Haberler logo Eylül '15 Arşivi

27 Eylül - 3 Ekim 2015
NEFERTİTİ'YE DOĞRU

Mısır firavunu Tutankamon’un mezarında yapılan taramalar sonucu keşfedilen iki gizli bölmenin, Kraliçe Nefertiti’nin mezarına ait olduğu iddia ediliyor.

Araştırmayı yürüten İngiliz uzmanlar Nefertiti’nin mezarını bulabilirse, Mısır tarihinin en büyük gizemlerinden biri de çözülmüş olacak. Mısır Kültür Bakanı Memduh El Damati, Kraliçe Nefertiti’nin mezarının gizemini bu yıl içerisinde çözeceklerini belirttikten sonra Tutankamon’un 3 bin 300 yıllık mezarında radarlarla aramalar başlatılmıştı. İngiliz Mısır bilimcisi Nicholas Reeves, Kahire’de yaptığı açıklamada, Tutankamon’un üvey annesi olduğu düşünülen Nefertiti’nin mozoleye ilk defnedilen kişi olduğunu savundu. 
Milliyet, 03.10.2015

TARİH HİÇE SAYILIYOR: KAYA MEZARALRINA DEPO MUAMELESİ

Muğla’nın Fethiye İlçesi'nde MÖ 4’üncü yüzyıldan kalma tarihi kaya mezarlarının vatandaşlar tarafından depo olarak kullanıldığı ortaya çıktı.

İki bin yıllık mezarlar depo oldu


Fethiye’nin simgelerinden ortalama 1.5 metre yüksekliğinde ve 2 metre genişliğindeki mezarların tarihi ve antik değeri hiçe sayılırken, bölge halkı fazla eşyasını mezarlarda saklıyor. Yazın içindekileri serin tutan, kışın ise yağmur almayan tarihi mezarların bu özelliğini fırsat bilen ahali mezarları depo olarak kullanıyor.

Antik kaya mezarının içinde karton kutular, araba lastikleri, tahta parçaları ve plastik şişeler depolanıyor. Bakımsızlıktan çevresi ot ve çalılarla kaplanmış mezarlardan bazıları ise sokak köpekleri tarafından barınak olarak kullanılıyor.

Depo olarak kullanılmasının yanında yine bölge halkı tarafından çevresine zeytin ağaçları dikilen mezarlar, Amintas Kaya Mezarları’nı görmek isteyenler tarafından güçlükle fark ediliyor.

‘Turistler yüzümüze vuruyor’


Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği’nden (TÜRSAB) Salih Taşçı, Likya uygarlığına ait Telmessos antik kentinden geriye kalan en önemli kalıntının Amintas Kaya Mezarları olduğunu kaydederken, mezarların bir kısmının hala perişan halde olduğunu anlattı.

Taşçı, “Hala turistlerle birlikte haftanın belirli günleri tura çıkıyorum. Bölgedeki tarihi kalıntıları inceleyen Avrupalı turistler, Türklerin tarihe saygı duymadığını ve korumadığını yüzümüze vuruyor. Halkımıza bu mezarları sahip çıkma ve koruma çağrısı yapmak istiyorum. Bu bölgeler Fethiye için cazibe merkezi. Fethiye’nin sembolü olmuş bu anıt mezarların korunması çok önemli” diye konuştu.   

Amintas Kaya Mezarları niçin önemli?


Fethiye’deki Amintas Kaya Mezarları, Antik Likya uygarlığının en eski şehirlerinden Telmessos antik kentinden günümüze ulaşan kalıntılar arasında yer alıyor.

İlçenin güneybatısındaki tepelerde, kayaya oyulmuş mezarların en büyüğü konumundaki Amintas Kral Mezarı ise Fethiye’nin simgelerinden biri olarak kabul ediliyor.

Aynı tepenin eteklerinde Amintas Kral Mezarı’yla birlikte çok sayıda tarihi mezar bulunuyor. 2 bin yıldan fazla geçmişe sahip bu mezarlar, tarihi ve arkeolojik sit alanı içinde ve örenyeri olarak ilçeye gelen yerli ve yabancı turistler tarafından geziliyor.
diken.com.tr, 02.10.2015

ANTİK KENT, HAZİNE AVCILARI VE MADENCİ TEHDİDİ ALTINDA

Tarihin her devrinde insanlara, medeniyetlere beşiklik eden Anadolu'nun her yerinde başka bir hikaye var.

Son yıllarda artan araştırmalarla gün yüzüne çıkarılan şehirler, mabetler ve yerleşkeler bunun en büyük kanıtı. Bu antik yerleşimlerin son örneği ise Denizli'de ortaya çıktı. Denizli Doğa Sevenler Derneği (DOSEV) Başkanı Ümit Şıracı, Honaz İlçesi'ndeki Kelkaya Dağı zirvesine tırmanış yaptıkları sırada, Yukarıdağdere Mahallesi yakınında antik yerleşim yeri tespit ettiklerini belirtti. Taş ocağına 50 metre uzaklıktaki antik yerleşim yerinin tamamıyla yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu belirten Şıracı, Başbakanlık İletişim Merkezi'ne yazı yazıp, buranın koruma altına alınması için yardım istediklerini söyledi.

Yukarıdağdere Mahallesi'ndeki taş ocağının 50 metre yakınında bulunan Kelkaya Dağı'ndaki antik yerleşim alanını zirve tırmanışında bulduklarını söyleyen DOSEV Başkanı Ümit Şıracı, şöyle dedi: “Antik yerleşim yeri olduğunu tahmin ettiğimiz alanda onlarca çukur var. İnsanlar burada kazılar yapmış. Çok sayıda küp parçaları bulduk. Ayrıca, tarihi eser niteliğinde bazı yapılar belirledik. Ancak, yaptığımız araştırma sonucu buranın sit alanı olmadığını gördük. Yani, buradan devletin de haberi yok. Taş ocağı patlata patlata dağı deliyor. Tarihi dokuların bulunduğu yere 50 metre yaklaşmışlar. Yakında burayı havaya uçuracaklar. Bu konuda Başbakanlık İletişim Merkezi'ne yazı yazıp, bölgenin koruma altına alınması gerektiğini belirttim.”

Başbakanlık İletişim Merkezi'ne yazdığı yazının yanında çektiği fotoğrafları da gönderen Ümit Şıracı, şu ifadelere yer verdi: “Yukarıdağdere Mahallesi'ndeki Kelkaya Dağı zirvesinde dağ yürüyüşü yaparken antik yerleşim alanına rastladık. Bölge sit alanı ilan edilip, koruma altına alınmalıdır. Keşfettiğimiz antik yerleşim yeriyle ilgili istendiği takdirde, DOSEV olarak rehberlik yapacağız.”
Zaman, 02.10.2015

CAMİ İNŞAATINDA KAYA MEZARI BULUNDU

Gaziantep'te, cami inşaatı hafriyat çalışması sırasında  Roma dönemine ait kaya mezarı ve dibek taşı bulundu.

Alınan bilgiye göre, merkez Şehitkamil İlçesi İbrahimli Mahallesi'nde belediye tarafından yaptırılan cami inşaatı kazısı sırasında tarihi bir mezara rastlayan işçiler, durumu yetkililere bildirdi.

Olay yerine gelen Gaziantep Müze Müdürlüğü yetkilileri bölgede inceleme yaptı. Ortaya çıkarılan tarihi eserin, Roma dönemine ait kaya mezarı olduğu değerlendirildi. Mezar ve içerisinde bulunan dibek taşı incelenmek üzere müzeye götürüldü.

Bu arada cami inşaatındaki çalışmaların bir süreliğine durdurulduğu öğrenildi.
Radikal, 02.10.2015

HARVARD'IN DERSLİĞİ AYIŞIĞI MANASTIRI

ABD’de bulunan Harvard Üniversitesi ile Sabancı Üniversitesi, Türkiye’nin küresel düzeyde tanıtımı için 2016 yılından itibaren yeni bir proje başlatılıyor.

Harvard Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları Merkezi (Center for Middle Eastern Studies - CMES) Direktörü Profesör Dr. William Granara ve Harvard Üniversitesi Öğretim Üyesi Profesör Dr. Cemal Kafadar’ın liderliğinde yürütülecek proje ile her yıl ocak ayında bir grup Harvard öğrencisi, yarıyıl tatilini Türkiye’de geçirecek ve Türkiye tarihi, mimarisi, edebiyatı ve çağdaş toplum konularında dersler alacak. 
Akbank Yönetim Kurulu Başkanı Suzan Sabancı Dinçer, Sabancı Üniversitesi, Füsun Eczacıbaşı, Faruk Eczacıbaşı ve Işık Keçeci Aşur’un destekleriyle yürütülecek proje ile her yıl ocak ayında Harvardlı öğrenciler, Türkiye’ye gelerek Ortadoğu ve Türkiye’ye ilişkin tamamlayıcı eğitim çalışmalarına katılacak.
Harvardlı öğrenciler, İstanbul ve İzmir’de gezilere katıldıktan sonra Ayvalık Cunda Adası’ndaki Ayışığı Manastırı’nda konaklayarak Harvard Üniversitesi’nin hazırladığı program kapsamında düzenlenen dersler alacak.
Projenin liderliğini üstlenen Suzan Sabancı Dinçer, küresel rekabette en önemli aktifin inovasyon olduğuna ifade ederken, “Bu konuda iş dünyası ile üniversite işbirliğinin ne kadar önemli olduğunu birçok tecrübeden görmekteyiz. Harvard Üniversitesi ile başlattığımız bu yeni projenin inovasyon kültürüne yapacağı katkının yanında, gelecekte dünyaya yön verecek iş insanlarına ve siyasi liderlere önemli bir Türkiye tanıtımı olacağına inanıyorum; bu işbirliğinde atılacak her adım Türkiye’nin geleceğine yatırım olacaktır” dedi.
Harvard / CMES çatısı altında 3-23 Ocak 2016’da başlatılacak olan ve her yıl aynı tarihlerde tekrarlanacak proje süresince, İstanbul ve İzmir seyahatleri yapılacak. 
Milliyet, 02.10.2015
SOLİ POMPEİOPOLİS'İN TARİHİ GÜN IŞIĞINA ÇIKIYOR

Mersin’in merkez Mezitli İlçesi’nde Roma döneminin en önemli liman kentleri arasında gösterilen Soli Pompeiopolis Antik Kenti’nde, 2015 yılı kazıları sona erdi. Kazı çalışmalarında Geç Roma Dönemine ait villadan, bin 800 yıllık sikkelere, Arkaik bir tapınaktan kanal sistemine kadar bir çok değerli eser gün ışığına çıkartılırken, UNESCO’nun dünya kültür mirası listesine adım adım yaklaşıldığı belirtildi.

Toprak altındaki binlerce yıllık tarihi mirasın çıkarılması için bu yıl 17’incisi yapılan ve iki ay süren kazı çalışmaları son buldu. 9 Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Müzecilik Bölümü Başkanı Prof. Dr. Remzi Yağcı’nın yürüttüğü kazılar 100 kişilik bir ekiple Sütunlu Cadde, Soli Höyük ve Roma Villası’nda sürdürüldü. Bizans’tan Neolitik döneme kadar uzanan alanda Roma dönemine ait anıtsal Sütunlu Cadde üzerinde yoğunlaştırılan kazılarda Kilikya tarihine ışık tutacak önemli bulgulara ulaşıldı.

TAPINAK GÜN IŞIĞINA
Arkeolojik açıdan Kilikya tarihinin önemli hazinelerden biri olan antik kentte sürdürülen çalışmalar sayesinde günümüzden 3 bin yıl öncesine yüzlerce eserin bulunduğuna dikkat çeken Kazı Başkanı Prof. Dr. Yağcı, “Neresini kazarsanız Roma ve Bizans dönemlerine ait zengin eserlere rastlıyorsunuz. Soli Höyük’te ‘Roma Terası’ olarak adlandırılan alanda Roma Dönemi sur platformuna ait döküntü dere taşları ve kerpiç parçaları ile dikdörtgen biçimli bir yapı açığa çıkarıldı. Yapının MÖ 6-5’inci yüzyıllarda kullanılan Arkaik bir tapınak olduğunu tahmin ediyoruz. Kazılarda dar bir alanda apsisli bir kanal sistemine rastlanmıştır. Kazılar sırasında Geometrik dönemden, Bizans dönemine kadar seramik buluntuları, mutfak kap parçaları ve sürahiler açığa çıkarıldı. Ayrıca Geç Roma Dönemine ait villa olduğu sanılan bir yapı ortaya çıktı” dedi.

Sütunlu Cadde’de yapılan çalışmalarda günümüzden bin 800 yıl geçmişe sahip sikkelerin bulunduğunu da belirten Prof.Dr. Yağcı, “MÖ 2’inci ve 1’inci yüzyıllara ait seramik parçalarına ve yer yer korunmuş olan farklı tabanlara ulaşıldı. Bunun yanı sıra plan karelerde MÖ 2’nci yüzyıldan itibaren Geç Roma ve Erken Bizans dönemine ait seramik buluntuları görüldü. Bunlara ek olarak taban üzerleri ve yine plan kare içlerinden sikke buluntuları ele geçmiştir. Sikkelerin tarih aralıkları ise genel olarak MS 3’üncü yüzyıl ve sonrasıdır” diye konuştu.

UNESCO’YA ADAY
Kazı çalışmalarına her türlü desteği sunduklarını belirten Mezitli Belediye Başkanı CHP’li Neşet Tarhan ise, Soli antik kenti için yapılan çalışmaların hem ülkenin hem de dünyanın kültürel mirasına önemli bir katkı sağlayacağına inandıklarını belirterek şunları söyledi:

“Buradaki tarihi yapılar çok kıymetli. Şimdiye kadar çok sayıda önemli buluntuya rastlanan antik kent, hepimizi heyecanlandırıyor. Bizim hedefimiz buradaki toprak altında kalmış değerlerin toprak üstüne çıkarmak ve ortak mirasımızı dünyaya tanıtmaktır. Yapılacak çalışmalarla Soli Pompeiopolis gerçekten önemli potansiyeli olan ülkemiz turizminde önemli bir yer edinebilir. Soli, Mersin’in adeta açık hava müzesini andırıyor. Hiçbir zaman cazibesini kaybetmeyecek. Büyüleyici yapısıyla hayranlık uyandıran Soli, çalışmalar tamamlandıktan sonra UNESCO dünya kültür mirası listesine girebilir.”
haberler.com, 01.10.2015

ARDAHAN'DA HAZİNE BULUNDUĞU İDDİASI KENTİ KARIŞTIRDI

Kentsel dönüşüm çalışmalarının devam ettiği Ardahan'da inşaat alanında hazine bulunduğu iddiası kenti karıştırdı.

Yeni Mahalle'de devam eden kentsel dönüşüm inşaatının devam ettiği alanda bir kasa altın bulunduğu ileri sürüldü. Olay kısa sürede kentte dilden dile dolaşırken yetkililerden konuyla ilgili herhangi bir açıklama yapılmadı.

Mahalle halkı kazı alanından define çıktığı iddialarını doğrularken, bölgede 'Eski Koğlar' olarak bilinen alanda kazı yapan kepçenin içi altın ve tarihi eser bulunan bir sandık bulduğu ve olaya polisin el koyduğunu ileri sürdü.
Konya Hakimiyet, 01.10.2015
YENİ YÖNTEMLE FOSİLLERİN RENGİ TESPİT EDİLEBİLECEK

Fosiller sayesinde nesli tükenmiş türler hakkında birçok bilgi elde edilebiliyor. Türün kemikleri, dişleri, pençeleri, derileri, tüyleri, derisi, organları hatta bazen midesine indirdiği son yemeği bile öğrenebiliyor bilim adamları.

Bunun yanında antik hayvanların rengini tespit etmek her zaman zor bir mesele olmuştur. Bilim adamlarının geliştirdiği yeni bir yöntem ise bu konudaki zorlukları büyük oranda çözecek gibi. Yöntemle renk verici mikroskobik yapılar açıklanabilecek. Araştırmacılar bu yöntemi ilk kez bir yarasa üzerinde denedi. Palaeochiropteryx ve Hassianycteris adı verilen iki yarasanın kızılımsı bir kahverengiye sahip oldukları belirtildi. University of Bristol'den moleküler paleobiyolog Jakob Vinther, “Yarasalar kahverengi. Bu büyük bir sürpriz olmayabilir ama 49 milyon yıl yaşındaki yarasaların rengi böyle. Onlar mükemmel bir şekilde bugünkü yarasalar gibi görünüyordu.” dedi. Vinther, bu yöntemi dinozorlar, balıklar ve amfibiler üzerinde de kullandı. Paleobiyolog Caitlin Colleary ise, “Biyologlar yaşayan hayvanların renklerinden yola çıkarak nasıl bir çevrede yaşadıklarını, kendilerini nasıl koruduklarını ve nasıl saldırdıklarını bilirler.” diyerek türlerin renklerinin bilinmesinin önemine işaret etti.
Zaman, 01.10.2015

MAĞARADA 'CALVERT' İZLERİ

Çanakkale’deki Troia antik kentinde ilk kazıyı gerçekleştiren İngiliz arkeolog Frank Calvert’in 169 yıl önce aile bireyleriyle birlikte Kazdağları’nda Çoban Paris Mağarası olarak anılan mağarayı ziyaret ettiği ve duvara isimlerini kazıdığı belirlendi.

Çanakkale’deki Troia antik kentinde ilk kazıyı gerçekleştiren İngiliz arkeolog Frank Calvert’in 169 yıl önce aile bireyleriyle birlikte Kazdağları’nda Çoban Paris Mağarası olarak anılan mağarayı ziyaret ettiği ve duvara isimlerini kazıdığı belirlendi. Durum, Cemil Darıcı adlı bir doğaseverin gezi sırasında yazıyı fark etmesi üzerine ortaya çıktı. 
Milliyet, Haber: Fatih Daldal, 01.10.2015

ANKARA'NIN ASPENDOS'U

Türkiye, Antalya’da Aspendos antik tiyatrosunun beyaz mermerlerle restore edilmesini tartışırken, benzer bir durum da başkentte yaşandı. Ulus’ta yapılan kazılarda ortaya çıkarılan 2 bin yıllık antik Roma tiyatrosu, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin yürüttüğü restorasyon çalışması kapsamında 2 yıl önce beyaz mermerlerle kaplandı.

ANKARA’nın en eski yerleşim bölgelerinden Ulus’ta yapılan kazılarda ortaya çıkarılan 2 bin yıllık antik Roma tiyatrosu, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin yürüttüğü restorasyon çalışması kapsamında 2 yıl önce beyaz mermerlerle kaplandı. Tiyatronun gülkurusu rengindeki taşlar yerine beyaz mermerlerle restore edilmesi tepki çekerken, Kültür ve Turizm Bakanlığı duruma itiraz ederek restorasyon çalışmalarını durdurdu.


BÜYÜKŞEHİR RESTORASYONU ÜSTLENDİ
Anadolu Medeniyetleri Müzesi arkeologları, 2009 yılında Hacı Bayram Veli Camisi ile Ankara Kalesi arasında kalan birinci derece sit alanında yaptıkları kazı çalışmasıyla milattan sonra 1’inci ve 2’nci yüzyıl arasında inşa edilen antik Roma tiyatrosunu ortaya çıkardı. Kültür ve Turizm Bakanlığı, tiyatroyu turizme kazandırmak amacıyla kalıntılar üzerine ve çevresine sonradan inşa edilen çeşitli yapıları yıktırdı. Ankara Büyükşehir Belediyesi ise Ulus’ta yürüttüğü ‘Ulus Tarihi Kent Merkezi Yenileme Alanı Projesi’ kapsamında tarihi tiyatro alanını konser alanı yapmak istedi. Belediye, bakanlık ile imzaladığı protokolle birlikte restorasyonu üstlendi.

‘ÖZGÜN FORMU KORUNACAK’ AÇIKLAMASI
Ankara Büyükşehir Belediyesi, 7 Temmuz 2013’te Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun onayladığı rölöve, restitüsyon ve restorasyon projeleri kapsamında tiyatro alanında restorasyon çalışmalarına başladı. Proje uzmanları restorasyon projesi ile tiyatronun yok olan oturma gruplarının yapımında, ilk iki sıra için özgün formda oturma sıralarının kullanılacağını sonraki sıralara ise yapıya zarar vermemesi ve geri dönüşümü olması sebebi ile çelik ağ kutularıyla tamamlanacağını açıklamıştı. Kutuların üzerinin de sudan etkilenmeyen kompozit ahşap döşeme ile kaplanacağını açıklayan uzmanlar, sahne binasının yıkılmış duvarlarının mümkün olduğu kadar özgün malzeme kullanılarak tamamlanmasının sağlanacağını belirtmişti.


TİYATRO KADERİNE TERK EDİLDİ
Projede belirtilenin aksine belediye, restorasyon sırasında tiyatronun ilk üç oturma sırasını mermerden yaptı. Tiyatro alanındaki diğer taşların gülkurusu olmasına rağmen oturma sıralarının aslına benzemeyen beyaz mermerle yapılması büyük tepki topladı. Kültür ve Turizm Bakanlığı arkeologları beyaz mermerlere itiraz ederek restorasyon çalışmasını durdurdu. Yaklaşık 2 yıl önce duran çalışmaların ardından antik tiyatro kaderine terk edildi. Ankara Büyükşehir Belediyesi yetkilileri, konuyla ilgili açıklama yapmak istemedi.

TARİHİ SÜTUNLARA  ASFALT KAPLAMA
ÖTE yandan aynı bölgede, Ankara Valiliği’nin hemen yanındaki Hükümet Caddesi’nde geçtiğimiz yıl kanalizasyon çalışması yapan Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı ekipler, bir tünel boyunca uzanan ve Roma dönemine ait olduğu tahmin edilen tarihi sütunlarla karşılaştı. Kanalizasyon borularının döşenmesinin ardından belediye ekipleri sütunların üzerinin toprakla örterek, yola asfalt döktü. Büyükşehir Belediyesi yetkilileri, asfalt atılan bölgeyle ilgili, “Kendi başımıza hareket etmemiz mümkün değil. Kazı yaptığımız bölgelerde çıkan tarihi eserlerle ilgili olarak işlenen bir prosedür var. Eğer böyle bir durumla karşılaşılırsa anında Kültür Bakanlığı yetkililerine haber veriyoruz. Koruma Kurulu’nun görüşü doğrultusunda Hükümet Caddesi’nde sütunların üzerine asfalt atıldı. Alt tarafta yetkililer gerekli önlemi aldı” açıklaması yaptılar.
Hürriyet, Haber: Mert Gökhan Koç, 01.10.2015

ASSOS'TA GEYİK BOYNUZU

Çanakkale'nin Ayvacık İlçesi’ndeki Assos antik kentinde bu yıl yapılan kazılarda, su sarnıcının içinde 2100 yıl öncesinde yaşamış bir geyiğin yaklaşık 50-55 santimetre uzunluğundaki boynuzları bulundu.

Antik kentteki kazıların başkanlığını yürüten Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Nurettin Arslan, boynuzların oldukça iri bir geyiğe ait olduğunu tahmin ettiklerini, ayrıca hayvana ait kafatası kemiklerinin de buluntular içinde yer aldığını kaydetti.
Habertürk, 30.09.2015

İSKOÇYA'DA BRONZ ÇAĞI'NA AİT SAUNA YAPISI BULUNDU

2009 yılında bulunan meşhur ‘Westray Kadını’ heykelciğinin çıkarıldığı Orkney bölgesinde kazı çalışmalarını sürdüren arkeologlar bu defa MÖ 4000 ila 1000 yılları arasından kalma içinde atık alanı ve mezarlık da dahil olmak üzere 30’un üzerinde ev kalıntısına ulaştı.

Bulunan evlerin en büyüğü ise oldukça kapsamlı ve ince detaylar düşünülerek yapılmış başta dini törenler tedavi temizlik doğum olmak üzere, yaşlıların getirilip son günlerini geçirmeleri amacıyla kullanılmış bir sauna. İskoçya Arkeolojik Strateji ve Tarih Birimi Başkan Yardımcısı Rod McCullagh karmaşık bir ağ sistemiyle küçük odacıklardan oluşan büyük evin içinde vaktiyle sıcak su ve buhar üreten büyük bir su tankı olduğunu söyledi. McCullagh, “Ortaçağ İskoç edebiyatında anlatıldığı üzere saunalar bir tepenin veya höyüğün içine kazılır, şöminede ısıtılan taş parçalarıyla su tankeri kaynama derecesine kadar ısıtılır ve buhar elde edilirdi. Elde edilen sıcak su ve buhar banyo, yemek ve tekstil dahil daha bir çok iş için kullanılırdı. İsveç, Norveç, Danimarka ve Finlandiya’nın oluşurduğu İskandinav Kültürü’nde tarih boyunca saunalar ruhani geçiş ayinleri gibi dini ritüellerin yapıldığı, temizlik ve tedavi için olduğu gibi önemli görüşmeler içinde bir araya gelinilen yerler olarak kullanlmıştır” dedi.

Geçen yıllarda bir çok kere doğal erozyona maruz kalan binlerce yıllık site soğuk kış ve rüzgardan korumak amacıyla dolgu ile kaplanacak ve 2016 ilkbaharında kazı çalışmaları kaldığı yerden devam edecek.
arkeolojihaber.net, Kaynak: heritagedaily.com Çeviri: Ayşen Yolcu, 29.09.2015 

ROMA'DA TARİHİ HAVUZDA ÇIRILÇIPLAK EĞLENCE

Bir haftalık İtalya tatili için Roma’ya giden İngiliz Environmental Dimension Partnership şirketinin müdürü Ben Rosdale, eşi Emily ve biri kadın 2 erkek çalışanı alkolü fazla kaçırınca ipin ucu kaçtı.

Roma’nın ünlü Cumhuriyet Meydanı’na gecenin ilerleyen saatlerinde gelen ekip yarıçıplak halde tarihi Roma Çeşmesi Naiads’in (Su Perisi) fıskıyelerine girdi. Yaklaşık 2 saat boyunca bağırıp şarkı söyleyen ekibin amatör kameralarca çekilen görüntüleri internette yayınlandı. İtalyan polisi, mimarları çeşmeden çıkarmakta zorlandı. Mahkemeye çıkarılacak olan mimarların, İtalya’da tarihi eserlerin korunması ile ilgili yasanın öngördüğü ağır para ve hapis cezalarına çarptırılabileceği söylendi.

Habertürk, 30.09.2015
AKM MÜŞTEREKLERİMİZDEN Mİ?
Jay Walljasper, "müştereklerimiz nedir?" sorusuna şu yanıtı veriyor: Doğanın ve toplumun eşit olarak hepimize ait olan, gelecek kuşaklar için korunması gereken yatırımlar...

Geçen hafta ‘AKM’ye ne olacak?’ diye sordum.

AKP’nin Çevre, Şehir ve Kültürden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Çiğdem Karaaslan’ın bir açıklaması nedeniyle yazılmıştı yazı.

Şunları sormuştum: Yedi yıldır, sağlıklı-inandırıcı bir açıklama yapılmaksızın kapalı tutulan, çürümeye bırakılan, bir polis merkezi olarak konumlandırılan bir mekanın ‘görevini yapamaması’ kimin suçudur? Bir kültür merkezinin ‘kente bir şey katması’ nasıl olur? AKM ne olacak? Tarihi bir kent nasıl kimliksizleşir?

Bu hafta o soruları bir yenisini ekleyeceğim. Rehberim bir kitap. Metis Yayınları’nın bu yılın Mayıs ayında yayımladığı Müştereklerimiz adlı kitap. Jay Walljasper imzalı kitap için bir makaleler ve tanıklıklar bütünü diyebiliriz. Yaşadığımız çağı anlayabilmek için benzersiz bir kaynak.

Önce nedir şu müştereklerimiz, onu öğrenelim. Kitabın sözlüğünde şöyle tanımlanıyor: Paylaştıklarımız. Doğanın ve toplumun eşit olarak hepimize ait olan, gelecek kuşaklar için korunması gereken yatırımları.

Neler müştereklerimiz? Hava, su, internet, parklar, sokaklar, kaldırımlar, dans adımları, bayramlar, yemek tarifleri, açık kaynak yazılımlar, denizler, uzay ve dahası. (Nedir bu müşterekler, şimdiki zamana katkısı nedir, neden önemlidir diye soranlar olursa hemen en yakın kitapçıya koşup Müştereklerimiz kitabını almalı.)

Bir örnek verelim: En sevdiğiniz şarkıcının konserine gittiniz. Sadece şarkılarıyla değil danslarıyla da büyülüyor sizi. Konserin en ışıltılı anında harika bir dans figürü yapıyor. Aslında yıllardır başkalarında da gördüğünüz bir figür. Ama bu şarkıcıda bir başka duruyor canım! Peki, o figürün patenti kime ait? Yoksa, o figür de birçok dans adımı gibi ‘müştereklerimizden’ mi?

Konuştuğunuz dil için birilerine telif ödüyor musunuz? Doğadaki papatyaların resmini yapan ressam, model ücretini kime ödüyor? Sokaklarda yürümek, bir dostla karşılaştığımızda selam vermek için hangi mülkiyet sahibine başvurmalıyız?

Lafı uzatmadan AKM’ye geleyim. Geçen hafta şöyle yazmıştım: Dünyadaki benzerleri gibi, bu bina da yıllar boyunca bir ‘sanat okulu’ işlevi gördü. Öğrenciler yetiştirdi. Kültürlerarası diyalogun merkezi oldu. Tarihi bir kent olan İstanbul’un kimliğini oluşturan merkezlerden biri oldu. AKM, sadece kültürel varlığıyla değil bir ‘buluşma mekanı’ olarak da şehrin en önemli noktası.

AKM’nin yarattığı duygu, kültürel sürekliliğe katkısı, bir okul işlevi görmesi ve hatta önündeki kaldırımda biriyle buluşmak ‘müştereklerimizden’.

Siyasetin bina ile ilgili tasarrufları olabilir. Kurul raporları diyebilirler. Bütçe diyebilirler. Komisyonlardan dem vurabilirler. İşi yokuşa sürmek istenildiğinde laf çok...

Ama kimse ‘müştereklerimiz’le ilgili kararın tek sahibi değildir. Çünkü onlar doğanın ve toplumun eşit olarak hepimize ait olan, gelecek kuşaklar için korunması gereken yatırımları.

Bu cümleler kimilerine romantik gelecektir, kabul. Ama maddenin değerinden konu açanlar bilsinler ki, o pek sevdikleri kapitalist çark, müştereklerimiz olmadan dönmüyor. 

Önce geçen haftaki sorularımızı tekrar edelim: Korumaya, bakıma muhtaç insanları ölüme mi terk ediyoruz? Korumaya, bakıma muhtaç binaları onarmak-yenilemek-güncellemek yerine çökmelerini mi bekliyoruz? Bu bekleyiş, bir ‘oldu-bitti’ politikasının uzantısı mı? Tarafların onayladığı bir güçlendirme projesi varken, bu projenin kaynakları sağlanmışken, çalışmaların durdurulması nasıl açıklanabilir? Yenilemek, yıkmak mıdır? AKM ne olacak?

Ve bu sorulara yenilerini ekleyelim...

AKM ile kazandığımız ortak zenginliğimiz ne olacak?

AKM’nin müşterek bilincimize katkıları ne olacak?
Radikal, Haber: Yekta Kopan, 30.09.2015

TARİH HAZİNESİ KAYRAVAN İHMALKARLIK KURBANI


İslam medeniyetinin sembol şehirlerinden Kayravan, tarihi dokusu ve kültürel mirasına hak ettiği değerin verilmesini bekliyor.  

Hicri 50 yılında inşa edilen, "İslamın, ilmin ve Kuran'ın minaresi"  Sidi Ukbe Ulu Camisi ve Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'in saç telleriyle defnedilen sahabe Ebu Zuma el-Belevi'nin kabri, Afrika'da ilk ezanın okunduğu şehir Kayravan'ın Müslüman gönüllerde özel bir yer edinmesini sağlıyor.

Dini motiflerinin yanı sıra tarihi dokusuyla UNESCO Dünya Mirasları Listesi'nde yer alan, "Tunus'un incisi" olarak da adlandırılan şehir, restorasyon çalışmalarının yetersizliği ve 14 Ocak 2011 devriminin ardından yaşanan yağma nedeniyle zamana yenik düşmüş ve zarar görmüş durumda.

Kültürel miras alanında çalışmalar yapan yerel derneklerin raporlarında, şehirde kanalizasyon ve içme sularının binaların altından aktığı, bölge sakinlerinin evlerini terk ettiği ya da içeriden ve dışarıdan mimari yapısının değiştirilip bozulduğu, bazı mahallelerde de herhangi bir yaşam belirtisinin olmadığı ifade ediliyor. 

"40 yıl sonra bu şehirde kültürel miras özelliği taşıyan bir ev bulamayacağız"
Kayravan Şehir Onarımı Derneği Başkanı Murad er-Rimah, tarihi öneme sahip şehirde yüzden fazla kültürel yapı statüsündeki evin, 14 Ocak devriminin ardından yağmalandığını ve özelliğini yitirdiğini ifade ederek, "Mimari doku, kıymetini kaybettiren bir saldırıya maruz kalmış durumda. Alanında uzman yetkililerle istişare edilmeksizin binalara uygun malzemeler kullanılmadan yapılan yeniden imar ile yıkımlar, kentin dokusuna büyük ölçüde zarar veriyor" dedi. 

Antik şehrin tarihi önemi ve asaletiyle birçok ödüle layık görüldüğünü hatırlatan Rimah, evlerin yeniden imarının uygun malzemelerle yapılması gerektiğini belirterek mimari dokunun korunması yönünde çağrıda bulundu.

"40 yıl sonra bu şehirde kültürel miras özelliği taşıyan ve kentin asaletini muhafaza eden bir ev bulamayacağız" ifadesini kullanan Rimah, kent sakinlerinden bir grup gencin "Dedelerimizin evlerini tamir edin, ya da satın" adıyla bir kampanya başlatarak, evlerin terk edilmemesi, tamirinin yapılması ve değerlendirilmesi yönünde teşvik çalışmaları yaptığını söyledi.

Kayravan'daki Kültürel Miras Bölge Sorumlusu Cihad Suveyd ise en az 86 cami, 84 türbe bulunan Kayravan'ın dünyaki konumunun zarar görmemesi için çaba sarf edildiğini aktardı. 

Yasal bir problemin varlığına da işaret eden Suveyd, Kültürel Mirasın Onarımı ve Bakımı Kurumunun, cami ve türbe gibi tarihi yapıların bakımıyla ilgilenirken evlerin restorasyonlarına müdahale etmediğini sadece konuyla ilgili tecrübe ve bilgi aktarımında bulunduğunu belirtti.
Anadolu Ajansı, 29.09.2015

GALATASARAY CAMİASINA ÇAĞRI: YANAN BİNAYI RESTORE EDİN

Galatasaray Üniversitesi (GSÜ) yerleşkesindeki tarihi Feriye Sarayı binası, iki buçuk sene önce çıkan yangında büyük zarar uğramıştı. Yangın kamuoyunda ve sosyal medyada geniş yankı bulmuş, onarım için maddi destek kampanyaları başlatılmıştı. Diken.com.tr'de yer alan habere göre binanın hala yıkıntı halinde durması sebebiyle 14 sivil toplum kuruluşu ve çok sayıda öğrenci kulübü, üniversite binasının bir an önce aslına uygun restore edilmesi çağrısı yapıldı.

İçlerinde Türk Mimar ve Mühendis Odaları Birliği’ne bağlı Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi, Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi, Koruma ve Restorasyon Uzmanları Derneği gibi çok sayıda sivil toplum kuruluşunun ve GSÜ öğrenci kulüplerinin imzacısı olduğu metinle, tarihi binanın bir an önce restore edilmesi istendi. Bildiride binanın turistik bir tesise dönüştürülmek üzere yakıldığı iddiasına da yer verildi. 

'ACABA TURİSTİK TESİS Mİ OLACAK?'
GSÜ binasının betonarme olarak yeniden inşa edilmesi gerektiği yönündeki görüşün eleştirildiği imza metninde, “Ortak tarihi değerlerimiz ve ortak kullanım alanlarımızın rantsal dönüşüme tabi tutularak talan edildiği bir ortamda, Galatasaray Üniversitesi’nin tarihi binasının restorasyonunun bugüne kadar yapılmamış olması, geçmiş kötü örneklerden dolayı kamuoyunda kaygılara neden olmakta, "Acaba burası da turistik bir tesise dönüştürülmek üzere mi yakıldı?’ sorusunu akıllara getirmektedir” denildi.


Galatasaray Üniversitesi ve Galatasaray Eğitim Vakfı’na yönelik üç başlık altında çağrı yapan örgütler, “Köklü bir eğitim kurumuna yakışan sorumlulukla özenli davranmaya, yapıyı, evrensel olarak kabul görmüş bilimsel, çağdaş koruma ilkeleri çerçevesinde ele almaya, yapının özgün dokusuyla uyumlu malzeme ve teknik kullanımını gözeten, geçmişinden günümüze ulaşabilen izleri koruyan, aynı zamanda yapıyı bilimsel olarak araştıran, inceleyen bir restorasyon projesi ile İstanbul’a ve Galatasaray Üniversitesi’ne yeniden kazandırmak üzere bir an önce harekete geçmeye çağırıyoruz” ifadelerini kullandı.

İmzacılar arasında bulunan sivil toplum örgütleri şöyle:
İçlerinde Türk Mimar ve Mühendis Odaları Birliği’ne (TMMOB) bağlı Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi, Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi, Koruma ve Restorasyon Uzmanları Derneği, ICOMOS Türkiye, Bizim Avrupa-Europa Nostra Derneği, Arkeologlar Derneği İstanbul Şubesi, Korder Koruma ve Restorasyon Uzmanları Derneği, Tüm Restrotörler ve Konservatuarlar Derneği, İstanbul Kent Savunması, Beşiktaş, Kent Savunması, Boğaziçi Dernekleri Platformu, Sulukule Platformu, Feriye Koruma Platformu, GSÜ’yü Koru, Haydarpaşa’yı Koru, GSÜ Sosyal Bilimler Kulübü, GSÜ Toplumcu Hukukçular Kulübü, GSÜ Bilimsel ve -Materyalist Düşünce Kulübü, GSÜ Sosyoloji Kulübü,GSÜ Sinema Kulübü, GSÜ Fotoğrafçılık Kulübü.

15 MİLYONDAN FAZLA BAĞIŞ TOPLANMIŞTI
GSÜ fakülte odalarının yanı sıra, değerli bir kütüphanenin de bulunduğu tarihi Feriye binası, 22 Ocak 2013 gecesi çıkan yangında büyük hasar almış, söndürme çalışmaları esnasında binanın tavanı da çökmüştü.

Galatasaray Üniversitesi öğrencilerini ve öğretim görevlilerini yasa boğan yangının ardından üniversite yönetimi Galatasaray Eğitim Vakfı’nı 1871 tarihinde inşa edilen binanın rölöve, restitisyon ve restorasyon çalışmaları için yetkilendirmişti.

Galatasaray Lisesi mezunları da dahil camia, 15 milyon TL’den daha fazla bağış toplamış, proje Cumhurbaşkanlığı misafirhanesi olarak yeniden inşa edilen ve tarihi tüm özelliklerini yitiren Vahdettin Köşkü’nün de restorasyon mimarı olan Sinan Genim’e ihale edilmişti.

Ancak Koruma Kurulu kararlarıyla betonarme yapıda ısrarcı olan Genim bir türlü uzlaşamayınca, ünlü mimar projeden istifa ettiğini duyurmuştu. Yine de Genim’in istifasının üzerinden de aylar geçmesine rağmen, ne üniversite yönetimi ne de camianın eğitim vakfından restorasyona yönelik bir adım atılmış değil.
Radikal, 29.09.2015



******


"GALATASARAY ÜNİVERSİTESİ TURİSTİK TESİSE DÖNÜŞTÜRÜLMEK ÜZERE Mİ YAKILDI?"

Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB), sendikalar ve dernekler 2013'te yanarak enkaza dönen Galatasaray Üniversitesi'nin yenilenmesi ve korunması için duyuruda bulundu.

Galatasaray Üniversitesi'nin 22 Ocak 2013 akşamı çıkan yangın sonucunda enkaza dönmesiyle ilgili “Acaba burası da turistik bir tesise dönüştürülmek üzere mi yakıldı?” iddiasında bulunan sendika ve dernekler, tarihi mirasa sahip çıkılması konusunda uyarıda bulundu.

Basın duyurusunda şu ifadelere yer verildi:

"Galatasaray Üniversitesi Rektörlüğü ve Galatasaray Eğitim Vakfı’nın çağdaş, evrensel ve bilimsel koruma ilkelerini gözeten yeni bir koruma projesi ile yanan tarihi üniversite binasını kurtarmasını ve bir an önce eğitime kazandırmasını bekliyoruz.
 
Tarihi bina, Galatasaray Üniversitesi tarafından 1992 yılından bu yana kullanılmakta iken 22 Ocak 2013 akşamı çıkan yangın sonucunda enkaza dönmüş ve aradan 2,5 yılı aşkın süre geçmesine karşın, halen yıkıntı halinde durmaktadır.

Galatasaray Üniversitesi yerleşkesi içinde yer alan Feriye Saraylarından, İbrahim Tevfik Efendi Sahil Sarayı binası olarak bilinen ve 1871 yılında Sultan Abdülaziz döneminde Mimar Sarkis Balyan tarafından inşa edilen söz konusu kültür varlığı, 1930’ da Galatasaray Lisesi’ne verilmiştir. Önceleri ilkokul binası olarak düşünülen yapı; 1968’den itibaren Galatasaray Lisesi’nin kız bölümü dersliği ve yatakhanesi olarak kullanılmış, 1992 yılından bugüne kadar da Galatasaray Üniversitesi’ne tahsis edilmiştir. Yanan binanın geçmişi, eğitimdeki yeri, semte kazandırdığı kültür ve simge değeri ile ayrı bir önemi bulunmaktadır.

Unutulmamalıdır ki, ortak kültürel mirasın ürünleri olan bu yapılar kurumlara geleceğe aktarılmak üzere emanet edilmiştir. Hukuki altyapısı ne olursa olsun tarihi yapıların sahibi tüm toplumdur. Ortak tarihi değerlerimiz ve ortak kullanım alanlarımızın rantsal dönüşüme tabi tutularak talan edildiği bir ortamda, Galatasaray Üniversitesi’nin tarihi binasının restorasyonunun bugüne kadar yapılmamış olması, geçmiş kötü örneklerden dolayı kamuoyunda kaygılara neden olmakta,  “acaba burası da turistik bir tesise dönüştürülmek üzere mi yakıldı?” sorusunu akıllara getirmektedir.

Söz konusu kültür varlığının, çağdaş bir eğitim yuvasına yakışır bir şekilde, günümüzün evrensel ve bilimsel koruma ilkeleri çerçevesinde, yanan yapının özgün malzemesi ile restore edilmesi hukukun gereği olarak genel beklentidir. Bu doğrultuda, İstanbul III Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun; bu konuda bir kararı olmasına rağmen özgün malzeme yerine betonarme olarak yapılması için ısrar edilmesine, doğal ve kültürel mirasa sahip çıkan yurttaşlar olarak anlam verememekteyiz.

Bizler, kentine, kültürel ve tarihi mirasına sahip çıkan yurttaşlar olarak; Galatasaray Üniversitesi ve

Galatasaray Eğitim Vakfı'nı,
- Köklü bir eğitim kurumuna yakışan sorumlulukla özenli davranmaya,
- Yapıyı, evrensel olarak kabul görmüş bilimsel, çağdaş koruma ilkeleri çerçevesinde ele almaya,
- Yapının özgün dokusuyla uyumlu malzeme ve teknik kullanımını gözeten, geçmişinden günümüze ulaşabilen izleri koruyan, aynı zamanda yapıyı bilimsel olarak araştıran, inceleyen bir restorasyon projesi ile İstanbul’a ve Galatasaray Üniversitesi’ne yeniden kazandırmak üzere bir an önce harekete geçmeye çağırıyoruz!

TMMOB MİMARLAR ODASI İSTANBUL BÜYÜKKENT ŞUBESİ
TMMOB ŞEHİR PLANCILARI ODASI İSTANBUL ŞUBESİ
ICOMOS TÜRKİYE
BİZİM AVRUPA- EUROPA NOSTRA DERNEĞİ
ARKEOLOGLAR DERNEĞİ İSTANBUL ŞUBESİ
KORDER  - KORUMA VE RESTORASYON UZMANLARI DERNEĞİ
TÜM RESTORATÖRLER VE KONSERVATÖRLER DERNEĞİ
İSTANBUL KENT SAVUNMASI
BEŞİKTAŞ KENT DAYANIŞMASI
BOĞAZİÇİ DERNEKLERİ PLATFORMU
SULUKULE PLATFORMU
FERİYE KORUMA PLATFORMU
GSÜ’YÜ KORU
HAYDARPAŞA’YI KORU
GSÜ SOSYAL BİLİMLER KULÜBÜ
GSÜ TOPLUMCU HUKUKÇULAR KULÜBÜ
GSÜ BİLİMSEL-MATERYALİST DÜŞÜNCE KULÜBÜ
GSÜ SOSYOLOJİ KULÜBÜ
GSÜ SİNEMA KULÜBÜ
GSÜ FOTOĞRAFÇILIK KULÜBÜ


Proje onay aşamasında kaldı
142 yıllık bina 22 Ocak 2013 akşamı çıkan yangında kullanılmaz hale gelmişti. 2013’ten beri bina enkaz halinde duran 1. grup tescilli tarihi binanın Restorasyon Uygulama Projesi Nisan 2014’de tamamlanarak İstanbul 3 Nolu Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na sunuldu, ancak kurul henüz projeyi onaylamadı. Koruma Kurulu’nun aslına uygun yapılması için projede birçok kez değişiklik talep etmesi üzerine mimar Sinan Genim istifa etmişti.
Yapı, 01.10.2015

SİMİTÇİ HEYKELİNİN SİMİTLERİ ÇALINDI



Çorlu Belediyesi 'nostaljik meslekleri yaşatıyoruz' sloganıyla, kaybolmuş ya da kaybolmaya yüz tutmuş meslekleri hatırlatmak amacıyla Cumhuriyet Meydanı'na simit satan insan heykeli yerleştirmişti. 

Geçen hafta heykelin elindeki demir simit çalınırken, bugünde önündeki tezgahta bulunan simitler çalındı.



Çorlu Belediyesi Başkanlığı Kültür ve Sosyal İşlerden Sorumlu Belediye Başkan Yardımcısı Kemaleddin Avcı, heykeldeki simitlerin son 1 hafta içerisinde 2 kez çalındığını ve konuyla ilgili polise şikayette bulunduklarını söyledi.
Radikal, Haber: Mehmet Yirun, 29.09.2015
EN ESKİ SAVAŞ TERSANESİ



Mersin’in Silifke İlçesi'nde su altı arkeolojisi çalışmalarını sürdüren Selçuk Üniversitesi Sualtı Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi dünyanın en eski tersanelerinden birini ortaya çıkardı. Kültür ve Turizm Bakanlığı adına yapılan kazılarda bulunan kalıntıların yan yana 100 geminin aynı anda imal edilebildiği büyük bir antik tersaneye ait olduğu ve 2 bin yıl kullanıldığı belirtildi. 
 
Doğu Akdeniz’de pek çok medeniyete ev sahipliği yapan kıyılarda 5 bin yıllık deniz yolunun yanı sıra dünyanın en eski tersanelerinden biri olduğu ifade eden bilim insanları, Tunç Çağı’ndan Osmanlı İmparatorluğu’na kadar kullanılan pek çok tarihi kültür mirasını da gün ışığına çıkardı.

Kayaya oyulmuş
Selçuk Üniversitesi Sualtı Arkeolojisi Ana Bilim Dalı Başkanı Yard. Doç.Dr. Hakan Öniz, sonar sistemiyle deniz tabanının haritasını çıkarttıklarını ve yaptıkları dalışlarda dünyanın ilk tersanelerinden birinin izlerine rastladıklarını belirtti. Öniz, 100 geminin aynı anda imal ya da tamir edilebildiğini düşündükleri belirterek, kalıntıların bazılarının su içinde kayalara oyulduğunu, bazılarının ise karada olmasına rağmen depremlerle su altında kaldığını vurguladı.   
 
Torosların sediri kullanılmış
Öniz, 1.5 kilometrelik alana yayılan kalıntıların milattan önce 8’inci yüzyıldan milattan sonra 13’üncü yüzyıla kadar kullanılan tersanenin izleri olduğunu belirtirken, “Bireme (iki sıra kürekçili) ve trireme (üç sıra kürekçili) adıyla anılan savaş gemilerinin yapımı ya da bakımı için kullanılan alan bu özellikleriyle dünyada bilinen ilk tersane. Kesintisiz yaklaşık 2 bin yıl kullanıldığı tahmin ediyoruz. Tersane alanında bazı çekek yerlerinin birden fazla inşa edildiği, kayaya oyulan alanların bazı yerlerde duvarlarla takviye edildiğini gözlemledik. Toros dağlarında yetişen sedir ağacı antik çağda bu bölgenin en önemli ihraç malzemesiydi. Ancak bu tersanede Toros’un sedir ağaçları kullanılarak aynı anda 100 geminin yapıldığını düşünüyoruz” dedi.
Milliyet, Haber: Gökhan Karakaş, 29.09.2015
İNSANLIĞIN 10 BİN YILLIK EL VE AYAK İZLERİ: AŞIKLI HÖYÜK


Türkiye’de yabancı ve yerli turistlerin antik kentlere, arkeolojik yapılara yönelik gezilerinde popüler ilgi alanları genellikle Grek ve Roma dönemine dairdir. Ayakta olan görkemli antik kentler, stadyumlar, tiyatrolar, agora ve nekropoller, kanalizasyonlar, tapınaklar… Antik gezilerde insanlar çoğunlukla fotoğrafını çekip daha sonra paylaşabilecekleri somut, görkemli yapılara odaklanır. Böyle fotoğraf vermeyen höyük kazıları ise meraklıları dışındakiler için pek ilgi konusu olmazlar. Oysa bu kazılar, diğerleriyle kıyaslandığında bizi binlerce yıl öncesine götürür ve insanlığın hikayesine dair çok önemli bilimsel veriler sunar. 

Yerleşik hayatın MÖ 9 bin yıl öncesine kadar uzandığı Aşıklı, insanlık tarihinin en önemli değişim ve dönüşüm süreçlerinden biri olarak avcı-toplayıcı ve göçer yaşamdan yerleşik yaşama geçiş sürecini izlemeye imkan sunan bir bilgi altyapısı sağlamıştır. Orta Anadolu’nun Volkanik Kapadokya bölgesindeki bir höyük yerleşmesi olan Aşıklı Höyük, Aksaray’ın merkezinin 25 kilometre doğusunda Kızılkaya Köyünde, Melendiz Çayı’nın kenarında bulunuyor. 

BİRÇOK BİLİMSEL DİSİPLİN AÇISINDAN VERİ SUNUYOR
Aşıklı Höyük’ün insanlığın birikimi açısından bize ne gibi bilgiler sunduğunu öğrenmek için buradaki geziniz ve tabelaların size söylediklerinden daha detaylısını kazı ekibinin kaleminden ‘asiklihoyuk.org’ adresinde bulabilirsiniz. İnternetten o adrese tıkladığınızda sizi şu ifadeler karşılayacak: “Alınan ilk sonuçlar, kolektif yaşamdan bireyselliğe, barınaktan konuta, yabani hayvanların evcilleştirilme sürecine, küçük ölçekten kalabalık grupları besleyebilecek tarım uygulamalarına, pişirme teknikleri, alet yapımı, çevre koşullarında yaşanan değişim ve gelişimlere kadar yaşamın her alanı ile ilgili bilgi sağlamıştır. Mimarlık tarihi, tıp tarihi, teknoloji tarihinin yanı sıra sosyal tarih, antropoloji, toplum bilim alanlarında güncel tartışma konularını oluşturan kamusal alan, eşitlikçi toplumlar, kolektif yaşam, paylaşım gibi pek çok kavramın ve uygulamanın ilklerinin izlendiği Aşıklı’daki çalışmalarımız, ‘daha iyi bir gelecek’ amacıyla tasarlanan yaşam modellerine katkı sağlayacak yorum ve tartışma zemini oluşturur, veri sağlar, düşünce zenginliğine yönlendirir.”

ON BİN YIL ÖNCEKİ KONUTLARIN DENEYSEL KARŞILIKLARI
Aşıklı Höyük kazı alanını gezdiğinizde, burada on bin yıl önce insanların yaşadığı konut biçiminin deneysel karşılıklarının inşa edildiğine tanıklık edeceksiniz. Bu canlandırma insanı heyecanlandırıyor. Mimarlık tarihinin önemli gelişim ve dönüşüm süreçlerini Aşıklı Höyük’te izleyebilmek mümkün: Mimaride saz ve ağaç gibi doğadan temin edilebilen malzemelerin kullanımı, kerpiç üretimi ve inşa malzemesi olarak tercih edilmesi, oval planlı kulübelerden dörtgen planlı konutlara geçiş.

AŞIKLI’NIN GÜNÜMÜZE TAŞINMASI SÜRECİ
İlk kez 1963 yılında Hititolog Edmund Gordon tarafından saptanan Aşıklı Höyük’te ilk kapsamlı çalışma 1964-65’te Ian Todd tarafından gerçekleştirilmiş. Bu çalışma, yüzey toplaması, kesit çalışması ve tarihlendirmeye odaklanmış. Aşıklı Höyük’teki ilk arkeolojik kazı çalışmaları ise, 1989 yılında, Mamasun Barajı’nın su düzeyinin yükseltilmesine karar verilmesi dolayısıyla höyüğün olasılıkla su altında kalacağının anlaşılması üzerine İstanbul Üniversitesi Prehistorya Anabilim Dalı tarafından başlatılmış. Bu kazılar Prof.Dr. Ufuk Esin başkanlığında gerçekleştirilmiş, ikinci başkanlığı ise Dr. Savaş Harmankaya yapmış. 2000-2003 yılları arasında çalışmalar Prof.Dr. Nur Balkan Atlı başkanlığında devam etmiş; 3 yıllık bir aradan sonra ise 2006 yılında Prof.Dr. Mihriban Özbaşaran ve Dr. Güneş Duru tarafından yeni amaçlar ve yöntemler ile farklı ülkelerden uzmanların da katılımıyla disiplinler arası araştırmaları kapsayan ikinci dönem kazı ve araştırma çalışmaları başlatılmış.


Aşıklı Höyük 2. dönem araştırma ve kazı projesi şu temel alanlara odaklanıyor: “Çevre-paleoçevre, iklim, bölgesel ve yerel hammadde kaynakları; mevsimsel/geçici yerleşmeden yerleşik yaşama geçiş; mekan kullanımı - mekan yenileme, yapı sürekliliği; sosyal organizasyon, sosyal yapı, roller ve kurallar; alan antropolojisi - ölü gömme gelenekleri, sosyal yapı, sağlık, nüfus, beslenme - toplama, üretim, işleme, depolama, tüketim, atım; avcılık - av hayvanları, ortam, insan-hayvan ilişkisi, proto-domestication; ateş - pişirme ve ısınma yöntemleri, ocaklar, yakacak sorunu; toplumsal inançlar - gelenekler, kutlamalar; günlük faaliyetler, obsidyen işçiliği - teknolojik, tipolojik, işlevsel, sürtme taş, sepetçilik, deri işleme, kireç yapımı.”Bu çalışmalar için yerli ve yabancı uzmanların yanı sıra, çeşitli laboratuvarlarla da iş birliği yapılmış.


İnsanlığın kültürü, üretim sürecinden, onun etrafında şekillenen tüm toplumsal ilişkiler bütünü içerisinde yapıp ettiklerinin toplamını kapsar. Aşıklı Höyük kazıları, insanlığın on bin yıl öncesine dair kültürünü anlamak, günümüze etkilerini görmek ve geleceğe dair anlamlı sonuçlar çıkarmak bakımından müthiş bir zenginlik sunuyor. Ve sabırla kazmaya devam ettikçe de, petrolden ya da altından daha değerli, daha çok ihtiyacımız olan kaynaklara ulaşabileceğimizi kesinlikle söyleyebiliriz.

BEYİN AMELİYATI İZİ
Arkeolojik kazıların veriler sunduğu alanlardan biri de tıp bilimidir. Daha önce Burdur, Gölhisar’daki Kibyra antik kentini gezdiğimde orada bulunan buluntular içinde bir beyin ameliyatına da tanıklık edildiğini öğrenmiştim. Aşıklı Höyük kazısı ise, ondan 8 bin yıl öncesinde Aşıklı’da bir beyin ameliyatının izini bugüne taşıyor. İnsan gerçekten hayret ediyor.

Aşıklı Höyük’te bulunan iki ayrı kafatası, tıp tarihi bakımından önemli veriler sunuyor. 20-25 yaşındaki genç bir kadının kafatasında beyin ameliyatı izi saptanmış, cerrahi bir operasyon sonucu olduğu tespit edilen deliğin açılmasından sonra kadının hayatta olduğu ve ameliyattan sonra bir hafta kadar daha yaşadığı anlaşılmış. Başka bir kafatasında ise çene kemiğinde çok ustaca yapılmış otopsi izleri belirlenmiş. Anadolu’nun ilk beyin ameliyatı olarak kabul edilen genç kadına ait kafatası Aksaray Müzesi’nde sergileniyor.

MEKAN İLE TEZAT BİR DUVAR YAZISI: KÜRT GİREMEZ
Aşıklı Höyük’te on bin yıl önce yaşayanların insanlık tarihine önemli katkılarına tanıklık etmiş olmanın heyecanı ile kazı alanından ayrıldıktan kısa bir süre sonra, yol kavşağındaki duvarda günümüz insanının bu mekan ile tezat bir marifetine tanıklık ediyoruz‘Kürt giremez’. Bu da tarihin bir ironisi herhalde.  

On bin yıl önce insanlar nelerle uğraşmış, şimdi ise aynı topraklar üzerinde beyni nelerle meşgul insanlar var.



Kazı Ekibi





Kazı alanında canlandırma olarak oluşturulmuş deneysel evler.

Evrensel, Haber: Fatih Polat, 29.09.2015

MYRA ANDRİAKE KAZILARINDA MOZAİKLİ TABAN BULUNDU

Antalya'nın Demre İlçesi'ndeki Andriake antik kentinde yürütülen kazılarda, MS 5-6'ıncı yüzyıldan kaldığı tahmin edilen Bizans dönemine ait tabanı mozaiklerle kaplı kilise ortaya çıkarıldı. 

Andriake ve Myra antik kentlerinde eş zamanlı yürütülen kazıların başkanı ve Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Doç.Dr. Nurettin Öztürk, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ortaya çıkarılan yeni buluntular ile ilgili bilgi verdi. 

Myra antik kentindeki kazıların, daha önce keşfedilen Likya dönemi hamamının ortaya çıkarılmasına yönelik çalışmalarla devam ettiğini anlatan Öztürk, Andriake antik kentinde süren eş zamanlı kazılarda ise "A kilisesi" olarak adlandırılan Bizans dönemi kilisesinin gün yüzüne çıkarıldığını bildirdi. 

-"Bazilikal planlı bir kilise"
Ortaya çıkarılan kilisenin zemininin mozaik kaplı olduğunu ifade eden Öztürk, şunları kaydetti: "Üç nefli (birbirinden sütun ya da paye dizileriyle ayrılan mekanlar) bazilikal planlı bir kilise. Zeminin ilk yapıldığı yıllarda tamamen mozaiklerle kaplı olduğunu düşünüyoruz. Bazı kısımlarında mozaikleri sağlam kalmış durumda. Zamanla aşınma ve tahribat söz konusu. Kilisenin duvarları gayet sağlam. Sütunlar devrilmiş ve kırılmış bir durumda ortaya çıkarıldı."

Öztürk, mimari parçalardan özellikle sütun başlarından yola çıkarak kilisenin MS 5-6'ncı yüzyıla ait olduğunu düşündüklerini belirterek, kilise içerisinde daha ayrıntılı bilgilerin yer aldığı yazıt parçaları da bulunduğunu söyledi.

Kilisede çok sayıda mimari parça ve yazıt olduğunu dile getiren Öztürk, buluntuların incelenmesinden sonra ait olduğu dönemle ilgili kesin bilgilere ulaşacaklarını kaydetti.

-"Uzun dönem önemini koruyan ticari bir merkez" 
Myra-Andrieake Antik Kenti Kazı Başkan Yardımcısı Mehmet Kayhan Murat da Andriake'nin, antik dönemde  Akdeniz 'deki ticari hareketliliğin yoğun yaşandığı liman olması dolayısıyla önem taşıdığını belirtti.

Murat, bölgedeki kazılarda elde edilen buluntular ve çeşitli şehir devletleri sikkelerinden yola çıkılarak bölgenin uzun dönem önemini koruyan bir ticari merkez olduğunun kanıtlandığını kaydetti. 

"Granarium" önünde içlik olarak tabir edilen mekanlarda da kazı çalışmaları yapıldığını anlatan Murat, Roma dönemine tarihlenen seramik parçaları ve sikkeler bulunduğunu, bulguların farklı tarihleme vermesinin, yapıların uzun dönem yerleşim gördüğünü kanıtladığını bildirdi.
Radikal, Haber: Hüseyin Kanber, 29.09.2015

TARİHİ KAPALIÇARŞI'DA YANGIN PANİĞİ

Fatih'te bulunan tarihi Kapalıçarşı içerisindeki bir depoda gece saatlerinde yangın çıktı.Yangın nedeniyle çarşıyı yoğun dumanla kaplandı.

Kapalıçarşı'dan saat 03.45 sıralarında henüz bilinmeyen bir nedenle dumanlar yükselmeye başladı. Çevredekilerin ihbarı üzerine olay yerine polis, sağlık ve itfaiye ekipleri sevk edildi. İtfaiye ekipleri kapıların kilitli olması nedeniyle yangının çıktığı depoya ulaşmakta güçlük çekti. Depodaki alevlere müdahale eden ekipler, içeride kalan malzemeleri de tutuşması için dışarı çıkarttı. Kısa sürede içerisinde yangını kontrol altına alan itfaiye erleri, yoğun dumanla kaplanan Kapalıçarrşı içerisinde duman tahliyesi yaptı. Yangın sonucu çeyiz deposunda büyük çapta maddi hasar meydana gelirken, yangının çıkış sebebinin belirlenmesi için inceleme başlatıldı.

Akşam, 29.09.2015

OSMAN HAMDİ BEY TARTIŞMASI



Osmanlı döneminin ünlü arkeolog, müzeci ve ressamı Osman Hamdi Bey hakkında ortaya atılan tarihi eserlerin yurtdışına çıkarılmasına göz yumduğu iddiaları yeni bir tartışma yarattı. Aktüel Arkeoloji Dergisi’nde yer alan “Osman Hamdi Bey neden istifa etti?” başlıklı yazıda, Osman Hamdi Bey’in Müze-i Hümayun Müdürlüğü görevi süresince, kendi tablolarını yüksek meblağlarla satın alan yabancı devlet yetkililerine Osmanlı topraklarındaki tarihi eserleri yurtdışına çıkarabilmeleri için kolaylık sağladığı iddia edildi.

Dergide yer alan Yaşar Yılmaz ve Frederic Hitzel imzalı yazılarda; Osmanlı’daki tarihi eserleri kolaylıkla ülkelerine götürmek isteyen güçlü devletlerin Osman Hamdi Bey ile yakın ilişkiler kurmaya özen gösterdikleri, Fransızların, Bağdat’tan tarihi eserleri çıkarırken işlerini kolaylaştıran Osman Hamdi Bey’e teşekkür etmek için “Mezarda Türk Kadınları” adlı tablosunu 4 bin franga satın aldıkları ifade edildi.

Dergide ayrıca, Osman Hamdi Bey’in ABD’lilerin Anadolu’dan eser taşımaları ve kazı izni almaları konusunda güçlük çıkardığı ve ABD’lilerin bu durumun üstesinden gelmek için Osman Hamdi Bey’e ait “Cami Önünde” adlı tabloyu 6 bin franga satın aldığı bunun üzerine ABD’lilerin işlemlerinin hızlandığı ve kolaylaştığı iddia edildi. Osman Hamdi Bey’in akrabası olan sanat tarihçisi Prof.Dr. Edhem Eldem iddianın sansasyona yönelik olduğunu söyledi.

"SANSASYONA YÖNELİK BİR İDDİA"
Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Edhem Eldem: “Anadolu’nun ve genel olarak Osmanlı topraklarının arkeolojik zenginliklerinin 19. yüzyıl boyunca yağmalandığı ne kadar gerçekse, Osman Hamdi Bey’i bu yağmanın bir parçası veya buna göz yummuş birisi olarak göstermek o kadar basitleştirici ve yanıltıcıdır. Tablolarının yabancılar tarafından onu pohpohlamak için alındığı çoktan bilinen bir gerçektir ama bu, onun bunu rüşvet kabul edip karşılığında yağmaya izin verdiği anlamına hiç gelmez. 1899’da Almanlar Abdülhamid’den elde ettikleri gizli bir antlaşmayla 1884 nizamnamesine aykırı olarak buluntuların yarısı üzerinde hak kazanmıştır. Diğer ülkeler birçok eseri diplomatik valiz ile kaçırmıştır. Kısacası bütün eksiklikleri ve insani zaaflarıyla Osman Hamdi, saraydan halka kadar uzanan bir kayıtsızlığın içinde eserlerin ve sitlerin korunması ve müze adını hak edecek bir kurumun oluşmasında ciddi ve mütemadi gayret sarf etmiş nadir kişilerden biridir. Hal bu iken onu yağmacıların hizmetinde çıkarcı bir kişilik olarak göstermek sansasyona yönelik basit bir ikonoklazmın ötesine geçemez.”

"İDDİALARA KATILMIYORUM"
Sanat tarihçisi, müzeci Doç.Dr. Hülya Tezcan: “Ben bu gibi iddialara katılmıyorum. Osman Hamdi Bey’in böyle şeyler yapacağına ihtimal vermiyorum. Biz müzeciler hep Osman Hamdi Bey’in koyduğu esaslarla işlerimizi yürüttük ve ben o esasların içerisinde hiç yanlış bir şey görmedim. Bunca sene müzelerin içerisinde çalıştım bu adamın yaptıkları söyledikleri yanlıştır diye Osman Hamdi Bey hakkında kötü bir şey söylendiğini duymadım.”
Habertürk, Haber: Kurthan Demir, 29.09.2015

EFES'İN TARİHİNİ DEĞİŞTİREN TAKI


UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi'ne giren Efes antik kentininn güneydoğusunda bulunan Çukuriçi Höyüğü'nde yapılan kazı çalışmalarında ortaya çıkan amulet figür (taşıyanı tehlikeli dış etkilerden, hastalıklardan koruyacağına inanılan, doğal ya da el yapımı nesne), Efes'in, 9 bin yıllık bir şehir olduğunu ortaya çıkardı. 

Siyah taştan yapılmış, ortasındaki delikten bir takı olarak kullanıldığı değerlendirilen 2,1 santimetrelik figürün, çeşitli kaynaklarda kuruluşu milattan önce 6 binli yıllara işaret edilen, en parlak dönemlerini Hellenistik ve Roma dönemlerinde geçiren ve Roma'nın Asya eyaleti başkenti olan Efes antik kentininn tarihini bin yıl daha geriye götürdüğü belirtildi. 

- Neolitik Dönem'e kaydedildi
Efes Müzesi'ndeki "Çağlar Boyu Efes" salonunda sergilenen figür hakkında bilgi veren müze müdürü Cengiz Topal, söz konusu figürün 2013 yılında Çukuriçi Höyüğü kazılarında bulunarak müzeye teslim edildiğini söyledi.

Topal, figür hakkında uzman ekiplerin tarihlendirme çalışması yaptığını anlatarak, şunları kaydetti: "Figür, kazı ekibinin değerlendirmelerine göre milattan önce 7 bin yıl öncesine, yani Neolitik Döneme tarihlendirildi. Figür, Neolitik Döneme tarihlendirilince Efes ve çevresindeki yerleşme tarihinin de milattan önce 7 binlere uzandı. Figürün üzerindeki detaylar, tamamen Neolitik Dönemin izlerini taşıyor. Figürdeki göğüs ve kalça gibi unsular abartılı, kazıma tekniği ile yapılmış, yüz detaylandırılmamış. Amulet şeklinde kullanıldığı için de boyun kısmında bir delik var."

Efes'in tarihini değiştiren 9 bin yıllık takının, Anadolu 'nun farklı yerlerindeki kazılarda ortaya çıkan örneklerle benzerlik taşıdığını anlatan Topal, "Benzer örneklerine Burdur'daki Hacılar Höyüğü ile İzmir Kemalpaşa'daki Ulucak Höyüğü'nde ve Yunanistan'da rastlandığına dair veriler var" dedi. 

- "Batı Anadolu'nun yerleşim tarihini yeniden gözden geçirdik"
Topal, bulunan figürün Efes'in tarihini değiştirdiğini savunarak, söyle devam etti: "Efes'in tarihi daha önceki verilere göre ilk olarak milattan önce 4 bin 500'lere daha sonra 6 binli yıllara konumlandırıldı. Ancak Çukuriçi Höyüğü ve Arvalya Höyük gibi alanlardaki kazı ve araştırma çalışmalarından yola çıkarak bunun artık Neolitik Dönem yani 7 bininci yıllar olduğu rahatça söylenebilir. Efes'in tarihi 9 bin yıl öncesine dayandı diyebiliriz.

Bu figür, bölgedeki hatta bütün batı Anadolu'daki yerleşim tarihini yeniden gözden geçirmemize sağladı. İzmir ve çevresindeki son yıllarda yapılan kazı çalışmalarında bu bölgede yerleşim tarihlerinin çok daha eskilere yani en azından Neolitik Döneme, 7 binlere kadar gittiği, bunun da günümüzde 9 bin yıl öncesine kadar gittiğini rahatlıkla söyleyebiliriz." 
Radikal, Haber: Ahmet Bayram, 28.09.2015

ATATÜRK HEYKELLERİ KİMİ YANSITIYOR?
Bugün Türkiye'de 2000'in üzerinde Atatürk anıtı bulunuyor. Üstelik bunların çoğu 12 Eylül sonrası fason çoğaltma üzerine yapılmış, orantısız, şekilsiz ve ucuz üretimler.

Olay 2001 yılında Mersin'de yaşanıyor. Şehirde yağmurlar başlayıp sular sellere dönüşünce, meydandaki Atatürk heykeli de ansızın sel sularına kapılıp sürükleniyor. Gidiş o gidiş. Heykelden haber alınamıyor.

Bir kaç ay sonra, aynı heykel Antalya'nın Belek İlçesinin fakir bir köyünde kıyıya vuruyor. Üstelik bir bacağı kopmuş, yıpranmış, perişan bir halde. Fakat mevzu bir Atatürk heykeliyle ilgili olunca, yetkililer de koruma kanunu sebebiyle duruma müdahale edemiyor ve bacaksız heykel bu kez köyde kütüphanesi, bilgisayarı bile olmayan bir okulun bahçesine dikiliveriyor. 

Sanatçı ve akademisyen Aylin Tekiner'in 'Atatürk Heykelleri' adlı kitabında yer alan bu hikaye trajikomik. Ama tam bir Türkiye parodisini de gösteriyor. Bu ve benzeri onlarca durumu gündeme taşıyan olay ise geçtiğimiz hafta Rize belediye başkanı Belediye Başkanı Reşat Kasap’ın şehirdeki bir Atatürk anıtının yerine çay bardağı figürü yerleştirilmesi ile başladı. Durumun tepki çekmesinin ardından Kasap'ın önce heykelin geçici olarak kaldırıldığını söylemesi, sonra ise olayı referanduma taşıyacağını açıklaması ise tartışmayı söndürmedi.

Mesele elbetteki sadece estetik boyutta bir tartışma değil, aynı zamanda ideolojik bir kutuplaşmaya da işaret ediyor. Sahiden de bugün Türkiye'de 2000'in üzerinde Atatürk anıtı bulunuyor. Üstelik bunların çoğu 12 Eylül sonrası fason çoğaltma üzerine yapılmış, orantısız, şekilsiz ve ucuz üretimler. Heykeller 1951 tarihinde yürürlüğe giren 5816 maddeli Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkında kanun çerçevesinde korunuyor. Kanun ise Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilmesini öngörüyor. Dolayısıyla bacaksız da olsa heykele müdahale etmek suç sayılıyor. Rize'deki yaşanan hadise ise, meselenin altında ne kadar alevli bir tartışma olduğunu gösteriyor.

Mesele iki boyutlu: Bir yandan sormak hakkımız. Bir devlet ideolojisini pekiştiren, devletin sözü, gözetleyen gözü olan Atatürk anıtlarına, üstelik de bu kadar ucuz ve özensiz üretilmiş versiyonlarına sahiden ne kadar ihtiyacımız var? Bu ülkenin parklarını, caddelerini, meydanlarını, kısacası geçiş noktalarını oluşturan kamusal alanlarını temsil eden ana estetik Atatürk anıtları mı olmalı? Bu anıtlar aslında görsel kültürümüzün ne kadar devlet söylemi ile şekillendiğini göstermiyor mu? Oysa ki bundan çok daha fazlasını yaratabiliriz.

Öte yandan, altı kalın çizilmesi gereken ikinci boyut da Atatürk heykellerini kaldırdığımızda yerine ne konulacağı başlıyor. Sahiden benzerini neredeyse her şehirde gördüğümüz çay bardağı, İnegöl köftesi, Kars kaşarı, AVM sepeti ve benzeri heykeller bir kenti ya da halkı nasıl temsil ediyor? Yaratacağımız yeni değerler bunlar mı olmalı?

Aylin Tekiner'e göre bu tip yeni heykeller bir kenstel aidiyeti temsil etmekten ziyade benzerlerini sokaklarda gördüğümüz 'her şey 1 milyon' dükkanları estetiğine benziyor. Tıpkı 1 milyonluk eşyalar gibi fason üretilen, kalitesiz, plastik şablonlara dayalı bu heykeller kenti tanımlamaktan ziyade kiçleştiriyor, üstelik ideolojik bir tartışmaya girmeksizin siyasi iktidarın elini rahatlatıyor. 

Atatürk heykelleri meselesi sadece estetik bir tartışma değil, yıllar süren ideolojik bir kutuplaşmanın da göstergesi. Bu sırada olan yine şehir kimliklerine oluyor, ortaya çıkan sonuç kimliksizleşmiş, öznesiz ve özensiz ve de en mühimi 'ben yaptım oldu' zihniyetinin devamı olan karikatür yapılar oluyor. Sanırım en temel sorun da burda yatıyor. 

NOT: Rize Belediye başkanı Reşat Kasap'ın referandum önerisi sebebi ile aklıma gelen bir örnek, Chicago'da yaşayan sanatçı kolektifi Temporary Services'in kamusal alanlardaki heykeller için mahallelerinde anket başlatmaları projeleri oldu. Grup mahalleye astıkları bir panoya insanların oraya yeni yerleştirilen heykel hakkında neler düşündüğünü yazmasını istemişti. Ortaya çıkan sonuçlar hemen bir sonuca ulaşmasa da insanlara bir söz hakkı vermesi açısından önemli. Bu konudaki yetki sadece siyasi iktidara ait değil, kamusal alan hakkında fikir beyan etmek hepimizin hakkı. Bu anketleri başlatmak bile bir söz söylemek oluyor. Tek alternatifimiz Türk büyüğü heykelleri ya da züccaciye estetiği olmamalı. 
Radikal, Haber: Işıl Eğrikavuk, 28.09.2015

ASPENDOS'TA RESTORASYON FACİASI

Antalya'da dünyanın en önemli kültürel varlıklarından Aspendos Antik tiyatrosundaki basamaklar ve oturaklar orjinal koyu gri yerine beyaz mermer kullanılarak restore edildi. Antik tiyatronun beyaz mermerle kaplanması tepkilere neden oldu. Antalya Kent Konseyi Turizm Çalışma Grubu Başkanı Recep Yavuz, oturak yerleri ve merdivenlerin beyaz, mutfak mermeri tarzında kaplandığını söyledi. Serik İlçesi'nde iki tepe üzerinde milattan sonra 2’nci yüzyılda Marcus Aurelius döneminde inşa edilen Aspendos antik tiyatrosu, geçen hafta sona eren Uluslararası Aspendos Opera ve Bale Festivali öncesinde restorasyon için 7- 8 ay kapalı tutuldu. Antalya Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü tarafından restorasyonu gerçekleştirilen Aspendos’un oturakları ve merdivenlerinde kullanılan beyaz mermerlerin tiyatronun koyu gri renkteki aslına uygun olmayışı, eleştiri ve tepkilere neden oldu.

‘RESTORASYON FACİASI’
Aspendos’taki restorasyonu gördüğünde çok üzüldüğünü belirten Antalya Kent Konseyi Turizm Çalışma Grubu Başkanı Recep Yavuz, son zamanlarda ülkemizde restorasyon faciaları yaşandığını söyledi. Hatta bunların birkaçının, Kültür ve Turizm Bakanlığının müdahalesiyle tekrar elden geçirildiğini kaydeden Recep Yavuz, ülkedeki restorasyon facialarını  şöyle sıraladı: “Hakikaten dönemi yansıtmayan, biraz karışık, anlamsız restorasyonlarla karşı karşıyayız. Restorasyon bence o dönemi yansıtan ve o eserin korunmasına önayak olan bir çalışma. O dönemi yansıtan derken, üstü fanuslarla kaplanmış bir İshakpaşa Sarayı, sanki sera görüntüsü veriyor. Veya geçtiğimiz günlerde gündeme gelen kalenin restorasyonu var. Kaş’ta tiyatronun içine dökülen betonlar. Bunların hepsi o eserin değerini önemli ölçüde zedeliyor. Tabii ki bunlara müdahil olunuyor, birtakım düzeltmeler oluyor ama Aspendos’ta yaşadığımız da çok üzücü.”  

Aspendos’taki tadilatta oturak yerleri ve merdivenlerin beyaz, mutfak mermeri tarzında kaplandığını kaydeden Yavuz sözlerini şöyle sürdürdü: “Aspendos’un taşının rengi koyu ve açık gri. Tabii ki bunu bilim insanları  ve işinin ehli kişiler daha iyi bilecektir ama bir izleyici, turizmci ve kokartlı bir rehber olarak şunu söyleyebilirim; girdiğiniz anda restore edilen yerin göze çarpmaması gerekir. Siz oraya gittiğinizde zaten direkt o bembeyaz mermerleri görüyorsunuz ki çok can sıkıcı. O basamaklar yokken tiyatronun görünümü çok daha iyiydi.”  Ziyaretçilerin Aspendos’a girerken kendilerini 2 bin yıl öncesinin dünyasına hazırladığını belirten Yavuz,  “Birden günümüz taşları, mermerleriyle yapılmış oturma düzeni çok zavallı bir görünüm veriyor”dedi.
Evrensel, 28.09.2015



******


KÜLTÜR BAKANLIĞI: 2000 YIL SONRA TAŞLAR AYNI RENK OLACAK

Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada Aspendos antik tiyatrosundaki restorasyon çalışmalarının Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu kararlarına uygun olarak tamamlandığını ifade edildi. Açıklamada restorasyonda kullanılan taşların renginin iklim ve tabiat şartlarının etkisi ile zamanla değişerek patina oluşturacak ve orijinal olan 2000 yıllık taş malzeme ile aynı renge dönüşeceği belirtildi.

Antalya’nın Serik İlçesi sınırlarında bulunan Aspendos antik tiyatrosunun restorasyon çalışmalarında tarihi yapının orijinal dokusuna uygun malzemeler kullanılmadığına yönelik medyada yer alan haberler nedeniyle Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan açıklama yapıldı. Yapılan açıklamada 2000 bin yıllık antik tiyatronun orijinal basamaklarından numune alındığı ve özgün taşlara en yakın özelliklere sahip, homojen yapıda, ’Korkuteli Beji’ rengindeki kireç taşının kullanılması kararı alındığı ifade edildi. Antalya Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü uzmanları denetiminde kullanılan yeni malzemenin iklim ve tabiat şartlarının etkisiyle zamanla orijinali ile aynı renge dönüşeceği belirtilen açıklama şöyle:

"Antalya’nın Serik İlçesi sınırlarında bulunan Aspendos antik tiyatrosunun restorasyon çalışmaları, Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunun kararı ile uygun bulunan rölöve, restorasyon, restitüsyon, statik ve elektrik projeleri doğrultusunda yapılmıştır.

Restorasyon projesi kapsamında, Aspendos tiyatrosunun cavea basamaklarının eksik taşlarının tamamlanması uygun bulunmuştur. Bu doğrultuda tiyatronun orijinal basamaklarından numune alınmış ve çeşitli bölgelerdeki taş ocakları araştırılarak söz konusu numunelere uygun taş örnekleri toplanmıştır.

Sonrasında orijinal taşın ve örnek alınan numunelerin analizleri yapılmak üzere laboratuvara gönderilmiştir. Laboratuvar sonuçları doğrultusunda ve Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun yerinde yaptığı inceleme sonucu ’eksik taşların yerine, laboratuvar testleri sonucu, renk, doku gibi fiziksel özelliklerinin yanında, basınç dayanımı, kütlece su emme, yoğunluk vs mekanik özellikleri ile de özgün taşlara en yakın özelliklere sahip, homojen yapıda, ’Korkuteli Beji’ rengindeki kireç taşının kullanılması’ kararı alınmıştır.

Bu karar doğrultusunda eksik basamak taşlarının tamamlama uygulamaları Antalya Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü uzmanları denetiminde yapılmıştır.

Ayrıca söz konusu tiyatronun orijinal taşları yaklaşık 2000 yıllık olup çevresel etmenlerle (yağmur, rüzgar vb.) yıpranmış ve üzeri grileşmiştir. Geçen zaman içerisinde taştaki renk ve doku deformasyonu taşın içine kadar nüfuz etmiştir. Restorasyonda kullanılan taşların rengi iklim ve tabiat şartlarının etkisi ile zamanla değişerek patina oluşturacak ve orijinal taş malzemenin rengini alacaktır.

Bu itibarla yerinde yapılan tüm uygulamalar, restorasyon projesine ve Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu kararlarına uygun olarak tamamlanmıştır."
Hürriyet, 29.09.2015



******


ASPENDOS'TAKİ ASIL SORU: TAŞLARI KOYMAK ŞART MIYDI?

Antalya’daki Aspendos antik tiyatrosundaki basamaklar ve oturakların restore edilmesi sırasında kullanılan taşlar üzerine çıkan tartışmayı uzmanlar değerlendirdi.

Kültür ve Turizm Bakanlığı, yaptığı açıklamada orijinal taşlara uygun “Korkuteli Beji” rengindeki kireç taşının kullanıldığını ve yıllar içinde taşların orijinal rengini alacağını belirtti.

Tüm Restoratörler ve Konservatörler Derneği Başkanı Nazım Can Cihan, İTÜ Mimarlık Fakültesi’nden Prof.Dr. Zeynep Ahunbay, Arkeologlar Derneği İstanbul Şube Başkanı Yiğit Özar, esas tartışılması gerekenin Aspendos'un neden eksik taşları yerine konarak bütünleme yöntemiyle yeniden kullanıma açılacağı olduğunu belirtti.

Can: Taş konacaksa başka alternatif yok
Asıl tartışılması gereken neden Aspendos tekrardan binlerce kişinin kullanacağı bir hale getirildi. Eksik basamaklara hiç müdahale edilmeyebilirdi. Konservasyon ve restorasyon arasındaki fark bu. Sadece bozulmayı durdurmak istiyorsak çok az müdahaleyle olduğu gibi koruyabiliriz. Restorasyonda ise kabaca bir onarım var ve eklentiler yapılabiliyor; o zaman da müdahale artmış oluyor.

Aspendos’ta verilen karar doğrultusunda yeni basamaklar eklenerek yapı bütünlenmek istenmiş. Sonuçta konserlerde daha yüksek desibel kullanılacak bu da mühendislik alanına giren ayrı bir tartışma konusu.

Ancak yeniden kullanıma açılması kararı verildiyse özgün taşa en yakın olan taş kullanılsa dahi ortaya çıkan görüntü kaçınılmaz budur. Bakanlığın açıklaması bu noktada tatmin edici. Özgün taşa en yakın taş kullanılmış, sonuçta taş ocaktan öyle çıkar, rengi açıktır. Zamanla eskimeye başlar. Yani başka bir alternatif yok. O taşlar boyansaydı iki yıla aşınırdı, zaten güzel de olmazdı.

Ahunbay: Bütünleme kararını kim verdi?
Arkeolojik tiyatrolarda kullanım sorunu var. Oraları konser ve etkinlik için kullanmak adına eksik yerlerinin bütünlenmesi isteniyor. Bütünlemek şart mıydı? Arkeolojik eserin restorasyonu bilimsel bir çalışmadır, bütünlemek zorunda değilsinizdir. Bu karar nasıl verildi? Bilimsel bir heyet mi verdi? Kritik konular bunlar, genel restorasyon sorunları.

Sonuçta ortaya çıkan görüntüde o kadar çok yama olması rahatsız edici. Restorasyonda orijinal ve yeninin ayırt edilmesi için birbirinden farklı olması kuralı vardır. Ancak buradaki müdahaleler daha az tutulabilirdi. Her yeri bütünlemek yerine daha az yer bütünlenebilirdi, vs.

Ozar: Tartışma biçimi bilimsel değil, refleksif
Bakanlığın açıklamasında taşlarla ilgili gelen eleştirilere yanıt verilmiş. Ama neden bütünleme yapılması gerektiğine dair bir yanıt yok. Oysa asıl tartışılması gereken de bu.

Konunun bir başka boyutu da son dönemde bu konuya dair yürütülen tartışmanın biçimi. Maalesef restorasyonla ilgili tartışmalar  bilimsel olmayan, refleksif yorumlarla yapılıyor. Bu da politika yapmak için kültürel mirasın korunmasının alet edildiği sonucunu yaratıyor. Halbuki tam tersi olmalıydı.
Bianet, Haber: Nilay Vardar, 29.09.2015



******


ASPENDOS İÇİN YENİ İDDİA: RESTORASYONDA KİREÇ TAŞI KULLANILDI

Özgün malzeme niteliklerinin belirlenmesi konusunda doktora yapan İnşaat Mühendisleri Odası Antalya Şube Başkanı Cem Oğuz, Aspendos Tiyatrosu'nun restorasyonu sırasında bakanlık tarafından üstün körü deneyler yapıldığını, özgün malzeme özellikleri belirlenmeden ya da formaliteden bazı deneyler yapılarak malzeme seçildiğini öne sürdü. Tarihi yapının oturma gruplarının restorasyonunda sadece bürokrasiyi tamamlamak için yapılmış ve göz kararı, müteahhidin keyfine göre işlem yapıldığına değinen Cem Oğuz, "Korkuteli beji' olarak nitelendirilen malzeme, muhtemelen antik yapıya yakın noktada alınmış bir kireç taşı. Alınan yer de bellidir" dedi.

'ÖZGÜN MALZEME SEÇİLMİYOR'
Tarihi yapılara yapılacak müdahalelerde özgün yapı malzemelerinin yerlerinde korunmasının esas olması gerektiğini kaydeden Cem Oğuz, şunları söyledi: "Yeni malzeme uygulamasının zorunlu olduğu durumlarda özgün yapı malzemesine fiziksel, kimyasal, mekanik ve estetik olarak uyumlu malzemeler seçilmeli. Malzemenin bu niteliklere uygun seçilebilmesi için öncelikle özgün yapı malzemelerinin özelliklerinin belirlenmesi gerekir. Ancak Türkiye 'de mevcut uygulamalarda çoğunlukla özgün yapı malzemelerinin özelliklerinin belirlenmesine yönelik çalışmalar bürokratik bir formalitenin yerine getirilmesinden öteye gitmiyor. Koruma kurullarına sunulan restorasyon projelerinde yer alan malzeme analizleri yetersiz kalmakta, uygulamalarda bu analiz sonuçları bile dikkate alınmadan çeşitli malzeme seçimleri yapılmakta." Tarihi miras niteliği taşıyan yapıların onarımında alınacak kararlar ve yapılacak müdahalelere titizlikle karar verilmesi gerektiğine işaret eden Cem Oğuz, "Öncelikle yapının ayrıntılı belgeleme ve teşhis çalışmaları yapılmalı. Bu çalışmalar, yapının tarihini ve özgün yapım tekniklerini, malzeme özelliklerinin ve hasar durumunun tespitini ve onarım tekniklerini kapsamalıdır. Bu bilgiler ışığında uygun malzeme ve teknik kullanılarak yapılacak onarım planının oluşturulması gerekir."

ASPENDOS'TA G20 LİDERLERİNE KONSER 
Bu yıl Türkiye'nin ev sahipliği yapacağı ve Belek Turizm Bölgesi'nde 15-16 Kasım tarihlerinde yapılacak G-20 Liderler Zirvesi'nin programında da Aspendos Antik Tiyatrosu bulunuyor. Obama, Merkel, Putin gibi dünya liderlerinin 2 günlük Antalya'daki zirve programının düzenleneceği Belek'e yaklaşık 6 kilometre uzaklıktaki Aspendos antik tiyatrosuna gezi düzenlenmesi ve burada bir konser etkinliği de planlanıyor.

LİDERLERİN EŞLERİNE ÖZEL PROGRAM
G-20 zirvesine katılacak liderlerin eşleri için de ağırlıklı sosyal ve turistik aktiviteler düzenlenecek. Devlet başkanları için gala yemeğinin verileceği zirvede, eşler için de ayrı programlar yapılacak. Tarihi, turistik, ören yerlerini ziyaret edecek lider eşlerinin en önemli durağı ise tarihi Aspendos Tiyatrosu olacak.
Radikal, 29.09.2015



******


BAKAN TOPÇU: ASPENDOS ELEŞTİRİLERİ İDEOLOJİK LİNÇ

Kültür ve Turizm Bakanı Yalçın Topçu, G-20 Turizm Bakanları Toplantısı'na katılmak üzere öğle saatlerinde Antalya'ya geldi. Türkiye 'nin dönem başkanlığını üstlendiği G20'nin 15- 16 Kasım'da gerçekleşecek liderler zirvesinin de yapılacağı Belek'te 2 gün devam edecek toplantı öncesi Bakan Topçu, Antalya Valisi Muammer Türker'i makamında ziyaret etti.

Bakan Topçu, G-20 Turizm Bakanları toplantısına üye ülkelerin 8'inin bakan düzeyinde katılacağını belirterek, toplantının Antalya'nın küresel bir turizm markası olması için çok önemli organizasyon olduğunu söyledi.  Ziyarette soruları da yanıtlayan Bakan Topçu, Aspendos Antik Tiyatrosu restorasyonuna yönelik eleştirilerin ideolojik linç niyeti taşıdığını söyledi. Kültür varlıklarının restorasyon, tadilat ya da onarım çalışmalarının belirli bir silsile içinde gerçekleştiğini belirten Bakan Yalçın Topçu, "Yani birilerinin ideolojik bir linç, 'Şuradan ne çıksa da vursam, iktidarı yerle yeksan etsem' anlayışından vazgeçmesi lazım. Kültür varlıklarımızın korunması kollanması siyasete alet edilecek bir şey değil" diye konuştu.

Restorasyon çalışmalarının bir kurul, teknik heyet denetiminde, belli bir teknik sefahat takip edilerek, hazırlanan raporlar doğrultusunda gerçekleştiğini aktaran Topçu, " Sabah eline kazmayı küreği alan bu işleri yapmıyor. Kimse kendi başına bir şey yapmaz. Bunlar bilinen şeyler. Bunu eleştiri konusu yapanlar da bunu gayet iyi bilir" dedi. Topçu, şöyle devam etti:

"Bakın çok açık ve net söylüyorum. Her şeyi siyasallaştırıyoruz. Bu doğru değil. Siyasetin de bir ahlakı olur. Bir zamanlar söylerdim 'Camiden, kışladan, okuldan bu işleri uzak tutalım' diye. Şimdi de kültürden uzak tutalım. Kültür hepimizin varlık nedeni. Hayatımızın tamamı. Milletin var olmasını gerektiren varlıklarımız kültür varlıklarımızı küresel marka yapalım. Aspendos'un tadilat ve onarımıyla ilgili bu laflar kimin işine yarar? Bu eleştiriler kimin işine yarar? Antalya'nın turizm sektörünün işine yaramaz, kültür varlıklarımızın işine yaramaz. Burada doğru söz yok bir kere. Bir şey söylüyorsun ya, söylediğinin ne altı, ne üstü, ne tekniği, ne onu ne de bunu var. Bunları oradaki iki üç kişi yapmıyor. Altını çizerek söylüyorum, bunlar teknik meseleler. Cümle kurmaktan aciz insanlar bu işi siyasete alet ederse bu doğru olmaz."

G-20 toplantısı öncesi Antalya'da Büyükşehir Belediye Başkanlığı, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, İl Emniyet Müdürlüğü ve İl Jandarma Komutanlığı ziyaretleri bulunan Topçu, "Aspendos'a gezi düşünüyor musunuz?" sorusuna ise "Gelmişken Antalya'ya tabii ki düşünürüz. Dünyanın cenneti burası. Kim gezmek istemez, ama neticede bir devlet görevi yapıyoruz. Turistik seyahat yapacak durumda keşke olsak" karşılığını verdi.
Radikal, Haber: Emre Baylan, 29.09.2015



******


NEREDEN ÇIKTI BU "ZAMANLA SOLAR" ANLAYIŞI

Aspendos tiyatrosundaki restorasyon tartışması bakanlığın "yıllar içinde taşların eskiyeceği" yönündeki açıklaması ile yeni bir boyut kazandı. Benzer bir açıklamayı Vakıflar Genel Müdürlüğü, İstanbul Valiliği önünde bulunan ve restorasyon sonrası pırıl pırıl bir görüntüye kavuşan Vilayet Cami ile ilgili de benzer açıklama yapmıştı: "Zamanla solar"…

KORUMA KURULU BÖYLE İSTEDİ!
2 bin yıllık geçmişi olan Aspendos tiyatrosunda yaşananları biraz geri saralım. Tiyatronun cavea basamaklarında (seyircilerin oturdukları bölüm) eksik taşlar, yıpranmalar vardı. Turistlerin sık ziyaret ettiği tiyatroda bu durum hem görsel olarak hem de güvenlik açısından tehdit oluşturuyordu. Antalya İl Özel İdare kaynakları kullanılarak 5 milyon 992 bin liraya işi Emir Restorasyon şirketine ihale etti. Sözleşme gereği iş bitim tarihi 21.09.2014 olarak belirlendi. Lakin gerek imalatlar gerekse proje revizyonları nedeniyle işin bitim tarihi iki kez uzatıldı.

Antalya Koruma Bölge Kurulu 04.03.2014 tarih 2495 sayılı kararı ile Aspendos tiyatrosu cavea basamaklarında tamamlanması gereken eksik taşların yerine laboratuvar testleri sonucu; "renk ve doku gibi fiziksel özelliklerinin yanında basınç dayanımı, kütlece su emme, yoğunluk vs. mekanik özellikleri ile de özgün taşlara en yakın özelliklere sahip homojen yapıda ‘Korkuteli Beji’ rengindeki kireç taşının kumlama yapılarak kullanılmasının uygun bulunduğu" kararına vardı.

RESTORASYONDA SORUNLAR VAR!
Ancak restorasyon sırasında gerek renk ve gerekse uygulama açısından bazı sıkıntıların şikayet konusu olması üzerine Antalya Restorasyon ve Konservasyon Bölge Laboratuvarı Müdürlüğü'nce bir inceleme gerçekleştirildi. Yerinde yapılan incelemeye göre şu rapor hazırlandı;

1- Eksik cavea basamaklarının tamamlanmasında kullanılan 'Korkuteli Beji' olduğu düşünülen taşların yüzeyinde bulunan kumlama işlemine ait izlerden taşların koruma kurulu kararında belirtildiği üzere kumlama yapılarak kullanıldığı gözlemlenmiştir. Basamakların tamamlanmasında kullanılan taşlar yeni olmaları sebebiyle açık renktedirler. Zaman içerisinde atmosferik etkilere maruz kalacak olan taşlar yapısal özellikleri nedeniyle kararmaya başlayarak orijinal taşların rengine yakın bir renk tonuna sahip olacaklardır.

2- Cavea basamaklarında yapılan tamamlama çalışmalarında yeni yerleştirilen taşlardan bazılarının tiyatronun oval formuna uygunluk göstermediği, yenilenen taşların ön yüzlerinin düz olduğu gözlemlenmiştir.

3- Tamamlama çalışmalarında kullanılan taşların bir çoğunda taşların kesim işlemlerine ait testere izleri olduğu görülmüştür.

4- Harç ile tamamlama yapılan bölümlerde kullanılan dolgu harcının orijinal taşların üzerine taşmış olduğu gözlemlenmiştir.

ESKİTME YAPILABİLİR
Bu rapordan da anlaşılacağı üzere bakanlık açıklamasının kamuoyuna eksik aktarıldığı görülüyor. Restorasyon da sıkıntılar yaşandığı bir gerçek. Rapordan da anlaşıldığı gibi renklerin açık olması dikkat çekici. Orijinaline yakın taş kullanılmış olsa da bu sorunun zamanla kararmasını beklemek yerine eskitme yapılarak kullanılması gerekirdi. Restorasyonlarda tarihi yapıları yenilemek yerine, güçlendirmeyi tercih etmek, orijinalini bozmamak gerekiyor. İstanbul Vilayet Camii restorasyonunda da benzer bir durum yaşanmış. Cami pırıl pırıl renkleri ile ortaya çıkmıştı. Vakıflar Müdürlüğü renklerin zamanla solacağını ileri sürmüştü. Restorasyon konusunda 'eskitme' yöntemi kullanılması da hala bilimsel olarak bir tartışma konusu olmakla birlikte, estetiğin yine de ön planda tutulması çoğunluğun görüşü. Yoksa Şile 'Sünger Bob' Kalesi, İstanbul Vilayet Camii, Çanakkale Apollon tapınağı örneklerini görmeye devam ederiz…
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 29.09.2015



******


ASIL FELAKET ASPENDOS'A YAPILAN MI, HABERDE YAPILAN MI?

Bir süredir devam eden Aspendos polemiği üzerine, en çok sesini kim çıkarırsa onun dediğinin olduğu memlekette, gerçek hatanın bilinçsiz söylem üretme olduğunun bilinmesi gerekir. Konu, yönetenleri korumak veya yerin dibine batırmak değil, gerçekçi bir gerekçeyle haberi ön plana sunmaktır.

İki gündür, gerek televizyonlar gerekse haber siteleri, memleketin tüm sorunları bitmiş gibi Aspendos’un mermerlerine takılmış durumda ve eleştirinin sınırı “Afyon mermeri” veya “mutfak mermeri” sözlerinden ileri gidemiyor. Uzun yıllardır bütün dünyada tartışılan, Koruma alanında üretilen bütün teorik tartışmaları çöpe atarak, herkesin her şeyi bildiği ülkemizde ‘facia, çok beyaz, çok kötü, beğenmedim’ argümanlarıyla bir tartışma yürütülüyor. Haber nereden çıktı, nasıl yapıldı kimse bilmiyor. Asıl acı olanı ise araştırmadan, aynı metinleri değiştirip her yerde yayınlayarak büyük bir infial yaratılması. Burada üç aşamalı bir sorunlar zinciri ortaya çıkıyor.

Birinci Aşama: Bir Bilene Sormak
Restorasyon uzmanı herhangi birinin herhangi bir yorumuna başvurulmadan çıkan haberlere karşı konunun uzmanlarından olan arkadaşımız Yüksek Mimar Esin Tekin sosyal medya hesabından serzenişte bulundu. Bir alıntıyla giriş yapıyor Esin; “Yavuz sözlerini şöyle sürdürdü: ‘Aspendos’un taşının rengi koyu ve açık gri. Tabii ki bunu bilim insanları ve işinin ehli kişiler daha iyi bilecektir ama bir izleyici, turizmci ve kokartlı bir rehber olarak şunu söyleyebilirim; girdiğiniz anda restore edilen yerin göze çarpmaması gerekir. Zaten restorasyonda amaç budur. Siz oraya gittiğinizde zaten direkt o bembeyaz mermerleri görüyorsunuz ki çok can sıkıcı.’”

Ve diyor ki; “Anladığım kadarıyla özgün kireçtaşı ile çalışılmış, doğal olarak ocaktan yeni çıkan taşın rengi açık. Yani isyan edenlerin çoğu, yapay taş ile gri bir tamamlama yapılsaydı isyan etmeyecekti. (Yapay taş dediğiniz şey betondan hallice) Cilalı falan da değil, dolayısıyla o taşı biri mutfağınıza takmaya kalksa ustayı kovalarsınız.”

Aslında anlatılmak istenen şu; mermer aynı mermer… Aspendos’un özgün halinde kullanılan mermerden çok az farkı var. Zaten ocak yapısına göre mermer tipleri değişiyor. Yani malzeme uzmanlığına bakarsak “mutfak mermeri” diye bir mermer çeşidi yok. Belki Kırklareli Balaban Granit taşı değil, Serpantine kullanılmış açıklaması bile daha gerçekçi olabilirdi. Birileri eğer bunu araştırmak isterse 2005’te yayınlanan, internette pdf’i bulunan Maden Mühendisi Suat Mutlu’nun Stone – Türkiye’nin Doğal Taşlarının Yörelerine Göre Dağılımı adlı yayınını inceleyebilirler.

Esin Tekin, yazısında “2000 sene sonra aynı renk olacak,” sözlerine de daha bilimsel bir açıklama getiriyor; “Her malzemenin üzerinde patina oluşur. Dış etkenlere açık bırakılıp hem yağmuru hem güneşi görecek, üzerine basılacak, biyolojik birikimden nasibini alacak bir taştan bahsediyoruz. Evlerinizin dış cepheleri kaç senede kararıyor?”

Sorunun ana hattan bu kadar kolay ayrılmasını yadırgıyor. “Asıl sorulması gereken soruyu herkes pas geçmiş. Neden bütünleme yapıldı? Birçok nedeni olabilir. Üstyapı eksikliğinden dolayı alt yapı bozuluyor olabilir. Eksik basamaklar yüzünden hastanelik olan ziyaretçiler olabilir.”

Büyük Resme Bakmak Gerek, Gerçek Sorun Orada
“Büyük resme bakmak isterseniz başka sorulması gereken bir soru var. Neden antik tiyatroların onarımına milyonlarca lira ayrılırken antik kentlerin diğer kısımlarına hiç bir çözüm üretilemiyor. Çünkü devlet tüm kaynağını kültürü korumaya değil, kar ettiren mekanları ayağa kaldırmaya ayırıyor.”

Kültür Merkezleri Kullanım Fiyatları’na Buradan Ulaşabilirsiniz
“Başka bir soru soralım. Neden ihale süreçleri ile iş yapılıyor? Her dakika problemleri değişen yapılar bunlar. Asla tamamını analiz edemediğiniz yapılar. İhale süreci ile yapılan iş doğru olur mu, zaman esnekliği yoktur, proje revizyonu mümkün değildir. Ama doğrudan destek mevzuatı yeterli değil ve ihalesiz iş yapılamıyor. İhaleler, sadece anıtsal yapılar ve çevre düzenlemelerini kapsayabiliyor. Sonuç, dümdüz olmuş antik kentler ve arada pırıl pırıl tiyatrolar, stadyumlar, mezar anıtları. Bunu tartışıyor olmamız lazım.

“Bir Apollon Smintheion tapınağı değil mesela, dökme basamak yapan, olmayan yapıyı yeniden yaratan bir Sünger Bob kalesi değil. Bunların arasında ciddi ayrımlar var. Bu konunun içindeki insanlar olarak dağlardan tepelerden taşıyoruz, ama ne yapan soruyor ne de yargılayan soruyor, işin ilginci bu. Şu haberi birkaç restorasyon uzmanı ile bir araya gelip yapmayan, doğrulama almayan kurumlar da bana işi ciddiye alıyor gibi görünmüyorlar.”

Bütün bu bürokratik hatalar sorgulanmazken, Aspendos’un basamaklarındaki beyaz mermerler sorgulanıyor. Esin, farklı görünümün etik anlamda doğru olduğunu belirtiyor. Antik bir kentte yapılan tamamlamaların döneminde yapılanlardan farklı olmasının etik çalışmanın gereği olduğunu söylüyor. Bu sanat tarihine saygıdan kaynaklanıyor. Öte yandan özgün çalışmaya uyulma çabası, estetik yaklaşımdan daha öncelikli.

İkinci Aşama: Haberciliğin Bu Hale Gelmesi
Sorgusuz, sadece bir şeylere karşı duruş sergilemek için yapılan haberciliğin yaşadığımız büyük güvensizlik ortamında sadece haberciliğe zarar verdiğinin bilinmesi gerekir. Bu hataya sadece bu işten para kazanan ve pamuk ipliğine bağlı gündemi değiştirmek için haber malzemesi yapanların değil, gerçekliğe önem veren habercilerin dahi düşmesi şaşkınlık verici.

Aslında Aspendos, bir antik kent ve sadece tiyatrosu yok. Tiyatronun arka tarafında büyük ihtimalle bütçesizlikten yönlendirme tabelaları solmuş koca bir değer yatıyor. Aslında belki de bunların yazılması gerekir.

Oysa Aspendos’a sadece 35 kilometre uzaklıktaki Side’de, sadece turizm adına antik değerlere ne kadar zarar verildiği konuşulmazken, bir anda bu haberin herkesin gündemini oluşturmasındaki tehlike yadsınamaz. Basın, değerleri korumalıdır. Bunu amaç edinmiş tüm basın mensupları saygındır. Ancak habercilik sorgusuz sualsiz yapılamaz.

Üçüncü Aşama: Bu Bir Reklam Çalışması Olabilir
Bir diğer taraftan bakıldığında, Anadolu coğrafyasının her yerinde antik değerler kendini gösteriyor. Sadece Antalya’daki saymakla bitmeyen birçok antik kent ziyaretçi bekliyor. Ama bölgenin en bilinen değeri Aspendos oluyor. Bu da ancak böyle reklam çalışmaları ile olabilir.

Bazı sanat ekiplerinin yeni eserlerini Aspendos’ta sergilemek istemesi, fakat buranın eski bilinirliğini kaybetmiş olması, bu haberi karşımıza çıkarmış olabilir. Belki biraz uç bir komplo teorisi, ama bazen ‘yaratıcı’ reklam ekipleri böyle çalışır.

Çok Aşamalı Bakmak Bizi Gerçeğe Götürür
Aspendos haberi bize gösterdi ki, çok taraflı ve biraz kuşkucu baktığımız her haber dökülüyor. Böyle bilgiler, herhangi bir yerden basına servis ediliyor ve özellikle ana akım medya durumu biraz da abartarak haber yapıveriyor.

Her bireyin birer haber kaynağı olduğu günümüzde, doğrulama, bilginin kaynağını öğrenme ve uzmanlardan yardım alma fikrinden sapmamak gerekiyor.
İnadına Haber, Haber: Gök Taner, 29.09.2015



******


AKADEMİSYEN VE ARKEOLOGLAR: ASPENDOS EN UYGUN ŞEKİLDE RESTORE EDİLMİŞ

Antalya'da eleştirilere neden olan 1800 yıllık Aspendos antik tiyatrosundaki restorasyon, inceleme yapan akademisyen ve arkeologlardan tam not aldı. Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Başkanı İbrahim Bakır, orijinal taşların içeriğine en uygun olanlarının basamaklara uygulandığını ve restorasyon anayasası olarak kabul edilen Venedik Tüzüğü'ndeki gibi 'uyumlu ama farklı' taşların uygulandığını söyledi.

Aspendos antik tiyatrosunda kısa süre önce tamamlanan restorasyon çalışmasının ardından işlem yapılan bölümlerin orijinal renkten farklı olması 'mutfak mermeri' eleştirilerine neden oldu. Açıklama yayımlayan Kültür ve Turizm Bakanlığı, taşların zamanla diğerlerine yakın hale geleceğini bildirdi.

Bugün Aspendos antik tiyatrosuna gelen Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Abdullah Kocapınar ile Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Başkanı Yrd. Doç.Dr. İbrahim Bakır, Patara Kazı Başkanı Prof.Dr. Havva İşkan Işık, Myra Antik Kenti Kazı Başkanı Prof.Dr. Nevzat Çevik ve Alman Arkeoloji Enstitüsü üyesi restoratör Dr. Martin Beckmann, restorasyonu inceledi. Yapıların geleceğe aktarılması için bünyesinde arkeolog, mimar, sanat tarihçisi, hukukçu ve şehir plancısından oluşan kurulun ciddi çalışmalar yaptığını belirten Yrd. Doç.Dr. İbrahim Bakır, "Burası 1800 yılı deviren yaşlı bir yapı. Buranın nasıl korunacağına yönelik ciddi analizler yapıldı. Tarihin her döneminde bu yapı kullanıldığı için farklı müdahaleler yapılmış. Bugün de müdahale ederek ömrünü gittikçe uzatmayı planlıyoruz" dedi.

YAPIYA EN UYGUN TAŞ CİNSLERİ
Yapının altyapı gibi görünmeyen kısımlarında da ciddi restorasyonlar yapıldığına dikkati çeken Yrd. Doç.Dr. Bakır, "Sadece yok olan taşların yerine dünya çapında restorasyonun anayasası olarak kabul edilen Venedik Tüzüğü'nde de belirtildiği gibi 'uyumlu ama farklı' taşı seçmek için çalıştık. Laboratuvar analizleri yapıldı ve uygulanan taşların yapıya en uygun taş cinsleri olduğu belirlendi. Bu taşı yapay bir şekilde de eskitirsiniz. Ama bu yapay olur, biz doğal taştan bahsediyoruz. Her taşın görünümü doğaya karşı verdiği mukavemet aynı olamaz. Yoğun kullanılan taşların çok küçük bir parçasını açtık ve gördük ki bizim kullandığımız taşa çok yakın bir taştı. Ve bu taşlar zaman içersinde bu hale geliyor" diye konuştu.

Çıkan tartışmaların ve eleştirilerin tarihe sahip çıkmak ve duyarlılığı artırmak için büyük fırsat olduğunu belirten Prof.Dr. Nevzat Çevik ise "Eğer başka bir taş uygulansaydı o da tartışma konusu olurdu. Burası kullanılan bir binadır. Dolayısıyla burayı kırık dökük halde bırakalım, olduğu gibi konsolide edelim gibi bir seçeneğimiz yok. Çünkü yapı ve ziyaretçi güvenliği söz konusu. Sanmayın ki bu basamaklar insanlar lüks içinde otursunlar diye yapılıyor. Bu taşlar konumu itibariyle tiyatroyu ayakta tutan birer parçacık haline geliyor. Bu çalışmaları yapıyı korumak için yaparız. Diğer seçenekler sonuçtur bizim için. Esas olan yapının ruhuna en uygun şekilde onu yaşatmaktır" dedi.

1800 YIL BEKLEMEYE GEREK YOK
Restorasyonda eleştirilen taşların mermer değil doğal taş olduğuna dikkati çeken Prof.Dr. Havva İşkan Işık, her taşın kesimden çıktığı zaman bembeyaz bir renk alabileceğini söyledi. Taşların orijinale uyum sağlayabilmesi için 1800 yıl beklenilmesine gerek olmadığını açıklayan Prof.Dr. Işık, "Gelecek yıl, kış yağmurları bunun üzerinden geçtikten sonra bu görüntünün orijinale daha yakın hale geldiğini göreceksiniz. Bu görülen gri ve siyah doku zaten bu taşın orijinali değil. O taşların da açıldığında renginin aynı olduğunu biliyoruz. Kimsenin endişesi olmasın" dedi. İncelemelerde bulunan Restoratör Dr. Martin Beckmann, tiyatronun ilk 1930'lu yıllarda restorasyonla tanıştığını, o günden bugüne birçok tecrübe kazanıldığını, bunun da Aspendos antik tiyatrosunda uygulandığını söyledi.
Radikal, Haber: Akif Arıcı, 30.09.2015

BİR SANAT GALERİSİNİN 20 YILI

Milli Reasürans Sanat Galerisi, açıldığı günden bu yana ‘ilk'lerin galerisi oldu, Batı'da özel müzelerin üstlendiği misyonu yıllarca yürüttü. Birçok sanatçının kariyerine öncülük etti, Türkiye'nin sanat ortamına katkıda bulundu. Enstitü gibi çalışan galeri, tüm birikimini 20. yıl özel sergiyle anlatıyor.

Adını telaffuz etmek zor. İlk kez duyan, ‘o da ne!' diye tepki veriyor. Hecelerseniz aklınızda daha çabuk yer eder: Re-a-sü-rans. Eğer yine de zorlanırsanız kısaca Milli Re diyebilirsiniz. Sadece telaffuzu mu, anlamını da akılda tutmak ne mümkün! Ameli Edgü ve Ayşe Gür ile ne zaman görüşsek, sanki yeni tanışıyormuşçasına hep aynı soruyu sorduk. ‘Reasürans ne demek, ne iş yapıyorlar? Milli Reasürans, sigorta şirketlerinin sigortasını yapan Türkiye'deki tek kurum. İş Bankası çatısı altında hizmet veriyor.

Sigortayla, parayla, pulla işimiz yok elbette. Bizi ilgilendiren, yine bu kurumun çatısı altında açılan Milli Reasürans Sanat Galerisi. Galerinin öyküsü, 1994 yılının ekim ayında, Milli Reasürans TAŞ'nin Teşvikiye'de, mimar Sevinç ve Hadi Şandor tarafından inşa edilen kompleksinin bir bölümünü sanat galerisi olarak tasarlamasıyla başladı ve yirmi yılı devirdi.

İstanbul'un en özgün galerilerinden biri olan Milli Reasürans, 20. yaşını özel bir sergiyle kutluyor. 30 Eylül'de başlayacak olan ‘20 Yılın Ötesine Taşınan Bir Sanat Belleği: Milli Reasürans Sanat Galerisi' adlı sergi, galerinin kendi tarihini anlattığı bir arşiv çalışması. Tüm sergiler, afişleri ve davetiyeleri eşliğinde izleyiciyle tekrar buluşacak.

Kimler gelmiş, kimler geçmiş Milli Re'den. Önce retrospektiflere bakarsak; Kuzgun Acar, Naile Akıncı, Avni Arbaş, Tiraje Dikmen, Şakir Eczacıbaşı, Turan Erol, Neşet Günal, İhsan Cemal Karaburçak, Saim Özeren, Orhan Peker, Nevhiz Tanyeli, Eşref Üren ilk sırada geliyor. Mesela Avni Arbaş'ın daha sonra İş Bankası Kibele Sanat Galerisi'nde bir retrospektifi açıldı. Ama o sergi ilhamını ve desteğini Milli Re'den aldı. Son yıllarda fotoğraf, mimari, tasarım ve tematik sergilere yoğunlaşan galerinin ilk yıllarında resim ve heykel sergileri daha yoğundu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi hocalarından Leopold Levi sergisi, 1938-1943 yılları arasındaki devlet politikası olarak yapılan ‘Yurt Gezi'leri sergisi bunlar arasında.

Nuri Bilge Ceylan'dan Max Ernst'e
Milli Reasürans'ı iki açıdan ‘ilk'lerin galerisi olarak zikredebiliriz. İlki; farklı alanlarda isim yapan sanatçıların üretimlerine yer verdi. Ünlü yönetmen Nuri Bilge Ceylan, ilk fotoğraf sergisi Sinemaskop'u burada açtı. Daha sonra ablası Emine Ceylan ile birlikte, ‘Babam İçin' sergisini hazırladılar. Hem yönetmen hem ressam kimliği ile tanıdığımız Tayfun Pirselimoğlu da galerinin konukları arasındaydı. Mimar Emre Arolat ve geçtiğimiz nisan ayında hayatını kaybeden ünlü Alman edebiyatçı Günter Grass da Türkiye'deki ilk ve tek sergisiyle Milli Re'de idi.

İkincisi ise, galeri, sergi açacak olgunluğa ulaşan genç sanatçılar için bir sıçrama tahtası oldu. İrfan Önürmen, Ahmet Oran, Murat Germen, Turan Aksoy'a ilk sergilerinde yer açarak kariyerlerinde öncülük yaptı. Milli Re, sadece sanatçılara değil, Türkiye'deki sanat ortamına da katkıda bulundu. Ülkemizdeki özel müzeciliğin tarihi 10 yılı geçmediği düşünülürse Milli Re'nin, Avrupa'da ya da Batı toplumlarında müzelerin üstlendiği misyonu senelerce yürüttüğünü söyleyebiliriz. Mesela Sakıp Sabancı Müzesi'nde devam eden Zero sergisiyle adını duyulan, Zero sanat akımının öncüsü Günther Uecker Türkiye'deki ilk sergisini 2005'te Milli Re'de açmıştı. Thomas Ruff, Axel Hütte gibi Düsseldorf fotoğraf okulunun sanatçılarıyla, Norbert Kricke, Max Ernst, Sigmar Polke ile ilk kez yine bu galeride tanıştık.  

Milli Reasürans Sanat Galerisi, yirmi yıla yaklaşık 200 sergi sığdırdı, yerli ve yabancı 200'ün üzerinde sanatçı ağırladı. Her sergisini katalog olmayan, arşiv değeri taşıyan bir kitapla taçlandırdı. Tüm bu işlerde iki ismin emeği var. Kuruluşundan bu yana galerinin yöneticiliğini yapan Ameli Edgü ve onun yardımcısı Ayşe Gür. Ameli Edgü, geçen yıl emekliye ayrılıp Bodrum'a yerleşti. Onun yerine, babası Süleyman Saim Tekcan vesilesiyle sanatın içine doğan  ve sanat yöneticiliğinde ihtisas yapan Elvan Tekcan geçti. Ayşe Gür ise galerinin hafızası olarak işine devam ediyor ve tüm sergileri çocuk yetiştirmişçesine bir çırpıda anlatıveriyor. (www.millireasuranssanatgalerisi.com)

İMOGA ile işbirliği yapıldı
Sergi için, Türkiye'nin özgün baskı resim müzesi İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi (İMOGA) işbirliğiyle bir proje hazırlandı. Milli Reasürans Sanat Galerisi'nin sanatçıları arasından 10 sanatçı, birer eserinin telif hakkını bu çalışmaya vakfetti. Süleyman Saim Tekcan, Su Yücel, Serpil-Hanefi Yeter, Ali İsmail Türemen, Gürbüz Doğan Ekşioğlu, İsmet Değirmenci, Ekrem Kahraman, Neşe Baydar ve Seçil Erel'e ait eserler, İMOGA'nın desteğiyle çoğaltıldı ve galerinin koleksiyonuna dahil edildi. Projede yer alan bu sanatçılar, limitli sayıdaki baskılarını imzalayarak; galeri hakkındaki düşüncelerini, duygularını, deneyim ve anılarını da bir video röportajında paylaştı. 17 Ekim'e kadar devam edecek sergide bu video izlenebilecek.
Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 28.09.2015

AGORA'YA PROTOKOL ENGELİ

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, Agora kazılarının devam etmesi için Kültür ve Turizm Bakanlığı ile büyükşehir belediyesi arasında yaklaşık 10 aydır protokol yapılamamasına tepki gösterdi. Kocaoğlu, “Amaç nedir, bunu anlamak mümkün değil” dedi.


İzmir'in Konak İlçesi’ndeki mezarlıkbaşı’nda bulunan ve 2007 yılından bu yana kazıları devam eden tarihi Agora’daki çalışmalar 2015 yılının nisan ayında durdu. Kentin önde gelen birçok kurumunun destek verdiği kazı çalışmalarıyla ilgili olarak İzmir Büyükşehir Belediyesi ve Kültür Turizm Bakanlığı arasında her yıl yenilenen protokol, bu yıl yenilenemedi. Bakanlıktan herhangi bir ses çıkmaması, çalışmaları da negatif yönde etkiledi. Kadifekale’deki antik roma tiyatrosunun da ortaya çıkarılmasıyla, bölgenin turizminde önemli rol oynayan İzmir Agorası’nda çalışan kazı ekipleri de maaşlarını alamadıkları gerekçesiyle alandan ayrıldı. Bu 10 aylık süreçte de bakanlık ile büyükşehir arasında sponsorluk protokolü imzalanamadı.

‘350 MİLYON HARCADIK’
Yaşanan sürece tepki gösteren Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, “Agora kazıları ayrı bir konu. Amaç nedir, bunu anlamak mümkün değil. Belediye diyor ki ‘Foça kazılarına bu kadar, Agora kazılarına bu kadar para ödüyorum. Protokolü de bu, bunu onaylayın ödemeye devam edelim.’ Yıl başından beri bunu diyoruz. Şimdi eylül ayındayız. Bu protokol yaklaşık 10 aydır imzalanmıyor. Yerin kamulaştırmasını biz yapmışız, tapusu da bizim elimizde. Siz bunu ne için yapıyorsunuz? Foça’da sur duvarları yapıldı, çok güzel iş çıktı. Burada aynı şekilde, tiyatro kazılsın istiyoruz. Kültür Bakanlığı ile birlikte yapalım, ne çıkarsa çıksın. Ona göre karar verilsin, ne yapılacaksa ona göre yapılsın. mantığını çözebilmiş değiliz. Dünya alem biliyor ki tarihi bölgeye harcanan paranın yüzde 99.9’unu İzmir Büyükşehir Belediyesi harcıyor. Bu kamulaştırma için verdiğim paradır, hala da veriyoruz. Şu ana kadar sırf o bölgenin boşaltılması için ortalama 350 milyon lira para harcadık. Kazı masrafları da hariçtir. Kamulaştırmalar da devam ediyor” dedi.
Habertürk, Haber: Ali Arda Perk, 28.09.2015

İNGİLTERE'DE BRONZ ÇAĞI'NA AİT AHŞAP KAYIK ENKAZI BULUNDU

İngiltere’nin Kent şehrinde bir kayık iskelesinde günümüzden 4000 yıl öncesine ait tahtadan yapılmış kayık enkazı bulundu. Kurumaması için tekrar suya batırılan kayık enkazı büyük bir ağacın içinin oyulmasıyla, tek bir ağaçtan yapılıyor.

Swat Arkeoloji bölümünden Prof. Paul Wilkinson ilk önceleri Anglo-Sakson dönemine ait olduğu düşünülen enkazın aslen Bronz Çağı’ndan kalma olduğunu belirtti. Britanya’da Bronz Çağı’nın MÖ 2000 yılında başladığı tahmin edilirken, Taş Devri ve Demir Çağı arasında önemli bir geçiş dönemi olduğu belirtiliyor.

Tahminlere göre Avrupalı yerleşik halk, Britanya’ya bronz dönemi başında göç ettiler. Yanlarında onlarca alet ve silah ile birlikte yeni fikir ve düşünceleri de beraberlerinde getirdiler.
arkeolojihaber.net, Kaynak:
bbc.com Çeviri: Ayşen Yolcu, 28.09.2015 

TRABZON'U KARIŞTIRAN OLAY

Trabzon’daki ikinci Osmanlı eseri olan ve Vali İskenderpaşa tarafından yaptırılan tarihi caminin mihrabındaki hayvan kabartması ilk kez fark edildi. 1529 yılında yaptırılan caminin içindeki, koç, inek ya da aslan figürüne benzeyen ve üst kısmına Arapça 'Muhammed sellallahu aleyhi vessalam' yazılı olan kabartma, 'hayvan figürüne karşı namaz kılınır mı' tartışmalarını da beraberinde getirdi. Zira her gün yüzlerce kişi camide namaz kılıyor.

CEMAAT KAÇMASIN DİYE!
Akşam gazetesinin haberine göre; İskenderpaşa Cami Yaptırma ve Yaşatma Derneği Başkanı Dursun Ali Düzenli, figürü daha önce gördüğünü ancak, cemaat kaçmasın diye kimseye söylemediğini anlattı. Düzenli, ''Vakıflar’a, ilgili mercilere defalarca müracaat ettim, bunu halledin dedim. Bu kabartma bir tarihi eser. Bunu kazıtmak suçtur. Bu olayı vatandaşa hatta cami personeline bile söylemedim. Söylesem olay yayılacak, kimse camiye gelmeyecekti'' dedi.

UZMANLAR İNCELEYECEK
Mihrabın üzerindeki o kabartmanın, cami yapılırken mi yoksa sonradan mı konulduğunu bilemediklerini belirten Vakıflar Bölge Müdürü Mazhar Yıldırımhan, “Uzmanlar karar verecek. Sonra ne olur, kabartmanın üzeri mi örtülür bilemiyorum” dedi.

CEMAATİN BİTMEYEN SORULARI
Mihrabın üzerindeki o kabartmanın, cami yapılırken mi yoksa sonradan mı konulduğunu belli değil. Babası imamlık yapan Nuri Aydın, ''Babam bize bundan bahsetmedi. Bu kabartma hayvan figürüne karşı namaz kılınır mı, esas sorun bu'' derken, olayın duyulmasının ardından cemaatin sürekli kabartmaları incelediği ve cami imamına aynı soruyu sorduğunu söyledi.
Milliyet, 28.09.2015



******


CAMİDEKİ O KABARTMA HAYVAN BAŞI DEĞİL, ÇİÇEK FİGÜRÜ

İlginç tartışma Trabzon’da 1529’da dönemin Osmanlı Valisi İskender Paşa tarafından yaptırılan tarihi İskenderpaşa Camii’nin mihrabındaki kabartmanın, cemaatin bir bölümü tarafından “hayvan başına” benzetilmesiyle başladı. ‘Geç’ gelen tartışma cemaatin kafasını karıştırdı. Kimileri “Hayvan figürünün altında namaz olmaz” diyerek cami değiştirdi. 2014 yerel seçimlerinde Saadet Partisi’nden Trabzon Büyükşehir Belediye başkan adayı olan, Cami Yaptırma Yaşatma Derneği Başkanı Dursun Ali Düzenli, figürü bu tartışmadan çok daha önce kendisinin fark ettiğini, ancak cemaat kaçmasın diye kimseye söylemediğini belirtti. Düzenli “Vakıflar’a, ilgili mercilere defalarca müracaat ettim, ‘Bunu kazıyın’ dedim. ‘Bu kabartma tarihi eser, kazıtmak suçtur’ dediler. Bu olayı vatandaşa, hatta cami personeline bile söylemedim. Söylesem olay yayılacak, kimse camiye gelmeyecekti” şeklinde konuştu.

MÜFTÜ: HABERİM YOK
Habertürk’ün ulaştığı Trabzon İl Müftüsü Keramettin Demir, İskenderpaşa Camii’nin mihrabındaki kabartmadan haberi olmadığını belirterek “Bu konuyla ilgili bugüne kadar bize herhangi bir rahatsızlık ve şikayet ulaşmadı. Ben de sizden duyuyorum. Kabartmayı görmedim, o nedenle bir yorum yapamam. Ama bu bir göz yanılması olabilir” dedi.

‘OSMANLI SÜSLEME SANATI’
Habertürk’ün konuyu sorduğu uzmanlardan ise cemaatin yüreğine su serpecek bir açıklama geldi.

Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Hüseyin Yurttaş, söz konusu kabartmanın hayvan başıyla uzaktan yakından ilgisi olmadığını belirterek “Bu tamamen Osmanlı süsleme sanatında, bitkisel bir süsleme işlemeciliğidir. Bir hayvan başı gibi görünebilir ama yakın mesafeden bakıldığında iki yana yılan kıvrımıyla yayılmış bir çiçek sembolüdür” dedi.

‘IŞIK VE GÖLGE YANILTMASI’
Sanat tarihi uzmanı Yard. Doç. Gül Karpuz şunları söyledi: “Mihrabın geneline bakıldığı zaman tamamen bitkisel motiflerle süslendiği görülüyor. Hayvan başı benzetmesi, bir ışık ve gölge yanıltması. Tarihi binaların taç kapıları üzerinde de bu tip süslemeler vardır. Bu, Osmanlı bitkisel sanat süslemeleriyle yapılmış bir mihrap.”
Habertürk, Haber: Kenan Taşkın, 29.09.2015

"İLK DEFA BURADA BAŞLADI"

UNESCO (United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization) Dünya Mirası Geçici Listesi'nde yer alan Malatya'daki Arslantepe Höyüğü'ndeki kazı çalışmalarında laik sistemin ilk defa Anadolu'da, Arslantepe'de başladığı ortaya çıktı.

Arslantepe Höyüğü Kazı Heyeti Başkanı İtalya Sapienza Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Marcella Frangipane, MÖ 5 bin yıllarından MS 11. yüzyıla kadar iskan edilen ve Türkiye'nin en büyük höyüklerinden olan Arslantepe Höyüğü'nde din ve devlet işlerinin ayrı şekilde yürüdüğünü ifade etti.

Kazılarda MÖ 3.600-3.500 yıllarından bir tapınak, MÖ 3.300-3.000 yıllarından bir saray bulunduğunu kaydeden Frangipane, "Saray ve tapınak var. Bu binada platform var, avluyu görüyor ve insanlar, kral ile konuşuyor.Biz bu yüzden laik devlet sistemi başladı diyoruz. Tabi tapınak vardı, o devam ediyor. Önce güç tapınak içindeydi ve sadece o vardı. Bu zamandan sonra ayrı bir sistem başladı yani tapınak ayrı, kral ayrı. Din ayrı devlet ayrı. Beraber gidiyorlar, bağlantı var ama kontrol ayrılmış. Laik sistem ilk defa burada başlıyor" dedi. 




"HİYERARŞİ BAŞLIYOR"
Frangipane, insanların tapınak ve kral için çalıştıklarını, bunun karşılığında da yemek aldıklarını dile getirdi.

Tapınak içerisinde çok sayıda çanak bulduklarını kaydeden Frangipane, "Çanaklar güzel değil ama önemli. Çanaklardan çok var ve hep aynı. Bugün ki plastik bardak gibi. O gün insanlara demek ki yemek veriyorlar. O tapınak ve sarayın içerisinde yemek veriyorlar. Demek ki insanlar kral ve tapınak için çalışıyorlar. Hiyerarşi (yetki ve sorumluluk sıralaması) başlıyor. İnsanlar hep aynı değil. Önce herkes kendisi için çalışıyorlar. Ziraat ve yemek hazırlamada kendisi için çalışıyor ama bu zamandan sonra elit ve halk vardı. Halk, elit için çalışıyor, elit de yemek veriyor. Bunun için bu çanaklar önemli. Bu çanaklardan çok var. O dönemde işveren ve işçi sistemi var. Yani devletle birlikte bu sistemde başladı. Demek elit işveren, devlet işveren olmuş" ifadelerini kullandı. 

"ESKİDEN TAPINAK VARDI, DAHA SONRA DEVLET SİSTEMİ BAŞLADI"
Frangipane, tapınak sisteminden devlet sistemine geçildiğini ifade ederek, şunları söyledi: "Burada ilk defa laik bir sistemin olduğu görülüyor. Mezopotamya'da büyük şehir vardı. Burada da tapınak var, bu yıl bir tapınak daha bulduk ve o saraydan daha eski. Saraydan önce tapınak sistemi vardı. Mühür baskıları ve çok sayıda çanak bulduk. Ama bu sistem, teokratik (dine dayalı yönetim biçimi) sim sistem. Ama buradaki saray ilk defa güç, direkt insanları kontrol ediyor. Bu saray çok büyük, çok değişik binalara sahip. Depo, avlular, koridor ve binalar var. Bu binalar arasında da bir bağlantı olduğu ortaya çıktı. Çok büyük bir saray ve avlu var. İnsanlar koridordan gelip, avluda toplanıyorlar. Daha ileriye gitmiyorlar çünkü ileride kralın evi var. Kral, buradan insanlarla konuşuyor. Avlunun olması buranın tam bir saray olduğunu gösteriyor. Eskiden tapınak vardı ama daha sonra her şey değişti. Demek ki devlet sistemi başladı."

"2 BİN 500 MÜHÜR BASKISI BULDUK"
Yapılan kazı çalışmalarında 2 bin 500 mühür baskısı bulduklarını ve bu mühür baskılarının bürokrasinin olduğunu gösterdiğini dile getiren Marcella Frangipane, "Tam devlet sistemi. Bürokrasi var. Sarayın içerisinde 2 bin 500 mühür baskısı bulduk. Mühür baskılarının olması da bir kontrolün olduğunu gösteriyor. Memur var ve ne gelip gittiğini kontrol ediyor. Yemek veriliyor ve karşılığında mühür vuruluyor, imza ve makbuz gibi. O zaman toplamışlar ve daha sonra hesap yapmışlar. Biz bunları grup grup bulduk" diye konuştu. 
Malatya Haber, 27.09.2015

HANCI DA YOLCU DA GİTTİ AMA HANLAR HALA AYAKTA

Bir zamanlar dünyanın dört bir yanından gelen misafirleri ağırlayan Istanbul’un dillere destan hanları, bugün eskisi kadar olmasa da ticari hayatta varlıklarını sürdürüyor. Kıtaların ve kültürlerin buluşma noktasında yer alan Istanbul, 3 imparatorluğa başkentlik yaparken, yüzyıllardır Doğu ile Batı arasındaki ticaretin de merkezi oldu. Tarihin en eski şehirlerinden biri olan Istanbul’da ticaret hanları, kent hayatının en önemli figürleri arasında yer aldı. Anlamını Farsça “hane/ev” kelimelerinden alan hanlar, ticari malların toplandığı ve satıcıyla alıcının buluştuğu yerler olmanın yanında otel olarak da kullanıldı. Uzak bölgelerden gelen tüccarların konaklaması ve mallarını bekletmesi için yapılan hanlarda, tacirler hayvanlarını alt kattaki ahırlarda barındırır, kendileri de yukarıdaki odalarda ikamet ederdi. Malları ise alt ve üst katlardaki depolarda tutulurdu. Binaların kalın kapıları gece olunca güvenlik için kapanır ve gün ışıyıncaya kadar açılmazdı. Kendilerine has öyküleriyle şehir hayatına farklı bir renk katan hanlar, ticaretin gelişmesiyle Kapalıçarşı’dan Haliç kıyılarına kadar yayılınca bir “hanlar bölgesi” oluştu. Istanbul’da Osmanlı döneminin ilk hanları, Fatih Sultan Mehmed zamanında yapıldı. Fatih, 2’si Tahtakale’de, 2’si de bedestende olmak üzere 4 han yaptırdı. Ilk inşa edilen han, bedesten yakınındaki “Bodrum Kervansarayı”dır. Ticaret geliştikçe tarihi kentte han sayısı da arttı.

TARİHE TANIKLIK EDİYORLAR
Istanbul’un fethiyle başlayıp 20. yüzyılın başlarına kadar devam eden inşa sürecinde, fiziksel ve fonksiyonel değişimler geçiren hanlar, her zaman mimari yapılarıyla göz doldurdu. Osmanlı-Türk el sanatı ve zanaatkarlığıyla organik bir bağı da barındıran hanlar, yüzyıllar boyu el emeğiyle inşa edildi. Ortasında avlu bulunan klasik hanların, avlu kenarları ahır ve depolardan, ikinci katları ise hücre yani odalardan oluşuyor. Bir zamanlar ticaret hayatının nabzının attığı ve sayısı tam olarak bilinmeyen Istanbul hanlarının çoğu, tarihe tanıklık etmeye devam ediyor. Istanbul’un fethinden sonra inşa edilen ilk hanların başında Deve Han, Nevşehirli Damat Ibrahim Paşa’nın yaptırdığı Çuhacı Han, Avrupa’dan Anadolu yakasına gidecek malların dağıtımının yapıldığı Balban Han ve malların depolanıp satıldığı Balkapanı Han geliyor. Birbirinden değerli bu mimari yapıları Kapalıçarşı’daki Ağa Han, Sultan II. Abdülhamid’in mabeyncisi Sarıca Rağıp Paşa’nın Beyoğlu’nda yaptırdığı Anadolu Pasajı, Mimar Kemaleddin Bey’in yaptığı vakıf hanları ve yüzlerce han takip etti. Kentteki hanlar, Eminönü-Unkapanı, Beyazıt-Sultan Hamamı, Beyazıt-Aksaray ve Haliç-Galata-Beyoğlu olmak üzere 4 bölgede toplanıyor.

EN ÜNLÜ HANLARDAN BAZILARI ŞÖYLE:
Eminönü’nde Yeni Cami ile Küçük Pazar arasında, Hasırcılar, Tahtakale, Balkapanı ve Cömert sokaklarının çevrelediği alanda yer alan Balkapanı Hanı, adından da anlaşılacağı gibi gümrükten gelen balın istiflendiği ve halka dağıtıldığı bir ticaret merkeziydi. Kitabesi olmayan bu hanın altında 12 ve 13’üncü yüzyıla ait tonozlu mahzenler var. Geniş bir avlu etrafında 2 katlı ve varaklı inşa edilen hanın odalarının çoğu bugün depo olarak kullanılıyor. Beyoğlu’nda ilginç bir cephe ve yer düzenine sahip Narmanlı Han, 19’uncu yüzyılın ilk yarısında inşa edildi. Ilk yapıldığında Rus Büyükelçiliği olarak kullanıldı. Dış görünümü kaleyi andıran hanın ortasında bir avlu bulunuyor. Ikinci derece tarihi eser kabul edilen Narmanlı Han, yıllarca sanatçılara ev sahipliği yaptı. Sipahiler, Çukurçeşme ve Katırcıoğlu Hanı olarak da bilinen Taş Han, Laleli’de Fethi Bey Caddesi’nde bulunuyor. 3. Mustafa tarafından ulufelerini almak için Istanbul’a gelen sipahilerin kalmaları için yaptırılan hanın altında bir Bizans yapısı da var. Şu an hanın içinde başta restoranlar olmak üzere çeşitli işyerleri faaliyet gösteriyor. Büyük Balıklı Han, Galata’da Kemeraltı Caddesi ile Aynalı Lokanta, Arşın Çıkmazı ve Leblebici Şadan sokaklarının çevrelediği adada yer alıyor. 1875’te Balıklı Rum Hastanesi’ne akar olmak üzere yapılan handa neoklasik tarz öne çıkıyor. Hanın avlusunda mermer fıskiyeli havuz bulunuyor. Sultan II. Abdülhamid’in mabeyncisi Sarıcı Ragıp Paşa tarafından Beyoğlu’nda inşa edilen Anadolu Pasajı, 832 metrekarelik bir alan üzerine oturuyor. Yine Beyoğlu’nda bulanan Rumeli ve Afrika Pasajı gibi tüccar apartmanlarından biri olarak kabul ediliyor.

HANLARLA İLGİLİ TEMEL SIKINTI MÜLKİYET SORUNU
Istanbul’un en önemli mimari yapıları arasında yer alan hanlar, eskisi gibi bakımlı değil. Uzmanlara göre muhtemel bir depremde en çok hasar görecek yapıların başında bu hanlar yer alıyor. Hanlarla ilgili en önemli problemlerin başında ise mülkiyet sorunu geliyor. Bir kısmı özel mülk olduğu için varisler bulunamıyor ya da çok maliyetli olduğu için kamulaştırma yapılamıyor. Dolayısıyla bu durumdaki birçok han kaderine terk ediliyor. Buna rağmen tarihi hanlara son zamanlarda yoğun ilgi var. Kültür turu yapan birçok firma, sanat tarihçilerinin rehberliğinde hanlara günübirlik turlar düzenliyor. Turlara katılanlar kentin tarihi mirasını daha yakından görme imkanı buluyor.

Çatısı, James Bond filminde kullanıldı
İstanbul'un en önemli hanlardan biri olan Büyük Valide Han, James Bond’un “007 Skyfall” filminin motosikletli aksiyon sahnesi çatısında çekildikten sonra popüler oldu. Kösem Valide Sultan tarafından 1650’de yaptırılan hanın 3 avlusu, yaklaşık 300 odası bulunuyor. Ana avluda o dönem halkın “İran Camisi” diye adlandırdığı bir mescit var. Döneminde İranlı tüccarlar kullandığı için “Acem Hanı” olarak da biliniyor. Bir zamanlar atların ve develerin bağlandığı hanın avlusunda şimdi ise otomobil ve kamyonetler park ediyor.
Habertürk, 27.09.2015

ÇALINTI PICASSO TABLOLARINI GERİ VERİYOR

İspanyol ressamın üvey kızı Catherine Hutin-Blay “Woman with Fan” ve “Tete de famme. Pofil” adlı eserlerin ailenin izni olmadan satıldığı ve dolayısıyla çalındığını iddia ederek dava açmıştı.

Rusya’nın “Gübre Kralı” olarak anılan Ribolovlev, tabloları kendisi için satın alan Fransız sanat uzmanı Yves Bouvier’i suçladı ve 18 milyon sterlin (83 milyon TL) değerindeki tabloları “Bouvier’in sahtekarlığını ortaya sermek için geri vereceğim” dedi. Bouvier, Ribolovlev için sanat eserleri topluyordu.

Fransız uzmanın Rus gübre kralı için bugüne kadar 1.2 milyar sterlinlik (5.2 milyar TL) sanat eseri satın aldığı belirtiliyor. Ancak Ribolovlev bu koleksiyonun değerinden 640 milyon sterlin (3 milyar TL) fazlasına alındığını iddia ediyor.
Habertürk, 27.09.2015

DÜNYANIN EN EĞLENCELİ 6 TARİHİ SEKS OBJESİ

Arkeologların dünyası da emin olun gündelik hayat kadar zevkli olabiliyor.

Bundan binlerce yıl önce yaşamış insanların da kişisel tatmin (mastürbasyon) ve cinsel yaşamları için kullandıkları seks objeleri o gün, gün ışığına çıkmasa da bugün baktığımızda seksin insanlık tarihindeki yeri hakkında oldukça büyük ipucu veriyor.

Utanma duygusu ile ilgili görüşlerimizi cebimizde tutalım ve tarihin olağanüstü dünyasına bir bakalım.

TUTANKHAMUN'UN 3 BİN YILLIK EREKSİYONU 
Tarihin en renkli figürlerinden, genç yaşında ölen Mısır firavunu Tutankhamun'un gösterişli mezarından yalnız altın kaplamalı aslan ve inek kafaları çıkmadı değerli tarihseverler. Bir teoriye göre, babasının din konusundaki katı görüşünden bunalan genç firavun, ereksiyon halindeki penisini mumyalatmıştı ve bu hareket, 'savaşın kutsallığının' ifşası anlamındaydı.



KARA SAKAL'IN FRENGİ-SAVAR ŞIRINGASI
İngiltere'nin en ünlü korsanı Kara Sakal, yaklaşık 15 cm boyunda bir şırıngayı penisinin içine sokuyordu. Yanlış duymadınız! 1996'da bulunan bu şırınganın amacı, sağlıklı bir penis sahibi olmak isteyen Kara Sakal'ın düşmanlarına karşı kullanabileceği yöntemlerden biriydi. Zira sağlıklı seks hayatı olanın sağlıklı bir savaşçı olduğunu düşünüyordu. 



200 YILLIK VAJİNA ŞIRINGASI
Benzer bir tarihi obje de New York'ta bulundu. 19'uncu yüzyılda kadınlar da benzer bir şırıngayı vajinal hijyen amacıyla kullanıyordu. Bu tuhaf aleti, kadınlar birbirlerine 'evlilik hediyesi' olarak veriyor hatta kendilerini koruyabilmeleri için yanlarında taşıyorlardı.



18. YÜZYILDAN KALMA DİLDO
Evet, penis konusuna geri dönelim. 1700'lerin sonlarına doğru Polonya'da bir eskrim okulunun tuvaletine dildosuyla giren bir öğrenci, yanlışlıkla oyuncağını tuvalete düşürdü. O an çok üzülmüş olduğu muhakkak olan öğrenci muhtemelen derse geri döndü. Ancak bu tarihi dildoyu arkeologlar yıllar sonra buldular. Muazzam insanlık tarihinin derinliklerine (tuvaletin derinlikleri de diyebiliriz) ışık tutan bu dildo, tahta ve kanat kılından imal edilmişti. Bu sayede yıllara direndi...



SEVGİ DOLU BİR İMPARATORLUK: ROMA
Roma İmparatorluğu kadar zevkine düşkün bir imparatorluk daha var mı bilemiyoruz. Sık kullanılmış (elbette sevgi ve şehvetle sarmalanmış) olan bu tuhaf çubuk, İngiltere'nin güneyinde bulundu. Bir de, taştan imal edilmiş bir 'tuvalet kağıdı' mantığı vardı ki, nasıl bir acı verdiği konusunda yorum yapmamak galiba daha iyi.



KARINIZ BİR CADI MI? ÖYLEYSE KENDİSİNİ YOLMALISINIZ (!)
Dünyanın bugüne kadar bulunmuş en tuhaf seks oyuncağının bu şişe olması akıllara durgunluk veriyor.  17'inci yüzyılda bazı soylular, kendilerini 'halktan ayrıştırmak' için bu şişeleri kullanıyorlarmış. Nasıl kullandıklarını hayal gücünüze havale ediyoruz. Bu tuhaf kavanozun içinde; tırnak, çivi, saç ve hatta idrar kalıntıları da mevcut. Kabaca 'Cadı kazanı' olarak Türkçeleştirebileceğimiz bu şişeler, bir cezalandırma ve büyü bozma yöntemi olarak da kullanılmaktaydı. Örneğin; 17'inci yüzyıl İngiltere'sinde karısının cadı olabileceğini düşünen vahşi kocalar, üzerlerine 'kızgın suratlar' çizdikleri bu 'cadı kavanozlarını' kapılarının önüne bırakıyorlardı. Kızgın suratlar, evet. Çünkü bilirsiniz, ambalaj önemlidir.


Hürriyet, 27.09.2015
"ÜLKENİN EN BÜYÜK MÜZESİNİ KURARDIM"

Türkiye’nin sanat piyasasının önemli isimlerinden, Galeri Baraz’ın sahibi Yahşi Baraz 40’ıncı yılını kutluyor. “Sattığım hiçbir resim iade gelmedi. Benim 200-300 dolara sattığım resimler bugün neredeyse bir milyon dolara açık artırmada satılıyor” diyen Baraz’la buluşup 40 yılın minik bir muhasebesini yaptık. Sohbetimiz cumhurbaşkanlığının sanatçı yemeklerinden Guggenheim Müzesi’ne kadar uzandı.

Bundan birkaç sene önce konuştuğumuzda Kültür Bakanlığı’ndan kimsenin galerinizi ziyarete gelmediğinden söz etmiştiniz. Türkiye’nin 40 yılını doldurmuş bir galerisini bakanlıktan ziyaret eden olmadı mı hala?
Olmadı. Kültür Bakanlığı çok uzak mesafelerde duruyor, sanki başka bir ülkenin bakanlığı... Devletin direkt katkısı olmaz çünkü devlet yaparsa yanlış yapar. Başka türlü ilişkilerle, değeri olmayan sanatçılar öne çıkarılırdı. Devletin vergi muafiyeti sağlaması ve varlıklı kimselere müze kurması için karşılıksız arsa vermesi gerekir. Kültür Bakanlığı’nın içinde resim, tiyatro, plastik sanatlar gibi masaların kurulması gerekir.

Ayrı ayrı masa kurmayı bırakın adı bile Kültür ve Turizm Bakanlığı...
Her turizm ve kültür bakanı istemeyerek oraya gelmiş gibi bir intiba uyandırıyor. Aslında başka yerde olmak istiyor ama hasbelkader oradan girmiş.

İlkokulda kimsenin istemediği Kızılay kolu gibi....
Kültür Bakanlığı’nın kültür dünyasıyla yakın, homojen ilişkiler içinde olması lazım, o kurulamıyor. Sadece devletteki görevliler suçlu demek istemiyorum. Bizim sanatçılar da son derece ukala insanlardır, istediğiniz gibi diyalog kuramıyorsunuz. Cumhurreisinin önayak olması lazım. Sembolik şeyler yapmalı, mesela bir eser satın alıp onun yanında fotoğraf çektirmeli, bir konserde en ön sırada oturup bir müzik adamını tebrik etmeli.

Mesela sanatçılarla yapılan yemekler... Sadece müzisyenlerle yapılıyor bu yemekler. Üstelik bazılarının müzisyenliği de tartışılır...
Bu kadar basite indirgediğiniz zaman ne müzik gelişir ne resim ne de heykel... O kopukluk düşmanca bir tavra bile dönüşebilir. Alakasız birtakım insanlar davet ediliyor, çok değerli kişilerin protokol listesinde ismi yok.

Türkiye’nin içinde bulunduğu durum malum. Sanat piyasası nasıl etkileniyor?
Türkiye iç savaşa doğru mu gidiyor diye bir endişe var. Bu durumda sanat pazarında durgunluk oluyor. İlk vazgeçilen şey sanat almak oluyor. Bu ekonomik problemler sürerken gerçek sanatçılar hiçbir şeyden etkilenmeden üretmeye devam etmeli. Bunu Birinci ve İkinci Cihan Savaşı sırasında Avrupa’da gördük. En güzel sanat eserleri o stres altında yapılmıştır. Sanat konformist bir şey değildir çünkü.

40 yıla dönüp baktığınızda size en çok gurur veren ne oluyor?
Ben galeriyi açtığım zaman Türkiye’de hemen hemen koleksiyoncu yok gibiydi. Aradan geçen zamanda yüzlerce kişinin koleksiyon yapmaya başladığını görünce insan çok gururlanıyor tabii. Fakat tempo itibariyle çok yavaş gitti. Türkiye için muazzam bir ilerleme ama Batı’ya baktığınızda daha emekleme safhasında. Japonya’da, Amerika’da, Avrupa ülkelerinde yüzlerce müze açıldı, vakıflar kuruldu...  Türkiye’de açıla açıla üç-dört tane müze açıldı, o da 2004’ten sonra... Pera, Sabancı, İstanbul Modern... Bir de Ankara’daki Cermodern’i sayabiliriz. Bu 80 milyona yaklaşan bir Ortadoğu ülkesi için çok gülünç bir rakamdır.

Bu 40 yılda ne kadar aktör, ne kadar tanıktınız?
Ben 1898 doğumlu sanatçılardan 1995 doğumlu sanatçılara kadar hepsiyle çalıştım. Çağdaş resim kıymetli bir şey değildi eskiden. Adnan Çoker, Burhan Doğançay, Erol Akyavaş... Türkiye’nin en önde gelen sanatçılarını meydana çıkarttım. Batı’da olduğu gibi şu müzede şu resim var diyerek güvence vermek bizim zamanımızda yoktu. Biz ancak ünlü bir işadamının evine resim astıysak onu bir referans olarak kullandık, müze diye bir şey yoktu. O mu aldı o zaman ben de alayım diye bir rekabet ortamı oluştu.

Böyle başladı belki ama şu an bir bilinç var değil mi? İnsanlar artık “bilmem kimin yalısında gördüm, ben de alayım” diye düşünmüyordur diye umuyorum...
Yok, öyle almıyorlar artık. Biz galeriyi açtığımızda yaklaşık 150 senelik bir resim birikimi olmuştu. Bunlar değersiz olarak evlerde dururdu. Eser çoktu, alıcı yoktu. Bir 10-15 sene içinde bir sürü resim iyisiyle kötüsüyle satıldı. Şimdiki durumda başka sorunlar var. Türk resminin evrensel değerde olmadığı vurgulanıyor. Bunu

ilk söyleyenlerden biri de benim aslında.

80’lerde mesela üst sınıf neden Batı’ya özenip sanat almamış?
Onu ilk başlatan benim çabalarım oldu. Eğer benim lafımı dinlemiş olsalardı, zenginler bugün dünyanın en büyük koleksiyonuna sahip olurlardı. 40’lardan sonra sermaye birikimi oluyor Türkiye’de. Fakat o günün zenginlerinde sanat kültürü yok. Hiçbiri ne babasından görmüş ne kendisini yetiştirmiş.

Ne yapmak lazım?
Türkiye bugüne kadar her şeyi sanatçıdan bekledi ama öyle bir şey yok. Sanatçı naif ve aciz adamdır aslında. Sanatçı toplum tarafından, devlet tarafından desteklenerek sanatçı olur. 

40 yılın en büyük pişmanlığı ne?
Bugün en üzüldüğüm şeylerden biri Mehmet Güleryüz’le mahkemelik olmak. Bir de istediğim şeyleri yapamadım. Birçok büyük koleksiyoncu oluşturdum ama hiç sermayem olmadı, eğer sermaye sahibi olarak başlasaydım bugün Türkiye’nin en büyük müzesini ben kurardım. Sattığım resimlerle İstanbul Modern’in 10 misli büyük müze kurardım. Bunun için çok büyük bir alım gücü olması lazım, alıp bekletme gücü...

Biraz da işin olumlu tarafına bakalım istiyorum. Sizin bu işi ilk yapmaya başladığınız yıllarda heykel deyince akla bahçeye süs diye konan terracota küpler, at arabası tekerlekleri gelirdi. Ya da şık çerçevesi olan her şey resim kabul edilirdi. Belki biraz geç takip ediyoruz ama 40 yıl gibi bir sürede müthiş bir değişimden de söz etmek mümkün değil mi?
Evet, yüzde 100. Sanatçı sayısı, koleksiyoncu sayısı arttı. Gençler galeri açmaya başladı. Genç koleksiyonerler var artık. Toplum kabuğunu yırtarak bir yeniliğe doğru gidiyor. 10-15 sene sonra çok büyük bir değişim olabilir. Yalnız bunu yaparken İstanbul daha kozmopolit bir şehir olmalı. Buraya yabancı müzeler şube açabilir. Bir Guggenheim, bir MoMA burada bir şube açsa Türkiye’yi bir anda 100 sene ileri götürebilir.

Bu çok mu zor bir şey?
Değil. Buna devletin önayak olması lazım. Bugün Araplar bile yaptı bunu. Katar yapabildiyse biz neden yapamayalım? Gittiler Matisse aldılar ve dünyada dikkat çektiler. Bunları teşvik eden kanunlar çıkardılar. Ama Türkiye’de çok nasyonalist bir bakış açısı var. Buna bile karşı çıkabilir. 
Milliyet, Haber: Aydil Durgun, 27.09.2015

KEYKAVUS'UN TÜRBESİ'NDE AKILLARA ZARAR RESTORASYON



Anadolu Selçuklu Devleti hükümdarı 1. İzzeddin Keykavus'un Sivas'taki türbesindeki restorasyon tartışma yarattı. Tarihi Şifahiye Medresesi, 1217'de Keykavus tarafından "Darüşşifa" olarak yaptırılmış ve Osmanlı döneminde medrese olarak kullanılmıştı. İçinde 1220'de veremden ölen Keykavus'un türbesinin bulunduğu Tarihi Şifahiye Medresesi, tarihte 5 kez restorasyon geçirdi. Son onarımda türbede, orijinaliyle restore edilen bölümü arasında uyumsuzluk oluştu. Bu durumu gösteren fotoğraflar, arkeofili.com sitesinde paylaşıldı. Sitede yayımlanan ve onarımın taş oyma ustası Necdet Çekmen tarafından yapıldığı belirtilen haberde, sandukaların orijinal bölümleriyle, restore edilmiş bölümler arasındaki uyumsuzluğu gösteren fotoğraflar, arkeologlar arasında tartışma yarattı. Bugün Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne ait olan medrese, Birinci Dünya Savaşı'nda ordu ambarı olarak kullanılmıştı. Savaşta harap olan medrese, 1937'de Türk Tarih Kurumu'nca restore edilmiş, 1939, 1962, 2008 ve 2011'de ise onarım geçirmişti.
Sabah, 27.09.2015
BANKSY SERGİSİ PARA BASTI: 90 MİLYON TL

Dünyaca ünlü İngiliz sokak sanatçısı Banksy’nin İngiltere’de açtığı “Dismaland” isimli sergi, bulunduğu Weston-super-Mare kasabasına 20 milyon sterlin (90 milyon TL) gelir getirdi.

BBC Türkçe’nin haberine göre, Banksy’nin turizm ve tema parkı endüstrilerine eleştiri getiren sergisini, açıldığı 20 Ağustos’tan bu yana 150 binden fazla kişi ziyaret etti. Her gün ortalama 4 bin kişi önceden aldıkları biletlerle, 500 kişi de uzun saatler bekleyerek sınırlı sayıda olan biletlerle sergiyi gezdi.
Habertürk, 27.09.2015

3 BİN YILLIK YERALTI ŞEHRİ ZİYARETÇİLERİNİ BEKLİYOR


Bayburt'ta 3 bin yıllık geçmişiyle yörenin önemli tarihi yapılarından biri olan ve tesadüfen bulunan Aydıntepe Yeraltı Şehri ziyaretçilerini bekliyor.

Aydıntepe Kaymakamı Yeliz Yıldızhan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, yer altı şehrinin gerek duvar figürleri gerekse üzerindeki mezarlardan dolayı geç Roma, erken Bizans dönemine işaret ettiğini söyledi.

İlçe merkezinde evlerin hemen altında bulunan 3 bin yıllık tarihi şehrin, bir inşaat kazısıyla gün yüzüne çıktığını belirten Yıldızhan, "Burası aslında 3 bin yıllık tarihe sahip olmasına rağmen ilk keşfedilmesi tesadüf üzerine olmuş. 1988 yılında bir inşaat kazı çalışması esnasında oluşan çöküntülerde ulaşılmış" dedi.

Yıldızhan, yer altı şehrinin fark edilmesinin ardından kazı çalışmalarına başlandığını anlatarak, "İlk olarak Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulunca kabulü gerçekleştirilip belirli bir çalışma yapılmış. Daha sonra Aydıntepe Belediyesi'nin katkılarıyla alan genişletilmiş ve şehir bin 200 metre civarında gezilebilir bir alana ulaşmış durumda. Aydıntepe Yeraltı Şehri'nin en önemli özelliğinden birisi hiçbir yapı malzemesi kullanılmadan, volkanik kayaların oyulmasıyla oluşturulmuş olması. Karşılıklı odalardan ve galerilerden oluşmakta" diye konuştu.

Yapıldığı dönemlerde Aydıntepe Yeraltı Şehri'nin daha çok sığınma amaçlı kullanılmış olabileceğine işaret eden Yıldızhan, şunları söyledi: "Çünkü giriş çıkışlarına kapıyı kapatma için yapılan düzenekler olsun, gerek içerisinde bulunan havalandırma pencerelerinin şekilleri olsun, odaların konumları olsun daha çok sığınma amaçlı kullanıldığını göstermekte. Şu tarz yorumlarda var uzmanlar tarafından. Buranın çok soğuk kışı olduğundan dolayı vatandaşların burada kışın o soğuk etkilerinden arınmak üzere burayı da yerleşim yeri olanağı olarak kullandığını söylemekte. Tabii bunların netleşebilmesi için çok daha kapsamlı çalışması gerekiyor." 

"Tanıtımı iyi yapılmalı"
Yıldızhan, Aydıntepe Yeraltı Şehri'nin yörenin en önemli turizm merkezlerinden biri olduğunu ancak yeterli ilgiyi görmediğine dikkati çekerek, konuşmasını şöyle sürdürdü:

"Gerek idareciler olarak biz gerekse sivil toplum kuruluşlarının buranın tanıtımını iyi yapması gerekiyor, reklamını iyi yapması gerekiyor. Karadeniz Bölgesi'ndeyiz, Yeşil Yol kapsamındayız. O kapsamda buranın duyurusunun çok iyi yapılması gerekiyor. Tur operatörlerinin programına girebilirsek bölgemiz, tanınırlık, turizm gelirleri açısından çok büyük katkısı olacağına inanıyoruz. Gerek Bayburt Üniversitesi, gerek Kültür ve Turizm Bakanlığı projeleri olsun ama bir an evvel el atılıp canlandırılmaya ihtiyacı olan bir bölgedeyiz. Bu sene 8 bin hatta onun da üzerinde ziyaretçinin gezdiğini bilgisini verdi arkadaşlarım. Bu sayıyı 15 binlere taşımak istiyoruz."

Arap turistlerin Karadeniz Bölgesi'ne ilgisine değinen Yıldızhan, "Onları Karadeniz'in iç bölgesine doğru da çekmek istiyoruz. Umarım güzel çalışmalar olur bu bölgede" dedi.

Yıldızhan, halihazırda gezilebilir alanı bin 200 metre olan Aydıntepe Yeraltı Şehri'nde üniversitelerce yapılan sismik araştırmalarda şehrin güneydoğusunda ve güneybatısında çok daha uzak mesafelere ulaştığını da sözlerine ekledi.

Aydıntepe Belediye Başkanı Haşim Şentürk ise kendi imkanlarıyla yer altı şehrinde çalışmalar yaptıklarını kaydederek, "İmkanlarımız kısıtlı olduğu için tam faaliyetli çalışamıyoruz. Kültür ve Turizm Bakanlığı da destek olur, burada güzel bir çalışma yaparsak çok güzel olacak. Burayı turizme kazandırmak için biz projelerimizi yapıp sunacağız. İmkanlarımız kısıtlı olduğu için biz fazla bir şey yapamıyoruz, yardım istiyoruz" ifadesini kullandı.
Anadolu Ajansı, Haber: Abdülkadir Nişancı, 27.09.2015

ANTİK HİPODROM GÜN YÜZÜNE ÇIKARILIYOR

Geçmişte birçok medeniyete ev sahipliği yapan ve "hoşgörü kenti" olarak bilinen Hatay'da "antik hipodrom" alanında 2013 yılında başlatılan kazılar devam ediyor.

Kazı Heyeti Başkanı ve Mustafa Kemal Üniversitesi (MKÜ) Öğretim Üyesi Doç.Dr. Hatice Pamir, AA muhabirine, hipodromun önemli tarihi özellikler taşıdığını, çalışmalarda Roma ve Hellenistik döneme kadar uzanan alanın yerleşim tarihine tanıklık eden çeşitli bulgulara rastladıklarını söyledi.

Kazı çalışmalarına arkeologların yanı sıra farklı disiplinlerden mimar, kartograf, jeofizik uzmanların da görev aldığını ifade eden Pamir, "Antik çağda at yarışlarının yapıldığı o dönemin en büyük hipodromunu ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Arkeologlar, işçiler ve restorasyon uzmanları ile çalışmalarımızı sürdürüyoruz" diye konuştu.

Pamir, Antakya'nın, antik çağın 2-3 ve 4'üncü yüzyıllarda en büyük şehirlerinden biri olduğunu, Roma ve İskenderiye gibi büyük şehirlerle eşit düzeyde yer aldığını bildirdi. 

Pamir, şöyle devam etti: "Dolayısıyla yapı da o döneme tanıklık etmiş en büyük yapılarından bir tanesi. 1939 yıllarında Fransız döneminde, yapıya ve tanımlamaya yönelik kısa bir çalışma yapılmış. O verilere göre 500 metre uzunluğa sahip bir arenası var. Hipodromun genişliği de yaklaşık 75 metreyi buluyor. Boyutları itibariyle baktığımızda, o dönem dünyasının en büyük yapıtlarından bir tanesi. Örneğin Roma'daki Circus Maximus 600 metre uzunluğa sahiptir ve bu hipodromdan yaklaşık 100 yıl sonra milattan sonra 80'de yapılmıştır. Antakya Hipodromu'nun inşası ise yazılı kaynaklara göre milattan önce 67 yılındadır. Bu tarihten öncesine uzandığına dair arkeolojik veriler 1930'lu yıllarda kazı raporlarında geçmektedir. Roma döneminin en büyük hipodromu olarak bilinen Circus Maximus'dan çok daha önce inşa edilen Antakya Hipodromu, bu bakımdan bakıldığında dünyanın en büyük hipodrom yapılarından birisi."

Pamir, Antakya'nın eski çağlarda yaklaşık 400 yıl boyunca olimpiyat oyunlarının düzenlendiği bir şehir olduğunu söyledi.

Hellenistik döneme ait saray beklentisi var
Kazı çalışmalarının bulunduğu alanın Hellenistik dönemde aynı zamanda yerleşim yeri olduğunu da değinen Pamir, "Antik kayıtlarda birtakım yapılardan bahsediliyor. Bu yapılardan bir tanesi de saray. Burası Hellenistik dönemde yerleşim yeri olduğu için kentin çekirdeğini oluşturuyordu. Biz de buradaki çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Kazı çalışmasının olduğu yapıya bitişik mekan yapıları üzerinde mekan araştırmaları yapıyoruz. Bu çalışmalar içerisinde en önemli olan 'Basileia' adında bir saray yapısı olduğudur. Bununla ilgili elimizde çok veri var. Son derece görkemli bir saray yapısının olduğu, Hellenistik döneminde var olduğu, Roma döneminde de restorasyon yapılarak yerleşildiğine ilişkin bilgiler var" ifadesini kullandı.

Pamir, kazının sabır ve büyük dikkat isteyen bir çalışma olduğunu vurgulayarak, çalışmaların sadece kazıyla sınırlı olmadığını dile getirdi. Pamir, kendi çağına tanıklık eden antik belgeler, alanda 1932-1939 yılları arasında yapılan kazı raporları ve belgeler gibi her türlü belgeyi araştırdıklarını belirterek, "Tüm bunları bir araya getirerek çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Henüz kazı çalışmamızın ikinci sezonunu yapmaktayız" dedi.

Pamir, hipodrom alanındaki kazı çalışmalarına 20 kişilik ekiple devam ettiklerini kaydetti.

Antakya hipodromu
Antakya İlçesi'ndeki Küçükdalyan Mahallesi'nde bulunan ve gerçek bir hikayeyi konu alan "Ben Hur" filminin ünlü araba yarışı sahnesinin geçtiği hipodrom, geçmişte olimpiyat oyunlarının düzenlendiği prestijli bir yapı olarak biliniyor.

Antik kayıtlarda, üzerinde inşa edilen saray yapısından dolayı "Basileia" olarak da adlandırılan, Hellenistik döneme ait yapının tüm görkemiyle ortaya çıkarılması Hatay'ın turizm potansiyelinin arttırılması açısından büyük önem taşıyor.
Anadolu Ajansı, Haber: Halit Demir, 27.09.2015

ANTİK KENTİN SAKİNLERİNİN ZENGİNLİĞİNE ULAŞILDI



Komana Pontika antik kentinde yapılan kazılarda Danişmend/Selçuklu döneminde burada varlıklı bir halkın yaşadığına dair bulgular elde edildi.

ODTÜ Mimarlık Fakültesi Yerleşim Arkeolojisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Burcu Erciyas, AA muhabirine yaptığı açıklamada, antik kentte 2015 yılı kazı çalışmalarının tamamlandığını belirtti.

Kazı çalışmalarının 45 gün sürdüğünü bildiren Erciyas, "Çok verimli bir kazı dönemi geçti. Daha önce planladığımız gibi kiliselerimizin üzerlerini tamamen açığa çıkarttık. Böylece kiliselerin planlarını ve kesin olarak tarihlemelerini yapabildik. Ortaya çıkarttığımız 2 kilise, Orta Bizans dönemi yani 10 ila 11. yüzyıllara tarihlenebiliyor. Bu sene de onun üzerinde işlikler çıkmaya devam etti. Yani 12. 13. yüzyıl Danişment kalıntıları. Bu kalıntıların büyük bir zenginlik içerdiğini de gördük" dedi.

Komana'da çok çeşitli buluntulara rastladıklarını anlatan Erciyas, ortaya çıkan eserlerden bölgede varlıklı bir halkın yaşadığına yönelik fikir verdiğini belirtti.

Prof.Dr. Erciyas,  şöyle konuştu:
"Özellikle seramik çeşitliliği, seçilen desenler, uygulanan teknikler ve elde ettiğimiz diğer bulgular; mesela cam eserler, sikkeler; bu dönemde Komana'da büyük bir zenginlik ve dış ticaret olduğunu gösteriyor. İşlikler aynı zamanda önemli bir üretim merkezi olduğunu da öneriyor. Nitekim işliklerde artık metal üretimden, cam üretiminden ve kemik üretiminden bahsetmemiz mümkün. Bu sene seramik üretimine dair izlere de rastladık. Henüz fırını ortaya çıkarmadık. Biraz daha kuzeye doğru çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Fırınların da artık işlikler bölgesinde olduğunu biliyoruz."

Antik kentte Osmanlı konutları
Komana antik kenti kazı çalışmalarında Osmanlı konutlarını da bulduklarını belirten Erciyas, "Osmanlı konutları da buluntular arasında. Osmanlı konutlarının da planlarını ortaya çıkarmaya devam ediyoruz. Bu sene Roma dönemine ait heykel bulduk. 1 ila 3. yüzyılda yani erken Roma döneminde de burada yoğun hayat olduğunu söyleyebileceğimiz kanıtlar bulduk. Çeşitli, kaliteli ve kimi zaman ithal edilmiş seramikler Komana'da Roma dönemi yerleşiminin de boyutları hakkında bilgi veriyor" dedi. 

Erciyas, antik kentte yaşayanların hangi iş kolları ile uğraştıklarına dair bilgilere ulaştıklarına da dikkati çekerek, "Burada yaşayanların farklı dönemlerde ki iş alanlarını söylemek mümkün. Bizans dönemindeki kemiklerde yapılan antropolojik çalışmalar halkın daha çok tarımla uğraştıklarını gösteriyor.  Danişment/Selçuklu dönemlerinden elde edilen zoolojik ve botanik veriler yine halkın tarımla ilgilendiklerini düşündürüyor. Çünkü çok zengin meyve, yemiş, tahıl çeşitleri var. İşliklerde gözlemlediğimiz el sanatları ve zanaatlerde iş kolları hakkında kapsamlı bilgiler sağlıyor" ifadesini kullandı.

Komana Pontika Antik Kenti
Mitridat Krallığı'nın yönetiminde önemli bir kültür merkezi olan ve Roma İmparatorluğu döneminde de özerkliğini koruyan Komana Pontika'nın, tarihte Anadolu tanrısı Ma'ya adanmış kutsal alan olduğu belirtiliyor. Aynı zamanda ticaret merkezi olduğu ifade edilen bölgenin, o dönemde kutsal alanda düzenlenen festivaller, zengin pazar yeri ve kenti çevreleyen verimli arazisiyle Anadolu'nun tüm bölgelerinden ziyaretçi çektiği kaydediliyor.

ODTÜ ve TÜBİTAK tarafından da desteklenen Komana Pontika Arkeolojik Araştırma Projesi, Orta Karadeniz bölgesinin klasik çağ kenti Komana Pontika'nın konumunu belirlemek ve kentsel dokusunu anlamak amacıyla 2004 yılında uygulamaya konulmuştu. Gümenek Hamamtepe bölgesindeki yüzey araştırmalarının ardından antik kentin gün yüzüne çıkartılması için kazı çalışmaları başlatılmıştı.
Türkiye Gazetesi, 27.09.2015
TARİHİ MEDRESE 8 ASIR SONRA YENİDEN EĞİTİMİN HİZMETİNDE

Anadolu Selçuklu Hükümdarı 1. Alaeddin Keykubat'ın eşi Hunat Hatun tarafından 1238 yılında yaptırılan ve o dönemin üniversitesi olarak kullanılan Hunat Hatun Kültür ve Sanat Merkezi 8 asır aradan sonra yeniden eğitime hizmet veriyor.

Vakıflar Bölge Müdürlüğünden Kayseri Büyükşehir Belediyesine devredildikten sonra restore edilen tarihi yapının içinde geçmişi yüzyıllara dayanan ancak unutulmaya yüz tutmuş ebru, ney, tespih, kaligrafi, hüsnühat, tezhip, çini sanatlarının icra edilip eğitim verildiği atölyelerin yanı sıra aile danışma merkezi ile hadis, Osmanlıca, Arapça derslerinin verildiği bölümler bulunuyor. 

Yediden yetmişe isteyen herkes bu atölyelere ve merkezlere gelerek eğitim alabiliyor.

Hunat Hatun Kültür ve Sanat Merkezi Müdürü Mehmet Esat Yakut, AA muhabirine yaptığı açıklamada, yaklaşık 800 yıl önce medrese olarak yaptırılan ve öğrencilerin kaldığı 20 oda, yaz ve kış dersliklerinin bulunduğu bölümlere sahip tarihi binanın, unutulmaya yüz tutmuş Türk İslam sanatlarının yaşatıldığı, yeniden hayat bulduğu bir mekan haline getirildiğini söyledi.

Merkezin tarihi bir değer olduğunu vurgulayan Yakut, şöyle devam etti: "8 asır önce öğrencilerin yüksek ilim tahsil ettiği medresede şu anda tezhipten ebruya, hüsnühattan çiniye, neyden kaligrafiye ve resme kadar birçok alanda isteyen vatandaşlara eğitim veriliyor. Yıllarını bu sanatlara vermiş ustalar tarafından bu değerlerin incelikleri anlatılarak gelecek nesillere taşınmasına katkı sağlanıyor. Sadece el sanatları alanında değil, Osmanlıca, Arapça ve Hadis öğrenmek isteyen vatandaşlara da yine burada ders veriliyor ayrıca aile danışma merkezi bulunuyor. Çiftlerimiz gerek evlilik öncesi gerekse evlendikten sonra buraya gelerek görevlilere kafalarına takılan soruları sorabiliyor." 

Medresede kış dersliği olarak kullanılan alanı 100 kişilik konferans salonuna çevirdiklerini ve burada da toplu eğitimlerin, sunumların yapıldığını anlatan Yakut, atölyelerin ve diğer dersliklerin hiç boş kalmadığını, vatandaşların yoğun ilgi gösterdiğini belirtti.

Buluşma adresi oldu
Yakut, medrese içinde eyvan olarak bilinen ve yazın derslerin verildiği bölüm ile orta kısımdaki boş alanda da insanların oturup çay-kahve içebildikleri nezih alanların oluşturulduğuna değinerek, insanların buluşmak için ilk akıllarına gelen yerin de Hunat Hatun Kültür ve Sanat Merkezi olduğuna işaret etti.

Merkezin içinde el dokuması halı, soğanlı bebeği, takı tasarım ürünleri gibi yöresel ve kültürel ürünlerin de satışının yapıldığını aktaran Yakut, merkezin, özellikle yerli ve yabancı turistlerin de şehre geldiklerinde ilk uğrak yerleri arasında olduğunu söyledi.

Yakut, merkez içinde yer alan sahafa gelen vatandaşların da kolay kolay ulaşamayacakları eski kitapları buradan satın alabildiğini sözlerine ekledi.
Anadolu Ajansı, Haber: Musa Özyürek, 27.09.2015

RESTORE EDİLEN TARİHİ CAMİ 10 YIL GEÇMEDEN ÇÖKTÜ

2005'te restore edilen Ankara Hamamarkası'ndaki 400 yıllık tarihi Zeynel Abidin Camii'nin duvarı çöktü. Restorasyon hatalarını, oluşan çatlakları daha önce iki kez duyurduk, fakat kimse ilgilenmedi. Yıkımın nedeni, kalitesiz malzeme ve ‘az zamanda çok iş yaptık' mantığıyla yapılan özensiz ve hızlı çalışma...

Ankara'nın eski yerleşim yerlerinden Altındağ Hamamarkası semtindeki tarihi Zeynel Abidin Camii, 2005 yılında restore edildi. Fakat su gideri yapılmadığı için yağmur ve kar suları caminin temeline aktı. Restorasyonun üzerinden 7 yıl bile geçmeden camide çatlaklar oluştu. Zaman'ın iki kez gündeme getirdiği çatlaklara önlem alınmayınca tarihi caminin bir duvarı geçtiğimiz haftalarda tamamen yıkıldı. Artık namaz kılınmayan cami önlem alınmazsa yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.

17. yüzyılda yapıldığı bilinen Zeynel Abidin Camii ve Türbesi, Altındağ Sakarya Mahallesi Cevizaltı Sokak'ta bulunuyor. 2005 yılında Ankara Büyükşehir Belediyesi ile Vakıflar Genel Müdürlüğü arasında yapılan protokolle caminin aslına uygun restore edilmesi kararlaştırıldı. Zeynel Abidin Camii'nin restorasyon işi, özel bir şirkete verildi. Dört ay süren çalışmanın ardından cami ve türbenin açılışı, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek'in eşi Nevin Gökçek, dönemin Büyükşehir Belediyesi Meclis Başkanı Seyfi Saltoğlu ve dönemin Vakıflar Genel Müdür Yardımcısı Ahmet Tanyolaç'ın katılımıyla gerçekleştirildi. Mihrap dışında bütün bölümleri restore edilen caminin iç ve dış duvarları, çamur sıva ile sıvandı.

Tanyolaç, açılışta yaptığı konuşmada restorasyonun aslına uygun yapıldığını, caminin artık koruma altına alındığını ve bundan sonra herhangi bir sorunla karşılaşılmayacağını belirtti. Ancak camiyi restore eden firmanın hem kalitesiz malzeme kullanması hem de özensiz çalışması sonucu caminin duvarlarında çatlaklar oluştu. Su giderleri yapılmadığı için kar ve yağmur suları caminin temeline aktı. Ahşap ve kerpiçten yapılan caminin duvarları ve temeli bu suya dayanamadı. Caminin her tarafında büyük çatlaklar, kırılmalar oluştu. Zaman'ın gündeme getirdiği çatlaklara önlem alınmadı. Bunun sonucunda tarihi caminin kuzey duvarı geçtiğimiz haftalarda tamamen çöktü.

Mahalle sakinleri, restorasyon firmasının açılıştan bir süre sonra ortadan kaybolduğunu belirterek, şunları kaydetti: “Firmanın işin ehli olmadığı ortaya çıktı. Vakıflar Bölge Müdürlüğü'ne başvurduk, restorasyonu yapan firmayla ilgili bilgi alamadık. Camide de firmaya dair herhangi bir belge bulunmuyor. Firmanın restore ettiği diğer iki cami geçtiğimiz yıl yeniden bakıma alındı. Zeynel Abidin Camii göz göre göre yıkıldı.”
Zaman, Haber: Ünal Livaneli, 26.09.2015

VAN GOGH VE MUNCH İLK KEZ BİR ARADA

Dünyaca ünlü ressam Vincet van Gogh ile Norveçli ressam Edvard Munch'ın eserlerini bir araya getiren ‘Munch: Van Gogh' adlı sergi Hollanda'daki Van Gogh Müzesi'nde dün açıldı.

Bu sergi önemli, şu açıdan; Van Gogh ve Munch, aynı yıllarda yaşadı, Paris'te aynı yıllarda bulundu, aynı sokaklardan geçti ama yolları hiç kesişmedi. İkisi de özel hayatlarını, bunalımlarını, öfkelerini tuvale yansıtarak duygu yüklü eserler ortaya koydu, hatta benzer teknikler kullandılar. Sanat tarihçileri de onların resimlerini hep karşılaştırdı. Fakat tabloları bugüne kadar hiçbir sergide yan yana gelmedi. Van Gogh Müzesi'ndeki sergi bu açıdan ilk olma özelliği taşıyor.

Munch'ın acı çeken bir ruhu resmettiği, en ünlü tablosu ‘Çığlık' ile sergide hemen karşısına yerleştirilen Van Gogh'un ‘Trinquetaille Köprüsü', sanatçıların bakış açıları arasındaki benzerliği ortaya koyan iki önemli eser. Munch'ın 1922'de yaptığı “Starry Night” tablosu ile Van Gogh'un 1888'de yaptığı “Starry Night Above the Rhone” tablosu da yine yan yana sergileniyor.

Sergide, dört ayrı versiyonu bulunan ‘Çığlık'ın Oslo'daki Munch Müzesi'nden getirilen ilk versiyonu yer alıyor. Tabloların üçü Norveç'te. Dördüncüsü ise 2012'de 120 milyon dolara dünyanın en pahalı sanat eserlerinden biri olarak açık artırmaya çıkarılmıştı. Munch'ın “The Sick Child” ve “Madonna” gibi az bilinen eserleriyle birlikte 75 tablosunun yer aldığı retrospektif sergisi, eylül başına kadar Munch Müzesi'ndeydi ve sergi 170 bin ziyaretçiyle müze rekorunu kırmıştı. Önceki yıl 1,6 milyon ziyaretçisi olan Van Gogh Müzesi ise, ‘Munch: Van Gogh' sergisinin Amsterdam ayağıyla en yüksek ziyaretçi sayısına ulaşmayı hedefliyor. Bu özel sergi 17 Ocak 2016'ya kadar devam edecek.
Zaman, 26.09.2015

İSLAMİ ESERLERE İLGİ BÜYÜK

8 Ekim'de dünyaca ünlü Christie's Sanatevi'nde 190 parça İslami eser satışa sunulacak. Bu eserlere ilginin her geçen gün arttığını söyleyen İslami Eserler Bölüm Başkanı Sara Plumbly, "Türkiye'de de önemli bir müşteri kitlemiz var. Özellikle Osmanlı eserleri büyük ilgi görüyor" dedi

Dünyaca ünlü Chrstie's Müzayede ve Sanatevi'nde 8 Ekim'de yapılacak İslami eserler müzayedesi için geri sayım başladı. Son yıllarda İslami eserlere ilginin yükselen bir trendde olduğunu söyleyen Christie's İslami Eserler Bölüm Başkanı Sara Plumbly, Türkiye'de de önemli bir alıcı kitlesinin oluştuğunu söyledi. Müzayedeyle ilgili Türk koleksiyonerleri bilgilendirmek için üç günlüğüne Türkiye'ye gelen Plumbly ile satışa sunulacak eserleri konuştuk.

İslam eserlerinin Christie's için önemi nedir?
9 yıldır yılda iki kez İslami eserler müzayedesi yapıyoruz. Bizim için bu müzayede son derece önemli. Çünkü çok kıymetli eserleri satışa sunacağız. İslami eserlere ilgide önceki yıllara göre büyük artış var. Bu yıl için de beklentimiz yüksek.

Türkiye pazarı Christie's için ne anlam ifade ediyor?
Birebir koleksiyonerlerle konuşmak, eserleri tanıtmak ve bilgi vermek için geldik. Türkiye bizim için olgunlaşan önemli bir pazar. Daha çok çağdaş sanatla ilgilenen genç koleksiyonerler bile İslami eserlere ilgi gösteriyor. Ayrıca çok oturmuş bir koleksiyoner grubu var.

Bu müzayedede Osmanlı eserleri önemli bir yer tutuyor sanırım...
Satışa sunulacak 190 eserin yaklaşık 5'te 1'i Osmanlı'ya ait. Bu nedenle Türkiye bizim için çok önemli bir pazar. Kendi kültürlerinin eseri olduğu için Türkler bu eserlerle daha yakından ilgileniyor. Toplamda 3-4 milyon poundluk satış bekliyoruz.

Türkiye temaslarınız verimli geçti mi?
Çok verimli geçti. Bizden sürekli ve düzenli olarak alım yapan koleksiyonerlerle iletişime geçtik. Ayrıca potansiyel koleksiyonerlerle temas ediyoruz

Ortadoğu'da sıkıntı olması nedeniyle negatif bir durum bekliyor musunuz?
Şu ana kadar müzayedelerimize olan ilgide bir azalma hissetmedik. Müşterilerimiz arasında Ortadoğu orijinli olup Batı'da yaşayan koleksiyonerler de var. Böyle bir satışın olması da İslam'ın köklü kültürün gösterilmesine iyi bir vesile oluyor. Ayrıca müzayedede önemli bir yer tutan çinilere tüm dünyadan koleksiyonerler büyük ilgi gösteriyor.

Sultan Abdülaziz'in el yazması Kuran'ı satılacak
18'inci Yüzyıl'ın ikinci yarısında Mahmut Celaleddin tarafından yazılan Sultan Abdülaziz'e ait el yazması Kuran-ı Kerim, 300 bin pounda satışa sunulacak. Sultan Abdülaziz'in kızı Nazime Sultan'ın ihtiyaçtan sattığı iddia edilen kuran, Suudi Arabistan Kralı tarafından Irak Başbakanı Al Gaylani'ye hediye edilmiş.

Rüstem Paşa Camisi'nden çok etkileniyorum
Annesi Mısırlı babası İngiliz olan Sara Plumbly, halen Christie's'te İslam ve Hint Sanatları Bölümü Direktörü olarak görev yapıyor. Durham Üniversitesi'nde Arap ve Pers Edebiyatı eğitimi aldıktan sonra Kahire'deki Amerikan Üniversitesi'nde bir yıl Arapça eğitimi alan Plumbly, işi gereği sık sık Türkiye'ye geliyor. Ziyaretleri sırasında Türkiye'deki camileri gezdiğini anlatan Plumbly, en fazla Rüstem Paşa Camisi'nden etkilenmiş: "Oradaki İznik çinileri hiçbir yerde yok. Çok huzurlu bir mekan."
Sabah, 26.09.2015

İNGİLİZ ARKEOLOĞUN KEŞİFLERİ SERGİLENİYOR

Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi (ANAMED), İngiliz arkeolog John Garstang'ın Hitit uygarlığının izinde Anadolu'da gerçekleştirdiği çalışmaları sergiliyor.

Liverpool Üniversitesi işbirliğiyle hazırlanan ve Garstang Arkeoloji Müzesi arşivinden derlenen fotoğraf ve tarihi belgelerin yer aldığı serginin küratörlüğünü yine Liverpool Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan Alan M. Greaves üstleniyor. 17 Eylül'de açılan “Anadolu'da John Garstang'ın Ayak İzleri” isimli sergi, 10 Aralık 2015'e kadar ziyaret edilebilecek.
Zaman, 26.09.2015

MONA LİSA'YA AİT OLDUĞU İDDİA EDİLEN KEMİK PARÇALARI BULUNDU



Floransa’daki Sant Orsola Manastırı’nda kazı yapan bilim adamları tarafından Leonardo Da Vinci’nin meşhur Mona Lisa tablosundaki ipek tüccarı Francesco Del Giocondo’nun eşi Lisa Gherardini’ye ait olduğu iddia edilen kemik parçaları buldu.


Radyokarbon testleri sonuçları kemiklerin 1542’de ölen Gherardini’nin olduğunu gösteriyor ancak bulunan kemikler DNA testi yapılabilmesi için gerekli ölçüm seviyelerinin çok altında.

Bologna Universitesi’nden Giorgio Gruppioni The Guardian’a yaptığı açıklamada en büyük sorunun kemiklerin dağılmış ve bozulmuş olduğunu, eğer bir kafatası bulunmuş olsaydı yüzü modern tekniklerle yeniden kurgulayıp dünyaca ünlü portre ile karşılaştırmış olabileceklerini söyledi.

39-40 yaşlarında Da Vinci’ye modellik yapan Lisa Gherardini hayatının son yıllarını Floransa’daki manastırda geçirmiş ve 63 yaşında vefat etmiştir.
arkeolojihaber.net, Kaynak: archaeology.org Fotoğraf: theguardian.com Çeviri: Ayşen Yolcu, 25.09.2015 

BRITISH MUSEUM'A ALMAN MÜDÜR

Alman sanat tarihçisi Hartwig Fischer, British Museum’un yeni direktörü oldu. 150 yıldır ilk kez yabancı uyruklu birinin British Museum’un başına getirilmesi, İngiliz basının ilgisini çekti. En son1856 ve 1866 yılları arasında British Library ve British Museum birleştirildiğinde başına İtalyan kütüphaneci Sir Anthony Panizzi geçmişti.

British Museum’un başına beş aydır bir direktör aranıyordu. Müzenin ziyaretçi sayısını artıran ve 13 yıldır başarıyla yöneten ünlü müzeci Neil MacGregor, Berlin’deki bir büyük müze projesinin başına geçmek üzere British Museum’dan ayrılacağını açıklamıştı. İngiliz başbakanına, Alman sanat tarihçisi Fischer’in tavsiye edildiği ve atanacağı haberi henüz resmen teyid edilmese de bütün İngiliz basınında yer aldı. Yani, İngiltere Almanya ’ya gönderdiği önemli müzecisi karşılığında Almanya’dan önemli bir müzeci getirmiş olacak. MacGregor’ın Almanya’ya gitmesi de ilgi çekmiş, bunu bizzet Merkel’in organize ettiği yazılıp çizilmişti.

Yeni direktör Hartwig Fischer, Dresden Sanat Koleksiyonları’nın başındaydı. Bu 14 müzeyi kapsayan geniş bir kültür sanat ağı olarak tanımlanıyor.
Radikal, 25.09.2015

VAN GÖLÜ 7 BİN YILDA BÜYÜDÜ

Van Kalesi höyüğünde yapılan kazılarda elde edilen yeni bulgular, Van Gölü'nün 7 bin yıl öncesinde küçük bir göl olduğunu ve zamanla yükselerek bugünkü büyüklüğüne ulaştığını ortaya çıkardı.

Urartular ile ilgili kazı çalışmaları yapan ve yeni projelerle araştırmalarını sürdüren üniversiteler, bugüne kadar yaptıkları çalışmalarla hem Urartular hakkında saklı bilgilere hem de kentin eski dönemlerine ışık tutmaya çalışıyor.

7 binli yıllara dayanan geçmişiyle bilim adamlarını cezbeden Eski Van Şehri, Van Kalesi ve Van Gölü etrafındaki eski yerleşim yerlerinde yapılan kazı çalışmaları, hem kentin geçmişinin bilinmesini hem de jeoloji başta olmak üzere farklı bilim dallarına da yeni bilgiler kazandırılmasını sağlıyor.

Kültür ve Turizm Bakanlığı izniyle Van Kalesi, Eski Van Şehri ve Van Kalesi höyüğünde kazı çalışması yürüten İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Van Bölgesi Tarih ve Arkeoloji Merkezi de Van Gölü'nün 7 bin yıl öncesindeki seviyesine dair bilgilere ulaştı.

- Van Gölü, en yüksek seviyesinde - 
Merkez Müdürü ve Kazı Başkanı Doç.Dr. Erkan Konyar, AA muhabirine yaptığı açıklamada, deniz seviyesinden bin 646 metre yükseklikte, derinliği 450 metreyi aşan ve etrafı karadan 430 kilometre olan Van Gölü'nün, binlerce yıl öncesinde daha küçük olduğunu söyledi.  

Bölgenin asırlar öncesindeki  sosyal ve kültürel yaşamına ilişkin Van Kalesi çevresinde 6 yıldır kazı çalışmaları yürüttüklerini ve önemli bulgulara ulaşıldığını anımsatan Konyar, ancak höyükteki son kazı çalışmasının bölgenin jeolojik yapısıyla ilgili çalışmalara da katkı sağladığını ifade etti.

Çalışmalarında Van Ovası tabanının yaklaşık 2 metre derinliğine indiklerini kaydeden Konyar, veriler çerçevesinde Van Gölü'nün hiçbir zaman bu seviyeye kadar ulaşmadığını gördüklerini ifade etti.

Bunun arkeolojik verilerin, jeolojik verileri destekleme noktasında büyük önem taşıdığını anlatan Konyar, şöyle konuştu: "Yani MÖ 5 bininci yılda Van insanı, bu seviyenin yaklaşık 3 metre altında yaşıyordu ve göl daha gerideydi. Van Gölü seviyesi öncesine göre daha yüksek. Bu konu tabii çok tartışılan bir konu. Özellikle su altı araştırmaları yapıldığında, belki Van Gölü'nün sahil kısmındaki bir bölümün ya da bir iki kilometre açığında, yine Urartu yerleşmeleri gibi daha erken yerleşmelerin de bulunabileceğini tahmin edebiliriz. Çünkü bu arkeolojik veriler gölün o dönemde en azından milattan önce 9. yüzyılda, yani günümüzden 2 bin 700 yıl önce daha da geride olduğunu gösteriyor. Van Gölü şu an arkeolojik verilerle en yüksek seviyesinde." 

- "Tuşba, liman kenti değil"
Van Gölü seviyesinde lokal farklılıkların yaşandığını, buna en iyi örneğin ise 1990 yılı olduğunu hatırlatan Konyar, ancak gölün milattan önce 5 bininci yıla kadar da bu seviyeye ulaşmadığını anlattı.

Gölün seviyesi ile ilgili, arkeolojinin elde ettiği verilerin, jeofizik veya coğrafi yerleşim verilerine de katkı sunduğuna dikkati çeken Konyar, şunları ifade etti: "Genelde Madır Burcu'nun liman olduğu bilgisinin, günümüzden 2 bin 700 yıl öncesine baktığımızda bu yıl ki arkeolojik verilerle çürütüldüğünü görürüz. Çünkü hiçbir zaman Van Gölü, Van kayalığının dibine kadar gelmedi, yükselmedi, hep gerideydi. Kanallar vasıtasıyla belki bir ulaşım sağlanmış olabilir ama hiçbir zaman Van Denizi bu seviyeye kadar ulaşmadı. Dolayısıyla o verilerin hepsi bu arkeolojik verilerle çürüyor. Madır Burcu'nun bir liman, Tuşba'nın bir liman kenti ve deniz kenarında olduğu verileri, bu yıl yaptığımız çalışmalarla çürümüş oldu. Bu sadece Urartularla ilişkili değil, milattan önce 5 binlerde, yani 7 bin yıl önce de göl bu seviyenin altındaydı."  
Radikal, Haber: Sıtkı Yıldız, 24.09.2015



******


VAN'DA 3 BİN YILLIK KÖPEK İSKELETİ BULUNDU

Urartu Krallığı'nın başkenti Tuşba'da yapılan kazılarda bir evin altında yaklaşık 3 yıllık olduğu tahmin edilen köpek iskeleti bulundu.

Kültür ve Turizm Bakanlığının izniyle Van Kalesi'nin kuzeyindeki höyükte  İstanbul  Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Van Bölgesi Tarih ve Arkeoloji Merkezi Müdürü Doç.Dr. Erkan Konyar başkanlığında yürütülen kazılarda bulunan eserler ve kalıntılar, Urartu Krallığı ve dönemin yaşamıyla ilgili yeni bilgilere ulaşılmasını sağladı.

Höyükte süren kazılarda bulunan ve yaklaşık 3 bin yıllık olduğu tahmin edilen köpek iskeleti, 6 yıldan bu yana Van Kalesi ve çevresindeki tarihi mekanlarda kazı çalışmaları yürüten ekibi şaşırttı.



Doç.Dr. Konyar, AA muhabirine yaptığı açıklamada, höyükte yaklaşık bir ay süren kazılar sonucu, Urartu'nun sivil mimarisi olan aşağı yerleşmeleri ortaya çıkarmaya çalıştıklarını söyledi.

Halkın yaşadığı alanlar olarak görülen bölgenin, aslında o dönemin elit kesiminin yaşamını sürdürdüğü yerler olduğunu ifade eden Konyar, ortaya çıkardıkları buluntu, kil tablet ve süs eşyalarının bunu ortaya koyduğunu dile getirdi.

Son aşamada buldukları bir köpek iskeletinin ise kendilerini hayrete düşürdüğünü anlatan Konyar, sözlerini şöyle sürdürdü: "Daha önceki Yonca Tepe kazıları gibi Van havzasındaki nekropol alanlarda bu tür örneklerle karşılaşıyorduk ama burada çok ilginç ve sıradışı bir durum var. Mekan içine köpeğini gömme durumu var. Bu da Urartuların hayvanseverliğini ortaya çıkarıyor. Küçükbaş hayvancılıkla ilgilenen bir toplumdan bahsediyoruz. Burada köpeğe değer verildiği anlaşılıyor. Belki de çok değerli bir köpekti. O yüzden mekan içerisine gömüldü."

Daha önce nekropol alanlarında bu tür buluntularla karşılaştıklarını anımsatan Konyar, ilk defa Urartulunun yaşadığı alana gömdüğü köpek iskeletini, olağan biçimiyle bulduklarını kaydetti.

İskeletin, Urartu kültürünün küçükbaş hayvancılık ve o çerçevedeki yaşam biçimi anlamında çok önemli bir buluntu olduğunu kaydeden Konyar, şunları söyledi: "Urartularda insanların yaşadığı alanda ilk defa bir köpek gömüsüyle karşılaşıyoruz. Yani evinin tabanına köpeğinin cesedini gömüyor. Muhtemelen bu bir çoban köpeği. Urartularla çoban köpeği arasındaki ilişkinin varlığı, daha önce nekropol alanlarında biliniyordu. Ama bu yerleşme yerinde, yani köpeği evine gömmesi, apayrı bir ilişkinin, daha özel bir ilişkinin varlığını gösteriyor. Bu günümüz ölçülerinde tanımlayamayacağımız kadar sağlam bir ilişkiyi gösteriyor. Bu sosyal yaşam açısından oldukça etkileyici. Hayvanseverlik açısından baktığınızda bu Urartuların ne kadar hayvansever bir toplum olduğunu da ortaya koyuyor. Çatalhöyük'te, erken kültürlerde insanlar yakınlarını, yaşadıkları alanın hemen altına gömerdi. Urartular ise hayvan gömmüş. Bu ilginç bir bağlantı." 
Radikal, Haber: Sıtkı Yıldız, 27.09.2015

İSVİÇRE HERKÜL LAHDİNİ TÜRKİYE'YE İADE EDECEK


Cenevre Kantonu Başsavcılığı, Roma Dönemi'ne ait üzerinde "Herkül'ün 12 işi"nin tasvir edildiği lahitin Türkiye'ye iade edilmesine karar verdi.

Başsavcılıktan yapılan açıklamada, 5 yıl önce Perge'den kaçırılan tarihi eserin Türkiye'ye teslim edilmesine karar verildiği bildirildi.

Cenevre Gümrüğü, Yunan mitolojisinde Herakles, Roma mitolojisinde Herkül olarak bilinen mitoloji kahramanına ait 12 figürün tasvir edildiği lahitin kaçırılmış olabileceğine dair bir ihbar üzerine yapılan incelemenin ardından tarihi esere el koymuş ve Türkiye ile temasa geçmişti.

İsviçre Kültür Bakanlı'ğı ise, 2011'de ikinci yüzyılın sonlarında Roma İmparatorluğu döneminde yapılan lahitin Antalya'dan İsviçre'ye kaçırıldığını açıklamıştı.
Hürriyet, 24.09.2015

BREZİLYA'DA ELLERİYLE BİRLİKTE GÖMÜLMÜŞ 9 BİN YILLIK KAFATASI BULUNDU

Doğu Brezilya’da kazı yapan arkeologlar iki eliyle birlikte gömülmüş kesik bir kafatası buldu. Kemikler üzerinde yapılan incelemeler en az 9000 yaşında olduğunu gösteriyor. Güney Amerika’nın avcı-toplayıcı grubuna ait olan bu insan kalıntısı Yeni Dünya’da bulunan en eski ritüel kafa kesme işlemi örneği olabilir.

2007 yılından günümüze dek süren kazılarda ‘Gömü 26’ olarak adlandırılan mezarda 1 kafatası, 6 boyun kemiği ile birlikte 2 el kemiği bulundu.

Buluşlar kuşkusuz yeni Dünya’daki (Amerika Kıtası) en eski kazı olmaları sebebiyle evrim teorisine yeni bir yorum getirecek.
arkeolojihaber.net, Kaynak: heritagedaily.com Çeviri: Ayşen Yolcu, 23.09.2015 

PAHA BİÇİLEMEZ ZEYTUN İNCİLİ İÇİN ANLAŞMAYA VARILDI

Kaliforniya’daki J. Paul Getty Müzesi’nde sergilenen 750 yıllık incil sayfaları için Amerika Ermeni Apostolik Kilisesi’nin açtığı dava sonuçlandı. Beş senedir devam eden davada anlaşmaya varıldı; sayfalar müzede sergilenmeye devam edecek.

Ermeni Soykırımı sırasında, 13. yüzyıldan kalan incilin ilk sekiz sayfasının yırtılarak ABD’ye götürüldüğü tahmin ediliyor. 

Sanatsal, dini ve tarihi açıdan paha biçilmez olan Zeytun İncili'nin sayfaları Getty Müzesi tarafından 1994 yılında ismi açıklanmayan Ermeni bir aileden 1 buçuk milyon dolara satın alınmıştı.

Ermeni Apostolik Kilisesi’nin açtığı davayla ilgili 21 Eylül’de açıklama yapıldı ve incilin müzede sergilenmesinin devam edeceğine karar verildiği bildirildi.

Yaklaşık 100 sene önce Zeytun İncili'nde sökülen parçaların ise Kilisenin mülkiyetinde olduğuna karar verildi.

İncilin geri kalanı, Yerevan’daki Matenadaran Müzesi’nde bulunuyor. 1256 tarihli İncil, ortaçağ döneminin en önemli Ermeni tehzip ustası Toros Roslin’in imzasını taşıyor. 
Agos, 22.09.2015

BALYANLARIN MEZARLIĞI YENİLENİYOR

Aralarında Sarkis ve Krikor gibi Osmanlı’nın saray mimarlarının bulunduğu Balyan ailesinin mezarlığı yenileniyor. Üsküdar Surp Haç Mezarlığı’nda bulunan aile mezarlığı, Ermeni Mimar ve Mühendisleri Derneği’nin (HAYCAR) inisiyatifi ve Anuşavan Hraç Kırmızıyan’ın sponsorluğunda restore edilecek. Proje kapsamında 

Geçtiğimiz aylarda Kartal Belediyesi’nin inşaat şantiyesinde bulunan ve şu an Arkeoloji Müzesi’nde yer alan Garabet Balyan’ın mezarlığı da aile mezarlığına eklenecek bir anıt mezar inşa edilecek. 

Restorasyon için 18 Eylül’de Üsküdar Surp Haç Mezarlığı’nda temel atma töreni düzenlendi. Törene, mimarlar Jan Gavrilof, Nazar Binatlı ve Tavit Aynalı katıldı.

Restorasyon çalışmalarının Mayıs 2016’da tamamlanması hedefleniyor. 

“Bakımsızlıktan rahatsız oldum” 
Restorasyonu finanse edecek olan Anuşavan Hraç Kırmızıyan, her sene Üsküdar Surp Haç Mezarlığı’na yaptıkları ziyarette mezarlığın bakımsızlığı nedeniyle restorasyonu üstlenmek istediklerini belirtiyor: 

“Üsküdar Surp Haç Mezarlığı’nda yatan akrabalarımızın mezarlarını ziyaret ederiz. Ziyaretler sırasında Balyan ailesinin yan mezarında teyzem yatıyordu her yıl geldiğimde mezarlığın bakımsız ve çok rahatsız edici olduğunu gördüm. Konu hakkında Türkiye Ermenileri Patrikhanesi ve HAYCAR’la temasa geçtim. Kardeşim Hagop Kırmızıyan ile birlikte bu restorasyonu üstlenmek istedik çünkü gün geçtikçe mezarlık kötüye gidiyordu anıtı Mayıs 2016’a kadar çalışmalarını bitirip açılışını yapmayı planlıyoruz. Bu durumda projeyi yöneten Tavit Aynalı, Kevork Özkaragöz ve Nazar Binatlı’ya çok iş düşüyor. Benim attığım adım inşallah başka insanlara da farkındalık yaratır ve bu tip yapılarımız korunur.”

Askerlik görevini Davutpaşa Kışlası’nda yapan ve üniversite öğretimini İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Elektronik Fakültesi’ni bitiren Kırmızıyan, bu yapılarda da Balyan Ailesi’nin imzası olduğunu öğrenince restorasyon çalışmasını yapmak için bir vesilesi daha olmuş. Kendisine bu görevi bir borç gibi gören Kırmızıyan bu yaptığı hayırseverlikle örnek olmak istiyor.  

Kırmızıyan, Balyan ailesinin inşa ettiği mimari yapılardan oluşan bir harita hazırlamak istediğini de sözlerine ekliyor. 

Çalışmalar devam ediyor
Mezarlığın restorasyonuyla ilgilenen HAYCAR mimarlarından Nazar Binatlı, şu an altyapı çalışmalarının ve temel atma işleminin sona erdiğini belirtti, yapılacak olan çalışmalar hakkında şunları söyledi:  

“Mermerlerin ilk günkü haline dönmesi için Afyon’da bir fabrikada mermer yenilme çalışmaları sürüyor. 1- 2 ay içerisinde mermerlerin çalışması bitecek ve yerinde montaj işlemi gerçekleşecek. Mermerlerin montaj işlemi sona erdikten sonra sütun mermeri ve kemer montajlanacak. Hava şartlarının da elverişli olduğu taktirde çalışmalar nisan, mayıs ayında sona erecek ve açılışı gerçekleştirmiş olacağız.” 
Agos, Yazı ve Fotoğraf: Miran Manukyan, 21.09.2015

BALİCİ KONAĞI OLMUŞ

Kapı kilitleri kırılmış halde kaderine terk edilmiş vaziyette duran ve metruk bina halini almış olan Karakaş Konağı’nın odaları uyuşturucu bağımlılarının kullandığı bali kutuları ile dolu olduğu görülürken, konağın Milli Emlak Müdürlüğü tarafından yapılan protokol ile Malatya Büyükşehir Belediyesi’ne devredildiği, belediyenin burayla ilgili herhangi bir çalışma yapmadığı bildirildi.

BALİCİLER KULLANIYOR 
Niyazi Mısri Caddesi’nde çevreyolu üzerinde restorasyonu 2001 yılında başlanılan, ancak geçen sürede hiçbir şekilde kullanılmayan, sürekli kurumlar arasında el değiştiren Karakaş Konağı, tamamen balicilerin hizmetine sunulmuş durumda. 

Bekçisi ve çevresinde güvenlik önlemi olmadığı gibi, giriş kapısı kilidi kırılmış vaziyette açık duran Karakaş Konağı, gündüz saatlerinde bile bali çeken gençlerin uğrak adresi ve bazı odaları bali çeken gençler tarafından kullanılıyor. 

İsteyen herkesin rahatlıkla içerisine girebildiği Karakaş Konağı’nın restorasyonu için yapılan 1 milyon TL’yi aşkın harcamaya karşın koruma ve emniyet altına alınmaması dikkat çekiyor.

BALİCİLER BURAYI YAKMIŞTI
Ticaret Borsası’nın yeni binası ile Ticaret ve Sanayi Odası’nın hizmet binasının arasında yer alan Karakaş Konağı’nın üzerindeki arsanın bulunduğu nokta nedeniyle çok değerli olduğu ifade ediliyor. 

Karakaş Konağı’nda 13 Nisan günü ikinci katta yangın çıkmış ve konağın ahşap yapısının vernikli olması nedeniyle yangın kısa sürede üst kat alevler içinde bırakmıştı. Çıkan yangın nedeniyle bazı odaları tamamen zarar gören Karakaş Konağı’ndaki yangının ağır tahribatı halen olduğu gibi duruyor. 

BÜROKRATİK İŞLEMLER…
Bu arada, 5366 Sayılı Kanun gereği Milli Emlak Müdürlüğü ile Büyükşehir Belediyesi arasında imzalanan devir protokolü nedeniyle, Maliye Bakanlığı’nın tapunun Büyükşehir Belediyesi’ne geçmesi için Bakanlar Kurulu’na teklifte bulunması ve Bakanlar Kurulu’nun da karar alması gerekiyor.  Bürokratik işlemlerin halen sürdüğü öğrenildi. Ancak konağın şuanda güvenlik ve korumasının Büyükşehir Belediyesi tarafından sağlanması gerekiyor. 

HARABE DURUMDA…
Karakaş Konağı’nın iç kısmı tamamen harabe şekilde. Bazı kapı ve pencerelerinin sökülerek götürüldüğü görünen konaktaki bazı odalarında yer döşemesi tahtalarının da sökülerek alındığı belirtildi. Çıkan yangın sonrasında hiçbir korumanın alınmadığı konak, yangın sonrasında harabeye dönmüş durumda. Konağın sadece bir odasının az hasarla ayakta kaldığı, diğer odaların ise tamamen zarar gördüğü görüldü.
Malatya Haber, 17.09.2015

HARPUT KALESİ'NDE KAZI ÇALIŞMALARI SÜRÜYOR



Harput Kalesi’nde bu yıl iki noktada kazı çalışmaları devam ediyor. Kazı Başkanı Doç.Dr. İsmail Aytaç, 8-10 yıl sonra Harput’u Dünya Kültür Mirası Listesi’nde görmek istediklerini söyledi.

Elazığ’ın en eski yerleşim yeri olan tarihi Harput Mahallesi’ndeki Harput Kalesi’nde Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteğiyle Fırat Üniversitesi eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Bölümü ve Kazı Başkanı Doç.Dr. İsmail Aytaç’ın sorumluluğunda 2015 yılının Harput iç kale kazıları 10 gün önce başladı. Elazığ Vali Yardımcısı Üzeyir Yılmaz, Fırat Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Kutbettin Demirdağ, İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Nazif Bilginoğlu, Eğitim Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Rifat Çolak kazı alanında incelemelerde bulundu. Ziyarette protokol üyeleri kazıyla ilgili Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Bölüm ve Kazı Başkanı Doç.Dr. İsmail Aytaç’tan bilgiler aldı.

Harput iç kalesinin MÖ 800 yıllardan MS1930’lara kadar yerleşim görmüş yaklaşık 3 bin yıllık kesintisiz yerleşim gösteren ender alanlardan biri olduğunu ifade eden Doç.Dr. İsmail Aytaç, bundan önceki zamanlarda 5 sezonluk bir çalışma gerçekleştirildiğini söyledi. Aradan geçen 5 yıl süreden sonra kendilerinin çalışma başlattığını aktaran Doç.Dr. Aytaç, “Geçen sene yaklaşık bin metrekarelik bir alanı kazdık. Bunun buluntularını çeşitli platformlarda bilimsel bilim dünyasıyla da paylaştık. Bu sene geçen seneden kalan bölümlerden devam etmek üzere iki bölgede açmalara devam edeceğiz. Geçen sene açtığımız yerlerdeki tamamladığımız yerlerin sezon sonunda restorasyon projelerini gerçekleştirmeye çalışacağız. Seneye baharda da burada inşallah restorasyon uygulamalarına başlamış olacağız. Bu süreç içerisinde jeo radar taramasını gerçekleştirdik. Böylece doğal kütleyle yerleşim katmanlarının ön bilgilerini elde etmiş olduk. Bununla ilgili olarak geçen sene kazı belgeselini gerçekleştirmiştik. Bu senede aynı çalışmayı sürdüreceğimizi belirtmek istiyorum. Bu çalışmaları geçen senekilere ek olarak yeni bölgelerle gerçekleştireceğiz. En önemlisi saray dediğimiz, Artuklu Sarayı’nın önündeki işçiler için belirli bir güvenlik önlem aldıktan sonra açmaları yapıp oradaki 3 katlı yapı kompleksinin projelerini hazırlamaya çalışacağız. Taşınabilir kültür varlıkları açısından elde ettiğimiz buluntuların ilk restorasyon çalışmalarını yaptık. Bundan sonra da ekibimize yeni katılan restaratör uzmanlarla da daha disiplinli daha çok eserin restorasyonu gerçekleştirmek istiyoruz” dedi.

Kazıdaki amacın hafızalarda var olan Harput’u mümkün olduğunca ortaya çıkarmak olduğunu belirten Doç.Dr. Aytaç, “Mekanlarını belirlemek. Su sarnıçlarından tutun mescidine, burçlardaki yapılarına, surlarına, sarayına, gizli geçitlerine kadar bütün bunları ortaya çıkarmak. Bunu önce Dünya Kültür Mirası’nın yedek listesine yerleştirmek. Mümkünse yaklaşık 8-10 yıl sonra da Harput Kalesi’ni Dünya Kültür Mirası’nın asıl listesinde görmektir. Hem kültür dünyasına katmış olacağız hem de bir anlamda turizme katkı sağlamış olacağız. Kültür ve Turizm Bakanlığı bir ay önce buralarda bir çalışma yaptı. Çevre düzenlemesiyle beraber kale içindeki gezi güzergahını belirlemeye çalışıyor. Bizlerde restorasyonları belirli bir yaşama geçirdikten sonra burası dünyada en çok ziyaret edilen kaleler gibi bir işleve sahip olacaktır” diye konuştu.

"HARPUT, TÜRKİYE VE DÜNYA İÇİN ÖNEMLİ BİR KÜLTÜR VARLIĞIDIR"
2015 yılı kazısına 10 gün önce başladıklarını kaydeden Fırat Üniversitesi Rektörü Kutbettin Demirdağ ise, “Geçen yıl da yine Fırat Üniversitesi ile birlikte başta valiliğimiz olmak üzere, İl Özel İdaresi başta olmak üzere Elazığ Belediyesi diğer paydaşlarla birlikte kazılar yapılmıştı. Bu senede gecikmiş olmakla beraber 10 gün önce başlamış olması bizi mutlu etmektedir. Harput gerçekten sadece Elazığ için değil, Türkiye için bence dünya için önemli kültür varlıklarından biridir. Özelikle Harput Kalesi 3 bin yıldan fazla insanların yaşadığı bir kale ve gerçekten birçok kültürü bir asılı bünyesinde barındıran bir mekandır. Çocukluğumuzdan beri hep böyle yığıntı şeklinde, taş yığını şeklindeydi. İçinde ne var bilmiyoruz. Bunların açığa çıkarılması açısından önemli, dünya kültürüne bunların kazandırılması lazım. Elazığ’ın hem kültür varlıklarına hem de turizmine büyük katkılar sağlayacağına inanıyoruz. Birkaç yıl içinde Dünya Kültür Mirası’na Harput’u, Harput’un kalesini de kaydetmiş olacağız” şeklinde konuştu.

"KAZI İŞİ UZUN SOLUKLU SABIR İSTEYEN BİR İŞ"
Kazı alanında incelemelerde bulunan Vali Yardımcısı Üzeyir Yılmaz ise, önceki yıllarda da Elazığ Müzesi başkanlığında valilik ve vakfın maddi katkılarıyla kazı çalışmaları gerçekleştirildiğini söyledi. Yılmaz, "Bu kazı çalışmaları sonunda önemli arkeolojik bulgular gün yüzüne çıkarılmıştır. Bu yılki kazı çalışmaları Bakanlar Kurulu kararının alınmasıyla daha resmi bir boyut kazandı. Bu yıl da Kültür Bakanlığı’ndan ödenek temin etme gibi imkanımız doğdu. Hepinizin bildiği gibi kazı işi uzun soluklu ve sabır isteyen bir iş" dedi.
Milliyet, 11.09.2015
DEDE HÖYÜĞÜ'NDE DEFİNE AVI



Sarayönü ile Konuklar Tarım İşletmesi Müdürlüğü arasında bulunan Dede Höyüğü'nde, defineciler kaçak kazı yaparak define aradı. Definecilerin kazdıkları yeri terk etmesinin ardından arkalarında kalan, büyük çukur çobanlar tarafından fark edildi.
Sarayönü'nde son günlerde define avcılığı arttı. Son olarak ilçemizde bulunan höyüklerden biri olan Dede Höyüğü'nde defineciler kaçak kazı yaparak define aradı. Binlerce yıllık bir miras olan Dede Höyüğü geçmiş yıllarda Sarayönü Belediyesi tarafından toprak ihtiyacını karşılamak için bilinçsizce tahrip edilmişti. Tahrip edilerek toprağı kazılan bölgede gizlenerek kazılarını yapan definecileri kimse fark edemedi. Profesyonel şekilde kazılarını gerçekleştiren defineceler yaklaşık 10 metre derine geniş bir kazı yaptıktan sonra yatay şekilde höyüğün içine doğru kazıya devam etmiş. Kazıda herhangi bir şey bulup bulamadıkları bilinemeyen defineciler, kazı yerini olduğu gibi bırakarak sırra kadem bastı. Kazıda açılan 10 metrelik çukuru ise geçtiğimiz günlerde çobanlar fark etti. Hayvanlarının çukura düşmesinden endişe eden çobanlar 10 metrelik kuyunun kapanmasını talep etti.
saraymedya.com, 02.09.2015


20 - 26 Eylül 2015

ROBOTLAR SANAT YAPABİLİR Mİ?



Çok değil, 20-30 sene sonra robotların insanların yanı başında, hayata daha yoğun bir şekilde katılacağı bilinen bir durum. Robotlarla insanların ilişkilerinin nasıl olacağı, hangi mesleklerde insanın yerini robotların alabileceği hatta robotlarla insanlar arasında cinsel ilişki kurulup kurulamayacağı bile son zamanlarda uzmanlarca gündeme getirilen konulardan. Peki robotlar, yazılımlar ve makineler sanat konusunda nasıl bir yerde duracak? Resim, edebiyat, şiir ve müzik alanında robotların özgün eserler üretmeleri bir gün mümkün olacak mı?


BBC Türkçe'nin haberine göre bilgisayar programı Aaron, bunun bir gün olabileceğini düşündürüyor. Zira 1970'lerden bu yana kullanılan Aaron adlı programın ürettiği bazı resimler, insan elinden çıkmış eserler gibi görünüyor. Aaron, Harold Cohen tarafından üretilen bir resim makinesi. Gerçek fırça ve boya kullanan bu makine, verilen komutları yerine getirerek resim yapıyor. Makinenin yazılımı, yapay zekanın kurucu isimlerinden John MacCarthy'nin ürettiği LISP ile yazılmış.



Aaron'ın dünya hakkında çok bir fikri yok. Yalnızca insanları, saksıdaki bitkileri, ağaçları, kutuları ve masaları ayırt edebiliyor. Aaron'ı üreten Cohen, yalnızca makinesinin daha iyi çizim yapabilmesine odaklanmış ve iyi sonuçlar almış. Uzun yıllar birlikte çalıştıktan sonra Cohen, makinenin bazı çalışmalarından şüphelenmeye başlıyor. Makine ilk olarak kendisine bağlı boyama makinesini kullanmayı bırakıyor. Ancak Cohen'in şüpheleri artmaya devam ediyor çünkü Aaron giderek daha da bağımsız davranıyor. Bir gün Aaron'la çizim yapan Cohen, ortaya çıkan şeylere baktığında, kendi istediğinden farklı sonuçlar aldığını görür.




Aaron'un Harold Cohen'den bağımsız renklerdirdiği bir çizim.

"O an artık bana ihtiyacı olmadığını anladım. Hiçbir zaman tüm işi Aaron'a bırakmayı düşünmemiştim. Ama zamanla gelişerek bensiz çalışabilir hale geldi" diyor Cohen. Bu durum Cohen'in eserleriyle arasına bir soğukluk girmesine neden olmuş, kendisini işlerin dışında kalmış hissetmiş. Öte yandan Aaron'ın ise renklendirmede mükemmel olduğu ancak hiçbir zaman tam anlamıyla yaratıcı olmayacağını da anlamış: "Aaron'ın tüm bağımsızlığı renklendirme konusundaydı. Hiçbir zaman kendi kendine çalışır hale gelmedi."


'YAPAY ZEKA SANAT YAPABİLİR'
Peki yapay zekanın yaratıcı olması mümkün mü? Harold Cohen bunun imkansız olduğunu düşünmüyor, "Belki uzun bir gelecekte mümkün olabilir" diyor. Ama bunun bir arabaya şoförsüz gitmeyi öğretmekten çok daha karmaşık olduğunu savunuyor ve "Bu yüzyılın sonuna kadar olacağını sanmıyorum" değerlendirmesinde bulunuyor. Cohen Aaron'ı kullanmaya devam ettiğini ancak eskisi gibi bir 'ortaklık' içinde olmadıklarını söylüyor. Aaron bugünlerde çizime odaklanıyor, Cohen ise daha çok renklendirmeyi yapıyor. Ayrıca Aaron artık gerçek fırça ve boyalar yerine devasa bir dokunmatik ekran ile çalışıyor. Yaratıcılık konusunda bilgisayarların dezavantajlı olduğunu söylemek mümkün. Sonuçta ormanda yürüyüşe çıkamıyorlar, gün batımını izleyemiyorlar ya da şehir manzarasına bakamıyorlar. Ama bir şekilde dünyayı görmeyi öğreniyorlar. Sinirsel ağlar şeklinde çalışan yapay zeka geniş veritabanları ile birleştirildiğinde bilgisayarların vizyonu genişleyebiliyor ve kendi tarzlarını yaratabiliyorlar.

GOOGLE'IN YAPAY ZEKA LABORATUVARI
Google'ın kurduğu yapay zeka laboratuvarlarında benzer ağların daha iyi hizmet sunabilmesi için çalışmalar yapılıyor. Google'daki araştırmacılardan bazıları, yapay zekanın görüntüleri nasıl öğrendiğini incelemek için bilgisayarın beynine baktılar ve bu ağların rastgele ses ve görüntülere dayanarak kendilerinin görüntü oluşturduklarını gördüler. Bazı sonuçların halisünasyona benzediğini söyleyen araştırmacılar, bazı resimleri uyuşturucu almış bir insanın çizimlerine benzetirken, bazıları ise ünlü ressam Vincent van Gogh'un eserlerini anımsattığını söyledi. Portekiz'deki Coimbra Üniversitesi psikoloji bölümünden Ben Harvey, Google'ın insanın beynindeki görüntüleri taklit etmesi nedeniyle ortaya bu görüntülerin çıktığını söylüyor.
Peki bu görüntülere bakarak bir makinenin ilk defa yaratıcı olabildiğini söyleyebilir miyiz? ABD Georgia Teknoloji Enstitüsü'nden Profesör Mark Riedl, olumlu yanıt veriyor. Google'ın yaptığı şeyin yaratıcı olduğunu söyleyen profesör, ancak bu sürecin yönlendirmeden yoksun olduğunu ve 'yaratıcı' olduğunun farkında olmadığını belirtiyor.




Google laboratuvarında yapay zeka tarafından oluşturulan bir görüntü.

 

YAPAY ZEKANIN 'DENEYİM' SORUNU VAR
Yaratıcılık uzun zamandır zekanın ayrılmaz bir parçası olarak görülüyor. Bir süredir makineler de öğrenebilecek şekilde evriliyor. Geçen yıl Prof. Riedl yapay zekanın insanların zekasıyla eşit olup olmadığına dair bir test yaptı. Testte makineden bir şiir ya da hikaye yazması, resim yapması istendi. Riedl makinelerin yaratıcı görevleri yerine getirememesinde teorik bir neden olmadığını ve henüz teste tabi tutulabilecek yaratıcı bir şey üretmediklerini söylüyor.

 

Yapay zekanın yaratıcılığında en önemli sorunlardan biri de bilgi eksikliği. Profesör Riedl, "Gerçek dünya müthiş bir bilgi akımına sahip. İnsanlar zengin, karmaşık bir dünyada yaşıyorlar. Pek çok şey görüyor, deneyimliyorlar. Ama bir bilgisayar ona veriler yüklenene kadar hiçbir şey bilmiyor" diyor. Üstelik geniş veritabanları yüklenen bilgisayarların bile 'yarattıkları' resimlerde oldukça dar bir vizyona sahip olduğu belirtiliyor. Riedl bu durumu 'tek bir amaçla hareket eden' sistemlerine bağlıyor.


Profesör, yaratıcı bir bilgisayarın ancak fiziki bir formda mümkün olabileceğini kaydediyor ve "Eğer bilgisayarlar da dünyayı bizim gibi tecrübe ederlerse, bizden farklı da olsa deneyim kazanabilir ve farklı şeyler üretebilirler" diyor.

Radikal, 24.09.2015

ROMA KRAL YOLU GÜN YÜZÜNE ÇIKARILIYOR


 

Mersin'in Erdemli İlçesi'ndeki Elaussia Sebaste antik kentinde kazı çalışmaları sürerken, antik kenti Kızkalesi'ne bağlayan 4.5 kilometrelik Roma Kral Yolu'nun gün yüzüne çıkartılması için de temizlik çalışmaları başlatıldı. Çalışmanın tamamlanmasının ardından yol, gerekli restorasyonlar yapılarak dünya arkeolojik gezi listesine alınacak.

 

Ayaş Mahallesi'ndeki Elaussia Sebaste antik kentinde kazı çalışmaları, İtalya'nın Roma Le Sapienza Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Annalisa Polosa başkanlığında devam ediyor. 21 yıldır aralıksız devam eden kazılarda bugüne kadar birçok eser gün yüzüne çıkartılırken, antik kentin çevre düzenlemesi de devam ediyor. Kazılar sırasında belirlenen ve Kızkalesi Mahallesi'ne kadar uzanan 4.5 kilometrelik Kral Yolu için de çalışmalar başlatıldı. Mersin Büyükşehir Belediyesi ekipleri, kazı başkanı Prof.Dr. Annalisa Polosa gözetiminde Kral Yolu'nda temizlik çalışması yapıyor. Yolun çevresinin temizlenerek açılmasının ardından güzergahta gerekli restorasyon çalışmasının yapılacağını belirten Prof.Dr. Polosa, "2 bin yıl önce Roma döneminde yapılan bu yol açıldığında yol üzerindeki nekrapollerde ortaya çıkartılmış olacak. Ayrıca bu yol bölgeye artı bir değer de kalmış olacak. Çünkü bu yol bakımsızlıktan dolayı gün yüzüne çıkartılamamış" dedi.

 

Prof.Dr. Polosa, Kral Yolu olarak adlandırılan Roma yolunun açılması ile dünyada arkeolojik gezi yürüyüşü düzenleyen grupların listesine gireceğini ifade ederek, "İnsanlar Antik Roma yolunda yani antik dönemini tasavvur ederek gezi yürüyüşü yapmanın mutluluğunu yaşayacaklar. Yol kenarındaki nekrapollerin yanı sıra yol güzergahında denizdeki Kızkalesi'ni de izleme şansı elde edecek. 2 bin yıl önceki ihtişamı düşünecekler. Böylece bölgenin ismi de bir kez daha öne çıkmış olacak" diye konuştu.

 

YOLDA ANTİK ÇAĞI YAŞAYACAKLAR

Yapılan temizlik çalışmasını da Mersin Büyükşehir Belediyesi ile yürüttüklerini ifade eden Prof.Dr. Polosa, şunları söyledi:

"Antik yolun gün yüzüne çıkartılması konusunda bize destek vermesinden dolayı Belediye Başkanı Burhanettin Kocamaz'a teşekkür ediyoruz. Antik Roma yolunun temizlenerek insanlığın hizmetine sunulması aslında büyük bir projedir. Temizlik olayına sadece yol temizliği olarak bakılmaması gerekir. Roma yolunun ortaya çıkartılması bölgede yapılan kazı çalışması kadar önemlidir. Çünkü 2 bin yıl önce yapılan bu yol kenarında nekrapoller yani anıt mezarlar ortaya çıkacak. Yolda yürümek isteyenler 4,5 kilometre boyunca kendisini Roma dönemine götürecek ve antik çağı yaşayacak. Bu tür antik yollarda yürümek isteyen milyonlarca Avrupalı ve Türk var. Dünyada arkeolojik gezi yürüyüşü düzenleyen binlerce grupların listesine girecek."

 

Yol temizleme çalışmalarını yerinde inceleyen Büyükşehir Belediyesi Muhtarlıklar Daire Başkanı Erkan Arıcı da, çalışmanın Mersin ve Çevresi Turizm Alanı Altyapı Hizmet Birliği tarafından yürütüldüğünü dile getirdi. Arıcı, Ayaş ve Kızkalesi bölgesinde iki ayrı noktada sürdürülen çalışmanın amacın hem 2 bin yıllık kültüre sahip çıkmak hem de bölgeyi turizme kazandırmak olduğunu sözlerin ekledi.

haberler.com, 23.09.2015

TARİHİ YARIMADA FATİH BELEDİYESİ'NİN İNSAFINA KALDI

 

Fatih Belediyesi'nin aldığı kararla 2. ve 3. derece tarihi eserler, bu eserlerin bitişik ve karşı parsellerindeki yapılaşma için ilçe belediyesi yetkili kılındığını belirten CHP'li belediye meclis üyesi Fazıl Uğur Soylu, yargı kararlarının sonucu beklenmeden tarihi yarımadanın ranta açıldığını öne sürdü.

 

Eski İstanbul'un kalbi ‘tarihi yarımada'nın yapısını tamamen değiştirecek bir karara imza atan Fatih Belediyesi'nin 2'nci ve 3'üncü derece tarihi eserler ve yakınlarındaki parsellerle ilgili yapılaşma kararlarında koruma kurullarını devreden çıkarmasına yönelik tepkiler sürüyor. Tarihi yarımadayı imara açma planının devreye girmesiyle 2. ve 3. derece tarihi eserlerin olduğu alanları yapılaşmaya açmak için belediye izni yeterli olacak.

 

Muhalefetin ‘ret' oylarına rağmen alınan kararla tarihi yarımadanın ranta açılacağını öne süren Fatih Belediyesi Meclis Üyesi Fazıl Uğur Soylu, “2014 Mayıs ayında Fatih Belediyesi Anıtlar 4 No'lu Koruma Kurulu'ndan bir yazı almış. Yazıda, ‘plan notlarında bize sormadan değişiklik yapabilirsiniz' ifadesi var. Anıtlar Kurulu bu yetkiyi neye dayanarak devretti? Neden bu karar bir yıl bekletildi de şimdi karşımıza çıkarıldı? Durup dururken böyle bir yazıyı bir yıl önce neden yazsın? Kurulun yapısı itibarıyla ya bakanlıklardan ya da bir üst kuruldan talimat almış olma ihtimali var.” dedi.

 

Soylu, kararla birlikte seçim yatırımı için korunması gereken yerlerde bile ruhsat verilebileceğini öne sürdü. Bütün denetimin belediyenin inisiyatifine bırakıldığının altını çizen Soylu, şunları kaydetti: “Halbuki, Anıtlar Kurulu uzman ve bağımsız akademisyenlerden oluşur. Belediye yazıyı bir yıl önce alıyor ve mahkemenin aleyhlerinde karar aldığı haftaya kadar bekletiyor. 3 AKP'li meclis üyesinin meclis gündemine getirmesiyle CHP'nin muhalefetine rağmen oyçokluğuyla teklif kabul ediliyor. Anıtlarda incelenmeyi bekleyen kaç ruhsat dosyası varsa şimdi bunların hepsi belediyeye devredilecek.”

Süreçte neler oldu?
Fatih Belediyesi'nin hazırladığı 1/1000 ölçekli koruma amaçlı uygulama imar planının iptali için İstanbul 2. İdare Mahkemesi'nde dava açıldı. Davada, 61 konu başlığından 37'sine yürütmeyi durdurma, yedisine ise kısmen yürütmeyi durdurma kararı verildi. Fatih Belediyesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi bu karara itiraz etti. Yüksek mahkeme itirazı kabul ederek dava konusu yerler için yeni bilirkişi heyeti oluşturularak yeniden inceleme yapılmasına hükmetti. Fatih Belediyesi yeni heyetin raporu beklemeden, imar plan notlarında koruma kurullarını devre dışı bırakan teklifi hazırladı.

Zaman, Haber: Cafer Can, 23.09.2015

AKM NE OLACAK?

Yedi yıldır, sağlıklı-inandırıcı bir açıklama yapılmaksızın kapalı tutulan, çürümeye bırakılan, bir polis merkezi olarak konumlandırılan bir mekanın 'görevini yapamaması' kimin suçudur?

“Tarihi bir yapı mı? Hayır. Eski. Estetik mi? Hayır. Kente kattığı bir şey var mı? Hayır. Akustik açıdan bile sorunlu. Ben demiyorum, işi bilenler söylüyor. Ben şunu anlamıyorum. Yerine ne yapılacağını bile tartışmadılar, “Burası yıkılmasın” diye kampanya başlattılar. Yıkılmasın da ne olsun, çürüsün de çöksün mü? Oysa ki orası için düşünülen, İstanbul’a çok yakışacak bir opera-sahne sanatları binasıydı.”

 

Bu sözler AKM için söylenmiş.

Söyleyen AKP’nin Çevre, Şehir ve Kültürden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Çiğdem Karaaslan.

 

Peki Çiğdem Karaaslan kim?

Kendi internet sitesindeki özgeçmişi şöyle başlıyor: “1979 yılında İstanbul’da doğdu. Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fakültesi Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı bölümünü yüksek şeref öğrencisi olarak bitirdi. Ankara Üniversitesi‘nde “Tarihi Kentlerde Kimliksizleşme Sorunu” üzerine yüksek lisans tezini tamamladı. Aynı zamanda Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Sosyal Politikalar Bölümünde doktorasına devam etmektedir.”

 

Gelin, açıklamanın “biz-onlar” ekseninde yapılmasına takılmayalım ve yüksek lisans tezini “Tarihi Kentlerde Kimliksizleşme Sorunu” konusunda veren bir akademisyen-politikacının sözlerini tek tek takip edelim.

 

1. Tarihi bir yapı mı?

Karaaslan, kendi sorduğu bu soruyu “Hayır” diye cevaplamış. Temeli 29 Ekim 1946’da atılmış. 1956’da Bayındırlık Bakanlığı tarafından Almanya'da tiyatro binaları üzerine doktora yapan mimar Hayati Tabanlıoğlu projenin başına getirilmiş. 1969 yılında İstanbul Kültür Sarayı adıyla hizmete açılmış. Açılışta dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve Başbakanı Süleyman Demirel bulunmuş. Bina “Cumhuriyet sonrası Türkiye’sinde bir Türk mimar tarafından tasarlanmış az sayıda modern mimari yapıdan biri” olarak tanımlanmış.

Şimdi... Çiğdem Karaaslan’a şunu sormamız gerekiyor: Bir bina, hangi dönemden kalırsa ve hangi kriterlere uyarsa “tarihi yapı” olarak nitelendirilebilir? “Tarihi yapı” ile “eski” arasındaki çizgiyi neye göre çiziyoruz?

 

2. Estetik mi?

Karaaslan, bu sorusunu da “Hayır” diyerek cevaplamış. AKM, aynı yıllarda Avrupa’da inşa edilen eşdeğerleriyle benzer niteliklere sahip bir bina. Bugünün teknolojisinden uzak olduğu herkesin kabulü. Yine Çiğdem Karaaslan’ın belirttiği gibi akustik sistemi de yeni teknolojiden uzak olabilir. Ancak bütün bu eksikleri yapıldığı dönemin estetiğini yansıtmadığı, yani mimarlık tarihi içinde bir estetiği olmadığı anlamına mı geliyor?

Şimdi... Şunu soralım: Tepebaşı’ndaki TRT binası orada dururken, AKM’nin estetik değerini tartışmaya nereden başlamamız gerekiyor?

 

3. Kente kattığı bir şey var mı?

Çiğdem Karaaslan’ın açıklamasındaki en çarpıcı cümle. 27 Kasım 1970’deki yangından sonra Tabanlıoğlu’nun onardığı ve 6 Ekim 1978’de Atatürk Kültür Merkezi adıyla açılan binanın bu isimle yaşadığı yıllar, neredeyse Sayın Çiğdem Karaaslan’la yaşıt. Tadilat nedeniyle kapatıldığı 31 Mayıs 2008’e kadar bu binada neler yaşandığını kendisinin de gayet iyi bildiğini düşünüyorum. Dünyadaki benzerleri gibi, bu bina da yıllar boyunca bir ‘sanat okulu’ işlevi gördü. Öğrenciler yetiştirdi. Kültürlerarası diyalogun merkezi oldu. Tarihi bir kent olan İstanbul’un kimliğini oluşturan merkezlerden biri oldu. AKM, sadece kültürel varlığıyla değil bir ‘buluşma mekanı’ olarak da şehrin en önemli noktası.

 

Şimdi... Soralım: Yedi yıldır, sağlıklı-inandırıcı bir açıklama yapılmaksızın kapalı tutulan, çürümeye bırakılan, bir polis merkezi olarak konumlandırılan bir mekanın ‘görevini yapamaması’ kimin suçudur? Bir kültür merkezinin ‘kente bir şey katması’ nasıl olur?

 

Soruları derleyip toparlamak için eski CHP milletvekili Melda Onur’un 16 Aralık 2013’te dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in yanıtlaması istemiyle verdiği soru önergesini hatırlayalım.

 

Şunları sormuştu Melda Onur:

1- Kent merkezinde önemli bir kültür merkezi olan AKM ile ilgili Bakanlığın tasarrufu nedir?

2- Sabancı Holding’in Bakanlık ile imzaladığı protokol geçerli midir? 30 milyon liralık katkı payı kullanılmış mıdır?

3- İçişleri Bakanlığı ile Kültür ve Turizm Bakanlığı arasında AKM projesinin kadük hali değerlendirilmiş midir? Şimdilik AKM’yi geçici olarak kullandığı bilinen polis ekiplerinin burada kalıcı olmasına dönük bir çalışma var mıdır?  Yok ise AKM ne zaman bir polis merkezi görünümünden çıkarılaraktır? AKM’nin yeniden bir kültür sanat kurumu olarak açılması için planlanan yeni tarih nedir? Kamuoyuna tarih ne zaman ilan edilecektir?

4- AKM’nin yeniden bir kültür sanat kurumu olarak açılması için planlanan yeni tarih nedir? Kamuoyuna tarih ne zaman ilan edilecektir?

Çiğdem Karaaslan, açıklamasını romantik ve kırgın bir cümleyle bitiriyor: “Orası için düşünülen, İstanbul’a çok yakışacak bir opera-sahne sanatları binasıydı. Bize karşı bir önyargı var. Yapacaktık ama izin vermediler.”

 

Şimdi... Karaaslan’ın ‘orası için düşünülen’ dediği, Gezi sırasında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sözünü ettiği “barok tarzında opera” mı?

 

Soralım... Korumaya, bakıma muhtaç insanları ölüme mi terk ediyoruz? Korumaya, bakıma muhtaç binaları onarmak-yenilemek-güncellemek yerine çökmelerini mi bekliyoruz? Bu bekleyiş, bir ‘oldu-bitti’ politikasının uzantısı mı?

 

Soralım... Tarafların onayladığı bir güçlendirme projesi varken, bu projenin kaynakları sağlanmışken, çalışmaların durdurulması nasıl açıklanabilir?

 

Merak edelim... Yenilemek, yıkmak mıdır?

Çok net soralım, cevabını hemen almak isteyelim... AKM ne olacak?

Ve hep birlikte araştıralım... Tarihi bir kent nasıl kimliksizleşir?

Radikal, Yazı: Yekta Kopan, 23.09.2015

KÜLTEPE'DE 4 BİN YILLIK DEV KÜPLER BULUNDU

 

Türkiye 'nin en önemli kazı alanlarından Kayseri'nin Kültepe Kaniş/Karum Höyüğü'ndeki çalışmalarda 4 bin yıl öncesine ait 1 metre 80 santimetre ve 2 metre boylarında 130 santimetre çapında dev küpler bulundu.

 

Ankara Üniversitesi Dil ve  Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Fikri Kulakoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, mevcut kazı alanının güneyinde daha erken tabakalara inebilmek için başlattıkları kazı çalışmalarında yan yana konulmuş farklı büyüklüklerde içerisine 6-7 kişinin rahatlıkla girebileceği dev küp bulduklarını söyledi.

 

Küplerin ikisinin baş kısımlarına kadar olan bölümü toprağın altından çıkardıklarını, üçüncü küpün çıkarılması için çalışmaların devam ettiğini belirten Kulakoğlu, Kültepe'deki kazılarda her yıl yeni bir sürprizle karşılaştıklarını aktardı.

 

Daha önce de Kültepe'de çok sayıda küp, çanak gibi tarihi eserin bulunduğunu ancak yıllardır devam eden kazılarda ilk defa bu kadar büyük küplerle karşılaştıklarını anlatan Kulakoğlu, şunları kaydetti:

"Saray olarak adlandırdığımız alanın güney çaprazında küçük bir kazı alanı başlattık. Burada saray döşemesinin karşısında 3 tane çok büyük ebatlara sahip küplerin varlığını tespit ettik. 4 bin yıl öncesi koloni çağına ait boyları 2 metreyi bulan ve 2,5-3 ton kapasitesi olduğunu tahmin ettiğimiz küpleri koruma altına aldık. Küplerin ikisini baş kısmına kadar çıkardık. Üçüncü küp çok fazla tahrip edilmiş olması nedeniyle ilk etapta onun üzerindeki toprağı kaldırmak istemedik. Diğer iki küpün de baş kısmında kırıklar olduğunu, parçalarının da küplerin içine düştüğünü belirledik. Bu parçaları düzenli bir şekilde çıkartarak numaralandırdık. Çalışmamalarımız tamamlandıktan sonra aslına uygun şekilde parçaları birleştirmeye çalışacağız." 

 

Yaptıkları ilk incelemede küplerin içinde kurşun köprülerin olduğunu belirlediklerini dile getiren Kulakoğlu, zarar görmesine rağmen küplerin atılmak yerine 4 bin yıl önce kırılan parçalarının kurşunla tamir edildiğini belirlediklerini vurguladı.

 

Kulakoğlu, küplerin yerinde tamir edilmiş olmasının da önemli olduğunu ifade etti.

 

Yaptıkları ilk incelemede küplerin tahıl saklamak için kullanıldığını belirlediklerini aktaran Kulakoğlu, küplerin içinden toprak numuneleri aldıklarını ve arkeobotani uzmanlarının yüzdürme tekniğiyle bunları ayrıştırarak içerisinde tam olarak ne saklandığını belirleyebileceklerini söyledi.

 

  - Küplerin yerinde yapıldığını düşünüyoruz

Dev küplerin başka bir yerde yapılıp bu alana getirilmesinin çok mümkün görülmediğini belirten Kulakoğlu, şöyle devam etti:

"Saray yönetimine ait depolama biriminde olduğunu tespit ettiğimiz küplerin yerinde yapılmış olduğunu düşünüyoruz. Küpleri bulduktan sonra günümüzde bu işin merkezi olarak bilinen Nevşehir'deki ustalarla görüştük. Onlar da bulunduğu bölgede bir çark üzerinde birkaç gün içinde yapılmış olabileceğini söyledi. Bizim de incelemelerimizde küpün tek parça değil, parça parça yapılarak birleştirme tekniğinin kullanıldığını tespit ettik."

 

Kazı Heyeti Başkanı Kulakoğlu, küplerin imal edildiği yerin hemen etrafında oluşturulan fırın benzeri bir teşkilatla pişirildiğini düşündüklerine vurgu yaparak, "Böylesi devasa küplerin yapımı bugünkü teknolojik imkanlarla bile oldukça güç olmasına rağmen 4 bin yıl önce bunların yapılmış ve belki de yüzyıllar boyunca çok fazla zarar görmeden kullanılmış olması çok büyük önem taşıyor" diye konuştu.

 

Kulakoğlu ayrıca, Kültepe'de kazı çalışmalarında çok daha farklı sürprizlerle karşılaşmayı ümit ettiklerini sözlerine ekledi.

Radikal, Haber: Musa Özyürek, 22.09.2015

KAYIP ZAMANIN İZİNDE BİR RESSAM


 

Tabloları saklı bir hazine gibi ortalarda görünmeyen Fransız izlenimci ressam Gustave Caillebotte'un eserleri, özel koleksiyonlardan ve müzelerden bir bir çıkmaya başladı. Washington Ulusal Sanat Müzesi'nde açılan Ressamın Gözü adlı sergi, son yirmi yılda Amerika'da açılan en büyük Gustave Caillebotte retrospektifi. 19. yüzyıl Paris'inin burjuvazisinden sıradan insanlarına uzanan sergi, Marcel Proust'un eşsiz romanı Kayıp Zamanın İzinde'nin görsel bir hali...

 

Marcel Proust, 19. yüzyıl Paris'inin gerçek bir panoramasını sunduğu “Kayıp Zamanın İzinde” adlı romanında “Gerçek cennetler, unuttuklarımızdır.” der. Fransız izlenimci ressam Gustave Caillebotte (1848–1894), Paul Cézanne, Edgar Degas, Claude Monet ve Pierre Auguste-Renoir gibi izlenimcilerin aksine biraz gölgede kalmış, ‘unuttuklarımız'dan. Tabloları saklı bir hazine gibi olan sanatçının eserleri, koleksiyonlardan bir bir çıkmaya başladı.

 

Washington Ulusal Sanat Müzesi'nde açılan Ressamın Gözü, son yirmi yılda Amerika'da açılan en büyük Gustave Caillebotte sergisi. Sanatçının birçok eseri özel koleksiyonlarda yer alıyor, bu yüzden müzelerde onun eserlerini görmenin zorluğu, sergiyi özel kılıyor. Sanatçının 1875-1885 yılları arasındaki gerçekçi tablolarının yer aldığı sergi, Proust'un Kayıp Zamanın İzinde'sinin tablolara işlenmiş görsel bir hali... Sergide, ressamın fotoğrafçılık sanatına olan merakının izleri rahatça görülebiliyor.

 

 

Hukuk eğitimi alan Caillebotte, daha sonra ressamlığa yönelir. Kendi dönemindeki izlenimciler tarafından biraz burun kıvrılan ve eleştiriler alan sanatçı, Edgar Degas ve Auguste Renoir gibi ustaların tablolarını beğenip onu teşvik etmesiyle sergilere katılır. Varlıklı bir aileden gelen Caillebotte, hayatını resim yaparak geçirir. Pek çok empresyonist ressamın eserini satın alır ve onları destekler. Bu yönüyle önemli bir koleksiyoner olarak tarihe geçer. Genç yaşta hayata veda ettiğinde, geride büyük bir koleksiyon bırakır.

 

PARİS'İN BULUŞTURDUĞU ZITLIKLAR

Caillebotte'un 19. yüzyıl Paris'inin merkezde olduğu tabloları, burjuvaya ait izlenimler, şehir hayatı, günlük yaşam ve modernliğe adım atan kentin buluşturduğu zıtlıklara karşı incelikli bakışı işliyor. Kağıt oynayan, kitap okuyan ve piyano çalan burjuvaziyi resmeden sanatçının sadece bu sınıfa değil işçilere, boyacılara, satıcılara da yer vermesi, onu diğer izlenimcilerden farklı kılıyor. Caillebotte'un da katıldığı bir sergiyi ziyaret eden Emile Zola, “Caillebotte, sergidekilerin en göze çarpanı.” demişti.

 

Sanatçının altmışa yakın eserinin yer aldığı sergi, içerisi, dışarısı, doğadan manzaralar, portreler gibi tematik bölümlere ayrılmış. Paris Caddesi, Yağmurlu Bir Gün adlı tablosu, serginin en can alıcı eseri olarak dikkatleri çekerken, önünde biriken kalabalığın tabloya hayranlık dolu bakışlarını ıskalamak imkansız. Bu ünlü eserinde, modern Paris'i resmeden sanatçı, kendi dönemi için öncü bir bakış açısı geliştirerek fotoğrafa yakın bir resim dili kullanmış. Caillebotte'un diğer eserlerinde de bu yakınlığı görmek mümkün. Resme dikkatli bakıldığında farklı sınıflardan insanların hayatlarının uzun bir caddede kesiştiği açıkça ortada. Resim, Charles Baudelaire'in sık sık işlediği kalabalıkla yıkanmak imgesine yakın duruyor. Şairin “Hiç değil, o aptalca gururlarını bir an olsun kırmak için, şu dünyanın mutlularına bazen, onların mutluluklarından daha yüksek, daha büyük ve daha ince mutluluklar olduğunu öğretmek gerek.” sözleri de sergi boyunca bir ses olarak size eşlik ediyor.

 


Balkondan Paris'i izleyen adam resmi de değişen şehre tepeden bakan ve gözlemleyen bir ruh halini gösterirken, böbürlenen bir ruh halini kenara bırakan ressamın gözlerinden dünyaya bir bakış atıyor. Tablolarında pek çok sınıftan insana yer veren ressam, bu tutumuyla eleştirilir. Washington Ulusal Sanat Müzesi'nin, gölgede kalmış bir ressamın usta işi eserlerini yeniden gündeme getirdiği sergi, 4 Ekim'e kadar açık.
Zaman, Haber: Musa İğrek, 22.09.2015

POMPEİİ'DE 2 BİN 400 YILLIK MEZAR ORTAYA ÇIKARILDI


 

Pompeii’de bulunan ve MÖ 4. yüzyıla ait mezar,  şehirdeki Roma öncesi döneme ait bilgiler veriyor.

 

Fransız Jean Bérard Arkeoloji Araştırma Enstitüsü’nden bir ekip, Pompeii’de MÖ 4. yüzyıldan kalma, İtalya’nın güneyinde yaşamış ve Romalılar ile savaşmış Samnit halkına ait bir mezar buldu. Arkeoloji müfettişi Massimo Osanna’ya göre bu mezar Pompeii civarında hakkında sınırlı bilgi olan Roma öncesi döneme ışık tutacağı için çok büyük önem taşıyor.

 

 

Mezar İtalya’nın değişik bölgelerinden çeşitli amforalarla birlikte gömülmüş yetişkin bir kadına ait. Amforaların analizleri ilerleyen günlerde yapılacak ancak şimdilik genel kanı kozmetik, şarap ve yiyecek içerdiklerine dair.

 

II. Dünya Savaşı’nda yoğun bombardıma maruz kalan bölgede başka mezarlar aranmaya devam edilecek.

 

Samnit halkı özellikle cumhuriyet döneminde (MÖ 509-27) Romalılar ile uzun süre savaşmış, sonradan Roma egemenliğine girmişlerdir.

arkeolojihaber.net, Kaynak: archaeology.org Çeviri: Ayşen Yolcu, 21.09.2015 

NAPOLEON'UN ORDUSU TOPLU MEZARDAN ÇIKTI

Almanya'da bulunan toplu mezar 202 yıllık gerçeği ortaya çıkardı! Almanya Frankfurt'ta bulunan iskeletlerin 200 askere ait olduğu ortaya çıktı.

Napoleon Bonaparte'ın ordusuna ait olduğu belirtilen iskeletler 1813 yılında Rusya'ya kaçan askerlerin iskeleti. Şehir planlama başkanı Olaf Cunitz 1813 yılında yaşanan bu mücadelede 15 bin kişinin hayatını kaybettiğini ifade etti. Bu bölgede toplu mezarların olduğuna dikkat çeken yetkililer çalışmalara devam ettiklerini açıkladı.



Habertürk, 21.0.2015

SEBASTOPOLİS ANTİK KENTİNDEKİ KAZI ÇALIŞMALARI

 

Tokat'ın Sulusaray İlçesi'ndeki Sebastapolis antik kentindeki kazı çalışmalarının bu yılki bölümü sona erdi

 

Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Şengül Dilek Ful, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Sebastapolis antik kentindeki bu yılki kazı çalışmalarının sona erdiğini söyledi.

 

Kazı çalışmalarının yaklaşık 45 gün sürdüğünü dile getiren Ful, "Bu sene 35 kişilik ekiple çalışmalar yaptık, çalışmalarımızı ağırlıklı olarak hamam bölgesinde sürdürdük" dedi.

 

Kilise bölümünde kamulaştırma çalışması nedeniyle az çalıştıklarını belirten Ful, şöyle konuştu:  

"Kilise bölümünde 2 ocak açtık. Biz kazı çalışmasında mimari yapıya daha ağırlık veriyoruz. Hamamın bir Roma yapıtı olduğunu belirledik. Burada 22 yıl kazı çalışması yapılmadı. Kazı çalışmalarına bir kaç sene önce yeniden başlandı. Burada Tokat Özel İdaresi ile Kültür ve Turizm Bakanlığı destekleriyle kazı çalışmaları yapılıyor. Sebastapolis antik kenti yıllar sürecek kazı çalışmasının ardından gün yüzüne çıkacak."

 

İl Kültür ve Turizm Müdürü Abdurrahman Akyüz ise 3 yıldır antik kentte kazı çalışmalarının sürdüğünü ifade etti.

 

Söz konusu alanda her yıl kazı çalışması yapılmasını istediklerini anlatan Akyüz, şunları dile getirdi:

"Sebastapolis Antik Kenti'nin gün yüzüne çıkması için uzun yıllar kazı çalışması yapılması gerekiyor. Buranın ilk kazı çalışmalarına Galler Prensi Charles ilgi duymuştu. Burası gün yüzüne çıkarsa Avrupalı turistlerin uğrak yeri olur diye düşünüyorum. Prens Charles'ın 21 yıl önce gizlice burayı ziyaret ettiğini biliyoruz. Tokat Valimiz Cevdet Can da onun ilgi duyduğu antik kentte çalışmalar bu hale geldikten sonra kendisini mektupla tekrar buraya davet etti. Davet Prens Charles'ın eline ulaştı ama henüz bir cevap gelmedi. Onun ziyaretinin antik kente ilgiyi artıracağını düşünüyoruz" diye konuştu.

 

Sulusaray Belediye Başkanı Halil Demirkol  da "İnşallah antik kentimizin gün yüzüne çıkması ilçemiz, ilimiz ve ülkemiz turizmi açısından çok iyi olacak. Özellikle buraya daha çok yabancı turist gelecek" ifadelerini kullandı. 

 

Sebastapolis Antik Kenti

Tokat kent merkezine 69 kilometre uzaklıktaki Sulusaray'da bulunan ve kuruluş tarihi kesin olarak bilinmeyen Sebastapolis Antik Kenti'nin, bazı kaynaklarda, milattan önce 1. yüzyılda kurulduğu belirtiliyor.

 

Roma İmparatoru Trajan zamanında, milattan sonra 98-117 yıllarında, Pontus Galatius ve Polemoniacus eyaletlerinden ayrılarak Cappadocia (Kapadokya) eyaletine dahil edildiği kaydedilen antik kentin, o dönem geçiş yolları üzerinde bulunması ve bugün de kullanılan termal kaynaklar sayesinde 2 bin yıl kadar önce Karadeniz'in en büyük 5 şehrinden biri olduğu anlatılıyor.

 

Roma İmparatorluğu döneminde çok az şehrin sahip olduğu zenginliğin bir göstergesi olarak para basma yetkisine sahip olduğu ifade edilen Sebastapolis'in, büyük savaşlar, yıkımlar, afetler ve geçiş yollarının değişmesi sonucu eski önemini kaybettiği, zamanla unutulduğu kaydediliyor.

haberler.com, 21.09.2015

SURLARDA BEKLENEN TEMİZLİK BAŞLADI


 

Milliyet’in “İstanbul surları evsizlere teslim” başlığıyla duyurduğu haberin ardından İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı ekiplerce Silivrikapı Kale Surları’nda temizlik çalışmaları başlatıldı.
İstanbul’da yaklaşık 1 ay önce gerçekleştirilen narkotik operasyonu, tarihi rezaleti ortaya çıkarmıştı. Uyuşturucu çetesinin Bizans’tan kalma hipojeye (aile mezarlığı) inşaa ettiği barınak, çete üyelerinin tarihi sura monte ettiği lavabo, surların arasına yapılan çatı, tarihin nasıl hiçe sayıldığını göstermişti. Narkotik operasyonunun ardından Milliyet, İstanbul’un en eski eserleri arasında sayılan surların içler acısı halini görüntülemişti.


Surların tepe noktaları kaderine terk edilmiş durumdaydı. Bakımsızlık ve ilgisizlikten dolayı evsizlerin uğrak noktası haline gelen surlar, evsizlerin mekanına dönüşmüştü.


Surların üstüne çıkılmaması için merdivenler ve ara yollar yer yer kapatılmış ama surların üstü zaman içinde adeta açık hava barınağına dönüşmüştü. Yerlere serilmiş kilim, minder ve koltuklar bunun en büyük kanıtıydı. Sadece Silivrikapı da değil Mevlana Kapı ve çevresi de bu durumdaydı. Mevlanakapı üzerinde mekansızların uyuşturucu yapmak için kullandıkları plastik şişeler göze çarpıyordu.


Kamyonetlerle taşındı
Haberimizin 15 Eylül’de yayınlanmasının ardından İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB Zabıta Daire Başkanlığı ve Katı Atık Toplama birimleri temizlik için harekete geçti.


Ekipler, ilk olarak Silivrikapı Kale Surları üzerindeki evsizlerin kaldığı yerlerde temizlik yaptı. Surlardaki pislik temizlik personelini bile şaşırtırken, iki temizlik görevlisinin surdan aşağıya zorlukla kaldırıp attıkları koltuk ve halılardan yoğun bir toz bulutu yükseldi. Kenara yığılan çöpler, ufak tepeler oluşturdu.


Görevliler, 50 metre arayla 3 ayrı yerde mekansızlar tarafından yapılan yatak ve oturma alanını temizleyerek boşaltıldı. 15 kişilik katı atık toplama ekiplerinin yerdeki çöpleri toplayarak başlayan çalışmasının ardından büyük koltuk, tahta parçaları yol trafiğe kapatılarak aşağıya atıldı. Surlardan çıkan çöp, kamyonetlere yüklenerek çöp depolama merkezlerine taşındı.


‘Daha önce görmemiştik’
Atık Yönetim Müdürlüğü Kontrol Amiri Ali Akyüz, “Biz ana arterde çalıştığımız için içeriyle çok fazla ilgilenmiyoruz. Buralar ilçe belediyelerinin sorumluluğunda. Milliyet sayesinde buraları gördük. Bundan sonra bütün surlardaki pislikleri temizleyeceğiz.


Çalışmalar sahilden başlayarak Silivrikapı, Mevlanakapı, Topkapı’ya kadar devam edecek ve surlar tamamen temizlenecek. Daha önce buralara temizlemek için girdik desek yalan olur, sizin sayenizde gördük ve geldik. Güvenlik tedbiri olarak zabıta ekipleri de bize eşlik ediyor” dedi.

 

Tehlike geçmiş değil

Korkuluğu olmayan dik ve engebeli surlara çıkılmaması için demir parmaklıklardan başka bir önlem yok. Surlara çıkmanın yasak olduğunu belirten hiçbir tabela bulunmuyor. Surların üstü yer yer çökmüş ve büyük çukurlar oluşması büyük tehlike arz ediyor.

Milliyet, Haber: Burak Dursun, 21.09.2015

DÜNYANIN İLK SÜRÜNGENİ

Bilim adamları, evrimde sürüngenlerden dört bacağı üzerinde duran canlılara geçiş noktasında önemli bir fosil tespit etti.

260 milyon yıl önce yaşamış Bunostegos akokanensis adı verilen bu türün, dört bacağı üzerinde hareket eden ilk canlı olduğu tahmin ediliyor. 2013’de Nijer’de bulunan fosilin bedeninin sürüngen özellikleri taşırken, bacaklarının yapısının farklı olduğu görüldü. ABD merkezli Journal of Vertebrate Paleontology adlı dergide fosilin bacaklarının kertenkele ve timsahlarda olduğu gibi yana doğru değil dikey şekilde durduğu ve canlının inek büyüklüğünde olduğu ifade edildi. 

Hürriyet, 20.9.2015

BİN YILLIK YAPININ YANINDA İŞ MAKİNESİ İLE TAŞ KIRILIYOR


 

Kars'ta Kümbet Camii olarak bilinen, 12 Havariler Kilisesi'ne 5 metre, Ebu'l Hasan Harakani Hz. Türbesi ve Evliya Camii'ne 20 metre mesafede yapılacak abdesthane için yürütülen çalışmalar korkutuyor. İş makinesinin, alanda hilti ile yürüttüğü taş kırma çalışmasının tarihi yapılara zarar vereceği endişesi hakim.

 

Kars Valiliği'nce, Evliya Camii ve Kars Kalesi'nin çevresinin düzenlenmesi, aydınlatılması, Osmanlı Mahallesi ve Osmanlı Çarşısı oluşturulması ve tarihi yapıların restorasyonu projelerini kapsadığı ileri sürülen 'Tarihi Dokunun Korunması Projesi' çalışmaları sürüyor. 929-953 yılları arasında Ermeni Bagratlı Kralı Abas tarafından yaptırılan 12 Havariler Kilisesi, günümüzde Kümbet Camii olarak bilinen ve 2001 yılında restore edilerek ibadete açılan, Sultan III. Murad döneminde, 1579'da Kars Kalesi onarılırken yaptırılan Evliya Camisi ile yine aynı tarihlerde restore edilen Ebu'l Hasan Harakani Hz. Türbesi dibinde başlatılan çalışmalar tarihi yapıları tehdit ediyor.

 

'Tarihi Dokunun Korunması Projesi' kapsamında Eylül ayı başlarında başlanan çalışmalara Harakani gönüllüleri tepki göstermiş, bin bir emek ve zorlukla yaptıkları yapıların yıkılacak olmasına anlam verememişlerdi. Kaleiçi Mahallesinde oturan Hasan Kaya, "Burada bir yanlışlık var. 11. ayın 24'ünde bu proje biter mi? Bu bir seçim propagandasıdır" diye konuştu. Çizilen proje ile onlarca ağacın sökülecek olmasına anlam veremeyen gönüllüler, alanda incelemelerde bulunan Kars İl Müftüsü Mehmet Genç'e durumu anlatarak sitem etti.

Zaman, Haber: Abdülkadir Erzenoğlu, 20.09.2015

SÜMELA MANASTIRI 1 YIL KAPATILACAK


Trabzon’un Maçka İlçesi'nde bulunan Sümela Manastırı, en iyi ve uzun süreli güvenlik seviyesine ulaştırılması, uygun ziyaret ortamının sağlanması, yapının restorasyonunun gerçekleştirilmesi amacıyla 1 yıl ziyarete kapatılacak.

Her yıl yerli ve yabancı çok sayıda ziyaretçisi olan Trabzon'un Maçka İlçesi'nde bulunan Sümela Manastırı, restorasyon ve güvenlik çalışmaları nedeniyle ziyarete kapatılacak. Son zamanlarda Sümela Manastırı ve çevresinde ziyaretçilerin can ve mal güvenliğini tehdit eden ve Türkiye’nin en önemli kültür varlıklarından biri olan yapıya zarar veren kaya düşmesi olaylarının sıklıkla yaşanması nedeniyle, bölgede kayaların jeolojik ve jeoteknik bakımdan araştırma ve güçlendirme çalışmaları başlatıldı.

 

Söz konusu çalışmalarda; manastıra ve çevresindeki tesislere bakan yamaçlardaki kaya düşme tehlikelerini araştırmak ve riskli bölgeleri belgelemek amacıyla işin uzmanlarınca endüstriyel dağcılık teknikleri kullanılarak ve gerekli güvenlik önlemleri alınarak yamaç güzergahlarından inişler yapıldı. İnişler esnasında, halihazırda askıda duran kaya parçalarının bulunduğu, değişime uğramış kayaç yüzeylerinin tehlike arz ettiği, ormanın eteğinde uzanan kısımlarda bazı serbest bloklar ve orman döküntülerinin içinde saklı kalmış durumda irili ufaklı serbest taş parçalarının mevcut olduğu ve çatlaklardan gelen yoğun su sızıntıları nedeniyle bazı yerlerde malzeme boşalmalarının olduğu belirlendi.

 

Söz konusu alanda büyük ölçekli temizlik, güvenlik bariyerleri, koruyucu örtü ve güçlendirme çalışmalarının yapılabilmesi, can ve mal güvenliği açısından herhangi bir olumsuzluğa sebebiyet verilmemesi, müze ve ören yeri ziyaretlerinde insan sağlığı ile can güvenliğinin Kültür ve Turizm Bakanlığının öncelikleri arasında yer alması sebebiyle manastır kompleksinin 22 Eylül 2015 tarihinden itibaren 1 yıl süre ile ziyarete kapatılması kararı alındı.

 

Kapalı olduğu süre içerisinde; Sümela Manastırının en iyi ve uzun süreli güvenlik seviyesine ulaştırılması, uygun ziyaret ortamının sağlanması, yapının restorasyonunun gerçekleştirilerek ziyarete açılması ve ardından UNESCO Dünya Kültür Miras Listesinde yerini almasına yönelik işlemlerin gerçekleştirilmesi planlanıyor.

Milliyet, 19.09.2015

ZERZEVAN KALESİ'NDE BİN 800 YIL ÖNCE KAPATILAN GİZLİ GEÇİT BULUNDU


Diyarbakır'ın Çınar İlçesi'ndeki Zerzevan Kalesi'nde yürütülen kazılarda bin 500 yıl önce kapatılan gizli bir geçide ulaşıldı.

 

İlçeye 13 kilometre uzaklıktaki Demirölçek Mahallesi yakınlarında bulunan, Roma İmparatorluğu döneminde "askeri üs" olarak kullanılan Zerzevan Kalesi'nde Kültür ve Turizm Bakanlığı, valilik, Dicle Üniversitesi ve kaymakamlık katkılarıyla geçen yıl başlayan kazılar sürüyor.

 

Dicle Üniversitesi (DÜ) Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve kazı başkanı Yrd. Doç.Dr. Aytaç Coşkun, AA muhabirine, 60 dönümlük alan üzerine kurulu kalede, 12 metre yüksekliğinde, bin 200 metre uzunluğunda sur kalıntısı, 22 metre yüksekliğinde gözetleme kulesi, kilise, saray, konut, kaya mezarları, hamamlar, tahıl ve silah depoları ile 54 su sarnıcı bulunduğunu belirtti.

Kazılarda bugüne kadar önemli bulgulara ulaştıklarını anlatan Coşkun, bu yılki kazılarda da Zerzevan Kalesi'nin 21 metre yükseklikteki 3 katlı güney kulesinin altında gizli bir geçit bulduklarını söyledi.

Coşkun, geçidin bin 500 yıl önce bloklarla ve harçlarla kapatıldığını tespit ettiklerini bildirerek, buranın dışarıdan bir sızmaya karşı ya da keşfedilme durumunda kapatılmış olabileceğini ifade etti.

Geçidin bulunmasıyla gizliliğinin ortadan kalktığına değinen Coşkun, "Kaleden dışarıya haberci göndermek, şehrin önde gelenlerini buradan kaçırmak ya da buradan bazı askerleri dışarıya çıkarabilmek için bu geçit kullanılmış olmalı. Gelecek yıl etrafındaki blokları kaldırarak geçidin nereye açıldığını ve yapılma amacının ne olduğunu öğreneceğiz. Önemi, bin 500 yıldır kapalı olmasıdır. Yani geçidin bize neler getireceğini şu an bilmiyoruz" diye konuştu.

Haber 7, 19.09.2015

UCUBE TAZMİNATI YARGITAY'DAN DÖNDÜ

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Kars’taki ‘İnsanlık Anıtı’na ‘Ucube’ dediği için tazminat ödemesine ilişkin karar Yargıtay’dan döndü. Yargıtay kararında “Sanatçıların ve siyasi kimliğe sahip kişilerin eleştirilere açık olması gerektiği gözetilerek istemin tümden reddine karar verilmesi gerekirken kısmen kabulü yerinde olmamış bu nedenle kararın bozulması gerekmiştir” ifadesini kullandı.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, Kars’ta yıktırılan ‘İnsanlık Anıtı’ heykeline ‘Ucube’ dediği gerekçesi ile heykeltıraş Mehmet Aksoy’a 10 bin TL manevi tazminat ödemesine ilişkin mahkeme kararı oyçokluğuyla Yargıtay 4’üncü Hukuk Dairesi’nce bozuldu.

 

ELEŞTİRİYE AÇIK OLUN’

Bozma kararında, Erdoğan’ın kullanmış olduğu ‘Ucube’ sözcüğünün genel bir eleştiri ve değerlendirmeye ilişkin bulunduğu ifade edildi. Bu açıklamaların davacının kişiliğine yönelik olmadığı, bu haliyle söylemlerin davacının kişiliğine yönelik bir saldırı oluşturmadığı ifade edildi. Kararda, “Sanatçıların ve siyasi kimliğe sahip kişilerin eleştirilere açık olması gerektiği gözetilerek istemin tümden reddine karar verilmesi gerekirken kısmen kabulü yerinde olmamış bu nedenle kararın bozulması gerekmiştir” denildi.

 

AKSOY HAKARETTEN YARGILANACAK

3’üncü Asliye Hukuk Mahkemesi’nin  Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 10 bin TL tazminat ödemesine hükmetmesinin ardırdan bir röportajında “Haram parayı heykele yatırmam” diye konuşan Mahmet Aksoy, bu kez Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret ettiği gerekçesi ile mahkemelik olmuştu. Aksoy, önümüzdeki günlerde hakim karşısına çıkacak.

 

10 BİN LİRAYA MAHKUM OLMUŞTU

Heykeltraş Mehmet Aksoy,  ‘İnsanlık Anıtı’ heykeli için ‘Ucube’ diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında 100 bin TL’lik manevi tazminat davası açmıştı. İstanbul 3’üncü Asliye Hukuk Mahkemesi, Erdoğan’ın, heykeltıraş Aksoy’a 10 bin TL manevi tazminat ödemesine karar vermişti. Mahkeme, ‘ucube’ sözcüğünün olumsuz anlamına vurgu yapıldığını belirtmişti.

Hürriyet, 18.09.2015

ANTİK KENTTE BİN 800 YILLIK KABARTMA BULUNDU



Pisidia Antiocheia Antik Kenti Kazı Başkanı Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Prof.Dr. Mehmet Özhanlı, 67 hektar alana kurulu antik kentteki bu yılki kazıların haziran ayında başladığını, ekim ayı başına kadar süreceğini bildirdi.

Tarihi milattan önce 300 yılına kadar uzanan kentteki kazılarda Anadolu tarihine ışık tutacak önemli bulgulara ulaştıklarını ifade eden Özhanlı, önceki yıllarda Ayadiricus Tepesi'ndeki tapınak ve Tiberius olarak bilinen ve 30 metre genişliği, 150 metre uzunluğu bulunan kent meydanının açığa çıkarıldığını kaydetti.

Bu yıl kazılarda kentin batı yakasındaki çalışmalara ağırlık verdiklerini ifade eden Özhanlı, kazılarda buğday, nohut, mercimek gibi ürünlere rastladıklarını, bunun da bölgede tarımın geliştiğini gösterdiğini vurguladı.

Kazılarda üzerine sepetten üzüm toplayan küçük meleklerin işlendiği bin 800 yıllık bir kabartma bulduklarını anlatan Özhanlı, bunun kentteki yaşama dair kendilerine önemli ipuçları verdiğini söyledi.

Ele geçen bu malzemenin, o dönemdeki kültürün bugüne nasıl yansıdığını gösteren önemli arkeolojik veriler sunduğunu ifade eden Özhanlı, şöyle konuştu:

"Bu yıl çıkardığımız kabartmada üzüm toplayan Eros, bugünkü deyimle küçük melekler var. Bu sembolik bir şey. Çünkü antik dönemde en önemli zamanlardan biri hasat dönemidir. Burada bir hasat ya da bağ bozumu söz konusu. Ürünün bol olduğu bir dönem ve biz bu dönemde hasadın iyi geçtiğini ve şenliklerin yapıldığını belgelemiş oluyoruz. Antik kaynaklarda da burada iki büyük festivalin yapıldığını ve bunlardan birinin hasat şenliği olduğunu biliyoruz. Bu yıl Yalvaç İlçesi'nde temmuz ayında kutlanan Pisidia Antiocheia Kültür ve Sanat Festivali'ni de antik dönemden günümüze devam eden bir geleneğin uzantısı olarak nitelendirebiliriz."

Özhanlı, çalışmalarını yaklaşık 50 kişilik bir ekiple sürdüklerini sözlerine ekledi.
Yeni Şafak, 18.09.2015

FRANSA SARAYI KAPILARINI ULUSAL MİRAS GÜNLERİ İÇİN AÇIYOR



Ulusal Miras Günleri kapsamında, Fransa Sarayı, 19 Eylül Cumartesi (bugün) bir günlüğüne, ziyarete açılacak.

 

Fransa’da 30 yıldır uygulanan ve günümüzde Avrupa’nın 50’den fazla ülkesinde düzenlenen ‘Ulusal Miras Günleri’ kapsamında, Beyoğlu’nun ulusal mirasının bir parçası olan Fransa Sarayı, 19 Eylül Cumartesi günü, bir günlüğüne, kapılarını ziyaretçilere açacak.

 

Kasım 2015’te, Paris’te düzenlenecek olan ‘İklim konferansı’ öncesinde, iklim ve çevre konuları göz önünde bulundurularak, bu sene, "Yeşil Saray" teması seçildi. Saray’ın çeşitli mekanlarını gezecek, çevre konularında atılan somut adımları ve ünlü fotoğrafçı, Yann Arthus Bertrand’nın, ‘İklim değişiklişine karşı 60 çözüm’ isimli sergisini görebileceksiniz.

 

Konsolosluk personeli ile birlikte, Yeditepe Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi öğrencileri, dileyen ziyaretçilere, sarayı tanıtacaklar.

Habertürk, 19.09.2015

ATAKÖY'E MÜJDE: BLUMAR PROJESİNE GEÇİT YOK

 

Ataköy sahilde henüz inşaat yapılmayan son parsele koruma kurullarından izin çıkmadı. 70 metre yüksekliğinde 7 blok halinde yapılması planlanan Blumar isimli proje şimdilik askıya alındı. Hem kültür varlıkları hem de tabiat varlıkları kurulları bir gün arayla aynı kararı alarak ‘’parselde fiziki ve inşai faaliyette bulunulmamasına’’ karar verdi. Ataköylüler için sahilde en azından bir parseli kurtarma umudu doğdu. Bakırköy Belediyesi bu parseli park yaparak halka kazandırmak istiyor.

 

7 BLOK YAPILACAKTI

Üzerinde tarihi Baruthane yapılarının bulunduğu Ataköy sahilindeki 160 Parsel (Baruthane) Emlak Bankası tarafından TOKİ’ye devredilmişti. TOKİ de araziyi 12 Temmuz 2010’da ‘restore et, işlet’ modeliyle kiralamak için ihaleye çıktı. 59 bin 800 metrekare parsel,  tarihi yapıların aslına uygun restorasyonu, anıt ağaçların korunması şartıyla yıllık 6 milyon liradan 49 yıllığına, ihaleye tek katılan Çelebican A.Ş.’ye kiralandı. Blumar isimli proje ile parselde 70 metre yüksekliğinde 7 blok inşa edilecekti.

 

MAHKEME MÜHÜR İŞLEMİNİ İPTAL ETTİ

Parselin içindeki tarihi eserlerle birlikte tek bir anıt ağaç mevcut. Anıt ağaç nedeniyle de şirket inşaat onayını Tabiat Varlıkları Komisyonu’ndan aldı. Ancak İstanbul 1 No’lu Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu kendilerine sormadan başlatılan inşaatı Bakırköy Belediyesi’ne bir yazı ile bildirerek durdurdu. Çünkü Kültür Bakanlığı ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı arasında yapılan protokol gereği parselde hem kültür varlığı hem de tabiat varlığı olan alanlarda her iki kurulun da onayı gerekliydi. Bakırköy Belediyesi inşaatı mühürledi. Şirket dava açtı. Mahkeme, iki bakanlık arasındaki protokolün yasadan üstün olamayacağını, karar verme yetkisinin yasa ile tabiat varlıkları komisyonunda olduğunu, inşaatı yapacak şirketin de bu komisyondan izin aldığını belirterek, mühür işlemini iptal etti.

 

BİR GÜN ARAYLA AYNI KARAR

Şirket tam inşaata başlayacakken bu kez iki kurul bir gün arayla aynı kararı aldı. 09.09.2015 tarihli Kültür Varlıkları Koruma Kurulu, ‘’Avan projenin uygun olmadığına, proje kurulumuzca onaylanıncaya kadar tescilli parsel üzerinde herhangi bir fiziki ve inşai faaliyette bulunulmamasına’’  karar verdi. Bir gün sonra toplanan İstanbul 4 Numaralı Tabiat Varlıkları Komisyonu ise şu kararı aldı;  ‘’1 Numaralı Kültür Varlıkları Koruma Kurulu olumlu görüşü olmadan inşai faaliyetlerde bulunulması mümkün olmadığından söz konusu eksiklikler giderilinceye kadar komisyonumuzca karar verilmesi mümkün bulunmadığından, inşaatın devamı telafisi mümkün olmayan zararlara sebebiyet verebileceğinden, eksikler giderilinceye kadar komisyonumuz açısından da söz konusu parsel üzerinde herhangi bir fiziki ve inşai faaliyette bulunulmamasına karar verildi.’’

 

SON SÖZ KÜLTÜR VARLIKLARINDA

Böylelikle mahkeme tarafından son söz Tabiat Varlıları Komisyonu’na aittir kararı ile inşaat izni verilen Blumar projesi yeniden başa döndü. Komisyon kararı Kültür Varlıkları Koruma Kuruluna bıraktı. Kurulun başından beri karşı olduğu projeyi kabul edip etmeyeceği ise önümüzdeki günlerde belli olacak.

 

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 17.09.2015

HİTİT DÖNEMİNE İLİŞKİN YENİ BULGULAR ELE GEÇTİ

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Kocaeli Üniversitesi adına İstanbul Küçükçekmece Göl Havzası Bathonea’da yürütülen 2015 yılı kazılarından yaklaşık 4 bin yıllık bir kurşun figürin ele geçti. Ön ayaklarını geriye bükmüş, boynuzlu bir hayvanın (geyik) üzerinde ayakta duran figürinin başındaki polosu nedeniyle bir tanrıça betimlemesi olduğu düşünülüyor. 3,5 santimetre boyundaki figürinin Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi Uzmanları tarafından yapılan analiz sonucuna göre, kurşundan üretildiği tespit edildi. Figürinin temizliği ve konservasyonu İstanbul Restorasyon ve Konservasyon Merkez ve Bölge Laboratuvarı Müdürlüğü tarafından mikroskop altında çok dikkatlice gerçekleştirildi.

 

Bathonea kazıları 2015 yılı çalışmalarında ortaya çıkarılan küçük kurşun figürin, stilistik özelliklerine göre “Hititli” üslubunu yansıtıyor. Aynı kazı alanında 2013 yılında bir tanrı ve tanrıça betimi olmak üzere iki adet heykelcik ile aynı döneme tarihlenen bazı seramik parçaları ele geçmişti. 2015 yılı kazılarından çıkan kurşun figürin İstanbul’daki Erken Hitit Dönemi verilerini kuvvetlendiren önemli bir kanıt olarak değerlendiriliyor. 

İHA, 17.09.2015

SUDAN'DA 12 PİRAMİT KALINTISI ORTAYA ÇIKARILDI


 

Ekip 6’sı taştan 10 tanesi kerpiçten toplam 16 piramidi gün yüzüne çıkardı. Piramitlerin bundan 2000 yıl önce Sudan’da hüküm sürmüş Kush (Kuş) Krallığına ait olduğu belirtildi. Piramit inşaatıyla popüler olan krallık MS.4. yüzyılda yıkıldı.

 

Londra British Museum’da görevli müdür Derek Welsby ve ekibinin 1988 yılından bu yana bölgede yaptıkları kazı çalışmaları devam ediyor. Sudan Gematon’da bulunan piramitlerden en büyüğü 10.6 metre. Yapıldığında 13 metre yüksekliğinde olduğu tahmin ediliyor. Welsby’e göre piramitlerin bazıları zengin ve güç sahibi kişiler, diğerleri ise nispeten daha mütevazı kimseler için yapılmış. Bununla birlikte kazı alanında bulunan mezarların hepsinin piramidi yok. Bazıları taş ve çamurdan yapılmış taraçalar altına gömülürken bazıları taş yığınları altına defnedilmiş.

 

Diğer mezarlardan günümüze kadar ulaşabilen ayırt edici bir işaret yok ancak arkeologlar mezarlardan birinde üzerine bir prens ve ya rahip tarafından yeraltı tanrısı Osiris’e tütsü yakılan ve şarap sunulan sahne yontulmuş bir sunu masası buldu. Osiris’in hemen arkasında tanrıça İsis de resmedilmiş. Osiris ve İsis her ne kadar Mısır’a ait tanrılar olsada Kush gibi daha bir çok eski dünya uygarlıklarında tapınılmıştır. Sunu masasının kraliyet eşyası olduğunu söyleyen Welsby’e göre masayla birlikte gömülen kişi kraliyet ailesinden üst düzey biri.

 

Geçmişte ve günümüzde defalarca yağmalanmış mezarlardan bugüne kadar sadece 100 parçalı bir piramit ile 3 çocuk mezarı olduğu gibi kalmış. Çocukların hazinesiz gömülmüş olmasının hırsızları caydırmış olabileceği belirtiliyor.

 

Kush Krallığı MÖ 800 ve MS 4.yüzyıl arasında Sudan’da geniş bir bölgeye hükmetti. Bu krallığın en önemli çöküş nedenlerinden biri gelir kaynaklarını kaybetmesi. Nil Vadisi’nden geçen bazı ticaret yolları Kush yönetecilerini zengin ederken ülkenin geri kalanının bu zenginlikten mahrum kalmış olması. Bununla birlikte Roma İmparatorluğu’nun ekonomisi de kötüye giderken Kush Krallığı ile aralarındaki ticaret gittikçe azaldı ve bu da gelirleri daha çok düşürdü.


Gelir ile beraber zenginliği ve refahı kaybeden krallığın yönetecileri idare güçlerini yitirdiler. Halk yavaş yavaş bölgeyi terketti ve Sudan’da piramit yapımı son buldu. Şehir ve piramitler kent sakinleri için hep sorun olan kum fırtınalarıyla kaplandı.

arkeolojihaber.net, Kaynak: news.discovery.com Çeviri: Ayşen Yolcu, 17.09.2015 

PERU'NUN GÜNEYİNDE PACOPAMPA KÜLTÜRÜNE AİT 2 MEZAR BULUNDU


 

Yuji Seki liderliğindeki bir grup Japon ve Perulu arkeologlar tarafından Peru’nun Katamarka bölgesinde iki rahibin mezarı bulundu.

 

Projenin direktör yardımcısı Daniel Mrorales 2700 yıllık mezarın MÖ 1200-500 yıllarında egemenlik sürmüş Pacopampa Kültürü’nden geldiğini söyledi.

 

Mezara yılan biçimli leopar kafalı bir seramik kap ile bulunduğu için ‘Leopar-yılan rahipler mezarı’ adı verilmiş.

 

Diğer mezar ise oval biçimde yontulmuş 13 altın ve 8 boncuktan oluşan bir kolye ile gömülmüş.
Mezarların dini tören ve kutlamaların yapıldığına inanılan iki merdiven girişli taş duvarlarla çevreli kare bir alanda bulunmuş olması, bu iki kişinin Pacopampa Kültürünün zirvesinde olduğu MÖ 800-500 yılları arasında yaşamış ve törenleri yapmakla görevli rahipler olduklarını akla getiriyor.

arkeolojihaber.net, Kaynak: archaeology.org Çeviri: Ayşen Yolcu, 17.09.2015 

BİLİNENDEN ÇOK ÖNCE TOPLAYICILIK YAPARAK BESLENMEYE BAŞLADIK


 

Etiyopya’nın Afar bölgesinden çıkartılan insan ve hayvan dişleri üzerinde yapılan yeni bir çalışmaya göre atalarımız mevcut düşünceden 400.000 yıl önce toplayıcılık yaparak beslenmeye başlamış.

 

John Hopkins Üniversitesi’nden Naomi E. Levin önderliğinde bir ekip bu canlıların nasıl beslendiklerini tespit edebilmek için dişlerin yapısını ve izotoplarını inceledi. Bu çalışma sonucunda hem insan atalarının hem de nesli tükenmiş bir maymun türünün 3.8 milyon yıl önce ağaçtan koparma yöntemiyle beslenmeden, kuş ve böcek gibi ot yiyen hayvanlar da dahil olmak üzere toplayıcılığa dayalı beslenmeye geçtiklerini ortaya çıkardı.

 

Sonuçlar homonin ve maymunlar arasında toprak bazlı yiyecek tüketiminin çok önceden başladığını göstermekle birlikte bu işlevin her zaman öncelikli olmadığına işaret ediyor.

Levin basın açıklamasında; ‘İlkel maymunlarda otçul beslenmeye geçiş, dişlerinin otlamaya uygun hale gelmesinden önce başlamış. Beslenme şeklinin değişimi, insan atalarının yaşam alanı değişimine daha kolay uyum sağlamasına neden olmuş olmalı’ dedi.

arkeolojihaber.net, Kaynak: archaeology.org Çeviri: Ayşen Yolcu, 16.09.2015 

ABD'DE İNŞAAT KAZISINDA 10 BİN YILLIK TAŞ ALETLER BULUNDU

 

 

Amerika Birleşik Devletleri Seattle’da bir alışveriş merkezi inşaatında 10 bin yıl öncesine ait taş aletler ortaya çıktı.

 

Bölgede yaşamış ilk insanlar tarafından yapılan topak, kazıyıcı, mızrak ucu ve kıyıcı gibi kesici aletlerin kendine has bükümlü bir işçiliği var.

 

 

SWCA Çevre danışmanı ve araştırma alanı lideri Robert Kopperl, ilk olarak 2009 yılında inceleme altına alınan Redmon Town Center yakınındaki arkeolojik sitede eski dönemlere ait pek çok kazı bulunduğunu ancak Puget Sound Lowland ( Kuzeybatı Pasifik) bölgesindeki en eski buluntuların bu aletler olduğunu söyledi. Kopperl ayrıca Oregon bölgesinde yoğun bitki örtüsü ve buz tabakası nedeniyle arkeolojik site bulmanın çok zor olduğunu, bulunan aletler sayesinde buzulların ne zaman eriyip, insanların ilk ne zaman yerleşmeye başladığını ve kökenleri hakkında bilgi sahibi olabileceklerini ekledi.

 

Aletler üzerine yapılan kimyasal analizler sonucunda balık, koyun, geyik, bizon ve ayı dokularına rastlandı.

arkeolojihaber.net, Kaynak: The Seattle Times Çeviri: Ay?en Yolcu, 10.09.2015



06 - 19 Eylül 2015

ACEMİ DEFİNECİLERİN HAZİN SONU


Nevşehir'de define aramak için mağarada kuyu kazan Abdullah Özcan, İsfen Çakır ve Mehmet Bolat, metan gazından zehirlenerek öldü. Eski Rum mezarlarının bulunduğu Kaymaklı'da bir mağaraya giren 3 arkadaş, 7-8 metrelik kuyu açtı. Jeneratörle içeriye hava basıp iple aşağıya inen 3 arkadaş, dehlize geçmeye çalışırken, jeneratörün benzini bitince hava akışı kesildi. İtfaiyeden yardım isteyen 3 arkadaş tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak yaşamını yitirdi.
Sabah, 18.09.2015

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ YENİLENİYOR



İBB eylül ayı meclis toplantısında, İstanbul Üniversitesi'nin Beyazıt Kampüsü'nde yer alan eczacılık, fen ve eğitim fakültesiyle kafeteryanın da içinde bulunduğu parsellerde yenileme ve restorasyon çalışması yapılmasıyla plan tadilatını içeren komisyon raporu oylamaya sunuldu.

Oylama sırasında üyeler arasında Tarihi Yarımada'nın dokusunun korunması konusunda tartışma yaşandı.

Rapora itiraz eden CHP'li üyeler, Tarihi Yarımada'da bulunan üniversitenin tarihi dokusuna uygun binaların meclis kararıyla değil, mimari yarışmayla inşa edilmesi gerektiğini vurgularken, AK Partili üyeler ise depreme dayanıksız yapıların yenilenmesinin söz konusu olduğunu, hazırlanan projelerin de ilgili kuruluşlarla değerlendirilerek, Koruma Kurulu'nca tasdik edilerek hazırlandığını ifade etti.

İBB Meclisi CHP Grup Sözcüsü Tonguç Çoban, üniversitenin tarihi nitelikteki ana binası dışında eczacılık, fen ve eğitim fakülteleri binalarında yenilenme projesinin olduğunu belirterek, rapora ret cevabı verdiklerini ifade etti.

Çoban, şunları kaydetti:
"Tarihi dokuya uygun bir yarışma projesiyle İstanbul'a yeni mimari eser kazandırma imkanı varken, depreme karşı 'yıkalım yeniden yapalım' şeklinde avan bir proje geldi. Bu tip yapıların avan projeyle değil, bir mimari eser yarışma projesiyle yapılması gerekir ki İstanbul'a yeni eserler kazandırabilsin. Bir de ciddi yoğunluk artışı var. Her ne kadar bir eğitim yuvası olsa da bu yoğunluk artışını Tarihi Yarımada içerisinde kabul edilemez buluyoruz. Çünkü başka yerlere emsal olma tehlikesi var. Bu yıkıldıktan sonra ortaya çıkacak arkeolojik eserlerin ne olacağı konusunda bir çalışma yapılmamış durumda. Kurul kararı da alınmış ama süreci eksik buluyoruz. Tarihi Yarımada'ya zarar verebileceği endişemiz var."

Yoğunluk artışı olacağına ilişkin eleştirilere yanıt veren İmar Komisyonu Başkanı, AK Parti Meclis Üyesi Hadi Diler, artışın bina yüksekliğinden değil, yeni inşaatlarda yer alacak bodrum katlarından kaynaklandığını ifade etti. Diler, "İnşaat sırasında arkeolojik kalıntılar denk gelirse, Arkeoloji Müzesi ve diğer müdürlükler gerekli kontrolleri yapacaktır" dedi.

Konuşmaların ardından, Beyazıt Kampüsü'nde yer alan Eczacılık Fakültesi, Fen Fakültesi, Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi ve kafeteryanın da içinde bulunduğu parsellerde yenileme ve restorasyon çalışması yapılmasına ilişkin plan değişikliği İBB Meclisi'nde oy çokluğuyla kabul edildi.

Değişikliğe göre, parsellere yeni bloklar yapılması planlanırken, rektörlüğün bahçesindeki bazı yapılar yenilenecek. Kat yüksekliğinin 3'ten 4'e çıkarıldığı plana göre, ana bina ve tescilli yapılarda değişiklik planlanmıyor.
Habertürk, 17.09.2015

SABANCI MÜZESİ'NE SÜPER STATÜ


 

Gerek kalıcı koleksiyonları, gerekse gerçekleştirdiği uluslararası geçici sergilerle Türkiye ’deki müzecilik anlayışının çıtasını yükselten Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi (SSM), Türkiye’nin “Superbrands” markalarından biri oldu. Sanat alanında ilk defa verilen ödüle layık görülen S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi, üniversite müzesi olma misyonuyla gerçekleştirdiği tüm sergiler ve projelerde farklı tarihsel ve kültürel dönemlerin, sanatsal akım ve sanatçıların Türkiye çapında anlaşılması ve çalışılması konusundaki çalışmalarından dolayı “Superbrand” ödülünü aldı.

Superbrands, Türkiye’de 2005 yılından itibaren iki yılda bir olmak üzere, prestijli araştırma firması Nielsen tarafından düzenleniyor. Bağımsız bir jüri Superbrands statüsüne layık görülecek kurumları, teknolojisi, yatırımları, gücü kalitesi, yaratıcılığı, markalaşmaya yaptığı yatırım, marka devamlılığı gibi kriterlerle değerlendiriyor.

 

Zengin koleksiyonu, ev sahipliği yaptığı uluslararası geçici sergiler, konservasyon birimleri, çocuklar ve yetişkinler için eğitim programları, düzenlediği konser, konferans ve seminerlerle çok yönlü bir müzecilik ortamı sunan SSM, toplumun her yaş ve kesiminden kişileri sanatla buluşturuyor. SSM, düzenlediği sergilerle sanatseverleri Avrupa sanatına yön veren sanatçıların eserleriyle ve Doğu’nun köklü sanatlarıyla bir araya getirirken, yurtdışında gerçekleştirdiği koleksiyon sergileriyle de Türk ve İslam sanatının yurtdışında tanıtılmasına öncülük ediyor.

Radikal, 17.09.2015

KÜLTÜR BAKANLIĞI KAYIP ESERLERİ İNTERNETTE ARIYOR



Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara Resim ve Heykel Müzesi’nden kaybolan 302 eserle ilgili yeni bir adım attı. Kayıp eserlerden 39 resmin fotoğrafını internet sitesinden paylaşan bakanlık, “Benzer eser bulunduran kişiler Ankara Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık Suçlarıyla Mücadele Şube Müdürlüğü’ne müracaat etsin” çağrısı yaptı. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara Resim ve Heykel müzesinden çalınan 302 ve Bolu Devlet Güzel Sanatlar Galerisi envanterinden kaybolan 10 resmin de bulunması için çalışma başlattı. Ünlü sanatçılar tarafında yapılan kayıp 39 resmin fotoğrafı bakanlığın web sitesinden ilk kez paylaşıldı. Kayıp fotoğraflarının altında ise bakanlığın şu çağrısı yer aldı: “Ankara Resim ve Heykel Müzesi veya Bolu Devlet Güzel Sanatlar Galerisi envanterine ait kayıp ve/veya sahte olduğu tespit edilen eserlere benzer eser bulunduran kişilerin, Ankara Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık Suçlarıyla Mücadele Şube Müdürlüğü’ne müracaat etmeleri gerekmektedir.” Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkilileri, 39 eserden 14’ünün piyasada satışa sunulduğunu tespit etti. Buna karşın resimlerin nerede bulunduğu belirlenemedi. 
Habertürk, Haber: Aykut Yılmaz, 17.09.2015

ARKEOLOJİK KAZILARA DESTEK 17 KAT ARTTI


 

Kültür ve Turizm Bakanlığının arkeolojik kazılara yönelik 2002'de 1 milyon 877 bin 915 lira olan desteği 17 kat artarak, bu yıl 31 milyon 903 bin 928 liraya yükseldi.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğünden alınan bilgiye göre, bu yıl Bakanlar Kurulu kararıyla 120'si Türk, 37'si yabancı ekiplerce 157 kazı,  85'i Türk, 13'ü yabancı ekiplerce 98 arkeolojik yüzey araştırması, 53 katılımlı müze kazısı, 180 kurtarma kazısı, 20 kamu yatırım alanı kurtarma kazısı, 4 sualtı araştırması, 20 de temizlik ve düzenleme çalışması olmak üzere 532 arkeolojik faaliyet planladı.

 

Söz konusu arkeolojik kazılardan bir bölümü tamamlandı, bir kısmı çalışma aşamasında, bir bölümü de henüz başlamadı.

 

Bakanlar Kurulu kararıyla 37 bilimsel kazı ABD, Almanya, İtalya, Japonya, Avusturya, Fransa, İngiltere, İsviçre, Belçika, Hollanda, Kanada ve Avustralya’dan gelen bilimsel heyetlerce yürütülürken, 13 bilimsel yüzey araştırması da Polonya, ABD, Fransa, Almanya, Japonya, İtalya, Avusturya, Danimarka'dan gelen akademisyenlerce gerçekleştiriliyor. Türk akademisyenlerce 120 bilimsel kazı, 85 arkeolojik yüzey araştırması yapılıyor.

 

Kazılara destek 17 kat arttı

Bakanlığın arkeolojik kazılara yönelik mali desteği 2002'den bu yana 17 kat arttı. 2002'de kazı ve araştırma çalışmalarına sağlanan 1 milyon 877 bin 915 liralık destek, bu yıl Eylül ayı itibariyle 31 milyon 903 bin 928 lira oldu.

 

Yabancı akademisyenlerce gerçekleştirilen kazı ve araştırma çalışmalarına yurtdışındaki resmi ve özel kuruluşların yanı sıra yurtiçindeki sponsor kuruluşlarca da maddi destekte bulunuluyor. 

Anadolu Ajansı, Haber: Sultan Çoğalan, 16.09.2015

HACILAR BÜYÜK HÖYÜK KAZISINDA SAVUNMA SİSTEMİNİN ŞEKLİ ORTAYA ÇIKTI


 

İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Prof.Dr. Gülsün Umurtak'ın başkanlığında 2011 yılında başlayan Hacılar Büyük Höyük Kazısı, 5. Sezonunu tamamladı. Geçtiğimiz yıllarda savunma sisteminin gün yüzüne çıktığı kazıda, bu yıl kalenin surları ortaya çıkmaya başladı.

2011 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Protohistorya ve Önasya Arkeolojisi Anabilim Dalı ile Arkeoloji Bölümü Başkanı Prof.Dr. Gülsün Umurtak'ın başkanlığında başlayan Hacılar Büyük Höyük Kazısı'nın 5. sezonu sona erdi. Kazı sezonu boyunca bulunan eserler, Burdur Arkeoloji Müzesi Müdürü Hacı Ali Ekinci'ye teslim edildi.


Hacılar Büyük Höyük Kazısı'nın 5. Kazı Sezonu'nu tamamladıklarını ilk olarak gazetemize açıklayan Kazı Başkanı Prof.Dr. Umurtak, bu yıl dinsel inanışları temsil eden Ana Tanrıça(idol) figürleriyle birlikte, mühürler bulduklarını vurgulayıp, Anadolu'da yazının bile kullanılmadığı bir dönemde, Hacılar'da mülkiyeti temsil eden mühürün bulunmasını, büyük bir medeniyetin perdelerinin aralanabileceği şeklinde değerlendirdi.

 

2001 yılında başlayan kazılar boyunca ekibiyle birlikte önemli çalışmalara imza attıklarını ve gelinen noktada tarihi gün yüzüne çıkaracak bilimsel bulgulara ulaştıklarını ifade eden Hacılar Büyük Höyük Kazı Başkanı Prof.Dr. Gülsün Umurtak, İlk yıldan itibaren İlk Tunç Çağ I. Döneme ait kentin savunma sistemini ortaya çıkardıklarını, 4 yıl içinde bu alanın büyüyerek sürdüğünü, bu yıl aynı alanda çalışmaları hızlandırdıklarını ve savunma sisteminin bir kale gibi ortaya çıkmaya başladığını vurguladı.


Savunma sisteminin höyüğü nasıl kapladığını ortaya çıkardıklarını ve daire şeklinde bir kaleyi gün yüzüne çıkardıklarını belirten Prof.Dr. Umurtak, Anadolu'da bu kadar büyük bir savunma sisteminin daha önce bulunmadığını, kalenin içinde saklanan değerli eşyaların olabileceği gibi, büyük bir savaşa karşı da alınmış bir önlem olabileceğini ifade etti.


İstanbul Üniversitesi Emekli Öğretim Üyesi Prof.Dr. Refik Duru'nun da onursal başkanlığını yürüttüğü kazının, Burdur'un 5 bin yıl öncesine yani MÖ 3000'li yıllara ışık tuttuğunu belirten Kazı Başkanı Prof.Dr. Umurtak, ilerleyen dönemlerde daha büyük bulgularla kazıların süreceğini, bu yıl ki kazayı tamamladıklarını açıkladı.
Burdur Gazetesi, Haber: Bahtiyar Turan, 16.09.2015

VAN KALESİ İÇİN UNESCO'YA BAŞVURU


 

Van Gölü'nde bulunan ve adayla aynı adı taşıyan Akdamar Kilisesi, geçtiğimiz nisan ayında UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'ne alınmıştı.

 

Bunun ardından şimdi de Van'ın tarihi ve turistik değerlerinden Van Kalesi ve eski Van şehrinin UNESCO Dünya Miras Listesi'ne alınması için müracaat yapıldı. Van Kültür ve Turizm İl Müdürü Muzaffer Aktuğ, “Van Kalesi'nin UNESCO'nun miras listesine girmesi halinde bunun Van'a ve Van'ın tanıtımına çok katkısının olacağına inanıyorum.” dedi. Urartu Krallığı tarafından yaptırılan ve Urartuların başkenti olan Tuşba'yı kuşbakışı gören Van Kalesi, merkeze 5 kilometre uzaklıkta bulunuyor. Yaklaşık 250 yıl Doğu Anadolu Bölgesi'nde egemenlik sürdüren Urartuların başkentliğini yapmış olan Van kalesi ve eski Van şehri, 3 bin yıldır görkemiyle ayakta kalmaya devam ediyor. Tuşba adıyla uzun süre Urartu Devleti'nin başkentliğini yapan kale, Urartu kralı I. Sarduri tarafından MÖ 840-825 tarihleri arasında kuruldu.

Zaman, Haber: Ahmet Görçüm, 16.09.2015

ANTALYA'DAKİ MÜZE VE ÖREN YERLERİ ZİYARETÇİSİ AZALDI



Turizm sezonunun en kötü günlerini geçirdiği Antalya'da, müze ve ören yerlerini ziyaret eden turist sayıları da düşüş gösterdi. Geçen yıla göre Antalya'daki 4 müze ve 17 ören yerini ziyaret eden turist sayısında yüzde 12'lik düşüş yaşandı. Geçen yılın 7 aylık döneminde toplam 21 müze ve örenyerini 1 milyon 576 bin turist ziyaret ederken, bu yılki rakam 1 milyon 394 binde kaldı. Geçen yıla göre 182 bin turist azalması oldu. Ziyaret sayısındaki düşüşe rağmen gelirde ise artış gözlendi. 2014'ün ilk 7 ayında 6 milyon 389 bin TL gelir edilen müze ve örenyeri ziyaretlerinde bu yıl 6 milyon 958 bin TL gelir sağlandı.


NOEL BABA LİDER
En çok ziyaret ise her yıl olduğu gibi bu yılın 7 ayında Demre'de bulunan Noel Baba Müzesi'ne gerçekleşti. Geçen yılın aynı döneminde 303 bin 586 turistin ziyaret ettiği Noel Baba Müzesi'nde bu yılki ziyaretçi sayısı 200 bin 699'da kaldı. Geçen yıla göre yüzde 34 gibi büyük düşüş gözlenen Noel Baba'yı ziyaret eden turist sayısında 103 bin kişilik düşüş yaşandı. Noel Baba'da gelirlerde de düşüş oldu. Geçen yıl 445 bin TL gelir elde edilen Noel Baba'da bu yılın geliri 394 bin TL'de kaldı. En çok ikinci ziyaretçi sayısına ulaşılan Aspendos Antik Tiyatro'da geçen yıl 103 bin olan ziyaretçi sayısı 193 bine yükseldi. En çok üçüncü ziyaretçi sayısına ulaşılan Alanya Kalesi'nde geçen yıl 185 bin olan sayı 178 bine geriledi. 


YÜKSELEN YERLER
Alanya Müzesi: 11 bin 967’den 12 bin 381’e,
Side Müzesi: 24 bin 424’den 24 bin 881’e,
Elmalı Müzesi: 7 bin 488’den 14 bin 501’e,
Phaselis: 113 bin 865’den 127 bin 132’e,
Olympos: 91 bin 733’den 105 bin 209’a,
Arykanda: 3 bin 255’den 3 bin 348’e,
Antalya Atatürk Evi: 42 bin 427’den 42 bin 845’e yükseldi.


DÜŞÜŞ YAŞANAN YERLER
Noel Baba ve Alanya Kalesi'nin yanı sıra, düşüş gösteren diğer müze ve ören yerleri şöyle sıralandı:

Antalya Müzesi 85 binden 71 bine düştü.
Perge 118 bin 578'den 65 bin 182'e
Myra 251 bin 386'dan 154 bin 846'ya düştü.
Xanthos 18 bin 928'den 16 bin 817'e düştü.
Simena 17 bin 504'ten 16 bin 629'a düştü.
Patara 69 bin 591'den 55 bin 756'ya düştü.
Termessos 21 bin 77'den 20 bin 451'e düştü.
Karain 8 bin 348'den 5 bin 345'e düştü.
Alanya Atatürk Evi 3 bin 396'dan 3 bin 231'e düştü.
Side Tiyatrosu 94 bin 202'den 82 bin 272'ye düştü.
Hürriyet, Haber: Mehmet Çınar, 16.09.2015

SANAT TARİHİNİ DEĞİŞTİRECEK SERGİ




Nicola L'in "Red Coat" adlı çalışması.


Tate Modern, sanat tarihini etkileyecek bir sergi hazırladı. The Independent’ın “Tate Modern’deki sergi, pop art’ın bildik hiyasini dreğiştirecek” diye duyurduğu sergide, bu akımın çok bilinen Andy Warhol ya da Lictenstein resimleri gibi eserler yer almıyor. Tate Modern küratörleri, pop art ile eş zamanlı olarak dünyada üretilen sanata odaklanıp, farklı ülkelerden, tanınmamış pop art sanatçıların eserlerini toplamış. Latin Amerika’dan Asya’ya Avrupa ’dan Ortadoğu ’ya 60’lar ve 70’lerde üretilen eserler hem birbiriyle ilişki kuruyor hem de farklı kültür ve düşünsel politik hareketlerin etkilerini ortaya koyuyor. Siyaset, beden, tüketim kültürü, halk hareketleri, cinsiyet politikaları resimden hazır nesnelere uzanan bir çeşitlilik içinde Tate Modern salonlarında izleyiciyle buluşuyor. Müze ‘The World Goes Pop’ adlı sergiyi şu sözlerle tanıtıyor: “Bu sergi, pop art’ın sadece batının tüketim kültürünün bir ürünü olmadığını aynı zamanda bir şeyleri protesto etmenin bugün de olduğu gibii, evrensel dili olduğunu ortaya koyuyor”

 

"The World Goes Pop", 17 Eylül 'den itibaren 24 Ocak 2016’ya kadar Londra'da Tate Modern’de…

 



Ushio Shinohara'nın "Doll Festival" adlı çalışması...




Erro imzalı 1968 tarihli "American Interior" serisinden bir resim.





Jerzy Ryszard'ın "Jurry" adlı çalışması...





Henri Cueco'nun "Large Protest" adlı çalışması.




Fotoğraf Altı: Kiki Kogelnik'in "Friends" adlı çalışması... 





Sergio Lombardo'nun "John F. Kennedy" ve "Nikita Krusciov" adlı çalışması.





Nicola L'in "Red Coat" adlı çalışması. 

Radikal, 15.09.2015

GİRESUN ADASI'NDAKİ BİZANS YAPILARI GÜN YÜZÜNE ÇIKARILIYOR


 

Milattan önce 3'üncü yüzyıldan bu yana yaşam sürülen Giresun Adası'nda başlatılan arkeolojik kazı çalışmalarında Bizans dönemine ait kalıntılar ortaya çıktı.

 

Adanın çeşitli bölgelerinde eylül ayında başlatılan kazı çalışmaları kapsamında, Bizans döneminden kalma şapel (küçük kilise) ve pitos (ürünleri saklamaya yarayan büyük çapta küplere verilen ad) gibi kültür yapıları ortaya çıkarıldı.

 

Bizans dönemine ait sikkelerin de rastlanıldığı kazı, kule ve sarnıç gibi yapıların yer aldığı bölgelerde devam edecek.

 

Adadaki manastır kalıntıları ise daha önce yapılan kazılarda bulunmuştu.

 

İl Kültür ve Turizm Müdür Vekili Hulusi Güleç, AA muhabirine yaptığı açıklamada, tespit ettikleri küçük bir şapel etrafında kazıların devam ettiğini söyledi.

 

Ayrıca pitos adı verilen büyük küplerin etrafındaki kazının da devam ettiğini belirten Güleç, "İki ayrı kazımız daha olacak, bunlar bittikten sonra onlara başlayacağız. Adanın batı kesiminde sarnıcın kazısını yapacağız. Bir de Bizans dönemine ait kule olarak adlandırdığımız yapı var. Bu yapının da kazısı yapılarak günümüze kadar nasıl bir evre görmüş, ortaya çıkaracağız" diye konuştu.

Güleç, "Göründüğü kadarıyla Bizans dönemine ait kültür varlıkları kazıda gün yüzüne çıkıyor. Alt tabakalara indikçe Roma kalıntılarına da rastlanılabilir" dedi.

 

- Giresun Adası arkeopark haline gelecek

Kazı çalışmalarına katılan Celal Bayar Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi  Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Gazanfer İltar ise Giresun Adası'nda MÖ 3'üncü yüzyıldan itibaren neredeyse kesintisiz bir yerleşim söz konusu olduğunu anlatarak, "Ayakta olan yapıların çoğu Bizans döneminden kalma. Şu anda adamız üzerinde manastır yapısı, Bizans dönemine ait bazikal kilise, şapel, sarnıç, pitos ve mezarlık alanları söz konusu" şeklinde konuştu.

 

Buradaki kazıların yaklaşık 5 yıl süreceğini öngördüklerini dile getiren İltar, kazılar tamamlandığında Giresun Adası'nın arkeopark şeklinde yeniden düzenleneceğini ve bir cazibe merkezi haline geleceğini söyledi.

 

- Adada dini yapılar ön planda

Gazanfer İltar, Giresun Adası'nın dini hüviyete sahip bir ada olduğunu ifade ederek, şunları kaydetti:

"Dinsel yapılar ve manastır kompleksi olarak inşa edilmiş bir ada. Adada yaklaşık 50 kişilik öğrenci ve din adamı birlikte yaşamış. Bu nüfusa yetecek erzakların yağ, şarap gibi malzemelerin depolandığı pitoslar söz konusu. Şu anda 3 pitos açılmış durumda ancak 50 kişilik ekip için daha fazla erzak gerektiği için adanın değişik bölgelerinde değişik pitoslar bulacağımızı öngörüyoruz."

Radikal, Haber: Gültekin Yetgin, 15.09.2015

'GLADYATÖRLER KENTİ' AYAĞA KALDIRILIYOR


 

Yatağan'da "gladyatörler kenti" olarak da bilinen Stratonikeia antik kentinde depremlerin etkisiyle yıkılan 2 bin yıllık onlarca sütunun ayağa kaldırılması için çalışma yürütülüyor.

 

Stratonikeia Antik Kenti Kazı Başkanı Prof.Dr. Bilal Söğüt, AA muhabirine yaptığı açıklamada, antik kentin birçok bölgesinde kazı çalışması yürütüldüğünü, antik kentteki spor okulu (Gymnasion) ve Batı Caddesi'nde ortaya çıkarılan 2 bin yıllık sütunların vinç yardımıyla ayağa kaldırıldığını söyledi.

 

Bu yılki kazıların spor okulundan başlayıp 10 metre genişliğindeki Batı Caddesi'nden kentin doğusuna doğru devam ettiğini anlatan Söğüt, "Buradaki çalışmalar esnasında beylik dönemine ait yapılar, bunların altında Bizans dönemi ve en altta Roma dönemine ait eserler tespit ettik" diye konuştu.

 

Söğüt, bu alanda Erken Bizans Dönemi'ne ait kilise belirlediklerini bildirerek, bu bölümün yıkıldıktan sonra mezarlık olarak kullanıldığı yönünde bulgulara ulaştıklarını ifade etti.

 

- "Depremlerde birçok yapı tahrip oldu"

Caddenin devamında ise Roma döneminde kullanılan sütunlar bulduklarını vurgulayan Söğüt, bu sütunları da mevcut kullanılan şekliyle ayağa kaldırdıklarını kaydetti.

 

Prof.Dr. Söğüt, milattan sonra 360 yıllarında kentte yaşanan depremlerde birçok yapının tahrip olduğunu ve kentteki birçok yapının bir daha ayağa kaldırılamadığını tespit ettiklerine dikkati çekerek, kazılarda, kentte yaşanan depremlerden sonra yıkılan sütunlarla dönemin tuvaletlerini gün yüzüne çıkardıklarını dile getirdi.

 

- "Sütunlar olduğu şekliyle ayağa kaldırılacak"

Sütunları, depremlerde yıkıldığı şekliyle bulduklarına işaret eden Söğüt, kazı ve konservasyon çalışmaları bittiğinde bu sütunları ilk yapıldığı günkü şekliyle ayağa kaldıracaklarını bildirdi.

 

Söğüt, çalışmaların tamamlanmasıyla ziyaretçilerin birçok yapı elemanını göreceğini vurgulayarak, şunları kaydetti:

"Yapıyı ayağa kaldırmak için kazı çalışmalarında ortaya çıkarılan 2 bin 200 yıllık sütunları vinç yardımıyla düzenledik. Ortaya çıkarılan sütunlar eğer iki parça ise yerinde onarılıyor ancak kırık sayısı fazlaysa antik kent içerisinde kurduğumuz taş hastanesinde restore ediliyor ve tekrar eski ihtişamına kavuşturuluyor. Yapıların tamamı ayağa kaldırıldığında kentin cazibesi daha da artacak. İnsanlar Stratonikeia Antik Kenti sokaklarında dolaşırken, o dönemden günümüze kadar her dönemin kalıntılarını birebir görsünler istiyoruz. Şu anda antik kentte ziyaretçiler adete bir zaman tünelinde dolaşır gibi gezebiliyorlar."

Radikal, Haber: Durmuş Genç, 15.09.2015

İSTANBUL SURLARI EVSİZLERE TESLİM



 

Uyuşturucu çetesinin barınak inşa ederek eve dönüştürdüğü tarihi Silivrikapı surlarının içler acısı durumu İstanbulluların tepkisini çekiyor. Bizans’tan kalma hipojeye (aile mezarlığı) eklenen barınağın kalıntıları hala bölgede duruyor. Mekansızların barınağa dönüştürdüğü surların burçlarında ise mangal izleri var.

 

İstanbul’da yaklaşık 1 ay önce gerçekleştirilen narkotik operasyonuyla ortaya çıkan tarihi rezaletin izleri halen silinemedi. 

 

Geride molozlar kaldı

Tarihi Silivrikapı Kale surları adeta mezbeleliğe dönmüş durumda. Uyuşturucu çetesinin Bizans’tan kalma hipojeye(aile mezarlığı) inşaa ettiği barınak belediye ekiplerince yıkılınca geride moloz yığını kaldı.

 

Çete üyelerinin tarihi surlara monte ettiği lavabonun musluğu sökülürken taşların da kırıldığı görülüyor. Surların arasına yapılan çatı yıkılmasına rağmen sıvalar hala surları kapatıyor. Yıkım esnasında yapının birçok bölümünde hasarlar oluşması da dikkat çekiyor. 

 

‘Yakında yıkılabilir’

İstanbul surlarının yapıldığı tarih göz önüne alınırsa günümüze kadar ulaşmış nadir eserlerden biri olduğunu söyleyen Koç Üniversitesi arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümünden Prof.Dr. Engin Akyürek surların sahipsiz bırakılmasıyla illegal kullanımlara maruz kaldığını belirterek şunları söyledi: 

“İllegal kullanım ortadan kaldırırken yeniden bir tahribata maruz kalmış. Bu yapıların sahipsiz kaldığı sürece bu durum kaçınılmaz. Dünyanın kaç yerinde koskoca bir kenti çevreleyen bu kadar eski yapı var. Bu yapıları korumak ve görünür kılmak gerekmekte. Duvarın tamamen göçeceği bir tahribat yaratılmamış ama surların genelinde küçük bir sallantıda yıkılacak duruma gelmiş durumda. Gelecekte bu tip tahribatlar birikerek surların yıkılmasına neden olabilir. Yakın bir gelecekte surların yerinde taş yığınları görebiliriz. Yapılması gereken restorasyonların sadece yıkılan bölümlerin değil yapının geneline uygulanmalı” diye konuştu. 

 

İçki, uyuşturucu alemi yapıyorlar

Surların tepe noktaları ise kaderine terk edilmiş durumda. Bakımsızlık ve ilgisizlikten dolayı evsizlerin uğrak noktası haline gelen surlar, evsizlerin mekanına dönüşmüş. Surların üstüne çıkılmaması için merdivenler ve ara yollar yer yer kapatılmış ama surların üstü zaman içinde adeta açık hava barınağına dönüşmüş. Yerlere serilmiş kilim, minder ve koltuklar bunun en büyük kanıtı. 

 

Tarihi yapının taşları kırık dökük bir vaziyette. Kilimlerin serili olduğu alanın çevresi içki şişeleri ve atıklarla dolu. Tarihi kalede mangal ateşinin izleri duruyor. Sadece Silivrikapı da değil Mevlana Kapı ve çevresi de bu durumda. Mevlanakapı üzerinde ise mekansızların uyuşturucu yapmak için kullandıkları plastik şişeler göze çarpıyor.

 

‘Açık hava müzesi haline getirilsin’

Prof.Dr. Engin Akyürek şunları söyledi: “Milattan sonra 5. yüzyılda II. Theodosius tarafından yapılan surlar üç kademeden oluşuyor. Yapıda ana sur, onun önüne yapılan dış sur ve hendek bulunuyor. Bunların arasında düz teraslar var. Surlar her ne kadar Bizans döneminden de kalsa, erken dönemde inşa edildiği için antik Roma mimarisi sayılır. Savunma sisteminin güzel bir örneğidir. Etrafı temizlenmeli ve boşaltılmalı. Buraları ziyaret edilebilir açık hava müzeleri haline getirilmeli. Bu yapılırsa surlar, Ayasofya ve Kariye Müzesi’nden sonra İstanbul’un en önemli 3. eseri olabilir.”  
Milliyet, Haber: Burak Dursun, 15.09.2015

PALMYRA'DAKİ YIKIMI İZLEYEN ARKEOLOG YAŞADIKLARINI ANLATTI


 

IŞİD’in Mayıs’ta ele geçirdiği Suriye ’nin Palmira antik kentindeki yıkıma şahit olan arkeolog Milad, yaşadıklarını anlattı. ‘Çölün Gelini’ olarak bilinen ve kültür mirası listesinde bulunan Palmira’daki Bel ve Baalşamin tapınaklarının IŞİD tarafından havaya uçurulma anını izlediğini belirten Milad, olay anında kentten dört kilometre uzakta olduğunu söyledi.

 

Middle East Eye’dan Peter Oborne’un haberine göre, Halep Üniversitesi’nin arkeoloji bölümünden mezun olan ve daha sonra orduya katılan Teğmen Milad’ın emrinde yaklaşık 12 asker bulunuyor. Bel ve Baalşamin’in yanı sıra üç türbenin de patlama anını gördüğünü belirten Milad, “Patlamayı duyduk ve gördük – ses çok yüksekti. Tarihimizi öldürüyorlar; kültürümüzü öldürüyorlar; ailelerimizi öldürüyorlar. IŞİD canavar” ifadesini kullandı. Teğmen Milad, orduya katılmadan ve IŞİD bölgeyi ele geçirmeden önce Bel tapınağının kazı çalışmalarına katıldığını da açıkladı.

 

‘ESAD’A HER GÜN AYRILMASINI SÖYLEDİM’

Öte yandan, Osborne’un konuştuğu ismini vermek istemeyen bir general, 40 yılını Palmira’nın restorasyonuyla geçiren ve geçen ay IŞİD militanları tarafından öldürülen arkeolog Halid Esad’ın kendisinin yakın arkadaşı olduğunu söyledi. General, Esad’la her gün konuştuğunu ve güvenliği için kentten ayrılması gerektiği yönünde tavsiye verdiğini belirtti. General, “O da Palmira kadar eski ve antikti; Palmira’nın bir parçasıydı. Ona, ‘Tapınaktan ayrılmalısın’ dedim. O bana, ‘Kimse bana zarar vermeyecek, ben nötr bir adamım. Yalnızca Suriye’nin mirasıyla ilgileniyorum’ dedi” sözleriyle Esad’la konuşmasını anlattı.

Radikal, 15.09.2015

VAN'DA YEDİ BİN YILLIK YAŞAMIN İZLERİ SÜRÜLÜYOR


 

Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın izniyle Van Kalesi'nin kuzeyindeki höyükte yürütülen kazı çalışmaları, Urartu ve Osmanlı dönemleri başta olmak üzere 7 bin yıllık tarihe dair önemli bilgileri gün ışığına çıkardı.

 

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Van Bölgesi Tarih ve Arkeoloji Merkezi Müdürü Doç.Dr. Erkan Konyar başkanlığında, 37 kişilik bilim kuruluyla Van Höyüğü'nde yürütülen kazı çalışmaları bu yıl da devam ediyor. 

 

Urartular tarafından yaptırılan ve asırlardır görkemli duruşuyla yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çeken Van Kalesi ve çevresindeki tarihi mekanlarda yapılan kazı çalışmalarında elde edilen bulgular, tarihi dönemlerdeki yaşam kültürü konusunda bilim insanlarına ışık tutuyor. 

 

Birinci Dünya Savaşı döneminde Ruslar tarafından işgal edilerek yıkılan eski Van şehri ile kalenin ön kısmında bulunan höyüğün yeniden ayağa kaldırılması ve turizme kazandırılması amacıyla başlatılan kazılar, dönemin yaşam kültürü, sosyal yapısı, mimari özellikleriyle ilgili önemli bilgilerin elde edilmesini sağlıyor.

 

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Van Bölgesi Tarih ve Arkeoloji Merkezi Müdürü Doç.Dr. Erkan Konyar, AA muhabirine, Van Höyüğü'nde 12 üniversiteden 37 kişilik bilim kuruluyla çalışmaların devam ettiğini anımsatarak, kazılarda 7 bin yıllık geçmişin izlerine rastladıklarını söyledi. 

 

- "Dönemin yaşam standartları çözülüyor"

Eski Van Şehri, Van Kalesi stadeli ve Van Höyüğü'nde çalışmaların devam ettiğini bildiren Konyar, höyükte 7 bin yıllık bir kent tarihi sürecini yakalayacaklarını ve bunun da en ilginç bulgulardan biri olduğunu ifade etti.

 

Urartulara ait bir mahallede ve evlerde kazı yaptıklarını anlatan Konyar, şunları söyledi:

"Bir Urartu evinde ne olur, burada görebiliyoruz. Bize o dönemdeki insanların kullandığı tunçtan takılara ait geniş buluntu yelpazesi veriyor. O dönemdeki insanların kullandığı mezarlar ortaya çıkıyor. Dönemin yaşam standartları ve sosyal yapı bir şekilde çözülüyor. Çeşitli bilim dallarından insanlar bir araya geliyor ve konular her yönüyle araştırılıyor. Van'ın 7 bin yıllık sürecinde insanların hikayesini ortaya koymaya ve yayınlarda anlatmaya çalışıyoruz."

 

Bu höyük alanında buluntuların genel karakterinin, Van havzasındaki höyüklerden farklı olduğuna dikkati çeken Konyar, "Başkentin aşağı yerleşim yerini kazıyoruz. Kralların yaşadığı mekanlar var ve hemen yanında da bu sivil mimariyi buluyoruz. Buranın karakteri doğal olarak farklı. Sarayla organik ilişkisi olan insanların yaşadığı mekanlar. Nitelik burada biraz daha fazla. Buluntular da bunu gösteriyor. Yüzükler, küpeler, fibulalar gibi geniş buluntu yelpazemiz var. Aslan ve ejderha başlı bilezikler, buradaki niteliğin daha farklı olduğunu gösteriyor" ifadelerini kullandı.

 

- "Kerpiç 7 bin yıldır değişmiyor"

Geçmiş dönemle günümüzde özellikle bölge köylerinde kullanılan mimarinin çok değişmediğini kaydeden Konyar, 7 bin yıl önceki mimariyle bugün köylerde kullanılan mimarinin çok fazla değişmediğini aktardı.

 

Yatayda yerleşme yerine, dikeyde yerleşmeler ve apartman kültürünün geliştiğini ama değişmeyen tek şeyin kerpiç olduğunu belirten Kongar, şunları kaydetti:

"20. yüzyılın ortalarından sonra yeni mimari anlayışla artık betonlaşma yaşandı ancak köylerde o yaşam standardı hala devam ediyor. Kentlerde yaşam standartlarına bağlı olarak yapılaşma değişti ama ben herkese kerpiç evlerde konaklamalarını tavsiye ediyorum. Çünkü 7 bin yıl kullanılmış ve yararı görülmüş bir mimari model. Sağlık açısından da çok daha faydalı. 7 bin yıl önceki evlerle şu anda köylerde sayısı maalesef azalan evlerdeki mimari tamamen aynı."  

 

- Höyük halka açılacak 

Van Kalesi Höyüğü'nü, koruma ve onarım çalışmalarının ardından halka açmayı amaçladıklarını aktaran Konyar, tüm faaliyetlerin insanlar için yapıldığını ve geçmişinden haberdar olabilmesi için bu tür yerlerin önemli olduğunu vurguladı.

 

Bölgenin höyük alanında 7 bin yıllık bir süreci görebildiklerini ve kısa vadede höyüğün üzerinin uygun örtüyle kapatılarak görünür kılınmasını hedeflediklerini söyleyen Konyar, kentte yaşayanların, geçmişini 7 bin yıl öncesinden görmesini planladıklarını dile getirdi. 

 

Vanlıların atalarının nasıl ortamlarda ve hangi evlerde yaşadıklarını burada kısa bir yolculukla birebir görme imkanı bulacağına dikkati çeken Konyar, gençlerin geçmişleri hakkında bilgi sahibi olmalarının sağlanması açısından tarihi mekanların çok önem taşıdığını sözlerine ekledi.

Radikal, Haber: Cemal Aşan, 14.09.2015

KALEHÖYÜK'TE 5 UYGARLIĞIN KALINTILARINA ULAŞILDI



Ahi Evran Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Yrd. Doç.Dr. Işık Adak Adıbelli'nin bilimsel danışmanlığında Kırşehir Müze Müdürlüğünce Kalehöyük'te iki ayrı bölgede devam eden kazılarda, 5 ayrı tabakada 5 uygarlığa ait izleri ortaya çıkaran kazı ekibi, milattan önce 5. yüzyıla tarihlenen demir çağına kadar indi.

 

Adıbelli, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 2012 yılından itibaren devam eden kazılarda yüzeyden itibaren 5 tabaka ortaya çıkarıldığını belirterek, bunların en üstünde Osmanlı dönemine ait kalıntıların yer aldığını söyledi.

 

Güneyde devam eden kazıların yanı sıra höyüğün kuzeyinde de çalışma başlatıldığını ifade eden Adıbelli, şöyle konuştu:

"11 metreye kadar indik. Belirgin 5 tabakada 5 uygarlık ortaya çıkardık. Bunlar arasında mimari yapıların yanı sıra dolgu tabakaları da var. Dolgu tabakalarının içerisinde çöp çukurları var. Mesela Roma dönemine ait buluntularımız daha çok çöp çukurları. Selçuklu dönemi yapıları Roma dönemine ait tabakayı tahrip etmiş. Bu nedenle sadece çöp çukurlarını görebiliyoruz. Bizans veya Doğu Roma dönemine ait buluntular da çöp çukurlarından geliyor."

 

Adıbelli, Selçuklu döneminde bölgede büyük bir yapı olduğunu düşündüklerini belirterek, "Bu yapı inşa edilirken Roma dönemine ait tabakayı tahrip etmiş. Ancak Hellenistik dönem tabakasına yaklaşık 2,5 metreden itibaren rastlıyoruz. Temeller buralara kadar inmediği için nispeten korunmuş. Kerpiç duvarlar, moloz taşlarla örülmüş duvarlar ortaya çıkıyor. Osmanlı dönemine ait seramik parçaları, sikkeler görüyoruz" ifadelerini kullandı.

 

Kuzey etekte demir çağ, güney tarafta ise Hellenistik döneme tarihlendirilen kerpiç platformlar ortaya çıkarılmaya başlandığını vurgulayan Adıbelli, bu dönemlere ait buluntuların işlevlerinin şu an için belli olmadığını, ilerleyen dönemlerde işlevleri ve süreçleriyle ilgili daha net bilgiler ortaya çıkacağını dile getirdi.

Anadolu Ajansı, Haber: Abdullah Yıldız, 14.09.2015

BEŞ BİN YILLIK 'KUTSAL OCAKLAR'


 

Elazığ Arkeoloji ve Etnografya Müzesi'nde sergilenen, MÖ 3 bin yılına ait ve üzerinde aile figürlerin betimlendiği, dinsel tören ve ayinlerde kullanılan iki kutsal ocak görenlerin ilgisini çekiyor.

 

Bölgede 1968-1975 yıllarında yapılan Keban Barajı kurtarma kazıları kapsamında, baraj altında kalan Sakyol (Pulur) Köyündeki arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkarılan ocaklar, bölgenin beş bin yıl önceki yaşantısına ışık tutuyor.

 

Müze müdürü Bülent Demir, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Paleolotik Çağ'dan Osmanlı İmparatorluğu'na kadar süre gelen dönemlere ait 2 bin 166 eserin müzelerinde bulunduğunu ve ziyaretçilerin sergiledikleri eserlerden özellikle kutsal ocaklara ilgi gösterdiğini söyledi. 

 

Baraj inşasından dolayı sular altında kalacak alanlarda gerçekleştirilen kazılar sonucunda, özel bir tapınım alanında bulunan iki kutsal ocağın müzelerinin en nadide eserlerinden biri olduğunu anımsatan Demir, sergiledikleri bu eserlere paha biçilemeyeceğini vurguladı.

 

İlk Tunç Çağı'ndan kalma ve hangi uygarlığa ait olduğu bilinmeyen kilden yapılan ocaklardan birinde anne, baba ve çocuklardan oluşan beş insan yüzünü tasvir eden figürün yer aldığını, diğerinin kırık olarak çıkarıldığı için tek insan figürü bulunduğunu anlatan Demir, "Müzemizde sergilenen bu ocaklara kutsal denmesinin nedeni, bunların kazılar sırasında belirlenen ve özel tapınma alanı olarak adlandırılan bir mekandan çıkarılması ve kilden yapılan bu ocaklar üzerinde anne, baba ve çocuklardan oluşan 5 kişilik bir aile temasının betimlenmesidir. Aynı Sakyol kazılarında farklı tabakalardan farklı tiplerde birçok ocak ortaya çıkarılmış ancak bu ocakların günlük kullanım izi taşıdığı belirlenmiştir. Günlük kullanım izi taşıdığı için bu kutsal ocaklardan farklı olarak belirlenen bu ocaklar şunu belgelemektedir ki kutsal ocaklar sadece dini tören ve ayinlerde kullanılmıştır. Doğu Anadolu dinsel yaşamını ve inanışını belgelemek adına kutsal ocaklar bir ilktir diyebiliriz" ifadelerini kullandı.

 

- "Ocak-aile" ilişkisini ortaya koyuyor

Ocak üzerindeki aile betimlemesinin, günümüzde "ocak-aile" kavramının özdeşleşmesi olduğunu anlatan Demir, kutsal ocakların üzerindeki aile figürünün 5 bin yıl öncesinde Anadolu'da yaşamış toplulukların aileye verdiği değeri ve ailenin kutsallığını ortaya koyması açısından önemine dikkati çekti.

 

Tarihsel süreçte toplumların yaşayışları gözönüne alındığında Anadolu toplumunda ocakların hala kutsal nitelik taşıdığını aktaran Demir, şöyle devam etti:

"Anadolu toplumumuzda halen ocakların bereketi, ekonomiyi kudreti ve evrenin yaşama sevincini simgelediği bilinmektedir. Bir aileye beddua edildiği zaman 'ocağın batsın, ocağın yıkılsın, ocağına incir ağacı dikilsin' veya güzel temennilerde bulunulduğunda 'ocağın şenlensin, ocağın tütsün' gibi deyimler 'ocak-aile' ilişkisinin tarihsel süreç içerisinde değişmeden geldiğinin kanıtıdır. Ocak-aile ilişkisinin tarihsel kökenini araştırmak gerekirse Sakyol kazılarında bulunan kutsal ocakları da göstermek yanlış olmaz." 

 

Demir, giderek önemini kaybeden aile kavramının yaklaşık 5 bin yıl önceki toplumlardaki kutsiyetini görmek açısından herkesin müzelerini ziyaret ederek, kutsal ocaklar ile diğer tarihi eserleri görmeye davet etti. 

 

 - İnsanlık tarihinin farklı dönemlerine ışık tutun eserler sergileniyor

Elazığ yöresinde arkeolojik kazılar sonucu ortaya çıkarılan çeşitli dönemlere ait eserlerin bölgenin tarihsel süreç içerisinde birçok medeniyete evsahipliği yaptığını ifade eden Demir, arkeoloji ve etnografya bölümlerinden oluşan müzelerinde Paleolotik, Neolotik, Kalkolotik, Erken Tunç Çağı, Hitit, Urartu, Erken Demir Çağı, Roma, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerinden kalma önemli eserler olduğunu kaydetti.

Radikal, Haber: İsmail Şen - Ramazan Kaya, 14.09.2015

İZNİK'İN ÇİNİ FIRINLARI TURİZME KATKI SAĞLAYACAK


 

Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, İznik Çini Fırınları kazı çalışmalarını yerinde inceleyerek, “İznik’in çinisi çok ünlü. Daha önce Rodos Çinisi, Haliç Çinisi ve Şam Çinisi denilen çinilerin de burada üretildiği ortaya çıktı. Bu çalışmalar, hem kültürümüze hem de İznik turizmine katkı sağlayacak” dedi.

 

Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, İznik’teki ‘Çini Fırınları Kazı Çalışması’ alanında incelemelerde bulundu. Başkan Altepe, kentin tüm değerlerinin öne çıkması adına yapılan çalışmaların ilçelerde de devam ettiğini vurgulayarak, “İznik’te de her alanda çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Selçuklu ve Osmanlı dönemi eserlerinin yanı sıra Doğu Roma ve Bitinya gibi tüm dönemlerin eserleri de birer birer ayağa kaldırılıyor” dedi.


İznik Gölü’ndeki batık bazilikadan Roma Tiyatrosu’na kadar ilçenin tarihi ve kültürel mirasına gereken özeni gösterdiklerini belirten Başkan Altepe, “İznik’in çinileri de çok ünlü ve önemli. İznik, 1400’lü yıllardan 1700’lü yıllara kadar 300 yıl boyunca Osmanlı döneminin yoğun çini üretim merkezi olmuş. İznik’in kalbindeki bu bölgede üretimler yapıldığı biliniyor. Burada yaklaşık 30 yılı aşkın zamandır da kazılar yapılıyor. İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü olarak yapılan kazı çalışmaları, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle daha da yoğunlaştı” diyerek bölgenin tüm özelliklerini ortaya çıkarmayı hedeflediklerini söyledi.



“İznik çinileri tüm dünyada”
İznik’i dünya gündemine taşıyacak faaliyetlerin önemini vurgulayan Başkan Altepe, “İznik’in çinisi çok önemli, çünkü bu çini dünyanın her yerinde kullanıldı. Bursa’da ve İstanbul’da, Muradiye Külliyesi başta olmak üzere tüm külliyelerde bu çiniler kullanıldı. Daha önce Rodos Çinisi, Haliç Çinisi ve Şam Çinisi denilen çinilerin de burada üretildiği ve daha sonra kullanılan bölgenin deseniyle şekillendirilip isimlendirildiği ortaya çıktı. Bu çalışmalarla ilgili, Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle daha da hızlı bir şekilde sonucu alacağımızı düşünüyor, bu durumun hem kültürümüze hem de İznik turizmine katkı sağlayacağına inanıyorum” diye konuştu.

 

  

 

Altepe’ye destek teşekkürü
ÇEKÜL Vakfı Başkanı Prof.Dr. Metin Sözen de kültürel çalışmalarda kayıp zamanların bugünlerde telafi edildiğini vurgulayarak, İznik’te 1963 yılında başlayan çini fırınları kazı çalışmalarının da detaylarını aktardı. Sözen, tarihi ve kültürel mirasın korunmasına yönelik hizmetlerinden dolayı Başkan Altepe’yi tebrik etti.


İznik Çini Fırınları kazı çalışmalarının başkanlığını yürüten İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Belgin Demirsar Arlı da çalışmalarına Büyükşehir Belediyesi’nin desteklerinden dolayı Başkan Altepe’ye teşekkür etti. Arlı, Başkan Altepe’ye kazı çalışmalarının süreciyle ilgili detaylı bilgi verdi. İncelemenin sonunda Başkan Altepe, kazı çalışmalarında görev yapan ekip üyeleriyle fotoğraf çektirdi.

 

Bursa Büyükşehir Belediyesi, 14.09.2015

KAZILDIKÇA
GEÇMİŞE GÖTÜRÜYOR


İlk yerleşimin 8 bin yıl önce başladığı Adana’daki Tatarlı Höyük’te, her yıl yapılan kazılarla yeni bir döneme ait yaşam izi ortaya çıkarılıyor.


Geçen yıla kadar 3 bin 500 yıllık izlere ulaşılan bölgede, bu kazı sezonunda 4 bin yıl öncesinin izlerine ulaşılması hedefleniyor.

Höyükte Hitit ve Kizzuwatna uygarlıklarının yaşadığı ifade ediliyor.
Habertürk, 15.09.2015

FATİH BELEDİYESİ'NDEN TARİHİ YARIMADA İÇİN KRİTİK KARAR



Fatih Belediyesi koruma kurullarını devre dışı bırakarak tarihi yarımadayı imara açma planını devreye soktu. Buna göre 2. ve 3. derece tarihi eserlerin olduğu alanları yapılaşmaya açmak için belediye izni yeterli olacak. Hurriyet.com.tr'ye konuşan CHP’li Meclis Üyesi Fazıl Uğur Soylu, bu kararın alınma gerekçesinin kendilerine 'Belediyeye gelir sağlamak için' şeklinde açıklandığına işaret etti.

Eski İstanbul’un kalbi “tarihi yarımadayı” imara açmak isteyen AK Partili’li Fatih Belediyesi tarihi eserlerle ilgili “koruma kurullarını” devre dışı bırakan karara imza attı. Cumhuriyet Gazetesi'nden Aykut Küçükkaya, Fatih Belediyesi’nin aldığı karara göre “2. ve 3. derece tarihi eserler, bu eserlerin bitişik ve karşı parsellerindeki yapılaşma için ilçe belediyesi” yetkili kılındı. Böylece yargı kararlarının sonucu beklenmeden tarihi yarımada ranta açılmış oldu.

 


Koruma kurullarını devre dışı bırakan imar planı notlarındaki yeni değişikliklere ret oyu veren CHP’li Meclis Üyesi Fazıl Uğur Soylu, “Tarihi yarımadayla ilgili yargı aşaması halen sürerken alınan bu karar AKP’lilerin oylarıyla kabul edildi. Tek umudum yeni atanacak bilirkişilerin dünya mirası olan tarihi yarımadayı koruyacak tarafsız rapor vermeleri” dedi.



3 ayda ne oldu?
TEMMUZ - İstanbul 2. İdare Mahkemesi, eski İstanbul’un kalbi tarihi yarımadayı ilgilendiren 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı Uygulama planın iptali istemiyle açılan davada, 61 konu başlığından 37’sine yürütmeyi durdurma, 7’sine ise kısmen yürütmeyi durdurma karar verdi. İmar planı Yedikule Bostanları ve Kumkapı’ya kadar olan alanın daha fazla imara açılmasına izin veriyordu.


Belediye itiraz etti
AĞUSTOS - Fatih Belediyesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstanbul 2. İdare Mahkemesi’nin verdiği yürütmenin durdurulması kararına itiraz etti. İstanbul Bölge İdare Mahkemesi tarihi yarımada ve sahil yolunu değiştirecek olan imar planını iptal eden karara yapılan itiraz kabul etti. Yeni bir bilirkişi heyeti oluşturulması gerektiğine hükmeden mahkeme karara, “oluşturulacak yeni heyetle keşif ve bilirkişi incelemesi yapıldıktan sonra düzenlenecek rapor doğrultusunda, yürütmenin durdurulması hakkında yeni bir karar vermek üzere itirazı kabul ettiği” notunu düştü.

Ve koruma kurulları devre dışı
EYLÜL - Fatih Belediyesi yeni bilirkişi heyetinin raporunu ve bu rapora göre karar verecek mahkemenin hükmünü beklemeden eline geçen “tarihi fırsatı” değerlendirdi. AKP’li Meclis üyeleri 8 Eylül 2015 tarihinde “imar plan notlarında koruma kurullarını devre dışı bırakan” teklif hazırladı. İmar, Kültür Varlıklarını Koruma Komisyonlarının Ortak Raporu’na göre “1. derecede tarihi eserler dışındaki 2 ve 3. derece tarihi eserlerin kendileri, bitişik ve karşı parsellerindeki yapılaşma izni için koruma kurulları” devre dışı bırakıldı. İmar plan notlarındaki bu önemli değişiklik AKP grubunun çoğunluk oyuyla kabul edildi. Oylamada CHP grubu ret oyu verdi.


GELİR ELDE ETMEK İÇİN
CHP’li Meclis Üyesi Fazıl Uğur Soylu, konu ile ilgili Hurriyet.com.tr’ye yaptığı açıklamada, kararın ‘tarihi yarımada’ bölgesi için ciddi sorunlara yol açacağını işaret etti. Soylu, belediyenin söz konusu kararı almasının sebebinin, gelir elde etmek’ olarak açıklandığını söyleyerek, “Bu kabul edilemez bir durum” dedi. Soylu, İdare Mahkemesi’nde devam eden dava ile ilgili yeni bir bilirkişi heyetinin oluşacağını ifada ederek, “İlk heyetin hazırladığı çok güzel ve değerli bir rapor vardı. Mahkeme, yeni bir heyet oluşturacak. Bu heyetin içinde sanat tarihi ve arkeologlar da olacak. Dolayısı ile bu heyetin hazırlayacağı rapor oldukça önemli” dedi.
Hürriyet, 14.09.2015


******


BELEDİYE 'TARİHİ YARIMADA'YA DOKUNAMAZ



Tarihi Yarımada ile ilgili dün Fatih Belediyesi’nin yeni bir karar aldığı gündeme geldi. Bu karara göre 2 ve 3. Derece tarihi eserlerin bulunduğu parsellerde koruma kurullarının devre dışı kaldığı belirtildi. 2863 sayılı yasa buna asla müsaade etmez. Her türlü tarihi eseri koruma, kullanma ve onarım izni yasa ile Kültür ve Turizm Bakanlığı’na verildi. Bakanlık yasadan aldığı bu yetkiyi “Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulları” vasıtasıyla yürütüyor. Bunun haricinde hiçbir yerel yönetim tarihi eserlerle ilgili karar üretemez ve uygulayamaz.

 

Cumhuriyet gazetesinde dün çıkan haber oldukça ibret vericiydi. Habere göre, ‘Fatih Belediye Meclisi’nde 3 meclis üyesinin teklifi ile İmar ve Kültür Varlıklarını Koruma Komisyonları ortak rapor hazırlamış ve bu rapor AK Parti meclis üyelerinin desteği, CHP ’li üyelerin karşı çıkması ile onaylandığı’ yazılıydı. Rapora göre  “1. derecede tarihi eserler dışındaki 2 ve 3. derece tarihi eserlerin kendileri, bitişik ve karşı parsellerindeki yapılaşma izni için koruma kurulları” devre dışı bırakıldı.

 

BELEDİYE MECLİSİNİN YETKİSİ YOK!

Bu alenen yasayı çiğnemektir, uygulanması mümkün değildir. 2863 sayılı yasanın sekizinci maddesine göre,  “Tescil edilen korunması gerekli kültür ve tabiat varlıklarının korunma alanlarının tespiti ve bu alanlar içinde inşaat ve tesisat yapılıp yapılamayacağı konusunda karar alma yetkisi koruma kurullarına aittir” diyor.  Kanun yapma yetkisi olmayan belediye meclisinin kanuna aykırı karar alması ve uygulaması asla kabul edilemez.

 

BELEDİYE: ALGI OPERASYONU

Fatih Belediyesi akşam saatlerinde Twitter’dan haberlerin doğru olmadığına yönelik bir açıklama yaptı. Açıklamada şöyle denildi: “Tarihi Yarımada Fatih’te,  Fatih Belediye Meclisi, İBB Meclisi ve Anıtlar Kurulu tarafından 2012 yılında onaylanmış koruma amaçlı imar planları vardır. Bu planlara aykırı herhangi bir yapılaşma olması mümkün değildir. Konuyla ilgili yapılan haberler tamamen algı operasyonudur.”

 

MAHKEME PLANIN YÜRÜTMESİNİ DURDURDU

“Özrü kabahatinden büyük” bir açıklama. 2012 Koruma Amaçlı İmar Planları İstanbul 2. İdare Mahkemesi’nce bilirkişi raporu ile yürütmesi durdurulmuştu. Bölge İdare Mahkemesi Fatih Belediyesi’nin itirazını kabul etti ve mahkemeden “bilirkişinin yeterli olmadığını, yeni bilirkişi ile yeniden davanın görüşülmesini” istedi. Fatih Belediyesi bu kararı 2012 planları yürürlükte gibi algıladı. Daha doğrusu işine öyle geldi. Çünkü 2012 planları yeni rant kapıları açıyor, Tarihi Yarımada’da tarihi eserleri istedikleri gibi kullanma yetkisi veriyor. Belediye mahkemenin yeni kararını beklemek yerine uygulamayı tercih etti. Hukuk dışı bu uygulamayı Beyoğlu belediyesi de aynı şekilde geçtiğimiz günlerde hayata geçirmişti. Mahkeme Beyoğlu’nda da koruma amaçlı imar planlarını iptal etmiş, Danıştay bu kararı yeterli görmeyerek yeni bilirkişi ile yeniden değerlendirmesini istemişti. Ancak Beyoğlu Belediyesi de bu kararı planı hayata geçir olarak algılayıp uygulamaya geçirdi. İki AK Partili belediyeden aynı davranış sanırım bir üst akıl uygulaması.

 

ANITLAR KURULU ESKİDE KALDI

Diğer yandan Fatih Belediyesi’ne küçük bir hatırlatma yapalım. Açıklamada bahsedildiği gibi “Anıtlar Kurulu” diye bir kurul yok. Bu kurul 1983 yılında ismi ‘’Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu olarak değişti. 2011 yılında da tabiat varlıkları ayrılarak  “Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu” olarak son şeklini aldı.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 15.09.2015

TARİHİ DOKUYA YAYA YOLU ENGELİ


 

Beykoz’da “Çubuklu-Kanlıca Sahil yolu projesi” kapsamında yapımına başlanan yeni yaya yolu inşaatı tüm hızıyla sürüyor. Proje tamamlandığında bölgeye 3 kilometrelik yeni sahil yolu kazandırılacak. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Beykoz Belediyesi işbirliği ile yapılan proje kapsamında Boğaz sahili, kazıklı yol sistemiyle denize doğru 10 metre genişleyecek. Projeyle ilk etapta Çubuklu iskelesi ile Kanlıca arasında 1200 metrelik sahil yolu gerçekleştirilecek.
Daha sonra Beykoz’a doğru uzatılacak ikinci etabın da tamamlanmasıyla 3 kilometrelik sahil yürüyüş yolu kazanılmış olacak. Proje tamamlandığında balık tutma iskeleleri yapılarak, amatör balıkçıların yürüyüş yapanları rahatsız etmeleri engellenecek.


Dinlenme ve aktivite alanlarının bulunacağı yeni yaya yolu, peyzaj düzenlemeleri yapılarak yeşillendirilecek ve ışıklandırılacak. Ancak emirgan, Arnavutköy, Üsküdar’dan sonra Çubuklu-Kanlıca arasında yapımına başlanan dolgu alan uzmanların eleştirisine neden oldu.

‘Hukuka aykırı’
- Mimar Sinan Genim: “İstanbul kıyıları Bizans döneminden bu yana dolduruluyor. Dolmabahçe koyu ve İnönü Stadyumu’nun olduğu bölge 1.Ahmet döneminde doldurularak bahçe yapıldı. Boğaziçi’nde 10 metrelik yaya yolu yapmakla süliet veya doku zarar görmez. Asıl eleştirilmesi gereken yer tarihi yarımada sınırlarındaki Yenikapı dolgu alanıdır” dedi.
- Mimarlar Odası Genel Başkanı Eyüp Muhçu: “Amaç yayaların rahatça yürümesi ise sahil yolunun düzenlenerek buna uygun hale getirilmesi gerekir. İdare bu yönde çalışmak yerine kaba inşaat yöntemine başvuruyor. Boğaziçi eşsiz tarihsel peyzaj güzellikleri olan dünyanın göz bebeği bir yer. Boğaziçi’nin korunarak, geleceğe taşınması için Boğaziçi koruma yasaları çıkarıldı. Dolgu alan yaparak koruma mevzuatı ve hukuku aykırı işlem yapılıyor.”  
- Erhan Demirdizen (Şehir Plancısı): “Boğaziçi kıyıları nev-i şahsına münhasır bir bölge. Boğaziçi’nin özel bir yasası var. 12 Eylül döneminde çıkarılmış bir yasa olsa da söz konusu yasal düzelemenin fikri 70’lere kadar uzanıyor. Bu yasa Boğaziçi kıyılarını sadece bir kıyı olarak görmüyor. Boğaz kıyıları baştan sona insanların yürüyecekleri bir parkur özelliğinde değil. Doğal ve tarihi özelliği bir yana koyup yürüyüş alanları kazandırmak belki kulağa hoş geliyor. Ancak bu durum Boğaz’ın tarihi ve doğal özellikleriyle uyuşmuyor”
- Ahmet Turgut (Şehir Plancı): “İstanbul Boğazı’nın belli bölümlerinde yaya yollarının dar olduğu ve eksilik yaşandığı aşikar. Ancak İBB bu soruna bütüncül bir projeyle bakmak yerine kısım kısım projelerle çalışma yapıyor. Yeni yapılan dolgu alanlarının peyzaj sorunları olduğu ortada. Boğaziçi’nde alan ihtiyacı oluştukça bu ihtiyacı deniz doldurarak karşılamak doğru bir yaklaşım değil.”

 

8 metre daraldı
1956’da Emirgan-Sarıyer sahil yolu açıldı. 2014’te ise Emirgan kıyısında başlatılan sahil yolunun genişletilmesi ve otopark yapımı için 5 bin 600 metrekarelik alan betonla dolduruldu. Boğaz, Emirgan kesiminden 8 metre daha daraldı.

Milliyet, haber: Mert İnan, 14.09.2015

NURİ İYEM 100 YAŞINDA


 

Kartvizitinde ‘ressam' yazan ilk Türk sanatçı Nuri İyem, doğumunun 100. yılında “Nuri İyem 100 Yaşında / Portre” sergisiyle anılıyor. 16 Eylül Çarşamba günü Bebek'teki Evin Sanat Galerisi'nde başlayacak sergide, sanatçının ismiyle özdeşleşen kadın portrelerinin yanı sıra vefatından sonra atölyesinden çıkan, tamamlanmamış resimleri de olacak.

 

Figüratif Türk resminin en önemli, bizce en değerli sanatçılarından Nuri İyem için en kapsamlı sergi, 2001'de TÜYAP Tepebaşı'nda açılan “Dünden Yarına Nuri İyem” retrospektif sergisiydi. Büyük bir ekiple hazırlanan bu sergi, Türkiye'de resim alanında yapılan ilk dijital arşivleme çalışmasıydı. 531 kişi, kurum ve özel koleksiyonlardan yaklaşık 2 bin tablo sadece sergilenmemekle kalmamış Apple Bilkom tarafından bir sergi için özel yazılan arşiv sistemiyle kaydedilmişti. Nuri İyem'in günümüzde 2-3 bin arasında (belki daha fazla) resmi olduğu biliniyor.

 

Nuri İyem'in resmini etkileyen en önemli kadın, 1922'de vefat eden ablası Aliye hanımdı. Evin Sanat'taki sergi 31 Ekim'e kadar açık kalacak.

 

1915 yılında İstanbul Aksaray'da doğan Nuri İyem aramızdan 18 Haziran 2005'te ayrıldı. Yaşasaydı bugün 100 yaşına girecekti. Oğlu ve gelini Evin-Ümit İyem'in 1996'da kurduğu Evin Sanat Galerisi, sanatçının 100. doğum yılını 16 Eylül Çarşamba günü açılacak “Nuri İyem 100 Yaşında/Portre” sergisiyle anıyor. Kapsamı daha dar olan bu sergide, Nuri İyem'in ismiyle özdeşleşen Anadolu kadınlarının portrelerinin yanı sıra sanatçının vefatından sonra atölyesinden çıkan, tamamlanmamış resimleri de yer alacak. Ama elbette ki, kartvizitinde ‘ressam' yazan ilk Türk sanatçı Nuri İyem'i, bugün anıyorsak ve eğer bundan sonra anmaya devam edeceksek, bu, o portreleri sayesinde olacak. Beyaz yaşmaklı, çakmak çakmak bakan gözlerinde hüznü ve acıyı taşıyan o eşsiz kadın portreleri… Sanatçının 1960'tan itibaren bıkmadan usanmadan resmettiği bu tablolarda aslında gerçek bir hikaye gizlidir. Kendisinin ifadesiyle ‘hep ablasının yüzünü arar' sanatçı.

 

Henüz üç yaşındayken babasının görevi nedeniyle Cizre'ye giden İyem bir gün sıtmaya tutulur. Nöbet nöbet gelen ateş, titreme, terleme… Kendini kaybetmeler, saatlerce süren ızdırap, buhran hali. O günlerde İyem'in yanı başında hep ablası vardır. Gözünü açtığında Aliye hanımın merhametli, aynı zamanda endişe ve acı dolu yüzüyle karşılaşır sanatçı. Özellikle gözlerini hiç unutamaz. Nuri İyem hastalığı atlatır fakat Aliye Hanım, 1922'de doğum yaparken vefat eder. İyem, yaşadığı şoku yıllar sonra bir dostuna şöyle anlatır: “İnanamadım… günlerce, aylarca, yıllarca onun öldüğüne inanamadım. Hala, ben inansam bile, içimdeki ben, ablasının öldüğüne inanmıyor.” Çocuk yaşta ablasını kaybetmesi, ölüm acısı Nuri İyem'i ve sanatını çok etkiler.

 

Nuri İyem ve Ahmet Hamdi Tanpınar yakın dosttu. Tanpınar'ın Gümüşsuyu'ndaki evinde her zaman buluşurlardı. Yandaki kare İyem'in Maya Sanat Galerisi'nde açılan sergisinden. Soldan sağa: Tarık Temel, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nuri İyem, İlhan Şevket.

 

İyem, son yıllarını Etiler Çamlık'taki atölyesinde, yazın ise Şile'deki evinde geçirdi. Sağlığı elverdikçe resim yapmaya devam etti. Hayatında en büyük değeri  kadınlara verdi. 23 yaşındaki genç bir kıza bile elini öptürmeyecek kadar kadına saygılıydı. Kimsenin önünde eğilmesini istemezdi. Nüvit Özüdoğru'nun dediği gibi, ‘kadın Nuri İyem'in resminde başlıca konuydu. Sömürüldüğünden ötürü. Necati Cumalı'nın, Cahit Atay'ın, Adalet Ağaoğlu'nun tiyatroda yaptığını Nuri İyem resimde yaptı.'

 

Ahmet Hamdi Tanpınar, Oktay Akbal, Sabahattin Eyüboğlu, hocası Leopold Levi, Adalet Cimcoz, Hilmi Yavuz, Sezer Tansuğ, Adnan Benk, Turgay Gönenç ve daha pek çok kıymetli isim onun Türk resmindeki değerini bildi ve yazılarıyla bunu her zaman dile getirdi. O anlamlı yazılardan biri de kısa bir süre önce (28 Ağustos'ta) kaybettiğimiz Oktay Akbal'ın, 1980 yılında Sanat Çevresi dergisinde yazdığı yazıdır. Hem Nuri İyem'i hem de Oktay Akbal'ı, daha dün gibi yazılmış bu yazıya yer vererek bir kez daha hatırlıyor ve saygıyla anıyoruz.

Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 14.09.2015

AYASOFYA VE TOPKAPI'YA ZİYARETÇİ AKINI



İstatistiklere göre İstanbul’da tarihi yarımada içindeki Ayasofya Müzesi ve Topkapı Sarayı’nı geçen yıl toplam 7 milyon 127 bin 121 kişi ziyaret etti. 

 

Bakanlığın açıkladığı verilere göre, 2014’ün en çok Ayasofya Müzesi ziyaret edildi. Müzeyi geçen yıl 3 milyon 574 bin 43 kişinin ziyaret ettiği öğrenildi. En çok ziyaret edilen ikinci müze ise 3 milyon 553 bin ziyaretçi sayısı ile Topkapı Sarayı oldu. Konya Mevlana Müzesi, İstanbul arkeoloji Müzesi ve Nevşehir Hacıbektaş Müzesi de ilk 10’da kendine yer buldu. 

 

VERİLERE GÖRE İLK 10

Bakanlık verilerine göre işte geçen yıl en çok ziyaret edilen 10 müze:

1- İstanbul Ayasofya Müzesi (3 milyon 574 bin 43 ziyaretçi)

2- İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi (3 milyon 553 bin 78 ziyaretçi)

3- Konya Mevlana Müzesi (2 milyon 75 bin 56 ziyaretçi)

4- İstanbul Topkapı Sarayı Harem Dairesi (1 milyon 68 bin 275 ziyaretçi)

5- Antalya Demre Müzesi (531 bin 970 ziyaretçi)

6- İstanbul Arkeoloji Müzesi (449 bin 881 ziyaretçi)

7- İstanbul Kariye Müzesi (302 bin 815 ziyaretçi)

8- Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi (273 bin 551 ziyaretçi)

9- Ankara Cumhuriyet Müzesi (247 bin 256 ziyaretçi)

10- Nevşehir Hacıbektaş Müzesi (228 bin 552 ziyaretçi)
Milliyet, Haber: Ali Aksoyer, 14.09.2015

ANTALYA MEVLEVİHANESİ'NİN TALİHSİZLİĞİ


 

Yedi asırlık paha biçilemeyen Selçuklu çinilerini kırmaktan ceza alan müteahhidin, birçok tarihi eserin restorasyon işini üstlendiği ortaya çıktı.

 

10 yıl önce Konya Sahip Ata Külliyesi'ndeki Selçuklu çinilerini tahrip etmekle suçlanan müteahhit Aşur Taştan, yargılanıp ceza aldı. Müteahhidin, buna rağmen yakınlarının üzerine kurduğu başka bir firma aracılığıyla yıllardır devletin farklı kurumlarından tarihi eserlerin restorasyon ihalelerini aldığı ileri sürüldü. Gölcük'te Roma Ilıcası, Kastamonu'da İkiçay Köprüsü, Divriği'de Süleyman Ağa Camii, Bafra'da Tayyar Paşa Camii gibi tarihi mekanların restorasyon işini üstlenen müteahhidin son işi 8 asırlık Antalya Mevlevihanesi'nin restorasyonu oldu. Teslim tarihinin üzerinden 9 ay geçmesine rağmen restorasyonu süren Antalya Mevlevihanesi, turistlerin yoğun olarak geldiği yaz sezonunda ziyarete kapalı kaldı. Müteahhit Taştan, Türkiye'nin birçok yerinde restorasyon işlerinin devam ettiğini belirterek, Kültür ve Turizm Müdürlüğü'nün Mevlevihane'nin iç tanziminin nasıl yapılacağına karar veremediği için işi teslim edemediklerini savundu. Antalya Kültür ve Turizm Müdürlüğü yetkilileri ise Mevlevihane'nin ne zaman açılacağı hakkında net bilgi bulunmadığını belirtti.

 

437 SELÇUKLU ÇİNİSİ HALA KAYIP

Sahip Ata Külliyesi'nin 2005 yılındaki restoresi adeta faciayla sonuçlandı. Eyvan ve türbe duvarlarındaki mor renkli altıgen Selçuklu çinilerinden oluşan panolar kırılarak tahrip edildi. Parçalar birleştirildiğinde 437 çininin kayıp olduğu anlaşıldı. Vakıflar Bölge Müdürlüğü, Gündağ inşaat firması ve yöneticiler Aşur, Mikdat ve Seher Taştan aleyhine tazminat davası açtı. Konya 1. Asliye Mahkemesi'ndeki tazminat davasında mahkeme heyeti, eyvan bölümündeki altıgen 700 adet çininin yerinden sökülerek tahrip edildiğini tespit etti. Hangahın türbe bölümünün batı ve güney cephesindeki 437 çininin ise yerinden söküldüğünü ve kayıp olduğunu belirledi. 5 kez bilirkişi raporu hazırlandı ve sonunda tahrip edilen her bir çiniye bin TL fiyat biçildi.

 

PARA CEZASI HENÜZ ÖDETİLEMEDİ

Konya 1. Asliye Mahkemesi, firma ve yöneticilerini tazminat ödemeye mahkum etti. Mahkeme heyeti, tahrip edilen 700 çini için 700 bin TL, yerinden sökülen ve halen kayıp olan 437 çini için ise 546 bin 250 TL olmak üzere toplam 1 milyon 246 bin TL tazminat miktarı belirledi. Taştan'ın temyiz ettiği dava şu an Yargıtay'da. Gündağ firması iflasını açıkladığı için Vakıflar, parayı henüz tahsil edemedi. Öte yandan Konya Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nün firma yöneticisi aleyhine açtığı ceza davasında ise Konya 5. Asliye Ceza Mahkemesi, restorasyonu yapan firma yetkilisine 18 ay hapis cezası verdi. Bu dosya da temyiz edilmesi sebebiyle Yargıtay'da bulunuyor.

 

YENİ FİRMA İLE RESTORASYONA DEVAM

Kamu İhale Sözleşmeleri Kanunu'na göre, sözleşmeye aykırı davranan firmalar ihalelerden men cezası alıyor. Ancak müteahhit Aşur Taştan'ın yakın akrabalarının üzerine kurduğu firma ile bu yasağı aştığı iddia ediliyor. Firma, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü ile Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı'nın ihalelerine girerek birçok restorasyon işi aldı. 2007 yılında Divriği Süleyman Ağa Camii,  2008 yılında Bafra Tayyar Paşa Camii restorasyon işini üstlendi. 2012 yılında Gölcük Yazlık Roma Ilıcası restorasyonu işini başka bir firma ile ortak aldı. 2014 yılında ise Kastamonu'nun Küre İlçesi'ndeki İkiçay Köprüsü'nün restorasyon ihalesini aldı.

 

758 yıllık Mevlevihane

Alaaddin Keykubat tarafından 1255 tarihinde yaptırılan Antalya Mevlevihanesi, Güzel Sanatlar Galerisi olarak kullanılıyordu. Mevlevihaneyi restore ederek müze haline getirmeyi planlayan İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, ihale açtı. Restorasyon Mayıs 2014'te 1 milyon 63 bin lira bedelle ihale edildi. İşin teslim süresi 250 gün olarak belirlendi. Restorasyon, 758 yıllık Antalya Mevlevihanesi'nin drenaj, teşhir-tanzim yerlerinin yanı sıra türbe ve hamamı da içeriyor. Ancak müteahhit sözleşmede teslim tarihi olarak belirlenen Ocak 2015'te işi bitiremediği için Mevlevihane turizme açılamadı. Mevlevihanenin inşaat işini bitirdiklerini belirten müteahhit Taştan, “Kültür ve Turizm Müdürlüğü müzenin bazı yerlerinin nasıl tanzim edileceğine daha karar veremediği için işi teslim edemedik. Süre uzatımı aldık.” dedi. Firmanın, oğlu tarafından yönetildiğini belirten Taştan, Türkiye'nin birçok yerinde restorasyon işi aldıklarını da sözlerine ekledi.

Zaman, Haber: Ünal Livaneli, 13.09.2015

MAKEDON KRALININ YAPTIRDIĞI KALENİN TARİHİ ARAŞTIRILACAK


 

Kırklareli'nde Makedonya Kralı II. Philip döneminde, MÖ 4'ncü yüzyılda yapılan ve Hellenistik, Roma, Bizans, Yunan ve Pers İmparatorluğu dönemlerinde kullanılan "Polos Kalesi"nde,  İstanbul Teknik Üniversitesi ile İstanbul Alman Arkeolojisi Enstitüsünce yüzey araştırma çalışması başlatıldı.

 

İstanbul Alman Arkeolojisi Enstitüsünde görevli arkeolog Jesko Fildhuth, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Polos Kalesi'nin tarihi açıdan önemli olduğunu söyledi.

 

Yapının sadece kale olarak değil, aynı zamanda bir yerleşim yeri olduğunu belirten Fildhuth, bölgede 2 yıl sürecek olan yüzey çalışmalarını hızla sürdürdüklerini ifade etti.

 

Tarihi kaynaklardan edindikleri bilgilere göre kalenin Trakya'nın en önemli politik merkezlerinden olduğunu tespit ettiklerini anlatan Fildhuth, " Polos Kalesi'nde yüzey araştırma çalışmalarına başladık. Kalenin çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Osmanlılar tarafından feth edilene kadarda bu bölgenin askeri, dini hemde politik açıdan çok önemli merkezlerinden biri olarak kalmış. Kırklarelİ'nin ilk yerleşim yerinin bu bölge olduğunu düşünüyoruz. Çünkü kale ana ticaret yolu üzerine inşa edilmiş ve bir yerleşim yerine sahip. Kale aynı zamanda İstanbul'uda koruyan bir hat üzerinde. Savaş zamanında  askeri açıdan önemliyken, barış zamanında da buradan geçen ticaret yollarını koruyan önemli bir kale. Bu tür kalelerde çalışma yapılmamış ve kalelerin isimleri dahi bilinmiyor" dedi.

 

- "Yerleşim yerinde ki hayat tarzı araştırılacak"

İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi Yardımcı Doçent Bilge Ar da bölgede gelecek yıllarda yapılacak olan kazı çalışmaları için alt yapı oluşturduklarını söyledi.

Bölgede ki yüzey çalışmalarının hızla tamamlanması için gayret gösterdiklerini kaydeden Ar, kazı çalışmalarında yerleşim yerinde ki hayat tarzının araştırılacağını anlattı.

 

Ar, bölgede detaylı bir kazı çalışması yapılması için çalıştıklarını dile getirerek, şöyle devam etti:

"Alman Arkeoloji Ensitüsü ile ortak olarak yüzey araştırması çalışması yapıyoruz. Çalışmanın hazırlıkları Aralık ayından bu yana sürüyor. Kültür ve Turizm Bakanlığından izin aldıktan sonra çalışmalarımıza başladık. 2 senelik bir proje olarak işe başladık. Kalenin ölçüm çalışmalarını sürüdürüyoruz. Yüzey çalışmaları önümüzdeki yıllar yapılacak olan kazı çalışmalarına hazırlık olacak. Mevcut kalıntıların ölçümlerini yapıyoruz. Bu bölgede çalıştığımız kaleye benzer bir çok oluşum var. Bu tür oluşumlar sadece bir kale değil, aynı zamanda içinde bir yerleşim var."

 

Ar, çalışmalarının pilot ve modern bir örnek olabileceğini ifade ederek, şunları kaydetti:

"Somut çıktılar ise hızla bilim dünyası ile paylaşılacak. Öncelikle buranın yerleşimiyle bilgili bilgi edinmek istiyoruz ama bu çok katmanlı bir şey. Bu alan hiç boş kalmamış. Burada insanlar nasıl yaşıyorlar, hayat tarzı değişmiş mi, hepsi araştırılacak."

Radikal, Haber: Özgür Tiran, 13.09.2015

ESERLERİ İSMİNİN ÖNÜNE GEÇEN İSTANBUL RESSAMI


 

Üç padişah görmüş İtalyan ressam Amadeo Preziosi, 40 sene yaşadığı İstanbul'un en güzel suluboya manzaralarına imza attı. Bugün akılda kalmış birçok sokak manzarasını resmeden sanatkarın çalışmaları, kendisinden daha çok biliniyor.

 

19. yüzyılın İstanbul'u diğer birçok Doğu şehri gibi bilhassa Batılı sanatçı ve müsteşriklerin akınına uğradı. Gün geçtikçe makineleşen Batı kültüründen sıyrılıp insan tabiatına kısa yoldan varmanın yolunu arayanlar için Doğu, özünü arama, aslına dönüş ve usanç getiren bir hayattan uzaklaşarak harikalar diyarına ulaşmak anlamına geliyordu o devirde. Şarkın macera dolu bir define adası olduğu dört bir yanda duyulmuştu. Artık Doğu denince akan sular duruyor, gezilen yerler tarif edilemez hadiselerin sahrası oluyordu. Birçokları bu arzuya kapılarak Doğu'ya doğru yelken açtı. Oryantalistler, kadim toprakların her köşesini arşınlıyor, gezdiği ve şahit olduğu manzaraları kendi usulünce kaydediyorlardı. Sonra burada ürettikleri sanat eserleri, eşya ve sair meta ‘oryantalizm' şerbetine bulandıktan sonra Avrupalı ülkelerde pazarlanıyordu. İşte bu farazi dünya furyasına kapılıp kendini Dersaadet eşiğinde bulanlardan biri de İtalyan ressam Amadeo Preziosi oldu. Bugün hemen her turistik mekanın dekoru haline gelen Preziosi'nin resimleri, günümüzde kimin yaptığı pek bilinmese de herkesin aşina olduğu İstanbul ve Şark manzaraları sunuyor.

 

Hacıbekir lokumcusu.

 

‘İşte benim tablolarım!'

Maltalı asilzade Giovanni Francesco Preziosi'nin oğlu Amadeo Preziosi, 1816 senesinde dünyaya geldi. Aristokrat bir aileye mensubiyetine binaen babası onu hukuk tahsiline teşvik eder ancak genç İtalyan'ın kendi dünyasındaki sanat ateşi ağır basacaktır. Malta Üniversitesi'ni terk ederek adanın en meşhur ressamı Guiseppe Hyzler'e çıraklık etmeye başlar. Bu eğitimini Paris'e giderek sağlam bir temele oturtacaktır. Buradaki çeşitli sanat oluşumları ve yayınların üzerindeki tesiri daha sonraki eserlerinde kendini gösterir. 28 Eylül 1842'de doğduğu şehir Valetta'yı terk eder. Gemideyken tuttuğu günceden anlaşılacağı üzere Preziosi, Doğu'nun kalbi İstanbul'da aradığını bulur. Aydınlanma çağında İstanbul'a yol alırken sanatkar, “Şark benim için yeniden doğuş olacak ve mutlu olacağım inancındayım.” notuyla hislerini ifade eder. Nihayet İstanbul'a eriştiği vakit, “İşte benim tablolarım, manzaralarım, hepsi birer birer karşımdaydılar artık.” diyerek adeta emeline erişmenin zaferiyle sarhoş olmuştur. Şimdi sıra İstanbul'un en güzel suluboya ve kalem resimlerine imza atmaya gelmiştir.

 

Amadeo Preziosi'ye bir İstanbul müptelası demek nahoş bir tabir olmaz. 24 yaşında geldiği İstanbul'da ömrünün üçte ikisini geçirecek ve burada defnedilecektir. Sanatçının atölyesi Pera'da İngiliz Konsolosluğu karşısındaki Yeni Çarşı Sokak'ta bulunuyordu. Sanatçı burada şarkın mahrem manzaraları yerine sokak enstantanelerini, imparatorluğun dört bir yanından gelen ahaliyi, günlük yaşayıştan göze çarpan alış-veriş, giyim-kuşam, meslek ve gelenek unsurlarını konu edinmişti. Oryantalizmin hedef kitlesine hitap edecek tipleri zaman zaman karikatüre varacak kadar mübalağa ile müşterilerine sunmuştu. İstanbul'un göze çarpan manzaraları sayılacak Kızkulesi, Galata, Mezarlıklar, Kapalıçarşı, Kahvehaneler, Mevlevihaneler ve sair ibadet mekanları İtalyan estetiğiyle anlatmayı başarmıştı Preziosi.

 

Galata Mevlevihanesi'nde sema yapan dervişler.

 

Eserleri Sergi-i Umumi'de

Üretken bir sanatçı olmasının yanı sıra İngiliz Sefareti'nin hamiliğinde gerçekleştirdiği çalışmalar mesleğin erbabı olduğunu ispat eder. Kırım Savaşı esnasında İstanbul'a üs kuran İngiliz ordusu ve Boğaziçi'nde bulunan İngiliz Armada yine Preziosi'nin fırçasıyla tüm zamanlara ulaşmıştı. Yaptığı eserlerle şöhreti artmış, artık resmi işlerin de altından kalkacak duruma gelmişti. Gerek kendi seyahatlerinden resme aldığı çizimleri, gerek beynelmilel sergilerde teşhir edilen eserleri Preziosi'ye üstat payesi kazandırmıştı. Yurtdışından gelen prens ve hanedan mensupları kendisini ülkelerine davet etmiş ve çeşitli taltiflerde bulunmuşlardır. Preziosi'nin çalışmaları 1858, 1867 ve 1882 senelerinde o dönemde dünyanın en prestijli organizasyonu kabul edilen Sergi-i Umumi'de yer bulmuştu.

 

Osmanlı pavyonunda yer bulan resimler arasında Sultan Abdülaziz'in suluboya portresiyle birlikte Sultan'ın Hassa Alayı ve Saray-ı Hümayun Muhafızları kıyafetleri yer alıyor. Sanatçı 27 Eylül 1882 senesinde Yeşilköy'de bir av esnasında yanlışlıkla patlayan silahın hedefi olmuş ve ertesi gün yaşamını yitirdi. Mezarı yine aynı yerdeki Latin-Katolik Mezarlığı'nda bulunuyor.

 

Amadeo Preziosi, İstanbul'da bir Rum hanımefendi ile evlenmiş ve 4 çocuğu olmuştu.

Zaman, Haber: Erkam Emre, 12.09.2015


YENİCE HÖYÜĞÜ'NDE 4 BİN 500 YILLIK SERAMİK PARÇALARI BULUNDU


 

Karkamış ile Oğuzeli ilçeleri arasındaki Yenice Höyüğü'nde başlatılan kazı çalışmalarında, 4 bin 500 yıllık seramik parçaları bulundu.

 

Gaziantep Müze Müdürü Tenzile Uysal başkanlığında, Gaziantep Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Yrd. Doç.Dr. Rifat Ergeç'in bilimsel danışmanlığında, 2 hafta önce başlatılan kazı çalışmalarında Erken Tunç (MÖ 3000-2000) dönemine ait, kalıntıların bulunduğu öğrenildi.

 

40 kişilik ekibin çalıştığı höyüğün kazı sorumlusu Arkeolog Abdülkadir Fıstıkçı, AA muhabirine yaptığı açıklamada, yörenin en önemli höyükleri olan Karkamış ve Tilbaşar höyükleri arasında bulunan Yenice Höyüğün, coğrafi konumundan dolayı çok önemli bir yere sahip olduğunu söyledi.

 

Bu açıdan kazıların titizlikle yürütüldüğünü ve çalışmalar sırasında 4 bin 500 yıllık seramik parçalarına ulaşıldığını ifade eden Fıstıkçı, Erken Tunç dönemine ait bulunan seramik kap parçalarının, bölgede yaşayanların tarımla uğraştıklarını ve buradaki insanların ürünlerini saklamak için seramik kaplar kullandıklarına işaret ettiğini belirtti.

 

Fıstıkçı, Yenice Höyük kazılarında ilk hedeflerinin burada yaşayan insanların kimler olduğunu, hangi kültüre ait olduğunu öğrenmek olduğuna değinerek, şöyle konuştu:

"Burası, coğrafi konum olarak Tilbaşar Höyük ile Karkamış höyükleri arasında bir nokta. Burası iki büyük höyük arasında durak noktası mı, yoksa bölgedeki tarım arazilerini kontrol eden köyvari bir yerleşim mi ya da küçük bir krallık mı, onu araştırıyoruz. 2013 yılında küçük iki kazı çalışması vardı ve o dönemki çalışmalarda orta tunç çağına ait yaklaşık 3 bin 500 yıllık seramik parçaları bulunmuştu. Şimdi çalışmalar yeniden başladı. Çalışmalarımız henüz çok yeni ancak, önceki bulduğumuz kalıntılardan daha eski döneme ait kalıntılar bulduk. Yaklaşık 4 bin 500 yıllık erken tunç çağına ait kalıntılar bulundu. Yani biraz daha geriye gitmiş olduk. Kazılar sırasında Erken Tunç dönemine ait bulunan seramik kap parçalarından, bölgede yaşayanların tarımla uğraştıklarını ve ürünlerini saklamak için seramik kaplar kullandıklarını tahmin ediyoruz. Kazıların devamında ise  Roma dönemine ait bir tabaka açığa çıktı."

 

Kazı çalışmalarının hava  koşulları müsait olursa yıl sonuna kadar devam edeceğini bildiren Fıstıkçı, yaklaşık 1 yıla kadar Yenice Höyük'le ilgili önemli işaretler elde etmeyi hedeflediklerini kaydetti.

Radikal, 12.09.2015

DÜNYANIN İLK RESİMLİ BASKI KİTABI

Cambridge Universitesi Kütüphanesi Arşivi’nde bulunan “Şi Zu Zay Şu Hua Ppu” (Kaligrafi ve Resim El Kitabı) adındaki eserin 1633 yılında Çin’in Nanjing kentindeki Ten Bamboo Matbaası’nda basıldığı belirlendi. Basılmasının üzerinden 400 yıla yakın bir süre geçmesine rağmen kitabın renklerinin son derece canlı olduğu dikkat çekti. 388 sayfalık kitapta 138 renkli resim ve kaligrafi örneği ile bunların nasıl yapıldığına dair metinler yer alıyor. Kitabın kütüphanenin en iyi saklanan kasalarından birine konulduğu ve yüzyıllarca hiç açılmadığı belirtildi.
Habertürk, 12.09.2015

17 BİN YILLIK TAPINAKTA 1,5 TON HAYVAN KEMİĞİ BULUNDU








 

Türkiye'nin en büyük doğal mağaralarından biri olan Karain Mağarası'nda süren kazı çalışmalarında, hayvanlara ait olduğu belirlenen 1,5 ton kemik bulundu.

 

Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Karain Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Harun Taşkıran, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Karain Mağarası'nın Türkiye'nin en eski yerleşim yerlerinden biri olduğunu söyledi.

 

Günümüzden 500 bin yıl önce insanların buraya yerleştiklerini ve milattan sonra 6 yüzyıla kadar burada yaşamaya devam ettiklerini belirten Taşkıran, "Bu mağarada sürekli bir yaşam olmuştur. Bu kadar uzun bir yaşam yeri olması, buranın önemini ortaya çıkartıyor. Bu özelliğinden dolayı sadece Türkiye'nin değil, dünyanın da sayılı mağaralarından" diye konuştu.

 

Taşkıran, bu yılki kazı çalışmaları kapsamında "E gözü" olarak adlandırılan bölümde kazı yaptıklarını dile getirerek, günümüzden yaklaşık 320 bin yıl öncesi döneme ait orta tabakalarda çalıştıklarını kaydetti.

 

Bu tabakaların en önemli özelliğinin kendine özgü bir yontmataş teknolojisinin kullanılması olduğunu vurgulayan Taşkıran, bu dönemde ilk insanların sosyal hayatlarında kullanacakları aletler ürettiklerini ve bu aletleri de bu mağarada yaptıklarını kaydetti.

 

Taşkıran, kazılar sırasında ortaya çıkan buluntularla bu dönemde kullanılan malzemeler hakkında bilgilere ulaştıklarını anlatarak, adeta iğne ile kuyu kazar gibi mağaranın en tepesinden zeminine kadar kazdıklarını ve 500 bin yıla kadar tarihlendirdiklerini söyledi.

 

- "Panter dişine rastlandı"

 Bu yıl ilginç fosil hayvan kalıntılarıyla karşılaştıklarını anlatan Taşkıran, "Anadolu'nun buzul çağ dönemi, iklim ve canlı yaşamı açısından bu buluntular çok önemli. Bu yıl bulunanlar arasında gergedan, su aygırı, gelincik, sansar, mağara ayısı, çakal, panter, vaşak, taya damanı, kokarca canlılarına ait parçalar var. Özellikle bu yıl ilk kez bulduğumuz panter dişi dikkat çekici. Karain kazılarında ilk kez panter dişi buluyoruz" dedi.

 

Taşkıran, buluntular arasında ilk kez bulunan bir canlı türüne ait parçalara da rastladıklarını dile getirerek, "Bunun buzul döneminde Anadolu'da hiç rastlanılmayan bir hayvan cinsi olan kaya damanı olarak biliniyor. Bu canlının yaşadığı bölge Ortadoğu ve Afrika. Tavşan, fare arasında bir hayvan bu. E gözünde bu hayvan cinsine ait çok miktarda kemik bulduk. Paleosen (Günümüzden 65 milyon yıl önce başlayıp 23 milyon yıl önce sona eren jeolojik zaman dilimi) döneme ait bu kaya damanlarının bir örneği Anadolu'da başka bir yerde yok" diye konuştu.

 

- "Buluntular, Yontmataş dönemine kadar inmekte"

Mağaranın "B gözü"nde Orta Paleolitik döneme ait yapılan kazılarda ise mağaranın tabanının tamamen kemiklerle kaplı olduğunu belirlediklerini anlatan Taşkıran, burada Anadolu'nun son avcı toplayıcılarına ait malzemelere rastlandığını kaydetti.

 

Taşkıran, burada kurban edildikleri düşünülen ve boynuzları ile omurlarına zarar verilmemiş halde dağ keçilerine ait kalıntılar bulunduğuna dikkati çekerek, bu buluntuların, insanların henüz yerleşik düzene geçmedikleri bir döneme ait olduğunu söyledi.

 

Harun Taşkıran, şöyle devam etti:

"Buranın erken Roma döneminde tapınak olarak kullanıldığı düşünülürken bu buluntular, Epipaleolitik döneme kadar Yontmataş dönemine kadar inmekte. Yani günümüzden 17 bin yıl öncesine ait. Araştırma yaptığımız mağaranın bu bölümünde 25 metrakerelik tabanın tamamen kemiklerle kaplı olduğunu gördük. Toprak neredeyse hiç görülmüyordu. Bu kadar çok kemiğin bulunması buranın bir adak yeri olduğunu gösteriyor. İnsanlar adaklarını adadıktan sonra etlerini alarak kemiklerini buraya atmışlar. Çok miktarda dağ keçisi ve diğer otçul hayvanların kemikleriyle dolu. Bu mağara daha insanoğlu henüz yerleşime geçmeden önce buranın tapınak ve adak yeri olarak kullanıldığını gösteriyor."

 

Taşkıran, grupların yılın belli dönemlerinde bir araya gelerek toplu olarak adak seronomisi yapmış olabileceğini anlatarak, "O kadar çok hayvan kemiği var ki bir metrekarelik alanda 40-50 kilograma yakın hayvan kemiği çıkardık. Bunu tüm yüzeye yayarsak yüzlerce kilogram hayvan kemiği var" dedi.

 

Mağaranın duvarlarında adak kitabe ve adak nişleri olduğunu hatırlatan Taşkıran "Bunlar geç Roma ve Bizans dönemlerine ait. Yazıtlara göre bir dağ tanrıçasına tapınma var. Bu da bize uzun çağlar boyunca buranın tapınma alanı olarak kullanıldığını gösteriyor" ifadesini kullandı.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın destekleriyle mağara çevresinin yeniden düzenlendiğini belirten Taşkıran, 1946 yılından bu yana kazılardan elde edilen buluntuların, burada yapılmakta olan müzede sergileneceğini sözlerine ekledi.

 

- Karain Mağarası

Antalya'nın 30 kilometre kuzeybatısında, Döşemealtı İlçesi'ne bağlı Yağca Köyü sınırları içinde denizden yaklaşık 450 metre yükseklikte bulunuyor.

 

Alt Yontmataş devrinden başlayarak Orta ve Üst Yontmataş evreleri, Neolitik, Kalkolitik, Eski Tunç gibi protohistorik çağlarda ve Klasik Çağ'da sürekli iskan edilen mağarada 11 metreyi bulan kültür dolgusu oluşmuş durumda.

Milliyet, 12.09.2015

ORİJİNALLERİ SAHTELERİYLE DEĞİŞTİRİLDİ


ABD’nin Los Angeles kentinde hırsızların bir sanat merkezinde sergilenen 9 orijinal Andy Warhol ipek baskısını sahteleriyle değiştirdiği ortaya çıktı. Film şirketi Moviola tarafından 2011’de bir açık artırmada satın alınan eserlerin “yıllar önce” çalınıp yerine sahtelerinin konulduğu ancak kimsenin bu değişikliği fark etmediği belirlendi. Çalınan baskılar arasında Warhol’un 1983’te tamamladığı “Tehdit Altındaki Türler” serisi ile 1980’de tamamladığı “20. Yüzyılda 10 Yahudi Portresi” adı eseri de bulunuyor.
Habertürk, 12.09.2015

DÜN İKONA KIRICILAR YIKIYORDU, BUGÜN IŞİD


 

Kültür ve sanat eserlerini yıkarak harap etmek yeni bir pratik değil. IŞİD'in bugün Suriye ve Irak'ta yaptıkları, bir yönüyle Hıristiyan ikona kırıcıları da hatıra getiriyor.

 

IŞİD'in Suriye'deki Palmira kentinde yaptığı bombalı tahribat esnasında Kapadokya'da bulunuyorduk. Taşlara oyularak yapılan kilise ve meskenleriyle Anadolu'nun görülmeye değer tarihi mirası Ihlara Vadisi'nde... Günümüze kadar ulaşabilmiş bu kalıntılar, pagan inancının tahakkümüne ve saldırılarına karşı tek tanrıya sığınanların nelere kudret yetirebileceğine dair bugün dahi bize mühim kanıtlar sunuyor. Bir rehber eşliğinde gördüğümüz tarihi eserler içinde günümüze kadar çıkabilmiş kimi ikonaların Palmira'daki kadar olmasa da ağır bir tahribata maruz kaldığına şahit olduk. Oyma, kazıma ve sair anlamsız yazılarla karalama tahrasına çevrilmiş tarihi miras arasında korunabilmişler de mevcuttu tabii. Ancak yıllar yılı atıl kalan eserler, şuursuz veya şuurlu bir tahrip hareketinin hedefi olmuş. Rehberimizden rivayetle, yöre halkı arasında vaktiyle ikonaların gözlerinden efsun saçıldığına dair bir batıl inancın bulunduğunu da hemen belirtelim. Bundan dolayı, Kapadokya'daki tarihi kalıntılarda önce gözlerden başlayıp tamamını yok olana kadar izleyen bir tasvir kırıcılık vuku bulmuş. Fakat konu üzerine biraz kitap karıştırdığımızda anlıyoruz ki, ‘ikonoklazm' denilen bu tasvir kırıcılık, yalnız son devre ait bir düşmanlık değil, tarihin muhtelif zamanlarında birbirinden farklı inançlar tarafından başvurulan bir gelenek.

 

Bizans ikona kırıcılığını anlatan 9. yüzyıldan kalma bir tasvir. Resimde ikonoklast, elindeki sivri aletle duvardaki ikonayı tahrip ediyor.

 

İkonoklazm kelimesi iki Grekçe ifadeden meydana geliyor. Resim, tasvir, suret manasındaki ‘eikôn' (ikon) kelimesiyle kırma, dökme, sökme anlamına gelen ‘klaô'dan fiili birleşerek Türkçeye ‘ikona kırıcılık' diye tercüme edilebilecek bu ifadeyi ortaya çıkarmış. İkonoklazm, bir dinin kendi içinde yaptığı kabul edilen kutsal nesne tahribi manasına geliyor. Bu akımı savunanlara yani kutsal hiçbir şeyin tasvire sığamayacağını söyleyenlere ise ikonoklast deniyor. Bu akımın kökenlerine bakacak olursak antik devirlerde Mısır'a kadar uzanabiliriz. İçinde bulundukları devirlerde Mısır firavunları, kendilerini yeryüzünün tanrısı olarak görür, uluhiyetlerini ilan eden devasa heykeller yaptırırdı. Ancak onların ölümüyle tahta geçen yeni firavun makamına kurulduktan hemen sonra selefinin heykellerini kırdırmaktan çekinmezdi. Bu sayede eski firavunun ilahlığı sona ermiş olurdu (Damnatio Memoriae). İkona kırıcılık veya kaba tabiriyle putkırıcılık tarihte semavi dinlerin ilk demlerinden itibaren kendine yer bulmuş. Tanrı inancının ve semavi hadiselerin sonradan yaratılmışlara benzetilemeyeceği fikri semavi dinlerde kabul edilmezken, bu inanış Hıristiyanlık'ta zaman içinde inişli-çıkışlı bir seyir takip etmiş. Tarihte sık sık tekrarlanan bu pratiğin literatüre girmesi ise Hıristiyanlıkta yaşanan bir içtihat farkından ortaya çıkıyor.

 

Avrupa'da Protestan inancıyla beraber baş gösteren ikona kırıcılık, 16. yüzyılda birçok kilisede buna benzer manzaraları ortaya çıkardı. Saint Martin Katedrali, Utrecht, Hollanda.

 

İkonalar cahiller için resmedildi

Modern sanatı köklerinde barındıran Hıristiyanlık inancının resme ve dolayısıyla suretlere karşı takındığı tavrın değişmesinde şu unsurlar rol oynadı: Heykel ve tasviri birebir merkeze alan paganizmden, tek tanrı inancı gereği ayrılması gereken kilise, henüz kati bir fikir etrafında birleşememişti. Mabetlerin nasıl süsleneceği hususunda, bir taraf, binaların eski pagan inancından miras kalan heykel ve resimlerden arındırılması gerektiğini savunuyordu. Bu sebeple Roma İmparatorluğu döneminde çoktanrılı dinin simgeleri sayılan birçok heykel, kabartma ve sütun yıkılarak yok edildi. Bazı Kilise mensupları ise  resimleri, cemaate eğitimle verilenlerin hatırlanmasında ve kutsal olayları akılda canlı tutmaya yardımcı oldukları için faydalı görüyordu. VI. asırda yaşayan Papa Gregorius Magnus, resme karşı çıkan herkese şu teziyle cevap vermişti: “Yazılar okuma-yazma bilenler için ne ise, resimler de okuma-yazma bilmeyenler için aynı şeydir.” Daha sonrasında Batı kilisesi bu fikre uzun süre bağlı kaldı.

 

İkona yıkıcılar kazanamadı

Yedinci ve sekizinci asırlara gelindiğinde Roma İmparatorluğu'nun doğusunda bilhassa İslam'ın ilerleyişiyle münasebetleri artan Doğu Kilisesi'nde ikonalara karşı antipati artmıştı. İkonakırıcılık üzerindeki İslam tesiri her ne kadar inkar edilse de bu fikrin ateşli savunucuları içinde önde gelenler İslam devletiyle komşu olan Hıristiyanlardı. Başkent Konstantinopolis'e göç eden din adamlarının bu fikri yaymadaki mahareti ilk defa 8. asırda kendini belli etti. İmparator III. Leo döneminde, 726-730 seneleri arasında devam eden ilk devrede imparator Ayasofya'nın Halki Kapısı'ndaki İsa tasvirini kaldırarak yerine büyük bir haçın koyulmasını emretti. Fitili buradan başlayan ikonoklazm akımı birden bütün Anadolu'yu sardı. Artık fırsatı eline geçiren ikonoklastlar kilise ve benzeri ibadethanelerdeki tasvirleri parçalama yarışına girişiyordu. Diğer yandan halkın bir kısmı da bu harekete karşı itiraz ediyor hatta ikona kırıcıları bulduğu yerde öldürüyordu. Hıristiyan memleketleri ilk ikona kırıcılığı dönemi sonunda (730-787) bu işin din dışı ilan edilmesiyle rahatladı. Ekümenik konseylerde uzun süren tartışmalar yaşandı. V. Leo döneminde ikonaların kırılmaması, tanrının gazabını davet ediyor denilerek 814-842 dönemi arasında ikinci bir ikona kırıcılık dönemi daha yaşandı. Nihayetinde Kraliçe Teodora'nın verdiği kararla ikona tahribatı tamamıyla bitmiş ve Hıristiyan dünya bu zaferi Ortodoksluğun galibiyeti olarak kabul etmişti.

 

IŞİD yalnızca Palmira'yı değil, İslami mekanları da hedef alıyor

Ortadoğu'nun göbeğinde kanserli bir hücre gibi yayılan IŞİD'in sadece İslam dışı unsurlara olan düşmanlığı değil, asırlardır devam eden İslam geleneğine de karşı olması dikkat çekici. Musul'da bulunan Hz. Yunus ve Hz. Şit aleyhisselamın kabirlerini bombalar koyarak yok eden teröristler, Musul'da bulunan İslam eserlerinin de yağmalanarak yok olmasına sebep oldu. Bugün sözüm ona Müslümanlık kisvesi altında herkese savaş açan silahlı terör grubunun tüm insanlığı karşısına alarak dinimizin emrettiği merhamet, saygı, adalet gibi değerlerin de yok edicisi olduğu not edilmeli.

Zaman, Haber: Erkam Emre, 11.09.2015

1800 YILIN ARDINDAN İLK TOPLANTI


Aydın Büyükşehir Belediyesi'nin Eylül ayı ilk meclis toplantısı, 1800 yıl önce yaşlılar meclisi toplantılarının yapıldığı 'NYSA antik kentinde gerçekleşecek. CHP'li Büyükşehir Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu'nun önerisiyle antik kente dikkat çekmek amacıyla alanın kullanılacağı ve vatandaşlara açık olacağı kaydedildi. CHP'li Aydın Büyükşehir Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu'nun aile yakınları da olmak üzere işadamlarının destekleriyle yıllardan beri kazı çalışmalarının sürdürüldüğü, Aydın'ın en önemli ören yerlerinden NYSA Antik Kenti, yıllar sonra tekrar bir toplantıya ev sahipliği yapacak. Antik Karia bölgesinin önemli bir kenti olan NYSA'da, M.S. 2'inci Yüzyılda Nysalı zengin Sextus Iulius Antoninus Pythodoros tarafından annesinin vasiyeti üzerine yaptırdığı ve uzun süre yaşlılar meclisi toplantılarına ev sahipliği yapan alan; 1800 yıl sonra bu sefer Aydın Büyükşehir Belediye Meclis üyelerini ağırlayacak. Büyükşehir Belediyesi'nin Eylül ayı ilk meclis toplantısı Başkan Çerçioğlu dahil 81 üyesiyle, 14 Eylül Pazartesi günü antik kente gerçekleşecek.

 

"AYDIN'IN GEÇMİŞİNDE DE MECLİS KÜLTÜRÜ VAR"
NYSA Antik kentine dikkat çekmek adına meclis üyeleriyle birlikte böyle bir karar aldıklarını belirten Başkan Çerçioğlu, Aydın'ın her tarafının antik kentlerle dolu bir coğrafya olduğuna dikkat çekerek, kentin tarih boyunca demokrasiye aşina bir bölge olduğunu söyledi. Aydın topraklarında 2 bin yıl öncede meclis toplantıları düzenlendiğini ifade eden Çerçioğlu, "Aydın'da 2000 yıl öncede olduğu gibi günümüzde de ortak akıl kültürü ile hizmet yürütmeye çalışıyoruz. Nysa Antik kenti sayesinde Aydın'ın geçmişinde de meclis kültürü olduğunu görüyoruz. Aydın'ın gelişimine katkıda bulunmak için tarihi değerlerimizin de ön plana çıkması gerekiyor. Biz bu doğrultuda Nysa Antik kentini dikkat çekmek adına böyle bir karar aldık" dedi.

 

VATANDAŞA AÇIK OLACAK
Pazartesi günü 18.00'de tarihi ihtiyarlar meclisinde gerçekleştirilecek meclis toplantısı vatandaşlara açık olacak. Toplantıdan sonra tarihi kentte Büyükşehir Belediyesi tarafından katılımcılara yemek verilecek.

 

NYSA ANTİK KENTİ
Antik Karia bölgesinin önemli bir kenti olan Nysa, Aydın - Denizli karayolu üzerinde Aydın'ın 30 km doğusunda, Sultanhisar İlçesi'nin 3 km kuzeybatısında yer almaktadır. Eskiden Karia olarak adlandırılan bölge Hellenistik devirde, MÖ 3. yüzyılın ilk yarısında Seleukos'un oğlu I. Anthiochos Soter tarafından kurulmuştur. Kent, özellikle Roma İmparatorluk egemenliği altındayken kültürel alanda önemli bir noktaya ulaşmıştır. Çok dik bir boğazın iki yanında kurulmuş binalar, sokaklar ve meydanlar tonozlu alt yapılarla desteklenmiştir. Nysa eski çağlarda özellikle eğitim alanında ünlü bir kentti ve Strabon bu kentte eğitim görmüştü. Antik kentteki Gymnasion ve kütüphane kalıntısı Nysa'daki bu eğitim yapılarını oluşturmaktadır. Tiyatro kent merkezinde, doğu yamaçta olup iyi korunmuş durumdadır. Nysa'nın en iyi korunmuş yapısı yaşlılar meclisidir. Nysa XX. yüzyılın başlarında birçok araştırmacının ilgisini çekmiş bir antik kenttir. Alman Walther von Diest 1907 ve 1909 yılları arasında Nysa'da kazı ve araştırma çalışmalarını sürdürmüş, ardından 1921 yılında Yunanlar tarafından alanda çalışmalar gerçekleştirilmiştir. İzmir Arkeoloji Müzesi, 1960'larda Gerontikon ve Tiyatro'da kazı çalışmaları yürütmüş, Aydın Arkeoloji Müzesi de 1980'li yıllarda Tiyatro'nun sahne binasında kısa süreli çalışmalar gerçekleştirmiştir. 1990- 2010 yılları arasında, Nysa'daki araştırma, kazı ve restorasyon çalışmaları, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü tarafından, 2012 yılından itibaren ise çalışmalar Aydın Arkeoloji Müzesi başkanlığı tarafından yürütülmektedir.

Ege Haber, 11.09.2015

DÜNYANIN EN BÜYÜK YETİMHANESİ



Avrupa'nın en büyük, dünyanın ikinci büyük ahşap binası Eski Rum Yetimhanesi, gün geçtikçe çürüyor. Adalar vapuruyla gelirken rahatlıkla görülebilen tarihi bina, sahip çıkılmaya muhtaç bir vaziyette bekliyor.

 

Ahşap salonda, terk edilmişliğin her türlüsü... Ayakkabı ökçesinin esneyen parkeler üzerine dokunduğu yerden garip sesler yükseliyor. Çökmüş duvarın altında kalan mahremiyet perdesi, onuru lekelenmiş bu odalar şimdi güvercinlere mesken olmuş. Yağmur yiye yiye çöken katlardan gökyüzünü seyredebilmenin hüznü ve ferahlığı artık birbirine karışmış. Yürürken her adımda bir çatırtı, bir gıcırtı geliyor. İşte şurada saplanıp kalacağım hissiyle ağır ağır dolaştığımız bu salon, bir zamanlar yetimlerin şarkılarıyla inleyen, şiirle, piyeslerle şenlenen bu salon, nasıl bir hayalete dönüşmüş? Öldükten sonra ayakta durabilen bir cenazeye yaklaşmak ne kadar haşyet ve korku verirse, elli bir sene önce ruhunu teslim etmiş bir binanın içinde dolaşmak da öyle işte. Can sıcaklığı çekilmiş, sararıp moraran, karnı içine çekilip kadidi beliren bir ölü getirin gözünüzün önüne, bir de koca ahşap levhaları sarkan, yer yer büyük göçüklerle yaralanmış, ahşap sütunları kopmuş, korkulukları dağılmış bu devasa binayı... Ruh, bedeni nasıl terk ederse, bu binayı da insanlar terk etmiş. Ve galiba bu bina da ölü bir insana hiç olmadığı kadar benzemiş.

 

 Büyükada'da ormanlık arazide kurulu Eski Rum Yetimhanesi, bundan yarım asır evvel 21 Nisan 1964 tarihinde terk edildi. Daha doğrusu günün Türk-Yunan siyasetinin çekişmesine kurban edilerek zorla terk ettirilmiş. Bugün bir harabe durumundaki binanın inşa hikayesi 19. yüzyılın sonuna uzanıyor. Kont Maurice de Bochard başkanlığındaki Fransız ‘Société des Grandes Hotels Européens' şirketi, İstanbul'un gözde sayfiye yerleri arasında bulunan Büyükada'ya lüks bir hotel inşa etmek ister. Bunun için ünlü Levanten mimar Alexandre Vallury'ye teklif götürülür. İki yüz altı adet süperlüks odası, iki büyük yemek salonu, toplantı salonları, konser ve balo salonu, geniş bodrum mahalli ve o dönem için gayet modern tarzdaki teçhizatıyla donatılan mutfaklarının bulunduğu otel, bugün dahi Avrupa'nın en büyük ahşap binası olacaktır.

 



Merdivenlerde öğretmenleri ile hatıra fotoğrafı çektiren yetimler (1953 )

Otel 1898-1903 tarihleri arasında tamamlanır. Prinkipo Palace adıyla hizmet verecek olan şaşaalı otelin müşterileri Doğu Ekspresi ile Osmanlı'yı ziyaret edecek turistlerdir. Ancak işler planlandığı gibi gitmez. 20 bin metrekare içindeki bu devasa binanın büyük bir kumarhane ve zevk-ü sefa mekanı olacağı anlaşılınca Babıali'den gelen emirle açılış durdurulur. Tüm hazırlıklarıyla tamam vaziyette bulunan ahşap yapı atıl kalmıştır. Fakat hadisenin üzerinden çok geçmez ve İstanbul'un zengin tüccar ailelerinden biri olan Zarifi Ailesi'ne mensup Eleni Zarifi, atıl kalan mülkü satın alır. 15 bin Osmanlı Lirası karşılığında alınmış bina Rum yetimlerin hizmetinde kullanılmak üzere Patrikhane'ye tahsis edilir (1905).

 

Sultan'ın Rumlara inayeti

Tabii bu işlemlerin tamamı Sultan II. Abdülhamid'in izni ve inayetiyle gerçekleşir. Rum zenginlerin bağışlarıyla teşekkül eden kuruma, Sultan bizzat 1180 Osmanlı altını ihsan ederek binayı ‘Rum Ortodoks cemaatine mensup, İstanbul, Bozcaada ve Gökçeada havalisinde bulunan yetim çocukların yetimhanesi' suretiyle patrikhaneye bağışlar. Hatta sultan bu ihsanıyla da yetinmeyerek yetimhaneyi vergiden muaf tutmuş, zaman zaman da iaşe yardımında bulunmuş. Binin üzerinde yetim çocuğun barındığı yetimhane, öğretmenleri ve hizmetlileriyle birlikte büyük bir eğitim yuvasına dönüşmüş. I. Cihan Harbi ve Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki karışıklık sırasında o dönem İstanbul'a göçen birçok Beyaz Rus ve Kuleli Askeri Lisesi'nden gelen talebeler de kalmaya başlamış. Zira 210 adet odadan ancak belli bir kısmında bulunan yetimler haricinde odalar boş bulunuyormuş. Nihayet 1925 yılında Yetimhane asli vazifesine geri dönerek yetimlerin talim-terbiye gördüğü, meslek öğrenerek hayata hazırlandığı yer haline geri dönmüş. Ta ki 1964 senesine kadar...

 


Yetimhanenin büyük salonundaki piyano herşeyi özetleyen ibretlik bir manzara sunuyor.

 

Savaş siyasetinin acı meyvesi

İstanbul Ansiklopedisi'nin verdiği bilgiye göre; ilk açıldığında binin üzerinde yardıma muhtaç yetimi muhafaza eden Büyükada Rum Yetimhanesi'nde kapanmadan hemen önce, 1962 senesinde 173 ilkokul öğrencisi, 15 sabi ve Rum ortaokulları ve liselerinde tahsiline devam eden yetişkin genç bulunuyordu. Reviri, oyun salonu, Türkçe-Rumca kitapların bulunduğu kütüphanesi ve altı sınıflı ilkokul bulunan yapı aynı zamanda mesleki derslerin verildiği marangozhane, demirci atölyesi, kundurahane gibi mekanları da içeriyordu. Bu eğitim yuvası hevesi ve istidadı olan öğrenciler için yurt vazifesi de görüyormuş. Türk ve Rum hocaların çalıştığı müessese 39 yıl bu surette hizmet verdikten sonra Kıbrıs hadiseleriyle gerilen Türk-Yunan ilişkilerinin hedeflerinden biri oluvermiş. Masum çocukları koruyan yetimhaneye Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce verilen ‘mail-i inhidam' yani çökmeye yüz tutan bina sınıfında olduğu gerekçe gösterilerek kapatılmış. 46 yıl bu vasfı yüzünden bir çivi dahi çakılmayan bina 2010 yılında Avrupa İnsan Hakları'nın verdiği karar doğrultusunda yeniden Patrikhane'ye devredildi. 2012 senesinde Dünya Anıtsal Miras Listesi'ne dahil edilerek kurtarılmayı bekleyen yapılar arasında yer alan ahşap bina bugüne kadar maddi yetersizlikler sebebiyle atıl kaldı. 90'lı yıllarda Çelik Gülersoy ve bazı iş adamlarının teşebbüsleri sonuçsuz kalırken, 2012'de binanın Patriklik uhdesinde yer alan bir uluslararası çevre enstitüsüne çevrileceği ilan edilmişti. Bina, eski yetimlerin zaman zaman gelerek hüzünlü dakikalar yaşadığı hayalet yapı olmaya devam ediyor. Kaza ve yaralanma tehlikesi yüzünden şimdi ziyarete kapalı durumda.

 

Yetimhaneyi satın alarak çocukların hizmetine veren Eleni Zarifi (Ortada) / Akias Millas Arşivi

Zaman, Haber: Erkam Emre, 11.09.2015

EKŞİ HÖYÜK GÜN YÜZÜNE ÇIKARILIYOR

Çal’da bulunan Ekşi Höyük’te kazı çalışmaları başladı. Ekipler, kısa süre içinde Anadolu medeniyetine ışık tutacak olan önemli bulgular elde etti. Yörede yaşayan vatandaşların geçimlerini balıkçılık, hayvancılık, avcılık ve tarım ile sağladıkları ortaya çıktı.

Ekşi Höyük’te yürütülen kazı çalışmaları, Müze Müdürlüğü başkanlığında, Yrd. Doç.Dr. Fulya Dedeoğlu Konakçı’nın bilimsel danışmanlığında 20 kişiden oluşan ekiple geçtiğimiz ay başladı. Kazılarda kısa süre içinde Batı Anadolu arkeolojisi açısından önemli arkeolojik verilere ulaşıldı.

Ekşi Höyük’te tespit edilen arkeolojik buluntular (kemikler, deniz kabukları, çakmaktaşı ve obsidyen aletler, sapan taneleri, olta ucu) yerleşimin geçim ekonomisinde hayvancılık, balıkçılık, avcılık ve tarımsal faaliyetlerin önemli yer tuttuğunu ortaya koyuyor.

Batı Anadolu’da kaynağı olmayan obsidyen aletlerin Ekşi Höyük’te bulunmuş olması, yerleşimin Neolitik Dönem ticaret ağından yararlandığını da ortaya koyuyor.

EKŞİ HÖYÜK NEREDE
Müze Müdürlüğü’nün Ekşi Höyük ile ilgili bugüne kadar elde ettiği verilere göre, Çal İlçesi Dayılar Köyü’nün yaklaşık 1 km. doğusunda bulunan ve deniz seviyesinden 812 metre yüksekliğe sahip bir tepe üstü yerleşimi. Alanın konumlandığı Yukarı Menderes Havzası, Batı Anadolu’da, Denizli sınırları içerisindeki Çal, Baklan ve Çivril ilçelerini kapsayan son derece geniş bir alanı kapsıyor. Havzanın batı kesiminde, doğu-batı uzantılı doğal bir tepe üzerine kurulmuş olan Ekşi Höyük yaklaşık 2 hektarlık bir alana uzanıyor.

Denizli Haber: 11.09.2015

ARKEOPARK İLE TARİHE YOLCULUK BAŞLADI


 

Bursa’yı tüm değerleriyle geleceğe taşıyan Büyükşehir Belediyesi tarafından kente kazandırılan ‘Aktopraklık Höyük Arkeopark ve Açıkhava Müzesi’, 11 Eylül Bursa’nın kurtuluşunun 93. yıldönümünde görkemli bir törenle halkın ziyaretine açıldı.

 

Büyükşehir Belediyesi tarafından Bursa’ya kazandırılan Aktopraklık Höyük Arkeopark ve Açıkhava Müzesi, görkemli bir törenle ziyarete açıldı. Akçalar Mahallesi Hasanağa Sanayi Bölgesi KARSAN Fabrikası yanında yapılan arkeolojik çalışmaların ardından ziyarete açılan Aktopraklık Höyük Arkeopark ve Açıkhava Müzesi, ziyaretçilerine, kentin kültürel mirasına ve 8500 yıl öncesine uzanan köklü arkeolojik değerlerine şahit olma şansı sunuyor. Ziyaretçilerini tarih yolculuğuna çıkaran höyük ve açıkhava müzesinin açılış törenine; Bursa Valisi Münir Karaloğlu ve Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe’nin yanı sıra Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü Kazılar Dairesi Başkanı Melik Ayaz, İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Mahmut Ak, Uludağ Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Yusuf Ulcay ve Kosova Cumhuriyeti Kamu Yönetim Bakanı Mahir Yağcılar ile Büyükşehir Belediyesi bürokratları, Bursalı sanayici ve iş adamları ile Bursa gönüllüsü öğrenciler katıldı.


Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, Aktopraklık mevkiinde yıllardır yoğun emekle devam eden çalışmaların güzel bir şekilde sona erdiğini belirterek, “Arkeolojik çalışmaların ardından Aktopraklık’ın Bursa’nın en eski yerleşim yeri olan ve ilk çiftçi topluluklarının yaşadığı önemli bir bölge olduğu öne çıktı. 10 yılı aşkın zamanın ardından Aktopraklık Höyük Arkeopark ve Açıkhava Müzesi’ni halkın ziyaretine açıyoruz” diyerek çalışmaya emeği geçenleri tebrik etti.

 

Tarih başkenti Bursa
Başkan Altepe, Bursa’nın birçok medeniyetin izlerini taşıyan bir tarih başkenti olduğunu ifade ederek, “Bursa Büyükşehir Belediyesi olarak yerel yöneticilerin tarihi değerleri kalkındırmada çok etkili olacağını gösteren hizmetleri gerçekleştiriyoruz. Bursa’nın tüm köşelerindeki anıtsal yapılar, tarihi eserler restore edildi. Bursa, yaşayan canlı bir tarih şehri ve müze kent oldu. Geçen yıl tüm değerleriyle UNESCO Dünya Kültürel Miras Listesi’ne giren Bursa, artık bir ‘evrensel değer’ oldu” dedi.


Bursa’da tarihi kalkındırma çalışmalarında diğer kurum ve kuruluşlarla da işbirliğine gidildiğini anlatan Başkan Altepe, “Şehrin her köşesinde çalışıyoruz. Büyükşehir’e yeni dahil olan 10 yeni ilçede sadece tarihi kültürel miras açısından 450’nin üzerinde eser ortaya çıkarıyoruz. Bursa, bu konuda Türkiye’ye olduğu gibi dünyaya da örnek oluyor. Arkeolojik çalışmaların ardından neolitik ve kalkolitik dönemlerden izleri ortaya çıkaran yapısıyla Aktopraklık Höyük Arkeopark ve Açıkhava Müzesi, bölge turizmine ciddi katkı sağlayacak” diye konuştu.

 

Eğitime de katkı sağlayacak
Başkan Altepe, Akçalar Beldesi Aktopraklık Mevkii’nde 2004 yılından bu yana İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Prehistorya Anabilim Dalı, Aktopraklık Höyük Kazı Başkanlığı tarafından yapılan arkeolojik kazı çalışmaları hakkında bilgiler verdi. Arkeopark Açık Hava Müzesi alanının eğitici bir gezi güzergahı olmaktan öte öğrencilerin eğitiminde de kullanılabilecek bir yapıyı içerdiğini, farklı atölye çalışmalarıyla interaktif bilgi akışının sağlanacağını da sözlerine ekledi. Başkan Altepe, 187 dönüm alan içerisinde yer alan proje kapsamında giriş takı ve meydan düzenlemesi, alan ile bilgilendirme ve sergilerin yer aldığı karşılama binası (uzman atölyesi), atölyelerin yapılabileceği çocuk kazı evi binası ile kazıdan çıkarılan buluntuların saklanacağı depo yapılarının da inşa edildiğini söyledi.

 

Zamanda yolculuk
Kazı alanlarının daha yüksek bir kottan algılanabilmesi için gözetleme kulesinin de yapıldığını söyleyen Başkan Altepe, “Tarih öncesi yaşam biçiminin daha iyi anlaşılması nedeniyle de projede Neolotik Köy ve Kalkolitik Köy canlandırmaları ile geleneksel mimarlık örneklerinin aslına uygun bir şekilde yeniden inşa edildiği Kızılelma Köyünün oluşturuldu. Böylece tarih öncesi bir yerleşimin nasıl olduğu gösterilirken, yakın çevredeki etnoğrafik malzeme de korunup saklanmış olacak. Bu zaman dilimlerini birbirine bağlayan bir tünelle zamanda yolculuk yaparak alanı gezmek mümkün olacak. Alanın ortasında yer alan dere üzerinde de farklı zaman dilimlerine sıçramaların yapılacağı köprüler yer alıyor. Ayrıca geleneksel köy içerisinde pekmezlik, zeytinyağı işliği, değirmen ve köy hayatını yansıtacak işlevlere sahip yapıların oluşturulması da planlanıyor. Gezi, bilgi edinme ve eğitim amacıyla kullanılacak bu bölümlerin yanı sıra ziyaretçilerin dinlenebileceği bir de kafe (seyir terası) inşa edildi. Köklü bir kültürel zenginliği gözler önüne seren Aktopraklık Höyük Arkeopark ve Açıkhava Müzesi, Bursa’nın kültür ve turizmine değer katacak. Şu anda devam eden müze binası da Mart ayında bitecek ve bölge tamamen bitmiş olacak. Binayı da katarsak 5 milyon TL’lik (5 trilyon) harcamayla Bursa’ya yakışan güzel bir tesis oluşturuldu” şeklinde konuştu.

 


“Arkeopark, turizme katkı sağlayacak”
Bursa Valisi Münir Karaloğlu, birçok kurumun bir araya gelişiyle örnek bir çalışmanın hayata geçirildiğini vurgulayarak, “Anadolu coğrafyası insanlık tarihi kadar eski yerleşim bölgesidir. Kazı yapılan yerde, bilimsel olarak Bursa’daki yerleşimin 8500 yıl önceye gittiği belirtiliyor. Anadolu coğrafyasında hangi değerler varsa bunların tamamını korumak ve bunları gelecek nesillere aktarmak bizim görevimizdir. Objelerin ortaya çıkarılması, korunması ve hedef kitleye de ulaşılmasını amaçlayan Arkeopark’ın kentin tanıtımına ve turizmine katkı sağlayacağına inanıyorum” dedi.

 

“Kültürel bilincin oluşumunu destekleyecek”
İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Mahmut Ak ise İstanbul Üniversitesi’nin bilimsel araştırmalara ve kültürel varlıkların korunmasına önem verdiğini vurgulayarak, “Arkeopark’ın teorik değerlerinin yanı sıra ilköğretim ve üniversite öğrencilerinin, araştırmacıların ve günübirlik ziyaretçilerin dikkatini çekeceğine ve bu durumun da toplumsal kültür bilincine katkı sağlayacağına inanıyorum” şeklinde konuştu. Uludağ Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Yusuf Ulcay da çalışmanın önemini vurguladı.

 

“Aktopraklık Höyük’ü UNESCO’ya girmeye değer bir açıkhava müzesidir”
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü Kazılar Dairesi Başkanı Melik Ayaz ise tarihi ve kültürel değerlerin geleceğe aktarılmasının önemine değinerek, ülkedeki kazı ve araştırma çalışmaları hakkında bilgi verdi. Kültür varlıklarının korunmasında valiliklerin ve büyükşehirlerin belediye başkanlıklarının desteğinin çok önemli olduğunu belirten Ayaz, Bursa Büyükşehir Belediyesi ile İznik konusunda da örnek bir protokol gerçekleştirildiğini vurguladı. Ayaz, Aktopraklık Arkeopark projesinin çok önemli olduğunu belirtirken, “Bilimsel çalışmaların yapılmasının yanında çevredeki bölge halkına da yansıtılarak kültürel bilincin artırılması da önemlidir. Arkeopark’taki çalışmalar ve neolitik köy modelinin öne çıkarılması da kültürel bilince katkı sağlayacaktır. Bursa’nın diğer değerleri gibi Aktopraklık Höyük’ü de UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne girmeye değer bir açıkhava müzesidir” şeklinde konuştu.

 

Karul, Aktopraklık’taki kazı çalışmalarını anlattı
Proje yöneticisi ve kazı başkanı Doç.Dr. Necmi Karul da kazı çalışmalarında 12 yılı geride bıraktıklarını söyleyerek, “Öncelikle kurtarma kazısı olarak başlayan çalışmaların ardından ortaya çıkan bulgular, Bursa’nın 8500 yıllık tarihine ışık tuttu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Prehistorya Anabilim Dalı, Aktopraklık Höyük Kazı Başkanlığı tarafından 2004 yılından bu yana arkeolojik kazı, değerlendirme ve çevre araştırmalarının yapıldığı alanda uzun bir süre ilgiyle yürütülen bilimsel çalışmalar, yerini 7 yıl önce farklı bir işbirliğine bıraktı. Bursa’nın geçmişine ilişkin bu araştırmaların toplumla bütünleştirilmesinin önemi konusundaki farkındalık, çalışmaların desteklenmesi gerektiğini gösterdi. Bu noktada Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle devam eden çalışmaların ardından burada yıl boyu gezilebilen bir düzen oluşturuldu. Arkeolojik alan bir düzenleme çalışmasıyla birlikte merkezinde eğitimin olduğu bir niteliğe kavuşacak biçimde düzenlendi” diye konuştu.


Karul, çalışmaları destekleyen Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe’ye teşekkür etti. Konuşmaların ardından Başkan Altepe, protokol üyeleriyle birlikte ‘Aktopraklık Höyük Arkeopark ve Açıkhava Müzesi’nin açılış kurdelesini keserek, arkeoparkı gezdi.

Bursa Büyükşehir Belediyesi, 11.09.2015

OSMANLI'NIN HER SEFER ÖNCESİ GİTTİĞİ NAMAZGAH UYUŞTURUCU MESKENİ OLDU


 

Bursa'da yüzyıllar önce, Osmanlı ordusunun namaz kıldığı Namazgah'ın yeniden ibadete açılmasından büyük memnuniyet duyan mahalle sakinleri, madde bağımlılarının son zamanlarda tarihi mabedi mesken tutmasına tepkili. Muhtar Ruhhan Görgün, Namazgah'ın korunması için bölgeye özel güvenlik personeli verilmesini istedi.

 

Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında ordunun savaşa çıkarken zafer, dönüşte de şükür namazı kıldığı tarihi Namazgah, şimdilerde madde bağımlılarının mekanı haline geldi. 2011 yılı Ramazan ayı öncesinde belediye tarafından temizlenerek ibadete açılan Namazgah'ı dolduran binlerce Bursalı, Orhan Gazi, I. Murad ve Yıldırım Beyazıt'ın namaz kıldığı mekanda teravih ve bayram namazını eda etmenin mutluluğunu yaşıyordu.

 

Son günlerde içki içip, uyuşturucu kullanan gençlerin mesken tuttuğu tarihi mescidden her sabah içki şişeleri topladıklarını vurgulayan Mahalle Muhtarı Ruhhan Görgün, bölgeye özel güvenlik elemanı verilmesini bekliyor.

 

Caminin şadırvanının, oturma yerlerinin bağımlılar tarafından tekmelenip kırıldığını belirten Muhtar Ruhhan Görgün, mescidin duvarlarına da uygunsuz yazılar yazıldığını vurguladı. Temizlikçilerin her sabah çuval çuval içki şişesi topladığını anlatan Görgün, cami tuvaletlerinde uyuşturucu alımında kullanılan malzemeler bulduğunu ifade etti. Görgün, tepkisini şu sözlerle dile getirdi: “Burada teravih namazı kılınıyor. İnsan kalabalığı olduğu için tinerciler gelemiyorlar. Ramazan geçtikten sonra buraya tinerciler, alkol alan gençler geliyor. Biz bunlarla karşılaşmak istemiyoruz. Bunlarla muhtar olarak mücadele ediyorum. Muhtarlık burada olduğu için gündüz gelip içemiyorlar. Gece geliyorlar, saat üçte, dörtte gelip içiyorlar. Bunları mahalleli olarak istemiyoruz. Osmanlı'nın sefere çıkarken ve sefer dönüşü namaz kıldığı, ibadet ettiği böyle bir mekanda alkol alan gençleri istemiyoruz. Yetkililerden yardım bekliyoruz.”

 

Tarihi mekanda olumsuz manzaralarla karşılaşmış olmanın içini acıttığını vurgulayan Görgün, şunları kaydetti: “Büyükşehir belediyemizin katkılarıyla restorasyon yapıldı; ama yapıldıktan sonra burası sahipsiz kalmış gibi görünüyor. Belediye başkanımız Recep Altepe, tarihi mekanlara çok önem veriyor. Balkanlar'da da çok önem veriyor. Hassas olduğunu biliyorum. Belediye başkanımızdan buraya sahip çıkmasını rica ediyorum. Bu durumu kendisi bilmiyordur. Mahalle halkımız buraya geldiği zaman geceleri sataşmalar oluyor. Mahallelimiz parktan gece geçmeye korkuyor.”

 

Mahalle sakinlerinden Seyit Küçük de, “Doğru bir şey değil burada içki içilmesi. Gençler son zamanlarda ne yapacaklarını şaşırdılar. Burası Namazgah, adı üzerinde, bu tür yerlerde içki içilmesi caiz değil, tasvip etmiyorum.” diye konuştu.

Zaman, Haber: Adem Elitok, 11.09.2015

SİLİFKE KIYILARINDA 2 BİN 800 YILLIK TERSANE KEŞFEDİLDİ



Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Mersin’in Silifke İlçesi kıyılarında yürütülen sualtı araştırmalarında yan yana 100 kadar geminin aynı anda imal edilebildiği 2 bin 800 yıllık büyük bir tersanenin kalıntılarına rastlanıldı.


Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Mersin’in Silifke İlçesi kıyılarında yürütülen sualtı araştırmalarında yan yana 100 kadar geminin aynı anda imal edilebildiği büyük bir antik tersanenin kalıntılarına rastlanıldı. Selçuk Üniversitesi Sualtı Arkeolojisi Ana Bilim Dalı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Hakan Öniz ve ekibi tarafından gerçekleştirilen çalışmalar sırasında tespit edilen kalıntıların bir bölümünün su içinde kayalara oyulduğu, bir bölümünün de doğrudan farklı mühendislik teknikleriyle su içinde inşa edildiği, bir bölümünün ise depremler sırasında denizin altında kalmış olduğu anlaşıldı.


Bin 500 metrelik kıyı şeridine inşa edilmiş 100 kadar çekek yerinin bulunduğu tersanenin MÖ 8. yüzyıldan M.S. 13. yüzyıla kadar kullanıldığı düşünülüyor. Özellikle Bireme (iki sıra kürekçili) ve Trireme (üç sıra kürekçili) adıyla anılan savaş gemilerinin yapımı ya da bakımı için altyapı imkanlarına sahip çekek yerleri, bu özellikleriyle dünyada bilinen ilk tersane olma özelliği de taşıyor. 2 bin 800 yıllık olan tersanenin kesintisizce yaklaşık 2 bin yıl kullanıldığı tahmin ediliyor. Tersane alanında bazı çekek yerlerinin birden fazla inşa edildiği, kayaya oyulan alanların bazı yerlerde duvarlarla takviye edildiği de gözlemleniyor.
Milliyet, 11.09.2015

5 BİN 500 YILLIK TAPINAK GÜN YÜZÜNE ÇIKARILDI


 

Malatya’daki Aslantepe Höyüğü’nde yürütülen kazı çalışmalarında, 5 bin 500 yıllık tapınak gün yüzüne çıkarıldı.

 

Aslantepe Höyüğü Kazı Heyeti Başkanı ve Roma La Sapienza Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Marcella Frangipane, AA muhabirine, bu yıl höyükte yaptıkları kazılarda tapınak bulduklarını söyledi. “Kazı yaparken sürpriz şekilde ortaya çıkan tapınak çok büyük değil” diyen Frangipane, tapınağın, önceki yıllarda yürütülen kazılarda ulaştıkları kerpiç saraydan daha eski olduğunu belirtti. Frangipane, “Tapınak milattan önce 3 bin 600-3 bin 500 yıllarına ait. Saray 3 bin 350. Demek ki 100-150 yıl sonra sarayı yapmışlar” bilgisini verdi.

 

Tapınaktan çanak çömlekler çıktığını dile getiren Frangipane, Mezopotamya’daki yapılarda olduğu gibi tapınağın duvarlarında nişler (duvarda bırakılan oyuk) bulunduğunu anlattı.

 

Ancak bu nişlerin içindeki dekorasyonun farklı olduğunu vurgulayan Frangipane, şöyle devam etti: “Dekorasyon orijinal. Mezopotamya’da böyle dekorasyon yok. Bu lokal, kırmızı bir dekorasyon. Baklava ve üçgen şeklinde duvara dekorasyon yapmışlar. Maalesef bu duvar düşmüş ama sağlam şekilde düşmüş. Malatya ile bütün Yukarı Fırat’ta neolitik ve kalkolitik döneme tarihlenen buluntular var. Bu dönemde duvarda çizim yapıyorlar. Kırmızı çizim ama bu farklı bir şey. Belki mührü duvara koymuşlar. Biraz rölyef gibi geliyor. Rölyef üzerine kırmızı renk koymuşlar. Çok güzel bir dekorasyon. Maalesef düşmüş. İnşallah seneye biraz daha açacağız.”

 

Frangipane, yürütecekleri çalışmalarda üç odalı ve üçgen şeklindeki yapı hakkında daha fazla bilgiye ulaşacaklarını kaydetti.

 

“Dönemin yaşam şekli hakkında bilgiler veriyor”
Kazı çalışmalarını sürdürdüklerini belirten Frangipane, “Kazılarda küçük çanak ve birçok mühür baskıları bulduk. Şimdiye kadar belki 100 çanağa rastladık. Demek ki tapınakta saraydan önce kontrol sistemi başlamış. Sonra tapınak orada kalmış. Yeni bir bina, yeni sistem yapmışlar ama orada bu sistem nasıl başlamış bilmiyoruz. Devlet yavaş yavaş büyüdü. Devlet sistemi önce tapınakta başlıyor” dedi.

 

Frangipane, tapınaktaki bazı bulguların, dönemin yaşam şekli hakkında bilgi verdiğine dikkati çekti. Saray yapılmadan önce tüm gücün tapınağın elinde olduğunu anlatan Frangipane, “Sonra başka bir sistem başladı. Tapınak ayrı, kral ayrı, din ayrı, devlet ayrı. Beraber gidiyorlar. Bir bağlantı var ama kontrolde değişiklik oldu, ayrıldı” diye konuştu.

Akşam, 11.09.2015

5 BİN YILLIK BİNA ÇAMUR SÜRÜLEREK KORUNUYOR


 

Kazı başkanlığını Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Fikri Kulakoğlu’nun yaptığı Kültepe - Kaniş - Karum höyüğündeki çalışmalar aralıksız devam ederken, son 5 yılda yapılan kazılarda ortaya çıkartılan yaklaşık 5 bin yıllık bina korunmak için çamurla sıvanıyor.

 

Anadolu’nun değil eski Tunç Çağı dönemindeki yaklaşık 5 bin yıl önceki en büyük binalardan biri olduğunu vurgulayan Kazı Başkanı Prof.Dr. Fikri Kulakoğlu, binayı kazmanın yanı sıra korumayı hedeflediklerini söyledi. Kulakoğlu, 2009 yılından itibaren Kültepe’nin tepe kısmında çalışmalara başladıklarını anlatarak şunları söyledi:
"Bu çalışmalar sırasında 2010 yılından itibaren büyük binayı açığa çıkarmaya başladık. Bu büyük bina taş temel üzerine kerpiç duvarlardan örülmüş. Binanın yaklaşık 75 metre doğu-batı yönünde olduğunu anladık. Ama bu daha da ileriye gidecek gibi. Aynı şekilde kuzey-güney yönünde yaklaşık 65 metre uzunluğunda bir bina. Bu bina sadece Anadolu’nun değil eski Tunç Çağı dediğimiz yani günümüzden 5 bin yıl önceki tarihlerdeki en büyük binalardan bir tanesi. Bu binayı biz kazıyoruz. Diğer taraftan kazdığımız binayı korumak diğer bir hedeflerimizden bir tanesi.” 

 

Binayı korumak için çeşitli yöntem denediklerini dile getiren Prof.Dr. Kulakoğlu, şunları söyledi: “Burada biz bu binayı korumak için başta restoretör ve konservatörümüz ile birlikte çalışmalara başladık. Bu çalışmalar sırasında bir de doktora tezi hazırlandı. Bu koruma çalışmaları sırasında bu binanın nasıl korunabileceği yönünde yöntem geliştirildi. Çeşitli kimyasal yöntemler denendi. Çeşitli fiziksel yöntem denendi. Ama şunu gördük ki yaklaşık 4 sene boyunca bu binayı korumak için alışılagelmiş geleneksel yöntemlerin dışında başka bir koruma mümkün değil. Hem pahalı hem de uzun zaman gerektiren kimyasal yöntemler söz konusu ama genel olarak açıkçası bir işe yaramıyor.”

 

ÇAMURLA TARİH KORUNUYOR
Anadolu’da yaklaşık 10 bin yıldır kerpici korumak için kullanılan çamurla sıvama yönteminin en iyi yöntem olduğunu söyleyen Kazı Başkanı Prof.Dr. Fikri Kulakoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: “Bunun yerine bizim Anadolu’muzda yaklaşık 10 bin yıldır kullanılan kerpici korumak sadece sıva ile mümkün. Bu sıva da sadece kendi toprağında ya da topraktan alınan malzemelerden oluşması gerekiyor. Dışarıdan başka bir malzeme de getirmeye gerek yok. Bugüne kadar yaptığımız korumada şundan eminiz ki maliyet açısından en elverişli yöntem, diğer taraftan da hızlı ve güvenilir bir şekilde yapılması açısından da en hızlı yöntem bu çamur ile sıvamak. Tarihi bir anlamda çamur ile koruyoruz. Bir anlamda gelecek kuşaklara çamur sayesinde kazdığımız yapıları aktarabilmiş oluyoruz. O anlamda en doğru yöntem bu olduğunu da tecrübeyle öğrenmiş olduk.” 

 

Konu üzerinde yapılan doktora tezinden bahseden Kulakoğlu, şöyle konuştu; “Yapılan doktora tezinin sonucu şuydu. Kerpici korumak mümkün değil, kerpici ancak kendi yerel malzemesiyle sıvayarak korumak mümkün. Bunu biz doktora tezine gerek kalmadan 10 bin yıldır öğrenmiştik. Burada aynı şekilde bu yapıyı korumak istiyoruz.”

 

Öte yandan arkeologlar hem tarihe ışık tutacak materyal bulabilmek için kazılara devam ederken, hem de ortaya çıkardıkları yapıları korumak için çalışmalarını sürdürüyor. 

İhlas Haber Ajansı, Haber: Turan Bulut, 11.09.2015

IŞİD'İN ÇALDIĞI TARİHİ ESERLERİN YOLCULUĞU LONDRA VE NEW YORK'TA SONA ERİYOR

Suriye'ye yönelik bölgesel ve uluslararası müdahalenin yarattığı "canavar" Irak-Şam İslam Devleti'nin (IŞİD) Suriye'den çaldığı tarihi eserler Batı'ya satılmaya devam ediyor.

 

CBS News ekibi, Türkiye'deki tarihi eser kaçakçılığı şebekesine "alıcı" kılığında sızmayı başardı.

Ekipten Jennifer Janisch, Türkiye'de yaşayan ve uluslararası alıcılara tarihi eser pazarlayan Ömer'le kılık değiştirerek buluşmayı başardı.

 

Ömer, buluşmadan önce Janisch'e sikke, heykelcik, mücevher ve antik kitapların bulunduğu fotoğraflar yolladı. Uzmanlar, bu malzemelerin arasında sahte ve gerçek eserlerin bulunduğunu belirtiyor.

 

Ekibin Ömer ile İstanbul'daki buluşması gizli kamera ile kaydedildi. İki Suriyeli kaçakçının gösterdiği Roma mozaikleri, yaklaşık 2 bin yıllık ve değeri 100 bin dolar civarında.

 

Mozaikler, Hama'nın kuzeybatısındaki Gab Düzlükleri'ni yukarıdan gören Apamea antik bölgesinden kaçırılmış.

 

Pazarlık başladığında, satıcılar mozaiklere 200 bin dolar istiyor. Ancak hemen sonra, 60 bine kadar iniyorlar. Ekip, kaçakçıların eserleri hemen ellerinden çıkartmak istediklerini düşünüyor.

 

Ekibin Gaziantep'te buluştuğu Ebu Velid isimli bir kaçakçı ise, savaşmak ya da hırsızlık dışında yapacak iş olmadığını ileri sürüyor.

 

Ebu Velid, çalınan ve satılan eserlerden IŞİD'in yüzde 20 komisyon aldığını, geri kalan paranın ise kaçakçıya kaldığını söylüyor. Eğer eser IŞİD'in hakimiyetindeki bir bölgeden çıkartılıyorsa, örgüt yüzde 40 ila 50 arasında bir komisyon alıyor.

 

2003'teki Irak Müzesi yağmalanmasını araştıran ekipten ABD'li Denizci Albayı Matthew Bogdanos, bu eserlerin Londra, Paris, New York ya da Tokyo'daki alıcılara gittiğini söylüyor.

 

Bogdanos, IŞİD tarafından yağmalanan ya da IŞİD'in kontrolündeki bölgelerden kaçırılan tarihi eserlerin New York ve Londra'daki "piyasalarda" yer aldığına dair kanıtlar olduğunu belirtiyor.

Sol Haber, 10.09.2015

ANTİK ROMA'NIN SINIRLARI BİLİNENDEN DAHA GENİŞ


 

ANSAmed’in haberine göre Roma Palazzo Canevari’deki Quirinal Hill yerleşim yerinde 2013’de bulunan MÖ 5. yüzyıla ait tapınağın hemen yanında bir önceki yüzyıla ait bir ev ortaya çıkarıldı.  Tapınağın hemen yanına inşa edilen evden etrafı çok iyi gözlemlemek mümkün.

 

Arkeolog ve kazı başkanı Mirella Serlorenzi basın açıklamasında bu keşfin Antik Roma haritasını değiştirecek olduğunu, MÖ 6. yüzyıl başlarında Roma’nın bilinenden daha büyük ve sadece Forum’la sınırlı olmadığını söyledi.

 

 

Dikdörtgen biçimli kireç taşından yapılan evin iki odası ve sütunlu bir girişi var. Ahşap duvarları kil ile kaplanmış yapının çatısı ise kare.  Bölgenin zamanında mezarlık olarak kullanıldığı düşünülüyor.

arkeolojihaber.net, Kaynak: Archaeology Magazine Çeviri: Ayşen Yolcu, 10.09.2015 

GÜNEY AFRİKA'DA YENİ BİR İNSAN TÜRÜ KEŞFEDİLDİ


 

Bilim adamları, Güney Afrika’daki bir mağaranın derinliklerinde bulunan mezar odasında yeni insanımsı tür buldu. 15 kişiye ait iskeletler, Afrika’da türünün en büyük keşfi.

 

Araştırmacılar, keşfin, atalarımız hakkında sahip olduğumuz fikirleri değiştirecek nitelikte olduğunu iddia ediyor. Elife dergisinde de yayımlanan çalışmalar, bu türün bireylerinin ritüel davranış yeteneğine sahip olduklarını belirtiyor. Naledi olarak isimlendirilen tür, modern insanın da içinde olduğu Homo türü grubu içinde sınıflandırıldı. 

 

“3 milyon yıl öncesine kadar yaşamış olabilir”
Buluşu yapan araştırmacılar, bu türün kaç yıl önce yaşadığını ise henüz ortaya çıkaramadı. Ekibe liderlik eden bilim adamı Prof. Lee Berger, BBC Haber’e yaptığı açıklamada, türümüzün ilki (Homo) olabileceklerini ve Afrika’da 3 milyon yıl öncesine kadar yaşamış olabileceklerine inandığını söyledi. 15 parçalı iskeletin, değişik yaşlarda kadın, erkek, çocuk ve yetişkinden oluştuğunu kaydeden Berger, Afrika’daki keşfin, ilk insanların nasıl evrimleştiğine daha fazla ışık tutacağına inandığını söyledi.

 

“En geniş insan fosili topluluğu”
Berger, alanda çalışan herkes gibi ‘kayıp bağlantı’ teriminden ise kaçınıyor. Prof. Berger, Naledi’nin ilkel 2 ayaklı primatlar (maymunlar) ve inanlar arasında bir köprü gibi düşünülebileceğini belirtiyor. Berger, “Bir fosil topladığımız düşüncesindeydik. Bir sürü fosile, o da iskelet kalıntılarına ve nihayetinde bireylere dönüştü. Fevkalade 21 günlük bir deneyimin sonucunda Afrika kıtasında tarihte şimdiye kadar bulunan en geniş insan fosili topluluğunu keşfettik. Olağanüstü bir deneyimdi” dedi.

 


Bu tür hakkında herşeyi öğrenebilme fırsatı bulduklarını dile getiren Prof. Berger, “Çocukların ne zaman sütten kesildiğini, ne zaman doğduğunu, nasıl geliştiğini, büyüme hızını, bebeklikten itibaren gelişiminin her aşamasında kadın-erkek farkını, çocukluktan ergenliğe nasıl yaşlandıklarını ve öldüklerini öğreneceğiz. Kemiklerin ne kadar iyi korunduklarını görünce hayrete kapıldım. Kafatası, dişler, ayaklar, yaşlı bir kadın iskeleti olmasına rağmen bir çocuğa aitmiş gibi görünüyordu. Eli insan eline benziyordu, kıvrımlı parmakları da bir maymuna. Homo Naledi, Afrika’da bulunan diğer ilkel insanlara benzemiyor. Bir gorilinki büyüklüğünde küçük bir beyin, ilkel primitif kalça kemiği ve omuzları var. Ancak insan ile aynı türe konuyor. Çünkü daha gelişmiş kafatası şekli, nispeten küçük dişler, karakteristik uzun kollar ve modern görünümlü ayakları var. Kariyerimde asla karşılaşamayacağımı düşündüğüm bir şey gördüm” şeklinde konuştu.

Prof. Berger; “İnsan olmanın ne demek olduğu hakkında bayağı kafa yormamız gerekecek. Bize modern insana has olduğu öğretilen bu adet hakkında bugüne dek yanıldık mı? Biz bu adeti uzun zaman önce (ilk insanlardan) miras mı aldık?” dedi.

 

İlkel insan ve modern insan karışımı bu keşfin bilim adamlarını insan olmanın tanımıyla ilgili tekrar düşünmeye iteceğine inanan Prof. Berger, Naledi’yi insan olarak tanımlama konusunda ise isteksiz.

 

“Bizi ortaya çıkaran tek bir soy kurtuldu”
Natural History Museum’dan Prof. Chris Stringer ise BBC Haber’e verdiği demeçte, Naledi’nin çok önemli bir bulgu olduğunu söyledi. Stringer, “Uyandırdığı izlenim, doğanın, insanın evrimleşmesinde deneyimleyici olduğu ve birbirinden farklı insansı canlıların Afrika’nın farklı kısımlarında ortaya çıktığıdır. Bizi ortaya çıkaran tek bir soy kurtuldu. Witwatersrand Üniversitesi’nde kilitli bir odada tutulan kemikleri görmeye gittim. Odanın kapısı mühürlü banka kasası gibi. Prof. Berger kapının büyük kolunu çevirirken bana ilk insana ait bilgilerin bu iskelet parçaları ve bu nadide kafatasına dayalı olduğunu söyledi” diye konuştu.

 

“Buluşla ilgili en merak edilen şey; kalıntıların nasıl çıktığı”
National Geographic Society destekli, Prof. Berger’in ekibi, ‘Yükselen Yıldız Mağarası’nda, emekleyerek ulaşılan dar bir yeraltı tünelinde çalışıyor. Tünel dar olduğu için ekibe nispeten minyon kadınlar seçilmiş. Yüzlerce kemikle dolu odaya ulaşabilmek için bu kadınlar, sadece kask fenerlerinin aydınlattığı 20 dakikalık yolculuğu emekleyerek tamamlıyor. 

 

Marina Elliott, kazı alanına ilk gittiğinde Howard Carter’in ‘Tutankamon’un mezarını açtığında hissettiği duyguya benzer duygular hissettiğini dile getirdi. Kendisi için inanılmaz bir deneyim olduğunu ifade eden Elliot’a göre, buldukları bir mezar odası.

 

 

Homo Naledi insanlarının ölülerini mağaranın derinliklerine götürüp, orada kuşaklar boyu sakladıklarının anlaşıldığı araştırmada, Naledi’nin son 200.000 yıl içerisindeki insanlarla ortak bir ritüel, adet ve muhtemelen sembolik bir düşünce yetisine sahip olduğu ortaya çıkıyor.


Prof. Stringer başta olmak üzere kazı alanında çalışan diğer araştırmacılar Naledi’nin ilk insan olarak tarif edilmesi gerektiğine inanıyor. Ancak mevcut varsayımların yeniden değerlendirilmesi gerektiğine, zengin ve bir o kadarda karışık insan evrimin hikayesine sadece bir çeltik atıldığı konusunda hem fikir.

arkeolojihaber.net, Kaynak: bbc.com Çeviri: Ayşen Yolcu, 10.09.2015

EN BÜYÜK PICASSO HEYKEL SERGİSİ ABD'DE AÇILACAK


 

Ünlü İspanyol ressam Pablo Picasso'nun, 14 Eylül'de MoMA'da sanatseverin beğenisine sunulacak heykel sergisinin basın gösterimi gerçekleştirildi. 

 

Müze yönetiminin, MoMA'da 50 yıl içinde gerçekleştirilen ABD'deki en büyük Picasso heykel sergisi olarak duyurduğu sergi, Picasso'nun yaptığı toplam 140 heykelini içeriyor. 

 

Sergide, Picasso'nun 1902 yılında henüz stüdyosu dahi yokken ve 1960'lı yılların sonlarında yaptığı devasa heykelleri de yer alıyor.

 

1964 yılındaki 3 boyutlu eserlerine odaklanılan sergideki yapıtların 50'si, Paris'teki Picasso Ulusal Müzesi'nden getirilirken, bir çoğu ABD ve dünya genelindeki koleksiyonculardan alınan özel izinle sergide yer aldı.

 

MoMA daha önce, Picasso'nun heykellerinden oluşan en kapsamlı sergiyi, 1967 yılında "Picasso Heykelleri" adıyla gerçekleştirmişti.

 

Heykellerinde kariyeri boyunca geleneksel ve geleneksel olmayan bir çok farklı malzeme ve teknikleri kullanan Picasso'nun heykel sergisi,  Şubat 2016 tarihine kadar açık kalacak.

Anadolu Ajansı, 09.09.2015

DÜNYA KRALİÇE 3. KHENKAUS'UN MEZARINI KONUŞUYOR


 

Çek arkeologlar Abusir olarak adlandırılan Nil Deltası’nda beşinci hanedandan Kraliçe III. Khentkaus’a ait olduğuna inanılan bir mezar ortaya çıkardı’.

 

Kahire’nin güney batısındaki Abusir kraliyet mezarlığında araştırma yapan Prag-Charles Üniversitesi’nden Mısır bilimcileri günümüze kadar adı hiç duyulmamış kraliçe III. Khentkaus’un mezarına ulaştı ki bu gerçekten çok önemli bir keşif.

 

‘Eş ve Kral annesi’
Firavun Neferefre’nin (İÖ 2431-2420) girişine yapılan mezarın güney bölümünde bulunan küçük bir odacığın içindeki mezarın üst katmanında hırsızlarından korunmak için yapılan yanıltıcı kapılarla çevrili bir sunak var. Ancak bu güvenlik önlemi yetersiz kalmış olmalı. Çünkü mezarı geçmişte yağmalanmış.Buna rağmen arkeologlar iç bölmede bakır ve kireç taşından yapılmış mutfak eşyaları ve bir çok çömlek buldu.

 

Keşifin asıl önemli unsuru duvar süslemelerinde defnin (III. Khentkaus) anne ve kral eşi olarak betimlenmiş olması.

 

Arkeologlar 1980 yılında keşfedilen Neferefre’nin mezarlık sitesinin içinde bulunan ve inşaatı yarım kalan piramidin Neferefre’nin eşine yani III. Khenthaus’a ait olabileceğine inanıyor.


‘Kral annesi’ ünvanı ise Niuserre’nin veliahtı firavun Menkaouhur’un ebeveyni olduğuna işaret ediyor.

arkeolojihaber.net, Kaynak: Le Monde-Histoire & Civilisations Çeviri: Ayşen Yolcu, 09.09.2015

MERSİN'DE 5 BİN YILLIK DENİZ YOLLARI KEŞFEDİLDİ


  


Selçuk Üniversitesi (SÜ) Sualtı Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi, dünyada ilk denizciliğin, ilk tarımın, ilk hayvancılığın, ilk yerleşimlerin ve en erken limanların ortaya çıktığı Doğu Akdeniz Bölgesi’nin odak noktasında bulunan Mersin kıyılarını mercek altına aldı.


Silifke Müzesi denetiminde yapılan çalışmalar, bu sene Silifke kıyılarında gerçekleştirildi. Mersin Turizmi Geliştirme ve Altyapı Birliği ile Mersin Deniz Ticaret Odası tarafından desteklenen çalışmalara, Türkiye Sualtı Arkeolojisi Vakfı ile Suna-İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Enstitüsü de katkıda bulundu. Selçuk Üniversitesi Sualtı Araştırma ve Uygulama Merkezi’ne ait Selçuk-1 Bilimsel Araştırma ve İnceleme Gemisiyle Selçuk Üniversitesi Sualtı Arkeolojisi Ana Bilim Dalı ekibi tarafından yürütülen ve Tunç Çağı’ndan Osmanlı Dönemi’ne kadar kullanılmış önemli kültür miraslarının ortaya çıktığı çalışmalarda demirleme yerleri, antik gemi batıkları ve sualtında kalmış antik gemi tersaneleri tespit edildi.





“SİLİFKE KIYILARINDA EN AZ 5 BİN YILDIR DENİZ YOLU KULLANILIYOR”
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca Mersin kıyılarında denizin altında bulunan arkeolojik kalıntıların tespiti için başlatılan çalışmalar hakkında bilgi veren SÜ Sualtı Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Yrd. Doç.Dr. Hakan Öniz, “Mersin’in Silifke İlçesi'nde yapılan çalışmalarda Selçuk-1 Gemisinde yer alan yüksek çözünürlüklü Sonar sistemler kullanıldı. Dört farklı sonar sisteminin aynı anda kullanılabildiği bu teknolojiyle deniz dibinin haritası çıkartıldı. Sonarla elde edilen deniz yüzeyi incelemelerinde bulunan arkeolojik kalıntılara dalışlar yapılarak bilimsel tespitler gerçekleştirildi. Kültür Bakanlığı’nın envanter sistemine kaydedilen arkeolojik kalıntılar üzerinde uluslararası sempozyumlarda sunulmak üzere bilimsel çalışmalar devam etmektedir. Bu çalışmalarla elde edilen batıklar ve gemi çapalarına göre Silifke kıyılarında en az 5 bin senedir deniz yolu kullanıldığı, Kıbrıs’tan, Mısır’dan, Rodos’tan, Knidos’tan, İtalya ve Doğu Akdeniz kıyılarının tamamından gemiler gelip gittiği belirlendi” dedi.


YENİ BİLGİLER ORTAYA ÇIKTI
Yürütülen çalışmalarda MÖ 8. yüzyıldan itibaren bölgede tersanelerin kurulduğunun ortaya çıktığını ifade eden Yrd. Doç.Dr. Öniz, “Toros Dağları’nda yetişen sedir ağaçlarının antik çağda bu bölgenin en önemli ihraç malzemesi olduğu bilinmektedir. Ancak yeni bilgiler, bölgede yetişen sedir ağaçları kullanılarak geniş bir tersane sistemiyle her yıl en az 100 geminin yapıldığını ortaya koymuştur. Söz konusu tersaneler gemilerin karaya rahatlıkla alınabileceği doğal eğimli kayalık zeminli alanlar üzerinde kayalara oyularak kurulmuştur. Sualtı çalışmalarından söz konusu tersane yapılarının depremler sonucu denizin içinde kalmış bölümleri tespit edilmiştir. Bazı çekek yerleri ise, dönemlerinin mühendislik yöntemleriyle deniz içinde kalacak şekilde inşa edilmiştir” ifadelerini kullandı.
Milliyet, 09.09.2015

KOCA YUSUF'UN EVİ MÜZE OLDU

“Cihan pehlivanı” unvanlı efsane güreşçi Koca Yusuf’un Bulgaristan’da bulunan evi, yeniden inşa edilip müzeye dönüştürüldü. Koca Yusuf’un, Şumnu kentine bağlı Karalar Köyü’nde bulunan doğup büyüdüğü ev, Adana Büyükşehir Belediyesi’nin katkılarıyla yeniden inşa edilirken, müzeye çevrilen alanın açılışı yapıldı.

 

İnşası ve düzenlemeleri için 450 bin Euro harcama yapıldığı belirtilen müzenin açılışında konuşan Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Hüseyin Sözlü, “Balkanlar’da Türkler zaten var ama bu varlığın yeni nesillerin hafızasına kazınması için Koca Yusuf gibi sembol isimler çok değerli. Balkan Türkleri, tarihimize çok güçlü kişilikler kazandırmıştır. Koca Yusuf da bunlardan biridir” ifadelerini kullandı. Müzenin açılışının ardından, Kocayusuf Yağlı Güreşleri düzenlendi.

Habertürk, 08.09.2015

YURTTAŞ BİLİMİ PROJESİYLE EVDEN ÇIKMADAN FOSİL BULUNABİLECEK


Bradford Üniversitesi tarafından başlatılan "yurttaş bilimi" projesiyle birlikte evden çıkmadan internet üzerinden yeni fosiller keşfedilebilecek.

 

Kenya'nın Turkana bölgesine ait bölgede havadan çekilen bir milyon yüksek çözünürlüklü fotoğrafın yayımlandığı bir internet sitesiyle birlikte isteyen herkes projeye katılıp fosile benzer parçaları işaretleyebilecek.

 

Halktan, fosile benzettikleri her şeyi seçmeleri isteniyor. Projenin yöneticisi Adrian Evans, projenin heyecan verici olduğunu ve bu bölgelere gidemeyen meraklıların internet üzerinden yardımcı olabileceğini söylüyor. 

Sol Haber, 08.09.2015

3 BİN 700 YILLIK SAÇ İĞNESİ BULUNDU


 

Türkiye'nin "ilk milli kazı alanı" unvanına sahip, Hitit Medeniyeti'nin önemli merkezlerinden Alacahöyük'te yapılan kazılarda yaklaşık 3 bin 700  yıllık tunçtan motifli saç iğneleri ile boynuzdan  takı bulundu.

 

Ankara Üniversitesince gerçekleştirilen kazıların başkanı Prof.Dr. Aykut Çınaroğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 2009 yılında başlanan Hititlere ait maden atölyesinin odalarında yapılan kazılarda Hititlerin saçlarını toplamada kullandıkları iğnelere rastlandığını belirtti.

 

Çınaroğlu, "Kazılarda bakıra kalay katarak oluşturulan tunçtan yapılmış saç iğneleri bulduk. Bulduğumuz dört saç iğnesinde ilgiyi çekenler ise üzerindeki motifler. Karpuz dilimli, mercimek başlı ve piramit şeklinde motiflere sahip bu iğnelerin Hitit kadınlarının saçlarını toplamada kullandığını tahmin ediyoruz" dedi.

 

Çınaroğlu, saç iğnelerini kraliyet ailesinin ya da halkın kullandığı yönünde kesin kalıntılar bulunamadığını, her iki kesimin de bu iğneleri kullanabileceğini söyledi.

 

İğnelerin atölyede üretildiğini ifade eden Çınaroğlu, "Hititler temiz yüzlü sakalsız olmakla övünüyorlar. Ama Asurlular sakallı. Kişisel kanaatim bu iğneleri kadınların taktığını tahmin ediyoruz. Hitit krallarının küpe taktığını ya da boyunlarına bir şeyler taktığını biliyoruz. Bunları halk kullanmış olmalı" diye konuştu.

 

Başka bir alandaki kazıda da boynuzdan takı eşyası bulunduğunu bildiren Çınaroğlu, "Üzerinde bazı motifler var. Göz yapılmış gibi. Güzel bir takı. Ne boynuzu olduğunu bilmiyoruz. Bu da halkın kullandığı bir takı, Hititler döneminde yoğun olarak bu tür takılar kullanılıyor. Hititlerin bu süs eşyalarına meraklı olduğunu söyleyebiliriz" değerlendirmesinde bulundu. 

 

Çalışmaların süreceğini de söyleyen Çınaroğlu, atölyedeki ve diğer alanlardaki kazılarda önemli eserler çıkacağına inandıklarını sözlerine ekledi.

Anadolu Ajansı, Haber: Kemal Karadağ, 08.09.2015

ARŞİL GORKY'NİN ÇEŞMESİ YENİDEN DOĞUYOR

Soykırım öncesinde Edremit İlçesi'ne bağlı Dilkaya Mahallesi’nde yaşayan Ermeni ressam Arşil Gorky’nin, evlerinin yanında yaptırdığı ve zamanla tahrip olan çeşmenin yeniden inşası için çalışmalar başlatıldı.  

 

Çalışma kapsamında 4 bölmeli olarak tasarlanacak olan çeşmenin dört yanında Kürtçe, Ermenice, İngilizce ve Türkçe olmak üzere 4 dilde ArshileGorky’in biyografisi bulunacak. Tahrip edilen ve yıkılan çeşme Kurubaş Taşı da denilen eskitme taşların kullanımıyla yapılacak ve restorasyonuyla ilk yapıldığı dönemdeki görünümüne kavuşturulmaya çalışılacak. 

 

Restorasyonun yaklaşık iki hafta sürmesi planlanıyor.

Agos, 08.09.2015

DİYARBAKIR 'KURŞUNLU' CAMİİ


 

Diyarbakır ’ın Sur İlçesi'nde önceki gün sokağa çıkma yasağı ilan edilmesinin ardından çıkan çatışmalar ilçeyi savaş alanına çevirdi. Sabah saatlerinde yasak kalktıktan sonra sokağa çıkan vatandaşlar yaralarını sarmaya çalışıyor. Saray Kapı’daki tarihi Kurşunlu Camii, çatışmalardan dolayı harabeye döndü. Onlarca kurşun isabet ettiği caminin duvarlarında büyük delikler açıldı. Mahallede evlerin duvarlarında ve işyerlerinde onlarca kurşun izi bulunuyor.

Diyarbakır’ın Sur İlçesi'nde önceki gün kazılan hendekleri kapatmak için mahalleye giren güvenlik güçleri ile YDG-H üyeleri arasında çatışma çıktı. Silah seslerinin susmadığı ilçede, 2 Özel Harekat polisi şehit oldu. Bunun üzerine Diyarbakır Valiliği, yazılı bir açıklama yaparak güvenlik sebebiyle sokağa çıkma yasağı ilan etti. Açıklamadan sonra bölgeye takviye olarak polis ekipleri sevk edildi. Hayatın durduğu ilçede vatandaşlar zor anlar yaşadı. Çatışmaların bitmesi üzerine, valilik sabah saatlerinde tekrar bir yazılı açıklama yaparak, sokağa çıkma yasağının sona erdiğini duyurdu.

 

KAZILAN HENDEKLER DURUYOR

Çatışmaların yaşandığı mahallerde adeta savaş manzaralarını andıran görüntüler ortaya çıktı. Bazı evlerin camları ve kapıların kırıldığı görüldü. Vatandaşlar, çatışmalarda zarar gören evlerini ve işyerlerini onarıyor.

 

Güvenlik sebebiyle evlerinden dışarıya çıkmayan vatandaşlar, sabah saatlerinde sebze pazarına akın etti, alışveriş yaptı. Saray Kapı’daki tarihi Kurşunlu Camii'nde ise çatışmalardan dolayı hasar oluştu. Caminin kapısı ve duvarlarına onlarca kurşun isabet etti. Mahallede yaşayan vatandaşlar duruma tepki gösterdi. Barış ve huzur istediklerini anlatan vatandaşlar, “Allah için bir şeyler yapın. Hepimiz aynıyız. Birçok insanımız gitti. İnşallah Allah hayırlı bir kapı açar. O taraf da bizim bu taraf da bizimdir” şeklinde konuştu. Hasırlı Mahallesi'ndeki Ortadoğu 'nun en büyük Ermeni Kilisesi Surp Giragos Ermeni Kilisesi'nin de ön camları çatışmalar sırasında kırıldı.

 

Sokağa çıkma yasağının kaldırılmasıyla birlikte bölgeye giden gazeteciler, kazılan hendeklerin hala kapatılmadığını gözlemledi. Mahallelerin ara sokaklarında büyük çukurların oluştuğu ve YDG-H üyelerinin mevzi oluşturduğu görüldü.

Radikal, 08.09.2015

İZNİK'İN 2 BİN YILLIK ROMA TİYATROSU DA BÜYÜKŞEHİR İLE AYAĞA KALKIYOR


 

Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, İznik’te 2 bin yıllık geçmişiyle dikkati çeken Roma Tiyatrosu’nun orijinal kimliğiyle ayağa kaldırıldığını belirterek, “İznik’in güzelliklerinin dünyayla paylaşılması ve yapılanların bölgeye değer katmasını istiyoruz. İznik’i dünya kenti ve Bursa’nın en önemli turizm değeri yapacak olan güzel bir eser ortaya çıkmış oluyor” dedi.

Kenti her alanda geleceğe taşıyan Büyükşehir Belediyesi, tarih, kültür ve medeniyet şehri Bursa’nın izlerini ortaya çıkarmaya devam ediyor. Büyükşehir Belediyesi, Uludağ Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nden Arkeolog Yard. Doç.Dr. Ayşın Özügül’ün bilimsel danışmanlığında kazı çalışmaları devam eden İznik’teki Roma Tiyatrosu’nun orijinal haliyle ayağa kaldırılmasına da destek oluyor.


Tarihi Kentler Birliği’nin kurucusu Bursa’nın örnek bir şehir olduğunu söyleyen Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, İznik’teki Roma Tiyatrosu’nda devam eden kazı çalışmalarını yerinde inceleyerek, “Bursa merkezinde restore edilmedik tarihi yapı bırakmadık. Yeni dönemde de bütünşehir uygulamasıyla Bursa’ya katılan tüm ilçelerde tarihi kültürel miras çalışmalarımız hızla sürüyor. Bursa’dan önceki başkent İznik’te de Osmanlı ve Selçuklu’nun yanı sıra Doğu Roma ve Bitinya dönemlerine ait eserler var. Büyükşehir Belediyesi olarak başlattığımız çalışmalarla İznik de dünya gündemine geldi” dedi.

 

“İznik’in Roma Tiyatrosu yeniden tiyatro olarak hizmet verecek”
Büyükşehir Belediyesi olarak sadece 10 yeni ilçede 450 ayrı noktada çalıştıklarını ve kent merkeziyle bu rakamın 2 katına çıktığını vurgulayan Başkan Altepe, “Bursa’da tarih ayağa kalkıyor. İznik’te bulunan yaklaşık 2 bin yıllık Roma Tiyatrosu da örneği olmayan bir tiyatro, sırtı bir yere yaslanmayan ve düz bir arazide kurulan örnek bir yapı… Roma döneminin bir eseri olan bu amfi tiyatro, 2000 yılda zaman zaman tahribatlara uğramış, taşları farklı noktalara taşınmış. Daha sonra da mezarlık gibi değişik amaçlarla kullanılmış. Ancak yaklaşık 50 yıllık süren bu kazılardan sonra Büyükşehir Belediyesi’nin de desteğiyle buradaki çalışmalar daha da hızlı bir şekilde yapılıyor. Temizleme, ayıklama, kazı gibi arkeolojik çalışmalar hızla sürüyor ve her parça bize geçmişe dair önemli bulgular veriyor” diye konuştu.


Elde edilen bilgilerle tiyatronun rölevesinin çıkacağını söyleyen Başkan Altepe, proje çalışmalarıyla tiyatronun 2000 yıl önceki orijinal haline kavuşacağını ifade ederek, “Amacımız, 2 bin yıl önce bu tiyatro nasıl kullanılıyorsa, aynı şekilde 2 bin yıl öncesini yaşatmaktır. İznik’in güzelliklerinin dünyayla paylaşılması ve yapılanların da bölgeye değer katmasını istiyoruz. İznik’i dünya kenti ve Bursa’nın en önemli turizm değeri yapacak olan güzel bir eser ortaya çıkmış oluyor” şeklinde konuştu.

 

İznik de UNESCO yolunda
Bursa’nın UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne girdiğini de hatırlatan Başkan Altepe, “Bursa, tüm semtleriyle UNESCO Listesi’nde… İznik UNESCO’ya çok daha önceki yıllarda girmesi gereken bir değerdi. Şu anda aday olan İznik’in de UNESCO Listesi’nde yerini almasını en büyük temennimiz. İznik’in ‘evrensel değer’ olarak dünya mirası listesine gireceğine inanıyoruz” dedi.
ÇEKÜL Vakfı Başkanı Prof.Dr. Metin Sözen ise Büyükşehir Belediyesi’nin Bursa’nın değerlerinin tümüyle kalkındırdığını vurgulayarak, “İznik, Büyükşehir Belediyesi’nin desteğinden iyi yararlanmalıdır. Zaten öncelik tanınmış vaziyette. İznik’in gerçek değerine kavuşarak UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yerini alacak olmasını önemsiyorum” dedi.


İznik’teki Roma tiyatrosunun yapısal özelliklerine de işaret eden ve bölgenin tiyatronun yanı sıra çevresiyle birlikte bir külliye halinde olduğunu söyleyen Sözen, Başkan Altepe’nin Bursa için önemli bir güç olduğunu dile getirdi.


İznik Belediye Başkanı Osman Sargın da Büyükşehir Belediyesi’nin gücünün İznik’te hissedildiğini vurgulayarak, yaklaşık 2 bin yıl önce insanlığın hizmetinde olan tiyatronun yeniden kullanıma sunulması için büyük gayret sarf edildiğini kaydederek, İznik’in de bu noktada Büyükşehir Belediyesi’nin yanında olduğunu belirtti.

 







Bursa Büyükşehir Belediyesi, 07.09.2015

ALACAHÖYÜK'TE 4 BİN YILLIK HİTİT YEMEKLERİ PİŞİRİLDİ


Hitit Medeniyeti'nin önemli merkezlerinden Alacahöyük'te, Ankara Üniversitesince gerçekleştirilen kazılarda ortaya çıkan bulgular ışığında 4 bin yıllık Hitit yemekleri pişirildi.

Mutfak şefi Ömür Akkor, Hitit Medeniyeti'nin önemli merkezlerinden Türkiye'nin "ilk milli kazı alanı" unvanına sahip Alacahöyük'te, kazılarda bulunan tabletler ışığında 4 bin yıl önceki bazı yemekleri yaptı.

Türkiye'nin "ilk milli kazı alanı" unvanına sahip, Hitit Medeniyeti'nin önemli merkezlerinden Alacahöyük'te, Ankara Üniversitesince gerçekleştirilen kazılarda ortaya çıkan bulgular ışığında 4 bin yıllık Hitit yemekleri pişirildi.

Kazı Başkanı Prof.Dr. Aykut Çınaroğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ilk kez 1907'de Osmanlı arkeoloğu Makridi Bey tarafından kazı çalışması yapılan Alacahöyük'te 1935'te Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün emri ve verdiği bir miktar parayla yeniden başlatılan kazıların yıllardır sürdüğünü söyledi.

Alacahöyük'ün milattan önce 2 binli yıllarda Anadolu'ya göç ettikleri belirlenen Hititlerin önemli şehirleri arasında yer aldığını ifade eden Çınaroğlu, kazı çalışmalarının bu yıl oldukça verimli geçtiğini anlattı.

Hitit dönemlerine ait çok ilginç ve öğretici buluntuların gün ışığına çıkarıldığını vurgulayan Çınaroğlu, bunlar arasında en ilginç olanlarından birinin, yaklaşık 3 bin 700 yıl öncesine ait bir maden atölyesine ait bakır külçeler ve bu üretimin en güzel örneklerinden olan tunçtan süs iğnelerinin olduğunu bildirdi.

Çınaroğlu, kazı çalışmaları kapsamında deneysel çalışmalar gerçekleştirdiklerini ifade ederek, "4 bin yıl önceki Anadolu -Hitit mutfağına ait yemekleri, ekmekleri ve dönem mutfak kültürü üzerine bir çalışma oldu. Bu konu üzerinde çalışankazı heyet üyelerinden mutfak şefi Ömür Akkor, Hitit mutfağına ait elde edilen tarifleri hayata geçirerek özel bir menü hazırladı" dedi.

Akkor ise yemekleri kazılarda bulunan tabletlere göre deneysel olarak o günkü şartlara göre yaptığını belirterek, şunları söyledi:

" Hitit tabletlerinde yemekle alakalı konular fazlasıyla mevcut. Burada yaptığımız ekmekler için Almanya'dan getirilen ve taşta ezilen antik karabuğday kullanıldı. Teknolojik malzemelerleyemek pişirmedik. Kullandığımız tek mutfak aleti, bıçak oldu. Dönem koşulları düşünüldüğünde çok ileri seviyede yaşayan Hititlerin mutfak olarak da çok başarılı olduğunu gördük. Hitit tabletlerinde 100'ün üzerinde hamur işi kayıtlı. Bunun yanı sıra sebzeler, zeytinyağı, bal ve içeceklerle ilgili buluntulara da rastlanılmış."

Mutfakta hijyen çok önemli
Hititlerde mutfakta hijyen kurallarının da çok önemli olduğunu vurgulayan Akkor, "Hititler'de eğer aşçı, saçı ve sakalı ile mutfağa girerse, mutfağından hayvan geçerse ve veya yıkanmadan mutfağına girerse ailesi ile beraber ölüm cezası alıyor. Bu, 4 bin yıl önce temizlik ve hijyen hususlarının ne kadar dikkate alındığını gösteriyor" ifadesini kullandı.

Akkor, yemekleri o günün şartlarına uygun şekilde pişirdiklerini aktardı. Akkor, "Mesela 'bir bayramda soğuk et, pişmiş soğan ve ekmek yedik' yazmışlar. Burdan yola çıkarak o günkü koşullarda pişirerek sonuca ulaşıyoruz. Ekmek yaparken maya bilinmiyor, nemli fırın kullanılmıyor bu nedenle ekmekleri de ona göre pişiriyoruz. Ekmeği, elenmiş unla değil dövülmüş buğdayla yani biraz iri undan yapıyoruz" diye konuştu.

Akkor'un, kazı alanında sunduğu "Hitit menüsü" şöyle:

Ekmekler:

Ninda.imza (sade)

Mulati (arpa ezmeli)

Ninda.gur.ra (peynirli ve incirli)

Ninda purpura  (küçük ekmek)

Ninda.ku (tatlı)

Yemekler:

Kayısı ezmesi

Salatalıklı Beruwa (Beruwa, o dönemde yenilen ezme. Birçok türlüsü var) 

Nohutlu Beruwa

Happena (Güveçte pişirilmiş ballı zeytinyağlı et)

Kariya (Izgara koyun ciğeri ve koyun yüreği)

Soğuk et

Sandviç (Hitit metinleri arasında pişmiş et ve soğanın ekmek arasına konarak yenilmesi bulunmaktadır)

Akşam, 07.09.2015

ARTINTERNATIONAL'DE 30 MİLYON DOLARLIK SATIŞ



Haliç Kongre Merkezi'nde bu yıl üçüncüsü düzenlenen uluslararası çağdaş ve modern sanat fuarı ArtInternational, dün sona erdi. Paul Kasmin Gallery, Pearl Lam Galleries, Gallery Lelong, Deweer Gallery, Robert Miller Gallery, Leila Heller Gallery gibi dünyanın seçkin galerilerin yanı sıra Joan Miró’dan Jan Fabre’ye, Marina Abramovic’ten Banksy’e, Yayoi Kusama’dan Jaume Plensa’ya, Marina Abramovic’ten Ai Weiwei’e, modern ve çağdaş sanatın usta isimlerinin eserlerini İstanbul ’da buluşturan fuarı bu yıl 32.383 kişinin gezdiği açıklandı.



En pahalısı Kusama oldu
Üç gün boyunca uluslararası alandan koleksiyoner ve sanat tüccarlarının  ilgi odağı olan ArtInternational’da açılış gününden başlayarak yapılan satışlar toplamda 30 milyon 200 bin Dolar’a ulaştı. Paul Kasmin, Taner Ceylan’ın “Golden Age/Altın Çağ” serisinden son çalışması Satyr II’nin 150 bin dolara alıcı bulduğunu açıklarken ArtInternational’ın en yüksek ücretle satış yapan eseri Yayoi Kusama’nın 2015 tarihli “Blue Sky in the Midnight” adlı tablosu oldu. Bu yıl fuara ilk kez katılan Victoria Miro’yla gelen Kusama’nın bu işi 912 bin dolara alıcı bularak fuarın da kendi rekorunu kırdı.


Yayoi Kusama’nın 2015 tarihli 'Blue Sky in the Midnight' adlı tablosu 912 bin dolara satıldı.

 

Avunduk: Olmayan bir şeyi yarattık
Fuarın kurucu ortaklarından Yeşim Avunduk, bu yıl hem ziyaretçi hem de satışların artışından büyük mutluluk duyduklarını belirterek şunları söyledi: “Bu yıl ArtInternational’ın üçüncü yılı ve taşların artık yerine oturduğu yıl. İyi bir strateji ve planla, çok iyi ve çok uluslu bir ekiple yürümenin hediyesi bu. Kurucuların deneyimleri burada çok önemli. Var olanlarla, herhangi bir rekabetle yola çıkmadık. Olmayan bir şeyi yaratmaktı amacımız ve ilerledik. Bu yüzden seçici komiteyle, düzeyli bir fuar ortaya çıkarmak önemliydi bizim için. Dahası, kültür turizminin nasıl bir ekonomik bir gücü olduğunu kanıtlarken, bir yandan da Türkiye’nin yaşadığı bütün olumsuzlara rağmen, 3 günlük yaratttığımız bu dünyada gelen herkese sanatın nefes alma alanı olduğunu gösterdik. Çünkü sanat dediğimiz şeyin sevmek, dostluk ve empati kurmak, başkalarının bakış açılarına, hayatlarına, doğduklarına saygı duymak demek olduğunu biliyoruz” yorumunda bulundu.

 

 

1000 çocuk sanatla buluştu!
ARTINTERNATIONAL’a özel bir alanda kurulan ve küçük ziyaretçileri sanatla buluşturan Ülker Çocuk Sanat Atölyesi ise bu yıl 1.000 çocuğu ağırladı. 2011’den beri çeşitli etkinliklerde kurulan atölye böylece, toplamda 14 bin çocuğu sanatla buluşturmuş oldu. Ülker Kurumsal İletişim Genel Müdürü Bahar Erbengi, çocukların genç yaşta sanatla tanışmasını sağlayan projelere destek olmaya devam ettiklerini belirterek şunları söyledi: “Ülker olarak mutluluğun yolunun sanattan da geçtiğini biliyoruz. Çocukları sanatla buluşturduğumuz Ülker Çocuk Sanat Atölyesi çok özel bir proje. Bu proje ile sanatı gündelik hayatın bir parçası haline getirmeye çalışıyoruz.

 

 ArtInternational kapsamında kurduğumuz Ülker Çocuk Sanat Atölyesi’nde iki gün boyunca 1.000 çocuk sanatın tarihsel gelişimini 11 istasyonu olan İnteraktif Sanat Tarihi Tüneli’ni gezerek ve deneyimleyerek öğrendi. Mağara resimlerinden günümüz çağdaş sanatına kadar eğlenceli bir eğitim içeriği sunduk. Tüm alan içinde çocuklar serbest boyamadan kolaja ve duvar boyamaya pek çok farklı çalışmayla özgürce resim yaptı ve bisikletlerle ‘spin painting’ deneyimini yaşadı.”

Radikal, 07.09.2015

ANISH KAPOOR'UN 'VAGİNA' HEYKELİ YENİDEN SALDIRIYA UĞRADI



İngiliz heykel sanatçısı Anish Kapoor’un 17. yüzyıldan kalma Versailles Sarayı’nın bahçesine yerleştirdiği, ‘Kirli köşe’ adlı dev vajina heykeli üç ay aradan sonra tekrar saldırıya uğradı. Haziran ayında sprey boyalı saldırıya uğrayan heykel bu kez de sloganlarla kaplandı. Kapoor, daha önce temizlenip yeniden sergilenmeye başlanan eserinin, bu defa toplumun tahammülsüzlüğünü vurgulamak için temizlenmeyeceğini duyurdu.



Kapoor “Heykel artık bu saldırının yaralarını taşıyacak. Bu şiddetin ve tahammülsüzlüğün silinmesine izin vermeyeceğim. ‘Kirli köşe’ nefretle işaretlendi ve ben bu yaraları üzücü olayın hatıraları olarak saklayacağım” dedi.  


Fransa Cumhurbaşkanı Hollande olayı ‘nefret dolu’ sözcükleriyle tanımlarken derken Fransız başbakan Manuel Valls de olayın sorumlularının cezasını çekeceğini vurguladı.


ANTOINETTE'DEN ESİNLENDİĞİ DÜŞÜNÜLÜYOR
Turner Prize ödüllü Kapoor paslanmış metalden yapılmış ve kayalarla çevrelenmiş 60 metrelik dev heykelin provokatif olduğunu kabul etmişti. Uzmanlar, heykelin kıtlık sırasında fakir Fransız halkına “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” dediği iddia edilen ve uzun süre Versailles Sarayı’nda ikamet eden Kral 16’ncı Louis’in eşi Marie Antoinette’den esinlenerek yaratıldığını düşündüklerini söylemişti. 
Radikal, 07.09.2015

TAKSİM'DE ESKİ PLAN YENİDEN


 

Danıştay 6. Dairesince Beyoğlu Koruma Amaçlı Uygulama İmar planı ile ilgili İstanbul 10. İdare Mahkemesi’nin verdiği iptal kararını bozması üzerine Beyoğlu Belediyesi bozulan plana göre uygulama yapmaya başladı. Oysa Danıştay mahkemenin kararını usül yönünden bozmuş, yeni bir bilirkişi ile kararın gözden geçirilmesini istemişti. Eski plana göre Gezi Parkı’na kışla, Taksim meydanına cami, Galatasaray ’a otopark gibi çok sayıda sorunlu uygulamalar vardı. Bu uygulamaların tamamı yeniden hayata geçti.

 

Beyoğlu Kentsel Sit alanına ilişkin 21.12.2010 onay tarihli 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı Uygulama İmar planı yapılmıştı. Galata Derneği  ve Cihangir Güzelleştirme Derneği dava açmıştı. Taksim meydanı başta olmak üzere Beyoğlu genelinde planın tarihi semte zarar vereceği, siluetini etkileyeceği, uygulamaların koruma amaçlı olmaktan çok yeni imar rantı sağladığı ileri sürülmüştü.  Derneklerin itirazında ayrıca, ‘’planın hazırlık aşamasında gerekli katılım sağlanmadı, ve duyuru araçları kullanılmadı, Tarlabaşı, Perşembe Pazarı ve Haliç tersaneleri gibi korunması gerekli en önemli alanlar ‘özelleştirme’ ‘kentsel yenileme’ veya ‘turizm alanı’ ilan edilerek koruma planı kapsamı dışında bırakıldı, Beyoğlu - İstiklal Caddesi’ndeki yapılar kültürel kullanımla sınırlandırılmayarak yerine turizm-ticaret-hizmet alanı olarak ilan edildi’’ belirtildi.

 

BEYOĞLU TURİSTLEŞİR 

10. İdare Mahkemesinin iptal gerekçeleri arasında planların bütünselliğinin olmadığını ve üst ölçekli planlarla uyumsuz olduğunu, yapılaşma koşullarını şehircilik ilkelerine uygunsuz şekilde belirlediğini ve ‘katılımcı alan yönetimi modellerini’ içermediğini sıraladı. Karara esas alınan bilirkişi raporunda planlar uygulanırsa Beyoğlu’nun ‘topyekun turistleştirileceği’ ve ‘kentlilerin yaşamına yabancılaşacağı’ belirtilmişti.

 

BELEDİYE UYGULAMAYA BAŞLADIĞINI BİLDİRDİ

Mahkemenin iptal kararıyla birlikte Beyoğluna bakan İstanbul 2 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu 12.02.2014 tarihinde aldığı karar ile geçiş dönemi koruma esasları ve kullanma şartlarını belirlemişti. Beyoğlu’ndaki imar uygulamaları bu koruma esaslarına göre yapılıyordu. Ancak Danıştay 6. Dairesi tarafından karara esas olan bilirkişi raporunu yeterli bulmayarak yeni bilirkişi için davayı İdare Mahkemesi’ne geri gönderdi. İdare Mahkemesi karar direnebilir de yeni bilirkişi ile birlikte yeni bir karar da alabilir. İşte bu aradaki süreçte Beyoğlu Belediyesi geçiş dönemi yapılaşma şartlarına uymak yerine meri plana göre uygulama yapacağını hem Kültür ve Turizm Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile İBB’ye 4 Eylül 2015 tarihi itibariyle bildirdi.

 

KURUL 3 MAYMUNU OYNAYACAK

Alınan bilgilere göre,  İstanbul 1 Nolu Koruma Kurulu da ne yapacağını şaşırdı. Kurul üyeleri önce bir karar alarak geçiş dönemi yapılaşma şartlarına göre imar mevzuatının devam etmesi gerektiğini düşünürken, bakanlık hukuk müşavirliğinin bu konudaki itirazı ile geri adım attı. Bakanlık uygulamayı yapan kurumun (Beyoğlu Belediyesi) kararına uyulması gerektiğini, idareler arasında koordinasyonsuzluk gibi bir görüntü verilmemesini istedi. İddiaya göre, Mahkemesi devam eden ve ilk kararda uygun bulunmayan imar planları için telafisi mümkün olmayacak sonuçlara neden olacak uygulama için koruma kurulu resmen 3 maymunu oynayacak. Görmedim, duymadım, bilmiyorum…

 

KIŞLA PROJESİNİN DAYANAĞI PLAN 

17 Ocak 2012’de ilan edilen 1/5000 Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı’ ile ‘1/1000 Ölçekli Uygulama İmar Planlarında tadilat yapılmış, bu tadilatla Taksim’de Yayalaştırma Projesi başlamış, Gezi Parkı’na da Topçu Kışlası yapılmasının önü açılmıştı. 10. İdare Mahkemesi planı iptal edince otomatik olarak plan tadilatları da düşmüştü. Danıştay’ın kararı onamaması ve mahkemeye geri göndermesi üzerine de Beyoğlu Belediyesi bu planı yeniden yürürlüğe soktu. Oysa geçiş dönemi yapılaşma koşullarının devam ederek, mahkemenin nihai sonucu beklenmesi gerekiyordu. Beyoğlu Belediyesi’nin bu planı devreye sokması da Topçu Kışlası riskini yeniden gündeme getirdi.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 07.09.2015

DEVASA BÜYÜKLÜKTE BİR NEOLİTİK YAPI BULUNDU



Arkeologlar,  İngiltere 'deki Salisbury Düzlüğü'nde bulunan, Neolitik taş devri ile Bronz Çağı arasına tarihlenen Stonehedge yakınlarında, Stonehedge'e benzeyen ama ondan çok daha büyük bir yapı keşfetti. Gömülü bulunan 100'e yakın taş sütundan oluşan yapının İngiltere’deki en büyük neolitik eser olduğu sanılıyor.


4 bin 500 yıl yaşında olan yüksekliği 4.5 metreyi bulan taşlar, toprağın bir metre altında keşfedildi. Araştırmacılar anıtın eşsiz ve olağandışı bir büyüklüğü olduğunu söylüyor. Stonehedge’deki araştırmacılar beş yıldır alanın yer altı haritasını hazırlıyor. Dini tören alanı olduğu düşünülen anıt Stonehedge’den 3 km uzakta bulunuyor.



Araştırmanın lideri Vince Gaffney, “Dünyanın hiçbir yerinde bunun gibi bir yer olduğunu düşünmüyoruz. Bu tamamen yeni ve yapının büyüklüğü olağanüstü” dedi. Arkeolog Nick Snashall’da “Taşların neolitik zamandaki Avrupa’nın en büyük yerleşim yerlerinden birini sarması Stonehedge hikayesine yeni bir bölüm ekledi” diyor. Bulgular, Bradford Üniversitesinde yapılan İngiliz Bilim Festivali’nde açıklandı.
BBC, 07.09.2015

ŞEHİR EFSANESİ SANILAN MEKSİKA ALTINDAKİ TÜNELLER ORTAYA ÇIKTI



El Universal'ın haberine göre Meksika'da şehir efsanesi zannedilen yer altı tünelleri arkeologlar tarafından keşfedildi. Hakkında pek çok söylenti olan 1531 öncesine dayanan tünellerin gerçek olmadığı düşünülüyordu.

 

Tünellerin 7 metre yüksekliğe ve 3 metre genişliğe sahip olduğu belirtilirken, tonlarca toprağın kaldırılmasının altından dört farklı girişin ve 3 farklı hattın bulunduğu söyleniyor.

 

Yapılan ilk araştırmalar tünellerin 500 yıldan daha eski olmadığını düşündürürken tünellerin kiliseler arasında ulaşım için kullanıldığı aktarılıyor.

 

Puebla'daki tünellerin şehrin kurulmasıyla kurulduğu belirtiliyor.

Sol Haber, 06.09.2015

3200 YILLIK ANTİK KENT HERACLEİON BULUNDU

Tarihi mitler ile gerçeklik arasındaki kayıp Mısır kenti Heracleion, Fransız Sualtı Arkeolog Franck Goddio tarafından 2000 yılında Abu Qir Koyu yakınlarında bulunan kalıntıların keşfedilmesiyle başladı.

2000 yılında şans eseri keşfinin ardından süregelen 13 yıllık arkeolojik kazılar ve öncesinde 3D teknolojisi kullanarak bulunduğu 11 ile 15 kilometrelik alanın haritalanmasıyla tahlil edilen kent, kayıp kıta Atlantis efsanesi gibi günümüze dek gizemini koruyan kentler arasında yer alıyordu.

Yetkililer, yaklaşık olarak 1200 yıl önce deprem ve seller sonucu sulara gömüldüğü ifade edilen kentin bir dönem Akdeniz bölgesinin en yoğun ticaret merkezi olduğunu belirtiyor. Bu varsayıma kazılar sırasında çıkarılan 64 adetten fazla gemi kalıntısının, tarihte bir bölgede çıkarılan en fazla gemi kalıntısı olması gerekçe gösteriliyor. Diğer yandan kazılar sırasında 700 adet gemi çapasının yanı sıra kentlilerin ticarette kullandıkların bronz ve taş para da bulunduğu ifade edildi.



Oxford Üniversitesi Deniz Arkeolojisi Direktörü Doktor Damian Robinson antik kentle ilgili olarak yaptığı açıklamada, Şaşırtıcı derecede iyi muhafaza edilmiş. Oldukça heyecan verici bir buluş. Yunan ve Fenike medeniyetlerinden de izler taşıyor. İktisadi bakımdan da kent hakkında birçok bilgiye ulaştık dedi.

Heracleion Antik Kenti hakkında
Thonis olarak da bilinen İskenderiye yakınlarındaki bu kent, kıyıdan 2.5 kilometre uzaklıkta ve 10 metre su altında yer alıyor. Antik Yunan tarihçilerinin bahsettiği mitler Milattan Önce 12. yüzyıla dek uzanıyor. Truvalı Helen ile Truva Prensi Paris, Truva Savaşı öncesi burada mahsur kaldıklarına inanılıyor. Diğer yandan Zeus ile Miken kralının kızı Alkmene oğlu Herakles (Herkül) de kendine başka bir takarak, Heracleion kentini gezdiğine inanılıyor.


Antik tarihçiler; Herodotus, Diodorus ve Strabo da yazıtlarında bu efsanevi şehirden bahseder. Antik kent 2000 yılında keşfedilmesinden önce, kente ait hiçbir iz bulunamamıştı. Bu yıla dek, tarihçileri Heracleion ve Thonis kentlerinin aynı kent olduğundan dahi emin değildi. Ancak yapılan son araştırmalarla, tarihçiler Heracleion kenti hakkında eskiden olduğundan çok daha net bulgulara sahip.



Dönemi itibariyle oldukça gelişmiş bir şehir olan Heracleion, Yunan medeniyeti içinde oldukça büyük bir öneme sahipti. Çünkü tüm Yunan gemileri için Mısır, mecburi bir geçiş istikametinde yer alıyordu. Diğer yandan kent, içinde bulundurduğu Amun Tapınağı vesilesiyle dini bir önem arz ediyordu. Bilim insanlarının tahminlerine göre, deprem ve seller neticesinde kentin 1.200 yıl önce sulara gömüldüğü düşünülüyor.

Bir ucundan diğerine 11 ile 15 kilometre araştırma alanına sahip Heracleion kenti, 2000 yılından bu yana süregelen 13 yıllık arkeolojik kazılar neticesinde birçok bulgu su üzerine çıkarıldı. Kentin animasyon gösterimini yukarıdaki video klip aracılığı ile izleyebilirsiniz.

Kaynaklar:
(1) https://gaiadergi.com/1200-yil-sonra-bulunan-misir-sehri-heracleion/
(2) http://www.haber7.com/arkeoloji/haber/1019964-gercek-atlantis-misirin-altindan-cikti

Maarif Gazete, 06.09.2015

KAZIYA KAZIYA KARİYER YAPTI


İlk yerleşimin MÖ 10200'lü yıllara uzandığı Çayönü Höyüğü, Diyarbakır'ın Ergani İlçesi'nin 7 kilometre güneybatısında, Anadolu'nun en eski köyü olan Hilar'da yer alıyor. Höyük ilk kez 1963 yılında İstanbul ve Chicago üniversitelerinin ortak bir çalışması esnasında keşfedilmişti. Prof.Dr. Halet Çambel ve Prof.Dr. Robert J. Braidwood tarafından başlatılan arkeolojik kazılar aralıklarla devam etti, sonrasında güvenlik gerekçesiyle 24 yıl önce ara verildi. Geçtiğimiz hafta hem Hilar hem de Çayönü'nü kapsayan uzun soluklu ve tarihi gün yüzüne çıkaracak kazılar yeniden başladı. Kazı için Diyarbakır'a giden Çanakkale Üniversitesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Doç.Dr. Özdoğan, öğrenciyken katıldığı çalışmalarda bu sefer başkanlık görevini yürütüyor. Bu yılki kazı çalışmalarını bir ön hazırlık olarak gören Özdoğan gelecek yıl başlayacak büyük projeye hazırlandıklarını söylüyor. Çayönü'ndeki ilk kazı çalışmalarına 1978 yılında öğrenciyken katıldığını anlatan Özdoğan, “1991 yılı sonuna kadar belirli aralıklarla kazı çalışmaları yürütülüyordu. O süreçte yaşanan güvenlik sorunları nedeniyle ara verilen kazı çalışmalarına yeniden başlayacağız. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca çıkartılan 50 bin liralık ödenek kısıtlı ama şartları zorlayarak gelecek yıl başlayacağımız ve uzun soluklu sürecek projenin bir bakıma ön hazırlığını yapacağız” diyor.

ÇAYÖNÜ'YLE İLİŞKİMİ KOPARMADIM
Kariyerini arkeolojik kazılar üzerine yapan Özdoğan, Çayönü kazılarından sonra bazılarının başkanlığını da yaptığı birçok projeye katılmış. Ancak Çayönü'yle olan ilişkisini hiç koparmamış. İlk kez 1978- 1981 yılları arasında, Çayönü Tepesi kazılarına katılan Özdoğan, 1984-1985 yılları arasında arkeolog-ekip üyesi, 1986-1988 yılları arasında arazi ve atölye sorumlusu, 1989-1991 yılları arasında ikinci başkan olarak Çayönü kazılarında görev almış. 1992 yılında kazılara güvenlik sebebiyle ara verilince bu bölgeden çıkarılan hayvan ve insan kemikleri, çanak çömlek üzerinde, Yontma taş endüstrisiyle ilgili çalışmalar yapmış. Şu anda 59 yaşında olan Aslı Erim Özdoğan çalışmanın başındaki isim oldu. Çayönü'nü farklı boyutlarla kazmak ve düzenlemek üzere oldukça ciddi bir sorumluluğun altına giren Özdoğan, “Çayönü Tepesi arazi çalışmaları yapılamamakla birlikte projenin malzeme çalışmaları çeşitli analizleri sürdürülmeye devam etti. Bu bağlamda aslında başka projeler sürdürmekle birlikte Çayönü ile ilişkimi hiç bir zaman kopartmadım” diyor.

10 YILDA BİTECEK
Küçük bir ekip ile kazıevi onarımı ve modernizasyonu ile kazılar için ön hazırlık süreci ağırlıklı bir çalışma yürütecek Özdoğan tepedeki tanıtım levhalarının yerleştirilmesi , çevre temizliği ile bir kaç alanda kazı yapacaklar. Çayönü Projesi ilk başladığı 1964 yılından beri uluslararası ve disiplinler arası nitelikte bir proje olduğu için bu niteliğini sürdürmeye de devam edecek olan ekip bu yıl 2 ay kadar çalışarak projeyi 10 yılda bitirmeyi planlıyorlar.



BİRÇOK İLKLERİN YERİ
Çayönü yerleşmesinin insanlık tarihi için bir çok ilklerin yaşandığı bir yer olduğunu söyleyen Özdoğan “Örneğin baklagil ve tahılların kültüre alınma süreci, evcilleştirme, özellikle bakır işçiliği, dünyanın en eski Terrazzo zemin kaplama tekniğinin uygulanmasını sayabiliriz” diyor. Ayrıca yarı göçebe avcı-toplayıcılık düzenden yerleşik düzene geçiş ve bu düzenin sosyo-ekonomik boyutundaki değişim ve en sonunda evcil koyun keçi besiciliği ile konar-göçer düzene ayak uydurmanın aşamalarının en iyi izlendiği bir yer olduğunu anlatan Özdoğan “Gerek Anadolu, gerek Levant gerekse Mezopotamya'da bu sözünü ettiğim süreçler kesintisiz olarak izlendi, Çayönü arkeolojik anlatımla en uzun kesintisiz tabakalanma veren bir kazı yeri” şeklinde konuşuyor.

Biliyoruz ama kazamamıştık
Neolitik Dönem'in sorunlu aşamalarından olan Çanak Çömleksiz Neolitik ve Çanak Çömlekli Neolitik geçiş aşamasının, başka bir anlatımla ilk çanak çömlek yapımının Kuzey Dicle Havzası'nda gerçekleşmiş olduğu ile ilgili Ilısu Baraj kurtarma kazıları kapsamında Sumaki Höyük'ten ilginç veriler elde eden Özdoğan, “Çayönü'de de bu evrenin varlığını biliyorduk ancak tam kazamamıştık. Ayrıca Çayönü'nün erken evreleri ile ilgili araştırmalar yetersiz kalmıştı. Çevre düzenlemesini tamamlamamız ve bu alanın daha turistik bir alan olması için çalışacağız. Çayönü kazıları ile birlikte Hilar kayalıklarındaki Geç Roma mezarlarını açmak ve bu alanı da görselleştirmek istiyoruz” diyor.

Her zaman sürpriz var


Kazılar sırasında her zaman bir sürprizle karşılaşmanın olası olduğunu söyleyen Özdoğan, bazı verilerin Çayönü ilk yerleşiminin daha eskiye gittiğini işaret ettiğini belirtiyor. Kazılar sırasında araştıracakları en önemli problematiklerden birinin bu olacağını ifade eden Özdoğan “Bismil Körtik Tepe, Hasankeyf höyük , Batman Hallan Çemi, Botan vadisindeki Guzir Höyük, Dicle Havzasında Çayönü'nün hali hazırda bilinen yerleşmesinden daha eski yerleşimler olduğunu gösterdi” diyerek her zaman farklı bir durumla karşılaşılıp var olan gerçeklerin değişebileceğini ekliyor.

Ortalama ömür 28'miş
Prof.Dr. Metin Özbek'in, Çayönü'nün insan kalıntıları üzerindeki çalışmaları sonucunda Çayönü insanının ortalama ömrünün 28,4 yıl olduğu, en uzun 50 yaşına kadar yaşayabildikleri, 0-15 yaş arası ölümlerin yüzde 50,3 dolayında olduğu, çocuk ölümlerinin yüzde 50'sinin 0-5 yaş arasında olup yetersiz anne bakımı ile yetersiz beslenmeden kaynaklandığı anlaşılmış.
Yeni Şafak, Haber: Fatma Çelik, 06.09.2015

VAN'DA URARTULARA AİT 2 BİN 800 YILLIK PİTHOSLAR BULUNDU


 

Kent merkezine 20 kilometre uzaklıktaki Gürpınar İlçesi'nde bulunan ve Urartu Krallığı'nın en parlak döneminde Kral II. Sardur tarafından inşa edilen Çavuştepe Kalesi'ndeki kazı çalışmaları sürüyor.

 

Urartulardan günümüze kadar sağlam kalan surları, su sarnıçları, dünyadaki ilk kanalizasyon sistemi, tapınakları ve saray yapıları ile turistlerin ziyaret ettiği mekanların başında gelen kalenin, Yüzüncü Yıl Üniversitesi (YYÜ) Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Doç.Dr. Rafet Çavuşoğlu başkanlığında yürütülen çalışmalarla eski görkemine kavuşturulması hedefleniyor.

 

Çavuşoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Kültür ve Turizm Bakanlığının izniyle 30 yıl aradan sonra 2014'te kalede başlattıkları çalışmanın bu yıl da devam ettiğini söyledi.

 

Kalede İstanbul Üniversitesi tarafından 1961-1984 yıllarında kazı çalışması yapıldığını anımsatan Çavuşoğlu, gün ışığına çıkarılan birçok yapının yağmur, kar ve rüzgar nedeniyle eriyerek zarar gördüğünü, ilk etapta bu mekanların korunmasını amaçladıklarını kaydetti. 

 

Bu yılki kazıda saray ve tapınakları, kuzey ve güney koridorları, depo odaları ve uç kale olarak adlandırılan mekanların temizlenmesini amaçladıklarını ifade eden Çavuşoğlu, "Kalede bulunan İrmuşini Tapınağı ve koridorun kerpiç beden duvarlarını, saman katkılı çamurla sıvadık. Bu çalışmayla konserve ettiğimiz mekanların kerpiç duvarlarının erimesi önlenmiştir. Konservasyona (koruma) yönelik çalışmalarımız bundan sonraki yıllarda da devam edecek" bilgisini paylaştı.

 

- 300 kilogram kapasiteli 120 pithos ortaya çıkarıldı 

Çavuşoğlu, Urartuların yaşadıkları dönemin zorluklarına rağmen her alanda ilerlediğini ifade etti.

Çavuşoğlu, şöyle konuştu:

"Urartu Kralı II. Sardur tarafından yaptırılan Çavuştepe Kalesi, geçmişe ait önemli bilgiler edinmemizi sağlıyor. Bu yıl yürüttüğümüz çalışmalarda depo binası olarak kullanılan bölümleri ortaya çıkardık. İki bölümden oluşan, yangın ve çökme olayları nedeniyle sonradan sağlamlaştırılan depoda tahıl, susam yağı, şarap ve gıda maddelerinin muhafaza edildiği 36 ton kapasiteli 120 pithos ortaya çıkarıldı.

 

Her bir pithos 300 kilogram kapasiteye sahip. Gövdelerine kadar toprağa gömülü pithosların ağız kısmında da Urartulara ait çivi yazısıyla yazılan ölçü birimleri bulunuyor. Gürpınar Ovası'ndan elde edilen tahıllar burada depolanıyor. Silo olarak kullanılıyor ve burada yaşayanların ihtiyaçlarını karşılıyor. Urartular, bütün erzaklarını burada muhafaza ederek, saraydaki yöneticilerin ihtiyaçlarını karşılıyor." 

 

- Şarap tekneleri bulundu

Çavuştepe Kalesi'nin Urartuların sosyal yaşamını yansıtan en renkli eserlerden biri olduğunu vurgulayan Çavuşoğlu, kalede, bağlarda yetiştirilen üzümlerin şaraba dönüştürüldüğü teknelerin bulunduğuna dikkati çekti. 

 

Urartuların, kalenin su ihtiyacını karşılamak amacıyla kanal inşa ettikleri bilgisini paylaşan Çavuşoğlu, "Bu bilgi kaledeki yazıtlarda da yer alıyor. Kaleye ulaştırılan kanallardan sağlanan suyla beslenen bağlarda yetiştirilen üzümler, özel teknelerde ayaklarla eziliyor ve elde edilen üzüm suyu pithoslara aktarılarak saklanıyor" ifadesini kullandı.

 

Kalede 4 çeşit taşın büyük ustalıkla kullanıldığına dikkati çeken Çavuşoğlu, sur duvarlarında kullanılan travertenlerin Edremit İlçesi'ndeki taş ocaklarından getirtildiğini sözlerine ekledi.

Haber 7, 05.09.2015

THYATEİRA'DAKİ ARKEOLOJİK ÇALIŞMALAR BEŞİNCİ YILINDA



Manisa Valisi Erdoğan Bektaş Akhisar'ın tarihi alanlarında incelemelerde bulundu. Vali Bektaş'a incelemelerinde Manisa Vali Yardımcısı Yakup Tat, Akhisar Kaymakamı Kaan Peker, Akhisar Belediye Başkanı Salih Hızlı, CBÜ Rektör Yardımcısı Prof.Dr. Muzaffer Tepekaya, Manisa İl Kültür Turizm Müdürü İbrahim Sudak, Akhisar Belediye Başkan Yardımcısı Ömer İşçi ve Akhisar Thyateria Kazı Başkanı Prof.Dr. Engin Akdeniz eşlik etti.

Manisa Valisi Erdoğan Bektaş Akhisar'ın tarihi alanlarında incelemelerde bulundu. Vali Bektaş'a incelemelerinde Manisa Vali Yardımcısı Yakup Tat, Akhisar Kaymakamı Kaan Peker, Akhisar Belediye Başkanı Salih Hızlı, CBÜ Rektör Yardımcısı Prof.Dr. Muzaffer Tepekaya, Manisa İl Kültür Turizm Müdürü İbrahim Sudak, Akhisar Belediye Başkan Yardımcısı Ömer İşçi ve Akhisar Thyateria Kazı Başkanı Prof.Dr. Engin Akdeniz eşlik etti.

Öncelikle Akhisar içinde bulunan Tepe Mezarlığı alanında incelemelerde bulunan Vali Bektaş buradaki kalıntılar ve çalışmalarla ilgili Prof.Dr. Engin Akdeniz'den bilgi aldı. Daha sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın destekleri ile kazı çalışmalarının devam ettiği Hastane Höyüğü'nde incelemelerde bulunan Vali Bektaş buradaki ekiple bir araya geldi. Prof.Dr. Engin Akdeniz'in kazı başkanlığında yürütülen çalışmalar neticesinde ortaya çıkartılan kalıntıları inceleyen Vali Bektaş "Manisa’mız için çok önemli alanlardan bir tanesi. Buradaki yapılacak çalışmaların devam etmesi hem kültürümüz, hem de turizmimiz açısından son derece önemli. Ayrıca proje çalışması tamamlanan Tepe Mezarlığı içinde bulunan Antik Roma Sütunlarının ayağa kaldırılması da şehrimiz için önemli bir çalışma olacaktır. Emeği geçenleri kutluyorum" dedi. Vali Bektaş kazı alanına yaptığı ziyaretin ardından kadim bir geçmişe sahip Akhisar Ulu Camii'nde incelemelerde bulunarak yapının önceki kullanım şekilleri ile ilgili bilgi aldı. İlçe ziyaretinin sonunda Akhisar Kayalıoğlu Mahallesinde bulunan 1905 yılında açılmış olan eski Tarım Okulu binasında incelemelerde bulunarak bina hakkında bilgi aldı.

Kültür ve Turizm Bakanlığı adına Adnan Menderes Üniversitesi’nden Prof.Dr. Engin Akdeniz'in başkanlığında bir ekip tarafından Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün izin ve maddi destekleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Döner Sermaye İşletmesi Merkez Müdürlüğü (DÖSİM) ile Akhisar Belediye Başkanlığı'nın maddi, işgücü ve ekipman katkılarıyla 2015 yılında da devam etmekte olan arkeolojik kazı çalışmalarında Thyateira’nın ve bölgenin bilinen tarihini değiştirebilecek nitelikte buluntular ortaya çıkarıldı.

Son Kalkolitik Çağ'dan itibaren yerleşime sahne olan Hastane Höyüğü’ndeki tabakaları saptamak amacıyla devam edilen çalışmalarda ilk defa (MÖ 9-6. yüzyıllar arasına) tarihlenebilecek boyalı ve boyasız seramik örnekleri de ele geçti. Çalışmalarda bulunan seramik örnekleri Thyateira antik kentinin söz konusu dönemlerde iskan gördüğünü kanıtlar nitelikte. Höyüğün zirvesinde yer alan, Hellenistik dönemde yapıldığı düşünülen Ion düzenindeki altar ya da tapınak yapısında yoğunlaştırılan kazılarda yapıya girişi sağlayan merdiven basamaklarından beş tanesi (krepis) açığa çıkarıldı.

Thyateira antik kentinin yayılım sahasında, Manisa Müze Müdürlüğü sorumluluğunda bir ören yeri olma özelliğine sahip Tepe Mezarlığı'nda sürdürülen temizlik çalışmalarıyla turizme açık bu alanın ziyaretçiler açısından daha sağlıklı bir şekilde gezilmesi amaçlanmakta. Bu seneki çalışmalarda temizlik ve kimi ziyaretçilerin yarattığı tahribatların giderilmesine yönelik acil onarımlar, ören yeri bilgilendirme panolarının yenilenmesi, gerekli yasal izinlerin alındığı sütunlu cadde restorasyon projesinin hayata geçirilmesi planlanmaktadır.
e-manisa.com, 05.09.2015

KAUNOS ANTİK KENTİNİN TANITIMINA AĞIRLIK VERİLECEK

 

Muğla Valisi Amir Çiçek, Kültür ve Turizm İl Müdürü Veli Çelik ve ilgililerle, Kazı Başkanı Prof.Dr. Cengiz Işık'tan çalışmaları hakkında bilgi aldı.

 

Işık, yaptığı açıklamada, kentin tarihe ışık tutan ören yerleri arasında bulunduğunu söyledi.

Kaunos'un Anadolu insanının kurduğu bir kent olduğunu belirten Işık, "Liman kenti olması açısından da çok önemli. Kaunos şehri Dalyan deltasının oluşumu sırasında eski gücünü, ihtişamını yitirmiştir. Deltanın oluşumu ve ticari gemilerin limanlara girememesiyle kent yavaş yavaş çökmeye başlıyor" dedi.

 

Işık, Kaunos'taki Demeter Kutsal Tapınağı'nın kent için çok önemine değinerek, sadece kadınların kutladığı bayramın burada yapıldığını ifade etti.

 

Vali Çiçek de Kaunos'un geçmişte yaşananları günümüze aktaran bir kent olduğunu dile getirdi. Kaunos'un, tarihin yanı sıra doğasıyla da gelenlere hitap ettiğini belirten Çiçek, şöyle dedi:

"Kaunos, limanıyla ölçü ayar aletleri ve doğasıyla mükemmel bir yer. Biz bu medeniyeti dünyaya tanıtmak istiyoruz. Misafirler, kentin güneyinde bulunan Dalyan Kanalı'ndan İztuzu'na giden teknelerle hem doğanın güzelliğini hem de Kaunos şehrinin güzelliğini yaşıyorlar. Burada sadece tarih ve deniz değil aynı zamanda birçok endemik bitki, balık ve kuş türü var. Bu nedenle buradaki turizmi insanlık alemine daha iyi sunmak adına gerekli tedbirleri alıyoruz."

Haber 7, 04.09.2015

YIKIMDA ÇÖKEN BİNANIN ZEMİNİN ALTINDAN TARİH ÇIKTI


 

Şehzadeler'deki Şehitler İlkokulu'nun eski binasının yıkımı sırasında hafriyat almak için okul bahçesine giren kamyonun ağırlığına dayanamayan zemin çöktü. Zeminin içinde kalan kamyon, vinç yardımıyla çıkartıldı. Çöküntüde bahçenin derinliklerine kadar gittiği görülen Osmanlı mimarisine ait olduğu sanılan taş duvarlar bulundu. Manisa İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü yetkilileri, inceleme başlattı. İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü yetkilileri, yapının yapılacak ayrıntılı inceleme sonrasında Osmanlı döneminden mi yoksa Cumhuriyet'ten sonrasına mı ait olduğunun kesinlik kazanacağını belirtti.

HASTANE OLARAK DA KULLANILDI
1887 yılında tamamlanan okul binası, Yunan işgali zamanında hastane olarak kullanıldı. İşgal sonrası lise olarak eğitim öğretim faaliyetine devam etti. Zamanın ihtiyaçlarını karşılamadığı gerekçesiyle okul binası 1956 yılında yıkılıp, eğitim öğretim faaliyetlerine 1958 tekrar faaliyete geçti. Bir kez daha ihtiyacı karşılayamadığı belirlenen okul için bu yılın başında yıkım kararı alındı.

BİNANIN KARŞISINDAKİ MEYDANDA DA TARİH ÇIKTI

Öte yandan; sekiz yıl önce okulun karşısında bulunan Cumhuriyet Meydanı yer altı otoparkı ve meydan düzenlemesi sırasında, Saray-ı Amire'ye ait hamamın kalıntıları ortaya çıkmış ve Anıtlar Kurulu tarafından alan koruma altına alınmıştı.

Radikal, Haber: Nermin Uçtu, 04.09.2015

İSTANBUL'UN GÖRDÜĞÜ EN İDDİALI BİENAL

14. Uluslararası İstanbul Bienali'nin merakla beklenen sergileri açıldı. Kentin dört bir yanına dağılan sergiler hakkındaki ilk izlenimler çok olumlu. Kimilerinin 'tüm zamanların en iyi İstanbul Bienali' bile dediği etkinliğin tamamını Cem Erciyes, İhsan Yılmaz, Yenal Bilgici ve Ayşegül Sönmez Hürriyet Cumartesi için gezip değerlendirdiler


BAY TROÇKİ'NİN MİSAFİRLERİ 

CEM ERCİYES

Büyükada, 14. İstanbul Bienali’nin hiç tartışmasız en ilginç, en iddialı bölümü. Adeta Bienal içinde küçük bir Bienal gibi. Büyükada Bienali’nin kendine özgü bir teması olsaydı eğer, ‘Zaman ve Mekan’ gibi bir şeyler olurdu. Altbaşlığı ise ‘Bay Troçki’nin denizden gelen misafirleri’...

 

Troçki’nin misafirleri, Adrian Villar Rojas’ın muhayyilesinden doğan bir hayvanlar grubu. Birebir ölçülerde üretilmiş zürafa, gergedan, goril, at, köpek, bizon ya da geyik denizin içinde dikilmiş, gözlerini Troçki’nin artık bir metruk yapıya dönmüş İstanbul’daki evine çevirmiş öylece duruyorlar. Denizin içinde, kucaklarında, sırtlarında, yanlarında taşıdıkları hayali dostlarıyla birlikte, sanki Troçki’nin boş pencerelerden birine çıkıp eski köşkü ele geçirmeleri için işaret vermesini bekliyorlar.

 

Bienal’in küratörü Carolyn Christov-Bakargiev, Orhan Pamuk’un gösterdiği Troçki Evi’yle ilk karşılaştığında “Sanki bir felaketten sonra hayat yeniden başlamış gibi” diye düşünmüş ve burası Bienal’in ilk mekanı olmuş. Hakikaten öyle. Sadece dört duvarı kalmış otlarla kaplanmış köşkün büyük bahçesinden deniz kıyısına daracık bir demir kapıdan geçerek varıyorsunuz. Birden bire karşınıza çıkan mahlukat, sizi fantastik bir hikayeye, zamansız bir aleme taşıyor. Tuzlu Su’yun içinden çıkan beyaz polyester hayvan heykellerinin üstünde duran diğer hayali yaratıkların her biri ise ölmüş başka hayvan ve bitkilerin kalıntılarından yapılmış. Yani katman katman anlam dolu, bakması çok etkileyici, bulunduğu mekanla mükemmel uyum sağlayan, İstanbul bienalleri tarihinin muhtemelen en unutulmaz işlerinden biri ‘Tüm Annelerin En Güzeli’ adlı bu iş.

 

Troçki Evi’ne giderken Çankaya Caddesi’nde, bir zamanlar ‘Hatırla Sevgili’ dizisine mekan olduğu söylenen köşkteki video ve salon düzenlemesi pek heyecan verici değil (Daria Martin/Eşikte). Tek espri, mekanın popüler kültürle ilişkisine selam gönderen, bir köşedeki kara kalem Meryem Uzerli resmi. Venedik saraylarına benzeyen Mizzi Köşkü’ne gelince mutlaka girin. Yapı eşsiz bir mimari.  Ve içindeki fotoğraflardan daha ilginç, bu kesin. Tabii sonar sesi eşliğinde sunulan bir batığa ait bu fotoğrafların, mekanla ilişkiye girme çabası sadece ‘takdire değer’. Ama bu çaba, görkemli Rizzo Palas’ta ise ‘bir başarıya’ dönüşüyor mesela. Ed Atkins’in ‘Hıslayan’ adlı videosu, kendi küçücük odasında kıvarınıp dururken ‘yer yarılıp da içine giren’ bir adamı anlatıyor. Eski ahşap köşkün bir zamanlar pansiyon olarak kullanılan odalarındaki tasarlanmış dağınıklık, videoyla güzel bir ilişki kuruyor. Tabii bu terkedilmiş eski bina da çok güzel; ama neyse ki videodan rol çalmayı başaramıyor...

 

İskeledeki Kaptan Paşa Deniz Otobüsü’ne girerseniz gözlerinize inanamayacaksınız. Sanatçı Marcos Lutyens, deniz otobüsünün içinde düşsel bir ortam yaratmış. Merkezinde bir tekne iskeletinin yattığı hayali bir mekan. Vaktiniz varsa oradaki hipnoz seansına da katılın... Teknenin arka güvertesindeki Pınar Yolaş’ın ‘sudan kalp’i için ise “Ayşe Erkmen’i mi çağrıştırıyor’ sorusunu sormayalım; ama ana temaya pek uygun, hoş bir iş olduğunu söyleyelim.

 

Tabii çağdaş sanatın en büyük isimlerinden William Kentridge’in Splendid Palas’taki video enstalasyonu üzerinde en çok konuşulmayı hak eden çalışma. Şu kadarını söyleyeyim ki Kentridge’in bizzat 1920’ler İstanbulu’na, Troçki’ye dair bir iş yapması, bunu bir eski sessiz film gibi çekmesi ve Splendid Palas Oteli’nin zaten buram buram 20’ler kokan mekanına ustaca yerleştirmesi, kaçırılacak bir şey değil. Sadece bir oda kapısının penceresinde nutuk atan Troçki’nin yavaş yavaş tuzlu suya battığı sahne için bile ‘Ah, İçli Makine’ adlı bu işi görmek zorundasınız...

Bienal’de Büyükada (5 yıldız)

 

1001 KAREDE VAROLUŞ

İHSAN YILMAZ

Bienal gezisine başlamak için İstiklal Caddesi’ni tercih ederseniz ilk mekanınız Arter olabilir. Binanın girişinde Giovanni Anselmo’nun mermer bir kütlenin içine yerleştirdiği mıknatıslı işi sizi karşılayacak. Birinci katta Christine Taylor Patten’in ‘Mikro/makro 1001 çizim’i yer alıyor. Eserin orijinali 2 bin parçaymış ancak burada 10 tanesi yer alı-yor. 5 x 5 cm ebatlarında karga tüyü kalem ve mürekkeple çizdiği işleri yan yana sıralanmış tüm bir kat boyunca. Bir noktadan başlayıp her biri bir yılı temsil eden ve diğerinin devamı olan minik kareler… Çizgisel bir evrim teorisi. Her mikronun arkasında da T.S. Eliot’ın zamanla ilgili bir dizesi varmış ama siz onu göremiyorsunuz. Kitap da yanda sergileniyor buna işaret etmek için. (4 yıldız)

 

Şiddet görmüş kadınlar atölyesi

İstiklal Caddesi boyunca Taksim’e doğru yürürseniz önünüze FLO ayakkabı mağazası çıkacak. Bienalin en zor bulunan mekanlarından biri burası. Cansu Çakar’ın dördüncü katındaki işlerini görmek için bi-nanın arkasına geçmeniz gerekiyor. Sanatçı, yerleştirmesinde bizzat verdiği minyatür ve süsleme derslerine katılan kadınların çalışmalarını bir araya getirmiş. İki ay boyunca şiddet görmüş ya da mülteci kadın-larla atölye çalışmaları yapmış. O atölye şimdi bir Bienal mekanı. Çakar toplumsal adalete ulaşmak, insanları birbirine bağlamak ve bir değişim yaratabilmek için sanatın dönüştürücü gücünden yararlanmayı öneri-yor. (3 yıldız)

 

Cezayir’de konferanslar

Galatasaray ’dan kendinizi Tophane tarafına saldığınızda önünüze pek çok Bienal mekanı çıkacak. Cezayir, Otopark, Masumiyet Müzesi gibi. Cezayir Binası, Bienal’in en etkin merkezlerinden. İspanyol sanatçı Fer-nando Garcia Dory, başlattığı ‘Karasal Türkiye Genişleme Ajansı’yla Güneydoğu’daki kadınlarla yaptıkları üretimleri sergiliyor burada. Ay-rıca sanatsal üretimin yerel ekonomilere katkısı gibi konularda konfe-ranslar ve atölye çalışmaları yapıyor. Eserlerden çok buranın etkinlik takvimi öne çıkıyor. (3 yıldız)

 

Bienalin en uzun videosu İtalyan Lisesi’nde

Ağırlıklı olarak video işleri var Tomtom Mahallesi’ndeki Özel İtalyan Lisesi’nde. Tek mekanda daha çok iş görmek ve uzun uzun video izle-mek benim işime geldi. Boşuna uzun uzun demiyorum, bienalin en uzun videosu burada gösteriliyor. Cheng Rang’in ‘9 Saatlik Film’i gerçekten de 9 saat sürüyor. Rang, Hollandalı fotoğrafçı ve performans sanatçısı Bas Jan Ader başta olmak üzere bir amaç uğruna yola çıkıp hayatlarını kaybetmiş kişilerin yol durumlarına ve hayata bakışlarına odaklanmış videosunda. Ader 1975’te Pasifik Okyanusu’nu geçmek için yola çıkmış ama bir daha geri dönmemişti. Çok iyi bir video ama ben bir saat sonunda ayrılmak zorunda kaldım. Kumanyanızı alıp rekor denemesi yapabilirsiniz. (4 yıldız)

 

Depo’da Ani’nin kayıp kuşları

Tophane’deki eski tütün deposunda da çarpıcı bir video var. Ermeni tehcirinin 100’üncü yılı nedeniyle bienalde bu konu üzerine düşünmüş ve üretmiş pek çok sanatçının işiyle karşılaşacaksınız. Bunların belki de en etkileyici olanlarından biri Francis Alys’in ‘Ani’nin Sesizliği’ adlı vi-deosu. Binaya girdiğinizde duvardaki platforma yerleştirilmiş onlarca farklı kuş sesi çıkartan düdük görüyorsunuz. Kars’taki Ani harabelerin-de çekilmiş bir video gösteriliyor içeride. Ani’de çocukların her birine bu düdükleri veren sanatçı onları çalmalarını istiyor. Tepelere tırmanarak harabelere kuş sesleri çıkartarak gelen çocuklar eski kentin sessizli-ğinde kaybolup gidiyor. Bir zamanların o cıvıltılı, canlı kentine bütün bu çağrıya cevap veren hayali bir kuş gelip konar belki... Oldukça etkileyci bir video. Mekandan çıkınca binanın hemen karşısındaki kafede soluklanma ihtiyacı hissedebilirsiniz. Bir limonata bu sıcakta iyi gider. (5 yıldız)

 

 

İSTANBUL MODERN'DE USTALAR VE GENÇLER BİRLİĞİ 

AYŞEGÜL SÖNMEZ

 

Senam Okudzeto

Gana’lı kadınların portakal sattıkları demirden sehpalar… Kent ve evi, içle dışı, kamuyla mahremi kesiştiren yerleştirmesiyle, kolonyalizmle uzaktan yakından ilgisi olmayışıyla derin empati ve duyarlılığıyla takdir edilesi. (4 yıldız)

 

Aslı Çavuşoğlu

İstanbul Modern, kadın sanatçılarıyla öne çıkan mekanlardan. Aslı Çavuşoğlu, Ararat kırmızıböceğinden çıkan 12 gramcık boyayla normal boyayı birlikte kullanmış. Bir ustaya yaptırdığı resimli kitap sayfaları geçici (böcek boyası zamanla uçuyor) olanla kalıcı olan arasında siyasi ve sosyal gerilimi gösteriyor. Büyük bir ilgiyi de hak ediyor. (5 yıldız)

 

Ellen Gallagher

Amerikalı sanatçının 1972 tarihli gözlerden oluşan resmi, ironisi, politik sürrealizmiyle mest ediyor. Film ve filmi destekleyen 2014 tarihli resimlerse sanatçının fantazi dünyasının sınırsızlığına teslim olmak için kocaman kocaman nedenler. (5 yıldız)

 

Georgia Sagri

Bienal başlamadan önce dünyanın farklı dinlerinden müzisyenleri bir araya getirip dans ettiği yedi saatlik performansını internetten takip etmiştim. Üç boyutlu gözlükle ziyaret edebildiğimiz odasındaki çamurdan yaratıklar performansından kat kat daha iyi. (3 yıldız)

 

Nikita Kadan

Belki doldurulmuş geyik ve çimento lastiklerden oluşan yerleştirmesi değil de onun hemen altındaki ranzada yetiştirdiği kerevizler tavsiyem. Haydi barikat bahçeciliğine! Evet, Ukrayna’da gösteriler sırasında barikat bahçeciliği başlamış. (3 yıldız)

 

Grace Schwindt

Tencerenin içinde doğranmış pembe bale pabuçları var. Bu bile yeterince tuhaf ve poetik. Sesi, şiiri, masa… İşte bu! Mekanın en güçlü işlerinden… (5 yıldız)

 

Santiago Ramon y Cajal

Bu bienalda Nobel ödüllü bir ‘sanatçı’, Orhan Pamuk var.  Ama yalnız değil! Sinirbilimin babası Ramon y Cajal da bienalin Nobellisi! Ramon y Cajal sinirbilimin babası kabul ediliyor. Onun eseri, pek çok denizbilimci ve fizikçinin görsel çalışmalarıyla yer aldığı Bienal’in 21’inci yüzyılın sanat ile sanat sayılmayan arasındaki sınırları çoktan sildiğine dair gelişmiş bir örnek. (3 yıldız).

 

Ana Prvacki

Minicik erotik beste mekanın belki en küçük eserlerinden. Ama feminist, müzik/metin ilişkisini sorgulamakta olağanüstü başarılı.(5 yıldız)

 

Fabio Mauri

O bir Romalı… Serginin sanatçılarından Krajcberg gibi, küratörün biyomimarlıkla  Art Nouveau arasında kurduğu ilişkinin önemli bir halkası. Buna ilişkin ilk anahtar eserindeki özgürlük yazısında saklı (4 yıldız).

 

 

OSMANLI'NIN İSTANBULU'NDA

YENAL BİLGİCİ

Ah küçücük gemi

Karaköy’e çıkan Kemeraltı Caddesi’ndeki Galata Özel Rum İlköğretim Okulu, Bienal’in ana mekanlarından. Güzergahını onunla başlatmak isteyenler ilkin Kahire doğumlu sanatçı Anna Boghiguian’ın çarpıcı eseri ‘Tuz Tüccarlarını’ görecekler. Alt salona tümüyle yayılmış eserde zamanlar arasında seyahat eden, yolunu yitirmiş bir eski, tuhaf gemi var. Durmayın, çevresinde dolaşın. Okulun üst katlarına çıktıkça sürprizli sergilerle karşılaşacaksınız. Praphakar Pachpute’nin karanlık odadaki madenci heykelleri (fenerle dolaşacaksınız), Hera Büyüktaşçıyan’ın ‘Açık Okul’u, Andrew Yang’ın zilleri ve daha birçok sürpriz... (Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nda Bienal, 4 yıldız).

 

Caddede dans

Okul’dan çıktınız. Karaköy’e doğru yürüyün ama gölgeden! 200 metre kadar ileride sağda Minerva Han’ı bulunca hemen dalın; Beyrut doğumlu Walid Raad’ın kutuları, Kasa Galeri’de. Size sanat eserlerinin kutularda saklanıp saklanamayacağını soruyor. Yolunuza, Bankalar Caddesi’nden devam edip Vault Karaköy House Hotel’e girin sonra. Biraz dolambaçlı ama o ünlü eski kasanın yanından alt katlara, bir küçücük odadan gelen müzik sesine doğru ilerleyin. Hüzünlü bir piyanist, hüzünlü bir dansçı ve hüzünlü bir vals. Janet Cardiff ve George Bures Miller’in işi iç burkuyor. Biraz daha yukarı yürüyün Salt Galata’ya vardığınızda doğrudan binadaki kütüphaneye girin. Zeyno Pekünlü oraya, gerçekten ders çalışan, notlar alan onlarca öğrencinin arasına eski usul kopyaları yerleştirmiş. İlham verici! (Bankalar Caddesi Hattı 3 yıldız)

 

İncir ağaçları nerede?

Hava sıcak ama Şişhane’ye de vardınız sayılır. Tünel bölgesinde biraz soluklanın. Yemeyi içmeyi  halledin; sonra da ufak ufak Adahan Otel’e doğru yola koyulun. Camondo Ailesi’nin 1815’te yaptırdığı binada iki yıldan beri bir otel (ve çeşitli ofisler) var. En alt kattaysa sürpriz bir sarnıç... Pelin Tan ve Anton Vidokle’nin esrarengiz videosu sarnıcın kuytuluğundan, sessizliğinden de yararlanıyor. Birinci kattaki Meriç Algün Ringborg imzalı ‘Siz Hiç İncir Ağacının Çiçek Açtığını Gördünüz mü’ isimli çalışmaysa otelin konumundan. Sanatçının dediği üzere, “Galata bir zamanlar incir ağaçlarıyla doluydu, şimdiyse otel odalarıyla.” (Adahan’daki işler 3 yıldız)

 

Hamamda Haçlı seferleri

Artık Taksim’e doğru çıkın ve 55T’ye atlayıp, Balat’a doğru yol alın. Çok sürmeyecek, Ayakapı Durağı’nda ineceksiniz. Geriye doğru yürüyüp önce Şerefiye Sokağı’nı sonra hoş isimli Müstantik Sokağı’nı bulun. Osmanlı İstanbulu’nun en eski yapılarından Küçük Mustafa Paşa Hamamı orada. Girin bu zarif yapıdan içeri; Mısırlı sanatçı Wael Shawky’nin kurduğu büyü dünyasını yaşayın. İçeride dev bir ekranda el üflemesi Murano cam kuklalardan muazzam bir animasyon (Haçlı Seferleri döneminde geçiyor)göreceksiniz. Göbek taşını örten halılara uzanın, Arapça kelimelerin duvarda tatlı tatlı yankılanmasını dinleyin. Bienal’in en kendine özgü mekanlarından biri burası. Çıktıktan sonra, serin mi serin Kara Sarıklı Sokağı’nda bir tabure bulun, çay için. Harareti alır. (5 yıldız).

Radikal, 04.09.2015


******


ÇAĞDAŞ SANAT DA 'KLASİKLEŞTİ'

 

Fotoğraf Altı: Rada Boukova - Low Resolution, 2009 - Courtesy of sariev Gallery

 

Haliç Kongre Merkezi'nde dün başladı. Yabancı basının da davetli olarak katıldığı fuarda, 27 ülkeden 87 galeri ve 400 sanatçı var.

 

Türkiye'nin en genç çağdaş sanat fuarı Artinternatinal, Haliç Kongre Merkezi'nde dün başladı. Kurucuları Sandy Angus ve Yeşim Avunduk'un yanı sıra fuarın direktörü Dyala Nuseibeh, sanat yönetmeni Stephane Ackerman, “Sahnedeki Videolar” bölümü küratörü Başak Şenova, “Alternatifler” bölümünün küratörü Paolo Chiasera konuşmacı olarak katıldığı fuar, sadece üç gün sürüyor ve bu kısa zaman dilimine 87 galerinden 400 sanatçının eseri sığdırılıyor. Oldukça yoğun ve yorucu bir fuar Artinternational. Her şeyin hızla akıp geçtiği, koşturarak yaşandığı modern zamanların sanatı da sizden aynı çabukluğu bekliyor.  

 

Fuara bu yıl galeriler açısından yüksek bir katılım var. Yabancı basının da ilgi gösterdiği toplantıda konuşan, dünyanın önemli sanat fuarlarındaki ortaklıklarıyla tanınan Angus Montgomery'nin direktörü Sandy Angus, “Fuarın bu kadar büyük bir seviyeye ulaşabileceğini düşünmemiştik.” dedi. Fuarın Türkiye ortaklarından Fiera Milano Interteks'in direktörü Yeşim Avunduk ise bu yılın sürprizlerine dikkat çekti ve ekledi: “Türkiye sanatının en önemli sanatçılarından pek çoğunun en son işlerini ilk kez fuarda izleyecek olmamız heyecanımızı artırırken, aralarında Victoria Miro, Sakshi Gallery, Aicon Gallery gibi çok önemli galerileri Türkiye'de ilk kez ağırlamaktan gururlanıyoruz.” Fuar direktörü Dyala Nuseibeh, İstanbul'un özellikle deniz kıyısında olmasıyla büyük bir çekiciliğe sahip olduğunu belirtti ve fuarın açık heykel galerisi, “By The Waterside”ın program için çok büyük bir önem taşıdığını söyledi.

 

Basın toplantısı biter bitmez, herkes kongre merkezinin, heykel galerisine dönüştürülen terasına koştu. Çünkü her sene burada sergilenen heykeller ilgi çekiyor. Geçen yıl, Jaume Plensa'nın eserinin İstanbul silüetiyle uyumlu bir görünüm sergilediği mekanda bu yıl, izleyicileri karpuz yığını ve bir astronot karşıladı. Bulgaristan'dan Rada Boukova'nın ‘Low Resolution' adını verdiği esere Guido Casaretto, Karl Karner, Şakir Gökçebağ, Yerbossyn Meldibekov, Stefan Nikolaev, Ichman Noor, Javier Perez, Paul Schwer ve Walid Siti'nin eserleri de eşlik ediyor ama herkesi oldukça şaşırtan tabii ki, Adana karpuzlarıydı. 

 

Enrique Marty-Random Scene

 

GÖRÜLMEYİ HAK EDEN SANATÇILAR   

Fuarda görülmeye değer dünyaca ünlü sanatçılar; Jan Fabre, Joan Miró, Tony Cragg, Andy Warhol, Banksy, Damien Hirst, Liu Bolin, Walton Ford, Muntean/Rosenblum, Yayoi Kusama'nın eserlerinin yanı sıra keşfedilmeyi bekleyen pek çok çalışma bulunuyor. Biz ikisinden bahsedelim. İspanyol sanatçı Enrique Marty'nin, 2014 tarihli Random Scene adını verdiği eseri, Grup Terapi, Sadakat Hareketi ve Karanlık Oda adlı üçlemesi için ürettiği bir çalışma. Nietzsche ve Michel Foucault'un fikirlerine gönderme yapan eserde, takım elbiselerinin rengine göre beyazdan siyaha doğru sıralanan altı figür, Fransız düşünür Foucault'ya benzetilmiş. Yarım daire şeklindeki sahnede her şey sırasına göre dizilmiş, tesadüfi hiçbir şey yok. Figürler de tıpkı Foucoult gibi saçsız, yüzü, gözü ve pozları aynı. Kendilerine bakmanızı istemediklerini için elleriyle yüzlerini kapatıyorlar. Bu aslında Marty'nin de belirttiği gibi izleyicinin kabullerine karşı çıkan bir duruş.

 

Sanatçı Haydar Akdağ, Mercimek. 2014

 

İkinci sanatçı ise Türkiye'den genç bir isim: Haydar Akdağ. Mercimek adlı eseriyle fuara katılan Akdağ, herhangi bir galeri çatısı altında değil, Mercure Otel'in sponsorluğunda fuarda yer alıyor. Yeditepe Üniversitesi'nde doktora yapan Akdağ, elek kullanarak yaptığı çalışmasında iktidarın,  medyanın, sanat yöneticilerinin ve önyargılarımızla sosyal hayatta yaptığımız ‘eleme'lere karşı çıkıyor ve diyor ki, “Herkes kendine göre bir şeyleri eliyor. Bu eleme gerçekten doğru bir şey mi? Peki ne kadar gerçekçi? Bu ayrışmalar çok katı ve korkunç.” Bizce kıymetli olan bu fikir, galeri yöneticileri ya da koleksiyonerler tarafından artık ‘klasik işte' yani sıradan diye değerlendirilebiliyor.

Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 05.09.2015


******


PİYASAYA GÖMÜLMÜŞ SANAT DÜNYASINA KUVVETLİ ÖNERİ: 14. İSTANBUL BİENALİ

Sanat eleştirmeni Ayşegül Sönmez, 14. İstanbul Bienali'ni Sanatatak için değerlendirdi: "Her ne kadar dağınıklığı ya da yaygınlığıyla başlamadan önce bizi endişelere sevk etse de hiç de korktuğumuz gibi çıkmadı 14. İstanbul Bienali. Piyasaya gömülmüş çağdaş sanat dünyasına kuvvetli bir öneri, bir bakıma bir temenni. Her şeyin aslında fikirle başladığını, isterse eserle devam edebileceğini kulağımıza küpe ediyor. İş değil de sergi ve bienal gibi duruyor bu yüzden. Eskisi gibi, İstanbul bütün heybeti, dekadanlığı, suçlulukları, suyu ve en mühimiyle sesiyle başrolde."

 

SHAKESPEAREYEN BİR KRALLIK: 14. İSTANBUL BİENALİ

Denizi, sonsuz olanı düşün artık.
Bir gün beni hatırlayabilirsin ancak,
Güzelsen soyabilirsin çırılçıplak;
Oradayım hep ben, orada derinde,
Gemilerin ihtiyar köpüklerinde.
Ahmet Muhip Dranas

 

Her ne kadar dağınıklığı ya da yaygınlığıyla başlamadan önce bizi endişelere sevk etse de hiç de korktuğumuz gibi çıkmadı 14.İstanbul Bienali. Bienallerin her geçen gün arttığı, arttıkça büyüdükçe ve her seferinde bir Star tarafından küreyt edildikçe çoğalan endişelerimizi gözden geçirtircesine üstelik...

 

Geçtiğimiz Venedik Bienali’ni deneyimlerken -bu fiili sevmesem de sevimsizliğiyle tecrübedeki aşkını içermemesiyle özellikle kullanıyorum-, fark ettiğim artık bütün bu para ve sermaye ve işte kişiden ziyade kurumların işin içine girmesiyle bienalin de bir İş /Business olmasıyla bir makine yarattığımızdı.


Bu makineyi deneyimlemek ise imkansızdı.
Eğer bir makine değilsek.
Hatta onun düşünü görmüştüm arkadaşımın otel hakkım bitip de sığındığım evinde.
Bienali gezen makinaların Venedik neminden bozulmalarıyla uyanmıştım.
Bir espressoyla kendime gelmiştim.

İşte Venedik’te de tecrübe ettiğimiz bu büyük makinaya zıt insani, deneyime açık ve uçuk, İş’in içine görünmeyen, denizin altında işleri ve kapısı kapalı mekanları dahil eden bir sergi var karşımızda ne mutlu ki...

İş değil de sergi ve bienal gibi duruyor bu yüzden.
Eskisi gibi...
Eskilerden onun gibi olan Paolo Colombo’nun Tutku ve Dalga’sını anımsatıyor.
Eskisi gibi, İstanbul bütün heybeti, dekadanlığı, suçlulukları, suyu ve en mühimiyle sesiyle başrolde.
İstanbul sabitlenmeye çalışılan bir imge değil bu kez... Hatırlattıkları, geçmiş zaman hikayeleri ve bir kültürel işaret ve bir psikolojik gölge gibi işlerin içinde, işlerin rehberi, işlerin susturucusu, işlerin tetikçisi.

 

Açık, onlarca pencereli ve imgeli, her sanat eserini bir filtreyle önce kendimizin sonra herkesin ve tabii ki instagramın kıldığımız yetmezmiş gibi iki boyutlu bir görünürlüğe tedavül ettiğimiz zamanlarda yakalanması güç imgeleri olan bir bienal, başka tür bir varoluş sergiliyor Tuzlu Su.
O yüzden ender bir şekilde filozofik...


Agamben’in ‘çağdaşlık, evrenin genişlemesiyle görmemizin mümkün olmadığı başka gezegenlerin ışıklarını görmektir’ deyişini hissettiriyor.


İstanbul’un şimdisine, İstanbul büyüdüğü için görmediğimiz görmekten vazgeçtiğimiz, ulus devlet olmak için kör kaldığımız geçmişlerin, gezegenlerin ışıklarını gördürüyor.


Büyükada’nın dekadan köşkündeki Ed Atkins videosundaki bireyden ne farkımız var bu tarihin ve bu kentin içinde?


Hangimiz Ed Atkins’in Fellini’ye zıt bir anlayışla mitleştirdiği yatağının içinde yatarken bir delikte kaybolan dünya dışı, mekan dışı zaman dışı kahramanına benzemiyoruz ki?

 

Ed Atkins’in işi


Ve belki de bu kahraman, en çok Dante’nin İlahi Komedyası’nı hatırlatarak, katmanlı mekansızlığı, trajedi içindeki kaybolmuşluğuyla yakınması ve olmayan bir yere gitmesiyle izleyicinin en çok özdeşleşmeye açık kahramanı.


Maruz kaldığımız göçmen fotoğraflarıyla, gofret alarak kendimizi kandırdığımız mülteci dilencilerle, Suruç katliamını unutuşumuzla, iç savaşın yeniden hareketlenmesiyle o yatakta hep düşüyor da düşüyoruz.

 

Büyükada’daki konuşmasında Orhan Pamuk sordu Bakargiev’e mikrofonunu teslim ederken “sanat bütün bu sorunları çözebilir mi?”
Yanıtı yine Büyükada’daki Kentridge’in filminde olabilir.
Troçki rolünde William Kentridge’in sekreterine yazdırdığı yazılara rağmen sular altında kalacak olması, gündelik politik krizlerle kendi krizlerimizi ertelediğimiz, unuttuğumuz bu coğrafyada bu şehrin pek çok defa sular altında kalıp tuzlu suyun kaldırma kuvvetiyle pek çok defa kalktığını yine kalkacağını müjdeliyor adeta.

 

Deniz Gül'ün işi


Deniz Gül’ün şiltesine uzanıp işaretler oldukça kaybolmamanın-define avcıları sağolsun- mümkün olduğunu kendimize hatırlatabiliriz. Tıpkı Aslı Cavuşoğlu’nun kıymetli kırmızı böcek boyasıyla ürettirdiği resimlerin yerinde bir gün gelip yeller eseceğini bilmek gibi...


İşlerin çoğunun içindeki Ses bu zamanaşırılığının en güçlü destekçisi.


Francis Alys’in siyah beyaz Ani’de çektiği filmde de, Cevdet Erek’in otoparkında da, Susan Philipsz’de de, Kentridge’in Seyyun Hanım vokali, Georgia Sagri’in farklı dinlerden müzisyenleri aynı anda çalıp söylemesini sağladığı beste, Aya Triada Ermeni kilise korosu gibi...

 

Susan Philipsz’in işi


Gece yarısı şiir okumaları toplantıları, sabaha karşı çıkılan tekne turlarındaki caz sessionlarıyla elle tutulan gözle görülmeyebilecek eserleri bir araya getirerek, piyasaya gömülmüş çağdaş sanat dünyasına kuvvetli bir öneri, bir bakıma bir temenni 14. İstanbul Bienali.


Her şeyin aslında fikirle başladığını, isterse eserle devam edebileceğini kulağımıza küpe ediyor. Baştan, a priori tam olarak gezilmesinin mümkün olmadığının altını çizen bir bienal... Fikriyle de gezilebilir olduğunun...

 

Georgia Sagri’in işi


Hala satılık olmayan şeylerin, sesin, şiirin, tedavülü imkansız imgelerin olabileceğini olsa olsa düşüncenin bir forma sahip olabileceğini idida ediyor. Görünmeyenin peşine düşmesiyle, sekülerlik gibi bir iddia taşımamasıyla, inançlı inançsızı aşkınlıkta buluşturmasıyla, eser ve galeri odaklı, piyasaya göz kırpmak gibi dert taşımaması ve bu şehirle analitik bizim kendimizle, bastırdıklarımızla psikanalitik ilişki kurmamızı sağladığı için şükran. Lakin bu bir monarşi ve belki de bu yüzden bunu yapması mümkün ironik bir şekilde. Bakargiev krallığı kesinlikle Shakespeareyen nitelendirilmeyi hak ediyor.

 

MONARŞİNİN AYAK SESLERİ NELERDE SAKLI LİSTELEMEM GEREKİRSE...

-Robert Smithson’ın arazi sanatından küratörün elleriyle topladığı taşlarda...

-Troçki’nin küratöre ait Osmanlı baskısı kitabında...

-Füsun Onur’dan ödünç aldığı Bedri Rahmi’nin bir resmini genç sanatçının- Elmas Deniz- yanına getirişinde...

-Fahrünnissa Zeid’i aborjin sanatıyla öpüştürüşünde...

 

Aborjin sanatı bölümü

 

Fahrünnissa Zeid bölümü

 

-Bienal öncesi Aborjin halkının mücadelesini Anadolu halklarıyla “bağlamak” istiyorum dese de bize göre düğümlemek arzusunda ...

-İtalyan ressam Volpedo’yu Taner Ceylan’a kopyalatarak, Ceylan’ı dışlayıp ellerini bienale dahil edişinde ama feminist Teosofist Annie Besant’ın çizimlerini kime kopya ettirmesine rağmen kime kopya yaptırdığını belirtmeyerek kataloğa şöyle not düşüşünde: “... ve onları kopyaladı.”

-Orhan Pamuk’un hiç de ilginç olmayan resimlerini cam altı muhafaza edişinde....

-Her şeyi kendine göre ölçüp biçmesi ama basın toplantısında hiç iş seçmedim, seçmek fiilinin iptalini talep edişinde...

-Türk bilimadamlarını gri takım elbiseleri sayfalarca anlaması imkansız notlarıyla ünlü feminist kuramcılarla, zengin evlerine yaptığı dikey bahçeleriyle krokodil ayakkabılar giyen Fransız bahçeciyle panellerde yan yana getirişinde...

-Splendid Otel’in göbeğindeki o harikulade serin avluda sinestetik mutfak anlatan bir Amerikalıya sözü verişinde... Ne renk yemeğin üzerimizde ne etki yaptığını hakikaten merak etmemizi sağlayışında...

-Küratörün kuramcı, bilim adamı, gurme, bahçeci gibi personalarla birlikte yer aldığı panellerde onlar hızlı konuştuğunda lütfen sözüne başvurmadan “daha yavaş” demesinde...

-Art Nouveau akımıyla biyomimarlık arasında hortlattığı ekolojik hassasiyeti gereği sergilediği Karl Blossfeldt fotogravürlerinde...

-Aborjinlerin sanatını göstermekle yetinmeyip bana göre son derece mahrem kalması gereken Avustralya hükümetiyle yaptıkları yazışmalarını seyirlik hatta meta hale getirişinde...

-Sergideki bu belgeler bile başlı başına denizin altına dahi iş yerleştiren Pierre Hughe’i davet eden küratörü, küratriçe olarak anmamız için yeter.

-Hele rehberlerin İstanbul Modern’in bu işlerin olduğu yeri “burası da Aborjin köşesi” diye anlatmaya koyuluşları..

 İşte bunlar hep Krallık. Kaldi ki Bakargiev monarşisine itirazım yok. Zaten hiç yaşamadığın bir ülkenin kalbinde büyük bir sergi yapmanın demokratik olamayacağına yıllar içinde defalarca tanık olmadık mı?

Belki de Dali haklıydı. Ölmeden önceki son sözlerinde:

“Yaşasın Kral, Yaşasın Monarchia!”

Radikal, 07.09.2015

BU MÜZEYE GİREN ZAMANDA YOLCULUK YAPIYOR



Selçuklu Belediyesi'nce, 2014 yılında "Zaman Müzesi" haline getirilen Sille Şapeli'ni ziyaret edenler adeta zamanda yolculuk yapıyor. 

 

Konya'nın Selçuklu İlçesi'nde, farklı kültürlerin bir arada yaşadığı antik dönem yerleşim birimi Sille Mahallesi'ndeki tarihi yapılar, belli dönemlerde belediye tarafından yaptırılan restorasyon çalışmalarının ardından turizme kazandırılıyor.

 

"Tarihe Vefa" projesi kapsamında 2012 yılında restorasyonu tamamlanan, Anadolu'nun en eski kiliselerinden biri olarak bilinen Sille Şapeli, "Zaman Müzesi"ne dönüştürülerek turizme kazandırıldı. İçerisinde Roma dönemine ait güneş saati, Osmanlı dönemi termometreli masa saati ve takvimlerin bulunduğu müze, Türkiye'nin zaman temalı ilk müzesi olma özelliğini taşıyor.

 

Selçuklu Belediye Başkanı Uğur İbrahim Altay, Sille'de çok önemli restorasyon çalışmaları yürüttüklerini söyledi.

 

Aya Elena Kilisesi ve camilerin restorasyonunun yapıldığını belirten Altay, 2012 yılında da küçük kilise olan şapelin restorasyonunu tamamladıklarını ifade etti.

 

Restorasyonun ardından "Acaba burada ne gibi bir çalışma yapabiliriz?" diye düşündüklerini aktaran Altay, şunları söyledi:

"Şapel, Sille'deki bir mezarlığın içerisinde, daha doğrusu 'zamanın bittiği yerde' bulunuyor. Bu nedenle Sille Şapeli'ni Zaman Müzesi yapmaya karar verdik. İyi bir restorasyon oldu. Sille'ye gelenlerin ziyaret ettiği önemli bir mekan haline geldi. Zaman, insanlığın yaradılışından beri üzerinde çalıştıkları ve dini duygulardan dolayı bazı vakitleri belirlemek için gayret sarf ettikleri çok önemli bir kavram. Bununla ilgili bir müze de Türkiye'de ilk kez Konya'da açılmış oldu. Belediye olarak öncelikle ecdattan aldığımız bir sorumluluk var. Selçuklular, Cacabey Medresesi/Rasathanesi gibi Anadolu'daki en önemli rasathaneyi kurmuş bir medeniyet. Buradan yola çıkarak zamanla ilgili materyalleri toplamaya başladık."

 

Altay, müzenin kurulum aşamasında, takvimler, usturlaplar, güneş, masa ve duvar saatleri gibi geçmişten bugüne çok önemli malzemeler bulduklarına işaret etti.

Anadolu Ajansı, Haber: Ayşe Şensoy, 04.09.2015




.. TAY Projesi . Kuruçeşme Cad. 67/B
34345 Kuruçeşme İstanbul
Tel: 0 (212) 265 7858 - Faks: 0 (212) 287 1298
e.posta: info@tayproject.org

Copyright©1998 TAY Projesi