLERE KAPATILDI

 
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Antalya Side antik kentinde tapınaklar bölgesini restorasyon ve onarım çalışmaları nedeniyle biletli girişlere kapattı.

Tapınaklar bölgesinin biletleri girişlere kapatılmasıyla birlikte dünyaca ünlü turizm beldesi Side'ye gelen turistler Athena ve Apollon Tapınağı'na tel örgünün dışından bakıyor. Tapınaklar bölgesinde 2 yıl önce başlayan restorasyon ve onarım çalışmasın sonuna yaklaşıldığı, çalışma bitince yeniden bölgenin ziyaret açılacağı belirtildi.

Kültür ve Turizm Bakanlığı 2 yıl önce Side antik kentinde AA bazilikası, Athena ve Apollon Tapınağı alanında motosikletli geçişlerin önüne geçme ve tarihi yapıların korunması için bölgeyi Side Belediyesi'ne tahsis etmişti.

Bölgede restorasyon ve onarım çalışması Side Belediyesi Fen İşleri Müdürlüğü tarafından yüklenici bir firmaya yaptırılıyor. Tapınaklar bölgesi restorasyon çalışması Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Başkanı ve Side Kazı Başkanı Prof.Dr. Hüseyin Alanyalı ve eşi Doç.Dr. Feriştah Alanyalı gözetiminde yapılıyor.

Kültür ve Turizm Bakanı Yardımcısı Dr. Abdurrahman Arıcı, Side'de tapınaklar bölgesi ile Side Belkıs'ta Aspendos Antik Tiyatro'nun restorasyon çalışmaları tamamlandıktan sonra ziyaret açılacağını söyledi.

Öte yandan Manavgat Belediye Meclisi'nin aldığı kararla antik kent içine girişte trafik yoğunluğunu ve turistlerin rahatsız olmasını engellemek için liman ve Apollon Tapınağı önüne belirli saatler dışında araçla gelmek yasaklandı.

Yaşlı ve engelli turistlerin Side Antik Tiyatro önünden Apollon Tapınağı'na gitmeleri için yaşlı ve engelli yerli ve yabancı turistlere 2 golf arabası tahsis edildi. Yaşlı ve engelli turistlerin bildirmesiyle yaşlı ve engelli turistler, antik tiyatro önünden alınarak golf arabasıyla Apollon Tapınağı ve Side Limanı'na götürülüyor.

Star Gündem, 14.05.2014

KAÇAK KAZIDA 1900 YILLIK LAHİT BULUNDU

 

Sungurlu’da bulunan Çağlamaz Tümülüsü’nde, İl Jandarma Alay Komutanlığı tarafından kaçak kazı yapan gruba düzenlenen operasyonun ardından yapılan kurtarma kazısında 1900 yıllık lahit ele geçirildi. MS 96-98 yıllarına ait olan lahit, tümülüsün altından çıkarılması nedeniyle Türkiye’de bir ilk, dünyada ise Roma’da bulunan bir lahitten sonra ikinci olma özelliği taşıyor. Roma dönemine ait Çağlamaz Lahdi, Çorum Müzesi’nde sergilenmeye başlandı.


 

Bugüne kadar Çorum’da bulunan en büyük ölçekteki lahit olma özelliğini taşıyan eser, Vali Sabri Başköy tarafından dün basına tanıtıldı.

Vali Başköy, tümülüslerin altından genellikle oda mezarlarının çıktığını hatırlatarak, “M. S. 96-98 yıllarına ait 1900 yıllık Çağlamaz Lahdi, bir tümülüsün altından çıkan Türkiye’deki ilk lahit, dünyada ise ikinci lahit olma niteliği taşıyor. Bu özelliğiyle Çorum’un arkeolojik zenginliğine artı değer katacak bu eserin, ilimize gelen turist sayısını artıracağını ümit ediyoruz.” diye konuştu.

45 günlük bir restorasyonun ardından Çorum Müzesi’nde sergilenmeye başlayan lahdin tanıtımında İl Kültür ve Turizm Müdürü Ali Özüdoğru ile Müze Müdürü Önder İpek de hazır bulundu.

Vali Sabri Başköy, Çağlamaz Tümülüsü’nün 2012 yılından bu yana birkaç kez kaçak kazıya maruz kaldığını belirterek, Ankara II Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü tarafından tümülüsün bulunduğu bölgenin 2013 yılında I. Derece Arkeolojik Sit Alanı olarak tescillendiğini söyledi.

Vali Başköy, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğünden alınan izin doğrultusunda, sürekli kaçak kazılara maruz kalan Çağlamaz Tümülüsü’nde acilen kurtarma kazısı başlatıldığını dile getirdi.





Çorum Müzesi tarafından 1-5 Nisan tarihleri arasında yapılan kurtarma kazısına Hitit Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nün de destek verdiğini anlatan Vali Başköy, “Çağlamaz Tümülüs’ünde yapılan kurtarma kazısı sonucunda, etrafı tek sıra kesme taşlarla çevrelenmiş ve kireçtaşından yontulmuş bir lahit ortaya çıkarılmıştır. Lahitte bir kadına ait olduğunu tahmin ettiğimiz insan iskeletini, kemik ve karbon incelemesi için Ankara’ya gönderdik. Lahitin içinde ayrıca iskeletle beraber bir altın küpe, bir yüzük ve Roma İmparatoru Nerva adına bastırılmış bir adet gümüş sikke bulundu.” diye konuştu.

Vali Başköy, en son 10 Mart 2014 günü bölgede kaçak kazı yapan ve aralarında kamu görevlilerinin de bulunduğu kişilerle ilgili idari ve adli soruşturmanın devam ettiğini vurguladı.

Dünyada tümülüslerde lahit çıkma ihtimalinin çok düşük olduğunu dile getiren Vali Başköy, “Daha önce Roma’da, Roma dönemine ait bir tümülüste lahitler bulunmuş. Çağlamaz Lahdi, tümülüste bulunmasından dolayı hem Türkiye’de hem de Çorum’da bir ilk. Dünyada ise tümülüste bulunan ikinci lahit. Tümülüslerde genelde oda şeklinde mezar yapıldığını görüyoruz. Ama burada tümülüsün altından çıkmış olması da lahite ayrı bir özellik katıyor” şeklinde konuştu.

Lahdin mermer yapısının yapılacak inceleme sonucunda belirlenebileceğini ifade eden Vali Başköy, “Lahitteki mermerin Çorum yöresine mi ait, yoksa başka bir yöreye mi ait olduğunu ancak jeolojik olarak yapılacak testle anlamamız mümkün olacak.” dedi.





“Define avcıları epey hırpalamışlar”
Müze Müdürü Önder İpek ise Roma’da ve Batı Anadolu’da, M. S. 2. Yüzyıl’da yoğun olarak kullanılan Girlandlı (Asma Çelenkli) lahit tipine örnek eserin kaçakçılar tarafından kapaklarının ve üzerindeki Eros figürünün tahrip edildiğini belirterek, “İlk incelemelerde lahit kapağının önceki dönemlerde iki ayrı yerden kırıldığı ve içinin soyulduğu anlaşılmıştır. Köşelerdeki çıkıntılardan biri yine kaçakçılarca kırılmış. Kırılan bu akroterin bulunabilen parçaları müzemiz konservatörü ve uzmanlar tarafından yerine yapıştırıldı. Lahdin yüzeylerinde, Yunan mitolojisinde aşk tanrısı olarak bilinen Eros, belden yukarısı insan, her iki bacakları ise yılan şeklinde işlenmiş. Bu soygun girişimlerinde ön yüzünde kalan Eros'un da baş kısmı ne yazık ki tahrip olmuş.” diye konuştu.

Eserle ilgili teknik bilgiler veren Müze Müdürü İpek, lahit teknesinin 230x110 cm. ölçülerinde ve 100 cm. yüksekliğinde olduğunu söyledi. Teknenin içinin 70 cm. derinliğinde oyulduğunu belirten İpek şu bilgileri verdi:

“Beşik çatı biçimli akroterli lahit kapağı 240 santimetre, eni 120 santimetre, yüksekliği de 58 santimetredir. Kapağın arkada kalan yüzeyi yarı işlenmiş halde bırakılmışken, ön yüzeyi yan yana beş adet iri çatı kiremidi şeklinde işlenmiştir. Akroterler üzerinde herhangi bir bezeme olmayıp düz bırakılmıştır. Kapağın iç kısmı ağırlığı azaltmak için oyulmuştur.”

Müze Müdürü Önder İpek, “Bölgemizde nadir olarak bulunan bu Girlandlı Lahit örneği, yerel malzeme ile belki de yine yerel taş ustaları ve sanatçıları tarafından yapılmış en erken örneklerden biri olması açısından büyük önem arz etmektedir.” dedi.





Çorum Haber, Haber: Recep Serbes, 14.05.2014

BALKANLARDAKİ MİRAS GÜVENDE

 

Yunus Emre Enstitüsü Başkanı Hayati Develi, "Balkanlar'da Kültürel Mirasın Yeniden İnşası" projesi kapsamında, Hırvatistan'ın başkenti Zagreb'de, Hırvat Bilim ve Sanat Akademisi'nin Şarkiyat Koleksiyonu'ndaki eserleri bir araya getiren serginin açılışını yaptı. Hırvat Bilim ve Sanat Akademisi Salonu'nda 31 Mayıs'a kadar açık kalacak serginin açılışına, Yunus Emre Enstitüsü Başkanı Hayati Develi, Türkiye'nin Zagreb Büyükelçisi Burak Özügergin, öteki yetkililer ve çok sayıda davetli katıldı. 

 

YAZMA KÜLTÜRÜNE VURGU

Arapça, Farsça ve Türkçe eserlerden örneklerin yer aldığı "Kelime, Mektup, Resim - Hırvat Bilim ve Sanat Akademisi Arşivi'nden Şarkiyat Koleksiyonu" adlı sergide yaptığı konuşmada, yazma kültürünün önemini vurgulayan Develi, "Bizim medeniyetimiz, Türkçe, Arapça ve Farsça olarak 3 temel prensibe sahip. Biz bu dillerde, yüzyıllardır farklı bilimlerle ilgili bilgilerimizi paylaşıyoruz'' dedi. Proje, Osmanlı'dan kalan eserlerin dijital ortama aktarılıp korunmasını ve bilim dünyasına kazandırılmasını amaçlıyor. 

 

TARİHİN DİJİTALİ

Projeyle, Bosna Hersek ve Makedonya'dan sonra Hırvatistan'la birlikte Osmanlı döneminden kalan yaklaşık 8 bin el yazması eser dijital ortama aktarıldı ve koruma altına alındı.

Akşam, 14.05.2014

KRİSTOF KOLOMB'UN GEMİSİ BULUNDU

 

 

Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşfettiği seyahatte kullanılan ve fırtınada batan amiral gemisi Santa Maria'nın kalıntıları Haiti açıklarında bulundu.

 

İngiliz Independent gazetesi ABD'li arkeologların 10 yıldır üzerinde çalıştıkları ve yüzyılın sualtı arkeolojisi alanındaki en büyük keşiflerinden birini haberinde dünyaya duyurdu. Ünlü kaşif Kristof Kolomb'un 1492'de Amerika'nın keşfiyle sonuçlanan deniz seyahatinde Atlas Okyanusu'nu geçerken kullandığı gemilerden Santa Maria'nın kalıntıları Haiti açıklarında bulundu. Haiti'nin kuzey kıyılarında bugüne kadar deniz yatağındaki 400'den fazla anormallik üzerinde çalıştıklarını söyleyen arkeolog Barry Clifford, "Tüm coğrafi kanıtlar, deniz altı topoğrafyası ve arkeolojik bulgular Kolomb'un amiral gemisini bulduğumuzu işaret ediyor" dedi. Clifford, Haiti hükümetinin kendilerine çok yardımcı olduğunu belirterek artık gemiye ait kalıntıların çıkarılması için uğraşacaklarını söyledi.

GERÇEĞİ ÖĞRENEMEDEN ÖLDÜ
15'inci yüzyılın ikinci yarısında İspanya'da inşa edilen gemi 1492'de Kolomb tarafından kiralanmış ve Asya'ya yeni bir yol bulmak için çıkılan tarihi deniz keşfine çıkılmıştı. 37 günlük yolculuğun ardından Bahamalar'a ulaşan Kaptan Kolomb ve filosu yaklaşık 10 hafta sonra Haiti açıklarında gece seyrederken kayalıklara çarptı. Gemileri battıktan sonra Haiti adasına çıkan Kolomb ve filosu, Yeni Dünya'daki ilk Avrupa kolonisini adada kurmuştu. Kolomb, geriye kalan 2 gemiyle İspanya'ya dönerek Aragon Kralı II. Fernando ve İspanya Kraliçesi I. Isabel'i 'keşfi' konusunda bilgilendirdi. Ancak Kolomb o sırada ayak bastığı toprakların Asya kıtası olduğunu sanıyordu ve gerçeği öğrenemeden yaşama veda etti.

 


Sabah, 14.05.2014

DÜNYANIN İLK PLANLI ŞEHRİ, PLANSIZLIKLA TANIŞTI!

 

 

Aydın Söke’de Güllübahçe ile Yuvaca Köyü arasında antik Yunan kenti olan Priene, dünyanın ızgara formunda planlanmış ilk kenti olarak anılıyor. Makila Dağı’nın eteklerinde ve Söke Ovası’nın en batı ucundaki bu tarihi yerleşim yerinin hemen yakınında şu sıralar hummalı bir çalışma var.

Adalet Bakanlığı, 1200 kişi kapasiteli yeni Söke Cezaevi’ni inşa ediyor. T tipinde yapılacak cezaevinin yerleşkesinde açık ve kapalı cezaevinin yanı sıra lojmanlar olacak. Yapımına Temmuz 2013’te başlanan ve 750 gün taahhüdü bulunan inşaat bittiğinde tarihi antik kentin yeni komşusu bir cezaevi olacak. Uzmanlar yükselen cezaevi inşaatı karşısında şaşkın.

Planlı, ölçülü, 80 blokluk kent
Arkeolog Prof.Dr. Necmi Karul, bir İyon kenti olarak MÖ 4. yüzyılda kurulan Priene’nin özellikle 4. yüzyıldaki planlaması ile mimarlık tarihi açısından önemli bir yere sahip olduğunu anlarak şunları söyledi: “Priene’de yolların tümü birbirini dik açı ile keser. Tüm kavşaklar arasındaki mesafe aynıdır ve bu haliyle kent 80 eşit bloka ayrılan bir plana sahiptir. Bu haliyle Priene modern kent planlarının öncüsü; ilham kaynağıdır. Priene’de ‘Demeter Tapınağı’ gibi çok sayıda özel yapı, tiyatro ve belediye binası gibi kamu yapılarının bulunmasının yanı sıra Pompei’yi andıran konutları ile de sıra dışı bir görünüme sahiptir. Priene kenti Efes ile aynı kaderi paylaşmış ve eskiden deniz kenarında iken bugün Menderes Nehri’nin taşıdığı alüvyonlar nedeniyle içerilerde kalmıştır. Priene korunmuş anıtsal yapıları, çevresine hakim konumu ile Ege kıyısındaki en iyi korunmuş antik kentlerden biridir.”


Priene’nin turistlerin ilgi odaklarından biri olduğuna değinen Karul, ”Elinizde Priene gibi tarihi ve kültürel bir zenginlik varsa çevreyi bu değere göre planlamanız gerekir. Cezaevleri ne yazık ki insanda acı, hüzün gibi duygular çağrıştıran yapılardır. Priene’nin yakın çevresinde bu tür bir yapının inşası ancak plan yapmayı bilmeyenlerin ülkesinde mümkün olabilir” diye konuştu. Priene ile cezaevinin arası birkaç yüzme metre. Bölgede, milli parklar, Apollo Tapınağı, yaklaşık 100 kilometre uzaklıkta da Efes bulunuyor. Tarihi, narenciye bahçeleri ile bilinen sakin bölgede cezaevi yapılması, hem tarih hem de turizm açısından olumsuz karşılanıyor.

Radikal, 14.05.2014

ANADOLU MEDENİYETLERİ MÜZESİ YENİDEN AÇILDI

 

 

Dört yıldır restorasyonda olan Ankara’daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi, dün yeniden ziyarete açıldı. 1997 yılında “Avrupa’da Yılın Müzesi Ödülü”nü alan müze, Ankara Kalesi’nin dış duvarının güneydoğu kıyısında, yeni işlev verilerek düzenlenmiş iki Osmanlı yapısında yer alıyor.

 

Bu yapılardan biri Mahmut Paşa Bedesteni, diğeri Kurşunlu Han. Günümüz müzecilik anlayışıyla düzenlenen müzede Paleolitik Çağ’dan başlayarak Doğu Roma Dönemi sonuna kadar olan süreçteki eserler kronolojik olarak sergileniyor. Açılışta konuşan Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, 11 yıllık süreçte 103 müzenin bakım, onarım, teşhir tanzim çalışmalarının tamamlandığını söyledi ve ekledi: “Aynı dönem içerisinde 41 adet yeni müze ve birim ilk defa ziyarete açıldı. Ayrıca 190 müze ve müze müdürlüklerimiz bağlı olarak faaliyet gösteren 191 özel müze ile ülkemizde müzecilik faaliyetleri sürdürülüyor.” Anadolu Medeniyetleri Müzesi, her gün 08.30-19.00 saatleri arasında gezilebilir.

Zaman, 14.05.2014

500 YILLIK BAŞYAPITLAR TEHLİKEDE

 

 

Roma ’daki prestijli müzelerden Borghese Galerisi’nde yer alan Rönesans başyapıtları, havalandırma sisteminin yenilememesi yüzünden bozulma tehlikesiyle karşı karşıya. Müzenin bozuk klimalarının yenilenememe nedeni ise İtalyan hükümetinin ekonomik kriz sonrası kıstığı masraflar. Müze, iki aydır bozuk olan klimaları tamir ettirecek ödeneği bulamıyor. Galeride Tiziano, Caravaggio, Raffaello ve Bernini gibi Rönesans döneminin en önemli isimlerinin yapıtlarının yanı sıra antik heykeller ve mozaikler de var. Müzenin direktörü Anna Coliva, acil bir durumla karşı karşıya olunduğunu söylüyor, “1997’de kurulan klima sistemi tamamen iflas etmiş durumda” diyor. Havalandırma sistemiyle ilgili sorunun yıllardır çözülemediğini anlatan Coliva “Yeni bir sistem kurulması talebi dört, beş yıldır gündemde. İki yıl önce de motorlardan biri yenilendi ama sonra kaynak eksikliği nedeniyle başka bir şey yapılamadı” diyor.


Müzenin bir çalışanı da bu mevsimde hava sıcaklıklarında ani değişimler yaşandığını vurgulayarak “Dondurucu soğuktan dayanılmaz sıcaklara geçiyoruz. Bu yüzden pencereleri açmak zorunda kalıyoruz” diyor. Koruma ve Restore Yüksek Enstitüsü’nden Elisabetta Giani ise pencereleri açmanın eserleri büyük risk altına sokabileceği uyarısında bulunuyor. Rönesans dönemi sanatçıları Caravaggio ve Bernini’nin finansörlüğünü de yapan Kardinal Scipione Borghese tarafından yaptırılan Galleria Borghese, yılda 500 bin ziyaretçiyle İtalya’nın en çok ziyaret edilen müzeleri arasında.

Radikal, 13.05.2014

OSMANLI'NIN İLK SARAYI GÜN IŞIĞINA ÇIKMAYI BEKLİYOR

 


 
vBursa'nın Yenişehir İlçesi'nde, duvar kalıntılarının bulunduğu Osmanlı'nın ilk sarayı gün ışığına çıkarılmayı bekliyor.

 

Sarayın Matrakçı Nasuh'un günümüze ulaşan gravürlerinde yer aldığını belirten araştırmacı- yazar Nurettin Baydur, sarayı tamamının ortaya çıkarılması için çalışma başlatılmasını istedi.

 

Osman Gazi'nin Bursa'yı fethetmeden önce yaklaşık 25 yıl boyunca kullandığı ilk saraya ait ilk kalıntılar Ulucami Mahallesi Gökgöz Meydanı yakınlarında bulundu.

 

Duvar kalıntılarının yer aldığı özel mülkiyete ait alan halen su ve tüp deposu olarak kullanılıyor.

 

Arkeolog ve tarihçilerden oluşan ekiplerin bölgede araştırma yaptığını belirten Nurettin Baydur, "Matrakçı Nasuh'un günümüze kadar ulaşan gravürlerinde de bulunan Osmanlı'nın ilk sarayının şu an Yenişehir İlçesi'ndeki Ulucami'nin güneyinde bulunan ve depo olarak kullanılan bu alan olduğu düşünülüyor" dedi.

 

Nurettin Baydur, Osmanlı'nın tarihteki ilk sarayını ortaya çıkararak geleceğe kazandırmak gerektiğini söyledi.

 

 

Baydur, "Yenişehir Osmanlı Devleti döneminde önemli bir merkezdi. Bursa'nın fethedilmesinden önce cihan devleti olan Osmanlı, Yenişehir'de yıllarca kaldı. Önemli anlaşmalara ve iş birliklerine Yenişehir'de imza attı. Şehir merkezindeki sarayın kalıntılarından yola çıkarak tarihi yapıya en kısa sürede ulaşılmalı ve bu tarihi mekan ortaya çıkarılmalı" dedi.

 

Yenişehir'deki ilk sarayın bulunduğunu tahmin ettikleri yerin özel şahsa ait olduğunu kaydeden Baydur, sarayın Osmanlı mimarisini yansıttığını anlatarak, "Belki yükseliş dönemindeki saraylar gibi değil ama Osman Gazi Han'ın ikametgahı burasıdır. Bursa fethedildikten sonra bile şehzade düğünleri Yenişehir sarayında yapılırdı. Uzun yıllar bu devam etmiş. Osmanlı'nın ilk uluslararası anlaşması Yenişehir Sarayı'nda imzalanmış. Bunları bir bir ortaya çıkarmamız lazım. Yeri, mevki olarak belli, ama bu arkeolojik kazılarla ortaya çıkabilir" dedi.

 

Araştırmacı- yazar Nurettin Baydur, "Burası çok önemli bir yer. Burası sadece Yenişehir için değil, Bursa için de çok önem taşıyor. Bu Saray mutlaka gün yüzüne çıkarılmalı, daha sonra da 'Dünya Kültürel Miras Listesi'ne alınmalı" dedi.

Cnn Türk, 13.05.2014

ROMA DÖNEMİNİN ÖLÜ GÖMME GELENEKLERİ DİKKAT ÇEKİYOR

 

 

Amasya Müzesinde Roma dönemi ölü gömme geleneklerinin sergilendiği bölüm, ziyaretçilerin ilgisini çekiyor  Müzenin birinci katındaki vitrinde sergilenen, 22 ayar altınlarla süslenen kuru kafa, antik dönem ölü gömme geleneklerini bugüne yansıtıyor. Amasya Müzesi Müdürü Celal Özdemir, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 2012 yılında Şamlar Mahallesi'nde gerçekleştirilen kazılarda çıkarılan Roma dönemine ait kuru kafanın, müzelerinde antik dönem ölü gömme geleneklerine göre sergilendiğini söyledi.  Söz konusu uygulamanın ziyaretçilerin ilgisini uyandırdığını ifade eden Özdemir, "Antik dönemde özellikle soylu kişiler günlük hayatta sevdikleri kıymetli eşyalarla defnediliyordu. Bölgemizdeki kazılardan ele geçen gömü adetleriyle ilgili mezarlardan elde edilen eşyaları, Roma dönemine ait kuru kafa üzerinde sergileyerek o dönemde insanların nasıl defnedildiğini yansıtmaya çalıştık" dedi. - Kuru kafa, altın varak süslemelerle sergileniyor  Altın varakla süslü kuru kafanın ağız, göz ve kulaklarının yanı sıra başının üstünde bir de tacı bulunduğunu anlatan Özdemir, şunları kaydetti: "Antik dönemde bir gelenek var, özellikle bölgemizde görülen Pagan dininde. Ölen bir kişinin ağzına son kez ismi söyleniyor ve ağzı altın bantla kapatılıyor. Yine antik dönemde ölen kişinin dişlerinin arasına zengin ise altın, orta halliyse gümüş, fakir ise bronz para konularak gömülmesi geleneği, müzemizin en ilgi çeken bölümünü oluşturuyor. Burada da biz küpeleriyle, kolyesiyle ve varak süslemeleriyle antik Pagan inancında bölgemizdeki ölü gömme geleneklerini temsil etmesi amacıyla kuru kafayı teşhir ediyoruz."

Mynet Haber: Fatih Mehmet Kürkçü, 13.05.2014

BUHURDANA
375 BİN TL

 

Osmanlı eser ve objelerinden oluşan 918 parçalık özel koleksiyon Beyaz Müzayede'de satıldı.

 

Müzayedenin en yüksek satışlı eseri, 375 bin TL ile 16. yüzyıl Kanuni dönemine ait yeşim, yakut ve zümrüt taşlarıyla süslü buhurdan oldu.

İbrahim Çallı’nın ‘Cariye’ tablosu  300 bin TL’ye alıcı buldu.

Akşam, 13.05.2014

DÜNYADAKİ 38 KİŞİDEN BİRİ AMA...

 

 

ABD'de sempozyumlara davet edilen Dünyadaki profesörlerin referans gösterdiği, her kitabeyi okuyabilen ve tercüme eden 74 yaşındaki Mehmet Kuşman şimdi Çavuştepe Kalesi'nin girişinde, eskiden kazıevi olarak kullanılan taş kulübede hayat mücadelesi veriyor.

 

40 yıldır Çavuştepe Kalesi'nin bekçiliğini yapan Kuşman'a hiçbir yardım yapılmıyor.

 

Her gün sabah 05.00'te kaleye gelen Kuşman, vali olsun, milletvekili olsun, kaymakam olsun birçok önemli şahsın Van'ı ziyaret edip kaleye geldiğini belirtip onlardan yardım talep ettiğini ancak 'bakarız' denilerek geçiştirildiğini söyledi.

 

Kuşman, geçimini küçük kulübesinde taşların üzerine yaptığı Urartuca eserlerle sağlıyor.

 

Taş üzerine 105 harften oluşan Urartu alfabesini yapması tam 7 gününü alıyor.

 

Gelen misafirlere Çavuştepe Kalesi'ni gezdiren ve Urartularla ilgili bilgi veren Kuşman, kalenin tüm tarihini yanındaki küçük çantasında taşıyor.

 

Kuşman: "Gözlerimi kapattığım zaman bile Urartuları görüyorum" diye anlatıyor tarihe olan ilgisini.

Bekçilik yaptığı yıllar boyunca boş durmak yerine aldığı kitaplarla Urartu dilini çözen, ayrıca turistlerle anlaşabilmek için dört ayrı yabancı dil de öğrenen Kuşman, yabancı ülkelerden araşırmacıların getirdiği Urartu yazıtlarını çeviriyor.

 

Dünyada 38 kişi Urartuca biliyor ve 37'si akademisyen. Vanlı Mehmet Kuşman'ın ise hiçbir eğitimi yok. Şimdi taş kulübesinde gelecek olan yardımları bekliyor.

Haber 7, 13.05.2014

TARİHİ CAMİDE YANGIN ÇIKTI

 

Afyonkarahisar'ın İscehisar İlçesi'nde 154 yıllık Konarı Köyü Cami, henüz belirlenemeyen bir nedenle çıkan yangında hasar gördü.

Konarı Köyü'nde 1860 yılında yaptırılan camide, henüz bilinmeyen bir nedenle dün gece yangın çıktı. Camiden alevlerin yükseldiğini fark edenlerin haber vermesi üzerine gelen İscehisar Belediyesi İtfaiye Müdürlüğü ekipleri yangına müdahale etti. Çevre İlçelerden gelen takviye ekiplerin de müdahale ettiği yangın kontrol altına alınarak söndürüldü. İtfaiye ekipleri olası bir patlamaya karşı ısınmada kullanıldığı belirtilen 2 sanayi tüpünü camiden dışarı çıkardı. Yangın nedeniyle tarihi camide hasar meydana geldi.

Köyün tek camisinin kullanılmaz hale geldiğini belirten vatandaşlar, yaklaşan ramazan öncesinde yardım beklediklerini söyledi.

Sabah, 12.05.2014

ÇAĞDAŞ SANATIN PATRONU KADINLAR

 

Türkiye'nin ilk çağdaş sanat müzesi İstanbul Modern'in Başkanı Oya Eczacıbaşı ‘ekonomik kalkınma ve sanata ilgi' arasında bağlantıya değinerek, “Yerli ziyaretçilerin yüzde 67'si kadın. Kadınların sanata ve çağdaş sanata ilgisi çok daha yüksek. 11 Aralık 2004'te açılan İstanbul Modern bugüne kadar (10 yılda) 5 milyondan fazla ziyaretçi ağırladı” dedi.

 

Bilenler bilir, İstanbul Modern'in kuruluşunun arkasında çok emek var. İstanbul'da çağdaş sanat müzesi açmak fikri ilk 1987'de ortaya çıktı ama müzenin açılması 2004'ü buldu. İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı, 10 yılı geride bırakırken sorularımızı yanıtladı. 

 

İstanbul Modern 10 yılı geride bıraktı? Neler sığdırdınız bu süreye?
- Dünyanın seçkin çağdaş sanat verimlerini Türk izleyicilerine olduğu kadar, bizim sanatçılarımızın eserlerini de dünyada tanıttık. 11 Aralık 2004'te açılan İstanbul Modern,  bugüne kadar 5 milyonu aşkın ziyaretçi ağırladı. Kendi binasında 5 sürekli, 78 süreli sergi düzenledi. Yurtdışında düzenlenen 16 sergiyle toplam sayı 99.


New York'taki MoMA'nın yılda 2.5 milyon, Londra'daki Tate Modern'in 5.3 milyon ziyaretçi ağırladığını düşünürsek…
- Batı'nın neredeyse 250 yıllık geçmişe sahip olan müze ve müzecilik kültürü ile karşılaştırdığımızda henüz yolun başındayız. Ancak, İstanbul Modern'in, 2009'da Avrupa Müzeler Forumu Özel Ödülü ve 2010'da Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Ödülü başta olmak üzere çok sayıda ödüle layık görülmesi henüz başlarında da bulunsak, doğru yolda olduğumuzu gösteriyor. 


Ziyaretçi profili nasıl?
- Yüzde 60 yerli, yüzde 40 yabancı ziyaretçi. Yerli ziyaretçilerin yüzde 67'si kadın. Yabancılarda kadın erkek dağılımı eşit. Yerli ziyaretçilerin yüzde 25'i ise 28 yaş altı.


Kişi başı milli gelir son 12 yılda 3 kat artarken, kültür ve sanata ilgi nasıl arttı?
- Benzer bir artış olduğunu söyleyebiliriz. 12 yıl önce kimsenin aklına yılda 650 bin ziyaretçinin gezeceği bir modern sanat müzemiz olacağı gelmezdi. Çağdaş dünyada, kültür sanat faaliyetlerinin sayısı ve görünürlüğü ile ekonomik dönüşüm arasında paralel bir ilişki olduğunu görüyoruz.

 

 

Sanat bir yatırım aracı da aynı zamanda…
- Evet sanat çok önemli bir yatırım aracı. Ama öncelikle bir kültürün kendisini tanıyabildiği, başkalarıyla paylaşabildiği bir temsil alanı olarak görmek gerek. Sanat galerilerinin sayısı arttı, yeni koleksiyonlar oluştu, müzayedecilik kültürü büyük bir etkileşim yarattı. Doğru yönlü olarak da sanatçı sayısı ve üretim arttı.


İstanbul merkezli bir sanat ekonomisinden söz edebilir miyiz?
- Sanat yapıtı öncelikle manevi değere sahiptir, maddi değeri ondan sonra gelir. Bu değer, kültürlere ve sosyo-ekonomik düzenlere göre değişir. Şüphesiz bugün İstanbul merkezli bir sanat ekonomisi var. Yakın bir zamana kadar sadece klasik dönem sanatçılarımızın koleksiyonları müzayedelerde ilgi görüyordu. Artık hem modern hem de çağdaş sanatçılarımızın eserlerine ilgi arttı.

 

Şimdi bu alan özelleştirildi ama İstanbul Modern'in içinde kalacağı sözleşmede var. Siz de bir şeyler yapacak mısınız binaya?
- Burayı aldığımızda dışını boyamamız bile yasaktı. Dışını yenileme izni çıktı.


Dış cepheyi de, özelleştirmeden bu antrepoları alanlar mı yapacak?
- Bölgedeki dönüşümde İstanbul Modern'in müze olarak varlığının ve işlevinin büyümesi için gerekli her koşulu gözden geçiriyoruz. Sponsorların katkı ve desteği çok önemli. Şu ana kadar her zaman böyle ilerledik, bundan sonra da böyle olacağına inanıyorum.

 

İstanbul Modern 10'uncu yıla özel neler yapacak?
- Haziran'da açılacak ses, müzik ve görsel sanatlar arasındaki ilişkiyi öne çıkaran ‘Çok Sesli' adlı sergimiz, Türkiye'de 20. yüzyılın başından bu yana üretilen çalışmalara odaklanıyor. Eylülde Türk sinemasının 100. yılı nedeniyle, ‘Yüzyıllık Aşk: Türkiye'de Sinema ve Seyirci İlişkisi' başlıklı bir sergiye evsahipliği yapacağız. Müzenin dış cephesine Sarkis'in Gökkuşak'ını koyduk.

Hürriyet, Haber: Demet Cengiz, Fotoğraflar: Levent Arslan, 12.05.2014

GÖBEKLİTEPE'DEN ÇIKAN 700 ESER, YENİ MÜZEDE SERGİLENECEK

 

 

Şanlıurfa’nın 18 km kuzeydoğusundaki Göbeklitepe’deki arkeolojik kazılar, bu sene 20. yılını doldurdu. Bir yıldır yerli turistlerin akınına uğrayan Göbeklitepe’de çıkarılan 700 eser, temmuz sonunda açılması planlanan Şanlıurfa Arkeoloji ve Mozaik Müzesi’nde sergilenecek.

 

Dünyanın en eski ve en büyük inanç merkezi olduğu anlaşılan Göbeklitepe’de arkeolojik kazılar başlayalı 20 sene oldu. 12 bin yıl öncesinden haber veren bölge son bir senedir yerli turist akınına uğruyor. Kazı başkanı Berlin Alman Arkeoloji Enstitüsü Orient Bölümü uzmanı ve Erlangen Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Klaus Schmidt ve 80 kişiden oluşan kazı ekibi ise yeni bilgilere ulaşmak üzere bölgede çalışmalara devam ediyor. Bu yılki kazılar 25 Mayıs’ta sona erecek. Klaus Schmidt, eşi Çiğdem Köksal-Schmidt ve Almanya, Belçika, Hollanda’dan gelen bilim adamları, her gün saat 06.00’dan 14.00’e kadar yeni kazı alanında çalışıyor, sonra Şanlıurfa merkezdeki ‘kazı evi’nde yemeklerini yiyip dinleniyor, akşam üzeri 17.00 gibi tekrar kazıya devam ediyorlar.

 

 

Schmidt’e göre 90 dönümlük Göbeklitepe’deki kazılar, 50-60 yıl daha sürebilir, bölge o denli büyük ve zengin. Bugüne kadar 1 ibadet yeri ortaya çıkarıldı. Schmidt, kazı alanının etrafında 21 adet gömülü ibadet yeri olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Ana kazı alanının sağ ve solunda benzer yapılara ulaşabiliriz ama amaç az kazı ile çok bilgiye ulaşmak.”

 

 

Göbeklitepe’nin en karakteristik buluntuları T şeklindeki dikilitaşlar. Üzerinde tilki, kuş, yılan, turna gibi hayvan figürleri bulunan ve boyutları 5 metreye kadar çıkabilen bu anıtsal taşlara yeni kazı alanlarında da rastlandı. Fakat bu seferkilerin üzerinde daha fazla hayvan figürü var. Schmidt, “Biz zannediyorduk ki, taş devrinde insanlar ellerinde sopalarla geziyor, mütevazı ve basit bir şekilde yaşıyorlar. Oysa o dönemde de bir medeniyet var. Tarımı bulmuşlar, inanç merkezi yapmışlar. Bütün arkeoloji dünyası şu anda bunları konuşuyor.” diyor. Göbeklitepe ile ilgili bu yılki en önemli gelişme, 20 yıldır çıkarılan eserlerden 700’ünün, yapımı beş yıldır süren ve temmuz sonunda açılması planlanan Şanlıurfa Arkeoloji ve Mozaik Müzesi’nde (Müzenin adı daha önce Edessa olarak açıklanmıştı) sergilenecek olması. Göbeklitepe’nin kendisi zaten açık hava müzesi gibi ama kazılarda bulunan küçük heykeller ve kandil gibi çeşitli eserler sergilenmemişti.

 

37 bin metrekarede, 10 bin eser

Göbeklitepe ziyaretinden sonra Şanlıurfa Arkeoloji ve Mozaik Müzesi Müdürü Müslüm Ercan, müzeye basın turu düzenledi. Üç ay sonra açılacak müzeyi önden görmenin heyecanı ile Ercan’ı soru yağmuruna tuttuk. Müzede toplam 10 bin eser sergilenecek. Dışarıdan bakıldığında sarımtırak rengiyle oldukça büyük bir alana yayılan 37 bin metrekarelik müze, iki bölümden oluşuyor. 31 bin metrekarelik alan arkeoloji müzesine ayrılmış. Burada tarih öncesi çağlar; paleolitik, neolitik ve kalkolitik dönem anlatılacak. Sergilenecek en önemli eserler arasında Nevali Çori Höyüğü bulunuyor. 23 yıl önce Atatürk Barajı’nın altında kalacağı için olduğu gibi kaldırılan ve bugüne kadar aynen korunan höyüğün kurulumu bitmiş. Göbeklitepe ana kazı alanının benzeri de yine burada sergilenecek.

 

Müzenin 6 bin metrekarelik ikinci bölümü ise Haleplibahçe adı verilen mozaik müzesi. Şanlıurfa’da 11 ayrı merkezde tespit edilen 500 metrekare mozaik, yerlerinden kaldırılıp buraya getirilmiş. İki bölüm arasına inşa edilen Arkeopark’ta ise tarihi canlandırmalar ve eğitim faaliyetleri yapılacak. Arkeopark’ın en sürpriz canlandırması, 6D teknolojisi ile hazırlanan Hz. İbrahim’in ateşe atılması olacak. Şanlıurfa, çok daha büyük sürprizlere gebe bir şehir. Çünkü Göbeklitepe ile çağdaş, 6 ören yeri daha bulunuyor. Göbeklitepe’nin bu yılki sponsorlarından Akyürek Holding, bölgenin bilinirliğinin artması için tanıtım çalışmalarına destek veriyor.

Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 12.05.2014

"RESMEN BİZİMLE DALGA GEÇİYORLAR"

 

Kaçırılan tarihi eserlerle ilgili “Anadolu’nun Gözyaşları” isimli bir kitap hazırlayan Yaşar Yılmaz, Eros başını “uzun süreli ödünç” verebileceğini söyleyen Victoria & Albert Müzesi için “Resmen bizimle dalga geçiyorlar. Müzenin bu tavrına kibirli bir anlayış hakim” diyor.

 

 

Victoria&Albert Müzesi’nin, 1883’te Türkiye’den İngiltere’ye götürülen Eros başını Türkiye’ye ödünç verebileceğini ancak bunun için eserin mülkiyetinin kendilerinde olduğunun kabul edilmesi gerektiğini açıklaması üzerine aslında mühendis olan ama yıllardır antik kentler üzerine çalışan Yaşar Yılmaz’la buluştuk. “Anadolu’nun Gözyaşları” isminde bir Kitap çıkaracak olan Yılmaz: “Su değirmenlerinde, değirmen döndükçe ses çıkaran bir dil olur. Değirmenci o sesi duymazsa bir sorun olduğunu anlar. Değirmencinin değirmeni kaybetmiş olmasına rağmen sadece dilin peşine düşmesiyle ilgili bir hikaye vardır. Bu da o hesap. 200 bin eseri kaybetmişiz. Değirmen gitmiş,
biz Eros başını arıyoruz.”

 

Nasıl değerlendiriyorsunuz müzenin bu teklifini?
Resmen bizimle dalga geçiyorlar. Müzenin bu tavrına kibirli bir anlayış hakim. Bu “Geri kalmış Müslümanlar ne anlar bundan” anlayışıdır.

 

Nasıl bir yanıt vermek gerekir?
Ben Başbakan’ın yerinde olsam dosyayı koyarım önlerine; sadece Eros başını değil, Ksantos eserlerini, Troya eserlerini, Kyzikos eserlerini, Halikarnas Mozolesi’nin parçalarını, Knidos eserlerini, mozaikleri isterim. “Vermiyorsanız kazı izinlerinizi iptal ediyoruz” derim. Buna yanıt vermiyorlarsa da “Sizi artık 50 milyon dolar üzeri ihalelere çağırmayacağım” derim. Biz bu tavrı gösterecek hükümetleri seçmeliyiz. Cumhuriyet kurulduktan sonra Amerika resmi kazı izni istemiş bizden. Yeni kurulmuş, beş parasız ama yiğit cumhuriyet, “Eserlerimizi geri vermedikçe bu topraklarda ebediyen kazı izni yok” diyerek kafa tutmuş. 1924’te eserler geri gönderilmiş. Böyle bir örnek var önümüzde. Eğer paramız yok, onlara kazdırmaya mecburuz diyorlarsa da önerim şu: Bu eserler 2 bin yıldır toprağın altında duruyor, 50 yıl daha dursun. Bizden sonraki nesiller bizden daha cesur olacak, teknolojiyi daha iyi kullanacak. Onlar çıkarır.
 

“Türkiye’deki tarihi eserler de pek iç açıcı durumda değil, orada en azından iyi bakılıyor” diyenler var...
Bence bizim tarihi eserlerimiz gayet iyi durumda. Bilinçli olarak yok edilen yok en azından. Cahil iktidarlar dönemlerinde zarar görenler oluyor.

 

“Bu eserleri biz satın aldık ya da siz kendi rızanızla verdiniz” diyenlere ne dersiniz?
Satın aldıysan aldın, o senin riskin. Zaten pek çoğu zorla alınmış. Bazıları da Osmanlı sultanlarının cahilliğinden yararlanılıp alınmış. bugün bir Afrikalı çocuğun elinde kıymetli bir Elmas madeni olsa, ona bir şişe kola verip o madeni alsan bu hukuki, ahlaki olur mu? Ayrıca Osmanlı’nın verdiği izinleri de ben inceledim; bunları kapsamıyor. Çoğunun inceleme izinleri var sadece.

 

Ne hissediyorsunuz Türkiye’den giden eserleri sergileyen müzeleri gezerken?
Üzülüyorum, utanıyorum. Aslında övünmeliyiz. O eserleri yapan ustalar bu coğrafyada yetişmiş sonuçta...

 

Avrupa ülkeleri bu sorunları kendi aralarında nasıl hallediyorlar?
Napolyon binlerce eseri Louvre’a taşıdı. Bunun üzerine Avrupalılar “Birbirimizi soyacağımıza Doğu’daki avanak ülkeleri soyalım” dediler ve 1820’de bir centilmenlik anlaşması imzaladılar.

 

“Şartsız iade edilmesi gerekir”

Prof.Dr. Akile Gürsoy (Yeditepe Üniversitesi Antropoloji Bölüm Başkanı)
Eros üremeyi sembolize eden, Yunan mitolojisinde aşkı temsil eden bir tanrı veya figürdür. Anadolu’da pek çok Eros heykelciği ve başı bulunmaktadır. Söz konusu Eros başı, Sidamara Lahdi’nin parçasıdır. Bu lahdin 19’uncu yüzyılda Konya’da bulunmuş olduğu ve daha sonraları 20’nci yüzyılın başlarında İstanbul arkeoloji Müzesi’ne getirilmiş olduğu biliniyor. Eros başının bu lahitten koparılarak veya zaten kopmuş olan bu parçanın alınarak İngiltere’ye götürüldüğü anlaşılıyor.
 

Uluslararası hukuk ve kamu vicdanı bu tarihi objenin bize şartsız iadesini gerektirir. Kendi içinde bütünlük taşıyan bir sanat eseri olan lahdin bir parçasını teşkil eden Eros başının, Türkiye’ye iadesi ve orijinal yerine konularak sergilenmesi gerekir.

 

“Anadolu’nun Gözyaşları”ndan biraz bahser misiniz?
Yedi yılda dokuz ülke, 80 civarı müze gezdim. 80 bin eser tespit ettim. Bu eserlerin fotoğraflarını çektim, envanter numaralarını, nereden geldiklerini kaydettim. Türkiye’den götürülüş öykülerini yazdım. Kitap bunlardan oluşuyor. Çalışmaya başladığımda kendi kendime şunu dedim; “Hans, George, Hristo uyan! Anadolu’nun Mehmet’i geldi, tespitine başladı.” Çünkü biliyorum ki benden sonra bu tamamlanacak ve bu eserler geri gelecek.

 

Bu kitabı kendi imkanlarınızla mı hazırladınız?
Kültür Bakanlığı destek olmak istedi ama ben teşekkür ettim. Ben bir amatörüm. Para, unvan bana sökmez. Tepemde bir hoca, rektör yok. Korkusuzca yeni öneriler ortaya atabiliyorum. Mühendislik eğitimi aldım. Bir şey aklıma takıldı mı onu kurcalarım. Bu işe de kendi imkanlarımla başladım, sonra meslektaşlarım destek oldu.

Nasıl ilgi duydunuz bu alana?
Daha önce antik tiyatrolarla ilgili bir çalışma için bütün Anadolu kentlerini tek tek gezmiştim. Onun çok etkisini gördüm. Diyelim Cleveland’da müzedeyim, bir eserin altında “From Bubon” (Bubon’dandır) diyor. “From Turkey, from Anatolia” (Türkiye’den, Anadolu’dan) demiyor. Hemen yakalıyorum; Bubon, Burdur’un Çamlık Köyü. O eseri kaydediyorum.

 

Ne gibi zorluklarla karşılaştınız bu çalışmayı hazırlarken?
Büyük müzelerde iki saat sonra gözün oturacak yer arar. Benim de arıyor, 60 yaşına gelmiş bir adamım. Ama varis çorabı giyerek gidiyorum. Bakanlık heyetiyle bir müzeye giden biri iki-üç saat ayırır. Ama ben sadece British Museum’da 11 gün çalıştım. Dünyada da benim gibi amatörlere bu yüzden itibar ederler. Gittiğimde müzeye yakın bir otele yerleşiyorum; Sabah açılırken giriyorum müzeye, akşam kapanırken çıkıyorum. Öğle tatilinde odama gidip duş alıp devam ediyorum.

 

Müzeleri gezerken başınıza ilginç şeyler de geliyordur...
İngiltere’deki Fitzwilliam Müzesi üç kez fotoğraf makineme el koydu. Normalde yasak da olsa küçük bir makineyle çekmeye devam ediyorum, bazen görüp tepeme biniyorlar.

Milliyet, Haber: Güliz Arslan, 11.05.2014

İSTANBUL'DA TARİHİN AKIŞINI DEĞİŞTİRECEK KEŞİF!

 







 

Marmaray Projesi Gebze-Haydarpaşa hattı Pendik mevkisinde, İstanbul arkeoloji Müzesi denetiminde süren kazı çalışmalarında bulunan yerleşim alanında yapılan incelemelerde, 8 bin 400 yıl öncesine ait 35 mezar, el baltaları, kemik kaşık, deri dikmeye yarayan kemik iğne, arpa ve buğday dövmek için havan, öğütme taşı, çakmak taşları, obsidyen kesici aletler, Bizans dönemine ait çanak-çömleklere rastlandı.

 

Konuya ilişkin AA muhabirinin sorularını yanıtlayan İstanbul Arkeoloji Müzesi Arkeoloğu Sırrı Çölmekçi, kazılarda şu ana kadar MÖ 6400 yılına ait 35 mezara ve çok sayıda çeşitli yaşamsal malzemeye rastladık larını, bu alanda yapılan kazıların, İstanbul'un Suriçi diye ifade edilen yerleşim alanının tarihi hakkında önemli ip uçları verdiğini anlattı.

 

Buluntuların, Taş Devri hakkında da önemli bilgiler verdiğini ifade eden Çölmekçi, Asya ve Mezopotamya'dan gelen kavimlerin Avrupa'ya geçişleri hakkında önemli bilgiler de içerdiğini aktardı.

Milliyet, 11.05.2014

12 BİN YILLIK TARİH GÜN YÜZÜNE ÇIKARILIYOR

 

 

Şanlıurfa’da çiftçilik yapan Şavah Yıldız 1986’da tarlasını sürerken küçük bir erkek heykeli buldu. İki yıl sakladıktan sonra heykeli Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi’ne götürdü. Uzmanlar, milattan önce 6 - 7 binlere ait olduğunu saptadı. 1995’te Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden Harald Hauptmann yüzey çalışmalarına başladı. Arkeolojik kalıntılar bulununca da 1996’da Alman arkeolog Klaus Schmidt çalışma başlattı. 18 yıl sonra dünyanın ilk tapınağı olan ve 12 bin yıllık geçmişe sahip Göbeklitepe tapınağı bulundu.

En büyük keşif
Göbeklitepe, 2005’te 1. derece sit alanı ilan edildi. Alanda 20 adet tapınma amaçlı alan keşfedildi. Altısı gün yüzüne çıkarıldı. Göbeklitepe, ilk kez tarım yapılan yer. Tapınak yapılarındaki kurt kafaları, yaban domuzları, leylek, tilki, ceylan, akrep, yılan ve kafası olmayan insan kabartmasıysa yerleşik yaşama geçişte dinsel inanışların da etkisinin olabileceğini gösteriyor. ‘İnsanlığın doğduğu yer’ denilen Göbeklitepe, UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’ne alındı. Son yılların ‘en büyük arkeolojik keşfi’ olarak gösteriliyor. 

Kazılar 60 yıl sürecek
Akyürek Holding sponsorluğunda yürütülen Göbeklitepe’deki kazıların ortalama 60 yıl süreceğini söyleyen kazı başkanı Klaus Schmidt şöyle diyor: “T biçimli dikilitaşlar Göbeklitepe’nin en karakteristik buluntuları. Bu taşlardan ikisi, yapıların merkezinde bulunuyor ve boyları beş metreye kadar çıkıyor. Üzerine kabartma veya kazıma tekniğiyle çeşitli hayvan motifleri ve soyut şekiller bulunuyor. Amacımız buluntuları hızlı şekilde ortaya çıkarmak yerine, az kazı yaparak en fazla veriye ulaşmak. Tarih kitaplarını değiştirecek önemli veriler elde edeceğiz.”

Radikal, Haber: İdris Emen, 11.05.2014

ARKEOLOJİDE UYGARLIĞIMIZ YERİN DİBİNDE

 

 

Gelip geçmiş birçok medeniyete ev sahipliği yapan Anadolu’nun tarihi, Yontma Taş Devri’ne (Paleolitik Devir) kadar uzanıyor. Karain, Beldibi, Belbaşı mağaralarında izlerine rastladığımız bu dönem için tarih, “2 milyon önce başladı, 10 bin yıl önce bitti” diyor. Köklerinin bu kadar eskiye uzadığını bilmek bile, Anadolu’nun altında yatan on binlerce yıllık birikimin muazzam yanını anlatmaya yeter. Böylesine devasa bir hazinenin gün yüzüne çıkabilen parçaları, devede kulak. Büyük kısmı yer altında. Sayılarının 70 bin civarında olduğunu söyleyen de var. Tarihi eser cennetinde sayı vermekten çekinen de… Ayrıntılardaki görüş ayrılıkları, bir gerçekte bitiyor. O da, arkeoloji koşusuna en az bir asır geç başlayan ülkemizin kültür politikalarındaki yanlışlar nedeniyle, bu farkın daha da açıldığı…

EN ÇOK UYGARLIK BU TOPRAKLARDA
Anadolu’nun sahip olduğu arkeolojik eserlerin potansiyelini anlayabilmek Ege Üniversitesi Klasik Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Ömer Özyiğit’in cümleleri, önsöz niteliğinde: “Dünyada arkeolojik anlamda dört ülke önemli: İtalya, Yunanistan, Mısır ve Türkiye. Bu dördü içinde Türkiye, uygarlıkların çeşitlilikleri yönünden başta gelir. Paleolitik, Neolitik çağlardan sonra Hattiler, Hititler, Urartular, Frigler, Lidyalılar, İyonyalılar, Helen Uygarlığı, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Türk Beylikleri ve Osmanlılar dönemi... Bu çeşitlikte uygarlıklar, diğer üç ülkede yok.”

ENVANTERDEKİ SORUN: KENTLERE GÖRE TESCİL
Faruk Şüyün gibi araştırmacılar, yerin altına gizlenen 70 bin civarında tarihsel, kültürel ve dinsel nokta olduğunu iddia etse de; Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Nevzat Çevik, Anadolu gibi bir yer için sayı vermenin mümkün olamayacağı kanaatinde.
Çevik, yüzey araştırmalarında çıkan kalıntı miktarı belliyse de, tespite ve tescile girmemiş, bilimsel keşif konusu olmamış binlerce eserden bahsediyor: “Bunlardan bir kısmı ortada duruyor; ama bürokrasi tespit ve tescil etmediği için henüz bilim de keşfetmemiştir! Bilinmeyenler, bilinenlerden çok daha fazladır. Yerin altında, antik kentlerin teritoryal alanlarında kalan binlerce çiftlik, yer altı mezarı, tarım terası var.”


Arkeolojide bir kent, bir bakanlık tescili anlamına geliyor. Dolayısıyla antik bir şehrin dışında olduğu için sayılar arasına da giremeyen çokça eserden bahsediyor Nevzat Çevik.

 

 

Arkeologlar için kazmak kadar önemli olan bir olgu daha var: koruma! Prof.Dr. Ömer Özyiğit, en büyük zorlukları da bu noktada yaşadıklarını belirtiyor: “Kültürel düzeyimiz, bu sorunların başında geliyor. Avrupa önce kültürel düzeyi, sonra ekonomik düzeyi önemsemiş. Biz ise önce ekonomik düzeyi yükseltmeyi önemsiyoruz. Az önce saydığım dört ülke içindeki İtalya’da, Ortaçağ dönemine ait evler hala ayaktalar. Biz ise 19. Yüzyıl mimarisini yok ettik.”

Sadece ayakta olan kültürel varlıklar için değil, kazı bekleyen, yeraltındaki binlerce eser için de koruma, başta geliyor. Prof.Dr. Nevzat Çevik’in sözleri de bu eksende, yabana atılamayacak cinsten: “Kazılacak çok yer olsa da, her yerin kazılması gerekmez. 2000 yıl toprak altında kalan bir kentin o şartlardaki yerini koruyarak, 50 yıl, 100 yıl sonra da kazısını yapabilirsiniz. Ancak bilim ekiplerinin, arkeoloji ekiplerinin başında beklediği yerler korunabiliyor. Maalesef bu korumayı da hiçbir yasa yapamaz.”

ARKEOLOJiMiZiN BABASI: OSMAN HAMDi BEY
İlk müze olan Mecma-ı Asar-ı Atika’nın ancak 1846’da açılabildiği Anadolu’da, arkeolojik uyanış da Osman Hamdi Bey’le başlıyor. Hani şu meşhur Kaplumbağa Terbiyecisi’nin ressamı! Türkiye’de arkeolojinin olduğu kadar, çağdaş müzelerin de kurucusu sayılan Osman Hamdi, 1874 tarihli Asar-ı Atika Nizamnamesi’ni 9 yıl sonra yeniden düzenleyerek, Osmanlı topraklarından Batılı ülkelere eski eser kaçırılmasını da büyük ölçüde önledi. Zira bu nizamname ilk haliyle, kaçakçılığı yasaklamadığı gibi, kazılarda çıkan eserlerin üçte birini kazı yapana, üçte birini arazi sahibine, üçte birini de devlete veriyordu.

“BiZE POSASI KALDI”
1700’lü yıllarda İtalya'da Pompei ve Herculaneum gibi kentler kazılmaya başlanırken, bizde ise toprağa ilk küreği, 1871 yılında, Troia için ter dökecek Alman arkeolog Schliemann vurdu. Kazıda, Batıdan en az bir asır geriden takip ediyoruz. Sadece bu da değil… Kazı çalışmalarını yapan yabancı arkeologların çıkardıkları eserleri, ülkelerine götürmelerine yasalarımızla yıllarca destek verdik. Nevzat Çevik’in deyimiyle       “19. yüzyılda Paris’te sit ilanları ilan edilirken, Anadolu arkeolojide karanlık dönemini yaşadı. Topraklarımızdan çıkarılan dünyaca ünlü eserler teker teker kaçırıldı. Özellikle de 1830-1880 arasında… Bize onların posası kaldı.”

KAÇAKÇILIĞA DEVLET TEŞVİKİ!
Arkeolojinin itibar kazandığı Cumhuriyet dönemini, yakın dönem Türk tarihini de kapsayan bir acizlik, yaşadığımız, Prof.Dr. Ömer Özyiğit’in anlatımıyla: “1910 yılındaki Asar-ı Atika Nizamnamesi’ne göre, eski eser kaçakçılığının cezası 10 liraydı. O yönetmelik ta 1973 yılına kadar geldi. O tarihte de bu cezanın hiçbir değeri olmadığı için tarihi eser kaçakçılığının boyutu korkunç oldu. 1973’te Eski Eserler Yasası çıktı. Böylece kaçakçılık da yeraltına indi. Gidenlerle çok sayıda müze kurulurdu. Kaçakçılık öyle fazla oldu ki, 1960-1973 yılları arasında Batının talebini karşılayamaz duruma geldik. Bu nedenle sahte eserler ortaya çıktı. Bu sahtelerin güzel olanları, yurtdışına illegal olarak çıkarıldı ve dünya müzelerine ‘özgün eserler’ olarak girdi. Daha kötülerini ise bizim müzelere sattılar. 1973’ten sonra da bu sahte eserlerin etkisi devam etti. 1983 yılında, 1863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası çıkmasaydı, Türkiye daha kötü durumdaydı.”

Bugün, Haber: Fatih Vural, 11.05.2014

80 YILLIK 'MİSAK-I DİNİ' DAVASI: AYASOFYA

 

 

Milliyetçi-mukaddesatçı' çevreler Ayasofya'yı tekrar ibadete açmak için yine atakta. Müzeye karşı çıkanların tezleri, konunun öteden beri 'Türk-İslam' zihniyet haritasının sorunlu bölgelerinden biri olduğunu gösteriyor.

 

Yıllardan beri Ayasofya’yı tekrar ibadete açmak için mücadele veren ‘milliyetçi-mukaddesatçı’ çevreler yeniden atağa geçtiler. Bu sefer, MHP, AKP, Gülen Cemaati arasındaki taktik savaşına da şahit oluyoruz. Bu haftaki yazımı, Ayasofya'nın müze olmasının hikayesine ve bu karşı çıkanların tezlerine ayırdım. 

İlk yapıldığında adının sadece Megale Ekklesia (Büyük Kilise) olduğu rivayet edilen, ancak 5.yüzyıldan itibaren Aya Sofya (Kutsal Hikmet) diye anılmaya başlayan bu olağanüstü yapının Ortodoks aleminde özel bir yeri var. Bazı kaynaklara göre şehrin kurucusu I. Constantinus (hd 324-337) bazı kaynaklara göre oğlu Konstantinos (hd 337-361) tarafından inşa edilen üstü ahşap kaplı ilk bazilika, 20 Haziran 404’te yanmıştı. Onarım ancak 415 yılında, II. Thedosios döneminde tamamlandı. 

Kilise, 13 Ocak 532’de başkentin ünlü araba yarışı takımları Maviler ve Yeşiller’in çıkarttığı Nika Ayaklanması’nda, şehrin diğer önemli binaları ile birlikte yandı ama hemen halka vergi salındı ve onarıma başlandı. Rivayete göre, 100 ustabaşının emrindeki 10 bin amelenin çalıştığı inşaat 5 yıl 11 ay 10 sürmüştü. Bina o dönem için öyle olağanüstü boyutlara sahipti ki, 27 Aralık 537’deki açılış töreninde, imparator İustinianos’un “Seni geçtim Süleyman!” diye haykırdığı rivayet edilir. 

Işıkların Dansı
77 metreye 71,70 metrelik bir dikdörtgenin içinde yer alan yapının en önemli unsuru ortalama çapı 31,22 metre olan hafif elips biçimli kubbesidir. İlk yapılışında yerden 49 metre yüksekliğinde olan kubbe 558 yılındaki onarımda 7 metre yükseltilince, 49,5 metre yükseklikte olduğu rivayet olunan “Süleyman’ın Tapınağı” geçilmişti. “Kaplanamaz, sınırlanamaz bir boşluk, çevrelenemeyen evrenin sembolü olduğu” düşünülen ana kubbenin ve yan kubbelerin altındaki 91 penceresinden süzülen ışığın milyonlarca altın mozaik parçası üzerindeki muhteşem dansı, güneş ışıklarının hem dışarıdan geliyor, hem de içeriden doğuyor etkisi yaratmasına neden olurdu. Daha sonraları, kötü onarımlar sonucu ışıklar hiyerarşisi bozuldu ve bu büyülü etki kayboldu. Bugün gördüğümüz yapı esas olarak üçüncü dönemin ürünü. 

Aya Sofya’nın “İslamlaşması”
Tarihçi Tursun Bey’e göre Fatih Sultan Mehmed 29 Mayıs 1453’de şehre girdiğinde, Aya Sofya’yı görünce önce hayranlığını ifade etmiş, ardından Farsça bir beyit okuyarak, kilisenin harap halinden duyduğu hayreti dile getirmişti. Beytin Türkçesi şöyleydi: “Örümcek Kisra’nın takında perdedarlık ediyor/Baykuş Efrasiyab’ın kalesinde nevbet vuruyor...” 

Fetihten sonra, şehrin bu bölgesinin sulh ile değil, savaşla alındığı iddia edilerek, kilise derhal camiye çevrildi, padişahın hocası Akşemseddin’in okuduğu ilk hutbeden sonra Osmanlı dönemi başladı. Bundan sonraki asırlarda Aya Sofya’nın başına gelen iyi ve kötü olayları anlatmaya yerimiz yetmez. Bu yüzden kocaman bir adımla Cumhuriyet dönemine atlayalım. 

1923’te Lozan’ın imzalanmasından sonra hukuken vücut bulan Türkiye Cumhuriyeti devleti, uzman ve bütçe sorunları yüzünden Ayasofya’ya ancak 1926 yılında el atabildi. Ancak esas çalışma, 1931 yılında ABD’deki Bizans Enstitüsü’nün kurucusu, ilk ve tek yöneticisi Thomas Whittemore (1871-1950) adlı arkeolog, düşünce ve sanat adamının Ayasofya’nın çeşitli yerlerinde varlığı bilinen ancak üzerleri kalın bir badana tabakasıyla kaplı olduğu için görülemeyen mozaikleri çıkarmak için Türkiye’ye başvurmasıyla başladı. 

ABD ve Avrupa’da bilimsel çevrelerden destek gören Bizans Enstitüsü, İstanbul’daki Bizans anıtlarının restorasyonu (aslına uygun onarımı) ve konservasyonu (korunması) için gerekli parayı ABD’deki bazı sanatseverlerden ve vakıflardan sağlayacaktı. Yani bu işin Türkiye’ye bir maliyeti olmayacaktı. Gerekli iznin verilmesi üzerine Whittemore, Yunanlı ve İtalyan uzmanlardan oluşan ekibiyle Ayasofya’da çalışmaya başladı. İlk olarak ana mekana açılan ‘İmparator Kapısı’ üzerindeki İsa ile ona secde eden imparator mozaiğini ortaya çıkardı. Bunu yaklaşık 20 yıl sürecek çalışmalar sırasında çıkarılan başka mozaikler, freskler izleyecekti. Bu arada kubbe demir kuşakla güçlendirildi, bazı yerler restore edildi. 

Balkan Paktı Hediyesi
1934 ortalarında bir akşam sofrasında Celal (Bayar) Bey’in Mustafa Kemal’e Yunan Başbakanı’nın Atina’da kendisine Balkan Paktı’nı kabul etmesi için Ayasofya konusunda “Kamuoyunu memnun edecek bir ortam doğsa, belki bundan yararlanıp bir şeyler yapılabilir” dediğini aktarmıştı. Mustafa Kemal’in cevabı şöyleydi: “Az önce, Vakıflar Genel Müdürü buradaydı. Ayasofya Camii’ni tamir edecek para bulamıyorlar. Bugünkü hali ile harap ve bakımsız. Hatta mezbelelik. Ayasofya’yı müze yapsak, hem harabiyetten kurtarsak, hem Yunanlılara bir jest yapsak Balkan Paktı’nı kurtarabilir miyiz? Öyleyse yapalım.” 

Ayasofya arşivinde bulunan bir toplantı tutanağına bakılırsa, bu konuşmayı izleyen günlerde, İstanbul Asar-ı Atika Müzeleri Müdürü (İstanbul Arkeoloji Müzeleri) Aziz Bey’in (Ongan) odasına beklenmedik bir anda Maarif Vekili Abidin Özmen gelmiş ve Ayasofya’nın müzeye çevrileceği, bunun için ilgili hazırlıkların yapılmasını ve bir komisyon kurulmasını istemişti. Haberin duyulması üzerine sadece yerel basın değil dış basın da konuya büyük ilgi göstermişti. Örneğin New York Times gazetesinde şöyle yazıyordu: “Atina’daki Panteon ve Agra’daki Taj Mahal gibi tarihin hiçbir zamanına hiçbir ulusuna bağlı olmayan yalnız insanlığa miras kalan bazı medeniyet abideleri vardır. [1]İşte bu abidelerden biri de Asya ile Avrupa arasında Boğazın yamaçlarında yükselen Ayasofya’dır. Doğunun olduğu kadar Batı’nın da duygularını canlandıran bu büyük saygı sembolü şimdi yeni değişikliğe hazırlanıyor. Ayasofya bir Hıristiyan kilisesi olarak kurulmuştu. Sonradan bir Müslüman Camii oldu. Modern düşünceli Türkiye Ayasofya’yı dünyanın en ünlü bir müzesi yapmaya tasarladı.” 

Sonuç olarak, Bakanlar Kurulu Ayasofya Camii'ni, 24 Kasım 1934 tarihli ve numarasız bir kararla müzeye dönüştürdü. 9 Aralık 1934 tarihinde Müzeler Genel Müdürlüğü'ne devredilen Ayasofya’nın kapısına aynı gün “Tasnif ve tamir sonuna kadar müze kapalıdır” yazan bir levha asıldı. Gerekli bütçe sağlandı ve kollar sıvandı. 

Ayasofya’da nelerin sergileneceği konusunda uzun tartışmalar yaşandı. Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin dev levhaları Sultan Ahmet Camii’ne taşınmak istendiyse de halkın tepkisinden korkulduğu için, ‘levhaların kapılardan çıkmadığı’ söylenerek Ayasofya’nın içinde yere indirildiler ve ters çevrildiler. (14 yıl sonra bakanlık devreye girerek levhaları eski yerlerine astırdı. Böylece hem Ayasofya müze olarak kalmış, hem de İslami değerler korunmuş havası verildi.) Ayasofya'daki vakıflara ait eşyalar depolara kaldırıldı, halıların bir bölümü Edirne'deki Selimiye Camii'ne gönderildi. Sadece şamdanlar, minber, mihrab ve mihrabın önünde birkaç halı bırakılmıştı. Venedik Belediyesi’nin Ayasofya galerilerine, 1204 yılında Konstantinopolis'i yağmalayan Haçlı ordularının Venediklilerin şefi Henrico Dandalo adına tunçtan bir levha koyma isteği Atatürk tarafından sert bir dille geri çevrildi. Müzenin giriş ücreti 11 kuruş olarak belirlendi, biletler basıldı ve nihayet, Ayasofya Müzesi 1 Subat 1935’de halkın ve turistlerin ziyaretine açıldı. Ayasofya Müzesi ilk açıldığı gün 463 yerli ve 280 yabancı tarafından ziyaret edildi. Atatürk 6 Şubat 1935’de Ayasofya Müzesi'ne gelerek incelemelerde bulundu. Müzenin şeref defterine yazı yazdı. Ayasofya Kütüphanesini de gezen Atatürk sonra avluda yapılan kazılar hakkında bilgi aldı, hasar gören yerlerin onarılmasını ve bahçenin de düzenlenmesini istedi. 

İstasyon makasçısının mektubu 
Bu minvalde 15 yıl geçti. Ayasofya’nın tekrar cami olması için ilk başvuru, Kartal-Yunus İstasyon makasçısı Halit Deliyumruk tarafından 30 Eylül 1950 tarihli bir mektupla DP'li taze Başbakan Adnan Menderes'e yapıldı. Ardından Türk Milliyetçileri Derneği bu konuyu gündeme getirdi. Ama Menderes bu taleplere kulak asmadı. Ardından 27 Mayıs 1960 darbesi oldu. Konu 6 Mayıs 1964'te Adalet Partisi (AP) İzmir Senatörü Lütfi Bozcalı tarafından Senato'da (o tarihte Meclis iki kamaralı idi) yapılan bir konuşmayla güncellendi. Aynı günlerde Tercüman gazetesi bu konuda bir anket düzenledi. Ankete cevap verenlerden Oktay Aslanapa ve İsmail Hami Danişmend Ayasofya’nın cami olmasını uygun bulurken, Ermeni Patriği Sinork Kalutsyan binanın devletin malı olduğunu müze veya cami olarak istediği gibi kullanabileceğini söylüyordu. CHP ise Ayasofya'nın müze olarak kalmasından yanaydı. Ama sonuç olarak konuyu sahiplenmiş görünen AP de kulağının üstüne yattı ve Ayasofya müze olarak kaldı.

1970’li yıllardan itibaren siyasi İslam’ın güçlenmeye başlamasıyla tartışmalar tekrar canlandı. CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, mevcut statüyü savunurken, ortağı MSP Genel Başkanı Necmeddin Erbakan, Ayasofya'nın müze yapılmasının, ne kanunlara ne de vakıf senedine uyduğunu söyledi ama arkasını getirmedi. O tarihten beri konu zaman zaman gündeme getiriliyordu. Ama son yıllarda “Ayasofya'nın müze olmasının İslam dünyasının bağrına saplanmış bir hançer olduğu” şeklinde kışkırtıcı bir kampanya sürüyor. Kampanyayı yürütenlerin argümanlarını ve bunlara verilen cevapları özetlemek gerekirse: 

Fatih’in vakfiyesi ihlal mi edildi?
Öncelikle, İslamcı çevrelere göre, tapu kayıtlarında Ayasofya’nın Fatih Sultan Mehmet’in mülkü olarak görülüyordu ve Fatih’in vasiyetnamesinde “Benim bu camimi camilikten çıkartacak olanların üzerine Allah’ın, insanların ve meleklerin laneti olsun. Azapları hafiflemesin. Kıyamet gününde yüzlerine bakılmasın” yazıyordu. (Fatih’in ceylan derisine yazdırdığı 66 metrelik vakıfnamenin 5 metrelik bölümü 1950′li yıllarda İngiltere’ye sergi için götürülmüş ve bir daha dönmemişti. Kalanı ise Tapu-Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyud-ı Kadime Arşivi’ndeydi.) Bu çevrelere gore Vakıf senedinin hilafına Ayasofya'nın müze yapılması, Fransız tipi katı laiklik uygulamalarından biri olarak din özgürlüğüne vurulmuş bir darbe idi.


Bu teze itiraz edenlere göre ise, Fatih Kanunnamesi'nde, Osmanlı Devleti'nin son bulması halinde, yerine kurulacak devletin başkanının vakfın da başkanı olacağı yazılıydı. Yani Atatürk, Fatih'in vakfının başkanıydı ve Ayasofya ile ilgili kararları almaya hakkı vardı. Atatürk'ün bu kararı almasının maddi temelleri de vardı. Ayasofya’nın bakım ve onarımı için gerekli geliri sağlayacak kaynakları yoktu. O tarihe kadar Ayasofya'nın bakım ve tamirini Vakıflar Genel Müdürlüğü yapmıştı ama bütçe bu masrafları karşılamakta zorlanıyordu. 

Kararın arkasında Batı dünyası mı var?
Bu çevrelere göre, Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi 1923'te Lozan’da Batılı ülkelere verilmiş bir sözün gereğiydi. Böyle bir söz verildiğine dair bugüne dek hiçbir yazılı ve sözlü kanıt ortaya çıkmadığı gibi, o tarihlerde Ayasofya'nın müze olmasından Hıristiyan alemi pek de mutlu olmamıştı. Çünkü Ayasofya'nın müze yapılmasıyla, Hıristiyan dünyasını, “Hıristiyanlığın en kutsal mabedinde Müslümanlar namaz kılıyor” diye kışkırtmak artık mümkün olmayacaktı. Müslüman dünyası da ikiye ayrılmıştı. Mısırlı alimler “Ayasofya’nın müze yapılması, şirke teslim edildiğinin işaretidir” derken, Bağdat'ta bir grup “Ali Tantavi'nin Mekke'nin avukatlığını yapmak istediği İslamiyet, Müslüman milletlere bugündü dünyada hiçbir hayır ve menfaat temin etmemiştir. Bilakis onları ecnebi devletlerin elinde esir ve zelil bırakmıştır. Halbuki Atatürk’ün ve bugünkü Türklerin [1]İslamiyeti bağımsız ve kuvvetli bir Türkiye vücuda getirmiştir. Bize ve bütün Müslümanlara böyle bir İslamiyet lazımdır. Ali Tantavi Mekke’de ne kadar haykırırsa haykırsın biz onun [1]İslamiyetini değil, Atatürk’ün [1]slamiyetini tercih ederiz. Bize de Cenabı-ı Hakkın bir Atatürk nasip etmesini dileriz” diye mektuplar yazıyordu Ankara'ya. (Bu ifadeler, bugün bazı yazarların kararnamede yer alan “Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi bütün Şark alemini sevindireceği” cümlesini garipseyerek “herhalde dilleri sürçtü, Garp alemi diyecekken, Şark alemi dediler” diyenlere cevap olabilir mi bilmem...) 

Atatürk yanıltılmış mıydı?
Daha o günlerde bu konuyu araştırmak üzere çeşitli kişilerle görüşmeler yapan gazeteci ve matbaacı Ziyad Ebuzziya’ya göre ise Mustafa Kemal “ibadete kapatmak mı? Komisyon çizmeyi aştı. Böyle münasebetsizlik olur mu hiç? Ayasofya camidir, aynı zamanda da müze olacaktır. Maksat budur” demiş ama komisyon bildiğini okumuştu. Maarif Vekili Abidin Özmen “Katiyen, tamir bittikten sonra ibadete açılacaktır. İbadete kapamak diye bir şey olur mu?” derken Dahiliye Vekili Şükrü Kaya ise “kesinlikle söz konusu değil” diye teminat vermişti. Daha sonraki yıllarda Şükrü Kaya, Mustafa Kemal’in kızdığının, ibadet bölümünü Bizans müzesi yapmak fikri olduğunu söyleyecekti.)


Bazılarına göre ise Ayasofya’nın müze yapılması iki savaş arası dönemin psikolojik harekatlarından biriydi ve Mustafa Kemal hayatta olsaydı savaştan sonra müzeyi camiye çevirirdi! 

Ayasofya Kararnamesi sahte mi? 
Konuya bürokratik teamüller ve uygulamalar açısından yaklaşanlar ise, Ayasofya Kararnamesi'nin içerdiği garipliklere işaret ediyorlar. O tarihte genel uygulama olarak kararnameler Bakanlar Kurulu'nda görüşülüp karara bağlandıktan sonra bir numara alarak Resmi Gazete'de yayımlanırdı. Ama numarasız kararnameler de olurdu. Resmi Gazete'de 1934 yılının Kasım ayına ait 67 adet numarasız, 19 adet numaralı kararname yayımlanmıştı. Bunlar arasında 24 Kasım 1934 tarih ve 2/1589 Sayılı Ayasofya Kararnamesi yoktu. Bugün de, ortada tasdikli iki adet kopya olduğu halde kararnamenin aslı yok. Dahası bu kopyaların birinci sayfasında ‘Kararlar Müdürlüğü’ ibaresi okunurken, ikinci sayfasında ‘Muamelat Müdürlüğü’ yazılı. Dahası, 24 Kasım 1934’te düzenlenen başka iki kararname 1613 ve 1614 sayılı iken aynı günlü bu kararname 1589 sayılı idi. Dahası 7 Kasım 1934 tarihli bir kararname 1636 sayılıydı. Gerçekten de bu karışıklıklara ikna edici bir cevap vermek zor. Ancak o dönemin bütün yazışmaları incelendikten sonra numaralama konusundaki bu çelişkilerin mantığını anlamak mümkün olabilir. 

Atatürk’ün imzası taklit mi?
Ama en ilginç iddia, Ayasofya’yı müzeye çeviren 24 Kasım 1934 tarihli ve numarasız kararnamedeki ‘Mustafa Kemal Atatürk’ imzasının ileriki yıllarda (1940'larda) taklit edildiğiydi. Çünkü bu kişilere göre Mustafa Kemal gibi ‘hukuka saygılı’ biri, kendisine Atatürk soyadını veren 24 Kasım 1934 tarihli kanun Resmi Gazete'de yayımlanmadan (ki 27 Kasım 1934’e yayımlanacaktı) imzasını ‘Atatürk’ diye atmazdı. Üstelik Atatürk’ün ilk harfi küçük harfle yazılmıştı. Bu Mustafa Kemal’in tabiatına uygun bir davranış değildi! 

Hakikaten de, Mustafa Kemal, Atatürk imzasını ilk kez 22 Kasım 1934 tarihli 1594 Sayılı Kararname'de kullanmıştı. Bu kararname Resmi Gazete'de yayımlandığı için bu konuda bir tartışma yok. Ama yukarıda sözünü ettiğim 6 Kasım 1934 tarihli 1636 Sayılı Kararname'nin altında da “K. Atatürk” yazarken, 26 Kasım 1934 tarihine kadarki tüm kararnamelerin altında “Mustafa Kemal Paşa” yazıyor. Dolayısıyla 24 Kasım 1934 tarihli Ayasofya Kararnamesi'nde küçük harfle 'atatürk' yazması bu garipliklerin yanında çok da önemli değil. 

Öte yandan Atatürk’ün imzasını küçük harfle atması normal görünüyor, çünkü Falih Rıfkı’nın belirttiğine göre “Atatürk el yazısı majüsküllerini [büyük harf] bilmezdi. Küçük harfleri büyütmekle yetinirdi.” İmzasını büyük harfle atmaya daha sonra başlamıştı. Ama diyelim ki, Atatürk'ün imzası sahteydi, aynı kararnamede imzası bulunan Başbakan İsmet İnönü'nün ve diğer bakanların imzası da mı sahteydi? İsmet [1]Paşa, 1928 tarihli Harf Devrimi'nden önce imzasını Osmanlıca 'İsmet' diye atıyordu. 1928 sonrasında Latin harfleriyle 'İsmet' diye imza attı. 26 Kasım 1934'te 'İnönü' soyadını aldıktan sonra ise 'İnönü' diye imzalamaya başladı belgeleri. Bu kronolojiye uygun olarak 24 Kasım 1934 tarihli Ayasofya Kararnamesi'ni Latin harfleriyle 'İsmet' olarak imzalaması gerekiyordu. Ancak kararnamenin altında 'İnönü' yazıyor. Aynı şekilde Şükrü Kaya, Celal Bayar, Şükrü Saraçoğlu, Muhlis Erkmen diye yeni soyadları ile atılmış imzalar olduğu gibi, Zekai (Aziz Zekai Apaydın) şeklinde sadece ilk adla atılmış imzalar da var. 

Sahte belgeye neden ihtiyaç duyulsun?
Bu çelişkileri, “demek ki o dönemde İnönü ve Atatürk soyadlarını kanun çıkmadan önce de kullanmaya başlamışlar” diye yorumlamak yerine, kararnamenin sahteliğine karine yapmak (bu kişilere göre 'sahte kararname' 1940'lı yıllarda düzenlenmişti) gerçekten garip. Çünkü böyle bir sahtecilik için kararnamenin altında imzası bulunan bütün aktörlerin işbirliği yapması lazım. Bunun da gizli tutulması neredeyse imkansız. Ama esas olarak, iddia sahiplerinin göz ardı ettiği basit gerçek şu: Ayasofya’nın müze yapılması konusu aylarca iç ve dış basında tartışılmıştı. Bakanlıklar, müzeler ve Vakıflar arasında yazışmalar yapılmış, uzmanlar gelmiş gitmiş, tamiratlar yapılmış, eserler oradan oraya taşınmıştı. Bu tartışmalar sırasında Mustafa Kemal hem bedenen hem zihnen sapasağlam ayaktaydı, yukarıda da dediğim gibi açılış töreninde hazır ve nazırdı! Bütün bunları hukuki çerçeveye uydurmadan yapmanın mantığı ne olabildi? Atatürk gibi kimseye hesap vermek zorunda olmayan, güçlü, karizmatik bir liderin, bir kararname çıkarmasını engelleyecek ne olabilirdi? Diyelim ki bir şekilde bu ihmal edildi, bunun 1940'lı yıllarda tamamlanmasının nedeni neydi? CHP'liler herşeyi bir yana bırakmışlar, “belki seçimleri kaybederiz, iktidarı yeni kurulan DP'ye kaptırırız, o da Ayasofya'yı cami yapar” diye mi endişelenmişlerdi? Eğer iktidarı kaybedeceklerini hissettilerse, başka konularda da (muhakkak Ayasofya'dan önemli konular vardı) böyle sahtekarlıklar yapmışlar mıydı? Bugüne dek ortaya çıkarılmış bir sahte belge hatırlamıyorum. Hatırlayan varsa beri gelsin. 

İbadete kapalı mı?
İslami geleneğe göre fethedilen bir yerin merkez ibadethanesi camiye dönüştürülmediği sürece fetih tamamlanmış sayılmıyor. 1453 ile 1934 arasındaki 481 yıl bu çevreleri tatmin etmemiş görünüyor. Halbuki, II. Selim zamanında eklenmiş olan Hünkar Mahfili, 8 Ağustos 1980 tarihinde ibadete ve Kuran kıraatına açılmıştı. Bu durum sadece 12 Eylül döneminin Kültür Bakanı Cihat Baban tarafından kısa süre engellenmiş, ancak gelen tepkilerden dolayı mahfilin kapatıldığına dair kararname çıkartılmamış, sadece girişine tadilat yapıldığına dair bir tabela konması ile yetinilmişti. Daha sonra yönetim sivilleşince, Yıldırım Akbulut iktidarında, 10 Şubat 1991'de bu bölüm tekrar ibadete açıldı. Hala da açık. Dolayısıyla Ayasofya tam bize yaraşır biçimde hem ‘laik’ hem de ‘dini’ bir mekan. 

Sözü bağlarsak; Eğer Ayasofya'yı asli fonksiyonuna döndürmek gerekiyorsa, yaklaşık 900 yıl boyunca olduğu gibi kilise olması doğru görünüyor. Ama mesele asli fonksiyonuna döndürmek değil elbette. Mesele Müslümanların ibadet ihtiyacını karşılamak da değil, çünkü bölgede cami sıkıntısı yok çok şükür. Hatta Başbakan Erdoğan bir aralar “önce Süleymaniye Camii'ni doldurun sonra Ayasofya'nın cami olmasını konuşuruz” mealinde konuşmuştu. Dolayısıyla müze olarak kalması en doğrusu. 

Konunun ‘Türk-İslam’ zihniyet haritasının sorunlu bölgelerinden biri olmaya devam etmesinin nedeni açık. Bir türlü tatmin olmayan fetihçi ruhla karşı karşıyayız. Nasıl ki, Kıbrıs'ı, Musul’u ve Kerkük’ü almak bazıları için ‘Misak-ı Milli’ davası ise, Ayasofya’yı İslami ibadete açmak da bazıları için bir çeşit ‘Misak-ı Dini’ davası. Muhtemelen şehri her yıl 29 Mayıslarda fethetmek ihtiyacı duymamız da bununla ilintili. Buna karşılık Batı dünyasında Ayasofya’nın tekrar kilise olması için çalışanlar var ki, bu da şehri manevi olarak geri alma çabası olarak yorumlanabilir. Ayasofya ise, bütün bilgeliği ile bu anlamsız siyasi tartışmaların geride kalacağı günleri bekliyor…


Özet Kaynakça: Ahmet Akgündüz, Said Öztürk ve Yaşar Baş, Üç Devirde Bir Mabed, Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yayınları, 1994, Erdem Yücel, “Belgelerin Işığı Altında Ayasofya’nın Müze Oluşu ile İlgili Bazı Gerçekler”, Türk Dünyası Araştırmaları, 1992 S.78, s.183-222; Semavi Eyice, “Ayasofya”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. IV, 1991, s. 206–210; W. E. Klenbauer, A. White, H. Matthews, Ayasofya, Çeviren: Handan Cingi, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2004; 600 Yıllık Ayasofya Görünümleri ve Fossati Restorasyonu 1847–49, T.C Kültür Bakanlıgı ve Anıtlar Müzeler Genel Müdürlüğü Yayını, 2001, Erkin Akan, “Cumhuriyet Döneminde Ayasofya”, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi'nde kabul edilmiş master tezi, 2008.


BOSNA'NIN YIKILAN HAFIZASI ONARILDI

 

 

Sırp milliyetçilerin 22 yıl önce Saraybosna'da içindeki 2 milyon eserle birlikte yaktığı Viyeçnitsa Kütüphanesi restorasyon çalışmalarının ardından kapılarını yeniden açtı.

 

Bosna'daki savaş sırasında 1992'de başkent Saraybosna'yı kuşatan Çetnikler'in (aşırı Sırp milliyetçileri) açtığı ateş sonucu çıkan yangında tahrip olan 'ülkenin en önemli ulusal arşivi' olarak nitelendirilen Viyeçnitsa Kütüphanesi, önceki akşam düzenlenen törenle yeniden kapılarını açtı.

"Bosna'nın hafızası" olarak bilinen, aynı zamanda şehrin sembollerinden olan tarihi milli kütüphanenin açılışına, Avrupa Birliği (AB) Bosna Hersek Yüksek Temsilcisi Valentin Inzko, Bosna Hersek Üçlü Devlet Başkanlığı Konseyi Başkanı Bakir İzzetbegoviç, konseyin Hırvat üyesi Jelyko Komşiç ve diğer davetliler katıldı. İzzetbegoviç konuşmasında "25 Ağustos 1992 tarihinde Viyeçnitsa Kütüphanesi ile içinde bulunan kitap hazinesini yutan o alevler her Saraybosnalının hafızasında duruyor. Saraybosna hayatta kaldı, ancak ağır yaralandı. Çok sayıdaki vatandaşı da özgürlüğü ve barışı yaşayamadı. Bu yüzden bugünü bizimle beraber olamayanlara armağan ediyoruz. Bu akşam, 22 yılın ardından, dostlarımızla birlikte medeniyetin barbarlık karşısındaki zaferini kutluyoruz" dedi.

22 MİLYON DOLAR HARCANDI
Viyeçnitsa Kütüphanesi, Osmanlı idaresinde 400 yıl kaldıktan sonra 1878'de Berlin Kongresi'yle Avusturya-Macaristan İmparatorluğu hakimiyetine giren Saraybosna'da 1892-1896 yıllarında inşa edildi. Tarihi Başçarşı'nın yanı başına Endülüs mimarisiyle inşa edilen kütüphane Boşnak, Sırp, Hırvat ve Yahudilere ait el yazması ve önemli eserlerin de bulunduğu yaklaşık 6 milyon kitap ve arşiv belgeleriyle "ülkenin hafızası" konumundaydı. Mimarisiyle görenleri büyüleyen tarihi bina, 25 Ağustos 1992 tarihinde Saraybosna'yı kuşatan Çetnikler'in topçu ateşi sonucu çıkan yangında büyük zarar gördü. Kütüphanede, 3 gün boyunca devam eden yangında 155 bini el yazması ve ülkenin ulusal arşivlerinin de bulunduğu yaklaşık 2 milyon eser yok oldu. Kütüphanenin restorasyonu ise 18 yıl sürdü. Mimarların, küllerinden doğan kütüphaneyi yanmadan önceki hali gibi yeniden inşa etmek için orijinal çizimlere ulaşması uzun yıllar aldı. Onarım çalışmalarına 22 milyon dolar harcandı.

1. DÜNYA SAVAŞI ANILACAK
Viyeçnitsa Kütüphanesi'nin açılış töreni, Saraybosna Filarmoni Orkestrası'nın milli marşı seslendirmesiyle başladı. Kütüphanede Birinci Dünya Savaşı'nın 100'üncü yılı anısına 28 Haziran'da da Viyana Flarmoni Orkestrası konser verecek. Avusturya tahtının veliahtı Arşidük Franz Ferdinand, 28 Haziran 1914'te Viyeçnitsa Kütüphanesi'nden çıktıktan sonra bir Sırp milliyetçi tarafından öldürülmüş ve bu suikast dünya savaşını tetiklemişti.

Sabah, 11.05.2014

KAYIP 211 TARİHİ ESER, İMAR PLANINA İŞLENİYOR

 

 

Fatih’te zamana yenik düşmüş ve yok olmuş tarihi eserler imar planına işleniyor. Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir’in önerisiyle harekete geçen Fatih Belediye Meclisi aldığı bir kararla envarter çalışmasının neticesinde hazırlanan “Kayıp Eser Paftası”nda bulunan 99 adet cami, 57 adet medrese ve tekke, 55 adet sivil mimarlık örneği olmak üzere  toplam 211 adet tarihi eserin imar planına işlenmesi kararını oy birliği ile alarak İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin onayına sundu.

 

Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, Fatih gibi ‘Dünya Kültür Mirası’ listesinde bulunan, 8 bin 500 yıllık geçmişiyle dünyayı yöneten imparatorlukların başkenti olan bir yerde, imar planlarının birkaç yıllık değil yüz yıl sonrası hatta bin yıl sonrası düşünülerek yapılması gerektiğini söyledi. Demir, “Fatih, onbini aşkın tarihi eseri sinesinde barındıran bir İlçe. Bazı tarihi eserler zamana yenik düşmüş,  harap ve virane olmuş hatta fiziken bertaraf olmuş olabilirler. Ancak bu onların yok olduğu anlamına gelmez. Biz onların yerini tespit ve tescil ederek, gelecekte oraların ihya edilmesinin önünü açmış oluyoruz.” dedi. Demir şöyle konuştu: “İhya projeleri bizim tarihe karşı bir sorumluluğumuzdur. İnsanlık tarihinde çok önemli bir rol üstlenen ve her medeniyetin kendinden bir şeyler bulacağı Fatih’te yapılacak restorasyon ve ihya çalışmaları sadece bugünün Fatihlilerine hitap eden bir çalışma değil; bilakis geçmişle geleceği de birbirine bağlayacak, kayıp parçaları yerine koyacak kültürler ve medeniyetler arasında köprü kuracak çalışmalardır.” İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin onaylamasının ardından mevcut imar planında olmayan ancak 2005 yılında yapılan imar planında bulunan eserler, tekrar aynı yerlerine işlenecek.

Zaman, 11.05.2014

TARİHİ KONAK YANGININDA KUNDAKLAMA ŞÜPHESİ

 

 

Kocaeli’de tarihi Portakal Hafız Efendi Konağı, çıkan yangın sonrasında kül oldu. Yangının kundaklama sonucu çıktığı iddia edildi. Mustafa Kemal Atatürk’ün, 1922 yılında Fransız Gazeteci Cloude Farrare ile görüşmek üzere Kocaeli’ye giderek kaldığı tarihi Portakal Hafız Efendi Konağı, 150 yıllıktı.

 

Restore edilecekti
Önceki gün çıkan yangında yok olan Portakal Hafız Konağı’nın restorasyonu için 30 Mart 2014 tarihinde ihale gerçekleşmiş, 150 yıllık geçmişi bulunan ve atıl durumda olan Portakal Hafız Konağı’nı kurtarmak için çalışma başlatılmıştı. Tarihi konak 1,8 milyon TL’ye kamulaştırılarak, Anıtlar Yüksek Kurulu’nun onayı ile restorasyon yapılması kararlaştırılmıştı. Restorasyon için 4 firma teklif vermiş ancak bu firmalar arasında bugüne kadar tercih yapılmamıştı.

 

Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin Portakal Hafız Konağı’nın restorasyonu için yaklaşık 3 milyon TL harcaması planlanmıştı.

 

Suç duyurusu
Mahalle sakinleri, tarihi Portakal Hafız Efendi Konağı’nın bilinçli olarak yakıldığını düşünüyor. Bazı mahalle sakinlerine göre tarihi konak kasıtlı olarak yakıldı ve birilerine peşkeş çekildi. Çekül Vakfı temsilcileri de binanın kasıtlı olarak yakıldığını ileri sürerek, Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Çekül Vakfı Kocaeli Temsilcisi Numan Gülşah, İzmit Evleri Yaşatma Derneği (İZEYAP) Başkanı Ertan Karaçay, yönetim kurulu üyesi Ahmet Akgüner, Tarih Araştırmacısı Sedat Tuna Yalıncan, Çukurbağ Mahallesi eski Muhtarı İbrahim Sarı, dün enkazın yanına giderek basın açıklaması yaptı. Numan Gülşah, yaptığı açıklamada binanın kundaklanarak yakıldığını iddia ederek suçluların bulunmasını istedi. Gülşah, böyle bir tarihi eserin yakılmasının barbarlık olduğunu belirterek, “Görgü tanıklarına göre yangın aynı anda hem alt katta hem üst katta çıkarılmış” dedi.

Haber Sol, Haber: Caner Aktan, 11.05.2014

ANTİK KENTİN KALINTILARI ORTAYA ÇIKTI

 

 

Geçtiğimiz hafta bir inşaat çalışması nedeniyle yapılan sondaj kazısında Astakos bölgesine ait yapılar ortaya çıktı. MÖ 12. yüzyıla ait olduğu belirtilen kalıntılar Anıtlar Kurulu tarafından koruma altına alındı.

 

Başiskele’de bir inşaat alanında tarihi eserler çıktı. İzmit’in en eski yerleşim bölgesi olan Başiskele’de antik Astakos kentine ait kalıntılar bulundu. Çıkan tarihi eserle ile ilgili Anıtlar Kurulu bölgeyi koruma altına aldı. Müze Müdürlüğü ekiplerinin çıkan yapılar sonrasında bölgenin 1. derece sit alanına çevrilmesi için talepte bulunması bekleniyor. Önümüzdeki günlerde Kültür ve Turizm Bakanlığı Müzeler Genel Müdürlüğü’nden özel bir ekip bölgeye gelerek incelemelerde bulunacak. İnşaat alanında yapılacak olan arkeolojik çalışmalar neticesinde çevredeki bina ve arsalarında kamulaştırması gündeme gelebilir.

Özgür Kocaeli, 10.05.2014

"TALAN ESAS BENİ VURUR"

 

Phaselis ve Haliç projeleriyle gündeme gelen işadamı Fettah Tamince, ‘Türkiye'yi büyütürken talan ediyorlar' anlayışı yanlış. Doğa talanı derseniz bu işten en fazla ben zarar görürüm. Turizme en fazla yatırım yapanlardan biriyim” diye konuştu.

 

Dünyada sayıları 26'yı bulan Rixos otellerini ve Harbiye Kongre Merkezi'ni de yapan Sembol İnşaat'ın sahibi Fettah Tamince son dönemlerin en tartışılan isimlerinden biri. Turizmin yanı sıra medyaya girip çıkmış, Socar ile küçük bir enerji ortaklığı olan Tamince, son dönemde antik Phaselis ve tarihi Haliç Tersaneleri projeleriyle gündemde. Davos'un en köklü otellerinden Flüela'yı 2 yıl önce satın almış olan Tamince'ye yönelik eleştiri oklarından nasibimi almış biriyim.

Ruhani'nin bu yıl Davos'ta Flüela Rixos'ta kaldığını yazınca okurlardan ‘Phaselis'i mahveden birini neden yazıyorsunuz' diye tepki gelmişti. Pera Palas Oteli'nden de eski 1872 tarihli Royal Oteli ve eski Adliye Sarayı'nın yerinde yükselen Pera Rixos'ta buluştuğumuz Tamince, sohbetimizde önce Phaselis'le ilgili eleştirilere yanıt verdi:

 

1.7 KİLOMETRE UZAKTA

“Phaselis Türkiye'nin en önemli tarihi değerlerinden biri. Yüzmeyi orada öğrendim. Projemiz Phaselis diye bilinen bölgede ama antik şehirle alakası yok. Antik şehre 1.7 kilometre uzaklıkta. Deniz kıyısında değil. Alan 20045 yılında tahsis edilmiş. Biz 2009 yılında ortak olduk. 2014 yılına kadar nasıl yatırım yaparız diye düşündük. 2010 yılında sit alanının sınırı değiştirildi. 17 dönüm sit alanına katıldı. İtiraz etmedik. Ağaç kesme, iki kattan fazla inşaat izni yok. Haksız yere ‘Phaselis Tamince'ye peş keş çekildi' gibi suçlamalarla karşı karşıya kaldık. ‘Türkiye'yi büyütürken talan ediyorlar' anlayışı yanlış. Bu Türkiye'nin kazanımlarına gölge düşürmektir. Doğa talanı derseniz bu işten en fazla ben zarar görürüm. Turizme en fazla yatırım yapanlardan biriyim.”Türkiye'nin değerlerine sahip çıkmanın tek yolunun projelere onay verecek bir jürinin oluşturulması olduğunu söyleyen Tamince, “Örneğin Ağa Han, Sardunya Adası'nda Porto Cervo'yu ta 1960'larda öyle yapmış. Yüzde 10 imar işin teknik tarafı. Projenin dokuya uyup uymadığına, estetik tarafına bir jüri karar versin. Dünyanın önde gelen isimlerini toplayıp turistik alanlar için bir jüri oluşturalım” diye konuştu.

 

Fettah Tamince, Haliç Tersanesi'nin kendi malı değil İstanbulların olduğunu belirterek projeyle ilgili şunları söyledi: “Haliç Projesini kazandığımız gün ne yapmayacağımı biliyorum dedim. 8 bin 500 yıllık bir geçmişi olan bir alanı kendi malımız gibi değerlendirme şansına sahip değiliz. Şehrin dokusuna uyan bir şey yapmaya mükellefim. Şu anda İstanbul'un önde gelen 5-6 mimarlık ofisi ve yabancı mimarlarla görüşüyoruz. Uzlaşmaya vardığımızda projeyi açıklayacağız, Haliç'e koruma kurulları ne yapıp, ne yapmayacağımıza karar verir. Haliç'i 49 yıllığına kiraladık. Devlete 1 milyar 400 milyon lira borçlandık. ”

 

Şu anda 10 ülkede 26 Rixos oteliyle faaliyette olduklarını kaydeden Tamince, “Bu yıl sonuna kadar Kırım Yalta (mimar Norman Foster), Kazakistan, Antalya, Eskişehir ve Göçek'te tesis açıyoruz. Bunların sadece yüzde 10'u kendi yatırımımız. İtalya ve Paris'te bazı projelerle uğraşıyoruz” dedi. Gezi, 17 Aralık gibi gelişmelerin Türkiye ekonomisine zarar vermediğini kaydeden Tamince şöyle konuşuyor: “Türkiye güçlü bir marka. Yakın ve uzak komşulara baktığınızda ciddi kazanımlara sahip. Parası olanlar dünyanın hangi ülkesinde Türkiye'den daha iyi para kazanabilir? Gelişmiş ülkelerde ABD, Almanya'da paranın geri dönüşü ortada. İstikrar önemli. ”

 

Fettah Tamince, son dönemde hükümet ve cemaat arasındaki gerginlikle ilgili ise şunları söyledi: “İnsan doğrudan yana olamaz mı? Bakın düne kadar hep beraber yurt dışındaki Türk okullarını takdir ediyorduk. Başbakan da dahil. Ben bugün Tayyip Bey'in Türkiye için müthiş iyi işler yaptığına ve yapacağına inanan biriyim. Zahirden baktığınızda kimse devletin işin karışmamalı. Devletin yapısı var düzeni var. Devletle kavga olmaz. Dün mükemmel olan insan bugün mükemmel olmayabilir. ”

Hürriyet, Yazı: Gila Bemayor, 10.05.2014

GECEKONDU YIKILINCA ORTAYA ÇIKTI







 

İzmir'de, Kadifekale eteklerindeki kamulaştırılan gecekonduların yıkımı sırasında Antik Roma Tiyatrosu'nun sahnesi ile bağlantılı duvarların bir bölümü ortaya çıktı.

 

İzmir Büyükşehir Belediyesi, bölgedeki Antik Roma Tiyatrosu'nun gün yüzüne çıkarılması amacıyla başlattığı kamulaştırmalarda bugüne kadar 11 milyon lira ödedi.

 

Kadifekale'de gecekondular arasına sıkışıp kalan tiyatronun ortaya çıkarılması için onlarca parsel, tiyatronun bulunduğu 12 bin metrekarelik alan üzerinde yıkımlar devam ederken, molozların kaldırılmasıyla Roma dönemine ait eserler ortaya çıktı.

 

Çıkan eserler arasında, 16 bin kişilik olduğu sanılan Antik Roma Tiyatrosu'nun sahne kısmı ile bağlantılı duvarlar, bu yapıda kullanılan taşlar da yer aldı.

 

Yıkımlar tamamen bittikten sonra, kazıların 2015 yılı içinde başlayacağı bildirildi.

 

16 BİN KİŞİ KAPASİTELİ

Kadifekale'deki antik tiyatro ile ilgili en ayrıntılı bilgi, 1917-1918 yıllarında bölgede incelemeler yapan Avusturyalı mimar ve arkeologlar Otto Berg ve Otto Walter'ın araştırmalarında ve araştırmalarına yönelik hazırladıkları plan ve kesitlerde bulunuyor.

 

16 bin kişi kapasiteli olduğu düşünülen tiyatronun kalıntılarının Roma dönemi özellikleri taşıdığı, pek çok araştırmacının ilettiği de bu bilgiler arasında yer alıyor.

 

Eski kaynaklarda, Erken Hıristiyanlık yani Roma İmparatorluğu'nun paganizm döneminde İzmirli St. Polikarp'ın bu tiyatroda öldürüldüğü ve tiyatronun tarihin trajik sahnelerine şahitlik ettiği öne sürülüyor.

 

Büyükşehir Belediyesi antik tiyatroyu aslına uygun olarak ayağa kaldırdığında, Efes Antik Tiyatro'da olduğu gibi burada da konserler, gösteriler yapılabilecek.

Trt Haber, 10.05.2014

SAAT KULELERİ DE ZAMANA YENİK DÜŞTÜ

 

 

Yangın gözetleme, rüzgar gülü, pusula, sebil, mescit, minare, adres tarifi, buluşma noktası… Tarihe tanıklık eden saat kulelerinin bir zamanlar birbirinden farklı fonksiyonları vardı. Peki şimdi ne haldeler?

 

‘Bozuk saat bile günde iki defa doğruyu gösterir’ derler. Bu söz insanlar için söylenmiş olsa da tarihi saat kuleleri üzerine alınabilir. Zira özellikle İstanbul’daki tarihi kulelerin çoğu hem yıllara yenik düşmüş hem de gözden... Halbuki bir zamanlar her saat başı çalar ve saatin kaç olduğunu belli ederlerdi. Tek vazifeleri bu değildi elbette şehrin baş köşelerine kurulan yapıların. Meteorolojinin olmadığı zamanlarda hava sıcaklığını ve basıncı göstermek de onların esas görevlerindendi. Altında eşi dostu beklemek, hatıra fotoğrafı çektirmek ve adres tarif etmek de onlara addedilen görevlerdi.

 

İnsanoğlu zamanı ölçmek için eski çağlardan itibaren güneş, su ve kum saati gibi farklı araçlar kullandı. Mekanik saatin keşfiyle de saat kuleleri kentlerdeki yerini aldı. Saat her ne  kadar Doğu medeniyetleri tarafından icat edilmiş olsa da mekanik saat ve kule saati yapma geleneği Batı uygarlığı tarafından keşfedildi. Bilinen ilk saat kulesi 14. yüzyılda önce İtalya’da, ardından Fransa’da yapıldı. Osmanlı topraklarına ise ilk defa 16. yüzyılda geldi. Avrupa’da 14. yüzyılda yaygınlaşan kuleler Osmanlı’da ancak 18. ve 19. yüzyıllarda gündelik hayata girebildi. Önce Balkanlar’da baş gösterdi, sonra Anadolu’ya ve daha sonra saatlere merakı olan Sultan 2. Abdülhamid’in iradesiyle tüm ülkeye yayıldı. 2. Abdülhamid sancak ve vilayetlere ferman göndererek  saat kulelerinin yapılmasını emretti. Bu dönemde yapılan 144 saat kulesinden ancak 52’si günümüze ulaştı. Kulelerin rüzgar gülü, pusula, barometre ve gözetleme kulesi olarak kullanılmasından ziyade en önemli fonksiyonu devlet kurumları ve resmi dairelerin ezani saat yerine Batı’daki gibi güneş saatiyle çalışma düzenine girmesi olmuş. İşte çoğunluğu Sultan Abdülhamid yadigarı bazı saat kuleleri...

 

İstanbul’un ilk saatli kulesi Nusretiye

 

 

Nam-ı diğer Tophane Saat Kulesi’nin inşa tarihi tam olarak bilinmese de güney pencere üzerinde Abdülmecid’in tuğrası 1848-49 yıllarını gösteriyor. Kadranlarında eski Türkçe ile ‘Zenit’ yazısı okunan bu zarif eserin mimarının Bali Balyan olduğu tahmin ediliyor. Bir zamanlar Tophane Kışlası’nın karşısında yer alan kule, deniz kenarında bulunuyordu. Ancak Dolmabahçe ve Yıldız saat kuleleri gibi bir caminin adını taşıyan kule muadilleri kadar şanslı değil. 1913’te geçirdiği yangının ardından, 1950’lerde Menderes döneminde yapılan yol çalışmaları sırasında yerinden ayrılarak gümrük antrepoların karşısına yerleştiriliyor. Yakınında bulunan çeşme Maçka’ya taşınırken, kasır ve diğer birçok yapı yok ediliyor. Günümüzde İstanbul Modern’in bahçesinde bulunan kule nargile kahvelerinden görünmüyor bile. Eskiden dört saati varken şimdilerde iki tanesi mevcut. Saatin bulunduğu yerdeki camlar kırık. İngiliz yapımı mekanizması ise çalışmıyor.

 

***

 

Yıldız Saat Kulesi

 

 

Yıldız’daki Hamidiye Camii’nin bahçesinde bulunan kule, Hamidiye Saat Kulesi olarak da biliniyor. Kitabelerinden ve kapı üzerindeki tuğradan 1890-91 tarihli olduğu anlaşılıyor. 20 metre uzunluğundaki yapı, üç katlı ve üstünde rüzgar gülü bulunuyor. Tahta kurularının yediği üç kat merdiveni çıkmaya cesaret edenler kulenin son katındaki saat odasını ve muhteşem kurmalı mekanizmasıyı görebilir. Tabii kulenin girişinde Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait halı ve kitap yığınını geçebilirseniz... Çeşitli kaynaklarda Sarkis Balyan’a atfedilen yapıda, saatin dışında barometre ve termometre bulunuyor. Termometrede eski Türkçe olarak mütehavvil, rüzgar ve yağmur gibi havanın durumu yazıyor. Kule aynı zamanda 1905’teki meşum suikastın canlı tanıklarından. Hamidiye Camii’nin restorasyonu sırasında kule de yenilenecek. Ancak Etfal gibi sadece dış yenileme mi yapılacak yoksa Dolmabahçe gibi topyekun saat, barometre ve termometresi mi çalışacak bilinmiyor.

 

***

 

Dolmabahçe Saat Kulesi

 

 

İstanbul’un düzenli çalışan tek saat kulesi, haftada bir kuruluyor. Sultan Vahdettin’in ülkeyi terk etmesinden Mustafa Kemal’in ölümüne, işgal güçlerinin çekilişinden altıncı filonun denize dökülmesine kadar birçok tarihi olayın tanığı. Sultan Aziz’in tahttan indirilmesiyle yarım kalan Aziziye Cami’nin taşları kullanılmış. Dört katlı kulenin her köşesinde fıskiye bulunuyor. Kaidesinde su sebillerinin bulunması Dolmabahçe Kulesi’nin ayrı bir özelliği. Latin harflerinin kabulünden sonra değiştirilen ‘Fırtına, rüzgar, yağmur, mütehavvil, eyi hava, sabit hava’ ibareleriyle bugün de hava durumu takip edilebiliyor.

 

***

 

Etfal Saat Kulesi

 

 

Sultan Abdülhamit’in sekiz aylıkken ölen kızı Hatice Sultan’ın anısına yaptırdığı Etfal Hastanesi’nin bahçesinde bulunuyor. 1907’de yapılan kule aynı zamanda mescit ve minare işlevi gördüğü için diğerlerinden ayrılıyor. 2011 yılında restore edilen kulenin saati çalışmıyor.

 

***

 

Osmanlı’da her yer saat!

Osmanlı’da zamanı takip eden yapılar saat kuleleriyle sınırlı değil. Bunların dışında hastane, kolej, gar ve kilise gibi bazı binalarda da saatler yer alıyor. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin 99 depreminde yıkılan saat kulesi ayağa kalkmayı bekliyor. Galatasaray ve Haydarpaşa Garı çatı saatleri, daha çok ‘saatli bina’ olarak bilinen Boğaziçi Üniversitesi Albert Long Hall Binası’nın saati, İstanbul Üniversitesi’nin girişinde bulunan kapı saatleri bugün de hizmet veriyor. Beyoğlu Ayios Konstantinos ve Ayia Eleni Kilisesi’nde, Çiçek Pasajı’nda saatler bulunuyor. Saati gösteren birbirinden farklı birçok yapı olmasına rağmen bakılmadığı için çoğu çalışmıyor.

Zaman, Haber: Tuba Öcek, 10.05.2014

ANKARA KALESİ YENİLENİYOR

 

 

Başkent’in önemli tarih ve turizm bölgelerinden olan Ankara Kalesi, yapılan restorasyon çalışmalarıyla turizmin gözbebeği durumuna geliyor.

 

 

 

Kale’deki zemin ve çevre düzenleme çalışmalarında son aşamaya gelinirken, 91 tarihi binadan 74’ü tarihi dokuya uygun restore edildi. Restorasyon çalışmalarının tamamının Haziran ayı sonunda bitmesi bekleniyor.

 

Hacı Bayram Camii ve çevresindeki sokaklar başta olmak üzere, Hisarpark Caddesi, Roma Antik Tiyatro ve çevresinde hummalı bir çalışma sürerken, tarih beşiği Ulus yeniden eski görkemli günlerine kavuşuyor. 

 

Ankara’nın simgesi 

Ankara’nın tarihini yansıtan Kale ve çevresinde örnek bir çalışmaya imza atan Büyükşehir Belediyesi, dış kale diye adlandırılan bölümdeki çalışmalarda son aşamaya geldi. Bölgenin önemli sorunları arasında bulunan temiz su, yağmur suyu, pissu, elektrik, telefon ve doğalgaz hatları baştan sona yenilenip yer altına alınırken, restorasyon ve sokak sağlıklaştırma çalışmaları da devam ediyor.

 

Çalışmalara ilişkin bilgi veren Büyükşehir Belediyesi Koruma, Uygulama ve Denetim (KUDEM) Müdürü Akar Pınar Üstün, “Toplam 10 sokaktaki 91 yapının 74’ünün restorasyon çalışması tamamlandı. Diğerlerinde de çalışmalar sürüyor. Ayrıca toplam uzunluğu 1000 metre olan sokakların da çevre düzenlemelerini yapıyoruz. Sadece Dış Kale’de biri büyük 4 adet meydan düzenlemesi yapıyoruz.  Ziyaretçilerin durup dinlenebileceği alanlar oluşturuyoruz. Hem gezilecek, hem dinlenilecek hem de muhteşem bir seyir keyfi yaşanacak” dedi.

 

Zemin ve çevre düzenleme çalışmalarının önümüzdeki günlerde tamamlanacağını, bina restorasyonlarının ise 2 ay içerisinde bitmesinin planlandığını kaydeden Üstün, “Bölge tarihine uygun bir biçimde süren çalışmalarımızda aydınlatmalar da ferforjeli özel apliklerle sağlanacak. Bir nevi Güvercin Sokak’taki çalışmaları burada da gerçekleştireceğiz ve oradaki muhteşem görünümü, buraya da kazandıracağız” diye konuştu.

 

“Hem tarihi zenginliği hem de coğrafi yapısı itibariyle zorlu bir alanda itinalı bir çalışma sürdürüyoruz” diyen KUDEM Müdürü Üstün, Zemin çalışmalarında küp taş, andezit ve podima taşları kullanıldığını kaydetti.

 

Üstün, tarihte büyük yangınlarla anılan bölgeyi korumak ve Ankara Büyükşehir Belediyesi İtfaiye Daire Başkanlığı’nın çalışmalarını kolaylaştırmak için de 15 adet yangın hidrantı kurulduğunu sözlerine ekledi.

Toki Haber, 10.05.2014

MATISSE'İN MAKASTAN ÇIKAN KOLAJLARI

 

 

Fransız ressam Henri Matisse’in, son dönemlerinde kanser hastalığıyla savaşırken makas, kağıt ve toplu iğneleri kullanarak yaptığı kolajlar, Londra Tate Modern Müzesi’nde sergileniyor. Sergi, Matisse için son 10 yılda gerçekleştirilmiş en kapsamlı seçki.

 

Sanatçının hastalığı da başka türlüdür. Elindeki o sihirli değnekle bu huysuz zamanların yönünü akla gelmeyecek bir tarafa döndürür. Virginia Woolf hastalık üzerine yazdığı denemesinde “hastalıkta sözcüklerin mistik bir niteliği vardır sanki. Yüzeydeki anlamlarının gerisindekini kavrarız, sezgilerimizle oradan buradan bir şeyler toplarız.” derken, hastalığın her türlüsünün, epeyce önce unuttuğumuz kimi şeyleri çekip çıkardığına da işaret eder biraz da. Hele bir sanatçının, hastalığın bedene verdiği huysuzlukla, bu keyifsiz anları nasıl gördüğü oradan neler topladıkları izlenmeye değerdir. 20. yüzyılın önemli sanatçılarından Fransız ressam Henri Matisse’in (1869-1954) Londra Tate Modern Müzesi’nde açılan “The Cut-Outs” adlı sergisi tam da bu hastalık ve ‘yüzeyden’ kurtulup daha da derinlerde bir arayışa çıkmanın karşılığı. Matisse’in son dönemlerinde kanser hastalığıyla savaşırken gerçekleştirdiği yüz otuzu aşkın irili ufaklı eser, sanatçı için son 10 yılda düzenlenmiş en kapsamlı seçki.

 

Doğu estetiğinden izler

Matisse, 71 yaşında, yakalandığı hastalığından sonra sanatından bir adım geri atmaz. İkinci hayat diye niteliği bu zamanlar, onun için gayet üretken ve yeni işlerin denendiği bir dönemdir. Tekerlekli sandalyeye bağlı hayatını eline aldığı makası çalıştırarak renklendirir. Guajla boyanmış kağıtlara çeşitli formlar veren Matisse, oturduğu yerden kolajlarını oluşturur. Yapraklar, dans eden insanlar, balıklar, yıldızlar ve atlar Matisse’in makasının çalışmasıyla şekil alırken, çocuksu bir heyecanla işleyen elleri onu yeni bir hayata bağlar. Asistanına elindeki uzunca sırıkla kestiği kağıtların nereye yerleştirileceğini gösteren sanatçının kolajları, uzaktan yağlıboya bir resmi andırıyor. Yakından baktığınızda ise kimi kağıtların köşelerine iliştirilmiş toplu iğneler hala yerli yerinde. Birçok koleksiyondan derlenen kolajlara, sanatçının çeşitli dönemlerde yaptığı yağlıboya tablolar, heykeller ve vitraylar eşlik ediyor.

 

Kolajlarındaki yalınlık herkesin kolayca yapabileceği hissi uyandırsa da kullandığı formlar ve renkler Matisse’in üslubunu açık ediyor. İkinci hayatındaki bu üretme tutkusu onu, odasındaki duvar kağıtlarını kolajlarla değiştirmesine kadar uzanır. Sergide bu devasa kolajların yanı sıra çeşitli kitaplara ve dergilere hazırladığı kapaklar da yer alıyor. Matisse’in Doğu estetiğine ilgisini bu son dönemlerinde yaptığı kolajlarda da görmek mümkün.

 

Tate Modern, bir sanatçının hem hastalık hem de yaşlılığa rağmen üretme tutkusunu gösteren sergi hakkında hazırladığı filmi, ülkedeki pek çok sinemada gösterime koyacak. Müzenin gerçekleştireceği bu sinema-sergi buluşması da bir ilk. Londra’dan sonra New York Modern Sanatlar Müzesi’nde açılacak sergi, 7 Eylül’e kadar gezilebilir.

 

Matisse için Aragon'dan roman, Byatt'tan öyküler

İngiliz öykücü A. S. Byatt’ın, Matisse’in içinden geçtiği üç öyküsü Türkçede. Matisse Öyküleri’nde (Can Yayınları), ‘Medusa’nın Ayak Bilekleri’, ‘Sanat İşi’ ve ‘Çin Istakozu’ adlı öykülerle birlikte Matisse’e ait el çizimleri yer alıyor. Kitap, Peter Kemp’in deyişiyle “bir boya kutusu parçalanmışçasına imgelemimizin retinasına çarpıyor.” Matisse röprodüksiyonunun asılı olduğu berber dükkanının sahibi; Matisse’in tablolarındaki renklere tutularak, onun izinden yürümeye çalışan bir ressam ve Matisse konusunda tez hazırlayan bir üniversite öğrencisi ile tez danışmanı profesör arasında geçenleri anlatan bu üç öykü, kurmacanın gözünden Matisse’i görmek isteyenler için taze ve renkli bir kitap. Yayıncılara küçük bir not: Fransız şair Louis Aragon’un 1971’de yazdığı Henri Matisse başlıklı romanını da Türkçede görmek elbette güzel olacaktır.

Zaman, Haber: Musa İğrek, 10.05.2014

SİLUETİ BOZAN BİNALARIN YANINA YENİLERİ GELİYOR

 

 

İstanbul’un siluetini bozduğu için Başbakan Erdoğan’ın "Sahibiyle konuştum. Tıraşlayın dedim. Ama hiçbir şey yapmadılar. O yüzden çok kırıldım, 5 yıldır konuşmuyorum" şeklinde tepkisini çeken ve mahkeme tarafından yıkımına karar verilen 16:9 kulelerinin bulunduğu sahile 67 metre yüksekliğinde (22 kat) 10 adet yüksek bina daha geliyor. Bakırköy’de Veliefendi Hipodromu’nun önünde bulunan eski Sümerbank arazisinde Bizans dönemine ait Adalet Binası ve Sayfiye Sarayı kalıntıları yer alıyor.

 

'İstanbul’un tarihi silüete giren’ 16:9 kulelerinin yakınında bulunan Bakırköy’deki eski Sümerbank arazisinde 22 katlı 10 adet blokun yapımına başlandı. İBB Başkanı Kadir Topbaş’ın Veliefendi Hipodromunun bulunduğu alanda yapılacağını açıkladığı Çırpıcı Şehir Parkı’nın yanında yer alacak 62 dönümlük araziye Doğa Mimarlık tarafından Pruva 34 projesi adı altında 7’si rezidans, 3’ü otel olarak kullanılacak 10 blok inşa edilecek. İnşaat çalışmalarının başladığı arazide Bizans dönemine ait Adalet Binası (Hebdomon Tribünalis) ile Sayfiye Sarayı (Hebdomon lucundianea) antik yapı kalıntıları bulunuyor. Arazinin bir kısmında yüzeye çıkan ve İstanbul 1 Nolu Koruma Kurulu tarafından tescillenen kalıntılar Bizans yerleşiminin bilinen az örneklerinden olması nedeniyle önem taşıyor.

SİLUET TARTIŞMALARINDAN DERS ÇIKARILMADI
Başbakan Erdoğan’ın şehrin silüetini bozduğu için traşlayın talimatı verdiği 16:9 kulelerinin bulunduğu sahil şeridinde yer alan Pruva 34 projesinin aynı olumsuz etkiyi göstereceğini söyleyen Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Genel Sekreteri Ali Hacıalioğlu, "Bu tartışmalardan adeta hiç ders çıkarmamış gibi çok yakınında yeni imar kararlarının da bu şekilde verilmesi samimiyetsizliği gösteriyor" dedi. Tarihi yarımadaya yakınlığı nedeniyle 16:9 projesinin siluete daha fazla etki yaptığını belirten Hacıalioğlu "Sultanahmet Camisine olan izdüşümü 16:9 kadar olmayabilir. Ancak farklı bir açıdan baktığınızda aynı olumsuz etkiyi gösterecektir. Bazı açılardan algılanamayabilir ancak bazı açılardan çok ciddi şekilde siluet dengesini bozacak bir görünümü olacaktır" şeklinde konuştu.

 

 

DEPREM AÇISINDAN SAĞLIKLI DEĞİL
Sahil şeridinde ve Çırpıcı Deresi'nin hemen yanıbaşında bulunan arazide yapılaşma yoğunluğu turizm tesisleri için 2,5 emsal, turizm ticaret alanı için 2 emsal, ticaret ve konut alanı için 1 emsal olarak belirlenmiş. Yaklaşık 2 emsal inşaat izninin yerin 12 metre derinliğinde 3-4 kat bodrum katı anlamına geleceğinin altını çizen Hacıalioğlu "Altyapı dengesi yoğunluğunu bozucu yoğunlukta. (Yapılaşmanın) deniz ve dere kenarında olması nedeniyle aşırı düzeyde bodrum katı da inilerek depremsellik ve korozyon açısından çok sağlıklı olduğu söylenemez" dedi. Hacıalioğlu, yüksek yoğunluklu imarın bölgeye ciddi bir nüfus yoğunluğu getireceğini söyleyerek projenin nüfusun ihtiyaç duyacağı kamusal alanlara yer ayırmadığını da ekledi.

BİZANS KALINTILARININ KORUNMASI MÜMKÜN GÖZÜKMÜYOR
Özelleştirme sürecinde yıkılan Sümerbank fabrikasının bulunduğu arazide Bizans dönemine ait Adalet Binası (Hebdomon Tribünalis) ile Sayfiye Sarayı (Hebdomon lucundianea) antik yapı kalıntıları bulunuyor. İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü yüzeyde görülen bazı duvar kalıntıları ve buluntular üzerine kazı çalışması yaptı. Kazılarda çıkan buluntuların MS 6-13 yy’a ait olduğu, Bizans dönemi yerleşiminin bilinen az örneklerinden olduğu I No’lu Koruma Kurulu tarafından tescillendi. Arkeolojik kalıntıların kültür varlığı niteliği taşıdığının belirtildiği kararda komşu parsellerde de kültür varlığı niteliği taşıyabilecek buluntuların olabileceği belirtildi.

KORUMA KURULU "TARİHİ KALINTILAR ZARAR GÖRMESİN" DEDİ
Öte yandan Kültür Bakanlığı İstanbul 1 Numaralı Koruma Kurulu inşaat sırasında kalıntıların zarar görmesini önleyici koruma tedbirlerinin alınmasına, kalıntılara ilişkin uygulama tamamlanmadan iskan izni verilmemesi gerektiğine karar verildi. Araziye bu kalıntıların korunması karşılığında inşaat yapma izni verildiğine dikkat çeken Hacıalioğlu "Siz deniz kenarında, dere yatağında bütünüyle aşağıya iniyorsunuz. Yüzeyde temel izleri gözüken Bizans kalıntıların korunması pek mümkün gözükmüyor" ifadelerini kullandı.

NEDEN TARLA FİYATINA SATTINIZ
Eski Sümerbank fabrikasının bulunduğu arazi 2004 yılında Doğa Madencilik’e 44 milyon dolara satıldı. Arazi satışından kaynaklı bir kamu zararı olduğunu savunan Hacialioğlu "Madem ki kamu eliyle bu kadar yüksek yoğunluklu bir yer olarak düzenleyecektiniz, neden neredeyse bir tarla fiyatına sattınız. Çünkü imar verildikten sonra arsanın değeri bugün 1 milyar dolardır. Burada satıştan kaynaklanan bir kamu zararından bahsetmek mümkün" diye konuştu.

Radikal, Haber: Elif İnce, 10.05.2014

ÖZBEKLER TEKKESİ'NDEN ÇALINAN TARİHİ ESERLER DOLAPDERE'DE ÇIKTI

 

 

Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi’ne 8 Ekim 2011’de giren hırsızlar, 43 tarihi eseri çalarak kayıplara karışmıştı.

 

Özbekler Tekkesi’nden çalınan eserlerle ilgili Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürlüğü Araştırma Büro Amirliği ekiplerine istihbarat geldi. Dolapdere Bostan Mahallesi, Küçük Odalar Sokak’ta bulunan bir iş hanındaki antikacı dükkanına önceki gün akşam saatlerinde operasyon düzenlendi.

Operasyonda yapılan aramalarda 11 ebru tablosu, 2 yağlıboya tablo ve 17. yüzyıla ait tablolar bulundu. Uzmanlar eşliğinde yapılan incelemede, ele geçen 11 ebru tablosu ve 2 yağlıboya tablonun Özbekler Tekkesi’nden çalınan tablolar olduğu anlaşıldı. İşyeri sahibi M.Ş., gözaltına alındı. Operasyonda ele geçirilen Özbekler Tekkesi’ne ait 11 ebru tablosu ve 2 yağlıboya tablonun yapılacak işlemlerin ardından tekkeye teslim edileceği belirtildi. Diğer tablolarla ilgili araştırma sürecek.

Zaman, Haber: Fazlı Mert, 10.05.2014

100 YILLIK SİNAGOG KÜLTÜR MERKEZİ OLUYOR

 

 

Edirne'de 2'nci Abdülhamid'in fermanıyla yaptırılan ve 1907'de açılan Musevi cemaatinin ibadet ettiği Avrupa'nın en büyük sinagogunun restorasyon çalışmalarında sona gelindi.

Yaklaşık 4 yıl önce eski fotoğraflardan yola çıkılarak süren yenileme çalışmaları 4 ay sonra tamamlanarak, görkemli bir törenle açılması hedefleniyor. Kültür merkezi haline getirilecek olan sinagogda Musevi cemaati istediği zaman ibadet yapıp dini nikah törenlerini düzenleyebilecek.

 

Kaleiçi semti Marif Caddesi'ndeki bulunan tarihi sinagogun restorasyonu, 2010 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 3 milyon 700 bin TL'ye ihale edildi. Edirne Vakıflar Bölge Müdürü Osman Güneren, Vakıflar Bölge Müdürlüğün'ce 2010 yılında başlatılan restorasyon çalışmaların da sona gelindiğini söyledi.

Yapılan dış cephe çalışmalarında tamamlanmak üzere olduğunu anlatan Güneren, "Sinagogun iç duvarlar da bulunan işlemeli motifler ile kemer kısımlarında eski fotoğraflardan yola çıkarak çalışmalara başladık. Şu an restorasyon çalışmalarında sona yaklaştık. Sinagogda dış cephe inşaatı, çatı onarımı ve kalem işlerinin tamamlanmasının ardından zemin döşemesine geçilmiş durumda. Her bir kalem işi bile mevcut fotoğraflara göre yapıldı. Özellikli bir yapı, yapmak kadar verilecek fonksiyon da önemli. Edirne için faydalı fonksiyon verme niyetindeyiz. Kültür merkezi şeklinde işlevini sürdürecek, olan Sinagog Musevi cemaatinin de görüşleri alınacak. Sinagog restorasyonunun 4 ay sonra tamamlanıp açılışının yapılmasını planlıyoruz" dedi.

 

 

13 AYRI SİNAGOG YERİNE YAPILDI

Edirne'de yaptırılan büyük Sinagog olarak bilinen ibadethanenin 1905'te yaşanan ve "büyük yangın" olarak adlandırılan yangında yok olan 13 ayrı sinagogun yerine 2'nci Abdülhamid'in fermanıyla yapılarak 1907'de ibadete açıldı. Viyana Sinagogu mimarı Fransız France Depre tarafından örnek alınarak projelendirilen yapının büyük bir bölümü, aradan geçen süre içinde tahrip oldu. Bir dönem Tarakya Üniversitesi bünyesine geçen Sinagog, Musevi cemaatinin tepkisi üzerine yeniden Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne devredildi. Yığma tuğla ve çelik konstrüksiyon kullanılan nadir eserlerden olarak bilinen tarihi sinagogun restorasyonu kapsamında yapılan çalışmaları orijinal yapısını korumak için yığma tuğla ile tavanların ise 'Bağdadi' tekniği ile tüm yüzeylerin sıvanarak yapıldı.

 

GEÇMİŞİ 1492'YE DAYANIYOR

Geçmişi, 1492 yılında Avrupa'daki baskılardan kaçarak Osmanlı İmparatorluğu'na sığınan Seferad cemaatine kadar uzanan sinagogun bugünkü binası 1907'de inşaa edildi. 1992 yılından sonra kaderine terk edilen sinagogun çatısına leylekler yuva yapmış, çevresindeki demir kapı ve parmaklıklar çürümüştü. İsrail ile Türkiye arasında tarihi bir bağı simgeleyen sinagoga ilgi, İsrail devletinin kurulması ve Edirne'deki Yahudi Cemaati'nin İstanbul'a yerleşmesiyle azaldı. 1983 yılından bu yana kullanılmayan sinagogun mülkiyeti 1995'te Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne geçti. Kullanılmasa da tarihi açıdan Museviler için büyük önem taşıyan sinagog, Edirne'de doğan Türk Sinagog Musikisi'nin (Maftirim) de kaynağını oluşturuyor.

Gerçek Gündem, Haber: Ali Can Zeray, 09.05.2014

HADRİANAUPOLİS ANTİK KENTİNDEKİ KAZI ÇALIŞMALARI

 

Eskipazar İlçesi'nde gün yüzüne çıkarılan mozaikler dolayısıyla "Karadeniz'in Zeugması" olarak nitelendirilen Hadrianaupolis Antik Kenti'nin turizme açılması için çalışmalar devam ediyor.

 

Karabük Üniversitesinde görevli arkeolog Ersin Çelikbaş, AA muhabirine yaptığı açıklamada, MÖ 1. yüzyılda kurulduğu ve MS 8. yüzyıla kadar yerleşim amacıyla kullanıldığı tahmin edilen Hadrianaupolis'teki kazıların Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Vedat Keleş önderliğinde yürütüldüğünü söyledi.

 

Kazıları şimdilik korumaya yönelik yürüttüklerini anlatan Çelikbaş, "Anadolu'da hiç örnekleri görülmeyen bazı zemin mozaikleri var burada. Bunların turizme kazandırılması gerekli. Bu yönde başlatılan çalışmalarda sona gelindi. Erken Bizans döneminde ait Kilise B'de bulunan mozaiklerin korunması amacıyla yapılan inşaat, biter bitmez turizme açılabilir. Yaklaşık 1 ay içinde çalışmalar tamamlanacak" diye konuştu. 

 

Kazı alanının büyüklüğü nedeniyle çalışmaların geniş zaman diliminde yapılabileceğine dikkati çeken Çelikbaş, "Bu nedenle kazılar devam ederken ortaya çıkartılan eserlerin korumaya alınıp turizme açılması gerekli. Bu yöndeki çalışmalar hızla ilerliyor. Bizim için daha önemli olan şey ise kültür varlığının kurtarılmasıdır" ifadesini kullandı.

Memleket, 09.05.2014

700 YILLIK TARİHİ ŞEHİRDEN GERİYE BİR MİNARE VE ÇEŞME KALDI

 

Anadolu Selçuklu Devleti’nin yerleşim yerlerinden ve Hamitoğulları Beyliği’ne başkentlik yapmış Isparta’nın Uluborlu İlçesi'nde son yıllara kadar ayakta kalan 700 yıllık tarihi şehirden geriye sadece tarihi Salih Efendi Camisi’nin minaresi ve Şeyh Muhiddin Çeşmesi kaldı. Taş medrese, köprü, hamam, cami gibi tescilli tarihi eserlerin bulunduğu 18 mahalleden oluşan tarihi yerleşim yerinin taşınması, tabiat şartları, halkın bilinçsizliği ve definecilerin kaçak kazıları nedeniyle son 30 yıl içinde yok olduğu bildirildi.

 

Uluborlu Kaymakamı Adem Çelik, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Uluborlu’nun MÖ 3. yüzyıldan itibaren çeşitli medeniyetlere beşiklik eden bir yerleşim yeri olduğunu kaydetti.

 

İlçede hala hangi döneme ait olduğu bilinmeyen bir kale bulunduğunu söyleyen Çelik, “Dönem içerisinde eserlerimizde bir takım yıpranmalar olmuş, tabiki bu anlamda ciddi araştırmalara da ihtiyacı olan bir coğrafya üzerinde bulunuyoruz. Gerekli araştırmaların yapılabilmesi için tarihçileri İlçemize davet ediyorum” dedi.

 

30 yıl öncesine kadar yerleşim yeri olan bölgede yaşayanların ovaya taşınmasından sonra antik şehrin gözden düştüğünü anlatan Çelik, şöyle konuştu:

“Burası biraz gözden düşmüş bir yer durumunda. Ancak tarihi kalıntıların olduğu alan. Buranın restorasyon ve tanıtım çalışmalarıyla yeniden hayata geçirilebileceğini düşünüyoruz. Henüz tarihine ulaşamadığımız bir takım tarihi unsurlarımız var. Antik kentin ciddi anlamda araştırmalara ihtiyacı var. Öncelikle bunların araştırılması gerekli. Bu noktada da bir takım girişimlerde bulunduk, dileriz süreç içerisinde sonuç verecektir.”

 

Defineciler kaçak kazılarla tarihi yok etti

Tarih ve kültür varlıkları araştırmacısı ve eski Uluborlu Belediyesi Başkanvekili Mehmet Ertan, “Eski Uluborlu” denilen 18 mahalleden oluşan tarihi şehirden geriye tadilatla yıkılmaktan son anda kurtarılan bir minare ve bir de çeşmenin kaldığını belirtti.

 

1970′li yıllara kadar ayakta kalan tarihi yapıların şehrin ovaya taşınmasından sonra bakımsız kaldığını ve insanların bilinçsizce taşlarını sökerek yeni yapılarda kullandığını ve definecilerin bir şey bulmak adına kaçak kazılar yaptığını ifade eden Ertan, “Burası Osmanlı ve Selçukluların hüküm sürdüğü bir yer. Tescilli 11 Selçuklu eseri var, koruma altında. Köprüler, hamamlar var. Medrese 10 yıl öncesine kadar sağlamdı, çilehaneleri vardı, güzel bir medreseydi, hava muhalefetinden yıkıldı. Tescilli olduğu için bir şey yapamıyoruz” şeklinde konuştu.

 

Tarihi şehrin metruk hale gelmesinden sonra definecilerin tarihi bölgeye büyük zarar verdiğini anlatan Ertan “Defineciler burayı çok kazdı. Sütün başlıkları yok oldu, kaçak olarak sürekli kazı yaptılar. Siyam çeşmesindeki dibeği kırmışlar. Bir tarihi yok ediyor, bilinçsizce davranıyor, tarihe büyük zarar veriyorlar” diye konuştu.

 

Uluborlu’daki tarihi dokunun tanınmadığına dikkati çeken Ertan, tarihçileri araştırma yapmak üzere İlçeye davet etti.

haberler.com, 08.05.2014



4 - 10 Mayıs 2014

TARİHİ BOSTANA UYDUDAN PARSEL

 

 

Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi öğrencileri, Yedikule bostanlarının molozlanmadan önceki halini eski uydu görüntülerini kullanarak yeniden ‘çizdi’. Öğrenciler, civarda yaşayan çocukların toprağa taşlar dizerek oluşturduğu futbol sahasının yanına ikinci el inşaat malzemelerinden ufak bir tribün de yaptı. Atölye yürütücülerinden Mimar Aslıhan Demirtaş, çocukların atölyeye yoğun ilgi gösterdiğini anlatarak “‘Bostanın eski halini hatırlamak için parselleri çiziyoruz’ deyince çocuklar coştu. Önce alanın uydu fotoğraflarından bakarak sınırlarını belirledik, sonra da çubukların arasına şeritler gererek bostanları yeniden çizdik. Öğrenciler ve çocuklar hep beraber çalıştı” dedi.


Çocuklar bostanı özlemiş
Fatih Belediyesi’nin geçen yaz “Park yapılacak” diyerek 1700’lerden kalma belgelerde tespit edilen İsmail Paşa Bostanı’nı molozla kaplaması büyük tepki çekmiş ve protestolara sebep olmuştu. Radikal, bostanlarda 4-5 katlı binalar yapılmak üzere Fatih Belediyesi tarafından ayrı bir proje hazırlandığını ve projenin kamuoyundan gizlendiğini ortaya çıkarmıştı. Bunun üzerine belediye alandan makinelerini çekti ve projenin ‘revize edileceğini’ açıkladı. Tepkilere rağmen tarihi bostanın üzerine dökülen moloz yaklaşık bir yıldır temizlenmedi.


Eş yürütücülüğünü Mimar Aslıhan Demirtaş ve Avusturya Brisbane Üniversitesi’nden Peyzaj Mimarı Claudia Taborda’nın yaptığı 5 günlük atölye kapsamında ilk olarak üniversite öğrencileri kent içi tarım, Yedikule bostanlarının tarihi ve sosyopolitiği gibi konularda eğitim aldı. Mimar Demirtaş, “Öğrencilere mimarlığın güzel objeler inşa etmek olmadığını, bir mekan yaratmanın sosyal sorumluluklarını, politik etkilerini düşünmek gerektiğini anlatmaya çalışıyoruz. Molozlandıktan sonra bostan boş bir alan haline gelmişti. Biz tribünü yapar yapmaz çocuklar üzerine toplandı, anneleri de evden poğaçalar, çaylar getirip yanımıza oturdu. Çocuklara ‘Park mı bostan mı istersiniz’ diye sorduğumuzda ‘Tabii ki bostan’ cevabını verdiler. Bostanın eski halini çok özlediklerini anlattılar” diye konuştu.


Demirtaş, birkaç gün önce çocukların arayıp tribünün ortadan kaybolduğunu söylediklerini, mimarlık öğrencilerinin bostana geri dönüp aynı tribünden tekrar inşa etme planları olduğunu anlattı.

Radikal, Haber: Elif İnce, 09.05.2014

HALEP'TE TARİHİ OTEL YERLE BİR OLDU

 

 

Halep Kalesi'nin tam karşısında bulunan tarihi Carlton Oteli, dün Suriyeli muhalifler tarafından havaya uçuruldu. Olayda en az 50 rejim askeri hayatını kaybetti

 

Suriye'de 3 yıldır süren iç savaş, ülkenin en kıymetli tarihi eserlerini de bir bir ortadan kaldırmaya devam ediyor. Dün, UNESCO Tarih Mirası Listesi'nde yer alan tarihi Halep kentinin en önemli yapılarından biri daha yerle bir oldu. Muhalif gruplar, Halep Kalesi'nin giriş kapısının tam karşısında bulunan ve 150 yıllık eski bir kervansaray binasında hizmet veren Carlton Oteli'ne bombalı saldırı düzenledi. Rejim askerlerinin karargah olarak kullandığı bina, altına kazılan tünele yerleştirilen bombalar sonucu havaya uçarken, olayda en az 50 askerin hayatını kaybettiği bildirildi. Bombalı saldırının sorumluluğunu İslami Cephe mensubu muhalif gruplar üstlenirken, saldırı anı kameraya kaydedilerek, internetten yayımlandı. Meydana gelen şiddetli patlama nedeniyle çevredeki çok sayıda tarihi bina ve evin de harabeye döndüğü kaydedildi. İç savaşta en şiddetli şekilde etkilenen kentlerin başında gelen Halep'te daha önce Kapalıçarşı ve Emevi Camii de kullanılamaz hale gelmişti.

Sabah, 09.05.2014

OSMANLI KERVANSARAYINI TÜRKLERE SATACAKLAR

 

 

Mali krizdeki Yunanistan, aralarında Selanik’teki tarihi “Kervan Saray” Oteli’nin de olduğu 10 turistik tesisini Türklere satmak için İstanbul’da bir toplantı düzenleyecek.

Yunanistan’da ekonomik kriz nedeniyle mali açıdan zor durumda olan bazı otel ve turistik tesislerin, yabancı yatırımcılara satış ya da kiralama usulüyle devredilmesi planı kapsamında İstanbul’da bir tanıtım toplantısı düzenlenecek. 22 Mayıs’ta Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği’nin (TÜRSAB), Yunan “Tourism Plus” şirketiyle ortaklaşa düzenleyeceği “Yunan Mülkiyetleri-Türk Turizm Yatırımcıları Etkinliği” (Greek Properties-Turkish Tourism Investors Event) adlı özel tanıtım toplantısında, Kuzey Yunanistan bölgesinde yer alan 10 kadar 4-5 yıldızlı otel ve tesis Türk yatırımcıların ilgisine sunulacak.

İşadamları davetli
Tourism Plus şirketinin kurucusu Nikos Sapuncis, toplantıyla ilgili yaptığı açıklamada, Yunan otelcilik sektörünün ilk kez böyle bir açılımda bulunduğunu vurgulayarak, bu kararın alınmasında gittikçe gelişen Türkiye ekonomisinin etkili olduğunu kaydetti.

Son yıllarda Yunanistan’ı ziyaret eden Türk turist sayısında büyük artış olduğunun altını çizen Sapuncis, “Türk turistlerin ülkemizi sevdiğini ve Yunan kültürüne hayran olduklarını görüyoruz. Büyük ilgi olduğunu gördüğümüz için Türk piyasasına hitap etmeye karar verdik” diye konuştu.

Türk-Yunan Ticaret Odası üyesi olan TÜRSAB ve Tourism Plus’ın gerçekleştireceği toplantıya, İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve çok sayıda Türk işadamının davet edildiği belirtildi.

Önünde 500 yıllık cami var
Türk yatırımcıların beğenisine sunulan oteller arasında, Selanik’teki tarihi “Kervan Saray” Oteli de bulunuyor. Kent merkezinde yer alan ve 15’inci yüzyılda yaptırılan Hacı Bey Camisi’nin arkasında yer alan ve bir yangında kül olan tarihi kervansarayın yerine inşa edilen bina, 1958-2011 yılları arasında belediye binası olarak hizmet vermişti.

Vatan, Haber: Sevasti Kailidou, 08.05.2014

MISIR'DA 3100 YILLIK MEZAR BULUNDU

 

 

Mısır'da firavunun habercisi olan Pah Seir'e ait 3100 yıllık mezar bulundu.

Giza ilinde yer alan Sakkara kazı alanında düzenlenen basın toplantısında konuşan Tarihi Eserler Bakanı Muhammed İbrahim, Giza piramitlerinin 25 kilometre güneyindeki Sakkara kazı alanında MÖ 1077-1292 yıllarında hüküm süren 20. Firavun Hanedanlığı döneminde üst düzey yetkili olan Pah Seir'e ait mezar bulunduğunu açıkladı.

İbrahim, mezarın Mısır uygarlığı tarihinde yeni bir sayfanın doğmasını sağladığını, edinilen yeni bilgilerle antik Mısır'ın en gelişmiş dönemi Yeni Krallık'a ışık tutulacağını söyledi.

Tarihi Eserler Bakanı İbrahim, mezarın 5. Hanedanlık döneminin son Firavunu Unes'in Piramidine çıkan yolun güneyinde bulunduğunu ve 2010 yılında bulunan 19. Hanedanlık döneminde ordu komutanı olan Ptah Ms'nin mezarının kuzey duvarına yapışık olduğunu kaydetti.

Pah Seir'in, Ptah Ms'nin ailesinden olma ihtimalinin ortaya çıktığını aktaran İbrahim, yeni bulunan mezarın firavunların eski bir başkent olan Memphis'e idari ve askeri anlamda önem verdikleri hatta, yönetim farklı bölgelere taşındığında da mezarları taşıdığı ve Memphis'de Yeni Krallık dönemine ait büyük bir mezarlık bulunduğu bilgilerini kazandırdığını ifade etti.

Eski Kahire Üniversitesi Arkeoloji Fakültesi Dekanı Ula el-Aczi yeni bulunan mezarı şöyle tarif etti:

"Mezarın batıdan doğuya 12 metre uzunluğunda ve 6 metre genişliğinde, ön cephesinde sütunlu olan bir açık alan bulunuyor. Bu alanın ardından ortasında bir kuyu olan sütunlu bir alan daha yer alıyor. Bu kuyu yer altındaki mezar odasına gidiyor. Buranın ardından da neredeyse duvarları tamamen işlenmiş olan 3 oda bulunuyor."

Sabah, 08.05.2014

TAM 4 BİN YILLIK!

 

 

Çin'in güneybatısındaki Sıçuan eyaletinde 4 bin yıllık sulama sistemi ve baraj bulunduğu bildirildi.


Şinhua ajansının haberine göre, eyaletin Çıngdu şehrindeki bir inşaat sahasında antik sulama sistemiyle 147 metre uzunluğunda bir barajın ortaya çıkarıldığı kaydedildi.

Barajın tabanda 14, tepe noktasında ise 12 metre genişliğinde, elle kazılmış sekiz oluktan oluştuğu ve 1,3 metre yüksekliğinde olduğu ifade edildi.

ETRAFINDA MEZAR VAR
Yetkililer, barajın etrafında beş ev kalıntısı ile 54 mezarın bulunduğunu açıkladı.

Uzmanlar, barajın Yangzı Nehri civarında şu ana kadar bulunan en eski baraj ve sulama sistemi olduğunu kaydetti.
 

Yeni bulunan sulama sisteminin, bölgenin kültür miraslarından Duciangyan sulama sisteminden 2 bin yıl daha eski olduğu açıklandı.

Vatan, 08.05.2014

PICASSO'NUN ESERİ 31.5 MİLYON DOLARA SATILDI

 

 

Sotheby's Müzayede Evi, 20. yüzyılın en önemli sanatçıların biri kabul edilen ve Kübizm akımının kurucularından Picasso'nun 1932'de tamamladığı eserin, adının açıklanmasını istemeyen bir koleksiyoncu tarafından satın alındığını açıkladı.

 

Eserin 14-18 milyon dolara alıcı bulması bekleniyordu.

 

Müzayede evinin düzenlediği empresyonist ve modern sanat açık artırmasında, 50 eser toplam 219 milyon dolara alıcı buldu. Açık artırmada Fransız ressam Henri Matisse'nin 1924 tarihli "Sabah Çalışması" adlı eseri 19,2 milyon dolara, Fransız empresyonist ressam Claude Monet'nin "Japon Köprüsü" adlı tablosu da 15,8 milyon dolara satıldı.

 

Monet'nin "Nilüferler" adlı tablosu, dün Christie's Müzayede Evi'nin düzenlediği açık artırmada 27 milyon dolara satılmıştı.

 

Christie's Picasso'nun 1942 tarihli "Dora Maar'ın Portresi" adlı eserinin de 22,5 milyon dolara alıcı bulduğunu açıklamıştı.

Habertürk, 08.05.2014

SAHİBİNDEN SATILIK MÜZE

 

 

Türkiye’nin ilk ve tek bakır eserler müzesi olma özelliğine sahip Saklı Konak Bakır Eserleri Müzesi, satılıyor. Özel koleksiyonlardan oluşması itibariyle alanında ‘tek’ kabul edilen müzenin sahibi Ali Atalar, 30 yıldır biriktirdiği bakır eserleriyle birlikte müzeyi ‘yaşadığı bazı sıkıntılar’ sebebiyle elinden çıkarmak istiyor.

 

2011 yılında kendi koleksiyonunu restore ettirerek açtığı ve Osmanlı dönemine ait 800 bakır eserin yer aldığı Saklı Konak Bakır Eserleri Müzesi, 2012 yılında Türkiye’den ve dünyanın farklı yerlerinden Gaziantep’i görmeye gelen turistlerce ziyaret edildi. İçerisinde kazan, dikiş makinesi, ibrik, tepsi, çan, bıçak, kama, kılıç, hamam takımları, tava gibi Osmanlı günlük yaşamında kullanılan bakır eserlerin yer aldığı müze, Ali Atalar’ın tercihi ile ‘teklif usulü’ satılacak. Aynı zamanda 12 odalı tipik Osmanlı mimarisinde bir ev olma özelliğine de sahip müze binası, kendi başına bir tarihi eser.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı ile ona bağlı müdürlüklerle sıkıntı yaşadığını da belirten Ali Atalar, ‘Türkiye'nin ilk ve tek bakır eserleri müzesi, Gaziantep kültürüne ve turizmine hizmet ediyordu. Yaklaşık 3 yıldan beri kendi yağıyla kavrulması için mücadele ediyorum. Müzeciliğin ticaret kurumu olmadığını biliyorum. Hiçbir yerden maddi ve manevi destek almadan bu işi yürütmeye çalıştım ancak artık yoruldum. Bu mücadeleyi sürdürecek kurum, kuruluş, kişi varsa devretmek istiyorum’ diyor.

Habertürk, 08.05.2014

448 YILLIK SIR AÇIĞA ÇIKTI

 

 

Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü öretim üyesi Prof.Dr. Mehmet Zeki İbrahimgil, Başbakanlık ve Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivindeki Sokullu Mehmet Paşa belgelerine dayanarak Osmanlı padişahlarından Kanuni Sultan Süleyman'ın iç organlarının Macaristan'ın Zigetvar şehrindeki Kanuni Camisi'nin bahçesinde gömülü olduğunun tespit edildiğini söyledi.

Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Mehmet Zeki İbrahimgil, Trakya Üniversitesi, İslami İlimler Araştırma Vakfı ile İstanbul Üniversitesi İslam Araştırmaları Merkezi'nce Başbakanlık Tanıtma Fonu desteğiyle ‘Osmanlı İlim, Düşünce ve Sanat Dünyasında Balkanlar’ sempozyumuna katılmak için Edirne’ye geldi. 

Sempozyumun ardından gazetecilerin sorularını yanıtlayan Prof.Dr. Mehmet Zeki İbrahimgil, Osmanlı padişahlarından Kanuni Sultan Süleyman'ın iç organlarının nereye gömüldüğü konusunda net bilgilere ulaştıklarını söyledi. Yaklaşık 1.5 yıldır Balkanlardaki Türk eserlerinin değerlendirilmesi konusunda bir çalışma yürüttüklerini ifade eden Prof.Dr. İbrahimgil, şunları söyledi: "Balkanlardaki Türk eserlerinin değerlendirmesi üzerine bir çalışmamız var. Yaklaşık 1.5 yıldır Ankara’da Başbakanlık ve Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivindeki belgeler inceleniyor. Bunlar yapılırken, hiç beklemediğimiz bir şeyle karşılaştık. Belgelerin vakfiyeleri okunurken, Kanuni Sultan Süleyman’ın iç organlarının Zigetvar da defnedildiği yer olarak tespit ettik. Bunu Sokullu Paşa’nın vakfiyesinde belgelere dayanarak söyleyebiliriz. Macaristan'ın Zigetvar şehrindeki Kanuni Camisi'nin yanındaki hanikahta gömüldüğü tespit edildi. Ancak detaylı açıklama daha sonra üst resmi makamlardan gelecek. Sokullu Mehmet Paşa’nın vakfiyesiyle Selaniki tarihinde çok net olarak belirtiyor. Zigetvar kazı çalışması yapılacak ve ardından türbe haline geleceğini düşünüyorum" dedi. 

İÇ ORGANLARIN AKİBETİ BİLİNMİYORDU 
Kanuni Sultan Süleyman 1526'da, yani tahta çıkışının henüz 6'ncı yılında Mohaç zaferiyle Macaristan kapılarını açarak Avrupa'da ‘Muhteşem’ diye anılmaya başlamış, 40 yıl sonra döndüğü bu ülkede Zigetvar kalesinin fethinden bir gün önce, 7 Eylül 1566'da hayata gözlerini yummuştu. Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, Şehzade Selim gelip tahtı devralana kadar padişahın ölümünü vezirlerden bile gizledi. Kanuni'nin naaşı, İstanbul'a bozulmadan taşınabilmesi amacıyla tahnit edildi (mumyalandı). Bunun için kalbi ve iç organları çıkarıldı, misk ve amberle yıkanıp gömüldü. Rivayetlere rağmen iç organların kesin olarak nerede olduğu bir türlü ortaya çıkarılamamıştı. Bu açıklama ile 448 yıllık sır açığa çıkmış oldu.

Habertürk, 08.05.2014

TARİHİ BİNANIN ÇATISINI YIKTILAR

 

Karaköy'de 2. sınıf tarihi eser bina olan Fransız Geçidi İş Merkezi'nin çatı katının bır kısmı, hemen yanında inşası devam eden otelin yetkilileri tarafından yıkıldı..

 

 

Karaköy’de 2. sınıf tarihi eser bina olan Fransız Geçidi İş Merkezi’nin çatı katının bir kısmı, hemen yanında inşası devam eden otelin yetkilileri tarafından matkapla delinerek yıkıldı. Yıktıkları kısmın kendi inşaat alanlarına girdiğini iddia eden yetkililer, yıkımı görüntüleyen han görevlisine hem tehditler savurdu, hem de saldırmaya çalıştı.

 

Olay, 2 gün önce Beyoğlu Kemankeş Karamustafa Paşa Mahallesi Mumhane Caddesi üzendeki Fransız Geçidi İş Merkezi’nde meydana geldi. İddiaya göre, 2. sınıf tarihi eser olan Fransız Geçidi İş Merkezi'nin yanında inşası devam eden otelin yetkilileri, binanın çatısının bir kısmının kendi alanlarına girdiğini iddia ederek yıkmak istedi. Durumu fark ederek çatıya çıkan han görevlisi Ali Ekber Fırat, çatının bir kısmının inşaat çalışanları tarafından matkapla yıkılmaya çalışıldığını gördü. Yıkım çalışmasını cep telefonuyla görüntüleyen Fırat inşaatın yetkililerine, “Bunun hafif cezası olduğunu biliyorsunuz değil mi? Şu an siz tarihi binayı kırıyorsunuz. Bilginiz olsun. Sonra ben bilmiyorum deme” diyerek uyardı. İnşaattaki yetkililer ise, “Delil yapmaya mı çalışıyorsun? Çok iyi” diyerek duruma tepki gösterdi. Bunun üzerine yetkili, kendisini çektiğini bahane ederek Fırat’tan çekimi durdurmasını istedi. Fırat’ın “Seni çekmiyorum, yıkımı çekiyorum” demesi üzerine sinirler iyice gerildi. Birbirleriyle bir süre tartışan taraflardan inşaat çalışanı bir anda çatıdaki Fırat’a saldırmak istedi. Şahsın inşaattaki diğer çalışanlar tarafından tutulması sonucu ortam sakinleşti. Olayın ardından inşaat çalışanları yıkıma devam etti.


İş merkezinin avukatı Pınar Kılıç, binanın 2. sınıf tarihi eser bina olduğunu belirterek, “Her şeyimiz ruhsatlı, yasal, resmidir. Zaten tarihi eser olduğu için izin almak suretiyle de olsa kolay kolay bir tadilat yapamıyorsunuz. Hal böyleyken binanın yan tarafındaki otel inşaatının yetkilileri, bizim ruhsatlı gözüken duvarımızın bir kısmını kendi alanlarına tecavüz etmiş bahanesiyle yıktılar. Arkadaşlarımızın uyarmasına ve binanın özel mülkiyet alanı olduğunu söylemesine rağmen dinlemeyerek yıktılar. Böylece bir sorunumuz ortaya çıktı. Şikayetçi olacağız. Bu yapılan hem mülkiyet hakkına saldırıdır hem de burası Karaköy’ün göbeğinde son derece nadide tarihi bir binadır. Pek çok filme ve romana konu olmuş Fransız Geçidi İş Merkezidir. Dolayısıyla bu eylemi gerçekleştirenler hakkında biz hukuki olarak sonuna kadar hakkımızı arayacağız” dedi.


İş Merkezi’nin görevlisi Ali Ekber Fırat ise, olayın 6 Mayıs günü başladığını ifade ederek, “Bütün resmi işlemlere başvurduk. Belediyeleri, zabıtaları aradık ve geldiler. Resimleri çektiler. Bizde şikayet dilekçelerimizi belediyeye verdik. Ona rağmen belediyeyi aradık ve herhangi bir yetkiliye ulaşamadık. Binanın yıkılamayacağını oradaki kalfalara ve yetkililere söylememize rağmen bizi rahatsız etmeyin, bize Beyoğlu Belediyesi izin verdi, yıkacağız gibisinden tehdit etti ve kırıma devam ettiler. Ben yıkımı görüntüleyince de, ‘Sen benim başımda duruyorsun, çekemezsin burayı ben işimi yapamıyorum’ dedi. Bende haliyle kendisine buranın 2. sınıf tarihi eser bir bina olduğunu burada kırım yapılamayacağını hatırlatmama rağmen kırımı gerçekleştirdiler. Hatta bizi çekemezsiniz diye hakarette bulundular” diye konuştu.

Milliyet, 08.05.2014

BİZANS'A GÖKDELEN GÖLGESİ

 

 

İstanbul’un siluetini bozması nedeniyle mahkeme tarafından yıkımına karar verilen 16:9 kulelerine benzer bir yapılaşma, kulelerin hemen yakınında bulunan ve Bizans dönemine ait kalıntıların yer aldığı eski Sümerbank arazisinde yükselecek. Bakırköy’de Veliefendi Hipodromu’nun hemen önünde sahil şeridinde yer alan araziye 67 metre yüksekliğinde (22 kat) 10 kulenin inşaatına başlandı. Bakırköy Belediyesi’nin verdiği inşaat ruhsatına göre yaklaşık 62 dönümlük araziye 296 bin metrekarelik inşaat izni verildi. Sahil şeridinde yapımına başlanan inşaatın silueti olumsuz etkileyeceğini belirten Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Genel Sekreteri Ali Hacıalioğlu, “16:9 kulelerinin siluete olan olumsuz etkisinden hiç ders çıkarılmadı, sahile betondan duvar örülüyor” dedi. Hacıalioğlu, araziye verilen yapılaşma koşullarının arazide yer alan Bizans kalıntılarını da tehdit ettiğini belirtti.

KALINTILAR TESCİLLENDİ
Eski Sümerbank arazisi, Bizans dönemine ait tescilli Hebdomon Adalet Binası ile Sayfiye Sarayı’na ait antik yapı kalıntılarının bulunduğu parselin etkileme alanı içinde yer alıyor. Arazide Arkeoloji Müzeleri tarafından sondaj kazıları yapıldı. Kazı sonucunda MS 6-13. yy’a tarihlenen arkeolojik kalıntılar açığa çıkarıldı. İstanbul 1 Nolu Koruma Kurulu, açığa çıkarılan kalıntıların “Bizans dönemi yerleşiminin bilinen az örneklerinden biri olması ve komşu parsellerde yer alan kültür varlığı niteliğindeki mimari yapılarla” bağlantılı olması nedeniyle Haziran 2013 tarihinde tescilleyerek koruma altına aldı. Kazı alanında açığa çıkarılan kanal parçası ile kuyunun ise belgelenerek kaldırılmasına karar verdi. I Nolu Koruma Kurulu, arazide yapılacak inşaat çalışması sırasında koruma tedbirlerinin alınmasını ve kalıntıların kent arkeolojisine kazandırılması için sergilenmesini öngören bir projenin hazırlanmasını istedi.

‘YERİN 12 METRE ALTINA İNİLECEK’
Özelleştirme kapsamında 2004 yılında Doğa Madencilik’e 44 milyon dolara satılan arazi için 2012 yılında onaylanan imar planına göre turizm tesisleri için 2,5 emsal (toplam inşaat alanını belirleyen kat sayı), turizm ticaret alanı için 2 emsal, ticaret ve konut alanı için 1 emsal verildi. Arazinin değeri satış ertesinde yapılan imar planıyla 650 milyon doları buldu.


Hacıalioğlu, “İnşaat alanı cinsinden 4,75 emsale tekabül eden bir yapılaşma öngörülüyor. Bu deniz seviyesinde düz bir arazide zemin altının bütünüyle kullanılması anlamına gelir. Yani, verilen ruhsata göre zemin üstünde yapılacak inşaattan çok daha fazlası zemin altına yapılacak. Yerin 12 metre derinine inilecek, zemin altında 160 bin metrekarelik inşaat öngörülüyor. Bu durumda Koruma Kurulu tarafından tescillenen yapıların korunması mümkün görünmüyor” dedi.

‘NÜFUS YOĞUNLUĞU GETİRİLİYOR’
Deniz seviyesinde ve Çırpıcı Dere yatağının hemen kenarında bulunan araziye yapılacak inşaatın depremsellik açısından da tehdit oluşturduğunu belirten Hacialioğlu, “Arsanın bulunduğu alan imar planlarında ayrıntılı jeolojik etüt gerektiren alan olarak planlara işlenmişken bu alanın böyle yoğun bir yapılaşmaya açılması şehircilik ilkelerine aykırı. Bölgeye getirilen konut fonksiyonuyla nüfus artışı olacak, ancak planlarda bu nüfus artışını karşılayacak sosyal donatı alanı da ayrılmamış” diye konuştu. Doğa Madencilik ise BirGün’ün sorularına yanıt vermedi.

Birgün, Haber: Olgu Kundakçı, 08.05.2014

KENT MÜZESİ ÇALIŞMALARI DEVAM EDİYOR

 

 

Çeşitli dönemlerde yaşanan afetler ve savaşlardan dolayı büyük zarar gören, yer yer duvar kalıntılarıyla günümüze kadar gelen Urfa Şehir Surlarının önemli bir bölümünü oluşturan tarihi Mahmutoğlu Kulesinin Kent Müzesine dönüştürülmesi çalışmaları aralıksız devam ediyor.


Kent Müzesi'nde Şanlıurfa'nın kuruluşundan günümüze kadar tarihi, coğrafi, arkeoloji, inanç, kültürel, sosyal, ekonomik, ticari, ulaşım, sağlık, mimari ve turistik yapısına ilişkin gelişimi ve bu gelişim süreci içinde önem arz eden şahıs ve olayların bilgilerinin yer alacağı müzede ayrıca Urfa'nın tarihi yerleri de animasyon şeklinde görülebilecek.


Özellikle Göbeklitepe'nin görüntülerini gösteren animasyon dikkat çekiyor. Yine Urfa hakkında bilgi almak isteyen ziyaretçiler kendilerine verilecek okutucu cihazla müzenin değişik yerlerinde bulunan cihazlarda gerekli Urfa hakkında merak ettikleri bilgileri alabilecek.
Karacadağ Kalkınma Ajansı'nın yüzde 75 mali destek verdiği Kent  Müzesi'nde kent maketi, Şanlıurfa'da yaşamış peygamberlere ait görsel tanıtımlar,Urfa'ya has her türlü bilgi, belge, müzik aletleri, kitap, berat, fotoğraf, el aletleri, geleneksel giysiler, mutfak araçları, el sanatlarına ilişkin malzemeler de sergilenecek.


Şanlıurfa'nın bilinmeyen tarihini gün yüzüne çıkarmayı hedefleyen projenin kısa bir sürede bitmesi bekleniyor.


Şu anda Turizm Kültür Müdürlüğü'ne ait olan müzenin bittikten kısa bir süre sonra Büyükşehir Belediye'sine devredileceği belirtildi.


Ayrıca Mahmutoğlu Kulesi'nde Şanlıurfa'da yakın zamanda ortaya çıkarılan 12 bin yıllık tarihi geçmişi bulunan Göbeklitepe'deki bazı eşyaların da sergilenecek.

Gap Gündemi, 08.05.2014

KADERİNE TERK EDİLDİ!

 

 

İzmir’in Agora semtinde, bulunan ve 1970’li yıllarda Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’ne bağışlanan Osman Paşa Köşkü kullanılmadığı gibi bakımı da yapılmayınca kaderine terkedildi.

Agora’daki Osmanzade yokuşunda bulunan Osman Paşa Köşkü, 1970’li yıllarda kullanılması için Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’ne bağışlandı. Ancak aradan bunca yıl geçmesine rağmen, tescilli tarihi köşkün bakımı yapılmadığı gibi hiç kullanılmayıp, kaderine terk edildi. Tamamına yakını çöken köşk mezbelelik haline geldi. Bu duruma tepki gösteren mahalleli, devletin köşke sahip çıkmadığından yakındı.

BİRİNİ KONAK BELEDİYESİ KURTARDI
Yine Sosyal Hizmetlere ait olan ve Agora çevresinde bulunan diğer bir köşke ise 2007 yılında, dönemin Konak Belediye Başkanı Muzaffer Tunçağ sahip Çıktı. Kurum ile yapılan protokol gereği Belediye tarafından restorasyonu yapılan köşk, Nebahat Tabak Semt Evi adıyla kadınlara hizmet veriyor. Ancak kullanım için yapılan protokol süresinin sonuna doğru gelinmesinden dolayı, bu köşkün de diğeriyle aynı kaderi paylaşmasından endişe ediliyor. Burada kurs görüp, meslek öğrenen kadınlar, köşkün işlevsiz kalmaması için protokolün yenilenmesini istiyor.

Vatan, 08.05.2014

NAZİ TABLOLARI İSVİÇRE MÜZESİ'NE MİRAS KALDI

 

Almanya’nın Münih kentindeki apartman dairesinde hayatını kaybeden Cornelius Gurlitt’in (81) çalıntı Nazi tablolarını İsviçre’deki Bern Sanat Müzesi’ne bıraktığı ortaya çıktı.

 

İkinci Dünya Savaşı esnasında Naziler tarafından çalındığı düşünülen ve 2012’de gerçekleştirilen baskında ele geçirilen tabloların sahibi Gurlitt’in ölümünden sonra sanat eserlerinin akıbeti belirsizdi. Haberi alan Bern Sanat Müzesi’nin sözcüsü ise “Şoke olduk. Gurlitt ile hiç bir ilişkimiz yoktu. Tanışmıyorduk. Minnettarız” diye konuştu. Gurlitt’in Münih’teki evinde 28 Şubat 2012 tarihinde bulunan 1280 paha biçilmez tabloya el konulmuştu.

Milliyet, 08.05.2014

AYASOFYA'DA AMAÇ BAŞKA

 

Ayasofya'nın ibadete açılması konusunda yakın zamana kadar olumsuz görüş beyan eden paralel yapının son günlerde depreşen Ayasofya aşkının perde arkası netleşiyor. 'Ayasofya ibadete açılsın' kampanyası başlatan paralel yapının asıl amacının Ayasofya'yı ibadete açacak olası ihtimalleri ortadan kaldırmak olduğu ifade ediliyor. Ankara kulislerinde, Ayasofya'daki mozaik ve fresklerin sabahtan öğleye kadar açık tutulması ve diğer zamanlarda ise siyah ışıkla kapatılarak namaz kılmaya uygun hale getirilmesi gibi formüllerinin konuşulduğu bir dönemde paralel yapının böyle bir kampanya başlatması soru işaretlerine neden oldu. Paralel yapı, bu kampanya ile dünya kamuoyunun tepkisini bu tartışmalara odaklandırmayı amaçlıyor.

 

KAMPANYA YÜRÜTTÜLER

Ayasofya'nın ibadete açılma konusunu STV'de yayınlanan Şefkat Tepe adlı dizideki 'Karanlık Kurul' gündemine taşıyan Gülen grubu, proje gerçekleşirse bunu hükümetin 'Başkanlık sistemiyle birlikte yeniden fetih projesi' olarak sunacağını iddia etti, ancak diğer yandan, istifacı vekil Hami Yıldırım'ın 'Ayasofya cami olsun' önergesine de sahip çıktı. Gülen medyasının geniş yer verdiği kampanya, şu ifadelerle duyuruldu: '79 yıl önce müzeye dönüştürülen Ayasofya'nın ibadete açılmasına çığ gibi destek geldi. Twitter'daki kampanya kısa sürede dünya TT listesine girdi. Siyasetçiler ve tarihçiler Fatih'in yadigarına hemen sahip çıkılması çağrısı yaptı.'

 

GYV SAHİP ÇIKMADI

Gülen grubunun, Ayasofya'nın ibadete açılmasını istemekle iki amaç güttüğü; bunlardan ilkinin, dünya kamuoyunun tepkisini Türkiye üzerine yönlendirmek, ikincisinin ise yükselen tepkiler sonrası kutsal mabedin cami olma ihtimalini tümüyle yok etmek olduğu ifade ediliyor. Diğer yandan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı (GYV) ise 'Ayasofya cami olsun' kampanyasına sahip çıkmadı. Fethullah Gülen'e bağlı vakfın başkanı Mustafa Yeşil, 'Hizmetin bu anlamda külli manada bir kampanya yapması mümkün değildir. Biz Ayasofya'nın açılmasının iktidarla ilgili mesele olduğunu uluslararası hassasiyete sahip olduğu düşüncesindeyiz. Hizmetin bu anlamda kampanya yaparak ısrar algısını tasvip etmiyoruz. İlgi duyanlar varsa onların şahsi duygularıdır' diye konuştu.

 

Mabede yakışır formül

Ayasofya'nın yeniden ibadete açılması için Ankara kulislerinde ise farklı formüllerin gündemde olduğu öğrenildi. Ayasofya'nın ibadete açılmasının önündeki en önemli etmenlerden biri Hristiyan kamuoyu baskısından daha çok duvarlardaki namaza engel teşkil eden insan figürlü mozaik ve freskler. Bu tarihi miras mozaik ve fresklere zarar vermeden Ayasofya'nın nasıl ibadetine açılacağı konusunda bir çalışma yapıldı. Çalışma neticesinde, Ayasofya'nın 5 vakit ibadete açık olacağı ve aynı zamanda günün belli bir bölümünde de freskler ve mozaiklerin turistlere açık olacağı bir formül geliştirildiği öğrenildi. Bu formüle göre, sabah 8:00'den öğle namazına yarım saat kalaya kadar isteyenler mozaik ve freskler açık şekilde Ayasofya'yı gezebilecek. Öğle namazına yarım saat kala siyah ışık teknolojisi ile mozaik ve freskler karartılarak gün sonuna kadar Ayasofya namaz kılınır duruma getirilecek.

 

Tepkiyi artırma hedefi

Ayasofya'nın ibadete açılması konusunda yakın zamana kadar olumsuz görüş beyan eden paralel yapının Ayasofya aşkının perdesi aralanıyor. Burada kaynaklar iki ana amaca dikkat çekiyor: Hem Ayasofya davasını sahiplenir görünmek hem de 'Ayasofya tamamıyla camiye dönüştü' şeklinde bir kampanyaya girişerek Hristiyan kamuoyunun Türkiye'ye ve hükümete yönelik tepkisini artırmak. Gülen'e bağlı GYV, yürütülen Ayasofya kampanyasını sahiplenmezken, Gülen'e yakınlığı ile bilinen Hami Yıldırım'ın Meclis'teki 'Ayasofya açılsın' teklifi, yine aynı grup tarafından kampanyaya dönüştürüldü.

 

Kardeşleri cami oldu

İstanbul'daki Ayasofya'nın Türkiye genelinde 5 kardeşi daha var. Bu camilerin biri İstanbul'da diğerleri Edirne, Kırklareli, İznik ve Trabzon'da yer alıyor. Küçük Ayasofya, İznik Ayasofya ve Vize Ayasofya ibadete açılırken Trabzon Ayasofya Müzesi de geçen yıl camiye çevrildi. İstanbul'daki 'Büyük Ayasofya' için MHP Grup Başkanvekili Yusuf Halaçoğlu da kanun teklifi vermiş ve Ayasofya'nın camiye dönüştürülmesini istemişti. Halaçoğlu tarafından TBMM Başkanlığı'na sunulan ve Ayasofya'nın 24 Kasım 1934 tarih ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile müze haline getirildiği anımsatılan gerekçede bu kararın, Resmi Gazete ve benzeri devletin hiçbir resmi yayınında yayımlanmadığı, bununla ilgili herhangi bir kayda da rastlanılmadığı belirtildi. Gerekçede, Başbakanlık Mevzuatı Geliştirme ve Yayın Genel Müdürlüğü tarafından, konuya ilişkin verilen bir dilekçeye, 14 Haziran 1995 tarihinde '24.11.1934 tarih ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının Resmi Gazete'de yayımlanmadığı tesbit edilmiştir' cevabı verildiği ifade edildi.

Yeni Şafak, 08.05.2014

YANLIŞ RESTORASYON ÇALIŞMALARI İSTANBUL'UN TARİHİ DOKUSUNU YOK EDİYOR!

 

 

Türkiye’nin kalbi İstanbul’da Kültür Bakanlığı, belediyeler, TBMM’ye bağlı Mili Saraylar, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve özel sektör her yıl restorasyon çalışmalarına milyonlarca lira harcıyor.

 

Sadece  İstanbul Büyük Şehir Belediyesi İl Meclisi ise İstanbul’daki tarihi eserlerin yenilenmesi için geçen sene  1 milyar 155 milyon TL bütçe kullandı. İstanbul'daki yaklaşık 40 cami ve eseri bu sene restore eden olan Vakıflar Genel Müdürlüğü ise, tarihi Teşvikiye Camii'nin restorasyonu için 100 bin lira kaynak ayırdı.

 

Ancak uzmanlar İstanbul’da nitelikli restorasyon uygulamaları parmakla gösterilecek kadar az olduğu konusunda hem fikir. Bu konuda görüşüne başvurduğumuz Plato Meslek Yüksek Okulu Mimari Restorasyon Bölümü Başkanı Mine Esmer sahip olduğu doğal güzellikleri ve tarihi mirası ile evrensel bir değere sahip bulunan İstanbul’da, doğal ve kültürel miras alanlarına karşı devlet ve toplumun hassasiyetinin yeterli seviyede olmadığı; uluslararası düzlemde kabul gören koruma kavramlarının bu kesimler tarafından gereği gibi algılanıp benimsenmediğini söyledi.

 

Bu konudaki görüşünü şu şekilde gerekçelendiren Plato Meslek Yüksek Okulu Mimari Restorasyon Bölümü Başkanı Mine Esmer İstanbul’da, Tarihi Yarımada’da, (Dünya Mirası Listesi’nde bulunan alanlar da dahil) tüm sit alanlarının durumunun içler açısı olduğunu yapılan restorasyon ve ihlallerin tarihi yarım adanın dokusuna, kültürel ve tarihi değerine ciddi zararlar verdiğini söyledi.

 

İstanbul’da restorasyonların büyük kısmı neden hatalı

Plato Meslek Yüksek Okulu Mimari Restorasyon Bölümü Başkanı Mine Esmer  şunları söylüyor: “Koruma politikaları koruma ile ilgili birimlerde benimsenmemiş, yasaların gerçekçi uygulama mekanizmaları geliştirilmemiş, net bir koruma politikası oluşturulmamış, finansman sorunları bir türlü aşılamamış, korumanın kamu yararına olduğu bilinci gelişmemiş ve sonuçta koruma, toplum geneline bir kültür olarak yayılamamıştır. Tek yapı ölçeğine inildiğinde, 20. yy.’da gerçekleşen restorasyon uygulamalarının başarısızlığı, projesiz uygulamalar, çimentonun geleneksel malzemelerle zararlı etkileşimlerinin bilinmemesi, anıtların eklerinin ve özgün yapı elemanlarının korunması gerektiğinin anlaşılamaması gibi etkenlere bağlıdır. Bunlara ek olarak, kullanıcıların cehaleti, bilinçsizliği ve estetik kaygı ve anlayışlarının olmaması yapıların uygun olmayan ekler almasına yol açmıştır. Kültür varlıkları, sahipsiz kalmış, verilen zararların hesabı bugüne kadar devlet tarafından sorulmamış; bir ceza uygulanmaması insanları çekinmeden yeni zararlar vermeye yöneltmiştir.” . 

 

Kimler restorasyon yapmaya yetkin?

Restorasyonun, yeni yapı yapmaktan çok daha özen, beceri, emek, bilgi ve uzmanlık gerektiren bir alan olduğuna vurgu yapan Esmer, şunları kaydetti: “Kültür varlıklarının korunması ve  gelecek nesillere aktarılması disiplinler arası bir çalışma gerektirir. Farklı meslek gruplarından birçok uzman söz konusu değerlerin korunması için beraber çalışmalıdır. Kültür varlıklarının korunması ve  gelecek nesillere aktarılması disiplinler arası bir çalışma gerektirir. Farklı meslek gruplarından birçok uzman söz konusu değerlerin korunması için beraber çalışmalıdır. Mimar, inşaat mühendisi, geomatik mühendisi, arkeolog, sanat tarihçisi, şehir bölge plancısı,makine mühendisi, elektrik mühendisi, içmimar, peyzaj mimarı,  kimya mühendisi, jeofizik mühendisi, konservatör, restoratör vb. Farklı disiplinlerin işbiriliğini gerektiren çok yönlü bir alandır. Mimarın koruma konusunda eğitim almış olması gerekmektedir.”

Zaman, 08.05.2014

PEYGAMBERİN SARAYI BULUNDU

 

 
İsrailli bir arkeolog 19 yıllık kazıların sonunda Hazreti Davut'un sarayını bulduğunu iddia etti...

 

 
İsrailli arkeolog Eli Shukron 1995’te başladığı kazıların sonunda Hazreti Davud’un efsanevi sarayını bulduğunu iddia etti ve uzun süredir yaşanan bir tartışmayı yeniden ateşledi...

 

  

 
Shukron her ne kadar güçlü delilleri olduğuna inandığını söylese de bu konuda araştırma yapan çoğu bilim adamı hala buluntuların yeteri kadar güçlü kanıt sağlamadığını iddia ediyor.

 

Shukron konuyla alakalı olarak, “Burası Hazreti Davut’un sarayı, burası Zion’un kalesi ve burası Hazreti Davut’un Jebusites’lerden aldığı yer. Tüm alan İncil’de anlatılana mükemmel derecede uyuyor” açıklamasını yapıyor.

 

Çoğu arkeolog Hazreti Davut’un tarihi bir karakter olduğu konusunda anlaşıyor. Ancak onları bölen Kudüs’ün hangi bölümünü Hazreti Davut’un fethedip sarayı yaptığı.

 

 
Arkeologlar, Kudüs’te Kral Süleyman’ın döneminden kaldığına inandıkları bir su deposu buldu. Rezervuarın, Mescid-i Aksa’yı ziyaret etmek için gelen hacılar tarafından kullanıldığı düşünülüyor.

 

 
İsrail Antika İdaresi (IAA), MÖ Birinci yüzyılda inşa edildiğine inandıkları su deposu, İlk Tapınak Dönemi’ne işaret ettiğine dikkat çekti.

 

Kral Süleyman’ın tapınağı olarak kabul edilen bu yapı, MÖ 957’de inşa edilmiş ve MÖ 586’da Babilliler tarafından yok edilmişti.

 

IAA, su deposunun yaklaşık 250 metre küp su alabilecek kapasite olduğunu tahmin ediyor.

 

 
Arkeologlar, su kaynağı olarak kullanılan yapının antik Kudüs’te halk tarafından kullanılıyor olabileceğini belirtirken, konumunun o dönemki dini yaşayışa ait ipuçları verdiğini ifade etti.

 

 
İsrail Doğası ve Parkları İdaresi’nin baş arkeoloğu Tvika Tsuk, “Mescid-i Aksa yakınlarındaki su deposu, burayı ziyaret eden hacıların içmesi ve temizliği için kullanıldığı gibi günlük işlerde de kullanılmış olmalı” ifadesini kullandı.

 

Kazı çalışmalarının başında yer alan Eli Şukron, su deposunun, “yüzyıllar önce Kudüs’ün sahip olduğu su sistemine dair bilgi verdiğini” söyledi.

 

Şukron, “Anlaşılan o ki, İlk Tapınak döneminde Kudüs’ün tek su kaynağı Gihon Nehri değildi. Şehirdeki su kaynakları da halkın ihtiyacını karşılıyordu” dedi.

 

 
IAA, üç bin yıllık su deposunun, İkinci Tapınak Dönemine (MÖ 530-70) ait bir drenaj kanalını ortaya çıkarmak için yapılan kazılarda ortaya çıktığını belirtti.

 

Söz konusu kanal inşa edilirken, kanalın yolu üzerindeki antik su deposu gibi yapıların da değiştirildiği belirtildi. Arkeologlar, antik su deposunun alçısındaki işaretlerden ve İlk Tapınak döneminden kalma diğer su depolarına olan benzerliğinden yaşını doğru hesapladıklarını düşünüyor.

 

Antik yapı hakkındaki sunum, 6 Eylül’de yıllık Antik Kudüs Çalışmaları konferansında sunuldu. Mescid-i Aksa, Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar tarafından kutsal kabul edilen Harem-i Şerif’te yer alıyor.

Sözcü, 08.05.2014

MÜZE ÇOK GELDİ DEPO YAPTILAR

 

 

Cemal Süreya’dan Nazım Hikmet’e birçok şair ve yazarın şahsi eşyalarının sergilendiği Edebiyat Müzesi’ni boşaltıp depo yapmak isteyen Kültür ve Turizm Bakanlığı’na müzenin kurucusu Yazarlar Sendikası direniyor. Müzeyi boşaltmak için yarın son gün ancak  Taraf’a konuşan Yazarlar Sendikası Başkanı Mustafa Köz, kendilerine yeni bir yer gösterilmeden müze binasını terk etmeyeceklerini açıkladı.

 

Türkiye edebiyatının önemli isimlerinin tarihi belge ve eşyaları ise müze binasının bulunduğu Yıldız Sarayı’nda kolilere kaldırıldı. Köz “Burası Türkiye’nin iki edebiyat müzesinden biri. Kavga gürültü istemiyoruz ama bizim canımız yanıyor. Emeğimizin çarçur edilmesini istemiyoruz.” diye konuştu.Bakanlıktan defalarca randevu istemelerine rağmen bir geri dönüş alamadıklarını belirten Köz, “Kimse bizimle diyaloğa geçmedi. Bir tek Ertuğrul Günay, Tanpınar Müzesi’nin açılışında kendisinden yer istediğimizde ‘buraya alalım’ dedi. Ancak onunla ilgili de bakanlıktan somut bir adım atılmadı. Bir müze binası nasıl depoya dönüştürülür aklımız almıyor” dedi.

Bakanlıktan“Boşaltın” talimatı
Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Cemal Süreya, Asım Bezirci gibi Türk edebiyatının önemli isimlerinin daktilo, gözlük, kalem gibi eşyalarının ve mektuplarının yer aldığı müze Yıldız Sarayı içindeki eski Arabacılar Dairesi’nde 2002 yılında dönemin Kültür Bakanı İstemihan Talay’ın onayıyla kuruldu. Türkiye Yazarlar Sendikası Yıldız Sarayı’nda depo olarak kullanılan mekanı müzeye dönüştürdü. Bakanlıkla sendika arasında yapılan müze protokolünün ise beş yılda bir yenilenmesine karar verildi. Aradan geçen sürede protokol iki kez yenilendi ancak 19 Aralık 2011’de Bakanlık protokolün iptal edildiğini belirterek, müzenin boşaltılmasını istedi.  Gerekçe bakanlığın, müze alanını depo olarak kullanmak istemesiydi.

Yer göstermediler
Bakanlığın yer tahsisi için kendilerine yardımcı olmadığını anlatan Yazarlar Sendikası Başkanı Mustafa Köz, sendika olarak müzeye yer bulmak için kendi imkanlarıyla Kadıköy, Beşiktaş ve Kartal Belediye’siyle görüştüklerini anlattı. Sendika yarın yapacağı basın toplantısıyla Bakanlığın “Boşaltın” talimatına tepki göstermeye hazırlanıyor.

Taraf, Haber: Sümeyra Tansel, 07.05.2014

SİT ALANINDA TARİH ARANIYOR!

 

Hükümete yakın işadamı Fettah Tamince’nin, Birinci Derece Arkeolojik SİT alanı Olimpos’a planladığı beş yıldızlı otel için, skandal bir uygulamaya imza atıldı. TMMOB’un otel inşaatına açtığı dava sürerken, Müzeler Müdürlüğü, her yerinden tarih fışkıran dağda tarihi eser olup olmadığını öğrenmek için araştırma başlattı.

 
Olimpos Beydağları Milli Parkı sınırları içinde yapılmak istenen tatil köyü için TMMOB Çevre Mühendisleri Odası’nın açtığı davada rapor hazırlamak üzere bilirkişi ataması yapılması bekleniyor. Mahkeme süreci devam ederken, Müze Müdürlüğü de bölgede tarihi eser bulunup bulunmadığına dair araştırma başlattı.

“YAKLAŞIM ANLAMSIZ”
Yapılması planlanan tatil köyünün 19 dönümlük kısmı 1. Derece Arkeolojik Sit Alanı içinde bulunuyor. Kamuoyunda geniş yankı uyandıran tatil köyü projesi Müze Müdürlüğü’nü de harekete geçirdi. Bölgede tarihi eser bulunup bulunmadığına dair araştırma yapmaya başlayan Müze Müdürlüğü’nün çalışmasını TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Başkanı Baran Bozoğlu şaşkınlıkla karşıladı. Bozoğlu, “Bölge zaten 1. derece arkeolojik sit alanı. Tarihi eser aramak çok anlamlı değil ama kötü niyetli bir yaklaşım olarak da değerlendirmiyorum” dedi.

Malatya’da Roma dönemine ait olduğu düşünülen Bozyurdu Sırtı ve Karahöyük Tümülüsleri, birinci derece arkeolojik sit alanı ilan edildi. Valilik, 12 Aralık’ta Arapgir’in Ormansırtı Köyü’ndeki Karşıbağ Kaya Mezar Odası ile Darende’nin Yukarı Ulupınar Köyü’ndeki Bozyurdu Sırtı ve Karahöyük Tümülüsleri’nin sit alanı ilan edilmesi için Sivas Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na başvurdu. İnceleme sonucu rapor hazırlandı. Raporları inceleyen kurul, Roma dönemine ait olduğu düşünülen Karşıbağ Kaya Mezar Odası ile Bozyurdu Sırtı ve Karahöyük Tümülüslerini sit alanı olarak tescil etti. Kurulun kararı Resmi Gazete’nin dünkü sayısında yayınlanarak yürürlüğe girdi. Bu alanlarda, hiçbir yapılaşmaya izin verilmeyeceği belirtildi.

Roma kalıntıları koruma altında
Malatya’da Roma dönemine ait olduğu düşünülen Bozyurdu Sırtı ve Karahöyük Tümülüsleri, birinci derece arkeolojik sit alanı ilan edildi. Valilik, 12 Aralık’ta Arapgir’in Ormansırtı Köyü’ndeki Karşıbağ Kaya Mezar Odası ile Darende’nin Yukarı Ulupınar Köyü’ndeki Bozyurdu Sırtı ve Karahöyük Tümülüsleri’nin sit alanı ilan edilmesi için Sivas Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na başvurdu. İnceleme sonucu rapor hazırlandı. Raporları inceleyen kurul, Roma dönemine ait olduğu düşünülen Karşıbağ Kaya Mezar Odası ile Bozyurdu Sırtı ve Karahöyük Tümülüslerini sit alanı olarak tescil etti. Kurulun kararı Resmi Gazete’nin dünkü sayısında yayınlanarak yürürlüğe girdi. Bu alanlarda, hiçbir yapılaşmaya izin verilmeyeceği belirtildi.

Tarf, Haber: Ayfer Çalıkıran, 07.05.2014

HERKES İÇİN WARHOL

 

 

Pera Müzesi, Warhol'un dünyasına kapılarını aralıyor. Sanatçının daha önce Türkiye'de görülmemiş işlerinin yer aldığı 'Andy Warhol - Herkes İçin Pop Sanat' sergisi bugün açılıyor.

 

Andy Warhol’la ilgili söylenecek ne kaldı diye düşünebilirsiniz. Slovak asıllı Amerikalı pop art efsanesinin Campbell çorbaları, Liz’leri, Marilyn’leri hayal gücünden yoksun dekoratörlerin elinde oyuncak olduktan sonra bu soruyu sormak çok doğal. Ancak Warhol’un hala söyleyecekleri var. Özellikle de popüler kültüre dair tüm öngörülerinin gerçekleştiği, realiti şovlardan her gün yeni bir yıldız devşirilen, kopyanın kopyasının dolaşımında sınır tanımaz bir boyuta ulaştığımız bu çağda... Warhol, neferi olduğu pop art akımıyla kültürel endüstrinin aldığı şekle, imgelerle ilişkimizin geçirdiği dönüşüme işaret ederken belki de bugünün anahtarını sunuyordu. Pera Müzesi’nin Slovakya’daki Zoya Müzesi’yle işbirliği yaparak gerçekleştirdiği ‘Andy Warhol - Herkes İçin Pop Sanat’ sergisi de Warhol’un bu konumunu hatırlatıyor. ‘Fabrika Kızı’, ‘The Doors’ gibi filmlerde zihnimize çıkarcı, duygudan yoksun, döneminin heyecanından nemalanan bir figürmüş gibi kazınmaya çalışılan bu ‘en ünlü sanatçının’ işlerini açık zihinle tekrar ziyaret etme olanağı sunuyor. 

Pera Müzesi’nde 20 Temmuz’a kadar görülebilecek ‘Andy Warhol - Herkes İçin Pop Sanat’ sergisinin dün gerçekleştirilen basın toplantısında da sanatçının bugün ne ifade ettiği, üzerinde durulan konulardandı. Sergi için Türkiye ’ye gelen Andy Warhol’un yeğeni, çocuk kitapları illüstratörü James Warhola, salondan gelen “Warhol bugün yaşasaydı, kimin portresini yapardı?” sorusuna “Muhtemelen realiti şov yıldızlarınınkini. Çünkü pop kültürün kalbi maalesef artık orada atıyor. Ve Andy de filmlerindeki spontanlıkla bu devri çoktan öngörmüştü” cevabını verdi. Ki Warhol’un yıldızların ne yaptıklarına değil, sadece şöhretlerine ilişkin tutkusu tabii ki Zoya Müzesi’nden getirtilen 87 yapıtı arasında da baskın unsurlardan. Daha önce Türkiye’de sergilenmeyen serigrafi dizileri ve desenler arasında bir bakıyorsunuz, Mick Jagger hınzır ifadesiyle sizi süzüyor... Diğer duvara bakıyorsunuz, Lenin, pespembe bir fon üzerinde ciddiyetini korumaya çalışıyor. Ancak bunlar bildik anlamda portreler değil. Yine Pera’da sergilenen ‘20. Yüzyıldan On Yahudi Portresi’ serisindeki tavrı, Warhol’un da şöhretle ilişkisini anlamak için daha da açıklayıcı. Einstein’dan Sarah Berhnardt’a Warhol’un, bazılarını hiç tanımadan gerçekleştirdiği bu portrelere konu olan kişiler, onun için üzerinde oynanacak şablonlardan ibaret. Yine James Warhola’ya dönelim: Warhola, bu serginin İstanbul ’da açılmasının ayrıca önemli olduğunu, çünkü amcasının Bizans ikonografisine özel bir ilgi duyduğunu söylüyor. Bizanslı ikon ustaları nasıl Tanrının eli olmak üzere yola çıkıyorsa, Warhol da 20’nci yüzyıl kültür endüstrisinin eli... İmgelerin çoğaltılabildiği, orijinal ile kopya arasındaki sınırların yerinden oynadığı pop kültür çağının katalizörü olmak üzere yola çıkıyor. 

Halen muamma
Warhol’un, kültür endüstrisine nasıl bir tavır aldığı ise hala bir muamma... 1962’de meşhur Campbell konserve çorbalarının imgelerini yan yana dizdiğinde, dadalardan miras bir yıkıcılığı amaçlıyordu diyelim. Bu imgelerin Andy Warhol elinden çıkmış halleriyle bir endüstri ürününe dönüşmesi yine kafa karıştırıyor. Öte yandan tüm bu süreç endüstrinin imgeleri nasıl dolaşıma soktuğuna dair de soru işaretlerine vesile oluyor. Zaten Studio 54 müdavimliğiyle, hayatının son döneminde pop kültür hamiliğine ağırlık vermesiyle, MTV’ye yaptığı programlarla, 1962 ile 1984 arasında medyanın ‘freak’ açlığını fazlasıyla gideren stüdyosu ‘Fabrika’yla başka hiçbir sanatçının olmadığı kadar göz önünde Warhol, tüm bunlara karşın yine tam bir muamma. İşlerinden öte, kişiliğiyle de bu çelişkilerin altını kalın kalın çizen Warhol, 1928 - 1987 arasındaki hayatını da kendi sanat eserlerinden birine dönüştürdü dense yeri. 

Belki Warhol’dan sıkıldığınızı düşünebilirsiniz. Ama ne düşünürseniz düşünün Warhol, gümüş rengi peruğuyla, gözlükleriyle ve suratındaki bilinçlice soğuk ifadeyle yine bir yerlerde karşınıza çıkar, kültür endüstrisinin kodlarını nasıl çözdüğünü, devrimini bir kez daha hatırlatır. Warhol’un ‘Çiçekler’ serisine, ‘Rönesans Resimlerinin Detayları’na, Campbell’larına, şöhret figürlerini daha da poplaştırdığı imgelerine ve Türkiye’de daha önce görülmemiş diğer serilerine ev sahipliği yapan ‘Warhol-Herkes için Pop Sanat’ o anlardan biri.

07.05.2014

140 YIL SONRA BULUNDU

 

 

Mendelssohn'un, özel istek üzerine 1842'de bestelediği "The Heart of Man is Like a Mine" (İnsanın Yüreği Madene Benzer) adlı eserinin elyazması, ABD'de özel bir koleksiyonda ortaya çıkarıldı.

 

Elyazması, gelecek günlerde Christie's Müzayede Evi'nde yapılacak açık artırmada satılacak.

Mendelssohn'un imzasını taşıyan eserin 25 ila 45 bin dolara alıcı bulması bekleniyor.

 

Eserin Friedrich Ruckert'in "Das Unveraenderliche" adlı şiirinin ikinci kıtasından alınan sözleri, insan yüreğini bir madene benzetiyor ve kalbin sadece içindekini verebileceğini belirtiyor.

 

Christie's Müzayede Evi Elyazmaları Bölümü uzmanlarından Thomas Venning, ünlü bestecinin, sadece bir kez özel bir toplantıda çalınan eserin yayılmasını kasten engellediğini söyledi.

 

Önce 1862'de, daha sonra da 1872'de açık artırmada satılan ve o zamandan bu yana kayıp olan elyazmasının ABD'ye nasıl gittiği ise gizemini koruyor.

 

Mendelssohn, tiyatro müdürü Johann Valentin Teichmann için bestelediği eserin elyazmasına iliştirdiği notta, bunu yaymaması ricasında bulunuyor.

 

1809'da Hamburg'da dünyaya gelen Mendelssohn, Alman romantizm döneminin en ünlü bestecisi olarak kabul ediliyor. Bach'ı yeniden hayata döndüren Mendelssohn, Goethe ve Shakespeare'in eserlerinden esinlenmişti.

 

Ünlü bestecinin 1841'de Leipzig'de kurduğu konservatuvar Avrupa'nın en önemli müzik okullarından biri olmuştu.

Habertürk, 07.05.2014

"TARİHİ ESERLERİ KARGOYA VERMEYİN"


 

Hakim ve savcıların suça konu olan tarihi eserleri posta ya da kargo ile bilirkişi incelemesine göndermesine, Kültür ve Turizm Bakanlığı “eserlerin zarar gördüğü” gerekçesiyle isyan etti. Bakanlığın başvurduğu Adalet Bakanlığı hakim ve savcıları uyardı.

 

Tarihi eser kaçakçılığı ile ilgili soruşturma ve davalarda, hakim ve savcıların, ele geçirilen suça konu eserlerin tarihi eser niteliğini incelemek amacıyla posta ya da kargo ile Kültür ve Turizm Bakanlığı’na gönderdikleri belirlendi. Gönderilen eserlerin zarar görmesi üzerine Kültür ve Turizm Bakanlığı, Adalet Bakanlığı’na 11 Mart tarihinde yazı göndererek, bu uygulamadan vazgeçilmesi talebinde bulundu. Eserlerin zarar görmemesi için Kültür Bakanlığı’na bağlı en yakın müzeye gönderilmesi istenilerek, şöyle denildi: “Kültür varlığı kaçakçılığına konu eserler, son zamanlarda, savcılık ve mahkemelerce inceletilmesi amacıyla posta veya kargo yoluyla bakanlığımız Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’ne gönderilmektedir. Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu kapsamında el konulan kültür varlıklarının, herhangi bir nedenle zarar görmesini engellemek amacıyla Bakanlığımıza bağlı en yakın müze müdürlüğüne gönderilmesi uygun görülmektedir. Bu kapsamda, incelenmesi gereken eserlerin öncelikle ilgili müze uzmanlarınca değerlendirilmesi, haricen gerekmesi durumunda Bakanlığımız Kültür Varlıkları Müzeler Genel Müdürlüğü’nden konuyla ilgili uzman görevlendirilmesi talebinde bulunabilmektedir.”

 

UYARILAR HAKLI

Kültür ve Turizm Bakanlığı, kaçak kazılar sonucu meydana gelen çukurların, can ve mal güvenliğini tehlikeye atabileceği gerekçesiyle, adli sürecin sonuçlanması beklenilmeden ilgili müze müdürlüğüne bildirilmesini de talep etti. Bakanlığın talepleri üzerine Adalet Bakanlığı 2 Mayıs’ta Cumhuriyet başsavcılıklarına uyarıların haklı olduğuna dikkat çekerek buna uygun davranılmasını isteyen bir yazı gönderdi.

Hürriyet, Haber: Mesut Hasan Benli, 06.05.2014

UYGARLIKLARIN BEŞİĞİ MUĞLA

 

 

Karia ve Likya uygarlıklarının hüküm sürdüğü, bünyesinde barındırdığı 22'si düzenlenmiş 195 ören yeri ile ziyaretçileri tarihe yolculuğa çağıran Muğla, tarihi ve kültürel zenginliklerinin oluşturduğu potansiyelle Ege Bölgesi'nin Açık Hava Müzesi konumunda.

 

Bünyesinde barındırdığı antik kent ve ören yerleri ile ziyaretçilere tarihte yolculuk yapma fırsatı sunan uygarlıkların başkenti Muğla, tarihi ve kültürel zenginliklerinin oluşturduğu potansiyelle Ege Bölgesi'nin Açık Hava Müzesi konumunda bulunuyor.

Bir çok antik kent ve ören yeri UNESCO Kültürel Miras Geçici Listesi'nde bulanan Muğla'daki tarihi mirasları her yıl yaklaşık bir milyon kişi ziyaret ediyor. UNESCO Patentli Muğla'daki bir çok ören yerinde ise kazı çalışması hazırlıkları başladı.

 

Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı ve Pedasa Antik Kenti Kazı Başkanı Prof.Dr. Adnan Diler, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Muğla'nın Karia ve Likya gibi uygarlıkların hüküm sürdüğü bir yörede kurulduğunu söyledi.

Sahip olduğu doğal güzelliklerinin yanında, tarihi zenginliklerinin oluşturduğu potansiyelle Muğla'nın ülke turizminin en önemli odak noktalarından olduğunu ifade eden Diler, "Muğla çok önemli bir coğrafyada konumlanıyor. Bir taraftan Anadolu'nun güney batısındaki Ege kültürü ve Anadolu'nun iç kısmındaki kültürler diğer taraftan da Kuzey'den gelen kültürlerin etkileri var. Muğla, Akdeniz'in doğu ve batısı arasındaki çok önemli bir noktada yer alıyor." dedi.

Diler, Muğla'nın çok iyi korunmuş bir kent konumunda bulunduğuna dikkati çekerek, "Anadolu'nun her yeri zengindir ama buranın ayrı bir zenginliği var. O zenginlik de doğanın zenginliğindendir. Muğla kıyıları en iyi şekilde korunan illerimizden bir tanesi. Yüzde 70 orman yüzde 30 sit olan bir bölge. Dağlarından yağ, ovalarından bal akan bir memleket olarak tanımlanır. Yabancıların da çok ilgisini çekiyor. Bölge, kayıtlı 192, düzenlenmiş 22 ören yeri ve antik yerleşime sahip. Ama bu sayının çok üstünde bir zenginlik olduğunu söyleyebilirim" diye konuştu.

Muğla'da UNESCO'nun dünya mirası listesine girecek kadar çok ören yeri bulunduğuna değinen Diler, bölgedeki düzenlenmemiş ören yerlerinin de ayağa kaldırılıp turizme açılmasıyla ziyaretçi sayısının daha da artacağını dile getirdi.

"Bakanlık çok büyük destek veriyor"
Türkiye'deki arkeolojik kazıların Avrupa ülkelerindeki gibi desteklendiğini ve kısıtlı bütçesine rağmen kazılara Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın büyük destek verdiğine vurgu yapan Diler, şöyle konuştu:

"Türkiye'de 300'e yakın kazı var. Bakanlığın bütçesi kısıtlı olmasına rağmen bunlara çok iyi bir bütçe veriyor. Kazılara temsilci gönderiyor, destek veriyor aynı zamanda takip ediyor. Son yıllarda Türkiye'den kaçırılan kazıların geri getirilmesiyle ilgili çalışmalar da var. En son bölümlere gelen yazılarda, bu konuda derslerin verilmesi, korumacılık anlamında bölümlerin kurulması, kaçırılan kazıların akademik düzeyde arttırılması isteniyor. Biz eskiye göre çok farklı düşünüyoruz. Biz, bu topraklardan giden bütün eserleri geri istiyoruz. Onlar buraya ait."

Muğla'nın büyük bir tarihi ve kültürel zenginliğe sahip olduğunu kaydeden Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi (MSKÜ) Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Kral Hekatomnos Kazı Alanı Koordinatörü Yrd. Doç.Dr. Abuzer Kızıl ise son yüzyılın en önemli tarihi eserleri arasında değerlendirilen Karia Kralı Hekatomnos'a ait mezar ve çevresinde Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından başlatılan kazı ve restorasyon çalışmalarının sürdüğünü söyledi.

Hekatomnos Anıt Mezarı ve Kutsal Alanının, UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'nde yer aldığını ifade eden Kızıl, Muğla bölgesinin doğa ve sahillerinin güzelliğiyle bir cazibe merkezi olduğunu vurguladı.

Kızıl, ayrıca Muğla'nın çağlar boyunca önemini koruyarak, doğal güzelliğini muhafaza etmeyi başarmış bölgelerden birisi olduğunu, bu kadar antik kentin olmasının bunun bir göstergesi olduğunu dile getirdi.

"Milas, dünyanın cazibe merkezi olacak"
Milas'ın Karya ve Menteşe Beyliği döneminde iki kez başkentlik yapmış, 6 bin yıllık tarihi geçmişi ve içerisinde bulunan 27 antik kent ile son yıllarda yerli ve yabancı ziyaretçilerin ele geçirilen yeni buluntular ile dikkatleri üzerine çektiğini dile getiren Kızıl, şunları söyledi:

"Milas, kültür turizmi açısından dünyanın en önemli cazibe merkezlerinden birisi olacak. Milas'ın çevresine baktığımız zaman hemen yanında Türkiye'nin en iyi korunmuş tapınaklarından bir tanesi olan Heromos bulunuyor. Roma dönemine ait Zeus Heromos tapınağı da orada. Milas'ın 5 kilometre güneyinde yer alan Beçin de bölgenin bugüne kadar gün ışığına çıkarılmış en eski mezarlarına ev sahipliği yapıyor. Beçin kalesindeki kalıntıların pek çoğu Beylikler dönemine, Menteşe dönemine ait. Aynı zamanda Anadolu'da en iyi korunmuş Türk yerleşimi olma özelliği ile öne çıkıyor."

"Dünyanın en büyük mermer kenti Muğla'da"
Stratonikeia Antik Kenti Kazı Başkanı Prof.Dr. Bilal Söğüt de Karia bölgesinin en önemli kentlerinden biri olan Stratonikeia'nın, Anadolu'nun yerli halkı olan Karialılar ve Leleglere ait bir yerleşim yeri olduğunu bildirdi.

Söğüt, dünyanın en büyük mermer antik kenti durumundaki Yatağan Stratonikeia antik kentinin Osmanlı, Roma, Bizans gibi farklı döneme ait eserlerin ortaya çıkarıldığı yaşayan bir kent olduğunu ifade etti.

Kentte araştırma, kazı ve restorasyon çalışmaları yürüttüklerini anlatan Söğüt, son olarak önemli yapıların ayağa kaldırılması için çalışma yapıldığını, her yıl önemli verilere ulaştıklarını kaydetti.

Sabah, 06.05.2014

TOPÇU KIŞLASI VE YAYALAŞTIRMA PROJESİ İPTAL; ANCAK KARARI GÖREN YOK

 

Danıştay 6. Dairesi'nin altı ay önce kullanıma açılan Tarlabaşı Bulvarı -Cumhuriyet Caddesi araç trafiğini dalış tüneliyle yer altına alan Taksim Meydanı Yayalaştırma Projesi ve Gezi Parkı'na Topçu Kışlası'nın yapılmasını da öngören imar planlarının iptalini onadığı iddia edildi.

 

Mimarlar Odası'nın açtığı dava sonucunda 1. İdare Mahkemesi 6 Haziran 2013'te Yaylaştırma Projesi ve Topçu Kışlası'nın yapımını öngören 17.01.2012 tarihli, 1/5000 ve 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı Nazım İmar Plan tadilatlarını iptal etmişti.

 

Temyize giden davada Danıştay 6. Dairesi'nin kararı bekleniyordu.

bianet'e konuşan Mimarlar Odası avukatı Can Atalay, söz konusu kararın henüz kendilerine tebliğ edilmediğini söyledi. Ancak karar doğruysa Gezi Parkı'nın yeşil alan olarak kalması gerektiğininin danıştayca da onandığını, Yayalaştırma Projesi için ise hukuki bir geçerliliğin kalmadığını belirtti.

 

Kışla ile ilgili kurul süreci

Topçu Kışlası projesine onay veren 2 No'lu Koruma Kurulu kararı ile ilgili süreç ise şöyle:

 

Topçu Kışlası Projesi, 17 Ocak 2013'te Koruma Kurulu'nca "kamu yararına aykırı" denerek reddedildikten hemen sonra Başbakan Tayyip Erdoğan’dan “Reddi reddederiz” açıklaması gelmişti.

 

Ardından 2013 Şubat’ta Kültür Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu, 2 No’lu Koruma Kurulu’nun reddettiği projeyi, hiçbir gerekçe göstermeden onaylamıştı.

 

Bunun üzerine Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme Derneği bakanlığa dava açarak yüksek kurul kararının iptalini ve yürütmesinin durdurulmasını istedi.

 

İstanbul 6. İdare Mahkemesi, 31 Mayıs’ta "Telafisi mümkün olmayan zararlar doğacağı" gerekçesiyle yürütmeyi durdurma kararı verdi. Ancak aynı mahkeme , 21 Şubat 2014’te davanın reddedilmesine karar vererek “Dava konusu işlemde hukuki isabetsizlik görülmemiştir” dedi.

Bainet, Haber: Nilay Vardar, 06.05.2014

 

******


TAKSİM'İ ESKİ HALİNE GETİRMEK ZORUNDALAR

 

Gezi olaylarının fitilini ateşleyen Taksim Projesi, Danıştay’tan da veto yedi. Kararı yorumlayan uzmanlar, “Taksim Meydanı’nın eski haline getirilmesi gerekiyor. Mahkeme kararının uygulanmaması yasal olarak suçtur” dedi.

Geçtiğimiz yıl Haziran ayında Bölge İdare Mahkemesi tarafından iptal edilen Taksim Projesi için Kültür Bakanlığı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Danıştay 6. Daire Başkanlığı’na yaptığı iptal başvurusu, Danıştay’da oy çokluğu ile redDedildi. Danıştay’ın Taksim Projesi’nin iptali yönünde verdiği kararı değerlendiren uzmanlar, meydanın hukuken eski haline getirilmesi gerektiğini söyledi...

‘Haklarında dava açılır’
İdare ve İmar Hukuku Uzmanı Pervin Çelik: “Taksim meydanı altına araç trafiği için yapılan battı-çıktılar İstanbul İdare Mahkemesi tarafından iptal edilmişti. Danıştay kararını henüz görmedik. Ancak Danıştay’ın 1.İdare Mahkemesi Kararı’nı onayladığını kabul edersek, hukuki anlamda şu an için Taksim Meydanı’nın eski haline getirilmesi gerekiyor. Mahkeme kararının uygulanmaması yasal olarak suçtur. Bu kişiler hakkında suç duyurusunda bulunulursa haklarında dava açılır.”

‘Diretirlerse biz de direniriz’

Taksim Dayanışması Üyesi Cem Tüzün: “Danıştay, Beyoğlu Koruma Amaçlı İmar Planı tadilatını iptal etti. Böylece yerel mahkemenin kararı onanmış oldu. Biz yayalaştırma projesine değil, Taksim ve çevresinin insansızlaştırılma, betonlaştırılma ve kimliksizleştirilmesine karşı çıktık. Taksim Plan Tadilatı ile önerilen insansızlaştırma, kimliksizleştirmedir. Danıştay’ın kararından sonra İBB veya Beyoğlu Belediyesi yeni bir koruma planı hazırlayacak. Muhtemelen yeni proje eskisinden farksız olmayacak, üzerinde birkaç küçük değişiklik yapılacaktır. Meslek odaları, sivil toplum kuruluşlarıyla görüş alışverişi yapılamadan eskisine benzer dayatmalar olursa kanunlar çerçevesinde direnç göstermeye devam ederiz.”

Vatan, 07.05.2014

 

******


TAKSİM'DE TOPÇU KIŞLASI TARİHE GÖMÜLDÜ

 

 

Danıştay, İstanbul 1. İdare Mahkemesi tarafından Taksim Yayalaştırma Projesi için verdiği iptal kararını önceki gün onayladı. Gezi Parkı olayları geçen yıl 27 Mayıs günü başlamıştı. Olayların çıkış sebebi Gezi Parkı’na yapılmak istenen Topçu Kışlası’nın ihyasıydı. Bu doğrultuda başlayan eylemlere aşırı güç kullanarak yapılan müdahale Gezi olaylarının tüm Türkiye ’ye yayılmasına neden olmuştu. Bir yıldır konuştuğumuz ve 7 sivil 2 güvenlik mensubu olmak üzere 9 kişinin hayatına mal olan Gezi Parkı’na Topçu Kışlası yapılması projesi bu kararla birlikte artık mümkün olmayacak. Hatırlanacağı üzere Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da olaylar sırasında görüştüğü Gezi heyetine ‘mahkeme lehimize karar verirse plebisit (halk oylaması) yapılacağını, aleyhimize karar verir ise projenin iptal edileceğini’ açıklamıştı. Mimar Halil Onur tarafından çizilen, içinde buz pateninin de yer aldığı, İstanbul 2 No’lu Koruma Kurulu’nun reddetiği ama Koruma Yüksek Kurulu’nun kabul ettiği ihya projesi de böylelikle rafa kalkmış oldu. 

Odalar mahkemeye götürdü
İstanbul Büyükşehir Belediyesi 17 Ocak 2012’de ilan ettiği ‘1/5000 Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı’ ile ‘1/1000 Ölçekli Uygulama İmar Planları’nda tadilat yapmış, bu tadilatla Taksim’de Yayalaştırma Projesi başlamış, Gezi Parkı’na da Topçu Kışlası yapılmasının önü açılmıştı.

Mimarlar, Şehir Plancıları ve Peyzaj Mimarları Odası bu plan tadilatlarının şehircilik ilkelerine ve mevcut yasalara aykırı olduğu gerekçesiyle mahkemeye götürmüştü.


İstanbul 1. İdare Mahkemesi’nde açılan davaya gönderilen bilirkişi raporunda ‘‘Dava konusu plan değişikliklerinin çevre , kültürel ve doğal miras, kültürel ve ekonomik yapı, teknik altyapı, sosyal donatı, yapı ve sokak dokusu, mülkiyet yapısı, ulaşım, dolaşım sistemi, şehircilik, planlama ve koruma ilkelerine uygun olmadığı, söz konusu planın sadece ‘Taksim Alanı Yayalaştırma Projesi’ gibi görünmekle birlikte plan notlarında Gezi Parkı’nı da içerdiği ve plan onama sınırı içindeki bir alanın planlamasının sonradan düzenlemek üzere ayrılarak belirsiz bırakıldığı” tespiti yapıldı. İstanbul 1. İdare Mahkemesi, 6 Haziran tarihli kararında plan değişikliğinin ‘‘Şehircilik prensiplerine, koruma kurulu kararı ilkeleriyle, planlama esaslarına uygunluk bulunmadığı sonuç ve kanaatine’’ varmıştı. 

Sadece yayalaştırma projesi mi?
Danıştay, Kültür Bakanlığı ile İBB’nin yaptığı itirazı reddederek mahkemenin kararını onadı. Ancak kamuoyunda sanki sadece Taksim Yayalaştırma Projesi iptal olmuş gibi bir algı yaşandı. Oysa mahkemenin gerekçelerinde sadece yayalaştırma projesi değil, Gezi Parkı’na yapılması düşünülen Topçu Kışlası da yer alıyordu.


Mahkemenin gerekçeleri arasında Gezi Parkı ile ilgili şöyle deniliyordu: ‘‘Uzun yıllardır park kullanımına ayrılmış ve 21 Mayıs 2009 onanlı 1 / 5000 ve 21.12.2010 onanlı 1/1000 ölçekli Beyoğlu Sit Alanı Koruma Amaçlı Planları’nda ‘Gezi Parkı’ olarak ayrı kullanıma bırakılmış olan alanın kısa bir süre sonra bu fonksiyonunun değiştirilmesine ancak zorunluluk hallerinde ve yakın bölgede eşdeğer bir alan ayrılması suretiyle yapılabilir. Yasal mevzuat gereği olduğu halde bu değişikliğin zorunluluk sebeplerinin hukuken ortaya konulmadığı gibi çevrede eşdeğer bir alanın da ayrılmadığı anlaşılıyor. Yine plan onama sınırı içinde bir alanın ‘planlamasının’ sonradan düzenlenmek üzere ayrılmasının plan kapsamında önemli bir eksiklik olması nedeniyle plan bütünlüğüne olumsuz etkilerinin olabileceği, ayrıca plan notlarında ‘Taksim Kışlası’yla ilgili hüküm olduğu halde dava konusu planlarda bununla ilgili bir belirlemenin yapılmadığından dava konusu Koruma Amaçlı İmar Planı değişikliklerinin şehircilik ilkeleriyle planlama tekniklerine uygun olmadığı sonucuna varılmıştır. ‘‘

Şimdi ne olacak?
Danıştay’ın iptal kararını onamasından sonra şimdi ne olacak? Taksim’de trafiğin yeraltına alınması ile ilgili ilk etap tamamlanmış, Tarlabaşı’ndan gelen trafik Taksim’de yapılan tünel ile Harbiye’ye bağlanmıştı. 2. etap ise Sıraselviler ile Gümüşsuyu yönünden gelen trafiğin yeraltına alınması aşamasıydı. Plan tadilatlarının iptalinden sonra İBB artık bu projeyi de rafa kaldırmak zorunda kaldı. Ancak açılan tünel eski haline döndürülmeyip mevcut haliyle kullanımına devam edilecek. İBB yaylaştırma projesi ile ilgili Taksim Meydan’da peyzaj çalışması dışında yeni bir işlem yapamayacak. Lakin İBB yeni bir plan tadilatı ile yayalaştırma projesini yasanın izin verdiği haliyle yeniden gündeme getirebilir.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 08.05.2014

 

******


"BÜTÜN ZARARI İDARECİLER ÖDESİN"

 

Danıştay 6. Dairesi’nin, Taksim Yayalaştırma Projesi’ni oy çokluğuyla iptal etmesinin ardından gözler, bundan sonraki süreçte atılacak adımlara çevrildi.


İstanbul 1. İdare Mahkemesi’nin, 6 Haziran 2013’te, Taksim Yayalaştırma Projesi’ni iptal etmesine rağmen inşaat devam etmişti. Danıştay’ın kararıyla da iptal kesinleştirmiş oldu. Danıştay kararıyla ilgili davacılar Milliyet’e konuştu.

 

Eyüp Muhçu (Mimarlar Odası Genel Başkanı): Bu kararla beraber meydanın eski haline getirilmesi gerekiyor; çünkü bütün müdahaleler Kaçak ve yasadışı hale gelmiştir. Karara uyulmazsa gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gideceğiz.  


l Tayfun Kahraman (İstanbul Şehir Plancıları Odası Başkanı):  Şu ana kadar yapılanların İBB tarafından eski haline getirilmesi gerekir. Bir kamu zararı çıkıyor ortaya. Bu maliyetin hukuk kararını beklemedikleri için idarecilere çıkartılması gerekiyor.


l Mücella Yapıcı (Mimar, Taksim Dayanışması): Beklediğimiz bir karardı. Haziran’daki kaygı olmasaydı kışlanın da temelleri atılmış bulunuyordu. Başta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş olmak üzere zararları tazmin etmeli. Taksim’e yapılan müdahalelerin geri döndürülmesi lazım ama Türkiye’de böyle bir alışkanlık fiilen yok.  

Milliyet, 08.05.2014

AKÇAKALE KALESİ BAHÇE OLARAK KULLANILIYOR

 

 

Trabzon'un Akçaabat İlçesi'ne bağlı Akçakale beldesindeki 700 yıllık Akçakale Kalesi, bahçe olarak kullanılıyor.

 

1297-1300 yılları arasında İmparator Aleksios 2 tarafından yaptırılan ve 1468 yılında Osmanlı yönetimine geçen Akçakale Kalesi, Cumhuriyet döneminde hazine malı olarak devlete devredildi. 2005 yılında kamulaştırılan Akçakale Kalesi, 19 Temmuz 2007 tarihinden kurtarma kazılarına başlandı. Çalışmalara başlanan tarihten itibaren kazı alanında 4 iskelet, kemik parçaları, toprak kartlar, bronz çiviler ve Bizans seramiği parçaları bulunmasından sonra yapılan çalışmaların ardından kazı çalışmaları sona erdi.

Moloz ve kesme taştan yapılan kalenin, büyük bölümü yıkılmasına rağmen ana gövdesi günümüze kadar ulaşırken, son yıllarda kalenin bahçe olarak kullanıldığı gözlendi.


Öte yandan, son yıllarda kalenin çöplük ve top sahası olarak kullanıldığı üzerine basında haberlerin kullanılmasına rağmen Akçakale Kalesi'nde bugüne kadar herhangi bir çalışma başlatılmadı. Kale, 2005 yılında 475 bin TL bedelle kamulaştırılırken, kaledeki kurtarma kazısı için Kültür ve Turizm Bakanlığınca 10 bin, Trabzon Valiliği İl Özel İdaresi'nce 10 bin TL ödenek ayrıldı.

Sabah, 06.05.2014

ROMA DÖNEMİ KALINTILARINA KORUMA KALKANI

 

Malatya’da Roma dönemine ait kalıntılar olduğu düşünülen Arapgir İlçesi Karşıbağ Kaya Mezar Odası ile Darende İlçesi Yukarı Ulupınar Köyündeki Bozyurdu Sırtı ve Karahöyük Tümülüsleri, birinci derece arkeolojik sit alanı ilan edildi.

 

Malatya Valiliği, geçtiğimiz yıl 12 Aralık’ta Arapgir İlçesi Ormansırtı Köyündeki Karşıbağ Kaya Mezar Odası ile Darende’nin Yukarı Ulupınar Köyündeki Bozyurdu Sırtı ve Karahöyük Tümülüsleri’nin sit alanı ilan edilmesi için Sivas Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na başvurdu. Kurul uzmanları tarafından yapılan incelemeler sonucu ilgili tarihi mekanlarla ilgili rapor hazırlandı.

 

Raporları inceleyen Sivas Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, Roma dönemine ait olduğu düşünülen Karşıbağ Kaya Mezar Odası ile Bozyurdu Sırtı ve Karahöyük Tümülüslerini sit alanı olarak tescil etti. Kurulun kararı Resmi Gazete’nin bugünkü sayısında yayınlanarak yürürlüğe girdi. Karar çerçevesinde bu alanlarda, kesinlikle hiçbir yapılaşmaya izin verilmeyeceği belirtildi. Bununla birlikte bilimsel amaçlı kazı çalışmaları dışında hiçbir kazı işlemine izin verilmemesi, zorunlu durumlarda yapılacak altyapı uygulamaları için müze müdürlüğünün görüşüyle konunun koruma kurulunda değerlendirilmesi, yalnızca sınırlı mevsimlik tarımsal faaliyetlerin devam edebileceği taş, toprak, kum vb. alınmamasına, kireç, taş, tuğla, mermer, kum, maden vb. ocakların açılmamasına, toprak, cüruf, çöp, sanayi atığı ve benzeri malzeme dökülmemesine karar verildi.

Bugün, 06.05.2014

TARİHİ YARIMADA'YA BOL KEPÇE

 

'Tarihi yarımada'da inşaat furyası başladı. Hemen her yerde ya hafriyat ya da etrafı tahta paravanlarla kapalı inşaatlara rastlıyorsunuz. En kötüsü ise tüm yarımada sit alanı olmasına rağmen hafriyat çalışmalarında iş makinelerinin tarihi eserleri yok etmesi.

 

 

‘Tarihi yarıma’da yaklaşık 1 aydır takip ettiğimiz çalışmalarda içler acısı tarihi eser tahribatlarına rastladık. Fatih Belediyesi, yapılan hafriyatlardan Arkeoloji Müzesi’ni sorumlu tutuyor. Koruma Kurulu kararı gereğince hafriyat çalışmalarında müze arkeologlarının hafriyatların başında bulunup kurtarma kazıları yapması şart. Müze denetiminde yapılan kazılarda bile makinesinin yer alması akıl almaz görüntülere neden oluyor. Laleli Mesihpaşa Caddesi numara 16 daki hafriyat çalışmalarında müze uzmanı B. T. görevli. Ancak iş makinesinin paramparça ettiği eserler ortada. Sütun başı, kaidesi ve bir mimari blok iş makinesinin hışmına uğramış. İş makinesi ile kazı yapan arkeologlara kendi içlerinde ‘makineci’ ismi verilmiş. 

 

Seçim sırasında ve sonrasında ‘tarihi yarımada’da başlayan inşaatları mercek altına aldık. Bir yandan inşaatları takip ederken diğer yandan da olan biteni araştırmaya başladık. Kentsel, arkeolojik ve tarihsel sit kapsamında olan yarımada da inşaat izinleri doğal olarak Koruma Kurulu iznine tabi. Yarımada bütününde yapılacak her proje kurulun önüne geliyor. Kurul projeleri değerlendirdikten sonra müze denetiminde yapılacak kazı sondaj çalışmalarından sonra inşai faaliyetlere izin veriyor. Bu izin alındıktan sonra da Fatih Belediyesi inşaat ruhsatı düzenliyor. 

Şüpheli tahta paravanlar!
Diğer yandan yapı tadilat ruhsatı ile de mevcut tescilli binaların restorasyonları yapılıyor. Tescilli yapıların etrafı tahta paravanlarla kapatılıyor ve içinde ne olup bittiğini anlamıyoruz. Çoğunda verilen izinleri gösteren uyarıcı levha bile yok. Hatırlanacağı gibi daha önce Sultanahmet’te tahta paravanlarla kapalı bir inşaai faaliyette Bizans saray kalıntılarına rastlanmış, yapı duvar kalıntıları iş makineleri ile tahrip edilmişti. Radikal 05.02.1012 tarihinde manşetten ‘Bizans sarayında kepçeyle yıkım’ başlığı ile tahta paravanların arkasında yaşananları duyurmuştu. Ardından da otel inşaatı kurul kararıyla yıkılmıştı.

Hep aynı isimler...
‘Tarihi yarımada’da gördüğümüz ve tespit ettiğimiz onlarca inşaat var. Malesef bunların pek çoğunda iş makineleri çalışıyor. Oysa Kültür ve Turizm Bakanlığı Kazı Sondaj ve Kurtarma Kazıları Yönetmeliği’nde bu tür kazıların bilimsel metotlarla yapılması gerektiği açıkça vurgulanıyor. Bilimsel yöntemde ise sit alanlarındaki sondaj ve kurtarma kazılarında iş makinesi asla kullanılamaz. Üstündeki harabenin yıkım işlemleri ile moloz kaldırırken iş makinesi kullanılabilir. Ancak yeri gelmişken belirtmek de fayda var: Bu konuda hassas davranan ve bilimsel metotlara uyan arkeoloji müzesinin yine çok sayıda sondaj kazılarına da rastladık. İş makinesi sokulan kazılarda da genelde malesef hep aynı isimlere rastlıyoruz. Arkeoloji Müzesi uzmanlarından B. T., S. K., N.A. ve H. A, yarımada içindeki kazılarda bu hassasiyete uymadıkları bizim tespitimiz. Bu isimlerin kimler olduğu da tüm arkeoloji camiasının malumu...

 

Soruşturma gerekiyor

Arkeoloj Müzesi yetkilileri yaşanan sorunun temel sebebi olarak, arkeolog sayısının yetersizliğinden ve çok sayıda kentiçi sondaj ve kurtarma kazısı bulunduğundan dem vuruyor. ‘Tarihi yarımada’da 100’e yakın kazı çalışması olduğunu, bunların her birinin başına arkeolog dikmenin mümkün olmadığını belirten yetkililer, uzman inşaat alanından ayrıldıktan sonra inşaat sahibinin iş makinesini devreye soktuğundan şikayet ediyor. Çok sayıda bu tür durum tespit ettiklerini ve Koruma Kurulu’na suç duyuruları yapıldığını kaydediyorlar. Ancak aylardır yaptığımız takiplerde hep aynı isimlerle karşılaşmamız konusunda cevap verilemiyor.


Şimdi Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bu isimlerin son 2 yıldır yürüttükleri ve sorumlu oldukları kazılarda ne kadar kültür varlığı tespiti yapıldığını araştırması gerekiyor. Yapılacak bir soruşturma da bu isimlerin bugüne kadar sorumlu oldukları alanda kaç inşaata “2863 Sayılı Yasa kapsamında kültür varlığına rastlanmamıştır” raporu verdikleri de ortaya çıkacaktır. Arkeoloji Müze Müdürü Zeynep Kızıltan’ın bugüne kadarki uygulamalarından arkeolojiye olan duyarlılığına yakından şahidiz. Hassasiyetlerini de bilerek kendisini telefonla aradık. Bakanlıktan izin alınmadan konuşamayacağını belirten Kızıltan, uzman yetersizliğinden yakındı.


İnşaat hafriyatı olan yerde yan binaların temellerini sağlama almak için önce kuyu temel çalışması yapılıyor. Bu çalışma sırasında parselin çevresine yanyana 3 m. x 1.5 çapında kuyu yapılarak beton dökülüyor. Müzenin görevlendirdiği uzman arkeolog çalışmanın başında durmadığı için çıkan kültür varlıkları yok ediliyor. Sirkeci Safveti Sokak’ta bizim tespit ettiğimiz durum da aynı. Kuyu temel yapılırken kocaman bir tarihi duvar yok edildi. Diğer başka bir yöntem ise karot sondaj dedikleri jeologlarla yapılan yöntem. 10 cm çapındaki bir burgu aleti ile arazide sondaj çalışması yapılıyor. Çıkan toprak analiz edilerek orada kültür tabakasına rastlanmadığı yönünde raporlar veriliyor. Koruma Kurulu da özel sektör tarafından yapılan bu yöntemi ve raporu ciddiye alarak inşaat yapılmasına izin veriyor. Oysa o topraktan kültür varlığı olmasını anlamak mümkün değil. Çünkü burgu makinesi zaten delip geçtiği için, kültür tabakasından geriye sadece un ufak olmuş toprak, taş parçacıkları kalıyor. Jeoradar yöntemi de maalesef Koruma Kurulu tarafından geçerli sayılan yöntemlerden biri olmaya başladı. Yere verilen elektro manyetik dalgalar sayesinde yerin altında kültür tabakası olup olmadığı öğreniliyor. Lakin bu yöntem özel sektör tarafından yapıldığı ve para kazanıldığı için verilen raporlar genelde işi verenin lehine olacak şekilde çıkıyor. Ancak kurul bu yöntemi de siyasi nüfuzu olanlar için geçerli sayıyor.

 

Alınması gereken önlemler neler?

Müze denetimli kazılar için mutlaka yeni arkeolog istihdamı sağlanmalı. Çok sayıda işsiz arkeolog olduğu düşünülürse bu yöntem faydalı da olur. Kazı sondaj ve kurtarma kazıları için İstanbul ’da Arkeoloji Müzesi’nin kontrolünde sadece bu işi yapan arkeologlardan oluşan 50 kişilik bir ekip kurulmalı. Ancak bu ekip asla belediye uhdesinde olmamalı. ‘Tarihi yarımada’nın derhal arkeolojik sit haritası yapılmalı. Daha önceki kurtarma kazılarından elde edilen buluntular bu haritada işlenmeli ve komşu parselde yapılacak bir hafriyat çalışmasında bu haritadan faydalanılarak ona göre önlemler alınmalı. İnşaatlardaki denetimler az sayıdaki arkeologlara bırakılmadan belediye zabıtaları da yarımada içindeki inşaatları denetleyerek iş makinelerinin sit alanlarında çalışmalarına göz yummamalı.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 06.05.2014

İNCİL'DE ADI GEÇİYORDU, ORTAYA ÇIKTI

 

 

İncil’de adı geçen Laodikeia antik kentinde sürdürülen kazı ve restorasyon çalışmalarında 1500 yıldır toprak altında bulunan anıtsal sütunlar ortaya çıkarıldı.


Kültür ve Turizm Bakanlığından alınan bilgiye göre, 2003 yılından bu yana Prof.Dr. Celal Şimşek başkanlığında yürütülen kazı ve restorasyon çalışmalarına Laodikeia Kilisesi, Tapınak A Tonozlu Mekanı, Kuzey (Kutsal) Agora, Güney Portik ve Doğu Havuzunda, İmparator Septimius Severus Anıtsal Çeşmesi’nde devam ediliyor.

Çalışmalar neticesinde bu yıl Kuzey Agora, Batı Portik Güney aksında milattan sonra 494 yılı depreminde yıkılan sütunlu galeri, yıkıldığı şekliyle ortaya çıkartıldı.

Yapılan incelemede, milattan sonra 494 yılı depreminin 10,80 metre yüksekliğinde ve ion düzenindeki sütunlu galeriyi doğu yönüne doğru yıktığı, kalıntıların yaklaşık 1500 yıl boyunca batıdan esen rüzgarlar ve bitki tortusu sebebiyle 7 metre toprak altında kaldığı anlaşıldı.

Ortaya çıkartılan sütunlu galerinin kazı çalışmaları tamamlanıp projeleri hazırlandıktan sonra restorasyon aşamasına geçilmesi planlanıyor.

Böylece, Anadolu arkeolojisi için anıtsal nitelikte olan Kuzey Agora, 1500 yıl sonra tekrar ayağa kaldırılarak hayat bulacak.

-Laodikeia
MÖ I. yüzyılda Anadolu’nun en önemli ve ünlü kentlerinden Laodikya, MÖ 3′üncü yüzyılın ortalarında Seleukos Kralı II. Antiokhos tarafından karısı Laodike adına kuruldu.

İncil’de adı geçen Yedi Asya Kenti’nden olan Laodikeia, bu nedenle Roma ve Bizans imparatorlukları döneminde büyük saygı gördü.

Tarihi boyunca çok sayıda deprem yaşayan ve defalarca yerle bir olan kent, her seferinde yeniden inşa edilmesine rağmen MS 494′deki büyük depremle tamamen yıkıldı ve bir daha toparlanamadı. 7. yüzyılın ilk çeyreğindeki depremin ardından ise bölge terkedildi.

Bölge, 13. yüzyılda tamamen Türklerin kontrolüne geçerek Ladik adını aldı.

Vatan, 06.05.2014

 

******


1520 YIL SONRA YENİDEN GÜN YÜZÜNE ÇIKTI

 

 

Pamukkale Üniversitesi (PAÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanı ve Laodikya Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek,Laodikya antik kentindeki kazı ve restorasyon çalışmalarında yaklaşık 1520 yıl önceki depremde yıkılanı belirlenen sütunlu galeri ortaya çıkartıldığını açıkladı.


Şimşek’in verdiği bilgiye göre yılın 12 ayı kazı ve restorasyon çalışmalarını sürdüren ekip, Laodikya Kilisesi, Kutsal Agora, Güney Portik ve Doğu Havuzu, İmparator Septimius Severus Anıtsal Çeşmesi’nde de süren kazı çalışmaların özellikle dikdörtgen olarak konumlanmış ve 35 bin metre karelik alana sahip Kuzey Kutsal Agora'da yoğunlaştı. Dört yanı sütunlu galerilerle çevrilmiş agorada Zeus Tapınağı ile Dokuma Tanrıçası Atena'nın Tapınağı yer alıyor. 
 

KENT TERK EDİLMİŞ

Şimşek, kazı çalışmaları sırasında Güney Batı aksında toprağın 7 metre altında kalmış sütunlu bir galerinin tespit edildiğini ve çalışmaların bu yönde yoğunlaştığını bildirdi: "Elde ettiğimiz veriler sütunlu galerinin MS 494 yılındaki büyük depremle yıkıldığını ortaya koyuyor. Burası yıkıldıktan sonra kent büyük ölçüde terk edilmiş. Özellikle de rüzgar ve buna bağlı olarak toz dolgusu onun arkasından da kil tortuları kalıntıların toprak altında kalmasını ve tepe oluşmasını sağlamış. Kazı çalışmalarımız 1520 yılda kat kat tabakalaşmanın nasıl oluştuğunu görmemizi sağladı. Laodikya antik dönemde büyük metropol, ticaret, kültür ve sanat kenti. Böyle zengin bir kentte Anadolu 'nun en büyük kutsal alanı söz konusu. Kazılarda çıkartılan sütunların yüksekliği yaklaşık 11 metre ve ilk kez 1520 yıl sonra gün yüzüne çıkartıldı."


Kazı çalışmalarının tamamlanmasının ardından restorasyon için gerekli projeleri hazırlayacaklarını belirten Şimşek, sütunlu galerilerin ayağa kaldırıldığında arkeoloji açısından önemli bir alan olacağını dile getirdi. Şimşek daha sonra gazetecilere kazı alanını gezdirdi.

Radikal, 08.05.2014

DENİZDE HAZİNE BULUNDU

 

 

Yaklaşık 150 yıl önce batan gemiden, 3 kg ağırlığında altın çıkarıldı ve devamı da var!

 

1857'de Güney Karolina açıklarında batan geminin enkazında yapılan çalışmalarda hazine ortaya çıkarıldı. O çalışmalarda bulunan altının 1,3 milyon dolar değerinde olduğu belirtiliyor.

Yetkililer şu anda 3 kilogram ağırlında altın ve iki tane de altın sikke bulunduğunu kaydetti.

Ancak batıkta daha fazla altın bulunduğu ve bu altınların değerininse 85 milyon dolar civarında olduğu tahmin ediliyor.

Söz konusu batığa ilk olarak 1980'li yıllarda dalış yapılmıştı. O dönem çıkarılan altın miktarı ise tam 2 ton... Yetkililere göre batığın şu ana kadar yüzde 5'lik kısmına ulaşılabildi.

Reuters haber ajansında da yer alan bilgiye göre 1857'de 21 ton altınla batan gemi kıyının 160 mil açığında ve 2 bin 200 metre derinlikte bulunuyor.

Sabah, 06.05.2014

ARKEOLOG ATAMALARI 'YÜZDE BİR'DE KALDI

 

Arkeolog İstihdam Platformu Kültür Bakanlığı önündeki eyleminde KPSS’ye giren 6579 arkeologdan 143’ünün istihdam edildiğini açıkladı

 

 

Arkeolog İstihdam Platformu Kültür Bakanlığı önünde gerçekleştirdiği eylemde açıkladığı verilere göre yalnızca 700 arkeolog kültür korumacılığı görevinde bulunuyor, her müzeye 2 arkeolog düşüyor. Arkeoloji bölümlerinden ise ise her yıl 2768 kişi mezun oluyor.


Platform dün Kültür Bakanlığı önünde bir eylem yaparak ‘arkeolog istihdamındaki engeller kaldırılsın’ açıklamasını yaptı. Açıklamada arkeolojik alanların yağmalanmasıyla birlikte kültürel hafızanın silindiği ve böylece arkeologların da ‘işsiz kalmasının’ yolunun açıldığı vurgulandı. Platformun açıkladığı verilere göre Türkiye’de yalnızca 700 arkeolog kültür korumacılığı yapabiliyor, müze başına sadece 2 arkeolog düşüyor. Öte yandan üniversitelerdeki kontenjanın her yıl artırılması fakat yeterince atamanın yapılmaması işsizliği yaratan en önemli etkenlerden biri olarak görülüyor.


DENETİM BÜROLARI AÇILMADI
Platformun verilerine göre Kültür ve Turizm Bakanlığının 2005 tarihinde uygulamaya koyduğu yönetmeliğe göre 81 ilde arkeolojik SİT sınırları içinde kalan il özel idareleri ve belediyelerce açılması gereken Koruma Uygulama ve Denetim Büroları (KUDEB)’nın sayısı 30 civarında kaldı.

Arkeolog İstihdam Platformuna göre arkeologların sorunları şöyle;
»Kültür ve Turizm Bakanlığında 25 yıla yakın bir süre içinde arkeolog sayısı iki katına dahi çıkmadı. Ortalama 700 arkeolog ile kültür korumacılığı yapılmakta, müze başına da neredeyse 2 personel düşüyor.


»Son yıllarda kurulan 41 arkeoloji bölümü memnuniyet verici olmakla birlikte, bu bölümlere öğrenci kontenjanının artırılması nedeniyle 80 kişiyle tıka basa doldurulan sınıflarda nitelikli eğitim verilememekte. Üstelik her yıl kontenjan sayısı artmış en son 2013 ÖYSM kılavuzunda 2768 rakamına ulaşmıştı. Mezun olan binlerce meslektaşımız alanı dışında yapılan KPSS Sınavı ile devlet kurumlarına yapılan atamalarda ilk 10-15 kişi arasına girebilmek için ölesiye mücadele etmekte, okul sonrası dershane kapılarında bu yarışa hazırlanmaktadırlar.


»2007-2011 yıllarında KPSS Sınavına giren 6579 arkeologdan Kültür ve Turizm Bakanlığına ancak 143 kişi istihdam edilmiştir. Bu da yetmiyormuş gibi arkeolog bulundurması gereken eski adı olan Çevre ve Orman Bakanlığı, DSİ ve MTA’ya birer kişi, İl Özel İdarelere 8 kişi, Belediyelere ise 3 kişi olmak üzere 5 yılda toplam 14 kişi gibi komik sayıda atamalar yapılmıştır.


»Kültür ve Turizm Bakanlığına 2013 yılında KPSS ile 4 (B) sözleşme kapsamında sanat tarihçi, mimar, restoratör gibi mesleklerden 331 kişi atanırken bu  olanaktan maalesef arkeologlar yararlandırılmamıştır.


»Sonuç olarak altı yıl içerisinde KPSS sınavına on binin üzerinde arkeolog girmiş ise de atamalar %1 oranının altında kalmıştır.

 

***

 

Platformdan çözüm önerileri

»Arazide her türlü müdahale için yetki ve sorumluluğu alacak, bürokrasiye takılmadan, Karayolları, DSİ, MTA gibi rahat çalışabilecek örgütlenme modelinin acilen hayata geçirilmesi.


»Üniversitelerin Arkeoloji Bölümü öğrencilerine ülkemizde yapılan yerli ve yabancı kazılarda staj yapması mecburiyeti konulmalı.


»Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca, mimar, mühendis ve diğer teknik elemanlara tanınan “İş Güvenliği Uzmanlığı” hakkını teknik eleman sayılan arkeologlara da tanınması için yasal düzenleme yapılmalı.

 

***

 

Mağduriyetimiz giderilsin
İstihdam sıkıntısı çeken 10 bin arkeoloğun sesi olarak, yağmur çamur demeden haykırmak için toplandık. Yıllardır süregelen adaletsiz kadro dağılımına dur demek için mücadelemiz aralıksız devam edecektir. Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesine mimar, kütüphaneci, inşaat mühendisi atamaları yapılırken arkeologlara kadro verilmemesi ya da 5-10 ile sınırlı kalması kabul edilebilir değildir. Mağduriyetlerimizin giderilmesini istiyoruz.

Birgün, 06.05.2014

ANADOLU YAZIT MEZARLIĞI

 

 

İlki 2010’da açılan “Kayıp Dillerin Fısıldadıkları” sergisinin ikincisi, Rezan Has Müzesi’nde geçtiğimiz hafta açıldı. Luvice, Karca, Likçe, Frigce, Sidece gibi artık konuşulmayan dilleri anlatan sergi, arkeoloji ve eskiçağ tarihi camiasının başka sorunlarını da gündeme getirdi.  

 

Arkeoloji camiası uzun zamandır dertli. Bugün de dertlerini dile getirmek için Ankara Atatürk Bulvarı’nda saat 14.00’te toplanacaklar. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na arkeolog alımlarının artırılması için seslerini duyurmaya çalışacaklar. 10 bin işsiz arkeologdan bahsediliyor. 24 Nisan Perşembe günü Rezan Has Müzesi’nde açılan “Kayıp Dillerin Fısıldadıkları-II” sergisi ise daha farklı bir arkeoloji-arkeolog sorununu gündeme getirdi. Açılıştan önce düzenlenen panelde konuşan serginin danışmanları; Marmara Üniversitesi Tarih bölümünden Yrd. Doç.Dr. Hüseyin Sami Öztürk, İÜ Tarih’ten Doç.Dr. Hamdi Şahin ve Dokuz Eylül Üniversitesi Eskiçağ Tarihi Anabilim Dalı Başkanı Prof.Dr. Recai Tekoğlu, Türkiye’de 80 yıldır arkeolojik kazıların yapıldığını anlattı ve özellikle sergiyle de ilgisi bulunan yazıt biliminin (epigrafi) geldiği nokta hakkında bilgi verdi.

 

 

Öztürk ve Şahin’in ifadesiyle ülkemizde hala bir eskiçağ enstitüsü yok. Almanların (Gümüşsuyu), Fransızların (Beyoğlu) ve İngilizlerin (Ankara) açtığı kurumlara muhtacız. Oysa bu enstitüleri kuran yabancı akademisyenler, profesörlüklerini Anadolu topraklarında yaptıkları araştırmalarla elde ettiler. Kütüphanesi, imkanları ve destekledikleri projeler bakımından dünyanın en iyi eski çağ tarihi enstitülerinden biri olarak gösterilen Münih Alman Arkeoloji Enstitüsü Epigrafi ve Eskiçağ Tarihi Komisyonu’nun tüm hocaları da Anadolu kazılarından mezun. Öztürk’e göre Türkiye’de bu enstitülerin yaptığı araştırmaların onda birini yapan kurum maalesef bulunmuyor. Nedenini eski hocaların –ki buna arkeoloji camiasının ünlü ismi Ekrem Akurgal da dahil ediliyor- kütüphane ve enstitü kurmamalarına, az öğrenci yetiştirmelerine bağlıyor. Bu tutum, Türkiye’de arkeoloji ve eskiçağ tarihi alanında güçlü bir ekol oluşmasına büyük bir engel olarak görülüyor.

 

 

25 yıldır epigrafi ile uğraşan Hamdi Şahin, acil olarak yapılması gereken bir konuya dikkat çekiyor. Kazı ve yüzey araştırmaları sonucunda Anadolu’da hala daha her yıl yaklaşık 500 yazıt ortaya çıkarılıyor. Bu yazıtların kalıplarının, yani kağıt üzerine aktarılmış kopyalarının bir an evvel alınması lazım. Şahin, Berlin Bilimler Akademisi’nde Roma ve Anadolu’dan Latince 200 bin, eski Yunanca 400 bine yaklaşan yazıtın kağıt kopyasının arşivlenmiş, kutulanmış, sınıflanmış şekilde bilimin hizmetine sunulduğunu şaşkınlıkla anlatıyor. Böyle bir tasnif bizde bir enstitü çatısı altında yok, bireysel çabalar mevcut. Avusturyalılar ta 1860-1870’lerde Anadolu’ya gelmiş, Likya’da ciddi yazıtları kopyalamış, Viyana’ya götürmüşler. Bugün o bölgede araştırma yapmak isteyen bir arkeoloğun yazıtlara ihtiyacı oluyor. Fakat çoğu ortada yok. Kimi iklim şartları nedeniyle kırılmış, dökülmüş, patlamış, kimi kaçak kazı kurbanı. Yazıtın eski halini görmek isteyen, Viyana’daki Bilimler Akademisi’ne gitmek zorunda. Öztürk, haklı olarak soruyor: “Hocalarımız bize bu imkanları sağladılar mı? Hayır. Hangisi kütüphane kurdu? Ben hocamla yıllarca çalıştım, bir tane ortak yayınımız yok. Oysa elinde binlerce yazıt var. Yeni jenerasyon hocalar olarak bizler artık farklı düşünüyoruz.”

 

“Yayınlanmayı bekleyen yüzlerce yazıt var”

Panelde dikkat çekilen bir diğer konu da bazı akademisyenlerin elinde yayınlanmayı bekleyen yüzlerce yazıt bulunduğuna dairdi. Aslında bu yazıtların fotoğrafları ve üzerindeki bilgilerin kitap olarak kütüphanelere girmesi lazım. Hüseyin Sami Öztürk, yazıtların üç nedenle yayınlanmadığını aktardı. Kitapların yayınlanabilmesi için hocaların para bulamamaları. İkincisi hocaların ortak proje geliştirememeleri. Bazı yazıtların tek başına yayınlanması mümkün değil, birkaç hocanın bir araya gelerek bilgi kardeşliği yapması gerekiyor. Üçüncüsü ise yazıt eşittir burs demek. Elinde bolca yazıt bulunan akademisyenler, yurtdışında kolayca burs bulabiliyor: “Bende bu kadar yazıt var, sizin kütüphanenizde ya da enstitünüzde çalışmak istiyorum.” diye, herhangi bir arkeoloji enstitüsüne başvuran hocalara kapılar sonuna kadar açılıyor. Neden acaba? Öztürk’ün bu soruya verdiği cevap, acı bir gerçeği hatırlatıyor: “Yazıtlar sayesinde sizi kabul eden enstitüye gidiyorsunuz, kütüphanelerinde iki ay çalışıyorsunuz. Yazıtları onlara vermiyorsunuz, yanlış anlaşılmasın. Yazıtlar da, yayın hakkı da sizde kalıyor. Ama yabancı bilim adamları elinizde ne tür bilgi var, onu öğreniyor. Hatta önemli yazıtlardan biri hakkında sunum yapmanızı şart koşuyor. Bunun karşılığında yol parası veriyor, kalacak yer temin ediyor, cebinize de biraz harçlık koyuyor. Adamlar nelerin peşinde, neyin hesaplarını yapıyor! Biz bireysel ve kurumsal olarak bu işlerin çok gerisindeyiz.” Öztürk’ün de anlatmak istediği gibi dünyada iki şey memur kafasıyla yapılamıyor: Bilim adamlığı ve sanat…

Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 05.05.2014

BU AĞACA DOKUNAN YANIYOR

 

 

Hatay'da Payas Kaymakamlığı, bin 350 yıllık zeytin ağacına zarar verilmemesi için uyarı levhası koydurdu. Levhada, ağaca çıkana, dokunana, dallarına zarar verene 2 yıldan 5 yıla kadar hapis, 5000 gün adli para cezası uygulanacağı yazıyor.

 

Yavuz Sultan Selim'in Kaptan-ı Deryası ve Sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa, Mercidabık Savaşı ile Osmanlı topraklarına katılan Payas'a külliye yapılması için 1574'te Mimar Sinan ve Hassa mimarlar teşkilatına talimat verdi. Adana-İskenderun yolunda, külliyenin inşa edileceği 15 dönüm zeytin bahçesindeki ağaçların biri dışında hepsi kesildi.

 

YILDA 300 KİLOGRAM ZEYTİN VERİYOR      
Bugün Sarı Selim Camisi bahçesindeki  bin 350 yıllık ağaç, 1976'da Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu tarafından "anıt ağaç" olarak tescillendi. Taç genişliği 8, gövde çevresi 3,1, gövde çapı 1, taban çevresi 5,4 ve taban çapı 1,72 metre olan ağaç, yılda yaklaşık 300 kilogram zeytin veriyor.
     
Payas Kaymakamlığı, zarar görmemesi için ağacın yanına uyarı levhası koydurdu. Levhada, "Zeytin ağacına çıkmak, dallarına zarar vermek, dokunmak yasaktır. Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu'nun 65. maddesine göre 2 yıldan 5 yıla kadar hapis ve 5000 gün para cezası ile cezalandırılır" yazıyor.

 

GELİR DURUMUNA GÖRE CEZA     
Belirtilen kanun maddesinde geçen yıl yapılan düzenlemede, "50 bin liradan 200 bin liraya kadar para cezası" hükmü yerine, "5000 gün adli para cezası" hükmü getirilmişti. Değişiklik, suç işleyen kişiye, gelir duruma göre günlüğü 20 ila 100 lira arasında hesaplanarak ceza verilmesini öngörüyor.

 


Hürriyet, 05.05.2014

TARİHİ BİNA KÜLLERİNDEN DOĞDU

 

 

İzmir Büyükşehir Belediyesi, yıllardır atıl durumda olan ve yıkılmaya yüz tutmuş tarihi bir yapıyı daha restorasyon çalışmalarıyla kente kazandırdı. Agora Pazaryeri'nde bulunan 2 katlı metruk bina, adeta küllerinden yeniden doğarak eski görkemli günlerine kavuştu. Bahçesiyle birlikte 377 metrekare alana sahip olan bina, bundan böyle Büyükşehir Belediyesi bünyesinde hizmet vermeye başlayacak. Bina, 2009 yılında Gülşen Durmuş, Hüseyin Hüsnü Hasdemir ve Şengül Gürsel tarafından İzmir Büyükşehir Belediyesi'ne bağışlanmıştı.

 

 

Sivil mimari örneklerinden olan ve konut olarak kullanılan yapı, 1850 yılının sonlarında yapıldı. Duvarları kagir ve ahşap karkas, döşemeleri ise yığma kagir olan "Sakız" tipi bu yapıda günlük oturma, mutfak ve misafir mekanları zemin katta, yatak odaları ise üst katta konumlanmış durumda. Yine üst katta metal payandalarla desteklenen cumbalar yer alıyor. Zemin kat pencereleri demir, üst kat pencereleri ise ahşap kepenk. Binanın arka tarafında küçük bir bahçesi de bulunuyor.

 

NELER YAPILDI?

Bina, Büyükşehir Belediyesi tarafından restorasyonuna başlanmadan önce çok kötü ve statik olarak güçsüz bir durumdaydı. Yıllardır atıl durumda olan binanın çatısının bir kısmı ve avluya bakan doğu cephesinin ikinci katı çökmüş durumdaydı. Zaman içinde binada derin çatlaklar ve kuzey yönde oturmalar oluştu.

 

Restorasyon çerçevesinde önce binanın temeli ve taşıyıcı olan ahşap karkas sistemi güçlendirildi. Çatısı yeniden yapılan binada, sonradan yapılan eklentiler yıkılarak bina özgün haline getirildi. Yapının içinde yer alan özgün olan dolap ve tavan göbekleri korunarak ve eksik kısımlar silikon kalıplarla aslına uygun hale getirilerek çalışma tamamlandı. Ayrıca avluda bulunan havuzun özgün izleri ortaya çıkarılıp özgününe uygun süs havuzu yapıldı. 399 gün süren restorasyon çalışması sonucunda bina özgün yapısına uyularak yeniden İzmir'e kazandırıldı.

 



 Hürriyet, 05.05.2014

TÜRK TARİH KURUMU BİNASI TESCİLLENDİ

 

 

Türk Tarih Kurumu Binası, Anıtlar Kurulu tarafından tescil edildi.

 

TSMD konuyla ilgili bir açıklama yayınladı. Açıklamanın tam metni şu şekilde;

"Turgut Cansever'in 1980 yılında Ağa Han Mimarlık Ödülü almış Türk Tarih Kurumu Binası'na yapılan müdahaleler mimarların ve meslek örgütlerinin tepkisini çekmişti. Geçtiğimiz senenin Haziran ayında yapının mimari değerleri, onarım işlerinde izlenmesi gereken süreç ve yapılmış olan uygulamanın sorunlarını detaylı olarak dile getirebilmek adına TTK Başkanı Prof. Mehmet Metin Hülagü ile bir görüşme yapıldı. Görüşmeye mimarlık örgütlerini temsilen, Aydan Balamir (Mimarlar Derneği 1927-YK Bşk.), Yeşim Hatırlı (Türk Serbest Mimarlar Derneği-YK Bşk.), Elvan Altan Ergut (Mimarlar Odası Ankara Şubesi-YK, DoCoMoMo-YK), Abdullah Alkan (İç Mimarlar Odasi-YK), Semra Ener (Koruma ve Restorasyon Uzmanları Derneği-YK Bşk.), Saadet Sayın (TSMD-YK, KORDER), Emine (Cansever) Öğün ve iki meslektaşımız daha katıldı.


Meslek kuruluşlarının Türk Tarih Kurumu yapısına gösterdikleri hassasiyete TTK Başkanı Prof. Mehmet Metin Hülagü'nün olumlu yaklaşımı sonucunda Ocak ayında yapılan ikinci görüşme sonrası binanın Anıtlar Kurulu tarafından tescil edildiği haberini sevinerek sizlerle paylaşıyoruz. Tescil kararı ile birlikte Turgut Cansever'in kızı Emine Cansever Öğün'ün vermiş olduğu bilgiler ışığında, restorasyon çalışmalarının mimarlar ve meslek örgütleri ile beraber yürütülerek yapılması konusunda mutabık kalındı. Bundan sonraki süreçte arşivdeki projelerin taranması ve gerekli olanların dijital ortama aktarılması, rölöve çalışması yapılması, rölöve onayından sonra arşiv belgeleri de göz önünde bulundurularak, iç mekan tadilatlarını da kapsayacak restorasyon projelerinin hazırlattırılarak, onayları sonrası yapının restorasyonun yapılması kararı alındı.

Yaşanan bu olumlu ve mimarlık ortamı açısından umut verici gelişmelerden sonra, Türk Tarih Kurumu'na yönelik devam edecek çalışmaları ilerleyen günlerde sizlerle paylaşıyor olacağız."

Arkitera, 05.05.2014

AYIŞIĞI MANASTIRI DAVASINI TABİAT PLATFORMU KAZANDI

 

 

Ayvalık Ayışığı Manastırı davasında Tabiat Parkı Platformu kazandı. Sabancıların satın aldığı ve Müze yerine malikaneye dönüştürdüğü Manastırda projesine aykırı yapılar nedeniyle 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununa aykırılıktan 2 kişiye, 2 şer yıl 6 şar ay hapis ve kişi başı 25 bin lira para cezası verildi. Ayrıca 3 bin 800 lira mahkeme masrafını da ödemek zorunda kalacaklar. Böylece Manastırın keyfi biçimde aslına aykırı olarak yapıldığı mahkemece kesinleşmiş oldu.

 

18. yüzyılda inşa edildiği sanılan Agios Dimitrios Ta Selina, bilinen adıyla Ayışığı Manastırı, Cunda Adasının kuzeyinde Pateriça yarımadasının en uç noktasında dik bir tepenin denizle birleştiği noktada yer alıyor.  Ayvalık’a bağlı 21 adayı içine alan, Ayışığı Manastırı’nı kapsayan 17.950 hektarlık bu alan Tabiat Parkı olarak 21.04.1995 tarih ve 6717 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile koruma altına alınmıştı. Park, içerisinde endemik türler de olmak üzere 752 çeşit otsu bitki, 140 balık türü, 230 kuş türü barındıran nadir zengin ekosistemlerden birini oluşturmakta.

 

Manastırın yer aldığı arazi mübadele ile Selanik’ten gelen Katerinli (Katrinli) Fahrettin Bey ve ailesine verilmişti. Ailenin mirasçıları tarafından manastırın da bulunduğu arazi 2008 yılında Akbank Yönetim Kurulu Başkanı Suzan Sabancı Dinçer tarafından satın alındı.

 

Ayvalık Adaları bölgesinin park statüsü, söz konusu satın alma işleminden bir yıl sonra, 2009′da bütünüyle arsa sahiplerinin imar değişiklikleri yapabilmesine olanak sağlayacak şekilde değiştirildi. Böylece satın alınan tarihi eserlere fonksiyon yüklenmesine ilişkin plan hükmü ile kamuya ait arazilerin özel mülkiyete geçirilmesinin önü açılmış oldu.

 

Bunun üzerine 2009 yılı Ayvalık Adaları Tabiat Parkı Revizyon Planı’nın iptali ile ilgili Danıştay 6. Daire 2010/2180 esas sayılı dosyasıyla yürütmenin durdurulması talepli iptal davası açıldı. Dava nedeni, Ayvalık Adaları Tabiat Parkı’nın ilan edildiği 2004 yılında mutlak koruma alanları ilan edilen yerlerin, 2009 yılında aniden düzeltme yapılarak kısmi koruma alanlarına dönüştürülmesi ve tabiat alanında yer alan tarihi binalara fonksiyon yüklenmesine olan itirazdı. Danıştay 6. Dairesi 25.01.2011 tarihli kararıyla isteği haklı görmüş ve yürütmeyi durdurma kararı almıştı. Danıştay 6. Dairesi’nden gelen ilk yürütmeyi durdurma ve bilirkişi incelemesi kararının ardından ilçede dev bir kampanya başlatılmış, 10 bin liralık bilirkişi ücreti, demokratik kitle örgütlerinin, meslek odaları ve vatandaşların katkıları ile toplanmıştı.

 

Ancak, BKTVKK tarafından durdurma kararı verilerek inşaatın mühürlenmesine rağmen Ayışığı Manastırındaki faaliyetler devam etti. Sonunda yasalara göre müze olarak kullanılması gereken manastır, Sabancılar tarafından aslına uygun olmayan bir şekilde "onarılarak" malikaneye dönüştürülmüş, 13 Nisan 2012 tarihinde de iş çevrelerinin katılımıyla açılışı yapılmış, bir de projeyle ilgili Ayışığı Manastırı kitabı tanıtılmıştı.

 

Bunun üzerine Tabiat Platformu Ayvalık Asliye Ceza Mahkemesinde yeni bir dava açtı. Söz konusu dava, Manastırın BKTVKK (Bursa Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu) tarafından onaylanan ilk projesine aykırı olarak sonradan eklenen, kaçak ve projesine aykırı yapıların giderilmesi ve ilgilileri hakkında cezai işleme gidilmesi amacını taşıyordu.

 

Ancak mahkeme “birinci derecede zarar görme” hususuna dayanarak Tabiat Parkı Platformu bileşenlerinin davaya müdahil olma talebini reddetti. Bu nedenle platform üyeleri duruşmaları izleyen, ancak müdahil olamayan bir taraf durumunda kaldı. Davada müdahil olan Hazine Avukatları ve Ayvalık Belediyesi Avukatları da duruşmalara katılmayınca, dava tek taraflı olarak devam etmiş ve Sabancı’ların avukatlarının söylemlerinin davayı belirlediği bir süreç yaşanmıştı.

 

Bu sırada atanan bilirkişi heyeti de Manastırda yapılan projesine aykırı birçok hususu belgelemiş ve raporunda yer vermişti. Onlarca duruşmaya belediye avukatları hiç ilgi göstermemiş, sadece bir kaç duruşmaya zoraki katılmışlardı. Mahkemede savunma görevini de Platform yapmış, müdahil olma talebi ret edildikten sonra da dışarıdan dilekçelerle konuya taraf olmuş ve argümanlarını savunmuştu.

 

Sonuçta Platform bir kez daha haklı çıkmış ve dava Sabancıların aleyhine sonuçlanmış oldu.

 

Dava sonuçlanmadan Manastıra daha önceki Belediye yönetimi tarafından ruhsat verildiği de mahkemede Sabancıların avukatlarının yaptığı savunma sırasında öğrenildi.

 

Manastırın malikane değil de tamamının Anıt Müze olarak kullanılması ise İdari Mahkeme nezdinde açılacak dava sonucun da belirlenecek. Ayvalık Tabiat Platformu şimdi bu konuda yeni bir hukuki girişime hazırlanıyor.

T24, Haber: Akın Güre, 05.05.2014

'EROS BAŞI' GERİ DÖNÜYOR

 

 

Londra’daki Victoria & Albert Müzesi yetkilileri, 1883’te İngiltere’ye kaçırılan “Eros Başı”nı “Türkiye’ye uzun süreli ödünç olarak geri vermeyi arzu ettiklerini, ancak bunun koşulları konusunda henüz bir anlaşmaya varılmadığını” açıkladılar. Victoria & Albert Müzesi’nin heykelden sorumlu küratörü Paul Williamson, Art Newspaper gazetesinden Martin Bailey’ye yaptığı açıklamada, Türkiye’nin İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ndeki Sidamara Lahdi’nin bir parçası olan Eros Başı’nı lahitle birlikte sergilemek istemesini anlayışla karşıladıklarını söyledi.

 

Bailey’nin haberine göre, Türkiye’nin uzun yıllardır peşinde olduğu Eros Başı’nın şimdilik uzun süreli olarak ödünç verilmesi, ancak eserin büyük olasılıkla kalıcı olarak İstanbul’da sergilenmesi bekleniyor.

 

Türkiye Kültür ve Turizm Bakanlığı kısa bir süre önce Almanya, ABD, Fransa, Danimarka ve İngiltere’deki müzelerden geri almak istediği eski eserlerin bir listesini yayımlamıştı ve bu listede söz konusu Eros Başı da bulunuyordu.

 

Öte yandan Victoria & Albert Müzesi’nin ödünç verme önerisinin iki güçlüğü olduğu belirtiliyor. Birincisi, Türkiye’nin, Eros Başı’nın yasal mülkiyetinin Victoria & Albert Müzesi’nde olduğunu kabul etmesi gerekiyor. İkincisi, Türkiye’deki yasalara göre eski eserler Türkiye sınırları dışına çıkarılamıyor ve bu yasa ödünç olarak alınan eski eserler için de geçerli.

 

Bu arada, Türkiye hükümetinin İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ndeki Sidamara Lahdi’yle birleştirerek sergilemek istediği Eros Başı’nın şimdilik Victoria & Albert Müzesi’nin deposunda durduğu belirtiliyor.

 

Dünyadaki örneklerinin en iyilerinden biri olduğu vurgulanan Eros Başı, MÖ 3. yüzyıla ait olan Sidamara Lahdi’nden sökülerek 1883’te Londra’ya kaçırılmıştı.

 

Lahit, 1883’te İngiliz arkeolog Charles Wilson tarafından Konya Ereğlisi’ndeki Sidamara antik kentinde bulunmuştu. Wilson, sonradan yeniden çıkarmak üzere gömülü bırakmış, daha kolay taşınabildiği için, belki de kırılmış olan Eros Başı’nı yanında götürmüştü. Sidamara Lahdi 1898 yılında yeniden ortaya çıkarılmış ve İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne taşınmıştı.

 

Charles Wilson’ın kız kardeşi, Eros Başı’nı 1932’de Victoria & Albert Müzesi’ne bağışlamıştı.

 

1934 yılında Eros Başı’nın Türkiye’ye geri verilmesi gündeme gelmiş, ancak bunun Atina’dan kaçırılmış olan ve British Museum’da bulunan Elgin Mermerleri’nin Yunanistan’a iadesini de gündeme getirebileceği kaygısıyla tereddütler doğmuştu. Yine de Victoria & Albert Müzesi’nin o dönemdeki müdürü Eric Maclagan, büyük bir anıtın parçası olan Eros Başı’nın lahitle birlikte sergilendiğinde çok daha büyük bir değer kazanacağı yolunda rapor vermişti. Bunun üzerine İngiliz yetkililer, Victoria & Albert Müzesi’nin Eros Başı’nı Türkiye’ye geri vermesini kabul etmişlerse de sonuçta bu iade gerçekleşmemişti.

Cumhuriyet, 05.05.2014

AKÇAKOCA'DA YENİ BİR MÜZE

 

Emekli yapımcı Nazmi Kal, Hasan Çavuş Köyü’ne bir müze kazandırdı.

 

1970 yılında girdiği TRT’den 2005 yılında emekli olan yapımcı Nazmi Kal, başta hobi olarak toplamaya başladığı etnoğrafik nesne ve tarım aletlerini tarihi varlık olarak tescil ettirdiği, Akçakoca’ya bağlı Hasan Çavuş Köyü’ndeki 80 yıllık evinde kurduğu müzede sergilemeye başladı. Düzce İl Kültür Müdürlüğü’nün de kültür envanteri içine aldığı müze tabelalar dikilerek halka ve bölgeye gelen turistlere duyuruldu. Bugün unutulmaya yüz tutmuş 200’den fazla ev eşyası ve çeşitli eserin sergilendiği müzedeki özellikle Laz ekmek fırını pilekiye ve 200 yıllık beşik gibi parçalar dikkat çekiyor.

Hürriyet, 05.05.2014

MARMARAY'DAN TABLETLERİN ANASI ÇIKTI

 

Yenikapı'daki Marmaray kazısı sırasında ortaya çıkan eserler, İstanbul'un tarihi mirasını 8 bin 500 yıl öncesine götürdü. İstanbul Üniversitesi (İÜ) tarafından yürütülen projede, replikası yapılarak yüzdürülmesi düşünülen batık gemiden çıkan ahşap defter, günümüzde tablet bilgisayarın atası kabul ediliyor. Aynı zamanda Bizans İmparatorluğunun hayvan kültürüne ilişkin çok çarpıcı bilgilere ulaşan uzmanlar, at etinden yaban eşeğine kadar pek çok hayvanın etinin tüketildiği bilgisine de kazılar sonrası ulaştı.

 

 

İ.Ü tarafından yürütülen ve kazılar sonrası ortaya çıkan kalıntılar, Türkiye ’deki uzmanlar kadar bütün dünyada ses getirdi. Kalıntıların organik ürünler olarak günümüze ulaşması bilim camiasında büyük yankı uyandırdı.Üniversite tarafından AB fonu desteğiyle hazırlanan proje, Yenikapı 12 isimli batığın yeniden yüzdürülmesini amaçlıyor. Batık, 2015 yılı ortalarında yeniden yüzer hale getirilecek. Replika için hazırlıklar sürerken, bölgedeki kazıları yapan ekipten Doç.Dr. Ufuk Kocabaş kalıntılara ilişkin çarpıcı bilgiler verdi.

 

Bizans’ta Teheodasius Limanı olarak bilinen şimdiki Yenikapı bölgesinde organik ürünlere ulaşıldığını, bunun kara kazılarına oranla nadir karşılaşılan bir durum olduğunu söyledi. Bulunan bir batığın yüzde 60 oranında korunmuş olarak günümüze ulaştığını anlatan Kocabaş, “Bu batık bizim için doktora tezi anlamında incelenen ilk eser oldu. Artık yapının eksik olan bölümlerinin inşası için gereken bilgilere sahip bulunuyoruz. Gemi yaş tespiti ve içinde bulundurduğu anforalar dikkate alındığında rotası olarak Karadeniz bölgesini işaret ediyor. MS 9. yüzyıla ait olduğu düşünülen geminin Kırım’daki Kersonesos Kentinden ticaret yaptığı ve ürünleri buradan İstanbul ’a taşıdığı düşünülüyor. Gemi içinden özel bir bölüm dikkatimizi çekti. Bu bölümden kaptan ya da mürettebata ait olduğu düşünülen çok ilginç eşyalara ulaşıldı.” dedi.

 

TABLET BİLGİSAYARIN ATASI GEMİDEN ÇIKTI

Kocabaş, “Ben buna 'Yenikapı’nın mucizesi' diyorum. Batıklardan birinde bizim dipdik dediğimiz, yani not defteri gibi, bugünün belki notebooku gibi bir şey çıktı. Ahşaptan ve defter gibi açılabiliyor. Birkaç sayfası var ve bunlara balmumu sürülerek üzerine notlar almak mümkün. Tablet bilgisayar gibi düşünün. Ayrıca sürgülü olan bölümünü çektiğiniz zaman da küçük ağırlıklar, kuyumcuların hassas terazi olarak kullandığı taşlar var. Küçücük bir terazi var. Yenikapı batıkları her yönüyle bir fenomen. Çıkan 37 batık gemisiyle ve bulunan organik malzemeleriyle. Çünkü organik malzemeleri diğer kazılarda bulmanız pek mümkün olmaz. Bence Yenikapı kazılarının en önemli özelliği organik malzemelerdir.” şeklinde konuştu.

 

Kocabaş, Marmaray Sirkeci İstasyonu kazısı sırasında deniz seviyesinden 28 metre aşağıda bile arkeolojik kalıntılara ulaşıldığını belirterek, “Bu inanılmaz bir şey. Orada bir kaymanın olduğu anlamına geliyor. Rıhtımın normal su seviyesinden biraz da ha altta olduğunu söylediler. İhtimal deprem sonucu denize doğru kayma olduğunu gösteriyor. Yine lastikli araçların geçişi için planlanan güzergahın Bukaleon Sarayı’nın önünden çıkması düşünülüyor. Oradan da önemli eserler çıkabilir.” ifadelerini kullandı.

 

EN BÜYÜK AT KOLEKSİYONU TAMAMLANDI

Yenikapı’daki kazılarda hayvan kalıntılarını inceleyen ekibin başında bulunan İ.Ü’den Prof.Dr. Vedat Onar da, Bizans’a ait bugüne kadar ulaşılan en büyük at koleksiyonunun tamamladıklarını belirtti. Bölgenin tüketimi yapılan hayvan kalıtlarının atıl bölgesi olarak kullanıldığını açıklayan Onar, “Atların tüketim amaçlı olarak kesildiğini görüyoruz. Atların kesildiğini ilk kez biz bu kazı çalışmasında gördük. Roma döneminde bu et türü çok tercih edilen bir tür değildi. Ama Bizans'ta bunu gördük. Atların kullanımının çok farklı olduğunu, acıdamak gemi denilen yöntemlerle atların zarar gördüğünü gördük. 10 yaşın üzerinde ata rastlamak zor. Ömürleri kısalıyordu. 57 hayvan türünden kalıntılara ulaşıldı. Yunus ve kaplumbağa avcılığı bile vardı.” dedi.

 

'SANKİ BİZANS'IN HAYVANAT BAHÇESİNE GİRDİK'

Prof.Dr. Onar, hayvan zenginliğinin kendilerini şaşırttığını belirterek, “Sanki Bizans’ın hayvanat bahçesine kazı yapılmış bu sonuçlar elde edilmiş gibi. Lykos Deresi boyunca alüvyonların taşıdığı bulgular da bu alana taşınmış. Sanki Bizans'ın hayvanat bahçesine kazı yapılmış bu sonuçlar elde edilmiş gibi. Tespit edilen ilginç yöntemlerden biri beyin çıkarma olayıydı. Hayvanlardan tek parça halinde beyinleri çıkarılıp tüketiliyordu. Aynı zamanda da ekonomik değeri artıyordu. Beyin tüketiminin olduğunu, sakatat tüketiminin yapıldığını gördük. Atların tüketildiği, yaban eşeklerinin, yunusların, karettaların tüketildiğini görüyoruz.” diye konuştu. Fil, kesilmiş ayı ve hatta son olarak bizon kalıntısına ulaşıldığını anlatan Onar, DNA testi ile bunun kanıtlanması durumunda bulgunun kendileri için önemli olacağının da altını çizdi.

Radkal, 05.05.2014

"ANTİK İZMİR TURİZMDE ROMA'YI SALLAR"

 

 

Antik Smyrna Kazıları Başkanı Yrd. Doç.Dr. Ersoy: "Kazılar bittikten sonra Agora'nın ve Kadifekale'deki yapıların, büyük turist akınına uğrayacağını, İzmir'in, Roma ve Atina'dan daha fazla turist çekeceğini düşünüyoruz. Antik kent zamanındaki sokakların Osmanlı ve cumhuriyet zamanındaki sokaklara benzediğini söyleyebilirim".

 

Antik Smyrna Kazıları Başkanı Dokuz Eylül Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Akın Ersoy, Kadifekale ile Kemeraltı aksında sürdürülen kazı ve restorasyon çalışmalarının tamamlanmasıyla İzmir'in çok büyük bir turizm potansiyeline kavuşacağını ifade ederek, "İzmir'in, Roma ve Atina'dan daha fazla turist çekeceğini düşünüyoruz" dedi.

Kadifekale ile Kemeraltı arasında uzanan hatta devam eden Antik Smyrna Kazıları, İzmir Fransız Kültür Merkezi ev sahipliğinde düzenlenen "Smyrna Antik Kenti Kazı ve Araştırmaları Çalıştayı"nda ele alındı.

Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Ersoy, yurt içi ve yurt dışından 22 akademisyenin katılımıyla yapılan çalıştayda antik kent kazılarının, turizm açısından büyük bir potansiyele sahip olduğunu belirtti.

Bu kazılarla İzmir'in, Roma ve Atina gibi turizmde söz sahibi şehirlerin önüne geçebileceğine işaret eden Ersoy, şunları kaydetti:

"Kazılar bittikten sonra Agora'nın ve Kadifekale'deki yapıların, büyük turist akınına uğrayacağını, İzmir'in, Roma ve Atina'dan daha fazla turist çekeceğini düşünüyoruz. Buradaki tarihi yapılar çok kıymetli. Bu kazıların böyle bir potansiyeli var. Bu şehirler, yaşayan kadim şehirler. İzmir de bu anlamda çok önemli bir yer tutuyor. Roma'da forumlar, Yunanistan'da Atina Agorası var. Bu tarihi yerleri, binlerce turist her sene ziyaret ediyor."

Ersoy, devam eden kazı çalışmaları hakkında da şu bilgileri verdi:
"Antik kentteki çalışmalarda şu an cadde kazılarını gerçekleştiriyoruz. Bu çalışmalar sonucunda İzmir'in antik kent zamanındaki şehir planını ortaya çıkartacağız. Antik zamanda insanların nasıl bir şehir kurmaya çalıştıklarını göreceğiz Ancak antik kent zamanındaki sokakların Osmanlı ve cumhuriyet zamanındaki sokaklara benzediğini söyleyebilirim. Aynı izdüşümünde yer alıyorlar."

Sabah, 05.05.2014

PİRAMİTLERİN SIRRI ISLAK KUMLAR MI?

 

 

Piramitlerin yapımıyla ilgili bir duvar resmi, bilimsel olarak doğrulandı: Araştırmaya göre Mısırlılar taşların altındaki kumu ıslatarak sürtünmeyi azalttı ve bu sayede inşaatı az işgücüyle tamamladı

Dünyanın 7 harikası arasında yer alan Mısır piramitlerinin yapımıyla ilgili tartışma hiç bitmedi. Devasa vinçlerden söz edenler, Antik Mısırlıların bugün bilinmeyen üstün bir teknolojiye sahip olduğunu savunanlar ve hatta, "uzaylılar"ın işi olduğunu açıklayanlar oldu. BBC Türkçe internet sitesinin haberine göre Amsterdam Üniversitesi'nden bir grup bilim insanı, piramitlerin yapılışına ilişkin çok önemli bir bulgu ortaya koydu. Araştırmaya göre, Eski Mısırlılar, piramitleri oluşturan taşları "ıslatılmış kum" üzerinde sürükleyerek inşa etti.

KILCAL KÖPRÜLER OLUŞUYOR
Amsterdam Üniversitesi ve Madde Üzerinde Temel Araştırma Vakfı'ndan (FOM) bir grup fizikçi, kum dolu bir havuzun içine eski Mısırlılar'ın kullandığı "taş kızak"tan yerleştirerek, sürtünme sonucu ortaya çıkan enerjiyi hesapladı. Bir miktar su eklenince, kum tabakasının içinde kılcal köprüler oluştuğu, bunun sürtünmeyi azaltarak hareketi hızlandırdığı anlaşıldı. Bulgulara göre, Mısırlılar inşaatları bu yöntem sayesinde sanılandan daha az sayıda işçi istihdam ederek tamamladı. FOM Vakfı bu görüşünü, Deir el - Bersha'da bulunan Firavun Djehoetihotep'in mezarındaki duvar çizimlerine dayandırıyor. Mezar duvarındaki çizimlerde, piramitlerin kızakla taşınışı anlatılıyor ve kızağın önünde kumları ıslatan bir kişi bulunuyor. Hollandalı fizikçilere göre granül maddelerin özelliklerini tanımaya yönelik araştırmada elde edilen bulgular sayesinde, günümüzde de önemli ölçüde işgücü ve enerji tasarrufu sağlanabilir.

 


Sabah, 05.05.2014

TARİHİ TREN İSTASYONLARINA NE OLACAK?

 

 

Hızlı tren projesinde Haydarpaşa Garı’na olacaklar netlik kazanmaya başladı. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, garın özelleştirme kapsamına alınacağı sinyalini verdi. Peki, Gebze-Söğütlüçeşme ve Sirkeci-Halkalı arasındaki tarihi istasyonlara ne olacak?

 

Hızlı tren ve Marmaray projeleri kapsamında yapılan demiryollarını yenileme çalışmaları, İstanbullulara son bir yıldır düdük sesini unutturdu. ‘Haydarpaşa Garı’nın akıbeti de bu süreçte en çok merak edilen ve tartışılan konulardan biri. Kentin simge yapılarından biri olması hasebiyle Haydarpaşa’nın ilgi odağı olması gayet doğal. Ancak Gebze-Söğütlüçeşme ve Sirkeci-Halkalı hatlarında hizmet veren irili ufaklı tren istasyonlarına ne olacağı konusu da en az Haydarpaşa kadar önem taşıyor. Üstelik bunların hatırı sayılır miktarının yıkılacağı ya da atıl kalacağı yönünde iddialar varken. Kadir Has Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Yonca Erkan Kösebay ve Haydarpaşa Dayanışması’ndan Tugay Kartal’a Gebze-Haydarpaşa hattındaki tarihi tren istasyonlarına neler olacağını sorduk.

 

 

Demiryolları konusunda doktora tezi bulunan Prof.Dr. Erkan, Marmaray Projesi’nin üç hatlı bir demiryolu olarak planlandığından, mevcut tarihi istasyonları oldukları şekliyle kullanımda tutmanın mümkün olmadığını söylüyor. Bu sebeple tarihi istasyonların bir bölümünün yıkılması, diğer bir bölümünün ise önlerindeki peronların yıkılacak olması sebebiyle kullanım dışı kalacağı öngörülüyor.

 

 

Tugay Kartal’dan konuyu biraz daha detaylı anlatmasını istiyoruz. Cevabı şu şekilde: “Mevcut demiryolu hattında peronlar kenarlarda olup hat ortada, Marmaray Projesi’nde ise peron ortada olup geliş gidiş hatları orta peronun her iki kenarında, bu nedenle mevcut istasyon binaları kullanılmayacak. ‘Peki başka türlü olmasının yolu yok muydu?’ sorusuna Tugay Kartal, “İstasyonlara giriş, tarihi yapıların içinden olacak şekilde projelendirilseydi mevcut tarihi yapılar kullanılmış olurdu.” diye cevap veriyor.

 

 

Erkan’a göre aynı süreçte inşa edilen Kartal–Kadıköy metrosu, Marmaray’ın tüp geçişiyle birlikte ele alınabilir ve tarihi demiryolu hattı yenilenerek tarihi niteliklerini geleceğe taşıyabilirdi. Kartal, bu konuda Yonca Erkan ile aynı görüşte. Haydarpaşa Dayanışması olarak proje başlangıcında banliyö hatlarının üçlenmemesini ya da Boğaz geçişinin Kadıköy-Kartal metrosuna bağlanarak ulusal ve uluslararası demiryolu trafiğinin darboğaza sokulmamasını önermişler. Ancak uyarıları ve önerileri dikkate alınmamış.

 

 

İstasyonların yıkılacağı ya da kullanım dışı kalacağı bilgisinin nasıl elde edildiğine gelince... İstanbul’un demiryolu mirası olarak ilan edilmesi için 1.8.2007’de Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi (ICOMOS), Birleşik Taşımacılık Sendikası (BTS) ve Mimarlar Odası tarafından İstanbul Tabiat ve Kültür Varlıklarını koruma Kurullarına başvuru yapılmış. Kurul başvuruyu yerinde incelemek amacıyla görevlilerini demiryolu hattına incelemeye göndereceğini TCDD’ye bir yazıyla bildirmiş. Demiryolları yapılacak bu inceleme öncesi Marmaray CR1 inşaatı kapsamında Halkalı Gebze arasında hangi gar ve istasyonların bina ve tesislerin etkileneceğini 25.6.2008 tarih 711 sayılı yazısıyla Demiryolları, Limanlar ve Hava Meydanları İnşaatı Genel Müdürlüğü’ne (DLH) sormuş. DLH, sorunun cevabını vermeyip inşaatı yapmakla görevli müteahhit Avrasya Ortak Girişimi’ne (Konsorsiyum) havale etmiş. Avrasya Ortak Girişimi’nin 22.8.2008 tarih ve 12555 sayılı yazısıyla Haydarpaşa Gebze ve Halkalı arasında 29 istasyon binasının yıkılacağını, altı istasyon binasının kullanım dışı kalacağını DLH ve TCDD’ye bildirmiş.   

 

‘Anıtlar Kurulu müdahale edemiyor mu, tarihi binaların yıkılmasını engelleyecek bir çalışma yapılmıyor mu?’ sorusunun cevabı da Tugay Kartal’da: “Haydarpaşa-Gebze arası Anadolu Bağdat Demiryolu hattına ait. Sirkeci Halkalı arası hat, Rumeli Demiryollarının bir parçası. Bu hatların 100 yılı aşan tarihi ve endüstriyel değeriyle koruma altına alınması için BTS, Mimarlar Odası ve ICOMOS, 2007’de İstanbul ve İzmit Tabiat Varlıkları Koruma Kurullarına başvuru yaptı. Başvuru incelendikten sonra ‘koruma mevzuatımızda’ demiryolu hatlarının tarihi ve endüstriyel demiryolu olarak korunması yönünde hüküm bulunmadığından reddedildi.”   

 

Erkan, Haydarpaşa-Gebze hattının kullanılmaya başlamasının 1871 yılına kadar uzandığını anlatıyor: “Akademik olarak Türkiye’nin demiryolu tarihinde, aynı zamanda toplumsal bellekte önemli bir yeri olan Haydarpaşa hattının korunarak yenilenmesi beklenirken, bu alanın kapasitesi üzerinde bir yük getiren, dolayısıyla tarihi niteliklerinin korunarak geleceğe aktarılması mümkün olmayan bir proje uygulamaya sokuldu. Marmaray Projesi bu haliyle Haydarpaşa ve Sirkeci Gar sahalarının kullanımı üzerinde de belirleyici rol oynayarak 150 yıla yaklaşan süredir var olan demiryolu-deniz ilişkisini bozarak bu alanlardan demiryolunun çekilmesine neden oldu.”

 

Marmaray Projesi’nin topluma sadece ‘raylı sistemle İstanbul Boğazı’nı geçen’ bir proje olarak sunulduğunu anlatan Erkan, “Banliyö hatlarında meydana gelecek değişiklik ve halkın kullanım alışkanlıklarında ortaya çıkacak değişim ancak inşaat tamamlandığında fark edilecek.” diyor.  

 

‘Müze yapalım’ başvurusuna olumsuz cevap

Erkan’a göre, demiryolunun bir hat olarak koruma altına alınması gerekiyordu. Yalnızca istasyon binası, lojman ve su deposu gibi özel yapıların tescillenebildiğini vurgulayan Erkan, “Buna rağmen tescil kararları dahi gerçek anlamda bu yapıların sahip oldukları değerlerle geleceğe aktarılmasını sağlayamadı. Burada karar alıcıların toplumun yararı yönünde, tarihi gözeten bir bakışa sahip olarak yasaların getirdiği kısıtlara yorum katması bekleniyor.” şeklinde konuşuyor.

 

Tarihi istasyonların kullanım dışı kalması durumunda ne olacağı ise muamma. Binalardan bazıları için Kadıköy Belediyesi Kültür Merkezi TCDD’ye başvurmuş ancak olumsuz yanıt almış. Zaman’ın TCDD’ye ‘tarihi ren istasyonlarına ne olacağı’na ilişkin yaptığı yazılı başvuru da cevapsız kaldı.

 

Tarihi istasyonlar yıkılmıyor ama işlevsiz kalıyor

Anadolu yakasında Anadolu Bağdat hattının bir parçası olarak Haydarpaşa Gebze arasında 27 adet gar istasyon ve durak tesisi mevcut. Bunlar: Haydarpaşa, Söğütlüçeşme, Kızıltoprak, Feneryolu, Göztepe, Erenköy, Suadiye, Bostancı, Küçükyalı, İdealtepe, Süreyyaplajı, Maltepe, Cevizli, Atalar, Kartal, Yunus, Pendik, Kaynarca, Tersane, Güzelyalı, Aydıntepe, İçmeler, Tuzla, Çayırova, Fatih, Osmangazi, Gebze. Bu gar ve istasyonlardan Haydarpaşa, Kızıltoprak, Feneryolu, Göztepe, Erenköy, Suadiye, Bostancı, Maltepe, Kartal Yunus istasyon binaları tarihi ve tescilli yapılar. Rumeli demiryolunun bir parçası olan Sirkeci Halkalı arasında 18 adet gar istasyon ve durak bulunuyor. Bunlar: Sirkeci, Cankurtaran, Kumkapı, Yenikapı, Kocamustafapaşa, Yedikule, Kazlıçeşme, Zeytinburnu, Yenimahalle, Bakırköy, Yeşilyurt, Yeşilköy, Florya, Menekşe, Küçükçekmece, Soğuksu, Kanarya Halkalı. Avrasya ortak girişiminin 2008’de DLH’ye gönderdiği listede 41 istasyona neler olacağı belirtiliyor. Buna göre tarihi olan Kızıltoprak, Feneryolu, Göztepe, Erenköy, Suadiye, Bostancı, Maltepe, Kartal Yunus istasyon binalarının yanında şu not var: ‘Yeni bir istasyon yapılıyor, fakat mevcut istasyon binası korunuyor’. Bu istasyonların geçmişi, Osmanlı dönemine kadar uzanıyor. Osmanlı Hükümeti, Haydarpaşa’yı Bağdat’a bağlamayı düşünür. 1871 yılında Haydarpaşa-İzmit hattının yapımına başlanır ve 91 kilometrelik hat 1873 yılında bitirilir.

Zaman, Haber: Zeynep Kılıç, 04.05.2014

ŞANLIURFA'DA MÜZEDEKİ ESERLER POLİS ESKORTUYLA TAŞINIYOR

 

Şanlıurfa’da, 70 bin eserin bulunduğu Arkeoloji Müzesi'nde taşınma işlemleri, polisin güvenlik önlemleri altında gerçekleşiyor. Özel kutulara konulan ve vinç yardımı ile kamyonlara yüklenen eserler, polis eskortu eşliğinde yeni müzeye götürülüyor.

 

Haleplibahçe Mahallesi’nde 32 bin metrekare kapalı alan üzerine yapılan Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi'nin tamamlanmasıyla birlikte Şehitlik Mahallesi’nde bulunan mevcut müzedeki eserlerin taşınma işlemlerine başlandı.

 

Şanlıurfa Müzesi'nde bulunan 70 bin eser, tek tek fotoğraflandıktan sonra özel hazırlanmış kutulara konuluyor. Eserlerin konulduğu kutular daha sonra vinç yardımıyla kamyonlara yükleniyor ve polis eskortu eşliğinde yaklaşık 2 kilometre uzaklıktaki yeni müzeye taşınıyor.

70 bin eserin bulunduğu müzedeki taşıma işleminin 2 hafta süreceği öğrenildi.

Haber 3, 03.05.2014

DAVUT HEYKELİ YIKILIYOR MU?

 

 

İtalyan gazetesi La Repubblica'nın haberine göre uzmanlar 5,5 tonluk heykelin bacağındaki küçük çatlaklara dikkat çekti.

Ulusal Araştırma Konseyi Floransa’daki heykel üzerinde yaptığı araştırmada Davut heykelinin ağırlığının büyük kısmını taşıyan sağ bacağının arkasında yarıklar olduğunu tespit etti. Bu yarıklar daha önce alçı ile kapatılmasına karşın tekrar ortaya çıktı.

Yapılan kapsamlı araştırmalarla da heykelin ayak bileğinde de güçsüzlük olduğu anlaşıldı. Uzmanlar bunun 300 yıl boyunca kent merkezinde öne doğru yaslanmış, kötü bir açı ile durmasından kaynaklanmış olabileceğini belirtiyor.

La Gazetta del Sud'un haberine göre 5 metre boyundaki heykel, Mikelanj'ın kullandığı mermerin kötü kalitesi, ağırlığı ve dengesiz duruşu nedeniyle zaten kırılgan bir durumda. Deprem ya da yol çalışması gibi sebeplerden de heykelin yıkılabileceği konusunda kaygılar var.

Davut heykelinin depremden etkilenmeyecek bir müzeye ya da şehir dışında farklı bir alana taşınması öneriliyor. Mikelanj, Davut heykelinin yapımına 1501 yılında başladı ve 3 yılda tamamladı. Heykel, Floransa'nın bir nevi sembolü haline geldi. Heykel geniş çevrelerce, Mikelanj'ın en iyi iki heykelinden biri ve Rönesans heykel sanatının bir başyapıtı olarak kabul ediliyor.
Eser, Davut'un Calut'a saldırma anını simgeliyor.

Radikal, 02.05.2014

TARİHİN SIFIR NOKTASINA AHŞAP YOLLA ULAŞILABİLECEK

 

 

Dünyanın en eski tapınak merkezi olarak kabul edilen Göbeklitepe’ye ahşap travers yolla daha kolay ulaşılabilecek. 

 

İl Kültür ve Turizm Müdür Vekili Aydın Aslan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, “Tarihin sıfır noktası” olarak nitelendirilen Göbeklitepe kazı alanına kısa süre önce ahşap çatı yaptıklarını belirtti.

 

Göbeklitepe’nin Kültür Ve Turizm Bakanlığı tarafından “Ören yeri” statüsüne alındığını hatırlatan Aslan, bölgeye yeni sosyal donatı alanları inşa ettiklerini ifade etti.

 

Bölgenin sit alanı olarak kabul edilmesi nedeniyle alt yapı çalışmalarında kısıtlamalara gidildiğini dile getiren Aslan, çevreye zarar vermeyen çalışmaları hayata geçirdiklerini vurguladı.

 

Kazı alanına yaklaşık 800 metre uzunluğunda ahşap travers yol yaptıklarını aktaran Aslan, 4 ay sonra bitirilmesi planlanan güzergahın Göbeklitepe’ye farklı bir görünüm kazandıracağını söyledi.

 

Göbeklitepe’nin özellikle yurt dışından ilgi gördüğüne dikkati çeken Aslan, şöyle devam etti:

“Bölgede çok sayıda sosyal donatı uygulaması var. Satış ofisi ve güvenlik kulübelerinin inşasının yapımı da sürüyor. Dünyanın birçok ülkesinden gelen insanlara ev sahipliği yapıyoruz. Dünya basını ve arkeologlardan da ilgi görüyoruz. Kazının devam ettiği bölge sit alanı olduğu için ahşap uygulamayı tercih ettik.”

haberler.com (Kısaltarak), Haber: Rauf Maltaş, 02.05.2014




.. TAY Projesi . Kuruçeşme Cad. 67/B
34345 Kuruçeşme İstanbul
Tel: 0 (212) 265 7858 - Faks: 0 (212) 287 1298
e.posta: info@tayproject.org

Copyright©1998 TAY Projesi