29 Ocak - 4 Şubat 2017
|
KARACAOĞLU CAMİİ
ASLINA UYGUN OLARAK ONARILDI

Melikgazi Belediye
Başkanı Memduh Büyükkılıç, Caferbey
Mahallesi’nde yer alan Karacaoğlu camisinde
restorasyon ile bakım ve onarım çalışmasının
tamamlandığını söyledi.
Karacaoğlu
Camisinin kültür varlıkları korumasında
tescilli olduğunu ve tarihi mimarisi ile
yapı tekniği açısından bir Anadolu Kültür
Mirasını temsil ettiğini belirten Başkan
Büyükkılıç “Melikgazi Belediyesi olarak 2015
yılından beri tarihi ve kültür yapılarının
bakımı ve onarımı günümüz hizmetine
kazandırıyoruz. Şu ana kadar 15 eseri
tamamladık. 18 eserde ise çalışmalar devam
ediyor. 2016 Yılı Haziran ayında başlanılan
Caferbey Mahallesi’ndeki Karacaoğlu camisi
aslına uygun olarak bakım ve yenileme
çalışması da tamamlandı. Yapı tekniği
kullanılan malzemeler ve taş işçiliğin güzel
örneklerini sergileyen bu tarihi yapı aslına
uygun olarak onarıldı. Gelecek kuşaklara iki
Anadolu kültür mirası cami, sağlam ve
bakımlı bir şekilde emanet edilmiş oldu"
dedi. Karacaoğlu Camisinin bakım, onarım ve
yenileme için yapılan çalışmada mülkiyet
sorunu bulunmadığından dolayı kısa sürede
tamamlandığını hatırlatan Başkan Memduh
Büyükkılıç, yapımı tamamlanan Karacaoğlu
Camisinin yarın Cuma namazı ile ibadete
açılacağını sözlerine ekledi.
Kayseri Gündem,
02.02.2017
|
4 ASIRLIK KOKUNUN
FORMÜLÜ SARAY ARŞİVİNDEN ÇIKTI
Koku Uzmanı Bihter Türkan Ergül, Topkapı Sarayı
arşivinde 3 yıl süren araştırmaları sonucu, 17.
yüzyılda Mukaddes Emanetler'in muhafaza edildiği
bölümlerin temizliğinde kullanılan "Asr-ı Saadet"
adlı kokuyu yeniden üretti.
"Asr-ı Saadet", arşivden
çıkarılan belgede yer alan bilgiler ışığında uhud,
amber, misk, sedir, sandal, gül yağı ve gül
sularının formüle edilmesiyle hazırlandı.
Yapımı sırasında karışımların
bir bölümü yurtdışından temin edilen, hazırlığı 8
gün süren "Asr-ı Saadet" kokusu, gelecek hafta ilk
olarak Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan'a takdim edilecek.
Koku Uzmanı Ergül, 4 asır
öncesine uzanan "Asr-ı Saadet" kokusunu, yeniden gün
yüzüne çıkarma çabasını ve kokunun, Osmanlı'daki
önemini AA muhabirine anlattı.
Hazreti Muhammed'in sünneti
olduğu için koku ikramının, Osmanlı'nın günlük
hayatında ve devlet erkanında önemli olduğunu
aktaran Ergül, hatta şifahanelerde kokuyla hasta
tedavi edildiğini belirtti.
Kutsal mekanlar ve Mukaddes
Emanetler'in kokulandırılmasının ise daha ihtimamlı
yapıldığını ifade eden Ergül, "Yaklaşık 3 yıl süren
araştırma sonucu, 17. yüzyılda kullanılan koku
formüllerine ulaştık. Uhud, amber, misk, sedir,
sandal, gül yağı ve gül sularının kaç dirhem
kullanıldığının yazıldığı bir evrak bu. Formül
niteliğinde düşünerek hareket ettik ama asla iddia
edemeyiz ki bu koku, o kokudur. Çünkü o dönem
kullanılan kokular çok başka, şimdikiler çok başka.
Bir örnek yok elimizde koklayabileceğimiz." diye
konuştu.
Osmanlı döneminde
kokunun hazırlanmasına sürecine ilişkin bilgi veren
Ergül, şunları söyledi:
"Ramazan ayının 15. günü,
temin edilen malzemelerde koku hazırlanmaya başlardı
ve bu ritüel 8 gün sürerdi. Koku, hazırlandıktan
sonra Kadir Gecesi, teşrif ettiği camide padişaha
sunulur. Onaydan geçtikten sonra ertesi gün, ilk
önce Topkapı Sarayı'nda mukaddes emanetlerin
muhafaza edildiği bölümün kapısı, 15-20 gram gül
yağı ile silinir. İçeri girildiğinde uhud, amber,
misk, sedir, sandal, gül yağı, gül sularıyla
harmanlanan formülle, Has Oda'daki Sakal-ı Şerif,
Hırka-i Şerif ve ayak izinin bulunduğu mekanlar,
duvarlar, dolaplar oruçlu, abdestli 12 kişi
tarafından silinirdi. Görevliler, duvarları,
dolapları, yerleri, mekanları bu kokuyla sildikten
sonra geri kalanını Harem'e, oradan geri kalan
kokuyu ise dönemin alimlerine takdim ederdi."
Farklı formül
arayışları sürüyor
Bihter Türkan
Ergül, 17. yüzyılda uygulanan ve formülüne ulaşmaya
çalıştıkları başka bir koku ritüelini ise şöyle
anlattı:
"Has Oda'nın bakımı
padişahın sorumluluğundadır. Bütün yıl boyunca
mukaddes emanetlerin korunduğu odadan fırçayla
alınan tozlar, bir dibekte biriktirilir. Uhud, amber
ve misk katılarak harmanlanır, küçük küçük tabletler
halinde hazırlanır ve 22 ayar altın kase içinde
toplanır, ikram edilir. Aynı koku, yıl boyunca
Peygamber Efendimizin hırkasının bulunduğu Has
Oda'nın kokulandırılmasında da kullanılır. Koku
ikramı çok önemli olduğu için mukaddes emanetlerin
bulunduğu oda sürekli kokulandırılıyordu. Peygamber
Efendimizin kullandığı kokular olması nedeniyle
amber, uhud ve misk kokuları tercih edilirdi.
Padişahlar Yavuz Sultan Selim'den sonra halifelik
unvanını aldığı için buna ayrı bir önem
gösteriliyordu."
4 asır önceki
ölçü birimlerine sadık kalındı
Hazırladıkları
kokunun, dönemin ölçü birimlerine sadık kalınarak
oluşturulan bir formül olduğunu dile getiren Ergül,
"Satışını şu an için düşünmüyoruz çünkü manidar bir
koku. Benim hayallerimden biriydi. Formüllerden yola
çıkarak oluşturduğumuz bir formül. Amacımız aslında
unutulmuş olan koku ritüellerini gün ışığına
çıkarmak. Bunun gibi birçok koku ritüeli var.
Hırka-i Saadet'in kokulandırılması, bayramlarda
dağıtılan koku ikramlığı, devlet erkanında, divan
toplantılarında sürülen kokular, elçilere sunulan
gül suları, hepsi aslında bir koku ritüeli. Bunların
birçoğunu unuttuk. Amacımız bunları tekrardan gün
ışığına çıkarmak." ifadesini kullandı.
Tarihi evraklardaki
bilgilerden yola çıkarak hazırladığı kokuyla ilgili
elde ettikleri bilgileri, onaylanması için Sağlık
Bakanlığına gönderdiklerini belirten Ergül, "Çok
manidar bir koku olduğu için keşke imkan olsa da
Kabe'nin örtüsüne, Peygamber Efendimizin
sandukasının üzerindeki örtüye sürülebilse, Eyüp
Sultan veya Sultanahmet camilerinde kullanılabilse.
Hayalim mukaddes emanetlerin muhafaza edildiği
bölümlerin bu kokuyla, kokulandırılması." dedi.
Geçmişten gelen
gelenek
Kokunun,
Osmanlı'da birçok alanda kullanıldığını vurgulayan
Ergül, şöyle devam etti:
"Kabe'nin örtüsü Mekke'ye
götürülürken Surre Alayı ile kokular da
gönderiliyordu. Hırka-i Şerif Alayı'nda ise size
billur şişeler içinde buhur suyu ikram ediliyorsa,
bu bir davet yerine geçerdi. Yani Hırka-i Şerif'i
görmek için davet alıyorsunuz. Yabancı ülkelerden
gelen elçiler, isteklerini dile getirdikten sonra
belli bir önem sırasına göre bekletiliyorlar. Huzura
çıkarken avuç içlerine gül suyu dökülüyorsa, 'kabul
edildin' müjdesi verilmiş oluyor."
Bu kokunun ticari
olarak satışının olmasını istemediğini ifade eden
Ergül, sözlerini "Asr-ı Saadet Kokusu'nu devlet
büyüklerimize takdim etmek istiyoruz. Öncelikle
Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'ne takdimini
gerçekleştireceğiz. Çok isterdim ki orijinalini
koklayarak aynısını yapabilmeyi. Fakat edindiğimiz
arşiv belgelerinden yola çıkarak yaptığımız bu
kokuyu, unutulmuş bir adet olması üzerine tekrardan
hayata geçirmek en büyük arzum ve isteklerimden bir
tanesi." diye tamamladı.
Habertürk, 02.02.2017
|
150 YILLIK KURANI
KERİM'İ SATMAYA ÇALIŞAN 5 GÜRCÜ YAKALANDI

Rize’nin Ardeşen İlçesi’nde, üzerinde Osmanlı
Tuğrası bulunan el yazması Kuran-ı Kerim’i satmaya
çalışırken yakalanan Gürcistan uyruklu 5 kişi
tutuklandı.
Rize İl Jandarma
Komutanlığı İstihbarat Şube ekipleri, Ardeşen
İlçesi’nde takibe aldıkları Gürcistan uyruklu 5
kişinin oturduğu eve önceki gün baskın
düzenledi. Evde yapılan aramada, üzerinde Osmanlı
tuğrası bulunan 150 yıllık el yazması Kuran-ı Kerim
ile 6 Kuran, kuru sıkı tabanca, 5 bıçak, 12
uyuşturucu hap ve bir miktar kenevir tohumu ele
geçirildi. El yazması Kuran-ı Kerim'i satmaya
çalıştıkları belirtilen Gürcistan vatandaşı Giorgi
Chakvetadze, Tornike Lipartelıanı, Sulkhan
Mukbanıanı, Iraklı Gordaze ve Koba Lipartelianı,
çıkarıldıkları mahkemede tarihi eser kaçakçılığı
suçlamasıyla tutuklandı.
Sözcü, 02.02.2017 |
SURİYE'DE
YAĞMALANAN ESERLER İSTANBUL'DA ELE GEÇİRİLDİ
Suriye'de,
yağmalanan müzelerden çalındığı ortaya çıkan Asur
dönemine ait 4 bin yıllık beş adet tarihi eser
İstanbul'da ele geçirildi.

İstanbul'da düzenlenen kaçakçılık operasyonunda 4
bin yıllık 5 adet tarihi eser ele geçirilirken,
Suriye uyruklu 1 şüpheli ise gözaltına alındı.

Suriye uyruklu bir şüphelinin
Suriye'den getirdiği tarihi eserleri satacağı
yönünde gelen istihbaratı değerlendiren Kaçakçılık
Suçlarıyla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri konuyla
ilgili çalışma başlattı. Çalışma kapsamında Suriye
uyruklu şüpheliyi belirleyen polis ekipleri, şahsı
takibe aldı. Yapılan takiplerin ardından 28 Ocak
Cumartesi Fatih'te düzenlenen operasyonda R.A isimli
şüpheli gözaltına alınırken, 5 adet tarihi esere ise
konuldu.
Arkeoloji müzesinde
incelenen tarihi eserlerin MÖ 2000 yılındaki Asur
Medeniyeti'ne ait olduğu ortaya çıktı.
Sözcü, 02.02.2017
|
HEYBELİADA HÜSEYİN
RAHMİ GÜRPINAR MÜZESİ ONARIMA GİRİYOR
Heybeliada Hüseyin Rahmi Gürpınar Müzesi, onarım
nedeniyle ziyarete kapatıldı.
Müze ev, mülk sahibi İBB
tarafından koruma kurulu tarafından onaylanmış olan
restorasyon projesine uygun olarak restore edilecek.
Restorasyon ihalesinin Şubat ayı içinde
tamamlanacağı bildiriliyor.
Bina ile birlikte
sergilenmekte olan eserlerin de restorasyon ve
konservasyonunun yapılacağı, müzenin iki yıl içinde
de yeni sergileme düzeniyle ziyarete açılması
bekleniyor.
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın
Heybeliada’daki müze evi, mülkiyet sahibi İstanbul
İl Özel İdaresi’nin kapanmasının ardından, 2013
yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne
devredilmişti.

Mülk sahibi İBB’nin talebi
üzerine 2016 Ekim’inde yapılan protokolle müze,
Adalar Vakfı tarafından İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Müzeler ve Kütüphaneler Müdürlüğü’ne
teslim edildi.
Müze envanter teslimi de 2017
başında tamamlandı.
Ünlü romancımız Hüseyin Rahmi
Gürpınar’ın Heybeliada’daki evi, uzun süren
yalnızlığı ve korumasızlığının ardından 2000
yılında, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Adalar Vakfı ve
Adalar Kaymakamlığı işbirliğiyle müzeye
dönüştürülmüştü. Müze, Bakanlık ile Adalar Vakfı
arasında imzalanan protokolle Adalar Vakfı
tarafından ziyarete açık tutulmaktaydı.
150 yıllık ahşap bina,
müze olarak 2001’de açıldıktan sonra onarım
görmediği, İstanbul İl Özel İdaresi tarafından
yürütülen restorasyon çalışmaları da sonuçsuz
kaldığı için, Kültür ve Turizm Bakanlığı talebiyle
müze girişlerine son üç yıldır kontrollü olarak izin
verilmekteydi.
Adalı Dergisi, 02.02.2017
|
3 MİLYAR YIL SONRA DENİZİN ALTINDA ORTAYA ÇIKTI
Bilim adamları, doğu Afrika'daki ada ülkesi
Mauritius'un bulunduğu yerde üç milyar yıl önce bir
kıta bulunduğunu belirledi.
"Nature Communications" dergisinde yayımlanan
çalışmada, araştırmacılar, volkanik lav içindeki
kristaller aracılığıyla deniz altında saklı kıtaya
ilişkin kanıtlar keşfetti.
Güney Afrika'nın
Johannesburg kentindeki Wits Üniversitesinden
Profesör Lewis Ashwal ve ekibi, Mauritius'da 2,5 ila
3 milyar yıl öncesinden kalma zirkon kristali
parçaları buldu.
Kristalin yüzeye
volkan lavlarıyla taşındığını söyleyen
araştırmacılar, kristalin yaşını kütle
spektrometrisi denilen görüntüleme tekniği
kullanarak tespit etti.
Araştırmacılar,
volkanik bir ada olan Mauritius'un altında yatan
saklı kıtaya ilişkin daha fazla kanıt
bulunabileceğini ifade etti.
Norveç, Güney Afrika,
Almanya ve İngiltere'den bilim adamları, 2013
yılında, Hint Okyanusu'nun tabanında 50-80 milyon
yıl öncesine ait yaklaşık 25-30 kilometre
kalınlığında bir kara kütlesi keşfetmişti.
Bilim adamları,
kıtaların birbirinden ayrılması sürecinde dev
dalgaların altında kalarak okyanusun derinliklerine
gömüldüğü sanılan kayıp kıtaya "Mauritia" adını
vermişti.
Yaklaşık 1 milyar yıl
önce yeryüzünde "Rodinya" adı verilen tek bir
kıtanın bulunduğuna dikkati çeken bilim adamları,
daha sonra süper kıtanın parçalara ayrılarak şimdiki
kıtalara şeklini verdiğini belirtmişti.
Hürriyet,
02.02.2017
|
7 BİN YILLIK
BİLMECE ATİNA ARKEOLOJİ MÜZESİ'NDE SERGİLENİYOR
Atina Arkeoloji Müzesi, depolarında yıllarca
unutulmuş değerli eserleri gün ışığına çıkarma
kararı aldı.
“Görünmeyen Müze” adını
verdiği bu yeni uygulamada Mart sonuna kadar
Neolitik Dönemin sonlarına ait, boyutları açısından
arkeologları etkileyen bir insan heykeli
sergilenecek.
İnsan figürünün gizemli
bir şekilde aktarılmasından dolayı heykele “7.000
yıllık bilmece” adı verildi. Önceden belirlenen gün
ve saatlerde müzenin arkeologları ilk kez sergilenen
bu ilginç heykeli ziyaretçilere tanıtacaklar ve o
dönemde sanatın sosyal hayattaki önemi konusunda
bilgilendirecekler.
Sözcü, 01.02.20147
|
KOLEKSİYONERE 13 YIL ÖNCE KIRILAN AMFORA İÇİN PARA
CEZASI
Samsun'da 20 yıldır izinli olarak
korunması gerekli taşınır kültür ve tabiat varlığı
koleksiyonerliği yapan iş adamı Hamit Genç'e, 13 yıl
önce rüzgar nedeniyle kırılan amfora için 150
liralık para cezası verildi.
19 Mayıs İlçesi'ne bağlı Dereköy Mahallesi'nde
yaşayan Hamit Genç, 20 yıl önce Samsun Müze
Müdürlüğü'ne müracaat ederek, eski eser
koleksiyonerliği için "Korunması gerekli taşınır
kültür ve tabiat varlığı koleksiyonu yapanlara ait
belge" aldı. Yaşadığı evini adeta müzeye dönüştüren
Genç, çevreden topladığı eski eserleri ve balıkçı
ağlarına takılan amforaları müzeye tescil ettirerek
evinde sergilemeye başladı.
CEZA 13 YIL SONRA GELDİ
Tarihi eserlerin büyük bölümünü zamanla Sadberk
Hanım Müzesi ile Samsun Arkeoloji ve Etnografya
Müzesi'ne bağışlayan Genç, müzeye kayıtlı olarak
evinde sakladığı bir amforanın rüzgar nedeniyle
düşüp kırılmasıyla 150 lira para cezasına
çarptırıldı.
Genç, tarihi ve kültürel mirasa sahip çıktığı
için böyle bir cezayla karşılaşmasının üzücü
olduğunu söyledi. Genç, "Evimdeki bütün tarihi ve
kültürel varlıkların kaydı müze müdürlüğünde mevcut.
Rüzgar nedeniyle düşüp kırılan ve parçalarını halen
sakladığım amforayı müze görevlilerine bildirdikten
13 yıl sonra böyle bir ceza gelmesine anlam
veremedim" dedi. Genç, konuyla ilgili Kültür ve
Turizm Bakanlığına başvuracağını ifade etti.
PARÇALAR BİRLEŞTİRİLEMEYECEK DURUMDA
Samsun Müze Müdürlüğü yetkilileri ise taşınır
kültür ve tabiat varlığı koleksiyonu yapan Hamit
Genç'te bulunan 14 envanter numarasıyla kayıtlı
amforanın rüzgar nedeniyle kırıldığı ve parçalarının
birleştirilemeyecek durumda olduğunun raporla
belirlendiğini bildirdi.
Söz konusu eserin Kültür ve Turizm Bakanlığı
Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğünce
envanter kaydının silinerek düşümünün yapılabilmesi
için bedelin ödetilmesi gerektiğini bildiren
yetkililer, bu amaçla oluşturulan kıymet takdiri
komisyonunca Genç'e 150 lira ceza verilmesinin
kararlaştırıldığını kaydetti.
Anadolu Ajansı,
01.02.2017
|
İLLER BANKASI'NDA TARİH TALANI
Mimarlar Odası
Ankara Şubesi, tescilli tarihi İller Bankası’nın
kolonları dahil, pencerelerinin, kapılarının ve
bütün tesisatının paramparça edildiğini bildirdi.

Tespit davası açan Mimarlar Odası Ankara Şubesi,
yerinde incelemelerde bulundu. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Ankara 2 Nolu Kültür Varlıklarını Koruma
Bölge Kurulu Başkanlığı’na, Ankara Büyükşehir
Belediyesi Kültür ve Tabiat Varlıkları Daire
Başkanlığı’na, İmar ve Şehircilik Başkanlığı’na ve
Koruma Uygulama ve Denetim Müdürlüğü’ne ( KUDEM)
resmi yazılarla başvuran Mimarlar Odası Ankara
Şubesi, Seyfi Arkan tarafından tasarlanan tescilli
kültür varlığı tarihi İller Bankası’na verilen
zararın tespit edilmesi için dava açarak delil
tespitinin yapılmasını istedi.
Konuya ilişkin
yapılan basın toplantısına Mimarlar Odası Ankara
Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan,
Mimarlar Odası Ankara Şube Sekteri Namık Kemal Kaya
ve Atılım Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Mimarlık
Fakültesi Mimarlık Bölümü Başkanı Prof.Dr.
Selahattin Önür katıldı.
Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş
Candan, İller Bankası’na ilişkin
bilgi vererek şunları söyledi: “Paravanla çevrilerek
metruk hale getirilmeye çalışılan İller Bankası’nın
dış cephesindeki bakır kaplamalar, bakır yağmur
oluklar çalındı. Çivi bile çakılmaması gereken
binanın içinde ise kolonlar dahil, pencereler,
kapılar ve bütün tesisat paramparça edilmiş.
Tescilli kültür mirası tinercilerin mekanı haline
gelmiş. Bina içinde ateşler yakıldığını da
gözlemledik. Metruk olmayan İller Bankası’nı metruk
hale getirmek için binada tarihi katliam yapılmış.
Tespit sırasında İller Bankası’nın bakır
kaplamalarını çalan şahıslarla karşılaştık.
Kendilerine bakır kaplamaları alabilecekleri
söylenmiş. Bu bakır levha ahşaba çivilerle
tutturulmuştu. Her birini teker teker sökmüşler Bir
ülkenin çivilerinin nasıl söküleceğini İller
Bankası’ndan okuyun. İller Bankası binası gelecek
günler açısından bize S.O.S. veriyor. Bu binanın
karşısında Solmaz Kılıçtepe Karakolu var. Emniyet
Müdürlüğü ne iş yapıyor ? İller Bankası içler acısı
bir durumda. Cumhuriyetin simge değeri İller
Bankası’nın hali, memleketin halinden farksız”

Devletin malını devletten korumaya
çalışıyoruz
İller Bankası’nın Cumhuriyetin kente verdiği
değerin mekansal karşılığı olduğunu ve 1980 yılında
tescilli kültür varlığı olarak tescil edildiğini
belirten Candan, “Bina 2005 yılında 1,5 milyon
harcanarak restore edildi. İller bankası şu anda
aylık 400 bin lira kira ödüyor. Bu bina kullanabilir
sağlam bir tarih eserken, kiraya çıkıyor. Aylık 400
bin lira kamu bütçesine zarar veriliyor.
İller Bankası’nın arkasındaki alana çok büyük bir
cami yaptılar. Bu alanda yürüme mesafesinde 14 tane
cami var. Bu kadar büyüklükte bir camiye ihtiyaç
yoktu. Zaten cemaati de yok, camiye servislerle
insanların taşınması düşünülüyor. Cumhuriyetin
temsil aksı üzerinde laiklik ilkesinin mekana
yansıması olarak bir tane ibadethane bulunmuyor. Şu
anda bina harap durumda. Hukuk nasıl devre dışı
bırakılır, adaletsizlik nasıl yaşanır hepsini
gördük. Bu bina hepimize örnek olsun ülkenin geldiği
ve geleceği durum açısından bunu okuduk.
Çalmadığımız kapı yazmadığımız resmi yazı kalmadı.
Devletin malını devletten korumaya çalışıyoruz” diye
konuştu.
Candan binanın tinercilerin mekanı olduğunu,
kültür mirasının içinde ateş yakıldığını da
bildirerek, “Bu binada yarın yangın çıkarsa hiç
kimse haberimiz yoktu demesin. Bina halen ayakta,
hepsi telefi edilebilir. Ancak yarın bu binaya
meczuplar girmiş yakmış derlerse bunun sorumlusu bu
ülkeyi yönetenlerdir “ dedi.
Candan, İller Bankası’nın mülkiyetinin Diyanet
Vakfı’na verildiğine ilişkin duyum aldıklarını buna
dair resmi yazılarla bilgi almaya çalıştıklarını
bildirerek, “Resmi bir açıklama yapılmadı, mülkiyet
durumunun açıklanmasını istiyoruz” dedi.
Atılım Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Mimarlık
Fakültesi Mimarlık Bölümü Başkanı Prof.Dr.
Selahattin Önür ise, “Çağdaş mimarlığın
Türkiye’de adım adım nasıl evrelerden geçtiğini
İller Bankası üzerinden mimarlık öğrencisine
öğretiyoruz. Cumhuriyetin temsil aksı üzerinden bunu
okuruz. İller Bankası 1934 yılında yarışma sonucu
elde edilmiş bir yapıdır. Seyfi Arkan’ın yeri çok
farklıdır. Cumhuriyet’in mimarıdır. Modern ve çağdaş
mimarlığın ilk yerli mimarlarındandır. Yaptığı
eserler çok değerlidir. İller Bankası da öyle. Şu
anki halini görünce çok büyük üzüntü duydum. Bu
zerafete saldırıdır” diyerek tepkisini dile getirdi.
Yapı, 01.02.2017
|
ROMA DÖNEMİNDE DÜDÜKLÜ TENCERE
Düdüklü tencere,
Anadolu mutfağında 2 bin yıl önce kullanılmaya
başlanmış olabilir. Zira arkeologlara göre buhar
basınçlı düdüklü kaplar, Roma Dönemi'nden beri yemek
pişirmede kullanılıyor.
"Buhar basınçlı düdüklü kaplar, Roma Dönemi'nden
beri yemek pişirmede kullanılıyor." Bulgu, Muğla
çevresinde devam eden Tlos antik kenti kazı
çalışmasının başkanı, Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji
Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Taner Korkut'a ait.
Yani düdüklü tencere, Anadolu mutfağına
sanılandan biraz daha önce girdi: Yaklaşık 2 bin yıl
kadar...
Anadolu mutfak kültürünün 12 bin yıl öncesine
dayandığını söyleyen Korkut, "Roma Dönemi'nden
itibaren çift hazneli ve buhar basınçlı düdüklü
toprak kabın yemek pişirmede kullanıldığını gördük.
Kerotakis olarak adlandırılan bu kapların ilk
kullanımının milattan önce birinci ve 2. yüzyıllar
olduğu bilinmektedir." dedi.
10 bin 500 yıl
Arpa, buğday gibi tahılların 10 bin 500 yıl önce
Anadolu'da kullanıldığını 2010'da başlanan Tlos
antik kenti kazıları sırasında belgelediklerini
ifade eden Korkut, kazı çalışmaları kapsamında bugün
de kullanılan birçok bitki türüne rastladıklarına
işaret etti. Korkut, ilçenin 61 mahallesinde
yaşayanlarla yüz yüze yapılan görüşmeler ve arazide
yapılan gözlemler sonucu, 130 yenilebilir bitkiye
rastlandığını bildirdi.
Erken Neolitik dönem
Seydikemer'deki Girmeler Mağarası önündeki
höyüklerde çok sayıda ocak bulundu. Höyüklerin
seramiksiz Erken Neolitik döneme (10 bin 500 yıl
önce) ait olduğu düşünülüyor. Bölgede daha çok
tavşan, yaban keçisi, geyik ve yaban domuzu gibi
hayvansal ürünlerin tüketildiğini öğrendiklerine
değinen Korkut, ilerleyen dönemlerde beslenmede
tarımsal ürünlerin ağırlık kazandığını söyledi.
Anadolu'daki beslenme tipi: yufka, soğan,
sarımsak, peynir
Korkut, antik çağda yufka, soğan, sarımsak ve
peynir gibi gıdaların yoğun olarak tüketildiğini
belirtti. Genelde beslenmenin tahıl ağırlıklı
yiyecekler ile onlara katık edilen sebzelere
dayandığını anlatan Korkut, şöyle devam etti:
"Arpa unundan yapılan ve bir tür yufka ekmeği
olduğu anlaşılan maza, sürekli ön
planda olmuştur. Roma döneminde yufka ekmeği
yapımında ayrıca kızıl buğday unu da kullanılmış ve
bu yufka puls olarak
adlandırılmıştır. Pulsun yanında katık olarak
genelde soğan, sarımsak ve peynir yenmiştir. Ayrıca
ortos adındaki ekmek türü de
önceleri arpadan yapılmış, giderek buğday onun
yerini almıştır. Bu dönemde lahana, ıspanak, pazı,
ebegümeci, kuşkonmaz, pırasa, soğan, fasulye,
bezelye, mercimek ve bakla gibi sebzelerin
yemeklerde kullanıldığı bilinmektedir.

Aşçı erkek kabartması
Sebzeler çiğ ya da haşlanarak yenilmiş,
baklagillerden ise lapa kıvamında yemekler
yapılmıştır. Hemen hemen bütün yemeklerde zeytinyağı
kullanılmıştır. Bu durum Akdeniz mutfağının bir
özelliği olarak günümüze kadar sürmüştür. En sevilen
meyveler incir, üzüm ve elmadır. İncir yaş ya da
kuru olarak sofraya getirilmiştir. Üzüm hem sofrada
hem de şarap yapımında tüketilmiştir. Soslarla
hazırlanmış balık yemekleri kadar, farklı tür etleri
bir araya getiren yemekler de sevilerek
tüketilmiştir."
Kazılarda bulunan mutfak gereçleri
Kazılarda gün yüzüne çıkarılan seramikler
içerisinde yemek pişirmede kullanılan tencere, güveç
ve tavanın yanında, tabak, kase, kadeh, bardak,
testi veya düz tepsi formundaki servis kaplarının
yoğunlukta bulunduğunu anlatan Korkut, eski
çağlardan Bizans dönemine kadar yemek kaplarının
benzer şekilde kullanıldığını ifade etti.
Prof.Dr. Korkut, "Roma Dönemi'nden itibaren çift
hazneli ve buhar basınçlı düdüklü toprak kabın yemek
pişirmede kullanıldığını gördük. Kerotakis olarak
adlandırılan bu kapların ilk kullanımının MÖ 1. ve
2. yüzyıllar olduğu bilinmektedir" dedi.
Kazılarda bulunan yemek kaplarından yola çıkarak
çizimini gerçekleştirdikleri çift haneli buhar
basınçlı toprak kabın, bugünkü düdüklü tencerenin
ilk örneklerinden olduğuna da dikkati çeken Korkut,
çizimlerden yola çıkarak kabın benzerini de
yaptıklarını anlattı.
Misafirlere daha lüks tabaklar
Korkut, Hellenistik dönemde misafirlere ayrı
servis tabaklarında yemek ikram edildiğini,
misafirler için yapılan yemek takımlarının evde
günlük kullanılanlardan daha lüks olduğunu
vurguladı.
Korkut ve ekip arkadaşlarının çalışmaları, proje
tamamlandığında 2017 içinde kitaplaştırılacak.
Anadolu Ajansı, 01.02.2017
|
İZNİK'TE BİR ZEYTİNLİKTE LAHİT BULUNDU
Bursa'nın İznik İlçesi'nde zeytinlikte Roma dönemine
ait mermer lahit bulundu.
Hatice Süren'e ait Hisardere Mahallesi
Kayaarkası mevkisindeki zeytinlikte, kaçak kazı
yaparken jandarma tarafından suçüstü yakalanan
defineciler tarihi eser buldu.
İznik Müze Müdürlüğü uzmanlarınca bölgede
yapılan incelemede, tarihi eserin Roma dönemine
ait mermer bir lahit olduğu belirlendi.
Gerekli izinlerin ardından Müze Müdürlüğü
ekipleri, lahitin tamamına ulaşılabilmesi için
kazı çalışması başlattı.
Jandarma ekipleri bölgede güvenlik önlemi
aldı.
Bu arada, aynı zeytinlikte 2015 yılı kasım ve
eylül aylarında da Roma dönemine ait 2 lahit
bulunmuştu.
Akşam, 31.01.2017
|
ÖLÜ DİLLERİN EFENDİSİ: VEYSEL DONBAZ
Sümerce,
Akadca, Asurca, Babilce ve Hititçe. Veysel Donbaz, 5
ölü dil biliyor. Türkiye’nin sayılı
Sümerologlarından. Bugüne kadar çivi yazısıyla
yazılmış 10 bine yakın kil tablet okudu. Envanterini
tuttuğu tablet sayısı 60 bin. Uzun yıllar İstanbul
Arkeoloji Müzesi’nde Tablet Arşivi şefliği yapan
Donbaz, artık emekli ama hala yoğun bir ‘tarih
öncesi’ trafiği var.
Odasında adım atacak yer neredeyse yok. Her yer
kitap dolu. Kitaplar, binlerce yıl önce bu
coğrafyada hüküm süren medeniyetlere ışık tutuyor.
15 kitapta da onun imzası var. Veysel Donbaz,
Türkiye’nin sayılı Sümerologlarından. 5 ölü dil
biliyor. Sümerce, Akadca, Asurca, Babilce ve
Hititçe. Uzmanlık alanı, 5 bin yıllık kil tabletleri
okumak. Donbaz, bugüne kadar 10 bine yakın tablet
okudu. 200’e yakın da uluslararası makale yayımladı.
Bu ölü dillerin yanı sıra İngilizce, Almanca,
Fransızca ve İtalyanca da biliyor.
Veysel Donbaz, bugün 78 yaşında. Ama hayatına
sığdırdığı tecrübe, deyim yerindeyse 5 bin yıllık.
Sümerler'den başlayan bir hikayesi var. Donbaz, 43
yıl boyunca İstanbul Arkeoloji Müzeleri bünyesindeki
Eski Şark Eserleri Müzesi'nin Tablet Arşivi'nin
şefliğini yaptı. Burası, İngiltere’deki British
Museum’dan sonra dünyanın en zengin ikinci
çiviyazılı belgeler arşivi. Bünyesinde tam tamına 73
bin kil tablet var.
Donbaz, 2004'te emekliye ayrıldı. Ancak ne
müzeden ne de araştırmalarından koptu. Hala eski
hızıyla kitaplar çıkarıyor. Kil tablet okumakla
kalmıyor, yapıyor da. Tamamen keyfi bir tercih.
Severek, hiç zorlanmadan Sümerce, Akadca, Asurca,
Babilce ve Hititçe tablet yazıyor.

“Gazete okumak gibi”
Donbaz’a göre, yaptığı iş aslında tercümanlık.
Tarihi 5 bin yıl öncesine dayanan, artık yeryüzünde
kullanılmayan dilleri modern dillere çeviriyor. Kil
tabletler üzerindeki bilgileri harmanlayıp bugüne
taşıyor.
Tarihteki ilk yasaların, yazılan ilk aşk
şiirinin, iki devlet arasında varılan ilk
antlaşmanın, verilen ilk rüşvetin belgesini okuyor.
Tarihe düşülen notta eski dil uzmanlarının payı
büyük. Zor, ama onun için çok kolay:
“Konuyu çok iyi biliyorsanız bir günlük
gazeteyi okur gibi 10 dakikada okuyabilirsiniz. Ama
bilmiyorsanız, çünkü hece yazısı olduğu için, o
hecelerin her biri kavrama tekabül eder, yani
kelimeye tekabül eder. Sümercenin özelliği zaten bu.
Pek çok şeyi kavram olarak yazmışlardır. Dolayısıyla
o işareti bilmiyorsanız işaret listesine bakmanız
lazım. O metne uygun manayı bulmanız gerekir. 5
dakikadan 1 haftaya kadar bir tabletin çözümü
sürebilir. Hatta bazen 6 ay çözemediğiniz olabilir.
Daha önce hiç geçmemiştir o. Yeni bir yer isimdir,
yeni bir kavramdır, yeni bir eşyaya tekabül
ediyordur. Hele isimse, isimleri anlamak çok zor
oluyor, ama fiilse çekim olduğu için ona mana
verebilirsiniz.”

Avuçlarındaki kil tablet
Kitaplarını kaleme aldığı, makalelerini
yayımladığı emektar dizüstü bilgisayarının üzerinde
bu kez bir avuç kil var. Kile önce elleriyle, daha
sonra da cetvelle şekil veriyor. Şekilsiz kil, küçük
kare tablete dönüşüyor. Donbaz, elindekini Kültepe
Tabletlerine benzetiyor. Stilusla kile bastırarak
önce satırları yapıyor. Daha sonra da Asurca bir
mektup yazmaya başlıyor.
“Çömlekçi kili bu. Kap kaçak, heykel yapan
yerlerden bulabilirsiniz. Stilusla hem satır çizgisi
yapıyoruz hem de yazıyı yazıyoruz. Kalem demek.
Eskiden divit, okka da denirdi. 4 köşeli de oluyor,
3 de. Yazmak bana zor gelmiyor. 40 yıldır yapıyorum.
İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne geldiğimde bir kere
denedim. Yapabildiğimi gördükten sonra devam ettim.”
Veysel Donbaz, asla orjinallerin replikasını
yapmıyor. Sebebi de sahtekarlık yapılmasının
önlemek.

23 yıl öğrenciye hasret bölümün ilk ve
tek öğrencisi
Veysel Donbaz, tüccar bir babanın beşinci çocuğu.
Maddi durumları iyi, ancak gelirleri mahsulün
miktarına bakıyor. Üniversite öğrenimini tarlaya
bağlamak istemiyor. Bölüm ne olursa olsun tek şartı
burslu okumak. Yıl 1958... Önünde iki seçenek var.
Ya ilahiyat okuyacak, ya da 23 yıldır hiçbir
öğrencinin kayıt yaptırmadığı Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sümeroloji Bölümü’nü
seçecek. Tercihini Sümeroloji’den yana kullanıyor.
Öğrenci için sıkıntılı, ama bugün geriye dönüp
baktığında şanslı bir dönem de başlamış oluyor.
“23 yıldan beri o bölüme bir öğrenci
gelmemiş. Tercih edilmemiş, lüks kalmış bir bölümdü.
Tek öğrenciydim ben fakültede. Ölü dilleri öğrenmeye
başladık birden bire. Sümerce öğreniyorsun, Akadca
öğreniyorsun, Hititçe öğreniyorsun. Bunları bir de
teke tek öğreniyordum. Günde sekiz saatten aşağı
çalışmıyordum. Adeta bir müzik dersi alan, keman,
piyano dersi alan biri gibiydim. Mecburen iyi olmak
zorunda oldum. Derslerimi hep hocaların odasında
birebir aldım. Sandalyede karşılıklı oturduk.
Hocayla karşı karşıyayız. Size bir ders vermiş,
‘Hazırlayın gelin’ diyor. Kaytarma imkanım hiçbir
zaman olmadı. Son sınıfta bir kişi kayıt yaptırdı.”

43 yıl İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde
İsteği, üniversitede kalıp akademik kariyer
yapmak ancak burslu okuduğu için tercih yapma
şansına da sahip değil. 1962'de, diplomasını
aldıktan bir ay sonra kendini İstanbul Arkeoloji
Müzeleri’ne tayin edilmiş buluyor. Görev tanımı,
Eski Şark Eserleri Müzesi'ndeki Tablet Arşivi
uzmanlığı. Veysel Donbaz, daha sonra şef, başuzman
ve bölüm şefi oluyor.
“Baktım, her taraf eser dolu. Kapı eşikleri
var, figürünler var, tabletler var. Bol miktarda
arkeolojik eser var, yazılı. Hemen ilgi duydum. Bu
işi ciddiye alıp, içinde bulunduğum o bol malzemeden
istediğimi çalıştım. Onun için her türlü malzemeyi
çözebilirim ben. 10 bin civarında tablet
okumuşumdur, ama 60 bin tabletin de envanterini
yaptım. Envanter yapmak demek, bunları kaydetmek,
ölçüsünü almak, ön yüzünde kaç satır var, arka
yüzünde kaç satır var bunları bilmek demek. Bir de,
tabletin mevzu nedir? Bunları hep bilmekle
yükümlüsünüz.”

Tayinle birlikte kendi tarihi de değişiyor.
İstanbul’daki arşiv, deyim yerindeyse bir hazine.
Bir Sümerolog için bulunmaz bir fırsat. Makaleler,
kil tablet yapımı ve kitap yazımı da bu dönemde
başlıyor.
“Bir ay ismi vardı. Araştırmalarım sonucu o
ay isminin yanlış okunduğunu gördüm. İsimler genelde
mana vermez ama 200 seneden beri yanlış bilinen bir
bilgiyi düzelttim. Makale yayımladım. 1970’lerde
oldu, bu. O zaman 30’lu yaşlarımdaydım. ‘Ben bundan
ekmek yediğime göre bunu iyi yapmam lazım’ dedim o
gün. Altmıştan fazla yurtdışı gezim oldu. Kendi
devletim de görev olarak 20-30 defa beni gönderdi.
Bu bir Sümerolog için rekor. Bundan ekmek yemek
istediğiniz zaman en iyi olmaya çalışmak
zorundasınız.”

Kayseri meydanındaki Kültepe tableti
replikası Veysel Donbaz tarafından yazıldı. Replika,
Asurca
Boğazköy tabletlerinin Berlin’den
getirilmesi
Donbaz, Boğazköy tabletlerinin Türkiye’ye
getirilmesinde de rolü olan isimlerden. 1906-1912
yılları arasında Çorum’un Sungurlu kazasına yakın
Boğazköy'de yapılan kazılarda bulunan tabletler,
konservasyon için 33 sandık içinde Berlin’e
gönderilmiş. Bunlar arasında iki de sfenks
bulunuyordu. Tabletlerin bir kısmı 1939 yılına kadar
geri gönderilmiş. Ancak geri kalan 9150 tableti
Türkiye’ye getiren Veysel Donbaz. Sfenkslerden biri
de 85 yıl sonra getirilebildi.
“Boğazköy Hititlerin başkenti. Sfenksler
konusunda zorluk yaşadık. Tabletleri 1940’a kadar
2500 tablet geri gelmiş. Sfenksin biri de gelmiş
fakat 2. Dünya Harbi patlayınca yollanmamış. Biz de
talep etmemişiz. 1978’e kadar girişimimiz olmamış.
Bana verildi bu görev. Almanlar vermiyor bir
sfenksi. Biz heyet olarak gittik. UNESCO da bir şey
yapamıyor. ‘Verseniz iyi olur’ diyor, sadece. En
sonunda herkes çok çaba harcadı. 7 bin 500 tableti
daha verdiler. Medccane getirdik. Ankara’ya
götürdüğümde karşılayan olmadı. Sfenksi almamız uzun
sürdü. Ertuğrul Bey’e (Ertuğrul Günay-2011
yılının Kültür Bakanı) nasip oldu. Şimdi ait
oldukları yerdeler. Boğazköy de bekliyorlar. Onu
alamasaydık, kültür hazinemiz eksik olacaktı.”
Emekli edildi
Veysel Donbaz, devlet memurluğu süresince sayısız
görevlendirme aldı. 1987 yılında Hitit tabletlerinin
geri getirilmesi ve 1990 yılında da Hitit Sfenksi
müzakereleri bunlardan ikisi. 2003 yılında Paris
UNESCO Üst Düzey Eksperler Toplantısı’na katıldığı
sırada emekli edildiğini öğrendi. İtiraz etse de,
sonuç değişmedi. 2004 yılında, o çok sevdiği
görevini resmi olarak bıraktı. Emekli olduğunda,
hayatının tam 43 yılı İstanbul Arkeoloji
Müzeleri’nde geçmişti.

Hitit dönemine ait İvriz kaya kabartması ve Veysel Donbaz'ın karikatürü
Karikatürist ve ressam
Çok yönlü olduğu bir gerçek. Veysel Donbaz aynı
zamanda ressam ve karikatürist. Her iki alana da
1970 yılında başladı. 1971 yılında İngilizce
çıkardığı ‘Arkeolojik Karikatürler’ isimli kitap,
arkeolojiyle karikatürün kesişmesi. Kitapta, Nehir
Tanrısı Okeanos’un heykeli bir plajda güneşlenirken
karikatürize edilmiş. Heykelin orijinali İstanbul
Arkeoloji Müzesi'nde. Yine dünyaca ünlü İskender
Lahdi de, Donbaz’ın karikatürize ettiği bir eser.
Uzun cephesinde Makedonya Kralı Büyük İskender’in
Perslerle yaptığı savaşın rölyefleri yer alır.
Donbaz’ın karikatüründe ise, polis ile
göstericilerin çatışması.
aljazeera.com.tr,
31.01.2017
|
 |
AMASYA'DA KAÇAK
KAZIDAN 4 KİŞİ GÖZALTINA ALINDI
Amasya jandarma ekipleri, kaçak kazı yaptıkları
iddiasıyla 4 kişiyi gözaltına aldı.
Olay Amasya Merkeze bağlı İbecik Köyü'nde meydana
geldi. Kaçak kazı yapıldığı ihbarı üzerine jandarma
İbecik Köyü Gavur Dağı mevkiinde operasyon yaptı.
Durdurulan bir araçta yapılan incelemede bir hilti
ve inşaat malzemeleri olduğu tespit edildi. Araçta
bulunan 4 kişi jandarma tarafından gözaltına alındı.
Jandarma ekipleri 4
kişinin ifadeleri sonrasında tarif edilen 5 ayrı
yerde kazılmış alanlarda yaptığı incelemede 2 hilti,
1 jeneratör, 6 patlama kapsülü, 20 metrelik
ateşleyici kablo, bir el feneri, 20 kilo gübre, 5
hilti ucu, kazma, kürek ve balyoz olan 8 kazı
malzemesi ele geçirdi.
Sözcü, 31.01.2017 |
DEFİNE AVCILARININ YAPTIKLARI PLANLAR ŞAŞIRTTI
Burdur'da define avcılarının yaptığı planlar
filmleri aratmadı. Önce şüphe çekmemek için tarlaya
konteyner ev yerleştirdiler. Daha sonra konteyner
evin tabanını keserek 12 metre tünel kazdılar. 6
define avcısından 3'ü jandarma operasyonu ile
suçüstü yakalandı.
TAM 12 METRE TÜNEL KAZDILAR
Burdur'a bağlı Yazır Köyü'nde bulunan tarihi
kalede define avına çıkan şahıslar, konteyner evin
tabanını keserek 12 metre tünel kazdı. Kaçak kazı
yapan 6 şahıstan 3'ü jandarma operasyonu ile suçüstü
yakalandı.

Burdur İl Jandarma Komutanlığı ekipleri, Çavdır
İlçesi Yazır Köyü'nde kaçak kazı operasyonu
düzenledi. Tarihi kalede kaçak kazı yapan define
avcılarının yöntemleri jandarma ekiplerini bile
şaşırttı.
Çavdır İlçesi'ne bağlı Yazır
Köyü'nde bulunan
tarihi kalede kaçak kazı yapan define avcılarının
yakalanmamak için tüm detayları hesapladığı ortaya
çıktı. Kaleye yakın bir araziye ilk önce konteyner
ev yerleştiren define avcıları, daha sonra kalenin
bulunduğu Gedik mevkiinde kar yağışının etkili
olması nedeniyle konteyner eve soba kurarak burada
yaşamaya başladı.
Kalede define avına çıkan 6 şahıs, konteyner evin
tabanını keserek, toprağı kazmaya başladı. 12 metre
derinliğe inen define avcıları, altın yerine su
buldu. Define avcıları, kazma işlemine devam
ederken, kaçak kazı yapıldığı duyumunu alan jandarma
ekipleri de harekete geçti.

Yazır Köyü Gedik mevkiindeki konteyner eve baskın
düzenleyen jandarma ekipleri, O.U, B.U ve A.T isimli
şahısları suçüstü yakaladı. Operasyonda kaçak kazıda
kullanılan 1 adet iş makinesi, 1 adet jeneratör, 50
litre benzin, 1 adet hilti, 1 adet elektrikli vinç,
20 metre halat ve 1 adet av tüfeği ele geçirildi.
Şahıslar Çavdır İlçe Jandarma Komutanlığında
ifadelerinin alınmasının ardından serbest
bırakılırken, kaçak kazıya karışan M.O, İ.Y ve
H.T.D'nin ise yakalama çalışmalarının devam ettiği
öğrenildi.
Akşam, 31.01.2017
|
YÜRÜYEN KÖŞK İÇİN YENİDEN UNESCO'YA BAŞVURULUYOR

Atatürk’ün Yalova’da bir dalını kesmemek için raylar
üzerinde yürüttüğü ve bu nedenle de Yürüyen Köşk
olarak bilinen tarihi yapının UNESCO Dünya Kültürel
Mirası listesine alınması için Yalova Belediyesi bir
kez daha harekete geçti.
2016 yılında Unesco’ya
başvuran Yalova Belediyesi Atatürk’ün Yürüyen
Köşk’ünün Dünya Kültürel Mirası listesine alınmasını
istemiş ancak UNESCO geç kalındığı gerekçesi ile
tarihi yapıyı listeye almamıştı. Yürüyen Köşk’ün
UNESCO Dünya Kültürel Mirası listesine alınması için
yeniden başvuruda bulunacaklarını belirten Yalova
Belediye Başkanı Vefa Salman dosyayı bakanlığa
gönderdiklerini dile getirdi. Salman, "Yürüyen
Köşk’ün Unesco Kültürel Mirası listesine alınması
için çalışma başlattık. Geçen yıl bize geç kalındığı
ifade edildi. Bu yıl yeniden başvuru yapıyoruz.
Yazıyı bakanlığa gönderdik. Bir alan ya da yapının
Kültürel Miras olması için 10 maddelik kriterler
listesinden en az 1 maddeyi üzerinde taşıması lazım.
Bizim tespitlerimizde Yürüyen Köşk bu maddelerden en
az 3 tanesine sahip. Bu da Yürüyen Köşk’ün UNESCO
Kültürel Miras Listesine girme şansını çok
arttırıyor. Biz tekrar bu yola çıktık. Bu konuda
araya hatırlı kişileri de sokacağız. CHP
Milletvekili Şafak Pavey bu konuda bize destek
verecek ama ben Yalova Valimizden ve
milletvekillerimizden de destek bekliyorum. Bu
Yalova’yı ilgilendiren bir konudur ve birlik
içerisinde hareket etmemiz şarttır" şeklinde
konuştu.
Milliyet, 31.01.2017 |
KONYA'DA SELÇUKLU KAFE

Konya Karatay’daki Safa Royal Museum Hotel inşaatı
sırasında 8 metre derinlikte Selçuklu kalıntıları
ortaya çıktı.
Kalıntıların olduğu bölüm “müze”,
üstü de otel oldu. 2012 yılında otelin temeli
atıldıktan sonra devam eden inşaat çalışmaları
sırasında Selçuklu kalıntılarına rastlandı.
Yerin
yaklaşık 8 metre altında Selçuklu Hükümdarı I.
Alaeddin Keykubat tarafından 1221’de yaptırılan
Konya Dış Kalesi’ne ait Ertaş Kapısı ile daha önceki
dönemlerde yapıldığı değerlendirilen ve haç
işaretleri de bulunan dış kale burçları ortaya
çıktı.
Otel yöneticileri, Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü’ne haber
verdi.
Kalıntılar koruma altına alınırken kurul
kararıyla yeniden projelendirilen otel inşaatı devam
etti. Eserlerin sergilenebilmesi için de zemin
katında yeni düzenleme yapıldı.
Royal Museum
Hotel’in Ön Büro Müdürü Mustafa Akbaş, “Müşteriler
için zemin katta küçük bir kafe tarzı oluşturduk.
İnsanlar hem bu tarihi kalıntıları gezip
inceliyorlar hem de oturup çay içip sohbet
ediyorlar” dedi.
Büyükşehir Belediyesi tarafından
yaptırılan ve Selçuklu İlçesi’nde bulunan Zindankale
Katlı Otopark inşaatının 2007 yılındaki hafriyat
çalışması sırasında da Selçuklu dönemine ait sur
duvarı bulunmuştu.
Karatay İlçesi’nde bir mobilya
mağazası ve atölyesinin altında da tarihi kalıntılar
yer alıyor.

Habertürk, Haber: Zafer Samancı, 31.01.2017 |
İRAN'DA MÜZEYE DÖNÜŞTÜRÜLEN BİR KÖPRÜ

CAAT Studio, İran'ın Tahran'daki Mirdamad Köprüsünü
canlandıran bir açık antropoloji müzesi oluşturma
amacıyla, "Unutulan Kent Mekanlarının Organize
Edilmesi" isimli bir proje tasarladı.

7 metre yüksekliğinde ve 14,1 metre
genişliğindeki mevcut köprüye dair yapılan kapsamlı
bir çalışmanın sonucunda geliştirilen tasarım ile
alanın yaya niteliğinin geliştirilmesine
odaklanılmış.

Köprü altındaki gürültü sorununun ele alındığı
projede, kapalı sütunlarla birlikte "tepe ve gövdede
akustik bir mod" oluşturmak için kubbe ve kemer
benzeri bir geometri kullanılmış.

Benzer şekilde, alanda izleyicinin dikkatini çekmek
için vitrinler, çoğunlukla yaya geçitlerinin
kullanıldığı göz hizasındaki yerlere yerleştirilmiş.


Mimarlar, Tahran'da arazi değerlerinin çok yüksek
olduğunu, kültürel bir kompleks oluşturmanın çok
fazla bütçe gerektirdiğini ve mevcut binaların
tahrip edilmesine neden olabileceğini ifade ediyor
ve ekliyor: "Bu da, ortak hatıraların kaybolmasına
neden olacaktır. Bu nedenle çözümü, unutulmuş ve
kaybolmuş alanlarda bulmak daha iyi."
Arkitera,
Kaynak: ArchDaily, Haber: Nilüfer Karakoç,
30.01.2017 |
İNŞAAT ALANINDAKİ KAZILARDA TARİHİ ÖLÜ GÖMME KABI
BULUNDU
Muğla'nın Milas İlçesi'ndeki bir inşaat alanında
devam eden kazıda, içinde yanmış
insan kemikleri bulunan ölü saklama kabına
rastlandı.
Milas Müze Müdürlüğü
ekiplerince, İsmet Paşa Mahallesi Sanayi
Caddesi'ndeki bir inşaat alanında sürdürülen kazı
çalışmalarında, zeminin iki metre altında, 40
santimetre uzunluğunda seramik kap bulundu.

İçinde yanmış insan
kemikleri bulunan ve mezar olarak kullanıldığı
değerlendirilen kap, inceleme yapılması için Milas
Arkeoloji Müzesi Müdürlüğüne götürüldü.

İncelemede, ölü
saklama amaçlı kullanılan kabın, Hellenistik döneme
ait olduğu bildirildi.
Milas Emniyet
Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele
Grup Amirliği ekipleri, İsmet Paşa Mahallesi Sanayi
Caddesi'nde bir inşaat alanında tarihi kalıntılara
rastlanılması üzerine, Milas Arkeoloji Müzesi
Müdürlüğüne bilgi vermiş, alanda başlatılan kazı
çalışmasında, daha önce, girişi betonla kapatılmış
oda mezar ile ölü saklama kabı bulunmuştu.
Anadolu Ajansı, Haber: Mutlu Hazer, 29.01.2017
|
FRANSA'DA 38 BİN YILLIK GRAVÜR KEŞFEDİLDİ
Uluslararası araştırmacılar, Fransa'da 38 bin yıllık
gravür keşfetti.
Newyork Üniversitesi’nden kazının sorumlusu
Antropolog Randall White, Fransa'nın güneybatısında
yer alan Vezere Vadisi kazısında, 38 bin yıl önceye
ait kaya üzerine çizilmiş bir gravür keşfedildiğini
duyurdu. White, yeni keşfin, ilk modern insanın
batıya doğru ilerleyişi sırasında Avrupa boyunca
süsleme ve desenleme sanatına ışık tuttuğunu dile
getirdi. Eserin 43 bin ila 33 bin yıl öncesinde
yaşandığı bilinen üst paleolitik devrin kültürüne
ait olduğu tahmin ediliyor. Gravür, Batı Avrasya'da
keşfedilmiş en eski sanat eserleri arasında da yer
alıyor.
Hürriyet, 29.01.2017 |
 |
AYA İRİNİ'YE ACİLEN RESTORASYON GEREK
Bizans’tan kalan bu eski kilise bugün bir konser
salonu vazifesi görüyor. Bu ihtişama söylenecek
şey yok; ne var ki acil bir restorasyonun
gerekliliğini sadece uzmanlar değil, her
Allah’ın kulunun gözü görüyor. Kimse “Orayı
kapatıyorlar” gibi itirazlar ileri sürmesin.
Önce bize tarihin emanet ettiği binayı
kurtaralım.
Roma doğuya kayıp
İstanbul’un başkent (Nea Roma) ve resmen
Hıristiyan olmasının ardından şehrin en önemli
kiliselerinden biri Aya İrini’ydi. Dördüncü
yüzyıldan gelmektedir. 532 yılındaki büyük
yangında bütün ahşap kiliseler gibi o da yandı
ve 548 yılında bugünkü formuyla yeniden
yapıldı.
Yapıda avlu, atrium, kilisenin girişi
(narteks) ve geniş bir ana mekan (naos) yer
alır. Yarım bir kubbenin altında apsis bölümünde
onlarca ruhaninin oturduğu bir ikonastisis de
vardı. Koronun bulunduğu mihrap fevkaladedir ve
birhaç salona hakimdir.
Aya İrini 8’inci yüzyıldan kalma en eski
ikonoklast kilisedir. Bu dönemi yansıtan en
büyük yapıdır. ‘Put kırıcılık’ kavgasında
başkentin en belirgin kilisesi konumundaydı.
Fetihten sonra da camiye çevrilmedi. Osmanlı
ordusunun zaferlerden elde ettiği sancak ve
bayrakların saklandığı bir depo haline geldi.
Sonraları askeri silahların toplandığı, 1840’ta
ise Tophane Müşiri Fethi Ahmet Paşa’nın
gayretiyle de eski eserler müzesi olarak
kullanılan bir bina oldu. Arkeoloji müzemiz
(Müze-i Hümayun) kurulduktan sonraysa sadece
silahların saklandığı bir yere döndü.

Aya İrini 8’inci yüzyıldan kalma en eski ikonoklast kilisedir. Bu dönemi yansıtan en büyük yapıdır. ‘Put kırıcılık’ kavgasında başkentin en belirgin kilisesi konumundaydı.
12 ASIRDIR CİDDİ TAMİRAT BEKLİYOR
Aya İrini, 8’inci yüzyılda son yapılışından
beri, neredeyse 12 asra yakın bir zaman kısmi
tamirlerin dışında ciddi bir restorasyondan
geçmedi. Bugün burası İstanbul’un ve dünyanın
izlediği konserlerin verildiği bir ‘concert
hall’ vazifesini görüyor. Bu ihtişama söylenecek
şey yok; ne var ki acil bir restorasyonun
gerekliliğini sadece uzmanlar değil, her
Allah’ın kulunun gözü görüyor. Acil ve maalesef
uzun sürecek bir restorasyon gerekli. Kimse
oralı değil, restorasyon için kapatıldığında da
“Orayı kapatıyorlar” gibi itirazlar ileri
sürmenin pek anlamlı olacağını zannetmiyorum.
Önce tarihin bize emanet ettiği binayı
kurtaralım.
Hürriyet, Yazı: İlber
Ortaylı, 29.01.2017
|
Özlem Kumrular ve Mehmet Perinçek, önemli tarihçi ve
uzmanlarla yaptığı söyleşileri "Zaman Treni
- Tarihin Renkli Vagonlarında Bir Seyahat"
kitabında bir araya getirdi.
Kitapta Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
öğretim üyesi Prof.Dr. Yaşar Çoruhlu ile yapılmış
bir söyleşi de var. Çoruhlu, söyleşide pantolonun
kökeninin Orta Asya’ya dayandığını iddia etti.
Çoruhlu, şunları söyledi:
“Üzenginin kullanılması savaş tarihi için devrim
niteliğinde bir şey sonuçta. İlk olarak İç Asya’da
keşfediliyor. Büyük ihtimalle de Türk toplulukları
içerisinde bulunuyor ve oradan yayılıyor. Çünkü
Türklerin savaşçı unsurunun dörtte üçü süvarilerden
oluşuyordu. Hatta birçok farklı bölgede etkin oluyor
Türk askeri sistemi, Türk askeri giyim-kuşamı.
Öncelikle Çin’i etkiliyor. Çinliler bakıyor ki
kuzeyden gelenlere sürekli yeniliyor, sürekli reform
yapıyorlar. Hemen çizme, kolay hareket etmeyi
sağlayan pantolonları alıyorlar ve Çin’de askeri
kıyafet olarak kullanıyorlar.
“Pantolon İç Asya’da çok erken dönemlerde
oluşmuş. Neredeyse Taş Devri’ne kadar gidiyor. Tabi
Türklerin Taş Devri’yle ilgisi teşhis edilebilmiş
değil. O, çok uzun ve eski bir dönem. Zaten etnik
yapılar belirlenemiyor Taş Devri’nde. Ama Tunç
Devri’nden itibaren Proto-Türklerle ilgili olan
dönemler başlıyor. Ancak Tunç Devri’nden sonra
kültürel, mitolojik unsurların esasları Paleolitik
Devir’den itibaren yani Taş Devri’nden itibaren
atılıyor Orta Asya’da.
“Daha sonra oluşan uluslar bunları alıp
millileştiriyor ve kendi kültür anlayışlarına göre
dönüştürüp kullanıyorlar. Türkler de aynı şeyi
yapıyor. Sonuçta onlar da Tunç Devri’nde o
dönemlerdeki kültürlerin içerisinden doğuyor. Bozkır
ekonomisi diye bir şey ortaya çıkıyor. Hayvancı
kültür ağırlıklı bir kültür gelişmeye başlıyor.
Tabii burada yine tamamen hayvancı kültür diye bir
şey değil, çünkü belirli yerlerde tarım da yapıyor
Türkler. Mesela Hunların özel bir cins fasulye
yetiştirdiğini anlatıyor Çinliler.”
Odatv,
29.01.2017
|
TARİHİ REZALETİN GÖRÜNTÜLERİ ORTAYA ÇIKTI

İstiklal Caddesi’nin en eski binalarından Narmanlı
Han’ın belgeseli çekildi. Bir dönem Narmanlı Han’da
yaşayan Türk edebiyatının usta ismi Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın kaldığı odanın yıkık görüntüleri ise
dikkat çekti.
2015 yılında başlayan restorasyon çalışmaları
öncesinde Narmanlı Han’a giren Handan İnci ve Müjdat
Arslan, tarihi Han’ın ve Tanpınar’ın yaşadığı odanın
perişan görüntüsünü fotoğrafladılar. Restorasyon
başlamadan önce yapımcı ve yönetmen Burcu Soydan ile
Umut Mete Soydan bina hakkında belgesel çektiler.
Narmanlı’nın son misafirleriyle söyleşi yapılarak
hazırlanan belgesel hiçbir televizyon kanalı
tarafından gösterilmedi. 1950’lere kadar Bedri Rahmi
Eyüboğlu, Aliye Berger, Tatyana Moran, Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın çalışma ve yaşama mekanı olan Han’ın
görüntüleri içler acısı.
İşte Narmanlı Han’da usta romancı Ahmet
Handi Tanpınar’ın kaldığı odanın görüntüleri:
 
 
 
 
 
 

NARMANLI HAN VE AHMET HAMDİ TANPINAR
1831’de İtalyan mimar Giuseppe Fossati tarafından
inşa edilen Narmanlı Han, İstiklal Caddesi üzerinde,
Taksim’den Tünel’e inerken sağ tarafta yer alır.
Yapıldıktan sonra uzun yıllar Rus elçilik binası
olarak kullanılmıştır. Elçilik başka yere
taşındıktan sonra bir müddet konsolosluk büroları
burada hizmet vermeyi sürdürür. 1933’te bina Avni
Narmanlı ve Sıtkı Narmanlı adlı iki tüccar
tarafından satın alınır. Eminönü’ndeki işyerlerini
buraya taşıyan Narmanlı kardeşlerle birlikte onların
adıyla anılmaya başlayan handa halıcı, antikacı,
noter ve konfeksiyoncuların yanı sıra zamanla
heykeltraş, ressam ve yazarlar da yer kiralamaya
başlar. Narmanlı Han, 1950’lere kadar Bedri Rahmi
Eyüboğlu, Aliye Berger, Tatyana Moran, Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın çalışma ve yaşama mekanı olur.
Tatyana Moran, Tanpınar’ın Narmanlı Han’a
nasıl yerleştiğini şöyle anlatıyor:
“Hamdi profesör olarak Edebiyat Fakültesi’ne
girdi. Aynı zamanda da Güzel Sanatlar’da ders
veriyordu. Mali durumunu düzeltmişti. Bana artık
ablasının evinden ayrılıp taşınmak istediğini
söyledi. Aklıma derhal bizim Narmanlı yurdunda giriş
katında küçük bir daire geldi; bir büyük oda, mutfak
ve banyodan ibaretti. Ucuza da vereceklerdi. Teklif
ettim. Hamdi çok sevindi. Derhal tuttu ve taşındı.
Perde olarak gazeteler yapıştırdı. Bir iki tabak,
bardak satın alındı.
Hamdi bir gün hasta oldu. Bizim hizmetçi Melahat
aşağıya inip, ‘Hamdi Bey nedir o eski yorgan, o sizi
ısıtmıyor, perdeleriniz de yok, niye böyle
oturuyorsunuz?’
‘Param yok’ demiş Hamdi.
‘Bunları taksitle size yaptırırım’ ve yaptırdı
da.
Bu daire her akşam dolup taşıyordu; Bedri Rahmi,
karısı, kızkardeşi Mualla (şimdi Anhegger’in karısı)
Sabahattin Eyüboğlu, ressam Zeki Faik İzer, Mehmet
Ali Cimcoz ve karısı Adalet… Türküler söylenir,
yenilip içilirdi” (Tatyana Moran, Dün, Bugün,
İletişim Yayınları, 2000, s.111).
Haldun Taner ise Tanpınar’ın Narmanlı yıllarını
şöyle anlatır: Ahmet Hamdi Tanpınar’ın en bereketli
yılları narmanlı yurdu’ndaki bekar odasında geçti.
Odatv, 28.01.2017
|
BEYLİKDÜZÜ'NDE ELE GEÇİRİLDİ! PİYASA DEĞERİ 3 MİLYON
DOLAR...
İstanbul Emniyet
Müdürlüğü, Kaçakçılık Şube Müdürlüğü'nün
Beylikdüzü'nde yaptığı operasyonda Abbasi ve
Fatimiler dönemine ait altın paralar ele geçirildi.
İstanbul Kaçakçılık Suçlarıyla Mücadele Şube
Müdürlüğü ekipleri tarihi eser kaçakçılığı
yapılacağı yönünde bir bilgi üzerine çalışma
başlattı. Polis ekipleri 25 Ocak Çarşamba günü
Beylikdüzü'nde bir adrese operasyon düzenledi.
Yapılan aramalarda 1'i Muvahhidun, 3'ü Abbasi, 1'i
Fatimi dönemine ait toplam 5 altın sikke buldu.
Operasyon kapsamında şüpheli A.Z.(59) ve M.Z.(19)
gözaltına alındı.
SİKKELER İNCELENMEYE GÖNDERİLDİ
Operasyon kapsamında ele geçirilen sikkeler
incelenmek üzere İstanbul Müze Müdürlüğü'ne
gönderildi. Müze müdürlüğünden gelen ilk bilgiye
göre önemli koleksiyon parçaları olduğu öğrenilen
sikkelerin toplam değerinin yaklaşık 3 milyon dolar
olduğu öne sürüldü.
Milliyet, Haber: Musa Kesler,
27.01.2017
|
FRİGLERİN 3 BİN 200 YILLIK KAYA EVLERİ TURİZME
KAZANDIRILACAK
Bolu'nun Seben
İlçesi'ndeki
MÖ 1200'lü yıllarda Frigler tarafından
yapıldığı düşünülen kaya evleri, ilçeye gelen
ziyaretçi sayısının artırılması amacıyla turizme
kazandırılacak.

İlçenin Solaklar Köyü
mevkisindeki kaya evlerinin turizme kazandırılması
için yaklaşık 10 yıl önce çalışma başlatılsa da
bölgenin tanınırlığı henüz istenilen seviyeye
ulaşamadı.

Bir tepe üzerine elle
oyularak yapıldığı düşünülen odalardan oluşan 4
katlı kaya evlerinin daha fazla tanıtılması amacıyla
bölgede çalışmalar yapılması planlanıyor.
Seben Belediyesi
tarafından bölgenin güzelleştirilmesi ve buraya
gelen turistlerin konaklamasını sağlamak amacıyla
kütük evler yapılırken, kaya evlerinin restore
edilmesi ve alanın peyzajı için proje hazırlandı.
Anadolu Ajansı, Haber: Zafer Göder, 26.01.2017
|
BATMAN'DAKİ 650 YILLIK ZEYNEL BEY TÜRBESİ, HASANKEYF
YENİ KÜLTÜREL PARK ALANINA TAŞINACAK
Batman'ın
Hasankeyf İlçesi'nde Ilısu Barajı tamamlanınca su
altında kalacak 650 yıllık Zeynel Bey Türbesi,
Hasankeyf Yeni Kültürel Park Alanı'na 52 kişilik
ekip tarafından 8 saate taşınacak.

Batman'ın Hasankeyf
İlçesi'nde Ilısu Barajı'nın
tamamlanması halinde su altında kalacak 650 yıllık
Zeynel Bey Türbesi, taşıyıcı
treyler sisteminin kullanılacağı 8 saatlik
çalışmayla yeni yerine alınacak.
Ilısu Barajı ve HES
Projesi Kültürel Varlıkları Koruma ve Kurtarma
Çalışmaları kapsamında Zeynel Bey Türbesi'nin,
Hasankeyf Yeni Kültürel Park Alanı'na taşınması için
çalışmalar yoğun şekilde sürdürülüyor.

Devlet Su İşleri Genel
Müdürlüğünce iki yıl önce ihale edilen ve Diyarbakır
Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunca onaylanan
projeye göre, bin 100 tonluk türbe, tek parça
halinde "Hollanda" yöntemiyle yeni yerine taşınacak.
Taşıyıcı treyler
sisteminin kullanılacağı çalışmalar, aralarında 6
mühendis ve 3 mimarın da yer aldığı 52 kişilik ekip
tarafından gerçekleştirilecek.
Zeynel Bey Türbesi,
1462-1482'de Hasankeyf'te hüküm süren
Akkoyunlular'dan kalan tek eser olma özelliğini
taşıyor.
Anadolu Ajansı, Haber: Yılmaz Ekinci,
24.01.2017
|
22 - 28 Ocak 2017
|
ÖZBEKİSTAN'DA 2 BİN YILLIK YERLEŞİK YAŞAM İZİ
BULUNDU
Fergana Vadisinde yerleşik yaşam izlerinin
en az 2 bin yıl öncesine uzandığı Mingtepe
kazılarında ispatlandı.
Çin'den Vietnam, Kamboçya, Laos, Moğolistan,
Bangladeş, Pakistan, Türki Cumhuriyetler, İran ve
Türkiye'ye uzanan tarihi İpek Yolu havzasında yer
alan önemli arkeolojik kazılardan biri de
Özbekistan'da sürüyor. İpek Yolu üzerindek
kalelerden Mingtepe'nin yeni bulguları açıklandı.
Tarihi İpek Yolu'nun önemli duraklarından Fergana
Vadisi sınırlarında bulunan, Özbekistan'daki
Mingtepe kazılarında Orta Asya steplerinin tarihinin
aydınlanmasına katkı sağlayacak önemli bilgiler elde
edildi.
2012 yılından bu yana beş kez arkeolojik kazı
yapılan Mingtepe'de bulunan eski
çağlardan kalma surlarla çevrili alanda elde edilen
bulgular, Çinli ve Özbek Arkeologların katıldığı bir
Workshop toplantısınde değerlendirildi.
Çin Sosyal
Bilimler Akademisi (CASS) Arkeoloji
Enstitüsü tarafından
yapılan açıklamaya göre; Özbekistan'da Fergana
Vadisi'nin güneydoğusunda kalan ve Andigon kenti
yakınlarında yer alan Mingtepa kalıntılarında
ortaya çıkan bulguların,
2000 yılı aşkın bir
süre önce yalnızca göçebeler için geçici bir
garnizona değil, kalıcı bir yerleşim alanına ait
olduğuna dair önemli ipuçları elde edildi.
En dar yerleri 500 ile 800
metre, en geniş yerleri 1,300 metreye kadar 2.100
metreye kadar olan Mingtepe'deki surlarla
çevrili yerleşim alanı içinde;
alanın batı kapısı
yakınlarına geçen yıl bir el sanatları
atölyesinin yıkıntılarını ve mezarlık ortaya
çıkarıldığı belirtildi. MÖ birinci ve ikinci
yıllara ait kalıntıların yaklaşık 2.155 yıllık
olduğu tahmin ediliyor.
CASS Arkeoloji Enstitüsünün raporuna
kazılarda
hassas ölçüm, bilgisayarla haritalama ve veri
analizinde önemli rol oynayan Luoyang
shovel adlı
bir Çinlilerin geliştirdiği bir program da
kullanıldı.
CASS Arkeoloji Enstitüsü,
araştırma Bölümü direktörü Zhu Yanshi Tan,
"Özbek arkeologları ve Çinli arkeologlar alanda uyum
içinde çalışıyor ve önemli sonuçlar elde ediyorlar.
Ünlü Fergana Atları ile tanınan Dayuan
Devleti'nin bu topraklarda hüküm sürdüğü biliniyor
ve bu kazıların onların tarihini aydınlatmaya da
faydaları olacağı tahmin ediliyor" dedi..
CASS Arkeoloji Enstitüsü
Wang Wei ise
Mingtepa kalıntılarının kazı ve incelemesinin uzun
vadeli bir çaba olacağına dikkat çekti ve bir
sonraki adımın kazılardan ve araştırmalardan elde
edilen bulgulara dayanarak Mingtepa'nın arkeolojik
kronolojisini oluşturmak olacağını söyledi.
arkeolojikhaber.com, 26.01.2017
|
1914’te Mısır’da bulunan 4 bin yıllık bir mumya,
bilim insanlarının titiz çalışması sonucu kavuştuğu
yeni yüzüyle Almanya’daki müzede ziyaretçilerini
bekliyor.

Mısır'ın Eski Krallık dönemine ait olup hakkında
en çok araştırma yapılan mumyalarından biri olan 2.
Idu yeni yüzüne kavuştu. Almanya'nın Hildesheim
kentinde bulunan Roma Pelizaeus Müzesi'nin en
değerli parçalarından olan mumya en son teknikler
kullanılarak yeniden yapılmış yüzüyle ziyaretçilerle
buluştu. Eski Krallık döneminde, MÖ 2200-2000'de
görev yapmış üst düzey bir krallık görevlisine ait
olan mumyanın yaklaşık olarak 4000 yaşında olduğu
tahmin ediliyor. Mumya 1914'te Gize piramitlerinin
batı mezarlık bölümünde bulunmuştu. Dijital
teknikler kullanılarak ayrıntıları çıkartılan
mumyanın kafası önce bir model üzerine aktarıldı.
Köpükten yapılan kopyaya son rötuşlar sanatçı
Konstanze Thomas- Zack tarafından yapıldı. Müzenin
direktörü Regine Schulz yaptığı açıklamada "2. Idu
artık korkutucu ifadeye sahip bir mumya değil,
günümüzden biri gibi gözüküyor" dedi. Müzede kendisi
için hazırlanmış özel bir odaya taşınan 2. Idu'nun
başı burada mezarından çıkartılan diğer eşyalarıyla
birlikte sergileniyor. 2. Idu'ya ait mumyalanmış
iskelet ve sedir ağacından yapılmış tabutu haricinde
sergilenen eşyalar arasında bir adet başlık,
görevine ilişkin pullar, midye kabukları ve altın
ziynet eşyaları bulunuyor.
Sabah, 26.01.2017
|
ISPARTA'DAKİ PİSİDAİ ANTİOCHEİA ANTİK KENTİNDE
GLADYATÖRLER OKULU OLABİLİR
Isparta’nın Yalvaç
İlçesi yer alan Pisidia Antiocheia antik kentinde
kazılar sonucunda bulunan tiyatroda açığa çıkan
gladyatör kabartmaları, kentte gladyatör okulu
olabileceğini gösteriyor.

Isparta’nın Yalvaç
İlçesi'ndeki Pisidia Antiocheia antik kentinde 1980
yılında Dr. Mehmet Taşlıalan ve ekibi tarafından
başlatılan kazı çalışması sonucu bir tiyatro ortaya
çıkarıldı. Yalvaç Müzesi’nde sergilenen ve üzerinde
gladyatör resimlerinin bulunduğu kabartmalarda
yapılan incelemede tiyatronun gladyatör müsabakaları
yapılan bir alan olduğu bilgisine ulaşıldı.

Süleyman Demirel
Üniversitesi (SDÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji
Bölümü öğretim üyesi ve Pisidia Antiocheia Antik
Kenti Kazı Başkanı Prof.Dr. Mehmet Özhanlı, 2
lejyon birliğinin konuşlandığı antik kentte
savaşçıların ölümüne maçlar yaptığı, bazen
gladyatörlerin birbiriyle bazen de vahşi hayvanlarla
dövüştüklerini betimleyen kabartma resimler olduğunu
aktardı. Özhanlı, “Roma döneminde İmparator Augustus
tarafından kolonileştirildikten sonra kente 2 lejyon
emekli askerin yerleştirilmiş olduğunu biliyoruz.
Kentin tiyatrosunda gladyatör oyunlarının
düzenlenmiş olduğunu hem tiyatro içindeki
düzenlemelerden hem kentte ele geçen gladyatör
kabartmalarından anlıyoruz” dedi.
Gladyatör okulu olabilir
5 bin
kişilik küçük bir tiyatro olmasına karşın orkestra
duvarlarının yükseltildiğini ve caveada (antik dönem
tiyatrolarında oturulan bölümlere verilen ad)
oturanların hizasına kadar çıkarıldığını vurgulayan
Özhanlı, “Bu da tiyatroda hem insanın insana karşı
mücadelesi hem de yabani hayvanlara karşı gladyatör
oyunları olduğunu belgeliyor. Roma İmparatorluk
döneminde belki de bir gladyatör okulu olabileceği
belgelemektedir” diye konuştu.
DHA, 25.01.2016
|
İNŞAAT SAHASINDA ODA MEZAR KALINTILARI BULUNDU
Muğla'nın Milas İlçesi'nde süren bir inşaatın bahçe
bölümü olarak ayrılan alanda, oda mezar olduğu
sanılan tarihi kalıntılar bulundu.

İsmetpaşa Mahallesi Sanayi Caddesi üzerinde yaklaşık
2 ay önce başlayan bir apartman inşaatının bahçe
bölümünde, oda mezar olduğu tahmin edilen
kalıntılara rastlandı. Bölgede Muğla İl Emniyet
Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele
Milas Grup Amirliği Ekipleri ve Milas Müze Müdürlüğü
Ekipleri'nce çalışma başlatıldı. Mezar olduğu
sanılan yapının hemen yanı başında duran küp,
bulunduğu yerden çıkarılarak Milas Müze Müdürlüğü'ne
götürüldü. Mezardaki kurtarma çalışmaları ise
sürüyor. Oda mezarın ve diğer buluntuların hangi
döneme ait olduğu ise yapılan araştırmaların
ardından belli olacağı öğrenildi.



Milliyet, Haber: Oktay Çayırlı, 25.01.2017 |
ÇALDAĞI VE AOÇ BİRA FABRİKASININ YAPILAŞMASINA YARGI
FRENİ
Yargı, Ankara’nın bakı noktası Çaldağı’nın
yüksek yoğunluklu yapılaşmaya açılmasına ve AOÇ Bira
Fabrikası alanının spor alanına dönüştürülmesine
izin vermedi.

Mimarlar Odası Ankara Şubesi,
Ankara 11. İdare Mahkemesi,Ankara Büyükşehir
Belediyesi’nin Başkent’in bakı noktası
Çaldağı’nın yüksek yoğunluklu yapılaşmaya
açılması kararının ve Ankara 7. İdare Mahkemesi’nin
Çevre Şehircilik Bakanlığı’nın AOÇ Bira
Fabrikası alanının spor alanına
dönüştürülmesine ilişkin plan değişikliği kararının
telafisi mümkün olmayan zararlara neden olabileceği
gerekçesiyle yürütmesini durdurduğunu bildirdi.
Konuya ilişkin basın toplantısı düzenleyen Mimarlar
Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş
Candan, hukuksuzluğun hukuk olduğu bir
süreçte verilen bu kararların sevindirici olduğunu
ve yargıya dair umutları tazelediğine dikkat çekti.
Candan, sözlerine şöyle devam etti: “Mimarlar
Odası Ankara Şubesi olarak kentin bozulan harcının
iyileştirilmesi için hukuksal mücadeleyi önemli bir
süreç olarak görüyoruz. Hukukun topal işlediğini ve
yargıya bu süreçlerde müdahale edildiği herkes
tarafından biliniyor. Ama gelinen süreçte bilimden
yana karar veren yapıların olması umudumuzu
tazeliyor ve büyütüyor. Bu kararlardan bir tanesi
Ankara’nın bakı noktası dediğimiz Çaldağı Kentsel
Dönüşüm Alanı. Bu alanla ilgili Büyükşehir
Belediyesi bir plan değişikliği yaptı. Burası üst
ölçekli planlarda en yüksek bakı noktası olduğu ve
panoramik olarak Ankara’yı gösterdiği için bu
noktalarda özel planlama yapılması gerekiyor. Oysa
Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi alanın yarısına
emsal iki vererek ve kot altındaki yapılaşmayı da
emsal dışı bırakarak , gizli emsalle yüksek
yoğunluklu bir yapılaşmaya açmayı öngördü. Mimarlar
Odası Ankara Şubesi olarak bu plan değişikliğini
yargıya taşımıştık. Yargı sürecinde Büyükşehir
ihaleye çıktı. Büyükşehir Belediyesi Ankara
için nefes olacak, turizm potansiyeli en yüksek olan
panoramik görünüm noktasını yüksek yoğunluklu
yapılaşmaya açmak istiyordu. Ankara 11. İdare
Mahkemesi bu plan değişikliğine ilişkin yürütmeyi
durdurma kararı verdi. Gökçek’e geçmiş olsun. Oradan
bina almayı aklına koyanlara da başka mecralara
yatırım yapmalarını öneriyoruz. Çaldağı halka
aittir.”
Candan, ayrıca Ankara 11. İdare Mahkemesi Ankara
Büyükşehir Belediye Başkanlığı'nın Çankaya İlçesi
Çaldağ Mahallesi 29211 ada 1 parselin satışına
ilişkin ihalenin dayanağı olan, yürütmeyi durdurma
kararı verilmesi doğrultusunda bu imar planı esas
alınarak çıkılan ihaleyi iptal ettiğini bildirdi.
Çaldağı anıtsal bir alan olmalı önerisi
Dikmen sırtlarının Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluş sürecine tanıklık etmiş bölge olduğunu
anımsatan Candan, Çaldağı’nın Cumhuriyetin bütün
değerlerinin ve milli mücadelenin milli iradeyle
nasıl buluştuğunu gösteren, anıtsal kamusal bir bakı
noktasına dönüştürülmesi önerisinde bulundu. Candan,
Atatürk Orman Çiftliği denilince Kaçak Saray’ın
baskısı nedeniyle insanların konuşmadığını
hatırlatırken, Ankara 7. İdare Mahkemesi’nin çok
hızlı bir şekilde Çevre Şehircilik Bakanlığı’nın AOÇ
Bira Fabrikası alanının spor alanına dönüştürmesine
ilişkin plan değişikliğinin yürütmesini durdurduğunu
bildirdi.
Candan, sözlerini şöyle sürdürdü: “Mimarlar Odası
Ankara Şubesi Mustafa Kemal Atatürk’ün halkına
emanet ettiği biricik alanın korunmasını, Cumhuriyet
değerlerini korunmasıyla eş değer tutarak mücadeleye
ısrarla devam ediyoruz. AOÇ çok geniş bir
yerleşkedir. AOÇ Bira Fabrikası alanında, yapıların
büyük bir kısmı Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin
Koruma Kurulu’na başvurduğu, kurulun red ettiği,
yargıya başvurduğu ve yargı yoluyla korumaya
alındığı bir alan. Bu alanın Büyükşehir
Belediyesi’ne devredilmesi sürecini Sayıştay
raporlarında da görüyoruz. Çevre Şehircilik
Bakanlığı bu alana dair bir spor alanı planı
geçirdi. 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı İmar Planı
değişikliği yaptı. Biz hızlıca yargıya taşıdık yargı
inanılmaz derecede hızlı çalıştı. AOÇ’ye ilişkin
bütün süreçlerde yargı süreci uzatılarak tahribat
yapıldı. Kaçak Saray ve Ankapark gibi yapılar
hukuksuz bir şekilde inşa edildi. Ancak bira
fabrikası alanıyla ilgili karar çok hızlı verildi.
Ankara 7. İdare Mahkemesi Çevre Şehircilik
Bakanlığı’nın AOÇ’deki spor alanı yapması sürecinin
telafisi mümkün olmayan zararlar vereceği
gerekçesiyle karşı tarafın savunması alınana kadar
yürütmeyi durdurma kararı verdi. Bu karar yargıya
olan güvenimizi tazeledi. Umutların tükenmediği
anlamına geliyor.”
Yapı, 25.01.2017
|
LYRBOTON KOME GÜN YÜZÜNE ÇIKTI

Türkiye’nin ilk arkeoparkı olarak hizmet verecek
olan Lyrboton Kome antik kentindeki işlikler,
hamamlar ve kiliseler, yapılan bitki temizliği
çalışmasıyla gün yüzüne çıkartıldı.

Türkiye’nin
ilk arkeoparkı yapılması projesi için geçen Kasım
ayında arkeolojik kazı çalışmasını başlatıldığı
Lyrboton Kome antik kentinde, bitki temizliği
çalışmasının tamamlanmasıyla işlikler, evler,
hamamlar ve kiliseler gün yüzüne çıktı.
İlk
aşamada ortaya çıkarılacak merkezi kalıntıların
arasından geçen ana yerleşim aksı üzerindeki gezi
yolu düzenlenerek, bu yıl içinde ziyarete açılması
hedefleniyor.

Doğaseverler buraya geliyor
Yapılan temizlik sayesinde düzenli bir görünüme
kavuşan antik kent, şimdiden yerli ve yabancı
turistlerin ilgisini çekmeye başladı. Doğaseverler,
yürüyüşçüler ile arkeolojiye merakı olanlar, Varsak
üzerindeki tepedeki 2 bin yıllık yerleşim yerini
geziyor. Yöredeki köylülerin de sık sık ziyaret
ettiği antik kent, henüz ziyarete açılmamışken bile
cezp etmeye başladı. Bölgenin dönemindeki en zengin
kentlerinden Perge antik kentine zeytinyağı üreten
Lyrboton Kome’ye geleler, çam ormanlarının altındaki
saklı cennetteki yaşam koşulları hakkında fikir
sahibi oluyor.
İkinci etabında restorasyon başlayacak
Antik
kentin ziyarete açılmasından sonra başlatılacak
ikinci etapta, kazı, onarım ve sağlamlaştırma
çalışmaları sürdürülecek. Proje tamamlandığında
restore edilmiş Arete Kulesi, zeytinyağı işlikleri,
konutlar, kiliseler, hamam, sarnıçlar, mezarlar,
floral ve jeolojik zenginlikte doğa ve tarih parkı
halka ve turizme kazandırılmış olacak. Bu zenginlik
Apollon- zeytin hasadı şenlikleri, doğa yürüyüşleri
ve kültür gösterileri, müzecilik etkinlileriyle
canlı tutularak geliştirilecek.
Milliyet,
24.01.2017 |
KOYUN OTLATAN ÇOBAN 2 BİN YILLIK TARİHİ KALINTI
BULDU
İzmir'in
Ödemiş İlçesine bağlı
Kurucuova Köyü yakınlarında koyun otlatan Akif
Geniş, tesadüf eseri 2 bin yıl öncesine ait olduğu
düşünülen bir kilisenin ya da hamamın tavanını
buldu. Ayasuluk Tepesi olarak bilinen bölgede çocuk
yaşlardan bu yana koyun otlattığını belirten Geniş,
tepede eski dönemlere ait çok sayıda kalıntıyı
gördüğünü söyledi.
İzmir
Ödemiş'te koyun otlatan 38 yaşındaki Akif Geniş,
Kurucuova Köyü yakınlarında 2 bin yıl öncesine
ait olduğu düşünülen bir kilisenin ya da hamamın
tavanını buldu. Geniş, bölgeye zaman zaman müze
yetkilileri ile arkeologların gelip gittiğini
belirtirken, Arkeolog Prof.Dr. Veli Sevin, "Bu
alanın yakınında yeni ortaya çıkmış olan kuyu
görünümlü yeni kalıntının büyük dinsel kompleksin
bir parçası, bir şapel olması mümkündür. Meselenin
tam olarak anlaşılabilmesi için bu alanda geniş
çaplı bir yüzey araştırması ve arkeolojik bir
temizlik çalışması gereklidir." diye konuştu.
"KOYUNLAR ÇÖKÜNTÜYE DÜŞTÜ"
Yaşadığı olayı anlatan
Akif Geniş, "Koyunları otlatırken tepelik alanda bir
gürültü duydum. Hemen o tarafa yöneldim. Koyun
seslerini takip edince bir yerde çöküntü olduğunu ve
koyunların buraya düştüğünü gördüm. Bir koyun telef
oldu, diğerlerini kurtardım. Çöküntüyü görünce,
buranın eski dönemlerden kalma bir yapının çatısı
olduğunu anladım. Bu ya bir kilise ya da bir hamam
idi. Hemen durumu müze yetkililerine bildirdim.
Burada içinde 5-10 bin kişilik tiyatronun da
bulunduğu büyük bir yerleşim yeri varmış. Benim
gözlemlerime göre su sarnıcı bile var. Kale
duvarları gibi duvarlar ve binlerce işlenmiş taş,
mermer ve tuğla var." dedi.

''ARAŞTIRILMASI GEREKİYOR''
Arkeolog
Prof.Dr.
Veli Sevin ise "Anılan yeri biliyoruz. Yetkililere
konuyla ilgili bilgiler verdik. Gazete ve dergilerde
de yazılar yazdık. Eski adı Ayasuluk olan Türkönü
Köyü ile
Kurucuova arasında kalan Neikaia antik kentinin
akropolünde, burayı 1926 yılında ziyaret eden Alman
din bilgini Victor Schultze'ye göre Küçük
Asya'nın en şaşaalı kiliselerinden biri yer
alıyordu. Günümüzde defineciler tarafından kısmen
tahrip edilmiş bulunan bazilikal planlı bu yapının
zemini mozaiklerle kaplıdır. Bu alanın yakınında
yeni ortaya çıkmış olan kuyu görünümlü yeni
kalıntının da bu büyük dinsel kompleksin bir
parçası, bir şapel olması mümkündür. Nitekim
kilisenin yakınında eski bir şapelin varlığından söz
edilmektedir. Meselenin tam olarak anlaşılabilmesi
için bu alanda geniş çaplı bir yüzey araştırması ve
arkeolojik bir temizlik çalışması gereklidir."
ifadelerini kaydetti.
haberler.com, 24.01.2017
|
NURİ HAS PASAJI'NDA RESTORASYON
Adana eski kent merkezinin en önemli ticaret yapısı
olan Nuri Has Pasajı'nın restorasyon süreci,
Çarşamba Toplantıları kapsamında bir araya gelen
Seyhan Belediyesi ve ÇEKÜL Vakfı'nın gündem konusu
oldu.

20. yüzyıl başında önce Ermeni
Mektebi, daha sonra da askeri hastane olarak
kullanılan ve 1949 yılında Nuri Has tarafından satın
alınan Nuri Has Pasajı, eski görkemli günlerine
dönmeyi bekliyor. Yakın tarihe kadar bir iş hanı
olarak işlevini sürdüren ve kentin en önemli ticaret
merkezlerinden biri olan Pasajın üst katında
bürolar, alt katında ise dükkanlar bulunuyordu.
Esnaf bugün hala yapının alt katındaki dükkan ve
atölyelerde çalışmayı sürdürüyor.

Basit onarımla yetinmeyerek,
yapının yüzyıllar boyu ayakta ve işler halde kalması
umuduyla yola çıkan Seyhan Belediyesi ve Nuri Has
Pasajı mülk sahipleri, ÇEKÜL'ün mimar ve şehir
plancılarından oluşan uzman ekibiyle bir araya
gelerek, restorasyon çalışmaları için fikir aldı.
Adana Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu
Müdürlüğü tarafından onaylanan projeye göre yapının
onarımı ve güçlendirme çalışmalarını yürütecek olan
Seyhan Belediyesi KUDEB ekibi, ÇEKÜL uzman ekibi ile
kuruldan geçen projenin ayrıntılarını paylaştı.

Tarihi yapının onarımı sırasında ortaya çıkması
muhtemel özgün yapı elemanları ile dönem
müdahalelerinin korunmasına özen gösterilmesini
isteyen ÇEKÜL uzmanları, çalışmaların kademeli
olarak uygulanması önerdi.
Koruma çalışmalarını işlevlendirme ile
destekleyen bütüncül yaklaşımın konuşulduğu
toplantıda kültür sanat merkezi olarak
işlevlendirilen Gaziantep Adliye Sarayı örnek olarak
sunuldu.
Arkitera, Kaynak: Çekül Vakfı, Yazı:
Bahar Bayhan, 24.01.2017
|
TÜRKİYE BU KAFAYLA DAHA ÇOK HEYKEL YIKAR
Bodrum'da 21 yıl önce, Abdi İpekçi Barış
Ödülü sahibi, çevreci,
ressam
Saynur Gelendost tarafından projesi
çizilip, bazı sivil toplum kurumlarının da
desteğiyle yaptırılan, 'Gelendost Özgürlük
Meydanı ve Anıtı' bir gecede yıktırıldı.
Müteahhit Muhammet Karapınar arazinin kendi özel
mülkiyeti olduğunu belirtirken, çevreci ve bazı
sivil toplum kuruluşları yıkıma tepki gösterip,
eylem yaptı.
Muğla'nın büyükşehir olması ardından kapatılan
Gündoğan Belde Belediyesi'nin CHP'li eski belediye
başkanlarından Hasan Ali Yılankaya, o dönemde
mülkiyeti Karapınar Ailesi'ne ait olan Gündoğan
Sahili'ndeki araziyi kamu alanı olarak kullanmak
üzere isteyip, yazılı anlaşma yaptı.
Söz konusu araziye arıtma tesisi terfi merkezi,
meydan Atatürk Anıtı, jandarma binası ve umumi
tuvalet yapıldı.
Aynı araziye 1996 yılında 'Çevrecilerin
Anası' olarak tanınan merhum Saynur
Gelendost tarafından 11 yıl önce çevreci Mümtaz
Özçelik, Gündoğan Peynir Çiçeği Derneği ve Mavi Yol
Girişimi üyeleri ile "Özgürlük Meydanı ve
Anıtı" yapıldı.
Gelendost'un projesini kendisinin çizdiği meydan
ve anıtın ismi, 2003 yılında ölümünün ardından
'Gelendost Özgürlük Meydanı ve Anıtı' olarak
değiştirildi.
Ancak, bu sabah Gelendost Özgürlük Meydanı ve
Anıtı'nın bulunduğu arazinin kendilerinin özel
mülkiyeti olduğunu ileri süren Muhammet Karapınar
tarafından dozerlerle yıktırıldı. Molozları çöplüğe
taşındı.
Yıkılan Gelendost Özgürlük Meydanı ve Anıtı'nın
bulunduğu yerde toplanan çevre dostu Mümtaz Özçelik,
Gündoğan Peynir Çiçeği Gönüllüleri Derneği Başkan
Yardımcısı Tomur Kaş, Tema Vakfı gönüllüleri ve
Bodrumlu çevreciler bugün eylem yaptı. 13 yıldır her
2 Mart'ta Saynur Gelendost'u Özgürlük Meydanı ve
Anıtı'nda andıklarını belirten Peynir Çiçeği
Gönüllüleri Derneği Başkan Yardımcısı Tomur Kaş,
şöyle dedi;
"Diğer zamanlarda ise birçok basın
açıklamasına sahne olan bir anıtın, eserin bir
gecede kaldırılmasının şokunu yaşıyoruz. 21 yıldır
duran bir eser, bir gecede yok oldu. Yaptığı
eylemlerle sadece Türkiye'de değil dünyada çevre ve
doğa tahribatına dikkat çeken bir kişinin adını
taşıyan meydan ve anıt nasıl yıkılır? Dün içime
doğmuş gibi son fotoğrafını çekmiştim ve sizinle
paylaşıyorum. 21 yıl sonra buranın kendi arazisi
olduğunu söyleyen Muhammet Karapınar'a "Bize kısa
bir süre verin bu eseri olduğu gibi mahallenin uygun
bir başka köşesine taşıyıp, Gelendost'un anısını
yaşatalım' dedik. Çünkü, belediye ile yer konusunda
görüşmelerimiz devam ediyordu. Bu sabah, meydan ve
anıtın yıkıldığını görünce şaşırdık. Nasıl böyle bir
şeyi yapabilirler aklımız almıyor. Gelendost'u
unutturamamak için dernek olarak aynı eseri bir
başka yere yapacağız."
"DİĞER KAMU MALLARINA DOKUNULMAMIŞ, KASIT
VAR" İDDİASI
Gelendost ile birlikte proje haline getirip eseri
yapan Mümtaz Özçelik ise "Burası tam 25
yıldır kamunun kullandığı bir alan. 'Mal sahibiyim'
diyen kişi, dönemin belediyesine 'kamu' kullanabilir
diyerek yazı vermiş. Ama mal sahibi buradaki kamu
malı olan otopark, arıtma tesisi terfi ünitesi ve
halk tuvaletine dokunmayıp, sadece Gelendost
Özgürlük Meydanı ve Anıtı'nın yok etmiştir. Burada
kasıt arıyoruz" diye konuştu.
Yaklaşık 20 kişilik grup, açıklamaların ardından
eylemlerine son verip, dağıldı.
KARAPINAR; ORADA ÖZEL MÜLK YAZIYOR
DHA muhabirinin telefonla ulaştığı Muhammet
Karapınar ise söyleyecek fazla bir şey olmadığını
belirterek, "Görüleceği gibi o alanda 'özel
mülktür' yazıyor" dedi.
Muğla bölgesinde bulunan 3 termik santrale karşı
verdiği mücadele ile tanınan ressam Saynur
Gelendost, solunum yetersizliği nedeniyle
kaldırıldığı Bodrum Devlet Hastanesi'nde, 2 Mart
2003 tarihinde, 73 yaşındayken yaşamını yitirmişti.
Abdi İpekçi Barış Ödülü sahibi olan Gelendost, aynı
zamanda Bodrum Gönüllüleri Derneği'nin
kurucularındandı.

Odatv, 24.01.2017
|
FOTOĞRAFTAKİ MASANIN İZİNİ SÜRÜP TARİHİ ESERLERE
ULAŞTILAR
İzmir’de tarihi
eser kaçakçıları, satmak istedikleri parçaları bir
masanın üzerine koyup fotoğrafını çekti. Polis
masadan yola çıkarak kaçakları yakaladı.
Selçuk İlçe Jandarma Komutanlığı ekipleri, bir
kişinin elinde tarihi eser bulunduğu ve fotoğrafla
tanıttığı 11 parça eseri 2 milyon liraya satmak
istediği bilgisine ulaştı. Eserlerin yeri ve
satıcıyı belirlemeye çalışan jandarma, tarihi
eserlerin pazarlanması amacıyla çekilen fotoğrafa
ulaştı. Bizans ve Roma dönemine ait demeter bahar
tanrıçası heykel başı, altın para ve mühür bulunan
fotoğrafları inceleyen ekipler, bir köy evinde
çekildiğini tahmin ederek Selçuk’un üç mahallesinde
araştırma yaptı. 60’a yakın kişiyle görüşen
jandarma, fotoğrafta bulunan masa, koltuk gibi
detaylardan yola çıkarak evin sahibine ulaşmaya
çalıştı. İki gün boyunca yapılan araştırma sonrası,
fotoğrafın çekildiği evin Sefer D.’ye (43) ait
olduğu tespit edildi.
İKİ KİŞİ GÖZALTINA ALINDI
Sefer D.’nin Kalealtı’ndaki evine yapılan
baskında 43 adet tarihi eser bulundu. Uyuşturucu ve
hırsızlık suçundan sabıkası bulunan Sefer D.
ifadesinde tarihi eserleri 10 gün önce arkadaşı
Mustafa A. (45) ile Efes antik kentinde taş
toplarken bulduklarını ve tarihi eser olduğunu
anlayınca satma planı yaptıklarını itiraf etti.
Gözaltına alınan Mustafa A.’nın evinde de değişik
dönemlere ait 15 parça tarihi eser, dedektör ve
pusula bulundu. Ele geçirilen toplam 58 adet tarihi
eser Efes Müze Müdürlüğü’ne teslim edilirken,
gözaltına alınan Sefer D. ve Mustafa A.’nın
sorgusunun sürdüğü belirtildi.
Habertürk, Haber:
Mehmet İnmez, 24.01.2017
|
AYDIN'DA HIRSIZLAR 2 BİN 350 YILLIK TARİHİ ÇALDILAR
Aydın’da şehrin sembolleri arasında yer alan ve
tarihi MÖ 334 yılına kadar dayanan
Tralles antik kentinin tarihi eser deposu kimliği
belirsiz kişi ya da kişilerce soyuldu.
Polis ekipleri antik kentte sabaha kadar hırsızları
aradı. Kaçakçıların yolda giderken eserlerden birini
düşürmesi sonucu ortaya çıkan ilginç hırsızlık
olayının ardından polis ekipleri sabaha kadar el
fenerleri ile yaklaşık 150 dönümlük antik kent
içinde hırsızları aradı.
Olay gece saat 21:00 sıralarında ortaya çıktı.
Edinilen bilgiye göre; Yıllardır kazıları devam eden
ve çıkan birçok tarihi eserin saklandığı Tralles
antik kentinin kilitli, çevresi tel örgülerle
çevrili ve aynı zamanda elektronik güvenlik
sisteminin de mevcut olduğu belirtilen depoya tarih
kaçakçıları ya da hırsızlar girdi. Tel örgüleri
kesip merdivenle deponun çatısına yakın
pencerelerinin demir parmaklıklarını keserek içeri
girdiği öğrenilen kişiler tarihi eserleri çalıp
kaçtılar. Kaçarken çaldıkları bazı eserleri de
düşürdüğü öğrenilen tarihi eser kaçakçısı ya da
hırsızların yakalanması için
Aydın Polis bölgede operasyon yaptı.
İlk önce antik kent ve çevresinden gelen tüm
yolları tutan polis ekipleri bölgeden gelen tüm araç
ve kişileri didik didik aradı. Bir yandan da deponun
bulunduğu 2 bin 350 yıllık Tralles antik kentine
gelen polis ekipleri el fenerleri ile zifiri
karanlıkta kaçakçıları aradılar. Kaçakçılar henüz
yakalanamazken polisin arama ve olay yeri inceleme
çalışmalarının devam ettiği belirtildi.
Aydın’ın Kemer Mahallesi yakınlarında bulunan
Tralleis antik kenti Argoslular ve Tralleis’liler
tarafından kurulduğu biliniyor. Menderes Havzasının
verimli toprakları üzerine kurulmuş olan bu kent
MÖ334’te İskender tarafından alınmasından sonra
Hellenistik Krallıklar arasında sık sık el
değiştirdiği için pek çok medeniyete ait kıymetli
eserlerin bulunduğu antik kentler arasında yer
alıyor.
Roma dönemine ait bir hamam, tiyatro, agora, ve
stadyumun bulunduğu Tralles Antik kenti ilk çağda
ürettiği deriler ve kırmızı renkli çanak çömlek,
Apollonios ve Tauriskos isimli iki büyük yontu
ustasını ve
Ayasofya’ın mimarlarından Anthemios’u da
yetiştiren kent olarak da biliniyor.
Milliyet,
24.01.2017
|
ARKEOLOJİK KAZIDAN SERVET ÇIKTI

Çin'de yapılan arkeolojik kazılar sırasında
uzmanlar, buldukları bir mezarı açtıklarında
gördükleri karşısında gözlerine inanamadılar.

Altın, zümrüt ve kehribar gibi değerli madenlerle
dolu olan mezar eski bir geleneğine göre
defnedilmiş.

İşte o mezarın içinden çıkanlar...



Habertürk, 23.01.2017 |
2 BİN 400 YILLIK GÖLYAZI TURİZM MERKEZİ OLUYOR
Tarihi Kız Adası’ndaki Apollonia Tapınağı ve 4 bin
kişilik anfi tiyatro için kazı çalışmaları başlıyor.
Yarımada’ya araç girişi yasaklanacak ulaşım 2 tren
ve elektrikli bisikletler ile yapılacak. Nilüfer
Belediye Başkanı Mustafa Bozbey “İğneyle kuyu
kazıyoruz. Ama sürprizlerimiz olacak" dedi.
Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, Uluabat
Gölü kenarındaki 2400 yıllık tarihi Gölyazı Köyü'nün
kısa süre içerisinde Türkiye’nin en önemli turizm
merkezleri arasına gireceğini söyledi. Uluabat
Gölü'nde kısa sürede göl kuşu ile tekne gezintisi
yapılacak, yarımada’ya araç girişi yasaklanacak,
ulaşım 2 tren ve elektrikli bisikletler ile
yapılacak.
Bölgede devam eden arkeolojik kazı çalışmaları
sırasında Apollonia Tapınağı'nda 4 bin kişilik dev
bir anfi tiyatro izlerine rastladıklarını belirten
Bozbey, "Kazılar sırasında çok değerli hazineler
bulduk. Gün yüzüne çıkacak olan bu değerler
Gölyazı’yı Türkiye’de önemli bir konuma getirecek"
dedi.
Tarihi köyü turizm merkezi haline getirmek için
kolları sıvayan
Nilüfer Belediyesi bölgede köklü değişiklikler
ile ses getirecek yeni projelere imza atıyor.
Gölyazı Köyü'nün sadece
Bursa için değil Türkiye içinde çok önemli bir
turizmi merkezi olduğunu belirten Başkan Mustafa
Bozbey, "2400 yıllık bir tarihe sahip Gölyazı'da
çeşitli projeler yapıyoruz. 2009’da bize
bağlanmasıyla birlikte turizm alanındaki projeleri
hayata geçirmenin doğru olduğunu düşündük. Bir
çok adım attık arkeolojik olarak da çalışmalarımızı
yürütüyoruz. İlk etapta "sağlıklaştırma" dediğimiz
yöntemi uyguluyoruz. Binalarımızı valiliğimizin
desteğiyle tamamen yeniliyoruz. Bölgedeki alt yapı
çalışmalarında diğer kurumlarla da toplantılar
yaparak bir yere geldik. Nilüfer Belediyesi olarak
Gölyazı'daki tarihi koruma ve tarihi geleceğe
aktarma yolundaki çalışmalarımızı hızla yürütüyoruz"
dedi.
"KAZIDA ORTAYA ÇIKAN DEĞERLER GÖLYAZI'YI
TÜRKİYE'DE ÖNEMLİ BİR YERE GETİRECEK"
Bölgede 2400 yıllık bir tarihe sahip alanda
nekrapol alanında kazı çalışmalarının devam ettiğini
belirten Mustafa Bozbey, "Kazılar sırasında çok
değerli ürünlere, hazinelere rastladık. Müze
müdürlüğümüz ve
Uludağ Üniversitesi'yle birlikte çalışıyoruz.
Çıkan her türlü değerli obje ve eşya envantere dahil
oluyor. Bölge, yerli ve yabancı turistleri
gezdirebileceğimiz bir alan olarak da gün yüzüne
çıkıyor"dedi.
Yarımadada Kız Adası olarak bilinen bölgede
bulunan Apollonia tapınağının tamamen temizlendiğini
ve bölgedeki kazı çalışmalarına kısa bir süre sonra
başlanacağını belirten Mustafa Bozbey," Apollonia
tapınağının izlerine rastlamak bizleri çok
heyecanlandırdı. Aynı bölgede 4 bin kişilik
bir anfi tiyatro var. İnanılmaz değerli. Anfi
tiyatro ile ilgili kazı çalışmaları için hazırlık
yapıyoruz. Biraz zaman alacak, çünkü değim
yerindeyse iğneyle kuyu kazıyoruz. Ama bu bölgede
sürprizlerimiz var. Bu kazı çalışmalarında gün
yüzüne çıkacak olan bazı değerler inanıyorum ki
Gölyazı'yı birkaç kat daha popüler hale getirecek.
Türkiye’de önemli bir noktaya getirecek. Ama burada
bizim isteğimiz arzumuz Gölyazılıların Mahallelerine
sahip çıkması.
Üzülerek belirtmek isterim ki, 2009’dan bu yana
Gölyazı'ya sahip çıkılmamış. Bu alışkanlık yavaş
yavaş kırılmaya başladı. Gölyazı halkının geleceği
turizmdedir. Turizm alanında değerlendirilirse bölge
halkının geleceği garanti altındadır" dedi
Milliyet (Kısaltarak), 23.01.2017
|
KEMER'DEKİ SELÇUKLU AV KÖŞKÜ'NDE RESTORASYON
ÇALIŞMALARINA DEVAM EDİLECEK
Kemerdeki
Selçuklu Av Köşkü’nde restorasyon
çalışmalarına devam edileceği bildirildi.
Antalya Rölöve ve Anıtlar Müdürü Cemil
Karabayram, AA muhabirine yaptığı açıklamada,
Kemer
İlçesi'ndeki
Selçuklu Av Köşkü’nün restorasyon ihalesini
alan firmanın gerekli şartlara uymadığı
gerekçesiyle çalışmalarının durdurulduğunu
hatırlattı.
Av köşkünden alınan harç örneklerinden,
yapıda 1925-1930 yıllarında bir uygulama
yapıldığını tespit ettiklerini belirten
Karabayram, Cumhuriyet döneminde av köşkünde
bazı onarımların yapıldığını belirlediklerini
ifade etti.
Karabayram, av köşkü ile ilgili bilim heyeti
kurulduğunu anlatarak, şöyle konuştu:
“Restorasyon çalışmalarına devam edilecek.
Bilim heyeti kuruldu. Heyetin görüşleri
doğrultusunda projeler tekrar çizilecek.
Bölgenin deprem bölgesi olması nedeniyle
yapıldığı tarihi içeren daha sağlam ve kalıcı
restorasyon ve harç yöntemleriyle turizme
kazandırılacak. Bu kapsamda yapının yağmura ve
iklimsel koşullara terk edilmemesi için
Antalya Valisi
Münir Karaloğlu başkanlığında ve Valiliğin
sağlamış olduğu ödeneklerle köşk, gelecek
nesillere aktarılacak. Köşk, bölgeye ve turizme
kazandırılması için sergi amaçlı toplantılar ve
çeşitli faaliyetlerin yürütüleceği sosyal bir
merkez haline getirilecek. Yapılan çalışmalar
tekrar gözden geçirildi. Tescilli taşınmaz
kültür varlıkları kapsamında gerekli tedbirler
alınacak.”
Anadolu’da bilinen 3 av köşkünden biri olan
yapının 1230-1248 yılları arasında inşa edildiği
tahmin ediliyor.
Kemer Gözcü, 23.01.2017
|
150 YILLIK BİNA DAHA FAZLA DAYANAMADI
İzmir'in Tarihi Kemaraltı Çarşısı'nda bulunan
tarihi binalardan biri daha bakımsızlık nedeniyle
çöktü. Zemin kattaki dükkanda çalışan demirci ustası
Özdemir Erol ise son anda binadan çıkarak yıkıntının
altında kalmaktan kurtuldu.

Tarihi
Kemeraltı Çarşısı'nda bulunan 150 yıllık 2 katlı
bina çöktü. Yıkılma tehlikesine karşı sac malzeme
ile önlem alınan bina daha fazla dayanamadı. Binanın
yıkıldığı anda sokağın boş olması olası faciayı
önledi.

Yıkılan binanın altında 15 yıldan bu yana dükkanı
bulunan demirci ustası Özdemir Erol kendisini dışarı
atarak
mucize kabilinden kurtuldu. Binanın bulunduğu
800 sokaktaki esnaf binanın sahipleri tarafından
kaderine terk edildiğini, yıkılmaması için sac
malzemelerle önlem alındığını, bunun da
kar ve
yağmur karşısında fazla dayanamadığını söyledi.
Demirci ustasının dışında zemin katının bir bölümü
hurdacılar tarafından depo olarak kullan binanın
büyük gürültüyle yıkıldığını anlatan bir esnaf ise,
hemen dışarı çıktıklarını, kimsenin yaralanmamasının
mucize olduğunu söyledi.
İhbar üzerine
olay yerine gelen
polis ekipleri güvenlik nedeniyle sokağı şerit
çekerek yaya ve araç girişine kapattı. Daha önce de
çarşıda bir çok eski yapının çöktüğünü diğer
binalarda da yıkılma tehlikesi olduğunu belirten
esnaflar, yetkililerin önlem almak yerine, binalar
yıkıldıktan sonra geldiğini öne sürdü.
Denetim
yapılmadığını söyleyen esnaf, birçok binada yıkılma
tehlikesi olduğunu acil olarak önlem alınmasını
istedi.
Hürriyet, Haber: Mustaaf Oğuz,
23.01.2017 |
KEOPS PİRAMİTİNE TIRMANAN GENÇ SERBEST BIRAKILDI
Mısır'daki Keops Piramidi'ne tırmanan ve bu
yüzden gözaltına alınan Fatih Kömürcü, fotoğrafları
silmesi şartıyla serbest bırakıldı.
Arkeofili sitesinin haberine göre Mısır’daki
Keops Piramidi’ne tırmandığı için gözaltına alınan
23 yaşındaki Fatih Kömürcü,
fotoğraf ve videoları silmesi koşuluyla 24
saat sonra serbest bırakıldı.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
öğrencisi Fatih Kömürcü, daha önce Alman ve Rus
turistlerin piramitlere tırmandığını bildiğini,
piramitlerin ihtişamını görünce kendisini tutamadığı
ve birden içindeki hisse kapılarak 7 dakika gibi
kısa bir sürede kendini Keops’un zirvesinde
bulduğunu söyledi.
Zirvede çok muhteşem
bir
manzara olduğunu dile getiren Kömürcü,
“Tırmanmak beklediğimden de kolaydı. Ancak iniş çok
daha zor oldu. Beni epey uğraştırdı. Tırmanma
esnasında görevli polislerin geri dönmem için beni
Arapça ve
İngilizce olarak uyardığını hatırlıyorum. Ancak
ben artık başka bir dünyadaydım ve onları
duyacak psikolojide değildim, kendimi iyice
kaptırmıştım. Orada bulunan yabancı turistlerin de
beni alkışladıklarını hatırlıyorum.” dedi.
'FOTOĞRAF VE
VİDEOLAR SİLİNİRKEN GÖZYAŞLARIMI TUTAMADIM'
Aşağı indikten sonra
karakola götürüldüğünü ve polislerin kendisine iyi
davrandığını anlatan Kömürcü, “Fotoğrafları ve
görüntüleri silmek şartıyla beni serbest
bırakacaklarını söylediler ama kabul etmedim. Bu
nedenle gözaltına aldılar. Bir
gece nezarette kaldıktan sonra daha fazla
dayanamayacağımı anladım ve zirvede çektiğim bütün
görselleri silmeyi kabul ettim. Savcılıkta, çektiğim
fotoğraflar ve videolar silinirken gözyaşlarımı
tutamadım ağladım. İnternetten indirdiğim bir
program sayesinde bazı fotoğrafları kurtarmayı
başardım, ancak videoları henüz kurtaramadım.” dedi.
Nezarette bir gece
tutulan Kömürcü, Türkiye
Büyükelçiliğinden yetkililerin yakından takip ettiği
ve büyükelçilik avukatının da hazır bulunduğu
sorgulama sonucu Kömürcü, serbest bırakıldı.
3 YILA KADAR
HAPİS CEZASI
Daha önce 2016’nın
Şubat ayında Alman bir
turist Gize Piramidi’nin zirvesine tırmanmıştı.
Alman genç Andrej Ciesielski, 138.8 metre
yüksekliğindeki yapıyı izinsiz olarak tırmandı ve
tırmanışın 8 dakikalık bir videosunu çekmişti.
Mısır Eski Eserler Bakanlığı, Mısır’daki Alman
elçiliği ve diğer ilgili makamlara hitap ederek,
Gize Piramidi’ne tırmanan Alman’ın tekrar Mısır’a
girmesinin yasaklanması için gerekli işlemlerin
yapılmasını istemişti. 18 yaşındaki Alman genç
tırmanışının bir videosunu ve fotoğraflarını da
internette yayınlamıştı.
Mısır yasalarına göre,
izinsiz olarak piramitlere tırmanmanın 3 yıla kadar
hapis cezası bulunuyor.
Hürriyet, 23.01.2016
|
TARSUS 70 GÜNDÜR KAZIYLA YATIP KAZIYLA KALKIYOR
Mersin'in İlçesi Tarsus’ta, cinayet dosyasının 5 yıl
sonra yeniden açılmasının ardından başlayan ve 70
gündür süren gizemli define kazısından başka bir şey
konuşulmuyor.

Mersin’in, tarihi Hititler’e kadar uzanan 326 bin
nüfuslu İlçesi Tarsus’un 82 Evler Mahallesi, 70 gün
önce başlatılan gizemli bir kazıyla çalkalanıyor.
İlçe sakinleri ne konuşursa konuşsun, söz dönüp
dolaşıp o kazıya geliyor.

5 yıl önce defineciler tarafından öldürüldüğü öne
sürülen polisin, o dönem emniyetin izniyle
kiraladığı evin avlusunda süren kazıyı yetkililerden
başka gören yok. Evlerin arasındaki kazı alanı
brandayla kapatılmış. Görüntülemek mümkün değil.
Güvenlik güçleri, her an nöbette.
Ama “hayalet kazı” için söylentiler ayyuka çıkmış
durumda. Kazının gizemi, esrarengiz olayların
araştırılması konu edilen X-Files dizisini bile
geçmiş durumda. Kimi “30 ton altın var”, kimi “30
altın şamdan çıktı”, kimi de “Roma İmparatoru
Dakyanus’a ait hazine var” diyor.
Yetkililerin farklı açıklamaları ise gizemi daha
da artırıyor. Resmi izinle yapılan kazıyla ilgili,
yerel yöneticiler “özel bir durum” olduğu için
müdahale etmemeleri yönünde talimat verildiğini
söylüyor.
Polis cinayeti dosyasının yeniden açılmasının
ardından başlayan kazı, her yönüyle gizemini
koruyor. İşte, Habertürk muhabirlerinin yerinde
araştırdığı ‘hayalet kazı’nın hikayesi: Süreç
2011’de, bölgede definecilerin yaptığı kaçak kazıyla
başladı.
Trafik polisi Mithat Erdal (42) tarihe
meraklıydı. Bu merakı Erdal’ın yolunu definecilerle
buluşturdu. Kaçak kazı yapacaklarını öğrenince,
emniyete bilgi aktarmaya başladı.
İddiaya göre 2011 Kasım ayında defineciler bir
lahit mezar buldu, içinde de 32 altın şamdan, altın
sikke ve taslardan oluşan paha biçilmez hazine
vardı. Verdiği bilgilerle 7 kişi tutuklandı.
Polis memurunun eşi Sibel Erdal’ın iddiasına
göre operasyondan birkaç gün sonra dönemin İlçe
Emniyet Müdürü Yaşar Aksoy, Mithat Erdal’ı
makamına çağırıp “KOM (Kaçakçılık ve Organize
Suçlarla Mücadele) Müdürü ile konuş ve
bildiklerini anlat.
Fakat bu konuyu benimle çok fazla istişare
ettiğini söyleme” dedi. Sibel Erdal, görüşmeden
sonra eşinin kendisine “KOM Müdürü işin içinde”
dediğini belirterek şunları aktardı: “Eşim ‘Basına
bir şey bulunmadığını söylediler.
Baskın öncesi bulunanlar KOM Müdürü ile defineci
Ertan tarafından kaldırılıp hazine iç edildi’ dedi.
Müdürler ‘Kazı boş çıktı’ diye rapor düzenlemiş.
Mithat, Ankara’ya gidip her şeyi anlatacağını
söyledi. ‘Başıma bir şey gelirse bundan amirlerim ve
definecilikten tutuklanan 7 kişi sorumludur’ dedi.”
Mithat Erdal, bu sözlerinden 11 gün sonra 28
Ocak 2012’de esrarengiz bir cinayete kurban
gitti. Önce, kendi silahıyla arkadaşıyla
şakalaşırken öldüğü öne sürüldü. Cinayeti itiraf
eden Hüseyin Yasak 25 yıl hapse çarptırıldı.
Ancak Sibel Erdal olayın peşini bırakmadı.
15 Temmuz darbe girişimi sonrası İlçe Emniyet
Müdürü’nün FETÖ’den tutuklanması, KOM Müdürü’nün de
açığa alınmasının ardından savcılığa dilekçe verdi.
Cumhurbaşkanı’nın bir mitinginde korumasına mektup
verdi ve Tarsus Savcılığı cinayet ve define
dosyasını yeniden açtı.
Ardından 13 Kasım’da öldürülen polisin kiraladığı
ev ile definecilere ait 3 evin ortak avlusunda kazı
başlatıldı. Ankara’dan gelen 20 kişilik ekibin
yürüttüğü kazı için sokak kapatıldı, sadece mahalle
sakinlerinin giriş çıkışına izin verildi.
Avlu mavi brandayla kapatıldı, bölge
sit alanı
olmasına karşın Müze Müdürlüğü yetkililerine “Özel
bir çalışma yapılacak” denilerek uzak durmaları
istendi.
İlçe emniyeti ekiplerinin dahi uzak tutulduğu
kazı alanında ilk günler çevre binalara keskin
nişancılar yerleştirildi. Son günlerde ise Özel
Harekatçılar görevi sivil güvenlikçilere devretti.
24 saat süren çalışmada iş makinesi kullanılmıyor.
İlçe sakinlerinin 70
gündür konuştuğu belki de tek konu bu kazı.
Mahalledeki bir işyerinde çalışan Emine Gül
Karabakır, “Bilgi sahibi değiliz, meraktayız. Öyle
ki iki kişi bir araya geldiği zaman söz dönüp
dolaşıp, kazıya geliyor. Farklı farklı yorumlar
yapılmasına rağmen kimse tam olarak ne arandığını
bilmiyor” diye konuştu.
Market işletmecisi H.K. da ilçedeki durumu
şöyle anlattı: “Kazı alanında çalışanlar arada
bir buradan ufak tefek ihtiyaçlarını gideriyor.
Ama bir şey sormaya korkuyoruz. Sabah işyerine
geliyoruz bu konuyu konuşmaya başlıyoruz. Akşama
kadar aynı şeyler. Herkes ayrı bir senaryo yazıyor.
Doğrusu nedir bilen yok.”
Kazının sürdüğü alanın, Tarsus’un en eski
yerleşim yerlerinden biri olduğunu belirten bir
mahalle sakini ise “Sürekli dedikodu yayılıyor.
‘30 ton altın bulundu, heykeller bulundu, sizin
bilginiz var mı?’ diye bizlere soruyorlar.
Hava karardıktan sonra, kamyonetlerle
molozlar götürülüyor. Küçük siyah çantalarla bir
şeyler taşınıyor. Biz de merak içerisindeyiz”
dedi.
Polis, etrafı brandayla çevrilen kazı alanına
kimseyi yaklaştırmıyor. Mahalleli ise hava
karardıktan sonra kamyonetlerle molozların
götürüldüğünü, küçük siyah çantalarla bir
şeylerin taşındığını anlatıyor.
Son olarak geçen hafta bölgeye giden CHP
Mersin Milletvekili Aytuğ Atıcı kazı
hakkında bilgi almak ve inceleme yapmak
istedi. Yetkililerin ‘gizlilik kararı’
olduğunu söyleyip kendisini alana
sokmadığını belirten Atıcı, TBMM
Başkanlığı’na soru önergesi verdi.
Vatandaşların tedirginlik yaşadığını belirten
Aytuğ Atıcı şu ifadeleri kullandı: “Kazı
alanında Roma İmparatoru Dakyanus’a ait çok
önemli hazineler bulunduğu ve Hıristiyanlığın
ilk dönemlerine ait önemli eserler ve kalıntılar
olduğu iddia edilmektedir.
Bu sebeplerden çeşitli dönemlerde define
aramaları yapıldığı, bu süreçte mafya
hesaplaşmalarına bağlı cinayetler işlendiği
iddiaları gündemdeki yerini korumaktadır.”
Habertürk, Haber: Beycan Üçkardeş - Hakan Bulut,
22.01.2017
|
"SADECE FEYHAMAN DEĞİL, BİR DÖNEM SERGİLENİYOR"
Açılışından hemen sonra, soluğu “Feyhaman Duran-İki
Dünya Arasında” Sergisi’nde aldık. Çok şanslıydık,
çünkü rehberimiz S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi’nin
efsanevi müdürü Dr. Nazan Ölçer’di. “Geçmişi
anlamadan Duran’ın eserlerini anlamak mümkün değil”
diyor Ölçer. Bu nedenle sergi girişinde kronolojik
bilgi panoları karşılıyor sanatseverleri...
Filmlerden de yararlanılmış. Pardon, biz hemen
daldık konuya! Buyurun beraber gezelim...
OSMANLI RESSAMLAR CEMİYETİ
1886’da aydın bir Osmanlı ailesinde doğuyor Feyhaman
Duran. Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nde eğitim
görüyor. Devlete nitelikli bürokrat yetiştirmek olan
bu okul Duran’ın hayatında önemli bir yere sahip.
Çünkü 10 yaşında yatılı bırakılıyor, 18’ine kadar
burada kalıyor. 1911’de Abbas Halim Paşa’nın
desteğiyle gittiği Paris’te, Académie Julian ve
École des Beaux-Arts’da eğitim alıyor. Burada yalnız
değil, başka Türk ressamlar da var. Paris’ten
döndüğünde diğer sanatçılarla beraber Osmanlı
Ressamlar Cemiyeti’nin faaliyetlerine katılıyor. O
dönem Beyoğlu’nda resim sergileme imkanı olan yerler
dikkat çekici. Bazıları büyük kırtasiye dükkanları,
pastaneler ve lokantalar... 1919’da öğretmen olarak
atandığı İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’ndeki (Kız
Güzel Sanatlar Okulu) görevini, kurum Sanayi-i
Nefise Mektebi’yle birleştirilip Güzel Sanatlar
Akademisi adını aldıktan sonra da sürdürüyor.
Duran, 1920’da İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nden
öğrencisi olan Güzin Hanım ile evleniyor. Sanatçının
yaşamında Güzin Hanım’ın etkisi büyük. Zira
eserlerinde kendisinin portrelerini de görüyorsunuz.
1926’da Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrencilerin
çıplak model üzerinde çalışabildiğini de öğreniyoruz
Nazan Ölçer’den. 1933’te ise üniversite reformuyla
adı İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülen
Darülfünun’un akademik kadrosundaki isimleri ve
dönemin entelektüel çevrelerinin portrelerini
yapıyor Duran. Aynı zamanda ilki 1916’da açılan
Galatasaray Sergileri’ne katılıyor düzenli olarak.
Sergiyi gezerken en dikkat çeken detaylardan biri
de Duran’ın babası Hayri Bey’in vasiyetinin
bulunduğu Pend-i Hayri adıyla izleyiciyle buluşan
panoda Hayri Bey uzunca nasihatlerini şöyle
sıralıyor: “Sen dahi lütfunu minnetsiz kıl, kime
lütfeylersen bir sen bil, mal biriktirmek için
zillet etme, müsrif olup da sefahat etme, masrafını
uydurup gelirin ile, yaşa git ailen evladın ile,
olma tamah sahiplerine ahbab, para sevdalısı olma
ashab...” “Duran’ın hayatında babasının kaybı
önemli” diyor Ölçer, “Babasını 6 yaşındayken
kaybediyor Feyhaman. Şair bir aileye doğduğu için
Batı’ya gitse bile o kültürün dışına çıkmıyor.
Babasının fotoğrafından yaptığı portresi ve
eşyalarıyla yaptığı bir kompozisyon bulunuyor”.
Zaten serginin adından da anlaşılacağı gibi “İki
Dünya Arasında”daki hayatı, birbiriyle iç içe geçmiş
halde çok güzel anlatılıyor. Aynı bölümde Duran’ın
Paris’te yanında olan resim malzemeleri, Galatasaray
yazan kol düğmeleri, gözlüğü, hasır şapkası ve not
defteri sergileniyor.
ATATÜRK VE İNÖNÜ PORTRELERİ...
1938’de memleket sergileri için eşiyle birlikte
Gaziantep’e gönderiliyor. Orada da bölgenin
resimlerini yapıyor, fotoğraflarını çekiyor Duran.
Sanatçıların değişik şehirleri görmeleri için
benzersiz bir şans yakalıyor. Daha sonra 1943’lere
gelindiğinde eşiyle birlikte Topkapı Sarayı’ndaki
tabloları, dolap bezemeleri ve nakışları
onarıyorlar. Topkapı içerisinde yaptığı resimler çok
güzel... Hat çalışmalarını da hiç bırakmamış. Güzel
yazı örnekleri, Kuran’dan ayetler ve minyatür
çalışmalarının sergilendiği bir başka bölüm de
izleyiciye sunuluyor.
Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’ndeki yöneticilik
çalışmalarıyla başta Mustafa Kemal Atatürk olmak
üzere İsmet İnönü ve Hasan Ali Yücel’e kadar
Cumhuriyet’in şekillenmesinde rol sahibi birçok
önemli ismin portrelerini yapma imkanı buluyor
Duran. Portreler o kadar gerçek ki heyecan yaratıp
başınızı döndürebilir. Serginin son bölümünde ise
evinden bazı bölümler, gündelik hayatını ve çalışma
ortamını anlatan düzenlemelerle müze ortamına
taşınıyor. Şimdi Dr. Nazan Ölçer’e kulak verelim...
‘BİRKAÇ TABLO ALACAKTIM, HEPSİNİ
VERDİLER’
Feyhaman Duran’ın eserlerine nasıl
ulaştınız, sergi yapma fikri nasıl doğdu?
Müzemizin kuruluşunun 15. yılına bu dev sergiyle
adım atmaktan büyük mutluluk duyuyoruz. Geçtiğimiz
sene doğumunun 130. yılı olan Feyhaman Duran’ın
eserlerini büyük bir içerik zenginliğinde
sunabilmemizi, en başta İstanbul Üniversitesi’yle
yaptığımız işbirliğine borçluyuz. Feyhaman Duran’ın
çocukları olmadığı için Süleymaniye’deki eviyle
birlikte tüm resimlerini İstanbul Üniversitesi’ne
bağışladı. Türkiye’de bu çapta bir bağış az görülür,
bu öncü bir bağış. Selim Turan’ın ailesi de
elindekileri bağışlamıştı, bu iki koleksiyon
İstanbul Üniversitesi’nin merkez binasındaki büyük
bir salonda sergileniyordu. İlk gittiğimde eserlerin
çokluğu karşısında şaşırdım. Feyhaman’ın evine
gitmiştim, harap durumdaydı. 2012’de rektörle
görüşmek üzere merkez binaya gittim. Birkaç tablo
almak istedim, başka yerlerden de alacaktık. Büyük
bir sergi planlanıyordu. Koleksiyon sahipleri hiçbir
zaman “Aman ne isterseniz alın” demez. Az eser
vermeye çalışılır. Genel sekreter ve yardımcısı “Biz
bir görüşelim” dediler ve ortadan kayboldular.
Vermeyeceklerini düşündüm. Sonra geldiler ve “Nazan
Hanım sizi tanıyoruz, güveniyoruz. Acaba bu
eserlerin hepsi bir süreliğine size ödünç verilemez
mi?” dediler. Çünkü merkez bina büyük bir onarıma
girecekti ve bu eserleri nerede muhafaza
edeceklerini bilmiyorlardı. Tabii bu duyulmamış,
görülmemiş bir teklif. Batı’da yapılır. Ama bizde
pek örneği yoktur. Koleksiyon için 24 saat kameralı
ve iklim kontrollü bir alan yarattık, bu eserler ilk
defa bu kadar değer gördü. Tabii bizim sergimizin
boyutu ve zamanlaması değişti. 2017’nin ilk sergisi
olarak açıldı.
EŞSİZ BİR DÖNEM SERGİSİ
Feyhaman Duran sergisiyle nelere tanıklık
ediyoruz?
Feyhaman’ı anlamak için dönemi de tanımak
gerekiyor. Bu uzun yaşam bize eşsiz bir dönem
sergisi yapma şansı sundu. 1886’dan 1970’e kadar
imparatorluğun son dönemi, 2. Meşrutiyet’le son
parlak dönem... İnsanın aklı almıyor ki, coşkuyla
kutlanan meşrutiyet 3 yıl sonra 1911 Balkan
Savaşı’yla yerle bir oluyor. Savaşın acılarının
ardından 1. Dünya Savaşı patlıyor. Böylece dünya
değişiyor ve imparatorluk yıkılıyor. Bütün döneme
şahit olan genç bir sanatçı Feyhaman. Dönemin aydın
ailesi içinde doğmuş, baba şair, hattat... Anneyi
çok genç kaybediyor. Sergiyi onun gözünden yapmaya
çalıştık, ziyaretçinin de öyle izlemesini arzu
ettik. Sadece Feyhaman’ı değil bir dönemi
anlayacaklar.
Habertürk, Haber: Ekin Türkantoz,
22.01.2017
|
TARİHİ RUMELİ HAN İCRADAN SATILIK
Bugünlerde hepimizin yüreğini
acıtan bir tartışma var. Beyoğlu ruhunu neden
kaybetti? Şimdi anlatacaklarım çok değil 2012’ye
uzanıyor. Yani sadece 4 yıl önceye ait.
Rumeli Han Beyoğlu İstiklal Caddesi’ne cıvıl
cıvıl çalışan hanlarından biriydi. 1878’de Ragıp
Paşa’nın ikameti için yapılan bu taş olma binanın
alt katlarında da dükkanlar yer alıyordu. Binanın
girişinde şapkacılar, şemsiyeciler, aksesuarcıların
yanı sıra en az binanın kendisi kadar ünlü bir marka
karşılardı insanları. Rebul Eczanesi. Rebul de
1895’ten beri oradaydı.
KONSER VERİYORLARDI
Hanın sakinleri de çok renkliydi. Kiracılar
resim, fotoğrafçılık atölyeleri, tiyatrolar, konser
ve dans mekanlarıydı. Hanın içinde dağcılık ve kaya
tırmanışı yapılıyor, eğitimler veriliyor, Haymatlos
ve Factory isimli mekanlarda Erkan Oğur, Metin-Kemal
Kahraman gibi önemli isimler konserler veriyordu.
İstanbul ve Beyoğlu dünya turizminde önemli bir
destinasyon haline gelince Beyoğlu’nun tarihi
hanlarının da talihi değişti. Artık tek amaç yatak
kapasitesini arttırmak için otel ve alışveriş
merkezi inşaa etmekti. Emek Sineması, İnci
Pastanesi, Markiz gibi Beyoğlu’nu Beyoğlu yapan
markalar da birer birer yok oldu gitti.
Rumeli Han da 2012 yılında Laleli’de dericilikle
başlayan ve otelcilik ve turizme yönelen Taksim
Hill, Art Otel, Kafkasya Otel Florya Konağı gibi
otellerin sahibi Gevrekli Ailesi tarafından satın
alındı.
Binanın 62 kiracısı 2014 yılına kadar çıkarıldı.
Hilton zincirinin üst markalarından biri olmak üzere
restorasyona girdi. O günlerde yapılan açıklamaya
göre Hilton Worldwide, Curio-A Colellection by
Hilton markasına Avrupa’da açacağı iki oteli
ekleyecekti. 2017’de açılacağı belirtilen otelin 173
odalı, şık bir restoran ve bara sahip olacağı
belirtiliyordu.
MAYISTA SATILACAK
Ne yazık ki Türkiye şimdi ekonomide zor günler
yaşıyor. Beyoğlu ve İstiklal Caddesi de bundan
nasibini alıyor. Markalar gidiyor, dükkanlar
kapanıyor. Beyoğlu uzun zamandır ellerimizle yok
ettiğimiz kimliğine bir de ekonomik darbe yiyor.
İcralar, iflaslar artarken Rumeli Han’dan da
olumsuz bir haber var. Han icradan satışa çıktı.
İcra ilamında değeri 29 dükkan ve 180 suit odalı
otel taşınmaz kültür varlığı olarak tanımlanıyor.
Değeri 450 milyon TL olarak belirlenen Rumeli Han
için ilk açık arttırma 24 Nisan’da ikinci ise 22
Mayıs’ta yapılacak.
Geçmişinden koparılan Rumeli Han umarız eski
günlerine döner!
Hürriyet, Haber: Jale
Özgentürk, 22.01.2017
|
CAMİNİN TAŞLARI TAPINAĞIN ÇIKTI
Manisa’nın Yunusemre İlçesi'ndeki Aiol halkı
tarafından Batı Anadolu'da kurulan 12 kentten biri
olan 2 bin 800 yıllık tarihe geçmişe sahip Aigai
antik kentinde yapılan kazı çalışmaları, 64 yıllık
bir gerçeği ortaya çıkardı. Aigai antik kentindeki
bilgelik tanrıçası olarak bilinen Athena'nın
tapınağındaki taşların sökülerek taşındığını
farkeden kazı heyeti, antik kente yakın yerleşim
yerlerini mercek altına aldı. Yapılan incelemelerde
tapınak taşlarının antik kente 8 kilometre
mesafedeki Seyitli Mahallesi camisinin inşaatında
kullanıldığı belirlendi. Gerçeğin ortaya çıkmasıyla
mahalle sakinleri 64 yıllık camilerinin yıkılarak
tarihi taşların geri alınmasından endişe etmeye
başladı.
Seyitli Mahallesi'nde yaşayan Nazif Gürca da o
dönemde mahallenin ileri gelenlerinin cami inşaatı
için taşları Aigai antik kentinden getirdiğini
doğruladı. Caminin yapımında kullanılan taşların
neredeyse tamamının tapınak taşları olduğunu
belirten Aigai Antik Kenti Kazı Heyeti Başkanı ve
Manisa Celal Bayar Üniversitesi Fen Edebiyat
Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd.
Doç.Dr. Yusuf Sezgin ise hiçbir şekilde camiye müdahale
edilmeyeceğini söyledi. Yrd. Doç.Dr. Sezgin, "Seyitli Mahallesi Camisi 1953 yılında inşa
edilmiş. Özellikle caminin önünde görülen yüksek
sütunların Athena Tapınağı'ndaki sütunlar olduğunu
biliyoruz. Cami yapılırken oradan getirilerek
kullanılmış. Kutsal bir yapıdan alınan taşlar başka
bir kutsal yapıya taşınmış" dedi.
Sezgin "Kutsal bir yapıdan alınan taşlar
başka bir kutsal yapıya taşınmış" diyerek,
camiye dokunulmayacağını söyledi.
Odatv, 21.01.2017
|
HEVSEL BAHÇELERİ ÖZEL PROJE ALANI İLAN EDİLDİ
Diyarbakır'daki 8 bin yıllık Hevsel Bahçeleri'nin
akıbeti belli oldu. Hevsel Bahçeleri Dicle Nehri
kıyılarını da kapsayacak biçimde baştan yaratılacak.
Hevsel Bahçesi projesi kapsamına, Dicle üzerindeki
tarihi 10 Gözlü Köprü de alındı.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı,
Diyarbakır’da Kırklar Dağı’nın eteklerinde yer
alan 8 bin yıllık Hevsel Bahçeleri’ni özel proje
alanı ilan etti. Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet
Özhaseki’nin haziran ayına kadar bitirilmesi
talimatını verdiği çalışmayla, Hevsel Bahçeleri
Dicle Nehri kıyılarını da kapsayacak biçimde
baştan yaratılacak. Hevsel Bahçesi projesi
kapsamına, Dicle üzerindeki tarihi 10 Gözlü Köprü de
alındı.
Proje alanına bisiklet ve yürüyüş yolları,
seyir terasları, ahşap banklar,
spor alanları, 21 adet
Çeşme, kameriyeler ve kır kahvesi yapılacak.
Dicle kenarında da ahşap iskele yürüyüş yolu olacak.
Bölgede mangal yakılması yasaklanacak. Hevsel’de 300
kişilik cami dışında yapılaşmaya izin verilmeyecek.
Cami, pencerelerinden cam süslemelerine kadar
Diyarbakır kültürünü ve mimarisini yansıtacak.
71 BİN AĞAÇ DİKİLECEK
Dicle kenarına, ileride bölgede tekne turları
yapılabilmesi için tekne yanaşma alanları da
yapılacak. Hevsel Bahçeleri’nde kamuoyundaki algının
aksine çok az sayıda ağaç bulunduğunu belirten
yetkililer, “Burası orman değil, bahçe. Sebze
yetiştirilen, çevresinde meyve ağaçlarının olduğu
bir yer. Biz buranın toprağına ve iklimine uygun
türleri tercih ettik” dedi. Projeyle, bölgeye 71 bin
ağaç,
çiçek ve bitki ekilecek. Bahçeye, 2 bin 600
çiçek ekilecek. 65 bin metrekarelik alan da
çimlendirilecek.
ZİYARET ALANLARI KORUNACAK
Ünlü “Suzan Suzi” türküsü bu bölge için
yazılırken, türküde geçen “Kırklar Dağı’nın eteği”
Hevsel Bahçeleri’ne işaret ediyor. Burada, halkın
önem verdiği çeşitli ziyaret alanları ve kaynak
suları bulunuyor. Proje ile türküde geçen bu alanlar
da koruma altına alınacak. Bakanlık, Suriçi
bölgesinde terörden zarar gören özellikli konutların
yapım çalışmalarını da sürdürüyor. Alipaşa ve
Lalebey Mahalleleri ile Kurşunlu Camii çevresinde
yer alan kapılar onarılacak. Konutlar, restore
edilcek ve güçlendirilecek. Yeni evlerin tamamı
orijinal dokuya uygun olarak taştan yapılacak. Büyük
bölümü avlulu olan binalarda, her avluya bir ağaç
dikilecek. Yetkililer, “Eğer orijinal anıtsal
konutta bir duvar eğriliği varsa onu dahi koruyoruz.
Hiçbir evin fonksiyon değişikliği olmayacak” dedi.
Milliyet, 21.01.2017
|
TOPKAPI SARAYI DENİZE YÜRÜYOR!
Topkapı Sarayı’nın zemininde
Sarayburnu’na doğru bir kayma ve zemin
sıvılaşması tespit edildi. Binaların duvarlarında ve
kubbesinde oluşan yarıkların zemindeki kaymanın
etkisiyle oluştuğu sonucuna varıldı. Kültür ve
Turizm Bakanlığı yapının kurtarılması için
çalışmalara başladı.

Topkapı Sarayı Müzesi’nin duvarlarında ve
kubbelerinde büyük yarıklar olduğunu
Hürriyet 26 Eylül 2016’da gündeme getirmişti.
İçinde Topkapı Hançeri, Kaşıkçı Elması, Nadir Şah
Tahtı, Zümrüt Sorguç, Zümrütlü Maşrapa,
Altın Miğfer, Hz. Osman’ın Kılıcı, Abanoz Taht
gibi paha biçilmez eserlerin bulunduğu Fatih Köşkü
çökme tehlikesi yaşadığı için ziyarete kapatılmıştı.
Köşkün restorasyonu sırasında sıvaların raspalanması
(soyulması) neticesinde ortaya çıkan durum uzman
raporlarına şöyle yansımıştı: ‘‘Raspa sonrası ortaya
çıkan deformasyonların büyüklüğü çatlak boyutunu
aşarak ayrık ve yarık seviyelerine geldiği
gözlemlenmiştir.’’
Topkapı Sarayını çökme
noktasına getiren duvarlarında ve kubbelerinde
oluşan dev yarıkların sebebi belli oldu. Tarihi
yapının zemininde
Sarayburnu’na doğru bir kayma ve zemin
sıvılaşması tespit edildi. Sarayda oluşan yarıkların
zemindeki kaymanın etkisi ile meydana geldiği
sonucuna varıldı.
BÜYÜK PROJELER DE
TETİKLEDİ
Kültür ve Turizm Bakanlığı
uzman raporlarından sonra tarihi yapının
kurtarılması için çalışmalara başladı. Uzun yılların
ihmali
göz önüne alınarak
makyaj tabir edilen geçici onarım yerine çatlak
ve yarıkların sebebi araştırıldı. Bu amaçla gerek
köşkün içine gerekse çevreye 26 sondaj kuyusu açarak
içine sismik hareketliliği ölçen inklinometre
propları ile delgilerin tabanına zemindeki boşluk
suyu basınçlarını ölçen piyezometre yerleştirildi.
Bu cihazlardan alınan veriler GPRS aracılığıyla bir
veri bankasına aktarılacak. Yetkililer bu cihazların
amacının
bugün için değil sarayın uzun yıllar
izlenebilmesi için yapıldığını belirtiyor.
Son iki yıldır
deprem kaynaklı sismik hareketler, Marmaray ve
Avrasya Tüneli gibi büyük projelerin oluşturduğu
zemin titreşimlerinin kaymayı tetiklediği
düşünülüyor. Ayrıca 1920’li yıllarda yapılan saray
drenaj sistemininde yer yer tıkanmalar, körelme veya
atık suyun deşarj edilememesinin de zemin
sıvılaşmasını artırdığı tahmin ediliyor.
KAYMA UZUN YILLAR İÇİNDE OLMUŞ
Metodolojik olarak sorunun tespitine yönelik
çatlakların oluşmasında zeminsel etkilerin ağır
bastığı görüldü. Yakın zamanda bölgede oluşan
istinat duvarlarının yıkılma sebebinin de bu olduğu
sonucuna varıldı. Tarihi yapının statik güçlendirme
yöntemi belirlendi.
Kaymanın uzun yıllar
içinde gerçekleştiği, bunda
Topkapı Sarayı drenaj sisteminin eski olmasının
ve sistemin yer yer çalışmamasının zemindeki
sıvılaşmayı artırdığı düşünülüyor. Zemin etüt ve
tasarım şirketi tarafından yürütülen çalışmalar
sonucunda oluşan ön inceleme raporuna göre zemindeki
bu kaymanın önüne geçebilmek için Fatih Köşkü ile
aynı aks üzerinde bulunan Mecidiye Köşkü, Sarayın
Mutfak bölümlerinin etrafı ile yamaçta bulunan
istinat duvarının güçlendirilmesi için çelik kazık
çakma önerisi yapıldı. Jeoradar yöntemi ile zeminin
altınında kalıntılar tespit edildi. Bu kalıntıların
tarihi kaynaklardan da bilindiği üzere Roma dönemi
akropolü olduğu düşünülüyor. Fore kazık uygulaması
yapılması halinde kalıntıların büyük zarar göreceği,
betonun zemin altında birçok noktaya ulaşarak
kalıntılarda dönüşü olmayan tahribata neden
olacağından çelik kazık yöntemi önerildi. Çelik
kazıklar 1-1,5 metre aralıklarla ve jeoradar
sonuçları göz önüne alınarak kalıntılara zarar
vermeyecek şekilde yerleştirilmesi planlandı.

ZEMİN SIVILAŞMASI ÖNEMLİ SORUN
Saray’ın zemininde kaymanın yanı sıra zemin
sıvılaşması da tespit edildi. Yeraltı su seviyesi
altındaki tabakaların mukavemetlerini kaybederek,
katı yerine viskoz sıvı gibi davranmaya başlamasına
zemin sıvılaşması deniyor. Bir anlamda zemindeki
toprağın suya doyması olarak nitelendirilen zemin
sıvılaşması taşıma gücünü kaybettiğinde yapıda
hasara
yol açan, önemli ölçüde oturma ve dönmelere
neden oluyor. Yapının ağırlığı büyük değilse taşıma
gücünün zayıflaması büyük oturmalar ortaya
çıkarmıyor ama sıvılaşma artıkça ve önlem
alınmadığında oluşacak kayma binayı da yerinden
oynatıyor ya da binada çatlak, yarık gibi hasarlar
oluşturuyor. İstinat duvarının arkasındaki zemin
sıvılaştığı
zaman yatay zemin basıncı önemli derecede artış
gösteriyor. Nitekim Gülhane parkındaki istinat
duvarı ile Konyalı restorandaki istinat duvarlarının
göçmesi bu sebebe bağlanıyor. Saray’ın avlusunda
oluşan obruk benzeri çökmenin de drenaj sisteminin
eskiyerek o bölgede zemin sıvılaşmasına neden
olmasından kaynaklandığı belirtiliyor.
Hürriyet,
Haber: Ömer Erbil, 21.01.2017
******
KÜLTÜR VE
TURİZM BAKANI AVCI: TOPKAPI SARAYI'NA İLİŞKİN İMALAR
DOĞRU DEĞİL
Kültür ve
Turizm Bakanı Nabi Avcı, Agos Gazetesi
Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'in suikast sonucu
hayatını kaybetmesinin 10. yılı dolayısıyla Balıklı
Ermeni Mezarlığı'ndaki kabri başında düzenlenen anma
törenine katıldı.
Burada basın
mensuplarının sorularını yanıtlayan Avcı,
Topkapı Sarayı'nda yer hareketleri olduğu
yönündeki iddialara ilişkin soru üzerine, bu konuda
daha önce açıklamalar yaptıklarını söyledi.
Fatih Sultan Mehmet'in
köşkü olarak da bilinen Hazine Dairesindeki
çatlaklar nedeniyle Topkapı Sarayı ile ilgili bir
hassasiyetin oluştuğunu dile getiren Avcı, şöyle
konuştu:
"Bu konuda bizim
İstanbul Teknik Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi
ile ilgili uzmanlarla yaptığımız çalışmalar var. Bu
çalışmalar 1 yıldan beri sürüyor. En son geçtiğimiz
ay içinde, özellikle Hazine Dairesine etki eden
faktörleri belirlemek için çevrede 26 sismik kayıt
kuyusu açıldı. Bu kuyuya yerleştirilen cihazlar
aracılığıyla sarayın ve özellikle Hazinedeki
çatlakların ne kadar, yer zeminindeki
hareketlilikten ne kadar, başka faktörlerden,
basınçtan vesaire etkilendiğini belirlemek için
bilimsel bir çalışma başlatıldı. O çalışmaların
sonuna gelmek üzereyiz. Şubat sonu itibarıyla bunlar
net olarak belirlenmiş olacak."
Basında yer alan
haberde, Marmaray ve Avrasya Tüneli çalışmalarının
da buradaki zemin hareketliliğine olumsuz etki
ettiğine dair dolaylı da olsa bir imanın bulunduğunu
aktaran Avcı, "Bu, doğru değil. Elimizdeki bütün
bilimsel raporlar, çalışmalarla ilgili raporlar,
böyle bir etkiden söz etmiyor. Böyle bir etki
olduğuna dair elimizde bilimsel bir veri yok ama
bunlar biliyorsunuz genellikle böyle şehir efsanesi
olarak konuşulur. Buna rağmen biz, o sismik kuyular
üzerinden yaptığımız çalışmalarla zaten ne tür yer
hareketliliklerinin bölgeye ne oranda etki ettiğini
ölçme şansını yakalamış olacağız. Ona göre de
gerekli restorasyon ve diğer tedbirleri alacağız."
diye konuştu.
"Denize doğru bir
kayma var mı?" sorusu üzerine Avcı, denize doğru bir
kaymanın söz konusu olmadığını vurgulayarak, şunları
kaydetti:
"Daha önce de Marmara
Denizi'ne bakan istinat duvarındaki çatlamalar
nedeniyle bir bilim adamımızın yaptığı açıklama
vardı. Bilim adamımızın yaptığı açıklamalarda ilgili
uzman arkadaş diyor ki 'Marmara'ya bakan, yani
Marmara Denizi'ne bakan istinat duvarında çatlamalar
var'. Fakat bunu okuyan bazı kişiler, o demeçteki
'Marmara'ya bakan istinat duvarı' sözünü, 'Marmaray
İstasyonu'na bakan gibi algılıyor. Halbuki yazının
içinde, demecin kendisine baktığınız zaman zaten
görüyorsunuz Marmara Denizi kastediliyor. Marmara
Denizi'ne bakan istinat duvarı... Marmaray İstasyonu
ayrı, o uzak zaten oraya. Oraya bakan istinat duvarı
da yok. Eski deyimle apostrof kayması olunca sanki
Marmaray İstasyonu'na ilişkin açıklama yapmış gibi
algılamış bazıları. Doğru değil. Marmara Denizi'ne
bakan istinat duvarı diyor, demecin altını
okuduğunuz zaman onu görüyorsunuz zaten. Gerek
Marmaray inşaatında gerek Avrasya Tüneli inşaatında,
gerek benzer büyük inşaatlarda, büyük veya küçük
bütün inşaatlarda çevre etki analizleri yapılır, ona
ilişkin gerekli raporlamalar yapılır ondan sonra
inşaatlara başlanır. Dolayısıyla Topkapı Sarayı'na
yönelik, Marmaray inşaatının veya Avrasya Tüneli
inşaatının olumsuz etkilerine dair elimizde hiçbir
bilimsel gösterge vesaire yok."
Anadolu Ajansı,
Haber: Etem Geylan - Emin İleri, 22.01.2017
|
BOZBURUN'DA TANRIÇA HEYKELİ BULUNDU
Marmaris'teki Bozburun Mahallesi açıklarında, Türk
sualtı arkeoloji tarihinin en büyüğü olduğu öne
sürülen seramik heykel bulundu. Kasım ayında bulunan
Tabak batığında yapılan araştırmalarda bulunan 2 bin
700 yıllık heykelin Kıbrıslı bir tanrıçaya ait
olduğu saptandı.
Marmaris'e bağlı Bozburun Mahallesi açıklarında
geçen kasım ayında tespit edilen 2 bin 700 yıllık
Tabak batığında, Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ)
Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü tarafından
yapılan sualtı araştırmaları çalışmasında, 43 metre
derinlikte, 2 bin 700 yıllık ve arkaik döneme ait
olduğu saptanan 60 santimetre uzunluğunda heykel
bulundu. Enstitüye bağlı Ege Bölgesi Araştırma ve
Uygulama Merkezi'nin (EBAMER) Müdür Yardımcısı
Doç.Dr. Harun Özdaş başkanlığındaki kazının, Kültür
ve Turizm Bakanlığı'ndan alınan izin ve Kalkınma
Bakanlığı desteğiyle yürütüldüğü belirtildi. Sadece
belden aşağısı bulunan seramik heykelin ortaya
çıktığı yerde ayrıca seramik tabaklar ve amforalar
da gün ışığına kavuştu.

"YOK OLAN MEDENİYETLERİ İNCELEMEKTEYİZ"
Yaklaşık 300 metrekarelik bir alana yayılan
eserlerin Akdeniz'de çok önemli bir tarihe ışık
tutacağını belirten Doç Dr. Harun Özdaş, şöyle dedi:
"Ülkemiz kıyılarında ilk defa bu boyutlarda
pişmiş toprak bir heykel tespit ettik. Antik
dönemlerde Akdeniz medeniyetlerinin aralarındaki en
önemli iletişimi ve etkileşimi deniz yoluyla
sağladığını günümüz araştırmalarınla artık
anlayabiliyoruz. Bugüne kadar yapılan araştırmalara
ek olarak, en son teknolojik cihazlar ve yöntemlerle
de yaptığımız çalışmalarda, medeniyetlerin arasında
sadece ürün ve malların değil, akıl, düşünce ve
felsefenin de deniz yoluyla taşınmış olması gibi bir
sonuca ulaşıyoruz. Akdeniz medeniyetleri çağlar boyu
denizde iz bırakarak ilerlemiştir. Bizlerde bu
izlerden yola çıkarak ülkemiz kıyılarındaki tarihsel
süreçte ortaya çıkan ve yok olan medeniyetleri
incelemekteyiz."
BELDEN ÜSTÜ ARANACAK
Bozburun açıklarında 43 metrede tespit edilen
batıkta yapılan detaylı araştırmalar sonunda yüzeye
yakın kum yığını altında farklı bir seramik
bulduklarını belirten Doç.Dr. Özdaş, şunları
anlattı:

"Etrafını temizlediğimizde önce heykelin ayak
parmakları görüldü. Çok heyecanlandık. Daha sonra
ise heykelin sağlam belden aşağı bölümü ortaya
çıktı. Belden aşağısı bulunan tanrıça heykelinin
üzerinde elbisesi vardı. Pişmiş toprak heykelin iki
parçadan oluştuğu ortaya çıktı. Bu tür heykeller
birbirine geçmeli iki parça olarak yapıldığını
biliyoruz. Bu nedenle, ikinci yani tanrıça
heykelinin üst bölümünde aynı bölgede olduğunu
tahmin ediyoruz. Bu eşsiz eser, uzun bir etek giymiş
çıplak ayaklı bir kadına olasılıkla da bir tanrıçaya
ait. Orijinal boyunun yaklaşık 120 santimetre
olduğunu tahmin etmekteyiz. Gerek hava şartları,
nedeniyle araştırmamızı kısa kesmek zorunda
kaldığımızdan heykelin üst parçasını bulamadık.
Fakat 2017 yılında bölgede kazı çalışmalarına
başlamayı planlıyoruz. İlk verilere göre heykeli ve
batığı MÖ. 7'inci yüzyıl sonuna tarihlemekteyiz.
Büyük bir olasılıkla Kıbrıslı bir tanrıçaya ait."
Eserin konservasyon çalışmalarının Bodrum
Sualtı
Arkeoloji Müzesi laboratuvarında yapıldığını
belirten Doç.Dr. Özdaş, "Heykeli bulduğumuz batığın
ana yükünü ise tabaklar oluşturmakta. Geniş bir
alana dağılmış olan batık alanından Kıbrıs kökenli
amforalar bulunmakta. Gerek buluntular gerekse
pişmiş toprak heykel geminin Kıbrıs kökenli
olabileceğini göstermekte. Arkaik dönemde
Akdeniz'den Ege'ye seyahat eden gemi kendi dönemi
içinde Akdeniz Medeniyletleri ile Ege arasındaki
ilişkiyi açıklayan önemli veriler sunmakta" dedi.

Milliyet, Haber: Yaşar Anter, 21.01.2017
|
IŞİD, ANTİK KENT PALMİRA'YI İMHA ETTİ

Suriye devlet televizyonu, terör örgütünün antik
kent Palmira'daki
Roma tiyatrosu ve sütunları imha ettiğini
duyurdu. Yıkılan eserler arasında dört sütunlu
yapılardan oluşan 'Tetrapylon' da bulunuyor.

Aralık 2016'da antik kenti yeniden ele geçiren
IŞİD'in, dün de aynı yerde toplu infaz yaptığı
duyurulmuştu.
IŞİD, 20 Mayıs 2015'te yoğun çatışmaların
ardından tarihi Palmira antik kentinin kontrolünü
sağladı. Eli kanlı terör örgütü, binlerce yıllık
geçmişe sahip kentteki tarihi eserleri harabeye
çevirdi. BM güvenlik güçlerinin koruması altında
bölgeye giden UNESCO heyeti, Palmira'daki büyük
heykellerin, büstlerin, mezarların ve anıtların
büyük bir kısmının yıkılıp, parçalandığını açıkladı.
Antik kentin IŞİD'den kurtarılmasıyla Mayıs 2016'da
amfi tiyatroda bir konser verildi. Ancak Şam rejimi
geçen yılın sonunda tüm gücünü Halep savaşına
yöneltince, IŞİD geri döndü ve Palmira çevresini
Aralık 2016'da yeniden ele geçirdi. Palmira, 2016'da
topraklarının dörtte birini kaybeden IŞİD'in yeniden
ele geçirdiği birkaç yerden birisi.
Suriye'deki iç savaştan önce Palmira, ülkenin en
önemli turistik merkezlerinden biriydi. Her yıl
binlerce turist, antik kenti görmek için bölgeye
akın ediyordu.
Çölün Gelini ismiyle de bilinen Palmira'nın
tarihi MÖ 19. yüzyıla kadar geriye gidiyor. Yunan ve
Roma kaynaklarında ise 1. yüzyıldan itibaren
kayıtlarda yer alıyor.
ANTİK KENTTE TOPLU İNFAZ YAPMIŞLARDI
Muhaliflere yakın Londra merkezli
Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, dün eli kanlı
terör örgütü IŞİD'in antik kent Palmira'da 12 kişiyi
öldürdüğünü duyurmuştu. Gözlemevinin verdiği bilgiye
göre, dört kişinin başı kesilmiş, sekiz kişi de
vurularak öldürülmüştü. Bazı cinayetler UNESCO'nun
Dünya Mirası listesinde yer alan müzenin bahçesinde
işlenmiş, yerel aktivist grup Palmira
Gözlemcileri'nin aktardığına göre ayrıca kurbanların
bazıları da Roma amfi tiyatroda infaz edilmişti.
Türkiye'nin sınır ötesi harekatı Fırat Kalkanı
ile Cerablus-Azez hattını kaybeden terör örgütü,
halihazırda stratejik önemdeki El Bab'ı savunuyor.
Türk özel birlikleri ve Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)
tarafından kuşatılan kentin, kısa sürede düşmesi
bekleniyor.
Doğu cephesinde ise Musul'da kuşatılan IŞİD,
kentin yarısını kaybetmiş durumda. Irak ordusu ve
diğer silahlı unsurlar, Musul'u ikiye bölen Dicle
Nehri'nin batısını kurtarmak için saldırıyor.
IŞİD'in 2016'da kaybettiği yerler arasında
Felluce ve Sirte gibi önemli merkezler var.
Milliyet, 20.01.2017
|
TARİHİ KİLİSE ÇIKMAZA GİRDİ
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi oy
çokluğuyla, Beyoğlu Asmalımescit’teki Ermeni Katolik
Kilisesi’nin avlusu sayılabilecek alanı yaya yolu
ilan etti. Kilise yönetimi ise güvenlik sorunu
oluşturacağı gerekçesiyle karara itiraz ediyor.
Kilisenin yan cephe duvarının hemen yanında yer alan
daracık ‘yol’, binaların içinde kalmış, demir
kapılarla kapatılmış durumda. İçinde hurda
malzemelerin yer aldığı ‘yol’un sonu ise bir çıkmaz
sokak.
‘Maddi hata...’
İBB Meclis gündemine geçen hafta gelen teklif,
CHP’li üyelerin itirazına karşın kabul edildi.
Teklifte, Asmalımescit’te yer alan tarihi Ermeni
Katolik Kilisesi’nin duvarıyla bitişik, Perukar
Çıkmazı olarak da tanımlanan “kadastral yolun”
2010’da kilise alanına alındığı belirtildi.
Bu kararın “maddi bir hata” olduğu ifade
edilerek, alanın, “yaya yolu” olarak düzenlenmesi
istendi. Teklifin, Beyoğlu Belediyesi Meclisi’nde de
7 Ekim 2016 tarihinde uygun görüldüğü anımsatıldı.
Teklife karşı çıkan CHP’li Meclis üyesi Hüseyin
Sağ, “Kiliseler, avlular ve etrafındaki alanlarla
birlikte tescil edilir. Burası tescil edilirken
etrafındaki alanlar unutulmuş sanırım fakat şu an bu
alan kilise tarafından kullanılıyor. Bu yolu kimse
bilmez. Bir zamanlar da avlu olarak kullanılmış.
Kiliseden alınmasın” dedi. AKP’li Meclis üyesi Hadi
Diler ise “Bu tarihi eser parsel sınırıyla tescil
edildi. Teknik bir hata olarak bu yol planlara
kilise alanında işlenmiş” diye konuştu. Kilise
yönetimi ise bir ay önce belediyeye dilekçe vererek,
bu alanın açılması veya yol yapılması durumunda
güvenlik problemi oluşabileceğini belirtti.
Dilekçede, şu an kapalı olan kilisenin restore
edilerek yeniden açılmasının planlandığı ifade
edildi.
Cumhuriyet, Haber: Hazal Ocak, 19.01.2017
|
15 - 21 Ocak 2017
|
MANİSA'DA BULUNDU!
ARKEOLOJİ AÇISINDAN ÇOK ÖNEMLİ BİR BULUNTU

Manisa'daki Aigai antik kentindeki kazı
çalışmalarında bulunan lahit parçalarının, bir
okul müdürüne ait olduğu ortaya çıktı.
Aigai Antik Kenti Kazı
Heyeti Başkanı ve Celal Bayar Üniversitesi (CBÜ)
Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü öğretim
üyesi Yrd. Doç.Dr. Yusuf Sezgin, mezarın
yaklaşık 2 bin 200 yıllık olduğunu, arkeoloji
tarihindeki bugüne kadar bir okul müdürüne ait
bulunmuş başka bir mezar örneğine rastlanmaması
nedeniyle, tarihe ışık tutacağını söyledi.
Aiol halkı tarafından
Batı Anadolu'da kurulan 12 kentten biri olan, 2
bin 800 yıllık geçmişe sahip, Manisa'nın
Yunusemre İlçesi'ndeki Aigai antik kentinde
yapılan kazı çalışmalarında yeni lahit parçaları
bulundu. Bu parçalar, 2004 yılından bu yana
bulunan diğer parçalarla birleştirildi. Yüzde
80'i tamamlanan mezarın üç kez onurlandırılmış
bir okul müdürüne (Gymnasiarkhos) ait olduğu
anlaşıldı. Mezarın üzerindeki yazıların antik
kentin tarihini gün ışığına çıkardığı
belirtildi. 2004 yılından bu yana parçaları
birleştirilen mezarın yaklaşık 2 bin 200 yıllık
olduğu tespit edildi.
Kalan eksik parçaların
da bulunmasının ardından mezarın sergileneceğini
belirten Aigai Antik Kenti Kazı Heyeti Başkanı
Yrd.Doç.Dr. Yusuf Sezgin, bulunan mezarın,
arkeoloji tarihinde bugüne kadar bir okul
müdürüne ait bulunmuş başka bir mezar örneği
olmaması nedeniyle, önemli olduğuna dikkati
çekti.
Bulunan lahitle ilgili
bilgi veren Yrd.Doç.Dr. Sezgin, "Mezarın
üzerindeki kalıntılar bize bir şey anlatıyor.
Mezarın üzerinde üç tane çelenk var ve bu
çelenklerin hepsinin ayrı ayrı anlamı var.
Çelenkler bu mezarın içerisinde bulunan kişinin
üç defa onurlandırıldığını gösteriyor.
Çelenklerin içerisinde ise onurlandıran
kişilerin isimleri yazıyor. Çelengin biri 'Neoi'
yani gençler tarafından onurlandırıldığını,
diğeri ise 'Aiollida' yani halk tarafından
onurlandırıldığını bize gösteriyor. Bu da bizim
için önemli. Mezarın üzerindeki üçüncü çelenk
ise yontulmuş. Bu nedenle üçüncü onurlandırmanın
kimin tarafından yapıldığı tespit edilemedi.
Ayrıca lahitin üzerinde parşomen, papirus
ruloları ve yazı takımlarının olması bu mezarın
içerisindeki kişinin bir öğretmen ve eğitmen
olduğunu gösteriyor. Antik çağlarda kentlerde
Neoi Gymnasion'un denilen gençlerin gittiği
okullar var. Buradan da anladığımız kadarıyla bu
mezarın içerisinde yatan aslında Neoi
Gymnasion'un baş hocası. Antik çağda da buna
'gymnasiarkhos' deniliyor. Gymnasiarkhosluk
önemli bir görev. Bir yandan kamu kaynakları ile
okullar çalıştırılıyor ama kamunun yetmediği
yerde ise gymnasiarkhoslar kendi servetlerinden
para koyarak, okul ile ilgili gerekli
yatırımları gerçekleştiriyorlar. Zaten
onurlandırılmasının nedeni de bu olsa gerek"
dedi.
"LAHİTİN
ÖRNEĞİ YOK"
Lahiti dil açısından
da incelediklerini belirten Yrd. Doç.Dr. Yusuf
Sezgin, şöyle devam etti:
"2004 yılında biz
kazıya başladığımızda bu lahit parçalanmış
olarak etraftaydı. Biz yıllar içerisinde bu
lahitin parçalarını bularak üzerine yapıştırdık.
Halen çalışmalar devam ediyor. Dil açısından
anlattıklarını inceliyoruz, hem de lahite ait
olan parçaları bularak tamamlamaya çalışıyoruz.
Lahitin üzerindeki ifadeler bir okul müdürüne
ait yazılar olduğunu gösteriyor. Bugüne kadar
bir okul müdürüne ait bulunmuş lahit örneği yok.
Arkeoloji açısından çok önemli bir buluntu bu.
Bu da önemli sonuçlar doğuracak diye
düşünüyoruz. Mezarlık alanında 2015 yılından bu
yana uluslararası bir çalışma yürütmekteyiz. Bu
çalışma kapsamında Alman Arkeoloji Enstitüsü ve
Fransa'nın başkenti Paris'ten bir grup arkeolog
ile birlikte proje yürütüyoruz. Proje kapsamında
mezarlıktaki bütün kültür varlıklarını
değerlendiriyoruz. Bu kapsamda bu mezar ile
ilgili bütün buluntuları bir araya getirip
önümüzdeki günlerde sergilemeyi düşünüyoruz.
Manisalılar'ın yanı sıra yakın çevredeki herkesi
eşi benzeri görülmemiş bu mezarı görmeye davet
ediyoruz."
Doğan Haber Ajansı,
Haber: Ersan Erdoğan, 19.01.2017
|
BOZKIR KÜLTÜR
MERKEZİ AÇILACAK
Bozkır Belediyesinin
kurulduğu 1870 yılındaki ilk binasının, Konya
Büyükşehir Belediyesince restore edilerek bahar
aylarında Bozkır Kültür Merkezi olarak hizmet
vermeye başlayacağı bildirildi.
Bozkır Belediye Başkanı İbrahim Gün, Bozkır'ın ilk
belediye binası olması nedeniyle yapının büyük önem
taşıdığına dikkati çekti.
Büyükşehir Belediyesi'nin yapacağı restorasyonla
oluşturacakları kültür müzesi ile Bozkır'ın tarihini
yaşatmaya devam edeceklerini belirten Gün, "Müzede
sergilenecek tarihi eşyaların üzerinde eşya
sahiplerinin isimleri yer alacak. Tarihi eşyaların
teslimi devam edecek. Bahar aylarında hizmet
vermesini hedefliyoruz." dedi.
Merhaba Haber, 19.01.2017
|
 |
ORTA ÇAĞ MİRASI
KALEYE GÖZLEM MERDİVENİ
Kopenhag merkezli firma MAP Architects tarafından
700 yıllık Ortaçağ kalıntısı içine yerleştirilen
gözlem merdiveni ile yapı, asırlar sonra ilk kez
halka açık hale getirildi.

Danimarka'nın Aarhus kentine 20 kilometre
uzaklıktaki Doğu Jutland'daki tarihi bir kalıntı
olan Kalø Kalesi, tamamiyle yeni bir mekansal
deneyim sunan müdahale ile ziyaretçilerin erişimine
açıldı.

Tasarım ile ziyaretçilerin, yapının arkeolojik
katmanlarını hissetmeleri ve çevredeki peyzaj
manzarasını görmeleri de sağlanmış.

Ulusal ölçekte önemli bir turistik çekim merkezi
olarak kabul edilen ve asırlardır boş kalan Kalø
Kalesi, tuğladan yapılmış üç katlı bir kale.
Yalnızca yapı içinden görülebilen zikzak şeklindeki
merdiven ziyaretçileri, geniş manzaranın
görülebileceği mevcut açıklıklara çıkarıyor.

Ofis, alanın arkeolojik olduğu göz önüne
alındığında, mevcut birkaç bağlantı noktası ile
yapıyı desteklemenin önemli bir zorluk olduğunu, ve
merdivenin en az detaya sahip olduğu halde kübik
boşluk içinde karmaşık bir alan yarattığını ifade
ediyor.

Hata payının en aza indirilmesi için 3D tarayıcı
kullanarak dijital tarama yapan ofis çalışmalarını:
"İniş eğiminin, basamak ve yükselme oranlarının
sürekli kaymasıyla, yükseklik değişiklikleri
olmaksızın aralıksız bir küpeşte tasarımı elde
edildi ve bu, biçimsel ve görsel karışıklığı büyük
ölçüde azalttı." şeklinde ifade ediyor.

Merdiven, bir çelik çerçeveli strüktürle
temellenmiş. Ahşap kaplı yapı boya ihtiyacı
olmaksızın 60 yıla kadar dayanıklılığı korumak için
ısı işlemine tabi tutulmuş. Metal basamaklar ve
küpeşte sahil bölgesinin sert hava koşullarına karşı
korunma sağlamak için mat siyah renkle boyanmış.
Anıtın zarar görmesini en aza indirmek için ise
müdahale sadece dört önemli noktaya uygulanmış.

Arkitera, Haber: Nilüfer
Karakoç, 19.01.2017 |
TARİHİ SİKKE
KAÇIRANLARA 2 YIL HAPİS

Atatürk Havalimanı'ndan Stockholm'e gitmek isterken
valizinde tarihi sikkelerle yakalanan Suriyeli Salwa
Jerbakah, "Kültür ve tabiat varlıklarını yurt dışına
çıkarmaya teşebbüs etme" suçundan 2 yıl 1 ay hapis
cezasına çarptırıldı. Bakırköy 5. Ağır Ceza
Mahkemesindeki duruşmada, Salwa Jerbakah'ı avukatı
Cevat Çil temsil etti.
Duruşmada söz alan, Çil, müvekkilinin Suriye'de
yaşanan savaştan kaçtığını, babası o sırada
Türkiye'de olduğu için Türkiye'ye geldiğini ifade
ederek, ''İsveç'e sığınma talebinde bulunmuştur.
Üzerindeki tüm mal varlığını paraya çevirdiği için
havalimanında o şekilde yakalanmıştır. Kendisi
yabancı uyruklu olduğu için söz konusu materyallerin
kültür ve tabiat varlığı niteliğini taşıdığını
bilmemektedir. Suç işleme kastı yoktur. Bilirkişi
raporunun kısmen lehimize olduğunu düşünüyoruz.
Altınların tamamının iadesini talep ediyoruz.''
dedi.
Cumhuriyet Savcısı İsmail
Çelik, esas hakkındaki mütalaasında, ele geçirilen
altınların 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Kanunu kapsamında bulunduğunu ifade ederek,
sanığın "kültür ve tabiat varlıklarını yurt dışına
çıkarmak" suçundan cezalandırılmasını talep etti.
Mahkeme heyeti, sanığın yurt dışına kültür ve tabiat
varlıklarını çıkarmaya teşebbüs etmek fiilinden
suçun işlenişini göz önüne alarak, 5 yıl hapis
cezasına çarptırılmasına karar verdi. Sanık Salwa
Jerbakah'ın eyleminin teşebbüs aşamasında kaldığını
ve duruşmalardaki iyi halini göz önüne alan mahkeme,
sanığın cezasının 2 yıl 1 aya indirilmesine
hükmetti. Mahkeme, el konulan suça konu
materyallerin tamamının gereğinin takdiri için Müze
Müdürlüğüne gönderilmesini kararlaştırdı.
İddianameden
Bakırköy
Cumhuriyet Başsavcılığınca hazırlanan iddianamede,
şüpheli Jerbakah'ın 9 Nisan 2015'te Atatürk
Havalimanı'ndan Türk Hava Yollarına ait uçakla
Stockholm'e gitmek üzereyken valizlerinde arama
yapıldığı ve arama sonucunda 173 sikke ele
geçirildiği belirtilmişti. Şüphelinin söz konusu
sikkeleri Beyrut'tan aldığı ve Stockholm'de lokanta
açmak için yanında götürdüğü şeklinde ifade verdiği
aktarılan iddianamede, Jerbakah'ın yaptığının suç
olduğunu bilmediğini beyan ederek suçlamaları
reddettiği ifade edilmişti. İstanbul Kültür ve
Turizm Müdürlüğü Topkapı Sarayı Müze Müdürlüğünden
sikkelerle ilgili bilirkişi raporu alındığı
bildirilen iddianamede, rapor sonucunda altın
sikkelerin 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Kanunu kapsamında tarihi eser niteliği
taşıdığının anlaşıldığı, Osmanlı dönemine ait 10
altın sikkenin müzede yediemin olarak koruma altına
alındığının belirtildiği kaydedilmişti.
İddianamede yer alan raporda ayrıca, şüphelinin
valizinde ele geçirilen tarihi 2 Fransız, 1 Rus, 7
İngiltere Krallığı ve 2 İran altın sikkesinin yurt
dışına çıkarılmasının yasak olduğu ve diğer 151
altın sikkenin ise taklit olduğu belirtilmişti.
Şüpheli Salwa Jerbakah'ın "Kültür ve tabiat
varlıklarını yurt dışına çıkarmak" suçundan 5 yıldan
12 yıla kadar hapis cezasına çarptırılması
istenmişti.
Anadolu Ajansı, Haber:
Melike Gallenkuş, 19.01.2017 |
İZMİR'DEKİ ANTİK
ROMA TİYATROSU İÇİN KAMULAŞTIRMA!
İzmir Büyükşehir
Belediyesi, Kadifekale’de gecekondular arasına
sıkışıp kalan 16 bin kişilik Antik Roma Tiyatrosu
gün yüzüne çıkarılsın diye yaklaşık 12 milyon
liralık kamulaştırma yaptı.

8
bin 500 yıllık geçmişi ile önemli medeniyetlere ev
sahipliği yapan İzmir’in yerel yönetimi, tarihi
mirasın ortaya çıkarılması ve korunması konusundaki
örnek çalışmalarını aralıksız sürdürüyor. İzmir
Büyükşehir Belediyesi, bölgedeki Antik Roma
Tiyatrosu’nun gün yüzüne çıkarılması amacıyla
başlattığı kamulaştırmalarda bugüne kadar 11 milyon
889 bin TL’lik bedel ödedi. Kadifekale’de
gecekondular arasına sıkışıp kalan tiyatronun
çıkarılması için yaklaşık 12 bin 974 metrekarelik
alan üzerinde bulunan 164 adet parsel için İzmir
Büyükşehir Belediyesi tarafından kamulaştırma kararı
alındı. Büyükşehir Belediyesi, bugüne kadar 11 bin
894 metrekarelik alanın tapusunu aldı. Bölgede
Antik Tiyatro’yu gün yüzüne çıkaracak arkeolojik
çalışmalar, Büyükşehir Belediyesi ile Kültür ve
Turizm Bakanlığı arasında imzalanan destek protokolü
çerçevesinde yapılıyor. Şu an için ara verilen
çalışmalar, kısa bir süre sonra yeniden başlayacak.
Süreç nasıl işledi?
Proje
kapsamında öncelikle, arkeolojik yüzey araştırması
yapılarak tiyatroya ve sur duvarlarına ait antik
arkeolojik mimari kalıntılar ile Antik Tiyatro’nun
gerçek yeri tam olarak tespit edildi. İzmir 1 No’lu
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na
sunulan “Antik Tiyatro ve Kadifekale 1.derece
arkeolojik sit alanının genişlemesi” önerisi Kurul
tarafından kabul edildi ve tiyatro ile
Kadifekale’nin 1. derece arkeolojik sit alanı
genişledi.
Sit sınırlarının değişmesi
sonucunda, Antik Tiyatro alanında bilimsel kazı
çalışmalarının yapılabilmesi, Kadifekale ve Antik
Tiyatro’nun kente ve kentliye kazandırılması
amacıyla imar plan revizyonları yapıldı ve yeni imar
planları hazırlandı. 1/1000 ölçekli uygulama amaçlı
imar planı, Antik Roma Tiyatro alanı olarak
belirlenen alanda kalan zemin ve zemin üstü
kamulaştırmaların yapılabilmesi için “7. Beş Yıllık
İmar Programı”na dahil edildi. Bu kararın alınması
ile birlikte alandaki kamulaştırmaların önü açılmış
oldu. Ayrıca bölgede yaşayan vatandaşların
bilgilendirilmesi, katılımı ve görüşlerini almak
için iki toplantı düzenlendi.
St. Polikarp bu
tiyatroda öldürülmüş
Kadifekale’deki
antik tiyatro ile ilgili en ayrıntılı bilgi, 1917 –
1918 yıllarında Otto Berg ve Otto Walter’ın
araştırmalarında ve araştırmalarına yönelik
hazırladıkları plan ve kesitlerde bulunuyor. 16 bin
kişi kapasiteli olduğu düşünülen tiyatronun
kalıntılarının Roma dönemi özellikleri taşıdığı
biliniyor. Eski kaynaklarda, Erken Hıristiyanlık
yani Roma İmparatorluğu’nun paganizm döneminde
İzmirli St.Polikarp’ın bu tiyatroda öldürüldüğü ve
tiyatronun tarihin trajik sahnelerine şahitlik
ettiği öne sürülüyor.
St. Polikarp, İsa’nın
öğrencilerinden birisi olan Yuhanna’nın öğrencisi
olarak tanınıyor ve Havari San Jean’ın yakını
olduğu, Roma İmparatoru Trajan döneminde Piskopos
olarak görev yaptığı biliniyor. Tarihte Polikarp,
bilgeliği ve yardımseverliği ile öne çıkıyor.
Yapı, 19.01.2017
|
TARİHİ YORTAN KABI TÜRKİYE'YE İADE EDİLDİ
Yaklaşık 60 yıl önce Türkiye’den
İngiltere’ye götürülen, 4 bin 500 yıllık
tarihi testi Türkiye’ye iade edildi.
Testiyi iade eden şahsa müzekart hediye
edildi
Türkiye'nin Londra Büyükelçiliği,
yaklaşık 60 yıl önce Türkiye'den
İngiltere'ye getirilen, 4 bin 500 yıllık
testinin Türkiye'ye iade edildiğini
duyurdu. Londra Kültür, Turizm ve
Tanıtma Müşavirliği'nden yapılan
açıklamada, söz konusu kültür mirasının
"Erken Bronz Çağı'na tarihlendirilmekte
olup, Yortan Kültürü adı verilen stil
özelliklerine sahip, pişmiş topraktan,
26.5 santimetre yüksekliğinde bir
sürahi/ testi" olduğu kaydedildi.
Açıklamada, 1960'lı yıllarda Efes Antik
Kenti'ni ziyaret eden İngiliz vatandaşı
Thelma Bishop'un hediyelik eşya olarak
satın aldığı ve daha sonra
İngiltere'deki bir müzayede evi
vasıtasıyla testinin kültür varlığı
olarak tespit edilmesinin ardından
Bishop'un testiyi Türkiye'ye iade etmeye
karar verdiği bildirildi. Testiyi ait
olduğu topraklara iade eden şahsa ve
müzayede evi yetkilisine Müzekart hediye
edildiği belirtilen açıklamada, "Yortan
Kabı'nın iadesi, Türkiye'nin ve Türkiye
gibi kaynak ülkelerin topraklarından
çıkarılan kültür varlıkları için
sürdürdükleri uluslararası hak ve hukuk
mücadelesinin müzayede firmaları ve
diğer ülkelerin kamuoyu tarafından fark
edilmesi açısından büyük önem
taşımaktadır" denildi.
DİĞERLERİNE ÖRNEK OLSUN
Açıklamada ayrıca müzayede evi sahibi
Adam Partridge'ın, "Bu nadir eserin ait
olduğu topraklara dönmesinden dolayı çok
mutluyum. Böyle bir durumla karşılaşan
her müzayede evi maalesef bu yolu
seçmiyor. Birleşik Krallık'taki benzer
durumlar için örnek teşkil etmişizdir
diye umuyorum" ifadelerine yer verildi.
Sabah, 19.01.2017
|
ÇİN, ABD'DEN
ÇALINAN ATLARINI GERİ İSTİYOR
Çin'in kuzeybatısındaki
Shaanxi (Şensi) eyaletinde hizmet veren Zhaoling
Müzesi; yasadışı yollarla Çin'den kaçırılarak
satılan ve Pennsylvania Üniversitesi müzesinde
sergilenen iki çin atı kabartmasının geri
verilmesini açıkça istedi. 195.000 ABD doları
karşılığında, Pennsylvania Müze Müdürü Lu Qinzhai
tarafından satın alınan at heykellerinin Çin'den
yasadışı şekilde kaçırıldığına dikkat çekildi.

Zhaoling Müzesi, 11 Ocak
tarihinde Pennsylvania Üniversitesi Arkeoloji ve
Antropoloji Müzesi'ne (Penn Müzesi) yazdığı resmi
yazı ile; Zhaoling Liujun koleksiyonu olarak
adlandırılan 6 kabartmasından oluşan seriye ait 2 at
kabarmasının iade edilmesini istedi. Çin müzesi
yetkileri, Zhaoling Liujun koleksiyonun bir arada
durması gerektiğinine dikkat çekti.

Altı anıtsal at figürünün, Tang Hanedanı
İmparatorlarından Taizong'un (İmparator Taizong, Li
Shimin veya Tai Tsung olarak da tanınıyor) mezarının
kapısında yer aldığı belirtildi.
Çinli müze yetkileri; iki at kabartmasının Penn
Müzesi'nden Çin'e geri gönderilmesinin en mantıklı
davranış olduğuna inandıklarını söyleyerek,
"Pennsylvania Üniversitesi'nin uzun zamandan beri
küresel kültürel mirasın korunmasına adadığını
biliyoruz. Umuyoruz ki Penn Müzesi bu konuda Çin ile
fikir birliğine varabilir ve insanların ortak
kültürel mirasının korunmasına daha fazla katkı
sağlayabilir " dediler.
Diğer dört at heykeli
Shaanxi'deki Stone Steles Müzesi Ormanı'nda
sergileniyor ve kaçırılan iki at heykelinin yerinde
ise imitasyonları yer alıyor.
arkeolojikhaber.com,
18.01.2017
|
KULELİ ASKERİ
LİSESİ MÜZE OLUYOR
Türk Silahlı Kuvvetleri'ne yıllarca subay yetiştiren
Kuleli Askeri Lisesinin akıbeti belli oldu.
1924’te çıkarılan Tevhid-i
Tedrisat Kanunu ile sivil liseye dönüştürülen ve
yeni adı Kuleli Askeri Lisesi olan okul, aynı yıl
tekrar askeri lise oldu ve bugünkü adını aldı. 31
temmuz 2016 tarihine kadar da hizmet verdi.
15
temmuz darbe girişiminde, lisenin komutanının erlere
vur emri vermesi, birçok askeri lise gibi o lisenin
de kapatılmasına neden oldu. Binanın geleceği ile
ilgili ise çeşitli iddialar ortaya atıldı.
Otel yapılacağı, ticari
işletme olabileceği gündeme geldi. Milli Savunma
Bakanı her fırsatta böyle bir yapılaşmaya izin
verilmeyeceğini söyledi.
Sonunda akıbeti belli
oldu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Kuleli
Askeri Lisesi'nin müze olmasını istediği öğrenildi.
Habertürk, 18.01.2017
|
AYASOFYA CAMİSİ 2 MİLYON LİRAYA RESTORE EDİLECEK
Trabzon'da 52 yıl müze olarak
hizmet verdikten sonra Temmuz 2013'de yeniden
ibadete açılan tarihi Ayasofya Camisi'nde
restorasyon çalışması gerçekleştirilecek.
Yıl içinde başlayacak
ve yaklaşık 2 milyon liraya mal olacak "Trabzon
Merkez Ayasofya Camisi Restorasyon" projesi ile yapı
içindeki duvar resimlerini kapatmak için uygulanan
perdeleme sistemi kaldırılacak. Bu bölgelere, duvar
resimlerini sadece ibadet sırasında kamufle edecek
elektronik sistemle donatılmış özel üretim cam
malzeme yerleştirilecek.
Trabzon Vakıflar Bölge
Müdürü İsmet Çalık, Trabzon'un fethinden sonra
kiliseden camiye dönüştürülen fakat daha sonra müze
olarak hizmet veren Ayasofya'nın, 2013 yılında
mahkeme kararıyla Kültür ve Turizm Bakanlığından,
Vakıflar Genel Müdürlüğüne devredildiğini söyledi.
Mahkeme kararı
sonrası, Fatih Sultan Mehmet
Vakfına kayıtlı olan Ayasofya'nın bazı değişiklikler
yapılarak cami olarak hizmet vermeye başladığını
anımsatan Çalık, "Kararın ardından yapıyı hiçbir
şekilde bozmadan mihrap ve minber konuldu, halı
serildi ve duvar resimleri perdeyle örtülüp ibadet
için alan oluşturuldu." dedi.
İsmet Çalık, Ayasofya
Camisi'nin, kentin en önemli turistik mekanlarından
olduğuna dikkati çekerek, "Gözbebeğimiz olan
Ayasofya'da uygulanacak projenin, yapının cami
işlevini daha özgün hale getirmesine ve aynı zamanda
turizm potansiyelini destekler nitelikle olmasına
özen gösterdik." diye konuştu.
Trabzon Kültür
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğünün,
"Trabzon Merkez Ayasofya Camisi Restorasyon"
projesini kabul ettiğini vurgulayan Çalık, proje
çerçevesinde yapının duvar resmi bulunmayan güney
bölümünün sürekli ibadete açık olacak şekilde
düzenleneceği bilgisini paylaştı.
"Saydam perdeleme sistemi olacak"
Vatandaşların mevcut
şekliyle yapının kuzey bölümünde ibadet ettiğini
ifade eden Çalık, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Bu bölümde kubbedeki
duvar resimlerini kapatmak için kullanılan perdeleme
sistemi sökülecek. Duvar resimlerini kapatmak için
kullanılan perdeler de kaldırılacak. Kubbe ve
duvardaki resimleri, özel olarak üretilecek camla
kapatacağız. Saydam bir perdeleme sistemi olacak.
Cam gibi görünen malzeme, üst algıyı tamamen ortaya
koyabilecek. Camı, üzerine çekilecek elektrikli bir
film sayesinde ibadet zamanlarında opak bir hale
getirmek mümkün olacak. Bir düğmeye bastığımızda
duvar resimleri görünecek, bu büyük rahatlık
sağlayacak. Kullanım ve sergileme açısından da
önemli bir detay olacaktır. Dolayısıyla duvar
resimlerinden etkilenmeden ibadet edilebilme imkanı
sağlanabilecek."
"Her taşa değer vererek restorasyon yapacağız"
Restorasyonun yaklaşık
2 yıl sürmesinin planlandığına işaret eden Çalık,
proje kapsamında bir çok uygulama yapılacağını
vurgulayarak, şöyle konuştu:
"Çevre düzenlemesinde
biraz tutucu davrandık, çünkü güzel bir düzenlemesi
var buranın. Mevcut dokuyu fazla bozmadan, özellikle
ağaçlar bizim için kıymetli bunları koruyarak
projeler geliştirildi. Doğal taştan yürüme aksları
oluşturulacak. Temizlik ve kullanım açısından
rahatlık sağlanması için caminin kuzeyinde sert
zemin oluşturulacak. Yine bu alanda eski bir yapının
kalıntısı var. Burasının üzeri cam kaplanacak.
Buradaki her taşa değer vererek bir restorasyon
yapacağız. Cephe temizlikleri gibi rutin uygulamalar
da yapılacak."
Anadolu Ajansı, Haber: Tuğba
Yardımcı, 18.01.2017
|
ORDU'DA 4 BİN YILLIK MIZRAK UCU BULUNDU
Ordu’nun Altınordu İlçesi'nde MÖ 2 bin 300 yıllık
tarihi Kurul Kalesi, Fatsa’da Cıngırt Kalesi,
Ünye’de Kaya Mezarları gibi arkeolojik alanlarda
başlatılan çalışmalarda her geçen gün yeni buluntu
ortaya çıkıyor.
Ordu’da bu kez MÖ 2 bin yıllık bronz
mızrak ucu tesadüfen bulundu. Kumru İlçesi'nde eski
köy evinde onarım ve restorasyon yapmak isteyen
Resul Güdek, toprak altında bronz bir tarihi eser
buldu. Resul Güdek, bulduğu tarihi eseri Ordu
Müzeler Müdürlüğüne getirdi. Müzeler Müdürlüğünde
görevli arkeologlar, bulunan tarihi eserin 30 cm
uzunluğunda bronz bir mızrak ucu olduğunu ve
milattan önce 2 bin yıllık olduğunu belirledi.
Arkeologlar, Ordu’nun 2 bin- 2 bin 500
yıl öncesinde Pers İmparatorluğu'nun Amasya merkezli
eyalete ev sahipliği yaptığını, özellikle Kurul
Kalesi’nde yapılan arkeolojik kazılarda seramik,
sikke, ok ucu, küpler ve bronz Apollon Heykeli
bulunduğunu, son olarak ana tanrıca Kibele
Heykeli'nin ortaya çıkarıldığını hatırlattılar.
Cnn Türk, 17.01.2017
|
YUSUF PEYGAMBERİN MEZARI BULUNDU MU?
Mısır asıllı İngiliz yazar Ahmed Osman, Omega
Yayınları arasında yer alan “Krallar Vadisindeki
Yabancı” adlı kitabında Yusuf Peygamber’in izini
sürüyor. Yazar, Yusuf Peygamber olarak bildiğimiz
Eski Ahit şahsiyetinin gerçekte Vezir Yuya olduğunu
iddia ediyor. Din adamı Yusuf ile Krallar
Vadisi’ndeki bu yabancı aynı kişi olabilir mi?
Osman’ın bu soruya yanıtı 'evet'... Bu durumda Yusuf
Peygamber’in mumyası da Kahire’deki müzede… Eğer bu
bilgi doğruysa, bu bildiğimiz dinler tarihinin de
sonu demek…
“Musa ve Akhenaton” adlı
kitabında Musa’nın gerçekte “kafir kral”
Akhenaton’un ta kendisi olduğunu ileri süren Mısır
asıllı İngiliz yazar Ahmed Osman, Eski Ahit’teki
şahsiyetlerin izini sürmeye devam ediyor. Osman,
Musa’yı bir Mısır soylusu olarak tasvir eden Musa ve
Akhenaton, Çıkış’ın meselinin gerçekleştiği şehri
ortaya çıkaran Kayıp Şehir’den sonra
“Krallar Vadisindeki Yabancı”da da Yusuf
Peygamber’in izini sürüyor. Yazar, Omega
Yayınları'ndan çıkan son kitabı “Krallar
Vadisindeki Yabancı”da Yusuf Peygamber
olarak bildiğimiz Eski Ahit şahsiyetinin gerçekte
Vezir Yuya olduğunu iddia ediyor.
Yuya ve karısı Tuya'nın mezarı 1905 yılında
bulundu. Kazıyı yönetenler Howard Carter, James
Quibell, Arthur Weigall ve Edward Ayrton gibi Tarihi
Eserler Hizmetleri yetkilisi arkeologlardı. Bulunan
kalıntılar arasında bir kızağın üzerinde siyah
ziftle kaplı, üzerinde yazılar bulunan Yuya’nın
ahşap lahdi, üç tabutun içinde Yuya’nın mumyası ve
karısı Tuya’nın mumyasının bulunduğu iki tabut da
vardı. Tutankhamun’un mezarı bulununcaya dek,
Yuya’nın mezarı Mısır’da neredeyse hiç zarar
görmemiş halde bulunan ilk mezar oldu. Mezar, resmi
olarak 13 Şubat 1905’te açıldı. Açılışa İngiltere
Kralı’nın kardeşi Connaught Dükü ve Düşesi katıldı.
Yuya ve Tuya’nın mezarı, Tutankhamun’dan önce
bulunan en eksiksiz mezar olsa da, hiç kimse
Yuya’nın kişisel olarak çok önemli olduğunu
düşünmüyordu.
Ama Yuya, Hiksos kralları zamanında İki Diyarın
Hükümdarının (Firavun) Kutsal Babası’nın sahip
olduğu ve Yusuf’un de taşıdığı “it ntr n nbtawi”
unvanına sahip olan tek kişiydi. Açık bir şekilde
Kraliyet kanını taşımamasına rağmen, Asiller Vadisi
yerine Krallar Vadisi’ne gömülmüştü. Dahası, diğer
asillerin aksine Yuya’nın mezarı dekore edilmemiş ve
üzerine isim yazılmamıştı. Lahdinin üzerinde, üç
tabutta ve diğer cenaze eşyalarında bulunan adı
Mısır dilinden değildi ve o dönemden önce Mısır’da
kullanılmamıştı. Çoğu Krallık mumyasının aksine,
Yuya’nın kulakları delinmemişti ve çenesinin altında
avuç içleri göğsüne dönük şekildeki kollarının
duruşu, ölen kişinin kollarının göğsünde çapraz
olduğu yaygın Osiris tarzından farklıydı. Bilindiği
kadarıyla Yuya, elleri bu şekilde bulunan tek Mısır
mumyası.Klasik bir Mısırlı gibi görünen karısı
Tuya’nın aksine, Yuya dış görünüş itibariyle dikkat
çekici ölçüde yabancıydı.
Yuya’nın soyundan gelenlerin iktidarı — Amarna
kralları Amenhotep IV (Akhnaten), Semenkhkare,
Tutankhamun ve son olarak Yuya’nın kendi oğlu olduğu
kabul edilen Aye — Mısır tarihindeki en sıra dışı
olaylardan birine şahitlik etmişti. Amenhotep IV
tapınakları kapatıp Mısır’daki bütün geleneksel
Tanrıları ortadan kaldırmış, yerlerine tek tanrı
olan Aton’u getirip kendi ismini de Amenhotep IV’ten
Akhnaton’a çevirmişti. 18. Hanedanlığın son kralı
Horemheb Amarna krallarının yerini aldıktan sonra,
onların isimlerinin sanki hiç var olmamışlar gibi
Mısır tarihinden silip atmak için önemli bir hamle
gerçekleşmiştir.
Son üç senesini Semenkhare ile beraber yürüttüğü
on yedi yıllık hükümdarlığının ardından gizemli bir
şekilde ortadan kaybolana dek, Akhnaton‘un tek Tanrı
ısrarı yıllar içinde daha da pekişti. Onunla
birlikte Semenkhare de aynı ölçüde garip bir şekilde
ortadan kayboldu. Akhnaton’un Kraliçe Nefertiti’den
olduğuna inanılan oğlu Tutankhamun başa geçti.
Tutankhamun eski tanrılar ve Aton arasında ara
bulmak istedi. Amarna’yı terk etti ve Teb’e dönerek
kapatılan tapınakları tekrar kullanıma açtı. Ancak
Aton’atapılmasına müsaade etti. Dokuz yılın ardından
Tutankhamun devri bir saldırıyla sona erdi ve yerine
Yuya’nın küçük oğlu Aye geçti. Ancak o da kısa bir
süre devam edebildi — dört yıl — ve ardında iz
bırakmadan ortadan kayboldu. Tahta bir Mısır ordusu
generali olan ve kendi döneminde “bir tür General
Franco” olarak tanımlanan Horemheb geçti. Horemheb
yargı sistemini yeniden düzenleyerek ve hafif
suçlara ağır cezalar koyarak istikrarı yeniden
sağlamaya yöneldi. Akhnaton’un yaptırdığı çok sayıda
anıtı ortadan kaldırdı ve Tutankhamun’un kabartma
resimlerini kendisininkilerle değiştirdi.Aye’nin
ölümünün ardından dört Amarna kralının ve
ailelerinin kaderi üstüne bir perde çekildi. Bütün
Mısır kayıtları Horemheb’inAmenhotep’ten sonra tahtı
devraldığını yazarak Akhnaton, Semenkhare,
Tutankhamun ve Aye’yi tümüyle yok saydılar.
Vezir Yuyanın ardından ortaya çıkan gelişmeler
böyle. Peki, Mısır’daki dini düşüncelerin
karmaşıklığına ve ne kadar uzun zamanda
şekillendiğini düşündüğümüzde, Akhnaton döneminde
hiçbir resmi olmayan tek bir tanrıya inanmak gibi
büyük bir değişimin nedeni ne olabilir? Genel kanı
bunun Yuya ile başladığı. Eğer kendisi tek tanrılı
dinin inananı Yusuf değilse, Mısır’ın yüzyıllık eski
dini inançlarında yer almayan bu devrim
niteliğindeki düşüncelere nereden kapıldı?
Osman şöyle devam ediyor: “Sonunda 1984’te
Kahire’ye uçup mumyayı kendi gözlerimle gördüğümde,
araştırmalarım beni tarihteki Yuya ile İncil’deki
Yusuf’un büsbütün aynı kişi olduklarına inanmama yol
açtı. Bu vesileyle ilk kez Yuya olarak bilinen
mumyanın aslında Yusuf olduğu görüşümü dile
getirdim.”
İLK TEK TANRILI DİN
Amarna din devrimi ve Yahudilerin Mısır’dan
Çıkışı sonrasında Mısır bir daha asla eski tanrılara
tapmadı. Bunun yerine 19. Hükümdarlıktan itibaren
kardeşi Seth tarafından suikasta kurban giden
Osiris’e ibadet etmenin yeni bir şekli ortaya çıktı
ve Mısır’da popüler bir din haline geldi. Bu durum
Hıristiyanlığın egemen olmasına zemin hazırladı ve
böylelikle Mısır MS ilk yüzyılda dünyadaki ilk
Hıristiyan ülke oldu. Amarna çağının ve Mısır’dan
Çıkış’ın travmalarının siyasi etkileri de oldu.
Yahudilerin ayrılmasından kısa bir süre sonra Mısır
yabancı bir hükümdarlığın buyruğu altına girdi ve bu
hakimiyet MÖ 11. yüzyıldan 1952’ye dek, Mısırlı
yetkililer Arnavut asıllı Kral Faruk’tan yönetimi
devralana kadar bir şekilde devam etti.
YUSUF PEYGAMBER BİR MISIR ASİLİ
Yusuf’un kişisel öyküsü, kıskanç üvey kardeşleri
tarafından 17 yaşındayken köle olarak satılmasıyla
başlar. Bu talihsiz başlangıca rağmen vezirlik
makamına yükselir ve ardından da tüm ailesini, yani
İsrail kavmini Mısır’a çağırır. İsrail kavmini
Mısır’a taşıyan İbranilerin atası Yusuf’un hayatıyla
ilgili bilinen bilgiler, birçok açıdan tatmin edici
değildir. Bize tuhaf kehanetler ve dramatik
olaylarla ilgili anlatılan bilgiler, mantıklı bir
neden-sonuç çerçevesi içinde bir bütünlüğe sahip
olmaktan uzaktır. Bilim insanları, bu heyecan verici
olayların tarihin belirli bir döneminde
yaşandığından eminken, hem İncil’de hem de diğer
yerlerde bu olayların tümüyle farklı bir dönemde
yaşandığını gösteren yeterli sayıda kaynak
bulunuyor.Çağdaş tarihçilerin çoğu, Mısır’dan
Çıkış’ın 19. Hanedanlığın üçüncü kralı olan Ramses
II’nin uzun süreli iktidarının sonlarına doğru ya da
oğlu Merenptah’ın iktidarının başlarında, MÖ 1200
civarında yaşandığını belirtir.
Ahmed Osman’a göre, bu klasik görüş ciddi hatalar
ve eksiklikler içermektedir. Onun iddiasına göre
Yusuf kalıtımsal olarak bir Mısır prensi ve kabul
edilenden iki yüzyıl sonra köle olarak satıldı.
İsraillilerin Mısır’daki misafirliğinin 430 yıl
sürdüğü de bir söylencedir. Osman’a göre, bu süre
yüzyıldan uzun olamaz ve Zulüm ile Mısır’dan Çıkış
döneminin genelde kabul edilenden çok daha önce
olması gerekir.
Hiksos hükümdarları döneminden itibaren ve takip
eden Yeni Krallık boyunca, Yuya Mısır tarihinde
“Firavun’un babası” unvanına sahip tek kişiydi.
Görünürde Kraliyet kanı taşımamasına rağmen,
Yuya’nın mumyası bu yüzyılın başlarında Krallar
Vadisi’nde, iki Firavun’un mezarları arasındaki bir
mezarda bulunmuştu. Din adamı Yusuf ile Krallar
Vadisi’ndeki bu yabancı aynı kişi olabilir mi?
Osman’ın bu soruya yanıtı evet. Bu durumda Yusuf
Peygamber’in mumyası da Kahire’deki müzede…
Doğruysa bu bildiğimiz dinler tarihinin de sonu
demek…
(Ahmed Osman'ın, tam adıyla "Krallar
Vadisi’ndeki Yabancı-Firavun’un Veziri Yuya
İbranilerin Atası Yusuf Peygamber’e Nasıl Dönüştü?"
adlı kitabı, Merve Arkan tarafından Türkçeye
çevrildi ve Omega yayınları tarafından piyasaya
sürüldü.)
Odatv, Orhan Gökdemir,
17.01.2017
|
İRAN'DA SAFEVİLERDEN KALMA SU ŞEBEKESİ BULUNDU
İran'ın İsfahan şehrinde bulunan tarihi su
şebekesinin yağmur ve yeraltı su kaynak sularını
şehre dağıtmak için kullanıldığı anlaşıldı.

İran'ın İsfahan
şehrinde İmam Camii duvarlarını nemden kurtarmaya
çalışan restarasyon ekipleri, tarihi su şebekesini
keşf etti. Yağmur ve yeraltı kaynak sularını
toplayarak, şehre dağıtımını sağlayan su sisteminin
İran'da nadir görülen teknolojik sisteme sahip
olduğu belirtildi.
İRNA ajansının verdiği bilgilere göre; İsfahan Kültür Mirası Arkeoloji Bölümü,
El Sanatları ve
Turizm Örgütü Başkanı
Alamdar Alian,
İsfahan'da tarihi bir su kanalı bulunduğunu
açıkladı.
Tarihi su şebekesinin Safevi
hanedanlığı döneminden kaldığı tespit edildi.
Tuğla, çamur harcı ve taştan örülmüş su
kanallarının Pehlevi Hanedanlığı dönemine kadar
kullanıldığı ve yer yer betonla onarılmış parçaları
bulunduğu belirtildi.
UNESCO Dünya Mirası
Listesi'nde yer alan İmam Camii ve Naqsh-e
Jahan Meydanı'nın altında yapılan kazılarla
ortaya çıkarılan su şebekesinin hayli büyük çaplı
su dağıtım ağına sahip olduğu belirtilirken
Alamdar Alian,
"Bu ağ, bahçeleri ve çiftlikleri sulamak için
gerekli suyu ve belki içme suyunu sağlamak için
kullanılıyordu.
Bu, İran'da nadir bulunan su tedarik ağı türüdür.
İsfahan'da, eşsiz olduğunu düşünebiliriz.
İsfahan'da
çok az yeraltı su dağıtım yöntemi ve yapısı
keşfedilmiştir." dedi.


arkeolojikhaber.com, 17.01.2017 |
"AYA İRİNİ DERHAL KAPATILMALI, YOKSA ÇÖKER"
Ünlü
tarihçi Prof.Dr. İlber Ortaylı,
NTV'de yayınlanan "Gel Zaman Git Zaman" programında,
bugün konserlerin vazgeçilmez mekanları arasında yer
alan Aya İrini Kilisesi (Müzesi) ile
ilgili çok kritik bir uyarıda bulundu.
Prof.Dr. Ortaylı, Topkapı Sarayı içerisinde yer
alan tarihi yapının derhal kapatılması, 25 yıl
açılmaması ve restorasyona tabi tutulmasını,
aksi taktirde çökme tehlikesiyle yüz yüze olduğunu
söyledi.
Ortaylı Zeytinburnu'nda önceki gün çöken bina ile
ilgili olarak da İstanbul'un çok sahipsiz olmaya
başladığını belirterek "Mühürlü binanın altında
bankamatikler nasıl olur. Böyle hödüklük görülmüş
şey değil" ifadelerini kullandı.
Yapı, 17.01.2017
|
'MOR SAÇLI KADIN'A BÜYÜK İLGİ
Sanatçı Ömer Uluç’un
Mor Saçlı Kadın adlı tablosu, Beyaz
Müzayede tarafından gerçekleştirilen 38. Çağdaş ve
Modern Sanat Müzayedesi’nde 325 Bin TL’ye alıcı
buldu.
Geçtiğimiz Pazar günü Orjin Sanat Merkezi’nde
gerçekleştirilen müzayede, Türk Çağdaş Sanatı
ustalarından modern sanatın dünyaca ünlü
temsilcilerine kadar 125 sanatçının toplam 245
eserini sanatseverlerle buluşturdu. Ömer Uluç’un
1980’li yılların başlarında Beyoğlu afişlerinden
esinlendiği Nü ve Şuh Kadınlar serisinde
yer alan 1981 tarihli Mor Saçlı Kadın
tablosu, müzayedenin en yüksek fiyatlı eseri oldu.
Müzayedede en çok ilgi gören ikinci eser
Fahrelnissa Zeid’e ait Abstrait Rouge
olurken, en çekişmeli eser ise Fethi Arda’nın
Anadolu’nun Bağrı isimli çalışması oldu.
artfulliving.com.tr, 16.01.2016
|
MERSİN'DE PİYASA DEĞERİ YAKLAŞIK 1 MİLYON LİRA OLAN
TARİHİ ESER ELE GEÇİRİLDİ
Mersin İl Jandarma Komutanlığı ekipleri, Erdemli
İlçesi'nde bir şahsı, ceylan derisi üzerine İbranice
el yazması bulunan, 7 yapraklı, bin 800 yıl öncesi
dönemlerine ait olduğu değerlendirilen, piyasa
değeri yaklaşık 1 milyon lira olan kitabeyi satmak
isterken suçüstü yakaladı.

Mersin Valiliği'nden
yapılan yazılı açıklamaya göre, İl Jandarma
Komutanlığı ekipleri, kentin tarihi ve kültürel
eserlerinin korunması, tarihi eser kaçakçılığının
önlenmesine yönelik çalışmalarını sürdürüyor.
Ekipler gelen istihbarat doğrultusunda, Erdemli
İlçesi'ne bağlı Kargıpınarı Mahallesi'nde F.Y. isimli
şahsı, ceylan derisi üzerine İbranice el yazması
bulunan, 7 yapraklı, bin 800 yıl öncesi dönemlerine
ait olduğu değerlendirilen, piyasa değeri yaklaşık 1
milyon lira olan kitabeyi satmak isterken suçüstü
yakaladı.
Olayda gözaltına alınan F.Y. isimli
şahıs, jandarmadaki ifadesinin ardından adliyeye
sevk edildi.
Hürriyet, 16.01.2016 |
TARİHİ HAN OTEL OLACAK
İstanbul Fatih Belediyesi’nde geçen günlerde üç
madde AKP’li üyelerin oyu ile geçti. Geçen
maddelerden en dikkat çekici olan ise Arnavut Han’a
ilişkin yapılan değişiklik oldu. Fatih İlçesi,
Eminönü Molla Fenari Mahallesi’nde bulunan Arnavut
Han’ın, kısmen korunması gerekli, tescilli
arkeolojik, tarihi sanat değeri olan anıt eser
yapılar taraması kaldırılarak, korunması gerekli,
tescilli ahşap ve kagir sivil mimarlık örneği
yapılar lejantına alınması talep edildi.
CHP’li Meclis üyelerinin ret oyuna karşın kabul
edilen maddelerden diğeri Cidali Mahallesi’ndeki
1007 ada 26 parsele ilişkin oldu. Değişikle
birlikte, alana ilave konut yapılmasının önü açıldı.
Fatih Meclisi’nden geçen maddelerden bir diğeri
Arpaemini Mescidi’nin de yer aldığı ise Topkapı
Mahallesi’ne ilişkin 1/1000 ölçekli plan değişikliği
oldu. Değişikliğe göre, kısmen korunması gerekli,
tescilli arkeolojik, tarihi sanat değeri olan anıt
eser yapılar lejantında, ‘dini tesis alanıdır’
kaldırılarak, ‘korunması gerekli, taşınmaz kültür
varlığı eser lejantı’ işlenmesi talep edildi.
Arpaemini Mescidi’nin mülkiyeti ise Emincev Mustafa
Efendi Vakfı’na ait.
Belediye Meclisi’nden geçen maddelere ilişkin
BirGün’e konuşan CHP’li Meclis üyesi ve Kültür
Varlıkları Koruma Komisyon Üyesi Fazıl Uğur Soylu,
İstanbul’da geçen yıl 23-24 Nisan tarihinde yapılan
10’ncu Gayrimenkul Fuarı ve Arap-Türk Zirvesi
kapsamında birçok projeye imza atıldığını
hatırlattı. Soylu, “Bu fuara katılan ve Fatih
İlçesi'ne emlak yatırımcılarını davet eden Fatih
Belediye Başkanı bilhassa Süleymaniye, Fener Balat
ve Hanlar Bölgesi ile ilgili projelerini anlatarak
yatırımcıları davet etti. Bu bağlamda Fatih
Belediyesi’nin imar tadilatlarının arkasında daima
gizli bir gündemi bulunmaktadır. Burada dikkat
çekilen, Fatih İlçesi'nde hazırlanan projelerin
bilhassa Arap müşterilere satılması talimatıdır”
diye konuştu.
“Arnavut Han’ın yapılan bu plan tadilatı ile otel
yapılmasının önü açılıyor” diyen CHP’li Soylu
sözlerini şöyle sonlandırdı: “Cidali Mahallesi’ndeki
alana muhtemelen ilave konut, lojman ya da Kuran
kursu binası yapılacak. Topkapı Mahallesi’ndeki
alana ise külliye yapılma ihtimali yüksek” dedi.
Birgün, Haber: Uğur Şahin, 16.01.2016
|
GLADYATÖRLER KENTİNDE BİZANS MEZARLARI ORTAYA ÇIKTI

Muğla'nın Yatağan İlçesi'ndeki, "Gladyatörler kenti"
olarak bilinen Stratonikeia antik kentinde süren
kazı çalışmalarında, Bizans döneminden kalma 65
mezar gün yüzüne çıkarıldı.
Stratonikeia Antik Kenti Kazı Başkanı ve
Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Bilal
Söğüt, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 3 bin
500 yıl öncesine ait kentte tarihin birçok
döneminden kalıntılara ulaşıldığını belirtti.
Kentte yapılan kazı çalışmalarında her yıl
önemli verilere ulaştıklarını anlatan Söğüt,
''Stratonikeia yaşayan bir arkeoloji kenti.
Bunun bir benzeri yok. Antik dönemden günümüze
yapıların bir bütün olarak korunduğu başka bir
kent bulunmuyor.'' dedi.
65 Bizans mezarı bulundu
Karialılar ve Lelegler'e ev sahipliği yapan
antik kentin binlerce yıl önemini sürdürdüğünü
vurgulayan Söğüt, kazı çalışmalarındaki önemli
bir alanı da Bizans mezarlarının oluşturduğunu
bildirdi.
Kent içindeki Batı Cadde'de yürütülen kazı
çalışmalarında farklı katmanlarda Helenistik,
Roma, genç Bizans, orta Bizans ve beylikler
dönemine ait kalıntılara ulaştıklarını belirten
Söğüt, şöyle konuştu:
"Çalışmalar kapsamında mezarlık alanında da
kazı yürütüyoruz. Stratonikeia antik kentindeki
kazı çalışmalarında 65 Bizans dönemi mezarı
bulundu. Burada hem yetişkin bireylere hem de
çocuklara ait mezarlar gün yüzüne çıkarıldı."
Söğüt, son olarak açtıkları bir mezarda 120
santimetre uzunluğunda bir iskelet bulduklarını
vurgulayarak, iskeletin yaklaşık bin 300 yıl
önce ölmüş, genç bir kadına ait olduğunu
düşündüklerini ifade etti.
Mezarın bir Bizans yapısı olduğunu aktaran
Söğüt, iskeletin temizlik çalışmalarının
ardından korumaya alındığını belirtti.
Akşam, 15.01.2017
|
MONA LİSA'NIN TEK RAKİBİ KAKIMLI KADIN
Koleksiyonun en önemli parçalarından biri de,
Leonardo da Vinci’nin ‘Kakımlı Kadın’ (Cecilia
Gallerani’nin Portresi) adlı tablosu. ‘Kakımlı
Kadın’ da Vinci’nin 15 tamamlanmış başeseri ve dört
kadın portresinden biri. Bir diğeri de çoğu zaman
karşılaştırıldığı Mona Lisa. Mona Lisa’nın bu
dünyadaki en büyük rakibi olma özelliğini taşıyan
‘Kakımlı Kadın’, Kültür Bakanı Piotr Glinski’ye göre
Mona Lisa’dan daha iyi.
1490 imzalı tabloda resmedilen genç kadın,
Cecilia Gallerani. Cecilia dönemin Milano dükü
Ludovico Sforza’nın ‘yasak aşkı’. Dükün yanında
çalışan babası sayesinde, ‘metres’ olarak saraya
alınıyor, Dük’e bir de çocuk veriyor. Güzelliği,
edebiyat ve müzik sevgisiyle Lodovico’nun gözdesi.
YASAK AŞKIN GİZEMİ ÇÖZÜLÜYOR
Çok yönlü bir bilim adamı ve sanatçı olan Da
Vinci o dönem Dük’e mimar, silah tasarımcısı,
mühendis, heykeltıraş ve ressam olarak hizmet
vermiş, yine Dük’ün emriyle Cecilia‘nın portresini
resmetmişti. Tablo 2. Dünya Savaşı’nda Naziler
tarafından Polonya’dan yağmalandı, sonra sahiplerine
geri verildi.
Büyük usta Da Vinci’nin her tablosunun içine
birtakım şifreler gizlediği malum... ‘Kakımlı
Kadın’a ismini veren ve resmin en dikkat çeken ögesi
genç kadının kucağındaki kakım. Peki neden kedi,
köpek ya da tavşan değil de bir gelincik
resmedilmiş? Sansargillerden gelme bu hayvan,
dönemin soyluları tarafından evde beslenir ve kürkü
yapılırmış. Bembeyaz tüyleri olan kakımın en büyük
özelliği ise tüylerinin kirletmemek adına avcılardan
kaçarken canı pahasına çamurlu çukurlara girmemesi.
Asalet, saflık, temizlik simgesi... Bu özellikler
15-16 yaşlarında resmedilen Cecilia’ya atıf için
kullanıldığı gibi, kakım dükün üyesi olduğu şövalye
birliği Kakım Tarikatı’nın da sembolü. Aynı zamanda
sanatta doğurganlık simgesi olarak da kullanılan
kakım, Cecilia’nın hamileliğine de işaret ediyor
olabilir.
Rönesans portrelerinde kakım sıkça kullanılan bir
sembol. Nicholas Hilliard’a ait 1585 imzalı meşhur
I. Elizabeth portresinde de kraliçenin kolunun
üstüne çıkmaya çalışan bir kakım görülür. Kraliçe
hiç evlenmemiş ve bakire Elizabeth olarak bilinirdi.
ELE DİKKAT!
Genç kadının ön planda görülen zarif elleri de
resmin etkileyici ögelerinden... İncelikle
çalışılmış olan bu el, Da Vinci’nin vücutları ve
elleri ayrı ayrı tasarlamasından dolayı vücuda göre
bir miktar büyük. Genç kadının elbisesi soylu
olmadığını gösterecek nitelikte sade, ancak
boynundaki simsiyah taşlı kolye, oldukça esmer teni
olan dükü sembolize ediyor.
YENİDEN BOYANMIŞ, YANLIŞ İMZALI
Da Vinci’nin başyapıtlarından olan bu eser, büyük
ustanın resimlerindeki karakteristik özelliklerin
büyük çoğunluğunu tek resimde gözler önüne seriyor.
Leonardo’nun renkleri ince bir dumanla kaplanmış
gibi buğulu biçimde kaynaştırdığı ‘sfumato’ tekniği
bu eserde de hakim. Cecilia’nın boynu ve
gövdesindeki ton geçişleri sfumato’nun inceliğini
gösteriyor.
Cecilia, ‘contrapposto’ denilen vücudun dörtte
üçünü gösterir şekilde resmedilmiş. Vücudu tıpkı
Mona Lisa gibi sola dönük ama hem hayvanın hem de
Cecilia’nın başı tam ters yönde– genç kadın aniden
sağ tarafta dikkatini çeken bir cisme bakıyormuş
gibi. Dinamiğin kurallarıyla ilgili araştırmalar
yapan ve hareket halindeki nesneleri resmetmekten
haz alan Da Vinci’nin betimlemelerinin tipik
örneği...
Resme dikkatli bakıldığında sol üst köşesinde La
Belle Ferronnière – Leonardo DaWinci yazıyor. Bu
yazı, eseri İtalya’dan satın alan Czartoryski ailesi
tarafından sonradan eklenmiş. Czartoryski, tablodaki
modelin Paris Louvre’da bulunan bir diğer Da Vinci
eseri La Belle Ferronnière’de resmedilen kadınla
aynı kişi olduğunu düşünmüş, sanatçının ismi de
yanlış dikte edilmiş.
Eserde restorasyon çalışmalarının izleri de
apaçık. Kıyafet üzerindeki süslerin geometrileri
değişmiş, sol elin şekli ve sağ elin parmakları
bozulmuş, fondaki ışık oyunları yok olmuş.
Kaynaklarda anlatılana göre orijinalinde mavi-gri
olan arka fon, siyah olarak yeniden boyanmış. Ancak
tüm bunlar resmin usta inceliklerini silmeye
yetmemiş.
Ben “Kakımlı kadın mı Mona Lisa mı?” sorusuna
“Kakımlı Kadın” diyorum, ya siz?
Habertürk, Yazı:
Ayşe Özek Karasu, 15.01.2017
|
O ESKİ SANATTAN ESER YOK ŞİMDİ
Dünyada da, Türkiye’de de sanat piyasasında
sıkıntılı günler var. Alıcılar azalıyor,
fiyatlar düşüyor, galeriler kapanıyor. Bugünleri
atlatmak için ise sanatçılar devlet desteğinin
şart olduğunu söylüyor.
Çok değil, 5-6 yıl önce hem
dünyada hem Türkiye’de en parlak günlerini
yaşıyordu “sanat piyasası.” Dünyada Ruslar ve
Çinlilerin yeni koleksiyonerleri piyasaya
çıkıyor, klasik ve özellikle çağdaş sanat
eserlerinin fiyatları hızla yükseliyordu.
Wall Street Journal’da 2009’da yayınlanan bir
yazıda, Türkiye çağdaş sanatı “yükselen piyasa”
olarak niteleniyordu. Bu piyasa, yabancı
yatırımcıların da ilgisini çekiyor Sotheby’s
Türkiye’de şube açıyor, Türk sanatçılara
odaklanan müzayedeler düzenliyordu.
Yerli bankalar yatırım değeri gördüğü için
kendi resim koleksiyonlarını oluşturuyor, ünlü
işadamı Murat Ülker, Burhan Doğançay’ın Mavi
Senfoni isimli eserine servet ödüyordu.
Bugün artık bu parlak günler geride kalmış
gibi görünüyor. Dünyada da Türkiye’de de sanat
piyasasında sıkıntılı günler var. Alıcılar
azalıyor, fiyatlar düşüyor, galeriler kapanıyor.
Türkiye’de ekonomide başlayan belirsizlik,
siyasetteki tartışmalı ortam bu piyasayı nasıl
etkiledi? Soruyu sanat alanının önemli isimlerine
yönelttim.
ESER FİYATLARI DÜŞTÜ
Tayfun Poyraz küratör. Ekonomik krizin her
sektörde olduğu gibi sanat piyasasında da etkili
olduğunu söylüyor. Sanat galerileri ve sanatçıların
gerçekten zor bir süreç yaşadığını, eser
fiyatlarının geçmiş yıllara göre çok düştüğünü ve
koleksiyoner sayısının da azaldığını vurguluyor.
Özellikle sıkıntının çağdaş sanatta yaşandığını
vurgulayan Poyraz, bazı koleksiyonerlerin ellerinden
Türk sanatçıları çıkardığını, yabancı sanatçıların
eserlerine daha fazla talep olduğunu vurguluyor.
Galeri fiyatlarıyla müzayede fiyatları arasında
korkunç farkların ortaya çıktığını anlatan Poyraz,
bu günlerin yatırımcı için aslında bir fırsat
olduğunu da anlatıyor ve “Sanat yatırımcısı için şu
anki koşullar son derece uygun. Çoğu sanatçının
eserlerinin fiyatı 5-10 yıl önceki fiyatlara
geriledi, böyle bir durumda alıma geçmemek büyük
hata olur” diyor. Poyraz’a göre çözüm ise şöyle: “Bu
konuda devlet desteği çok önemli. Avrupa ülkelerinin
sanata milyar dolar seviyesinde destekleri var.
Açılan ve açılacak özel müzeler de çok önemli.”
GÜCÜ OLAN AYAKTA KALIYOR
Şile’deki Anıt Atölye’de çalışmalarını sürdüren
Türkiye’nin önemli ressamlarından Mustafa Ata da
ekonomik krizin sanat piyasasını etkilediğini
söyleyerek, “Bugün dünyanın geneli kapitalist
sistemin ekonomik riskleriyle uğraşıyor. Sanat da bu
sistemin içindeki bir tüketim nesnesi” diyor. Ata,
şöyle konuşuyor: “Kriz döneminde her insan yaşamak
adına nelerden vazgeçebileceğini düşünür doğal
olarak. Sanat da bir üst yapı tüketim zincirinde yer
alıyor. Alıcı kesim, sanatı vazgeçilebilir görmüyor
ama tüketimdeki öncelik sırasını değiştiriyor. Zaten
krize aşina olan sanatçı da, gücü varsa ayakta
kalıyor.” Yine önemli ressamlardan Ertuğrul Ateş’e
göre ise henüz Türkiye’de hukuk düzenlemeleri
yapılmış, telif hakları gerçek anlamda sağlanmış bir
sanat piyasası yok. “Bu nedenle Türkiye gibi
ülkelerde sanat bir yatırım aracı olamadı ama şahane
bir manipülatif piyasa oluşturdu. Bu bir insani
gelişmişlik sorunudur” diyor Ateş. Krizin etkisi ile
koleksiyoner sayısının azalmasını ise şöyle
yorumluyor: “Koleksiyoner sayısının azalmasında
hatalar da var. Sayının artması ancak gerçek bir
piyasanın oluşması ile mümkün. Bu bir ‘yanlış düğme
ilikleme’ meselesi. Temel sorunluysa, sonuçta
sorunlu olacaktır. Ancak Türk koleksiyoneri
öncelikle kendi sanatçısına sahip çıkma
sorumluluğundan kaçınmamalıdır. Bu hepimizin
birlikte halledebileceği bir sorunsal. Devletin her
türlü katkısı da mutlaka sağlanmalı. Bu milli bir
meseledir ve var olmak ya da olmamak meselesidir.”
Sanatın krizde ilk feda edilecek alan olması hiç
hoş değil. Sanatçı gözüyle piyasanın durumu bu.
Sanatçılar ve koleksiyonerler için yeni bir yol
ayrımında mıyız, piyasa nasıl güçlenir? Bu soruların
da yanıtını arayacağız.
Hürriyet, Yazı: Jale
Özgentürk, 15.01.2017
|
BARDAKÇI'NIN "ÇİĞLİĞİ" VE "CAHİLLİĞİ" ARKEOLOGLARI
ŞAŞIRTTI
Araştırmacı yazar Murat Bardakçı'nın TRT
Belgeselinden hareketle Göbeklitepe'den yola çıkarak
Türk arkeologlarını küçümsediği yazıdaki arkeolojik
cehalet, arkeoloji dünyasını hem üzdü hem şaşırttı.
TRT’de yayınlanan, arkeolojik ve teolojik
bilgileri mantık kurgusu gözetmeksizin birbirine
karıştırarak, Göbeklitepe’yi ‘Hz. İbrahim’in putları
yıkmış olabileceği yer’ olarak tanımlayan Suların,
Ateşin ve Taşların İmparatorluğu adlı belgeselin
doğurduğu tartışmalara, Habertürk yazarı Murat
Bardakçı da "Arkeolojiyi bile ideolojik boyuta
taşımayı becerdik ya, helal olsun bize!" başlıklı
yazısı ile katılmıştı.
Bardakçı yazısında kullandığı, "En önemli
keşifleri yabancılar yaparlar, sonra işin içine
bizimkiler girer ve buluntuları başka taraflara
çekiştirirler" ve "Çekiştirmeler şimdiye kadar
reklam yahut menfaat derdi ile yapılırdı ama artık
ideoloji ve “Yobazlar Göbeklitepe’ye
saldırabilirler” teraneleri ile din boyutuna
taşındı!" sözleri ile Türk arkeologları deyim
yerinde ise yerden yere vurdu.
Bardakçı'nın Türk Arkeolojisi ve arkeologlarını
'küçük gören' cümleleri üzüntüye sebep oldu.
Arkeologlar ve arkeoloji otoriteleri, Murat
Bardakçı'nın bilgi yetersizliği ve yöntem cehaleti
nedeniyle arkeoloji konusunda muhatap alınmaması
gerektiği konusunda hemfikirler. Ancak, 'hakir
gören' mantığına da kırgınlar.
Konu hakkında görüşlerine başvurduğumuz Türk
Arkeologlarının çoğu, "muhatap almaya gerek yok"
diyerek sessiz kalmayı tercih ettiler.
PROF.DR. YÜCEL ŞENYURT: ÇİĞLİK
Kazı Başkanlığını yürüttüğü Ordu'daki Kurul
Kalesi kazılarında yaptığı keşiflerle 2016'da
adından en çok söz ettiren Türk arkeoloğu olan
Gazi Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Süleyman Yücel Şenyurt,
yazar Murat Bardakçı'nın yorumunu çiğlik olarak
yorumladı.
Prof. Şenyurt; "Murat
Bardakçı'nın bu yorumu kendi görüşüdür ve onu
bağlar. Camiamız onun bu çiğ yorumuna gerekli
tepkiyi göstermektedir" demekle yetindi.
DR. SONER
ATEŞOĞULLARI: İŞKEMBEDEN ATIP TUTUYOR!
Arkeologlar Derneği Başkanı Dr. Soner Ateşoğulları,
birilerinin Türkiye'deki kazıların çoğunluğunun Türk
arkeologlarca yapıldığını yazar Murat Bardakçı'ya
anlatması gerektiğini söyledi ve arkeolojinn
evrensel bilim dalı olduğunu söyledi.
Soner Ateşoğulları,
konu hakkında görüşlerini "Biri buna
Türkiye'de en önemli kazılardan çoğunun "Türkler"
tarafından yapıldığını söylesin. Bilir bilmez
işkembeden atıp tutuyor. Hem arkeoloji evrensel bir
bilim dalıdır. Bunun yerlisi yabancısı olmaz.
Sonuçta insanlığın ortak kültürel mirası söz konusu.
Nedir bu şovenizm! Orta Çağ'da mı yaşıyoruz..."
şeklinde belirtti.
ARKEOLOG YİĞİT
OZAR: ELEŞTİRİLERİNİN BİZİM GÖZÜMÜZDE BİR DEĞERİ YOK
Arkeologlar Derneği İstanbul Şubesi Yönetim
Kurulu Başkanı Yiğit Ozar, Murat Bardakçı'nın
arkeoloji biliminin ilke ve değerlendirme
kriterlerinden habersiz olduğu için söylediklerinin
kendilri açısından hiç bir değeri olmadığını
belirtti.
Arkeolog Yiğit Ozar; "Arkeoloji, her bilim
dalı gibi evrenseldir. Bu nedenle ülkemizde
arkeolojisindeki millileştirme çabalarına karşın da
her zaman söylediğimiz gibi bizim için Türk, Alman,
İngiliz arkeolog gibi bir ayrım yoktur.
Meslektaşlarımızın uyrukları değil araştırma
alanları, çalışma yöntemleri önemlidir. Murat
Bardakçı daha önce "bizde çatılı eser yok" diyerek
Türkiye'nin arkeoloji potansiyelinin yüksek
olmadığını iddia etmiş, böylece arkeolojinin
ilkelerinden, değerlendirme kriterlerinden bihaber
olduğunu gözler önüne sermiştir. Bu açıdan yaptığı
eleştirilerin bizim gözümüzde bir değeri yoktur.
Murat Bardakçı'nın bu yazısı, yazıda veryansın
ettiği türden bir kamplaşmanın bir ürünüdür sadece."
dedi.
ARKEOLOG DR. NURCAN YALMAN: CEHALETİNİ
SERGİLEMESİ ÜZÜCÜ
Çatalhöyük kazılarına katılan arkeologlardan Dr.
Nurcan Yalman ise sosyal medyadan yaptığı yorumla,
Murat Bardakçı'nın cehaletini sergilemesini üzücü
olarak yorumladı ama daha da üzücü olanın konu
hakkına araştırma yapmadan yazması olduğuna dillka
çekti.
Arkeolog Dr. Nurcan Yalman yorumunda şu ifadelere
yer verdi: "Murat Bardakçı'nın özellikle arkeoloji
konularında ne kadar cahil olduğunu sergilemesi
bizleri üzdü. Daha da üzücü olan, bilmediği bir
konuda yazı yazmaya karar veren bir gazetecinin bir
zahmet o konu hakkında şöyle bir de olsa iki satır
okumayışı... Arkeolojik yerleşmeler nasıl
tarihlenir, neye göre yorumlanır ya da daha da
basitinden, KRONOLOJİ nedir???
Ayrıca, ben
arkeolojik yerleşmelerin kurgu filmlere ya da
yazılara konu olmalaraına asla karşı olmayan bir
insanım. Kaldı ki, Göbeklitepe de bu konuda tepe
tepe kullanılmış bir yer... güzel... bunlar da
prehistorik bir yerleşim yerinin bugün anlamlanışını
gösterir ve enteresandır.. youtube'da döner de
döner...Ama hiçbiri kendisinin resmi kurumlarca
desteklenen bilimsel bir belgesel olduğunu iddia
etmediği sürece.. çünkü bunu dedikleri an,
sorumluluk başlar... Eğer bu kadar arkeolog, bu
kadar prehistoryacı birden bire damarına basılıp
yerinden zıplamışsa, öööle durup dururken canı
sıkıldığından değil"
EDİTÖR ARKEOLOG NEZİH BAŞGELEN: TALİHSİZ
YORUM
Ünlü
Arkeolog Halet Çambel'in öğrencilerinden Arkeoloji
ve Sanat Yayınları kurucusu ve Arkeoloji Sanat
Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Nezih
Başgelen de Murat Bardakçı'nın yorumunu talihsizlik
olarak nitelendirdi ve özellikle yeni yetişen
arkeoloji kuşağının başarılarının başarılı
projelerinin görmezden gelinemeyeceğini belirttti.
Nezih Başgelen, "Yazıdaki yoruma katılmıyorum:
Yaşadığımız coğrafya, insanın dünyaya yayılmaya
başladığı dönemden günümüze, uygarlık tarihinin
yoğun yerleşimlerine sahne olmuştur. Bu açıdan
ülkemiz arkeolojisi, dünya tarihine yön vermiş belli
başlı uygarlıkların gelişim süreçlerinin
aydınlatılmasında yadsınamaz öneme sahiptir. Son
dönemde ulusal kazı ve araştırmaların sayısı kadar
nitelikleri de önemli gelişmeler göstermiştir.
Özellikle yeni yetişen arkeoloji kuşağımızın bu
yazıdaki talihsiz
yorumun aksine ülkemizin dört bir yanında
tarihöncesinden günümüze her alanda her açıdan
başarılı projeler yürüttüğü yerli ve yabancı
kamuoyunca bilinmektedir. Hocalarından öğrencilere
arkeolojideki yeni kuşakların kazı ve araştırma
projeleriyle gurur duyuyoruz . Bu yeni kuşağı
destekler önlerini açarsak daha da başarılı
olacaklardır. Göbeklitepe'nin tarihlendirilmesi
konusunda gerek kazı ekibinin gerekse ilgili bilim
alanının yazıda bahsedildiği gibi tutarsız bir
yaklaşımı hiçbir zaman olmamıştır. Bu konudaki
referanslar gayet açıktır." dedi.
MUAMMER İREÇ: CEHALETİN EN GÜNCEL ÖRNEĞİ
Dokuz Eylül Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Araştırma
Görevlisi Muammer İrec ise Arkeofili sitesinde
yazdığı metinle tepkisini dile getirdi, "Benim bir
arkeolog olarak Osmanlı’nın son dönemleri,
hanedanlık ilişkileri vb. konularda ahkam kesmem ne
kadar anlamsız ise Bardakçı’nın Göbekli Tepe üzerine
konuşması o derece saçmadır" diyerek şunları yazdı:
"... köşe yazarı ve televizyon kişiliği Murat
Bardakçı söz konusu cehaletin en güncel örneği
olarak karşımızda durmakta. Son olarak yazdığı
“Arkeolojiyi bile ideolojik boyuta taşımayı becerdik
ya, helal olsun bize!” başlıklı yazısında Göbekli
Tepe meselesine değinmekte, örtülü bir şekilde
TRT’ye sahip çıkmakta, kendince tespitler yapmakta,
bilmediği ve anlamadığı bir konuda allame
kesilmektedir. Öyle ki Göbekli Tepe’yi bir “buluntu”
olarak tanımlamakta, “İşin aslı, Göbekli Tepe’nin
bugün değil yaşını, ne olduğunu, ne için inşa
edildiğini bile tam olarak bilmiyoruz, zira henüz
erken!” diyerek bir de arkeologlar adına
konuşmaktadır. Bununla da yetinmeyip “yabancılar
bulur biz çekiştiririz” diyerek, arkeoloji ile
teması olmayan insanların şehir efsanesine dönüşmüş
“yabancılar ülkenin arkeolojik mirasını kazıyor,
götürüyor” algısına selam çakarak yazısını
sürdürmektedir. (...) ... Göbekli Tepe bir buluntu
merkezidir “buluntu” değil. Bardakçı hem bilmediği
bir terminolojiye bulaşmakta, hem de arkeolog edası
takınmaktadır.
Arkeolojide yabancılar ve Türkler ayrımı son
derece tehlikeli ve cehalet ötesi bir zihniyetin
dışavurumudur. Bizler bilim insanlarıyız, insanlığın
ortak mirasını anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz.
Arkeoloji bir bilim olarak zaten yabancılar
tarafından başlatılmış, onlar tarafından
geliştirilmiş ve onlar tarafından iyi bir şekilde
sürdürülmektedir. (...) Benim bir arkeolog
olarak Osmanlı’nın son dönemleri, hanedanlık
ilişkileri vb. konularda ahkam kesmem ne kadar
anlamsız ise Bardakçı’nın Göbekli Tepe üzerine
konuşması o derece saçmadır. Konu yine en büyük
düşmanımız olan cehalete gelip dayanıyor. Göbekli
Tepe konuşuldukça bu cehaletin boyutlarını da daha
net bir şekilde görebiliyoruz.
arkeolojikhaber.com, 14.01.2016
|
MAĞARALAR VE MOZAİKLER KORUMA ALTINA ALINDI
Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından geçen yıl
Balıklıgöl, tarihi kale, Haleplibahçe ile Kızılkoyun
bölgesinde başlatılan arkeolojik kazı ve yüzey
temizleme çalışmaları devam ediyor.
Büyükşehir Belediyesi işbirliğiyle yürütülen
çalışmalarda Kızılkoyun'da Osrhoene (Edessa)
Krallığı dönemlerine ait 61, kale eteğinde 72 ise
mağara ile kaya mezarların üzerine resmedilmiş 5
mozaik bulundu.
2 bin yıl önce işlenen mozaikler ile mağaraların
koruma altına alındığı öğrenildi.
Projenin tamamlanmasıyla Kızılkoyun ve Kale Eteği
turizme kazandırılacak ve ziyarete açılacak.
KALE ETEĞİ PROJESİ
Kale Eteği Projesi, Şanlıurfa Büyükşehir
Belediyesi'nin tarihi alanlarda yürüttüğü çalışmalar
arasında yer alıyor. 45 dönümlük arazi üzerinde
yaklaşık 1 yıldır yürütülen çalışmalarda 135'e yakın
kaya mezarı ortaya çıkarıldı. Bu kaya mezarları
içerisinde uzman arkeologlar tarafından yapılan
çalışmalarda ise 5 adet taban mozaiğine rastlandı.
Süryanice yazıtlar ve ince işlemelerin yer aldığı
mozaik ve kaya mezarlarının MÖ 132 - MS 639
yıllarındaki Edessa Krallığı dönemine ait olduğu
tahmin ediliyor.
Ajans Urfa, 13.01.2017
|
ULUS PLANSIZ KALDI
Büyükşehir Belediye Meclisi’nin 2014 yılında aldığı
kararla onayladığı
Ulus Tarihi Kent Merkezi Projesi’ne ilişkin
‘1/5000 ölçekli Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı’,
Şehir Plancılar Odası
Ankara Şubesi’nin açtığı dava sonucunda Ankara
7. İdare Mahkemesi’nin aldığı kararla iptal edildi.
Planın koruma amacıyla yapılmadığını ifade eden Şube
Başkanı Emre Sevim, “Planlarının tarihsel dokuyu
koruması gerekirken; belediyenin tutumu, buradaki
kültür varlıklarını kullanarak rant elde etme
yöntemi. Belediye tarihi dokuyu zedeliyor” diye
konuştu. Sevim, şunları söyledi:
“Ankara’nın
Kızılay, Zafer,
Ulus gibi mevcut meydanları var. Bu noktada
belediyeyi eleştirmek lazım. Buralarda ne kadar
meydan düzenlemesi yapmış ki şimdi ortaya çıkıyor.
Tarihi olarak ele aldığımızda Ulus, Roma’dan beri
kent merkezimiz.
Cumhuriyet’in ilanıyla
merkez Yenikent yani Kızılay oluyor ama Ulus
ticari ve kültürel fonksiyonlarını devam ettiriyor.
Ulus hali hazırda işleyen bir kent merkezi. Belli
düzenlemelere ihtiyacı var ama plan, bu
düzenlemelere uygun değildi. Ulus, mekan olarak
Ankara’nın tek meydanı şu anda. Kapalılık,
heykel gibi meydanı tanımlayan öğeler var. Meydan
fonksiyonları eksik olabilir ama burada görev
belediyenin.
PLANA AYKIRI
PROJE ORTAYA ATILDI
2015’lerin başında
Melih Gökçek, Ulus’ta büyük bir kent merkezi
yapacaklarını söyledi. Ulus Çarşısı, 100. Yıl
Çarşısı ve Anafartalar Çarşısı’nın yıkılarak,
yaklaşık 30 bin metrekarelik bir Ulus Meydanı
yapılacağı duyurulmuştu. Mevcut kent meydanı ise 2
bin 250 metrekare civarında. Bu söylem toplumu
kandırmaya yönelikti ve daha sonra Ulus esnafının,
AŞTİ’ye taşınacağı açıklandı. İptal edilen bu planda
yani belediyenin onayladığı planda, Melih Gökçek’in
projesi yok. Melih Gökçek,
kendi onayladığı plana aykırı bir proje ortaya
atmıştı. Sonuç olarak şu anda Ulus’ta hali hazırda
proje üretmeye yönelik ortada bir plan yok.
UFAK DEĞİŞİKLİKLERLE HUKUK KANDIRILIYOR
Ayrıca belediye Ulus
Tarihi Kent Merkezi ile ilgili dava sürecinde
savunma vermedi. Büyükşehir Belediyesi’nin kendi
onayladığı planı savunma ihtiyacı bile duymaması
meslek alanımıza, hukuka ve kentimize ne kadar
saygılı olduğu açısından çarpıcı bir örnek. Bu bize
planın, önümüzdeki süreçte değişerek yeniden önümüze
geleceğini işaret ediyor. Böyle bir mantığa dönüştü
maalesef. Daha önce de burası için yapılan plana,
iptal kararı almıştık. Ufak değişiklerle yeni plan
çıkarmışlardı. Bu hukuku kandırmadır, suçtur.”
Hürriyet, Haber: Sedat Cenikli, 13.01.2017
|
YILDIRIM: TARİHİ YARIMADAYLA İLGİLİ ADIMLAR OLUMSUZ
Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi’nin Birleşmiş
Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri
Temsilciliği’ne atanan Dr. Ayşe Ege Yıldırım: “En
yaşanabilir yerler Seferihisar, Ayvalık, Ovacık,
Sinop ve Gaziantep.”
Birleşmiş Milletler (BM), 2015 Eylül’ünde kabul
ettiği ‘Dünyamızı Değiştirmek: 2030 Gündemi’nde 13
yıl içinde şehirlerin ve insan yerleşimlerinin
kapsayıcı, güvenli, dayanıklı ve sürdürülebilir
kılınmasını hedefliyor. Bu hedef için çalışanların
başında da UNESCO’nun danışma organı
Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi (ICOMOS)
geliyor. Kurumun BM Sürdürülebilir Kalkınma
Hedefleri Temsilciliği’ne geçen ekimde Hürriyet'ten
Zeynep Bilgehan'ın haberine göre, Dr. Ayşe
Ege Yıldırım atandı. İki yıl görev yapacak
Yıldırım ICOMOS’un sürdürülebilir kalkınma
konusundaki etkinliklerini koordine edecek,
çalışmaları teşvik edecek. Uzmanlığı kentsel koruma
projeleri olan şehir plancısı Dr. Yıldırım
Türkiye’nin kültür karnesinin kırık olduğunu
söylüyor: “Kültür Bakanlığı’na aktarılan miktar,
milli gelirin binde 6’sı. Bunun en azından tek
haneli rakam olması gerekiyor.”
‘İstanbul yaşanabilir değil ama...’
Dr. Yıldırım’a göre Türkiye’nin en yaşanabilir
kentleri Seferihisar, Ayvalık, Ovacık, Sinop ve
Gaziantep. İstanbul ise yaşanabilir değil ama iyi
niyetli çaba var: “Ekonomik hacmi ve uygulama gücü
eşsiz ama büyük hata yapma potansiyeli var. Güzel
restorasyonlar da var ama doğru uzmanlık
kullanılmadan yanlış düzeltmeler yapılıyor. Kararlar
acele ve baskıyla kurullardan geçiriliyor. Uzmanlar
da hep eleştirel. Diyalogla farklı paydaşları bir
araya getirilmeli.”
‘Tarihi yarımadayla ilgili adımlar
olumsuz’
Peki tarihi alanlar
korunabiliyor mu? Dr. Yıldırım şöyle cevaplıyor:
“Türkiye’nin 100 yılı aşkın bir koruma geleneği var.
Bu sayede pek çok eser ve sit alanı korunabildi.
Ancak kurallar çok yasaklayıcı ve katıydı. Onarıma
yardımcı olabilecek kredi ve hibeler verilemedi.
Bununla beraber İstanbul’da tarihi yarımadayla
ilgili adımlar olumsuz. Kurulların çok yavaş karar
alması sorununun çözümü, kurulların kaldırılmaları
değil. Kapasitelerini yükseltilmeli.”
Yapı,
13.01.2017
|
TOPKAPI'DA SERVİSİN ÖNÜNE TARİHİ SURDAN PARÇALAR
DÜŞTÜ
Fatih,
Topkapı Kaleiçi'nde bir kolejin öğrencilerini
taşıyan servis aracının önüne tarihi surların
parçaları düştü. Servis aracı düşen parçaya çarptı.
Servis aracı hasar görürken öğrenciler panik yaşadı.
Belediye yetkilileri, kopan taş parçalarının tarihi
eser niteliği taşıması nedeniyle
olay yerinde inceleme başlattı.

Kaza saat 14:15 sıralarında, Sulukule Caddesi üzerinde meydana geldi. Bir kolejin öğrencilerini taşıyan servis aracı seyir halindeyken, caddenin kenarında bulunan tarihi surların parçaları koparak yola düştü. Servis aracının sürücüsü Yahya Amaç, son anda manevra yaptı ancak aracın önüne düşen sur parçalarına çarparak durabildi.


FACİA KIL PAYI ATLATILDI
Servis aracının içindeki öğrenciler ve öğretmenler ile sürücü kazayı yara almadan atlattı. Sur parçalarının servis aracının üzerine düşmemesi facianın önüne geçti.

Olayı anlatan sürücü Yahya Amaç, “Seyir halindeyken parçalar düşmeye başladı. İlk düşen parçayı kurtardım. İkinciyi kurtaramadım. Aracın içinde öğrenciler vardı. Kimse yara almadı" dedi.

Servisin rehberi ise, “Biz aracın içinde 5 kişiydik. Aşağıdan yukarıya doğru çıkıyorduk. Biranda sur parçaları düştü" diye konuştu.
ÖĞRENCİ SERVİSİ KURTARICIYLA ÇEKİLDİ
Olayın ardından polis ekipleri yolu trafiğe kapattı. İtfaiye ekipleri tedbir amacıyla olay yerine geldi. Kazada hasar gören servis aracı çekiciyle olay yerinden kaldırıldı. Öğrenciler ise özel araçla evlerine götürüldü. Polisin olayla ilgili incelemesi sürüyor.
HER BİRİ TARİHİ ESER NİTELİĞİNDE
Belediye yetkilileri, kopan taş parçalarının tarihi eser niteliği taşıması nedeniyle olay yerinde inceleme başlattı.
Hürriyet, Haber: İbrahim Aktürk, Taner Yener, 13.01.2017
|
KAZI BAŞKANI: ÇATALHÖYÜK'TEKİ İKİ KADIN FİGÜRÜ, ANA
TANRIÇA'YI DEĞİL, YAŞLI KADINLARI SEMBOLİZE EDİYOR
Konya'nın Çumra İlçesi'ndeki 9 bin yıllık neolitik
yerleşim yeri Çatalhöyük'teki geçen yıl yapılan
kazılarda taştan iki kadın
figürü, yaşlı kadınları sembolize ediyor. Kazı
Başkanı Stanford Üniversitesi öğretim üyesi Prof.Dr. Ian Hodder, göbekleri, kalçaları ve göğüsleri
oldukça belirgin iki taş kadın figüriyle ilgili, "Bu
figürlerin ana tanrıça yerine, yaşamları boyunca
toplumsal bir statü ve prestij elde etmiş yaşlı
kadınları temsil ettiği düşünülmektedir.'' dedi.
Çatalhöyük'ün 1958 yılında arkeolog James Mellaart tarafından keşfedilmesinin ardından kazılar, 1961-1963 ve 1965 yıllarında yapıldı. Verilen aranın ardından 1993 yılında yeniden başlayan kazı çalışmaları, Stanford Üniversitesi öğretim üyesi Prof.Dr. Ian Hodder başkanlığında yürütülüyor.
2 TAŞ KADIN FİGÜRÜ BULUNDU
Geçtiğimiz sezon haziran ayında başlayıp ağustos ayında sona eren Çatalhöyük kazı çalışmalarıyla ilgili hazırlanan ve 'www.catalhoyuk.com' adlı internet sitesinde yayınlanan 2016 yılı kazı raporunda, yapılan çalışmalarla ilgili bilgi veren Kazı Başkanı Prof.Dr. Ian Hodder, oldukça ilginç bulgulara rastlanıldığını söyledi.Prof.Dr. Hodder, bu yıl için hazırlanan raporda, doğu duvarı yakınlarında bulunan göbekleri, kalçaları ve göğüsleri oldukça belirgin 2 taş kadın figürünün bu sezonun en ilgi uyandıran buluntuları olduğunu söyledi.
İlk figürün de doğu duvarının yanında bir mezarın hemen sağ köşesinde bulunduğuna dikkat çeken Prof.Dr. Hodder, şunları söyledi:
''Platformun yapılma süreciyle ilişkilendirilecek bu buluntu yerine objenin kasti olarak konulduğu ve üzerine yeni platformun yapıldığı düşünülmektedir. Mermerden yapılan bu figürin obsidyen bir bıçak parçasıyla yan yana bulunmuştur. Bu figürinden birkaç gün sonra büyük olan figürün hemen kuzeyinde, bir kireç öbeğinin içinde ikinci figür bulunmuştur. Kireç taşından yapılmış bu figürinin baş kısmının yakınlarında bir ayna gibi parlak ve yansıtıcı bir galen parçası ve iki adet boncuk bulunmuştur. Obje asılı bir şekilde taşınıyormuşçasına baş kısmında iki adet deliğe sahiptir.''
BİRLİKTE GÖMÜLMELERİ SIRA DIŞI BİR DURUMDUR
Bu buluntuların kasti olarak yerleştirmeyi gösterdiğini ve son derece büyük önem arz ettiğini ifade eden Prof.Dr. Hodder, ''Bulundukları yerler ve obsidyen galen gibi başka objelerle birlikte gömülmeleri sıra dışı bir durumdur. Sit alanının üst katmanlarında platformların altına mezar gömülmesi uygulaması daha eski katmanlarda olduğu gibi eşine sıklıkla rastlanan bir durum değildir. Bu da bu objelerin insan gömülerinin yerini almış olabileceğini düşündürmektedir. Kesin olan bir şey var ki o da bu gömme işlemleri platformların kapanıp açılmasının önemine işaret etmektedir.'' dedi.

ANA TANRIÇAYI DEĞİL, YAŞLI KADINLARI TEMSİL EDİYOR
Figürlerin bulunduğu ve basına yansıdığı dönem medyanın büyük bir çoğunluğu bu figürinleri Çatalhöyük'ün meşhur 'Ana Tanrıçaları' (Kibele) olarak lanse ettiğini hatırlatan Prof.Dr. Hodder, şöyle dedi: ''Ancak, araştırmacılar Lynn Meskell, Carolyn Nakamura ve Lindsay Der tarafından gerçekleştirilen araştırmalar, bu objelerdeki göğüs-kalça-göbek üçlüsünün insan figürinlerinde ön plana çıkarılmasına bir örnek olduğunu ve bu bölgelerdeki sarkmaların olgun kadın betimlemesi olduğunun altını çizmektedir. Bu figürlerin ana tanrıça yerine yaşamları boyunca toplumsal bir statü ve prestij elde etmiş yaşlı kadınları temsil ettiği düşünülmektedir.''
Sabah, 13.01.2017
|
AĞRI'DA URARTU DÖNEMİ DOĞUBAYAZIT KAYA MEZARININ
KABARTMASI TAHRİP EDİLDİ
Ağrı’nın
Doğubayazıt İlçesi'nde Urartu dönemine ait
Doğubayazıt Kaya Mezarı kabartması tahrip edildi.
Doğubayazıt İlçesi'nde Urartu coğrafyasında cephesi figüratif kabartmalı tek kaya mezarı olan Doğubayazıt Kaya Mezarı’nın kabartması parçalandı. İstanbul Üniversitesi Van Bölgesi Tarih Arkeoloji Araştırma Merkezi Müdürü Doç.Dr. Erkan Konyar, sosyal medya hesabında kaya mezarının son halini paylaştı ve “Urartu coğrafyasında, cephesi kabartmalı tek örnek Doğubayazıt Mezarı. Kabartma ne yazık ki parçalanmış” dedi.

Doğubayazıt Kaya Mezarı
Doğubayazıt Kaya Mezarı cephesi figüratif kabartmalı tek kaya mezarıdır. Mezar cephesi kayalığın batıya bakan yönüne açılmıştır. Kaya mezarında girişten sonra bir ana salon bulunur. Salonun kuzey ve batı duvarlarına nişler açılmıştır. Salonun tabanına açılmış dikdörtgen bir açıklıkla inilebilen alt katta iki oda yer alır. Küçük boyutlu mezar girişinin her iki kenarında kabartmalar yer alır. Girişin solunda iki elini açmış bir figür, girişin üstünde bir keçi kabartması, sağda ise bir tanrı (!) kabartması betimlenmiştir. Kompozisyonun bir kurban töreni sahnesini temsil ettiği anlaşılmaktadır. Girişin sağında (güneyinde) yer alan tanrı kabartmasının başında çift boynuzlu bir başlık bulunmaktadır. Kabartma, badem gözlü, hafif kemerli burunlu, sakalsız, bileklere kadar inen bir elbise giymiş şekilde tasvir edilmiştir. Saçları omuza kadar inmektedir ve saç uçları olasılıkla buklelidir.
Doğubayazıt kaya mezarının işlendiği kayalık yüzeyi, güneybatı yönden izleyen dik kayalık alanda ortaya çıkardığımız, kaya işçiliği, mezarla ilgili veya çağdaş bir yapı grubunun varlığını göstermektedir. Mezar odasının kuzeyinde (sol) ana kayaya yaslanmış üç tane yan yana mekan kalıntısının doğu duvarı (oyukları) ile aralarındaki bölme duvarı çıkıntıları kayaya oyulmuştur.
arkeolojihaber.net, Kaynak: Urartu Mezar Tipleri ve Gömü Adetleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul - Kemalettin Köroğlu ve Erkan Konyar 2011, 13.01.2017
|
ANTİK SÜMER KENTİ ORTAYA ÇIKARILDI
Roma Sapienza ve Perugia
Üniversitesi tarafından 10 Ekim 2016’dan 1 Aralık
2016’ya kadar üç antik Lagaş Sümer Devletlerinden
biri olan antik Nigin sit alanı olan Tel Zurghul’da
gerçekleştirilen İtalyan arkeolojik kampanyası
sonuçlandı. Çalışma Mezopotamya dönemine ışık tuttu.

La Sapienza Üniversitesi’nden Davide Nadali ve
Perugia Üniversitesi’nden Andrea Polcaro tarafından
ortak yönetilen bu iki kazı kampanyasında,
araştırmalar MÖ 3000 yılına dayanan ve bir binanın
tamamıyla pişirilmemiş tuğlalar ile inşa edildiği
yerleşkenin merkezine uzanan dağ eteğinde yer alan
bir bölgede devam etti, araştırmacılar hala çok az
bilinen bir Mezopotamya dönemine ışık tuttu.

Depo alanları olarak değerlendirilen şuana kadar
araştırılan üç odada son derece iyi yapılmış ve
korunmuş büyük boyalı kavanozlar bulundu.
A Dağı’nın zirvesinde bu yıl açılan ikinci kazıda
arkeologlar bazıları Musée du Louvre, Paris’te
saklanan bölgedeki diğer sit alanlarında ve Tel
Zurghul’da bulunan antik Lagaş Devleti krallarının
birçok çivi yazısı yazıtlarından bilinen varlığı su
ve balıkçılık ile çağrıştırılan Tanrıça Nanshe’ye
adanan bir tapınağa rastladılar.
Mezopotamya mitolojisinde cennetin kapılarını
açan, kötülüğe karşı koruyucu olan insan kafalı bir
boğayı tasvir eden kil levha en önemli bulgular
arasındadır.
2015’teki İtalyan arkeolojik gezisinin ilk kazısı
çoktan sit alanının tarihinin e az MÖ 5000’e
uzandığını ve Geç Uruk Dönemi sırasında MÖ dördüncü
bin yıllık döneme kadar büyük bir yerleşke içinde
geliştiğini öne sürmüştü.
Gazete Duvar,
12.01.2017
|
MISIR'DA 12 KAYA MEZARI BULUNDU

Gebel el Silsila'da yapılan kazılarda Firavun III.
Thutmose ve II. Amenhotep'in saltanat yıllarına ait
12 kaya mezarı bulundu.
Güney Mısır'ın Nil ırmağı kıyısında turizm
merkezlerinden Aswan
(Asvan / Asuan, Mısırca
Swenet) kentinin
Gebel Al-Silsila bölgesinde yeni mezarlar
bulundu.
Lund Universitesinde görevli İsveçli arkeologlar
Dr. Maria Nilsson
ve John Ward başkanlığında, Yukarı Mısır'daki
Gebel el Silsila'da yapılan kazılarda
Firavun III. Thutmose ve II. Amenhotep'in saltanat
yıllarına ait 12 kaya mezarının bulunduğu açıklandı.
Dr. Maria
Nilsson ve John Ward, kayalar kesilerek oluşturulmuş
12 antik mezar dışında kayalara oyulmuş 3
girinti (kript), büyük olasılıkla sunak
olarak kullanılmış iki niş, en az iki hayvan
kalıntısı içeren bir mezar ve üç adet bireysel bebek
gömüsünün de bulgular arasında yer aldığını
belirterek, bulguların, eski maden ocağındaki tarih
algısını değiştirmeye devam ettiğini ifade ettiler.
Archaeologynewsnetwork sitesinin
Mısır Arkeoloji Bakanlığı'ndan (Egyptian Ministry of
Antiquities) aldığı bilgilere dayandırdığı habere
göre;
Aswan Eski Eserler Genel Müdürü Nasr Salama, bu sezon kazılarında bulunan
mezarların tek tek, bir kısmının ise aynı oda içinde
ve çeşitli yaş grubu ve cinsiyetteki iskeletlere
bakarak muhtemelen ailece gömülmüş antik mısırlılara
ait olduğunu savundu ve yeni gömü bulgularının,
Silsila'daki aile hayatını açıkça gösterdiğini
söyledi.

Arkeolog Dr. Maria
Nilsson, kayaya oyulmuş 64 x 32 x 32 cm
ölçülerindeki
girintide, taşla örtülmüş sığ bir mezar
bulduklarını, mezarın içinde dokuma beziyle sarılmış
ve ahşap tabut içine yerleştirilmiş bir bebeği de
içeren üç farklı mezar bloğu bulduklarını açıkladı.
Üç çocuğun iskelelerinin yanında mezar hediyeleri, muslar (Bes figürü dahil), kolyeler, seramik kaplar, çakmak
taşlaro ve renkli çakıl taşları bulundu.
Bulgular arasında; kumtaşı lahitleri, heykeller ve
bazıları boyalı seramik tabutlar, kartonaj boyalı,
tekstil ürünleri ve organik sargılar, seramik kaplar
ve plakaların yanı sıra koyun ve keçi fosili ile
birlikte Nil levreği ve bir timsah resmi, bir dizi
Mücevherler, muska ve Kutsal Mısır Böceği olarak bilinen Scarab (bok böceği)
sembolleri de yer alıyor.

Nekropolden çıkan insan kalıntıları, gömülenlerin
büyük kısmının sağlıklı olduğunu gösteriyor.
Aynı bölgede 2015 yılında İsveçli arkeologlar 43
mezar ortaya çıkamıştı.
arkeolojikhaber.com, 12.01.2016
|
TROİA'DAKİ BİR MEZARDA BULUNAN KADININ ÖLÜM NEDENİ
BELLİ OLDU
Çanakkale’deki Troia antik kentinde yakınlarındaki
geç Bizans dönemine ait bir mezarlıkta bulunan 800
yıllık iskeleti inceleyen araştırmacılar hamile
olduğu anlaşılan kadının ölümüne sebep olan virüsu
tespit etti.

Homeros’un
İlyada’sından geçen efsanevi şehir Troia antik kenti yakınlarında çalışmalarını sürdüren
arkeologlar, geç Bizans dönemine ait mezarlıktaki
bir kadının kaburgalarında iki adet çilek
büyüklüğünde yumru olduğunu farketti. Bu sıradışı
buluş araştırmacılara o döneme ait genetik ozalit
veya antik bir bakterinin hamile kadınları
etkilediği ve çoğunluklada tıpkı bulunan kadın
iskeletinde olduğu gibi ölüme sebebiyet verdiğini
belirlemelerinde yardımcı oldu.
Salı günü eLife’ta yayınlanan makalede Caitlin
Pepperell ve diğer araştırmacılar bu ölümcül
enfeksiyonun moleküler yapısını açıkladı.
30’lu
yaşlarında olduğu düşünülen kadının cenini
çevreleyen zar, plasenta ve amniyotik sıvıdan oluşan
bakteriyel enfeksiyondan hayatını kaybettiği tahmin
ediliyor. Her ne kadar bu denli eski bir malzemeden
küçüçük bir DNA kalıntısını didiklemek nadir olsada
bilim insanları kadının kaburgalarındaki yumrulardan
son derece iyi korunmuş bir genetik örneğin kadın
daha hayattayken oluşmasından şaşkınlık duymuş.
Hamile olduğu ve cenine aşırı kalsiyum akmış olduğu
düşünüldüğünde bakteriyel DNA’nın kireçlenme yoluyla
yumruları oluşturduğu anlaşılıyor. Bir başka deyişle
Pepperell’in belirttiği gibi ‘küçük çantalar DNA’yı
saklı tutmuş’.
İskelet üzerinde inceleme yapan Alman arkeolog
Henrike Kiesewetter, bezeciklerin bulunduğu yerden
dolayı kadını tiberküloz hastası olduğundan şüphe
ettiğini ve elindeki bilgileri Wisconsin
Üniversitesi’nden Troia savaşı uzmanı William
Aylward’a gönderdiğini söyledi.
İkili bezeciklerin
tiberküloz veya böbrek taşı olmadığını aksine
yumrulardaki hayalet hücrelerden bakteriyel virüs
Staphylococcus saprophyticus ve Gardnerella
vaginalis izlerine ulaşmışlar. Gardnerella vaginalis
örneği günümüzdekiyle aynı iken Staphylococcus
saprophyticus ise hayvancılık yoluyla 800 önce ölen
kadını fazlasıyla etkilemiş.
Pepperell, ‘Hayret verici olan Staphylococcus
saprophyticus’un günümüz verilerle
karşılaştırıldığında çok akıcı bir organizma olduğu
ve kolaylıkla idrar yolu enfeksiyonuna yol
açabileceği gibi, yakın ve farklı çevrelere adapte
olduğu görülüyor’ dedi.
Bunca
sıkıntı neden?
Bakteri ve virüsler
gelişip insanları hasta ettikleri için bunun
nedenini belirlemenin bir yolu antik bakteri
örneklerini ve DNA sıralaması kullanarak günümüz
eşdeğerlerinin zaman içinde onları öldürmek için
yaratılan antibiyotiğe direncinin nasıl değiştiğini
öğrenmek. Pepperell bakterinin virüse dönüştüğünü ve
bağışıklık sistemimizi çözdüğü için hastalığa neden
olduğunu söyledi. Yakın zaman örneği Zika virüsü
hamile kadınların mikrosefal bebekler
doğurduklarıyla bağlantılı.
İskelete her ne kadar Helen denmesi kulağa hoş
gelsede araştırmacılar onu Troia’lı kadın olarak
anıyor. Araştırmalardan hamileliği esnasında
yaşadığı güçlüklerden dolayı öldüğü anlaşılan
kadının hayli zor bir hayatı olmuş. Bir çok dişini
kaybeden Troia’lı kadın kemiklerinden de kronik bir
enfeksiyon rahatsızlığı geçiriyormuş.
Mezarlıkta bulunan iskeletlerin yarısından
fazlasında muhtemelen ağır fiziksel iş nedenli
omurga ve eklem bozukluğuna rastlandı.
arkeolojihaber.net, Kaynak:
jsonline.com Çeviri: Ayşen Yolcu, 09.01.2017
|
8 - 14 Ocak 2017
|
İTALYAN BANYO
MARKASI TARİHİ HAMAMLARI TURİZME KAZANDIRACAK
Anadolu’nun hangi
şehrine giderseniz gidin mutlaka tarihi bir hamam
çıkar karşınıza.
Antik şehirlerin hamamları
derseniz o da ayrı bir zenginlik.
Bu topraklardaki Roma
mirasından devraldığımız hamam kültürünü günümüzde
ne kadar yaşatabiliyoruz?
Kars’ta 17. yüzyıldan kalma
Mazlum Ağa Hamamı örneğin 1980’lı yıllardan sonra
kaderine terk edilmiş.
Karlar altındaki Kars’ın
panoramasında Taş Köprü’nün hemen yanı başında
kubbesiyle dikkat çeken Mazlum Ağa Hamamı’nın içinde
eski günlerinden eser yok.
Duvarlarının sıvası yer yer
dökülmüş, kubbelerinin tuğlaları kırık dökük.
Araştırmacı, Türkolog Ali
Canip Olgunlu’nun eşliğinde Kars’ta gezdiğimiz hamam
belki önümüzdeki günlerde restore edilecek,
çeşmelerinden tekrar sular akacak.
Tarsus’taki Şahmeran Hamamı
da öyle.
2 KÜLTÜRÜN ORTAK
NOKTASI
Olgunlu’nun rehberliğinde
Anadolu’daki Türk hamamlarıyla, Roma döneminin
“therma”larının tarihini gün yüzüne çıkarma
projesinin arkasındaki isim İtalyan banyo markası
Bocchi.
Bocchi’nin, “Her Dem
Banyo” projesi kapsamında Edirne, Kastamonu,
Trabzon, Tokat,
Safranbolu gibi12 farklı şehirde tarihi hamamlar,
Sagalassos, Efes gibi antik şehirlerdeki “therma”lar
incelenecek ve kitap ve belgesel haline getirilecek.
Ülkeyi ziyaret eden
turistlerin hamamlara düşkünlüğünü göz önüne alırsak
belgesel yurt dışında ilgi çekecek kuşkusuz.
Öte yandan zor günler
geçiren turizm için “Anadolu’daki Hamam
ve Therma Rotası”sı iyi
bir alternatif.
Olgunlu’nun dediği gibi,
geçmişte sadece yıkanmak için değil sosyal ve
kültürel etkinliklerin yer aldığı hamamlara yeniden
gündeme getirmek kültürel mirasımıza bir artı değer
katacak.
Bocchi ayrıca tarihi
hamamlardan bazılarının restorasyonunu da üstlenmeyi
planlıyor.
İtalyan ve Türk kültürlerini
ortak noktası olan hamamlara yeniden ilgi çekme
düşüncesinin arkasında bir İtalyan markası olması
doğal.
8 YILLIK BİR BAŞARI
ÖYKÜSÜ
Ne ki bu İtalyan markasının
arkasında Türk girişimciler ve sermayesi var.
Bocchi 66 yıllık köklü bir
İtalyan banyo firması.
Bu sektörde Avrupa’da iyi bir
konumda olan Türk şirketleriyle yıllarca alışverişte
bulunmuş.
Bocchi, Eczacıbaşı Vitra’da
Genel Müdür olarak 23 yıl çalıştıktan sonra 2007
yılında emekliye ayrılıp kendi şirketini kuran Şadi
Burat ile işbirliğine gitmiş.
Bugüne gelince Bocchi,
İtalya’daki üretimine son vermiş durumda.
Şadi Burat ve Vitra’nın eski
teknik Müdürü olan ortağı Nihat Yıldırım, Bocchi
olarak 2008 yılından beri Türkiye’de Gebze ve
Tuzla’da üretime devam ediyorlar.
Sadece sekiz yıllık bir
geçmişi olmasına rağmen Bocchi, şu anda sektörde, 34
farklı ülkeye mal gönderen ikinci büyük ihracatçı
durumunda.
ABD pazarında ise birinci.
Satışlarının neredeyse yüzde
85’i ihracata yönelik.
2017 yılında, hedefi iç
pazarda büyümek ve 150 milyon liralık bir ciroya
ulaşmak.
Vitrifiye sektörüne,
göz alıcı renkli ürünler, engelli ve yaşlılara
yönelik ürünlerle yenilikçi bir yaklaşımla giren
Bocchi tarihi hamamlarımıza da yeni bir soluk
getirecek.
Hürriyet, Yazı: Gila
Benmayor, 13.01.2017
|
AYASOFYA İSKELEDEN
KURTULAMADI
Ayasofya Müzesi
tarihi boyunca defalarca restorasyona tabi tutuldu.
Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde yapılan
restorasyonlar 1500 yıllık yapıyı ayakta tutmaya,
içindeki süslemeleri yaşatmaya yönelikti.

1993 yılında kurulan demir iskele kubbenin onarımı
için başlamış ve tam 17 yıl müzenin içinde kalmıştı.
Kubbedeki
son derece
kıymetli mozaiklerin konservasyonları yapıldı,
sıvalar tamamlandı ve bu sırada selafin meleklerinin
üzerindeki kapaklar kaldırılarak meleklerin yüzleri
ortaya çıkarıldı. Sadece kubbenin dörtte birini
onarmak için kurulan iskele, müze içinde dört kez
yer değiştirerek kubbenin tamamı 17 yılda onarıldı.
NUR SURESİ ÇIKABİLİR
2010
yılında kubbedeki onarımlar bitince demir iskele
tamamen söküldü. Ziyaretçiler,
Ayasofya’yı
2013’e kadar iskelesiz bir şekilde görme imkanına
kavuştu. Ancak kubbe altındaki yan duvarlarda ve
yarım kubbelerde aşırı yıpranma, rutubet ve sıva
dökülmeleri yaşanınca 2013 sonunda demir iskele bir
kez daha kuruldu. Sıva onarımları sırasında ‘Fossati
onarımı’ öncesi kalem işi süslemeler ortaya çıkınca
650 gün sürmesi beklenen onarım süresi uzadı.
Mihrabın üstüne denk gelen
doğu yarım kubbede onarımlar başladığında 1. Ahmed
döneminde nakşedildiği düşünülen devasa hat
kompozisyonun sıva altından çıkması bekleniyor. Eski
gravürlerde var olan hat kompozisyonunda Nur Suresi
35. Ayet’in tamamının yer aldığı ileri sürülüyor. Bu
durumun onarım süresini uzatması bekleniyor.
Restorasyonu yürüten ekip, sürenin uzamasında
karşılaştıkları sürprizlerin etkisi olduğunu
belirterek tarihi yapının tamamında onarımların
bitirilebilmesi için en az 10 yıl daha çalışmak
gerektiğine dikkat çekiyor. Yetkililer burada da
yaşanabilecek aksaklıklardan dolayı iskelenin
yeniden ana kubbe için de kurulabileceğini
belirtiyor.
Hürriyet, Haber: Ömer
Erbil, 12.01.2017
|
KOÇ'TAN YUSUF FRANCO KOLEKSİYONU
Ömer Koç’un kişisel koleksiyonundan eserlerin yer
alacağı “Yusuf Franko’nun İnsanları: Bir Osmanlı
Bürokratının Karikatürleri” adlı sergi 26 Ocak’ta
İstanbul’da açılacak.
Sanata merakıyla bilinen Koç Holding Yönetim Kurulu
Başkanı Ömer Koç’un sanat koleksiyonundan bu kez 19.
yüzyıl sonu Osmanlı bürokratı Yusuf Franko Kusa’ya
ait karikatür albümü çıktı. 26 Ocak’ta İstanbul
Beyoğlu’nda kapılarını açacak olan “Yusuf Franko’nun
İnsanları: Bir Osmanlı Bürokratının Karikatürleri”
adlı sergide Yusuf Franko’ya ait karikatürler ve
çizimler sanatseverlerle ilk kez buluşacak.
Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma
Merkezi (ANAMED), Ömer M. Koç Koleksiyonu’nda yer
alan, 19. yüzyıl sonu Osmanlı bürokratı, hariciyeci,
mutasarrıf, cemiyet adamı Yusuf Franko Kusa Bey’e
ait karikatür albümünü ve içindeki çizimleri
sergileyecek. Sergi, Yusuf Franko’nun
karikatürlerinde kendine yer bulabilmiş kişi ve
mekanlara odaklanıyor.
Sergi, 1 Haziran tarihine kadar ziyaret
edilebilecek. 19. YÜZYILDA PERA Sergide, Yusuf
Franko’nun 1884- 1896 yılları arasında bir albümde
topladığı, Avrupa karikatür geleneği ile etkileşime
sahip çizimleri ilk defa gün yüzüne çıkacak.
Sergide, 19. yüzyıl sonunun zengin iş adamları,
yüksek cemiyet mensupları, Osmanlı paşaları,
levantenleri, sanatçıları ve diplomatlarının hiciv
yüklü portreleri ziyaretçilerle buluşacak. Yusuf
Franko’nun karikatürleri, özellikle 19. yüzyıl
sonunun Beyoğlu / Pera semtini, kendisinin de
parçası olduğu renkli sosyal ağları ve İstanbul’un
küresel mekanlarını gözleme imkanı sunuyor.
Sergi, karikatürlerdeki karakterleri ve ait
oldukları mekanları takip ederek, Galata ve
Beyoğlu’nun bir finans ve diplomasi merkezi haline
gelmesinin, uluslararası kültür-sanat trafiğinin
uğrak noktalarından biri olmasının da altını
çiziyor. Sergide Yusuf Franko Kusa’nın albümü ve
karikatürlerinin yanı sıra, bu eserlerle bağlantılı
olarak başta Ömer M. Koç Koleksiyonu olmak üzere
farklı koleksiyonlardan fotoğraf, belge ve yayınlar
da sergilenecek.
Habertürk, 11.02.2017
|
İKİ DÜNYA ARASINDA
Sakıp Sabancı Müzesi (SSM), kuruluşunun 15’inci
yılını ‘Feyhaman Duran. İki Dünya Arasında’ isimli
sergiyle kutluyor. Ünlü ressam Feyhaman Duran’ın
binin üzerinde eserinin yer aldığı sergi, sanatçının
Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e, gelenekselden moderne uzanan
serüvenini ele alıyor.

Sakıp Sabancı Müzesi (SSM) kuruluşunun 15’inci
yılında
Sabancı Holding’in katkıları ve
İstanbul Üniversitesi işbirliğiyle 1914
Kuşağı’nın önde gelen temsilcilerinden Feyhaman
Duran’ın (1886-1970) hayatı ve eserlerinin yer
aldığı ‘Feyhaman Duran. İki
Dünya Arasında’ isimli sergisine ev sahipliği
yapıyor. Sanatçının Osmanlı İmparatorluğu’ndan
Cumhuriyet’e geçiş döneminde hem geleneği hem de
Batı sanatını içselleştirerek ortaya koyduğu 1000’i
aşkın eseri ve ressam eşi Güzin Duran’la beraber
hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği Beyazıt’taki
evinden bazı bölümler; onun gündelik hayatını ve
çalışma ortamını anlatan özel düzenlemeler eşliğinde
sergileniyor. Resim malzemeleri,
mobilya ve hat koleksiyonundan örneklerin bir
araya getirildiği bu düzenlemeler,
Türkiye sanat tarihinde öncü bir konuma sahip
olan ressama ve dönemine ayrıntılı bir bakışı mümkün
kılıyor.
MÜZENİN AMACINA EN UYGUN SERGİ
Sergi, dün Sabancı Müzesi’nde düzenlenen basın
toplantısının ardından ziyarete açıldı. Toplantıya
Sabancı Üniversitesi Kurucu Mütevelli Heyeti
Başkanı Güler Sabancı, SSM Müze Müdürü Dr. Nazan
Ölçer ve
İstanbul Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr. Mahmut
Ak katıldı. Güler Sabancı basın toplantısında
yaptığı konuşmada, “15’inci yılımıza kendi
değerlerimize sahip çıkarak, bu topraklardan yetişen
bir sanatçıyla başlamak istedik. Sakıp Bey’in kendi
koleksiyonu hat sanatıyla 19’uncu ve 20’nci yüzyıl
Türk resim sanatına odaklanıyordu. Feyhaman
Duran da hem hat sanatçısı, hem de 19 ve 20’nci
yüzyılın resim sanatçısı. Müzenin kuruluş amacına en
uygun sergi bu oldu. Böyle bir sergiyi 15’inci
yılımızda açmaktan dolayı mutluyuz” dedi.
30 TEMMUZ’A KADAR AÇIK
SSM Müze
Müdürü Dr. Nazan Ölçer de kolekeksiyonlarının
çizdiği yönde bir sergi açtıklarını belirterek
şunları söyledi: “Feyhaman Duran’ın eserlerini
şimdiye kadar hiç olmamış bir sayı ve içerik
zenginliğinde sunabilmemizi, en başta İstanbul
Üniversitesi‘yle yaptığımız işbirliğine borçluyuz.
Sanatçının sağlığında verdiği kararla intifa hakkı
eşinde kalmak koşuluyla, evini içindeki tüm eşya ve
diğer varlıklarla beraber korunması amacıyla
İstanbul Üniversitesi’ne bağışlaması ve bir süre
sonra eşinin de vefatı, üniversiteyi sadece ev,
eşyalar ve resimlerin değil, uzun bir ömrün geride
bıraktığı akla gelecek tüm izleri de barındıran bir
dünyanın sahibi yaptı.
Bugün sergilemekte olduğumuz koleksiyon bu
nedenlerle farklı bir değer taşıyarak, bizleri
sanatçının, çok özel dünyasına götürüyor.” ‘Feyhaman
Duran. İki Dünya Arasında’ başlıklı sergi 30
Temmuz’a kadar SSM’de görülebilir.
EVİ DE MÜZEYE TAŞINDI
Feyhaman Duran ve
eşi Güzin Duran’ın İstanbul Üniversitesi’ne
bağışladıkları Beyazıt’taki evlerinin sanat
tarihinde örneğine az rastlanır bir şekilde
korunduğunu belirten Nazan Ölçer, sergiye evi de
dahil ettiklerini belirtiyor.
Hürriyet, Haber:
İhsan Yılmaz, 11.01.2017 |
SÜMERLERİN 5 BİN YILLIK TIP REÇETESİ ELE GEÇİRİLDİ
Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize
Suçlarla Mücadele Şube ekipleri, ilde 44 günde 32
ayrı kaçakçılık operasyonu yaptı. Bu operasyonların
birinde tarihteki en eski reçete ele geçirildi. Çivi
yazısıyla yazılan ve Sümerlere ait olduğu belirtilen
reçete, tıptaki en eski el kitabı olarak
değerlendiriliyor.
MÖ 3 bin yılına ait
tablet şeklindeki tarihi eserin Diyarbakır’a nereden
getirildiği araştırılıyor. Kazılarda bulunan
tabletin tercümesine Babil uzmanı Prof. Leon Legrain
tarafından 1940’da başlandı. Teknik bilgilerle dolu
belgenin tercümesi Martin Levey ve Samuel N.
Kremain’in deste- ğiyle 1953’te tamamlandı. Tabletin
MÖ 3 bin yılına ait Sümerlerin tıp reçetesi olduğu
anlaşıldı.
Habertürk, 11.01.2017
|
 |
NEVŞEHİR'DE TARİHİ MAHALLELER KENTSEL DÖNÜŞÜME
SOKULDU
Mimarlar Odası Ankara Şubesi, kültürel
miras açısından eşsiz bir coğrafyaya sahip
Nevşehir’de Kale Mahallesi’nde yaşanan tarih
yıkımının ardından, tarihi Herikli ve Karasoku
Mahallelerinin kentsel dönüşüm alanı ilan edildiğini
bildirdi.
Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı
Tezcan Karakuş Candan, “Bu tarih kıyımını Nevşehir
Kalesi sürecinde ortaya çıkan yer altı şehri
sürecinde yaşadık ve gördük bütün kültürlerin ve
değerlerin silindiği bir süreçle karşı karşıya
kaldık. Bununla ilgili hem hukuksal sürecimiz hem
Nevşehir Koruma Kuruluna yaptığımız başvurular
kültür ve turizm bakanlığına yaptığımız süreçler
devam ediyor” dedi.
Tarihin yerine
TOKİ’ler dikilecek
Nevşehir’de bulunan Herikli ve Karasoku
Mahalleleri’nin de kentsel dönüşüm ilan edildiğini
belirten Candan, şunları söyledi:
“Tarihi 1716 Lale Devrine kadar aslında devam
eden Müslümanların, Rumların ve Ermenilerin bir
arada yaşadığı bir kentsel alandan bahsediyoruz.
Herikli ve Karasoku Mahallesi derken sadece
insanların barındırdığı bir mahalleden değil aslında
bir kültürel dokunun olduğu bir mahalleden, farklı
dil ve dinlerden insanların birada yaşadığı bir
ortamdan bahsediyoruz. Bu iki mahalle kentsel
dönüşüm alanı edildi. Bütün oradaki kültürel
değerler alt üst edilecek , yıkılacak ve orada
TOKİ blokları yükselecek. Tarihimizden bugüne
kardeşlik ve birliğe tekabül edilen mekansal yapının
yerine bugün anayasa değişikliği ile tek tip toplum
gibi tek tip beton TOKİ’ler dikilecek.
Kültürümüze, mirasımıza, kardeşliğimize ve
huzurumuza mekansal olarak müdahale edilecek.”
Kentsel Dönüşüm değil, Kentsel
sit alanı
ilan edilerek korunmalı
Candan, Herikli ve Karasoku Mahallelerinin acilen
kentsel SİT alanı ilan edilerek korunması
gerektiğine dikkat çekerek sözlerine şöyle devam
etti: “Tarihi yapıların hepsini yıkarak TOKİ
konutlarıyla değiştirecekler. Böyle bir şeyi kabul
etmemiz mümkün değil. Burası ivedilikle
kentsel SİT alanı ilan edilmeli ve tescile değer
bütün yapılar tescil edil melidir. Kültür Bakanlığı
ve dahi Nevşehir Koruma Kurulu vebal altındadır.
Mimarlar Odası Ankara şubesinin hinterlandında olan
bu bölgede kentsel dönüşüm alanı ile ilgili tescil
başvuruları ve kentsel sit alanı ilan edilmesi
noktasında mücadelelerimiz devam ediyor. Bu
yapıların her bir taşı başka bir değer taşırken
sökülerek kamyonlarla satış için gönderiliyor. Bu
ülkenin yöneticileri kültür değerlerimize ve
mekansal kardeşliğimize böyle bakıyor, yıkmak , yok
etmek. Karasoku Mahallesi eski Türk evlerinin
olduğu Cumhuriyet dönemi ilk apartmanlarının olduğu
bir mahalle. Bu dokuyu da kültür katliamı
yaparak yok edecekler.. Nevşehir Karasoku ve
Herikli Mahallesi’ndeki her yapının her bir taşı
ayrı bir kültür taşıyor. Bu mekanların
korunması ve geçmişten bugüne taşıdığı kültürler
arası diyaloğun ve dinler arası kardeşliğin gelecek
kuşaklara aktarılması gerekiyor. Mekanların
insanların ve kentlerin yaralarını sarmaya devam
edeceğiz. Kentlerin yaralarını saracağız ve yıkılan
her bir yapıyı yeniden inşa edeceğiz. Dil ve
kültür kardeşliğimizi mekanlar üzerinden yeniden
onaracağımız günler gelecek.”
Toplumun geçmişe bağlı kökleri olmalı
Mimarlar Odası Ankara Şube Sekreteri Namık kemal
Kaya ise, tepkisi şöyle dile getirdi: “Neoliberal
politikalarla bizim belleklerimizi, tarihimi
ve kültürel değerlerimiz yok ediliyor.
Değerlerimizin yerine tek adam düşüncesi ile başka
şeyler inşa edilmeye çalışılıyor. Bunu bizi
iyi bir noktaya götürmeyeceğini hep söyledik ve
söylemeye devam edeceğiz. Eğer bir toplum gerçekten
kendini ileri taşımak istiyorsa geçmişe bağlı
köklerinin olması lazım. Bu tarih bizim köklerimiz
birlikte yaşamamız birlikte bir şeyler inşa etmemiz
gerekiyor. Kültürel değer olarak varlığını sürdüren
bu yapıların hayata kazandırılması gerekirken, yok
edilmesinin amacı ne olabilir? İnsanlarımızın bunu
oturup düşünmesi gerekiyor.”
Nevşehir’de Koruma Kurulu görevini
yapmıyor
Nevşehir’de yaşayan mimar Zeynep Çöloğlu,
Nevşehir’de kentsel dönüşüm adı altında Vandalizm
uygulandığını vurgulayarak, “Lale Devre
sadrazamlarından Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın
olduğu döneme dayanan tarih yok ediliyor.
Nevşehir’de önce tarihi Kale Mahallesi yıkılmaya
başlandı. 30’un üstünde tescilli bina ve yüzlerce
tescile değer bina yıkılmıştı. Mimarlar Odası Ankara
Şubesi sürece sahip çıktı ve dava devam ediyor”
dedi.
Çöloğlu, şöyle devam etti: “Şimdi Herikli ve
Karasoku Mahallelerinde kentsel dönüşümün başladığı
duyuruldu ve yıkımların başlayacağı söyledi. Bu
mahallerde tescil edilmesi gerekirken çok sayıda
bina var ve çok az sayıda tescil edilmiş yapı var.
Koruma Kurulu’na bu yapıları neden tescil
etmiyorsunuz dediğimizde ‘Mimarımız yok bizim büyük
ayıbımız’ diyerek kabul ettiler. 6 aydır başvuruda
bulunduk. Kendim 52 bina tespit ettim ve tescil
edilmesi için başvurdum ancak binalara
giremediklerini ve fotoğraflayamadıklarını
söylediler. Yıkıldıktan sonra mı tescil edeceksiniz?
Diye sordum ancak cevaplamadılar. Bu konuda ülke
gündemi çok yoğun ama biz mücadeleye devam edeceğiz.
Bize bu konuda desteklerini esirgemeyen Mimarlar
Odası Ankara Şubesi ve Mimarlar Odası Ankara Şube
Başkanı Tezcan Karakuş Candan’da teşekkür ediyorum.”
Yapı, 11.01.2017
|
DEMİR KİLİSE BİR YIL DAHA KAPALI
İstanbul’un en önemli tarihi yapılarından olan ve
2011 yılından beri restorasyon çalışmaları devam
eden Balat’taki Sveti Stefan Kilisesi’nin
restorasyon sürecindeki sancılar sürüyor. iç
restorasyon devam ediyor Dönem dönem mali
sıkıntılardan dolayı durdurulan restorasyon tekrar
başlamış ve bir süredir hummalı bir şekilde devam
eden restorasyonun tamamlanıp Ocak 2017’de açılacağı
İBB tarafından açıklanmıştı.
Fakat son bilgilere
göre demir kilisenin ancak dış restorasyonu
tamamlanabildi, iç restorasyonu hala bitmedi. 2 ayda
tamamlanan fakat 6 yıldır restorasyonu süren, bitiş
tarihi ise yılan hikayesine dönen tarihi kilise iç
restorasyonun bitmemesi nedeniyle bir yıl daha
ziyarete kapalı olacak. İstanbul Büyükşehir
Belediyesi ve İl Özel İdaresi iş birliğiyle
yürütülen restorasyon çalışmaları kapsamında geçen
dönem iç ve dış cephede yenileme ve güçlendirme
çalışmaları yapılmıştı.

İNCE İŞÇİLİK
YAPILACAK
Çalışmalar kapsamında
demirler sökülerek paslar silinmiş ve 41 kolonun
tamamına yakını tek tek değiştirilmişti. Zeminde
iyileştirmelerin yapıldığı kilisenin karbol ve kir
oluşumuna maruz kalan bölgeleri özel deterjanlı su
ile temizlenmiş, eksik süsleme elemanlarından kalıp
alınıp, özgün hammaddesi ile döküm yapılmıştı. Fakat
kilisenin iç restorasyon çalışmaları
tamamlanamadığından ve ince işçiliklerin
restorasyonları bir yılı bulacağından ziyarete
söylendiği gibi bu ay açılamayacak. Betonarme bir
binadan çok daha teferruatlı bir restorasyon süreci
olduğunu söyleyen yetkililer kilisenin
restorasyonunun bitmemesindeki en büyük etkenlerden
birinin de demir yapısı olduğunu belirtiyor.
Habertürk, Haber: Nagihan Alan, 10.01.2017
|
SESSİZ MÜZAYEDE
Portakal
Müzayede,
Türkiye’de ilk kez ‘sessiz müzayede’
gerçekleştirecek. Hollanda’dan gelen ünlü bir
koleksiyondan seçilen 29 eser, 14 Ocak-21 Ocak
arasında açık arttırmada olacak.
Koleksiyonerlerin adrenalinine tavan yaptıran
“Sat... sat... sat...” uyarıları ve çekicin inmesine
eşlik eden “Sattım” finali. Bu klasik atmosferin
dışına çıkan bir
müzayede gerçekleşecek önümüzdeki günlerde.
Alanında
Türkiye’nin en köklü kurumu Portakal
Müzayede’nin dördüncü kuşak temsilcisi Maya Portakal
Bitargil bu yüzden çok heyecanlı şu günlerde. Sebebi
Türkiye’de ilk kez gerçekleştirilecek ‘Sessiz
Müzayede’. 14 Ocak’ta başlayıp 21 Ocak’a kadar 7 gün
24
saat sürecek ‘Sessiz Müzayede’de
Hollanda Amsterdam’lı ünlü bir koleksiyoncunun
koleksiyonundan seçilip Türkiye’ye getirilen 29 eser
satışa sunulacak.
MATISSE’DEN
RICHTER’E
Sessiz Müzayede’de
satışa sunulacak eserler arasında Henri Matisse’in
1944 tarihli bir çizimi, Maximilien Luce’nin ünlü
Chatelet Tiyatrosu’na Seine Nehri kenarından bakan
1900 tarihli izlenimcilik saçan tablosu, dünyanın en
‘pahalı’ fotoğrafçısı Andreas Gursky’nin soyut
tabloları andıran devasa fotoğrafı, 2010’da hayata
veda eden Sigmar Polke’nin 73 tarihli isimsiz
tablosu, Fernando Botero’nun 86 tarihli küçük ilginç
çizimi, Anselm Reyle’nin parlak dekoratif malzemeler
kullandığı camekanlı devasa eseri, Gerhard
Richter’in 79 tarihli ‘Abstraktes
Bild’ adlı çalışması, Bernard Buffet’nin 1995
tarihli ‘La Grande Mosquee’si, sıra dışı
malzemelerle çalışan ünlü fotoğrafçı Vik Muniz’in
‘Aftermath-Madalena’ adlı büyük boy fotoğrafı,
2004’te hayata veda eden
Tom Wesselmann’ın gündelik nesneleri resmettiği
1980 tarihli ‘Big
Study For Still Life With Blue Jar and Smoking
Cigarette’si ve Jean Dubuffet’nin ‘Personnage’
isimli 1972 tarihli küçük tablosu dikkat çekiyor.
Müzayede çekicini
babası Raffi Portakal’dan devralan Maya Portakal,
eserleri seçerken nelere dikkat ettiklerini şöyle
özetliyor: “Açıkçası babamla birlikte bizi
heyecanlandıran işleri seçtik. Seçerken Türkiye’yi
düşündük, koleksiyonerlerimizi düşündük.
Getirdiğimiz sanatçıların
hepsi dünyada kodu olan, tanınan, bilinen
isimler. Bu önemli sanatçıların farklı bütçelerle
edinilebilecek eserlerini getirdik. Burada
gördüğünüz eserler 10 bin lira ile 1 milyon 200 bin
lira arasında değişiyor. Tabii bunlar başlangıç
rakamları.”
Nişantaşı’ndaki
Portakal
Sanat Evi’nde bir hafta boyunca sürecek Sessiz
Müzayede’deki eserleri görmek için koleksiyoner
olmak gerekmiyor, sergi 14-21 Ocak arası herkese
açık ve
ücretsiz.
Hürriyet, Haber: Erkan Aktuğ,
10.01.2017
|
185 YILLIK TARİHİ BİNALAR KÜL OLDU
Bursa’nın İnegöl İlçesi'nde tarihi İshakpaşa
Külliyesinin karşısındaki, üst ve alt katlarında 4
işyerinin bulunduğu 185 yıllık tarihi bina gece
saatlerinde çıkan yangında küle döndü. Ahşap binadan
yükselen alevler geceyi aydınlatırken, yangının iki
banka şubesine de sirayet etme durumu var.

Edinilen bilgilere göre,
İnegöl’ün tarihi yerlerinden İshakpaşa Cami ve
Külliyesi ile 2013 yılındaki büyük yangında alevlere
teslim olan tarihi Cafer Paşa Han’ın karşısında
bulunan, İshakpaşa sokak üzerindeki 185 yıllık
tarihe sahip ahşap binanın ikinci katında faaliyet
gösteren kafe işyerinde gece 04.00 sıralarında
yangın çıktı. Binanın ahşap olması nedeniyle alevler
biranda büyüyerek alt katlarda bulunan bisiklet
tamircisi, seyahat acentesi ve çantacı işyerine de
sıçradı.
Binanın bitişiğinde bulunan iki özel
bankanın İnegöl Şubesi de yangın tehlikesi ile karşı
karşıya kalırken, bütün araçları ile yangın
bölgesine gelen
Bursa Büyükşehir İtfaiyesi İnegöl Grup Amirliği
ekipleri yangına dört bir yandan müdahale etti.
Zaman zaman yaşanan yıkılmalar itfaiye ekiplerini
tehlikeye sokarken, yangın saatler sonra kontrol
altına alınabildi.
Yangında tarihi bina tamamen
yanarak küle dönerken, yangının çıkış nedeni
araştırılıyor.
Milliyet, 10.01.2017 |
KAYYUM ROBOSKİ ANITINI KALDIRDI
Diyarbakır’da tutuklanan DBP’li başkanların
yerlerine atanan kayyum
Roboski’de ölen 34 kişi için yapılan ‘Roboski
Anıtı’nı kaldırdı.

Diyarbakır’da başkanların tutuklanıp yerlerine
kayyum atanmasından sonra Kayapınar Belediyesi’nin
Şırnak’ın Uludere İlçesi'nde Irak sınırında
düzenlenen
hava operasyonunda ölen 34 kişi için yaptırdığı
‘Roboski
Anıtı’ dün
sabah polisler tarafından söküldü. Dicle Kent
Bulvarı üzerindeki Rojava Parkı’nda bulunan ve
ortasında
anne, çevresinde ise bombaları simgeleyen
figürlerin bulunduğu ‘Roboski Anıtı’nın kaidesinde
de yaşamını yitiren 34 kişinin isimleri yer
alıyordu. Kayapınar Belediye Meclisi’nin 2013
Ağustos ayı toplantısında alınan karar ile
yaptırılan anıtın söktürülmesi ile ilgili henüz bir
açıklama yapılmadı. Heykelin kaldırılması Kayapınar
Kaymakamı Mustafa Kılıç’ın, Kayapınar Belediyesi’ne
kayyum olarak atanmasından sonra gerçekleşti.
ASLAN HEYKELLERİ DE KALDIRILDI
Önceki gün
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi önünde bulunan
2 insan başlı aslan heykeli de belediye yönetimi
tarafından kaldırıldı. Lamassus olarak adlandırılan
insan başlı aslan figürleri, Mezopotamya’ya özgü
Asurlar döneminde tapınak ya da kutsal sayılan
mekanların koruyucuları olarak biliniyor. Konu ile
ilgili resmi bir açıklama yapmayan kayyum belediye
geçendiyarbakır hafta da Diyarbakır Büyükşehir
Belediyesi bünyesinde 1990 yılından beri faaliyet
yürüten Şehir Tiyatrosu’nda görev alan 31 tiyatro
oyuncusunun, sözleşmelerini yenilemeyerek işten
çıkarmıştı.
Hürriyet, Haber: Felat
Bozarslan - Ahmet Ün, 09.01.2017 |
EN BÜYÜK MÜZEDE İNSANLIK TARİHİNE YOLCULUK
Türkiye'nin "en büyük müzesi" unvanını alan
Şanlıurfa Müze Kompleksi, tarihi eser, canlandırma
ve imitasyonlarla ziyaretçilerini tarihi bir
yolculuğa çıkarıyor.

Şanlıurfa'da 1,5 yıl önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip
Erdoğan tarafından açılan ve Türkiye'nin "en büyük
müzesi" unvanını alan Şanlıurfa Müze Kompleksi,
ziyaretçilerine insanlığın ilk çağlarından günümüze
kadar uzanan serüvenini, tarihi eser, canlandırma ve
imitasyonlarla görme imkanı sunuyor.

Balıklıgöl yakınında 200 dönümlük alana inşa edilen
Şanlıurfa Müze Kompleksinde teşhir edilen eserler,
kronolojik düzende, ait oldukları döneme ilişkin
görsel canlandırmalarla ziyaretçilerine adeta "o
dönemde yaşıyormuş hissi" uyandırıyor.

Yüzlerce insan ve hayvan figürünün işlendiği oyma
taşlar, mezarlıklar ve kitabelerin bulunduğu
Arkeoloji Müzesi, ziyaretçilerini adeta tarihsel
süreç içinde yolculuğa çıkarıyor.

Geziye ilk olarak insanlık tarihinin başlangıç
noktası olan Paleolitik Çağ Salonu ile başlayan
ziyaretçiler, burada insanların avlanma şekli, ateşi
nasıl yaktığı ve toplayıcılık faaliyetlerini anlatan
canlandırmalarla karşılaşıyor.

Oluşturulan güzergahı takip eden ziyaretçiler,
milattan önce 9 bin 500'lü yıllara tarihlenen ve
"dünyanın gerçek boyutta yontulmuş ilk eseri" olarak
bilinen 180 santimetre boyundaki "Balıklıgöl
heykeli"ni görme imkanı buluyor.

Daha sonra "Neolitik Dönemi" inceleme şansı
yakalayan ziyaretçiler, burada Göbeklitepe, Nevali
Çori gibi insanlık tarihine yön veren dönemlere ait
eser ve imitasyonlarla geçmişe yönelik fikir
edinebiliyor.

Kalkolitik Çağ Salonu'nda ise dönemin öne çıkan
ticaret faaliyetleriyle ilgili canlandırmaları ve
bölgede bulunan o döneme ait eserleri görebilen
ziyaretçiler, Tunç Çağı'nda da Lidar Höyük'ten çıkan
eserleri inceleme şansı yakalıyor.

Milattan önce 3 bin 500'e tarihlenen oyuncak ve
düdükleri yakından inceleme fırsatı bulanlar,
ardından bazalt malzemeden yapılmış eserlerin yer
aldığı Demir Çağı Salonu'nda Roma Caddesi'nde
yürüyerek, canlandırması yapılan cam atölyesiyle
karşılaşıyor.

Arkeoloji Müzesi'nde son olarak İslami Dönem
Salonu'nu gezen ziyaretçiler, sergilenen tarihi
eserlerin yanı sıra "Peygamberler Şehri Urfa"da
insanların tek tanrı inancı ve Nemrut ile
mücadelesini anlatan 12 projeksiyon cihazından 4
duvara aynı görüntüyü veren 360 derecelik video
gösterisini izleme şansı yakalıyor.

Komplekste yoğun geçen ziyaretin ardından müzedeki
restoranda yöreye özgü lezzetleri tadabilen
ziyaretçiler, daha sonra Arkeoloji Müzesi ve
Haleplibahçe Mozaik Müzesi arasında bulunan
arkeopark alanında kronolojik olarak sıralanmış
döneminin mimari özelliklerini yansıtan yapı
örneklerini görme imkanı buluyor.

Ziyaretçiler, son olarak Haleplibahçe'de ortaya
çıkan mozaiklerin sergilendiği 5 bin metrekarelik
alana sahip Haleplibahçe Mozaik Müzesi'nde savaşçı
"Amazon kadınları"nın dünyada ilk olarak mozaiğe
resmedilmiş halini ziyaret ederek geziyi
tamamlayabiliyor.
300 bini aşkın ziyaretçi ağırladı
Kültür ve inanç turizminin önemli
kentlerinden Şanlıurfa'ya gelen yerli ve yabancı
turistlerin ilgi gösterdiği ve merdiven çıkmadan
4,5 kilometre katedebileceği Türkiye'nin en
büyük müze kompleksini 1,5 yılda 300 binin
üzerinde kişi ziyaret etti.

Bölgesel Turist Rehberleri Odası Başkanı
Müslüm Çoban, eserlerin kronolojik bir düzende
yerleştirildiği müzenin, insanların daha rahat
dolaşmasını sağladığını ve bunun ziyaretçileri
memnun ettiğini belirtti.

Şanlıurfa ve Göbeklitepe'de elde edilen
bulguların müzede sergilendiğini aktaran Çoban,
"Tarihin sıfır noktası olarak bilinen
Göbeklite'de devam eden çalışmalar nedeniyle
ören yeri ziyaretlere kapalı ama
Göbeklitepe'deki ihtişamı Arkeoloji Müzesi'nde
görmek mümkün." dedi.

Müslüm Çoban, Haleplibahçe'de ortaya çıkan
mozaiklerin sergilendiği Mozaik Müzesi'nde ise
savaşçı Amazon Kraliçelerinin dünyada ilk olarak
mozaiğe resmedilmiş halinin görülebileceğini
anlattı.
75 bin esere ev sahipliği yapıyor
Yerli ve yabancı turistlerin "Şanlıurfa
Müze Kompleksi"nde insanoğlunun tarihi
gelişimine tanıklık edebileceğini ve bütün
medeniyetlerin izlerini görebileceğini
aktaran Çoban, şunları kaydetti:

"Müzemizin en dikkat çeken özelliği,
Türkiye'de alan olarak en büyük müze olması. Bir
diğer özellik ise burada 75 bin eser
bulunmaktadır. Bu oldukça muazzam bir rakam.
Ziyaretçiler, müzeyi baştan sona gezdiğinde
yaklaşık 4,5 kilometre mesafe katedecek.

Müzemizin şöyle de bir özelliği var,
Arkeoloji Müzesi 3 katlıdır ama ziyaretçiler bir
basamak merdiven çıkmadan geziyi
tamamlayabilirler, öyle bir sistemle yapılmış.

İnsanlar ahşap bir zemin üzerine yürüyorlar
sonrasında onlara 3 kat çıktıklarını
söylediğimizde inanamıyorlar ve buda dikkat
çekiyor, ayrıca müze Balıklıgöl'ün yanı başında
bulunuyor, buraya gelen misafirlerimiz bir
gününü bile burada dolu dolu geçirebilirler.

Ziyaretçiler müze ve Balıklıgöl ziyaretinin
ardından akşamı yöresel yemeklerin bulunduğu
sıra gecelerinde yorgunluklarını atabilirler.
Gelen yerli ve yabancı ziyaretçilerden olumlu
geri dönüşler alıyoruz. Müzemizin yeni olması,
son teknolojiyle yapılması ziyaretçileri memnun
ediyor."
Habertürk, 08.01.2017
|
26 BİN YILLIK FOSİL AYAK İZLERİ KORUNMAYI BEKLİYOR
Manisa’nın
Salihli İlçesi, kırsal Sindel Mahallesi
yakınlarında bulunan ve 26 bin yıllık olduğu
belirlenen insan ve hayvan ayak izileri fosili, tam
olarak koruma altına alınmamaları nedeniyle büyük
ölçüde yok oluyor. Sindel Mahallesi Muhtarı Bekir
Üçtaş, SİT alanı ilan edip, ’Açık Hava Tabiat
Müzesi’ olarak nitelendirilen bölgedeki fosil ayak
izlerini kendi imkanlarıyla korumaya çalıştığını
belirterek, daha ciddi önlemler alınmasını istedi.
1969 yılı yazında Maden Tetkik Arama Enstitüsü
prospektörlerinden Mustafa Çelik, Demirköprü
Barajı’nın batı kıyılarında insan ayak izi fosilleri
buldu. Salihli’nin 30 kilometre güneybatısında,
kırsal Sindel Mahallesi Divlittepe Mevkisi’nde
bulunan bu prehistorik insan ve hayvan ayak
izlerinin günümüzden 26 bin yıl öncesinden kaldığı
ve Kula Yanardağı’nın çıkardığı tüflerde yer aldığı
belirlendi.
İzlerin üzerinin yine aynı yanardağdan kaynaklanan
bazalt cürufu ile örtülü olduğu belirlendi. İyi
korunmuş bir kül konisi eteğinde, bazalt cürufları
altında uzayıp giden ayak izlerinin sayısının yüzden
fazla olduğu tahmin ediliyor. ’İlk insanın ayak
izleri’ olarak nitelendirilen bu fosil ayak
izlerinden dünyada sadece Fransa, İtalya ve
Macaristan’da üç örnek daha bulunuyor. Ancak oradaki
örnekler sadece bir insanın ayak iziyken Sindel’deki
buluntuların bir erkek, kadın ve çocuk ile tavşan ya
da köpek gibi bir hayvana ait olduğu belirlendi.
Adım araları ölçüldüğünde ortalama 75 santim olduğu
görülmektedir ki, buradan izleri bırakan insanların
koşmadan çok normal yürümekte oldukları anlaşılıyor.
Diğer üç buluntunun Salihli konisindeki kadar zengin
olmadığı, diğerlerinin hiç birisinde hayvanlara ve
taşınan yüke ait izler yer almadığı, ayrıca bu fosil
izlerin, birden fazla bireye ait olmaları bakımından
da çok önemli olduğu biliniyor. Ancak killi, ıslak
çamur tabakasından oluşan ayak izleri, sıcak volkan
küllerine maruz kalması sonucu tuğla gibi pişerek
binlerce yıldır şekillerini muhafaza ettiği
belirtililirken, dünyadaki önemli bir doğa müzesi
olmaya aday bölge yıllardır korunmayı bekliyor.
Bölgenin koruma altına alınması amacıyla Kültür ve
Turizm Bakanlığı Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar
Yüksek Kurulu Başkanlığı 8 Mayıs 1981 yılında
bölgeyi birinci derece doğal SİT alanı ilan edip,
’Açık Hava Tabiat Müzesi’ olarak nitelendirdi. 2013
yılında dönemin Valisi Orhan Işın ile AK Parti
Manisa Milletvekili Muzaffer Yurttaş’ın da inceleme
yaparak, ’çok değeli bir tarihi miras’ olduğunu
ifade edip, korunması gerektiği belirtikleri ayak
izlerinden büyük bölümü koruma altına alınmadığı
için tahrip oldu. Sadece 15 ayak izi kaldı.

Sindel Muhtarı Bekir Üçtaş, bölgedeki iki, üç
kilometrelik bir alanda ayak izlerine rastlandığını
belirtip, "Korumak için var gücümle çalışıyorum.
Ancak, buna rağmen birçoğu talan edildi. Daha
önceleri birçoğu kürekle kazanlar tarafından tahrip
edildi. Bazıları da kazınıp, bu kişiler tarafından
götürüldü. 26 bin senedir bozulmadan gelen bu fosil
ayak izlerinin korunması gerekiyor.

İzleri koruyabilmek için üzerlerini süpürge
otlarıyla örtürüyorum ancak bu önlem yeterli
olmuyor. İzlerin özellikleri zamanla bozuldu. Sağlam
kalan 15 kadar var ama ben gelenlere sadece birini
gösteriyorum. Geri kalanı kapalı tutup, açmıyorum.
’Tel örgü veya camekan içine alalım, izleri tamamen
açalım’ denildi ancak yıllardır hiçbir şey
yapılmadı. Türkiye için bu fosil ayak izleri aslında
bir velinimet. Bu Avrupa’da olsa biz masraf edip
izleri görmeye gideriz. Avrupa’da çok dile gelen bu
tür şeyler biz de önemsenmiyor ve heder olup
gidiyor" dedi.

Muhtar Üçtaş, daha önce bölgenin beton direkli
yüksek tel örgü içine alınması, SİT alanının
yakınına devamlı korumanın sağlanması için bekçi
konulması, ziyaretçilerin ihtiyaçlarını karşılayacak
mekanların yapılması, bölgeyi ziyarete açmak için
ilgili arkeologların atanması, İzmir, Ankara ve
Demirci karayolları üzerinde SİT alanını tanıtan
levhaların asılması, ilgili turizm seyahat
acentelerine gerekli bilgilerin verilmesi gibi
öneriler ortaya atıldığını, ancak hiçbirinin
yapılmadığını da söyledi.
Hürriyet, Haber:
Kadri Kaya, 07.01.2017
|
KADIKÖY'DE İNŞAAT KAZISINDA BİZANS SARNICI BULUNDU
Gazete Kadıköy’den Erhan Demirtaş’ın yaptığı haberde
Fenerbahçe’deki iki inşaat alanında Erken Bizans
Dönemi’ne ait sarnıç kalıntıları ve Fransız
Mektebi’nin kalıntıları ortaya çıkarıldığı bilgileri
yer alıyor.
Son yıllarda hızla devam eden inşaat çalışmaları
Kadıköy’de çok sayıda tarihi kalıntıların gün yüzüne
çıkmasına neden oldu. Bunun son örneği Fenerbahçe
Zühtüpaşa Mahallesi’nde görüldü.
Geçtiğimiz yıl bölgede başlayan inşaat
çalışmaları sırasında tarihi kalıntılara rastlandı.
İstanbul V Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge
Kurulu üyelerinin yaptığı incelemeler sonucunda
kalıntıların tabanının ortaya çıkarılmasına ve kazı
çalışmalarının yapılmasına karar verildi. Arkeoloji
Müzesi’nin Fenerbahçe Zühtüpaşa Mahallesi 91 pafta,
279 ada ve 7 parsel ve 91 pafta, 279 ada 13 parsel
nolu sayılı yerdeki başlattığı kazı çalışmaları
tamamlandı.
BİZANS DÖNEMİNE AİT SARNIÇ
Yapılan kazı çalışmaları sonrasında 19. yüzyıl
sonralarından 20. yüzyıl başlarına kadar işlev
görmüş Fransız Mektebi’ne ait kalıntılar ile Erken
Bizans Dönemi’ne ait bir sarnıcın kalıntıları ortaya
çıkarıldı. Arkeoloji Müzesi’nin hazırladığı raporda
sarnıç kalıntılarına dair şu bilgilere yer verildi “
Söz konusu duvar, dış yüzeyden tamamıyla taş örgü,
iç yüzeyde beş sıra tuğla ve katkılı horasan harçla
oluşturulmuştur. İç ve dış duvar oldukça düzgündür
ve arası moloz taşlarla doldurulmuş olup sandık
duvar tekniği kullanılarak inşa edilmiştir.”
“Yayın taramalarında bölgede St. Auguistin Kilisesi
ile Fransız Mektebi arasında bir Justinianus
Sarnıcı’ndan söz edilmektedir” ifadelerinin yer
aldığı raporda, “Justininianus Dönemi’nde
Fenerbahçe’de İmparatorun eşi Theodara için
yaptırdığı yazlık saray düşünüldüğünde sarnıcın da
6. yüzyılda yapılmış olduğu ve sarnıcın Heraklios
Devri’nde (610-641) doldurularak bu alanın sebze
bahçesine dönüştürüldüğü de yayınlarda ifade
edilmektedir” denildi.
KORUMA ALTINA ALINDI
İstanbul V Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma
Bölge Kurulu’nun 27.08.2015 tarihli kararı ile 91
pafta, 279 ada ve 7 nolu parseldeki alanda çıkan
sarnıç ve mekan kalıntılarının 2863 Sayılı Yasa’nın
6. Maddesi kapsamında kültür varlığı olarak
tescillenmesine karar verildi. Bölge Kurulu’nun
01.12.2016 tarihli kararı ile ise 13 nolu parselde
ortaya çıkan sarnıç kalıntılarının yine 2863 Sayılı
Yasa’nın 6. Maddesi kapsamında tescil edilmesine ve
1. derece koruma grubuna dahil edilmesine karar
verildi.
Evrensel, 06.01.2017
|
YIKTIKLARI TARİHİ TOLON FABRİKASINI YENİDEN
YAPACAKLAR
Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı
Recep Altepe, Sıcaksu bölgesinde bulunan ve olası
deprem riskine karşı can güvenliğini sağlayamayacağı
tespit edildiğinden Bursa Kültür Varlıklarını Koruma
Bölge Kurulu kararıyla yıkımı gerçekleştirilen Tolon
Fabrikasının orijinal kimliğiyle yenileneceğini
söyledi.

Bursa Büyükşehir Belediyesi
tarafından, Kültür ve Turizm Bakanlığı Bursa Kültür
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'nun 30.12.2016
tarihli 6524 numaralı kararı doğrultusunda yıkımı
yapılan Tolon Fabrikası yenilenecek. DHA'nın
haberine göre, Büyükşehir Belediye Başkanı Recep
Altepe, yapılan çalışmayla ilgili bilgiler
vererek, "Tolon Fabrikasının temeli
sağlam değildi ve zeminde sorun vardı. Çalışmalarda
alınan duvar, temel ve bina örneklerinden yapının
ömrünü yitirdiği, ayakta duramayacak ve bir daha
kullanılamayacak halde olduğu tespit edilmişti.
Güçlendirme yapılması da pek uygun karşılanmadı.
Anıtlar Kurulu yani Kültür Varlıkları Kurulu
tarafından bir karar çıkartıldı. Bu karar
doğrultusunda bina yıkıldı. Ancak bina, orijinal
kimliğinde yapılmış olacak ve tarihi görünümü
yaşayacak" dedi.
Bu uygulamaların kentteki diğer
eserlerde yapıldığını hatırlatan Altepe, Altıparmak
Kuruçeşme'deki Seyyid Usul Dergahı, Hisar'daki
Sümbüllü Bahçe Konağı, Bayezid Paşa Medresesi ve
Musa Baba Mahallesi'nde açılacak olan Hançerli Fatma
Sultan Medresesi'nin de orijinal olarak kendi
projelerine uygun şekilde yeniden yapıldığını
söyledi. Yıpranmış ve ayakta duramayan eserlerin
yıkılıp tekrar yapıldığını vurgulayan Altepe, "Tolon
Fabrikasında binaların röleveleri yapıldı, projeleri
çizildi. Her şeyi hazır ama bina ayakta durabilecek
bir bina değildi. Temeli de altyapısı da müsait
değildi. Onun için yıkılıp tekrar yapılması
gerekiyordu. Binanın tescili kaldırılmadı, bina
'tarihi bina' ama tekrar yapılmış olacak. Mevcut
projenin içinde işlevlendirilerek kullanılacak.
Turizm tesisine yönelik, oradaki yapıyı tamamlayıcı
binalar olarak yapılacak. Böylece hem tarih
yaşatılmış, hem de bina günün şartlarına göre
yenilenmiş oluyor" diye konuştu.
Tolon Fabrikası denetlemelerinde çıkan
sonuçlar
Bursa İli Osmangazi Mahallesi Gaziakdemir
Mahallesi'nde 'Kükürtlü Kentsel Yenileme Projesi
Uygulama İmar Planı' kapsamında yer alan, Bursa
Büyükşehir Belediyesi mülkiyetindeki, taşınmaz
kültür varlığı olarak tescilli 'Tolon Fabrikası'
adıyla bilinen yapı ilgili incelemelerde hasarlı
bulunduğundan dolayı yıkıldı. Büyükşehir Belediyesi
tarafından kamulaştırılarak yıkımı yapılan Tolon
Fabrikası binası ile ilgili incelemelerde, binanın
taşıyıcı sistem malzemeleri ile taşıyıcı sistem
kurgusunun can ve mal güvenliği bakımından onarım ve
güçlendirme yapılamayacak derecede yetersiz duruma
olduğu, zeminin oldukça çürük ve sıvılaşma riski
yüksek olduğu belirlendi. İncelemelerde, binanın
zeminle ilişkisinin olmadığı ve yatay deprem
taşıyıcıları bulunmadığı, güçlendirme maliyetinin de
bina maliyetinin yüzde 80'ine ulaşabileceğini ortaya
çıktı. Mevcut yapının halkın kullanımına açık bir
tesis olarak değerlendirilmesi halinde, olası deprem
riskine karşı gerekli güvenlik tedbirlerini
karşılamadığı ve kirişlerin yüzde 100 hasarlı olduğu
kaydedildi. Çalışma kapsamında öncelikle zemin ıslah
uygulaması ile zeminin güçlendirileceği, deprem
riskinin en aza indirilmesiyle binanın aslına uygun
şekilde yeniden yapılacağı vurgulandı.
Yapı,
06.01.2017
|
ARKEOLOGLAR DERNEĞİ: GÖBEKLİTEPE STELLERİ PUT
DEĞİLDİR
Arkeologlar Derneği, TRT’de yayınlanan
ve Şanlıurfa’da bulunan, dünyanın bilinen en eski
anıtsal yapısı olan Göbekli Tepe’nin, Hz. İbrahim’in
putları yıktığı yer olabileceği anlatan
belgesele istinaden bir açıklama yayınladı.

Arkeologlar Derneği, “Diyarbakır Valiliği, TRT ve
Kalkınma Bakanlığı desteği ile “Diyarbakır kültürel
mirasının tanıtımı” projesi adı altında hazırlanan
“Suların Ateşin ve Taşların İmparatorluğu” isimli
belgesel, TRT Belgesel kanalında yayınlanmış ve
tepkilere neden olmuştur” dedi.
Arkeologlar Derneği’nin yayınladığı
açıklamanın tamamı şu şekilde;
“Söz
konusu belgeselde insanlık tarihinin en önemli
yapılarından biri olarak kabul edilen ve dünyanın en
eski tapınağı olarak isimlendirilen Göbeklitepe,
dünya tarihinde kabul edilen bazı teorileri de
değiştirmiştir. Göbeklitepe Anadolu arkeolojisinde
önemli bir yere sahip olup, tüm bilim adamlarının
ilgi odağı haline gelmiştir. Uluslarası
organizasyonlarda ülkemizin tanıtımına katkıda
bulunan önemli bir kültür ve turizm alanı haline
gelmiş, dünya kamuoyunda haklı bir ün elde etmiştir.
Ancak adı geçen belgeselde Göbeklitepe’de yeralan
heykelleri “Hz. İbrahim’in babası Azer’in
yapmadığını kim bize söyleyebilir ya da Hz.
İbrahim’in kırdığı putların yeraldığı tapınağın
Göbeklitepe olmadığını söyleyebiliriz miyiz” diye
bir ifade kullanılarak Göbeklitepe stelinin yere
düşürülerek kırıldığı bir canlandırmaya yer
verilmesi son derece talihsiz bir görüntüdür.
Günümüzde yakın geçmişte komşu coğrafyalarda
yaşanan olaylardan, bu tip söylemlere ve görüntülere
yer verilmesinin ne kadar tehlikeli olduğu birçok
defa görülmüştür. Maalesef Göbeklitepe’de talihsiz
bir şekilde “put” olarak gösterilen stelin kırılması
sahnesi, Göbeklitepe’yi hedef göstererek, tarihi
eserlerimize zarar verilebilecek bir ortam
yaratmıştır.
Yaklaşık olarak MÖ 2. binde yaşadığına
inanılan ve kutsal kitaplara göre tek tanrılı
dinlerin babası olarak kabul edilen Hz. İbrahim’in
putlarını kırdığı tapınağın, henüz yerleşik hayata
bile tam olarak geçilmemiş, günümüzden yaklaşık 12
bin yıl önce yapılmış olan Göbeklitepe olması
zamansal olarak da mümkün değildir.
Dolayısıyla hiç bir şekilde bilimsel
gerçeklerle bağdaşmayan bu belgeselin TRT tarafından
bir an önce yayından kaldırılmasını bekliyoruz.
Ayrıca söz konusu belgeselde, halkımıza kötü örnek
oluşturacak şekilde arkeolojik eserlere zarar
verildiğini gösteren görüntülere yer verilmiş
olmasını şiddetle kınıyoruz.
Arkeologlar Derneği Yönetim Kurulu –
06.01.2017″
******
TRT O BELGESELİN YAYININI DURDURDU
TRT Belgesel kanalında yayınlanan ve Göbekli
Tepe’yi hedef gösterdiği gerekçesiyle büyük tepki
çeken “Suların Ateşin ve Taşların
İmparatorluğu” belgeseli yayından
kaldırıldı.
Şanlıurfa’nın Örencik Köyü yakınlarında ortaya
çıkarılan dünyanın en önemli arkeolojik
buluntularından Göbekli Tepe’yi Hz. İbrahim ve onun
kırdığı putlar ile ilişkilendiren belgesel,
kamuoyunda oluşan tepkiler üzerine herhangi bir
açıklama yapılmadan yayından kaldırıldı.
Arkeologların tarih tutarsızlıkları sebebiyle
eleştirdikleri belgeselde, Göbekli Tepedeki
tapınağın en önemli dikilitaşlarından; üzerinde
tilki betiminin bulunduğu T biçimli dikilitaşın
kırılışının canlandırılmasının ‘bir hedef
gösterme’ olduğu ve 'Göbekli tepeyi zor
duruma düşürebileceği' eleştirileri
getirilmişti.
TRT, Diyarbakır Valiliği ve Kalkınma
Bakanlığı’nın ‘Cazibe Merkezlerini Destekleme’
programı kapsamında yayınlanan belgeselin yönetmeni
ve metin yazarı Hadi Şenol Göbekli Tepe’nin hedef
yapıldığı iddialarını kesin bir dille reddetti ve
“Hiçbir zaman böyle bir niyetimiz olmadığı
gibi, böylesi bir ilkellik bizim, eskilerin deyimi
ile ‘Meşrebimiz dışı’ bugünkü dille yaradılışımıza
uygun olmayan bir davranıştır. O bölge için 'Hz.
İbrahim sorgulaması dışında' söylediklerimizde şimdi
aramızda olmayan kazı başkanı Klaus Schmidt ile
yaptığımız konuşmalar ve onun kitabı temel olarak
alınmıştır” dedi.
Sorularımızı yanıtlayan Şenol, belgeselde bir
hikaye anlatıldığını ve mitolojiyle bilimselliğin
birlikte anlatılıp anlatılamayacağının örneklerinin
verildiğine dikkat çekerek “Belgeselde
tarihi olarak arkeolojik olarak bu budur denen hiç
bir satırı yokken, hedef gösterme gibi bir şeye
saplanılması yalnızca kötü niyetli olunmasından
kaynaklanır” dedi.
Belgeselde herhangi bir yanlış olmadığını da
savunan Şenol, Hz. İbrahim ile Göbekli Tepe’nin
ilişkilendirilemeyeceği yönündeki eleştirileri de
yersiz buluğunu belirterek "Hz. İbrahim’in
kitaplı dinlerin çok öncesinde geldiği bilinir.
Hatta Tevrat’a göre, Hz. Nuh ile dede torun
ilişkisinden söz edilir. Hz. Nuh ve Tufan olayının
neolitik dönemde gerçekleştiğini dile getiren bilim
insanları da var" değerlendirmesinde
bulundu.
Odatv.com, 10.01.2017
******
MEDYANIN ARKEOLOJİ CEHALETİ: MURAT BARDAKÇI'YLA ARKEOLOG OLUYORUM
TRT’de yayınlanan ve Göbekli Tepe’yi hedef haline getiren belgesel ile ilgili başta arkeoloji camiası olmak üzere toplumun farklı kesimlerinden gelen haklı tepkilere yaklaşık bir haftadır hepimiz şahit olduk, oluyoruz. Arkeologlar Derneği, sosyal medyadaki bütün arkeoloji gönülleri, kültür turizminin kıymetinin farkında olan Urfalılar, kentte çalışan rehberler, internet sitelerinde köşe yazarları takip edemediğim onlarca insan. Kültürel miras bilinci zayıf ülkede bu tepkiler umut verici. Bu olayın belki de faydalı denebilecek taraflarından biri de medyadaki arkeoloji cehaletini her gün biraz daha açığa çıkarması oldu.
Nitekim köşe yazarı ve televizyon kişiliği Murat Bardakçı söz konusu cehaletin en güncel örneği olarak karşımızda durmakta. Son olarak yazdığı “Arkeolojiyi bile ideolojik boyuta taşımayı becerdik ya, helal olsun bize!” başlıklı yazısında Göbekli Tepe meselesine değinmekte, örtülü bir şekilde TRT’ye sahip çıkmakta, kendince tespitler yapmakta, bilmediği ve anlamadığı bir konuda allame kesilmektedir. Öyle ki Göbekli Tepe’yi bir “buluntu” olarak tanımlamakta, “İşin aslı, Göbekli Tepe’nin bugün değil yaşını, ne olduğunu, ne için inşa edildiğini bile tam olarak bilmiyoruz, zira henüz erken!” diyerek bir de arkeologlar adına konuşmaktadır. Bununla da yetinmeyip “yabancılar bulur biz çekiştiririz” diyerek, arkeoloji ile teması olmayan insanların şehir efsanesine dönüşmüş “yabancılar ülkenin arkeolojik mirasını kazıyor, götürüyor” algısına selam çakarak yazısını sürdürmektedir. Yazının tamamına internetten ulaşabilirsiniz ben size bu adamı neden ciddiye almamanız gerektiğini ve ülkemizde her konuda fikir beyan etme hastalığının boyutlarını anlatayım.
Göbekli Tepe’nin ne olduğu, nasıl bir işlevi olduğu, nasıl yapıldığı, tarihi ile ilgili arkeologlar bilimsel olarak tartışmaktalar. Burası herkes için anlaşılabilir olmayabilir ama bunun da çaresi bulunmuş durumdadır. Bu konuya yazının sonunda değineceğim. Bardakçı’nın buluntu dediği bu merkez, o kadar heyecan verici ve çığır açıcı bir yapıya sahip ki daha önce yazdığım gibi uzaylılardan tutun semavi dinlere kadar birçok konuya bu yüzden malzeme olmaktadır. Bu kötü popülerliğin yanında başta National Geographic olmak üzere birçok eğitim ve bilim organizasyonu Göbekli Tepe ile ilgili belgeseller yapmakta, bütün dünyaya ülkemizin bu zenginliğini tanıtmaktadır. Hatta Göbekli Tepe ile ilgili ünlü oyuncu Morgan Freeman inancın hikâyesinin işlendiği programda konuşmaktadır.
Hal böyleyken “bizim” TRT, konuyu İslam dini ile ilişkilendirerek doğrudan bir peygamberin -hele ki put kırıcı bir peygamberin- uğramış olduğu bir mekan düzeyine indirmiş, yetmemiş şu an sağlam olan T biçimli dikilitaşlardan birini bir canlandırma ile belgeselde kırılan bir put gibi göstermiştir. Bardakçı ya bu kısmı izlememiş ya da bilerek yazısında buraya değinmemektedir.
Biz arkeologlar buluntu kelimesini materyal kültür dediğimiz, basit bir şekilde ifade edersek; geçmişten günümüze kalmış her türlü nesneyi tanımlarken kullanırız. Bir taş balta, obsidyen bir dilgi, bir çanak çömlek parçası bir buluntudur, koca bir mimari bütünlük değil. Bu itibarla Göbekli Tepe bir buluntu merkezidir “buluntu” değil. Bardakçı hem bilmediği bir terminolojiye bulaşmakta, hem de arkeolog edası takınmaktadır.
Arkeoloji’de yabancılar ve Türkler ayrımı son derece tehlikeli ve cehalet ötesi bir zihniyetin dışavurumudur. Bizler bilim insanlarıyız, insanlığın ortak mirasını anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz. Arkeoloji bir bilim olarak zaten yabancılar tarafından başlatılmış, onlar tarafından geliştirilmiş ve onlar tarafından iyi bir şekilde sürdürülmektedir. M. Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduktan sonra ülkenin içindeki zor şartlara rağmen Avrupa’ya öğrenciler göndermiş, arkeologlar yetiştirmiş, ülkenin zenginliğini devletin eliyle tanımaya ve korumaya çalışmıştır. Bu hassasiyet benzer şekilde bütün Avrupa’daki devletlerde de geçerlidir, cumhuriyet ideolojisi bundan geri kalmak istememiştir. İşte böyle kurulmuş ülkenin televizyonunda bütün insanlığın mirasını yanlışlarla ve hatalarla yansıtan belgeseller, köşe yazılarında allame kesilen arkeoloji cahilleri var.
Benim bir arkeolog olarak Osmanlı’nın son dönemleri, hanedanlık ilişkileri vb. konularda ahkâm kesmem ne kadar anlamsız ise Bardakçı’nın Göbekli Tepe üzerine konuşması o derece saçmadır. Konu yine en büyük düşmanımız olan cehalete gelip dayanıyor. Göbekli Tepe konuşuldukça bu cehaletin boyutlarını da daha net bir şekilde görebiliyoruz.
Buradan herkese Göbekli Tepe ile ilgili bir önceki yazımda verdiğim kaynaklara ulaşmalarını ve konuyla ilgili kaliteli belgeselleri izlemelerini tavsiye ediyorum. Böylece hem bilimsel kaynaklara daha yakın olan yayınları takip etmiş olursunuz, hem de bu meseleyle ilgili sağlıklı bilgiler edinebilirsiniz. Bilgi Çağı’ndayız hatta Bilgi Kirliliği Çağı’ndayız bunu gözeterek hareket ettiğimizde, biraz seçicilik yapabildiğimizde mücadele ettiğimiz cehaletin hareket alanı her platformda daralacaktır.
arkeofili.com, Yazar: Muammer İreç, 14.01.2017
******
MURAT BARDAKÇI'NIN GÖBEKLİ TEPE HAKKINDAKİ KÖŞE YAZISI ANALİZİ
TRT’deki belgeselde hedef gösterilen Göbekli Tepe hakkında, 13 Ocak 2017’de Murat Bardakçı’nın yazdığı “Arkeolojiyi bile ideolojik boyuta taşımayı becerdik ya, helâl olsun bize!” başlıklı köşe yazısını irdeliyoruz. Habertürk’te yayınlanan ve belli ki konuya uzak bir insan olan Murat Bardakçı’nın kaleme aldığı yazı, arkeoloji ile hiçbir şekilde bağdaşmayan cümleler, fikirler ve iddialar içeriyor.
Arkeoloji, ideolojiden ayrı düşünülemez
“Arkeolojiyi bile ideolojik boyuta taşımayı becerdik ya, helâl olsun bize!” Murat BARDAKÇI.
Murat Bardakçı’nın pozitivist söylemlerinin karşılığı gerçekten arkeolojiyi tanımlamakta mı? Tabii ki hayır. Arkeoloji biliminin tarihçesini az çok incelemiş olan her kişi, bilir ki arkeoloji en az tarih kadar ideolojinin saflarındadır. Nitekim yadsınamaz şekilde politik olan bir kavramın ideolojilerden yoksun kalmış olması düşünülmez bile. En bilinen örneklerden biri olarak, arkeolojinin gelişmekte olduğu erken dönemlerde, özellikle ulus devlet anlayışı içerisinde önemli bir yer tutuyor olmasıdır. Bunu imparatorlukların parçalanması ardından oluşmaya başlayan yeni mikro devlet yapıları için köken arayışı olarak da özetleyebiliriz. Nitekim toplumsal sözleşme teorileri, pozitivizm, bilimcilik, ulus, din, sosyalizm, devlet, faşizm, toplum, sınıf ve ırk vb. gibi arkeoloji de bireyi baskı altında tutmayı amaçlayan disipliner rejimlerin kullandığı araçlardan biridir. Arkeoloji, bütüncü toplum düzenlerinin kullanımına bu anlamda oldukça açıktır.
Medeniyet aranmıyor
“TRT bir belgesel yayınladı, belgeselde Şanlıurfa yakınlarında ortaya çıkartılan ve senelerdir kazılan Göbeklitepe ile Hazreti İbrahim arasında bağlantı kurulduğunun, mekânın Hazreti İbrahim’in yıktığı putların bulunduğu tapınak olarak gösterildiğinin iddia edilmesi üzerine iş siyasî boyuta taşındı, yapımcılar “Böyle bir iddiada bulunmadık” dediler ise de belgesel yayından kaldırıldı. Göbeklitepe, Türkiye’de son zamanlarda ortaya çıkartılan en önemli arkeolojik buluntulardan biridir ve böyle buluntuların tarihlendirilip hangi medeniyetlere ait olduğunun ortaya konabilmesi için çalışmaların uzun seneler devam etmesi gerekir.”
Göbekli Tepe’nin tarihlendirilemelediği iddiası biraz havada bir iddia. Nitekim Göbekli Tepe’de pek çok yöntem üzerinden belirgin tarihlendirmeler yapılabilmiş durumda. Çalışmaların süresi ile doğru orantılı arkeolojik çıkarım düşüncesi de kabul edilebilir bir durum değil. Arkeolojik çıkarımlar multidisipliner çalışmaların yatay ve dikeyde ortaya koyduğu sonuçların bir toplamı olarak sunulmakta. Bunun yanında hangi medeniyete ait olduğu gibi bir konu temel amaçlar arasında olmamakla birlikte, kalıntılar üzerine yapılan çalışmaların amacı bugüne gelen kültür sürecinin bir basamağı olarak tanımlanabilmesidir.
Göbekli Tepe’nin tarihi biliniyor
“Ama, Göbeklitepe’de öyle olmadı! Mekânın ortaya çıkartılmasından hemen sonra neyin ne olduğu henüz belli değil iken bir yaygaradır koptu, “Dünyanın en eski tapınağının bulunduğu” iddia edildi, “Buluntular tam sekiz bin yaşında” dendi, sonra dört bin sene ilâve edilip on iki bin yaşında oldukları söylendi ve bunu da az bulup Göbeklitepe’nin geçmişini 20 bin seneye götürenler de çıktı. İşin aslı, Göbeklitepe’nin bugün değil yaşını, ne olduğunu, ne için inşa edildiğini bile tam olarak bilmiyoruz, zira henüz çok erken!”
Göbekli Tepe’de ne öyle olmadı ?
Göbekli Tepe’de kazı sürecinin yegane takip edileceği doğrultu, alanda çalışmaları yürüten arkeolog ve diğer disiplinlerden araştırmacılarının kamuya sunmuş oldukları raporlardır. Popüler söylemler olarak yumuşatılan TRT’nin put benzetmesiyle dikkate alınmaması gereken söylemleri tekrarlamak bir çeşit eğritileme değilse, minareye kılıf uydurma çabasıdır ancak. İşin aslı ise bugün yaşı tahmin edilebilen Göbekli Tepe hakkında bilgileri değerlendirmek, ancak o dönemi ve oradan gelen malzemeyi çalışmış yetkin kişilerinin işidir. Bunun yanında arkeoloji asla kesin doğrular üreten bir bilim değil, arkeolog Ian Hodder’ın da dediği gibi ancak “yorumlayıcı bir teşebbüstür” fakat araştırmalar ve veriler doğrultusunda.
TRT’nin yaptığı normal değildir
“PİRAMİTLERİ HATIRLAYIN!
Böyle durumlarda bilimsel olmayan yayınların her türlü iddiayı ortaya atmaları, konuya popüler yaklaşmaları son derece normaldir ve TRT’nin yayından kaldırılan belgeselinde yapılan da göründüğü kadarı ile budur. Ortada kesin bir bilgi bulunmadığı takdirde işin içerisine hayal ve konuyu magazin boyutuna taşıma faaliyeti girer, yapılan çalışmanın daha fazla izlenmesi yahut okunması için ilk aşamada başka çare de zaten yoktur.
Konu ile alâkalı bütün gerçeklerin ortaya çıkartılmış olması hâlinde bu gibi yayınlar tabii ki pek doğru bir iş değildir. Ama gerçek bilginin henüz elde bulunmadığı şimdiki gibi dönemlerde işin içerisine hayal ile tahminin girmesi kaçınılmazdır ve diğer tarafın da konu hakkında kesin bir sonuca elde değilken “Vay efendim, böyle demekle gerçekleri saptırıyorlar” diye tepki göstermesi de gereksiz ve yanlış- tır. Belgeseldeki yorumları ve iddiaları beğenmeyenlerin işin aslı ortaya konduktan sonra konuşmaları lâzımdır ve Göbeklitepe gerçeğinin anlaşılmasına önümüzde daha çok uzun seneler var iken meseleyi ideoloji boyutuna götürmek de son derece hatalıdır.”
Burada TRT belgeseline yönelen eleştirilerde yapılan vurgu da tam olarak buydu. Çünkü popüler yayınların istediğini söyleyebilme gibi bir hakka sahip olması, Murat Bardakçı kriterleri açısından dahi Göbekli Tepe ile uyuşmamaktadır. Arkeoloji, içerisinde birçok şekilde tartışılmakla birlikte Göbekli Tepe karanlık bir sır perdesi arakasında değildir. Araştırmacılar hala buralarda ve bu araştırmacıların sunduğu raporlar da hala kolayca ulaşılabilir durumdadır. Göbekli Tepe’nin, karanlık bir sır ya da “uzaylılar mı yaptı, insanlar mı hala anlayamadık” şeklinde sorguya çekilecek bir hali de yok.
İlgi çekmenin bir sınırı var
“Bir başka arkeolojik bölgeyi, meselâ Mısır’ı hatırlayın! Piramitler, firavun mezarları, vesaireler üzerinde iki asır boyunca ortaya atılmadık faraziye ve kurulmadık hayal kalmamıştı, hattâ 1980’li senelerde Müslüman Kardeşler’in bazı mensupları mumyaların Müslüman olmasalar bile dinî bakımdan gömülmeleri gerektiğini iddia edip bir firavunun mumyasını da gizli olarak defnetmişlerdi. Ama eski Mısır tarihi hakkında bilinmeyen birçok konunun aydınlatılmış olmasına rağmen kurgular hâlâ devam ediyor, bu kurgulara dayanan zengin bütçeli filmler çekiliyor ve hiç kimse kalkıp işi siyasî ve dinî boyuta taşımıyor.”
Piramitlerin anlatıldığı “Stargate” adlı bilimkurgu filmi ile TRT’nin “Suların Ateşin ve Taşların İmparatorluğu” belgeseli arasında iddia açısından keskin bir fark bulunduğu yadsınamaz bir gerçek. Burada belgeseldeki amaç toplum nezdinde ilgi çekebilmek ise, bu ilginin “sallama” bir tanımlama üzerinden değil, ortaya konulmuş arkeolojik veriler ya da en azından uçurum kenarında olan kültürel miras algısını daha az rencide edecek “sallama” bir teori üzerinden yapılabilmesidir. Tepkilerinin amacını da bu bağlamda iyi okumak zorundayız.
İddialar yanlış anlaşılmalara gebe
“Göbeklitepe’nin ne olduğunu henüz bilmiyoruz; kazanlar da, üzerinde çalışanlar da kesin bir fikre sahip değiller. Mekân ile İngiltere’deki Stonhenge yahut Başkurtistan’daki Uçali kalıntıları, hattâ Hindistan’ın eski kutsal kitaplarındaki ifadeler arasında bile bağlantılar kuruluyor ve söylediğim gibi neyin ne olduğunun tam olarak öğrenilebilmesi için daha çok uzun seneler gerekiyor ve hattâ Göbeklitepe’nin aslının hiçbir zaman öğrenilemeyeceği ihtimali bile mevcut.
Eleştirilerdeki vurgu, genellikle devlet kaynaklarının ve kaynaklar sonucunda ortaya çıkan bu tip sonuçlarının doğurabileceği yanlış anlaşılmalardır. Buna ek olarak, Göbekli Tepe’nin aslının hiçbir zaman öğrenilememesi olasılığı arkeolojik bir olasılık dahi değildir zaten. Göbekli Tepe’nin değeri, bir kez daha tekrarlamak gerekir ki kültür sürecinde bulunduğu konum ve ondan sonrasında gelişecek ve bugüne gelecek olan kültüre dair bilinmeyen noktalara verebileceği cevaplardır.
Bugün pek çok farklı amaçla temel ilkeleri ile alakasız bir şekilde İslam’a kendini angaje gösteren çetelerin, put olduğu iddiası ile havaya uçurulan antik şehirlerin bulunduğu bir coğrafyada put olarak Göbekli Tepe stellerinin kırılması görüntüleri ne magazinel bir teori, ne de naif bir yakıştırmadır. Amaçlanmış olan ya da niyetlenilenler, bizi noktada fazla ilgilendirmemektedir. Bizi esas ilgilendiren, bölgemizde varlığını sürdürmekte gittikçe güçlük çeken ortak kültür mirasımız üzerine olan kaygılarımızdır. Ayrıca Hz İbrahim’in kırdığı putlar, bugün birileri tarafından ayağa kaldırılmakta ise bu durum pek de magazinel değil, tam aksine amacı bütün bir tarihi birikimi yok etmek isteyen olan kitleleri kaşımak gibi gözükmektedir.
Bilimde milliyet olmaz
“Türkiye’deki arkeolojik keşifler konusunda hiç değişmeyen bir kural vardır: En önemli keşifleri yabancılar yaparlar, sonra işin içine bizimkiler girer ve buluntuları başka taraflara çekiştirirler. Göbeklitepe bu değişmeyen kuralın tam bir örneğidir: Mekâna ilk dikkati Amerikalı arkeolog Peter Benedict çekmiş; kazıları bir Alman, Klaus Schmidt yapmış ve sonradan devreye giren bizimkiler de işi başka taraflara çekiştirmeye başlamışlardır.”
Murat Bardakçı’nın Türkiye arkeolojisinin değişmez kuralı olarak adlandırıldığı şey, arkeolojiye ve bilim dünyasına karşı yapılmış vahim bir tanımdan ötesine geçemez. Arkeoloji için bir yerde Alman bir arkeoloğun kazı yapması ile Zimbabweli birinin o araştırmayı sürdürmesi arasında bir fark yoktur. Nitekim, ortak bir hafızanın değerlendirilmesinde milletler üstü bir konu söz konusu, “onlar çıkarır biz ancak konuşuruz” ise ancak zenofobik bir söylemdir.
Asılsız iddialar kamplaşmayı artırır
“Çekiştirmeler şimdiye kadar reklâm yahut menfaat derdi ile yapılırdı ama artık ideoloji ve “Yobazlar Göbeklitepe’ye saldırabilirler” terâneleri ile din boyutuna taşındı! Arkeolojiyi de nihayet kamplaşma vasıtası hâline getirmeyi becerdik ya, helâl olsun!”
İşte tam olarak bu noktada Arkeolojiyi kamplaşma vasıtası haline getirmemek için gereken asıl şey ise asılsız ve tehlikeli iddiaları arkeolojik değerlendirmelerden uzak tutarak yürütülen bilimsel çalışmalar üzerinden böyle konulara yaklaşmaktır. Bu konu hakkında bir nesnelliğe ihtiyaç var ve bu ihtiyacımızı giderebilecek yegane alan bilimdir.
arkeofili.com, Yazar: Tolunay Bayram, 14.01.2017
|
1 - 7 Ocak 2017
|
ANTALYA'YA MÜZE
KONSEPTLİ CADDE
Antalya Büyükşehir Belediyesince, kentin
merkezindeki Ali Çetinkaya Caddesi'ni müze konseptli
caddeye dönüştürecek projenin ihalesi 11 Ocak'ta
yapılacak.
Antalya Büyükşehir
Belediyesinden yapılan yazılı açıklamada, "Güneş
Doğudan Yükseliyor" sloganı ile tanıtılan Doğu
Garajı Projesi kapsamında Ali Çetinkaya Caddesi'nin
yeniden düzenleneceği bildirildi.
Bölgeyi turistin bir cazibe
merkezi haline dönüştürecek Doğu Garajı ve Çevresi
Kentsel Tasarım Projesi'nin ihalesinin 11 Ocak'ta
gerçekleştirileceği belirtilen açıklamada "Proje
tamamlandığında Ali Çetinkaya Caddesi, görsel
güzellik katan bina cepheleri, modern kaldırımları,
rengarenk gölgelikleri, kent mobilyaları,
aydınlatması ile Antalya'ya gelenlerin görmeden
gitmeyeceği bir bölgeye dönüşecek." değerlendirmesi
yapıldı.
"Doğu Garajı
kazısında çıkan tarihi eserler sergilenecek"
Açıklamada görüşlerine yer verilen
Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel, proje
çerçevesinde Ali Çetinkaya Caddesi'nin trafiğe
kapatılacağını belirterek şu ifadeleri kullandı:
"Projeyle 850 metre
uzunluğunda cadde ve kentsel tasarım düzenlemesi
yapılacak. Müze konsepti ile tasarlanan cadde
boyunca 7 sergi küpü yer alacak ve Doğu Garajı
kazısında çıkan tarihi eserler burada sergilenecek.
3 bin 500 metrekare yeşil alanın yer alacağı projede
2 süs havuzu inşa edilecek. Proje kapsamında 89
binanın cepheleri yenilenecek. Binaların caddeye
bakan kısımlarına kaplama yapılarak, klima üniteleri
saklanacak. Diğer cephelere ise sıva tadilatı ve
boya uygulanacak ve yerler doğal taş plaklar ile
kaplanacak. Engelliler için takip taşları döşenecek.
İş yerlerine malzeme ulaşımını sağlamak amacıyla
servis yolu yapılacak. Bölgeye araç giriş çıkışı
günün belli saatlerinde olacak. Esnafın
çalışmalardan en az etkilenmesi ve dükkanlarının
kapalı kalmaması için titiz bir çalışma yürütülecek.
Örneğin döşeme yapılırken toz olmaması için sahada
taş kesimi yapılmayacak."
Bölgede inşaatı devam eden
Kültür ve Ticaret Merkezi ile Nekropol Projesi
tamamlandığında Ali Çetinkaya'nın kentin önemli
turizm merkezlerinden biri haline geleceğini
vurgulayan Türel, "Seçimler öncesinde 'O turist bu
dükkana girecek' demiştik. İşte bu projeler
tamamlandığında o turist bu dükkana girecek."
görüşünü kaydetti.
Anadolu Ajansı,
Haber: Leyla Ataman Koyuncuoğlu, 05.01.2017
|
ULUS'A ZÜCCACİYE
DÜKKANINA GİREN FİL GİBİ GİRİLMEZ
Mimarlar Odası Ankara
Şubesi’nin Ulus Tarihi Kent Merkezi kapsamında yer
alan alanların yenileme alanı olarak kabul
edilmesine ilişkin olarak açtığı davada bilirkişi
raporu hazırladı.

Mimarlar Odası Ankara Şubesi Ulus Tarihi Kent
Merkezi’nin peşini bırakmıyor. Mimarlar Odası’nın
Ulus Tarihi Kent Merkezi kapsamında yer alan bazı
alanların 5366 sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel
Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve
Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanunu’nun 2.
Maddesi uyarınca “yenileme alanı” olarak tespit
edilmesine ilişkin 28.06.2015 günlü 29400 sayılı
Resmi Gazete’de yayımlanan 22.06.2015 tarihli
2015/7822 sayılı Bakanlar Kurulu kararının iptali
istemiyle açtığı davada bilirkişi raporu tamamlandı.
Raporu değerlendiren Mimarlar Odası Ankara Şube
Başkanı Tezcan Karakuş Candan, raporda, Ulus
dokulara ayrılarak, yapı durumu analizi yapıldığını
belirterek, bilirkişilerin Ulus Yenileme Alanı
içinde alanın tamamının yenileme alanı ilan
edilmesinin doğru olmadığı yönünde görüş
bildirdiğini söyledi.
Rapor sevindirici
Candan, “Ulus Başkentin tarihsel ve
kültürel değeridir.Altıda üstüde çok değerlidir.
Bilimle uzaktan yakından alakası olmayan
yöneticilerin elinde Ulus’un tarumar edilmesine izin
vermeyeceğiz. Bilirkişi raporu bir kez daha bilimsel
gerçekleri hatırlatmış, ancak öğrenci tembel bir
türlü anlamak istemiyor” dedi. Candan sözlerine
şöyle devam etti:
“Öğretim üyelerince
hazırlanmış bilirkişi raporunda Hacıbayram Camii,
Augustus Tapınağı gibi anıtsal yapıların yer aldığı
Doku 1 karakterinde tescilli, iyi ve orta durumdaki
sivil mimarlık örneklerinin baskın karakter
oluşturduğu yapı gruplarının olduğu vurgulanıyor.
Raporda, söz konusu alanda yüzde 76 oranında yapısal
sorunu olmayan iyi orta derecede yapıların
bulunduğu, yüzde 24 oranında yapısal yenilemeyi
gerektiren kötü ve harabe yapılardan oluştuğu ifade
ediliyor.
Tescilli anıtsal
yapılar bulunuyor
Candan, raporda
tescilli, iyi ve orta durumdaki sivil mimarlık
örnekleri ile anıtsal yapıların bulunduğu alanın
doku 1 olarak belirlendiğini, Hacıbayram Veli Camii
ve Augustus Tapınağı, Suluhan gibi yapıların içinde
kaldığı, doku 1’deki tescilli sivil mimarlık
örnekleri ile anıtsal yapıları şöyle sıraladı:
“Doku 1’de Anafartalar
Caddesi, Hükümet Caddesi ve Kevgirli Sokak
arasındaki yapılar, içinde Roma dönemine ait
tescilli örneklerinin bulunduğu Çankırı Caddesi,
Anafartalar Caddesi, Hükümet Caddesi ve Armutlu
Sokak arasında kalan iyi durumda tescilli anıtsal
mimarlık örnekler, Anafartalar Caddesi Adnan Saygun
Caddesi ve Sanayi Caddesi arasında kalan ağırlıklı
olarak iyi ive orta durumda tescilli sivil mimarlık
örnekler, Ankara Gazi Lisesi ‘nin güney kesiminde
Kosava Sokak, Derman Sokak, Denizciler Caddesi Adnan
Saygun Caddesi arasında kalan eski Hergele Meydanı
ve yakın çevresinde kalan ağırlıklı olarak iyi ve
orta durumda tescilli sivil mimarlık örnekler, Eski
Yahudi Mahallesi (İstiklal Mahallesi güneyi ve
Altınbaş Mahallesi ) kapsamında, Adnan Saygun
Caddesi ve Anafartalar Caddesi arasında Şengül
Hamamı, Leblebicioğlu Camii ile Ulucanlar
Caddesi’nin kuzeyindeki iç yapı adası içinde akalan
ağırlıklı olarak iyi ve orta durumda tescilli sivil
mimarlık örnekler bulunuyor”
Ulus’un yok
edilmesine izin vermeyeceğiz
Candan,
raporda Doku 2 karakteri olarak belirlenen alanlara
dair şu bilgiyi verdi: “Doku 2 karakterinde ise
tescilli olmayan sivil mimarlık örnekleri bulunuyor
ancak bu bölgede Ankara Palas, Ziraat Bankası
Binası, Ankara Devlet Tiyatroları binası gibi iyi
durumda tescilli anıtsal yapılar, kalenin
eteklerinde eski yangın yerini de içermekte olup
içinde il kültür ve Turizm Müdürlüğü yapısı gibi
tescilli anıtsal nitelikte yapılar ile dağınık
şekilde tescilli yapılar bulunuyor. Bölgede Yıldırım
Beyazıt Üniversitesi’nden Armutlu Sokak’a kadar ve
Atatürk Caddesi boyunca Cumhuriyet Caddesi ile
İstiklal Caddesi arasında kalan ağırlıklı olarak iyi
durumda tescilli olmayan sivil mimarlık örnekleri de
yer alıyor. Yine Anafartalar Caddesi, Sanayi Caddesi
Şehit Teğmen Kalmaz Caddesi arasında Anafartalar
Caddesi, Hisar Caddesi , İpek Caddesi arasında,
Adnan Saygun Caddesi , Sanayi Caddesi arasında kalan
ağırlıklı olarak iyi ve orta durumda tescilli
olmayan sivil mimarlık örnekleri bulunuyor. Atatürk
Bulvarı, Talatpaşa Bulvarı Ordu Sokağı, Kosava
Sokak, Derman Sokak, Denizciler Caddesi, Ankara Tıp
Fakültesi kısmını içine alan, ağırlıklı olarak iyi
durumda tescilli olmayan sivil mimarlık örneklerinin
baskın olduğu bir bölge karakterindedir. Bu bölgede
birkaç tane iyi durumda tescilli anıtsal nitelikte
yapılar da bulunmaktadır. Eski Saman Pazarı, Koyun
Pazarı mevkini içine alacak şekilde Saraçlar Sokak
ve yakın çevresi ile Anafartalar Caddesi, Ulucanlar
Caddesi, Talatpaşa Caddesi üzerindeki ağırlıklı
olarak iyi durumda tescilli olmayan sivil mimarlık
örneklerinin baskın olduğu bir bölge
karakterindedir.”
Ulus’un tarihi
Gökçek’ten büyüktür
"Her tarafı tarih kokan ve her taşın altından tarih
fışkıran bir yere, züccaciye dükkanına giren fil
gibi girilmez" diyen Candan “Ulus’un tarihi
Gökçek’ten büyüktür. Bilirkişi raporu bir kez daha
bunu hatırlatıyor. Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek
ayıp, Gökçek raporu derin derin, altını çizerek
okusun” dedi.
Yapı, 05.01.2017
|
ORDU ÇEVRE
DERNEĞİ: KİBELE Mİ TAŞ OCAĞI MI?
Ordu Çevre Derneği (ORÇEV) Başkanı Gül Ersan,
“Gezilecek görülecek yerler arasında Ordu’nun adının
hızla üst sıralara tırmanmasının nedenlerinden biri
de 2 bin 100 yıllık Ana Tanrıça Kibele’dir. Kibele
keşfedildikten sonra,uzun zamandır oturduğu Kurul
Kalesi’nden alınıp müzeye taşındı. Büyükşehir
Belediyesi’nin kazı çalışmalarını maddi manevi
desteklemesi ilimizin geleceği açısından sevindirici
bir durum” açıklamasını yaptıktan sonra yargı
sürecini değerlendirdi.
KURUL'U TEHDİT
SESLERİ YÜKSELİYOR
Ersan şöyle konuştu:
“Kurul Kayalıklarının tepesindeki bu çalışmalar
herkes tarafından duyulup takdirle karşılanırken
eteklerinde senelerdir, yaz kış demeden süren başka
bir çalışma pek o kadar önemsenmiyor; Halbuki onun
sesi daha gür çıkıyor.
Yıl 2011.Bayadı, Kayadibi
Mahallesi’ndeki iki adet andezit ocağının sahibi
şirket, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Samsun
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge
Kurulu’nun ocakların işletilmesinin uygun olmadığına
dair kararının iptali istemiyle Ordu İdare
Mahkemesine dava açmış.
BİLİRKİŞİNİN RAPORU
DİKKATE ALINMADI
Yapılan keşif ve
bilirkişi incelemesi sonucunda hazırlanan rapora
göre, özetle; arkeolojik açıdan sit alanının Melet
Irmağı’na kadar genişleme ihtimalinin bulunduğu
yönünde görüş beyan edilmiş ise de, dava konusu taş
ocağı işletme izin alanlarının arkeolojik ve doğal
sit alanlarının dışında kaldığı, dava konusu taş
ocakları ile Kurul Kayası Yerleşimi arasındaki
mesafenin 568 metre olduğu ve bu uzaklıktan ocakta
yapılacak patlatmaların sit alanını etkilemeyeceği
görüşü yer almış.
Yıl 2013. Ordu İdare
Mahkemesi, bilirkişi raporu sonucunda, ocaklardaki
çalışmaya izin vermeyen Koruma Bölge Kurulu’nun
kararının iptaline karar vermiş. Kültür ve Turizm
Bakanlığı dabu kararı temyiz etmiş.
Yıl 2015. Danıştay 14. Daire
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın itirazını haklı bulup
Ordu İdare Mahkemesi’nin kararını bozmuş. Bunun
üzerine ocak sahibi şirket, verilen kararın
düzeltilmesi talebinde bulunmuş.” dedi.
YENİ 'ÇED GEREKLİ
DEĞİL' KARARLARI
Ersan yargı süreci
devam ederken yeni ÇED Gerekli Kararı alındığını
söyleyerek, “Şirket, Danıştay kararından yaklaşık
bir ay sonra Ordu Valiliğinden aynı mevkide,
mülkiyeti orman arazisi olan alanda üç adetandezit
ocağı için “ÇED Gerekli Değildir” kararı
almış.Toplam 239,64 hektarlık üç ayrı andezit ocağı
için Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Maden
İşleri Genel Müdürlüğü’nden İşletme Ruhsatı alınmış.
ÇED için talep edilen alanın toplamı ise 23,5
hektar. Yani geride daha 216,14 hektarlık ocak alanı
var.” bilgisini verdi.
ANA TANRIÇA'YA
TEHDİT
Sit alanının tehdit edildiğini
vurgulayan Başkan Gül Ersan, “Yıl 2017. Ana Tanrıça
Kibele’nin bulunmasıyla önemi daha da artan Kurul
Kalesinde çalışmalar devam edecek. Bilirkişi
raporunda belirtilen SİT alanının Melet Irmağı’na
kadar genişleme ihtimali yeni buluntularla güçlenmiş
durumda.
Geçen süre içerisinde
görüyoruz ki hukuk ağır ağır ilerlerken arkeolojik
alan ile andezit ocak alanları birbirine hızla
yaklaşıyor. Aralarındaki mesafe 403 metre. Birisinin
durması gerek.
Ordu Çevre Derneği
olarak dağı, ormanı, ırmağı, yaşam ve kültür
alanlarını tehdit eden andezit ocağının faaliyetinin
bir an önce durdurulmasından yanayız” dedi.
Evrensel, 05.01.2017
|
TARİHİ TABYADA
ŞAŞIRTAN DEĞİŞİM

Çanakkale Boğazı'nın güvenliğinin sağlanması
için 1892'de 2'inci Abdülhamit tarafından
yaptırılan tarihi Anadolu Hamidiye Tabyası,
restorasyon çalışmalarında büyük değişime
uğradı. Tarihi tabya, içine yapılanlar nedeniyle
modern bir sosyal yaşam alanına dönüşürken,
betonlaşma nedeniyle ise yeşil alan miktarı
azaldı. Ancak çalışanlar, restorasyon
tamamlandığında tabyaların zemininin bir bölümü
ile bonetlerin (cephanelik) üzerinin
çimlendirileceğini ve alana çeşitli fidanlar
dikilerek tekrar yeşil örtüsüne
kavuşturulacağını söyledi.
Kültür ve Turizm
Bakanlığı'nın 20 milyon lira ödenek ayırarak
2014'ün Şubat ayında başladığı 'Anadolu Hamidiye
Tabyası ve Gelibolu Minia Teşhir Tanzim ve Çevre
Düzenlemesi' projesinin, Çanakkale Deniz Zaferi
kutlamalarının yapıldığı 18 Mart'a kadar
tamamlanması hedefleniyor. İşin başlangıcında
müteahhidin tescilli bonetler üzerindeki
çalışmayı iş makinesi ile yapması kamuoyunda
tartışma konusu oldu. Yaklaşık 3 yıldır süren
çalışmalar sonunda ortaya nasıl bir görüntü
çıkacağı merakla beklenirken; tabyadaki
değişimi, aynı açıdan çekilmiş 2 farklı fotoğraf
karesi net olarak ortaya koydu.
2 FOTOĞRAF
ARASINDA BÜYÜK FARK
Havadan çekilmiş
ilk fotoğrafta, Anadolu Hamidiye Tabyasının
tarihi yapısı ve yemyeşil görüntüsü dikkat
çekiyor. Yakın bir zamanda yine havadan çekilmiş
2'inci fotoğrafta ise tabyanın yeşil
görüntüsünden eser kalmadığı, zeminin büyük
bölümünün betonlaştığı görüldüğü gibi, birçok
yapının da inşa edildiği gözlendi. Ancak
çalışanlar, restorasyon tamamlandığında
tabyaların zemininin bir bölümü ile bonetlerin
üzerinin çimlendirileceğini ve alana çeşitli
fidanlar dikilerek tabyanın tekrar yeşil
örtüsüne kavuşacağını belirtti.
SOSYAL YAŞAM
ALANINA DÖNÜŞTÜ
Proje kapsamında şu
ana kadar Anadolu Hamidiye Tabyası içine
yapılanlar, tarihi tabyanın modern bir sosyal
yaşam alanına dönüştüğünü gözler önüne seriyor.
Yapılan çalışmalar kapsamında tabyanın dış
duvarı yıkılarak yeni bir duvar örüldü. İçine
yağmur suyu girdiği için bonetler onarımdan
geçirilerek, sergi ve müze salonu haline
dönüştürüldü. Yaya ve bisiklet yolları yapıldı.
Çocuk oyun parkları ile spor aletleri konuldu.
Tam ortasına süs havuzu yapılan tarihi tabyanın
bir bölümü, zemin taşla kaplanarak tören alanı
haline getirildi. Mini amfitiyatro ve kulis
binası yapıldı. Tuvaletlerin yanı sıra bir de
deniz manzaralı kafeterya inşa edildi. Çanakkale
Boğazı'nın Marmara Denizi'nden Ege Denizi'ni
kadar uzanan su yolunun minyatürü de yine Tabya
içinde yer aldı. Çanakkale Savaşları sırasında
kullanılan bir tarihi top da bonetler arasındaki
top atış alanına yerleştirildi.
Çanakkale Boğazı'nın
güvenliğinin sağlanması için 1892'de Sultan
2'inci Abdülhamit tarafından yaptırılan Hamidiye
Tabyasında 10 tescilli bonet bulunuyor.
DHA, Haber: Burak
Gezen - Mustafa Suiçmez, 05.01.2017
|
TRT'DE TEPKİ ÇEKEN BELGESEL: GÖBEKLİTEPE PUTLARIN
MERKEZİ
Diyarbakır Valiliği, TRT ve Kalkınma Bakanlığı
desteği ile ‘Diyarbakır kültürel mirasının tanıtımı’
projesi adı altında hazırlanan ‘Suların Ateşin ve
Taşların İmparatorluğu’ isimli belgeselde, insanlık
tarihinin en önemli yapılarından
Göbeklitepe’de, Hz. İbrahim’in yıktığı putlar
olduğunu ileri sürüldü.
Göbeklitepe’nin en önemli dikilitaşlarından biri
olan ve üzerinde
tilki betiminin bulunduğu T biçimli dikilitaşın
bir put gibi kırılma sahnesi de belgeselde
canlandırıldı. Belgeselde anlatıcı, konuyu şöyle
anlatıyor:
“Göbeklitepe’de yer
alan heykellerin Hz. İbrahim’in babası Aser’in
yapmadığını kim bize söyleyebilir? Ya da Hz.
İbrahim’in kırdığı putların yer aldığı tapınağın
Göbeklitepe olmadığını ileri sürebilir
miyiz?” Göbeklitepe’nin put merkezi gibi
gösterilmesi tepkilere neden oldu. Belgeselde bilgi
hatalarının bulunduğunu söyleyen Arkeolog ve yayıncı
Nezih Başgelen, bunun bir hedef gösterme olduğunu
söyledi:

“Bilimsel yöntemlerle alınan sonuçlar çerçevesinde
Göbeklitepe günümüzden 11 bin 800-8 bin 600 yılları
arasına tarihlenmekter. Bu konuda dini referansların
öngörülen tarihleri ile bilimsel araştırmaların
kanıtladığı tarihler arasında 7-8 bin yıllık bir
fark açıkça görülmektedir. Bu açıdan Göbeklitepe’nin
Hz. İbrahim zamanı ile ilgili bir yerleşim yeri
olarak ele alınması pek çok sakıncayı beraberinde
getirdiği gibi belgeselde dilikitaşların put olarak
canlandırılması ve kırılması tehlikeli bir hedef
göstermedir.
Hürriyet, Haber: Ömer Erbil,
05.01.2017 |
GÖBEKLİ TEPE'NİN HEDEF GÖSTERİLMESİNE KARŞI SUSMALI MI, KONUŞMAL MIYIZ?
Çiğdem Köksal Schmidt
Göbekli Tepe ile ilgili haberleri, paylaşımları takip etmek yıllardır hayatımın bir parçası doğal olarak… 2 Ocak akşamı da yine bu çerçevede, sosyal medyada sadece içinde Göbekli Tepe ismi geçtiği için bana ulaşan bir iki paylaşım dikkatimi çekti ve beni bir anda endişelendirdi. İnsanlar mesajlarında TRT Belgesel kanalında izledikleri bir yayının içeriğine dikkat çekiyor, Göbekli Tepe’nin hedef gösterildiğini belirtiyordu.
Söz konusu programı televizyondaki yayını sırasında izleme şansım olmadı ama hemen sonrasında, (anlaşılan programın bir bölümü için danışmanlık yapan) Dicle Üniversitesi web sayfasında paylaşılan link üzerinden izleyebildim. Programın adı “Suların ateşin ve taşların imparatorluğu” idi.
Belgesel film olarak sunulan bu çalışma baştan sona kadar kronolojik hatalar, yanlış söylemler, hatalı bilgilerle doluydu. Ama benim için, Göbekli Tepe için ve aslında işini ciddiye alan her arkeolog için endişe verici olan, yukarıda bahsettiğim internet adresinde paylaşılan ikinci bölümün 10.40’ıncı dakikasından itibaren olan kısımdı. Bu bölümde, Göbekli Tepe yapılarında bulunan T biçimli dikilitaşların İbrahim peygamberin kırdığı putlar olabileceği söylenip, bir de bir dikilitaşın kırılma sahnesi canlandırılmıştı.
Bunu izledikten sonra sosyal medya hesaplarımda konuyla ilgili kısa yorumumu yazdığımda birden kendimi farklı bir tartışmanın içerisinde buldum. Bazı meslektaşlarımız bu konudan bahsederek daha çok dikkat çekildiğini düşünüyordu, hatta bana paylaşımlarımdan dolayı sorumluluğu üzerime almam gerektiğini yazanlar oldu!
Bu konuyu paylaşıp endişelerimizi dile getirmeli ve önlem almaya mı çalışmalıyız, yoksa bekleyip bir şey olursa ardından mı konuşmalıyız?
Söylemeli miyiz, yoksa söylememeli, bekleyip görmeli miyiz?
Ben endişelerimi önceden dile getirmeyi seçiyorum.
Bu film belgesel adı altında, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın verdiği izinler çerçevesinde çekilmiş ve devlet kanalında yayımlanmıştır. Gözümüz gibi korumamız gereken, UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine girme yolunda bir muhteşem kültür varlığını, bir belgesel film adı altında, bilinçsiz hareket edebilecek tahribata yatkın insanlara cazip hale getirerek, hedef olarak sunmak desteklenmemeliydi. Söz konusu “belgesel” filmde gösterilen sahneler, aktarılan metin bir çeşit yorum, fikir özgürlüğü ya da argüman olarak algılanamaz, çünkü coğrafi konumlar dışında her bilgi hatalı bu filmde!
Meslektaşlarım ile bu film nedeniyle başladığımız görüş alışverişinde arkeolog olarak sorumluluklarımızı, etik kurallarımızı, neler yapılabileceğini, yapabileceklerimizi ve yapamayacaklarımızı konuştuk. Sessiz kalmanın korumaya faydası olmayacağını, günün iletişim imkânlarını kullanarak farkındalık yaratmak, dikkat çekmek gerektiğini düşünenlerimiz çoğunlukta.
20 yıl boyunca Göbekli Tepe’de yaptığı kazı ve araştırma çalışmalarına eşlik etme şansım olan sevgili eşim Klaus Schmidt, en büyük sorumluluğumuzun Göbekli Tepe’yi hak ettiği koruma önlemleriyle gelecek nesillere iletmemiz olduğunu belirtirdi hep. O hayatta iken, kazı alanında ziyaretçilere yönelik yapılan çalışmaların yaratacağı yoğunluktan oluşacak tahribattan çekiniyorduk. Şimdi ise endişenin boyutları genişliyor, çeşitleniyor adeta.
Baraj suları, kentsel yayılım, konut yapımı için malzeme alımı gibi arkeolojik eserlerin tahribatına neden olan “klasik” unsurlardan uzak bir noktada bulunan, kendine özgü bir doğal korunma konumu olan Göbekli Tepe’ye gelecek her zarardan sadece ve sadece günümüz insanı sorumlu olacak. Yaklaşık 12 bin yıl boyunca Göbekli Tepe korundu, bundan sonrasını biz mahvetmeyelim.
kulturservisi.com, 05.01.2017
|
GÖBEKLİTEPE'NİN NE İSLAMLA NE DE HZ. İBRAHİMLE İLGİSİ VAR
Dünyanın en önemli arkeolojik buluntularından, 10 bin yaşındaki Göbeklitepe’nin kamuoyuna yanlış tanıtılması arkeologları endişelendirdi. Arkeoloji belgesellerindeki titizliğiyle bilinen TRT’nin Göbeklitepe tanıtımında yaptığı yanlışlığı en kısa zamanda düzelteceği beklentisi hakim.
TRT belgesel kanalında 3 Ocak’ta yayınlanan "Suların Ateşin ve Taşların İmparatorluğu" adlı programa konu edilen Göbekli Tepe’nin anlatımında yapılan bir yanlışlığın hızla yayılması, arkeologları harekete geçirdi.
"Cazibe Merkezlerini Destekleme" programı kapsamında yayınlanan söz konusu belgeselde Göbeklitepe’deki kalıntıların 4 bin yıl önce yaşadığı bilinen Hz. İbrahim ve onun kırdığı putlar ile ilişkilendirilmesinin çok büyük bir yanlış olduğunu belirten arkeologlar, Göbeklitepe’nin Hz. İbrahim’den 6-7 bin yıl önce önce inşa edildiğine dikkat çekiyorlar.
“Teolojik kaynakların verileriyle arkeolojik bulguları değerlendirirken çok dikkatli olunmalı” uyarısında bulunan arkeolog ve yayıncı Nezih Başgelen de, dün medyaya yansıyan ve ‘infiale yol açtı’ dediği “Göbeklitepe hedef gösterildi” haberleri için verdiği ve önemli bilgiler içeren röportajının tamamını kamuoyunun bilgisine sunma gereği duydu.
TRT, Diyarbakır Valiliği ve Kalkınma Bakanlığı’nın bölgenin hem ulusal hem de dış turizm için büyük potansiyel olduğunu anlatmak üzere hazırladığı ve Göbekli Tepe'deki üzeri hayvan betimli dikilitaşlardan birinin put olarak canlandırılarak tahrip edildiği belgesel, Aktüel Arkeoloji dergisi tarafından da “fikirden, düşünceden ve tanıtımdan uzak işler” olarak nitelendirildi, bunun Göbekli Tepe’yi zor duruma sokabileceği endişesi dile getirildi.
NİYETLİ KİŞİLERİN BİLİNÇALTINA HİTAP EDEBİLİR
Konuya ilişkin Odatv’ye açıklamalarda bulunan ve Göbekli Tepe’ye ilişkin ayrıntılı bilgiler veren Nezih Başgelen, TRT belgeselindeki anlatım şeklinin kötü niyetli kişilerin bilinçaltına hitap edebileceği ve kötü sonuçlara neden olabileceği endişesini taşıdıklarını belirterek, “Belgeselde yapılan yanlıştan ben dahil, Arkeoloji dünyası ve bu konulara duyarlı tüm kültür insanları büyük rahatsızlık duyduk. Orada Göbeklitepe dikilitaşlarının put olarak canlandırılması ve kırılmasının da, Ortadoğu'daki şiddet bataklığında tarihi eserlerin başına gelenlerden sonra, Göbeklitepe'deki eşsiz eserlerin geleceği için tehlike yaratabileceğinden dolayı büyük endişe duyduk” dedi.
Başgelen, şu ana kadar Türkiye’de hiç bir arkeoloji belgeselinde böylesi bir yanlış ya da yanlış anlaşılmalara sebep olabilecek bir imaya rastlanmadığını da belirterek "Her şey son derece titizlikle yapılageldi. Dileriz bu Göbekli Tepe ile ilgili yanlışlık da en kısa zamanda düzeltilecektir. Teolojik kaynakların verileriyle arkeolojik bulguları değerlendirirken çok dikkatli olunması gerekmekte" dedi.
FİKİRDEN, DÜŞÜNCEDEN VE TANITIMDAN UZAK İŞLERİN GÜNDEME DÜŞMESİ ÜZÜCÜ
TRT belgeselinde dile getirilen; "Göbekli Tepe'de yer alan heykellerin Hz. İbrahim'in babası Azer'in yapmadığını kim bize söyleyebilir, ya da Hz. İbrahim'in kırdığı putların yer aldığı tapınağın Göbekli Tepe olmadığını ileri sürebilir miyiz?" yorumunu web sayfasından eleştiren Aktüel Arkeoloji Dergisi de, belgeselde söz konusu tapınağın en önemli dikilitaşlarından biri olan üzerinde tilki betiminin bulunduğu T biçimli dikilitaşın kırılışının canlandırılmasını da eleştirerek bunun ’Göbekli tepeyi zor duruma düşürebileceğine dikkat çekiyor.’
Dergi, söz konusu belgeselde insanlık tarihinin en önemli yapılarından biri olan Göbeklitepe'nin, Hz. İbrahim'in yıktığı putların yer aldığı tapınak olabileceğini ima ettiğine dikkat çekerek, "Kültür ve Turizm Bakanlığı büyük bir gayret ve çaba ile turizmin gelişmesi ve düşen turizm potansiyelinin artırılması için çalışırken bu tür fikirden, düşünceden ve tanıtımdan uzak işlerin gündeme düşmesi oldukça üzücüdür" değerlendirmesinde bulundu.
GÖBEKLİTEPE 11 BİN YAŞINDA; İSLAMİYET VE HZ. İBRAHİMLE İLGİSİ YOK
Arkeolog Nezih Başgelen, Hz. İbrahim ile Göbekli Tepe’nin hiç bir şekilde ilişkilendirilemeyeceğini belirterek şunları söyledi:
"Teolojik kaynaklara göre günümüzden yaklaşık 4 bin yıl önce yaşadığına inanılan Hz İbrahim, İslam açısından bir peygamber , Musevilik ve Hıristiyanlık açısından ise ulu saygın din büyüğüdür. Tevrat 'a göre Nuh'un soyundan gelen İbrahim'in Avram olan adı Tanrı tarafından "ulusların babası" anlamına gelen Abraham olarak değiştirilmiştir. Yahudilerin onun oğlu İshak soyundan geldiğine, diğer oğlu İsmail'in ise Hz Muhammed'in ve Arapların ataları olduğuna inanılır. Kur'an'da birçok ayette ismi geçen Hz.İbrahim Kabe'yi inşa etmesi, putperest babasıyla tartışması, atıldığı ateşte yanmaması olaylarıyla İslam açısından bir Peygamber olarak kabul edilir. Bilimsel yöntemlerle alınan sonuçlar çerçevesinde Göbekli Tepe şimdilik günümüzden önce yaklaşık 11.800 - 10.400 yılları arasına tarihlenmektedir."
Başgelen, 2014 yılında vefat eden kazı başkanı Prof. Dr. Klaus Schmidt'in son araştırmalarına göre Göbeklitepe'de Dikilitaşlı Dairesel Yapıların en erken kullanımının ‘Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ’ın A evresine’ yani yaklaşık olarak M.Ö 10.000 - 9000 öldüğünün bilimsel olarak ortaya konulduğuna dikkat çekiyor ve şu bilgileri veriyor; "Prof. Schmidt, III. Tabaka'nın M,Ö 10. binyıla, daha yeni tabakanın ise M.Ö 9. binyıla tarihlenmesi gerektiğini belirtmişti. En erken tarihin alındığı D Yapısının M.Ö 10. binyıl ortalarında yapıldığı ve aynı binyılın sonlarında terk edildiği raporlarda belirtilmişti" dedi.
GÖBEKLİTEPE ÇANAK ÇÖMLEKSIZ NEOLİTİK DÖNEMDE YAPILDI
Aktuel Arkeoloji Dergisi’nin Göbeklitepe’ye ilişkin verdiği detaylı bilgiler şu şekilde:
"Şimdiye dek keşfedilen en erken tarihli insan yapımı kült mimarı, Şanlıurfa’nın 15 kilometre kuzeydoğusunda yer alan Göbekli Tepe’de ortaya çıkmıştır. Günümüzden yaklaşık 10 bin yıl önce bilinçli olarak toprakla doldurulmuş ve yükseltilmiş olan bu anıtsal yapılar, son Buzul Çağının ardından, Çanak Çömleksiz Neolitik olarak adlandırılan dönemde avcı-toplayıcı gruplar tarafından inşa edilmiştir.
Çanak çömleğin ortaya çıkışından bile daha erken tarihli olan anıtsal yapılar, birbirlerine duvar ve şekiller ile bağlı T-biçimli dikilitaşların içerisine yerleştirildiği dairesel duvarlar ile yapıların merkezine yerleştirilmiş iki büyük boyutlu dikilitaştan oluşur. Yapıların tümü belirli bir süre sonra bilinçli olarak toprakla doldurulmuş ve neredeyse bir mezarı andırır biçimde kapatılmıştır. Çanak Çömleksiz Neolitik yerleşmeleri genellikle, şu ve diğer kaynaklara yakınlık gibi elverişli çevresel faktörlerin bulunduğu alanlara kurulurken, Göbekli Tepe bilinen en yakın şu kaynağından oldukça uzak bir noktadaki dağ silsilesinin en yüksek noktasında kurulmuştur. Diğer yandan, geniş bir alandan kolaylıkla fark edilebilen alan, çevreye hakim konumuyla dikkat çekmektedir.
Göbekli Tepe'nin, avcı-toplayıcı toplulukların değiş-tokuş ve bağları güçlendirme amaçlarına hizmet eden düzenli toplantılar, kolektif etkinlikler ve karşılıklı olarak düzenlenen şölenler için merkezi bir toplanma yeri oluşturmak için bu noktada inşa edildiği düşünülmektedir."
odatv.com, Haber: Emine Karakitapoglu, 06.01.2017 |
9500 YIL ÖNCE İNSANLAR NASIL GÖRÜNÜYORDU?

British Museum'da bulunan 9500 yıllık iskeletin yüzü, teknoloji sayesinde biçimlendirildi.
British Museum'un en değerli eserlerinden biri, 9500 yaşındaki bir insana ait kafatası. Jericho Kafatası olarak adlandırılan fenomen, dijital çağın mucizeleri ile kendine bir yüz edindi.
3 boyutlu yazıcı mimarisine teşekkür etmemiz gerekiyor. Kafatasının göz yuvaları basit deniz kabuklarıyla kaplanmıştı ve neye benzediğine dair kesin bir veri elde etmemiz imkansızdı. 3 boyutlu yazıcı mimarisi sayesinde bu sorun ortadan kalktı. Karşımıza çıkan figür, 40 yaşlarında ve burnu kırılmış bir erkeği andırıyor.
Söz konusu kafatası, arkeolog Kathleen Kenyon tarafından 1953'te, modern Batı Şeria'daki Jericho kentinin yakınlarındaki Tell es-Sultan bölgesindeki kazılarda keşfedildi.
Kenyon buluşunu şöyle açıklamıştı: "7 bin yıldan önce yaşamış bir adamın portresine baktığımızı anlayınca büyük bir heyecana kapıldık. Hiçbir arkeolog böyle bir fenomeni keşfedememişti."
Kenyon'un keşfinden bu yana Ortadoğu'dan Türkiye'ye kadar olan 50'den fazla benzer kafatası bulundu.

9500 yıllık kafatası, 2009 yılınca Micro-ST ile taranınca bazı gerçekler ortaya çıktı: Kafatasının arkasında bir delik vardı, delik toprakla dolmuştu ve çene yapısı bir erkek olduğunun ispatıydı. Kafatasının kopyası, 3 boyutlu yazıcılar ile şekillendirilince ve bazı deformansyonlar keşfedildi.
Hem kafatası, hem de onun 3 boyutlu yapılandırması 19 Şubat'a kadar British Museum'da segilenecek.
webtekno.com, Haber: Barış Terun, 06.01.2017
|
ÜSTÜNÜ KAPATTILAR, ANTİK MEZAR ÇIKTI

Döşemealtı'nda CHP'li belediyesi tarafından 100
dönümlük alanda yapımına başlanan Oto Galericiler
Sitesi inşaatında çam ağaçlarının kesildiği ve
ortaya çıkan mezarın incelenmeden kapandığı
iddiaları yetkilileri harekete geçirdi. SABAH
Akdeniz'in konuyla ilgili haberi sonrası Yeşilbayır
Mahallesi'nde yer alan inşaat alanına giden Antalya
Müze Müdürlüğü yetkilileri üzeri düzlenmiş arazide
toprak altında kalan mezarı inceledi.
GEÇ
ROMA DÖNEMİNE AİT MEZAR BULUNDU
Yapılan
inceleme sonrası buluntunun geç Roma dönemine ait
bir mezar olduğu tespit edildi. İskelet
kalıntılarının da yer aldığı mezar bölümü koruma
altına alındı. Projede bu bölgenin ayrı tutulması
şartı ile inşaat faaliyetleri devam edecek.
Antalya'da daha önce Büyükşehir Belediyesi'nin eski
Doğu Garajı alanında yapımına başladığı alandaki
temel kazısında antik mezarlar bulunmuş ve bu
nedenle proje buna göre tamamen değiştirilmişti.
BELEDİYE EKİPLERİNE NEKROPOL UYARISI
Müze Müdürlüğü, alanın bir nekropol yani toplu mezar
olması ihtimaline karşın da inşaat çalışmalarını
yürüten Döşemealtı Belediyesi'ni yeni bir mezar
bulunması halinde kendilerine bildirilmesini istedi.
Belediye ekipleri, antik dönemden kalıp kalmadığı
araştırılmadan mezarın olduğu arazinin iş makineleri
ile düzleştirilmesi işleminin tekrarlanmaması
hususunda uyarıldı.
Sabah (Kısaltarak),
04.01.2017 |
EMEVİ CAMİİ'Nİ BU HALE GETİRDİLER
Suriye’de sıcak çatışmalarının yaşandığı Halep’te
bulunan tarihi Emevi Cami harabeye döndü.
Muhaliflerin karargaha çevirdiği tarihi caminin
birçok duvarının yıkıldığı, içinin yerle bir olduğu
görüldü.
Suriye'nin Halep kentindeki tarihi Emevi Cami,
ana yapısı, minaresi ve külliyesiyle İslam
mimarisinin seçkin örneklerinden biri olarak
görülüyor.
922 yıllık Selçuklu eseri minaresi, 800 yıllık
Memlük mirası külliyesi ile önemli tarihi yapılar
arasında yer alan cami, Büyük Halep Camisi adıyla da
biliniyor.
Emevi Halifesi El Velid Bin Abdülmelik tarafından
yapımına başlanan cami, 715-717 yıllarında Halife
Süleyman döneminde bitirildi.
Caminin içerisinde, Hz. Yahya'nın babası Hz.
Zekeriya peygamberin türbesi de bulunuyor. UNESCO
Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan camide,
İslam tarihi açısından kıymet biçilemeyen çok sayıda
Kur'an-ı Kerim de bulunuyordu.
Gazeteci Fehim Taştekin, Halep'teki Emevi
Cami'nin çon halinin fotoğraflarını Twitter
adresinden paylaşarak "Biri Emevi Camii'nde
namaz kılacaktı. Refikleri, Halep'teki Emevi
Camii'ni karargaha çevirdi. O muhteşem eserden
geriye bu kaldı" diye yazdı.
ERDOĞAN: ŞAM'DAKİ EMEVİ CAMİSİNDE NAMAZ
KILACAĞIZ
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 5 Eylül 2012'de
“En yakın zamanda Şam’a gidip Emevi
Camisi’nde namaz kılacağız” demişti. Bugün,
Şam'daki Emevi Cami ile aynı ismi taşıyan Halep'teki
Emevi Cami, muhalifler tarafından karargaha çevrildi
ve yerle bir oldu.
İşte Fehim Taştekin'in paylaştığı o
fotoğraflar:

|
"YANLIŞ PROJELERLE YOK EDİLEN MEYDAN DENİZ
DOLDURULARAK GERİ GETİRİLEMEZ"
Mimarlar Odası
Üsküdar Meydanı’nın bugünkü durumunun tarihi kent
merkezine yakışmadığı belirtilerek üniversite ve
meslek odalarının katılımı ile derhal planlama
kriterleri belirlenmesi ve planın yarışma ile elde
edilmesini talep etti.

TMMOB’a bağlı Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent
Şubesi yaptığı açıklamada Üsküdar Meydanı’na
yapılması planlanan deniz dolgusu projesine tepki
göstererek “Yanlış projelerle yok edilen tarihi
meydan, deniz doldurularak geri getirilemez” dedi.
Mimarlar Odası, meydanın bugünkü durumunun tarihi
kent merkezine yakışmadığı belirtilerek üniversite
ve meslek odalarının katılımı ile derhal planlama
kriterleri belirlenmesi ve planın yarışma ile elde
edilmesi talep etti.
"Meydan meydan olmaktan çıktı"
Mimarlar Odası'nın açıklamasından satır başları
şöyle:
"Üsküdar Meydanı, binlerce yıllık
tarihi-arkeolojik geçmişinin yanı sıra özgün
topografyasını taçlandıran tarihi yapıları, bu
yapıların Boğaz’la ilişkisi ve tarihi yarımada
siluetini doğrudan etkileyen konumu ile ayrı bir
değere sahip.
"Gerçekten de meydanda had safhada kaotik bir
durum hakim. Meydan, bütünlüğünü kaybetmiş, meydan
olmaktan çıkmıştır. Ancak bu kaosu yaratan tüm
projelerin sahibi, dolayısıyla birinci dereceden
sorumlusu bizzat İBB ve merkezi hükümet.
"Mimarlar Odası ve birçok meslek odası, uzmanlar,
akademisyenler projelerle ilgili eleştirilerde
bulundu. Bütün bu eleştiri, uyarı ve önerileri kulak
ardı edenler, bugün yeni bir oldubitti projesi için,
1994 yılından bu yana kendi elleriyle yarattıkları
kaosu gerekçe gösterirken, yeni kaosların yaratıcısı
olmaya talip oluyorlar.
"Belediye binası arazisine de ticari
fonksiyon"
"Üsküdar Belediye Başkanlığı binası ile katlı
otoparkın yıkılması ile elde edilen alanın kamu
kullanımında yeşil alan ve park alanı olarak
düzenleneceği ilan edilmişken, ticari fonksiyonlar
içeren yeni rant projeleri kısa bir zaman önce
meclisten oy çokluğu ile gündeme getirildi. Yeni
meydan projesinin bu projeleri “cazip” hale
getirmeyi hedeflediğini göz ardı etmemek gerekir.
"Yanlış projelerle yok edilen tarihi meydan,
deniz doldurularak geri getirilemez. Kentleri kent
yapan tarihi, kültürel, sosyal ve doğal değerlerin
yok edilmesi kabul edilemez."
Yapı, 04.01.2017
|
REŞAT NURİ'YE CAM BİNA
Fatih’te Bozdoğan kemerlerinin bitişiğinde bulunan
Şehir Tiyatroları’na bağlı
Reşat Nuri Sahnesi yıkılarak yeniden inşa
edilecek. Camdan yapılacak olan tiyatro binası 370
seyirci kapasiteli olacak.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi 1961 yılında
askeri depodan tiyatroya dönüştürülen
Reşat Nuri Sahnesi’ni yıkıp yeniden inşa edecek.
Türkiye’de ilk defa uygulanacak olan sahne
dizaynı ile
oyunlar, dört boyutlu hareketli sahne
platformunda izlenebilecek.
Fatih’te Bozdoğan
Kemerleri’ni etkilemeyecek şekilde camdan yapılacak
olan tiyatro binası, 370 seyirci kapasiteli olacak.
Sanatçılar için modern kulisler, soyunma odalarının
yanı sıra, fuaye alanı ve
otopark da modern kullanışlı hale getiriliyor.
500 metrekarelik hareketli sahne 3 parçadan oluşacak
ve oyunun akışına göre değiştirilebilecek.
Sanatçıların talebi üzerine sahne derinliği
arttırılabilecek. İhtiyaca göre ön sahne indirilerek
orkestra çukuru oluşturulabilecek. Sahnenin dört
tarafına yerleştirilen telesikopik tribünler açılıp
kapanarak, performansa göre esnek kullanım alanı
sağlayacak.

Fatih Reşat Nuri Tiyatrosu Projesi’ne ilişkin
‘Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı Değişikliği’
geçen ay, 13 Mayıs 2016 tarihli
İstanbul 1 Numaralı Yenileme Alanları Kültür
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu kararı
doğrultusunda,
İBB Meclisi’nden oybirliğiyle geçti. Mevcut
planda 2 kat ve 4.50 metre yapılanma şartlarında
kalan tiyatro binasıyla ilgili plan değişikliğinde,
kat yüksekliği ve kamulaştırılacak parsellerle
ilgili düzenleme yapıldı.
Tiyatronun bulunduğu alan ‘Sosyal kültürel tesis’
fonksiyonu korunurken, mevcut planda binanın
yüksekliğine ilişkin ‘4.50 metre ve 2 kat’ ifadesi
kaldırıldı. Proje için
İstanbul Büyükşehir Belediyesi şirketlerinden
BİMTAŞ 2015 yılında ihaleye çıkmıştı. Maliyeti 202
bin 940 lira olarak belirlenen ihaleyi 190 bin 177
liralık teklif veren İmar Planlama Proje Müşavirlik
Anonim Şirketi kazanmıştı.
Hürriyet, Haber: Fatma
Aksu, 03.01.2017 |
METROPOLİS KAZISINDA CAM FIRINI BULUNDU
Kazıyla ilgili yapılan açıklamada 2016 yılında
bulunan cam ve seramikler kentin üretim pratikleri
ve ticaret hayatına dair yeni ipuçları ortaya
çıkardığı belirtildi. Açıklamaya göre
Roma Hamamı'nda, havuzların ısıtıldığı ateşlik
bölümünden dönüştürüldüğü düşünülen bir cam üretim
fırını bulundu. Erken
Bizans Dönemi'nde işlevini kaybeden hamam
yapısının bir Cam Üretim Atölyesi olarak kullanılmış
olabileceğini düşündürdü.
Atölyenin konumu ve kiliseye yakınlığı, atölyenin
kilisenin kontrolünde kurulduğuna ve kilise
ihtiyaçlarının karşılanması amacı ile işletildiğine
işaret ediyor. Aşağı Roma Hamamı ve Zeus Krezimos
kutsal alanında bulunan ve Ephesos, Knidos, Parion
ve
Atina üretimi oldukları anlaşılan çok sayıda
seramiğin ise Metropolisliler tarafından ithal
edilip kullanıldığını gösteriyor.
Seramik buluntuların Metropolis ile diğer
bölgelerdeki üretim merkezlerinin etkileşim içinde
olduklarının göstergesi olduğuna dikkat çeken
Metropolis Antik Kenti Kazı Başkanı
Manisa
Celal Bayar Üniversitesi
arkeoloji Bölüm Başkanı
Doç.Dr. Serdar Aybek
"26 yıldır tarihin izlerini sürdüğümüz Metropolis'te
bu yıl çalışmalarımız ağırlıklı olarak Aşağı Roma
Hamamı-Palaestra'da devam etti" dedi ve ekledi:

"Yaklaşık 6 bin metrekarelik alana kurulu olan
Aşağı Roma Hamamı-Palaestra'nın kentin en büyük yapı
kompleksi olduğu anlaşıldı. Palaestra ve
çevresindeki mozaik döşemeli galeriler, havuzlar ve
yeme-içme ile ilgili mekanlar, kentte yaşayanların
sosyal hayata değer verdiğini gösteriyor. Burada bu
sezon bulduğumuz cam fırını ve cam işçilikli
parçalar dönemin sosyal, kültürel ve ticari
ilişkileri hakkında önemli ipuçlarına ulaşmamızı
sağlayacak."
2016 yılı kazı çalışmalarına dair açıklama yapan
Sabancı Vakfı Genel Müdürü Zerrin Koyunsağan,
"Sabancı Vakfı olarak Metropolis Antik Kenti kazı
çalışmalarını destekleyerek, kültürel mirasımıza
kazandırmayı amaçlıyoruz. Her sezon daha da
derinleşen çalışmalar neticesinde sosyo-kültürel
anlamda Metropolis ile ilgili yeni veriler elde
ediliyor. Aşağı Roma Hamamı-Palaestrası'ndaki uzun
yıllardır devam eden çalışmalarda sona gelindi.
Özverili çalışmalarından ötürü Doç.Dr. Serdar Aybek
ve ekibine ne kadar teşekkür etsek az... Onların tüm
bu çabaları sadece Metropolis'e değil, dönemin
uygarlıklarına dair araştırmalara da kaynak
sağlıyor" dedi.
Milliyet, 03.01.2017
|
KAPALIÇARŞI TESLİM OLMUŞ
Fatih
Belediyesi,
Kapalıçarşı bünyesindeki basit onarım talepleri
için, Koruma Kurulu’ndan genel bir karar alınmasını
talep etti. Karar çıkınca, dükkan sahipleri, Koruma
Kurulu denetiminden muaf tutulacak boya-badana gibi
basit onarım ruhsatları ile dükkanlarında her türlü
değişikliği yapmaya başladı.
Kültür Varlıkları Koruma Kurulu’nun Tarihi
Yarımada’da tescilsiz parsellerde yetkisini
Fatih Belediyesi Koruma Uygulama Denetim
Müdürlüğü’ne (KUDEB) devretmesi, gündeme oturdu.
Birinci derece tarihi
eser statüsündeki tarihi
Kapalıçarşı için de, Koruma Kurulu’nun yetkisini
aylar önce KUDEB’e bıraktığı ortaya çıktı.
İstanbul Yenileme Alanları Koruma Bölge
Kurulu’nun 20 Haziran 2016 tarihli kararında,
“Kapalıçarşı’nın bütünü için basit onarım
taleplerine yönelik genel bir kararın alınması
talebine ilişkin, boya badana yapımı ve dökülen
sıvaların aynı malzeme ile onarımının KUDEB
denetiminde yapılabileceğine karar verildi’’
ifadeleri kullanıldı.

KÜLTÜR MİRASI
TEHLİKEDE
İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin 16
Aralık’ta aldığı karara göre, Tarihi Yarımada’daki
10 bin tescilli esere komşu olan yaklaşık 50 bin
binada yapılacak güçlendirme, bakım ve onarım
projeleri, onay için Koruma Kurulu’na gitmeyecek.
Yeni düzenlemeye göre, Fatih’te, Kentsel Arkeolojik
Sit Alanı ve 1., 2. ve 3. derecede koruma
bölgelerinin tamamındaki tescilli yapılar, eskiden
olduğu gibi Kültür Varlıklarını Koruma Bölge
Kurulu’nca, bunun dışında kalan tescilli yapılara
komşu parsellerdeki yapılar ve tescilsiz yapılar ise
belediye tarafından değerlendirilecek. Böylelikle
UNESCO Kültür Mirası Listesi’nde yer alan Tarihi
Yarımada’da Koruma Kurulu denetimi ortadan
kaldırılmış oldu.
HAZİRAN AYINDA
DEVİR
Tarihi Yarımada’ya
Kültür ve
Turizm Bakanlığı’na bağlı iki Koruma Kurulu
bakıyor. İstanbul 4 Numaralı Kültür Varlıklarını
Koruma Kurulu ile 2 Numaralı Yenileme Alanları
Koruma Kurulu’nun yetki sınırı tüm Fatih ilçesini
kapsıyor. 554 yıllık Kapalıçarşı’nın restorasyonu
için de 2 Numaralı Yenileme Alanları Koruma Kurulu
yetkili. Kurul buradaki yetkisini 20 Haziran 2016
günkü kararıyla Fatih Belediyesi Koruma Uygulama
Denetim Birimi’ne (KUDEB) devretti.
BELEDİYE
İSTEDİ KURUL VERDİ
Devrin ardından Fatih
Belediyesi, Kapalıçarşı’nın bütününe yönelik basit
onarım talepleri için Koruma Kurulu’ndan genel bir
karar talep etti. Böylelikle çarşıdaki dükkan
sahipleri, Koruma Kurulu denetiminden muaf tutulacak
boya-badana gibi basit onarım ruhsatı ile
dükkanlarında her türlü değişikliği yapmaya başladı.
Kurul denetimi de olmadığından, anıt eser
statüsündeki Kapalıçarşı’da duvarlar yıkılıp
dükkanlar genişletilmeye, askı tavanlar, vitrin
büyütmeler yapılmaya başlandı.
İLKE KARARINA
AYKIRI
Koruma Kurulu
kararıyla anıtsal yapı statüsünde olan ve koruma
grubu 1 olarak tescillenen Kapalıçarşı’da KUDEB
kararıyla onarım yapılması şaşkınlık yarattı. Çünkü
koruma kurullarının anayasası olarak nitelendirilen
‘‘ilke kararları’’, anıt statüsündeki eserler için
bu yetkiyi sadece kurullara veriyor. 680 sayılı
Yüksek Kurul’un ilke kararında ‘‘Sadece yapının
yaşamını sürdürmeyi amaçlayan, tasarımda, malzemede,
strüktürde, mimari ögelerde değişiklik gerektirmeyen
müdahalelerdir. (Çatı aktarımı, oluk onarımı,
boya-badana vb.) Bakım izin ve denetiminde, varsa
koruma kurulu müdürlüğü yoksa müze müdürlüğünün
yetkili olduğuna’’ diyor. Kurul bu kararla ilke
kararını çiğnemiş oldu.
Hürriyet, Haber: Ömer
Erbil, 02.01.2017
|
EDREMİT'TE 3 BİN YILLIK SOS YAPILDI
Roma İmparatorluğu'nun kurucularının atası kabul
edilen Aeneas'ın, Edremit'teki antik kent
Antandros'tan başlayıp İtalya'da sona eren
yolculuğunun, gemilerle aynı rota izlenerek
gerçekleştirilmesi projesi kapsamında düzenlenecek
çalıştay için hazırlıklar sürüyor.
Antik çağlarda yemeklerde özellikle tuz ihtiyacını
karşılamak üzere hazırlanan özel sos
Balıkesir'in
Edremit ilçesinde Antandros Antik Kenti
kazılarında ortaya çıkarılan
Roma Villası bahçesinde 3 bin yıl sonra
yeniden yapıldı.
“Garom sos” olarak adlandırılan ve çeşitli
balıklar, büyük balıkların iç organları, temiz deniz
suyu, çeşitli otlar ve tuz kullanılarak hazırlanan
antik sos, Aeneas Rotası Çalıştayı'nda yapılacak
yemeklerde kullanılacak.
2017’nin Mayıs ayında “Aeneas Rotası Çalıştayı”
çerçevesinde
Yunanistan,
Tunus,
Arnavutluk ve
İtalya’dan 22 belediyeyinin ağrlanacağı Edremit
ilçesinde hazırlıklar şimdiden başladı. Antik
bir sos olan Garum fermantasyonu canlandırması
Altınoluk Mahallesi’nde bulunan Antandros
kenti içerisindeki Roma Villası bahçesinde yapıldı.
Roma Villasında, geçmiş zamanların çok değerli bir
tatlandırıcısı olarak kullanıldığı bilinen “Garum
sos”un ilk hazırlanış aşamaları Edremit Belediye
Başkanı Kamil Saka ve gazetecilerin katıldığı bir
programda gerçekleştirildi. Gerekli
malzemelerin hazırlanmasının ardından, tek tek
toprak bir küpe doldurularak ağzı sıkıca
kapatıldıktan sonra fermantasyonun gerçekleşmesi
için yeraltına gömüldü.
BALIKLAR VE İÇ ORGANLARI KULLANILDI
Antik “Garom sus”u hazırlayan gurmelerden
Erhan Şeker gazetecilere yaptığı açıklamada, “Bugün
hazırladığımız “Garom sos” ya da “Likomen sos” çok
eski zamanlardan kalma tuzlu ve bol balıklı içinde
baharatlarında olduğu eski çağlarda çok yoğun bir
şekilde kullanılan, hala daha günümüzde
Uzakdoğu'da ve dünyanın bir çok ülkesinde buna
benzer soslar kullanılmakta. Bizim yapacağımız
sosta yine balıklar ve iç organları kullanılacak. Bu
bölgelere göre değişkenlik gösterir. Kimi bölgede
küçük balık, kimi bölgede büyük balık kullanılır.
Bol
Tuzla ve güneş altında tuzla balık harmanlanıp
su ve şarap ilavesiyle hazırlanıp sonra yemeklerde,
tatlılarda, bir tek balıkta değil, kırmızı ette,
tavukta olmak üzere her türlü aklınıza gelebilecek
yemekte kullanılan bir katkı maddesi
yapacağız” dedi.
Bir başka gurme Aşçı Fok Nurdan Çakır Tezgin de
antik kenti okumak için önce Garum Sostan başlamak
gerektiğini bildirerek şunları söyledi;“Garum sos ,
antik çağlardan beri her yemekte kullanılmış. Bütün
et yemeklerinde, balıklarda, tavuklarda tuz yerine
kullanılmış. Garum sos tuz yerine geçen elzem bir
sos olarak kayıtlara geçmekte, antik kayırlarda. Biz
de burada Antandros Antik Kentinin villa buluntuları
arasında kazı alanında bu antik sosu canlandırmasını
yapıyoruz. Aralık ayının son günleri; bahara kadar
uzanacak güzel bir öykü bu. Güzel bir zaman dilimi.
Geçmişe uzanacağız. Geçmişle günümüzü
birleştireceğiz bu Garum sosla. Fermantasyon
olayının ilk aşamasını kotaracağız
bugün.”
BU MAYA TUTACAK VE...
“Edremit için bugün bir mayanın temelini
atıyoruz” diyen Edremit Belediye Başkanı Kamil Saka
şöyle konuştu; “Bu mayadan da benim açımdan
Antandros'un dünyaya açılmasıyla ilgili bir mayanın
temelini atıyoruz. Ben inanıyorum ki burada bu
soğukta buraya kadar gelerek toplanan bu kadar insan
Edremit'in geleceği adına bu işin öneminin farkında
ve bilincinde. Bu Edremit'in dünyaya açılışıyla
ilgili ilk adımı attık. Bu maya tutacak ve
Edremit'te dış turizm konusunda da bugün yelken
açnaya başlayacak diye düşünüyorum.”
Çalıştayda konuklara antik yemekler
sunmayı tasarladıklarını kaydeden Altınoluk, Tarihi
Antandros Şehrini Kurtarma, Koruma ve Yaşatma
Derneği Başkanı Zekiye Gülçin Cömert, aynı
zamanda Balıkesir Valiliği Misya Yolları projesi
kapsamında hazırlanan Aeneas Yürüyüş Yolu, antik
kostümler ve yemeklerle alternatif turizm rotası
olarak turizmin hizmetine sunulacağını bildirdi.
Antandros'un uluslararası turizme açılan bir
yol olduğunu dile getiren Cömert “Balıkesir
Valiliğinin projesi olan “Aeneas Yürüyüş Yolu,
Misya Yolları” projesininde o rota antik dönem
giysileri ve yemeklerle canlandırılacak. O
yemeklerde de bu sos kullanılacak. Bir de
iştirakçisi olduğumuz Nar Kadın Kooperatifinin
sürdürülebilir turizm projesi var. oraya da bir
antik menü oluşturacak yemekçilerimiz. Onun için her
şeyin başı bu sos olacak.”
Milliyet, 02.01.2017
|
ANTİK TİYATRO TUVALET OLDU
Ankara’ya gelen turistlerin ziyaret ettikleri
yerler arasında başı çeken, Ulus’taki Roma antik
tiyatro harabe hale geldi. Tarihe ışık tutan tiyatro
artık, madde bağımlılarının meskeni. Tarihi
tiyatroyu tuvalet ihtiyacını gidermek için
kullananlar bile var.
Ankara’nın Ulus Semtinde Hisar Caddesi ile Pınar
Sokak arasında yer alan kazı çalışmaları 2009
yılında başlatılmıştı. Kazı çalışmalarından sonra
Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından başlatılan
Ulus Tarihi Kent Merkezi Yenileme Alanı Projesi
kapsamında Roma dönemine ait antik tiyatroda
restorasyon çalışmaları yapıldı. Bir süre
restorasyon çalışmaları durduruldu. Antik
tiyatronun etrafı Büyükşehir Belediyesi tarafından
tel örgülerle çevirilerek muhafaza edilmeye
çalışılıyordu. Yaklaşık 6 ay önce Büyükşehir
Belediyesi, antik tiyatronun etrafındaki tel
örgüleri söktü.
Güçlü Anadolu Gazetesi Muhabiri Mehmet Ali
Akkum’un haberine göre tarihi tiyatro kaderine terk
edilmiş durumda. Antik tiyatroda madde bağımlıları,
uyuşturucu kullanılırken, alkol alan kişilere de
burada tarihi yapıya zarar veriyor. Antik Tiyatro
içerisinde birçok noktasında ateş yakılmış.
Çevrede
bulunan esnaf antik tiyatro içerisinde fuhuş
yapıldığını da iddia ediyor. Bazı kişiler ise burayı
tuvalet ihtiyacını gidermek için kullanıyor. Gün
içerisinde antik tiyatroda bu tür manzaralarla sık
sık karşılaştıklarını ifade eden esnaf ve
vatandaşlar yetkililerden bir an önce önlem
bekliyor.
Evrensel, 31.12.2016
|
105 MİLYON DOLARA SATIN ALINDI!

Polonya Kültür Bakanlığı Leonardo da Vinci,
Rembrandt ve Renoirin eserlerinin de aralarında
olduğu 86 bin parçalık Czartoryski koleksiyonunu 105
milyon dolara satın aldı.
Krakow kentinde özel
Czartoryski Müzesinde sergilenen koleksiyondaki
sanat eserlerinin yanı sıra 250 bin el yazması ve
belgenin mülkiyeti Polonya devletine geçti.
Aylarca süren pazarlığın ardından, Başbakan
Yardımcısı ve Kültür Bakanı Piotr Glinski ile
koleksiyonun sahibi aristokrat ailenin ileri
gelenlerinden Adam Karol Czartoryski arasında
imzalanan anlaşmayla koleksiyon, 2,4 milyar dolar
olduğu belirtilen ederinin çok altında bir fiyata
devlete satıldı.
Czartoryski, hükümetin koleksiyon için teklif
ettiği parayı kabul ederek devlete büyük bir bağış
yaptığını ve bunun kendi tercihi olduğunu söyledi.

Eserlerin değerinin çok altına satılmasının
ardından Czartoryski Vakfı yönetim kurulu istifa
etti.
Habertürk, 30.12.2016
******
MİLYARLIK KOLEKSİYON İSTİFA ETTİRDİ
Polonya hükümeti, 2 milyar euro değer biçilen
Çartorski Ailesi'nin koleksiyonu için 100 milyon
euro ödedi. Çartorski Ailesi, Rembrandt ve Renoir'ın
tablolarını da içeren koleksiyonun Polonya'ya
'bağışlandığını' duyurdu, vakfın yönetim kurulu
kararı protesto için istifa etti.
Yönetim
kurulu üyeleri, satış konusunda 1802'de koleksiyonu
oluşturan Polonya Prensesi İzabela Çartorski'nın
soyundan gelen bir aile üyesi ve Kültür Bakanlığı
arasındaki görüşmelerden sonra gerçekleşen satış
için fikirlerinin alınmadığını söyledi.
"Atalarımın izinden gittim"
Vakfın Başkanı Adam Karol Çartorski, “Her zaman
Polonya ulusunun hizmetinde olan atalarının izinden
gittiğini” belirterek, “Bir bağışta bulunmuşum gibi
düşünüyorum ve bu benim seçimim” dedi.
Da
Vinci'nin dört kadın tablosundan biri Koleksiyonun
büyük bir bölümü Krakov'daki Ulusal Müze'de
sergileniyor. İktidardaki muhafazakar ve Avrupa
Birliği karşıtı Hukuk ve Adalet Partisi, bazı önemli
işletmelerin ve sanat eserlerinin devletleştirilmesi
gerektiğini savunuyor. Kültür Bakanı Piotr Glinski
satışla koleksiyonun mülkiyetinin Polonya devletine
geçtiğini duyurdu.
Kakımlı Kadın tablosu
1490'da
çizilen Kakımlı Kadın, Da Vinci'nin dört kadın
portresinden biri. Tabloda Milano Dükü Ludovico
Sforza'nın sevgilisi Cecilia Gallerani kucağında bir
kakımla resmediliyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında
Naziler tarafından el konulan eser, daha sonra
sahiplerine iade edildi. Kakımlı Kadın “The Lady
with an Ermine” - Leonardo da Vinci'nin sayılı
tamamlanmış eseri arasında önemli yer tutar ve çoğu
zaman Mona Lisa ile karşılaştırılır. Resimdeki
portreye konu olan genç kadın Cecilia Gallerani'dir.
Yeni Şafak, 31.12.2016
|
SANAT DÜNYASININ 2016 KEŞİFLERİ
Bilim ve
teknolojide yaşanan gelişmelerle beraber yapılan
yeni akademik araştırmalar 2016 yılında sanat
alanına dair önemli ve şaşırtıcı keşiflerin
yapılmasına yol açtı. Ünlü sanat portalı artnet ise
2016 yılında gerçekleşen bu beklenmedik gelişmelerin
en önemli 10 tanesini listeledi.
1. Unutulan Hieronymus Bosch Tablosu
Hali hazırda tamamlanmış toplam 22 tablosu
bilinen; 15. ve 16. yüzyılın önemli ressamı
Hieronymus Bosch’un yağlı boyayla yaptığı bir
tablosu, şubat ayında Kansas City’de bulunan
Nelson- Atkins Sanat Müzesi’nin deposunda
bulundu. 80 yılı aşkın bir süre boyunca depoda
unutulduğu anlaşılan tablo, Hollandalı ressamın
Amerika’da sergilenen beşinci eseri oldu.

2. Caravaggio’nun Kayıp Judith
Beheading Holofernes’i
Geçtiğimiz Nisan ayında ünlü ressam
Caravaggio’nun ikonik eseri Judith Beheading
Holofernes, Fransa’da bir tavan arasında
bulundu. Eserin ilk kopyası Roma’da yapılıp
şehirdeki Ulusal Tarihi Sanat Müzesi’ne
yerleştirilmişti fakat Napoli’de yapılan ikinci
kopya 17. yüzyıldan beri kayıptı.

3. Yağmalanan Rönesans Heykelleri
II. Dünya Savaşı sonrası Berlin Bode
Museum’dan çalınan 60 adet Rönesans heykeli
Moskova National Pushkin Museum’a ait bir depoda
keşfedildi. Bode Museum’un İtalyan Rönesans
küratörü Neville Rowley yaptığı açıklamada
eserlerin çoğunun uğradıkları hasardan dolayı
restorasyona ihtiyaç duyduğunu belirtti.


4. Paul Gauguin’in Kayıp Tablosu
Empresyonist ressam Paul Gauguin’e ait
olduğunu bilmeden koleksiyonuna katan bir
antikacının evinde bulunan tablo,
Connecticut’daki bir müzayede evi tarafından
keşfedildi. Paris merkezli Wildenstein Institute
tarafından incelenen eserin Gauguin’in
Summer Flowers in a Goblet adlı tablosu
olduğu doğrulandı.

5. Dünyanın En Mavi Mavisi
2009 yılında kimyager Mas Subramanian ve
ekibinin Oregon State University’de yaptıkları
deneyler sırasında tesadüfen buldukları solmayan
renk pigmentine YlnMn mavisi adı verilmişti. Bu
yıl Haziran ayında ticari amaçlarla
kullanılmasına izin verilen ve lisans alan
“dünyanın en mavi mavisi”, bazı sanatçılar
tarafından kullanılmaya başlandı bile.

6. Albrecht Dürer Gravürü
II. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru 1945’te
kaybolduğu bilinen ve 70 yıldır kimsenin
görmediği gravür, Fransa’nın Sarrebourg şehrinde
bir bit pazarında ortaya çıktı. Dikkatli bir
koleksiyonerin eserin üzerindeki Stuttgart
Staatsgalerie damgasını fark etmesiyle Albrecht
Dürer’e ait 1520 yapımı kayıp gravür olduğu
anlaşılan eser, temmuz ayında müzedeki yerine
geri döndü.

7. Kopya Sanılan Mileager and
Atalanta
17. yüzyılın önemli Flaman ressamı Jacob
Jordaens’in kopya sanılan Mileager and
Atalanta isimli tablosu 150 yıldır
Galler’de bulunan Swansea Museum’a ait bir
depoda duruyordu. BBC’deki Fake of Fortune
programıyla ün kazanan İngiliz sanat tarihçisi
Bendor Grosvenor’ün incelemesinden geçen eserin
geçtiğimiz Eylül ayında orijinal olduğu
anlaşıldı ve Londra Courtauld Insitute
tarafından 3.8 milyon dolar değerinde olduğu
açıklandı.

8. René Magritte Tuvalinin Kayıp
Parçası
Sürrealist ressam René Magritte’in 1935
yılına ait tablosu La Condition Humaine’in
bilinmeyen bir sebeple altında kalan başka bir
tablo Norwich Castle Museum and Art Gallery
küratörleri tarafından keşfedildi. Uzmanlar
Magritte’in çalıştığı tuvali dörde bölüp
üzerlerine farklı tablolar resmettiğini
düşünürken, bulunan tablonun 1927 tarihli
Pose Enchantée olduğu açıklandı.

9. Eski Mısır’ın Kayıp Başkenti
Tarihi milattan önce 5316 yılına kadar
dayanan ve Eski Mısır’ın ilk başkenti olduğu
düşünülen şehir yedi bin yıl sonra gün yüzüne
çıkarıldı. Mısırlı arkeologların çalışmaları
sonucu keşfedilen şehrin Eski Mısır tarihinin
bir kısmına ışık tutacağı düşünülüyor.

10. Daha Önce Bilinmeyen Ernst Ludwig
Kirchner Eseri
Frankfurt Stadel Museum, kasım ayında
Kirchner’in Schlittenfahrt im Schnee
tablosunun altında sanatçıya ait yeni bir resim
keşfetti. 1926 yılında resmedildiği düşünülen
Szene im Café adlı tablo ekspresyonist
ressamın erken dönem çalışmalarıyla uyuşuyor.

artfulliving.com.tr, 29.12.2016
|
MARDİN'DE 900 YILLIK TARİH YOK OLUYOR
Tarihi ve mimari dokusuyla açık hava müzesi
görünümünde olan Mardin’in en eski yapılarından biri
olan Hüsamiye Medresesi’nin büyük bir bölümü
bakımsızlıktan ve ilgisizlikten dolayı çöktü. Mehmet
Selim Parlakoğlu adlı vatandaş, “Tarihi kentimiz
Mardin’in yıkılmaya yüz tutmuş bu nadide eseri, 1100
yıllarının başlarında Hüsamettin Timurtaş tarafından
yaptırılmış olan bu mekanda pek kimsenin bilmediği
Hüsamiye Medresesi vardır. Ayrıca Mardin’de 3 meçhul
sahabeden birisi olan Muhammed Faris Hazretleri de
burada yatmaktadır. Bu da pek kimse tarafından
bilinmez. Bu bilinmezlik, bu yapılara sahip
çıkılmasının en büyük nedenlerinden biridir” dedi.
Medresenin pek bilinmediğini ve keşfedilmeyi
beklediğini kaydeden Parlakoğlu, “Birçok medrese
bilinirken maalesef Hüsamiye Medresesi hala
keşfedilmeyi bekliyor. Ayrıca burada Hüsamettin
Timurtaş’ın mezarının da olduğu söylenir. Bu da
belgelerle sabittir. Osmanlı kaynaklarından
edindiğimiz bilgilere göre, bir de mescit vardır
burada. Eskiden hükumet erkanı gelip Cuma
namazlarını burada eda ederlermiş” diye konuştu.
“MİRASLARA SAHİP ÇIKILMASINI BEKLİYORUZ”
Yaklaşık 30 ay önce hem İl Kültür Turizm
Müdürlüğüne hem de Müze Müdürlüğüne başvurduklarını
aktaran Parlakoğlu, şunları kaydetti:
“Bu sahipsiz mekanımız kimse tarafından
bilinmediğinden gerekli restore işlemlerine
başlanmamıştır. Kültür Müdürlüğü ve Müze Müdürlüğüne
yaptığımız girişimler maalesef yaklaşık 30 aydır
bürokratik engellere takılmıştır. Burada oturan
insanlar, bu tarihi mekanın kurtulması için
tapularını devlete hibe etmişlerdir. 6 ay önce
sağlam olan duvar bile yıkıldı. Bu duvarlar
birbirini takip edecek ve bir tarih gözler önünde
yok olacak maalesef. Mardin’e tarih ve kültür kenti
diyoruz ama bu nadide kültür mekanına sahip
çıkamıyoruz. Buranın her tarafı tarih. Medrese
eyvanın önünde havuz vardı, ama çocuklar düşmesin
diye o havuz toprakla kapatılmış. Bu miraslara sahip
çıkılmasını bekliyoruz.”
İHA, Haber:
Mehmet Salih Keskin, 29.12.2016
|
NEANDERTALLERİN ÇÖKÜŞÜNÜ NASIL HIZLANDIRDIK?

Bir
grup Neandertal bizon avlıyor.
Modern insan
Afrika'dan çıkıp Avrupa'ya geldiğinde
Neandertallerle karşılaştı. Yeni araştırmalar,
onlara bulaştırdığımız hastalıklarla yok oluşlarını
hızlandırmış olabileceğimizi gösteriyor.
Neandertaller modern insana benziyordu. Beyinleri
bizimki kadar büyüktü ve birçok ortak geni
paylaşıyordu.
Çok iyi avcılardı; soğuğa iyi adapte olmuş, alet
yapımında gelişmişlerdi. Modern insan Avrupa ve
Asya'da Neandertallerle karşılaşmış, hatta
birbiriyle melezleşmişti. Bugün Avrupalı ve
Asyalılarda bunun izlerini görürüz.
Neandertallerin DNA'sını bizimkiyle
karşılaştırdığımızda, bugün hastalıklara yol açan
birçok genin bu şekilde melezleme yoluyla
Neandertallerden bize geçtiğini biliyoruz.
Fakat yeni araştırmalar bizim de Neandertallere
hastalık bulaştırdığımızı gösteriyor.
Bunlar arasında genital bölgede uçuklara neden
olan herpes simpleks 2 virüsü ile mide ülserine yol
açan Helikobakter pilori bakterisi de olabilir.
Ayrıca tüberküloz ve bağırsak tenyası da
Neandertallere bizden bulaşmış olabilir.

Cambridge Üniversitesi'nden Charlotte Houldcroft
ile Oxford Brookes Üniversitesi'nden Simon
Underdown'a göre, günümüz insanında en yaygın olan
Neandertal DNA'sının bazıları hastalıklara karşı
savaşta rol oynuyor. Bu ise modern insan ile
Neandertaller Taş Devrinde karşılaştığında,
hastalığa neden olan mikroplarla savaşmanın yaşamın
normal bir parçası olduğunu gösteriyor.
Tarımla gelen
hastalıklar
Ayrıca birçok mikrobun modern insanda ne zaman
hastalığa yol açtığını anlamak için genetik
kökenleri incelendi.
Başlangıçta birçok mikrobun 8000 yıl önce, tarım
ve evcil hayvan besiciliğine geçildikten sonra
hayvanlardan insanlara yayıldığı sanılıyordu. Ancak
birçok hastalığın çok daha önce var olduğu bugün
biliniyor.
Bu ise modern insanın Afrika'dan çıkarken bu
hastalıkları taşıdığı ve Neandertallerle
karşılaştığında onlara bulaştırdığı anlamına
geliyor.
Araştırmanın sonuçları American Journal of
Physical Anthropology dergisinde yayımlandı.

Bu hastalıklar Neandertalleri birden öldürmüş
olamaz. "Sağlıklarının yavaş yavaş bozulması" gibi
bir sürecin yaşanmış olabileceğini söylüyor
Houldcroft.
Bu eski hastalıklar günümüz insanını öldürmüyor,
sadece genel sağlığımız üzerinde hafif bir etkisi
oluyor. Fakat Neandertaller bu hastalıklarla
tanıştığında başka sorunlarla da karşı karşıyaydı.
Genetik veriler 50 bin yıl önce Neandertallerin
sayısının zaten az olduğunu gösteriyor. Her biri
15-30 kişiden oluşan Neandertal toplulukların
hastalığa neden olan mikroplarla karşılaşması
onların avcılık ve toplayıcılık becerisini olumsuz
etkilemiş olmalı.
Bu bulaşıcı hastalıklarla bir grubun yok olması
onların genel nüfusu açısından yıkıcı sonuçlar
doğurmuştur.
Modern insan nüfusu artarken onların soyunun
tükenmesinde bu hastalıkların da payı olmalı.

Neandertallerin çakmak taşını şekillendirerek yaptığı balta
Az gen çeşitliliği
"Neandertallerin ölümünü açıklayan tek teoriyi
bulacağımızı sanmıyorum; ama birkaç bin yıl boyunca
onların toptan yok oluşuna neden olan birçok şeyin
yaşandığını gösteren veriler çoğalıyor" diyor
Houldcroft.
"Her bir Neandertal topluluğun karşılaştığı
felaketlerin zamanla tek tek bunların yok olmasına
neden olduğuna inanıyoruz. Bu da birçok faktörden
sadece biri."
İklim değişikliği faktörü zaten vardı. Bu
Neandertallerin avcılık ve toplayıcılık yaptığı
ormanlık alanların büyük ölçüde azalmasına neden
oldu.
Neandertal genomu modern hastalıklara dair bir iz
taşımıyor, ancak mikroplara karşı bağışıklık
geliştiren gen varyantlarının Neandertal
topluluklarda yaygın olduğunu gösteren verilerle bu
hastalıkların varlığı yakında kanıtlanabilir.
"Hangi genlerin olup olmadığına bakarak doğal
seleksiyon kaydını çıkarabiliriz" diyor Underdown.
"Genetik kayıt ve günlük yaşamlarını canlandırma
yoluyla 40 bin yıl önce atalarımızın karşı karşıya
olduğu sorunları ortaya koyabiliriz."

Cebelitarık'ta Neandertallerin yaşamış olduğu bir mağara
Ayrıca henüz yayımlanmamış olan yeni bir çalışma,
modern insanın uzun bir zaman boyunca başarıyla
savaştığı hastalıklara Neandertallerin neden
dayanamadığını açıklayabilir.
Bu çalışma, hastalıklara dayanıklılık bakımından
önemli rol oynayan genlerdeki genetik çeşitliliğin
Neandertallerde çok düşük olduğunu gösteriyor.
Modern insanda ise bu genler çok daha çeşitli.
Yani Neandertallerin bağışıklık mekanizması yeni
tanıştıkları hastalıklara karşı çok zayıftı.
Başka bir deyişle, Neandertallerle modern
insanlar karşılaştığında birbirine çeşitli
hastalıklar bulaştırdıysa da, modern insanlar yeni
hastalıklara karşı onlardan daha iyi bağışıklık
geliştirebilmişti.
Araştırmayı yürüten Pennsylvania Devlet
Üniversitesi'nden George Perry, bu çalışmanın
insanın evriminde bulaşıcı hastalıkların oynadığı
önemli rolü ortaya koyduğunu söylüyor.
"İnsan toplulukları uzun süre birbirinden ayrı
kalmışsa hastalıkları da farklı gelişir. Sonra bu
topluluklar bir araya geldiğinde bu hastalıkları
birbirine bulaştırır ve bunun da nüfus üzerinde
etkisi olur."
Öyle görünüyor ki Neandertaller modern insan
kadar iyi bir genetik donanıma sahip olup bu
hastalıklarla savaşmayı başaramadı.
BBC Türkçe,
28.12.2016
|
DİA AL-AZZAWİ'NİN ESERİ GUERNICA'NIN YANINA ASILACAK
Iraklı sanatçı Dia al-Azzawi’nin 1982 yılında
Lübnan’da bulunan Sabra ve Şatilla mülteci
kamplarında yaşanan katliamları anlattığı çalışması,
Picasso’nun eseri Guernica’nın yanına
asılacak.
Filistinli bir işadamı ve koleksiyoner olan Ramzi
Dalloul’un girişimiyle al-Azzawi’nin çizimi Kraliyet
Dokuma Fabrikası’nda 21 metrekarelik bir duvar
halısına dönüştürüldü ve fabrika ziyareti sırasında
İspanya Kültür Bakanı tarafından getirilen teklif
kabul gördü. Bir yıl içinde tamamlanacak olan eser
Madrid Reina Sofia Müzesi’nde bulunan Guernica’nın
yanında sergilenecek.
artfulliving.com.tr,
27.12.2016
|
 |
ATALARIMIZ 10
BİN YIL ÖNCE ÇÖMLEKTE YABANİ TAHIL VE BİTKİ
PİŞİRMİŞ OLABİLİR
Libya çöllerinde
yabani tahıl ve bitkileri pişirmek için 10 bin
yıl önce kullanılan ilk çömlekler
bulundu. Bilim adamları, bu yiyeceklerin bir
çeşit ”lapa” olduğunu ve avdan etsiz
dönüldüğünde ana yemek olarak yendiğini
söylüyor.

Bristol Üniversitesi’nden
Dr. Julie Dunne, “Bu, küresel olarak bitkiyi
işlemenin ilk doğrudan kanıtı ve olağanüstü bir
şekilde, erken Kuzey Afrika avcı toplayıcılarının
tahıl, tohum, yapraklı bitki, su bitkileri
gibi birçok farklı türde bitki tükettiğini
gösteriyor.”
Yeşil Sahra
Tarih
öncesi dönemde Sahra Çölü, göller ve nehirlerle
çevrili yeşil bir savanaydı. Su aygırları ve
filler de dahil olmak üzere büyük hayvan
sürülerinden oluşan bir yaşam vardı. O dönemde
yaşayan insanlar çimen, yapraklı bitkiler ve su
bitkilerinin yabani tanelerini topladılar.
Dunne, “Bitkilerin uzun süre kaynatılmasına izin
veren, termal olarak dayanıklı çömlek icadı, tarih
öncesi insanların yiyebileceği bitki çeşitliliğini,
daha önceleri yedikleri tatsız ve hatta toksik
bitkiler de dahil olmak üzere, önemli ölçüde
genişletiyor” dedi.
Öğütmek için kullanılan
taşlar da parçalanmış seramiklerin yakınlarında
bulundu. Bu da tahılların un haline
getirildiğini düşündürüyor. Dr. Duncan, “Veya
sadece tahılları uzun süre kaynatmış ve bir çeşit
püre de yapmış olabilirler. İlginçtir ki bu,
bugün Afrika’daki en önemli unsurlardan biri ve
çok uzun bir geçmişi olabilir” şeklinde konuştu.
Çömlekler, insanlık
tarihinde iki kere icat edildi. Doğu Asya’da
yaklaşık 16 bin yıl önce, daha sonra Kuzey Afrika’da
yaklaşık 12 bin yıl önce. Araştırmacılar, Libya
Çölü’ndeki Takarkori ve Uan Afuda’daki arkeolojik
alanlarda 100’den fazla kırılmış seramik parçasını
inceledi. Çömleklerin çok çeşitli bitki örtüsünü
işlemek için kullanıldığını fark ettiler.
Araştırmacılar bunu, çömleklerdeki yağlı
kalıntıların karbon izotop oranlarını analiz ederek
keşfettiler.
Çömlekler, bölgedeki bitki
evcilleştirme ve tarımını en az 4 bin yıl öne
çekiyor.
Araştırmacı Prof. Richard
Evershed, “Erken tarih öncesi çanak çömleklerde
yaygın bitki mumu ve yağ kalıntılarının bulunması,
çölde eski çanak çömleklerin eski dünyadaki diğer
bölgelere kıyasla kullanılma biçiminin tamamen
farklı bir resmini sunuyor” dedi. Çömlekler,
daha sonra süt de dahil olmak üzere hayvansal
ürünleri işlemek için kullanılmış.

Bitki diyetleri
Atalarımız üç
milyon yıl boyunca bitki yiyorlardı. İlk başta,
akşam yemeğinde yumuşak ve sindirimi kolay olan
meyveler yediler. Daha sonra, bitkilerin odunsu
kısımlarını çukurlarda yakılan ateşlerde
pişirerek, onları daha yenilebilir hale
getirdiler. Çanak çömleklerin keşfi, kaynatarak
bitkileri pişirmeyi mümkün kıldı ve onları daha
lezzetli ve daha az toksik hale getirdi. Bu
insanlık tarihi için büyük önem taşır. Nişastalı
gıdalar enerji ve besin öğeleri bakımından iyi bir
kaynaktır. Pişmiş bitkiler ve tahıllar gelecekte
kullanılmak üzere korunmuş olabilirler. Ayrıca
pişen bu bitkilerin bebekleri besleyebilecek
kadar yumuşak olması, belki bebeklerin sütten
daha erken ayrılmasını sağlamış ve böylelikle
kadınların doğurganlığını artırmış olabilir.
arkeolojihaber.net,
Kaynak: bbc.com, 19.12.2016
|