Haberler logo Ocak '17 Arşivi

29 Ocak - 4 Şubat 2017
KARACAOĞLU CAMİİ ASLINA UYGUN OLARAK ONARILDI



Melikgazi Belediye Başkanı Memduh Büyükkılıç, Caferbey Mahallesi’nde yer alan Karacaoğlu camisinde restorasyon ile bakım ve onarım çalışmasının tamamlandığını söyledi.
Karacaoğlu Camisinin kültür varlıkları korumasında tescilli olduğunu ve tarihi mimarisi ile yapı tekniği açısından bir Anadolu Kültür Mirasını temsil ettiğini belirten Başkan Büyükkılıç “Melikgazi Belediyesi olarak 2015 yılından beri tarihi ve kültür yapılarının bakımı ve onarımı günümüz hizmetine kazandırıyoruz. Şu ana kadar 15 eseri tamamladık. 18 eserde ise çalışmalar devam ediyor. 2016 Yılı Haziran ayında başlanılan Caferbey Mahallesi’ndeki Karacaoğlu camisi aslına uygun olarak bakım ve yenileme çalışması da tamamlandı. Yapı tekniği kullanılan malzemeler ve taş işçiliğin güzel örneklerini sergileyen bu tarihi yapı aslına uygun olarak onarıldı. Gelecek kuşaklara iki Anadolu kültür mirası cami, sağlam ve bakımlı bir şekilde emanet edilmiş oldu" dedi. Karacaoğlu Camisinin bakım, onarım ve yenileme için yapılan çalışmada mülkiyet sorunu bulunmadığından dolayı kısa sürede tamamlandığını hatırlatan Başkan Memduh Büyükkılıç, yapımı tamamlanan Karacaoğlu Camisinin yarın Cuma namazı ile ibadete açılacağını sözlerine ekledi.
Kayseri Gündem, 02.02.2017
4 ASIRLIK KOKUNUN FORMÜLÜ SARAY ARŞİVİNDEN ÇIKTI

Koku Uzmanı Bihter Türkan Ergül, Topkapı Sarayı arşivinde 3 yıl süren araştırmaları sonucu, 17. yüzyılda Mukaddes Emanetler'in muhafaza edildiği bölümlerin temizliğinde kullanılan "Asr-ı Saadet" adlı kokuyu yeniden üretti.

"Asr-ı Saadet", arşivden çıkarılan belgede yer alan bilgiler ışığında uhud, amber, misk, sedir, sandal, gül yağı ve gül sularının formüle edilmesiyle hazırlandı.

Yapımı sırasında karışımların bir bölümü yurtdışından temin edilen, hazırlığı 8 gün süren "Asr-ı Saadet" kokusu, gelecek hafta ilk olarak Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a takdim edilecek.

Koku Uzmanı Ergül, 4 asır öncesine uzanan "Asr-ı Saadet" kokusunu, yeniden gün yüzüne çıkarma çabasını ve kokunun, Osmanlı'daki önemini AA muhabirine anlattı.

Hazreti Muhammed'in sünneti olduğu için koku ikramının, Osmanlı'nın günlük hayatında ve devlet erkanında önemli olduğunu aktaran Ergül, hatta şifahanelerde kokuyla hasta tedavi edildiğini belirtti.

Kutsal mekanlar ve Mukaddes Emanetler'in kokulandırılmasının ise daha ihtimamlı yapıldığını ifade eden Ergül, "Yaklaşık 3 yıl süren araştırma sonucu, 17. yüzyılda kullanılan koku formüllerine ulaştık. Uhud, amber, misk, sedir, sandal, gül yağı ve gül sularının kaç dirhem kullanıldığının yazıldığı bir evrak bu. Formül niteliğinde düşünerek hareket ettik ama asla iddia edemeyiz ki bu koku, o kokudur. Çünkü o dönem kullanılan kokular çok başka, şimdikiler çok başka. Bir örnek yok elimizde koklayabileceğimiz." diye konuştu.

Osmanlı döneminde kokunun hazırlanmasına sürecine ilişkin bilgi veren Ergül, şunları söyledi:
"Ramazan ayının 15. günü, temin edilen malzemelerde koku hazırlanmaya başlardı ve bu ritüel 8 gün sürerdi. Koku, hazırlandıktan sonra Kadir Gecesi, teşrif ettiği camide padişaha sunulur. Onaydan geçtikten sonra ertesi gün, ilk önce Topkapı Sarayı'nda mukaddes emanetlerin muhafaza edildiği bölümün kapısı, 15-20 gram gül yağı ile silinir. İçeri girildiğinde uhud, amber, misk, sedir, sandal, gül yağı, gül sularıyla harmanlanan formülle, Has Oda'daki Sakal-ı Şerif, Hırka-i Şerif ve ayak izinin bulunduğu mekanlar, duvarlar, dolaplar oruçlu, abdestli 12 kişi tarafından silinirdi. Görevliler, duvarları, dolapları, yerleri, mekanları bu kokuyla sildikten sonra geri kalanını Harem'e, oradan geri kalan kokuyu ise dönemin alimlerine takdim ederdi."

Farklı formül arayışları sürüyor
Bihter Türkan Ergül, 17. yüzyılda uygulanan ve formülüne ulaşmaya çalıştıkları başka bir koku ritüelini ise şöyle anlattı:
"Has Oda'nın bakımı padişahın sorumluluğundadır. Bütün yıl boyunca mukaddes emanetlerin korunduğu odadan fırçayla alınan tozlar, bir dibekte biriktirilir. Uhud, amber ve misk katılarak harmanlanır, küçük küçük tabletler halinde hazırlanır ve 22 ayar altın kase içinde toplanır, ikram edilir. Aynı koku, yıl boyunca Peygamber Efendimizin hırkasının bulunduğu Has Oda'nın kokulandırılmasında da kullanılır. Koku ikramı çok önemli olduğu için mukaddes emanetlerin bulunduğu oda sürekli kokulandırılıyordu. Peygamber Efendimizin kullandığı kokular olması nedeniyle amber, uhud ve misk kokuları tercih edilirdi. Padişahlar Yavuz Sultan Selim'den sonra halifelik unvanını aldığı için buna ayrı bir önem gösteriliyordu."

4 asır önceki ölçü birimlerine sadık kalındı
Hazırladıkları kokunun, dönemin ölçü birimlerine sadık kalınarak oluşturulan bir formül olduğunu dile getiren Ergül, "Satışını şu an için düşünmüyoruz çünkü manidar bir koku. Benim hayallerimden biriydi. Formüllerden yola çıkarak oluşturduğumuz bir formül. Amacımız aslında unutulmuş olan koku ritüellerini gün ışığına çıkarmak. Bunun gibi birçok koku ritüeli var. Hırka-i Saadet'in kokulandırılması, bayramlarda dağıtılan koku ikramlığı, devlet erkanında, divan toplantılarında sürülen kokular, elçilere sunulan gül suları, hepsi aslında bir koku ritüeli. Bunların birçoğunu unuttuk. Amacımız bunları tekrardan gün ışığına çıkarmak." ifadesini kullandı.

Tarihi evraklardaki bilgilerden yola çıkarak hazırladığı kokuyla ilgili elde ettikleri bilgileri, onaylanması için Sağlık Bakanlığına gönderdiklerini belirten Ergül, "Çok manidar bir koku olduğu için keşke imkan olsa da Kabe'nin örtüsüne, Peygamber Efendimizin sandukasının üzerindeki örtüye sürülebilse, Eyüp Sultan veya Sultanahmet camilerinde kullanılabilse. Hayalim mukaddes emanetlerin muhafaza edildiği bölümlerin bu kokuyla, kokulandırılması." dedi.

Geçmişten gelen gelenek
Kokunun, Osmanlı'da birçok alanda kullanıldığını vurgulayan Ergül, şöyle devam etti:
"Kabe'nin örtüsü Mekke'ye götürülürken Surre Alayı ile kokular da gönderiliyordu. Hırka-i Şerif Alayı'nda ise size billur şişeler içinde buhur suyu ikram ediliyorsa, bu bir davet yerine geçerdi. Yani Hırka-i Şerif'i görmek için davet alıyorsunuz. Yabancı ülkelerden gelen elçiler, isteklerini dile getirdikten sonra belli bir önem sırasına göre bekletiliyorlar. Huzura çıkarken avuç içlerine gül suyu dökülüyorsa, 'kabul edildin' müjdesi verilmiş oluyor."

Bu kokunun ticari olarak satışının olmasını istemediğini ifade eden Ergül, sözlerini "Asr-ı Saadet Kokusu'nu devlet büyüklerimize takdim etmek istiyoruz. Öncelikle Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'ne takdimini gerçekleştireceğiz. Çok isterdim ki orijinalini koklayarak aynısını yapabilmeyi. Fakat edindiğimiz arşiv belgelerinden yola çıkarak yaptığımız bu kokuyu, unutulmuş bir adet olması üzerine tekrardan hayata geçirmek en büyük arzum ve isteklerimden bir tanesi." diye tamamladı.
Habertürk, 02.02.2017

150 YILLIK KURANI KERİM'İ SATMAYA ÇALIŞAN 5 GÜRCÜ YAKALANDI



Rize’nin Ardeşen İlçesi’nde, üzerinde Osmanlı Tuğrası bulunan el yazması Kuran-ı Kerim’i satmaya çalışırken yakalanan Gürcistan uyruklu 5 kişi tutuklandı.

Rize İl Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şube ekipleri, Ardeşen İlçesi’nde takibe aldıkları Gürcistan uyruklu 5 kişinin oturduğu eve önceki gün baskın düzenledi. Evde yapılan aramada, üzerinde Osmanlı tuğrası bulunan 150 yıllık el yazması Kuran-ı Kerim ile 6 Kuran, kuru sıkı tabanca, 5 bıçak, 12 uyuşturucu hap ve bir miktar kenevir tohumu ele geçirildi. El yazması Kuran-ı Kerim'i satmaya çalıştıkları belirtilen Gürcistan vatandaşı Giorgi Chakvetadze, Tornike Lipartelıanı, Sulkhan Mukbanıanı, Iraklı Gordaze ve Koba Lipartelianı, çıkarıldıkları mahkemede tarihi eser kaçakçılığı suçlamasıyla tutuklandı.
Sözcü, 02.02.2017
SURİYE'DE YAĞMALANAN ESERLER İSTANBUL'DA ELE GEÇİRİLDİ

Suriye'de, yağmalanan müzelerden çalındığı ortaya çıkan Asur dönemine ait 4 bin yıllık beş adet tarihi eser İstanbul'da ele geçirildi.



İstanbul'da düzenlenen kaçakçılık operasyonunda 4 bin yıllık 5 adet tarihi eser ele geçirilirken, Suriye uyruklu 1 şüpheli ise gözaltına alındı.



Suriye uyruklu bir şüphelinin Suriye'den getirdiği tarihi eserleri satacağı yönünde gelen istihbaratı değerlendiren Kaçakçılık Suçlarıyla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri konuyla ilgili çalışma başlattı. Çalışma kapsamında Suriye uyruklu şüpheliyi belirleyen polis ekipleri, şahsı takibe aldı. Yapılan takiplerin ardından 28 Ocak Cumartesi Fatih'te düzenlenen operasyonda R.A isimli şüpheli gözaltına alınırken, 5 adet tarihi esere ise konuldu.

Arkeoloji müzesinde incelenen tarihi eserlerin MÖ 2000 yılındaki Asur Medeniyeti'ne ait olduğu ortaya çıktı.
Sözcü, 02.02.2017

HEYBELİADA HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR MÜZESİ ONARIMA GİRİYOR

Heybeliada Hüseyin Rahmi Gürpınar Müzesi, onarım nedeniyle ziyarete kapatıldı.

Müze ev, mülk sahibi İBB tarafından koruma kurulu tarafından onaylanmış olan restorasyon projesine uygun olarak restore edilecek. Restorasyon ihalesinin Şubat ayı içinde tamamlanacağı bildiriliyor.

Bina ile birlikte sergilenmekte olan eserlerin de restorasyon ve konservasyonunun yapılacağı, müzenin iki yıl içinde de yeni sergileme düzeniyle ziyarete açılması bekleniyor.

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Heybeliada’daki müze evi, mülkiyet sahibi İstanbul İl Özel İdaresi’nin kapanmasının ardından, 2013 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne devredilmişti.

Mülk sahibi İBB’nin talebi üzerine 2016 Ekim’inde yapılan protokolle müze, Adalar Vakfı tarafından İstanbul Büyükşehir Belediyesi Müzeler ve Kütüphaneler Müdürlüğü’ne teslim edildi.

Müze envanter teslimi de 2017 başında tamamlandı.

Ünlü romancımız Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Heybeliada’daki evi, uzun süren yalnızlığı ve korumasızlığının ardından 2000 yılında, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Adalar Vakfı ve Adalar Kaymakamlığı işbirliğiyle müzeye dönüştürülmüştü. Müze, Bakanlık ile Adalar Vakfı arasında imzalanan protokolle Adalar Vakfı tarafından ziyarete açık tutulmaktaydı.

150 yıllık ahşap bina, müze olarak 2001’de açıldıktan sonra onarım görmediği, İstanbul İl Özel İdaresi tarafından yürütülen restorasyon çalışmaları da sonuçsuz kaldığı için, Kültür ve Turizm Bakanlığı talebiyle müze girişlerine son üç yıldır kontrollü olarak izin verilmekteydi.
Adalı Dergisi, 02.02.2017

3 MİLYAR YIL SONRA DENİZİN ALTINDA ORTAYA ÇIKTI

Bilim adamları, doğu Afrika'daki ada ülkesi Mauritius'un bulunduğu yerde üç milyar yıl önce bir kıta bulunduğunu belirledi.

"Nature Communications" dergisinde yayımlanan çalışmada, araştırmacılar, volkanik lav içindeki kristaller aracılığıyla deniz altında saklı kıtaya ilişkin kanıtlar keşfetti.

Güney Afrika'nın Johannesburg kentindeki Wits Üniversitesinden Profesör Lewis Ashwal ve ekibi, Mauritius'da 2,5 ila 3 milyar yıl öncesinden kalma zirkon kristali parçaları buldu.

Kristalin yüzeye volkan lavlarıyla taşındığını söyleyen araştırmacılar, kristalin yaşını kütle spektrometrisi denilen görüntüleme tekniği kullanarak tespit etti.

Araştırmacılar, volkanik bir ada olan Mauritius'un altında yatan saklı kıtaya ilişkin daha fazla kanıt bulunabileceğini ifade etti.

Norveç, Güney Afrika, Almanya ve İngiltere'den bilim adamları, 2013 yılında, Hint Okyanusu'nun tabanında 50-80 milyon yıl öncesine ait yaklaşık 25-30 kilometre kalınlığında bir kara kütlesi keşfetmişti.

Bilim adamları, kıtaların birbirinden ayrılması sürecinde dev dalgaların altında kalarak okyanusun derinliklerine gömüldüğü sanılan kayıp kıtaya "Mauritia" adını vermişti.

Yaklaşık 1 milyar yıl önce yeryüzünde "Rodinya" adı verilen tek bir kıtanın bulunduğuna dikkati çeken bilim adamları, daha sonra süper kıtanın parçalara ayrılarak şimdiki kıtalara şeklini verdiğini belirtmişti.
Hürriyet, 02.02.2017

7 BİN YILLIK BİLMECE ATİNA ARKEOLOJİ MÜZESİ'NDE SERGİLENİYOR

Atina Arkeoloji Müzesi, depolarında yıllarca unutulmuş değerli eserleri gün ışığına çıkarma kararı aldı.

“Görünmeyen Müze” adını verdiği bu yeni uygulamada Mart sonuna kadar Neolitik Dönemin sonlarına ait, boyutları açısından arkeologları etkileyen bir insan heykeli sergilenecek.

İnsan figürünün gizemli bir şekilde aktarılmasından dolayı heykele “7.000 yıllık bilmece” adı verildi. Önceden belirlenen gün ve saatlerde müzenin arkeologları ilk kez sergilenen bu ilginç heykeli ziyaretçilere tanıtacaklar ve o dönemde sanatın sosyal hayattaki önemi konusunda bilgilendirecekler.
Sözcü, 01.02.20147

KOLEKSİYONERE 13 YIL ÖNCE KIRILAN AMFORA İÇİN PARA CEZASI

Samsun'da 20 yıldır izinli olarak korunması gerekli taşınır kültür ve tabiat varlığı koleksiyonerliği yapan iş adamı Hamit Genç'e, 13 yıl önce rüzgar nedeniyle kırılan amfora için 150 liralık para cezası verildi.

19 Mayıs İlçesi'ne bağlı Dereköy Mahallesi'nde yaşayan Hamit Genç, 20 yıl önce Samsun Müze Müdürlüğü'ne müracaat ederek, eski eser koleksiyonerliği için "Korunması gerekli taşınır kültür ve tabiat varlığı koleksiyonu yapanlara ait belge" aldı. Yaşadığı evini adeta müzeye dönüştüren Genç, çevreden topladığı eski eserleri ve balıkçı ağlarına takılan amforaları müzeye tescil ettirerek evinde sergilemeye başladı.

CEZA 13 YIL SONRA GELDİ
Tarihi eserlerin büyük bölümünü zamanla Sadberk Hanım Müzesi ile Samsun Arkeoloji ve Etnografya Müzesi'ne bağışlayan Genç, müzeye kayıtlı olarak evinde sakladığı bir amforanın rüzgar nedeniyle düşüp kırılmasıyla 150 lira para cezasına çarptırıldı.

Genç, tarihi ve kültürel mirasa sahip çıktığı için böyle bir cezayla karşılaşmasının üzücü olduğunu söyledi. Genç, "Evimdeki bütün tarihi ve kültürel varlıkların kaydı müze müdürlüğünde mevcut. Rüzgar nedeniyle düşüp kırılan ve parçalarını halen sakladığım amforayı müze görevlilerine bildirdikten 13 yıl sonra böyle bir ceza gelmesine anlam veremedim" dedi. Genç, konuyla ilgili Kültür ve Turizm Bakanlığına başvuracağını ifade etti.

PARÇALAR BİRLEŞTİRİLEMEYECEK DURUMDA
Samsun Müze Müdürlüğü yetkilileri ise taşınır kültür ve tabiat varlığı koleksiyonu yapan Hamit Genç'te bulunan 14 envanter numarasıyla kayıtlı amforanın rüzgar nedeniyle kırıldığı ve parçalarının birleştirilemeyecek durumda olduğunun raporla belirlendiğini bildirdi.

Söz konusu eserin Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğünce envanter kaydının silinerek düşümünün yapılabilmesi için bedelin ödetilmesi gerektiğini bildiren yetkililer, bu amaçla oluşturulan kıymet takdiri komisyonunca Genç'e 150 lira ceza verilmesinin kararlaştırıldığını kaydetti.
Anadolu Ajansı, 01.02.2017

İLLER BANKASI'NDA TARİH TALANI

Mimarlar Odası Ankara Şubesi, tescilli tarihi İller Bankası’nın kolonları dahil, pencerelerinin, kapılarının ve bütün tesisatının paramparça edildiğini bildirdi.



Tespit davası açan Mimarlar Odası Ankara Şubesi, yerinde incelemelerde bulundu. Kültür ve Turizm Bakanlığı Ankara 2 Nolu Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Başkanlığı’na, Ankara Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Tabiat Varlıkları Daire Başkanlığı’na, İmar ve Şehircilik Başkanlığı’na ve Koruma Uygulama ve Denetim Müdürlüğü’ne ( KUDEM) resmi yazılarla başvuran Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Seyfi Arkan tarafından tasarlanan tescilli kültür varlığı tarihi İller Bankası’na verilen zararın tespit edilmesi için dava açarak delil tespitinin yapılmasını istedi.
Konuya ilişkin yapılan basın toplantısına Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan, Mimarlar Odası Ankara Şube Sekteri Namık Kemal Kaya ve Atılım Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü Başkanı Prof.Dr. Selahattin Önür katıldı.

     

Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan, İller Bankası’na ilişkin bilgi vererek şunları söyledi: “Paravanla çevrilerek metruk hale getirilmeye çalışılan İller Bankası’nın dış cephesindeki bakır kaplamalar, bakır yağmur oluklar çalındı. Çivi bile çakılmaması gereken binanın içinde ise kolonlar dahil, pencereler, kapılar ve bütün tesisat paramparça edilmiş. Tescilli kültür mirası tinercilerin mekanı haline gelmiş. Bina içinde ateşler yakıldığını da gözlemledik. Metruk olmayan İller Bankası’nı metruk hale getirmek için binada tarihi katliam yapılmış. Tespit sırasında İller Bankası’nın bakır kaplamalarını çalan şahıslarla karşılaştık. Kendilerine bakır kaplamaları alabilecekleri söylenmiş. Bu bakır levha ahşaba çivilerle tutturulmuştu. Her birini teker teker sökmüşler Bir ülkenin çivilerinin nasıl söküleceğini İller Bankası’ndan okuyun. İller Bankası binası gelecek günler açısından bize S.O.S. veriyor. Bu binanın karşısında Solmaz Kılıçtepe Karakolu var. Emniyet Müdürlüğü ne iş yapıyor ? İller Bankası içler acısı bir durumda. Cumhuriyetin simge değeri İller Bankası’nın hali, memleketin halinden farksız”



Devletin malını devletten korumaya çalışıyoruz
İller Bankası’nın Cumhuriyetin kente verdiği değerin mekansal karşılığı olduğunu ve 1980 yılında tescilli kültür varlığı olarak tescil edildiğini belirten Candan, “Bina 2005 yılında 1,5 milyon harcanarak restore edildi. İller bankası şu anda aylık 400 bin lira kira ödüyor. Bu bina kullanabilir sağlam bir tarih eserken, kiraya çıkıyor. Aylık 400 bin lira kamu bütçesine zarar veriliyor.   İller Bankası’nın arkasındaki alana çok büyük bir cami yaptılar. Bu alanda yürüme mesafesinde 14 tane cami var. Bu kadar büyüklükte bir camiye ihtiyaç yoktu. Zaten cemaati de yok, camiye servislerle insanların taşınması düşünülüyor. Cumhuriyetin temsil aksı üzerinde laiklik ilkesinin mekana yansıması olarak bir tane ibadethane bulunmuyor. Şu anda bina harap durumda. Hukuk nasıl devre dışı bırakılır, adaletsizlik nasıl yaşanır hepsini gördük. Bu bina hepimize örnek olsun ülkenin geldiği ve geleceği durum açısından bunu okuduk. Çalmadığımız kapı yazmadığımız resmi yazı kalmadı. Devletin malını devletten korumaya çalışıyoruz” diye konuştu.

Candan binanın tinercilerin mekanı olduğunu, kültür mirasının içinde ateş yakıldığını da bildirerek, “Bu binada yarın yangın çıkarsa hiç kimse haberimiz yoktu demesin. Bina halen ayakta, hepsi telefi edilebilir. Ancak yarın bu binaya meczuplar girmiş yakmış derlerse bunun sorumlusu bu ülkeyi yönetenlerdir “ dedi.

Candan, İller Bankası’nın mülkiyetinin Diyanet Vakfı’na verildiğine ilişkin duyum aldıklarını buna dair resmi yazılarla bilgi almaya çalıştıklarını bildirerek, “Resmi bir açıklama yapılmadı, mülkiyet durumunun açıklanmasını istiyoruz” dedi.

Atılım Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü Başkanı Prof.Dr. Selahattin Önür ise, “Çağdaş mimarlığın Türkiye’de adım adım nasıl evrelerden geçtiğini İller Bankası üzerinden mimarlık öğrencisine öğretiyoruz. Cumhuriyetin temsil aksı üzerinden bunu okuruz. İller Bankası 1934 yılında yarışma sonucu elde edilmiş bir yapıdır. Seyfi Arkan’ın yeri çok farklıdır. Cumhuriyet’in mimarıdır. Modern ve çağdaş mimarlığın ilk yerli mimarlarındandır. Yaptığı eserler çok değerlidir. İller Bankası da öyle. Şu anki halini görünce çok büyük üzüntü duydum. Bu zerafete saldırıdır” diyerek tepkisini dile getirdi.
Yapı, 01.02.2017

ROMA DÖNEMİNDE DÜDÜKLÜ TENCERE

Düdüklü tencere, Anadolu mutfağında 2 bin yıl önce kullanılmaya başlanmış olabilir. Zira arkeologlara göre buhar basınçlı düdüklü kaplar, Roma Dönemi'nden beri yemek pişirmede kullanılıyor.

"Buhar basınçlı düdüklü kaplar, Roma Dönemi'nden beri yemek pişirmede kullanılıyor." Bulgu, Muğla çevresinde devam eden Tlos antik kenti kazı çalışmasının başkanı, Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Taner Korkut'a ait.

Yani düdüklü tencere, Anadolu mutfağına sanılandan biraz daha önce girdi: Yaklaşık 2 bin yıl kadar...

Anadolu mutfak kültürünün 12 bin yıl öncesine dayandığını söyleyen Korkut, "Roma Dönemi'nden itibaren çift hazneli ve buhar basınçlı düdüklü toprak kabın yemek pişirmede kullanıldığını gördük. Kerotakis olarak adlandırılan bu kapların ilk kullanımının milattan önce birinci ve 2. yüzyıllar olduğu bilinmektedir." dedi.

10 bin 500 yıl
Arpa, buğday gibi tahılların 10 bin 500 yıl önce Anadolu'da kullanıldığını 2010'da başlanan Tlos antik kenti kazıları sırasında belgelediklerini ifade eden Korkut, kazı çalışmaları kapsamında bugün de kullanılan birçok bitki türüne rastladıklarına işaret etti. Korkut, ilçenin 61 mahallesinde yaşayanlarla yüz yüze yapılan görüşmeler ve arazide yapılan gözlemler sonucu, 130 yenilebilir bitkiye rastlandığını bildirdi.

Erken Neolitik dönem
Seydikemer'deki Girmeler Mağarası önündeki höyüklerde çok sayıda ocak bulundu. Höyüklerin seramiksiz Erken Neolitik döneme (10 bin 500 yıl önce) ait olduğu düşünülüyor. Bölgede daha çok tavşan, yaban keçisi, geyik ve yaban domuzu gibi hayvansal ürünlerin tüketildiğini öğrendiklerine değinen Korkut, ilerleyen dönemlerde beslenmede tarımsal ürünlerin ağırlık kazandığını söyledi. 

Anadolu'daki beslenme tipi: yufka, soğan, sarımsak, peynir
Korkut, antik çağda yufka, soğan, sarımsak ve peynir gibi gıdaların yoğun olarak tüketildiğini belirtti. Genelde beslenmenin tahıl ağırlıklı yiyecekler ile onlara katık edilen sebzelere dayandığını anlatan Korkut, şöyle devam etti:

"Arpa unundan yapılan ve bir tür yufka ekmeği olduğu anlaşılan maza, sürekli ön planda olmuştur. Roma döneminde yufka ekmeği yapımında ayrıca kızıl buğday unu da kullanılmış ve bu yufka puls olarak adlandırılmıştır. Pulsun yanında katık olarak genelde soğan, sarımsak ve peynir yenmiştir. Ayrıca ortos adındaki ekmek türü de önceleri arpadan yapılmış, giderek buğday onun yerini almıştır. Bu dönemde lahana, ıspanak, pazı, ebegümeci, kuşkonmaz, pırasa, soğan, fasulye, bezelye, mercimek ve bakla gibi sebzelerin yemeklerde kullanıldığı bilinmektedir.



Aşçı erkek kabartması

Sebzeler çiğ ya da haşlanarak yenilmiş, baklagillerden ise lapa kıvamında yemekler yapılmıştır. Hemen hemen bütün yemeklerde zeytinyağı kullanılmıştır. Bu durum Akdeniz mutfağının bir özelliği olarak günümüze kadar sürmüştür. En sevilen meyveler incir, üzüm ve elmadır. İncir yaş ya da kuru olarak sofraya getirilmiştir. Üzüm hem sofrada hem de şarap yapımında tüketilmiştir. Soslarla hazırlanmış balık yemekleri kadar, farklı tür etleri bir araya getiren yemekler de sevilerek tüketilmiştir."

Kazılarda bulunan mutfak gereçleri
Kazılarda gün yüzüne çıkarılan seramikler içerisinde yemek pişirmede kullanılan tencere, güveç ve tavanın yanında, tabak, kase, kadeh, bardak, testi veya düz tepsi formundaki servis kaplarının yoğunlukta bulunduğunu anlatan Korkut, eski çağlardan Bizans dönemine kadar yemek kaplarının benzer şekilde kullanıldığını ifade etti.

Prof.Dr. Korkut, "Roma Dönemi'nden itibaren çift hazneli ve buhar basınçlı düdüklü toprak kabın yemek pişirmede kullanıldığını gördük. Kerotakis olarak adlandırılan bu kapların ilk kullanımının MÖ 1. ve 2. yüzyıllar olduğu bilinmektedir" dedi.

Kazılarda bulunan yemek kaplarından yola çıkarak çizimini gerçekleştirdikleri çift haneli buhar basınçlı toprak kabın, bugünkü düdüklü tencerenin ilk örneklerinden olduğuna da dikkati çeken Korkut, çizimlerden yola çıkarak kabın benzerini de yaptıklarını anlattı.

Misafirlere daha lüks tabaklar
Korkut, Hellenistik dönemde misafirlere ayrı servis tabaklarında yemek ikram edildiğini, misafirler için yapılan yemek takımlarının evde günlük kullanılanlardan daha lüks olduğunu vurguladı.

Korkut ve ekip arkadaşlarının çalışmaları, proje tamamlandığında 2017 içinde kitaplaştırılacak.
Anadolu Ajansı, 01.02.2017

İZNİK'TE BİR ZEYTİNLİKTE LAHİT BULUNDU

Bursa'nın İznik İlçesi'nde zeytinlikte Roma dönemine ait mermer lahit bulundu.

Hatice Süren'e ait Hisardere Mahallesi Kayaarkası mevkisindeki zeytinlikte, kaçak kazı yaparken jandarma tarafından suçüstü yakalanan defineciler tarihi eser buldu.

İznik Müze Müdürlüğü uzmanlarınca bölgede yapılan incelemede, tarihi eserin Roma dönemine ait mermer bir lahit olduğu belirlendi.

Gerekli izinlerin ardından Müze Müdürlüğü ekipleri, lahitin tamamına ulaşılabilmesi için kazı çalışması başlattı.

Jandarma ekipleri bölgede güvenlik önlemi aldı.

Bu arada, aynı zeytinlikte 2015 yılı kasım ve eylül aylarında da Roma dönemine ait 2 lahit bulunmuştu.
Akşam, 31.01.2017

ÖLÜ DİLLERİN EFENDİSİ: VEYSEL DONBAZ

Sümerce, Akadca, Asurca, Babilce ve Hititçe. Veysel Donbaz, 5 ölü dil biliyor. Türkiye’nin sayılı Sümerologlarından. Bugüne kadar çivi yazısıyla yazılmış 10 bine yakın kil tablet okudu. Envanterini tuttuğu tablet sayısı 60 bin. Uzun yıllar İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde Tablet Arşivi şefliği yapan Donbaz, artık emekli ama hala yoğun bir ‘tarih öncesi’ trafiği var.

Odasında adım atacak yer neredeyse yok. Her yer kitap dolu. Kitaplar, binlerce yıl önce bu coğrafyada hüküm süren medeniyetlere ışık tutuyor. 15 kitapta da onun imzası var. Veysel Donbaz, Türkiye’nin sayılı Sümerologlarından. 5 ölü dil biliyor. Sümerce, Akadca, Asurca, Babilce ve Hititçe. Uzmanlık alanı, 5 bin yıllık kil tabletleri okumak. Donbaz, bugüne kadar 10 bine yakın tablet okudu. 200’e yakın da uluslararası makale yayımladı. Bu ölü dillerin yanı sıra İngilizce, Almanca, Fransızca ve İtalyanca da biliyor. 

Veysel Donbaz, bugün 78 yaşında. Ama hayatına sığdırdığı tecrübe, deyim yerindeyse 5 bin yıllık. Sümerler'den başlayan bir hikayesi var. Donbaz, 43 yıl boyunca İstanbul Arkeoloji Müzeleri bünyesindeki Eski Şark Eserleri Müzesi'nin Tablet Arşivi'nin şefliğini yaptı. Burası, İngiltere’deki British Museum’dan sonra dünyanın en zengin ikinci çiviyazılı belgeler arşivi. Bünyesinde tam tamına 73 bin kil tablet var.

Donbaz, 2004'te emekliye ayrıldı. Ancak ne müzeden ne de araştırmalarından koptu. Hala eski hızıyla kitaplar çıkarıyor. Kil tablet okumakla kalmıyor, yapıyor da. Tamamen keyfi bir tercih. Severek, hiç zorlanmadan Sümerce, Akadca, Asurca, Babilce ve Hititçe tablet yazıyor.

“Gazete okumak gibi”
Donbaz’a göre, yaptığı iş aslında tercümanlık. Tarihi 5 bin yıl öncesine dayanan, artık yeryüzünde kullanılmayan dilleri modern dillere çeviriyor. Kil tabletler üzerindeki bilgileri harmanlayıp bugüne taşıyor.

Tarihteki ilk yasaların, yazılan ilk aşk şiirinin, iki devlet arasında varılan ilk antlaşmanın, verilen ilk rüşvetin belgesini okuyor. Tarihe düşülen notta eski dil uzmanlarının payı büyük. Zor, ama onun için çok kolay:

“Konuyu çok iyi biliyorsanız bir günlük gazeteyi okur gibi 10 dakikada okuyabilirsiniz. Ama bilmiyorsanız, çünkü hece yazısı olduğu için, o hecelerin her biri kavrama tekabül eder, yani kelimeye tekabül eder. Sümercenin özelliği zaten bu. Pek çok şeyi kavram olarak yazmışlardır. Dolayısıyla o işareti bilmiyorsanız işaret listesine bakmanız lazım. O metne uygun manayı bulmanız gerekir. 5 dakikadan 1 haftaya kadar bir tabletin çözümü sürebilir. Hatta bazen 6 ay çözemediğiniz olabilir. Daha önce hiç geçmemiştir o. Yeni bir yer isimdir, yeni bir kavramdır, yeni bir eşyaya tekabül ediyordur. Hele isimse, isimleri anlamak çok zor oluyor, ama fiilse çekim olduğu için ona mana verebilirsiniz.”

Avuçlarındaki kil tablet
Kitaplarını kaleme aldığı, makalelerini yayımladığı emektar dizüstü bilgisayarının üzerinde bu kez bir avuç kil var. Kile önce elleriyle, daha sonra da cetvelle şekil veriyor. Şekilsiz kil, küçük kare tablete dönüşüyor. Donbaz, elindekini Kültepe Tabletlerine benzetiyor. Stilusla kile bastırarak önce satırları yapıyor. Daha sonra da Asurca bir mektup yazmaya başlıyor.

“Çömlekçi kili bu. Kap kaçak, heykel yapan yerlerden bulabilirsiniz. Stilusla hem satır çizgisi yapıyoruz hem de yazıyı yazıyoruz. Kalem demek. Eskiden divit, okka da denirdi. 4 köşeli de oluyor, 3 de. Yazmak bana zor gelmiyor. 40 yıldır yapıyorum. İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne geldiğimde bir kere denedim. Yapabildiğimi gördükten sonra devam ettim.”

Veysel Donbaz, asla orjinallerin replikasını yapmıyor. Sebebi de sahtekarlık yapılmasının önlemek.

23 yıl öğrenciye hasret bölümün ilk ve tek öğrencisi
Veysel Donbaz, tüccar bir babanın beşinci çocuğu. Maddi durumları iyi, ancak gelirleri mahsulün miktarına bakıyor. Üniversite öğrenimini tarlaya bağlamak istemiyor. Bölüm ne olursa olsun tek şartı burslu okumak. Yıl 1958... Önünde iki seçenek var. Ya ilahiyat okuyacak, ya da 23 yıldır hiçbir öğrencinin kayıt yaptırmadığı Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sümeroloji Bölümü’nü seçecek. Tercihini Sümeroloji’den yana kullanıyor. Öğrenci için sıkıntılı, ama bugün geriye dönüp baktığında şanslı bir dönem de başlamış oluyor.

“23 yıldan beri o bölüme bir öğrenci gelmemiş. Tercih edilmemiş, lüks kalmış bir bölümdü. Tek öğrenciydim ben fakültede. Ölü dilleri öğrenmeye başladık birden bire. Sümerce öğreniyorsun, Akadca öğreniyorsun, Hititçe öğreniyorsun. Bunları bir de teke tek öğreniyordum. Günde sekiz saatten aşağı çalışmıyordum. Adeta bir müzik dersi alan, keman, piyano dersi alan biri gibiydim. Mecburen iyi olmak zorunda oldum. Derslerimi hep hocaların odasında birebir aldım. Sandalyede karşılıklı oturduk. Hocayla karşı karşıyayız. Size bir ders vermiş, ‘Hazırlayın gelin’ diyor. Kaytarma imkanım hiçbir zaman olmadı. Son sınıfta bir kişi kayıt yaptırdı.”

43 yıl İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde
İsteği, üniversitede kalıp akademik kariyer yapmak ancak burslu okuduğu için tercih yapma şansına da sahip değil. 1962'de, diplomasını aldıktan bir ay sonra kendini İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne tayin edilmiş buluyor. Görev tanımı, Eski Şark Eserleri Müzesi'ndeki Tablet Arşivi uzmanlığı. Veysel Donbaz, daha sonra şef, başuzman ve bölüm şefi oluyor.

“Baktım, her taraf eser dolu. Kapı eşikleri var, figürünler var, tabletler var. Bol miktarda arkeolojik eser var, yazılı. Hemen ilgi duydum. Bu işi ciddiye alıp, içinde bulunduğum o bol malzemeden istediğimi çalıştım. Onun için her türlü malzemeyi çözebilirim ben. 10 bin civarında tablet okumuşumdur, ama 60 bin tabletin de envanterini yaptım. Envanter yapmak demek, bunları kaydetmek, ölçüsünü almak, ön yüzünde kaç satır var, arka yüzünde kaç satır var bunları bilmek demek. Bir de, tabletin mevzu nedir? Bunları hep bilmekle yükümlüsünüz.”

Tayinle birlikte kendi tarihi de değişiyor. İstanbul’daki arşiv, deyim yerindeyse bir hazine. Bir Sümerolog için bulunmaz bir fırsat. Makaleler, kil tablet yapımı ve kitap yazımı da bu dönemde başlıyor.

“Bir ay ismi vardı. Araştırmalarım sonucu o ay isminin yanlış okunduğunu gördüm. İsimler genelde mana vermez ama 200 seneden beri yanlış bilinen bir bilgiyi düzelttim. Makale yayımladım. 1970’lerde oldu, bu. O zaman 30’lu yaşlarımdaydım. ‘Ben bundan ekmek yediğime göre bunu iyi yapmam lazım’ dedim o gün. Altmıştan fazla yurtdışı gezim oldu. Kendi devletim de görev olarak 20-30 defa beni gönderdi. Bu bir Sümerolog için rekor. Bundan ekmek yemek istediğiniz zaman en iyi olmaya çalışmak zorundasınız.”



Kayseri meydanındaki Kültepe tableti replikası Veysel Donbaz tarafından yazıldı. Replika, Asurca

Boğazköy tabletlerinin Berlin’den getirilmesi
Donbaz, Boğazköy tabletlerinin Türkiye’ye getirilmesinde de rolü olan isimlerden. 1906-1912 yılları arasında Çorum’un Sungurlu kazasına yakın Boğazköy'de yapılan kazılarda bulunan tabletler, konservasyon için 33 sandık içinde Berlin’e gönderilmiş. Bunlar arasında iki de sfenks bulunuyordu. Tabletlerin bir kısmı 1939 yılına kadar geri gönderilmiş. Ancak geri kalan 9150 tableti Türkiye’ye getiren Veysel Donbaz. Sfenkslerden biri de 85 yıl sonra getirilebildi.

“Boğazköy Hititlerin başkenti. Sfenksler konusunda zorluk yaşadık. Tabletleri 1940’a kadar 2500 tablet geri gelmiş. Sfenksin biri de gelmiş fakat 2. Dünya Harbi patlayınca yollanmamış. Biz de talep etmemişiz. 1978’e kadar girişimimiz olmamış. Bana verildi bu görev.  Almanlar vermiyor bir sfenksi. Biz heyet olarak gittik. UNESCO da bir şey yapamıyor. ‘Verseniz iyi olur’ diyor, sadece. En sonunda herkes çok çaba harcadı. 7 bin 500 tableti daha verdiler. Medccane getirdik. Ankara’ya götürdüğümde karşılayan olmadı. Sfenksi almamız uzun sürdü. Ertuğrul Bey’e (Ertuğrul Günay-2011 yılının Kültür Bakanı) nasip oldu. Şimdi ait oldukları yerdeler. Boğazköy de bekliyorlar. Onu alamasaydık, kültür hazinemiz eksik olacaktı.”

Emekli edildi
Veysel Donbaz, devlet memurluğu süresince sayısız görevlendirme aldı. 1987 yılında Hitit tabletlerinin geri getirilmesi ve 1990 yılında da Hitit Sfenksi müzakereleri bunlardan ikisi. 2003 yılında Paris UNESCO Üst Düzey Eksperler Toplantısı’na katıldığı sırada emekli edildiğini öğrendi. İtiraz etse de, sonuç değişmedi. 2004 yılında, o çok sevdiği görevini resmi olarak bıraktı. Emekli olduğunda, hayatının tam 43 yılı İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde geçmişti. 



Hitit dönemine ait İvriz kaya kabartması ve Veysel Donbaz'ın karikatürü

Karikatürist ve ressam
Çok yönlü olduğu bir gerçek. Veysel Donbaz aynı zamanda ressam ve karikatürist. Her iki alana da 1970 yılında başladı. 1971 yılında İngilizce çıkardığı ‘Arkeolojik Karikatürler’ isimli kitap, arkeolojiyle karikatürün kesişmesi. Kitapta, Nehir Tanrısı Okeanos’un heykeli bir plajda güneşlenirken karikatürize edilmiş. Heykelin orijinali İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde. Yine dünyaca ünlü İskender Lahdi de, Donbaz’ın karikatürize ettiği bir eser. Uzun cephesinde Makedonya Kralı Büyük İskender’in Perslerle yaptığı savaşın rölyefleri yer alır. Donbaz’ın karikatüründe ise, polis ile göstericilerin çatışması. 

aljazeera.com.tr, 31.01.2017

AMASYA'DA KAÇAK KAZIDAN 4 KİŞİ GÖZALTINA ALINDI

Amasya jandarma ekipleri, kaçak kazı yaptıkları iddiasıyla 4 kişiyi gözaltına aldı.

Olay Amasya Merkeze bağlı İbecik Köyü'nde meydana geldi. Kaçak kazı yapıldığı ihbarı üzerine jandarma İbecik Köyü Gavur Dağı mevkiinde operasyon yaptı. Durdurulan bir araçta yapılan incelemede bir hilti ve inşaat malzemeleri olduğu tespit edildi. Araçta bulunan 4 kişi jandarma tarafından gözaltına alındı.

Jandarma ekipleri 4 kişinin ifadeleri sonrasında tarif edilen 5 ayrı yerde kazılmış alanlarda yaptığı incelemede 2 hilti, 1 jeneratör, 6 patlama kapsülü, 20 metrelik ateşleyici kablo, bir el feneri, 20 kilo gübre, 5 hilti ucu, kazma, kürek ve balyoz olan 8 kazı malzemesi ele geçirdi. 
Sözcü, 31.01.2017
DEFİNE AVCILARININ YAPTIKLARI PLANLAR ŞAŞIRTTI

Burdur'da define avcılarının yaptığı planlar filmleri aratmadı. Önce şüphe çekmemek için tarlaya konteyner ev yerleştirdiler. Daha sonra konteyner evin tabanını keserek 12 metre tünel kazdılar. 6 define avcısından 3'ü jandarma operasyonu ile suçüstü yakalandı.

TAM 12 METRE TÜNEL KAZDILAR
Burdur'a bağlı Yazır Köyü'nde bulunan tarihi kalede define avına çıkan şahıslar, konteyner evin tabanını keserek 12 metre tünel kazdı. Kaçak kazı yapan 6 şahıstan 3'ü jandarma operasyonu ile suçüstü yakalandı.

Burdur İl Jandarma Komutanlığı ekipleri, Çavdır İlçesi Yazır Köyü'nde kaçak kazı operasyonu düzenledi. Tarihi kalede kaçak kazı yapan define avcılarının yöntemleri jandarma ekiplerini bile şaşırttı.

Çavdır İlçesi'ne bağlı Yazır Köyü'nde bulunan tarihi kalede kaçak kazı yapan define avcılarının yakalanmamak için tüm detayları hesapladığı ortaya çıktı. Kaleye yakın bir araziye ilk önce konteyner ev yerleştiren define avcıları, daha sonra kalenin bulunduğu Gedik mevkiinde kar yağışının etkili olması nedeniyle konteyner eve soba kurarak burada yaşamaya başladı.

Kalede define avına çıkan 6 şahıs, konteyner evin tabanını keserek, toprağı kazmaya başladı. 12 metre derinliğe inen define avcıları, altın yerine su buldu. Define avcıları, kazma işlemine devam ederken, kaçak kazı yapıldığı duyumunu alan jandarma ekipleri de harekete geçti.

Yazır Köyü Gedik mevkiindeki konteyner eve baskın düzenleyen jandarma ekipleri, O.U, B.U ve A.T isimli şahısları suçüstü yakaladı. Operasyonda kaçak kazıda kullanılan 1 adet iş makinesi, 1 adet jeneratör, 50 litre benzin, 1 adet hilti, 1 adet elektrikli vinç, 20 metre halat ve 1 adet av tüfeği ele geçirildi. Şahıslar Çavdır İlçe Jandarma Komutanlığında ifadelerinin alınmasının ardından serbest bırakılırken, kaçak kazıya karışan M.O, İ.Y ve H.T.D'nin ise yakalama çalışmalarının devam ettiği öğrenildi.
Akşam, 31.01.2017

YÜRÜYEN KÖŞK İÇİN YENİDEN UNESCO'YA BAŞVURULUYOR



Atatürk’ün Yalova’da bir dalını kesmemek için raylar üzerinde yürüttüğü ve bu nedenle de Yürüyen Köşk olarak bilinen tarihi yapının UNESCO Dünya Kültürel Mirası listesine alınması için Yalova Belediyesi bir kez daha harekete geçti.

2016 yılında Unesco’ya başvuran Yalova Belediyesi Atatürk’ün Yürüyen Köşk’ünün Dünya Kültürel Mirası listesine alınmasını istemiş ancak UNESCO geç kalındığı gerekçesi ile tarihi yapıyı listeye almamıştı. Yürüyen Köşk’ün UNESCO Dünya Kültürel Mirası listesine alınması için yeniden başvuruda bulunacaklarını belirten Yalova Belediye Başkanı Vefa Salman dosyayı bakanlığa gönderdiklerini dile getirdi. Salman, "Yürüyen Köşk’ün Unesco Kültürel Mirası listesine alınması için çalışma başlattık. Geçen yıl bize geç kalındığı ifade edildi. Bu yıl yeniden başvuru yapıyoruz. Yazıyı bakanlığa gönderdik. Bir alan ya da yapının Kültürel Miras olması için 10 maddelik kriterler listesinden en az 1 maddeyi üzerinde taşıması lazım. Bizim tespitlerimizde Yürüyen Köşk bu maddelerden en az 3 tanesine sahip. Bu da Yürüyen Köşk’ün UNESCO Kültürel Miras Listesine girme şansını çok arttırıyor. Biz tekrar bu yola çıktık. Bu konuda araya hatırlı kişileri de sokacağız. CHP Milletvekili Şafak Pavey bu konuda bize destek verecek ama ben Yalova Valimizden ve milletvekillerimizden de destek bekliyorum. Bu Yalova’yı ilgilendiren bir konudur ve birlik içerisinde hareket etmemiz şarttır" şeklinde konuştu.
Milliyet, 31.01.2017
KONYA'DA SELÇUKLU KAFE



Konya Karatay’daki Safa Royal Museum Hotel inşaatı sırasında 8 metre derinlikte Selçuklu kalıntıları ortaya çıktı.

Kalıntıların olduğu bölüm “müze”, üstü de otel oldu. 2012 yılında otelin temeli atıldıktan sonra devam eden inşaat çalışmaları sırasında Selçuklu kalıntılarına rastlandı.

Yerin yaklaşık 8 metre altında Selçuklu Hükümdarı I. Alaeddin Keykubat tarafından 1221’de yaptırılan Konya Dış Kalesi’ne ait Ertaş Kapısı ile daha önceki dönemlerde yapıldığı değerlendirilen ve haç işaretleri de bulunan dış kale burçları ortaya çıktı.

Otel yöneticileri, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü’ne haber verdi. 
Kalıntılar koruma altına alınırken kurul kararıyla yeniden projelendirilen otel inşaatı devam etti. Eserlerin sergilenebilmesi için de zemin katında yeni düzenleme yapıldı.

Royal Museum Hotel’in Ön Büro Müdürü Mustafa Akbaş, “Müşteriler için zemin katta küçük bir kafe tarzı oluşturduk. İnsanlar hem bu tarihi kalıntıları gezip inceliyorlar hem de oturup çay içip sohbet ediyorlar” dedi.

Büyükşehir Belediyesi tarafından yaptırılan ve Selçuklu İlçesi’nde bulunan Zindankale Katlı Otopark inşaatının 2007 yılındaki hafriyat çalışması sırasında da Selçuklu dönemine ait sur duvarı bulunmuştu.

Karatay İlçesi’nde bir mobilya mağazası ve atölyesinin altında da tarihi kalıntılar yer alıyor.


Habertürk, Haber: Zafer Samancı, 31.01.2017
İRAN'DA MÜZEYE DÖNÜŞTÜRÜLEN BİR KÖPRÜ



CAAT Studio, İran'ın Tahran'daki Mirdamad Köprüsünü canlandıran bir açık antropoloji müzesi oluşturma amacıyla, "Unutulan Kent Mekanlarının Organize Edilmesi" isimli bir proje tasarladı.



7 metre yüksekliğinde ve 14,1 metre genişliğindeki mevcut köprüye dair yapılan kapsamlı bir çalışmanın sonucunda geliştirilen tasarım ile alanın yaya niteliğinin geliştirilmesine odaklanılmış.



Köprü altındaki gürültü sorununun ele alındığı projede, kapalı sütunlarla birlikte "tepe ve gövdede akustik bir mod" oluşturmak için kubbe ve kemer benzeri bir geometri kullanılmış.



Benzer şekilde, alanda izleyicinin dikkatini çekmek için vitrinler, çoğunlukla yaya geçitlerinin kullanıldığı göz hizasındaki yerlere yerleştirilmiş.




Mimarlar, Tahran'da arazi değerlerinin çok yüksek olduğunu, kültürel bir kompleks oluşturmanın çok fazla bütçe gerektirdiğini ve mevcut binaların tahrip edilmesine neden olabileceğini ifade ediyor ve ekliyor: "Bu da, ortak hatıraların kaybolmasına neden olacaktır. Bu nedenle çözümü, unutulmuş ve kaybolmuş alanlarda bulmak daha iyi."
Arkitera, Kaynak: ArchDaily, Haber: Nilüfer Karakoç, 30.01.2017
İNŞAAT ALANINDAKİ KAZILARDA TARİHİ ÖLÜ GÖMME KABI BULUNDU

Muğla'nın Milas İlçesi'ndeki bir inşaat alanında devam eden kazıda, içinde yanmış insan kemikleri bulunan ölü saklama kabına rastlandı.

Milas Müze Müdürlüğü ekiplerince, İsmet Paşa Mahallesi Sanayi Caddesi'ndeki bir inşaat alanında sürdürülen kazı çalışmalarında, zeminin iki metre altında, 40 santimetre uzunluğunda seramik kap bulundu.

İçinde yanmış insan kemikleri bulunan ve mezar olarak kullanıldığı değerlendirilen kap, inceleme yapılması için Milas Arkeoloji Müzesi Müdürlüğüne götürüldü.

İncelemede, ölü saklama amaçlı kullanılan kabın, Hellenistik döneme ait olduğu bildirildi.

Milas Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Grup Amirliği ekipleri, İsmet Paşa Mahallesi Sanayi Caddesi'nde bir inşaat alanında tarihi kalıntılara rastlanılması üzerine, Milas Arkeoloji Müzesi Müdürlüğüne bilgi vermiş, alanda başlatılan kazı çalışmasında, daha önce, girişi betonla kapatılmış oda mezar ile ölü saklama kabı bulunmuştu.
Anadolu Ajansı, Haber: Mutlu Hazer, 29.01.2017

FRANSA'DA 38 BİN YILLIK GRAVÜR KEŞFEDİLDİ

Uluslararası araştırmacılar, Fransa'da 38 bin yıllık gravür keşfetti.

Newyork Üniversitesi’nden kazının sorumlusu Antropolog Randall White, Fransa'nın güneybatısında yer alan Vezere Vadisi kazısında, 38 bin yıl önceye ait kaya üzerine çizilmiş bir gravür keşfedildiğini duyurdu. White, yeni keşfin, ilk modern insanın batıya doğru ilerleyişi sırasında Avrupa boyunca süsleme ve desenleme sanatına ışık tuttuğunu dile getirdi. Eserin 43 bin ila 33 bin yıl öncesinde yaşandığı bilinen üst paleolitik devrin kültürüne ait olduğu tahmin ediliyor. Gravür, Batı Avrasya'da keşfedilmiş en eski sanat eserleri arasında da yer alıyor.  
Hürriyet, 29.01.2017
AYA İRİNİ'YE ACİLEN RESTORASYON GEREK 

Bizans’tan kalan bu eski kilise bugün bir konser salonu  vazifesi görüyor. Bu ihtişama söylenecek şey yok; ne var ki acil bir restorasyonun gerekliliğini sadece uzmanlar değil, her Allah’ın kulunun gözü görüyor. Kimse “Orayı kapatıyorlar” gibi itirazlar ileri sürmesin. Önce bize tarihin emanet ettiği binayı kurtaralım.

Roma doğuya kayıp İstanbul’un başkent (Nea Roma) ve resmen Hıristiyan olmasının ardından şehrin en önemli kiliselerinden biri Aya İrini’ydi. Dördüncü yüzyıldan gelmektedir. 532 yılındaki büyük yangında bütün ahşap kiliseler gibi o da yandı ve 548 yılında bugünkü formuyla yeniden yapıldı. 

Yapıda avlu, atrium, kilisenin girişi (narteks) ve geniş bir ana mekan (naos) yer alır. Yarım bir kubbenin altında apsis bölümünde onlarca ruhaninin oturduğu bir ikonastisis de vardı. Koronun bulunduğu mihrap fevkaladedir ve birhaç salona hakimdir. 

Aya İrini 8’inci yüzyıldan kalma en eski ikonoklast kilisedir. Bu dönemi yansıtan en büyük yapıdır. ‘Put kırıcılık’ kavgasında başkentin en belirgin kilisesi konumundaydı. Fetihten sonra da camiye çevrilmedi. Osmanlı ordusunun zaferlerden elde ettiği sancak ve bayrakların saklandığı bir depo haline geldi. Sonraları askeri silahların toplandığı, 1840’ta ise Tophane Müşiri Fethi Ahmet Paşa’nın gayretiyle de eski eserler müzesi olarak kullanılan bir bina oldu. Arkeoloji müzemiz (Müze-i Hümayun) kurulduktan sonraysa sadece silahların saklandığı bir yere döndü.



Aya İrini 8’inci yüzyıldan kalma en eski ikonoklast kilisedir. Bu dönemi yansıtan en büyük yapıdır. ‘Put kırıcılık’ kavgasında başkentin en belirgin kilisesi konumundaydı.

12 ASIRDIR CİDDİ TAMİRAT BEKLİYOR
Aya İrini, 8’inci yüzyılda son yapılışından beri, neredeyse 12 asra yakın bir zaman kısmi tamirlerin dışında ciddi bir restorasyondan geçmedi. Bugün burası İstanbul’un ve dünyanın izlediği konserlerin verildiği bir ‘concert hall’ vazifesini görüyor. Bu ihtişama söylenecek şey yok; ne var ki acil bir restorasyonun gerekliliğini sadece uzmanlar değil, her Allah’ın kulunun gözü görüyor. Acil ve maalesef uzun sürecek bir restorasyon gerekli. Kimse oralı değil, restorasyon için kapatıldığında da “Orayı kapatıyorlar” gibi itirazlar ileri sürmenin pek anlamlı olacağını zannetmiyorum. Önce tarihin bize emanet ettiği binayı kurtaralım.

Hürriyet, Yazı: İlber Ortaylı, 29.01.2017 

Özlem Kumrular ve Mehmet Perinçek, önemli tarihçi ve uzmanlarla yaptığı söyleşileri "Zaman Treni - Tarihin Renkli Vagonlarında Bir Seyahat" kitabında bir araya getirdi.

Kitapta Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğretim üyesi Prof.Dr. Yaşar Çoruhlu ile yapılmış bir söyleşi de var. Çoruhlu, söyleşide pantolonun kökeninin Orta Asya’ya dayandığını iddia etti.

Çoruhlu, şunları söyledi:

“Üzenginin kullanılması savaş tarihi için devrim niteliğinde bir şey sonuçta. İlk olarak İç Asya’da keşfediliyor. Büyük ihtimalle de Türk toplulukları içerisinde bulunuyor ve oradan yayılıyor. Çünkü Türklerin savaşçı unsurunun dörtte üçü süvarilerden oluşuyordu. Hatta birçok farklı bölgede etkin oluyor Türk askeri sistemi, Türk askeri giyim-kuşamı. Öncelikle Çin’i etkiliyor. Çinliler bakıyor ki kuzeyden gelenlere sürekli yeniliyor, sürekli reform yapıyorlar. Hemen çizme, kolay hareket etmeyi sağlayan pantolonları alıyorlar ve Çin’de askeri kıyafet olarak kullanıyorlar.

“Pantolon İç Asya’da çok erken dönemlerde oluşmuş. Neredeyse Taş Devri’ne kadar gidiyor. Tabi Türklerin Taş Devri’yle ilgisi teşhis edilebilmiş değil. O, çok uzun ve eski bir dönem. Zaten etnik yapılar belirlenemiyor Taş Devri’nde. Ama Tunç Devri’nden itibaren Proto-Türklerle ilgili olan dönemler başlıyor. Ancak Tunç Devri’nden sonra kültürel, mitolojik unsurların esasları Paleolitik Devir’den itibaren yani Taş Devri’nden itibaren atılıyor Orta Asya’da.

“Daha sonra oluşan uluslar bunları alıp millileştiriyor ve kendi kültür anlayışlarına göre dönüştürüp kullanıyorlar. Türkler de aynı şeyi yapıyor. Sonuçta onlar da Tunç Devri’nde o dönemlerdeki kültürlerin içerisinden doğuyor. Bozkır ekonomisi diye bir şey ortaya çıkıyor. Hayvancı kültür ağırlıklı bir kültür gelişmeye başlıyor. Tabii burada yine tamamen hayvancı kültür diye bir şey değil, çünkü belirli yerlerde tarım da yapıyor Türkler. Mesela Hunların özel bir cins fasulye yetiştirdiğini anlatıyor Çinliler.”
Odatv, 29.01.2017

TARİHİ REZALETİN GÖRÜNTÜLERİ ORTAYA ÇIKTI



İstiklal Caddesi’nin en eski binalarından Narmanlı Han’ın belgeseli çekildi. Bir dönem Narmanlı Han’da yaşayan Türk edebiyatının usta ismi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kaldığı odanın yıkık görüntüleri ise dikkat çekti.  

2015 yılında başlayan restorasyon çalışmaları öncesinde Narmanlı Han’a giren Handan İnci ve Müjdat Arslan, tarihi Han’ın ve Tanpınar’ın yaşadığı odanın perişan görüntüsünü fotoğrafladılar. Restorasyon başlamadan önce yapımcı ve yönetmen Burcu Soydan ile Umut Mete Soydan bina hakkında belgesel çektiler. Narmanlı’nın son misafirleriyle söyleşi yapılarak hazırlanan belgesel hiçbir televizyon kanalı tarafından gösterilmedi. 1950’lere kadar Bedri Rahmi Eyüboğlu, Aliye Berger, Tatyana Moran, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın çalışma ve yaşama mekanı olan Han’ın görüntüleri içler acısı.

İşte Narmanlı Han’da usta romancı Ahmet Handi Tanpınar’ın kaldığı odanın görüntüleri:













  

NARMANLI HAN VE AHMET HAMDİ TANPINAR
1831’de İtalyan mimar Giuseppe Fossati tarafından inşa edilen Narmanlı Han, İstiklal Caddesi üzerinde, Taksim’den Tünel’e inerken sağ tarafta yer alır. Yapıldıktan sonra uzun yıllar Rus elçilik binası olarak kullanılmıştır. Elçilik başka yere taşındıktan sonra bir müddet konsolosluk büroları burada hizmet vermeyi sürdürür. 1933’te bina Avni Narmanlı ve Sıtkı Narmanlı adlı iki tüccar tarafından satın alınır. Eminönü’ndeki işyerlerini buraya taşıyan Narmanlı kardeşlerle birlikte onların adıyla anılmaya başlayan handa  halıcı, antikacı, noter ve  konfeksiyoncuların yanı sıra zamanla heykeltraş, ressam ve yazarlar da yer kiralamaya başlar. Narmanlı Han, 1950’lere kadar Bedri Rahmi Eyüboğlu, Aliye Berger, Tatyana Moran, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın çalışma ve yaşama mekanı olur.  

Tatyana Moran, Tanpınar’ın Narmanlı Han’a nasıl yerleştiğini şöyle anlatıyor:

“Hamdi profesör olarak Edebiyat Fakültesi’ne girdi. Aynı zamanda da Güzel Sanatlar’da ders veriyordu. Mali durumunu düzeltmişti. Bana artık ablasının evinden ayrılıp taşınmak istediğini söyledi. Aklıma derhal bizim Narmanlı yurdunda giriş katında küçük bir daire geldi; bir büyük oda, mutfak ve banyodan ibaretti. Ucuza da vereceklerdi. Teklif ettim. Hamdi çok sevindi. Derhal tuttu ve taşındı. Perde olarak gazeteler yapıştırdı. Bir iki tabak, bardak satın alındı.

Hamdi bir gün hasta oldu. Bizim hizmetçi Melahat aşağıya inip, ‘Hamdi Bey nedir o eski yorgan, o sizi ısıtmıyor, perdeleriniz de yok, niye böyle oturuyorsunuz?’

‘Param yok’ demiş Hamdi.

‘Bunları taksitle size yaptırırım’ ve yaptırdı da.

Bu daire her akşam dolup taşıyordu; Bedri Rahmi, karısı, kızkardeşi Mualla (şimdi Anhegger’in karısı) Sabahattin Eyüboğlu, ressam Zeki Faik İzer, Mehmet Ali Cimcoz ve karısı Adalet… Türküler söylenir, yenilip içilirdi” (Tatyana Moran, Dün, Bugün, İletişim Yayınları, 2000, s.111).

Haldun Taner ise Tanpınar’ın Narmanlı yıllarını şöyle anlatır: Ahmet Hamdi Tanpınar’ın en bereketli yılları narmanlı yurdu’ndaki bekar odasında geçti.
Odatv, 28.01.2017

BEYLİKDÜZÜ'NDE ELE GEÇİRİLDİ! PİYASA DEĞERİ 3 MİLYON DOLAR...

İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Kaçakçılık Şube Müdürlüğü'nün Beylikdüzü'nde yaptığı operasyonda Abbasi ve Fatimiler dönemine ait altın paralar ele geçirildi.

İstanbul Kaçakçılık Suçlarıyla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri tarihi eser kaçakçılığı yapılacağı yönünde bir bilgi üzerine çalışma başlattı. Polis ekipleri 25 Ocak  Çarşamba günü Beylikdüzü'nde bir adrese operasyon düzenledi. Yapılan aramalarda 1'i Muvahhidun, 3'ü Abbasi, 1'i Fatimi dönemine ait toplam 5 altın sikke buldu. Operasyon kapsamında şüpheli A.Z.(59) ve M.Z.(19) gözaltına alındı.

SİKKELER İNCELENMEYE GÖNDERİLDİ
Operasyon kapsamında ele geçirilen sikkeler incelenmek üzere İstanbul Müze Müdürlüğü'ne gönderildi. Müze müdürlüğünden gelen ilk bilgiye göre önemli koleksiyon parçaları olduğu öğrenilen sikkelerin toplam değerinin yaklaşık 3 milyon dolar olduğu öne sürüldü.

Milliyet, Haber: Musa Kesler, 27.01.2017

FRİGLERİN 3 BİN 200 YILLIK KAYA EVLERİ TURİZME KAZANDIRILACAK

Bolu'nun Seben İlçesi'ndeki MÖ 1200'lü yıllarda Frigler tarafından yapıldığı düşünülen kaya evleri, ilçeye gelen ziyaretçi sayısının artırılması amacıyla turizme kazandırılacak.

İlçenin Solaklar Köyü mevkisindeki kaya evlerinin turizme kazandırılması için yaklaşık 10 yıl önce çalışma başlatılsa da bölgenin tanınırlığı henüz istenilen seviyeye ulaşamadı.

Bir tepe üzerine elle oyularak yapıldığı düşünülen odalardan oluşan 4 katlı kaya evlerinin daha fazla tanıtılması amacıyla bölgede çalışmalar yapılması planlanıyor.

Seben Belediyesi tarafından bölgenin güzelleştirilmesi ve buraya gelen turistlerin konaklamasını sağlamak amacıyla kütük evler yapılırken, kaya evlerinin restore edilmesi ve alanın peyzajı için proje hazırlandı.
Anadolu Ajansı, Haber: Zafer Göder, 26.01.2017

BATMAN'DAKİ 650 YILLIK ZEYNEL BEY TÜRBESİ, HASANKEYF YENİ KÜLTÜREL PARK ALANINA TAŞINACAK

Batman'ın Hasankeyf İlçesi'nde Ilısu Barajı tamamlanınca su altında kalacak 650 yıllık Zeynel Bey Türbesi, Hasankeyf Yeni Kültürel Park Alanı'na 52 kişilik ekip tarafından 8 saate taşınacak.

Batman'ın Hasankeyf İlçesi'nde Ilısu Barajı'nın tamamlanması halinde su altında kalacak 650 yıllık Zeynel Bey Türbesi, taşıyıcı treyler sisteminin kullanılacağı 8 saatlik çalışmayla yeni yerine alınacak.

Ilısu Barajı ve HES Projesi Kültürel Varlıkları Koruma ve Kurtarma Çalışmaları kapsamında Zeynel Bey Türbesi'nin, Hasankeyf Yeni Kültürel Park Alanı'na taşınması için çalışmalar yoğun şekilde sürdürülüyor.

Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğünce iki yıl önce ihale edilen ve Diyarbakır Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunca onaylanan projeye göre, bin 100 tonluk türbe, tek parça halinde "Hollanda" yöntemiyle yeni yerine taşınacak.

Taşıyıcı treyler sisteminin kullanılacağı çalışmalar, aralarında 6 mühendis ve 3 mimarın da yer aldığı 52 kişilik ekip tarafından gerçekleştirilecek.

Zeynel Bey Türbesi, 1462-1482'de Hasankeyf'te hüküm süren Akkoyunlular'dan kalan tek eser olma özelliğini taşıyor.
Anadolu Ajansı, Haber: Yılmaz Ekinci, 24.01.2017



22 - 28 Ocak 2017
ÖZBEKİSTAN'DA 2 BİN YILLIK YERLEŞİK YAŞAM İZİ BULUNDU

Fergana Vadisinde yerleşik yaşam izlerinin en az 2 bin yıl öncesine uzandığı Mingtepe kazılarında ispatlandı.

Çin'den Vietnam, Kamboçya, Laos, Moğolistan, Bangladeş, Pakistan, Türki Cumhuriyetler, İran ve Türkiye'ye uzanan tarihi İpek Yolu havzasında yer alan önemli arkeolojik kazılardan biri de Özbekistan'da sürüyor. İpek Yolu üzerindek kalelerden Mingtepe'nin yeni bulguları açıklandı.

Tarihi İpek Yolu'nun önemli duraklarından Fergana Vadisi sınırlarında bulunan, Özbekistan'daki Mingtepe kazılarında Orta Asya steplerinin tarihinin aydınlanmasına katkı sağlayacak önemli bilgiler elde edildi.

2012 yılından bu yana beş kez arkeolojik kazı yapılan Mingtepe'de bulunan eski çağlardan kalma surlarla çevrili alanda elde edilen bulgular, Çinli ve Özbek Arkeologların katıldığı bir Workshop toplantısınde değerlendirildi.

Çin Sosyal Bilimler Akademisi (CASS) Arkeoloji Enstitüsü tarafından yapılan açıklamaya göre; Özbekistan'da Fergana Vadisi'nin güneydoğusunda kalan ve Andigon kenti yakınlarında yer alan Mingtepa kalıntılarında ortaya çıkan bulguların, 2000 yılı aşkın bir süre önce yalnızca göçebeler için geçici bir garnizona değil, kalıcı bir yerleşim alanına ait olduğuna dair önemli ipuçları elde edildi.

En dar yerleri 500 ile 800 metre, en geniş yerleri 1,300 metreye kadar 2.100 metreye kadar olan Mingtepe'deki surlarla çevrili yerleşim alanı içinde; alanın batı kapısı yakınlarına geçen yıl bir el sanatları atölyesinin yıkıntılarını ve mezarlık ortaya çıkarıldığı belirtildi.  MÖ birinci ve ikinci yıllara ait kalıntıların yaklaşık 2.155 yıllık olduğu tahmin ediliyor.

CASS Arkeoloji Enstitüsünün raporuna kazılarda hassas ölçüm, bilgisayarla haritalama ve veri analizinde önemli rol oynayan Luoyang shovel adlı bir Çinlilerin geliştirdiği bir program da kullanıldı.

CASS Arkeoloji Enstitüsü, araştırma Bölümü direktörü Zhu Yanshi Tan, "Özbek arkeologları ve Çinli arkeologlar alanda uyum içinde çalışıyor ve önemli sonuçlar elde ediyorlar. Ünlü Fergana Atları ile tanınan Dayuan Devleti'nin bu topraklarda hüküm sürdüğü biliniyor ve bu kazıların onların tarihini aydınlatmaya da faydaları olacağı tahmin ediliyor" dedi..

CASS Arkeoloji Enstitüsü Wang Wei ise Mingtepa kalıntılarının kazı ve incelemesinin uzun vadeli bir çaba olacağına dikkat çekti ve bir sonraki adımın kazılardan ve araştırmalardan elde edilen bulgulara dayanarak Mingtepa'nın arkeolojik kronolojisini oluşturmak olacağını söyledi.
arkeolojikhaber.com, 26.01.2017

1914’te Mısır’da bulunan 4 bin yıllık bir mumya, bilim insanlarının titiz çalışması sonucu kavuştuğu yeni yüzüyle Almanya’daki müzede ziyaretçilerini bekliyor.

Mısır'ın Eski Krallık dönemine ait olup hakkında en çok araştırma yapılan mumyalarından biri olan 2. Idu yeni yüzüne kavuştu. Almanya'nın Hildesheim kentinde bulunan Roma Pelizaeus Müzesi'nin en değerli parçalarından olan mumya en son teknikler kullanılarak yeniden yapılmış yüzüyle ziyaretçilerle buluştu. Eski Krallık döneminde, MÖ 2200-2000'de görev yapmış üst düzey bir krallık görevlisine ait olan mumyanın yaklaşık olarak 4000 yaşında olduğu tahmin ediliyor. Mumya 1914'te Gize piramitlerinin batı mezarlık bölümünde bulunmuştu. Dijital teknikler kullanılarak ayrıntıları çıkartılan mumyanın kafası önce bir model üzerine aktarıldı. Köpükten yapılan kopyaya son rötuşlar sanatçı Konstanze Thomas- Zack tarafından yapıldı. Müzenin direktörü Regine Schulz yaptığı açıklamada "2. Idu artık korkutucu ifadeye sahip bir mumya değil, günümüzden biri gibi gözüküyor" dedi. Müzede kendisi için hazırlanmış özel bir odaya taşınan 2. Idu'nun başı burada mezarından çıkartılan diğer eşyalarıyla birlikte sergileniyor. 2. Idu'ya ait mumyalanmış iskelet ve sedir ağacından yapılmış tabutu haricinde sergilenen eşyalar arasında bir adet başlık, görevine ilişkin pullar, midye kabukları ve altın ziynet eşyaları bulunuyor.
Sabah, 26.01.2017

ISPARTA'DAKİ PİSİDAİ ANTİOCHEİA ANTİK KENTİNDE GLADYATÖRLER OKULU OLABİLİR

Isparta’nın Yalvaç İlçesi yer alan Pisidia Antiocheia antik kentinde kazılar sonucunda bulunan tiyatroda açığa çıkan gladyatör kabartmaları, kentte gladyatör okulu olabileceğini gösteriyor.



Isparta’nın Yalvaç İlçesi'ndeki Pisidia Antiocheia antik kentinde 1980 yılında Dr. Mehmet Taşlıalan ve ekibi tarafından başlatılan kazı çalışması sonucu bir tiyatro ortaya çıkarıldı. Yalvaç Müzesi’nde sergilenen ve üzerinde gladyatör resimlerinin bulunduğu kabartmalarda yapılan incelemede tiyatronun gladyatör müsabakaları yapılan bir alan olduğu bilgisine ulaşıldı.



Süleyman Demirel Üniversitesi (SDÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi ve Pisidia Antiocheia Antik Kenti Kazı Başkanı Prof.Dr. Mehmet Özhanlı, 2 lejyon birliğinin konuşlandığı antik kentte savaşçıların ölümüne maçlar yaptığı, bazen gladyatörlerin birbiriyle bazen de vahşi hayvanlarla dövüştüklerini betimleyen kabartma resimler olduğunu aktardı. Özhanlı, “Roma döneminde İmparator Augustus tarafından kolonileştirildikten sonra kente 2 lejyon emekli askerin yerleştirilmiş olduğunu biliyoruz. Kentin tiyatrosunda gladyatör oyunlarının düzenlenmiş olduğunu hem tiyatro içindeki düzenlemelerden hem kentte ele geçen gladyatör kabartmalarından anlıyoruz” dedi.

Gladyatör okulu olabilir
5 bin kişilik küçük bir tiyatro olmasına karşın orkestra duvarlarının yükseltildiğini ve caveada (antik dönem tiyatrolarında oturulan bölümlere verilen ad) oturanların hizasına kadar çıkarıldığını vurgulayan Özhanlı, “Bu da tiyatroda hem insanın insana karşı mücadelesi hem de yabani hayvanlara karşı gladyatör oyunları olduğunu belgeliyor. Roma İmparatorluk döneminde belki de bir gladyatör okulu olabileceği belgelemektedir” diye konuştu.
DHA, 25.01.2016

İNŞAAT SAHASINDA ODA MEZAR KALINTILARI BULUNDU

Muğla'nın Milas İlçesi'nde süren bir inşaatın bahçe bölümü olarak ayrılan alanda, oda mezar olduğu sanılan tarihi kalıntılar bulundu.



İsmetpaşa Mahallesi Sanayi Caddesi üzerinde yaklaşık 2 ay önce başlayan bir apartman inşaatının bahçe bölümünde, oda mezar olduğu tahmin edilen kalıntılara rastlandı. Bölgede Muğla İl Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Milas Grup Amirliği Ekipleri ve Milas Müze Müdürlüğü Ekipleri'nce çalışma başlatıldı. Mezar olduğu sanılan yapının hemen yanı başında duran küp, bulunduğu yerden çıkarılarak Milas Müze Müdürlüğü'ne götürüldü. Mezardaki kurtarma çalışmaları ise sürüyor. Oda mezarın ve diğer buluntuların hangi döneme ait olduğu ise yapılan araştırmaların ardından belli olacağı öğrenildi.






Milliyet, Haber: Oktay Çayırlı, 25.01.2017
ÇALDAĞI VE AOÇ BİRA FABRİKASININ YAPILAŞMASINA YARGI FRENİ

Yargı, Ankara’nın bakı noktası Çaldağı’nın yüksek yoğunluklu yapılaşmaya açılmasına ve AOÇ Bira Fabrikası alanının spor alanına dönüştürülmesine izin vermedi.


Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Ankara 11. İdare Mahkemesi,Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin Başkent’in bakı noktası Çaldağı’nın yüksek yoğunluklu yapılaşmaya açılması kararının ve Ankara 7. İdare Mahkemesi’nin Çevre Şehircilik Bakanlığı’nın AOÇ Bira Fabrikası alanının spor alanına dönüştürülmesine ilişkin plan değişikliği kararının telafisi mümkün olmayan zararlara neden olabileceği gerekçesiyle yürütmesini durdurduğunu bildirdi. Konuya ilişkin basın toplantısı düzenleyen Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan, hukuksuzluğun hukuk olduğu bir süreçte verilen bu kararların sevindirici olduğunu ve yargıya dair umutları tazelediğine dikkat çekti.

Candan, sözlerine şöyle devam etti: “Mimarlar Odası Ankara Şubesi olarak kentin bozulan harcının iyileştirilmesi için hukuksal mücadeleyi önemli bir süreç olarak görüyoruz. Hukukun topal işlediğini ve yargıya bu süreçlerde müdahale edildiği herkes tarafından biliniyor. Ama gelinen süreçte bilimden yana karar veren yapıların olması umudumuzu tazeliyor ve büyütüyor. Bu kararlardan bir tanesi Ankara’nın bakı noktası dediğimiz Çaldağı Kentsel Dönüşüm Alanı. Bu alanla ilgili Büyükşehir Belediyesi bir plan değişikliği yaptı. Burası üst ölçekli planlarda en yüksek bakı noktası olduğu ve panoramik olarak Ankara’yı gösterdiği için bu noktalarda özel planlama yapılması gerekiyor. Oysa Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi alanın yarısına  emsal iki vererek ve kot altındaki yapılaşmayı da emsal dışı bırakarak , gizli emsalle yüksek yoğunluklu bir yapılaşmaya açmayı öngördü. Mimarlar Odası Ankara Şubesi olarak bu plan değişikliğini yargıya taşımıştık.  Yargı sürecinde Büyükşehir ihaleye çıktı.  Büyükşehir Belediyesi Ankara için nefes olacak, turizm potansiyeli en yüksek olan panoramik görünüm noktasını yüksek yoğunluklu yapılaşmaya açmak istiyordu.  Ankara 11. İdare Mahkemesi bu plan değişikliğine ilişkin yürütmeyi durdurma kararı verdi. Gökçek’e geçmiş olsun. Oradan bina almayı aklına koyanlara da başka mecralara yatırım yapmalarını öneriyoruz. Çaldağı halka aittir.”

Candan, ayrıca Ankara 11. İdare Mahkemesi Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı'nın Çankaya İlçesi Çaldağ Mahallesi 29211 ada 1 parselin satışına ilişkin ihalenin dayanağı olan, yürütmeyi durdurma kararı verilmesi doğrultusunda bu imar planı esas alınarak çıkılan ihaleyi iptal ettiğini bildirdi. 

Çaldağı anıtsal bir alan olmalı önerisi
Dikmen sırtlarının Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecine tanıklık etmiş bölge olduğunu anımsatan Candan, Çaldağı’nın Cumhuriyetin bütün değerlerinin ve milli mücadelenin milli iradeyle nasıl buluştuğunu gösteren, anıtsal kamusal bir bakı noktasına dönüştürülmesi önerisinde bulundu. Candan, Atatürk Orman Çiftliği denilince Kaçak Saray’ın baskısı nedeniyle insanların konuşmadığını hatırlatırken, Ankara 7. İdare Mahkemesi’nin çok hızlı bir şekilde Çevre Şehircilik Bakanlığı’nın AOÇ Bira Fabrikası alanının spor alanına dönüştürmesine ilişkin plan değişikliğinin yürütmesini durdurduğunu bildirdi.

Candan, sözlerini şöyle sürdürdü: “Mimarlar Odası Ankara Şubesi Mustafa Kemal Atatürk’ün halkına emanet ettiği biricik alanın korunmasını, Cumhuriyet değerlerini korunmasıyla eş değer tutarak mücadeleye ısrarla devam ediyoruz. AOÇ çok geniş bir yerleşkedir. AOÇ Bira Fabrikası alanında, yapıların büyük bir kısmı Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin Koruma Kurulu’na başvurduğu, kurulun red ettiği, yargıya başvurduğu ve yargı yoluyla korumaya alındığı bir alan. Bu alanın Büyükşehir Belediyesi’ne devredilmesi sürecini Sayıştay raporlarında da görüyoruz.  Çevre Şehircilik Bakanlığı bu alana dair bir spor alanı planı geçirdi. 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı İmar Planı değişikliği yaptı. Biz hızlıca yargıya taşıdık yargı inanılmaz derecede hızlı çalıştı. AOÇ’ye ilişkin bütün süreçlerde yargı süreci uzatılarak tahribat yapıldı. Kaçak Saray ve Ankapark gibi yapılar hukuksuz bir şekilde inşa edildi. Ancak bira fabrikası alanıyla ilgili karar çok hızlı verildi. Ankara 7. İdare Mahkemesi Çevre Şehircilik Bakanlığı’nın AOÇ’deki spor alanı yapması sürecinin telafisi mümkün olmayan zararlar vereceği gerekçesiyle karşı tarafın savunması alınana kadar yürütmeyi durdurma kararı verdi. Bu karar yargıya olan güvenimizi tazeledi. Umutların tükenmediği anlamına geliyor.”
Yapı, 25.01.2017

LYRBOTON KOME GÜN YÜZÜNE ÇIKTI



Türkiye’nin ilk arkeoparkı olarak hizmet verecek olan Lyrboton Kome antik kentindeki işlikler, hamamlar ve kiliseler, yapılan bitki temizliği çalışmasıyla gün yüzüne çıkartıldı.



Türkiye’nin ilk arkeoparkı yapılması projesi için geçen Kasım ayında arkeolojik kazı çalışmasını başlatıldığı Lyrboton Kome antik kentinde, bitki temizliği çalışmasının tamamlanmasıyla işlikler, evler, hamamlar ve kiliseler gün yüzüne çıktı.

İlk aşamada ortaya çıkarılacak merkezi kalıntıların arasından geçen ana yerleşim aksı üzerindeki gezi yolu düzenlenerek, bu yıl içinde ziyarete açılması hedefleniyor.



Doğaseverler buraya geliyor
Yapılan temizlik sayesinde düzenli bir görünüme kavuşan antik kent, şimdiden yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekmeye başladı. Doğaseverler, yürüyüşçüler ile arkeolojiye merakı olanlar, Varsak üzerindeki tepedeki 2 bin yıllık yerleşim yerini geziyor. Yöredeki köylülerin de sık sık ziyaret ettiği antik kent, henüz ziyarete açılmamışken bile cezp etmeye başladı. Bölgenin dönemindeki en zengin kentlerinden Perge antik kentine zeytinyağı üreten Lyrboton Kome’ye geleler, çam ormanlarının altındaki saklı cennetteki yaşam koşulları hakkında fikir sahibi oluyor.

     

İkinci etabında restorasyon başlayacak
Antik kentin ziyarete açılmasından sonra başlatılacak ikinci etapta, kazı, onarım ve sağlamlaştırma çalışmaları sürdürülecek. Proje tamamlandığında restore edilmiş Arete Kulesi, zeytinyağı işlikleri, konutlar, kiliseler, hamam, sarnıçlar, mezarlar, floral ve jeolojik zenginlikte doğa ve tarih parkı halka ve turizme kazandırılmış olacak. Bu zenginlik Apollon- zeytin hasadı şenlikleri, doğa yürüyüşleri ve kültür gösterileri, müzecilik etkinlileriyle canlı tutularak geliştirilecek.
Milliyet, 24.01.2017
KOYUN OTLATAN ÇOBAN 2 BİN YILLIK TARİHİ KALINTI BULDU

İzmir'in Ödemiş İlçesine bağlı Kurucuova Köyü yakınlarında koyun otlatan Akif Geniş, tesadüf eseri 2 bin yıl öncesine ait olduğu düşünülen bir kilisenin ya da hamamın tavanını buldu. Ayasuluk Tepesi olarak bilinen bölgede çocuk yaşlardan bu yana koyun otlattığını belirten Geniş, tepede eski dönemlere ait çok sayıda kalıntıyı gördüğünü söyledi.

İzmir Ödemiş'te koyun otlatan 38 yaşındaki Akif Geniş, Kurucuova Köyü yakınlarında 2 bin yıl öncesine ait olduğu düşünülen bir kilisenin ya da hamamın tavanını buldu. Geniş, bölgeye zaman zaman müze yetkilileri ile arkeologların gelip gittiğini belirtirken, Arkeolog Prof.Dr. Veli Sevin, "Bu alanın yakınında yeni ortaya çıkmış olan kuyu görünümlü yeni kalıntının büyük dinsel kompleksin bir parçası, bir şapel olması mümkündür. Meselenin tam olarak anlaşılabilmesi için bu alanda geniş çaplı bir yüzey araştırması ve arkeolojik bir temizlik çalışması gereklidir." diye konuştu.

"KOYUNLAR ÇÖKÜNTÜYE DÜŞTÜ"
Yaşadığı olayı anlatan Akif Geniş, "Koyunları otlatırken tepelik alanda bir gürültü duydum. Hemen o tarafa yöneldim. Koyun seslerini takip edince bir yerde çöküntü olduğunu ve koyunların buraya düştüğünü gördüm. Bir koyun telef oldu, diğerlerini kurtardım. Çöküntüyü görünce, buranın eski dönemlerden kalma bir yapının çatısı olduğunu anladım. Bu ya bir kilise ya da bir hamam idi. Hemen durumu müze yetkililerine bildirdim. Burada içinde 5-10 bin kişilik tiyatronun da bulunduğu büyük bir yerleşim yeri varmış. Benim gözlemlerime göre su sarnıcı bile var. Kale duvarları gibi duvarlar ve binlerce işlenmiş taş, mermer ve tuğla var." dedi.

''ARAŞTIRILMASI GEREKİYOR''
Arkeolog Prof.Dr. Veli Sevin ise "Anılan yeri biliyoruz. Yetkililere konuyla ilgili bilgiler verdik. Gazete ve dergilerde de yazılar yazdık. Eski adı Ayasuluk olan Türkönü Köyü ile Kurucuova arasında kalan Neikaia antik kentinin akropolünde, burayı 1926 yılında ziyaret eden Alman din bilgini Victor Schultze'ye göre Küçük Asya'nın en şaşaalı kiliselerinden biri yer alıyordu. Günümüzde defineciler tarafından kısmen tahrip edilmiş bulunan bazilikal planlı bu yapının zemini mozaiklerle kaplıdır. Bu alanın yakınında yeni ortaya çıkmış olan kuyu görünümlü yeni kalıntının da bu büyük dinsel kompleksin bir parçası, bir şapel olması mümkündür. Nitekim kilisenin yakınında eski bir şapelin varlığından söz edilmektedir. Meselenin tam olarak anlaşılabilmesi için bu alanda geniş çaplı bir yüzey araştırması ve arkeolojik bir temizlik çalışması gereklidir." ifadelerini kaydetti.

haberler.com, 24.01.2017

NURİ HAS PASAJI'NDA RESTORASYON

Adana eski kent merkezinin en önemli ticaret yapısı olan Nuri Has Pasajı'nın restorasyon süreci, Çarşamba Toplantıları kapsamında bir araya gelen Seyhan Belediyesi ve ÇEKÜL Vakfı'nın gündem konusu oldu.

20. yüzyıl başında önce Ermeni Mektebi, daha sonra da askeri hastane olarak kullanılan ve 1949 yılında Nuri Has tarafından satın alınan Nuri Has Pasajı, eski görkemli günlerine dönmeyi bekliyor. Yakın tarihe kadar bir iş hanı olarak işlevini sürdüren ve kentin en önemli ticaret merkezlerinden biri olan Pasajın üst katında bürolar, alt katında ise dükkanlar bulunuyordu. Esnaf bugün hala yapının alt katındaki dükkan ve atölyelerde çalışmayı sürdürüyor.

Basit onarımla yetinmeyerek, yapının yüzyıllar boyu ayakta ve işler halde kalması umuduyla yola çıkan Seyhan Belediyesi ve Nuri Has Pasajı mülk sahipleri, ÇEKÜL'ün mimar ve şehir plancılarından oluşan uzman ekibiyle bir araya gelerek, restorasyon çalışmaları için fikir aldı. Adana Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü tarafından onaylanan projeye göre yapının onarımı ve güçlendirme çalışmalarını yürütecek olan Seyhan Belediyesi KUDEB ekibi, ÇEKÜL uzman ekibi ile kuruldan geçen projenin ayrıntılarını paylaştı.

Tarihi yapının onarımı sırasında ortaya çıkması muhtemel özgün yapı elemanları ile dönem müdahalelerinin korunmasına özen gösterilmesini isteyen ÇEKÜL uzmanları, çalışmaların kademeli olarak uygulanması önerdi.

Koruma çalışmalarını işlevlendirme ile destekleyen bütüncül yaklaşımın konuşulduğu toplantıda kültür sanat merkezi olarak işlevlendirilen Gaziantep Adliye Sarayı örnek olarak sunuldu.
Arkitera, Kaynak: Çekül Vakfı, Yazı: Bahar Bayhan, 24.01.2017

TÜRKİYE BU KAFAYLA DAHA ÇOK HEYKEL YIKAR

Bodrum'da 21 yıl önce, Abdi İpekçi Barış Ödülü sahibi, çevreci, ressam Saynur Gelendost tarafından projesi çizilip, bazı sivil toplum kurumlarının da desteğiyle yaptırılan, 'Gelendost Özgürlük Meydanı ve Anıtı' bir gecede yıktırıldı.

Müteahhit Muhammet Karapınar arazinin kendi özel mülkiyeti olduğunu belirtirken, çevreci ve bazı sivil toplum kuruluşları yıkıma tepki gösterip, eylem yaptı.

Muğla'nın büyükşehir olması ardından kapatılan Gündoğan Belde Belediyesi'nin CHP'li eski belediye başkanlarından Hasan Ali Yılankaya, o dönemde mülkiyeti Karapınar Ailesi'ne ait olan Gündoğan Sahili'ndeki araziyi kamu alanı olarak kullanmak üzere isteyip, yazılı anlaşma yaptı.

Söz konusu araziye arıtma tesisi terfi merkezi, meydan Atatürk Anıtı, jandarma binası ve umumi tuvalet yapıldı.

Aynı araziye 1996 yılında 'Çevrecilerin Anası' olarak tanınan merhum Saynur Gelendost tarafından 11 yıl önce çevreci Mümtaz Özçelik, Gündoğan Peynir Çiçeği Derneği ve Mavi Yol Girişimi üyeleri ile "Özgürlük Meydanı ve Anıtı" yapıldı.

Gelendost'un projesini kendisinin çizdiği meydan ve anıtın ismi, 2003 yılında ölümünün ardından 'Gelendost Özgürlük Meydanı ve Anıtı' olarak değiştirildi.

Ancak, bu sabah Gelendost Özgürlük Meydanı ve Anıtı'nın bulunduğu arazinin kendilerinin özel mülkiyeti olduğunu ileri süren Muhammet Karapınar tarafından dozerlerle yıktırıldı. Molozları çöplüğe taşındı.

Yıkılan Gelendost Özgürlük Meydanı ve Anıtı'nın bulunduğu yerde toplanan çevre dostu Mümtaz Özçelik, Gündoğan Peynir Çiçeği Gönüllüleri Derneği Başkan Yardımcısı Tomur Kaş, Tema Vakfı gönüllüleri ve Bodrumlu çevreciler bugün eylem yaptı. 13 yıldır her 2 Mart'ta Saynur Gelendost'u Özgürlük Meydanı ve Anıtı'nda andıklarını belirten Peynir Çiçeği Gönüllüleri Derneği Başkan Yardımcısı Tomur Kaş, şöyle dedi;

"Diğer zamanlarda ise birçok basın açıklamasına sahne olan bir anıtın, eserin bir gecede kaldırılmasının şokunu yaşıyoruz. 21 yıldır duran bir eser, bir gecede yok oldu. Yaptığı eylemlerle sadece Türkiye'de değil dünyada çevre ve doğa tahribatına dikkat çeken bir kişinin adını taşıyan meydan ve anıt nasıl yıkılır? Dün içime doğmuş gibi son fotoğrafını çekmiştim ve sizinle paylaşıyorum. 21 yıl sonra buranın kendi arazisi olduğunu söyleyen Muhammet Karapınar'a "Bize kısa bir süre verin bu eseri olduğu gibi mahallenin uygun bir başka köşesine taşıyıp, Gelendost'un anısını yaşatalım' dedik. Çünkü, belediye ile yer konusunda görüşmelerimiz devam ediyordu. Bu sabah, meydan ve anıtın yıkıldığını görünce şaşırdık. Nasıl böyle bir şeyi yapabilirler aklımız almıyor. Gelendost'u unutturamamak için dernek olarak aynı eseri bir başka yere yapacağız."

"DİĞER KAMU MALLARINA DOKUNULMAMIŞ, KASIT VAR" İDDİASI
Gelendost ile birlikte proje haline getirip eseri yapan Mümtaz Özçelik ise "Burası tam 25 yıldır kamunun kullandığı bir alan. 'Mal sahibiyim' diyen kişi, dönemin belediyesine 'kamu' kullanabilir diyerek yazı vermiş. Ama mal sahibi buradaki kamu malı olan otopark, arıtma tesisi terfi ünitesi ve halk tuvaletine dokunmayıp, sadece Gelendost Özgürlük Meydanı ve Anıtı'nın yok etmiştir. Burada kasıt arıyoruz" diye konuştu.

Yaklaşık 20 kişilik grup, açıklamaların ardından eylemlerine son verip, dağıldı.

KARAPINAR; ORADA ÖZEL MÜLK YAZIYOR
DHA muhabirinin telefonla ulaştığı Muhammet Karapınar ise söyleyecek fazla bir şey olmadığını belirterek, "Görüleceği gibi o alanda 'özel mülktür' yazıyor" dedi.

Muğla bölgesinde bulunan 3 termik santrale karşı verdiği mücadele ile tanınan ressam Saynur Gelendost, solunum yetersizliği nedeniyle kaldırıldığı Bodrum Devlet Hastanesi'nde, 2 Mart 2003 tarihinde, 73 yaşındayken yaşamını yitirmişti. Abdi İpekçi Barış Ödülü sahibi olan Gelendost, aynı zamanda Bodrum Gönüllüleri Derneği'nin kurucularındandı.


Odatv, 24.01.2017

FOTOĞRAFTAKİ MASANIN İZİNİ SÜRÜP TARİHİ ESERLERE ULAŞTILAR

İzmir’de tarihi eser kaçakçıları, satmak istedikleri parçaları bir masanın üzerine koyup fotoğrafını çekti. Polis masadan yola çıkarak kaçakları yakaladı.

Selçuk İlçe Jandarma Komutanlığı ekipleri, bir kişinin elinde tarihi eser bulunduğu ve fotoğrafla tanıttığı 11 parça eseri 2 milyon liraya satmak istediği bilgisine ulaştı. Eserlerin yeri ve satıcıyı belirlemeye çalışan jandarma, tarihi eserlerin pazarlanması amacıyla çekilen fotoğrafa ulaştı. Bizans ve Roma dönemine ait demeter bahar tanrıçası heykel başı, altın para ve mühür bulunan fotoğrafları inceleyen ekipler, bir köy evinde çekildiğini tahmin ederek Selçuk’un üç mahallesinde araştırma yaptı. 60’a yakın kişiyle görüşen jandarma, fotoğrafta bulunan masa, koltuk gibi detaylardan yola çıkarak evin sahibine ulaşmaya çalıştı. İki gün boyunca yapılan araştırma sonrası, fotoğrafın çekildiği evin Sefer D.’ye (43) ait olduğu tespit edildi.

İKİ KİŞİ GÖZALTINA ALINDI
Sefer D.’nin Kalealtı’ndaki evine yapılan baskında 43 adet tarihi eser bulundu. Uyuşturucu ve hırsızlık suçundan sabıkası bulunan Sefer D. ifadesinde tarihi eserleri 10 gün önce arkadaşı Mustafa A. (45) ile Efes antik kentinde taş toplarken bulduklarını ve tarihi eser olduğunu anlayınca satma planı yaptıklarını itiraf etti. Gözaltına alınan Mustafa A.’nın evinde de değişik dönemlere ait 15 parça tarihi eser, dedektör ve pusula bulundu. Ele geçirilen toplam 58 adet tarihi eser Efes Müze Müdürlüğü’ne teslim edilirken, gözaltına alınan Sefer D. ve Mustafa A.’nın sorgusunun sürdüğü belirtildi.

Habertürk, Haber: Mehmet İnmez, 24.01.2017

AYDIN'DA HIRSIZLAR 2 BİN 350 YILLIK TARİHİ ÇALDILAR

Aydın’da şehrin sembolleri arasında yer alan ve tarihi MÖ 334 yılına kadar dayanan Tralles antik kentinin tarihi eser deposu kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce soyuldu.

Polis ekipleri antik kentte sabaha kadar hırsızları aradı. Kaçakçıların yolda giderken eserlerden birini düşürmesi sonucu ortaya çıkan ilginç hırsızlık olayının ardından polis ekipleri sabaha kadar el fenerleri ile yaklaşık 150 dönümlük antik kent içinde hırsızları aradı.

Olay gece saat 21:00 sıralarında ortaya çıktı. Edinilen bilgiye göre; Yıllardır kazıları devam eden ve çıkan birçok tarihi eserin saklandığı Tralles antik kentinin kilitli, çevresi tel örgülerle çevrili ve aynı zamanda elektronik güvenlik sisteminin de mevcut olduğu belirtilen depoya tarih kaçakçıları ya da hırsızlar girdi. Tel örgüleri kesip merdivenle deponun çatısına yakın pencerelerinin demir parmaklıklarını keserek içeri girdiği öğrenilen kişiler tarihi eserleri çalıp kaçtılar. Kaçarken çaldıkları bazı eserleri de düşürdüğü öğrenilen tarihi eser kaçakçısı ya da hırsızların yakalanması için Aydın Polis bölgede operasyon yaptı.

İlk önce antik kent ve çevresinden gelen tüm yolları tutan polis ekipleri bölgeden gelen tüm araç ve kişileri didik didik aradı. Bir yandan da deponun bulunduğu 2 bin 350 yıllık Tralles antik kentine gelen polis ekipleri el fenerleri ile zifiri karanlıkta kaçakçıları aradılar. Kaçakçılar henüz yakalanamazken polisin arama ve olay yeri inceleme çalışmalarının devam ettiği belirtildi.

Aydın’ın Kemer Mahallesi yakınlarında bulunan Tralleis antik kenti Argoslular ve Tralleis’liler tarafından kurulduğu biliniyor. Menderes Havzasının verimli toprakları üzerine kurulmuş olan bu kent MÖ334’te İskender tarafından alınmasından sonra Hellenistik Krallıklar arasında sık sık el değiştirdiği için pek çok medeniyete ait kıymetli eserlerin bulunduğu antik kentler arasında yer alıyor. Roma dönemine ait bir hamam, tiyatro, agora, ve stadyumun bulunduğu Tralles Antik kenti ilk çağda ürettiği deriler ve kırmızı renkli çanak çömlek, Apollonios ve Tauriskos isimli iki büyük yontu ustasını ve Ayasofya’ın mimarlarından Anthemios’u da yetiştiren kent olarak da biliniyor.
Milliyet, 24.01.2017

ARKEOLOJİK KAZIDAN SERVET ÇIKTI



Çin'de yapılan arkeolojik kazılar sırasında uzmanlar, buldukları bir mezarı açtıklarında gördükleri karşısında gözlerine inanamadılar.



Altın, zümrüt ve kehribar gibi değerli madenlerle dolu olan mezar eski bir geleneğine göre defnedilmiş.



İşte o mezarın içinden çıkanlar...





Habertürk, 23.01.2017
2 BİN 400 YILLIK GÖLYAZI TURİZM MERKEZİ OLUYOR

Tarihi Kız Adası’ndaki Apollonia Tapınağı ve 4 bin kişilik anfi tiyatro için kazı çalışmaları başlıyor. Yarımada’ya araç girişi yasaklanacak ulaşım 2 tren ve elektrikli bisikletler ile yapılacak. Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey “İğneyle kuyu kazıyoruz. Ama sürprizlerimiz olacak" dedi.

Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, Uluabat Gölü kenarındaki 2400 yıllık tarihi Gölyazı Köyü'nün kısa süre içerisinde Türkiye’nin en önemli turizm merkezleri arasına gireceğini söyledi. Uluabat Gölü'nde kısa sürede göl kuşu ile tekne gezintisi yapılacak, yarımada’ya araç girişi yasaklanacak, ulaşım 2 tren ve elektrikli bisikletler ile yapılacak.

Bölgede devam eden arkeolojik kazı çalışmaları sırasında Apollonia Tapınağı'nda 4 bin kişilik dev bir anfi tiyatro izlerine rastladıklarını belirten Bozbey, "Kazılar sırasında çok değerli hazineler bulduk. Gün yüzüne çıkacak olan bu değerler  Gölyazı’yı Türkiye’de önemli bir konuma getirecek" dedi.

Tarihi köyü turizm merkezi haline getirmek için kolları sıvayan Nilüfer Belediyesi bölgede köklü değişiklikler ile ses getirecek yeni projelere imza atıyor.

Gölyazı Köyü'nün sadece Bursa için değil Türkiye içinde çok önemli bir turizmi merkezi olduğunu belirten Başkan Mustafa Bozbey, "2400 yıllık bir tarihe sahip Gölyazı'da çeşitli projeler yapıyoruz. 2009’da bize bağlanmasıyla birlikte turizm alanındaki projeleri hayata geçirmenin doğru olduğunu düşündük.  Bir çok adım attık arkeolojik olarak da çalışmalarımızı yürütüyoruz. İlk etapta "sağlıklaştırma" dediğimiz yöntemi uyguluyoruz. Binalarımızı valiliğimizin desteğiyle tamamen yeniliyoruz. Bölgedeki alt yapı çalışmalarında diğer kurumlarla da toplantılar yaparak bir yere geldik. Nilüfer Belediyesi olarak Gölyazı'daki tarihi koruma ve tarihi geleceğe aktarma yolundaki çalışmalarımızı hızla yürütüyoruz" dedi.

"KAZIDA ORTAYA ÇIKAN DEĞERLER GÖLYAZI'YI TÜRKİYE'DE ÖNEMLİ BİR YERE GETİRECEK"
Bölgede 2400 yıllık bir tarihe sahip alanda nekrapol alanında kazı çalışmalarının devam ettiğini belirten Mustafa Bozbey, "Kazılar sırasında çok değerli ürünlere, hazinelere rastladık. Müze müdürlüğümüz ve Uludağ Üniversitesi'yle birlikte çalışıyoruz.  Çıkan her türlü değerli obje ve eşya envantere dahil oluyor.  Bölge, yerli ve yabancı turistleri gezdirebileceğimiz bir alan olarak da gün yüzüne çıkıyor"dedi.

Yarımadada Kız Adası olarak bilinen bölgede bulunan Apollonia tapınağının tamamen temizlendiğini ve bölgedeki kazı çalışmalarına kısa bir süre sonra başlanacağını belirten Mustafa Bozbey," Apollonia tapınağının izlerine rastlamak bizleri çok heyecanlandırdı. Aynı bölgede  4 bin kişilik bir anfi tiyatro var. İnanılmaz değerli. Anfi tiyatro ile ilgili kazı çalışmaları için hazırlık yapıyoruz.  Biraz zaman alacak, çünkü değim yerindeyse iğneyle kuyu kazıyoruz. Ama bu bölgede sürprizlerimiz var.  Bu kazı çalışmalarında gün yüzüne çıkacak olan bazı değerler inanıyorum ki Gölyazı'yı birkaç kat daha popüler hale getirecek.  Türkiye’de önemli bir noktaya getirecek. Ama burada  bizim isteğimiz arzumuz Gölyazılıların Mahallelerine sahip çıkması.

Üzülerek belirtmek isterim ki, 2009’dan bu yana Gölyazı'ya sahip çıkılmamış. Bu alışkanlık yavaş yavaş kırılmaya başladı. Gölyazı halkının geleceği turizmdedir. Turizm alanında değerlendirilirse bölge halkının geleceği garanti altındadır" dedi
Milliyet (Kısaltarak), 23.01.2017

KEMER'DEKİ SELÇUKLU AV KÖŞKÜ'NDE RESTORASYON ÇALIŞMALARINA DEVAM EDİLECEK

Kemerdeki Selçuklu Av Köşkü’nde restorasyon çalışmalarına devam edileceği bildirildi.

Antalya Rölöve ve Anıtlar Müdürü Cemil Karabayram, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Kemer İlçesi'ndeki Selçuklu Av Köşkü’nün restorasyon ihalesini alan firmanın gerekli şartlara uymadığı gerekçesiyle çalışmalarının durdurulduğunu hatırlattı.

Av köşkünden alınan harç örneklerinden, yapıda 1925-1930 yıllarında bir uygulama yapıldığını tespit ettiklerini belirten Karabayram, Cumhuriyet döneminde av köşkünde bazı onarımların yapıldığını belirlediklerini ifade etti.

Karabayram, av köşkü ile ilgili bilim heyeti kurulduğunu anlatarak, şöyle konuştu:

“Restorasyon çalışmalarına devam edilecek. Bilim heyeti kuruldu. Heyetin görüşleri doğrultusunda projeler tekrar çizilecek. Bölgenin deprem bölgesi olması nedeniyle yapıldığı tarihi içeren daha sağlam ve kalıcı restorasyon ve harç yöntemleriyle turizme kazandırılacak. Bu kapsamda yapının yağmura ve iklimsel koşullara terk edilmemesi için Antalya Valisi Münir Karaloğlu başkanlığında ve Valiliğin sağlamış olduğu ödeneklerle köşk, gelecek nesillere aktarılacak. Köşk, bölgeye ve turizme kazandırılması için sergi amaçlı toplantılar ve çeşitli faaliyetlerin yürütüleceği sosyal bir merkez haline getirilecek. Yapılan çalışmalar tekrar gözden geçirildi. Tescilli taşınmaz kültür varlıkları kapsamında gerekli tedbirler alınacak.”

Anadolu’da bilinen 3 av köşkünden biri olan yapının 1230-1248 yılları arasında inşa edildiği tahmin ediliyor.
Kemer Gözcü, 23.01.2017

150 YILLIK BİNA DAHA FAZLA DAYANAMADI

İzmir'in Tarihi Kemaraltı Çarşısı'nda bulunan tarihi binalardan biri daha bakımsızlık nedeniyle çöktü. Zemin kattaki dükkanda çalışan demirci ustası Özdemir Erol ise son anda binadan çıkarak yıkıntının altında kalmaktan kurtuldu.



Tarihi Kemeraltı Çarşısı'nda bulunan 150 yıllık 2 katlı bina çöktü. Yıkılma tehlikesine karşı sac malzeme ile önlem alınan bina daha fazla dayanamadı. Binanın yıkıldığı anda sokağın boş olması olası faciayı önledi.



Yıkılan binanın altında 15 yıldan bu yana dükkanı bulunan demirci ustası Özdemir Erol kendisini dışarı atarak mucize kabilinden kurtuldu. Binanın bulunduğu 800 sokaktaki esnaf binanın sahipleri tarafından kaderine terk edildiğini, yıkılmaması için sac malzemelerle önlem alındığını, bunun da kar ve yağmur karşısında fazla dayanamadığını söyledi. 

Demirci ustasının dışında zemin katının bir bölümü hurdacılar tarafından depo olarak kullan binanın büyük gürültüyle yıkıldığını anlatan bir esnaf ise, hemen dışarı çıktıklarını, kimsenin yaralanmamasının mucize olduğunu söyledi.

İhbar üzerine olay yerine gelen polis ekipleri güvenlik nedeniyle sokağı şerit çekerek yaya ve araç girişine kapattı. Daha önce de çarşıda bir çok eski yapının çöktüğünü diğer binalarda da yıkılma tehlikesi olduğunu belirten esnaflar, yetkililerin önlem almak yerine, binalar yıkıldıktan sonra geldiğini öne sürdü.

Denetim yapılmadığını söyleyen esnaf, birçok binada yıkılma tehlikesi olduğunu acil olarak önlem alınmasını istedi.
Hürriyet, Haber: Mustaaf Oğuz, 23.01.2017
KEOPS PİRAMİTİNE TIRMANAN GENÇ SERBEST BIRAKILDI

Mısır'daki Keops Piramidi'ne tırmanan ve bu yüzden gözaltına alınan Fatih Kömürcü, fotoğrafları silmesi şartıyla serbest bırakıldı.

Arkeofili sitesinin haberine göre Mısır’daki Keops Piramidi’ne tırmandığı için gözaltına alınan 23 yaşındaki Fatih Kömürcü, fotoğraf ve videoları silmesi koşuluyla 24 saat sonra serbest bırakıldı.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğrencisi Fatih Kömürcü, daha önce Alman ve Rus turistlerin piramitlere tırmandığını bildiğini, piramitlerin ihtişamını görünce kendisini tutamadığı ve birden içindeki hisse kapılarak 7 dakika gibi kısa bir sürede kendini Keops’un zirvesinde bulduğunu söyledi.

Zirvede çok muhteşem bir manzara olduğunu dile getiren Kömürcü, “Tırmanmak beklediğimden de kolaydı. Ancak iniş çok daha zor oldu. Beni epey uğraştırdı. Tırmanma esnasında görevli polislerin geri dönmem için beni Arapça ve İngilizce olarak uyardığını hatırlıyorum. Ancak ben artık başka bir dünyadaydım ve onları duyacak psikolojide değildim, kendimi iyice kaptırmıştım. Orada bulunan yabancı turistlerin de beni alkışladıklarını hatırlıyorum.” dedi.

'FOTOĞRAF VE VİDEOLAR SİLİNİRKEN GÖZYAŞLARIMI TUTAMADIM'
Aşağı indikten sonra karakola götürüldüğünü ve polislerin kendisine iyi davrandığını anlatan Kömürcü, “Fotoğrafları ve görüntüleri silmek şartıyla beni serbest bırakacaklarını söylediler ama kabul etmedim. Bu nedenle gözaltına aldılar. Bir gece nezarette kaldıktan sonra daha fazla dayanamayacağımı anladım ve zirvede çektiğim bütün görselleri silmeyi kabul ettim. Savcılıkta, çektiğim fotoğraflar ve videolar silinirken gözyaşlarımı tutamadım ağladım. İnternetten indirdiğim bir program sayesinde bazı fotoğrafları kurtarmayı başardım, ancak videoları henüz kurtaramadım.” dedi.

Nezarette bir gece tutulan Kömürcü, Türkiye Büyükelçiliğinden yetkililerin yakından takip ettiği ve büyükelçilik avukatının da hazır bulunduğu sorgulama sonucu Kömürcü, serbest bırakıldı.

3 YILA KADAR HAPİS CEZASI
Daha önce 2016’nın Şubat ayında Alman bir turist Gize Piramidi’nin zirvesine tırmanmıştı. Alman genç Andrej Ciesielski, 138.8 metre yüksekliğindeki yapıyı izinsiz olarak tırmandı ve tırmanışın 8 dakikalık bir videosunu çekmişti.

Mısır Eski Eserler Bakanlığı, Mısır’daki Alman elçiliği ve diğer ilgili makamlara hitap ederek, Gize Piramidi’ne tırmanan Alman’ın tekrar Mısır’a girmesinin yasaklanması için gerekli işlemlerin yapılmasını istemişti. 18 yaşındaki Alman genç tırmanışının bir videosunu ve fotoğraflarını da internette yayınlamıştı.

Mısır yasalarına göre, izinsiz olarak piramitlere tırmanmanın 3 yıla kadar hapis cezası bulunuyor.
Hürriyet, 23.01.2016

TARSUS 70 GÜNDÜR KAZIYLA YATIP KAZIYLA KALKIYOR

Mersin'in İlçesi Tarsus’ta, cinayet dosyasının 5 yıl sonra yeniden açılmasının ardından başlayan ve 70 gündür süren gizemli define kazısından başka bir şey konuşulmuyor.



Mersin’in, tarihi Hititler’e kadar uzanan 326 bin nüfuslu İlçesi Tarsus’un 82 Evler Mahallesi, 70 gün önce başlatılan gizemli bir kazıyla çalkalanıyor. İlçe sakinleri ne konuşursa konuşsun, söz dönüp dolaşıp o kazıya geliyor.



5 yıl önce defineciler tarafından öldürüldüğü öne sürülen polisin, o dönem emniyetin izniyle kiraladığı evin avlusunda süren kazıyı yetkililerden başka gören yok. Evlerin arasındaki kazı alanı brandayla kapatılmış. Görüntülemek mümkün değil. Güvenlik güçleri, her an nöbette.

Ama “hayalet kazı” için söylentiler ayyuka çıkmış durumda. Kazının gizemi, esrarengiz olayların araştırılması konu edilen X-Files dizisini bile geçmiş durumda. Kimi “30 ton altın var”, kimi “30 altın şamdan çıktı”, kimi de “Roma İmparatoru Dakyanus’a ait hazine var” diyor. 

Yetkililerin farklı açıklamaları ise gizemi daha da artırıyor. Resmi izinle yapılan kazıyla ilgili, yerel yöneticiler “özel bir durum” olduğu için müdahale etmemeleri yönünde talimat verildiğini söylüyor.

Polis cinayeti dosyasının yeniden açılmasının ardından başlayan kazı, her yönüyle gizemini koruyor. İşte, Habertürk muhabirlerinin yerinde araştırdığı ‘hayalet kazı’nın hikayesi: Süreç 2011’de, bölgede definecilerin yaptığı kaçak kazıyla başladı. 

Trafik polisi Mithat Erdal (42) tarihe meraklıydı. Bu merakı Erdal’ın yolunu definecilerle buluşturdu. Kaçak kazı yapacaklarını öğrenince, emniyete bilgi aktarmaya başladı.  

İddiaya göre 2011 Kasım ayında defineciler bir lahit mezar buldu, içinde de 32 altın şamdan, altın sikke ve taslardan oluşan paha biçilmez hazine vardı. Verdiği bilgilerle 7 kişi tutuklandı.

Polis memurunun eşi Sibel Erdal’ın iddiasına göre operasyondan birkaç gün sonra dönemin İlçe Emniyet Müdürü Yaşar Aksoy, Mithat Erdal’ı makamına çağırıp “KOM (Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele) Müdürü ile konuş ve bildiklerini anlat. 

Fakat bu konuyu benimle çok fazla istişare ettiğini söyleme” dedi. Sibel Erdal, görüşmeden sonra eşinin kendisine “KOM Müdürü işin içinde” dediğini belirterek şunları aktardı: “Eşim ‘Basına bir şey bulunmadığını söylediler.  

Baskın öncesi bulunanlar KOM Müdürü ile defineci Ertan tarafından kaldırılıp hazine iç edildi’ dedi. Müdürler ‘Kazı boş çıktı’ diye rapor düzenlemiş. Mithat, Ankara’ya gidip her şeyi anlatacağını söyledi. ‘Başıma bir şey gelirse bundan amirlerim ve definecilikten tutuklanan 7 kişi sorumludur’ dedi.”

Mithat Erdal, bu sözlerinden 11 gün sonra 28 Ocak 2012’de esrarengiz bir cinayete kurban gitti. Önce, kendi silahıyla arkadaşıyla şakalaşırken öldüğü öne sürüldü. Cinayeti itiraf eden Hüseyin Yasak 25 yıl hapse çarptırıldı. Ancak Sibel Erdal olayın peşini bırakmadı. 

15 Temmuz darbe girişimi sonrası İlçe Emniyet Müdürü’nün FETÖ’den tutuklanması, KOM Müdürü’nün de açığa alınmasının ardından savcılığa dilekçe verdi. Cumhurbaşkanı’nın bir mitinginde korumasına mektup verdi ve Tarsus Savcılığı cinayet ve define dosyasını yeniden açtı.

Ardından 13 Kasım’da öldürülen polisin kiraladığı ev ile definecilere ait 3 evin ortak avlusunda kazı başlatıldı. Ankara’dan gelen 20 kişilik ekibin yürüttüğü kazı için sokak kapatıldı, sadece mahalle sakinlerinin giriş çıkışına izin verildi. 

Avlu mavi brandayla kapatıldı, bölge sit alanı olmasına karşın Müze Müdürlüğü yetkililerine “Özel bir çalışma yapılacak” denilerek uzak durmaları istendi.  

İlçe emniyeti ekiplerinin dahi uzak tutulduğu kazı alanında ilk günler çevre binalara keskin nişancılar yerleştirildi. Son günlerde ise Özel Harekatçılar görevi sivil güvenlikçilere devretti. 24 saat süren çalışmada iş makinesi kullanılmıyor.

İlçe sakinlerinin 70 gündür konuştuğu belki de tek konu bu kazı. Mahalledeki bir işyerinde çalışan Emine Gül Karabakır, “Bilgi sahibi değiliz, meraktayız. Öyle ki iki kişi bir araya geldiği zaman söz dönüp dolaşıp, kazıya geliyor. Farklı farklı yorumlar yapılmasına rağmen kimse tam olarak ne arandığını bilmiyor” diye konuştu.

Market işletmecisi H.K. da ilçedeki durumu şöyle anlattı: “Kazı alanında çalışanlar arada bir buradan ufak tefek ihtiyaçlarını gideriyor. 

Ama bir şey sormaya korkuyoruz. Sabah işyerine geliyoruz bu konuyu konuşmaya başlıyoruz. Akşama kadar aynı şeyler. Herkes ayrı bir senaryo yazıyor. Doğrusu nedir bilen yok.”  

Kazının sürdüğü alanın, Tarsus’un en eski yerleşim yerlerinden biri olduğunu belirten bir mahalle sakini ise “Sürekli dedikodu yayılıyor. ‘30 ton altın bulundu, heykeller bulundu, sizin bilginiz var mı?’ diye bizlere soruyorlar. 

Hava karardıktan sonra, kamyonetlerle molozlar götürülüyor. Küçük siyah çantalarla bir şeyler taşınıyor. Biz de merak içerisindeyiz” dedi.

Polis, etrafı brandayla çevrilen kazı alanına kimseyi yaklaştırmıyor. Mahalleli ise hava karardıktan sonra kamyonetlerle molozların götürüldüğünü, küçük siyah çantalarla bir şeylerin taşındığını anlatıyor.

Son olarak geçen hafta bölgeye giden CHP Mersin Milletvekili Aytuğ Atıcı kazı hakkında bilgi almak ve inceleme yapmak istedi. Yetkililerin ‘gizlilik kararı’ olduğunu söyleyip kendisini alana sokmadığını belirten Atıcı, TBMM Başkanlığı’na soru önergesi verdi. 

Vatandaşların tedirginlik yaşadığını belirten Aytuğ Atıcı şu ifadeleri kullandı: “Kazı alanında Roma İmparatoru Dakyanus’a ait çok önemli hazineler bulunduğu ve Hıristiyanlığın ilk dönemlerine ait önemli eserler ve kalıntılar olduğu iddia edilmektedir.  

Bu sebeplerden çeşitli dönemlerde define aramaları yapıldığı, bu süreçte mafya hesaplaşmalarına bağlı cinayetler işlendiği iddiaları gündemdeki yerini korumaktadır.”
Habertürk, Haber: Beycan Üçkardeş - Hakan Bulut, 22.01.2017

"SADECE FEYHAMAN DEĞİL, BİR DÖNEM SERGİLENİYOR"

Açılışından hemen sonra, soluğu “Feyhaman Duran-İki Dünya Arasında” Sergisi’nde aldık. Çok şanslıydık, çünkü rehberimiz S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi’nin efsanevi müdürü Dr. Nazan Ölçer’di. “Geçmişi anlamadan Duran’ın eserlerini anlamak mümkün değil” diyor Ölçer. Bu nedenle sergi girişinde kronolojik bilgi panoları karşılıyor sanatseverleri... Filmlerden de yararlanılmış. Pardon, biz hemen daldık konuya! Buyurun beraber gezelim...

OSMANLI RESSAMLAR CEMİYETİ
1886’da aydın bir Osmanlı ailesinde doğuyor Feyhaman Duran. Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nde eğitim görüyor. Devlete nitelikli bürokrat yetiştirmek olan bu okul Duran’ın hayatında önemli bir yere sahip. Çünkü 10 yaşında yatılı bırakılıyor, 18’ine kadar burada kalıyor. 1911’de Abbas Halim Paşa’nın desteğiyle gittiği Paris’te, Académie Julian ve École des Beaux-Arts’da eğitim alıyor. Burada yalnız değil, başka Türk ressamlar da var. Paris’ten döndüğünde diğer sanatçılarla beraber Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin faaliyetlerine katılıyor. O dönem Beyoğlu’nda resim sergileme imkanı olan yerler dikkat çekici. Bazıları büyük kırtasiye dükkanları, pastaneler ve lokantalar... 1919’da öğretmen olarak atandığı İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’ndeki (Kız Güzel Sanatlar Okulu) görevini, kurum Sanayi-i Nefise Mektebi’yle birleştirilip Güzel Sanatlar Akademisi adını aldıktan sonra da sürdürüyor.

Duran, 1920’da İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nden öğrencisi olan Güzin Hanım ile evleniyor. Sanatçının yaşamında Güzin Hanım’ın etkisi büyük. Zira eserlerinde kendisinin portrelerini de görüyorsunuz. 1926’da Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrencilerin çıplak model üzerinde çalışabildiğini de öğreniyoruz Nazan Ölçer’den. 1933’te ise üniversite reformuyla adı İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülen Darülfünun’un akademik kadrosundaki isimleri ve dönemin entelektüel çevrelerinin portrelerini yapıyor Duran. Aynı zamanda ilki 1916’da açılan Galatasaray Sergileri’ne katılıyor düzenli olarak.

Sergiyi gezerken en dikkat çeken detaylardan biri de Duran’ın babası Hayri Bey’in vasiyetinin bulunduğu Pend-i Hayri adıyla izleyiciyle buluşan panoda Hayri Bey uzunca nasihatlerini şöyle sıralıyor: “Sen dahi lütfunu minnetsiz kıl, kime lütfeylersen bir sen bil, mal biriktirmek için zillet etme, müsrif olup da sefahat etme, masrafını uydurup gelirin ile, yaşa git ailen evladın ile, olma tamah sahiplerine ahbab, para sevdalısı olma ashab...” “Duran’ın hayatında babasının kaybı önemli” diyor Ölçer, “Babasını 6 yaşındayken kaybediyor Feyhaman. Şair bir aileye doğduğu için Batı’ya gitse bile o kültürün dışına çıkmıyor. Babasının fotoğrafından yaptığı portresi ve eşyalarıyla yaptığı bir kompozisyon bulunuyor”. Zaten serginin adından da anlaşılacağı gibi “İki Dünya Arasında”daki hayatı, birbiriyle iç içe geçmiş halde çok güzel anlatılıyor. Aynı bölümde Duran’ın Paris’te yanında olan resim malzemeleri, Galatasaray yazan kol düğmeleri, gözlüğü, hasır şapkası ve not defteri sergileniyor.

ATATÜRK VE İNÖNÜ PORTRELERİ...
1938’de memleket sergileri için eşiyle birlikte Gaziantep’e gönderiliyor. Orada da bölgenin resimlerini yapıyor, fotoğraflarını çekiyor Duran. Sanatçıların değişik şehirleri görmeleri için benzersiz bir şans yakalıyor. Daha sonra 1943’lere gelindiğinde eşiyle birlikte Topkapı Sarayı’ndaki tabloları, dolap bezemeleri ve nakışları onarıyorlar. Topkapı içerisinde yaptığı resimler çok güzel... Hat çalışmalarını da hiç bırakmamış. Güzel yazı örnekleri, Kuran’dan ayetler ve minyatür çalışmalarının sergilendiği bir başka bölüm de izleyiciye sunuluyor.

Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’ndeki yöneticilik çalışmalarıyla başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere İsmet İnönü ve Hasan Ali Yücel’e kadar Cumhuriyet’in şekillenmesinde rol sahibi birçok önemli ismin portrelerini yapma imkanı buluyor Duran. Portreler o kadar gerçek ki heyecan yaratıp başınızı döndürebilir. Serginin son bölümünde ise evinden bazı bölümler, gündelik hayatını ve çalışma ortamını anlatan düzenlemelerle müze ortamına taşınıyor. Şimdi Dr. Nazan Ölçer’e kulak verelim...

‘BİRKAÇ TABLO ALACAKTIM, HEPSİNİ VERDİLER’
Feyhaman Duran’ın eserlerine nasıl ulaştınız, sergi yapma fikri nasıl doğdu?

Müzemizin kuruluşunun 15. yılına bu dev sergiyle adım atmaktan büyük mutluluk duyuyoruz. Geçtiğimiz sene doğumunun 130. yılı olan Feyhaman Duran’ın eserlerini büyük bir içerik zenginliğinde sunabilmemizi, en başta İstanbul Üniversitesi’yle yaptığımız işbirliğine borçluyuz. Feyhaman Duran’ın çocukları olmadığı için Süleymaniye’deki eviyle birlikte tüm resimlerini İstanbul Üniversitesi’ne bağışladı. Türkiye’de bu çapta bir bağış az görülür, bu öncü bir bağış. Selim Turan’ın ailesi de elindekileri bağışlamıştı, bu iki koleksiyon İstanbul Üniversitesi’nin merkez binasındaki büyük bir salonda sergileniyordu. İlk gittiğimde eserlerin çokluğu karşısında şaşırdım. Feyhaman’ın evine gitmiştim, harap durumdaydı. 2012’de rektörle görüşmek üzere merkez binaya gittim. Birkaç tablo almak istedim, başka yerlerden de alacaktık. Büyük bir sergi planlanıyordu. Koleksiyon sahipleri hiçbir zaman “Aman ne isterseniz alın” demez. Az eser vermeye çalışılır. Genel sekreter ve yardımcısı “Biz bir görüşelim” dediler ve ortadan kayboldular. Vermeyeceklerini düşündüm. Sonra geldiler ve “Nazan Hanım sizi tanıyoruz, güveniyoruz. Acaba bu eserlerin hepsi bir süreliğine size ödünç verilemez mi?” dediler. Çünkü merkez bina büyük bir onarıma girecekti ve bu eserleri nerede muhafaza edeceklerini bilmiyorlardı. Tabii bu duyulmamış, görülmemiş bir teklif. Batı’da yapılır. Ama bizde pek örneği yoktur. Koleksiyon için 24 saat kameralı ve iklim kontrollü bir alan yarattık, bu eserler ilk defa bu kadar değer gördü. Tabii bizim sergimizin boyutu ve zamanlaması değişti. 2017’nin ilk sergisi olarak açıldı.

EŞSİZ BİR DÖNEM SERGİSİ
Feyhaman Duran sergisiyle nelere tanıklık ediyoruz?

Feyhaman’ı anlamak için dönemi de tanımak gerekiyor. Bu uzun yaşam bize eşsiz bir dönem sergisi yapma şansı sundu. 1886’dan 1970’e kadar imparatorluğun son dönemi, 2. Meşrutiyet’le son parlak dönem... İnsanın aklı almıyor ki, coşkuyla kutlanan meşrutiyet 3 yıl sonra 1911 Balkan Savaşı’yla yerle bir oluyor. Savaşın acılarının ardından 1. Dünya Savaşı patlıyor. Böylece dünya değişiyor ve imparatorluk yıkılıyor. Bütün döneme şahit olan genç bir sanatçı Feyhaman. Dönemin aydın ailesi içinde doğmuş, baba şair, hattat... Anneyi çok genç kaybediyor. Sergiyi onun gözünden yapmaya çalıştık, ziyaretçinin de öyle izlemesini arzu ettik. Sadece Feyhaman’ı değil bir dönemi anlayacaklar.
Habertürk, Haber: Ekin Türkantoz, 22.01.2017

TARİHİ RUMELİ HAN İCRADAN SATILIK

Bugünlerde hepimizin yüreğini acıtan bir tartışma var. Beyoğlu ruhunu neden kaybetti? Şimdi anlatacaklarım çok değil 2012’ye uzanıyor. Yani sadece 4 yıl önceye ait.

Rumeli Han Beyoğlu İstiklal Caddesi’ne cıvıl cıvıl çalışan hanlarından biriydi. 1878’de Ragıp Paşa’nın ikameti için yapılan bu taş olma binanın alt katlarında da dükkanlar yer alıyordu. Binanın girişinde şapkacılar, şemsiyeciler, aksesuarcıların yanı sıra en az binanın kendisi kadar ünlü bir marka karşılardı insanları. Rebul Eczanesi. Rebul de 1895’ten beri oradaydı.

KONSER VERİYORLARDI
Hanın sakinleri de çok renkliydi. Kiracılar resim, fotoğrafçılık atölyeleri, tiyatrolar, konser ve dans mekanlarıydı. Hanın içinde dağcılık ve kaya tırmanışı yapılıyor, eğitimler veriliyor, Haymatlos ve Factory isimli mekanlarda Erkan Oğur, Metin-Kemal Kahraman gibi önemli isimler konserler veriyordu. 

İstanbul ve Beyoğlu dünya turizminde önemli bir destinasyon haline gelince Beyoğlu’nun tarihi hanlarının da talihi değişti. Artık tek amaç yatak kapasitesini arttırmak için otel ve alışveriş merkezi inşaa etmekti. Emek Sineması, İnci Pastanesi, Markiz gibi Beyoğlu’nu Beyoğlu yapan markalar da birer birer yok oldu gitti.

Rumeli Han da 2012 yılında Laleli’de dericilikle başlayan ve otelcilik ve turizme yönelen Taksim Hill, Art Otel, Kafkasya Otel Florya Konağı gibi otellerin sahibi Gevrekli Ailesi tarafından satın alındı.

Binanın 62 kiracısı 2014 yılına kadar çıkarıldı. Hilton zincirinin üst markalarından biri olmak üzere restorasyona girdi. O günlerde yapılan açıklamaya göre Hilton Worldwide, Curio-A Colellection by Hilton markasına Avrupa’da açacağı iki oteli ekleyecekti. 2017’de açılacağı belirtilen otelin 173 odalı, şık bir restoran ve bara sahip olacağı belirtiliyordu.

MAYISTA SATILACAK
Ne yazık ki Türkiye şimdi ekonomide zor günler yaşıyor. Beyoğlu ve İstiklal Caddesi de bundan nasibini alıyor. Markalar gidiyor, dükkanlar kapanıyor. Beyoğlu uzun zamandır ellerimizle yok ettiğimiz kimliğine bir de ekonomik darbe yiyor.

İcralar, iflaslar artarken Rumeli Han’dan da olumsuz bir haber var. Han icradan satışa çıktı. İcra ilamında değeri 29 dükkan ve 180 suit odalı otel taşınmaz kültür varlığı olarak tanımlanıyor. Değeri 450 milyon TL olarak belirlenen Rumeli Han için ilk açık arttırma 24 Nisan’da ikinci ise 22 Mayıs’ta yapılacak.

Geçmişinden koparılan Rumeli Han umarız eski günlerine döner!
Hürriyet, Haber: Jale Özgentürk, 22.01.2017

CAMİNİN TAŞLARI TAPINAĞIN ÇIKTI

Manisa’nın Yunusemre İlçesi'ndeki Aiol halkı tarafından Batı Anadolu'da kurulan 12 kentten biri olan 2 bin 800 yıllık tarihe geçmişe sahip Aigai antik kentinde yapılan kazı çalışmaları, 64 yıllık bir gerçeği ortaya çıkardı. Aigai antik kentindeki bilgelik tanrıçası olarak bilinen Athena'nın tapınağındaki taşların sökülerek taşındığını farkeden kazı heyeti, antik kente yakın yerleşim yerlerini mercek altına aldı. Yapılan incelemelerde tapınak taşlarının antik kente 8 kilometre mesafedeki Seyitli Mahallesi camisinin inşaatında kullanıldığı belirlendi. Gerçeğin ortaya çıkmasıyla mahalle sakinleri 64 yıllık camilerinin yıkılarak tarihi taşların geri alınmasından endişe etmeye başladı.

Seyitli Mahallesi'nde yaşayan Nazif Gürca da o dönemde mahallenin ileri gelenlerinin cami inşaatı için taşları Aigai antik kentinden getirdiğini doğruladı. Caminin yapımında kullanılan taşların neredeyse tamamının tapınak taşları olduğunu belirten Aigai Antik Kenti Kazı Heyeti Başkanı ve Manisa Celal Bayar Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Yusuf Sezgin ise hiçbir şekilde camiye müdahale edilmeyeceğini söyledi. Yrd. Doç.Dr. Sezgin, "Seyitli Mahallesi Camisi 1953 yılında inşa edilmiş. Özellikle caminin önünde görülen yüksek sütunların Athena Tapınağı'ndaki sütunlar olduğunu biliyoruz. Cami yapılırken oradan getirilerek kullanılmış. Kutsal bir yapıdan alınan taşlar başka bir kutsal yapıya taşınmış" dedi. 

Sezgin "Kutsal bir yapıdan alınan taşlar başka bir kutsal yapıya taşınmış" diyerek, camiye dokunulmayacağını söyledi.
Odatv, 21.01.2017

HEVSEL BAHÇELERİ ÖZEL PROJE ALANI İLAN EDİLDİ

Diyarbakır'daki 8 bin yıllık Hevsel Bahçeleri'nin akıbeti belli oldu. Hevsel Bahçeleri Dicle Nehri kıyılarını da kapsayacak biçimde baştan yaratılacak. Hevsel Bahçesi projesi kapsamına, Dicle üzerindeki tarihi 10 Gözlü Köprü de alındı.



Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Diyarbakır’da Kırklar Dağı’nın eteklerinde yer alan 8 bin yıllık Hevsel Bahçeleri’ni özel proje alanı ilan etti. Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki’nin haziran ayına kadar bitirilmesi talimatını verdiği çalışmayla, Hevsel Bahçeleri Dicle Nehri kıyılarını da kapsayacak biçimde baştan yaratılacak. Hevsel Bahçesi projesi kapsamına, Dicle üzerindeki tarihi 10 Gözlü Köprü de alındı.

Proje alanına bisiklet ve yürüyüş yolları, seyir terasları, ahşap banklar, spor alanları, 21 adet Çeşme, kameriyeler ve kır kahvesi yapılacak. Dicle kenarında da ahşap iskele yürüyüş yolu olacak. Bölgede mangal yakılması yasaklanacak. Hevsel’de 300 kişilik cami dışında yapılaşmaya izin verilmeyecek. Cami, pencerelerinden cam süslemelerine kadar Diyarbakır kültürünü ve mimarisini yansıtacak.

71 BİN AĞAÇ DİKİLECEK
Dicle kenarına, ileride bölgede tekne turları yapılabilmesi için tekne yanaşma alanları da yapılacak. Hevsel Bahçeleri’nde kamuoyundaki algının aksine çok az sayıda ağaç bulunduğunu belirten yetkililer, “Burası orman değil, bahçe. Sebze yetiştirilen, çevresinde meyve ağaçlarının olduğu bir yer. Biz buranın toprağına ve iklimine uygun türleri tercih ettik” dedi. Projeyle, bölgeye 71 bin ağaç, çiçek ve bitki ekilecek. Bahçeye, 2 bin 600 çiçek ekilecek. 65 bin metrekarelik alan da çimlendirilecek.

ZİYARET ALANLARI KORUNACAK
Ünlü “Suzan Suzi” türküsü bu bölge için yazılırken, türküde geçen “Kırklar Dağı’nın eteği” Hevsel Bahçeleri’ne işaret ediyor. Burada, halkın önem verdiği çeşitli ziyaret alanları ve kaynak suları bulunuyor. Proje ile türküde geçen bu alanlar da koruma altına alınacak. Bakanlık, Suriçi bölgesinde terörden zarar gören özellikli konutların yapım çalışmalarını da sürdürüyor. Alipaşa ve Lalebey Mahalleleri ile Kurşunlu Camii çevresinde yer alan kapılar onarılacak. Konutlar, restore edilcek ve güçlendirilecek. Yeni evlerin tamamı orijinal dokuya uygun olarak taştan yapılacak. Büyük bölümü avlulu olan binalarda, her avluya bir ağaç dikilecek. Yetkililer, “Eğer orijinal anıtsal konutta bir duvar eğriliği varsa onu dahi koruyoruz. Hiçbir evin fonksiyon değişikliği olmayacak” dedi.

Milliyet, 21.01.2017

TOPKAPI SARAYI DENİZE YÜRÜYOR!

Topkapı Sarayı’nın zemininde Sarayburnu’na doğru bir kayma ve zemin sıvılaşması tespit edildi. Binaların duvarlarında ve kubbesinde oluşan yarıkların zemindeki kaymanın etkisiyle oluştuğu sonucuna varıldı. Kültür ve Turizm Bakanlığı yapının kurtarılması için çalışmalara başladı.



Topkapı Sarayı Müzesi’nin duvarlarında ve kubbelerinde büyük yarıklar olduğunu Hürriyet 26 Eylül 2016’da gündeme getirmişti. İçinde Topkapı Hançeri, Kaşıkçı Elması, Nadir Şah Tahtı, Zümrüt Sorguç, Zümrütlü Maşrapa, Altın Miğfer, Hz. Osman’ın Kılıcı, Abanoz Taht gibi paha biçilmez eserlerin bulunduğu Fatih Köşkü çökme tehlikesi yaşadığı için ziyarete kapatılmıştı. Köşkün restorasyonu sırasında sıvaların raspalanması (soyulması) neticesinde ortaya çıkan durum uzman raporlarına şöyle yansımıştı: ‘‘Raspa sonrası ortaya çıkan deformasyonların büyüklüğü çatlak boyutunu aşarak ayrık ve yarık seviyelerine geldiği gözlemlenmiştir.’’

Topkapı Sarayını çökme noktasına getiren duvarlarında ve kubbelerinde oluşan dev yarıkların sebebi belli oldu. Tarihi yapının zemininde Sarayburnu’na doğru bir kayma ve zemin sıvılaşması tespit edildi. Sarayda oluşan yarıkların zemindeki kaymanın etkisi ile meydana geldiği sonucuna varıldı.

BÜYÜK PROJELER DE TETİKLEDİ
Kültür ve Turizm Bakanlığı uzman raporlarından sonra tarihi yapının kurtarılması için çalışmalara başladı. Uzun yılların ihmali göz önüne alınarak makyaj tabir edilen geçici onarım yerine çatlak ve yarıkların sebebi araştırıldı. Bu amaçla gerek köşkün içine gerekse çevreye 26 sondaj kuyusu açarak içine sismik hareketliliği ölçen inklinometre propları ile delgilerin tabanına zemindeki boşluk suyu basınçlarını ölçen piyezometre yerleştirildi. Bu cihazlardan alınan veriler GPRS aracılığıyla bir veri bankasına aktarılacak. Yetkililer bu cihazların amacının bugün için değil sarayın uzun yıllar izlenebilmesi için yapıldığını belirtiyor.

Son iki yıldır deprem kaynaklı sismik hareketler, Marmaray ve Avrasya Tüneli gibi büyük projelerin oluşturduğu zemin titreşimlerinin kaymayı tetiklediği düşünülüyor. Ayrıca 1920’li yıllarda yapılan saray drenaj sistemininde yer yer tıkanmalar, körelme veya atık suyun deşarj edilememesinin de zemin sıvılaşmasını artırdığı tahmin ediliyor.

KAYMA UZUN YILLAR İÇİNDE OLMUŞ
Metodolojik olarak sorunun tespitine yönelik çatlakların oluşmasında zeminsel etkilerin ağır bastığı görüldü. Yakın zamanda bölgede oluşan istinat duvarlarının yıkılma sebebinin de bu olduğu sonucuna varıldı. Tarihi yapının statik güçlendirme yöntemi belirlendi.

Kaymanın uzun yıllar içinde gerçekleştiği, bunda Topkapı Sarayı drenaj sisteminin eski olmasının ve sistemin yer yer çalışmamasının zemindeki sıvılaşmayı artırdığı düşünülüyor. Zemin etüt ve tasarım şirketi tarafından yürütülen çalışmalar sonucunda oluşan ön inceleme raporuna göre zemindeki bu kaymanın önüne geçebilmek için Fatih Köşkü ile aynı aks üzerinde bulunan Mecidiye Köşkü, Sarayın Mutfak bölümlerinin etrafı ile yamaçta bulunan istinat duvarının güçlendirilmesi için çelik kazık çakma önerisi yapıldı. Jeoradar yöntemi ile zeminin altınında kalıntılar tespit edildi. Bu kalıntıların tarihi kaynaklardan da bilindiği üzere Roma dönemi akropolü olduğu düşünülüyor. Fore kazık uygulaması yapılması halinde kalıntıların büyük zarar göreceği, betonun zemin altında birçok noktaya ulaşarak kalıntılarda dönüşü olmayan tahribata neden olacağından çelik kazık yöntemi önerildi. Çelik kazıklar 1-1,5 metre aralıklarla ve jeoradar sonuçları göz önüne alınarak kalıntılara zarar vermeyecek şekilde yerleştirilmesi planlandı.



ZEMİN SIVILAŞMASI ÖNEMLİ SORUN
Saray’ın zemininde kaymanın yanı sıra zemin sıvılaşması da tespit edildi. Yeraltı su seviyesi altındaki tabakaların mukavemetlerini kaybederek, katı yerine viskoz sıvı gibi davranmaya başlamasına zemin sıvılaşması deniyor. Bir anlamda zemindeki toprağın suya doyması olarak nitelendirilen zemin sıvılaşması taşıma gücünü kaybettiğinde yapıda hasara yol açan, önemli ölçüde oturma ve dönmelere neden oluyor. Yapının ağırlığı büyük değilse taşıma gücünün zayıflaması büyük oturmalar ortaya çıkarmıyor ama sıvılaşma artıkça ve önlem alınmadığında oluşacak kayma binayı da yerinden oynatıyor ya da binada çatlak, yarık gibi hasarlar oluşturuyor. İstinat duvarının arkasındaki zemin sıvılaştığı zaman yatay zemin basıncı önemli derecede artış gösteriyor. Nitekim Gülhane parkındaki istinat duvarı ile Konyalı restorandaki istinat duvarlarının göçmesi bu sebebe bağlanıyor. Saray’ın avlusunda oluşan obruk benzeri çökmenin de drenaj sisteminin eskiyerek o bölgede zemin sıvılaşmasına neden olmasından kaynaklandığı belirtiliyor.
Hürriyet, Haber: Ömer Erbil, 21.01.2017


******



KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI AVCI: TOPKAPI SARAYI'NA İLİŞKİN İMALAR DOĞRU DEĞİL

Kültür ve Turizm Bakanı Nabi Avcı, Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'in suikast sonucu hayatını kaybetmesinin 10. yılı dolayısıyla Balıklı Ermeni Mezarlığı'ndaki kabri başında düzenlenen anma törenine katıldı. 

Burada basın mensuplarının sorularını yanıtlayan Avcı, Topkapı Sarayı'nda yer hareketleri olduğu yönündeki iddialara ilişkin soru üzerine, bu konuda daha önce açıklamalar yaptıklarını söyledi.

Fatih Sultan Mehmet'in köşkü olarak da bilinen Hazine Dairesindeki çatlaklar nedeniyle Topkapı Sarayı ile ilgili bir hassasiyetin oluştuğunu dile getiren Avcı, şöyle konuştu:

"Bu konuda bizim İstanbul Teknik Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi ile ilgili uzmanlarla yaptığımız çalışmalar var. Bu çalışmalar 1 yıldan beri sürüyor. En son geçtiğimiz ay içinde, özellikle Hazine Dairesine etki eden faktörleri belirlemek için çevrede 26 sismik kayıt kuyusu açıldı. Bu kuyuya yerleştirilen cihazlar aracılığıyla sarayın ve özellikle Hazinedeki çatlakların ne kadar, yer zeminindeki hareketlilikten ne kadar, başka faktörlerden, basınçtan vesaire etkilendiğini belirlemek için bilimsel bir çalışma başlatıldı. O çalışmaların sonuna gelmek üzereyiz. Şubat sonu itibarıyla bunlar net olarak belirlenmiş olacak." 

Basında yer alan haberde, Marmaray ve Avrasya Tüneli çalışmalarının da buradaki zemin hareketliliğine olumsuz etki ettiğine dair dolaylı da olsa bir imanın bulunduğunu aktaran Avcı, "Bu, doğru değil. Elimizdeki bütün bilimsel raporlar, çalışmalarla ilgili raporlar, böyle bir etkiden söz etmiyor. Böyle bir etki olduğuna dair elimizde bilimsel bir veri yok ama bunlar biliyorsunuz genellikle böyle şehir efsanesi olarak konuşulur. Buna rağmen biz, o sismik kuyular üzerinden yaptığımız çalışmalarla zaten ne tür yer hareketliliklerinin bölgeye ne oranda etki ettiğini ölçme şansını yakalamış olacağız. Ona göre de gerekli restorasyon ve diğer tedbirleri alacağız." diye konuştu. 

"Denize doğru bir kayma var mı?" sorusu üzerine Avcı, denize doğru bir kaymanın söz konusu olmadığını vurgulayarak, şunları kaydetti:

"Daha önce de Marmara Denizi'ne bakan istinat duvarındaki çatlamalar nedeniyle bir bilim adamımızın yaptığı açıklama vardı. Bilim adamımızın yaptığı açıklamalarda ilgili uzman arkadaş diyor ki 'Marmara'ya bakan, yani Marmara Denizi'ne bakan istinat duvarında çatlamalar var'. Fakat bunu okuyan bazı kişiler, o demeçteki 'Marmara'ya bakan istinat duvarı' sözünü, 'Marmaray İstasyonu'na bakan gibi algılıyor. Halbuki yazının içinde, demecin kendisine baktığınız zaman zaten görüyorsunuz Marmara Denizi kastediliyor. Marmara Denizi'ne bakan istinat duvarı... Marmaray İstasyonu ayrı, o uzak zaten oraya. Oraya bakan istinat duvarı da yok. Eski deyimle apostrof kayması olunca sanki Marmaray İstasyonu'na ilişkin açıklama yapmış gibi algılamış bazıları. Doğru değil. Marmara Denizi'ne bakan istinat duvarı diyor, demecin altını okuduğunuz zaman onu görüyorsunuz zaten. Gerek Marmaray inşaatında gerek Avrasya Tüneli inşaatında, gerek benzer büyük inşaatlarda, büyük veya küçük bütün inşaatlarda çevre etki analizleri yapılır, ona ilişkin gerekli raporlamalar yapılır ondan sonra inşaatlara başlanır. Dolayısıyla Topkapı Sarayı'na yönelik, Marmaray inşaatının veya Avrasya Tüneli inşaatının olumsuz etkilerine dair elimizde hiçbir bilimsel gösterge vesaire yok."
Anadolu Ajansı, Haber: Etem Geylan - Emin İleri, 22.01.2017

BOZBURUN'DA TANRIÇA HEYKELİ BULUNDU

Marmaris'teki Bozburun Mahallesi açıklarında, Türk sualtı arkeoloji tarihinin en büyüğü olduğu öne sürülen seramik heykel bulundu. Kasım ayında bulunan Tabak batığında yapılan araştırmalarda bulunan 2 bin 700 yıllık heykelin Kıbrıslı bir tanrıçaya ait olduğu saptandı.

Marmaris'e bağlı Bozburun Mahallesi açıklarında geçen kasım ayında tespit edilen 2 bin 700 yıllık Tabak batığında, Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü tarafından yapılan sualtı araştırmaları çalışmasında, 43 metre derinlikte, 2 bin 700 yıllık ve arkaik döneme ait olduğu saptanan 60 santimetre uzunluğunda heykel bulundu. Enstitüye bağlı Ege Bölgesi Araştırma ve Uygulama Merkezi'nin (EBAMER) Müdür Yardımcısı Doç.Dr. Harun Özdaş başkanlığındaki kazının, Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan alınan izin ve Kalkınma Bakanlığı desteğiyle yürütüldüğü belirtildi. Sadece belden aşağısı bulunan seramik heykelin ortaya çıktığı yerde ayrıca seramik tabaklar ve amforalar da gün ışığına kavuştu.

"YOK OLAN MEDENİYETLERİ İNCELEMEKTEYİZ"
Yaklaşık 300 metrekarelik bir alana yayılan eserlerin Akdeniz'de çok önemli bir tarihe ışık tutacağını belirten Doç Dr. Harun Özdaş, şöyle dedi:

"Ülkemiz kıyılarında ilk defa bu boyutlarda pişmiş toprak bir heykel tespit ettik. Antik dönemlerde Akdeniz medeniyetlerinin aralarındaki en önemli iletişimi ve etkileşimi deniz yoluyla sağladığını günümüz araştırmalarınla artık anlayabiliyoruz. Bugüne kadar yapılan araştırmalara ek olarak, en son teknolojik cihazlar ve yöntemlerle de yaptığımız çalışmalarda, medeniyetlerin arasında sadece ürün ve malların değil, akıl, düşünce ve felsefenin de deniz yoluyla taşınmış olması gibi bir sonuca ulaşıyoruz. Akdeniz medeniyetleri çağlar boyu denizde iz bırakarak ilerlemiştir. Bizlerde bu izlerden yola çıkarak ülkemiz kıyılarındaki tarihsel süreçte ortaya çıkan ve yok olan medeniyetleri incelemekteyiz."

BELDEN ÜSTÜ ARANACAK

  

Bozburun açıklarında 43 metrede tespit edilen batıkta yapılan detaylı araştırmalar sonunda yüzeye yakın kum yığını altında farklı bir seramik bulduklarını belirten Doç.Dr. Özdaş, şunları anlattı:



"Etrafını temizlediğimizde önce heykelin ayak parmakları görüldü. Çok heyecanlandık. Daha sonra ise heykelin sağlam belden aşağı bölümü ortaya çıktı. Belden aşağısı bulunan tanrıça heykelinin üzerinde elbisesi vardı. Pişmiş toprak heykelin iki parçadan oluştuğu ortaya çıktı. Bu tür heykeller birbirine geçmeli iki parça olarak yapıldığını biliyoruz. Bu nedenle, ikinci yani tanrıça heykelinin üst bölümünde aynı bölgede olduğunu tahmin ediyoruz. Bu eşsiz eser, uzun bir etek giymiş çıplak ayaklı bir kadına olasılıkla da bir tanrıçaya ait. Orijinal boyunun yaklaşık 120 santimetre olduğunu tahmin etmekteyiz. Gerek hava şartları, nedeniyle araştırmamızı kısa kesmek zorunda kaldığımızdan heykelin üst parçasını bulamadık. Fakat 2017 yılında bölgede kazı çalışmalarına başlamayı planlıyoruz. İlk verilere göre heykeli ve batığı MÖ. 7'inci yüzyıl sonuna tarihlemekteyiz. Büyük bir olasılıkla Kıbrıslı bir tanrıçaya ait."

Eserin konservasyon çalışmalarının Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi laboratuvarında yapıldığını belirten Doç.Dr. Özdaş, "Heykeli bulduğumuz batığın ana yükünü ise tabaklar oluşturmakta. Geniş bir alana dağılmış olan batık alanından Kıbrıs kökenli amforalar bulunmakta. Gerek buluntular gerekse pişmiş toprak heykel geminin Kıbrıs kökenli olabileceğini göstermekte. Arkaik dönemde Akdeniz'den Ege'ye seyahat eden gemi kendi dönemi içinde Akdeniz Medeniyletleri ile Ege arasındaki ilişkiyi açıklayan önemli veriler sunmakta" dedi.


Milliyet, Haber: Yaşar Anter, 21.01.2017

IŞİD, ANTİK KENT PALMİRA'YI İMHA ETTİ



Suriye devlet televizyonu, terör örgütünün antik kent Palmira'daki Roma tiyatrosu ve sütunları imha ettiğini duyurdu. Yıkılan eserler arasında dört sütunlu yapılardan oluşan 'Tetrapylon' da bulunuyor.


Aralık 2016'da antik kenti yeniden ele geçiren IŞİD'in, dün de aynı yerde toplu infaz yaptığı duyurulmuştu.

IŞİD, 20 Mayıs 2015'te yoğun çatışmaların ardından tarihi Palmira antik kentinin kontrolünü sağladı. Eli kanlı terör örgütü, binlerce yıllık geçmişe sahip kentteki tarihi eserleri harabeye çevirdi. BM güvenlik güçlerinin koruması altında bölgeye giden UNESCO heyeti, Palmira'daki büyük heykellerin, büstlerin, mezarların ve anıtların büyük bir kısmının yıkılıp, parçalandığını açıkladı.

Antik kentin IŞİD'den kurtarılmasıyla Mayıs 2016'da amfi tiyatroda bir konser verildi. Ancak Şam rejimi geçen yılın sonunda tüm gücünü Halep savaşına yöneltince, IŞİD geri döndü ve Palmira çevresini Aralık 2016'da yeniden ele geçirdi. Palmira, 2016'da topraklarının dörtte birini kaybeden IŞİD'in yeniden ele geçirdiği birkaç yerden birisi.

Suriye'deki iç savaştan önce Palmira, ülkenin en önemli turistik merkezlerinden biriydi. Her yıl binlerce turist, antik kenti görmek için bölgeye akın ediyordu.

Çölün Gelini ismiyle de bilinen Palmira'nın tarihi MÖ 19. yüzyıla kadar geriye gidiyor. Yunan ve Roma kaynaklarında ise 1. yüzyıldan itibaren kayıtlarda yer alıyor.

ANTİK KENTTE TOPLU İNFAZ YAPMIŞLARDI
Muhaliflere yakın Londra merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, dün eli kanlı terör örgütü IŞİD'in antik kent Palmira'da 12 kişiyi öldürdüğünü duyurmuştu. Gözlemevinin verdiği bilgiye göre, dört kişinin başı kesilmiş, sekiz kişi de vurularak öldürülmüştü. Bazı cinayetler UNESCO'nun Dünya Mirası listesinde yer alan müzenin bahçesinde işlenmiş, yerel aktivist grup Palmira Gözlemcileri'nin aktardığına göre ayrıca kurbanların bazıları da Roma amfi tiyatroda infaz edilmişti.

Türkiye'nin sınır ötesi harekatı Fırat Kalkanı ile Cerablus-Azez hattını kaybeden terör örgütü, halihazırda stratejik önemdeki El Bab'ı savunuyor. Türk özel birlikleri ve Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) tarafından kuşatılan kentin, kısa sürede düşmesi bekleniyor.

Doğu cephesinde ise Musul'da kuşatılan IŞİD, kentin yarısını kaybetmiş durumda. Irak ordusu ve diğer silahlı unsurlar, Musul'u ikiye bölen Dicle Nehri'nin batısını kurtarmak için saldırıyor.

IŞİD'in 2016'da kaybettiği yerler arasında Felluce ve Sirte gibi önemli merkezler var.
Milliyet, 20.01.2017

TARİHİ KİLİSE ÇIKMAZA GİRDİ

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi oy çokluğuyla, Beyoğlu Asmalımescit’teki Ermeni Katolik Kilisesi’nin avlusu sayılabilecek alanı yaya yolu ilan etti. Kilise yönetimi ise güvenlik sorunu oluşturacağı gerekçesiyle karara itiraz ediyor. Kilisenin yan cephe duvarının hemen yanında yer alan daracık ‘yol’, binaların içinde kalmış, demir kapılarla kapatılmış durumda. İçinde hurda malzemelerin yer aldığı ‘yol’un sonu ise bir çıkmaz sokak.

‘Maddi hata...’
İBB Meclis gündemine geçen hafta gelen teklif, CHP’li üyelerin itirazına karşın kabul edildi. Teklifte, Asmalımescit’te yer alan tarihi Ermeni Katolik Kilisesi’nin duvarıyla bitişik, Perukar Çıkmazı olarak da tanımlanan “kadastral yolun” 2010’da kilise alanına alındığı belirtildi.

Bu kararın “maddi bir hata” olduğu ifade edilerek, alanın, “yaya yolu” olarak düzenlenmesi istendi. Teklifin, Beyoğlu Belediyesi Meclisi’nde de 7 Ekim 2016 tarihinde uygun görüldüğü anımsatıldı.

Teklife karşı çıkan CHP’li Meclis üyesi Hüseyin Sağ, “Kiliseler, avlular ve etrafındaki alanlarla birlikte tescil edilir. Burası tescil edilirken etrafındaki alanlar unutulmuş sanırım fakat şu an bu alan kilise tarafından kullanılıyor. Bu yolu kimse bilmez. Bir zamanlar da avlu olarak kullanılmış. Kiliseden alınmasın” dedi. AKP’li Meclis üyesi Hadi Diler ise “Bu tarihi eser parsel sınırıyla tescil edildi. Teknik bir hata olarak bu yol planlara kilise alanında işlenmiş” diye konuştu. Kilise yönetimi ise bir ay önce belediyeye dilekçe vererek, bu alanın açılması veya yol yapılması durumunda güvenlik problemi oluşabileceğini belirtti. Dilekçede, şu an kapalı olan kilisenin restore edilerek yeniden açılmasının planlandığı ifade edildi.
Cumhuriyet, Haber: Hazal Ocak, 19.01.2017



15 - 21 Ocak 2017
MANİSA'DA BULUNDU! ARKEOLOJİ AÇISINDAN ÇOK ÖNEMLİ BİR BULUNTU



Manisa'daki Aigai antik kentindeki kazı çalışmalarında bulunan lahit parçalarının, bir okul müdürüne ait olduğu ortaya çıktı.
Aigai Antik Kenti Kazı Heyeti Başkanı ve Celal Bayar Üniversitesi (CBÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç.Dr. Yusuf Sezgin, mezarın yaklaşık 2 bin 200 yıllık olduğunu, arkeoloji tarihindeki bugüne kadar bir okul müdürüne ait bulunmuş başka bir mezar örneğine rastlanmaması nedeniyle, tarihe ışık tutacağını söyledi.

     

Aiol halkı tarafından Batı Anadolu'da kurulan 12 kentten biri olan, 2 bin 800 yıllık geçmişe sahip, Manisa'nın Yunusemre İlçesi'ndeki Aigai antik kentinde yapılan kazı çalışmalarında yeni lahit parçaları bulundu. Bu parçalar, 2004 yılından bu yana bulunan diğer parçalarla birleştirildi. Yüzde 80'i tamamlanan mezarın üç kez onurlandırılmış bir okul müdürüne (Gymnasiarkhos) ait olduğu anlaşıldı. Mezarın üzerindeki yazıların antik kentin tarihini gün ışığına çıkardığı belirtildi. 2004 yılından bu yana parçaları birleştirilen mezarın yaklaşık 2 bin 200 yıllık olduğu tespit edildi.



Kalan eksik parçaların da bulunmasının ardından mezarın sergileneceğini belirten Aigai Antik Kenti Kazı Heyeti Başkanı Yrd.Doç.Dr. Yusuf Sezgin, bulunan mezarın, arkeoloji tarihinde bugüne kadar bir okul müdürüne ait bulunmuş başka bir mezar örneği olmaması nedeniyle, önemli olduğuna dikkati çekti.



Bulunan lahitle ilgili bilgi veren Yrd.Doç.Dr. Sezgin, "Mezarın üzerindeki kalıntılar bize bir şey anlatıyor. Mezarın üzerinde üç tane çelenk var ve bu çelenklerin hepsinin ayrı ayrı anlamı var. Çelenkler bu mezarın içerisinde bulunan kişinin üç defa onurlandırıldığını gösteriyor. Çelenklerin içerisinde ise onurlandıran kişilerin isimleri yazıyor. Çelengin biri 'Neoi' yani gençler tarafından onurlandırıldığını, diğeri ise 'Aiollida' yani halk tarafından onurlandırıldığını bize gösteriyor. Bu da bizim için önemli. Mezarın üzerindeki üçüncü çelenk ise yontulmuş. Bu nedenle üçüncü onurlandırmanın kimin tarafından yapıldığı tespit edilemedi. Ayrıca lahitin üzerinde parşomen, papirus ruloları ve yazı takımlarının olması bu mezarın içerisindeki kişinin bir öğretmen ve eğitmen olduğunu gösteriyor. Antik çağlarda kentlerde Neoi Gymnasion'un denilen gençlerin gittiği okullar var. Buradan da anladığımız kadarıyla bu mezarın içerisinde yatan aslında Neoi Gymnasion'un baş hocası. Antik çağda da buna 'gymnasiarkhos' deniliyor. Gymnasiarkhosluk önemli bir görev. Bir yandan kamu kaynakları ile okullar çalıştırılıyor ama kamunun yetmediği yerde ise gymnasiarkhoslar kendi servetlerinden para koyarak, okul ile ilgili gerekli yatırımları gerçekleştiriyorlar. Zaten onurlandırılmasının nedeni de bu olsa gerek" dedi.

"LAHİTİN ÖRNEĞİ YOK"
Lahiti dil açısından da incelediklerini belirten Yrd. Doç.Dr. Yusuf Sezgin, şöyle devam etti:

"2004 yılında biz kazıya başladığımızda bu lahit parçalanmış olarak etraftaydı. Biz yıllar içerisinde bu lahitin parçalarını bularak üzerine yapıştırdık. Halen çalışmalar devam ediyor. Dil açısından anlattıklarını inceliyoruz, hem de lahite ait olan parçaları bularak tamamlamaya çalışıyoruz. Lahitin üzerindeki ifadeler bir okul müdürüne ait yazılar olduğunu gösteriyor. Bugüne kadar bir okul müdürüne ait bulunmuş lahit örneği yok. Arkeoloji açısından çok önemli bir buluntu bu. Bu da önemli sonuçlar doğuracak diye düşünüyoruz. Mezarlık alanında 2015 yılından bu yana uluslararası bir çalışma yürütmekteyiz. Bu çalışma kapsamında Alman Arkeoloji Enstitüsü ve Fransa'nın başkenti Paris'ten bir grup arkeolog ile birlikte proje yürütüyoruz. Proje kapsamında mezarlıktaki bütün kültür varlıklarını değerlendiriyoruz. Bu kapsamda bu mezar ile ilgili bütün buluntuları bir araya getirip önümüzdeki günlerde sergilemeyi düşünüyoruz. Manisalılar'ın yanı sıra yakın çevredeki herkesi eşi benzeri görülmemiş bu mezarı görmeye davet ediyoruz."
Doğan Haber Ajansı, Haber: Ersan Erdoğan, 19.01.2017
BOZKIR KÜLTÜR MERKEZİ AÇILACAK

Bozkır Belediyesinin kurulduğu 1870 yılındaki ilk binasının, Konya Büyükşehir Belediyesince restore edilerek bahar aylarında Bozkır Kültür Merkezi olarak hizmet vermeye başlayacağı bildirildi.

Bozkır Belediye Başkanı İbrahim Gün, Bozkır'ın ilk belediye binası olması nedeniyle yapının büyük önem taşıdığına dikkati çekti.

Büyükşehir Belediyesi'nin yapacağı restorasyonla oluşturacakları kültür müzesi ile Bozkır'ın tarihini yaşatmaya devam edeceklerini belirten Gün, "Müzede sergilenecek tarihi eşyaların üzerinde eşya sahiplerinin isimleri yer alacak. Tarihi eşyaların teslimi devam edecek. Bahar aylarında hizmet vermesini hedefliyoruz." dedi. 

Merhaba Haber, 19.01.2017

ORTA ÇAĞ MİRASI KALEYE GÖZLEM MERDİVENİ

Kopenhag merkezli firma MAP Architects tarafından 700 yıllık Ortaçağ kalıntısı içine yerleştirilen gözlem merdiveni ile yapı, asırlar sonra ilk kez halka açık hale getirildi.



Danimarka'nın Aarhus kentine 20 kilometre uzaklıktaki Doğu Jutland'daki tarihi bir kalıntı olan Kalø Kalesi, tamamiyle yeni bir mekansal deneyim sunan müdahale ile ziyaretçilerin erişimine açıldı.



Tasarım ile ziyaretçilerin, yapının arkeolojik katmanlarını hissetmeleri ve çevredeki peyzaj manzarasını görmeleri de sağlanmış.



Ulusal ölçekte önemli bir turistik çekim merkezi olarak kabul edilen ve asırlardır boş kalan Kalø Kalesi, tuğladan yapılmış üç katlı bir kale. Yalnızca yapı içinden görülebilen zikzak şeklindeki merdiven ziyaretçileri, geniş manzaranın görülebileceği mevcut açıklıklara çıkarıyor.



Ofis, alanın arkeolojik olduğu göz önüne alındığında, mevcut birkaç bağlantı noktası ile yapıyı desteklemenin önemli bir zorluk olduğunu, ve merdivenin en az detaya sahip olduğu halde kübik boşluk içinde karmaşık bir alan yarattığını ifade ediyor.



Hata payının en aza indirilmesi için 3D tarayıcı kullanarak dijital tarama yapan ofis çalışmalarını: "İniş eğiminin, basamak ve yükselme oranlarının sürekli kaymasıyla, yükseklik değişiklikleri olmaksızın aralıksız bir küpeşte tasarımı elde edildi ve bu, biçimsel ve görsel karışıklığı büyük ölçüde azalttı." şeklinde ifade ediyor.



Merdiven, bir çelik çerçeveli strüktürle temellenmiş. Ahşap kaplı yapı boya ihtiyacı olmaksızın 60 yıla kadar dayanıklılığı korumak için ısı işlemine tabi tutulmuş. Metal basamaklar ve küpeşte sahil bölgesinin sert hava koşullarına karşı korunma sağlamak için mat siyah renkle boyanmış. Anıtın zarar görmesini en aza indirmek için ise müdahale sadece dört önemli noktaya uygulanmış.


Arkitera, Haber: Nilüfer Karakoç, 19.01.2017
TARİHİ SİKKE KAÇIRANLARA 2 YIL HAPİS



Atatürk Havalimanı'ndan Stockholm'e gitmek isterken valizinde tarihi sikkelerle yakalanan Suriyeli Salwa Jerbakah, "Kültür ve tabiat varlıklarını yurt dışına çıkarmaya teşebbüs etme" suçundan 2 yıl 1 ay hapis cezasına çarptırıldı.   Bakırköy 5. Ağır Ceza Mahkemesindeki duruşmada, Salwa Jerbakah'ı avukatı Cevat Çil temsil etti.

Duruşmada söz alan, Çil, müvekkilinin Suriye'de yaşanan savaştan kaçtığını, babası o sırada Türkiye'de olduğu için Türkiye'ye geldiğini ifade ederek, ''İsveç'e sığınma talebinde bulunmuştur. Üzerindeki tüm mal varlığını paraya çevirdiği için havalimanında o şekilde yakalanmıştır. Kendisi yabancı uyruklu olduğu için söz konusu materyallerin kültür ve tabiat varlığı niteliğini taşıdığını bilmemektedir. Suç işleme kastı yoktur. Bilirkişi raporunun kısmen lehimize olduğunu düşünüyoruz. Altınların tamamının iadesini talep ediyoruz.'' dedi.

Cumhuriyet Savcısı İsmail Çelik, esas hakkındaki mütalaasında, ele geçirilen altınların 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu kapsamında bulunduğunu ifade ederek, sanığın "kültür ve tabiat varlıklarını yurt dışına çıkarmak" suçundan cezalandırılmasını talep etti.   Mahkeme heyeti, sanığın yurt dışına kültür ve tabiat varlıklarını çıkarmaya teşebbüs etmek fiilinden suçun işlenişini göz önüne alarak, 5 yıl hapis cezasına çarptırılmasına karar verdi.   Sanık Salwa Jerbakah'ın eyleminin teşebbüs aşamasında kaldığını ve duruşmalardaki iyi halini göz önüne alan mahkeme, sanığın cezasının 2 yıl 1 aya indirilmesine hükmetti.   Mahkeme, el konulan suça konu materyallerin tamamının gereğinin takdiri için Müze Müdürlüğüne gönderilmesini kararlaştırdı.  

İddianameden
Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığınca hazırlanan iddianamede, şüpheli Jerbakah'ın 9 Nisan 2015'te Atatürk Havalimanı'ndan Türk Hava Yollarına ait uçakla Stockholm'e gitmek üzereyken valizlerinde arama yapıldığı ve arama sonucunda 173 sikke ele geçirildiği belirtilmişti.   Şüphelinin söz konusu sikkeleri Beyrut'tan aldığı ve Stockholm'de lokanta açmak için yanında götürdüğü şeklinde ifade verdiği aktarılan iddianamede, Jerbakah'ın yaptığının suç olduğunu bilmediğini beyan ederek suçlamaları reddettiği ifade edilmişti.   İstanbul Kültür ve Turizm Müdürlüğü Topkapı Sarayı Müze Müdürlüğünden sikkelerle ilgili bilirkişi raporu alındığı bildirilen iddianamede, rapor sonucunda altın sikkelerin 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu kapsamında tarihi eser niteliği taşıdığının anlaşıldığı, Osmanlı dönemine ait 10 altın sikkenin müzede yediemin olarak koruma altına alındığının belirtildiği kaydedilmişti.   İddianamede yer alan raporda ayrıca, şüphelinin valizinde ele geçirilen tarihi 2 Fransız, 1 Rus, 7 İngiltere Krallığı ve 2 İran altın sikkesinin yurt dışına çıkarılmasının yasak olduğu ve diğer 151 altın sikkenin ise taklit olduğu belirtilmişti.   Şüpheli Salwa Jerbakah'ın "Kültür ve tabiat varlıklarını yurt dışına çıkarmak" suçundan 5 yıldan 12 yıla kadar hapis cezasına çarptırılması istenmişti.
Anadolu Ajansı, Haber: Melike Gallenkuş, 19.01.2017
İZMİR'DEKİ ANTİK ROMA TİYATROSU İÇİN KAMULAŞTIRMA!

İzmir Büyükşehir Belediyesi, Kadifekale’de gecekondular arasına sıkışıp kalan 16 bin kişilik Antik Roma Tiyatrosu gün yüzüne çıkarılsın diye yaklaşık 12 milyon liralık kamulaştırma yaptı.



8 bin 500 yıllık geçmişi ile önemli medeniyetlere ev sahipliği yapan İzmir’in yerel yönetimi, tarihi mirasın ortaya çıkarılması ve korunması konusundaki örnek çalışmalarını aralıksız sürdürüyor.  İzmir  Büyükşehir Belediyesi, bölgedeki Antik Roma Tiyatrosu’nun gün yüzüne çıkarılması amacıyla başlattığı kamulaştırmalarda bugüne kadar 11 milyon 889 bin TL’lik bedel ödedi. Kadifekale’de gecekondular arasına sıkışıp kalan tiyatronun çıkarılması için yaklaşık 12 bin 974 metrekarelik alan üzerinde bulunan 164 adet parsel için İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından kamulaştırma kararı alındı. Büyükşehir Belediyesi, bugüne kadar 11 bin 894 metrekarelik alanın tapusunu aldı.  Bölgede Antik Tiyatro’yu gün yüzüne çıkaracak arkeolojik çalışmalar, Büyükşehir Belediyesi ile Kültür ve Turizm Bakanlığı arasında imzalanan destek protokolü çerçevesinde yapılıyor. Şu an için ara verilen çalışmalar, kısa bir süre sonra yeniden başlayacak.

Süreç nasıl işledi?
Proje kapsamında öncelikle, arkeolojik yüzey araştırması yapılarak tiyatroya ve sur duvarlarına ait antik arkeolojik mimari kalıntılar ile Antik Tiyatro’nun gerçek yeri tam olarak tespit edildi. İzmir 1 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na sunulan “Antik Tiyatro ve Kadifekale 1.derece arkeolojik sit alanının genişlemesi” önerisi Kurul tarafından kabul edildi ve tiyatro ile Kadifekale’nin 1. derece arkeolojik sit alanı genişledi.

Sit sınırlarının değişmesi sonucunda, Antik Tiyatro alanında bilimsel kazı çalışmalarının yapılabilmesi, Kadifekale ve Antik Tiyatro’nun kente ve kentliye kazandırılması amacıyla imar plan revizyonları yapıldı ve yeni imar planları hazırlandı. 1/1000 ölçekli uygulama amaçlı imar planı, Antik Roma Tiyatro alanı olarak belirlenen alanda kalan zemin ve zemin üstü kamulaştırmaların yapılabilmesi için “7. Beş Yıllık İmar Programı”na dahil edildi. Bu kararın alınması ile birlikte alandaki kamulaştırmaların önü açılmış oldu. Ayrıca bölgede yaşayan vatandaşların bilgilendirilmesi, katılımı ve görüşlerini almak için iki toplantı düzenlendi.

St. Polikarp bu tiyatroda öldürülmüş
Kadifekale’deki antik tiyatro ile ilgili en ayrıntılı bilgi, 1917 – 1918 yıllarında Otto Berg ve Otto Walter’ın araştırmalarında ve araştırmalarına yönelik hazırladıkları plan ve kesitlerde bulunuyor. 16 bin kişi kapasiteli olduğu düşünülen tiyatronun kalıntılarının Roma dönemi özellikleri taşıdığı biliniyor. Eski kaynaklarda, Erken Hıristiyanlık yani Roma İmparatorluğu’nun paganizm döneminde İzmirli St.Polikarp’ın bu tiyatroda öldürüldüğü ve tiyatronun tarihin trajik sahnelerine şahitlik ettiği öne sürülüyor.

St. Polikarp, İsa’nın öğrencilerinden birisi olan Yuhanna’nın öğrencisi olarak tanınıyor ve Havari San Jean’ın yakını olduğu, Roma İmparatoru Trajan döneminde Piskopos olarak görev yaptığı biliniyor. Tarihte Polikarp, bilgeliği ve yardımseverliği ile öne çıkıyor.
Yapı, 19.01.2017

TARİHİ YORTAN KABI TÜRKİYE'YE İADE EDİLDİ

Yaklaşık 60 yıl önce Türkiye’den İngiltere’ye götürülen, 4 bin 500 yıllık tarihi testi Türkiye’ye iade edildi. Testiyi iade eden şahsa müzekart hediye edildi

Türkiye'nin Londra Büyükelçiliği, yaklaşık 60 yıl önce Türkiye'den İngiltere'ye getirilen, 4 bin 500 yıllık testinin Türkiye'ye iade edildiğini duyurdu. Londra Kültür, Turizm ve Tanıtma Müşavirliği'nden yapılan açıklamada, söz konusu kültür mirasının "Erken Bronz Çağı'na tarihlendirilmekte olup, Yortan Kültürü adı verilen stil özelliklerine sahip, pişmiş topraktan, 26.5 santimetre yüksekliğinde bir sürahi/ testi" olduğu kaydedildi. Açıklamada, 1960'lı yıllarda Efes Antik Kenti'ni ziyaret eden İngiliz vatandaşı Thelma Bishop'un hediyelik eşya olarak satın aldığı ve daha sonra İngiltere'deki bir müzayede evi vasıtasıyla testinin kültür varlığı olarak tespit edilmesinin ardından Bishop'un testiyi Türkiye'ye iade etmeye karar verdiği bildirildi. Testiyi ait olduğu topraklara iade eden şahsa ve müzayede evi yetkilisine Müzekart hediye edildiği belirtilen açıklamada, "Yortan Kabı'nın iadesi, Türkiye'nin ve Türkiye gibi kaynak ülkelerin topraklarından çıkarılan kültür varlıkları için sürdürdükleri uluslararası hak ve hukuk mücadelesinin müzayede firmaları ve diğer ülkelerin kamuoyu tarafından fark edilmesi açısından büyük önem taşımaktadır" denildi.

DİĞERLERİNE ÖRNEK OLSUN
Açıklamada ayrıca müzayede evi sahibi Adam Partridge'ın, "Bu nadir eserin ait olduğu topraklara dönmesinden dolayı çok mutluyum. Böyle bir durumla karşılaşan her müzayede evi maalesef bu yolu seçmiyor. Birleşik Krallık'taki benzer durumlar için örnek teşkil etmişizdir diye umuyorum" ifadelerine yer verildi.
Sabah, 19.01.2017

ÇİN, ABD'DEN ÇALINAN ATLARINI GERİ İSTİYOR

Çin'in kuzeybatısındaki Shaanxi (Şensi) eyaletinde hizmet veren Zhaoling Müzesi; yasadışı yollarla Çin'den kaçırılarak satılan ve Pennsylvania Üniversitesi müzesinde sergilenen iki çin atı kabartmasının geri verilmesini açıkça istedi. 195.000 ABD doları karşılığında, Pennsylvania Müze Müdürü Lu Qinzhai tarafından satın alınan at heykellerinin Çin'den yasadışı şekilde kaçırıldığına dikkat çekildi.



Zhaoling Müzesi, 11 Ocak tarihinde Pennsylvania Üniversitesi Arkeoloji ve Antropoloji Müzesi'ne (Penn Müzesi) yazdığı resmi yazı ile; Zhaoling Liujun koleksiyonu olarak adlandırılan 6 kabartmasından oluşan seriye ait 2 at kabarmasının iade edilmesini istedi. Çin müzesi yetkileri, Zhaoling Liujun koleksiyonun bir arada durması gerektiğinine dikkat çekti.



Altı anıtsal at figürünün, Tang Hanedanı İmparatorlarından Taizong'un (İmparator Taizong, Li Shimin veya Tai Tsung olarak da tanınıyor) mezarının kapısında yer aldığı belirtildi.

Çinli müze yetkileri; iki at kabartmasının Penn Müzesi'nden Çin'e geri gönderilmesinin en mantıklı davranış olduğuna inandıklarını söyleyerek, "Pennsylvania Üniversitesi'nin uzun zamandan beri küresel kültürel mirasın korunmasına adadığını biliyoruz. Umuyoruz ki Penn Müzesi bu konuda Çin ile fikir birliğine varabilir ve insanların ortak kültürel mirasının korunmasına daha fazla katkı sağlayabilir " dediler.

Diğer dört at heykeli Shaanxi'deki Stone Steles Müzesi Ormanı'nda sergileniyor ve kaçırılan iki at heykelinin yerinde ise imitasyonları yer alıyor.
arkeolojikhaber.com, 18.01.2017

KULELİ ASKERİ LİSESİ MÜZE OLUYOR

Türk Silahlı Kuvvetleri'ne yıllarca subay yetiştiren Kuleli Askeri Lisesinin akıbeti belli oldu.

1924’te çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile sivil liseye dönüştürülen ve yeni adı Kuleli Askeri Lisesi olan okul, aynı yıl tekrar askeri lise oldu ve bugünkü adını aldı. 31 temmuz 2016 tarihine kadar da hizmet verdi.

15 temmuz darbe girişiminde, lisenin komutanının erlere vur emri vermesi, birçok askeri lise gibi o lisenin de kapatılmasına neden oldu. Binanın geleceği ile ilgili ise çeşitli iddialar ortaya atıldı.

Otel yapılacağı, ticari işletme olabileceği gündeme geldi. Milli Savunma Bakanı her fırsatta böyle bir yapılaşmaya izin verilmeyeceğini söyledi.

Sonunda akıbeti belli oldu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Kuleli Askeri Lisesi'nin müze olmasını istediği öğrenildi.
Habertürk, 18.01.2017

AYASOFYA CAMİSİ 2 MİLYON LİRAYA RESTORE EDİLECEK

Trabzon'da 52 yıl müze olarak hizmet verdikten sonra Temmuz 2013'de yeniden ibadete açılan tarihi Ayasofya Camisi'nde restorasyon çalışması gerçekleştirilecek.

Yıl içinde başlayacak ve yaklaşık 2 milyon liraya mal olacak "Trabzon Merkez Ayasofya Camisi Restorasyon" projesi ile yapı içindeki duvar resimlerini kapatmak için uygulanan perdeleme sistemi kaldırılacak. Bu bölgelere, duvar resimlerini sadece ibadet sırasında kamufle edecek elektronik sistemle donatılmış özel üretim cam malzeme yerleştirilecek.

Trabzon Vakıflar Bölge Müdürü İsmet Çalık, Trabzon'un fethinden sonra kiliseden camiye dönüştürülen fakat daha sonra müze olarak hizmet veren Ayasofya'nın, 2013 yılında mahkeme kararıyla Kültür ve Turizm Bakanlığından, Vakıflar Genel Müdürlüğüne devredildiğini söyledi.

Mahkeme kararı sonrası, Fatih Sultan Mehmet Vakfına kayıtlı olan Ayasofya'nın bazı değişiklikler yapılarak cami olarak hizmet vermeye başladığını anımsatan Çalık, "Kararın ardından yapıyı hiçbir şekilde bozmadan mihrap ve minber konuldu, halı serildi ve duvar resimleri perdeyle örtülüp ibadet için alan oluşturuldu." dedi.

İsmet Çalık, Ayasofya Camisi'nin, kentin en önemli turistik mekanlarından olduğuna dikkati çekerek, "Gözbebeğimiz olan Ayasofya'da uygulanacak projenin, yapının cami işlevini daha özgün hale getirmesine ve aynı zamanda turizm potansiyelini destekler nitelikle olmasına özen gösterdik." diye konuştu.

Trabzon Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğünün, "Trabzon Merkez Ayasofya Camisi Restorasyon" projesini kabul ettiğini vurgulayan Çalık, proje çerçevesinde yapının duvar resmi bulunmayan güney bölümünün sürekli ibadete açık olacak şekilde düzenleneceği bilgisini paylaştı.

"Saydam perdeleme sistemi olacak"
Vatandaşların mevcut şekliyle yapının kuzey bölümünde ibadet ettiğini ifade eden Çalık, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Bu bölümde kubbedeki duvar resimlerini kapatmak için kullanılan perdeleme sistemi sökülecek. Duvar resimlerini kapatmak için kullanılan perdeler de kaldırılacak. Kubbe ve duvardaki resimleri, özel olarak üretilecek camla kapatacağız. Saydam bir perdeleme sistemi olacak. Cam gibi görünen malzeme, üst algıyı tamamen ortaya koyabilecek. Camı, üzerine çekilecek elektrikli bir film sayesinde ibadet zamanlarında opak bir hale getirmek mümkün olacak. Bir düğmeye bastığımızda duvar resimleri görünecek, bu büyük rahatlık sağlayacak. Kullanım ve sergileme açısından da önemli bir detay olacaktır. Dolayısıyla duvar resimlerinden etkilenmeden ibadet edilebilme imkanı sağlanabilecek."

"Her taşa değer vererek restorasyon yapacağız"
Restorasyonun yaklaşık 2 yıl sürmesinin planlandığına işaret eden Çalık, proje kapsamında bir çok uygulama yapılacağını vurgulayarak, şöyle konuştu:

"Çevre düzenlemesinde biraz tutucu davrandık, çünkü güzel bir düzenlemesi var buranın. Mevcut dokuyu fazla bozmadan, özellikle ağaçlar bizim için kıymetli bunları koruyarak projeler geliştirildi. Doğal taştan yürüme aksları oluşturulacak. Temizlik ve kullanım açısından rahatlık sağlanması için caminin kuzeyinde sert zemin oluşturulacak. Yine bu alanda eski bir yapının kalıntısı var. Burasının üzeri cam kaplanacak. Buradaki her taşa değer vererek bir restorasyon yapacağız. Cephe temizlikleri gibi rutin uygulamalar da yapılacak."
Anadolu Ajansı, Haber: Tuğba Yardımcı, 18.01.2017

ORDU'DA 4 BİN YILLIK MIZRAK UCU BULUNDU

Ordu’nun Altınordu İlçesi'nde MÖ 2 bin 300 yıllık tarihi Kurul Kalesi, Fatsa’da Cıngırt Kalesi, Ünye’de Kaya Mezarları gibi arkeolojik alanlarda başlatılan çalışmalarda her geçen gün yeni buluntu ortaya çıkıyor.

Ordu’da bu kez MÖ 2 bin yıllık bronz mızrak ucu tesadüfen bulundu. Kumru İlçesi'nde eski köy evinde onarım ve restorasyon yapmak isteyen Resul Güdek, toprak altında bronz bir tarihi eser buldu. Resul Güdek, bulduğu tarihi eseri Ordu Müzeler Müdürlüğüne getirdi. Müzeler Müdürlüğünde görevli arkeologlar, bulunan tarihi eserin 30 cm uzunluğunda bronz bir mızrak ucu olduğunu ve milattan önce 2 bin yıllık olduğunu belirledi.

Arkeologlar, Ordu’nun 2 bin- 2 bin 500 yıl öncesinde Pers İmparatorluğu'nun Amasya merkezli eyalete ev sahipliği yaptığını, özellikle Kurul Kalesi’nde yapılan arkeolojik kazılarda seramik, sikke, ok ucu, küpler ve bronz Apollon Heykeli bulunduğunu, son olarak ana tanrıca Kibele Heykeli'nin ortaya çıkarıldığını hatırlattılar.
Cnn Türk, 17.01.2017

YUSUF PEYGAMBERİN MEZARI BULUNDU MU?

Mısır asıllı İngiliz yazar Ahmed Osman, Omega Yayınları arasında yer alan “Krallar Vadisindeki Yabancı” adlı kitabında Yusuf Peygamber’in izini sürüyor. Yazar, Yusuf Peygamber olarak bildiğimiz Eski Ahit şahsiyetinin gerçekte Vezir Yuya olduğunu iddia ediyor. Din adamı Yusuf ile Krallar Vadisi’ndeki bu yabancı aynı kişi olabilir mi? Osman’ın bu soruya yanıtı 'evet'... Bu durumda Yusuf Peygamber’in mumyası da Kahire’deki müzede… Eğer bu bilgi doğruysa, bu bildiğimiz dinler tarihinin de sonu demek…

“Musa ve Akhenaton” adlı kitabında Musa’nın gerçekte “kafir kral” Akhenaton’un ta kendisi olduğunu ileri süren Mısır asıllı İngiliz yazar Ahmed Osman, Eski Ahit’teki şahsiyetlerin izini sürmeye devam ediyor. Osman, Musa’yı bir Mısır soylusu olarak tasvir eden Musa ve Akhenaton, Çıkış’ın meselinin gerçekleştiği şehri ortaya çıkaran Kayıp Şehir’den sonra “Krallar Vadisindeki Yabancı”da da Yusuf Peygamber’in izini sürüyor. Yazar, Omega Yayınları'ndan çıkan son kitabı “Krallar Vadisindeki Yabancı”da Yusuf Peygamber olarak bildiğimiz Eski Ahit şahsiyetinin gerçekte Vezir Yuya olduğunu iddia ediyor.

Yuya ve karısı Tuya'nın mezarı 1905 yılında bulundu. Kazıyı yönetenler Howard Carter, James Quibell, Arthur Weigall ve Edward Ayrton gibi Tarihi Eserler Hizmetleri yetkilisi arkeologlardı. Bulunan kalıntılar arasında bir kızağın üzerinde siyah ziftle kaplı, üzerinde yazılar bulunan Yuya’nın ahşap lahdi, üç tabutun içinde Yuya’nın mumyası ve karısı Tuya’nın mumyasının bulunduğu iki tabut da vardı. Tutankhamun’un mezarı bulununcaya dek, Yuya’nın mezarı Mısır’da neredeyse hiç zarar görmemiş halde bulunan ilk mezar oldu. Mezar, resmi olarak 13 Şubat 1905’te açıldı. Açılışa İngiltere Kralı’nın kardeşi Connaught Dükü ve Düşesi katıldı. Yuya ve Tuya’nın mezarı, Tutankhamun’dan önce bulunan en eksiksiz mezar olsa da, hiç kimse Yuya’nın kişisel olarak çok önemli olduğunu düşünmüyordu.

Ama Yuya, Hiksos kralları zamanında İki Diyarın Hükümdarının (Firavun) Kutsal Babası’nın sahip olduğu ve Yusuf’un de taşıdığı “it ntr n nbtawi” unvanına sahip olan tek kişiydi. Açık bir şekilde Kraliyet kanını taşımamasına rağmen, Asiller Vadisi yerine Krallar Vadisi’ne gömülmüştü. Dahası, diğer asillerin aksine Yuya’nın mezarı dekore edilmemiş ve üzerine isim yazılmamıştı. Lahdinin üzerinde, üç tabutta ve diğer cenaze eşyalarında bulunan adı Mısır dilinden değildi ve o dönemden önce Mısır’da kullanılmamıştı. Çoğu Krallık mumyasının aksine, Yuya’nın kulakları delinmemişti ve çenesinin altında avuç içleri göğsüne dönük şekildeki kollarının duruşu, ölen kişinin kollarının göğsünde çapraz olduğu yaygın Osiris tarzından farklıydı. Bilindiği kadarıyla Yuya, elleri bu şekilde bulunan tek Mısır mumyası.Klasik bir Mısırlı gibi görünen karısı Tuya’nın aksine, Yuya dış görünüş itibariyle dikkat çekici ölçüde yabancıydı.

Yuya’nın soyundan gelenlerin iktidarı — Amarna kralları Amenhotep IV (Akhnaten), Semenkhkare, Tutankhamun ve son olarak Yuya’nın kendi oğlu olduğu kabul edilen Aye — Mısır tarihindeki en sıra dışı olaylardan birine şahitlik etmişti. Amenhotep IV tapınakları kapatıp Mısır’daki bütün geleneksel Tanrıları ortadan kaldırmış, yerlerine tek tanrı olan Aton’u getirip kendi ismini de Amenhotep IV’ten Akhnaton’a çevirmişti. 18. Hanedanlığın son kralı Horemheb Amarna krallarının yerini aldıktan sonra, onların isimlerinin sanki hiç var olmamışlar gibi Mısır tarihinden silip atmak için önemli bir hamle gerçekleşmiştir.

Son üç senesini Semenkhare ile beraber yürüttüğü on yedi yıllık hükümdarlığının ardından gizemli bir şekilde ortadan kaybolana dek, Akhnaton‘un tek Tanrı ısrarı yıllar içinde daha da pekişti. Onunla birlikte Semenkhare de aynı ölçüde garip bir şekilde ortadan kayboldu. Akhnaton’un Kraliçe Nefertiti’den olduğuna inanılan oğlu Tutankhamun başa geçti. Tutankhamun eski tanrılar ve Aton arasında ara bulmak istedi. Amarna’yı terk etti ve Teb’e dönerek kapatılan tapınakları tekrar kullanıma açtı. Ancak Aton’atapılmasına müsaade etti. Dokuz yılın ardından Tutankhamun devri bir saldırıyla sona erdi ve yerine Yuya’nın küçük oğlu Aye geçti. Ancak o da kısa bir süre devam edebildi — dört yıl — ve ardında iz bırakmadan ortadan kayboldu. Tahta bir Mısır ordusu generali olan ve kendi döneminde “bir tür General Franco” olarak tanımlanan Horemheb geçti. Horemheb yargı sistemini yeniden düzenleyerek ve hafif suçlara ağır cezalar koyarak istikrarı yeniden sağlamaya yöneldi. Akhnaton’un yaptırdığı çok sayıda anıtı ortadan kaldırdı ve Tutankhamun’un kabartma resimlerini kendisininkilerle değiştirdi.Aye’nin ölümünün ardından dört Amarna kralının ve ailelerinin kaderi üstüne bir perde çekildi. Bütün Mısır kayıtları Horemheb’inAmenhotep’ten sonra tahtı devraldığını yazarak Akhnaton, Semenkhare, Tutankhamun ve Aye’yi tümüyle yok saydılar.

Vezir Yuyanın ardından ortaya çıkan gelişmeler böyle. Peki, Mısır’daki dini düşüncelerin karmaşıklığına ve ne kadar uzun zamanda şekillendiğini düşündüğümüzde, Akhnaton döneminde hiçbir resmi olmayan tek bir tanrıya inanmak gibi büyük bir değişimin nedeni ne olabilir? Genel kanı bunun Yuya ile başladığı. Eğer kendisi tek tanrılı dinin inananı Yusuf değilse, Mısır’ın yüzyıllık eski dini inançlarında yer almayan bu devrim niteliğindeki düşüncelere nereden kapıldı?

Osman şöyle devam ediyor: “Sonunda 1984’te Kahire’ye uçup mumyayı kendi gözlerimle gördüğümde, araştırmalarım beni tarihteki Yuya ile İncil’deki Yusuf’un büsbütün aynı kişi olduklarına inanmama yol açtı. Bu vesileyle ilk kez Yuya olarak bilinen mumyanın aslında Yusuf olduğu görüşümü dile getirdim.”

İLK TEK TANRILI DİN
Amarna din devrimi ve Yahudilerin Mısır’dan Çıkışı sonrasında Mısır bir daha asla eski tanrılara tapmadı. Bunun yerine 19. Hükümdarlıktan itibaren kardeşi Seth tarafından suikasta kurban giden Osiris’e ibadet etmenin yeni bir şekli ortaya çıktı ve Mısır’da popüler bir din haline geldi. Bu durum Hıristiyanlığın egemen olmasına zemin hazırladı ve böylelikle Mısır MS ilk yüzyılda dünyadaki ilk Hıristiyan ülke oldu. Amarna çağının ve Mısır’dan Çıkış’ın travmalarının siyasi etkileri de oldu. Yahudilerin ayrılmasından kısa bir süre sonra Mısır yabancı bir hükümdarlığın buyruğu altına girdi ve bu hakimiyet MÖ 11. yüzyıldan 1952’ye dek, Mısırlı yetkililer Arnavut asıllı Kral Faruk’tan yönetimi devralana kadar bir şekilde devam etti.

YUSUF PEYGAMBER BİR MISIR ASİLİ
Yusuf’un kişisel öyküsü, kıskanç üvey kardeşleri tarafından 17 yaşındayken köle olarak satılmasıyla başlar. Bu talihsiz başlangıca rağmen vezirlik makamına yükselir ve ardından da tüm ailesini, yani İsrail kavmini Mısır’a çağırır. İsrail kavmini Mısır’a taşıyan İbranilerin atası Yusuf’un hayatıyla ilgili bilinen bilgiler, birçok açıdan tatmin edici değildir. Bize tuhaf kehanetler ve dramatik olaylarla ilgili anlatılan bilgiler, mantıklı bir neden-sonuç çerçevesi içinde bir bütünlüğe sahip olmaktan uzaktır. Bilim insanları, bu heyecan verici olayların tarihin belirli bir döneminde yaşandığından eminken, hem İncil’de hem de diğer yerlerde bu olayların tümüyle farklı bir dönemde yaşandığını gösteren yeterli sayıda kaynak bulunuyor.Çağdaş tarihçilerin çoğu, Mısır’dan Çıkış’ın 19. Hanedanlığın üçüncü kralı olan Ramses II’nin uzun süreli iktidarının sonlarına doğru ya da oğlu Merenptah’ın iktidarının başlarında, MÖ 1200 civarında yaşandığını belirtir.

Ahmed Osman’a göre, bu klasik görüş ciddi hatalar ve eksiklikler içermektedir. Onun iddiasına göre Yusuf kalıtımsal olarak bir Mısır prensi ve kabul edilenden iki yüzyıl sonra köle olarak satıldı. İsraillilerin Mısır’daki misafirliğinin 430 yıl sürdüğü de bir söylencedir. Osman’a göre, bu süre yüzyıldan uzun olamaz ve Zulüm ile Mısır’dan Çıkış döneminin genelde kabul edilenden çok daha önce olması gerekir.

Hiksos hükümdarları döneminden itibaren ve takip eden Yeni Krallık boyunca, Yuya Mısır tarihinde “Firavun’un babası” unvanına sahip tek kişiydi. Görünürde Kraliyet kanı taşımamasına rağmen, Yuya’nın mumyası bu yüzyılın başlarında Krallar Vadisi’nde, iki Firavun’un mezarları arasındaki bir mezarda bulunmuştu. Din adamı Yusuf ile Krallar Vadisi’ndeki bu yabancı aynı kişi olabilir mi?

Osman’ın bu soruya yanıtı evet. Bu durumda Yusuf Peygamber’in mumyası da Kahire’deki müzede…

Doğruysa bu bildiğimiz dinler tarihinin de sonu demek…

(Ahmed Osman'ın, tam adıyla "Krallar Vadisi’ndeki Yabancı-Firavun’un Veziri Yuya İbranilerin Atası Yusuf Peygamber’e Nasıl Dönüştü?" adlı kitabı, Merve Arkan tarafından Türkçeye çevrildi ve Omega yayınları tarafından piyasaya sürüldü.)
Odatv, Orhan Gökdemir, 17.01.2017

İRAN'DA SAFEVİLERDEN KALMA SU ŞEBEKESİ BULUNDU

İran'ın İsfahan şehrinde bulunan tarihi su şebekesinin yağmur ve yeraltı su kaynak sularını şehre dağıtmak için kullanıldığı anlaşıldı.



İran'ın İsfahan şehrinde İmam Camii duvarlarını nemden kurtarmaya çalışan restarasyon ekipleri, tarihi su şebekesini keşf etti.  Yağmur ve yeraltı kaynak sularını toplayarak, şehre dağıtımını sağlayan su sisteminin İran'da nadir görülen teknolojik sisteme sahip olduğu belirtildi.

İRNA ajansının verdiği bilgilere göre; İsfahan Kültür Mirası Arkeoloji Bölümü, El Sanatları ve Turizm Örgütü Başkanı Alamdar Alian, İsfahan'da tarihi bir su kanalı bulunduğunu açıkladı.

Tarihi su şebekesinin Safevi hanedanlığı döneminden kaldığı tespit edildi. Tuğla, çamur harcı ve taştan örülmüş su kanallarının Pehlevi Hanedanlığı dönemine kadar kullanıldığı ve yer yer betonla onarılmış parçaları bulunduğu belirtildi.

  

UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alan İmam Camii ve Naqsh-e Jahan Meydanı'nın altında yapılan kazılarla ortaya çıkarılan su şebekesinin hayli büyük çaplı su dağıtım ağına sahip olduğu belirtilirken Alamdar Alian, "Bu ağ, bahçeleri ve çiftlikleri sulamak için gerekli suyu ve belki içme suyunu sağlamak için kullanılıyordu. Bu, İran'da nadir bulunan su tedarik ağı türüdür. İsfahan'da, eşsiz olduğunu düşünebiliriz. İsfahan'da çok az yeraltı su dağıtım yöntemi ve yapısı keşfedilmiştir." dedi.





arkeolojikhaber.com, 17.01.2017
"AYA İRİNİ DERHAL KAPATILMALI, YOKSA ÇÖKER"

Ünlü tarihçi Prof.Dr. İlber Ortaylı, NTV'de yayınlanan "Gel Zaman Git Zaman" programında, bugün konserlerin vazgeçilmez mekanları arasında yer alan Aya İrini Kilisesi (Müzesi) ile ilgili çok kritik bir uyarıda bulundu.

Prof.Dr. Ortaylı, Topkapı Sarayı içerisinde yer alan tarihi yapının derhal kapatılması, 25 yıl açılmaması ve restorasyona tabi tutulmasını, aksi taktirde çökme tehlikesiyle yüz yüze olduğunu söyledi.

Ortaylı Zeytinburnu'nda önceki gün çöken bina ile ilgili olarak da İstanbul'un çok sahipsiz olmaya başladığını belirterek "Mühürlü binanın altında bankamatikler nasıl olur. Böyle hödüklük görülmüş şey değil" ifadelerini kullandı.
Yapı, 17.01.2017

'MOR SAÇLI KADIN'A BÜYÜK İLGİ

Sanatçı Ömer Uluç’un Mor Saçlı Kadın adlı tablosu, Beyaz Müzayede tarafından gerçekleştirilen 38. Çağdaş ve Modern Sanat Müzayedesi’nde 325 Bin TL’ye alıcı buldu.

Geçtiğimiz Pazar günü Orjin Sanat Merkezi’nde gerçekleştirilen müzayede, Türk Çağdaş Sanatı ustalarından modern sanatın dünyaca ünlü temsilcilerine kadar 125 sanatçının toplam 245 eserini sanatseverlerle buluşturdu. Ömer Uluç’un 1980’li yılların başlarında Beyoğlu afişlerinden esinlendiği Nü ve Şuh Kadınlar serisinde yer alan 1981 tarihli Mor Saçlı Kadın tablosu, müzayedenin en yüksek fiyatlı eseri oldu.

Müzayedede en çok ilgi gören ikinci eser Fahrelnissa Zeid’e ait Abstrait Rouge olurken, en çekişmeli eser ise Fethi Arda’nın Anadolu’nun Bağrı isimli çalışması oldu.
artfulliving.com.tr, 16.01.2016

MERSİN'DE PİYASA DEĞERİ YAKLAŞIK 1 MİLYON LİRA OLAN TARİHİ ESER ELE GEÇİRİLDİ

  

Mersin İl Jandarma Komutanlığı ekipleri, Erdemli İlçesi'nde bir şahsı, ceylan derisi üzerine İbranice el yazması bulunan, 7 yapraklı, bin 800 yıl öncesi dönemlerine ait olduğu değerlendirilen, piyasa değeri yaklaşık 1 milyon lira olan kitabeyi satmak isterken suçüstü yakaladı. 



Mersin Valiliği'nden yapılan yazılı açıklamaya göre, İl Jandarma Komutanlığı ekipleri, kentin tarihi ve kültürel eserlerinin korunması, tarihi eser kaçakçılığının önlenmesine yönelik çalışmalarını sürdürüyor. Ekipler gelen istihbarat doğrultusunda, Erdemli İlçesi'ne bağlı Kargıpınarı Mahallesi'nde F.Y. isimli şahsı, ceylan derisi üzerine İbranice el yazması bulunan, 7 yapraklı, bin 800 yıl öncesi  dönemlerine ait olduğu değerlendirilen, piyasa değeri yaklaşık 1 milyon lira olan kitabeyi satmak isterken suçüstü yakaladı.

Olayda gözaltına alınan F.Y. isimli şahıs, jandarmadaki ifadesinin ardından adliyeye sevk edildi.
Hürriyet, 16.01.2016
TARİHİ HAN OTEL OLACAK

İstanbul Fatih Belediyesi’nde geçen günlerde üç madde AKP’li üyelerin oyu ile geçti. Geçen maddelerden en dikkat çekici olan ise Arnavut Han’a ilişkin yapılan değişiklik oldu. Fatih İlçesi, Eminönü Molla Fenari Mahallesi’nde bulunan Arnavut Han’ın, kısmen korunması gerekli, tescilli arkeolojik, tarihi sanat değeri olan anıt eser yapılar taraması kaldırılarak, korunması gerekli, tescilli ahşap ve kagir sivil mimarlık örneği yapılar lejantına alınması talep edildi.

CHP’li Meclis üyelerinin ret oyuna karşın kabul edilen maddelerden diğeri Cidali Mahallesi’ndeki 1007 ada 26 parsele ilişkin oldu. Değişikle birlikte, alana ilave konut yapılmasının önü açıldı. Fatih Meclisi’nden geçen maddelerden bir diğeri Arpaemini Mescidi’nin de yer aldığı ise Topkapı Mahallesi’ne ilişkin 1/1000 ölçekli plan değişikliği oldu. Değişikliğe göre, kısmen korunması gerekli, tescilli arkeolojik, tarihi sanat değeri olan anıt eser yapılar lejantında, ‘dini tesis alanıdır’ kaldırılarak, ‘korunması gerekli, taşınmaz kültür varlığı eser lejantı’ işlenmesi talep edildi. Arpaemini Mescidi’nin mülkiyeti ise Emincev Mustafa Efendi Vakfı’na ait.

Belediye Meclisi’nden geçen maddelere ilişkin BirGün’e konuşan CHP’li Meclis üyesi ve Kültür Varlıkları Koruma Komisyon Üyesi Fazıl Uğur Soylu, İstanbul’da geçen yıl 23-24 Nisan tarihinde yapılan 10’ncu Gayrimenkul Fuarı ve Arap-Türk Zirvesi kapsamında birçok projeye imza atıldığını hatırlattı. Soylu, “Bu fuara katılan ve Fatih İlçesi'ne emlak yatırımcılarını davet eden Fatih Belediye Başkanı bilhassa Süleymaniye, Fener Balat ve Hanlar Bölgesi ile ilgili projelerini anlatarak yatırımcıları davet etti. Bu bağlamda Fatih Belediyesi’nin imar tadilatlarının arkasında daima gizli bir gündemi bulunmaktadır. Burada dikkat çekilen, Fatih İlçesi'nde hazırlanan projelerin bilhassa Arap müşterilere satılması talimatıdır” diye konuştu.

“Arnavut Han’ın yapılan bu plan tadilatı ile otel yapılmasının önü açılıyor” diyen CHP’li Soylu sözlerini şöyle sonlandırdı: “Cidali Mahallesi’ndeki alana muhtemelen ilave konut, lojman ya da Kuran kursu binası yapılacak. Topkapı Mahallesi’ndeki alana ise külliye yapılma ihtimali yüksek” dedi.
Birgün, Haber: Uğur Şahin, 16.01.2016

GLADYATÖRLER KENTİNDE BİZANS MEZARLARI ORTAYA ÇIKTI

Muğla'nın Yatağan İlçesi'ndeki, "Gladyatörler kenti" olarak bilinen Stratonikeia antik kentinde süren kazı çalışmalarında, Bizans döneminden kalma 65 mezar gün yüzüne çıkarıldı.

Stratonikeia Antik Kenti Kazı Başkanı ve Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Bilal Söğüt, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 3 bin 500 yıl öncesine ait kentte tarihin birçok döneminden kalıntılara ulaşıldığını belirtti.

Kentte yapılan kazı çalışmalarında her yıl önemli verilere ulaştıklarını anlatan Söğüt, ''Stratonikeia yaşayan bir arkeoloji kenti. Bunun bir benzeri yok. Antik dönemden günümüze yapıların bir bütün olarak korunduğu başka bir kent bulunmuyor.'' dedi.

65 Bizans mezarı bulundu
Karialılar ve Lelegler'e ev sahipliği yapan antik kentin binlerce yıl önemini sürdürdüğünü vurgulayan Söğüt, kazı çalışmalarındaki önemli bir alanı da Bizans mezarlarının oluşturduğunu bildirdi.

Kent içindeki Batı Cadde'de yürütülen kazı çalışmalarında farklı katmanlarda Helenistik, Roma, genç Bizans, orta Bizans ve beylikler dönemine ait kalıntılara ulaştıklarını belirten Söğüt, şöyle konuştu:

"Çalışmalar kapsamında mezarlık alanında da kazı yürütüyoruz. Stratonikeia antik kentindeki kazı çalışmalarında 65 Bizans dönemi mezarı bulundu. Burada hem yetişkin bireylere hem de çocuklara ait mezarlar gün yüzüne çıkarıldı."

Söğüt, son olarak açtıkları bir mezarda 120 santimetre uzunluğunda bir iskelet bulduklarını vurgulayarak, iskeletin yaklaşık bin 300 yıl önce ölmüş, genç bir kadına ait olduğunu düşündüklerini ifade etti.

Mezarın bir Bizans yapısı olduğunu aktaran Söğüt, iskeletin temizlik çalışmalarının ardından korumaya alındığını belirtti.
Akşam, 15.01.2017

MONA LİSA'NIN TEK RAKİBİ KAKIMLI KADIN

Koleksiyonun en önemli parçalarından biri de, Leonardo da Vinci’nin ‘Kakımlı Kadın’ (Cecilia Gallerani’nin Portresi) adlı tablosu. ‘Kakımlı Kadın’ da Vinci’nin 15 tamamlanmış başeseri ve dört kadın portresinden biri. Bir diğeri de çoğu zaman karşılaştırıldığı Mona Lisa. Mona Lisa’nın bu dünyadaki en büyük rakibi olma özelliğini taşıyan ‘Kakımlı Kadın’, Kültür Bakanı Piotr Glinski’ye göre Mona Lisa’dan daha iyi.

1490 imzalı tabloda resmedilen genç kadın, Cecilia Gallerani. Cecilia dönemin Milano dükü Ludovico Sforza’nın ‘yasak aşkı’. Dükün yanında çalışan babası sayesinde, ‘metres’ olarak saraya alınıyor, Dük’e bir de çocuk veriyor. Güzelliği, edebiyat ve müzik sevgisiyle Lodovico’nun gözdesi.

YASAK AŞKIN GİZEMİ ÇÖZÜLÜYOR
Çok yönlü bir bilim adamı ve sanatçı olan Da Vinci o dönem Dük’e mimar, silah tasarımcısı, mühendis, heykeltıraş ve ressam olarak hizmet vermiş, yine Dük’ün emriyle Cecilia‘nın portresini resmetmişti. Tablo 2. Dünya Savaşı’nda Naziler tarafından Polonya’dan yağmalandı, sonra sahiplerine geri verildi.

Büyük usta Da Vinci’nin her tablosunun içine birtakım şifreler gizlediği malum... ‘Kakımlı Kadın’a ismini veren ve resmin en dikkat çeken ögesi genç kadının kucağındaki kakım. Peki neden kedi, köpek ya da tavşan değil de bir gelincik resmedilmiş? Sansargillerden gelme bu hayvan, dönemin soyluları tarafından evde beslenir ve kürkü yapılırmış. Bembeyaz tüyleri olan kakımın en büyük özelliği ise tüylerinin kirletmemek adına avcılardan kaçarken canı pahasına çamurlu çukurlara girmemesi. Asalet, saflık, temizlik simgesi... Bu özellikler 15-16 yaşlarında resmedilen Cecilia’ya atıf için kullanıldığı gibi, kakım dükün üyesi olduğu şövalye birliği Kakım Tarikatı’nın da sembolü. Aynı zamanda sanatta doğurganlık simgesi olarak da kullanılan kakım, Cecilia’nın hamileliğine de işaret ediyor olabilir.

Rönesans portrelerinde kakım sıkça kullanılan bir sembol. Nicholas Hilliard’a ait 1585 imzalı meşhur I. Elizabeth portresinde de kraliçenin kolunun üstüne çıkmaya çalışan bir kakım görülür. Kraliçe hiç evlenmemiş ve bakire Elizabeth olarak bilinirdi.

ELE DİKKAT!
Genç kadının ön planda görülen zarif elleri de resmin etkileyici ögelerinden... İncelikle çalışılmış olan bu el, Da Vinci’nin vücutları ve elleri ayrı ayrı tasarlamasından dolayı vücuda göre bir miktar büyük. Genç kadının elbisesi soylu olmadığını gösterecek nitelikte sade, ancak boynundaki simsiyah taşlı kolye, oldukça esmer teni olan dükü sembolize ediyor.

YENİDEN BOYANMIŞ, YANLIŞ İMZALI
Da Vinci’nin başyapıtlarından olan bu eser, büyük ustanın resimlerindeki karakteristik özelliklerin büyük çoğunluğunu tek resimde gözler önüne seriyor.

Leonardo’nun renkleri ince bir dumanla kaplanmış gibi buğulu biçimde kaynaştırdığı ‘sfumato’ tekniği bu eserde de hakim. Cecilia’nın boynu ve gövdesindeki ton geçişleri sfumato’nun inceliğini gösteriyor.

Cecilia, ‘contrapposto’ denilen vücudun dörtte üçünü gösterir şekilde resmedilmiş. Vücudu tıpkı Mona Lisa gibi sola dönük ama hem hayvanın hem de Cecilia’nın başı tam ters yönde– genç kadın aniden sağ tarafta dikkatini çeken bir cisme bakıyormuş gibi. Dinamiğin kurallarıyla ilgili araştırmalar yapan ve hareket halindeki nesneleri resmetmekten haz alan Da Vinci’nin betimlemelerinin tipik örneği...

Resme dikkatli bakıldığında sol üst köşesinde La Belle Ferronnière – Leonardo DaWinci yazıyor. Bu yazı, eseri İtalya’dan satın alan Czartoryski ailesi tarafından sonradan eklenmiş. Czartoryski, tablodaki modelin Paris Louvre’da bulunan bir diğer Da Vinci eseri La Belle Ferronnière’de resmedilen kadınla aynı kişi olduğunu düşünmüş, sanatçının ismi de yanlış dikte edilmiş.

Eserde restorasyon çalışmalarının izleri de apaçık. Kıyafet üzerindeki süslerin geometrileri değişmiş, sol elin şekli ve sağ elin parmakları bozulmuş, fondaki ışık oyunları yok olmuş. Kaynaklarda anlatılana göre orijinalinde mavi-gri olan arka fon, siyah olarak yeniden boyanmış. Ancak tüm bunlar resmin usta inceliklerini silmeye yetmemiş.

Ben “Kakımlı kadın mı Mona Lisa mı?” sorusuna “Kakımlı Kadın” diyorum, ya siz?
Habertürk, Yazı: Ayşe Özek Karasu, 15.01.2017

O ESKİ SANATTAN ESER YOK ŞİMDİ
Dünyada da, Türkiye’de de sanat piyasasında sıkıntılı günler var. Alıcılar azalıyor, fiyatlar düşüyor, galeriler kapanıyor. Bugünleri atlatmak için ise sanatçılar devlet desteğinin şart olduğunu söylüyor.

Çok değil, 5-6 yıl önce hem dünyada hem Türkiye’de en parlak günlerini yaşıyordu “sanat piyasası.” Dünyada Ruslar ve Çinlilerin yeni koleksiyonerleri piyasaya çıkıyor, klasik ve özellikle çağdaş sanat eserlerinin fiyatları hızla yükseliyordu.

Wall Street Journal’da 2009’da yayınlanan bir yazıda, Türkiye çağdaş sanatı “yükselen piyasa” olarak niteleniyordu. Bu piyasa, yabancı yatırımcıların da ilgisini çekiyor Sotheby’s Türkiye’de şube açıyor, Türk sanatçılara odaklanan müzayedeler düzenliyordu.

Yerli bankalar yatırım değeri gördüğü için kendi resim koleksiyonlarını oluşturuyor, ünlü işadamı Murat Ülker, Burhan Doğançay’ın Mavi Senfoni isimli eserine servet ödüyordu.

Bugün artık bu parlak günler geride kalmış gibi görünüyor. Dünyada da Türkiye’de de sanat piyasasında sıkıntılı günler var. Alıcılar azalıyor, fiyatlar düşüyor, galeriler kapanıyor.

Türkiye’de ekonomide başlayan belirsizlik, siyasetteki tartışmalı ortam bu piyasayı nasıl etkiledi? Soruyu sanat alanının önemli isimlerine yönelttim.

ESER FİYATLARI DÜŞTÜ
Tayfun Poyraz küratör. Ekonomik krizin her sektörde olduğu gibi sanat piyasasında da etkili olduğunu söylüyor. Sanat galerileri ve sanatçıların gerçekten zor bir süreç yaşadığını, eser fiyatlarının geçmiş yıllara göre çok düştüğünü ve koleksiyoner sayısının da azaldığını vurguluyor.

Özellikle sıkıntının çağdaş sanatta yaşandığını vurgulayan Poyraz, bazı koleksiyonerlerin ellerinden Türk sanatçıları çıkardığını, yabancı sanatçıların eserlerine daha fazla talep olduğunu vurguluyor.

Galeri fiyatlarıyla müzayede fiyatları arasında korkunç farkların ortaya çıktığını anlatan Poyraz, bu günlerin yatırımcı için aslında bir fırsat olduğunu da anlatıyor ve “Sanat yatırımcısı için şu anki koşullar son derece uygun. Çoğu sanatçının eserlerinin fiyatı 5-10 yıl önceki fiyatlara geriledi, böyle bir durumda alıma geçmemek büyük hata olur” diyor. Poyraz’a göre çözüm ise şöyle: “Bu konuda devlet desteği çok önemli. Avrupa ülkelerinin sanata milyar dolar seviyesinde destekleri var. Açılan ve açılacak özel müzeler de çok önemli.”

GÜCÜ OLAN AYAKTA KALIYOR
Şile’deki Anıt Atölye’de çalışmalarını sürdüren Türkiye’nin önemli ressamlarından Mustafa Ata da ekonomik krizin sanat piyasasını etkilediğini söyleyerek, “Bugün dünyanın geneli kapitalist sistemin ekonomik riskleriyle uğraşıyor. Sanat da bu sistemin içindeki bir tüketim nesnesi” diyor. Ata, şöyle konuşuyor: “Kriz döneminde her insan yaşamak adına nelerden vazgeçebileceğini düşünür doğal olarak. Sanat da bir üst yapı tüketim zincirinde yer alıyor. Alıcı kesim, sanatı vazgeçilebilir görmüyor ama tüketimdeki öncelik sırasını değiştiriyor. Zaten krize aşina olan sanatçı da, gücü varsa ayakta kalıyor.” Yine önemli ressamlardan Ertuğrul Ateş’e göre ise henüz Türkiye’de hukuk düzenlemeleri yapılmış, telif hakları gerçek anlamda sağlanmış bir sanat piyasası yok. “Bu nedenle Türkiye gibi ülkelerde sanat bir yatırım aracı olamadı ama şahane bir manipülatif piyasa oluşturdu. Bu bir insani gelişmişlik sorunudur” diyor Ateş. Krizin etkisi ile koleksiyoner sayısının azalmasını ise şöyle yorumluyor: “Koleksiyoner sayısının azalmasında hatalar da var. Sayının artması ancak gerçek bir piyasanın oluşması ile mümkün. Bu bir ‘yanlış düğme ilikleme’ meselesi. Temel sorunluysa, sonuçta sorunlu olacaktır. Ancak Türk koleksiyoneri öncelikle kendi sanatçısına sahip çıkma sorumluluğundan kaçınmamalıdır. Bu hepimizin birlikte halledebileceği bir sorunsal. Devletin her türlü katkısı da mutlaka sağlanmalı. Bu milli bir meseledir ve var olmak ya da olmamak meselesidir.”

Sanatın krizde ilk feda edilecek alan olması hiç hoş değil. Sanatçı gözüyle piyasanın durumu bu. Sanatçılar ve koleksiyonerler için yeni bir yol ayrımında mıyız, piyasa nasıl güçlenir? Bu soruların da yanıtını arayacağız.
Hürriyet, Yazı: Jale Özgentürk, 15.01.2017

BARDAKÇI'NIN "ÇİĞLİĞİ" VE "CAHİLLİĞİ" ARKEOLOGLARI ŞAŞIRTTI

Araştırmacı yazar Murat Bardakçı'nın TRT Belgeselinden hareketle Göbeklitepe'den yola çıkarak Türk arkeologlarını küçümsediği yazıdaki arkeolojik cehalet, arkeoloji dünyasını hem üzdü hem şaşırttı.

TRT’de yayınlanan, arkeolojik ve teolojik bilgileri mantık kurgusu gözetmeksizin birbirine karıştırarak, Göbeklitepe’yi ‘Hz. İbrahim’in putları yıkmış olabileceği yer’ olarak tanımlayan Suların, Ateşin ve Taşların İmparatorluğu adlı belgeselin doğurduğu tartışmalara, Habertürk yazarı Murat Bardakçı da "Arkeolojiyi bile ideolojik boyuta taşımayı becerdik ya, helal olsun bize!" başlıklı yazısı ile katılmıştı.

Bardakçı yazısında kullandığı, "En önemli keşifleri yabancılar yaparlar, sonra işin içine bizimkiler girer ve buluntuları başka taraflara çekiştirirler"  ve "Çekiştirmeler şimdiye kadar reklam yahut menfaat derdi ile yapılırdı ama artık ideoloji ve “Yobazlar Göbeklitepe’ye saldırabilirler” teraneleri ile din boyutuna taşındı!" sözleri ile Türk arkeologları deyim yerinde ise yerden yere vurdu.

Bardakçı'nın Türk Arkeolojisi ve arkeologlarını 'küçük gören' cümleleri üzüntüye sebep oldu. Arkeologlar ve arkeoloji otoriteleri, Murat Bardakçı'nın bilgi yetersizliği ve yöntem cehaleti nedeniyle arkeoloji konusunda muhatap alınmaması gerektiği konusunda hemfikirler. Ancak, 'hakir gören' mantığına da kırgınlar. 

Konu hakkında görüşlerine başvurduğumuz Türk Arkeologlarının çoğu, "muhatap almaya gerek yok" diyerek sessiz kalmayı tercih ettiler.

PROF.DR. YÜCEL ŞENYURT: ÇİĞLİK
Kazı Başkanlığını yürüttüğü Ordu'daki Kurul Kalesi kazılarında yaptığı keşiflerle 2016'da adından en çok söz ettiren Türk arkeoloğu olan Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Süleyman Yücel Şenyurt, yazar Murat Bardakçı'nın yorumunu çiğlik olarak yorumladı. 

Prof. Şenyurt; "Murat Bardakçı'nın bu yorumu kendi görüşüdür ve onu bağlar. Camiamız onun bu çiğ yorumuna gerekli tepkiyi göstermektedir" demekle yetindi.

DR. SONER ATEŞOĞULLARI: İŞKEMBEDEN ATIP TUTUYOR!
Arkeologlar Derneği Başkanı Dr. Soner Ateşoğulları, birilerinin Türkiye'deki kazıların çoğunluğunun Türk arkeologlarca yapıldığını yazar Murat Bardakçı'ya anlatması gerektiğini söyledi ve arkeolojinn evrensel bilim dalı olduğunu söyledi.

Soner Ateşoğulları, konu hakkında  görüşlerini "Biri buna Türkiye'de en önemli kazılardan çoğunun "Türkler" tarafından yapıldığını söylesin. Bilir bilmez işkembeden atıp tutuyor. Hem arkeoloji evrensel bir bilim dalıdır. Bunun yerlisi yabancısı olmaz. Sonuçta insanlığın ortak kültürel mirası söz konusu. Nedir bu şovenizm! Orta Çağ'da mı yaşıyoruz..." şeklinde belirtti. 

ARKEOLOG YİĞİT OZAR: ELEŞTİRİLERİNİN BİZİM GÖZÜMÜZDE BİR DEĞERİ YOK
Arkeologlar Derneği İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Yiğit Ozar, Murat Bardakçı'nın arkeoloji biliminin ilke ve değerlendirme kriterlerinden habersiz olduğu için söylediklerinin kendilri açısından hiç bir değeri olmadığını belirtti.

Arkeolog Yiğit Ozar;  "Arkeoloji, her bilim dalı gibi evrenseldir. Bu nedenle ülkemizde arkeolojisindeki millileştirme çabalarına karşın da her zaman söylediğimiz gibi bizim için Türk, Alman, İngiliz arkeolog gibi bir ayrım yoktur. Meslektaşlarımızın uyrukları değil araştırma alanları, çalışma yöntemleri önemlidir. Murat Bardakçı daha önce "bizde çatılı eser yok" diyerek Türkiye'nin arkeoloji potansiyelinin yüksek olmadığını iddia etmiş, böylece arkeolojinin ilkelerinden, değerlendirme kriterlerinden bihaber olduğunu gözler önüne sermiştir. Bu açıdan yaptığı eleştirilerin bizim gözümüzde bir değeri yoktur. Murat Bardakçı'nın bu yazısı, yazıda veryansın ettiği türden bir kamplaşmanın bir ürünüdür sadece." dedi.

ARKEOLOG DR. NURCAN YALMAN: CEHALETİNİ SERGİLEMESİ ÜZÜCÜ
Çatalhöyük kazılarına katılan arkeologlardan Dr. Nurcan Yalman ise sosyal medyadan yaptığı yorumla, Murat Bardakçı'nın cehaletini sergilemesini üzücü olarak yorumladı ama daha da üzücü olanın konu hakkına araştırma yapmadan yazması olduğuna dillka çekti.

Arkeolog Dr. Nurcan Yalman yorumunda şu ifadelere yer verdi: "Murat Bardakçı'nın özellikle arkeoloji konularında ne kadar cahil olduğunu sergilemesi bizleri üzdü. Daha da üzücü olan, bilmediği bir konuda yazı yazmaya karar veren bir gazetecinin bir zahmet o konu hakkında şöyle bir de olsa iki satır okumayışı... Arkeolojik yerleşmeler nasıl tarihlenir, neye göre yorumlanır ya da daha da basitinden, KRONOLOJİ nedir???
Ayrıca, ben arkeolojik yerleşmelerin kurgu filmlere ya da yazılara konu olmalaraına asla karşı olmayan bir insanım. Kaldı ki, Göbeklitepe de bu konuda tepe tepe kullanılmış bir yer... güzel... bunlar da prehistorik bir yerleşim yerinin bugün anlamlanışını gösterir ve enteresandır.. youtube'da döner de döner...Ama hiçbiri kendisinin resmi kurumlarca desteklenen bilimsel bir belgesel olduğunu iddia etmediği sürece.. çünkü bunu dedikleri an, sorumluluk başlar... Eğer bu kadar arkeolog, bu kadar prehistoryacı birden bire damarına basılıp yerinden zıplamışsa, öööle durup dururken canı sıkıldığından değil"

EDİTÖR ARKEOLOG NEZİH BAŞGELEN: TALİHSİZ YORUM
Ünlü Arkeolog Halet Çambel'in öğrencilerinden Arkeoloji ve Sanat Yayınları kurucusu ve Arkeoloji Sanat Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Nezih Başgelen de Murat Bardakçı'nın yorumunu talihsizlik olarak nitelendirdi ve özellikle yeni yetişen arkeoloji kuşağının başarılarının başarılı projelerinin görmezden gelinemeyeceğini belirttti.

Nezih Başgelen, "Yazıdaki yoruma katılmıyorum: Yaşadığımız coğrafya, insanın dünyaya yayılmaya başladığı dönemden günümüze, uygarlık tarihinin yoğun yerleşimlerine sahne olmuştur. Bu açıdan ülkemiz arkeolojisi, dünya tarihine yön vermiş belli başlı uygarlıkların gelişim süreçlerinin aydınlatılmasında yadsınamaz öneme sahiptir. Son dönemde ulusal kazı ve araştırmaların sayısı kadar nitelikleri de önemli gelişmeler göstermiştir. Özellikle yeni yetişen arkeoloji kuşağımızın bu yazıdaki talihsiz yorumun aksine ülkemizin dört bir yanında tarihöncesinden günümüze her alanda her açıdan başarılı projeler yürüttüğü yerli ve yabancı kamuoyunca bilinmektedir. Hocalarından öğrencilere arkeolojideki yeni kuşakların kazı ve araştırma projeleriyle gurur duyuyoruz . Bu yeni kuşağı destekler önlerini açarsak daha da başarılı olacaklardır. Göbeklitepe'nin tarihlendirilmesi konusunda gerek kazı ekibinin gerekse ilgili bilim alanının yazıda bahsedildiği gibi tutarsız bir yaklaşımı hiçbir zaman olmamıştır. Bu konudaki referanslar gayet açıktır." dedi.

MUAMMER İREÇ: CEHALETİN EN GÜNCEL ÖRNEĞİ
Dokuz Eylül Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Araştırma Görevlisi Muammer İrec ise Arkeofili sitesinde yazdığı metinle tepkisini dile getirdi, "Benim bir arkeolog olarak Osmanlı’nın son dönemleri, hanedanlık ilişkileri vb. konularda ahkam kesmem ne kadar anlamsız ise Bardakçı’nın Göbekli Tepe üzerine konuşması o derece saçmadır" diyerek şunları yazdı:  "... köşe yazarı ve televizyon kişiliği Murat Bardakçı söz konusu cehaletin en güncel örneği olarak karşımızda durmakta. Son olarak yazdığı “Arkeolojiyi bile ideolojik boyuta taşımayı becerdik ya, helal olsun bize!” başlıklı yazısında Göbekli Tepe meselesine değinmekte, örtülü bir şekilde TRT’ye sahip çıkmakta, kendince tespitler yapmakta, bilmediği ve anlamadığı bir konuda allame kesilmektedir. Öyle ki Göbekli Tepe’yi bir “buluntu” olarak tanımlamakta, “İşin aslı, Göbekli Tepe’nin bugün değil yaşını, ne olduğunu, ne için inşa edildiğini bile tam olarak bilmiyoruz, zira henüz erken!” diyerek bir de arkeologlar adına konuşmaktadır. Bununla da yetinmeyip “yabancılar bulur biz çekiştiririz” diyerek, arkeoloji ile teması olmayan insanların şehir efsanesine dönüşmüş “yabancılar ülkenin arkeolojik mirasını kazıyor, götürüyor” algısına selam çakarak yazısını sürdürmektedir. (...)  ... Göbekli Tepe bir buluntu merkezidir “buluntu” değil. Bardakçı hem bilmediği bir terminolojiye bulaşmakta, hem de arkeolog edası takınmaktadır.

Arkeolojide yabancılar ve Türkler ayrımı son derece tehlikeli ve cehalet ötesi bir zihniyetin dışavurumudur. Bizler bilim insanlarıyız, insanlığın ortak mirasını anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz. Arkeoloji bir bilim olarak zaten yabancılar tarafından başlatılmış, onlar tarafından geliştirilmiş ve onlar tarafından iyi bir şekilde sürdürülmektedir. (...)  Benim bir arkeolog olarak Osmanlı’nın son dönemleri, hanedanlık ilişkileri vb. konularda ahkam kesmem ne kadar anlamsız ise Bardakçı’nın Göbekli Tepe üzerine konuşması o derece saçmadır. Konu yine en büyük düşmanımız olan cehalete gelip dayanıyor. Göbekli Tepe konuşuldukça bu cehaletin boyutlarını da daha net bir şekilde görebiliyoruz.
arkeolojikhaber.com, 14.01.2016

MAĞARALAR VE MOZAİKLER KORUMA ALTINA ALINDI

Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından geçen yıl Balıklıgöl, tarihi kale, Haleplibahçe ile Kızılkoyun bölgesinde başlatılan arkeolojik kazı ve yüzey temizleme çalışmaları devam ediyor.

Büyükşehir Belediyesi işbirliğiyle yürütülen çalışmalarda Kızılkoyun'da Osrhoene (Edessa) Krallığı dönemlerine ait 61, kale eteğinde 72 ise mağara ile kaya mezarların üzerine resmedilmiş 5 mozaik bulundu.

2 bin yıl önce işlenen mozaikler ile mağaraların koruma altına alındığı öğrenildi.

Projenin tamamlanmasıyla Kızılkoyun ve Kale Eteği turizme kazandırılacak ve ziyarete açılacak.

KALE ETEĞİ PROJESİ
Kale Eteği Projesi, Şanlıurfa Büyükşehir Belediyesi'nin tarihi alanlarda yürüttüğü çalışmalar arasında yer alıyor. 45 dönümlük arazi üzerinde yaklaşık 1 yıldır yürütülen çalışmalarda 135'e yakın kaya mezarı ortaya çıkarıldı. Bu kaya mezarları içerisinde uzman arkeologlar tarafından yapılan çalışmalarda ise 5 adet taban mozaiğine rastlandı. Süryanice yazıtlar ve ince işlemelerin yer aldığı mozaik ve kaya mezarlarının MÖ 132 - MS 639 yıllarındaki Edessa Krallığı dönemine ait olduğu tahmin ediliyor.

Ajans Urfa, 13.01.2017

ULUS PLANSIZ KALDI

Büyükşehir Belediye Meclisi’nin 2014 yılında aldığı kararla onayladığı Ulus Tarihi Kent Merkezi Projesi’ne ilişkin ‘1/5000 ölçekli Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı’, Şehir Plancılar Odası Ankara Şubesi’nin açtığı dava sonucunda Ankara 7. İdare Mahkemesi’nin aldığı kararla iptal edildi.

Planın koruma amacıyla yapılmadığını ifade eden Şube Başkanı Emre Sevim, “Planlarının tarihsel dokuyu koruması gerekirken; belediyenin tutumu, buradaki kültür varlıklarını kullanarak rant elde etme yöntemi. Belediye tarihi dokuyu zedeliyor” diye konuştu. Sevim, şunları söyledi:
Ankara’nın Kızılay, Zafer, Ulus gibi mevcut meydanları var. Bu noktada belediyeyi eleştirmek lazım. Buralarda ne kadar meydan düzenlemesi yapmış ki şimdi ortaya çıkıyor. Tarihi olarak ele aldığımızda Ulus, Roma’dan beri kent merkezimiz. Cumhuriyet’in ilanıyla merkez Yenikent yani Kızılay oluyor ama Ulus ticari ve kültürel fonksiyonlarını devam ettiriyor. Ulus hali hazırda işleyen bir kent merkezi. Belli düzenlemelere ihtiyacı var ama plan, bu düzenlemelere uygun değildi. Ulus, mekan olarak Ankara’nın tek meydanı şu anda. Kapalılık, heykel gibi meydanı tanımlayan öğeler var. Meydan fonksiyonları eksik olabilir ama burada görev belediyenin. 

PLANA AYKIRI PROJE ORTAYA ATILDI
2015’lerin başında Melih Gökçek, Ulus’ta büyük bir kent merkezi yapacaklarını söyledi. Ulus Çarşısı, 100. Yıl Çarşısı ve Anafartalar Çarşısı’nın yıkılarak, yaklaşık 30 bin metrekarelik bir Ulus Meydanı yapılacağı duyurulmuştu. Mevcut kent meydanı ise 2 bin 250 metrekare civarında. Bu söylem toplumu kandırmaya yönelikti ve daha sonra Ulus esnafının, AŞTİ’ye taşınacağı açıklandı. İptal edilen bu planda yani belediyenin onayladığı planda, Melih Gökçek’in projesi yok. Melih Gökçek, kendi onayladığı plana aykırı bir proje ortaya atmıştı. Sonuç olarak şu anda Ulus’ta hali hazırda proje üretmeye yönelik ortada bir plan yok.


UFAK DEĞİŞİKLİKLERLE HUKUK KANDIRILIYOR
Ayrıca belediye Ulus Tarihi Kent Merkezi ile ilgili dava sürecinde savunma vermedi. Büyükşehir Belediyesi’nin kendi onayladığı planı savunma ihtiyacı bile duymaması meslek alanımıza, hukuka ve kentimize ne kadar saygılı olduğu açısından çarpıcı bir örnek. Bu bize planın, önümüzdeki süreçte değişerek yeniden önümüze geleceğini işaret ediyor. Böyle bir mantığa dönüştü maalesef. Daha önce de burası için yapılan plana, iptal kararı almıştık. Ufak değişiklerle yeni plan çıkarmışlardı. Bu hukuku kandırmadır, suçtur.”

Hürriyet, Haber: Sedat Cenikli, 13.01.2017

YILDIRIM: TARİHİ YARIMADAYLA İLGİLİ ADIMLAR OLUMSUZ

Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi’nin Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri Temsilciliği’ne atanan Dr. Ayşe Ege Yıldırım: “En yaşanabilir yerler Seferihisar, Ayvalık, Ovacık, Sinop ve Gaziantep.”

Birleşmiş Milletler (BM), 2015 Eylül’ünde kabul ettiği ‘Dünyamızı Değiştirmek: 2030 Gündemi’nde 13 yıl içinde şehirlerin ve insan yerleşimlerinin kapsayıcı, güvenli, dayanıklı ve sürdürülebilir kılınmasını hedefliyor. Bu hedef için çalışanların başında da UNESCO’nun danışma organı Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi (ICOMOS) geliyor. Kurumun BM Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri Temsilciliği’ne geçen ekimde Hürriyet'ten Zeynep Bilgehan'ın haberine göre, Dr. Ayşe Ege Yıldırım atandı. İki yıl görev yapacak Yıldırım ICOMOS’un sürdürülebilir kalkınma konusundaki etkinliklerini koordine edecek, çalışmaları teşvik edecek. Uzmanlığı kentsel koruma projeleri olan şehir plancısı Dr. Yıldırım Türkiye’nin kültür karnesinin kırık olduğunu söylüyor: “Kültür Bakanlığı’na aktarılan miktar, milli gelirin binde 6’sı. Bunun en azından tek haneli rakam olması gerekiyor.”

‘İstanbul yaşanabilir değil ama...’
Dr. Yıldırım’a göre Türkiye’nin en yaşanabilir kentleri Seferihisar, Ayvalık, Ovacık, Sinop ve Gaziantep. İstanbul ise yaşanabilir değil ama iyi niyetli çaba var: “Ekonomik hacmi ve uygulama gücü eşsiz ama büyük hata yapma potansiyeli var. Güzel restorasyonlar da var ama doğru uzmanlık kullanılmadan yanlış düzeltmeler yapılıyor. Kararlar acele ve baskıyla kurullardan geçiriliyor. Uzmanlar da hep eleştirel. Diyalogla farklı paydaşları bir araya getirilmeli.”

‘Tarihi yarımadayla ilgili adımlar olumsuz’
Peki tarihi alanlar korunabiliyor mu? Dr. Yıldırım şöyle cevaplıyor: “Türkiye’nin 100 yılı aşkın bir koruma geleneği var. Bu sayede pek çok eser ve sit alanı korunabildi. Ancak kurallar çok yasaklayıcı ve katıydı. Onarıma yardımcı olabilecek kredi ve hibeler verilemedi. Bununla beraber İstanbul’da tarihi yarımadayla ilgili adımlar olumsuz. Kurulların çok yavaş karar alması sorununun çözümü, kurulların kaldırılmaları değil. Kapasitelerini yükseltilmeli.”
Yapı, 13.01.2017

TOPKAPI'DA SERVİSİN ÖNÜNE TARİHİ SURDAN PARÇALAR DÜŞTÜ

Fatih, Topkapı Kaleiçi'nde bir kolejin öğrencilerini taşıyan servis aracının önüne tarihi surların parçaları düştü. Servis aracı düşen parçaya çarptı. Servis aracı hasar görürken öğrenciler panik yaşadı. Belediye yetkilileri, kopan taş parçalarının tarihi eser niteliği taşıması nedeniyle olay yerinde inceleme başlattı.

Kaza saat 14:15 sıralarında, Sulukule Caddesi üzerinde meydana geldi. Bir kolejin öğrencilerini taşıyan servis aracı seyir halindeyken, caddenin kenarında bulunan tarihi surların parçaları koparak yola düştü. Servis aracının sürücüsü Yahya Amaç, son anda manevra yaptı ancak aracın önüne düşen sur parçalarına çarparak durabildi.





FACİA KIL PAYI ATLATILDI
Servis aracının içindeki öğrenciler ve öğretmenler ile sürücü kazayı yara almadan atlattı. Sur parçalarının servis aracının üzerine düşmemesi facianın önüne geçti.



Olayı anlatan sürücü Yahya Amaç, “Seyir halindeyken parçalar düşmeye başladı. İlk düşen parçayı kurtardım. İkinciyi kurtaramadım. Aracın içinde öğrenciler vardı. Kimse yara almadı" dedi.



Servisin rehberi ise, “Biz aracın içinde 5 kişiydik. Aşağıdan yukarıya doğru çıkıyorduk. Biranda sur parçaları düştü" diye konuştu.

ÖĞRENCİ SERVİSİ KURTARICIYLA ÇEKİLDİ
Olayın ardından polis ekipleri yolu trafiğe kapattı. İtfaiye ekipleri tedbir amacıyla olay yerine geldi. Kazada hasar gören servis aracı çekiciyle olay yerinden kaldırıldı. Öğrenciler ise özel araçla evlerine götürüldü. Polisin olayla ilgili incelemesi sürüyor.

HER BİRİ TARİHİ ESER NİTELİĞİNDE
Belediye yetkilileri, kopan taş parçalarının tarihi eser niteliği taşıması nedeniyle olay yerinde inceleme başlattı.

Hürriyet, Haber: İbrahim Aktürk, Taner Yener, 13.01.2017

KAZI BAŞKANI: ÇATALHÖYÜK'TEKİ İKİ KADIN FİGÜRÜ, ANA TANRIÇA'YI DEĞİL, YAŞLI KADINLARI SEMBOLİZE EDİYOR

Konya'nın Çumra İlçesi'ndeki 9 bin yıllık neolitik yerleşim yeri Çatalhöyük'teki geçen yıl yapılan kazılarda taştan iki kadın figürü, yaşlı kadınları sembolize ediyor. Kazı Başkanı Stanford Üniversitesi öğretim üyesi Prof.Dr. Ian Hodder, göbekleri, kalçaları ve göğüsleri oldukça belirgin iki taş kadın figüriyle ilgili, "Bu figürlerin ana tanrıça yerine, yaşamları boyunca toplumsal bir statü ve prestij elde etmiş yaşlı kadınları temsil ettiği düşünülmektedir.'' dedi.

Çatalhöyük'ün 1958 yılında arkeolog James Mellaart tarafından keşfedilmesinin ardından kazılar, 1961-1963 ve 1965 yıllarında yapıldı. Verilen aranın ardından 1993 yılında yeniden başlayan kazı çalışmaları, Stanford Üniversitesi öğretim üyesi Prof.Dr. Ian Hodder başkanlığında yürütülüyor.

2 TAŞ KADIN FİGÜRÜ BULUNDU
Geçtiğimiz sezon haziran ayında başlayıp ağustos ayında sona eren Çatalhöyük kazı çalışmalarıyla ilgili hazırlanan ve 'www.catalhoyuk.com' adlı internet sitesinde yayınlanan 2016 yılı kazı raporunda, yapılan çalışmalarla ilgili bilgi veren Kazı Başkanı Prof.Dr. Ian Hodder, oldukça ilginç bulgulara rastlanıldığını söyledi.Prof.Dr. Hodder, bu yıl için hazırlanan raporda, doğu duvarı yakınlarında bulunan göbekleri, kalçaları ve göğüsleri oldukça belirgin 2 taş kadın figürünün bu sezonun en ilgi uyandıran buluntuları olduğunu söyledi.

İlk figürün de doğu duvarının yanında bir mezarın hemen sağ köşesinde bulunduğuna dikkat çeken Prof.Dr. Hodder, şunları söyledi:

''Platformun yapılma süreciyle ilişkilendirilecek bu buluntu yerine objenin kasti olarak konulduğu ve üzerine yeni platformun yapıldığı düşünülmektedir. Mermerden yapılan bu figürin obsidyen bir bıçak parçasıyla yan yana bulunmuştur. Bu figürinden birkaç gün sonra büyük olan figürün hemen kuzeyinde, bir kireç öbeğinin içinde ikinci figür bulunmuştur. Kireç taşından yapılmış bu figürinin baş kısmının yakınlarında bir ayna gibi parlak ve yansıtıcı bir galen parçası ve iki adet boncuk bulunmuştur. Obje asılı bir şekilde taşınıyormuşçasına baş kısmında iki adet deliğe sahiptir.''

BİRLİKTE GÖMÜLMELERİ SIRA DIŞI BİR DURUMDUR
Bu buluntuların kasti olarak yerleştirmeyi gösterdiğini ve son derece büyük önem arz ettiğini ifade eden Prof.Dr. Hodder, ''Bulundukları yerler ve obsidyen galen gibi başka objelerle birlikte gömülmeleri sıra dışı bir durumdur. Sit alanının üst katmanlarında platformların altına mezar gömülmesi uygulaması daha eski katmanlarda olduğu gibi eşine sıklıkla rastlanan bir durum değildir. Bu da bu objelerin insan gömülerinin yerini almış olabileceğini düşündürmektedir. Kesin olan bir şey var ki o da bu gömme işlemleri platformların kapanıp açılmasının önemine işaret etmektedir.'' dedi.

ANA TANRIÇAYI DEĞİL, YAŞLI KADINLARI TEMSİL EDİYOR
Figürlerin bulunduğu ve basına yansıdığı dönem medyanın büyük bir çoğunluğu bu figürinleri Çatalhöyük'ün meşhur 'Ana Tanrıçaları' (Kibele) olarak lanse ettiğini hatırlatan Prof.Dr. Hodder, şöyle dedi: ''Ancak, araştırmacılar Lynn Meskell, Carolyn Nakamura ve Lindsay Der tarafından gerçekleştirilen araştırmalar, bu objelerdeki göğüs-kalça-göbek üçlüsünün insan figürinlerinde ön plana çıkarılmasına bir örnek olduğunu ve bu bölgelerdeki sarkmaların olgun kadın betimlemesi olduğunun altını çizmektedir. Bu figürlerin ana tanrıça yerine yaşamları boyunca toplumsal bir statü ve prestij elde etmiş yaşlı kadınları temsil ettiği düşünülmektedir.''

Sabah, 13.01.2017

AĞRI'DA URARTU DÖNEMİ DOĞUBAYAZIT KAYA MEZARININ KABARTMASI TAHRİP EDİLDİ

Ağrı’nın Doğubayazıt İlçesi'nde Urartu dönemine ait Doğubayazıt Kaya Mezarı kabartması tahrip edildi.

Doğubayazıt İlçesi'nde Urartu coğrafyasında cephesi figüratif kabartmalı tek kaya mezarı olan Doğubayazıt Kaya Mezarı’nın kabartması parçalandı. İstanbul Üniversitesi Van Bölgesi Tarih Arkeoloji Araştırma Merkezi Müdürü Doç.Dr. Erkan Konyar, sosyal medya hesabında kaya mezarının son halini paylaştı ve “Urartu coğrafyasında, cephesi kabartmalı tek örnek Doğubayazıt Mezarı. Kabartma ne yazık ki parçalanmış” dedi.

Doğubayazıt Kaya Mezarı
Doğubayazıt Kaya Mezarı cephesi figüratif kabartmalı tek kaya mezarıdır. Mezar cephesi kayalığın batıya bakan yönüne açılmıştır. Kaya mezarında girişten sonra bir ana salon bulunur. Salonun kuzey ve batı duvarlarına nişler açılmıştır. Salonun tabanına açılmış dikdörtgen bir açıklıkla inilebilen alt katta iki oda yer alır. Küçük boyutlu mezar girişinin her iki kenarında kabartmalar yer alır. Girişin solunda iki elini açmış bir figür, girişin üstünde bir keçi kabartması, sağda ise bir tanrı (!) kabartması betimlenmiştir. Kompozisyonun bir kurban töreni sahnesini temsil ettiği anlaşılmaktadır. Girişin sağında (güneyinde) yer alan tanrı kabartmasının başında çift boynuzlu bir başlık bulunmaktadır. Kabartma, badem gözlü, hafif kemerli burunlu, sakalsız, bileklere kadar inen bir elbise giymiş şekilde tasvir edilmiştir. Saçları omuza kadar inmektedir ve saç uçları olasılıkla buklelidir.

Doğubayazıt kaya mezarının işlendiği kayalık yüzeyi, güneybatı yönden izleyen dik kayalık alanda ortaya çıkardığımız, kaya işçiliği, mezarla ilgili veya çağdaş bir yapı grubunun varlığını göstermektedir. Mezar odasının kuzeyinde (sol) ana kayaya yaslanmış üç tane yan yana mekan kalıntısının doğu duvarı (oyukları) ile aralarındaki bölme duvarı çıkıntıları kayaya oyulmuştur.
arkeolojihaber.net, Kaynak: Urartu Mezar Tipleri ve Gömü Adetleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul - Kemalettin Köroğlu ve Erkan Konyar 2011, 13.01.2017

ANTİK SÜMER KENTİ ORTAYA ÇIKARILDI

Roma Sapienza ve Perugia Üniversitesi tarafından 10 Ekim 2016’dan 1 Aralık 2016’ya kadar üç antik Lagaş Sümer Devletlerinden biri olan antik Nigin sit alanı olan Tel Zurghul’da gerçekleştirilen İtalyan arkeolojik kampanyası sonuçlandı. Çalışma Mezopotamya dönemine ışık tuttu.



La Sapienza Üniversitesi’nden Davide Nadali ve Perugia Üniversitesi’nden Andrea Polcaro tarafından ortak yönetilen bu iki kazı kampanyasında, araştırmalar MÖ 3000 yılına dayanan ve bir binanın tamamıyla pişirilmemiş tuğlalar ile inşa edildiği yerleşkenin merkezine uzanan dağ eteğinde yer alan bir bölgede devam etti, araştırmacılar hala çok az bilinen bir Mezopotamya dönemine ışık tuttu.

Depo alanları olarak değerlendirilen şuana kadar araştırılan üç odada son derece iyi yapılmış ve korunmuş büyük boyalı kavanozlar bulundu.

A Dağı’nın zirvesinde bu yıl açılan ikinci kazıda arkeologlar bazıları Musée du Louvre, Paris’te saklanan bölgedeki diğer sit alanlarında ve Tel Zurghul’da bulunan antik Lagaş Devleti krallarının birçok çivi yazısı yazıtlarından bilinen varlığı su ve balıkçılık ile çağrıştırılan Tanrıça Nanshe’ye adanan bir tapınağa rastladılar.

Mezopotamya mitolojisinde cennetin kapılarını açan, kötülüğe karşı koruyucu olan insan kafalı bir boğayı tasvir eden kil levha en önemli bulgular arasındadır.

2015’teki İtalyan arkeolojik gezisinin ilk kazısı çoktan sit alanının tarihinin e az MÖ 5000’e uzandığını ve Geç Uruk Dönemi sırasında MÖ dördüncü bin yıllık döneme kadar büyük bir yerleşke içinde geliştiğini öne sürmüştü.
Gazete Duvar, 12.01.2017

MISIR'DA 12 KAYA MEZARI BULUNDU

Gebel el Silsila'da yapılan kazılarda Firavun III. Thutmose ve II. Amenhotep'in saltanat yıllarına ait 12 kaya mezarı bulundu.

Güney Mısır'ın Nil ırmağı kıyısında turizm merkezlerinden Aswan (Asvan / Asuan, Mısırca Swenet) kentinin  Gebel Al-Silsila bölgesinde yeni mezarlar bulundu.

Lund Universitesinde görevli İsveçli arkeologlar Dr. Maria Nilsson ve John Ward başkanlığında, Yukarı Mısır'daki Gebel el Silsila'da yapılan kazılarda Firavun III. Thutmose ve II. Amenhotep'in saltanat yıllarına ait 12 kaya mezarının bulunduğu açıklandı.

Dr. Maria Nilsson ve John Ward, kayalar kesilerek oluşturulmuş 12 antik mezar dışında  kayalara oyulmuş 3 girinti (kript), büyük olasılıkla sunak olarak kullanılmış iki niş, en az iki hayvan kalıntısı içeren bir mezar ve üç adet bireysel bebek gömüsünün de bulgular arasında yer aldığını belirterek, bulguların, eski maden ocağındaki tarih algısını değiştirmeye devam ettiğini ifade ettiler.

Archaeologynewsnetwork sitesinin Mısır Arkeoloji Bakanlığı'ndan (Egyptian Ministry of Antiquities) aldığı bilgilere dayandırdığı habere göre;  Aswan Eski Eserler Genel Müdürü Nasr Salama, bu sezon kazılarında bulunan mezarların tek tek, bir kısmının ise aynı oda içinde ve çeşitli yaş grubu ve cinsiyetteki iskeletlere bakarak muhtemelen ailece gömülmüş antik mısırlılara ait olduğunu savundu ve yeni gömü bulgularının, Silsila'daki aile hayatını açıkça gösterdiğini söyledi.



Arkeolog Dr. Maria Nilsson, kayaya oyulmuş 64 x 32 x 32 cm ölçülerindeki girintide, taşla örtülmüş sığ bir mezar bulduklarını, mezarın içinde dokuma beziyle sarılmış ve ahşap tabut içine yerleştirilmiş bir bebeği de içeren üç farklı mezar bloğu bulduklarını açıkladı. Üç çocuğun iskelelerinin yanında mezar hediyeleri, muslar (Bes figürü dahil), kolyeler, seramik kaplar, çakmak taşlaro ve renkli çakıl taşları bulundu.

Bulgular arasında; kumtaşı lahitleri, heykeller ve bazıları boyalı seramik tabutlar, kartonaj boyalı, tekstil ürünleri ve organik sargılar, seramik kaplar ve plakaların yanı sıra koyun ve keçi fosili ile birlikte Nil levreği ve bir timsah resmi, bir dizi Mücevherler, muska ve Kutsal Mısır Böceği olarak bilinen Scarab (bok böceği) sembolleri de yer alıyor.

Nekropolden çıkan insan kalıntıları, gömülenlerin büyük kısmının sağlıklı olduğunu gösteriyor.

Aynı bölgede 2015 yılında İsveçli arkeologlar 43 mezar ortaya çıkamıştı.
arkeolojikhaber.com, 12.01.2016

TROİA'DAKİ BİR MEZARDA BULUNAN KADININ ÖLÜM NEDENİ BELLİ OLDU

Çanakkale’deki Troia antik kentinde yakınlarındaki geç Bizans dönemine ait bir mezarlıkta bulunan 800 yıllık iskeleti inceleyen araştırmacılar hamile olduğu anlaşılan kadının ölümüne sebep olan virüsu tespit etti.

Homeros’un İlyada’sından geçen efsanevi şehir Troia antik kenti yakınlarında çalışmalarını sürdüren arkeologlar, geç Bizans dönemine ait mezarlıktaki bir kadının kaburgalarında iki adet çilek büyüklüğünde yumru olduğunu farketti. Bu sıradışı buluş araştırmacılara o döneme ait genetik ozalit veya antik bir bakterinin hamile kadınları etkilediği ve çoğunluklada tıpkı bulunan kadın iskeletinde olduğu gibi ölüme sebebiyet verdiğini belirlemelerinde yardımcı oldu. 

Salı günü eLife’ta yayınlanan makalede Caitlin Pepperell ve diğer araştırmacılar bu ölümcül enfeksiyonun moleküler yapısını açıkladı. 

30’lu yaşlarında olduğu düşünülen kadının cenini çevreleyen zar, plasenta ve amniyotik sıvıdan oluşan bakteriyel enfeksiyondan hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. Her ne kadar bu denli eski bir malzemeden küçüçük bir DNA kalıntısını didiklemek nadir olsada bilim insanları kadının kaburgalarındaki yumrulardan son derece iyi korunmuş bir genetik örneğin kadın daha hayattayken oluşmasından şaşkınlık duymuş. Hamile olduğu ve cenine aşırı kalsiyum akmış olduğu düşünüldüğünde bakteriyel DNA’nın kireçlenme yoluyla yumruları oluşturduğu anlaşılıyor. Bir başka deyişle Pepperell’in belirttiği gibi ‘küçük çantalar DNA’yı saklı tutmuş’.

İskelet üzerinde inceleme yapan Alman arkeolog Henrike Kiesewetter, bezeciklerin bulunduğu yerden dolayı kadını tiberküloz hastası olduğundan şüphe ettiğini ve elindeki bilgileri Wisconsin Üniversitesi’nden Troia savaşı uzmanı William Aylward’a gönderdiğini söyledi.

İkili bezeciklerin tiberküloz veya böbrek taşı olmadığını aksine yumrulardaki hayalet hücrelerden bakteriyel virüs Staphylococcus saprophyticus ve Gardnerella vaginalis izlerine ulaşmışlar. Gardnerella vaginalis örneği günümüzdekiyle aynı iken Staphylococcus saprophyticus ise hayvancılık yoluyla 800 önce ölen kadını fazlasıyla etkilemiş.

Pepperell, ‘Hayret verici olan Staphylococcus saprophyticus’un günümüz verilerle karşılaştırıldığında çok akıcı bir organizma olduğu ve kolaylıkla idrar yolu enfeksiyonuna yol açabileceği gibi, yakın ve farklı çevrelere adapte olduğu görülüyor’ dedi. 

Bunca sıkıntı neden?
Bakteri ve virüsler gelişip insanları hasta ettikleri için bunun nedenini belirlemenin bir yolu antik bakteri örneklerini ve DNA sıralaması kullanarak günümüz eşdeğerlerinin zaman içinde onları öldürmek için yaratılan antibiyotiğe direncinin nasıl değiştiğini öğrenmek. Pepperell bakterinin virüse dönüştüğünü ve bağışıklık sistemimizi çözdüğü için hastalığa neden olduğunu söyledi. Yakın zaman örneği Zika virüsü hamile kadınların mikrosefal bebekler doğurduklarıyla bağlantılı. 

İskelete her ne kadar Helen denmesi kulağa hoş gelsede araştırmacılar onu Troia’lı kadın olarak anıyor. Araştırmalardan hamileliği esnasında yaşadığı güçlüklerden dolayı öldüğü anlaşılan kadının hayli zor bir hayatı olmuş. Bir çok dişini kaybeden Troia’lı kadın kemiklerinden de kronik bir enfeksiyon rahatsızlığı geçiriyormuş. 

Mezarlıkta bulunan iskeletlerin yarısından fazlasında muhtemelen ağır fiziksel iş nedenli omurga ve eklem bozukluğuna rastlandı.
arkeolojihaber.net, Kaynak: jsonline.com Çeviri: Ayşen Yolcu, 09.01.2017



8 - 14 Ocak 2017
İTALYAN BANYO MARKASI TARİHİ HAMAMLARI TURİZME KAZANDIRACAK

Anadolu’nun hangi şehrine giderseniz gidin mutlaka tarihi bir hamam çıkar karşınıza.

Antik şehirlerin hamamları derseniz o da ayrı bir zenginlik.

Bu topraklardaki Roma mirasından devraldığımız hamam kültürünü günümüzde ne kadar yaşatabiliyoruz?

Kars’ta 17. yüzyıldan kalma Mazlum Ağa Hamamı örneğin 1980’lı yıllardan sonra kaderine terk edilmiş.

Karlar altındaki Kars’ın panoramasında Taş Köprü’nün hemen yanı başında kubbesiyle dikkat çeken Mazlum Ağa Hamamı’nın içinde eski günlerinden eser yok.

Duvarlarının sıvası yer yer dökülmüş, kubbelerinin tuğlaları kırık dökük.

Araştırmacı, Türkolog Ali Canip Olgunlu’nun eşliğinde Kars’ta gezdiğimiz hamam belki önümüzdeki günlerde restore edilecek, çeşmelerinden tekrar sular akacak.

Tarsus’taki Şahmeran Hamamı da öyle.

2 KÜLTÜRÜN ORTAK NOKTASI
Olgunlu’nun rehberliğinde Anadolu’daki Türk hamamlarıyla, Roma döneminin “therma”larının tarihini gün yüzüne çıkarma projesinin arkasındaki isim İtalyan banyo markası Bocchi.

Bocchi’nin, “Her Dem Banyo” projesi kapsamında Edirne, Kastamonu, Trabzon, Tokat, Safranbolu gibi12 farklı şehirde tarihi hamamlar, Sagalassos, Efes gibi antik şehirlerdeki “therma”lar incelenecek ve kitap ve belgesel haline getirilecek.

Ülkeyi ziyaret eden turistlerin hamamlara düşkünlüğünü göz önüne alırsak belgesel yurt dışında ilgi çekecek kuşkusuz.

Öte yandan zor günler geçiren turizm için “Anadolu’daki Hamam ve Therma Rotası”sı iyi bir alternatif.

Olgunlu’nun dediği gibi, geçmişte sadece yıkanmak için değil sosyal ve kültürel etkinliklerin yer aldığı hamamlara yeniden gündeme getirmek kültürel mirasımıza bir artı değer katacak.

Bocchi ayrıca tarihi hamamlardan bazılarının restorasyonunu da üstlenmeyi planlıyor.

İtalyan ve Türk kültürlerini ortak noktası olan hamamlara yeniden ilgi çekme düşüncesinin arkasında bir İtalyan markası olması doğal.

8 YILLIK BİR BAŞARI ÖYKÜSÜ
Ne ki bu İtalyan markasının arkasında Türk girişimciler ve sermayesi var.

Bocchi 66 yıllık köklü bir İtalyan banyo firması.

Bu sektörde Avrupa’da iyi bir konumda olan Türk şirketleriyle yıllarca alışverişte bulunmuş.

Bocchi, Eczacıbaşı Vitra’da Genel Müdür olarak 23 yıl çalıştıktan sonra 2007 yılında emekliye ayrılıp kendi şirketini kuran Şadi Burat ile işbirliğine gitmiş.

Bugüne gelince Bocchi, İtalya’daki üretimine son vermiş durumda.

Şadi Burat ve Vitra’nın eski teknik Müdürü olan ortağı Nihat Yıldırım, Bocchi olarak 2008 yılından beri Türkiye’de Gebze ve Tuzla’da üretime devam ediyorlar.

Sadece sekiz yıllık bir geçmişi olmasına rağmen Bocchi, şu anda sektörde, 34 farklı ülkeye mal gönderen ikinci büyük ihracatçı durumunda.

ABD pazarında ise birinci.

Satışlarının neredeyse yüzde 85’i ihracata yönelik.

2017 yılında, hedefi iç pazarda büyümek ve 150 milyon liralık bir ciroya ulaşmak.

Vitrifiye sektörüne, göz alıcı renkli ürünler, engelli ve yaşlılara yönelik ürünlerle yenilikçi bir yaklaşımla giren Bocchi tarihi hamamlarımıza da yeni bir soluk getirecek.
Hürriyet, Yazı: Gila Benmayor, 13.01.2017

AYASOFYA İSKELEDEN KURTULAMADI

Ayasofya Müzesi tarihi boyunca defalarca restorasyona tabi tutuldu. Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde yapılan restorasyonlar 1500 yıllık yapıyı ayakta tutmaya, içindeki süslemeleri yaşatmaya yönelikti.



1993 yılında kurulan demir iskele kubbenin onarımı için başlamış ve tam 17 yıl müzenin içinde kalmıştı. Kubbedeki son derece kıymetli mozaiklerin konservasyonları yapıldı, sıvalar tamamlandı ve bu sırada selafin meleklerinin üzerindeki kapaklar kaldırılarak meleklerin yüzleri ortaya çıkarıldı. Sadece kubbenin dörtte birini onarmak için kurulan iskele, müze içinde dört kez yer değiştirerek kubbenin tamamı 17 yılda onarıldı.

NUR SURESİ ÇIKABİLİR
2010 yılında kubbedeki onarımlar bitince demir iskele tamamen söküldü. Ziyaretçiler, Ayasofya’yı 2013’e kadar iskelesiz bir şekilde görme imkanına kavuştu. Ancak kubbe altındaki yan duvarlarda ve yarım kubbelerde aşırı yıpranma, rutubet ve sıva dökülmeleri yaşanınca 2013 sonunda demir iskele bir kez daha kuruldu. Sıva onarımları sırasında ‘Fossati onarımı’ öncesi kalem işi süslemeler ortaya çıkınca 650 gün sürmesi beklenen onarım süresi uzadı.

Mihrabın üstüne denk gelen doğu yarım kubbede onarımlar başladığında 1. Ahmed döneminde nakşedildiği düşünülen devasa hat kompozisyonun sıva altından çıkması bekleniyor. Eski gravürlerde var olan hat kompozisyonunda Nur Suresi 35. Ayet’in tamamının yer aldığı ileri sürülüyor. Bu durumun onarım süresini uzatması bekleniyor. Restorasyonu yürüten ekip, sürenin uzamasında karşılaştıkları sürprizlerin etkisi olduğunu belirterek tarihi yapının tamamında onarımların bitirilebilmesi için en az 10 yıl daha çalışmak gerektiğine dikkat çekiyor. Yetkililer burada da yaşanabilecek aksaklıklardan dolayı iskelenin yeniden ana kubbe için de kurulabileceğini belirtiyor.
Hürriyet, Haber: Ömer Erbil, 12.01.2017

KOÇ'TAN YUSUF FRANCO KOLEKSİYONU

Ömer Koç’un kişisel koleksiyonundan eserlerin yer alacağı “Yusuf Franko’nun İnsanları: Bir Osmanlı Bürokratının Karikatürleri” adlı sergi 26 Ocak’ta İstanbul’da açılacak.

Sanata merakıyla bilinen Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Koç’un sanat koleksiyonundan bu kez 19. yüzyıl sonu Osmanlı bürokratı Yusuf Franko Kusa’ya ait karikatür albümü çıktı. 26 Ocak’ta İstanbul Beyoğlu’nda kapılarını açacak olan “Yusuf Franko’nun İnsanları: Bir Osmanlı Bürokratının Karikatürleri” adlı sergide Yusuf Franko’ya ait karikatürler ve çizimler sanatseverlerle ilk kez buluşacak.

Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi (ANAMED), Ömer M. Koç Koleksiyonu’nda yer alan, 19. yüzyıl sonu Osmanlı bürokratı, hariciyeci, mutasarrıf, cemiyet adamı Yusuf Franko Kusa Bey’e ait karikatür albümünü ve içindeki çizimleri sergileyecek. Sergi, Yusuf Franko’nun karikatürlerinde kendine yer bulabilmiş kişi ve mekanlara odaklanıyor.

Sergi, 1 Haziran tarihine kadar ziyaret edilebilecek. 19. YÜZYILDA PERA Sergide, Yusuf Franko’nun 1884- 1896 yılları arasında bir albümde topladığı, Avrupa karikatür geleneği ile etkileşime sahip çizimleri ilk defa gün yüzüne çıkacak. Sergide, 19. yüzyıl sonunun zengin iş adamları, yüksek cemiyet mensupları, Osmanlı paşaları, levantenleri, sanatçıları ve diplomatlarının hiciv yüklü portreleri ziyaretçilerle buluşacak. Yusuf Franko’nun karikatürleri, özellikle 19. yüzyıl sonunun Beyoğlu / Pera semtini, kendisinin de parçası olduğu renkli sosyal ağları ve İstanbul’un küresel mekanlarını gözleme imkanı sunuyor.

Sergi, karikatürlerdeki karakterleri ve ait oldukları mekanları takip ederek, Galata ve Beyoğlu’nun bir finans ve diplomasi merkezi haline gelmesinin, uluslararası kültür-sanat trafiğinin uğrak noktalarından biri olmasının da altını çiziyor. Sergide Yusuf Franko Kusa’nın albümü ve karikatürlerinin yanı sıra, bu eserlerle bağlantılı olarak başta Ömer M. Koç Koleksiyonu olmak üzere farklı koleksiyonlardan fotoğraf, belge ve yayınlar da sergilenecek.
Habertürk, 11.02.2017

İKİ DÜNYA ARASINDA

Sakıp Sabancı Müzesi (SSM), kuruluşunun 15’inci yılını ‘Feyhaman Duran. İki Dünya Arasında’ isimli sergiyle kutluyor. Ünlü ressam Feyhaman Duran’ın binin üzerinde eserinin yer aldığı sergi, sanatçının Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, gelenekselden moderne uzanan serüvenini ele alıyor.



Sakıp Sabancı Müzesi (SSM) kuruluşunun 15’inci yılında Sabancı Holding’in katkıları ve İstanbul Üniversitesi işbirliğiyle 1914 Kuşağı’nın önde gelen temsilcilerinden Feyhaman Duran’ın (1886-1970) hayatı ve eserlerinin yer aldığı ‘Feyhaman Duran. İki Dünya Arasında’ isimli sergisine ev sahipliği yapıyor. Sanatçının Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e geçiş döneminde hem geleneği hem de Batı sanatını içselleştirerek ortaya koyduğu 1000’i aşkın eseri ve ressam eşi Güzin Duran’la beraber hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği Beyazıt’taki evinden bazı bölümler; onun gündelik hayatını ve çalışma ortamını anlatan özel düzenlemeler eşliğinde sergileniyor. Resim malzemeleri, mobilya ve hat koleksiyonundan örneklerin bir araya getirildiği bu düzenlemeler, Türkiye sanat tarihinde öncü bir konuma sahip olan ressama ve dönemine ayrıntılı bir bakışı mümkün kılıyor.

MÜZENİN AMACINA EN UYGUN SERGİ
Sergi, dün Sabancı Müzesi’nde düzenlenen basın toplantısının ardından ziyarete açıldı. Toplantıya Sabancı Üniversitesi Kurucu Mütevelli Heyeti Başkanı Güler Sabancı, SSM Müze Müdürü Dr. Nazan Ölçer ve İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Mahmut Ak katıldı. Güler Sabancı basın toplantısında yaptığı konuşmada, “15’inci yılımıza kendi değerlerimize sahip çıkarak, bu topraklardan yetişen bir sanatçıyla başlamak istedik. Sakıp Bey’in kendi koleksiyonu hat sanatıyla 19’uncu ve 20’nci yüzyıl Türk resim sanatına odaklanıyordu. Feyhaman Duran da hem hat sanatçısı, hem de 19 ve 20’nci yüzyılın resim sanatçısı. Müzenin kuruluş amacına en uygun sergi bu oldu. Böyle bir sergiyi 15’inci yılımızda açmaktan dolayı mutluyuz” dedi.

30 TEMMUZ’A KADAR AÇIK
SSM Müze Müdürü Dr. Nazan Ölçer de kolekeksiyonlarının çizdiği yönde bir sergi açtıklarını belirterek şunları söyledi: “Feyhaman Duran’ın eserlerini şimdiye kadar hiç olmamış bir sayı ve içerik zenginliğinde sunabilmemizi, en başta İstanbul Üniversitesi‘yle yaptığımız işbirliğine borçluyuz. Sanatçının sağlığında verdiği kararla intifa hakkı eşinde kalmak koşuluyla, evini içindeki tüm eşya ve diğer varlıklarla beraber korunması amacıyla İstanbul Üniversitesi’ne bağışlaması ve bir süre sonra eşinin de vefatı, üniversiteyi sadece ev, eşyalar ve resimlerin değil, uzun bir ömrün geride bıraktığı akla gelecek tüm izleri de barındıran bir dünyanın sahibi yaptı. Bugün sergilemekte olduğumuz koleksiyon bu nedenlerle farklı bir değer taşıyarak, bizleri sanatçının, çok özel dünyasına götürüyor.” ‘Feyhaman Duran. İki Dünya Arasında’ başlıklı sergi 30 Temmuz’a kadar SSM’de görülebilir.

EVİ DE MÜZEYE TAŞINDI
Feyhaman Duran ve eşi Güzin Duran’ın İstanbul Üniversitesi’ne bağışladıkları Beyazıt’taki evlerinin sanat tarihinde örneğine az rastlanır bir şekilde korunduğunu belirten Nazan Ölçer, sergiye evi de dahil ettiklerini belirtiyor.
Hürriyet, Haber: İhsan Yılmaz, 11.01.2017
SÜMERLERİN 5 BİN YILLIK TIP REÇETESİ ELE GEÇİRİLDİ

Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube ekipleri, ilde 44 günde 32 ayrı kaçakçılık operasyonu yaptı. Bu operasyonların birinde tarihteki en eski reçete ele geçirildi. Çivi yazısıyla yazılan ve Sümerlere ait olduğu belirtilen reçete, tıptaki en eski el kitabı olarak değerlendiriliyor.

MÖ 3 bin yılına ait tablet şeklindeki tarihi eserin Diyarbakır’a nereden getirildiği araştırılıyor. Kazılarda bulunan tabletin tercümesine Babil uzmanı Prof. Leon Legrain tarafından 1940’da başlandı. Teknik bilgilerle dolu belgenin tercümesi Martin Levey ve Samuel N. Kremain’in deste- ğiyle 1953’te tamamlandı. Tabletin MÖ 3 bin yılına ait Sümerlerin tıp reçetesi olduğu anlaşıldı.
Habertürk, 11.01.2017

NEVŞEHİR'DE TARİHİ MAHALLELER KENTSEL DÖNÜŞÜME SOKULDU

Mimarlar Odası Ankara Şubesi, kültürel miras açısından eşsiz bir coğrafyaya sahip Nevşehir’de Kale Mahallesi’nde yaşanan tarih yıkımının ardından, tarihi Herikli ve Karasoku Mahallelerinin kentsel dönüşüm alanı ilan edildiğini bildirdi.

Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan, “Bu tarih kıyımını Nevşehir Kalesi sürecinde ortaya çıkan yer altı şehri sürecinde yaşadık ve gördük bütün kültürlerin ve değerlerin silindiği bir süreçle karşı karşıya kaldık. Bununla ilgili hem hukuksal sürecimiz hem Nevşehir Koruma Kuruluna yaptığımız başvurular kültür ve turizm bakanlığına yaptığımız süreçler devam ediyor” dedi.

Tarihin yerine TOKİ’ler dikilecek
Nevşehir’de bulunan Herikli ve Karasoku Mahalleleri’nin de kentsel dönüşüm ilan edildiğini belirten Candan, şunları söyledi:

 “Tarihi 1716 Lale Devrine kadar aslında devam eden Müslümanların, Rumların ve Ermenilerin bir arada yaşadığı bir kentsel alandan bahsediyoruz. Herikli ve Karasoku Mahallesi derken sadece insanların barındırdığı bir mahalleden değil aslında bir kültürel dokunun olduğu bir mahalleden, farklı dil ve dinlerden insanların birada yaşadığı bir ortamdan bahsediyoruz.  Bu iki mahalle kentsel dönüşüm alanı edildi. Bütün oradaki kültürel değerler alt üst edilecek , yıkılacak ve  orada TOKİ blokları yükselecek. Tarihimizden  bugüne  kardeşlik ve birliğe tekabül edilen mekansal yapının yerine bugün anayasa değişikliği ile tek tip toplum gibi tek tip beton TOKİ’ler dikilecek.  Kültürümüze, mirasımıza, kardeşliğimize ve huzurumuza mekansal olarak müdahale edilecek.”

Kentsel Dönüşüm değil, Kentsel sit alanı ilan edilerek korunmalı
Candan, Herikli ve Karasoku Mahallelerinin acilen kentsel SİT alanı ilan edilerek korunması gerektiğine dikkat çekerek sözlerine şöyle devam etti: “Tarihi yapıların hepsini yıkarak TOKİ konutlarıyla değiştirecekler. Böyle bir şeyi kabul etmemiz mümkün değil. Burası ivedilikle  kentsel SİT alanı ilan edilmeli ve tescile değer bütün yapılar tescil edil melidir. Kültür Bakanlığı ve dahi Nevşehir Koruma Kurulu vebal altındadır.  Mimarlar Odası Ankara şubesinin hinterlandında olan bu bölgede kentsel dönüşüm alanı ile ilgili tescil başvuruları ve kentsel sit alanı ilan edilmesi noktasında mücadelelerimiz devam ediyor. Bu yapıların her bir taşı başka bir değer taşırken sökülerek kamyonlarla satış için gönderiliyor. Bu ülkenin yöneticileri kültür değerlerimize ve mekansal kardeşliğimize böyle bakıyor, yıkmak , yok etmek.  Karasoku Mahallesi eski Türk evlerinin olduğu Cumhuriyet dönemi ilk apartmanlarının olduğu bir mahalle. Bu dokuyu da  kültür katliamı yaparak yok edecekler..  Nevşehir Karasoku ve Herikli Mahallesi’ndeki her yapının her bir taşı ayrı bir kültür taşıyor.  Bu mekanların korunması ve geçmişten bugüne taşıdığı kültürler arası diyaloğun ve dinler arası kardeşliğin gelecek kuşaklara aktarılması gerekiyor.  Mekanların insanların ve kentlerin yaralarını sarmaya devam edeceğiz. Kentlerin yaralarını saracağız ve yıkılan her bir yapıyı  yeniden inşa edeceğiz. Dil ve kültür kardeşliğimizi mekanlar üzerinden yeniden onaracağımız günler gelecek.”

Toplumun geçmişe bağlı kökleri olmalı 
Mimarlar Odası Ankara Şube Sekreteri Namık kemal Kaya ise, tepkisi şöyle dile getirdi: “Neoliberal politikalarla bizim belleklerimizi,  tarihimi ve kültürel değerlerimiz yok ediliyor. Değerlerimizin yerine tek adam düşüncesi ile başka şeyler inşa edilmeye çalışılıyor. Bunu  bizi iyi bir noktaya götürmeyeceğini hep söyledik ve söylemeye devam edeceğiz. Eğer bir toplum gerçekten kendini ileri taşımak istiyorsa geçmişe bağlı köklerinin olması lazım. Bu tarih bizim köklerimiz birlikte yaşamamız birlikte bir şeyler inşa etmemiz gerekiyor. Kültürel değer olarak varlığını sürdüren bu yapıların hayata kazandırılması gerekirken, yok edilmesinin amacı ne olabilir? İnsanlarımızın bunu oturup düşünmesi gerekiyor.”

Nevşehir’de Koruma Kurulu görevini yapmıyor
Nevşehir’de yaşayan mimar Zeynep Çöloğlu, Nevşehir’de kentsel dönüşüm adı altında Vandalizm uygulandığını vurgulayarak, “Lale Devre sadrazamlarından Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın olduğu döneme dayanan tarih yok ediliyor. Nevşehir’de önce tarihi Kale Mahallesi yıkılmaya başlandı. 30’un üstünde tescilli bina ve yüzlerce tescile değer bina yıkılmıştı. Mimarlar Odası Ankara Şubesi sürece sahip çıktı ve dava devam ediyor” dedi.

Çöloğlu, şöyle devam etti: “Şimdi Herikli ve Karasoku Mahallelerinde kentsel dönüşümün başladığı duyuruldu ve yıkımların başlayacağı söyledi. Bu mahallerde tescil edilmesi gerekirken çok sayıda bina var ve çok az sayıda tescil edilmiş yapı var. Koruma Kurulu’na bu yapıları neden tescil etmiyorsunuz dediğimizde ‘Mimarımız yok bizim büyük ayıbımız’ diyerek kabul ettiler. 6 aydır başvuruda bulunduk. Kendim 52 bina tespit ettim ve tescil edilmesi için başvurdum ancak binalara giremediklerini ve fotoğraflayamadıklarını söylediler. Yıkıldıktan sonra mı tescil edeceksiniz? Diye sordum ancak cevaplamadılar. Bu konuda ülke gündemi çok yoğun ama biz mücadeleye devam edeceğiz. Bize bu konuda desteklerini esirgemeyen Mimarlar Odası Ankara Şubesi ve Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan’da teşekkür ediyorum.”
Yapı, 11.01.2017

DEMİR KİLİSE BİR YIL DAHA KAPALI

İstanbul’un en önemli tarihi yapılarından olan ve 2011 yılından beri restorasyon çalışmaları devam eden Balat’taki Sveti Stefan Kilisesi’nin restorasyon sürecindeki sancılar sürüyor. iç restorasyon devam ediyor Dönem dönem mali sıkıntılardan dolayı durdurulan restorasyon tekrar başlamış ve bir süredir hummalı bir şekilde devam eden restorasyonun tamamlanıp Ocak 2017’de açılacağı İBB tarafından açıklanmıştı.

Fakat son bilgilere göre demir kilisenin ancak dış restorasyonu tamamlanabildi, iç restorasyonu hala bitmedi. 2 ayda tamamlanan fakat 6 yıldır restorasyonu süren, bitiş tarihi ise yılan hikayesine dönen tarihi kilise iç restorasyonun bitmemesi nedeniyle bir yıl daha ziyarete kapalı olacak. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve İl Özel İdaresi iş birliğiyle yürütülen restorasyon çalışmaları kapsamında geçen dönem iç ve dış cephede yenileme ve güçlendirme çalışmaları yapılmıştı.

İNCE İŞÇİLİK YAPILACAK
Çalışmalar kapsamında demirler sökülerek paslar silinmiş ve 41 kolonun tamamına yakını tek tek değiştirilmişti. Zeminde iyileştirmelerin yapıldığı kilisenin karbol ve kir oluşumuna maruz kalan bölgeleri özel deterjanlı su ile temizlenmiş, eksik süsleme elemanlarından kalıp alınıp, özgün hammaddesi ile döküm yapılmıştı. Fakat kilisenin iç restorasyon çalışmaları tamamlanamadığından ve ince işçiliklerin restorasyonları bir yılı bulacağından ziyarete söylendiği gibi bu ay açılamayacak. Betonarme bir binadan çok daha teferruatlı bir restorasyon süreci olduğunu söyleyen yetkililer kilisenin restorasyonunun bitmemesindeki en büyük etkenlerden birinin de demir yapısı olduğunu belirtiyor.

Habertürk, Haber: Nagihan Alan, 10.01.2017

SESSİZ MÜZAYEDE

Portakal Müzayede, Türkiye’de ilk kez ‘sessiz müzayede’ gerçekleştirecek. Hollanda’dan gelen ünlü bir koleksiyondan seçilen 29 eser, 14 Ocak-21 Ocak arasında açık arttırmada olacak.

Koleksiyonerlerin adrenalinine tavan yaptıran “Sat... sat... sat...” uyarıları ve çekicin inmesine eşlik eden “Sattım” finali. Bu klasik atmosferin dışına çıkan bir müzayede gerçekleşecek önümüzdeki günlerde. Alanında Türkiye’nin en köklü kurumu Portakal Müzayede’nin dördüncü kuşak temsilcisi Maya Portakal Bitargil bu yüzden çok heyecanlı şu günlerde. Sebebi Türkiye’de ilk kez gerçekleştirilecek ‘Sessiz Müzayede’. 14 Ocak’ta başlayıp 21 Ocak’a kadar 7 gün 24 saat sürecek ‘Sessiz Müzayede’de Hollanda Amsterdam’lı ünlü bir koleksiyoncunun koleksiyonundan seçilip Türkiye’ye getirilen 29 eser satışa sunulacak.

MATISSE’DEN RICHTER’E
Sessiz Müzayede’de satışa sunulacak eserler arasında Henri Matisse’in 1944 tarihli bir çizimi, Maximilien Luce’nin ünlü Chatelet Tiyatrosu’na Seine Nehri kenarından bakan 1900 tarihli izlenimcilik saçan tablosu, dünyanın en ‘pahalı’ fotoğrafçısı Andreas Gursky’nin soyut tabloları andıran devasa fotoğrafı, 2010’da hayata veda eden Sigmar Polke’nin 73 tarihli isimsiz tablosu, Fernando Botero’nun 86 tarihli küçük ilginç çizimi, Anselm Reyle’nin parlak dekoratif malzemeler kullandığı camekanlı devasa eseri, Gerhard Richter’in 79 tarihli ‘Abstraktes Bild’ adlı çalışması, Bernard Buffet’nin 1995 tarihli ‘La Grande Mosquee’si, sıra dışı malzemelerle çalışan ünlü fotoğrafçı Vik Muniz’in ‘Aftermath-Madalena’ adlı büyük boy fotoğrafı, 2004’te hayata veda eden Tom Wesselmann’ın gündelik nesneleri resmettiği 1980 tarihli ‘Big Study For Still Life With Blue Jar and Smoking Cigarette’si ve Jean Dubuffet’nin ‘Personnage’ isimli 1972 tarihli küçük tablosu dikkat çekiyor.

Müzayede çekicini babası Raffi Portakal’dan devralan Maya Portakal, eserleri seçerken nelere dikkat ettiklerini şöyle özetliyor: “Açıkçası babamla birlikte bizi heyecanlandıran işleri seçtik. Seçerken Türkiye’yi düşündük, koleksiyonerlerimizi düşündük. Getirdiğimiz sanatçıların hepsi dünyada kodu olan, tanınan, bilinen isimler. Bu önemli sanatçıların farklı bütçelerle edinilebilecek eserlerini getirdik. Burada gördüğünüz eserler 10 bin lira ile 1 milyon 200 bin lira arasında değişiyor. Tabii bunlar başlangıç rakamları.”

Nişantaşı’ndaki Portakal Sanat Evi’nde bir hafta boyunca sürecek Sessiz Müzayede’deki eserleri görmek için koleksiyoner olmak gerekmiyor, sergi 14-21 Ocak arası herkese açık ve ücretsiz.
Hürriyet, Haber: Erkan Aktuğ, 10.01.2017

185 YILLIK TARİHİ BİNALAR KÜL OLDU

Bursa’nın İnegöl İlçesi'nde tarihi İshakpaşa Külliyesinin karşısındaki, üst ve alt katlarında 4 işyerinin bulunduğu 185 yıllık tarihi bina gece saatlerinde çıkan yangında küle döndü. Ahşap binadan yükselen alevler geceyi aydınlatırken, yangının iki banka şubesine de sirayet etme durumu var.



Edinilen bilgilere göre, İnegöl’ün tarihi yerlerinden İshakpaşa Cami ve Külliyesi ile 2013 yılındaki büyük yangında alevlere teslim olan tarihi Cafer Paşa Han’ın karşısında bulunan, İshakpaşa sokak üzerindeki 185 yıllık tarihe sahip ahşap binanın ikinci katında faaliyet gösteren kafe işyerinde gece 04.00 sıralarında yangın çıktı. Binanın ahşap olması nedeniyle alevler biranda büyüyerek alt katlarda bulunan bisiklet tamircisi, seyahat acentesi ve çantacı işyerine de sıçradı.
Binanın bitişiğinde bulunan iki özel bankanın İnegöl Şubesi de yangın tehlikesi ile karşı karşıya kalırken, bütün araçları ile yangın bölgesine gelen Bursa Büyükşehir İtfaiyesi İnegöl Grup Amirliği ekipleri yangına dört bir yandan müdahale etti. Zaman zaman yaşanan yıkılmalar itfaiye ekiplerini tehlikeye sokarken, yangın saatler sonra kontrol altına alınabildi.

Yangında tarihi bina tamamen yanarak küle dönerken, yangının çıkış nedeni araştırılıyor.
Milliyet, 10.01.2017
KAYYUM ROBOSKİ ANITINI KALDIRDI

Diyarbakır’da tutuklanan DBP’li başkanların yerlerine atanan kayyum Roboski’de ölen 34 kişi için yapılan ‘Roboski Anıtı’nı kaldırdı.



Diyarbakır’da başkanların tutuklanıp yerlerine kayyum atanmasından sonra Kayapınar Belediyesi’nin Şırnak’ın Uludere İlçesi'nde Irak sınırında düzenlenen hava operasyonunda ölen 34 kişi için yaptırdığı ‘Roboski Anıtı’ dün sabah polisler tarafından söküldü. Dicle Kent Bulvarı üzerindeki Rojava Parkı’nda bulunan ve ortasında anne, çevresinde ise bombaları simgeleyen figürlerin bulunduğu ‘Roboski Anıtı’nın kaidesinde de yaşamını yitiren 34 kişinin isimleri yer alıyordu. Kayapınar Belediye Meclisi’nin 2013 Ağustos ayı toplantısında alınan karar ile yaptırılan anıtın söktürülmesi ile ilgili henüz bir açıklama yapılmadı. Heykelin kaldırılması Kayapınar Kaymakamı Mustafa Kılıç’ın, Kayapınar Belediyesi’ne kayyum olarak atanmasından sonra gerçekleşti.

ASLAN HEYKELLERİ DE KALDIRILDI
Önceki gün Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi önünde bulunan 2 insan başlı aslan heykeli de belediye yönetimi tarafından kaldırıldı. Lamassus olarak adlandırılan insan başlı aslan figürleri, Mezopotamya’ya özgü Asurlar döneminde tapınak ya da kutsal sayılan mekanların koruyucuları olarak biliniyor. Konu ile ilgili resmi bir açıklama yapmayan kayyum belediye geçendiyarbakır hafta da Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi bünyesinde 1990 yılından beri faaliyet yürüten Şehir Tiyatrosu’nda görev alan 31 tiyatro oyuncusunun, sözleşmelerini yenilemeyerek işten çıkarmıştı. 
Hürriyet, Haber: Felat Bozarslan - Ahmet Ün, 09.01.2017
EN BÜYÜK MÜZEDE İNSANLIK TARİHİNE YOLCULUK

Türkiye'nin "en büyük müzesi" unvanını alan Şanlıurfa Müze Kompleksi, tarihi eser, canlandırma ve imitasyonlarla ziyaretçilerini tarihi bir yolculuğa çıkarıyor.



Şanlıurfa'da 1,5 yıl önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından açılan ve Türkiye'nin "en büyük müzesi" unvanını alan Şanlıurfa Müze Kompleksi, ziyaretçilerine insanlığın ilk çağlarından günümüze kadar uzanan serüvenini, tarihi eser, canlandırma ve imitasyonlarla görme imkanı sunuyor.



Balıklıgöl yakınında 200 dönümlük alana inşa edilen Şanlıurfa Müze Kompleksinde teşhir edilen eserler, kronolojik düzende, ait oldukları döneme ilişkin görsel canlandırmalarla ziyaretçilerine adeta "o dönemde yaşıyormuş hissi" uyandırıyor.



Yüzlerce insan ve hayvan figürünün işlendiği oyma taşlar, mezarlıklar ve kitabelerin bulunduğu Arkeoloji Müzesi, ziyaretçilerini adeta tarihsel süreç içinde yolculuğa çıkarıyor.



Geziye ilk olarak insanlık tarihinin başlangıç noktası olan Paleolitik Çağ Salonu ile başlayan ziyaretçiler, burada insanların avlanma şekli, ateşi nasıl yaktığı ve toplayıcılık faaliyetlerini anlatan canlandırmalarla karşılaşıyor. 



Oluşturulan güzergahı takip eden ziyaretçiler, milattan önce 9 bin 500'lü yıllara tarihlenen ve "dünyanın gerçek boyutta yontulmuş ilk eseri" olarak bilinen 180 santimetre boyundaki "Balıklıgöl heykeli"ni görme imkanı buluyor.



Daha sonra "Neolitik Dönemi" inceleme şansı yakalayan ziyaretçiler, burada Göbeklitepe, Nevali Çori gibi insanlık tarihine yön veren dönemlere ait eser ve imitasyonlarla geçmişe yönelik fikir edinebiliyor.



Kalkolitik Çağ Salonu'nda ise dönemin öne çıkan ticaret faaliyetleriyle ilgili canlandırmaları ve bölgede bulunan o döneme ait eserleri görebilen ziyaretçiler, Tunç Çağı'nda da Lidar Höyük'ten çıkan eserleri inceleme şansı yakalıyor.



Milattan önce 3 bin 500'e tarihlenen oyuncak ve düdükleri yakından inceleme fırsatı bulanlar, ardından bazalt malzemeden yapılmış eserlerin yer aldığı Demir Çağı Salonu'nda Roma Caddesi'nde yürüyerek, canlandırması yapılan cam atölyesiyle karşılaşıyor.



Arkeoloji Müzesi'nde son olarak İslami Dönem Salonu'nu gezen ziyaretçiler, sergilenen tarihi eserlerin yanı sıra "Peygamberler Şehri Urfa"da insanların tek tanrı inancı ve Nemrut ile mücadelesini anlatan 12 projeksiyon cihazından 4 duvara aynı görüntüyü veren 360 derecelik video gösterisini izleme şansı yakalıyor.



Komplekste yoğun geçen ziyaretin ardından müzedeki restoranda yöreye özgü lezzetleri tadabilen ziyaretçiler, daha sonra Arkeoloji Müzesi ve Haleplibahçe Mozaik Müzesi arasında bulunan arkeopark alanında kronolojik olarak sıralanmış döneminin mimari özelliklerini yansıtan yapı örneklerini görme imkanı buluyor.


Ziyaretçiler, son olarak Haleplibahçe'de ortaya çıkan mozaiklerin sergilendiği 5 bin metrekarelik alana sahip Haleplibahçe Mozaik Müzesi'nde savaşçı "Amazon kadınları"nın dünyada ilk olarak mozaiğe resmedilmiş halini ziyaret ederek geziyi tamamlayabiliyor.


300 bini aşkın ziyaretçi ağırladı
Kültür ve inanç turizminin önemli kentlerinden Şanlıurfa'ya gelen yerli ve yabancı turistlerin ilgi gösterdiği ve merdiven çıkmadan 4,5 kilometre katedebileceği Türkiye'nin en büyük müze kompleksini 1,5 yılda 300 binin üzerinde kişi ziyaret etti.

Bölgesel Turist Rehberleri Odası Başkanı Müslüm Çoban, eserlerin kronolojik bir düzende yerleştirildiği müzenin, insanların daha rahat dolaşmasını sağladığını ve bunun ziyaretçileri memnun ettiğini belirtti.

Şanlıurfa ve Göbeklitepe'de elde edilen bulguların müzede sergilendiğini aktaran Çoban, "Tarihin sıfır noktası olarak bilinen Göbeklite'de devam eden çalışmalar nedeniyle ören yeri ziyaretlere kapalı ama Göbeklitepe'deki ihtişamı Arkeoloji Müzesi'nde görmek mümkün." dedi.

Müslüm Çoban, Haleplibahçe'de ortaya çıkan mozaiklerin sergilendiği Mozaik Müzesi'nde ise savaşçı Amazon Kraliçelerinin dünyada ilk olarak mozaiğe resmedilmiş halinin görülebileceğini anlattı.

75 bin esere ev sahipliği yapıyor
Yerli ve yabancı turistlerin "Şanlıurfa Müze Kompleksi"nde insanoğlunun tarihi gelişimine tanıklık edebileceğini ve bütün medeniyetlerin izlerini görebileceğini aktaran Çoban, şunları kaydetti:

"Müzemizin en dikkat çeken özelliği, Türkiye'de alan olarak en büyük müze olması. Bir diğer özellik ise burada 75 bin eser bulunmaktadır. Bu oldukça muazzam bir rakam. Ziyaretçiler, müzeyi baştan sona gezdiğinde yaklaşık 4,5 kilometre mesafe katedecek.  

Müzemizin şöyle de bir özelliği var, Arkeoloji Müzesi 3 katlıdır ama ziyaretçiler bir basamak merdiven çıkmadan geziyi tamamlayabilirler, öyle bir sistemle yapılmış.  

İnsanlar ahşap bir zemin üzerine yürüyorlar sonrasında onlara 3 kat çıktıklarını söylediğimizde inanamıyorlar ve buda dikkat çekiyor, ayrıca müze Balıklıgöl'ün yanı başında bulunuyor, buraya gelen misafirlerimiz bir gününü bile burada dolu dolu geçirebilirler.  

Ziyaretçiler müze ve Balıklıgöl ziyaretinin ardından akşamı yöresel yemeklerin bulunduğu sıra gecelerinde yorgunluklarını atabilirler. Gelen yerli ve yabancı ziyaretçilerden olumlu geri dönüşler alıyoruz. Müzemizin yeni olması, son teknolojiyle yapılması ziyaretçileri memnun ediyor."

   


Habertürk, 08.01.2017

26 BİN YILLIK FOSİL AYAK İZLERİ KORUNMAYI BEKLİYOR

Manisa’nın Salihli İlçesi, kırsal Sindel Mahallesi yakınlarında bulunan ve 26 bin yıllık olduğu belirlenen insan ve hayvan ayak izileri fosili, tam olarak koruma altına alınmamaları nedeniyle büyük ölçüde yok oluyor. Sindel Mahallesi Muhtarı Bekir Üçtaş, SİT alanı ilan edip, ’Açık Hava Tabiat Müzesi’ olarak nitelendirilen bölgedeki fosil ayak izlerini kendi imkanlarıyla korumaya çalıştığını belirterek, daha ciddi önlemler alınmasını istedi.

1969 yılı yazında Maden Tetkik Arama Enstitüsü prospektörlerinden Mustafa Çelik, Demirköprü Barajı’nın batı kıyılarında insan ayak izi fosilleri buldu. Salihli’nin 30 kilometre güneybatısında, kırsal Sindel Mahallesi Divlittepe Mevkisi’nde bulunan bu prehistorik insan ve hayvan ayak izlerinin günümüzden 26 bin yıl öncesinden kaldığı ve Kula Yanardağı’nın çıkardığı tüflerde yer aldığı belirlendi.

İzlerin üzerinin yine aynı yanardağdan kaynaklanan bazalt cürufu ile örtülü olduğu belirlendi. İyi korunmuş bir kül konisi eteğinde, bazalt cürufları altında uzayıp giden ayak izlerinin sayısının yüzden fazla olduğu tahmin ediliyor. ’İlk insanın ayak izleri’ olarak nitelendirilen bu fosil ayak izlerinden dünyada sadece Fransa, İtalya ve Macaristan’da üç örnek daha bulunuyor. Ancak oradaki örnekler sadece bir insanın ayak iziyken Sindel’deki buluntuların bir erkek, kadın ve çocuk ile tavşan ya da köpek gibi bir hayvana ait olduğu belirlendi.

Adım araları ölçüldüğünde ortalama 75 santim olduğu görülmektedir ki, buradan izleri bırakan insanların koşmadan çok normal yürümekte oldukları anlaşılıyor. Diğer üç buluntunun Salihli konisindeki kadar zengin olmadığı, diğerlerinin hiç birisinde hayvanlara ve taşınan yüke ait izler yer almadığı, ayrıca bu fosil izlerin, birden fazla bireye ait olmaları bakımından da çok önemli olduğu biliniyor. Ancak killi, ıslak çamur tabakasından oluşan ayak izleri, sıcak volkan küllerine maruz kalması sonucu tuğla gibi pişerek binlerce yıldır şekillerini muhafaza ettiği belirtililirken, dünyadaki önemli bir doğa müzesi olmaya aday bölge yıllardır korunmayı bekliyor.

Bölgenin koruma altına alınması amacıyla Kültür ve Turizm Bakanlığı Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu Başkanlığı 8 Mayıs 1981 yılında bölgeyi birinci derece doğal SİT alanı ilan edip, ’Açık Hava Tabiat Müzesi’ olarak nitelendirdi. 2013 yılında dönemin Valisi Orhan Işın ile AK Parti Manisa Milletvekili Muzaffer Yurttaş’ın da inceleme yaparak, ’çok değeli bir tarihi miras’ olduğunu ifade edip, korunması gerektiği belirtikleri ayak izlerinden büyük bölümü koruma altına alınmadığı için tahrip oldu. Sadece 15 ayak izi kaldı.

Sindel Muhtarı Bekir Üçtaş, bölgedeki iki, üç kilometrelik bir alanda ayak izlerine rastlandığını belirtip, "Korumak için var gücümle çalışıyorum. Ancak, buna rağmen birçoğu talan edildi. Daha önceleri birçoğu kürekle kazanlar tarafından tahrip edildi. Bazıları da kazınıp, bu kişiler tarafından götürüldü. 26 bin senedir bozulmadan gelen bu fosil ayak izlerinin korunması gerekiyor.

İzleri koruyabilmek için üzerlerini süpürge otlarıyla örtürüyorum ancak bu önlem yeterli olmuyor. İzlerin özellikleri zamanla bozuldu. Sağlam kalan 15 kadar var ama ben gelenlere sadece birini gösteriyorum. Geri kalanı kapalı tutup, açmıyorum. ’Tel örgü veya camekan içine alalım, izleri tamamen açalım’ denildi ancak yıllardır hiçbir şey yapılmadı. Türkiye için bu fosil ayak izleri aslında bir velinimet. Bu Avrupa’da olsa biz masraf edip izleri görmeye gideriz. Avrupa’da çok dile gelen bu tür şeyler biz de önemsenmiyor ve heder olup gidiyor" dedi.

Muhtar Üçtaş, daha önce bölgenin beton direkli yüksek tel örgü içine alınması, SİT alanının yakınına devamlı korumanın sağlanması için bekçi konulması, ziyaretçilerin ihtiyaçlarını karşılayacak mekanların yapılması, bölgeyi ziyarete açmak için ilgili arkeologların atanması, İzmir, Ankara ve Demirci karayolları üzerinde SİT alanını tanıtan levhaların asılması, ilgili turizm seyahat acentelerine gerekli bilgilerin verilmesi gibi öneriler ortaya atıldığını, ancak hiçbirinin yapılmadığını da söyledi.
Hürriyet, Haber: Kadri Kaya, 07.01.2017

KADIKÖY'DE İNŞAAT KAZISINDA BİZANS SARNICI BULUNDU

Gazete Kadıköy’den Erhan Demirtaş’ın yaptığı haberde Fenerbahçe’deki iki inşaat alanında Erken Bizans Dönemi’ne ait sarnıç kalıntıları ve Fransız Mektebi’nin kalıntıları ortaya çıkarıldığı bilgileri yer alıyor.

Son yıllarda hızla devam eden inşaat çalışmaları Kadıköy’de çok sayıda tarihi kalıntıların gün yüzüne çıkmasına neden oldu. Bunun son örneği Fenerbahçe Zühtüpaşa Mahallesi’nde görüldü.

Geçtiğimiz yıl bölgede başlayan inşaat çalışmaları sırasında tarihi kalıntılara rastlandı. İstanbul V Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu üyelerinin yaptığı incelemeler sonucunda kalıntıların tabanının ortaya çıkarılmasına ve kazı çalışmalarının yapılmasına karar verildi. Arkeoloji Müzesi’nin Fenerbahçe Zühtüpaşa Mahallesi 91 pafta, 279 ada ve 7 parsel ve 91 pafta, 279 ada 13 parsel nolu sayılı yerdeki başlattığı kazı çalışmaları tamamlandı.

BİZANS DÖNEMİNE AİT SARNIÇ
Yapılan kazı çalışmaları sonrasında 19. yüzyıl sonralarından 20. yüzyıl başlarına kadar işlev görmüş Fransız Mektebi’ne ait kalıntılar ile Erken Bizans Dönemi’ne ait bir sarnıcın kalıntıları ortaya çıkarıldı. Arkeoloji Müzesi’nin hazırladığı raporda sarnıç kalıntılarına dair şu bilgilere yer verildi “ Söz konusu duvar, dış yüzeyden tamamıyla taş örgü, iç yüzeyde beş sıra tuğla ve katkılı horasan harçla oluşturulmuştur. İç ve dış duvar oldukça düzgündür ve arası moloz taşlarla doldurulmuş olup sandık duvar tekniği kullanılarak inşa edilmiştir.”

“Yayın taramalarında bölgede St. Auguistin Kilisesi ile Fransız Mektebi arasında bir Justinianus Sarnıcı’ndan söz edilmektedir” ifadelerinin yer aldığı raporda, “Justininianus Dönemi’nde Fenerbahçe’de İmparatorun eşi Theodara için yaptırdığı yazlık saray düşünüldüğünde sarnıcın da 6. yüzyılda yapılmış olduğu ve sarnıcın Heraklios Devri’nde (610-641) doldurularak bu alanın sebze bahçesine dönüştürüldüğü de yayınlarda ifade edilmektedir” denildi.

KORUMA ALTINA ALINDI
İstanbul V Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun 27.08.2015 tarihli kararı ile 91 pafta, 279 ada ve 7 nolu parseldeki alanda çıkan sarnıç ve mekan kalıntılarının 2863 Sayılı Yasa’nın 6. Maddesi kapsamında kültür varlığı olarak tescillenmesine karar verildi.  Bölge Kurulu’nun 01.12.2016 tarihli kararı ile ise 13 nolu parselde ortaya çıkan sarnıç kalıntılarının yine 2863 Sayılı Yasa’nın 6. Maddesi kapsamında tescil edilmesine ve 1. derece koruma grubuna dahil edilmesine karar verildi.

Evrensel, 06.01.2017

YIKTIKLARI TARİHİ TOLON FABRİKASINI YENİDEN YAPACAKLAR

Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, Sıcaksu bölgesinde bulunan ve olası deprem riskine karşı can güvenliğini sağlayamayacağı tespit edildiğinden Bursa Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu kararıyla yıkımı gerçekleştirilen Tolon Fabrikasının orijinal kimliğiyle yenileneceğini söyledi.



Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından, Kültür ve Turizm Bakanlığı Bursa Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'nun 30.12.2016 tarihli 6524 numaralı kararı doğrultusunda yıkımı yapılan Tolon Fabrikası yenilenecek. DHA'nın haberine göre, Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, yapılan çalışmayla ilgili bilgiler vererek, "Tolon Fabrikasının temeli sağlam değildi ve zeminde sorun vardı. Çalışmalarda alınan duvar, temel ve bina örneklerinden yapının ömrünü yitirdiği, ayakta duramayacak ve bir daha kullanılamayacak halde olduğu tespit edilmişti. Güçlendirme yapılması da pek uygun karşılanmadı. Anıtlar Kurulu yani Kültür Varlıkları Kurulu tarafından bir karar çıkartıldı. Bu karar doğrultusunda bina yıkıldı. Ancak bina, orijinal kimliğinde yapılmış olacak ve tarihi görünümü yaşayacak" dedi.

Bu uygulamaların kentteki diğer eserlerde yapıldığını hatırlatan Altepe, Altıparmak Kuruçeşme'deki Seyyid Usul Dergahı, Hisar'daki Sümbüllü Bahçe Konağı, Bayezid Paşa Medresesi ve Musa Baba Mahallesi'nde açılacak olan Hançerli Fatma Sultan Medresesi'nin de orijinal olarak kendi projelerine uygun şekilde yeniden yapıldığını söyledi. Yıpranmış ve ayakta duramayan eserlerin yıkılıp tekrar yapıldığını vurgulayan Altepe, "Tolon Fabrikasında binaların röleveleri yapıldı, projeleri çizildi. Her şeyi hazır ama bina ayakta durabilecek bir bina değildi. Temeli de altyapısı da müsait değildi. Onun için yıkılıp tekrar yapılması gerekiyordu. Binanın tescili kaldırılmadı, bina 'tarihi bina' ama tekrar yapılmış olacak. Mevcut projenin içinde işlevlendirilerek kullanılacak. Turizm tesisine yönelik, oradaki yapıyı tamamlayıcı binalar olarak yapılacak. Böylece hem tarih yaşatılmış, hem de bina günün şartlarına göre yenilenmiş oluyor" diye konuştu.

Tolon Fabrikası denetlemelerinde çıkan sonuçlar
Bursa İli Osmangazi Mahallesi Gaziakdemir Mahallesi'nde 'Kükürtlü Kentsel Yenileme Projesi Uygulama İmar Planı' kapsamında yer alan, Bursa Büyükşehir Belediyesi mülkiyetindeki, taşınmaz kültür varlığı olarak tescilli 'Tolon Fabrikası' adıyla bilinen yapı ilgili incelemelerde hasarlı bulunduğundan dolayı yıkıldı. Büyükşehir Belediyesi tarafından kamulaştırılarak yıkımı yapılan Tolon Fabrikası binası ile ilgili incelemelerde, binanın taşıyıcı sistem malzemeleri ile taşıyıcı sistem kurgusunun can ve mal güvenliği bakımından onarım ve güçlendirme yapılamayacak derecede yetersiz duruma olduğu, zeminin oldukça çürük ve sıvılaşma riski yüksek olduğu belirlendi. İncelemelerde, binanın zeminle ilişkisinin olmadığı ve yatay deprem taşıyıcıları bulunmadığı, güçlendirme maliyetinin de bina maliyetinin yüzde 80'ine ulaşabileceğini ortaya çıktı. Mevcut yapının halkın kullanımına açık bir tesis olarak değerlendirilmesi halinde, olası deprem riskine karşı gerekli güvenlik tedbirlerini karşılamadığı ve kirişlerin yüzde 100 hasarlı olduğu kaydedildi. Çalışma kapsamında öncelikle zemin ıslah uygulaması ile zeminin güçlendirileceği, deprem riskinin en aza indirilmesiyle binanın aslına uygun şekilde yeniden yapılacağı vurgulandı.

Yapı, 06.01.2017

ARKEOLOGLAR DERNEĞİ: GÖBEKLİTEPE STELLERİ PUT DEĞİLDİR

Arkeologlar Derneği, TRT’de yayınlanan ve Şanlıurfa’da bulunan, dünyanın bilinen en eski anıtsal yapısı olan Göbekli Tepe’nin, Hz. İbrahim’in putları yıktığı yer olabileceği anlatan belgesele istinaden bir açıklama yayınladı.


Arkeologlar Derneği, “Diyarbakır Valiliği, TRT ve Kalkınma Bakanlığı desteği ile “Diyarbakır kültürel mirasının tanıtımı” projesi adı altında hazırlanan “Suların Ateşin ve Taşların İmparatorluğu” isimli belgesel, TRT Belgesel kanalında yayınlanmış ve tepkilere neden olmuştur” dedi.

Arkeologlar Derneği’nin yayınladığı açıklamanın tamamı şu şekilde;
“Söz konusu belgeselde insanlık tarihinin en önemli yapılarından biri olarak kabul edilen ve dünyanın en eski tapınağı olarak isimlendirilen Göbeklitepe, dünya tarihinde kabul edilen bazı teorileri de değiştirmiştir. Göbeklitepe Anadolu arkeolojisinde önemli bir yere sahip olup, tüm bilim adamlarının ilgi odağı haline gelmiştir. Uluslarası organizasyonlarda ülkemizin tanıtımına katkıda bulunan önemli bir kültür ve turizm alanı haline gelmiş, dünya kamuoyunda haklı bir ün elde etmiştir. Ancak adı geçen belgeselde Göbeklitepe’de yeralan heykelleri “Hz. İbrahim’in babası Azer’in yapmadığını kim bize söyleyebilir ya da Hz. İbrahim’in kırdığı putların yeraldığı tapınağın Göbeklitepe olmadığını söyleyebiliriz miyiz” diye bir ifade kullanılarak Göbeklitepe stelinin yere düşürülerek kırıldığı bir canlandırmaya yer verilmesi son derece talihsiz bir görüntüdür.

Günümüzde yakın geçmişte komşu coğrafyalarda yaşanan olaylardan, bu tip söylemlere ve görüntülere yer verilmesinin ne kadar tehlikeli olduğu birçok defa görülmüştür. Maalesef Göbeklitepe’de talihsiz bir şekilde “put” olarak gösterilen stelin kırılması sahnesi, Göbeklitepe’yi hedef göstererek, tarihi eserlerimize zarar verilebilecek bir ortam yaratmıştır.

Yaklaşık olarak MÖ 2. binde yaşadığına inanılan ve kutsal kitaplara göre tek tanrılı dinlerin babası olarak kabul edilen Hz. İbrahim’in putlarını kırdığı tapınağın, henüz yerleşik hayata bile tam olarak geçilmemiş, günümüzden yaklaşık 12 bin yıl önce yapılmış olan Göbeklitepe olması zamansal olarak da mümkün değildir.

Dolayısıyla hiç bir şekilde bilimsel gerçeklerle bağdaşmayan bu belgeselin TRT tarafından bir an önce yayından kaldırılmasını bekliyoruz. Ayrıca söz konusu belgeselde, halkımıza kötü örnek oluşturacak şekilde arkeolojik eserlere zarar verildiğini gösteren görüntülere yer verilmiş olmasını şiddetle kınıyoruz.

Arkeologlar Derneği Yönetim Kurulu – 06.01.2017″


******


TRT O BELGESELİN YAYININI DURDURDU

TRT Belgesel kanalında yayınlanan ve Göbekli Tepe’yi hedef gösterdiği gerekçesiyle büyük tepki çeken “Suların Ateşin ve Taşların İmparatorluğu” belgeseli yayından kaldırıldı.

Şanlıurfa’nın Örencik Köyü yakınlarında ortaya çıkarılan dünyanın en önemli arkeolojik buluntularından Göbekli Tepe’yi Hz. İbrahim ve onun kırdığı putlar ile ilişkilendiren belgesel, kamuoyunda oluşan tepkiler üzerine herhangi bir açıklama yapılmadan yayından kaldırıldı.  Arkeologların tarih tutarsızlıkları sebebiyle eleştirdikleri belgeselde, Göbekli Tepedeki tapınağın en önemli dikilitaşlarından; üzerinde tilki betiminin bulunduğu T biçimli dikilitaşın kırılışının canlandırılmasının ‘bir hedef gösterme’ olduğu ve 'Göbekli tepeyi zor duruma düşürebileceği' eleştirileri getirilmişti.

TRT, Diyarbakır Valiliği ve Kalkınma Bakanlığı’nın ‘Cazibe Merkezlerini Destekleme’ programı kapsamında yayınlanan belgeselin yönetmeni ve metin yazarı Hadi Şenol Göbekli Tepe’nin hedef yapıldığı iddialarını kesin bir dille reddetti ve “Hiçbir zaman böyle bir niyetimiz olmadığı gibi, böylesi bir ilkellik bizim, eskilerin deyimi ile ‘Meşrebimiz dışı’ bugünkü dille yaradılışımıza uygun olmayan bir davranıştır. O bölge için 'Hz. İbrahim sorgulaması dışında' söylediklerimizde şimdi aramızda olmayan kazı başkanı Klaus Schmidt ile yaptığımız konuşmalar ve onun kitabı temel olarak alınmıştır” dedi.

Sorularımızı yanıtlayan Şenol, belgeselde bir hikaye anlatıldığını ve mitolojiyle bilimselliğin birlikte anlatılıp anlatılamayacağının örneklerinin verildiğine dikkat çekerek “Belgeselde tarihi olarak arkeolojik olarak bu budur denen hiç bir satırı yokken, hedef gösterme gibi bir şeye saplanılması yalnızca kötü niyetli olunmasından kaynaklanır” dedi.

Belgeselde herhangi bir yanlış olmadığını da savunan Şenol, Hz. İbrahim ile Göbekli Tepe’nin ilişkilendirilemeyeceği yönündeki eleştirileri de yersiz buluğunu belirterek "Hz. İbrahim’in kitaplı dinlerin çok öncesinde geldiği bilinir. Hatta Tevrat’a göre, Hz. Nuh ile dede torun ilişkisinden söz edilir. Hz. Nuh ve Tufan olayının neolitik dönemde gerçekleştiğini dile getiren bilim insanları da var" değerlendirmesinde bulundu.
Odatv.com, 10.01.2017



******


MEDYANIN ARKEOLOJİ CEHALETİ: MURAT BARDAKÇI'YLA ARKEOLOG OLUYORUM

TRT’de yayınlanan ve Göbekli Tepe’yi hedef haline getiren belgesel ile ilgili başta arkeoloji camiası olmak üzere toplumun farklı kesimlerinden gelen haklı tepkilere yaklaşık bir haftadır hepimiz şahit olduk, oluyoruz. Arkeologlar Derneği, sosyal medyadaki bütün arkeoloji gönülleri, kültür turizminin kıymetinin farkında olan Urfalılar, kentte çalışan rehberler, internet sitelerinde köşe yazarları takip edemediğim onlarca insan. Kültürel miras bilinci zayıf ülkede bu tepkiler umut verici. Bu olayın belki de faydalı denebilecek taraflarından biri de medyadaki arkeoloji cehaletini her gün biraz daha açığa çıkarması oldu.

Nitekim köşe yazarı ve televizyon kişiliği Murat Bardakçı söz konusu cehaletin en güncel örneği olarak karşımızda durmakta. Son olarak yazdığı “Arkeolojiyi bile ideolojik boyuta taşımayı becerdik ya, helal olsun bize!” başlıklı yazısında Göbekli Tepe meselesine değinmekte, örtülü bir şekilde TRT’ye sahip çıkmakta, kendince tespitler yapmakta, bilmediği ve anlamadığı bir konuda allame kesilmektedir. Öyle ki Göbekli Tepe’yi bir “buluntu” olarak tanımlamakta, “İşin aslı, Göbekli Tepe’nin bugün değil yaşını, ne olduğunu, ne için inşa edildiğini bile tam olarak bilmiyoruz, zira henüz erken!” diyerek bir de arkeologlar adına konuşmaktadır. Bununla da yetinmeyip “yabancılar bulur biz çekiştiririz” diyerek, arkeoloji ile teması olmayan insanların şehir efsanesine dönüşmüş “yabancılar ülkenin arkeolojik mirasını kazıyor, götürüyor” algısına selam çakarak yazısını sürdürmektedir. Yazının tamamına internetten ulaşabilirsiniz ben size bu adamı neden ciddiye almamanız gerektiğini ve ülkemizde her konuda fikir beyan etme hastalığının boyutlarını anlatayım.

Göbekli Tepe’nin ne olduğu, nasıl bir işlevi olduğu, nasıl yapıldığı, tarihi ile ilgili arkeologlar bilimsel olarak tartışmaktalar. Burası herkes için anlaşılabilir olmayabilir ama bunun da çaresi bulunmuş durumdadır. Bu konuya yazının sonunda değineceğim. Bardakçı’nın buluntu dediği bu merkez, o kadar heyecan verici ve çığır açıcı bir yapıya sahip ki daha önce yazdığım gibi uzaylılardan tutun semavi dinlere kadar birçok konuya bu yüzden malzeme olmaktadır. Bu kötü popülerliğin yanında başta National Geographic olmak üzere birçok eğitim ve bilim organizasyonu Göbekli Tepe ile ilgili belgeseller yapmakta, bütün dünyaya ülkemizin bu zenginliğini tanıtmaktadır. Hatta Göbekli Tepe ile ilgili ünlü oyuncu Morgan Freeman inancın hikâyesinin işlendiği programda konuşmaktadır. Hal böyleyken “bizim” TRT, konuyu İslam dini ile ilişkilendirerek doğrudan bir peygamberin -hele ki put kırıcı bir peygamberin- uğramış olduğu bir mekan düzeyine indirmiş, yetmemiş şu an sağlam olan T biçimli dikilitaşlardan birini bir canlandırma ile belgeselde kırılan bir put gibi göstermiştir. Bardakçı ya bu kısmı izlememiş ya da bilerek yazısında buraya değinmemektedir.

Biz arkeologlar buluntu kelimesini materyal kültür dediğimiz, basit bir şekilde ifade edersek; geçmişten günümüze kalmış her türlü nesneyi tanımlarken kullanırız. Bir taş balta, obsidyen bir dilgi, bir çanak çömlek parçası bir buluntudur, koca bir mimari bütünlük değil. Bu itibarla Göbekli Tepe bir buluntu merkezidir “buluntu” değil. Bardakçı hem bilmediği bir terminolojiye bulaşmakta, hem de arkeolog edası takınmaktadır. Arkeoloji’de yabancılar ve Türkler ayrımı son derece tehlikeli ve cehalet ötesi bir zihniyetin dışavurumudur. Bizler bilim insanlarıyız, insanlığın ortak mirasını anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz. Arkeoloji bir bilim olarak zaten yabancılar tarafından başlatılmış, onlar tarafından geliştirilmiş ve onlar tarafından iyi bir şekilde sürdürülmektedir. M. Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduktan sonra ülkenin içindeki zor şartlara rağmen Avrupa’ya öğrenciler göndermiş, arkeologlar yetiştirmiş, ülkenin zenginliğini devletin eliyle tanımaya ve korumaya çalışmıştır. Bu hassasiyet benzer şekilde bütün Avrupa’daki devletlerde de geçerlidir, cumhuriyet ideolojisi bundan geri kalmak istememiştir. İşte böyle kurulmuş ülkenin televizyonunda bütün insanlığın mirasını yanlışlarla ve hatalarla yansıtan belgeseller, köşe yazılarında allame kesilen arkeoloji cahilleri var.

Benim bir arkeolog olarak Osmanlı’nın son dönemleri, hanedanlık ilişkileri vb. konularda ahkâm kesmem ne kadar anlamsız ise Bardakçı’nın Göbekli Tepe üzerine konuşması o derece saçmadır. Konu yine en büyük düşmanımız olan cehalete gelip dayanıyor. Göbekli Tepe konuşuldukça bu cehaletin boyutlarını da daha net bir şekilde görebiliyoruz. Buradan herkese Göbekli Tepe ile ilgili bir önceki yazımda verdiğim kaynaklara ulaşmalarını ve konuyla ilgili kaliteli belgeselleri izlemelerini tavsiye ediyorum. Böylece hem bilimsel kaynaklara daha yakın olan yayınları takip etmiş olursunuz, hem de bu meseleyle ilgili sağlıklı bilgiler edinebilirsiniz. Bilgi Çağı’ndayız hatta Bilgi Kirliliği Çağı’ndayız bunu gözeterek hareket ettiğimizde, biraz seçicilik yapabildiğimizde mücadele ettiğimiz cehaletin hareket alanı her platformda daralacaktır.

arkeofili.com, Yazar: Muammer İreç, 14.01.2017


******


MURAT BARDAKÇI'NIN GÖBEKLİ TEPE HAKKINDAKİ KÖŞE YAZISI ANALİZİ

TRT’deki belgeselde hedef gösterilen Göbekli Tepe hakkında, 13 Ocak 2017’de Murat Bardakçı’nın yazdığı “Arkeolojiyi bile ideolojik boyuta taşımayı becerdik ya, helâl olsun bize!” başlıklı köşe yazısını irdeliyoruz. Habertürk’te yayınlanan ve belli ki konuya uzak bir insan olan Murat Bardakçı’nın kaleme aldığı yazı, arkeoloji ile hiçbir şekilde bağdaşmayan cümleler, fikirler ve iddialar içeriyor.


Arkeoloji, ideolojiden ayrı düşünülemez

“Arkeolojiyi bile ideolojik boyuta taşımayı becerdik ya, helâl olsun bize!” Murat BARDAKÇI.

Murat Bardakçı’nın pozitivist söylemlerinin karşılığı gerçekten arkeolojiyi tanımlamakta mı? Tabii ki hayır. Arkeoloji biliminin tarihçesini az çok incelemiş olan her kişi, bilir ki arkeoloji en az tarih kadar ideolojinin saflarındadır. Nitekim yadsınamaz şekilde politik olan bir kavramın ideolojilerden yoksun kalmış olması düşünülmez bile. En bilinen örneklerden biri olarak, arkeolojinin gelişmekte olduğu erken dönemlerde, özellikle ulus devlet anlayışı içerisinde önemli bir yer tutuyor olmasıdır. Bunu imparatorlukların parçalanması ardından oluşmaya başlayan yeni mikro devlet yapıları için köken arayışı olarak da özetleyebiliriz. Nitekim toplumsal sözleşme teorileri, pozitivizm, bilimcilik, ulus, din, sosyalizm, devlet, faşizm, toplum, sınıf ve ırk vb. gibi arkeoloji de bireyi baskı altında tutmayı amaçlayan disipliner rejimlerin kullandığı araçlardan biridir. Arkeoloji, bütüncü toplum düzenlerinin kullanımına bu anlamda oldukça açıktır.


Medeniyet aranmıyor

“TRT bir belgesel yayınladı, belgeselde Şanlıurfa yakınlarında ortaya çıkartılan ve senelerdir kazılan Göbeklitepe ile Hazreti İbrahim arasında bağlantı kurulduğunun, mekânın Hazreti İbrahim’in yıktığı putların bulunduğu tapınak olarak gösterildiğinin iddia edilmesi üzerine iş siyasî boyuta taşındı, yapımcılar “Böyle bir iddiada bulunmadık” dediler ise de belgesel yayından kaldırıldı. Göbeklitepe, Türkiye’de son zamanlarda ortaya çıkartılan en önemli arkeolojik buluntulardan biridir ve böyle buluntuların tarihlendirilip hangi medeniyetlere ait olduğunun ortaya konabilmesi için çalışmaların uzun seneler devam etmesi gerekir.”

Göbekli Tepe’nin tarihlendirilemelediği iddiası biraz havada bir iddia. Nitekim Göbekli Tepe’de pek çok yöntem üzerinden belirgin tarihlendirmeler yapılabilmiş durumda. Çalışmaların süresi ile doğru orantılı arkeolojik çıkarım düşüncesi de kabul edilebilir bir durum değil. Arkeolojik çıkarımlar multidisipliner çalışmaların yatay ve dikeyde ortaya koyduğu sonuçların bir toplamı olarak sunulmakta. Bunun yanında hangi medeniyete ait olduğu gibi bir konu temel amaçlar arasında olmamakla birlikte, kalıntılar üzerine yapılan çalışmaların amacı bugüne gelen kültür sürecinin bir basamağı olarak tanımlanabilmesidir.


Göbekli Tepe’nin tarihi biliniyor

“Ama, Göbeklitepe’de öyle olmadı! Mekânın ortaya çıkartılmasından hemen sonra neyin ne olduğu henüz belli değil iken bir yaygaradır koptu, “Dünyanın en eski tapınağının bulunduğu” iddia edildi, “Buluntular tam sekiz bin yaşında” dendi, sonra dört bin sene ilâve edilip on iki bin yaşında oldukları söylendi ve bunu da az bulup Göbeklitepe’nin geçmişini 20 bin seneye götürenler de çıktı. İşin aslı, Göbeklitepe’nin bugün değil yaşını, ne olduğunu, ne için inşa edildiğini bile tam olarak bilmiyoruz, zira henüz çok erken!”

Göbekli Tepe’de ne öyle olmadı ?

Göbekli Tepe’de kazı sürecinin yegane takip edileceği doğrultu, alanda çalışmaları yürüten arkeolog ve diğer disiplinlerden araştırmacılarının kamuya sunmuş oldukları raporlardır. Popüler söylemler olarak yumuşatılan TRT’nin put benzetmesiyle dikkate alınmaması gereken söylemleri tekrarlamak bir çeşit eğritileme değilse, minareye kılıf uydurma çabasıdır ancak. İşin aslı ise bugün yaşı tahmin edilebilen Göbekli Tepe hakkında bilgileri değerlendirmek, ancak o dönemi ve oradan gelen malzemeyi çalışmış yetkin kişilerinin işidir. Bunun yanında arkeoloji asla kesin doğrular üreten bir bilim değil, arkeolog Ian Hodder’ın da dediği gibi ancak “yorumlayıcı bir teşebbüstür” fakat araştırmalar ve veriler doğrultusunda.


TRT’nin yaptığı normal değildir

“PİRAMİTLERİ HATIRLAYIN!

Böyle durumlarda bilimsel olmayan yayınların her türlü iddiayı ortaya atmaları, konuya popüler yaklaşmaları son derece normaldir ve TRT’nin yayından kaldırılan belgeselinde yapılan da göründüğü kadarı ile budur. Ortada kesin bir bilgi bulunmadığı takdirde işin içerisine hayal ve konuyu magazin boyutuna taşıma faaliyeti girer, yapılan çalışmanın daha fazla izlenmesi yahut okunması için ilk aşamada başka çare de zaten yoktur.


Konu ile alâkalı bütün gerçeklerin ortaya çıkartılmış olması hâlinde bu gibi yayınlar tabii ki pek doğru bir iş değildir. Ama gerçek bilginin henüz elde bulunmadığı şimdiki gibi dönemlerde işin içerisine hayal ile tahminin girmesi kaçınılmazdır ve diğer tarafın da konu hakkında kesin bir sonuca elde değilken “Vay efendim, böyle demekle gerçekleri saptırıyorlar” diye tepki göstermesi de gereksiz ve yanlış- tır. Belgeseldeki yorumları ve iddiaları beğenmeyenlerin işin aslı ortaya konduktan sonra konuşmaları lâzımdır ve Göbeklitepe gerçeğinin anlaşılmasına önümüzde daha çok uzun seneler var iken meseleyi ideoloji boyutuna götürmek de son derece hatalıdır.”

Burada TRT belgeseline yönelen eleştirilerde yapılan vurgu da tam olarak buydu. Çünkü popüler yayınların istediğini söyleyebilme gibi bir hakka sahip olması, Murat Bardakçı kriterleri açısından dahi Göbekli Tepe ile uyuşmamaktadır. Arkeoloji, içerisinde birçok şekilde tartışılmakla birlikte Göbekli Tepe karanlık bir sır perdesi arakasında değildir. Araştırmacılar hala buralarda ve bu araştırmacıların sunduğu raporlar da hala kolayca ulaşılabilir durumdadır. Göbekli Tepe’nin, karanlık bir sır ya da “uzaylılar mı yaptı, insanlar mı hala anlayamadık” şeklinde sorguya çekilecek bir hali de yok.


İlgi çekmenin bir sınırı var

“Bir başka arkeolojik bölgeyi, meselâ Mısır’ı hatırlayın! Piramitler, firavun mezarları, vesaireler üzerinde iki asır boyunca ortaya atılmadık faraziye ve kurulmadık hayal kalmamıştı, hattâ 1980’li senelerde Müslüman Kardeşler’in bazı mensupları mumyaların Müslüman olmasalar bile dinî bakımdan gömülmeleri gerektiğini iddia edip bir firavunun mumyasını da gizli olarak defnetmişlerdi. Ama eski Mısır tarihi hakkında bilinmeyen birçok konunun aydınlatılmış olmasına rağmen kurgular hâlâ devam ediyor, bu kurgulara dayanan zengin bütçeli filmler çekiliyor ve hiç kimse kalkıp işi siyasî ve dinî boyuta taşımıyor.”

Piramitlerin anlatıldığı “Stargate” adlı bilimkurgu filmi ile TRT’nin “Suların Ateşin ve Taşların İmparatorluğu” belgeseli arasında iddia açısından keskin bir fark bulunduğu yadsınamaz bir gerçek. Burada belgeseldeki amaç toplum nezdinde ilgi çekebilmek ise, bu ilginin “sallama” bir tanımlama üzerinden değil, ortaya konulmuş arkeolojik veriler ya da en azından uçurum kenarında olan kültürel miras algısını daha az rencide edecek “sallama” bir teori üzerinden yapılabilmesidir. Tepkilerinin amacını da bu bağlamda iyi okumak zorundayız.


İddialar yanlış anlaşılmalara gebe

“Göbeklitepe’nin ne olduğunu henüz bilmiyoruz; kazanlar da, üzerinde çalışanlar da kesin bir fikre sahip değiller. Mekân ile İngiltere’deki Stonhenge yahut Başkurtistan’daki Uçali kalıntıları, hattâ Hindistan’ın eski kutsal kitaplarındaki ifadeler arasında bile bağlantılar kuruluyor ve söylediğim gibi neyin ne olduğunun tam olarak öğrenilebilmesi için daha çok uzun seneler gerekiyor ve hattâ Göbeklitepe’nin aslının hiçbir zaman öğrenilemeyeceği ihtimali bile mevcut.

Eleştirilerdeki vurgu, genellikle devlet kaynaklarının ve kaynaklar sonucunda ortaya çıkan bu tip sonuçlarının doğurabileceği yanlış anlaşılmalardır. Buna ek olarak, Göbekli Tepe’nin aslının hiçbir zaman öğrenilememesi olasılığı arkeolojik bir olasılık dahi değildir zaten. Göbekli Tepe’nin değeri, bir kez daha tekrarlamak gerekir ki kültür sürecinde bulunduğu konum ve ondan sonrasında gelişecek ve bugüne gelecek olan kültüre dair bilinmeyen noktalara verebileceği cevaplardır.

Bugün pek çok farklı amaçla temel ilkeleri ile alakasız bir şekilde İslam’a kendini angaje gösteren çetelerin, put olduğu iddiası ile havaya uçurulan antik şehirlerin bulunduğu bir coğrafyada put olarak Göbekli Tepe stellerinin kırılması görüntüleri ne magazinel bir teori, ne de naif bir yakıştırmadır. Amaçlanmış olan ya da niyetlenilenler, bizi noktada fazla ilgilendirmemektedir. Bizi esas ilgilendiren, bölgemizde varlığını sürdürmekte gittikçe güçlük çeken ortak kültür mirasımız üzerine olan kaygılarımızdır. Ayrıca Hz İbrahim’in kırdığı putlar, bugün birileri tarafından ayağa kaldırılmakta ise bu durum pek de magazinel değil, tam aksine amacı bütün bir tarihi birikimi yok etmek isteyen olan kitleleri kaşımak gibi gözükmektedir.


Bilimde milliyet olmaz

“Türkiye’deki arkeolojik keşifler konusunda hiç değişmeyen bir kural vardır: En önemli keşifleri yabancılar yaparlar, sonra işin içine bizimkiler girer ve buluntuları başka taraflara çekiştirirler. Göbeklitepe bu değişmeyen kuralın tam bir örneğidir: Mekâna ilk dikkati Amerikalı arkeolog Peter Benedict çekmiş; kazıları bir Alman, Klaus Schmidt yapmış ve sonradan devreye giren bizimkiler de işi başka taraflara çekiştirmeye başlamışlardır.”

Murat Bardakçı’nın Türkiye arkeolojisinin değişmez kuralı olarak adlandırıldığı şey, arkeolojiye ve bilim dünyasına karşı yapılmış vahim bir tanımdan ötesine geçemez. Arkeoloji için bir yerde Alman bir arkeoloğun kazı yapması ile Zimbabweli birinin o araştırmayı sürdürmesi arasında bir fark yoktur. Nitekim, ortak bir hafızanın değerlendirilmesinde milletler üstü bir konu söz konusu, “onlar çıkarır biz ancak konuşuruz” ise ancak zenofobik bir söylemdir.


Asılsız iddialar kamplaşmayı artırır

“Çekiştirmeler şimdiye kadar reklâm yahut menfaat derdi ile yapılırdı ama artık ideoloji ve “Yobazlar Göbeklitepe’ye saldırabilirler” terâneleri ile din boyutuna taşındı! Arkeolojiyi de nihayet kamplaşma vasıtası hâline getirmeyi becerdik ya, helâl olsun!”

İşte tam olarak bu noktada Arkeolojiyi kamplaşma vasıtası haline getirmemek için gereken asıl şey ise asılsız ve tehlikeli iddiaları arkeolojik değerlendirmelerden uzak tutarak yürütülen bilimsel çalışmalar üzerinden böyle konulara yaklaşmaktır. Bu konu hakkında bir nesnelliğe ihtiyaç var ve bu ihtiyacımızı giderebilecek yegane alan bilimdir.

arkeofili.com, Yazar: Tolunay Bayram, 14.01.2017



1 - 7 Ocak 2017
ANTALYA'YA MÜZE KONSEPTLİ CADDE

Antalya Büyükşehir Belediyesince, kentin merkezindeki Ali Çetinkaya Caddesi'ni müze konseptli caddeye dönüştürecek projenin ihalesi 11 Ocak'ta yapılacak.

Antalya Büyükşehir Belediyesinden yapılan yazılı açıklamada, "Güneş Doğudan Yükseliyor" sloganı ile tanıtılan Doğu Garajı Projesi kapsamında Ali Çetinkaya Caddesi'nin yeniden düzenleneceği bildirildi.

Bölgeyi turistin bir cazibe merkezi haline dönüştürecek Doğu Garajı ve Çevresi Kentsel Tasarım Projesi'nin ihalesinin 11 Ocak'ta gerçekleştirileceği belirtilen açıklamada "Proje tamamlandığında Ali Çetinkaya Caddesi, görsel güzellik katan bina cepheleri, modern kaldırımları, rengarenk gölgelikleri, kent mobilyaları, aydınlatması ile Antalya'ya gelenlerin görmeden gitmeyeceği bir bölgeye dönüşecek." değerlendirmesi yapıldı.

"Doğu Garajı kazısında çıkan tarihi eserler sergilenecek"
Açıklamada görüşlerine yer verilen Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel, proje çerçevesinde Ali Çetinkaya Caddesi'nin trafiğe kapatılacağını belirterek şu ifadeleri kullandı:

"Projeyle 850 metre uzunluğunda cadde ve kentsel tasarım düzenlemesi yapılacak. Müze konsepti ile tasarlanan cadde boyunca 7 sergi küpü yer alacak ve Doğu Garajı kazısında çıkan tarihi eserler burada sergilenecek. 3 bin 500 metrekare yeşil alanın yer alacağı projede 2 süs havuzu inşa edilecek. Proje kapsamında 89 binanın cepheleri yenilenecek. Binaların caddeye bakan kısımlarına kaplama yapılarak, klima üniteleri saklanacak. Diğer cephelere ise sıva tadilatı ve boya uygulanacak ve yerler doğal taş plaklar ile kaplanacak. Engelliler için takip taşları döşenecek. İş yerlerine malzeme ulaşımını sağlamak amacıyla servis yolu yapılacak. Bölgeye araç giriş çıkışı günün belli saatlerinde olacak. Esnafın çalışmalardan en az etkilenmesi ve dükkanlarının kapalı kalmaması için titiz bir çalışma yürütülecek. Örneğin döşeme yapılırken toz olmaması için sahada taş kesimi yapılmayacak."

Bölgede inşaatı devam eden Kültür ve Ticaret Merkezi ile Nekropol Projesi tamamlandığında Ali Çetinkaya'nın kentin önemli turizm merkezlerinden biri haline geleceğini vurgulayan Türel, "Seçimler öncesinde 'O turist bu dükkana girecek' demiştik. İşte bu projeler tamamlandığında o turist bu dükkana girecek." görüşünü kaydetti.
Anadolu Ajansı, Haber: Leyla Ataman Koyuncuoğlu, 05.01.2017

ULUS'A ZÜCCACİYE DÜKKANINA GİREN FİL GİBİ GİRİLMEZ

Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin Ulus Tarihi Kent Merkezi kapsamında yer alan alanların yenileme alanı olarak kabul edilmesine ilişkin olarak açtığı davada bilirkişi raporu hazırladı.



Mimarlar Odası Ankara Şubesi Ulus Tarihi Kent Merkezi’nin peşini bırakmıyor. Mimarlar Odası’nın Ulus Tarihi Kent Merkezi kapsamında yer alan bazı alanların 5366 sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanunu’nun 2. Maddesi uyarınca “yenileme alanı” olarak tespit edilmesine ilişkin 28.06.2015 günlü 29400 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 22.06.2015 tarihli 2015/7822 sayılı Bakanlar Kurulu kararının iptali istemiyle açtığı davada bilirkişi raporu tamamlandı.

Raporu değerlendiren Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan, raporda, Ulus dokulara ayrılarak, yapı durumu analizi yapıldığını belirterek, bilirkişilerin Ulus Yenileme Alanı içinde alanın tamamının yenileme alanı ilan edilmesinin doğru olmadığı yönünde görüş bildirdiğini söyledi.

Rapor sevindirici
Candan, “Ulus Başkentin tarihsel ve kültürel değeridir.Altıda üstüde çok değerlidir. Bilimle uzaktan yakından alakası olmayan yöneticilerin elinde Ulus’un tarumar edilmesine izin vermeyeceğiz. Bilirkişi raporu bir kez daha bilimsel gerçekleri hatırlatmış, ancak öğrenci tembel bir türlü anlamak istemiyor” dedi. Candan sözlerine şöyle devam etti:

“Öğretim üyelerince hazırlanmış bilirkişi raporunda Hacıbayram Camii, Augustus Tapınağı gibi anıtsal yapıların yer aldığı Doku 1 karakterinde tescilli, iyi ve orta durumdaki sivil mimarlık örneklerinin baskın karakter oluşturduğu yapı gruplarının olduğu vurgulanıyor. Raporda, söz konusu alanda yüzde 76 oranında yapısal sorunu olmayan iyi orta derecede yapıların bulunduğu, yüzde 24 oranında yapısal yenilemeyi gerektiren kötü ve harabe yapılardan oluştuğu ifade ediliyor.

Tescilli anıtsal yapılar bulunuyor
Candan, raporda tescilli, iyi ve orta durumdaki sivil mimarlık örnekleri ile anıtsal yapıların bulunduğu alanın doku 1 olarak belirlendiğini, Hacıbayram Veli Camii ve Augustus Tapınağı, Suluhan gibi yapıların içinde kaldığı, doku 1’deki tescilli sivil mimarlık örnekleri ile anıtsal yapıları şöyle sıraladı:

“Doku 1’de Anafartalar Caddesi, Hükümet Caddesi ve Kevgirli Sokak arasındaki yapılar, içinde Roma dönemine ait tescilli örneklerinin bulunduğu Çankırı Caddesi, Anafartalar Caddesi, Hükümet Caddesi ve Armutlu Sokak arasında kalan iyi durumda tescilli anıtsal mimarlık örnekler, Anafartalar Caddesi Adnan Saygun Caddesi ve Sanayi Caddesi arasında kalan ağırlıklı olarak iyi ive orta durumda tescilli sivil mimarlık örnekler, Ankara Gazi Lisesi ‘nin güney kesiminde Kosava Sokak, Derman Sokak, Denizciler Caddesi Adnan Saygun Caddesi arasında kalan eski Hergele Meydanı ve yakın çevresinde kalan ağırlıklı olarak iyi ve orta durumda tescilli sivil mimarlık örnekler, Eski Yahudi Mahallesi (İstiklal Mahallesi güneyi ve Altınbaş Mahallesi ) kapsamında, Adnan Saygun Caddesi ve Anafartalar Caddesi arasında Şengül Hamamı, Leblebicioğlu Camii ile Ulucanlar Caddesi’nin kuzeyindeki iç yapı adası içinde akalan ağırlıklı olarak iyi ve orta durumda tescilli sivil mimarlık örnekler bulunuyor”

Ulus’un yok edilmesine izin vermeyeceğiz
Candan, raporda Doku 2 karakteri olarak belirlenen alanlara dair şu bilgiyi verdi: “Doku 2 karakterinde ise tescilli olmayan sivil mimarlık örnekleri bulunuyor ancak bu bölgede Ankara Palas, Ziraat Bankası Binası, Ankara Devlet Tiyatroları binası gibi iyi durumda tescilli anıtsal yapılar, kalenin eteklerinde eski yangın yerini de içermekte olup içinde il kültür ve Turizm Müdürlüğü yapısı gibi tescilli anıtsal nitelikte yapılar ile dağınık şekilde tescilli yapılar bulunuyor. Bölgede Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nden Armutlu Sokak’a kadar ve Atatürk Caddesi boyunca Cumhuriyet Caddesi ile İstiklal Caddesi arasında kalan ağırlıklı olarak iyi durumda tescilli olmayan sivil mimarlık örnekleri de yer alıyor. Yine Anafartalar Caddesi, Sanayi Caddesi Şehit Teğmen Kalmaz Caddesi arasında Anafartalar Caddesi, Hisar Caddesi , İpek Caddesi arasında, Adnan Saygun Caddesi , Sanayi Caddesi arasında kalan ağırlıklı olarak iyi ve orta durumda tescilli olmayan sivil mimarlık örnekleri bulunuyor. Atatürk Bulvarı, Talatpaşa Bulvarı Ordu Sokağı, Kosava Sokak, Derman Sokak, Denizciler Caddesi, Ankara Tıp Fakültesi kısmını içine alan, ağırlıklı olarak iyi durumda tescilli olmayan sivil mimarlık örneklerinin baskın olduğu bir bölge karakterindedir. Bu bölgede birkaç tane iyi durumda tescilli anıtsal nitelikte yapılar da bulunmaktadır. Eski Saman Pazarı, Koyun Pazarı mevkini içine alacak şekilde Saraçlar Sokak ve yakın çevresi ile Anafartalar Caddesi, Ulucanlar Caddesi, Talatpaşa Caddesi üzerindeki ağırlıklı olarak iyi durumda tescilli olmayan sivil mimarlık örneklerinin baskın olduğu bir bölge karakterindedir.”

Ulus’un tarihi Gökçek’ten büyüktür
"Her tarafı tarih kokan ve her taşın altından tarih fışkıran bir yere, züccaciye dükkanına giren fil gibi girilmez" diyen Candan “Ulus’un tarihi Gökçek’ten büyüktür. Bilirkişi raporu bir kez daha bunu hatırlatıyor. Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp, Gökçek raporu derin derin, altını çizerek okusun” dedi.

Yapı, 05.01.2017

ORDU ÇEVRE DERNEĞİ: KİBELE Mİ TAŞ OCAĞI MI?

Ordu Çevre Derneği (ORÇEV) Başkanı Gül Ersan, “Gezilecek görülecek yerler arasında Ordu’nun adının hızla üst sıralara tırmanmasının nedenlerinden biri de 2 bin 100 yıllık Ana Tanrıça Kibele’dir. Kibele keşfedildikten sonra,uzun zamandır oturduğu Kurul Kalesi’nden alınıp müzeye taşındı. Büyükşehir Belediyesi’nin kazı çalışmalarını maddi manevi desteklemesi ilimizin geleceği açısından sevindirici bir durum” açıklamasını yaptıktan sonra yargı sürecini değerlendirdi.

KURUL'U TEHDİT SESLERİ YÜKSELİYOR
Ersan şöyle konuştu: “Kurul Kayalıklarının tepesindeki bu çalışmalar herkes tarafından duyulup takdirle karşılanırken eteklerinde senelerdir, yaz kış demeden süren başka bir çalışma pek o kadar önemsenmiyor; Halbuki onun sesi daha gür çıkıyor.

Yıl 2011.Bayadı, Kayadibi Mahallesi’ndeki iki adet andezit ocağının sahibi şirket, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Samsun Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun ocakların işletilmesinin uygun olmadığına dair kararının iptali istemiyle Ordu İdare Mahkemesine dava açmış.

BİLİRKİŞİNİN RAPORU DİKKATE ALINMADI
Yapılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucunda hazırlanan rapora göre, özetle; arkeolojik açıdan sit alanının Melet Irmağı’na kadar genişleme ihtimalinin bulunduğu yönünde görüş beyan edilmiş ise de, dava konusu taş ocağı işletme izin alanlarının arkeolojik ve doğal sit alanlarının dışında kaldığı, dava konusu taş ocakları ile Kurul Kayası Yerleşimi arasındaki mesafenin 568 metre olduğu ve bu uzaklıktan ocakta yapılacak patlatmaların sit alanını etkilemeyeceği görüşü yer almış.

Yıl 2013. Ordu İdare Mahkemesi, bilirkişi raporu sonucunda, ocaklardaki çalışmaya izin vermeyen Koruma Bölge Kurulu’nun kararının iptaline karar vermiş. Kültür ve Turizm Bakanlığı dabu kararı temyiz etmiş.

Yıl 2015. Danıştay 14. Daire Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın itirazını haklı bulup Ordu İdare Mahkemesi’nin kararını bozmuş. Bunun üzerine ocak sahibi şirket, verilen kararın düzeltilmesi talebinde bulunmuş.” dedi.

YENİ 'ÇED GEREKLİ DEĞİL' KARARLARI
Ersan yargı süreci devam ederken yeni ÇED Gerekli Kararı alındığını söyleyerek, “Şirket, Danıştay kararından yaklaşık bir ay sonra Ordu Valiliğinden aynı mevkide, mülkiyeti orman arazisi olan alanda üç adetandezit ocağı için “ÇED Gerekli Değildir” kararı almış.Toplam 239,64 hektarlık üç ayrı andezit ocağı için Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Maden İşleri Genel Müdürlüğü’nden İşletme Ruhsatı alınmış. ÇED için talep edilen alanın toplamı ise 23,5 hektar. Yani geride daha 216,14 hektarlık ocak alanı var.” bilgisini verdi.

ANA TANRIÇA'YA TEHDİT
Sit alanının tehdit edildiğini vurgulayan Başkan Gül Ersan, “Yıl 2017. Ana Tanrıça Kibele’nin bulunmasıyla önemi daha da artan Kurul Kalesinde çalışmalar devam edecek. Bilirkişi raporunda belirtilen SİT alanının Melet Irmağı’na kadar genişleme ihtimali yeni buluntularla güçlenmiş durumda.

Geçen süre içerisinde görüyoruz ki hukuk ağır ağır ilerlerken arkeolojik alan ile andezit ocak alanları birbirine hızla yaklaşıyor. Aralarındaki mesafe 403 metre. Birisinin durması gerek.

Ordu Çevre Derneği olarak dağı, ormanı, ırmağı, yaşam ve kültür alanlarını tehdit eden andezit ocağının faaliyetinin bir an önce durdurulmasından yanayız” dedi.
Evrensel, 05.01.2017

TARİHİ TABYADA ŞAŞIRTAN DEĞİŞİM



Çanakkale Boğazı'nın güvenliğinin sağlanması için 1892'de 2'inci Abdülhamit tarafından yaptırılan tarihi Anadolu Hamidiye Tabyası, restorasyon çalışmalarında büyük değişime uğradı. Tarihi tabya, içine yapılanlar nedeniyle modern bir sosyal yaşam alanına dönüşürken, betonlaşma nedeniyle ise yeşil alan miktarı azaldı. Ancak çalışanlar, restorasyon tamamlandığında tabyaların zemininin bir bölümü ile bonetlerin (cephanelik) üzerinin çimlendirileceğini ve alana çeşitli fidanlar dikilerek tekrar yeşil örtüsüne kavuşturulacağını söyledi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın 20 milyon lira ödenek ayırarak 2014'ün Şubat ayında başladığı 'Anadolu Hamidiye Tabyası ve Gelibolu Minia Teşhir Tanzim ve Çevre Düzenlemesi' projesinin, Çanakkale Deniz Zaferi kutlamalarının yapıldığı 18 Mart'a kadar tamamlanması hedefleniyor. İşin başlangıcında müteahhidin tescilli bonetler üzerindeki çalışmayı iş makinesi ile yapması kamuoyunda tartışma konusu oldu. Yaklaşık 3 yıldır süren çalışmalar sonunda ortaya nasıl bir görüntü çıkacağı merakla beklenirken; tabyadaki değişimi, aynı açıdan çekilmiş 2 farklı fotoğraf karesi net olarak ortaya koydu.

2 FOTOĞRAF ARASINDA BÜYÜK FARK
Havadan çekilmiş ilk fotoğrafta, Anadolu Hamidiye Tabyasının tarihi yapısı ve yemyeşil görüntüsü dikkat çekiyor. Yakın bir zamanda yine havadan çekilmiş 2'inci fotoğrafta ise tabyanın yeşil görüntüsünden eser kalmadığı, zeminin büyük bölümünün betonlaştığı görüldüğü gibi, birçok yapının da inşa edildiği gözlendi. Ancak çalışanlar, restorasyon tamamlandığında tabyaların zemininin bir bölümü ile bonetlerin üzerinin çimlendirileceğini ve alana çeşitli fidanlar dikilerek tabyanın tekrar yeşil örtüsüne kavuşacağını belirtti.


SOSYAL YAŞAM ALANINA DÖNÜŞTÜ
Proje kapsamında şu ana kadar Anadolu Hamidiye Tabyası içine yapılanlar, tarihi tabyanın modern bir sosyal yaşam alanına dönüştüğünü gözler önüne seriyor. Yapılan çalışmalar kapsamında tabyanın dış duvarı yıkılarak yeni bir duvar örüldü. İçine yağmur suyu girdiği için bonetler onarımdan geçirilerek, sergi ve müze salonu haline dönüştürüldü. Yaya ve bisiklet yolları yapıldı. Çocuk oyun parkları ile spor aletleri konuldu. Tam ortasına süs havuzu yapılan tarihi tabyanın bir bölümü, zemin taşla kaplanarak tören alanı haline getirildi. Mini amfitiyatro ve kulis binası yapıldı. Tuvaletlerin yanı sıra bir de deniz manzaralı kafeterya inşa edildi. Çanakkale Boğazı'nın Marmara Denizi'nden Ege Denizi'ni kadar uzanan su yolunun minyatürü de yine Tabya içinde yer aldı. Çanakkale Savaşları sırasında kullanılan bir tarihi top da bonetler arasındaki top atış alanına yerleştirildi.

Çanakkale Boğazı'nın güvenliğinin sağlanması için 1892'de Sultan 2'inci Abdülhamit tarafından yaptırılan Hamidiye Tabyasında 10 tescilli bonet bulunuyor.
DHA, Haber: Burak Gezen - Mustafa Suiçmez, 05.01.2017
TRT'DE TEPKİ ÇEKEN BELGESEL: GÖBEKLİTEPE PUTLARIN MERKEZİ

Diyarbakır Valiliği, TRT ve Kalkınma Bakanlığı desteği ile ‘Diyarbakır kültürel mirasının tanıtımı’ projesi adı altında hazırlanan ‘Suların Ateşin ve Taşların İmparatorluğu’ isimli belgeselde, insanlık tarihinin en önemli yapılarından Göbeklitepe’de, Hz. İbrahim’in yıktığı putlar olduğunu ileri sürüldü.

Göbeklitepe’nin en önemli dikilitaşlarından biri olan ve üzerinde tilki betiminin bulunduğu T biçimli dikilitaşın bir put gibi kırılma sahnesi de belgeselde canlandırıldı. Belgeselde anlatıcı, konuyu şöyle anlatıyor:

“Göbeklitepe’de yer alan heykellerin Hz. İbrahim’in babası Aser’in yapmadığını kim bize söyleyebilir? Ya da Hz. İbrahim’in kırdığı putların yer aldığı tapınağın Göbeklitepe olmadığını ileri sürebilir miyiz?” Göbeklitepe’nin put merkezi gibi gösterilmesi tepkilere neden oldu. Belgeselde bilgi hatalarının bulunduğunu söyleyen Arkeolog ve yayıncı Nezih Başgelen, bunun bir hedef gösterme olduğunu söyledi:



“Bilimsel yöntemlerle alınan sonuçlar çerçevesinde Göbeklitepe günümüzden 11 bin 800-8 bin 600 yılları arasına tarihlenmekter. Bu konuda dini referansların öngörülen tarihleri ile bilimsel araştırmaların kanıtladığı tarihler arasında 7-8 bin yıllık bir fark açıkça görülmektedir. Bu açıdan Göbeklitepe’nin Hz. İbrahim zamanı ile ilgili bir yerleşim yeri olarak ele alınması pek çok sakıncayı beraberinde getirdiği gibi belgeselde dilikitaşların put olarak canlandırılması ve kırılması tehlikeli bir hedef göstermedir. 
Hürriyet, Haber: Ömer Erbil, 05.01.2017
GÖBEKLİ TEPE'NİN HEDEF GÖSTERİLMESİNE KARŞI SUSMALI MI, KONUŞMAL MIYIZ?

Çiğdem Köksal Schmidt

Göbekli Tepe ile ilgili haberleri, paylaşımları takip etmek yıllardır hayatımın bir parçası doğal olarak… 2 Ocak akşamı da yine bu çerçevede, sosyal medyada sadece içinde Göbekli Tepe ismi geçtiği için bana ulaşan bir iki paylaşım dikkatimi çekti ve beni bir anda endişelendirdi. İnsanlar mesajlarında TRT Belgesel kanalında izledikleri bir yayının içeriğine dikkat çekiyor, Göbekli Tepe’nin  hedef gösterildiğini belirtiyordu.  Söz konusu programı televizyondaki yayını sırasında izleme şansım olmadı ama hemen sonrasında, (anlaşılan programın bir bölümü için danışmanlık yapan) Dicle Üniversitesi web sayfasında paylaşılan link üzerinden izleyebildim. Programın adı “Suların ateşin ve taşların imparatorluğu” idi. 

Belgesel film olarak sunulan bu çalışma baştan sona kadar kronolojik hatalar, yanlış söylemler, hatalı bilgilerle doluydu. Ama benim için, Göbekli Tepe için ve aslında işini ciddiye alan her arkeolog için endişe verici olan, yukarıda bahsettiğim internet adresinde paylaşılan ikinci bölümün 10.40’ıncı dakikasından itibaren olan kısımdı. Bu bölümde, Göbekli Tepe yapılarında bulunan T biçimli dikilitaşların İbrahim peygamberin kırdığı putlar olabileceği söylenip, bir de bir dikilitaşın kırılma sahnesi canlandırılmıştı.  Bunu izledikten sonra sosyal medya hesaplarımda konuyla ilgili kısa yorumumu yazdığımda birden kendimi farklı bir tartışmanın içerisinde buldum. Bazı meslektaşlarımız bu konudan bahsederek daha çok dikkat çekildiğini düşünüyordu, hatta bana paylaşımlarımdan dolayı sorumluluğu üzerime almam gerektiğini yazanlar oldu!

Bu konuyu paylaşıp endişelerimizi dile getirmeli ve önlem almaya mı çalışmalıyız, yoksa bekleyip bir şey olursa ardından mı konuşmalıyız?

Söylemeli miyiz, yoksa söylememeli, bekleyip görmeli miyiz?

Ben endişelerimi önceden dile getirmeyi seçiyorum. 

Bu film belgesel adı altında, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın verdiği izinler çerçevesinde çekilmiş ve devlet kanalında yayımlanmıştır. Gözümüz gibi korumamız gereken, UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine girme yolunda bir muhteşem kültür varlığını, bir belgesel film adı altında, bilinçsiz hareket edebilecek tahribata yatkın insanlara cazip hale getirerek, hedef olarak sunmak desteklenmemeliydi. Söz konusu “belgesel” filmde gösterilen sahneler, aktarılan metin bir çeşit yorum, fikir özgürlüğü ya da argüman olarak algılanamaz, çünkü coğrafi konumlar dışında her bilgi hatalı bu filmde!  Meslektaşlarım ile bu film nedeniyle başladığımız görüş alışverişinde arkeolog olarak sorumluluklarımızı, etik kurallarımızı, neler yapılabileceğini, yapabileceklerimizi ve yapamayacaklarımızı konuştuk. Sessiz kalmanın korumaya faydası olmayacağını, günün iletişim imkânlarını kullanarak farkındalık yaratmak, dikkat çekmek gerektiğini düşünenlerimiz çoğunlukta. 

20 yıl boyunca Göbekli Tepe’de yaptığı kazı ve araştırma çalışmalarına eşlik etme şansım olan sevgili eşim Klaus Schmidt, en büyük sorumluluğumuzun Göbekli Tepe’yi hak ettiği koruma önlemleriyle gelecek nesillere iletmemiz olduğunu belirtirdi hep. O hayatta iken, kazı alanında ziyaretçilere yönelik yapılan çalışmaların yaratacağı yoğunluktan oluşacak tahribattan çekiniyorduk. Şimdi ise endişenin boyutları genişliyor, çeşitleniyor adeta. 

Baraj suları, kentsel yayılım, konut yapımı için malzeme alımı gibi arkeolojik eserlerin tahribatına neden olan “klasik” unsurlardan uzak bir noktada bulunan, kendine özgü bir doğal korunma konumu olan Göbekli Tepe’ye gelecek her zarardan sadece ve sadece günümüz insanı sorumlu olacak. Yaklaşık 12 bin yıl boyunca Göbekli Tepe korundu, bundan sonrasını biz mahvetmeyelim.

kulturservisi.com, 05.01.2017
GÖBEKLİTEPE'NİN NE İSLAMLA NE DE HZ. İBRAHİMLE İLGİSİ VAR

Dünyanın en önemli arkeolojik buluntularından, 10 bin yaşındaki Göbeklitepe’nin kamuoyuna yanlış tanıtılması arkeologları endişelendirdi. Arkeoloji belgesellerindeki titizliğiyle bilinen TRT’nin Göbeklitepe tanıtımında yaptığı yanlışlığı en kısa zamanda düzelteceği beklentisi hakim.

TRT belgesel kanalında 3 Ocak’ta yayınlanan "Suların Ateşin ve Taşların İmparatorluğu" adlı programa konu edilen Göbekli Tepe’nin anlatımında yapılan bir yanlışlığın hızla yayılması, arkeologları harekete geçirdi.

"Cazibe Merkezlerini Destekleme" programı kapsamında yayınlanan söz konusu belgeselde Göbeklitepe’deki kalıntıların 4 bin yıl önce yaşadığı bilinen Hz. İbrahim ve onun kırdığı putlar ile ilişkilendirilmesinin çok büyük bir yanlış olduğunu belirten arkeologlar, Göbeklitepe’nin Hz. İbrahim’den 6-7 bin yıl önce önce inşa edildiğine dikkat çekiyorlar.

“Teolojik kaynakların verileriyle arkeolojik bulguları değerlendirirken çok dikkatli olunmalı” uyarısında bulunan arkeolog ve yayıncı Nezih Başgelen de, dün medyaya yansıyan ve ‘infiale yol açtı’ dediği “Göbeklitepe hedef gösterildi” haberleri için verdiği ve önemli bilgiler içeren röportajının tamamını kamuoyunun bilgisine sunma gereği duydu.

TRT, Diyarbakır Valiliği ve Kalkınma Bakanlığı’nın bölgenin hem ulusal hem de dış turizm için büyük potansiyel olduğunu anlatmak üzere hazırladığı ve Göbekli Tepe'deki üzeri hayvan betimli dikilitaşlardan birinin put olarak canlandırılarak tahrip edildiği belgesel, Aktüel Arkeoloji dergisi tarafından da “fikirden, düşünceden ve tanıtımdan uzak işler” olarak nitelendirildi, bunun Göbekli Tepe’yi zor duruma sokabileceği endişesi dile getirildi.

NİYETLİ KİŞİLERİN BİLİNÇALTINA HİTAP EDEBİLİR

Konuya ilişkin Odatv’ye açıklamalarda bulunan ve Göbekli Tepe’ye ilişkin ayrıntılı bilgiler veren Nezih Başgelen, TRT belgeselindeki anlatım şeklinin kötü niyetli kişilerin bilinçaltına hitap edebileceği ve kötü sonuçlara neden olabileceği endişesini taşıdıklarını belirterek, “Belgeselde yapılan yanlıştan ben dahil, Arkeoloji dünyası ve bu konulara duyarlı tüm kültür insanları büyük rahatsızlık duyduk. Orada Göbeklitepe dikilitaşlarının put olarak canlandırılması ve kırılmasının da, Ortadoğu'daki şiddet bataklığında tarihi eserlerin başına gelenlerden sonra, Göbeklitepe'deki eşsiz eserlerin geleceği için tehlike yaratabileceğinden dolayı büyük endişe duyduk” dedi.

Başgelen, şu ana kadar Türkiye’de hiç bir arkeoloji belgeselinde böylesi bir yanlış ya da yanlış anlaşılmalara sebep olabilecek bir imaya rastlanmadığını da belirterek "Her şey son derece titizlikle yapılageldi. Dileriz bu Göbekli Tepe ile ilgili yanlışlık da en kısa zamanda düzeltilecektir. Teolojik kaynakların verileriyle arkeolojik bulguları değerlendirirken çok dikkatli olunması gerekmekte" dedi.

FİKİRDEN, DÜŞÜNCEDEN VE TANITIMDAN UZAK İŞLERİN GÜNDEME DÜŞMESİ ÜZÜCÜ

TRT belgeselinde dile getirilen; "Göbekli Tepe'de yer alan heykellerin Hz. İbrahim'in babası Azer'in yapmadığını kim bize söyleyebilir, ya da Hz. İbrahim'in kırdığı putların yer aldığı tapınağın Göbekli Tepe olmadığını ileri sürebilir miyiz?" yorumunu web sayfasından eleştiren Aktüel Arkeoloji Dergisi de, belgeselde söz konusu tapınağın en önemli dikilitaşlarından biri olan üzerinde tilki betiminin bulunduğu T biçimli dikilitaşın kırılışının canlandırılmasını da eleştirerek bunun ’Göbekli tepeyi zor duruma düşürebileceğine dikkat çekiyor.’

Dergi, söz konusu belgeselde insanlık tarihinin en önemli yapılarından biri olan Göbeklitepe'nin, Hz. İbrahim'in yıktığı putların yer aldığı tapınak olabileceğini ima ettiğine dikkat çekerek, "Kültür ve Turizm Bakanlığı büyük bir gayret ve çaba ile turizmin gelişmesi ve düşen turizm potansiyelinin artırılması için çalışırken bu tür fikirden, düşünceden ve tanıtımdan uzak işlerin gündeme düşmesi oldukça üzücüdür" değerlendirmesinde bulundu.

GÖBEKLİTEPE 11 BİN YAŞINDA; İSLAMİYET VE HZ. İBRAHİMLE İLGİSİ YOK

Arkeolog Nezih Başgelen, Hz. İbrahim ile Göbekli Tepe’nin hiç bir şekilde ilişkilendirilemeyeceğini belirterek şunları söyledi:

"Teolojik kaynaklara göre günümüzden yaklaşık 4 bin yıl önce yaşadığına inanılan Hz İbrahim, İslam açısından bir peygamber , Musevilik ve Hıristiyanlık açısından ise ulu saygın din büyüğüdür. Tevrat 'a göre Nuh'un soyundan gelen İbrahim'in Avram olan adı Tanrı tarafından "ulusların babası" anlamına gelen Abraham olarak değiştirilmiştir. Yahudilerin onun oğlu İshak soyundan geldiğine, diğer oğlu İsmail'in ise Hz Muhammed'in ve Arapların ataları olduğuna inanılır. Kur'an'da birçok ayette ismi geçen Hz.İbrahim Kabe'yi inşa etmesi, putperest babasıyla tartışması, atıldığı ateşte yanmaması olaylarıyla İslam açısından bir Peygamber olarak kabul edilir. Bilimsel yöntemlerle alınan sonuçlar çerçevesinde Göbekli Tepe şimdilik günümüzden önce yaklaşık 11.800 - 10.400 yılları arasına tarihlenmektedir."

Başgelen, 2014 yılında vefat eden kazı başkanı Prof. Dr. Klaus Schmidt'in son araştırmalarına göre Göbeklitepe'de Dikilitaşlı Dairesel Yapıların en erken kullanımının ‘Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ’ın A evresine’ yani yaklaşık olarak M.Ö 10.000 - 9000 öldüğünün bilimsel olarak ortaya konulduğuna dikkat çekiyor ve şu bilgileri veriyor; "Prof. Schmidt, III. Tabaka'nın M,Ö 10. binyıla, daha yeni tabakanın ise M.Ö 9. binyıla tarihlenmesi gerektiğini belirtmişti. En erken tarihin alındığı D Yapısının M.Ö 10. binyıl ortalarında yapıldığı ve aynı binyılın sonlarında terk edildiği raporlarda belirtilmişti" dedi.

GÖBEKLİTEPE ÇANAK ÇÖMLEKSIZ NEOLİTİK DÖNEMDE YAPILDI

Aktuel Arkeoloji Dergisi’nin Göbeklitepe’ye ilişkin verdiği detaylı bilgiler şu şekilde:

"Şimdiye dek keşfedilen en erken tarihli insan yapımı kült mimarı, Şanlıurfa’nın 15 kilometre kuzeydoğusunda yer alan Göbekli Tepe’de ortaya çıkmıştır. Günümüzden yaklaşık 10 bin yıl önce bilinçli olarak toprakla doldurulmuş ve yükseltilmiş olan bu anıtsal yapılar, son Buzul Çağının ardından, Çanak Çömleksiz Neolitik olarak adlandırılan dönemde avcı-toplayıcı gruplar tarafından inşa edilmiştir.

Çanak çömleğin ortaya çıkışından bile daha erken tarihli olan anıtsal yapılar, birbirlerine duvar ve şekiller ile bağlı T-biçimli dikilitaşların içerisine yerleştirildiği dairesel duvarlar ile yapıların merkezine yerleştirilmiş iki büyük boyutlu dikilitaştan oluşur. Yapıların tümü belirli bir süre sonra bilinçli olarak toprakla doldurulmuş ve neredeyse bir mezarı andırır biçimde kapatılmıştır. Çanak Çömleksiz Neolitik yerleşmeleri genellikle, şu ve diğer kaynaklara yakınlık gibi elverişli çevresel faktörlerin bulunduğu alanlara kurulurken, Göbekli Tepe bilinen en yakın şu kaynağından oldukça uzak bir noktadaki dağ silsilesinin en yüksek noktasında kurulmuştur. Diğer yandan, geniş bir alandan kolaylıkla fark edilebilen alan, çevreye hakim konumuyla dikkat çekmektedir.

Göbekli Tepe'nin, avcı-toplayıcı toplulukların değiş-tokuş ve bağları güçlendirme amaçlarına hizmet eden düzenli toplantılar, kolektif etkinlikler ve karşılıklı olarak düzenlenen şölenler için merkezi bir toplanma yeri oluşturmak için bu noktada inşa edildiği düşünülmektedir."

odatv.com, Haber: Emine Karakitapoglu, 06.01.2017
9500 YIL ÖNCE İNSANLAR NASIL GÖRÜNÜYORDU?



British Museum'da bulunan 9500 yıllık iskeletin yüzü, teknoloji sayesinde biçimlendirildi. British Museum'un en değerli eserlerinden biri, 9500 yaşındaki bir insana ait kafatası. Jericho Kafatası olarak adlandırılan fenomen, dijital çağın mucizeleri ile kendine bir yüz edindi. 3 boyutlu yazıcı mimarisine teşekkür etmemiz gerekiyor. Kafatasının göz yuvaları basit deniz kabuklarıyla kaplanmıştı ve neye benzediğine dair kesin bir veri elde etmemiz imkansızdı. 3 boyutlu yazıcı mimarisi sayesinde bu sorun ortadan kalktı. Karşımıza çıkan figür, 40 yaşlarında ve burnu kırılmış bir erkeği andırıyor.

Söz konusu kafatası, arkeolog Kathleen Kenyon tarafından 1953'te, modern Batı Şeria'daki Jericho kentinin yakınlarındaki Tell es-Sultan bölgesindeki kazılarda keşfedildi.

Kenyon buluşunu şöyle açıklamıştı: "7 bin yıldan önce yaşamış bir adamın portresine baktığımızı anlayınca büyük bir heyecana kapıldık. Hiçbir arkeolog böyle bir fenomeni keşfedememişti." Kenyon'un keşfinden bu yana Ortadoğu'dan Türkiye'ye kadar olan 50'den fazla benzer kafatası bulundu.



9500 yıllık kafatası, 2009 yılınca Micro-ST ile taranınca bazı gerçekler ortaya çıktı: Kafatasının arkasında bir delik vardı, delik toprakla dolmuştu ve çene yapısı bir erkek olduğunun ispatıydı. Kafatasının kopyası, 3 boyutlu yazıcılar ile şekillendirilince ve bazı deformansyonlar keşfedildi.  Hem kafatası, hem de onun 3 boyutlu yapılandırması 19 Şubat'a kadar British Museum'da segilenecek.

webtekno.com, Haber: Barış Terun, 06.01.2017
ÜSTÜNÜ KAPATTILAR, ANTİK MEZAR ÇIKTI



Döşemealtı'nda CHP'li belediyesi tarafından 100 dönümlük alanda yapımına başlanan Oto Galericiler Sitesi inşaatında çam ağaçlarının kesildiği ve ortaya çıkan mezarın incelenmeden kapandığı iddiaları yetkilileri harekete geçirdi. SABAH Akdeniz'in konuyla ilgili haberi sonrası Yeşilbayır Mahallesi'nde yer alan inşaat alanına giden Antalya Müze Müdürlüğü yetkilileri üzeri düzlenmiş arazide toprak altında kalan mezarı inceledi.

GEÇ ROMA DÖNEMİNE AİT MEZAR BULUNDU
Yapılan inceleme sonrası buluntunun geç Roma dönemine ait bir mezar olduğu tespit edildi. İskelet kalıntılarının da yer aldığı mezar bölümü koruma altına alındı. Projede bu bölgenin ayrı tutulması şartı ile inşaat faaliyetleri devam edecek. Antalya'da daha önce Büyükşehir Belediyesi'nin eski Doğu Garajı alanında yapımına başladığı alandaki temel kazısında antik mezarlar bulunmuş ve bu nedenle proje buna göre tamamen değiştirilmişti.

BELEDİYE EKİPLERİNE NEKROPOL UYARISI
Müze Müdürlüğü, alanın bir nekropol yani toplu mezar olması ihtimaline karşın da inşaat çalışmalarını yürüten Döşemealtı Belediyesi'ni yeni bir mezar bulunması halinde kendilerine bildirilmesini istedi. Belediye ekipleri, antik dönemden kalıp kalmadığı araştırılmadan mezarın olduğu arazinin iş makineleri ile düzleştirilmesi işleminin tekrarlanmaması hususunda uyarıldı.
Sabah (Kısaltarak), 04.01.2017
EMEVİ CAMİİ'Nİ BU HALE GETİRDİLER

Suriye’de sıcak çatışmalarının yaşandığı Halep’te bulunan tarihi Emevi Cami harabeye döndü.

Muhaliflerin karargaha çevirdiği tarihi caminin birçok duvarının yıkıldığı, içinin yerle bir olduğu görüldü.

Suriye'nin Halep kentindeki tarihi Emevi Cami, ana yapısı, minaresi ve külliyesiyle İslam mimarisinin seçkin örneklerinden biri olarak görülüyor.

922 yıllık Selçuklu eseri minaresi, 800 yıllık Memlük mirası külliyesi ile önemli tarihi yapılar arasında yer alan cami, Büyük Halep Camisi adıyla da biliniyor.

Emevi Halifesi El Velid Bin Abdülmelik tarafından yapımına başlanan cami, 715-717 yıllarında Halife Süleyman döneminde bitirildi.

Caminin içerisinde, Hz. Yahya'nın babası Hz. Zekeriya peygamberin türbesi de bulunuyor. UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan camide, İslam tarihi açısından kıymet biçilemeyen çok sayıda Kur'an-ı Kerim de bulunuyordu.

Gazeteci Fehim Taştekin, Halep'teki Emevi Cami'nin çon halinin fotoğraflarını Twitter adresinden paylaşarak "Biri Emevi Camii'nde namaz kılacaktı. Refikleri, Halep'teki Emevi Camii'ni karargaha çevirdi. O muhteşem eserden geriye bu kaldı" diye yazdı.

ERDOĞAN: ŞAM'DAKİ EMEVİ CAMİSİNDE NAMAZ KILACAĞIZ
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 5 Eylül 2012'de “En yakın zamanda Şam’a gidip Emevi Camisi’nde namaz kılacağız” demişti. Bugün, Şam'daki Emevi Cami ile aynı ismi taşıyan Halep'teki Emevi Cami, muhalifler tarafından karargaha çevrildi ve yerle bir oldu.

İşte Fehim Taştekin'in paylaştığı o fotoğraflar:















Oda Tv, 04.01.2017
"YANLIŞ PROJELERLE YOK EDİLEN MEYDAN DENİZ DOLDURULARAK GERİ GETİRİLEMEZ"

Mimarlar Odası Üsküdar Meydanı’nın bugünkü durumunun tarihi kent merkezine yakışmadığı belirtilerek üniversite ve meslek odalarının katılımı ile derhal planlama kriterleri belirlenmesi ve planın yarışma ile elde edilmesini talep etti.



TMMOB’a bağlı Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi yaptığı açıklamada Üsküdar Meydanı’na yapılması planlanan deniz dolgusu projesine tepki göstererek “Yanlış projelerle yok edilen tarihi meydan, deniz doldurularak geri getirilemez” dedi.

Mimarlar Odası, meydanın bugünkü durumunun tarihi kent merkezine yakışmadığı belirtilerek üniversite ve meslek odalarının katılımı ile derhal planlama kriterleri belirlenmesi ve planın yarışma ile elde edilmesi talep etti.

"Meydan meydan olmaktan çıktı"
Mimarlar Odası'nın açıklamasından satır başları şöyle:

"Üsküdar Meydanı, binlerce yıllık tarihi-arkeolojik geçmişinin yanı sıra özgün topografyasını taçlandıran tarihi yapıları, bu yapıların Boğaz’la ilişkisi ve tarihi yarımada siluetini doğrudan etkileyen konumu ile ayrı bir değere sahip.

"Gerçekten de meydanda had safhada kaotik bir durum hakim. Meydan, bütünlüğünü kaybetmiş, meydan olmaktan çıkmıştır.  Ancak bu kaosu yaratan tüm projelerin sahibi, dolayısıyla birinci dereceden sorumlusu bizzat İBB ve merkezi hükümet.

"Mimarlar Odası ve birçok meslek odası, uzmanlar, akademisyenler projelerle ilgili eleştirilerde bulundu. Bütün bu eleştiri, uyarı ve önerileri kulak ardı edenler, bugün yeni bir oldubitti projesi için, 1994 yılından bu yana kendi elleriyle yarattıkları kaosu gerekçe gösterirken, yeni kaosların yaratıcısı olmaya talip oluyorlar.

"Belediye binası arazisine de ticari fonksiyon"
"Üsküdar Belediye Başkanlığı binası ile katlı otoparkın yıkılması ile elde edilen alanın kamu kullanımında yeşil alan ve park alanı olarak düzenleneceği ilan edilmişken, ticari fonksiyonlar içeren yeni rant projeleri kısa bir zaman önce meclisten oy çokluğu ile gündeme getirildi. Yeni meydan projesinin bu projeleri “cazip” hale getirmeyi hedeflediğini göz ardı etmemek gerekir.

"Yanlış projelerle yok edilen tarihi meydan, deniz doldurularak geri getirilemez. Kentleri kent yapan tarihi, kültürel, sosyal ve doğal değerlerin yok edilmesi kabul edilemez."
Yapı, 04.01.2017

REŞAT NURİ'YE CAM BİNA

Fatih’te Bozdoğan kemerlerinin bitişiğinde bulunan Şehir Tiyatroları’na bağlı Reşat Nuri Sahnesi yıkılarak yeniden inşa edilecek. Camdan yapılacak olan tiyatro binası 370 seyirci kapasiteli olacak.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi 1961 yılında askeri depodan tiyatroya dönüştürülen Reşat Nuri Sahnesi’ni yıkıp yeniden inşa edecek. Türkiye’de ilk defa uygulanacak olan sahne dizaynı ile oyunlar, dört boyutlu hareketli sahne platformunda izlenebilecek.

Fatih’te Bozdoğan Kemerleri’ni etkilemeyecek şekilde camdan yapılacak olan tiyatro binası, 370 seyirci kapasiteli olacak. Sanatçılar için modern kulisler, soyunma odalarının yanı sıra, fuaye alanı ve otopark da modern kullanışlı hale getiriliyor. 500 metrekarelik hareketli sahne 3 parçadan oluşacak ve oyunun akışına göre değiştirilebilecek. Sanatçıların talebi üzerine sahne derinliği arttırılabilecek. İhtiyaca göre ön sahne indirilerek orkestra çukuru oluşturulabilecek. Sahnenin dört tarafına yerleştirilen telesikopik tribünler açılıp kapanarak, performansa göre esnek kullanım alanı sağlayacak.



Fatih Reşat Nuri Tiyatrosu Projesi’ne ilişkin ‘Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı Değişikliği’ geçen ay, 13 Mayıs 2016 tarihli İstanbul 1 Numaralı Yenileme Alanları Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu kararı doğrultusunda, İBB Meclisi’nden oybirliğiyle geçti. Mevcut planda 2 kat ve 4.50 metre yapılanma şartlarında kalan tiyatro binasıyla ilgili plan değişikliğinde, kat yüksekliği ve kamulaştırılacak parsellerle ilgili düzenleme yapıldı.


Tiyatronun bulunduğu alan ‘Sosyal kültürel tesis’ fonksiyonu korunurken, mevcut planda binanın yüksekliğine ilişkin ‘4.50 metre ve 2 kat’ ifadesi kaldırıldı. Proje için İstanbul Büyükşehir Belediyesi şirketlerinden BİMTAŞ 2015 yılında ihaleye çıkmıştı. Maliyeti 202 bin 940 lira olarak belirlenen ihaleyi 190 bin 177 liralık teklif veren İmar Planlama Proje Müşavirlik Anonim Şirketi kazanmıştı.
Hürriyet, Haber: Fatma Aksu, 03.01.2017
METROPOLİS KAZISINDA CAM FIRINI BULUNDU

Kazıyla ilgili yapılan açıklamada 2016 yılında bulunan cam ve seramikler kentin üretim pratikleri ve ticaret hayatına dair yeni ipuçları ortaya çıkardığı belirtildi. Açıklamaya göre Roma Hamamı'nda, havuzların ısıtıldığı ateşlik bölümünden dönüştürüldüğü düşünülen bir cam üretim fırını bulundu.  Erken Bizans Dönemi'nde işlevini kaybeden hamam yapısının bir Cam Üretim Atölyesi olarak kullanılmış olabileceğini düşündürdü.

Atölyenin konumu ve kiliseye yakınlığı, atölyenin kilisenin kontrolünde kurulduğuna ve kilise ihtiyaçlarının karşılanması amacı ile işletildiğine işaret ediyor. Aşağı Roma Hamamı ve Zeus Krezimos kutsal alanında bulunan ve Ephesos, Knidos, Parion ve Atina üretimi oldukları anlaşılan çok sayıda seramiğin ise Metropolisliler tarafından ithal edilip kullanıldığını gösteriyor.

Seramik buluntuların Metropolis ile diğer bölgelerdeki üretim merkezlerinin etkileşim içinde olduklarının göstergesi olduğuna dikkat çeken Metropolis Antik Kenti Kazı Başkanı Manisa Celal Bayar Üniversitesi arkeoloji Bölüm Başkanı Doç.Dr. Serdar Aybek "26 yıldır tarihin izlerini sürdüğümüz Metropolis'te bu yıl çalışmalarımız ağırlıklı olarak Aşağı Roma Hamamı-Palaestra'da devam etti" dedi ve ekledi:



"Yaklaşık 6 bin metrekarelik alana kurulu olan Aşağı Roma Hamamı-Palaestra'nın kentin en büyük yapı kompleksi olduğu anlaşıldı. Palaestra ve çevresindeki mozaik döşemeli galeriler, havuzlar ve yeme-içme ile ilgili mekanlar, kentte yaşayanların sosyal hayata değer verdiğini gösteriyor. Burada bu sezon bulduğumuz cam fırını ve cam işçilikli parçalar dönemin sosyal, kültürel ve ticari ilişkileri hakkında önemli ipuçlarına ulaşmamızı sağlayacak."

2016 yılı kazı çalışmalarına dair açıklama yapan Sabancı Vakfı Genel Müdürü Zerrin Koyunsağan, "Sabancı Vakfı olarak Metropolis Antik Kenti kazı çalışmalarını destekleyerek, kültürel mirasımıza kazandırmayı amaçlıyoruz. Her sezon daha da derinleşen çalışmalar neticesinde sosyo-kültürel anlamda Metropolis ile ilgili yeni veriler elde ediliyor. Aşağı Roma Hamamı-Palaestrası'ndaki uzun yıllardır devam eden çalışmalarda sona gelindi. Özverili çalışmalarından ötürü Doç.Dr. Serdar Aybek ve ekibine ne kadar teşekkür etsek az... Onların tüm bu çabaları sadece Metropolis'e değil, dönemin uygarlıklarına dair araştırmalara da kaynak sağlıyor" dedi.

  
Milliyet, 03.01.2017

KAPALIÇARŞI TESLİM OLMUŞ

Fatih Belediyesi, Kapalıçarşı bünyesindeki basit onarım talepleri için, Koruma Kurulu’ndan genel bir karar alınmasını talep etti. Karar çıkınca, dükkan sahipleri, Koruma Kurulu denetiminden muaf tutulacak boya-badana gibi basit onarım ruhsatları ile dükkanlarında her türlü değişikliği yapmaya başladı.

Kültür Varlıkları Koruma Kurulu’nun Tarihi Yarımada’da tescilsiz parsellerde yetkisini Fatih Belediyesi Koruma Uygulama Denetim Müdürlüğü’ne (KUDEB) devretmesi, gündeme oturdu.

Birinci derece tarihi eser statüsündeki tarihi Kapalıçarşı için de, Koruma Kurulu’nun yetkisini aylar önce KUDEB’e bıraktığı ortaya çıktı. İstanbul Yenileme Alanları Koruma Bölge Kurulu’nun 20 Haziran 2016 tarihli kararında, “Kapalıçarşı’nın bütünü için basit onarım taleplerine yönelik genel bir kararın alınması talebine ilişkin, boya badana yapımı ve dökülen sıvaların aynı malzeme ile onarımının KUDEB denetiminde yapılabileceğine karar verildi’’ ifadeleri kullanıldı.

KÜLTÜR MİRASI TEHLİKEDE
İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin 16 Aralık’ta aldığı karara göre, Tarihi Yarımada’daki 10 bin tescilli esere komşu olan yaklaşık 50 bin binada yapılacak güçlendirme, bakım ve onarım projeleri, onay için Koruma Kurulu’na gitmeyecek. Yeni düzenlemeye göre, Fatih’te, Kentsel Arkeolojik Sit Alanı ve 1., 2. ve 3. derecede koruma bölgelerinin tamamındaki tescilli yapılar, eskiden olduğu gibi Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nca, bunun dışında kalan tescilli yapılara komşu parsellerdeki yapılar ve tescilsiz yapılar ise belediye tarafından değerlendirilecek. Böylelikle UNESCO Kültür Mirası Listesi’nde yer alan Tarihi Yarımada’da Koruma Kurulu denetimi ortadan kaldırılmış oldu.

HAZİRAN AYINDA DEVİR
Tarihi Yarımada’ya Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı iki Koruma Kurulu bakıyor. İstanbul 4 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu ile 2 Numaralı Yenileme Alanları Koruma Kurulu’nun yetki sınırı tüm Fatih ilçesini kapsıyor. 554 yıllık Kapalıçarşı’nın restorasyonu için de 2 Numaralı Yenileme Alanları Koruma Kurulu yetkili. Kurul buradaki yetkisini 20 Haziran 2016 günkü kararıyla Fatih Belediyesi Koruma Uygulama Denetim Birimi’ne (KUDEB) devretti.

BELEDİYE İSTEDİ KURUL VERDİ
Devrin ardından Fatih Belediyesi, Kapalıçarşı’nın bütününe yönelik basit onarım talepleri için Koruma Kurulu’ndan genel bir karar talep etti. Böylelikle çarşıdaki dükkan sahipleri, Koruma Kurulu denetiminden muaf tutulacak boya-badana gibi basit onarım ruhsatı ile dükkanlarında her türlü değişikliği yapmaya başladı. Kurul denetimi de olmadığından, anıt eser statüsündeki Kapalıçarşı’da duvarlar yıkılıp dükkanlar genişletilmeye, askı tavanlar, vitrin büyütmeler yapılmaya başlandı.

İLKE KARARINA AYKIRI
Koruma Kurulu kararıyla anıtsal yapı statüsünde olan ve koruma grubu 1 olarak tescillenen Kapalıçarşı’da KUDEB kararıyla onarım yapılması şaşkınlık yarattı. Çünkü koruma kurullarının anayasası olarak nitelendirilen ‘‘ilke kararları’’, anıt statüsündeki eserler için bu yetkiyi sadece kurullara veriyor. 680 sayılı Yüksek Kurul’un ilke kararında ‘‘Sadece yapının yaşamını sürdürmeyi amaçlayan, tasarımda, malzemede, strüktürde, mimari ögelerde değişiklik gerektirmeyen müdahalelerdir. (Çatı aktarımı, oluk onarımı, boya-badana vb.) Bakım izin ve denetiminde, varsa koruma kurulu müdürlüğü yoksa müze müdürlüğünün yetkili olduğuna’’ diyor. Kurul bu kararla ilke kararını çiğnemiş oldu.

Hürriyet, Haber: Ömer Erbil, 02.01.2017

EDREMİT'TE 3 BİN YILLIK SOS YAPILDI

Roma İmparatorluğu'nun kurucularının atası kabul edilen Aeneas'ın, Edremit'teki antik kent Antandros'tan başlayıp İtalya'da sona eren yolculuğunun, gemilerle aynı rota izlenerek gerçekleştirilmesi projesi kapsamında düzenlenecek çalıştay için hazırlıklar sürüyor.

Antik çağlarda yemeklerde özellikle tuz ihtiyacını karşılamak üzere hazırlanan özel sos Balıkesir'in Edremit ilçesinde Antandros Antik Kenti kazılarında ortaya çıkarılan Roma Villası bahçesinde 3  bin yıl sonra yeniden yapıldı.

“Garom sos” olarak adlandırılan ve çeşitli balıklar, büyük balıkların iç organları, temiz deniz suyu, çeşitli otlar ve tuz kullanılarak hazırlanan antik sos, Aeneas Rotası Çalıştayı'nda yapılacak yemeklerde kullanılacak.

2017’nin Mayıs ayında “Aeneas Rotası Çalıştayı” çerçevesinde Yunanistan, Tunus, Arnavutluk ve İtalya’dan 22 belediyeyinin ağrlanacağı Edremit ilçesinde  hazırlıklar şimdiden başladı. Antik bir sos olan Garum fermantasyonu canlandırması Altınoluk Mahallesi’nde bulunan  Antandros kenti içerisindeki Roma Villası bahçesinde yapıldı. Roma Villasında, geçmiş zamanların çok değerli bir tatlandırıcısı olarak kullanıldığı bilinen “Garum sos”un ilk hazırlanış aşamaları Edremit Belediye Başkanı Kamil Saka ve gazetecilerin katıldığı bir programda gerçekleştirildi.  Gerekli malzemelerin hazırlanmasının ardından, tek tek toprak bir küpe doldurularak ağzı sıkıca kapatıldıktan sonra fermantasyonun gerçekleşmesi için yeraltına gömüldü.

BALIKLAR VE İÇ ORGANLARI KULLANILDI
Antik “Garom sus”u hazırlayan gurmelerden  Erhan Şeker gazetecilere yaptığı açıklamada, “Bugün hazırladığımız “Garom sos” ya da “Likomen sos” çok eski zamanlardan kalma tuzlu ve bol balıklı içinde baharatlarında olduğu eski çağlarda çok yoğun bir şekilde kullanılan, hala daha günümüzde Uzakdoğu'da ve dünyanın bir çok ülkesinde buna benzer soslar  kullanılmakta. Bizim yapacağımız sosta yine balıklar ve iç organları kullanılacak. Bu bölgelere göre değişkenlik gösterir. Kimi bölgede küçük balık, kimi bölgede büyük balık kullanılır. Bol Tuzla ve güneş altında tuzla balık harmanlanıp su ve şarap ilavesiyle hazırlanıp sonra yemeklerde, tatlılarda, bir tek balıkta değil, kırmızı ette, tavukta olmak üzere her türlü aklınıza gelebilecek yemekte kullanılan bir  katkı maddesi yapacağız” dedi.

Bir başka gurme Aşçı Fok Nurdan Çakır Tezgin de antik kenti okumak için önce Garum Sostan başlamak gerektiğini bildirerek şunları söyledi;“Garum sos , antik çağlardan beri her yemekte kullanılmış. Bütün et yemeklerinde, balıklarda, tavuklarda tuz yerine kullanılmış. Garum sos tuz yerine geçen elzem bir sos olarak kayıtlara geçmekte, antik kayırlarda. Biz de burada Antandros Antik Kentinin villa buluntuları arasında kazı alanında bu antik sosu canlandırmasını yapıyoruz. Aralık ayının son günleri; bahara kadar uzanacak güzel bir öykü bu. Güzel bir zaman dilimi. Geçmişe uzanacağız. Geçmişle günümüzü birleştireceğiz bu Garum sosla. Fermantasyon olayının ilk aşamasını kotaracağız bugün.”

BU MAYA TUTACAK VE...
“Edremit için bugün bir mayanın temelini atıyoruz” diyen Edremit Belediye Başkanı Kamil Saka şöyle konuştu; “Bu mayadan da benim açımdan Antandros'un dünyaya açılmasıyla ilgili bir mayanın temelini atıyoruz. Ben inanıyorum ki burada  bu soğukta buraya kadar gelerek toplanan bu kadar insan Edremit'in geleceği adına bu işin öneminin farkında ve bilincinde. Bu Edremit'in dünyaya açılışıyla ilgili ilk adımı attık. Bu maya tutacak ve Edremit'te dış turizm konusunda da bugün yelken açnaya başlayacak diye düşünüyorum.”

Çalıştayda konuklara  antik yemekler sunmayı tasarladıklarını kaydeden Altınoluk, Tarihi Antandros Şehrini Kurtarma, Koruma ve Yaşatma Derneği Başkanı Zekiye Gülçin Cömert,  aynı zamanda Balıkesir Valiliği Misya Yolları projesi kapsamında hazırlanan Aeneas Yürüyüş Yolu, antik kostümler ve yemeklerle alternatif turizm rotası olarak turizmin hizmetine sunulacağını bildirdi.

Antandros'un uluslararası turizme açılan bir yol olduğunu dile getiren Cömert “Balıkesir Valiliğinin projesi olan “Aeneas Yürüyüş Yolu,  Misya Yolları” projesininde o rota antik dönem giysileri ve yemeklerle canlandırılacak. O yemeklerde de bu sos kullanılacak. Bir de iştirakçisi olduğumuz Nar Kadın Kooperatifinin sürdürülebilir turizm projesi var. oraya da bir antik menü oluşturacak yemekçilerimiz. Onun için her şeyin başı bu sos olacak.”
Milliyet, 02.01.2017

ANTİK TİYATRO TUVALET OLDU

Ankara’ya gelen turistlerin ziyaret ettikleri yerler arasında başı çeken, Ulus’taki Roma antik tiyatro harabe hale geldi. Tarihe ışık tutan tiyatro artık, madde bağımlılarının meskeni. Tarihi tiyatroyu tuvalet ihtiyacını gidermek için kullananlar bile var.  

Ankara’nın Ulus Semtinde Hisar Caddesi ile Pınar Sokak arasında yer alan kazı çalışmaları 2009 yılında başlatılmıştı. Kazı çalışmalarından sonra Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından başlatılan Ulus Tarihi Kent Merkezi Yenileme Alanı Projesi kapsamında Roma dönemine ait antik tiyatroda restorasyon çalışmaları yapıldı. Bir süre restorasyon çalışmaları durduruldu. Antik tiyatronun etrafı Büyükşehir Belediyesi tarafından tel örgülerle çevirilerek muhafaza edilmeye çalışılıyordu. Yaklaşık 6 ay önce Büyükşehir Belediyesi, antik tiyatronun etrafındaki tel örgüleri söktü. 

Güçlü Anadolu Gazetesi Muhabiri Mehmet Ali Akkum’un haberine göre tarihi tiyatro kaderine terk edilmiş durumda. Antik tiyatroda madde bağımlıları, uyuşturucu  kullanılırken, alkol alan kişilere de burada tarihi yapıya zarar veriyor. Antik Tiyatro içerisinde birçok noktasında ateş yakılmış.

Çevrede bulunan esnaf antik tiyatro içerisinde fuhuş yapıldığını da iddia ediyor. Bazı kişiler ise burayı tuvalet ihtiyacını gidermek için kullanıyor. Gün içerisinde antik tiyatroda bu tür manzaralarla sık sık karşılaştıklarını ifade eden esnaf ve vatandaşlar yetkililerden bir an önce önlem bekliyor.
Evrensel, 31.12.2016

105 MİLYON DOLARA SATIN ALINDI!



Polonya Kültür Bakanlığı Leonardo da Vinci, Rembrandt ve Renoirin eserlerinin de aralarında olduğu 86 bin parçalık Czartoryski koleksiyonunu 105 milyon dolara satın aldı.

Krakow kentinde özel Czartoryski Müzesinde sergilenen koleksiyondaki sanat eserlerinin yanı sıra 250 bin el yazması ve belgenin mülkiyeti Polonya devletine geçti.

Aylarca süren pazarlığın ardından, Başbakan Yardımcısı ve Kültür Bakanı Piotr Glinski ile koleksiyonun sahibi aristokrat ailenin ileri gelenlerinden Adam Karol Czartoryski arasında imzalanan anlaşmayla koleksiyon, 2,4 milyar dolar olduğu belirtilen ederinin çok altında bir fiyata devlete satıldı.

Czartoryski, hükümetin koleksiyon için teklif ettiği parayı kabul ederek devlete büyük bir bağış yaptığını ve bunun kendi tercihi olduğunu söyledi.

Eserlerin değerinin çok altına satılmasının ardından Czartoryski Vakfı yönetim kurulu istifa etti.
Habertürk, 30.12.2016



******


MİLYARLIK KOLEKSİYON İSTİFA ETTİRDİ

Polonya hükümeti, 2 milyar euro değer biçilen Çartorski Ailesi'nin koleksiyonu için 100 milyon euro ödedi. Çartorski Ailesi, Rembrandt ve Renoir'ın tablolarını da içeren koleksiyonun Polonya'ya 'bağışlandığını' duyurdu, vakfın yönetim kurulu kararı protesto için istifa etti.

Yönetim kurulu üyeleri, satış konusunda 1802'de koleksiyonu oluşturan Polonya Prensesi İzabela Çartorski'nın soyundan gelen bir aile üyesi ve Kültür Bakanlığı arasındaki görüşmelerden sonra gerçekleşen satış için fikirlerinin alınmadığını söyledi.

"Atalarımın izinden gittim"
Vakfın Başkanı Adam Karol Çartorski, “Her zaman Polonya ulusunun hizmetinde olan atalarının izinden gittiğini” belirterek, “Bir bağışta bulunmuşum gibi düşünüyorum ve bu benim seçimim” dedi.


Da Vinci'nin dört kadın tablosundan biri Koleksiyonun büyük bir bölümü Krakov'daki Ulusal Müze'de sergileniyor. İktidardaki muhafazakar ve Avrupa Birliği karşıtı Hukuk ve Adalet Partisi, bazı önemli işletmelerin ve sanat eserlerinin devletleştirilmesi gerektiğini savunuyor. Kültür Bakanı Piotr Glinski satışla koleksiyonun mülkiyetinin Polonya devletine geçtiğini duyurdu.

Kakımlı Kadın tablosu
1490'da çizilen Kakımlı Kadın, Da Vinci'nin dört kadın portresinden biri. Tabloda Milano Dükü Ludovico Sforza'nın sevgilisi Cecilia Gallerani kucağında bir kakımla resmediliyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından el konulan eser, daha sonra sahiplerine iade edildi. Kakımlı Kadın “The Lady with an Ermine” - Leonardo da Vinci'nin sayılı tamamlanmış eseri arasında önemli yer tutar ve çoğu zaman Mona Lisa ile karşılaştırılır. Resimdeki portreye konu olan genç kadın Cecilia Gallerani'dir.
Yeni Şafak, 31.12.2016

SANAT DÜNYASININ 2016 KEŞİFLERİ

Bilim ve teknolojide yaşanan gelişmelerle beraber yapılan yeni akademik araştırmalar 2016 yılında sanat alanına dair önemli ve şaşırtıcı keşiflerin yapılmasına yol açtı. Ünlü sanat portalı artnet ise 2016 yılında gerçekleşen bu beklenmedik gelişmelerin en önemli 10 tanesini listeledi. 

1. Unutulan Hieronymus Bosch Tablosu

Hali hazırda tamamlanmış toplam 22 tablosu bilinen; 15. ve 16. yüzyılın önemli ressamı Hieronymus Bosch’un yağlı boyayla yaptığı bir tablosu, şubat ayında Kansas City’de bulunan Nelson- Atkins Sanat Müzesi’nin deposunda bulundu. 80 yılı aşkın bir süre boyunca depoda unutulduğu anlaşılan tablo, Hollandalı ressamın Amerika’da sergilenen beşinci eseri oldu. 

2. Caravaggio’nun Kayıp Judith Beheading Holofernes’i 

Geçtiğimiz Nisan ayında ünlü ressam Caravaggio’nun ikonik eseri Judith Beheading Holofernes, Fransa’da bir tavan arasında bulundu. Eserin ilk kopyası Roma’da yapılıp şehirdeki Ulusal Tarihi Sanat Müzesi’ne yerleştirilmişti fakat Napoli’de yapılan ikinci kopya 17. yüzyıldan beri kayıptı.

3. Yağmalanan Rönesans Heykelleri

II. Dünya Savaşı sonrası Berlin Bode Museum’dan çalınan 60 adet Rönesans heykeli Moskova National Pushkin Museum’a ait bir depoda keşfedildi. Bode Museum’un İtalyan Rönesans küratörü Neville Rowley yaptığı açıklamada eserlerin çoğunun uğradıkları hasardan dolayı restorasyona ihtiyaç duyduğunu belirtti.



4. Paul Gauguin’in Kayıp Tablosu

Empresyonist ressam Paul Gauguin’e ait olduğunu bilmeden koleksiyonuna katan bir antikacının evinde bulunan tablo, Connecticut’daki bir müzayede evi tarafından keşfedildi. Paris merkezli Wildenstein Institute tarafından incelenen eserin Gauguin’in Summer Flowers in a Goblet adlı tablosu olduğu doğrulandı.

5. Dünyanın En Mavi Mavisi

2009 yılında kimyager Mas Subramanian ve ekibinin Oregon State University’de yaptıkları deneyler sırasında tesadüfen buldukları solmayan renk pigmentine YlnMn mavisi adı verilmişti. Bu yıl Haziran ayında ticari amaçlarla kullanılmasına izin verilen ve lisans alan “dünyanın en mavi mavisi”, bazı sanatçılar tarafından kullanılmaya başlandı bile. 

6. Albrecht Dürer Gravürü

II. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru 1945’te kaybolduğu bilinen ve 70 yıldır kimsenin görmediği gravür, Fransa’nın Sarrebourg şehrinde bir bit pazarında ortaya çıktı. Dikkatli bir koleksiyonerin eserin üzerindeki Stuttgart Staatsgalerie damgasını fark etmesiyle Albrecht Dürer’e ait 1520 yapımı kayıp gravür olduğu anlaşılan eser, temmuz ayında müzedeki yerine geri döndü.

7. Kopya Sanılan Mileager and Atalanta

17. yüzyılın önemli Flaman ressamı Jacob Jordaens’in kopya sanılan Mileager and Atalanta isimli tablosu 150 yıldır Galler’de bulunan Swansea Museum’a ait bir depoda duruyordu. BBC’deki Fake of Fortune programıyla ün kazanan İngiliz sanat tarihçisi Bendor Grosvenor’ün incelemesinden geçen eserin geçtiğimiz Eylül ayında orijinal olduğu anlaşıldı ve Londra Courtauld Insitute tarafından 3.8 milyon dolar değerinde olduğu açıklandı. 

8. René Magritte Tuvalinin Kayıp Parçası

Sürrealist ressam René Magritte’in 1935 yılına ait tablosu La Condition Humaine’in bilinmeyen bir sebeple altında kalan başka bir tablo Norwich Castle Museum and Art Gallery küratörleri tarafından keşfedildi. Uzmanlar Magritte’in çalıştığı tuvali dörde bölüp üzerlerine farklı tablolar resmettiğini düşünürken, bulunan tablonun 1927 tarihli Pose Enchantée olduğu açıklandı.

9. Eski Mısır’ın Kayıp Başkenti

Tarihi milattan önce 5316 yılına kadar dayanan ve Eski Mısır’ın ilk başkenti olduğu düşünülen şehir yedi bin yıl sonra gün yüzüne çıkarıldı. Mısırlı arkeologların çalışmaları sonucu keşfedilen şehrin Eski Mısır tarihinin bir kısmına ışık tutacağı düşünülüyor.

10. Daha Önce Bilinmeyen Ernst Ludwig Kirchner Eseri

Frankfurt Stadel Museum, kasım ayında Kirchner’in Schlittenfahrt im Schnee tablosunun altında sanatçıya ait yeni bir resim keşfetti. 1926 yılında resmedildiği düşünülen Szene im Café adlı tablo ekspresyonist  ressamın erken dönem çalışmalarıyla uyuşuyor.


artfulliving.com.tr, 29.12.2016

MARDİN'DE 900 YILLIK TARİH YOK OLUYOR

Tarihi ve mimari dokusuyla açık hava müzesi görünümünde olan Mardin’in en eski yapılarından biri olan Hüsamiye Medresesi’nin büyük bir bölümü bakımsızlıktan ve ilgisizlikten dolayı çöktü. Mehmet Selim Parlakoğlu adlı vatandaş, “Tarihi kentimiz Mardin’in yıkılmaya yüz tutmuş bu nadide eseri, 1100 yıllarının başlarında Hüsamettin Timurtaş tarafından yaptırılmış olan bu mekanda pek kimsenin bilmediği Hüsamiye Medresesi vardır. Ayrıca Mardin’de 3 meçhul sahabeden birisi olan Muhammed Faris Hazretleri de burada yatmaktadır. Bu da pek kimse tarafından bilinmez. Bu bilinmezlik, bu yapılara sahip çıkılmasının en büyük nedenlerinden biridir” dedi.

Medresenin pek bilinmediğini ve keşfedilmeyi beklediğini kaydeden Parlakoğlu, “Birçok medrese bilinirken maalesef Hüsamiye Medresesi hala keşfedilmeyi bekliyor. Ayrıca burada Hüsamettin Timurtaş’ın mezarının da olduğu söylenir. Bu da belgelerle sabittir. Osmanlı kaynaklarından edindiğimiz bilgilere göre, bir de mescit vardır burada. Eskiden hükumet erkanı gelip Cuma namazlarını burada eda ederlermiş” diye konuştu.

“MİRASLARA SAHİP ÇIKILMASINI BEKLİYORUZ”
Yaklaşık 30 ay önce hem İl Kültür Turizm Müdürlüğüne hem de Müze Müdürlüğüne başvurduklarını aktaran Parlakoğlu, şunları kaydetti:

“Bu sahipsiz mekanımız kimse tarafından bilinmediğinden gerekli restore işlemlerine başlanmamıştır. Kültür Müdürlüğü ve Müze Müdürlüğüne yaptığımız girişimler maalesef yaklaşık 30 aydır bürokratik engellere takılmıştır. Burada oturan insanlar, bu tarihi mekanın kurtulması için tapularını devlete hibe etmişlerdir. 6 ay önce sağlam olan duvar bile yıkıldı. Bu duvarlar birbirini takip edecek ve bir tarih gözler önünde yok olacak maalesef. Mardin’e tarih ve kültür kenti diyoruz ama bu nadide kültür mekanına sahip çıkamıyoruz. Buranın her tarafı tarih. Medrese eyvanın önünde havuz vardı, ama çocuklar düşmesin diye o havuz toprakla kapatılmış. Bu miraslara sahip çıkılmasını bekliyoruz.”
İHA, Haber: Mehmet Salih Keskin, 29.12.2016

NEANDERTALLERİN ÇÖKÜŞÜNÜ NASIL HIZLANDIRDIK?



Bir grup Neandertal bizon avlıyor.

Modern insan Afrika'dan çıkıp Avrupa'ya geldiğinde Neandertallerle karşılaştı. Yeni araştırmalar, onlara bulaştırdığımız hastalıklarla yok oluşlarını hızlandırmış olabileceğimizi gösteriyor.

Neandertaller modern insana benziyordu. Beyinleri bizimki kadar büyüktü ve birçok ortak geni paylaşıyordu.

Çok iyi avcılardı; soğuğa iyi adapte olmuş, alet yapımında gelişmişlerdi. Modern insan Avrupa ve Asya'da Neandertallerle karşılaşmış, hatta birbiriyle melezleşmişti. Bugün Avrupalı ve Asyalılarda bunun izlerini görürüz.

Neandertallerin DNA'sını bizimkiyle karşılaştırdığımızda, bugün hastalıklara yol açan birçok genin bu şekilde melezleme yoluyla Neandertallerden bize geçtiğini biliyoruz.

Fakat yeni araştırmalar bizim de Neandertallere hastalık bulaştırdığımızı gösteriyor.

Bunlar arasında genital bölgede uçuklara neden olan herpes simpleks 2 virüsü ile mide ülserine yol açan Helikobakter pilori bakterisi de olabilir. Ayrıca tüberküloz ve bağırsak tenyası da Neandertallere bizden bulaşmış olabilir.

Cambridge Üniversitesi'nden Charlotte Houldcroft ile Oxford Brookes Üniversitesi'nden Simon Underdown'a göre, günümüz insanında en yaygın olan Neandertal DNA'sının bazıları hastalıklara karşı savaşta rol oynuyor. Bu ise modern insan ile Neandertaller Taş Devrinde karşılaştığında, hastalığa neden olan mikroplarla savaşmanın yaşamın normal bir parçası olduğunu gösteriyor.

Tarımla gelen hastalıklar
Ayrıca birçok mikrobun modern insanda ne zaman hastalığa yol açtığını anlamak için genetik kökenleri incelendi.

Başlangıçta birçok mikrobun 8000 yıl önce, tarım ve evcil hayvan besiciliğine geçildikten sonra hayvanlardan insanlara yayıldığı sanılıyordu. Ancak birçok hastalığın çok daha önce var olduğu bugün biliniyor.

Bu ise modern insanın Afrika'dan çıkarken bu hastalıkları taşıdığı ve Neandertallerle karşılaştığında onlara bulaştırdığı anlamına geliyor.

Araştırmanın sonuçları American Journal of Physical Anthropology dergisinde yayımlandı.

Bu hastalıklar Neandertalleri birden öldürmüş olamaz. "Sağlıklarının yavaş yavaş bozulması" gibi bir sürecin yaşanmış olabileceğini söylüyor Houldcroft.

Bu eski hastalıklar günümüz insanını öldürmüyor, sadece genel sağlığımız üzerinde hafif bir etkisi oluyor. Fakat Neandertaller bu hastalıklarla tanıştığında başka sorunlarla da karşı karşıyaydı.

Genetik veriler 50 bin yıl önce Neandertallerin sayısının zaten az olduğunu gösteriyor. Her biri 15-30 kişiden oluşan Neandertal toplulukların hastalığa neden olan mikroplarla karşılaşması onların avcılık ve toplayıcılık becerisini olumsuz etkilemiş olmalı.

Bu bulaşıcı hastalıklarla bir grubun yok olması onların genel nüfusu açısından yıkıcı sonuçlar doğurmuştur.

Modern insan nüfusu artarken onların soyunun tükenmesinde bu hastalıkların da payı olmalı.



Neandertallerin çakmak taşını şekillendirerek yaptığı balta

Az gen çeşitliliği
"Neandertallerin ölümünü açıklayan tek teoriyi bulacağımızı sanmıyorum; ama birkaç bin yıl boyunca onların toptan yok oluşuna neden olan birçok şeyin yaşandığını gösteren veriler çoğalıyor" diyor Houldcroft.

"Her bir Neandertal topluluğun karşılaştığı felaketlerin zamanla tek tek bunların yok olmasına neden olduğuna inanıyoruz. Bu da birçok faktörden sadece biri."

İklim değişikliği faktörü zaten vardı. Bu Neandertallerin avcılık ve toplayıcılık yaptığı ormanlık alanların büyük ölçüde azalmasına neden oldu.

Neandertal genomu modern hastalıklara dair bir iz taşımıyor, ancak mikroplara karşı bağışıklık geliştiren gen varyantlarının Neandertal topluluklarda yaygın olduğunu gösteren verilerle bu hastalıkların varlığı yakında kanıtlanabilir.

"Hangi genlerin olup olmadığına bakarak doğal seleksiyon kaydını çıkarabiliriz" diyor Underdown. "Genetik kayıt ve günlük yaşamlarını canlandırma yoluyla 40 bin yıl önce atalarımızın karşı karşıya olduğu sorunları ortaya koyabiliriz."



Cebelitarık'ta Neandertallerin yaşamış olduğu bir mağara

Ayrıca henüz yayımlanmamış olan yeni bir çalışma, modern insanın uzun bir zaman boyunca başarıyla savaştığı hastalıklara Neandertallerin neden dayanamadığını açıklayabilir.

Bu çalışma, hastalıklara dayanıklılık bakımından önemli rol oynayan genlerdeki genetik çeşitliliğin Neandertallerde çok düşük olduğunu gösteriyor.

Modern insanda ise bu genler çok daha çeşitli. Yani Neandertallerin bağışıklık mekanizması yeni tanıştıkları hastalıklara karşı çok zayıftı.

Başka bir deyişle, Neandertallerle modern insanlar karşılaştığında birbirine çeşitli hastalıklar bulaştırdıysa da, modern insanlar yeni hastalıklara karşı onlardan daha iyi bağışıklık geliştirebilmişti.

Araştırmayı yürüten Pennsylvania Devlet Üniversitesi'nden George Perry, bu çalışmanın insanın evriminde bulaşıcı hastalıkların oynadığı önemli rolü ortaya koyduğunu söylüyor.

"İnsan toplulukları uzun süre birbirinden ayrı kalmışsa hastalıkları da farklı gelişir. Sonra bu topluluklar bir araya geldiğinde bu hastalıkları birbirine bulaştırır ve bunun da nüfus üzerinde etkisi olur."

Öyle görünüyor ki Neandertaller modern insan kadar iyi bir genetik donanıma sahip olup bu hastalıklarla savaşmayı başaramadı.
BBC Türkçe, 28.12.2016

DİA AL-AZZAWİ'NİN ESERİ GUERNICA'NIN YANINA ASILACAK

Iraklı sanatçı Dia al-Azzawi’nin 1982 yılında Lübnan’da bulunan Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında yaşanan katliamları anlattığı çalışması, Picasso’nun eseri Guernica’nın yanına asılacak.

Filistinli bir işadamı ve koleksiyoner olan Ramzi Dalloul’un girişimiyle al-Azzawi’nin çizimi Kraliyet Dokuma Fabrikası’nda 21 metrekarelik bir duvar halısına dönüştürüldü ve fabrika ziyareti sırasında İspanya Kültür Bakanı tarafından getirilen teklif kabul gördü. Bir yıl içinde tamamlanacak olan eser Madrid Reina Sofia Müzesi’nde bulunan Guernica’nın yanında sergilenecek.
artfulliving.com.tr, 27.12.2016

ATALARIMIZ 10 BİN YIL ÖNCE ÇÖMLEKTE YABANİ TAHIL VE BİTKİ PİŞİRMİŞ OLABİLİR

Libya çöllerinde ​yabani tahıl ve bitkileri pişirmek için 10 bin yıl önce kullanılan ilk ​çömlekler bulundu. Bilim adamları,​ bu​ yiyeceklerin ​bir çeşit ​”​lapa​” olduğunu ve ​avdan etsiz dönüldüğünde ana yemek ​olarak ​ye​n​diğini söy​lüyor​.

Bristol Üniversitesi’nden Dr​.​ Julie Dunne, “Bu, küresel olarak bitki​yi​ işlemenin ilk doğrudan kanıtı ve olağanüstü bir şekilde, erken Kuzey Afrika avcı toplayıcılarının tahıl​, ​tohum, yapraklı​ bitki​​, su bitkileri gibi​ birçok farklı türde bitki tüket​t​iğini gösteriyor.”

Yeşil Sahra
Tarih öncesi dönemde ​Sahra Çölü, göller ve nehirlerle​ çevrili​ yeşil bir savana​ydı​​.​ ​Su​ ​aygırları ve filler de dahil olmak üzere büyük hayvan sürüler​inden oluşan bir yaşam vardı. O dönemde yaşayan insanlar çimen, yapraklı bitkiler ve su bitkilerin​in ​yabani taneler​ini​ topla​dılar.​

Dunne, “Bitkilerin uzun süre kaynatılmasına izin veren, termal olarak dayanıklı çömlek icadı, tarih öncesi insanların yiyebileceği bitki çeşitliliğini, daha önce​leri​ ​yedikleri ​tatsız ve hatta toksik bitkiler de dahil olmak üzere​,​ önemli ölçüde genişletiyor” dedi.

Öğütmek için kullanılan taşlar da parçalanmış seramiklerin yakınlarında bulundu​.​ ​B​u da tahılların un haline ge​tirildiğini​ düşündür​üyor.​ D​r.​ Duncan, “Veya sadece tahılları uzun süre kaynatmış ve bir çeşit pür​e de​ yapmış olabilirler. İlginçtir ki​ bu,​ bugün Afrika’daki en önemli unsurlardan biri ​ve​ çok uzun bir geçmişi olabilir” şeklinde konuştu.

​Çömlekler, insanlık tarihinde iki kere icat edildi. Doğu Asya’da yaklaşık 16 bin yıl önce, daha sonra Kuzey Afrika’da yaklaşık 12 bin yıl önce. Araştırmacılar, Libya ​Çölü’ndeki Takarkori ve Uan Afuda’daki arkeolojik alanlarda 100’den fazla kırılmış seramik parçasını inceledi. Ç​ömleklerin​ çok çeşitli bitki örtüsünü işlemek için kullanıldığını fark ettiler.​ ​Araştırmacılar bunu​,​ çömleklerde​ki​ yağlı kalıntıların​ karbon izotop oranlarını analiz ederek keşfettiler.

​Çömlekler, bölgedeki bitki evcilleştirme ve tarımın​ı en az 4 bin yıl ön​e çekiyor.

Araştırmacı Prof​.​ Richard Evershed​, “Erken tarih öncesi çanak çömleklerde yaygın bitki mumu ve yağ kalıntılarının bulunması, ​çöld​e​ eski çanak çömleklerin eski dünyadaki diğer bölgelere kıyasla kullanılma biçiminin tamamen farklı bir resmini sunuyor” dedi. ​​Ç​ömlekler,​ daha sonra süt de dahil olmak üzere hayvansal ürünleri işlemek için kullanılmış​.​

Bitki diyetleri
Atalarımız üç milyon yıl boyunca bitki yiyorlardı.​ ​İlk başta, akşam yemeğinde ​ yumuşak ve sindirimi ​kolay ​olan meyvele​r yediler. Daha sonra, bitkilerin odunsu kısımları​nı ​çukurlar​da yakılan ateşlerde pişirerek, ​onları daha yenilebilir ​hale getirdiler.​ Çanak çömleklerin keşfi, kaynatarak bitkileri pişirmeyi mümkün kıldı ve onları daha lezzetli ve daha az toksik hale getirdi.​ ​Bu insanlık tarihi​ için​ büyük önem taşır​.​ Nişastalı gıdalar enerji ve besin öğeleri ​bakımından​ iyi bir kaynaktır.​ ​Pişmiş bitkiler ve tahıllar gelecekte kullanılmak üzere korunmuş olabilir​ler​.​ ​Ayrıca pişen bu bitkilerin ​​bebekler​i​ besle​y​ebilecek kadar yumuşak​ olması​, belki bebeklerin ​sütten ​daha erken ayrılması​nı sağlamış ve böylelikle kadınların doğurganlığını artır​mış olabilir.​
arkeolojihaber.net, Kaynak: bbc.com, 19.12.2016




.. TAY Projesi . Kuruçeşme Cad. 67/B
34345 Kuruçeşme İstanbul
Tel: 0 (212) 265 7858 - Faks: 0 (212) 287 1298
e.posta: info@tayproject.org

Copyright©1998 TAY Projesi