25 - 31
Mayıs 2014
|
HARABE 'MERYEM ANA MANASTIRI' RESTORASYONLA TURİZME
KAZANDIRILDI
Mağara içerisinde yer
alan tarzda Türkiye'nin en büyük ikinci manastırı
olan ve bir süre önce restorasyonu tamamlanan Meryem
Ana Manastırı, ziyaretçilerini bekliyor.

Şebinkarahisar
İlçesi'ndeki Kayadibi Köyü'nde
kayalık bir tepedeki doğal mağara içerisine inşa
edilen ve Ortodoks Rumlar tarafından kullanılan
Meryem Ana Manastırı, restore edilerek turizme
kazandırıldı. Yürüyerek yaklaşık 20 dakikada
ulaşılan manastırın yapısı dört kademeden oluşuyor.
Giresun Müzesi Müdürü Hulusi Güleç, yaptığı
açıklamada, Meryem Ana Manastırı'nın, restorasyonu
öncesinde harabe bir halde olduğunu söyledi.
Manastırın, 1924'te terk edildikten sonra 1960 ve
1970'li yıllara kadar uzun süre tahribata uğradığını
anlatan Güleç, şunları kaydetti:
"Burası 1986 yılında keşfedilmiş ancak koruma altına
alınamamıştı. Daha sonraki yıllarda Trabzon Kültür
ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunca koruma
altına alınarak 2006 yılında restorasyon projesi
hazırlandı. 2011 yılında ödenek çıktı, restorasyona
başlandı. Daha önceden patika bir yoldan gidilerek
ulaşılıyordu, çok zordu, öncelikli yolunu yaptık.
Manastırın tüm birimleri tek tek elden geçirilerek
restorasyonu tamamlandı, kısa bir süre sonra tamamen
ziyarete açılacak manastırı şimdi de ziyaret etmek
mümkün. Geçtiğimiz günlerde de geçici kabulü
yapılarak Kültür ve Turizm Bakanlığı olarak bize
teslim edildi."

Dört kademeli bir yapı
Giresun Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar
Eğitimi Bölüm Başkanı Yrd. Doç.Dr. Gazanfer İltar
ise manastırın yüksek bir tepedeki kayalık bir
alanda bulunan doğal mağara içerisinde yer aldığını
belirterek, "Dört kademeli bir yapılanma söz konusu.
Birinci kademesi mağaranın hemen önünde, girişinde
yer almakta ve burası Meryem Ana Manastırı'nın
bahçesi şeklinde olup, bahçede kutsal ayazma çeşme
sarnıç mezar yapısı gibi birimler bulunmakta" dedi.
Diğer üç kademenin ise üç katlı bir yapılanma
gösterdiğini dile getiren İltar, "Tamamen mağara
içerisindedir. Üç bölümün birinci katında kabul
salonu, mutfak, yemek odası, ocak gibi birimler
bulunur. İkinci katında keşiş odaları ve büyük bir
teras yer alır, üçüncü katında ise manastırın
vazikel planlı kilisesi yer alır. Manastır 27 bin
500 metrekaredir " ifadelerini kullandı.

Fener Rum Patrikhanesi manastırı satın
almak istedi
Manastırla ilgili son belgenin Başbakanlık Osmanlı
arşivinde yer aldığını aktaran Gazanfer İltar, şöyle
konuştu:
"Manastırın baş papazı konumundaki Kominos
Yuvanikyos öldüğü için o dönemin kanunları gereği
bilavelet ölen gayrimüslimlerin mal varlıkları
hazineye bırakılıyordu. Dolayısıyla Kominos
Yuvanikyos öldükten sonra manastır da devlet
hazinesine kalıyor. Daha sonra Fener Rum
Patrikhanesi'nin Dahiliye Nezareti'ne uygun bir
fiyatla tekrar manastırın kendilerine devredilmesi
için bir yazısı var. Bu yazı Osmanlı arşivlerinde
manastırla ilgili bilgi veren son belgedir."
İltar, manastırın Osmanlı döneminde de faal bir
durumda olduğunu belirterek, "1890'lı yıllarda
Osmanlı arşivinde kayıtları söz konusudur. Fener Rum
Patrikhanesi'ne bağlı yapılar grubudur. Yapı 1.
Dünya Savaşı'nın akabinde yavaş yavaş terk edilmiş
ve 1924'teki mübadeleyle tamamen terk edilmiştir"
dedi.
Hürriyet, Haber: Gültekin Yetgin, 30.05.2014
|
SARAYIN HAFIZASI KAYIT ALTINDA
İlk kez 1986’da
çıkartılan Topkapı Sarayı Müzesi Yıllığı Kültür ve
Turizm Bakanlığı talimatıyla tekrar hayat buluyor.
Sarayla ilgili her şey böylece kayıt altına
alınacak.
Tarihi
yarımadanın en önemli mirası Topkapı Sarayı kendiyle
rekabete devam ediyor. Kültür ve Turizm Bakanı Ömer
Çelik’in talimatıyla yapılan çalışmalar sonucu kendi
dokusuna yeniden kavuşan Topkapı Sarayı’nın son
atağı 22 yıldır çıkarılmayan müze yıllığını yeniden
çıkarmak oldu.
SON SAYIDAN 22 YIL SONRA
İlk kez 1986’da Topkapı Sarayı Müzesi ve İstanbul
Topkapı Sarayını Sevenler Derneği tarafından
çıkartılan yıllık, beş sayı yayınlandıktan sonra
çeşitli sebeplerle 1992’den beri çıkarılamamıştı.
Müzecilik faaliyetlerinin, kültürel etkinliklerin,
önemli restorasyon ve projelerin kayda geçirildiği
ve Topkapı Sarayı Müzesi’nin tarihinde önemli bir
geçmişi olan bu yayının yeniden çıkarılması,
özellikle yayınlanamadığı 22 yıla ışık tutması
bakımından büyük önem taşıyor.
KAMUYA AÇIK, ÜCRETSİZ
Yıllıkta 22 yazarın makalesi yer alıyor. ‘Topkapı
Sarayı Müzesi Yıllık- 6’nın önsözünde “Topkapı
Sarayı Müzesi sahip olduğu en önemli somut kültürel
mirası olan saray mimarisi ve objelerini korumaya ve
sergilemeye çabaladığı gibi saray dönemine ait somut
olmayan kültürel mirası da yaşatmaya önem
atfetmektedir” diyen Bakan Ömer Çelik’in imzası
bulunuyor. Yıllık saraydan ücretsiz olarak temin
edilecek.
Akşam, 30.05.2014
|
FETİH MİRASI DEĞİL, DÜNYA MİRASI

Ayasofya’nın camiye çevrilmesi
girişimlerine karşı imza kampanyası başlatan
aydınlar ve akademisyenler, “Fetih zihniyetiyle,
Ayasofya’yı siyasi bir oyuna alet ediyorlar” dedi.
İstanbul’un fethinin 561. yıldönümü nedeniyle
Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi tartışmaları
tekrar alevlendi. 2 Mayıs’ta Burdur Bağımsız
Milletvekili Dr. Hami Yıldırım, Ayasofya’nın cami
olarak ibadete açılması için kanun teklifi verince
cami yapılsın diyenler ve müze olarak kalsın
diyenler farklı kampanyalar düzenlemeye başladı.
Tarih Vakfı’nın öncülüğünde oluşturulan Kültürel
Mirası İzleme Platformu, “Ayasofya neden müze olarak
kalmalıdır” başlıklı bir metin hazırladı. 12
Mayıs’ta imzaya açılan metne Türkiye’den ve dünyadan
bini aşkın akademisyen imza attı. Kampanyayla ilgili
Cezayir Restoran’da dün bir panel
düzenlendi. Panelde konuşan Boğaziçi Üniversitesi
Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Şevket Pamuk,
şunları aktardı: “1934'te Ayasofya'nın müzeye
dönüştürülmesi, kardeşlikten yana bir tavırdı.
Erdoğan, 2006'da Zapatero ile birlikte Medeniyetler
İttifakı'nın öncülüğünü yaptı. Şimdi bu ittifakı
yeniden göstermeli ve bir kez daha tüm dünyaya örnek
olmalı.”
ANKOR WAT
ÖRNEK OLSUN
Bilgi Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Aydın Uğur da
Angkor Wat ve Machu Picchu gibi dünyaya mal olmuş
tarihi yapıtlardan örnek verdi. Uğur, sözlerini
şöyle sürdürdü: “Önce Hindu, sonra Budist inancıyla
kurulan Angkor Wat'ta bizim için asıl önemli olan
hangi kralın, din adamının baskın çıkarak kime karşı
bu eseri yaptırdığından çok, oradaki benzersiz ve
büyüleyici ortamdır. Medeniyetler ötesi, mucizevi
bir aşkınlık duygusunu ortak insanlık tarihine
hayranlık duyarak o anda yaşa-mamızdır. Ayasofya da
böyle bir yer.”
BİR BİZANS
MÜZEMİZ BİLE YOK
Mardin Artuklu
Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi Öğretim
Üyesi Prof.Dr. Uğur Tanyeli, “Biz İstanbul'u sanki
bin yıl Bizans başkenti değilmiş, tarihi 1453'te
başlamış gibi düşünmekte diretiyoruz. Bu anlayışla
hala İstanbul’da bir Bizans müzesi bile yok.
Anlamamız gereken Ayasofya bir kiliseydi. Bu gerçeği
sık sık inkar etme suretiyle konuşmaya devam
edemeyiz. Bizans'la barış olmadıkça, bu kavga da
devam edecektir” dedi. Ayasofya’nın camiye
dönüştürülmesi konusu özellikle son bir yılda
sıklıkla gündeme geldi.
ARINÇ, O GÜNÜ
BEKLİYOR
Başbakan Yardımcısı
Bülent Arınç, geçtiğimiz Kurban Bayramı’nda
“Ayasofya bize birşeyler söylüyor. Bu mahsun
Ayasofya'ya bakıyoruz, inşallah güleceği günlerin
yakın olmasını Allah'tan diliyoruz" dedi. Pek çok
hükümet yetkilisi bu yönde görüş bildirirken,
bugünün fethin yıldönümü olması nedeniyle
siyasilerden Ayasofya açıklamaları geldi. En tuhaf
açıklamayı Saadet Partisi’nden Mustafa Öcal yaptı.
Öcal, “Türkiye’nin belalardan kurtulmasınının yolu
Ayasofya’yı cami olarak ibadete açmaktır" dedi.
Anadolu Gençlik Derneği de, 31 Mayıs saat 04.00'da
Ayasofya'nın ibadete açılması için 'Ayasofya
Camii'nde Buluşuyoruz-Seccadeni al gel' başlıklı
eylem yapacağını duyurdu.
“Ayasofya’yı
elimizden aldılar” kompleksi devam ediyor
Panelde Aysofya’nın
camiye çevrilme tartışmasının ilk olarak 1950’li
yıllarda Osman Yüksel Serdengeçti'nin kaleme aldığı
saldırgan bir yazıyla başladığını söyleyen İstanbul
Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi gazeteci-yazar
Murat Belge, sözlerini şöyle sürdürdü: “O yazıdan
sonra Ayasofya cami yapılma tartışmaları zaman zaman
alevlenmiştir. O tarihten bu yana ciddi bir rövanş
takıntısı vardır. 'Biz vaktiyle dünyaya egemendik,
bizi ne hale getirdiler, Ayasofya'yı da elimizden
aldılar' gibi kompleksli söylemlerle beslenen
hatalı, hastalıklı ve zararlı bir ruh hali hala
devam ediyor. Bu yaklaşım, intikam isteyen,
karşısındakini susturmaya çalışan bir tavrın
uzantısıdır; tedaviye muhtaç bir düşünce yapısıdır.
Bu, aynı zamanda İslam'ın tavrını da
belirlemektedir. Ayasofya'nın ibadete açılması
önerisi, İslamiyet'in başka dinlerle huzur ve barış
içinde yaşayamayacağını, zaten yaşamaması
gerektiğini vurgulayan bir öneridir.”
İstanbul,
UNESCO listesinden çıkar
UNESCO, 1985’te
İstanbul’u Dünya Mirası Listesi’ne alırken bu
kararda etkili olan en önemli faktör kuşkusuz
Ayasofya’ydı. Türkiye’nin Topkapı Sarayı’ndan sonra
3.5 milyon ziyaretçi sayısı ile en çok turist çeken
ikinci müzesi olan Ayasofya, müze olma özelliğini
yitirirse UNESCO, bu değişkiliği gündemine alacak.
Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesine karşı verilecek
karar ise İstanbul’u Dünya Mirası Listesi’nden
çıkarmak olabilir. Nedeni de camiye çevrilmesi
sırasında binanın özgünlüğünün bozulacak olması.
Milletlerarası
Anıtlar ve Sitler Konseyi (ICOMOS) Türkiye Milli
Komite Yönetim Kurulu Üyesi Cevat Erder, konuyla
ilgili şunları söyledi; “Ayasofya’nın camiye
dönüştürülmesi sırasında Hıristiyan simgeleri
kapatılacak. Müze, camiye çevrilirken yapının en
ufak yerinde bile özgünlüğün değişecek olması,
Türkiye’nin tarihi mirası yeterince koruyamadığını
ortaya koyar. Ayrıca UNESCO, camiye dönüştürme
kararını siyasi bir karar olarak niteler. Tarihi
mirasın siyasete konu edildiğine hükmederek bu iki
sebepten dolayı İstanbul’u Dünya Mirası Listesi’nden
çıkarabilir.”
Taraf, Haber: Billur Özgül, 29.05.2014
|
MARDİN UNESCO YOLUNDA

Binlerce yıllık geçmişe sahip eski Mardin'in,
UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne alınması için 2014
yılında başvuru yapılacak.
Mardin'in, Birleşmiş Milletler Bilim Eğitim ve
Kültür Teşkilatının (UNESCO) ''Dünya Mirası Geçici
Listesine'' alınmasının ardından,
Tarihi Dönüşüm Projesi kapsamında yürütülen
çalışmalar hızlandırıldı.
Mardin Belediye Başkanı Mehmet Beşir Ayanoğlu,
projeye 2009 yılında başladıklarını, Mardin'in
tarihi yapısının korunması açısından çok önemli bir
çalışma yürüttüklerini bildirdi.
''Şehir eski otantik haline
kavuşturuluyor''
Sit alanı içinde yer alan sokakların tek tek
kazıldığını, içme suyu ve kanalizasyon şebekesinin
yenilendiğini, Telekom ve TEDAŞ kablolarının yerin
altına alındığını anlatan Ayanoğlu, ''Şehir eski
otantik haline kavuşturuluyor. Bu yıl sonuna kadar
bu çalışmalarımızın yüzde 90-95'ini bitirmiş
olacağız'' dedi.
Anadolu Ajansı, Haber: Şengül Oymak, 29.05.2014
|
ORTA ANADOLU'DA YENİ BİR HİTİT YERLEŞİMİ:
NEVŞEHİR-OVAÖREN
Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
arkeoloji Bölümü Başkanı Prof.Dr. S. Yücel
Şenyurt,
Çukurova Üniversitesi’nde “Orta
Anadolu’da Yeni Bir Hitit Yerleşimi:
Nevşehir-Ovaören” konulu konferans verdi.
Çukurova Üniversitesi Arkeoloji Kulübü ile
Arkeoloji Bölümü tarafından ortaklaşa düzenlenen ve
Mithat Özsan Amfisi’nde gerçekleştirilen konferansı,
Arkeoloji Kulübü üyeleri ile Arkeoloji Bölümü
Öğretim Üyeleri ve öğrencileri izledi.
Gazi Üniversitesi Edebiyat-Fakültesi Arkeoloji
Bölümü Başkanı Prof.Dr. Yücel Şenyurt, Nevşehir’in
bugünkü Anadolu coğrafyasındaki konumunun gözden
geçirildiğinde, Anadolu’nun tam ortasında yer
almasının yanı sıra, kıtalar arasında köprü vazifesi
görmesi nedeniyle öneminin bir kez daha ortaya
çıktığını söyledi.
KAZILARA 2007 YILINDA BAŞLANDI
Prof.Dr. Şenyurt, konuşmasında, “Nevşehir’i, kendi
il sınırları içerisinde yapılan kazılar açısından
değerlendirecek olursak;
Hacıbektaş’taki Suluca Karahöyük kazıları,
Avanos’taki
Camihöyük kazıları ve Sarılar Kasabasındaki Zank
Höyük kazıları dışında çok bilimsel anlamda kazılar
yapılmamıştı. 1996’da Ovaören’de yaptığımız yüzey
araştırması sonunda 2007 yılında burada kazı
çalışmalarına başladık. Gerçekleştirdiğimiz ön
çalışmalarda ilk olarak surlara rastladık ve
surların hangi döneme ait olduğunu araştırırken,
kazı alanında günümüzden en az 3500 yıl önce Hitit
dönemine ait olduğunu tespit ettiğimiz ve surlara
saplanmış ok ucunu bulduk. Bu da bize buranın tarihi
hakkında bilgi vermiş oldu” dedi.
“BELGELER, OVAÖREN’İN TARİHÇESİNE IŞIK TUTACAK”
2007 yılında başladıkları kazı çalışmalarıyla
birlikte şu ana kadar yüzeyden 4 metre derinliğe
kadar indiklerini ve Hitit Dönemi tabakalarına
ulaştıklarını söyleyen Prof.Dr. Yücel Şenyurt,
yapılan kazılarda kentin giriş kapısı başta olmak
üzere sur duvarları, yerleşim alanları ile yerleşim
yerinin tarihine ışık tutacak o dönemlerde
kullanılmış çanaklar, mezarlar ve bazı araç gereç
kalıntılara ulaştıklarını dile getirdi. Prof.Dr.
Şenyurt, "En önemlisi ise kazılarımızda o dönemlerde
kullanılmış mühür bulduk. Bu da bize o dönemlerde
yazılı belgelerin olduğunu göstermekte ve biz bu
yazılı belgeleri bularak Ovaören’in Anadolu ve
Nevşehir’in tarihçisine ışık tutmuş olacağız.
Ovaören kazılarını tamamlamamızla birlikte bölgede
yeni bir turizm alanını da ortaya çıkarmış olacağız”
diye konuştu.
NEVŞEHİR-OVAÖREN HAKKINDA
Nevşehir’in Gülşehir İlçesine bağlı Ovaören
beldesinde Prof.Dr. Yücel Şenyurt başkanlığında 2007
yılında kazılara başlanmış olup kazılar hala devam
etmektedir. Kalkolitik Çağ’dan Demir Çağı sonuna
kadar kesintisiz bir yerleşime sahne olan Ovaören,
ticaret yollarının kesişme noktasında yer alması
sebebiyle Anadolu içinde oldukça önemli bir
jeopolitik konuma sahip.
Milliyet, 29.05.2014
|
DEPODA BEKLETİLEN 2 BİN YILLIK MOZAİK RESTORE EDİLDİ
Samsun Arkeoloji ve Etnografya Müzesi tarafından 18
yıl önce bulunan ve yer olmadığı için depoda
saklanan 2 bin yıllık mozaiğin restorasyonu
tamamlandı. Mozaikte çeşitli bitkisel ve geometrik
şekillerin bulunduğu belirtildi.
İlkadım İlçesi’ndeki Amisos
antik kentinde
1996′da Arkeoloji ve Etnografya Müzesi tarafından
yapılan kurtarma kazısı sonucunda, Geç Roma
Dönemi’ne ait yaklaşık 2 bin yıllık mozaik ortaya
çıkarıldı. 50 metrekarelik mozaik kazı sonrasında
bulunduğu yerden alınarak müzeye götürüldü. Müzede
sergilenecek yer olmadığı için mozaik depoda
saklanmaya başlandı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na
yapılan girişimler sonrasında teknik eleman desteği
sağlandı ve mozaikler depodan çıkarılarak 6 ay önce
restore edilmeye başlandı. Yapılan ilk çalışmaların
ardından ikinci restoranyon çalışması da geçtiğimiz
hafta yeniden başlatıldı. Yaklaşık bir hafta süren
çalışma sonrasında mozaiğin restorasyonu tamamlandı.
Çeşitli bitkisel tasvirler ve geometrik şekillerin
bulunduğu mozaik restorasyonla birlikte yeniden gün
yüzüne çıkmış oldu.
Arkeoloji ve Etnografya Müzesi Müdürü Muhsin
Endoğru, son restorasyon çalışmasının da
bitirilmesiyle birlikte mozaiğin depo dışında müzede
oluşturulan bir alanda muhafaza edileceğini
belirterek, “İstanbul Restorasyon ve Konservasyon
Merkez Laboratuvarı Müdürlüğü’nden gelen 4 kişilik
bir ekip titizlikle çalışmasını sürdürdü. Gerekli
çalışmaları bitirip mozaiği sergilenecek duruma
kavuşturduk. Şu an teşhir edilmeye hazır ancak
müzemizde kapasite yetersizliğinden yer olmadığı
için uygun bir alanda korunaklı bir şekilde
saklayacağız” dedi.
haberler.com, 29.05.2014
|
ANTANDROS GÜN IŞIĞINA ÇIKIYOR SERGİSİ

Balıkesir’in
Edremit İlçesi'ndeki efsanevi Kaz Dağları’nın
antik zenginliği olan tarihi Antandros Kenti,
fotoğraf sergisi ile beğeniye sunulacak.
Fotoğraf sanatçısı Firdevs Sayılan’ın Antandros
fotoğrafları 3 Haziran 2014 Salı günü Edremit A.
Sıdıka Erke Etnografya Müzesi’nde sergilenecek.
Edremit Belediyesi ve Antandros Derneği tarafından
kazı çalışmaları devam eden Kaz Dağları’nın ve Kuzey
Ege’nin tarihi antik kenti Antandros’ta (AFİAP)
sanat tarihçisi ve fotoğraf sanatçısı Firdevs
Sayılan tarafından çekilen fotoğraflardan oluşan
sergi 3 Haziran 2014 Salı günü A. Sıdıka Erke
Etnografya Müzesi’nde açılacak. Kazı çalışmalarının
devam ettiği tarihi Antandos antik kentinde ki
çalışmaları yakından takip eden ünlü fotoğraf
sanatçısının eserleri müzede bir hafta boyunca
ziyarete açık kalacak. Edremit Belediye Başkanı
Kamil Saka, ortaya çıkan bulgular ile antik kentin
geçmişinin MÖ 8. Yüzyıla kadar uzandığını
belirterek, “1989-1995 yılları arasında aralıklarla
sürdürülen Müze kurtarma kazılarında ele geçen
eserler
Bursa
arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir.
Ege Üniversitesi Klasik Arkeoloji Bölümü öğretim
üyesi Prof.Dr.Gürcan Polat ve ekibi 2001 yılından bu
yana, farklı alanlarda çalışmalarını sürdürmektedir.
Bu çalışmalar sırasında değerli fotoğraf sanatçısı
Firdevs Sayılan çekilen fotoğraflar ile antik
Antandros’u bir kez daha beğeniye sunacağız” dedi.
Milliyet, 29.05.2014
|
8 BİN YILLIK TARİH KORUMA ALTINDA
‘Kültürel
Mirasımızın Sürdürülebilirliği’ konulu oturuma BASF
Yapıştırıcı ve Reçineler Teknik Pazar Geliştirme
Başkanı Dr. Ralph Lunkwitz, Mainz Roma Germen Merkez
Müzesi Antik Çağ Gemileri Müzesi Konservasyon
Direktörü Markus Wittköpper ve
İstanbul Üniversitsi Taşınabilir Kültür
Varlıklarını Koruma Bölümü ile Sualtı Kültür
Kalıntılarını Koruma Anabilim Dalı Başkanı Doç Dr.
Ufuk Kocabaş katıldı. Oturumda İstanbul’un 8 bin
yıllık tarihinin BASF’nin yardımlarıyla koruma
altına alındığı anlatıldı. TNS Global Genel Müdürü
Murat Demiral, GfK Genel Müdürü Fulya Durmuş,
Conento Genel Müdürü Melis Tufur ve
Sürdürülebilirlik Akademisi YK Üyesi Semra Sevinç;
tüketici davranışlarını paylaştı. Sürdürülerbilirlik
Akademisi’nin Schneider Electrics ile işbirliğinde
gerçekleştirdiği Yeşil Tüketim Araştırması’nın
sonuçları da bu oturumda paylaşıldı.
Hürriyet, 29.05.2014
|
|
İNSANOĞLUNUN İLK TAKMA DİŞİ

Fransa’da yapılan kazı
çalışmalarında arkeologlar şaşırtıcı bulgulara
ulaştı. MÖ 3’üncü yüzyıl dönemine ait bir kadın
cesedini inceleyen uzmanlar takma bir diş buldu.
Diş implantı,
Fransa'nın kuzeyindeki La Chêne'de yürütülen
arkeolojik kazılarda, keresteden yapılan bir
mezarın içinde gömülü halde bulunan Demir Çağ'a ait
bir kadın iskeletinden çıktı.
Öldüğünde 20-30 yaş aralığında olduğu tespit edilen
kadının üst kesici dişinin yerinde demir bir çivi
bulundu.
Çivinin ahşap veya kemikten yapılan bir takma dişi
tutmak için kullanılmış olabileceği ve zamanla
çürüyüp yok olan dişin yerinde kaldığı belirtiliyor.
Bulgular Antiquity dergisinde yayımlandı.
BULGULAR DEMİR ÇAĞI DÖNEMİNDEN
Fransa'nın Champagne-Ardenne bölgesinde bir
konut projesi inşası sırasında yapılan kazılarda
bulunan ve aynı kapalı bölgeye gömülen dört yetişkin
kadından birine ait olan gömünün MÖ 3'üncü yüzyıla
ait olduğu ifade edildi.
Mezar içinde bulunan malzemeler, Orta ve Batı
Avrupa'da gelişen La Tene kültürüne ait
özellikler taşıyor.
Genç kadının iskeletinin bulunduğu 2009 yılındaki
kazılara katılan Guillaume Seguin, BBC'ye yaptığı
açıklamada "İskelet çok kötü muhafaza edilmiş" dedi.
Seguin şöyle devam etti: "Fakat dişler anatomiye
uygun dizilmişti. Azıdişleri, küçük azıdişleri,
köpekdişleri ve kesici dişler… Bir de orada metalden
bir parça vardı. İlk tepkim, 'Bu da ne?' oldu."
Dişler bir torbaya kondu ve incelemeye alındı.
Seguin daha sonra kadının iskeletinde 31 yerine 32
diş olduğunu fark etti, kazı alanında çekilen
fotoğraflarda da demir çivinin kayıp bir diş yerinde
durduğu görüldü.
Bordeaux merkezli arkeoloji kurumu Archeosphere'de
çalışan Seguin, "Dişlerle aynı boyutlarda ve aynı
şekilde olmasından yola çıkarak varılan en iyi
varsayım, bunun bir diş protezi olduğu veya en
azından diş protezi yaratma girişimi olduğudur" diye
konuştu.

SONRADAN MI YERLEŞTİRİLDİ?
Seguin, bu girişimin başarısıyla ilgili şüphe
duymak için geçerli nedenler olduğuna dikkat
çekiyor.
Birincisi, vücut içinde paslanıp aşınma eğiliminde
olmasından dolayı demirin, diş implantı olarak
kullanılması uygun değil. Diş implantı için modern
hekimlikte titanyum malzemesinin kullanılması tercih
ediliyor.
İkincisi, o dönemde steril hijyen koşullarının
yoksunluğu nedeniyle, apseler oluşuyordu ve bu
apseler de ilerleyen yaşlarda bireyin ölümüne neden
olabiliyordu.
Kalıntıların kötü muhafaza edilmesinden dolayı,
iskeletine ulaşılan kadının ölümünde diş implantının
herhangi bir etkisi olup olmadığı tespit edilemiyor.
Fransa'da bulunan diş implantının Batı Avrupa'da
görülen ilk takma diş olabileceği düşünülüyor fakat
ilk protez diş olarak kabul edilen bulgular 5 bin
500 yıl önce
Mısır ve Yakın Doğu'da elde edilmişti.
Fakat çoğunun, ölü bedenin bütünlüğünü korumak için
sonradan yerleştirilmiş olduğuna inanılıyor.
Araştırmacılar Fransa'da bulunan diş implantının
cesede sonradan yerleştirilmiş olabileceği
ihtimalini göz ardı etmiyor ama implantın yaşam boyu
kullandığına dair de kanıtlar olduğuna dikkat
çekiyor.
Demir çivinin kemik veya ahşaptan yapılma dişi
sabitlemek için kullanıldığına dair kesin bir kanıya
da varılamıyor çünkü her iki malzeme de asitli
toprakta erime özelliğine sahip.
DIŞ GÖRÜNÜME ÖNEM VERİYORLARDI
Bordeaux Üniversitesi'nde görevli Seguin ve diğer
araştırmacılar gömülerin 'dış görünümüne önem veren,
dönemin elit tabakasına mensup kişilere' ait
olduğunu yazıyor.
Bilim insanları ayrıca, elde edilen bulguların
Galyaların
İtalya'nın kuzeyindeki Etrüsk medeniyetiyle
iletişim halinde olduğu bir döneme denk geldiğine
dikkat çekiyor.
Etrüskler, var olan dişlerin üzerlerine altın şeritler yerleştirerek Galyalılardan farklı bir düzenlemeye gitseler de, diş konusundaki ustalıklarıyla biliniyorlar.
Milliyet, 29.05.2014
|
3. KÖPRÜ GÜZERGAHINDAN HAZİNE ÇIKTI

Kuzey Marmara Otoyolu ve bağlantılarındaki
arkeolojik veriler dudak uçuklatıyor. Sadece 2
günlük yüzey araştırmasında inanılmaz buluntulara
rastlandı; Lahit odası, paleolitik dönem kalıntılar,
seramikler, sikkeler, Bizans'a ait bir karakol
binası....
3. köprü güzergahında ‘ilk bakışta’ görünen
arkeolojik buluntular şaşırttı. Ancak uluslararası
finans kurumlarından kredi bulmak amacıyla
hazırlanan ÇED raporunda belirlenen kültür
varlıklarından ne
İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin ne de koruma
kurullarının haberi var. Marmaray projesi sırasında
Yenikapı’da müze tarafından yapılan arkeolojik
kazılarda çok sayıda tarihi eser ortaya çıkmış ve
proje 7 yıl uzamıştı. Bu projenin de uzamasından
korkulduğu için müze devre dışı bırakıldı.
2 günde 26.5 kilometre yürüdüler ve...
3. köprü ve güzergahı ÇED raporundan muaf tutuldu.
Ancak inşaatı yapan ICA Konsorsiyumu’nun
uluslararası finans kurumlarından kredi bulabilmesi
için göstermelik de olsa bir ÇED raporuna ihtiyacı
var. Uluslararası danışmanlık ve mühendislik firması
AECOM tarafından hazırlanan raporun 13’üncü bölümü
Arkeoloji ve Kültürel Miras başlığını taşıyor.
Bu bölüm Regio Kültürel Miras ve Danışmanlık şirketi
tarafından hazırlanmış. Arkeolog Gökhan Mustafaoğlu
ve Uğur Dağ 2 gün boyunca yaklaşık 26.5 km yol
yürüyerek yaptıkları gözlemlerde çarpıcı arkeolojik
verilere rastladı. Güzergahın büyük bir kısmının
ormanlık arazi, çalılık alan olmasından dolayı
güzergahın tamamında yürüme şansları olmadı.
Yürüdükleri alanlarla ilgili ise ön inceleme
raporunun sonuç bölümünde ise şu öneride bulundu:
‘‘Bölge Koruma Kurulları’nın işbirliği içinde inşaat
alanlarının ormansızlaştırılmasından sonra yoğun bir
saha incelemesi yapılmalı, bölgenin arkeolojik
potansiyeli göz önüne alındığında, fiziksel
müdahaleyi de kapsayan tüm faaliyetlerin deneyimli
arkeologların gözetimi altında yerine getirilmesi
zorunludur.’’
Raporun sonuç bölümündeki öneriye rağmen Kuzey
Marmara Otoyol güzergahındaki çalışmalarından
İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin haberi bile yok. Müze
yetkilileri kendilerine yapılan bir başvuru
olmadığını belirtiyor. Oysa 2863 sayılı yasa gereği,
inşaai faaliyet sırasında herhangi bir kültür
varlığına rastlandığında inşaatın derhal
durdurularak en yakın müzeye haber verilmesi
zorunluluğu var. Ancak müteahhit firmalar proje
uzar, başlarına
iş açılır gerekçesiyle, kültür varlıklarını
tahrip etme yoluna gidiyor. Bu nedenle de İstanbul
Arkeoloji Müzesi’nin yetkisini kullanarak yol
çalışmalarını denetlemesi gerekir. Yol güzergahı
İstanbul’da 4 ayrı koruma kurulunun yetki
alanlarından geçiyor. Kurullarda bu çalışmalar için
‘‘Müze denetiminde yapılmalı’’ kararı alabilir.
1 No’lu Kurul’un 8 bölgede 8 eser olduğunu daha önce
Radikal 25 Mart tarihinde duyurmuştu.
Çatalca ve Silivri: İnceğiz Mağaraları, Maltepe
Antik Nekropolü ve Yerleşim Alanı (1. derece
arkeolojik sit)
Silivri: Anastasius Surları (Arkeolojik sit alanı).
Gaziosmanpaşa ve Sultangazi: Kırkçeşme
Su Galerisi Hattı.
Avcılar: Ispartakule Spradon Antik Kenti (1. ve 3.
derece arkeolojik sit alanı).
Arnavutköy: Şamlar Köyü Dutlar Mevkii kayaya oyulmuş
mezar yapısı.
Çatalca İğneağzı: Kartepe (Umurtepe) Mağara ve Antik
Taş Ocağı (1. derece doğal ve 2. derece arkeolojik
sit).
Arnavutköy: Sazlıbosna Filiboz Örenyeri (1. derece
arkeolojik sit)
Silivri: Küçükkılıçlı Köyü Antik Yerleşim Alanı (1.
derece arkeolojik sit).
‘Yüzeyde’ bulunanlar
‘‘Kuzey Marmara Otoyolu güzergahının sınırlı
kısımlarında saha yürüyüşü gerçekleştirilmiş. 200
metrelik bir aralık incelemeye tabi tutulmuştur.
Saha yürüyüşü, altyapı inşaatı projelerinde kültürel
miras konusunda kapsamlı bilgi ve deneyime sahip 2
kıdemli arkeolog tarafından yapılmıştır. Saha
yürüyüşü sırasında bölgenin jeolojik ve arkeolojik
özellikleri dikkate alınarak zemin üzerindeki
görünür arkeolojik izler, seramik parçaları, mimari
kalıntılar, mezarlar, mezar izleri, tümsekler ve
höyükler gözlemlenmiş, kaydedilmiştir.’’
‘‘Köprü ayaklarının inşa edileceği alanlar aynı
zamanda tarihi varlıklar açısından yüksek bir
potansiyele sahiptir. Literatürde bu alanlarda çok
sayıda tarihi yerleşim bölgesinini varlığından
bahsedilmektedir, fakat bu yerleşim bölgeleri henüz
keşfedilmemiştir. Anadolukavağı ve Poyrazköy
arasındaki tepelerden birisi üzerinde bulunduğu
varsayılan Zeus Ourios tapınağı da bunlar
arasındadır. Literatürde aynı zamanda Kibele
tapınağından da söz ediliyor. Yenikapı kazıları
sırasında Kibele’ye adanan bir sunak keşfedilmiştir.
Bu bilgiler ışığında tarihte kilit rol oynamış olan
İstanbul’da tarihi veya mimari varlıklarla
karşılaşılması kaçınılmazdır.’’
‘‘Proje güzergahı ve etki alanları üzerindeki çok
sayıda mimari yapı ve arkeolojik taşınmaz varlıklar,
toprak altında kalmış veya bitki örtüsüyle kaplanmış
olabilir. Bundan dolayı proje güzergahının
ormansızlaştırma aşamasından sonra proje bölgesinin
ormanlık arazileri ve çalılık alanlar üzerinde
deneyimli arkeolojik ekipler tarafından sistematik
bir saha incelemesi yürütülmelidir. İncelemenin
sonuçlarına bağlı olarak daha fazla araştırma veya
arkeolojik varlıkların korunması için arkeolojik
test çukurları veya kurtarma kazıları gerekli
olabilir.’’
‘‘Garipçe inşaat şantiyesi ile Garipçe Köyü
arasındaki yol kenarında bazı çömlek parçaları ve
kiremitler gözlemlenmiştir. Köyün ve Boğaz’ın
gözetlenmesinde kullanılan bir kule ya da karakol
olabileceği düşünülmektedir. Yüzey buluntuları
Bizans ve Osmanlı dönemine aittir.’’
‘‘Uskumruköy’ün yaklaşık 2.5 km batısında inşaat
etki alanı üzerinde, Tabya Tepe ile Mandıra Tepe
arasındaki bayırlarda muhtemelen mimari bir yapıya
ait seramikler ve taş bloklar keşfedilmiştir.
Bulunan seramikler arasında yeşil sırlı çömlekler
olduğu gözlemlemiştir.’’
“‘İnşaat koridorunun 1 km batısında bulunan Zirve
Tepe’nin tepe ucunda diktörtgen şeklinde bir binaya
ait temel kalıntıları bulunmuştur. Temel doğal
taştan bina edilmiş olup, dış cephesi horosan harcı
ile kaplanmıştır.’’
‘Başakşehir’de büyük olasılıkla insan eliyle
yapılmış olduğu düşünülen kubbeli bir tünel
keşfedilmiştir. L şeklindeki kalıntılara bir
merdiven vasıtasıyla inilmektedir. Yapının ebatları
0.65 x 10.30 metre olarak belirlenmiş olup çok büyük
olasılıkla bir lahit odası olduğu düşünülmektedir.’’
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 29.05.2014
******
RADİKAL'İN HABERİ İHBAR KABUL EDİLDİ, 3. KÖPRÜ
YOLUNA MÜZE EL KOYDU
Radikal'in dünkü manşetinin
ardından müze arkeologları 3. köprü güzergahına
gitti. Güzergah didik didik aranacak ve hafriyat
çalışmaları arkeologlarca denetlenecek. Kültür
varlığına rastlanılması halinde kurul kararı
doğrultusunda Yenikapı'daki gibi kazı başlayacak.
Elde edilecek bulgulara göre belli noktalarda
güzergah değişikliği de olabilir.
Radikal’in dün duyurduğu Kuzey Marmara Otobanı ve
3. Köprü projesi ile ilgili 2 günlük yüzey
araştırmasında çıkan eserlerin sahipsiz bırakılması
büyük yankı uyandırdı. Uluslararası finans
kurumlarından kredi bulmak amacıyla hazırlanan ÇED
raporunda belirlenen kültür varlıklarından
İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin ve koruma
kurullarının haberinin olmadığını, Yenikapı’da
arkeolojik kazılarında olduğu gibi projenin uzaması
riskine karşılık müzenin devre dışı bırakıldığını
duyurmuştuk. 2 günlük yüzey araştırmasında bile çok
sayıda paleolitik dönem, Bizans ve Osmanlı
dönemlerine ait eserler bulunduğuna dikkat
çekmiştik.
Haberimizi ihbar kabul eden İstanbul Arkeoloji
Müzesi köprü güzergahının yapıldığı alana 3 kişilik
arkeolog ekibi gönderdi. Kültür ve Turizm
Bakanlığı’nın da onayı alınarak başlatılan
incelemede güzergah boyunca bağlantı yolları ve
moloz döküm sahalarında arkeologlar yüzey
araştırması yapacak. Aynı zamanda hafriyat yapılan
alanları da inceleyecek olan arkeologlar kültür
varlığı tespit edilen yerlerde
iş makinelerini durdurup gelinen noktayı bir
rapor halinde ilgili kültür varlıkları koruma
kuruluna bildirecekler. Yüzey araştırması sırasında
tespit edilen mimari yapı ya da kültür varlıklarında
yine ilgili koruma kurulunun vereceği karar
doğrultusun da sondaj kazılarına başlanılacak.
Bilimsel arkeolojik kazı durumu ise koruma
kurulununun vereceği karar ile yapılabilecek.
Güzergahın 1 ve 3. derece sit alanlarından geçen
bölgeleri ile etki alanındaki araziler de incelemeye
tabi tutulacak.
Ne yapılacak?
1. derece sit alanı olan güzergahının Silivri ve
Çatalca hattında İnceğiz Mağaraları, Maltepe Antik
Nekropolü ve Yerleşim Alanı ile Anastasius Surları
ekibin ilk inceleme yapacağı alanlar olacak.
Ispartakule Spradon Antik Kenti (1. ve 3. derece
arkeolojik sit alanı içinde güzergahın geçtiği
noktalar belirlenecek ve burada kurulun vereceği
karar doğrultusunda sondaj kazıları gerçekleşecek.
Yine Çatalca İğneağzı, 1. derece doğal ve 2. derece
arkeolojik sit alanı içinde kalan Kartepe (Umurtepe)
Mağara ve Antik Taş Ocağı da arkeologların
incelemesi gereken önemli alanlar olacak. 1. derece
arkeolojik sit olan Arnavutköy’deki Filiboz Antik
kentinin de incelemeye tabi tutulacak önemli
yerlerden biri olduğu belirtiliyor.
İnşaat durur mu?
Yaklaşık 114 km’lik güzergah üzerinde çok sayıda sit
alanı olduğu biliniyor. Aynı zamanda 2 günlük yüzey
araştırmasında bile dudak uçuklatan cinsten
arkeolojik veriler elde edildiği gerçeğine bakarak
inşaatın duracağını söylemek yanıltıcı olur. Bazı
noktalarda belki de güzergah değişikliğine
gidilebilir. Çünkü müze arkeologlarının 2863 sayılı
yasa kapsamında bir kültür varlığına rastlaması
durumunda bu durumu ilgili koruma kuruluna
bildirecekler. Kurul önüne gelen rapor doğrultusunda
kararın verecek.
Bu tür hallerde kurullar bazen sondajın
derinleştirilmesini ve alanda daha fazla sayıda
sondaj açılmasını istedikleri oluyor. Çıkacak kültür
varlığının niteliği ölçüsünde bilimsel kazılara
devam ya da tamam kararı yine kurullarca verilecek.
Arkeologların bu çalışmaları bazen haftalar hatta
aylar alabilir. Saha bilimsel çalışmalar
tamamlandıktan sonra inşaat yapan firmaya terk
edilir. Henüz müze arkeologları sahaya yeni
gitmişken, inşaat duracak ya da yavaşlayacak gibi
bir tahminde bulunmak zor. Arkeologların çalışmadığı
güzergahta yol çalışmaları devam ederken,
arkeologların işlerini bitirdikten sonra o alanlara
girilmesi de çalışma süresine etki etmeyebilir.
Ancak ek maliyet getireceği kesin.
‘Dudak uçuklatan’ liste TBMM’de
CHP İstanbul Milletvekili Ali Özgündüz Kültür ve
Turizm Bakanı Ömer Çelik tarafından yazılı olarak
cevaplandırılması için soru önergesi verdi. işte o
sorular:
Önergeye konu olan iddialar doğru mudur?
Bakanlığınız bu konuda bir araştırma yapacak mıdır?
3. boğaz köprüsü inşaatı başlamadan önce, bölgede
olabilecek tarihi eserlere ilişkin herhangi bir
çalışma yapılmış mıdır? Yapılmamış ise İstanbul gibi
dünyanın en önemli ve tarihi metropollerinden
birinde bu çalışma neden yapılmamıştır? Yapılmış ise
sonuçları nelerdir?
Bakanlığınızın veya herhangi bir biriminin, köprü
inşaatını yapan firmanın aldığı raporun ‘Arkeoloji
ve Kültürel Miras’ başlıklı kısmında yazanlardan
haberi var mıdır? Varsa ne yapılmaktadır?
İddialar üzerine herhangi bir araştırma yaptırdınız
mı? Yaptırdıysanız sonuçları nelerdir?
Eserlerle ilgili, en yakın müze veya koruma kuruluna
haber vermeyerek inşaata devam eden firmayla ilgili
ne gibi yaptırımlar uygulanacaktır?
Müzeye haber verilmemesi durumunda, koruma
kurullarının harekete geçebileceği gerçeğinden
hareketle koruma kurulları köprü inşaatının olduğu
güzergahta bulunan tarihi eserlerle ilgili çalışma
yapacak mıdır?
Dünyanın herhangi bir gelişmiş ülkesinde, böyle bir
olay yaşandığında gündem değişir, sorumlular
gereğini yapar. Bu işte sorumluluğu olanlarla ilgili
ne gibi işlemler yapılacaktır?
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 30.05.2014
|
KARKAMIŞ ANTİK KENTİ KAZILARI ANLATLDI
Gaziantep
Kulübü Derneği ve Gaziantep Turizm Derneği iş
birliğiyle, Suriye sınırında bulan Karkamış
İlçesi'nde 2011 yılında başlayan kazılar nedeniyle
‘Karkamış Antik Kenti ve Devam Eden Kazılar’ konulu
konferans düzenledi.
Şehitkamil Kültür ve Kongre Merkezinde düzenlenen
konferansa; Gaziantep Vali Yardımcısı Mehmet
Taşdöğen, Şahinbey Kaymakamı Uğur Turan, Şahinbey
Belediye Başkanı Mehmet Tahmazoğlu, Şehitkamil
Belediye Başkanı Rıdvan Fadığlu, Gaziantep Kulübü
Başkanı Kamil Gereçci, Gaziantep Turizm Derneği
Başkanı Hülya Akkaya, Karkamış Antik Kenti Kazı
Ekibi Başkanı Prof.Dr.Nicola Marchetti ile çok
sayıda davetli katıldı.
Konferansın açılış konuşmasını yapan Hülya
Akkaya, Gaziantep Turizm Derneği’nin kudurduğu
günden bu yana kültürel değerlerin korunması ve
turizm bilincinin oluşması için çalıştığını söyledi.
Türkiye- Suriye sınırında bulunması nedeniyle
Karkamış antik kentinin uzun yıllardır ziyarete ve
araştırmaya kapalı olduğunu hatırlatan Akkaya,
“Bölgede 2011 yılında başlayan kazılar neticesinde
ortaya çıkan tarihi eserlerin bu yıl Arkeopark
projesiyle ziyarete açılması planlanmaktadır” dedi.
Kamil Gereçci ise üzerinde yaşadığımız
toprakların tarihini bilmediğimizi söyleyerek,
Karkamış antik kentinde Klikya, Yukarı Mezopotamya
ve Geç Hitit dönemine ait eserlerin bulunduğunu
belirtti. Gereçci, şöyle devam etti:
“Biz üzerinde yaşadığımız tarihi Cumhuriyet
Döneminde fark etmişiz. Yerel bazda ise son 10
yıldır çalışmalar yapıyoruz. Yabancılar ise bunu
19′uncu yüzyılın başında fark ederek bizim
topraklarımızda kazılar yapmış. 1900′lü yıllarda Sir
Charles Wooley Karkamış Kazıları yapmıştır. İngiliz
hükümeti o dönemde bu kazılara o kadar önem
vermiştir ki; Ortadoğu’da önemli casusluk
faaliyetlerini üstelenen Lawrance’in her türlü
faaliyetini durdurarak bölgeye göndermiş ve Sir
Charles Wooley’in emrine vermiştir. O dönemde
çıkarılan eserler British Museum’da sergileniyor.
Biz geç kalmış değiliz. Bu anlamda şu anda
sürdürülen kazılar büyük önem taşımaktadır.”
Konuşmaların ardından Karkamış Antik Kenti Kazı
Ekibi Başkanı Prof.Dr. Nicola Marchetti, ‘Karkamış
Antik Kenti ve Devam Eden Kazılar’ konulu konferans
düzenledi. Marchetti, kazılarla ilgili ortaya çıkan
sorunlardan bahsederek, kazılar neticesinde gün
yüzüne çıkarılan eserleri anlattı. Prof.Dr.
Marchetti, “Kazılarla bir kentin nasıl kurulduğuna,
nasıl geliştiğine ve genişlediğine şahit oluyoruz.
İç ve dış Kent için çok geniş bir alan var. En
önemli binalar ise Hitit döneminden kalma. Burada
Demir Döneminden kalma eserlerle karşılaştık” diye
konuştu.
haberler.com, 28.05.2014
|
KANALİZASYON KAZISINDA BİN 500 YILLIK ARŞİTRAV
BULUNDU
Kütahya'nın Simav
İlçesi'nde kanalizasyon
kazısı sırasında Bizans dönemine ait olduğu tahmin
edilen bin 500 yıllık arşitrav bulundu.
Simav Kent Müzesi sorumlusu arkeolog Özkan Sulak,
AA muhabirine yaptığı açıklamada, yapılan
kanalizasyon çalışmalarında Bizans Dönemine
ait yaklaşık bin 500 yıllık olduğu tahmin edilen
arşitrav bulunduğunu söyledi.
Arşitrav'ın terim anlamı hakkında bilgi veren
Sulak, "Sütunların üzerine konulan yatay hatıl. Bu
malzeme ise doldurmada dolgu malzemesi olarak
kullanılmış. Devşirme yani başka bir yerden
getirilip burada dolgu malzemesi olarak kullanılmış"
ifadesini kullandı.
Mimaride arşitrav parçasının sütunların taşıdığı
üst yapının bir parçası olarak kullanıldığını
belirten Sulak, "Normalde bu arşitrav parçası daha
çok antik dönemde, özellikle tapınaklarda üst
yapıdaki dorik sütunların hemen üst kısmına
yerleştirilerek kullanılmaktadır. Burada bulduğumuz
arşitravın parçasının bir duvar arşitravı olduğunu
tahmin ediyorum. Yaklaşık olarak 1,5 metre
uzunluğunda olup triglif ve metopları çok bariz
olarak belirgindir."
Sulak, arşitrav parçasının Simav Kent Müzesi'nde
sergilenmek üzerine koruma altına alındığını
söyledi.
Memleket, 28.05.2014
|
"TREN İSTASYONLARI MÜZE OLSUN"
Kadıköy Belediyesi, "Kültür
ve Turizm Bakanlığı İstanbul 5 No’lu Kültür
Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından "1. Grup
Kültür Varlığı" olarak tescil edilen
Haydarpaşa-Bostancı arasındaki 6 istasyonun müze
veya kültür merkezi olarak kullanılması için
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’na
başvurmaya hazırlanıyor. Belediyenin talebi
Göztepe, Kızıltoprak, Feneryolu, Erenköy,
Suadiye ve Bostancı istasyonlarının müze veya
kültür merkezi olarak kullanılması yönünde.
TREN
İSTASYONUNUN OLMADIĞI BİR GÖZTEPE DÜŞÜNEBİLİR
MİSİNİZ
Demiryolu mimarisinin özgün yapılarından olan
istasyonların müze veya kültür merkezi olarak
kullanılması için Bakanlığa iki kez talepte
bulunduklarını hatırlatan Kadıköy Belediye
Başkanı Aykurt Nuhoğlu, "Bu yapılar Anıtlar
Kurulu’ndan tescilli. Tarihi eser. Hiçbir
şekilde yıkılamaz. Kadıköy’de yaşayanlar da bu
binaların kimliklerinin korunmasını istiyor.
Tren istasyonunun olmadığı bir Göztepe
düşünebilir misiniz? Hayal etmek bile mümkün
değil. Bizim tavrımız sonuna kadar bu tren
istasyonlarının kimlikleriyle kalması, müze
olması ve kültür sanat etkinlikleriyle ilişkili
bir kimlikle korunmaları ve geleceğe
taşınmaları" diye konuştu.
Anadolu yakasındaki tren istasyonlarının ilk
durağı olan Haydarpaşa ile ilgili sürecin devam
ettiğini belirten Nuhoğlu, "Bize Haydarpaşa’nın
bu haliyle korunacağı, bu kimliğin devam edeceği
söylendi. Projeyle ilgili yürütmeyi durdurma
kararı alındı. Süreç devam ediyor" dedi.
SUNAY AKIN: İSTASYONLAR TEMATİK MÜZE
OLMALIDIR
Göztepe’de bulunan ‘Oyuncak Müzesi’ni kuran
yazar Sunay Akın, 2009 yılında Belediye Meclis
üyeliği yaptığı dönemde istasyonların "Kültür
Hattı" olarak müze veya kültür merkezini talep
etmişti. Bugün de atıl durumda kalacak
istasyonların müze olarak değerlendirilmesi
gerektiğini savunan Sunay Akın, "Müzeler
toplumların hafızasıdır, beynidir, birlikte
yaşama kültürünün bilgi mabetleridir. Haydarpaşa
Garı Anadolu’nun gardırobudur. Haydarpaşa Garı
Anadolu medeniyetlerinin anlatıldığı bir müze
olmalıdır, 6 tren istasyonu da tematik müzeye
dönüştürülmelidir" ifadelerini kullandı.
KIZILTOPRAK TREN İSTASYONU, VECİHİ
HÜRKUŞ HAVACILIK MÜZESİ OLMALIDIR
Akın, "Kızıltoprak tren istasyonu, Vecihi Hürkuş
Havacılık müzesi olmalıdır. Çünkü Cumhuriyet
tarihimizin kahramanı Havacı Vecihi Hürkuş
Kızıltoprak’lıdır. Kuşdili çayırında havaalanı
vardı."
GÖZTEPE TREN İSTASYONUNDA HAREM
AĞALARININ TARİHİ ANLATILMAZ MI
II. Abdülhamit’ın musahiplerinden Nadir Ağa’nın
Göztepe tren istasyonunun yanında oturduğunu
anlatan Akın, "Nadir Ağa’yla Osmanlı’da harem
ağalarının olduğunu biliyoruz. Onların tarihi
anlatılamaz mı?" dedi.
SARIKAMIŞ’TA KİBRİT KUTUSUNA SIĞAN
ANILAR NEDEN SERGİLENMİYOR
Sarıkamış Harekatı sırasında esir düşen Teğmen
Fuad’ın Kadıköy’lü olduğunu hatırlatan Sunay
Akın, "Sarıkamış’ta binlerce askerimiz şehit
oluyor, bazıları yaklaşık 2,5 yıl Sibirya’da
esir kalıyor. Onlardan biri Teğmen Fuad. Teğmen
Fuad’tan kibrit kutusunun içine sığacak
büyüklükte iki tane el yapımı defter kalıyor.
Sibirya’da sürgünde yaşadıklarını o kibrit
kutusunun içindeki deftere yazmış, resimler
yapmış. Şimdi bir evde duruyor. Bu merak edilmez
mi? Bunlar neden sergilenmiyor?" dedi.
SORUMLU KÜLTÜR BAKANLIĞI’DIR
Kadıköy’e bulunan 6 tarihi istasyonun nasıl
değerlendirileceğinin kararını Ulaştırma
Bakanlığı’nın değil, Kültür Bakanlığı’nın
vermesi gerektiğini savunan Sunay Akın, Kültür
Bakanlığı’nı göreve çağırdı. Basında yer alan
haberler üzerine Ulaştırma, Denizcilik ve
Haberleşme Bakanlığı "Göztepe tren istasyonu
yıkılmayacak ve olduğu gibi muhafaza
edilecektir. Mevcut istasyonun 400 metre
batısına Marmaray Projesi kapsamında yeni ve
modern bir istasyon inşa edilecek ve o istasyon
kullanılacaktır" açıklamasında bulunmuştu.
Hürriyet, Haber: Ezgi Çapa, 28.05.2014
|
800 PARÇA TARİHİ ESER ELE GEÇİRİLDİ

Tekirdağ’ın Malkara
İlçesi’nde jandarma tarafından düzenlenen
operasyonda 800 parça tarihi eser ele
geçirilirken, olayla ilgili 3 kişi gözaltına
alındı.
Tekirdağ Jandarma Komutanlığı Kaçakçılık ve
Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ve
Malkara İlçe Jandarma Komutanlığı Asayiş
ekipleri, 45 yaşındaki Y.T., 60 yaşındaki N.C.
ve 40 yaşındaki R.T.’nin tarihi eser aradığı
bilgisi üzerine harekete geçti. 3 kişinin
evlerinde mahkeme kararıyla arama yapıldı.
Evlerde yapılan aramalarda Roma ve Bizans
dönemlerine ait sikke, at ve balık karışımı
heykeller, ağırşaklar, küçük heykeller,
yüzükler, mühürler, halkalar, çeşitli savaş
malzemeleri ve define aramakta kullanılan 3
dedektör ve özel dinleme kulaklıkları olmak
üzere yaklaşık 800 parça obje ele geçirildi.
2000-2500
YILLIK GEÇMİŞ
3 zanlı jandarma ekipleri tarafından; Kültür
ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’na
Muhalefet’ suçlamasıyla gözaltına alındı.
Tekirdağ Müze Müdürlüğü tarafından yapılan
incelemede, eserlerin 2 bin ile 2 bin 500 yıllık
geçmişe sahip oldukları belirlendi. Tarihi
eserler Tekirdağ Müze Müdürlüğü’ne teslim
edilirken, olayla ilgili başlatılan soruşturma
sürüyor.
Hürriyet, 28.04.2014
|
"AYASOFYA ORTAK MİRASTIR, MÜZE KALMALI"

Kültürel Mirası İzleme Platformu’nun “Ayasofya
müze olarak kalmalıdır” çağrısına 1050 kişi imza
verdi. Düzenlenen panelde Engin Akarlı, Şevket
Pamuk, Aydın Uğur, Uğur Tanyeli ve Murat Belge
Ayasofya’yı konuştu.
Tarih Vakfı’nın öncülüğünde oluşturulan Kültürel
Mirası İzleme Platformu, “Ayasofya müze olarak
kalmalıdır” diyerek bir çağrı metni yayınladı.
Aralarında dünya çapında tarihçiler, mimarlık
tarihçileri, koruma uzmanları, gazeteciler ve kanaat
önderlerinin de bulunduğu 1050 isim bu çağrı metnini
destekledi.
Kampanyayı bugün Cezayir Toplantı Salonu'ndaki
basın toplantısında Platform'dan
Deniz Ünsal
tanıttı. Metin şöyle:
“Ayasofya, İstanbul ve Türkiye'nin olduğu
kadar Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Avrupa'nın başlıca
ortak dini, kültürel, sanatsal ve siyasi simgeleri
arasında yer almaktadır. Ayasofya'nın müze olarak
bütün ziyaretçilerine eşit şekilde açık olması, bu
emsalsiz anıtın evrensel değerini yansıtan ve çok
katmanlı tarihinin herhangi bir dönemini dışlamadan
kucaklayan barışçıl ve kapsayıcı bir davranıştır. Bu
güzide eserin İstanbul ve dünya tarihinin ortak
mirası olarak yaşatılabilmesi müze statüsünde
kalmasına bağlıdır.”
Toplantıda Prof.Dr.
Engin Akarlı,
Prof.Dr. Şevket Pamuk, Prof.Dr.
Aydın Uğur, Prof.Dr.
Uğur
Tanyeli ve Murat Belge’nin
katılımıyla bir panel de gerçekleşti.
Panelde Ayasofya’nın cami kalması isteğinin
ardındaki argümanlar, Ayasofya’nın korunması, fetih
söylemi gibi başlıklar konuşuldu.
Akarlı: Üç argümana cevap
“Ayasofya’nın cami olmasını isteyenlerin üç
argümanı, bir de durum var.
* ‘Batının dayatmasıdır, biz de karşı dayatırız
diye misilleme’. Bunun uzantısı olarak başka yerde
camilere yapılanlar gösteriliyor.
* ‘Fetih sembolü’ vurgusu. Doğru ama bu Kuran’dan
beri ‘Gidin şehirlere mabetlerin en büyüğünü cami
yapın’ denmiş gibi bir inanç dolaşıyor, bu doğru
değil. Bu bir örf, nerede çıktığını düşünmek lazım.
* ‘Vakfın iradesi doğrultusunda kullanılması
lazım’ argümanı. Fatih’in kendisi de çok vakıf
bozmuştur. Ali bir menfaate hizmet ediyorsa
bozabilir.
* Durum: ‘Aslına rucu’ isteniyor. Ayasofya’nın
aslı ne? Aslı 1453. Müslümanlık Türklüğe, Türklük
Müslümanlığa indiriliyor. Bunun ifade ettiği
yaklaşımda kafalar katılaşıyor ve diyalog zor
oluyor. Fatih İstanbul’u aldığında ihya ederek tüm
kültürlerin merkezi olan bir yer yapmak istiyor. Bir
yandan Rom Ortodoks Kilisesi’ni ihya ediyor.
Belge: Cami sloganının başlangıcı
“ ‘Ayasofya cami olsun’ sloganını ilk politize
eden olay 1950’lerde Serdengeçti’de yayınlanan Osman
Yüksel’in yazısı. Kısa, ajitatif, saldırgan bir
yazı.
“Fatih’in İstanbul’u alıp Ayasofya’yı camiye
çevirmesindeki ruh haliyle bu zamanda ‘Ayasofya Cami
olsun’ diyenlerin ruh halinde önemli farklar var.
“Fatih'te Müslümanlıktaki Ehl-i Beyit anlayışını
görüyoruz. Herhangi bir kilise, havra camiye
çevrildiğinde, isteyenler yeni kilise, havra
yapsınlar diye başka yer gösterilirdi.
"Serdegençti’deki yazıda ise rövanşizm
denebilecek bir şey var; ‘Bizim şuradaki güzelim
camimizi kilise yaptılar, biz de yaparız’.
Rövanşizmden öte ‘Biz vaktiyle dünyaya egemendik,
ama bu hallere düştük, bizden aldılar’ diyerek
dünyaya kafa tutma hali var.
“Bu bana özelikle kötü geliyor. Ayasofya’nın
niçin cami olmamasına dair gerekçeler sayabilirim
ama sosyal psikolojik açıdan bakınca bunun çok
hastalıklı, kompleksli bir ruh hali olduğu
kanısındayım.
“Bu aslında bir cami yapma meselesi değil,
İslam’ın ne olacağına dair de bir tavır alma. Biraz
mahalle çocuğu gibi ‘Aldım, fethettim istersem cami
yaparım’ gibi bir olgunlaşmamış bir ideolojinin
siyaseti mi olması lazım yoksa dünya ile anlaşan
diyolog kuran hoşgörüyü kabul eden bir İslam mı
istiyoruz. Ateist de olsam bu İslam’ı istiyorum
doğrusu.”
Pamuk: Medeniyetler ittifakı
“Devraldığımız tarihi ve kültürel varlıklara
karşı çatışamadan yana mı yoksa hoşgörüden yana mı
tavır alacağımız bu varlıklara karşı nasıl
davranacağımız çok önemli.
“Tavrımızı çatışmadan mı barış ve hoşgörüden mi
yana duracağımız belirliyor. Türkiye Cumhuriyeti
Ayasofya’nın müze olarak kalmasını sağlayarak
hoşgörü ve barıştan yana olduğunu bir kez daha
dünyaya duyurmalıdır.
“Eğer Türkiye dünyada öncü olacaksa çatışmanın
öncüsü değil barış ve hoşgörünün öncüsü olduğunu
göstermelidir.
“Ayasofya’nın müze olarak kalması Türkiye
Cumhuriyeti’nin medeniyetler çatışması zihniyeti
içinde değil medeniyetler ittifakı içinde olduğunu
tüm dünyaya gösterecektir.”
Uğur: Ayasofya’nın zenginliği
“Dünyada bazı binalar var ki bu sıra dışı
büyüleyici yerlerde hep birlikte mucizevi bir
yaratık olduğumuz duygusunu taşıyoruz. Hangi kralın
hangisi indirdiği aklınıza gelmiyor, insanoğlunun
büyük büyünün parçası olduğunu hatırlatıyor.
Ayasofya da öyle bir yer.
“Uluslararası kültürel miras derken hepimizi aşan
ortak kılan bir şeyleri temsil eden yerlerden
bahsediyoruz. Buraları yerel itişmelerimiz içinde
konumlandırmaya çalışmak hepimizi fakirleştirmek
gibi.
“Yürürken Bizans villarını, saz kulübelerini
görür gibiyim, karşıda Ayasofya. Hepsini aynı anda
aynı gün görmek beni sıradanlıktan çıkarıyor o
zenginlik başka bir şey yapıyor.
“Tüm bunlardan feragat etmek kendimize yap
haksızlık. Ayasofya’yı zenginliklerin bir arada
olmasına başka türlü yaklaşıp ortaklıktan çıkarmak
düz enayilik gibi geliyor.”
Tanyeli: Ayasofya'yı rehin tutmuyoruz
“Siyasi itişmenin bir tezahürüyle daha karşı
karşıyayız. İttihat ve Terakki’den başlayan
Bizans’la problemli ilişkinin bir parçası.
“Ayasofya’nın bırakın kitlesel olarak ibadete
açılması, müze olarak kullanılması bile problemli.
1500 yaşında bir bina, bu yaşta olup özgünlüğünü
koruyan ve kitle turizmine açılmış başka yapı
yok. Ayasofya’da çarşı var, bin kişi giriyor. Müze
kullanımı bile kısıtlanmalı.
“ Cami isteyenlerin argümanlarındaki vakıf
vurgusunda da unutulan var. Ayasofya kiliseydi,
İslam hukukunun incelikli bir yorumunu yaparsak
vakfedilme süreci bile problemli hale gelir.
“ ‘Hristiyanlar camileri kilise yapıyor biz de
kiliseleri camiye dönüştürelim’ argümanını da
kültürel, insani nedenlerle ve 21. yüzyılda
kullanamayız. Kiliseye dönüştürülen camiden çok daha
fazla camiye dönüştürülen kilise var.
“Ayasofya’yı dünyanın başka yerinde kiliseye
dönüştürülen yapılar karşısında rehin tutmuyoruz.
Ayasofya saygı gösterilmesi gereken bir yapı.
“Fetih hakkına dair konuşma 15. yüzyılda olağan
olabilir ama 21. yüzyılda böyle konuşmak ciddi bir
vehamete işaret ediyor.
“Bir grup iyi niyetlinin bir yapıyı camiye
çevirme girişimi olmaktan daha vahim daha radikal
Türkiye için yapısal bir soruna işaret ediyor.”
Bianet, Haber: Beyza Kural, 28.05.2014
|
|
ÜNLÜ RESSAM VEFAT ETTİ
Türk resminin önemli isimlerinden ressam
Adnan Varınca vefat etti.
1918'de İstanbul'da doğan ressak Varınca,
Saint-Josephe Fransız Erkek Lisesi'ni bitirdikten
sonra, Güzel Sanatlar Akademisi'nde Lêopold Lêvy ve
Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyelerinde öğrenim gördü. Bu
okulu 1948'de bitirdi.
Bir süre resim öğretmenliği yaptı. 1957-1973
yılları arasında Paris'te çalıştı. Yurda döndükten
sonra kişisel sergiler açtı. 1980 yılında, 4. Sedat
Simavi Vakfı Görsel Sanatlar Ödülü'nü Turan Erol'la
paylaştı.
Adnan Varınca, 2006 yılında da resim alanında
verilmesi kararlaştırılan Aydın Doğan Ödülü'nü aldı.
96 yaşında vefat eden sanatçı için yarın öğle vakti
Teşvikiye Camii'nde cenaze töreni düzenlenecek.
Sanatçının cenazesi Büyükada Mezarlığı'ndaki aile
kabristanına defnedilecek.
Habertürk, 28.05.2014
|
BİR DEFTER, BİR SERGİ OSMAN HAMDİ

Osmanlı’nın en önemli ressamlarından Osman Hamdi
Bey’in kızı Nazlı Hamdi’nin tuttuğu günlük sergiye
taşındı. “Nazlı’nın Defteri, Osman Hamdi Bey’in
Çevresi” şairinden ressamına, arkeologtan
diplomatına Osman Hamdi Bey’in çevresini yansıtıyor.
Ressam, arkeolog ve Müze-i Hümayun’un kurucusu,
Kaplumbağa Terbiyecisi'nin ressamı Osman Hamdi
Bey’in kızı Nazlı Hamdi’nin, 14-18 yaşları
arasındayken tuttuğu defter sergiye taşındı.
“Nazlı’nın Defteri, Osman Hamdi Bey’in Çevresi”nde
Osman Hamdi Bey'in dostlarıyla aile fertlerinin yazı
ve anıları yer alıyor. 1907-1911 arasındaki döneme
ışık tutan bir belge niteliğindeki serginin
küratörlüğünü Edhem Eldem üstleniyor. Eldem'le
konuştuk...
Nazlı’nın Defteri sizin elinize nasıl
geçti?
Defteri bana veren, Nazlı Hamdi’nin kızı Cenan
Sarç’tır. 1913'te doğan Cenan Hanım’ı 2012'de
kaybettik. Tam olarak hatırlamıyorum ama 10 yıl önce
olduğunu sanıyorum. Osman Hamdi Bey’i bu tür özgün
bir belge sayesinde biraz değişik bir açıdan ele
alma arzusu ve bir tarihçi olarak bu denli ufak ve
“sivri” bir belgeden geniş kapsamlı ve kendi içinde
tutarlı bir anlatım çıkarma isteği defteri sergiye
taşıma nedenim.
Osman Hamdi Bey'in evine gelen
konuklarını görüyoruz sergide. Onların hatıra
defteri diyebiliriz.Kimlerle dirsek temasında
bulunmuş Osman Hamdi Bey ve aliesi?
Defterde yer alan kişilerin bir kısmı aile üyeleri,
onun dışındakiler arasında arkeologlar, yazarlar,
şairler, sanatçılar var. Bir de tespit edilemeyen,
imzası okunamayan ya da okunsa da hakkında herhangi
bir bilgiye ulaşılamayanlar da mevcut.
Tüm bunlar arasından bizim bilmediğimiz
bir Osman Hamdi portresi çıkıyor mu? Osman Hamdi'yle
ilgili yeni çıkarımlar yapmak mümkün mü?
Bu defterin Osman Hamdi konusunda bildiklerimizi
değiştirmesini ya da yepyeni bilgiler kazandırmasını
beklememek gerekir. Burada söz konusu olan, belirli
bir çevrenin yapısı, nitelikleri, alışkanlıkları,
davranışları hakkında bildiklerimizi ve
hissettiklerimizi sınamak, artırmaktan ve
perçinlemekten ibarettir.
Osman Hamdi ile ilgili izler var mı?
Pek tabii ki Nazlı Osman Hamdi’nin kızı olunca,
defterde de babasının varlığı hissediliyor. Yazılar
Nazlı’ya hitaben yazılmışsa da Osman Hamdi’nin
dostları tarafından kaleme alınmıştır. Dolayısıyla
Osman Hamdi’nin gölgesini defter boyunca görmek
mümkün.
Neler yer alıyor sergide?
Defterin sayfalarına birkaç satır söz veya bir imza
bırakmış olan 30'dan fazla kişi, Nazlı’yı, ailesini,
Osman Hamdi’nin Eskihisar’daki evini ve ailenin
1909’daki Avrupa gezisini tanıtan ve anlatan
kısımlar...
KİMLER GELMİŞ KİMLER GEÇMİŞ
Servet-i Fünun yayıncısı Ahmed İhsan,
arkeolog-casus Gertrude Bell, Bavyera Prensi
Rupprecht, Şair Nigar ve diplomat, arkeologların yer
aldığı sergi, 10 Temmuz'a kadar Koç Üniversitesi
AnaMed'de görülebilir.
Akşam, Haber: Seray Şahinler, 28.05.2014
|
DEFİNE AVCILARI TARİHİ KİLİSEYİ HARABEYE ÇEVİRDİ

Her geçen yıl define avcılarının tahriplerine
maruz kalan tarihi mekanlardan Hoşnavaz Kilisesi den
geriye iki duvar kaldı. Olur İlçesine bağlı
Yeşilbağlar Mahallesi'nde Hoşnavaz denen mevkii de
bulunan Ermeni Kilisesi geçen yıllar içerisinde ve
definecilerin tahriplerine daha fazla dayanamadı.
Yeşilbağlar Mahallesi sakinlerinden bölgede
yıllardır çobanlık yapan Cemil Yıldırım kilise
hakkında sahip olduğu bilgilere göre; şuan sadece
iki duvarı ayakta kalan kilisenin Ermeni Kilisesi
olduğunu söyledi.
Cemil Yıldırım, "Kilisenin bulunduğu yerde bir Ermeni yaşıyormuş.
Nazır Karadeniz adında birisi de o Ermeni'ye
hizmetkarlık ediyormuş. Bende bu bilgileri, Nazır
Karadeniz isimli şahsın oğlundan öğrendim" dedi.
Kilisenin kubbeli
ve üç penceresi olduğunu aktaran Yıldırım, "Ben
kilisenin o halini hatırlıyorum. Daha sonra kubbesi
çöktü. Zaten definecilerde dadanınca Ermeni Kilisesi
tahrip oldu. Bir şey bulup bulmadıklarını
bilmiyoruz. Ancak yazık oldu bu tarihi mirasa."
şeklinde konuştu.
Cemil Yıldırım, şimdiye kadar ne Kültür ve Turizm
Bakanlığından ne de herhangi bir yetkili devlet
kuruluşundan hiç kimsenin bu kiliseyi görmeye
gelmediğini belirterek, "Siz gazeteciler ilk
gelenler oldunuz" dedi.
Yine Yeşilbağlar Mahallesi sakinlerinden çobanlık
yapan bölgeyi yakından tanıyan 56 yaşındaki Cengiz
Yıldırım ise çocukluktan beri Hoşnavaz olarak
bildikleri mevkideki Ermeni Kilisesinin zamanla
definecilerin mekanı haline geldiğini belirterek
"Çobanlık yaptığım için buraları çok iyi biliyorum.
Definecilerin uğrak yerlerinden birisi de bu kilise
idi. Her gün bir yerini kazdıkları için tahrip ede
ede bu hale getirdiler. Burası kendine has bir
Ermeni yerleşim yeriymiş. Ermenilerden kalma ceviz
ağaçları vardı. Bizler o cevizleri gördük. Yine
yaklaşık 40 yıl önce bizim köyde yaşamış Süleyman
Dede isimli bir zattan duymuştuk. Kendisi
Ermenilerin bu bölgede yaşadığı zamanı görmüş. Bize
anlattığına göre kiliseden 1,5 kilometre yukarıda
koyunlarının sütünü sağdıklarını ağaçtan yapılma
kanallarla süt aşağıya indirdiklerini ve ailelerinin
süt mamulleri imal ettiklerini anlatırdı." diye
konuştu.
Hoşnavaz Ermeni Kilisesi'nden kimsenin
haberi olmadığına vurgu yapan Cengiz Yıldırım,
"Daha aşağılarda bulunan yerleşim yerleri ve
kiliseleri incelemeye gelenleri gördük ancak buraya
bildiğim kararıyla hiç kimse gelmedi" dedi.
Yıllardır define avcılarının tahribatlarına rağmen
ayakta kalmaya çalışan Hoşnavaz Kilisesi çok yakın
tarihte tamamen yok olacaktır.
Haber 7, 27.05.2014
|
BÜYÜK GÖZTEPE TÜMÜLÜSÜ'NDEKİ KAZI ÇALIŞMALARI
Karabük'ün Safranbolu
İlçesi'ndeki Büyük Göztepe
Tümülüs'ündeki kurtarma kazıları, 5 aylık aranın
ardından yeniden başladı.
Karabük Üniversitesi (KBÜ) Arkeoloji Bölümü
Öğretim Üyesi ve Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Şahin
Yıldırım, AA muhabirine, milattan önce 4. yüzyıla
ait olduğu tahmin edilen tümülüsün
açıldığında Safranbolu'nun tarihine önemli bir ışık
tutacak bulgulara ulaşacaklarını söyledi.
İki yıl önce başlatılan ve dönem dönem
sürdürülen kazı çalışmalarına 5 aylık bir aranın
ardından yeniden başladıklarını belirten Yıldırım,
şöyle dedi:
"Kurtarma kazımıza 10 kişilik ekiple yeniden
başladık. 20 metrelik bir tepeyi elle kazıyoruz.
İskeletlere rastlamasaydık daha kolay ilerlerdik
ancak çok titiz bir çalışma yapmak zorunda
kaldığımız içi yavaş ilerliyoruz. Tepenin zeminden
50 santimetre kadar aşağısında 4 insan iskeletiyle
karşılaştık. Burada Büyük İskender döneminden mezar
anıtı bulmayı umut ediyoruz."
Yıldırım, ilçeye bağlı Hacılarobası Köyü
yakınlarında bulunan bir tümülüsün daha açılacağını,
çalışmalara başladıklarını sözlerine ekledi.
Hakimiyet, 27.05.2014
|
42 YILLIK ARKEOLOJİK KAZI

Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İstanbul
Üniversitesi işbirliğiyle yürütülen kazının
başkanı Prof.Dr. Sait Başaran, Enez İlçesi'nin,
antik çağlarda, "Ainos" adıyla bilindiğini
söyledi.
Yunanistan sınırının kıyısında, Ege
Denizi'nin sahilinde yer alan Enez İlçesi'nin
tarihi kayıtlarda da adından zenginliğiyle söz
ettirdiğini belirten Başaran, şöyle konuştu:
"Enez, tarihte, Balkanları, Ege ve Anadolu'ya
bağlayan deniz, nehir ve kara yollarının
kesiştikleri yerde kurulmuş önemli bir kültür ve
ticaret şehri olarak anılmıştır. Bu yılki
kazılar, nekrepol, Kral Kızı Bazilikası ile
tarihi kale içinde devam edecek. Daha önce
yaptığımız kazılarda, Enez şehrinin etrafını
çevreleyen sur kalıntılarının varlığına
ulaşmıştık. Kazı çalışmalarında Almanya'dan
gelen bir ekip de yer alıyor. Yaptıkları sismik,
radar ve elektromanyetik çalışmalarla, surları
birkaç noktada tespit ettiler."
FATİH SULTAN MEHMET ZAMANINDA
FETHEDİLMİŞTİ
Başaran, Enez'in, geç antik çağda küçük Rodop
bölgesinin başkenti olduğunu, Orta Çağ'da ise
Semadirek ve Gökçe adalarını da içine alan bir
prensliğin iyi korunmuş bir merkezi olduğunu
söyledi.
Bu çağda Enez'e, Genovalı Gattelusi ve Doria
aileleri 200 yıl süreyle egemen olduğunu
belirten Başaran, ilçenin Fatih Sultan Mehmet
zamanında 1456 yılında, Has Yunus Bey tarafından
denizden ve karadan kuşatılarak fethedildiğini
kaydetti.
Trt Haber, 27.05.2014
|
AYASOFYA KONUSU
Geçen hafta Cenova’da olduğumu yazmıştım. “Neo-
Ottomanizm” oturumunda İtalyan konuşmacılar
Ayasofya’nın camiye çevrilmesi ihtimalinden ve
hazırlığından söz ettiler.
Dönüşte de
İtalyanlar’la işim bitmedi. İstanbul’u tanımak
üzere gelmiş bir grup için konuşma istemişlerdi.
Burada bana soru soran emekli profesör de “Nedir
bu iş” diye sordu.
Yani İtalyanlar bu konuda dikkatliler. Ve
tabii, alkışlanacak bir hareket olarak
değerlendirmiyorlar durumu.
İtalyanlar’la bunu konuşmak, bir rastlantı.
Bugün Avrupa’da kiminle olsa, “Türkiye’de neler
oluyor?” konusu açıldı mı, söz mutlaka buraya
gelir. Hiçbir yerde de, böyle bir girişimin
yaratacağı tepki, bundan farklı olmaz.
Her zaman örtülerin altında bir yerlerde
varlığını bildiğimiz bir konuyu gene kim ısıttı,
masaya sürdü, bilmiyorum. Bunun Tayyip Erdoğan’a
karşı bir “provokasyon” olduğunu söyleyenlere de
rastladım. Öneri olarak getirince Erdoğan zor
bir durumda kalacak. “Haydi, yapalım,” derse
Batı’nın artan şüphelerine yeni yakıt atmış
olacak ve “ara açacak”; “Şimdi sırası değil”
derse, fokurdayan tabanını hayal kırıklığına
uğratacak... Olur mu, olur.
Olur da, böyle bir provokasyonun
yapılmasının, yapılmasından önce geçerli bir
taktik olarak düşünülmesinin ortamını Erdoğan
kendisi yarattı. Batı’yı düşman ilan eden, ona
buna hakaret yerme geçecek şekilde, “papaz”
diyen, böylece Batı’nın bu “düşman” rolünü --son
kertede-- Hıristiyan olmalarına bağlayan
kendisi. Kazlıçeşme’den Köln’e insanlara kefen
giydirip meydanlara salan, akıldışı bir
ajitasyosn zemini yaratan, bir “iç ve dış
düşmanlar” edebiyatı yapan da kendisi. Herhangi
bir “Ayasofya cami olsun!” kampanyasının
başarılı, etkili olabilmesi için en uygun zemini
Başbakan kendisi hazırlamış durumda. Ayrıca, bu
girdiği ruh halinde bunu kendisinin de
isteyeceğini tahmin ediyorum.
Böyle bir şey de olur mu, bilemiyorum. Buna
da, olur mu, olur, diyeceğim.
Bugünlerde sık sık karşılaştığımız bir durum
var: herhangi bir “öyle mi, böyle mi” kararı bir
politik karar, stratejik karar, rasyonel karar
olmaktan çıkıyor; oldukça kör bir itişmeye
bağlanan, varoluşsal bir karar haline geliyor.
Son analizde bir “ahlak seçme” yolçatında
buluyoruz kendimizi.
Ve bunu bir buhran olarak
yaşıyoruz. “Buhran”, çünkü o yolçatını bir
uzlaşmazlık vesilesi olarak kullanıyoruz.
Fatih Mehmed’in fetih sonrasında ilk
işlerinden biri Ayasofya’yı camiye dönüştürmek
olmuştu.
Fatih Mehmed bu ülkede öncelikle
İslamcı kesimin sevgilisidir. Yani bugün
Ayasofya’yı yeniden cami yaptığımızda, Fatih
Mehmed’in çizgisini ve mirasını sürdürmüş
oluruz.
Öyle mi gerçekten.
Osmanlı meşrebine ve İslamiyet yorumuna göre,
“ehl-i kitab” denilen cemaatler vardır:
Hıristiyanlar ve Yahudiler. Onların kitaplarını
biz de --özünde-- kabul eder, sayarız. Ama onlar
çeşitli nedenlerle bozulmuştur. Allah en son
Muhammed’i seçmiş ve “hak dini”ni onun ağzından
yaymıştır. O, “ahir zaman peygamberi”dir.
Biz, “ehl-i kitab”ın ibadethanelerine de
saygı duyarız. Bir yeri fethetmişsek, en belli
başlı ibadethanelerini camiye çevirmemiz, bir
fütuhat övünmesi değil, öncelikle bu saygının
ifadesidir. Camiye çevirmekle, o binayı, aslında
olması gereken şey yapmış oluyoruz.
Bu fetih, 1453’te. O yıl ve yıllarda,
bu bir hegemonya değil, bir medeniyet, hoşgörü
ve açıklık ideolojisiydi.
Zaman geçer, zaman birçok şeyi değiştirerek
geçer. Bir çağda “adil”, “hoşgörülü” olarak
kabul edilen şeyler öyle olmaktan çıkar. 815
yılında “kölene sevgi göster, yumuşak davran”
diyen bir adam için, bugünün terminolojisinde
“ilerici adam” diyebiliriz. 1915 veya 2015
yılında bu tavsiye hala “ilerici” bir tavsiye
midir?
2014 yılında eski bir kiliseyi camiye
çevirmek, 1453 yılında camiye çevirmekle aynı
şey değildir. Bunu yapanın niyeti, anlayışı,
ahlak ölçüleri aynı değildir; dolayısıyla
dünyada algılanışı da aynı olamaz.
Daha çok şey var bu konuda söylenecek.
Taraf, Yazı: Murat Belge, 27.05.2014
|
YIKILMASIN DEDİLER,
TAŞIDILAR
Tarihi yapılar şayet istenirse korunabiliyormuş dedirtecek bir örnek de İsviçre'nin Chene-Bourg kasabasında yaşanmıştı.
Twitter takipçilerimizden gelen katkı ile araştırdığımız Chene-Bourg tren istasyonu 19.yy ait bir bina.
Fakat Fransa ile İsviçre arasındaki yeni bir demiryolu hattının ortasında kalan tarihi yapının geleceği muallakta değil.
Yapının tarihi eser niteliğini gözeten yetkililier 700 tonluk bina beş saat süren bir yolculukla rayların üzerinde 33 metre uzağa taşımıştı.
Arkitera, Haber: Derya Gürsel, 27.05.2014
|

|
MARDİN'İN 10 BİN YILLIK KENTİ

Güneydoğu Anadolu
Bölgesi’nin Aspendos’u olarak anılan Dara’nın
turizmden daha fazla pay alması için harekete
geçildi. Tarihi dokuyu korumak için Mardin Müzesi ve
Mardin Valiliği, Dara Köyü'nde ikamet eden
vatandaşların mevcut yapılara ek inşaat yapmalarını
yasakladı. Daha önce tarihi binaların üzerinde
yapılan ek beton binalar ise yıkılması için
mahkemenin vereceği karar bekleniyor. Valilik ile İl
Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarihi dokunun korunması
için 'Koruma Amaçlı İmar Planı' projesi hazırlandı.
Proje kapsamında hedef ise bütün alanı koruma altına
alınacak.
Antik Dara Harabeleri’nde 27 yıldan beri kazı
çalışmalarının devam ettiğini belirten Mardin Valisi
Dr. Ahmet Cengiz, Dara’daki kazı çalışmalarında şu
ana kadar 200’ün üzerinde taşınabilir kültür varlığı
bulunduğunu söyledi. 1,5 kilometrelik alan üzerine
kurulu olan Dara’da son olarak 6. yüzyıla ait olduğu
tahmin edilen süslü bir mozaik, su sarnıçları,
hamamlar, köprüler, su kanalları 3 bin yıllık tarihi
geçmişi bulunan insan kemikleri, kayalara oyulmuş
mezarları bulunduğunu belirten Cengiz, ”Bu yılki
kazının çok yönlü ve geniş alanı kapsayacak şekilde
yapılması planlanıyor. Bu yıl Koruma Amaçlı İmar
Planı projesini hayata geçirilecek. Bu çalışma ile
ilgili ihaleye önümüzdeki günlerde çıkılacak. Hedef
ise bütün alanı koruma altına almak.” dedi.
Tarihin
üzerinde yapılan beton binalar yıkılacak
Dara’da kazılar uzun yıllar alabileceğini ifade eden
Vali Cengiz, ”Toprağın altında saklı bir tarih var.
Mezopotamya’nın Efes’i olarak tanımlanan Dara antik
kentinin turizme açılması için burayı koruma altına
almak gerekiyor. Ama daha da önemlisi Oğuz Köyü'nü
başka bir yere taşımak gerekir. Bunun için
çalışmalar devam ediyor. Valilik Dara Köyü'nde ikamet
eden vatandaşların mevcut yapılara ek inşaat
yapmaları yasaklandı. Mevcut daha önce tarihi
dokunun üzerinde yapılan ek beton binalar yıkılması
için mahkeme kararı bekleniyor. Karar çıktıktan
sonra bu yapılar yıkılacak. Ve gerçek tarihi ortaya
çıkaracağız.” ifadelerini kullandı.
2010 yılında
başlatılan kazılarda Dara Harabeleri’nde bulunan ve
halk arasında zindan olarak bilinen 40 metre
derinliğindeki yer altı sığınaklar temizlenerek
turizme kazandırıldığını kaydeden Vali Cengiz, ”Açık
hava tiyatrosu ve kaya evlerin bulunduğu alanlarda
gerçekleştirilen kazılarda ise Babil ve Pers
imparatorluklarına ait askeri garnizon şehrinin
erzak ve silah depoları ile kaya mezarlar ortaya
çıkarıldı. Ayrıca şehrin yerleşim alanı olan toprak
altında kalan kayalara oyulmuş tarihi evlerin de gün
yüzüne çıkarılması için çalışmalar devam ediyor.
Geçen yıl 100 bin üzerinde turist antik kent Dara’yı
ziyaret etti. Burası Mardin için önemli bir turizm
potansiyelidir. 30 medeniyetin izlerini barındıran
Mardin’de yer altında ve yer üstünde bulunan tarihi
eserleri gün ışığına çıkarılacak.” şeklinde konuştu.
TOKİ Haber, 26.05.2014
|
2 BİN YILLIK TARİH CANLANACAK

Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek,
Tavas İlçesine bağlı Kızılcabölük Mahallesi'ne 1
kilometre uzaklıktaki ören yeri sırtı mevkinde
yer alan Herakleia Hieronu'nun, Roma dönemine
ait ve üzerinde çeşitli kabartmaların bulunduğu
bir anıt mezar olduğunu hatırlattı.
Hieronu'n
özellikle o bölgedeki yöneticiye ait bir mezar
olması gerektiğini belirten Şimşek, Denizli
Müzesi Müdürlüğü ile bölgede yaptıkları kazıda
ortaya çıkan büyük blokların yer
altındakilerinin devamı olduğunu ifade etti.
MS 40'lı yıllara ait olduğunu sanılan
tapınak mezarın üzerinde Armetis, Apollon, Pan,
Dionysos ve Herakles ile ilgili mitolojik
sahnelerin işlendiğini belirten Şimşek, dört
tarafı kabartmalı bloklarla çevrelenmiş mezarın
bir tarafında ise gece gündüzün resmedildiğini
anlattı.
12 burcun da simgelerle yer aldığı mezarın
işçilik kalitesiyle de dikkati çektiğini
kaydeden Celal Şimşek, işlemelerin Aphrodisiaslı
ustalarca yapıldığınının tahmin edildiğini
söyledi.
2 BİN YILLIK TARİHİ BİLİM DÜNYASI
TANIMALI
Şimşek, bölgenin anıt mezar geleneği
bakımından Herakleia Hieronu'nun ayrı bir yeri
olduğunu belirterek, ''Umuyorum ki proje
bittikten sonra mezarın restorasyonu yapılarak
antik dönemdeki durumu ortaya çıkartılacak. Bu
eserin tamamıyle restorasyonu yapılıp ayağa
kaldırılırsa insanların gelip görmek
isteyecekleri bir anıt mezar olarak karşılarına
çıkacak. Bu yönüyle de tarih aydınlanmış olacak.
Hemen hemen 2 bin yıllık mezar'' dedi.
Celal Şimşek, mezarın restorasyonun ardından
bilim dünyasına tanıtılması gerektiğini
belirterek müze müdürlüğü ile birlikte 2 bin
yıllık tarihi canlandıracaklarını söyledi.
Denizli Müze Müdürü Hasan Hüseyin Baysal ise,
1996-97 yıllarında kazı çalışması yaptıklarını
hatırlatarak çıkartılan büyük blokların
üzerindeki kabartmaları koruma altına
aldıklarını belirtti.
Baysal, "Çalışma doğrultusunda anıt mezar
mevcut malzemeyle restore edilebilecekse etmeye
çalışacağız. Fakat edilemezse belli düzen içinde
mimarı kabartmalar konumlarına göre yeniden
yapılacak. Kabartmalarda mitolojik betimlemeler
var. Yapılacak çalışmalardan sonra anıt mezarın
tarihe ışık tutmasını hedefliyoruz" dedi.
Herakleia Hieronu'n batısında Aphrodisias,
güneyinde Apollon ve Tabea, güneydoğusunda
Sebastopolis ve Kidrama ile yakın ve çağdaş
kentler bulunmaktadır.
Trt Haber, 26.05.2014
|
AKP'DEN TUĞRA HAMLESİ

AKP Kocaeli Milletvekili Zeki Aygün ve
arkadaşlarının yasa teklifi AKP yönetiminin
onayından geçerek Meclis Başkanlığı’na sunuldu.
Teklifle “
Türkiye Cumhuriyeti Dahilinde Bulunan Bilimum
Benaii Resmiye ve Milliye Üzerindeki Tuğra ve
Methiyelerin Kaldırılması Hakkında Kanun”
yürürlükten kaldırılıyor. 1927’de çıkarılan kanun,
imparatorluktan cumhuriyete geçiş sürecinde Osmanlı
saltanatının resim kurumlardaki sembollerini
temizlemeyi amaçlıyordu. Kanun,
“Vaktiyle
Osmanlı saltanatını temsil için konulmuş olan, yahut
vaziyetlerine göre halen temsile delalet eden tuğra
veya armalar ve bunlarla beraber olarak sultanların
mediherini ihtiva eden kitabelerin”
kaldırılmasını veya üstlerinin örtülmesini
öngörüyor.
TARİHİ ESERLER İSTİSNA
Kanunda, “Tuğra ve arma ve kitabeler Devlet veya
belediye malı olan binalarda bulunduğu halde
kaldırılarak müzelere konulur. Yerlerinden
kaldırılmalarıyla gerek kendilerinin, gerek
bulundukları binaların, bedii veya tarihi
kıymetlerine halel gelecek olanlar, eserin ve
bulunduğu mahalin bedii kıymetini nakisedar etmemek
üzere münasip vesait ile örtülür” hükmünü içeriyor.
AKP: AMACINI AŞTI
Kanunun tamamen yürürlükten kaldırılmasını isteyen
AKP milletvekilleri, kanunun amacını aşan
şekilde uygulandığını ve “geçmişle barışmak
gerektiğini” savundular. Teklifin gerekçesi özetle
şöyle:
“Uygulamada 1927 yılında çıkarılan kanunun amacının
da ötesine geçilerek bilinçsizce tuğra, arma ve
methiyelerin söküldüğü, kazındığı ve yok edildikleri
bilinmektedir. Yapılan tespitler göstermektedir ki
kültür ve sanat dünyamız üzerinde büyük tahribat
yapılmıştır. Taşınan, kaldırılan ve sökülen anıtlar,
tuğralar, alametler ve benzeri sanat eserlerinin
tekrar gün yüzüne çıkarılması, envanter
çalışmalarının yapılması, bunların yeni nesiller
tarafından değerlendirilmesi için gerekli eğitim,
bilgilendirme ve bilinçlendirme faaliyetlerinin
önünün açılması gerekmektedir. Tarihsel geçmişiyle
barışık olmak her ülke için önemli bir husustur.
KENDİNLE BARIŞ
Bir milletin ömrünün uzun olabilmesi için her şeyden
evvel kendini tanıması lazımdır. Kendini tanıması
için de evvela tarihini bilmesi gerekir. Söz konusu
kanun yürürlükten kaldırılarak Kültür ve Turizm
Bakanlığı bünyesinde oluşturulacak bir komisyon
marifetiyle kaldırılan, taşınan veya benzeri
herhangi bir işleme maruz kalan tuğra, arma, methiye
ve kitabelerin tespitinin yapılması,
restorasyonlarının ve muhafazalarının sağlanması
amaçlanmaktadır. Bu kanunun korumaya çalıştığı bir
kamu yararı
bugün için söz konusu olmadığından ve kanun
hükmünü ifa ettikten sonra yürürlükte kalmasının bir
gerekçi kalmamıştır. Kanun tarihi eserleri korumayı
zorlaştırdığı gibi toplumun kendi medeniyet ve
kültürü ile barışık şekilde geleceğe yürümesini de
imkansızlaştırmaktadır. Tüm hükümleriyle yürürlükten
kaldırılması gerekmektedir.”
ÜNİVERSİTE KAPISINDA TUĞRA GERİ GELMİŞTİ
İstanbul Ünivesitesi'nin Beyazıt'taki ana giriş
kapısında yaklaşık 10 ay süren restorasayon
çalışması sonrasında T.C yazısnın bulunduğu yerdeki
tuğra tekrar gün yüzüne çıkartılmıştı.
Radikal, 26.05.2014
|
TARİHİ GÖZTEPE İSTASYONU YIKILIYOR

1871 yılında yapımı tamamlanan
91 kilometrelik Haydarpaşa-Pendik banliyö tren hattı
Haziran 2013 yılından beri çalışmıyor. Marmaray
çalışmaları kapsamında yenilenecek tren hattının
bünyesinde olan tarihi istasyonlar da yıkılma
tehlikesiyle karşı karşıya. İstanbul Anadolu
Yakası'nın sembollerinden biri olan Göztepe Tren
istasyonu da yıkılması kesinleşen tren
istasyonlarından biri. İstasyonun yaşının 100'e
yakın olduğu ifade ediliyor.
Haydarpaşa Pendik arasındaki banliyö tren
seferlerine 19 Haziran 2013’ten bu yana ara verildi.
Nedeni karşı yakadaki komşu İstasyon
Halkalı-Sirkeci’yle aynı: Marmaray! Marmaray ve
hızlı tren projeleri kapsamında Haydarpaşa Pendik
arasındaki banliyö tren hattı da yenileniyor.
Yenilenme kapsamında ise tarihi tarihi Göztepe Tren
İstasyonu yıkılacak. Marmaray çalışmalarına aktif
olarak katılan İspanyol OHL Göztepe İstasyonu’nu
yıkıp yerine yeni ‘modern’ bir istasyon yapacak.
(Marmaray çalışmalarına katılmış olan OHL’ye Türkiye
Cumhuriyeti 932.8 milyon Euro ödeyecek. Bu rakam
firmanın bugüne kadar aldığı en büyük iş oldu.)
Haydarpaşa Pendik banliyö tren hattı arasında 16
tane istasyon var. Bu istasyonların büyük bir
kısmının tarihi doku bozularak yıkılıp yeniden
yapılacağı belirtiliyor.

İstasyonun yeni görünümü böyle
olacak
1871 YILINDA
HİZMETE GİRDİ
Konuyla ilgili olarak hurriyet.com.tr’nin
sorularını yanıtlayan Kadir Has Üniversitesi
Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi Doç.Dr. Yonca
Erkan Marmaray gibi bir raylı sistemi yenileme
projesi olarak görmek istediğini belirtti. Erkan,
“Fakat durum böyle değil. Marmaray’la söz konusu hat
üzerindeki tarihi yapılar daha işlevsel bir hale
getirilebilirdi.
Marmaray’ın kullanılacağı alan iki hattan üç hata
çıktığı için Göztepe’deki tarihi istasyon yıkılıyor”
dedi. Göztepe istasyonunun tarihi ve mimari bir
değeri olduğunu açıklayan Erkan, “Banliyö hattı 1871
yılında hizmete giriyor. 20’inci yüzyılın ilk
yıllarında Göztepe İstasyonu’nun yapıldığını tahmin
ediyoruz. Marmaray Kartal Kadıköy hattına da
bağlanabilirdi. Bu istasyonları yıkarak tarihi
dokuya zarar vermiş oluyoruz” dedi.
Erkan aynı zamanda Göztepe istasyonunun
yapılırken tünel istasyon olarak düşünülmesiyle de
ekstra bir özelliği olduğun belirtti. Tünel
istasyonlarda yolcular metro gibi bir süre yer
altına yolculuk ediyor.
27 ADET
İSTASYON VAR
Anadolu yakasında Anadolu
Bağdat hattının bir parçası olarak Haydarpaşa
Gebze arasında 27 adet gar istasyon ve durak tesisi
mevcut. Bunlar: Haydarpaşa, Söğütlüçeşme,
Kızıltoprak, Feneryolu, Göztepe, Erenköy, Suadiye,
Bostancı, Küçükyalı, İdealtepe, Süreyyaplajı,
Maltepe, Cevizli, Atalar, Kartal, Yunus, Pendik,
Kaynarca, Tersane, Güzelyalı, Aydıntepe, İçmeler,
Tuzla, Çayırova, Fatih, Osmangazi, Gebze. Bu gar ve
istasyonlardan Haydarpaşa, Kızıltoprak, Feneryolu,
Göztepe, Erenköy, Suadiye, Bostancı, Maltepe, Kartal
Yunus istasyon binaları tarihi ve tescilli yapılar.

Marmaray kapsamında yıkılacak olan Rumeli
demiryolunun bir parçası olan Sirkeci Halkalı
arasında 18 adet gar istasyon ve durak bulunuyor.
Bunlar: Sirkeci, Cankurtaran, Kumkapı, Yenikapı,
Kocamustafapaşa, Yedikule, Kazlıçeşme, Zeytinburnu,
Yenimahalle, Bakırköy, Yeşilyurt, Yeşilköy, Florya,
Menekşe, Küçükçekmece, Soğuksu, Kanarya Halkalı.
Hürriyet, Haber: Can Mumay, 26.05.2014
******
BAKANLIK: GÖZTEPE TREN İSTASYONU YIKILMAYACAK
Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı,
Hürriyet gazetesinde çıkan ‘Maramaray
çalışmaları kapsamınad tarihi Göztepe tren
istasyonunun yıkılacağı’ yönnüdeki haber üzerine bir
açıklama yaptı.
Bakanlık,
resmi açıklamasında "Göztepe Tren İstasyonu
yıkılmayacak ve olduğu gibi muhafaza edilecektir.
Mevcut istasyonun 400 metre batısına Marmaray
projesi kapsamında yeni ve modern bir istasyon inşa
edilecek ve o istasyon kullanılacaktır." dedi.
Radikal, 26.05.2014
|
YURT DIŞINA KAÇIRILAN TARİHİ ESERLER GERİ
GETİRİLECEK
Urartu medeniyetinin başkent olarak
kullandığı Van’da, defineci ve kaçak kazı yapanlar
tarafından yurt dışına kaçırıldığı iddia edilen
tarihi eserlerin geri getirilmesi için proje
hazırlandı.
Tuşba ismiyle Urartuların başkentliğini yaptığı
dönemlerden kalan kale, çivi yazıtı, takı, savaş
malzemeleri ve metal işlemelerle tarihi dönemlere
ait önemli bilgilere ışık tutan ancak yasa dışı
yollarla yurt dışına kaçırılan tarihi eserlerin
Van’a getirilmesi konusunda somut adım atıldı.
Yüzüncü Yıl Üniversitesi (YYÜ) Arkeoloji Bölüm
Başkanlığı tarafından yapılan araştırmalar sonucu,
kaçırılarak yurt dışındaki müzelerde sergilendiği
belirlenen yaklaşık 200 eser, çıkarıldıkları bölge,
ait oldukları yer ve envanter numaralarıyla katalog
haline getirilerek Kültür ve Turizm Bakanlığı
Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğüne iletildi.
Van ve çevresinin Urartulara ve daha sonraki
dönemlere ait eserler bakımından çok zengin olduğuna
dikkati çeken YYÜ Arkeoloji Bölümü Başkanı Doç.Dr.
Rafet Çavuşoğlu, bu bölgelerden yurt dışına
çıkarılan eserlerle ilgili katalog hazırlayarak,
Van’a ait olan eserlerin iadesini sağlamayı
amaçladıklarını dile getirdi.
“Almanlar, İngilizler ve Ruslar bölgede kazı
yapmış”
Yurtdışına çıkarılan eserlerin önemli bir
bölümünün Toprakkale civarında defineciler ve kaçak
kazı yapanlar tarafından bulunduğunu bildiren
Çavuşoğlu, “Toprakkale bazı bilim adamlarına göre
Urartuların ikinci başkenti, bazılarına göre de dini
merkez olarak biliniyor. 19. yüzyılda Osmanlı
toprakları içinde kalan mezopotamya bölgesinde,
Avrupa’daki müzeleri eser doldurmak maksadıyla
yapılan bir çok kazı var. Kaçak kazı yapanlar o
çerçevede Van’a geliyor. Van’da ilk araştırmaları
Alman Shuls başlatıyor. Çivi yazıtlarının
kopyalarını alıyor ve Fransa’ya gönderiyor. Bir
tarihi eser kaçakçısı olan Devgans, Toprakkale’deki
Urartu merkezinden getirdiği 15 ile 30 santimetre
arasında, hadım ağası heykelcikleri, mitolojik
yaratıklardan oluşan taht parçasına ait eserleri
Hanry Layart’ta sunuyor. Layart da bunları alarak
nereden çıktığını, kime ait olduğunu belirleyerek
British Museum adına satın alıyor. Daha sora Layart
ile asistanı 1877-1880 yıllarında Van’a gelerek kazı
yapmış ve buradan çıkardıkları eserleri British
Museum adına İngiltere’ye götürmüş” dedi.
Bölgedeki Urartu eserlerinin zenginliğinden
etkilenen Almanların ise 1890′lı yıllarda Van’a
gelerek Toprakkale’de kazılar gerçekleştirdiğini ve
buldukları eserleri Berlin Önasya Arkeoloji müzesine
götürdüklerini ileri süren Çavuşoğlu, bu eserlerin
Toprakkale’den çıkarılarak götürüldüğünün müzedeki
envanter kayıtlarında da belirtildiğini aktardı.
Almanların ardından Rusların da bölgeye gelerek
önemli tarihi eserleri kaçırdıklarını ifade eden
Çavuşoğlu şöyle konuştu:
“Amacımız Toprakkale’den giden Van’a ait
eserlerin tekrar kente getirilmesidir. Çünkü biz
hazırladığımız katalogda tarihi eserlerin envanter
numaralarına kadar belirledik. Bunların Van’a ait
olduğundan, Toprakkale bölgesinden çıkarıldığından
hiçbir şüphe bulunmamakta. Böyle belirlenen 200′e
yakın eser bulunuyor. Bunların yeni açılacak Urartu
müzesinde sergilenmesi için müracaatta bulunduk.
Van’ın topraklarından çıkarılan ve Urartulara ait
olan eserlerin yeniden ait oldukları topraklarda
sergilenmesini istiyoruz. Bundan dolayı böyle bir
girişimde bulunduk.”
Şu ana kadar 200′e yakın eser belirlediklerini
ancak daha fazla eserin yurt dışına kaçırıldığını
söyleyen Çavuşoğlu, bazı ülkelerin envanter ve
tarihi eser bilgilerini paylaşmadığı için bu
ülkelerdeki tarihi eserlerin sayısını
bilemediklerini anlattı.
Dünyanın bir çok ülkesindeki müzelerde Van’dan
götürülen Urartu eserlerinin sergilendiğini kaydeden
Çavuşoğlu, “Japonya’ya varıncaya kadar her yerde
Urartu eserleri var. Urartu kemerleri Japonya’daki
müzelerde sergileniyor. Amerika’da, İsrail’de,
Rusya’da, Avrupa’daki müzelerde buradan giden
eserler var. Bunlar defineciler ya da kaçak
kazılarla elde edilen eserler ve kaçak yollarla yurt
dışına çıkarılmış. Buradaki hedefimiz kazılan yeri,
ismi, yeri tam belli olan eserlerin iade edilmesi.
Gürpınar İlçesi'nin Giyimli Köyü'nde adak levhaları
var. Buradan giden yaklaşık 3 binin üzerinde adak
levhası var. Büyük bölümü Almanya’da sergileniyor.
Bunları kataloğa dahil etmedik çünkü soru
işaretlerinin olduğu bölümler vardı. Ancak
katalogdaki eserlerin tamamının nereye ve kime ait
olduğu envanter numaralarına kadar belirlenmiş”
dedi.
Eserlerin uluslararası iki anlaşma kapsamında
geri alınabileceğini, daha önce Kültür ve Turizm
Bakanlığının bu konuda çok önemli çalışmalara imza
attığını hatırlatan Çavuşoğlu, bu eserlerin Van’a
getirilerek yeni kurulacak Urartu Müzesi’nde
sergilenmesinin Van ekonomisine ve turizmine çok
büyük katkı sağlayacağını vurguladı.
haberler.com, Haber: Cemal Aşan - Sıtkı Yıldız,
25.05.2014
|
MARDİN KALESİ RESTORE EDİLİYOR

Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın talimatıyla başlatılan
çalışmalar kapsamında,
Mardin Kalesi'nin, sur ve duvarının
güçlendirilmesinin ardından ziyarete açılması
planlanıyor.
Hamdaniler
tarafından 10. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen ve
Osmanlı Devleti'nde
3. Selim döneminde kısmen onarılan Mardin Kalesi'nin
restorasyonu hakkında AA muhabirine bilgiler veren
Vali Ahmet Cengiz, Mardin'in kültür varlıkları
açısından dünyada nadir kentlerden biri olduğunu
söyledi.
Mardin halkının ve
turistlerin heyecanla beklediği kalenin en yakın
zamanda turizme kazandırılacağını vurgulayan Cengiz,
Başbakan Erdoğan'ın kalenin turizme
kazandırılması konusunda talimatının olduğunu ve
çalışmaları yakından takip ettiğini belirtti.
Tarihi kalenin turizme
açılması için çalışmaların sürdüğünü bildiren
Cengiz, şöyle konuştu:
"Geçmiş yıllarda bazı
olaylar olmuş, tehlikeler atlatılmış. Kale
duvarlarından düşen parçalar tehlike arz ediyor.
İnsanların hayatını tehlikeye düşürmüştü. İlk etapta
kale duvarlarının ve surlarının güçlendirilmesi
lazım. Bunun için ihale yapıldı. Dünyaca ünlü bir
firma çalışma başlattı."
KALENİN GEZİLMESİ
CAN GÜVENLİĞİ AÇISINDAN RİSKLİ
Tahkimat çalışmaları
bittikten ve can kaybı tehlikesi ortadan kalktıktan
sonra kalenin bir kısmının turizme kazandırılacağını
dile getiren Cengiz, şuanda kalenin gezilmesinin can
güvenliği açısından doğru olmadığını anlattı.
Çalışmaların birkaç yılı
bulabileceğini bildiren Cengiz, "Turistler kaleye
çıkıp Mardin'i görmek istiyor ancak kalenin turizme
açılması can güvenliği açısından çok doğru değil.
Ama çalışmalar bitince kale turizme kazandırılacak"
ifadelerini kullandı.
ARKEOLOJİK KAZI
YAPMA TALEBİ
Mardin Artuklu
Üniversitesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Yrd. Doç.Dr.
Güner Coşkunsu da restorasyonu yapılarak turizme
açılacak olan Mardin Kalesi'nde arkeolojik
çalışmaların yapılması gerektiğini söyledi.
Bölüm olarak kalenin
yamaçlarında ve eteklerinde yüzey araştırması ve
kazı yapabileceklerini vurgulayan Coşkunsu, kalede
yapılacak çok iş olduğunu aktardı.
"Arkeolojik çalışmalar
ve laboratuvar tarihlendirmeleri bizi doğru bilgiye
ulaştıracaktır. Kale ile kent arasında uzanan
yeraltı tünelleri, çeşmeler ve kuyulara su taşıyan
kanallar, sarnıçlar, ambarlar, kalenin içindeki ve
yamaçlarındaki toprak altında olan eski yerleşim
yerleri açığa çıkarılmayı bekliyor" diyen Coşkunsu,
arkeolojik kazıların yapılması gerektiğine dikkati
çekti.
Kalenin şuan askeri
bölge olduğunu ifade eden Coşkunsu, konuşmasını
şöyle tamamladı:
"Kale, askeri bölge
olmaktan çıktığı andan itibaren definecilerin
iştahını kabartacaktır. Kale her taraftan modern
güvenlik teknolojileri ile korunmazsa defineciler
ciddi zararlar verebilir. Tarihi, arkeolojiyi ve
özellikle kaleye önem veren valimiz gerekli
düzenlemelerin sağlanması ve önlemlerin alınması
konusunda hassasiyet gösterecektir."
KARTAL YUVASI
DENİLİYORDU
Kente hakim tepeye
kurulan ve muhteşem taş yapıları taçlandıran kalenin
975 yılında Hamdaniler tarafından inşa edildiği
tahmin ediliyor. Denizden bin 200 metre yükseklikte
kurulan kalenin uzunluğu 1 kilometre. İçinde çeşitli
zamanlarda Mardin'e uğrayan gezginlerin verdikleri
bilgilerden ambar, sarnıç, hamam, cami gibi çok
sayıda yapı olduğu tahmin ediliyor. Bugün sadece
temelleri görülebilen kale, çok korunaklı olduğu
için kartal yuvası olarak da adlandırılıyor.
Haber 7, 25.05.2014
|
"RESİM YAPMAK YERİNE BAĞIRMAMIZ LAZIM HEPİMİZİN
Ressam Mehmet Güleryüz, resme dair notları ve
düşüncelerini derlediği “Resmigeçit” kitabıyla
okurla buluştu. 2015’te İstanbul Modern’de açılacak
retrospektifi öncesi çalışmalarını sorduğumuz
Güleryüz, “Bir yıldır resim yapmıyorum” diyor.
Türkiye’nin önde gelen ressamlarından olan ve
bu yıl 55’inci sanat yılını kutlayan 75
yaşındaki
Mehmet Güleryüz’le, Ayşegül Sönmezay’ın
yayına hazırladığı, sanata dair notları, bakışı
ve birikimini derlediği “Resmigeçit” (İş Bankası
Kültür Yayınları) adlı kitabını konuşmak üzere
buluştuk. “Mavi gözlerinden çakmak çakmak
ateşler çıkararak konuşma”nın ne demek olduğunu
anlayacağınız, coşkulu bir ressam vardı
karşımda. Resimlerinde gördüğünüz tüm heyecanı
kendisiyle konuşurken de duyabileceğiniz biri
Mehmet Güleryüz. Ancak röportaj sırasında,
2015’te
İstanbul Modern’de açılacak retrospektif
sergisinin hazırlıkları süren sanatçının, bir
yıldır büyük resimler yapmadığını, küçük
kağıtlarla sadece desen çalıştığını öğrendim.
Mehmet Güleryüz geçtiğimiz yıl Elipsis
Gallery’de açılan “Göz Göre Göre” sergisi
sırasında “Resmi bırakma noktasındayım” demişti.
bugünse
bir yıldır resim yapmadığını söylüyor. “Neden?”
diye sorduğumda ise “Nükleer santraller
kurulurken, yokmuş gibi resim yapamam” diyor.
Böylece Mehmet Güleryüz’le hem bir yıldır resmi
nasıl bıraktığını hem de yeni kitabını konuştuk.
“Resmigeçit” kitabını hazırlamanızın
amacı neydi?
Kitabın amacı ressamın resim üzerinde iç
düşünceleri, sorularını yansıtan, bir çeşit
laboratuvardan notlar hazırlamaktı. Bir fizikçi
için nasılsa sanatçı da kendine bir araştırma
laboratuvarı kuruyor; çevresi, içinden geldiği
ortamın rolü, kavrama süreçlerine dair notlar
tutuyor. Bu
Kitap “Güldüğüme Bakma”nın hazırlık
sürecinde çıktı. Ayşegül Sönmezay’ın da
önerisiyle, nehir söyleşiden sanata dair bu
notları ayırarak bir kısmını bu kitaba
dönüştürdük. Durarak, aralar vererek de olsa
altı-yedi yıllık bir süreci aldı bu kitap.
Ortaya refleksiyonlar, bir çeşit düşünceler
dizisi çıktı.
Kitapta, 20’nci yüzyıl Türk resmine
dair notlar da önemli bir yer kaplıyor. Bugün
nerede görüyorsunuz Türk resmini?
Çok ciddi, olgun bir noktada olduğunu
söyleyebilirim. Bundan gurur duyuyorsam,
mücadele verdiğimiz süreçlerin boşa gitmediğini
görüyorumdur, bu da mühim. Türkiye çok özellikli
bir ülke, karmaşık bir yapısı var, çok etkili ve
kendi içine kapalı, zengin ama kapağını
aralaması ve atması ciddi
ve sancılı bir süreç.
Biraz açabilir misiniz. Nedir o
örtülü olan kısım?
Sanatçının önce birey olması ve kendine müsaade
etmesi lazım... Uzun yıllar sınırları çizili
kaldı Türk resminin. 1960’lara kadar sınırları
çiziliydi. Ne zaman müşterek estetiğin dışına,
alışılmış olanların dışına çıkıldıysa,
o zamanı ben Türk resminin başlangıcı sayıyorum.
Geçen yılki serginizde İstanbul’un
tahribine odaklanmıştınız. Bugün gelinen noktada
neler değişti, siz ne düşünüyorsunuz?
Bu dünden bugüne değişecek bir durum değil
elbette. Sanatçı olarak uzun süredir doğayla
ilgili resimler yapıyorum. Nezaketle İstanbul ve
Türkiye özelinde söylüyorum: Büyük bir hoyratlık
var. Kötü kullanımlar ve sonuçları var önümüzde.
Örneğin nedir bu durumlar?
Mesela, nükleer santraller meselesi var. Bunun
için bağırıyorum. Bu
Sabah aklımda onunla uyandım. Ülkenin her
yanının hiç olmazsa şu anki halini korumak için
bağırıyorum. Çünkü şu anki halini çok arayacağız
ileride. Bunu bu hale getirenleri de kınıyorum.
Bunun için yatıp kalkıp bağırmamız lazım
hepimizin. Resim yapmak yerine bağırmamız lazım.
Bir yıl önceki röportajınızda resmi
bırakma noktasındayım demiştiniz.
Resim yapmak istemiyorum dedim. Samimi
söylüyorum, bir yıldır da resim yapmıyorum.
Kendime küçük küçük desenler yapıyorum sadece.
Prodüksiyon, boya yani madde olacak, satın
alınacak halini yapmıyorum. Haa, geçinmek...
Geçinmem başka bir şey... Kendimi resimden uzak
tuttum, elimi sürmüyorum. Küçük kağıda çizdiğim
desenlerimi alan olursa alır ama onları da
sevmiyorlar. Elimde olan resimleri alan olursa
alır, onlar eski suçlarım. Hiçbir zaman
gösteremeyeceğim kadar çok çizimi olan biriyim.
Kağıda çizimler bunlar. Resme olan temaslar...
Ben tekrar sormak istiyorum,
gerçekten neden resim yapmıyorsunuz?
İçimden gelmiyor. Kırgınım, hakarete uğradık
hepimiz, bu yüzden. Ama kırgınlık lafını
vurgulamıyorum çünkü protestim, bu herhalde
çocuksu bir şey değil.
Gezi sürecinde mi hakarete
uğradığımızı düşünüyoruz?
Evet, Gezi sürecinde hakarete uğradık. Sanatçı
olarak, düşünür olarak aşağılandık, farklı sözü
olan insanlar olarak aşağılandık. Sayın
başbakana hakaret içeren bir söz kullanmadım,
kullanılmasından yana da değilim. Ama şahsen
onun her sözünde hakarete uğradığımı
düşünüyorum. Sanatçı onurumu
çok ciddiye aldım. Buna yapılan saygısızlığı
affetmeme imkan yok.
Kişi olarak emniyetsiz ve aşağılanmış
hissediyorum. Hiçbir şey olmamış gibi büyük
aksiyonlar yapmak, resim yapmak içimden
gelmiyor.
Biraz daha açıklayabilir misiniz?
Bu ülkede düşünce özgürlüğü adına büyük
mücadeleler verdik. Kendi varlığımızı da ona
göre disipline etmeye çalıştık. Hem ülkenin
kaynaklarının bu şekilde kullanılması hem
düşünce kaynaklarının ve varlığının zedelenmesi
durumu var. Dünyanın her yerindeki aksiyonlara
katılıyorum. Tüm dünyada yaşanan tecrübeler var.
Nükleerden daha acil, daha önemli
ne olabilir? Bu gelecek nesillere mirasımız.
Nefes hakkımız.
2015’te İstanbul Modern’de bir
retrospektifiniz düzenlenecek. Şu an geldiğiniz
süreç bu retrospektife nasıl yansıyacak?
O tamamen küratöre kalmış. Daha önce iki
retrospektif oldu
ama bu daha kapsamlı, elbette bir müzenin bakışı
zannederim önemli bir tespit olacak. Ben de
merak ediyorum, seyircilerden biri olarak ben de
kendime bakacağım.
Resimle iç içe bir aileden
geliyorsunuz. Siz nasıl resme yöneldiniz?
Ailemde resim sanatı vardı. Halam akademinin ilk
kadın öğrencilerinden,
Berlin’de okumuş falan. Evimizde bütün usta
ressamların eserleri asılıydı.
Resim ve hat sanatı bizim ailenin erkeklerinin
hobisidir.
Peki o dönem mi ilham oldu size?
Ressam bünyenin seçimi, nelerin dikkatini
çektiği çok farklıdır. Dokuma tezgahındaki
iplikler de, bir hamam peştamalının rengi de,
halı motifi, annesinin eteğinin rengi de gözüne
takılabilir. Ben mesela bana verilen ilk kalemin
rengini hep aklımda tutarım; kahverengiydi. Hem
kokusunu hem de rengine duyduğum sevgiyi
hatırlıyorum. Başlangıçta resim adı altında
resme benzeyen şeyler yapabilirsiniz. Ama
gerçekte sanat yapma meselesi sizin yaşama
bakışınız ve bilmediklerinizin devreye girişiyle
var olan bir şey.
Milliyet, Haber: Fisun
Yalçınkaya, 25.05.2014
|

|
TOPKAPI SARAYI'NA
AHIR İÇİN İZİN ÇIKTI
Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu'ndan Topkapı Sarayı'nda görev yapan jandarmanın, emniyet ve asayiş hizmetlerinde kullandığı atlar için ahır yapılması için izi
n çıktı. Turistlerin ziyaretine açık olmayan Sarayburnu tarafından yapılacak prefabrik ahır 6 at kapasiteli olacak.
Ahırın bir ay içinde tamamlanması bekleniyor.
Sabah, Haber: Hasan Ay, 25.05.2014
|
GÖBEKLİTEPE'DE KANAL İZİ
Dünyanın en eski tapınak
merkezi olarak kabul edilen ve bu yönüyle ”Tarihin
sıfır noktası” şeklinde nitelendirilen
Göbeklitepe’deki kazı çalışmalarında kanal izlerine
rastlandı. Göbeklitepe Kazı Başkanı Prof.Dr.
Schmidt: “Burada kireç taşı kaya platosuna üzerine
insan eliyle işlenmiş kanala benzer.
“Tarihin sıfır noktası” olarak nitelendiren ve
dünyanın en eski tapınak merkezi olarak kabul edilen
Göbeklitepe’deki kazı çalışmalarında kanal izlerine
rastlandı.
Göbeklitepe Kazı Başkanı Prof.Dr. Klaus Schmidt,
AA muhabirine yaptığı açıklamada, 15 Nisan’da
başladıkları kazı çalışmalarının bu ayın sonuna
kadar süreceğini söyledi.
Çalışmalarda 20 kişilik bilimsel ekibin yanı
sınra Örencik Köyü'nden 30 işçinin yer aldığını
vurgulayan Schmidt, kazının ikinci etabına ise
sonbaharda devam edeceklerini belirtti.
Kazı alanı üzerine iki büyük koruma çatısı
yapılacağını anlatan Schmidt, şöyle konuştu:
“Ana kazı alanında olduğu gibi kuzeybatı yönünde
büyük bir koruma çatısı yapılacak. Ayrıca bunların
taşıyıcılarının geleceği noktaları arkeolojik olarak
araştırmamız gerekiyor. Çatı taşıyıcılarımız ana
kaya üzerine yerleştirecek bu yüzden seçilen
noktalarda ana kayaya ulaşmaya çalışıyoruz.”
Çatı ayağı için oluşturulan sondajda ana kayaya
ulaştıklarını aktaran Schmidt, “Burada kireç taşı
kaya platosuna üzerine insan eliyle işlenmiş kanala
benzer bir oluşum belirledik. Koruma çatısı direk bu
kayanın üzerine konularak beton gibi yabancı
maddelerden kaçınılacak. Ana kaya üzerinde işlenmiş
bu noktalarının işlevinin anlaşılması için
etrafındaki kazı alanını genişletmemiz gerekiyor”
dedi.
Schmidt, Göbeklitepe’nin 20′nci kazı sezonu
olması nedeniyle bu yıl 2 sempozyum düzenleneceğini
sözlerine ekledi.
haberler.com, 24.05.2014
|
OSMAN HAMDİ BEY NİYE POPÜLER?
Türk resminin ikon isminin neredeyse hiç
sergilenmemiş olan tablosu bugün satışa çıkacak.
Peki Osman Hamdi’nin sırrı ne? Gündemden düşmeyen
ismin Türk sanatındaki yerini inceledik.
Osman Hamdi Bey’in ‘Cami Önü’ tablosu,
bugün Antik A. Ş. tarafından düzenlenen ve
Shangri - La Bosphorus’ta saat 15.00’de başlayacak
282’nci müzayedede 10 milyon TL’den satışa
çıkarılacak.
Gebze Belediye Başkanı Mustafa Zeki Bey
koleksiyonundan satışa çıkan ve bugüne dek hiç
sergilenmemiş olan tablo,
Bursa Yeşil Camii önünde duran Osmanlı
toplumundan farklı karakterleri temsil eden 16
figürü gösteriyor. Peki bu müzayede vesilesiyle
gündeme gelen Osman Hamdi Bey’in sırrı nedir?
Hasan Bülent Kahraman’ın bir röportajında “Osman
Hamdi aslında bizim Batı tipi modernleşmemizin bir
tür ikonik ismi,” dediği Osman Hamdi Bey gerçekten
de modernleşmenin tüm aşamalarında yer alıyor.
Mesleklerini saymak yeterli bunu anlamak için.
Önemli bir devlet adamı, ressam,
arkeolog, müzeci, okul kurucusu, entelektüel
Osman Hamdi Bey...
Pek çok madalya
Unvanlarına gelince...
Fransa’dan Legion d’honneur, birinci dereceden
Mecidi ve Osmani nişanlarıyla,
Avrupa ve
Amerika’daki üniversitelerinin fahri doktorluk
unvanlarıyla, pek çok madalya ve ödülle
onurlandırılmış. 1883 yılında kuruculuğunu
üstlendiği Sanayi-i Nefise Mekteb-i Aliye’nin
müdürlüğünü yapıyor, 1891’de ‘ilk türk müze binası’
olan
İstanbul
arkeoloji Müzesi’ni açıp
Anadolu’nun her yerinden eserlerin istanbul’daki
müzeye gönderilmesini sağlıyor. İşte bütün bu işler
sırasında bir yandan da muhteşem tablolar
resmediyor.
‘Eserlerini bulmak zor’
Osman Hamdi Bey uzun yıllar ressam olarak önemi
anlaşılmamış bir sanatçı. Ressam yönünü öne çıkaran
ilk eser, “Sanatta Batı’ya Açılış ve Osman Hamdi”
(1971). Mustafa Cezar’ın kaleme aldığı kitaptan
sonra daha çok ressam kimliğiyle ele alınıyor. Sanat
tarihçisi Edhem Eldem’e göre Osman Hamdi Bey sadece
ressam olarak değil, sanatın muhtelif dallarının
kurumsallaşması konusundaki çalışmalarıyla
biliniyor. Akademisyen Kaya Özsezgin, “Osman Hamdi
anıtsal figür konulu kompozisyon geleneğinin öncüsü
olarak bilinir” derken koleksiyoner Can Has ise “En
önemli özelliği eserlerinin nadir bulunması”
diyor...
Milliyet, Haber: Fisun Yalçınkaya, 24.05.2014
******
'CAMİ ÖNÜ'NE MİRASÇI ENGELİ
Usta Türk ressamların
çalışmaları ile Osmanlı eserlerinin olduğu Antik
AŞ’nin özel koleksiyonlar müzayedesi dün
yapıldı. Shangri-La Otel’deki açık artırmada
Türkiye rekoru bekleniyordu.
Osman Hamdi Bey’in “Yeşil Cami Önü” tablosunun
10 milyon liraya satışa sunulması planlanıyordu.
Ancak eser, koleksiyon sahibi eski Gebze
Belediye Başkanı Mustafa Zeki Bey’in
mirasçılarının hak talep etmeleri nedeniyle
satışa çıkarılamadı. Müzayedede, Halil Paşa’nın
“Çeşme Yolu” eseri, 1 milyon 200 bin liraya
satıldı. İş dünyası ve koleksiyonerlerin ilgi
gösterdiği müzayedede 190 tablo ve antika yeni
sahiplerini buldu.
Hürriyet, 25.05.2014
|
BİRAZ ANDY WARHOL'LAŞSAK DİYORUM

Pop sanatın kralı olarak tanımlanan Andy
Warhol’un 87 eseri Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera
Müzesi’nde sergileniyor.
Yedirenk Sanat Dergisi adına izlenim derlemeye
gittim. Çıkışta pop kültür cenneti ülkemiz adına
fevkaladenin de fevkinde bir ampul yanıyordu
kafamda. Vereceğim ilham siyaset arenamızı biraz
renklendirebilirdi. Eli fırça tutan, grafikten
anlayan emekçi halkımın cebi para dolsa, hep
birlikte neşelensek fena mı olurdu?
Slovak asıllı Amerikan sanatçı Warhol’u fazla
anlatmayacağım. (Bunun için Yedirenk’in Haziran
sayısını almalısınız. Müthiş içeriklerle çıkıyor her
ay, benden söylemesi.) Warhol’un ünlü simaların
portleri ile konserve kutuları, dolar banknotları,
kola şişeleri gibi popüler kültür nesnelerini
kendince renklendirerek büyük bir ticari başarı
kazandığını belirtmekle yetineyim. “İyi ticaret en
iyi sanattır” buyuruyor muhterem. Bu düstur, sanatı
boşveren bir millet olarak cuk oturur bize. Ama iş
bilenin kılıç kuşananın tabii. Gidin görün hele bir
sergiyi, ne demek istediğimi Warhol anlatır size.
Yapılacak şey çok basit: Alacaksınız
politikacılarımızın fotoğraflarını, biraz
büyüteceksiniz önce. Sonra toprağı bol olsun Andy
amcanın Marilyn Monroe’ları, Liz Taylor’ları, Golda
Meir’leri gibi boyayacaksınız. İstediğiniz gibi
kareler, üçgenler, daireler kullanabilir,
burunlarını, gözlerini, ağızlarını kalemle çizip
belirgenleştirebilir, uygun göreceğiniz yerleri
gölgelendirip onları daha gizemli kılabilirsiniz.
Kıpkırmızı Erdoğanlar, Masmavi
Kılıçdaroğulları...
Dilerseniz Warhol’un Leninleri gibi tek renge de
bulayabilirsiniz. Kıpkırmızı Tayyip Erdoğanlar,
Masmavi Kemal Kılıçdaroğulları, Yemyeşil Devlet
Bahçeliler, Eflatun Selahattin Demirtaşlar çıkacak
ortaya. Veya parçalı bulutlu, rengarenk Bülent
Arınçlar, Gürsel Tekinler, Oktay Vurallar, Pervin
Buldanlar... Aklınıza kim gelirse artık; belediye
başkanları, yüksek yargıçlar, üst düzey bürokratlar,
sahne yıldızları. Özgürce boyayın ve sonra da
çoğaltın bu el emeği, göz nuru parçaları. Sürümden
kazanacaksınız, kopyalamada sınır tanımayın.
Hani maç kapılarında takımınızın şapkalarını,
kaşkollarını, bayraklarını alıyorsunuz ya, bu şahane
eserler de öyle kapışılacak. Bakın önümüzde iki
seçim var. Yas mas dinlemez bu millet; yeniden
miting cenneti olacak ülkemiz. Ayrıca Meclis’te her
salı grupların cümbüşü, parti kampları, açılışlar,
il başkanları toplantıları devam edecek. Adliye
bahçelerinde, mahkeme kapılarında, parklarda her an
bir gösteri... Her gönülde bir lider kükrerken bu
fırsatı kaçıramazsınız. Gidip tezgah açacaksınız
oralarda. Çok ilgi çekeceğinize, paraya para
demeyeceğinize bahse girerim.
Yine köşeyi döndünüz!
Özellikle AKP’ye gönül veren yurttaşlarımız,
evlerine asabilecekleri bu yüksek pop eserleri
almazlarsa suçluluk duyacaklardır. Aslında diğer
partililer de onlardan geri kalmayacaklar,
liderlerinin bir tane sarısıyla yetinmeyip, bir de
morundan almayı vatan hizmeti sayacaklardır.
Bazıları çok renkliliği tercih edecektir. Sarı
lacivert, siyah beyaz, sarı kırmızı olanlar
cezbedecektir insanları. Vefalıdır bu millet,
elitist sanata bakmasa bile böyle pop işlere
bayılacaktır. Size bir şey söyleyeyim mi, liderler
tezgahınıza gelmeseler bile, adamlarını gönderip o
portrelerden örgütlere dağıtmak üzere bol bol satın
aldırırlar. Hadi yine köşeyi döndünüz!
Sakın fazla havaya girerek “Ne de olsa Türkiye
küçük Amerika” falan deyip ayakkabı kutularına, para
kasalarına, kol saatlerine yanaşmayın. Soma
faciasından geriye kalan tekme-tokat-yumruk
fotolarına da girmeyin. Akıllı olun, basiretli bir
tüccar gibi düşünün. Mesela Taner Yıldız ve Faruk
Çelik’in çabalarını fırçanızla ikonik
kılabilirsiniz. Polat Alemdar da çok güvenli bir
satış imkanı sunar size. Keza futbolcu ve artist
fotoları peynir ekmek gibi satılır.
Size biraz daha cesaret verebilmek adına Warhol
üstadın bir sözünü aktarayım: “Ben her zaman en
kolay şeyin peşinden giderim” diyor popun kralı,
“çünkü en kolayıysa bana göre en iyisi de odur.”
Eğer bu çabalarınız takdir görmez ve eserleriniz
elinizde kalırsa Warhol’un şu sözlerine yaslanıp
yeni projeler için enerji toplayabilirsiniz:
“İnsanlar sizi hiç yanlış anlamazsa ve her şeyi
sizin söylediğiniz şekilde yaparlarsa,
fikirlerinizin sadece aktarıcısı olurlar, siz de
bundan sıkılırsınız. Ama sizi yanlış anlayan
insanlarla çalışırsanız aktarım yerine dönüşüm elde
edersiniz, bu da uzun vadede çok daha ilginçtir.”
Zaman, Haber: Nuriye Akman, 24.05.2014
|
HAMAMDA SADECE KENDİSİ YIKANIYOR

Antalya’nın tarihi Kaleiçi semtinde 600 yıllık Sefa
Hamamı ayakta kalmak için direniyor. Roma ve
Selçuklu mimarisini taşıyan hamamın işletmecisi
Mustafa Yeşiltaş, restore yaptıramadığı hamamın
artık para kazandırmadığından dert yandı.
Başından aşağı bir tas su döken Yeşiltaş, "Hamam
Sit alanında kaldığı için bir değişiklik
yapamıyoruz. Kimse gelmediği için hamamda sadece
kendimiz yıkanıyoruz" dedi.
Antalya’nın tarihi ve turistik semti Kaleiçi’nde
esnaflık yapan Sefa Hamamı’nın işletmecisi Yeşiltaş
ailesi artık hamamcılık mesleğini yapamaz hale
geldiklerini söyledi. Hamam kültürünün günümüzde
modern sauna ve benzeri alanlarla birlikte
kaybolmaya yüz tuttuğunu belirten aile, 600 yıllık
geçmişe sahip hamamı ayakta tutmak için uğraş
veriyor.
KUBBELERİ KAN VE YUMURTA KARIŞIMINDAN
OLUŞTURULDU
Son bir asırdır hamamın işletmesini kendilerinin
yaptığını belirten hamamın üçüncü kuşaktan
işletmecisi Mustafa Yeşiltaş, hamamın en büyük
özelliğinin hamamı inşa eden Selçuklu mimarilerinin
’Horasan’ diye tabir ettikleri kan, yumurta ve tuğla
kırığından oluşturulan kubbe kısımlarının olduğunu
söyledi. Bu tipte oluşan kubbeler sayesinde hamamın
nefes aldığını belirten Yeşiltaş, sözlerini şöyle
sürdürdü: "Hamam dedemden bize kaldı. Roma dönemi
mimarisiyle yapılmış. Selçuklu döneminde yeniden
inşa edilmiş. Eskiden kalma kanalizasyonu mevcut.
Eski yıllardaki gibi alttan ısıtmalı ve odunla
ısıtılıyor. Hamamın kubbeleri Horasan yapıyla
oluşturulmuş. Kan, yumurta ve tuğla kırığıyla inşa
edildiği için nefes alabilen bir yapıya sahip.
Böylece içeride pis hava oluşmuyor. Yeni yapılan
hamamlar beton yapı olduğu için nefes almıyor ve
içeride fazla kalınca baş ağrısı yapıyor. Ama bizim
hamamda böyle bir durum söz konusu değildir."
"RESTORASYON MALİYETİ HAMAMIN MALİYETİNİ
AŞIYOR"
Hamamın geçmişte çok tercih edilen bir hamam
olduğunu söyleyen Yeşiltaş, son dönemde yeni ve
modern hamamların oluşmaya başlamasıyla tarihi
hamamların rekabet edemez hale geldiğinden yakındı.
Yerli vatandaşların kendilerini tercih etmediğini
belirten Yeşiltaş, turistlere hitap etmek için
restore etmek istediğini ancak hamamın Sit alanı
içerisinde olduğundan dolayı birçok prosedürden
geçmek zorunda olduklarını söyledi. Restorasyon
maliyetinin hamamın yenisini yapmaktan daha pahalıya
malolduğunu belirten Mustafa Yeşiltaş, şunları
söyledi:
"Hamam Kaleiçi’nde olduğu için daha önce Roma
hamamı olarak kullanılan bir yer. Hamam Sit alanında
kaldığı için hamamda değişiklik yapamıyoruz. Bir
değişiklik yapmak istediğimizde çok prosedürle
uğraşıyoruz. Boya yapacağımız zaman dahi çok
pahalıya malediliyor bize. Binayı yeniden yapacak
kadar bir maliyet çıkıyor karşımıza."
"HAMAMDA SADECE KENDİMİZ YIKANIYORUZ"
Kaleiçi’nin otopark sorununun işletmeler için
dezavantaj olduğunu kaydeden Yeşiltaş, atıl
vaziyette kaldıklarını belirtip hamamın kurnasından
bir tas su alıp başından aşağı dökerek, "Restore
edilmediğinde daha çok geride kalıyoruz. Yeni bir
mermer dahi döşeyemiyoruz. Vatandaşlarda bizi tercih
etmiyor. Hamamda artık sadece kendimiz yıkanıyoruz.
Kardeşlerim, akrabalarımız geliyor. Kendimiz
yıkanıyoruz. Sadece turistik olarak çalışmak zorunda
kaldık" diye konuştu.
Akşam, 23.05.2014
|
MUDANYA'DAKİ İKİ KİLİSENİN RESTORASYONU İÇİN ONAY
BEKLENİYOR

Fener Rum Patrikhanesi adına Bursa Metropoliti
Prof.Dr. Elpidophoros Lambriniadis tarafından 2012
yılında satın alınan Mudanya İlçesi'ndeki
“Başmelekler” ile “Kemerli” kiliselerinin
restorasyonuna, hazırlanan projelere onay
verilmesinin hemen ardından başlanacak.
Lambriniadis, AA muhabirine yaptığı açıklamada,
“dünyanın en eski üçüncü kilisesi” sayılan Kumyaka
Mahallesi’ndeki Başmelekler Kilisesi ile Trilye
Mahallesi’nde yer alan Kemerli Kilise’yi satın
aldıktan sonra vakit geçirmeden restorasyonla ilgili
çalışmalara başladıklarını söyledi.
Öncelikle bu yapıların ilk planlarını bulup
projeler hazırladıklarını belirten Lambriniadis,
ruhsat ve diğer izinlerle sürecin daha çabuk
gerçekleşmesi için bir danışmanlık firmasıyla
anlaştıklarını dile getirdi.
Bizans imparatorlarından 4′üncü Konstantinos
Porphyrogenetos döneminde 780-797 yıllarında
yaptırılan Başmelekler Kilisesi ile 13′üncü
yüzyıldan kalma Kemerli Kilise’nin, Türkiye için çok
önemli birer kültürel miras olduğunu vurgulayan
Lambriniadis, “İki kilisenin restorasyonu için
gerekli başvurular yapıldı. Ruhsatların
onaylanmasının ardından restorasyon çalışmalarına
başlanacak” dedi.
Başmelekler Kilisesi’nin, mevcut haliyle bile
ciddi anlamda turist çektiğini anlatan Lambriniadis,
burasının Ortodokslar için büyük öneme sahip
olduğunu aktardı.
“Restorasyon çalışmaları tamamlandığında Mudanya,
yabancı ziyaretçi anlamında Trabzon’daki Sümela
Manastırı’na ciddi anlamda rakip olur” diyen
Lambriniadis, ilçenin inanç turizminden hak ettiği
payı fazlasıyla alacağına inandığını bildirdi.
Lambriniadis, Kemerli Kilise’ye bitişik arazideki
evi de satın aldıkları bilgisini vererek,
restorasyonun ardından bu binada, kilisede
kullanılan kutsal eşyaların tutulacağını belirtti.
Restorasyonlar için maddi kaynak bulma
çalışmalarının sürdüğünü dile getiren Lambriniadis,
“Bu iki kilisenin, yaşayan mekanlar olmasını
arzuluyoruz. Paskalya gibi özel günlerde yurt içi ve
dışından gelecek misafirlerle ayinler yapılacak”
diye konuştu.
Kumyaka Mahallesi Muhtarı Ramiz Batmaz ise
Başmelekler Kilisesi restore edilince bölgeye ciddi
anlamda turist akını beklediklerini anlattı.
Kilisenin şu anda metruk olduğuna değinen Batmaz,
“Yavaş yavaş yıkılmalar başladı. Aslında etrafında
güvenlik çemberi olması gerekir. Özellikle üst
bölümdeki taşlar, ciddi tehlike oluşturuyor.
Patrikhane, kiliseyi satın alınca camları geçici
olarak tuğlayla kapatıldı ve giriş bölümlerine demir
kapı konuldu. Toplu gelenler olduğunda ziyarete
açılıyor” ifadesini kullandı.
Kiliselerin tarihi ve mimari özellikleri
Konstantinos Porphyrogennetos’un, 780 yılında
kendisini fırtınadan kurtaran köylülere teşekkür
etmek için yaptırdığı, “Taksiyarhon Kilisesi” olarak
da bilinen Başmelekler Kilisesi, 1448 ve 1819
senelerinde onarıldı.
Geçmişte akıl hastalarının tedavi edildiği bir
mekan olarak da bilinen kilise, 1922′ye kadar gerek
Rumlar gerek Türkler tarafından ziyaret edildi ancak
Siyi ya da şimdiki adıyla Kumyaka’ya Müslüman halkın
yerleşmesiyle önemini kaybetti.
Naos, Narthex, Exo Narthex, Aziz Haralamboş ve
Aziz Nikolas şapelleri, giriş mekanı, kuzeydoğuda
bir oda ve tedavi hücresi olmak üzere 8 bölümden
oluşan kilisede süsleme olarak sütun ve
başlıklarıyla renkleri seçilemeyecek kadar harap
durumdaki freskolar görülüyor.
Kemerlerinde, ayakta duran, başları haleli iki
figür bulunan kiborion planlı bir yapı olan
kilisenin, Hristiyanlığın ilk yıllarından itibaren
mezar binalarında da görülen, dört duvar üzerine
oturtulan beşik tonozlar ve yükselen kubbeden ibaret
görünümü bulunuyor. Bu plan tipinin örneklerinden
ikisi de İstanbul’da yer alıyor.
Trilye’deki Kemerli Kilise ise gezgin Dr. John
Covel’in 1676 yılına ait el yazması bir belgesine
göre, Panagia Pantobasilissa’ya adandı. İlk yapı,
duvar tekniği ve başka özellikleri göz önünde
bulundurularak 13′üncü yüzyıl sonlarında inşa
edildi. İlk tabaka freskolar 14′üncü yüzyıl başları,
ikinci tabaka freskolar da 18′inci yüzyıla (1723)
tarihlendirildi. Burası, tarihte “duvarlarına ilk
kez resim yapılan kilise” olarak kabul ediliyor.
Heybeliada’daki Aya Triada Manastırı’nın
başrahibi de olan Lambriniadis, mülkiyeti,
İstanbul’da yaşayan iş adamı Mete Yalçın’a ait olan
iki kiliseyi, Fener Rum Patrikhanesi adına 10 Eylül
2012′de satın almıştı.
haberler.cm, 23.05.2014
|
'ÖDÜNÇ EROS BAŞI'NA VİZE

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın iadesini istediği, 1883’te İngiltere’ye kaçırılan, paha biçilemez değerdeki Eros Başı tarihi eseriyle ilgili olarak Londra’daki Victoria&Albert Müzesi’nin öne sürdüğü “uzun süreli ödünç olarak geri verme” koşulunu, “süresiz ödünç olarak geri verme” şeklinde değiştirilmesi durumunda kabul edeceği belirtildi. Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün söz konusu koşulun “süresiz olarak ödünç verme” şeklinde düzeltilmesi durumunda, “Zamanla Eros Başı’nın Türkiye’ye tam olarak iade edilmesinin önünün açılacağı” görüşünde olduğu öğrenildi.
Londra’daki Victoria&Albert Müzesi yetkilileri,
geçen günlerde, Türkiye’nin iadesini istediği Eros
Başı’nı “Türkiye’ye uzun süreli ödünç olarak geri
vermeyi arzu ettiklerini, ancak bunun koşulları
konusunda henüz bir anlaşmaya varılmadığını”
açıklamışlar ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’na,
Türkiye’nin “eserin yasal mülkiyetinin müzede
olduğunu kabul etmesi” koşulunu sunmuşlardı. Eski
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ise müzenin
koşulu karşısında Cumhuriyet’e bir açıklama yaparak,
“Bizim dönemimizde de yapılan böyle bir öneriyi geri
çevirdik. Çünkü bu kötü emsal teşkil eder. Diğer
müzeler de bize ait olan eserlerin mülkiyetinin
kendilerinde olduğunu kabul etmemiz konusunda bu
koşulu bize örnek gösterebilirler. Örneğin iadesini
istediğimiz ‘İhtiyar Balıkçı’ heykeli de var, onda
da bu şartı koşabilirler” diyerek koşulun
Türkiye’nin tarihi eserler konusunda elinin kolunun
bağlanacağını dile getirmişti. Günay, bakanlığı
döneminde sadece Penn Müzesi’nin Troya
Hazineleri’nin iadesi konusunda bir koşul kabul
ettiklerini, anlaşma maddesine de “Troya
Hazineleri’nin ancak Türkiye’nin geri vermesi
halinde iade edileceğini, geri verme zamanını da
Türkiye’nin belirleyeceği” ifadesini koyduklarını da
ifade etmişti.
‘Süresiz ödünç’e varız
Bu gelişmelerin ardından bakanlığın, Eros Başı
ile ilgili olarak Victoria&Albert Müzesi’nin
koşullarını nasıl değerlendirdiği ve ne tür bir
girişimde bulunacağı merak konusu olmuştu.
Bakanlıktan Cumhuriyet’e verilen bilgiye göre,
Kültür Varlıkları Müzeler Genel Müdürlüğü, müzenin
öne sürdüğü “uzun süreli ödünç olarak geri verme”
koşulunun “süresiz ödünç olarak geri verme” şeklinde
değiştirilmesinden yana. Genel müdürlük yetkilileri,
koşulun “süresiz olarak ödünç verme” şeklinde
düzeltilmesi durumunda, “zamanla Eros Başı’nın
Türkiye’ye tam olarak iade edilmesinin önünün
açılacağı” görüşüne hakim. Ancak bu koşulun kabul
edilmesi, Türkiye’nin, müzenin öne sürdüğü bir diğer
“Türkiye’nin, eserin yasal mülkiyetinin Londra’daki
müzede olduğunu kabul etmesi” koşulu karşısında
elini kolunu bağlıyor; iade anlaşmasını by-pass
ediyor. Bakanlıkta, eserle ilgili olarak ağırlıklı
görüş, Troya Hazineleri’nin iadesinde olduğu gibi,
anlaşma maddesine, “eserin ancak Türkiye’nin geri
vermesi halinde iade edileceği, geri verme zamanını
da Türkiye’nin belirleyeceği” şeklinde bir ifadenin
eklenmesi gerekeceği şeklinde ifade ediliyor. Aksi
takdirde Eros Başı Türkiye’ye sadece “ödünç”
verilmiş olacak.
Wilson İngiltere’ye götürmüştü
“Dünyadaki örneklerinin en iyilerinden biri
olduğu” vurgulanan Eros Başı, MÖ 3. yüzyıla ait olan
Sidamara Lahdi’nden sökülerek, 1883’te Londra’ya
kaçırılmıştı. Lahit, 1883’te İngiliz arkeolog
Charles Wilson tarafından Konya Ereğlisi’ndeki
Sidamara antik kentinde bulunmuştu. Wilson, sonradan
yeniden çıkarmak üzere lahti gömülü bırakmış, daha
kolay taşınabildiği için, belki de kırılmış olan
Eros Başı’nı yanında götürmüştü. Sidamara Lahdi 1898
yılında yeniden ortaya çıkarılmış ve İstanbul
Arkeoloji Müzeleri’ne taşınmıştı. Wilson’ın kız
kardeşi, Eros Başı’nı 1932’de Victoria&Albert
Müzesi’ne bağışlamıştı. 1934 yılında Eros Başı’nın
Türkiye’ye geri verilmesi gündeme gelmiş, ancak
bunun Atina’dan kaçırılmış olan ve British Museum’da
bulunan Elgin Mermerleri’nin Yunanistan’a iadesini
de gündeme getirebileceği kaygısıyla tereddütler
doğmuştu. Yine de Victoria&Albert Müzesi’nin o
dönemdeki müdürü Eric Maclagan, büyük bir anıtın
parçası olan Eros Başı’nın lahitle birlikte
sergilendiğinde çok daha büyük bir değer kazanacağı
yolunda rapor vermişti. Bunun üzerine, İngiliz
yetkililer, Victoria&Albert Müzesi’nin Eros Başı’nı
Türkiye’ye geri vermesini kabul etmişlerse de
sonuçta bu iade gerçekleşmemişti.
Cumhuriyet, Haber: Selda Güneysu, 23.05.2014
|
HOLLANDA'DA YAPILAN ARAŞTIRMA BURSA'NIN TARİHİNİ
DEĞİŞTİRECEK
Neolitik dönemle ilgili önemli
verilere ulaşılan Barcın Höyüğü'ndeki kazılarda
Bursa'nın tarihini değiştirecek kalıntılar çıkarken,
gerçek kuruluş tarihinin belirlenmesi için il
genelindeki diğer höyüklerde de çalışmalar başlıyor.
Fokke Gerritsen'in öncülüğünde Hollanda'da yapılan
karbon testinde 8 bin 600 yıl öncesinde gidildiği,
bu tespitle Bursa'daki yerleşimle ilgili daha eski
çağlara gidilebileceği ifade edildi.

Kültür varlıkları açısından Türkiye'nin sayılı
illerinden biri olan Bursa'da ilk çiftçi ve hayvan
yetiştiriciliğiyle ilgili önemli verilere ulaşılan
Barcın Köyü'ndeki kazılarında 8 bin 600 yıl öncesine
gidilirken, Bursa'daki bütün höyüklerin analizi
çıkarılacak. Neolitik dönemle ilgili önemli verilere
ulaşılan Barcın Höyüğü'ndeki kazılarda Bursa'nın
tarihini değiştirecek kalıntılar çıkarken, gerçek
kuruluş tarihinin belirlenmesi için il genelindeki
diğer höyüklerde de kazı çalışmalarının yapılması
talep edildi. Buna göre Demirtaş'taki Ilıpınar
Höyüğü, Yenişehir'deki Barcın Höyüğü, Osmangazi
Demirtaş Höyüğü, Çayırköy Höyüğü, Tepecik Höyüğü,
Üyücek Tepe, Höyücek ve Karadin Höyükleri, İnegöl
Cumatepe, Doğuteğe ve Akhisar Höyükleri,
Yenişehir'deki Babasultan Höyüğü, Mustafakemalpaşa
Dorak Köyü ile Tahtalı Köyü'ndeki kalıntılar,
Akçalar Aktopraklık Höyüğü ve Büyükorhan'daki
Derecik Bazilikası yeniden çalışılacak bölgeler
olarak açıklandı.
DİĞER ÇALIŞMALARA ÖRNEK OLACAK
Hollanda Araştırma Enstitüsü tarafından Yenişehir
Barçın Köyü'ndeki höyükte 2005 yılından bu yana
sürdürülen kazılar sürüyor. Yapılan büyük çalışmaya
Hollanda Araştırma Enstitüsü sahip çıkarken, 8
yıldır yürütülen çalışmalarla birlikte günümüzden 8
bin 600 yıl öncesine gidildi. Fokke Gerritsen'in
öncülük ettiği kazı çalışmalarında Hollanda'da
yapılan karbon testinde 8 bin 600 yıl öncesinde
gidildiği, bu tespitle Bursa'daki yerleşimle ilgili
daha eski çağlara gidilebileceği ifade edildi.
İSKELETLER BULUNDU
Yaklaşık 5 metre derinliğe ulaşan kazı alanında
ev kalıntıları, avlular ve ocaklara ulaşılırken, 8
bin 400 yıllarına ait insan iskeletleri ve çeşitli
heykeller bulundu. Bursa'dan 30 işçi ve 30 arkeoloji
öğrencisiyle yürütülen çalışmalara ayrıca 9
üniversiteden Hollanda, Finlandiya, Avusturya,
Japonya ve Bulgaristan'dan da uzmanlar katılıyor. 8
yıldır yapılan kazıda 30 bini aşkın kalıntı
bulunduğunu belirten Koç Üniversitesi Arkeoloji ve
Sanat Tarihi Bölümü'nden Arkeolog Yrd. Doç.Dr. Rana
Özbal, 6 Eylül'e kadar çalışmayı tamamlayacaklarını
söyledi. İlk çağlarda insanların daha çok eti ve
sütünden yararlanabilecekleri koyun ve sığır gibi
hayvanlar beslediğini ifade eden Özbal, en eski
yerleşim tabakalarına ulaştıklarını belirtti. 8
yıldır höyükte çalıştıklarını ancak Bursa'dan
herhangi bir mülki amirin kendilerini ziyaret
etmediğini, yapılan çalışmaların göz ardı edilmemesi
gerektiğini söyledi.
Bursa'da Bugün, Haber: Rabia Deniz, 23.05.2014
|
18 - 24
Mayıs 2014
|
YIKILMAYA YÜZ TUTMUŞ
KONAKLAR AYAĞA KALDIRILIYOR

İl Özel İdare İmar ve
Kentsel Müdürlüğü, kültürel varlıkları ayağa
kaldırmaya devam ediyor. Bu kapsamda Şarkışla
İlçesi'nde bulunan 76 yıllık konak onarıma alınarak
yeni yüzüyle ilçeye hizmet verecek. Şarkışla Merkez
Yeni Mahalle, Beşpınar Sokağı’nda bulunan Mirza
Mercan Konağı Özel İdare tarafından 1938 yılında taş
temel üzerine inşa edilmiş, ahşap karkas arası taş
dolgu duvar örme tekniği ile kullanılarak yapılmış
olan konağı yeniden kültür hayatına kazandıracak. İl
Özel İdaresi’nin ilçelerdeki kültür varlıklarının
tespit edilmesine yönelik çalışmaları sırasında
Koruma Uygulama Denetim Bürosunun (KUDEB) önerisiyle
tescil edilen konak, ilçenin kültürel değerleri
arasında yer alıyor. 2012 yılında 15.000 TL destek
sağlanarak rolöve ve restorasyon projeleri
hazırlatılan konağın onarımına ise başlandı.
Yıkılmaya yüz tutmuş konağın ayağa kaldırılması için
bu ender esere 100.000 TL de onarım desteği sağlayan
Özelidare, işin en sağlıklı şekilde yürütülmesi
amacıyla Koruma Uygulama Denetim Bürosunun takibi
ile restorasyon çalışmalarını da sürdürüyor. Konağın
onarım çalışmalarının bu yıl içerisinde tamamlanması
planlanıyor. Şehrimizin barındırdığı geleneksel
mirasımızın ender örneklerine sahip çıkmaya
çalıştıklarını vurgulayan Genel Sekreter Salih
Ayhan, bu eserleri gelecek kuşaklara aktarmak için
çaba sarf ettiklerini dile getirdi. İl Özel İdaresi,
İmar ve Kentsel İyileştirme Müdürlüğü bünyesinde
faaliyetlerini sürdüren Koruma Uygulama Denetim
Bürosu (KUDEB) tarafından taşınmaz kültür
varlıklarının korunmasına yönelik yapılan çalışmalar
kapsamında katkı payı almaya uygun görülen tarihi
yapılara onarım ve proje desteğinin sürdüğünü
hatırlatan Ayhan, “13 Nisan 2005 tarihli ve 25785
sayılı Resmi Gazetede yayımlanan ‘Taşınmaz Kültür
Varlıklarının Korunmasına Ait Katkı Payına Dair
Yönetmelik’ kapsamında İdaremize yapılan
başvurulardan biri olan Mirza Mercan Konağı da
onarıma uygun görülerek restorasyon çalışmalarına
alındı.” dedi. Taşınmaz Kültür Varlıklarının
Korunmasına Ait Katkı Payına Dair Yönetmelik
hakkında da bilgi veren Ayhan, “Bu yönetmeliğin
amacı, belediyelerin ve il özel idarelerinin görev
alanlarında kalan taşınmaz kültür varlıklarının
korunması ve değerlendirilmesi amacıyla tahakkuk
eden emlak vergisinin %10’u oranında tarh, tahakkuk
ve tahsil edilecek katkı payının uygulama esaslarını
belirlemektir. Taşınmaz Kültür Varlıklarının
Korunmasına Katkı Payının tarh, tahakkuk ve
tahsiline, tahsil edilen miktarın il özel idareleri
tarafından açılacak banka hesabına aktarılmasına ve
bu hesapta toplanan miktarın kullanılmasına ilişkin
usul ve esasları kapsar. Bu yönetmelik, 21/07/1983
tarihli ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Kanununun 12. maddesinin sekizinci fıkrasına
dayanılarak hazırlanmıştır.” diye konuştu.
Hürdoğan, 23.05.2014
|
ÇİMENLİK KALESİ ROMA
DÖNEMİNE AİT OLABİLİR
Hekimhan Çimenli
Mahallesi’nin yaklaşık 3
kilometre kuzeyinde bulunan Çimenlik Kalesi
diye tescillenerek sit alanı ilan edilen
yerin Roma dönemine ait olabileceği
kaydedildi.
Çimenli Kalesi’nde ana
kayaya oyulmuş 2 adet su biriktirme kuyusu ve
kuyulara yönlendirilmiş su arkları bulunduğu
aktarıldı. Alan yüzeyinde kaba ve ince seramik
parçalarının bulunduğu belirtildi. Mimaride
kullanılabilecek düzgün taşlar, yine ana kaya
üzerinde kesilmiş düzgün taşlar, kayaçların
etrafında seramik parçaları
bulunduğu dile getirildi.
Alanın Malatya Müze
Müdürlüğü’nün önerisi
ile Sivas Kültür
Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından sit alanı
ilanı edildiği öğrenildi.
Malatya Güncel,
23.05.2014
|
|
BU OYUNA GELMEYİN BEYLER

Nemrut Dağı’na olan
ilgisini uzun zamandır aleni bir şekilde ortaya
koyan Malatya, bu ilgisinin karşılık bulmaması ile
yeni bir atağa kalktı. Malatya basınında ‘Nemrut
yolu su altında kalacak’ başlığıyla yayımlanan
asparagas haberler ile Adıyaman-Malatya arasındaki
ilişkiler yeniden bozulmak istendi.
Suyu, tarihi, turizmi ve kültürü ile bölgenin bütün
illerine fayda sağlayan Adıyaman’ın değerlerini
elinden koparmak isteyen Malatya yine akıllı
durmadı!
Özellikle son yıllarda Nemrut Dağı ile ilgili
tavrını açıkça ortaya koyan ve bu konuda Adıyaman
ile her türlü polemiğe giren Malatya’da Nemrut
sancısı yeniden başladı. Malatya basınında konu ile
ilgili yapılan son haberler, “bu kadarına da pes!”
dedirtti.
Malatya basınının son iddiasına göre; Adıyaman,
Pütürge köylerinde yapılacak barajla Nemrut’a geçişi
önleyip, Kahta arazilerini sulayacak! Konu ile
ilgili asparagas haberleri çarşaf çarşaf yayımlayan
yeni bir gündem oluşturmaya çalışan Malatya
tarafının iddiasının devamında, Tepehan Beldesi
yakınlarındaki Büyükçay barajıyla köyler, köprüler
ve karayolu su altında kalacakmış!
Projeyi deşifre etmişler!
Adıyaman’ın, Nemrut Dağına Malatya tarafından
giden yolu tamamen devre dışı bırakmak amacıyla
başlattığı baraj projesini deşifre ettiklerini
belirterek habercilikte çığır açan Malatya basınının
sözde haberinin devamında şu bilgilere yer verildi:
“Tepehan yakınlarındaki Büyükçay üzerine kurulacak
baraj ve Hidroelektrik Santralı ile Kahta
İlçesi'ndeki araziler sulanacak. Malatya tarafından
ise Nemrut Dağına ulaşımı sağlayan köprüler ve kara
yolu su altında kalacak. Böylece Malatya’nın 1980
yılından beri Nemrut Dağı’na ulaşımı sağlayan
karayolu tarihe gömülecek.”
Baraj projesi gizlice hazırlanmış!
Pütürge İlçesine bağlı Tepehan beldesinde
yapılması planlanan Büyükçay barajı ve Hidroelektrik
Santrali (HES)’nin, çevre sakinleri ile Malatya’daki
il yöneticilerinin haberi olmadan Adıyaman
tarafından gizlice hazırlandığı ve DSİ Genel
Müdürlüğü tarafından uygulamaya konulduğu da
iddialar arasında yer alan bir başka bilgi olarak
Malatya basını tarafından okuyuculara sunuldu. Konu
ile ilgili Tepehan ve çevre köylerde yaşayan
vatandaşlarla görüştüklerini de iddia eden basın
organları, yöre halkının “bir baraj yapılacak
dediler, Malatya’dan sorduk kimse doğrulamadı. Bu
barajın bize ve bölgemize hiçbir faydası yok. Kim bu
barajı çıkardı anlayamadık” dediklerini iddia
ettiler.
Kahtayı sulayacak barajın inşasına 2012’de
başlanmış!
Kahta Çayının bir kolu olan Büyük Çayla ilgili
coğrafi bilgilerde veren basın şunları kaleme aldı:
“Büyük Çay, Malatya-Pütürge İlçesine bağlı Tepehan
beldesinin 4 kilometre güneydoğusunda yer alıyor.
Büyük Çay Projesi ile 12 bin 322 hektar alanın
sulanması ve 30MW kurulu güç ile yılda 84 GWh enerji
üretimi hedefleniyor. Büyük Çay Barajı talvegden 79
metre yüksekliğinde, 4,06 hm³ dolgu hacminde olup;
toplam rezervuar hacmi ise 147 bin 69 hm³’tür. Baraj
ve HES için planlama ihalesi 16.11.2011 tarihinde
yapılmış olup, 21.06.2012 tarihinde sözleşme
imzalanarak işe başlanmıştır. Adıyaman-Kahta için
büyük önem arz ettiği iddia edilen Büyük çay Barajı
ve HES Projesi ile 123 bin 220 dekar arazinin
sulaması amaçlandığı ifade ediliyor.”
Malatya’ya sorulmamış bile!
Pütürge İlçesine bağlı Tepehan beldesine 4
kilometre uzaklıktaki Arhalan ve Yeşildere
bölgesinde yapılması planlanan baraj ve HES için,
işin planlama ihalesinin yapıldığını da belirten
basın organları, Baraj ve HES projesinin DSİ
Kahramanmaraş Bölge Müdürlüğü ve Adıyaman Şube
Müdürlüğü tarafından yürütüldüğünü iddia etti.
Adıyaman tarafının barajı gizli tuttuğunu,
Malatya’daki ilgili kurumlarında vatandaşı
bilgilendirmemesinin köylüleri çileden çıkarttığını
iddialarına ekleyen Malatya’daki basın organları,
köylülerin “Baraj yapılacak ve köylerinizle
arazileriniz su altında kalacak deniliyor. Ne zaman
yapılacak, bizim durumumuz ne olacak. Bu konuda tam
bir bilgi yok. Malatya topraklarında yapılacak olan
baraj için Malatya’daki ilgili kurumlar neden
bizleri bilgilendirmiyor” diye dert yandığını
belirttiler.
Adıyaman planı deşifre olmuş!
“Adıyaman milletvekilleri ve siyasi kuruluşların
önem verdiği baraj projesiyle Adıyaman bir taşla 2
kuş birden vuracak” diyerek haberi sürdüren basın,
“Önce Tepehan ve köyleri su altında kalacak,
toplanan su Kahta İlçesi'ndeki arazileri sulayacak.
Asıl önemli olan ise Malatya’dan Nemrut Dağına
ulaşımı sağlayan 2 köprü ile kara yolu ise su
altında kalacak. Böylece Malatya’nın Nemrut Dağına
ulaşımı engellenmiş olacak. Adıyaman’ın karayolunu
devre dışı bırakmak amacıyla bu baraj projesini
hazırladığı sanılıyor. Bu projenin deşifre olmasıyla
Tepehan bölgesinde yapılacak baraja karşı tepki
oluşmaya başladı. Malatya Valiliği ve Büyükşehir
Belediye Başkanlığı ve Pütürge Belediye
Başkanlığının ise projeden habersiz olmaları
projenin gizlilikle yürütüldüğünü gösteriyor” diye
belirttiler.
Adıyaman mileltvekillerinin ‘baraj’ sözünü kanıt
olarak gösterdiler
Adıyaman milletvekillerinin baraj projeleriyle
ilgili vaatlerini derleyen ve bunu kanıt olarak
gösteren Malatya basını, haberin devamında şu
bilgileri okuyucularıyla paylaştı: “Tepehan
yakınlarındaki Büyükçay barajı ve Hidro Elektrik
Santralinden (HES) köylüler bile bihaberken,
Adıyaman’da Milletvekilleri Kahta’da sulu tarımın
başlayacağını Adıyaman köylerinden Adalı, Akalın,
Aktaş, Beşikli, Cumhuriyet, Çamlıca, Dardağan,
Dikenli, Elbeyi, Eskitaş, Geldibuldu, Göçeri,
Güdülge, Hasköy, İkizce, Karataş, Oluklu, Tuğlu,
Ulupınar, Yenikuşak, Yeşilkaya, Arılı, Belenli,
Belören, Boztarla, Büyükbey, Çakıreşme, Çaybaşı,
Fıstıklı, Güzelçay, Habibler, Hacıyusuf, İslamköy,
Karacaören, Köseler, Narsırtı, Ortanca, Ovacık,
Susuz, Şahintepe, Şenköy, Akdoğan, Akkavak, Akkuş,
Bostanlı, Bozpınar, Büyükbağ, Çardak, Ekinci,
Erikli, Gökçe, Gölgeli, Hasandigin, Narince, Sıraca,
Teknecik, Yapraklı ve Narlıdere köylerinin
sulanacağını anlatıyor.”
Projeyi Ahmet Aydın takip etmiş
Adıyaman tarafından gizlilikle yürütüldüğü iddia
edilen projenin AKP Grup Başkanvekili ve Adıyaman
milletvekili Ahmet Aydın tarafından yürütüldüğünü de
iddia edildiği haberlerde, bu yolla Nemrut yolunun
tamamen kapatılacağı belirtildi. İşte Malatya
basınının gündem saptırma adına imza attığı haberin
devamı: “Adıyaman Milletvekili ve AKP Grup
Başkanvekili Ahmet Aydın ise yaptığı bir açıklamada
“Yapımı ve projesi devam eden Adıyaman için çok
önemli olan Koçali Barajı, Gömikan Barajı, Besni
Barajı, Büyükçay Barajı HES Projesi, Çetintep
Barajı, Bebek I ve Aslanoğlu üniteleri ile Çelikhan
Sulama projeleri hakkında gelişmeleri ciddi manada
takip etmekteyiz, Büyükçay Barajı HES projesi
Adıyaman-Kahta Projesi kapsamında olup, proje ile
123.220 dekar zirai arazinin cazibeli olarak
sulanması sağlanacaktır. Planlama raporuna esas
teşkil eden proje genel vaziyet planı taslağı
onaylanmıştır” dediği öğrenildi. Tepehan
yakınlarındaki Büyükçay Barajı HES Projesi hayata
geçirildiğinde Malatya’dan Nemrut Dağına giden
Tepehan-Büyüköz Köyü arasındaki 2 karayolu köprüsü
ile karayolu tamamen su altında kalacağı gibi köyler
ve mezra evleri de su altında kalacak. Tepehan’da
tepki yaratan baraja karşı sesler yükselirken,
Malatya Milletvekilleri, Siyasi Partiler, Belediye
Başkanlarının konu hakkında açıklama yapmaları ve
konuya eğilmeleri isteniyor.”
Adıyaman Haber,
23.05.2014
|
TARİH KORUCULARA EMANET

Diyarbakır’ın Ergani
İlçesi'nde bulunan ve
Anadolu’nun en eski mağara yerleşimlerinden Hilar
Mağaraları ile tahıl ve evcilleştirmeye dayalı köy
hayatının en eski örneklerinden Çayönü Tepesi,
temizlik ve güvenliğini sağlayan 3 kişi ödenek
yokluğundan işlerini bıraktı. Roma dönemine ait bazı
kaya mezarların taş kapısı kırılırken, bazı
mezarların içine çöp ve taşların atıldığı, Çayönü
Tepesi etrafındaki panel çitler parçalandı.
2006 yılında yapılan kazılar ile gün yüzüne
çıkarılarak turizme kazandırılan iki tarihi mekanda,
önce işçi olarak çalışan ve daha sonra Diyarbakır
Müze Müdürlüğünün asgari ücret ile güvenlikçi olarak
çalıştırdığı 3 işçiye 4 ay ücret ödenmedi. Bunun
üzerine işçiler işi bıraktı. Korumasız kalan Hilar
Mağaraları ve Çayönü’nün bazı bölgeleri tahrip
edildi. Daha önce ziyaretçileri girmesine izin
verilmeyen kaya mezarlıkların içerisine taş ve
çöplerin atıldığı ve bir mezarın taştan olan
kapısının kırıldığı görüldü. Ana han mağarası
içerisinde bulunan ışıklandırma sistemi sökülüp
tahrip edilirken, duvarlara da yazılar yazıldığı
belirlendi. Çayönü Tepesi’nin panel çitleri ile
yerleşim içerisinde yer alan yürüyüş güzergahını
belirleyen tabelalar söküldü.
4 yıl rehber, güvenlik ve temizlik işçisi olarak
çalışan Kadri Yıldırım, “Aylık ücretlerimizi
Arkeoloji Müze Müdürlüğü veriyordu. 4 ay ücret
verilmeyince ayrılmak zorunda kaldık. Mağaraların
içine atılan sigara izmaritleri, kırılan taşlar var.
Durumu içler acısı, üzülmemek elde değil” dedi.
Mağaraların kazısı dahil 7 yıl çalışan Abbas
Yorulmaz da “Bakanlığa yazı yazdık. Valiliğe yazı
yazdık, 4 ay bekledik sonunda tükendik” dedi.
BEKÇİLERİN YERİNE KORUCU
Öte yandan Bölgede bekçilik yapmaları için
korucuların görevlendirildiği ancak tarihi mekanın
koruculara verilmesinin halkı rahatsız ettiği
öğrenildi.
Hilar Mağaraları ve Çayönü’nün bağlı olduğu
Sesverenpınar Köyü'nde aza olan Tarık Aslan, tarihi
mekanların daha önce 3 bekçinin bulunduğunu,
ücretleri aylarca ödenmediği için onların da görevi
bıraktığını söyledi. Aslan, şöyle konuştu: “Köy
korucularını getirdiler, gelenler koruculardan
memnun değil. Böyle tarihi bir mekanda millet
korucuları görünce rahatsız oluyor. Daha önce
bekçiler gelenlere bilgi de verip aynı zamanda
rehberlik yapıyorlardı. Şimdi korucular hiçbir şey
yapmıyor. Devlet, 1.5 trilyona sadece yol yaptı.
Trilyonlar gitti ama asgari ücret ile çalışan 3
işçinin ücreti bulunmadığından bu hale geldi”
KAYMAKAM MÜZEYİ SUÇLADI
Ergani Kaymakamı Erdin Yılmaz ise, tarihi
mekanlarının korunması görevinin Diyarbakır Arkeloji
Müzesi Müdürlüğünde olduğunu, ödenek yokluğundan söz
konusu işçi ücretlerinin ödenmediğini söyledi.
Yılmaz, “Tarihi mezarlarımızın bulunduğu bölgeye
genel anlamda köy korucu ve askerlerle sağlamaya
çalışıyoruz. Genel anlamda sorumluluk müze
müdürlüğündedir. Oradaki eksiklik ve tahribatların
önüne geçmek için çalışmalarımızı sürdürüyoruz”
dedi.
ÇAYÖNÜ TEPESİ
Çayönü Tepesi, insanlık tarihinin en önemli
aşamalarından birini yansıtıyor. Günümüzdeki kent
uygarlığının köy yaşantısından, avcılık
toplayıcılıktan besin üretimine geçtikleri ‘Neolitik
dönem’ olarak bilinen, teknolojik yaşam biçimi,
beslenme ekonomisi ve insan-çevre ilişkilerinin
tümüyle değiştiği, kültür tarihi ile ilgili
buluşlarda birçok ‘ilki’ de içeren canlı ve ilginç
bir dönem olarak nitelendiriliyor. Çayönü, tahıl ve
evcilleştirmeye dayalı köy hayatının en eski
örneklerinden, günümüz uygarlığının da önemli bir
basamağını oluşturuyor. Çayönü yerleşmesinin bu
önemi yabani buğday, mercimekgiller gibi bitkilerin
tarıma alınması, koyun ve keçinin evcilleşmesi ile
gerçekleştirilmişti.
HİLAR MAĞARALARI
Mağaraların tarihi dokusu, coğrafi yapısı ve
doğal sit alanı olma özellikleri nedeniyle eşsiz bir
doğal güzelliğe ve arkeolojik değere sahip.
Kayaların çevresinde çoğunlukla da doğu ve batı
tarafında çok sayıda kaya mezar odaları bulunuyor.
Kaya mezarlarının bazılarının dış cephelerinde Roma
eyalet üslubunda kabartmalar yer alıyor.
Evrensel, 23.05.2014
|

|
CANFEDA HATUN CAMİSİ
RESTORE EDİLİYOR
Beykoz'da 426 yıllık Canfeda Hatun Camisi, restore ediliyor. İlçenin en eski camilerinden olan Akbaba Canfeda Hatun Camisi'nde Beykoz Belediyesi'nin girişimleriyle, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından ihya çalışmaları başlatıldı.
III. Murad döneminde Topkapı Sarayı'nda Harem Kethüdası olan Canfeda Hatun tarafından 1588 yılında yaptırılan camiye yılın her döneminde uzak ve yakından ziyaretçiler ilgi gösteriyor.
Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 23.05.2014
|
TİNER KOKAN TARİH

“İstanbul’un en güzel yeri neresi?” dense akla
gelecek ilk yer tarihi yarımada olacaktır. Fakat
tarihi yarımadanın güney sahilleri için bu tanımda
bulunmak çok da doğru değil. Sirkeci’den başlayarak
Yenikapı’ya kadar uzanan korniş, mühim tarihi
eserleri ihtiva ettiği için iyi, metruk halde
bırakılarak tinerci yuvasına dönüştüğü içinse kötü
bir şöhrete sahip.

1-Sepetçiler Kasrı
Sirkeci Tren Garı’ndan yola çıktığınız vakit,
takriben üç yüz metre ileride karşınıza çıkacak olan
kasır. Zamanında, Sarayburnu’nun Haliç sınırları
üzerinde uzanan iki mamur yapısından biri olarak
günümüze sağ salim ulaşmış. 17. yüzyılda Sultan
İbrahim dönemine rastlayan imarı, zaman içinde
değişiklikler göstermiş. Cumhuriyet döneminde atıl
kalmışsa da 80’li yıllarda yapılan rölöve
çalışmalarıyla uyuşturucu müptelalarına yataklık
yapmaktan kurtarılmış. Yeşilay Derneği’ne tahsis
edilen bu leb-i derya kasrın tarihi önemi Sarayburnu
akıntısından dışında kalması sebebiyle kayık ve
kadırgalara sığınaklık yapmasından geliyor. Tarihçi
Grelot, burada vaktiyle 5-6 adet kayıkhane olduğunu
rivayet ediyor. Padişahlar buradan kayıklarına
biner, limandaki gemileri gözler ve sefere çıkan
donanmayı seyredermiş.

2-İlk
Atatürk heykeli
Sepetçiler Kasrı’ndan 400 metre ileride Türkiye
tarihinin ilk Atatürk heykeli ile karşılaşacaksınız.
Bir kısmı metal paravanlarla örtülen heykel, 6 Ekim
1926’da Avusturyalı heykeltıraş Heinrich Krippel’e
ısmarlanmış. Heykel Osmanlı kadim dönemini ve
geleneğini temsil eden Topkapı Sarayı’na sırtını
vermek suretiyle yüzünü İstanbul’un Anadolu yakasına
çevirmiş. Bir eli belinde, diğer eli ise yumruğunu
sıkmış vaziyette uzaklara bakıyor. Milli Mücadele
için İstanbul’dan ayrılan Mustafa Kemal Atatürk,
kendi adına yapılan ilk heykelin açılışında
bulunmamış. Ancak 1 Temmuz 1927’de cumhurbaşkanı
sıfatıyla gelmiş. İnternetteki açılış videosunu
seyredenler, heykel üzerine örtülen örtünün
kaldırılışı esnasında kimi vatandaşların saygıdan
şapkalarını çıkardıklarına şahit olacaktır.

3-Turgut
Reis heykeli
İleride, Boğaz’ın demirbaşlarından biri olan
deniz fenerine, ne kadar dalgalı ve akıntılı olursa
olsun denize girenlerin eşliğinde balık tutanlara
rastlayacaksınız. Bu arada denizden Marmara
manzarasını izlerken, surlara göz atabilirsiniz. Sağ
tarafında iki burç ve hemen önündeki açıklıkta
Turgut Reis’in heykeli belirecektir. Heykele
geçmeden evvel buradaki iki burcu dikkatlice
incelemenizi tavsiye ederiz. Yaklaşık bin yıllık bir
süredir şehri muhafaza eden duvarların üzerinde
Grekçe ibareleri fark edeceksiniz. Ve nihayet
heykel... Muhteşem asrın önde gelen simalarından
Turgut Reis, Barbaros Hayrettin Paşa’nın
komutasındaki donanmada bulunmuş Haçlılara karşı
muzaffer olmuştu. Turgut Reis heykeli, arkasındaki
toprağa gömülü çeşmenin nezaretinde, silik plastik
tabelasıyla yine denizlere bakıyor.

4-Hristo
Filantropos Kilisesi
İstanbul sahili bir sırlar dünyası. Zaman içinde
tahrip olan ve yeniden yapıldığı açıkça gözlenen
surları bu yüzden daha bir ince nazarla gözlemeli.
İleride kilise olduğu anlaşılmayacak kadar
duvarlaşmış bir yapıyı fark etmeniz işten bile
değil. Duvarlara dikkat edin. Surlardaki
dehlizlerden bir kısmı, 12. yüzyıldan kalma Hristo
Filantropos Manastırı’na ait. Merakınızı
dizginleyip dış fasad ile yetinmeniz yerinde
olacaktır. Zira alkol ve tinerle serkeşleşen
sakinler, tarihe meraklı kimseleri pek sevmiyor.
Rivayete göre Yunancadaki adı Mangana (Mühimmat
Deposu) olan, kadın ve erkek manastırı olmak üzere
ikiye ayrılan bir ibadethaneymiş burası. Demir Kapı
olarak bilinen bu bölgede Bizans zamanından kalma
dört ayrı kapı daha bulunuyormuş.

5-İncili
Köşk (Sinan Paşa Köşkü)
Yukarıda yükselen sütunlar, Koca Sinan Paşa’nın
tasarrufuyla imar edilen İncili Köşk’ün ayaktaki son
kalıntısı. Sultan III. Murad adına yaptırılan köşk,
surlar üzerinde inşa edilmiş. Hemen altında Soteros
Ayazması bulunuyormuş. Lale devrinin ardından II.
Mahmud’un hükümdarlığı zamanında gözden düşen İncili
Köşk, Sultan Aziz devrinde buradan geçen demiryolu
ile tarihe karışmış. Sedat Hakkı Eldem, köşkün sahil
kısmında sandalların yanaşabilmesi için küçük bir
rıhtım bulunduğunu da rivayet ediyor. Köşkün
kemerleri üzerindeki çeşme ise kara talihine feryat
ediyor adeta. Önünden geçen arabaların egzoz
dumanıyla kapkara olmuş kitabesinde okunabildiği
kadarıyla şunlar yazıyor: Tasarruflar kılub, mimarı
Davud/Nice sanatlar etdi anda mevcud/İçüb bu
çeşmeden bay ü gedalar/İdeler şah-ı devrane dualar…

6-Ahırkapı
Tahmin edilebileceği gibi eskiden bu bölgede
sarayın atlarının bulunması hasebiyle adına Ahırkapı
denilmiş. Cankurtaran semti dahilinde bulunan mevki,
Sur-ı Sultani sınırlarının hemen dışında kalırmış.
Kapının üzerindeki kitabesinde Sultan III. Ahmed
devrinde tamir gördüğü ifade ediliyor. Eski
gravürlerde de resmedildiği gibi kapının hemen
önünde balıkçı dalyanları bulunur, sarayın balık
ihtiyacı buradaki bostancılar tarafından
karşılanırmış. Doğan Kuban, burasının sarayların
alışveriş kapısı olduğunu belirtiyor. Saray
hayvanları için gelen otlar yine bu kapıdan
alınırken, çöpler de buradan atılırmış. 1950’lerdeki
Menderes imar hareketleri kapsamında Kennedy Caddesi
çalışmaları sebebiyle bu mevkideki Yedekçiler
Mescidi de feda edilmiş.

7-Bukoleon
Sarayı
Bizans’ın Bukoleon Sarayı, Küçükayasofya’dan
başlayıp 300 metre boyunca uzanan bir sahil sarayı
idi vaktiyle. Bizans’a gemi yoluyla gelen
asilzadelerin ve elçilerin ağırlandığı kompleks,
1870’li yıllardaki tren yolu ve 1950’lerdeki sahil
yolu inşaatından fazlasıyla nasibini almış. İsmini,
şimdi İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmekte
bulunan aslanlardan alıyor. Bizans zamanında bir
deniz fenerinin bulunduğu da rivayetler arasında.
Zengin Bizans sanatlarının sergilendiği bu eşsiz
sarayın kıymeti bugün bile görülebilen mermer
sütunlardan anlaşılabilir. Gün içinde onlarca
turistin gelip fotoğraf çektiği bu yapıya meraklı
birinin girmesi halinde ikinci bir Sara Sierra
vakası kaçınılmaz gibi görünüyor.

8-Küçük
Ayasofya
Küçük Ayasofya Camii, diğer saydığımız tarihi
eserlere nazaran daha bakımlı ve asli ortamında var
olmaya devam ediyor. Eğer tarif ettiğimiz güzergahı
takip ettiyseniz burada bir vakit namaz kılıp
kiliseden devşirilmiş bu tarihi caminin gölgesinde
dinlenebilirsiniz. Yapı aslında Bizans İmparatoru I.
Jüstinyen ve karısı Theodara tarafından 527-536
yılları arasında yaptırılmış. Aya Sergios ve Bachos
Kilisesi iken II. Bayezid döneminde camiye çevrilmiş
ve o günden bu güne bu vazifesini sürdürüyor.
Caminin içindeki porfir sütunlara, çiçek kabartma
süslemelerine ve camekanla ayrılmış mahfile dikkat
edin. Avludaki el sanatları atölyelerini gezebilir,
kendi yağıyla kavrulup giden klasik sanat
ustalarının limanına demirleyebilirsiniz.
Zaman, Haber: Erkam Emre, 23.05.2014
|
GİRİŞ ÜCRETİ POLEMİK
KONUSU OLDU
Daha önce araç başı 5
lira alınan Nemrut Dağı girişinden şu günlerde 11
lira kişi başına alınması başta Adıyaman’da yaşayan
vatandaşların tepkisine neden olurken, kimi
vatandaşımıza göre bu ücret oldukça uygun. Kimi
vatandaşımız “ Bu doğal bir güzellik kültürel bir
zenginlik. Hem doğal hem de Adıyaman’a ait neden
para vererek girelim ki?” derken kimi vatandaşımız
ise “ Bu cüret gayet normal bu güzelliği görmek
isteyen vatandaşımız 11 lirayı da vermeli” dediler.
Konuyla ilgili polemikler devam ederken,
yetkililerin giriş ücretinde indirim yapıp
yapmayacakları merak konusu oldu.
Konuyla ilgili olarak
görüşlerini aldığımız vatandaşlar şunları söylediler
“ Nemrut kendi topraklarımızda doğal bir güzelliktir
tarihi bir yerdir. Buraya ücret vererek girmek doğru
değildir. Hele Adıyamanlı vatandaşlardan bu cüret
alınmamalıdır”.
Bir başka
vatandaşımız ise “ gayet normal. Ücret fazla değil.
Böyle tarihi bir güzelliği görmek isteyenler bu
parayı gözden çıkartmalıdır” dedi.
Adıyaman Haber,
22.05.2014
|
İSTANBUL'U SATIŞA
ÇIKARDILAR
Özelleştirme Yüksek
Kurulu, İstanbul’da 2 bin dönümlük 71 taşınmazı
özelleştirecek. Özelleştirilecek yerler arasında
doğal sit, arkeolojik alan, dere yatakları, yollar,
belediye hizmet alanı, yeşil alan, askeri bölge,
tarımsal üretim teknolojileri geliştirme parkı ve
dini tesis de bulunuyor. Bu alanlara imar izni
çıkarılıp rant elde edileceği tahmin ediliyor.
Özelleştirme Yüksek
Kurulu, İstanbul’da 71 taşınmaz için özelleştirme
kararı aldı. Kent genelinde yaklaşık 2 bin dönüm
arazi bu kapsamda imara açılacak. Özelleştirilen
taşınmazlar arasında yapılaşma yasağı olan dere
yatakları ile yol, dini tesis, belediye hizmet alanı
gibi parsellerin olması da dikkat çekiyor. Mimarlar
Odası İstanbul Büyükkent Şube Başkanı Sami
Yılmaztürk, “Kim imarı olmayan yol, enerji nakil
hatlarında kalan bir araziyi alır? Ya da belediye
hizmet alanında kalan bir araziyi alıp ne yapacak
vatandaş? Belediye binası mı inşa edecek?
İstanbul’da imarlı alanlar bittiği için imarı
olmayan alanları düşük değerle elden çıkarıp
ardından imara açarak değerini yükseltecekler” dedi.
Resmi Gazete’te 8 Mayıs
günü yayımlanan Özelleştirme Yüksek Kurulu Kararı’na
göre Sarıyer Gümüşdere’de 590 bin 343 metrekarelik
dere koruma, rekreasyon, dinlenme alanı,
Rumelifeneri’nde toplam 28 bin 450 metrekarelik
askeri alan, Kartal Gümüşpınar’da 257 bin
metrekarelik yeşil alan ve yol, Silivri Alibey’de 56
bin 557 metrekarelik tarımsal üretim teknolojileri
geliştirme parkı özelleştiriliyor. Çatalca
Kaleiçi’nde 193 bin metrekarelik plansız alan, 197
bin 512 metrekarelik tarım alanı da bu kapsamda
yapılaşmaya açılıyor. 8 bin 473 metrekarelik tarım
alanı ise Eyüp Kemerburgaz’da özelleştirilecek.
Fatih Binbirdirek’te 12 parselde toplam 16 bin 800
metrekarelik arkeolojik alan da özelleştirme
kapsamında.
Cami alanı da satılık
Rumelifeneri’nde 21 bin
metrekarelik açık spor tesisi ve yol, Silivri
Alipaşa’da toplam 30 bin metrekarelik yol, park,
dini tesis alanı, Çatalca Kaleiçi’nde 75 bin
metrekarelik tarım ve enerji nakil hattı koruma
kuşağının da özelleştirilmesi de tepkilere neden
oldu. Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şube Başkanı
Sami Yılmaztürk, şu anki imar durumuna göre
yapılaşmaya gidilemeyecek bu arazileri satın
alanların; daha sonra imar mevzuatını ve anayasaya
aykırı şekilde buralara imar verileceğini bildiğini
söyledi.
Yok pahasına
Özellikle Sarıyer
Gümüşdere’de 3. köprü alanında kalan doğal sit olan
ormanlık alanın özelleştirilme kapsamına alındığına
dikkat çeken Yılmaztürk “3. köprü ve yeni havalimanı
üzerindeki arazilerin hiçbiri yeşil alanı korumak
için değil, rant kazanmak için yok pahasına
satılacak. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ya da İBB
tarafından yapı yasağı olan kamu alanları imara
açılacak” dedi. Fatih’teki arkeolojik alandaki
özelleştirmeye de tepki gösteren Yılmaztürk,
“Dünyada arkeolojik değerleri gün yüzüne çıkarmak ve
sergilemek için kamu özel mülkiyeti satın alır. Biz
de ise tam tersi oluyor” dedi.
Cumhuriyet, Haber: Özlem
Güvemli, 22.05.2014
|
AGORA'NIN ÜZERİNDE YİNE İŞ MAKİNESİ VAR
Agora
kazılarında belediyeyi alkışlamalı. Bakanlık
yapmalı, devlet el atsın gibi başından sağma
düşüncelere hiç girmeyen, kendine Agora'yı görev
edinen İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin buraya
yatırdığı paranın hakkıma düşen kısmını kuruşuna
kadar helal ediyorum. İzmir Ticaret Odası ile Kültür
ve Turizm Bakanlığı ile ortak çalışan İzmir
Büyükşehir Belediyesi çok ama çok önemli işlere imza
atıyor.
Böyle başlıyordu 19 Aralık 2012 tarihli “Agora'da
katliam” başlıklı yazım.
Agora'nın önünü örten ve İkiçeşmelik ile bağını
kesen o iki hizbe yapının ardında neler dönüyor
biliyor musunuz? İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin
kamyonları ve kepçeleri tarihi gün yüzüne çıkarmak
için hunharca, acımasızca vuruyor toprağa. Tarihin
tam 1 metre yanında. “Tarihe zarar verir mi, bir
şeyler yıkılır mı?” kimsenin umurunda değil.
Bu cümlelerle devam ediyor.
Aradan 1,5 yıl gibi bir zaman geçti. Dün
Çankaya'daki bir işim için aracımı park ettiğim
katlı otoparkta benzer bir görüntü çekti dikkatimi.
Şansa fotoğraf makinem de yanımda. Asansör
beklemeden son katta aldım soluğu. Evet, gerçekten
büyük bir iş makinesi, 1,5 yıl önce fotoğrafını
çektiğim iş makinesinden daha da içeride kazı
çalışmalarına yardımcı oluyor.
Bu beni bir kez daha yaraladı. Arkeolog değilim,
hiç kazı çalışması yapmadım, hatta kazı çalışmasında
da bulunmadım. Ama bunu anlayabilecek kadar bilgim
var. İzmir'in en tarihi bölgesi burası. O dev katlı
otoparkı bile yerinden kaldırsanız kim bilir
altından neler çıkacak. Ama biz gitmiş kazı alanı
üzerinde, altında ne olduğu bilinmeyen bir alanda iş
makinesi ile çalışmalara yardım ediyoruz. Zamanın
yorduğu yapılar üzerinde böylesine sorumsuzca
hareket etmemizin yanlış olduğu görüşündeyim.
Bu yapının Türkiye'de bir eşi yok. Etrafındaki
birçok binanın altında da Agora'nın ek yapılarının,
evlerin, hamamların olduğu düşüncesindeyim.
Anlamadım, biri işin hızlandırılmasını mı emretti
ki, fırça yerine işi aceleye getirip kazı
makinelerinden yardım alıyoruz.
Kentsel dönüşüm yapmıyoruz, tarih arıyoruz.
Yenigün Ege, Yazı: Eyüphan Gündoğdu, 22.05.2014
|
TOKİ, AYASOFYA'YI TAMAMLADI MI?

TOKİ’nin Trabzon’da gerçekleştirdiği Ayasofya
Kentsel Dönüşüm Projesi’nde, rekreasyon
düzenlemesinin yapımında sona gelindi.
Ayasofya Camisi’nin çevresine yürüyüş yolunun
yanı sıra el sanatlarının satışının yapılacağı
yerlerde yapılırken kısa sürede hizmete girmesi
planlanıyor. Tarihi yapının çevresini çarpık
yapılaşmadan kurtarmak amacıyla 44 bina
kamulaştırılarak yıkıldı ve hak sahiplerine yaklaşık
40 milyon TL ödendi. Bölgenin imajını değiştiren
Ayasofya Kentsel Dönüşüm Projesi’nde rekreasyon
yapım çalışmalarında da sona gelindi. Çalışmalar
hakkında bilgi veren Trabzon Büyükşehir Belediye
Başkanı Dr. Orhan Fevzi Gümrükçüoğlu, “Ayasofya’nın
tarihi kimliğini ortaya çıkarmak amacıyla başlatılan
kentsel dönüşüm projesi çevre düzenlemesi yapım
çalışmaları bitirilmesi ile bu tarihi mekan Türk ve
dünya turizminin hizmetine sunulacak” dedi.
Ayasofya’da, Trabzon’un yöresel el sanatları
ürünlerinin satışı ve tanıtımının yapılacağı
alanların da oluşturacağını kaydeden Gümrükçüoğlu,
“Tarihin, kültürün ve sanatın kenti olan Trabzon’un,
Ayasofya bölgesindeki bu güzel birliktelik,
şehrimizi ileriye taşıyacak, dünya kenti yapacak
adımların en önemlilerinden biri” diye konuştu.
Mgd Haber, 22.05.2014
|
RESTORASYONU 24 MİLYON TL TUTTU
CHP İstanbul Milletvekili
Kadir Gökmen Öğüt, Başbakan Tayyip Erdoğan’a
Mimar Sinan’ın eseri Süleymaniye Camisi’nin
restorasyonunu sordu.
Önergeyi Erdoğan adına yanıtlayan Başbakan
Yardımcısı Emrullah İşler, caminin
restorasyonunu Güryapı İnşaat’ın üstlendiğini ve
toplam 24 milyon 19 bin 477 TL harcama
yapıldığını söyledi.
Hürriyet, 22.05.2014
|
|
ATAKÖY SAHİLDEKİ İNŞAATLAR DURDU

Ataköy sahildeki inşaatların yapımına izin veren
1/5000 ve 1/1000 ölçekli imar planları için
İstanbul 5. İdare Mahkemesi’nde açılan davada
mahkeme yürütmeyi durdurma kararı verdi.
Mahkemenin atadığı 3 kişilik bilirkişi heyeti
planların deprem riski göz önüne alınmadan
hazırlandığından, kıyı kullanımının kamuya
kapatıldığından ve 70 metre yüksekliğin
sakıncalarından söz ederek planların ‘planlama ilke
ve teknikleri ile
kamu yararına uygun olmadığı’ sonucuna
ulaşmıştı. Mahkemenin, bilirkişi heyetinin raporunun
yeterli olduğunu düşünerek aldığı kararda şöyle
denildi:
’’28.02.2012 onaylı 1/5000 ve 1/1000 ölçekli imar
planı notu değişikliği şeklindeki imar plan
tadilatlarında, planlama ve şehircilik ilkeleri ile
kamu yararına ve hukuka uyarlılık bulunmamaktadır.
Hukuka aykırı olduğu anlaşılan dava konusu işlemin
uygulanması halinde telafisi güç ve imkansız
zararları ortaya çıkaracağından dava sonuna kadar
yürütülmesinin durdurulmasına oybirliği ile karar
verildi.’’
Daha önce inşaat ruhsatına 9. İdare Mahkemesi’nde
dava açılmış ve yürütmeyi durdurma alınmıştı. 5.
İdare Mahkemesi’nde ise inşaat ruhsatına izin veren
imar plan değişikliklerine dava açıldı. Böylelikle
hem inşaat ruhsatları hem de imar planları için
yürütmeyi durdurma çıktı.
İstanbul’da Bakırköy İlçesi Ataköy sahili Zeytinlik
Mahallesi’nde tescilli Baruthane Yapılar
Topluluğu’nun bulunduğu 412 bin metrekarelik arazi,
Emlakbank ve TOKİ arasında imzalanan 14 Aralık 2001
tarihli protokolle TOKİ’ye devredilmişti. ‘Turizm
alanı’ ilan edilen arazi parsellere bölünerek otel,
AVM, akaryakıt istasyonu, rezidans ve benzeri
fonksiyonlar tanımlandı. Bina yüksekliği 70 metre
olarak belirlendi. TOKİ araziyi parsellere ayırarak
satışa çıkardı. Bir kısmını da gelir paylaşımı
yöntemiyle verdi.
Ataköy 2. Kısım karşısındaki 174 parsel hasılat
paylaşımı esasına göre Karadeniz-Örme ortaklığına
verildi, arazilerin bir kısmında inşaatlara
başlandı. Tarihi Baruthane binalarının olduğu 160
parsel ise hasılat paylaşımı yöntemiyle Çelebican
A.Ş.’ye verildi. ‘Blumar’ isimli projeyle AVM ve
otel-rezidans planlandı. 181 parselde Simpaş
evlerinin inşaatları yeni başladı. 182 parselde ise
Bosphorus Otel’in inşaatı tamamlandı. Mimarlar Odası
inşaat ruhsatlarının iptali için 160, 174 ve 182.
parseller için dava açmış, İstanbul 9. İdare
Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı vermişti. Ancak
daha sonra 174 ve 182. parseller için yürütmeyi
durdurmayı kaldırmıştı.
8/8 kusurlu
Radikal’in 13 Mayıs’ta duyurduğu bilirkişi raporuna
mahkeme uydu ve yürütmeyi durdurma kararı verdi.
Birçok gerekçenin sıralandığı bilirkişi raporunda
özetle şu sonuçlara dikkat çekilmişti:
‘‘İmar tüzesi gereği 1/100 bin ölçekli Çevre Düzeni
Planı’ndan (ÇDP) sonra 1/25 binlik ÇDP hazırlanmadan
1/5000 ölçekli Nazım İmar Planı hazırlanması, üst
ölçekli bir plan denetimine olanak
sağlamamaktadır.’’
‘‘Parsellerin komşuluğunda tescilli yapılar
(Baruthane) yer almaktadır. İmar mevzuatı tescilli
parsel komşuluğundaki yapılaşmalarda mevcut tescilli
eserlerin yapılaşma hakları, dokusu vb. ile birlikte
değerlendirme gerektirmektedir.’’
‘‘Vaziyet planında tanımlanan işlevlerin özel
kullanıma konu olduğu, kıyı arkasındaki toplumun,
kıyıyı kullanmasına olanak tanıyacak kamusal
işlevlere konu edilmemiştir.’’
‘‘Siluet çalışması sonucunda belirlenen 70 metre
yapı yüksekliğinin hangi kritere bağlı olarak
tanımlandığı tam anlamı ile belirsizlik ortaya
koymaktadır. Kıyı bandında 70 metrelik yapı
yüksekliğin belirlenmesi, kıyı arkasında duvar
etkisinin oluşturduğu bir yapılaşma düzeni
tanımlaması açısından son
derece olumsuzdur. ”
‘‘Deprem Master Planı’nda yer alan analiz
çalışmalarında ‘sıvılaşma hassaslığı yüksek
bölgeler’ olarak tespit edilen ve deprem kaynağına
son derece yakın Ataköy’de, yoğun ve yüksek
yapılaşma son derece önemli bir risk olarak
karşımıza çıkmaktadır.’’
Şimdi ne olacak?
Davalılar 7 gün içerisinde Bölge İdare Mahkemesi’ne
kararın iptali yönünde itiraz edebilecekler.
Mahkemenin davalıların savunmalarını aldıktan sonra
kesin kararını 1 ay içinde vermesi bekleniyor. İptal
kararı çıkarsa bölgedeki inşaatların yapımına onay
veren imar planları yasaya uygun olmadığından,
inşaatların devam edebilmesi için, yeni plan
notlarının hazırlanıp askıya çıkarılması gerekiyor.
Bu süreçte inşaatların yasaya aykırı ve kamu yararı
olmadığı gerekçesiyle yıkımı yönünde yeni bir dava
da açılabilir.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 22.05.2014
|

|
KUBBENİN 166 YILLIK SIRRI
Sultan Abdülmecid tarafından 1848'de Çırağan Sarayı'na ek olarak yaptırılan Küçükmecidiye Camisi'nin 166 yıllık sırrı açığa çıktı:
Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün restorasyon çalışması kapsamında caminin kubbesindeki yıpranmış kurşun örtü sökülünce, pişmiş topraktan yapılmış 3 bin 200 adet kalın su borusu (künk) bulundu.
Uzmanlar, İstanbul'daki camilerde ilk kez böyle bir uygulamaya rastladı. Buna göre; pişmiş toprak künkleri, kubbenin yapımında veya ilk onarımda, kubbeyi yükseltmek amacıyla yerleştirilmiş olabilir.
Sabah, Haber: Hasan Ay, 21.05.2014
|
SİDE'NİN % 90'I TOPRAK ALTINDA

67 yılda yüzde
10′nu gün yüzüne çıkarılabilen dünyaca ünlü Side
Antik Kent, mevcut haliyle bile yerli ve yabancı
turistleri büyülüyor.
Apollon Tapınağı, Athena Tapınağı, Side Antik
Tiyatro, Anıtsal Çeşme, Roma Hamamı ve AA Bazalikası
ayakta olan Side Antik Kenti’nde arkeologlar 1947
yılında bu yana çalışma yapıyor. Her yıl binlerce
turistin ziyaret ettiği Side Müzesi’nde yer alan
tarihi eserlerin yüzde 90′ı, 1947-1967 yıllarında
antik kentte kazı çalışmasını 20 yıl yürüten
Prof.Dr. Arif Müfid Mansel ile öğrencisi Prof.Dr. Jale
İnan’ın gün yüzüne çıkardığı eserler oluşturuyor.
Arkeologlar, Side Antik Kent’in içinde yerleşim ve
hayatın olması nedeniyle 67 yılda bugüne kadar yüzde
10′nun gün yüzüne çıkarılabildiğini, yüzde 90′nın
toprak altında olduğunu belirtiyor.
1965 yıllarında Side’de pansiyoculukla ve
Sidelilerin evinin bir odasını kiraya vererek
başlayan turizmin 1990 yıllarda deniz, kum ve güneş
turizmine kültür, tarih ve arkeoloji turizmininde
eklenmesiyle antik kentin dünyada tanınmasının
arttırdığını ifade ediyor.
Müzeler Haftası etkinlikleriyle birlikte Side
Antik Kent’te kültür, tarih ve arkeolojik
varlıklarını tanıma turları hız kazandı.
Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü ve Side
Kazı Başkanı Prof.Dr. Hüseyin Alanyalı, günümüzde
Side’nin dünyada tanınmasına ve arkeolojik
varlıklarının gün yüzüne çıkmasında merhum Ordirayüs
Prof.Dr. Arif Müfid Mansel ile öğrencisi Prof. Jale
İnan’ın katkısının yüksek olduğunu söyledi.
Side Müzesi’nde sergilenen eserlerinin çoğunun
arkeolojinin unutulmaz isimleri Arif Müfid Mansel ve
Jale İnan olduğunu belirten Alanyalı, “Side’nin
kültürel ve arkeolojik zenginliklerinin gün yüzüne
çıkması Mansel ve İnan hocalarımızın gayretine
borçluyuz. İki hocamızda dünya arkeolojisinin güzide
isimleri. Kıt imkanlarla Side’nin gün yüzüne
çıkmasını sağlamıştırlar. Side’de hayat iç içe
olduğu için antik kenttin yüzde 90′nı toprak
altında. Gün yüzüne çıkan arkeolojik zenginlikler
insanları büyülüyor, toprak altındaki zenginlikler
gün yüzüne çıkmasıyla Side kültür turizminde dünyada
sesini daha gür duyuracaktır. Anadolu Üniversitesi,
antik kentte 5 yıldır çalışma yapıyor. 5 yıl içinde
Side Antik Kent’teki eserlerin tanımasına yönelik
bir çok çalışma yaptık. En önemlisi de 1,5 yılda 18
asırlık Tüke Tapınağı’nı yeniden ayağa kaldırarak ve
restore ederek ziyaret açtık.” dedi.
Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma
Vakfı(ÇEKÜL) Başkanı Prof.Dr. Metin Sözen, Side’deki
kazı çalışması ve tarihi eserlerin gün yüzüne
çıkarılmasını 50 yıldır yakında takip ettiğini
söyledi. Side’de bulunan Roma dönemi eserlerinin
İtalya Roma’da bile olmadığını vurgulayan Sözen,
Side’nin dünyanın sayılı antik kentlerinden biri
olduğunu bugüne kadar yüzde 10′nun gün yüzüne
çıkarılmasının bile insanları büyülediğini kaydetti.
Side’nin altında tarih yattığını ve bu zenginliği
mutlaka gün yüzüne çıkarılması gerektiğini anlatan
Sözen, “Side’de yaşayanlar çok şanlı. Dünyanın hiç
bir ülkesi ve şehrinde arkeolojik zenginliğinin bu
kadar olan bir yer yok. Burayı koruyacak olanlarda
Sidelilerdir. Bu zenginliği görmeye dünya geliyor.
Yüzde 90′nın toprağın altında bulunan eserlerin gün
yüzüne çıkmasıyla Side dünyanın en ayrıcalıklı antik
şehri olacaktır.”dedi.
Kültür Ve Turizm Bakanlığı verilerine göre Side
Müzesi’nin geçen yıl 191 bin turistin ziyaret
ettiğini bu sene bu rakamının 200 bini geçmesi
beklendiğini ifade edildi. Öte yandan 2 yıl önce
Kültür Ve Turizm Bakanlığı, Side Antik Kent’te
tapınaklar bölgesinin restorasyonu ve korunması için
bölgenin tahsisini Side Belediyesi’ne tahsis
etmişti. Bakanlığın, Büyükşehir Yasası ile Side
Belediyesi’nin tüzel kişiliğini kaybetmesi nedeniyle
tapınaklar bölgesinin Side Belediyesi’ne devrettiği
tahsisi geri aldığını belirtildi.
haberler.com, 21.05.2014
|
BU ESERLER SOMA'YA YARDIM İÇİN SATILACAK!

Osmanlı'nın ve Avrupa'nın farklı dönemlerine ait
çok değerli eserler,
Çırağan Sarayı'nda yapılacak müzayedede antika
severlerle buluşacak.
Çukurcuma Müzayede Kültür ve Sanat Evi'nin
düzenleyeceği "Koleksiyonlar ve Karma Eserler
Müzayedesi", 25 Mayıs Pazar günü yapılacak. Soma'da
yaşanan maden faciasında hayatını kaybeden 301
madencinin ailelerine destek olmak amacıyla
eserlerden 10'u bedelsiz olarak teklif usulu açık
arttırmayla satışa sunulacak. Elde edilecek gelir,
Soma'da şehit olan madencilerin ailelerine
bağışlanacak.
Bu eserler; Atatürk sembollerinin olduğu hatıra para
ve rozetler,
tuğralı gümüş kaşık,
tuğralı gümüş mücevher kutusu, gümüş yastık
aynası, art-deco servis arabası, İngiliz tepsili
jardenyer,
Osmanlı rahle, gümüş hamam tası, Süleymaniye leğen-ibrik
ve gümüş şamdandan oluşuyor.
- Gümüş şamdan: 19. yy gümüş dokuz kollu
şamdan.
- Süleymaniye leğen ibrik: 19. yy
Osmanlı, Süleymaniye işi gümüş kaplama pirinç
metal, leğen ibrik. (haliyle) 42x38 cm.
- Osmanlı
rahle: 19. yy Osmanlı, ceviz ağacı üzerine sedef
ve gümüş kakmalı
rahle. 85x85 cm.
- Tuğralı gümüş mücevher kutusu: 19. yy Sultan
Abdülhamit Han tuğralı, kabartma çiçek motifli
mücevher kutusu. 10x12 cm. 134 gr.
- Gümüş hamam tası: 800 ayar gümüş, kabartma çiçek
motifli hamam tası. 18x4 cm. 264 gr.
Habertürk, Haber: Ergün Çolak, 21.05.2014
|
İKİNCİ SENFONİ SATILDI
Rus besteci Sergey Rahmaninov'un el yazması 2’nci Senfoni'si açık artırmada 1.2 milyon paunda satıldı.
Bestecinin en güzel senfonisi olarak bilinen eserin 320 sayfalık el yazması, 1908'de St. Petersburg’daki prömiyerinden sonra garip bir şekilde kaybolmuş ve 2004'te kişisel bir koleksiyonda bulunmuştu. Sotheby’s müzayedesi tarafından satılan el yazmasının, bestenin bilinen tek el yazımı kopyası olduğu düşünülüyor. Senfoni 2004'te Sotheby’s tarafından satışa sunulmuş, ancak Rachmaninov’un aile üyelerinin eser üstünde hak iddia etmesi ve eseri Rachmaninov’un birine sattığına dair hiçbir kanıt olmadığını öne sürmesiyle satış engellenmişti. El yazması beste 2005'ten beri British Library’de sergileniyordu.
Akşam, 21.05.2014
|

|
42 BİN YILLIK MAMUT YAVRUSU LONDRA'DA SERGİLENİYOR

"Buzul çağı devleri:
Mamutlar" adlı serginin basına tanıtımı başkent
Londra'daki Doğal Tarih Müzesi'nde yapıldı.
Soyları tükenen
mamutlara ilişkin bilgilerin yer aldığı sergide,
42 bin yıl önce sadece bir aylıkken öldüğü düşünülen
dişi bir
mamut yavrusu dikkati çekiyor.
Sergi yetkililerinin Anadolu Ajansı muhabirine
verdiği bilgiye göre, 2007 yılında Rusya'nın Sibirya
bölgesinde yaşayan ren geyiği çobanı Yuri Khudi
tarafından bulunan
mamut, 85 santimetre boyunda ve 50 kilogram
ağırlında. "Lyuba"
ismi ise, yavru
mamutu bulan çobanın eşinin adı ve Rusça'da
"sevgi" anlamına geliyor.
Lyuba'nın bulunmasından sonra yapılan
incelemelerde karnında halen anne sütü
kalıntılarının tespit edildiğini belirten
araştırmacılar, yavru
mamutun bütün halde bulunan cansız bedeninin
günümüze kadar mükemmel bir şekilde korunarak
gelmesini ise hava ve toprak koşullarına bağlıyor.
Araştırmacılar, mamutun annesinin peşinde
ilerlerken, eriyen buzul sularını geçmeye çalışırken
öldüğünü, hortumunda toprak parçaları bulunması
sebebiyle yavrunun boğulduğunu tahmin ediyor.
Lyuba'nın kuyruğunun ise başka canlılar
tarafından yendiği düşünülüyor.
Doğal Tarih Müzesi mamut araştırmacısı Profesör
Adrian Lister sergiye ilişkin yaptığı açıklamada, 40
bin yıldan eski bir hayvanı görmenin hayatta birkez
yakalanacak bir fırsat olduğunu söyledi. Lister
ayrıca, buzul çağı hayvanlarının daha iyi
anlaşılmasına yardımcı olması için
Lyuba'nın büyük önem taşıdığını belirtti.
İklim değişikliği, avcılar ve doğada yaşanan
değişikler mamutların neslinin tükenmesine neden
olan etkenler arasında sayılıyor.
Lyuba ile mamutlara ait fildişi, fosil, kemikler ve
gerçek boyutlarda yapılmış mamutlardan oluşan sergi,
23 Mayıs-7 Eylül tarihleri arasında Doğal Tarih
Müzesi'nde ziyaretçilere açık olacak.
Habertürk, 21.05.2014
|
TAŞ İŞÇİLERİNİ KORUYAN BİN 800 YILLIK HERKÜL
KABARTMASI

Bin 800 yıl önce Bursa’nın İznik
İlçesi'ndeki taş
ocağı işçilerini koruması için yapılan Herkül
kabartması görenleri büyülüyor.
Bursa’nın İznik
İlçesi'nde bin 800 yıl önce taş
ocağında çalışan işçilerin hem korunması, hem de
dini ibadetlerini yapabilmesi için kaya üzerine
işlenen Herkül kabartması, yerli ve yabancı
turistlerin ilgisini çekiyor.

Roma ve Bizans dönemlerinde işletilen ve
rekristalize kalker blokların kesildiği taş ocağı
için kaya üzerine işlenmiş bin 800 yıllık Herkül
kabartması ziyaret edenleri büyülüyor. Deliklikaya
olarak adlandırılan antik taş ocağında çalışan
işçileri koruması ve ibadet etmeleri için yapıldığı
düşünülen Herkül kabartması, o dönemde işçilere
verilen önemi gözler önüne seriyor.

Yetkililer, 1990 senesinde Anıtlar Kurulu’nca sit
alanı olarak tescil edilen Herkül kabartmasının,
dökülen zeytin çorakları ve ilgisizlikten dolayı yok
olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna dikkat
çekiyor.
“Bin 800 yıllık Herkül kabartması”

MS 3. yüzyılda taş ocağında bulunan doğal kaya
parçasına işlenen ve Yunan mitolojisinde göre
Herakles olarak anılan Herkül, Zeus ile Miken
Kralının kızı Alkmene’nin oğludur. Heykellerinin ve
kabartmalarının o dönemde kötülükleri defettiğine
inanılan Herkül, Delikkaya taş ocaklarında çalışan
işçilere manevi ve bedensel güç aşılamak ve korumak
amacıyla yapıldığı düşünülüyor. Kabartmada
resmedilen Herkül’ün sağ elinde gücünü temsil eden
asası, sol elinde ise öldürdüğü yedi başlı yılan
bulunuyor.
arkeolojihaber.net, 20.05.2014
|
ARKEOLOGLAR, TARİHİ ZENGİNLİKLERE DİKKAT ÇEKMEK İÇİN
10 GÜN PEDAL ÇEVİRECEK
Anadolu Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü arkeologlarından Ali Burak Ünal ile
Esin Emre Arı'nın, Müzeler Haftası etkinlikleri
kapsamında 10 boyunca Antalya Side Antik Kent'ten
Muğla'nın Fethiye İlçesi sınırları içinde bulunan
UNESCO koruması altında bulunan Letoon Antik Kent'e
pedal çevireceği belirtildi.
Ali Burak Ünal ve Esin Emre Arı, Letoon Antik Kent'e
ulaşmak için Side Anıtsal Çeşme'den hareket etti.
Arkeolog Ali Burak Ünal ile Esin Emre Arı, aynı
zamanda Prof.Dr. Hüseyin Alanyalı'nın kazı
başkanlığı yaptığı Side kazılarında da görev
aldıklarını söyledi.
Side Antik Kent'ten sonra Manavgat Şelalesi'ne
uğrayacaklarını belirten arkeolog Ünal, arkeolog
arkadaşı Arı ile birlikte pedal çevirerek Aspendos
Antik Tiyatro, Perge Antik Kent, Selge Antik Kent,
Termessos Atik Kent, Olimpos Antik Kent, Myra Antik
Kent, Kekova(Batık Şehir), Tlos Antik Kent, Patara
Meclisi, Likya Kaya mezarları ve Kaş'ın Kınık'ta
UNESCO koruması altında bulunan Xanthos Antik Kent'i
ziyaret edeceklerini kaydetti. Pedal çevirerek
Antalya bölgesi ve ülkedeki tarihi ve kültürel
zenginliklere dikkat çekmek istediklerini belirten
Ünal, "Antalya adeta açık hava müzesi
konumunda. Müzeler Haftası etkinlikleri kapsamında
arkeolog arkadaş olarak pedal çevirerek tarih
eserlerimize sahip çıkma ve zenginliğin farkına
varma adına pedal çevirmeye karar verdik. Aynı
zamanlarda arkeologlar olarak pedal çevirerek antik
kentleri gezmek istedik. Yorulduğumuz yerde çadır
kurarak dinleneceğiz. Pedal çevirerek antik
kentlerimizi göreceğiz. " dedi.
Arkeolog Arı'da 10 gün sonra UNESCO koruması altında
olan ve birbirine yakın olan Xanthos ve Letoon Antik
Kenti'ne ulaşmayı hedeflediklerini kaydetti.
Bugün, 20.05.2014
|
KANAL İSTANBUL'UN GÜZERGAHI KESİNLEŞTİ

Başbakan Erdoğan'ın açıkladığı
Kanal İstanbul'da projenin tamamlandığı ve
güzergahının kesinleştiği öğrenildi.
Sabah'ın haberine göre bütün altyapı çalışmaları
tamamlanan projenin
Başbakan Erdoğan'a sunulduğu belirtildi.Projenin
detaylarının Haziran ayı içerisinde
Başbakan Erdoğan tarafından kamuoyuna
açıklanması bekleniyor.
44 kilometre
uzunluğunda ve 200 metre genişliğindeki kanalın
kesin güzergahı Yeniköy - Sazlıdere Barajı -
Arnavutköy -Başakşehir - Küçükçekmece Gölü olacak.
Haziran'da güzergah açıklandıktan sonra deprem riski
taşıyan bölgelerdeki nüfusu kaydırmak için merkezine
Arnavutköy'ün oturduğu yeni bir İstanbul inşa
edilmesi bekleniyor.
Kanal ile aynı anda eş zamanlı ilerleyecek çok
sayıda yeni yerleşim birimi projesi hazırlanıyor.
Ticaret alanları, turizm merkezleri ve rezerv
alanları da belirlendi.
Ayrıca
Kanal İstanbul'un kuzey ve güney ucunda birer
lüks marina kurulacak. Kanal aksında bulunan
arazilerin büyük bölümünün hazineye ait olması
sebebiyle istimlak maliyeti de böylece en aza
indirildi.
Ayrıca, güzergahta hiç orman alanı olmaması da
projede belirleyici oldu. Planı, Bakanlığa bağlı
Mekansal Planlama Genel Müdürlüğü hazırladı.
Habertürk, 20.05.2014
|
ROMA TİYATROSUNA YEDİ AY SONRA YENİDEN KAZMA VURULDU

Bursa’nın İznik
İlçesi'nde,
Roma tiyatrosunda 7 ay aradan sonra kazılar
tekrar başladı.
Bursa İl Özel İdaresi tarafından gün yüzüne
çıkarılan Roma tiyatrosunda ödenek yetersizliği
sebebiyle kazılar 7 aydır yapılamıyordu. İlave
ödenek gelmesiyle birlikte
bugün kurtarma çalışmaları yeniden başladı.
Geçmişi MÖ 4. yüzyıla kadar uzanan, Bitinya, Roma,
Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerine ev sahipliği
yapan İznik,
UNESCO dünya mirası listesine girmek için gün
sayıyor.
Bursa İl Özel İdaresi’nin öncülüğünde 2 yıldır
sürdürülen kurtarma çalışmaları için Roma
tiyatrosuna 1 milyon 350 bin lira kaynak ayrıldı.
2013'ün 11'inci ayında ödenek kesilince çalışmalara
7 ay boyunca ara verildi. İznik'e Kültür Bakanlığı,
bugün tiyatro kazısı için 50 bin lira ödenek
gönderdi. Arkeolojik kurtarma çalışmaları yeniden
başladı. Ancak bu ödeneğin yetersiz olduğu,
kazıların yeniden durabileceği ileri sürüldü. Roma
tiyatrosuna AB fonlarından 700 bin lira kaynak
aktarılması için teşebbüsler sürüyor.
Roma tiyatrosunun mimarisinin çok özel olduğunu
söyleyen
arkeolog Umut Kapuci, "Romalılar, tiyatrolarını
genellikle yamaca gelecek şekilde yapar. Fakat İznik
tiyatrosu düz bir alana kurulu. İçe sahne meyli
verebilmek ve akustiği sağlayabilmek için 7 adet taş
galeri üzerine oturtulmuş. Bu da mimarisinin çok
özel olduğunu gösteriyor. 7 galeriden 4'ü açılmış
durumda. Geri kalan 3 galerinin ortaya çıkarılması
için çalışmalar başladı. Tiyatronun doğu ve kuzey
bölümleri açığa çıktı. Bugün güneyinde yer alan plan
karelerde kazı başlattık. Tiyatronun sahnesi ortaya
çıktı. Doğu-batı yönünde 84 metre genişliğinde,
kuzey-güney yönünde de 63 metre genişliğinde olan
sahne içi ortaya çıkmış durumda" dedi.
Milliyet, 20.05.2014
|
O PROJE İÇİN ÖNEMLİ KARAR!

Antalya’da tarihi
Kaleiçi’nde bulunan ve 3’üncü Derece Arkeolojik Sit
Alanı içerisinde yer alan Kesik Minare’nin cami
olarak restore edilmesine ilişkin proje mahkeme
tarafından iptal edildi
Şehir Plancıları Odası ve Mimarlar Odası Antalya
Şubesi tarafından açılan davada Antalya 1. İdare
Mahkemesi, Kaleiçi Kentsel ve 3. Derece Arkeolojik
Sit Alanı içerisinde bulunan Kesik Minare Cami’nin
Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce cami olarak restore
edilmesi işlemini iptal etti. Odalar, söz konusu
yapının turistik alanda bulunması ve yerleşik
yaşamın çok az olması nedeniyle yapının müze olarak
kullanımının gerek kültürel gerekse ekonomik açıdan
daha faydalı olacağını savunmuştu.

HUKUKA UYARLIK BULUNMADI
Kesik Minare’nin cami olarak 7 ayrı yapı evresi
geçirdiği, yapının birçok kullanım dönemi olduğundan
bunlardan sadece birisinin ortaya çıkarılarak onarım
ve işlev getirilmesinin yapının diğer dönemlerinin
yok sayılması anlamına gelebileceği belirtilen
mahkeme kararında, şöyle denildi:
"Yapının günümüze erişen parçalarından olan
bölümlerinden açık hava müzesi işlevinin
sürdürülebilir bir koruma ve restorasyon ilkeleri
bağlamında uygun olduğu, yapının cami olarak
kullanımının nasıl olduğu konusunda belirsizlikler
bulunduğu, cami olarak plan elemanlarının tanımını
yapmak için eldeki verilerin yetersiz olduğu, bu
bağlamda yapının cami olarak kullanım kararı
getirilmesi durumunda başta üst örtü ve duvarları
olmak üzere birçok bölümün tamamlanmasının nasıl
yapılacağı ya da yedi farklı evresi bulunan yapının
hangi döneminin baz alınarak yapılacağının sağlam
bir katının da bulunmadığı dikkate alındığında
yapının ’açık hava müzesi’ olarak kullanım
fonksiyonunun değiştirilmesine ilişkin dava konusu
işlemde hukuka uyarlık bulunmamaktadır."
MAHKEME UYGULAMAYI İPTAL ETTİ
Kararla ilgili açıklama yapan Mimarlar Odası Antalya
Şube Başkanı Osman Aydın, "Mahkeme uygulamayı iptal
etti. Gerekçelerden de belli. Cami olması, bugüne
kadar geçirdiği evrelerdeki ibadethaneleri gölgede
bırakacak. Bu önemli bir karar. Bunun zaten açık
hava müzesi olarak kalması ve bütün dönemleri
gelecek kuşaklara aktarması çok önemliydi. Ondan
önemlisi bu haliyle Kaleiçi’nin UNESCO Dünya Kültür
Mirası’na alınması çok zordur. Ama Kesik Minare,
Yivli Minare gibi Antalya’yı bütün dünyaya daha iyi
tanıtacak ögeler vardır. Kesik Minare de bunlardan
birisidir. Dünya mirasına alınması için de çaba sarf
edilmelidir. Bizce Antalya yararına çok önemli bir
mahkeme kararıdır" diye konuştu.
TÜRKİYE ÇAPINDA ÖNEMLİ KARAR
Şehir Plancıları Odası Antalya Şube Başkanı Haşim
Dikencik ise kararı odaların zaferi olarak
değerlendirirken şunları söyledi:
"Türkiye çapında önemli bir karar, sadece Antalya
için değil ülke için önemli bir karar. Vakıflar
Bölge Müdürlüğü’nün başvurusu üzerine Koruma Yüksek
Kurulu’nun, burada bir cami yapılabileceğine dair
kararı çıkmıştı. Ona istinaden planlama yapılacaktı,
biz o karara dava açtığımız için daha planlar
sonuçlanmadan mahkeme sonuçlanmış oldu."
Vatan,
20.05.2014
|
HİLAR MAĞARALARI TAHRİP EDİLİYOR
Dünyanın ilk yerleşim yerlerinden olan Hilar
Mağaraları, gün gün tahrip ediliyor. Akropolü,
kalesi ve MS 100-325 tarihleri arasında kaya
mezarları olarak kullanılmış olması, tarihi dokusu,
coğrafi yapısı ve doğal sit alanı olma özellikleri
nedeniyle eşsiz bir güzelliğe ve arkeolojik değere
sahip olan Hilar Mağaraları, son günlerde sahipsiz
kaldı.
Tarihi Hilar Mağaraları ve Çayönü'nün 7 yıldan bu
yana güvenliğini sağlayan bekçiler, 4 aydan bu yana
Ergani Belediyesinden maaşlarını alamadıkları
gerekçesiyle iş bıraktı. Bekçilerin iş bırakmasının
ardından mağaradaki bazı bölümlerde tahribatlar
yapıldığı gözlendi.

Yaklaşık 100 kilogramağırlığında olan mağara
taşı, kimliği belirsiz kişilerce yuvarlanıp kırıldı.
Mağara ziyaretine gelen aileler, gördüklerine
inanamadı. Mağara kapağının parçalanmasına tepki
veren vatandaşlar, tarihi eserlere sahip çıkılması
gerektiğini ifade ettiler.
İlke Haber Ajansı, Haber: Veysi Demirci,
19.05.2014
|
YIKIMA DİRENEN SANAT

Kentsel dönüşüm çerçevesinde yıkım kararı
verilen binalara resim yapan Ercan Yılmaz,
sanatıyla kentsel yıkım hadisesine başka bir
boyut katıyor.
Sanatçı kentsel dönüşümün kurbanı olacak
binaları kurtarma amacıyla ortaya çıkan
projesinin şu cümleyle açıklıyor:
''Gerçekleştireceğim sanat eylemi bir yıkım
projesidir.''
Bir sanatçı olarak, binaya yaptığı resimlerle
kentsel dönüşüme sanatla direneceğini belirten
Yılmaz, ''Yıkılmadan önce binaya, bir sanatçı
dokunuşu gerçekleştirmek istiyorum. Fakat bol
teknolojik makina, bol çelik darbelerine
direnemeyeceği bir gerçektir. Duvara
yapıştırdığım bir kağıt parçası ne kadar
direnebilecek güçlü balyoz darbelerine tanık
olacağız'' diyor.
'YIKILAN SADECE BİR BİNA DEĞİL, SANAT ESERİ
OLACAK'
Yıkılan binaların anılarıyla, kimlikleriyle
yıkıldığına inanan Yılmaz, yıkılacak olan
binalara resim yapma nedenini şöyle açıklıyor:
''Bir binayı yıkmak demek onu yerle bir etmekten
daha çok anılarını yok etme eylemidir, fakat
anılar uzunca bir süre insanların hafızasında
binanın bulunduğu yerde var olmaya devam
edecektir. Yıkılmadan önceki bizim dokunuşumuz
binanın yıkılma nedenini farklılaştıracaktır.
Çünkü binaya yapılan sanatsal müdahale onu bir
sanat eserine de dönüştürecektir. Sonuç olarak
yıkılan sadece eski bir bina olmayıp sanat eseri
olacaktır.''
'SANATÇI EMEĞİ DE BU BİNA İLE YIKILACAK'
Yapılan sanat işleriyle binanın var oluş ve yok
oluş sebebini sorgulamayı amaçlayan Ercan
Yılmaz, ''Yıkım, kelimesi bize dramatik
sonuçları çağrışım yapsa da bazen yeni bir
başlangıç da olabilir. Uzun emekler verilmiş ve
değişik yaşanmışlıkların tanıklığını yapmış
beton, demir, kapı, pencere vb. oluşan bir mekan
yıkılacaktır'' diyor.
Sanatla kentsel dönüşüme direnişini ve binalarda
vücut bulan sanatı herkesle paylaşmayı amaçladığını
belirten Ercan Yılmaz, Binanın içinde, dışında, her
köşesinde gerçekleştireceğim bu sanatsal izlerle
binanın yıkılmasına tanıklık etmiş olacağız. Binayı
yıkılmadan önce sanat galerisine dönüştürüp,
insanların izlenimine sunacağız. Sanatçının emeği de
bu bina ile birlikte yıkılacaktır. Öyleyse yok
olacaktır'' açıklamasını yapıyor.
Birgün, 19.05.2014
|
DALİ'NİN ARANAN TABLOLARI AMERİKA'DA ORTAYA ÇIKTI

Sürrealizmin babası Dali’ye ait iki adet yağlı boya
tablosu bulundu. Uzmanlar, resimlerden haberdar
olduklarını ancak şimdiye kadar nerede
bulunduklarını belgeleyemediklerini söyledi.
Bir tanesi
Amerika Yale Universitesi'nde, diğeri kimliğini
açıklamak istemeyen bir koleksiyonerde bulunan iki
adet yağlı boya tablonun sürrealist ressam Dali'ye
ait olduğu ortaya çıktı. Free Inclination
Gala-Salvador Dali Vakfı'ndan sanat uzmanları
resimlerin varlığından haberdar olduklarını ancak
şimdiye kadar nerede bulunduklarını ve
doğruluklarını belgeleyemediklerini bildirdi.
NASIL BAĞLARIZ BİLEMEDİK
'Libre İnclinacion Del Deseo' ve 'Simiulation of
the Night' adlı eserleriyle ilgili, vakfın araştırma
departmanından Montse Aguer, "Bu resimlerin
varlığını teşhis etmiştik ama nerede olduklarını ve
Dali'yle nasıl bağdaştırabileceğimizi bilmiyorduk.
Resimleri onun yaptığını düşünüyorduk ama kanıtlamak
zorundaydık. İkisi de Dali'nin sürrealist döneminden
ve çok önemli. Gölgelerle ve büyük kaidelerle,
Dali'nin tipik hayali manzarasını betimliyorlar"
dedi. Resimlerin 1930'da yapıldığı ve iki ayrı
sergide birer kez sergilendiği belirtildi. Vakıf,
resimleri Dali'nin İspanyadaki evinde eski gazete
kupürlerinde bulunan sergi resimlerinden olduğunu
doğruladı. Yale Üniversitesi Galerisi'ne ait "Free
Inclination of Desire" isimli tablonun 1935'te
Kanarya Adaları'nda Tenerife'de diğerinin ise
1965'te San Francisco'da sergilendiği öğrenildi.
Akşam, 19.04.2014
|
ALİ RIZA EFENDİ İDDİASI!
Atatürk’ün babası
anısına Makedonya’nın Kocacık Köyü'nde yapılan ev
bugün açıldı. Ancak MHP'li Halaçoğlu "Evi yanlış
yere yaptılar. Ali Rıza Efendi, o köyde hiç
yaşamadı" dedi.

Atatürk’ün babasının doğum yeri olarak bilinen
Makedonya’nın Kocacık Köyü'nde yaptırılan ”Ali
Rıza Efendi Anıevi” bugün düzenlenen
törenle açıldı. Ancak Türk Tarih Kurumu eski Başkanı
ve MHP Grup Başkanvekili Yusuf Halaçoğlu,
”Atatürk’ün babası için yanlış yere ev yapıldı. Ali
Rıza Efendi, bu köyde hiç yaşamadı” dedi.
Bugün açılışı canlı video bağlantısıyla Başbakan
Erdoğan’ın yaptığı Anıevi Türkiye adına TİKA
tarafından inşa edildi. Müze olarak kullanılacak ev
etnolojik müze olarak düzenlendi. Evde Ali Rıza
Efendi’nin babası Kızıl Hafız Ahmet Efendi ile
annesi Ayşe Hanım, çocuk yaştaki Mustafa ve Makbule
Hanım, Ali Rıza Efendi ve Zübeyde Hanım anı odaları
ile Atatürk’ün Balkan günlerini yansıtan bölümler de
yapıldı.
Ali Rıza Efendi orada yaşamadı iddiası!
gazeteport’a konuşan Türk Tarih Kurumu eski
Başkanı ve MHP Grup Başkanvekili Yusuf Halaçoğlu ise
evin yanlış yere yapıldığını savunuyor. Halaçoğlu
”Atatürk’ün babası henüz doğmadan, dedesi Kızıl
Hafız Ahmet Selanik’e gitmiştir ve iki ay sonra Ali
Rıza Efendi Selanik’te doğmuştur. Yani Kocacık, Ali
Rıza Efendinin doğup büyüdüğü bir yer değildir. Ben
bu konuyu Türk Tarih Kurumu Başkanlığım zamanında
araştırıp öğrendim” dedi.
Sözcü, 19.05.2014
|
BAŞBAKAN, ATATÜRK'ÜN BABASININ EVİNİ AÇACAK

Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan bugün, Mustafa Kemal Atatürk’ün babası
Ali Rıza Efendi’nin doğduğu Makedonya’nın
Kocacık Köyü’ndeki Ali Rıza Efendi Anı Evi'ni
açacak.
Makedonya'daki evin açılışını Başbakan, 19 Mayıs
Atatürk Anma Gençlik ve
Spor Bayramı etkinlikleri çerçevesinde,
Ankara'dan yapacak.
TİKA'nın restore ettirdiği evin açılışı
sırasında, Başbakan Yardımcısı Emrullah İşler de
Makedonya'da olacak.
Makedonya’nın Jupa Belediyesi’ne bağlı Kocacık
Köyü Mustafa Kemal Atatürk’ün babası Ali Rıza
Efendi’nin doğduğu köy olarak biliniyor.
İKİ
ANIEVİ İNŞA EDİLDİ
Ali Rıza Efendi anıevlerinin inşasında
Makedonya Kültür Bakanlığı’nın çizdiği projeler
doğrultusunda hareket edildi. Ali Rıza Efendi
Anıevi Türkiye adına TİKA tarafından inşa
edildi.
Müze olarak kullanılacak anı evlerinin biri
yöresel kültürün sergileneceği etnolojik müze
olarak planlandı. Bu ilk müze ev, Osmanlı dönemi
Makedonya, Türklerin Kocacık’a gelişi ve
Atatürk’ün Manastır günlerini anlatacak şekilde
hazırlandı.
ÇOCUK
MUSTAFA KEMAL EVİNDE...
Daha geniş bir alana sahip Ali Rıza
Efendi’nin evi ise Mustafa Kemal Atatürk ve
ailesinin hayatını anlatacak biçimde yaşayan bir
ev düşüncesiyle tasarlandı. Bu kapsamda, Ali
Rıza Efendi’nin babası Kızıl Hafız Ahmet Efendi
ile annesi Ayşe Hanım, çocuk yaştaki Mustafa ve
Makbule Hanım, Ali Rıza Efendi ve Zübeyde Hanım
anı odaları, Mustafa Kemal’in Balkan günlerini
yansıtan canlandırma köşeleri oluşturuldu.
Hürriyet, 19.05.2014
|
 |
TARİHİ VAKIF ESERLERİ SOSYAL HAYATA ADAPTE
Vakıflar Genel Müdürlüğü, tarihi vakıf eserlerinin restorasyonu için adeta seferberlik ilan etti.
Son dönemde 4 bine yakın eserin restorasyonunu gerçekleştiren Genel Müdürlük, çalışmalar için 10 yıllık dönemde 1 milyar lira harcadı.
70 BİN KİŞİYE İSTİHDAM
Kendi haline terk edilmiş ve değerlendirilmemiş vakıf taşınmazları da bu dönemde elden geçirildi ve değerlendirildi. Eski han, hamam, oturma alanları yenilenerek sosyal hayata sunuldu. Kafe, restoran, eğlence alanları oluşturularak günlük hayata katılan tarihi taşınmazlar için de 2 milyar 600 milyon lira yatırım yapıldı. Bu alanlarda çalışanların sayısı 70 bine ulaştı. 2013 içinde 248 milyon liralık kira geliri elde edildi. Genel Müdürlüğün envanterinde Selçuklu ve Osmanlı eserlerinin yanı sıra Müslüman olmayan cemaatlerin vakıfları da bulunuyor. Cemaat vakıf eserlerinin (165 tane) bazılarının iade edilmesiyle ilgili çalışmalar sürüyor.
Akşam, Haber: Erhan Seven, 19.05.2014
|
MISIRLILAR VEJETARYENMİŞ
Fransa'daki Lyon Üniversitesi'nden bir grup
biliminsanı, antik Mısır'da insanların nasıl
beslendiklerine ilişkin bir araştırma yaptı.
MÖ
3.500- M.S. 600 yılları arasında 45 mumya üzerinde
araştırma yapan ekip, eski Mısır'da insanların
yetenekli çiftçiler olduklarını; bolca arpa, buğday,
sebze ve meyve tükettiklerini ortaya çıkardı.
Bunların yanı sıra sarımsak, patlıcan, armut,
mercimek tükettiklerini belirten Fransız ekip, antik
Mısır'daki beslenmenin yüzde 10'una yakınınıysa
tohumların oluşturduğunu söyledi. Araştırmanın
başındaki Alexandra Touzeau mumyaların saç, kemik ve
diş örneklerini inceleyerek antik Mısır'ın beslenme
şekillerini anlayabildiklerini ve verilerin eski
Mısırlıların vejetaryen olduğunu gösterdiğini
söyledi.
Sabah, 19.05.2014
|
|
USTA İMZALAR BU MÜZAYEDEDE

Bali Müzayede’nin özel
koleksiyonlardan çıkan ve değeri milyonları
bulan 292 adet eseri satışa sunacağı ilkbahar
müzayedesi, yarın saat 20.00’de Grand Hyatt
İstanbul’un Balo Salonu’nda gerçekleştirilecek.
Usta isimlerin önemli eserlerinin yanı sıra
Galatalı Ahmet Naili Efendi’nin hicri 1212
yılında yazımını bitirdiği Delail-i
Hayrat-Hizbül Azam Ketebeli’nin de 220 bin
liradan satışa sunulacağı müzayedede klasik,
çağdaş ve modern resimler ile hat sanatı
eserleri yer alacak. Müzayedede yeni
sahipleriyle buluşacak eserler arasında usta
hattatlara ait hilyeler ve hat levhaların yanı
sıra padişah fermanları da bulunuyor. Klasik
eserler arasında Nazmi Ziya, Diyarbakırlı
Tahsin, Hikmet Onat, Leonardo De Mango ve Fabio
Fabbi gibi imzaların dikkat çektiği müzayedede,
19’uncu yüzyıl İtalyan sanatçısı Fausto
Zonaro’ya ait
İstanbul Boğazı konulu yapıt 240 bin liradan
müzayedeye çıkacak. Müzayedenin çağdaş ve modern
resimleri arasında Burhan Doğançay, Mübin Orhon,
Ömer Uluç ve Hale Asaf tabloları, ayrıca Canan
Tolon’un 475 bin liradan müzayedeye çıkacak bir
tablosu bulunuyor. Hat sanatı eserlerinin
başında ise Yahya Hilmi Efendi’nin ‘Cüz, Hilye-i
Şerif ve Kıtası’ndan oluşan eserleri, usta
hattatların Kuran-ı Kerimleri, Sultan I.
Abdülhamit ve Sultan II. Mahmut’un fermanları,
Sultan Abdülmecid’in Zerendud Levhası geliyor.
Hürriyet, 18.05.2014
|
İSTANBUL'UN SURLARI HALA GÜVENSİZ

Geçtiğimiz yıl ABD'li Sarai Sierra
cinayetiyle gündeme gelen tarihi surların
çevresindeki güvenlik önlemlerini merak ettik, tura
çıktık. Işıklandırma yok, kamera da... Bir cinayet
daha olursa, şaşırmayın.
Son birkaç aydır gündemin ön sıralarında yer alan
çocuk kayıpları ve ardından gelen cinayet haberleri
vicdanlarımızda derin yaralar açmaya devam ediyor.
Kars'ta tecavüz edilip öldürülen dokuz yaşındaki
Mert'in, Sakarya'da piknikte kaçırılıp ardından
tecavüz edilerek öldürülen yedi yaşındaki Ömer
Den'in, Kırklareli'nde okula gitmek için evden
çıkınca aynı kaderle karşılaşan 10 yaşındaki İbrahim
Aktaş'ın, Adana'da öldürülen altı yaşındaki Gizem
Akdeniz'in başına gelenler, insan sıfatı taşıyan
herkesin unutamayacağı acılar. Bu canilere nasıl
engel olunabileceğini yetkililere bırakıp olaya
başka bir ihmal boyutundan bakmak istedik. Zira
şehirlerde ihmal edildiği için bu tür olaylara zemin
hazırlayan, katillerin işini kolaylaştıran ve
suçlara davetiye çıkaran alanlar da bir o kadar
önemli. Sahipsiz evler, gelişigüzel açılmış kuyular,
yıkık ve virane kalıntılar her şehirde mevcut. İşte
bu yüzden rotamı İstanbul'un tam kalbine, suriçine
çevirdim. Malum İstanbul biraz da sur demek. 22
kilometrelik uzunluğuyla İstanbul'un Fatih semtini
kuşatan surlar, 400'lü yıllarda İmparator II.
Theodosius tarafından şehrin güvenliği için
yapılmış, yüzyıllar sonra Fatih Sultan Mehmet
tarafından aşılabilmiş. Osmanlı'da da şehrin
güvenliğini sağlayan surların şu an önemli bir
kısmı, can güvenliğini korumaktan uzak. Bu surlara
gitmemin bir nedeni de geçtiğimiz yılın başında
gerçekleşen bir cinayet. Hatırlarsanız ABD'li Sarai
Sierra'nın Cankurtaran sahilindeki tarihi sur
kalıntılarındaki cesedine 12 gün sonra ulaşılmıştı.
Daha önce aynı bölgede iki turist kadına da tecavüz
edilmişti. Türkiye'nin ve ABD'nin kilitlendiği
Sierra cinayetinin ardından yetkililerden surların
güvenlik zafiyetine ilişkin açıklamalar duyduk.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Kadir Topbaş,
İstanbul surlarının daha iyi korunacağını, turizme
kazandırılacağını ve 2013'ün sonunda da surlarla
ilgili projenin hazır hale geleceğini belirtmişti.
Zeytinburnu Belediyesi de Topkapı'dan Kazlıçeşme
sahiline kadar olan kısma MOBESE kameraları
yerleştirileceğini açıklamıştı. Fakat hem cinayeti
hem de surları unutmuş gibiyiz. Zira ne Sierra'nın
öldürüldüğü yerde ne de devamında ışıklandırma var.
MOBESE kamerası görebilene de aşkolsun!
SESSİZ, KARANLIK, ÜRKÜTÜCÜ
Foto muhabiri arkadaşımız Recai Kömür ile tura ilk
önce Sierra cinayetinin olduğu yerden başladık.
Günün tam ortasında gitmemize rağmen bölge o kadar
sessiz ve karanlıktı ki sur kapısının dehlizlerine
girmeye önce tereddüt ettik. Birbirimizden aldığımız
cesaretle de kendimizi cinayetin işlendiği
dehlizlerin içine attık. Sahil yolunun kenarında,
Topkapı Sarayı'nın altındaki tarihi surların içi
gerçekten ürkütücü. Yer yer pencereden ya da
tavandaki bir delikten ışık sızan dehlizler, korku
filmi için efekt yapmaya bile gerek bıraktırmayacak
cinsten. İçeride ağır bir nem, idrar ve alkol kokusu
var. Yerler burayı mesken tutanların, uyuşturucu
bağımlılarının, tinercilerin battaniyeleri, alkol
şişeleriyle dolu... Ve bu dehlizler Sarayburnu'ndan
Samatya sahillerine kadar karşınıza çıkıyor. Sözde
bazılarının etrafı tel örgülerle çevrilmiş ama
içeriye kolaylıkla girilecek birçok nokta var. Çevre
her tarafı boş, ama kilitli bir kapısı bulunan
Nasrettin Hoca'nın türbesini andırıyor. İnsan
buraları görünce bırakın bir çocuğun ya da
yetişkinin öldürülmesini, bir düzine adamı kesseler
kimsenin ruhunun duymayacağını iliklerine kadar
hissediyor. 1907'de İstanbul'a gelen ünlü İspanyol
edebiyatçı Ibanez'in "...Mutlak bir yalnızlık, ne
bir insan izi, ne bir kuş cıvıltısı, ne ürperen
otlar, ne vızıldayan böcekler; Avrupa'da hiçbir
doğal görünümde asla rastlanmayacak bir kısırlık ve
ölüm sessizliği" olarak özetlediği surlarda, 100 yıl
sonra aynı duyguları hissetmek ürpertiyor beni. Oysa
bu bölgelerin tez elden ışıklandırılması, turizme
kazandırılması ve hatta bazı alanların bir kafeterya
olarak işletmeye verilip güvenliğinin sağlanması
mümkünken, sanki yeni bir cinayet haberinin merkezi
olması için bekliyoruz. Boğaz'ın altından araçları
geçirecek tünel kazısının yapıldığı alanın
karşısında bile böyle bir dehliz mevcut. Bir yanda
asrın projesini yaparken, karşısında asrın surlarını
yeni facialar için bekletmek bir çelişki. Kısacası
Sarayburnu'na gittim, gördüm ama topuklayarak
tüydüm. Yenikapı'dan Yedikule Zindanları'na kadar
bir sorun yok. Çevre düzenlemesi yapılan,
ışıklandırılan, park ve bahçeye dönüştürülen sur
dipleri insanı huzura sevk ediyor. Yedikule'den
Mevlanakapı'ya olan kısım ise Kastamonu Cidelilerin
bağ, bostan olarak kullandığı alan. Burada her tür
sebzeyi yetiştirip satıyorlar. Aynı zamanda sur
diplerinin güvenliğini sağlayan hoş bir uygulama.
Ama sonrasında Ayvansaray'a kadar olan alan yine
bakımsız. Edirnekapı'daki Anemas Zindanları ve
Tekfur Sarayı'nın etrafı da pek tekin yerler değil.
İKİNCİ TEHLİKE TERK EDİLMİŞ EVLER
Ayvansaray'dan Balat'a dönünce bu kez sizi bekleyen
tehlike, surlardan ziyade yıkılmak üzere olan
evler... Çoğu terk edilmiş, kapısı-penceresi yok ama
kullanıldığı belli. Üstelik burası surlardaki gibi
mahallelerden uzak değil, tam içinde. Bir çocuk ya
da yetişkinin başına gelebilecek her türlü tehlikeye
hazır. Bu bölgede kentsel dönüşüm için projeler var
ama iş ağırdan alındığı için her an bir 'kentsel
ölüşüm' haberlerine konu olabilecek nitelikteler.
Benzer durumla hemen yukarısındaki Zeyrek'te ve
Süleymaniye Camii'nin etrafında da karşılaşmak
mümkün. Virane halde ve suçlulara davetiye
çıkarabilecek o kadar çok ev var ki... Bu boş
evlerin birçoğuna da Suriye'den gelen mülteciler
sığınmış. Evet acı ama gerçek; karanlık sur
diplerinde, kaderine terk edilen ıssız evlerde,
kapatılmayan çukurlarda ölüm sadece çocuklar için
değil hepimiz için kol geziyor. Şehrin tam ortasında
üstelik... Bir cansız bedenle daha karşılaşmadan bu
çöküntü alanlarının bir an önce ıslahı gerekiyor.
AYDINLATMA VE KAMERA ŞART
Nevin Taş (Cankurtaran Mahallesi Muhtarı): 63
yaşındayım ve doğma büyüme buralıyım. Sierra
cinayetinden sonra buradaki surların durumu çok
gündeme geldi ama o günden bu yana hiçbir şey
yapılmadı. Aydınlatma ve kamera şart. İlk zamanlar
tedirgin olduk ve korktuk ama çok geçmeden unuttuk.
O civarda bir otobüs durağı var. O durağın daha
yakına alınmasına çalışıyorum. Kızım da işten eve
saat 22.00'de geliyor. Hiç güvenli değil. Her şeyi
de devletten beklememek lazım. Esnaf da kamera ve
ışıklandırma sistemi yaptırabilir. İlçemize yeni
atanan emniyet müdürüne de bu sorunu anlattık.
Olumlu yaklaştı.
BÖLGE HALKI SURLARDAN KORKUYOR
Kemal Yıldız (Erol Taş Kültür Merkezi sahibi):
34 yıldır Sultanahmet Cankurtaran'dayım. Eskiye
göre surların durumu iyi ama daha iyi olması lazım.
Dünyanın hiçbir yerinde böyle güzel sahil başıboş
bırakılmaz. İmparatorlukların merkezi. Ama
Sarayburnu civarındaki surlar sahipsiz ve birini
kesseniz kimsenin haberi olmaz. O dehlizleri
kazsalar insan kemiği çıkar. Tinercisi, esrar içeni,
şarapçı dolu o çevre. Bir bira için adam
boğazlarlar. Bırakın gece, gündüz bile gitmiyorum
oralara. Buradan Sirkeci'ye deniz manzarasını
izleyerek gitmek isteyen turistlere de 'Tramvayla
gidin, oralarda yürümeyin' diyorum. Burasının
yürüyüş parkuru olması lazım. Acilen
ışıklandırılmalı ve kameralar konulmalı. Esnafa
verilecek birçok alan var. Buralara kafeler, büfeler
açılsa, esnaf korur. Muhatabınız esnaf olur yani.
BİZİM VARLIĞIMIZ SURLARI KORUYOR
Ahmet Aksoy (Bahçıvan): Yıllardır Yedikule
ile Topkapı arasındaki surlarda bostan işletiyoruz.
Burası dedelerimizden kalma. Bizim varlığımız burayı
koruyor ve dışarıdan gelenlerin barınmasını
engelliyor. Bizi de çıkaracaklar diye duyuyoruz. Çık
derlerse çıkarız ama sonra nasıl korunur? Günün her
saati burada olduğumuz için yabancıların gelip suç
işlemesi zor. Ama surların çoğu bakımsız ve
tehlikeli.
10 YILDIR SURLARA YAKLAŞMIYORUM
Hayri Gövener (Esnaf): Yıllardır
Cankurtaran'da oturuyorum ve 10 yıldır surların
olduğu o karanlık bölgeye gitmedim. 10 yıl önce
orada bostan vardı. Deniz Feneri'ne bir aile
bakıyordu ve birkaç tane de ev vardı. Onlar
koruyordu buraları... Hatta o dehlizlerde kağıt
toplayan efendi çocuklar kalıyordu. Burada askeriye
bölgesi, Darphane ve Matbaa Meslek Lisesi vardı.
Bunlar kaldırılınca ıssızlığa terk edildi ve
cinayet, kapkaç arttı. Sirkeci'ye kadar olan bölgede
çay bahçeleri yapılabilir ve burası
canlandırılabilir. Mevcut durumu tüyler ürpertici.
Sabah, Haber: Salih Zengin, 18.05.2014
|
DÜNYANIN EN BÜYÜK DİNOZORU

Bir çiftçinin rastlantıyla bulduğu
fosil kalıntıları araştırmacıları şu ana kadar
keşfedilen büyük dinozora götürdü. 84 ton
ağırlığındaki dev dinozorun uzunluğu 40 metre boyu
ise 20 metre.
Patagonya bölgesindeki kazı çalışmaları dünyanın en
büyük dinozoruna ait kemikleri ortaya çıkardı.
Dinozora ait son derece iyi durumdaki fosilleşmiş
kemikleri inceleyen uzmanlar, 77 ton ağırlığındaki
dinozorun dünyada şimdiye kadar bilinen en büyük
dinozor türü olan Arjantinozor'dan 7 ton daha ağır
olduğunu bildirdi. Yapılan incelemeler, dinozorun
başından kuyruğunun ucuna kadar uzunluğunun 40
metre, boyununsa 20 metre olduğunu gösterdi.
BBC'ye açıklamada bulunan araştırmacılar, "Dünyadaki
tüm dev yapıdaki hayvanları geride bırakan
büyüklükteki bu kemikler, yeni dinozorun dünyadaki
gelmiş geçmiş en iri cüsseli hayvan olduğunu
gösteriyor" dedi.
AYAĞINA TAKILDI
Dinozora ait fosiller ilk kez, Patangonya
bölgesindeki La Flecha kenti yakındaki çöllük
arazide yürürken dinozor kalıntılarına takılarak
sendeleyen bir çiftçi tarafından bulundu.
Daha sonra Dr. Jose Luis Carballido ve Dr. Diego Pol
başkanlığındaki, Egidio Fergulio Palaentoloji
Müzesi'nden bilim ekibi tarafından yapılan kazı
çalışmalarında, dinozora ait, tamamı son derece iyi
durumda olan toplam 150 kadar kemik ortaya
çıkarıldı.
DEV DİNOZORUN BİR ADI YOK
Araştırmacılar, kemiklerin bulunduğu yerdeki kayalar
üzerinde yapılan incelemelere göre, 95 ila 100
milyon yıl önce, Patagonya ormanlarında yaşamış
olduğu tahmin edilen bu dev cüsseli dinozor türünün
henüz bilimsel bir adının bulunmadığına dikkati
çekti.
Sabah, 18.05.2014
|
OSMANLI RESİM TARİHİ BU MÜZEDE

Dolmabahçe Sarayı Veliaht
Dairesi'nin bir bölümü, yaklaşık yedi yıl süren
restorasyon çalışmasının ardından Milli Saraylar
Resim Müzesi olarak hizmete sunuldu.
Tarihimiz şüphesiz bizim en önemli mirasımız.
Geçmişimize sahip çıkmak, edindiğimiz değerleri
kaybetmemek ve hep hatırlamak... Yüzyıllarca bu
topraklar ne savaşlar, ne başarılar, ne mutluluklar
ve üzüntüler gördü. Tarihte kısa bir yolculuk
yapmak, geçmişi hatırlamak için kimi zaman
Dolmabahçe Sarayı'nı gezmek bile yeterli olabiliyor.
Üstelik bir süre önce müzeye yeni bir bölüm daha
eklendi. Sultan Abdülmecit döneminde tahta çıkmaya
aday veliahtların ikamet ettikleri Dolmabahçe Sarayı
Veliaht Dairesi, yaklaşık yedi yıl süren restorasyon
çalışmaları sonrası Milli Saraylar Dairesi Resim
Müzesi olarak açıldı. Depolardaki tarihi önem
taşıyan, her biri birbirinden değerli tablolar da bu
sayede gün yüzüne çıktı. Müzenin bulunduğu bölüm bir
dönem kimlere evsahipliği yapmamış ki... Sultan
Abdülaziz, Sultan V. Murad, Sultan II. Abdülhamid,
Sultan V. Mehmed Reşad, Yusuf İzzettin Efendi,
Sultan VI. Mehmed ve Halife Abdülmecid veliahtlık
dönemlerinde bu daireyi kullanmışlar. Tanzimat'la
birlikteyse bu daire şehzadelerin dışa kapalı
sürdürdükleri hayatın sona ermesinin ve serbest
yaşama geçişlerinin simgesi haline gelmiş. Kısacası
sadece dairede bulunan resimler değil, dairenin
kendisi bile başlı başına gezmek için bir neden.
Yarın Dünya Müzeler Günü. Bu günün anlam ve önemini
değerlendirmek isteyenler 22 Mart'ta kapılarını açan
Milli Saraylar Dairesi Resim Müzesi'ni gezebilir.
Müze 19 Mayıs'ta da ücretsiz olarak ziyarete açık.
MÜZEDE 11 FARKLI BÖLÜM BULUNUYOR
Müze, tematik bütünlük içinde 11 farklı bölümden
oluşuyor.
Sultan Abdülmecid/Sultan Abdülaziz Salonu: Müzenin ilk bölümü Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz'in portrelerinin yer aldığı salon. Dolmabahçe Sarayı'nın bir bölümü, Sultan Abdülmecid tarafından kardeşi Abdülaziz için yaptırılmıştır. Bu nedenle bazı belgelerde Veliahd Dairesi, 'Aziz Efendi Dairesi' olarak da geçer.
Osmanlı'da Batılılaşma: Bu bölümde 18. yüzyılın başından itibaren Batı'yla yoğun iletişim kuran Osmanlı İmparatorluğu'nda askeri ve sosyal alandaki değişimin izleri görülüyor.
Abdülmecid Efendi / İstanbul Görünümleri: Bu mekan Abdülmecid Efendi'nin Veliahd Dairesi'ndeki kütüphanesinden oluşuyor. Sultan Abdülaziz ve Hayranıdil Kadınefendi'nin oğlu olarak 1868'de Dolmabahçe Sarayı'nda doğan Abdülmecid Efendi, Osmanlı İmparatorluğu'nun son veliahdı ve son halifesi. Hat ve müzik başta olmak üzere sanatın hemen bütün alanlarıyla ilgilenen Abdülmecid Efendi, halife seçildikten sonra Dolmabahçe Sarayı'na yerleşmiş, kütüphanesini de Dolmabahçe Sarayı'na taşımış. Bu bölümün çevresinde yerli ve yabancı ressamlara ait İstanbul manzaraları yer alıyor.
Goupil Galerisi'nden Saraya Satın Alınan Tablolar: Bu bölüm, Sultan Abdülaziz döneminde Paris'teki Goupil Sanat Galerisi'nden alınan tablolardan oluşuyor. Tablolar Sultan Abdülaziz ve yaveri Şeker Ahmed Paşa'nın beğenilerini yansıtıyor. Osmanlı sarayında Batı tarzında tabloların yer aldığı bir koleksiyon ilk kez Sultan Abdülaziz döneminde, Dolmabahçe Sarayı'nda oluşturulmuş.
Ivan Konstantinoviç Ayvazovski Salonu: Yapının en ihtişamlı mekanı. Merasim Salonu... Salon Rus ressam Ayvazovski'nin eserlerine ayrılmış.
Saray Ressamları: Sultan Abdülaziz saray ressamı olarak Polonyalı ressam Stanislaw Chlebowski ile çalışmayı tercih etmiş. Sultan II. Abdülhamid döneminde ise İtalyan ressam Luigi Acquarone ve onun ölümünden sonra, yine bir İtalyan ressam, Fausto Zonaro saray ressamı olarak görev yaptı. Salonda onların eserleri yer alıyor.
Oryantalist Ressamlar; Doğu'nun Cazibesi: Doğu'yu Avrupalı gözüyle betimleyen oryantalist resimlerin yer aldığı bölüm.
Yaver Ressamlar: Bu bölüm Osman Nuri Paşa, Şeker Ahmed Paşa gibi askeri kimlikleriyle ressam kimliklerini birleştiren ressamların eserlerine ayrılmış.
Türk Ressamları (1870-1890): Bu bölümde Şeker Ahmed Paşa, Süleyman Seyyid, Osman Hamdi Bey ve Halil Paşa gibi Batılı anlamda Türk resminin ikinci ve üçüncü kuşağını oluşturan ressamların eserleri var.
Osmanlı Sarayında Manzara: Salonun ortasındaki bölüm portreler ve tarihi konulu kompozisyonlara ayrılmış. Bu bölümün çevresinde çok sayıda yerli ve yabancı ressamın manzaraları sergileniyor.
Türk Ressamları (1890-1930): Son bölüm, Batılı anlamda Türk resminin üçüncü ve dördüncü kuşağını oluşturan ressamların eserlerine ayrılmış. Hüseyin Zekai Paşa, Hoca Ali Rıza, Şevket Dağ, İbrahim Çallı gibi ressamların eserleri yer alıyor.
DEPODAN MÜZEYE
Milli Saraylar Dairesi Resim Müzesi, Türkiye'nin ilk
resim müzesi ve burada gerek Milli Saraylar Resim
koleksiyonunda bulunan resimler, gerek TBMM
binasında bulunan tarihi resimler gerekse de Topkapı
Sarayı deposunda bulunan resimler sergileniyor.
Topkapı'dan gelenler arasında Polonyalı ressam
Stanislav Chlebowski'nin üç metrelik Sultan
Abdülaziz portresi, ressam padişah Halife Abdülmecid
Efendi'nin ünlü Nasihat tablosu, İtalyan
ressam Valery'nin Nemika Sultan portresi, Sultan II.
Mahmud ve III. Selim portreleri, Maltalı ressam
Amadeo Preziosi'nin Sultan Abdülmecid'in
Beylerbeyi'ne Gelişi tablosu var. Müzede daha
önce hiç gün yüzüne çıkmamış eserler de var. Örneğin
Sultan Abdülaziz'in intihar ettiği belirtilen oğlu
Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi portresi ile
Bellini'nin Fatih Sultan Mehmet tablosunun Fausto
Zonaro tarafından yapılmış 1907 tarihli kopyası,
bugüne kadar sergilenmemiş birkaç eser arasında.
Halife Abdülmecid'in yaptığı II. Abdülhamid'in
tahttan indirilişini resmeden II. Abdülhamid
Han'ın Hal'i tablosu, tarihin canlı bir tanığı
olarak müzedeki yerini almış.
EKSTRA BİLETE GEREK YOK
Saray koleksiyonlarındaki tabloların sergilendiği
Milli Saraylar Resim Müzesi'ni, Dolmabahçe
Sarayı'nın ziyaretçileri ayrıca bir bilet almadan
gezebilecek. Sadece müzeyi ziyaret etmek isteyenler
ise sarayın Beşiktaş'taki kapısından girerek,
eserleri pazartesi ve perşembe günleri hariç her gün
görebilir.
Sabah, Haber: Burcu Aldinç, 17.05.2014
|
CİZRE'DEKİ KAZILARDA OSMANLI'YA AİT ESERLER ORTAYA
ÇIKTI

Şırnak'ın Cizre
İlçesi'nde bulunan tarihi Bırca
Belek Kalesi'nde yapılan arkeolojik kazı çalışmaları
sonucu
Osmanlı'ya ait tarihi eserler çıktı.
arkeoloji Profesörü Dr. Gülriz Kozbe, yapılan
kazılarda Osmanlı'ya ait olduğu
tespit edilen lüle ve çanak çömlek gibi tarihi
eserler çıkardıklarını söyledi.
Şırnak'ın Cizre
İlçesi'nde,
İçkale'de yapılan arkeolojik kazı çalışmalarında
Osmanlı'ya ait tarihi eserler ortaya çıktı. Şırnak
Valiliği Cizre Kaymakamlığı tarafından yapılan proje
kapsamında, tarihi İçkale'de arkeolojik kazı
çalışmaları başlatılmıştı. 2013 Haziran ayında
başlayan kazı çalışmaları hızla
devam ediyor. Yaklaşık 12 ay
devam eden
kazı çalışmaları sonucu yavaş yavaş tarihi bulgulara
rastlanıyor. Son olarak yapılan kazılarda Osmanlı'ya
ait bulgulara rastlandı. Kazılarda, Osmanlı'ya ait
olduğu tespit edilen lüle ve çanak-çömlek gibi
tarihi eserler ortaya çıktı. Kazı çalışmaları ile
ilgili Batman Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi
Sanat Tarihi Bölüm Başkanı ve aynı zamanda kazı
çalışmaları Bilimsel Danışman Başkanı
arkeoloji Profesörü Dr. Gülriz Kozbe,
açıklamalarda bulundu.
Kazıların tüm hızıyla devam ettiğini ifade eden Dr.
Gülriz Kozbe, şimdiye kadar yapılan kazılarda önemli
bulgulara rastladıklarını söyledi. Son olarak
yapılan kazı çalışmaları sonucu Osmanlı'ya ait
tarihi eserlere rastlandıklarını belirten Gülriz
Kozbe, tarihi İçkale'de bir medreseye de
rastladıklarını açıkladı.
KAZI ÇALIŞMALARI
DEVAM EDİYOR
Bırca Belek'teki kazı çalışmalarının, 1 Haziran 2013
tarihinden itibaren kesintisiz olarak devam etmekte
olduğunu söyleyen Dr. Gülriz Kozbe, "Kazı
çalışmaları Cizre Kaymakamlığı Köylere Hizmet
Götürme Birliği projesi çerçevesinde
Mardin Müze Müdürlüğü Başkanlığı'nda, benim de
bilimsel danışman başkanlığında yürütülmektedir. 12
arkeologdan oluşan bilimsel heyetin katılımıyla
İŞKUR'un bize temin ettiği işçi grubuyla birlikte
kazıları yaklaşık bir yıldır kesintisiz
sürdürmekteyiz. Bu kazılar sonucunda, daha önce kale
içinde hiçbir araştırma yapılmamış, hiçbir çalışma
yapılmamış. Çünkü uzun zaman askeri birliğe aitti.
Onların kullanımı altında olduğu için hiçbir şekilde
Kültür ve Turizm Bakanlığın arkeoloji çalışması ya
da
restorasyon çalışması yapılamıyordu. Dolayısıyla
bu proje çerçevesinde başlayan çalışmalar sonucunda
biz hem kültürel katları ortaya koyduk hem de mevcut
olan bugün kısmen ayakta olan sur duvarlarını
restorasyon projesi uyguladık.
Bunlar hem koruma altına alındı, restorasyon
çalışmaları devam etti. Hem de erken dönemlere ait
mekanlar ortaya çıktıkça günümüzde de kullanılmak
üzere tekrar yeniden donanımları sağlandı." diye
konuştu.

"İÇKALE’DE YAPILAN KAZILAR SONUCU MEDRESE
ORTAYA ÇIKTI"
Tarihi İçkale'de yapılan kazılar sonucu bir medrese
ortaya çıktığını ifade eden Gülriz Kozbe, "12 aya
yakın sürdürülen kazılar sonucunda bir medrese
ortaya koyduk. Üst sınıfın, yönetici sınıfın
oturduğu rezidansı saray diyebileceğimiz mekanları
ortaya çıkardık. Islak zeminli mekanları ortaya
çıkardık. İşte suyun kullanıldığı, hamam vazifesi
gören bölümleri ortaya koyduk. Onun yanı sıra
müştemilatın işte saray kesiminin yönetici sınıfın
idamesini sağlayan, çalışanların olduğu kesimi sur
duvarların dışında kalan yerleşim alanlarını ortaya
çıkardık. Bu çerçevede su kuyuları bulduk, su
kanalları bulduk. Güzel bir mezarlık alanı ortaya
koyduk. Açılan mezarlarda büyük olasılıkla 12. ve
14. y.y. tarihlediğimiz Artuklu mezarları bile
olabilir. Şu anki çalışmalar
devam ediyor." şeklinde konuştu.
GENÇ OSMANLI’YA AİT LÜLELER BULUNDU
Yapılan kazılar sonucunda Genç Osmanlı'ya ait
lüleler bulduklarını aktaran Dr. Gülriz Kozbe, şöyle
devam etti: "Milattan sonra 12. y.y. tarihli en
erken olsa da 11. veya 12. y.y.'a aittir. Bu Artuklu
dönemi dediğimiz 15. y.y.'a kadar
devam eden bir dönemdir. Bunun yanı sıra
Osmanlımız var. Bir de Genç Osmanlı'mız var. 19.
y.y. Osmanlısı var. Bu buluntular arasında
mezarlıklar kayda değer bulundu. Mezarlıkların
dışında çok büyük onlarca, yüzlerce pipo ile lüle
ile temsil edilen bir lüle koleksiyonu var. Bu
lülelerin çoğunluğu Genç Osmanlı'ya ait lülelerdir.
Bunlar temizlenerek, bazıların parçaları
birleştirerek Mardin Müzesi'nde
restore edilmektedir. Ciddi bir koleksiyon
oluşturmaktadır. Bu lülelerin başka bir örneğini de
Hasankeyf'teki kazılarda buluyoruz. Lüle açısından
hemen hemen bu bölgede neredeyse en büyük
koleksiyona sahibiz. Bunun üzerine çalışmalar
devam ediyor. Ortaya çıkardığımız çanak
çömlekler kayda çok değer. Tamamen Artuklu'nun çok
tipik 12. y.y. ve 14. y.y. tarihlenen mallarını
buluyoruz, sırlı ve sırsız çanak çömlekler.
Osmanlı'ya ait yeşil sırlı, sır altı mallar adını
verdiğimiz çanak çömlek grupları var. Dışarıdan,
Uzak
Doğu'dan, Çin'den gelen buraya ithal edilmiş Çin
porselen örneklerimiz var." ifadelerini kullandı. 12
kişilik heyetle ve İŞKUR'un
sağladığı 50 kişilik işçi
grubuyla devam etmekte olan kazıların,
2014 Aralık ayına kadar aralıksız
devam edeceği belirtildi.

yazete.com, 17.05.2014
|
MİNİK ARKEOLOGLAR İŞ BAŞINDA

İzmir'in Selçuk
İlçesi'ndeki
Misket Anaokulu'nda minik arkeologlar
yetiştiriliyor. Efes Müzesi ile yapılan
işbirliği kapsamında Türkiye'de ilk kez bu
yaşlarda arkeoloji eğitimi verilmeye başlandı.
Selçuk Misket Anaokulu öğrencileri, ilginç
metotlarla arkeoloji öğrenerek usta arkeologlara
taş çıkartıyor. Öğrencilerinin arkeolojik kazı
bile yapmaya başladığını kaydeden Misket
Anaokulu Müdürü ve Psikoloji Öğretmeni Sema
Köseoğlu, "Efes Müzesi ile el ele vererek
anaokulumuzda yeni bir eğitim öğretim şekli
başlattık. Önce okulumuzda Arkeoloji Kulübü
kurduk. Bu kulübe, velilerin izniyle isteyen
öğrencileri üye yaptık. Müzeden iki arkeolog
arkadaşımız bize gönüllü olarak destek oluyor.
İki yıldır sürdürdüğümüz uygulamadan
çocuklarımız da olumlu biçimde yararlanıyor"
dedi.
ÇOCUKLAR ANTİK KIYAFET GİYİYOR
5- 6 yaş grubu öğrencilere çizgi filmler
aracılığıyla arkeolojinin ne demek olduğunu
öğrettiklerini açıklayan Köseoğlu, basit
resimlerle insanlık tarihini anlattıklarını
belirtti. Efes ve Selçuk'taki ören yerleri
masallaştırarak anlattıklarını ifade eden
Köseoğlu, "Yaratıcı drama teknikleri ile bu
bilgileri çocuklara kurgulatıyoruz. Rulo
kağıtlarla üç boyutlu maket çalışmaları
yaptırıyoruz. Çocuklara antik kıyafetler
giydirerek bu dersleri öyle almalarını
sağlıyoruz. Efesin tarihini canlandıran basit
oyunlar oynatıyoruz. İlçemizdeki ören yerlerine
sık sık geziler düzenliyoruz. Bunun ötesinde,
ünlü Artemis Mabedi kenarındaki eski askerlik
şubesi bahçesine antik hediyelik eşyaları
gömüyoruz. Kazı bölümleri oluşturup kurallara
uygun şekilde kazılar yaptırıyoruz. Titizlikle
çıkardıkları eserleri bulunca yaşadıkları
mutluluk görülmeye değer. Önümüzdeki yıllarda da
bu eğitime devam edeceğiz" diye konuştu.
Hürriyet, Haber: Veysel Erol, 17.05.2014
|
KIZLAR MANASTIRI'NIN RESTORASYONU DEVAM EDİYOR

Trabzon Belediyesi tarafından
projesi yaptırılarak ihalesi Kültür ve Turizm
Bakanlığı'nca gerçekleştirilen tarihi Kızlar
Manastırı'nda restorasyon çalışmaları hızlı bir
şekilde sürdürülüyor.
Trabzon Belediyesi tarafından projesi yaptırılarak
ihalesi Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca
gerçekleştirilen tarihi Kızlar Manastırı'nın
restorasyonu için yüklenici firmaya yer teslimi
yapıldı.
Boztepe mahallesinde bulunan ve Trabzon turizmi için
önemli bir yere sahip tarihi manastırın yeni hali
şehre gelen turistler için çekim merkezi olacak.
Aslına uygun olarak yapılacak olan Manastır
içerisinde bulunan tarihi Kaya Kilisesi ve örneğine
nadir rastlanan fresklerin gün yüzüne çıkarılması
projenin en önemli kısmını oluşturuyor. Kent
turizmine önemli katkı yapması beklenen manastırın
restorasyon maliyeti 1 milyon 570 bin TL.
Konu ile ilgili açıklama yapan Trabzon Belediye Başkanı Dr. Orhan Fevzi
Gümrükçüoğlu, "Tarihi Kızlar Manastırı'nın
restorasyon projesini Belediyemiz kaynakları ile
daha önce yaptırmıştık. Manastırın restorasyonunun
yaptırılması için bu tarihi mekanı 5 yıl süre Kültür
ve Turizm Bakanlığı'na devrettik. Israrlı
takiplerimiz neticesinde Kültür ve Turizm
Bakanlığımız tarafından bu tarihi mek'nın
restorasyon ihalesi yapıldı ve yüklenici firma
çalışmaları hızla bir şekilde sürdürülüyor.
Restorasyonun tamamlanması ile turizme
kazandırılacak olan tarihi mekan şehrin kültür sanat
ve turizm hayatına önemli bir canlılık katacaktır.
Bir tarih ve kültür kenti olan Trabzon turizmde de
yükselen değer olmaya devam edecek" diye konuştu.
Boztepe'nin yamacında şehre h'kim bir mevkide
kurulan Kızlar Manastırı 14. yüzyılda (1349-1390)
3.Aleksios tarafından yaptırılmış, yapılan
ilavelerle 19 yüzyılda son şeklini almıştı.
Sabah, 15.05.2014
|
11 - 17 Mayıs
2014
|
18 MAYIS
MÜZELER GÜNÜ KUTLAMALARI İPTAL
Manisa'nın Soma İlçesi'nde yaşanan kömür madeni felaketinden sonra tüm dünyada 18 Mayıs'ta kutlanan Müzeler günü etkinlikleri de iptal edildi.
Dünya kültür mirasının korunması ve müzeciliğin tanıtılması amacıyla Uluslararası Müzeler Konseyi (ICOM) tarafından tüm dünyada 18 Mayıs'ta kutlanan Müzeler Günü etkinlikleri Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından iptal edildi.
Arkitera, 16.05.2014
|
 |
|
'VAMPİR' MEZARI
Polonya'da arkeologlar, 16'ncı yüzyıla ait olduğu sanılan; dişleri sökülmüş, ağzına tuğla koyulmuş ve dizlerine kazık çakılmış bir iskelet buldu.
Araştırmacılara göre ortaçağda insan kanıyla beslendiklerine inanılan "vampirler" mezardan kalkmasın diye dizlerine kazık çakılıp, dişleri sökülüp, kan emmelerini engellemek için ağızlarına tuğla koyularak gömülüyorlardı.
Sabah, 16.05.2014
|
KAPTAN-I DERYA ÇEŞMELERİ
Osmanlı’da çeşme yaptırmak
padişahlara özgü bir davranış değil. Sultanlar çeşme
yaptırır da kaptan-ı deryalar durur mu? Derya içre
derya olan kaptan paşalar, suya olan sevdalarını
karada da devam ettirmiş.
Üsküdar’dan ve Sultanahmet sırtlarından Boğaz’ı
selamlayan III. Ahmet çeşmeleri, Tophane
Meydanı’ndaki I. Mahmut Çeşmesi, çoğu zaman önünden
geçtiğimiz, hepimizin bildikleri… Osmanlı
sultanlarının yaptırdığı bu yapılar zarafetleriyle
İstanbul’un önemli meydanlarında arz-ı endam ediyor.
Ancak bir zamanlar şehrin baş köşeleri ve
meydanlarında misafirlerine su ikram etmiş çeşmeler
şimdilerde kıyıda köşede kalmış, zamana yenilmiş.
Hele bir de kaptan-ı derya çeşmeleri var ki, onların
hali hepten içler acısı. Hayatlarının büyük bir
bölümünü denizde geçiren kaptan paşalar, suyu çok
sevdiklerinden olsa gerek karaya çıktıklarında da
suyla olan ilişkilerini kesmemiş ve özellikle şehr-i
İstanbul’u çeşmelerle donatmışlar. Sokullu Mehmet
Paşa’dan Öküz Mehmet Paşa’ya, Gedik Ahmet Paşa’dan
Cezayirli Gazi Hasan Paşa’ya kadar birçok kaptan-ı
derya, tarihî şehrin hemen hemen her semtinde bu
sevdanın izlerini bırakmış. Ancak günümüzde kimi
Faruk Nafiz’in Çoban Çeşmesi gibi sadece şiirlerde
kaldı, kimi semt ve sokak adlarında. Biraz şanslı
olanlar yarısı yola gömülmüş, yıkık dökük bir halde.
Önemli bir kısmının ise varlığından ancak başka
yerlere nakledilen kitabeleri vesilesiyle
haberdarız. İşte bir zamanlar şehrin merkezindeyken
şimdilerde sokak aralarında tutunmaya çalışan
kaptan-ı derya çeşmelerinin hikayesi…
“Ber
mucib-i vakfiye bu çeşmede saka gediği yoktur.”
yazısı olan çeşmelerden sakaların su alması yasaktı.
Suyu
aziz bilen Osmanlı, şehirlerini kimi zaman mütevazı,
kimi zaman da şaşaalı çeşmelerle aziz kılmış.
Meydanları, mahalleleri, sokakları çeşmelerle
donatmış. Temizlik ve su içme amacıyla yapılan
çeşmeler, kentlerin estetiğine de katkıda bulunarak
halkın gündelik yaşamında önemli bir yer tutmuş.
Sadece saraylar, hamamlar, şadırvanlar, camiler,
sebiller ve büyük konaklara künklerle su getirildiği
bu dönemde bütün evlere borularla su getirme imkanı
olmadığından halk kullanacağı suyu mahalle
çeşmelerinden alırdı. Bu nedenledir ki padişahlar
başta olmak üzere hanım sultanlar, paşalar ve önemli
kişiler hayrat olarak çeşme yaptırmış. Bunlar
arasında kaptan-ı deryaların yeri ise ayrı. Gedik
Ahmet Paşa, Filibeli Hafız Ahmet Paşa, Güzelce Ali
Paşa, Cezayirli Gazi Hasan Paşa, Maryol Hacı Hüseyin
Paşa, Kemankeş Kara Mustafa Paşa, Sokullu Mehmet
Paşa, Öküz Mehmet Paşa, Merzifonlu Kara Mustafa
Paşa, Kaymak Mustafa Paşa ve Siyavuş Paşa gibi
kaptan-ı deryalık yapmış devlet adamları İstanbul
başta olmak üzere birçok kente çeşme yaptırmış.
İstanbul’da ise Eyüp’ten Sarıyer’e kadar bu
çeşmelere rastlamak mümkün. Bir zamanlar donanmanın
ve denizcilerin merkezi olan Kasımpaşa’nın her
sokağında bir kaptan paşa eseri var. Ancak birçoğu
harap. Evler arasında, toprak altında, kuytuda,
köşede kalmaktan, otopark olmaktan, bir de susuz
kalmaktan o kadar sıkılmışlar ki büyük çoğunluğu
Yahya Kemal’in Sessiz Gemisi’ne binmek üzere. İşte
kaptan paşaların yadigarları...
Cezayirli Gazi Hasan Paşa
Çeşmesi
Cezayirli Paşa’nın birden çok çeşmesi
var. Bu hangisi derseniz Cezayirli Mektebi
Sokağı’ndaki. Kesme taştan yapılmış barok üsluplu
oldukça zarif bir çeşme. Zarafeti akantüs yaprağı ve
fener motiflerinden geliyor. Evler arasında yol
seviyesinin altında kalan çeşmenin etrafı tel
örgülerle çevrili. Kaptan-ı derya çeşmeleri arasında
en şanslı olanlarındandan biri. Suyu akmasa da pek
zarar görmemiş. Zira o sokakta bir çeşme olduğunu
fark etmek oldukça zor. Hele tel örgülerden çeşmeye
ulaşmak mümkün değil. Kasımpaşa’da mektebi, çeşmesi
ve kışlası ile ünlü olan Kaptan-ı Derya Cezayirli
Sadrazam Gazi Hasan Paşa, kaptan-ı deryalar arasında
en çok çeşme yaptıranı. Kendi servetiyle su
tesislerine büyük katkılar yapmış, Topuzlu bendini
ve Taksim su tesislerini tamir ettirmiş.
Uzun Piyale Paşa Çeşmesi
Kasımpaşa’da Nalıncı Yokuşu ile
Nalıncı Mektebi Yokuşu’nun kesiştiği köşede yer
alıyor. Kaptan-ı Derya Uzun Piyale Paşa tarafından
yaptırılmış. Ön yüzde sivri kemerli birer nişlerden
oluşan yan yana iki çeşme şeklinde... Soldakinin
sivri kemeri tahrip olduğundan, sonradan sıvayla
örülmüş. Ayna taşı parçalanmış, kaplamaları
dökülmüş, altındaki tuğlalar gözüküyor. Her iki
çeşmenin de tekneleri yol seviyesi altında kalmış ve
harap durumda olup muslukları koparılmış. Zamana
karşı direnen bu çeşme önünde park eden araçlardan
görünmüyor. Denizcilik tarihimizin en az bilinen
isimlerinden olan Piyale Paşa’nın Kasımpaşa’daki bir
başka çeşmesi günümüze ulaşamamış. Kanuni Sultan
Süleyman döneminde 14 yıl kaptan-ı deryalık yapan
paşa, aslen Macaristan’da bir Hırvat kunduracının
oğlu. Mohaç Seferi’nden sonra devşirilerek saray
hizmetine alınır ve Enderun’da eğitim görür. Kısa
zamanda gösterdiği başarılarla 1554 yılında Sinan
Paşa’nın ölümü üzerine kaptan-ı deryalığa
getirildiğinde daha kırk yaşında bile değildir.
Preveze’den sonra Osmanlı’nın en büyük zaferi olan
Cerbe Deniz Savaşı’nın kumandanı da Piyale Paşa’dır.
Sokullu Mehmet Paşa Çeşmesi
Eyüp Feshane Caddesi’nde bulunan
çeşme, günümüzde aynı caddedeki Sokullu Mehmet Paşa
Türbesi’nin altında kalmış. Buradan geçerken biraz
daha dikkatli bakan gözler fark edebilir türbenin
altında bir yapı daha olduğunu. Bursa kemerli nişi
olan çeşme, Kalenderhane Caddesi’nde ve Kızıl
Mescit’in yanındaki Sokullu çeşmeleri kadar
dayanamamış anlaşılan.
Hatipzade Yahya Paşa Çeşmesi
Lale devri üslubunda yapılmış bir
meydan ve iskele çeşmesi. Zamanla ne meydan kalmış,
ne de iskele. Hatipzade çeşmesi bu duruma o kadar
içerlemiş ki önce toprağın altına gömülmüş, ardından
da bir tarafı yan yatmış. Hatta önce iş hanlarının
arkasına saklanmış, şimdilerde ise Azapkapı-Haliç
metro köprüsünün şantiyesine. Üstü otlarla kaplı
çeşmenin tek cephesindeki kitabe sağlam kalmış.
Üzerindeki lale motifleri ise pek seçilmiyor.
Bir seyyahın gözüyle
Osmanlı’nın suyla bütünleşmiş hali,
1550’lerde esir düşüp, üç yıl boyunca Kaptan-ı Derya
Sinan Paşa’nın yanında kalan İspanyol ‘Pedro’nun
Zorunlu İstanbul Seyahati’ne de yansıyor. Kanuni
devrinde kölelikten hekimliğe yükselen Pedro’nun
gözüyle; “Dünyada İstanbul ve Galata kadar çeşmesi
bol bir şehir yoktur, her sokakta muhakkak bir
çeşmeye rastlanır... Bıraktıkları her çeşit hayrat
çoktur. Bu yönden, hayatta iken de bizden cömert
davranırlar. Dört imparatorlarının yaptırdıkları
dört muhteşem camiin etrafı, hayrat ile doludur.
Paşalar da hayrat bırakırlar. Kasabalarda ve tenha
yollar üzerinde, konuklar için kervansaraylar
yaptırırlar; yollar açtırırlar; su gelmeyen yerlere,
çeşmeler diktirirler. Halk bedava faydalansın diye,
yaptırdıkları yapıların birçokları, öyle
görünüşlüdürler ki, bayağı sarayları andırırlar.”
Zaman, Haber: Tuğba Öcek, 16.05.2014
|
DRAKULA'NIN EVİ 80 MİLYON DOLAR
Romanya'nın kuzeyinde, vampir hikâyeleriyle ünlü Transilvanya bölgesinde bulunan Bran Şatosu, Avrupa'nın köklü Habsburg hanedanı üyeleri tarafından satışa sunuldu.
Türk tarihine Kazıklı Voyvoda olarak geçen Vlad Drakula'ya ait olan şato, İrlandalı yazar Bram Stoker'ın kurgu romanı "Drakula" ile tarihe geçti. Bran Şatosu'nun fotoğraflarını gören ünlü yazar, insan kanıyla beslenen Drakula karakterine hayat verdi.
Şato, her yıl 500 bini aşkın kişi tarafından ziyaret ediliyor. 13'üncü yüzyılda inşa edildiği ve yüzyıllar boyunca çeşitli savaşçı ve şövalyelere ev sahipliği yaptığı belirtilen şatonun fiyatı 80 milyon dolar olarak açıklandı.
Sabah, 16.05.2014
|
|
TARİHİ KONAK MÜZEYE DÖNÜŞTÜRÜLECEK
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma
Genel Müdürlüğünce tescil edilen merhum hattat Saim
Özel'in dedesine ait tarihi konakta restorasyon
çalışmaları sürüyor. 8 köşeli kubbesiyle dikkati
çeken konakta kente özgü kültürel unsurlar
sergilenecek. Restorasyon çalışmalarını inceleyen
SATSO Yönetim Kurulu Başkanı Mahmut Kösemusul, AA
muhabirine, ticari faaliyetleri ve sanayi
tesislerinin yanında Sakarya'nın tarih ve doğa
turizmi açısından farklı özelliklere sahip olduğunu
söyledi. Sosyal ve ekonomik açıdan kentin gelişmesi
için ellerinden gelen gayreti gösterdiklerini
belirten Kösemusul, "Taraklı ilçemiz tarihi
özellikleri olan değerli bir mekan. Türkiye'de
mimari özelliği bakımından tek fenerli köşkü satın
aldık. Restorasyonu tamamlanmak üzere, her şey
yolunda giderse yıl başında bitmiş olacak.
Restorasyon sonrasında konak, içinde yöremize ait
eşyanın sergileneceği müze olarak faaliyet
gösterecek" diye konuştu. Kösemusul, kentin tarihi
değerlerine gereken ilgiyi göstereceklerini
kaydederek, bu projeyle diğer sivil toplum
kuruluşlarına da rol model olacaklarını anlattı. -
"Taraklı, kültür, doğa ve sağlık turizmi açısından
büyük potansiyele sahip" Taraklı Belediye Başkanı
Tacettin Özkaraman da ilçenin tarihi dokusunu
sokaklarıyla sivil mimarlık örneği yapılarıyla
koruyan, Türkiye'deki ender yerleşim birimlerinden
olduğunu dile getirdi. İlçede bulunan tarihi
yapıların korunması ve restorasyonu için gerekli
çalışmaların yapıldığına dikkati çeken Özkaraman,
"Taraklı, İstanbul, Ankara, Eskişehir, İzmir ve
Bursa gibi Türkiye'nin büyük şehirlerine yakın
tarihi bir ilçe. Bu nedenle hem kültürel alandaki
bozulmamış yapıları, sokakları, el sanatları ve
gelenekleriyle hem de yayla ve mezralarıyla her
alanda büyük turizm potansiyeline sahip. Bunların
yanında yer altından çıkarılan kaynak sularıyla aynı
zamanda sağlık turizmi merkezi. Tüm bu özellikler
bir araya geldiğinde Taraklı'nın ilerleyen süreçte
hak ettiği yeri alacağını düşünüyoruz" şeklinde
konuştu. Özkaraman, konağın "cihannüma" diye tabir
edilen, fenere benzeyen, çatı arası bölümünün özel
olduğuna dikkati çekerek, "Genelde bu cihannümalar
kare ya da dikdörtgen planlıdır, Sekizgen planlı
Türkiye'de yok. Tabii bu durum esere estetik özellik
katıyor. Tüm bu değerleriyle Fenerli Konak,
Taraklı'nın simge yapısıdır" ifadesini kullandı.
Star, 15.05.2014
|
BALİ MÜZAYEDE'DE CANAN TOLON'A 600
BİN
Grand Hyatt
İstanbul’un Balo
Salonu'nda yapılan müzayedede
klasik , çağdaş ve
modern resimler ile
hat sanatı eserleri satışa sunuldu. Klasik
resimlerde Diyarbakırlı Tahsin’in “Mehtapta
Yelkenli” isimli eseri 55.000, Hikmet Onat’ın
“Halimpaşa Korusu’ndan” eseri 100.000, Leonardo De
Mango’nun “Kahvehane”si 135.000, Fabio Fabbi’nin
“Rakkase”leri 110.000 liradan satıldı.
19.yüzyıl İtalyan sanatçısı Fausto
Zonaro’ya ait İstanbul Boğazı konulu yapıtı ise
müzayedede 240.000 Liradan satışa sunulup 310.000
Liradan alıcı buldu. Müzayedenin çağdaş ve modern
resimleri arasında; Burhan Doğançay’ın “Mystery
Woman” adlı çalışması 220.000, Mübin Orhon’un “Soyut
Kompozisyon”larından biri 280.000, Ömer Uluç’un
Paris döneminde yaptığı bir eser 320.000, Hale
Asaf’ın “Şömine Başında” adlı eseri 200.000 Liradan
satıldı. Canan Tolon’dan bir başyapıt da 475.000
Liradan satışa sunulup, 600.000 Liradan alıcı buldu.
Hat sanatı eserlerinden ise “Galatalı
Ahmet Naili Efendi”nin Hicri 1212 yılında yazımını
bitirdiği Delâil-i Hayrat – Hizbül Âzam Ketebeli
260.000 liradan alıcı buldu. Yahya Hilmi Efendi’nin
“Cüz, Hilye-i Şerif ve Kıtası”ndan oluşan çok
değerli eserleri 170.000 ve 210.000, Sultan I.
Abdülhamid’in fermanı 140.000, Sultan II. Mahmut’un
fermanı 45.000, Sultan Abdülmecit’in Zerendud
Levhası da 45.000 Liradan yeni sahiplerinin oldu.
Radikal, 15.05.2014
|
ANTİK TİYATRO MEZARLIK OLARAK
KULLANILIYOR

Amasra İlçesi'nde Roma dönemine ait
olduğu tahmin edilen antik tiyatro, mezarlık olarak
kullanılıyor.
Helenistik, Arkaik, Klasik, Roma,
Bizans, Ceneviz, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait
çok sayıda esere rastlanan İlçede Kum Mahallesi
mevkisindeki antik tiyatro, 19. yüzyıldan sonra
mezarlık olarak kullanılmaya başlandı.
Amasra-Bartın karayolunun
1970-1980′li yıllarda yapımı sırasında duvarları
hasar gören, taşları da yol ve kaldırım
çalışmalarında kullanıldığı belirtilen antik
tiyatronun, gün yüzüne çıkarılması için mezarların
başka bölgeye nakledilmesi gerekiyor.
Amasra Müze Müdürü Baran Aydın, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, antik tiyatronun üst
kısmında karayolu çalışmaları nedeniyle bazı
bölümlerin örtüldüğünü düşündüklerini söyledi.
Burada ileride bir kazı çalışması
yapılması halinde antik tiyatronun büyük bölümünün
açığa çıkacağını savunan Aydın, şöyle konuştu:
“Tabii, ne kadar korunmuştur, onu
bilmemiz zor. Tiyatronun en iyi korunmuş kısmı,
‘Vomitorium’ dediğimiz tünelidir. Maalesef, şu anda
alan, mezarlık olarak kullanıldığı için bizim orada
herhangi bir arkeolojik kazı gibi bir faaliyetimiz
söz konusu değil. Mevcut mezarlık yerine başka bir
mezarlık seçilir ve mevcut mezarlar nakledilebilirse
o zaman kazı yapılabilir. Tabi, bu da gerek belediye
gerekse definlerin yakınlarıyla ilgili çok yönlü bir
iş. Mezar olmayan noktalarda yapılabilecek kazılarda
da oturma basamakları açığa çıkabilir.”
“15 bin kişilik olduğu sanılıyor”
Aydın, antik tiyatroya ait
buluntuların, 1970 ve 1980′li yıllarda yol ve
kaldırım çalışmalarında kullanılmış olabileceğini
düşündüklerini dile getirerek, özellikle tiyatronun
duvarlarını destekleyen büyük blokların, karayolunun
altını doldurma amacıyla da kullanıldığını tahmin
ettiklerini bildirdi.
Amasra’daki antik tiyatronun, yayılım
olarak İzmir’in Seferihisar İlçesi'ndeki Teos Antik
Kenti kadar göründüğüne işaret eden Aydın, “250-300
metre çapında 15 bin kişilik bir antik tiyatro
olabilir. Tabi bizim orada sondaj kazısı yapıp
tiyatronun ‘Analemna’ dediğimiz sağ ve sol
duvarlarını bulmamız, en üst basamağı tespit etmemiz
gerekir ki net bir şey söyleyebilelim” ifadesini
kullandı.
“Kazı çalışmalarına başlamak
istiyoruz”
Aydın, bunun için bölgedeki 5-6
noktada kazı yapmaları gerektiğini belirtti.
Türkiye’de bu şekilde mezarlık olarak
kullanılan çok örnek olduğunu vurgulayan Aydın,
şöyle devam etti:
“Müze Müdürlüğü olarak amacımız,
yüzde 60′ı yapılar nedeniyle kaybolan eserlerin en
azından yüzde 40′lık bölümünü kurtarmak. Bunun için
de kazı çalışmalarına başlamak istiyoruz. Amasra,
önümüzdeki 50 yıl boyunca hamam, depo ve yaşam alanı
gibi ekstra yapıların çıkabileceği müstesna bir
yerdir.”
Tiyatronun ön sıralarında o dönemin
protokolünün veya kentin ileri gelenlerinin oturduğu
“Prohedria” ismi verilen bank şeklinde oturma
sıralarının olduğunu anımsatan Aydın, bu banklardan
birinin Amasra’da Fatih Camisinin önünde olduğunu
tespit ettiklerini vurguladı.
Sabah, 15.05.2014
|
ABD SANATA TUTUNUYOR

ABD ekonomisi
son dönemde toparlanma sinyalleri verirken, bu
iyileşmenin etkileri sanat piyasasında da görülüyor.
Empresyonist ve modern sanat eserleriyle ilgili açık
artırmada geçen hafta 285 milyon 900 bin dolarlık
satış geliri elde eden ünlü müzayede evi Christie's,
New York'taki son müzayedesinde 1 saatte 134 milyon
600 bin dolarlık satış rakamını yakaladı. Asyalı
koleksiyoncuların eserleri almak için kıyasıya
yarışıyor.
SATIŞLAR 1 YILDA YÜZDE 80 ARTTI
Ünlü müzayede evi Christie's, New York'ta bir
haftada yapılan empresyonist ve modern sanat
eserleri açık artırmalarında 285 milyon 900 bin
dolarlık satış gerçekleştirirken, önceki yıla
kıyasla satışlarını yüzde 80 artırdı.
TÜRK GALERİLER FUARDAN MEMNUN
Dünya çağdaş sanatının önemli temsilcileri de bir
hafta süreyle kentte bir araya geldi. 190 çağdaş
sanat galerisi, New York'taki küçük adacıklardan
''Randall Island'' adlı bölgede açılan uzun bir
çadırda toplandı. Merkezi Londra olan "Frieze" sanat
fuarında Türk galerisi NON'un sahibi Derya Demir,
Frieze'e tek bir sanatçıyla katıldıkları belirterek,
ilk defa katıldıklarını ve genel olarak sergiden
memnun olduklarını dile getirdi. "Galeri NON"
dışında "Rampa" adlı galeri de Frieze sanat fuarına
katılan iki Türk galerisinden biri oldu.
Akşam, 15.05.2014
|
ESERİ, SAATCHI GALLERY'DE SÜRESİZ SERGİLENECEK

Genç sanatçılara el veren, onları sanat dünyasına
kazandıran Londra’daki Saatchi Gallery’nin yeni
misafiri Taha Alkan oldu.
27 yıl önce kurulan ve o günden beri modern
sanatın önemli merkezleri arasında gösterilen
galeri, Alkan’ın dijital sanat çalışması “Never
Written Story” (Yazılmamış Hikaye) adlı çalışmasını
süresiz sergileyecek. Andy Warhol, Damien Hirst,
Jeff Koons’un eserlerine ev sahipliği yapan Saatchi
Gallery’yi, her yıl 1,2 milyon kişi ziyaret ediyor.
Tate’den sonra en çok gezilen sergi mekanı olarak
biliniyor. 1984 Sivas doğumlu olan ve geçen yıl
Amerika’ya yerleşen Taha Alkan’a dijital sanat
çalışmasını ve sergi sürecini sorduk.
Birdenbire Saatchi Gallery’de karşımıza
çıktınız. Sizi tanıyabilir miyiz?
Türkiye’de Uludağ Üniversitesi Mimarlık’ta
okuduktan sonra Amerika’da Heritage Architecture
isimli şirkette mimar ve tasarımcı olarak çalıştım.
Akabinde Emre Arolat ile birlikte iki sene,
tasarımcı ve görsel yönetmenlik yaptım. Sürecin
sonunda mimari ve endüstriyel işlere sanatsal boyut
getirmek duygusu ağır bastığından mimarlıkla dijital
sanatı birleştiren bir eksene yerleştim. Bu çizgi
New York-İstanbul arasında mekik dokuyarak devam
ettiriyorum.
Dijital sanata ilginiz nasıl başladı?
Sanat bana okuldan önce ailemle geldi. Babamdan
dolayı grafik tasarımla ve Apple bilgisayarlarla
çocukken tanıştım. Çizim kabiliyetimin üzerine gidip
mimar olmayı tercih ettim. Bu sırada bir sene sülüs
hüsn-i hat eğitimi aldım. Klasik hat meşki bileğimi
terbiye etti, gözüme ölçü ve kompozisyon duygusunu
öğretti. Mimarlık eğitimini düşüncelerimle ve
yeteneklerimle harmanlamaya çalıştım. Okulda
öğrendiklerimin üzerine neler koyabileceğimi
düşündüm. Çalışmalarım başlangıçta fark edilmiyorken
daha sonra ilgi arttı.
Ne oldu?
Türkiye’den önce dijital sanat alanında dünyaca
ünlü web sitelerinden (cgsociety.org, 3dtotal.com,
cgarchitect.com) pek çok kere ödül kazandım.
Çalışmalarım, uluslar arası önemli yayınlarda
(3DArtist Magazine, 3dCreative) dünyanın en iyi
çalışmaları arasına girdi.
Amerika’ya neden gittiniz?
NTV Tarih dergisi için Gezi Parkı olayları konulu
biri kapak olmak üzere üç illüstrasyon çalıştım.
Konudan ve kapaktan ötürü dergi kapatıldı. Bu
çalışmaların minyatür versiyonu Hollanda’da
Turkartoon isimli geçici bir sergide, Greek
versiyonu ise New York’ta Güç Birliği sergisinin
tema çalışması olarak sergilendi. Çalışmamı dünya
çapında 18.000.000 kişi gördü. Türkiye’de de
sergilemek istedim ama insanlar korktular,
çekindiler. Biz de bu olaydan sonra eşimle
Amerika’ya yerleştik.
Saatchi Gallery’de sürekli sergilenen
Never Written Story’nin özelliği nedir?
Bu eser öncelikle doğduğum topraklara bir saygı
duruşu. Teknik olarak uzun ve yoğun bir çalışmanın
ürünü. Bunun altında 2d ve 3d başlıkları yatıyor.
3d, olmayan bir sahneyi ya da nesneyi bilgisayarda
sanal olarak üretip, görüntü ortaya çıkarma sanatı.
Bu tekniğin sonu Hollywood’da görsel efekt
işleridir. Bir sahneyi fiziken gerçekleştirir gibi
saçlardan ayakkabılara, trenin demir perçinlerinden
pencereden sızan ışıklara her şey ince detaylarıyla
ele alınıyor. Tıpkı bir filmin özel efektleri gibi
resmin arkasındaki hikayenin ifadesini güçlendirecek
her detay titizlikle görselleştiriliyor. Bu teknik
karmaşanın ardından resme bakanlar sıcak bir duygu
hissediyor. Tek dezavantajı, yapılan şeylerin
fotoğraf sanılması, oysaki dijital tekniklerle
yapılmış çağdaş tablolar.
Eserinizin Saatchi’ye kabul süreci nasıl
gelişti?
Saatchi’ye yaptığımız kişisel başvurunun ardından
çalışmamızın galerinin ikinci katındaki büyük
dijital ekranda sergilenmeye hak kazandığını
öğrendik ve mutlu olduk.
Farewell, The Green Mile, David El Turco…
Eserlerinizin hepsinin bir hikayesi de var.
Elbette, aslında her resim arkasında bir hikayeyi
barındırıyor. Bunlardan Farewell (Veda), TCDD
emeklisi iki dedeme ve doğduğum topraklara saygı ve
özlemimin bir ifadesidir. Her iki dedemi de
görmedim. Resimde onlar kara bir trenle istasyondan
ayrılırken annem ve babam, dünya istasyonundan
ayrılan babalarına el sallıyor. Green Mile ise basit
renk kompozisyonlarıyla birçok duyguyu büyük
ustalıkla anlatabilen Japon ressamlarına bir saygı
duruşu. Karlı bir günde kızağını çeken yaşlı Japon
karakterimiz sıcak evinin yolunu tutmuş.
Bazı çalışmalarınız sanat tarihinin
ustalarına göndermeler şeklinde.
Evet, mesela Michelangelo’nun ünlü Musa heykelini
biraz Türki bir havaya sokup ‘David El Turco’
ismiyle yorumladım. Davud heykeli bu çalışmada
kendisini hayran hayran izleyen ve elini uzatan bir
çocuğun eline uzanır gibi diz çöküyor. Sırtındaki
yelek ve başındaki fes ise yine NTV Tarih’in
Oryantalizm konulu sayısının kapağı olarak
yayınlanmıştı.
Osman Hamdi Bey’in Kaplumbağa
Terbiyecisi’ni de görüyoruz çalışmalarınızda. Hatta
terbiyeci olarak kendinizi resmetmişsiniz. Buradaki
amacınız nedir?
Osman Hamdi Bey’in ünlü Kaplumbağa Terbiyecisi
resminden ilhamla kendimi bir han revakında Osman
Bey’in kaplumbağalarıyla canlandırarak resmettim.
Maksadım, hem atalarımızın sanatını anlamak ve
anlatmak, hem dijital sanatın imkanlarının her zaman
kolay üretilen ve tüketilen formlardan ibaret
olmadığını göstermekti. Özellikle Türkiye gibi
görsel sanatların serpilme evresinde olduğu bir
yerde bu başarıyı bir nebze yakaladığımızı
düşünüyorum.
Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 15.05.2014
|
RESTORASYON ÇALIŞMASI SEBEBİYLE
APOLLON TAPINAĞI BİLETLİ GİRİŞLERE KAPATILDI
Kültür ve Turizm Bakanlığı,
Antalya Side antik
kentinde tapınaklar bölgesini restorasyon ve onarım
çalışmaları nedeniyle biletli girişlere kapattı.
Tapınaklar bölgesinin biletleri girişlere
kapatılmasıyla birlikte dünyaca ünlü turizm beldesi
Side'ye gelen turistler Athena ve Apollon
Tapınağı'na tel örgünün dışından bakıyor. Tapınaklar
bölgesinde 2 yıl önce başlayan restorasyon ve onarım
çalışmasın sonuna yaklaşıldığı, çalışma bitince
yeniden bölgenin ziyaret açılacağı belirtildi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı 2 yıl önce Side antik
kentinde AA bazilikası, Athena ve Apollon Tapınağı
alanında motosikletli geçişlerin önüne geçme ve
tarihi yapıların korunması için bölgeyi Side
Belediyesi'ne tahsis etmişti.
Bölgede restorasyon ve onarım çalışması Side
Belediyesi Fen İşleri Müdürlüğü tarafından yüklenici
bir firmaya yaptırılıyor. Tapınaklar bölgesi
restorasyon çalışması
Anadolu Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü Başkanı ve Side Kazı Başkanı
Prof.Dr. Hüseyin Alanyalı ve eşi Doç.Dr. Feriştah
Alanyalı gözetiminde yapılıyor.
Kültür ve Turizm Bakanı Yardımcısı Dr. Abdurrahman
Arıcı, Side'de tapınaklar bölgesi ile Side Belkıs'ta
Aspendos Antik Tiyatro'nun restorasyon çalışmaları
tamamlandıktan sonra ziyaret açılacağını söyledi.
Öte yandan Manavgat Belediye Meclisi'nin aldığı
kararla antik kent içine girişte trafik yoğunluğunu
ve turistlerin rahatsız olmasını engellemek için
liman ve Apollon Tapınağı önüne belirli saatler
dışında araçla gelmek yasaklandı.
Yaşlı ve engelli turistlerin Side Antik Tiyatro
önünden Apollon Tapınağı'na gitmeleri için yaşlı ve
engelli yerli ve yabancı turistlere 2 golf arabası
tahsis edildi. Yaşlı ve engelli turistlerin
bildirmesiyle yaşlı ve engelli turistler, antik
tiyatro önünden alınarak golf arabasıyla Apollon
Tapınağı ve Side Limanı'na götürülüyor.
Star Gündem, 14.05.2014
|
KAÇAK KAZIDA 1900 YILLIK LAHİT BULUNDU
Sungurlu’da bulunan Çağlamaz
Tümülüsü’nde, İl Jandarma Alay Komutanlığı
tarafından kaçak kazı yapan gruba düzenlenen
operasyonun ardından yapılan kurtarma kazısında 1900
yıllık lahit ele geçirildi. MS 96-98 yıllarına ait
olan lahit, tümülüsün altından çıkarılması nedeniyle
Türkiye’de bir ilk, dünyada ise Roma’da bulunan bir
lahitten sonra ikinci olma özelliği taşıyor. Roma
dönemine ait Çağlamaz Lahdi, Çorum Müzesi’nde
sergilenmeye başlandı.

Bugüne kadar Çorum’da bulunan en
büyük ölçekteki lahit olma özelliğini taşıyan eser,
Vali Sabri Başköy tarafından dün basına tanıtıldı.
Vali Başköy, tümülüslerin altından genellikle oda
mezarlarının çıktığını hatırlatarak, “M. S. 96-98
yıllarına ait 1900 yıllık Çağlamaz Lahdi, bir
tümülüsün altından çıkan Türkiye’deki ilk lahit,
dünyada ise ikinci lahit olma niteliği taşıyor. Bu
özelliğiyle Çorum’un arkeolojik zenginliğine artı
değer katacak bu eserin, ilimize gelen turist
sayısını artıracağını ümit ediyoruz.” diye konuştu.
45 günlük bir restorasyonun ardından Çorum
Müzesi’nde sergilenmeye başlayan lahdin tanıtımında
İl Kültür ve Turizm Müdürü Ali Özüdoğru ile Müze
Müdürü Önder İpek de hazır bulundu.
Vali Sabri Başköy, Çağlamaz Tümülüsü’nün 2012
yılından bu yana birkaç kez kaçak kazıya maruz
kaldığını belirterek, Ankara II Numaralı Kültür
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü
tarafından tümülüsün bulunduğu bölgenin 2013 yılında
I. Derece Arkeolojik Sit Alanı olarak
tescillendiğini söyledi.
Vali Başköy, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel
Müdürlüğünden alınan izin doğrultusunda, sürekli
kaçak kazılara maruz kalan Çağlamaz Tümülüsü’nde
acilen kurtarma kazısı başlatıldığını dile getirdi.

Çorum Müzesi tarafından 1-5 Nisan tarihleri arasında
yapılan kurtarma kazısına Hitit Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü’nün de destek verdiğini anlatan
Vali Başköy, “Çağlamaz Tümülüs’ünde yapılan kurtarma
kazısı sonucunda, etrafı tek sıra kesme taşlarla
çevrelenmiş ve kireçtaşından yontulmuş bir lahit
ortaya çıkarılmıştır. Lahitte bir kadına ait
olduğunu tahmin ettiğimiz insan iskeletini, kemik ve
karbon incelemesi için Ankara’ya gönderdik. Lahitin
içinde ayrıca iskeletle beraber bir altın küpe, bir
yüzük ve Roma İmparatoru Nerva adına bastırılmış bir
adet gümüş sikke bulundu.” diye konuştu.
Vali Başköy, en son 10 Mart 2014 günü bölgede kaçak
kazı yapan ve aralarında kamu görevlilerinin de
bulunduğu kişilerle ilgili idari ve adli
soruşturmanın devam ettiğini vurguladı.
Dünyada tümülüslerde lahit çıkma ihtimalinin çok
düşük olduğunu dile getiren Vali Başköy, “Daha önce
Roma’da, Roma dönemine ait bir tümülüste lahitler
bulunmuş. Çağlamaz Lahdi, tümülüste bulunmasından
dolayı hem Türkiye’de hem de Çorum’da bir ilk.
Dünyada ise tümülüste bulunan ikinci lahit.
Tümülüslerde genelde oda şeklinde mezar yapıldığını
görüyoruz. Ama burada tümülüsün altından çıkmış
olması da lahite ayrı bir özellik katıyor” şeklinde
konuştu.
Lahdin mermer yapısının yapılacak inceleme sonucunda
belirlenebileceğini ifade eden Vali Başköy,
“Lahitteki mermerin Çorum yöresine mi ait, yoksa
başka bir yöreye mi ait olduğunu ancak jeolojik
olarak yapılacak testle anlamamız mümkün olacak.”
dedi.

“Define avcıları epey
hırpalamışlar”
Müze Müdürü Önder İpek ise Roma’da ve Batı
Anadolu’da, M. S. 2. Yüzyıl’da yoğun olarak
kullanılan Girlandlı (Asma Çelenkli) lahit tipine
örnek eserin kaçakçılar tarafından kapaklarının ve
üzerindeki Eros figürünün tahrip edildiğini
belirterek, “İlk incelemelerde lahit kapağının
önceki dönemlerde iki ayrı yerden kırıldığı ve
içinin soyulduğu anlaşılmıştır. Köşelerdeki
çıkıntılardan biri yine kaçakçılarca kırılmış.
Kırılan bu akroterin bulunabilen parçaları müzemiz
konservatörü ve uzmanlar tarafından yerine
yapıştırıldı. Lahdin yüzeylerinde, Yunan
mitolojisinde aşk tanrısı olarak bilinen Eros,
belden yukarısı insan, her iki bacakları ise yılan
şeklinde işlenmiş. Bu soygun girişimlerinde ön
yüzünde kalan Eros'un da baş kısmı ne yazık ki
tahrip olmuş.” diye konuştu.
Eserle ilgili teknik bilgiler veren Müze Müdürü
İpek, lahit teknesinin 230x110 cm. ölçülerinde ve
100 cm. yüksekliğinde olduğunu söyledi. Teknenin
içinin 70 cm. derinliğinde oyulduğunu belirten İpek
şu bilgileri verdi:
“Beşik çatı biçimli akroterli lahit kapağı 240
santimetre, eni 120 santimetre, yüksekliği de 58
santimetredir. Kapağın arkada kalan yüzeyi yarı
işlenmiş halde bırakılmışken, ön yüzeyi yan yana beş
adet iri çatı kiremidi şeklinde işlenmiştir.
Akroterler üzerinde herhangi bir bezeme olmayıp düz
bırakılmıştır. Kapağın iç kısmı ağırlığı azaltmak
için oyulmuştur.”
Müze Müdürü Önder İpek, “Bölgemizde nadir olarak
bulunan bu Girlandlı Lahit örneği, yerel malzeme ile
belki de yine yerel taş ustaları ve sanatçıları
tarafından yapılmış en erken örneklerden biri olması
açısından büyük önem arz etmektedir.” dedi.

Çorum Haber, Haber: Recep Serbes, 14.05.2014
|
BALKANLARDAKİ MİRAS GÜVENDE
Yunus Emre
Enstitüsü Başkanı Hayati Develi, "Balkanlar'da
Kültürel Mirasın Yeniden İnşası" projesi kapsamında,
Hırvatistan'ın başkenti Zagreb'de, Hırvat Bilim ve
Sanat Akademisi'nin Şarkiyat Koleksiyonu'ndaki
eserleri bir araya getiren serginin açılışını yaptı.
Hırvat Bilim ve Sanat Akademisi Salonu'nda 31
Mayıs'a kadar açık kalacak serginin açılışına, Yunus
Emre Enstitüsü Başkanı Hayati Develi, Türkiye'nin
Zagreb Büyükelçisi Burak Özügergin, öteki yetkililer
ve çok sayıda davetli katıldı.
YAZMA KÜLTÜRÜNE VURGU
Arapça, Farsça ve Türkçe eserlerden örneklerin
yer aldığı "Kelime, Mektup, Resim - Hırvat Bilim ve
Sanat Akademisi Arşivi'nden Şarkiyat Koleksiyonu"
adlı sergide yaptığı konuşmada, yazma kültürünün
önemini vurgulayan Develi, "Bizim medeniyetimiz,
Türkçe, Arapça ve Farsça olarak 3 temel prensibe
sahip. Biz bu dillerde, yüzyıllardır farklı
bilimlerle ilgili bilgilerimizi paylaşıyoruz'' dedi.
Proje, Osmanlı'dan kalan eserlerin dijital ortama
aktarılıp korunmasını ve bilim dünyasına
kazandırılmasını amaçlıyor.
TARİHİN DİJİTALİ
Projeyle, Bosna Hersek ve Makedonya'dan sonra
Hırvatistan'la birlikte Osmanlı döneminden kalan
yaklaşık 8 bin el yazması eser dijital ortama
aktarıldı ve koruma altına alındı.
Akşam, 14.05.2014
|
KRİSTOF KOLOMB'UN GEMİSİ BULUNDU

Kristof Kolomb'un Amerika'yı
keşfettiği seyahatte kullanılan ve fırtınada batan
amiral gemisi Santa Maria'nın kalıntıları Haiti
açıklarında bulundu.
İngiliz Independent gazetesi ABD'li arkeologların 10
yıldır üzerinde çalıştıkları ve yüzyılın sualtı
arkeolojisi alanındaki en büyük keşiflerinden birini
haberinde dünyaya duyurdu. Ünlü kaşif Kristof
Kolomb'un 1492'de Amerika'nın keşfiyle sonuçlanan
deniz seyahatinde Atlas Okyanusu'nu geçerken
kullandığı gemilerden Santa Maria'nın kalıntıları
Haiti açıklarında bulundu. Haiti'nin kuzey
kıyılarında bugüne kadar deniz yatağındaki 400'den
fazla anormallik üzerinde çalıştıklarını söyleyen
arkeolog Barry Clifford, "Tüm coğrafi kanıtlar,
deniz altı topoğrafyası ve arkeolojik bulgular
Kolomb'un amiral gemisini bulduğumuzu işaret ediyor"
dedi. Clifford, Haiti hükümetinin kendilerine çok
yardımcı olduğunu belirterek artık gemiye ait
kalıntıların çıkarılması için uğraşacaklarını
söyledi.
GERÇEĞİ ÖĞRENEMEDEN ÖLDÜ
15'inci yüzyılın ikinci yarısında İspanya'da inşa
edilen gemi 1492'de Kolomb tarafından kiralanmış ve
Asya'ya yeni bir yol bulmak için çıkılan tarihi
deniz keşfine çıkılmıştı. 37 günlük yolculuğun
ardından Bahamalar'a ulaşan Kaptan Kolomb ve filosu
yaklaşık 10 hafta sonra Haiti açıklarında gece
seyrederken kayalıklara çarptı. Gemileri battıktan
sonra Haiti adasına çıkan Kolomb ve filosu, Yeni
Dünya'daki ilk Avrupa kolonisini adada kurmuştu.
Kolomb, geriye kalan 2 gemiyle İspanya'ya dönerek
Aragon Kralı II. Fernando ve İspanya Kraliçesi I.
Isabel'i 'keşfi' konusunda bilgilendirdi. Ancak
Kolomb o sırada ayak bastığı toprakların Asya kıtası
olduğunu sanıyordu ve gerçeği öğrenemeden yaşama
veda etti.

Sabah, 14.05.2014
|
DÜNYANIN İLK PLANLI ŞEHRİ, PLANSIZLIKLA TANIŞTI!

Aydın Söke’de Güllübahçe ile Yuvaca Köyü arasında
antik Yunan kenti olan Priene, dünyanın ızgara
formunda planlanmış ilk kenti olarak anılıyor.
Makila Dağı’nın eteklerinde ve Söke Ovası’nın en
batı ucundaki bu tarihi yerleşim yerinin hemen
yakınında şu sıralar hummalı bir çalışma var.
Adalet Bakanlığı, 1200 kişi kapasiteli yeni Söke
Cezaevi’ni inşa ediyor. T tipinde yapılacak
cezaevinin yerleşkesinde açık ve kapalı cezaevinin
yanı sıra lojmanlar olacak. Yapımına Temmuz 2013’te
başlanan ve 750 gün taahhüdü bulunan inşaat
bittiğinde tarihi antik kentin yeni komşusu bir
cezaevi olacak. Uzmanlar yükselen cezaevi inşaatı
karşısında şaşkın.
Planlı, ölçülü, 80 blokluk kent
Arkeolog Prof.Dr. Necmi Karul, bir İyon kenti
olarak MÖ 4. yüzyılda kurulan Priene’nin özellikle
4. yüzyıldaki planlaması ile mimarlık tarihi
açısından önemli bir yere sahip olduğunu anlarak
şunları söyledi: “Priene’de yolların tümü birbirini
dik açı ile keser. Tüm kavşaklar arasındaki mesafe
aynıdır ve bu haliyle kent 80 eşit bloka ayrılan bir
plana sahiptir. Bu haliyle Priene modern kent
planlarının öncüsü; ilham kaynağıdır. Priene’de
‘Demeter Tapınağı’ gibi çok sayıda özel yapı,
tiyatro ve
belediye binası gibi
kamu yapılarının bulunmasının yanı sıra
Pompei’yi andıran konutları ile de sıra dışı bir
görünüme sahiptir. Priene kenti Efes ile aynı kaderi
paylaşmış ve eskiden deniz kenarında iken
bugün Menderes Nehri’nin taşıdığı alüvyonlar
nedeniyle içerilerde kalmıştır. Priene korunmuş
anıtsal yapıları, çevresine hakim konumu ile Ege
kıyısındaki en iyi korunmuş antik kentlerden
biridir.”
Priene’nin turistlerin ilgi odaklarından biri
olduğuna değinen Karul, ”Elinizde Priene gibi tarihi
ve kültürel bir zenginlik varsa çevreyi bu değere
göre planlamanız gerekir. Cezaevleri ne yazık ki
insanda acı, hüzün gibi duygular çağrıştıran
yapılardır. Priene’nin yakın çevresinde bu tür bir
yapının inşası ancak plan yapmayı bilmeyenlerin
ülkesinde mümkün olabilir” diye konuştu. Priene ile
cezaevinin arası birkaç yüzme metre. Bölgede, milli
parklar, Apollo Tapınağı, yaklaşık 100 kilometre
uzaklıkta da Efes bulunuyor. Tarihi, narenciye
bahçeleri ile bilinen sakin bölgede cezaevi
yapılması, hem tarih hem de turizm açısından olumsuz
karşılanıyor.
Radikal, 14.05.2014
|
ANADOLU MEDENİYETLERİ MÜZESİ YENİDEN AÇILDI

Dört yıldır restorasyonda olan Ankara’daki
Anadolu Medeniyetleri Müzesi, dün yeniden ziyarete
açıldı. 1997 yılında “Avrupa’da Yılın Müzesi
Ödülü”nü alan müze, Ankara Kalesi’nin dış duvarının
güneydoğu kıyısında, yeni işlev verilerek
düzenlenmiş iki Osmanlı yapısında yer alıyor.
Bu yapılardan biri
Mahmut Paşa Bedesteni, diğeri Kurşunlu Han. Günümüz
müzecilik anlayışıyla düzenlenen müzede Paleolitik
Çağ’dan başlayarak Doğu Roma Dönemi sonuna kadar
olan süreçteki eserler kronolojik olarak
sergileniyor. Açılışta konuşan Kültür ve Turizm
Bakanı Ömer Çelik, 11 yıllık süreçte 103 müzenin
bakım, onarım, teşhir tanzim çalışmalarının
tamamlandığını söyledi ve ekledi: “Aynı dönem
içerisinde 41 adet yeni müze ve birim ilk defa
ziyarete açıldı. Ayrıca 190 müze ve müze
müdürlüklerimiz bağlı olarak faaliyet gösteren 191
özel müze ile ülkemizde müzecilik faaliyetleri
sürdürülüyor.” Anadolu Medeniyetleri Müzesi, her gün
08.30-19.00 saatleri arasında gezilebilir.
Zaman, 14.05.2014
|
500 YILLIK BAŞYAPITLAR TEHLİKEDE

Roma ’daki prestijli müzelerden Borghese
Galerisi’nde yer alan Rönesans başyapıtları,
havalandırma sisteminin yenilememesi yüzünden
bozulma tehlikesiyle karşı karşıya. Müzenin bozuk
klimalarının yenilenememe nedeni ise İtalyan
hükümetinin ekonomik kriz sonrası kıstığı masraflar.
Müze, iki aydır bozuk olan klimaları tamir ettirecek
ödeneği bulamıyor. Galeride Tiziano, Caravaggio,
Raffaello ve Bernini gibi Rönesans döneminin en
önemli isimlerinin yapıtlarının yanı sıra antik
heykeller ve mozaikler de var. Müzenin direktörü
Anna Coliva, acil bir durumla karşı karşıya
olunduğunu söylüyor, “1997’de kurulan klima sistemi
tamamen iflas etmiş durumda” diyor. Havalandırma
sistemiyle ilgili sorunun yıllardır çözülemediğini
anlatan Coliva “Yeni bir sistem kurulması talebi
dört, beş yıldır gündemde. İki yıl önce de
motorlardan biri yenilendi ama sonra kaynak
eksikliği nedeniyle başka bir şey yapılamadı” diyor.
Müzenin bir çalışanı da bu mevsimde hava
sıcaklıklarında ani değişimler yaşandığını
vurgulayarak “Dondurucu soğuktan dayanılmaz
sıcaklara geçiyoruz. Bu yüzden pencereleri açmak
zorunda kalıyoruz” diyor. Koruma ve Restore Yüksek
Enstitüsü’nden Elisabetta Giani ise pencereleri
açmanın eserleri büyük risk altına sokabileceği
uyarısında bulunuyor. Rönesans dönemi sanatçıları
Caravaggio ve Bernini’nin finansörlüğünü de yapan
Kardinal Scipione Borghese tarafından yaptırılan
Galleria Borghese, yılda 500 bin ziyaretçiyle
İtalya’nın en çok ziyaret edilen müzeleri arasında.
Radikal, 13.05.2014
|
OSMANLI'NIN İLK SARAYI GÜN IŞIĞINA ÇIKMAYI BEKLİYOR

vBursa'nın Yenişehir İlçesi'nde, duvar
kalıntılarının bulunduğu Osmanlı'nın ilk sarayı gün
ışığına çıkarılmayı bekliyor.
Sarayın Matrakçı Nasuh'un günümüze ulaşan
gravürlerinde yer aldığını belirten araştırmacı-
yazar Nurettin Baydur, sarayı tamamının ortaya
çıkarılması için çalışma başlatılmasını istedi.
Osman Gazi'nin Bursa'yı fethetmeden önce
yaklaşık 25 yıl boyunca kullandığı ilk saraya ait
ilk kalıntılar Ulucami Mahallesi Gökgöz Meydanı
yakınlarında bulundu.
Duvar kalıntılarının yer aldığı özel
mülkiyete ait alan halen su ve tüp deposu olarak
kullanılıyor.
Arkeolog ve tarihçilerden oluşan ekiplerin
bölgede araştırma yaptığını belirten Nurettin
Baydur, "Matrakçı Nasuh'un günümüze kadar ulaşan
gravürlerinde de bulunan Osmanlı'nın ilk sarayının
şu an Yenişehir İlçesi'ndeki Ulucami'nin güneyinde
bulunan ve depo olarak kullanılan bu alan olduğu
düşünülüyor" dedi.
Nurettin Baydur, Osmanlı'nın tarihteki ilk
sarayını ortaya çıkararak geleceğe kazandırmak
gerektiğini söyledi.

Baydur, "Yenişehir Osmanlı Devleti
döneminde önemli bir merkezdi. Bursa'nın
fethedilmesinden önce cihan devleti olan Osmanlı,
Yenişehir'de yıllarca kaldı. Önemli anlaşmalara ve
iş birliklerine Yenişehir'de imza attı. Şehir
merkezindeki sarayın kalıntılarından yola çıkarak
tarihi yapıya en kısa sürede ulaşılmalı ve bu tarihi
mekan ortaya çıkarılmalı" dedi.
Yenişehir'deki ilk sarayın bulunduğunu
tahmin ettikleri yerin özel şahsa ait olduğunu
kaydeden Baydur, sarayın Osmanlı mimarisini
yansıttığını anlatarak, "Belki yükseliş dönemindeki
saraylar gibi değil ama Osman Gazi Han'ın ikametgahı
burasıdır. Bursa fethedildikten sonra bile şehzade
düğünleri Yenişehir sarayında yapılırdı. Uzun yıllar
bu devam etmiş. Osmanlı'nın ilk uluslararası
anlaşması Yenişehir Sarayı'nda imzalanmış. Bunları
bir bir ortaya çıkarmamız lazım. Yeri, mevki olarak
belli, ama bu arkeolojik kazılarla ortaya çıkabilir"
dedi.
Araştırmacı- yazar Nurettin Baydur, "Burası
çok önemli bir yer. Burası sadece Yenişehir için
değil, Bursa için de çok önem taşıyor. Bu Saray
mutlaka gün yüzüne çıkarılmalı, daha sonra da 'Dünya
Kültürel Miras Listesi'ne alınmalı" dedi.
Cnn Türk, 13.05.2014
|
ROMA DÖNEMİNİN ÖLÜ GÖMME GELENEKLERİ DİKKAT ÇEKİYOR

Amasya Müzesinde Roma dönemi ölü gömme
geleneklerinin sergilendiği bölüm, ziyaretçilerin
ilgisini çekiyor Müzenin birinci katındaki vitrinde
sergilenen, 22 ayar altınlarla süslenen kuru kafa,
antik dönem ölü gömme geleneklerini
bugüne yansıtıyor. Amasya Müzesi Müdürü Celal
Özdemir, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 2012
yılında Şamlar Mahallesi'nde gerçekleştirilen
kazılarda çıkarılan Roma dönemine ait kuru kafanın,
müzelerinde antik dönem ölü gömme geleneklerine göre
sergilendiğini söyledi. Söz konusu uygulamanın
ziyaretçilerin ilgisini uyandırdığını ifade
eden Özdemir, "Antik dönemde özellikle soylu kişiler
günlük hayatta sevdikleri kıymetli eşyalarla
defnediliyordu. Bölgemizdeki kazılardan ele geçen
gömü adetleriyle ilgili mezarlardan elde edilen
eşyaları, Roma dönemine ait kuru kafa üzerinde
sergileyerek o dönemde insanların nasıl
defnedildiğini yansıtmaya çalıştık" dedi. - Kuru
kafa,
altın varak süslemelerle sergileniyor Altın
varakla süslü kuru kafanın ağız, göz ve kulaklarının
yanı sıra başının üstünde bir de tacı bulunduğunu
anlatan Özdemir, şunları kaydetti: "Antik dönemde
bir gelenek var, özellikle bölgemizde görülen Pagan
dininde. Ölen bir kişinin ağzına son kez ismi
söyleniyor ve ağzı altın bantla kapatılıyor. Yine
antik dönemde ölen kişinin dişlerinin arasına zengin
ise altın,
orta halliyse gümüş, fakir ise bronz
para konularak gömülmesi geleneği,
müzemizin en ilgi çeken bölümünü oluşturuyor. Burada
da biz küpeleriyle, kolyesiyle ve varak
süslemeleriyle antik Pagan inancında bölgemizdeki
ölü gömme geleneklerini temsil etmesi amacıyla kuru
kafayı teşhir ediyoruz."
Mynet Haber: Fatih Mehmet Kürkçü, 13.05.2014
|

|
BUHURDANA
375 BİN TL
Osmanlı eser ve objelerinden oluşan 918 parçalık özel koleksiyon Beyaz Müzayede'de satıldı.
Müzayedenin en yüksek satışlı eseri, 375 bin TL ile 16. yüzyıl Kanuni dönemine ait yeşim, yakut ve zümrüt taşlarıyla süslü buhurdan oldu.
İbrahim Çallı’nın ‘Cariye’ tablosu 300 bin TL’ye alıcı buldu.
Akşam, 13.05.2014
|
DÜNYADAKİ 38 KİŞİDEN BİRİ AMA...

ABD'de sempozyumlara
davet edilen Dünyadaki profesörlerin referans
gösterdiği, her kitabeyi okuyabilen ve tercüme eden
74 yaşındaki Mehmet Kuşman şimdi Çavuştepe
Kalesi'nin girişinde, eskiden kazıevi olarak
kullanılan taş kulübede hayat mücadelesi veriyor.
40 yıldır Çavuştepe
Kalesi'nin bekçiliğini yapan Kuşman'a hiçbir yardım
yapılmıyor.
Her gün sabah 05.00'te
kaleye gelen Kuşman, vali olsun, milletvekili olsun,
kaymakam olsun birçok önemli şahsın
Van'ı ziyaret edip kaleye geldiğini belirtip
onlardan yardım talep ettiğini ancak 'bakarız'
denilerek geçiştirildiğini söyledi.
Kuşman, geçimini küçük
kulübesinde taşların üzerine yaptığı
Urartuca eserlerle sağlıyor.
Taş üzerine 105 harften
oluşan Urartu alfabesini yapması tam 7 gününü
alıyor.
Gelen misafirlere
Çavuştepe Kalesi'ni gezdiren ve Urartularla ilgili
bilgi veren Kuşman, kalenin tüm tarihini yanındaki
küçük çantasında taşıyor.
Kuşman: "Gözlerimi
kapattığım zaman bile Urartuları görüyorum" diye
anlatıyor tarihe olan ilgisini.
Bekçilik yaptığı yıllar
boyunca boş durmak
yerine
aldığı kitaplarla Urartu dilini çözen, ayrıca
turistlerle anlaşabilmek için dört ayrı yabancı dil
de öğrenen Kuşman, yabancı ülkelerden
araşırmacıların getirdiği Urartu yazıtlarını
çeviriyor.
Dünyada 38 kişi Urartuca
biliyor ve 37'si akademisyen. Vanlı Mehmet Kuşman'ın
ise hiçbir eğitimi yok. Şimdi taş kulübesinde
gelecek olan yardımları bekliyor.
Haber 7, 13.05.2014
|
TARİHİ CAMİDE YANGIN ÇIKTI
Afyonkarahisar'ın İscehisar İlçesi'nde 154 yıllık
Konarı Köyü Cami, henüz belirlenemeyen bir nedenle
çıkan yangında hasar gördü.
Konarı Köyü'nde 1860 yılında yaptırılan camide,
henüz bilinmeyen bir nedenle dün gece yangın çıktı.
Camiden alevlerin yükseldiğini fark edenlerin haber
vermesi üzerine gelen İscehisar Belediyesi İtfaiye
Müdürlüğü ekipleri yangına müdahale etti. Çevre
İlçelerden gelen takviye ekiplerin de müdahale
ettiği yangın kontrol altına alınarak söndürüldü.
İtfaiye ekipleri olası bir patlamaya karşı ısınmada
kullanıldığı belirtilen 2 sanayi tüpünü camiden
dışarı çıkardı. Yangın nedeniyle tarihi camide hasar
meydana geldi.
Köyün tek camisinin kullanılmaz hale geldiğini
belirten vatandaşlar, yaklaşan ramazan öncesinde
yardım beklediklerini söyledi.
Sabah, 12.05.2014
|
|
ÇAĞDAŞ SANATIN PATRONU KADINLAR
Türkiye'nin ilk çağdaş sanat müzesi İstanbul
Modern'in Başkanı Oya Eczacıbaşı ‘ekonomik
kalkınma ve sanata ilgi' arasında bağlantıya
değinerek, “Yerli ziyaretçilerin yüzde 67'si
kadın. Kadınların sanata ve çağdaş sanata ilgisi
çok daha yüksek. 11 Aralık 2004'te açılan
İstanbul Modern bugüne kadar (10 yılda) 5
milyondan fazla ziyaretçi ağırladı” dedi.
Bilenler bilir, İstanbul
Modern'in kuruluşunun arkasında çok emek var.
İstanbul'da çağdaş sanat müzesi açmak fikri ilk
1987'de ortaya çıktı ama müzenin açılması 2004'ü
buldu. İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı
Oya Eczacıbaşı, 10 yılı geride bırakırken
sorularımızı yanıtladı.
İstanbul Modern 10 yılı geride bıraktı? Neler
sığdırdınız bu süreye?
- Dünyanın seçkin çağdaş sanat verimlerini
Türk izleyicilerine olduğu kadar, bizim
sanatçılarımızın eserlerini de dünyada tanıttık.
11 Aralık 2004'te açılan İstanbul Modern,
bugüne kadar 5 milyonu aşkın ziyaretçi ağırladı.
Kendi binasında 5 sürekli, 78 süreli sergi
düzenledi. Yurtdışında düzenlenen 16 sergiyle
toplam sayı 99.
New York'taki
MoMA'nın yılda 2.5 milyon, Londra'daki Tate
Modern'in 5.3 milyon ziyaretçi ağırladığını
düşünürsek…
- Batı'nın neredeyse 250 yıllık geçmişe
sahip olan müze ve müzecilik kültürü ile
karşılaştırdığımızda henüz yolun başındayız.
Ancak, İstanbul Modern'in, 2009'da Avrupa
Müzeler Forumu Özel Ödülü ve 2010'da
Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Ödülü başta
olmak üzere çok sayıda ödüle layık görülmesi
henüz başlarında da bulunsak, doğru yolda
olduğumuzu gösteriyor.
Ziyaretçi profili
nasıl?
- Yüzde 60 yerli, yüzde 40 yabancı
ziyaretçi. Yerli ziyaretçilerin yüzde 67'si
kadın. Yabancılarda kadın erkek dağılımı eşit.
Yerli ziyaretçilerin yüzde 25'i ise 28 yaş altı.
Kişi başı milli
gelir son 12 yılda 3 kat artarken, kültür ve
sanata ilgi nasıl arttı?
- Benzer bir artış olduğunu söyleyebiliriz.
12 yıl önce kimsenin aklına yılda 650 bin
ziyaretçinin gezeceği bir modern sanat müzemiz
olacağı gelmezdi. Çağdaş dünyada, kültür sanat
faaliyetlerinin sayısı ve görünürlüğü ile
ekonomik dönüşüm arasında paralel bir ilişki
olduğunu görüyoruz.
Sanat
bir yatırım aracı da aynı zamanda…
- Evet sanat çok önemli bir yatırım aracı. Ama
öncelikle bir kültürün kendisini tanıyabildiği,
başkalarıyla paylaşabildiği bir temsil alanı olarak
görmek gerek. Sanat galerilerinin sayısı arttı, yeni
koleksiyonlar oluştu, müzayedecilik kültürü büyük
bir etkileşim yarattı. Doğru yönlü olarak da sanatçı
sayısı ve üretim arttı.
İstanbul merkezli bir
sanat ekonomisinden söz edebilir miyiz?
- Sanat yapıtı öncelikle manevi değere sahiptir,
maddi değeri ondan sonra gelir. Bu değer, kültürlere
ve sosyo-ekonomik düzenlere göre değişir. Şüphesiz
bugün İstanbul merkezli bir sanat ekonomisi var.
Yakın bir zamana kadar sadece klasik dönem
sanatçılarımızın koleksiyonları müzayedelerde ilgi
görüyordu. Artık hem modern hem de çağdaş
sanatçılarımızın eserlerine ilgi arttı.
Şimdi
bu alan özelleştirildi ama İstanbul Modern'in içinde
kalacağı sözleşmede var. Siz de bir şeyler yapacak
mısınız binaya?
- Burayı aldığımızda dışını boyamamız bile
yasaktı. Dışını yenileme izni çıktı.
Dış cepheyi de,
özelleştirmeden bu antrepoları alanlar mı yapacak?
- Bölgedeki dönüşümde İstanbul Modern'in müze
olarak varlığının ve işlevinin büyümesi için gerekli
her koşulu gözden geçiriyoruz. Sponsorların katkı ve
desteği çok önemli. Şu ana kadar her zaman böyle
ilerledik, bundan sonra da böyle olacağına
inanıyorum.
İstanbul Modern 10'uncu yıla özel neler yapacak?
- Haziran'da açılacak ses, müzik ve görsel
sanatlar arasındaki ilişkiyi öne çıkaran ‘Çok Sesli'
adlı sergimiz, Türkiye'de 20. yüzyılın başından bu
yana üretilen çalışmalara odaklanıyor. Eylülde Türk
sinemasının 100. yılı nedeniyle, ‘Yüzyıllık Aşk:
Türkiye'de Sinema ve Seyirci İlişkisi' başlıklı bir
sergiye evsahipliği yapacağız. Müzenin dış cephesine
Sarkis'in Gökkuşak'ını koyduk.
Hürriyet, Haber: Demet Cengiz,
Fotoğraflar: Levent Arslan, 12.05.2014
|
GÖBEKLİTEPE'DEN ÇIKAN 700 ESER, YENİ
MÜZEDE SERGİLENECEK

Şanlıurfa’nın 18 km kuzeydoğusundaki
Göbeklitepe’deki arkeolojik kazılar, bu sene 20.
yılını doldurdu. Bir yıldır yerli turistlerin
akınına uğrayan Göbeklitepe’de çıkarılan 700 eser,
temmuz sonunda açılması planlanan Şanlıurfa
Arkeoloji ve Mozaik Müzesi’nde sergilenecek.
Dünyanın en eski ve en büyük inanç
merkezi olduğu anlaşılan Göbeklitepe’de arkeolojik
kazılar başlayalı 20 sene oldu. 12 bin yıl
öncesinden haber veren bölge son bir senedir yerli
turist akınına uğruyor. Kazı başkanı Berlin Alman
Arkeoloji Enstitüsü Orient Bölümü uzmanı ve Erlangen
Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Klaus Schmidt ve
80 kişiden oluşan kazı ekibi ise yeni bilgilere
ulaşmak üzere bölgede çalışmalara devam ediyor. Bu
yılki kazılar 25 Mayıs’ta sona erecek. Klaus
Schmidt, eşi Çiğdem Köksal-Schmidt ve Almanya,
Belçika, Hollanda’dan gelen bilim adamları, her gün
saat 06.00’dan 14.00’e kadar yeni kazı alanında
çalışıyor, sonra Şanlıurfa merkezdeki ‘kazı evi’nde
yemeklerini yiyip dinleniyor, akşam üzeri 17.00 gibi
tekrar kazıya devam ediyorlar.

Schmidt’e göre 90 dönümlük
Göbeklitepe’deki kazılar, 50-60 yıl daha sürebilir,
bölge o denli büyük ve zengin. Bugüne kadar 1 ibadet
yeri ortaya çıkarıldı. Schmidt, kazı alanının
etrafında 21 adet gömülü ibadet yeri olduğunu
söylüyor ve ekliyor: “Ana kazı alanının sağ ve
solunda benzer yapılara ulaşabiliriz ama amaç az
kazı ile çok bilgiye ulaşmak.”

Göbeklitepe’nin en karakteristik
buluntuları T şeklindeki dikilitaşlar. Üzerinde
tilki, kuş, yılan, turna gibi hayvan figürleri
bulunan ve boyutları 5 metreye kadar çıkabilen bu
anıtsal taşlara yeni kazı alanlarında da rastlandı.
Fakat bu seferkilerin üzerinde daha fazla hayvan
figürü var. Schmidt, “Biz zannediyorduk ki, taş
devrinde insanlar ellerinde sopalarla geziyor,
mütevazı ve basit bir şekilde yaşıyorlar. Oysa o
dönemde de bir medeniyet var. Tarımı bulmuşlar,
inanç merkezi yapmışlar. Bütün arkeoloji dünyası şu
anda bunları konuşuyor.” diyor. Göbeklitepe ile
ilgili bu yılki en önemli gelişme, 20 yıldır
çıkarılan eserlerden 700’ünün, yapımı beş yıldır
süren ve temmuz sonunda açılması planlanan Şanlıurfa
Arkeoloji ve Mozaik Müzesi’nde (Müzenin adı daha
önce Edessa olarak açıklanmıştı) sergilenecek
olması. Göbeklitepe’nin kendisi zaten açık hava
müzesi gibi ama kazılarda bulunan küçük heykeller ve
kandil gibi çeşitli eserler sergilenmemişti.
37 bin metrekarede, 10 bin eser
Göbeklitepe ziyaretinden sonra
Şanlıurfa Arkeoloji ve Mozaik Müzesi Müdürü Müslüm
Ercan, müzeye basın turu düzenledi. Üç ay sonra
açılacak müzeyi önden görmenin heyecanı ile Ercan’ı
soru yağmuruna tuttuk. Müzede toplam 10 bin eser
sergilenecek. Dışarıdan bakıldığında sarımtırak
rengiyle oldukça büyük bir alana yayılan 37 bin
metrekarelik müze, iki bölümden oluşuyor. 31 bin
metrekarelik alan arkeoloji müzesine ayrılmış.
Burada tarih öncesi çağlar; paleolitik, neolitik ve
kalkolitik dönem anlatılacak. Sergilenecek en önemli
eserler arasında Nevali Çori Höyüğü bulunuyor. 23
yıl önce Atatürk Barajı’nın altında kalacağı için
olduğu gibi kaldırılan ve bugüne kadar aynen korunan
höyüğün kurulumu bitmiş. Göbeklitepe ana kazı
alanının benzeri de yine burada sergilenecek.
Müzenin 6 bin metrekarelik ikinci
bölümü ise Haleplibahçe adı verilen mozaik müzesi.
Şanlıurfa’da 11 ayrı merkezde tespit edilen 500
metrekare mozaik, yerlerinden kaldırılıp buraya
getirilmiş. İki bölüm arasına inşa edilen
Arkeopark’ta ise tarihi canlandırmalar ve eğitim
faaliyetleri yapılacak. Arkeopark’ın en sürpriz
canlandırması, 6D teknolojisi ile hazırlanan Hz.
İbrahim’in ateşe atılması olacak. Şanlıurfa, çok
daha büyük sürprizlere gebe bir şehir. Çünkü
Göbeklitepe ile çağdaş, 6 ören yeri daha bulunuyor.
Göbeklitepe’nin bu yılki sponsorlarından Akyürek
Holding, bölgenin bilinirliğinin artması için
tanıtım çalışmalarına destek veriyor.
Zaman, Haber: Sevinç Özarslan,
12.05.2014
|
"RESMEN BİZİMLE DALGA GEÇİYORLAR"
Kaçırılan tarihi eserlerle ilgili “Anadolu’nun
Gözyaşları” isimli bir kitap hazırlayan Yaşar
Yılmaz, Eros başını “uzun süreli ödünç”
verebileceğini söyleyen Victoria & Albert Müzesi
için “Resmen bizimle dalga geçiyorlar. Müzenin bu
tavrına kibirli bir anlayış hakim” diyor.

Victoria&Albert Müzesi’nin, 1883’te
Türkiye’den
İngiltere’ye
götürülen Eros başını Türkiye’ye ödünç
verebileceğini ancak bunun için eserin mülkiyetinin
kendilerinde olduğunun kabul edilmesi gerektiğini
açıklaması üzerine aslında mühendis olan ama
yıllardır antik kentler üzerine çalışan Yaşar
Yılmaz’la buluştuk. “Anadolu’nun Gözyaşları” isminde
bir
Kitap çıkaracak
olan Yılmaz: “Su değirmenlerinde, değirmen döndükçe
ses çıkaran bir dil olur. Değirmenci o sesi duymazsa
bir sorun olduğunu anlar. Değirmencinin değirmeni
kaybetmiş olmasına rağmen sadece dilin peşine
düşmesiyle ilgili bir hikaye vardır. Bu da o hesap.
200 bin eseri kaybetmişiz. Değirmen gitmiş,
biz Eros başını arıyoruz.”
Nasıl
değerlendiriyorsunuz müzenin bu teklifini?
Resmen bizimle dalga geçiyorlar. Müzenin bu tavrına
kibirli bir anlayış hakim. Bu “Geri kalmış
Müslümanlar ne anlar bundan” anlayışıdır.
Nasıl
bir yanıt vermek gerekir?
Ben Başbakan’ın yerinde olsam dosyayı koyarım
önlerine; sadece Eros başını değil, Ksantos
eserlerini,
Troya eserlerini,
Kyzikos eserlerini, Halikarnas Mozolesi’nin
parçalarını, Knidos eserlerini, mozaikleri isterim.
“Vermiyorsanız kazı izinlerinizi iptal ediyoruz”
derim. Buna yanıt vermiyorlarsa da “Sizi artık 50
milyon
dolar üzeri
ihalelere çağırmayacağım” derim. Biz bu tavrı
gösterecek hükümetleri seçmeliyiz. Cumhuriyet
kurulduktan sonra
Amerika resmi kazı
izni istemiş bizden. Yeni kurulmuş, beş parasız ama
yiğit cumhuriyet, “Eserlerimizi geri vermedikçe bu
topraklarda ebediyen kazı izni yok” diyerek kafa
tutmuş. 1924’te eserler geri gönderilmiş. Böyle bir
örnek var önümüzde. Eğer paramız yok, onlara
kazdırmaya mecburuz diyorlarsa da önerim şu: Bu
eserler 2 bin yıldır toprağın altında duruyor, 50
yıl daha dursun. Bizden sonraki nesiller bizden daha
cesur olacak, teknolojiyi daha iyi kullanacak. Onlar
çıkarır.
“Türkiye’deki tarihi eserler de pek iç açıcı durumda
değil, orada en azından iyi bakılıyor” diyenler
var...
Bence bizim tarihi eserlerimiz gayet iyi
durumda. Bilinçli olarak yok edilen yok en azından.
Cahil iktidarlar dönemlerinde zarar görenler oluyor.
“Bu
eserleri biz satın aldık ya da siz kendi rızanızla
verdiniz” diyenlere ne dersiniz?
Satın aldıysan aldın, o senin riskin. Zaten pek çoğu
zorla alınmış. Bazıları da Osmanlı sultanlarının
cahilliğinden yararlanılıp alınmış.
bugün bir Afrikalı
çocuğun elinde kıymetli bir
Elmas madeni olsa,
ona bir şişe kola verip o madeni alsan bu hukuki,
ahlaki olur mu? Ayrıca Osmanlı’nın verdiği izinleri
de ben inceledim; bunları kapsamıyor. Çoğunun
inceleme izinleri var sadece.
Ne
hissediyorsunuz Türkiye’den giden eserleri
sergileyen müzeleri gezerken?
Üzülüyorum, utanıyorum. Aslında övünmeliyiz. O
eserleri yapan ustalar bu coğrafyada yetişmiş
sonuçta...
Avrupa
ülkeleri bu sorunları kendi aralarında nasıl
hallediyorlar?
Napolyon binlerce eseri Louvre’a taşıdı. Bunun
üzerine
Avrupalılar
“Birbirimizi soyacağımıza Doğu’daki avanak ülkeleri
soyalım” dediler ve 1820’de bir centilmenlik
anlaşması imzaladılar.
“Şartsız iade edilmesi gerekir”
Prof.Dr. Akile Gürsoy (Yeditepe Üniversitesi
Antropoloji Bölüm Başkanı)
Eros üremeyi sembolize eden, Yunan mitolojisinde
aşkı temsil eden bir tanrı veya figürdür.
Anadolu’da pek çok
Eros heykelciği ve başı bulunmaktadır. Söz konusu
Eros başı, Sidamara Lahdi’nin parçasıdır. Bu lahdin
19’uncu yüzyılda
Konya’da bulunmuş
olduğu ve daha sonraları 20’nci yüzyılın başlarında
İstanbul
arkeoloji Müzesi’ne
getirilmiş olduğu biliniyor. Eros başının bu
lahitten koparılarak veya zaten kopmuş olan bu
parçanın alınarak İngiltere’ye götürüldüğü
anlaşılıyor.
Uluslararası hukuk ve kamu vicdanı bu
tarihi objenin bize şartsız iadesini gerektirir.
Kendi içinde bütünlük taşıyan bir sanat eseri olan
lahdin bir parçasını teşkil eden Eros başının,
Türkiye’ye iadesi ve orijinal yerine konularak
sergilenmesi gerekir.
“Anadolu’nun Gözyaşları”ndan biraz bahser misiniz?
Yedi yılda dokuz ülke, 80 civarı müze gezdim. 80 bin
eser tespit ettim. Bu eserlerin fotoğraflarını
çektim, envanter numaralarını, nereden geldiklerini
kaydettim. Türkiye’den götürülüş öykülerini yazdım.
Kitap bunlardan oluşuyor. Çalışmaya başladığımda
kendi kendime şunu dedim; “Hans, George, Hristo
uyan! Anadolu’nun Mehmet’i geldi, tespitine
başladı.” Çünkü biliyorum ki benden sonra bu
tamamlanacak ve bu eserler geri gelecek.
Bu
kitabı kendi imkanlarınızla mı hazırladınız?
Kültür Bakanlığı destek olmak istedi ama ben
teşekkür ettim. Ben bir amatörüm. Para, unvan bana
sökmez. Tepemde bir hoca, rektör yok. Korkusuzca
yeni öneriler ortaya atabiliyorum. Mühendislik
eğitimi aldım. Bir şey aklıma takıldı mı onu
kurcalarım. Bu işe de kendi imkanlarımla başladım,
sonra meslektaşlarım destek oldu.
Nasıl ilgi duydunuz bu alana?
Daha önce antik tiyatrolarla ilgili bir çalışma
için bütün Anadolu kentlerini tek tek gezmiştim.
Onun çok etkisini gördüm. Diyelim Cleveland’da
müzedeyim, bir eserin altında “From Bubon”
(Bubon’dandır) diyor. “From Turkey, from Anatolia”
(Türkiye’den, Anadolu’dan) demiyor. Hemen
yakalıyorum; Bubon,
Burdur’un Çamlık
Köyü. O eseri kaydediyorum.
Ne
gibi zorluklarla karşılaştınız bu çalışmayı
hazırlarken?
Büyük müzelerde iki saat sonra gözün oturacak yer
arar. Benim de arıyor, 60 yaşına gelmiş bir adamım.
Ama varis çorabı giyerek gidiyorum. Bakanlık
heyetiyle bir müzeye giden biri iki-üç saat ayırır.
Ama ben sadece British Museum’da 11 gün çalıştım.
Dünyada da benim gibi amatörlere bu yüzden itibar
ederler. Gittiğimde müzeye yakın bir otele
yerleşiyorum;
Sabah açılırken
giriyorum müzeye, akşam kapanırken çıkıyorum. Öğle
tatilinde odama gidip duş alıp devam ediyorum.
Müzeleri gezerken başınıza ilginç şeyler de
geliyordur...
İngiltere’deki Fitzwilliam Müzesi üç kez fotoğraf
makineme el koydu. Normalde yasak da olsa küçük bir
makineyle çekmeye devam ediyorum, bazen görüp tepeme
biniyorlar.
Milliyet, Haber: Güliz Arslan,
11.05.2014
|
İSTANBUL'DA TARİHİN AKIŞINI
DEĞİŞTİRECEK KEŞİF!
 
  
 
Marmaray Projesi
Gebze-Haydarpaşa
hattı
Pendik
mevkisinde,
İstanbul
arkeoloji
Müzesi denetiminde süren kazı çalışmalarında
bulunan yerleşim alanında yapılan incelemelerde,
8 bin 400 yıl öncesine ait 35 mezar, el
baltaları, kemik kaşık, deri dikmeye yarayan
kemik iğne, arpa ve buğday dövmek için havan,
öğütme taşı, çakmak taşları, obsidyen kesici
aletler,
Bizans dönemine
ait çanak-çömleklere rastlandı.
Konuya ilişkin AA muhabirinin
sorularını yanıtlayan İstanbul Arkeoloji Müzesi
Arkeoloğu Sırrı Çölmekçi, kazılarda şu ana kadar
MÖ 6400 yılına ait 35 mezara ve çok sayıda
çeşitli yaşamsal malzemeye rastladık larını, bu
alanda yapılan kazıların, İstanbul'un Suriçi
diye ifade edilen yerleşim alanının tarihi
hakkında önemli ip uçları verdiğini anlattı.
Buluntuların, Taş Devri hakkında
da önemli bilgiler verdiğini ifade eden
Çölmekçi, Asya ve Mezopotamya'dan gelen
kavimlerin
Avrupa'ya
geçişleri hakkında önemli bilgiler de içerdiğini
aktardı.
Milliyet, 11.05.2014
|
12 BİN YILLIK TARİH GÜN YÜZÜNE
ÇIKARILIYOR

Şanlıurfa’da çiftçilik yapan Şavah
Yıldız 1986’da tarlasını sürerken küçük bir
erkek heykeli
buldu. İki yıl sakladıktan sonra heykeli Şanlıurfa
Arkeoloji Müzesi’ne götürdü. Uzmanlar, milattan önce
6 - 7 binlere ait olduğunu saptadı. 1995’te Alman
Arkeoloji Enstitüsü’nden Harald Hauptmann yüzey
çalışmalarına başladı. Arkeolojik kalıntılar
bulununca da 1996’da Alman arkeolog Klaus Schmidt
çalışma başlattı. 18 yıl sonra dünyanın ilk tapınağı
olan ve 12 bin yıllık geçmişe sahip Göbeklitepe
tapınağı bulundu.
En büyük keşif
Göbeklitepe, 2005’te 1.
derece sit alanı
ilan edildi. Alanda
20 adet tapınma amaçlı alan keşfedildi. Altısı gün
yüzüne çıkarıldı. Göbeklitepe, ilk kez tarım yapılan
yer. Tapınak yapılarındaki kurt kafaları, yaban
domuzları, leylek, tilki, ceylan, akrep, yılan ve
kafası olmayan insan kabartmasıysa yerleşik yaşama
geçişte dinsel inanışların da etkisinin
olabileceğini gösteriyor. ‘İnsanlığın doğduğu yer’
denilen Göbeklitepe, UNESCO Dünya Mirası Geçici
Listesi’ne alındı. Son yılların ‘en büyük arkeolojik
keşfi’ olarak gösteriliyor.
Kazılar 60 yıl
sürecek
Akyürek Holding sponsorluğunda yürütülen
Göbeklitepe’deki kazıların ortalama 60 yıl
süreceğini söyleyen kazı başkanı Klaus Schmidt şöyle
diyor: “T biçimli dikilitaşlar Göbeklitepe’nin en
karakteristik buluntuları. Bu taşlardan ikisi,
yapıların merkezinde bulunuyor ve boyları beş
metreye kadar çıkıyor. Üzerine kabartma veya kazıma
tekniğiyle çeşitli hayvan motifleri ve soyut
şekiller bulunuyor. Amacımız buluntuları hızlı
şekilde ortaya çıkarmak yerine, az kazı yaparak en
fazla veriye ulaşmak. Tarih kitaplarını değiştirecek
önemli veriler elde edeceğiz.”
Radikal, Haber: İdris Emen,
11.05.2014
|
ARKEOLOJİDE UYGARLIĞIMIZ YERİN
DİBİNDE

Gelip geçmiş birçok medeniyete ev
sahipliği yapan
Anadolu’nun
tarihi,
Yontma Taş Devri’ne (Paleolitik Devir) kadar
uzanıyor. Karain, Beldibi, Belbaşı mağaralarında
izlerine rastladığımız bu dönem için tarih, “2
milyon önce başladı, 10 bin yıl önce bitti” diyor.
Köklerinin bu kadar eskiye uzadığını bilmek bile,
Anadolu’nun altında yatan on binlerce yıllık
birikimin muazzam yanını anlatmaya yeter. Böylesine
devasa bir hazinenin gün yüzüne çıkabilen parçaları,
devede kulak. Büyük kısmı yer altında. Sayılarının
70 bin civarında olduğunu söyleyen de var. Tarihi
eser cennetinde sayı vermekten çekinen de…
Ayrıntılardaki görüş ayrılıkları, bir gerçekte
bitiyor. O da, arkeoloji koşusuna en az bir asır geç
başlayan ülkemizin kültür politikalarındaki
yanlışlar nedeniyle, bu farkın daha da açıldığı…
EN ÇOK UYGARLIK BU
TOPRAKLARDA
Anadolu’nun sahip olduğu arkeolojik eserlerin
potansiyelini anlayabilmek Ege Üniversitesi Klasik
Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Ömer
Özyiğit’in cümleleri, önsöz niteliğinde: “Dünyada
arkeolojik anlamda dört ülke önemli: İtalya,
Yunanistan, Mısır ve Türkiye. Bu dördü içinde
Türkiye, uygarlıkların çeşitlilikleri yönünden başta
gelir. Paleolitik, Neolitik çağlardan sonra
Hattiler, Hititler, Urartular, Frigler, Lidyalılar,
İyonyalılar, Helen Uygarlığı, Romalılar,
Bizanslılar, Selçuklular, Türk Beylikleri ve
Osmanlılar dönemi... Bu çeşitlikte uygarlıklar,
diğer üç ülkede yok.”
ENVANTERDEKİ SORUN:
KENTLERE GÖRE TESCİL
Faruk Şüyün
gibi araştırmacılar, yerin altına gizlenen 70 bin
civarında tarihsel, kültürel ve dinsel nokta
olduğunu iddia etse de; Akdeniz Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi
Prof.Dr. Nevzat Çevik, Anadolu gibi bir yer
için sayı vermenin mümkün olamayacağı kanaatinde.
Çevik, yüzey araştırmalarında çıkan kalıntı miktarı
belliyse de, tespite ve tescile girmemiş, bilimsel
keşif konusu olmamış binlerce eserden bahsediyor:
“Bunlardan bir kısmı ortada duruyor; ama bürokrasi
tespit ve tescil etmediği için henüz bilim de
keşfetmemiştir! Bilinmeyenler, bilinenlerden çok
daha fazladır. Yerin altında, antik kentlerin
teritoryal alanlarında kalan binlerce çiftlik, yer
altı mezarı, tarım terası var.”
Arkeolojide bir kent, bir bakanlık tescili anlamına
geliyor. Dolayısıyla antik bir şehrin dışında olduğu
için sayılar arasına da giremeyen çokça eserden
bahsediyor Nevzat Çevik.

Arkeologlar
için kazmak kadar önemli olan bir olgu daha var:
koruma! Prof.Dr. Ömer Özyiğit, en büyük zorlukları
da bu noktada yaşadıklarını belirtiyor: “Kültürel
düzeyimiz, bu sorunların başında geliyor. Avrupa
önce kültürel düzeyi, sonra ekonomik düzeyi
önemsemiş. Biz ise önce ekonomik düzeyi yükseltmeyi
önemsiyoruz. Az önce saydığım dört ülke içindeki
İtalya’da, Ortaçağ dönemine ait evler hala
ayaktalar. Biz ise 19. Yüzyıl mimarisini yok ettik.”
Sadece ayakta olan kültürel varlıklar için değil,
kazı bekleyen, yeraltındaki binlerce eser için de
koruma, başta geliyor. Prof.Dr. Nevzat Çevik’in
sözleri de bu eksende, yabana atılamayacak cinsten:
“Kazılacak çok yer olsa da, her yerin kazılması
gerekmez. 2000 yıl toprak altında kalan bir kentin o
şartlardaki yerini koruyarak, 50 yıl, 100 yıl sonra
da kazısını yapabilirsiniz. Ancak bilim ekiplerinin,
arkeoloji ekiplerinin başında beklediği yerler
korunabiliyor. Maalesef bu korumayı da hiçbir yasa
yapamaz.”
ARKEOLOJiMiZiN
BABASI: OSMAN HAMDi BEY
İlk müze olan Mecma-ı Asar-ı Atika’nın ancak 1846’da
açılabildiği Anadolu’da, arkeolojik uyanış da Osman
Hamdi Bey’le başlıyor. Hani şu meşhur Kaplumbağa
Terbiyecisi’nin ressamı! Türkiye’de arkeolojinin
olduğu kadar, çağdaş müzelerin de kurucusu sayılan
Osman Hamdi, 1874 tarihli Asar-ı Atika
Nizamnamesi’ni 9 yıl sonra yeniden düzenleyerek,
Osmanlı topraklarından Batılı ülkelere eski eser
kaçırılmasını da büyük ölçüde önledi. Zira bu
nizamname ilk haliyle, kaçakçılığı yasaklamadığı
gibi, kazılarda çıkan eserlerin üçte birini kazı
yapana, üçte birini arazi sahibine, üçte birini de
devlete veriyordu.
“BiZE POSASI KALDI”
1700’lü yıllarda İtalya'da Pompei ve Herculaneum
gibi kentler kazılmaya başlanırken, bizde ise
toprağa ilk küreği, 1871 yılında, Troia için ter
dökecek Alman arkeolog Schliemann vurdu. Kazıda,
Batıdan en az bir asır geriden takip ediyoruz.
Sadece bu da değil… Kazı çalışmalarını yapan yabancı
arkeologların çıkardıkları eserleri, ülkelerine
götürmelerine yasalarımızla yıllarca destek verdik.
Nevzat Çevik’in deyimiyle
“19. yüzyılda Paris’te sit ilanları ilan edilirken,
Anadolu arkeolojide karanlık dönemini yaşadı.
Topraklarımızdan çıkarılan dünyaca ünlü eserler
teker teker kaçırıldı. Özellikle de 1830-1880
arasında… Bize onların posası kaldı.”
KAÇAKÇILIĞA DEVLET
TEŞVİKİ!
Arkeolojinin itibar kazandığı Cumhuriyet dönemini,
yakın dönem Türk tarihini de kapsayan bir acizlik,
yaşadığımız, Prof.Dr. Ömer Özyiğit’in anlatımıyla:
“1910 yılındaki Asar-ı Atika Nizamnamesi’ne göre,
eski eser kaçakçılığının cezası 10 liraydı. O
yönetmelik ta 1973 yılına kadar geldi. O tarihte de
bu cezanın hiçbir değeri olmadığı için tarihi eser
kaçakçılığının boyutu korkunç oldu. 1973’te Eski
Eserler Yasası çıktı. Böylece kaçakçılık da
yeraltına indi. Gidenlerle çok sayıda müze
kurulurdu. Kaçakçılık öyle fazla oldu ki, 1960-1973
yılları arasında Batının talebini karşılayamaz
duruma geldik. Bu nedenle sahte eserler ortaya
çıktı. Bu sahtelerin güzel olanları, yurtdışına
illegal olarak çıkarıldı ve dünya müzelerine ‘özgün
eserler’ olarak girdi. Daha kötülerini ise bizim
müzelere sattılar. 1973’ten sonra da bu sahte
eserlerin etkisi devam etti. 1983 yılında, 1863
Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası
çıkmasaydı, Türkiye daha kötü durumdaydı.”
Bugün, Haber: Fatih Vural, 11.05.2014
|
80 YILLIK 'MİSAK-I DİNİ' DAVASI:
AYASOFYA

Milliyetçi-mukaddesatçı' çevreler
Ayasofya'yı tekrar ibadete açmak için yine atakta.
Müzeye karşı çıkanların tezleri, konunun öteden beri
'Türk-İslam' zihniyet haritasının sorunlu
bölgelerinden biri olduğunu gösteriyor.
Yıllardan beri Ayasofya’yı tekrar
ibadete açmak için mücadele veren
‘milliyetçi-mukaddesatçı’ çevreler yeniden atağa
geçtiler. Bu sefer, MHP, AKP, Gülen Cemaati
arasındaki taktik savaşına da şahit oluyoruz. Bu
haftaki yazımı, Ayasofya'nın müze olmasının
hikayesine ve bu karşı çıkanların tezlerine
ayırdım.
İlk yapıldığında adının sadece Megale Ekklesia
(Büyük Kilise) olduğu rivayet edilen, ancak
5.yüzyıldan itibaren Aya Sofya (Kutsal Hikmet) diye
anılmaya başlayan bu olağanüstü yapının Ortodoks
aleminde özel bir yeri var. Bazı kaynaklara göre
şehrin kurucusu I. Constantinus (hd 324-337) bazı
kaynaklara göre oğlu Konstantinos (hd 337-361)
tarafından inşa edilen üstü ahşap kaplı ilk
bazilika, 20 Haziran 404’te yanmıştı. Onarım ancak
415 yılında, II. Thedosios döneminde tamamlandı.
Kilise, 13 Ocak 532’de başkentin ünlü araba yarışı
takımları Maviler ve Yeşiller’in çıkarttığı Nika
Ayaklanması’nda, şehrin diğer önemli binaları ile
birlikte yandı ama hemen halka vergi salındı ve
onarıma başlandı. Rivayete göre, 100 ustabaşının
emrindeki 10 bin amelenin çalıştığı inşaat 5 yıl 11
ay 10 sürmüştü. Bina o dönem için öyle olağanüstü
boyutlara sahipti ki, 27 Aralık 537’deki açılış
töreninde, imparator İustinianos’un “Seni geçtim
Süleyman!” diye haykırdığı rivayet edilir.
Işıkların Dansı
77 metreye 71,70 metrelik bir dikdörtgenin
içinde yer alan yapının en önemli unsuru ortalama
çapı 31,22 metre olan hafif elips biçimli
kubbesidir. İlk yapılışında yerden 49 metre
yüksekliğinde olan kubbe 558 yılındaki onarımda 7
metre yükseltilince, 49,5 metre yükseklikte olduğu
rivayet olunan “Süleyman’ın Tapınağı” geçilmişti.
“Kaplanamaz, sınırlanamaz bir boşluk, çevrelenemeyen
evrenin sembolü olduğu” düşünülen ana kubbenin ve
yan kubbelerin altındaki 91 penceresinden süzülen
ışığın milyonlarca altın mozaik parçası üzerindeki
muhteşem dansı, güneş ışıklarının hem dışarıdan
geliyor, hem de içeriden doğuyor etkisi yaratmasına
neden olurdu. Daha sonraları, kötü onarımlar sonucu
ışıklar hiyerarşisi bozuldu ve bu büyülü etki
kayboldu. Bugün gördüğümüz yapı esas olarak üçüncü
dönemin ürünü.
Aya Sofya’nın
“İslamlaşması”
Tarihçi Tursun Bey’e göre Fatih Sultan Mehmed 29
Mayıs 1453’de şehre girdiğinde, Aya Sofya’yı görünce
önce hayranlığını ifade etmiş, ardından Farsça bir
beyit okuyarak, kilisenin harap halinden duyduğu
hayreti dile getirmişti. Beytin Türkçesi şöyleydi:
“Örümcek Kisra’nın takında perdedarlık ediyor/Baykuş
Efrasiyab’ın kalesinde nevbet vuruyor...”
Fetihten sonra, şehrin bu bölgesinin sulh ile değil,
savaşla alındığı iddia edilerek, kilise derhal
camiye çevrildi, padişahın hocası Akşemseddin’in
okuduğu ilk hutbeden sonra Osmanlı dönemi başladı.
Bundan sonraki asırlarda Aya Sofya’nın başına gelen
iyi ve kötü olayları anlatmaya yerimiz yetmez. Bu
yüzden kocaman bir adımla Cumhuriyet dönemine
atlayalım.
1923’te Lozan’ın imzalanmasından sonra hukuken vücut
bulan Türkiye Cumhuriyeti devleti, uzman ve bütçe
sorunları yüzünden Ayasofya’ya ancak 1926 yılında el
atabildi. Ancak esas çalışma, 1931 yılında ABD’deki
Bizans Enstitüsü’nün kurucusu, ilk ve tek yöneticisi
Thomas Whittemore (1871-1950) adlı arkeolog, düşünce
ve sanat adamının Ayasofya’nın çeşitli yerlerinde
varlığı bilinen ancak üzerleri kalın bir badana
tabakasıyla kaplı olduğu için görülemeyen mozaikleri
çıkarmak için Türkiye’ye başvurmasıyla başladı.
ABD ve Avrupa’da bilimsel çevrelerden destek gören
Bizans Enstitüsü, İstanbul’daki Bizans anıtlarının
restorasyonu (aslına uygun onarımı) ve konservasyonu
(korunması) için gerekli parayı ABD’deki bazı
sanatseverlerden ve vakıflardan sağlayacaktı. Yani
bu işin Türkiye’ye bir maliyeti olmayacaktı. Gerekli
iznin verilmesi üzerine Whittemore, Yunanlı ve
İtalyan uzmanlardan oluşan ekibiyle Ayasofya’da
çalışmaya başladı. İlk olarak ana mekana açılan
‘İmparator Kapısı’ üzerindeki İsa ile ona secde eden
imparator mozaiğini ortaya çıkardı. Bunu yaklaşık 20
yıl sürecek çalışmalar sırasında çıkarılan başka
mozaikler, freskler izleyecekti. Bu arada kubbe
demir kuşakla güçlendirildi, bazı yerler restore
edildi.
Balkan Paktı Hediyesi
1934 ortalarında bir akşam sofrasında Celal
(Bayar) Bey’in Mustafa Kemal’e Yunan Başbakanı’nın
Atina’da kendisine Balkan Paktı’nı kabul etmesi için
Ayasofya konusunda “Kamuoyunu memnun edecek bir
ortam doğsa, belki bundan yararlanıp bir şeyler
yapılabilir” dediğini aktarmıştı. Mustafa Kemal’in
cevabı şöyleydi: “Az önce, Vakıflar Genel Müdürü
buradaydı. Ayasofya Camii’ni tamir edecek para
bulamıyorlar. Bugünkü hali ile harap ve bakımsız.
Hatta mezbelelik. Ayasofya’yı müze yapsak, hem
harabiyetten kurtarsak, hem Yunanlılara bir jest
yapsak Balkan Paktı’nı kurtarabilir miyiz? Öyleyse
yapalım.”
Ayasofya arşivinde bulunan bir toplantı tutanağına
bakılırsa, bu konuşmayı izleyen günlerde, İstanbul
Asar-ı Atika Müzeleri Müdürü (İstanbul Arkeoloji
Müzeleri) Aziz Bey’in (Ongan) odasına beklenmedik
bir anda Maarif Vekili Abidin Özmen gelmiş ve
Ayasofya’nın müzeye çevrileceği, bunun için ilgili
hazırlıkların yapılmasını ve bir komisyon
kurulmasını istemişti. Haberin duyulması üzerine
sadece yerel basın değil dış basın da konuya büyük
ilgi göstermişti. Örneğin New York Times gazetesinde
şöyle yazıyordu: “Atina’daki Panteon ve Agra’daki
Taj Mahal gibi tarihin hiçbir zamanına hiçbir
ulusuna bağlı olmayan yalnız insanlığa miras kalan
bazı medeniyet abideleri vardır. [1]İşte bu
abidelerden biri de Asya ile Avrupa arasında Boğazın
yamaçlarında yükselen Ayasofya’dır. Doğunun olduğu
kadar Batı’nın da duygularını canlandıran bu büyük
saygı sembolü şimdi yeni değişikliğe hazırlanıyor.
Ayasofya bir Hıristiyan kilisesi olarak kurulmuştu.
Sonradan bir Müslüman Camii oldu. Modern düşünceli
Türkiye Ayasofya’yı dünyanın en ünlü bir müzesi
yapmaya tasarladı.”
Sonuç olarak, Bakanlar Kurulu Ayasofya Camii'ni, 24
Kasım 1934 tarihli ve numarasız bir kararla müzeye
dönüştürdü. 9 Aralık 1934 tarihinde Müzeler Genel
Müdürlüğü'ne devredilen Ayasofya’nın kapısına aynı
gün “Tasnif ve tamir sonuna kadar müze kapalıdır”
yazan bir levha asıldı. Gerekli bütçe sağlandı ve
kollar sıvandı.
Ayasofya’da nelerin sergileneceği konusunda uzun
tartışmalar yaşandı. Kazasker Mustafa İzzet
Efendi'nin dev levhaları Sultan Ahmet Camii’ne
taşınmak istendiyse de halkın tepkisinden korkulduğu
için, ‘levhaların kapılardan çıkmadığı’ söylenerek
Ayasofya’nın içinde yere indirildiler ve ters
çevrildiler. (14 yıl sonra bakanlık devreye girerek
levhaları eski yerlerine astırdı. Böylece hem
Ayasofya müze olarak kalmış, hem de İslami değerler
korunmuş havası verildi.) Ayasofya'daki vakıflara
ait eşyalar depolara kaldırıldı, halıların bir
bölümü Edirne'deki Selimiye Camii'ne gönderildi.
Sadece şamdanlar, minber, mihrab ve mihrabın önünde
birkaç halı bırakılmıştı. Venedik Belediyesi’nin
Ayasofya galerilerine, 1204 yılında
Konstantinopolis'i yağmalayan Haçlı ordularının
Venediklilerin şefi Henrico Dandalo adına tunçtan
bir levha koyma isteği Atatürk tarafından sert bir
dille geri çevrildi. Müzenin giriş ücreti 11 kuruş
olarak belirlendi, biletler basıldı ve nihayet,
Ayasofya Müzesi 1 Subat 1935’de halkın ve
turistlerin ziyaretine açıldı. Ayasofya Müzesi ilk
açıldığı gün 463 yerli ve 280 yabancı tarafından
ziyaret edildi. Atatürk 6 Şubat 1935’de Ayasofya
Müzesi'ne gelerek incelemelerde bulundu. Müzenin
şeref defterine yazı yazdı. Ayasofya Kütüphanesini
de gezen Atatürk sonra avluda yapılan kazılar
hakkında bilgi aldı, hasar gören yerlerin
onarılmasını ve bahçenin de düzenlenmesini istedi.
İstasyon makasçısının
mektubu
Bu minvalde 15 yıl geçti. Ayasofya’nın tekrar cami
olması için ilk başvuru, Kartal-Yunus İstasyon
makasçısı Halit Deliyumruk tarafından 30 Eylül 1950
tarihli bir mektupla DP'li taze Başbakan Adnan
Menderes'e yapıldı. Ardından Türk Milliyetçileri
Derneği bu konuyu gündeme getirdi. Ama Menderes bu
taleplere kulak asmadı. Ardından 27 Mayıs 1960
darbesi oldu. Konu 6 Mayıs 1964'te Adalet Partisi
(AP) İzmir Senatörü Lütfi Bozcalı tarafından
Senato'da (o tarihte Meclis iki kamaralı idi)
yapılan bir konuşmayla güncellendi. Aynı günlerde
Tercüman gazetesi bu konuda bir anket düzenledi.
Ankete cevap verenlerden Oktay Aslanapa ve İsmail
Hami Danişmend Ayasofya’nın cami olmasını uygun
bulurken, Ermeni Patriği Sinork Kalutsyan binanın
devletin malı olduğunu müze veya cami olarak
istediği gibi kullanabileceğini söylüyordu. CHP ise
Ayasofya'nın müze olarak kalmasından yanaydı. Ama
sonuç olarak konuyu sahiplenmiş görünen AP de
kulağının üstüne yattı ve Ayasofya müze olarak
kaldı.
1970’li yıllardan itibaren siyasi İslam’ın
güçlenmeye başlamasıyla tartışmalar tekrar canlandı.
CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, mevcut statüyü
savunurken, ortağı MSP Genel Başkanı Necmeddin
Erbakan, Ayasofya'nın müze yapılmasının, ne
kanunlara ne de vakıf senedine uyduğunu söyledi ama
arkasını getirmedi. O tarihten beri konu zaman zaman
gündeme getiriliyordu. Ama son yıllarda
“Ayasofya'nın müze olmasının İslam dünyasının
bağrına saplanmış bir hançer olduğu” şeklinde
kışkırtıcı bir kampanya sürüyor. Kampanyayı
yürütenlerin argümanlarını ve bunlara verilen
cevapları özetlemek gerekirse:
Fatih’in vakfiyesi
ihlal mi edildi?
Öncelikle, İslamcı çevrelere göre, tapu
kayıtlarında Ayasofya’nın Fatih Sultan Mehmet’in
mülkü olarak görülüyordu ve Fatih’in
vasiyetnamesinde “Benim bu camimi camilikten
çıkartacak olanların üzerine Allah’ın, insanların ve
meleklerin laneti olsun. Azapları hafiflemesin.
Kıyamet gününde yüzlerine bakılmasın” yazıyordu.
(Fatih’in ceylan derisine yazdırdığı 66 metrelik
vakıfnamenin 5 metrelik bölümü 1950′li yıllarda
İngiltere’ye sergi için götürülmüş ve bir daha
dönmemişti. Kalanı ise Tapu-Kadastro Genel Müdürlüğü
Kuyud-ı Kadime Arşivi’ndeydi.) Bu çevrelere gore
Vakıf senedinin hilafına Ayasofya'nın müze
yapılması, Fransız tipi katı laiklik
uygulamalarından biri olarak din özgürlüğüne
vurulmuş bir darbe idi.
Bu teze itiraz edenlere göre ise, Fatih
Kanunnamesi'nde, Osmanlı Devleti'nin son bulması
halinde, yerine kurulacak devletin başkanının vakfın
da başkanı olacağı yazılıydı. Yani Atatürk, Fatih'in
vakfının başkanıydı ve Ayasofya ile ilgili kararları
almaya hakkı vardı. Atatürk'ün bu kararı almasının
maddi temelleri de vardı. Ayasofya’nın bakım ve
onarımı için gerekli geliri sağlayacak kaynakları
yoktu. O tarihe kadar Ayasofya'nın bakım ve tamirini
Vakıflar Genel Müdürlüğü yapmıştı ama bütçe bu
masrafları karşılamakta zorlanıyordu.
Kararın arkasında
Batı dünyası mı var?
Bu çevrelere göre, Ayasofya’nın müzeye
çevrilmesi 1923'te Lozan’da Batılı ülkelere verilmiş
bir sözün gereğiydi. Böyle bir söz verildiğine dair
bugüne dek hiçbir yazılı ve sözlü kanıt ortaya
çıkmadığı gibi, o tarihlerde Ayasofya'nın müze
olmasından Hıristiyan alemi pek de mutlu olmamıştı.
Çünkü Ayasofya'nın müze yapılmasıyla, Hıristiyan
dünyasını, “Hıristiyanlığın en kutsal mabedinde
Müslümanlar namaz kılıyor” diye kışkırtmak artık
mümkün olmayacaktı. Müslüman dünyası da ikiye
ayrılmıştı. Mısırlı alimler “Ayasofya’nın müze
yapılması, şirke teslim edildiğinin işaretidir”
derken, Bağdat'ta bir grup “Ali Tantavi'nin
Mekke'nin avukatlığını yapmak istediği İslamiyet,
Müslüman milletlere bugündü dünyada hiçbir hayır ve
menfaat temin etmemiştir. Bilakis onları ecnebi
devletlerin elinde esir ve zelil bırakmıştır.
Halbuki Atatürk’ün ve bugünkü Türklerin
[1]İslamiyeti bağımsız ve kuvvetli bir Türkiye
vücuda getirmiştir. Bize ve bütün Müslümanlara böyle
bir İslamiyet lazımdır. Ali Tantavi Mekke’de ne
kadar haykırırsa haykırsın biz onun [1]İslamiyetini
değil, Atatürk’ün [1]slamiyetini tercih ederiz. Bize
de Cenabı-ı Hakkın bir Atatürk nasip etmesini
dileriz” diye mektuplar yazıyordu Ankara'ya. (Bu
ifadeler, bugün bazı yazarların kararnamede yer alan
“Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi bütün Şark alemini
sevindireceği” cümlesini garipseyerek “herhalde
dilleri sürçtü, Garp alemi diyecekken, Şark alemi
dediler” diyenlere cevap olabilir mi bilmem...)
Atatürk yanıltılmış
mıydı?
Daha o günlerde bu konuyu araştırmak üzere
çeşitli kişilerle görüşmeler yapan gazeteci ve
matbaacı Ziyad Ebuzziya’ya göre ise Mustafa Kemal
“ibadete kapatmak mı? Komisyon çizmeyi aştı. Böyle
münasebetsizlik olur mu hiç? Ayasofya camidir, aynı
zamanda da müze olacaktır. Maksat budur” demiş ama
komisyon bildiğini okumuştu. Maarif Vekili Abidin
Özmen “Katiyen, tamir bittikten sonra ibadete
açılacaktır. İbadete kapamak diye bir şey olur mu?”
derken Dahiliye Vekili Şükrü Kaya ise “kesinlikle
söz konusu değil” diye teminat vermişti. Daha
sonraki yıllarda Şükrü Kaya, Mustafa Kemal’in
kızdığının, ibadet bölümünü Bizans müzesi yapmak
fikri olduğunu söyleyecekti.)
Bazılarına göre ise Ayasofya’nın müze yapılması iki
savaş arası dönemin psikolojik harekatlarından
biriydi ve Mustafa Kemal hayatta olsaydı savaştan
sonra müzeyi camiye çevirirdi!
Ayasofya Kararnamesi
sahte mi?
Konuya bürokratik teamüller ve uygulamalar
açısından yaklaşanlar ise, Ayasofya Kararnamesi'nin
içerdiği garipliklere işaret ediyorlar. O tarihte
genel uygulama olarak kararnameler Bakanlar
Kurulu'nda görüşülüp karara bağlandıktan sonra bir
numara alarak Resmi Gazete'de yayımlanırdı. Ama
numarasız kararnameler de olurdu. Resmi Gazete'de
1934 yılının Kasım ayına ait 67 adet numarasız, 19
adet numaralı kararname yayımlanmıştı. Bunlar
arasında 24 Kasım 1934 tarih ve 2/1589 Sayılı
Ayasofya Kararnamesi yoktu. Bugün de, ortada
tasdikli iki adet kopya olduğu halde kararnamenin
aslı yok. Dahası bu kopyaların birinci sayfasında
‘Kararlar Müdürlüğü’ ibaresi okunurken, ikinci
sayfasında ‘Muamelat Müdürlüğü’ yazılı. Dahası, 24
Kasım 1934’te düzenlenen başka iki kararname 1613 ve
1614 sayılı iken aynı günlü bu kararname 1589 sayılı
idi. Dahası 7 Kasım 1934 tarihli bir kararname 1636
sayılıydı. Gerçekten de bu karışıklıklara ikna edici
bir cevap vermek zor. Ancak o dönemin bütün
yazışmaları incelendikten sonra numaralama
konusundaki bu çelişkilerin mantığını anlamak mümkün
olabilir.
Atatürk’ün imzası
taklit mi?
Ama en ilginç iddia, Ayasofya’yı müzeye çeviren
24 Kasım 1934 tarihli ve numarasız kararnamedeki
‘Mustafa Kemal Atatürk’ imzasının ileriki yıllarda
(1940'larda) taklit edildiğiydi. Çünkü bu kişilere
göre Mustafa Kemal gibi ‘hukuka saygılı’ biri,
kendisine Atatürk soyadını veren 24 Kasım 1934
tarihli kanun Resmi Gazete'de yayımlanmadan (ki 27
Kasım 1934’e yayımlanacaktı) imzasını ‘Atatürk’ diye
atmazdı. Üstelik Atatürk’ün ilk harfi küçük harfle
yazılmıştı. Bu Mustafa Kemal’in tabiatına uygun bir
davranış değildi!
Hakikaten de, Mustafa Kemal, Atatürk imzasını ilk
kez 22 Kasım 1934 tarihli 1594 Sayılı Kararname'de
kullanmıştı. Bu kararname Resmi Gazete'de
yayımlandığı için bu konuda bir tartışma yok. Ama
yukarıda sözünü ettiğim 6 Kasım 1934 tarihli 1636
Sayılı Kararname'nin altında da “K. Atatürk”
yazarken, 26 Kasım 1934 tarihine kadarki tüm
kararnamelerin altında “Mustafa Kemal Paşa” yazıyor.
Dolayısıyla 24 Kasım 1934 tarihli Ayasofya
Kararnamesi'nde küçük harfle 'atatürk' yazması bu
garipliklerin yanında çok da önemli değil.
Öte yandan Atatürk’ün imzasını küçük harfle atması
normal görünüyor, çünkü Falih Rıfkı’nın belirttiğine
göre “Atatürk el yazısı majüsküllerini [büyük harf]
bilmezdi. Küçük harfleri büyütmekle yetinirdi.”
İmzasını büyük harfle atmaya daha sonra başlamıştı.
Ama diyelim ki, Atatürk'ün imzası sahteydi, aynı
kararnamede imzası bulunan Başbakan İsmet İnönü'nün
ve diğer bakanların imzası da mı sahteydi? İsmet
[1]Paşa, 1928 tarihli Harf Devrimi'nden önce
imzasını Osmanlıca 'İsmet' diye atıyordu. 1928
sonrasında Latin harfleriyle 'İsmet' diye imza attı.
26 Kasım 1934'te 'İnönü' soyadını aldıktan sonra ise
'İnönü' diye imzalamaya başladı belgeleri. Bu
kronolojiye uygun olarak 24 Kasım 1934 tarihli
Ayasofya Kararnamesi'ni Latin harfleriyle 'İsmet'
olarak imzalaması gerekiyordu. Ancak kararnamenin
altında 'İnönü' yazıyor. Aynı şekilde Şükrü Kaya,
Celal Bayar, Şükrü Saraçoğlu, Muhlis Erkmen diye
yeni soyadları ile atılmış imzalar olduğu gibi,
Zekai (Aziz Zekai Apaydın) şeklinde sadece ilk adla
atılmış imzalar da var.
Sahte belgeye neden
ihtiyaç duyulsun?
Bu çelişkileri, “demek ki o dönemde İnönü ve
Atatürk soyadlarını kanun çıkmadan önce de
kullanmaya başlamışlar” diye yorumlamak yerine,
kararnamenin sahteliğine karine yapmak (bu kişilere
göre 'sahte kararname' 1940'lı yıllarda
düzenlenmişti) gerçekten garip. Çünkü böyle bir
sahtecilik için kararnamenin altında imzası bulunan
bütün aktörlerin işbirliği yapması lazım. Bunun da
gizli tutulması neredeyse imkansız. Ama esas olarak,
iddia sahiplerinin göz ardı ettiği basit gerçek şu:
Ayasofya’nın müze yapılması konusu aylarca iç ve dış
basında tartışılmıştı. Bakanlıklar, müzeler ve
Vakıflar arasında yazışmalar yapılmış, uzmanlar
gelmiş gitmiş, tamiratlar yapılmış, eserler oradan
oraya taşınmıştı. Bu tartışmalar sırasında Mustafa
Kemal hem bedenen hem zihnen sapasağlam ayaktaydı,
yukarıda da dediğim gibi açılış töreninde hazır ve
nazırdı! Bütün bunları hukuki çerçeveye uydurmadan
yapmanın mantığı ne olabildi? Atatürk gibi kimseye
hesap vermek zorunda olmayan, güçlü, karizmatik bir
liderin, bir kararname çıkarmasını engelleyecek ne
olabilirdi? Diyelim ki bir şekilde bu ihmal edildi,
bunun 1940'lı yıllarda tamamlanmasının nedeni neydi?
CHP'liler herşeyi bir yana bırakmışlar, “belki
seçimleri kaybederiz, iktidarı yeni kurulan DP'ye
kaptırırız, o da Ayasofya'yı cami yapar” diye mi
endişelenmişlerdi? Eğer iktidarı kaybedeceklerini
hissettilerse, başka konularda da (muhakkak
Ayasofya'dan önemli konular vardı) böyle
sahtekarlıklar yapmışlar mıydı? Bugüne dek ortaya
çıkarılmış bir sahte belge hatırlamıyorum.
Hatırlayan varsa beri gelsin.
İbadete kapalı mı?
İslami geleneğe göre fethedilen bir yerin merkez
ibadethanesi camiye dönüştürülmediği sürece fetih
tamamlanmış sayılmıyor. 1453 ile 1934 arasındaki 481
yıl bu çevreleri tatmin etmemiş görünüyor. Halbuki,
II. Selim zamanında eklenmiş olan Hünkar Mahfili, 8
Ağustos 1980 tarihinde ibadete ve Kuran kıraatına
açılmıştı. Bu durum sadece 12 Eylül döneminin Kültür
Bakanı Cihat Baban tarafından kısa süre engellenmiş,
ancak gelen tepkilerden dolayı mahfilin
kapatıldığına dair kararname çıkartılmamış, sadece
girişine tadilat yapıldığına dair bir tabela konması
ile yetinilmişti. Daha sonra yönetim sivilleşince,
Yıldırım Akbulut iktidarında, 10 Şubat 1991'de bu
bölüm tekrar ibadete açıldı. Hala da açık.
Dolayısıyla Ayasofya tam bize yaraşır biçimde hem
‘laik’ hem de ‘dini’ bir mekan.
Sözü bağlarsak; Eğer Ayasofya'yı asli fonksiyonuna
döndürmek gerekiyorsa, yaklaşık 900 yıl boyunca
olduğu gibi kilise olması doğru görünüyor. Ama
mesele asli fonksiyonuna döndürmek değil elbette.
Mesele Müslümanların ibadet ihtiyacını karşılamak da
değil, çünkü bölgede cami sıkıntısı yok çok şükür.
Hatta Başbakan Erdoğan bir aralar “önce Süleymaniye
Camii'ni doldurun sonra Ayasofya'nın cami olmasını
konuşuruz” mealinde konuşmuştu. Dolayısıyla müze
olarak kalması en doğrusu.
Konunun ‘Türk-İslam’ zihniyet haritasının sorunlu
bölgelerinden biri olmaya devam etmesinin nedeni
açık. Bir türlü tatmin olmayan fetihçi ruhla karşı
karşıyayız. Nasıl ki, Kıbrıs'ı, Musul’u ve Kerkük’ü
almak bazıları için ‘Misak-ı Milli’ davası ise,
Ayasofya’yı İslami ibadete açmak da bazıları için
bir çeşit ‘Misak-ı Dini’ davası. Muhtemelen şehri
her yıl 29 Mayıslarda fethetmek ihtiyacı duymamız da
bununla ilintili. Buna karşılık Batı dünyasında
Ayasofya’nın tekrar kilise olması için çalışanlar
var ki, bu da şehri manevi olarak geri alma çabası
olarak yorumlanabilir. Ayasofya ise, bütün bilgeliği
ile bu anlamsız siyasi tartışmaların geride kalacağı
günleri bekliyor…
Özet Kaynakça:
Ahmet Akgündüz, Said Öztürk ve Yaşar Baş, Üç Devirde
Bir Mabed, Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yayınları,
1994, Erdem Yücel, “Belgelerin Işığı Altında
Ayasofya’nın Müze Oluşu ile İlgili Bazı Gerçekler”,
Türk Dünyası Araştırmaları, 1992 S.78, s.183-222;
Semavi Eyice, “Ayasofya”, Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, C. IV, 1991, s. 206–210; W. E.
Klenbauer, A. White, H. Matthews, Ayasofya, Çeviren:
Handan Cingi, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2004;
600 Yıllık Ayasofya Görünümleri ve Fossati
Restorasyonu 1847–49, T.C Kültür Bakanlıgı ve
Anıtlar Müzeler Genel Müdürlüğü Yayını, 2001, Erkin
Akan, “Cumhuriyet Döneminde Ayasofya”, Çanakkale
Onsekiz Mart Üniversitesi'nde kabul edilmiş master
tezi, 2008.
Radikal, Yazı: Ayşe Hür,
11.05.2014
|
BOSNA'NIN YIKILAN HAFIZASI ONARILDI

Sırp milliyetçilerin 22 yıl önce
Saraybosna'da içindeki 2 milyon eserle birlikte
yaktığı Viyeçnitsa Kütüphanesi restorasyon
çalışmalarının ardından kapılarını yeniden açtı.
Bosna'daki savaş sırasında 1992'de
başkent Saraybosna'yı kuşatan Çetnikler'in (aşırı
Sırp milliyetçileri) açtığı ateş sonucu çıkan
yangında tahrip olan 'ülkenin en önemli ulusal
arşivi' olarak nitelendirilen Viyeçnitsa
Kütüphanesi, önceki akşam düzenlenen törenle yeniden
kapılarını açtı.
"Bosna'nın hafızası" olarak bilinen,
aynı zamanda şehrin sembollerinden olan tarihi milli
kütüphanenin açılışına, Avrupa Birliği (AB) Bosna
Hersek Yüksek Temsilcisi Valentin Inzko, Bosna
Hersek Üçlü Devlet Başkanlığı Konseyi Başkanı Bakir
İzzetbegoviç, konseyin Hırvat üyesi Jelyko Komşiç ve
diğer davetliler katıldı. İzzetbegoviç konuşmasında
"25 Ağustos 1992 tarihinde Viyeçnitsa Kütüphanesi
ile içinde bulunan kitap hazinesini yutan o alevler
her Saraybosnalının hafızasında duruyor. Saraybosna
hayatta kaldı, ancak ağır yaralandı. Çok sayıdaki
vatandaşı da özgürlüğü ve barışı yaşayamadı. Bu
yüzden bugünü bizimle beraber olamayanlara armağan
ediyoruz. Bu akşam, 22 yılın ardından, dostlarımızla
birlikte medeniyetin barbarlık karşısındaki zaferini
kutluyoruz" dedi.
22 MİLYON DOLAR HARCANDI
Viyeçnitsa Kütüphanesi, Osmanlı idaresinde 400
yıl kaldıktan sonra 1878'de Berlin Kongresi'yle
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu hakimiyetine
giren Saraybosna'da 1892-1896 yıllarında inşa
edildi. Tarihi Başçarşı'nın yanı başına Endülüs
mimarisiyle inşa edilen kütüphane Boşnak, Sırp,
Hırvat ve Yahudilere ait el yazması ve önemli
eserlerin de bulunduğu yaklaşık 6 milyon kitap ve
arşiv belgeleriyle "ülkenin hafızası" konumundaydı.
Mimarisiyle görenleri büyüleyen tarihi bina, 25
Ağustos 1992 tarihinde Saraybosna'yı kuşatan
Çetnikler'in topçu ateşi sonucu çıkan yangında büyük
zarar gördü. Kütüphanede, 3 gün boyunca devam eden
yangında 155 bini el yazması ve ülkenin ulusal
arşivlerinin de bulunduğu yaklaşık 2 milyon eser yok
oldu. Kütüphanenin restorasyonu ise 18 yıl sürdü.
Mimarların, küllerinden doğan kütüphaneyi yanmadan
önceki hali gibi yeniden inşa etmek için orijinal
çizimlere ulaşması uzun yıllar aldı. Onarım
çalışmalarına 22 milyon dolar harcandı.
1. DÜNYA SAVAŞI
ANILACAK
Viyeçnitsa Kütüphanesi'nin açılış töreni,
Saraybosna Filarmoni Orkestrası'nın milli marşı
seslendirmesiyle başladı. Kütüphanede Birinci Dünya
Savaşı'nın 100'üncü yılı anısına 28 Haziran'da da
Viyana Flarmoni Orkestrası konser verecek. Avusturya
tahtının veliahtı Arşidük Franz Ferdinand, 28
Haziran 1914'te Viyeçnitsa Kütüphanesi'nden
çıktıktan sonra bir Sırp milliyetçi tarafından
öldürülmüş ve bu suikast dünya savaşını
tetiklemişti.
Sabah, 11.05.2014
|
KAYIP 211 TARİHİ ESER, İMAR PLANINA
İŞLENİYOR

Fatih’te zamana yenik düşmüş ve yok
olmuş tarihi eserler imar planına işleniyor. Fatih
Belediye Başkanı Mustafa Demir’in önerisiyle
harekete geçen Fatih Belediye Meclisi aldığı bir
kararla envarter çalışmasının neticesinde hazırlanan
“Kayıp Eser Paftası”nda bulunan 99 adet cami, 57
adet medrese ve tekke, 55 adet sivil mimarlık örneği
olmak üzere toplam 211 adet tarihi eserin imar
planına işlenmesi kararını oy birliği ile alarak
İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin onayına
sundu.
Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir,
Fatih gibi ‘Dünya Kültür Mirası’ listesinde bulunan,
8 bin 500 yıllık geçmişiyle dünyayı yöneten
imparatorlukların başkenti olan bir yerde, imar
planlarının birkaç yıllık değil yüz yıl sonrası
hatta bin yıl sonrası düşünülerek yapılması
gerektiğini söyledi. Demir, “Fatih, onbini aşkın
tarihi eseri sinesinde barındıran bir İlçe. Bazı
tarihi eserler zamana yenik düşmüş, harap ve
virane olmuş hatta fiziken bertaraf olmuş
olabilirler. Ancak bu onların yok olduğu anlamına
gelmez. Biz onların yerini tespit ve tescil ederek,
gelecekte oraların ihya edilmesinin önünü açmış
oluyoruz.” dedi. Demir şöyle konuştu: “İhya
projeleri bizim tarihe karşı bir sorumluluğumuzdur.
İnsanlık tarihinde çok önemli bir rol üstlenen ve
her medeniyetin kendinden bir şeyler bulacağı
Fatih’te yapılacak restorasyon ve ihya çalışmaları
sadece bugünün Fatihlilerine hitap eden bir çalışma
değil; bilakis geçmişle geleceği de birbirine
bağlayacak, kayıp parçaları yerine koyacak kültürler
ve medeniyetler arasında köprü kuracak
çalışmalardır.” İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin
onaylamasının ardından mevcut imar planında olmayan
ancak 2005 yılında yapılan imar planında bulunan
eserler, tekrar aynı yerlerine işlenecek.
Zaman, 11.05.2014
|
TARİHİ KONAK YANGININDA KUNDAKLAMA
ŞÜPHESİ

Kocaeli’de tarihi Portakal Hafız
Efendi Konağı, çıkan yangın sonrasında kül oldu.
Yangının kundaklama sonucu çıktığı iddia edildi.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, 1922 yılında Fransız
Gazeteci Cloude Farrare ile görüşmek üzere
Kocaeli’ye giderek kaldığı tarihi Portakal Hafız
Efendi Konağı, 150 yıllıktı.
Restore edilecekti
Önceki gün çıkan yangında yok olan Portakal
Hafız Konağı’nın restorasyonu için 30 Mart 2014
tarihinde ihale gerçekleşmiş, 150 yıllık geçmişi
bulunan ve atıl durumda olan Portakal Hafız
Konağı’nı kurtarmak için çalışma başlatılmıştı.
Tarihi konak 1,8 milyon TL’ye kamulaştırılarak,
Anıtlar Yüksek Kurulu’nun onayı ile restorasyon
yapılması kararlaştırılmıştı. Restorasyon için 4
firma teklif vermiş ancak bu firmalar arasında
bugüne kadar tercih yapılmamıştı.
Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin
Portakal Hafız Konağı’nın restorasyonu için yaklaşık
3 milyon TL harcaması planlanmıştı.
Suç
duyurusu
Mahalle sakinleri, tarihi Portakal Hafız Efendi
Konağı’nın bilinçli olarak yakıldığını düşünüyor.
Bazı mahalle sakinlerine göre tarihi konak kasıtlı
olarak yakıldı ve birilerine peşkeş çekildi. Çekül
Vakfı temsilcileri de binanın kasıtlı olarak
yakıldığını ileri sürerek, Cumhuriyet Savcılığı’na
suç duyurusunda bulundu. Çekül Vakfı Kocaeli
Temsilcisi Numan Gülşah, İzmit Evleri Yaşatma
Derneği (İZEYAP) Başkanı Ertan Karaçay, yönetim
kurulu üyesi Ahmet Akgüner, Tarih Araştırmacısı
Sedat Tuna Yalıncan, Çukurbağ Mahallesi eski Muhtarı
İbrahim Sarı, dün enkazın yanına giderek basın
açıklaması yaptı. Numan Gülşah, yaptığı açıklamada
binanın kundaklanarak yakıldığını iddia ederek
suçluların bulunmasını istedi. Gülşah, böyle bir
tarihi eserin yakılmasının barbarlık olduğunu
belirterek, “Görgü tanıklarına göre yangın aynı anda
hem alt katta hem üst katta çıkarılmış” dedi.
Haber Sol, Haber: Caner Aktan,
11.05.2014
|
ANTİK KENTİN KALINTILARI ORTAYA ÇIKTI

Geçtiğimiz hafta bir inşaat çalışması
nedeniyle yapılan sondaj kazısında Astakos bölgesine
ait yapılar ortaya çıktı. MÖ 12. yüzyıla ait olduğu
belirtilen kalıntılar Anıtlar Kurulu tarafından
koruma altına alındı.
Başiskele’de bir inşaat alanında
tarihi eserler çıktı. İzmit’in en eski yerleşim
bölgesi olan Başiskele’de antik Astakos kentine ait
kalıntılar bulundu. Çıkan tarihi eserle ile ilgili
Anıtlar Kurulu bölgeyi koruma altına aldı. Müze
Müdürlüğü ekiplerinin çıkan yapılar sonrasında
bölgenin 1. derece sit alanına çevrilmesi için
talepte bulunması bekleniyor. Önümüzdeki günlerde
Kültür ve Turizm Bakanlığı Müzeler Genel
Müdürlüğü’nden özel bir ekip bölgeye gelerek
incelemelerde bulunacak. İnşaat alanında yapılacak
olan arkeolojik çalışmalar neticesinde çevredeki
bina ve arsalarında kamulaştırması gündeme
gelebilir.
Özgür Kocaeli, 10.05.2014
|
"TALAN ESAS BENİ VURUR"
Phaselis ve Haliç projeleriyle
gündeme gelen işadamı Fettah Tamince, ‘Türkiye'yi
büyütürken talan ediyorlar' anlayışı yanlış. Doğa
talanı derseniz bu işten en fazla ben zarar görürüm.
Turizme en fazla yatırım yapanlardan biriyim” diye
konuştu.
Dünyada sayıları 26'yı bulan Rixos
otellerini ve Harbiye Kongre Merkezi'ni de yapan
Sembol İnşaat'ın sahibi Fettah Tamince son
dönemlerin en tartışılan isimlerinden biri. Turizmin
yanı sıra medyaya girip çıkmış, Socar ile küçük bir
enerji ortaklığı olan Tamince, son dönemde antik
Phaselis ve tarihi Haliç Tersaneleri projeleriyle
gündemde. Davos'un en köklü otellerinden Flüela'yı 2
yıl önce satın almış olan Tamince'ye yönelik
eleştiri oklarından nasibimi almış biriyim.
Ruhani'nin bu yıl Davos'ta Flüela
Rixos'ta kaldığını yazınca okurlardan ‘Phaselis'i
mahveden birini neden yazıyorsunuz' diye tepki
gelmişti. Pera Palas Oteli'nden de eski 1872 tarihli
Royal Oteli ve eski Adliye Sarayı'nın yerinde
yükselen Pera Rixos'ta buluştuğumuz Tamince,
sohbetimizde önce Phaselis'le ilgili eleştirilere
yanıt verdi:
1.7
KİLOMETRE UZAKTA
“Phaselis Türkiye'nin en önemli
tarihi değerlerinden biri. Yüzmeyi orada öğrendim.
Projemiz Phaselis diye bilinen bölgede ama antik
şehirle alakası yok. Antik şehre 1.7 kilometre
uzaklıkta. Deniz kıyısında değil. Alan 20045 yılında
tahsis edilmiş. Biz 2009 yılında ortak olduk. 2014
yılına kadar nasıl yatırım yaparız diye düşündük.
2010 yılında sit alanının sınırı değiştirildi. 17
dönüm sit alanına katıldı. İtiraz etmedik. Ağaç
kesme, iki kattan fazla inşaat izni yok. Haksız yere
‘Phaselis Tamince'ye peş keş çekildi' gibi
suçlamalarla karşı karşıya kaldık. ‘Türkiye'yi
büyütürken talan ediyorlar' anlayışı yanlış. Bu
Türkiye'nin kazanımlarına gölge düşürmektir. Doğa
talanı derseniz bu işten en fazla ben zarar görürüm.
Turizme en fazla yatırım yapanlardan
biriyim.”Türkiye'nin değerlerine sahip çıkmanın tek
yolunun projelere onay verecek bir jürinin
oluşturulması olduğunu söyleyen Tamince, “Örneğin
Ağa Han, Sardunya Adası'nda Porto Cervo'yu ta
1960'larda öyle yapmış. Yüzde 10 imar işin teknik
tarafı. Projenin dokuya uyup uymadığına, estetik
tarafına bir jüri karar versin. Dünyanın önde gelen
isimlerini toplayıp turistik alanlar için bir jüri
oluşturalım” diye konuştu.
Fettah Tamince, Haliç Tersanesi'nin
kendi malı değil İstanbulların olduğunu belirterek
projeyle ilgili şunları söyledi: “Haliç Projesini
kazandığımız gün ne yapmayacağımı biliyorum dedim. 8
bin 500 yıllık bir geçmişi olan bir alanı kendi
malımız gibi değerlendirme şansına sahip değiliz.
Şehrin dokusuna uyan bir şey yapmaya mükellefim. Şu
anda İstanbul'un önde gelen 5-6 mimarlık ofisi ve
yabancı mimarlarla görüşüyoruz. Uzlaşmaya
vardığımızda projeyi açıklayacağız, Haliç'e koruma
kurulları ne yapıp, ne yapmayacağımıza karar verir.
Haliç'i 49 yıllığına kiraladık. Devlete 1 milyar 400
milyon lira borçlandık. ”
Şu anda 10 ülkede 26 Rixos oteliyle
faaliyette olduklarını kaydeden Tamince, “Bu yıl
sonuna kadar Kırım Yalta (mimar Norman Foster),
Kazakistan, Antalya, Eskişehir ve Göçek'te tesis
açıyoruz. Bunların sadece yüzde 10'u kendi
yatırımımız. İtalya ve Paris'te bazı projelerle
uğraşıyoruz” dedi. Gezi, 17 Aralık gibi gelişmelerin
Türkiye ekonomisine zarar vermediğini kaydeden
Tamince şöyle konuşuyor: “Türkiye güçlü bir marka.
Yakın ve uzak komşulara baktığınızda ciddi
kazanımlara sahip. Parası olanlar dünyanın hangi
ülkesinde Türkiye'den daha iyi para kazanabilir?
Gelişmiş ülkelerde ABD, Almanya'da paranın geri
dönüşü ortada. İstikrar önemli. ”
Fettah Tamince, son dönemde hükümet
ve cemaat arasındaki gerginlikle ilgili ise şunları
söyledi: “İnsan doğrudan yana olamaz mı? Bakın düne
kadar hep beraber yurt dışındaki Türk okullarını
takdir ediyorduk. Başbakan da dahil. Ben bugün
Tayyip Bey'in Türkiye için müthiş iyi işler
yaptığına ve yapacağına inanan biriyim. Zahirden
baktığınızda kimse devletin işin karışmamalı.
Devletin yapısı var düzeni var. Devletle kavga
olmaz. Dün mükemmel olan insan bugün mükemmel
olmayabilir. ”
Hürriyet, Yazı: Gila Bemayor,
10.05.2014
|
GECEKONDU YIKILINCA ORTAYA ÇIKTI
 
 
 
İzmir'de, Kadifekale eteklerindeki
kamulaştırılan gecekonduların yıkımı sırasında Antik
Roma Tiyatrosu'nun sahnesi ile bağlantılı duvarların
bir bölümü ortaya çıktı.
İzmir Büyükşehir Belediyesi,
bölgedeki Antik Roma Tiyatrosu'nun gün yüzüne
çıkarılması amacıyla başlattığı kamulaştırmalarda
bugüne kadar 11 milyon lira ödedi.
Kadifekale'de gecekondular arasına
sıkışıp kalan tiyatronun ortaya çıkarılması için
onlarca parsel, tiyatronun bulunduğu 12 bin
metrekarelik alan üzerinde yıkımlar devam ederken,
molozların kaldırılmasıyla Roma dönemine ait eserler
ortaya çıktı.
Çıkan eserler arasında, 16 bin
kişilik olduğu sanılan Antik Roma Tiyatrosu'nun
sahne kısmı ile bağlantılı duvarlar, bu yapıda
kullanılan taşlar da yer aldı.
Yıkımlar tamamen bittikten sonra,
kazıların 2015 yılı içinde başlayacağı bildirildi.
16 BİN
KİŞİ KAPASİTELİ
Kadifekale'deki antik tiyatro ile
ilgili en ayrıntılı bilgi, 1917-1918 yıllarında
bölgede incelemeler yapan Avusturyalı mimar ve
arkeologlar Otto Berg ve Otto Walter'ın
araştırmalarında ve araştırmalarına yönelik
hazırladıkları plan ve kesitlerde bulunuyor.
16 bin kişi kapasiteli olduğu
düşünülen tiyatronun kalıntılarının Roma dönemi
özellikleri taşıdığı, pek çok araştırmacının
ilettiği de bu bilgiler arasında yer alıyor.
Eski kaynaklarda, Erken Hıristiyanlık
yani Roma İmparatorluğu'nun paganizm döneminde
İzmirli St. Polikarp'ın bu tiyatroda öldürüldüğü ve
tiyatronun tarihin trajik sahnelerine şahitlik
ettiği öne sürülüyor.
Büyükşehir Belediyesi antik tiyatroyu
aslına uygun olarak ayağa kaldırdığında, Efes Antik
Tiyatro'da olduğu gibi burada da konserler,
gösteriler yapılabilecek.
Trt Haber, 10.05.2014
|
SAAT KULELERİ DE ZAMANA YENİK DÜŞTÜ

Yangın gözetleme, rüzgar gülü,
pusula, sebil, mescit, minare, adres tarifi, buluşma
noktası… Tarihe tanıklık eden saat kulelerinin bir
zamanlar birbirinden farklı fonksiyonları vardı.
Peki şimdi ne haldeler?
‘Bozuk saat bile günde iki defa
doğruyu gösterir’ derler. Bu söz insanlar için
söylenmiş olsa da tarihi saat kuleleri üzerine
alınabilir. Zira özellikle İstanbul’daki tarihi
kulelerin çoğu hem yıllara yenik düşmüş hem de
gözden... Halbuki bir zamanlar her saat başı çalar
ve saatin kaç olduğunu belli ederlerdi. Tek
vazifeleri bu değildi elbette şehrin baş köşelerine
kurulan yapıların. Meteorolojinin olmadığı
zamanlarda hava sıcaklığını ve basıncı göstermek de
onların esas görevlerindendi. Altında eşi dostu
beklemek, hatıra fotoğrafı çektirmek ve adres tarif
etmek de onlara addedilen görevlerdi.
İnsanoğlu zamanı ölçmek için eski
çağlardan itibaren güneş, su ve kum saati gibi
farklı araçlar kullandı. Mekanik saatin keşfiyle de
saat kuleleri kentlerdeki yerini aldı. Saat her ne
kadar Doğu medeniyetleri tarafından icat edilmiş
olsa da mekanik saat ve kule saati yapma geleneği
Batı uygarlığı tarafından keşfedildi. Bilinen ilk
saat kulesi 14. yüzyılda önce İtalya’da, ardından
Fransa’da yapıldı. Osmanlı topraklarına ise ilk defa
16. yüzyılda geldi. Avrupa’da 14. yüzyılda
yaygınlaşan kuleler Osmanlı’da ancak 18. ve 19.
yüzyıllarda gündelik hayata girebildi. Önce
Balkanlar’da baş gösterdi, sonra Anadolu’ya ve daha
sonra saatlere merakı olan Sultan 2. Abdülhamid’in
iradesiyle tüm ülkeye yayıldı. 2. Abdülhamid sancak
ve vilayetlere ferman göndererek saat
kulelerinin yapılmasını emretti. Bu dönemde yapılan
144 saat kulesinden ancak 52’si günümüze ulaştı.
Kulelerin rüzgar gülü, pusula, barometre ve
gözetleme kulesi olarak kullanılmasından ziyade en
önemli fonksiyonu devlet kurumları ve resmi
dairelerin ezani saat yerine Batı’daki gibi güneş
saatiyle çalışma düzenine girmesi olmuş. İşte
çoğunluğu Sultan Abdülhamid yadigarı bazı saat
kuleleri...
İstanbul’un ilk saatli kulesi Nusretiye

Nam-ı diğer Tophane Saat Kulesi’nin
inşa tarihi tam olarak bilinmese de güney pencere
üzerinde Abdülmecid’in tuğrası 1848-49 yıllarını
gösteriyor. Kadranlarında eski Türkçe ile ‘Zenit’
yazısı okunan bu zarif eserin mimarının Bali Balyan
olduğu tahmin ediliyor. Bir zamanlar Tophane
Kışlası’nın karşısında yer alan kule, deniz
kenarında bulunuyordu. Ancak Dolmabahçe ve Yıldız
saat kuleleri gibi bir caminin adını taşıyan kule
muadilleri kadar şanslı değil. 1913’te geçirdiği
yangının ardından, 1950’lerde Menderes döneminde
yapılan yol çalışmaları sırasında yerinden ayrılarak
gümrük antrepoların karşısına yerleştiriliyor.
Yakınında bulunan çeşme Maçka’ya taşınırken, kasır
ve diğer birçok yapı yok ediliyor. Günümüzde
İstanbul Modern’in bahçesinde bulunan kule nargile
kahvelerinden görünmüyor bile. Eskiden dört saati
varken şimdilerde iki tanesi mevcut. Saatin
bulunduğu yerdeki camlar kırık. İngiliz yapımı
mekanizması ise çalışmıyor.
***
Yıldız
Saat Kulesi

Yıldız’daki Hamidiye Camii’nin
bahçesinde bulunan kule, Hamidiye Saat Kulesi olarak
da biliniyor. Kitabelerinden ve kapı üzerindeki
tuğradan 1890-91 tarihli olduğu anlaşılıyor. 20
metre uzunluğundaki yapı, üç katlı ve üstünde rüzgar
gülü bulunuyor. Tahta kurularının yediği üç kat
merdiveni çıkmaya cesaret edenler kulenin son
katındaki saat odasını ve muhteşem kurmalı
mekanizmasıyı görebilir. Tabii kulenin girişinde
Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait halı ve kitap
yığınını geçebilirseniz... Çeşitli kaynaklarda
Sarkis Balyan’a atfedilen yapıda, saatin dışında
barometre ve termometre bulunuyor. Termometrede eski
Türkçe olarak mütehavvil, rüzgar ve yağmur gibi
havanın durumu yazıyor. Kule aynı zamanda 1905’teki
meşum suikastın canlı tanıklarından. Hamidiye
Camii’nin restorasyonu sırasında kule de
yenilenecek. Ancak Etfal gibi sadece dış yenileme mi
yapılacak yoksa Dolmabahçe gibi topyekun saat,
barometre ve termometresi mi çalışacak bilinmiyor.
***
Dolmabahçe Saat Kulesi

İstanbul’un düzenli çalışan tek saat
kulesi, haftada bir kuruluyor. Sultan Vahdettin’in
ülkeyi terk etmesinden Mustafa Kemal’in ölümüne,
işgal güçlerinin çekilişinden altıncı filonun denize
dökülmesine kadar birçok tarihi olayın tanığı.
Sultan Aziz’in tahttan indirilmesiyle yarım kalan
Aziziye Cami’nin taşları kullanılmış. Dört katlı
kulenin her köşesinde fıskiye bulunuyor. Kaidesinde
su sebillerinin bulunması Dolmabahçe Kulesi’nin ayrı
bir özelliği. Latin harflerinin kabulünden sonra
değiştirilen ‘Fırtına, rüzgar, yağmur, mütehavvil,
eyi hava, sabit hava’ ibareleriyle bugün de hava
durumu takip edilebiliyor.
***
Etfal
Saat Kulesi

Sultan Abdülhamit’in sekiz aylıkken
ölen kızı Hatice Sultan’ın anısına yaptırdığı Etfal
Hastanesi’nin bahçesinde bulunuyor. 1907’de yapılan
kule aynı zamanda mescit ve minare işlevi gördüğü
için diğerlerinden ayrılıyor. 2011 yılında restore
edilen kulenin saati çalışmıyor.
***
Osmanlı’da her yer saat!
Osmanlı’da zamanı takip eden yapılar
saat kuleleriyle sınırlı değil. Bunların dışında
hastane, kolej, gar ve kilise gibi bazı binalarda da
saatler yer alıyor. Bakırköy Ruh ve Sinir
Hastalıkları Hastanesi’nin 99 depreminde yıkılan
saat kulesi ayağa kalkmayı bekliyor. Galatasaray ve
Haydarpaşa Garı çatı saatleri, daha çok ‘saatli
bina’ olarak bilinen Boğaziçi Üniversitesi Albert
Long Hall Binası’nın saati, İstanbul
Üniversitesi’nin girişinde bulunan kapı saatleri
bugün de hizmet veriyor. Beyoğlu Ayios Konstantinos
ve Ayia Eleni Kilisesi’nde, Çiçek Pasajı’nda saatler
bulunuyor. Saati gösteren birbirinden farklı birçok
yapı olmasına rağmen bakılmadığı için çoğu
çalışmıyor.
Zaman, Haber: Tuba Öcek, 10.05.2014
|
ANKARA KALESİ YENİLENİYOR

Başkent’in önemli tarih ve turizm
bölgelerinden olan Ankara Kalesi, yapılan
restorasyon çalışmalarıyla turizmin gözbebeği
durumuna geliyor.
Kale’deki zemin ve çevre düzenleme
çalışmalarında son aşamaya gelinirken, 91 tarihi
binadan 74’ü tarihi dokuya uygun restore edildi.
Restorasyon çalışmalarının tamamının Haziran ayı
sonunda bitmesi bekleniyor.
Hacı Bayram Camii ve çevresindeki
sokaklar başta olmak üzere, Hisarpark Caddesi, Roma
Antik Tiyatro ve çevresinde hummalı bir çalışma
sürerken, tarih beşiği Ulus yeniden eski görkemli
günlerine kavuşuyor.
Ankara’nın simgesi
Ankara’nın tarihini yansıtan Kale ve
çevresinde örnek bir çalışmaya imza atan Büyükşehir
Belediyesi, dış kale diye adlandırılan bölümdeki
çalışmalarda son aşamaya geldi. Bölgenin önemli
sorunları arasında bulunan temiz su, yağmur suyu,
pissu, elektrik, telefon ve doğalgaz hatları baştan
sona yenilenip yer altına alınırken, restorasyon ve
sokak sağlıklaştırma çalışmaları da devam ediyor.
Çalışmalara ilişkin bilgi veren
Büyükşehir Belediyesi Koruma, Uygulama ve Denetim
(KUDEM) Müdürü Akar Pınar Üstün, “Toplam 10
sokaktaki 91 yapının 74’ünün restorasyon çalışması
tamamlandı. Diğerlerinde de çalışmalar sürüyor.
Ayrıca toplam uzunluğu 1000 metre olan sokakların da
çevre düzenlemelerini yapıyoruz. Sadece Dış Kale’de
biri büyük 4 adet meydan düzenlemesi yapıyoruz.
Ziyaretçilerin durup dinlenebileceği alanlar
oluşturuyoruz. Hem gezilecek, hem dinlenilecek hem
de muhteşem bir seyir keyfi yaşanacak” dedi.
Zemin ve çevre düzenleme
çalışmalarının önümüzdeki günlerde tamamlanacağını,
bina restorasyonlarının ise 2 ay içerisinde
bitmesinin planlandığını kaydeden Üstün, “Bölge
tarihine uygun bir biçimde süren çalışmalarımızda
aydınlatmalar da ferforjeli özel apliklerle
sağlanacak. Bir nevi Güvercin Sokak’taki çalışmaları
burada da gerçekleştireceğiz ve oradaki muhteşem
görünümü, buraya da kazandıracağız” diye konuştu.
“Hem tarihi zenginliği hem de coğrafi
yapısı itibariyle zorlu bir alanda itinalı bir
çalışma sürdürüyoruz” diyen KUDEM Müdürü Üstün,
Zemin çalışmalarında küp taş, andezit ve podima
taşları kullanıldığını kaydetti.
Üstün, tarihte büyük yangınlarla
anılan bölgeyi korumak ve Ankara Büyükşehir
Belediyesi İtfaiye Daire Başkanlığı’nın
çalışmalarını kolaylaştırmak için de 15 adet yangın
hidrantı kurulduğunu sözlerine ekledi.
Toki Haber, 10.05.2014
|
MATISSE'İN MAKASTAN ÇIKAN KOLAJLARI

Fransız ressam Henri Matisse’in, son
dönemlerinde kanser hastalığıyla savaşırken makas,
kağıt ve toplu iğneleri kullanarak yaptığı kolajlar,
Londra Tate Modern Müzesi’nde sergileniyor. Sergi,
Matisse için son 10 yılda gerçekleştirilmiş en
kapsamlı seçki.
Sanatçının hastalığı da başka
türlüdür. Elindeki o sihirli değnekle bu huysuz
zamanların yönünü akla gelmeyecek bir tarafa
döndürür. Virginia Woolf hastalık üzerine yazdığı
denemesinde “hastalıkta sözcüklerin mistik bir
niteliği vardır sanki. Yüzeydeki anlamlarının
gerisindekini kavrarız, sezgilerimizle oradan
buradan bir şeyler toplarız.” derken, hastalığın her
türlüsünün, epeyce önce unuttuğumuz kimi şeyleri
çekip çıkardığına da işaret eder biraz da. Hele bir
sanatçının, hastalığın bedene verdiği huysuzlukla,
bu keyifsiz anları nasıl gördüğü oradan neler
topladıkları izlenmeye değerdir. 20. yüzyılın önemli
sanatçılarından Fransız ressam Henri Matisse’in
(1869-1954) Londra Tate Modern Müzesi’nde açılan
“The Cut-Outs” adlı sergisi tam da bu hastalık ve
‘yüzeyden’ kurtulup daha da derinlerde bir arayışa
çıkmanın karşılığı. Matisse’in son dönemlerinde
kanser hastalığıyla savaşırken gerçekleştirdiği yüz
otuzu aşkın irili ufaklı eser, sanatçı için son 10
yılda düzenlenmiş en kapsamlı seçki.
Doğu estetiğinden izler
Matisse, 71 yaşında, yakalandığı
hastalığından sonra sanatından bir adım geri atmaz.
İkinci hayat diye niteliği bu zamanlar, onun için
gayet üretken ve yeni işlerin denendiği bir
dönemdir. Tekerlekli sandalyeye bağlı hayatını eline
aldığı makası çalıştırarak renklendirir. Guajla
boyanmış kağıtlara çeşitli formlar veren Matisse,
oturduğu yerden kolajlarını oluşturur. Yapraklar,
dans eden insanlar, balıklar, yıldızlar ve atlar
Matisse’in makasının çalışmasıyla şekil alırken,
çocuksu bir heyecanla işleyen elleri onu yeni bir
hayata bağlar. Asistanına elindeki uzunca sırıkla
kestiği kağıtların nereye yerleştirileceğini
gösteren sanatçının kolajları, uzaktan yağlıboya bir
resmi andırıyor. Yakından baktığınızda ise kimi
kağıtların köşelerine iliştirilmiş toplu iğneler
hala yerli yerinde. Birçok koleksiyondan derlenen
kolajlara, sanatçının çeşitli dönemlerde yaptığı
yağlıboya tablolar, heykeller ve vitraylar eşlik
ediyor.
Kolajlarındaki yalınlık herkesin
kolayca yapabileceği hissi uyandırsa da kullandığı
formlar ve renkler Matisse’in üslubunu açık ediyor.
İkinci hayatındaki bu üretme tutkusu onu, odasındaki
duvar kağıtlarını kolajlarla değiştirmesine kadar
uzanır. Sergide bu devasa kolajların yanı sıra
çeşitli kitaplara ve dergilere hazırladığı kapaklar
da yer alıyor. Matisse’in Doğu estetiğine ilgisini
bu son dönemlerinde yaptığı kolajlarda da görmek
mümkün.
Tate Modern, bir sanatçının hem
hastalık hem de yaşlılığa rağmen üretme tutkusunu
gösteren sergi hakkında hazırladığı filmi, ülkedeki
pek çok sinemada gösterime koyacak. Müzenin
gerçekleştireceği bu sinema-sergi buluşması da bir
ilk. Londra’dan sonra New York Modern Sanatlar
Müzesi’nde açılacak sergi, 7 Eylül’e kadar
gezilebilir.
Matisse için Aragon'dan roman,
Byatt'tan öyküler
İngiliz öykücü A. S. Byatt’ın,
Matisse’in içinden geçtiği üç öyküsü Türkçede.
Matisse Öyküleri’nde (Can Yayınları), ‘Medusa’nın
Ayak Bilekleri’, ‘Sanat İşi’ ve ‘Çin Istakozu’ adlı
öykülerle birlikte Matisse’e ait el çizimleri yer
alıyor. Kitap, Peter Kemp’in deyişiyle “bir boya
kutusu parçalanmışçasına imgelemimizin retinasına
çarpıyor.” Matisse röprodüksiyonunun asılı olduğu
berber dükkanının sahibi; Matisse’in tablolarındaki
renklere tutularak, onun izinden yürümeye çalışan
bir ressam ve Matisse konusunda tez hazırlayan bir
üniversite öğrencisi ile tez danışmanı profesör
arasında geçenleri anlatan bu üç öykü, kurmacanın
gözünden Matisse’i görmek isteyenler için taze ve
renkli bir kitap. Yayıncılara küçük bir not: Fransız
şair Louis Aragon’un 1971’de yazdığı Henri Matisse
başlıklı romanını da Türkçede görmek elbette güzel
olacaktır.
Zaman, Haber: Musa İğrek, 10.05.2014
|
SİLUETİ BOZAN BİNALARIN YANINA
YENİLERİ GELİYOR

İstanbul’un siluetini bozduğu için Başbakan
Erdoğan’ın "Sahibiyle konuştum. Tıraşlayın
dedim. Ama hiçbir şey yapmadılar. O yüzden çok
kırıldım, 5 yıldır konuşmuyorum" şeklinde
tepkisini çeken ve mahkeme tarafından yıkımına
karar verilen 16:9 kulelerinin bulunduğu sahile
67 metre yüksekliğinde (22 kat) 10 adet yüksek
bina daha geliyor. Bakırköy’de Veliefendi
Hipodromu’nun önünde bulunan eski Sümerbank
arazisinde Bizans dönemine ait Adalet Binası ve
Sayfiye Sarayı kalıntıları yer alıyor.
'İstanbul’un tarihi silüete
giren’ 16:9 kulelerinin yakınında bulunan
Bakırköy’deki eski Sümerbank arazisinde 22 katlı
10 adet blokun yapımına başlandı. İBB Başkanı
Kadir Topbaş’ın
Veliefendi Hipodromunun bulunduğu alanda
yapılacağını açıkladığı Çırpıcı Şehir Parkı’nın
yanında yer alacak 62 dönümlük araziye Doğa
Mimarlık tarafından Pruva 34 projesi adı altında
7’si rezidans, 3’ü otel olarak kullanılacak 10
blok inşa edilecek. İnşaat çalışmalarının
başladığı arazide Bizans dönemine ait Adalet
Binası (Hebdomon Tribünalis) ile Sayfiye Sarayı
(Hebdomon lucundianea) antik yapı kalıntıları
bulunuyor. Arazinin bir kısmında yüzeye çıkan ve
İstanbul 1 Nolu Koruma Kurulu tarafından
tescillenen kalıntılar Bizans yerleşiminin
bilinen az örneklerinden olması nedeniyle önem
taşıyor.
SİLUET
TARTIŞMALARINDAN DERS ÇIKARILMADI
Başbakan Erdoğan’ın
şehrin silüetini bozduğu için traşlayın talimatı
verdiği 16:9 kulelerinin bulunduğu sahil
şeridinde yer alan Pruva 34 projesinin aynı
olumsuz etkiyi göstereceğini söyleyen Mimarlar
Odası İstanbul Şubesi Genel Sekreteri Ali
Hacıalioğlu, "Bu tartışmalardan adeta hiç ders
çıkarmamış gibi çok yakınında yeni imar
kararlarının da bu şekilde verilmesi
samimiyetsizliği gösteriyor" dedi. Tarihi
yarımadaya yakınlığı nedeniyle 16:9 projesinin
siluete daha fazla etki yaptığını belirten
Hacıalioğlu "Sultanahmet Camisine olan izdüşümü
16:9 kadar olmayabilir. Ancak farklı bir açıdan
baktığınızda aynı olumsuz etkiyi gösterecektir.
Bazı açılardan algılanamayabilir ancak bazı
açılardan çok ciddi şekilde siluet dengesini
bozacak bir görünümü olacaktır" şeklinde
konuştu.
DEPREM
AÇISINDAN SAĞLIKLI DEĞİL
Sahil şeridinde ve Çırpıcı Deresi'nin hemen
yanıbaşında bulunan arazide yapılaşma yoğunluğu
turizm tesisleri için 2,5 emsal, turizm ticaret
alanı için 2 emsal, ticaret ve
konut alanı için 1
emsal olarak belirlenmiş. Yaklaşık 2 emsal inşaat
izninin yerin 12 metre derinliğinde 3-4 kat bodrum
katı anlamına geleceğinin altını çizen Hacıalioğlu
"Altyapı dengesi yoğunluğunu bozucu yoğunlukta.
(Yapılaşmanın) deniz ve dere kenarında olması
nedeniyle aşırı düzeyde bodrum katı da inilerek
depremsellik ve korozyon açısından çok sağlıklı
olduğu söylenemez" dedi. Hacıalioğlu, yüksek
yoğunluklu imarın bölgeye ciddi bir nüfus yoğunluğu
getireceğini söyleyerek projenin nüfusun ihtiyaç
duyacağı kamusal alanlara yer ayırmadığını da
ekledi.
BİZANS KALINTILARININ
KORUNMASI MÜMKÜN GÖZÜKMÜYOR
Özelleştirme sürecinde yıkılan Sümerbank
fabrikasının bulunduğu arazide Bizans dönemine ait
Adalet Binası (Hebdomon Tribünalis) ile Sayfiye
Sarayı (Hebdomon lucundianea) antik yapı kalıntıları
bulunuyor. İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü
yüzeyde görülen bazı duvar kalıntıları ve buluntular
üzerine kazı çalışması yaptı. Kazılarda çıkan
buluntuların MS 6-13 yy’a ait olduğu, Bizans dönemi
yerleşiminin bilinen az örneklerinden olduğu I No’lu
Koruma Kurulu tarafından tescillendi. Arkeolojik
kalıntıların kültür varlığı niteliği taşıdığının
belirtildiği kararda komşu parsellerde de kültür
varlığı niteliği taşıyabilecek buluntuların
olabileceği belirtildi.
KORUMA KURULU "TARİHİ
KALINTILAR ZARAR GÖRMESİN" DEDİ
Öte yandan Kültür Bakanlığı İstanbul 1 Numaralı
Koruma Kurulu inşaat sırasında kalıntıların zarar
görmesini önleyici koruma tedbirlerinin alınmasına,
kalıntılara ilişkin uygulama tamamlanmadan iskan
izni verilmemesi gerektiğine karar verildi. Araziye
bu kalıntıların korunması karşılığında inşaat yapma
izni verildiğine dikkat çeken Hacıalioğlu "Siz deniz
kenarında, dere yatağında bütünüyle aşağıya
iniyorsunuz. Yüzeyde temel izleri gözüken Bizans
kalıntıların korunması pek mümkün gözükmüyor"
ifadelerini kullandı.
NEDEN TARLA FİYATINA
SATTINIZ
Eski Sümerbank fabrikasının bulunduğu arazi 2004
yılında Doğa Madencilik’e 44 milyon dolara satıldı.
Arazi satışından kaynaklı bir kamu zararı olduğunu
savunan Hacialioğlu "Madem ki kamu eliyle bu kadar
yüksek yoğunluklu bir yer olarak düzenleyecektiniz,
neden neredeyse bir tarla fiyatına sattınız. Çünkü
imar verildikten sonra arsanın değeri bugün 1 milyar
dolardır. Burada satıştan kaynaklanan bir kamu
zararından bahsetmek mümkün" diye konuştu.
Radikal, Haber: Elif İnce, 10.05.2014
|
ÖZBEKLER TEKKESİ'NDEN ÇALINAN TARİHİ
ESERLER DOLAPDERE'DE ÇIKTI

Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi’ne 8
Ekim 2011’de giren hırsızlar, 43 tarihi eseri
çalarak kayıplara karışmıştı.
Özbekler Tekkesi’nden çalınan
eserlerle ilgili Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürlüğü
Araştırma Büro Amirliği ekiplerine istihbarat geldi.
Dolapdere Bostan Mahallesi, Küçük Odalar Sokak’ta
bulunan bir iş hanındaki antikacı dükkanına önceki
gün akşam saatlerinde operasyon düzenlendi.
Operasyonda yapılan aramalarda 11 ebru tablosu, 2
yağlıboya tablo ve 17. yüzyıla ait tablolar bulundu.
Uzmanlar eşliğinde yapılan incelemede, ele geçen 11
ebru tablosu ve 2 yağlıboya tablonun Özbekler
Tekkesi’nden çalınan tablolar olduğu anlaşıldı.
İşyeri sahibi M.Ş., gözaltına alındı. Operasyonda
ele geçirilen Özbekler Tekkesi’ne ait 11 ebru
tablosu ve 2 yağlıboya tablonun yapılacak işlemlerin
ardından tekkeye teslim edileceği belirtildi. Diğer
tablolarla ilgili araştırma sürecek.
Zaman, Haber: Fazlı Mert, 10.05.2014
|
100 YILLIK SİNAGOG KÜLTÜR MERKEZİ
OLUYOR

Edirne'de 2'nci Abdülhamid'in
fermanıyla yaptırılan ve 1907'de açılan Musevi
cemaatinin ibadet ettiği Avrupa'nın en büyük
sinagogunun restorasyon çalışmalarında sona gelindi.
Yaklaşık 4 yıl önce eski fotoğraflardan yola
çıkılarak süren yenileme çalışmaları 4 ay sonra
tamamlanarak, görkemli bir törenle açılması
hedefleniyor. Kültür merkezi haline getirilecek olan
sinagogda Musevi cemaati istediği zaman ibadet yapıp
dini nikah törenlerini düzenleyebilecek.
Kaleiçi semti Marif Caddesi'ndeki
bulunan tarihi sinagogun restorasyonu, 2010 yılında
Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 3 milyon 700 bin
TL'ye ihale edildi. Edirne Vakıflar Bölge Müdürü
Osman Güneren, Vakıflar Bölge Müdürlüğün'ce 2010
yılında başlatılan restorasyon çalışmaların da sona
gelindiğini söyledi.
Yapılan dış cephe çalışmalarında tamamlanmak üzere
olduğunu anlatan Güneren, "Sinagogun iç duvarlar da
bulunan işlemeli motifler ile kemer kısımlarında
eski fotoğraflardan yola çıkarak çalışmalara
başladık. Şu an restorasyon çalışmalarında sona
yaklaştık. Sinagogda dış cephe inşaatı, çatı onarımı
ve kalem işlerinin tamamlanmasının ardından zemin
döşemesine geçilmiş durumda. Her bir kalem işi bile
mevcut fotoğraflara göre yapıldı. Özellikli bir
yapı, yapmak kadar verilecek fonksiyon da önemli.
Edirne için faydalı fonksiyon verme niyetindeyiz.
Kültür merkezi şeklinde işlevini sürdürecek, olan
Sinagog Musevi cemaatinin de görüşleri alınacak.
Sinagog restorasyonunun 4 ay sonra tamamlanıp
açılışının yapılmasını planlıyoruz" dedi.

13
AYRI SİNAGOG YERİNE YAPILDI
Edirne'de yaptırılan büyük Sinagog
olarak bilinen ibadethanenin 1905'te yaşanan ve
"büyük yangın" olarak adlandırılan yangında yok olan
13 ayrı sinagogun yerine 2'nci Abdülhamid'in
fermanıyla yapılarak 1907'de ibadete açıldı. Viyana
Sinagogu mimarı Fransız France Depre tarafından
örnek alınarak projelendirilen yapının büyük bir
bölümü, aradan geçen süre içinde tahrip oldu. Bir
dönem Tarakya Üniversitesi bünyesine geçen Sinagog,
Musevi cemaatinin tepkisi üzerine yeniden Vakıflar
Genel Müdürlüğü'ne devredildi. Yığma tuğla ve çelik
konstrüksiyon kullanılan nadir eserlerden olarak
bilinen tarihi sinagogun restorasyonu kapsamında
yapılan çalışmaları orijinal yapısını korumak için
yığma tuğla ile tavanların ise 'Bağdadi' tekniği ile
tüm yüzeylerin sıvanarak yapıldı.
GEÇMİŞİ 1492'YE DAYANIYOR
Geçmişi, 1492 yılında Avrupa'daki
baskılardan kaçarak Osmanlı İmparatorluğu'na sığınan
Seferad cemaatine kadar uzanan sinagogun bugünkü
binası 1907'de inşaa edildi. 1992 yılından sonra
kaderine terk edilen sinagogun çatısına leylekler
yuva yapmış, çevresindeki demir kapı ve parmaklıklar
çürümüştü. İsrail ile Türkiye arasında tarihi bir
bağı simgeleyen sinagoga ilgi, İsrail devletinin
kurulması ve Edirne'deki Yahudi Cemaati'nin
İstanbul'a yerleşmesiyle azaldı. 1983 yılından bu
yana kullanılmayan sinagogun mülkiyeti 1995'te
Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne geçti. Kullanılmasa da
tarihi açıdan Museviler için büyük önem taşıyan
sinagog, Edirne'de doğan Türk Sinagog Musikisi'nin
(Maftirim) de kaynağını oluşturuyor.
Gerçek Gündem, Haber: Ali Can Zeray,
09.05.2014
|
HADRİANAUPOLİS ANTİK KENTİNDEKİ
KAZI ÇALIŞMALARI
Eskipazar İlçesi'nde gün yüzüne
çıkarılan mozaikler dolayısıyla "Karadeniz'in
Zeugması" olarak nitelendirilen Hadrianaupolis Antik
Kenti'nin turizme açılması için çalışmalar devam
ediyor.
Karabük Üniversitesinde görevli
arkeolog Ersin Çelikbaş, AA muhabirine yaptığı
açıklamada, MÖ 1. yüzyılda kurulduğu ve MS 8.
yüzyıla kadar yerleşim amacıyla kullanıldığı tahmin
edilen Hadrianaupolis'teki kazıların Samsun Ondokuz
Mayıs Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi
Doç.Dr. Vedat Keleş önderliğinde yürütüldüğünü
söyledi.
Kazıları şimdilik korumaya yönelik
yürüttüklerini anlatan Çelikbaş, "Anadolu'da hiç
örnekleri görülmeyen bazı zemin mozaikleri var
burada. Bunların turizme kazandırılması gerekli. Bu
yönde başlatılan çalışmalarda sona gelindi. Erken
Bizans döneminde ait Kilise B'de bulunan mozaiklerin
korunması amacıyla yapılan inşaat, biter bitmez
turizme açılabilir. Yaklaşık 1 ay içinde çalışmalar
tamamlanacak" diye konuştu.
Kazı alanının büyüklüğü nedeniyle
çalışmaların geniş zaman diliminde yapılabileceğine
dikkati çeken Çelikbaş, "Bu nedenle kazılar devam
ederken ortaya çıkartılan eserlerin korumaya alınıp
turizme açılması gerekli. Bu yöndeki çalışmalar
hızla ilerliyor. Bizim için daha önemli olan şey ise
kültür varlığının kurtarılmasıdır" ifadesini
kullandı.
Memleket, 09.05.2014
|
700 YILLIK TARİHİ ŞEHİRDEN GERİYE
BİR MİNARE VE ÇEŞME KALDI
Anadolu Selçuklu Devleti’nin yerleşim
yerlerinden ve Hamitoğulları Beyliği’ne başkentlik
yapmış Isparta’nın Uluborlu İlçesi'nde son yıllara
kadar ayakta kalan 700 yıllık tarihi şehirden geriye
sadece tarihi Salih Efendi Camisi’nin minaresi ve
Şeyh Muhiddin Çeşmesi kaldı. Taş medrese, köprü,
hamam, cami gibi tescilli tarihi eserlerin bulunduğu
18 mahalleden oluşan tarihi yerleşim yerinin
taşınması, tabiat şartları, halkın bilinçsizliği ve
definecilerin kaçak kazıları nedeniyle son 30 yıl
içinde yok olduğu bildirildi.
Uluborlu Kaymakamı Adem Çelik, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, Uluborlu’nun MÖ 3.
yüzyıldan itibaren çeşitli medeniyetlere beşiklik
eden bir yerleşim yeri olduğunu kaydetti.
İlçede hala hangi döneme ait olduğu
bilinmeyen bir kale bulunduğunu söyleyen Çelik,
“Dönem içerisinde eserlerimizde bir takım
yıpranmalar olmuş, tabiki bu anlamda ciddi
araştırmalara da ihtiyacı olan bir coğrafya üzerinde
bulunuyoruz. Gerekli araştırmaların yapılabilmesi
için tarihçileri İlçemize davet ediyorum” dedi.
30 yıl öncesine kadar yerleşim yeri
olan bölgede yaşayanların ovaya taşınmasından sonra
antik şehrin gözden düştüğünü anlatan Çelik, şöyle
konuştu:
“Burası biraz gözden düşmüş bir yer
durumunda. Ancak tarihi kalıntıların olduğu alan.
Buranın restorasyon ve tanıtım çalışmalarıyla
yeniden hayata geçirilebileceğini düşünüyoruz. Henüz
tarihine ulaşamadığımız bir takım tarihi
unsurlarımız var. Antik kentin ciddi anlamda
araştırmalara ihtiyacı var. Öncelikle bunların
araştırılması gerekli. Bu noktada da bir takım
girişimlerde bulunduk, dileriz süreç içerisinde
sonuç verecektir.”
Defineciler kaçak kazılarla tarihi
yok etti
Tarih ve kültür varlıkları
araştırmacısı ve eski Uluborlu Belediyesi
Başkanvekili Mehmet Ertan, “Eski Uluborlu” denilen
18 mahalleden oluşan tarihi şehirden geriye
tadilatla yıkılmaktan son anda kurtarılan bir minare
ve bir de çeşmenin kaldığını belirtti.
1970′li yıllara kadar ayakta kalan
tarihi yapıların şehrin ovaya taşınmasından sonra
bakımsız kaldığını ve insanların bilinçsizce
taşlarını sökerek yeni yapılarda kullandığını ve
definecilerin bir şey bulmak adına kaçak kazılar
yaptığını ifade eden Ertan, “Burası Osmanlı ve
Selçukluların hüküm sürdüğü bir yer. Tescilli 11
Selçuklu eseri var, koruma altında. Köprüler,
hamamlar var. Medrese 10 yıl öncesine kadar
sağlamdı, çilehaneleri vardı, güzel bir medreseydi,
hava muhalefetinden yıkıldı. Tescilli olduğu için
bir şey yapamıyoruz” şeklinde konuştu.
Tarihi şehrin metruk hale gelmesinden
sonra definecilerin tarihi bölgeye büyük zarar
verdiğini anlatan Ertan “Defineciler burayı çok
kazdı. Sütün başlıkları yok oldu, kaçak olarak
sürekli kazı yaptılar. Siyam çeşmesindeki dibeği
kırmışlar. Bir tarihi yok ediyor, bilinçsizce
davranıyor, tarihe büyük zarar veriyorlar” diye
konuştu.
Uluborlu’daki tarihi dokunun
tanınmadığına dikkati çeken Ertan, tarihçileri
araştırma yapmak üzere İlçeye davet etti.
haberler.com, 08.05.2014
|
4 - 10 Mayıs 2014
|
TARİHİ BOSTANA UYDUDAN
PARSEL

Bilgi Üniversitesi
Mimarlık Fakültesi öğrencileri, Yedikule
bostanlarının molozlanmadan önceki halini eski uydu
görüntülerini kullanarak yeniden ‘çizdi’.
Öğrenciler, civarda yaşayan çocukların toprağa
taşlar dizerek oluşturduğu futbol sahasının yanına
ikinci el inşaat malzemelerinden ufak bir tribün de
yaptı. Atölye yürütücülerinden Mimar Aslıhan
Demirtaş, çocukların atölyeye yoğun ilgi
gösterdiğini anlatarak “‘Bostanın eski halini
hatırlamak için parselleri çiziyoruz’ deyince
çocuklar coştu. Önce alanın uydu fotoğraflarından
bakarak sınırlarını belirledik, sonra da çubukların
arasına şeritler gererek bostanları yeniden çizdik.
Öğrenciler ve çocuklar hep beraber çalıştı” dedi.
Çocuklar bostanı özlemiş
Fatih Belediyesi’nin geçen yaz “Park yapılacak”
diyerek 1700’lerden kalma belgelerde tespit edilen
İsmail Paşa Bostanı’nı molozla kaplaması büyük tepki
çekmiş ve protestolara sebep olmuştu. Radikal,
bostanlarda 4-5 katlı binalar yapılmak üzere Fatih
Belediyesi tarafından ayrı bir proje hazırlandığını
ve projenin kamuoyundan gizlendiğini ortaya
çıkarmıştı. Bunun üzerine belediye alandan
iş makinelerini
çekti ve projenin ‘revize edileceğini’ açıkladı.
Tepkilere rağmen tarihi bostanın üzerine dökülen
moloz yaklaşık bir yıldır temizlenmedi.
Eş yürütücülüğünü Mimar Aslıhan Demirtaş ve
Avusturya Brisbane Üniversitesi’nden Peyzaj Mimarı
Claudia Taborda’nın yaptığı 5 günlük atölye
kapsamında ilk olarak üniversite öğrencileri kent
içi tarım, Yedikule bostanlarının tarihi ve
sosyopolitiği gibi konularda
eğitim aldı. Mimar
Demirtaş, “Öğrencilere mimarlığın güzel objeler inşa
etmek olmadığını, bir mekan yaratmanın
sosyal
sorumluluklarını, politik etkilerini düşünmek
gerektiğini anlatmaya çalışıyoruz. Molozlandıktan
sonra bostan boş bir alan haline gelmişti. Biz
tribünü yapar yapmaz çocuklar üzerine toplandı,
anneleri de evden poğaçalar, çaylar getirip yanımıza
oturdu. Çocuklara ‘Park mı bostan mı istersiniz’
diye sorduğumuzda ‘Tabii ki bostan’ cevabını
verdiler. Bostanın eski halini çok özlediklerini
anlattılar” diye konuştu.
Demirtaş, birkaç gün önce çocukların arayıp tribünün
ortadan kaybolduğunu söylediklerini, mimarlık
öğrencilerinin bostana geri dönüp aynı tribünden
tekrar inşa etme planları olduğunu anlattı.
Radikal, Haber: Elif
İnce, 09.05.2014
|
HALEP'TE TARİHİ OTEL
YERLE BİR OLDU

Halep Kalesi'nin tam
karşısında bulunan tarihi Carlton Oteli, dün
Suriyeli muhalifler tarafından havaya uçuruldu.
Olayda en az 50 rejim askeri hayatını kaybetti
Suriye'de 3 yıldır süren iç savaş, ülkenin en
kıymetli tarihi eserlerini de bir bir ortadan
kaldırmaya devam ediyor. Dün, UNESCO Tarih Mirası
Listesi'nde yer alan tarihi Halep kentinin en önemli
yapılarından biri daha yerle bir oldu. Muhalif
gruplar, Halep Kalesi'nin giriş kapısının tam
karşısında bulunan ve 150 yıllık eski bir
kervansaray binasında hizmet veren Carlton Oteli'ne
bombalı saldırı düzenledi. Rejim askerlerinin
karargah olarak kullandığı bina, altına kazılan
tünele yerleştirilen bombalar sonucu havaya uçarken,
olayda en az 50 askerin hayatını kaybettiği
bildirildi. Bombalı saldırının sorumluluğunu İslami
Cephe mensubu muhalif gruplar üstlenirken, saldırı
anı kameraya kaydedilerek, internetten yayımlandı.
Meydana gelen şiddetli patlama nedeniyle çevredeki
çok sayıda tarihi bina ve evin de harabeye döndüğü
kaydedildi. İç savaşta en şiddetli şekilde etkilenen
kentlerin başında gelen Halep'te daha önce
Kapalıçarşı ve Emevi Camii de kullanılamaz hale
gelmişti.
Sabah, 09.05.2014
|
OSMANLI KERVANSARAYINI
TÜRKLERE SATACAKLAR

Mali krizdeki
Yunanistan, aralarında Selanik’teki tarihi “Kervan
Saray” Oteli’nin de olduğu 10 turistik tesisini
Türklere satmak için İstanbul’da bir toplantı
düzenleyecek.
Yunanistan’da ekonomik kriz nedeniyle mali açıdan
zor durumda olan bazı otel ve turistik tesislerin,
yabancı yatırımcılara satış ya da kiralama usulüyle
devredilmesi planı kapsamında İstanbul’da bir
tanıtım toplantısı düzenlenecek. 22 Mayıs’ta Türkiye
Seyahat Acenteleri Birliği’nin (TÜRSAB), Yunan
“Tourism Plus” şirketiyle ortaklaşa düzenleyeceği
“Yunan Mülkiyetleri-Türk Turizm Yatırımcıları
Etkinliği” (Greek Properties-Turkish Tourism
Investors Event) adlı özel tanıtım toplantısında,
Kuzey Yunanistan bölgesinde yer alan 10 kadar 4-5
yıldızlı otel ve tesis Türk yatırımcıların ilgisine
sunulacak.
İşadamları davetli
Tourism Plus şirketinin kurucusu Nikos Sapuncis,
toplantıyla ilgili yaptığı açıklamada, Yunan
otelcilik sektörünün ilk kez böyle bir açılımda
bulunduğunu vurgulayarak, bu kararın alınmasında
gittikçe gelişen Türkiye ekonomisinin etkili
olduğunu kaydetti.
Son yıllarda Yunanistan’ı ziyaret eden Türk turist
sayısında büyük artış olduğunun altını çizen
Sapuncis, “Türk turistlerin ülkemizi sevdiğini ve
Yunan kültürüne hayran olduklarını görüyoruz. Büyük
ilgi olduğunu gördüğümüz için Türk piyasasına hitap
etmeye karar verdik” diye konuştu.
Türk-Yunan Ticaret Odası üyesi olan TÜRSAB ve
Tourism Plus’ın gerçekleştireceği toplantıya,
İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve çok sayıda
Türk işadamının davet edildiği belirtildi.
Önünde 500 yıllık cami var
Türk yatırımcıların beğenisine sunulan oteller
arasında, Selanik’teki tarihi “Kervan Saray” Oteli
de bulunuyor. Kent merkezinde yer alan ve 15’inci
yüzyılda yaptırılan Hacı Bey Camisi’nin arkasında
yer alan ve bir yangında kül olan tarihi
kervansarayın yerine inşa edilen bina, 1958-2011
yılları arasında belediye binası olarak hizmet
vermişti.
Vatan, Haber: Sevasti
Kailidou, 08.05.2014
|
MISIR'DA 3100 YILLIK
MEZAR BULUNDU

Mısır'da firavunun habercisi olan Pah Seir'e ait
3100 yıllık mezar bulundu.
Giza ilinde yer alan Sakkara kazı alanında
düzenlenen basın toplantısında konuşan Tarihi
Eserler Bakanı Muhammed İbrahim, Giza piramitlerinin
25 kilometre güneyindeki Sakkara kazı alanında MÖ
1077-1292 yıllarında hüküm süren 20. Firavun
Hanedanlığı döneminde üst düzey yetkili olan Pah
Seir'e ait mezar bulunduğunu açıkladı.
İbrahim, mezarın Mısır uygarlığı tarihinde yeni bir
sayfanın doğmasını sağladığını, edinilen yeni
bilgilerle antik Mısır'ın en gelişmiş dönemi Yeni
Krallık'a ışık tutulacağını söyledi.
Tarihi Eserler Bakanı İbrahim, mezarın 5. Hanedanlık
döneminin son Firavunu Unes'in Piramidine çıkan
yolun güneyinde bulunduğunu ve 2010 yılında bulunan
19. Hanedanlık döneminde ordu komutanı olan Ptah
Ms'nin mezarının kuzey duvarına yapışık olduğunu
kaydetti.
Pah Seir'in, Ptah Ms'nin ailesinden olma ihtimalinin
ortaya çıktığını aktaran İbrahim, yeni bulunan
mezarın firavunların eski bir başkent olan Memphis'e
idari ve askeri anlamda önem verdikleri hatta,
yönetim farklı bölgelere taşındığında da mezarları
taşıdığı ve Memphis'de Yeni Krallık dönemine ait
büyük bir mezarlık bulunduğu bilgilerini
kazandırdığını ifade etti.
Eski Kahire Üniversitesi Arkeoloji Fakültesi Dekanı
Ula el-Aczi yeni bulunan mezarı şöyle tarif etti:
"Mezarın batıdan doğuya 12 metre uzunluğunda ve 6
metre genişliğinde, ön cephesinde sütunlu olan bir
açık alan bulunuyor. Bu alanın ardından ortasında
bir kuyu olan sütunlu bir alan daha yer alıyor. Bu
kuyu yer altındaki mezar odasına gidiyor. Buranın
ardından da neredeyse duvarları tamamen işlenmiş
olan 3 oda bulunuyor."
Sabah, 08.05.2014
|
TAM 4 BİN YILLIK!

Çin'in
güneybatısındaki Sıçuan eyaletinde 4 bin yıllık
sulama sistemi ve baraj bulunduğu bildirildi.
Şinhua ajansının haberine göre, eyaletin Çıngdu
şehrindeki bir inşaat sahasında antik sulama
sistemiyle 147 metre uzunluğunda bir barajın ortaya
çıkarıldığı kaydedildi.
Barajın tabanda 14, tepe noktasında ise 12 metre
genişliğinde, elle kazılmış sekiz oluktan oluştuğu
ve 1,3 metre yüksekliğinde olduğu ifade edildi.
ETRAFINDA MEZAR VAR
Yetkililer, barajın etrafında beş ev kalıntısı ile
54 mezarın bulunduğunu açıkladı.
Uzmanlar, barajın Yangzı Nehri civarında şu ana
kadar bulunan en eski baraj ve sulama sistemi
olduğunu kaydetti.
Yeni bulunan sulama
sisteminin, bölgenin kültür miraslarından Duciangyan
sulama sisteminden 2 bin yıl daha eski olduğu
açıklandı.
Vatan, 08.05.2014
|
PICASSO'NUN ESERİ 31.5
MİLYON DOLARA SATILDI

Sotheby's Müzayede Evi,
20. yüzyılın en önemli sanatçıların biri kabul
edilen ve Kübizm akımının kurucularından
Picasso'nun 1932'de
tamamladığı eserin, adının açıklanmasını istemeyen
bir koleksiyoncu tarafından satın alındığını
açıkladı.
Eserin 14-18 milyon
dolara alıcı bulması bekleniyordu.
Müzayede evinin
düzenlediği empresyonist ve modern sanat açık
artırmasında, 50 eser toplam 219 milyon dolara alıcı
buldu. Açık artırmada Fransız ressam Henri
Matisse'nin 1924 tarihli "Sabah Çalışması" adlı
eseri 19,2 milyon dolara, Fransız empresyonist
ressam Claude Monet'nin "Japon Köprüsü" adlı
tablosu da 15,8
milyon dolara satıldı.
Monet'nin "Nilüferler"
adlı
tablosu, dün
Christie's Müzayede Evi'nin düzenlediği açık
artırmada 27 milyon dolara satılmıştı.
Christie's
Picasso'nun 1942
tarihli "Dora Maar'ın Portresi" adlı eserinin de
22,5 milyon dolara alıcı bulduğunu açıklamıştı.
Habertürk, 08.05.2014
|
SAHİBİNDEN SATILIK MÜZE

Türkiye’nin ilk ve tek
bakır eserler müzesi olma özelliğine sahip
Saklı Konak Bakır
Eserleri Müzesi, satılıyor. Özel koleksiyonlardan
oluşması itibariyle alanında ‘tek’ kabul edilen
müzenin sahibi
Ali Atalar, 30
yıldır biriktirdiği bakır eserleriyle birlikte
müzeyi ‘yaşadığı bazı sıkıntılar’ sebebiyle elinden
çıkarmak istiyor.
2011 yılında kendi
koleksiyonunu restore ettirerek açtığı ve Osmanlı
dönemine ait 800 bakır eserin yer aldığı
Saklı Konak Bakır
Eserleri Müzesi, 2012 yılında Türkiye’den ve
dünyanın farklı yerlerinden
Gaziantep’i görmeye
gelen turistlerce ziyaret edildi. İçerisinde kazan,
dikiş makinesi, ibrik, tepsi, çan, bıçak, kama,
kılıç, hamam takımları, tava gibi Osmanlı günlük
yaşamında kullanılan bakır eserlerin yer aldığı
müze, Ali Atalar’ın tercihi ile ‘teklif usulü’
satılacak. Aynı zamanda 12 odalı tipik Osmanlı
mimarisinde bir ev olma özelliğine de sahip müze
binası, kendi başına bir tarihi eser.
Kültür ve Turizm
Bakanlığı ile ona bağlı müdürlüklerle sıkıntı
yaşadığını da belirten
Ali Atalar,
‘Türkiye'nin ilk ve tek bakır eserleri müzesi,
Gaziantep kültürüne
ve turizmine hizmet ediyordu. Yaklaşık 3 yıldan beri
kendi yağıyla kavrulması için mücadele ediyorum.
Müzeciliğin ticaret kurumu olmadığını biliyorum.
Hiçbir yerden maddi ve manevi destek almadan bu işi
yürütmeye çalıştım ancak artık yoruldum. Bu
mücadeleyi sürdürecek kurum, kuruluş, kişi varsa
devretmek istiyorum’ diyor.
Habertürk, 08.05.2014
|
448 YILLIK SIR AÇIĞA
ÇIKTI

Gazi Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü öretim üyesi
Prof.Dr. Mehmet Zeki İbrahimgil, Başbakanlık ve
Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivindeki Sokullu Mehmet
Paşa belgelerine dayanarak
Osmanlı
padişahlarından
Kanuni
Sultan Süleyman'ın
iç organlarının
Macaristan'ın
Zigetvar şehrindeki
Kanuni Camisi'nin
bahçesinde gömülü olduğunun tespit edildiğini
söyledi.
Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi
Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Mehmet Zeki
İbrahimgil, Trakya Üniversitesi, İslami İlimler
Araştırma Vakfı ile İstanbul Üniversitesi İslam
Araştırmaları Merkezi'nce Başbakanlık Tanıtma Fonu
desteğiyle ‘Osmanlı
İlim, Düşünce ve Sanat Dünyasında Balkanlar’
sempozyumuna katılmak için Edirne’ye geldi.
Sempozyumun ardından gazetecilerin sorularını
yanıtlayan Prof.Dr. Mehmet Zeki İbrahimgil,
Osmanlı
padişahlarından
Kanuni
Sultan Süleyman'ın
iç organlarının nereye gömüldüğü konusunda net
bilgilere ulaştıklarını söyledi. Yaklaşık 1.5 yıldır
Balkanlardaki Türk eserlerinin değerlendirilmesi
konusunda bir çalışma yürüttüklerini ifade eden
Prof.Dr. İbrahimgil, şunları söyledi: "Balkanlardaki
Türk eserlerinin değerlendirmesi üzerine bir
çalışmamız var. Yaklaşık 1.5 yıldır Ankara’da
Başbakanlık ve Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivindeki
belgeler inceleniyor. Bunlar yapılırken, hiç
beklemediğimiz bir şeyle karşılaştık. Belgelerin
vakfiyeleri okunurken,
Kanuni
Sultan Süleyman’ın
iç organlarının Zigetvar da defnedildiği yer olarak
tespit ettik. Bunu Sokullu Paşa’nın vakfiyesinde
belgelere dayanarak söyleyebiliriz.
Macaristan'ın
Zigetvar şehrindeki
Kanuni Camisi'nin
yanındaki hanikahta gömüldüğü tespit edildi. Ancak
detaylı açıklama daha sonra üst resmi makamlardan
gelecek. Sokullu Mehmet Paşa’nın vakfiyesiyle
Selaniki tarihinde çok net olarak belirtiyor.
Zigetvar kazı çalışması yapılacak ve ardından türbe
haline geleceğini düşünüyorum" dedi.
İÇ ORGANLARIN AKİBETİ
BİLİNMİYORDU
Kanuni
Sultan Süleyman
1526'da, yani tahta çıkışının henüz 6'ncı yılında
Mohaç zaferiyle
Macaristan
kapılarını açarak Avrupa'da ‘Muhteşem’ diye anılmaya
başlamış, 40 yıl sonra döndüğü bu ülkede Zigetvar
kalesinin fethinden bir gün önce, 7 Eylül 1566'da
hayata gözlerini yummuştu. Sadrazam Sokullu Mehmed
Paşa, Şehzade Selim gelip tahtı devralana kadar
padişahın ölümünü vezirlerden bile gizledi.
Kanuni'nin naaşı, İstanbul'a bozulmadan
taşınabilmesi amacıyla tahnit edildi (mumyalandı).
Bunun için kalbi ve iç organları çıkarıldı, misk ve
amberle yıkanıp gömüldü. Rivayetlere rağmen iç
organların kesin olarak nerede olduğu bir türlü
ortaya çıkarılamamıştı. Bu açıklama ile 448 yıllık
sır açığa çıkmış oldu.
Habertürk, 08.05.2014
|
TARİHİ BİNANIN ÇATISINI
YIKTILAR
Karaköy'de 2. sınıf
tarihi eser bina olan Fransız Geçidi İş Merkezi'nin
çatı katının bır kısmı, hemen yanında inşası devam
eden otelin yetkilileri tarafından yıkıldı..

Karaköy’de 2. sınıf
tarihi eser bina olan Fransız Geçidi İş Merkezi’nin
çatı katının bir kısmı, hemen yanında inşası devam
eden otelin yetkilileri tarafından matkapla
delinerek yıkıldı. Yıktıkları kısmın kendi inşaat
alanlarına girdiğini iddia eden yetkililer, yıkımı
görüntüleyen han görevlisine hem tehditler savurdu,
hem de saldırmaya çalıştı.
Olay, 2 gün önce Beyoğlu
Kemankeş Karamustafa Paşa Mahallesi Mumhane Caddesi
üzendeki Fransız Geçidi İş Merkezi’nde meydana
geldi. İddiaya göre, 2. sınıf tarihi eser olan
Fransız Geçidi İş Merkezi'nin yanında inşası devam
eden otelin yetkilileri, binanın çatısının bir
kısmının kendi alanlarına girdiğini iddia ederek
yıkmak istedi. Durumu fark ederek çatıya çıkan han
görevlisi Ali Ekber Fırat, çatının bir kısmının
inşaat çalışanları tarafından matkapla yıkılmaya
çalışıldığını gördü. Yıkım çalışmasını cep
telefonuyla görüntüleyen Fırat inşaatın
yetkililerine, “Bunun hafif cezası olduğunu
biliyorsunuz değil mi? Şu an siz tarihi binayı
kırıyorsunuz. Bilginiz olsun. Sonra ben bilmiyorum
deme” diyerek uyardı. İnşaattaki yetkililer ise,
“Delil yapmaya mı çalışıyorsun? Çok iyi” diyerek
duruma tepki gösterdi. Bunun üzerine yetkili,
kendisini çektiğini bahane ederek Fırat’tan çekimi
durdurmasını istedi. Fırat’ın “Seni çekmiyorum,
yıkımı çekiyorum” demesi üzerine sinirler iyice
gerildi. Birbirleriyle bir süre tartışan taraflardan
inşaat çalışanı bir anda çatıdaki Fırat’a saldırmak
istedi. Şahsın inşaattaki diğer çalışanlar
tarafından tutulması sonucu ortam sakinleşti. Olayın
ardından inşaat çalışanları yıkıma devam etti.
İş merkezinin avukatı Pınar Kılıç, binanın 2. sınıf
tarihi eser bina olduğunu belirterek, “Her şeyimiz
ruhsatlı, yasal, resmidir. Zaten tarihi eser olduğu
için izin almak suretiyle de olsa kolay kolay bir
tadilat yapamıyorsunuz. Hal böyleyken binanın yan
tarafındaki otel inşaatının yetkilileri, bizim
ruhsatlı gözüken duvarımızın bir kısmını kendi
alanlarına tecavüz etmiş bahanesiyle yıktılar.
Arkadaşlarımızın uyarmasına ve binanın özel mülkiyet
alanı olduğunu söylemesine rağmen dinlemeyerek
yıktılar. Böylece bir sorunumuz ortaya çıktı.
Şikayetçi olacağız. Bu yapılan hem mülkiyet hakkına
saldırıdır hem de burası Karaköy’ün göbeğinde son
derece nadide tarihi bir binadır. Pek çok filme ve
romana konu olmuş Fransız Geçidi İş Merkezidir.
Dolayısıyla bu eylemi gerçekleştirenler hakkında biz
hukuki olarak sonuna kadar hakkımızı arayacağız”
dedi.
İş Merkezi’nin görevlisi Ali Ekber Fırat ise, olayın
6 Mayıs günü başladığını ifade ederek, “Bütün resmi
işlemlere başvurduk. Belediyeleri, zabıtaları aradık
ve geldiler. Resimleri çektiler. Bizde şikayet
dilekçelerimizi belediyeye verdik. Ona rağmen
belediyeyi aradık ve herhangi bir yetkiliye
ulaşamadık. Binanın yıkılamayacağını oradaki
kalfalara ve yetkililere söylememize rağmen bizi
rahatsız etmeyin, bize Beyoğlu Belediyesi izin
verdi, yıkacağız gibisinden tehdit etti ve kırıma
devam ettiler. Ben yıkımı görüntüleyince de, ‘Sen
benim başımda duruyorsun, çekemezsin burayı ben
işimi yapamıyorum’ dedi. Bende haliyle kendisine
buranın 2. sınıf tarihi eser bir bina olduğunu
burada kırım yapılamayacağını hatırlatmama rağmen
kırımı gerçekleştirdiler. Hatta bizi çekemezsiniz
diye hakarette bulundular” diye konuştu.
Milliyet, 08.05.2014
|
BİZANS'A GÖKDELEN
GÖLGESİ

İstanbul’un siluetini bozması
nedeniyle mahkeme tarafından yıkımına karar verilen
16:9 kulelerine benzer bir yapılaşma, kulelerin
hemen yakınında bulunan ve Bizans dönemine ait
kalıntıların yer aldığı eski Sümerbank arazisinde
yükselecek. Bakırköy’de Veliefendi Hipodromu’nun
hemen önünde sahil şeridinde yer alan araziye 67
metre yüksekliğinde (22 kat) 10 kulenin inşaatına
başlandı. Bakırköy Belediyesi’nin verdiği inşaat
ruhsatına göre yaklaşık 62 dönümlük araziye 296 bin
metrekarelik inşaat izni verildi. Sahil şeridinde
yapımına başlanan inşaatın silueti olumsuz
etkileyeceğini belirten Mimarlar Odası İstanbul
Şubesi Genel Sekreteri Ali Hacıalioğlu, “16:9
kulelerinin siluete olan olumsuz etkisinden hiç ders
çıkarılmadı, sahile betondan duvar örülüyor” dedi.
Hacıalioğlu, araziye verilen yapılaşma koşullarının
arazide yer alan Bizans kalıntılarını da tehdit
ettiğini belirtti.
KALINTILAR TESCİLLENDİ
Eski Sümerbank arazisi, Bizans
dönemine ait tescilli Hebdomon Adalet Binası ile
Sayfiye Sarayı’na ait antik yapı kalıntılarının
bulunduğu parselin etkileme alanı içinde yer alıyor.
Arazide Arkeoloji Müzeleri tarafından sondaj
kazıları yapıldı. Kazı sonucunda MS 6-13. yy’a
tarihlenen arkeolojik kalıntılar açığa çıkarıldı.
İstanbul 1 Nolu Koruma Kurulu, açığa çıkarılan
kalıntıların “Bizans dönemi yerleşiminin bilinen az
örneklerinden biri olması ve komşu parsellerde yer
alan kültür varlığı niteliğindeki mimari yapılarla”
bağlantılı olması nedeniyle Haziran 2013 tarihinde
tescilleyerek koruma altına aldı. Kazı alanında
açığa çıkarılan kanal parçası ile kuyunun ise
belgelenerek kaldırılmasına karar verdi. I Nolu
Koruma Kurulu, arazide yapılacak inşaat çalışması
sırasında koruma tedbirlerinin alınmasını ve
kalıntıların kent arkeolojisine kazandırılması için
sergilenmesini öngören bir projenin hazırlanmasını
istedi.
‘YERİN 12 METRE ALTINA İNİLECEK’
Özelleştirme kapsamında 2004 yılında
Doğa Madencilik’e 44 milyon dolara satılan arazi
için 2012 yılında onaylanan imar planına göre turizm
tesisleri için 2,5 emsal (toplam inşaat alanını
belirleyen kat sayı), turizm ticaret alanı için 2
emsal, ticaret ve konut alanı için 1 emsal verildi.
Arazinin değeri satış ertesinde yapılan imar
planıyla 650 milyon doları buldu.
Hacıalioğlu, “İnşaat alanı cinsinden 4,75 emsale
tekabül eden bir yapılaşma öngörülüyor. Bu deniz
seviyesinde düz bir arazide zemin altının bütünüyle
kullanılması anlamına gelir. Yani, verilen ruhsata
göre zemin üstünde yapılacak inşaattan çok daha
fazlası zemin altına yapılacak. Yerin 12 metre
derinine inilecek, zemin altında 160 bin
metrekarelik inşaat öngörülüyor. Bu durumda Koruma
Kurulu tarafından tescillenen yapıların korunması
mümkün görünmüyor” dedi.
‘NÜFUS YOĞUNLUĞU GETİRİLİYOR’
Deniz seviyesinde ve Çırpıcı Dere
yatağının hemen kenarında bulunan araziye yapılacak
inşaatın depremsellik açısından da tehdit
oluşturduğunu belirten Hacialioğlu, “Arsanın
bulunduğu alan imar planlarında ayrıntılı jeolojik
etüt gerektiren alan olarak planlara işlenmişken bu
alanın böyle yoğun bir yapılaşmaya açılması
şehircilik ilkelerine aykırı. Bölgeye getirilen
konut fonksiyonuyla nüfus artışı olacak, ancak
planlarda bu nüfus artışını karşılayacak sosyal
donatı alanı da ayrılmamış” diye konuştu. Doğa
Madencilik ise BirGün’ün sorularına yanıt vermedi.
Birgün, Haber: Olgu
Kundakçı, 08.05.2014
|
KENT MÜZESİ ÇALIŞMALARI
DEVAM EDİYOR

Çeşitli dönemlerde
yaşanan afetler ve savaşlardan dolayı büyük zarar
gören, yer yer duvar kalıntılarıyla günümüze kadar
gelen Urfa Şehir Surlarının önemli bir bölümünü
oluşturan tarihi Mahmutoğlu Kulesinin Kent Müzesine
dönüştürülmesi çalışmaları aralıksız devam ediyor.
Kent Müzesi'nde Şanlıurfa'nın kuruluşundan günümüze
kadar tarihi, coğrafi, arkeoloji, inanç, kültürel,
sosyal, ekonomik, ticari, ulaşım, sağlık, mimari ve
turistik yapısına ilişkin gelişimi ve bu gelişim
süreci içinde önem arz eden şahıs ve olayların
bilgilerinin yer alacağı müzede ayrıca Urfa'nın
tarihi yerleri de animasyon şeklinde görülebilecek.
Özellikle Göbeklitepe'nin görüntülerini gösteren
animasyon dikkat çekiyor. Yine Urfa hakkında bilgi
almak isteyen ziyaretçiler kendilerine verilecek
okutucu cihazla müzenin değişik yerlerinde bulunan
cihazlarda gerekli Urfa hakkında merak ettikleri
bilgileri alabilecek.
Karacadağ Kalkınma Ajansı'nın yüzde 75 mali destek
verdiği Kent Müzesi'nde kent maketi, Şanlıurfa'da
yaşamış peygamberlere ait görsel tanıtımlar,Urfa'ya
has her türlü bilgi, belge, müzik aletleri, kitap,
berat, fotoğraf, el aletleri, geleneksel giysiler,
mutfak araçları, el sanatlarına ilişkin malzemeler
de sergilenecek.
Şanlıurfa'nın bilinmeyen tarihini gün yüzüne
çıkarmayı hedefleyen projenin kısa bir sürede
bitmesi bekleniyor.
Şu anda Turizm Kültür Müdürlüğü'ne ait olan müzenin
bittikten kısa bir süre sonra Büyükşehir
Belediye'sine devredileceği belirtildi.
Ayrıca Mahmutoğlu Kulesi'nde Şanlıurfa'da yakın
zamanda ortaya çıkarılan 12 bin yıllık tarihi
geçmişi bulunan Göbeklitepe'deki bazı eşyaların da
sergilenecek.
Gap Gündemi,
08.05.2014
|
KADERİNE TERK EDİLDİ!

İzmir’in Agora semtinde,
bulunan ve 1970’li yıllarda Sosyal Hizmetler
Müdürlüğü’ne bağışlanan Osman Paşa Köşkü
kullanılmadığı gibi bakımı da yapılmayınca kaderine
terkedildi.
Agora’daki Osmanzade yokuşunda bulunan Osman Paşa
Köşkü, 1970’li yıllarda kullanılması için Sosyal
Hizmetler Müdürlüğü’ne bağışlandı. Ancak aradan
bunca yıl geçmesine rağmen, tescilli tarihi köşkün
bakımı yapılmadığı gibi hiç kullanılmayıp, kaderine
terk edildi. Tamamına yakını çöken köşk mezbelelik
haline geldi. Bu duruma tepki gösteren mahalleli,
devletin köşke sahip çıkmadığından yakındı.
BİRİNİ KONAK BELEDİYESİ KURTARDI
Yine Sosyal Hizmetlere ait olan ve Agora çevresinde
bulunan diğer bir köşke ise 2007 yılında, dönemin
Konak Belediye Başkanı Muzaffer Tunçağ sahip Çıktı.
Kurum ile yapılan protokol gereği Belediye
tarafından restorasyonu yapılan köşk, Nebahat Tabak
Semt Evi adıyla kadınlara hizmet veriyor. Ancak
kullanım için yapılan protokol süresinin sonuna
doğru gelinmesinden dolayı, bu köşkün de diğeriyle
aynı kaderi paylaşmasından endişe ediliyor. Burada
kurs görüp, meslek öğrenen kadınlar, köşkün işlevsiz
kalmaması için protokolün yenilenmesini istiyor.
Vatan, 08.05.2014
|
NAZİ TABLOLARI İSVİÇRE MÜZESİ'NE MİRAS KALDI
Almanya’nın Münih kentindeki apartman dairesinde
hayatını kaybeden Cornelius Gurlitt’in (81) çalıntı
Nazi tablolarını İsviçre’deki Bern Sanat Müzesi’ne
bıraktığı ortaya çıktı.
İkinci Dünya Savaşı esnasında Naziler tarafından
çalındığı düşünülen ve 2012’de gerçekleştirilen
baskında ele geçirilen tabloların sahibi Gurlitt’in
ölümünden sonra sanat eserlerinin akıbeti
belirsizdi. Haberi alan Bern Sanat Müzesi’nin
sözcüsü ise “Şoke olduk. Gurlitt ile hiç bir
ilişkimiz yoktu. Tanışmıyorduk. Minnettarız” diye
konuştu. Gurlitt’in Münih’teki evinde 28 Şubat 2012
tarihinde bulunan 1280 paha biçilmez tabloya el
konulmuştu.
Milliyet, 08.05.2014
|
AYASOFYA'DA AMAÇ BAŞKA
Ayasofya'nın ibadete
açılması konusunda yakın zamana kadar olumsuz görüş
beyan eden paralel yapının son günlerde depreşen
Ayasofya aşkının perde arkası netleşiyor. 'Ayasofya
ibadete açılsın' kampanyası başlatan paralel yapının
asıl amacının Ayasofya'yı ibadete açacak olası
ihtimalleri ortadan kaldırmak olduğu ifade ediliyor.
Ankara kulislerinde, Ayasofya'daki mozaik ve
fresklerin sabahtan öğleye kadar açık tutulması ve
diğer zamanlarda ise siyah ışıkla kapatılarak namaz
kılmaya uygun hale getirilmesi gibi formüllerinin
konuşulduğu bir dönemde paralel yapının böyle bir
kampanya başlatması soru işaretlerine neden oldu.
Paralel yapı, bu kampanya ile dünya kamuoyunun
tepkisini bu tartışmalara odaklandırmayı amaçlıyor.
KAMPANYA YÜRÜTTÜLER
Ayasofya'nın ibadete
açılma konusunu STV'de yayınlanan Şefkat Tepe adlı
dizideki 'Karanlık Kurul' gündemine taşıyan Gülen
grubu, proje gerçekleşirse bunu hükümetin 'Başkanlık
sistemiyle birlikte yeniden fetih projesi' olarak
sunacağını iddia etti, ancak diğer yandan, istifacı
vekil Hami Yıldırım'ın 'Ayasofya cami olsun'
önergesine de sahip çıktı. Gülen medyasının geniş
yer verdiği kampanya, şu ifadelerle duyuruldu: '79
yıl önce müzeye dönüştürülen Ayasofya'nın ibadete
açılmasına çığ gibi destek geldi. Twitter'daki
kampanya kısa sürede dünya TT listesine girdi.
Siyasetçiler ve tarihçiler Fatih'in yadigarına hemen
sahip çıkılması çağrısı yaptı.'
GYV SAHİP ÇIKMADI
Gülen grubunun,
Ayasofya'nın ibadete açılmasını istemekle iki amaç
güttüğü; bunlardan ilkinin, dünya kamuoyunun
tepkisini Türkiye üzerine yönlendirmek, ikincisinin
ise yükselen tepkiler sonrası kutsal mabedin cami
olma ihtimalini tümüyle yok etmek olduğu ifade
ediliyor. Diğer yandan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı
(GYV) ise 'Ayasofya cami olsun' kampanyasına sahip
çıkmadı. Fethullah Gülen'e bağlı vakfın başkanı
Mustafa Yeşil, 'Hizmetin bu anlamda külli manada bir
kampanya yapması mümkün değildir. Biz Ayasofya'nın
açılmasının iktidarla ilgili mesele olduğunu
uluslararası hassasiyete sahip olduğu
düşüncesindeyiz. Hizmetin bu anlamda kampanya
yaparak ısrar algısını tasvip etmiyoruz. İlgi
duyanlar varsa onların şahsi duygularıdır' diye
konuştu.
Mabede yakışır formül
Ayasofya'nın yeniden
ibadete açılması için Ankara kulislerinde ise farklı
formüllerin gündemde olduğu öğrenildi. Ayasofya'nın
ibadete açılmasının önündeki en önemli etmenlerden
biri Hristiyan kamuoyu baskısından daha çok
duvarlardaki namaza engel teşkil eden insan figürlü
mozaik ve freskler. Bu tarihi miras mozaik ve
fresklere zarar vermeden Ayasofya'nın nasıl
ibadetine açılacağı konusunda bir çalışma yapıldı.
Çalışma neticesinde, Ayasofya'nın 5 vakit ibadete
açık olacağı ve aynı zamanda günün belli bir
bölümünde de freskler ve mozaiklerin turistlere açık
olacağı bir formül geliştirildiği öğrenildi. Bu
formüle göre, sabah 8:00'den öğle namazına yarım
saat kalaya kadar isteyenler mozaik ve freskler açık
şekilde Ayasofya'yı gezebilecek. Öğle namazına yarım
saat kala siyah ışık teknolojisi ile mozaik ve
freskler karartılarak gün sonuna kadar Ayasofya
namaz kılınır duruma getirilecek.
Tepkiyi artırma hedefi
Ayasofya'nın ibadete
açılması konusunda yakın zamana kadar olumsuz görüş
beyan eden paralel yapının Ayasofya aşkının perdesi
aralanıyor. Burada kaynaklar iki ana amaca dikkat
çekiyor: Hem Ayasofya davasını sahiplenir görünmek
hem de 'Ayasofya tamamıyla camiye dönüştü' şeklinde
bir kampanyaya girişerek Hristiyan kamuoyunun
Türkiye'ye ve hükümete yönelik tepkisini artırmak.
Gülen'e bağlı GYV, yürütülen Ayasofya kampanyasını
sahiplenmezken, Gülen'e yakınlığı ile bilinen Hami
Yıldırım'ın Meclis'teki 'Ayasofya açılsın' teklifi,
yine aynı grup tarafından kampanyaya dönüştürüldü.
Kardeşleri cami oldu
İstanbul'daki
Ayasofya'nın Türkiye genelinde 5 kardeşi daha var.
Bu camilerin biri İstanbul'da diğerleri Edirne,
Kırklareli, İznik ve Trabzon'da yer alıyor. Küçük
Ayasofya, İznik Ayasofya ve Vize Ayasofya ibadete
açılırken Trabzon Ayasofya Müzesi de geçen yıl
camiye çevrildi. İstanbul'daki 'Büyük Ayasofya' için
MHP Grup Başkanvekili Yusuf Halaçoğlu da kanun
teklifi vermiş ve Ayasofya'nın camiye
dönüştürülmesini istemişti. Halaçoğlu tarafından
TBMM Başkanlığı'na sunulan ve Ayasofya'nın 24 Kasım
1934 tarih ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı
ile müze haline getirildiği anımsatılan gerekçede bu
kararın, Resmi Gazete ve benzeri devletin hiçbir
resmi yayınında yayımlanmadığı, bununla ilgili
herhangi bir kayda da rastlanılmadığı belirtildi.
Gerekçede, Başbakanlık Mevzuatı Geliştirme ve Yayın
Genel Müdürlüğü tarafından, konuya ilişkin verilen
bir dilekçeye, 14 Haziran 1995 tarihinde '24.11.1934
tarih ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının
Resmi Gazete'de yayımlanmadığı tesbit edilmiştir'
cevabı verildiği ifade edildi.
Yeni Şafak, 08.05.2014
|
YANLIŞ RESTORASYON
ÇALIŞMALARI İSTANBUL'UN TARİHİ DOKUSUNU YOK EDİYOR!

Türkiye’nin kalbi
İstanbul’da Kültür Bakanlığı, belediyeler, TBMM’ye
bağlı Mili Saraylar, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve
özel sektör her yıl restorasyon çalışmalarına
milyonlarca lira harcıyor.
Sadece İstanbul Büyük
Şehir Belediyesi İl Meclisi ise İstanbul’daki tarihi
eserlerin yenilenmesi için geçen sene 1 milyar 155
milyon TL bütçe kullandı. İstanbul'daki yaklaşık 40
cami ve eseri bu sene restore eden olan Vakıflar
Genel Müdürlüğü ise, tarihi Teşvikiye Camii'nin
restorasyonu için 100 bin lira kaynak ayırdı.
Ancak uzmanlar
İstanbul’da nitelikli restorasyon uygulamaları
parmakla gösterilecek kadar az olduğu konusunda hem
fikir. Bu konuda görüşüne başvurduğumuz Plato Meslek
Yüksek Okulu Mimari Restorasyon Bölümü Başkanı Mine
Esmer sahip olduğu doğal güzellikleri ve tarihi
mirası ile evrensel bir değere sahip bulunan
İstanbul’da, doğal ve kültürel miras alanlarına
karşı devlet ve toplumun hassasiyetinin yeterli
seviyede olmadığı; uluslararası düzlemde kabul gören
koruma kavramlarının bu kesimler tarafından gereği
gibi algılanıp benimsenmediğini söyledi.
Bu konudaki görüşünü şu
şekilde gerekçelendiren Plato Meslek Yüksek Okulu
Mimari Restorasyon Bölümü Başkanı Mine Esmer
İstanbul’da, Tarihi Yarımada’da, (Dünya Mirası
Listesi’nde bulunan alanlar da dahil) tüm sit
alanlarının durumunun içler açısı olduğunu yapılan
restorasyon ve ihlallerin tarihi yarım adanın
dokusuna, kültürel ve tarihi değerine ciddi zararlar
verdiğini söyledi.
İstanbul’da
restorasyonların büyük kısmı neden hatalı
Plato Meslek Yüksek
Okulu Mimari Restorasyon Bölümü Başkanı Mine Esmer
şunları söylüyor: “Koruma politikaları koruma ile
ilgili birimlerde benimsenmemiş, yasaların gerçekçi
uygulama mekanizmaları geliştirilmemiş, net bir
koruma politikası oluşturulmamış, finansman
sorunları bir türlü aşılamamış, korumanın kamu
yararına olduğu bilinci gelişmemiş ve sonuçta
koruma, toplum geneline bir kültür olarak
yayılamamıştır. Tek yapı ölçeğine inildiğinde, 20.
yy.’da gerçekleşen restorasyon uygulamalarının
başarısızlığı, projesiz uygulamalar, çimentonun
geleneksel malzemelerle zararlı etkileşimlerinin
bilinmemesi, anıtların eklerinin ve özgün yapı
elemanlarının korunması gerektiğinin anlaşılamaması
gibi etkenlere bağlıdır. Bunlara ek olarak,
kullanıcıların cehaleti, bilinçsizliği ve estetik
kaygı ve anlayışlarının olmaması yapıların uygun
olmayan ekler almasına yol açmıştır. Kültür
varlıkları, sahipsiz kalmış, verilen zararların
hesabı bugüne kadar devlet tarafından sorulmamış;
bir ceza uygulanmaması insanları çekinmeden yeni
zararlar vermeye yöneltmiştir.” .
Kimler restorasyon
yapmaya yetkin?
Restorasyonun, yeni yapı
yapmaktan çok daha özen, beceri, emek, bilgi ve
uzmanlık gerektiren bir alan olduğuna vurgu yapan
Esmer, şunları kaydetti: “Kültür varlıklarının
korunması ve gelecek nesillere aktarılması
disiplinler arası bir çalışma gerektirir. Farklı
meslek gruplarından birçok uzman söz konusu
değerlerin korunması için beraber çalışmalıdır.
Kültür varlıklarının korunması ve gelecek nesillere
aktarılması disiplinler arası bir çalışma
gerektirir. Farklı meslek gruplarından birçok uzman
söz konusu değerlerin korunması için beraber
çalışmalıdır. Mimar, inşaat mühendisi, geomatik
mühendisi, arkeolog, sanat tarihçisi, şehir bölge
plancısı,makine mühendisi, elektrik mühendisi,
içmimar, peyzaj mimarı, kimya mühendisi, jeofizik
mühendisi, konservatör, restoratör vb. Farklı
disiplinlerin işbiriliğini gerektiren çok yönlü bir
alandır. Mimarın koruma konusunda eğitim almış
olması gerekmektedir.”
Zaman, 08.05.2014
|
PEYGAMBERİN SARAYI
BULUNDU
İsrailli bir arkeolog 19 yıllık kazıların sonunda
Hazreti Davut'un sarayını bulduğunu iddia etti...
İsrailli arkeolog Eli Shukron 1995’te başladığı
kazıların sonunda Hazreti Davud’un efsanevi sarayını
bulduğunu iddia etti ve uzun süredir yaşanan bir
tartışmayı yeniden ateşledi...
Shukron her ne kadar güçlü delilleri olduğuna
inandığını söylese de bu konuda araştırma yapan çoğu
bilim adamı hala buluntuların yeteri kadar güçlü
kanıt sağlamadığını iddia ediyor.
Shukron
konuyla alakalı olarak, “Burası Hazreti Davut’un
sarayı, burası Zion’un kalesi ve burası Hazreti
Davut’un Jebusites’lerden aldığı yer. Tüm alan
İncil’de anlatılana mükemmel derecede uyuyor”
açıklamasını yapıyor.
Çoğu arkeolog Hazreti
Davut’un tarihi bir karakter olduğu konusunda
anlaşıyor. Ancak onları bölen Kudüs’ün hangi
bölümünü Hazreti Davut’un fethedip sarayı yaptığı.
Arkeologlar, Kudüs’te Kral Süleyman’ın döneminden
kaldığına inandıkları bir su deposu buldu.
Rezervuarın, Mescid-i Aksa’yı ziyaret etmek için
gelen hacılar tarafından kullanıldığı düşünülüyor.
İsrail Antika İdaresi (IAA),
MÖ Birinci yüzyılda
inşa edildiğine inandıkları su deposu, İlk Tapınak
Dönemi’ne işaret ettiğine dikkat çekti.
Kral Süleyman’ın tapınağı olarak kabul edilen bu
yapı, MÖ 957’de inşa edilmiş ve MÖ 586’da
Babilliler tarafından yok edilmişti.
IAA,
su deposunun yaklaşık 250 metre küp su alabilecek
kapasite olduğunu tahmin ediyor.
Arkeologlar, su kaynağı olarak kullanılan yapının
antik Kudüs’te halk tarafından kullanılıyor
olabileceğini belirtirken, konumunun o dönemki dini
yaşayışa ait ipuçları verdiğini ifade etti.
İsrail Doğası ve Parkları İdaresi’nin baş
arkeoloğu Tvika Tsuk, “Mescid-i Aksa yakınlarındaki
su deposu, burayı ziyaret eden hacıların içmesi ve
temizliği için kullanıldığı gibi günlük işlerde de
kullanılmış olmalı” ifadesini kullandı.
Kazı çalışmalarının başında yer alan Eli Şukron, su
deposunun, “yüzyıllar önce Kudüs’ün sahip olduğu su
sistemine dair bilgi verdiğini” söyledi.
Şukron, “Anlaşılan o ki, İlk Tapınak döneminde
Kudüs’ün tek su kaynağı Gihon Nehri değildi.
Şehirdeki su kaynakları da halkın ihtiyacını
karşılıyordu” dedi.
IAA, üç bin yıllık su deposunun, İkinci Tapınak
Dönemine (MÖ 530-70) ait bir drenaj kanalını ortaya
çıkarmak için yapılan kazılarda ortaya çıktığını
belirtti.
Söz konusu kanal inşa edilirken,
kanalın yolu üzerindeki antik su deposu gibi
yapıların da değiştirildiği belirtildi. Arkeologlar,
antik su deposunun alçısındaki işaretlerden ve İlk
Tapınak döneminden kalma diğer su depolarına olan
benzerliğinden yaşını doğru hesapladıklarını
düşünüyor.
Antik yapı hakkındaki sunum, 6 Eylül’de yıllık
Antik Kudüs Çalışmaları konferansında sunuldu.
Mescid-i Aksa, Müslümanlar, Yahudiler ve
Hıristiyanlar tarafından kutsal kabul edilen Harem-i
Şerif’te yer alıyor.
Sözcü, 08.05.2014
|
MÜZE ÇOK GELDİ DEPO
YAPTILAR

Cemal Süreya’dan Nazım
Hikmet’e birçok şair ve yazarın şahsi eşyalarının
sergilendiği Edebiyat Müzesi’ni boşaltıp depo yapmak
isteyen Kültür ve Turizm Bakanlığı’na müzenin
kurucusu Yazarlar Sendikası direniyor. Müzeyi
boşaltmak için yarın son gün ancak Taraf’a konuşan
Yazarlar Sendikası Başkanı Mustafa Köz, kendilerine
yeni bir yer gösterilmeden müze binasını terk
etmeyeceklerini açıkladı.
Türkiye edebiyatının
önemli isimlerinin tarihi belge ve eşyaları ise müze
binasının bulunduğu Yıldız Sarayı’nda kolilere
kaldırıldı. Köz “Burası Türkiye’nin iki edebiyat
müzesinden biri. Kavga gürültü istemiyoruz ama bizim
canımız yanıyor. Emeğimizin çarçur edilmesini
istemiyoruz.” diye konuştu.Bakanlıktan defalarca
randevu istemelerine rağmen bir geri dönüş
alamadıklarını belirten Köz, “Kimse bizimle diyaloğa
geçmedi. Bir tek Ertuğrul Günay, Tanpınar Müzesi’nin
açılışında kendisinden yer istediğimizde ‘buraya
alalım’ dedi. Ancak onunla ilgili de bakanlıktan
somut bir adım atılmadı. Bir müze binası nasıl
depoya dönüştürülür aklımız almıyor” dedi.
Bakanlıktan“Boşaltın”
talimatı
Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Cemal Süreya, Asım Bezirci
gibi Türk edebiyatının önemli isimlerinin daktilo,
gözlük, kalem gibi eşyalarının ve mektuplarının yer
aldığı müze Yıldız Sarayı içindeki eski Arabacılar
Dairesi’nde 2002 yılında dönemin Kültür Bakanı
İstemihan Talay’ın onayıyla kuruldu. Türkiye
Yazarlar Sendikası Yıldız Sarayı’nda depo olarak
kullanılan mekanı müzeye dönüştürdü. Bakanlıkla
sendika arasında yapılan müze protokolünün ise beş
yılda bir yenilenmesine karar verildi. Aradan geçen
sürede protokol iki kez yenilendi ancak 19 Aralık
2011’de Bakanlık protokolün iptal edildiğini
belirterek, müzenin boşaltılmasını istedi. Gerekçe
bakanlığın, müze alanını depo olarak kullanmak
istemesiydi.
Yer göstermediler
Bakanlığın yer tahsisi için kendilerine yardımcı
olmadığını anlatan Yazarlar Sendikası Başkanı
Mustafa Köz, sendika olarak müzeye yer bulmak için
kendi imkanlarıyla Kadıköy, Beşiktaş ve Kartal
Belediye’siyle görüştüklerini anlattı. Sendika yarın
yapacağı basın toplantısıyla Bakanlığın “Boşaltın”
talimatına tepki göstermeye hazırlanıyor.
Taraf, Haber: Sümeyra
Tansel, 07.05.2014
|
SİT ALANINDA TARİH ARANIYOR!
Hükümete
yakın işadamı Fettah Tamince’nin, Birinci Derece
Arkeolojik SİT alanı Olimpos’a planladığı beş
yıldızlı otel için, skandal bir uygulamaya imza
atıldı. TMMOB’un otel inşaatına açtığı dava
sürerken, Müzeler Müdürlüğü, her yerinden tarih
fışkıran dağda tarihi eser olup olmadığını öğrenmek
için araştırma başlattı.
Olimpos Beydağları Milli Parkı sınırları içinde
yapılmak istenen tatil köyü için TMMOB Çevre
Mühendisleri Odası’nın açtığı davada rapor
hazırlamak üzere bilirkişi ataması yapılması
bekleniyor. Mahkeme süreci devam ederken, Müze
Müdürlüğü de bölgede tarihi eser bulunup
bulunmadığına dair araştırma başlattı.
“YAKLAŞIM ANLAMSIZ”
Yapılması planlanan tatil köyünün 19 dönümlük kısmı
1. Derece Arkeolojik Sit Alanı içinde bulunuyor.
Kamuoyunda geniş yankı uyandıran tatil köyü projesi
Müze Müdürlüğü’nü de harekete geçirdi. Bölgede
tarihi eser bulunup bulunmadığına dair araştırma
yapmaya başlayan Müze Müdürlüğü’nün çalışmasını
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Başkanı Baran Bozoğlu
şaşkınlıkla karşıladı. Bozoğlu, “Bölge zaten 1.
derece arkeolojik sit alanı. Tarihi eser aramak çok
anlamlı değil ama kötü niyetli bir yaklaşım olarak
da değerlendirmiyorum” dedi.
Malatya’da Roma dönemine ait olduğu düşünülen
Bozyurdu Sırtı ve Karahöyük Tümülüsleri, birinci
derece arkeolojik sit alanı ilan edildi. Valilik, 12
Aralık’ta Arapgir’in Ormansırtı Köyü’ndeki Karşıbağ
Kaya Mezar Odası ile Darende’nin Yukarı Ulupınar
Köyü’ndeki Bozyurdu Sırtı ve Karahöyük
Tümülüsleri’nin sit alanı ilan edilmesi için Sivas
Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na başvurdu.
İnceleme sonucu rapor hazırlandı. Raporları
inceleyen kurul, Roma dönemine ait olduğu düşünülen
Karşıbağ Kaya Mezar Odası ile Bozyurdu Sırtı ve
Karahöyük Tümülüslerini sit alanı olarak tescil
etti. Kurulun kararı Resmi Gazete’nin dünkü
sayısında yayınlanarak yürürlüğe girdi. Bu
alanlarda, hiçbir yapılaşmaya izin verilmeyeceği
belirtildi.
Roma kalıntıları koruma altında
Malatya’da Roma dönemine ait olduğu düşünülen
Bozyurdu Sırtı ve Karahöyük Tümülüsleri, birinci
derece arkeolojik sit alanı ilan edildi. Valilik, 12
Aralık’ta Arapgir’in Ormansırtı Köyü’ndeki Karşıbağ
Kaya Mezar Odası ile Darende’nin Yukarı Ulupınar
Köyü’ndeki Bozyurdu Sırtı ve Karahöyük
Tümülüsleri’nin sit alanı ilan edilmesi için Sivas
Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na başvurdu.
İnceleme sonucu rapor hazırlandı. Raporları
inceleyen kurul, Roma dönemine ait olduğu düşünülen
Karşıbağ Kaya Mezar Odası ile Bozyurdu Sırtı ve
Karahöyük Tümülüslerini sit alanı olarak tescil
etti. Kurulun kararı Resmi Gazete’nin dünkü
sayısında yayınlanarak yürürlüğe girdi. Bu
alanlarda, hiçbir yapılaşmaya izin verilmeyeceği
belirtildi.
Tarf, Haber: Ayfer Çalıkıran, 07.05.2014
|
HERKES İÇİN WARHOL

Pera Müzesi, Warhol'un dünyasına kapılarını
aralıyor. Sanatçının daha önce Türkiye'de görülmemiş
işlerinin yer aldığı 'Andy Warhol - Herkes İçin Pop
Sanat' sergisi bugün açılıyor.
Andy Warhol’la ilgili söylenecek ne kaldı diye
düşünebilirsiniz. Slovak asıllı Amerikalı pop art
efsanesinin Campbell çorbaları, Liz’leri,
Marilyn’leri hayal gücünden yoksun dekoratörlerin
elinde oyuncak olduktan sonra bu soruyu sormak çok
doğal. Ancak Warhol’un hala söyleyecekleri var.
Özellikle de popüler kültüre dair tüm öngörülerinin
gerçekleştiği, realiti şovlardan her gün yeni bir
yıldız devşirilen, kopyanın kopyasının dolaşımında
sınır tanımaz bir boyuta ulaştığımız bu çağda...
Warhol, neferi olduğu pop art akımıyla kültürel
endüstrinin aldığı şekle, imgelerle ilişkimizin
geçirdiği dönüşüme işaret ederken belki de bugünün
anahtarını sunuyordu. Pera Müzesi’nin Slovakya’daki
Zoya Müzesi’yle işbirliği yaparak gerçekleştirdiği
‘Andy Warhol - Herkes İçin Pop Sanat’ sergisi de
Warhol’un bu konumunu hatırlatıyor. ‘Fabrika Kızı’,
‘The Doors’ gibi filmlerde zihnimize çıkarcı,
duygudan yoksun, döneminin heyecanından nemalanan
bir figürmüş gibi kazınmaya çalışılan bu ‘en ünlü
sanatçının’ işlerini açık zihinle tekrar ziyaret
etme olanağı sunuyor.
Pera Müzesi’nde 20 Temmuz’a kadar görülebilecek
‘Andy Warhol - Herkes İçin Pop Sanat’ sergisinin dün
gerçekleştirilen basın toplantısında da sanatçının
bugün ne ifade ettiği, üzerinde durulan
konulardandı. Sergi için
Türkiye ’ye gelen Andy Warhol’un yeğeni,
çocuk kitapları illüstratörü James Warhola,
salondan gelen “Warhol bugün yaşasaydı, kimin
portresini yapardı?” sorusuna “Muhtemelen realiti
şov yıldızlarınınkini. Çünkü pop kültürün kalbi
maalesef artık orada atıyor. Ve Andy de
filmlerindeki spontanlıkla bu devri çoktan
öngörmüştü” cevabını verdi. Ki Warhol’un yıldızların
ne yaptıklarına değil, sadece şöhretlerine ilişkin
tutkusu tabii ki Zoya Müzesi’nden getirtilen 87
yapıtı arasında da baskın unsurlardan. Daha önce
Türkiye’de sergilenmeyen serigrafi dizileri ve
desenler arasında bir bakıyorsunuz, Mick Jagger
hınzır ifadesiyle sizi süzüyor... Diğer duvara
bakıyorsunuz, Lenin, pespembe bir fon üzerinde
ciddiyetini korumaya çalışıyor. Ancak bunlar bildik
anlamda portreler değil. Yine Pera’da sergilenen
‘20. Yüzyıldan On Yahudi Portresi’ serisindeki
tavrı, Warhol’un da şöhretle ilişkisini anlamak için
daha da açıklayıcı. Einstein’dan Sarah Berhnardt’a
Warhol’un, bazılarını hiç tanımadan gerçekleştirdiği
bu portrelere konu olan kişiler, onun için üzerinde
oynanacak şablonlardan ibaret. Yine James Warhola’ya
dönelim: Warhola, bu serginin
İstanbul ’da açılmasının ayrıca önemli olduğunu,
çünkü amcasının Bizans ikonografisine özel bir ilgi
duyduğunu söylüyor. Bizanslı ikon ustaları nasıl
Tanrının eli olmak üzere yola çıkıyorsa, Warhol da
20’nci yüzyıl kültür endüstrisinin eli... İmgelerin
çoğaltılabildiği, orijinal ile kopya arasındaki
sınırların yerinden oynadığı pop kültür çağının
katalizörü olmak üzere yola çıkıyor.
Halen muamma
Warhol’un, kültür endüstrisine nasıl bir tavır
aldığı ise hala bir muamma... 1962’de meşhur
Campbell konserve çorbalarının imgelerini yan yana
dizdiğinde, dadalardan miras bir yıkıcılığı
amaçlıyordu diyelim. Bu imgelerin Andy Warhol
elinden çıkmış halleriyle bir endüstri ürününe
dönüşmesi yine kafa karıştırıyor. Öte yandan tüm bu
süreç endüstrinin imgeleri nasıl dolaşıma soktuğuna
dair de soru işaretlerine vesile oluyor. Zaten
Studio 54 müdavimliğiyle, hayatının son döneminde
pop kültür hamiliğine ağırlık vermesiyle, MTV’ye
yaptığı programlarla, 1962 ile 1984 arasında
medyanın ‘freak’ açlığını fazlasıyla gideren
stüdyosu ‘Fabrika’yla başka hiçbir sanatçının
olmadığı kadar göz önünde Warhol, tüm bunlara karşın
yine tam bir muamma. İşlerinden öte, kişiliğiyle de
bu çelişkilerin altını kalın kalın çizen Warhol,
1928 - 1987 arasındaki hayatını da kendi sanat
eserlerinden birine dönüştürdü dense yeri.
Belki Warhol’dan sıkıldığınızı düşünebilirsiniz. Ama
ne düşünürseniz düşünün Warhol, gümüş rengi
peruğuyla, gözlükleriyle ve suratındaki bilinçlice
soğuk ifadeyle yine bir yerlerde karşınıza çıkar,
kültür endüstrisinin kodlarını nasıl çözdüğünü,
devrimini bir kez daha hatırlatır. Warhol’un
‘Çiçekler’ serisine, ‘Rönesans Resimlerinin
Detayları’na, Campbell’larına, şöhret figürlerini
daha da poplaştırdığı imgelerine ve Türkiye’de daha
önce görülmemiş diğer serilerine ev sahipliği yapan
‘Warhol-Herkes için Pop Sanat’ o anlardan biri.
07.05.2014
|
140 YIL SONRA BULUNDU

Mendelssohn'un, özel istek üzerine 1842'de
bestelediği "The Heart of Man is Like a Mine"
(İnsanın Yüreği Madene Benzer) adlı eserinin
elyazması, ABD'de özel bir koleksiyonda ortaya
çıkarıldı.
Elyazması, gelecek günlerde Christie's Müzayede
Evi'nde yapılacak açık artırmada satılacak.
Mendelssohn'un imzasını taşıyan eserin 25 ila 45
bin dolara alıcı bulması bekleniyor.
Eserin Friedrich Ruckert'in "Das
Unveraenderliche" adlı şiirinin ikinci
kıtasından alınan sözleri, insan yüreğini bir madene
benzetiyor ve kalbin sadece içindekini
verebileceğini belirtiyor.
Christie's Müzayede Evi Elyazmaları Bölümü
uzmanlarından Thomas Venning, ünlü
bestecinin, sadece bir kez özel bir toplantıda
çalınan eserin yayılmasını kasten engellediğini
söyledi.
Önce 1862'de, daha sonra da 1872'de açık
artırmada satılan ve o zamandan bu yana kayıp olan
elyazmasının ABD'ye nasıl gittiği ise gizemini
koruyor.
Mendelssohn, tiyatro müdürü Johann Valentin
Teichmann için
bestelediği eserin elyazmasına iliştirdiği
notta, bunu yaymaması ricasında bulunuyor.
1809'da Hamburg'da dünyaya gelen Mendelssohn,
Alman romantizm döneminin en ünlü
bestecisi olarak kabul ediliyor. Bach'ı yeniden
hayata döndüren Mendelssohn, Goethe ve
Shakespeare'in eserlerinden esinlenmişti.
Ünlü bestecinin 1841'de Leipzig'de kurduğu
konservatuvar Avrupa'nın en önemli müzik
okullarından biri olmuştu.
Habertürk, 07.05.2014
|
"TARİHİ ESERLERİ KARGOYA
VERMEYİN"

Hakim ve
savcıların suça konu olan tarihi eserleri posta
ya da kargo ile bilirkişi incelemesine
göndermesine, Kültür ve Turizm Bakanlığı
“eserlerin zarar gördüğü” gerekçesiyle isyan
etti. Bakanlığın başvurduğu Adalet Bakanlığı
hakim ve savcıları uyardı.
Tarihi eser
kaçakçılığı ile ilgili soruşturma ve davalarda,
hakim ve savcıların, ele geçirilen suça konu
eserlerin tarihi eser niteliğini incelemek
amacıyla posta ya da kargo ile Kültür ve Turizm
Bakanlığı’na gönderdikleri belirlendi.
Gönderilen eserlerin zarar görmesi üzerine
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Adalet Bakanlığı’na
11 Mart tarihinde yazı göndererek, bu
uygulamadan vazgeçilmesi talebinde bulundu.
Eserlerin zarar görmemesi için Kültür
Bakanlığı’na bağlı en yakın müzeye gönderilmesi
istenilerek, şöyle denildi: “Kültür varlığı
kaçakçılığına konu eserler, son zamanlarda,
savcılık ve mahkemelerce inceletilmesi amacıyla
posta veya kargo yoluyla bakanlığımız Kültür
Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’ne
gönderilmektedir. Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Kanunu kapsamında el konulan kültür
varlıklarının, herhangi bir nedenle zarar
görmesini engellemek amacıyla Bakanlığımıza
bağlı en yakın müze müdürlüğüne gönderilmesi
uygun görülmektedir. Bu kapsamda, incelenmesi
gereken eserlerin öncelikle ilgili müze
uzmanlarınca değerlendirilmesi, haricen
gerekmesi durumunda Bakanlığımız Kültür
Varlıkları Müzeler Genel Müdürlüğü’nden konuyla
ilgili uzman görevlendirilmesi talebinde
bulunabilmektedir.”
UYARILAR HAKLI
Kültür ve Turizm
Bakanlığı, kaçak kazılar sonucu meydana gelen
çukurların, can ve mal güvenliğini tehlikeye
atabileceği gerekçesiyle, adli sürecin
sonuçlanması beklenilmeden ilgili müze
müdürlüğüne bildirilmesini de talep etti.
Bakanlığın talepleri üzerine Adalet Bakanlığı 2
Mayıs’ta Cumhuriyet başsavcılıklarına uyarıların
haklı olduğuna dikkat çekerek buna uygun
davranılmasını isteyen bir yazı gönderdi.
Hürriyet, Haber: Mesut
Hasan Benli, 06.05.2014
|
UYGARLIKLARIN BEŞİĞİ
MUĞLA

Karia ve Likya
uygarlıklarının hüküm sürdüğü, bünyesinde
barındırdığı 22'si düzenlenmiş 195 ören yeri ile
ziyaretçileri tarihe yolculuğa çağıran Muğla, tarihi
ve kültürel zenginliklerinin oluşturduğu
potansiyelle Ege Bölgesi'nin Açık Hava Müzesi
konumunda.
Bünyesinde barındırdığı antik kent ve ören yerleri
ile ziyaretçilere tarihte yolculuk yapma fırsatı
sunan uygarlıkların başkenti Muğla, tarihi ve
kültürel zenginliklerinin oluşturduğu potansiyelle
Ege Bölgesi'nin Açık Hava Müzesi konumunda
bulunuyor.
Bir çok antik kent ve ören yeri UNESCO Kültürel
Miras Geçici Listesi'nde bulanan Muğla'daki tarihi
mirasları her yıl yaklaşık bir milyon kişi ziyaret
ediyor. UNESCO Patentli Muğla'daki bir çok ören
yerinde ise kazı çalışması hazırlıkları başladı.
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Fen Edebiyat
Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı ve Pedasa Antik
Kenti Kazı Başkanı Prof.Dr. Adnan Diler, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, Muğla'nın Karia ve
Likya gibi uygarlıkların hüküm sürdüğü bir yörede
kurulduğunu söyledi.
Sahip olduğu doğal güzelliklerinin yanında, tarihi
zenginliklerinin oluşturduğu potansiyelle Muğla'nın
ülke turizminin en önemli odak noktalarından
olduğunu ifade eden Diler, "Muğla çok önemli bir
coğrafyada konumlanıyor. Bir taraftan Anadolu'nun
güney batısındaki Ege kültürü ve Anadolu'nun iç
kısmındaki kültürler diğer taraftan da Kuzey'den
gelen kültürlerin etkileri var. Muğla, Akdeniz'in
doğu ve batısı arasındaki çok önemli bir noktada yer
alıyor." dedi.
Diler, Muğla'nın çok iyi korunmuş bir kent konumunda
bulunduğuna dikkati çekerek, "Anadolu'nun her yeri
zengindir ama buranın ayrı bir zenginliği var. O
zenginlik de doğanın zenginliğindendir. Muğla
kıyıları en iyi şekilde korunan illerimizden bir
tanesi. Yüzde 70 orman yüzde 30 sit olan bir bölge.
Dağlarından yağ, ovalarından bal akan bir memleket
olarak tanımlanır. Yabancıların da çok ilgisini
çekiyor. Bölge, kayıtlı 192, düzenlenmiş 22 ören
yeri ve antik yerleşime sahip. Ama bu sayının çok
üstünde bir zenginlik olduğunu söyleyebilirim" diye
konuştu.
Muğla'da UNESCO'nun dünya mirası listesine girecek
kadar çok ören yeri bulunduğuna değinen Diler,
bölgedeki düzenlenmemiş ören yerlerinin de ayağa
kaldırılıp turizme açılmasıyla ziyaretçi sayısının
daha da artacağını dile getirdi.
"Bakanlık çok büyük
destek veriyor"
Türkiye'deki arkeolojik kazıların Avrupa
ülkelerindeki gibi desteklendiğini ve kısıtlı
bütçesine rağmen kazılara Kültür ve Turizm
Bakanlığı'nın büyük destek verdiğine vurgu yapan
Diler, şöyle konuştu:
"Türkiye'de 300'e yakın kazı var. Bakanlığın bütçesi
kısıtlı olmasına rağmen bunlara çok iyi bir bütçe
veriyor. Kazılara temsilci gönderiyor, destek
veriyor aynı zamanda takip ediyor. Son yıllarda
Türkiye'den kaçırılan kazıların geri getirilmesiyle
ilgili çalışmalar da var. En son bölümlere gelen
yazılarda, bu konuda derslerin verilmesi,
korumacılık anlamında bölümlerin kurulması,
kaçırılan kazıların akademik düzeyde arttırılması
isteniyor. Biz eskiye göre çok farklı düşünüyoruz.
Biz, bu topraklardan giden bütün eserleri geri
istiyoruz. Onlar buraya ait."
Muğla'nın büyük bir tarihi ve kültürel zenginliğe
sahip olduğunu kaydeden Muğla Sıtkı Koçman
Üniversitesi (MSKÜ) Edebiyat Fakültesi Arkeoloji
Bölümü Öğretim Üyesi ve Kral Hekatomnos Kazı Alanı
Koordinatörü Yrd. Doç.Dr. Abuzer Kızıl ise son
yüzyılın en önemli tarihi eserleri arasında
değerlendirilen Karia Kralı Hekatomnos'a ait mezar
ve çevresinde Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından
başlatılan kazı ve restorasyon çalışmalarının
sürdüğünü söyledi.
Hekatomnos Anıt Mezarı ve Kutsal Alanının, UNESCO
Dünya Mirası Geçici Listesi'nde yer aldığını ifade
eden Kızıl, Muğla bölgesinin doğa ve sahillerinin
güzelliğiyle bir cazibe merkezi olduğunu vurguladı.
Kızıl, ayrıca Muğla'nın çağlar boyunca önemini
koruyarak, doğal güzelliğini muhafaza etmeyi
başarmış bölgelerden birisi olduğunu, bu kadar antik
kentin olmasının bunun bir göstergesi olduğunu dile
getirdi.
"Milas, dünyanın
cazibe merkezi olacak"
Milas'ın Karya ve Menteşe Beyliği döneminde iki kez
başkentlik yapmış, 6 bin yıllık tarihi geçmişi ve
içerisinde bulunan 27 antik kent ile son yıllarda
yerli ve yabancı ziyaretçilerin ele geçirilen yeni
buluntular ile dikkatleri üzerine çektiğini dile
getiren Kızıl, şunları söyledi:
"Milas, kültür turizmi açısından dünyanın en önemli
cazibe merkezlerinden birisi olacak. Milas'ın
çevresine baktığımız zaman hemen yanında Türkiye'nin
en iyi korunmuş tapınaklarından bir tanesi olan
Heromos bulunuyor. Roma dönemine ait Zeus Heromos
tapınağı da orada. Milas'ın 5 kilometre güneyinde
yer alan Beçin de bölgenin bugüne kadar gün ışığına
çıkarılmış en eski mezarlarına ev sahipliği yapıyor.
Beçin kalesindeki kalıntıların pek çoğu Beylikler
dönemine, Menteşe dönemine ait. Aynı zamanda
Anadolu'da en iyi korunmuş Türk yerleşimi olma
özelliği ile öne çıkıyor."
"Dünyanın en büyük
mermer kenti Muğla'da"
Stratonikeia Antik Kenti Kazı Başkanı Prof.Dr. Bilal
Söğüt de Karia bölgesinin en önemli kentlerinden
biri olan Stratonikeia'nın, Anadolu'nun yerli halkı
olan Karialılar ve Leleglere ait bir yerleşim yeri
olduğunu bildirdi.
Söğüt, dünyanın en büyük mermer antik kenti
durumundaki Yatağan Stratonikeia antik kentinin
Osmanlı, Roma, Bizans gibi farklı döneme ait
eserlerin ortaya çıkarıldığı yaşayan bir kent
olduğunu ifade etti.
Kentte araştırma, kazı ve restorasyon çalışmaları
yürüttüklerini anlatan Söğüt, son olarak önemli
yapıların ayağa kaldırılması için çalışma
yapıldığını, her yıl önemli verilere ulaştıklarını
kaydetti.
Sabah, 06.05.2014
|
TOPÇU KIŞLASI VE YAYALAŞTIRMA PROJESİ İPTAL; ANCAK
KARARI GÖREN YOK
Danıştay 6. Dairesi'nin altı ay önce kullanıma
açılan Tarlabaşı Bulvarı -Cumhuriyet Caddesi araç
trafiğini dalış tüneliyle yer altına alan Taksim
Meydanı Yayalaştırma Projesi ve Gezi Parkı'na Topçu
Kışlası'nın yapılmasını da öngören imar planlarının
iptalini onadığı iddia edildi.
Mimarlar Odası'nın açtığı dava sonucunda 1. İdare
Mahkemesi 6 Haziran 2013'te Yaylaştırma Projesi ve
Topçu Kışlası'nın yapımını öngören 17.01.2012
tarihli, 1/5000 ve 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı
Nazım İmar Plan tadilatlarını iptal etmişti.
Temyize giden davada Danıştay 6. Dairesi'nin
kararı bekleniyordu.
bianet'e konuşan Mimarlar Odası avukatı Can
Atalay, söz konusu kararın henüz kendilerine tebliğ
edilmediğini söyledi. Ancak karar doğruysa Gezi Parkı'nın yeşil alan
olarak kalması gerektiğininin danıştayca da
onandığını, Yayalaştırma Projesi için ise hukuki bir
geçerliliğin kalmadığını belirtti.
Kışla ile ilgili kurul süreci
Topçu Kışlası projesine onay veren 2 No'lu Koruma
Kurulu kararı ile ilgili süreç ise şöyle:
Topçu Kışlası Projesi, 17 Ocak 2013'te Koruma
Kurulu'nca "kamu yararına aykırı" denerek
reddedildikten hemen sonra Başbakan Tayyip
Erdoğan’dan “Reddi reddederiz” açıklaması gelmişti.
Ardından 2013 Şubat’ta Kültür Varlıklarını Koruma
Yüksek Kurulu, 2 No’lu Koruma Kurulu’nun reddettiği
projeyi, hiçbir gerekçe göstermeden onaylamıştı.
Bunun üzerine Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme
Derneği bakanlığa dava açarak yüksek kurul kararının
iptalini ve yürütmesinin durdurulmasını istedi.
İstanbul 6. İdare Mahkemesi, 31 Mayıs’ta
"Telafisi mümkün olmayan zararlar doğacağı"
gerekçesiyle yürütmeyi durdurma kararı verdi. Ancak
aynı mahkeme , 21 Şubat 2014’te davanın
reddedilmesine karar vererek “Dava konusu işlemde
hukuki isabetsizlik görülmemiştir” dedi.
Bainet, Haber: Nilay Vardar, 06.05.2014
******
TAKSİM'İ ESKİ HALİNE
GETİRMEK ZORUNDALAR
Gezi olaylarının fitilini
ateşleyen Taksim Projesi, Danıştay’tan da veto yedi.
Kararı yorumlayan uzmanlar, “Taksim Meydanı’nın eski
haline getirilmesi gerekiyor. Mahkeme kararının
uygulanmaması yasal olarak suçtur” dedi.
Geçtiğimiz yıl Haziran ayında Bölge İdare Mahkemesi
tarafından iptal edilen Taksim Projesi için Kültür
Bakanlığı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin
Danıştay 6. Daire Başkanlığı’na yaptığı iptal
başvurusu, Danıştay’da oy çokluğu ile redDedildi.
Danıştay’ın Taksim Projesi’nin iptali yönünde
verdiği kararı değerlendiren uzmanlar, meydanın
hukuken eski haline getirilmesi gerektiğini
söyledi...
‘Haklarında dava açılır’
İdare ve İmar Hukuku Uzmanı Pervin Çelik:
“Taksim meydanı altına araç trafiği için yapılan
battı-çıktılar İstanbul İdare Mahkemesi tarafından
iptal edilmişti. Danıştay kararını henüz görmedik.
Ancak Danıştay’ın 1.İdare Mahkemesi Kararı’nı
onayladığını kabul edersek, hukuki anlamda şu an
için Taksim Meydanı’nın eski haline getirilmesi
gerekiyor. Mahkeme kararının uygulanmaması yasal
olarak suçtur. Bu kişiler hakkında suç duyurusunda
bulunulursa haklarında dava açılır.”
‘Diretirlerse biz de direniriz’
Taksim Dayanışması Üyesi Cem Tüzün:
“Danıştay, Beyoğlu Koruma Amaçlı İmar Planı
tadilatını iptal etti. Böylece yerel mahkemenin
kararı onanmış oldu. Biz yayalaştırma projesine
değil, Taksim ve çevresinin insansızlaştırılma,
betonlaştırılma ve kimliksizleştirilmesine karşı
çıktık. Taksim Plan Tadilatı ile önerilen
insansızlaştırma, kimliksizleştirmedir. Danıştay’ın
kararından sonra İBB veya Beyoğlu Belediyesi yeni
bir koruma planı hazırlayacak. Muhtemelen yeni proje
eskisinden farksız olmayacak, üzerinde birkaç küçük
değişiklik yapılacaktır. Meslek odaları, sivil
toplum kuruluşlarıyla görüş alışverişi yapılamadan
eskisine benzer dayatmalar olursa kanunlar
çerçevesinde direnç göstermeye devam ederiz.”
Vatan, 07.05.2014
******
TAKSİM'DE TOPÇU KIŞLASI
TARİHE GÖMÜLDÜ
Danıştay,
İstanbul 1. İdare Mahkemesi tarafından Taksim
Yayalaştırma Projesi için verdiği iptal kararını
önceki gün onayladı. Gezi Parkı olayları geçen yıl
27 Mayıs günü başlamıştı. Olayların çıkış sebebi
Gezi Parkı’na yapılmak istenen Topçu Kışlası’nın
ihyasıydı. Bu doğrultuda başlayan eylemlere aşırı
güç kullanarak yapılan müdahale Gezi olaylarının tüm
Türkiye ’ye yayılmasına neden olmuştu. Bir
yıldır konuştuğumuz ve 7 sivil 2
güvenlik mensubu olmak üzere 9 kişinin hayatına
mal olan Gezi Parkı’na Topçu Kışlası yapılması
projesi bu kararla birlikte artık mümkün olmayacak.
Hatırlanacağı üzere Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan da olaylar sırasında
görüştüğü Gezi heyetine ‘mahkeme lehimize karar
verirse plebisit (halk oylaması) yapılacağını,
aleyhimize karar verir ise projenin iptal
edileceğini’ açıklamıştı. Mimar Halil Onur
tarafından çizilen, içinde buz pateninin de yer
aldığı, İstanbul 2 No’lu Koruma Kurulu’nun reddetiği
ama Koruma Yüksek Kurulu’nun kabul ettiği ihya
projesi de böylelikle rafa kalkmış oldu.
Odalar mahkemeye götürdü
İstanbul Büyükşehir Belediyesi 17 Ocak 2012’de ilan
ettiği ‘1/5000 Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı’ ile
‘1/1000 Ölçekli Uygulama İmar Planları’nda tadilat
yapmış, bu tadilatla Taksim’de Yayalaştırma Projesi
başlamış, Gezi Parkı’na da Topçu Kışlası
yapılmasının önü açılmıştı.
Mimarlar, Şehir
Plancıları ve Peyzaj Mimarları Odası bu plan
tadilatlarının şehircilik ilkelerine ve mevcut
yasalara aykırı olduğu gerekçesiyle mahkemeye
götürmüştü.
İstanbul 1. İdare Mahkemesi’nde açılan davaya
gönderilen bilirkişi raporunda ‘‘Dava konusu plan
değişikliklerinin çevre , kültürel ve doğal miras,
kültürel ve ekonomik yapı, teknik altyapı, sosyal
donatı, yapı ve sokak dokusu, mülkiyet yapısı,
ulaşım, dolaşım sistemi, şehircilik, planlama ve
koruma ilkelerine uygun olmadığı, söz konusu planın
sadece ‘Taksim Alanı Yayalaştırma Projesi’ gibi
görünmekle birlikte plan notlarında Gezi Parkı’nı da
içerdiği ve plan onama sınırı içindeki bir alanın
planlamasının sonradan düzenlemek üzere ayrılarak
belirsiz bırakıldığı” tespiti yapıldı. İstanbul 1.
İdare Mahkemesi, 6 Haziran tarihli kararında plan
değişikliğinin ‘‘Şehircilik prensiplerine, koruma
kurulu kararı ilkeleriyle, planlama esaslarına
uygunluk bulunmadığı sonuç ve kanaatine’’ varmıştı.
Sadece yayalaştırma projesi mi?
Danıştay, Kültür Bakanlığı ile İBB’nin yaptığı
itirazı reddederek mahkemenin kararını onadı. Ancak
kamuoyunda sanki sadece Taksim Yayalaştırma Projesi
iptal olmuş gibi bir algı yaşandı. Oysa mahkemenin
gerekçelerinde sadece yayalaştırma projesi değil,
Gezi Parkı’na yapılması düşünülen Topçu Kışlası da
yer alıyordu.
Mahkemenin gerekçeleri arasında Gezi Parkı ile
ilgili şöyle deniliyordu: ‘‘Uzun yıllardır park
kullanımına ayrılmış ve 21 Mayıs 2009 onanlı 1 /
5000 ve 21.12.2010 onanlı 1/1000 ölçekli Beyoğlu Sit
Alanı Koruma Amaçlı Planları’nda ‘Gezi Parkı’ olarak
ayrı kullanıma bırakılmış olan alanın kısa bir süre
sonra bu fonksiyonunun değiştirilmesine ancak
zorunluluk hallerinde ve yakın bölgede eşdeğer bir
alan ayrılması suretiyle yapılabilir. Yasal mevzuat
gereği olduğu halde bu değişikliğin zorunluluk
sebeplerinin hukuken ortaya konulmadığı gibi çevrede
eşdeğer bir alanın da ayrılmadığı anlaşılıyor. Yine
plan onama sınırı içinde bir alanın ‘planlamasının’
sonradan düzenlenmek üzere ayrılmasının plan
kapsamında önemli bir eksiklik olması nedeniyle plan
bütünlüğüne olumsuz etkilerinin olabileceği, ayrıca
plan notlarında ‘Taksim Kışlası’yla ilgili hüküm
olduğu halde dava konusu planlarda bununla ilgili
bir belirlemenin yapılmadığından dava konusu Koruma
Amaçlı İmar Planı değişikliklerinin şehircilik
ilkeleriyle planlama tekniklerine uygun olmadığı
sonucuna varılmıştır. ‘‘
Şimdi ne olacak?
Danıştay’ın iptal kararını onamasından sonra şimdi
ne olacak? Taksim’de trafiğin yeraltına alınması ile
ilgili ilk etap tamamlanmış, Tarlabaşı’ndan gelen
trafik Taksim’de yapılan tünel ile Harbiye’ye
bağlanmıştı. 2. etap ise Sıraselviler ile Gümüşsuyu
yönünden gelen trafiğin yeraltına alınması
aşamasıydı. Plan tadilatlarının iptalinden sonra İBB
artık bu projeyi de rafa kaldırmak zorunda kaldı.
Ancak açılan tünel eski haline döndürülmeyip mevcut
haliyle kullanımına devam edilecek. İBB yaylaştırma
projesi ile ilgili Taksim Meydan’da peyzaj çalışması
dışında yeni bir işlem yapamayacak. Lakin İBB yeni
bir plan tadilatı ile yayalaştırma projesini yasanın
izin verdiği haliyle yeniden gündeme getirebilir.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 08.05.2014
******
"BÜTÜN ZARARI İDARECİLER ÖDESİN"
Danıştay 6. Dairesi’nin, Taksim Yayalaştırma
Projesi’ni oy çokluğuyla iptal etmesinin ardından
gözler, bundan sonraki süreçte atılacak adımlara
çevrildi.
İstanbul 1. İdare Mahkemesi’nin, 6 Haziran 2013’te,
Taksim Yayalaştırma Projesi’ni iptal etmesine rağmen
inşaat devam etmişti.
Danıştay’ın kararıyla da iptal kesinleştirmiş
oldu. Danıştay kararıyla ilgili davacılar Milliyet’e
konuştu.
Eyüp Muhçu (Mimarlar Odası Genel
Başkanı): Bu kararla beraber meydanın eski haline
getirilmesi gerekiyor; çünkü bütün müdahaleler
Kaçak ve yasadışı hale gelmiştir. Karara
uyulmazsa gerekirse
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’ne gideceğiz.
l Tayfun Kahraman (İstanbul Şehir Plancıları Odası
Başkanı): Şu ana kadar yapılanların İBB tarafından
eski haline getirilmesi gerekir. Bir kamu zararı
çıkıyor ortaya. Bu maliyetin hukuk kararını
beklemedikleri için idarecilere çıkartılması
gerekiyor.
l
Mücella Yapıcı (Mimar, Taksim Dayanışması):
Beklediğimiz bir karardı. Haziran’daki kaygı
olmasaydı kışlanın da temelleri atılmış bulunuyordu.
Başta
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı
Kadir Topbaş olmak üzere zararları tazmin
etmeli. Taksim’e yapılan müdahalelerin geri
döndürülmesi lazım ama Türkiye’de böyle bir
alışkanlık fiilen yok.
Milliyet, 08.05.2014
|
AKÇAKALE KALESİ BAHÇE OLARAK KULLANILIYOR

Trabzon'un Akçaabat
İlçesi'ne bağlı
Akçakale beldesindeki 700 yıllık Akçakale Kalesi,
bahçe olarak kullanılıyor.
1297-1300 yılları arasında İmparator Aleksios 2
tarafından yaptırılan ve 1468 yılında Osmanlı
yönetimine geçen Akçakale Kalesi, Cumhuriyet
döneminde hazine malı olarak devlete devredildi.
2005 yılında kamulaştırılan Akçakale Kalesi, 19
Temmuz 2007 tarihinden kurtarma kazılarına başlandı.
Çalışmalara başlanan tarihten itibaren kazı alanında
4 iskelet, kemik parçaları, toprak kartlar, bronz
çiviler ve Bizans seramiği parçaları bulunmasından
sonra yapılan çalışmaların ardından kazı çalışmaları
sona erdi.
Moloz ve kesme taştan yapılan kalenin, büyük bölümü
yıkılmasına rağmen ana gövdesi günümüze kadar
ulaşırken, son yıllarda kalenin bahçe olarak
kullanıldığı gözlendi.
Öte yandan, son yıllarda kalenin çöplük ve top
sahası olarak kullanıldığı üzerine basında
haberlerin kullanılmasına rağmen Akçakale Kalesi'nde
bugüne kadar herhangi bir çalışma başlatılmadı.
Kale, 2005 yılında 475 bin TL bedelle
kamulaştırılırken, kaledeki kurtarma kazısı için
Kültür ve Turizm Bakanlığınca 10 bin, Trabzon
Valiliği İl Özel İdaresi'nce 10 bin TL ödenek
ayrıldı.
Sabah, 06.05.2014
|
ROMA DÖNEMİ KALINTILARINA KORUMA KALKANI
Malatya’da Roma dönemine ait kalıntılar olduğu
düşünülen Arapgir İlçesi Karşıbağ Kaya Mezar Odası
ile Darende İlçesi Yukarı Ulupınar Köyündeki
Bozyurdu Sırtı ve Karahöyük Tümülüsleri, birinci
derece arkeolojik sit alanı ilan edildi.
Malatya Valiliği, geçtiğimiz yıl 12 Aralık’ta
Arapgir İlçesi Ormansırtı Köyündeki Karşıbağ Kaya
Mezar Odası ile Darende’nin Yukarı Ulupınar
Köyündeki Bozyurdu Sırtı ve Karahöyük
Tümülüsleri’nin sit alanı ilan edilmesi için Sivas
Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na başvurdu.
Kurul uzmanları tarafından yapılan incelemeler
sonucu ilgili tarihi mekanlarla ilgili rapor
hazırlandı.
Raporları inceleyen Sivas Kültür Varlıklarını
Koruma Bölge Kurulu, Roma dönemine ait olduğu
düşünülen Karşıbağ Kaya Mezar Odası ile Bozyurdu
Sırtı ve Karahöyük Tümülüslerini sit alanı olarak
tescil etti. Kurulun kararı Resmi Gazete’nin bugünkü
sayısında yayınlanarak yürürlüğe girdi. Karar
çerçevesinde bu alanlarda, kesinlikle hiçbir
yapılaşmaya izin verilmeyeceği belirtildi. Bununla
birlikte bilimsel amaçlı kazı çalışmaları dışında
hiçbir kazı işlemine izin verilmemesi, zorunlu
durumlarda yapılacak altyapı uygulamaları için müze
müdürlüğünün görüşüyle konunun koruma kurulunda
değerlendirilmesi, yalnızca sınırlı mevsimlik
tarımsal faaliyetlerin devam edebileceği taş,
toprak, kum vb. alınmamasına, kireç, taş, tuğla,
mermer, kum, maden vb. ocakların açılmamasına,
toprak, cüruf, çöp, sanayi atığı ve benzeri malzeme
dökülmemesine karar verildi.
Bugün, 06.05.2014
|
TARİHİ YARIMADA'YA BOL KEPÇE
'Tarihi yarımada'da
inşaat furyası başladı. Hemen her yerde ya hafriyat
ya da etrafı tahta paravanlarla kapalı inşaatlara
rastlıyorsunuz. En kötüsü ise tüm yarımada sit alanı
olmasına rağmen hafriyat çalışmalarında iş
makinelerinin tarihi eserleri yok etmesi.

‘Tarihi yarıma’da yaklaşık 1 aydır takip
ettiğimiz çalışmalarda içler acısı tarihi eser
tahribatlarına rastladık. Fatih Belediyesi, yapılan
hafriyatlardan Arkeoloji Müzesi’ni sorumlu tutuyor.
Koruma Kurulu kararı gereğince hafriyat
çalışmalarında müze arkeologlarının hafriyatların
başında bulunup kurtarma kazıları yapması şart. Müze
denetiminde yapılan kazılarda bile
iş makinesinin yer alması akıl almaz görüntülere
neden oluyor. Laleli Mesihpaşa Caddesi numara 16
daki hafriyat çalışmalarında müze uzmanı B. T.
görevli. Ancak iş makinesinin paramparça ettiği
eserler ortada. Sütun başı, kaidesi ve bir mimari
blok iş makinesinin hışmına uğramış. İş makinesi ile
kazı yapan arkeologlara kendi içlerinde ‘makineci’
ismi verilmiş.
Seçim sırasında ve sonrasında ‘tarihi yarımada’da
başlayan inşaatları mercek altına aldık. Bir yandan
inşaatları takip ederken diğer yandan da olan biteni
araştırmaya başladık. Kentsel, arkeolojik ve
tarihsel sit kapsamında olan yarımada da inşaat
izinleri doğal olarak Koruma Kurulu iznine tabi.
Yarımada bütününde yapılacak her proje kurulun önüne
geliyor. Kurul projeleri değerlendirdikten sonra
müze denetiminde yapılacak kazı sondaj
çalışmalarından sonra inşai faaliyetlere izin
veriyor. Bu izin alındıktan sonra da Fatih
Belediyesi inşaat ruhsatı düzenliyor.
Şüpheli tahta paravanlar!
Diğer yandan yapı tadilat ruhsatı ile de mevcut
tescilli binaların restorasyonları yapılıyor.
Tescilli yapıların etrafı tahta paravanlarla
kapatılıyor ve içinde ne olup bittiğini anlamıyoruz.
Çoğunda verilen izinleri gösteren uyarıcı levha bile
yok. Hatırlanacağı gibi daha önce Sultanahmet’te
tahta paravanlarla kapalı bir inşaai faaliyette
Bizans saray kalıntılarına rastlanmış, yapı duvar
kalıntıları iş makineleri ile tahrip edilmişti.
Radikal 05.02.1012 tarihinde manşetten ‘Bizans
sarayında kepçeyle yıkım’ başlığı ile tahta
paravanların arkasında yaşananları duyurmuştu.
Ardından da otel inşaatı kurul kararıyla yıkılmıştı.
Hep aynı isimler...
‘Tarihi yarımada’da gördüğümüz ve tespit ettiğimiz
onlarca inşaat var. Malesef bunların pek çoğunda iş
makineleri çalışıyor. Oysa Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kazı Sondaj ve Kurtarma Kazıları
Yönetmeliği’nde bu tür kazıların bilimsel metotlarla
yapılması gerektiği açıkça vurgulanıyor. Bilimsel
yöntemde ise sit alanlarındaki sondaj ve kurtarma
kazılarında iş makinesi asla kullanılamaz. Üstündeki
harabenin yıkım işlemleri ile moloz kaldırırken iş
makinesi kullanılabilir. Ancak yeri gelmişken
belirtmek de fayda var: Bu konuda hassas davranan ve
bilimsel metotlara uyan arkeoloji müzesinin yine çok
sayıda sondaj kazılarına da rastladık. İş makinesi
sokulan kazılarda da genelde malesef hep aynı
isimlere rastlıyoruz. Arkeoloji Müzesi uzmanlarından
B. T., S. K., N.A. ve H. A, yarımada içindeki
kazılarda bu hassasiyete uymadıkları bizim
tespitimiz. Bu isimlerin kimler olduğu da tüm
arkeoloji camiasının malumu...
Soruşturma gerekiyor
Arkeoloj Müzesi yetkilileri yaşanan
sorunun temel sebebi olarak, arkeolog sayısının
yetersizliğinden ve çok sayıda kentiçi sondaj ve
kurtarma kazısı bulunduğundan dem vuruyor. ‘Tarihi
yarımada’da 100’e yakın kazı çalışması olduğunu,
bunların her birinin başına arkeolog dikmenin mümkün
olmadığını belirten yetkililer, uzman inşaat
alanından ayrıldıktan sonra inşaat sahibinin iş
makinesini devreye soktuğundan şikayet ediyor. Çok
sayıda bu tür durum tespit ettiklerini ve Koruma
Kurulu’na suç duyuruları yapıldığını kaydediyorlar.
Ancak aylardır yaptığımız takiplerde hep aynı
isimlerle karşılaşmamız konusunda cevap verilemiyor.
Şimdi Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bu isimlerin
son 2 yıldır yürüttükleri ve sorumlu oldukları
kazılarda ne kadar kültür varlığı tespiti
yapıldığını araştırması gerekiyor. Yapılacak bir
soruşturma da bu isimlerin bugüne kadar sorumlu
oldukları alanda kaç inşaata “2863 Sayılı Yasa
kapsamında kültür varlığına rastlanmamıştır” raporu
verdikleri de ortaya çıkacaktır. Arkeoloji Müze
Müdürü Zeynep Kızıltan’ın bugüne kadarki
uygulamalarından arkeolojiye olan duyarlılığına
yakından şahidiz. Hassasiyetlerini de bilerek
kendisini telefonla aradık. Bakanlıktan izin
alınmadan konuşamayacağını belirten Kızıltan, uzman
yetersizliğinden yakındı.
İnşaat hafriyatı olan yerde yan binaların
temellerini sağlama almak için önce kuyu temel
çalışması yapılıyor. Bu çalışma sırasında parselin
çevresine yanyana 3 m. x 1.5 çapında kuyu yapılarak
beton dökülüyor. Müzenin görevlendirdiği uzman
arkeolog çalışmanın başında durmadığı için çıkan
kültür varlıkları yok ediliyor. Sirkeci Safveti
Sokak’ta bizim tespit ettiğimiz durum da aynı. Kuyu
temel yapılırken kocaman bir tarihi duvar yok
edildi. Diğer başka bir yöntem ise karot sondaj
dedikleri jeologlarla yapılan yöntem. 10 cm
çapındaki bir burgu aleti ile arazide sondaj
çalışması yapılıyor. Çıkan toprak analiz edilerek
orada kültür tabakasına rastlanmadığı yönünde
raporlar veriliyor. Koruma Kurulu da özel sektör
tarafından yapılan bu yöntemi ve raporu ciddiye
alarak inşaat yapılmasına izin veriyor. Oysa o
topraktan kültür varlığı olmasını anlamak mümkün
değil. Çünkü burgu makinesi zaten delip geçtiği
için, kültür tabakasından geriye sadece un ufak
olmuş toprak, taş parçacıkları kalıyor. Jeoradar
yöntemi de maalesef Koruma Kurulu tarafından geçerli
sayılan yöntemlerden biri olmaya başladı. Yere
verilen elektro manyetik dalgalar sayesinde yerin
altında kültür tabakası olup olmadığı öğreniliyor.
Lakin bu yöntem özel sektör tarafından yapıldığı ve
para kazanıldığı için verilen raporlar genelde işi
verenin lehine olacak şekilde çıkıyor. Ancak kurul
bu yöntemi de
siyasi nüfuzu olanlar için geçerli sayıyor.
Alınması gereken önlemler neler?
Müze denetimli kazılar için mutlaka yeni arkeolog
istihdamı sağlanmalı. Çok sayıda işsiz arkeolog
olduğu düşünülürse bu yöntem faydalı da olur. Kazı
sondaj ve kurtarma kazıları için
İstanbul ’da Arkeoloji Müzesi’nin kontrolünde
sadece bu işi yapan arkeologlardan oluşan 50 kişilik
bir ekip kurulmalı. Ancak bu ekip asla belediye
uhdesinde olmamalı. ‘Tarihi yarımada’nın derhal
arkeolojik sit haritası yapılmalı. Daha önceki
kurtarma kazılarından elde edilen buluntular bu
haritada işlenmeli ve komşu parselde yapılacak bir
hafriyat çalışmasında bu haritadan faydalanılarak
ona göre önlemler alınmalı. İnşaatlardaki denetimler
az sayıdaki arkeologlara bırakılmadan belediye
zabıtaları da yarımada içindeki inşaatları
denetleyerek iş makinelerinin sit alanlarında
çalışmalarına göz yummamalı.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 06.05.2014
|
İNCİL'DE ADI GEÇİYORDU, ORTAYA ÇIKTI

İncil’de adı geçen
Laodikeia antik kentinde sürdürülen kazı ve
restorasyon çalışmalarında 1500 yıldır toprak
altında bulunan anıtsal sütunlar ortaya çıkarıldı.
Kültür ve Turizm Bakanlığından alınan bilgiye göre,
2003 yılından bu yana Prof.Dr. Celal Şimşek
başkanlığında yürütülen kazı ve restorasyon
çalışmalarına Laodikeia Kilisesi, Tapınak A Tonozlu
Mekanı, Kuzey (Kutsal) Agora, Güney Portik ve Doğu
Havuzunda, İmparator Septimius Severus Anıtsal
Çeşmesi’nde devam ediliyor.
Çalışmalar neticesinde bu yıl Kuzey Agora, Batı
Portik Güney aksında milattan sonra 494 yılı
depreminde yıkılan sütunlu galeri, yıkıldığı
şekliyle ortaya çıkartıldı.
Yapılan incelemede, milattan sonra 494 yılı
depreminin 10,80 metre yüksekliğinde ve ion
düzenindeki sütunlu galeriyi doğu yönüne doğru
yıktığı, kalıntıların yaklaşık 1500 yıl boyunca
batıdan esen rüzgarlar ve bitki tortusu sebebiyle 7
metre toprak altında kaldığı anlaşıldı.
Ortaya çıkartılan sütunlu galerinin kazı
çalışmaları tamamlanıp projeleri hazırlandıktan
sonra restorasyon aşamasına geçilmesi planlanıyor.
Böylece, Anadolu arkeolojisi için anıtsal nitelikte
olan Kuzey Agora, 1500 yıl sonra tekrar ayağa
kaldırılarak hayat bulacak.
-Laodikeia
MÖ I. yüzyılda Anadolu’nun en önemli ve ünlü
kentlerinden Laodikya, MÖ 3′üncü yüzyılın
ortalarında Seleukos Kralı II. Antiokhos tarafından
karısı Laodike adına kuruldu.
İncil’de adı geçen Yedi Asya Kenti’nden olan
Laodikeia, bu nedenle Roma ve Bizans
imparatorlukları döneminde büyük saygı gördü.
Tarihi boyunca çok sayıda deprem yaşayan ve
defalarca yerle bir olan kent, her seferinde yeniden
inşa edilmesine rağmen MS 494′deki büyük depremle
tamamen yıkıldı ve bir daha toparlanamadı. 7.
yüzyılın ilk çeyreğindeki depremin ardından ise
bölge terkedildi.
Bölge, 13. yüzyılda tamamen Türklerin kontrolüne
geçerek Ladik adını aldı.
Vatan, 06.05.2014
******
1520 YIL SONRA
YENİDEN GÜN YÜZÜNE ÇIKTI
Pamukkale Üniversitesi
(PAÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü
Başkanı ve Laodikya Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr.
Celal Şimşek,Laodikya antik kentindeki kazı ve
restorasyon çalışmalarında yaklaşık 1520 yıl önceki
depremde yıkılanı belirlenen sütunlu galeri ortaya
çıkartıldığını açıkladı.
Şimşek’in verdiği bilgiye göre yılın 12 ayı kazı ve
restorasyon çalışmalarını sürdüren ekip, Laodikya
Kilisesi, Kutsal Agora, Güney Portik ve Doğu Havuzu,
İmparator Septimius Severus Anıtsal Çeşmesi’nde de
süren kazı çalışmaların özellikle dikdörtgen olarak
konumlanmış ve 35 bin metre karelik alana sahip
Kuzey Kutsal Agora'da yoğunlaştı. Dört yanı sütunlu
galerilerle çevrilmiş agorada Zeus Tapınağı ile
Dokuma Tanrıçası Atena'nın Tapınağı yer alıyor.
KENT TERK EDİLMİŞ
Şimşek, kazı çalışmaları
sırasında Güney
Batı aksında
toprağın 7 metre altında kalmış sütunlu bir
galerinin tespit edildiğini ve çalışmaların bu yönde
yoğunlaştığını bildirdi: "Elde ettiğimiz veriler
sütunlu galerinin MS 494 yılındaki büyük depremle
yıkıldığını ortaya koyuyor. Burası yıkıldıktan sonra
kent büyük ölçüde terk edilmiş. Özellikle de rüzgar
ve buna bağlı olarak toz dolgusu onun arkasından da
kil tortuları kalıntıların toprak altında kalmasını
ve tepe oluşmasını sağlamış. Kazı çalışmalarımız
1520 yılda kat kat tabakalaşmanın nasıl oluştuğunu
görmemizi sağladı. Laodikya antik dönemde büyük
metropol, ticaret,
kültür ve
sanat kenti. Böyle
zengin bir kentte
Anadolu 'nun en
büyük kutsal alanı söz konusu. Kazılarda çıkartılan
sütunların yüksekliği yaklaşık 11 metre ve ilk kez
1520 yıl sonra gün yüzüne çıkartıldı."
Kazı çalışmalarının tamamlanmasının ardından
restorasyon için gerekli projeleri
hazırlayacaklarını belirten Şimşek, sütunlu
galerilerin ayağa kaldırıldığında arkeoloji
açısından önemli bir alan olacağını dile getirdi.
Şimşek daha sonra gazetecilere kazı alanını
gezdirdi.
Radikal, 08.05.2014
|
DENİZDE HAZİNE BULUNDU

Yaklaşık 150 yıl önce batan gemiden,
3 kg ağırlığında altın çıkarıldı ve devamı da var!
1857'de Güney Karolina açıklarında batan geminin
enkazında yapılan çalışmalarda hazine ortaya
çıkarıldı. O çalışmalarda bulunan altının 1,3 milyon
dolar değerinde olduğu belirtiliyor.
Yetkililer şu anda 3 kilogram ağırlında altın ve iki
tane de altın sikke bulunduğunu kaydetti.
Ancak batıkta daha fazla altın bulunduğu ve bu
altınların değerininse 85 milyon dolar civarında
olduğu tahmin ediliyor.
Söz konusu batığa ilk olarak 1980'li yıllarda dalış
yapılmıştı. O dönem çıkarılan altın miktarı ise tam
2 ton... Yetkililere göre batığın şu ana kadar yüzde
5'lik kısmına ulaşılabildi.
Reuters
haber
ajansında da yer alan bilgiye göre 1857'de 21 ton
altınla batan gemi kıyının 160 mil açığında ve 2 bin
200 metre derinlikte bulunuyor.
Sabah,
06.05.2014
|
ARKEOLOG ATAMALARI 'YÜZDE BİR'DE KALDI
Arkeolog İstihdam Platformu Kültür Bakanlığı
önündeki eyleminde KPSS’ye giren 6579 arkeologdan
143’ünün istihdam edildiğini açıkladı

Arkeolog İstihdam Platformu Kültür Bakanlığı önünde
gerçekleştirdiği eylemde açıkladığı verilere göre
yalnızca 700 arkeolog kültür korumacılığı görevinde
bulunuyor, her müzeye 2 arkeolog düşüyor. Arkeoloji
bölümlerinden ise ise her yıl 2768 kişi mezun
oluyor.
Platform dün Kültür Bakanlığı önünde bir eylem
yaparak ‘arkeolog istihdamındaki engeller
kaldırılsın’ açıklamasını yaptı. Açıklamada
arkeolojik alanların yağmalanmasıyla birlikte
kültürel hafızanın silindiği ve böylece
arkeologların da ‘işsiz kalmasının’ yolunun açıldığı
vurgulandı. Platformun açıkladığı verilere göre
Türkiye’de yalnızca 700 arkeolog kültür korumacılığı
yapabiliyor, müze başına sadece 2 arkeolog düşüyor.
Öte yandan üniversitelerdeki kontenjanın her yıl
artırılması fakat yeterince atamanın yapılmaması
işsizliği yaratan en önemli etkenlerden biri olarak
görülüyor.
DENETİM BÜROLARI AÇILMADI
Platformun verilerine göre Kültür ve Turizm
Bakanlığının 2005 tarihinde uygulamaya koyduğu
yönetmeliğe göre 81 ilde arkeolojik SİT sınırları
içinde kalan il özel idareleri ve belediyelerce
açılması gereken Koruma Uygulama ve Denetim Büroları
(KUDEB)’nın sayısı 30 civarında kaldı.
Arkeolog İstihdam Platformuna göre
arkeologların sorunları şöyle;
»Kültür ve Turizm Bakanlığında 25 yıla yakın bir
süre içinde arkeolog sayısı iki katına dahi çıkmadı.
Ortalama 700 arkeolog ile kültür korumacılığı
yapılmakta, müze başına da neredeyse 2 personel
düşüyor.
»Son yıllarda kurulan 41 arkeoloji bölümü memnuniyet
verici olmakla birlikte, bu bölümlere öğrenci
kontenjanının artırılması nedeniyle 80 kişiyle tıka
basa doldurulan sınıflarda nitelikli eğitim
verilememekte. Üstelik her yıl kontenjan sayısı
artmış en son 2013 ÖYSM kılavuzunda 2768 rakamına
ulaşmıştı. Mezun olan binlerce meslektaşımız alanı
dışında yapılan KPSS Sınavı ile devlet kurumlarına
yapılan atamalarda ilk 10-15 kişi arasına girebilmek
için ölesiye mücadele etmekte, okul sonrası dershane
kapılarında bu yarışa hazırlanmaktadırlar.
»2007-2011 yıllarında KPSS Sınavına giren 6579
arkeologdan Kültür ve Turizm Bakanlığına ancak 143
kişi istihdam edilmiştir. Bu da yetmiyormuş gibi
arkeolog bulundurması gereken eski adı olan Çevre ve
Orman Bakanlığı, DSİ ve MTA’ya birer kişi, İl Özel
İdarelere 8 kişi, Belediyelere ise 3 kişi olmak
üzere 5 yılda toplam 14 kişi gibi komik sayıda
atamalar yapılmıştır.
»Kültür ve Turizm Bakanlığına 2013 yılında KPSS ile
4 (B) sözleşme kapsamında sanat tarihçi, mimar,
restoratör gibi mesleklerden 331 kişi atanırken bu
olanaktan maalesef arkeologlar
yararlandırılmamıştır.
»Sonuç olarak altı yıl içerisinde KPSS sınavına on
binin üzerinde arkeolog girmiş ise de atamalar %1
oranının altında kalmıştır.
***
Platformdan çözüm önerileri
»Arazide her türlü müdahale için yetki ve
sorumluluğu alacak, bürokrasiye takılmadan,
Karayolları, DSİ, MTA gibi rahat çalışabilecek
örgütlenme modelinin acilen hayata geçirilmesi.
»Üniversitelerin Arkeoloji Bölümü öğrencilerine
ülkemizde yapılan yerli ve yabancı kazılarda staj
yapması mecburiyeti konulmalı.
»Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca, mimar,
mühendis ve diğer teknik elemanlara tanınan “İş
Güvenliği Uzmanlığı” hakkını teknik eleman sayılan
arkeologlara da tanınması için yasal düzenleme
yapılmalı.
***
Mağduriyetimiz giderilsin
İstihdam
sıkıntısı çeken 10 bin arkeoloğun sesi olarak,
yağmur çamur demeden haykırmak için toplandık.
Yıllardır süregelen adaletsiz kadro dağılımına dur
demek için mücadelemiz aralıksız devam edecektir.
Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesine mimar,
kütüphaneci, inşaat mühendisi atamaları yapılırken
arkeologlara kadro verilmemesi ya da 5-10 ile
sınırlı kalması kabul edilebilir değildir.
Mağduriyetlerimizin giderilmesini istiyoruz.
Birgün, 06.05.2014
|
ANADOLU YAZIT
MEZARLIĞI

İlki 2010’da açılan
“Kayıp Dillerin Fısıldadıkları” sergisinin ikincisi,
Rezan Has Müzesi’nde geçtiğimiz hafta açıldı.
Luvice, Karca, Likçe, Frigce, Sidece gibi artık
konuşulmayan dilleri anlatan sergi, arkeoloji ve
eskiçağ tarihi camiasının başka sorunlarını da
gündeme getirdi.
Arkeoloji camiası uzun
zamandır dertli. Bugün de dertlerini dile getirmek
için Ankara Atatürk Bulvarı’nda saat 14.00’te
toplanacaklar. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na
arkeolog alımlarının artırılması için seslerini
duyurmaya çalışacaklar. 10 bin işsiz arkeologdan
bahsediliyor. 24 Nisan Perşembe günü Rezan Has
Müzesi’nde açılan “Kayıp Dillerin Fısıldadıkları-II”
sergisi ise daha farklı bir arkeoloji-arkeolog
sorununu gündeme getirdi. Açılıştan önce düzenlenen
panelde konuşan serginin danışmanları; Marmara
Üniversitesi Tarih bölümünden Yrd. Doç.Dr. Hüseyin
Sami Öztürk, İÜ Tarih’ten Doç.Dr. Hamdi Şahin ve
Dokuz Eylül Üniversitesi Eskiçağ Tarihi Anabilim
Dalı Başkanı Prof.Dr. Recai Tekoğlu, Türkiye’de 80
yıldır arkeolojik kazıların yapıldığını anlattı ve
özellikle sergiyle de ilgisi bulunan yazıt biliminin
(epigrafi) geldiği nokta hakkında bilgi verdi.

Öztürk ve Şahin’in
ifadesiyle ülkemizde hala bir eskiçağ enstitüsü yok.
Almanların (Gümüşsuyu), Fransızların (Beyoğlu) ve
İngilizlerin (Ankara) açtığı kurumlara muhtacız.
Oysa bu enstitüleri kuran yabancı akademisyenler,
profesörlüklerini Anadolu topraklarında yaptıkları
araştırmalarla elde ettiler. Kütüphanesi, imkanları
ve destekledikleri projeler bakımından dünyanın en
iyi eski çağ tarihi enstitülerinden biri olarak
gösterilen Münih Alman Arkeoloji Enstitüsü Epigrafi
ve Eskiçağ Tarihi Komisyonu’nun tüm hocaları da
Anadolu kazılarından mezun. Öztürk’e göre Türkiye’de
bu enstitülerin yaptığı araştırmaların onda birini
yapan kurum maalesef bulunmuyor. Nedenini eski
hocaların –ki buna arkeoloji camiasının ünlü ismi
Ekrem Akurgal da dahil ediliyor- kütüphane ve
enstitü kurmamalarına, az öğrenci yetiştirmelerine
bağlıyor. Bu tutum, Türkiye’de arkeoloji ve eskiçağ
tarihi alanında güçlü bir ekol oluşmasına büyük bir
engel olarak görülüyor.

25 yıldır epigrafi ile
uğraşan Hamdi Şahin, acil olarak yapılması gereken
bir konuya dikkat çekiyor. Kazı ve yüzey
araştırmaları sonucunda Anadolu’da hala daha her yıl
yaklaşık 500 yazıt ortaya çıkarılıyor. Bu yazıtların
kalıplarının, yani kağıt üzerine aktarılmış
kopyalarının bir an evvel alınması lazım. Şahin,
Berlin Bilimler Akademisi’nde Roma ve Anadolu’dan
Latince 200 bin, eski Yunanca 400 bine yaklaşan
yazıtın kağıt kopyasının arşivlenmiş, kutulanmış,
sınıflanmış şekilde bilimin hizmetine sunulduğunu
şaşkınlıkla anlatıyor. Böyle bir tasnif bizde bir
enstitü çatısı altında yok, bireysel çabalar mevcut.
Avusturyalılar ta 1860-1870’lerde Anadolu’ya gelmiş,
Likya’da ciddi yazıtları kopyalamış, Viyana’ya
götürmüşler. Bugün o bölgede araştırma yapmak
isteyen bir arkeoloğun yazıtlara ihtiyacı oluyor.
Fakat çoğu ortada yok. Kimi iklim şartları nedeniyle
kırılmış, dökülmüş, patlamış, kimi kaçak kazı
kurbanı. Yazıtın eski halini görmek isteyen,
Viyana’daki Bilimler Akademisi’ne gitmek zorunda.
Öztürk, haklı olarak soruyor: “Hocalarımız bize bu
imkanları sağladılar mı? Hayır. Hangisi kütüphane
kurdu? Ben hocamla yıllarca çalıştım, bir tane ortak
yayınımız yok. Oysa elinde binlerce yazıt var. Yeni
jenerasyon hocalar olarak bizler artık farklı
düşünüyoruz.”
“Yayınlanmayı
bekleyen yüzlerce yazıt var”
Panelde dikkat çekilen
bir diğer konu da bazı akademisyenlerin elinde
yayınlanmayı bekleyen yüzlerce yazıt bulunduğuna
dairdi. Aslında bu yazıtların fotoğrafları ve
üzerindeki bilgilerin kitap olarak kütüphanelere
girmesi lazım. Hüseyin Sami Öztürk, yazıtların üç
nedenle yayınlanmadığını aktardı. Kitapların
yayınlanabilmesi için hocaların para bulamamaları.
İkincisi hocaların ortak proje geliştirememeleri.
Bazı yazıtların tek başına yayınlanması mümkün
değil, birkaç hocanın bir araya gelerek bilgi
kardeşliği yapması gerekiyor. Üçüncüsü ise yazıt
eşittir burs demek. Elinde bolca yazıt bulunan
akademisyenler, yurtdışında kolayca burs
bulabiliyor: “Bende bu kadar yazıt var, sizin
kütüphanenizde ya da enstitünüzde çalışmak
istiyorum.” diye, herhangi bir arkeoloji enstitüsüne
başvuran hocalara kapılar sonuna kadar açılıyor.
Neden acaba? Öztürk’ün bu soruya verdiği cevap, acı
bir gerçeği hatırlatıyor: “Yazıtlar sayesinde sizi
kabul eden enstitüye gidiyorsunuz, kütüphanelerinde
iki ay çalışıyorsunuz. Yazıtları onlara
vermiyorsunuz, yanlış anlaşılmasın. Yazıtlar da,
yayın hakkı da sizde kalıyor. Ama yabancı bilim
adamları elinizde ne tür bilgi var, onu öğreniyor.
Hatta önemli yazıtlardan biri hakkında sunum
yapmanızı şart koşuyor. Bunun karşılığında yol
parası veriyor, kalacak yer temin ediyor, cebinize
de biraz harçlık koyuyor. Adamlar nelerin peşinde,
neyin hesaplarını yapıyor! Biz bireysel ve kurumsal
olarak bu işlerin çok gerisindeyiz.” Öztürk’ün de
anlatmak istediği gibi dünyada iki şey memur
kafasıyla yapılamıyor: Bilim adamlığı ve sanat…
Zaman, Haber: Sevinç
Özarslan, 05.05.2014
|
BU AĞACA DOKUNAN YANIYOR

Hatay'da Payas Kaymakamlığı,
bin 350 yıllık zeytin ağacına zarar verilmemesi
için uyarı levhası koydurdu. Levhada, ağaca
çıkana, dokunana, dallarına zarar verene 2
yıldan 5 yıla kadar hapis, 5000 gün adli para
cezası uygulanacağı yazıyor.
Yavuz Sultan Selim'in Kaptan-ı Deryası ve
Sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa, Mercidabık Savaşı
ile Osmanlı topraklarına katılan Payas'a külliye
yapılması için 1574'te Mimar Sinan ve Hassa
mimarlar teşkilatına talimat verdi.
Adana-İskenderun yolunda, külliyenin inşa
edileceği 15 dönüm zeytin bahçesindeki ağaçların
biri dışında hepsi kesildi.
YILDA 300 KİLOGRAM ZEYTİN VERİYOR
Bugün Sarı Selim Camisi bahçesindeki bin 350
yıllık ağaç, 1976'da Kültür ve Tabiat Varlıkları
Koruma Kurulu tarafından "anıt ağaç" olarak
tescillendi. Taç genişliği 8, gövde çevresi 3,1,
gövde çapı 1, taban çevresi 5,4 ve taban çapı
1,72 metre olan ağaç, yılda yaklaşık 300
kilogram zeytin veriyor.
Payas Kaymakamlığı, zarar görmemesi için ağacın
yanına uyarı levhası koydurdu. Levhada, "Zeytin
ağacına çıkmak, dallarına zarar vermek, dokunmak
yasaktır. Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu'nun
65. maddesine göre 2 yıldan 5 yıla kadar hapis
ve 5000 gün para cezası ile cezalandırılır"
yazıyor.
GELİR
DURUMUNA GÖRE CEZA
Belirtilen kanun maddesinde geçen yıl yapılan
düzenlemede, "50 bin liradan 200 bin liraya
kadar para cezası" hükmü yerine, "5000 gün adli
para cezası" hükmü getirilmişti. Değişiklik, suç
işleyen kişiye, gelir duruma göre günlüğü 20 ila
100 lira arasında hesaplanarak ceza verilmesini
öngörüyor.
Hürriyet, 05.05.2014
|
TARİHİ BİNA KÜLLERİNDEN DOĞDU

İzmir Büyükşehir Belediyesi, yıllardır atıl
durumda olan ve yıkılmaya yüz tutmuş tarihi bir
yapıyı daha restorasyon çalışmalarıyla kente
kazandırdı. Agora Pazaryeri'nde bulunan 2 katlı
metruk bina, adeta küllerinden yeniden doğarak
eski görkemli günlerine kavuştu. Bahçesiyle
birlikte 377 metrekare alana sahip olan bina,
bundan böyle Büyükşehir Belediyesi bünyesinde
hizmet vermeye başlayacak. Bina, 2009 yılında
Gülşen Durmuş, Hüseyin Hüsnü Hasdemir ve Şengül
Gürsel tarafından İzmir Büyükşehir Belediyesi'ne
bağışlanmıştı.
Sivil mimari örneklerinden olan ve
konut olarak kullanılan yapı, 1850 yılının
sonlarında yapıldı. Duvarları kagir ve ahşap karkas,
döşemeleri ise yığma kagir olan "Sakız" tipi bu
yapıda günlük oturma, mutfak ve misafir mekanları
zemin katta, yatak odaları ise üst katta konumlanmış
durumda. Yine üst katta metal payandalarla
desteklenen cumbalar yer alıyor. Zemin kat
pencereleri demir, üst kat pencereleri ise ahşap
kepenk. Binanın arka tarafında küçük bir bahçesi de
bulunuyor.
NELER
YAPILDI?
Bina, Büyükşehir Belediyesi tarafından
restorasyonuna başlanmadan önce çok kötü ve statik
olarak güçsüz bir durumdaydı. Yıllardır atıl durumda
olan binanın çatısının bir kısmı ve avluya bakan
doğu cephesinin ikinci katı çökmüş durumdaydı. Zaman
içinde binada derin çatlaklar ve kuzey yönde
oturmalar oluştu.
Restorasyon çerçevesinde önce binanın temeli ve
taşıyıcı olan ahşap karkas sistemi güçlendirildi.
Çatısı yeniden yapılan binada, sonradan yapılan
eklentiler yıkılarak bina özgün haline getirildi.
Yapının içinde yer alan özgün olan dolap ve tavan
göbekleri korunarak ve eksik kısımlar silikon
kalıplarla aslına uygun hale getirilerek çalışma
tamamlandı. Ayrıca avluda bulunan havuzun özgün
izleri ortaya çıkarılıp özgününe uygun süs havuzu
yapıldı. 399 gün süren restorasyon çalışması
sonucunda bina özgün yapısına uyularak yeniden
İzmir'e kazandırıldı.
  
Hürriyet, 05.05.2014
|
TÜRK TARİH KURUMU BİNASI TESCİLLENDİ

Türk Tarih Kurumu Binası, Anıtlar Kurulu
tarafından tescil edildi.
TSMD konuyla ilgili bir açıklama yayınladı.
Açıklamanın tam metni şu şekilde;
"Turgut
Cansever'in 1980 yılında Ağa Han Mimarlık Ödülü
almış Türk Tarih Kurumu Binası'na yapılan
müdahaleler mimarların ve meslek örgütlerinin
tepkisini çekmişti. Geçtiğimiz senenin Haziran
ayında yapının mimari değerleri, onarım
işlerinde izlenmesi gereken süreç ve yapılmış
olan uygulamanın sorunlarını detaylı olarak dile
getirebilmek adına TTK Başkanı Prof. Mehmet
Metin Hülagü ile bir görüşme yapıldı. Görüşmeye
mimarlık örgütlerini temsilen, Aydan Balamir
(Mimarlar Derneği 1927-YK Bşk.), Yeşim Hatırlı
(Türk Serbest Mimarlar Derneği-YK Bşk.), Elvan
Altan Ergut (Mimarlar Odası Ankara Şubesi-YK,
DoCoMoMo-YK), Abdullah Alkan (İç Mimarlar
Odasi-YK), Semra Ener (Koruma ve Restorasyon
Uzmanları Derneği-YK Bşk.), Saadet Sayın
(TSMD-YK, KORDER), Emine (Cansever) Öğün ve iki
meslektaşımız daha katıldı.
Meslek kuruluşlarının Türk Tarih Kurumu yapısına
gösterdikleri hassasiyete TTK Başkanı Prof.
Mehmet Metin Hülagü'nün olumlu yaklaşımı
sonucunda Ocak ayında yapılan ikinci görüşme
sonrası binanın Anıtlar Kurulu tarafından tescil
edildiği haberini sevinerek sizlerle
paylaşıyoruz. Tescil kararı ile birlikte Turgut
Cansever'in kızı Emine Cansever Öğün'ün vermiş
olduğu bilgiler ışığında, restorasyon
çalışmalarının mimarlar ve meslek örgütleri ile
beraber yürütülerek yapılması konusunda mutabık
kalındı. Bundan sonraki süreçte arşivdeki
projelerin taranması ve gerekli olanların
dijital ortama aktarılması, rölöve çalışması
yapılması, rölöve onayından sonra arşiv
belgeleri de göz önünde bulundurularak, iç mekan
tadilatlarını da kapsayacak restorasyon
projelerinin hazırlattırılarak, onayları sonrası
yapının restorasyonun yapılması kararı alındı.
Yaşanan bu olumlu ve mimarlık ortamı açısından
umut verici gelişmelerden sonra, Türk Tarih
Kurumu'na yönelik devam edecek çalışmaları
ilerleyen günlerde sizlerle paylaşıyor
olacağız."
Arkitera, 05.05.2014
|
AYIŞIĞI MANASTIRI DAVASINI TABİAT PLATFORMU KAZANDI

Ayvalık Ayışığı Manastırı davasında Tabiat Parkı
Platformu kazandı. Sabancıların satın aldığı ve Müze
yerine malikaneye dönüştürdüğü Manastırda projesine
aykırı yapılar nedeniyle 2863 sayılı Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununa aykırılıktan 2
kişiye, 2 şer yıl 6 şar ay hapis ve kişi başı 25 bin
lira para cezası verildi. Ayrıca 3 bin 800 lira
mahkeme masrafını da ödemek zorunda kalacaklar.
Böylece Manastırın keyfi biçimde aslına aykırı
olarak yapıldığı mahkemece kesinleşmiş oldu.
18. yüzyılda inşa edildiği sanılan
Agios Dimitrios Ta Selina, bilinen adıyla Ayışığı
Manastırı, Cunda Adasının kuzeyinde Pateriça
yarımadasının en uç noktasında dik bir tepenin
denizle birleştiği noktada yer alıyor. Ayvalık’a
bağlı 21 adayı içine alan, Ayışığı Manastırı’nı
kapsayan 17.950 hektarlık bu alan Tabiat Parkı
olarak 21.04.1995 tarih ve 6717 sayılı Bakanlar
Kurulu kararı ile koruma altına alınmıştı. Park,
içerisinde endemik türler de olmak üzere 752 çeşit
otsu bitki, 140 balık türü, 230 kuş türü barındıran
nadir zengin ekosistemlerden birini oluşturmakta.
Manastırın yer aldığı arazi mübadele
ile Selanik’ten gelen Katerinli (Katrinli) Fahrettin
Bey ve ailesine verilmişti. Ailenin mirasçıları
tarafından manastırın da bulunduğu arazi 2008
yılında Akbank Yönetim Kurulu Başkanı Suzan Sabancı
Dinçer tarafından satın alındı.
Ayvalık Adaları bölgesinin park
statüsü, söz konusu satın alma işleminden bir yıl
sonra, 2009′da bütünüyle arsa sahiplerinin imar
değişiklikleri yapabilmesine olanak sağlayacak
şekilde değiştirildi. Böylece satın alınan tarihi
eserlere fonksiyon yüklenmesine ilişkin plan hükmü
ile kamuya ait arazilerin özel mülkiyete
geçirilmesinin önü açılmış oldu.
Bunun üzerine 2009 yılı Ayvalık
Adaları Tabiat Parkı Revizyon Planı’nın iptali ile
ilgili Danıştay 6. Daire 2010/2180 esas sayılı
dosyasıyla yürütmenin durdurulması talepli iptal
davası açıldı. Dava nedeni, Ayvalık Adaları Tabiat
Parkı’nın ilan edildiği 2004 yılında mutlak koruma
alanları ilan edilen yerlerin, 2009 yılında aniden
düzeltme yapılarak kısmi koruma alanlarına
dönüştürülmesi ve tabiat alanında yer alan tarihi
binalara fonksiyon yüklenmesine olan itirazdı.
Danıştay 6. Dairesi 25.01.2011 tarihli kararıyla
isteği haklı görmüş ve yürütmeyi durdurma kararı
almıştı. Danıştay 6. Dairesi’nden gelen ilk
yürütmeyi durdurma ve bilirkişi incelemesi kararının
ardından ilçede dev bir kampanya başlatılmış, 10 bin
liralık bilirkişi ücreti, demokratik kitle
örgütlerinin, meslek odaları ve vatandaşların
katkıları ile toplanmıştı.
Ancak, BKTVKK tarafından durdurma
kararı verilerek inşaatın mühürlenmesine rağmen
Ayışığı Manastırındaki faaliyetler devam etti.
Sonunda yasalara göre müze olarak kullanılması
gereken manastır, Sabancılar tarafından aslına uygun
olmayan bir şekilde "onarılarak" malikaneye
dönüştürülmüş, 13 Nisan 2012 tarihinde de iş
çevrelerinin katılımıyla açılışı yapılmış, bir de
projeyle ilgili Ayışığı Manastırı kitabı
tanıtılmıştı.
Bunun üzerine Tabiat Platformu
Ayvalık Asliye Ceza Mahkemesinde yeni bir dava açtı.
Söz konusu dava, Manastırın BKTVKK (Bursa Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu) tarafından
onaylanan ilk projesine aykırı olarak sonradan
eklenen, kaçak ve projesine aykırı yapıların
giderilmesi ve ilgilileri hakkında cezai işleme
gidilmesi amacını taşıyordu.
Ancak mahkeme “birinci derecede
zarar görme” hususuna dayanarak Tabiat Parkı
Platformu bileşenlerinin davaya müdahil olma
talebini reddetti. Bu nedenle platform üyeleri
duruşmaları izleyen, ancak müdahil olamayan bir
taraf durumunda kaldı. Davada müdahil olan Hazine
Avukatları ve Ayvalık Belediyesi Avukatları da
duruşmalara katılmayınca, dava tek taraflı olarak
devam etmiş ve Sabancı’ların avukatlarının
söylemlerinin davayı belirlediği bir süreç
yaşanmıştı.
Bu sırada atanan bilirkişi heyeti de
Manastırda yapılan projesine aykırı birçok hususu
belgelemiş ve raporunda yer vermişti. Onlarca
duruşmaya belediye avukatları hiç ilgi göstermemiş,
sadece bir kaç duruşmaya zoraki katılmışlardı.
Mahkemede savunma görevini de Platform yapmış,
müdahil olma talebi ret edildikten sonra da
dışarıdan dilekçelerle konuya taraf olmuş ve
argümanlarını savunmuştu.
Sonuçta Platform bir kez daha haklı
çıkmış ve dava Sabancıların aleyhine sonuçlanmış
oldu.
Dava
sonuçlanmadan Manastıra daha önceki Belediye
yönetimi tarafından ruhsat verildiği de mahkemede
Sabancıların avukatlarının yaptığı savunma sırasında
öğrenildi.
Manastırın malikane değil de
tamamının Anıt Müze olarak kullanılması ise İdari
Mahkeme nezdinde açılacak dava sonucun da
belirlenecek. Ayvalık Tabiat Platformu şimdi bu
konuda yeni bir hukuki girişime hazırlanıyor.
T24, Haber: Akın Güre, 05.05.2014
|
'EROS BAŞI' GERİ DÖNÜYOR

Londra’daki Victoria & Albert Müzesi yetkilileri,
1883’te İngiltere’ye kaçırılan “Eros Başı”nı
“Türkiye’ye uzun süreli ödünç olarak geri vermeyi
arzu ettiklerini, ancak bunun koşulları konusunda
henüz bir anlaşmaya varılmadığını” açıkladılar.
Victoria & Albert Müzesi’nin heykelden sorumlu
küratörü Paul Williamson, Art Newspaper gazetesinden
Martin Bailey’ye yaptığı açıklamada, Türkiye’nin
İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ndeki Sidamara Lahdi’nin
bir parçası olan Eros Başı’nı lahitle birlikte
sergilemek istemesini anlayışla karşıladıklarını
söyledi.
Bailey’nin haberine göre, Türkiye’nin uzun
yıllardır peşinde olduğu Eros Başı’nın şimdilik uzun
süreli olarak ödünç verilmesi, ancak eserin büyük
olasılıkla kalıcı olarak İstanbul’da sergilenmesi
bekleniyor.
Türkiye Kültür ve Turizm Bakanlığı kısa bir süre
önce Almanya, ABD, Fransa, Danimarka ve
İngiltere’deki müzelerden geri almak istediği eski
eserlerin bir listesini yayımlamıştı ve bu listede
söz konusu Eros Başı da bulunuyordu.
Öte yandan Victoria & Albert Müzesi’nin ödünç
verme önerisinin iki güçlüğü olduğu belirtiliyor.
Birincisi, Türkiye’nin, Eros Başı’nın yasal
mülkiyetinin Victoria & Albert Müzesi’nde olduğunu
kabul etmesi gerekiyor. İkincisi, Türkiye’deki
yasalara göre eski eserler Türkiye sınırları dışına
çıkarılamıyor ve bu yasa ödünç olarak alınan eski
eserler için de geçerli.
Bu arada, Türkiye hükümetinin İstanbul Arkeoloji
Müzeleri’ndeki Sidamara Lahdi’yle birleştirerek
sergilemek istediği Eros Başı’nın şimdilik Victoria
& Albert Müzesi’nin deposunda durduğu belirtiliyor.
Dünyadaki örneklerinin en iyilerinden biri olduğu
vurgulanan Eros Başı, MÖ 3. yüzyıla ait olan
Sidamara Lahdi’nden sökülerek 1883’te Londra’ya
kaçırılmıştı.
Lahit, 1883’te İngiliz arkeolog Charles Wilson
tarafından Konya Ereğlisi’ndeki Sidamara antik
kentinde bulunmuştu. Wilson, sonradan yeniden
çıkarmak üzere gömülü bırakmış, daha kolay
taşınabildiği için, belki de kırılmış olan Eros
Başı’nı yanında götürmüştü. Sidamara Lahdi 1898
yılında yeniden ortaya çıkarılmış ve İstanbul
Arkeoloji Müzeleri’ne taşınmıştı.
Charles Wilson’ın kız kardeşi, Eros Başı’nı
1932’de Victoria & Albert Müzesi’ne bağışlamıştı.
1934 yılında Eros Başı’nın Türkiye’ye geri
verilmesi gündeme gelmiş, ancak bunun Atina’dan
kaçırılmış olan ve British Museum’da bulunan Elgin
Mermerleri’nin Yunanistan’a iadesini de gündeme
getirebileceği kaygısıyla tereddütler doğmuştu. Yine
de Victoria & Albert Müzesi’nin o dönemdeki müdürü
Eric Maclagan, büyük bir anıtın parçası olan Eros
Başı’nın lahitle birlikte sergilendiğinde çok daha
büyük bir değer kazanacağı yolunda rapor vermişti.
Bunun üzerine İngiliz yetkililer, Victoria & Albert
Müzesi’nin Eros Başı’nı Türkiye’ye geri vermesini
kabul etmişlerse de sonuçta bu iade
gerçekleşmemişti.
Cumhuriyet, 05.05.2014
|
AKÇAKOCA'DA YENİ BİR MÜZE
Emekli yapımcı Nazmi Kal,
Hasan Çavuş Köyü’ne bir müze kazandırdı.
1970 yılında girdiği TRT’den 2005 yılında emekli
olan yapımcı Nazmi Kal, başta hobi olarak
toplamaya başladığı etnoğrafik nesne ve tarım
aletlerini tarihi varlık olarak tescil
ettirdiği, Akçakoca’ya bağlı Hasan Çavuş
Köyü’ndeki 80 yıllık evinde kurduğu müzede
sergilemeye başladı. Düzce İl Kültür
Müdürlüğü’nün de kültür envanteri içine aldığı
müze tabelalar dikilerek halka ve bölgeye gelen
turistlere duyuruldu. Bugün unutulmaya yüz
tutmuş 200’den fazla ev eşyası ve çeşitli eserin
sergilendiği müzedeki özellikle Laz ekmek fırını
pilekiye ve 200 yıllık beşik gibi parçalar
dikkat çekiyor.
Hürriyet, 05.05.2014
|
|
MARMARAY'DAN TABLETLERİN ANASI ÇIKTI
Yenikapı'daki Marmaray kazısı sırasında ortaya çıkan
eserler, İstanbul'un tarihi mirasını 8 bin 500 yıl
öncesine götürdü. İstanbul Üniversitesi (İÜ)
tarafından yürütülen projede, replikası yapılarak
yüzdürülmesi düşünülen batık gemiden çıkan ahşap
defter, günümüzde tablet bilgisayarın atası kabul
ediliyor. Aynı zamanda Bizans İmparatorluğunun
hayvan kültürüne ilişkin çok çarpıcı bilgilere
ulaşan uzmanlar, at etinden yaban eşeğine kadar pek
çok hayvanın etinin tüketildiği bilgisine de kazılar
sonrası ulaştı.

İ.Ü tarafından yürütülen ve kazılar sonrası
ortaya çıkan kalıntılar,
Türkiye ’deki uzmanlar kadar bütün dünyada ses
getirdi. Kalıntıların organik ürünler olarak
günümüze ulaşması bilim camiasında büyük yankı
uyandırdı.Üniversite tarafından
AB fonu desteğiyle hazırlanan proje, Yenikapı 12
isimli batığın yeniden yüzdürülmesini amaçlıyor.
Batık, 2015 yılı ortalarında yeniden yüzer hale
getirilecek. Replika için hazırlıklar sürerken,
bölgedeki kazıları yapan ekipten Doç.Dr. Ufuk
Kocabaş kalıntılara ilişkin çarpıcı bilgiler verdi.
Bizans’ta Teheodasius Limanı olarak bilinen
şimdiki Yenikapı bölgesinde organik ürünlere
ulaşıldığını, bunun kara kazılarına oranla nadir
karşılaşılan bir durum olduğunu söyledi. Bulunan bir
batığın yüzde 60 oranında korunmuş olarak günümüze
ulaştığını anlatan Kocabaş, “Bu batık bizim için
doktora tezi anlamında incelenen ilk eser oldu.
Artık yapının eksik olan bölümlerinin inşası için
gereken bilgilere sahip bulunuyoruz. Gemi yaş
tespiti ve içinde bulundurduğu anforalar dikkate
alındığında rotası olarak Karadeniz bölgesini işaret
ediyor. MS 9. yüzyıla ait olduğu düşünülen geminin
Kırım’daki Kersonesos Kentinden ticaret yaptığı ve
ürünleri buradan
İstanbul ’a taşıdığı düşünülüyor. Gemi içinden
özel bir bölüm dikkatimizi çekti. Bu bölümden kaptan
ya da mürettebata ait olduğu düşünülen çok ilginç
eşyalara ulaşıldı.” dedi.
TABLET BİLGİSAYARIN ATASI GEMİDEN ÇIKTI
Kocabaş, “Ben buna 'Yenikapı’nın mucizesi'
diyorum. Batıklardan birinde bizim dipdik dediğimiz,
yani not defteri gibi, bugünün belki notebooku gibi
bir şey çıktı. Ahşaptan ve defter gibi açılabiliyor.
Birkaç sayfası var ve bunlara balmumu sürülerek
üzerine notlar almak mümkün. Tablet bilgisayar gibi
düşünün. Ayrıca sürgülü olan bölümünü çektiğiniz
zaman da küçük ağırlıklar, kuyumcuların hassas
terazi olarak kullandığı taşlar var. Küçücük bir
terazi var. Yenikapı batıkları her yönüyle bir
fenomen. Çıkan 37 batık gemisiyle ve bulunan organik
malzemeleriyle. Çünkü organik malzemeleri diğer
kazılarda bulmanız pek mümkün olmaz. Bence Yenikapı
kazılarının en önemli özelliği organik
malzemelerdir.” şeklinde konuştu.
Kocabaş, Marmaray Sirkeci İstasyonu kazısı
sırasında deniz seviyesinden 28 metre aşağıda bile
arkeolojik kalıntılara ulaşıldığını belirterek, “Bu
inanılmaz bir şey. Orada bir kaymanın olduğu
anlamına geliyor. Rıhtımın normal su seviyesinden
biraz da ha altta olduğunu söylediler. İhtimal
deprem sonucu denize doğru kayma olduğunu
gösteriyor. Yine lastikli araçların geçişi için
planlanan güzergahın Bukaleon Sarayı’nın önünden
çıkması düşünülüyor. Oradan da önemli eserler
çıkabilir.” ifadelerini kullandı.
EN BÜYÜK AT KOLEKSİYONU TAMAMLANDI
Yenikapı’daki kazılarda hayvan kalıntılarını
inceleyen ekibin başında bulunan İ.Ü’den Prof.Dr.
Vedat Onar da, Bizans’a ait bugüne kadar ulaşılan en
büyük at koleksiyonunun tamamladıklarını belirtti.
Bölgenin tüketimi yapılan hayvan kalıtlarının atıl
bölgesi olarak kullanıldığını açıklayan Onar,
“Atların tüketim amaçlı olarak kesildiğini
görüyoruz. Atların kesildiğini ilk kez biz bu kazı
çalışmasında gördük. Roma döneminde bu et türü çok
tercih edilen bir tür değildi. Ama Bizans'ta bunu
gördük. Atların kullanımının çok farklı olduğunu,
acıdamak gemi denilen yöntemlerle atların zarar
gördüğünü gördük. 10 yaşın üzerinde ata rastlamak
zor. Ömürleri kısalıyordu. 57 hayvan türünden
kalıntılara ulaşıldı. Yunus ve kaplumbağa avcılığı
bile vardı.” dedi.
'SANKİ BİZANS'IN HAYVANAT BAHÇESİNE
GİRDİK'
Prof.Dr. Onar, hayvan zenginliğinin kendilerini
şaşırttığını belirterek, “Sanki Bizans’ın hayvanat
bahçesine kazı yapılmış bu sonuçlar elde edilmiş
gibi. Lykos Deresi boyunca alüvyonların taşıdığı
bulgular da bu alana taşınmış. Sanki Bizans'ın
hayvanat bahçesine kazı yapılmış bu sonuçlar elde
edilmiş gibi. Tespit edilen ilginç yöntemlerden biri
beyin çıkarma olayıydı. Hayvanlardan tek parça
halinde beyinleri çıkarılıp tüketiliyordu. Aynı
zamanda da ekonomik değeri artıyordu. Beyin
tüketiminin olduğunu, sakatat tüketiminin
yapıldığını gördük. Atların tüketildiği, yaban
eşeklerinin, yunusların, karettaların tüketildiğini
görüyoruz.” diye konuştu. Fil, kesilmiş ayı ve hatta
son olarak bizon kalıntısına ulaşıldığını anlatan
Onar, DNA testi ile bunun kanıtlanması durumunda
bulgunun kendileri için önemli olacağının da altını
çizdi.
Radkal, 05.05.2014
|
"ANTİK İZMİR TURİZMDE ROMA'YI SALLAR"

Antik Smyrna Kazıları Başkanı Yrd.
Doç.Dr. Ersoy: "Kazılar bittikten sonra Agora'nın
ve Kadifekale'deki yapıların, büyük turist akınına
uğrayacağını, İzmir'in, Roma ve Atina'dan daha fazla
turist çekeceğini düşünüyoruz. Antik kent
zamanındaki sokakların Osmanlı ve cumhuriyet
zamanındaki sokaklara benzediğini söyleyebilirim".
Antik Smyrna Kazıları Başkanı Dokuz Eylül
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd.
Doç.Dr. Akın Ersoy, Kadifekale ile Kemeraltı
aksında sürdürülen kazı ve restorasyon
çalışmalarının tamamlanmasıyla İzmir'in çok büyük
bir turizm potansiyeline kavuşacağını ifade ederek,
"İzmir'in, Roma ve Atina'dan daha fazla turist
çekeceğini düşünüyoruz" dedi.
Kadifekale ile Kemeraltı arasında uzanan hatta devam
eden Antik Smyrna Kazıları, İzmir Fransız Kültür
Merkezi ev sahipliğinde düzenlenen "Smyrna Antik
Kenti Kazı ve Araştırmaları Çalıştayı"nda ele
alındı.
Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Ersoy, yurt içi ve yurt
dışından 22 akademisyenin katılımıyla yapılan
çalıştayda antik kent kazılarının, turizm açısından
büyük bir potansiyele sahip olduğunu belirtti.
Bu kazılarla İzmir'in, Roma ve Atina gibi turizmde
söz sahibi şehirlerin önüne geçebileceğine işaret
eden Ersoy, şunları kaydetti:
"Kazılar bittikten sonra Agora'nın ve
Kadifekale'deki yapıların, büyük turist akınına
uğrayacağını, İzmir'in, Roma ve Atina'dan daha fazla
turist çekeceğini düşünüyoruz. Buradaki tarihi
yapılar çok kıymetli. Bu kazıların böyle bir
potansiyeli var. Bu şehirler, yaşayan kadim
şehirler. İzmir de bu anlamda çok önemli bir yer
tutuyor. Roma'da forumlar, Yunanistan'da Atina
Agorası var. Bu tarihi yerleri, binlerce turist her
sene ziyaret ediyor."
Ersoy, devam eden kazı çalışmaları hakkında da şu
bilgileri verdi:
"Antik kentteki çalışmalarda şu an cadde kazılarını
gerçekleştiriyoruz. Bu çalışmalar sonucunda İzmir'in
antik kent zamanındaki şehir planını ortaya
çıkartacağız. Antik zamanda insanların nasıl bir
şehir kurmaya çalıştıklarını göreceğiz Ancak antik
kent zamanındaki sokakların Osmanlı ve cumhuriyet
zamanındaki sokaklara benzediğini söyleyebilirim.
Aynı izdüşümünde yer alıyorlar."
Sabah,
05.05.2014
|
PİRAMİTLERİN SIRRI ISLAK KUMLAR MI?

Piramitlerin yapımıyla ilgili bir
duvar resmi, bilimsel olarak doğrulandı: Araştırmaya
göre Mısırlılar taşların altındaki kumu ıslatarak
sürtünmeyi azalttı ve bu sayede inşaatı az işgücüyle
tamamladı
Dünyanın 7 harikası arasında yer alan Mısır
piramitlerinin yapımıyla ilgili tartışma hiç
bitmedi. Devasa vinçlerden söz edenler, Antik
Mısırlıların bugün bilinmeyen üstün bir teknolojiye
sahip olduğunu savunanlar ve hatta, "uzaylılar"ın
işi olduğunu açıklayanlar oldu. BBC Türkçe internet
sitesinin haberine göre Amsterdam Üniversitesi'nden
bir grup bilim insanı, piramitlerin yapılışına
ilişkin çok önemli bir bulgu ortaya koydu.
Araştırmaya göre, Eski Mısırlılar, piramitleri
oluşturan taşları "ıslatılmış kum" üzerinde
sürükleyerek inşa etti.
KILCAL KÖPRÜLER OLUŞUYOR
Amsterdam Üniversitesi ve Madde Üzerinde Temel
Araştırma Vakfı'ndan (FOM) bir grup fizikçi, kum
dolu bir havuzun içine eski Mısırlılar'ın kullandığı
"taş kızak"tan yerleştirerek, sürtünme sonucu ortaya
çıkan enerjiyi hesapladı. Bir miktar su eklenince,
kum tabakasının içinde kılcal köprüler oluştuğu,
bunun sürtünmeyi azaltarak hareketi hızlandırdığı
anlaşıldı. Bulgulara göre, Mısırlılar inşaatları bu
yöntem sayesinde sanılandan daha az sayıda işçi
istihdam ederek tamamladı. FOM Vakfı bu görüşünü,
Deir el - Bersha'da bulunan Firavun Djehoetihotep'in
mezarındaki duvar çizimlerine dayandırıyor. Mezar
duvarındaki çizimlerde, piramitlerin kızakla
taşınışı anlatılıyor ve kızağın önünde kumları
ıslatan bir kişi bulunuyor. Hollandalı fizikçilere
göre granül maddelerin özelliklerini tanımaya
yönelik araştırmada elde edilen bulgular sayesinde,
günümüzde de önemli ölçüde işgücü ve enerji
tasarrufu sağlanabilir.

Sabah, 05.05.2014
|
TARİHİ TREN İSTASYONLARINA NE OLACAK?

Hızlı tren projesinde Haydarpaşa Garı’na
olacaklar netlik kazanmaya başladı. Maliye Bakanı
Mehmet Şimşek, garın özelleştirme kapsamına
alınacağı sinyalini verdi. Peki, Gebze-Söğütlüçeşme
ve Sirkeci-Halkalı arasındaki tarihi istasyonlara ne
olacak?
Hızlı tren ve
Marmaray projeleri kapsamında yapılan demiryollarını
yenileme çalışmaları, İstanbullulara son bir yıldır
düdük sesini unutturdu. ‘Haydarpaşa Garı’nın akıbeti
de bu süreçte en çok merak edilen ve tartışılan
konulardan biri. Kentin simge yapılarından biri
olması hasebiyle Haydarpaşa’nın ilgi odağı olması
gayet doğal. Ancak Gebze-Söğütlüçeşme ve
Sirkeci-Halkalı hatlarında hizmet veren irili ufaklı
tren istasyonlarına ne olacağı konusu da en az
Haydarpaşa kadar önem taşıyor. Üstelik bunların
hatırı sayılır miktarının yıkılacağı ya da atıl
kalacağı yönünde iddialar varken. Kadir Has
Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi
Prof.Dr. Yonca Erkan Kösebay ve Haydarpaşa
Dayanışması’ndan Tugay Kartal’a Gebze-Haydarpaşa
hattındaki tarihi tren istasyonlarına neler
olacağını sorduk.

Demiryolları
konusunda doktora tezi bulunan Prof.Dr. Erkan,
Marmaray Projesi’nin üç hatlı bir demiryolu olarak
planlandığından, mevcut tarihi istasyonları
oldukları şekliyle kullanımda tutmanın mümkün
olmadığını söylüyor. Bu sebeple tarihi istasyonların
bir bölümünün yıkılması, diğer bir bölümünün ise
önlerindeki peronların yıkılacak olması sebebiyle
kullanım dışı kalacağı öngörülüyor.

Tugay Kartal’dan
konuyu biraz daha detaylı anlatmasını istiyoruz.
Cevabı şu şekilde: “Mevcut demiryolu hattında
peronlar kenarlarda olup hat ortada, Marmaray
Projesi’nde ise peron ortada olup geliş gidiş
hatları orta peronun her iki kenarında, bu nedenle
mevcut istasyon binaları kullanılmayacak. ‘Peki
başka türlü olmasının yolu yok muydu?’ sorusuna
Tugay Kartal, “İstasyonlara giriş, tarihi yapıların
içinden olacak şekilde projelendirilseydi mevcut
tarihi yapılar kullanılmış olurdu.” diye cevap
veriyor.

Erkan’a göre aynı
süreçte inşa edilen Kartal–Kadıköy metrosu,
Marmaray’ın tüp geçişiyle birlikte ele alınabilir ve
tarihi demiryolu hattı yenilenerek tarihi
niteliklerini geleceğe taşıyabilirdi. Kartal, bu
konuda Yonca Erkan ile aynı görüşte. Haydarpaşa
Dayanışması olarak proje başlangıcında banliyö
hatlarının üçlenmemesini ya da Boğaz geçişinin
Kadıköy-Kartal metrosuna bağlanarak ulusal ve
uluslararası demiryolu trafiğinin darboğaza
sokulmamasını önermişler. Ancak uyarıları ve
önerileri dikkate alınmamış.

İstasyonların yıkılacağı ya da kullanım dışı
kalacağı bilgisinin nasıl elde edildiğine gelince...
İstanbul’un demiryolu mirası olarak ilan edilmesi
için 1.8.2007’de Uluslararası Anıtlar ve Sitler
Konseyi (ICOMOS), Birleşik Taşımacılık Sendikası
(BTS) ve Mimarlar Odası tarafından İstanbul Tabiat
ve Kültür Varlıklarını koruma Kurullarına başvuru
yapılmış. Kurul başvuruyu yerinde incelemek amacıyla
görevlilerini demiryolu hattına incelemeye
göndereceğini TCDD’ye bir yazıyla bildirmiş.
Demiryolları yapılacak bu inceleme öncesi Marmaray
CR1 inşaatı kapsamında Halkalı Gebze arasında hangi
gar ve istasyonların bina ve tesislerin
etkileneceğini 25.6.2008 tarih 711 sayılı yazısıyla
Demiryolları, Limanlar ve Hava Meydanları İnşaatı
Genel Müdürlüğü’ne (DLH) sormuş. DLH, sorunun
cevabını vermeyip inşaatı yapmakla görevli müteahhit
Avrasya Ortak Girişimi’ne (Konsorsiyum) havale
etmiş. Avrasya Ortak Girişimi’nin 22.8.2008 tarih ve
12555 sayılı yazısıyla Haydarpaşa Gebze ve Halkalı
arasında 29 istasyon binasının yıkılacağını, altı
istasyon binasının kullanım dışı kalacağını DLH ve
TCDD’ye bildirmiş.
‘Anıtlar Kurulu müdahale edemiyor mu, tarihi
binaların yıkılmasını engelleyecek bir çalışma
yapılmıyor mu?’ sorusunun cevabı da Tugay Kartal’da:
“Haydarpaşa-Gebze arası Anadolu Bağdat Demiryolu
hattına ait. Sirkeci Halkalı arası hat, Rumeli
Demiryollarının bir parçası. Bu hatların 100 yılı
aşan tarihi ve endüstriyel değeriyle koruma altına
alınması için BTS, Mimarlar Odası ve ICOMOS, 2007’de
İstanbul ve İzmit Tabiat Varlıkları Koruma
Kurullarına başvuru yaptı. Başvuru incelendikten
sonra ‘koruma mevzuatımızda’ demiryolu hatlarının
tarihi ve endüstriyel demiryolu olarak korunması
yönünde hüküm bulunmadığından reddedildi.”
Erkan, Haydarpaşa-Gebze hattının kullanılmaya
başlamasının 1871 yılına kadar uzandığını anlatıyor:
“Akademik olarak Türkiye’nin demiryolu tarihinde,
aynı zamanda toplumsal bellekte önemli bir yeri olan
Haydarpaşa hattının korunarak yenilenmesi
beklenirken, bu alanın kapasitesi üzerinde bir yük
getiren, dolayısıyla tarihi niteliklerinin korunarak
geleceğe aktarılması mümkün olmayan bir proje
uygulamaya sokuldu. Marmaray Projesi bu haliyle
Haydarpaşa ve Sirkeci Gar sahalarının kullanımı
üzerinde de belirleyici rol oynayarak 150 yıla
yaklaşan süredir var olan demiryolu-deniz ilişkisini
bozarak bu alanlardan demiryolunun çekilmesine neden
oldu.”
Marmaray Projesi’nin topluma sadece ‘raylı
sistemle İstanbul Boğazı’nı geçen’ bir proje olarak
sunulduğunu anlatan Erkan, “Banliyö hatlarında
meydana gelecek değişiklik ve halkın kullanım
alışkanlıklarında ortaya çıkacak değişim ancak
inşaat tamamlandığında fark edilecek.” diyor.
‘Müze yapalım’ başvurusuna olumsuz cevap
Erkan’a göre, demiryolunun bir hat olarak koruma
altına alınması gerekiyordu. Yalnızca istasyon
binası, lojman ve su deposu gibi özel yapıların
tescillenebildiğini vurgulayan Erkan, “Buna rağmen
tescil kararları dahi gerçek anlamda bu yapıların
sahip oldukları değerlerle geleceğe aktarılmasını
sağlayamadı. Burada karar alıcıların toplumun yararı
yönünde, tarihi gözeten bir bakışa sahip olarak
yasaların getirdiği kısıtlara yorum katması
bekleniyor.” şeklinde konuşuyor.
Tarihi istasyonların kullanım dışı kalması
durumunda ne olacağı ise muamma. Binalardan bazıları
için Kadıköy Belediyesi Kültür Merkezi TCDD’ye
başvurmuş ancak olumsuz yanıt almış. Zaman’ın
TCDD’ye ‘tarihi ren istasyonlarına ne olacağı’na
ilişkin yaptığı yazılı başvuru da cevapsız kaldı.
Tarihi
istasyonlar yıkılmıyor ama işlevsiz kalıyor
Anadolu yakasında Anadolu Bağdat hattının bir
parçası olarak Haydarpaşa Gebze arasında 27 adet gar
istasyon ve durak tesisi mevcut. Bunlar: Haydarpaşa,
Söğütlüçeşme, Kızıltoprak, Feneryolu, Göztepe,
Erenköy, Suadiye, Bostancı, Küçükyalı, İdealtepe,
Süreyyaplajı, Maltepe, Cevizli, Atalar, Kartal,
Yunus, Pendik, Kaynarca, Tersane, Güzelyalı,
Aydıntepe, İçmeler, Tuzla, Çayırova, Fatih,
Osmangazi, Gebze. Bu gar ve istasyonlardan
Haydarpaşa, Kızıltoprak, Feneryolu, Göztepe,
Erenköy, Suadiye, Bostancı, Maltepe, Kartal Yunus
istasyon binaları tarihi ve tescilli yapılar. Rumeli
demiryolunun bir parçası olan Sirkeci Halkalı
arasında 18 adet gar istasyon ve durak bulunuyor.
Bunlar: Sirkeci, Cankurtaran, Kumkapı, Yenikapı,
Kocamustafapaşa, Yedikule, Kazlıçeşme, Zeytinburnu,
Yenimahalle, Bakırköy, Yeşilyurt, Yeşilköy, Florya,
Menekşe, Küçükçekmece, Soğuksu, Kanarya Halkalı.
Avrasya ortak girişiminin 2008’de DLH’ye gönderdiği
listede 41 istasyona neler olacağı belirtiliyor.
Buna göre tarihi olan Kızıltoprak, Feneryolu,
Göztepe, Erenköy, Suadiye, Bostancı, Maltepe, Kartal
Yunus istasyon binalarının yanında şu not var: ‘Yeni
bir istasyon yapılıyor, fakat mevcut istasyon binası
korunuyor’. Bu istasyonların geçmişi, Osmanlı
dönemine kadar uzanıyor. Osmanlı Hükümeti,
Haydarpaşa’yı Bağdat’a bağlamayı düşünür. 1871
yılında Haydarpaşa-İzmit hattının yapımına başlanır
ve 91 kilometrelik hat 1873 yılında bitirilir.
Zaman, Haber: Zeynep Kılıç, 04.05.2014
|
ŞANLIURFA'DA MÜZEDEKİ ESERLER POLİS ESKORTUYLA
TAŞINIYOR
Şanlıurfa’da, 70 bin eserin bulunduğu
Arkeoloji Müzesi'nde taşınma işlemleri, polisin
güvenlik önlemleri altında gerçekleşiyor. Özel
kutulara konulan ve vinç yardımı ile kamyonlara
yüklenen eserler, polis eskortu eşliğinde yeni
müzeye götürülüyor.
Haleplibahçe
Mahallesi’nde 32 bin metrekare kapalı alan üzerine
yapılan Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi'nin
tamamlanmasıyla birlikte Şehitlik Mahallesi’nde
bulunan mevcut müzedeki eserlerin taşınma
işlemlerine başlandı.
Şanlıurfa Müzesi'nde bulunan
70 bin eser, tek tek fotoğraflandıktan sonra özel
hazırlanmış kutulara konuluyor. Eserlerin
konulduğu kutular daha sonra vinç yardımıyla
kamyonlara yükleniyor ve polis eskortu eşliğinde
yaklaşık 2 kilometre uzaklıktaki yeni müzeye
taşınıyor.
70 bin eserin
bulunduğu müzedeki taşıma işleminin 2 hafta süreceği
öğrenildi.
Haber 3, 03.05.2014
|
|
DAVUT HEYKELİ YIKILIYOR MU?

İtalyan gazetesi La Repubblica'nın haberine göre
uzmanlar 5,5 tonluk heykelin bacağındaki küçük
çatlaklara dikkat çekti.
Ulusal Araştırma Konseyi Floransa’daki heykel
üzerinde yaptığı araştırmada Davut heykelinin
ağırlığının büyük kısmını taşıyan sağ bacağının
arkasında yarıklar olduğunu tespit etti. Bu yarıklar
daha önce alçı ile kapatılmasına karşın tekrar
ortaya çıktı.
Yapılan kapsamlı araştırmalarla da heykelin ayak
bileğinde de güçsüzlük olduğu anlaşıldı. Uzmanlar
bunun 300 yıl boyunca
kent merkezinde öne doğru yaslanmış, kötü bir
açı ile durmasından kaynaklanmış olabileceğini
belirtiyor.
La Gazetta del Sud'un haberine göre 5 metre
boyundaki heykel, Mikelanj'ın kullandığı mermerin
kötü kalitesi, ağırlığı ve dengesiz duruşu nedeniyle
zaten kırılgan bir durumda.
Deprem ya da yol çalışması gibi sebeplerden de
heykelin yıkılabileceği konusunda kaygılar var.
Davut heykelinin depremden etkilenmeyecek bir müzeye
ya da şehir dışında farklı bir alana taşınması
öneriliyor. Mikelanj, Davut heykelinin yapımına 1501
yılında başladı ve 3 yılda tamamladı. Heykel,
Floransa'nın bir nevi sembolü haline geldi. Heykel
geniş çevrelerce, Mikelanj'ın en iyi iki heykelinden
biri ve Rönesans heykel sanatının bir başyapıtı
olarak kabul ediliyor.
Eser, Davut'un Calut'a saldırma anını simgeliyor.
Radikal, 02.05.2014
|
TARİHİN SIFIR NOKTASINA AHŞAP YOLLA ULAŞILABİLECEK

Dünyanın en eski tapınak merkezi olarak kabul
edilen Göbeklitepe’ye ahşap travers yolla daha kolay
ulaşılabilecek.
İl Kültür ve Turizm Müdür Vekili Aydın Aslan, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, “Tarihin sıfır
noktası” olarak nitelendirilen Göbeklitepe kazı
alanına kısa süre önce ahşap çatı yaptıklarını
belirtti.
Göbeklitepe’nin Kültür Ve Turizm Bakanlığı
tarafından “Ören yeri” statüsüne alındığını
hatırlatan Aslan, bölgeye yeni sosyal donatı
alanları inşa ettiklerini ifade etti.
Bölgenin sit alanı olarak kabul edilmesi
nedeniyle alt yapı çalışmalarında kısıtlamalara
gidildiğini dile getiren Aslan, çevreye zarar
vermeyen çalışmaları hayata geçirdiklerini
vurguladı.
Kazı alanına yaklaşık 800 metre uzunluğunda ahşap
travers yol yaptıklarını aktaran Aslan, 4 ay sonra
bitirilmesi planlanan güzergahın Göbeklitepe’ye
farklı bir görünüm kazandıracağını söyledi.
Göbeklitepe’nin özellikle yurt dışından ilgi
gördüğüne dikkati çeken Aslan, şöyle devam etti:
“Bölgede çok sayıda sosyal donatı uygulaması var.
Satış ofisi ve güvenlik kulübelerinin inşasının
yapımı da sürüyor. Dünyanın birçok ülkesinden gelen
insanlara ev sahipliği yapıyoruz. Dünya basını ve
arkeologlardan da ilgi görüyoruz. Kazının devam
ettiği bölge sit alanı olduğu için ahşap uygulamayı
tercih ettik.”
haberler.com
(Kısaltarak), Haber: Rauf Maltaş, 02.05.2014
|