25 - 31 Ocak 2015
|
EDİRNE SARAYI'NIN
ÜZERİNE ENERJİ SANTRALİ
Edirne Sarayı Hasbahçesi'nde (Hadika-i Hassa) yer alan Adalet Kasrı.
Osmanlı Devleti’nin uzun
süre başkentliğini yapan Edirne’deki saray bahçesine
Tunca Nehri Rekreasyon ve Enerji Projesi yapılıyor.
Tunca Nehri’nin etrafındaki taşkın sahası ile bir
kısmı saraya ait sit alanında kalan bölüme yapılacak
proje ile çok sayıda tarihi eserin zarar görmesinden
endişe ediliyor. Çok sayıda mimari tarihi yapının
bulunduğu alan için koruma projesi yok.
Edirne Belediyesi, Edirne İl Özel İdaresi, Edirne
Ticaret ve Sanayi Odası ve Ticaret Borsası ortak
projesi Trakya Kalkınma Ajansı’nın desteği ile
hayata geçirilecek. 10 milyon
lira harcanması
beklenen projeye kalkınma ajansı 4 milyon lira
kaynak ayırdı. Kırkpınar güreşlerini yapıldığı saray
içinin doğusundan II. Beyazıd Külliyesinin doğusuna
kadar alanı kapsıyor. Tunca nehri boyunca nehir
yatağı değiştirilerek yeni kanallar, adacıklar
oluşturulacak. İçinde saltanat kayıkları ile
gezilecek ve kürek yarışları yapılabilecek. Konser
alanları, restoran, kafe ve çay bahçeleri yapılacak.
1000 kw’lık elektirik üretecek bir enerji santrali
de proje içinde yer alıyor.
Lakin proje içinde Tunca nehri kenarına kurulan ve
Topkapı Saray’ından sonra Osmanlı’nın en büyük ve en
eski sarayı özelliğindeki Edirne Sarayı bu projeden
olumsuz etkilenecek. Arkeolojik, doğal ve tarihi sit
alanı özelliğindeki saraya ait pek çok mimari yapı
günümüze ulaşmasa da projenin yapılacağı alanın
içinde yer alıyor. Bugüne kadar arkeolojik kazı
çalışması yapılmayan alanda rekreasyon projesinin
hayata geçirilmesi saray kalıntılarını yok etmek
anlamı taşıyor. Açıklanan projede kültürel mirasa
yönelik restorasyon ve korumaya yönelik tek bir
satır bahsedilmiyor.
Bu ayki sayısında Aktüel Arkeoloji dergisinin de
dikkat çektiği skandal projeye Edirne Kültür
Varlıkları Koruma Bölge Kurulu’nun müdahale etmesi
bekleniyor. Kurul üyelerinden bazılarının projeye
karşı çıktığı ancak
siyasi nedenlerle
ses çıkaramadıkları ileri sürülüyor.
Edirne Sarayı Tunca
nehri kenarında 300-355.000 m2 lik bir alana
kuruldu. Sarayın yapımına, 1450'de 2. Murat
zamanında başlanıldı ve 1475’te Fatih Sultan Mehmet
döneminde tamamlandı. Yıllar içinde başta Kanuni
Sultan Süleyman olmak üzere pek çok sultan
tarafından ek binalarla büyüyen saray 1829 yılında
Edirne'yi işgal eden Ruslar tarafından büyük
tahribata uğradı. 1876-77 Rus Savaşı’nda düşmanın
şehre yaklaşması nedeniyle cephanelik olarak
kullanılan saray havaya uçuruldu. Saray kompleksi
içinde yer alan
Adalet Kasrı,
Terazi Kasrı, Fatih ve Kanuni köprüleri, İftar
Köşkü, Bostancıbaşı Kasrı gibi yapılar ile Has
Bahçe’nin bu projeden olumsuz etkileneceği
belirtiliyor.
Edirne Sarayı'nın 1870'lerdeki görünümü (Ermakov'dan) (ön planda Saray'ın Hasbahçesi-bugünkü Kırkpınar
Güreş alanında- bulunan Terazi Kasrı ve Has Ahırlar)
Radikal, Haber: Ömer
Erbil, 30.01.2015
|
12 BİN YILLIK EN ESKİ
TAPINAK GÖBEKLİTEPE YÜZÜNÜ GÖSTERDİ
1995 yılında Türkiye
Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı
izinleriyle başlatılan ve uzun yıllar Alman
Arkeolog Prof.Dr. Klaus Schmidt tarafından büyük
bir inançla yürütülen kazı çalışmalarının
sonunda Göbekli Tepe, gün yüzüne çıkarıldı.
Proje 2007 yılından beri Bakanlar Kurulu Kararlı
kazı statüsünde yapılageldi.
Neolitik döneme ait
bir yerleşim birimi olan Göbekli Tepe, yalnızca
avcı ve toplayıcı olarak bilinen Yeni Taş Devri
sonlarının, gelişmiş bir medeniyete sahip
olduğunu gösteriyor. Yaklaşık 12.000 yıla uzanan
bu tarihi tapınağın UNESCO’nun Dünya Mirası
listesine girmesi için çalışılıyor. UNESCO
tanıtımları amacıyla ONE adında bir de dernek
kuruldu. Dernek kurucuları arasında Demet
Sabancı Çetindoğan, Çiğden Simavi, Tilda Tezman
gibi yüksek sosyeteden isimlerin yanısıra
reklamcı Alinur Velidedeoğlu da yer alıyor.
Dernek Başkanı Demet
Sabancı Çetindoğan, geçen hafta Paris’te UNESCO
merkezinde yapılan toplantıda Göbekli Tepe’nin
önemini anlatırken “Hz. İbrahim’in yaşadığı ve
dinlerin ortaya çıktığı bir coğrafyada bulunan
Göbekli Tepe’yi tüm dünya tanısın” dedi.
Tarihçi Prof.Dr.
İlber Ortaylı da yaptığı konuşmada, “Göbekli
Tepe kazılarıyla Neolitik döneme ait bir dini
merkez ortaya çıktı. Dini merkez diyoruz çünkü
kalıntıların rastgele olmadığı, yerleşime bir
anlam kazandırdığı açıkça ortada. Göbekli Tepe
aynı
zamanda
Antakya’dan başlayıp Maraş ve Urfa’ya kadar
uzanan kültür caddesinin bir parçası. Bu kültür
caddesi hiç şüphesiz barışın yeniden tesisinden
sonra Halep’e ve Ebla’ya kadar uzanacak ve
insanlık bu kültür turuyla çok şeyler
öğrenecek.”
NEOLİTİK ÇAĞ
BİLGİSİ ALTÜST OLDU
Bereketli Hilal”ın
incisi Urfa’da, Cilalı Taş dönemine ait sanılan,
Göbeklitepe adını taşıyan bir arkeolojik
kalıntı bulunduğu Alman Arkeoloji Enstitüsü
Müdürü tarafından bildirilmişti.
Göbekli Tepe’nin
Kazı Başkanı Prof.Dr. Klaus Schmidt, geçen yıl
20 Temmuz’da aramızdan ayrıldı. Prof. Schmidt,
Prof. Hauptmann’ın emekli olmasından sonra
Göbekli Tepe kazı başkanlığını üstlenmiş,
Göbekli Tepe’nin yalnızca bilim dünyasında
değil, kamuoyunda da tanınmasını sağlamıştı.
Arkeoloji ve Sanat
Dergisi editörü, arkeolog Nezih Başgelen,
Schmidt’in ölümü üzerine yazdığı yazıda
Göbeklitepe hakkında şunları yazmıştı:
“Klaus Schmidt’in
Urfa sınırları içindeki Göbekli Tepe’de 1995’ten
beri gün ışığına çıkardığı görkemli sanat
eserleri ve kutsal alanlar Neolitik Çağ ile
ilgili pek çok bilgiyi altüst etti. Şaşırtıcı ve
benzersiz bulgularıyla bugüne kadar çok az bir
bölümü kazılmış olmasına karşın avcı-toplayıcı
yaşam biçiminden, tarım ve hayvancılığa geçiş
sürecini anlamamıza önemli katkılar sağlayan
benzersiz bir tarihöncesi yerleşimdir.
Göbekli Tepe’nin en
ilginç buluntuları genelde üzeri hayvan
betimleriyle süslenmiş “T” biçimli anıtsal
dikilitaşlardan oluşan, alt kültür katlarında
dairesel planlı, üst yapı katlarındadörtgen
planlı anıt yapılardır. Jeomanyetik ve georadar
yöntemleriyle yuvarlak ya da oval planlı
yapılardan 20’ye yakını tespit edilmiş, 8’i
kazıyla ortaya çıkarılmıştır. En son başlanan
kazı en büyüklerindendi.
Bu yuvarlak planlı
yapıların ortasında iki tane boyu 5 m. yi bulan
kireç taşından stilize edilmiş büyük boyutlu
insan tasvirleri olarak düşünülen T- biçimli
dikilitaşlar bulunmaktadır. Bu iki dikilitaşın
çevresinde aynı şekilde daha küçük dikilitaşlar
bu iki dikilitaşa yönlendirilmiş olarak
duvarların içine yerleştirilmiştir.
Dikilitaşları üzerlerinde kabartma tekniğinde
yapılan hayvan motifleri ve çeşitli soyut
semboller görülmektedir. Bu ilginç yapı
toplulukları insanlık tarihinde dini mekanların
biçimlenmesi, tapınak mimarisinin ve sanatın
doğuşu açısından bilinen en eski örneklerdir.
UYGARLIK
ANADOLU'DAN TAŞINMIŞ
Ülkemizin
üzerinde yer aldığı coğrafya, uygarlık
tarihinin her döneminde önemli bir rol
oynamış, sayısız eski uygarlık burada
yaşamış, dönemlerinden çarpıcı izler
bırakmıştır. Özellikle son 20 yıl içinde
büyük bir ivme kazanan Anadolu Neolitik Çağ
araştırmaları, tüm bilim dünyasını şaşırtan
sonuçlar vermiş ve vermeye devam etmektedir.
Özellikle son yıllarda yapılan
araştırmalarda Neolitik dönem açısından
Anadolu’nun insanlık tarihinde ayrıcalıklı
bir yeri olduğu görülmektedir.
Günümüz
dünyasının uygarlık temelleri neolitik
dönemde atılırken, bu oluşuma Türkiye
coğrafyasındaki kültürlerin katkısının,
öngörülenden çok daha fazla olduğu yeni
kazıların sansasyonel sonuçları ile giderek
çok daha iyi ortaya çıkmaktadır. Her yıl
değişen ve gelişen yapısıyla Neolitik Çağ
ülkemiz arkeolojisinin en dinamik ve önemli
sonuçlarının eldeedildiği bir dönemdir. Bu
dönemdeki Anadolu yerleşmelerinin bir diğer
önemi de, tarım, hayvancılık, yerleşik
köylere dayalı yaşam biçimini başka
coğrafyalara ve özellikle Avrupa’ya
aktarmasıdır. Anadolu’nun özellikle
Güneydoğu Avrupa ve Akdeniz havzasının
“Neolitikleşmesinde” önemli bir rol oynadığı
anlaşılmaktadır.
Aydınlık, Haber: Fisun
İkikardeş, 29.01.2015
|
KÖYLERDEKİ EVLERİN
TEMELİNDEN ÇIKAN ESKİ TAŞLARDAN MİNİK ANTİK TİYATRO
KURDU
Zonguldak'ın Çaycuma
İlçesi'ne bağlı bazı köylerdeki inşaatların
temelinden çıkan eski dönemlere ait taş
kütlelerinden yapılan mini antik tiyatro sahnesi,
gerçeğini aratmıyor. Daha önce ilçe dışında çakıl
alanı olarak kullanılan çiftliğe kurulan mini antik
tiyatro sahnesini görenler, "Burada antik yerleşim
mi vardı?" demekten kendini alamıyor.
Çaycuma Belediye Başkanı Bülent Kantarcı, mini antik
tiyatronun köylerdeki eski evlerin enkazından çıkan
taşlardan yapıldığını aktarıp, "Benim bu tür
değerlere bağlı olduğumu bilen dostlarımızın haber
vermesiyle evlerin enkazı kaldırırken iş makinesiyle
bu tarihi taşları ayırmıştım. Daha sonra da bu
taşları bir araya getirerek mini bir antik tiyatro
oluşturduk. Çok da eğlenceli oldu. Hatta birçok
insan burayı görünce gerçek bir kalıntı zannediyor.
Oysa bu eski evlerin temellerinden çıkan; ama daha
önce belli ki, tarihi bir takım yapılardan sökülmüş
taşlar." ifadesini kullandı.
'ÇAYCUMA FİLYOS ANTİK KENTİNİN KALINTILARI
OLABİLİR'
Bölgedeki Filyos antik kenti ve tarihi Roma su
yolu kalıntılarının varlığına dikkati çeken
Kantarcı, şunları söyledi: "Bölgedeki Filyos antik
kenti ve Çayır mağarasından oraya su götüren su
yolundaki eserlerin Doğu Roma dönemine ait olduğu
söyleniyor. Milattan önce 200 yılları ile Milattan
sonra 100 yılları arasına denk gelen 2000 yıllık
Doğu Roma eserleri olduğu belirtiliyor. Üzüntü
verici taraf şu: Bu antik su yolundaki su kemerleri
ve diğer eserleri hep sökmüşler. Filyos'ta da aynı
şekilde talan olmuş. Halbuki biz bunları olduğu
yerde bırakıp da turizme açmış olsaydık çok daha
değerli olacaktı. Ama en azından kalanları tutalım
diyorum. Çünkü bunlar, çok büyük bir kültür ve
turizm varlığımızdır. Bunlar bize Çomranlı Köyünden
muhtelif eski evlerin temellerinden çıktı. Orada bir
arkadaşım var. Benim merakım olduğunu bildiği için
haber verdi. Biz de kepçe gönderip bu taşları
söktürdük. Enkazları atıp taşları içinden ayırdık.
Sonra taşları buraya getirip dizdik ve böylece mini
bir amfi tiyatro yaptık. Dizilişi itibariyle eski
amfi tiyatronun görünümünden çok fazla bir fark yok.
Burada acaba antik bir yerleşim mi var diye
söylüyorlar. Halbuki burası Filyos çayının kenarında
kumluk bir alandı. Küçücük bir dokunuşla nasıl şekil
değiştirdiğini de insanlar görmüş oluyorlar."
'TARİHİ TAŞLARIN İÇİNDE ALTIN ARAYAN AHMAKLAR
VAR'
Başkan Kantarcı, bazı fırsatçıların bölgedeki
tarihi zenginlikleri tahrif ettiğini belirtti.
Temellerden çıkan tarihi taşların içinden altın ve
hazine arayanlara tepki gösteren Kantarcı, "Bunları
kırıp bu taşların içinde hazine arayanlar var. Bu
derece ahmak diyebileceğim insanlar, maalesef taşın
içinde altın arıyorlar." diye konuştu.
Bu arada İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü yetkilileri
ise taşların eski olduğunu; ancak detaylı inceleme
yapılmadan Roma dönemine ait olduğunu söylemenin
mümkün olmayacağını kaydetti.
Bugün, 29.01.2015
|
RHODİAPOLİS ANTİK
TİYATROSUNUN STOASININ RESTORASYON İHALESİ İMZALANDI
Antalya’nın Kumluca
İlçesi’nde bulunan Rhodiapolis Antik Kenti Tiyatrosu
ve stoasının (sütunlu galeri) restorasyonu
ihalesinin ardından, ihaleyi kazanan firma ile
sözleşme yapıldı.
Kumluca Belediyesi ile Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü
tarafından ortaklaşa hazırlanan proje kapsamında,
Rhodiapolis Antik Kenti Tiyatrosu ve stoasının
(sütunlu galeri) restorasyonu için gerçekleştirilen
ihaleyi kazanan firmanın belli olmasının ardından,
firma yetkilileri ve Kumluca Belediyesi arasında
sözleşme imzalandı.
Kumluca Belediye Başkanlık makamında
gerçekleştirilen sözleşme imzalamasında konuşan
Başkan
Çetinkaya,
Rhodiapolis Antik Kentinin Kumluca’nın tarihi yüzü
olduğunu, bundan dolayı antik kente yapılacak her
türlü çalışmaya ayrıca önem verdiklerini söyledi.
Rhodiapolis Antik Kenti’nde 2006 yılından bu yana
kazı çalışmaları yapıldığını hatırlatan Çetinkaya,
“2006 yılından bu yana Rhodiapolis’te başarılı bir
kazı çalışması yürütüldü. Bundan sonraki aşamada,
kazılarla ortaya çıkan eserlerin restorasyonun
yapılması. İnşallah restorasyon çalışması
tamamlandığında, antik kentimiz çok daha güzel
olacak ve içerisinde barındırdığı tarihiyle ilçemize
ayrıca değer katacak” dedi.
Rhodiapolis Antik Kenti’nin tiyatrosu ve stoasının
restorasyon işinin kazanan Er-Bil firması sahibi
Bilal Tunç da, Rhodiapolis Antik Kenti tiyatrosu ve
stoanın restorasyon işi ihalesinin kazanmış olmaktan
dolayı büyük bir mutluluk duyduklarını, antik kentin
tarihi dokusuna uygun şekilde restorasyon işinin
yapacaklarını belirtti.
İhale şartnamesine göre işin yaklaşık bedelinin 1
milyon 445 bin lira olduğunu ifade eden Tunç, işin
400 takvim gününde tamamlanmasının gerektiğinin,
ancak kendilerinin bu süreden daha önce işi
tamamlamayı arzuladıklarını bildirdi.
Konuşmaların ardından Kumluca Belediye Başkanı
Hüsamettin Çetinkaya ve Er-Bil firması sahibi Bilal
Tunç, imzalanan sözleşme dosyalarını birbirlerine
vererek her iki taraf adına hayır olsun dileğinde
bulundular.
Milliyet, 29.01.2015
|
SÜRYANİLER, MİMAR SİNAN
ÜNİVERSİTESİ'Nİ İSTİYOR
Beyoğlu Süryani Kadim
Meryemana Kilisesi Vakfı, Şişli Bomonti’de
kendilerine bağış yapılan ve daha sonra el konulan
arazileri için açtığı iade davasını kazandı.
Arazinin üzerinde, şu anda Mimar Sinan Güzel
Sanatlar Üniversitesi’nin kampüsü bulunuyor.
Söz konusu arazi, 1956
yılında, Beyoğlu Süryani Kadim Meryemana Kilisesi
Vakfı’na bağışlanmış. Vakıf, aynı yıl, İstanbul 13.
Sulh Hukuk Mahkemesi kararıyla mirasçı olduğunu da
belgeledi.
Hazine ise, 1970 yılında
vasiyetnamenin iptali için İstanbul 12. Asliye Hukuk
Mahkemesi’ne dava açtı. Mahkeme, “Cemaat
vakıflarının 1936 Beyannamesi’nde yer almayan
taşınmazlar dışında başkaca bir taşınmaz iktisap
edemeyecekleri, 1936 yılından sonra bu vakıflara
taşınmaz bağışlanamayacağı, devredilemeyeceği ve
vasiyet edilemeyeceği” gerekçesiyle, mülkün vakfa
verilmesi kararını iptal etti. Arazi, daha sonra
yine mahkeme kararıyla TEKEL üzerine tescillenerek,
2000 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi’ne devredildi. Arazinin üzerinde şu
anda Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin
kampüsü bulunuyor.
Vakıflar Kanunu’nda,
azınlık vakıflarına ait mülklerin iadesini öngören
değişikliğin yapılmasının ardından vakıf, Vakıflar
Genel Müdürlüğü’ne başvuruda bulundu. Vakıflar Genel
Müdürlüğü, iade talebini reddetti. Ret kararının
ardından vakıf, bu kez de konuyu yargıya taşıyarak,
İstanbul 7. İdare Mahkemesi’nde dava açtı. Mahkeme,
yaptığı incelemeler sonucunda, Vakıflar Genel
Müdürlüğü’nün arazinin iade edilmesi talebini
reddeden kararını, “hukuka aykırı” bularak iptal
etti.
Vakıf, mahkeme kararının
ardından, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne başvuruda
bulunarak arazinin kendilerine tescillenmesini
istedi. VGM, 26 Ocak Pazartesi günü düzenlediği
toplantıda, konuyu gündemine aldı. Genel Müdürlük,
temyiz aşamasının sonuçlanmasının beklenmesine karar
vererek, dosyanın tescil işlemini erteledi. VGM,
hukuki sürecin tamamlanmasının ardından tescil
konusunu yeniden gündemine alacak. Tescil işleminin
ardından, vakıf, arazinin bedelinin kendilerine
ödenmesini isteyecek.
Vakıflar Kanunu’nun
geçici 11. maddesi ve geçici 11. maddenin
uygulanmasına ilişkin yönetmelik, Hazine’ye veya
Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne kayıtlı olmayan
taşınmazların bedelinin ödenmesini öngörüyor. Temyiz
sürecinin sonunda, söz konusu arazi Süryani Vakfı
adına tescillenirse, arazinin bedeli de vakıfa
ödenecek.
Agos, 29.01.2015
|
"ULUS'UN TALAN
EDİLMESİNE İZİN VERMEYECEĞİZ"
Ulus dava süreçleri
hakkında bilgilendirme yapan Mimarlar Odası Ankara
Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan “Ulus’ta İller
Bankası yanındaki Hergelen Meydanı'na yapılan cami
projesini onaylayan kurul kararını yargıya
taşımıştık. Ankara 2. İdare mahkemesi davayı usulden
reddetmiş, esasa girmemişti, bu kararı temyiz ettik.
Danıştay usulden red kararını hukuka aykırı buldu,
Danıştay böylelikle davanın esastan görülmesine
karar vermiş oldu. Mahkeme Ulus'ta gençlik parkı
karşısına yapılan caminin inşaatını esastan
inceleyecek. Ancak camii nerdeyse bitti bitecek.
Hukuk sureci devam ederken hızlı işlemiyor. Ulus
bölgesinde yürüme mesafesinde yeterince camii varken
bu caminin yapılması kent merkezlerinin kimliğinin
değiştirilmek istenmesinin bir ürünü. Her yerde
olduğu gibi Ulus Tarihi kent merkezinde keyfiyete
varan bir süreç işlemektedir. Bilim ve akılla hayat
bulan bir proje yok. Nefretle öfkeyle ben
bilirimcilik ile sürdürülen bir yöneticilikle karşı
karşıyayız. Mahkeme kararı açıklanır açıklanmaz,
Melih Gökçek mahkeme kararını uygulamamak için
hukuku arkadan dolanarak plan değişikliği yapacağını
alenen söylüyor. Sonra da iftira atıyorlar diye
feryat ediyor. Bilimi ve aklı kullanan herkes bu
işlerin böyle olmayacağını bilir. Ulus tarihi kent
merkezi kimsenin kaprislerini çekecek bir alan
değildir. Yöneticiler aklına eseni yapamaz”
İfadelerini kullandı.
“Hukuksuzluğun
efendileri çoğalmaya başlarsa kıyamet kopar”
Ankara Büyükşehir
Belediyesi’nin Ulus’ta yaptığı planları ve plan
değişikliklerini eleştiren Candan, “Büyükşehir
Belediye Başkanı Melih Gökçek’in keyfi planlarıyla
Ulus'un talan edilmesine içeriğinin boşaltılmasına
kimliksizleştirilmesine izin vermeyeceğiz. Ulus
hepimiz için çok değerli, kültürlerin dönemlerinin
katmanlarının bir araya geldiği önemli simgesel
mekanlardan. Bir yanda Roma donemi, bir yanda
Cumhuriyetin nadide mekansal eserleri. Ulus bu
değerleriyle dünyanın dört bir yanından ziyaretçi
çekebilirdi. Lakin yöneticilerin gazabına uğradı.
Yeteneksiz ve kültürsüz yöneticilerin elinde tarumar
olmaya başladı. Ulus’un talanı ve
kimliksizleştirilmesi Ulus’un kimliksizleştirilmesi
değerlerimizin yok edilmesidir. Ulus'ta yürütmeyi
durdurma kararları var. 'Plan değişikliği yapacağım'
demek 'Mahkeme tarafından verilmiş kararı
tanımıyorum' demektir. Atatürk Orman Çiftliği’nde
Ankapark’ta da yapılan aynı şeydir. Hukuksuzluğun
efendileri çoğalmaya baslarsa kıyamet kopar” dedi.
Yapı, 29.01.2015
|
ANTİK KENTİ TAŞOCAĞI
YAPTILAR
Çanakkale Yenice’de
Sofular Köyü yakınlarındaki Asartepe antik kenti taş
ocaklarının iş makineleriyle delik deşik edildi.
Bilimsel olarak tespit edilip sit korumasına
alınmamış onlarca kültürel varlığımız gibi, Asartepe
de “Bozguna uğramış bir hisar” gibi şimdi.
NE KAYBETTİĞİMİZİ
BİLE BİLEMİYORUZ!
Koza Altın Şirketi’nin
madencilik faaliyeti yapmak istediği Dondurma Köyü
yakınındaki Arabakonağı bölgesinde tümülüsler (antik
mezar-höyük), Bayramiç yakınlarındaki Gergis antik
kenti üzerinde altın madeni sondajları, Priapos ve
Parion antik kenti üstünde termik santraller,
Gelibolu’daki Sestos antik kentinin altından
geçirilen tüneller… Ne kaybettiğimizi bile bilmeden
sermayenin kar hırsına kurban verdiğimiz Kaz Dağları
ve yöresindeki kültürel değerlerimizden sadece
birkaçı bunlar.
YAKIN TEHLİKE
Sofular Asartepe’nin
bugünkü içler acısı durumu aslında gelecekte sit
korumasına alınmamış kültürel varlıklarımızın ne
hale geleceğinin de bir göstergesi. Çanakkale ve
çevresinde yüzey araştırması dahi yapılmamış
onlarca-yüzlerce antik kentten bahsediliyor. Yüzey
araştırmaları ile bilimsel olarak tespiti yapılan
Asartepe’nin hali bu değerlerin yok olma tehdidinin
ne kadar da yakın olduğunu ortaya koyuyor.
BİLİM BULDU RAPORLADI
AMA
Prof.Dr. Reyhan Körpe
2008 yılında basılan Yenice Değerleri Sempozyumu
kitabında yer alan “Yenice ve çevresindeki yapılan
arkeolojik Yüzey Araştırmaları” makalesinde
Asartepe’yi şöyle anlatıyor; “Diğer bir Klasik dönem
(MÖ 5-4. yüzyıllar) yerleşim yeri Granikos ve
Aesopos nehirleri arasında yer alan Sofular
Asartepe’dir. Burası da nekropolü ile birlikte bir
tepe üstü yerleşim yeridir. Asartepe’nin hemen
aşağısında tespit edilen on bir tümülüsün tamamı
kaçak kazılarla tahrip edilmiştir.” ÇOMÜ Öğretim
üyelerinden Yard. Doç.Dr. DeryaYalçıklı’nın
“Neolitik, Kalkolitik ve Tunç Çağlarında, Ege ve
Marmara Bölgeleri arasında Yol Güzergahları” konulu
yüzey araştırmasında verdiği 2011 Yılı Araştırma
sonuçlarında da Sofular Asartepe “Çanakkale/Yenice
İlçesi Tunç Çağı sonrasında tarihlenen arkeolojik
alanlar” tablosunda Klasik Dönem antik kentleri
arasında sayılmış.
Bilimsel araştırmalarla
tespit edilen Asartepe, bugün taş ocakları
tarafından talan ediliyor. Asartepe’deki taş ocağı
için 29 Mart 2013’te verilen “ÇED Gerekli Değildir”
kararının ardından çalışmalara başlayan şirketin
yarattığı tahribat, bugün gözle görülebilir
düzeylere ulaştı.
Evrensel, Haber: Özer
Akdemir, 29.01.2015
|
İNSANLIK TARİHİ BAŞTAN YAZILABİLİR
İsrail'in kuzeyinde bir
mağarada bulunan 55 bin yıllık kafatası parçası
insan ırkının atalarının Afrika'dan başlayarak tüm
dünyaya yayılan yolculuğuna ışık tutacak.
Bilim adamlarının 55 bin yıl öncesine dayandırdığı kafatası parçasının
"ilk insanlara" ait olabileceği ifade ediliyor.
Buluşun bilim adamlarını heyecanlandıran başka bir
özelliği de var. Hesaplanan zaman aralığına göre
İsrail ve civar bölgede ilk insanların
Neanderthallerle beraber yaşadığı ortaya çıkıyor.
Tel Aviv Üniversitesi'nde görevli olan ve
araştırmayı yöneten Israel Herşkovitz'e göre
kafatası "İnsan evriminin gizemini çözme yolunda çok
önemli bir bulgu..." Araştırmada yer alan bir başka
kişi olan
ABD'li bilim adamı Bruce Latimer de kafatasını
"modern insanla Neandhertallerin birlikte var
olduğuna dair en büyük fosilsel kanıt" olarak
yorumluyor.
Kalıntıların bulunduğu Manot Mağarası 30 bin yıl
boyunca kapalı kaldıktan sonra 2008 yılında bir
kanalizasyon çalışması sırasında keşfedilmişti.
Vatan, 29.01.2015
|
ÇİVRİL'DE TARİHİ GARI SATIN ALAN BELEDİYE, RESTORE
EDİP KENTE KAZANDIRACAK
Denizli'nin Çivril İlçe
Belediyesi, 1892 yılında İngilizler tarafından
yapılan ve TCDD tarafından 1988 yılında sefere
kapatılan tren garını ve arazisini 1 milyon 253
bin liraya satın aldı. Restore edileceği
belirtilen tarihi tren garının kültür merkezi,
çevresinin de meydan olarak düzenleneceği
belirtildi.
TCDD tarafından geçen yıl imara açılan Aşağı
Mahalle'deki 54 bin metrekare arsa ve üzerindeki
7 ayrı taş bina, Çivril İlçe Belediyesi
tarafından 1 milyon 253 bin liraya satın alındı.
İlçenin geleceği adına önemli bir hamle
yaptıklarını belirten Çivril Belediye Başkanı
AKP'li Gürcan Güven şunları söyledi:
"Geçen yıllarda imara açılarak
konut alanı yapılması planlanan TCDD
arsalarını, üzerindeki taşınmazlarla birlikte
satın aldık. Burası Çivril'in vizyonu olacak.
Burayı ilçenin en gözde alanı yapacağız. Çivril
ilçe merkezinde bulunan parklarımız ve şu anki
belediye hizmet binamız ihtiyaçlara cevap
veremez durumda. 54 bin metrekarelik bu alanda
bulunan eski itfaiye binasının bulunduğu yere
belediye hizmet binası yapmayı planlıyoruz. Arsa
içinde bulunan 7 tarihi taş binayı da aslına
uygun şekilde restore ettikten sonra kültürel
faaliyetlerin yapılabileceği sosyal alanlar
olarak hizmete sunacağız. Alanda yapacağımız
düzenleme ve planlama ile park alanları ve kafe
tarzı yerler oluşturacağız."
1892 yılında İngilizler tarafından yapılan,
ilçeyi Denizli- Afyonkarahisar hattına bağlayan
demiryolu 'zarar ediyor' gerekçesiyle 1988
yılında seferlere kapatılmıştı.
Hürriyet, Haber: Tunay Yazıcı, 29.01.2015
|
2 BİN YILLIK TAŞ MASKE KOLEKSIYONU
Amasya Müzesi’nde sergilenen yaklaşık 2 bin
yıllık taş maske koleksiyonu dikkat çekiyor.
8 bin 500 yıllık bir geçmişe sahip şehirdeki kazı
çalışmaları ve vatandaşların bulup müzeye verdiği
taş ve pişmiş topraktan yapılan
Roma döneminden kalma irili ufaklı 10’un
üzerinde maske, müzeye gelen ziyaretçilerin ilgisini
çekiyor.
Teşhir salonundaki sunuda ise maskelerle ilgili şu
bilgiler yer alıyor: “Mask antik Yunan tiyatrosunun
önemli ögelerinden biridir. Tiyatroyu ilk kez halk
için bir gösteri olarak uygulayan Yunanlılar tiyatro
masklarının da ilk kullanıcılarıdırlar. Tiyatrolarda
oyuncu sayısı sınırlı olduğundan masklar bir
oyuncuya birden fazla rol üstlenebilme olanağı
sağlamıştır. Kadınların sahneye çıkmadığı o
dönemlerde kadın rollerini üstlenebilmeleri için
gerekli olmuştur. Antik tiyatro masklarının mermer,
pişmiş toprak, seramik, bronz ve benzeri örnekleri
bulunmaktadır. Masklar gerçeğe yakın yapılabildiği
gibi abartılı olarak yapılanları da vardır.
Maskların büyük açık ağzı olarak yapılması oyuncunun
sesini büyütebileceği megafon biçiminde yapılmıştır.
Pişmiş topraktan yapılmış küçük boyutlu masklar ise
sembolik olarak kullanılmış, Hellenistik ve Roma
dönemi mezarlarına ölü hediye olarak
bırakılmışlardır. Bir dönem tiyatrolara giriş bileti
olarak kullanıldıkları sanılmaktadır.”
Milliyet, 28.01.2015
|
2 BİN YILLIK SAĞLIK MERKEZİ GÜN YÜZÜNE ÇIKARILDI
Tekirdağ’da bulunan ve Trakların
Anadolu’ya gelişinden itibaren uzun süre Trak
yerleşimi olan 5 bin yıllık Heraion Teikhos
Kenti’nde yapılan kazı çalışmaları ile 2 bin yıllık
sağlık merkezi gün yüzüne çıkarıldı.
Tekirdağ’da Karaevli Mahallesi’nde ekibi ile
birlikte kazı yapan
Namık Kemal Üniversitesi (NKÜ)
arkeoloji Bölümü Başkanı
Prof.Dr. Neşe Atik, 2
bin yıllık sağlık merkezini ortaya çıkardı. Yapılan
kazılarda, Antik Heraion Teikhos ören yerinde ilaç
fırını, günümüz tıp aletlerini andıran aletler ve
geçmişte ilaç olarak kullanılan dikenli deniz
salyangozu (Murex Brandaris) kalıntıları ve ilaç
fırını bulundu. İlaç fırınının bulunduğu tabakada
bulunan Trak Kralı Rhoimetalkes ait sikkeler ise
sağlık merkezinin 2 bin yıllık olduğunu kanıtlıyor.
Ören yerinde kazı çalışmalarının 2000 yılında
başladığını belirten Namık Kemal Üniversitesi (NKÜ)
Arkeoloji Bölümü Başkanı Prof.Dr. Neşe Atik,
yapılan kazılarda 5 bin yıllık geçmişi olan kentte
Trak Kralı Rhoimetalkes dönemine ait sağlık
merkezinin bulunduğunu söyledi.
Yapılan kazılarda bulunan aletlerin günümüz tıp
aletlerini andırdığını söyleyen Prof.Dr. Neşe Atik,
kazıların Trak tarihine ve sağlık tarihine gün ışığı
tuttuğunu belirterek, "Tekirdağ Karaevli altı antik
Heraion Teikhos kentinde kazılar 2000 yılında
başladı. Kazılar milattan önce 3 bin yani günümüzden
5 bin yıl öncesinde buradaki yerleşimin varlığını
bize gösterdi. Bu şehrin en ilginç tarafı Trak şehri
olmasıdır. Trakların Anadolu’ya göçleri milattan
önce 2 bine dayanıyor. 2 binde
Romanya’nın güneyinden
Bulgaristan üzerinden hem
Yunanistan’ın kuzeyine hem bizim
Trakya bölgesine hatta İç batı Anadolu bölgesine
kadar Traklar yayılıyor. Bizde de bu dönemlere ait
veriler var. Kentimizde milattan önce birinci yüzyıl
milattan sonra birinci yüzyıl aralığında yani 2 bin
yıl öncesinde bir büyük sağlık merkezi yapılmış. Bu
sağlık merkezinde hem bir tapınağın olduğunu
anlıyoruz. Çünkü kült figüritleri bulduk. Sağlık
tanrısına adanmış, ithaf edilmiş problemli
hastalıklı organların pişmiş topraktan modelleri
var. Yani bir kişi kolu ağrıyorsa kol, başı
ağrıyorsa baş figürü yaparak pişmiş topraktan
yaparak tapınağa sağlık tanrısı Asklepios iyi etsin
diye sunmuş. Sadece ibadet ve dini inanış değil onun
yanı sıra rahiplerin ilaç ürettiklerini ve
günümüzdeki tıbbi aletlere benzeyen tedavi
yaptıklarını anlıyoruz. Çünkü biz kazı alanımızda
tıp aletleri bulduk. Bunların çoğu tunçtan yapılmış.
Günümüz cımbızına benzeyen cımbızlar, kulak
kaşıkları, forseps aletleri bulduk. Kemikten,
demirden ve kurşundan tıp aletleri bulduk. Bunların
yanı sıra şimdiye kadar hiçbir yerde bulunmamış ama
antik yazarların bize daima tarif ettiği ilaç
fırınını bulduk. Biz antik kentimizde birden fazla
ilaç fırını bulduk ancak bir tanesi büyük bir şans
eseri içerisinde ilaçları ile çökmeden günümüze
gelmiş" dedi.
"TRAKLAR 2 BİN YIL ÖNCE TEDAVİDE DİKENLİ DENİZ
SALYANGOZU KULLANIYORLARDI"
Bulunan ilaç fırınının içerisinde geçmişte tedavide
kullanılan latince ismi Murex Brandaris olan dikenli
deniz salyangozunun eritildiğini tespit ettiklerini
söyleyen Prof. Dr Atik, "Bulduğumuz bu fırını çok
zor bir şekilde müzemize taşıdık. Bu fırının
içerisinde Latince ismi Murex Brandaris olan dikenli
deniz salyangozunun eritildiğini tespit ettik. Toz
haline getirilen Murex Brandaris’in bal ve domuz
yağı ile karıştırılarak yanık merhemi, toz halinde
diş temizliğinde, kızartılan eti kellik tedavisinde,
sirkeye basılan eti şişmiş karaciğer ve diğer
şişliklerin alınmasında kullanılıyor. Antik yazarlar
bize nasıl tedavi yapıldığını yazmış olduğu için
biliyoruz. Biz böyle bir fırını içerisinde ilacı ile
birlikte bulduk ve müzede teşhire sunduk. Bulduğumuz
ilaç fırının bulunduğu yapı ve tabakada Trak Kralı
Rhoimetalkes’e ait sikke yani para bulduk. Buradan
anladığımız kadarı ile çünkü kral Rhoimetalkes
milattan önce birinci yüzyılda yaşamış olduğu için
yani günümüzden 2 bin sene öncesine ait kült ve
tedavi merkezi bulduğumuzu anladık. Bu veriler bize
Trak krallığı döneminde günümüzden 2 bin yıl
öncesinde antik kentimizde bir tıp tedavi merkezi
olduğunu tıp aletleri ve ilacıyla ispatlıyor"
ifadelerini kullandı.
Traklara ait 2 bin yıllık sağlık merkezi kalıntıları
Kültür ve
Turizm Bakanlığı Tekirdağ Arkeoloji ve
Etnografya Müzesi’nde sergileniyor.
Milliyet, 28.01.2015
|
TARİHİ MEYDAN DAHA DA GENİŞLİYOR
İstanbul'un tarihi ve turistik merkezlerinden Beyazıt
Meydanı yenileniyor. Yaya kullanımının artırılması
amacıyla başlatılan çalışmalar kapsamında meydanın
etrafındaki dükkan ve işgalciler kaldırılacak.
Vezneciler yönünden gelen araçların geçişini
sağlayan alt geçidin yenileme işlemleri de
tamamlandı. Meydan düzenlemesinin ilk etabında,
Darülfünun Alt Geçidi yenilendi. Yüksekliği 2,90
metreden 4,70 metreye çıkartılan alt geçidin ismi de
Vezneciler Alt Geçidi oldu. Proje tamamlandığında
araç parkı azaltılarak, yaya kullanım alanları
artırılmış olacak. Yaya ve araç trafiğinin çok yoğun
olduğu bölgenin gezi, dinlenme amacıyla da
kullanımını sağlayarak düzenlenmesi amaçlıyor.
Sabah, 28.01.2015
|
|
ORTAK MİRAS YOK OLUYOR
Suriye Savaşı 190 bin insan canı ve ortak
coğrafyamızın antik mirasının önemli kısmını yok
etti. İnsanın, gezegenimizdeki ilk konutunu
barındıran Rakka kentinin akibeti bilinmiyor. Yok
olan tarihin bilançosu ve Türkiye kamuoyunun geride
kalanlar için yapabileceklerini elektrik kesintisi
ve savaş şartları altında çalışmalarını durdurmayan
Şam Devleti Müze Genel Müdürlüğü çalışanlarıyla
konuştuk.
Bugün, havan topu ve roketler UNESCO Dünya Mirası
listesindeki Suriye anıtlarının tamamına hasar
vermiş durumda. İnsanın, gezegenimizdeki ilk
konutunu barındıran Rakka’nın akibeti bilinmiyor.
Şam Devleti Müze Genel Müdürlüğü, eser kaçakçılığı
ve yağmadan en fazla zararı, Rakka’daki eserlerin
gördüğünü belirtiyor. Rakka Müzesi’ndeki Bronz
çağından kalma buluntular, MÖ 3500 yıllarına dayanan
taç sütunlar, mozaikler ve el yapımı tabaklar,
arkeolojik başyapıtlar olarak değerlendiriliyor.
Müzeden çalınan eserlere paha biçilemezken, sayıları
yüzlerle ifade ediliyor.
KOMŞULAR İLGİLENMİYOR
Yağma ve hırsızlığın önemli kayıp yaşattığı diğer
bir yer yine Rakka’daki Hergla arkeoloji alanının
deposu. Savaşın başından bugüne, bombardıman ve
yağma sebebiyle zarar gören müze objeleri, kapalı
mekanlardaki arkeolojik mirasın yüzde birini
oluşturuyor. Müze çalışanları yerel halkın da
yardımıyla eserlerin yüzde 99’unun güvenli yerlere
taşındığını belirtiyorlar. Ancak açıktaki arkeolojik
alan ve tarihi eserlerde ise durumun çok kötü
olduğu, zararın kestirilemediği ifade ediliyor. Bazı
bölgelerde arkeologların artık hizmet veremez oluşu
ve çarpışan silahlı grupların sistematik kazı
çalışmaları, zararı son dönemde ikiye katlarken,
komşu ülkelerin kendi sınırlarındaki kaçakçılığa
ciddiyetle eğilmemesi, gittikçe şiddetlenen talanın
başlıca sebepleri olarak ortaya konuyor.
SİT ALANLARI BOŞALTILDI
Yağma, hem çarpışma halindeki çeteler, hem de antika
uzmanı profesyonellerce, sürekli ve düzenli olarak
yapılıyor. Halep, Rakka, Idlip, Yarmuk Vadisi’nin de
aralarında bulunduğu 10 kadar arkeolojik alanı,
çetelerce kiralanan profesyonel hırsızlar kazarak
boşaltmış. Apamia, Ebla, Dura Europos, Mari, Tell
Ajjaj’da yasadışı kazı kanıtlarına rastlanırken, A
Deir ez-Zor bölgesindeki tüm sit alanları tümüyle
talan edilmiş durumda. Kuzeyde ve doğuda yer alan
kaçakçılık olaylarında Türkiye’nin çok önemli bir
rota olduğunu belirten yetkililer, ellerindeki
raporların ve Türkiye pazarına sunulan kaçak tarihi
eserlerin bu iddiayı kanıtladığı düşüncesinde.
Unesco ve uluslararası medya aracılığıyla, Temmuz
ayından bu yana komşu ülke sınırlarındaki güvenliğin
artırılması yolunda çağrıda bulunan yetkililer, Türk
arkeologlarla temasa geçip ülkemizde yakalanan
eserlerin sayısı ve içeriğinin kamuoyuna açıkça
duyurulması yönünde yetkililere baskı yapılmasını
istiyor.
HALK SAHİP ÇIKIYOR
İpek yolunun sonundaki Halep Kalesi, Zekeriya Camii,
Kapalı Çarşının geleceği tehdit altında. Müze Genel
Müdürlüğü ortak coğrafyamızdaki kültürel mirasın
korunmasında eşit sorumluluğa sahip olduğumuzu,
tarihi eserlerin yerine yenilerinin koyulamayacağını
bu yüzden kaybın telafisinin imkansızlığını
hatırlatıyor. Özellikle Eski Halep’teki ve Deir er
Zor daki antik kalıntıların hem bombalar hem
hırsızlarca neredeyse tamamen yok edildiğini, yerel
halkın çaresizce sahip çıkmaya çalıştığını söyleyen
müze görevlilerinin bir de insani çağrısı var.
Yönetilişimizdeki politik farklılıklar insanlığın
ortak miras tarihimiz yok olurken suskunluğa
dönüşmesin.
Birgün, Haber: Sılay Sıldır, 27.01.2015
|
AMASYA'DA TÜRKLERİN 1071'DEN ÖNCE ANADOLU'YA
GELDİĞİNE İŞARET EDEN BULGULAR ORTAYA ÇIKTI
Amasya’da İstanbul Üniversitesi tarafından 5
yıldır sürdürülen Oluz Höyük kazılarında, Türklerin
Anadolu’ya geliş tarihi olarak kabul edilen 1071
Malazgirt Savaşı’ndan önce,
İslami usullere göre gömülmüş öncü göçebe
Türklerin 10. veya 11. yüzyıla ait sağlam durumdaki
iskeletleri ortaya çıkarıldı.
Höyükte şu ana dek, İslami geleneklerle gömülmüş
cenazelerin bulunduğu 115 mezarın olduğunu belirten
kazı başkanı İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi
arkeoloji Bölümü Protohistorya ve Önasya
Arkeolojisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç.Dr.
Şevket Dönmez, İHA muhabirine yaptığı açıklamada,
"100 bireyi aşan mezarlık boyutu ve mezar yapımında
kullanılmış yerleşme dışı malzemeler, Oluz Höyük’ü
mezarlık olarak seçmiş göçebe Türk aşiretinin 1071
Malazgirt Savaşı’ndan önce en az 100-150 yıldır
Amasya bölgesinde olduğunu göstermektedir” dedi.
Kazı çalışmaları sırasında arazi gözlemine dayalı
ilk önerilerinin, mezarlıkta açığa çıkarılan
bireylerin 10. ve 11. yüzyıllarda yaşamış göçebe
insanlar olduğu yönünde geliştiğini belirten Doç.Dr. Şevket Dönmez, “Bu bireyler İslam dini
gelenekleriyle gömülmüşlerdi. Ancak, 6 yaşındaki bir
kız çocuğunun mezarından çıkan tunç küpeler ile
fibulanın yanı sıra, mezarların Geç
Roma Dönemi kiremitleri, taşlar ve ahşaplarla
oluşturulmuş olmaları, hem İslamiyet dışı ölü gömme
geleneklerine hem de mezarlık sahiplerinin malzeme
zafiyeti yaşamış olduklarına işaret ediyordu. Bu
değerlendirmeler ışığında mezarlığın, 10-11.
yüzyıllarda Amasya ve yakın çevresinde yaşamaya
başlayan, göçebe yaşam tarzına sahip öncü bir Oğuz
(Türkmen) aşireti ile ilgili olabileceği sonucuna
varılmıştı. Arkeolojide doğru ve kesin tarihlendirme
çok önemli bir husustur.
Oluz Höyük Ortaçağ
Mezarlığı’nın kesin tarihini öğrenebilmek amacıyla,
kazının antropoloji uzmanı Prof.Dr. Yılmaz Selim
Erdal tarafından iki iskelet üzerinde yaş tayini
amacıyla
Tokyo Üniversitesi’nde yaptırılan C14
analizleri, söz konusu bireylerin 1020-1077
tarihleri arasında ölmüş olduklarına işaret
etmiştir. Amasya ve yakın civarını yurt tutmuş Oluz
Höyük mezarlığı bireylerinin, kazının daha 8.
yılında 100’ü aşmış bulunması, mezar sayısının yakın
gelecekte daha da artacağına ve aşiretin oldukça
kalabalık olduğuna işaret etmektedir. Ayrıca Oluz
Höyük dışından taşınmış ve mezarlarda kullanılmış
Geç Roma Dönemi kiremitleri, mezarlık sahiplerinin
yakın çevreyi gayet iyi bildiğini göstermektedir. Bu
veriler ışığında 100 bireyi aşan mezarlık boyutu ve
mezar yapımında kullanılmış yerleşme dışı
malzemeler, Oluz Höyük’ü mezarlık olarak seçmiş
göçebe Türk aşiretinin, 1071 Malazgirt Savaşı’ndan
önce en az 100-150 yıldır Amasya bölgesinde olduğunu
göstermektedir. Bu durumda Kuzey-Orta Anadolu’da
öncü Türk grupların 10. yüzyıldan itibaren dağınık
da olsa görünmeye başladığı anlaşılmaktadır” diye
konuştu.
Mezarlığın civardaki tarihi köylerin gömü alanı
olmaması, dağların arasında nirengi noktası yaratan
konumu, su kaynağının yakında bulunuşunun, yerleşik
olmayan ve bölgedeki varlıkları bilinen Ulu Yörükler
adlı Türkmen boyuna işaret ettiğini vurgulayan
Şevket Dönmez, “Anadolu’ya gelen öncü Türkler
genellikle Müslümandı. Buna karşın göçebelerin İslam
dininden yerleşikler kadar derin etkilenmemiş
oldukları gözlemlenmektedir. Oluz Höyük mezarlığı
bulguları İslamiyet öncesi Türk din ve kültüründen
izler taşımaktadır. Küpeleri ve fibulası ile
defnedilen kız çocuğu bu duruma çarpıcı bir
örnektir. Tüm verilerin titiz bir şekilde
değerlendirilmesi sonucu, Oluz Höyük mezarlığının
kısa bir süre önce İslamiyeti kabul etmiş, buna
karşılık İslamiyet öncesi dün ve kültürden izler
taşıyan, üstüne üstlük yaşamaya başladığı
coğrafyanın ölü gömme geleneklerinden de etkilenmiş
olan öncü göçebe Türklere ait olduğu ihtimali çok
kuvvetlendi" şeklinde konuştu.
Oluz Höyük mezarlığındaki bireyler arasında 6
yaşında bir kız çocuğuna ait kafatasının oldukça
sağlam durumda olduğuna değinen Dönmez, hastalık
sonucu öldüğü saptanan kızın kafatasının üzerinin
plasterin ve silikon benzeri özel maddeler
kullanılarak gerçekleştirilen yeniden yüzlendirme
çalışmaları sonucu, uzmanlar tarafından kemik
yapısına uygun görünümünün ortaya çıkarılıp, teslim
edildiği Amasya Müzesi’nde sergilenmeye başladığını
sözlerine ekledi.
Milliyet, 27.01.2015
|
ARKEOLOGLARIN KADRO SAVAŞI
Yenikapı’daki metro
inşaatında çalışan arkeologlar kadroları
hafriyat şirketi üzerinde gösterildiği için
açtıkları davayı kazandı. Yargıtay da onaylarsa
Kültür ve Turizm Bakanlığı yaklaşık 34 arkeoloğu
işe almak zorunda kalacak.
Yenikapı metro inşaatında yıllardır çalıştırılan
arkeologlar iş mahkemesinde Kültür ve Turizm
Bakanlığı aleyhine açtıkları davayı kazandı.
Bakanlık adına kazılarda görev yapan
arkeologların kadroları hafriyat şirketi
üzerinden gösterilmiş.
İstanbul 17. İş Mahkemesi, arkeologların
Kültür ve Turizm Bakanlığı çalışanı olduğunu
tespit etti. Yargıtay da onaylarsa yaklaşık 34
arkeoloğun bakanlık tarafından işe alınması
gerekecek.
Marmaray Yenikapı istasyon inşaatında bilimsel
arkeolojik kazılarda binlerce müzelik değerinde
eser ortaya çıkarılmış, İstanbul’un geçmişi de 8
bin 500 yıl önceye kadar gitmişti. İlk
İstanbullular hakkında geniş bilgiler elde
edilmiş, 40’a yakın batık tespit edilmişti.
Arkeoloji tarihi açısından bu önemli buluş ve
bilgilerin altında hep arkeologların imzası
vardı. Gece gündüz, yağmur çamur demeden
yıllardır kazılara devam ettiler. Hala daha
bilimsel verileri toplamak için laboratuvar
çalışmalarını sürdürüyorlar.
İŞE MÜZE ALDI
Arkeologlar bu işe Kültür ve
Turizm Bakanlığı İstanbul Arkeoloji Müzeleri
Müdürlüğü tarafından alındılar. İşyerleri ve
yapacakları işler Müze Müdürlüğü tarafından
belirlendi. İş talimatlarını günlük olarak müze
müdürlüğünün atadığı Kültür ve Turizm Bakanlığı
memuru olan Müze Uzmanı tarafından verildi. Yine
günlük ve yıllık izinler ile diğer mazeret
izinleri müze tarafından kullandırıldı.
2863 SAYILI YASAYA TERS
2863 sayılı yasaya göre arkeolojik kazıları ve
bulunan tarihi eserleri ancak müze uzmanları
taşır. Hafriyat şirketinde kadrolu arkeologlar
Yenikapı’da bu yasaya göre kültür varlıklarını
taşıdılar, korudular, toprak altından
çıkardılar. İş akitleri yine müze tarafından
feshedildi. Ancak maaşları ve SGK primleri
Özşahinler Hafriyat ve Nakliyat şirketi
tarafından ödendi. Yani kadroları inşaatın
hafriyatını yapan bu şirkette görünüyor.
Şirketin yerini bile bilmeyen, hiçbir
yöneticisini tanımayan arkeologlar bu duruma
isyan ederek iş mahkemesinde dava açarak
bakanlık personeli olduklarının tescilini talep
ettiler.
BAKANLIK ELİYLE OLUR
İstanbul 17. İş Mahkemesi, işin başlangıcından
beri çalışan arkeologların Kültür ve Turizm
Bakanlığı çalışanı olduklarına hükmetti.
Gerekçeli kararını da şöyle açıkladı: “Davacının
yaptığı iş arkeolojik işler olup kazı ve benzeri
yöntemlerle ortaya çıkarılan tarihi yapıtları
kültürel, sanatsal ve tarihsel yönden
inceleyerek tarihi devirlerde insanlığın
geçirdiği aşamaları, yaşam biçimlerini, o yörede
yaşamış insanların tarihsel süreçlerde
geçirdikleri gelişme ve evreleri ortaya
çıkararak kamu adına ve milletlerin ve
insanlığın tarih biçimine hizmet eder şekilde
faaliyet sürdürürler ve tarihi kültürel
varlıkları ortaya çıkarırlar. Arkeologların
yaptığı davaya konu iş ise toplumun tamamını
ilgilendiren ve sadece bakanlık eliyle yapılması
ve denetlenmesi gereken bir iş olup alt
işverenlere devredilemez. Aksi halde görevli
arkeologların iş güvencesi kaygısı ve bazı
nedenlerle alt işveren çalışanı olarak görevini
gereği gibi yapması zorlaşacaktır.”
ŞİMDİ NE OLACAK
Yargıtay kararı onaylarsa bakanlık, Yenikapı
kazılarında çalışan arkeolog, restoratör ve
sanat tarihi uzmanlarını işe almak zorunda
kalacak. Bundan böyle de kurtarma kazılarında
bakanlık adına çalışan personel başka bir
şirketin personeli olarak çalıştırılamayacak.
Bakanlık ihtiyaç duyduğunda ya sözleşmeli
personel olarak arkeologlarla çalışacak ya da
kazılar için ayrı bir arkeolog kadrosu
bulunduracak. Bu da arkeologlar için yeni
istihdam demek.
Hürriyet, Haber: Ömer Erbil, 27.01.2015
|
SAGALASSOS'A ZİYARETÇİ AKINI
Ağlasun'a 7 kilometre uzaklıktaki Antik Yunan'da
Pisidya'nın başkenti olan Sagalassos antik kenti,
2014 yılında yerli ve yabancı turistlerin akınına
uğradı. Antik kenti geçen yıl 24 bin 526 yerli ve
yabancı turist ziyaret etti. Ziyaretçi sayısı bir
önceki yıla göre 290 kişilik düşüş yaşansa da elde
edilen gelir aynı döneme göre yüzde 90'ın üzerinde
artış gösterdi. 2013'te ziyaretlerden 76 bin 910
lira gelir sağlanırken, 2014 yılında bu rakam 146
bin 820 liraya yükseldi.
Ziyaretçi sayıları yerli ve yabancı olarak
değerlendirildiğinde ise 2013 yılında 14 bin 773
olan yerli ziyaretçi sayısı, 2014'te 15 bin 36'ya
yükseldi. 2013'te 10 bin 43 yabancı antik kenti
ziyaret ederken, bu sayı 2014'te 9 bin 490'a düştü.
Gerçek Gündem Haber: Sadun Kılıç, 27.01.2015
|
5 BİN YILLIK CUMATEPE HÖYÜĞÜ YOK OLUYOR
Bursa’nın İnegöl İlçesi’nin kent merkezinde
bulunan ve içinde 5 bin yıllık yerleşme bulunan
Cumatepe Höyüğü, yoğun yapılaşma nedeniyle yok
oluyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından hazırlanmış
‘Tescilli Arkeolojik Sit Alanları’ listesinde de yer
alan Cumatepe Höyüğü, yoğun yapılaşma tahribatı
nedeniyle gün geçtikçe eriyor. İnegöl İlçe
merkezindeki belediye binasının arka tarafında yer
alan Cumatepe Höyüğü, tüm çevresinin yapılarla
kaplanması sonucu gözden kayboluyor. Üzerine evler
de inşa edilen höyüğün hemen yanından ise yol
geçiyor. Günümüzde binaların arasında ufak bir
bölümü kalan yerleşmenin yaklaşık üçte biri yok
oldu. Geçmişi İlk Tunç Çağı dönemine uzanan
yerleşmenin üst kısmında küçük çaplı bilimsel kazı
yapılmış, fakat kazı alanı ilgisizlikten dolayı
çöplük haline dönüşmüş.
arkeolojihaber.net, 26.01.2015, Fotoğraf: Murat
Başlar - Ömer Kır
|
SEPTİMUS SEVERUS KÖPRÜSÜ ONARIM BEKLİYOR
Araban İlçesi'ndeki yok olma tehlikesi ile karşı
karşıya olan tarihi Septimius Severus köprüsü
yıllardır restorasyon yapılarak kurtarılmayı
bekliyor.
İlçeye bağlı Gümüşpınar Mahallesi Muhtarı İbrahim
Özkan yaptığı açıklamada, Sıtmapınar Çayı üzerinde
bulunan tarihi Septimius Severus Köprüsü’nün
asırlardır dış tahribatlara direnerek bugüne kadar
geldiğini belirtti. Özkan, tarihi köprünün
kurtarılması için yıllardır restorasyon çalışması
yapılacak diye beklediğini ifade ederek, biran önce
restorasyon çalışması başlatılmazsa bölgenin her an
önemli bir tarihi eserini kaybedeceğini söyledi.
Köprünün 6 ayağının olduğunu ancak 1 tanesi hariç
diğerlerinin zamanla yıkıldığını anlatan Özkan,
"Bölgemizin önemli tarihi eserlerinden olan
Septimius Severus Köprüsü’nün kurtarılması için
bölge halkı olarak
Ak Parti
Gaziantep Milletvekili Mehmet Erdoğan’dan yardım
bekliyoruz. Sayın vekilimiz Erdoğan’ın tarihi köprü
için yardımları olmazsa yakın bir gelecekte bölgenin
en önemli tarihi eserlerinden birisi olan tarihi
Septimius Severus Köprüsü yok olabilir. Bir an önce
tarihi köprüde restorasyon çalışması başlatılarak
köprünün tarih turizmine kazandırılmasını istiyoruz"
dedi.
Özkan, ayrıca, dönemin Gaziantep İl Kültür ve Turizm
Müdür Vekili Mehmet Aykanat’ın Araban İlçesi'ndeki
Roma döneminden kalma Septimius Severus
Köprüsü’nün restorasyon projesinde, ihale aşamasına
gelindiğini ve turizme kazandırılması amaçlanan
köprünün çevre düzenleme ve restorasyonuna yönelik
çalışmalar yürüttüklerini ifade ettiğini hatırlattı.
Özkan, dönemin Gaziantep İl Kültür ve Turizm Müdür
Vekili Mehmet Aykanat’ın, bu çerçevede, 2011 yılında
Karayolları Genel Müdürlüğü Sanat Yapıları Daire
Başkanlığı Tarihi Köprüler Şube Müdürlüğü ile
yazışmalar yaptıklarını ve yapılan yazışmalar
sonucunda köprünün 2012 yılı çalışma programına
alındığını ve köprünün restorasyon projesi
ihalesinin Karayolları 5. Bölge Müdürlüğü’nce
yapıldığını ve en kısa zamanda köprüde restorasyon
çalışmaları başlatılacağını açıkladığını da
anımsattı.
Milliyet, 26.01.2015
|
AGORA'DA KAZI ALANI GENİŞLEDİ
Dünyada kent merkezinde yer alan en büyük agora
olarak bilinen İzmir (Smyrna) Agorası, kazı alanını
biraz daha büyüttü.
Sadece Agora kamulaştırmaları için 37.5 milyon
liranın üzerinde bir bedel ödeyen İzmir Büyükşehir
Belediyesi, kazılar için ayrıca destek veriyor.
Kadifekale'deki antik Roma tiyatrosunun da ortaya
çıkarılmasıyla, bölgenin turizmde yeni bir yıldız
olması bekleniyor.
İzmir Büyükşehir Belediyesi, tarihi İzmir
Agorası'nın gün yüzüne çıkarılması için desteklerine
devam ediyor. Her metrekaresinden tarih fışkıran ve
dünyanın kent merkezindeki en büyük agorası olarak
bilinen “İzmir Agorası"nın kazı alanını yaptığı
kamulaştırma çalışmaları ile genişleten Büyükşehir
Belediyesi, Çankaya Katlı Otopark tarafındaki
bölümde bazı binaları kamulaştırılarak kazı alanını
biraz daha genişletti. Yine aynı kapsamda 920 sokak
da trafiğe kapatılarak kazı alanına dahil edildi.
Bölgede trafiğin rahat akması için 816 sokak gidiş-
geliş iki şeride çıkarıldı.
ÖZEL TASARIM KORUMA DUVARI
Büyükşehir Belediyesi kazı çalışmalarına destek
verdiği Smyrna Agorası'nın etrafını da özel
tasarımlı duvarla çevreledi. Yapım çalışmaları
tamamlanmak üzere olan “Smyrna Agorası ören yeri
güvenlik duvarı", yüksek kullanım yoğunluğuna sahip,
İkiçeşmelik Caddesi ile bütünleşen tarihi Agora'nın
güvenliğini sağlayacak şekilde yapılandırıldı.
Agora'nın arkeolojik zenginliğini gözler önüne
serecek şekilde tasarlanan koruma duvarı, hem
kentlilerin hem de ziyaretçilerin dinlenmelerine
imkan veren oturma alanlarına da sahip. Yaklaşık 3
metre yüksekliğindeki duvar 810 metre uzunluğunda.
Ayrıca engelli ulaşımına olanak sağlayan giriş,
güvenlik, bilet gişesi ve emanet odası bölümleri ile
ziyaretçileri olumsuz hava koşullarından korumayı
amaçlayan, yüksek teknolojili, çelik taşıyıcılı bir
üst örtü için çalışmalar sürüyor.
37 MİLYON 567 BİN LİRALIK KAMULAŞTIRMA
İzmir Büyükşehir Belediyesi, ilk
kamulaştırmalarına 1997 yılında başlanan, ilk yıkımı
ise 2005 yılında gerçekleştirilen tarihi alanda,
“Agora ve Çevresi Koruma, Geliştirme ve Yaşatma
Projesi" çerçevesinde bugüne kadar 37 milyon 567 bin
liralık kamulaştırma bedeli ödedi. Büyükşehir
Belediyesi, kazı çalışmaları için ayrıca her yıl
yaklaşık 1 milyon liralık destek veriyor.
Büyükşehir Belediyesi, Agora'da yıllardır atıl
duran, kullanılmayacak durumda ve yıkılmaya yüz
tutmuş tarihi yapılardan birini, İzmir Kalkınma
Ajansı'nın destek programından yararlanarak “Agora
Kazı Evi" olarak restore etti. Ayrıca İkiçeşmelik
Caddesi üzerinde bulunan diğer iki ayrı tescilli
bina da “Agora Müze Evi" olarak kullanılmak üzere
yine Büyükşehir Belediyesi tarafından restore
ediliyor. Bina, çalışmaların tamamlanmasının
ardından, Agora ören yerinden çıkarılan eserlerin de
sergilenebileceği bir cazibe alanı olarak kente
kazandırılacak. Nihai hedef ise, Kadifekale'deki
antik Roma tiyatrosunun da ortaya çıkarılmasıyla,
bölgenin turizmde yeni bir “yıldız" haline
getirilmesi.
Tarihi alandaki arkeolojik kazılar, Dokuz Eylül
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nden Yrd. Doç.Dr.
Akın Ersoy başkanlığındaki ekip tarafından
sürdürülüyor.
Gerçek Gündem, 26.01.2015
|
ATATÜRK ORMAN ÇİFTLİĞİ'NDE CAMİYE İPTAL
Mimarlar Odası Ankara Şubesi, 1. Derece sit alanı
olan Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) arazisinde kalan
Gazi Üniversitesi Hastanesi'nin önünde yapılması
planlanan cami inşaatını yargıya taşıdı. Ankara 6.
İdare Mahkemesi, cami projesinin planlarını
‘planlama ilkelerine ve imar mevzuatına uygun
olmadığı’ gerekçesiyle iptal etti.
Gazi Üniversitesi de plana karşı çıkıp davaya
müdahil olarak, caminin hastanenin acil servisinin
önüne yapılacağı için hastaneye giriş çıkışları
aksatacağı ve sağlık hizmetini engelleyeceği
gerekçesiyle itiraz etmişti.
MAHKEMEDEN İLKE VURGUSU
Mahkeme planları iptal ederken kararında, plan
değişikliğinin, “planın dayanağı durumundaki üst
ölçekli 1/10.000 ölçekli AOÇ Alanları Nazım İmar
Planı ve 1. Derece Doğal ve Tarihi Sit Alanı Koruma
Amaçlı İmar Planında öngörülen bir park alanının
kaldırılmış olmasına karşın bu alana eşdeğer bir
alan oluşturulmaması nedeniyle planlama ilkelerine
ve imar mevzuatına uygun olmadığı, yeni trafik
talepleri doğuracağına' vurgu yaptı.
HASTANE HİZMETLERİNİ AKSATACAKTI
Projeye ilişkin konuşan Mimarlar Odası Ankara
Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan, ‘’Atatürk Orman
Çiftliği alanında, Büyükşehir Belediyesi’ne karşı
kazanılmış bir davamız daha oldu. Büyükşehir
Belediyesi’nin plan değişikliği ile yine bir AOÇ
alanını yapılaşmaya açmak istedi, karşılığında dava
açtık ve kazandık. Yine plan değişikliği yapması
muhtemel. Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin rant
planlarını hayata geçirmek için yaptığı plan
değişiklikleri, Ankara’da oldukça meşhur. Büyükşehir
Belediyesi’nin her zaman olduğu gibi camii için de
yer seçimi yanlıştı. Yer seçimi halkın camiye
erişebileceği bir alanda değildi’’ dedi.
Gazi Üniversitesi’nin de davaya müdahil olduğunu
belirten Candan şunları dile getirdi: “Camii tek
başına camii olarak değil, konferans salonu, ticari
alan ve altında otopark yapılması planlanmıştı.
Bölgeye trafik yükü getirecek olan Camii, Gazi
Üniversitesi Tıp fakültesi acilinin önüne yapılacağı
için hastaneye giriş çıkışları aksatacaktı. Ve
sağlık hizmetini engelleyeceği gerekçesiyle Gazi
Üniversitesi de itiraz etmişti. Aynı sebeplerle
açtığımız davaya Üniversite de müdahil olmuştu. Ben
bildiğimi okurum mantığında ki Büyükşehir Belediyesi
makamında bulunan Melih Gökçek, bu tutumundan
vazgeçmeli ve işi uzmanlarına danışmalıdır. Camii
yapılabilecek birçok uygun alan bulunabilir
Ankara’da. Atatürk Orman Çiftliği’ne ait arazilerde
yapılaşma planlarından vazgeçmelidir. ”
Cumhuriyet, 26.01.2015
|
MÜZELER ZARURETTEN ESER SATIYOR
Ekonomik kriz yaşayan müzeler, kaynak elde etmek
için koleksiyonlarındaki eserleri satmaya başladı.
Geçtiğimiz yıl 4 bin yıllık Mısır heykelini elden
çıkaran İngiltere’deki Northampton Müzesi’nden sonra
şimdi de Amerika’daki ünlü sanat müzesi MOMA,
kurumun masraflarını karşılamak için Fransız ressam
Monet’nin kavaklar serisinden önemli bir tablosunu
satışa çıkardı.
Dünya müzeleri son yıllarda büyük ekonomik
krizlerle karşı karşıya. Hükümetlerin kültür ve
sanatta yaptığı kesintilerin yanı sıra artan sigorta
ve güvenlik masrafları pek çok müzeyi zora sokarken,
yöneticileri farklı arayışlara itiyor. Müzeler,
masraflarını karşılamak ve yeni yatırımlar yapmak
için koleksiyonlarındaki eserleri müzayedelerde
satışa çıkarıyor. Kurumlar eserleri satılığa
çıkarmaktan memnun olmasa da değişen şartlar böyle
bir yöntemi gerekli kılıyor. New York’taki ünlü
modern sanat müzesi MOMA da koleksiyonundaki Fransız
ressam Claude Monet’nin “Les Peupliers à Giverny”
adlı tablosunun, Sotheby’nin 23 Şubat’ta
gerçekleştireceği açık artırmada yer alacağını
duyurdu.
Müzayede kataloğunda MOMA’nın bu eseri müzenin
ihtiyaçları ve yapacağı yatırımlar dolayısıyla
satışa çıkardığı şeklinde bir not yer alırken,
Monet’nin 13,6 ile 18 milyon dolar arasında fiyat
biçilen eserine, daha müzayedeye çıkmadan ilgi
büyük. Londra’da düzenlenecek müzayedeye Çin ve
Rusya gibi ülkelerden büyük koleksiyonerlerin dikkat
kesildiği ve hatta eserin şimdiden satıldığı
konuşulmakta. Monet’nin 1887 tarihli bu tablosu,
daha önce hiç müzayedeye çıkmamış. Monet’nin Paris’e
seksen kilometre uzaklıkta, Giverny’deki kır evinin
kenarındaki kavakları resmettiği bu ünlü eser,
sanatçının “Kavaklar” serisinden önemli bir çalışma.
1951’de New Yorklu koleksiyonerler William ve Evelyn
Jaffe tarafından MOMA’ya bağışlanan ve kurumun
koleksiyonunda uzun yıllar sergilenen bu eserin
satılacağı haberinin duyulması, sanat dünyasında pek
çok eleştiriye de neden oldu. Zira, sanat
eleştirmenleri, açık artırmaya girdikten sonra bu
tablonun özel bir koleksiyonda yer alıp
sanatseverlerin erişiminden uzak kalmasından endişe
duyuyor. Öte yandan, müzenin herkesi memnun etmede
yaşayacağı zorluğa dikkat çekilerek, dünyanın önemli
sanat kurumlarından MOMA’nın yeni yatırımlar
yapabilmesi için bu kararın gerekli olduğunu
düşünenler de var.
4000 yıllık Sekhemka heykeli
MISIR
HEYKELİ SATAN MÜZE
Son yıllarda Monet koleksiyoncular arasında
hatırı sayılır bir yükselişe geçmiş durumda.
Özellikle Ortadoğu, Asya ve Rusya’dan
koleksiyonerlerin yoğun ilgi gösterdiği usta
ressamın MOMA’daki bu önemli tablosu bir süre sonra
özel bir koleksiyona dahil olacak. Sanat dünyası
şimdi, müze yönetimlerinin, kurumlara bağışlanan
eserleri daha sonra satmaya hakkı olup olmadığı
sorusunu tartışıyor. Bu konuda görüş birliğinden söz
etmek mümkün değil. Müze yönetiminin kararına bağlı
olan bu eylem değişen şartlar göz önünde
bulundurulduğunda akla gelen ilk eylem planlarından
biri oluyor.
Koleksiyonundaki eserleri satan müzeler sınıfında
MOMA yalnız değil. İngiltere’deki Northampton
Müzesi, geçtiğimiz temmuz ayında 1880’de müzeye
bağışlanan kireç taşından yapılmış 4000 yıllık
Sekhemka heykelini açık artırmada 23 milyon dolara
satmıştı. Bölgedeki müze ve sanat galerisinin
masraflarını karşılamak üzere böyle bir çözüm üreten
müzenin tavrına karşılık sanat çevreleri tarihi
miras niteliğindeki heykelin satışa çıkarılmasını
“pervasızlık” olarak nitelendirmişti. Mısır’ın
Britanya Elçisi Ahsraf Elkholy, heykelin satışa
çıkarılmasını “Mısır arkeolojisi ve kültür mirasının
suistimal edilmesi” olarak değerlendirmişti.
Sanat
eserleri gözden uzak kalacak
Müzelerin masraflarını karşılamak ve kurumlarında
yenilikler yapmak için bu tür satışlara yöneldiğine
dair haberlere sanatseverler önümüzdeki günlerde
daha çok şahit olacak. Hükümetlerin sanat
kurumlarına verdiği desteğin azalması, bu türden
zorunlu satışların sayısını artıracak. Pek çok kurum
faaliyetlerini devam ettirebilmek için mecburen bu
yola başvuracak gibi görünüyor. Müzelerle özdeşleşen
ve sanatseverlerin ilgi gösterdiği sanat eserlerinin
bir bir gözden uzak kalacak olması ise çok ciddi bir
endişe. Bu tür satışların artması, elbette
koleksiyonerleri müzelere bağış yapma konusunda bir
kez daha düşünmeye, eğilimlerini gözden geçirmeye de
itecektir. Her halükarda sonuçtan etkilenen yine
sanatseverler olacak.
Hürriyet, Haber: Musa İğrek, 26.01.2015
|
ASURLULAR DA STRESE GİRMİŞ
İngiltere’de biliminsanları
Travma Sonrası Stres Bozukluğu’nun (PTSD)
Milat’tan Önce 1300 yılında yaşamış askerlerde
de görüldüğünü tespit ettiklerini açıkladı.
AnglIa Ruskin Üniversitesi’ndeki
araştırmayı gerçekleştiren Prof. Jamie Hacker
Hughes BBC’ye yaptığı açıklamada, “Asur
kayıtlarında askerler öldürdükleri insanların
hayaletlerini gördüklerini ve seslerini
duyduklarını anlatıyor. Bu günümüzde bir
savaşta göğüs göğüse mücadele veren ve şiddeti
yaşayan askerlerin deneyimleri ile birebir
örtüşüyor” dedi. Prof. Hughes bu keşiften önce
PTSD ile ilgili en eski kaydın Yunanlı tarihçi
Heredot’un Milat’tan Önce 490 yılında
gerçekleşen Marathon Savaşı’nı anlattığı bir
kitapta bulunduğuna inandıklarını söyledi.
Savaş, kaza, doğal afet, tecavüz ya da katliam
gibi şiddet olaylarını bizzat yaşayan kişilerin
uzun zaman geçtikten sonra bile olayı hayalinde
tekrar yaşaması olarak bilinen PTSD, ilk kez
ABD’nin Vietnam Savaşı sonrasında tıp
literatürüne girmişti.
Hürriyet, Haber: Birce Bora, 26.01.2015
|
TENTEN DESENİNE 2.5 MİLYON EURO
Belçikalı çizer Herge tarafından 1929’da yaratılan
ünlü çizgi roman dizisinin karakteri Tenten’in
1942’ye ait bir deseni açık artırmada satışa
sunulacak.
Brüksel Güzel Sanatlar Fuarı’nda açık artımaya
çıkacak olan “L’Etoile Mysterieuse” adlı desenin
2 buçuk milyon euro’ya alıcı bulması bekleniyor.
Müzayede bu hafta boyunca sürecek. Herge’nin
hayatını kaybettiği 1983’ten bu yana özel bir
koleksiyonerde bulunan desenin müzayededen önce
sanatçıya ait vakfa verildi.
Milliyet, 26.01.2015
|
YANGININ KÜLLERİ İKİ YILDIR KALKMADI
Galatasaray Üniversitesi’nin
142 yıllık tarihi binası yanalı iki yıl oldu.
Yangının ardından, İstanbul 3 Numaralı Kültür
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu vakfın sunduğu
projeyi kabul etmediği için tadilata hala
başlanamadı.
Galatasaray Üniversitesi’nin 22 Ocak 2013’te
çıkan yangın sonrası kullanılamaz hale gelen 142
yıllık tarihi binasının restorasyonu iki yıldır
bekliyor. Bina, 1’inci Grup Kültür Varlığı
statüsünde. Bu yüzden tadilat için Kültür
Varlıklarını Koruma Kurulu’nun da onayı
gerekiyor. Yangından sonra restorasyon için
üniversitelerin mimarlık bölümlerinden hocaların
da yer aldığı 8 kişilik bir danışma kurulu
oluşturulmuştu.
SON
AŞAMAYA GELİNDİ
Ancak üniversite yönetiminin restorasyon
işlerini bir protokolle Galatasaray Eğitim
Vakfı’na devretmesi üzerine bu gruptaki üyeler
istifa etmişti.
İstanbul 3 Numaralı Kültür Varlıklarını
Koruma Bölge Kurulu vakfın sunduğu projeyi kabul
etmediği için tadilata başlanamadı. Rektör
Prof.Dr. Ethem Tolga bina hakkındaki bilgileri Genel
Sekreter Ayşe Dilek Anadol’un verdiğini söyledi.
Anadol da projede düzeltmeler yapılıp yeniden
kurula sunulduğunu ve son aşamaya gelindiğini
belirtti.
‘ÇATIYI
BİLE ÖRTMEDİLER’
Restorasyon için uzmanlardan oluşan gruptan
istifa edenlerden İTÜ Mimarlık Fakültesi öğretim
üyesi Prof.Dr. Kemal Kutgün Eyüpgiller, kurulun
yangın sonrası binanın üzerinin geçici çatıyla
örtülmesini istediğini ancak bunun
uygulanmadığını belirterek şöyle dedi: “Açık
çatı kış mevsimi boyunca binanın yağmur ve kar
altında kalmasına neden oldu.
Galatasaray Üniversitesi Genel Sekreteri Ayşe
Dilek Anadol, tadilata neden başlanamadığını
şöyle anlattı: “Rölöve ve restitüsyon projeleri
yapılıyor. Koruma kurulu en son bizden kalem işi
süslemelerle ilgili istediği bir düzeltme vardı.
Onları tamamladık. Bir de binanın statik
durumunu gösteren statik raporu isteniyor. O da
elde edildikten sonra yeniden kurula sunulacak.
Son aşamaya geldik.”
Hürriyet, Haber: Esra Ülkar, 25.01.2015
|
AYASOFYA YİNE ZİRVEDE
Kültür ve Turizm Bakanlığı, müze ve ören yerlerinden
elde edilen gelirin geçen yıla kıyasla 2014'te yüzde
39'luk artışla 435 milyon liraya çıktığını bildirdi.
Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik "Müze ve ören
yerlerinden elde edilen gelirlerin artmasının nedeni
izlenen yenilikçi ve akılcı uygulamalar" dedi.
Turistlerin tercihi değişmedi
Değerlendirme raporuna 2013'te yerli ve yabancı
turistlerin en fazla ilgi gösterdiği mekanlar
2014'te de ilk sıralarda yer aldı. İstanbul Ayasofya
Müzesi ilk sırada gelirken onu Topkapı Sarayı
Müzesi, Mevlana Müzesi, Pamukkale Hierapolis Ören
Yeri takip etti.
Çağdaş şehir kartı
Bakan Çelik, Museum Pass İstanbul ile Museum Pass
Cappadocia'nın, dünyada kullanılan şehir kartlarının
Türkiye'deki ilk örnekleri olduğunun altını çizerek
asıl hedefin bunların çağdaş şehir kartına
dönüştürülmesi olduğunu bildirdi.
Akşam, 25.01.2015
|
KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİNDE ORTAYA ÇIKAN DÜNYANIN EN
BÜYÜK YERALTI ŞEHRİ
Nevşehir Belediyesi tarafından projelendirilerek
Toplu
konut İdaresi Başkanlığı(TOKİ) işbirliği halinde
hayata geçirilen Nevşehir Kalesi ve Çevresi Kentsel
Dönüşüm Projesi uygulaması sırasında bulunan
dünyanın en büyük yeraltı şehrinin ortaya
çıkartılmasına yönelik temizlik çalışmalarına
başlanıldı.
Nevşehir Belediyesi’nin öncülüğünde başlatılan
temizleme çalışmalarını yerinde inceleyen Nevşehir
Belediye Başkanı Hasan Ünver, sürdürülen temizlik
çalışmalarına ilişkin olarak yetkililerden bilgiler
aldı.
Nevşehir Belediye Başkanı Hasan Ünver, Nevşehir
Kalesi’nin hemen alt bölümünde Antropolog Mevlit
Coşkun’un bilimsel sorumluluğunda başlatılan
çalışmalara her türlü desteğin sağlandığını
belirtti. Kapadokya ve Türkiye turizmi açısından
ortaya çıkartılan yeraltı şehrinin vazgeçilmez bir
önem taşıdığını aktaran Ünver, gerek ulusal ve
gerekse de uluslararası medya organlarında geniş
yankı uyandıran dünyanın en büyük yeraltı kentinin
bir bütün halinde en kısa sürede turizmin hizmetine
sunulmasının amaçlandığını belirtti. Ünver,
“Nevşehir Belediyesinin öncülüğünde ve diğer
kurumlarımızın da omuz omuza vermesi ile Kale
çevresindeki yerlerin temizleme ihalesi yapıldı.
Buradaki çalışmalarda ilk mekanlara ulaşmaya
başladık. Temizlik çalışmaları bittikçe bu eski
alanı, tüm orijinalliği ile yeni bir mekan olarak
tüm dünyaya armağan edeceğiz” diye konuştu.
Temizleme çalışmalarının genel koordinatörlüğünü
yapan
arkeolog Mevlut Coşkun da, bu alanda ilk etapta
kaya mekanlarının içerisindeki dolgu toprağını
temizlenmesinin yapıldığını ve bu çalışmalarından
ardından da bu mekanların ne işe yaradığı konusunda
arkeologlarla fikir alışverişi içerisinde
olduklarını belirtti. Coşkun, sürdürülen
çalışmaların hemen ardından bu alanda ölçümleme
çalışmalarına geçileceğini ifade ederek, İleriki
günlerde sürdürülen çalışmalara ilişkin olarak
kamuoyuna belirli aralıklarla bilgiler verileceğini
kaydetti.
Milliyet, 24.01.2015
|
GÖLET ÇALIŞMALARINA LAHİT ENGELİ
Aydın’ın
Nazilli İlçesi'nde bağlı İsabeyli
Mahallesi'nde
Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından yürütülen
’1000 günde 1000 gölet’ projesi kapsamında
yaptırılan gölet inşaatı sırasında lahit bulundu.
Roma dönemine ait olduğu tahmin edilen lahit ile
ilgili Aydın Müze Müdürlüğü yetkilileri alanda
çalışma başlattı.
Nazilli İlçesi'ne bağlı İsabeyli Mahallesi'nde yapımı
süren gölet çalışmaları sırasında kepçe ile
genişletme yapan operatörler tarihi kalıntılara
rastlanıldı. İşçiler kazı çalışmalarını durdururken,
Aydın Müze Müdürlüğü’ne
haber verildi. Kazı yapılan bölgenin etrafı
çevrilirken, Nazilli İlçe
Jandarma Komutanlığı ekipleri önlem aldı. Müze
Müdürlüğü yetkililerinin gözetiminde lahittin etrafı
kazıldı. Lahittin Geç Roma ve Erken
Bizans dönemine ait olduğu tahmin edilirken,
çevrede başka kalıntıların olup olmadığının tespit
edilmesi, gölet yapım çalışmalara ara verildi. Müze
yetkilileri, kapatılan bölgede kalıntılarının devamı
olmaması halinde gölet çalışmalarına izin
verileceğini belirtirken, bölgenin geçici olarak
koruma altında olduğunu açıkladı.
Kazı çalışmalarında işçilerin mezarı tesadüfen
mezarı bulduklarını ifade eden İsabeyli Mahalle
Muhtarı Birkan Çelik, “Ekipler müze yetkilerine
haber verdi. Bulunan noktanın ilerisinde de birkaç
kalıntı bulundu. Çalışmaların devam edeceğini tahmin
ediyoruz. Kültür Müdürlüğü yada Müze Müdürlüğü ne
kadar ilgi gösterir bilemiyoruz ama biz burada eski
dönemlerde yerleşim olduğunu biliyoruz. Mahallemize
bağlı Yeşildere mevkiimiz daha önce ismi Daville
idi. Burası da Sultanhisar Nysa ve Karacasu
Afrodisias gibi tarihi bir kent diye biliyoruz. 2
bin yıllık geçmişi olduğunu biliyoruz. Bu bölgede
gene yerleşim yerleri olduğuna inanıyoruz. Çünkü
daha önce mahallemize elinde haritalar ile gelen
arkadaşlar oldu. Göletin yapıldığı alanda daha önce
define arayanlar çok yakalandı. Ama biz yerleşim
yerinin Yeşildere Mevkii civarında olduğunu, bu
alanın ise eski tarihte mezarlık olduğunu tahmin
ediyoruz. Biz definecileri mahallemize istemiyoruz.
Halk bundan rahatsız, tek kaygımız şuanda bu. Bu
bölgeyi define merkezi sanmasınlar” şeklinde
konuştu.
Milliyet, 24.01.2015
|
SATILIK PADİŞAH NİŞANI
Osmanlı padişahlarından
2’nci Abdülhamid tarafından ilk kez İngiliz
büyükelçi Sir Henry Layard’ın eşi Lady Layard’a
verilen ve Bursa’da bir kuyumcuda sergilenen
‘Şefkat Nişanı’, İstanbul’da müzayede satılacak.
Kuyumcu Murat Akça, nişanın ilk defa 1878’de
2’nci Abdülhamid döneminde hayır işlerinde
başarılı olan kadınlara verildiğini söyleyerek “
Lady Layard’a 93 Harbi’nde Balkanlar’dan gelen
mültecilere yardım ettiği için verildi” dedi.
Hürriyet, 24.01.2015
|
|
UNESCO'DA GÖBEKLİTEPE SÖZÜ
UNESCO’nun Paris merkezinde
Göbeklitepe konferansı düzenlendi. 50’den fazla
ülkenin temsilcisinin katıldığı konferansta
dinler tarihini 12 bin yıl geriye götüren
Şanlıurfa’daki arkeolojik alana ilginin artması
için çalışılacağı kararı alındı.
MERKEZİ
İstanbul’da bulunan Ortak Nesiller
Entegrasyonu Derneği (TURKEY-ONE), UNESCO’nun
Fransa’daki genel merkezinde ‘Göbeklitepe
Neolitik Yerleşim Alanı; Dinin Doğuşu ve
Medeniyetin Yükselişi’ temalı konferansa ev
sahipliği yaptı. Paris’te düzenlenen konferansta
konuşan ONE Derneği kurucusu ve Başkanı Demet
Sabancı Çetindoğan, sosyal sorumluluk
projeleriyle uluslararası platformlarda
Türkiye’nin görünürlük ve itibarının artmasına
katkıda bulunacaklarını, Şanlıurfa’da bulunan
Göbeklitepe neolitik alanının bu yeni açılımda
bir ilk olacağını vurguladı.
ŞİDDETE
KARŞI KÜLTÜR
Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı
Prof.Dr. Haluk Dursun da Göbeklitepe’nin dünyanın en
eski neolitik yerleşim alanı olduğunun bilimsel
olarak kanıtlandığını hatırlattı. UNESCO
nezdinde Türkiye Daimi Temsilcisi Büyükelçi
Hüseyin Avni Botsalı, dünyada terörizm ve şiddet
sarmalının tırmandığı durumlarda insanlığın
kötülüğe karşı sesini yükseltmesi, UNESCO’yu
güçlendirerek eğitim bilim ve kültür yoluyla
barışa daha fazla katkıda bulunması gerektiğini
söyledi.
ALMAN
BAKAN KONUK
Konferanstan sonra Paris Büyükelçisi Hakkı
Akil tarafından düzenlenen resepsiyona Almanya
Kültür Bakanı Prof. Maria Böhmer de katıldı.
Böhmer, UNESCO’nun bu yıl 28 Haziran-8 Temmuz
arasında Bonn’da yapılacak 39’uncu yıllık toplantısına başkanlık edecek.
Hürriyet, 24.01.2015
|
KARAKÖY'E 320 MİLYON $'LIK 12 YENİ TURİZM TESİSİ
GELİYOR
Beyoğlu Belediye
Başkanı Ahmet Misbah Demircan, Karaköy’de 320 milyon
dolarlık turizm yatırımının devam ettiğini söyledi.
Beyoğlu ilçe sınırları içinde yer alan Karaköy’ün
yeni projelerle yeniden şekillenmeye başladığını
belirten Demircan, yatırım değeri toplam 320 milyon
dolar olan 12 otelin inşaatının sürdüğünü açıkladı.
Karaköy’ün otel yatırımları ve
Galataport ile tarihi yüzünü koruyarak yeni bir
dönüşümün öncüsü olacağını kaydeden Demircan, “Şu
anda devam eden yatırımlar sadece ufak bir esinti.
Asıl bundan sonraki yatırımlar fırtına koparacak.
Hepsi cebimizde, büyük bir gürültü ile geliyor”
dedi.
Bölgede son 10 yılda 551 binadan 259’unun
yenilendiğini belirten Demircan, yeni otellerle
turizme 1600 oda kazandırılacağını söyledi.
Otellerin istihdama da katkı sağlayacağını
vurgulayan Demircan, Galataport ve otellerin
doğrudan 7 bin 500, dolaylı olarak 15 bin kişiye
istihdam yaratacağını dile getirdi.
Demircan bundan sonraki hedefin ise, Taksim
Meydanı’ndan başlayıp Galata, Kuledibi ile
Karaköy’e gelen değişimin Perşembe Pazarı’na
yönelmesi olduğunu ifade etti.
‘Galataport devam edecek’
Galataport’un devlete ödenenden hariç 750 milyon
dolar yatırımı olduğunu belirten Demircan,
projede 400 odalı otel ile toplam 4 bin kişiye
istihdam sağlanacağını vurguladı. Durdurma kararını
da yorumlayan Demircan, “Projede pürüzler var ancak
yatırımcılar bunu aşacak. Mahkemeler bu projelere
toptan dur demez. Eksikler vardır, düzeltilmesi
istenir. Düzeltirsiniz, devam eder. Bunlar olağan
şeyler” diye konuştu.
Taksim Meydanı’nın yeni halini de değerlendiren
Demircan, “İstanbul Büyükşehir Belediyesi baharda
meydan için çalışmalara başlayacak. Direkt bir
yeşillendirme denemez ama yeşil alanlar
oluşturulacak. Büyük saksılarla yeşil adacıklar
oluşacak” dedi.
Milliyet, 24.01.2015
|
TARİHİ KAYAKÖY'E OTEL PROJESİNE TEPKİ
Muğla’nın Fethiye
İlçesi’nde, tarihi eski Rum kenti olan Kayaköy
Mahallesi’nin bulunduğu Levissi bölgesinde 300
yataklı otel yapılmak istenmesi, bölge sakinleri
ve çevrecileri ayağa kaldırdı. Tarihi evlerin
kitle turizmine heba edilmeyecek uluslararası
öneme sahip olduğunu savunan bölge sakinleri ve
çevreciler, projeye karşı çıktı.
1923 yılındaki mübadeleyle Rumların
Yunanistan’a göç etmesinin ardından boşalan
Fethiye’ye bağlı Kayaköy Mahallesi’ndeki tarihi
taş evlerin bulunduğu ’Levissi’ bölgesi, 92
yıldır hayalet kent görünümünde duruyor.
Rumların göç etmesinden sonra tarihi evlerin
bulunduğu alanın dışında yeni yerleşim alanları
oluşurken, Levissi bölgesi ise yaklaşık 10 yıl
önce Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından
turizme açıldı.
Yılda yaklaşık 70 bin turistin ziyaret ettiği
tarihi taş evler, doğa olaylarının etkisiyle her
yıl biraz daha yıpranırken, evlerde bugüne kadar
herhangi bir restorasyon yapılmadı. Yapılan
girişimler sonucu geçen yıl tarihi evlerin
restore edilmesi gündeme geldi, ancak ortaya
çıkan proje mahalle sakinleri ve çevrecilerin
tepkisini çekti.
’300 YATAKLI OTEL PROJESİ’
Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı arasında 2013 yılında imzalanan protokol
sonucu ortaya çıkan projeye göre, ’Doğal ve
Arkeolojik Sit Alanı’ niteliğindeki tarihi taş
evlerin restore edilerek, 3’te birlik kısmının otel
olarak kullanılması gündeme geldi. 20 yıldan uzun
süredir imar sorunu yaşanan tarihi evlerin dışındaki
bölgeye de kısmi inşaat serbestliği getiren projeye
göre, geçen yıl Ekim ayında yapılan ihaleyi kazanan
firma, tarihi köydeki evlerin restorasyonunu
gerçekleştirecek ve 3’te birlik kısmını da 300
yataklı otel olarak kullanılacak şekilde
düzenleyecek.
İPTAL DAVASI AÇILDI
İhaleyi hangi firmanın kazandığı henüz
açıklanmazken, mahalle sakinleri ve çevreciler
’Kayaköy Savunması’ adı altında toplanarak projenin
durdurulması için harekete geçti. Gönüllü avukatlar
geçen yıl Ekim ayı sonunda tahsisin iptali için
Muğla İdare Mahkemesi’ne dava açtı. Mahkeme
sürerken, Kayaköy Savunması üyeleri ise dava
kaybedilse bile tarihi evlerin otele
dönüştürülmemesi için başlattıkları mücadeleye devam
edeceklerini söylüyor. İmar yasağı nedeniyle
yıllardır evlerine çivi dahi çakamayan, yeni ev
yapılamadığı için gençlerini
evlendirilemediklerinden yakınan mahalleliler ise
tarihi evlerin otele dönüştürülecek olmasını
şaşkınlıkla karşılıyor.
’FAKİR YAŞAYALIM ANCAK BURASI BÖYLE
KALSIN’
Kayaköy sakinlerinden 44 yaşındaki Kamil Tekin,
çocuk yaşlardan itibaren bölgedeki imar yasaklarıyla
mücadele ettiklerini söyledi. Yıllarca bölgeye ev
yapamadıklarını kaydeden Tekin, bölgenin bir anda
imara açılmasının arkasında başka nedenler olduğunu
kaydetti. Kayaköy’ün son yıllardaki gelişimiyle
ranta açık hale geldiğini anlatan Tekin, "Yıllarca
imar yasağı nedeniyle ev yapamadık, cezalar yedik.
Birden ne kültür kaldı, ne de tarih. Ömrümüzü imar
yasağıyla mücadele ederek geçirdik. Ancak şimdi
ortaya büyük bir rant çıktı. 300 yataklı otel
projesine karşıyım. ’Birileri zengin olacak’ diye
böyle bir işe girişilmesi yanlış. Biz burada yine
fakir yaşayalım, ancak burası böyle kalsın" dedi.
’TUHAF GELİYOR’
Turistlerin binlerce kilometre öteden buradaki
tarihi dokuyu görmeye geldiğini anlatan Fatma
Burgaz, kimsenin bölgede otel görmek istemeyeceğini
kaydetti. Bölgede ev yaptırdığı için ceza yediğini
belirten Burgaz, "Biz yıllarca bu sorunlarla
mücadele etmişken tarihi evlerin bulunduğu bölgenin
bir anda imara açılması bize tuhaf geliyor.
Kayaköy’e otel yapılacaksa bu halde kalmasından
yanayız" diye konuştu.
’İHTİYAÇ DUYULAN RESTORASYONDUR’
Kayaköy Savunması ile birlikte hareket eden gazeteci- yazar Işık Taban ise Kayaköy’ün otele dönüştürülmesine karşı çıktıklarını vurguladı. ’Levissi’ adıyla anılan Rum yerleşim bölgesinin geleceğine ilişkin kararları yakından takip ettiklerine işaret eden Taban, "Tarihi dokunun yıllardır yaşadığı şekilde korunmasından yanayız. Kitle turizmiyle heba edilmeyecek kadar önemli bir yer Kayaköy. İhale sürecinde karşımıza çıkan proje kitle turizmine yönelik 300 yataklı otel projesi. Ancak burada ihtiyaç duyulan şey restorasyondur. Kitle turizmine yönelik bir işletmenin ne Kayaköy yaşayanına ne de uluslararası kültürel bir değerin yaşatılmasına hiçbir katkısı olmayacağına, aksine Kayaköy’ü sıradanlaştıracağına inanıyoruz" diye konuştu.
Kayaköy Savunması’nın gönüllü avukatlarından Bora
Sarıca da geçen yıl Ekim ayında projenin ihaleye
çıkarıldığını, ancak ihaleyi alan şirketin
milletvekillerinden dahi sır gibi saklandığını öne
sürdü. Tahsisin iptaline yönelik dava açtıklarını
hatırlatan Sarıca, Muğla İdare Mahkemesi’ndeki
davanın devam ettiğini kaydetti.
Muğla Valisi Amir Çiçek ise 2 gün önce Fethiyeli
gazetecilerle bir araya geldiği toplantıda Kayaköy’e
ilişkin görüşlerini açıkladı. Vali Çiçek, Kayaköy’ün
koruma amaçlı turizme açıldığını belirterek,
Kayaköy’de otelciliğin binaların tarihi yapısı
bozulmadan yapılacağını kaydetti. Vali Çiçek,
’Yasak, kimse girmesin’ zihniyetiyle hareket
edildiği takdirde Fethiye ve Muğla’ya kötülük yapmış
olacaklarını savundu.
Hürriyet, Haber: Ergün Tos, 24.01.2015
|
KRAL NİKOMEDES'İN MEZARI KAMULAŞTIRILDI
Şimdiye kadar bir çok medeniyete ev sahipliği yapan
İzmit’te Roma dönemi mezarlarının yer aldığı
Tümülüslerin turizme kazandırılması için de önemli
bir adım atıldı. Üçtepeler mevkiinde Kral
Nikomedes’in mezarının bulunduğu yaklaşık 4 dönümlük
alan İzmit Belediyesi tarafından kamulaştırıldı.
İZMİT’E TURİST AKINI BEKLİYORUZ
İzmit Belediye Başkanı Dr. Nevzat Doğan’ın
Turizm Danışmanı Bekir Serin, bölgede 7 adet
Tümülüs bulunduğunu belirterek, “Belediye
Başkanımız Dr. Nevzat Doğan, İzmit’in tarih
turizm kenti olması için büyük çaba harcıyor.
Yaklaşık 5 yıl önce başlatılan çalışmalarda
önemli mesafeler kastedildi. Osmanlı döneminden
kalma hamam, cami, konak, çeşmeler restore
edildi. Roma döneminden kalma tarihi eserlerin
gün yüzüne çıkartılması çalışmaları da büyük bir
hızla devam ediyor. Üçtepeler mevkiindeki başta
kral mezarı olmak üzere 7 tümülüsün bulunduğu
yerlerin kamulaştırılıp turizme açılması
çalışmaları da devam ediyor. Tarih Koridoru
Projesi kapsamındaki çalışmalar bittiğinde
İzmit’e turist akını bekliyoruz. Oldukça zengin
bir tarihi geçmişi olan İzmit’in turizmin
avantajlarından yararlanması gerektiğine
inanıyoruz. Belediye Başkanımızın kararlılığı
ile İzmit’e yılda en az 1 milyon turistin
gelmesini bekliyoruz” dedi.
İZMİT’TEKİ ANTİK MEZARLAR
Bu ve buna benzer hatta bundan çok daha görkemli
antik mezarlar İzmit ve çevresinde çok sayıda
bulunuyor. Çünkü eski adı Nikomedia olan İzmit
kenti, antik dönemde Roma İmparatorluğu'na
başkentlik yapmış ve nüfusu 200 bine yaklaşan
bir metropol kentiydi. Ancak ne yazık ki
bölgemizde yanlış politikalar nedeniyle
arkeolojik çalışmalara önem verilmemiş, inşaat
faaliyetlerinin ve kaçak kazıların yoğunluğu
nedeniyle sayısız antik eser ve mezar ya yok
edilmiş veya çıkar amacıyla yağmalanmıştır.
Özgür Kocaeli, 23.01.2015
|
DİPLOMA SKANDALINDA YENİ PERDE: "YENİ Mİ DUYDUNUZ?"
Kiralık diploma skandalına yapılan açıklama ve
yorumlara şaşmamak mümkün değil. Meğer diploma
kiralamak o kadar yaygın bir hal almış ki, bunu
haber yapmamız bile insanları şaşırtır duruma
gelmiş. Bu durumdan yeni haberdar olmamız onlarda
büyük bir şaşkınlığa neden olmuş. Yıllardır
kanıksanan diploma kiralama yöntemini eleştirmemiz
bazı çevrelerce alay konusu edilmiş. Şöyle ki…
Tüm Restoratörler ve Konservatörler Derneği Başkanı
Nazım Can Cihan Radikal’in haberiyle ilgili şöyle
yorum yapıyor:
“İnanamıyorum, tam
bir rezalet. Diploma kiralamışlar, hem de
Ankara 'da. Hayır, o değil de vicdan ve etik
kiralamasalardı iyiydi... Ya, bırakın efendim, sanki
bilmiyordunuz bu işlerin böyle olduğunu. Ankara’da
bu işin olsa olsa arşivi olur, merkezi falan olacak
bir yer değil. Ankara'daki bir derneğe sataşmak
adına haberi böyle sürdürmek nedir? Mesleğe
başladığım 2002 yılından beri tanık oluyorum bu
duruma. Denetleyici kurumların bildiği, kolaylık
olarak sunduğu, sevk ettiği bu durum için, dişinizin
geçtiği diplomasını kiralayan restoratöre, sanat
tarihçiye, arkeoloğa, mimara ve mühendise sataşıp
onları linç edeceğinize, adınız ve mesleğiniz kadar
iyi bildiğiniz bu sistemin nasıl düzeltileceğini
konuşun. Okuldaki hocasıyla ihalede yarışan adamdan
hangi etik kurallara sadık kalmasını
bekleyebilirsiniz. Denetlediği işe süper gizli
taşeron olandan, bu işte çalışandan vicdan
bekleyeceğiz öylemi. Evet, bir sorundur bu ciddi de
bir sorundur, görmezden gelmemeliyiz ama yeni
öğrenmiş gibi de yapmayın hiç samimi
görünmüyorsunuz. Sahiplenen varsa oturup konuşalım
ama sadece konuşmayalım!”
Başkanımız bu durumun yıllardır sürdüğünü, şaşılacak
bir durum olmadığını belirterek diploma kiralamanın
pek de öyle etik dışı bir şey olmadığını söylüyor.
Heyhat bunu söyleyen bir sivil toplum kuruluşu
başkanı. Kimdir diye şöyle bir internette taradım.
Adını Emek Sineması ve Gezi eylemlerinde duyurmuş.
Emek sinemasının yıkılmasına karşı çıkmış. İyi de
yapmış. Kendi meslek etiğine ve meslektaşlarına da
sahip çıkmasını beklerdim. Lakin bilmemekle hata
ettiğimiz diploma kiralama uygulamasının rutine
bağlanmış olması onu meşru kılmaz. Bir STK başkanı
olarak, hem kendi meslektaşlarına hem de diğer
meslek erbaplarına, bu uygulamanın etik olmadığını
her fırsatta dile getirmesi beklenir.
Derneğin amaçlarına baktım... “Meslek disiplini ve
ahlakını korumak” şeklinde bir bölüm de yer alıyor.
Diplomayı kiraya vermeyi etik bulan, yıllardır
sistemin böyle çalıştığını bilen ama tek söz etmeyen
ve bununla mücadele etmeyi bırakın, mücadele
edenlere sallayan bir STK başkanı. Hani bir önceki
yazıda da ifade etmiştik ya, “Böyle başa böyle
traş!”
Arkeolojik kazılara ve arkeoloji bilimine çıkardığı
kitaplar ve süreli yayınlarla büyük destek veren
Arkeoloji ve Sanat Dergisi’nin sahibi arkeolog Nezih
Başgelen
sosyal medyada yapılan yorumları ve açıklamaları
ibretle okuduğunu belirtiyor. Üniversite ve
STK’ların bu durumu normal karşılamalarına şaşıran
Başgelen, ‘Kiralık diplomalar ve restorasyon
projeleri’ hakkında, meslek etiği açısından şu
açıklamayı yapma gereği duydu:
“Arkeolojide ve
ilgili restorasyon projelerinde yapılan işlerin
meslek etiğinin; ilkeleri, değerleri ve standartları
açısından her yönüyle irdelenmesi, sorgulanması ve
değerlendirilmesi gayet doğal ve gereken bir
eylemdir. Ülkemizin her tarafında tarihi miras
değerleri üzerinde hızla yürütülen restorasyon
projelerinde yaşanan sayısız olumsuzluklar artık bu
projeleri parayla tahribat uygulamalarına
dönüştürmüştür. Bu durumun diğer bir sonucu da
ilgili akademik ve kamusal alanda yaşanan
yozlaşmalardır. Bu durum sari bir hastalık gibi
ilgili Kurullardan başlayarak tüm tarafları yapısal
ve işlevsel olarak etkisi altına aldığı
görülmektedir. İlgili koruma kurullarında,
belediyelerde, üniversite bölümlerinde, kamu kurum
ve kuruluşlarında yaşanan bu olumsuzluklar, hukuk
sistemini yakından ilgilendirdiği kadar; ahlaki
boyutta, ilgili etik disiplinlerini de her açıdan
zorlamaktadır. Kiralık diploma skandalına da yol
açan bu kiralık diplomaların kullanıldığı binlerce
proje, ÇED raporu, restorasyon uygulamaları, bunları
kullanan ilgili kişi, kurum ve kuruluşların,
yönetimlerinin ciddi prestij ve saygınlık
kaybetmelerine yol açmaktadır. Bu olumsuzluklar
karşısında, mevcut prosedürler geçersiz, hukuksal
düzenlemeler yetersiz kaldığından, etik disiplinini
biran önce her yönüyle devreye sokmak
gerekmektedir.”
Radikal, Haber.
Ömer Erbil, 23.01.2015
******
ARKEOLOGLAR DERNEĞİ'NDEN KİRALIK DİPLOMA AÇIKLAMASI
Radikal’in günlerdir devam ettiği kiralık diploma
skandalı haberine Arkeologlar Derneği'nden açıklama
yapıldı. Dernek kültürel mirasın korunmasında ticari
anlayıştan uzak durulması gerektiğini belirterek
taşeronlaşmanın getirdiği tehlikelere dikkat çekti.
Açıklamada şöyle denildi:
"Mesleki liyakat kadar
etik sorumlulukları da hiçe sayan diploma kiralama
sadece 21.01.2015 tarihinde Ömer Erbil imzalı
“Restorasyon Skandalı: Kiralık Diploma” başlıklı
haberde dile getirilen diplomalar için değil, bir
çok meslek alanı için de geçerli olan bir sorundur
ve bugünün
Türkiye ’sinde diploma kiralama sorunu ne yazık
ki arkeoloji gibi sadece kişileri değil toplumun
tümünü, toplumun geçmişini ve gelecek için korunması
gereken değerlerini de ilgilendiren bir alanı da
kapsamıştır. Söz konusu haberde bu sorunun açığa
çıkması ya da bilenler için de kamuoyuyla
paylaşılmış olması son derece olumludur. Kuşkusuz bu
sorun diplomanın kiralanmasından çok daha karmaşık
ve büyüktür. Bu konuda bireylerin ahlakını ve
vicdanını sorgularken, kültür mirasının korunmasının
ticari anlayıştan, kar amacı güden şirketlerden
beklenmesi gibi, mevcut yasalara rağmen, giderek
yaygınlaşan uygulamaları görmezden gelirsek, sorunu
eksik teşhis etmiş oluruz. “Arkeoloji ve
Taşeronlaşma” başlığıyla daha önce paylaşmıştık.
Yasa maddelerinden de anlaşılacağı gibi arkeolojik
yüzey araştırması, kazı vb. çalışmalar 2863 no'lu
yasaya göre Kültür Bakanlığı'nın asli işidir. Bu
tanım gereği,
Anayasa ve İş Kanunu asli işin kurum dışında bir
kurumun, şahsın, oluşumun yürütmesini mümkün
değildir. Aksi uygulamalar söz konusu alanların kamu
yararı gözetmeksizin kar amacıyla kurulan şirketlere
havale edilmesi riskini ortaya çıkaracaktır. Bu,
aynı zamanda kurumsallaşmış,
dünya arkeolojisinde yer edinmiş ve yeterli
tecrübeye sahip üniversite ve bakanlığa bağlı
kurumların yok sayılması anlamına gelmektedir. Halen
ülkemizde yürütülmekte olan otoyol, boru hattı gibi
kapsamlı projelerde arkeolojik yüzey araştırma ve
kazı çalışmalarının ne yazık ki özel şirketler
tarafından yürütüldüğü örnekler bulunmaktadır. Söz
konusu çalışmaların üniversite ve müze
çalışmalarından beklenen denetimden uzak oldukları,
raporların ilgili kurum ve kamuoyu ile yeterince ve
doğru zamanda paylaşılmadıkları anlaşılmaktadır.
Sağlıklı bir çalışma yürütüleceği varsayılsa bile,
kamu kurumlarının etkisizleştirilerek, müzelerin
asli işinin yetkisiz ve hesap sorulabilir olmaktan
uzak, ticari amaçla kurulmuş özel bir şirkete
devredilmesi, kültürel mirasın korunmasında önüne
geçilemez bir tahribata neden olacağı açıktır. Bu
durum, başta Kültür Bakanlığı olmak üzere, kamu
kurumlarında yeterince arkeolog, sanat tarihi vb.
uzmanları istihdam etmek yerine arkeolojik miras ile
ilgili tasarrufun özel sektöre terk edilme niyetini
ortaya koymakta, diğer taraftan istihdam sorununun
çözümü olarak da taşeronlaşma dayatılmaktadır."
Radikal, 26.01.2015
******
DİPLOMA SKANDALINDA YENİ PERDE: "YENİ Mİ DUYDUNUZ?"
YAZISI İLE İLGİLİ TEKZİP
Radikal Gazetesi Haber
Müdürü Ömer Erbil’in 23/01/2015 Tarihli “’Diploma
skandalı’nda yeni perde: ‘Yeni mi duydunuz?’”
Başlıklı Haberine ilişkin, Radikal Gazetesi’ne ve
Ömer Erbil’e Gönderilmiş Tekzip Metni.
Birkaç gündür Radikal Gazetesi, kültür servisi
gündemini belirleyen 21 Ocak 2015 tarihli
“Restorasyon skandalı: Kiralık diploma!” başlıklı
haberden sonra, 22 Ocak 2015 günü Ömer Erbil’in
kaleme aldığı “Vicdan, etik, diploma hepsi kiralık!”
başlıklı yazıyı, kişisel Facebook sayfamdan
paylaştım. Paylaştığım haber üzerine yazdığım,
haberi ve son birkaç gündür süren tartışmayı
eleştiren ve haber konusu “diploma kiralama”
konusuna dair yüzeysel bilgiler ve ironi içeren
nitelikteki yorumum, Ömer Erbil tarafından 23 Ocak
2015 günkü “’Diploma skandalı’nda yeni perde: ‘Yeni
mi duydunuz?’” yazısında aynen kullanılmıştır.
Üstelik yorumumda ifade ettiğim düşünceler kendisi
tarafından manipüle edilmiştir.
Kişisel sosyal medya hesabımda Ömer Erbil’in
22/01/2015 tarihli söz konusu haberini paylaşırken
yaptığım yorum şöyledir;
“İnanamıyorum, tam bir rezalet. Diploma
kiralamışlar, hem de Ankara ‘da. Hayır, o değil de
vicdan ve etik kiralamasalardı iyiydi… Ya, bırakın
efendim, sanki bilmiyordunuz bu işlerin böyle
olduğunu. Ankara’da bu işin olsa olsa arşivi olur,
merkezi falan olacak bir yer değil. Ankara’daki bir
derneğe sataşmak adına haberi böyle sürdürmek nedir?
Mesleğe başladığım 2002 yılından beri tanık oluyorum
bu duruma. Denetleyici kurumların bildiği, kolaylık
olarak sunduğu, sevk ettiği bu durum için, dişinizin
geçtiği diplomasını kiralayan restoratöre, sanat
tarihçiye, arkeoloğa, mimara ve mühendise sataşıp
onları linç edeceğinize, adınız ve mesleğiniz kadar
iyi bildiğiniz bu sistemin nasıl düzeltileceğini
konuşun. Okuldaki hocasıyla ihalede yarışan adamdan
hangi etik kurallara sadık kalmasını
bekleyebilirsiniz. Denetlediği işe süper gizli
taşeron olandan, bu işte çalışandan vicdan
bekleyeceğiz öylemi. Evet, bir sorundur bu ciddi de
bir sorundur, görmezden gelmemeliyiz ama yeni
öğrenmiş gibi de yapmayın hiç samimi
görünmüyorsunuz. Sahiplenen varsa oturup konuşalım
ama sadece konuşmayalım!”
Ömer Erbil kişisel sayfamdan alıntıladığı
yorumumu haberinin içinde kullanırken söylediklerimi
“Başkanımız bu durumun yıllardır sürdüğünü,
şaşılacak bir durum olmadığını belirterek diploma
kiralamanın pek de öyle etik dışı bir şey olmadığını
söylüyor.” şeklinde açıkça saptırarak hakkımda ve
yönetim kurulu başkanı olduğum Tüm Restoratörler ve
Konservatörler Derneği hakkında gerçeğe aykırı haber
yapmıştır.
Yorumumda, açıkça anlaşıldığı üzere, “diploma
kiralama” kanıksanmamış, etik kabul edilmemiş aksine
konunun ne kadar ciddi bir sorun olduğu ancak yeni
bir sorun olmadığı vurgulanmış ve bu konunun
bireyler üzerinden değil, sistemin yargılanması ile
tartışılması gerektiği fikri ifade edilmiştir.
Ömer Erbil’in kişisel sayfamda yaptığım yorumu
bana sormadan alıntılayıp söylediklerimi kasıtlı
olarak saptırmasının etik olmadığı açıktır. Ayrıca
sayfamdan söz konusu yorumumu alıp haber yapmak için
kullanırken, en azından “gazetecilik etiği” gereği
bana bu yorumu kendisine daha net bir şekilde
açıklamam için fırsat da verebilirdi. İnsanların
“otorite” olarak gördüğü kişilerin gazetelerle sahip
oldukları iletişim ağını bir Facebook sayfası
düzeyinde kullanmasını etik olarak değil fakat
mantıken de bir yere oturtamıyorum.
Gazetedeki yazısı içerisinde bütünüyle paylaştığı
Facebook’ta yer alan yorumuma dair bir düzeltme
yapmaya gerek duymuyorum. Çünkü Ömer Erbil veya kötü
niyetli olmayan herhangi bir kimse söz konusu
yorumumu bir kez daha okuduğunda, yazdıklarımdan
meslek etiğine sahip çıkmadığımı, yaşanan olayları
normal karşıladığımı çıkarması mümkün değildir.
Kelimesi kelimesine savunduğum Facebook yorumumu,
tüm Türkiye’ye duyurduğu için Ömer Erbil’e
teşekkürlerimi sunmakla beraber, yaptığı haberde
hakkımda yazdığı asılsız bilgiler ve yersiz
eleştirisi için şahsıma ve de asılsız eleştirilerini
kuvvetlendirmek için ortaya sürdüğü, başkanı olduğum
derneğe (Tüm Restoratörler ve Konservatörler
Derneği) ve üyelerine bir özür yayınlamasının,
gazeteci meslek etiği açısından bir gereklilik
olduğunu hatırlatmak isterim.
Gündemdeki mesele bir sistem sorunudur, çözümü
için birlikte hareket edilmesi gereklidir. Konu
hakkında, şahıslar üzerinden atılacak tüm adımlar,
yapılacak tüm açıklamalar doğru bilgi vermekle
yükümlü olduğunuz okuyucularınızı asıl meseleden ve
gerçekten uzaklaştıracaktır. Kültür varlıkları
konusunda haberleriyle tanıdığımız Ömer Erbil’in bu
bilinçle hareket etmesini temenni etmekte ve yaptığı
yanlışı düzelteceğine inanmaktayım.
Saygılarımla,
Nazım Can Cihan
arkeolojihaber.net, 29.01.2015
|
SİT ENGELİNE HASSAS AYAR
Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Genel Müdürü Osman İyimaya, sit
alanlarının yeniden düzenleneceğini ve vatandaşların
mağduriyetinin giderileceğini açıkladı. İyimaya,
bugüne kadar sit alanlarının harita üzerinden
belirlendiğini, bu defa arazi çalışması
yapacaklarını belirterek, "Sit alanlarındaki imar
yasağı yüzünden bölge halkı yıllardır evlatlarını
evlendiremiyor. Kırsaldaki insanlara yaşama hakkı
vereceğiz" dedi. Bu açıklamayla birlikte sadece
Muğla'da imar yasağı yüzünden kaçak yapı konumunda
bulunan aralarında okul, cami, karakol, sağlık ocağı
ve Cumhurbaşkanlığı konutunun da olduğu yaklaşık 5
bin yapı için umut ışığı doğdu. İyimaya Muğla'da
yaptığı açıklamada, "Sit alanı yüzünden Datça ve
Bozburun yarımadalarıyla Marmaris'te vatandaş
mağdur. İmar planı olmayınca kaçak ve kontrolsüz
yapılaşma çoğaldı. Siyasi iradenin imzasıyla plan
yaptık ama alt kademeyle ilgili planlar bir anda
olamaz" dedi.
Raporlara bakılacak
Yasaklarla doğal alanların korunamayacağını kaydeden
İyimaya, "Yasak yüzünden bölge halkı yıllardır
tapulu arazisine ev yapamıyor, çocuklarını
evlendiremiyor. Kırsaldaki insana yaşama hakkını
verirsek, problemini çözecek değer oluşturursak
görevimizi yapmış olacağız. Raporlar bir yerin Doğal
SİT'ten çıkması gerektiğini söylüyorsa, biz o
alanları çıkartacağız. Korunması gerekiyorsa da
vatandaşın mağduriyetlerini giderici tedbirler
alacağız" diye konuştu. İyimaya'nın bu açıklamaları
3 bin 500 civarında yapının kaçak konumunda
göründüğü Muğla'nın Marmaris İlçesi'nde de
memnuniyetle karşılandı. Yapılarının yüzde 90'dan
fazlası kaçak görünen Hisarönü mahallesi muhtarı
Mehmet Ali Taştekin, "Bu program hayata geçerse,
köylüler de hayata bağlanır ve İyimaya'ya dua
ederler. Tapulu arazisine ev yapamayan gençler,
evlenemiyor, çalışamıyor ve köyü terkediyor. Bu
yüzden köyümüz ilerleyemedi. Atalarımızdan kalma
araziler üzerinde zengin toprakların fakir bekçisi
gibiyiz" diye konuştu.
Marmaris Belediyesi'nin köy ve mahallelerden sorumlu
Başkan Yardımcısı Dursun Kaplan da, Muğla genelinde
5 bin civarında yapının kaçak konumunda olduğunu,
bunlardan 4 bine yakının Marmaris civarında
bulunduğunu hatırlattı. Kaplan, "Maalesef bu konu
bölgemizin kanayan yarası. Marmaris'in yüzde 70'i
orman, yüzde 18'i mutlak korunması gereken tarım
arazisi, yüzde 2'si de arkeolojik SİT alanı.
Yaklaşık 8 bin kişi geri kalan yüzde 10'luk arazide
yaşamaya çalışıyor. İmar planı olmayınca insanlar
kendi topraklarında sürgün hayatı yaşıyor.
İyimaya'nın söyledikleri hayata geçerse, bölgenin en
önemli sorunu çözülmüş olur" dedi.
Yeni Asır, Haber: Adem Ülker / Bekir Tosun,
22.01.2015
|
BİZANS'TAN KALAN TEK SUR KULESİ
Şehrin sırlarının kesişme noktasında buluşan çok
özel iki yapıyı anlatacağım bu hafta. Yüzlerce
yıldır, ticaretin kalbinin attığı semtler olan
Eminönü ve Karaköy’de, kalabalıklar içinde sessizce
bekleyen nadide eserlerden bahsedeceğim.
Eminönü son derece kıymetli ve özel bir bölge.
Evliya Çelebi’nin gördüğü bir rüya ile gezmeye
başladığı bilinir. 1630 yılı Muharrem ayı aşure
gecesinde murat uykusuna yatar Evliya Çelebi.
Günümüz Eminönü’nde, Yemiş İskelesi’ndeki Ahi Çelebi
Camii’ndedir, ‘nurlu caminin nurlu kalabalığı’ ile
beraberdir. Hz. Peygamber’i görür, çok heyecanlanır
ve “Şefaat ya Resulallah!” yerine “Seyahat ya
Resulallah!” der. Hem şefaat hem de seyahatle
müjdelenir. Bu arada cemaat arasında bulunan Sa’d
bin Ebu Vakkas da seyahatlerinde gördüğü yerleri
yazmasını ister. Eminönü İskelesi’ne vardığınızda
sizi karşılayan Ahi Çelebi Camii’nin hikayesi budur.
Ahi Çelebi Camii’nin komşusu Zindan Han’ın da
böylesi etkileyici bir hikayesi vardır. 19. yüzyıla
ait bir yapı olan Zindan Han, Batı mimarisi tarzında
inşa edilir. Hemen yanındaki kule, Haliç’teki
surlardan günümüze ulaşabilen tek Bizans kulesidir.
Osmanlı devrinde bu sur kapısının ismi Zindan
Kapı’ymış. ‘Cafer Baba Kulesi’ olarak bilinen
kulede, iki önemli isme ait türbeler bulunmakta.
Asıl adının Seyyid Cafer olduğu bilinen Cafer Baba,
9. yüzyılda Abbasi Halifesi Harun Reşid’in elçisi
olarak İstanbul’a gelir.
Bizans İmparatoru tarafından kabul edilir ancak
görüşleri nedeniyle zindana atılır. Ölümünden sonra
da, cesedi zindana gömülür. Cafer Baba’nın
kerametlerine şahit olarak etkilenenlerden biri de
gardiyanı Zindancı Ali Baba olur. Gardiyan, Bizans
İmparatoru tarafından öldürülüp kulenin alt katına
gömülür. Türbeyi ziyaretimde karşılaştığım yaşlı bir
amcanın anlattıkları ilgimi çekti. Uzun yıllar
Tahtakale’de çalıştığını ve türbeye yıllardır
ziyarete geldiğini belirten amca, en çok bahsedilen
rivayetin ‘Cafer Baba ile Hz. Hızır’ın burada
birlikte oturup namaza Eyüp Sultan’a gittikleri’
olduğunu söyledi.
Anlattıklarına göre, burası depoymuş, içinde
sandıklar varmış. Depo olarak kullanıldığı zamanın
bekçisi, bir gün Tahtakale’de otururken yanına bir
zat gelir. Bekçisi olduğu depoya her gün bir havlu
ile su bırakmasını söyler. “Kimseye söyleme!” diye
tembih eder ve kaybolur. Bekçi depoya döndüğünde tüm
sandıkların çok düzenli şekilde dışarı taşınmış
olduğunu görür. Depo sahibi gelip durumu sorunca
verdiği sözü unutur, başına geleni anlatır. Denilir
ki bekçi 40 gün içinde meydana gelen bir kazada
vefat eder.
Daha önce restore edildiyse de günümüzdeki haline
3-4 yıl önce kavuşan türbeyi çevreleyen yapılar,
restoran ve mücevher mağazası olarak kullanılıyor.
Türbe aslında üç katlı. Ortadaki kat kadınlar
hapishanesi, üst kat ise gözetleme kulesi olarak
kullanılırmış. Türbe içinden katlara geçiş
kapatılarak önden bir kapı açılmış.
Bu sessiz sakin kule, hatta önünden geçen
binlerce insanın kule olduğunu fark etmeden geçip
gittiği bu yapı, aslında şehrin en önemli ziyaret
alanlarından biri. Elbette bilen için elbette fark
eden için. Evliya Çelebi’ye göre özellikle de eski
mahkumlar için ziyaret edilen kutsal mekanlardan
biri olan türbe, Osmanlı devrinde yenidoğan
bebeklerin güzel ve iyi huylu olmaları için ziyaret
ettikleri bir alan olur. Türbenin 2. Mahmud devrinde
tamir gördüğü bilinir.
KAMONDO MERDİVENLERİ
Şehrin birleştirici, bütünleştirici etkisine
vurgu yapar, caddeleri birleştiren güzel Kamondo
merdivenleri. Üstelik birleştirdiği sadece yollar
olmaz, Osmanlı’nın kültürüne yaptığı katkılar da
unutulmaz. Galata’nın en zengin ailelerinden
Kamondoların adını taşıyan merdivenler, şehrin
mücevheri olur adeta. Her gün binlerce insan
tarafından Galata’ya çıkmak için kestirme yol olarak
kullanıldığı için Bankalar Caddesi’ndeki Kamondo
merdivenleri öne çıkar. Bu merdivenlerin bir eşi de
hemen yakınında bulunan Saint Benoit Lisesi içinde
yer alır.
ENGİZİSYONDAN KAÇAN AİLENİN HİKAYESİ
Kamondo Ailesi’nin İstanbul’un modernleşmesine
katkıları büyük olur. İspanya engizisyonundan kaçan
aile, önce Venedik’e sonra İstanbul’a gelir. Modern
bankacılığın kurucularından olan aile, şehirde ilk
belediyenin kuruluşunda, kentin mimari ve kültür
yatırımlarında öncü olur. Osmanlı padişahının
‘nişan’ , İtalya Kralı’nın ‘kont’ unvanı verdiği
Abraham Kamondo, Kırım Savaşı sırasında, Osmanlı
Bankası kurulmadan evvel, Osmanlı Devleti’ne borç
verebilecek kadar güçlü bir ailenin üyesidir.
Kamondoların son üyeleri II. Dünya Savaşı sırasında
Nazi kamplarında yok edilir. Paris’te bir müzeleri
olduğu bilinen aile, adlarını verdikleri merdivenle
şehre damgasını vurur. Abraham Salomon de Kamondo
ise Hasköy’de yaptırdığı anıt mezara devlet
töreniyle defnedilir.
Star, Haber: Belkıs Kamut Aktürk,
17.01.2015
|
MAĞARALARA EL ATIN
Hellenistik dönemine ait 6 bin mağaranın olduğu
Hasankeyf’te bazı mağaraların bakımsızlıktan çökme
tehlikesi yaşadığını söyleyen Hasankeyfliler; “Çok
değil, birkaç yıl öncesine kadar sağlam olan bazı
mağaraların bir bölümünde çatlaklıklar oluştu.
İlgillerin mağaralara el atmasını istiyoruz”
dediler.
“MAĞARALAR ÇÖKEBİLİR”
Eski Hasankeyf ile Karaköy yol güzergahındaki
mağaraların bir bölümünde oluşan çatlaklıklar
ilçedeki tarih severleri kaygılandırıyor.
Hellenistik
dönemine ait 6 bin mağaranın olduğu Hasankeyf’te son
yıllarda ilgisizlik yüzünden bazı mağaraların çökme
ile karşı karşıya olduğunu belirten Hasankeyfliler;
“Mağaraların bir kısmı 10 yıl öncesinde çökmüştü.
Şimdi de aynı manzaraların yaşanmaması için
ilgililerin çatlaklıkların oluştuğu mağaralara el
atması gerekiyor” diye konuştular.
MANZARA İÇLER ACISI
Hasankeyf kalesinin turizme kapatılmasıyla Karaköy
yol güzergahındaki mağara, kilise ve kaya
mezarlarının olduğu bölgenin çirkin bir manzara
oluşturduğuna dikkat çeken bazı tarih severler,
şöyle konuştular: “Kanyonun olduğu bölgedeki tarihi
eserlerin bir bölümü maalesef kötü bir manzara
oluşturuyor. Çöp atıkların yanı sıra başı boş
köpeklerin de kanyon içinde cirit atmaları yerli ve
yabancı konukları ürkütüyor. Bir de mağaraların bir
bölümünün ahır olarak kullanılması Hasankeyf’in
manzarasını bozuyor.”
Batman Çağdaş,
13.01.2015
|
11 - 24 Ocak 2015
|
|
TUTANKAMON BÜSTÜNÜN SAKALI DÜŞTÜ
Mısır'ın başkenti Kahire'deki Mısır Müzesi'nde sergilenen Tutankamon büstünün sakalının düştüğünü gören yetkililer kısa süreli bir şok geçirdi.
Tutankamon'un sakalının bir temizlik görevlisi tarafından dikkatsizlik sonucu kırıldığı ortaya çıktı. 3 bin 500 yıllık büstün kırılmasıyla ilgili soruşturma sürerken düşen parçanın basit bir yapıştırıcı vasıtasıyla yerine takılması da kafalarda soru işaretleri bıraktı.
Sabah, 23.01.2015
|
SURİYE'DE İSLAM VE
OSMANLI İZLERİ YOK EDİLDİ
Ülkesindeki tarihi
eserlerin gün yüzüne çıkması için yıllarını veren
Suriyeli arkeolog Sabah Kasım, Suriye’de önceki
İslam medeniyetlerinden ve Osmanlı’dan kalan tarihî
eserlerin bilinçli bir şekilde tahrip edildiğini
söylüyor.
Sabah Kasım, iç savaştan
kaçarak Türkiye’ye sığınan Suriyeli bir arkeolog.
Aslen Türk vatandaşı iken 1950’li yıllarda Suriye
ile Türkiye arasında çizilen sınır hatları yüzünden
Amude’de kalan Sabah Kasım, 2 yıl önce Mardin’e göç
etmiş. İnekler çarşısında kiraladığı dükkanda taştan
yaptığı eserleri satarak ailesini geçindirmeye
çalışan Kasım, bir arkeolog olarak ülkesindeki sanat
eserleri için duyduğu üzüntüyü gizleyemiyor. Savaş
sebebiyle hayatını kaybeden binlerce insanın yanı
sıra İslam ve Osmanlı medeniyeti izlerinin de bir
bir yok edildiğini söylüyor.
Sabah Kasım’a göre
Suriye’de 4 yıldır devam eden iç savaş sırasında hem
daha önceki İslam medeniyetlerinden hem de
Osmanlı’dan kalan tarihî eserler bilinçli bir
şekilde tahrip ediliyor. 30 yıl boyunca Suriye’de
değişik şehirlerde Avrupalı arkeologlarla kazı
çalışmalarına katılan Sabah Kasım, Suriye’de
bıraktığı 3 bin eserini Türkiye’ye getirmek için
yetkililerden yardım bekliyor.
Suriye’deki durumun
içler acısı bir hal aldığını dile getiren Sabah,
şunları anlatıyor: “Suriye’de mezhepsel savaş var.
Ülkedeki bütün tarihî eserler yok edildi. Emevi
Camii, Halep’teki bütün Osmanlı eserleri tahrip
edildi. Bine yakın cami zarar görürken bir kısmı da
yıkıldı. Türbeler, müzeler, tarihî çarşılar ve evler
de harabeye döndü. Osmanlı’nın önemli
vilayetlerinden biri olan Suriye’nin Şam kentinde
120 civârında Türk eseri bulunuyor. Sultan 2.
Abdülhamid tarafından yaptırılan 1 km uzunluğundaki
Hamidiye Kapalı Çarşısı ve Hicaz Demiryolu bunların
başında geliyor. Dünya Kültür Mirası listesindeki
Halep’in ünlü ve eski camilerinden Hz. Zekeriya
Camii’nin 45 metre uzunluğundaki bin yıllık minaresi
yerle bir oldu. Suriye ordusuna ait savaş uçakları
Busra’daki Hz. Ömer Camii’ni de yerle bir etti.
Humus’un Halidiye bölgesinde, Seyfullah (Allah’ın
kılıcı) namıyla anılan Halid bin Velid’in türbesinin
bulunduğu Halid bin Velid Camii’nin kubbesi ve
minaresi yerle bir edildi. Yani şunu söylemek
gerekirse insanlık yanında Suriye’de İslâm ve
Osmanlı medeniyetleri yok oldu.”
Mardin’e göç eden
Suriyeli arkeolog Sabah Kasım, taştan yaptığı
eserleri satarak ailesini geçindirmeye çalışıyor.
“AİLEMİ
GEÇİNDİRMEK İÇİN HAMALLIK BİLE YAPARIM”
Suriye’deki iç savaştan
kaçarak evini barkını, malını mülkünü geride bırakıp
canlarını kurtarmak için Türkiye’ye sığınmak zorunda
kalan binlerce aile bulunduğunu ifade eden Sabah
Kasım, “Bu ailelerin hepsi de hayata tutunmak için
çalışmak zorundadır. Ben de onlardan biriyim. Şu
anda İnekler Çarşısı’nda kiraladığım dükkanda taştan
yaptığım el sanatlarını turistlere satarak ailemin
geçimini sağlıyorum.” diyor.
Sabah Kasım’ın 9 çocuğu
doğduktan sonra hayatını kaybetmiş. Hayatta kalan
tek kızı ise Şam Üniversitesi’nde okuyor. Kasım, el
sanatlarından elde ettiği gelirle kızının okul
masraflarını da çıkarmaya çalışıyor. Kızının
hayatından endişe ettiğini söyleyen Kasım, “Onu da
Türkiye’ye getirmek istedim. Ama kendisi Şam’da
okuyacağını ve topraklarını terk etmeyeceğini
söyleyerek orada kaldı. Çalışmak ayıp değil,
dilenmek ayıptır. Gerekirse ailemin geçimini
sağlamak için hamallık bile yaparım.” ifadelerini
kullanıyor.
“ÖLEN MÜSLÜMAN,
ÖLDÜREN MÜSLÜMAN”
Suriye’deki savaşın 10
yıl bile sürebileceğine dikkat çeken Sabah, iç
savaşı birkaç cümleyle özetliyor: “Suriye’de
yaklaşık 56 tane örgüt var. Hepsi farklı mezheplere
bağlı güçler. Kimse kiminle savaştığını ve ne için
savaştığını bilmiyor. Bir yandan Esed’in zulmü bir
yandan da ‘Allahü Ekber’ diyerek birbirlerini
boğazlayan farklı gruplar... Ölen Müslüman öldüren
Müslüman. Yüz binlerce insan öldü. Milyonlarca
Suriyeli mülteci durumdadır. Suriyeyi bu hale
getiren insanlar utansın.”
Zaman, Haber: Şeyhmus
Edis, 23.01.2015
|
OSMANLI MİMARİSİYLE İÇLİ
DIŞLI OLAN BİRİNİN KENDİ EVİNİ TASARLARKEN MODERNİST
ÇİZGİYE GELMESİ İLGİNÇTİR
İstanbul Araştırmaları
Enstitüsü bugünlerde çok özel bir sergiye ev
sahipliği yapıyor. Baha Tanman küratörlüğündeki
sergi mimar, restoratör ve koleksiyoner Ekrem Hakkı
Aysever'i ağırlıyor.
İlk gelişimde aklımda
kalanlar vardı. İAE'de, Baha Tanman ile söyleşimiz
için buluşmadan önce tekrar ilk kattaki sergiye göz
attım. Bir "Mimarlık Tarihi" sergisi mi bu, nasıl
göz atılıp geçilir diye soru işaretleri oluşmasın...
Osmanlı sanatı araştırmaları ve mimarlık tarihi
içinde farklı bir yeri olan Ekrem Hakkı Ayverdi'nin
özel koleksiyonundan parçaların da bulunduğu sergi
sadece 2 boyutlu çizimlerden, bir mimar
biyografisinden ibaret değil. Hele ki söz konusu
Ekrem Hakkı Ayverdi gibi kendini Osmanlı sanatının
her alanıyla beslemiş, sorgulamış ve onu hayatının
içine koymuş biri olduğunda zaten pek mümkün de
değil... Bu nedenle Ekrem Hakkı'nın çok yönlülüğünün
sergiye başarılı bir şekilde yansıtılmış oluşu ve
sergide her disiplinden insanın dikkatini
çekebilecek başarılı bir kurgunun varlığı bu sergiyi
dikkat çekici kılan.
Baha Tanman ile
yaptığımız söyleşide Ekrem Hakkı Ayverdi ile ilgili
güzel detayları yakalayabileceğinizi umuyor, 28
Mart'a kadar devam eden sergiyi kaçırmamanızı
tavsiye ediyoruz. Keyifli okumalar;
Derya Gürsel: Sergi
sürecinden bahsedebilir misiniz?
Baha
Tanman: Yakın dönemde
yapılan Ekrem Hakkı Ayverdi Sempozyumu ile eşzamanlı
yapılması hedeflendi serginin.
Sergiyi hazırlamada
şöyle bir kolaylık vardı, koleksiyonun ve arşivin
tamamı tek bir elde bulunduğu için birçok yere
başvurma, yazışma gibi bürokratik yükün altına
girmedik. Sadece Kubbealtı Vakfı ile muhattaptık.
Teklif onlardan geldiği için her konuda son derece
işbirliğine açık ve olumluydular. Tek sıkıntımız:
"Seçim yapmaktı". Yani pek çok güzel şey olduğu
zaman onların içerisinden 3 tane 10 tane seçmek çok
zordur. Burada mimarlık arşivi çok geniş, yani
sergide olanların çok daha fazlası var. Koleksiyonda
da tahmin edemeyeceğiniz kadar el yazması vardı. Ama
keyifli bir sıkıntıydı bu...
Kitap için Uğur Derman
ve Mimar Sinan Üniversitesi'nden Aydın Yüksel
Bey'den yazı rica ettik. Kendi ailesinden Sinan
Uluant ve ben daha çok anı ağırlıklı yazılar yazdık.
Sergide Ekrem Hakkı'nın
koleksiyonerliği ve mimarlık yönünü yansıtırken
nasıl bir denge kurdunuz?
Sadece mimarları ve
mimarlık tarihçilerini ilgilendiren bir sergi
olmasın daha geniş bir kitleye hitap etsin istedik.
Koleksiyonun zenginliği ve cazibesi de gözümüzü
kamaştırdı ve mekanın az bir kısmını onun restoratör
yönüne ayırdık. Zaten mimarlık tarihçisi yönünü
sergiye yansıtmak çok zordu. Yani bir vitrinin
içerisine yan yana o kitapları koyacaksınız... Bunu
ancak katalogdaki makalelerden izlemek mümkün.
Özellikle Topkapı
Sarayı'nın restorasyon çalışmaları, çok geniş
kapsamlı ve uzun sürmüş. Yani sadece Topkapı'ya ait
arşivden bir zemin katı doldurabilirdik. Sergilerde
bir de şu var: üç boyutlu obje görmek istiyor
insanlar. Belki bir mimar ya da belirli bir meslek
grubu için iki boyutlu görsel malzeme bir sergiyi
ilginç kılmaya yeterli olabilir. Fakat yeni bir
şeyler vermek istediğimiz kitlenin büyük bir kısmı
vitrinde de birşeyler görmek istiyor. Ekrem Bey'in
koleksiyonu da bu konuda muazzam bir malzemeye sahip
zaten.
Bu denge, kataloğun
kapak seçiminde bile bir kriter oldu. Çünkü Ekrem
Hakkı'nın sergide restoratör yönünü biraz arka
planda tutuyorduk bunun yanında koleksiyonu ön plana
çıkardık. Dolayısıyla kapağa bunun yansımasını
istedik. Epey bir tartışmadan sonra Ali Üsküdari'nin
Lale Devri'ndeki inanılmaz cildini kullandık. Ben
başta karşı çıkmıştım; hem mimarlıkla hem de
koleksiyonla ilgili bir şey olsun istiyordum ama
denemelerin ardından bu önerinin çok eklektik
olacağını gördük.
Koleksiyonun bir kısmı
da kendi evinden değil mi?
Evet hepsi kendi
evinden. Onların içinde yaşardı. Ekrem Hakkı Bey'in
evi Tanpınar'ın sözündeki gibi; "Gümrükten geçmiş
Müslüman olmuş her şeye sahipti". İlginçtir bu kadar
Osmanlı Mimarisi ile içli dışlı olan birisi kendi
evini tasarlarken tamamen modernist çizgiye gelmesi.
Sedirli bir koltuk yoktu yada yerde yemek yemiyordu
ve etrafta özenle seçtiği parçalar vardı.
Sadece el yazmaları bir
dolabın içinde dururdu. Ama çini, hat, tablo,
mobilya hepsi mekanın içerisindeydi. Zaten en büyük
keyfi evinde ağırladığı insanlara koleksiyonunu
gezidikmek, onlarla fikir alışverişinde bulunmak.
Ayrıca topladığı şeyin ne olduğuna vakıf yada
öğrenme hevesinde biri.
"16.yy'ın üretimini çok
daha kolektif bir üretim olarak görürdü Ekrem Bey"
O zaman bu ilişkiyi
konuşalım. Sizce Ekrem Hakkı'nın koleksiyonerliğinin
mimarlığına olan etkisi nedir?
Ekrem Hakkı, Uğur Derman
ve diğer yakın arkadaşlarına bu konu ile ilgili
şöyle der; "Eğer ben bu koleksiyonu yapmasaydım,
Osmanlı Sanatı'nın içine nüfus edemezdim ve mimarlık
ile ilgili bu kitapları yazamadım." Restorasyonla
uğraşan bir kişi olarak, sanat tarihi ile
uğraşanlardan farklı olarak tamamen yapının
strüktürüne odaklanırdı. Sağında çiçek var, solunda
böcek vardan çok daha farklı bir bakış açısına
sahipti. Ayrıca malzemenin gerektirdiği detayları
okuyabilirdi. Yani bezemenin eksikliğini sadece
bezeme olduğu için değil, orda olması gerektiği için
olduğunu bilirdi.
Süsleme ile tasarımın
ilişkisini çok iyi bilen bir insandı. Yani erken
Osmanlı'da ve daha sonra bugün bizim klasik
dediğimiz dönemde, süsleme ile binanın tasarımı
arasında denge nasıl kuruldu yada binanın bazı
alanlarında bu denge nasıl bozuldu gibi soruların
cevaplarını bilirdi. Dolayısıyla bir yerde neden o
malzemenin seçildiğini ya da o tarz bir kemerin
kullanıldığını hemen açıklayabilirdi. Bunların çoğu
makalelerine girmemiştir... Mesela kaş kemer kırılma
noktalarında çok zayıftır bu nedenle kubbesiz ve
tonozsuz revaklarda kullanılır derdi. Üzerinde ahşap
sakıf olan revaklarda.. Mesela hakkikaten Atik
Valide Külliyesi'nde kaş kemerler vardır ve
revakların üstü ahşap çatı ile örtülüdür. Mesela
başka bir örnek üstüste iki tane tuğla kemer, üç
tane tuğla kemer yapmanın konstrüksiyon açısından
hiçbir anlamı olmadığı, Geç Roma'da ve Bizans'ta
bunun olduğu bazı Osmanlı binalarında Bizans etkisi
olarak bunun görüldüğü, fakat rasyonel olmayan bu
detayın Osmanlı döneminde terkeldiliği gibi... Sonra
kapı ve pencere sövelerinde gönye burnun ahşap
malzeme ile makul bir detay olduğu fakat mermer yada
taş söz konusu olduğunda o incelen yerlerin
kırılmaya meyilli olduğu gibi onlarca şey kendisi
ile yaptığımız sohbetlerden aklımda kalanlar...
Peki kendi kuşağı
içerisinde Ekrem Hakkı'yı değerlendirirsek?
Bence Ekrem Hakkı Bey'in
kendi dönemi içerisinde çok ileri görüşleri vardı.
Bizdeki Mimar Sinan kültü vardır ya: "Ondan önce
hiçbirşey yoktu, gökten mimari indirdi, sonra da
karanlıklara saplandık," gibi... Tabiki Sinan önemli
bir mimar ve çok önemli bir ekibi var. Fakat
16.yy'ın bizim klasik dediğimiz üretimini çok daha
kolektif bir üretim olarak görürdü Ekrem Bey. Sadece
modern cümleler ile ifade etmezdi. "Mimar Sinan
muhakkak büyük adam, ama asıl büyük mimar milletin
kendisidir," gibi daha duygusal şekillerde ifade
ederdi. Bu söylemler tabiki Uğur Tanyeli'nin
söylemlerine göre daha farklı ama düşünce net; "bir
kişinin arkasında toplamayın tüm bu kültürü". Yani
"50 yıllık bir mimari üretimi tek bir mimari dehanın
arkasında örmek sakıncalı, daha geniş tabanlı
düşünmek lazım,". Tabi bu düşünceler o zaman bana
tuhaf gelmişti ancak aradan 10 yıllar geçtikten
sonra o çizgiye geldim.
Ama çoğu mimar
arkadaşımda bunu görüyorum. Özellikle saf mimar
kökenli olupta mimarlık tarihi hakkında söz
edenlerde. Bir yerde enteresan bir detay görüyorlar,
fakat önün öncesinden haberleri olmadığı için "Sinan
Usta'nın işi" oluyor o detay. Halbuki 13. yy'dan
beri var o detaylar...
"Cepheye çivi
yapıştırmakla ve sivri kemer yapmakla milli
olunmuyor"
Söyleşi buraya
ilerlemişken, Ayverdi'nin "batı karşıtlığı" adı
altında eleştirilmesini de konuşalım...
Onu yeniliklere düşman,
Batı'dan gelen her şeye karşı görmek isteyenler
olabilir, ama değildi... Kendi giyim kuşamında da
öyleydi. Yani şalvarla dolaşan bir adam değildi. Ben
bir gün onu kravatsız ve ipek mendilsiz görmedim.
Erdem Hakkı Bey'in mensup olduğu kuşakta, Türk
mimarisinin, Türk sanatının olmadığını iddia eden
bir Batı'ya karşı savunma halindeler. Etki tepki
ilişkisinden doğan da bir takım aşırılıklar var.
Şöyle açıklayayım. Ayasofya'yı Ekrem Bey çok
önemserdi. "Ama Ayasofya gecikmiş bir Roma
binasıdır. Bizans mimarisi benim için asıl 'limon
gibi kükürt kubbeler, uzun kasnakların üzerinde'"
derdi ve onlara da çok bayıdığını söyleyemem.
Batı karşıtlığı demek bu
nedenle doğru değil bence, Batı mimarlığını da çok
iyi bilirdi. Bana bir keresinde şöyle demişti: "O
kıvrımlı hatlarıyla ve her tarafından fışkıran
yapraklarıyla rococo bizim zevkimize çok uymadı ama
ampir üslübün dikey ve yatay hatları bizim zevkimize
uymuştur,". Yani zaten körü körüne bir gelenekperest
olsaydı Ulusal Mimarlığı metheden birisi olurdu ki
ben çok ciddi eleştirdiğine tanık oldum. Heybeliada
ve Boyacı Köy Camii projeleri vardır Ulusal
Üslüp'ta. Onlardan hiç hoşlanmazdı mesela... Birgün
Heybeli'de yürüyüş yaparken "İşte" dedi "hiç
hoşlanmadığım bir eserim" Heybeliada Camii için, bir
günahını itiraf eder gibiydi... Cepheye çivi
yapıştırmakla ve sivri kemer yapmakla milli
olunmuyor. Mimarinin aslına ve özüne inmeden,
hicvine takılıp kaldılar Vedat Bey ve Kemalleddin
Bey. İyi niyetli olsalar da geçmiş zamanın
biçimlerine saplanmak ve canlandırmacılık yoluna
girmek bu mimari üslubu kısırlaştırdı ve arkası da
gelmedi nitekim.
Çok teşekkür ederim
Ben teşekkür ederim
Arkitekt, Haber: Derya
Gürsel, 22.01.2015
|
SAKARYA GARI AVM
YAPILMAK İSTENİYOR
CHP Sakarya
Milletvekili Engin Özkoç, 116 yıllık Sakarya
Garı’nın, işlevsiz bırakıldığını, alışveriş merkezi
yapılmak istendiğini söyledi.
Özkoç, Meclis’te
düzenlediği basın toplantısında,
Sakarya Garı’nın
2005’te, “Balıklı Gar Alışveriş Merkezi” adı altında
bir projeyle ranta çevrilmek istendiğini, halkın
tepkisi üzerine geri adım atıldığını anımsattı.
Ancak garın işlevsiz bırakılarak aynı hesabın tekrar
gündeme getirildiğini belirten Özkoç, “116 yıldır
kent merkezine gelen bir tren ve bu tren hattını
kullanma kültürü oluşmuş bir kent halkı varken, tren
hattı neden kaldırılmak istenir? Dünyanın Sakarya
Garı’yla yaşıt tren istasyonları
Paris, Zürih,
Roma,
Stockholm,
New York,
Frankfurt’ta
onlarca tren istasyonu korunmaya çalışılırken, bizim
garımız neden işlevsiz bırakılır?” diye konuştu.
Milliyet, 22.01.2015
|
'İŞİN EHLİ' BAYLAN'A
BÜYÜK SAYGISIZLIK
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
‘işin ehli’ sözleriyle övdüğü Balyan ailesine mensup
Dolmabahçe Sarayı’nın mimarı Garabet Balyan’ın kayıp
mezartaşı Kartal’da İstanbul Büyükşehir
Belediyesi’ne ait bir inşaat şantiyesinde ortaya
çıktı.
İstanbul’un simge
yapılardan biri olan Dolmabahçe Sarayı’nın mimarı
Garabet Balyan’ın kayıp olan mezar taşı, İstanbul
Büyükşehir Belediyesi’nin Kartal’da kullandığı bir
şantiyede ortaya çıktı.
Bilindiği gibi, İstanbul’daki pek çok önemli yapı,
Balyan Ailesi’ne mensup mimarların eseri. Dolmabahçe
Sarayı, Gümüşsuyu Askeri Hastanesi, Dolmabahçe
Valide Sultan Cami gibi İstanbul’daki tarihi öneme
sahip yapıların mimarı Garabet Balyan’ın kayıp olan
mezar taşı, Kartal Soğanlık’ta, İstanbul Büyükşehir
Belediyesi (İBB) tarafından kullanılan bir
şantiyenin içinde bulundu. İBB’nin uzun yıllardır
kullandığı şantiye alanındaki binalarının
yıkılmasıyla, binaların arasında kalmış mezar taşı
ortaya çıktı. Balyan’ın mezar taşının yanı sıra,
üzerindeki Ermenice yazılar tam olarak okunamayan
başka mezar taşları ve kitabeleri de bulundu.
Beşiktaş Ermeni
Mezarlığı’ndaydı
Garabet Balyan’ın
mezarının nerede olduğu bilinmiyor. Bu konuda
elimizdeki en önemli kaynaklardan biri, Pars
Tuğlacı’nın ‘Balyan Ailesi’ kitabı. Tuğlacı,
kitabında, Garabet Balyan’ın mezar taşına ait bir
fotoğrafa da yer vermişti. Berç Erzian tarafından
1958’de Beşiktaş Ermeni Mezarlığı’nda çekilmiş
fotoğrafları yayımlayan Tuğlacı, mezar taşlarının
artık yerlerinde olmadığını anlatıyordu.
Fotoğraftaki Garabet Balyan’a ait mezar taşıyla,
belediye şantiyesine bulunan mezar taşının aynı
olduğu tespit edildi.
Sorular yanıtsız
Yıllardır kayıp olan
Balyan’ın mezar taşının İstanbul Büyükşehir
Belediyesi’nin kullandığı şantiye alanına nasıl
geldiği ve mezar taşlarını korumaya yönelik
tedbirlerin neden alınmadığı soruları ise hâlâ
yanıtsız. Ulaştığımız Büyükşehir Belediyesi
yetkilileri, konunun araştırılacağını söyleyerek,
sorularımızı yanıtsız bıraktı.
Fotoğraf: Berge Arabian
Mezarlık tarumar edildi
Beşiktaş Ermeni
Mezarlığı, Ermenilere ait gasp edilmiş en önemli
taşınmazlar arasında gösteriliyor. Hrant Dink
Vakfı’nın, 2012 Beyannamesi: İstanbul Ermeni
Vakıflarının El Konulan Mülkleri başlıklı proje
çalışmasında, mezarlığın hikâyesi de yer alıyor.
Buna göre, Beşiktaş ilçesinde iki mezarlık
bulunuyordu. Mezarlıklardan birinin bugünkü yeri,
Abbasağa Parkı. Mezarlığın arazisi, 1776’da Güreğ
Manuelyan tarafından satın alındı. 1849’da, Garabet
Amira Balyan tarafından çevresi duvarla çevrildi.
Ermeni Patriği Harutyun Vehabedyan, araziye el
koymak isteyen II. Abdülhamid’e, 4 Mart 1887’de
dilekçe yazarak, istimlakı durdurdu. Padişah,
mezarlığın Ermeni cemaatinin elinde kalmasına ve
mevcut mezarların korunmasına, ama duvarların
yıkılarak arazinin bahçe hâline getirilmesine karar
verdi. 1930’lara kadar metruk kalan mezarlık
arazisi, 1939’da İstanbul Valisi Lütfi Kırdar’ın
kararı doğrultusunda istimlak edilerek Abbasağa
Parkı hâline getirildi. İlçedeki diğer mezarlık da
Boğaziçi Köprüsü’ne bağlanan Yıldız kavşağının
olduğu yerdeydi ve Barbaros Bulvarı yapılırken
kamulaştırılarak yok edildi.
Garabet Balyan:
İstanbul’u İstanbul yapan mimar
Portre: Abraham Sakayan
Mimarlık tarihine adı
Dolmabahçe Sarayı’nın mimarı olarak geçen Garabet
Amira Balyan’ın gençliği ve eğitimi hakkında pek
bilgi yoktur. 1831’de babası Krikor Balyan’ın ölümü
üzerine, eniştesi Ohannes Amira Serveryan’la
birlikte Darphane Müdürü Kazaz Artin Bezciyan’ın
aracılığıyla hassa mimarı, yani saray mimarı oldu.
İlk çalışması
Yedikule’deki Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’nin
yapımıdır. Ermeni toplumuna, yalnız mimar olarak
değil, yaptığı bağışlarla ve özellikle eğitim
alanındaki çalışmalarıyla büyük hizmetlerde
bulunmuştur. Nazeni Babayan’la evliliğinden on
çocuğu olmuştur. Çocuklarından Nigoğos, Sarkis, Agop
ve Simon da hassa mimarı olarak görev yapmışlardır.
Garabet Balyan, ailenin
mimar olarak gösterdiği faaliyetlerin sürekliliğinde
kilit rol oynamıştır. Sultan II. Mahmut, Abdülmecit
ve Abdülaziz’in hükümdarlık yıllarında mimarlık
yapmış, İstanbul’un mimari mirasının önde gelen
anıtlarının yapımı üstlenmiştir. Yaklaşık 30 yıl
süren meslek yaşamının en verimli dönemi,
Abdülmecid’in saltanat yıllarına denk düşer.
Garabet Balyan’ın
eserlerinin bir çoğu sağlam, ayakta ve özgün
durumlarını korumaktadır. Bütün eserleri 1. derece
kültür varlığı olarak tescillenmiştir.
Garabet Balyan’ın
görkemli yapı listesi
Dolmabahçe Sarayı ve
Camisi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi,
Kuleli Süvari Kışlası, Terkos tesisleri,
Bahçeköy’deki Kirazlı Bent ve Bend-i Cedid, Beykoz
Deri Fabrikası, Bakırköy Bez Fabrikası, Hereke
Fabrikası, Yedikule Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi,
Beşiktaş’taki Surp Asdvadzadzin Kilisesi,
Kuruçeşme’deki Surp Haç Kilisesi, Beyoğlu’ndaki Surp
Yerortutyun Üç Horan Kilisesi.
Agos, Haber: Uygar
Gültekin, 22.01.2015
|
VİCDAN, ETİK, DİPLOMA
HEPSİ KİRALIK!
Sosyal medyada bir
süredir sanat tarihçisi ve arkeologların kendilerine
kamuda istihdam sağlanmadığından yakınarak
kampanyalar yaptığına şahit oluyoruz. Arkeolog ve
sanat tarihçisi istihdamı hashtagleri ile sık sık
karşımıza çıkıyorlar. Hatta arkeologlar 2014 yılında
Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından kendilerine
hiç kadro ayrılmadığı gerekçesiyle açlık grevi
yapmaya bile karar vermişlerdi. Daha sonra bakanlık
temsilcileri 2015 yılı için kadro sözü vermişler ve
grev başlamadan sonlandırılmıştı.
Ankara ’da bazı
uyanıklar bu işsiz gençlerin içinde bulunduğu zor
şartları fırsat bilerek diplomalarını kiraya
çıkarmışlar. Radikal dün, ‘’Kiralık Diploma’’
başlığı ile gündeme getirmişti. Bu durumun sadece
birkaç vakadan ibaret olmadığı anlaşıldı. Gelen
telefonlar ve tepkiler resmen bir 'sektör'
oluştuğunu gösteriyor. Bunun legal olduğunu ileri
sürenlerin de sayısı oldukça fazla. "Eczacılar,
doktorlar diplomalarını kiraya veriyorlar da
arkeologlar neden vermesin?" diyenlerden tutun da,
"Bilimsel kazılarda bedava çalışıyoruz, arkeoloji
bilimine hizmet vazifemizi yerine getiriyoruz,
diplomamızla da bu şekilde para kazanıyoruz’’
savunması yapanlara kadar pek çok işsiz
genç var.
Meğer Ankara’da kiralık diploma üzerinden resmen
sektör oluşmuş. İnşat mühendisleri şantiyelerde
bulunmadan sadece imza yetkisini kullanıyor. Makine
mühendisleri asansör denetimleri için diploma
kiralıyor. Çevre mühendisleri ÇED raporlarında
diplomalarını kullandırıyor. Jeoloji mühendisleri,
nükleer uzmanları, doktorlar, eczacılar,
arkeologlar, sanat tarihçileri, restoratörler, kimya
ve biyoloji mezunları... liste uzayıp gidiyor. İhale
şartnamesinde arkeolog, restoratör, mühendis şartı
getirmek çözüm değil. Yapılan işleri denetleyip,
diploması kullanılan uzmanın işe ne kadar hakim
olduğunu da sorgulamak gerekiyor. En son Akkuyu
Nükleer santrali için ortaya çıkan ÇED raporundaki
nükleer mühendisin sahte imza skandalı da diploma
kiralama yöntemi ile yapıldığı izlenimini veriyor.
Son yıllarda yaşanan restorasyon skandallarını
anlatmaya gerek yok sanırım.
Türkiye ’nin her
köşesinde tarihi binaların restorasyonları Kültür ve
Turizm Bakanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü, yerel
yönetimler tarafından sürdürülüyor. Çok iyi yapılan
restorasyonların yanısıra çimento kullanarak
restorasyondan çok yenileme yapılarak 'gıcır gıcır'
olan tarihi eserler de mevcut. İşte bu rezalet
restorasyonlarda uzman restoratör, arkeolog ve sanat
tarihçi var mı yok mu hiç bilemedik. Kamuoyunda
onların isimleri de çok ön plana çıkmadı. Bu kötü
restorasyonların arka planı araştırıldığında orada
uzman yerine diplomalarının çalıştığını görmek artık
bizi şaşırtmayacak.
Kimse diplomasını kiraya verirken vicdanını, etik
anlayışını sattığından habersiz. Çalışmadan, emek
sarfetmeden kolay yoldan para kazanmayı kendine hak
görenlerin sayısı anlaşılan çok fazla. İnsanın
içinden şöyle demek geliyor, "Böyle başa böyle
tıraş!"
Radikal, Haber: Ömer
Erbil, 22.01.2015
|
TARİHİ DEĞİRMEN
BAKIMSIZLIKTAN YIKILDI
Muğla'nın Marmaris
İlçesi Turgut Mahallesi'ndeki turistik şelale içinde
bulunan koruma altındaki tarihi su değirmeni
bakımsızlıktan yıkıldı.
Değirmenin hissedarlarından 65 yaşındaki Hasan Hüseyin Ünlü, değirmenin yıkılmasında sorumluğu olduğunu ileri sürdüğü bir hissedar ve işletmeci ile Muğla İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü hakkında, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Muğla Valiliği'ne dilekçeyle başvurup şikayetçi oldu. Marmaris'e gelen yerli ve yabancı turistlerin uğrak yerlerinden olan Turgut Şelalesi içerisinde mülkiyeti Marmarisli Ünlü ile Çümen Aileleri'ne ait olan ve şu andaki 9 hissedara miras kalan tarihi su değirmeninin çatısı ile doğu cephesinin duvarı bakımsızlıktan yıkıldı.
Yapılış tarihi bilmediği fakat 1955 yılında
yandıktan sonra 1962 yılında tadilat geçirdiğini
anlattığı değirmenin ilgisizlikten yıkılması,
hissederlardan Hasan Hüseyin Ünlü'nün tepkisine
neden oldu. Ünlü, değirmeni yıllarca sorunsuz
işlettiklerini belirterek, "Bölge 1996 yılında sit
alanı ilan edilince, değirmeni, 'Arızalanırsa
yaptıramayız' diyerek, bir daha çalıştırmadık.
Yerini kafeterya olarak ortaklarımızla birlikte 2012
yılına kadar işlettik. Değirmen sadece turistik
amaçlı olarak gelenlerin ziyaretine açık bırakıldı.
2012 ve 2013 yıllarında değirmenin bulunduğu yer
Ahmet Çetin'e kiraya verildi. Çetin kira sözleşmesi
bitmesine rağmen 2014 yılında yeri boşaltmadı. 9
hissedardan 8'inin bilgi ve izni olmadan Muğla İl
Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarihi binanın çatısının
yenilenmesi için 9'ncu hissedar 8'inin bilgisi
olmadan Hayriye Şimşek'e izin vermiş. İzin
alınmasına rağmen, hiçbir işlem yapılmayınca,
değirmenin çatısı ile doğu cephesindeki duvar geçen
Aralık ayı başında yıkıldı. Binayı korumaya alan İl
Kültür ve turizm Müdürlüğü artık burayla ilgili ne
yapacak bilemiyoruz. Görevlerini düzgün yerine
getirseler burası yıkılmazdı. Koruma sözle
alınmamalı" diyerek, tepkisini dile getirdi.
Tarihi varlıkların yok olmasına seyirci kalanları
kınadığını da vurgulayan Ünlü, tarihi değirmenin
zarar görmesinden diğer hissedarlardan habersiz izin
alıp, gerekli restorasyon çalışmasını yapmayan Hayri
Şimşek, işletmeci Ahmet Çetin ve tek hissedara izin
verip, işi takip etmediğini ileri sürdüğü Muğla İl
Kültür ve Turizm Müdürlüğü'nün sorumlu olduğunu
belirtip, cezalandırılması için geçen 19 Aralık'ta
Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Muğla Valiliği'ne
dilekçe verdiğini de kaydetti.
Türkiye Gazetesi,
21.01.2015
|
FATİH'İN TÜRBESİ
ELEKTRİK BORCU YÜZÜNDEN KARARTILDI
Fatih Sultan Mehmet
türbesinin, yaklaşık 35 bin lira tutan elektrik
borcu nedeniyle elektrikleri kesildi. Uzun süre
elektriksiz kalan türbe, dün akşam saatlerinde
aniden yeniden aydınlatıldı. Kültür Müdürlüğü,
elektriğin borcundan dolayı kesildiğini doğruladı.
Kültür Müdürlüğü’nden
bir yetkili, türbenin elektriklerinin kesildiğini
doğrulayarak, “Bu durum CLK Boğaziçi Elektrik’ten
kaynaklanan bir sorun. Normalde buraların
elektriklerinin kesilmemesi gerekir. Borcumuz olduğu
doğru, ancak yapılandırmaya gitmiştik. 35 bin liraya
kadar düşürdük. Orada bir yanlışlık olmuş o yüzden
kestiler. Dün de yanlış düzeltildi ve elektrikler
tekrar açıldı'' dedi.
Bu arada, türbenin elektriklerinin kesildiğini
öğrenen ziyaretçiler de şaşkındı. Fatih Sultan
Mehmet’in türbesinin elektrik borcundan dolayı
karartılmasını kınayan vatandaşlar, “Onca kaçak
elektrik kullanan varken türbenin elektriklerinin
kesilmesi normal olamaz.'' dedi. Öte yandan, CLK
Boğaziçi Elektrik firmasından konuyla ilgili bilgi
alınacak bir yetkiliye ulaşılamadı.
Cnn Türk, 21.01.2015
|
RÜYASINDA SES DUYDU, HEYKEL BULDU
Hatay’ın İskenderun
İlçesi'nde, rüyasında duyduğu
sese kulak veren Arafat Güllü, evinin alt katında
bir kralın mezarının olduğunu iddia edip yaptığı
kazıda insan minyatürü şeklinde heykel buldu.
Daha önce de bulduğu tarihi eserleri Antakya
Arkeoloji Müzesi'ne teslim eden Güllü, evinin
incelenmesi için yetkililere çağrıda bulundu.
Esentepe Mahallesi’nde yaşayan üniversite mezunu
elektrik tesisatçısı Arafat Güllü (35) evinin
altında bir krala ait mezar bulunduğunu ve burada da
yüklü bir hazine olduğunu ileri sürdü.
Son dönemlerde sık sık rüyalar görmeye başladığını
belirten Güllü, “Ben her uyuduğumda rüyamda
birisinin beni çağırdığını hissediyordum. O ses bana
“Arafat gel Arafat çıkart beni buradan ben
aşağıdayım” diyordu. Bu durumu eşime anlattığımda
bana 'deli' olduğumu söyledi. En son durumu
arkadaşıma anlatıp evimin altından beni
çağırdıklarını söyledim. O ses bana dedi ki, 'sana
parçaların en güzelini vereceğim.
Git evinin altındaki taşı kaldır.' Ben de gidip
evimin alt kısmında bulunan taşı kaldırdığımda bir
heykel ile karşılaştım. Evimin altında yüklü
miktarda hazine olduğunu düşünüyorum. Ben
devletimden kaç defa buranın gelip araştırılmasını
istedim. Ama bir türlü sonuç alamadım. Daha önceleri
de evimin alt kısmında bulduğum birkaç parçayı
Antakya Arkeoloji Müzesi'ne teslim ettim. Daha
önceleri evimin altında bulduğum parçaların Roma
döneminden olduğu devletin müzesi tarafından
tescillendi, yetkililerden bu evde araştırma
yapmalarını istiyorum” dedi.
Arafat Güllü'nün gördüğü rüyasını sürekli olarak
kendisine anlattığını kaydeden arkadaşı Ali Taşpınar
ise, “Bana sürekli gördüğü rüyayı anlatıp hazine
bulacağını söylüyordu. Evinin alt katına indiğimizde
kendisine seslendiğini söylediği insan görünümlü
heykeli buldu” dedi.
Hazine bulunduğunu söylediği evini 4 yıl önce
gaipten duyduğu ses ile satın aldığını anlatan
Güllü, “4 yıl önce bu evin tam karşısında bulunan
evde oturmaktaydım. O ses bana dedi ki, 'Arafat sen
gelip bu evi alacaksın.' Babama durumu anlattığımda
babam bana şu anda oturduğum evin harabe olduğunu
belirtip burayı almamam gerektiğini söyledi. O ses
bana diyordu ki, 'Arafat çadır kur buraya. Burayı
al.' Ben de babama gerekirse çadır kuracağımı ama bu
evi alacağımı söyledim. Ve aldım. O sese gittim.
Evimin altında insan minyatürü olan bir heykel
buldum” diye konuştu.
Milliyet, 21.01.2015
|
TOPKAPI SARAYI'NDA PİS KOKU KRİZİ
Topkapı
Sarayı müdür yardımcısı Sevgi A., saray güvenliği ve
temizlik görevlilerine "pis kokuyorsunuz,
turistlerle konuşmayacaksınız" dediği gerekçesiyle
şikayet edildi. Bir saray çalışanı tarafından
yapılan şikayette Sevgi A.'nın personel arasında
ayrımcılık yaptığı, sevmediği personeli dışladığı,
onları cezalandırmak için elinden geleni yaptığı,
her ay yapılan güvenlik toplantılarında güvenlik
görevlisi ve temizlikçilere, "Hepiniz pis
kokuyorsunuz, sizi işten çıkarırım, turistlerle
konuşmayacaksınız" diye hakaret ettiği iddia edildi.
Bu şikayet üzerine
İstanbul Valiliği inceleme başlattı. İnceleme
ardından iddiaların sübuta ermediği yönünde rapor
hazırlandı.
Galata Mevlevihanesi Müze Müdürü Yavuz Özdemir
tarafından hazırlanan raporda, şikayet dilekçesini
gönderen personelin kim olduğunun araştırıldığı
fakat tespit edilemediği, Müdür Yardımcısı Sevgi A.
hakkında suç, hakaret veya usulsüz yapılan bir işlem
görülmediği belirtildi.
Sabah, 21.01.2015
|
RESTORASYON SKANDALI: KİRALIK DİPLOMA
İhale ile alınan pek çok inşaat projesindeki
arkeolog, sanat tarihçisi, restoratör bulundurma
mecburiyeti şirketler tarafından 'kiralık
diploma'yla aşılıyor. Bazı arkeologların
diplomalarını kiraladığı ileri sürülen Kültür Sanat
Emekçileri Derneği'nde yöneticiler istifa etti.
Ankara ’da Kültür Sanat Emekçileri Derneği
(KSED) büyük bir skandal ile çalkalanıyor. Genel
Başkan Hızır İnan ve bazı dernek yöneticilerinin
arkeologların diplomalarını restorasyon projelerinde
kullanılmak üzere kiraya verdiği ileri sürüldü.
Dernek yöneticilerinden Başkan Yardımcısı Binnur
Çelebi ve Genel Sekreter Ayşe İpekçi iddialar
üzerine dernek görevinden ayrıldı. Kamuoyunda sıkça
dile gelen restorasyon rezaletlerinin neden
kaynaklandığına da örnek teşkil eden bu skandalın
ardından neler çıkacağı merakla bekleniyor.
İhale ile alınan pek çok inşaat projesinde arkeolog,
sanat tarihçisi, restoratör bulundurma mecburiyeti
isteniyor. Ancak onların çalışmadan sadece proje
üzerinde imzasının olması ve çalıştığını beyan
etmesi yeterli bulunuyor. Bunun için de bu meslek
gruplarından bir diplomayı proje dosyasına dahil
ediliyor. Bunun karşılığında diploma sahibine proje
süresince aylık kira bedeli ödeniyor. SGK primleri
de yatırılıyor. Bu durum dedikodu mahiyetinde
yıllardır konuşuluyor ancak ispatı zor olduğu için
bir türlü ortaya çıkarılamıyor.
'AYDA BİN LİRA VERSİN ÖYLE KIZSIN!'
İşte şimdi Kültür Sanat Emekçileri Derneği bu
skandal ile çalkalanıyor. Dernek Genel Başkanı Hızır
İnan'ın, arkeolog Ayşe İpekçi’ye bu teklifi yaptığı
ortaya çıktı. İddiaya göre İnan, Messenger’da
yaptığı yazışmada İpekçi'ye bir arkeolog ihtiyacı
olduğunu, ayda bin lira verileceğini ve bir yıl
boyunca sigortasının ödeneceğini ve arkeologtan
sadece diplomasının istendiğini söylüyor. Ayşe
İpekçi’nin, "Başkan yardımcısı Binnur Çelebi
duymasın çok kızar" uyarısı için de, "Sana ayda bin
lira versin sigortanı da yapsın ondan sonra kızsın"
karşılığını veriyor.
II. KILIÇARSLAN KÖŞKÜ KİME EMANET?
Dernekteki skandal Konya Büyükşehir Belediye
Başkanlığı Fen İşleri Daire Başkanlığı tarafından
ihaleye çıkarılan II. Kılıçarslan Köşkü’nün koruma
altına alınması ve restorasyon işinde patladı.
Arkeolog Kamil Sağlam’ın diploması aylık bin lira
karşılığında ihaleyi alan Gökalp Proje Müşavirlik
LTD. şirketi tarafından kiralandı. Binnur Çelebi bu
kiralama olayından haberdar olunca Kamil Sağlam ile
görüştü. Sağlam’a bu yaptığının etik ve doğru
olmadığını anlattı. Sağlam kendisinin Anadolu Sanat
Tarihçileri Derneği Başkan Yardımcısı Tekin Süllü
tarafından ikna edildiğini söyledi. Sağlam noterde
yaptığı sözleşmeyi feshetti. Konya Büyükşehir
Belediye Başkanlığı’na da durumu noter aracılığıyla
iletti.
Dernek yöneticileri skandalın patlamasından sonra
ardı ardına istifa etti. İki ay önce arkeolog
istihdamı için açlık grevi açıklaması yapan Binnur
Çelebi konuyla ilgili şöyle konuştu; "Bunları en
başından beri duyuyordum ve dernek yöneticisi
arkadaşları uyarıyordum. Bunun doğru olmadığını ve
karşı çıktığımı söylüyordum. Artık son olay bardağı
taşıran son damla oldu. Genç arkeolog arkadaşların
işsiz olmasını fırsat bilip kullanmaları asla kabul
edilemez. Bizi şimdi dernekten uzaklaştırmak
istedikleri için bizim kendilerine iftira attığımızı
ileri sürecekler ama bu asla doğru değil. En baştan
kendilerini bu konuda uyardım."
'ARKADAŞIN MENFAATİNİ DÜŞÜNDÜM!'
KSED Genel Başkanı Hızır İnan’a da iddiaları sorduk.
İşte İnan’ın verdiği cevap: "Ayşe hanıma bu teklifi
getirdiğim doğrudur. Yaz sezonunda bir proje için
arkeolog aranıyordu. Kuzenim bana söyledi. Ben de
Ayşe hanıma ek gelir olması için teklif ettim.
Eczacılar nasıl diplomalarını veriyorlar onun gibi
düşündüm. Ayşe hanıma da ayda bin liradan 50–100
lira derneğe bağışlamasını istedim. Ayşe hanımla
beraber şirkete gittik. Şirket ayda değil bir sefere
mahsus bin lira vereceğini söyleyince vazgeçtik. Ben
arkadaşımın menfaatini düşündüm. Kamil Sağlam’ı
tanımam. Binnur hanım ve arkadaşları dernekle
anlaşamıyorlardı. O nedenle aramızdaki husumetten
dolayı şimdi iftira atıyorlar."
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 21.01.2015
|
KIRŞEHİR'DE KALE HÖYÜK KAZI
ÇALIŞMALARI DEVAM EDİYOR
Kırşehir merkezde 2012 yılında
başlatılan Kale Höyük kazı çalışmaları devam
ediyor.
Ahi Evran Üniversitesi'nden (AEÜ)
yapılan yazılı açıklamaya göre, AEÜ ile Kırşehir
Müzesi işbirliğinde Arkeoloji Bölümü öğretim
üyesi Yrd. Doç. Dr. Işık Adak Adıbelli'nin
danışmanlığında 2012 yılında başlatılan Kale Höyük
kazı çalışmaları, geçen yıl Ağustos-Kasım ayları
arasında da sürdürüldü.
Geçen yıl önceki yıllarda olduğu gibi
höyüğün güney bölümünde yoğunlaştıklarını belirten
Adıbeli, ayrıca höyüğün kuzey bölümünde de yeni bir
sondaj kazısı yapıldığını bildirdi. Kazı
çalışmalarının ilk etapta höyüğün güney ve güney
doğusunda yer alan plankarelerde
gerçekleştirildiğini kaydeden Adıbelli, "Bu
çalışmalar sırasında yüzeydeki bahçe toprağı
kaldırıldıktan sonra ocak ve belirli bir yapıya
bağlı olmayan duvar kalıntılarının olduğu yaklaşık
50 santimetre yüksekliğinde Osmanlı tabakası ortaya
çıkarıldı. Söz konusu tabakada ele geçen az sayıdaki
pişmiş toprak pipo parçaları ve mavi beyaz İznik
çini parçaları dışındaki buluntular kaba günlük
kullanım kap parçalarından oluşmaktadır" ifadelerini
kullandı.
Osmanlı dönemi işliklerinin altında
ise yaklaşık 1, 1.5 metre yüksekliğinde çok sayıda
çöp çukuru, ocak ve duvar kalıntılarının bulunduğu
tahrip olmuş başka bir tabaka belirlendiğine de
dikkati çeken Adıbelli, söz konusu tabakanın bazı
bölümlerinde kısmen korunmuş işlik kalıntıları ve
çöp çukurlarından ele geçen 13. ve 14. yüzyıllara
ait sırlı tabak ve kandil parçaları bulunduğunu
vurguladı.
Kazıda ele geçen Selçuklu tarzı alçı
stuko parçalarının ise Selçuklu dönemine ait önemli
buluntular olduğuna işaret eden Adıbelli, şunları
kaydetti:
"Bunların dışında tabakada dağınık
halde Bizans, Geç Roma ve Roma dönemine ait
buluntular da ele geçirildi. Bu tabakanın altında
ise yaklaşık 2.5 ile 5 metre derinlikler arasında
Hellenistik dönem tabakası tespit edildi. Milattan
önce 4. ile 2. yüzyıllar arasına tarihlenen çok
sayıda pişmiş toprak kap parçalarıyla tabaka kendi
içerisinde yapı katlarından oluşan evrelere
ayrılmıştır. Katmanlarda belirlenen kerpiç ve moloz
taşlardan yapılmış duvar kalıntıları yoğun tahrip
görmüş ve birbirinin üstüne alt evreyi tahrip ederek
inşa edilmiştir."
Milliyet, 20.01.2015
|
BU SON MEKTUP BELKİ DE KÖŞKÜ KURTARACAKTI
İzmir'in sayılı tarihi
değerlerinden Paterson Köşkü, geçen 30 Aralık’ta
yandı, önemli hasar gördü.
Bornova’daki tarihi yapı için 2 yıldır tahsis
kararı bekleyen Büyükşehir Belediye Başkanı
Aziz Kocaoğlu’nun, köşkün bir an önce restore
edilmesi için Kültür ve Turizm Bakanlığı’na 3
ayrı mektup yazdığı, sonuncusunun ise yangından
1 gün önce gönderildiği ortaya çıktı.
Mektupların ilk ikisinin 12 Mart ve 9 Eylül 2013
tarihli olduğu öğrenilirken, 29 Aralık tarihli o
son mektupta Kocaoğlu şu ifadeleri kullandı:
“Günümüz itibariyle Yargıtay aşamasında olan hukuki
sürecin sonuçlanması beklenmekte olup, adeta bir
harabeye dönüşmüş olan ve kentin en nadide mimari
eserlerinden Paterson Köşkü’ne yönelik bir müdahale
geliştirilememektedir. Kapı ve pencereleri olmadığı
için maruz kaldığı çevresel faktörler nedeniyle
yapıdaki tahribat büyük bir hızla artmaktadır. Bu
nedenle ilgili Koruma Bölge Kurulu tarafından
onaylanmış olan projenin geçerliliğini yitirmesinden
endişe edilmektedir. Hukuk sürecinin tamamlanması
beklenirse yukarıdaki ifade edilen gerekçeden ötürü
Paterson Köşkü’nün restore edilerek yaşatılmasına
ilişkin süreçte zorluklar gündeme gelecektir.
Belediyemizce, Paterson Köşkü’nün ivedilikle restore
edilerek kente kazandırılması amaçlanmakta ve
gerekli tüm çalışmalar tamamlanmış olup, protokolün
iptaliyle başlayan ve yaklaşık 2 yıldır devam eden
gelişmeler nedeniyle bu doğrultuda bir adım
atılmamaktadır. Söz konusu kültür varlığının yok
olmasının önlenerek, kent kültürüne kazandırılması
amacıyla belediyemizce restorasyon çalışmalarının
başlatılabilmesi için bakanlığınızca gerekli izin
verilmesi hususunda bilgi ve gereğini arz ederim.”
Büyükşehir yetkilileri, “Keşke bu mektuplar dikkate
alınsaydı” derken, 2 yıldır tahsis kararını
beklendiğini, restorasyon için tüm hazırlıkların
tamam olduğunu ancak uzayan sürecin köşkün
yaşatılmasını zorlaştıracağı görüşünü paylaştı.
SÜREÇ BÖYLE BAŞLADI
Paterson Köşkü’ndeki süreç, Maliye Bakanlığı
Milli Emlak Genel Müdürlüğü’nün 2008’deki yazısıyla
köşkün İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne tahsis
edilmesinin ardından başladı. Tarihi yapıyı yeniden
ayağa kaldırmak ve kente kazandırmak için yola çıkan
Büyükşehir Belediyesi’nce hazırlatılan rölöve,
restitüsyon ve restorasyon projeleri 2011’de İzmir 1
No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge
Kurulu kararıyla onaylandı. Ardından, hazırlanan
mimari proje revizyonu da uygun bulundu. Köşkün
restorasyonunun gerçekleştirilmesi doğrultusunda
yapı ruhsatı alınıp yapım ihalesinin ilanı aşamasına
gelinmişti ki, beklenmeyen bir gelişme yaşandı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, köşkün Büyükşehir’e
tahsisine ilişkin protokolü tek taraflı iptal
ettiğini açıkladı. Milli Emlak Genel Müdürlüğü de
bunun üzerine köşkün Büyükşehir’e tahsisini
kaldırdı. Böylece köşk yeniden Kültür ve Turizm
Bakanlığı’na geçti. Oysa bu süreçte Kültür ve Turizm
Bakanlığı ile Paterson Köşkü’nde Atilla İlhan
Kütüphanesi oluşturulması yönünde görüşmeler de
başlamıştı. Büyükşehir Belediyesi, protokolün iptali
nedeniyle Kültür ve Turizm Bakanlığı aleyhine dava
açtı. İzmir 2. İdare Mahkemesi’nin 30 Ocak 2014
tarihli kararıyla protokolün iptaline yönelik
işlemin iptaline karar verildi. Büyükşehir’in,
Milli Emlak Genel Müdürlüğü’nün tahsisin
kaldırılması işleminin iptali
için Maliye Bakanlığı aleyhine açmış olduğu dava ise
İzmir 3. İdare Mahkemesi’nin 22 Mayıs 2014 tarihli
kararıyla reddedildi. Alınan mahkeme kararlarının
ardından bugüne kadar herhangi bir gelişme
yaşanmadı.
TOPLAM 38 ODALI
Köşkün asıl sahibi John Paterson Leith, İskoçyalı
bir mısır tüccarıydı. İzmir’de tanınan Paterson,
1859’a gelindiğinde özellikle madencilikte karlı
olan birçok girişimde bulundu. Ayrıca kendisinin
Türkiye’de kromu ilk keşfeden kişi olduğu biliniyor.
Paterson Köşkü, yarısı yarış atlarının ahırları için
kullanılan 133 dönüm arazi üzerine kurulmuş 38 odalı
bir köşk. Köşkte 1963’ten beri aile fertleri
yaşamasa da evin büyük piyanoları 1972’ye kadar
malikanede kaldı. Evin son sakinleri 5 yıl boyunca
burada yaşayan NATO çalışanları oldu.
KONTROL
EDİLEMİYOR
Tarihi binanın güvenliğinden İl Kültür ve Turizm
Müdürlüğü sorumlu. Ancak harabe halindeki köşke
özellikle geceleri girip çıkanlar kontrol
edilemiyor. Geçtiğimiz günlerde çıkan yangının,
yapının özgün olarak korunabilmiş ender
bölümlerinden biri olan güney blokuna ciddi zarar
verdiği belirtiliyor.
Hürriyet, Haber: Banu Şen, 20.01.2015
|
'APOLLON SMINTHEUS'TA' 7 BİN YILLIK
MEZAR
Ayvacık İlçesi'ne bağlı Gülpınar
Köyü'nde yer alan Smintheion antik kentinde
yapılan ''Apollon Smintheus'' kutsal alanı
kazılarında, 7 bin yıllık mezar ortaya çıkarıldı.
Başkanlığını Prof. Dr. Coşkun
Özgünel'in yaptığı, Çanakkale Onsekiz Mart
Üniversitesi (ÇOMÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji
Bölüm Başkanı Prof. Dr. Turan Takaoğlu'nun bilimsel
danışmanlığında yürütülen kazılarda, 7 bin yıl
öncesine ait mezar bulundu.
Prof. Dr. Takaoğlu, AA muhabirine
yaptığı açıklamada, bölge arkeolojisi açısından
oldukça önem arz eden bu mezar buluntusunun,
kendilerine yörede tarih öncesi dönemlerde ölü gömme
gelenekleri hakkında bilgi verdiğini söyledi.
Basit "toprak mezar" olarak
karşılarına çıkan mezarların içinde ölülerin
dizlerin kırılarak karına doğru çekme (anne
karnında) pozisyonunda yatırıldığının belirlendiğini
aktaran Takaoğlu, "Ölülerin ayak uçlarına 'ölü
hediyesi' olarak özenle seramik kaplar
yerleştirilmiş. Mezarların üzerileri taşlarla gelişi
güzel kapatılmış. Smintheion'da 2004 yılında
başlatılan prehistorik yerleşim kazılarında ilk kez
mezar tespit edildi" dedi.
Prof. Dr. Takaoğlu, önemli olan mezar
buluntusunun arkeolojik açıdan kendilerine eksik
olan bilgileri tamamlamada yardımcı olacağını
kaydetti.
- Apollon Smintheus Tapınağı
Tapınak, eski adıyla Külahlı olarak
bilinen Ayvacık İlçesi'ne bağlı Gülpınar
Köyü'nün kuzeybatısı ile kuzeydoğusu arasında kalan
vadinin başlangıç eteklerinde, Bahçeleriçi mevkiinde
yer alıyor. Troas bölgesinde
bugün için tek
örnek olduğu belirtilen tapınakta Helenistik Çağ
Anadolu mimarlığına imzasını atan mimar
Hermogenes'in uyguladığı pseudodipteros (yalancı iki
sıralı sütun) plan tasarımı kullanılmış, ön ve arka
cephelerinde 8, uzun kenarlarında ise 14'er sütun
dizisi bulunuyor.
Smintheion antik kentinde yer alan
tapınakta mermer bloklarla döşenen "kutsal alan"da
pronaos (kutsal ön oda), naos (kutsal oda) ve
opisthodomos (arka oda) olmak üzere 3 oda, naosta
Paroslu heykeltıraş Skopas'ın yaptığı ve 110
santimetrelik bacak parçası bulunan, "tanrı
Apollon"un heykeli yer alıyor.
Kaynaklarda,
ünlü coğrafyacı ve
seyyah Strabon'un 2 bin yıl önce yazdığı
''Geographica'' adlı kitapta, kenti Yunanistan'dan
gelen İonlar kuşattığı
zaman ,
gece topraktan çok
miktarda tarla faresinin çıkarak askerlerin silah ve
teçhizatlarının deri kısımlarını kemirip
kopardıkları ve bu yüzden kenti kuşatan İonların
savaşı kaybettiğini yazdığı ve Lekton halkının
minnet göstergesi olarak bu tapınağı inşa etmiş
olabileceği belirtiliyor.
Bölgede ilk kazıların 1866 yılında
başlatıldığı, ara verildikten sonra 1984 yılında
yeniden başlanan kazı ve restorasyon çalışmalarının
sürdürüldüğü kaydediliyor.
Radikal, Haber: Mehmet Bayer,
20.01.2015
|
KARAKÖY-BEYOĞLU TÜNELİ 140'NCI YAŞINI KUTLUYOR
1875 yılında hizmete giren Karaköy-
Beyoğlu Tünel'in 140'ıncı yılı kutlandı. Günde
181 seferle yaklaşık 15 bin yolcu taşıyan Tünel
dünyada ikinci, yer altı metroları arasında ise ilk
olma özelliğini taşıyor.
Tünel Metrosu'nun 140'ıncı yılı İETT Genel Müdürü
Mümin Kahveci, İETT yönetimi ve vatandaşların
katılımıyla kutlandı. Tüneldeki kutlama ve hatıra
fotoğraflarının çekilmesinin ardından Tünel'in
yükünü taşıyan dev makaraların bulunduğu Cer
Atölyesi binasında ulaşım müzesi açılışı yapıldı.
İETT
Kültür
Sanat Durağı adı verilen müzenin açılışında
konuşma yapan İETT Genel Müdürü Kahveci, “Dünyanın
en köklü kurumlarından biri olan İETT'nin tarihi bu
ulaşım müzesinde yaşayacak.
İstanbul ulaşımında kullanılan tarihi
materyalleri görmek için İstanbulluları kültür sanat
durağımıza davet ediyorum. Cer Atölyemizin ikinci
katında ise kültür-sanat atölyeleri ve etkinliklere
yer vereceğiz. İstanbul'un tarihine iz bırakan İETT,
bu etkinliklerle iz bırakmaya devam edecek.” dedi.
Tören sonunda ulaşım müzesi vatandaşlar tarafından
gezildi. Kahveci, günün anısına yolculara tarihi
delikli jetonlardan hediye etti.
Ayrıca Tünel'in 140'ıncı yılına özel Tünel dergisi
hazırlandı. Dergide Tünel'in tarihi, bilinmeyenleri
efsaneleri ve tarihi fotoğraflara yer verildi.
Eski adıyla Galata-Pera arasında sefer yapan tünel
metrosu günde ortalama 181 seferle 15 bin dolayında
yolcu taşıyarak sıfır kaza riskiyle çalışıyor. İlk
açıldığı tarihlerde İstanbul Tüneli, Galata-Pera
Tüneli, Galata Tüneli, Galata-Pera Yer altı Treni,
İstanbul Şehir Treni, Yer altı Asansörü ve Tahtelarz
gibi çeşitli isimlerle adlandırılan Tünel'in yıllık
yolcu sayısı 5,5 milyonu buluyor.
TÜNEL HATTI
Hizmete alınış tarihi: 17 Ocak 1875
Hat uzunluğu: 573 metre
Vagon sayısı: 2
İstasyon sayısı: 2
Yolculuk süresi: 90 saniye
Yolcu kapasitesi: 170 kişi (tek vagonda)
Koltuk sayısı: 18
Çalışma hızı: 6,5 m/sn
Günlük sefer sayısı: 181 (ortalama)
Günlük taşınan yolcu sayısı: 15 bin kişi
Yıllık yolcu sayısı: 5,5 milyon
Vagon ağırlığı: 20 ton
Tünel'in galeri genişliği: 6.6 metre
Karaköy ile Beyoğlu arasındaki kot farkı: 61 metre
Eğim: Yüzde 10
Radikal, 19.01.2015
|
SİNAN VE SELİMİYE VAKFI KURULDU
Mimar Sinan'ın eserlerinin korunması ve gelecek
nesillere taşınması amacıyla Ankara'da Sinan ve
Selimiye Vakfı kuruldu.
Kurucu Yönetim Kurulu Başkanlığı'na Sağlık
Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu seçilirken, başkan
yardımcılığına TOBB Yönetim Kurulu Başkanı M.
Rifat Hisarcıklıoğlu, Sayman üyeliğe Arif
Parmaksız, Edirne Valisi Dursun Ali Şahin, TOBB
Başkan Danışmanı Erdoğan Özegenden seçildi.
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) bağlı
Gümrük Ticaret İşletmeleri (GTİ) bünyesinde
kurulan Sinan ve Selimiye Vakfı (SİSEV)'nın
amacı, "Tarihi, milli ve manevi kültür
mirasımıza asırlardır yaşayan eserleriyle önemli
katkı sunmuş olan Mimar Sinan'ın, ustalık dönemi
eserim dediği Edirne Selimiye Camii ve
müştemilatının; korunması ve yaşatılmasına
yönelik restorasyon, bakım, çevre düzenlemesi,
güvenlik ve diğer her tür ihtiyaçları ile ülke
içi ve dışı tanıtımına yönelik çalışmalar
yapmak, yaptırmak veya yapanlara katkı sunmak,
bu konularda görevli kamu kurum ve kuruluşları
ile işbirliği yapmak, faaliyetlerine destek
vermek veya birlikte bu hizmetleri yürütmek
suretiyle, gelecek nesillere aktarılmasını
sağlamak, Mimar Sinan'ın, sanatına ve dehasına,
kısa vadeli değil geleceğe yönelik projelerini
uygulama anlayışına, kısaca duruşuna saygının
ifadesi olarak; kişiliğini, sorumluluk
anlayışını, iş disiplinini anlamaya ve anlatmaya
çalışmak, Türk-İslam ve dünya mimarisinde hak
ettiği yeri alması için görsel, basılı, teknik
tüm unsurlarıyla gerekli tanıtım çalışmalarını
yapmak, yaptırmak veya yapanlara katkı sunmak,
Mimar Sinan anlayış ve ideali ile mesleğini
sürdürecek mimarlık, tasarım ve restorasyon
alanında eğitim gören öğrencilere destek olmak
ve bu amaçla eğitim-öğretim faaliyetleri yapmak
veya yapılanlara destek vermek. Bu kapsamda
konferans ve seminerler düzenlemek, Türkçe başta
olmak üzere diğer dillerde sinema filmi, dizi
tiyatro eserleri gibi etkinlikler düzenlemek,
Türk İslamkültür ve mimarisinin dünyada
tanıtımını yapmak bu konuda akademik ve bilimsel
çalışmalara destek vermek ve bu kapsamda yine
yurt içi dışında yüksek lisans ve doktora
öğrencilerine ayni veya nakdi katılarda
bulunmak. Aynı zamanda vakfımız gayesine ulaşmak
maksadıyla başta bu tarihi eserlerin bakım ve
restorasyonu olmak üzere mimarlık ve
restorasyonla ilgili iktisadi işletmeler
kurabileceği gibi yine bu alana hizmet etmek
üzere her düzeyde fakülte ve meslek yüksek
okulları açabilecek" şeklinde belirlendi.
Sinan ve Selimiye Vakfı 14 ocak 2015 tarihi
itibari ile ilk toplantısını gerçekleştirirken
önümüzdeki günlerde mütevelli heyetin oluşum
çalışmasını tamamlaması ile birlikte Edirne'deki
idari teşkilat yapısını da oluşturacak.
Arkitera, Haber: Bahar Bayhan, 19.01.2015
|
HATAY ARKEOLOJİ MÜZESİ'NE YOĞUN İLGİ
Birçok medeniyete ev sahipliği yapan Hatay'da,
bir süre önce Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından
bir bölümü açılan arkeoloji müzesi, tamamlandığı
"dünyanın en büyük mozaik koleksiyonunun
sergilendiği" müze olacak.
Hatay'daki Tayinat Höyüğü'nde 2012 yılında
Toronto Üniversitesi'nden Prof.Dr. Timothy Harrison
başkanlığındaki kazıda bulunan, bir elinde mızrak.
diğerinde başak tutan ve milattan sonra 9. yüzyılda
Tayinat'ta hüküm süren Kral Suppiluliuma'ya ait 1,5
metrelik heykel de müzede yer alıyor. Sakallı,
bukleli saçlı, kollarında özel bileklikler bulunan
heykel, müzenin yanı sıra kentin tanıtım yüzleri
arasında de yerini alıyor.
Hatay Arkeoloji Müzesi teşhir ve tanzim sorumlusu
restoratör Celaleddin Küçük, kısa süre önce bir
bölümü açılan müzeye yoğun ilgi gösterildiğini
söyledi.
Müzenin, 32 bin metrekaresi kapalı 52 bin 700
metrekare olduğunu ifade eden Küçük, şu bilgileri
verdi:
"Müzede, günümüzden 42 bin yıl önce başlayan ve
20. yüzyıla kadar devam eden kronoloji oluşturuldu.
Üçağız Mağarası, Tell Kurdu, Tel Tayinat ve Tel
Aççana höyüklerinin küçük örnekleri de yer alıyor.
Bu çerçevede ziyaretçiler, zaman tüneline girip
bütün dönemleri görebiliyor. Sonunda 20. yüzyıla
ulaşıyor. Burada insanların eserlerin içine girmesi
sağlanıyor. Bunun için bir takım canlandırmalar
yapıldı. Ziyaretçi, bu sayede kendini o eserin
parçası gibi hissediyor, dokunuyor. Bu anlamda özel
bir müze. Müzenin yarısı açıldı. Yaklaşık bin 400
metrekare mozaik sergilenmekte. Mozaiklerin birçoğu
ilk defa sergileniyor."
Küçük, tamamlandığında yaklaşık 3 bin 500
metrekare mozaiğin sergileneceğini müzenin,
"dünyanın en büyük mozaik koleksiyonuna sahip
olacağını" kaydetti.
Dünyanın en büyük mozaik müzesinin Gaziantep'teki
Zeugma olduğunu aktaran Küçük, orada 2 bin 462
metrekare mozaik sergilendiğini hatırlattı.
Trt Türk, 19.01.2015
|
SİNANKÖY KAZILARI DESTEKLENMELİ
Edirne İl Genel
Meclisi’nin inceleme yapmak üzere görevlendirdiği
Turizm Komisyonu, Sinanköy Kalesi ve aşağısındaki
suyun düzenlenerek günü birlik tesislerin yapılması
gerektiği görüşünde. Ayrıca komisyon, Edirne merkeze
yakın olan Lalapaşa ve Hamzabeyli Gümrük Kapısı yolu
üzerinde yer alan Sinanköy kazılarının da
desteklenmesi gerektiğini raporuna işledi.
Turizm Komisyonu Başkanı Erol Açık, Komisyon Başkan
Yardımcısı Seçkin Yörük, Üye Enver Erkan, Secaattin
Uyur ve Adnan Vural Edirne’nin kültür ve turizmine
katkı sağlayacak olan Sinanköy kalesi ve çevresinde
inceleme yaptı.
Sinanköy Kalesi, Manastır ve Şapellerinde Trakya
Üniversitesi tarafından 2015 yılında Prof.Dr. Engin
Beksaç başkanlığında arkeolojik kazıların Bakanlar
Kurulu kararlı kazı olması için Kültür ve Turizm
Bakanlığı’na başvuruda bulunulduğu ve burada
Bakanlar Kurulu Kararlı kazılar olmasının da son
derece önemli olduğu vurgulandı.
“BAKANLAR KURULU KARARLI KAZI OLMASI ÖNEMLİ”
Lalapaşa İlçesi'ne bağlı Sinanköy'de tarihi
eserlerin ortaya çıkarılmasıyla ilgili kazı
çalışmalarının ne durumda ve çıkarılan tarihi
eserlerin de hangi yüzyıla ve medeniyetlere ait
olduğunun araştırılması için mecliste verilen önerge
hakkında yapılan inceleme rapora döküldü. Komisyon
Başkanı Erol Açık, incelemeler neticesinde; elde
edilen bilgilerin yer aldığı raporu meclisin
bilgisine sundu. Söz konusu bilgilendirme raporunda
da şunlar yer aldı:
“Lalapaşa İlçesi Sinanköy'de 108 ada 308 parselde
yer alan Sinanköy Kalesi, Edirne Kültür Varlıklarını
Koruma Bölge Kurulu tarafından 14.05.2009 tarih ve
2511 sayılı kararıyla korunması gerekli kültür
varlığı olarak tescillenmiştir.
“ŞAPEL, UZUN YILLAR AHIR OLARAK KULLANILMIŞ”
Trakya'da ayakta kalan kalelerin iyi örneklerinden
biri olan Kale tipik bir Doğu Roma Kalesi
özelliklerini taşımakta. Kale topografi açıdan
sınırlarını belli etmekte. Burçları ve duvarları
kısmen ayaktadır. Kalenin yamacında ise şapel ve
mağaralar yer almakta. Burada yer alan Şapel uzun
yıllar ahır olarak kullanılmış ve kaçak kazılarla
tahrip edilmiştir. Ortaçağ dönemine tarihlenen
şapelde duvar resimlerinin izleri halen mevcuttur.
“2014 YILINDA TEMİZLİK VE SONDAJ YAPILDI”
Doğu Roma mimarisinin en sağlam örneklerinden biri
olan Sinanköy Kalesi ve yamacındaki kayaya oyulmuş
Şapel'de belgeleme, temizlik, bakım, onarım ve
gezinti yolları yapımıyla koruma önlemleri
alınmasına ihtiyaç duyulmakta. Kalenin hemen
bitişiğinde taş ocağının faaliyeti sürmekte. Ayrıca
ülkemizde Tümülüs ve Dolmen ve Trak kaleleri yayılım
alanı bakımından en geniş yelpazeye sahip olan
Lalapaşa İlçesi'nde kültür turizmi açısından
bilimsel çalışma yapılmasına ihtiyaç duyulmuştur.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanlığı
Sanat Tarihi Bölümü Başkanlığı'nın 11.07.2014
tarihli başvurusu üzerine koruma kurulu kararı
alınarak, Kültür ve Turizm Bakanlığı izinleri
doğrultusunda 2014 yılı için alanda, Müze
Başkanlığı'nda Sanat Tarihi Bölüm Başkanı Prof.
Engin Beksaç ve Yrd. Doç.Dr. Özkan Ertuğrul ve
öğrencilerin katılımıyla temizlik ve sondaj
çalışmaları yapılmıştır.
Nemli bir yerleşime sahip olduğu anlaşılan Sinanköy
Kalesi Pravadi Kalesi önemli bir yerleşim yerine
sahiptir. Kalede yapılan çalışmalar öncelikle sur
duvarlarının temizliğiyle başlamıştır. Güney surları
üzerinde çalışılmış ve kapı olması düşünülen alanda
yoğunluk sağlanmıştır. Yapılan çalışmaların sonunda
temizlik ve sondajını yaptığımız tüm alanlar tamamen
bitkisel ve atık malzemelerden arındırılmış, ayrıca
tüm alanlar ilaçlanarak yeni çalışmalar için zemin
hazırlanmıştır. Temizlik çalışmaları sırasında Doğu
Roma ve Geç Doğu Roma dönemine ait seramik, cam,
metal ve fresko gibi bol miktarda atık malzeme
bulunmuştur. Bunların dışında bazı devşirme mimari
parçalar bulunmuştur. Ayrıca manastır ve kiliseyle
sondaj alanları güvenlik açısından tahta
paravanlarla çevrilmiştir. Ve alanların
aydınlatılabilmesi için hocalarımız tarafından
gerekli girişimler yapılmıştır.
Sinanköy Kale ve aşağısındaki suyun düzenlenmesi
günü birlik tesisler yapılması Edirne merkeze yakın
olan Lalapaşa ve Hamzabeyli Gümrük Kapısı yolu
üzerinde yer alan Sinanköy kazılarının desteklenmesi
gerekmektedir. Sinanköy Kalesi, Manastır ve
Şapellerinde Trakya Üniversitesi tarafından 2015
yılında Prof.Dr. Engin Beksaç başkanlığında
arkeolojik kazıların yapılması için Bakanlar Kurulu
kararlı kazı olması için Kültür ve Turizm
Bakanlığı’na başvuruda bulunulmuştur. Bakanlar
Kurulu Kararlı kazı olması önemlidir."
Hudurt Gazetesi, Haber: Sevcan Kalıpçinden,
19.01.2015
|
GÖBEKLİTEPE'NİN KIZKARDEŞİ DE URFA'DA
Şanlıurfa’da Göbeklitepe’nin ikizi olarak
adlandırılan Karahantepe’nin keşfi Dünya’da olay
yarattı. Ancak Urfalılar’ın bölgeyi koruyamadığı
belirtiliyor.
10
BİN 500 YAŞINDA
İngiltere’den havayoluyla Şanlıurfa’ya gelen ünlü
arkeolog Andrew Collins ses getirecek bir keşifte
bulundu. Göbeklitepe’nin 10 bin 500 yıllık ikizini
bulan Collins, yıkılan ve kırılan tarihi eserler
arasında araştırmasını sürdürdü. İncelemeler sonrası
bölge halkının insanlık tarihine daha fazla sahip
çıkması istendi.
YAĞMURLA
GÜNYÜZÜNE ÇIKAN TARİH
12.000 yaşındaki Göbekltepe’nin ikizi 10 bin 500
yıllık tarihe sahip Karahantepe’nin keşfi bilim
çevrelerince heyecan yarattı. Harran İlçesi’nin
kuzeyinde bulunan Keçili Köyü’ne yakın mesafedeki
tarihi kalıntılar zamanla yağan yağmurlar sonrası
günyüzüne çıkmış. Üzerinde tarım yapılamayan tepenin
kasıtlı olarak tıpkı Göbeklitepe’deki gibi toprakla
üzeri örtüldüğü tahmin ediliyor.
BİTMEYEN
ANIT: KARAHANTEPE
“T” şeklindeki taşların açıkça farkedildiği
alanın Göbeklitepe’yle aynı kültürden geldiği
belirtiliyor. Çok sayıda kaçak kazının da yapıldığı
anlaşılan bölgede bazı taşların ise tahrip edildiği
görülüyor.
Tarih öncesi neolitik dönemden kalma bölge;
arkeologlarca yapılan araştırma sonrası “Unfinished
Monolith” yani “Bitmeyen Anıt” olarak adlandırıldı.
Karahantepe’nin inşaa süreci devam ederken
bilinmeyen bir şekilde üstü kapatılarak eksik
bırakıldığı kaydediliyor.
BÖLGE
YETERİNCE KORUNMUYOR
Harran İlçesi sınırlarında bulunan tarihi keşfin
Göbeklitepe’yle birlikte açığa çıkarılması halinde
Dünya’nın en çok ziyaret edilen bölgesi olacağı
ileri sürülüyor. Ancak bölgedeki tahribatın devam
etmesi ve kaçak kazılar eserlerin geleceğini ciddi
şekilde tehdit ediyor.
sanliurfa.com, 19.01.2015
|
OSMANLI MI, TÜRKİYE Mİ?
“90 yıllık reklam arası” zihniyetine en
güzel cevabı
Sultan Vahideddin’in kızı
Sabiha Sultan bundan seneler önce vermişti:
“İmparatorluk ayrı bir devirdi, fakat o da Türk’ün
idi, bugünkü Cumhuriyet de Türk’ün malıdır.”
Günlerden buyana bir “Osmanlı”
tartışmasıdır gidiyor... Sinan Çetin devletin
isminin “Osmanlı”
olarak değiştirilmesini istedi, bir hanım
milletvekili de Cumhuriyet dönemi hakkında tatsız
bir benzetme yaptı. Ama Sinan Bey’in de, onun gibi
isim değiştirme hasreti çekenlerin de unuttukları
bir husus var:
Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi adı “Osmanlı”
değil, “Devlet-i Aliyye” idi ve batı dünyasında “Türkiye”
denirdi!
Hafta başından buyana bir “Osmanlı”
tartışmasıdır gidiyor...
Önce yönetmen Sinan Çetin, “Türkiye’nin
adının ‘Osmanlı’
olarak devam etmesini isterdim. Sözlerim gericilik
olarak düşünülmesin, tam tersine devrimci
konuşuyorum. Çünkü
Türkiye Cumhuriyeti, tüm zenginliklerimizi
kapsamıyor” dedi; derken Balıkesir
Milletvekili Tülay Babuşçu da Cumhuriyet dönemini
kastederek “90 yıllık reklam arası” diye
tatsız bir benzetme yaptı!
50 KÜSUR SENE ÖNCE
Burada önce Sinan Bey’in sözünü
ettiği “devletin isminin
Osmanlı olması” konusunun aslını
anlatacağım; Tülay Hanım’ın
buyurduğu “reklam arası” meselesine
de yine bu sayfadaki kutuda bir başkası,
imparatorluğun son hükümdarı Sultan
Vahideddin’in kızı Sabiha
Sultan bundan elli küsur sene önce
yazdıkları ile cevap verecek.
İKİ TÜRK DEVLETİ VARDIR
Sinan Çetin ile
Osmanlı’nın eskisinin yahut yenisinin hayalini
görenlerin ve isim değiştirmeye meraklı kim varsa
hepsinin bilmeleri gerektiği temel husus şudur:
Bizim “Osmanlı” dediğimiz
devlet, resmi ad olarak hiçbir zaman “Osmanlı
Devleti”, “Osmanlı
İmparatorluğu” gibisinden içerisinde “Osmanlı”
kelimesinin geçtiği bir isim kullanmamıştır;
devletin resmi ismi asırlar boyunca “Devlet-i
Aliyye” yani “Büyük Devlet”olmuştur!
Abraham Ortelius’un 1579’da Anvers’te basılan haritası. Altta “Türk İmparatorluğu” yazıyor.
Türk tarihinde aslında sadece iki devlet vardır: “Doğu” ve “Batı” Türk
Devletleri... “Doğu Türk Devleti”Göktürkler’den
başlar, Timur, Babür, Altınordu ve diğerleri ile
devam eder. Batı’ya doğru ilerleyen Türkler de
gittikleri yerlerde kendi devletlerini kurmuşlardır,
Selçuklu ve
Osmanlı İmparatorlukları ile
Türkiye Cumhuriyeti de “Batı Türk
Devletleri”dir.
John Speed’in 16. yüzyılda yaptığı “Türk İmparatorluğu” haritası.
16. asırda çizilmiş bu haritada da “Türk İmparatorluğu” ibaresi var.
HANEDAN İSMİ GELENEĞİ
Tarihteki Türk Devletleri, yani Cumhurbaşkanlığı
Forsu’nda da yeralan 16 devlet, “Doğu” ve “Batı” Türk
Devletleri’nin devamlılık esası dahilindeki yeni
şekilleridir. Yıkılan bir devletin yerine derhal
yenisi kurulmuş, Türkçe günlük konuşmada devletten
bahsedilirken o kurucusunun yahut idarecisi olan
hanedanın ismi ile söylenmesi gelenek olduğu için
herbiri başka isimler almıştır. “Osmanlı” sözü
de bu geleneğin devamıdır, yani devletten kurucusu
ve asırlar boyunca idarecisi olan hanedanın adı ile
bahsedilmesinin örneğidir.
RESMİ İSİM, BUDUR!
İmparatorluk isim olarak daima “Devlet-i
Aliyye” terkibini kullanmıştır ama son
zamanlarında nadiren de olsa terkibin sonuna “Osmaniye” kelimesi
de ilave edilmiş ve “Devlet-i Aliyye-i
Osmaniye” halini almış ama resmi isimde bir
değişiklik olmamış, her zaman “Devlet-i
Aliyye” olarak kalmıştır. “Osmaniye” sözüne
özellikle 19. asrın ikinci yarısından itibaren
rastlanır, bazı Türkçe belgelerde de bu şekilde
geçer ama uluslararası yazışmalarda ve yabancı
memleketler ile yapılan anlaşmaların Türkçe
tercümelerinde, yani resmiyette daima “Devlet-i
Aliyye” vardır.
Peki, devletin Türkçesi bu şekilde olan ismi
yabancı yayınlarda, belgelerde, yazışmalarda,
vesairede nasıl geçiyordu?
Bilmeyenler belki şaşıracaklardır ama Batı
dünyası “Devlet-i Aliyye” karşılığı
olarak her zaman “Türkiye”yi
kullanmıştır! Devletin ismi yazıldığı batı diline
göre “Turquie”, “Turkey” yahut “Turchia” veya “Türkei”olmuş,
imparatorluktan bahsedildiğinde de “Türk
İmparatorluğu” denmiştir.
BURAYA ‘ANADOLU’ DERLER
Unutmayalım: Anadolu’nun ve resmi adı “Devlet-i
Aliyye” olan, resmiyet dışında “Osmanlı
Devleti”şeklinde kullanılan imparatorluğun
hakim olduğu topraklar da Batı’da taaa 11. asırdan
buyana “Türkiye” diye
bilinir! Bu ismin ilk kullanılışına Türkler’in
1071’deki Malazgirt Savaşı’nın ardından bölgeye
kalabalık gruplar halinde yerleşmelerinden hemen
sonra, 1085’te tesadüf edilir. Eski asırlarda
çizilen bütün haritalarda, yazılan tarih
kitaplarında, batılıların kaleme aldıkları
seyahatnamelerde ve bu topraklarla alakalı olarak
yazılanların tamamında devletin ismi “Türkiye”,
bulunduğu topraklar da “Anadolu” diye
geçer.
Avrupalılar’ın bölgeden bu şekilde bahsetmeleri,
Alman Kralı Friedrich Barbarossa’nın
12. asırda katıldığı Haçlı Seferi’nin ardından
yoğunluk kazanır, derken 13. yüzyılın meşhur keşiş,
diplomat ve yazarı Simon deSaint-Quentin’in
de eserlerinde “Türkiye” sözünü
kullanması üzerine kavram tamamen yerleşir. O
zamanki
Türkiye’nin sınırlarının belirsiz olmasına
rağmen devletin ismi artık “Türkiye”,
arazisi de “Anadolu”dur! Seyyahlar
eserlerinde “Türkiye’ye
gidiyoruz”, “Türk topraklarına
girdik” diye yazarlar;
Osmanlılar’dan“Türk” sözü ile
bahsedilir, padişaha da “Türkler’in Sultanı” yahut “Türkler’in
İmparatoru” denir.
ZAYIF ZAMANDAKİ İSİM
Olacak şey değil ya; diyelim ki Sinan
Çetin’in hayali hakikat oldu,
Türkiye Cumhuriyeti’nin ismi “Osmanlı”yapıldı...
Devlet böyle bir isim değişikliği ile güç mü
kazanacak zannediyorsunuz?
Bir devletin büyüklüğünü taşıdığı tantanalı isim
değil, sahip olduğu güç gösterir ve “Devlet-i
Aliyye”nin sonuna gayrıresmi şekilde “Osmaniye” kelimesinin
ilave edildiği devirde, yani 19. asırda devlet
gücünün zirvesinde değil; en zor, en sıkıntılı ve en
zayıf günlerindedir!
'OSMANLI
MI,
TÜRKİYE Mİ? TARTIŞMASININ CEVABINI VAHİDEDDİN'İN
KIZINDAN OKUYUN!
Balıkesir Milletvekili Tülay Babuşçu’nun
Cumhuriyet dönemini kastederek yaptığı “90
yıllık reklam arası”şeklindeki tatsız
benzetmesine cevap vermek isterdim ama gereken
karşılığı bundan seneler önce bir başkası mükemmel
şekilde vermiş olduğu için benim birşey söylememe
gerek kalmıyor...
Sözünü ettiğim kişi Sabiha
Sultan, yani Sultan
Vahideddin’in küçük kızı... 1894 ile
1971 arasında yaşayan, 28 senelik sürgünden
dönüşünde “Osmanoğlu” soyadını alan
ve Cumhuriyet dönemindeki tam ismi “Rukiye
Sabiha Osmanoğlu” olan
Sabiha Sultan, bende bulunan ve tamamı
yayınlanmamış hatıralarında “imparatorluk-cumhuriyet” meselesine
son derece zarif bir şekilde temas ediyor...
İşte, son padişahın kızının sadece Tülay Hanım’a
değil, o şekilde düşünen pekçok kişiye ders
mahiyetindeki sözleri: “Ben tarihçi değilim,
memleketiyle birlikte bedenen ve ruhen yıkılmış
bahtsız bir hükümdarın kızıyım...
Bana
dinimin İslam olduğunu, ecdadımın kurduğu vatanın
sevgisiyle beraber telkin ettiler. Bu iki akideyi
kanımın içinde duyarak büyüdüm ve ihtiyarladım...
Sabiha Sultan’ın hatıralarından bir sayfa.
Gönlüm ister ki Türk Milleti tarihine
karşı hürmetkar olsun; geçmiştekilerin hizmetlerini,
büyüklüğünü unutmasın. Onlara tam kıymetlerini
versin, Osmanlı Devleti’nin tarihte kazandığı
azametli, vekarlı yeri küçümsemesin. Maziye karışan
bedbaht hükümdarlara şimdiye kadar yüklenen
ithamların yerinde olup olmadığını tam bir müsamaha
ve titizlikle tedkik etsin...
Bugün Cumhuriyet kurulmuş, ailemiz
vazifesini yapıp geçmiştir. Türk milletinin bizleri
artık dedikodu mevzuu etmesi ayıptır, çünki
milletimiz için Osmanlı Tarihi iftihar edilecek bir
mirastır. İmparatorluk ayrı bir devirdi, fakat o da
Türk’ün idi, bugünkü Cumhuriyet de Türk’ün
malıdır!”.
Meselenin temeli işte burada; “Osmanlı
Tarihi iftihar edilecek bir mirastır. İmparatorluk
ayrı bir devirdi, fakat o da Türk’ün idi, bugünkü
Cumhuriyet de Türk’ün malıdır” ifadesinde...
Habertürk, Haber: Murat Bardakçı, 18.01.2015
|
SAHİBİNDEN SATILIK KİLİSE
Kayseri'nin Melikgazi
İlçesi'ndeki tarihi Rum
kilisesi, sahibin tarafından internetteki bir
alışveriş sitesinde arazisiyle birlikte satışa
çıkarıldı.
Ömer Sicimoğlu, sahibi olduğu
Tavlusun Mahallesi'ndeki tarihi Rum kilisesini
satabilmek amacıyla, internet sitesine ilan
verdi. Sicimoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada,
gayrimenkul alım satımıyla uğraştığını belirtti.
Kiliseyi de 2013 yılında özel kullanım amacıyla
satın aldığını ifade eden Sicimoğlu, şöyle devam
etti: "Daha sonra
Kayseri Büyükşehir Belediyesi burayı almak
istedi. Biz de devretmeye hazırdık ancak sonra
vazgeçtiler. Bunun üzerine satmaya karar verdik.
İnternet sitesine ilan verdik. 2 bin metrekare
arsası var. İmar planında da kilise olarak yer
alıyor. 400-450 bin euro istiyoruz. Teklifleri
değerlendireceğiz."
Sicimoğlu, önemli bir kültür varlığı olan
kilisenin restore edilebileceğini belirterek,
tarihi eserin, daha fazla tahrip olmadan
değerlendirebilecek kişilerin eline geçmesini
istediklerini kaydetti.
Defineciler tahrip etmiş
Defineciler tarafından tahrip edilen
kilisenin inşa tarihi kesin olarak bilinmiyor.
Ancak, kayıtlara göre 1819'da onarım görmesi
nedeniyle yapımı 18. yüzyıla tarihlendiriliyor.
Doğu-batı doğrultusunda dikdörtgen planlı
kilise, 3 neften oluşuyor. Girişte lento taşının
üzerindeki kitabenin tarihi eser
Kaçakçıları tarafından çalındığı sanılıyor.
Bakımsızlık nedeniyle doğal tahribata da uğrayan
kilisenin sal taşlarıyla döşeli zemini de
yapılan kaçak kazılar nedeniyle tahrip edilmiş.
Milliyet, 18.01.2015
|
TOPKAPI SARAYI VE RESTORASYONLAR
Topkapı Sarayı’nın mutfak bölümünün restorasyonu
yeni bitti. Hazine ve Elbise-i Hümayun bölümünün
çatısı yeniden düzenlenmeli. Saraya ait olmayan ve
getirilip yığılan malzemenin de asli mekanlarına
iadesi gerekir.
Topkapı Sarayı 1459-60 yılları arasında
tamamlanmıştır. Bu sarayın altında
Bizans dediğimiz II.
Roma imparatorluk devrine ait sarnıçlar yer
alır. Zaten sur içindeki
İstanbul’un her yerinde sarnıçlar vardı. 5’inci
yüzyılda surlar bugünkü yerine doğru genişleyip
yeniden kurulunca aradaki sahada nispeten dar
sarnıçlar değil, daha büyükleri kurulmuştur. Çünkü
o saha daha seyrek yerleşmeliydi.
Basit bir yüzeysel araştırmada bile
II. Roma Septimius Severus ve Marcus Aurelius olmak
üzere I. Roma hatta daha önemlisi Hellenistik devre
kadar uzanan eserler çıkabilir. Mamafih Topkapı
arazisinde antik kazı yapılması mümkün değildir.
Mütevazı bir saray
Bütün İstanbul böyledir. Mesela
Saraçhane’deki belediye binası, eski Roma
kalıntıları üzerine dikilmiştir. İstanbul fatihi
bugünkü üniversitenin yerinde olan sarayda ikamet
ettiğinden, buraya taşındığında Topkapı Sarayı’nın
Harem bölümü yoktu. Kanuni Sultan Süleyman ve
Hürrem Sultan zamanına yani 17’nci yüzyıla kadar da
bu sarayda Harem bölümü olmadı. Sarayın taşınma
işleminden sonra yeryüzünün en büyük çini
koleksiyonu da burada oluşmaya başladı.
Osmanlı’nın
sarayında Yuang, Bluewhite gibi nadide çini parçalar
artmaya başladı. Diplomatik hediyeler ve
koleksiyonlar bakımından dünyanın en önde gelen
zenginliği buradadır.
Topkapı Sarayı mütevazıdır. Hiçbir bölümün ve
koğuşun ikinci katı yoktur. Binalardaki zenginlik
çini porselenlere,
Venedik’ten Lahor’a kadar uzanan kumaş
koleksiyonlarına, çiniyle süslü veliahd dairesi,
sünnet odası, Hırka-ı Saadet ve Zülüflü Ağalar
Koğuşu gibi bölümlere, sadece Şark değil Garp
edebiyatı için de önemli yazma kütüphanesine ve
arşive mahsustur. Bugünkü Topkapı Sarayı’nın
çinileri muhafaza etmek, arşiv ve kütüphaneyi daha
iyi şartlara kavuşturmak ve müzedeki eserlerin
muhafaza ve korunması için atölyelere ihtiyacı
vardır. Bu atölyelerin yeri de sarayın Darphanesi
diye bilinen, aslında mutlak restorasyona muhtaç
atölye binadır.
İstanbul’un fatihi buranın saray olarak kalmasına
karar verdiği zaman tasarlanan araziyi bir Sur-u
Hümayun’a çevirmiştir. Sur-u Hümayun içinde kalan en
önemli Bizans eseri
Aya İrini’dir. Osmanlı bu mirasını hiçbir zaman
camiye çevirtmedi. Önce sancak ve silahların
muhafaza edildiği bir depo, ardından
Tophane Müşiri Fethi Ahmed Paşa’nın emriyle
arkeoloji müzesi ve nihayet askeri müze haline
çevrildi. Sultan Abdülmecid Han’ın terk ettiği bu
sarayın problemleri de o zaman başladı. Topkapı
arazisinde klasik Saray-ı Hümayun’la ilgisi olmayan
binalar yapıldı ve bunları yıkmak mümkün olmuyor.
Hiç yağmaya uğramadı
17’nci asırdan beri bilhassa
Marmara tarafına yapılan yazlık köşklerin hepsi
yıkılmıştır. Demiryolunun geçmesi klasik saray
kullanımını daha da daraltmıştır. Hatta hattın
altında bir Aya Yorgi Kilisesi gömülüdür. Bu
kilisenin meydana çıkarılması kaçınılmazdır. Sirkeci
İstasyonu’nun da restore edilip tarihe terki ve
demiryolunun buradan kaldırılması gerekir.
Saray tarihi boyunca hiç yağmaya ve soyguna
uğramadı. Bu onun bir talihidir ve eser
koleksiyonlarımızın zenginliği bundan ileri gelir.
Ne var ki binaların kullanımında vahim hatalar
yapılmıştır.
Mutfak bölümünün restorasyonu yeni bitti. Buna
karşılık hazine ve Elbise-i Hümayun bölümünün
çatısının yeniden düzenlenmesi gerekir. Buralardaki
ahşap kubbeler kaldırılmış ve çimento restorasyonu
yapılmıştı. 1960’larda bile yapılan bu hatadan
süratle dönülmesi gerekir zira Marmara duvarları bu
yükü kaldıramıyor ve sarayın Marmara’ya bakan ciheti
ciddi bir restorasyon geçirmek zorundadır.
Topkapı Sarayı’na ait olmayan ve diğer
saraylardan getirilip yığılan malzemenin asli
mekanlarına iadesi gerekir, müzecilik bakımından
hatalı bir durum söz konusudur. Nihayet
üç yıl evvel ziyarete açılan dünyaca ünlü saatler
koleksiyonumuz için de yeni bir mekan aranması
zorunludur.
Zülüflü
Baltacılar Koğuşu
Topkapı Sarayı’nın Zülüflü
Baltacılar Koğuşu geçtiğimiz pazartesi günü bir
törenle ziyarete açıldı. Zülüflü Ağalar Koğuşu
2011’in ocak ayından beri restorasyondaydı. Şu anda
ahşap aksamıyla yenilenmiş olarak ortaya çıktı.
Sarayın mimari bakımdan en mütevazı, hatta en çok
ihmal edilen koğuşlarındandır. Bu nedenle, 18’inci
yüzyıl başında bu koğuşun biraz rahatlaması için
duvarları çiniyle kaplatılmıştı. Dolayısıyla Zülüflü
Baltacılar Koğuşu, Harem-i Hümayun’da Veliahd
Dairesi ve sofa ve sünnet odası ve Emanet-i
Mukaddese Dairesi, Hırka-ı Saadet dairesiyle
birlikte sarayın en çok çinilerle süslü
bölümlerindendir.
En çileli bölük
Zülüflü Baltacılar sarayın ve haremin odunlarını
temin edip taşıyan bölüktü. Başlarındaki örme
zülüfler Harem’e odun taşırken gözlerini kapatır,
sadece bastıkları yeri görürlerdi. Saray halkı
içinde en çileli hayatı süren bölüktü.
17’nci asırda Kastamonulu gençler buraya
devşirilirdi.
Saray-ı Amire’nin hayatı içinde Kösem Sultan’ın
çocuk padişah
IV. Mehmed’e karşı darbe girişimini önleyenlerin
arasında sayılırlar. Prut Cengi’nin galibi Baltacı
Mehmed Paşa bu koğuştan yetişmedir. Ağalar
Koğuşu’nun restorasyonundan sonra buradaki yaşamı
canlandırmak için balmumu mankenler de kullanıldı.
Açılışı Cumhurbaşkanı yaptı ve görkemli oldu.
Bazı iddiaların aksine koğuşun kapalıyken bir çöplük
gibi kullanıldığı doğru değildir. Topkapı Sarayı
maalesef hakkında bilen bilmeyen herkesin efsaneler
uydurduğu bir yerdir.
Mlliyet, Yazı: İlber Ortaylı, 18.01.2015
|
TARİHİ KAPALIÇARŞI'YA 300 MİLYONLUK NEŞTER!
Dünyanın en eski AVM’si olarak tanımlanan 554
yıllık
Kapalıçarşı’nın temelinden çatısına kadar
pek çok noktada hasar gördüğünü belirten Fatih
Belediye Başkanı Mustafa Demir,
Çarşının 300 milyon liralık yatırımla aslına
uygun restore edileceğini söyledi. Projeyi
2009’da başlattıklarını kaydeden Demir, şöyle
konuştu:
“Proje çalışmaları için 25 milyon lira harcandı.
Onay süreci devam ediyor. Çarşının sorunları
proje, yönetim planı, altyapı, duvar ve çatı
olmak üzere 5 aşamada çözülecek. Onaydan sonra
su, kanalizasyon, elektrik,
doğalgaz, telefon, internet altyapısı
yenilenecek. Çatıdaki su deposu, anten, klima ve
kablolar kalkacak. Duvarlar orijinal hale
getirilecek. Çarşı içinde sergileme alanları,
askılıklar sınırlı ölçüde kalacak.”
‘Altını oymuşlar’
Demir, Kapalıçarşı’daki hasar konusunda şu
bilgileri verdi:
“Kapalıçarşı’yı içten içe oymuşlar. Çarşının
aslında
Bodrum yoktur, bodrum yapmışlar. Vitrin
koymak için cepheler genişletilmiş. Dükkan
birleştirmek için duvarlar kaldırılmış. Dükkan
genişletmek için ara duvarlar çürütülmüş,
taşıyıcı kemer ayaklar kaldırılmış. Çatıdan
sızan sular ana yapıyı zayıflatmış. 135 dükkan
aradaki duvarları kaldırmış. 242 noktada
duvarlar oyularak içinde dolap, vitrin konmuş.
926 noktada duvarlar yer kazanmak için
inceltilmiş. Bazı hanların avlularına betonarme
Kaçak yapılar yapılmış.”
Çarşıyı Esnaf Derneği’nin yönettiğini belirten
Demir, şöyle dedi:
“Yönetim giderleri esnafın bağışlarıyla
karşılanıyor. Bütün çalışmalar olağanüstü bir
gayretle sürdürülüyor. Ancak restorasyonu
dernekle yapmak mümkün değil. Mevzuat buna izin
vermiyor. Onun için yeni bir yönetim modeli
gerekiyor. Yeni yönetim yine Kapalıçarşı mülk
sahipleri tarafından oluşturulmalı. Yönetimde,
belediye olarak, oy hakkımız olmadan bir
üyelikle yer almak istiyoruz.”
‘Mülkiyet sorunu var’
Çarşıda 3 bin 150 dükkan ve 2 bin 700 tapu
olduğunu belirten Demir, şu bilgileri verdi:
“Mülkiyetin çok dağınık olması, biraraya
gelinmesini ve ortak karar çıkmasını engelliyor.
Mesela 87 yaşında mülk sahibi bir hanımefendi
var, ‘Bir şey yaptırmam’ diyor. Kapalıçarşı’daki
sorunu
Sulukule ve Ayvansaray’ı çözen yasa ile
çözeceğiz. Sarnıçlı ve Güllekeş hanlar
İstanbul’un en popüler oteli olur. Avlulu
hanların hepsi otel yapılabilir.”
3.150
dükkan, 2.700 tapu var
- Kapalıçarşı’nın toplam alanı 45 bin
metrekare.
- Restorasyon, hanlar dahil 110 bin metrekareyi
kapsıyor.
- Kapalıçarşı’da 3 bin 150 dükkan, 2 bin 700
tapu var.
- Tapular Osmanlı döneminde kalma.
- 1 metrekarelik arsa bile var.
- Esnafın yüzde 70’i kiracı konumunda.
- Her yıl 91 milyon kişi ziyaret ediyor.
- 25 bin kişi çalışıyor.
- 64 sokak, 22 kapı var.
- Proje bir kamyonet kasasını dolduruyor.
- Avan proje onaylandı.
- Restorasyon projesi onay süreci devam ediyor
- Proje için 25 milyon lira harcama yapıldı.
-
İSKİ, çarşı içinde 13 milyon liralık yatırım
yapacak.
Esnaf
Derneği yeni yönetim planı yapıyor
Kapalıçarşı Esnaflar Derneği Yönetim Kurulu
Üyesi İsmail Yeşil, belediyenin hazırladığı
restorasyon projesine itiraz etme hakları
olmadığını belirterek, şunları söyledi:
“Her çarşamba dernekte toplanarak restorasyonu
esnafa anlatıyoruz. Mal sahiplerini çağırarak
bilgi aktarıyoruz. Bugüne kadar 600 mal sahibi
ile görüşüldü. Belediye bir kitapçık dağıttı,
onu tartışıyoruz. Yeni yönetim planı
oluşturuyoruz. Yönetim planından sonra sonra
genel kurula gidilecek. Bugüne kadar
Kapalıçarşı’yı hep esnaf yönetmiş. Bundan sonra
da böyle devam edecek. Anıtlar Kurulu’nun
onayladığı proje üzerinden çalışmalarımıza yön
vereceğiz.”
Milliyet,17.01.2015
******
KAPALIÇARŞI AVM!
Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir’in,
“Kapalıçarşı 300 milyon liralık yatırımla
yenilecek” açıklamasına,
Kapalıçarşı esnafından destek geldi.
Yıllardır bu dönüşümü beklediklerini söyleyen
esnafın tek derdi, ‘her yıl aynı sözlerin
verilip uygulanmaması’ ve ‘bu iş için
ceplerinden ne kadar para çıkacağı...’
Kapalıçarşı’daki bijuteri dükkanında
çalışanlardan
Rıza Kocaoğlu, neredeyse 10 yıldır aynı
vaadi duyduğunu vurgulayarak, “Artık yenileme
şart, duvarlar, çatı üstümüze çökecek, yerler
zaten kırık, turist bile soruyor” diyor.
Çarşıyla, esnafın seçtiği Kapalıçarşı
Esnafları Derneği’nin ilgilendiğini belirten
Kocaoğlu, restorasyonda belediyenin daha fazla
etkili olmak istediğini kaydediyor.
Esnaf herkese kızgın
Konuştuğumuz esnaftan çoğu ismini vermek
istemiyor. Hem çarşı içindeki dernek
yapılanmasına, hem de belediye ile
Turizm Bakanlığı’na kızgınlar. Yeterince
tanıtım yapılmaması, çöplerin toplanmaması ve
çarşının bir türlü yenilenmemesine kadar pek çok
sorunları olduğunu söylüyorlar.
Kuruyemişçi dükkanı işleten bir esnafla
konuşurken konuyu duyan etrafımıza toplanıyor.
Kuruyemişçi bizi kolumuzdan tutup, çarşının
yıkılan dökülen yerlerine götürerek, şunları
söylüyor:
“Dünyanın en önemli çarşılarından birindeyiz.
Böyle tarihi bir yerin bu hale gelmesi çok
üzücü. Bir an önce restorasyon istiyoruz. Bu
çalışmaları mal sahipleri de, çalışanlar olarak
da destekleriz. Daha fazla turist için bu çok
önemli bir adım.”
50 bin
dolar kira veren var
Kapalıçarşı kendi içinde pek çok cadde ve
sokaklara bölünmüş durumda. Halıcılar,
kuyumcular, takkeciler, keseciler gibi
sokaklarda bu işleri sürdüren pek çok esnaf var.
Ödedikleri kira da cadde ve sokağa göre
değişiyor. Ana cadde kiraların en yüksek olduğu
alan. Esnafın verdiği bilgiye göre burada
kiralar 10-50 bin dolar arasında değişiyor. Daha
yüksek kira ödeyenlerin de olduğunu vurgulayan
esnaf en az kira giderinin ise 4 bin dolar
olduğunu dile getiriyor. Ayrıca her esnaf
bulunduğu konum ve dükkan büyüklüğüne göre çarşı
içindeki esnaf derneğine de aidat ödüyor.
‘Kapanış
saati ileri alınsın’
Mülk sahiplerinin çoğu belediye ve esnaf derneği
tarafından yenileme çalışmalarıyla ilgili
bilgilendirilmiş. Belediye konuyla ilgili
kitapçıklar da dağıtmış. Esnaf yenilenme
konusunda hemfikir olmasının yanısıra öneriler
de getiriyor. Hatta proje içindeki bazı
önerileri ‘öncelikle uygulanması gereken
maddeler’ olarak bizimle paylaşıyor.
Esnafın ilk isteği, çarşının 19:00 olan akşam
kapanma saatinin daha geç saatlere uzatılması.
Bununla birlikte tıpkı bir ‘AVM tarzını’
yakalayabileceklerini söylüyorlar. Üzerinde
anlaşmaya varılan diğer istek ise çarşı
etrafındaki eski hanların otel olarak
kullanılması. Esnaf bu sayede, çarşı etrafında
daha rahat konaklayacak turistin bölgeye daha
sık geleceğini ifade ediyor.
‘YENİLEME SÜRECİ ESNAFLA OLMALI’
Kapalıçarşı Esnaflar Derneği Başkan Vekili
İsmail Yeşil ile derneğin avukatı Bilgehan Karış
sorularımızı yanıtladı. Yeşil, “Siz gelmeden
Milliyet’te yayınlanan ‘Tarihi Kapalıçarşı’ya
300 milyonluk neşter’ haberini okuyorduk,
yönetim planı hazırladığımızı söylemiştim,
belediye ile her çarşamba toplantımız var,
çalışmalarımız sürüyor” dedi.
Avukat Karış ise bu yenilenme sürecinde olmazsa
olmazlarının ‘esnafın yönetime dahil edilmesi’
olduğunu vurguladı. Karış, “Bu işin yapılması
belediye desteği olmadan mümkün değil ama burası
500 yıldır dernek tarafından yönetilmiş, dernek
söz sahibi olmuş, yönetimdeki haklarımızın
korunmasını istiyoruz. Belediye bir yönetim
planı hazırlamıştı bunu kabul etmedik,
alternatif bir plan için çalışıyoruz” diye
konuştu.
Milliyet, Haber: Duygu Erdoğan, 18.01.2015
|
DÜNYANIN ÇÖZEMEDİĞİ GİZEM: GÖBEKLİTEPE
Her şey,
1983 yılının sıradan bir gününde tarlasını
karasabanla sürmekte olan bir çiftçinin, toprak
altında bulduğu oymalı taş ile başladı!
İhtiyar çiftçi,
dünyanın gelmiş geçmiş en ‘gizemli’ arkeolojik
kazılarından birini başlatacağından habersizdi.
1996 yılında Şanlıurfa Müze Müdürlüğü’nün
başkanlığında Alman Arkeolog Harald Hauptmann
danışmanlığında başlatılan çalışmalar, başlangıçta
sıradan bir arkeoloji çalışmasını andırıyordu! Kazı
devam ettikçe, klasik bir arkeoloji araştırmasından
beklendiği gibi, ortaya çıkan bulguların soru
işaretlerini aydınlatacağı umuluyordu.
Fakat soru işaretlerini gidereceği düşünülen
bulgular, tam tersine kafa karıştırmaya başladı!
Kazı alanı belirginleşmeye başladıkça, arkeologların
şaşkınlığı daha da arttı! Ortaya çıkan yapılar,
heykeller ve simgeler, insanlık tarihiyle ilgili
bildiğimiz hiçbir şeyle uyuşmuyordu!
23 Nisan 2008’de The Guardian’ın attığı başlık
kafa karışıklığını oldukça iyi anlatıyordu:
“Arkeologları Sersemleten Kazı Alanı!”
Şanlıurfa’nın 17 kilometre doğusunda yer alan
Göbekli Tepe’nin ünü bir anda dünyaya yayıldı!
Konuyla ilgili haber ve köşeyazıları katlanarak
artmaya başlamıştı! Herkes, hiçbir tarihçi ve
arkeologun tatmin edici bir açıklama getiremediği
Göbekli Tepe’yi konuşmaya başladı!
Peki neydi
Göbekli Tepe’yi bu kadar esrarengiz kılan?
Göbekli Tepe kafa karıştırıcıydı çünkü, her
şeyden önce tamı tamına 12.000 yaşındaydı!
Bu, insanlık tarihiyle ilgili bugüne kadar
bildiğimiz her şeyi yerle bir ediyordu! Yazılmış on
binlerce kitap ve yüz binlerce makaleyi çöpe
attıracak bir bilgiydi bu!
Çünkü bugüne kadar yaptığımız arkeolojik kazılar
ve buna dayalı olarak geliştirdiğimiz tarih bilimi,
insanlığın 12.000 yıl önce henüz ‘emekleme’ çağına
bile geçmemiş bir bebek olduğunu söylüyordu!
Tarih kitaplarına göre o çağlarda yaşayan
insanın, henüz avlanarak ve bitki toplayarak
hayatını sürdüren, dili, dini, kültürü, sanatı
olmayan, yerleşik yaşama bile geçmemiş bir ‘sürü’
olması gerekiyordu!
Halbuki Göbekli Tepe’de devasa büyüklükte
kayaların ayağa dikilmesiyle oluşturulmuş, özenle
inşa edilmiş, özenle süslenmiş 8 ila 30 metre
çapında 20 adet tapınak bulunmuştu! Tapınakta 3 ila
6 metre büyüklüğünde, 60 ton ağırlığa ulaşabilen T
biçiminde dev heykeller yer almaktaydı!
Tarih bilimi
altüst oluyor!
Klasik tarih biliminde, insanlığın büyük
dönüşümünün MÖ 10 bininci yıllarda, tarımın
bulunuşuyla başladığı varsayılıyordu!
Tarım yerleşik hayatı, yerleşik hayat da
“binlerce yıl içinde” kültürü, sanatı ve dini, yani
“Uygarlığı” meydana getirmişti.
Klasik uygarlıklar sıralaması şöyleydi:
Sümer Uygarlığı (İÖ.4000): Dicle ve Fırat
Mısır Uygarlığı (İÖ.3500 ): Nil Nehri
Maya Uygarlığı (İÖ. 2600): Güney Amerika
Hint Uygarlığı (İÖ.2500): İndüs Irmağı
Çin Uygarlığı (İÖ.1500): Sarı Irmak
Dikkat edilirse, ilk uygarlık olarak bilinen ve
taş yapılar yapabilme kapasitesine sahip ilk
topluluk olduğu düşünülen Sümer Uygarlığı’nın bile
İ.Ö. 4000 yılında ortaya çıktığı görülmektedir!
O halde Sümerler’den 7.000 yıl önce, insanlığın
henüz ok ve zıpkınlarının ucuna keskin taşlar
bağlamayı bile yeni öğrendiği düşünülen bir çağda,
bu büyüklükte yapılar nasıl inşa edilebilmişti?
Bilim insanları, aynı soruların benzerini daha
önce İngiltere’deki “Stonehenge” ve Mısır’daki
“Piramitler” için de sormuşlardı! “Teknolojinin bu
denli geri olduğu bir çağda, insanlık bu
büyüklükteki yapıları nasıl inşa edebilir?” sorusu,
başlıca merak konusuydu!
Göbekli Tepe
bulguları, bu soruları bile ‘anlamsız’ hale getirdi!
Zira Şanlıurfa’da ortaya çıkarılan tapınaklar,
Stonehenge’den 7000, Piramitler’den 7500 yıl
eskiydi!
Bazı taşlar Stonehenge’dekinden çok daha iriydi
ve Stonehenge taşları kabaca oyulmuş, özelliksiz
kayalardan oluşurken, Göbekli Tepe’dekiler ince
resim ve işlemelerle donatılmıştı!
Göbekli Tepe’deki dev kaya-heykelleri inceleyen
National Geographic araştırmacısı, konuyla ilgili
belgeselde meseleyi özetleyen şu cümleyi kuruyordu:
“Bu dönemde yaşayan insanların bu tapınakları
yapabilmesi, üç yaşında bir çocuğun elindeki oyuncak
tuğlalarla Empire States’i inşa etmesine benziyor!”
Anlaşılması
güç sembolizm!
İnsanlığın Sümer ve Mısır yazısını daha yeni
çözdüğünü ve bu toplumları anlamak için bu yazılı
metinleri kullandığı düşünülürse, Göbekli Tepe’nin
daha uzun süre “gizem” olarak kalacağını
söyleyebiliriz. Zira 12 bin yıl önce yaşayan bu
insan topluluklarıyla ilgili elimizde “yazılı”
hiçbir bulgu yok! Günümüzden o kadar eskide
yaşamışlardı ki, “Kimdiler, neye inanırlardı, nasıl
yaşarlardı ve ne düşünürlerdi?” gibi sorulara
verebileceğimiz hiçbir yanıt bulunmuyor! Kayalar
üzerine işlenen motiflerin anlamını çözmek bu yüzden
oldukça zor.
T şeklindeki sütunların tümü, ‘insan şeklinde’
resmedilmiş. Ellerini kasıklarının üzerinde
birleştiren dev insanlar. Yine Göbekli Tepe’de
bulunan ve dünyanın en eski heykeli kabul edilen
heykel figürü de, yine ellerini kasıklarında
birleştirmiş bir insanı betimliyor. Bu ve buna
benzer sembolizmlerin ne anlama geldiğini kimse
bilmiyor!
Üstelik, Göbekli Tepe’deki gizem ve
bilinmezlikler bu kadarla da sınırlı değil. 20
tapınak, inşa edilmelerinden tam 1000 yıl sonra
tonlarca toprak taşınarak örtülüyor ve üzerleri
tamamen kapatılıyor. Yapımı için büyük çaba
harcandığı belli olan bu muhteşem tapınakların neden
daha sonra yine muazzam bir emek harcanarak
gömüldüğünü anlamak mümkün değil!
Göbekli Tepe’nin gizemi o denli büyük ki, ona
gösterilen uluslararası ilgi her geçen gün daha da
büyüyor! Geçtiğimiz günlerde Göbekli Tepe’yi manşete
taşıyan İngiliz Guardian Gazetesi, bölgenin yakında
“Mısır Piramitleri” kadar ünlü olacağını açıkladı!
Belli ki, önümüzdeki yıllarda Göbekli Tepe daha çok
konuşulur, daha çok tartışılır olacak. Türkiye’de
yaşayan herkes, bunun ülkesi için ne kadar büyük
önem taşıdığının bilincinde olmalı!
sanliurfa.com, 17.01.2015
|
SULTANAHMET'TEKİ GÜVENLİK ZAAFI TURİZMİ BALTALIYOR
Tarihi yarımadada işlenen suç sayısı her geçen gün
artıyor. Durumdan muzdarip olduklarını söyleyen
bölge esnafı ve turizmciler, yaşanan güvenlik
zafiyetinin İstanbul’un imajını zedelediğini ifade
ediyor. Turistlerin gözü önünde cereyan eden
olaylara polis müdahale etmezken, kavgalar çoğu kez
yargıya taşınıyor.
İstanbul’un göbeğindeki Sultanahmet Polis
Karakolu’na yönelik saldırıda 1 polisin şehit
olması, Tarihi Yarımada’daki güvenlik zafiyetini
gündeme getirdi. Bölgedeki esnaf, terör yanında
mafya örgütlenmelerinin de tehdidi altında
olduklarını belirtiyor. En popüler mekanların
bulunduğu Tarihi Yarımada’da, turizmciler son
dönemde sayıları hızla artan mafyavari suç
şebekelerinden muzdarip. Bölgede her geçen gün artan
suçların Türkiye’nin imajını zedelediğine dikkat
çeken turizmciler, mafyatik örgütlenmeler sebebiyle
iş yapmakta zorlandıklarını söylüyor. Güvenlik
zafiyetinin en çok etkilediği sektörlerden biri de
turizm sektörü. Organize suç şebekelerinin
Sultanahmet Meydanı’ndaki turistleri rahatsız
etmesine tepki gösteren bölge esnafı, durumdan
şikayetçi. Gün geçtikçe artan ve farklı şekilde
çalışmaya başlayan hanutçular, tarihi yapıları
ziyaret etmek için sıra bekleyen turistleri hedef
almış durumda. Turistlerden kişi başı 10 ile 20 Euro
arasında para talep ederek diğer grupların önüne
götüren hanutçular, kendilerine itiraz eden diğer
turist gruplarının tur rehberlerini de tehdit ediyor
ve tartaklıyor. Cami avlusunda onlarca turistin
önünde gerçekleşen bu kavgalarda rehberler zarar
görüyor. Duruma polis de müdahale etmiyor.
Geçtiğimiz günlerde bir rehber bıçakla yaralandı.
Geçen sene nisan ayında da hanutçuları uyardığı için
2-3 kişiden dayak yiyen kokartlı turist rehberi
Hayri Erdoğdu, hakkını mahkemede arıyor.
Tur rehberi Bilge Cerah Sunal, hanutçuların
özellikle son yıllarda turizm ve Türkiye imajı
açısından da problem teşkil ettiğini söylüyor. “Biz
grubumuzla beklerken, hanutçu tabir edilen insanlar,
ücretle anlaştıkları turistleri bizim önümüze
getiriyorlar. Kaç kere itiraz ettikten sonra tehdit
edildim. Darp edildim. Turistlerin gözleri önünde
hem de. Mevcut güvenlikçiler maalesef bir şey
yapamıyor. Zaten polis de yok o bölgede. Böyle bir
ortamda turizmden bahsedemezsiniz.” diyor.
Turizm acentesi sahibi İskender Çayla da
“Turistlere bu problemleri anlatmakta zorlanıyoruz.
Emniyet ile iletişime geçtik. Neden bir şey
yapılmıyor, anlayamıyoruz.” şeklinde açıklamada
bulundu.
“DOLANDIRAN
TAKSİCİLER UTANÇ VERİCİ”
Öte yandan sadece yabancı turistleri müşteri
olarak alan ve normalin çok üzerinde ücret isteyen
taksicilerle ilgili şikayetler artıyor. Özel Belgeli
Özel Nitelikli Turistik ve Butik Otelciler Birliği
Derneği (ÖZBİ) Başkanı turizmci Ufuk Arslan, “Üç-beş
kişi, dürüst çalışan taksici esnafını da lekeliyor.
Turistleri de bilinçlendirmeye çalışıyoruz ama,
yetkililer asıl bu sorun için bir şeyler yapmalı.”
dedi.
Zaman, Haber: Ahmet Çıngır, 17.01.2015
|
GİZEMLİ İSTANBUL'UN HARİTASI
Sultanahmet’te dolaşırken bir an gözünüzü kapatın ve
bastığınız toprağın altındaki Osmanlı, Bizans ve
Roma dönemi eserlerini hayal edin. Karşınızda 22
kilometre ötedeki Belgrad’tan kemerlerle getirilen
suyun, caddelerin altında yılan gibi dolaşan
tünellerle ulaşıltığı sarnıç, mahzen ve saray
altyapılarından oluşan ayrı bir dünyanın kapıları
açılacak. Dr. Altuğ’un haritasına göre, sadece
kanallarla su taşınan sarnıç sayısı bile 158...
İstanbul’u kazdıkça, toprak altından ayrı bir
kent çıkıyor. Kimi zaman definecilerin açtığı
tüneller kimi zaman metro ya da yol çalışmaları
sırasında yeni sarnıçlar, üç imparatorluğa ait
altyapılar ortaya çıkıyor. Arkeolog Dr. Kerim
Altuğ’un yurtdışında da ses getiren doktora
çalışması İstanbul’da Bizans Dönemi Sarnıçları
ise Sultanahmet ve çevresindeki 158 sarnıcı ve
onların yeraltındaki haritasını ortaya koydu.
Hala gün yüzüne çıkarılmayı bekleyen yüzlerce su
sarnıcı, depo, kanal ve saray altyapıları hatta
sadece sarnıçlar düşünüldüğünde bile,
İstanbul’da toprağın 8-20 metre altında gizemli
bir şehrin hala keşfedilmeyi beklediğini
gösteriyor. Akademisyenler bu fikre temkinli
yaklaşsa da bu yapıların temizlenerek tünellerle
birleştirilmesi, yeraltındaki ayrı bir dünyanın
kapılarını da açabilir.
KANALLARLA
BAĞLANTILI
Tarihi Yarımada, üç tarafı Haliç ve Marmara
Denizi ile çevrili olsa bile tarih boyunca tatlı
su kaynağı açısından fakir bir topraktı ve Roma
döneminden itibaren Belgrad ve Istırancalar’dan
onlarca kilometre uzunluğunda su kemerleriyle
şehre su taşındı. Gelen tatlı su, önce
havuzlarda toplandı, sonra kanallarla sarnıçlara
taşındı. Osmanlılar ‘Bekleyen su makbul
değildir’ diyerek akan suyu tercih ederek yer
üstündeki çeşme sistemine geçti. Son altı
asırdır kullanılmasa da bu su kanalları, sarnıç
ve su haznelerin büyük çoğunluğu yeraltındaki
mevcudiyetini korudu. Antik dönemde 500 bin
nüfusun bulunduğu şehirde neredeyse her evin
altında bir sarnıç, mahzen veya altyapı
bulunuyordu. Yani yer üstünde görülen kısmı
kadar yeraltında da yapılaşma vardı.
İstanbul’daki sarnıçlar ve su yollarına
ilişin yüzyıllardır sayısız araştırma yapıldı ve
makale yazıldı. Ama ilk defa tüm sarnıç ve su
hazneleri, sokak sokak belirlenerek bir haritası
oluşturuldu. Dr. Kerim Altuğ’un İTÜ’de yaptığı
doktora çalışmasında, Roma ve Bizans döneminde
şehirde yapılan sarnıçları, tarihçeleri ve
teknik özellikleriyle birlikte bir araya
getirdi. Dr. Altuğ’un oluşturduğu haritadaki
sarnıçların sadece bir kısmını tarihi yarımada
üzerinde grafikle yerleştirmek istediğimizde,
ortaya neredeyse bir yeraltı şehri çıktı. Sadece
Topkapı Sarayı’nın altında ve çevresinde 43 tane
irili ufaklı sarnıç ve su kanalı bulunuyor. Peki
varlığı bilinen ve halen ayakta olan bu
sarnıçlar birleştirilebilir mi? Dr. Altuğ
“Bunlar zaten kanallarla birbirine bağlı” diyor
ama işin turizm kısmını farklı uzmanlara sormak
gerektiğini söylüyor. Sanat tarihçisi ve 25
yıldır turist rehberliği yapan Doç.Dr. Feridun
Özgümüş ve Bizans Sanat Tarihçisi Prof.Dr.
Semavi Eyice’ye bu fikri sorduğumuzda temkinli
yaklaşıyorlar ama onlarla konuşurken öğreniyoruz
ki sarnıçların yanı sıra Roma, Bizans ve Osmanlı
dönemlerine ait saray, kilise ve bina
altyapılarından oluşan ve bazen yüzlerce metreye
ulaşan yapılar zaten yeraltında bulunuyor.
SARAY’A KADAR GİDEBİLİR
Doç.Dr. Özgümüş anlatıyor: Sultanahmet ve
çevresinde, daha toprak altında henüz
varlığından haberdar olmadığımız sarnıçlar,
hamamlar, saray, kilise kalıntıları, ayazmalar
var. yeraltındaki yapıların büyük çoğunluğu
toprakla dolmuş. Son yıllarda benim bulduğum çok
sayıda sarnıç ve saray altyapısı var toprağın
altında. Emin değilim ama tahmin ediyorum ki
Roma dönemi Büyük Saray’ın altyapısı
temizlendiğinde ucu Topkapı Sarayı’nın birinci
avlusuna kadar ulaşabilir. Çünkü orada sarnıç ve
su sistemleri var. Beyazıt tramvay durağının
karşısında bir işhanı vardır. Altına
indiğinizde, tahminimce Sultanahmet’e kadar
ulaşan bir sistem var. Aradaki bağlantıları kimi
zaman kopmuş. Sultanahmet’te yaşayan bir kent
var, Anadolu’daki ören yerleri gibi arkeolojik
kazı yapmak mümkün değil. Genellikle metro
çalışmaları sırasında kurtarma kazısı
yapılabiliyor. Burada su sarnıçları ve saray
altyapılarının turizm için birleştirilmesine,
yapıların korunabilmesi için çok sıcak bakmam.”
SU YOLCULARI BU KANALLARA GIRERDI
İstanbul’un yeraltındaki gizemli dünyasına ve
turizm hayatına katılması beklenen son
yapılardan biri Şerefiye Sarnıcı. Yapının, MS
428-443 tarihleri arasında İmparator II.
Theodosius tarafından yaptırıldığı var
sayılıyor. Yaklaşık 1565 yıllık yapı
Constantinus ve Theodosius sarnıcı olarak da
anılıyor. Sarnıçtaki sütunların ebatları 45x25
metre. Çatı 9 metre yüksekliğinde 32 adet mermer
kolon tarafından destekleniyor. Restorasyon
amacıyla, üzerinde bulunan eski Eminönü
Belediyesi ek binası yıkılarak park yapıldı.
Yerebatan ve Binbirdirek sarnıçları arasındaki
bağlantı gibi bu sarnıcın da Binbirdirek
Sarnıcı’na bağlantılı olduğu belirtiliyor.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce
restorasyonuna başlanılan Şerefiye’nin bir yıl
içinde kültür merkezi şeklinde hizmete açılması
bekleniyor.
ÜZERİNDE İMPARATORİÇE SARAYI MI
VARDI?
Şerefiye’deki tüm sütunların bu yapı için
yapıldığını, Yerebatan Sarnıcı’nda olduğu gibi
Roma yapılarından devşirme sütunlar
bulunmadığını belirten Dr. Kerim Altuğ,
oluşturduğu sarnıç haritası ve ilgili
makalesinde Şerefiye ve çevresine ilişkin şu
bilgileri veriyor: “Şerefiye’den Beyazıt’a
giderken Mese üzerindeki Kafar Han’da bulunan
sarnıç, aynı hattı takip edince gene Mese
üzerinde Tiyatro Caddesi’ne cephesi olan
Yüceller İş Merkezi’ndeki altyapı, gene aynı
paraleldki caddede bulunan Aydın Saray İş
Hanı’nın altındaki Roma Dönemi kalıntıları,
Antik Otel’deki altyapı ve son olarak Soğanağa
Mahallesi’ndeki Star İş Hanı’nda bulunan
altyapılar, hep aynı fonksiyon için yani
üzerlerindeki forumlara ve binalar teras meydana
getirmek için yapılmışlar”.
Bölgedeki sarnıçları en iyi bilen isimlerden
biri olan Doç.Dr. Feridun Özgümüş’ün,
Şerefiye’ye ilişkin farklı bir tezi bulunuyor:
“Şerefiye sarnıcı için bazıları İmparotiçe
Pulkheria Sarayı’nın altyapısı olduğunu
savunuyor. Benim görüşüme göre, burada dördüncü
yüzyıla ait Filoksenus Sarayı’nın altyapısı
bulunuyor ama kesin bir şey söyleyemebilmem için
araştırmamın bitmesi gerekiyor.”
125 SENEDİR RESTORASYON İÇİN
BEKLENİYOR
İstanbul deyince ilk akla gelen isim olan
sanat tarihçisi Prof.Dr. Semavi Eyice,
Şerefiye’nin 125 senedir restorasyon için
beklediğini söylüyor: “Şerefiye Sarnıcı’na
ilişkin ilk bilimsel makaleler, Alman
arkeologlar tarafından bulunduğu 19’uncu asrın
sonlarında yayımlandı. Burada, Abdülhamit dönemi
paşalarından birinin konağı vardı, Üzerinde
yükselen belediye binasında vaktiyle ders bile
verdim. İstanbul’daki sarnıçların su sağlama
dışında, binayı sabitleme görevi de bulunuyor.
Biliyorsunuz, İstanbul engebeli bir arazi
üzerinde ve heybetli yapılar açılan bu altyapı
unsurlarıyla düzleniyordu. Bunlara ya yağmur
suyu ya da kanal suları gelirdi. Osmanlılar da o
kanallardan faydalanmış, vakıf sularını
bağlamış. Osmanlı’nın su yolcuları, son yüzyıla
kadar o kanallara girip bakımlarını yapıyordu.
Milliyet, Haber: Selim Efe Erdem, 17.01.2015
|
SÜRGÜNÜN NEDENİ BU DEFA TARİH
İzmir Büyükşehir Belediyesi, kentin tarihi
semtlerinden biri olan Kadifekale’nin bazı
mahallelerinde kültürel tesis kurulacağı gerekçesi
ile kamulaştırma kararı aldı. Daha önce bölge
heyelan gerekçesi ile boşaltılmış ve mahalle
sakinleri şehrin dışında TOKİ tarafından yapılan
konutlara taşınmak zorunda bırakılmıştı.
Yeniden göç etme riskiyle karşı karşıya kalan
mahalle halkı belediye tarafından evleri
boşaltmaları yönünde tebligat gönderildiğini
belirtti. Evlere giden tebligatlarda “Taşınmazın
1/1000 ölçekli uygulama nazım imar planında İzmir
Büyükşehir Belediyesi Kültürel Tesis alanında
kalması nedeniyle kamulaştırılmasına karar
verilmiştir” denildi. Evleri boşaltmaları yönünde
tebligat alan mahalle sakinleri evlerine düşük
bedellerin verildiğini belirtti. Kale ve Alireis
Mahalle sakinlerine giden, şu an için 450’ye yakın
vatandaşı ilgilendiren kamulaştırma etap etap
gerçekleştirilecek.
VERİLEN PARAYLA EV ALINAMIYOR
Evlerine düşük bedeller verildiğini savunan
mahalleli ‘Kale Hak arayanlar Derneği’ adı altında
örgütlenmeye başladı. Mahalledeki evlerin yıkılacağı
ve Agora’dan çıkan eserlerin sergileneceğinin
kendilerine tebliğ edildiğini belirten Dernek
Başkanı Ali Korkut, “İzmir Büyükşehir Belediyesi
burada kamulaştırma yapıyor ancak belirlediği
bedeller hayli düşük. Bizler de hakkımızı savunmak
için dernekleştik. Torba yasalarla toplumumuzun
mülkiyet hakkı zaten elinden alınmıştı, halk zaten
tedirgindi. Nereye gideceklerini, ne yapacaklarını
bilemez haldeler. Evlere biçilen değerlerin yeni bir
yaşam alanı yaratabileceğine inanmıyoruz” dedi.
Birgün, 17.05.2015
|
ULUS, YENİDEN YARGIYA TAŞINDI
Büyükşehir Belediyesi’nin
yürüttüğü Ulus Tarihi Kent Merkezi Projesi’nin
iptali için açılan davada, Danıştay’ın
‘yürütmeyi durdurma’ kararı vermesinin ardından
Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Büyükşehir’in
yeniden düzenlediği Nazım İmar Planı’nı bir kez
daha yargıya taşıdı.
Mimarlar Odası
Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan,
Büyükşehir Belediyesi’nin plan değiştirme
yoluyla kent rantı planlarını hayata geçirmek
istediğini belirterek, şöyle konuştu:
RANT EMELLERİNE TESLİM ETMEYECEĞİZ
“Mahkeme kararlarını arkadan dolanarak
kaybettiği her davada plan değişikliği yaparak
hukuka uymayan Büyükşehir Belediyesi,
Ankapark’tan sonra şimdi de Ulus Tarihi Kent
Merkezi’nde koruma ve şehircilik ilkelerini
gözardı ediyor. 2013’te Ulus koruma amaçlı
1/5000 ölçekli nazım imar planı onaylandı, Oda
olarak dava açtık. Dava devam ederken 17.10.2014
tarihli belediye meclis kararı ile yeniden
1/5000 ölçekli koruma amaçlı nazım planı
onaylandı. Plan askıdan indi ve Mimarlar Odası
Ankara Şubesi olarak planı yargıya taşıdık. Ulus
gibi kent için tarihi ve kültürel değeri yüksek
bir alanı birilerinin rant emellerine teslim
etmeyeceğiz.”
Hürriyet, 17.01.2015
|
TARİHİ YAPI KURTARILMAYI BEKLİYOR
Ulaştırma Denizcilik ve
Haberleşme Bakanlığı, her geçen gün doğa
koşullarına yenik düşen tarihi Söke Garı ve
Hangarları'nın ayağa kaldırılması için
rekreasyon projesi hazırlayıp, bu yılın yatırım
programına aldı.
Türkiye'nin ilk demiryolu ağlarından olan
İzmir-Söke Demiryolu'nun başta 1890 yılında
yapılan hangarları ve Söke Garı'nın içler acı
durumu yürekleri burkuyor. Adnan Kahveci Bulvarı
üzerindeki tarihi hangarlar bakımsızlıktan ve
doğal koşulları nedeniyle her geçen gün
çökerken, gardaki lojman ve tesislerinde
kaderine terkedilmiş durumda. Bir asırı aşkın
bir süredir nice ayrılık ve kavuşmalara tanıklık
eden Söke Garı ve Hangarları'nın ayağa
kaldırılması için Ulaştırma Denizcilik ve
Haberleşme Bakanlığı tarafından Türkiye
Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD)
İzmir Bölge Müdürlüğü'ne rekreasyon projesi
hazırlatıldı. Proje 2015 yılı yatırım programına
alındı.
Söke Kaymakamı Mehmet Demirezer ve
CHP'li Söke Belediye Başkanı Süleyman Toyran
geçtiğimiz günlerde TCDD İzmir Bölge Müdürü
Murat Bakır'ı ziyaret edip, içinde, kafeterya,
restoran ve yöresel ürün satış yerlerinin de yer
alacağı Söke Garı Rekreasyon Projesi hakkında
bilgi aldı. Ziyaretten umutlu dönen Kaymakam
Mehmet Demirezer, Söke Garı ve özellikle
hangarların her geçen gün göz göre göre çürüyüp
kültürel değerinden uzaklaşmaya başlamasının
Sökeliler'in tepkisine neden olduğunu
vurgulayıp, "Vatandaşlarımız bir an önce soruna
el atılmasını istemekte. İzmir Bölge
Müdürlüğünce hazırlanan Söke Gar'ı Rekreasyon
Projesi'nin Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma
Kurulu tarafından onaylanarak ihale aşamasında
olduğunu öğrendik. Söke için büyük önem taşıyan
bu projenin ihalesinin yapılmasının
beklentisindeyiz" dedi.
Söke Belediyesi, Söke Ticaret Odası ve ilçedeki
bazı sivil toplum kuruluşlarının da her
platformda, Söke'nin geleceği açısından önemli
olduğunu vurguladıkları Söke Gar'ı Rekreasyon
Projesi'nde gözler şimdi ihaleye çevrildi.
Projenin, Söke Garı'nın, Çarşamba Pazaryerin ile
Söke-Milas Çevreyolu'na kadar uzanan bölgesini
canlandırmasının beklendiği bildirildi.
Hürriyet, Haber: Necati Maldar, 17.01.2015
|
ORTAÇAĞ KRONİKLERİ
Eski kıtadaki milletlerin
tarihleriyle ilgili bir araştırma yapmaya
kalkıştığınızda hemen kendinizi o ülkeyle ilgili
Ortaçağ’da yazılmış bir kroniği, Osmanlıca deyişiyle
vakayinameyi, okurken buluyorsunuz. Gerçi bu
Osmanlıca deyiş de Arapçadan gelme ama “kronik” bana
hala Türkçesi bulunamamış bir kelime gibi geliyor.
Çünkü biz günümüzde kronik kelimesini daha çok
mecazi anlamı olan; kronik işsizlik gibi müzmin bir
fenalık için kullanıyoruz veya İngilizceden
(chronic) tıp dilimize geçen kronik bronşit gibi
süreğen bir hastalık için. Oysaki Fransızcadan
(chronique) aldığımız ve tam da vakayinameye
karşılık gelen “kronik”, yani tarihi olayları
kronolojik bir anlatımla neşretmek, sanırım bizim
Ortaçağ’da dünya tarihini etkileyecek bir kronik
yazamamış olmamızdan ötürü, Türkçesini
araştırmadığımız bir kelime olmuş. Hem de Türk Dil
Kurumu’nu kuran Mustafa Kemal Atatürk’ün, Türkiye
Cumhuriyeti’nin en önemli kroniği olan Nutuk adlı
eseri yazmasına rağmen.
Aslında TDK, 1974 yılında çıkarttığı Tarih Terimleri
Sözlüğü’nde bu kronik kelimesi için “olguluk”
sözcüğünü kullanmış ama sanırım Ortaçağ Olgulukları
diye bir başlık atsam her halde hiç kimse
anlamazdı.
TÜRKÇEYE ÇEVRİLMEDİ
Neyse, konuyu daha fazla dağıtmayalım. Günümüz
yazılı tarihinin temel taşlarını oluşturan Ortaçağ
kroniklerine bir göz atınca görüyorsunuz ki,
maalesef Türklerin tarihini oturtacağınız bir
kroniğimiz yok. Bunu söylememin nedeni, son
zamanlarda merak sardığım Katalan tarihiyle ilgili
okuduklarım. Henüz sınırları belli bir ülke olamamış
olsalar da XIII. - XIV. yüzyılda yazılmış
kroniklerle varlıklarını tüm dünyaya bildirmiş
adamlar. Hatta bunlardan en önemlisi olan Ramon
Muntaner’in 1325 ile 1332 yılları arasında kaleme almış olduğu
‘Cronica de Muntaner’, belli başlı tarihçilerin
Avrupa tarihine referans olarak verdikleri bir
başeser olmuş. 1207 ila 1328 yılları arasında Aragon
Krallığı’na mensup Katalanların Akdeniz boyunca
katıldığı seferlerde yer almış ve hatta
Almogaveresler ile birlikte Türklere karşı Bizans’ı
korumak üzere Bizans İmparatoru’nun daveti üzerine
İstanbul’a kadar gelmiş bir asker olan Ramon
Muntaner tarafından kaleme alınmış bu ünlü kronik.
Pek çok sayfasında, Efes’ten, Troya’dan, Gelibolu
Yarımadası’ndan ve İstanbul’dan bahsetmesine rağmen
ne yazık ki halen Türkçeye çevrilmemiş. Ama o
yıllarda yani 1300’lerin başında Ibn Idhari Arapça
olarak yazdığı kroniği “Al Bayan Al Mughrib” ile
bugün İspanya’nın yer aldığı İber Yarımadası ve
Mağrip ülkeleri tarihinin temel taşlarını dizmiş
bile.
YAZACAK VAKİT OLMAMIŞ...
Tabii Ortaçağ’da biz henüz at üzerinde oradan
buraya koşturup, ok atmakla meşgul olduğumuz ve
ilerleyen tarihlerde ancak beylikler kurmakla
uğraştığımız için oturup kronik yazacak vakit
olmamıştır. Bazı İslami kaynaklar, mesela Malazgirt
Savaşı’nı anlatan eserler yazılmış olsa da
Ortaçağ’da Türklerin bu dönemini anlatan Türkçe bir
kronik bulamadım. Gerçi biz o yıllarda henüz dil
evrilmemizi tamamlayamamış, Türkologların Orta
Türkçe dedikleri, yani Karahanlı Türkçesi mi, Eski
Uygur Türkçesi mi, Harezm, Kıpçak, Peçenek Türkçesi
mi? Hangi Türkçe ile konuşup yazacağımıza henüz
karar verememiş olduğumuzdan, daha doğrusu Ana Oğuz
Türkçesinden Eski Anadolu Türkçesine doğru evrilmeye
çalıştığımızdan, eski kıta tarihinin temelini
oluşturan Ortaçağ Kronikleri arasında yerimizi
alamamışız. Ama tabii İstanbul için aynı şeyi
söyleyemeyiz çünkü o zamanki İstanbullular olan
Bizanslıların, hem de tarihin ilk kadın tarihçisinin
kaleminden, Aleksiad adlı bir kronikleri var. Bizans
imparatoru I. Aleksios Komnenos’un kızı Anna Komnena
tarafından 1081 ile 1118 yılları arasında kaleme
alınmış olan bu kronik sayesinde biliyoruz, o
zamanki İstanbul ve Bizans hakkında bildiğimiz pek
çok şeyi. Mesela Birinci Haçlı Seferi’ni bu kronik
sayesinde belgeleyebiliyoruz. Ve hatta bizim ilk
Türk denizcisi diye övündüğümüz Çaka Bey hakkındaki
bilgileri bile bu kronik sayesinde anlatıyoruz. İyi
ki Çaka Bey Bizans’a esir düşüp üç yıl İstanbul’da
Anna Komnena ile aynı sarayda yaşamış da bize
onunla ilgili pek çok şeyi anlatmasına vesile olmuş.
Yoksa bu Selçuklu beyini bile hiç tanımayabilirdik.
Sonraları biz İstanbul’u alıp, Doğu Roma
İmparatorluğu’na son verip, dünyanın Ortaçağ’dan
Yeni Çağ’a adım atmasına vesile olsak da
padişahlarımız bu vakayinamelere önem verip, hele
hele Kanuni Sultan Süleyman gibileri çok önemli
kronikler yazdırmış olsalar da dünya tarihi
geriye dönüp baktığında yaslandığı yer Ortaçağ Kronikleri olduğu için,
maalesef biz orada yer alamıyoruz. Kimler mi yer
alıyor? Tabii ki dilleri bizden daha eski olan
milletler. Tahmin etmesi kolay dillerden,
Katalancaya, Gürcüceye, Macarca veya İsveççeye kadar
uzanıyor bu kronikler. Eğer biraz gerilerden tarih
okumak istiyorsak, bence başlamamız gereken şey,
sayıları yüze ulaşmayan Orta Çağ kroniklerinin
tamamını bir an önce Türkçeye kazandırmak...
Akşam, Haber: sSerdar Çelik, 17.01.2015
|
ZAMANIN JEFF KOONS'U OLARAK RUBENS
24 Ocak’ta açılacak Rubens sergisinde
ünlü sanatçı çeşitli yönleriyle ele alınacak.
The Independent’da yer alan yazıya göre Hollandalı
sanatçı Rubens, döneminde gerçek bir süperstardı.
Rubens’i çok sevilen ve kendinden sonra çok sayıda
sanaçıya ilham veren resimleri kadar
hayat hikayesiyle de ilginç bulmak mümkün.
Antwerb’de bir İtalyan sarayına benzer bir evde
yaşayan Rubens, burayı aynı zamanda pek çok
asistanın çalıştığı bir üretim merkezine
dönüştürmüştü. Dolayısıyla çağımızın Andy Warhol ya
da günümüzün Jeff Koons gibi sanatçılarının
öncüllerindendi. Ticari dehasıyla da bilinen Rubens,
her tür tasarıma imza atmış çok yönlü bir isimdi.
Ama daha önemlisi diplomasiye bile karışmış, o dönem
Hollanda’yı kontrol eden İspanya ile
İngiltere arasındaki gerilimi çözerek her iki
ülkeden de şövalyelik unvanı almıştı.
Londra ’da açılacak sergi sanatçının işleri
kadar Delacroix, Turner, Manet gibi sanatçıları
nasıl etkilediğini de gösterecek.
Radikal, 16.01.2015
|
MÜZELERİN ZİYARETÇİ SAYISI TATMİN ETMİYOR
Bursa
Valisi Münir Karaloğlu, Bursa'da ki müzeleri
ziyaretçi sayılarından memnun olmadıklarını
belirterek, "Bursa'daki müzeleri daha çok turizmin
emrine nasıl verebilirizin peşindeyiz." dedi.
Bursa Valisi Münir Karaloğlu, Bursa'da bulunan
müzeleri inceledi. Müzelerdeki düşük ziyaretçi
sayısının sebeplerini yerinde görmek için ilk olarak
Türk İslam Eserleri müzesine gelen Vali Karaloğlu,
Müzeyi gezmeye gelen Amerikalı turist kafilesiyle de
görüştü.
Müze yanında bulunan antikacılar sokağı esnafıyla
da görüşen Karaloğlu, esnafın sorunlarını
dinleyerek, özel olarak ziyarete geleceğini söyledi.
Müzelerdeki restorasyon ve bakım çalışmalarını
yerinde inceleyen Vali Karaloğlu, müze müdürlerine
daha fazla ziyaretçi için daha çok tanıtım
yapmalarının gerektiğini belirtti.
Türk İslam Eserleri Müzesi, İnebey Yazma ve Basma
Eserler Kütüphanesi, Esat Uluumay Osmanlı Halk
Kıyafetleri ve Takıları Müzesi, Arkeoloji Müzesi ve
Atatürk Müzesini gezen Vali Karaloğlu yaptığı
açıklamada, "Amacımız müzelerimizin son durumlarını
beraber bir görelim, müzelerimin ziyaretçi
sayılarına baktığımızda çok memnun olduğumuz sayılar
yok. Özellikle kültür park içerisindeki Arkeoloji
müzemizin Türkiye'nin çok önemli arkeoloji
müzelerinden birisi olmasına rağmen ziyaretçi
sayısının son derece az olmasının sebeplerine
bakıyoruz." dedi.
Bursa da turizmi geliştirmeye çalıştıklarını
anlatan Karaloğlu şunları söyledi: "Hem Kültür
Bakanlığı'nın hem de Büyükşehir Belediyemizin
müzeleri var bu müzeleri daha çok turizmin emrine
nasıl verebiliriz bunun peşindeyiz. Bu günkü
ziyaretlerimizden sonra oturup bir değerlendirme
yapacağız müzelerimizin öncelikle bakım ve onarım
işlerini hızla yapıp daha sonra da ziyaretçi
sayılarını daha çok arttırarak kentteki kültür ve
turizm hareketine bir katkı sunsun arzusundayız.
Tarihi eserlerimizi müzelerimizde fiziken
korumaktayız ama buradaki değerleri, nadide eserleri
halkımızla buluşturamazsak kentimizdeki kültür ve
turizm hareketine bir fayda sağlayamayız."
Zaman, 16.01.2015
|
URARTULARA AİT TİCARET MÜHRÜ BULUNDU
Varto
İlçesi'ne bağlı Tepeköy Höyüğü'nde yapılan kazı
çalışmaları sonucunda Urartular dönemine ait ticaret
mührü bulundu.
Ahlat Müze Müdürü
Ziya Kılınç yaptığı açıklamada, Varto İlçesi'ne bağlı
Tepeköy Höyüğü'nde Ahlat Müze Müdürlüğü ekiplerince
yürütülen ve 29 Aralık 2014'te sona eren kazı
çalışmalarında, 18 envanter mahiyetinde eser
çıkarıldığını söyledi.
Eserler arasında Urartular dönemine ait damga
mühür olduğunu vurgulayan Kılınç, o dönemde
Urartuların bölgede yaşadığını ve ticaret yaptığını
gösteren bir eser olduğunu belirtti.
Bulunan mührün genellikle ticarette
kullanıldığına dikkati çeken Kılınç, "Ticaret
malzemesinin ağzı kapatıldığında o bölgeden ihraç
edildiğini gösteren mühürler bunlar. Buradaki mührü
gören kişilere malzemenin Muş'tan geldiğini
anlatıyor. Ticaret mührü dışında boğa ve insan
figürü çıktı. Bunlar mekanik temizlikleri
yapıldıktan sonra Ahlat Müze Müdürlüğü teşhirinde
sergilemeyi düşünüyoruz. Özellikle bir Muş-Varto
köşesi oluşturup bunları sergilemeyi amaçlıyoruz"
diye konuştu.
Kılıç, 2014 yılında yapılan kazıda 2,5 metre
derine inilebildiğini belirterek, 13 metre daha
inmeyi düşündüklerini, aşağı doğru indikçe Neolotik
döneme kadar rastlayabileceklerini söyledi.
"Osmanlı ve Bizans dönemine ait eserlere
rastlandı"
Kazı alanında Asurlular dönemi dışında Osmanlı ve
Bizans dönemine ait eserlere de rastlandığını
belirten Kılınç, camdan yapılmış 5 parçadan oluşan
bir kolye dizisi çıktığını, bağlı olduğu ipin
çürüdüğünü ancak kolye tanelerinden beşinin
ellerinde olduğunu söyledi.
Eseri kolye dizisi şeklinde sergilemeyi
düşündüklerini, bunun yanında kırık halde Osmanlı ve
Bizans dönemine ait kaplar çıktığını anlatan Kılınç,
şöyle konuştu:
"Ama tümlenebilir malzemeler. Bunları
tümleştirdikten sonra yine müzede teşhire koymayı
düşünüyoruz. Bölgemizde en zengin buluntu eserler
Urartular dönemine ait buluntular. Önce aşiret
şeklinde yaşamış daha sonra devlet şeklini almış ve
Kral Sarduri döneminde imparatorluk halini almış
Urartu malzemeleri yoğun ve zengin. Burada bir
Urartu eseri bekliyoruz. İnşallah ciddi bulgular
çıkacaktır. Özellikle 3 metrenin altındaki
bulgularda ciddi kaynaklara ulaşacağımıza
inanıyoruz."
Trt Türk, 16.01.2015
|
AYDIN'DA TARİHİ ESER OPERASYONU
Bir ihbarı değerlendiren Aydın İl Jandarma
Ekipleri, Bozdoğan İlçesi'nde bir şahsın evinde ve
arabasında bin 659 adet tarihi eser ele geçirdi.
Aydın İl Jandarma
Komutanlığı'ndan yapılan açıklamada, "Bozdoğan
İlçesi'nde yapılan istihbari çalışmalar neticesinde
elde edilen bilgiler kapsamında bir şahsın aracında
ve evinde adli makamlardan alınan arama kararı
sonrası 3 adet av tüfeği, 8 adet elektrikli fünye ve
çeşitli dönemlere ait tarihi eser niteliğinde bin
480 adedi metal sikke olmak üzere toplam bin 659
adet tarihi eser niteliği olduğu değerlendirilen
obje ele geçirilmiştir. Ele geçirilen eserler, müze
müdürlüğüne teslim edilmek üzere muhafaza altına
alınmıştır. Olayla ilgili olarak 4 kişi gözaltına
alındıktan sonra adli mercilerce tutuksuz
yargılanmak üzere serbest bırakılmıştır." denildi.
Zaman, Haber: Osman Akçay, 16.01.2015
|
SİT ALANI MAĞDURU KÖYLÜLER TAŞINIYOR
Karaman merkeze bağlı Madenşehri Köyü,
volkanik bir dağ kütlesi olan
Karadağ üzerinde Bizanslılar döneminde
yapılmış kilise, manastır, kale ve mezarlar
bulunduğu için 1976 yılında sit alanı ilan
edildi. Bu nedenle yapılaşmaya ve tarımsal
faaliyetlere izin verilmediği için 39 yıldır
mağdur olan köylüler, yaklaşık 1 kilometre
ileriye kurulacak olan yeni köye taşınacak.
Karaman kent merkezine 30 kilometre metre
uzaklıkta olan 400 nüfuslu 86 haneli Madenşehri
Köyü, Bizanslılar döneminde yapılmış kilise,
manastır, kale ve mezarlar bulunduğu için 1976
yılında sit alanı ilan edildi. Sit alanı ilan
edildiği içinde köyde yaşayanlar evlerine tek
bir çivi dahi çakamadı, yeni bina yapılamadı.
SİT İLANI YAŞAMI
ZORLAŞTIRDI
Tarımsal faaliyete
izin verilmediği için köylüler sadece
hayvancılıkla geçimini sağlamaya çalıştı. Nüfusu
artan aile bireyleri yeni yapılaşma olmadığı
için evlerinde ya kalabalık bir nüfusla oturmaya
çalıştı, ya da özellikle genç nesil köyden göç
etti. SİT alanı olması nedeniyle köydeki yaşam
zorlaştı.
Karaman Valiliği de, köy halkının uygun
şartlarda yaşamını sürdürmeleri için, yaklaşık 1
kilometre ileride çoğunluğu hazine arazisi
üzerinde daha önceden tespit edilen, 160
dekarlık alana taşınmasını kararlaştırıldı.
113 KONUT YAPILACAK
Karaman Valiliği, yeni köy yerleşim alanında
113 konutun yanı sıra okul, cami, köy konağı,
kültürel tesis alanı, park, spor tesisi alanı,
sağlık ocağı ve ticari tesis alanlarının
bulunacağını belirtti.
Çevre ve Şehircilik İl
Müdürü Atamer
Koçak, toplulaştırma çalışmasının
tamamlandığını ve kendilerine sunulacak imar
planını beklediklerini, imar planı geldikten
sonra inşaat çalışmalarına başlanacağını
söyledi.
Sit alanı ilan
edilmesi nedeniyle 39 yıldır mağdur olduklarını
belirten Madenşehri Köyü Muhtarı
Durmuş Ali Demir sürekli göç verdiklerini
kaydetti. Köyde yaşamsal hiç bir düzenin
olmadığını ifade eden Demir, şunları söyledi:
"Köyümüzde hiç
düzenimiz yok. Bir misafir gelse evimiz dar
alamıyoruz. Bir tuvalet için fosseptik yapsak
yasak. Oğlumuzu evlendiremiyoruz. Çünkü yeni ev
yok, olan ev de küçük. Ama şimdi bir umut doğdu.
Taşınmada sona yaklaştık. Köyümüzün hemen 1 km
ilerisinde hazine arazisi üzerinde Tarım Köy
konutları tipinde yapılması planlanan yeni
evlerin bize 100'er bin TL maliyeti var. Ancak
Kırsal Kalkınma Projeleri hibesi desteğinde
maliyetini düşürmeyi arzuluyoruz."
haberler.com, 16.01.2015
|
JUAN MİRO SERGİSİ 8 MART'A UZATILDI
S.Ü.Sakıp Sabancı Müzesi’nde (SSM) ziyarete
açılan “Joan Miró. Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar”
sergisi, gördüğü yoğun ilgi nedeniyle 8 Mart 2015
tarihine kadar uzatıldı.
20. yüzyılın çok
yönlü, çığır açan sanatçısı Joan Miró’nun olgunluk
dönemine odaklanan sergi, sanatçının Akdeniz
coğrafyası ve insanına dair gözlemlerinden ilham
alarak, kadın, kuş ve yıldız temalarına
yoğunlaşıyor. Sergiyi ziyarete açıldığı 23 Eylül
2014 tarihinden bu yana yerli ve yabancı 100.000’den
fazla sanatsever gezdi. Miró’nun eserlerinden
ilhamla tasarlanan SSM Çocuk Atölyeleri de sergi
sonuna kadar devam edecek.
Zaman, 15.01.2015
|
HERMES'İN 2 BİN YILLIK HEYKEL BAŞI SİVAS'TA
ELE GEÇİRİLDİ
Sivas Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize
Suçlarla Mücadele Şube ekipleri, Cumhuriyet
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyeleri
tarafından gerçek olduğu tespit edilen Hermes'in 2 bin
yıllık heykel başı ile birlikte çok sayıda tarihi
eser ele geçirildi.
Polis ekiplerinin yaklaşık 3 aylık çalışması
ardından 13 Ocak Salı sabahı eş zamanlı olarak
Şarkışla İlçesi'nde 9, ilçeye bağlı köylerde 2,
Altınyayla İlçesi'nde 1, Sivas il merkezi ve merkeze
bağlı köylerde 3 , Nevşehir'de 1, adıyaman'da 1 ve
Kayseri'de 1 adreste eş zamanlı aramalar yapıldı.
Aramalarda tarihi eser niteliği taşıyabileceği
değerlendirilen objeler bulundu. Operasyon
kapsamında 14 şüpheli gözaltına alındı. Bunlardan
10'u sorgularının ardından serbest bırakıldı.
Gözaltındaki O.K., Ç.A., F.Ö. ve A.Y. Numune
Hastanesi'nde sağlık kontrolünden geçirlidi.
Sivas'ta ele geçirilen eserler
arasında, Hermes'in 2 bin yıllık heykel
başı olduğu iddia edilen heykel başı da
bulunuyor. Heykelin 3 yıl önce 1 milyon dolara alıcı
bulduğu ve yurt dışına çıkarlımak istendiği iddia
edilmiş ancak yapılan operasyonda esere
ulaşılamamıştı. Eserin gerçek olduğu Cumhuriyet
Üniversitesi arkeoloji Bölümü öğretim üyeleri
tarafından doğrulanırken detaylı incelemenin
ilerleyen günlerde yapılacağı ifade edildi.
Operasyonda heykel başının yanı sıra, 3 yüzük, 1
tabak, 23 sikke, 6 Osmanlıca yazılı Kitap, 1 metal
kül tablası, 2 sütun parçası, 4 adet üzerinde farklı
motifler bulunan taş, 8 metal parça, 3 kemer, 8
resim, içerisinde yer tarifleri bulunan el yazısı
ile yazılmış 9 kağıt, hac şeklinde metal parça,
ayaklı kase şeklinde metal parça, dedektör başlığı
ve 7 ruhsatsız tabanca ele geçirildi.
A Haber, 15.01.2015
|
EN ESKİ YERLEŞİM BİRİMİ CANLANACAK
Ilısu baraj gölünün altında kalacak olan Dicle
havzasındaki en eski yerleşim birimlerinden Kuriki
Höyüğü'ndeki 11 bin yıllık ev tabanı, höyükteki mezar
ve eski evlerin bulunacağı, yerin altına inşa
edilmiş kerpiç ev projelerinin yansıdığı Müze park,
artık yerli ve yabancı konukları ağırlayacak.
3 Bin metre karelik Müze Park alanında neolitik
dönemden Ortaçağ'a kadar olan eserlerin teşhir
edilecek. 2 kerpiç evin yer aldığı Müze Park'ı
gezmeye gelecek olan öğrencilere tarih bilincini ve
sevgisini aşılatmak için dört alandan oluşan kazı
alanı da yapıldı.
EN
ESKİ YERLEŞİM BİRİMİ PARK’TA
Dicle havzasındaki Gusir ve Kuriki höyükleri,
Çatalhöyük ve Göbeklitepe kadar popüler değil ama
yerleşik yaşama geçmiş ilk insanlar hakkında önemli
ipuçları veren bir bölge. Kuriki Höyüğü,
Mezopotamya’da avcılık yapan göçerlerin kurduğu bir
köy. Çukurova Üniversitesi’nden Kazı Başkanı Yrd.
Doç.Dr. Elif Genç’e göre, Kuriki Höyüğü'nün tarihi 11
bin yılına dayanıyor. Geçen yıl kazıların yapıldığı
çalışma alanına girdiğinizde alçak tavanlı damları,
kerpiçten yapılmış küçük kulübeleri görüyorsunuz.
Yrd. Doç.Dr. Genç; “Buradaki bulgular sayesinde 11
bin yıl önce yaşanmış ilk insanlar hakkında bilgi
edindik” diye konuşuyor. Şimdi bu höyüğün maketi İl
Kültür-Turizm Müdürlüğü bahçesindeki Müze Park’ta
canlandırılıyor.
EN ZENGİN HÖYÜK
Yrd, Doç.Dr. Elif Genç, önemli bulgulara dikkat
çekti. İşte bölgede en eski yerleşim biriminden bazı
kesitler; -Avcı-göçer toplum MÖ 9000’li yıllarda
buraya yerleşmiş. İnsan ilişkileri, iş gücü
paylaşımı, sosyalleşme, ekonomi bu köyde başlamış.
-Toplum 15 bin yıl boyunca kesintisiz burada
yaşamış. Bu da arkalarında daha fazla kalıntı
bırakmalarına yol açmış. -Verilere göre toplum
kendine dönük, kapalı yaşamış. Dışarıdan ithal ürün
almıyorlarmış. Yaptıkları her şey kendilerine
aitmiş. Kesici aletleri oluşturmak içinde volkanik
taşları kullanmışlar. -Kadınlar 1.60, erkekler 1.65
boylarındaymış. -Kuriki’nin tarihte ilk koyun
evcilleştirilen bölge olduğu kanıtlanmış. -Evler,
toprak altında. Merdivenle iniliyor. -Mezarlar da
evlerin içinde. Çukur açmışlar, ölüyü cenin
pozisyonunda yerleştirmişler, üstünü toprakla
kapatmışlar. -Kurike’de toplum mütevaziymiş. Bilezik
ve kolye dışında süs eşyası bulunmamış. Çünkü
ölülerin yanına hediye koyma gibi bir alışkanlıkları
da yokmuş. -Diğerlerinden farklı bir ev bulunmadığı
için toplumda sırf ayırımı-yönetici gibi kavramın
olmadığı anlaşıldı. -Köy nüfusunun 600-1000 arası
olduğu tahmin ediliyor.-Halk özellikle de çocuklar
sağlıklı değilmiş. Cesetlerin yarısının çocuk olduğu
tespit edilmiş. -Ortalama ölüm yaşının 30 ila 25
olduğu belirlenmiş. Kurike’de kutlama ve
ziyafetlerin yapıldığı bir alan keşfedilmiş.
-Kuriki, Dicle kenarında tek ticaret merkeziymiş.
MÜZE PARK’TA KERPİÇ EVLER
Müze bahçesinde oluşturulacak uygulama alanında iki
adet kerpiç evin yapıldığını belirten Özel İdare
Genel Sekreteri Abdulkadir Özer ve Müze Müdiresi
Tenzile Uysal, “Müze bahçesinde oluşturulan ‘Müze
Park’ alanında iki adet kerpiç ev yapıldı. Bu kerpiç
evlerin içi bire bir neolitik dönem özellikleriyle
donatılarak uygulama atölyeleri oluşturuldu.
Çocukların kazı yapmaları için sembolik kazı
alanlarında çocuklar, arkeolojik kazılarla
tanışacak” dediler.
NEOLOTİK EV DÖNEMİ…
Müze bahçesindeki teşhir alanlarında 11 bin yıllık
ev tabanının üzerinin orijinaliyle kapatıldığını
belirten Özer ve Uysal: “Kuriki ve Gusir
höyüklerinden getirilen 11 bin yıllık ev tabanının
üzeri orijinaliyle bire bir kapatılarak neolitik
dönem ev canlandırılacak. Başur höyükten tunç döneme
ait mezar mulajları alınarak Müze bahçesinde teşhir
edildi. Başur höyükteki 4 bin yıllık oyun taşlarının
büyük kopyaları yapılarak oyun alanları üzerinde
çocuklara ufkunu genişletilecek oyunlar oynatılacak”
diye konuştular.
TARİHİ YOLCULUK MEKANLARI
Uygulama alanı olarak kullanacak kerpiç evlerinin
özelliğine dikkat çeken Özer ve Uysal, şöyle
konuştular; “Kerpiç evlerin içerisine Neolitik dönem
insanların yaşam biçimleri temalar halinde
canlandırılacaktır. Bu canlandırmalarda misafirlerde
uygulamaya katılarak çanakta seramik, avcılık,
fırınlama, buğday öğütme, dokuma gibi birebir
yaşayarak, deneyerek, uygulayarak, tarihi dönemlerin
evrelerini öğrenmiş olacaklardır. Özellikle
öğrenciler bu uygulamalarla insanlık tarihinin
evlerini ve yaşayış şekli hakkında bire bir fikir
sahibi olup tarihi bir yolculuğa çıkacaktır.”
Batman Çağdaş, 15.01.2015
|
TARİHİ ALTIN VAADİYLE DOLANDIRICILIK YAPAN 3 KİŞİ
TUTUKLANDI
Tarihi altın vaadiyle dolandırıcılık
yapan 3 kişi, Bitlis'in Tatvan İlçesi'nde suçüstü
yakalanıp, çıkartıldıkları mahkemece tutuklanıp
cezaevine gönderildi.
Elinde tarihi altın para olduğunu ileri süren 3
kişi, 13 Ocak 2015 tarihinde İzmir'den Tatvan'a
gelen bir kişiyi telefonla aradı. Buluşmada bir adet
gerçek altın gösterip ellerinde aynı tarihi altın
paradan çok miktarda olduğunu belirterek ismi
öğrenilemeyen şahıstan 15 bin lira aldılar. Bir gün
arayla aynı kişiden bu kez de 30 bin lira isteyen
İ.Ö., M.K. ve M.A. ismindeki şahıslar, Tatvan İlçe
Emniyet Müdürlüğü Asayiş Büro Amirliği'ne bağlı
ekipler tarafından yakın takibe alındılar ve İ.Ö.
suçüstü yakalandı. Yapılan sorguda ortağı olduğu
belirlenen M.K. de Kültür Mahallesi'nde bir bahçede
saklanırken yakalandı. Yapılan araştırmalar
sonucunda yine olayla ilgisi bulunduğu belirtilen
M.A. ise başka bir operasyonda yakalanarak gözaltına
alındı.
Emniyetteki sorgularının ardından İ.Ö., M.K. ve
M.A. dolandırıcılık suçuyla çıkarıldıkları nöbetçi
mahkemece tutuklanarak Bitlis E Tipi Kapalı
Cezaevi'ne gönderildi. İ.Ö., M.K. ve M.A. isimli
şahısların daha önce de yine ellerinde tarihi eser
bulunduğu iddiasıyla bir kadından da 10 bin lira
para aldıkları ve kadını dolandırdıkları öğrenildi.
Zaman, Haber: Muhammed Mina, 15.01.2015
|
TÜMÜLÜSÜN DİBİNE MADEN OCAĞI!
Çanakkale Çan’da Koza Madencilik tarafından açık
işletmecilik yöntemiyle yapılacak altın, gümüş ve
kurşun madeni projesinin ÇED süreci başladı.
Açılması planlanan maden ocağı Karadağ ve Dondurma
Köyleri arasında yer alan 1.derece arkeolojik sit
alanına kuş uçuşu yalnızca 750 metre mesafede.
Bölgede yapılmak istenen madencilik faaliyeti için
Çanakkale Müze Müdürlüğü’ne yapılan başvurunun
ardından alanda yapılan yerinde incelemede, bölgede
yoğun seramik ve Roma Dönemi mezar kiremitlerine
rastlanarak alanın nekropol alanı olabileceği
gerekçesiyle tespit ve tescil çalışmaları
başlatıldı. Çanakkale Kültür Varlıklarını Koruma
Bölge Kurulu, Mayıs 2014’te 38 adet tümülüsün tespit
edildiği bölgeyi 1.derece arkeolojik sit alanı ilan
etti. Proje alanı ise bu alanın 750 metre ötesinde
belirlendi.
Koza Madencilik’in ÇED Başvuru Dosyası’na göre
cevher arama için iki ayrı işletme sahası planlandı.
Toplam 30 hektar olan alanda açık işletme yöntemi
ile delme patlatma yapılarak altın, gümüş ve kurşun
madeni üretilecek. Çevre Düzeni Planı’nda, proje
alanı orman ve tarım alanı olarak gözüküyor.
Açılacak sahalardan 16 hektarlık olanın tamamı ise
orman alanından oluşuyor. Proje alanının yaklaşık 2
buçuk kilometre uzağında ise Bakacak Barajı yer
alıyor.
‘SU HAVZASINA SİYANÜR’
Çanakkale Çevre Platformu dönem sözcüsü
Prof.Dr.
Türker Savaş, açık ocak işletmeciliğiyle alandaki
bitki örtüsünün onarılamayacak şekilde tahrip
olacağını ve projenin bölgedeki su havzasını tehdit
ettiğini belirtti. Savaş, “Kazdağı Biga
yarımadasının tamamını besleyen muazzam bir
ekosistem. O alanın bütünü Çanakkale kentine su
sağlayan baraj havzasında yer alıyor. O bölgede
açılan maden ocakları için yapılan sondajlar bile
köylerin su kalitesini bozdu. Siyanürle yapılacak
işlem sonrasında ağır metaller çevreyi kirletecek.
Kazdağı’nda bir ton kayaçtan bir buçuk gram altın
çıkaracaklar diye ormanların yok olmasına izin
vermeyeceğiz. Hukuki girişimlerde bulunacağız” dedi.
Birgün, Haber: Olgu Kundakçı,15.01.2015
|
İZNİK'TEKİ BÖCEK AYAZMASI TAHRİP EDİLDİ
İznik İlçesi'nde, "Böcek Ayazma" olarak bilinen
vaftizhane kalıntıları tahrip edildi.
Hristiyan dünyasının önemli eserlerinden biri
olarak tanımlanan ve Bizans İmparatorluğu'nun
Hristiyanlığı kabul ettiği, birinci ve şu anki
İncil'in kabul edildiği 7'nci konsilin toplandığı
vaftizhanenin yok olma tehlikesi bulunduğu
bildirildi.
"Martyrium" (şehitlik) üzerinde kurulu olan
vaftizhaneyle ilgili açıklamalarda bulunan İznik
Belediye Başkanı Osman Sargın, tahrip edilen
tarihi eser için çok üzüldüğünü söyledi.
Vatandaşların daha hassas olması gerektiğini
anlatan Sargın, "Tarihimize sahip çıkalım. Adım adım
turizm kenti olma yolunda ilerlerken bu
görüntüler, yüreğimizi acıttı" dedi.
- Benzeri sadece Kudüs ve
İtalya 'da
Uludağ Üniversitesi Fen
Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Anabilim Dalı
Başkanı Prof.Dr. Mustafa Şahin, 2013 yılında
yaptığı açıklamada, tarihi kaynaklara göre bu
kalıntıların Hristiyanlığın önemli şehitliklerinden
biri olduğunu söylemişti.
Bu şehitliğin benzerinin sadece Kudüs ve
İtalya'da bulunduğunu anlatan Şahin, Hristiyanların
hacı olmaları için mutlaka uğramaları gereken
bu merkezin vaftizhane kalıntılarının altından
ortaya çıkarılabileceğini kaydetmişti.
Radikal, 15.01.2015
******
BURSA'DA ŞOKE EDEN HIRSIZLIK!
İznik ilçe merkezinde bulunan ve yaklaşık 2
yıldır arkeolojik araştırma için kamulaştırma
yapılması beklenen vaftizhanenin kalıntıları tahrip
edildi. Girişinde yer alan 80 santimetre
yüksekliğinde, 40 santimetre genişliğinde, 15
santimetre kalınlığındaki mermer plaka, kimliği
belirsiz kişi veya kişilerce çalındı. Kültür ve
Turizm Bakanlığı'nın internet sitesinden de
çalındığı duyurulan mermer plakanın üzerinde, iç içe
geçmiş kabartma motif ve bu motifin üzerinde ise bir
rozet deseni bulunuyordu. Bu plakanın bir benzeri
ayazmanın içindeki nişin yanında da yeralıyor.
Bizans İmparatorluğu'nun Hıristiyanlığı kabul ettiği
1'inci ve şu anki İncil'in kabul edildiği 7'nci
konsilin toplandığı merkez olan İznik'in Yakup
Çelebi Sokağı'nda bulunan ve MS 6'ncı yüzyılda
yapılan, 11 basamaklı bir merdivenden inilen Böcek
Ayazma ve yaklaşık 40 metre uzaklıkta kalıntı
halinde yer alan Koimesis Kilisesi'nin ortaya
çıkarılması halinde, ilçenin Hıristiyanlar için bir
hac merkezi olabileceği vurgulanmıştı. Arkeologların
açıklamasının ardından Bursa Valiliği bu konuda
teknik bir çalışma başlatmıştı.
EFES’TEN DAHA ÖNEMLİ BİR MERKEZ
Hıristiyanlıkta ayazmaların hiçbir zaman tek
başlarına yer almadığını belirten Uludağ
Üniversitesi'nde görevli arkeologlar, "Tarihi
kaynaklar incelendiğinde, ayazma aynı zamanda
vaftizhane olarak kullanılmış. Vaftizhane olarak
kullanıldığına göre bunun yaklaşık 40 metre
uzaklığındaki Koimesis Kilisesi'nin bir bölümü
olduğunu düşünüyoruz. Kaynaklara göre Bizans
İmparatorluğu'nun önemli şahsiyetlerinden birisi
olan I. Theodoros Laskaris'in de mezarının bu
kilisede olduğunu biliyoruz. Bunlar üst üste geldiği
zaman burada sorulması gereken soru şu: Acaba burası
bir şehitlik miydi? Bu iki tarihi eserin ortaya
çıkarılması halinde Efes kentindeki Meryem Ana'dan
daha önemli bir merkez olacağı sanılıyor. Çünkü
tarihi kaynaklara göre bu kalıntılar aynı zamanda
Hıristiyanlık dininde önemli şehitliklerden biri. Bu
şehitliklerden biri Kudüst'te, diğeri İtalya'da.
Hıristiyanların hacı olmaları için mutlaka
uğramaları gereken bir merkez. Kazıp ortaya
çıkardığımız zaman İznik'e yılda en az 10- 15 milyon
turist gelir" dediler.
İZNİK BELEDİYE BAŞKANI SARGIN: ÇOK ÜZÜLDÜK
Ayazmanın tahrip edilerek, mermer plakanın
çalınmasından dolayı çok üzüldüklerini söyleyen
İznik İlçe Belediye Başkanı AKP'li Osman Sargın,
“Tahrip edilen Böcek Ayazmasının görüntüsü bizi çok
üzdü. Vatandaşlarımız biraz daha hassas olmalıdır.
Tarihimize sahip çıkalım. Adım adım turizm kenti
olma yolunda ilerlerken bu görüntüler yüreğimizi
acıttı" dedi.
Çalınan mermer plakanın bulunması için İznik
Cumhuriyet Savcılğı soruşturma başlattı.
Bursa Hakimiyet, 15.01.2015
|
PARİS'TE TARİHİ BİNANIN YENİLEME PROJESİNİ MAHKEME
DURDURDU
Paris'te 1869'da inşa
edilen ilk alışveriş merkezi La Samaritane'in
yenileme projesini hazırlayan SANAA'ya mahkemeden
izin çıkmadı.
Louis Vuitton, Christian Dior gibi ünlü markaları
barındıran LVMH'nin yeniden geliştirme hamlesiyle
tarihi yapı 2005 yılında kapatılarak yeni bir
alışveriş merkezi oluşturması için tadilata girdi.
Tanınmış mimarlık ofisi SANAA, 2011 yılında
tasarladığı yenileme projesiyle etrafındaki birkaç
binayı yıkarak tarihi yapıyı yeni transparan bir
cephe tasarımıyla öne çıkarmayı önerdi. Fakat
projeye karşı çıkan gruplar yeni yapının
Haussmann'ın mimarlık tarzına uygun düşmediğini ve
cephenin adeta bir duş perdesine benzediğini
söyledi.
2014 mayıs ayında mahkeme sonucunda projenin
durdurulmasına karar verildi fakat proje devam
ettti. Bu süreçte Rue de Rivoli'deki üç binadan
ikisi yıkıldı fakat son mahkeme kararıyla inşaat bir
kez daha durduruldu.
Society for the Protection of Landscapes and
Aesthetics, SOS Paris gibi kentteki çeşitli koruma
grupları mahkeme kararını makul bulduklarını
belirterek şu ifadelere yer verdi "Simgesel hale
gelen La Samaritane davasında asıl mesele tarihi
merkezlerdeki çağdaş mimarlığın nasıl olması
gerektiğidir. Parislilier demokratik mücadelemizin
zaferini desteklemeli"
Projenin geliştiricisi LVMH ise karar için yüksek
idare mahkemesine gideceklerini belirtti.
Arktera, Kaynak: Dezeen, Derleme: Bahar Bayhan,
15.01.2015
|
KAZ DAĞLARI'NDA YÜZLERCE ANTİK KENT YOK OLACAK
Bergama, Gümüşhane Mastra, Eskişehir Kaymaz’da,
Kayseri Himmetdede gibi birçok yerde altın madenleri
bulunan Koza Altın Şirketi Kaz Dağlarında altın
işletmeciliği için çalışmalarını yoğunlaştırdı.
Şirketin altın işletmeciliği yapacağı biri tamamen
diğeri kısmen ormanlık olan alanda 1 tescilli
arkeolojik sit, 1 baraj ve 38 tümülüs var.
TAMAMI TARLA VE ORMAN
Kararlı direnişleri sonrası geçtiğimiz haftalarda
Esan Eczacıbaşı şirketinin terk edip gitmek zorunda
kaldığı Çan Karadağ Köyünün yakınlarında, bu kez
Koza Altın Şirketi altın madeni çalışması başlattı.
Karadağ’ın komşularından Dondurma Köyü
yakınlarındaki altın madeni sahası Çanakkale kent
merkezine yaklaşık 40 kilometre uzaklıkta. 30
hektarlık proje alanında iki ayrı işletme kuracak
olan şirket üretimi 5 yıl olarak öngörmüş. Burada
zenginleştirme tesisi kurmayıp, cevheri Bergama
Ovacık’taki siyanür tesisine taşımayı planlıyor.
İşletme sahalarından birincisinin büyük kısmı
köylünün tarlası ve kısmen ormanlık alan iken,
ikinci işletme sahasının ise tamamı orman. Açık
işletme yöntemi ile delme patlatma yapılarak
yaklaşık 400 bin ton altın, gümüş ve kurşun cevheri
üretilecek. 1. işletme sahasının kuş uçuşu 2,6
kilometre uzaklıkta bulunan Bakacak Barajı DSİ
tarafından 2000 yılında yöredeki 9 bin hektarlık
sahanın sulanması amacıyla işletmeye alınmış.
SİT YOK DENİLEN YERDE 38 TÜMÜLÜS
Projenin ÇED Başvuru Dosyasında, Proje kapsamında
yer alan sahalar ve yakın civarlarında Kültür
Varlığı veya Sit özellikleri taşıyan sahalar
bulunmamaktadır” denilmekle birlikte dosya
eklerindeki belgelerde Karadağ ve Dondurma Köyleri
arasında Arabakonağı Mevkiinde 1. derece Arkeolojik
Sit alanı olduğu belirtiliyor. Şirketin talebi
üzerine Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü
tarafından gerçekleştirilen incelemelerle ilgili
Mayıs 2014 tarihli belgede, Çan Dondurma ve Karadağ
Köyleri arasındaki Arabakonağı mevkiinde orman
yolunun sağı ve solunda olmak üzere 38 tümülüs
(tarihi mezar,höyük) tespit edildiği belirtiliyor.
Orman arazisi içinde bulunan tümülüslerin henüz bir
koruma statüsünün olmadığı belirtilirken, alanın 1.
derece Arkeolojk sit olması öneriliyor. Bu
incelemenin ardından da Çanakkale Kültür
Varlıklarını Koruma Kurulu o bölgeyi 1. Derece
Arkeolojik sit olarak tescil etti. Altıncı şirket
başvuru dosyasında bu alanların işletme sahası
dışında kaldığını belirtse de, aslında bölge ruhsat
sahasının içinde yer alıyor. 1. Derece Arkeolojik
Sit Alanı madenin 2. İşletmesine 750 metre kadar
uzaklıkta. Oysa şirket, proje alanının Çevre Düzeni
Planında orman ve tarım alanı olarak belirtildiğine
vurgu yaparak, “Yakın civarında kültür varlığı ve
sit özelliği taşıyan sahaların bulunmadığı”nı ileri
sürüyor.
ADI BİLİNMEYEN 300 ANTİK KENT VAR
1994 - 1998 yılları arasında Çanakkale Müzesi
tarafından Kocabaş Çayı (Granikos/Biga Çayı) boyunca
yapılan kazılarda bulunan tümülüslerde çok sayıda
lahit ortaya çıkarıldı. Çanakkale 18 Mart
Üniversitesi öğretim üyesi Prof.Dr. Reyhan Körpe ve
ABD’li arkeolog Prof.Dr. Brain Rose tarafından 2004
ve 2007 yılları arasında yapılan yüzey
araştırmalarında Erken Hellenistik Döneme ait
buluntulardan bahsediliyor. Rose, yüzey araştırması
yaptıkları başlıca antik kalıntıların tümülüsler
olmasına karşın, yüzey buluntularının verdiği
bilgiler ışığında Biga dolaylarında 18 yerleşim yeri
tespit ettiklerini dile getiriyor. 2007 yılında
yapılan yüzey araştırmalarında da Biga’nın
güneyindeki dağlık arazide, Yenice İlçesi
sınırlarında 37 antik yerleşim saptanmış. Yerin 3
kilometre kadar derinliğine kadar röntgen çekilerek
yapılan araştırmalarda çok sayıda yerleşim yeri
tespit edilirken, çalışmalarla ilgili o dönem bir
panelde açıklamalarda bulunan Prof.Dr. Reyhan
Körpe, Troya ve Assos değerinde 100 tanesi adı
bilinen, 200 tane de adı bilinmeyen ancak yerel
adları olan toplam 300 antik kent olduğunu dile
getirmişti. Körpe, Granikos araştırmaları sonrasında
antik çağda Troias olarak adlandırılan Çanakkale’nin
tepelerinde, ormanlık alanlarında saklanmış yüzlerce
antik kent ve yerleşimin olduğunu aktarırken, 300
antik kentin dışında, 3500 kadar küçük köy, kasaba
ve çiftliğin varlığına da dikkat çekiyordu. Kaz
Dağlarının dört bir yanında yapılan madencilik
faaliyetleri, dağın altını üstüne getirmekle
kalmayıp, şu ana kadar gizli kalan yüzlerce antik
kentin de yok olmasına neden olabilir.
Evrensel, Haber: Özer Akdemir, 14.01.2015
|
MAĞARAYI ARAÇ PARKI YAPTI
Batman'ın Gercüş İlçesi'ne bağlı Kayalar Köyü'nde köy servisçiliği yapan bir kişi köyde aracı park edecek korunaklı yer bulamayınca çareyi kullanılmayan küçük bir mağarayı otopark yapmakta buldu. Köylüler, köyde taş ve kayaların yuvarlanması sonucu araçların zarar gördüğünü, araç sahibinin de aracını korumak için dağı delerek aracını korumaya aldığını söyledi. Bu yöntem sayesinde araçlarında hasar oluşmadığını belirten köylüler, "Bütün köy bu aracı kullanıyor. Köyün tek servisi bu araç. Köyde hiç kimse bu araca zarar gelsin istemez. Şoför, köyde korunaklı yer bulamayınca köyün hemen girişinde bulunan ve kullanılmayan küçük mağarayı genişleterek araç için park oluşturdu" dedi.
Batman Gazetesi, 13.01.2015
|
MİLAS'TA 8 BİN YILLIK KAYA RESİMLERİ KORUNAMIYOR
Milas’a bağlı Bafa ve Kapıkırı mahallerindeki
Herakleia antik kentinde bulunan tarih öncesi
döneme ait 8 binlik kaya resimleri korunamadığı için
yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.
Bir bölümü Milas sınırları içerisinde yer alan
Beşparmak Dağları yamacında kurulu Herakleia antik
kenti, tarihi ve doğal güzellikleriyle yerli ve
yabancı turistlerin ilgi odağı haline geldi. Antik
kentin en renkli eserlerini ise kaya resimleri
oluşturuyor. Bölgede
arkeolojik çalışmalar yapan
Berlin Alman Arkeoloji Enstitüsü üyesi Dr.
Anneliese Peschlow-Bindokat tarafından 1994 yılında
bulunan kaya resimleri, artan tahribat nedeniyle yok
olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Bir kısmı
yıkılan Yediler Manastırı’nın hemen yanı başında
bulunan bir kayaya resmedilen dini motifler ve
figürler, yakın geçmişte kimliği belirsiz kişi ya da
kişilerce zarar gördü. Dağlardaki kayaların
oyuklarına yapılan resimlerin yıllar önce tamamıyla
korunduğunu ancak zamanla tahrip edildiğini anlatan
yöre halkı; “Yediler Manastırı yakınındaki bir kaya
resmi baştan aşağıya iniyordu. Ama şimdi bu
resimlerin büyük bir bölümü kayadan kazındı. Resimde
yer alan figürlerin özellikle yüzleri tahrip
edildi.” diyerek bölgeye turist çeken tarihi
değerlerin korumaya alınmasını istedi.
MADEN OCAKLARI BÜYÜK TEHDİT!
Bölgede yoğun bir şekilde faaliyet gösteren maden
ocaklarının ve denetimsiz turist ziyaretlerinin
tarihi eserlere zarar verdiğini belirten uzmanlar ve
çevreciler; “Bu tarihi ve kültürel mirasın yeni
feldspat ocaklarına feda edilmemesi gerekiyor. Maden
ocağındaki çalışmalar sırasında patlatılan
dinamitler büyük tehdit oluşturuyor. Kısa süre önce
Yediler Manastırı’ın bir bölümü yıkıldı. Manastırı
ziyaret eden turistlerin yaralanmasına, kaza
geçirmesine neden olabilecek noktalar var. Ama
buralarda da hiçbir güvenlik önlemi yok! Bu tarihi
ve doğal güzellikleri bozmadan korumamızı sağlayacak
bir turizm politikası gerekiyor” diye konuştu.
Milliyet, 13.01.2015
|
EN İYİ KORUNAN TAPINAK: ZEUS
MS 2. yüzyılının
ilk yarısında yapıldığı bilinen Euromos antik
kentindeki Zeus tapınağı, Anadolu'nun en iyi korunan
tapınakları arasında yer alıyor. 17 sütunundan
16'sı, ilk günkü gibi ayakta duruyor. Antik kentte
2014 yılında yapılan kazılarda çok önemli eserler
günyüzüne çıkarılırken 2 bin 200 yıllık protokol
koltuğu ve mezarlar da bulundu.
Muğla'nın Milas İlçesi'ndeki Euromos'ta 2014 yılı
kazı çalışmaları tamamlandı. Muğla Sıtkı Koçman
Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Euromos Antik Kenti
Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Abuzer Kızıl tarafından
yürütülen çalışmalarda geçen yıl önemli eserler
ortaya çıkarıldı. Antik kentte kazıların 36 yıl önce
durdurulduğunu ve 2011'de tekrar başlandığını
belirten Kızıl, "Zeus tapınağı, Anadolu'daki en iyi
korunmuş tapınaklardan biri. Kent kalıntıları, çok
yıpranmış olmalarına rağmen çok iyi korunmuş.
Tapına,k MS 2. yüzyılda inşa edilmiş. 17 adet
sütundan 16'sı, üst kirişleriyle birlikte hala
dimdik ayakta.'' dedi. Yrd. Doç.Dr. Kızıl, geçen
yıl haziran ayında 25 kişilik bir ekiple kazı
çalışmalarına devam ettiklerini dile getirerek,
"Kentte son yıllarda temizlik, sondaj, jeofizik,
harita, menfez ve kazı çalışmaları yaptık.
Çalışmalar tapınak, agora, tiyatro, nekropol, hamam
ve surlarda yürütülüyor. Tapınakla ilgili önemli
projeleri hayata geçirmeyi düşünüyoruz. Bugüne kadar
varlığı bilinmeyen pek çok mimari kalıntı yerinde
duruyor. Kutsal alanı çevreleyen Temenos duvarlarına
ulaştık. Tapınağın mimari özelliklerini ortaya
çıkararak belgelemeye devam edeceğiz." ifadelerini
kullandı.
Kazılarda öncelikle yerdeki blokları kaldırılarak,
tapınağı ihtişamlı haline getirmeye gayret
gösterdiklerini anlatan Kızıl, "Euromos, konumu
itibarıyla Karya'nın önemli kentlerinden biridir.
Anadolu'nun en şanslı antik kentleri arasında
gösteriyor. Tarihte Mylasa'dan sonra bölgenin en
büyük ve en güçlü kenti. Kentteki agoranın tüm
mimari elemanlarını, kazılarda günyüzüne çıkardık.
Agorada yürüttüğümüz çalışmalarda, duvar örgüsünde
kullanılan bazı bloklarda yazıtların bir heykel ya
da heykel grubuna ait olduğunu tespit ettik. Burada,
Euromos'a yararlı işler yapanların heykelleri
dikiliydi. Bir sonraki dönemde devşirme malzeme
olarak kullanılan kaideler de aynı zamanda agoranın
Hellenistik döneme ait olmasını teyit ediyor."
şeklinde konuştu. Abuzer Kızıl, antik tiyatronun
sahneye çok yakın bir bölümünde, kentin
soylularından birine ait mermer koltuk
bulunduklarına dikkat çekerek, "Tiyatrodaki
çalışmalarımızda, 2 metre dolgunun altında, proedria
olarak adlandırdığımız 2 bin 200 yıllık çok güzel
bir soylu koltuğu ortaya çıktı. Bu mermer koltuğun,
kentin yöneticilerinden birine ait olduğunu
sanıyoruz. Bu koltuk bize, tiyatroyu daha iyi tanıma
imkanı da sundu. Haziran ayında çalışmalarımızı
devam ettireceğiz." diye konuştu.
Her antik kentin definecileri olduğunu da vurgulayan
Yrd. Doç.Dr. Kızıl, "Her yağmurdan sonra kentin
bazı yerlerinin demir şişlerle yoklandığını
görüyoruz. Defineciler, taşınabilecek şeyleri alır
götürür fakat burası karayoluna çok yakın olduğundan
çok rahat edemiyorlar. Önceki yıllarda karayoluyla
antik kent arasında çalılıklar vardı ve burada
define arayanlar, yoldan geçenler tarafından
farkedilmiyordu. Biz önce buraları temizledik,
böylece kentin daha iyi görülmesini sağladık, bu da
definecilere karşı caydırıcı oldu." dedi.
Bugün, 13.01.2015
|
RUMELİ HİSARI'NDA RESTORASYON BAŞLADI
Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan ve bugün
müze ve açık hava tiyatrosu olarak kullanılan Rumeli
Hisarı’nı tamamen kapatılmanın eşiğine getiren
hasarlı bölümlerin restorasyonu başladı.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi hazırladığı
raporla taşlarının arasındaki derzlerinin boşalması,
kırıklar oluşması, merdivenlerde aşınmalar gibi
hasarların tamiratı bitene kadar müzenin tamamen
ziyarete kapatılmasını istemişti. Ancak Kültür ve
Turizm Bakanlığı tarafından işletilen müzenin
yalnızca hasarlı olduğu tespit edilen bölümleri
ziyarete kapatılmış, diğer bölümler "Haksız
eleştirilere neden olur" düşüncesiyle açık
tutulmuştu.
MÜZE YETKİLERİNİN MÜRACAATI İLE İNCELEME
BAŞLATILMIŞTI
İstanbul’un fethinden önce Fatih Sultan Mehmet
tarafından yaptırılan 563 yıllık tarihi yapı alarm
sinyalleri vermeye başlamıştı. Tarihi yapının
duvarlarında derz kayıplarının yaşanması,
merdivenlerin aşınması gibi hasarlar üzerine müze
yetkililerinin müracaatı ile inceleme başlatılmıştı.
İBB’NİN RAPORUNDA HASARLI BÖLÜMLER
BELİRTİLDİ
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı, İmar ve
Şehircilik Daire Başkanlığı, Koruma Uygulama ve
Denetim Müdürlüğü (KUDEP) tarafından 23 Haziran 2014
tarihinde yapılan incelemenin ardından hazırlanan
raporda şu ifadelere yer verilmişti:
"Rumeli Hisarı Müzesi giriş kotunun gezilmeye müsait
olduğu, ancak ana giriş kapısı kenarlarındaki büyük
taşların yerinden oynadığı ve döküldüğü; kuleler
arası gezinti bölümlerinde, kulelere ve seğirdim
yollarına çıkan beden duvarları üzerindeki
merdivenlerin yer yer çok daraldığı, kenarlarında
herhangi bir güvenlik önleminin bulunmadığı,
merdiven basamaklarının aşındığı ve taşlarında
parçalanmamalar ve kayıplar meydana geldiği, tehlike
arz eden yüksek seğirdim yollarında kulelerde
bulunan derin boşluk kenarlarında da herhangi bir
güvenlik önlemi bulunmadığı; genel mahiyette
burçlara çıkmak yasak olduğu halde engelleyici
herhangi bir bariyer bulunmadığı, burçların üzerinde
bulunan pişmiş toprak malzemeli harpuşta taşlarının
yerinden oynadığı, duvar yüzeylerinde derz
boşalmaları olduğu ve duvarları zayıflattığı, ayrıca
yüzeyde çıkan ağaç ve bitkilerin taşları patlatarak
yerinden oynattığı ve can ve mal güvenliğini
tehlikeye attığı görülmüştür."
"MÜZENİN ZİYARETE KAPATILMASI
DEĞERLENDİRİLMEKTEDİR"
Raporun sonunda Rumeli Hisarı’nın yapısındaki
bozulma seviyesinin yoğun olması nedeni ile konunun
basit bakım onarım kapsamında
değerlendirilemeyeceği, ivedilikle esaslı onarım
yapılması gerektiği anlaşılmıştır denilerek "Bu
süreçte; özellikle hisar yapısı üzerinde ve yakın
çevresinde gezinti yapılmaması veya tamamen ziyarete
kapatılması gerektiği değerlendirilmektedir" ibaresi
bulundu.
SADECE HASARLI BÖLÜMLER KAPATILDI
Bu raporun ardından yapılan görüşmelerde İl Kültür
ve Turizm Müdürlüğü, Hisarlar Müzesi Müdürlüğü
tarafından, yapılacak tamiratın uzun sürebileceği bu
sırasında sağlam bölümlerinde ziyarete
kapatılmasının haksız eleştirilere neden olacağı
belirtilerek, tehlikeli olarak değerlendirilen 3’ü
büyük olmak üzere 17 kule ve bu kuleler seyirdim
yolları ve merdivenlerin ziyarete kapatılmasına
karar verilmişti. Bu durum Rumeli hisarı güvenli mi?
tartışmalarına neden olmuştu.
HAVADAN GÖRÜNTÜLERLE RUMELİ HİSARI
Tarihi binada yapılan ziyaret sınırlanmasının
ardından hazırlıklar tamamlanarak yenileme
çalışmaları başladı. Havadan yaptığımız çekimlerde
tarihi yapının eski güzelliğini koruduğu
gözlenirken, eskiden konser alanı olarak kullanılan
bölümün şantiye merkezi haline getirildiği görüldü.
Bu bölüm daha önce alınan yüksek sesin tarihi yapıya
zarar vermesi nedeni ile desibel sınırlaması nedeni
ile konserlere kapatılmıştı. Tehlikeli olduğu için
ziyarete kapatılan bölümlerde başlayan yenileme
çalışmalarının İstanbul Büyük Şehir Belediyesi
tarafından yapıldığı belirtildi. Aslına uygun
yapıldığı için çalışmaların uzun sürebileceği
belirtildi.
RUMELİ HİSARININ TARİHİ
Sarıyer İlçesi sınırlarında bulunan Rumeli Hisarı,
30 dönümlük bir alanı kapsıyor. Anadolu Hisarı’nın
karşısında İstanbul Boğazı’nın 600 metrelik en dar
ve akıntılı kısmında inşa edilmiş bir hisar. 90 gün
gibi kısa bir sürede tamamlanan hisarın üç büyük
kulesi, dünyanın en büyük kale burçlarına sahip.
Hisarın inşaatına 15 Nisan 1452’de başlandı, 31
Ağustos 1452 tarihinde tamamlandı. Rumeli hisarının
yapımında 300 usta, 700-800 işçi, 200 arabacı,
nakliyeci, kayıkçı çalıştı. Rumeli Hisarı, 1509
Büyük İstanbul Depreminde büyük zarar gördü ancak
hemen onarıldı, 1746 yılında çıkan yangında ahşap
kısmı harap oldu. Hisar tekrar III. Selim
(1789-1807) döneminde onarıldı. Hisarın kulelerini
örten ahşap külahlar yıkılınca, kale içi küçük ahşap
evlerle doldu. 1953 yılında Cumhurbaşkanı Celal
Bayar’ın talimatı ile hisarın onarımı için gerekli
çalışmalar başlatıldı, kale içindeki ahşap evler
kamulaştırılarak yıkılmış ve restorasyon
gerçekleştirilmiştir. Rumeli Hisarı bugün halen müze
olarak hizmet veriyor.
Hürriyet, Haber: Ali Aksoyer, 13.01.2015
******
RESTORASYONUN ALTINDAN MESCİT ÇIKTI
Rumeli Hisarı’nda önceki
gün başlanan restorasyon çalışmaları kapsamında
konserlerin verildiği tiyatro alanına mescit
yapıldığı ortaya çıktı. Sanat tarihi uzmanları tepki
gösterdi.
Fatih Sultan Mehmet tarafından
İstanbul’un fethi öncesinde yaptırılan ve
bugün müze ve açık hava tiyatrosu olarak
kullanılan Rumeli Hisarı’nı tamamen kapatılmanın
eşiğine getiren hasarlı bölümlerin restorasyonu
önceki gün başlamıştı. Ancak restorasyon
kapsamında mescit yapıldığı ortaya çıktı.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) öncülüğünde
Boğazkesen Mescidi’nin ana duvarının inşaasına
açık hava tiyatrosunun bulunduğu bölgede
başlandı.
Kurul onayladı
İstanbul III Numaralı Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, 7 Ekim 2009’da
tarihi mescidin minaresinin, duvar ve sarnıç
kalıntılarının mevcut durumları ile muhafaza
edilmesine karar verirken, mescit I. grup kültür
varlığı olarak tescil edildi. İBB ise hisardaki
yıkık mescidin ihyası için bir proje başlattı.
Proje, Koruma Bölge Kurulu’nca da onaylandı.
Mülkiyeti İBB’de bulunan mescidin yapımı için
ruhsat 28 Mayıs 2013 tarihinde alındı. Ardından
da İBB ile İstanbul Kubbe Derneği arasında 6
Eylül 2013’de inşaat sözleşmesi yapıldı. Yapım
işini İstanbul Kubbe Derneği adlı mimarlık
şirketi üstlenirken, inşaat faaliyetleri
geçtiğimiz yıl Haziran ayında başladı.
Hisarda ilk olarak sarnıç duvarları ve derz
yapımı tamamlandı. Ardından da sarnıç üzerindeki
ahşap döşeme kirişleri yerleştirilerek, sarnıcın
üst kotunda yer alan mescit ana duvarlarının
inşasına başlandı. Mayıs 2015’te tamamlanması
öngörülen mescit için açık hava tiyatrosunun
olduğu alan saç levhalarla kapatıldı.
‘Gıcır
gıcır 21. yüzyıl eseri olacak’
Sanat tarihi uzmanları ve mimarlar ise
bakımsızlık nedeniyle burç ve surları ziyarete
kapatılan tarihi yapıda önceliğin mescit
yapımına verilmesini eleştirdi. Hisardaki camiye
ilişkin görüşler şöyle;
İTÜ Mimarlık Fakültesi öğretim üyesi
Prof.Dr. Kutgün Eyüpgiller: Rekonstrüksiyon yeterli
bilgi belgenin bulunması durumunda geçerli
olabilecek bir koruma yöntemidir. Yeniden inşa
edilmesi düşünülen yapının özgün durumunu ortaya
koyan plan, proje, fotoğraf gibi görsellerin var
olması durumunda kabul edilebilir. Özgün
çevresel bağlamını kaybetmiş bir eserin yeniden
inşası anlamlı olmayacaktır. Bunun aksi geçerli
ise yapılan sahte bir dekordan ibaret olacaktır.
Sanat tarihi uzmanı Prof.Dr. Zeynep Ahunbay:
Yapılacak cami kuşkusuz yeni olacak ve burada
ayakta duran Fatih dönemi yanında gıcır gıcır
21. yüzyıl eseri olduğunu belli edecektir.
Aslında öncelik camide değil uzun zamandır
bakımsız duran ve ziyaret edilmeyen burçlarda
olmalıydı. Tarihi eserlere dini oldukları için
öncelik vermek ve ihtiyaç olmadığı halde cami
yapmak politik yatırım olarak görülüyor.
Mimarlık Tarihi Uzmanı Prof.Dr. Uğur Tanyeli:
Buradaki mesele kamusal bir sanat alanını yok
ederek mahallesi ve cemaati olmayan bir yere
mescit yapmaya çalışmaktır. Mimarlık üzerinden
ideolojik bir inatlaşma yaşanıyor. Hisardaki
tiyatro alanı 50 yılı aşkın süredir sanatsal
etkinlikler için kullanılıyordu. Kapısında bilet
kesilen bir müzeye insanlar ibadet için mi
gidecek? Rumeli Hisarı’nın birkaç adım
ilerisinde 18. yüzyıldan kalma bir mescit
varken, tiyatro alanına dini eser yapmak alenen
ideolojik bir davranıştır.”
Sinan Genim (Mimar): Rumelihisarı’nın konser
ve sanatsal etkinliklerle talep gören, gezilip
görülmesi gereken bir mekana dönüşmesini
gerekir. Boğazkesen Mescidi 15 ve 16. yüzyıl
kayıtlarında yeralmakta. Yapının 18.yüzyılda
yıkıldığı tahmin ediliyor. Ancak hisarın,
duvarlarından otlar fışkırırken, bakımsızlık
nedeniyle burçlarına çıkılamazken öncelik mescit
onarmak mı olmalıdır?
Cami 18.
yüzyılda yıkılmıştı
30 dönümlük bir alana kurulan Rumeli Hisarı,
90 gün gibi kısa bir sürede tamamlanmıştı. Hisar
içerisinde 1452’de yaptırılan Boğazkesen Camii,
18. yüzyılda yıkılmış, geriye sadece
minaresinden bir bölüm kalmıştı. Rumeli
Hisarı’nda Kaleiçi Mahallesi olarak bilinen
ahşap evler ise 1953’te dönemin Cumhurbaşkanı
Celal Bayar’ın emriyle kamulaştırılarak
yıkılmış, hisar şimdiki halini almıştı.
Milliyet, Haber: Mert İnan, 15.01.2015
|
BODRUM'DA ANTİK KENT SATIŞA ÇIKARILDI!
Bodrum yarımadasının kuzeyinde tarihi
MÖ 5.
yüzyıla dayanan Bargylia antik kenti, emlakçı
aracılığıyla satılıyor. 1.
derece arkeolojik SİT alanı olduğu için yapı
yasaklı olan 330 bin metrekarelik araziye 22 milyon
TL bedel biçildi. Bir emlak sitesinde Bodrum Zeytin
Emlak tarafından yayınlanan ilanda arazide çok
sayıda arkeolojik kalıntı olduğu görülüyor. Birgün
gazetesinden Olgu Kundakçı'nın haberine göre ilanda
arazi için “1. derece arkeolojik sit alanı, Boğaziçi
Köyü Kuş Cenneti Gölü’ne cepheli full deniz ve göl
manzaralı” ifadelerine yer verildi. İlanda satışa
çıkarılan antik kentte kazı yapılmadığı belirtilerek
alanda “surlar, tapınağa ait olduğu düşünülen bir
alan, sadece yeri belli olan tiyatro, küçük bir stoa
kalıntısı, Roma çağından kalan bir hamam kalıntısı
ve Bizans dönemine ait olduğu düşünülen nekropol
alanı” olduğu belirtildi.
'KORUMAYA ALINMALI'
Arkeologlar Derneği yönetim kurulu üyesi Binnur
Çelebi, kişi mülkiyetindeki 1. derece arkeolojik SİT
alanı olan arazilerin kamulaştırılarak Kültür ve
Turizm Bakanlığı tarafından koruma altına alınması
gerektiğini belirtti. Çelebi, “Arkeolojik sit alanları bütçe yetersizliği nedeniyle ne yazık ki
yalnızca kazı veya kentsel çalışma olduğunda
kamulaştırılıyor. Bu alanların şahıs mülkiyetinde
olması bilimsel çalışmaları da aksatıyor. Araziyi
satın alan kişi herhangi bir inşaat faaliyetinde
bulunamaz. Ancak, sitalanlarının satılıp daha sonra
sit derecesinin düşürülerek yapılaşmaya açıldığı
örneklere de tanık olduk” dedi.
Emlakçı Halil Okan Tavaslı ise araziye talebin
olduğunu ancak henüz fiyatta anlaşamadıklarını
belirtti.
Antik kentin satış ilanında kente ilişkin mitolojik
bilgilere de yer verildi: “Mitolojik hikayeye göre
Likya bölgesinde korku salan ve ağzından alevler
çıkaran canavar Chimera’yı öldürdüğü için halk
kahramanı olan Bellerophon’un, tüm kahramanlık
hikayelerinde ona yardımcı olan ve sürekli bindiği
kanatlı bir atı (pegasussu) vardı. Bu kanatlı at bir
gün çifte atarak en yakın arkadaşı olan Barglos’u
öldürür. Buna çok üzülen Bellarophon yeni kurulan bu
kente arkadaşının ismini hatırlatmak amacıyla
Bargilya ismini verir.”
Radikal, 13.01.2015
******
SAHİBİNDEN SATILIK ARAZİ İLANLARINA BARGİLYA
ANTİK KENTİ DE EKLENDİ
Sahibinden satılık antik kent nasıl olur
demeyin. Muğla'nın Milas İlçesi'nde yer alan
içinde tarihi kalıntıların bulunduğu bir alan
sahibi tarafından satılık satılığa çıkartıldı.
Sahibinden satılık alanın içerinde MÖ 5.
yüzyıldan kalma Bargilya antik kenti kalıntıları
da yer alıyor. 330 dönümlük bu arazi için
istenilen fiyat ise 25 milyon lira olarak
belirlendi.
Sahibinden satılık alan içerisinde antik kent
kalıntıları yer alıyor ancak bugüne kadar hiç
bir kazı çalışması yapılmayan antik kentte
surlar, tapınağa ait olduğu düşünülen alan,
tiyatro, küçük bir stoa kalıntısı, Roma çağından
kaldığı sanılan bir hamam kalıntısı ve Bizans
döneminden kalma olduğu düşünülen bir nekropol
alanı bulunuyor.
Antik kent kalıntılarının bulunduğu arazi
birinci derece arkeolojik sit alanı. 5 kardeş
arasında pay edilen arazi için 25 milyon lira
isteniyor. Arazi sahiplerinden Hüseyin Üçpınar
açıklamasında, birinci derecede sit alanı olan
arazinin kendilerine babalarından kalma olduğunu
söyledi. Araziyi hazine arazisi ile Bodrum Bağla
mevkisindeki bir arazi karşılığında takas etmek
istediklerini, müracaat dosyalarının bakanlığa
gittiğini ama onaylanmadığını belirten Üçpınar,
"Araziye 5 kardeş olarak ortağız. Arazi satışını
göremeden 2 kardeşimiz vefat etti. 30 yıldır
araziyi elden çıkarmak için uğraşıyoruz" dedi.
ARAZİYİ KORUYAMIYORUZ
Hüseyin Üçpınar açıklamasında ayrıca araziyi
kaçak kazı yapan kişilerden de koruyamadıklarını
ifade etti. Üçpınar konu hakkında şunları
söyledi: "Burada her zaman duramıyoruz,
dolayısıyla koruyamıyoruz. Gece gelip kaçak kazı
yapıyorlar. Nasıl koruyacağım ben bunu, her
zaman kazıyorlar. Almak için çok kişi gelip
gidiyor ama bir türlü satamadık. Çivi de
çakamıyoruz, burası sırtımızda kambur. Arazide
kilise, manastır, agora, anfi tiyatro gibi pek
çok tarihi yapı var." Arazinin satışı için 25
milyon lira istediklerini belirten Üçpınar,
araziyi almak isteyen birisinin çıkması
durumunda 20 milyon liraya kadar indirime
gidebileceklerini de belirtti.
ARAZİ SATILABİLİR AMA İŞLEM YAPILAMAZ
Öte yandan yetkililer, arazinin satılmasında
bir sakınca bulunmadığını ama alanda herhangi
bir yapılaşma veya bir şey bir işlem
yapılmasının mümkün olmadığını bildirdi.
Mynet Haber, 16.01.2015
|
HARRAN ÖRENYERİ 2014 YILI ÇALIŞMALARI TAMAMLANDI
Harran Üniversitesi ve Kültür Bakanlığı’nın
ortaklaşa düzenledikleri Harran ören yeri 2014 yılı
kazı çalışması sona erdi.
Verilen bilgiye göre, Harran Üniversitesi
arkeoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof.Dr. Mehmet
Önal’ın başkanlığında yürütülen kazı çalışmalarına
2014 yılı ağustos ayında başlanıldı ve 2014 Aralık
ayında tamamlandı. Harran Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr İbrahim
Halil Mutlu’nun yakından takip ettiği kazı
çalışmalarında toplam 80 çalışan görev aldı. Kazı
çalışmaları, Kültür ve
Turizm Bakanlığı, DOSİM ve K.V.M. Genel
Müdürlüğü Yatırım Bütçesi’nin maddi katkısıyla,
Şanlıurfa Valiliği ve Harran Kaymakamlığı’nın
İŞKUR işçisiyle, Harran Üniversitesi HUBAK
projesinin jeofizik ve karelaj çalışması katkısıyla,
Şanlıurfa Büyükşehir Belediyesi’nin servis, Harran
Belediye Başkanlığı’nın ise taşıt katkılarıyla
gerçekleştirildi. Ayrıca, Şanlıurfa İl Kültür ve
Turizm Müdürlüğü, Şanlıurfa Kültür Varlıklarını
Koruma Bölge Müdürlüğü ile Şanlıurfa Müze Müdürlüğü
kazıya her konuda yardımcı ve destek oldu.
Milliyet, 13.01.2015
******
HARRAN KAZI ÇALIŞMALARINDA BU YIL KAYIP TAPINAK
ARANACAK
Geçtiğimiz yıl 80 kişi ile kazı çalışmalarının
yürütüldüğü
Şanlıurfa’nın
Harran İlçesi'ndeki ören yerinde bu yıl ise
160-165 kişilik ekibin kazı yapacağı bildirildi.
Bölgedeki kazı çalışmalarında ise kayıp Sin tapınağı
ve
İslamiyetin ilk dönemine ışık tutacak önemli
eserlerin bulunması hedefleniyor.
İlahi dinler ve ilkel dinler için büyük önem taşıyan
ve tarihte dünya kültür ve medeniyetin merkezi
olarak bilinen Şanlıurfa’nın Harran İlçesi'nde,
toprak altında bulunan tarih gün yüzüne çıkarılıyor.
İlk defa 1951-1956 yılları arasında yabancı
araştırmalar tarafından yürütülen çalışmaları ile
gündeme gelen Harran Höyüğü’ndeki kazı çalışmaları
1983 yılından itibaren sürdürülüyor. 2014 yılında
Harran Üniversitesi arkeoloji Bölüm Başkanı
Prof.Dr. Mehmet Önal
başkanlığındaki 80 kişilik ekiple yürütülen
çalışmaların bu yıl ise toplamda 200 kişilik ekiple
devam edeceği bildirildi. Şanlıurfa Valisi İzzettin
Küçük, Kültür ve
Turizm Bakanlığı tarafından finanse edilen,
Harran Üniversitesi ev sahipliğinde Harran
Kaymakamlığı ve Harran Belediyesinin desteğiyle
yürütülen kazı çalışmalarına bu yıl Çalışma ve
Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın da destek vereceğini
açıkladı. Bu destek ile rekor seviyede kazı ekibiyle
çalışmaların yürütüleceğini anlatan Vali Küçük,
geçen yıl 60 kişi olan kazı ekibinin 160-165 kişiye
çıkarılacağını müjdeledi. 15 Mart’ta yeniden
başlayacak çalışmalarda kayıp Sin tapınağı ve
İslamiyet’in ilk dönemlerine ışık tutacak önemli
bulguların gün yüzüne çıkarılmasını hedeflediklerini
anlatan Vali Küçük, “Harran’daki kazı çalışmaları
için ilave personel konusunda Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanı
Faruk Çelik’ten destek aldık. Bu bölgede 170
kişi kazı yapacak. Kültür ve Turizm Bakanlığı
sağlamıyor bunu.
Çalışma Bakanlığı’ndan sağladığımız ödeneklerle
Mart ayının 15’inden itibaren sadece 160-165 kişi
kazı yapacak. Orada tarihin sakladığı hazineyi ve
güzellikleri gün yüzüne çıkaracağız. En az 50-60
kişi de Kültür Bakanlığı’ndan temin edeceğiz. 200
kişi o bölgede hummalı ve gerçek bir çalışma
yapılacak. Bu sadece kale çevresinde olmayacak.
Harran Üniversitesi de var. Onun da çevresinde
olacak. Sin mabedini bulunacağına inanıyoruz. Onu
bulmayı ümit ediyoruz. Bir de İslam’ın ilk dönemlere
ait eserleri bulacağımıza inanıyor ve onun için
oraya yoğunlaştık. Sin mabedini bulursak dünya
literatürüne girecek bir çalışma olacak. Bunun için
yoğun ve büyük bir çalışma ile gireceğiz” dedi.
Kazı Başkanı Önal ise 2014 yılında 80 kişilik ekiple
yapılan ve 15 Aralık’ta ara verilen kazı
çalışmalarında Eyyübi döneminin ünlü tarihçisi İbn-i
Şeddad’ın, Harran’da olduğunu belirttiği 14 hamamdan
biri bulunduğunu belirtti. Önal, kazı çalışmalarında
ayrıca o dönemlerde biri iç kalede olmak üzere ikili
savunma sisteminin kullanıldığı ve Harran Kalesi’nin
içe asıl giriş kapısının
Gaziantep kapısında olduğu gibi
hendek üzerinden asma kapı ile olduğu yönünde
bulgular elde edildiğini, Ortaçağ İslami döneme ait
şifahane, bir su yapısı, bu yapılarla ilişkili 4 oda
ve bir koridora ulaşılarak, Tunç ve Kalkolitik dönem
buluntularına da rastlanıldığını da kaydetti.
HARRAN’IN ÖNEMİ
Şanlıurfa’nın 44 km. güney doğusunda bulunan ve her
yıl binlerce yerli ve yabancı turist tarafından
ziyaret edilen tarihi ilçesi Harran, kendi adıyla
anılan ovanın merkezinde kurulmuştur. Tevrat’ta da
"Haran" olarak geçen yerin burası olduğu söylenir.
İslam tarihçileri kentin kuruluşunu Nuh Peygamber’in
torunlarından Kaynan’a veya İbrahim Peygamber’in
kardeşi "Aran"a (Haran) bağlarlar. XIII. yüzyıl
tarihçilerinden İbn-i Şeddat,
HZ. İBRAHİM’in
Filistin’e gitmeden önce bu şehirde oturduğunu,
bu nedenle Harran’a Hz. İbrahim’in şehri de
denildiğini, Harran’da İbrahim Peygamber’in evinin,
adını taşıyan bir mescidin, O’nun otururken
yaslandığı bir taşın bulunduğu yazmaktadır. Harran,
Kuzey Mezopotamya’dan gelerek batı ve kuzey batıya
bağlanan önemli ticaret yollarının kesiştiği bir
noktada yer almaktadır. Bu özelliğinden dolayı
Harran,
Anadolu ile sıkı ticaret ilişkileri bulunan
Assurlu tüccarların önemli uğrak yerlerinden biri
idi. Harran; Ay, Güneş ve gezegenlerin kutsal
sayıldığı eski Mezopotamya’daki Assur ve Babillerin
politeist inancına dayanan Paganistliğin
(Putperestlik) önemli merkezlerinden olması yönüyle
de ünlü idi. Bu nedenledir ki, Harran’da Astronomi
ilmi çok ilerlemiştir. Dünyadaki üç büyük felsefe
ekolünden birisi "Harran Ekolü"dür. İlk çağdan beri
varlığı bilinen Harran Üniversitesi’nde dünyaca ünlü
birçok bilgin yetişmiştir. Emevi hükümdarlarından
II. Mervan 744 yılında Harran’ı Emevi Devleti’nin
başkenti yapmıştır. Emevilerin Asya bölümü 750
yılında Abbasilere yenilerek Harran’da sona
ermiştir. Abbasi hükümdarı Harun Reşit zamanında
"Harran Üniversitesi" dünyada büyük bir ün
kazanmıştır.
bugün Cüllab ve Deysan ırmakları kurumuş
olduğundan Harran sudan ve yeşilden mahrum bir
ovanın ortasında 5000 yıllık tarihi ile ayakta
durmaktadır. Tipik evleri, höyüğü, kalesi, şehir
surları ve çeşitli mimari kalıntıları ile
turistlerin büyük ilgisini çekmektedir.
Milliyet, 16.01.2015
|
RUSYA'DA KORUMA SAVAŞI
Rusya'da avantgarde hareketin öncülerinden mimar
Konstantin Melnikov'un Moskova'da kendi tasarladığı
evi halka açılıyor.
Melnikov'un 1927'de tasarlayarak evi ve ofisi
olarak kullandığı yapı yan yana iki silindir
şeklindeki binadan oluşuyor. 20. yüzyıl mimarlığına
dair önemli sembollerden biri olarak kabul edilen
bina, 1974'te mimar öldüğünde ailesinin mülkiyetine
geçmişti. Günümüzde harabeye dönen bu yapının Rus
Avantgarde Miras Koruma Kurulu tarafından korunması
ve bir müzeye dönüştürülmesi için ancak 2014'te
çalışmalar başlatılabildi.
Fakat bu pek de kolay olmamış. Ziyarete açılmak
istenen yapı için mimarın akrabaları arasında miras
savaşı çıkmış; mimarın torunları yapıyı devretmek
istemezken bir kısmı ise yapının korumaya alınmasını
desteklemiş. Yılan hikayesine dönen mücadele
sonucunda devlet mülkiyetine alınarak korumaya
alınan yapının müzeye dönüştürülmesi kararı verilmiş
ancak herhangi bir restorasyon geçirmeden, envanter
işlemleri tamamlanmadan binanın ziyarete açılması da
restoratörler ve mimarların tepkisini çekmişti.
Aralarında Peter Eisenman, Steven Holl, Rem
Koolhaas, Alvaro Siza gibi tanınmış mimarların
bulunduğu bir grup mimar imza toplayarak yapının
restorasyonunun yanında Melnikov'a ait arşiv
niteliğindeki malzemelerin de korumaya alınarak
araştırmacılara açılması için hükümete baskı
yapmıştı. Şimdilerde ise restorasyonda yol
alınamadığını gören mimarlar yapının durumunun daha
da kötüleşeceğinden endişeli.
Arkitera, Haber: Bahar Bayhan, 13.01.2015
|
170 MİLYON YILLIK DENİZ SÜRÜNGENİ KEŞFEDİLDİ
İskoçya'da bilim
adamları dün Skye Adası'nda tarih öncesi döneme ait
deniz canlısının fosilini buldu. 170 milyon yıllık
olan 4.3 metre uzunluğundaki canlının bir tür deniz
sürüngeni olabileceği düşünülüyor. Fosili bulunan
canlının kafa yapısının, İskoçya'da 6'ncı yüzyılda
yaşadığı tahmin edilen Loch Ness canavarına
benzemesi ise bugüne kadar bir efsane olarak bilinen
bu hayvanın gerçekte olabileceği tartışmalarını
yeniden gündeme getirdi. Eski dönemlere ait fosil
kalıplarının çok sık bulunduğu Skye Adası'nda geçen
sene dinozor fosillerine de rastlanmıştı.
Sabah, 13.01.2015
|
|
EMEK YIKIMI HUKUKSUZ, MİSBAH DEMİRCAN'A SORUŞTURMA
Emek Sineması üzerine yapılan inşaata yürütmeyi
durdurma kararı çıktı.
Mimarlar Odası’nın verdiği bilgiye göre, İstanbul
Bölge İdare Mahkemesi kararı oybirliğiyle aldı.
İstanbul 9. İdare Mahkemesi yürütmenin
durdurulması istemini reddetmişti. Bölge İdare
Mahkemesi bu red kararını kaldırdı, davacının
itirazının kabulüne karar verdi.
Kararda dava konusu işlemlerde hukuka uygunluk ve
kamu yararı bulunmadığı belirtildi.
19.12.2014’te alınan yürütmeyi durdurma kararında
şu ifadelere yer verildi.
“Karar veren İstanbul Bölge İdare Mahkemesi
Birinci Kurulunca yürütmenin durdurulması isteminin
reddine ilişkin karara itiraz incelenerek işin
gereği görüşüldü:
“...bilirkişi raporu ile dosyada yer alan bilgi
ve belgelerin birlikte değerlendirilmesi sonucunda
dava konusu işlemlerde kamu yararı ve hukuka uyarlık
bulunmadığı...
“Dava konusu işlemlerin yürütülmesi halinde
tarihi ve kültürel miras olarak nitelendirilmesi söz
konusu olan yapılar açısından telafisi güç, hatta
imkansız zararların doğmasına yol açabilecektir.
“Açıklanan nedenlerle, davacının itirazının
kabulüne, İstanbul 9. İdare Mahkemesi’nin 20/11/2014
tarih ve E:2014/1825 sayılı kararın kaldırılmasına,
2577 sayılı İdari Yargılama Usülü Kanunu’nun 27.
Maddesinde aranan koşullar dava konusu olayda
birlikte gerçekleştiğinden, yürütmenin
durdurulmasına, dosyanın mahkemenin iadesine,
19/12/2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.”
Demircan’a soruşturma
Mimarlar Odası aralarında Beyoğlu Belediye
Başkanı Misbah Demircan’ın da bulunduğu dört kişi
hakkında soruşturma açılma izni verildiğini de
bildirdi.
Oda Emek Sineması'nın yıkımının projeye uygun
yapılmadığı, Cercle D'orient binasında ve Melek
Apartmanı duvarlarında çatlaklar oluştuğu için
ilgililer hakkında
suç duyurusunda bulunmuştu.
Bu suç duyurusunu İçişleri Bakanlığı’na iletmiş,
ancak bakanlık soruşturma izni vermemişti.
Mimarlar Odası karara itiraz etti.
Danıştay itiraz sonucu izin vermeme halini iptal
etti. Bu durumda Beyoğlu Belediye Başkanı Misbah
Demircan ile yetkililer Barış Çelikkan, Mehmet Ali
Kaplan ve İlhan Turan soruşturulacak.
Bianet, Haber: Yüce Yöney, 13.01.2015
******
EMEK SİNEMASI KURTULACAK MI?
Emek Sineması’nın yeni projesiyle ilgili olarak
İstanbul Bölge İdare Mahkemesi yeniden yürütmeyi
durdurma kararı verdi. Bu karar, yeni proje
üzerinden yürütülen inşaatın durdurulması anlamına
geliyor. Ancak Türkiye’de bu kararlara karşın yapımı
tamamlanan pek çok hukuka aykırı proje olduğunu da
unutmamak gerekiyor. Öte yandan Kamer İnşaat Emek
inşaatına devam edeceklerini söylüyor.
Yaklaşık beş yıldır kamuoyu tarafından
yıkılmaması için büyük mücadele verilen, ancak
2013’te yıkılan Beyoğlu Emek Sineması’nın yeni
projesiyle ilgili olarak İstanbul Bölge İdare
Mahkemesi yeniden yürütmeyi durdurma kararı verdi.
Bu karar, yeni proje üzerinden yürütülen inşaatın
durdurulması anlamına geliyor. Ancak Türkiye’de bu
kararlara karşın yapımı tamamlanan pek çok hukuka
aykırı proje olduğunu da unutmamak gerekiyor.
Mimarlar Odası’nın İstanbul şubesinde dün düzenlenen
basın toplantısına katılan oda avukatlarından
Can Atalay, “Yürütmeyi
durdurma kararı bugünden itibaren uygulanmazsa
ilgili herkes suç işlemiş olur” dedi.
Mimarlar Odası İstanbul Şubesi’nin basın sözcüsü
Mücella Yapıcı ise mahkemenin karar
gerekçesini ve konuyla ilgili basın açıklamalarını
okudu. Mahkeme, karar gerekçesinde Emek projesinin
kamu yararına ve hukuka uygun bulunmadığı
belirtiliyor.
2010’da Mimarlar Odası’nın açtığı dava sonucu
mahkeme yürütmeyi durdurma kararı vermişti. Ancak bu
karar mahkeme tarafından bilirkişi raporuna
dayanılarak kaldırılmış, böylece Emek’in yıkım
süreci başlamıştı.
Yapıcı, Emek Sineması ve içinde bulunduğu tarihi
yapı kompleksinin, hukuksuz, usulsüz ve etik dışı
proje ve yıkım sürecini asla unutmayacaklarını ve bu
konuda vebali bulunan tüm yetkili ve ilgililer hesap
verene dek konunun takipçisi olacaklarını vurguladı:
“Hukuk, bilim, mesleki etik, koruma
kavramları, kamu vicdanı yok sayılarak
gerçekleştirilen hukuksuzluk ve yağma sürecine,
başta sanatçılarımız olmak üzere tüm İstanbul
halkının karşı çıkışına, dünyaya örnek gösterilecek
mücadelesine ve çabasına tanık olduk. Ancak ne yazık
ki Emek Sineması da İstanbul’daki hukuksuzluk ve
yağma çılgınlığının araçlarından olan 5366 sayılı
yasanın kurbanları arasına girmiş ve hepimizin
gözleri önünde bir tarih, kültür ve hukuk katliamı
sonucunda yıkılmıştır.”
Yapıcı, ayrıca polis eşliğinde acımasızca ve
barbarca yok edilen Emek Sineması’nın proje ve yıkım
sürecinde işlenen suçların inşaat aşamasında da
pervasızca devam ettirildiğini söyledi.
Emek Sineması için 17 Ocak Cumartesi günü saat
17.00’de Emek Sineması önünde bir eylem
düzenlenecek.
‘EMEK’İN PROJE YÜRÜTÜCÜSÜNDEN AÇIKLAMA
‘İnşaata devam’
Emek Sineması projesini yürüten Kamer İnşaat konuyla
ilgili olarak yazılı bir açıklama yaptı.
Açıklamada, söz konusu kararın avan proje aşaması
ile ilgili olup, onaylanmış ve ruhsatlandırılmış
hali ile devam eden uygulama projesini kapsamamakta
olduğu belirtiliyor.
Açıklama şu sözlerle devam ediyor: “Cercle
D'Orient binası ve Emek Sineması'nın evrensel koruma
ilkelerine uygun olarak onarılıp projelendirilerek
asli işlevleriyle acilen toplum hizmetine sunulması
konusunda, daha önce de kamuoyu ile paylaşmış
olduğumuz üzere, büyük bir hassasiyet
gösterilmektedir. Yapılan plan dahilinde Emek
Sineması'nın, diğer sinema salonları ile birlikte en
kısa sürede sinemaseverlerin hizmetine sunulması
hedeflenmektedir.”
Cumhuriyet, Haber: Ceren Çıplak, 14.01.2015
******
İŞTE EMEK'İN YERİNDE YÜKSELEN İNŞAATIN HAVADAN
GÖRÜNTÜSÜ
Mimarlar Odası İstanbul Şubesi, Emek Sineması'nın
yerine yapılan projeye İstanbul Bölge İdare
Mahkemesi'nin yürütmeyi durdurma kararı verdiğini
açıklamıştı. "Kamu yararı olmadığı" gerekçesiyle
alındığı ifade edilen kararın ardından proje havadan
görüntülendi.
100-150 metre yükseklikten yapılan çekimlerde
Emek Sineması'nın yerinde yükselen binanın kaba
inşaatının büyük ölçüde tamamlandığı, binanın sadece
üst katlarında bazı kaba inşaat çalışmalarının
bulunduğu görüldü. Binanın iç kısımlarda ise hummalı
bir çalışmanın sürdüğü belirtiliyor. DHA Gökyüzü
kamerasıyla yapılan çekimler sırasında Beyoğlu'ndaki
çarpık yapılaşma farklı bir açıdan bir kez daha
ortaya çıkıyor. Birbirine çok yakın binalar, bir
çoğu çıkmaz dar sokaklar görüntülere yansıyor.
Yapı,17.05.2015
******
EMEK'TE DURMAK YOK, İNŞAATA DEVAM!
Emek
Sineması’nın yerine yapılacak AVM inşaatının içinden
dün çekilen fotoğrafta (altta) mahkeme kararına
uyulmadığı görülüyor.
Bölge İdare Mahkemesi’nin yürütmeyi durdurma
kararına rağmen Emek Sineması’nın yerine yapılan
inşaat tüm hızıyla devam ediyor. Kamyonların malzeme
taşıdığı inşaat alanı bariyerlerle çevrili ancak
içeride çalışma sürüyor.
Tarihi Emek Sineması’nın yerine yapılan AVM
inşaatını mahkeme kararı bile durdurmadı. İstanbul
Bölge İdare Mahkemesi Birinci Kurul’u tarafından
inşaatın avan projesine verilen ‘yürütmeyi durdurma’
kararına rağmen sinemanın arsasında devam eden
inşaat çalışmalarının daha da hızlandığı görüldü.
Gece, beton ve tuğla kamyonlarının malzeme taşıdığı
inşaatın etrafı bariyerlerle kapatılmış durumda.
Uzmanlar yürütmeyi durdurma kararına aldırmadan
hızla devam eden inşaat hakkında Beyoğlu
Belediyesi’nin çalışmaları durdurup inşaatı
mühürlemesi gerektiğini belirtiyor. Aksi halde
sorumlular hakkında yargı kararını uygulamamak ve
görevi kötüye kullanmaktan yeni davalar açılacağı
uyarısında bulunuyor.
MİMARLAR
ODASI: İNŞAAT YIKILMALI
İstanbul Bölge İdare Mahkemesi Birinci Kurul’u
tarafından avan projeye verilen ‘yürütmeyi durdurma’
kararına rağmen Emek’te inşaata hız verildi. İş
makinelerinin hız kesmeden çalıştığı alana gece
kamyonlarla tuğla indirilirken alana beton
dökülüyor. Güvenlik görevlilerinin kuş uçurtmadığı
alanda gece gelen malzemelerle çok sayıda işçi de
harıl harıl çalışmaya başladı. İçeri taşınan betonla
harç yaptıkları görülen işçiler ise çalışmalar
hakkında bilgi vermekten kaçındı. Yürütmeyi durduran
Bölge İdare Mahkemesi, bilirkişi raporuna dayanarak
verdiği kararda; “Dava konusu işlemlerin yürütülmesi
halinde tarihi ve kültürel miras olarak
nitelendirilmesi söz konusu olan yapılar açısından
telafisi güç, hatta imkansız zararların doğmasına
yol açılabilecektir.’’ tespiti yapılmıştı.
Söz konusu inşaatın yıkılması gerektiğini
belirten Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Başkanı Sami
Yılmaztürk, “Yürütmeyi durdurma kararı bugüne kadar
yapılan işlemin tüm aşamalarının aslında bir suç
içerdiği ve hukukun katledildiğine ilişkin çok
açıklıkla hazırlanmış bir karar. Bu aşamada yapılan
tüm işlemlerin durdurulması ve geldiği aşama
itibarıyla mevcut betonarme inşaatın yıkılması ve
Emek Sineması’nın rölöve ve restorasyon projelerine
göre yeniden aynı yerde ve aynı şekilde yapılmasını
emrediyor.” şeklinde konuştu.
Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Sözcüsü Mücella
Yapıcı ise yürütmeyi durdurma kararından itibaren
yargı süreci sonuçlanana kadar dava konusu yere
yapılacak herhangi bir müdahalenin var olan suç
dosyalarına yenilerini ekleyeceğini hatırlattı. Emek
Sineması’nın proje ve yıkım sürecinde yaşanan
suçların yeni yapılan inşaat aşamasında da devam
ettiğini söyledi.
Danıştay 1. İdaresi, Beyoğlu Belediye Başkanı
Ahmet Misbah Demircan ve bazı yardımcıları hakkında,
Beyoğlu bölgesindeki tarih ve kültür varlıklarının
zarar görmesine neden oldukları gerekçesiyle
soruşturma açılmasına karar vermişti. Kararda,
Demircan ve ekibine “inşaatı kontrol etmemek, tarih
ve kültür varlıklarının hasar görmesine neden
olmaktan” soruşturma açılacağı belirtilmişti.
Kaçak inşaata göz yumanların bedelini ödeyeceğini
vurgulayan İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şube
Başkanı Cemal Gökçe ise şöyle konuştu: “Yargı
kararından sonra inşaat alanında herhangi bir
çalışmanın yapılmaması gerekiyor. Bunu sağlayacak
olan da ruhsat veren birinci derecede sorumlu yerel
yönetimlerdir. Emek Sineması’nın yerine yapılan bu
çalışmaların kesinlikle durdurulması gerekir. ‘Bu
kararları dinlemiyorum, uygulamam’ deme hakkına hiç
kimse sahip değildir. Yasaya hukuka rağmen iş
yaparak alınan kararları uygulamayanlar bu bedeli de
er ya da geç öderler.”
Emek Sineması’na
ne olmuştu?
İstanbul 9. İdare Mahkemesi 24 Mayıs 2010’da Emek
Sineması’nın yıkılarak yerine yapılacak yeni
projenin uygulanması halinde telafisi güç veya
imkansız zararlar doğurabileceği gerekçesiyle bu
konuda yeniden bir karar verilinceye kadar
yürütmenin durdurulmasına oybirliğiyle karar
vermişti. Aynı mahkeme 16 Kasım 2011’de daha önce
almış olduğu yürütmeyi durdurma kararını, bilirkişi
raporundaki çoğunluk görüşüne rağmen kaldırarak Emek
Sineması’nın yıkılmasının önünü açmıştı. Beyoğlu
Belediyesi ise 13 Şubat 2013 tarihinde yargı süreci
devam eden bir projeye yapı ruhsatı vermişti.
Zaman, Haber: Cafer Can -Abdülkadir
Çalgn, 17.01.2015
******
"O
EMEK'İ YAVAŞYA YERE BIRAK!"
Tarihi Emek Sineması’nı yıkan projenin durdurulma
kararının ardından aralarında milletvekili ve ünlü
sinemacıların da bulunduğu kalabalık İstiklal
Caddesi’nde toplandı. Grup Emek Sineması’nın kapısı
sokağa açılan haliyle yeniden yapılması talebini
dile getirdi.
TMMOB Mimarlar Odası
İstanbul Büyükkent Şubesi, geçen hafta kamuoyuna
İstanbul Bölge İdaresi Mahkemesi’nin tarihi Emek
sineması’nı yıkan projenin yürütmesinin
durdurulma kararını duyurdu. Bu kararın ardından
aralarında CHP İstanbul milletvekili Melda Onur, HDP
İstanbul milletvekili
Sebahat Tuncel, yönetmen
Yeşim Ustaoğlu, yapımcılar ve sinema
yazarlarının da olduğu yüzlerce kişi, dün İstiklal
Caddesi’nde Serkildoryan binasının önünde Emek Bizim
Platformu’nun çağrısıyla toplandı. Kalabalık kitle,
yargı kararının uygulanıp inşaatın hemen
durdurulmasını talep ederek tarihi Emek Sineması’nı
yıkan sürecin takipçisi olacaklarını hatırlattı ve
bir kez daha “Emek bizim İstanbul Bizim” dedi.
Sosyal Güvenlik Kurumu’na ait tarihi Emek
Sineması, hukuki süreç devam ederken Kamer İnşaat
tarafından 2013 Mayıs’ında yerine AVM yapılmak üzere
yıkıldı. Akıllardaki soru, 5 yıldır Emek
Sineması’nın yerinde korunması için uğraşmaktan
vazgeçmeyenlerin Emek Sineması yıkıldıktan sonra
taleplerinin ne olacağıydı.
Konuşmacılar, Emek Sineması’nın olduğu yerde kapısı
sokağa açılan haliyle yeniden yapılması talebini
dile getirdiler. “Eller yukarı bu inşaat
Kaçak” ve “Hey dostum o Emek’i yavaşça yere
bırak”ın da aralarında olduğu dövizlerle toplanan
kalabalığa seslenen Mimarlar Odası sözcüsü
Mücella Yapıcı 8 Ocak’ta durdurma kararı
verilmesine karşın inşaatın devam ettiğini,
hatırlatarak: “İnşaatı yapan Kamer İnşaat’tan Levent
Eyüboğlu kanallarda yargı kararının kendilerini
olumsuz etkilemeyeceğini anlatıyor. 8 Ocak’tan sonra
inşaatın devam etmesi suç unsurudur” dedi.
Profiterollü teşekkür
Mimarlar Odası’nın avukatı Can Atalay da durdurma
kararı veren mahkemeye baskı yapılmaya başladığını
aktardı ve “Bu mahkeme kararına ya uyacaklar ya
uyacaklar” dedi. “Biz bitti demeden bu film bitmez”
cümlesiyle sonlanan açıklamada dile getirilen
talepler arasında projenin iptali, Emek’in de
bulunduğu yapı kompleksinin kamulaştırılması ve
Emek’in eski haliyle yeniden yapılması bulunuyor.
Kalabalık, 68 yıldır yer aldığı Serkildoryan
bloğundaki yerinden bu inşaat yüzünden çıkarılan
ünlü İnci Pastanesi’nin Mis Sokak’taki yeni yerine
yürümek istedi. Ancak kitle polis barikatıyla karşı
karşıya geldi. Gerilim, polisin geçişe izin
vermesiyle sonlandı. İnci Pastanesi, kendilerine
Serkildoryan bloğuna döneceklerinin sözünü vermek
için gelen protestoculara profiterolünden dağıttı.
Milliyet, Haber: Nil Kural, 19.01.2015
|
"RESTORASYONDAN RAHATSIZ OLUYORLAR"
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip
Erdoğan
Topkapı Sarayı'nda yenilendikten sonra ziyarete
açılan Zülüflü Baltacılar Ocağı, Harem Hünkar Sofası
ve Müzik Odası, Karaağalar Mescidi ve Harem Kadınlar
Mescidi'nı hizmete açtı.
Vahdettin Köşkü'nün restorasyonuyla (yenileme)
ilgili eleştirilere yanıt veren Erdoğan, "Bu
eserleri ayağa kaldırmaktan, bunları yeniden
kazanmaktan rahatsız olan, güya düşünce adamı,
yazıyor, çiziyor, bunları eleştirmeye, arasına da
her türlü hakareti sıkıştırmaya çalışıyor. Biz de
diyoruz ki, nerede, hangi eserler varsa bunları
bugüne, yarına kazandıracağız. Buradan ama
Cumhurbaşkanı istifade eder, ama Başbakan istifade
eder, ama değişik kurumlarımız istifade eder" dedi.
Özellikle yeni nesiller için Topkapı Sarayı gibi
sembol eserlerin çok önemli işlevi olduğuna
inandığını söyleyen Erdoğan, "Çünkü onlara özgüveni
verecek olan bu eserlerdir. Ecdadıyla kendisini
aşağılamayacak. Tam aksine ecdadıyla bir özgüven
kazanarak geleceğe bakacak" diye konuştu. Maalesef
geçmişte gerek ülkemiz sınırları içinde olsun gerek
sınırlarımız dışında olsun ecdadımızdan kalan
eserleri koruma, ayakta tutma, yaşatma konusunda
yeterli hassasiyet gösterilmemiştir. Bugün Batı'daki
birçok müzeye giderseniz, bu coğrafyadan götürülmüş
eserleri oralarda görürüsünüz. Çalınmamış eserlerin
de büyük bir duyarsızlıkla çürümeye, yıkılmaya terk
edildiğini, yağmalandığını, yok edildiğin
görüyorsunuz. Hiç uzağa gitmeye gerek yok. İşte
İstanbul'un durumu ortada.
İLBER ORTAYLI'YA YANIT VERDİ
Daha önce Tarabya Köşkü'nde düzenlenen basın
toplantısında konuşan Prof.Dr.
İlber Ortaylı, Vahdettin Köşkü'nün yeni haliyle
ilgili "Restorasyonunu hiç beğenmiyorum. Tarihi
realiteye, mimari kurallara sadık bir restorasyon
olmadığını herkes biliyor" demişti. Cumhurbaşkanı
Erdoğan'ın adını vermeden eleştirdiği Ortaylı, dünkü
törende yer aldı. Yenilenen bölümleri tarihçi Murat
Bardakçı ile birlikte inceledi.
Sabah, 13.01.2015
|
16/9'U KURTARMA YASASI
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı "3194 sayılı İmar
Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmündeki
Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun
Tasarısı" isimli torba yasa taslağı ile 16/9 gibi
imar planları mahkeme tarafından iptal edilen
yapıları kurtarıyor. 3194 sayılı imar yasasının
ruhsat mühleti ile ilgili 29. maddesi
değiştirilerek, '' Plan değişikliği veya iptali
yapıldığı tarih itibari ile taşıyıcı sistem seviye
tespit tutanağı düzenlenir. Tespit edilen bu seviye
ruhsat eki proje ve eklerine uygun olmak şartı ile
müktesep (kazanılmış) hak sayılır'' deniliyor.
İstanbul ’un tarihi siluetine etki ettiği
gerekçesiyle İstanbul 4. İdare Mahkemesi tarafından,
etki eden katların yıkımı kararı verilen ve
Danıştay’ca da onaylanan 16 / 9 kuleleri yeni torba
yasa teklifi ile yıkılmaktan kurtulacak. Zeytinburnu
Belediyesi tarafından yıkım ihalesine çıkılmış ancak
ihaleye kimse katılmadığı için yıkım uygulanmamıştı.
İhale şartnamesine konsorsiyum yasağı getirilmişti.
3194 sayılı İmar yasasının 29. Maddesi ruhsat
mühleti ile ilgiliydi. İlgili madde aynen korunurken
ek bölümler getirildi. İşte o ek bölümde şu ifadeler
yer veriliyor; ‘’İnşasına başlanmış yapılarda,
uygulama imar planında değişiklik yapılması veya
planın iptal edilmesi sonucunda plana aykırı hale
gelen yapılar; Plan değişikliği veya iptali
yapıldığı tarih itibari ile taşıyıcı sistem seviye
tespit tutanağı düzenlenir. Tespit edilen bu seviye
ruhsat eki proje ve eklerine uygun olmak şartı ile
müktesep hak sayılır. Yeni uygulama imar plan
kararında bu yapılara ilişkin hüküm getirilmemişse,
parselin niteliği değişmemiş ise yapı bu seviye
itibari ile tamamlatılır. Ancak umumi hizmet alanı
olması halinde her türlü masrafı tazmin edilerek
plan kararlarına uyulur.’’
Bu madde ile birlikte imar planları yapı ruhsatları
mahkeme kararıyla iptal edilen tüm inşaatlar
legal hale gelecek. 16 /9 gökdelenleri gibi
Atatürk Orman Çiftliği’nde yapılan Aksaray’da bu
yasa ile birlikte kazanılmış hak kabul edilecek.
Danıştay 6. Dairse Aksaray’ın yapımına temel
oluşturan Nazım İmar Planlarını iptal etmişti.
Yine bu tasarı yasalaştığında Ataköy Sahilde devam
eden inşaatlarla ilgili nazım imar planlarına açılan
davalar kazanılsa da inşaatlar kazanılmış hak kabul
edilerek yıkılmayacak. Gökçeada’da yapımı tamamlanan
ve mahkeme kararları ile kaçak olduğu ve imar
planlarına aykırı olduğu kesinleşen Masi otel de
kazanılmış hak statüsüne kavuşacak.
TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Şubesi konuyla ilgili
şu açıklamayı yaptı; ‘’Plan iptali ve ya değişikliği
söz konusu ise mevcut yapı kazanılmış hak olarak
tanımlanması yargı kararlarını yok edici bir
uygulamadır. Bu düzenleme; Planlamayı boşa düşüren
ve mevcut yapılaşmayı planlamanın önüne geçiren bir
anlayıştır. Üstelik düzenleme çelişkili ifadelerle
dolu olduğundan uygulamada farklılıkların ortaya
çıkmasına yol açacağından kamu yararına da
aykırıdır. Bu düzenleme ile örneğin İstanbul’da
tarihi yarımada siluetine etkisi ve diğer nedenlerle
yıkım kararı olan 16:9 gibi binalar; hakkında yargı
kararları kesinleşen, AOÇ’de yapılmış kaçak binalar
yasallaşmış olacaktır.’’
Ocak ayı sonunda TBMM’ye gelmesi beklenen torba yasa
içinde; “3194 sayılı İmar Kanunu, 4708 sayılı Yapı
Denetimi Kanunu, 4736 sayılı Kamu Kurum Ve
Kuruluşlarının Ürettikleri Mal ve Hizmet Tarifeleri
Kanunu, 5543 sayılı İskan Kanunu, 2863 sayılı Kültür
ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, 2872 sayılı
Çevre Kanunu, 2644 sayılı Tapu Kanunu, 6083 sayılı
Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Kanunu, 634 sayılı
Kat Mülkiyeti Kanunu, 6107 sayılı İller Bankası
Kanunu, 2464 sayılı
Belediye Gelirleri Kanunu’nda değişiklikler,6235
sayılı TMMOB Kanunu değişikliği” bulunuyor.
Radikal,Haber: Ömer Erbil, 13.01.2015
******
BELEDİYEDEN 16:9 SORGUSU
Tarihi Yarımada’nın eşsiz
siluetine bıçak gibi saplanan 16:9 gökdelenleri
hakkında verilen “tıraşlama” kararının uygulanmaması
nedeniyle İstanbul Valiliği’nin oluru ile İstanbul
Büyükşehir Belediyesi (İBB) ön inceleme başlattı.
İBB müfettişi, yıkım kararını uygulamayan
Zeytinburnu Belediyesi yetkilileri hakkında aralık
2014’te başlattığı inceleme kapsamında konuyla
ilgili şikayette bulunanların ifadelerine başvurdu.
İstanbul 4. İdare Mahkemesi, Zeytinburnu
Kazlıçeşme Mahallesi 89 pafta, 771 ada, 12 sayılı
parselde yükselen 16:9 inşaatının mühürlenerek
durdurulmasına ve İstanbul’un Tarihi Yarımada
silüetini bozan kısmının yıkılmasına karar vermişti.
Danıştay 14. Dairesi kararı onamıştı. Ancak yargı
kararları uygulanmamış ve siluete harçer gibi
saplanan binalar tıraşlanmamıştı. isimli yurttaş,
Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’na 24 Ekim 2014’te
başvurarak mahkeme kararının uygulanmaması ve yıkım
için ihaleye çıkılarak karar uygulanmış gibi
yapılması nedeniyle Zeytinburnu Belediye Başkanlığı
yetkilileri hakkında görevi kötüye üzerine İstanbul
Valiliği İl Mahalli İdareler Müdürlüğü, 5 Aralık
2014’te valililik makamının oluru ile Zeytinburnu
Belediye Başkanlığı İmar ve Şehircilik Müdürlüğü ile
Fen İşleri Müdürlüğü görevlileri hakkında müfettiş
görevlendirdi. İstanbul Büyükşehir Belediye
Müfettişi Mustafa Kılıçsokan, görevliler hakkında ön
inceleme başlattı. İnceleme kapsamında suç duyusunda
bulunan C.B’den de İstanbul Büyükşehir Belediye
Teftiş Kurulu Başkanlığı’na yazılı ifade göndermesi
istendi.
Zeytinburnu sahilinde yükselen gökdelenlere karşı
iki dava açılmıştı. Projenin ruhsatının iptal
edilmesi ve tıraşlanlanmasını sağlayan kararın
çıkmasına neden olan davayı açan mimar Yusuf Özden,
kısa bir süre önce şikayetini geri çekmişti. Özden
davadan feragat kararlarının da düşeceği öne
sürülmüştü. Ancak projeye karşı dava açan diğer isim
avukat Cihat Gökdemir, feragatın doğuracağı
sonuçların davayı düşürmeyeceğini çünkü davanın
bireysel menfaatler için değil kamu menfaati
düşünülerek açıldığını vurgulamıştı.
Cumhuriyet, Haber: Özlem Güvemli, 13.01.2015
|
ANITKABİR'İN ZEMİNİ 60 YIL SONRA DEĞİŞTİRİLİYOR
TSK'nın internet sitesinden
verilen bilgiye göre, inşa edildiği 1953 yılından
bugüne kadar zamanın ve meteorolojik şartların
etkisiyle yıpranan Anıtkabir Tören Alanı'nda bulunan
kilim motifli zemin taşları değiştiriliyor.
Anıtkabir tören alanındaki olumsuz görüntülerin
ortadan kaldırılması, ziyaretçilerin ayak burkulması
gibi risklere maruz kalmaması için zemin taşlarının
aslına uygun olarak yenilenmesine başlandı. Ayrıca
Anıtkabir'de ziyaretlere kesintisiz devam
edilebilmesi amacıyla yenileme faaliyetlerinin
bölümler halinde yürütüldüğü belirtildi.
29 MAYIS 2015'TE BİTİRİLECEK
Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu bilgisi
dhilinde ve Milli Savunma Bakanlığı Ankara İnşaat
Emlak Bölge Başkanlığı sorumluluğunda yürütülen
yenileme çalışmalarının birinci bölümü, 1 Nisan 2014
- 1 Ağustos 2014 tarihleri arasında tamamlandı.
İkinci bölümün yenilenmesi ise 2 Eylül 2014
tarihinde başlatıldı. Yenilemenin 29 Mayıs 2015
tarihinde bitirilmesi planlandı.
Sabah, 12.01.2015
|
EFSANE MÜZE MİMARI CHIPPERFELD GELİYOR
Çağdaş mimarinin en önemli isimlerinden olan ve
Berlin'deki Neues Müzesi'nin restorasyonunda olduğu
gibi özellikle müze mimarlığı konusundaki minimalist
yaklaşımlarıyla tanınan ünlü İngiliz mimar Sir David
Chipperfield, Arkitera'nın davetlisi olarak 24
Şubat'ta İstanbul'da konferans verecek.
İngiliz mimar Sir David Chipperfield, Arkitera
Mimarlık Merkezi’nin davetlisi olarak konferans
vermek üzere 24 Şubat’ta
İstanbul ’a geliyor. Çağdaş mimarinin en önemli
isimlerinden olan, RIBA Sterling Prize, European
Union Prize for Contemporary Architecture, Deutscher
Architekturpreis gibi birçok ödüle sahip ve bir
önceki Venedik Mimarlık Bienali’nin küratörlüğünü
yürüten Chipperfield’ın Londra, Berlin, Milano ve
Şanghay’da ofisleri bulunuyor.
David Chipperfield daha çok müze mimarlığı ve
müze restorasyonu konularında minimalist
yaklaşımıyla tanınıyor. En bilinen müze projeleri
ise 2011 yılında Mies van der Rohe Ödülü’nü kazanan
Almanya Berlin’deki Neues Museum restorasyon projesi
ve Fransa Reims’de Musée des Beaux-arts. Dört kıtada
20’den fazla ülkede inşa edilmiş yapıları arasında
Barcelona’daki Adalet Sarayı (City of Justice),
Valencia’daki America’s Cup binası, Hangzhou’daki
Liangzhu Müzesi gibi pek çok başarılı proje yer
alıyor.
SEMBOLİK ÜCRET, ÇÜNKÜ...
David Chipperfiel’in konuşma yapılacağı salon,
efsane mimarı dinlemek isteyecek kişi sayısına göre
daha sonra açıklanacak. Bunun için sembolik bir
ücret (10 TL) karşılığında kayıt yaptırmak
gerekiyor. Türkçeye simultane çevirinin yapılacağı
konferansın sembolik de olsa ücretli düzenlenmesinin
gerekçesi ‘konferansı gerçekten izlemek isteyenlerin
hakkını korumak’. Arkitera’dan yapılan açıklamada
“Yine Arkitera tarafından yakın geçmişte organize
edilen Sou Fujimoto konferansında kayıt olan
izleyicilerin sadece %45’i konferansı izledi. Bu
nedenle Chipperfield konferansında mimarı izlemek
isteyen başkalarının da hakkını korumak amacıyla
kayıt ücreti 10 TL olarak belirlendi. Öğrenciler
dahil herkesin rahatlıkla ödeyebileceği bu tutarla,
etkinliğe örneğin 1.000 kişi kayıt olursa, toplam
giderlerin %5’ini bile karşılamayacak bir gelir
oluşturacak” ifadelerine yer verildi.
Neues Museum, Almanya Museum
Island Berlin, 1997-2009
Saint Louis Art Museum, ABD
Saint Louis, Missouri, 2005-2013
Radikal, 12.01.2015
|
AOÇ'DE KONGRE MERKEZİ'NE BİLİRKİŞİDEN RED
Atatürk
Orman Çiftliği’nde Mimarlar Odası Ankara Şubesi ve
meslek odalarının bira fabrikası alanına TBMM Kongre
Merkezi yapılmasına karşı çıkarak açtıkları davada
Danıştay 6. İdaresi Bilirkişi raporu gelene kadar
yürütmeyi durdurma kararı vermişti.
Alana ilişkin bilirkişi raporunun ellerine
ulaştığını ifade eden Mimarlar Odası Ankara Şube
Başkanı Tezcan Karakuş Candan, "Atatürk Orman
Çiftliğinde, bira fabrikası alanında TBMM sosyal
tesislerine bilirkişi raporu da geçit vermedi” dedi.
“Biz haklıyız onlar hukuksuz”
Atatürk Orman Çiftliği alanlarında kuruluş
ilklerine aykırı şekilde yapılan tüm düzenlemelerin
yasadışı olduğunu belirten Candan “Bira fabrikası
alanında TBMM sosyal tesisleri olmayacağını,
bilirkişi raporu ve uzmanlarda bir kez daha
belirtmiş oldu. Bilirkişilerin 1.derece doğal ve
tarihi sit alanı olarak AOÇ’de koruma
politikalarının altını çizmesi mücadelemizde ne
kadar haklı olduğumuzun; bu ülkeyi yönetenlerin ise
ne kadar hukuksuz ve bilim dışı hareket ettiklerinin
göstergesidir. Atatürk Orman Çiftliği’nde hukuksuz
bir şekilde inşaa edilen kaçak saray davasında, AOÇ
‘ye ilişkin tüm davalarımızdaki bilirkişi raporları
dayanak oluşturmakta, davadan lehimize sonuç
bekliyoruz” şeklinde konuştu.
“Uyumsuz bir müdahale”
Bilirkişi raporunda; “alanda TBMM Eğitim ve
Kongre merkezi Tesisi’nin inşaa edilmesi, alandaki
mekan kurgusu, yapı özellikleri alanın öz
nitelikleri ile uyum göstermeyen bir müdahale
olacaktır. Dava konusu plan değişiklikleri ile
geliştirilen plan yaklaşımı, 1. Derece doğal ve
tarihi sit alanı özelliklerini gösteren alana
yönelik çağdaş ve bütüncül koruma politikalarını
geliştirmekten uzaktır” ifadeleri yer aldı.
Yapı, 12.01.2015
|
İSTANBUL'A BİR ÇILGIN PROJE DAHA!
İstanbul’un gözbebeği
Tarihi Yarımada... Şehre adımını atan turistin
ilk uğradığı, en çok zaman geçirdiği yer...
Yoğunluğa, kalabalığa bağlı olarak aynı zamanda
trafik keşmekeşinin de en fazla olduğu
noktalardan biri... Peki
Tarihi Yarımada’yı önümüzdeki 5 yıl içinde neler
bekliyor?
Trafik sorununa nasıl çare bulunacak? Tarihi
dokuya zarar verilmeden nasıl bir yenileme
yapılacak? İşte bu soruları Fatih Belediye Başkanı
Mustafa Demir’e sordum. Başkan Demir’le,
Tarihi Yarımada’yı, yenileme alanlarını gezdik.
Tabii bir de son dönemdeki en önemli
projelerden biri olan
Sulukule Sanat Akademisi’ne gittik. Müzik
eğitimi alan çocukların, gençlerin, yetişkinlerin
sınıflarını ziyaret ettik, yani sazlı sözlü bir
röportaj yaptık...
Sizinle son konuştuğumuzda
Kapalıçarşı’nın restorasyonu için Koruma Kurulu
kararı bekleniyordu. Şimdi son durum ne?
Proje onaylandı. Avan
proje bizim için çok önemliydi. Çünkü
projeyi onaylatırsak yönetimi oluşturabiliyoruz.
Arkadaşlarımızın olağanüstü gayretiyle ve Yenileme
Kurulu’ndaki arkadaşlarımız da gereğinden fazla
çalışmak suretiyle bunu gerçekleştirdiler. Şimdi
yönetim planının kitapçığını bastık, bütün esnafa
dağıttık. Şubat ayında yönetim için seçim yapılacak.
11 kişilik yönetim kurulu olacak. 7 üye esnaftan
olacak. Diğerleri Fatih Belediyesi, İstanbul
Büyükşehir Belediyesi, Vakıflar ve Valilik
temsilcisi olacak. Biz, üzerimize düşen bir şey
varsa onu yapmak, deneyimlerimizi paylaşmak için
orada olacağız. Başkan da esnafın içinden olacak.
Bu, Kapalıçarşı’nın probleminin yüzde 70’inin
çözülmesi anlamına geliyor. 500 yıllık
Kapalıçarşı’ya ait herhangi bir envanter yoktu.
Yönetim oluşturulduktan sonra da hızla restorasyona
başlanacak. Peki ne yapılacak? Altyapıdan başlayıp
yukarıya doğru restorasyon yapılacak. Çünkü yer yer
çökmeler var. Nedeni de tabandaki pis suyun, yağmur
suyunun nereye gittiğinin belli olmaması. Esnafın
müdahaleleriyle de kırılmalar olmuş. Taşıyıcıların
altındaki kolonların kesilmesi gibi sorunlar da var.
İSKİ’yle konuştuk anlaştık, altyapısı tamamen
yenilenecek. Elektrik kablolarının o çirkin
görüntüsü, ısıtma, soğutma sistemi yeraltına
alınacak. Öncelikle İSKİ başlayacak, önce temelden,
sonra müdahale edilmiş kolonlar varsa oraya müdahale
edilecek. Tabii bunların kararını biz almayacağız,
yönetim oluşturacak, kaynaklarını da kendileri
bulacak.
Başkan
Mustafa Demir’le yenilenen Yenicami Meydanı’nı
da gezdik...
Yaklaşık 200 milyon liralık bir
restorasyon
projesinden bahsediyoruz. Bu kaynağın tamamını
esnaf mı karşılayacak?
Kamunun karşılayacağı bölümler de var. Örneğin
altyapı. İSKİ, öncelikle altyapıyı yenilemeye
başlayacak. Kaynağı esnaf yaratacak. Bütçe büyük
fakat çalışmalar peyder pey yapılacağı ve zamana
yayılacağı belki de 10 yıldan fazla süreceği için
esnafı zorlayacak bir şey yok.
Peki restorasyon için bir başlama tarihi
verebilir misiniz?
Şubat ayındaki yönetim seçiminin ardından hemen
proje başlayacak. Bahar aylarında çalışma
başlamış olur.
Son dönemin tartışmalı konularından biri
de Yedikule Bostanları’ydı. Surların dibindeki
bostanlık alana imar yolunu açan plan tadilatı İBB
Meclisi’nde kabul edilmişti. Fakat Başkan Topbaş,
projeyi iade etti. Şimdi ne olacak?
Proje, bu alana spor alanları, yürüyüş yolları,
bisiklet yolları yapılmasını içeriyordu. 2011
yılında da Koruma Kurulu tarafından onaylanmıştı.
Sonra ne olduysa bir tartışma çıktı. Bostanlar imara
açıldı deniyor, oysa imara açılma yok. Sadece iki
parselin sahiplerini ikna edebilmek için bir yerde
600 metrekare, diğer tarafta da Rum Vakfı’na verilen
500 metrekarelik alanda imar söz konusuydu. Yani
toplamda 1000 metrekare bile imar yoktu. 10 yıldır
hazırladığım bir
projeydi. Şimdi
proje iade edildi. Başka bir
proje üzerinde çalışılıyor. Yine içinde bisiklet
yolları, gezinti alanları olan bölümler olacak.
Tarihi Yarımada’daki
trafik keşmekeşinin sona ermesi için
yayalaştırma çalışmalarınız var. Şimdiye dek birçok
cadde ve sokak araç trafiğinden arındırıldı. Peki
sırada nereler var?
Şimdiye dek toplam 290 cadde ve sokak
yayalaştırıldı. Yayalaştırmayı kent insanına sosyal
ve ekonomik, kente ise çevresel ve ekolojik boyutta
katkılar sağlayan bir kentsel tasarım müdahalesi
olarak görüyoruz. Yayalaştırma uygulamalarımıza 2005
yılında Yedikule Mahallesi’ndeki Genç Ağa Sokak ile
başlandı. 2011’de Sultanahmet,
Sirkeci ve Beyazıt’ı içine alan 90 cadde ve
sokak yayalaştırıldı. Ardından Laleli bölgesinde
Şehzadebaşı Caddesi- Hayriye Tüccarı Caddesi ile
Atatürk Bulvarı-Büyük Reşitpaşa Caddesi arasında 7
cadde-sokak yayalaştırıldı. 2012’de Üst Laleli
olarak adlandırılan Atatürk Bulvarı, Ordu Caddesi,
Saraçhane ve Büyük Reşitpaşa Caddes’indeki toplam 26
cadde ve sokağı yayalaştırmıştık. Akabinde
Gedikpaşa-Alt Laleli’de ve Hocapaşa Mahallesinde
yayalaştırmalar yapıldı. En son; Molla Fenari
Mahallesi’nde yayalaştırmalar yaptık. Hedefimiz
Eminönü’nün tamamının yayalaştırılması.
Önümüzdeki 5 yıl içinde bunu gerçekleştirmeyi
amaçlıyoruz.
Bir de sizin ‘yüz nakli’ diye
adlandırdığınız cephe yenileme çalışmaları var. Bu
proje ne aşamada?
2009’da
Eminönü ile Fatih’in bütünleşmesinden sonra
Eminönü’ne yoğunlaştık. Tarihi dokuya uygun
olmayan, görüntü kirliliği oluşturan cephelerin
yenilenmesi için çalışma başlattık.
Eminönü başta olmak üzere tüm Fatih’e yaydık bu
çalışmayı. Vatan Caddesi’nde 12, Kadınlar Pazarı’nda
39, Ayvansaray - Lonca Mahallesi’nde 185, Samatya
Meydanı’nda 36, Zeyrek 1. Etap’ta 25, Ordu Caddesi
1. ve 2. Etap’ta 150, Hocapaşa’da 20, Akseki
Caddesi’nde 11 binanın cephe yenilemesini
tamamladık. Aynı şekilde, Ankara Caddesinde de 46
binanın yenilemesini tamamladık, aşağı yukarı bir o
kadarı da yenilenmek için gün sayıyor. Muradiye,
Hüdavendigar ve Hamidiye caddelerinde ise 28 binayı
tamamladık, yaklaşık üç katı kadar binada ise
çalışmalar ilerliyor. Beyazıt Meydanı Makasçılar
Caddesi’nde 20 binanın cephe yenileme çalışmasını
tamamladık. Diğer taraftan Küçükayasofya’da 24
binanın yenilemesini tamamladık; 37 bina ise
proje aşamasında...
Sirkeci
Projesi hayata geçtiğinde meydan böyle olacak
Gar
müzeye dönüşüyor
Bu dönem,
Tarihi Yarımada’yı değiştirecek en önemli
projeniz ne?
Sirkeci Meydanı Düzenleme
Projesi’ni hazırladık. Bu çerçevede
Sirkeci’den Cankurtaran’a kadar trafiği
yeraltına alarak buradaki alanı Gülhane Parkı ile
bütünleştirerek İstanbul’un en güzel meydanını
yaratmayı amaçlıyoruz. Artık
Sirkeci Garı kullanılmıyor. Marmaray kapsamında
kapandı.
Sirkeci’den Yedikule’ye kadar kullanılmayan
demiryolumuz var. Şimdi o yapılar metruk olarak
duruyor. O alanı yürüyüş alanı, bisiklet yolu ve
kafelerle değerlendirmek istiyoruz.
Proje kapsamında
Sirkeci Garı müzeye dönüştürülecek.
Kullanılmayan diğer tren istasyonları da
değerlendirilip kafe haline getirilecek. Restore
edilen Sepetçiler Kasrı’nın arkasında kalan atıl
alan da kullanılacak. Kazıklı iskelelerle de konser
adası oluşturulacak.
Ne zaman başlar peki?
Zor bir
proje değil, maliyetli de değil. Çalışmaları
sürüyor,
proje aşaması bitmek üzere. 2015’in sonunda
başlarız diye düşünüyoruz. Çünkü trafiğin yeraltına
alınması
projesini imar planına daha önce işlemiştik. Bu
nedenle çalışma uzamaz.
Sirkeci Meydanı düzenleme çalışmalarının yanında
Yedikule-Sirkeci
arasında bisiklet yolları yapmak, boş ve güvenlik
sorunu olan surların olduğu alanı da kullanıma açmak
istiyoruz. Böylece de güvenlik sorunları da sona
ermiş olacak.
Sulukule’ye Sanat Akademisi
Kentsel dönüşümün yanında kültürel
dönüşüm çalışmalarınız da var. Bunun ilk ayağı da
Sulukule sanat Akademisi sanırım...
Aslında bu proje, bizim
Sulukule dönüşümünde anlatamadığımız projelerden
biriydi. Amaç şuydu. Madem biz burayı
dönüştürüyoruz, insanlar daha iyi şartlar içinde
yaşasın istiyoruz,
Sulukule’nin kendine özgü bir kültürel değeri
var o da müzik. Kulaktan duyma, Allah vergisi
özellikleri notaya dökülsün, eğitim alsınlar
istedik.
Bu proje
Sulukule için ortaya çıktı fakat anladığım
kadarıyla sonra yayıldı...
Hem de İstanbul’un dışına yayıldı. Hafta sonları
Yalova’dan bile gelen öğrencilerimiz var. İki tür
eğitim yapılıyor. Bir akademik eğitim, diğeri de
hobi eğitimleri. Uzman hocalar, akademisyenler
tarafından akademik eğitim alan öğrencilerimiz var.
Hocaların sınavından, eğitiminden geçiyorlar. Hobi
eğitimi alan çocuklar da 7 yaşından itibaren
başlıyor. 1100 öğrencimiz var. 800 kadar da bekleyen
var. Tamamen ücretsiz. Bütün kaynaklar Fatih
Belediyesi’nden. Sadece müzik değil tiyatro
çalışmaları da var.
HER OKULA
BİR ORKESTRA
“Her okula bir orkestra projemiz var. Üç yıldır
üstünde çalışıyoruz. İkinci yarıda 4 okulda pilot
uygulamayı yapacağız. Ardından ilçedeki 60 küsur
okula yayılacak. Bütün enstrümanlar bizden. Hocalar
da bizden. Fatih’teki tüm ortaokul ve liselerde
orkestra kuracağız. Sömestrde müzik odaları dizayn
edilecek.”
Yalı
Mahallesi’ne bambaşka bir çehre
Cephe yenilemelerinin yanında bir de
yenileme alanı ilan edilen yerler var. Örneğin
sahildeki Yalı Mahallesi... Orada neler yapılıyor?
Neler yapılacak?
Yedikule-Yenikapı yenileme alanı projesi
kapsamında Yalı, Kasap İlyas, Çakırağa, Kürkçübaşı
mahallelerinin dönüşümü var. Bu alanlardaki tescilli
yapılar aynen korunacak. Görüntü kirliliği yaratan,
yıkık dökük binalar da yenilenecek. Örneğin Yalı
Mahallesi, sahile bakan İstanbul’un en güzel
cephelerinden biri. Fakat binalar çok kötü. Burada
ön cepheler otel olacak, arka cepheler de ofis ve
konut. Bu yenilemeleri de yine mülk sahipleri
yapacak.
Habertürk, Haber: Esra Boğazlıyan, 12.01.2015
|
ABD'YE KARŞI ZEUGMA SEFERBERLİĞİ
Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1960'lı yıllarda
kaçak kazılar sonrası yurtdışına çıkarılarak satılan
tarihi 'Zeugma
Mozaikleri'nin peşini bırakmıyor. Milattan Sonra
2'nci ve 3'üncü yüzyıllar arasında yapıldığı
bilenen, 20'nci yüzyılın sonlarında ise yağmacıların
kurbanı olarak ABD'ye kaçırılan 12 parçalık Zeugma
Mozaikleri'nin, Kültür Bakanlığı'nın girişimleriyle
2015 yılı içinde topraklarına geri getirilmeleri
hedefleniyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı, ABD'nin
Ohio eyaletindeki Bowling Green State Üniversitesi
tarafından 'zemin süsü' olarak kullanılan Zeugma
Mozaikleri'nin iadesi için yaklaşık 3 yıldır
mücadele ediyor. Daha önce Türkiye'ye iadeleri için
ABD Federal Soruşturma Bürosu'na (FBI) da başvuran
ancak yetkileri olmadığı gerekçesiyle yeniden
üniversiteye yönlendirilen Türkiye, bu defa
eserlerin iadesi için uluslararası kamuoyu yaratmayı
planlıyor. UNESCO Başkanı Irina Bokova'dan "sanat
eserlerinin iadesi konusunda Türkiye'ye destek
vermesini isteyen" Kültür ve Turizm Bakanı Ömer
Çelik, Bowling Green State Üniversitesi'ne 4'üncü
kez yazılı başvuruda bulunacak.
35 BİNDEN FAZLA İMZA TOPLADILAR
Aktüel Arkeoloji Dergisi, kamuoyu yaratmak için imza
kampanyası başlattı. 25 bin imzanın hedeflendiği,
yurtiçi ve yurtdışından da yoğun destek alan
kampanyada, 9 ayda 35 bin 655 imza toplandı.
"change.org"tan gerçekleştirilen kampanya sonrası
hem uluslararası diplomasi trafiği yürütülmesi hem
de hukuki mücadele başlatılması planlanıyor.
Akşam, 11.01.2015
|
RESİMLERDE KALAN SARAYLAR
İstanbul'un ünlü Roma, Bizans ve Osmanlı
sarayları, bugün sadece Avrupalı gezgin ve
yazarların resim ve gravürlerinde yaşıyor. Peki ama
ne oldu bu saraylara? Yakın zamana kadar kent
siluetinin parçası olan bu saraylar, birden bire
nasıl yok oldu?
Kültür A.Ş Yayınları'ndan çıkan İstanbul'un 100
Kaybolan Eseri adlı kitap, İstanbul'da yok olan çok
sayıda cami ve medresenin yanı sıra Sadabad,
Poligon, Sinan Paşa, Zeynep Hanım ve Ali Paşa
saraylarının öyküsünü de anlatıyor. Bu eserden yola
çıkarak 1954 yılında Haluk Şehsuvaroğlu'nun yazdığı
İstanbul Sarayları, Prof. Doğan Kuban'ın 2001
tarihli Kaybolan Kent Hayalleri, Ahşap Saraylar'ı,
2011'de Arkeoloji Müzesi'nin İstanbul'daki Bizans
Sarayları'nı, İSAM İslam Ansiklopedisi'nin ilgili
maddelerindeki farklı uzmanlık alanlarında yazılmış
eserlerini de tarayıp şehri en iyi bilen isimlerin
başında gelen Prof.Dr. Semavi Eyice'den konuya
ilişkin görüşlerini sorduk. 'Büyük yıkım' öncesinde
İstanbul'un bir zamanlar adeta saraylar ve köşkler
şehri olduğu ibe acı bir gerçek...
Yıkım; yol ya da modern bina yapımlarıyla 50'li
yıllardan itibaren başlasa bile kentteki saraylar
bazen kralların bazen de sultanların yarışına da
yenik düştü. Hikaye aslında MÖ 667'de Megaralıların
kurduğu Byzantion'un Sarayburnu'ndaki yapıların
üzerine, MS 196 gelen Romalıların inşa ettiği Büyük
Saray ile başlıyor. Şehrin MS 330 yılında Roma
İmparatorluğu'nun başkenti olmasının ardından I.
Konstantin'in Hipodrom ile Ayasofya arasında
yaptırdığı ve 13'ncü asra kadar kullanılan
imparatorluk sarayı, IV. Haçlı Seferi sırasında
Latin askerlerince harabeye çevrildi. Hatta 1453
yılında Fetih sonrası sarayı gezen Fatih'in de
yapının haline üzülerek "Sezarların sarayına
örümcekler ağlarını örmüşler, Efrasiyab'ın
kulelerinde bir baykuş ötüyor" dediği söylenir.
Topkapı Sarayı dabu Bizans Sarayı yıkıntıları
üzerinde yükselir.
Fatih'in şehirde yaptırdığı ilk Osmanlı sarayı olan
Eski Saray'dan geriye ise bugün İstanbul
Üniversitesi Beyazıt'taki giriş kapısı olarak
kullanılan kısmı kaldı. Aslında 17'nci asırdaki
yangına yenik düşen Eski Saray da Bizans Senato
Sarayı üzerine inşa edildi. VI asıra ait olan
Saraçhane'deki Bizans Sarayı'nın üzerine 1953
yılında İstanbul Belediye Sarayı inşa edilirken,
Bizans Yazlık Sarayı'nın üzerinde Mimar Sinan'a
yaptırılan Üsküdar Sarayı ve onun yerinde ise
1794'te Selimiye Kışlası yapıldı. İbrahim Paşa'nın
dillere destan evinin üzerinde 1953'te Adliye Sarayı
yükseldi! Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'nde
İbrahim Paşa Sarayı'nın ihtişamı "Topkapı
Sarayı'ndan sonra şehrin en büyüğü" denilerek
anlatılır. Bugünkü Bebek Parkı'nın yerindeki Bebek
Kasrı, Yavuz Sultan Selim tarafından yaptırılmış ve
1845'te yıkımına karar verilene kadar padişahların
yabancı ülke yöneticileriyle gizli görüşme mekanı
olmuştu.
SARAYLARIN ÜZERİNDEN TREN GEÇTİ
Haliç çevresindeki ünlü köşkler, 1740 yılındaki
Patrona Halil İsyanı'yla yağmalansa da Sadabad ve
Eyüp Sarayı gibi yapılar, bölgeyi eski ihtişamına
kavuşturmuştu. III. Mustafa'nın kızı Hatice Sultan
için Ayvansaray'da yaptırılan Hatice Sultan Yalısı
(Neşetabad Kasrı) ile 19'uncu asrın sonunda V.
Murat'ın kızı Hatice Sultan için inşa edilen
yalılar, ünlü sultan saraylar arasındaydı. Neşetabad
Sarayı'ndan geriye bir şey kalmazken, Hatice Sultan
Yalısı bugün Boğaz'daki altı sultan sarayından
geriye kalan tek yapı. Sinanpaşa Köşkü ve Bizans
saraylarının da yer aldığı bazı sahil yapıları ise
geçen yüzyılın başında demiryolu ve tren garı
inşaatı için yıkıldı.
AMCAZADE DÖNÜYOR
Yapım tarihi 1697 olan Amcazade, kentin en eski
sivil mimari örneklerinden biri. Karlofça ve
Pasarofça antlaşmalarına tanıklık eden Amcazade
Yalısı, fildişi kakmayla tezyin edilmiş kapı
cepheleri, altın yaldızlı bordürleri, lalelerle
süslü iç mimarisiyle ünlüydü. Yangınlarla harap olan
yalı, 1972 yılında Türkiye Turing ve Otomobil
Kurumu'nca tamir edildi. Mülkiyeti Mülhak Köprülü
Amcazade Hüseyin Paşa Vakfı'nda bulunan Amcazade
Yalısı'nın restorasyonu, 25 yıllığına
yap-işlet-devret modeliyle yapılıyor. Nasıl
kullanılacağı ise henüz bilinmiyor (solda).
SARAYI YIKTIK, GAZHANE YAPTIK
Safiye Ayla'nın yetiştiği Sadabad Sarayı,
süslemelerle dolu 79 odasıyla Türkiye'nin en büyük
ahşap yapısıydı. 1722 yılında sadece 64 günde
tamamlanan sarayın etrafına daha sonra 173 ahşap
köşk inşa edilmişti. Yıllar içinde yenilense de
1941-1942 yılında yıkılarak yerine İstihkam Okulu
inşa edildi. Poligon Sarayı, Gazhane yapılmak üzere
1956 yılında yıkıldı, 1955 yılından itibarense İETT
garajına dönüştü. Dolmabahçe Sarayı Tiyatrosu, 1859
yılında Batı tarzı tiyatro ve operaların
sergilenmesi için Sultan Abdülmecid tarafından 1859
yılında mimar Dieterle ve Hammond'a yaptırmıştı.
Paris tiyatrosu örnek alınmış ve Çin vazolarıyla
süslenmişti. Edebiyatımızda ilk Türk tiyatro eseri
olarak kabul edilen Şair Evlenmesi bu sahnede
oynanmak üzere kaleme alınmıştı. 1939 yılında
Ayaspaşa-Dolmabahçe yolu için yıkıldı. Sultan
Abdülaziz tarafından 1865'te yaptırılan Ali Paşa
Sarayı, 1911'de bir yangınla kül oldu. İstanbul
Büyükşehir Belediyesi, sarayı aslına uygun olarak
yeniden inşa etmeyi planlanıyor.
Star, Haber: Selim Efe Erdem, 11.01.2015
|
BAKIMSIZLIKTAN YOK OLUYOR
Ceneviz kalesi olarak da bilinen Rumeli Feneri
Kalesi, Avrupa kıtasının güneydoğusu, Karadeniz’in
Marmara denizi ile birleştiği son noktada,
yarımadanın kuzeye açılan ucunda 18. yüzyılda Rum
mimar tarafından inşa edilmiş. 400 yıl askeri
amaçlarla kullanılan ve ayakta kalan Rumeli Feneri
Kalesi, bakımsızlıktan ve ziyaretçilerin verdiği
zarardan dolayı harabeye dönmüş durumda. Hem
güvenlik hem de temizlik konusunda ciddi sıkıntılar
yaşayan kale adeta çöplüğü andırıyor.
İHTİŞAMINDAN ESER YOK
Tarihteki işlevi ve ihtişamından çok uzak bir
görüntü içinde olan Rumeli Feneri Kalesi şimdilerde
insanlara günübirlik vakit geçirmek, çeşitli
yerlerinde fotoğraf çektirmek ve kemerleri içinde
mangal yakmaktan öte bir işlev göremiyor. Kalenin
kuleleri çeşitli tahribatlar sonucu özgün formunu
kaybetmiş.
Kulelerin merdiven basamaklarında, duvarlarında
yıkılma ve iç mekanda bitki oluşumlarıyla adeta bir
harabeyi andırmakta. Bu durumdan hem köylüler hem de
ziyarete gelen turistler şikayetçi.
BAŞVURULAR SONUÇSUZ KALDI
Rumeli Feneri Muhtarı Şafak Kılınç, kalenin
tadilatı için yaptığı tüm başvuruların sonuçsuz
kaldığını belirterek “Kalenin durumu içler acısı.
Burçları, kapısı ve duvarları yıkılmış durumda.
Elimizde bir yetki olmadığı için herhangi bir şey
yapamıyoruz. Tarihi mirasımıza sahip çıkılmalı ve
yok olmasını önlemeliyiz. Kalenin bir an önce
turizme açılması lazım. Bu hem köyümüz hem de
Sarıyer’imiz için yeni bir ekmek kapısı olabilir.
Böyle tarihi bir yapının tanıtılması konusunda da
ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Biz köylüler olarak
elimizden geleni yapıyoruz. Yetkililerden de aynı
duyarlılıkla hareket etmelerini bekliyoruz” dedi.
Evrensel, Haber: Selçuk Arslan, 11.01.2015
|
UTE YERLİLERİNDEN GERİYE KALAN SON EVLER
BELGELENİYOR
Güneybatı Kolorado’da Ute Kabilesi
tarafından yapılan yüzlerce “wigwam” -konik şekilli
ev- kalıntısı, Orman Servisi Yetkilieri tarafından
bulundu. Rocky Dağları’nda, küçük dağılmış kereste
parçaları halinde bulunan yapı kalıntıları, bölgenin
geçmişi için oldukça büyük bir öneme sahip. Görevli
Brian Ferebee: “Wigwamlar ve çalılık çitleri, ağaç
platformları gibi benzeri ahşaptan yapılar bir
zamanlar Kolorado’da oldukça yaygındı. Bir kısmı
günümüzde de varlığını sürdürüyor ve bu kalan
yapıların çoğu Ute Kültürü ile bağdaştırılıyor. Bu
nedenle eyaletin yaşayan tek yerli grubundan geriye
kalan tek mimarı yapı örneklerini oluşturuyorlar”
dedi. Orman Servisi 2003’ten beri yerlilerden geriye
kalan tarihi kalıntıları belgeleme projesine
yardımcı oluyor.
Yerleşimlerde 200 yıldan daha eskiye tarihlenen
metal ve taş buluntular da bulundu. Bu buluntular
günümüzde hala ritüel amaçlarla kullanılıyor. Diğer
bir görevli Molly Westby: “Yerlilerle ilgili tarihi
belgeleri kullanarak terk edilen yerleşimleri ve
kamp yerlerini bulup arkeolojik olarak belgelemeye
çalışıyoruz. Bulduğumuz bu yapılar ve kalıntılar,
bizi tarihi ve kültürel değerlerimizi koruma
amacımıza ulaştırıyor” dedi. Araştırma ekibi,
buluntuları kendi miraslarıyla bir bağlantı olarak
gören Ute kabilesinin de görüşüne başvuruyor.
Wigwam, Wickiup, Wetu nedir?
Amerikalı ve Kanadalı yerliler tarafından
kullanılan, koni şeklinde ya da kubbeli ev
yapılarına verilen isimler. Wigwam, wickiup ya da
wetu isimlerinden hangisinin kullanıldığı bölgeye ve
kültürel gruba göre değişiyor. Bu yapılar günümüzde
hala törensel ve ritüel amaçlar için kullanılıyor.
Yapının kubbeli olması farklı birçok koşula
dayanıklı bir sığınak olmasını sağlıyor. Genelde
tahtadan direkler üzerine bir çatı malzemesi
kaplanmasıyla yapılıyorlar. Yapım biçimi de kültüre
ve o bölgede bulunabilen materyallere göre
değişiyor. Genelde kullanılan çatı malzemeleri
çimen, otlar, çalılar, sazlıklar, deri ya da kumaş.
Wigwam’ları erkekler inşa ediyor, kadınlar da çatı
kaplamasını koyuyorlardı.
arkeofili.com, Haber: Ayşe Bursalı, 11.01.2015
|
NE METELİKMİŞ! 2 BUÇUK MİLYON DOLARA SATILDI
Merkezi ABD’nin Teksas eyaletinde bulunan Heritage
Müzayede Evi, 1793 yılına ait bir sentin açık
artırmada görücüye çıkmasına sahne oldu.
Sent, 2,35 milyon dolara alıcı buldu. Müzayede evinin başkanlığını yürüten Greg Rohan, bakır sentin nadir bulunduğunu söyledi.
Tasarımının 1793 yılının Mart ayında değiştiğine dikkat çeken Rohan, parayı satın alan kişinin bir koleksiyoncu olduğu bilgisini paylaştı.
Zaman, 11.01.2015
|
|
KAPALIÇARŞI'YA 'DARBE' HAZIRLIĞI
AKP’li Fatih Belediyesi, Kapalıçarşı için
hazırladığı “yenileme projesi”nin içerisine
“yönetime el koyma” planını da yerleştirdi. Plana
göre Kapalıçarşı yönetiminde Fatih Belediyesi’nin de
söz hakkı olacak. Taslağa göre yönetim kurulunun
alacağı her kararı Fatih Belediyesi onaylayacak.
Bütçeyle, hesapla, ihaleyle ilgili kararları da yine
belediye onaylayacak. Belediye hem genel sekreter,
hem müdür atayacak. Taslağa itiraz eden CHPli meclis
üyesi Soner Özimer, “Ecevit döneminde ‘Kapalıçarşı
esnafı hükümeti yerinden oynatır’ derlerdi. Fatih
Belediyesi rant için böyle yapıyor” dedi.
Kapalıçarşı Esnaflar Derneği üyesi Seçkin Arıca da
Osmanlı döneminden beri 555 yıldır Kapalıçarşı’yı
esnafın yönettiğini belirterek “Belediye bize bu
taslağı dayatıyor. Belediye taslağında bizim
yönetimde olmamızın bir anlamı yok. Biz belediyenin
sadece denetlemede olmasını istiyoruz”
diye konuştu.
Fatih Belediyesi’nin ocak ayı meclis
toplantılarında Kapalıçarşı yenileme avan projesi
tartışıldı. Proje CHP’lilerin ‘ret’ oyuna karşın
AKP’lilerin oyuyla kabul edildi. Fatih Belediyesi
proje kapsamında bir de Kapalıçarşı yönetim planı
hazırladı. Plan taslağında Kapalıçarşı 11 kişiden
oluşan bir yönetim kurulu tarafından yönetilecek.
Yönetim kurulunun 7 üyesi Kapalıçarşı mülk sahibi
esnafından seçilirken 4 üye de İstanbul Büyükşehir
Belediyesi, Fatih Belediyesi, valilik ve vakıflar
idaresinden olacak. Taslak planda kiracıların söz
hakkı bulunmuyor. Kurul, Kapalıçarşı’daki atık su
sorunundan bütçe harcamalarına kadar tarihi çarşıyla
ilgili her konuda söz sahibi olacak. Belediyenin
plan taslağına karşı Kapalıçarşı Esnaflar Derneği de
sadece esnafın yönetimde olduğu bir taslak
hazırlıyor.
Rant için
CHPli meclis üyesi Soner Özimer, “Kapalıçarşı’nın
yetkileri derneğe ait. Fatih Belediyesi hazırladığı
taslakla yönetim içinde bulunmak istiyor. Çarşının
harcama kalemleri Fatih Belediyesi’nin denetiminde
olacak. Plan taslağıyla ortak alanlarda da
belediyenin söz hakkı doğacak. Kapalıçarşı’nın
yenilenmesi konusunda herkes hemfikir.
Kapalıçarşı’da rant var. Bir dükkanda 32 aile
hissedarı var, temsil yetkisi kimde olacak mesela.
Orada İBB’nin ve vakıflar idaresinin yerleri var”
diye konuştu.
555 yıldır esnaf yönetiyor
Kapalıçarşı’da mülk sahibi olan Kapalıçarşı
Esnaflar Derneği üyesi Seçkin Arıca da çarşının
yenilenmesine karşı olmadıklarına dikkat çekerek
şunları söyledi:
“Yönetim planında anlaşamıyoruz. Belediye bize
kendi planını dayatıyor. AVM yönetim planı getirmiş.
Burası AVM değil ki tarihi çarşı. Dernek de bir
taslak çalışması yapıyor. Biz Kapalıçarşı esnafı
olarak derneğin yaptığı taslağı istiyoruz. O
taslakta tamamen esnaf söz hakkı sahibi. 555 yıllık
Kapalıçarşı 555 yıl boyunca esnaf tarafından
yönetilmiş. Ne belediye ne de hükümet karışmış.
Osmanlı’da dahi esnaf yönetmiş. Biz de esnaf
tarafından yönetilmesinden yanayız. Taslağa göre
yönetim kurulunun alacağı her kararı Fatih
Belediyesi onaylayacak. Bütçeyle, hesapla, ihaleyle
ilgili kararları da onaylayacak. Genel sekreter ve
müdür atayacak. Belediye taslağında yani bizim
yönetimde olmamızın da bir anlamı yok. Her şeyi
onlar yapacak, bizim 7 kişi olmamazın bile bir
anlamı yok. Biz 11 tane esnaf istiyoruz. 4 tane kamu
istiyoruz, kamuda da vakıflar idaresini istemiyoruz.
Onun yerine Turizm Bakanlığı’nı istiyoruz. Şu andaki
yönetimde valilik var, ama sadece denetliyor. Oy
kullanma, başkan olma ve imza hakkı yok. Gene sadece
denetçi olarak olmalarını istiyoruz. Zaten esnafın
yüzde 95’i de aynı fikirde.”
Kapalıçarşı’yı biz biliriz
Kapalıçarşı’da mülk sahibi ve kiracı Zafer
Sarıaltun ise Kapalıçarşı sahiplerinin esnaf
olduğunu söyledi. Sarıaltun, “Kapalıçarşı sahipleri
her zaman esnaflardır. Kiracılardır, mal
sahipleridir.
Biz kendimizi belediyeden daha iyi biliyoruz. Bize
bazı şeyleri dayatmaya çalışıyorlar. Biz orada para
kazanmaya çalışan insanlarız. Öncelik esnafın olması
lazım. Osmanlı’da da böyle olmuştur. Orayı bilmeyen
biri orayla ilgili teşhis koyamaz” dedi. Esnaf Cem
Özboyacı da Kapalıçarşı’nın yenilenmesini
desteklediğini fakat yönetimi esnafın oluşturması
gerektiğini söyledi.
007 James Bond serisinin seti
Birçok film çekiminde set olarak da kullanılan
Kapalıçarşı da 2012 yılında çekilen 007 James Bond
serisinin son filmi “Skyfall”un çekimleri sırasında
3 motosikletin çatıda tur atmaları eleştirilere
neden olmuştu. Kovalama sahnesinin çekimleri
sırasında motosikletler birçok kremitin kırılmasına
neden olmuştu. Çekimlere tepkilerin artması üzerine
film ekibi çatının görünememesi için paravanlar
kullanmıştı.
Cumhuriyet, 11.01.2015
|
JEOFİZİK ARAŞTIRMALARI AMPHİPOLİS'TE BAŞKA YAPILARA
İŞARET EDİYOR
Yunanistan Kültür Bakanlığı’nın
yaptığı açıklamaya göre, Amphipolis’teki Kasta
Tepesi’nde yapılan jeofiziki ve jeolojik
haritalamalar, bölgede daha birçok kazılması gereken
alan olduğu ortaya çıkardı. Kültür Bakanı ayrıca,
daha önceden müthiş Amphipolis mezarına yapıldığı
gibi bölgenin de dijital bir simülasyonunun
yapıldığını belirtti.
Dijital simülasyonun mevcut durumu ve kazılmadan
önceki durumunun karşılaştırılması, tepenin büyük
bir bölümünün doğal oluşumlarla meydana geldiğini
ortaya çıkardı.
Fakat Kültür Bakanı simülasyonun henüz tam olarak
bitmediğini sözlerine ekledi.
“Bölgede jeoteknik amaçlı sondajlar açılacak ve
elde edilen veriler simülasyona entegre edilecek.
Elektriksel tomografilerle elde edilen Kasta
Tepesi’nin yeraltı görüntüleri, antik döneme ait
olabilecek bazı yapılar gösteriyor.”
arkeofili.com, Haber: Erman Ertuğrul, 11.01.2015
|
GÜNEYBATI ÇİN'DE DEVASA DİNOZOR FOSİLLERİ
Çinli
antropologlar Sichuan kentinde birçok dinozor fosili
buldu. Fosiller çok ince bir toprak tabakasının
altından çıkan fosiller, aradan geçen milyonlarca
zaman içinde oldukça bozulmuş haldeydi. Bölgede en
iyi derecede korunmuş olan fosilin bile %45’i
tamamlanabildi.
Paleontologlar, fosillerin bitki yiyici bir tür
ve 206 milyon – 180 milyon aralarında yaşamış olan
sauropod türüne ait olduklarını belirtti.
Böylece 1970 yılından beri ilçede fosil bulunan
bölgenin sayısı yirmiye çıkmış oldu. İlçenin çeşitli
yerlerinde çiftçilik veya inşaat faaliyetleri
yapılırken de dinozor fosillerine rastlanıyor.
Çin’in, dinozor fosilleri üstüne yürüttüğü
çalışmanın, Lufeng ve Zigong kentlerinde bulunan
fosillerden yola çıkılarak yapıldığını ve Sichuan
kentinde bulunan bu fosillerin, Lufeng ve Zigong
kentleri arasındaki dinozor geçişi hakkında bilgi
verebileceğini belirtildi.
arkeofili.com, Haber: Erman Ertuğrul, 10.01.2015
|
UNESCO'NUN İLK KADIN DİREKTÖRÜNE YAKIN MARKAJ
Hafta
başında Ortak Nesiller Entegrasyonu (ONE) Derneği
Kurucu Başkanı Demet Sabancı Çetindoğan'ın
Anadolu Hisarı'ndaki tarihi Zarif Mustafa Paşa
Yalısı'nda UNESCO'nun tarihindeki ilk
kadın direktörü olan Irina Bokova ile yemekte
buluştuk.
Bokova harika bir rol model. İki çocuk annesi.
Ülkesi Bulgaristan'da uzun bir süre siyaset
yapmış, bakanlık koltuğunda da oturmuştu. Sonrasında
Doğu Avrupa'nın UNESCO'daki ilk önemli temsil
görevini üstlendi, üstelik de kadınlar adına da bir
ilki gerçekleştirdi. Yani hem çocuk yaptı hem de
sıkı bir kariyer.
Irina Bokova'nın Türkiye gündemi yoğundu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Ankara'da görüştü,
ardından Büyükelçiler Konferansı'na katıldı
ve İstanbul'un en karlı gününde havaalanına iner
inmez soluğu Çetindoğan'ın davetinde aldı. Konuklar
arasında UNESCO Cinsiyet Eşitliği Direktörü
Saniye Gülser Çorat ve Daimi Temsilcisi Hüseyin Avni
Botsalı da vardı.
ONE'ın Onursal Başkanı Çiğdem Simavi,
derneğin danışma kuruluna başkanlık eden Prof.Dr. İlber Ortaylı, yönetim kurulunda yer alan
Sedva Elgiz, Sedef Korkmaz ve Nedim Esgin gibi
isimlerin yanında yönetime davet ettikleri Çalık
Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Çalık ve
Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin ve
Koç Ailesinden Semahat Arsel de bu özel
buluşmaya gelen isimler arasında yer aldı.
ONE Derneği, Türkiye'nin tarihi ve kültür
miraslarını UNESCO'nun listesine alması için lobi
yapmayı misyon edinmiş.
Şu anda Türkiye'den 13 eserin yer aldığı
Dünya Mirası Listesi'ne Göbeklitepe'yi de
katmak için sıkı bir lobi atağında.
Demet Sabancı'nın evindeki yemeğin sebebi de
ilişkileri daha da derinleştirmek.
Bokova'nın yemek öncesi yaptığı kısa konuşması çok
anlamlıydı.
Dünyada sınırların kalktığı bir ortamda, çok daha
fazla birbirimize bağlı olduğumuzu vurguladı ve
sınırların ortadan kalktığı günümüzde barışı
koruyabilmek için sahip olduğumuz kültür ve tarihi
mirasa sarılmamız gerektiğini söyledi.
Bokova önceki gün de Kadir Has Üniversitesi'nde
UNESCO Kürsüsü'nün açılışına katıldı. Kürsü,
Dünya Miras Alanlarının Yönetimi ve Tanıtımı: Yeni
Medya ve Toplumsal Katılım ismiyle faaliyetine
başladı.
Bokova burada da Türkiye'nin özellikle son dönemde
milyonlarca Suriyeli mültecilere yaptığı cömert ev
sahipliğinden övgüyle söz edip, barış için
işbirliğinin çok daha önemli hale geldiğini söyledi.
Bokova'nın İstanbul'daki üçüncü durağı ise
Semahat Arsel Onur Ödülü'nü alacağı Divan Oteli
oldu. Koç Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve
Kadın Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi
(KOÇ-KAM), yürüttüğü çalışmalar nedeniyle dünya
çapında önemli temsiliyet görevine sahip olan
kadınlara, kadın konusunda çalışmalar yürüten
kişilere ödül veriyor. Bu kapsamda ilk ödül de
Bokova'ya verildi.
Doğrusu kadına, kız çocuklarına yönelik her türlü
çalışmanın içinde yer almaya, desteklemeye gayret
eden Semahat Arsel'in ismini taşıyan bu Onur Ödülü
için ilk seçim çok yerinde olmuş, çıta çok yukarı
çıkmıştı.
Salona baktığımda, kadınların liderliğinde yürüyen
birçok sivil toplum örgütünün yöneticilerini gördüm.
UNESCO ile hepsi bir proje yapmak derdinde ki bu
Türkiye adına çok güzel bir gelişme. Ayrıca
UNESCO'daki tek Türk üstelik de kadın olan Cinsiyet
Eşitliği Direktörü Saniye gülsar Çorat'ın varlığını
da çok önemsediğimi belirtmeliyim.
Sabah, Yazı: Şelale Kadak, 10.01.2015
|
URARTULARDA STATÜYE GÖRE TAKI KULLANILMIŞ
Yüzüncü
Yıl Üniversitesi (YYÜ) Edebiyat Fakültesi Arkeoloji
Bölümü Başkanı Doç.Dr. Rafet Çavuşoğlu, Urartular
döneminde kadın ve erkeklerin kullandığı takıların
toplumsal sınıf farklılıklarına dair önemli bilgiler
verdiğini belirtti.
Günümüzden 3 bin yıl önce bölgede hüküm süren ve
Van'ı da başkent olarak kullanan Urartu Krallığı
döneminden kalan ve kazılarla ortaya çıkartılan
tarihi eserler, dönemin yaşam tarzı ve yönetim
anlayışı konusunda önemli bilgiler veriyor.
21 yıldır Urartu medeniyetiyle ilgili araştırma
yapan ve kazılarda ortaya çıkartılarak müzelerde
sergilenen eserleri inceleyen Doç.Dr. Rafet
Çavuşoğlu, AA muhabirine yaptığı
açıklamada, Urartular'ın tarım ve hayvancılığının
yanı sıra metal işlemeciliğinde de ileri düzeyde
olduğunu söyledi.
- "Takılar sınıfsal farklılık gösteriyor"
Çavuşoğlu, Urartuların takı geleneğinin, günümüz
özellikleriyle büyük benzerlik gösterdiğini ifade
ederek, "Bugün kullandığımız küpe, bilezik, yüzük,
halhal, gerdanlık türlerini Urartular da
kullanıyor ancak eski çağdaki kullanımda farklılık
var. Urartu kültüründe takılar sınıfsal farklılığı
da gösteriyordu. Bunlardan biri 'diyadem' dediğimiz
sadece krallar ve üst düzey insanların takabileceği
bir takı çeşidiydi. Takılar bu dönemde sınıfı
belirliyordu hem de süs olarak kullanılıyordu.
Kişilerin statüsünü, yaptığı işi ve bulunduğu
seviyeyi gösteriyordu" diye konuştu.
"Pektoral" adı verilen boyna takılan hilal
şeklindeki takı türünün de üst sınıftaki insanlar
tarafından kullanıldığını belirten Çavuşoğlu, şöyle
devam etti:
"Bunu sınıfsal olarak kral veya onun hadım ağası
takabiliyordu. Madalyon dediğimiz takılar var. Bu da
üst düzeyde, yönetimde bulunan kişilerin
kullanabileceği bir tür. Takılar o günkü toplumda
sınıfsal ayrımı gösteren en önemli
verilerimiz. Kadın ve erkek takılarında da
farklılıklar var. En belirgin olanı kemerler.
Erkeklerin kullandığı kemerler geniş ve uzun,
üzerinde av ve savaş sahneleri yer
alıyor. Kadınların kullandığı kemerler çok narin ve
üzerinde farklı sahneler var. Erkeklerin kullandığı
kemerlerin genişliği 8 ile 15 santimetre arasında
değişirken, kadın kemerleri 5 ile 7 santimetre
arasında değişiyor. Küpe, bilezik, yüzük ve
pazubandı gibi takıları kadınların ve
erkeklerin ortak kullandığını görüyoruz."
Çavuşoğlu, toplumsal sınıf farklılıklarının
savaşlarda daha çok kendini gösterdiğini, savaşa
giden kralın, yanındaki üst düzey kişilerin savaş
sırasında kullandıkları takıların farklılaştığını
anımsatarak, savaş sırasında kralların daha çok
belirginleştiğini söyledi.
Kralların savaş arabası kullandığını ve
çevresinde de üst düzey komutanlarının yer aldığını
dile getiren Çavuşoğlu, "Daha alt sınıfta yer alan
insanların kullandığı takılar bronz iken, kral ve
üst düzey sınıftaki insanların takıları altın ve
gümüş düzeyindedir. Kralların giysileri tamamen
altın plakalarla kaplı. Bu onun statüsünü
gösteriyor. Savaşa katıldığı zaman farklı olduğunu
arabasından ve takılarından net bir şekilde ortaya
koyabiliyoruz" ifadelerini kullandı.
Çavuşoğlu, Urartulu erkek ve kadınların
kullandıkları takılarda uyuma çok önem verildiğine
dikkati çekerek, bilezik, yüzük ve boyunlukların
aynı desenlere sahip setler şeklinde kombine
edildiğini kaydetti.
Hürriyet, Haber: Cemal Aşan, 09.01.2015
|
LAODİKYA'DAKİ RESTORASYON VE KAZILAR
Pamukkale
Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü
Başkanı ve Laodikya Antik Kenti Kazı Heyeti Başkanı
Prof.Dr. Celal Şimşek, antik kentte çalışmalarını
sürdürdüklerini belirterek "Kazı çalışmalarında
Helenistlik dönemde kentin tahmin ettiğimizin
dışında çok yayıldığını tespit ettik. Bu döneme ait
çok güzel anıtsal nitelikte kandil, çanak, çömlekler
ortaya çıktı" dedi.
Anadolu'nun en büyük antik kentlerinden biri olan
ve UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Geçici
Listesi'ne dahil edilen Laodikya Antik Kenti'nde
çalışmalar, 2014'de kesintisiz olarak 12 ay boyunca
devam etti.
Kazı Heyeti Başkanı
Prof.Dr. Celal Şimşek, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, antik kentin Laodikya
Kilisesi, Kuzey Kutsal Agora Batı Portikleri,
Prehistorik Batı Nekropolü (mezarlık) ve kandil
kırığı yerleşmesi, Septimius Severus Çeşmesi,
merkezi agora, kiliseli peristilli evler (iç avlu)
ve Stadyum Caddesi'nde yoğunlaştıklarını kazı ve
restorasyon çalışmalarını farklı mesleklerden bilim
adamları ile birlikte sürdürdüklerini belirtti.
2014 kazılarındaki en önemli verilerinden birinin
kutsal Agora'nın batı portiğinde MS 494 yılında
gerçekleştiği tahmin edilen depremde yıkılan 22
sütunun ortaya çıkarılması olduğunu vurgulayan
Şimşek şunları söyledi:
"Fresklerle süslü travertenden yapılmış arka
duvarlarıyla birlikte depremde yıkıldığı gibi ortaya
çıkardık. Batı nekropolünde erken Tunç Çağı'na ait
Batı Anadolu'daki en erken yerleşme izlerinin tespit
etmemiz de bizim için çok önemliydi. Ayrıca bahar
döneminde bitirmeyi hedeflediğimiz Laodikya
Kilisesi'ndeki restorasyon ve konservasyon
çalışmaları sürdürülüyor. Üst çatının
tamamlanmasının ardından Laodikya Kilisesi ziyarete
açılacak. Merkezi Agora çalışmalarımızda ise MS 5.
yüzyıla ait bir anı sütununun dikmesi projesini
gerçekleştiriyoruz. İmparotor Septimius Severus
Çemesi'nde ise daha önce hazırladığımız proje
çerçevesinde hem restorasyon, hem konservasyon hem
de ayağa kaldırma etapları devam ediyor."
- "Benzersiz tarihi eserler"
Laodikya'da her yıl birbirinden güzel eserler
ortaya çıkardıklarını kaydeden Şimşek, "Kazı
çalışmalarında Helenistlik dönemde kentin tahmin
ettiğimizin dışında çok yayıldığını tespit ettik ve
Helenistlik döneme ait çok güzel anıtsal nitelikte
kandil, çanak, çömlekler ortaya çıktı. Şimdiye kadar
başka bir örneğini görmediğimiz 50 santimetre
çapında büyük devasa geniş alanları aydınlatan,
üzeri kabartmalı kırık kandiller bulduk. Bunun
birleştirme çalışmaları devam ediyor. Ayrıca
mermerden yapılmış bir gladyatör kabarması ile
mermer aslan ortaya çıkarıldı. Bunlar 2014 yılının
en önemli buluntularıdır" dedi.
Şimşek, 2014'deki kazı çalışmalarında 364 bronz,
15 demir, 5 kurşun, 2 altın, 219 pişmiş toprak, 16
kemik, 6 cam ve 11 taş olmak üzere 638 eserin ortaya
çıkarıldığını, bunların 61 envanterlik, 133'ü
etütlük olarak kayıt yapıldığını, diğerlerinin esi
kazı evi deposunda korunduğunu söyledi.
Celal Şimşek, antik kentteki kazı çalışmalarının
finansının Denizli Büyükşehir Belediyesi, Kültür ve
Turizm Bakanlığı ve Pamukkale Üniversitesi
tarafından karşıladığını sözlerine ekledi.
Memleket, Haber: İbrahim Süzer, 09.01.2015
|
KÖPEKLER İNSANLARDAN BİNLERCE YIL SONRA AMERİKA'YA
AYAK BASMIŞ
Yapılan yeni bir araştırma, köpeklerin
Amerika kıtasına göçünün, insanların kara köprüsünü
kullanarak Sibirya’dan Kuzey Amerika’ya geçişinden
binlerce yıl sonra, günümüzden yalnızca 10.000 yıl
önce gerçekleştiğini gösteriyor. Kuzey ve Güney
Amerika’nın birçok bölgesinden 84 köpeğin
karakteristik genetiğinin incelenmesi ile yapılan
araştırma, bugüne kadar Amerika kıtalarında antik
köpekler üzerinde yapılan en büyük araştırma.
Vahşi kurt atalarının aksine antik köpekler,
insanlara eşlik etmeyi öğrendi ve genellikle bu
ilişkiden yararlandı: Yeni yiyecek kaynaklarına
ulaşma imkanı buldu, insan yerleşimlerinin
güvenliğinin tadını çıkardı ve en nihayetinde
insanlarla beraber dünyayı gezdi. Ayrıca bazen
insanlar tarafından yük taşımaları için kullanıldı
ve bazen de özel günlerde yiyecek olarak servis
edildi.
Köpeklerin insanlarla kurduğu ilişkinin 11.000
ila 16.000 yıl önceye kadar uzanması, göçler de
dahil olmak üzere geçmişteki insan davranışının
incelenebilmesi için köpekleri oldukça önemli bir
noktaya getiriyor.
“İnsan kalıntıları çalışmak her zaman için mümkün
olmuyor. Çünkü, atalarına aşırı derecede bağlı
yaşayan günümüz toplumları , bazen genetik
analizlerin yıkıcı doğasına karşı olabiliyorlar.
İnsan kalıntılarının analizi mümkün olmadığı zaman,
köpek kalıntıları çoğunlukla mümkün oluyor.”
Önceki araştırmalar, Amerika kıtasındaki antik
köpeklerin mitokondriyal DNA’larından yola çıkılarak
yapılmıştı. Mitokondriyal DNA, Nükleer DNA’nın
aksine sadece anneden çocuğa aktarılıyor. Bu da
araştırmacılara geçmişe doğru kesintisiz bir saptama
imkanı sağlıyor. Yapılan bu yeni araştırma da
mitokondriyal DNA’dan yola çıkılarak yapıldı fakat
çok daha fazla prehistorik köpek araştırmaya dahil
edildi.
Köpekler Özel Bir Törenle Gömülüyordu
Araştırmaya dahil edilen prehistorik köpeklerden
bir kısmı, Kuzey Amerika’nın bilinen en eski ve en
büyük yerleşimi Antik Cahokia kentinin yanında yer
alan ve GÖ. 650 ve GÖ. 1400 yılları arasında
kullanılan Janey B. Goode alanıydı. Cahokia kenti
ise GÖ. 1000 ve GÖ. 700 yılları arasında aktifti.
Janey B. Goode alanında özel bir törenle gömülmüş
onlarca köpek bulundu. Buradan insanların köpeklere
ne kadar saygı duyduğunu da düşünebiliriz.
Cahokia’da ise köpek kalıntıları bazen yanmış olarak
yiyecek artıklarının yanında bulundu. Bu da bölgede
köpeklerin yine var olduğunu ve bazen de yenildiğini
gösteriyor. Ayrıca köpek gömüsü bu kentte
bulunmuyor.
Araştırmacılar, Amerika’daki prehistorik köpek
çeşitliliğinin tahmin edildiğinden çok daha fazla
olduğunu gösteren, daha önce hiç görülmemiş dört
yeni genetik iz buldular. Aynı zamanda bazı
bölgelerde çok az genetik çeşitlilik gösteren bazı
köpek türleri de bulundu. Bu bölgedeki insanların
köpek yetiştiriciliği yaptığı anlamına geliyor
olabilir. Tüm bunlara ek olarak, bazı örneklerde
Amerikan kurtlarıyla benzeşen önemli bir gen
bulundu. Bu ise prehistorik köpeklerin kurtlarla
çiftleştiği ya da Amerikan kurtlarının tekrardan
evcilleştirildiği anlamına geliyor olabilir.
Fakat bu araştırmanın en önemli sonucunun
köpeklerin Amerika’ya geliş zamanını ortaya koyması
olduğu belirtildi. Köpeklerin 10.000 yıl önce
Amerika kıtasına ayak bastığını söyleyen
araştırmacılar, bunun aynı zamanda Amerika
kıtalarında bulunan en eski köpek gömüsüyle aynı
zamana denk geldiğini ve belki de bunun bir tesadüf
olmadığını belirttiler.
arkeofili.com, Haber: Erman Ertuğrul, 09.01.2015
|
KARAMAN KALESİ'NİN SURLARINDAN BİRİ YIKILDI
Tarihi
Karaman Kalesi’nin orta kale surlarından biri,
yağışlara dayanamayarak kısmen yıkıldı.
12. yüzyıl başlarında yapıldığı tahmin edilen
Karaman Kalesi’nin güneye bakan orta kale kısmındaki
surlardan biri yoğun yağışlara dayanamadı. Surların
yıkıldığını gören vatandaşlar durumu Karaman
Belediyesi’ne bildirdi. Olay yerine giden belediye
zabıta ekipleri surun bulunduğu caddeyi trafiğe
kapattı. Yıkılan surların olduğu bölgede
incelemelerde bulunan İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü
yetkilileri, yıkılan surların restorasyonu için
rapor tutarak
Konya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge
Müdürlüğü’ne göndereceklerini söyledi.
Karaman Kalesi’nin tarihçesi şöyle;
“Karaman il merkezinde yer alan, Karaman Kalesi’nin
yapımı 11. yüzyılın sonlarında 12. yüzyıl başlarında
inşa edildiği düşünülmektedir. Karaman Kalesi, iç
içe üç surdan oluşmaktadır. Bunlar dış, orta ve iç
kale adlarını almaktadır. Bunlardan biri höyük
üzerinde yer alan iç kale sağlam olarak günümüze
ulaşabilmiştir. Höyüğün etrafını dolaşan orta kale
surlarının bir bölümü ayakta kalabilmiştir.
Selçuklular devrinde yenilenmiş kent
Karamanoğulları’nın egemenliğine girdiğinde kentin
surları tekrar yenilenmiştir. Osmanlılar 1465
yılında iç kaleyi tekrar onarmışlardır. Bu
onarımlarda daha önce yıkılmış olan yapıların
kitabeleri ve mimari parçaları kalenin beden
duvarlarında kullanılmıştır. İç kale Bronz,
Roma ve
Bizans çağlarına ait izler taşıyan bir höyük
üzerinde yer alır. İç kale dördü yuvarlak beşi dört
köşe olmak üzere dokuz kuleden oluşmaktadır."
Milliyet, 09.01.2015
|
SAHABİYE
MEDRESESİ'NİN TARİHİ DOKUSU BOZULUYOR MU?
Kayseri şehir meydanın
önemli tarihi yapılarından Sahabiye Medresesi'nin
tamirat ve restorasyon çalışmalarında sona
yaklaşılıyor. Ancak Sahabiye Medresesi’nin taç
kapısındaki kitabe ve ihtişamlı bütünlüğü, siyah
veya koyu gri taşların arasına dolgu malzemesi
yapılan beyaz renkli derz ile adeta dantelle
bezenmiş, garip bir görüntü oluşturmakta. Özellikle
Selçuklu eserlerinde kullanılan kesme/yonu taşların
birbirine kaynaştırılmış ve fark edilemeyecek kadar
sıfır derz veya gizli derz uygulaması
orijinalliğinin, restorasyon adı altında
görmemezlikten gelinip, her boşluğun beyaz derz
macunla doldurulması, görsel estetik açısında
oldukça dikkat çekici. Selçuklu eserlerinin taş
işçiliğinin en güzel eserlerinin bulunduğu
şehrimizde, taş birleştirme üslubu olarak ‘akçe
geçmez’ işçiliği uygulanmışken, yani taş birleştirme
yerlerinden 2 mm kalınlığında bir akçenin dahi
geçmesi mümkün değilken, restorasyon uygulamalarında
siyah taşların arasına beyaz derz çekilerek, konu ve
görsel bütünlüğün adeta yok edilmiş. Siyah taşların
aralarındaki boşlukların, beyaz derz yerine taşın
kendi özgün rengine uygun, görsel bütünlüğü korumaya
yönelik, absürt olmayan bir derz rengi tercih
edilebilirdi. Taş ustalarının, ustalık kusurlarını
kapatmada kullandıkları derz yöntemi, Selçuklu
mimarisinde kesme taşla yapılan yapılarda değil,
çarpık ebatlı moloz taş ile yapılan yapılarda
görülen bir uygulama. Yapı teknolojisinin ve ürün
çeşitlerinin bu denli geliştiği çağımızda, 750 yıl
öncesine ait eserleri restore ederken bile çaresiz
kalınıp beyaz derz macunla boşluk kapatma
uygulamasının yanı sıra, eserin özgün renkli
taşlarının eksilenlerinin yerini rastgele alaca
taşlarla yan yana getirilerek, görsel renk
bütünlüğünün yok edilmesi, restorasyon çalışmaları
için bir başka açmaz.
Kayseri Gündem,
17.12.2014
******
SAHABİYE MEDRESESİ
TAÇ KAPISI YENİLENİYOR
Sahabiye Medresesi’nin
taç kapısındaki kitabe ve ihtişamlı bütünlüğü, siyah
veya koyu gri taşların arasına dolgu malzemesi
yapılan beyaz renkli derz ile adeta dantelle
bezenmiş, garip bir görüntü oluşturmaktaydı.
Özellikle Selçuklu eserlerinde kullanılan kesme/yonu
taşların birbirine kaynaştırılmış ve fark
edilemeyecek kadar sıfır derz veya gizli derz
uygulaması orijinalliğinin, restorasyon adı altında
görmemezlikten gelinip, her boşluğun beyaz derz
macunla doldurulması, görsel estetik açısında
oldukça dikkat çekiyordu. Bu yanlış restorasyon
çalışmasını gündeme getirdikten sonra yetkililer
harekete geçerek, medresenin aslına uygun şekilde
yapılan derzle restorasyon çalışmalarını yeniliyor.
Kayseri Gündem,
21.01.2015
|
4 - 10 Ocak 2015
|
|
|
|
PAŞA HAMAMI MÜZE OLACAK
Gaziantep Büyükşehir Belediyesi, kentin tarihi ve kültürel mirasında önemli yeri olan hamam kültürünün gelecek nesillere aktarılması için, tarihi Paşa Hamamı’nı müze yapacak.
Kültür yolu arkasında bulunan tarihi mekanda yapılacak ‘Hamam Müzesi’, tarihi, kültürel ve sosyal açıdan kent belleğinde önemli yeri olan hamam kültürüne dair yerel, ulusal ve yabancı tüm araştırma ve yayınlardan faydalanılarak oluşturulacak. Müze içerisinde, su ile hamam kültürünün kökeni, tarihsel gelişimi, Türk hamamları, Gaziantep hamamları, hamam mimarisi, adabı, tellak, natır, erkek hamamı, güvey hamamı, gelin hamamı, hamamda kız bakma, beraberinde yeme ve içme eğlence kültürü yer alacak. Bal mumundan yapılmış mankenler, kiosklar, panolar, özel vitrinlerde sergilenen hamam eşyaları, led ve dokunmatik ekranlar yardımıyla anlatılacak.
Gaziantep 27, 06.01.2015
|
UFUK ESİN
İlkeli duruş, saygın ve sağlam kişilik, derinlemesine ve engin bilgi...
Tepecik 1974, ocak açarken, Alp Bey ile
Paylaşım, kurumsallaşma, ortak çalışma, birliktelik, bütüncül yaklaşım gibi günümüzde her geçen gün yok olmakta olan daha pek çok değeri yetiştirdiği kuşaklara aktarmayı görev edinmiş bilim insanı. Ufuk Esin adının zihinlerimizde çağrıştırdığı bu kavramlar, belki de aşağıda uzun uzİlkeli duruş, saygın ve sağlam kişilik, derinlemesine ve engin bilgi...
Tepecik Kazısı, Muhtar Şerif ile birlikte, 1968
Ufuk Hoca’yı 2008 yılının Ocak ayında gençlik yıllarından beri süregelen kalp rahatsızlığı nedeniyle kaybettik. Bizler onu tanıma ve birlikte çalışma imkânı bulmuş ayrıcalıklı kişiler olarak kendisini saygıyla ama en çok da özlemle arıyor ve anıyoruz.
Ufuk Esin, 1933 yılının 11 Ekim’inde İzmir’de doğmuş, ancak tüm yaşamını İstanbul’da, Boğaz’ın Bebek semtinde geçirmiştir. İlkokulu Arnavutköy’de, 25. İlkokulda, orta eğitimini Boğaziçi Lisesinde (eski adıyla Feyziati), lise eğitimini ise Özel Sankt Georg Avusturya Lisesi'nde tamamlamıştır. Avusturya Lisesinin Fen Bölümünden mezun olmuş, olgunluk sınavını ise Galatasaray Lisesi'nde Edebiyat Bölümü'nde vermiştir. Arkeoloji yaşamı boyunca sosyal bilimler ile fen bilimlerine eşit mesafede durması, tüm çalışmalarında fen bilimsel yöntemleri yoğunlukla kullanması, yeni analiz yöntemlerini yakından takip etmesindeki ana motivasyon, olasılıkla bundan kaynaklanıyordu.
Ufuk Hoca’nın liseden mezun olduktan sonra arkeolojiyi seçmesinde ne gibi etkenlerin rol oynadığını bilemiyoruz. Ancak İstanbul Üniversitesi'nde arkeoloji okuma kararından sonra Prehistorya’yı tercih etmedeki temel nedeninin daha sonra doktora hocası olacak Prof. Kurt Bittel olduğu, Ufuk Esin’in şu sözlerinden anlaşılmaktadır: ‘... Prof. Bittel’in bir iki dersini dinledikten sonra artık emindim, prehistorya yapmalıydım...’
Ufuk Hoca 1952’de İstanbul Üniversitesi'nde arkeoloji okumaya başlar, o sömestr bölümün yalnızca iki öğrencisi vardır. Sistem gereği bir Esas Sertifika, üç de Yardımcı Sertifika seçme zorunluluğu doğrultusunda, Prehistorya’yı Esas Sertifika, Önasya Dilleri ve Kültürleri, Klasik Arkeoloji ve Eski Yunan Dili ve Kültürleri'ni ise Yardımcı Sertifika olarak seçer ve her birinin derslerine ve seminerlerine katılır ve dört yıl sonunda Prehistorya Tezli Sertifika programının ilk mezunu olur. 1957 yılı, Ufuk Esin’e Prof. Bittel’in asistanı olmasını getirecektir. Ufuk Hoca bir yandan bölümde asistanlık yaparken bir yandan da yine Bittel’in danışmanlığında doktora tezini yazar. Prof. Bittel, doktora tez çalışması kapsamında maden araştırmaları yapması amacıyla Ufuk Esin’i Stuttgart’a yollar, burada metalurjinin başlangıcı ile ilgili SAM Projesine, Studien zu den Anfaengen der Metallurgie, katılmasını sağlar. Spektral analiz konusunda uzmanlaşmaya başlayan, İran’a giderek maden araştırmaları için örnekleme yapan Ufuk Hoca’nın bu çalışmaları, yıllar sonra TÜBİTAK desteğiyle ODTÜ bünyesinde Arkeometri Ünitesi ve bundan birkaç yıl sonra Arkeolojik Kalıntıların Spektroskopik ve Analitik Yöntemlerle İncelenmesi - Aksay Ünitesi'nin kurulmasında önemli rol oynayacaktır.
Değirmentepe Kazısı, 1980'li yıllar
1960’lı yıllar bütün dünyada politik, sosyal ve kültürel açııdan hareketli yıllardı. Vietnam Savaşı, savasşa başkaldırılar, 68 olayları, Armstrong’un aya ayak basması gibi olumlu olumsuz pek çok olay, sonuçları itibariyle insanlık tarihini etkileyecek, değiştirecek gelişmelerdi.Bu değişim rüzgarı arkeolojiyi de içine almış, o güne kadar süregelen geleneksel yaklaşımlara karşı Yeni Arkeoloji adıyla farklı yönden başka rüzgarlar esmeye başlamıştı.
Ufuk Esin’in 1960 yılında Kuantitatif Spektral Analiz Yardımıyla Anadolu’da Başlangıcından Asur Koloni Çağı'na Kadar Bakır ve Tunç Maden Eserler başlıklı teziyle tamamladığı doktora çalışması sırasında kişisel ilgi ve araştırma alanı olarak başlayan, ardından meslektaşları ile birlikte kurumsallaşmasını sağladığı arkeometri çalışmaları, aynı yıllarda batıda, arkeoloji dünyasındaki yenilenme hareketi ile örtüşüyordu. 1960’lı yıllar bütün dünyada politik, sosyal ve kültürel açıdan hareketli yıllardı. Vietnam Savaşı, savaşa başkaldırılar, 68 olayları, Armstrong’un aya ayak basması gibi olumlu olumsuz pek çok olay, sonuçları itibariyle insanlık tarihini etkileyecek, değiştirecek gelişmelerdi. Bu değişim rüzgârı arkeolojiyi de içine almış, o güne kadar süregelen geleneksel yaklaşımlara karşı Yeni Arkeoloji adıyla farklı yönden başka rüzgârlar esmeye başlamıştı. Batıdaki bu değişimin Türkiye’ye yansıması siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda çok daha net izlenebilirken, arkeoloji disiplinini aynı derecede etkilememiştir. Ne var ki Ufuk Esin’in öncülüğünü yaptığı ve kurumsallaşması birkaç on yıl daha sürecek olan çalışmaları, yeni fen bilimsel yöntemlerin, analiz ve istatistik çalışmaların arkeolojiye dâhil edilmesi gibi girişimleri, tam da Yeni Arkeoloji taraftarlarının hararetle savundukları konular idi. Ufuk Esin her ne kadar bu yeni akımın içinde yer almamış olsa da, arkeolojinin bugününü biçimlendirmedeki katkıları tartışmasız olan Yeni Arkeoloji akımının savunduğu anlayışın, belki de Türkiye’deki özgün birkaç temsilcisinden biridir.
1960’larda yeni yeni şekillenmekte olan arkeoloji disiplinindeki tekil örnekler dışında henüz geniş kapsamlı, sistematik araştırmalar yoktur. 1963 yılında Chicago Üniversitesi ile İstanbul Üniversitesi Prehistorya Kürsüsü'nün R. Braidwood ile Halet Çambel’in ortak yürütücülüğünde başlayan Güneydoğu Anadolu Tarihöncesi Projesi, sorunsalı, yöntemi ve ekibi ile yalnızca Anadolu için değil, tüm dünya için öncü araştırma projelerinden biridir. Projedeki ekip üyelerinin Prehistorya Laboratuvarında oluşturdukları tartışma ve bilgi paylaşımı ortamı, sonraki yıllarda yapılacak arazi çalışmalarını, Ufuk Esin’in başkanlığını yapacağı pek çok projeyi doğrudan etkileyecektir.
1966 yılında doçentlik unvanını alan Esin, tarihöncesi arkeolojisinde gerek kuramsal gerekse arazi çalışmalarında dönemin temel araştırma konularından biri olan Neolitik yaşam biçimi üzerine çalışmaya başlar. Güneydoğu Avrupa’daki ilk Neolitik kültürlerin ortaya çıkışını, adaptasyonu ve yayılımını geniş ve bütüncül bir perspektifte, özellikle de tarihöncesi toplulukların doğal çevre ile olan etkileşimi bağlamında araştırmaktadır. Bu çalışması, kendisine 1975 yılında profesörlüğü getirir. 1975 ve 1978 yıllarındaysa iki cilt halinde yayımlanır: İlk Üretimciliğe Geçiş Evresi’nde Anadolu ve Güneydoğu Avrupa (GÖ 10500-7000 Yılları Arası), 1. Cilt: Doğal Çevre; 2. Cilt: Kültürler Sorunu. Ufuk Hoca paleo- çevre ve paleo-iklim konusunu bir fen bilimci ayrıntısı ve titizliğiyle ele alır, ancak bunu insanın tercihleri, ihtiyaçları, düşünceleriyle yoğurma hassasiyetini korur. Bu engin birikimini Prehistorya Kürsüsünde lisans düzeyinde verdiği ‘Ekoloji ve Ekonomi’ derslerinde yeni kuşaklara aktarır. Yetiştirdiği öğrencilerinin, bugünkü bilim insanlarının disiplinlerarası çalışmaları ve bütünsel bakış açılarının altlığının Ufuk Hoca’nın bu geniş ve derin bilgi yelpazesinden kaynaklandığı açıktır. Unutulmaz lisans derslerinden Prehistorik Sanat dersi Ufuk Hoca’nın bu bağlamda mağara duvar resimlerinde kullanılan boya ayrıntısı ve yapım tekniklerinden, Paleolitik insanın düşün dünyasına, yaşam, inanç, sanat, sembolizm, göstergebilime kadar uzanan geniş bir perspektifte ele aldığı bir başka dersi idi. Siyah-beyaz diapozitiflere karşılık, adeta Ufuk Hoca’nın renkliliğinin, çok yönlülüğünün ve entelektüelliğinin göstergesiydi.
Aşıklı Höyük Kazısı, 1990'ların ortası
Arazi Çalışmaları
Ufuk Hoca, araştırma ve yayın çalışmalarındaki öncü rolünü arazi çalışmalarında da sürdürmüştür. Araziye ilk çıkışı 1952 ve 1954 yıllarıdır. Öğrenci olarak, Prof. Kurt Bittel’in başkanlığındaki Boğazköy kazı çalışmalarına katılır. Buradaki arazi anılarını ve kazı atmosferini, Kurt Bittel’in vefatı sonrasında, 8 Şubat 1991 günü Prehistorya Laboratuvarında yapılan anma toplantısında şöyle aktarmaktadır: ‘Prof. Bittel tarafından Boğazköy’ün savaş sonrası ilk kampanyalarına katılmak üzere davet edilerek onurlandırıldım. Boğazköy’ün ilk kampanyalarında kazının bütçesi son derece kısıtlıydı. Bir kap yemekle yetinmek zorundaydık. Bir yandan bunaltıcı sıcak ve yorucu çalışma temposu, bir yandan da beslenme sorunları nedeniyle hepimiz hastalanıyorduk. Ama kazılarda yeni buluntuların coşkusu hepsini bastırıyor, hastalığı kimse umursamıyor, ateşimiz düşer düşmez yataktan fırlıyorduk. Gelen ziyaretçiler arasında kimler yoktu ki... Prof. Laroche’la ünlü Hitit tapınağı Yazılıkaya’nın tanrıları, Hitit hiyeroglifleri tartışılıyor, Prof. Frankfort’la, Seton Lloyd’la Hitit sarayını ve arşivini içinde barındıran Büyük Kale’nin mimarisinin, Hitit kültürünün sorunlarına yanıt aranıyordu. Prof. Bittel yeni görüşlerini açıklıyor, gelenler gördükleri ve duyduklarından büyük heyecan duyuyorlardı. Anadolu’da Neolitik bulunduğunu da ilk kez James Mellaart’tan Boğazköy’de duyuyorduk. Gündüzleri bu enyetkin bilginlerden dinlediklerimi, tartışılanları hazmetmeye çalışıyor, geceleri de Boğazköy’le ilgili yayınları tekrar tekrar okuyordum’. Esin’in kısaca tariflediği atmosfer, yıllar sonra kısıtlı imkânlara rağmen kendi kazılarında öğrencileri, ekibi ve meslektaşları için, kişisel çabalarıyla oluşturduğu bilimsel paylaşım ortamlarının nüvesi olmalıydı. Aşıklı Höyük kazısı bu anlamda Ufuk Hoca’nın akademik ve entelektüel çevresinden davet ettiği saygın kişilerin, sanatçı arkadaşları ve dostlarının konferansları ve bilgi aktarımları ile bir ‘okul’ haline dönüşmüştü. Sağlık sorunlarından atom fiziğine kadar zengin konu çeşitliliğindeki konuşmalar, sunumlar, Hoca’nın çok yönlü ve paylaşımcı kişiliğinin yansımasıydı.
Esin, Boğazköy kazılarıyla aynı yıllarda Arif Müfit Mansel’in başkanlığında, Prof. Bittel ve H. Çambel yönetimindeki İstanbul Fikirtepe kazılarına katılmış, daha sonra ise Nezih Fıratlı ile birlikte Uşak’taki Selçikler kazısında çalışmıştı. Başkanlığını yaptığı Keban Projesi Tepecik kazısı kendisi için olduğu kadar Anadolu arkeolojisi için de büyük bir deneyim ve kazanımdı. Tepecik, bugün efsane olarak kuşaktan kuşağa aktarılan yaşantısının yanı sıra, arazi çalışmaları için devrim niteliğinde yenilikler getirmişti. Ufuk Hoca önce Tepecik, ardından Güven Arsebük’ün de katkılarıyla yönettiği Tülintepe kazıları ile tarihöncesi arkeolojisinde arazi çalışmalarına belli standartlar getirmiş, kurtarma kazılarının ilkelerini koymuş ve bunların doğrudan arazide uygulanmasını sağlamıştır. Tepecik’ten sonra, başkanlığını yaptığı tüm kazı projelerinde sistemin işlerliğini sorgulamış, yenilenmesi ve modifiye edilmesini tartışmaya açmış, kendi yetiştirdiği ve birlikte çalıştığı yeni kuşakları bu anlamda cesaretlendirmiştir.
Tepecik ve Tülintepe kazılarının ardından 1970’lerin sonunda, bu kez Karakaya Baraj Gölü altında kalacak yerleşmeleri kurtarma amacıyla Malatya’nın İmamoğlu köyüne bağlı Değirmentepe Höyüğü’nde kazılara başlamıştır. Obeyd Dönemine ait Anadolu’da bu denli geniş kazılmış tek koloni yerleşmesinin ortaya çıkarılmasıyla sonuçlanan bu projenin yanı sıra öğrencisi ve asistanı Savaş Harmankaya ile birlikte kısa dönemli İkiz Höyük kazılarının bilimsel danışmanlığını da üstlenmiştir. Değirmentepe’nin 1986’da sular altında kalmasından sonraki yıllarda malzeme ve yayın çalışmalarını sürdüren Esin, bu defa Orta Anadolu’dan gelen bir başka kurtarma kazısı çağrısıyla karşı karşıya kalmış, bu çağrıya tepkisiz kalamamış ve 1989’da Aşıklı Höyük kazılarına başlamıştır. Bir yandan Prehistorya Anabilim Dalı başkanlığı görevini, diğer yandan lisans ve yüksek lisans dersleri, doktora öğrencileri ile uzun saatler, kimi zaman gün boyu süren seminerler gibi eğitim faaliyetlerini, gün geçtikçe büyüyerek uluslararası ve disiplinlerarası bir projeye dönüşen Aşıklı Höyük’teki araştırma ve yayın çalışmalarını büyük bir disiplin içinde ve özveriyle yürüten Esin, gençlik yıllarından beri süregelen sağlık sorunlarını bu çalışmalarının hiçbirine yansıtmadan yürütmeye özen göstermiştir.
Aşıklı Höyük ekibi, ikinci sezon, 1990
1993’te kurulan Türkiye Bilimler Akademisi’nin kurucu asil üyesi olmuş ve Akademi’de Türkiye arkeolojisi adına iki çok önemli projeye imza atmıştır. Bunlardan biri, uluslararası bir arkeoloji dergisinin yayımlanması, diğeri ise Türkiye’de Kültür Sektörü (TÜKSEK) projesidir.
Aynı yıllarda bu denli yoğun tempo içinde 1993’te kurulan Türkiye Bilimler Akademisi'nin kurucu asil üyesi olmuş, konsey üyesi seçilmiş ve akademide Türkiye arkeolojisi adına iki çok önemli projeye imza atmıştır. Bunlardan biri, uluslararası bir arkeoloji dergisinin yayımlanması idi. Esin, derginin yayın kurulu başkanlığını yaptı. İlk sayılarında kapağından içeriğine, terminolojiden kronoloji sorunlarına varıncaya kadar hemen her tür konu ile bizzat kendisi uğraştı. Öncülüğünü yaptığı ikinci proje ise Türkiye’de Kültür Sektörü (TÜKSEK) projesi idi; kültür varlıklarının ülkenin sosyal ve ekonomik yaşamına aktif olarak katkıda bulunabilmeleri ve kültür sektörü olarak ele alınmalarına imkân verecek altyapının hazırlanması, bütün bölgelerde kültür envanterinin yapılmasına zemin hazırlamak, projenin amaçlarıydı. Büyük özveriyle yürütülen projeler, uluslararası düzeyde yayımlanmaya başlayan TÜBA-AR, TÜBA-KED gibi dergiler, ne yazık ki içinde bulunduğumuz siyasi ortam sonucu kesintiye uğradı. Akademinin projelerin ve yayınların yarım kalmasının belki de tek sevindirici yanı, bunların Ufuk Esin’in vefatından sonra gerçekleşmiş olmasıydı.
Ufuk Hoca, TÜBA TÜKSEK Projesi’nin koordinatörlüğünü sürdürdüğü dönemde, 2000 yılında yaş haddi nedeniyle emekliye ayrılır. Ne var ki emeklilik onun için yalnızca ders vermemek anlamına gelmektedir. Çalışmalarına ara vermeden kaldığı yerden devam eder, emeklilik öncesi vakit ayıramadığı bilgisayar öğrenme işine eğilir; bilgisayarına ‘...her gün en az bir sayfa yazı yazmam gerekiyor...’ notunu düşer. Sağlık sorunları nedeniyle 2000’li yıllardan itibaren arazi çalışmalarına gidemez, ancak bu kez evinde yazmaya yoğunlaşır. Deneyimi, birikimi, derinlemesine bilgisi ile Aşıklı kazısının daha ilk yıllarında öngördüğü, Orta Anadolu bölgesinin Yakındoğu’dan farklı bir neolitikleşme süreci yaşadığı tezi, yeni çalışma konusudur. Farklı coğrafyalarda, farklı koşullarda başka şekilde gelişen yaşam biçimleri ve bu farklılıkları maskeleyen geleneksel terminolojinin değişmesi konusundaki genç ve cesur düşüncelerini ne yazık ki yayınlayacak fırsatı bulamaz.
Pertek, 1976. Fotoğrafın arkasındaki not: "Motordan bozma çağdaş araba vapurunda Güven (Arsebük) ile"
Çoksesliliğe inanan, genç nesillere karşı hiç bir zaman karamsarlık beslemeyen Ufuk Esin, ilkelerinden asla vazgeçmemiş, kendi projelerinin değil her daim idare ettiği bölümün ve Türkiye arkeolojisinin geleceğini düşünmüştür.
Ufuk Esin, Türkiye arkeolojisinin gerçek manada en sıra dışı figürlerinden biridir. Prof. Halet Çambel’den devraldığı Prehistorya Kürsüsü'nü değişen arkeoloji anlayışına uygun olarak yeniden dizayn eden Esin, Türkiye’de halen eksikliği hissedilen uzmanlık alanlarının gelişmesi için önemli çabalarda bulunmuştur. Çoksesliliğe inanan, genç nesillere karşı hiçbir zaman karamsarlık beslemeyen Ufuk Esin, ilkelerinden asla vazgeçmemiş, kendi projelerinin değil her daim idare ettiği bölümün ve Türkiye arkeolojisinin geleceğini düşünmüştür. Her defasında ekip çalışmasının önemini dile getiren Ufuk Esin geçmişteki tiyatro deneyiminden yola çıkarak kendini bir yönetmen olarak değil, her şeyin olması gerektiği gibi yapılmasını esas alan bir sahne amiri olarak tariflerdi.
Ufuk Hoca’dan devraldığımız Aşıklı Kazı ve Araştırma Projesi’nin pek çok yan projeyle birlikte Hoca’nın yaşamı boyunca savunduğu ilkeler doğrultusunda devam etmesi sorumluluğunun bilinci ile kendisini bir kez daha saygıyla ve özlemle anıyoruz.
|
Linda ve Robert Braidwood ile birlikte
|
|
Can dostları Sevim İşgüder ve Altın Soylu ile
|
|
Sevgili meslekdaşı Prof. Güven Arsebük ile 1993 yılı Edebiyat Fakültesi mezuniyet töreninde
|
|
Dostu Vedat Günyol ile, İstanbul |
Yazı ve Görseller: Mihriban Özbaşaran. Aktüel Arkeoloji Dergisi - Ocak 2015 sayısından. |
|
EFSANEVİ ATLANTİS'İN
ÜNLÜ METALLERİ GEMİ BATIĞINDAN ÇIKTI
Sicilya kıyılarında 2600
yıl önce batmış bir gemiden, Antik Yunanlıların
Atlantis’te bulunduğunu söylediği “orichalcum”
isimli bir metal çıkarıldı. Metal külçeleri, büyük
ihtimalle Yunanistan’dan veya Anadolu’dan, Güney
Sicilya’daki Gela kentine getiriliyordu. Metali
taşıyan gemi büyük ihtimalle bir fırtınaya yakalandı
ve tam limana girmek üzereyken battı.
Deniz İşleri Şefi
Sebastiano Tusa, batığın 6. yüzyılın ilk yarısına
tarihlendiğini söyledi. Batık, denizde Gela
kentinden 300 metre açıkta ve 3 metre derinlikte
bulundu. Tusa, deniz tabanında bulunan 39 metal
külçesinin benzersiz bir buluntu olduğunu söyledi.
“Orichalcum’a birkaç süs eşyasında rastlandı ve adı
eski metinlerde geçiyor, buna benzer bir şey hiç
bulunmadı” diyor Tusa.
Orichalcum Efsanesi
Bileşenleri ve kaynağı
oldukça tartışılan orichalcum metali, gerçekten de
gizemli bir metal olarak görülüyor. Antik
Yunanlılara göre, Yunanlı-Fenikeli mitolojik bir
karakter olan Kadmos tarafından icat edilmişti. MÖ
4. yüzyılda, Yunan filozof Platon, Critias isimli
diyaloğunda bahsederek metali efsanevi bir hale
getirdi.
Dünya üzerinde Atlantis’in olabileceği düşünülen yerler
Platon, efsanevi ada
Atlantis’i “orichalcum metalinin kırmızı ışığıyla”
yanıp sönen bir yer olarak tanımlamıştı. Altından
sonra ikinci en değerli madde olan orichalcum,
Atlantis’te çıkarılıyordu ve Poseidon Tapınağı’nın
iç duvarları, sütunları ve yerleri bu metalle
kaplanmıştı.
Orichalcum Metali
Aslında Nedir?
Günümüzde birçok uzman
orichalcum’un, pirinç benzeri bir alaşım olduğunu
düşünüyor. Antik zamanlarda bu metalin sementasyon,
yani karbon verilerek sertleştirme yöntemiyle
yapıldığı düşünülüyor. X ışını floresansı yöntemiyle
39 külçe metalin, %75-80 oranında bakır, %15-20
oranında çinko ve küçük miktarlarda nikel, kurşun ve
demirden oluştuğu görüldü.
Gela Kenti
Tusa “Bu buluntular,
kuruluşundan ortalama yüz yıl sonra MÖ. 689 yılında,
Gela şehrinin, değerli objelerin yapımıyla uğraşan
zanaatkarla dolu zengin bir şehir haline geldiğini
de gösteriyor” dedi. Bulunan 39 külçe gerçekten de
zanaatkarların atölyelerine gidiyordu ve yüksek
kaliteli süs eşyalarında kullanılacaktı.
Tusa ve ekibi gemi
batığının tamamını gün yüzüne çıkarmayı planlıyor.
“Bu sayede Sicilya’nın en erken ekonomik tarihiyle
ilgili bilgi edineceğiz” diyor Tusa.
İtalya’daki Külçeler
Gerçekten Orichalcum Olmayabilir
Mineraloji, paleontoloji
ve arkeoloji dallarında birçok çalışması olan emekli
fizik profesörü Enrico Mattievich ise, bulunan
külçelerin orichalcum’dan yapılmadığı görüşünde.
Mattievich, orichalcum’un pirinç benzeri bir alaşım
olmadığını; bu materyalin Peru’daki And Dağları ve
MÖ. 1200- MÖ. 200 yılları arasında burada yaşayan
Chavin kültüründen kaynaklandığını düşünüyor.
Profesör, “Mitolojik Cehenneme Yolculuk” isimli
kitabında Antik Yunanlıların Amerika’yı keşfettiğini
iddia ediyor ve Chavin kültüründeki metalik Jaguar
heykellerinde kullanılan bakır, altın ve gümüşten
oluşan bir alaşımın, aynen Plato’nun bahsettiği gibi
kırmızı parıltıları olduğunu belirtiyor.
Başka uzmanlar da
orichalcum’un kehribar ya da başka bakır içerikli
alaşımlar olabileceğini ileri sürmüştü.
arkeofili.com, Haber:
Ayşe Bursalı, 09.01.2015
|
MAMUTLARIN YOK OLMASININ
NEDENİ METEOR DEĞİLMİŞ
Araştırmacılar, aşırı
ısınmayla oluşan cüruf damlacıklarının, 12.900 yıl
önce gerçekleşen kozmik bir felaketle değil, Taş
Devri’nde insan kaynaklı ateşlerle oluştuğunu
açıkladı. Suriye’den alınan toprak örnekleri, aşırı
soğuk Genç Dryas Dönemi’ni tetikleyip mamutların yok
olmasına neden olduğu düşünülen kozmik felaketin
aslında hiç gerçekleşmediğini ortaya koydu.
Yaklaşık 13.000 yıl önce
Dünya aşırı derecede soğudu ve neredeyse 1000 yıl
boyunca öyle kaldı. Genç Dryas olarak bilinen bu ani
soğuma dönemi, mamutların yok olması ve Amerika
yerlileri Clovis insanlarının kaybolması ile aynı
ayna denk geldi. 1980 yılında bazı araştırmacılar,
bu soğumanın Kuzey Amerika’ya düşen bir kuyruklu
yıldız ya da göktaşının neden olduğunu
söylemişlerdi.
Uzmanlar yaptıkları yeni araştırmayla, Kuzey
Suriye’de 10.000 ila 13.000 yıl öncesine tarihlenen
dört yerleşmede erimeyle oluşan cüruf damlacıklarını
incelediler. Daha önceden ortaya atılan hipotez,
Genç Dryas Dönemi’nin başlangıcı olduğu düşünülen
kozmik felaketin benzer cüruf damlacıklarıyla
karşılaştırdılar.
Araştırmanın başındaki
Peter: “Suriye bölgesi için kozmik felaket düşüncesi
söz konusu değil. Bunun imkanı bile yok” dedi.
Bu cüruf damlacıklarının
nedeninin kozmik felaket değil, insan kaynaklı
ateşler oldukları ortaya çıkartan ve Suriye
bölgesinde yapılan bu araştırma, Euphrates Nehri
yanında yaşayan bazı tarım öncesi toplulukların
yoğun ateş yaktıkları düşüncesini öne çıkardı.
Bölgedeki dönem yerleşmelerine bakıldığında birçok
kerpiç yapının olduğu ve bu kerpiç bloklarda yoğun
ateş ve erime izleri olduğu belirtildi.
Suriye Bölgesi
Araştırmasının Sonuçları
– Cüruf damlacıklarının tamamen yerel toprakla
ilişkili olduğu, önceden tahmin edildiği gibi
kıtalar arası bir etkinin olmadığı ortaya çıktı
– Damlacıkların
içeriğine yapılan analizler, küçük çaplı ve kısa
süreli ateşlerle oluştuğunu, göktaşı çarpmasından
kaynaklı yoğun ve yüksek dereceli bir sıcaklıkla
oluşmadığını gösterdi.
– Yerleşim alanlarından
alınan örnekler 3000 yıllık bir periyodu kapsıyor.
Eğer bir kozmik felaket olsaydı, bu anlık bir olay
olurdu.
arkeofili.com, Haber:
Erman Ertuğrul, 09.01.2015
|
BİR TARİHİ FACİA OLARAK RESTORASYONLAR
Yanlış restorasyon uygulamaları nedeniyle bazı
tarihi eserler tanınmayacak hale geliyor. Yenileme
çalışmaları sonrasında yapıları görenler, tarihi
olduğuna inanamıyor. Atik Valide Şifahanesi, Süheyl
Bey Camii restorasyon çalışmaları bu uygulamaların
en bariz örnekleri.
Son yıllarda
Türkiye’nin birçok şehrinde, özellikle de
İstanbul’da birçok tarihi yapı restore edildi,
ediliyor. Lakin bu restorasyonların bazıları
görenleri şaşkına çeviriyor. Bazı eserler yenileme
çalışmalarından sonra neredeyse tanınmayacak hale
geliyor. Mekanların önceki ve sonraki halleri
görenlere “Orası burası mıydı?” sorusunu sorduruyor.
Çünkü binaların son halleri, tarihi eserden ziyade
modern bir yapı görüntüsü veriyor. Bazı yapılar da
yapılan yanlış restorasyon çalışmaları sonucunda
adeta yamalı bohçaya dönüyor. Düzeltmeler ve
rötuşlar sırıtıyor ve genel görüntüyü bozuyor.
Yüzyıllar öncesinde inşa edilen bu tarihi mekanlar,
‘yenilikçi’ akımın etkisinde fazlaca kalmış
insanların adeta egolarını tatmin ettiği deneysel
bir nesne haline geliyor. Yapılanlar, ünlü sanat
eleştirmeni John Ruskin’in, “Restorasyon, bir
yapının başına gelebilecek en büyük felakettir”
sözünü anımsatıyor. Ecdat yadigarı emanetlerin bu
şekilde yenilenmesi tarih ve kültür sevdalılarını
derinden üzüyor. Hatta bazı duyarlı vatandaşlar,
yapılan yanlışlıkları internette ve sosyal medyada
teşhir ediyor. Görsel Gürültüler isimli internet
sitesi başta olmak üzere birçok platformda bu
hatalar insanların dikkatine sunuluyor.
Restorasyon sonrası cam kaplamalı bir alışveriş
merkezi görünümü kazanan 450 yıllık Atik Valide
Şifahanesi.
Osmanlı hükümdarı
II. Selim’in eşi Nur Banu Sultan tarafından Mimar
Sinan’a yaptırılan İstanbul’un en büyük 3. külliyesi
hüviyetindeki Atik Valide Külliyesi içinde yer alan
şifahanenin başına gelenler bu duruma en büyük
örnek. Yaklaşık 450 yıllık bir geçmişi bulunan
şifahanenin son hali görenleri şaşkına çeviriyor.
Tıp tarihimiz açısından oldukça önemli sayılan ve
bulunduğu muhit dolayısıyla yıllarca ‘Toptaşı
Bimarhanesi’ olarak adlandırılan ve restore
edildikten sonra yeni kurulmuş olan bir vakıf
üniversitesine tahsis edilen mekan, ‘bu kadar da
olmaz’ dedirtiyor. Zira ilk kez görenlerin bu
mekanın tarihi bir eser olduğuna inanması hayli güç.
Yapı, eski bir külliyeden çok cam kaplamalı yeni bir
alışveriş merkezi ya da kafeyi andırıyor. Özgün
eseri açığa çıkartmak yerine sanki şifahanenin
görünmemesini ister gibi boydan boya cam
giydirmelerle kapatılan binanın özgün işlevi ve
görünümünden bu denli uzakta olması elbette üzücü.
Vakıflar Genel Müdürlüğü yetkilileri ile Anıtlar
Kurulu üyelerinin bu projeye nasıl izin verdiği ise
merak konusu.
İshakpaşa Sarayı’nın cam çatıyla kaplanmış modern
görünümü.
İshakpaşa Sarayı seraya döndü
Bu konuya bir başka örnek de geçtiğimiz günlerde
sosyal medyada çokça tartışılan tarihi İshakpaşa
Sarayı’nın restorasyonu. 18. yy. Osmanlı mimarisinin
en belirgin ve seçkin örneklerinden biri olan
sarayın son halini görenler şaşırıyor. Sarayın üstü,
şeffaf bir cam tavanla örtüldü. Son görüntüsü
uzaktan bir serayı andırıyor. Bu durum sarayı
ziyaret eden yerli ve yabancı turistler tarafından
yadırganıyor. Yetkililer ise yapılan çalışmayı
savunuyor. Tavanın saray içindeki eserleri korumak
için güneş ışığını kıracak bir yapı olduğunu
söylüyor. Isı yalıtımlı olarak tasarlanan cam
tavanın sarayın içinin buz tutmasını da
engelleyeceği görüşündeler.
Cam tavanın buna katkısı olur mu olmaz mı
bilinmez ama bu haliyle tarihi görüntüsünden çok
uzakta olduğu çoğunluğun kabul ettiği bir gerçek.
Mimar Sinan yapısı Süheyl Bey Camii ve yeniden
yapılmış hali.
Cam cepheli tarihi cami
En trajikomik örnek ise İstanbul Fındıklı’daki
Süheyl Bey Camii restorasyonu. 1956’da yıkılan
caminin yeniden canlandırılması için bir restorasyon
projesi başlatıldı. Ancak eserin son halini görenler
gözlerine inanamadı. Mimar Sinan’ın yaptığı,
orijinalinde sekizgen planlı olan caminin yerine cam
cepheli betonarme bir bina inşa edildi. Ortaya çıkan
yapı bir camiden çok, cam cepheli bir mağazaya
benziyordu. Komik olansa, çalışmalar sırasında
eserin orijinal halinin fotoğraflarda yer almasına
rağmen, projenin uzaktan yakından bununla ilgili
olmamasıydı. 1591’de Süheyl Bey tarafından Mimar
Sinan’a yaptırılan cami, sekizgen planlı ve
kubbeliydi. Ancak proje sonrasında ortaya cam
cepheli bir bina çıkınca tartışma başladı. Mimarlar
Odası ve sivil toplum örgütleri projeyi eleştirirken
Vakıflar Genel Müdürlüğü ‘Koruma Kurulu onay verdi’
diyerek kendini savundu.
Yine Süleymaniye ve Fatih camilerinde yapılan
restorasyonlardan sonra bu eserlerin özellikle dış
cephelerinde yamaya benzeyen bölümler oluştu. Bu
şekildeki uygulamaları başka yerlerde de görmek
mümkün. Uzmanlara göre dışarıdan bakıldığında hemen
göze çarpan bu yamalar ya aynı malzemenin
kullanılmamasından ya da gerekli eskitmelerin
yeterince yapılmayışından kaynaklanıyor. Sadece
camiler, saraylar ve külliyeler değil, başka tarihi
eserler de yanlış restorasyon uygulamalarından
nasibini alıyor. Bunun en can alıcı örneklerinden
biri yaklaşık 1600 yıllık bir tarihe sahip olan
Bozdoğan Su Kemeri. Dünyadaki örneklerinin adeta cam
fanuslar içinde korunduğu bu tarihi yapının
restorasyon sonrasındaki görüntüsü sanki birkaç yıl
önce inşa edilmiş izlenimini veriyor. Restorasyon
disiplinine aykırı birçok uygulamanın kemere
yapıldığını görenler epey üzülüyor.
Restorasyon
facialarına örnekler
Sümela Manastırı, beton kullanılarak restore
edilmişti.
Sümela duvarları betonla örüldü
Trabzon’un simgelerinden biri sayılan Sümela
Manastırı’nda yapılan çalışmaların sonucunda
manastırın duvarları betonla örülmüştü. Çalışmalarda
yerli taş yerine, il dışından taş kullanılmış,
pencere önleri de çimentoyla kaplanmıştı.
Selçuklu yapısı Battal Gazi Külliyesi’ne yeni
yapılan mutfaklar.
Battal Gazi Külliyesi’ne Amerikan mutfak
Eskişehir’deki Seyyid Battal Gazi Külliyesi,
restorasyon sonrasında orijinal halinden çok farklı
bir hale gelmişti. Mermer olan külliye sütunlarının
yerine beton sütunlar inşa edilmiş, Selçuklu
dönemine ait eserin içine, Amerikan tarzı mutfak ve
modern tuvaletler yapılmıştı.
İznik Ayasofya Müzesi’nin kubbeleri betonla
kaplandı.
İznik’te beton kubbeler
İznik’teki Ayasofya Müzesi’nin restorasyon
çalışmaları sırasında müzenin kubbelerinin
onarımında harç kullanılmıştı. Eser üzerindeki tüm
açıklıklara da cam yerleştirilmişti.
Dengeyi
korumak gerek
Hayati Binler (Yüksek mimar ve
restorasyon uzmanı): Bir şeyi çok aşırı
korursak kullanamayız. Aşırı korumacılık fikri
iyidir ama sonuç vermez. Diğer taraftan 500-700
yıllık bir eserde günümüzün lüksünü ve bütün
gerekliliğini karşılayalım düşüncesi de yanlıştır.
Çünkü o zaman eser, görüntüsü itibarıyla artık o
eser olmaktan çıkmış olur. Bu konuda ifrat ve
tefrite kaçmamak gerekiyor. Kültürel varlıklarımızı
yaşamaları için kullanmamız gerek. Görünüm ne kadar
eski eserden bir şeyler ihtiva ediyorsa o derecede
iyidir.
İhaleler
eşe dosta veriliyor
Eyüp Muhcu (Mimarlar Odası Genel Başkanı):
Türkiye’de restorasyon uygulamaları öteden beri
sorunlu. Son yıllarda sorunlar daha da artmaya
başladı. Restorasyon ilkeleriyle bağdaşmayan
yapıların tarihsel mimari özelliklerini ortadan
kaldıran birtakım inşai faaliyetler, restorasyon adı
altında yürütülüyor. Bu konuda yeterli olan
firmalara iş vermek yerine iktidara yakın olarak
bilinen eşe dosta işler verildi. Bu firmalar işin
ehli değil. Ne uzmanları ne de tecrübeleri var. Bu
koşullarda yapılan restorasyonların başarılı olması
mümkün değil.
Zaman, Haber: Ali Pektaş, 09.01.2015
|
ÇİN'İN BİNLERCE YILLIK
MÜZİK ALETLERİ
Çinli arkeologlar Hubei
bölgesindeki binlerce yıllık mezar komplekslerinde
müzik aletleri buldu. 1500 x 800 m büyüklüğündeki
mezar alanlarında, “Se” isimli yaylı çalgı ve rüzgar
çanlarına benzer çanların asıldığı bir çerçeve
ortaya çıkarıldı. Çinli arkeologlar, parmakla
çalınan enstrümanın en erken örneğini bulduklarını
söyledi.
Uzmanlar, bulunan müzik
aletlerinin, MÖ 1046-771 yıllarındaki Batı Zhou
Hanedanlığı ve MÖ 476-221 yıllarındaki Savaşan
Devletler Çağı arasındaki dönemde, müzğin gelişimine
ışık tutacağını söylüyor.
Ayrıca aynı mezar
kompleksinde bulunan at arabaları, Zeng Devleti
hakkında yeni bilgiler sunuyor. Bölgedeki kazılar,
MÖ 771 ve MÖ 476 yılları arasında Zeng Devleti’nin
rolünü ve önemini anlamak amacıyla yapılıyor.
“ Se” isimli müzik aleti
günümüzde çok az kişi tarafından çalınabiliyor.
Fakat “se” tarih içinde “Guzheng” isimli müzik
aletini oldukça etkilemiş. Bu enstrümanla çalınan
bir parçayı aşağıda bulabilirsiniz.
arkeofili.com, Haber:
Ayşe Bursalı, 08.01.2015
|
ALKOL ARKEOLOJİSİ:
MİDAS'IN İÇKİSİNİN TADINA BAKMAK
Patrick Mcgovern, alkol
arkeolojisi hobisine, Türkiye’deki Midas mezarında
bulunan bronz vazolar içerisindeki tortulardan yola
çıkıp, Midas içeceği yaparak başlamış. MÖ 700 yılına
tarihlenen bu sıradışı içecek, bira arpası, şarap ve
bal likörü içeriyor. Aynı zamanda mezarda bulunan
mercimek, baharat, kuzu ve keçi gibi yiyecek
kalıntılarından da cenaze törenindeki ziyafeti
canlandırmaya çalışıyor.
Arkeologların kendisine
içinde içecek kalıntısı olabilecek seramik parçaları
verdiğini söyleyen Mcgovern, bu tortuları analiz
ederek spesifik özelliklerinden tanımlayabildiğini
belirtti. Üzüm, arpa ve şekerden oluşan üç ana
bileşeni bildiklerini belirten Mcgovern, fakat
acılık maddesini henüz bilemediklerini söyledi.
“Şerbetçiotu olamaz çünkü Avrupa’ya günümüzden 700
yıl önce geldi. Biz de bunu araştırmak için safran,
kakule, burçak ve kimyon gibi Doğu Akdeniz
baharatlarına baktık. Bu içkiyi yeniden yapma
rekabetinde kazanan içki, acılaştırıcı olarak en iyi
kalite safranı ve kekik çiçeğinden yapılmış Yunan
balını içeriyordu. Kazanan içki, tatlı sayılabilirdi
fakat safron aromatik bir tat katmıştı.”
Mcgovern sözlerine şöyle
devam etti: “Antik içecekler, genelde çok boyutlu
olma eğilimde. İnsanlar bir içecek üzerine
uzmanlaşmayı gerekli görmemiş. Erken dönemlerde,
şarap sektörü, bira ve bal likörü sektöründen
ayrılamıyordu. Ayrıca fermantasyon için yeterli
şekere sahip olduklarından emin olmak istiyorlardı.
Onlar da içinde şeker barındıran her şeyi aldılar ve
birbirine karıştırdılar.“
arkeofili.com, Haber:
Erman Ertuğrul, 08.01.2015
|
OSMANLI KUBBELERİNE DÜZENLEME
Suudi Arabistan'ın
Mescid-i Haram çevresinde yaptığı genişletme
çalışmaları kapsamında tek tek numaralandırıp
paketlenen,
Mimar Sinan'ın planladığı
Osmanlı kubbeleri 15 metre geri çekilip yeniden
inşa ediliyor.
Mescid-i Haram'da bulunan tarihi
Osmanlı kubbelerinin, Kabe'yi Genişletme Projesi
kapsamında sökülmesine 2013 Şubat'ında başlandı. Tek
tek numaralandırıp özenle paketlenen kubbeler,
yapılan bakımların ardından 15 metre geri çekilip
yeniden inşa ediliyor.
2012 yılında yenileme çalışmalarına başlanan
kubbeler Mescid-i Haram'ın batı, kuzey ve güneyinde
yer alacak.
Kabe'nin etrafını çeviren ve Kabe yüksekliğini
aşmayan kubbeler, eskilerinin etrafına, Osmanlı
padişahı II. Selim zamanında yapıldı. Yapıların
planlarını
Mimar Sinan hazırlamıştı.
Kubbeler Mimar Sinan'ın planlarına sadık
kalınarak yeni yerlerinde inşa ediliyor. Daha önce
yıpranmış ve beyazlamış olan kubbelerin renkleri
sarıya yakın ve parlak oluyor.
Ravakların tamamen sökülmesi yaklaşık iki ay önce
tamamlanmıştı. Yerleri için gerekli düzenleme ve alt
yapı çalışmaları tamamlanan kubbelerin tekrar
yerleştirilmesine geçtiğimiz günlerde başlandı.
Üç aşamadan oluşan planlamada söküm, bakım ve
yeni yerine yerleştirilme işlemleri içinde mühendis
ve arkeologların da bulunduğu uzman bir ekip
tarafından takip ediliyor.
TARTIŞMALARA NEDEN OLMUŞTU
Osmanlı dönemine ait kubbeler Suud hükümeti ile
Türkiye arasında tartışmalara neden olmuştu.
Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdülaziz El
Suud, 2012 yılında Osmanlı revaklarının hac sezonu
sonunda tamamen yıkılması için onay vermişti. Ancak
revakların, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın devreye
girmesi ve yine Kral Abdullah'ın emriyle, yıkılması
yerine, söküldükten sonra aslına uygun olarak
restore edilip tekrar konulmasına karar verildi.
Harem-i Şerif'te yapılan genişletme çalışmaları
sonucu saatte 105 bin kişi Kabe'yi tavaf edebilecek.
Özellikle Hac ve Ramazan umresinde büyük izdihama
neden olan tavaf alanında, Osmanlı revaklarıyla
ilgili yenileme çalışması, Kabe'yi Genişletme
Projesi'ni üstlenen Bin Ladin Grubu tarafından
yürütülüyor.
Yenileme kapsamında, revaklar ile birlikte Bab-u
Sefa Kapısı da proje kapsamında, yeniden aslına
uygun olarak restore edilecek.
Sabah, Kaynak: Al
Jazeera, 08.01.2015
|
2500 YILDIR BU SİKKENİN
NASIL YAPILDIĞINI KİMSE BİLMİYOR
Resimde görülen
sikkeler, ilk olarak MÖ 540 yılında Güney
İtalya’daki şehirlerde basılmış. Sikkelerin iki
tarafında aynı şekil bulunuyor ama arka taraftaki
şekil içine çökmüş ve öndekinin negatifi gibi
görünüyor. Ayrıca bu sikkelerin, dönem şehirlerinde
yüz yıldan uzun bir süre boyunca kullanıldığı
düşünülüyor.
Antik Yunan Metapontion şehrinden bir sikke
Bulunan sikkelerin
gizemli üretim tekniğinin uygulaması oldukça zor
görünüyor. Sikkeler birçok tartışmaya konu oldu ama
hala tam olarak açıklanamadı ve nasıl yapıldıkları
sorusunu cevaplandırmak için Avustralya’da Macquarie
Üniversitesi Nümizmatik Merkezi ile Nükleer Bilim ve
Teknoloji Organizasyonu üyeleri bir araya geldi.
Antik sikke üretimiyle ilgili günümüze kalan hiç
yazılı kaynak ya da çizim yok. Antik Yunan dönemi
darphanelerinden günümüze sadece 3 ya da 4 sikke
kalıbı örneği kaldı. Bu yüzden bu konuda öğrenilen
bilgiler, sikkelerden edinilen bilgilerle sınırlı
kalıyor.
Nötron analizleriyle yapılacak araştırmaların, bu
ilk sikkelerin yapım teknolojisini aydınlatacağı
umuluyor.
arkeofili.com, Haber:
Ayşe Bursalı, 08.01.2015
|
DÜNYANIN EN BÜYÜK MOZAİK MÜZESİ'NDEN BİRİ HATAY'DA
Hatay’da yaklaşık 3 yıl önce yapımına başlanan ve
dünyanın en büyük mozaik müzesi olmaya aday olan
Hatay Arkeoloji Müzesi, ziyaretçilerine kapılarını
açtı.
Türkiye’nin en büyük kapalı alana sahip müzesi
özelliğine sahip olan yeni Hatay Arkeoloji
Müzesi’nde, bugüne kadar yer darlığı sebebiyle
depoda bekletilen ve toprak altında bulunan
mozaikler de sergilenebiliyor. Müze, 5 bin metrekare
mozaik sergilenme alanına sahip.
Açılışını Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Hatay
ziyaretinde yaptığı Hatay Arkeoloji Müzesi’nde,
açılmasından sonra eski müzede sergilenen
mozaiklerin yanı sıra depolarda muhafaza edilen
eserler de sergileniyor.
Açıldığından bugüne kadar birçok yerli ve yabancı
turisti kendine hayran bırakan ve dünyanın en büyük
mozaik müzesi olma yolunda ilerleyen Hatay Arkeoloji
Müzesi’nde 971 mozaik sergileniyor.
Müze ziyaretçilerinden Ahmet Çelik, “Eski müzeye
nazaran oldukça geniş. Gezdiğimizde önceki müzede
hiç görmediğimiz tarihi eserleri görme fırsatımız
oldu. Çünkü birçok eserin depolarda olduğunu
biliyorduk” dedi.
Saltuk Güney ise Hatay’ın tarihi dokusunun tam
olmasa da birçok noktada müzeye yansıdığını ifade
ederek, “Açılan yeni müze Hatay’a mutlaka katkı
sağlayacaktır ama çevresi de içi gibi daha güzel ve
tarihi dokuya uygun yapılabilir” diye konuştu.
haberler.com, 08.01.2015
|
DENİZ ÇEKİLDİ,
'KRAL YOLU' ORTAYA ÇIKTI
Muğla’nın Bodrum
İlçesi'nde denizin çekilmesiyle
ortaya çıkan tarihi sur kalıntıları ilginç görüntü
oluşturdu.
Yılın bu zamanlarında birkaç kez yaşanan olay, milattan önce 4. yüzyılın ortalarında yapılan ve Mydos (Tavşan) Adası’na kadar uzanan şehir surları, su seviyesinin üzerine çıkıyor.
Halk arasında ‘Kral Yolu’ olarak bilinen ve adayla Gümüşlük Mahallesi’ni birbirine bağlayan sur duvarlarındaki taşların, 19. yüzyılda eski Karakaya Köyü'ndeki evlerin yapımında da kullanıldığı belirtildi.
Suların Sabah saatlerinde çekildiğini anlatan bölge
halkından Yusuf Can Altuntaş, taşların ortaya
çıktığını gördükçe mutlu olduklarını ifade ederek
“Eski tarihi eserleri görüyoruz. Bizi çok
şaşırtıyor, çok hoşumuza gidiyor. Buraya fotoğraf
çekmeye geliyorlar” dedi.
Milliyet, 08.01.2015
|
|
PROF.DR. NEJAT BİLGEN: SEYİTÖMER KAZISI,
ULUSLARARASI BİR ÇALIŞMADIR
Dumlupınar
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü tarafından yürütülen,
proje başkanlığını Prof.Dr. Nejat Bilgen’in yaptığı
Seyitömer Höyük Kazı Çalışması, arkeoloji, sanat
dergilerinden birisi olan Arkeoloji ve Sanat
Dergisi’nde yer aldı.
DPÜ Arkeoloji Bölümü Başkanı
Prof.Dr. Nejat
Bilgen, Seyitömer Höyük çalışmanın sadece Türkiye
değil, dünya tarihi açısından çok önemli olduğunu
dile getirdi.
Yapılan kazı çalışmalarında ulaşılan bulgulara da
değinen Prof.Dr. Nejat Bilgen, “Yapılan kazı
çalışmaları ile karbonlaşmış beyinler bulundu.
Yapılan kazılar sonucu, depremlerin sebep olduğu
yıkımların altında in situ olarak bugüne kadar
yapılan kazılarda pek görmediğimiz bir evin enkazı
altında ocağın çevresinde uyudukları sırada depreme
yakalanmış ve kaçamamış insanlara ait yanmış
iskeletlerle karşılaşılmıştır. Başka bir alanda
açığa çıkarılan yetişkin bireyler ile çocuklarına
ait iskeletlerin kafatasları içinde karbonlaşmış
halde bulunan beyinler, hem insanlık hem tıp tarihi
açısından değerli kanıtlar sundu.Yine bu güzide
Seyitömer Höyük çalışmamız ile Orta Tunç Çağı’na ait
bir evin deposunda bulunan küpün içindeki mercimek
tohumlarından birinin Dumlupınar Üniversitesi
Biyoloji Bölümü tarafından yeşertilerek ilk örnek
oldu. Yine çıkardığımız bulgulardan anladığımız Orta
Anadolu’nun Koloni Çağı’na denk gelen bu tabakada
elde edilen bulgulardan tanrı ailesi olarak görülen
bir kurşun figürün, çizme biçimli bir ryhton ile
şimdilik örneğini yalnızca Kültepe’de gördüğümüz
çift çizme biçimli rython ve mühürler dönemin önemli
şehirleri ile olan bağlantıları açık şekilde ortaya
koymaktadır.Yapılan kazılarla Seyitömer Höyüğü’nün
en gelişkin dönemi olan İlk Tunç Çağı 3′e ait Saray
ve ‘damla’ şeklindeki kent planı ve her evrede
sistemli bir şekilde gözetilmiş ‘uzun ev’ planındaki
yapılar çıkarıldı. Höyüğün güneybatısında kademeli
olarak üç teras üzerine yerleştirilmiş, çevreye
hakim bir konumda ve höyükteki diğer ev planlarına
uymayan büyük bir yapı kompleksi yer alıyor. Bu
kompleks halindeki yapının yönetici sarayı olduğu
tahmin edilmektedir” ifadelerini kullandı.
haberler.com, 08.01.2015
|
2700 YILLIK PHASELİS'TEKİ OTEL KABUSU ŞİMDİLİK BİTTİ
Antalya’nın dünyaca ünlü antik kenti Phaselis’te
Rixos otellerinin sahibi Fettah Tamince tarafından
yapılmak istenen otel projesine verilen ÇED Gerekli
Değildir kararına karşı yöre halkı ve sivil toplum
örgütlerinin açtığı davayı gören Antalya 2. İdare
Mahkemesi, alanla ilgili yeterli bilimsel çalışmayı
içermediği gerekçesiyle kararı iptal etti.
Phaselis’i betondan korumak için mücadele veren
davacıların, projenin tamamen iptal edilmesi için
açtıkları dava ise önümüzdeki günlerde görülecek.
Davanın avukatı Tuncay Koç, “Phaselis’te hiçbir
projeye izin vermeyeceğiz” dedi.
2 bin 700 yıllık geçmişe sahip olan Phaselis’te
yapılmak istenen 5 yıldızlı otel projesi için
Antalya Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü, Aralık
2013’te ‘ÇED Gerekli Değildir’ kararı vermişti.
Ancak proje için tahsis edilen milli park
sınırındaki alanın bir bölümünün de 1. Derece
arkeolojik sit alanı olması yöre halkının yanı sıra
kamuoyunda tepkilere neden olmuştu. Çok sayıda eylem
yaparak otel girişimini protesto eden meslek odaları
ve yaşam savunucuları, ardından ÇED Gerekli Değildir
kararının iptali istemiyle dava açtı. Davayı gören
Antalya 2. İdare Mahkemesi ise ÇED Gerekli Değildir
kararına önce yürütmeyi durdurma, ardından ise iptal
kararı verdi. Projenin esastan iptali için açılan
dava ise önümüzdeki günlerde görülecek. Mahkeme
kararını değerlendiren davanın avukatı Tuncay Koç,
“Phaselis’te hiçbir projeye izin vermeyeceğiz” dedi.
PHASELİS İÇİN AÇILAN DAVAYA YOĞUN KATILIM
OLDU
Mahkemenin davayla ilgili nihai kararını
açıklamasının ardından, Mimarlar Odası, Çevre
Mühendisleri Odası, Ziraat Mühendisleri Odası ve
Peyzaj Mimarları Odası’nın Antalya şubelerinin yanı
sıra Antalya Barosu, Kemer Esnafları ve Turizmcileri
Derneği, Doğa Dostları Derneği, Çıralı’yı Sevenler
Derneği, Ulupınar Çevre Koruma ve Geliştirme
Kooperatifi gibi meslek odası ve sivil toplum
örgütleriyle, Sami Adaletli, Bilal Aktan, Ahmet
Kaya, Tahir Şimşek, Ali Kara, Erdal Elginöz, Tuğba
Pınar Günal, Elif Arığ Guttstadt, Bedia Tülüer,
Muharrem Birhan Erkutlu, Büşra Koç ve Yılmaz
Vural’dan oluşan davacılar tarafından yapılan ortak
açıklamada, “Bizim için esas olan, Phaselis antik
kenti ve etkileşim alanı içinde adı ne olursa olsun,
hangi şirkete veya kuruma ait olursa olsun, hiçbir
şekilde yapılaşmaya izin verilmemesidir. Bu
hedefimize ulaşıncaya kadar, her platformda konunun
takipçisi olacağımızı kamuoyuna bildiririz” görüşüne
yer verildi.
YENİ PROJELER ÜRETİLMEYECEĞİNE İNANMAK
İSTİYORUZ’
Ne bölge halkının ne de Antalya kamuoyunun,
Phaselis’in koruma alanı sınırlarında ya da etki
alanı civarında herhangi bir yapılaşma görmek
istemediğinin altı çizilen açıklamada, “söz konusu
otel projesi, paha biçilmez değerdeki tarihi
mirasımızı tehlikeye atarak kamu vicdanını
yaralamış, Antalya'nın, ülkemizin ve hatta bütün
dünyadan Phaselis'i bilen ve seven duyarlı
insanların haklı tepkisini çekmiştir. Mahkeme
kararıyla iptal edilmiş olan proje için, yeni
projeler üretilmeyeceğine, yetkililerin kamuoyu
kadar duyarlı davranabileceklerine inanmak
istiyoruz” denildi.
ARKEOLOJİK KALINTILARLA DOLU ALANA
YÜZLERCE BETON BİNA
Dava sürecinde Akdeniz Üniversitesi'nin bölgede
yaptığı teknik çalışmalar sonucunda otel yapılmak
üzere tahsis edilen alanda daha önce saptanamamış
çok sayıda antik kalıntıya ulaşıldığına dikkat
çekilen açıklamada, ayrıca şu görüşlere yer verildi:
“Bunun sonucu olarak, mevcut arkeolojik sit
sınırlarının, bu alanı da içine alacak şekilde
genişletileceğini ön görebiliriz. Henüz tam olarak
jeolojik etütleri ve kazıları yapılamamış olan
Phaselis antik kentinin, burada yapılacak yeni
kazılarla daha da görkemle gün ışığına çıkacağına
inanıyoruz. Uluslararası antlaşmalarla korumaya söz
vermiş olduğumuz Phaselis'in arkeolojik çalışmalarla
değerlendirilmesinin bölgemiz turizmine katkısı,
antik kalıntılar üzerine 280 odalı beton bina
dikmekten çok daha fazla olacaktır hiç şüphesiz.
Maalesef yapılmak istenen tam da buydu, çok değerli
arkeolojik kalıntılarla dolu bir alanın üzerine,
yüzlerce beton bina inşa edilmek istenmiştir.
‘ANTALYA’NIN ARTIK YENİ OTELE İHTİYACI
YOK!’
Bizzat kamunun sesi olarak bizler diyoruz ki
Antalya'nın artık yeni otele ihtiyacı yoktur.
Bölgemizdeki bütün otelciler ve ilgili meslek
kuruluşları da bu gerçeği her fırsatta dile
getirmekteler. İhtiyacımız olan şey, sahip olduğumuz
doğal, kültürel ve tarihi değerlerimizi korumak ve
geliştirmektir. Turistler bir bölgeye yalnızca orada
oteller olduğu için gitmezler. Biz, antik
kentlerimizin üzerine otel yaparsak, turistler ne
için geleceklerdir acaba Antalya'ya? Bütün bakir
koylarımıza beton yığını oteller doldurursak, ne
gibi bir çekiciliği kalacaktır şehrimizin? Ya
çocuklarımıza ne kalacaktır?
PHASELİS İÇİN 80 BİN İMZA, BİNLERCE
KİŞİLİK EYLEM
Bizler, bu konuda kamuoyunun sesi olduğumuza
inanıyoruz. Çünkü hem ahlaka, hem vicdana hem de
yasalara aykırı olduğu kanıtlanmış olan bu projeye
karşı yürüttüğümüz itiraz kampanyalarında yalnızca
projenin yapılmak istendiği Tekirova ve Kemer
bölgesinden değil, Kaş'tan, Manavgat'tan,
Kumluca'dan, Gündoğmuş'tan, Finike'den,
Korkuteli'nden hatta Muğla ve Fethiye'den binlerce
duyarlı vatandaş yer aldı. Davacılar arasında yer
almasalar da, Antalya'nın belli başlı sivil toplum
örgütleri ve sanatçıları, turist rehberleri, doğa
yürüyüşçüleri, bisikletçiler, motosiklet grupları,
paraşütçüler, çevre koruma örgütleri ve köy
dernekleri ile Türkiye'nin birçok yerinden
akademisyen, gazeteci, bilim insanı, sivil toplum
örgütleri, sanatçıların yanı sıra çok sayıda
vatandaş, yüreğini ve gücünü kattı bu otelin
durdurulması çalışmalarına. Bu duyarlı birlikteliğin
sonucu olarak, 23 Şubat 2014’te ‘Paselis’te Otele
Hayır’ başlığıyla Antalya'nın en büyük çevre
mitinglerinden biri yapılmıştı. Yine bu birliktelik,
otelin yapılmaması için 80 bine yakın imzanın
toplanmasını sağladı.
‘MİLLİ PARK İÇERİSİNDE BÖYLE BİR PROJE
ÇED’SİZ YAPILAMAZ’
10 yıla yakın bir süre boyunca, kapalı kapılar
ardında ince ince çalışılmış olduğunu görüyoruz. Bu
süre içinde Beydağları Sahil Milli Parkı'nın
sınırları değiştirilmiş, proje için gerekli alanlar
milli park dışına çıkartılmış, süreçler tersine
işletilerek, usulsüz bir şekilde uzun dönem planları
değiştirilmiş, imar planları projeye göre yeniden
düzenlenmiştir. Yani, mevcut planlara ve milli park
kurallarına göre proje yapılacağına, projeye göre
yeni imar planları yapılmış, milli park uzun dönem
planları değiştirilmiştir. Hepsinin üstüne, Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı Antalya İl Müdürlüğü, ‘ÇED
Gerekli Değildir’ belgesi vererek bu yıkım
projesinin başlama vuruşunu yapmak istemiştir.
Ancak, elimizdeki mahkeme kararından da anlaşılacağı
gibi, milli parklar içinde böylesi bir proje, ÇED
raporu olmadan yapılamaz.
PROJENİN ESASTAN İPTALİ İÇİN DE DAVA
AÇILDI
Konuyla ilgili diğer kurumlar olan Kültür ve
Turizm Bakanlığı ile Orman ve Su İşleri
Bakanlığı'nın da, Türkiye Cumhuriyeti olarak sonuna
kadar korumak için bütün dünyaya söz vermiş
olduğumuz tarih mirasımız Phaselis'e uygulanmak
istenen bu yıkım projesinin gerçekleşebilmesi için
gösterdiği gayretkeşlik, hepimizi incitmiştir. Her
iki kurum da, koruma kurallarının uygulayıcısı
olacaklarına bu kabus gibi otel projesinin önünü
açabilmek için, yıkıma yönelik uygulamalara imza
atmışlardır. Bu usulsüzlüklerle ilgili olarak,
projenin tahsisinin esastan iptal edilmesi için
açtığımız bir davamız daha vardır. Önümüzdeki
dönemde görülmeye başlanacak olan bu davayı da
kazanacağımıza ve dünyaca ünlü Phaselis antik
kentimize kast eden bu otel projesinden tamamen
kurtulacağımıza inanıyoruz.”
Sol Haber, Haber: Yusuf Yavuz, 07.01.2015
|
DÜNYA MİRAS ALANLARI ADINA BÜYÜK İMZA
UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve
Kültür Kurumu) Genel Direktörü
Irina Bokova ile
Kadir Has Üniversitesi
Rektörü Prof.Dr.
Mustafa Aydın, Dünya Miras Alanlarının korunması
adına yapılacak çalışmalar için çok önemli bir
ortaklığa imza attı. Dünya Miras Alanlarının
korunması ve tanıtımı için
Kadir Has Üniversitesi’nde kurulan “Dünya Miras
Alanlarının Yönetimi ve Tanıtımı: Yeni Medya ve
Toplumsal Katılım
UNESCO Kürsüsü” tarafların imzası ile
çalışmalarına başladı.
UNESCO Genel Direktörü
Irina Bokova,
UNESCO’nun 70. Yılı kutluma etkinlikleri
kapsamında Türkiye’ye yaptığı ziyarette 7 Ocak
Çarşamba Günü İstanbul’a gelerek
Kadir Has Üniversitesi Cibali Kampüsü’nde
“’Herkes İçin Daha İyi Bir Gelecek Adına Geçmişi
Korumak” başlıklı bir konuşma yaptı.
Ziyarette ayrıca,
UNESCO Genel Direktörü
Irina Bokova ile
Kadir Has Üniversitesi
Rektörü Prof.Dr.
Mustafa Aydın’ın katılımı ile düzenlenen törende
Kadir Has Üniversitesi’nde
Dünya Miras
Alanlarının Yönetimi ve Tanıtımı: Yeni Medya ve
Toplumsal Katılım konulu UNESCO Kürsüsü
kurulmasına ilişkin protokol imzalandı. Kadir Has
Üniversitesi UNESCO Kürsüsü, Kadir Has
Üniversitesi’nin önderliği ve UNESCO Türkiye Milli
Komisyonu’nun desteği ile Türkiye ve bölge
coğrafyasında bölgesel olarak kültürel mirasın
korumasına hizmet edecek bir mükemmeliyet merkezi
olma hedefiyle çalışacak.
İmza töreninde bir konuşma yapan Kadir Has
Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.
Mustafa Aydın, dünyada birçok kültür ve
medeniyetin kuruluş ve tarihini simgeleyen kültür
varlıklarının korunması ve gelecek nesillere
araştırılarak aktarılması konusunda Üniversite
olarak UNESCO ile birlikte çalışacak olmaktan ve
Bokova’yı ağırlamaktan büyük mutluluk duyduklarını
söyledi. Aydın şöyle devam etti: “Öncelikle dünyada
tarih ve kültürlerin yaşatılması ve gelişimi
konusunda çok önemli çalışmalara imza atan, gelecek
nesillere dünya miraslarının taşınmasında
koordinasyon ve destek rolü olan UNESCO’nun 70.
yılını kutlamak isterim. Kadir Has Üniversitesi’nde
kurulacak UNESCO Kürsüsü de çalışmalarını araştırma,
eğitim ve danışmanlık alanlarında sürdürecek. İlk
etapta uluslararası yüksek lisans öğrencilerine
yönelik bir yaz okulu çerçevesinde, Türkiye’deki
Dünya Mirası Alanları’nın tanıtılması ve toplumsal
katılımı yeni medya aracılığı ile sağlayacak
projeler üretilecektir. Böylelikle dünya miras
alanlarının tanıtılması, korunması ve yönetimi
konusundaki bilinç geliştirilirken, öğrenme sürecini
dijital araç ve yöntemlerle (tablet ve akıllı
telefon uygulamaları, üç boyutlu canlandırmalar,
bilgi sistemleri vb.) gerçekleştirerek katılımın
arttırılması hedeflenmektedir. UNESCO’nun en temel
söylemlerinden biri, barışın tesisi için kültürü
kullanmaktır. Bu yolda bu kürsünün faaliyetleri de
UNESCO’nun 2014-2021 yılında açıkladığı strateji ile
paralel yapıdadır. Kürsümüz, sürdürülebilir kalkınma
politikaları için bilim, toplum ve etik değerlerin
ara yüzünü desteklemek, barış, sürdürülebilirlik ve
toplumsal kapsayıcılık adına uluslararası bilimsel
işbirliği sağlamak ve kültürel mirası korumak ve
gelecek nesillere aktarmak, yaratıcılığı desteklemek
bilgiye evrensel erişim konularının desteklenmesi
konusunda önemli araştırma ve disiplinlerarası
çalışmalara ev sahipliği yapacaktır.”
Türkiye’de UNESCO Dünya Miras Listesi’nde 13 alan
bulunduğunu belirten Aydın, “Türkiye’nin zengin
kültürel, arkeolojik değerleri arasından Dünya Miras
Listesi’ne girmek için aday olan varlıkların sayısı
ise 52. Söz konusu alanların tamamı Kadir Has
Üniversitesi UNESCO Kürsüsü için birer çalışma alanı
olacak. Bu çalışmalarda Türkiye’nin konusunda uzman
akademisyenleri ile birlikte çok önemli üç paydaş
Turkish Cultural Foundation,Dijital Yaşam Koçu
Bilkom ve Dünya Mirası Gezginleri Derneği de yer
alıyor. Bu önemli kürsü ile özellikle kültür mirası
konusunda toplumda ve uluslararası arenada
farkındalık yaratacak projelere imza atılacağına
inanıyorum” diye konuştu.
Kadir Has Üniversitesi’nde kurulacak UNESCO kürsüsü,
Kürsü Başkanı Doç.Dr. Yonca Kösebay Erkan
yürütücülüğünde, Prof.Dr. Füsun Alioğlu, Doç.Dr.
Murat Çetin, Doç. Dr. Levent Soysal, Yard. Doç.
Dr.Ayşe Coşkun Orlandi, Yard.Doç.Dr.Taner Arsan ve
İsmail Hakkı Polat'tan oluşan disiplinlerarası bir
ekiple hizmet verecek.
Ülkemizde UNESCO Dünya Miras Listesi’nde; Bergama
Çok Katmanlı Kültürel Peyzaj Alanı, Bursa ve
Cumalıkızık-Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğuşu,
Çatalhöyük, Edirne Selimiye Camii ve Külliyesi,
Truva Antik Kenti, Safranbolu Şehri, Xanthos-Letoon,
Nemrut Dağı, Hattuşaş Hitit Başkenti, Divriği Ulu
Camii ve Darüşşifası, İstanbul’un Tarihi Alanları,
Göreme Milli Parkı ve Kapadokya,
Pamukkale-Hierapolis olmak üzere 13 alan bulunuyor.
Habertürk, 07.01.2015
|
DÜNYANIN MİRASI TÜRKİYE
Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik Çelik, Anadolu
Medeniyetleri Müzesi'nde, "Bergama Çok Katmanlı
Kültürel Peyzaj Alanı ile Bursa ve Cumalıkızık:
Osmanlı İmparatorluğu'nun Doğuşu" alanlarının Dünya
Mirası Listesi'ne alınmasından dolayı düzenlenen
berat takdim törenindeki konuşmasında UNESCO Genel
Direktörü Irina Bokova'yı Türkiye'de ağırlamaktan
duydukları memnuniyeti dile getirdi.
GEÇİCİ LİSTEDE 52 VARLIĞIMIZ VAR
Ömer Çelik, Türkiye'nin dünya miras alanları
listesinde kayıtlı kültür varlıkları sayısının 13'e
yükseldiğini ifade ederek, "Bu gelişmeyle ülkemiz
dünya miras listesinde varlığı olan 161 ülke içinde
20. sıraya yükselmiştir. Ayrıca geçici listeye dahil
52 kültür varlığımız bulunmaktadır" diye konuştu.
Efes ile Diyarbakır Surları ve Hevsel Bahçeleri'nin
Dünya Miras Listesi'ne adaylıkları konusunu
heyecanla beklediklerini ifade eden Çelik, "Umuyorum
ki bunlar da Dünya Miras Listesi'ne alındığı zaman
tekrar Sayın Bokova'yı ülkemizde görürüz ve bunların
beratlarını Diyarbakır'da ya da Hevsel'de teslim
alırız" dedi.
Akşam, 07.01.2015
|
SELİMİYE CAMİİ'NDEKİ 'KAPISIZ ODA'NIN SIRRI ÇÖZÜLDÜ
Edirne'nin ve Osmanlı'nın simgesi olan Selimiye
Camisi, kentin merkezinde, eskiden Sarıbayır ve
Kavak Meydanı denilen alanda bulunuyor.
II. Selim'in emriyle 1568 - 1575'te yaptırılan
sultan camisi, çok uzaklardan göze çarpan yapısı ve
kurulduğu yerin seçimiyle, Mimar Sinan'ın aynı
zamanda usta bir şehircilik uzmanı olduğunu
vurguluyor.
Selimiye Camii'ni ziyaret edenlerin merak konusu
olan kapısız oda için çalışma başlatan Vakıflar
Edirne Bölge Müdürlüğü ekipleri, oda duvarından
raspa tekniğiyle aldıkları harcı inceledi.
İnceleme sonucunda, odanın kapısının sonradan
kapatıldığı anlaşıldı. Kapının ne zaman kapatıldığı,
harç analizi sonrasında netlik kazanacak.
Vakıflar Genel Müdürlüğünün Selimiye Camisi için
hazırlattığı restorasyon, röleve ve restitüsyon
projesinin tesliminin ardından oda, eski haline
çevrilebilecek.
Edirne Müftüsü Emrullah Üzüm, yaptığı açıklamada,
kapının neden örüldüğünü bilmediklerini söyledi.
Habertürk, 07.01.2015
|
ŞU ANDA 1137 HAYVAN
MUMYASI ÇEVRİMİÇİ
Mısır’da Geç Roma
Dönemi’nde milyonlarca hayvan mumyalanmıştı. Bu
mumyalar çoğunlukla bu hayvanlarla ilişkilendirilen
tanrıların tapınaklarında adak olarak verilmek üzere
yapılıyordu. Çok renkli ve aşırı derecede gösterişli
şekilde yapılan mumyalar tapınaklarda çok yüksek
fiyatlara satılıyordu. Mısır’daki ilk kazılarda bir
çok hayvan mumyası bulunduktan sonra atılmış, çok
azı saklanıp müzelere gönderilmişti. Bunun
sonucunda, bilim insanlarının araştırması için çok
az sayıda örnek geriye kaldı. Fakat hayvan
mumyaları, oldukça önemli bir zaman diliminde Eski
Mısırlıların yaşamı ve dini inançları konusunda
birçok soruya ışık tutabilir.
Bu yüzden
www.animalmummies.net
diye bir Hayvan Mumyası Veritabanı sitesi var!
Sitede eski Mısır hayvan mumyaları veritabanı,
istediğiniz hayvana, sargılama tipine ve
bulundukları müzelere göre aranabiliyor.
Hem araştırmacılar hem
de ilgilenen kitleler için hazırlanan site, yeni
katkılara her zaman açık. Dolabınızda sakladığınız
tozlanmış Mısır hayvan mumyasından bütün dünyanın
faydalanabilmesi için artık ne yapacağınızı
biliyorsunuz.
Eğer mumyanız yoksa da, hem hayvan hem
tarih-arkeoloji seven, hem böyle ilginç şeyleri
merak edenler için işte böyle dolaşılabiliteli bir
site var.
Ben gezdim araştırdım ilginizi çekebilecek şöyle
birkaç ilginç mumya buldum:
Babun mumyası:
Kuzu mumyası:
Yılan mumyası
nasıl olur demeyin, veri-tabanında 40 tane filan
yılan mumyası var, şöyle farklı şekillerde
oluyormuş:
Balık mumyası:
Boğa mumyası:
İçinde gerçek bir boğa
olduğunu düşününce daha az şirin oluyor.
Garip bir inek
mumyası:
Son olarak da, bronz tabut içinde
bir kertenkele!
arkeofili.com, Haber:
Ayşe Bursalı, 07.01.2015
|
EN BÜYÜK GİZEM ÇÖZÜLÜYOR MU?
Mısır'ın Şeyh Abd el-Kurna
antik mezarlığında kazı yapan arkeologlar, tanrı
Osiris için inşa edilen mezarı buldu. Birçok odadan
oluşan çok katlı mezarda Osiris'in heykelini
barındıran büyük oda tamamen gün yüzüne çıkarıldı.
Mısır'ın antik Thebes
kentinde İspanyol ve İtalyan arkeologlar tarafından
yapılan kazılarda, MÖ 750 ila 525 yılları arasında
inşa edildiğine inanılan dev bir mezar ortaya
çıkarıldı. Ölüm tanrısı Osiris'e adanan çok katlı
mezarın, Oserion olarak da bilinen ve Abidos
kentinde yer alan Birinci Seti Tapınağı'ndaki
mezarın kopyası olduğu belirtildi.
Arkeologlar, ana odası
beş sütundan oluşan mezarın merdivenlerle aşağı
inilen katında Osiris'in heykelini bulunduran bir
tapınak yer aldığını belirtti. Tapınakta aynı
zamanda ellerindeki bıçakları savururken tasvir
edilen şeytani varlıklara ait kabartmalar yer aldığı
bildirildi.
Tapınağın altında
onlarca metrelik alan bulunduğunu belirten
arkeologlar, kazılması gereken bu alanlara henüz
ulaşılamadığını ifade etti. Çizimi çıkarılan antik
mezarda, Osiris heykelinin yer aldığı mezarın 9
metrelik bir merdivenle bir diğer odaya bağladığı,
buradan da aşağıda 6 metrelik bir merdiven daha
indiği belirtildi.
Mezarın koruyucularını
tasvir eden kabartmaların yer aldığı oda, boş bir
odayla bağlantılıyken, 7 metre altında kaldığı
düşünülen iki oda henüz kazılamadığı için
erişilemeyen bölgeyi temsil ediyor.
İspanyol haber ajansı
EFE'ye bilgi veren Dr. María Milagros Álvarez Sosa,
'şeytani kabartmaların mezara gömülenlere ait
vücutları koruduğunu' belirtti. Osiris'in efsanevi
mezarı olan yapının büyük önem taşıdığını belirten
Alvarez, kazıya 2015'in sonbaharında devam
edeceklerini söyledi.
Mısır çöllerinde, Google
Earth uygulaması kullanılarak fark edilen kum
tepeleri arkeologları heyecanlandırdı.
Nil tabanında
birbirinden yaklaşık 150 kilometre uzaklıkta olan
iki noktayı belirleyen arkeolog Angela Micol, bu
tepelerin Mısır'ın gizemli kayıp piramitleri
olabileceğine inanıyor.
İlginç keşfini
geçtiğimiz sene evinde Google Earth'de Mısır
çöllerini incelerken yapan Micol, eski haritalarla
da tezinin doğruluğunun kanıtlandığını savunuyor.
Bölgenin Giza
Piramidi'nin bulunduğu bölgeden üç kat daha geniş
olduğunu belirten Micol yapılan ilk araştırmalarda
kayıp piramitlerin bulunduğuna dair ipuçları
olduğunu da belirtiyor...
Eğer kayıp piramitler
gün yüzüne çıkarılabilirse, bu şimdiye kadar
yapılmış en büyük keşiflerden biri olacak.
Hürriyet, 07.01.2015
|
ARKEOLOG EKSİKLİĞİNİN OLASI ETKİLERİ
Kültür turizmindeki başarı için
öncelikle tarihi ve kültürel mirasın
gün yüzüne çıkarılması gerektiği
halde, müzelerdeki arkeolog
eksikliği nedeniyle kazıların yavaş
ilerlemesinin Ülkemizin bu alanda
hızla gelişimini engellediği
iddiasıyla soru önergesi verildi.
Konuyu gündeme getiren Milletvekili
Erkan Akçay, verdiği soru
önergesinde;
“Ülkemizin dünya turizmindeki
yerinin ve öneminin pekiştirilmesi
kültür turizminden geçmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti toprakları
birçok medeniyete ev sahipliği
yapması nedeniyle kültür turizmi
potansiyeli yüksek bir ülkedir.
Kültür turizmindeki başarı
öncelikle tarihi ve kültürel mirası
gün yüzüne çıkarmaktan geçmektedir.
Oysa müzelerdeki arkeolog
eksikliğinden yavaş ilerleyen
kazılar ülkemizin bu alanda hızla
gelişmesine engeldir.
Arkeologları sadece kazı yapan
bir meslek mensupları olarak
görmemek gerekmektedir. Özellikle
müzelerde de ciddi oranda arkeolog
ihtiyacı bulunmaktadır. Çünkü müze
uzmanları arkeolojik araştırmalara
yetişememekte, depolardaki eserlere
gerekli zamanı ayıramamakta sadece
günlük bürokratik işlerle
uğraşmaktadır. Hatta bir müze
müdürünün mevcut personelinin
yetersiz olduğu, bu nedenle kurtarma
kazılarına dahi yetişemedikleri
geçtiğimiz aylarda ulusal basında
yer almıştır.
Bu konuda alınacak en önemli
tedbir arkeolog istihdamıdır. Her
yıl üniversitelerin arkeoloji
bölümünden mezun olan arkeologların
sayısı yaklaşık 2.850 iken yılda
atama sayısı bu sayının yüzde 1'i
bile değildir. Şu anda toplam mezun
sayısı 12.000 den fazla iken Haziran
2014'te sadece 9 kişi alınmıştır.
Üniversitelere umutla giren ancak
mezun edildikten sonra adeta
kaderine terk edilen gençlerimiz en
verimli çağlarında işsizliğe mahkum
edilmektedir. Bu durum arkeoloji
mesleğinin de değer kaybetmesine
neden olmaktadır.” denildi ve
Arkeolog istihdamıyla ilgili olarak,
Kültür ve Turizm Bakanı Ömer ÇELİK
tarafından cevaplandırılmak üzere şu
soruları sordu:
1)Kültür ve Turizm Bakanlığı
bünyesindeki arkeolog kadrosu sayısı
nedir?
2)Kültür ve Turizm Bakanlığı
bünyesinde istihdam edilen arkeolog
sayısı nedir?
3)2015 yılı içerisinde Kültür ve
Turizm Bakanlığı bünyesinde istihdam
edilmesi planlanan arkeolog sayısı
nedir?
kamuajans.com, 06.01.2015
|
PICASSO'DAN 290 MİLYON DOLARLIK MİRAS
Sanat dünyasının 'dahi'lerinden ünlü
ressam
Pablo Picasso'nun torunu
Marina Picasso, dedesinin eserlerinden bir
servet kazandı. Sanatçının oğlu Paulo Picasso’nun
kızı olan Marina koleksiyonundaki eserleri satarak
290 milyon dolar kazanmayı planladığını açıkladı.
Koleksiyondaki Picasso’nun ilk eşi Olga’ya
ithafen çizdiği meşhur ‘Portrait de femme’ ile ‘la
Mandoline Femme' isimli
tabloları 60 milyon dolara, ‘Maternité’ başlıklı
çalışma ise 54 milyon dolara alıcı bulmuştu.
Marina Picasso, eserlerin satışından elde ettiği
gelirin büyük kısmının çocuk ve gençlere yönelik
yardım faaliyetleri yürüten uluslararası örgütlere
bağışladığını açıkladı.
Habertürk, 06.01.2014
|
BRİTANYA'NIN SAXON
DÖNEMİ'NE AİT EN BÜYÜK İKİNCİ DEFİNESİ BULUNDU
İngiltere’nin
güneydoğusunda bulunan Buckinghamshire adlı bir
ilçede araştırmalar yapan bir metal dedektörcüsü,
5000’den fazla sikke buldu. Define, arkeologlar
tarafından “eşsiz” olarak tanımlandı. Metal
dedektörcülüğü klübünden bir üyenin bulduğu
sikkelerin 11. Yüzyıla ait olduğu tahmin ediliyor.
İngiltere’nin en büyük
Saxon Dönemi definesi olmaya aday olan sikkeler, iki
kurşun kovanın içinde yerin yaklaşık 60 cm altına
gömülmüş. Kurşun kovalarından içinden Kral Ethelred
ve Kral Canute’nin portrelerinin yer aldığı sikkeler
tamı tamına 5251 adet.
“Weekend Wanderers
Detecting Club” adındaki dedektör klübünün ise 25
yıllık tarihi boyunca buldukları hiç şüphesiz en
önemli şey olduğu belirtildi.
Geç Anglo Saxon Erken
Norman dönemine tarihlenen sikkeleri bulan kişi Paul
Coleman, yetkililerle birlikte kazı çalışmalarına
katıldı. Coleman: “Önce parlak bir disk gördüm.
Güneş ışığından dolayı aşırı parlıyordu ve hemen
sikke olduğunu anladım. Elime aldığımda ise
birçoğunun daha orada olduğunu gördüm” dedi.
Britanya’da bulunan en
büyük Saxon Dönemi definesi, 1840 yılında gün yüzüne
çıkarılan 7000 adet sikkeydi. Bu define ise 5251
adet sikkeyle Britanya’da bulunan en büyük define
olmayı başardı.
Genelde Saxon Dönemi
sikkelerinin bulunduklarında 5 ile 20 adet
civarlarında çıktığı, Bucks İlçe Müzesi’nde bulunan
4000 Roma sikkesinin yalnızca 30 tanesinin Saxon
sikkesi olduğu belirtildi. Ayrıca sikkelerin hem
ulusal hem ilçesel olarak çok önemli olduğu ve eşsiz
olduğu söylendi.
En az iki krala ait
olduğu düşünülen sikkeler, İngiltere’nin en ünlü
müzesi British Museum tarafından temizlenip
incelenecek ve hangi darphane tarafından basıldığı
araştırılacak.
arkeofili.com, Haber:
Erman ertuğrul, 06.01.2015
|
TIR'LI RESTORASYONDA KARAR: İNŞAATA DEVAM!
Çanakkale ili Ayvacık İlçesi Gülpınar beldesinde
yer alan Apollon Smintheus Tapınağı’nda devam eden
tartışmalı restorasyonu Çanakkale Koruma Kurulu
bilimsel kabul ederek devam kararı aldı.
Restorasyonu yapan Prof.Dr. Coşkun Özgünel aynı
zamanda Çanakkale
Kültür Varlıkları Koruma Kurulu’nun başkanı.
Yönetmelik gereği Özgünel’in kararda imzası
bulunmuyor.
Tapınağın eski hali
ÜSTÜNE TIR ÇIKMIŞTI!
MÖ 2. Yüzyıl'da yapıldığı sanılan tarihi tapınak
tam 2000 yıl sonra yeniden inşa edilecek. Beyaz
çimento ve mermer tozu ile kalıp çakılarak tapınağın
basamakları yeniden inşa edilmiş, hatta yapılırken
mermer tozu yüklü tonlarca ağırlığında TIR tapınağın
üstüne çıkarılmıştı. Kazı çalışmalarında bulunan ve
Troia savaşlarını konu eden frizlerin de
kullanılacağı restorasyon için sütun, tambur, sütun
başları yeniden yapıldı.
YERİNDE İNCELEME
Tapınağa yapılan müdahalenin kamuoyunda tartışılması
üzerine Çanakkale Koruma Kurulu, restorasyonu 19
Kasım 2014 günü yerinde inceledi. İstanbul Röleve ve
Anıtlar Müdürlüğü ile İstanbul Restorasyon ve
Konservasyon Müdürlüğü üyeleri de bu incelemeye
katıldı. Restorasyonu yapan Prof. Özgünel’in başkanı
olduğu Çanakkale Koruma Kurulu şu tespitleri yaptı;
‘’Yapılan uygulamaların bugüne kadar arkeolojik
kazılar sonucu elde edilen ve envanterleri yapılan
özgün mimari elemanlar kullanılarak yapıldığı,
uygulamaların yapının mevcut altyapısına ve üzerinde
bulunan sütun ve üst yapısına zarar verici olmadığı,
geri dönüşüme uygun olduğu, restorasyon ilkeleri
doğrultusunda tamamlama yapılan bölümlerde aykırılık
taşımadığı, renk ve doku farkının bu ilkelere ve
yapıya uygun olduğu, dönemsel olarak yapılan
uygulamalar karşılaştırıldığında, ilk yapılan
uygulamaların özgün malzemelere renk ve doku
açısından giderek uyum sağladığı tespit
edilmiştir.’’
Tapınağın yeni hali
BİLİMSEL YAKLAŞIM
Kurul değerlendirme sonucunda da 20 Kasım 2014 günü
şöyle bir karara vardı; "Bu önemde bir yapının,
ayağa kaldırılarak gelecek kuşaklara 3. boyutta
aktarımının sağlanabilmesi için gerekli asgari
tamamlamanın yapılmakta olduğu, yapılan
tamamlamalarda özgün malzeme ile tamamlama yapılan
malzeme arasına ayırıcı bir tabaka konulduğu
görüldüğünden restorasyon uygulamaları açısından
kabul görmüş bilimsel prensip ve yaklaşımlara aykırı
bir durumun bulunmadığına, bundan sonra hazırlanacak
proje ve yapılacak uygulamalarda Röleve ve Anıtlar
Müdürlüğü ve Restorasyon Konservasyon Merkez
Laboratuvarı ile koordineli olarak çalışılmasının
uygun olacağına karar verildi."
Tapınağın orijinal hali
APOLLON TAPINAĞI
Apollon Smintheus Tapınağı Biga Yarımadası’nın
güneybatı ucunda, Çanakkale ili sınırları içinde
Gülpınar beldesinde yer alıyor. Jean Baptista le
Chevalier 1785 yılında Lektum-Babakale’den
Alexandria Troas’a giderken tapınağın toprak üstünde
kalan kalıntılarını gördü ve arkeoloji dünyasına ilk
kez Apollon Smintheus Tapınağı’nı tanıttı. R. P.
Pullan 1861 yılında tapınak alanına gelip kazı
kararı aldı. 1866 yılında kazılara başlayıp Apollon
Smintheus Tapınağı’nı bilimsel olarak arkeoloji
dünyasına sundu. 1980 yılından bu yana ise tapınak
ve çevresinde kazı, sondaj ve restorasyon
çalışmaları Prof.Dr. Coşkun Özgünel tarafından
sürdürülüyor.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 06.01.2015
|
MEHMET GÜLERYÜZ İSTANBUL MODERN'DE
İstanbul Modern, 8 Ocak-28 Haziran arasında “Ressam
ve
Resim:
Mehmet Güleryüz Retrospektifi”ne ev sahipliği
yapacak.
İstanbul Modern’den yapılan açıklamaya göre
sergi, figür temelli çalışmalarıyla Türkiye’deki
sosyo-kültürel ve politik dönüşümün insanlar
üzerindeki etkilerini “eleştirel ve ironik” bir
dille dışavuran Güleryüz’ün,
resimden desene, heykelden gravüre, tiyatrodan
performansa uzanan ifade arayışının gelişim ve
dönüşümüne ışık tutacak.
Süreli Sergiler Salonu’nda 8 Ocak-28 Haziran’da yer
alacak sergide, 150’ye yakın yapıt ve multimedya
sunumuyla 200’e yakın desen bir araya gelecek.
Sergi dolayısıyla,
Mehmet Güleryüz, İstanbul Modern Yönetim Kurulu
Başkanı Oya Eczacıbaşı ve İstanbul Modern Direktörü
ve serginin küratörü Levent Çalıkoğlu’nun
katılımıyla 7 Ocak’ta basın toplantısı düzenlenecek.
Habertürk, 05.01.2015
******
"TÜRKİYE'DE SANATLA ZULÜM YANYANA GİTMİŞTİR"
İstanbul Modern, bugünden itibaren Türkiye sanatının
dev ismi Mehmet Güleryüz'ün 'Ressam ve Resim'
başlıklı retrospektif sergisine ev sahipliği
yapıyor. Genç ressam Ahmet Doğru İpek, sergi
vesilesiyle usta ressamla buluştu, Güleryüz'ün
çocukluğundan bugünkü sanat ortamına, resme dair
düşüncelerine kadar uzandı. İstanbul ArtNews'te
yayımlanan leziz söyleşiyi sunuyoruz...
Belki Mehmet Güleryüz ve sanatı üzerine bir
röportaj için yeterli bilgiye sahiptim ama iyi bir
sohbet için yetersizdi bu bilgiler, başka verilere
ihtiyacım vardı. Bilgi toplamaya başladığımda
kendimi 1950’lerden günümüze Türkiye resim tarihini
araştırırken buldum. Dile kolay, yarım asırdan fazla
durmaksızın çalışmış, tüm bu sürece tanıklık etmiş,
katkı sağlamış ve yön vermiş bir aktörden
bahsediyoruz.
Kendisini yalnızca ressam değil, ‘ressam, tiyatrocu
ve eğitimci’ olarak tanımlayan Mehmet Güleryüz ile
sohbetimiz nesillerdir kentli olan ailesinden ve
Türkiye modernizminin ilk yıllarına, bu sürece
lokomotiflik eden bir Akademi’den bu Akademi’nin
kendi içindeki çelişkilere ve sanatçının Akademi’yle
‘derdi’ne, tiyatronun Güleryüz’ün kişiliğini
şekillendiren etkisinden heykel ve ilk deneysel
çalışmalarına uzandı. Daha çok resmiyle tanınan
sanatçının üretimlerinin ilk yurtdışı deneyimiyle,
Paris yıllarıyla, Akademi’den diğer kurumlara
eğitimci kimliğiyle, zorluklarla geçen New York
yıllarıyla nasıl şekillendiğini bu sohbet esnasında
öğrendim.
“Ressam ve Resim” başlığını taşıyan, sanatçının bu
üçüncü retrospektif sergisi hakkında konuşmak üzere,
kendisine hiçbir zaman ‘ressam’ diyememiş biri
olarak haliyle biraz tedirgin ve defterimde bir sürü
notla gittim. Karşınızda tüm hayatını sadece sanat
düşünerek ve üreterek yaşamış bir ‘ressam’ olunca,
kaynaklardan araştırmış ve önceden hazırlamış
olduğunuz soruların pek bir kifayeti kalmıyor, ama
iyi bir sohbet için ilk soru kendiliğinden
çıkıveriyor...
“NİYE BEN” DİYE SORMADIM
Serginin ismiyle başlayalım istiyorum.
Bizden önceki kuşak ve bizim kuşaktan sanatçılar
‘ressam’ kelimesini kullanmak konusunda imtina
ediyor. O sıfatın tam olarak kendisini temsil
ettiğini düşünmüyor ya da yakıştıramıyor kendine,
bilmiyorum, benim de kafam karışık bu konuda.
Serginin isminde ‘resim’ ve ‘ressam’ kelimelerine
vurgu yapılması sizin kararınız mı?Buna ben
karar vermedim. Küratör bu işin nedenlerini
belirleyen kişi, işlerin seçimini de onlar yapıyor.
Bu seçim de belli bir neden ya da nedenler
dolayısıyla yapılıyordur herhalde.
Baştan itibaren her şeyi açıklamak gerekiyor,
kamunun bazı şeyleri biliyor olması gerekiyor ama bu
soruların sorulmasında da bir fayda var, zira “Bir
retrospektif nedir?”i de sorabiliriz. “Niye siz?”
sorusunu da sormak lazım her şeyden önce. Sergiyi
yapacak kişi nasıl belirleniyor? İki yıl önce bana
teklif geldiği zaman “Niye ben?” diye sormadım.
‘Niye’sini kendimce biliyorum. Benim seçiliyor
olmamın bir nedeni vardır diye düşündüm.
Bu, İstanbul Modern’de yaşayan bir
sanatçıyla yapılmış ilk retrospektif sergi değil
ama, yanılıyor muyum?Burhan Doğançay
hayattayken yapıldı. Hatta daha önce Sarkis’e de
yapıldı. Öyle bir kural yok. Ama tabii ki
retrospektif sergiler genelde işin sonunda yapılan
bir şey.
AKM’DE ÇOK SEÇKİN İŞLER YAPILIYORDU
Ama şöyle bir farkınız var: Bu sizin üçüncü
retrospektif serginiz. Bu her sanatçıya nasip
olmayan bir şey çünkü aslında hayatınızda üç defa
hem sanatınızı hem kendinizi -izleyiciyle birlikte-
önünüze seriyorsunuz, üç defa geriye dönüp muhasebe
yapmak gibi bir şansınız oluyor. Bu şans
değil. Diğer yandan her şey şans bir anlamda. Ve ben
kendimi hayatta hep şanslı saymışımdır; o konuya da
geliriz gerekirse…
Birincisi şu: Retrospektif yapmak, sizin
söylediğiniz gibi belli bir ortaya çıkış, belli bir
hesap veriştir. Bütün üzerinden bir muhasebedir, bir
toplamdır. Bütün maddelerin altına bir çizgi
çizersiniz, envanterinizi yaparsınız, açığa
korsunuz. Retrospektifte bütünü görebilme şansı
vardır sanatçı için. İzleyici için de çok önemli.
Ben ilk retrospektifimi 25. yılımda yaptım, ‘88’de,
Galeri Nev’le
Atatürk Kültür Merkezi’nde. O zaman AKM’de çok
seçkin işler yapılıyordu. Ardından 2008’de, İş
Bankası Kibele Sanat Galerisi’nde yaptım. Tabii o
günün şartlarına bakılacak olursa, retrospektif lafı
dahi ilk defa duyuluyordu. Hiç mi yapılmadı, tabii
Akademi bünyesinde Cemal Tollu retrospektifi yapıldı
mesela ama onlar da galerilerin açık olmadığı, bu
kadar geniş bir açılımın yaşanmadığı kapalı
dönemler. Bunu ilk defa bir galeri yaptı. Amaç da
şuydu; müze yok, fazla yayın yok, hemen hemen
geçmişle ilgili hiçbir bilgi yok ve biz bir şeyler
yapmalıyız. Bu işin daima bir eğitim, bir açılım,
bir sistem, bir piyasa olması gerektiği üzerinde çok
durduğum için; ayrıca kendi açılımım için de önemli
gördüm. Başka bir şey daha var tabii, ben de o
toplamı göreyim istiyordum.
70 YAŞ YİNE BİR HESAP VERME YAŞIDIR
Demin şans derken bunu kastetmiştim.Aslında
şanssızlık gibi görünen bir şeyin de şans olması
mümkün. Ben resimleri kendi elinde olan bir adamım.
Bu ne demek? Resimlerim satılmamış demek. (Gülüyor)
Satılmadığı için benim en erken tarihimden yakın
tarihlere kadar bütün resimlerim hiçbir yerden
toplamaya gerek duyulmaksızın, çok rahatlıkla bir
araya getirildi o iki retrospektifte. Ancak üç, beş
kişiden eser ödünç aldık.
‘Şansınız’ resimlerinizin uzun süre satılmaması
olabiliyor. ‘88’de 50., 2008’de de 70. yaşım
dolayısıyla iki retrospektif yaptım. 50 yaş bir
dönüm noktasıdır. 70 yaş yine bir hesap verme
yaşıdır. Eskiden 70 yaşından önce bir ressama ressam
demezlerdi. Şimdiki gibi 17 yaşında dahiler filan
yoktu. Sabri Berkel’in bir lafı vardı, “21 yaşında
deha olmak kolaydır efendim” derdi.
O yüzden şimdi üçüncü retrospektifi yapıyoruz.
“Resimler niye satılmadı?” diye sorarsan
fiyatlarının yüksekliğinden değil, kimse resim almak
istemiyordu, o nedenle satılmadı.
Halihazırda işleyen, oturmuş bir sanat
endüstrisi de yoktu tabii.
Endüstri nerede? Satış tezgahı bile yoktu. “Şu
kenara da biz bir tezgah açalım” diyebileceğimiz bir
ortam yoktu, insanları ikna etmeye çalışıyorduk. Ben
bu işe yakın duranlara “Ya hu bir galeri açsanıza!”
diye yıllarca dil döktüm.
RESİM Mİ? RESİM. RESSAM MI? RESSAM
Serginin başlığına kısaca geri dönersek,
şunu eklemek istiyorum. Küçükken ‘ressam’ kelimesi
filozofla eşdeğer gelirdi bana, derviş gibi bir
algısı vardı ve çok kıymetliydi. Zaman içinde kötü
temsiller yüzünden belki, bilmiyorum, ama bu algıdan
uzaklaştım. Şimdi ne zaman iyi bir iş görsem tekrar
bir ressamın bir filozof kadar, bir derviş kadar
kıymetli olduğunu düşünüyorum. O yüzden de sordum
aslında neden bu ressam vurgusu diye.
En önemli, en değerli bazı sıfatların içi maalesef
kötü örneklerle, kötü temsillerle boşaltıldı. Bu
başka alanlar için de öyledir; içi boşaltılmış
profesörlükler, içi boşaltılmış hakimlikler,
savcılıklar var düşünürseniz. O zaman inançlar da
kayboluyor, birbirine benzerlik, kalite yokluğu
esası teşkil ediyor. Başka bir şey daha var:
Ressamın yerine geçen bir tavır ve bir resmin
küçültülmesi söz konusu oldu, resmin reddiyesiyle
ressam da demode bir hale getirildi. Demode olduğu
için kimse ‘ressam’ tabirini kullanmak istemiyor.
Elinde yuvarlak, kola oturan, parmağın geçtiği bir
palet kullanan bir adamla dalga geçerler. O yüzden
hiçbirimiz o tür palet kullanmıyoruz artık. Çok
pratik olmasına rağmen kullanmıyoruz çünkü zaten
resmin bünyesi de farklı bir boya karıştırma alanı
gerektiriyor. Formatlar değişti. Ama yine de resmin
yukarısındaki bir kısmı kolayca boyamak için elinize
paleti alıp çıkarırken “İnşallah biri görmez”
diyorsunuz. Ama eskiden onunla fotoğraf
çektirilirdi. Ressamlığı çok önemseyen ve bundan
büyük onur duyan rahmetli Şevket Dağ, öyle
tanınırdı. Evinin ön cephesine koca bir palet
koydurmuştur, ‘burada bir ressam yaşıyor’ diye
bilinsin.
Başlığa gelirsek, bu, küratörün seçtiği bir başlık.
Burada da zannediyorum ki bu tartışılan mesele ya da
sizin sorduğunuz üzerinden bir cevap bu sergi. Resim
mi? Resim. Ressam mı? Ressam.
MESELE RESİM YAPMAK DEĞİL RESİM DÜŞÜNMEK
Ama sergide sadece resim de yok.
Evet, ama ağırlıklı olarak resim var. Burada bir
anlaşmazlık var. Zaten mesele resim yapmak değil,
resim düşünmek. Resim düşünen kişidir ressam.
Boyayan değildir. Resim düşüncesi çok ciddi başka
değerleri, uğraşları da içine alıyor. Felsefeyi,
tarihi, sosyolojiyi…
SON 20 YIL BİRAZ ŞAŞIRDIK, DÜNYA DA ŞAŞIRDI
Peki, ne kadar iş var sergide?
Bütün soruları cevaplayacak kadar iş var. “Bu neden,
şu neyle ilişkili, ondan evvel ne vardı, bunun
düşüncesini ne oluşturdu” gibi soruların hepsinin
açıklamasını yapacak kadar iş var. Bu süreçte bunlar
neye göre değişti, bunun da açıklaması var, çünkü
işlerin yanında bir tarih de gidiyor. Bu sadece
benim şahsi tarihim değil, hem ülkede hem de dünyada
yaşanılanların tarihi. Bunlar, yaptığım işin hep
paralelinde oldu. ‘Güncel’ bir sanat söz konusuysa,
ben hep güncel işler yaptım. Ondan sonra bunu
‘güncel sanat’ diye ayırdıkları zaman, resmi bunun
dışında tutarak başka bir şey kurmaya uğraştılar; ki
bunun da kısa ömürlü olduğu anlaşıldı.
Biz geçen süreçte, son 20 yılda biraz şaşırdık,
dünya da şaşırdı. Bir tekniği küçümsemek çok yanlış,
o teknikle çok ileri bir düşünce anlatabilirsiniz
çünkü. Bir fikriniz vardır ve bunu bir yazı
karakteriyle anlatırsınız ama yazı karakterini
küçümseyemezsiniz. Bir fikir taşıdığı sürece sorun
yok, eğer fikir yeniyse yazı karakterinde değişim
olabilir. Aradaki bu küçük değişimleri takip edecek
kadar ciddi bir birikim sahibi olmak gerek.
Şimdi asıl sorun, gerçek bir hazırlığın olmadığı ama
üretim fazlasının bulunduğu bir ortamda yeni
nesiller yetiştiriliyor, evet ama acaba gerçek bilgi
ve değerlendirme birikimine sahip bir kuşak
çıkabiliyor mu? ‘50’li, ‘60’lı yıllarda sadece bir
tane güzel sanatlar akademisi söz konusuyken, şu an
ülkede onlarca güzel sanatlar üniversitesi var ama
sonuçta kalite önemli.
SEVDİĞİM ŞEYİN ARDINDAN GİTTİM
Ben öğrenciyken geleneksel sanatlara ait
teknikler öğrendiğim bir hocam vardı. Bana ısrarla
“Sen sanatçı gibi yaşamıyorsun” derdi ve ben ne
demek istediğini anlamıyordum, hala da anlamıyorum,
belki ileride anlayacağım. Sanatçı gibi nasıl
yaşanılır? Mesela siz hayatınız boyunca neredeyse
sadece sanatla uğraşmışsınız. Günümüzde eğer orta
sınıf bir aileden gelmiyorsanız ve ‘benim çocuğum da
güzel sanatlar okusun’ hevesiyle aileniz sizi
yönlendirmiyorsa bir kere onları ikna etmek ya da
bazı şeyleri göze almak gerekiyor. Ressam olmak
fikri sizde nasıl gelişti?Çok doğal.
Gözümün rengi gibi doğal… Hiçbir zaman bunu bir
‘karar’ olarak görmedim. Ben öyle doğdum. Ve bunu
nasıl yaptın dersen, sadece sevdiğim bir şeyin
ardından gittim. Burada işin şans kısmına geliyoruz,
ki ben bu noktada çok istisnai bir durumdayım. Hem
anne hem de baba tarafımdan ailede her seviyede
sanatçı vardı. Bu, Türkiye ortamında çok kolay olan
bir şey değil. Ailemin baba kısmı, babamın büyük
babaları hat öğrenimi görmüş, icazetli, isim almış
kişiler. Soyadımız, yazdığı yazının ‘güler yüzlü’
olması hasebiyle hocası tarafından büyükbabamın
büyükbabasına, “Sen ‘Ruşeni’ mahlasını kullan”
demesiyle alınmış. Bu mahlas daha sonra soyadı
olarak kullanılıyor. Bizim ailede erkekler,
büyükbabama kadar hat yazar, ondan sonrakilerse
resme meraklı. Halam ise Akademi’de güzel sanatlar
öğrenimi gören, ondan sonra Berlin Akademisi’nde
okuyan Türk resminde çok önemli bir ressam.
DEDEM ÇOK DİNDARDI AMA SALONDA ÇIPLAK HEYKELLER,
NÜ’LER VARDI
Ben gözümü açtığım zaman evde bütün usta
ressamların, ki hepsi bizim aile dostlarımızdı,
resimleri vardı duvarlarda. Büyükbabam çok dindar,
muhafazakar bir adamdı. Odası kendi yazdığı
yazılarla, hilye-i şeriflerle doluydu ama içerdeki
salonda da çıplak heykeller, nü’ler, portreler
vardı.
Dayım, müzisyen. Kendisi bahriye subayı, bir yandan
tambur çalıyor. Bir gün Avrupa’dan dönen bir
akrabanın evinde Beethoven’ın çello sonatını taş
plaktan dinliyor. Klasik müziği böyle tesadüfen
keşfediyor ve aşık oluyor. Ertesi gün kendi yaptığı
tamburu götürüp satıyor, üzerine beş lira borç
istiyor ve viyolonsel alıyor. Sonra gidip kendini
bahriyeden attırıyor. Elinde bir çello, beş
kuruşsuz, İstanbul’da neyi varsa satıyor. İstiklal
madalyası da vardı, 20 yaşında İstiklal Savaşı’na
gitmiş de bir adam… O günden sonra bütün amacı
klasik müzik öğrenmek oldu, sersefil. Çellosu hala
şurada duruyor. Bu adamcağız daha sonra heykele
merak sarıyor. Şuradaki heykel, ahşap nü kadın onun
mesela. Şimşirden yapılmış birkaç heykeli var. Bir
süre sonra keman yapımına başlıyor, kendi aletlerini
tamir ediyor vs. Yıllarca konser kemanları yaptı. 72
yaşında da aşık olduğu bir halıyı dokumaya başladı,
iki yıl sürdü. Böyle bir adam gördüm ben.
Kuzenlerin de hepsi sanatçı; kimi tezhip yapıyor,
kimi resim. Ahmet Güleryüz amcamın oğlu, grafiker;
aynı zamanda Osmanlı ve dünya donanmasıyla ilgili
maketler yapıyor, kitaplar hazırlıyor. Ailede her
yönüyle sanatçı var.
O yüzden ne yapacağım diye düşünmedim ama bana engel
olundu. Babam benim de kendisi gibi avukat olmamı
istedi. Ancak babam öldükten sonra, 20 yaşında
Akademi’ye kaydoldum. Aynı zamanda tiyatroyla da
ilgiliydim. Benim için o zamanlar sanattan başka bir
şey söz konusu değildi.
Fotoğraf: Engin
ırız
AKADEMİ’DE HAYAL KIRIKLIĞA YAŞADIM, TERK ETTİM
Akademi’yle ilgili bir hayal kırıklığı ya da
pişmanlık yaşadınız mı?
Akademi’de tabii hayal kırıklığı yaşadım.
Akademi’deki resim beni tatmin etmedi ve terk ettim.
Tiyatrodan profesyonel bir teklif geldi o sırada.
Bugün için inanılmaz para kazanıyordum, bin lira
alıyordum, 400 liraya da Levent’te ev tutmuştum
tiyatroda çalışırken. ‘63 yılıydı yanılmıyorsam,
Türk tiyatrosunun dönüm noktasını yaşadığı yıllar.
Bizimki son derece protest, anti-militarist bir
tiyatroydu. “Übü”yü, “Aslan Asker Şvayk”ı ihtilalden
sonra oynamıştık. Sonradan anladık o dönem çok özgür
olduğumuzu aslında. Benim hayatta önemsediğim üç
işim oldu zaten: Tiyatro, resim ve eğitim. Sanat
eğitimi…
POLİTİK DURUŞ GEREKSİNİMİNİ TİYATRODA ANLADIM
Politik ve angaje tarafınız tiyatroyla mı
başladı?
Evet, politik duruş gereksinimini tiyatroda anladım
ve öğrendim.
TÜRKİYE’DE SANATLA ZULÜM YAN YANA GİTMİŞTİR
Siz kentli bir sanatçısınız aslında. Turne
dolayısıyla o dönemin Anadolu’sunu görme fırsatınız
oldu, değil mi?
Benim babam da kentli, onun
babası da... Burjuva denirse, evet biz burjuvayız
ama o burjuvanın tarifini yeniden yapmak lazım.
Türkiye’de burjuvazi belki bir sınıf olarak yoktu
ama yine de dört, beş nesildir şehirde yaşayan
kişiler vardı. Çok ilginçtir, bu insanlarla ilgili
daima bir küçümseme olmuştur, bir çeşit ‘saraylı’
olarak tanımlanmışlardır, ama öyle olup olmadıkları
şüphe götürür. Şehrin, İstanbulluluğun
ayrıcalıklarından yararlanmış olmaları
küçümsenmiştir. Halbuki o insanlar bu ülkede kültürü
sırtlamış götürmüş insanlardır ve bunun pahasını da
defalarca ödemişlerdir. Hep ‘zulme uğrayanlar’ denir
ya, Türkiye’de doğru dürüst bir sanat tarihi ortaya
çıksa, o zaman ortaya çıkar zulme uğrayanların
kimler olduğu. Niye bundan hiçbir şekilde
bahsedilmez? Türkiye’de sanatla zulüm yan yana
gitmiştir. “Biz zulme uğradık” diyenler, gelsinler
bize sorsunlar.
NEYİ BİLİYORSUN Kİ NEYİ REDDEDİYORSUN
Akademi’deki hocalarınız kimlerdi? Neden bir
hayal kırıklığı oldu sizin için?
Cemal Tollu, Zeki Faik, Bedri Rahmi, Cevat Dereli,
Nurullah Berk, Hacı Çelebi’ydi hocalarım.
Mesele şuydu aslında; o sistemin içindeyken hiç
kimse şunu düşünmez, biz de düşünmüyorduk,
bilmiyorduk: Akademi’yi nasıl tarif edersin?
Türkiye’yi daha doğru dürüst tanımıyorsun, dünyadan
bihabersin, Akademi’nin içine giriyorsun, orada bir
akvaryumdasın aslında. Akvaryumun meselelerini
tartışıyorsun. “Hay Allah, diyorsun, bu akvaryum ne
kadar kötü, bak suyunu değiştirmiyorlar”. Ama
yaşıyorsun içinde, yeni balıklar geliyor, bazı
balıklar gidiyor, arada bir şeyler atıyorlar,
besleniyorsun. Bu akvaryumun yetersiz olduğunu
bilmen, onu küçümsemen, önemsiz olduğuna kani olman
senin onun daha ötesinde olman anlamına da gelmiyor.
Neyi biliyorsun ki, neyi reddediyorsun? Bir diğer
tarafta da o akvaryuma bakanlar var. “Bu da akvaryum
mu ya?” diyor iki, üç kişi, “Akvaryum olmasa daha
iyi olur, balıklar serbest yüzer”. Güzel laf, ama
balık hangi suda yüzecek? Sonra, bunlar hangi
balıklar? Bunlar süs balığı, kılıçbalığı değil ki,
birader. Balık yok. “Hayır efendim” diyor,
“Fransa’da bir serbest sanatçının ya da dünyada bir
serbest sanatçının tavrıyla...”. Bu balıkların suya
ihtiyacı var, bir yerde durmalarına gereksinim var.
Evet, duvarlar var; evet, onu yaratan aynı zamanda
kontrol de ediyor orayı ve evet, aslında akvaryumun
yapılmasına karar verenlerin de bir nedeni var.
Neden? “Efendim bir evde akvaryumun bulunması çok
iyi olur, insanları eğlendirir, hayvan sevgisini
çoğaltır. Tabii akvaryumumuz çok büyük değil, fazla
çeşit yok ama bu akvaryum yeter ve de elimizin
altında”.
MODERN SANAT MÜZESİ GEREKSİNİMİ
Şimdi, Avrupa’ya girelim derken ortaya çıkan bir
modern sanatlar müzesi gereksinimi nedeniyle devrin
sayın başbakanı bir depoyu lütfetti; hatta
açılışında kendisi tebriklerini de kabul etti,
İngiltere başbakanı mesaj attı filan. O zaman demek
ki bazı durumlar için bazı kurumlara ihtiyaç var.
Akademi yalnız bir gösteri alanı değildi, bunu
unutmamak lazım. Akademi öncesi öğretilen
sanatlardan daha öte sanatlar da Akademi’nin
bünyesinde yer buldu; tezhipti, hattı vb. Sanatçının
eğitildiği, yetiştiği, üretim yaptığı ama
değerlendirmeyi de yaptığı, seçtiği ve devletin de
birinci alıcı olduğu bir sistemin tabii ki bir
kontrol bünyesi içinde götürüldüğü bir gerçek. Bunun
dışına kaçışlar başka gelişmelerle oldu. O turşu
küpü çatlatıldı. Ondan sonra daha büyük bir
akvaryuma ihtiyaç oldu. Şimdi her yerde akvaryumlar
var.
“SEN ÖĞRENCİ TAVRI GÖSTERMİYORSUN” DERLERDİ
İşin plastik, resim kısmına geçelim mi
biraz? En başından beri figür çalışıyorsunuz,
aslında figüratif bir ressamsınız. Ama bu figür,
Akademi’nin figürü değil. Ayrıca Akademi’deki gibi
bize bir hikaye de anlatmıyor, bir durumu işaret
ediyor. Hatta bana daha çok bir tiyatronun,
kabarenin kulisinde yaşanan bir anın dondurulmuş
hali gibi geliyor. Bu figür nasıl çıktı, neye
tepkiydi?
Tabii, Akademi’yle olan sorun oradan başlıyor.
Birinci yıldaki eğitimde gördüğüm ve hiç
katılamadığım şeyler vardı. Bir öğrenci çok şey
bilmeden, bir eğitim sistemiyle ilgili ne gibi
öneriler getirebilir? Sonraki yıllarda bunu bilen
öğrencilerin Akademi’yi kritik ettiği bir dönemde
hocalık da yaptım. Ama onların çok ciddi yaptığı
kritiğin esasları da maalesef son derece politik ve
gerçekten uzaktı. Onları yaptıkları eleştirinin
esaslarla ilgili olması için çok uyarmışımdır. Bazen
çok büyük tepki de görmüşümdür ama şunu biliyordum,
ortaya bir heykel konulup öğrencilere 15 gün boyunca
heykelin siyah-beyaz deseni yaptırılıyorsa, bir kere
temelde bir büyük kıyam söz konusudur. Bunu anlamak
o kadar zor değil.
Ben kendi enerjimin nasıl boşa akıtıldığını veya
durdurulduğunu gördüm. Bütün öğrenciliğim süresince
bana getirilen en büyük eleştiri şuydu: “Sen öğrenci
tavrı göstermiyorsun”. Sana da ‘sanatçı tavrı’
göstermiyorsun denmiş, mesela. ‘Öğrenci tavrı’
dedikleri mesele, oradaki ritme uymandır ve sana ne
deniyorsa onu yapmandır. Ben kendi ihtiyaçlarımı
biliyorum ama onların hiçbir geçerliliği yok. Benim
ilerlemem engelleniyor. İki yıl renge geçmek için
beklenirse, renge geçtin, geçiyorsun derken renge
geçemez çocuk sonra. Renge geçmek, deveye hendek
atlatmaktan daha zordur. Ödü kopar öğrencinin,
renksizdir o yüzden. Evvela desen yaptırıp içi
doldurulur.
En eski dönemlerden beri benim boyamın nasıl
olduğunu retrospektifte göreceksiniz. ‘66’da mezun
oldum; ‘63’te, ‘64’te, ‘65’te yaptığım işlerin hepsi
orada; ‘66 da dahil. Mezuniyet öncesindeki bütün
işlerim var. O işlerin neyi ne kadar dediğini
anlamak mümkün.
Bütün o sistemin, ‘önce desen sonra boya’ sisteminin
tam karşısında duran bir şey. Eğitimde de,
hocalığımda da bunu oluşturmaya uğraştım Akademi’de.
Ve büyük bir mücadele verdim beş sene boyunca.
Hiçbir sorun kariyerle ilgili değildi, bununla
ilgiliydi. Bunun olmayacağını anladığım anda da
istifa ettim, bitti gitti.
HİÇBİR TARİFİM EZBER OLMAMIŞTIR
Desenden bahsetmişken, bize de öğretilen
oydu. Sanki desen bir resim için yapılan bir eskiz,
bir çizimdir ve bunun ötesine geçemez. Bu sistem
hala işliyor. Ama sizin için en başından beri desen,
resmin kendisi. Akademi’de hiçbir zaman
neyi niçin yaptırdıklarını anlatmazlar.
Anlattıklarını zannederler. Halbuki ben atölyemde
öğrencilerime hemen hemen haftada bir kere ‘desen
veya boya nedir’i anlatırım. Bir öğrenci benimle
dört, beş yıl çalışır ama bu süre içinde hiçbir
zaman -asistanlarımdan da kontrol ederim kendimi-
bir dediğimi bir kere daha söylemedim. Hiçbir
tarifim ezber olmamıştır. Her seferinde anlatmaya
yeniden uğraşmışımdır. Kendim için yeni olması
gerekir ki meselenin öbür yanlarına geçeyim.
Tanımlamayı farklı şekillerde yapmazsanız klişe ve
ezber anlatırsınız. Bir formül verirsiniz. Öğrenci
formülü sever aslında ama öğrencinin sevdiklerini
yapmayacaksınız. Öğrenci size karşı olmalıdır.
Öğrencinin öğreti süresince sizden yana olması hiç
önemli değildir. Öğrenci sizi 10 yıl sonra anlar,
eğer siz doğru bir şey söylediyseniz. Ama 10 yıl
boyunca belki size lanet eder, çünkü onca zaman işi
zorlaştırmışsınızdır. O zaman da gayet nettir ama
birçoğu çok geç anlar olayı.
DELİRMEK İŞTEN DEĞİL
Bu biraz baba figüründeki reddetme ama sonra
hak verme olayına benziyor. Peki, Paris’ten devam
edelim; buradaki sanatta bir kıpırdanma var ama esas
kaynaklar Avrupa’dan geliyor. Olan biteni yerinde
görmek nasıldı, ne oluyordu o dönem Paris’te?
Türkiye gibi bir ülkeyi düşünecek olursanız,
birincisi Müslüman bir ülke. Dolayısıyla resmin geç
başladığı bir yer. Gerçi bugün her şey resmin içine
sokuluyor. Süpürgenin tellerini koparıp yerlere
serpmek de resmin içine giriyor, resmin tarifleri
daha farklı ama tarihsel bağlamda bir ret söz
konusu. Resim ifadeci olmayacak, figür olmayacak…
Neden? Çünkü dinen yasak.
Bu toplum uzun süre çok kapalıydı, imparatorluk
döneminde dahi, Avrupa’nın içinde olmasına rağmen
kapalıydı. O dönem bir şey sızdırılmıyordu, sızan
şeyler de küçümseniyordu. Zamanla dünyayı kavrama,
öğrenme ve onu cevaplamayla sorumlu olduğu
anlaşıldı. Tanzimat bir mecburiyetti ama Tanzimat
hala lanetleniyor.
Avrupa diyorsun, hem beğenmiyorsun hem de
teknolojisini, şu’sunu, bu’sunu alıyorsun. Bir kere
hep ikircikli bir hal var. Dünyalı olma meselesi
fizikle, kimyayla, matematikle, bilinmesi gereken
müşterek pozitif ilimlerle, değerlerle başlayan bir
durum. Bunsuz adım atamıyorsun. Resim de bu şekilde
haritadan, mimariden doğru gelmiştir, gelişmiştir.
Bunun kaynaklarına Avrupa’da Paris’ti, Berlin’di,
Viyana’ydı, oralara gitmek gerekir.
Toplumların çok erken tarihlerden itibaren edindiği
deneyim, yaptığı araştırma ve vardığı noktalardan
devam edeceksin. Hem geçmişi öğreneceksin hem
kendininkine o gözle bakacaksın, oryantalist bir
bakış anlamında, vakanüvis haliyle değil, sorumlu ve
yerine koyan bir bakışla.
Biz tabii ki kendimizi Batı’da göreceğiz, Batı’da
sınayacağız. Bugün dünya şampiyonaları dünyanın
merkezlerinde yapılıyor. Oralar neresi? Bu fırsatı
veren yerler. Biz olimpiyatları neden alamıyoruz
zannediyorsunuz? Çünkü seyircimiz yok. Sporcun var
mı yok mu ayrı konu ama zaten izleyenin, merak
edenin yok. Seyircisizlikten vermiyorlar, bunu kimse
idrak etmiyor. İzleyici nasıl olacak? Sporu
sevdireceksin ki insanlar görmeye gidecek. Demek
istediğim, Türkiye’de resmi uzun yıllar sadece
ressamlar taşıdı. Seyircisiz bir şekilde. Bak ama
şimdi seyirci nasıl oluşuyor. Bütün bunlar aslında
eğitim, ilgi. Şu an Türkiye’deki eğitimde o
reformlar ve rönesansla bütün bu söylediğimiz
değerleri reddeden, silen, hiçe sayan bir kesim
yetiştiriliyor. Delirmek işten değil.
DESENİM, BOYAM SÜRATLİ...
Sergide “Gariplikler Müzesi” için ayrı bir
yer ayrılıyor, onun sizin için önemi nedir?
Önemi
şu; heykel denilen, heykelle benzerlikleri olan ama
aslında heykel olmayan bir şey yapıyorum ben. Bu
aynı zamanda heykelin sorunlarıyla ve heykelin ne
demek olduğuyla ilgili, ‘heykelden ne beklenilir’i
de cevaplıyor. Ama gayem o değil; gayem hep
resmimdeki iki boyutun görünmeyen öbür yanı. Heykel
her beş santimde bir, 10 santimde bir, yeni bir
biçime dönüşür; bir görünmeyenle, o arkada saklı
olanla birlikte yeni bir cümle oluşturur. Ben
heykeli öyle ölçerim.
Benim çizimim, desenim süratli, boyam süratli…
Sürat, düşüncenin kesinliğiyle ilgili. Emprovize
çalışıyorum, hiçbirinin önceden bir hazırlığı yok.
Her yerden gelecek topu karşılayacak enerjinizin,
bilginizin ve tekniğinizin olması lazım bunun için.
Emprovizasyona öyle girilir. Hele sonucu okunabilir
bir emprovizasyon söz konusuysa; figürlü, durumlu,
kompozisyonu ya da ters kompozisyonu olan bir
çalışmada oluşturma sürecindeki çizimin sürati,
takip edilebilirliği önemli.
Zaman zaman tuş da kullanıyorum. “Tuş demode bir
şey”. Hayır, hiçbir şey demode değil, sen nasıl
kullanıldığına bak, amacı ne? Enerji sağdan sola,
soldan sağa hareket verme meselesi değildir. Sizin
dokunuş enerjinizin hızı, inancı, gerekliliği ve
katiyetidir önemli olan.
Bizim resimde hissettiğimiz kadar süratli mi
yapılıyor resimler?
Evet, o gösteriyor
kendini zaten.
“BUNLAR BOYA SÜRMEYİ BİLMİYOR ABİ!”
Peki siz o dönemde dışavurumculuğu veya
genel anlamda dünyada olup biteni takip edebiliyor
muydunuz?
Yok, hayır, nereden izleyeceğiz? Ankara’ya telefon
edince ancak üç saatte bağlanıyorsun. Ki bizim
Akademi en zengin kütüphanesi olan okuldu. Eskiden
alınmış kitaplar çok güzeldi ama son yıllarda hiçbir
şey alınmıyordu, para yoktu. 70 sente muhtaçtı
Türkiye, hiçbir şey gelmiyordu ülkeye. Ben orijinal
Batı resmini ilk kez 30 yaşında gördüm! Türk
resminin orijinallerini görmüştüm ama önemsediğin
ustaların resimlerini ancak kitaplarda görürsün, o
da baskı kitap: Her şey düz, yassı, parlak. İlk
orijinal resimler 1967 ya da ‘68’de, müzede bir
sergi olduğunda buraya geldi. İlk defa Picasso,
Matisse gördük, şaşırdık. Astarsız tuval üstüne
resim yapmış adam, biz öyle bir şey görmedik ki…
Birbirimize yazdığımız mektuplardan birinde
asistanlardan biri Fransa’da gördüğü resimler için
“Bunlar boya sürmeyi bilmiyor abi” diye yazmıştı.
Batı’ya gittiğin zaman her şeyden önce kendinin ve
bilginin nerede olduğunu merak ediyorsun. Bir
resimle gidiyorsun, ama bu resme inanmıyorsun.
Batı’daki resmin tabii ki yukarda olduğuna
inanıyorsun ama kendi yaptığına inancın yok. Ben
“Anlayacaklar benim sahtekar olduğumu” diyordum
içimden. Resimlerimi görenlerin uzun uzun bakmasına
da şaşırıyordum. Biz başkasının işine doğru bakmayı,
uzun bakmayı, anlamaya çalışmayı, okumayı filan
bilmiyoruz. “Bilmiyoruz” diyorum hala. “Bilmiyorduk”
diyemem, bilmiyoruz.
BİR RESSAMIN BİR RESSAMDAN ETKİLENMEMESİ MÜMKÜN MÜ?
Resminizdeki sürat ve figür-mekan ilişkisi
bana Bacon’ı anımsatıyor, ondan etkilendiğinizi
söyleyebilir miyiz?
Tabii Bacon’ın etkisi var. Onun etkisi olduğu gibi,
başka birçok kişinin de etkisi var. Bizde bu etki
söylenmez. Bunu söylerseniz hemen ‘kopist’ derler.
Bir ressamın bir ressamdan etkilenmemesi mümkün
müdür?
Değildir.Bir ressamın kaç tane
ustası vardır? Valla herhalde birkaç bin tane. Her
gün de yeni birisi katılıyor. Hatta ‘resimden’ de
değil ama ‘resim için’ yeni bir usta katılıyor bana.
Marangozun bir işini görüyorum, o benim resmime
katılıyor. Çünkü onun vardığı nokta bendeki bir
açığı kapıyor, bir soruyu cevaplıyor. Felsefeyi
düşün, hiçbir filozofu okumadan yeni bir felsefe
oluşturuyorsun; bu mümkün mü? Hayır! Öğrencilik
dönemimizde birçok arkadaşımız ‘resminin karakteri
bozulacak’ diye kimseyi tanımak istemezdi. Bacon
sevdiğim gibi Velazquez’i de seviyorum, Picasso’ya
ölüyorum, her gün yanında secde ediyorum. Bunun
yanında en amatör ressamın bile resmine bakarım. Ben
resim seviyorum, başka da bir derdim yok. Beni en
fazla ilgilendiren o.
Tarihsel bağlamda Türk modern resminin
içinde yer alsanız da bana kalırsa dönemin ruhuna
aykırı bir şekilde bunun ideolojisini yapmıyorsunuz.
Sistemi idealize etmiyor, tam aksine sistemin
defosunu, hatasını gösteriyor, onu deşifre
ediyormuşsunuz gibime geliyor, yanılıyor muyum?
Ben modernist olduğumu zannetmiyorum. Bilmiyorum,
çok önemsemedim bazı şeyleri. Ciddi olarak, çok
dikkat ettim, çok anlamaya çalıştım ama onun dışında
son derece serserilik de yaptım. Ben kendimce
gereksinimler üzerinden davrandım, gerekli
gördüklerim üstüne çalıştım. Böyle bir toplumda
yaşıyoruz, böyle bir bilgilenme içindeyiz, böyle bir
dünya var. Resmin, sanatın, tiyatronun ne olduğunu
araştırmak, meselelerin bunun içinde nasıl
şekillendiğini görmek ve sadece mesele söyleyen biri
olmaksızın öncelikle özel bir ifadeyle uğraşmak beni
memnun ediyorsa bunun üstünden gitmem gerekiyor. Hep
şunu derim, resmime bütünüyle bakarsan hepsini
alaşağı da edebilirsin veya çok yukarı da
çıkarabilirsin. Ama bir tek şey var, resmimin hakiki
olduğunu söyleyebilirim.
“DEVRİMCİ”, GEREKSİNİMDİ BENİM İÇİN
Yakın zamanda, Gezi protestoları sürerken
sizi DİSK tişörtüyle gördük, aslında
devrimci-sosyalist bir duruşunuz var demek yanlış
olmaz. Hatta bunun ilk kıvılcımının tiyatroda
başladığını söylediniz ama şu da var: Bu hiçbir
zaman resminizin ana konusu olmadı; sizinle aynı
dönemde ya da öncesinde yapıldığı gibi bunu
toplumsal gerçekçi bir üslupla ele almadınız.
Cihat Burak gibi de değilim, evet. O da
figür yaptı, işlerini çok severim. Yüksel Arslan,
onu da çok severim. Bunlar benim önümdeki örnekler.
Onlardan etkilendim mi? Evet, ressamlıklarından
etkilendim, resimlerinin de bana ressamca çok iyi
gelen yerleri var ama benim resmimde onların yeri
olmadı. Neyi sevdim, Cihat Burak’taki o mizahı
sevdim, karşı duruşunu sevdim, Cihat Burak karşı
durmak için karşı durmuyordu. Ben de resim yapmak
istedim sadece ve hiçbir şekilde bunu adlandırmak
istemedim, hiçbir lokal şey koymadım içine. Ama
bunlar yaşanan zamanın ve ortamımızın olgularıydı.
‘Devrimci’ tabirini kullanmak istemiyorum. Bu
sadece, gereksinimdi benim için. Böyle
dönüştürüyordum, benim metaforik yanım, metaforik
kurgu düzeneğim çok farklı.
Diğer yandan ben hiçbir zaman politik grupların,
hareketlerin veya partilerin altında olmadım. Ama
her zaman bir tek şeyi korudum: Emek. Emekten,
sosyal adaletten yanayım. Bundan ödün vermem;
yaşamımda da ödün vermem. Kurumlarda oluşum,
kurumlardan çıkışım, devletle olan meselem falan
hepsi bu. Ayrıca beni koruyan bir şeyin olmasını da
istemedim. Herhangi bir grubun ya da kurumun içinde
korunmak istemedim, hatta o kurumlarla, onların
içindeyken açık açık mücadele ettim.
Akademi’den ayrıldıktan sonra eğitimci
kimliğiniz devam etti ama farklı şekilde…
Evet, benim için eğitimin nasıl yapılacağı meselesi
önemli. Alternatif eğitim nedir? Bilim ve Sanat
Kurulu, BİLSAK’ta, ki ‘80 sonrası aydınların kurduğu
bir kuruluştu orası ve biraz da günahlarımızı ödeme
babında, alternatif eğitim verelim dedik. Sonra
oradan kala kala bizim atölyeyle tiyatro atölyesi
kaldı. Ben ‘85’te aldım atölyeyi, 2000’e kadar 15
yıl orada eğitim verdim, sonra da kapandı. Bir 10
yıl da yeniden kendi kurduğum atölyede ders verdim.
Daha sonra Bilgi Üniversitesi’nde dokuz yıl süreyle
bir sertifika programında ders verdim, bir ara
Bilkent’te misafir sanatçı olarak bir sömestr ders
verdim. İki yıl da Yıldız Teknik’te ders verdim.
Yani 25 yıllık bir eğitim süreci var.
44 YAŞINDA BENZİNCİDE GECE BEKÇİLİĞİ YAPIYORSUN,
ELİNDE SİLAH
New York döneminiz nasıldı? Enteresan bir
dönem çünkü tam ‘80 darbesinden önceydi
yanılmıyorsam.
Evet, ben temmuzda gitmiştim, eylülde darbe oldu.
New York’a, boş tuvale atlar gibi atladık. Çok az
bir parayla, çok sıkıntılı bir dört yıl geçirdim,
ama bütün mesele kendi yerini tayin etmek.
Neredeyim, ne oluyor ve ben ne yapıyorum? Her şeye
ulaşmanız mümkün değil New York gibi bir yerde, bir
köşesinde oturuyorsunuz; hoş ben 4. Cadde’de,
merkezde oturuyordum ama mesela bütün açılan
sergiler, olaylar hareketler hepsini takip etmek
imkansız.
Orada bir sergi yaptım, tesadüfen işlerimi sevdiler
ama bir tane iş satışından başka bir şey olmadı. Çok
ciddi para sıkıntısı vardı. Kendimin başka yanlarını
gördüm. 43, 44 yaşındasın, gece bekçiliği
yapıyorsun, elinde silah… Berbat kenar mahallelerde
45 dolar kazanacaksın diye hayatını tehlikeye
atıyorsun. Gece 8’den sabah 8’e kadar benzin
istasyonunda çalışıyordum elimde çifteyle. Gece
çalışıp gündüz resim yapıyordum.
OTURUR AĞLARSIN CİDDİYE ALIRSAN
O döneme ait birçok defteriniz var…
Evet, bir sürü tuval üzerine desen de var, sergide
olacak, boyalar var, heykeller de var ama onların
büyük bir miktarı yok oldu. Mesela New York’tan
Brüksel’e gidip yaptığım iki sergiden ilki heykeldi.
Brüksel’de bir yıl heykel çalıştım. Hem New
York’taki yerin parasını ödüyordum hem burada bir
atölye tuttum. Malzeme filan da derken, inanılmaz
bir sıkıntıydı çektiğim. Bu arada orada yaptığım 13
heykeli taşıyamadım mesela. 15 resmim de New York’ta
yok oldu. İşi yapmak önemli ama koruyabilmek daha
önemli. Oturur ağlarsın ciddiye alsan ama hiç
ciddiye almadım, ne yapayım, delireyim mi yani?
BİZDEN EVVELKİLER TAMAMEN REDDEDİLDİ
Günümüze gelirsek, bugün ülkede siyasi ve
sanatsal anlamda gelinen noktayı nasıl görüyorsunuz?
Piyasa kısmını es geçerek, üretilen ve dolaşıma
giren sanat ve onun izleyicisi anlamında soruyorum.
Bir gelişmişlik söz konusu tabii şu an. Türkiye’de
artık yetişmiş, dünyadan haberdar ve dünyayla
adımlayan bir sanatçı kesimi var. Bu, kazanılmış bir
şey. Bugün artık “Türk sanatı var mı?”, “Türkler de
sanat yapar mı?” diye bir şeyin ispatıyla uğraşmıyor
sizin jenerasyonunuz ama biz bununla uğraştık.
Bizlerden evvelkilerse tamamıyla reddedilmişler. Biz
en azından, “Bakın biz varız, böyle bir şey var”
diyebilmiştik.
TÜRKİYE ÇOK SAYGIN BİR BİENALE SAHİP, AZ ŞEY Mİ?
Aslında bizler de sizin inşa ettiğinizin
üzerine devam ediyoruz.
Evet, bunun böyle olması da gerekirdi zaten. Tüm bu
süreçte vardığımız nokta, çok önemli bir nokta oldu
ve de dünyayı bilen, dünyadan haberdar sanatçılar
var bir kere. Şimdi artık dünyadan habersiz
diyemezsin. Bir kere yurtdışında öğrenim yapmış
sanatçılar var. Kendini yurtdışında sınamış,
deneyen, uluslararası alanlarla temas eden bir
sanatçı kesimi var. Bir de Türkiye artık çok önemli
ve saygın bir bienale sahip bir ülke, bu az bir şey
değil. Dolayısıyla hem sanatçılarınız dışarıda
tanınıyor hem de yabancı sanatçılar burada
tanınıyor. Böyle bir iletişim oluştu. Bu
uluslararası yanı çok önemsiyorum. Plastik Sanatlar
Derneği’ni kurma sürecinden bugüne kadar vardığımız
noktada dışarıyla büyük temaslar yaptık ve onlardan
alınan cevaplar doğrultusunda dünyada nasıl
göründüğümüzü de iyi biliyorum.
ZORLUKLARLA OLUŞTURDUĞUMUZ SİSTEMİ ŞU ANKİ POLİTİK
SİSTEM YOK EDİYOR
Bizim bir sanatımız var, dünyalı bir sanatımız var
ama bunu zedeleyen ve bunu engelleyen bir durumla
karşı karşıyayız. Bugün bu zorluklarla
oluşturduğumuz prestiji şu anki politik sistemimiz
yok ediyor.
Bu sistem, bahsettiğimiz bu kültürel alanları
reddediyor. Bugün “Biz Avrupa’ya hesap vermeyiz”
diyen, düne kadar Avrupalı olma hayalindeydi. Bu
dünyayla ilişki meselesi önemli, Avrupalılık
meselesi ekonomiye geldiği zaman görüyorsun; dünyada
para ve borsalar birbiriyle ilişkili. O zaman bunun
bir üslubu, uyman gereken haller var. E, bu sanatta
da böyle. Sanatçı yıllarca sırtında taşıdı bu
meseleyi; bir tane yardımcısı, alıcısı yoktu. Şimdi
böyle bir yere gelinmişken, varılan bu üst seviyeyi
aşağı çekmeye uğraşan ve seni de yalanlayan bir
sistem var arkanda. Birinci meselemiz bu.
Ortada üreticisi, seyircisi, alıcısıyla korunması
gereken bir şey var ama sen dünyayla ilişkini
kesiyorsun. Biz, bizim şöyle bir kültürümüz var,
şunu ürettik, böyle katkıda bulunduk diyoruz, ama bu
görev sabote ediliyor, dikkatler başka yerlere doğru
kaydırılıyor, ve sanatçı tekrardan ilk başa dönüyor.
Geriye doğru bir hareket var.
Geçmişini anlamak, geçmişinin değerini bilmekten
dahi bahsetmiyoruz burada, geçmişinin vardığı
düşünceyi dahi anlamadan onun daha gerisine gitme
haline var. Nasıl anlatacaksın o düşünce ritmini,
esaslarını, onun terbiyesini, düşünce sistemini?
ENERJİM MÜCADELEDEN GELİYOR
O anlamıyla tam bir ‘80’ler karanlığı...
‘80’ler karanlığı bir şey değil sevgili çocuğum, biz
karanlığın koleksiyonlarını yaptık. Bu da bize
dokunmaz bakma, bana dokunmaz. Benim hayat enerjim
de işte bu mücadeleden geliyor.
Radikal, Kaynak: İstanbul Artnews/Ocak 2015,
Haber: Ahmet Doğu İpek, 09.01.2015
|
MADEN DİYE GİRİP TARİHİ ESERLERİ GÖTÜRÜYORLAR
CHP
Parti Meclisi üyesi ve Antalya Milletvekili Gürkut
Acar, maden arama bahanesiyle dağlardaki antik
kentlerin talan edilip çıkartılan eserlerin
yurtdışına kaçırıldığını öne sürdü.
İnşaat Mühendisleri Odası Antalya Şubesi'nde
'Türkiye'de Hukuk Sistemi, İnşaat Sektöründeki
Mevzuat Eksiklikleri ve TMMOB Yasa Taslağı' hakkında
konuşan Gürkut Acar, Türkiye'nin en sorunlu
alanlarının başında denetim sisteminin geldiğini
belirtti. AKP'nin kamu denetimi anlayışını tamamen
devre dışı bıraktığını aktaran Acar, kamu
kurumlarının bütün denetim birimlerinin yapısının
değişitirilip etkisizleştirildiğini öne sürdü.
Denetimin de özelleştirilmeye paralel
özelleştirildiğini kaydeden Acar, Türkiye'de
denetimin tam anlamıyla patronun iki dudağı arasında
olduğunu aktardı.
Gürkut Acar, "Patron aynı zamanda denetim
elemanının da patronu olursa, orada sadece denetimin
adı kalır. Yapı denetimi alanında da iş güvenliği
alanında da yaşanan budur. Müteahhit istediği yapı
denetim şirketine gidip istediği fiyatta anlaşıyor.
Dediği olmazsa 'para yok' diyor. Böyle
denetim olur mu?" diye konuştu.
Acar, nitelikli bir denetimin ancak
bağımsızlıktan geçtiğini söyledi. Bugün Türkiye'de
yapı denetimiyle uğraşan 2 bin 500'e yakın şirket
olduğunu, 27 bin denetçi, 40 bin civarında da
kontrol elemanı olduğunu anlatan Acar, ayrıca
şantiye şefi unvanını almış 57 bin kadar da kişi
olduğunu söyledi. İnşaat sektöründe kontrolsüz bir
büyüme olduğunu ve ciddi bir krizin de kapıda
olduğunu öne süren Acar, yapı denetimindeki sorunun
yapı denetim birliği oluşturulmasıyla
aşılabileceğini söyledi.
TARİH YAĞMALANIYOR
Konuşmasında maden ruhsatlarıyla çevrenin talan
edildiğini ileri süren Acar, bu talandan dağlardaki
arkeolojik eserlerin de payını aldığını kaydetti.
Türkiye'nin dağlarında ve Antalya'da yüzlerce antik
yerleşim olduğunu anlatan Gürkut Acar, "Bunlar,
bunların hepsini talan ediyor. Son zamanlarda
Türkiye'de muazzam bir arkeolojik talan yapıldığını,
bu iktidarın da elinin altında bulunduğu büyük bir
arkeolojik eser kaçakçılığı olduğunu çok yakın
çevrelerimden duydum. Bu çok yeni. Bunlar bir gün
mutlaka meydana çıkacak. Özellikle maden arama
ruhsatlarının verildiği alanların içinde kalan
tarihi yerler tahrip edilip eserler yurtdışına
kaçırılıyor" diye konuştu.
Oda TV, 05.01.2015
|
130 SANATÇIDAN 236 SEÇKİN ESER SATIŞTA!
Beyaz Müzayede, 2015 yılını Türkiye’nin ve
dünyanın önde gelen sanatçılarının görkemli eserleri
ve başyapıtlarının satışa sunulacağı 30. Beyaz
Çağdaş ve Modern Sanat Müzayedesi ile açıyor.
Amerikan Çağdaş Sanatı’nın 1960’lı yıllarına
damga vurmuş Robert İndiana’nın ve dünyanın yaşayan
en önemli heykel sanatçılarından
Tony Cragg’ın eserleri 18 Ocak’ta
Beyaz Müzayede’de satışa çıkıyor.
Önemli koleksiyonlardan derlenmiş müzayede,
18 Ocak Pazar günü saat 14:00’te
Zorlu Performans Sanatları Merkezinde
gerçekleştirilecek.
1960’lı yıllara damgasını vuran Pop Sanatı’nın
öncüsü ve yaşayan en önemli Amerikan sanatçılarından
olan
Robert Indiana’nın 92x92x46cm ebadındaki “Hope”
isimli heykeli 750.000-1.000.000 TL aralığı ile
satışa sunuluyor.
“Hope” ve “Love”
heykelleri Robert Indiana’nın sanat yaşamını
zirveye taşıyan yapıtlar serisi olarak biliniyor.
Başta Amerika, Avrupa olmak üzere dünyanın birçok
şehir merkezlerinde, önemli bina girişlerinde,
müzelerde ve en prestijli koleksiyonlarda yer alan
“Hope” ve “Love” heykelleri
Robert Indiana’nın adeta sembolü olduğu kadar,
Amerika’da birçok etkinliğin de sembolü haline
gelmiştir.
Robert Indiana’nın “Hope” heykeli üzerine
Amerika’da “Umut Günü” kutlanmasına karar verilmiş
ve bu heykeller “Umut Günü”nün sembolü olmuş ve
ayrıca Amerikan pullarına basılmıştır.
Beyaz Müzayede’de satışa çıkacak heykelin aynı
ebadındaki “Love” heykeli 24 Ekim 2014 tarihinde
Shanghai’da Christies’de 4.470.000 Çin Yuanı
(1,700,000 Türk Lirası) ve yine aynı ebatta bir
diğer “Love” heykeli 17 Ekim 2014’te Londra’da
Christies’de 386.500 Ingiliz Sterlini (1.400.000
Türk Lirası) bedel ile satıldı.
İstanbul Modern dahil dünyanın tüm önemli çağdaş
sanat müzelerinde heykelleri yer alan
Tony Cragg’in 18 Ocak’ta gerçekleşecek
Müzayede’de 140cm boyundaki ahşap heykeli
450,000-650,000TL tahmini fiyat aralığı ile satışa
sunuluyor.
Anish Kapoor ile birlikte yaşayan en önemli iki
çağdaş heykel sanatçısından biri kabul edilen
Tony Cragg’in açık hava heykelleri çeşitli şehir
merkezlerinde yer almasının yanı sıra,
Tony Cragg’in Almanya’nın Düsseldorf şehrinde
açık hava Heykel Müzesi bulunmaktadır. Sanatçı’nın
heykelleri dünyanın önde gelen çağdaş müze ve
koleksiyonlarında yer almaktadır.
30.
Beyaz Müzayede’de
Ömer Uluç’un kendisinin kurmak istediği
müze için ayırdığı ancak yaşamının son yıllarında
önemli bir koleksiyonere satmaya razı olduğu bir
başyapıtı satışa sunulan eserler arasında yer
alıyor.
Ömer Uluç’un 1987 yılında yapmaya
başladığı ve 1991 yılında tamamladığı 200x300cm
ebadındaki “Bir Ulus’un Tarihi” isimli başyapıtı
500.000-800.000TL tahmini fiyat aralığı ile satışa
çıkıyor. Müzayede’de
Ömer Uluç’un çeşitli dönemlerine ait eserleri
arasında 1990’lı yıllara ait “Nü ve Çocuk” isimli
yapıtı da yer almaktadır.
Nejad Melih Devrim’e ait 1954
tarihli “Beyaz Soyut” isimli ve 1963 tarihli “Paris”
isimli yapıtları da 18 Ocak’ta gerçekleşecek
müzayedenin yoğun ilgi çekmesi beklenen diğer iki
eseri olarak öne çıkıyor. Nejad Melih Devrim’in
130x160cm ve üstü bilinen 20’ye yakın yapıtı
bulunmaktadır. Her biri 130x160cm ebadında olan
“Beyaz Soyut” ve “Paris” yapıtları Nejad Melih
Devrim’in bilinen büyük ebat 20’ye yakın
başyapıtları arasında yer almaktadır.
Müzayedede “Beyaz Soyut” ve “Paris” yapıtlarının
her biri 350.000-500.000TL tahmini fiyat aralığı ile
satışa sunuluyor.
Türk Çağdaş Sanatı’nın en önemli ve değerli kadın
ressamı ve Nejad Melih Devrim’in annesi
Fahrelnisa Zeid’in 1980’li yıllara ait
114x94cm ebadındaki “Nofa” isimli
portre ve 1960’lı yıllara ait “Sarı Yeşil Soyut”
yapıtları satışa sunulan diğer sıra dışı eserler
arasında yer alıyor.
Fahrelnissa Zeid “Nofa” isimli yapıtında Ürdün’ün
önde gelen ailelerinden bir öğrencisinin üç kızından
en büyüğünün on beş yıl sonraki halini tasavvur
ederek resmetmiş. Her iki eser de 250,000-350,000TL
tahmini fiyat aralığı ile sanatseverlerin beğenisine
sunuluyor.
Erol Akyavaş’ın tüm kitaplarında
yer alan “Ferman” Serisi’nin en bilinen
yapıtlarından olan 1990 tarihli 168x50cm ebadındaki
“Ferman IX” 200.000-300.000 tahmini fiyat aralığı
ile satışa çıkıyor.
Türk Çağdaş Soyut Sanatı’nın bir
diğer ustası Burhan Doğançay’ın “Kurdela”
Serisi’nden 1977 tarihli 90x126cm ebatlı “Rift”
isimli beyaz fonlu şaheserinin tahmini satış fiat
aralığı ise 160,000-220,000TL.
Ayrıca bir heykeli New York’ta Metropolitan
Museum Of Art’da yer alan Türk Çağdaş Heykel
Sanatı’nın en büyük ustası kabul edilen İlhan
Koman’ın “İsimsiz Demirler” Serisi’nden iki adet
heykel Müzayede’de yer almaktadır.
130 SANATÇIDAN 236 ESER SATIŞTA
30. Beyaz Çağdaş ve Modern Sanat Müzayedesi’nde
yerli ve yabancı 130 sanatçıya ait 236 seçkin eser
satışa sunuluyor.
Türk Modern Sanatı’nın ustalarından Nuri İyem’in
1984 tarihli 75x105cm ebatlı “Sıradan Sevdalar” ve
Turan Erol’un 1995 tarihli 100x82xm ebadındaki
“Verandadan Ötesi” isimli görkemli yapıtlar da
satışa sunulan eserler arasında yer alıyor.
Müzayede’de diğer öne çıkan eserler Mübin Orhon,
Selim Turan, Fikret Mualla, Adnan Çoker, Ferruh
Başağa, Burhan Uygur, Yüksel Arslan, Komet, Mehmet
Güleryüz, Ergin İnan, Neşe Erdok, Zühtü Müridoğlu,
Koray Ariş, Orhan Peker, Turgut Zaim, Avni Arbaş,
Adnan Varınca, Şükriye Dikmen, Kemal Önsoy, Selma
Gürbüz, Kezban Arca Batıbeki, Ramazan Bayrakoğlu,
Murat Pulat Türk Çağdaş Sanatı’nın ustalarından genç
kuşağa kadar uzanan yelpazenin önemli sanatçılarına
ait seçkin yapıtlardan oluşuyor. Ayrıca, Müzayede’de
Robert Indıana ve
Tony Cragg’in yanısıra Julian Opie, Sarah
Morris, Peter Zimmermann ve Mark Francis gibi
dünyanın tüm önde gelen müzelerinde eserleri yer
alan ünlü dünya çağdaşlarının eserleri satışa
sunuluyor.
ESERLER 18 OCAK PAZAR GÜNÜ ZORLU PSM'DE!
Önemli koleksiyonlardan derlenmiş
30. Beyaz Müzayede son yılların en kapsamlı
“Çağdaş Ustalar Geçidi”ni oluşturuyor.
Beyaz Müzayede’de satışa sunulacak sıra dışı
eserler 13-17 Ocak tarihleri saat 10:00-20:00
arasında Zorlu Performans Sanatları Merkezi Meydan
Fuaye’de sanatseverlerin ziyaretine açık
sergilenecek.
Aziz Karadeniz tarafından yönetilecek olan ve
236 eserin satışa sunulacağı
30. Beyaz Müzayede, 18 Ocak Pazar günü saat
14:00’te Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde
gerçekleştirilecek.
Habertürk, 05.01.2015
|
MISIR'DA KRALİÇE KHENTKAUS'UN MEZARI BULUNDU
Mısır'ın başkenti Kahire yakınlarında Mısır
kraliçesine ait olduğu sanılan bir mezar keşfedildi.
Çek arkeologların yaptığı keşifte ortaya çıkan
Mezarın, Firavun Neferefre’nin karısı 3. Khentkaus’a
ait olduğu düşünülüyor. Kraliçenin gömülü olduğu
yerin Kahire’nin güneydoğusunda yer alan eski bir
krallık mezarlığı olduğu belirtildi.
Deutsche Welle'de yer alan habere göre Çek Enstitüsü
Mısır Araştırmaları’ndan Arkeoloji Heyeti Başkanı
Dr. Miroslav Barta yaptığı açıklamada mezarın
Firavun Neferefre'nin mezarlık sitesinin içinde yer
aldığını söyledi. Barta'ya göre bu bulgu, kraliçenin
Neferefre’nin karısı olduğuna işaret ediyor.
Arkeologlar, kraliçenin isminin ‘Khentkaus' olarak
tespit edildiğini söyledi.
Mısır Eski Eserler Bakanı Memduh El Damati de
mezarın keşfinden önce kimliği bilinmeyen bu
kraliçenin ilk kez mezarının keşfiyle ortaya
çıktığını ve böylece Beşinci Hanedan’a ait
bilinmeyen bir noktanın aydınlatıldığını belirtti.
Ayrıca Çek arkeoloji ekibi mezarda 24'ü kireç taşı,
4'ü bakır olmak üzere yaklaşık 30 adet mutfak eşyası
buldu.
Birgün, 05.01.2015
|
AHIR DEĞİL, MÜZE OLSUN
Çiğli Özel Anajet Mesleki ve
Teknik Meslek Lisesi öğrencileri, tarih
öğretmenleri Nur Birlik ve coğrafya öğretmeni
Fatih Koç ile yerel tarih gezisine çıktı.
Öğrenciler gezilerinde sadece tarihi öğrenmenin
yanında bu mekanların içler acısı durumunu da
ortaya koyup farkındalık yaratmaya çalışıyor.
İzmir'in Menemen
İlçesi'nde Esat Paşa
Mahallesi'nde bulunan 19'uncu Yüzyıl'da yapılan
Ermeni kilisesini ziyaret eden öğrenciler hayal
kırıklığına uğradı. Kitabesi bulunmadığından
kesin yapım tarihi bilinmeyen, 1922 yılına kadar
kullanılmış kilisenin, Ermeniler'in Menemen'den
ayrılması ardından kendi haline bırakılıp bir
süre askeri depo olarak kullanıldıktan sonra at
bağlanan ahır haline geldiği ortaya çıktı.
Öğrenciler, viran haldeki, kaderine terk
edilmiş, bu kilisenin onarılıp müzeye
dönüştürülmesini istedi.
Hürriyet, Haber: Mustafa Oğuz, 05.01.2015
|
IŞİD ŞİMDİ DE MUSUL'DAKİ
2000 YILLIK ASUR BAŞKENTİ SURLARINI HEDEF ALDI
IŞİD Irak’ta
halifeliğini ilan ederken bu sefer gözüne imha etmek
için başka bir tarihi yer kestirdi. Musul
çevresindeki vatandaşlar, Süryani haber sitesi
Ankawa’ya, militanların Asur Başkenti Ninova’nın MÖ
700 yılına tarihlenen surlarını patlatma planları
olduğunu söyledi.
İsmini vermek istemeyen
kaynaklar, IŞİD liderlerinin surlar arasında bubi
tuzakları kurma emri verdiklerini bildirdi. Eğer
Irak ordusu bölgeyi kurtarmaya çalışırsa,
militanların “tarihi surları bombalama işini yerine
getirmeleri” gerekiyor.
Ninova duvarlarını Asur
Kralı ve II.Sargon’un oğlu Kral Sanherib’in
yaptırdığı düşünülüyor. Sanherib MÖ 704’te tahta
çıktıktan sonra şehri yeniden inşa etmişti. Ninova
şehri Asur başkenti olduğu sırada şehri
saldırılardan korumak için yapılan duvarlar şehrin
etrafında 12 km boyunca dolaşıyor. Ninova şehri o
kadar önemliydi ve Sanherib’in katkıları o kadar
büyüktü ki, bazı arkeologlar Babil’de olduğu
düşünülen Asma Bahçeler’in yapımı ve onarımının da
Senaherib tarafından yapıldığını düşünmeye başladı.
IŞİD modern Ninova
şehrinin olduğu, “Süryanilarin Irak’taki son kalesi”
olarak görülen bölgeye Ağustos başında taşındı.
200.000’in üstündeki Süryani Duhok ve Erbil’e kaçtı.
Yunus’un Türbesi de
Havaya Uçuruldu
Militanlar Irak’ın
ikinci büyük şehri Musul’u Haziran’da ele
geçirdiklerinde Hristiyanlar ve Müslümanlar için
önemli olan türbe ve kabirleri tahrip etmeye
başladılar, çünkü bunların gerçek İslam’ı
çarpıttığını ve Tanrı dışında başka varlıklara
tapınmayı teşvik ettiğini düşünüyorlar. Temmuz’da
IŞİD, Kuran ve İncil’den bilinen Hz Yunus’un
türbesini havaya uçurdu. Türbe MÖ 8. yüzyılda inşa
edilmişti ve Saddam Hüseyin tarafından yenilenmişti.
Türbe popüler bir ziyaret yeriydi.
İncil ve Kuran’daki
inanca göre, Hz Yunus, Ninova şehrine peygamber
olarak gönderilmiş fakat sonra bu işten kaçıp bir
gemiye binmişti. Bunun üstüne Tanrı denizde bir
fırtına çıkardı, ve gemidekiler ancak Yunus’u denize
atarak kendi canlarını kurtardılar. Yunus, denize
atıldıktan sonra Tanrı’ın gönderdiği bir balık
tarafından yutuldu. Balığın midesinde hatasını
anlayıp dua ettikten sonra balığın karnından canlı
kurtulan Yunus, Ninova’ya döndü ve insanları gelecek
kıyamete karşı uyardı. Daha sonra insanların
tapınmaya başladığını gören Tanrı, Ninova’lıları
azaptan kurtardı.
Bu hikaye o kadar
önemliydi ki, Hristiyan Süryanilerin, daha sonra
başka Ortodoks Hristiyanlar tarafından da kabul
edilen, Ninova Orucu’nu başlatmalarına yol açtı. 3
günlük oruç, Yunus’un Ninova’ya yaptığı 3 günlük
yolculuğu ve balığın karnında geçirdiği 3 günü
temsil ediyor. Oruç ayrıca Irak’ta 9. Yüzyılda
gerçekleşen vebayla da ilişkilendiriliyor. Efsaneye
göre piskopos Tanrı’nın onları bağışlaması için 3
günlük orucu başlattı ve bundan sonra veba yok oldu.
IŞİD Tarihi Hedef
Alıyor
IŞİD militanları daha
önce de bölgede birçok eski yapıyı hedef aldı.
Musul’da 840 yıllık bir minareyi yok etmeye
çalıştıklarında, önce kendilerini öldürmeleri
gerektiğini söyleyen halk tarafından engellendiler.
Türkiye’de ise IŞİD’in Halep’teki Süleyman Şah
Türbesi’ne saldıracağı korkusu başlamıştı. Türbe,
Suriye Fransız hakimiyeti altındayken, Türk
bölgesinde, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman’ın
dedesi Süleyman Şah için yapıldı. Nisan’da türbeyi
korumak için güvenlik gönderilmişti.
arkeofili.com, Haber:
Ayşe Bursalı, 04.01.2015
|
ARKEOLOJİK ESER ARAMA
BAHANESİYLE PETROL ARANIYORMUŞ
Akdeniz Üniversitesi,
Tarih Bölümü öğretim üyeleri, Osmanlı Devlet
arşivlerinde yaptıkları araştırmalarda ilginç
bulgulara rastladı. İngiltere ve Almanya’nın,
Osmanlı topraklarındaki eski eserleri araştırma
bahanesiyle petrol aradıkları ortaya çıktı.
Yrd. Doç. Güven Dinç’e
göre, İngiltere ve Almanya başta olmak üzere, bazı
Avrupa devletleri, arkeolojik eserleri arama
bahanesini kullanarak Osmanlı topraklarından Musul
ve Kerkük’te petrol arama çalışmaları
gerçekleştirdiler.
Güven Dinç konuyla
ilgili olarak şöyle konuştu:
“Bu devletler,
genellikle asıl amaçlarını perdeleyen görüntüler
sergileyerek faaliyetlerini yürütüyordu. İngiltere
ve Almanya başta olmak üzere bazı ülkelerin
özellikle Musul ve Kerkük bölgelerinde petrol arama
çalışmalarını gizlemek amacıyla arkeolojik
araştırmalar adı altında Osmanlı Devleti’nden
aldıkları izin belgelerine ulaştık. Yani amaçlarını
gizlemek için kullandıkları önemli unsurlardan biri,
eski eser araştırmaları adı altında izin almaktı.
İngiliz ve Alman araştırmacılar, eski eser arama
bahanesiyle özellikle Musul ve Bağdat bölgelerinde
petrol arama faaliyetleri yapıyordu. Dönemin
Padişahı Abdülhamit, bu devletlerin asıl
niyetlerinin petrol aramak olduğunu sonradan fark
ederek gerekli tedbirleri aldı. Abdülhamit, dost ve
müttefik olarak gördüğü Almanların bu tavrı
karşısında şaşkınlığa uğramış, ayrıca kendisi de
eski eserlerden ziyade petrole önem verdiğini
göstermiştir.”
Osmanlı’da Arkeolojik
Eserlere Verilen Değer
Osmanlı Devleti, tarihi
eserlere pek önem vermiyordu. Yabancı devletlerin
ülke topraklarında herhangi bir gözetim altında
olmadan kazı yapması ve eserlerin yurtdışına
çıkartılması konusunda oldukça genişti. Fakat o
dönemlerde Batı’da, ülkelerin soylarının kökenini
arama derdi yüzünden arkeolojik buluntular oldukça
önem kazanmıştı. Başta İngiltere ve Almanya olmak
üzere bazı batılı ülkelerin petrol amacıyla Osmanlı
topraklarında tarihi eser arama çalışmaları
gerçekleştirdiği, Abdülhamit’in başta olduğu dönemde
de durum aynıydı. Fakat daha sonraki dönemlerde, çok
yönlü kişiliği ve yeterli kişisel donanımıyla Osman
Hamdi Bey’in müze müdürü olarak atanması ile
birlikte bu konuda çeşitli düzenlemeler ve yasalar
getirildi.
arkeofili.com, Haber:
Erman Ertuğrul, 03.01.2015
|
EFES ANTİK KENTİ UNESCO YOLUNDA
UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne girmek için 1994
yılında başvurusu yapılan Efes antik kentinin 22
yıllık rüyasının tamamlanan çalışmalarla birlikte bu
yıl gerçekleşmesi bekleniyor.
Selçuk Belediye Başkanı Zeynel Bakıcı, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, 8 bin 500 yıllık
tarihi olan ilçelerinde Efes Antik Kenti, dünyanın 7
harikasından biri olan Artemis Tapınağı,
Hristiyanların hacı oldukları Meryemana, Hz. İsa'nın
havarilerinden olan Saint Jean Kilisesi, Şirince
gibi birçok tarihi ve kültürel yerlerin bulunduğunu
anlattı.
İlçenin tarihi, kültürü, doğası, toprağı yani her
şeyiyle Allah'ın bir lütfu olduğunu, birçok
arkeolojik ve doğal SİT alanına sahip olduğunu dile
getiren Bakıcı, bölgenin insanlık tarihi boyunca
birçok medeniyete ev sahipliği yaptığını
hatırlattı.
Efes antik kentinin bugüne kadar UNESCO Dünya
Mirası içerisinde yer almamasının büyük bir eksiklik
olduğunu vurgulayan Bakıcı, 2015'de bu eksikliğin
giderileceğine inandıklarını ifade etti.
-UNESCO'nun istediği eksiklikler tamamlandı
Efes antik kentinin UNESCO Dünya Mirası
Listesi'ne girmesi için 1994 yılında başvuruda
bulunulduğunu, 2000 yılında bunun reddedildiğini
ondan sonra da bir sonuç alınamadığını dile getiren
Bakıcı, şöyle konuştu:
"Efes'in listede yer almaması büyük bir
eksiklikti. Eksikliğin nereden kaynaklandığını iyi
biliyoruz. Bu nedenle alt yapıyı çok güçlü
oluşturduk. Kültür ve Turizm Bakanlığımız başta
olmak kaydıyla belediye, müze, kazı heyeti
başkanlığı kolektif çalışma yaptık. Bakanlıkla el
ele, kol kolayız, her türlü çalışmayı yapıyoruz.
Müzeyle, Kaymakamlıkla keza öyle. Bilim
insanlarımızla bir araya geldik ve çok güzel bir
çalışma elde ettik.
UNESCO'nun bizden istediği bütün değişiklikler,
düzenlemeler yapılmış durumda. Efes'in koruma amaçlı
imar planlarını bitirdik, alan yönetim planını da
onaylattık. Elimiz çok güçlü. Çok büyük bir aksilik
olmazsa Haziran 2015'de Efes Antik Kenti Dünya
Kültür Mirası asıl listesine girecek. Efes'in 22
yıllık rüyası inşallah haziran ayında gerçekleşecek"
Hürriyet, Haber: Ramazan Ercan, 04.11.2015
|
3 BİN YILLIK KALEYİ KÖYLÜLER BULDU
Binlerce yıl çeşitli medeniyetlere ev sahipliği
yapan Van'da kentin tarihi envanterine bir
arkeolojik eser daha eklendi. Geçen hafta Yurtbaşı
mahallesinde erken demir çağına ait olduğu düşünülen
3 bin 200 yıllık kale bulundu. Oysa, kalenin varlığı
yıllardır mahalle halkı tarafından biliniyor ancak
seslerini duyuramıyorlardı.
Mahalle muhtarının tarihe olan merakı ve ısrarlı
tutumu sonucu bölgeye uzmanlar gelip inceleme yaptı,
binlerce yıllık eser sonunda ortaya çıktı.
Sanat tarihçi Mehmet Top tarafından tespit edilen
kalenin ortaya çıkış öyküsünü Al Jazeera Türk
mahalleliler ve tarihçilerle konuştu.
80 haneli Yurtbaşı mahallesinin muhtarı İrfan
Yücel, tarihi kalenin tespit edilmesi için birkaç
kez başvuruda bulunduğunu, ancak cevap alamayınca
ilçede Hoşap kalesinde kazı yapan ekibinde
ulaştığını anlatıyor. Kalenin tespitinden dolayı
mutlu olduğunu belirten Yücel, kalenin
değerlendirilmesi için her zaman çalışacağını
söylüyor.
‘’Peşini bırakmadım’’
Kalenin bulunmasıyla ilgili ısrarlı davrandığını
ifade eden Muhtar Yücel,
"Kale köye 3 km
uzaklıkta bulunuyordu.
Köylüler ve ben
buranın bir kale olduğunu biliyorduk. Her zaman
incelenmesini, değerlendirilmesini istiyorduk.
Şimdiye kadar burası için bir imkanımız olmadı. Biz
köylüler birlikte hareket etmek istedik. Yalnız
imkan yoktu. Hep peşinden koştuk. Şimdi buranın
değerlendirilip turizme kazandırılmasını bekliyoruz" dedi.
Kalenin tanıtılması için araştırmalar yaptığını
aktaran Muhtar Yücel, şöyle devam etti:
"Yaptığım araştırmalar sonucunda ilçede Hoşap
kalesinde kazı yapan Mehmet Top’a ulaştık. Kendisine
bu kalenin varlığından bahsettik. Gelip bakması
yönünde teklifte bulunduk. Kabul etti. Sonra gelip
baktı. Kontrollerini keşiflerini yaptı. Kalenin
tespitinin yapılması gerektiğini söyledi. Köylüler
olarak buranın ortaya çıkartılmasını ayağa
kaldırılmasını istiyoruz. Zaten köyün geçimi de yok.
Hayvancılık ve çiftçilikle uğraşıyorlar. Burada kazı
yapılması köy yararına da olacaktır."
Atalarının yeni tespiti yapılan alanın 'Derbend
kalesi' olarak adlandırdığını söyleyen Yücel
konuşmasını şöyle sürdürdü:
"Burası ile ilgili bir şey yapılmasa biz de
üzerinde duracağız. Van müzesinden yetkililer geldi.
Toprak ve taş numuneleri aldılar. Ayrıca
belgelendirmek için fotoğraflarda çektiler. Onların
söylediğine göre burası kültür envanterine kayıtlı
değilmiş. Kalenin çok eski olduğunu ve
değerlendirilmesi gerektiğini söylediler. Biz burayı
gösterdiğimiz için mutluyuz. İnşallah kıymeti
bilinir.’’
Muhtarın çabalarıyla, kaleyle ilgili temas
kurduğu sanat tarihçi Mehmet Top, önce kalede yüzey
çalışması yaptı. Top’un çalışması sonrasında Van
Müzesi'nden yetkililer de incelemede bulundu. Eser,
kentin kültür envantarine kayıt edilmesi anlamında
da önem taşıyor.
Yüzüncü Yıl Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat
Tarihi bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Mehmet Top,
muhtarın bilgi vermesiyle kalenin resmi olarak
tespitinin yapıldığı söyledi.
Top,
‘’İlçede kazı çalışması yaptığımızdan
iletişim konusunda her zaman buradaki vatandaşlarla
temas halindeyiz. Vatandaşlar bazen bize abartılı
şeylerle de gelebiliyor. Defineci merakı olabiliyor.
Biz de bunları bölgenin tarihi açısından
değerlendiriyoruz. Burası içinde Muhtar İrfan Yücel
geldi. Biz de tespitini yaptık. Bundan sonraki
araştırmalar arkeologlara kaldı’’ dedi.
İlk araştırma sonucuna göre kalenin 3 bin 200
yıllık olduğunu kaydeden Top, şunları söyledi:
"Kale bir erken demir çağı kalesi olduğu
anlaşıldı. Gerek kalenin konumu gerek mimari yapısı
ve buradan çıkan seramik parçaları günümüzden hemen
hemen 3 bin veya 3 bin 200 yıl önceye ait olduğu
ortaya koydu. Buranın daha önce gerek Van müzesi,
gerekse arkeolojik çalışma yapan bilim insanları
tarafından kayıt altına alınmadığını gördük. Bu
açıdan da önem arz ediyor. Bölgede halen orta çağ
hem de ilk çağ dönemine ait kayıtlara geçmeyen
kültür varlıkları var."
Al Jazeera, 04.01.2015
|
İŞTE 'ÇİLE ODASI'
Trabzon'un Maçka
İlçesi'ndeki Altındere vadisinde bulunan
Sümela Manastırı,
MS 375'te dev bir kayanın
üzerine yapıldı. Yıllarca kullanılan manastır
1800'lü yılların sonuna doğru yandı. Ama 2.
Abdülhamit o dönemde manastırı restore ettirdi. Bir
süre daha manastırda kalan rahipler, 1920'li
yıllarda burayı terk etti. 40 yıl kapalı kalan
manastırın bazı bölümleri daha sonra turizme açıldı.
YÜZDE 73'Ü SİLBAŞTAN...
Bu tarihten birkaç yıl sonra da Kültür ve Turizm
Bakanlığı 16 yıl süren bir restorasyon
gerçekleştirdi. Ama bakanlık tarafından oluşturulan
Bilim Kurulu restorasyonun hatalı olduğu yönünde
rapor verdi. Bunun üzerine restorasyonun yüzde
73'ünün sil baştan yapılması kararı verildi. Proje
önümüzdeki günlerde 4 milyon lira bedelle ihale
edilecek. Bu arada restorasyona manastırın sağ
tarafında kalan ve yamacın ön yüzünü kaplayan büyük
balkonlu keşiş ve misafir odaları da eklendi.
Yıllardır kapalı olan ve merak edilen bu odalar da
restorasyon sonrası ziyarete açılacak.
SADECE İKİ METREKARE
Manastırın bugüne kadar hiç gün yüzüne çıkmayan bir
bölümü daha var. Bu bölüm ise 2 metrekarelik
çile odası ile rahip ve vaftiz odaları. SABAH
işte bu çile odasını ve içindeki freskleri ilk kez
görüntüledi. O fresklerde ise Hz. İsa karnındayken
Hz. Meryem'in ikonası, Hz. İsa'nın çarmıha gerilmiş
ikonası ile bazı havarilerle birlikte melekler
resmediliyor. İncil'den okunarak duvarlara
resmedilen bu ikonalarda ise Hz. İsa'nın Hz.
Meryem'in karnında olması, "Hz. İsa bütün dünyayı
ruhani olarak kuşatırken Hz. Meryem onu karnına
sığdıracak kadar kutsal bir kadın" diye
yorumlanıyor. Hz. İsa'nın çarmığa gerildiğinde
ağlayan havariler de O'nun çektiği çilelere karşı
üzüntülerini anlatıyor.
Sabah, 04.01.2014
|
İSTANBUL'DA
GERÇEKLEŞECEK OLAN KÜLTÜREL MİRAS 2015 FUARI
YAKLAŞIYOR
Restorasyon, arkeoloji
ve müzecilik sektörlerinin biraraya geleceği
kültürel miras fuarı, 5-7 Şubat tarihleri arasında
Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda
düzenlenecek. Fuarda çeşitli konferanslar ve film
gösterimi, müzik etkinliği, gezi gibi faaliyetlerler
yer alacak. Ayrıca moda tasarımcısı Hatice Gökçe’nin
Leather Age – Anatolia (Deri Çağı – Anadolu) isimli
fotoğraf sergisi de yer alacak.
All Fuarcılık Yönetim
Kurulu Üyesi Murat Akan fuarla ilgili olarak,
müzecilik, restorasyon ve arkeoloji sektörlerinin
ilk defa buluşacağını vurguladı ve “Türkiye tarih
konusunda büyük bir potansiyele sahip. fakat
sektörel gelişiminin henüz başında olması nedeniyle
her üç konuda ayrı birer fuara sahip olabilecek gücü
ve oluşumu henüz ne yazık ki yok. Bu nedenle biz
Türkiye’de bu üç sektörü bir araya getirip ‘Kültürel
Miras’ adı altında topladık. Böyle bir fuar ve
konferans, Türkiye’de bir ilki temsil edecek” dedi.
Kültür ve Turizm
Bakanlığı, Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü ve
UNESCO Türkiye Milli Komisyonu’nun desteğiyle
düzenlenen organizasyonda, Türkiye’de kültürel miras
eğitimi-yönetimi, belgelemede yeni yöntemler,
sergilemede ve teşhirde yeni araçlar, arkeolojide
yeni teknikler, konservasyon ve restorasyon
teknikleri, yeni uygulamalar ve müzecilik
teknolojileri gibi ana başlıklar yer alacak.
arkeofili.com, Haber:
Erman Ertuğrul, 03.01.2015
|
STRATONİKEİA ANTİK KENTİNDEKİ KAZILAR
Yatağan İlçesi'ndeki Stratonikeia
antik kentindeki kazı çalışmalarının 2014 yılındaki
bölümü sona erdi.
Stratonikeia Antik Kenti Kazı Başkanı
Prof.Dr.
Bilal Söğüt, AA muhabirine yaptığı açıklamada,
Stratonikeia antik kentinin birçok bölgesinde kazı
çalışması yürütüldüğünü söyledi.
Stratonikeia antik
kentinde 2014 yılında
yaklaşık 6 ay çalışma yaptıklarını belirten Söğüt,
her yıl 6 aydan az olmamak üzere çalışma
gerçekleştirdiklerini bu yılki kazı
çalışmalarını farklı mesleklerden yaklaşık 50
kişilik bilim heyeti ve işçiler ile
gerçekleştirdiklerini anlattı.
Kentte alanların durumuna göre kazı, araştırma,
konservasyon ve restorasyon olarak farklı bilim
uzmanları kontrolünde çalışmalar
gerçekleştirildiğini dile getiren Söğüt,
çalışmaların büyük bölümünün Pamukkale
Üniversitesinin Arkeoloji ile
Kültür Varlıklarını Koruma ve Onarım Bölümü
öğretim elemanları tarafından yürütüldüğünü, ayrıca
Selçuk, Adnan Menderes,
Anadolu ,
Ankara , Muğla Sıtkı Koçman üniversitelerinden
öğretim elemanlarının da çalışmalara katıldığını
kaydetti.
Söğüt, antik kentte çalışma yapan öğretim
elemanları arasında arkeolog, restoratör, sanat
tarihçisi, mimar, kimyager, biyolog, bizantolog,
epigraf, ressam, felsefeci ve bilgisayar uzmanı gibi
bilim adamlarının yer aldığını ifade etti.
Söğüt, 2014 yılında antik kentin birçok
noktasında kazı çalışması yürüttüklerini bildirerek,
şöyle konuştu:
"Bu yıl Roma Hamamı-1, İmparatorlar Tapınağı,
Spor Okulu, Tiyatro ve Batı Cadde gibi antik
yapıların yanı sıra, Selçuk Hamamı, Boya Atölyesi,
Hasan Şar Evi, Köy Meydanı, Mescit gibi Beylikler ve
Osmanlı dönemi yapılarında çalışmalar
gerçekleştirildi. Antik yapılarda kazılan kısımlarda
koruma ve onarım çalışmaları yapıldı. Kazıda bulunan
mimari blokların gruplandırılması gerçekleştirildi.
Ayrıca Osmanlı dönemi boya atölyesinin çatısı
tamamlandı. Erken Cumhuriyet Dönemine ait kentte en
son yapılan Hasan Şar Evi'nin restorasyonu
gerçekleştirildi."
Söğüt, kentte yürütülen kazı çalışmalarında
şehrin giriş kapısından imparatorlar tapınağına,
Roma hamamından Türk evine her yapıyı aşamalar
halinde gün yüzüne çıkardıklarını ifade etti.
Antik yapılardan Roma Hamamı-1, Batı Cadde ve
Spor Okulu'nda kazı çalışmalarının bu yıl da devam
edileceğini belirten Söğüt, "Selçuk Hamamı'nın
restorasyon projeleri tamamlanacak ve bulunacak
ödeneğe göre bu yapının restorasyonuna başlanacak.
Stratonikeia Antik Kenti'ne gelenler için çok önemli
çalışmalardan birisi olan kentin karşılama merkezi
ve gezi güzergahlarının düzenlenmesi, Kültür
Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nün verdiği
ödenek ihalesi başladığı için bu çalışma 2015
yılında tamamlanacak" dedi.
Geçen yıl yürütülen kazı çalışmalarında kentte
önemli eserlere ulaştıklarını vurgulayan Söğüt,
şunları söyledi:
"2014 yılı çalışmalarında 172 taşınır kültür
varlığı bulundu. Bunların tamamının koruma ve onarım
çalışmaları yapılarak Muğla Müzesi'ne teslim
edildi. Kentteki kazılarda her yapıda bulunan ve
taşınmaz kültür varlığı olan ele geçen yüzlerce
mimari eserler vardır. Bu tür eserlerin tamamı kent
içinde oluşturduğumuz Taş Hastanesi'nde restorasyonu
yapılarak korumaya alındı. Stratonikeia antik
kentinde antik dönemden günümüze her dönemden
yapının kazısı yapılmakta ve bunların tamamının
koruma ve onarım çalışmaları gerçekleştirilmektedir.
Kente yapılacak yardımlar ile daha çok yapılarda
çalışma yapılabilir ve bunların koruma ve onarım
çalışmaları gerçekleştirilebilir. 2014 yılında ketin
tanıtımı ve yapılacak çalışmalara destek bulunması
ile ilgili önemli girişimler yapıldı. Bu konuda 2015
yılında özel sponsorlardan desteklerin olacağını
ümit ediyoruz. Kamunun dışında özel teşebbüslerin
kente yapılacak çalışmalara destek olunması çok
önemli. Çünkü bu sayede tüm dünyaya örnek olacak
Stratonikeia Antik Kenti'ni her dönemi ile ayağa
kaldırabiliriz."
Radikal, 03.01.2015
******
BİN 850 YILLIK KEMER RESTORE EDİLİYOR
Yatağan İlçesi'ndeki Eskihisar
Köyü'nde bulunan
Stratonikeia antik kentinde Roma hamamlarında kazı
çalışmasında ortaya çıkarılan bin 850 yıllık kemer
restore ediliyor.
Stratonikeia antik
kentindeki tarihi Roma
hamamların ayağa kaldırılması için yürütülen kazı
çalışması sürüyor.
Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Sratonikeia Antik
Kenti Kazı Başkanı Prof.Dr. Bilal Söğüt, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, kentteki önemli
yapıların ayağa kaldırılması için çalışma
yürüttüklerini, Roma hamamlarının da bu çalışmalarda
önemli yeri bulunduğunu söyledi.
Roma hamamlarının bulunduğu alanları 3D yöntemi
ile ayağa kaldırdıklarını bildiren Söğüt, Roma
dönemine ait hamam yapısının doğu batı yönünde
soyunmalık bölümünün üst kısmındaki kemerin hamamla
bütünleşmesi için çalışma yaptıklarını anlattı.
Restore edilen üst kemerin yaklaşık bin 850 yıl
öncesine ait olduğuna dikkati çeken Söğüt, kemerin
karşısında toprağın 3,5 metre altında başka bir
kemer daha bulunduğunu kaydetti.
Kazılarla bunu da gün yüzüne çıkartacaklarını
anlatan Söğüt, "Hamamın ayaktaki kalıntılarının
konservasyonunu (sağlamlaştırmasını) yapıyoruz.
Böylece yapıların ömrünü uzatıyoruz. Kentteki
yapıların daha uzun süre sağlam şekilde kalmasını
istiyoruz" dedi.
Kazılarda ortaya çıkarılan kemerin restorasyonunu
yaptıklarını, böylece yapıları koruma altına
aldıklarını dile getiren Söğüt, "Restorasyonunu
yaptığımız kemerde özel bir harç kullanarak
duvarları sağlamlaştırıp çalışma yürüttük. Kemerin
güney tarafında da Roma hamamının ılıklık ve
sıcaklık kısımları var. Onları da restore ederek
turizme kazandıracağız" diye konuştu.
Stratonikeia antik
kentinde yazıtlardan Roma
döneminde üç hamam yapısının bulunduğunu, bunlardan
birinin kadınlar hamamı olarak geçtiğinin
bilindiğini ifade eden Söğüt, yapının kuzey-güney
doğrultulu, birbirine paralel ve simetrik soyunma,
soğuk yıkanma, ılık yıkanma, sıcak yıkanma ve servis
amaçlı kullanılan en az altı odadan meydana
geldiğini, üst kemerin de bu alandaki önemli yapılar
arasında bulunduğuna dikkati çekti.
Söğüt, alanın 40 metre genişliğinde ve 80 metre
uzunluğunda olduğunu belirterek, 2015 kazı sezonunda
Roma hamamının bulunduğu bölgede restorasyon ve
sağlamlaştırma çalışmalarının devam edeceğini
söyledi.
Hamamın, Karia geleneğine uygun olarak MS 2.
yüzyılda inşa edildiği düşünülen simetrik planlı
olduğunun altını çizen Söğüt, şöyle devam etti:
"Hamamın üzerinde 19 ve 20. yüzyıla ait Osmanlı
döneminden yol, Cumhuriyet dönemine ait sivil
yapılar bulunuyor. Buradaki çalışmalarda Osmanlı
dönemi yol kalıntısını, Roma hamamı ile birlikte
koruyoruz. Bunun ön çalışmalarını yaptık. Kuzey
bölümünde yapılan kazılar ve alan çalışmalarına göre
hamamın zemininde mermer plaka, tuğla ve mozaik
döşemelerin olduğunu biliyoruz. Bu yıl yapılan
çalışmalarda palestra kısmında bulunan sütunlar
ayağa kaldırıldı. Gelecek yıllarda 10 metre
genişliğindeki kentin en önemli doğu-batı caddesi
ile bu hamam yapısı arasındaki bölümün kazısını
yapacağız, iki yapının bağlantısını ortaya
koyacağız."
Bilal Söğüt, Roma hamamında Pamukkale
Üniversitesi, Kültür Varlıklarını Koruma ve Onarım
Bölümünden bir uzman gözetiminde, restörator ve
işçiler ile konservasyon ve konsolidasyon
çalışmaları yapıldığını, bu çalışmaların hava
şartları uygun olduğu sürece kış döneminde de devam
ettiğini sözlerine ekledi.
Trt Türk, 06.01.2015
|
MÜZE MÜDÜRÜNÜN ODASININ
ALTINDAN HAZİNE ÇIKTI
Rusya’da Tver Devlet
Müzesi’nin restorasyonu çerçevesinde yürütülen
kazılarda arkeologlar Ortaçağ’dan kalma bir gümüş
hazinesi buldular. İlginç olan ise, hazinenin,
müzenin genel müdürünün odasının 2 metre altında
bulunması oldu.
Üstü 13. yy’daki Moğol
istilalarından kalma seramiklerle kapatılmış bir
çukurda, gümüş saç süsleri, gümüş zincirler,
boncuklar, kolyeler ve başka takılar bulundu.
Arkeologlar takıların Tver’li bir soylu kadına ait
olabileceğini düşünüyor. Tver’li soylu kadın şehre
yapılan bir saldırıda ölmüş ya da başka bir nedenden
geri dönüp kıymetli eşyalarını sakladığı yerden
alamamış olabilir. 15. Yüzyılda müzenin üstünde
olduğu alan düzeltildiğinde, işçiler definenin 15 cm
kadar yakınına gelmiş olmalılar ama şans eseri bu
zamana kadar define ortaya çıkarılmamış.
Buluntuların onlarcası
gümüşün ince bir şekilde bükülmesiyle ve telkari
yöntemiyle yapılmış. Madalyonlar, hasır şekilli ve
hayvan betimli takılar da diğer bulunan takılar.
Bunlara benzer takılar genelde 1237-1238 yıllarında
gerçekleşen Moğol istilasıyla ilişkilendiriliyor.
Buluntuları kesin olarak bu yıllara tarihlendirmek
mümkün olmasa da, Rus şehirlerinin Moğol istilasına
uğradığı zamanla bağlantılı olduğu düşünülüyor.
Birçok Rus şehrinde 13. yüzyılın ortasına tarihlenen
dönemde yangın ve tahribat izleri bulunuyor.
arkeofili.com, Haber:
Ayşe Bursalı, 03.01.2015
|
SİT ALANI İLAN EDİLEBİLİR
Elbistan’da Dulkadiroğlu Beyliği’ne ait saray
kalıntılarının tespitine yönelik olarak
gerçekleştirilen sondaj kazılarında elde edilen
bulgular doğrultusunda bölgenin sit alanı olarak
ilan edilip tescillenmesi için resmi başvuru
yapıldı.
AKP Grup Başkanvekili ve Kahramanmaraş
Milletvekili Mahir Ünal’ın girişimleri ile
Elbistan’ın karakterini ve kimliğini yansıtan
Ulu Cami, Çarşı Atik Cami, Himmet Baba Cami,
Selçuklu Hamamı, Ulu Caminin arkasında bulunduğu
tahmin edilen Dulkadiroğlu Sarayı’nı içine alan
adanın yeniden ayağa kaldırılmasını öngören
proje çerçevesinde Kahramanmaraş Arkeoloji
Müzesi Müdürlüğü, Kahramanmaraş Sütçü İmam
Üniversitesi (KSÜ) ve Kültür Turizm İl
Müdürlüğü’nün koordinesinde başlatılan sondaj
kazılarında elde edilen bulgular, yetkilileri
harekete geçirdi.
Dulkadiroğulları Beyliği ve Selçuklu Devleti’nin
en önemli merkezlerinden biri olan Elbistan’ın
Kahramanmaraş’tan başlayacak kültür yoluna
ardından da ilçeyi kültür destinasyonuna dahil
edecek projede, 2014 Ağustos ayında başlayan
sondaj kazıları sonrasında saraya ait olduğu
düşünülen temelin yanı sıra, Roma ve Anadolu
Selçuklu dönemine ait seramik parçalarına da
ulaşıldı. Sondaj kazılarında elde edilen
bulguların analizinin ardından bölgedeki
çukurlar da kapatıldı.
KSÜ Öğretim Üyesi Prof.Dr. Mehmet Özkarcı’nın
gözetiminde Kale diye tabir edilen bölgede
gerçekleştirilen sondaj kazıları çalışmalarında
elde edilen örnekler, Arkeoloji Müzesi ve Kültür
Turizm İl Müdürlüğü’ndeki uzman ekiplerce
incelendi. Yaklaşık 3 ay süren inceleme
sonrasında ekipleri en çok heyecanlandıran nokta
ise kazılarda saray temeli olduğu tahmin edilen
yapı kalıntıları oldu. Bunun yanı sıra yaklaşık
10 metre derinliğe inilen kazı alanında Roma ve
Anadolu Selçuklu dönemine ait seramik
parçalarına da ulaşıldı.
Gelinen noktada ise, Türk sanatı ve mimarisi
açısından özel bir önemi ve yeri olan
Dulkadiroğlu Sarayı’nın binlerce yıl sonra
yeniden ortaya çıkarılmasını sağlamak için
Kültür ve Turizm Bakanlığı’na resmi müracaat
yapıldı. Bakanlık, kurulun sunduğu rapor
doğrultusunda bölgede kapsamlı bir kazı
yapılması için ilk olarak alanı tescilleyecek.
Daha sonra ise varsa özel mülkiyetler
kamulaştırılacak ve bölge tamamen sit alanı ilan
edilecek. Tüm bu işlemlerin ardından ise, uzman
arkeologlar gözetiminde bilimsel kazılar
başlayacak.
Sondaj kazılarının gözetmenliğini yapan Özkarcı,
“İlk etapta Kale mevkiinde yaptığımız sondaj
kazı çalışmaları sırasında, muhtemelen saray
temeli olduğunu düşündüğümüz temele ulaştık.
Ayrıca, Roma ve Anadolu Selçuklu dönemine ait
seramik parçaları da bulduk. Yapılacak kazı
çalışmaları ile inşallah sarayın temelini
tamamen ortaya çıkaracağımıza inanıyorum”
bilgilerini aktarırken kazı alanında inceleme
yapan Kahramanmaraş İl Kültür ve Turizm Müdürü
Seydihan Küçükdağlı da 10 ayrı yerde kazı ve
yarma çalışması yapıldığını ilk bulgularla
bölgede bir höyük olduğunu belirtmişti.
Küçükdağlı, “Çalışma tamamlandıktan sonra kurula
sunumu yapılacak. Kurul tarafından
tescillendikten sonra burada kamulaştırma
çalışmaları gerçekleştirilmesi gerekiyor.
Sonrasında da muhtemelen daha geniş kapsamlı ve
bilimsel büyük bir kazının başlaması gerekiyor”
şeklinde konuşmuştu.
Projenin startı 2013 Ekim’inde verildi
Ulu Cami çevresinde; Ulu Cami, Çarşı Atik Cami,
Himmet Baba Cami, Selçuklu Hamamı, Ulu Camimizin
arkasındaki eski Dulkadiroğlu Sarayı’nı içine
alan adayı yeniden ortaya çıkaracak ve
Elbistan’ın tarihini kimliğini ortaya çıkaracak
çalışmanın ilk adımı 2013 yılı Ekim ayında
atıldı.
Alanda uzmanlarla incelemelerde yapan AKP
Grup Başkanvekili Mahir Ünal, Kültür Bakanlığı
ile Müzeler Genel Müdürlüğü ve bağlı
kuruluşlarla ortak bir proje hazırlayacağını
kaydetmişti. Ünal, proje sonucunda Elbistan
merkezin ilk kurulduğu ve karakterinin olduğu
yeri ortaya çıkarmayı, ardından da bölgeyi
kültür destinasyonuna dahil edip buraların iç ve
dış turizme açılması yönünde çalışmalar
yapılacağını kaydetmişti.
Elbistan'ın Sesi, 03.01.2015
|
NEANDERTALLERİ YANARDAĞ
MI YOK ETTİ?
Yeni araştırmalar,
40,000 yıl önce gerçekleşen yanardağ patlamasının
büyük ihtimalle Neandertalleri tamamen yeryüzünden
silecek kadar büyük olmadığını gösteriyor. Günümüz
İtalya’sında gerçekleşen patlama çevre bölgeleri lav
ve kül ile kaplamış olsa da, Avrupa çapında
sıcaklıkları daha önce düşünüldüğü kadar, ve
Neandertalleri yok edecek kadar düşürmedi.
Neandertallerin neden
yok olduğu hala bir sır. “Neandertallerdeki düşüş
patlamadan çok önce başlamıştı. Yani sadece dağınık
halde yaşayan birkaç küçük topluluk kaldıysa, neyin
tamamen ortadan kalkmalarına neden olduğunu söylemek
güç” dedi araştırmacılardan Benjamin Black.
Neandertaller Niye
Yok Oldu?
Neandertallerin ve
insanların ortak bir atadan yaklaşık 500,000 yıl
önce ayrıldığı düşünülüyor. Neandertallerin nüfusu
en yoğun olduğu zaman, popülasyon 70,000
civarındaydı fakat bu sayı yavaş yavaş azaldı ve
neandertallerin soyu 35,000 ila 41,000 yıl önce
tükendi. Bazı bilimadamları neandertallerin insanlar
tarafından öldürüldüğünü düşünürken, bazıları da
insanlarla çiftleşerek bir süre sonra tamamen insan
popülasyonunun bir parçası haline geldiklerini
düşünüyor.
Başka bir tartışmalı
teori, Campanian Ignimbrite isimli yanardağ
patlamasının 40,000 yıl önce iklimi oldukça
soğuttuğu yönündeydi. Bu teoriyi test etmek için
Black ve ekibi patlamadan arda kalan taşlardan elde
edilen bilgileri iklim modellemeleriyle birleştirdi.
Yarattıkları model, güneş ışığını emerek iklimin
soğumasına neden olan sülfürün, patlamadan sonra
Avrupa çevresindeki atmosferdee nasıl taşındığını
tahmin etti.
Ekip havanın sadece 5-10
derece kadar soğumuş olacağını ortaya çıkardı. Bu
kuşkusuz önemli bir hava değişikliği, ama
Neandertalleirn günlük hayatlarında karşılaşmaya
alışık oldukları bir sıcaklık düşüşü olmalıydı.
Üstelik bu patlama gerçekleştiğinde, İtalya’da
Neandertallerin nesli çoktan tükenmişti. Avrupa’nın
diğer bölgelerindeki sıcaklık değişikliği ise çok
daha az olmuş olmalı. Black, yanardağ patlamasının
Neandertallerin yok oluşunda önemli bir faktör
olmadığını söyledi.
Yanardağ Patlamasının
Etkileri
Aynı ekip içinde olmayan
volkanolog Stephen Self, patlamanın yaşamı önemli
derecede etkilemeyeceği düşüncesine katılırken,
İzlanda Üniversitesi’nden volkanolog Thorvaldur
Thordarson, bilimadamlarının olayı açıklamak için
tek bir neden aramasının garip olduğunu düşündüğünü
söyledi.
Araştırma ekibinin
parçası olmayan Thordarson “Gerçekler bize doğal
olayların etkisinin karmaşık bir kombinasyon
yarattığını söylüyor, ve eğer bu elverişsiz bir
kombinasyonsa çok büyük etkileri olabiliyor.
Örneğin, patlamada açığa çıkan yüksek miktardaki
sülfür ayrıca hava dolaşımı şekillerini de
değiştirmiş olabilir. Bu yüzden günümüzdeki hava
dolaşımı şekillerini baz alan iklim modellemeleri
40,000 yıl önceki patlamayı açıklayamayabilir” dedi.
Black, araştırmanın,
neandertallerin yok oluşları hakkında bilgi
sağlaması dışında, insan türünün iklim koşulları
değişimlerine adaptasyon becerisi hakkında da bilgi
verdiğini söyledi. “İnsanların çevrelerindeki ani
değişime ne kadar hızlı ve kolay uyum sağladığını
görebilmemiz açısından ilginç bir araştırma oldu. Bu
uyum günümüzde de gerçekleşiyor ama aradaki fark
40,000 yıl önceki insanın bizim sahip olduğumuz
lükslere sahip olmaması” dedi Black.
arkeofili.com, Haber:
Ayşe Bursalı, 03.01.2015
|
CUMHURİYETİN İLK PİYANOLARI RESTORE EDİLİYOR
Lozan Müzik Yüksekokulu ve Konservatuvarı Piyano
Bölüm Başkanı Joel Jobe,
Türkiye 'nin ilk konservatuvarlarından 1936
yılında kurulan Hacettepe Üniversitesi
Ankara Devlet Konservatuvarına ait 60-70 yıllık
piyanolara usta parmaklarıyla
hayat verecek.
Jobe, AA muhabirine eski piyanoların yenilenmesinin
önemini vurgulayarak, uzun yıllardır sürdürdüğü
onarım işiyle enstrümanları canlandırmanın yanı sıra
o dönemdeki üretim yöntemlerinin de yeniden
keşfedildiğini söyledi.
En eski 1830'lardan kalma kare piyanoları tamir
ettiğini bildiren Jobe, o tarihlerden bugünlere ünlü
sanatçıların enstrümanları dahil yüzlerce piyanonun
restorasyonunu gerçekleştirdiğini belirtti.
Jobe, bugüne kadarki çalışmalarında en etkilendiği
işler arasında Ankara Devlet Konservatuvarı ile
yürütülen projeyi sayarak, "Bu çok etkileyici bir
proje çünkü farklı bir kültürde çalışma imkanım
oldu. Bu bakımdan benim için zengin bir proje" dedi.
"Piyanoların hala kullanılabilmesi bir
mucize!'
Jobe, 3 yıl önce İdil Biret'in konser kayıtlarını
alabilmek için Ankara'ya geldiğini bildirerek o
zaman konservatuvardaki ziyaretlerinde
piyanolardan haberdar olduğunu ve böylece geçen yıl
tek bir piyano ile yola çıkılan projede şu an 6
piyanonun onarıldığını anlattı.
Konservatuvardaki en eski piyanonun 1940'lı yıllara
ait olduğunu bildiren Jobe, "Piyanoları ilk
gördüğümde onları çok yorgun buldum. Hala
kullanılabilmesi aslında bir mucize ve buradaki
öğrenciler de böyle sıkıntılı piyanolarla
çalışmalarından dolayı çok cesurlar. Halbuki bu
piyanolar ilk başta kaliteli piyanolardı ama zamanla
mahvolmuşlar" değerlendirmesinde bulundu.
Piyanoların nasıl bu noktaya geldiğini, nasıl hasar
gördüğünü anlayarak, restorasyona başlamak
gerektiğini ifade eden Jobe, sonrasında ölçüm ve
fotoğraflama çalışmalarının ardından piyanoyu
demonte ederek, bütün parçaları ayırdıklarını
anlattı.
Yenilemek için ahşap ve metal kalitesi için bütün
parçaların aynısını bulmaya çalıştıklarını bildiren
Jobe, daha sonra uzun bir süre de piyanonun testten
geçirildiğini söyledi.
Türkiye'de Emre Şen ve Fazıl Say ile daha önce de
çalıştığına işaret eden Jobe, "Sanatçıların işlerine
güçlü inançları olduğunu görüyorum ve çabalarına
hayranlık duyuyorum. Fazıl Say ile İdil Biret,
farklı kuşakların sanatçıları olsa da aynı isteği
görüyorum" ifadesini kullandı.
"1 piyano fiyatına 11 kuyruklu piyano"
Konservatuvar Müdürü Prof.Dr. Metin Munzur da
Türkiye'nin müzik yaşamına ışık tutan bir amiral
gemisi niteliğindeki Ankara Devlet Konservatuvarının
piyano onarım projesi hakkında bilgi verdi.
Konservatuvara 1956 yılında alınan Steinway marka
piyanolardan bugüne 15 kadarının ulaştığını ancak
çoğunun bakımsızlıktan hurdaya çıktığını belirterek,
"Bunların maddi değeri 500 bin liraya kadar
çıkabiliyor. Dolayısıyla bunları atmaktansa tekrar
kazanabileceğimizi düşündük" diye konuştu.
Munzur, 7 Steinway, 4 Yamaha piyanonun onarımıyla
projeye başladıklarını bildirerek, "Türkiye'de bu
kadar kapsamlı bir restorasyon projesi ilk kez
gerçekleşiyor. Bu projeyle 1-2 piyano fiyatına 11
kuyruklu piyano kazanmış olacağız ki bu müthiş bir
kazanım" ifadesini kullandı.
Projenin 256 bin liraya mal olduğuna değinen Munzur,
şu anda konservatuvarda onarılmış 4 Steinway
piyanonun kullanılabildiğini kaydetti.
Munzur, projenin konservatuvara teknik kazanımlar
sunduğuna işaret ederek, restoratör Jobe'nin
çalışmalarının yerli teknisyenlerce de
gözlemlendiğini ve böylece üniversitenin de paha
biçilemez bir deneyim kazandığını da sözlerine
ekledi.
Radikal, 02.01.2015
|
KAYIP ÇİN UYGARLIĞININ SIRRI ÇÖZÜLDÜ
Antik Çin
uygarlığının aniden ortadan kaybolmasının nedeninin
büyük bir deprem olabileceği ortaya çıktı.
Tahmin edilene göre; 3000 yıl önce
gerçekleştiğine inanılan büyük deprem, yıkıcı
heyelanı tetiklemiş ve Sanxingdui Kültürü’nün su
kaynağını yok ederek, vatanlarını terk etmek zorunda
bırakmış.
Heykeller, değerli taşlardan yapılmış nesneler ve
fil dişleri, kayıp uygarlığın ne denli teknik
yetenekleri olduğuna işaret ediyor. Ayrıca bu kültür
insanlarının Minjiang Nehri kıyısında
duvarlarla çevrilmiş bir şehirde yaşadıkları
düşünülüyor.
Kayıp uygarlığın 3000 ila 2800 yıl önce şehri
kasıtlı olarak terk ettiği tahmin ediliyor fakat
kazı başkanı Niannian Fan, şehri terk etmek için
ortaya atılan “savaş” ve “sel” nedenlerinden
hiçbirini ikna edici bulmadığını söylüyor.
14 yıl önce kazılan bir başka yerleşimin
buluntuları, bu alandaki buluntularla oldukça
benzer. Buna dayanarak, bu halkın aniden yok olması
fikri yerine, bu bölgeye tekrar yerleşmiş
olabilecekleri de dikkate alınıyor.
Kayıp uygarlığın yaşadığı yerden 250 mil
uzaklıkta bir deprem izi olduğu öne sürülüyordu.
Fakat yapılan yeni araştırmaya göre; bu depremin
düşünülenden çok daha yakın bir yerde gerçekleşmiş
olabileceği görüldü. Jeolojik izlere göre, 3300 ila
2200 yıl önce, o bölgede büyük bir deprem ve toprak
kayması söz konusu. Bu toprak kaymasının, şehrin
yanındaki nehri kestiği ve Sanxingdui’nin su
kaynağını yok etmiş olabileceği düşünülüyor.
Otoritelere göre bu hipotez, spekülatif olabilir
fakat uygarlığın ortadan kaybolması veya başka bir
yere taşınmasını açıklayabilir.
arkeofili.com, Haber: Erman Ertuğrul, 02.01.2015
|
ÇUBUK BARAJI'NDAKİ YAPILAR KADERİNE TERK EDİLDİ
Mimarlar Odası Ankara Şube yöneticileri 31
Aralık 2014 tarihinde yaptıkları basın
toplantısıyla Çubuk Barajında bulunan Çubuk Gazinosu
ve Atatürk’ün evinin atıl bırakılarak yıkımla karşı
karşıya kaldığını söyledi.
Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı
Tezcan
Karakuş Candan, “Çubuk Barajı'ndaki baraj
gazinosu atıl bırakılmış durumda. Atatürk’ün Çubuk
Barajı'na gittiği zamanlarda kaldığı bir ev de Çubuk
Barajı'nda atıl durumda. Yeşillikler içerisindeki bu
baraj bakımsızlıktan ve yatırım yapılmamaktan
kaynaklı bugün içler acısı bir durumda. Baraj
gazinosunun tescillenmesi için çaba harcayacağız."
Çubuk
Barajı Gazinosu
Atatürk
Evi
Çubuk Baraj Gazinosu'na teknik gezi
düzenlediklerini ve üzücü bir manzarayla
karşılaştıklarını söyleyen Mimarlar Odası Ankara
Şube Yönetim Kurulu Üyesi
Muteber
Osmanpaşaoğlu da “Çubuk Baraj Gazinosu terk
edilmiş ve yok edilmeye bırakılmış, harap olmuş, her
tarafı kırık dökük. Güvenlik olmasına rağmen hiçbir
denetim yok. Mimarı Fransız bir mimardır, özenerek
yapılan yapının bugün yıkılması için bakımsızlığa
terk edilmesi çok üzücü bir durum” dedi.
AOÇ'deki şarap fabrikası da tehlikede
Tezcan Karakuş Candan ayrıca, atıl bırakılan
yerlerden birinin de Atatürk Orman Çiftliği’nde
bulunan şarap fabrikası olduğunu söyledi. Fabrikanın
fotoğraflarını gösteren Candan şöyle devam etti:
“Bira fabrikasının olduğu yerleşkede şarap
fabrikası da var fabrikanın hali de berbat durumda.
TBMM Sosyal Tesisleri için ASKİ tesislerini
önerirken, bira fabrikası hariç fabrika alanındaki
yerleşkenin Büyükşehir Belediyesi’ne devredildiği
söyleniyor. AOÇ’de sadece doğal miras yok, doğal
mirasla birlikte mimari ve kültürel bir miras da
var. Şarap fabrikasının içinde şarapların konulduğu
kuyular, küv kapakları dahi sökülmüş durumda.
Yıkılmasından endişe ediyoruz.” dedi.
Şarap
Fabrikası
Mimarlar Odası Ankara Şube 2. Başkanı
Ali
Atakan konuya ilişkin olarak "Bugün de bir
şey yaratmak yerine yok etme, tahrip etme ve taklit
etmeyle karşı karşıyayız. Çubuk Barajı
çocukluğumuzda pikniğe gittiğimiz alanlardı. Bugünkü
anlayış Ankara'ya ne kazandırıyor? Giriş kapıları ve
saatleri sahte. Bu kenti yönetenler kente hiçbir şey
katmıyor.” ifadelerini kullandı.
Mimarlar Odası Ankara Şube Yönetim Kurulu Üyesi
Namık Kemal Kaya
ise “Çubuk Baraj
Gazinosu ve çevresinin ranta açılacağına kesin
gözüyle bakıyoruz. AKP’nin kent politikalarının
nasıl yönlendiğini biliyoruz. Bugün neden barajda su
toplanmıyor? Bu soruya yanıt aramak gerekiyor.”
dedi.
Mimarizm, 02.01.2015
|
PAKİSTAN'DA ANTİK BUDİST HEYKELCİKLERİ BULUNDU
Pakistan’ın Khyber Paktunkhwa kentinde yürütülen
kazılarda antik budist heykelcikleri bulundu.
Khyber Paktunkhwa Arkeoloji ve Müze müdürü Abdul
Samad, Bhamala Budist Kompleksinde bulunan
heykelciklerin ve kafaların MÖ. 5. Yüzyılın ikinci
yarısına tarihlendiğini söyledi ve aynı zamanda kazı
sırasında Kushana İmparatorluğu’na ait değerli
sikkelerin de bulunğunu belirtti.
Araştırmacılar, Bhamala Budist Kompleksi’nin daha
önce ulusal ve dünya tarihi eserler listesine
girdiğini söylediler. Ayrıca stupa’nın haç şeklinde
olduğunu ve Aztek piramitlerine benzediğini
belirttiler. Bhamala Budist Kompleksi 1930’larda da
kısmen kazılmıştı.
arkeofili.com, Haber: Erman Ertuğrul, 01.01.2015
|
TARİHİ ESER HIRSIZLARI POMPEİİ'YE YARDIM EDİYOR
Pompeii kalıntıları hiç tahmin edilemeyecek bir
şekilde, daha önce buradan bir şeyler çalan bazı
vicdanlı hırsızların, geri gönderdiği parçalar
yardımıyla onarılıyor.
Ekim’de Kanadalı bir kadının 50 yıl önce
balayındayken Pompeii’den çaldığı bir parçayı geri
göndermesi manşetlere taşınmıştı. Pompeii Direktörü
Massiamo Osanna bunun ilk defa görülen bir olay
olmadığını ve son birkaç yılda yüzlerce arkeolojik
buluntunun, çoğu zaman bir de özür mektubu ile
birlikte geri gönderildiğini söyledi.
“İnsanlar pişman olduklarını ve korkunç bir hata
yaptıklarını fark ettiklerini söylüyorlar. Bunu bir
daha asla yapmayacaklarını ve bu yüzden de çalınan
parçaları geri gönderdiklerini yazıyorlar. Ama
antropolojik açıdan en ilginç olanı çalınan
parçalarla birlikte gönderilen mektuplar. Bu
davranışlar bir çalışma konusu bile olabilir.”
Osanna, Pompeii ve diğer arkeolojik alanları
idare eden Özel Arkeoloji Denetimi Bölümü’ne
postayla çiniler, tuğla, taş ve boyalı sıva
parçaları gibi eser parçaları geldiğini söyledi.
Gönderilen bir fresk parçası Casa del Frutteto
isimli, meyve bahçesi bakıcısının evinin
restorasyonunda çok önemli bir yer teşkil ediyormuş.
1980’lerde çalınan parça 2014 Mart’ında görevlilere
gönderilmiş.
Italyan Arkeologlar Derneği Başkanı Alessandro
Pintucci bu geri gönderilme olaylarını çok hoş
karşıladı ve çalınan eserlerin geri verilmesinin
önemli olduğunu söyledi. Fakat Pintucci, tarihi eser
hırsızlıklarının önlenebilmesi için daha fazla
güvenlik tedbiri alınması gerektiği konusunda da
uyardı. Pintucci “Çok uzun zamandır yeteri kadar
güvenlik önlemi yok. Bu sadece Pompeii için değil
birçok arkeolojik alan için bir problem” dedi.
“1999-2003 yıllarında Pompeii’de çalıştığım zaman
halka kapalı alanlar böyle hırsızlıklar için en
kolay hedefti çünkü insanların buralara girmesi
kolaydı. Bir mozaik ya da çini parçasını alıp çıkmak
çok zor birşey değil” diye ekledi Pintucci.
Roma kenti Pompeii MS 79 yılında yakınındaki
Vesuvius Yanardağı’nın ansızın patlamasıyla harap
olmuştu. Pompeii şu anda UNESCO Dünya Kültür Mirası
listesinde ve yıllık ortalama 2.5 milyon insan
tarafından ziyaret ediliyor.
arkeofili.com, Haber: Ayşe Bursalı, 29.12.2014
|
TARIMIN KEŞFİ İNSANI DAHA KIRILGAN YAPMIŞ
İnsanın
binlerce yıllık evrimi üzerine son araştırmalar,
insan iskeletinin tarıma geçişten sonra, gittikçe
daha yerleşik olan hayatın bir sonucu olarak, çok
daha hafif ve kırılgan hale geldiğini ortaya koydu.
Araştırmalara göre 7,000 yıl öncesinin avcı
toplayıcılarının kemikleri modern orangutanla hemen
hemen aynı kuvvete sahipken, aynı bölgedeki 6,000
yıl sonraki çiftçilerin kemikleri çok daha hafif ve
zayıftı – ve kırılmaya daha yatkındı. Avcı
toplayıcılarda kemik kütlesi %20 oranında daha
fazlaydı. (Bu normal bir insanın uzayda kütlesiz
ortamda 3 ayda kaybettiği orana eşit bir kemik
kütlesi kaybı)
Beslenmelerdeki farkları ve vücut boyutlarındaki
değişimleri eledikten sonra, araştırmacılar bir
milyon yıllık süre içinde kemiklerdeki
güçsüzleşmenin sebebinin, fiziksel aktivitedeki
azalma olduğunda karar kıldılar.
Modern İnsan da Aynı Kemik Kuvvetine
Ulaşabilir
Bu bulgu ayrıca, daha sağlıklı bir vücut için iyi
beslenmeden daha çok, erken yaşta yapılan fiziksel
aktivitenin gerekli olduğu düşüncesini de
destekliyor. Araştırmacılar “Bugün doğan bir insanın
bir orangutan ya da erken avcı toplayıcının kemik
kuvvetine ulaşamaması için hiçbir anatomik neden
yok. Ama en aktif insanın bile kendi kemiklerini,
geleneksel avcı toplayıcıların kemiklerinin günlük
hayatlarında karşılaştığı sıklıkta ve güçte bir
baskı altına sokması olası değil.” dedi.
“Modern insanlar evrimsel adaptasyonlarımıza
uygun olmayan bir kültürel ve teknolojik ortamda
yaşıyor. Yedi milyon yıllık hominid evrimi bizi
hayatta kalmak için hareket etmeye ve fiziksel
aktivite yapmaya hazırladı. Ama sadece son 50-100
yıldır bu kadar, hatta tehlikeli derecede, yerleşik
bir hale gelmiş durumdayız. Bir arabada ya da masa
başında oturmak için evrilmedik” diyor araştırmacı
Dr Colin Shaw.
Kemik Yapılarının Karşılaştırılması
Araştırmacılar, dört ayrı insan grubunun
arkeolojik insan femurları ve diğer primat
türlerinin femurlarını, femur başının içine
odaklanarak röntgenlemiş. Femur, bacak kemiğinin
ucundaki, kalça eklemini oluşturan ve pelvise giren
topumsu kısım. Femur, kemik dışındaki sert tabaka
ile içindeki süngerimsi (trabecular) yapıdan
oluşuyor. Bu süngerimsi yapı enseklik sağlamasına
karşın çatlaklara çok yatkın.
Süngerimsi yapı, avcı toplayıcılar dışında bütün
gruplarda aynıymış. Avcı toplayıcılarda ise
süngerimsi yapıda havaya oranla kemik yapısı oranı
çok daha fazla çıkmış. “Trabekular kemiğin şekil
verilebilirliği diğer birçok kemikten daha fazla,
üzerine konulan baskıya göre şekil ya da yön
değiştirebiliyor. Çubuk biçiminden, kalın tabak
biçimine kadar farklılıklar gösterebiliyor. Avcı
toplayıcılarda her şey daha kalındı” dedi Colin
Shaw.
Beslenmedeki Değişiklik Kemikleri
Etkiledi Mi?
İnsanların neden daha hafif ve kırılgan
iskeletlere sahip olduğuna dair diğer teoriler
beslenmedeki değişikliklerle ya da daha hafif ve
verimli bir iskeletin evrimde seçilmiş bir özellik
olduğuyla ilgili. Tarıma geçiş, monokültür (tek ekin
üzerine kurulu) beslenme biçimi nedeniyle insan
sağlığında bir düşüşe neden oldu. Ama Shaw ve
ekibinin incelediği Illinois’deki insan grupları bu
olaydan etkilenmemiş görünüyordu. Shaw “Tabi ki
kemik sağlığımız için kalsiyum gerekiyor ama belli
bir seviyeden fazla aşırı kalsiyum almak gerekli
değil” dedi.
Hafif İskeletler Evrimle mi Seçildi?
Araştırma ayrıca, insan evriminin bir noktasında
kemiklerimizin bir nedenden, belki de daha yoğun bir
iskeleti destekleyecek kadar yiyecek
bulunamadığından, daha hafif hale geldiği teorisine
de karşı cıkıyor. “Eğer öyle olsaydı, insan iskeleti
diğer primatlardan tamamıyla farklı olurdu.
Araştırmamız avcı-toplayıcıların benzer vücut
boyutlarına sahip primatlarla aynı kefede olduğunu
gösteriyor. Modern insan iskeleti anatomisi
tarafından kısıtlanmış falan değil.” diyor Shaw.
“Orangutanlar kadar güçlü olabilirdik ama
kemiklerimiz bu kadar büyük bir baskı altına
sokmuyoruz. Bu yüzden de yaşlandığımızda çok daha
kolay kırılan, daha zayıf kemiklerimiz var.” Fakat
Shaw, inceledikleri avcı toplayıcı ve çiftçi
kemiklerinin 150.000 yıl öncesindeki hominid
kemikleriyle hiçbir şekilde karşılaştırılamayacağını
da ekledi: “Uzak geçmişte, son 10,000 yılda
gördüğümüzü hayli aşan bir kemik kuvvetine neden
olan farklı bir şeyler olmuş olmalı.”
Ultra-maraton Koşucularıyla Karşılaştırma
Yapacaklar
Shaw ve ekibinin bir sonraki adımı, arkeolojik
kemikler ile ultra-maraton koşucularının kemik
yapısını karşılaştırıp, farklı baskı ve hareket etme
alışkanlıklarının kemiklerde nasıl bir etki
yarattığını incelemek olacak. Ultra-maraton
koşucuları Himalayalardan Namib Çölüne çok zor
yerlerde ve şartlarda koşuyorlar.
arkeofili.com, Haber: Ayşe Bursalı, 28.12.2014
|